5
Bahar 2011
in te rn e t d e rg i s i - ü ç ay l ı k e - d e r g i
Hüküm Allah’ındır demek Hüküm Ümmetindir demektir Raşid GANNUŞİ
Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ İslam’da Demokrasi
Demokrasi Sorunu
Malik b. NEBİ
CABİRİ
Turabi’de Özgürlük ve Demokrasi Abdulvahhab el-EFENNDİ
İçindekiler EDİTÖRDEN
Bu Sayıda............................................................................................. 3
ANA KONU: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ
“Demokratik Mücadele Yöntemi” Üzerine Bir İnceleme /
Demokrasi’nin Krizi /
Demokrasi ve Hakimiyetin Kaynağı Problemi /
İslami Kimlik ve Demokrat Olmak /
İslam’da Demokrasi /
Demokrasi Sorunu /
Turabi’de Özgürlük ve Demokrasi /
‘Hüküm Allah’ındır’ Demek ‘Hüküm Ümmetindir’ Demektir /
Demokrasi Bir Dindir /
Nuri YILMAZ..............
5
Hamdi TAYFUR.........................................................18 Yusuf İMAMOĞLU
...................31
Nuri YILMAZ........................................48
Malik b. NEBİ..........................................................57
Muhammed Abid El CABİRİ...........................................71 Abdulvahhab el-EFENDİ...........................83 Raşid GANNUŞİ...86
Ebu Muhammed el- MAKDİSİ.....................................89
ARAŞTIRMA - İNCELEME
Kelimelerin Büyüsü /
Hamdi TAYFUR.........................................................93
SÖYLEŞİ
Gannuşi: Batı Ülkeleri Daru’l Harp Değildir /
Raşid GANNUŞİ...................... 106
GÜNDEM İslami Olmayan Yönetime Katılım /
Bir Devrimin Ardından - 2 /
Raşid GANNUŞİ................................... 111
Metin YILMAZ............................................... 118
EDİTÖRDEN
Bu Sayıda Demokrasi…
Demokrasiye ne tür tanımlar getirilmektedir?
Tunus’ta başlayıp peş peşe Arap ülkelerine
Tek bir çeşit demokrasi mi vardır?
yayılan halk ayaklanmalarının ortak talebi…
Demokrasi hep olumlu bir anlamda mı
20. yüzyılda patlak veren devrimler ya
kullanılmıştır? Ona eleştirel bakan ve olumsuz
“Marksizm”, ya “tam bağımsızlık”, ya da daha
yönlerini ortaya çıkaran farklı bakış açıları yok
çok “İslam ve şeriat” talep ederdi.
mudur?
Oysa yeni kalkışların en büyük talepleri “daha
Demokrasinin olumsuz yönleri, iç çelişkileri,
fazla demokrasi”den ibaret…
eksiklikleri, açmazları ve ortaya çıkardığı
Artık “Kahrolsun Amerika!” sloganı yerine
sorunlar nelerdir?
“Kahrolsun diktatörlük!” sloganı daha çok
Demokrasi gözü kapalı teslim olunacak
dillendiriliyor.
mükemmel bir yönetim şekli midir?
Zalim yöneticiler, despotlar ve yolsuzluğa
İslam’da demokrasi var mıdır?
bulanmış rejimler yerine; “halk iradesi”, “ekonomik adalet”, “eşitlik”, “yönetimde şeffaflık”, “özgür seçimler”, “parti kurma ve seçimlere girme özgürlüğü” ve “düşünce özgürlüğü” isteniyor. İslam dünyasının tüm diktatör rejimlerini hedefleyen bu güçlü okların ortak noktasını ise “Demokrasi” kavramı oluşturuyor. Evet! İslam dünyasında insanlar artık “daha çok demokrasi” istiyorlar.
Şura prensibi ve ilk halifelerin seçim şekli İslam’da demokrasinin olduğuna dair yeterli birer delil midir? Yoksa demokrasi bir şirk midir? Allah’ın hakimiyetine karşı halkın hakimiyetini savunmak halkın iradesini Allah’a ortak koşmak anlamına mı gelmektedir? Demokrasiyi dinlerden bir din ve İslam’ın
Öyleyse nedir “Demokrasi”? İşte yeni sayıda biz “Demokrasi” konusunu masaya yatırdık.
karşısında yer alan batıl bir nizam olarak görebilir miyiz? Demokrasi sadece İslam şeriatını iktidara taşımanın bir aracı mıdır, yoksa bir hayat biçimi
“Bir toplumsal değişim yöntemi olarak DEMOKRASİ” başlığını İlkbahar-2011 sayısının ana başlığı olarak seçtik. Demokrasi nasıl ortaya çıktı ve nasıl bir gelişme
midir? Çoğulcu bir toplumda İslam’dan farklı inanç ve görüşlerin demokratik yöntemlerle iktidarda temsil edilmesi durumunda, Müslümanlar
gösterdi?
bu yönetimlere karşı nasıl bir duruş
İlk ortaya çıkışı ile bugün ifade ettiği anlam ve
demokratik yöntemlerle İslam’ın iktidarda temsil
işlev açısından bir farklılık var mıdır?
edilmesi için çalışmak mı?
sergilemelidirler? İtaat mi, başkaldırı mı, yoksa
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
3
Demokratik toplumlarda İslami olmayan bir yönetime veya hükümete Müslümanların katılımı mümkün müdür? Din buna cevaz vermekte midir? İslam dünyasını baskısı altında tutan diktatör yönetimler karşısında demokrasinin daha demokrasiyi benimseyip kabullenmek için yeterli bir gerekçe midir? Diktatörlüğün tek alternatifi “Demokrasi” midir? Demokrasinin olumsuzluklarını ortadan kaldıran ve diktatörlüğe de prim vermeyen alternatif başka bir yönetim biçimi üretilemez mi? Sadece bir sayının sınırları içinde tüm bu soru ve sorunlara cevap üretmek tabii ki mümkün değildir. Çünkü problem modern toplumda Müslüman olmak ve İslam’a uygun bir hayat kurmak için çaba gösterenlerin karşı karşıya kaldıkları belki de en temel problemlerden birisidir. Tüm bunlara rağmen yazar arkadaşlarımız mümkün olduğunca en geniş çerçevede bu soru ve sorunları yazılarında tartışmaya çalıştılar. Alıntı ve tercüme yazılarla konunun geniş bir perspektifte nasıl tartışıldığını ve getirilen yaklaşımları gözler önüne sermeye çalıştık. Araştırma-inceleme, söyleşi ve gündem yazılarına bu sayıda da yer verdik. Sayfalarımız arasında, yeni dönemin siyasi aktörlerinden olması beklenen Raşid el-Gannuşi’nin değerlendirmelerine ve onunla yapılmış bir ropörtaja ulaşabilirsiniz. Ayrıca önceki sayıda birinci bölümü yayınlanan İran ile ilgili gündem yazısı, devrimin ardından İran başlığı ile devam ediyor. Yeni sayıda buluşuncaya kadar muhabbetle kalın…
4
www.islamiyorum.com
iyi bir alternatif olması, demokrat olmak ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ
MAKALE 1 :
“Demokratik Mücadele Yöntemi” Üzerine Bir İnceleme
Nuri Yılmaz
Doğruluğuna inanmadığı bir düşünceye ve
gelişme yönündeki yazgıları, çoğunlukla
ondan doğan uygulamalara itiraz etmek; itiraz
çatışmalarla şekillenmiştir.
yetersiz kaldığında fikrini diğer insanlarla paylaşıp bir karşı hareket (muhalefet) organize etmek, evrensel bir haktır. İnsanoğlunun bu özelliği sayesinde toplumlar, tek bir seçeneğe mahkum olmazlar; hatada ısrar edip durmazlar ve dinamik bir gelişme çizgisi yakalarlar. Ancak ne yazık ki otoritenin yoldan çıkarıcı bir özelliği vardır. Onu bir kere elde eden, bir daha bırakmak istemez. Korumanın derdi ve telaşı içerisine düşer. Bu yüzden de muhalif sesleri duymaz ve hatta baskıyla susturmaya çalışır. Fakat insanoğlunun arayışı, baskı ve engellemelerle söndürülebilecek bir arayış değildir. Üzerine gidildikçe alevlenir; engellendikçe hızlanır ve şiddete dönüşmeye başlar. En sonunda da, yıkan bir sel, alaşağı eden bir toplumsal patlama olur açığa çıkar. Bu gerçekliğe rağmen insanlık tarihi, uyarı ve eleştirilere kulak vererek gerçekleşmiş değişimlere pek az şahit olmuştur. Toplumların
Tarihi tecrübeler böyle iken, günümüzde insanlık farklı bir tecrübe ile karşı karşıya bulunmaktadır. 18. Yüzyılın sonlarından beri, “insan hakları”, “özgürlük” ve “eşitlik” gibi kavramlar tartışılmaya başlanmıştır. Bunlardan yola çıkarak, insan hak ve özgürlüklerine saygılı; herkesin kendi fikrini ifade edebildiği; toplumun onayını alabilen fikirlerin iktidarda temsil imkanı bulduğu yönetim modelleri geliştirilmiştir. Adına demokrasi denilen yönetim biçimi böylece
ortaya çıkmıştır. Bir yönetim biçimi ki: - Birbirinin hak ve özgürlüklerini kısıtlamadığı sürece herkes kendi fikrini ifade edebiliyor. - Topluma kendi fikrini anlatabilmek için kurumsal organizasyonlara girişebiliyor. - Ve toplumu ikna etmeyi başarabilirse
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
5
yönetimi devralabiliyor. Acaba insanlık gerçekten böyle bir olgunluk seviyesine gelmiş olabilir mi? Acaba bu tablo ne kadar sahici? Acaba bu yönetim biçimi ve değişim yöntemi, toplumların değişiminde yaşanan sorunları
çok gelişti. Böylece toprak ağaları ile tüccar ve zanaatkarlar arasında bir güç çekişmesi ortaya çıktı. Bu durum, güçlüler arasında her geçen gün artan bir huzursuzluk sebebi olarak MÖ 594 yılına kadar sürdü. O tarihte başkan seçilen Solon, mülkiyetin değil “servetin öne çıkmasını sağlayan bir dizi reformu kabul etmek zorunda kaldı.”2 Böylece zenginler devlet yönetimine
gerçekten sona erdirebilir mi?
katılma olanağı elde ettiler. Bütün yurttaşların
Despotizm karşısında halkın iradesini
ve meclis, halkın da katıldığı seçimlerle
savunan; dayatmacılık ve baskı karşısında fikir özgürlüğüne vurgu yapan; şiddet, devrim, darbe gibi yöntemlere başvurmadan fikrin kendisini ifade etmesine izin veren bu insanlık tecrübesi, sahiciliğini anlamaya dönük bir incelemeyi hak etmektedir. İşte bu makale, “bir değişim yöntemi olarak” demokrasiyi incelemek ve bu sorulara cevap bulmak için kaleme alınmıştır. Yargılamadan
katıldığı “yurttaşlar meclisi” kuruldu. Yöneticiler belirlenmeye başlandı. Sonuçta, dönemindeki diğer örneklere göre farklı bir yönetim modeli ortaya çıkmış oldu.
Bu yönetim modeline göre: 1. Seçimlere sadece erkekler3 katılabilirdi. 2. Halk servetlerine göre dört sınıfa ayrılmıştı. Sadece “birinci ve ikinci sınıf yurttaşlar bütün
önce doğru anlamayı hedeflemektedir. Bir fikir
siyasal haklardan yararlanabiliyorlardı. Diğer
veya ideolojinin gözlüğüyle değil; kendi mantık
sınıflar ise bu meclisin üyelerini seçebilirlerdi
bütünlüğü içerisinde sorulara cevap aramaya
ama kendileri seçilemezlerdi.”4
çalışacaktır. Bu çerçevede: - Önce demokrasi kavramı irdelenecek, tarihine göz atılacak ve nasıl bir yönetim biçimi olduğu tartışılacak. - Sonra “demokratik mücadele yöntemi”nin nasıl bir değişim yöntemi olduğu ele alınacaktır.
“MÖ 5. Yüzyıl, Atina’nın ve onun “demokratik” düzeninin açılıp gelişmesi dönemi oldu. Demokrasi düzeni, Perikles’in yönetiminde en yüksek gelişme düzeyine vardı. Halk Meclisi, düzenli olarak, her ay dört kez toplanıyordu ve bütün yurttaşlar Meclise katılıyorlardı. Mecliste tartışılacak konuları hazırlayan, “Beşyüzler Konseyi” idi. Konsey, günlük siyasal, yönetsel ve askerî işleri yürütmeye devam ediyordu.
DEMOKRASİ NEDİR? Demokrasi, “Demos-Halk” ve “Kratos-İktidar” kelimelerinden meydana gelen Yunanca bir tamlamadır. Bir yönetim biçimini ifade eden bu kavrama ilk olarak, eski çağ Yunan site devletlerinden Atina’da rastlanmıştır. Dönemin devletleri derebeylikler ve krallıklar şeklinde yönetiliyorken, verimli topraklara
Bütün yurttaşlar seçme ve seçilme hakkına sahipti; yalnız Atina’nın herhangi bir kurumuna değil, mahkemeye, “Beşyüzler Konseyi”ne, komutanlık görevlerine de kabul ediliyorlardı. Ama yalnızca özgür erkek yurttaşlar, yani küçük bir azınlık, Meclise katılıyordu. Zaten, bütün özgür yurttaşlar, yurttaşlık haklarından pratik olarak, yararlanamıyorlardı. Attika köylüleri, Meclise seyrek olarak katılıyorlardı; onlar, Zubristki, Mitropolski, Kerov. İlkel topluluk, Köleci
2
sahip olmayan Atina’da, toprağa dayalı otorite
toplum ve Feodal Toplum. İkinci kısım: Köleci toplum.
gelişme imkanı bulamadı. “Gümüş, iyi cins kil,
Üçüncü Bölüm: Sitenin evriminde bir aşama Solon
büyük mermer yatakları bakımından zengin olduğu için”1, zanaatçılık ve ticaret gibi meslekler daha
reformları. Sol yayınları Zubristki, Mitropolski, Kerov. İlkel topluluk, Köleci
3
toplum ve Feodal Toplum. İkinci kısım: Köleci toplum. Üçüncü Bölüm: Köleci Demokrasi (Atina). Sol yayınları
Zubristki, Mitropolski, Kerov. İlkel topluluk, Köleci
1
6
Zubristki, Mitropolski, Kerov. İlkel topluluk, Köleci
4
toplum ve Feodal Toplum. İkinci kısım: Köleci toplum.
toplum ve Feodal Toplum. İkinci kısım: Köleci toplum.
Üçüncü Bölüm: Köleci Demokrasi (Atina). Sol yayınları
Üçüncü Bölüm: Köleci Demokrasi (Atina). Sol yayınları
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Atina’ya iki-üç günlük yolda oturuyorlardı. Her ne
yormuş ilk düşünür9 Eflatun/Platon’dur10 O da,
kadar Atina’nın nüfusu 30.000-35.000 idiyse de,
en ideal yönetim biçimi olarak aristokrasiyi
gerçekte Halk Meclisine katılanlar, yalnızca 2.000-
görmekteydi. Fakat ona göre kavramın tanımı
3.000 kişiydi.”5
daha netti; aristokratları direkt “zenginler” olarak tanımladı. Aristo’nun yaptığı gibi “halkın çıkarları için hareket eden” şeklinde bir sınırlama
Dönemin düşünürlerine göre Demokrasi
ve koşul ileri sürmedi.
Dönemin düşünürleri, bu yeni yönetim biçimine
Demokrasiyi ise “Belli bir yönetim örgütlenmesi,
karşı mesafeli ve eleştirel bir duruş sergilediler.
bir tür yapılanma (constitution)”11 olarak tanımladı.
Onu sakıncalı; ayak takımının, yoksulların ve tutkularını aklın önüne geçirmiş olan serserilerin yönetimi olarak gördüler. Aristo6 demokrasiyi, “halkın çoğunluğunun
kendi özel çıkarlarına yönelik kararlar aldığı ve uyguladığı bir yönetim” olarak gördüğü
“Eşit olana da olmayana da eşitlik dağıtan sevimli, anarşik ve tuhaf” 12 bir yönetim biçimi olarak
niteledi. Ona göre sevimli yanı, eşit olanla olmayan arasında kurulmuş olan eşitliğin, gençliğe verdiği hazdı. Bu yüzden, hazlarını üst düzeyde ve aşırı şekillerde yaşayan gençlere göre demokrasi bir gereklilik ve ihtiyaç olarak görülebilirdi. “Ama!” dedi Platon; “farklı hazların ve
için onaylamadı. Politeia adını verdiği bir
eğilimlerin ifade imkanı bir fantezidir. Yaşlılıkla gelen
ideal yönetim modeli tanımladı. Bu model,
bilgelik, bu durumun görülmesini sağlar. “Kalıcılık”
“insanların iyi ve üretken yaşam koşullarına
fikrini önemli hale getirip statükoya eğilim doğurur.”
ulaşması” amacına dönüktü. Tezini kısaca şöyle özetledi: “Yurttaşların (citizen) iyi ve üretken yaşam koşullarına ulaşmasının yolu; “Kendi özel
Ve bu noktada şu tezi ileri sürdü: “Özünde zaman disiplinsizliği bulunan bu tez ve ona özgü devlet sisteminin despotik özü, er geç gün gibi açığa çıkacaktır.” 13 Bu tespitini de şöyle temellendirdi:
çıkarlarını halkın çıkarlarının üstünde tutan belirli
“Hazların ‘eşitlik’ fikri çerçevesinde tatmini ‘para’ ile
bir zümrenin” yönetimi olan Oligarşi veya “halkın
mümkündür. Para sağlayamayan demokrasi, gençliğin
çoğunluğunun kendi özel çıkarlarına dönük kararlar
bilinçsizliğini ve vahşiliğini kıymete bindirir, onu
aldığı ve uyguladığı” bir yönetim olan Demokrasi değil;
teröristleştirir. İdeolojiye bürünmüş terörizm devrimci
“Halkın çıkarları için hareket eden belirli bir zümrenin yönetimi” olan Aristokrasidir7.”
Ona göre demokrasi, en iyi siyasal düzen saydığı “politeia”nın bir sapmasıydı8. Demokrasi sadece
radikal örgütler ortaya çıkarır; ideolojiden arındırılmış terörizm ise gençliği, silah tüccarlarının, uyuşturucu baronlarının, mafyanın, çetelerin eline düşürür. Para sağlayabilen demokrasi ise gençliği eğlenmeye ve vakit öldürmeye mahkum eder.”14
yoksulların, yani yurttaşların sadece bir kısmının
Platon demokrasiyi bir de “niceliğin zorbalığı”
çıkarlarını korur; ortak yararı korumazdı.
olarak tanımladı. Çoğunluğun azınlığa hükmettiği bir tür tiranlık/zorbalık olarak gördü.
Demokrasi üzerine sistematik bir şekilde kafa
***
Zubristki, Mitropolski, Kerov. İlkel topluluk, Köleci
5
toplum ve Feodal Toplum. İkinci kısım: Köleci toplum.
Prof. Dr. İoanna Kuçuradi. “Yirmi birinci yüzyılın
9
Üçüncü Bölüm: Köleci site kesin biçimini alıyor. Sol
eşiğinde demokrasi kavramı ve sorunları” isimli makale.
yayınları
Hacettepe Ün. Ed. Fak. Dergisi. Cumhuriyetin 75. Yılı özel sayısı
Aristoteles (MÖ 384 – MÖ 322)
6
Aristo, ”kendi özel çıkarlarını halkın çıkarlarının
7
MÖ 427 – MÖ 347
10
üstünde tutan belirli bir zümrenin” yönetimini Oligarşi
11
olarak tanımlar. Oligarşiyi kötü, aristokrasiyi ise gerekli
12
görür.
13
Platon. Devlet. 8. Kitap Platon. Devlet. 8. Kitap Platon. Devlet. 8. Kitap
Prof. Dr. İoanna Kuçuradi. “Yirmi birinci yüzyılın
8
Platon’un görüşleri için “Alain Badio. “Demokrasi
14
eşiğinde demokrasi kavramı ve sorunları” isimli makale.
Bayrağı” isimli makale. (Demokrasi ne alemde?
Hacettepe Ün. Ed. Fak. Dergisi. Cumhuriyetin 75. Yılı
Hazırlayan: Eric Hazan, Metis yayınları)”ndan
özel sayısı
faydalanılmıştır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
7
Düşünürlerin demokrasi ile ilgili tahlil
Tanrı/Kilise onaylı birer güçtüler. Halka, kaderine
ve değerlendirmeleri göz önünde
razı olup bu koalisyona boyun eğmekten
bulundurulduğunda, üzerine en fazla vurgu
başka bir seçenek kalmazdı. Fakirin zengin,
yapılan iki nokta dikkat çekmektedir: Birincisi,
köylünün şehirli, sıradan vatandaşın aristokrat
çoğunluğun hakimiyeti oluşu, ikincisi ise herkesi
olması mümkün değildi. Adalet, hak, hukuk
eşit hale getirmesi…
gibi kavramların hiçbir karşılığı yoktu. Koyu bir
Peki! Bütün coğrafyalar derebeylik ve krallıklarla, yani bir kişinin veya zümrenin
cehalet ve karanlık içerisinde yaşamak zorunda idiler.
zorbalığı esasına dayalı yönetimlerle
Avrupa’dakine göre daha adil olan yönetim
yönetiliyorken; “halkın yönetim faaliyetlerine
modeli İslam coğrafyasında göze çarpıyordu.
katılması” fikri, dönemin düşünürlerini neden
Dönemin en büyük gücü olan Osmanlı
rahatsız etmiştir? Bunun iki temel sebebi olsa
İmparatorluğu, Sünni hilafet düşüncesine
gerektir:
(Devlet dini bir gerekliliktir ve halife yeryüzünde
1. (İster bir kişinin ister bir zümrenin yönetimi şeklinde olsun) Merkezi devlet yapılanmalarının olduğu bir dönemde; “her kafadan bir ses çıkacak”, “herkes kendisini kral gibi görecek” gözüyle bakılan bir yönetimin, kargaşaya yol açacağı düşünülmüş ve rasyonel bulunmamış olmalıdır.
Allah’ın temsilcisidir) farklı bir yorum getirmeyi başarmış, bir nevi “çok hukuklu yönetim” anlayışı geliştirmişti. Hükmettiği çok geniş coğrafyada, farklı dinlere karşı hoş görülü davranıyor, ayrıca merkezi otoriteye bağlılıklarında bir sorun olmadığı müddetçe bazı bölgelerin kendi yöneticileri tarafından yönetilmelerine bile engel olmuyordu. Asker yetiştirmek üzere farklı coğrafyalardan gençlerin
2. Toplumlardaki sınıf farklarının derin ve belirgin olduğu bir ortamda; cahillik ve yoksulluklarından dolayı “ayak takımı” olarak görülen kitlelerin iktidara katılması, “seçkinci” gururlarını okşamış olmalıdır. Onların kendi başlarına doğru karar veremeyecekleri, seçkinlerin onlar adına karar vermesi gerektiği peşinen kabul edilmiştir.
toplanması anlamına gelen devşirme yöntemi, aynı zamanda Müslüman olmayan milletlere yönetimin en üst noktalarına15 bile gelme imkanı sağlayan bir mekanizma idi. Ne kadar tahrif edilmiş olsa da, İslam dini kaynaklı bir adalet, hak, hukuk anlayışı vardı. Avrupa’daki baskı ve zulüm göz önünde bulundurulduğunda, her yönüyle ileri bir modeldi. Çok katı ve insani olmayan yönetimler tarafından yönetilen Avrupa’nın, çeşitli
Günümüzde Demokrasi
vesilelerle tanıştıkça İslam dünyasından
Yunan sitelerinde ortaya çıktığı dönemden uzun
batıdan Endülüs, doğudan da Osmanlı
bir zaman sonra “demokratik yönetim” fikrinin
örnekleri, Avrupalıların; adalet, hak, hukuk
yeniden itibar kazanması, Orta Çağ’ın sonlarına
gibi kavramlarla tanışmalarını sağladı.
rastlar.
Başlangıçta kralların ve derebeylerin bu
etkilenmemesi mümkün değildi. Nitekim
Bu dönemde Avrupa devletleri, dini otoritenin kilise, dünyevi otoritenin ise kral tarafından temsil edildiği çok sağlam bir güç koalisyonu tarafından yönetilmekteydi. Kilise “Tanrı adına konuşan ve Tanrı adına karar veren bir güç” olarak kendisini kabul ettirmeyi başarmıştı. Dolayısıyla Tanrının gazabını üzerine çekmeyi ve bile bile cehenneme gitmeyi göze almadan, hiç kimse otoritesinin önüne dikilemezdi. Koalisyonun diğer ayağını oluşturan Krallar ise
8
tanışıklıktan çekinmesini gerektirecek bir sebep bulunmuyordu. Kilisenin yardımıyla halkın kulakları kolayca tıkandı, gözleri kolayca perdelendi. Fakat 1492 yılında başlayan coğrafik keşiflerle açılan ticaret yolu, Avrupa’da yeni bir güç odağının yükselişine zemin hazırladı. Ticaret yoluyla güçlenen bu yeni sınıfın adına Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme dönemi
15
sonlarından itibaren, bu yöntemle birçok vezir yetişmiştir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
“burjuvazi”16 denmiştir.
mekanizma olmalıydı.
İlk başlarda yeni güç, varlığını Tanrıya dayamış
Bu fikirler ortaya çıktığında İslam dünyası, hızlı
katı yönetimler karşısında kendisini ifade
bir gerileme sürecine girmiş bulanmaktaydı.
etme imkanı bulamadı. Bu yüzden de Kilise ve
Bir dönem hem teknoloji hem de adalet
krallarla 19. yy. başlarına kadar devam eden bir
yönünden cazibe merkezi iken, bu özelliğini
güç çekişmesine girişti. Kilise ve krallık karşıtı
yitirmeye başlamış, yitirdikçe de geri kalmış,
söylemleri destekledi. Böylece adalet, hak,
baskıcı ve sorunlu toplumlar haline gelmişti.
hukuk gibi kavramlar, o dönem Avrupa’sının şiddetle ihtiyaç duyduğu özgürlük, eşitlik gibi yeni kavramlarla birleşerek içten içe yayılmaya başladı.
Böylece “halkın egemenliği” fikri sadece Batı toplumlarında değil, bütün dünyada ilgi toplamaya başlamıştı. Zaman içerisinde halkın egemenliğinin pratikte nasıl uygulanacağına dair
Bu süreç içerisinde Montesquieu (Frs. 16891755), günümüz yönetim biçimlerinin temel esaslarından olan kuvvetler ayrılığı ilkesini gündeme getirmiştir. Bu tezini, “her devlette
birçok farklı tez ve uygulama vücut bulmuştu. Günümüze geldiğimizde ise demokratik yönetim modellerini şöyle özetlemek mümkündür:
yasama, yürütme ve yargı vardır” şeklinde ifadelere
Demokratik yönetim biçiminin iki ana türü
döktü. “Yasama iktidarı yasa yapar, yasaları kaldırır
vardır.
veya değiştirir. Yürütme iktidarı savaşa ve barışa karar verir, yabancı ülkelere temsilci gönderir – temsilci kabul eder, içte ve dışta güvenliği sağlar. Yargı iktidarı ise anlaşmazlıkları çözümler, suçluları cezalandırır.” Montesquieu yasama ve yürütmenin
kralda olması gerektiğini ileri sürmekteydi. Kral olmazsa gücün parçalanacağını, bunun da özgürlükleri tehlikeye sokacağını düşünüyordu. Bu nedenle parlamenter sisteme karşıydı. Ondan belli bir zaman sonra J. Jacques Rousseau (Frs. 1712-1778) ise “demokrasi”
ve “insan hakları” tezlerini ortaya koymuştur. “Toplumsal sözleşme” isimli kitabı, insan hakları sözleşmesine ilham kaynağı olmuştur. Ona göre: “Egemenlik, ‘genel irade’nin kullanılmasıdır. Genel irade ise toplumu oluşturan bireylerin ‘özel irade’lerinin toplamıdır. Genel irade her zaman en iyiyi, en doğruyu ve en faydalıyı gösterir. Çünkü en fazla sayının ya da çoğunluğun iradesidir.” Kısacası
Rousseau’ya göre yönetim halka aitti. Halk egemenliği devredilemezdi. Hükümet ile egemen gücü birbirine karıştırmamak gerekirdi. Hükümet egemen güç değil, egemen güç ile birey arasındaki ilişkileri düzenleyen bir
1. Doğrudan demokrasi 2. Temsili demokrasi Doğrudan demokrasi J.J. Rousseau’nun formülize ettiği yönetim biçimidir. Yasama, yürütme ve yargı işlevlerine halkın doğrudan katılmasını öngörür. Yöneten yönetilen ayrımı yoktur. 19. yy.da Polonya’da uygulanmaya çalışılmış ve günümüzde de İsviçre’nin bazı dağ kantonlarında uygulanmaktadır. Kalabalık ve büyük ülkelerde uygulanma imkanı yoktur. Temsili demokraside ise halk, seçim yoluyla temsilciler (meclis) seçer ve yönetme yetkisini onlara devreder. Halkın görevi neredeyse seçim sandığına gitmekle bitmektedir. Yasaların hazırlanıp çıkarılması, yürütme organının (hükümet) teşekkülü, denetlenmesi ve toplumu ilgilendiren icraatlarının onaylanması gibi görevler, temsilciler tarafından gerçekleştirilmektedir. Günümüz uygulamalarında demokrasinin temel kriterleri beş ana kategoride toplanabilir:
Orta Çağ İngilizcesinde burgeis, burges ve borges,
16
Flemenkçe burgerij ve Almanca Bürger kelimeleri “bir şehrin ya da köyün sakini” anlamına gelir. İtalyanca Borghese “kasabada ya da kazada ikamet eden özgür bir adam” demektir. Kelime yayılarak tüccar ve tacirler için kullanılmaya başlanmış ve 19. yüzyıla kadar orta
- Değişik fikir guruplarının organize olmaları; parti kurarak kendilerini topluma anlatmaları, propagandalarını yapmaları; toplumun çoğunluğunu ikna edebilirlerse
sınıf (soylular ile köle ve işçiler arasındaki sınıf) kelimesi
özgür seçimler aracılığıyla iktidara
ile eşanlamlı kullanılmıştır.
gelebilmeleri
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
9
- Halk tarafından seçilmiş olan meclisin hükümeti denetlemesi
bazı beceriksiz kaptanlar yüzünden kayalara çarpar; buna karşın demokrasi şişirilmiş bir botta seyahat
- Yasama, yürütme ve yargı şeklinde oluşan kuvvetler ayrılığı
etmek gibidir. Kolay kolay dibe batmazsın, fakat ayakların hep ıslaktır” diyerek düşüncesine daha
da açıklık getirmiştir. Bir diğer Amerikalı siyaset uzmanı E. E. Schattschneider “Demokrasi halkın
- Hukuk devleti ilkesi
karar alma sürecine katılabilmesine olanak sağlayacak
- Halkın, farklı fikir ve hedefler çerçevesinde oluşturduğu sivil toplum örgütleri aracılığıyla kendisini ifade etmesi ve yönetime katılması. Fakat bu beş kriterin uygulanması toplumdan topluma farklılık göstermektedir. Olumlu ve takdir edilen örneklerin yanında, beş kriteri yerine getiriyor olmasına rağmen demokratik yönetim biçimiyle ne kadar uyuştuğu tartışma
şekilde liderlerin ve organizasyonların alternatif kamu politikaları için yarıştıkları bir rekabetçi politik sistemdir” diyerek, yöneticileri üretkenliğe
zorlayan yönüne dikkat çekmiştir. Avusturya kökenli siyaset bilimci Friedrich A.von Hayek ise “Reddedilecek olan demokrasi değil, sınırsız devlettir. İnsanların demokrasi dışındaki diğer yönetim şekillerini ve çoğunluk kuralına dayalı bir iktidarı sınırlamayı niçin öğrenmediklerini anlayamıyorum”
götürecek örnekler de bulunmaktadır.
diyerek görüşlerini ifade etmiştir.
Peki! Yunan sitelerinde uygulandığı ilk biçime
Demokrasiye olumlu bakan düşünürlerin
göre oldukça farklı noktalara gelmiş olan günümüz demokrasisi, nasıl bir yönetim biçimidir?
görüşlerinde ortaya çıkan yönleri şu şekilde maddelemek mümkündür: 1. Çoğulculuğun olmadığı yerde despotizm
Demokrasi nasıl bir yönetim biçimidir? Günümüz uygulamalarına bakıldığı zaman, Yunan sitelerinde uygulandığı şekline göre demokrasi anlayışında oldukça gelişmeler olmuştur. Bütün vatandaşların seçimlere katılabiliyor olması; kuvvetler ayrılığı ilkesi sayesinde otoritenin denetime açık olması; hukukun temel olması bunlar arasında sayılabilir. Fakat kat ettiği bütün gelişmelere rağmen demokrasi konusunda farklı farklı görüşler vardır. Mesela İngiltere’nin eski başbakanlarından
10
olur. 2. Çoğunluğun tercihi esas değilse, hukuk; bir kişi, aile veya sınıfın paşa gönlüne göre oluşur. 3. Demokrasi bütün vatandaşların yönetime iştirak etmesine imkan tanır. 4. Demokrasi bütün fikirlerin ifadesine ve iktidar için yarışmasına zemin hazırlar. Fakat bununla birlikte demokrasiye olumsuz bakanlar da az değildir.
Winston Churchill, “En kötü yönetim biçimi
Mesela Fransız ekonomist ve düşünür Pierre-
demokrasidir, eğer diğer bütün sistemleri dikkate
Joseph Proudhon “Demokrasi gizli bir aristokrasidir”
almayacak olursanız!” demiştir. Muhalif düşünür
der. Atinalı Euripides “Kanunları zenginlerin çıkarı
Noam Chomsky, “Demokrasi, içindeki insanların
için yapıyorsunuz” diyerek bu eleştiriye katılır.
izleyici değil oyuncu olduğu bir sistemdir” diyerek
Antik dönemin İtalyalı bir diğer düşünürü
övmüştür. Amerikalı düşünür siyasetçi Theodore
Publius Ovidius Naso ise “Parlamentonun kapıları
Parker, “Demokrasi demek, ‘sen de benim kadar
fakirlere kapalıdır” diyerek bu eleştiriye katılır.
iyisin’ demektir” sözüyle bireye verdiği değeri
Friedrich A. von Hayek ise meselenin bir başka
vurgulamış; Amerikalı bir başka yazar siyasetçi
yönüne dikkat çekerek şöyle der; “Bireysel çıkar
Fisher Ames ise “Bütün despotizmler içerisinde
değil, asıl grup çıkarı tehlikelidir.” Ve bu sözüne
demokrasi en kötüsüdür” diyerek, despotizme
şöyle açıklık getirir; “Demokrasi konusundaki
göre en tercih edilir yönetim biçimi olduğuna
eleştirilerin nedeni, devletin çoğunluğun üzerinde
dikkat çekmiştir. Ayrıca “Monarşi güzel bir biblo
anlaşmış olduğu kararlara hizmet ettiği düşüncesi
gibidir, denizde bir süre yüzer ancak bir süre sonra
değildir, asıl itiraz çoğunluğun holdinglerin ve çeşitli
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
çıkar gruplarının isteklerine hizmet etmek zorunda
iyi gibi kavramlar ve toplumun güvenliği
kalmasıdır.” Günümüz Fransız komünistlerinden
açısından bir tehlikelidir.
Daniel Bensaid “Liberalizm için demokrasi terimi, en nihayetinde, tüccar despotizminin ve bu despotizmin dizginsiz rekabetinin takma burnundan başka bir şey değildir” der. Litvanya asıllı komünist yazar Emma Goldman “Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı” şeklindeki ironisiyle bu eleştirileri
tamamlar. Alain Badiou’ya göre seçim, “halkın
Olumlu ve olumsuz görüşleri karşı karşıya getirdiğimizde, üzerinde durulan noktaların aslında aynı olduğu gibi bir gerçekle karşılaşırız. Aynı konunun kimilerince olumlu kimilerince olumsuz görülmesinin bir sebebi, aslında ikisinde de dikkate alınması gereken yönlerin
istatistik kılığına indirgenmesi”dir.
bulunmasıdır. Bir diğer sebebi ise farklı görüş
Amerikalı siyasi yorumcu Walter Lipmann
oluşudur.
“Çoğunluğun azınlık tarafından yönetimi tiranlıktır; azınlığın çoğunluk tarafından yönetimi de tiranlıktır. Her iki durumda da ‘senin istediğin gibi değil, bizim istediğimiz gibi yapacaksın’ kuralı geçerlidir” diyerek
bir açmaza işaret eder.
ve eğilimlere göre herkesin beklentilerinin farklı
Mesela bir liberal, bireysel özgürlüklerin alabildiğince geniş, devlet otoritesinin ise alabildiğince dar olmasını ister. Devletin hükmeden değil, sadece organize eden olması gerektiğini söyler. Bir ulusalcı ise tam tersi
Daniel Bensaid “Niceliğin tek başına kanun
görüştedir; ona göre önce devlet gelir ve
gücüne sahip olması. Çoğunluğun hakikat yerine
devlet otoritesi esastır. Bireysel özgürlükler,
geçmesi.” diyerek demokrasiye farklı bir yönden
devletin verdikleriyle sınırlı olmalı, devletin
eleştiri getirir. İngiliz filozof ve sosyolog
gücünü zayıflatacak noktalara varmamalıdır.
Herbert Spencer “Politikada çoğunluk kuralının
Bir komünist, devleti ortadan kalkması gereken
haklılaştırılması onun ahlaki açıdan doğru olduğunu
bir kurum olarak gördüğü için, her türlü devlet
göstermez” der. ABD eski başkanlarından John
yapılanmasını tiranlık olarak tanımlayacaktır.
F. Kennedy ise, “Demokrasilerde bir seçmenin
Bir Müslüman, dininin kendine ait bir devlet
cehaleti bütün halkın güvenliği için tehlikedir” diyerek
modeli olduğunu düşündüğü için, eğer radikal
cehalet ile çoğunluğun görüşü arasındaki ilişki
düşüncelere sahipse onun haricindeki hiçbir
ve bundan doğan zafiyete işaret eder.
yönetim biçimini meşru görmeyecek, üzerinde
Demokrasinin olumsuzluklarına işaret eden düşünürlerin görüşlerini de şöyle maddelemek mümkündür:
tartışma ihtiyacı bile hissetmeyecek; eğer geleneksel düşüncelere sahipse “şeriat”ın uygulandığı her hangi bir devlet modeline razı olacaktır. Bir demokrat ise peşinen demokrasiyi
1. Demokraside söz halka aittir, ama halkın görüşü güçlülerin yönlendirmesine açıktır. Dolayısıyla güç kimdeyse, demokrasi de onun çıkarlarına hizmet eder. 2. Demokrasi birey-devlet ilişkisinde denge kurmayı zorlaştırır. Özgürlüklerin genişlemesi kamusal alanı daraltır, ama devleti zayıflatır; kamusal alanın genişlemesi ise özgürlükleri sınırlar ama devlet oligarşisi oluşturur. 3. Demokrasilerde çoğunluk hakikat yerine geçer, nicelik niteliğe üstün hale gelir ve kanun gücüne sahip olur. 4. Herkesin eşit kabul edildiği bir toplumda “bireyin cehaleti”; hak, hukuk, doğru ve
savunacak ve övecektir. Değişik fikri eğilimler içerisinde radikal Müslümanlar ve komünistler, “reddeden”, “beğenmeyen” yaklaşımlarıyla diğerlerinden ayrılmaktadırlar. Radikal Müslümanların reddetme ve karşı çıkma sebepleri, ideal bir devlet anlayışları olmasından dolayıdır. Ne var ki bu ideal devletin niteliği belirsizdir. “İslam hakim olunca bütün sorunları çözecek” varsayımına dayanır. Oysa burada bir yanlış anlama bulunmaktadır. İslam; yönetim, ekonomi, hukuk, eğitim, sağlık vs. gibi hayatın değişik alanlarına dönük her dönemde geçerli olacak uygulama modelleri bildiren bir din değildir. O insanlığın problemlerini kavram, ilke ve değerler şeklinde ele alır. Bu ilke ve değerlerin değişik zaman ve coğrafyalarda nasıl
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
11
uygulanacağını; bu değerlere göre yaşamaya
veya güvensizlik, huzur veya kargaşa, mutluluk
çalışan Müslümanların içtihadına bırakır. Ayrıca
veya mutsuzluk bu ilişkinin niteliğine göre
İslam’ın değerlerine uygun olan devlet modeli,
belirlenir. Asıl olan insan ve hedef de onun
günün gerçeklerinden bağımsız ve insanlığın
mutluluğu olduğuna göre, yönetim biçiminin
tecrübe birikimini reddederek gerçekleştirilmez.
adalet, mutluluk, huzur ve güven oluşturması
Aynen Resulullah’ın yaptığı gibi; iyi ve güzeli
gerekir. Aslında yönetim olgusu, yönetenin
onaylayıp sürdüren, eksik olanı tamamlayan,
niteliğinden bağımsız değildir. Mesela en baskıcı
yanlış olanı ise değiştiren veya ortadan kaldıran
yönetim biçimleri bile, iyi ve adil bir insanın
bir yaklaşımla olur. Bugün için de yapılması
elinde, yönetilenlere mutluluk ve huzur veren bir
gereken bundan başka bir şey değildir; insanlık
sonuç doğurabilir. Ancak gücün yoldan çıkarıcı
tarafından ortaya konmuş tecrübelerin İslam’ın
etkisi göz önünde bulundurulduğunda, yönetim
hedefine ters düşmeyenlerinden yararlanılacak
biçiminin, yönetenin insafına bırakılmayacak
ve bunların sürmesi sağlanacak, eksik tecrübeler
şekilde adalet üreten ve denetlenebilen bir
daha iyi hale getirilecek, yanlış olanlar ise iyi ve
mekanizma üzerine oturtulması esas olmalıdır.
doğru olanıyla değiştirilecektir. İşte demokrasiye de bu gözle bakmak gerekir. Tümden reddetmek yerine, zulüm üreten kısımları tespit edilerek ayıklanmalı ve reddedilmeli, adalete hizmet edebilecek yönleri ise tespit edilmeli ve yararlanılmalıdır.
halkın denetlemesine en açık yönetim biçimi olarak karşımıza çıkar. Bir yönetici, belirli yöntemler ve kurumlar aracılığıyla; izleyeceği politikaları halkıyla istişare etmeli ve başarısızlık halinde halkına hesap vermelidir. Gerektiğinde
Komünistlere gelince; bunların demokrasiyi peşinen tiranlık olarak niteleme sebepleri, devletsiz ve otoritesiz bir dünya tasavvur etmelerinden dolayıdır. Ancak “otoritesiz” bir dünyanın nasıl oluşacağı belli değildir. Böyle bir dünya oluşturmak için izlediği yol onu, bırakın otoritenin son bulduğu veya (en azından) zayıfladığı bir tecrübeyi; aşırı derecede baskıcı ve despotik bir devlete ulaştırmıştır. Sonuç olarak; insanın tabiatı değişmedikçe (ki yaratılış değişmez) devlet gerekli bir kurum olacaktır. Ve bu kurum farklı değerleri temsil eden insanların, kendi değerlerini hayata geçirme çabalarının bir sonucu olarak vücut bulacaktır. Bu yüzden de yeni arayışlar hep devam edecek ve yönetim modelleri hep tartışılacaktır.
görevden alınabilmelidir. Bu çerçevede demokrasi, yöneten ve yönetilen arasında; istişare, denetleme ve gerekirse görevden alma kavramları yönünden başarılı bir tecrübe ortaya koymuştur. Gerçekten
uygulandığında despotizme, baskıya ve keyfiliğe yol açmaz. Ancak ne var ki demokrasinin oluşturduğu mekanizmanın önemli bir zafiyeti vardır. İstişare, denetleme ve gerekirse görevden alma şeklinde gerçekleşmesi öngörülen “halkın görüşü”, etki ve yönlendirmeye açıktır.
Propaganda, enformasyon ve dezenformasyon kanallarını elinde bulunduran güç, halkın tercihlerini kolayca etkileyebilmektedir. İyiyi kötü, doğruyu yanlış veya eksiği tam göstererek istediği kişileri seçtirebilmekte, istediği kişinin
Şimdi bu gerçekler ışığında demokrasiyi değerlendirirsek: 1- “Güçlünün yönetimi” ve “halkın denetimine açık yönetim” açısından demokrasi
12
Doğruluğa ve adalete en yakın yönetim biçimi,
icraatlarını mükemmel gösterebilmekte veya istediği kişiyi iktidardan indirebilmektedir. Dünyanın önde gelen ülkelerinde halkın tercihini etkileyebilen güç sermayedarlardır. Bunlar propaganda organlarını, bürokratları, akademisyenleri ve siyasetçileri satın alma
Yönetim, “yöneten” ve “yönetilen” unsurlarından
gücüne sahip oldukları için, perde gerisinden
oluşan bir mekanizmadır. Yönetim biçimini ise
olayları yönlendirmektedirler. Geri kalmış
bu iki unsur arasındaki ilişkinin niteliği belirler.
ülkelerde halkın tercihini etkileyebilen güç ise
Adalet veya zulüm, hürriyet veya baskı, güven
gelişmiş ülkelerdeki güçlerin işbirliği yaptıkları;
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ordu, sermayedar veya siyasetçi gibi yerel
uygulanabilecek teferruatlı yasaları ve
güçlerdir.
uygulama modelleri bulunmadığına göre (yani
Demokrasi mekanizması içerisinde bu durumu engelleyebilecek bir kanal bulunmamaktadır. 2- “Güçlünün hukuku” ve “halkın hukuku” açısından demokrasi
“Toplumun yaşamını düzenlemek için, uygulanması
Allah böyle bir şeyi murat etmediğine göre), Allah’ın hakimiyeti denilen şey, aslında O’nun adına insanın hakimiyetidir. İnsanın Allah adına yapacağı iş ise, Allah’ın sözlerinden anladıkları ile sınırlıdır. Bütün dinlerin bir sürü mezhep ve fırkalarının olduğu göz önünde bulundurulduğunda; Allah adına hükmetmek,
devlet tarafından yaptırıma bağlanmış kurallar
Allah’ın ismiyle kendini meşrulaştıran fırkanın
bütünü”ne17 hukuk denir. Bir toplumun; adalet-
hakimiyeti demektir. Bu hakimiyet biçiminin
zulüm, düzen-kargaşa, mutluluk-mutsuzluk gibi kavramlardan biriyle tanımlanmasında temel
tarihte çıkan örnekleri, insanlık tarihinin en baskıcı dönemlerine18 tekabül eder. Nitekim
belirleyicilerdendir.
Orta Çağ Avrupası’nda Kilise’nin, İran’da Şii
İnsanlık tarihinde yaşanan hemen hemen bütün
örnek olarak verilebilir.
örnekler, hukukun hakim gücü temsil ettiğini ve onun rengini taşıdığını göstermektedir. Dolayısıyla adaletin kılıcı en keskin olduğu zaman bile, rengini taşıdığı güce karşı körleşir. Onun çıkarlarına menfaatlerine dokunmaz. Ucu ona dokunacak meselelerde kör ve sağır hale gelir. Bu ise gerçek anlamda adaletin ortaya
mezhebine bağlı din adamlarının iktidarı buna
Bugün Allah’tan vahiy alan bir elçi gelip nasıl olması gerektiğini bildirmeyeceğine göre, yönetim insanlar tarafından gerçekleştirilecek demektir. Böyle bir durumda da en adil hukuk, bir kişi, bir aile, bir gurup veya bir sınıfın kendi doğrularını dayattığı hukuk değil, toplumun
çıkmasını daima engeller.
üzerinde uzlaştığı hukuk olur. Kendi görüşünün
Aynı sorun, “Allah’ın hakimiyeti” iddiasıyla
düşen kendi doğrularını dayatmak değil,
ortaya çıkan yönetim biçimlerinde de vardır. İslam, Hıristiyanlık veya Yahudilik: İddianın hangi din tarafından yapıldığının bir önemi yoktur. Allah bir coğrafyaya gelip orayı bizzat yönetmeyeceğine göre, O’nun adına konuşan birileri, O’nun adına yönetim faaliyetini gerçekleştirecek demektir. Şayet Allah hayatın her anında uygulanacak yasaları bütün teferruatlarıyla belirlemiş olsaydı; o yasaların harfiyen uygulanması sonucu, O’nun adına yönetim bir parça gerçekleşebilirdi. Fakat Allah İncil’de ve Tevrat’ta böyle bir yol takip etmediği gibi Kur’an’da da böyle bir yol takip etmemiştir. Çünkü bütün çağlar ve coğrafyalar için geçerli olacak yasalar koymak, Allah’ın yeryüzündeki sünnetiyle ve varlığın gerçekleriyle bağdaşmaz. Bu yüzdendir ki her peygamberle
doğru olduğunu düşünen kişi veya guruplara topluma anlatarak ikna etmeye çalışmaktır. İşte bu noktada demokrasi, halkın iştirakiyle oluşan hukuka bir kapı aralamaktadır. Ancak ne var ki bu kapı, aynı zamanda onun en zayıf yönlerinden birini oluşturur. Halkın iradesinin yönlendirilmesine engel olacak mekanizmalara sahip olmadığı için, hukuk hiçbir zaman halkın üzerinde uzlaştığı hukuk olmaz. Yasalar ve düzen yine güçlülerin paşa gönlüne göre oluşur. Yani demokrasi bu noktadaki iddiasının arkasında duramamakta, gerçekleşmesi için gerekli mekanizmaları harekete geçirememektedir. Yer kabuğu üzerindeki bütün farklı uygulamaları, az veya çok aynı sıkıntıyla karşı karşıyadır.
birlikte, temel ilkeler ve değerler sabit kalmış ama şeriat değişmiştir. Toplum yapılarındaki ve ihtiyaçlarındaki gelişmelere göre değişim
Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed dönemleri Allah’ın
18
hakim olduğu değil, Allah’ın bildirdiği değerlerin elçileri
kıyamete kadar da sürecektir.
aracılığıyla hakim olduğu dönemlerdir. Onları takip eden
Allah’ın her dönem ve coğrafyada
gelişmediği süre zarfında adalet üretmeye devam
dönemler, sabit bir şeriat ve sabit bir hukuk anlayışı etmiş; ama ne zaman ki hukuk ve şeriat dondurulmuş veya yanlış yorumlanmışsa, o zaman adalet yavaş
Türk Dil Kurumu sözlüğü
17
yavaş kaybolmaya başlamıştır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
13
3- Doğruluk ve hakikat açısından demokrasi
- Ve toplumu ikna etmeyi başarabilirse
Doğruluk ve hakikat, çoğunluğun oyuyla belirlenebilen değerler değildir. Öyle zaman olur ki toplumun tümü yanılır, tek bir bireyin savundukları doğru olur. Eğer çoğunluğun fikri doğru olsaydı, atalardan beri sürdürülüp gelen gelenekler hiç değişmezdi. İnsanlar hala dünyanın düz olduğunu düşünüyor olurlardı. Ama her dönemde birileri çıktı, bir alandaki geleneğin toplumun gelişmesini engellediğini ve değişmesi gerektiğini söyledi, toplumlar gelişti. Birileri çıktı dünyanın yuvarlak olduğunu söyledi ve teknoloji gelişti.
yönetimi devralabilmesi şeklindeki görüşleri, tamamen boş ve asılsız birer iddia değildir. Bu konularda dikkate ve incelemeye değer görüşler ileri sürmektedir. Özellikle yöneticinin halkla istişare içinde hareket etmesini temin etmesi ve halkın yöneticiyi denetleyebilmesi bakımından önemsenmesi gerekmektedir. Halkın görüşünü dikkate alan yönetim açısından en yakın örnek Hz. Muhammed ve ardından gelen dört halife dönemidir. Hz. Muhammed
Fakat demokrasi, çoğunluğun fikrini doğru kabul
“istişare-danışma” ilkesini gündeme getirmiş
eden bir yönetim biçimidir. “Çoğunluğu” hakikat
olmakla birlikte bu prensibin onun hayatında
yerine koyar.
nasıl ortaya çıktığını izlemek kolay değildir.
“Her toplum layık olduğuyla yönetilir” ilkesi çerçevesinde baktığımız zaman, “demokrasi toplumun layık olduğu şeyi ortaya çıkartır” diyebiliriz. Hatta çoğunluğun fikrinin uygulanması, birçok noktada sorun da oluşturmayabilir. Fakat bir toplum sürekli bu şekilde varlığını sürdüremez. Sayı niteliğe üstün geldiği için toplum, kendisini yenileme ve geliştirme becerisini yitirmeye başlar. Bu da zamanla toplumun gittikçe kötüleşmesi ve niteliğini yitirmesi anlamına gelir. 4- “Eşitlik” açısından demokrasi
Çünkü o aynı zamanda peygamberdir ve yönetici olarak görev ve yetkisi sınırsızdır. Fakat onun ardından ilk yöneticinin belirlenmesinde bu prensip kendisini gösterir. Hz. Ebu Bekir toplumun önde gelenlerinden oluşan bir oda dolusu insan tarafından seçilir. Yönetici olduğunda da “bir hata yaparsam uyarın” diyerek halkın görüş ve uyarılarına karşı kapısını açık tutar. Ardından gelen Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir’in tavsiyesiyle yönetime gelse de, halkın görüş ve uyarılarını dikkate alma konusunda oldukça ileri bir pratik ortaya koyar. Hatta belli konularla sınırlı olsa da bir danışma meclisini ilk o oluşturur. Hz. Osman, Hz. Ömer
Toplumun kaderinin belirlenmesinde bütün
oluşturduğu şura tarafından seçilir. Ama onun
vatandaşların “eşit” olması fikri çekici olmakla
yönetimi (seçim yönteminin aksine), diğer üç
birlikte önemli sakıncaları da taşımaktadır.
halifeye göre halka en kapalı yönetimdir. Hz. Ali
Demokrasi herkesi eşit kabul etmektedir,
ise Medine’yi basan halkın darbesiyle yönetici
ama bütün vatandaşların bilgi, kültür, akıl
seçilir, ama halkın görüşlerine açık bir yönetim
ve samimiyet seviyeleri bir değildir. Cahil
sergiler. Fakat bu yönetim şekli daha fazla
vatandaşların varlığı hak, hukuk, doğru ve iyi
devam etmeyerek Emevi saltanatıyla son bulur.
gibi kavramlar açısından bir tehdide dönüşebilir. Art niyetli vatandaşların varlığı ise toplumun güvenliği açısından bir tehlike oluşturabilir. ***
Günümüzdeki demokrasi tecrübesi, halkın yönetime iştiraki bakımından (temsil ettiği değerler bakımından değil) o döneme göre daha ileri kabul edilebilir. Bugün artık sadece sınırlı sayıdaki temsilciler değil, bütün halk yönetici
Demokrasinin:
seçimine katılmaktadır (o günün şartlarında
- Birbirinin hak ve özgürlüklerini kısıtlamadığı sürece herkesin kendi fikrini ifade edebilmesi - Topluma kendi fikrini anlatabilmek için
14
kurumsal organizasyonlara girişebilmesi
böylesine kapsamlı bir seçim yapmak teknik olarak mümkün değildi). Ve bugün artık bir yöneticinin halkın uyarılarını dikkate almaması bir daha seçilememesi gibi bir sonuca yol
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
hareket edenler:
açmaktadır. Ancak bununla birlikte demokrasi, birçok kimsenin kabul ettiği gibi sorunsuz da değildir. Demokratik yönetim fikrinin çok ciddi zaafları ve eksiklikleri bulunmaktadır. Bu tecrübeden yararlanmayı düşünenlerin, demokrasinin yol açtığı zaaflara karşı mutlaka çözüm üretmesi kaçınılmazdır. Aksi halde iyiye hizmet edebilecek mekanizmalar, bir anda güçlülerin eline geçebilir ve onların doğrularına hizmet etmeye başlayabilir.
- Halkı rakip olarak görüp karşılarına almazlar - “Benimle aynı görüşte değil” deyip dışlamazlar Tam tersi, hedeflerine ulaşabilmek için halka ihtiyaçları vardır - Söylediklerinin doğruluğuna halkı ikna etmek zorundadırlar - Problem ve sıkıntıları çözme becerisine
DEMOKRATİK MÜCADELE YÖNTEMİ Demokrasi, bir yönetim biçimi olduğu kadar yönetime/iktidara gelme yöntemini de ifade etmektedir.
ve bilgisine sahip olduklarını ispat etmek zorundadırlar Bunun sonucunda “fikir” uzun bir süre toplumda tartışılır, yaygınlaşır ve kabul gördüğü takdirde yavaş yavaş topluma rengini verir. Değişim
Yöntem üç ana unsuru ihtiva eder: 1. Toplum yönetimine talip olanların, kendilerini halka özgürce anlatması 2. Halkın, önüne çıkan alternatifleri “seçimler” aracılığıyla oylaması 3. En çok “oy”u alan gurubun yönetim hakkını kazanması
tepeden inme değil, tabandan gelen bir kabul ve destekle gerçekleşmiş olur. Kısacası demokratik mücadele yöntemi, halka rağmen değil, halk ile birlikte bir değişim öngörür. Bu yönüyle; değişim sürecini toplumun algılayış ve isteğine bağlı tutmak istemeyen, illegal davet ve propaganda gibi çatışmacı yöntemlerle değişimi zorlamayı ve belli bir güce ulaşınca da yönetim mekanizmalarına
Bu çerçevede günümüz demokrasileri, -antik dönem demokrasisinden farklı olarak- ilkesel bazda herkesin “seçilme hakkı”nın bulunduğunu kabul ederek işe başlar. Fakat seçilebilmek için halkı ikna etmek ve onun desteğini almak gerekmektedir. İktidara talip olanlar, toplum içerisinde benzer görüşlere sahip diğer bireylerle bir araya gelirler ve organize olurlar. Sistem onlara; herhangi bir “sivil toplum kuruluşu” olup onun gücüyle yönetime tesir etme imkanı
el koymayı hedefleyen “devrimci mücadele yöntemi”nden ayrılmaktadır. “Halkın ikna edilerek toplumların değişmesi” fikri aslında çok sempatik ve çok çekicidir. Fakat demokrasinin bir takım ciddi kusurlara sahip olması gibi, demokratik mücadele yönteminin de göz ardı edilemeyecek kusurları bulunmaktadır.
Bu kusurları iki ana noktada toparlayabiliriz: 1. Daha fazla kişinin gönlünü kazanma çabası
tanıdığı gibi, “parti” kurup bizzat yönetime
fikrin tavizler vermesine sebep olmakta ve
talip olma hakkı da vermektedir. Yerküre
safiyetini bozmaktadır.
üzerindeki farklı demokrasi uygulamalarında farklı sonuçlar ortaya çıksa da, sivil toplum kuruluşları ve partiler teorik olarak; propaganda yapabilirler, eleştirebilirler, gösteri, yürüyüş,
2. Mücadele alanı hakim güç tarafından sınırlanabilmekte ve çabalar engellenebilmektedir.
protesto düzenleyebilirler ve sivil yöntemlerle baskı oluşturabilirler. Böylece halkın desteğini kazanmaya çalışabilirler.
Fikirden taviz vermek: Her pratik ve uygulama bir düşünceden
Bu şekliyle demokratik mücadele yöntemi
doğar. Fakat düşünce, ortaya çıkardığı pratik
“içeriden” bir mücadele yöntemidir. Bu yöntemle
uygulamadan ibaret değildir. Zihinleri o
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
15
uygulamaya ikna edecek derin bir arka planı
artan bir etkiyle toplumda yankı bulur. Sonuçta
mevcuttur. Uygulamayı anlamlandıran da esas
düşünce netliğini ve safiyetini bozmadan
itibariyle arka planında var olan zihni derinliktir.
kendisini topluma anlatma ve toplumu
Tek başına uygulama, hayra da, zulme de
değiştirme imkanı yakalayabilir. Ama toplum
hizmet edebilir. Uygulamanın hayrını ve şerrini,
iyiye ve hayra layık değilse o zaman en azından
niyet; yani onu doğuran düşünce belirler.
onlara layık olanlar görevlerini yerine getirmiş
İktidar odaklı bir düşünce, sadece iktidara gelince gerçekleştireceği icraatlarla değil,
olurlar. Tabii sorun sadece bu kadarla çözülmüş olmaz.
felsefesiyle birlikte kabul görmek ister. Ne var ki, demokrasilerde iktidar halkoyuyla belirlendiği için, çoğunluğu ikna etmek gerekir. Bu durumda düşünce, farklı toplum kesimlerine
Teorik olarak demokrasi her fikrin kendisini
kendini beğendirebilmek ve onların desteğini
ifade etmesine imkan vermek gerektiğini ve
alabilmek için, onların hoşuna gidecek söylem
halkın desteğini alması durumunda iktidara
ve vaatlerde bulunmak zorundadır. O zaman da
gelebileceğini savunsa da, dünya üzerinde
düşüncenin saflığı bozulmaya başlar. İcraatları
ortaya çıkan demokrasi uygulamaları teori
anlamlandıran düşünce bozulunca ise, icraatlar
ile tam olarak örtüşmemektedir. Mevcut
arzulanan neticeleri vermez. İktidara sürekli
uygulamalarda sistem, “kendini koruma”
farklı düşünceler gelip gider, ama sistemin
refleksiyle hareket etmekte, “kurucu düşünce”
niteliği bir türlü değişmez. Değiştiremeyen
olarak kabul ettiği bir düşünceyi “devlet
düşünce ise, sistemin bekasını teminat altına
ideolojisi” haline getirmektedir. İdeolojik
alan bir zenginliğe dönüşür. Tıkanan sistem,
devlet demokrasinin mantığına terstir, ama
kendisini bu şekilde durmadan yeniler.
en gelişmiş demokrasilerde bile vardır.
Dolayısıyla demokratik mücadele, iktidar odaklı düşünce için çok problemli bir mücadele
yöntemidir.
Demokrasi uygulamalarının niteliğine göre devlet, farklı düşüncelere karşı daha toleranslı olabilir ama sistemi tamamen değiştirecek bir değişime müsaade etme eğilimi göstermez.
Fakat bu tespit, demokratik mücadele yönteminin tamamen rafa kaldırılmasını gerektirmez.
Demokratlığın bir sınırı vardır ve bu sınır değişik coğrafyalardaki uygulamalara göre genişlemekte veya daralmaktadır. Dünya üzerinde “demokrasi” diyerek diktatörlük yapan uygulama örnekleri
Eğer düşünce birinci önceliğini iktidara odaklamazsa; demokratik mücadele yönteminin zafiyetini görüp önce kendisini topluma doğru bir şekilde anlatmaya çalışırsa ve toplum kendisini değiştirmeye başladığında buradan aldığı güçle iktidara talip olursa o zaman durum değişir. Bu durumda demokratik mücadele kanalları olan; örgütlenme, propaganda yapma, eğitim faaliyetlerinde bulunma, gösteri, yürüyüş ve protesto gerçekleştirme gibi yöntemler, düşüncenin topluma ulaşmasını ve kendisini doğru bir şekilde anlatmasını sağlayan
16
Sınırlama ve engellemeler:
bile bulunmaktadır. Demokratik mücadele yönteminin esas problemi de aslında budur. Bu problem ise demokrasinin kendi düşünce yapısından beslense de, esas itibariyle uygulamalardaki sıkıntının eseridir. Dolayısıyla mesele eninde sonunda, “iktidar odaklı” bir demokratik mücadele veren muhafazakar parti liderinin, iktidara geldikleri zaman muhalefet tarafından gerçekleştirilen uygunsuz eylemlere karşı yaptığı şu konuşmaya dayanacaktır:
mekanizmalara dönüşür. Toplumun sorunlarını
“Türkiye’nin şu anda bir şeye karar vermesi lazım!
doğru tespit, sisteme getirilen doğru eleştiriler
Türkiye Refah Partisi’yle Adil Düzen’e geçecek, bu
ve ikna edici çözüm önerileri vasıtasıyla da
kesin. Geçiş dönemi yumuşak mı olacak, sert mi
toplumun ilgi ve dikkatini çeker. Eğer toplum
olacak; tatlı mı olacak, kanlı mı olacak; 60 milyon
iyiye ve hayra meyilli ise, bu çabaları karşılıksız
buna karar verecek. Biz diyoruz ki bu geçişi tatlı
bırakmaz. Düşünce her geçen gün daha fazla
yapalım. Bu geçişi barış içinde yapalım. Biz barışçıyız.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Biz huzurcuyuz. Bizim yolumuz kardeşliktir.”19
yönlerinden yararlanmaya, olumsuz yönlerinden uzaklaşmaya çalışmaktır.
SONUÇ İnsan nasıl eksiklik ve zafiyetleri olan bir varlık ise, onun yeryüzünü imar etmek maksadıyla
- BİTTİ -
ortaya koyduğu tecrübe ve tespitler de kusurlarının izlerini taşımaktadır.
insanoğlunun imtihan alanıdır. İnsanlığın başlangıcından beri gelmiş olan dinler, “iyilik ve güzellikle ilgili evrensel değerleri” bildirmişler, ama “yeryüzünü bu değerlerle göre imar etme” sorumluluğunu insana bırakmışlardır. Evrensel değerlerin hayatın değişik bölüm ve şubelerinde nasıl uygulanacağı, insanoğlunun çabasıyla belirlenecektir. Evrensel değerlerin hayatın değişik alanlarında nasıl ortaya çıkacağı, hangi uygulamalar vasıtasıyla vücuda geleceği insanoğlunun görev alanı olduğuna göre; bu yönde ortaya çıkmış tecrübeler birer “değer” olarak görülmelidir. - Hiçbirisi mükemmel değildir; hepsinin de olumlu olumsuz yönleri vardır - Ama hepsinin de, iyilik ve hayra hizmet eden yönlerinden yararlanılabilir Bu bakış açısını kaybetmemek kaydıyla, beşeri tecrübelerden yararlanmak çekinilecek bir konu değildir. Adalet, iyilik, hak, hukuk gibi evrensel değerlerin terazisiyle kolayca yapılabilir. Bu çerçevede bakıldığı zaman demokrasi bir yönetim biçimi tecrübesidir. Değişik yönetim modellerinden birisidir. Bütün modellerin kendilerine göre olumlu ve olumsuz yönleri olduğu gibi, onun da olumlu ve olumsuz yönleri vardır. Demokratik mücadele ise bir toplumsal değişim yöntemidir. Farklı değişim yöntemlerinden birisidir. Kendine göre olumlu ve olumsuz yönleri vardır. Peşinen kabul eden, olumsuzluklarıyla
www.islamiyorum.com
Fakat yeryüzünün iyilik ve güzellikle imarı
birlikte kabul etmiş olacak, peşinen dışlayan ise olumlu yönleriyle birlikte dışlamış olacaktır. Doğru olan ise önyargısız bir şekilde olumlu Necmettin Erbakan. 13 Nisan 1994 tarihli, Refah Partisi
19
Meclis Gurup Toplantısı.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
17
DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ
MAKALE 2 :
Demokrasi’nin Krizi Hamdi Tayfur Dikkat edilirse başlığımız “Demokrasi Krizi”
tartışılıyor. Bu tartışmalarda bir kesim
değil “Demokrasinin Krizi”dir. Çünkü “Demokrasi
demokrasiyi bir din olarak kabul ediyor. Allah’ın
Krizi” dediğimizde anlaşılması gereken şey;
hükmü karşısında insanın hükmünün üstün
devlet ve toplum olarak demokrasiye geçme,
kılınması olarak kabul ettiği demokrasiyi kökten
onu benimseme ve uygulama açısından muhtelif
reddediyor. Diğer bir kesim ise şûra ve istişare
engelleyici faktörler nedeniyle ortaya çıkan
gibi bazı siyasi ilkeleri öne çıkararak hakiki
gerilimin ürettiği kriz olmalıdır. Oysa bu yazıda
demokrasinin İslam’da olduğunu savunuyor.
biz bunu değil; tanımı, mahiyeti, çelişkileri, teori
Aslında her iki yaklaşımın da geldiği nokta
ve pratiği ile demokrasinin kendi içindeki krizini
Müslümanların demokrasiye ihtiyaç duymadıkları
tartışacağız. İşte bu tam da “Demokrasinin
sonucudur. Birinci yaklaşım demokrasiyi tümüyle
Krizi”nin tartışılmasıdır.
İslam dışı ve bir şirk dini ilan ederek, ikinci
Bazı bilinçsiz ön kabullerin aksine ve güncel tartışmaların içine çok sirayet etmemesine rağmen günümüzde demokrasi doğduğu dünyada açık bir şekilde tartışılmakta, eksiklikleri giderilmeye ve alternatifleri
her şeyin zaten İslam’da mevcut olduğunu söyleyerek bunu yapmaktadırlar. İslam dünyasının içinde bulunduğu siyasi tablo da, demokrasinin kısır bir çerçevede
üretilmeye çalışılmaktadır.
tartışılmasına yol açmaktadır. Son aylara
İslam dünyası ise bu tartışmanın oldukça
İslam dünyası antidemokratik dikta ve sulta
kenarında durmaktadır. Çünkü İslam dünyası
rejimlerinin yönetiminden kurtulamamıştı.
henüz “Demokrasi Krizi” yaşamaktadır.
Son dönemlerde peş peşe patlak veren halk
Demokrasi ile ilişki bakımından bizim
devrimleri bu diktatör rejimlerin sonunu
dünyamızda tartışma farklı bir zeminde
getirecek gibi gözükmektedir. Onlarca yıldır bu
sürdürülmektedir. Biz henüz tartışmayı
yönetimlerin baskısı altında varoluş mücadelesi
“Demokrasinin Krizi”ni tartışma aşamasına
veren, ekonomik ve siyasi eşitsizliğe maruz
getiremedik. Tartışma demokrasinin İslam ile
kalan, siyasi alanda temsil edilmeyi şiddetle
ilişkisi ve anti-demokratik dikta rejimlerden
arzu eden halklar, bu amaçlarına ulaşmanın tek
demokratik rejimlere geçiş probleminden öteye
yolunu diktatörlerin gitmesinde ve rejimlerin
geçirilemedi. Bu bir yönüyle anlaşılabilir bir
demokratikleşmesinde görmektedirler. Bu
durum olmasına rağmen, üretilecek yeni siyasi
nedenle halklar, bazı düşünürler ve hareket
projelerle İslam dünyasına kazandırılacak
önderleri demokrasiyi acilen talep etmektedirler.
vizyonu geciktirici bir rol oynamaktadır.
18
yaklaşımın sahipleri de demokrasinin ürettiği
gelinceye kadar, birkaç istisnanın dışında
Demokrasiyle ilgili çizdiğimiz bu çerçevenin
Bizim dünyamızda demokrasi çoğunlukla
dışına çıkan bazı tartışmalar da mevcuttur.
İslam’la ilişkisi ve ona uygunluğu üzerinden
Ancak bu oldukça sınırlı kalmaktadır. Örneğin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Malik b. Nebi’nin “demokrasi duygusu” kavramsallaştırması çerçevesinde ürettiği yaklaşım biçimi önemli ve önemli olduğu kadar yeni bir siyasi proje üretiminde dikkate alınması gereken bir yaklaşım biçimidir.
Demokrasinin Tanım ve Mahiyeti ile Pratiği Arasındaki Derin Uçurum Demokrasi kelimesi Yunanca kökenlidir ve “demos” kelimesi ile “kratos” (fiil olarak kratein) kelimelerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuştur.
Asıl önemli sorun ise yukarıda bahsettiğimiz
“Demos” kelimesi “halk” demekken “kratos”
kısır tartışmalardan kurtularak, hem bizim
kelimesi de “güç” demektir.1 Eski Yunan
dünyamıza uyan, hem de tüm insanlığa örnek teşkil edebilecek şekilde uygulama imkânına sahip bir siyasi projenin ortaya çıkartılamaması ve hatta bunun için ciddi bir çabanın ortaya konulamamasıdır. Tartışmalara şimdilik acil
düşüncesinde siyasi sistemler isimlendirildiğinde çoğunlukla içinde “archein” kelimesi geçerdi. Örneğin Monarchy, oligarchy, anarchy gibi kelimelerin kökündeki ikinci kelime “archein” kelimesidir. Misal olarak Monarchy kelimesi
ihtiyaçlar ve hamaset biçim veriyor.
mono+archien kelimelerinden oluşmuştur.
Demokrasi de dâhil olmak üzere insanlığın
anlamına gelir. Yönetimi ifade eden kelimelerin
kazanımı olan ve içinde hem müspet hem de
kökünde hep bu kelime kullanılırken sadece
menfi yönler barındıran tüm yönetim biçimlerini
“demokrasi” kelimesinde “archien” yerine
dikkate alarak yeni siyasi projelerin üretilmesi,
“kratos” kelimesi kullanılmıştır. Aslında o
tartışmalara acil ihtiyaçların, hamasetin ve
dönemdeki çoğu Yunanlının zihninde demokrasi
karşıtlıkların yön vermesine izin vermeyecek
iyi bir çağrışıma sahip değildi. Demokrasi iyi bir
yeni yaklaşım biçimlerinin geliştirilmesiyle mümkün olacaktır. Bununla eklektik bir siyasi projenin üretilmesini kastetmiyoruz şüphesiz. Eklektik yaklaşımla kastedilen kırk yamalı bohça ise, bu değildir kastettiğimiz. Böylesi bir eklektizme karşı olmak kaçınılmaz bir gerekliliktir. Ancak eklektik yaklaşımdan kaçınırken mevcut tüm siyasi sistemlerin müspet yönlerini de reddedersek bu bizi Amerika’yı yeniden keşfetmek gibi gereksiz bir çaba içine sokabilir. Eklektizmden kaçınmak bizi insanlığın tüm kazanımlarını inkâr etmek gibi bir duruma getirmemelidir. Eklektizmden kaçarken “sinizm”in tuzağına düşmemeliyiz. Böylesi bir yaklaşım üretmek aynı zamanda muhatap aldığımız sistemlerin kendi iç krizlerinin ve gerilimlerinin farkında olmayı da gerektirir.
“Archien” kelimesi “kurulu kanunlarla yönetim”
yönetimden çok, yönetime “demos”un gücü ile müdahale etmesi anlamına geliyordu. Sadece “demos”un içinde yer alabilme şansına sahip olanlar için demokrasi iyi bir şeydi. Çünkü bu yolla bir kanun ve yönetim sınırlamasına girmeksizin yönetimde söz sahibi olabiliyorlardı. Hatta birçok idari, bürokratik ve yargı makamını sırasıyla kullanabiliyorlardı. Demokrasi “demos”un dışında kalan Yunan filozoflarının çoğu için de iyi bir çağrışıma sahip değildi. Çünkü onlar öncelikle iktidarın değerlerle sınırlanmasından yanaydılar ve elit/ entelektüel bir kafaya sahip olmayanların ve faziletsizlerin iktidarda söz sahibi olmasına karşıydılar. Demokrasinin kökünde yer alan “kratos” kelimesi olumsuz anlamlar çağrıştıracak
İşte bu yazıda en azından demokrasinin
şekilde kullanıldığı gibi “demos” kelimesi de
doğduğu dünyada kendi iç gerilimleri hakkında
-bugün çoğunlukla kabul edilenin aksine-
yapılan tartışmalardan bir kısmını kendi
halkın tümü demek değildi. “Demos” Yunan
görüşlerimizi de içine dâhil ederek aktarmaya
toplumunda sınırlı bir halk sınıfının ismiydi,
çalışacağız. Asıl amacımız çok derinlikli bir
halkın tümü anlamında kullanılmıyordu.
demokrasi eleştirisi yapmak değildir. Bunun
Toplumun yarısını oluşturan kadınlar “demos”un
bir yazıyla yapılamayacağının farkında olmak
dışındaydı. Belli bir yaşın altındaki gençler de
gerekir. Ama en azından demokrasinin gerilimli
“demos”dan sayılmazdı. Uzun süredir Yunan site
noktalarına dikkat çekebilmek için, buna ilişkin
devletlerinde ikamet ediyor olsalar da yabancılar
yapılan tartışmalardan önemli bulduklarımızı başlıklar halinde aktarmaya çalışacağız.
Friedrich A.von Hayek “Demokrasi, Poliarşi ve Demarşi,
1
editör: Çoşkun Can Atkan, Çizgi yayınları, 2005” s.185
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
19
“demos”tan sayılmazlardı. Örneğin Aristo bir
işlerinde “demos”un tümüyle katılımı mümkün
yabancıydı ve orada ikamet etmesine rağmen
olmuyordu. Demos kavramının halk kavramıyla
“demos”a ait değildi. Toplumun en kalabalık
yer değiştirdiği ve yönetim hakkına sahip
kesimini oluşturan köleleri ifade etmeye bile
olanların içine belli bir yaşın üzerindeki herkesin
gerek yok bunlar asla “demos”a dahil olamazdı.
dâhil edildiği modern toplumlarda bu tür bir
Geriye bir tek eli silah tutan, özgür, yerli, zengin
yönetim hiç mümkün değildir.
Yunanlılar kalıyordu. Bunların en temel vasıfları ise kölelerin efendilerinden oluşması ve tüm işlerini kölelerine ve kadınlarına yaptırmalarıydı. Tüm işler köleler ve kadınlar tarafından yapılınca bu özgür, güç sahibi ve eli silah tutan Yunan erkeklerine kalan işler savaşmak ve yönetmekten ibaretti. İşte “demos” bu özgür Yunan erkeklerinin oluşturduğu sınıfa verilen isimdi. Demos toplumun oldukça küçük bir
Oysa demokrasinin temel iddiası “halkı yönetime ortak etme” veya “halkın yönetime katılımı” iddiasıdır. Teori ile uygulanabilirlik arasındaki bu derin uçurum demokrasiyi “sınırsız demokrasi” veya “klasik demokrasi” anlayışından “temsili demokrasi” anlayışına evirmiştir. Bugün biz dünyada çok sınırlı uygulamalar hariç tutulmak şartıyla “temsili demokrasi” dışında
kesimini oluşturuyordu.
bir demokrasi uygulaması göremiyoruz. Bu ise
Kısacası “demokrasi” site devletleri şeklinde
Tanımıyla ve ismiyle tamamen çelişen bir
örgütlenmiş eski Yunan toplumunda oldukça
sistem çıkmıştır ortaya. Bu sistemin ismi hala
sınırlı bir kesimin ortaklaşa aldıkları kararlarla
demokrasidir. Oysa ortada isim ve tanımdan
uyguladıkları bir yönetim biçimine verilen
başka “halkın yönetimi” adına hiçbir gerçeklik
isimdir. Son bir-iki yüzyıla gelinceye kadar
yoktur.
demokrasiyi kendinden başka bir şey yapmıştır.
düşünürlerin çoğu halkın yönetimi meselesine hep olumsuz bakmıştır. Demokrasinin tekrar moda olması ise Avrupa’da birkaç yüzyıl öncesinde palazlanan burjuva sınıfının, aristokrasi sınıfı ve krallar karşısında yönetimde söz sahibi olmak istemesi ile mümkün olmuştur. Bu yeni dönemin demokrasi müdafileri, köklü bir düşünce izlenimi vermek için demokrasiyi Yunan düşüncesi ile ilişkilendirerek kullanmıştır. Anlam, eski Yunan düşüncesinde olduğu gibi toplumun sınırlı bir kesimi olan “demos”un yönetimde güç sahibi olması şeklinden “halkın yönetimi” şekline
Temsili demokrasi asla demokrasinin tanımı ve mahiyetine uygun bir demokrasi çeşidi olamaz. Çünkü biz temsilciler aracılığıyla halkın yönetiminin mümkün olacağını iddia ettiğimizde bir-kaç husus ile ilgili ön kabulleri doğru addetmek zorundayız. İfade ettiğimiz gibi günümüzde demokrasi doğrudan demokrasi şeklinde değil halkın kendi arasından seçtiği temsilciler aracılığıyla uygulanmaktadır. Halkın yönetimde söz sahibi olmak adına kendi arasından seçtiği temsilciler öncelikle
dönüştürülmüştür.
“halkın toplamını” ifade edebilmelidir. Yani halk
Oysa bu tanıma göre işlerlik kazanan
seçmede toplam bir irade gösterebilmelidir.
kendilerini gerçekten temsil edebilecek kişileri
demokrasinin eski Yunan’daki demokrasi ile arasında çok büyük farklılıklar vardır. Bunlar iki demokrasiyi birbirinden tamamen ayrı kılacak kadar derin farklılıklardır. Eski Yunan’da toplumun sınırlı bir kesimi olan “demos”un doğrudan yönetimin içinde yer alması olgusu vardı. Bu yönetim hiçbir sınırla kayıt altına alınmamaktadır. Oysa modern demokrasilerde halkın doğrudan yönetime katılması söz konusu değildir. Bu zaten mümkün de değildir. Yunan demokrasisinin uygulandığı dönemde
İkinci olarak halkın içinden her bireyin iradesinin ortaya çıkardığı normatif talep, yani arzu edilen yasa ve düzenlemelerin vasfının tek bir temsilci şahıs tarafından ifade edilebileceği öncelikle kabul edilmiş olmalıdır. Üçüncü olarak da vatandaşların ortak olarak seçtiği temsilciler kendi öz çıkarlarından ve düşüncelerinden temsil ettiği kesim adına feragat edebilmeli ve bunu sürdürebilmelidir.2
devletler site devletleri olduğu halde ve yönetimde söz sahibi olan demos toplumun çok sınırlı bir kesimini oluşturduğu halde, idare
20
Hans Köchler, Batı Demokrasilerinin kökeni ve felsefi
2
arkaplanı, İslam ve demokrasi, s. 60-61
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dikkatli bir bakış bu üç hususu bir ön kabul
başına karar verme yetkisine sahip olduğuna
olmaktan çıkartmanın mümkün olmadığını
dair bir varsayıma dayanır ki, bu ontolojik olarak
derhal fark edecektir. Çünkü “ontolojik hayal”
ve temsilcinin psikolojisi adına imkânsızdır ve
olarak isimlendirilen birinci ön kabulün
hayal mahsulüdür.
imkânsızlığı ortadadır. Halkın tümünün arzu istek ve düşüncelerini tek bir şahısta toplamak ve halkın da bu iradeyi gösterecek şekilde bir temsilciyi seçebilmesi ontolojik olarak imkânsızdır. Böyle bir varlık mevcut değildir. Ne temsilci ne de halk açısından bu reel değildir. Aynı şekilde ne o temsilci halkın tümünün görüş
Aynı şekilde temsili demokrasi, vatandaşın ancak kendisi için bir temsilci seçebilme yeterliliğine sahip olduğunun ve doğrudan karar verme mekanizmasının içinde yer alabilecek bir olgunlukta olmadığının zımnen kabulü hatta ironik olarak itirafıdır. Çünkü temsil sistemi
ve isteklerini aynı anda norma dönüştürebilir,
sayesinde vatandaş temsilcisini seçmek için
ne de bunu yaparken kendi psikolojisini kontrol
oy kullanmanın dışında hemen hemen hiçbir
ederek objektif bir davranış sergileyebilir.
demokratik süreçte yer almamaktadır.
Temsilcilik ancak görüşün niteliği belli tek tek vakıalar üzerinden yürüdüğünde mümkün olan bir sistem olabilir.
Temsili demokrasi, demokrasinin tanımında yer alan halkın halk tarafından ve halk için yönetilmesi şeklindeki temel manasını tamamen
Olayı sadece temsil sistemi ile sınırlı tutmayıp
aşındırmakta ve demokrasinin adına ve
halkın bir mekanizma ile yönetimde söz sahibi
tanımına dayanarak, olmayan bir halk yönetimi
olabileceğini kabul etsek bile gene de aşağıda
dayatmaktadır. Temsil sistemi iyi niyetli olarak
sırlayacağımız hususları kabul etmiş oluruz:
bile düşünülse zaten halkın yönetimi olmaktan
1.Halk kamu işlerine ilgi duymaktadır. 2.Halk
çıkmış ve halk adına yönetime dönüşmüş bir
gerekli enformasyona sahiptir, olan bitenden
sistemdir.
haberdardır. 3.Halk daima akılcı çözümlere varır. 4.Akılcı biçimde oluşan bireysel kanılar toplumun bütünü için de geçerlidir. 5.Halk bir yargıya veya sonuca ulaştıktan sonra bunu seçimlerde ortaya koyar. 6.Halkın iradesi ve çoğunluğun görüşleri yasalaşır. 7.Sürekli denetim ve eleştiri vardır; bu da ahlak ve adalet ilkelerine dayalı bir kamu siyasetinin sürdürülmesini sağlar. Klasik demokrasinin üzerine kurulduğu bu koşulların3 her bir maddesi üzerinde tek tek durarak örnekler ve açıklamalar yapmaya gerek bile yoktur. Demokrasi ön kabulleri itibariyle imkânsızı dayatmaktadır.
Egemenlik kayıtsız ve şartsız halkındır denilse de, gerçekte halkın elinde hiçbir egemenlik bulunmamakta halk adına bu egemenliği halkın seçtiği temsilcilerden oluşan parlamentolar kullanmaktadır. Sistem özünde demokratik değil oligarşik bir sistemdir. Yöneten halk değil oligarşik bir elit sınıftır. Temsili demokrasilerde devlet aygıtını yönetmek için birçok siyasi partinin birbirleriyle rekabet etmesine izin verilmektedir. Dolayısıyla temsilciler bu partilerin gösterdiği temsilcilerden ibarettir. Bağımsız adaylar engelleyici pek çok
Hem temsil kavramı, hem de demokrasinin
faktör nedeniyle seçilme konusunda yetersiz
tanımı olan halk hâkimiyetinin ortaya çıkardığı
kalmaktadırlar. Yani meydan partilere kalmıştır.
imkânsızın dayatılması demokrasinin en temel
Partilerin gösterdiği adayların yukarıda
iç krizlerinden birisidir. Halkın kendi kendisini
sıraladığımız üç temel koşulu sağlaması
yönetmesinin teknik hiçbir olanağı yoktur. Aynı
neredeyse imkânsızdır. Daha da önemlisi
şekilde bu durumu telafi etmek için ortaya
partilerin kendi içlerinde demokratik bir
atılan temsili demokrasi kavramı, tek bir ferdin
mekanizma yoktur ve lider sultası hâkimdir.
ideal olarak geniş bir halk kesimini temsil
Kimlerin temsilci olacağına bu liderler
edebileceğine ve bundan dolayı onun adına tek
karar vermektedir. Bu durum halkın kendi
Coşkun Can Atkan&Dilek Dileyici, Siyasal Süreçte
3
Enformasyon Sorunları ve Demokrasinin Başarısızlığı,
düşüncelerini savunacak gerçek temsilcileri seçmelerini imkânsız kılmaktadır.
Demokrasi, Poliarşi ve Demarşi, Editör: Coşkun Can Atkan, s.115
Olayın içine suiistimalleri ve siyasetin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
21
gerisindeki menfaat şebekeleri gibi unsurları
kayda bağlamaksızın yönetmesi manasına
katmasak bile sırf tanımsal çelişki ve realitedeki
geldiği halde, bunun pratikte bir karşılığının
imkânsızlık açısından bile demokrasi sadece
olmaması, demokrasiyi istismara açık hale
bir fanteziden ibarettir. Tanımı ve mahiyeti
getirmekte ve halkı halk adına yöneten birçok
üzerinden uygulanması imkânsızdır ve ütopiktir.
istismarcıya meydan açık hale gelmektedir.
Demokrasinin tanımında halk kavramına
Yukarda ifade ettiğimiz kural burada da
olabildiğince vurgu yapılmasına rağmen ilginç bir
geçerlidir: Bir sistem ne kadar ütopikse aynı
şekilde halk, demokrasinin en kenarında duran
oranda istismara da açıktır…
ayrıntıdaki bir unsurdur. Halkın kendi kendisini yönetmesinin imkânsızlığı aslında “demokrasinin imkânsızlığı” anlamına gelmektedir.
Bu ön açıklamayı yapmamızın temel bir nedeni vardır. Çünkü ne zaman demokrasinin istismara açık bir sistem olduğu eleştirisi
Oysa ilginç bir şekilde bu temel kavramsal
gündeme gelse buna kısmen haklı şöyle bir
çelişki ve realitedeki durum sistemli olarak
itiraz getirilmektedir: “İnsanlar sistemleri
görülmezlikten gelinmektedir.
doğru uygulamıyorlarsa bunun suçu sistemlere değil uygulamayı yanlış yapan şahıslara
Demokrasinin İstismara Açık Oluşu
doğru uygulamayan insanlar eleştirilmeli
Demokrasinin tanımı ve mahiyeti ile pratiği
ve yanlış uygulamalar yüzünden sistem
arasındaki uçurumu ortaya koyarken kısmen
mahkûm edilmemelidir.” Bu itiraz kısmen
demokrasinin istismarı konusuna da girmiş
doğru bir itirazdır. Ancak yukarda yaptığımız
olduk. Yukarıda bahsettiğimiz istismar, tanımına
ön açıklamadaki mantığı dikkate almayan bir
uygun bir realiteye sahip olmayan demokrasinin pratikte tanımlandığından bambaşka bir şeye
itirazdır. Eğer bir sistem tanımı ve mahiyeti itibariyle uygulanabilir bir sistemken insanlar
dönüştürüldüğü ile ilgiliydi.
onu yanlış uygulayıp istismar ediyorlarsa tabii ki
Aslında demokrasinin istismara açık oluşunun
onu doğru uygulamayan insanlar eleştirilmelidir.
temel nedeni uygulanabilir bir yapıya sahip
Ancak sistem hiçbir pratik değeri olmayan,
olmaması ve ütopik oluşudur. Bir sistem
ütopik tanım ve öngörülerden ibaretse işte bu
tanımı ve mahiyeti itibariyle ne kadar
durum sadece onu uygulayamayan veya bu
uygulanabilirlikten uzaksa, aynı oranda
durumu kullanıp istismar eden insanların suçu
istismara da açık bir sisteme dönüşür. Bunun
değil, aynı zamanda sistemin de bir zafiyetidir.
en tipik örneği Marksizm’dir. Marksizm öylesine
Tüm sistemler istismara açık oluşları itibariyle
ütopik bir sistem önermektedir ki; bu sistemde
eşit özellikte olmadıklarına göre, istismara açık
ne devlet vardır, ne sınıf, ne de mülkiyet. Herkes
oluşları oranında bizim sistemleri eleştirme
eşit bir şekilde hiç kimsenin emir ve yönetimi
hakkımız doğmaktadır. İşte demokrasi nerdeyse
altında olmaksızın huzur içinde yaşayacaktır.
tamamen ütopik bir sistem olduğundan, istismar
Aslında komün toplum Marksizm’in cennetidir.
açısından bu onu aynı oranda büyük bir krize
Ancak bu ideal toplum modelinin pratikte
de sokmaktadır. Bu sebeple eleştirilmeyi de hak
hiçbir karşılığı yoktur. İşte Rusya’da Marksizm
etmektedir.
kendisine uygulama imkânı bulduğunda, idealindeki komün toplumu kurmak mümkün olmadığından geçiş dönemine mahsus öyle bir devlet sistemi kurdu ki, tarihte böylesine despotik ve totaliter ikinci bir devlet görülmedi. Çünkü komün toplum idealinin ütopikliği, Marksizm’i hedeflediğinin tam da zıddını
22
aittir. Bu nedenle demokrasi değil, sistemi
bu durumda sistem mahkûm edilemez. Tersine
Demokrasi halkın yönetimi demektir, ama halkın doğrudan yönetime katılmasının teknik hiçbir imkânı yoktur. Bu ise halk iradesinin temsilciler aracılığıyla yönetime yansıması metodunu zorunlu hale getirmektedir. İşte bu geçiş noktası istismarın başladığı yerdir. Artık yönetime
üretecek kadar bir istismara açık hale getirmişti.
yansıması gereken halk iradesi devredilebilir
Aynı şey demokrasi için de geçerlidir. Demokrasi
çıkmıştır ve satın alınabilir hale sokulmuştur.
tanımı gereği halkın kendi kendisini, hiçbir
Siyasete doğrudan katılım olarak yansıması
bir özellik taşımaktadır. İrade artık pazara
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
gereken iradenin temsilcilere devredilmesi
rekabetçi bir sisteme dönüşmektedir. Bu
zorunluluğu hem demokrasinin halkın yönetimi
rekabetçi sistemde kazanmak için ekonomik
tarzındaki tanımını anlamsız kılmakta, hem
güç bir numaralı etken olmaktadır. Gücü olan
de halkın iradesini istismarcılar tarafından
siyasi iktidarı da ele geçirebilmektedir. Yani
satın alınmaya veya biçimlendirmeye açık
demokrasilerde iktidar halkın değil güç sahibi
hale de getirmektedir. Bir kere halk iradesinin
burjuva sınıflarının ve çıkar gruplarınındır.
temsilciliğini ele geçirmiş olan, temsilcilik
İmkân sahibi ve örgütlü bir azınlık gücünü
süresinde temsil ettiğinin iradesini yansıtsın
kullanarak siyasal erki demokrasi oyunları
ya da yansıtmasın bunu dilediğince kullanma
ile ele geçirmekte ve kendi lehine dilediğince
hakkına da kavuşmaktadır. İşte istismar kapısı
kullanmaktadır. Yöneten halk değil, güç sahibi
bu nedenle sürekli açık kalmaktadır.
azınlıkta kalan elit bir sınıftır. Kararları artık bu
İstismara yol açan diğer önemli bir nokta da
elit sınıf almaktadır.
şudur: Demokrasi siyasete katılım bakımından
Tabii tüm bunlar yapılırken asıl maksat gizlenir.
herkesi teknik olarak eşitlemiştir. Ancak insanlar
Herkes demokrasi havarisi kesilir. Müthiş bir
teknik olarak eşit kabul edildiklerinde ontolojik
demokrasi çığırtkanlığı yapılır. Özgürlük ve
olarak eşitlenmiş sayılmazlar. Siyasete katılımın
demokrasiyi koruma adına, çıkar gruplarının
ve siyasette doğru tercihler yapabilmenin en
işine gelmeyen her düşünce ve hareket
temel şartı, yeterli bilgi sahibi olabilmektir. Oysa
demokrasi için tehlike olarak addedilir. 20.
ister klasik demokrasideki gibi doğrudan, isterse
Yüzyılın diktatörleri bile “demokrasi elden
temsili demokrasideki gibi temsilciler aracılığıyla
gidiyor!” diyerek diktatörlüklerini kurmuşlardır.
olsun tüm bireyler her zaman iradelerini doğru
Demokrasi adına hasımlar demokrasi düşmanı
bir şekilde kullanacak bilgi ve imkâna sahip
ilan edilerek bertaraf edilmiştir.
olamazlar. Çünkü bilgi sahibi olmanın hem zaman, hem de maddi olarak bir bedeli vardır ve tüm fertler bu bedeli ödeyebilecek imkânlar
İş sadece yerli burjuva sınıfının iktidar üzerinden yürüttüğü oyunlar ve diktatörlerin demokrasiyi
yönünden eşit değildirler. Buna bir de kapasite
bir maske olarak kullanmasıyla sınırlı
farklılıklarını da eklediğimizde demokrasinin
kalmamakta ve işleyişe hâkim olan temsilciler
insanları eşit kabul ederek genel anlamda iyi
projelerini ekonomik ve siyasi alanda söz sahibi
bir iradenin ortaya çıkmasını istemesini bir
olan ulus üstü kuruluşlara bağımlı olarak da
tür imkânsızın dayatılması olarak görmemiz
şekillendirmektedirler.
gerekir. Unutmamak gerekir ki eski Yunan site devletlerinde uygulanan demokrasi de “demos”un yönetime doğrudan katılımı ancak işlerini kölelerine yaptırmaları sayesinde mümkün olabiliyordu.
İlginçtir Batı dünyası da sürdürdüğü sömürü düzeninde demokrasiyi bir araç olarak kullanmaktadır. İşgallerin bir numaralı gerekçesi işgal edilen ülkelere demokrasi götürmektir. Bunun için milyonlar katledilmekte, iktidarlar
İşte bu kriz demokrasi spekülatörleri için
devrilmekte ve toplumlar fesada uğratılmaktadır.
istismar alanını açık hale getirmektedir. Siyasi
Demokrasi tüm bunların gerçekleştirilmesi için
katılım amacıyla ihtiyaç duyduğu bilgi için bedel
önemli bir istismar aracıdır.
ödemek zorunda olan ama bu imkâna sahip olmayan bireye, her türlü hamasi ve ajitatif soslarla süslenmiş hazır bilgiler servis edilerek iradesi yönlendirilmektedir. Hedef, bireyin iradesinde tuttuğu bir oyu güç sahiplerinin arzuladığı temsilciler lehinde kullanmasını
Demokrasinin açık hale getirdiği bu istismar alanları sadece maddi çıkar gruplarının değil aynı zamanda siyasi ve ideolojik grupların da iştahını kabartmaktadır. Hedeflerine iktidarın imkânlarını kullanarak varmak isteyen
sağlamaktır.
ideolojik gruplar demokrasiyi bir araç olarak
Böylece demokraside siyasal süreç, temsilcilerin
demokrasi, farklı görüşlere sahip insanların bir
arkasına yaslandıkları belirli zümrelerin çıkarları
arada yaşamalarını ve iktidarı hangi esaslara
için halka ait oyları kapma mücadelesi verdikleri
göre paylaşacaklarını belirleyen bir mekanizma
kullanmaktadırlar. Oysa siyasi bir sistem olan
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
23
Her türlü kötü yönelime karşı iyiliği arama
görevi görmelidir. Görüldüğü gibi ortaya çıkardığı açık istismar alanları demokrasiyi menfaat şebekelerinin, güç sahibi siyasi azınlıkların, uluslararası güçlerin ve devletlerin kontrolünde oligarşik bir iktidara
konusunda bir damar hep mevcudiyetini korumuştur. Siyasi alanda bu durum kendisini, en doğru, en iyi ve en faziletli olanın uygulanma talebi olarak gösterir.
dönüştürmekte ve ideolojik grupların onu bir
İktidara gelenlerin de ehil kişiler olması hep
araç gibi kullanmasına izin vermektedir.
arzulanmıştır. Hatta İslam siyasi düşünce tarihinde halife olacakların özellikleri öylesine
Hakikat Arayışının Buharlaşması, Ehliyetsizlerin Egemenliği ve Siyasal Eşitliğin İrrasyonalitesi
kişide toplamak neredeyse imkânsızdır. Bunun da getirdiği olumsuzluklar vardır. Ancak biz bunu konumuz gereği burada tartışmak yerine
Ara başlığımızdaki her bir husus ayrı birer
sadece şunu ifade edebiliriz; tarihte yönetimde
tartışma konusu olarak ele alınabilir. Ancak bu
olanlarda ehil olma şartı hep aranmışken
üç mesele de birbiriyle yakın ilişkili olduğundan
demokrasi bu talebi önemsizleştirmektedir.
bunları tek başlıkta inceleyeceğiz. Evet
Demokratik toplumlarda doktor olmak için
demokrasi insanlık tarihi boyunca en doğru
tıp fakültesini, avukat olmak için hukuk
olanın bulunmaya çalışılması yönündeki hakikat
fakültesini ve tüm meslek dallarında uzman
arayışını bir yönüyle anlamsızlaştırmaktadır.
bir kişi sayılabilmek için o alanla ilgili ya bir
Çünkü demokrasilerde asıl olan en doğru olanın
okulu bitirmek veya eğitim sürecinden geçmek
bulunması ve uygulanması değil çoğunluk neyi
şart görülürken devlet başkanı veya başbakan
istiyorsa onun uygulanmasıdır. İkinci olarak
olabilmek için ilgili bir bölümü bitirmek veya
en kötü rejimlerde bile iktidarın meşruiyeti bir
bir eğitim sürecinden geçmek şart olarak
yönüyle en ehil olanın iktidara gelmesi mantığı
görülmemektedir. Çünkü demokratik devletlerde
ile sağlanır. Farklılık ehliyetin niteliğindedir.
halk adına yönetime katılabilmek için tek koşul
Pek çok despot, halk üzerinde hâkimiyetini
halkın çoğunluğunun oylarını alabilmektir.
temin etmek için kendisinin iktidara en uygun/
Yani demokrasilerde idare, ehliyetsizlerin ve
ehil kişi olduğunu bir şekilde ispat etmek
acemilerin idaresidir.
zorundadır. Çünkü ehliyet iktidarda olmanın bir numaralı değişmez koşuludur. Tarihte istismar ehliyetin olup olmaması üzerinden değil, niteliği
Sadece ehil olanların iktidarda olması üzerinden değil, siyasi alanda getirilecek uygulamaların
üzerinden yürümüştür.
doğru, iyi, hakikatin ifadesi ve fazilet içeren
Oysa demokraside iktidara gelmek için başat
asıl felsefesi çoğunluğun verdiği kararın dikkate
koşul ehil olmak değil, halkın çoğunluğu
alınması ilkesine dayanır. Yani iyi olanın da kötü
tarafından onay almaktır. Yani demokrasi,
olanın da, faziletli olanın da süfli olanın da, halk
iktidar talep edenlerin iktidarı elde etmeleri için
istediği sürece oylanma zorunluluğu vardır.
gerekli ehliyet koşullarıyla birinci dereceden
Çoğunluk bir şekilde karar verdiğinde artık o
ilgilenmez, iktidara nasıl geleceklerinin cevabını
hususun ne kadar hakikate yakın, doğru, iyi
verir. Aynı şekilde seçmenlerin niteliği de önemli
ve faziletli olduğuna bakılmaz. Demokrasinin
değildir. Her vatandaşın eşit olarak bir oy hakkı
temel ölçütü; iyi, doğru, hak ve faziletli olanın
vardır. Vatandaşın bilgi seviyesi ve kapasitesi
çoğunluğun verdiği karara bağlanmasıdır. Fazilet
önemsenmeden ona bir oy hakkı verilir. İşte
ve doğruluk oylanan önerilerden bir öneridir.
demokrasiyi krize sokan birbiriyle bağlantılı üç
Hak olanın iktidarda temsili halkın çoğunluğunun
önemli husus bunlardır. Şimdi bunun üzerinde
tesadüfen onu istemesine bağlıdır.
uygulamalar olması açısından da demokrasinin
duralım.
24
abartılmıştır ki bu özelliklerin tümünü bir
Aynı şekilde ehil olan şahısların yönetici
İnsanlık tarihi tüm olumsuz gelişmelere rağmen
olarak seçilmesi de halkın çoğunluğunun
aynı zamanda doğrunun da aranma tarihidir. Bu
onu istemesine bağlanmıştır. Hak, iyi,
anlamda kazanılan mesafe hiç de azımsanamaz.
doğru, faziletli düşünceler ve ehil yöneticiler
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
azınlıkta kaldığında insanlığın hakikat arayışı
en doğru olanı bulmak ve iradesini bu yönde
buharlaşmakta ve meydan hakikatten uzak
kullanmak zorunda olan sıradan insanları,
düşüncelere kalmaktadır ve demokrasiye göre
istismarcıların kucağına itmektedir. Demokrasi
bu durum gayet meşrudur. Oysa çoğunluk
insanları buna mecbur kılarak hemen herkesi
kuralının meşruiyet şartı haline getirilmesi bu
politize etmiştir. Bu nedenle siyasetle bu kadar
yolla alınan kararların ahlaki açıdan doğru,
iç içe olmak tarihte fazla örneği olmayan
faziletli ve hakikate yakın kararlar olduğunu
modern zamanlara özgü bir olgudur. Oysa bunu
göstermez.
istemeyenler veya buna imkân bulamayanlar
Çoğunluk kuralını Batı dünyasında eleştirenler şu iki önemli husus üzerinde durmuşlardır: “1-Çoğunluk kuralının yüksek değerde olduğu son derece kuşkuludur, çünkü çoğunluklar kural olarak istikrarsız, yanılabilir ve yanıltılabilirdirler.”4
eşitliği hayaline dayandığı ileri sürülerek itiraz edilebilir. Çoğunluk kuralı oyları tartmaz sayar. Oy eşitliği söz konusudur. ‘One man, one vote/bir adam, bir oy.’ Ancak bu bir hayaldir. O, her oyun eşit ağırlıkta olduğu ve herkese yaklaşık olarak eşit seviyede uzmanlık, taahhüt ve sorumluluk düştüğü düşüncesine dayanır. Bu ise yerine getirilemez bir arzudur.”5 Bu eleştiri günümüzde sınıf olarak kendisini halkın üzerinde gören elit kesimden bazılarının kibirli bir tarzda söylediği ve magazin basınını meşgul eden “dağdaki çobanla benim oyum bir mi olacak?” tarzındaki yaklaşımla paralellik arz etmektedir. Özü itibariyle doğru bir eleştiridir. Ancak bu sözün geri planında sınıfsal üstünlük duygularının ciddi bir yansıması vardır. Olay bu yönüyle eleştirilmelidir. Ancak dağdaki bir çobanla üniversitedeki bir profesörün kullandığı oyun nitelik olarak bir olmayacağı da açıktır. Ancak magazin basınında boy gösterenlerin kullandıkları oyların niteliğinin de üniversitedeki profesörlerin oylarından çok, küçümsedikleri çobanların oylarına yakın olduğu da açık bir husustur. Çünkü siyasetten en az bir çoban kadar anlamadıkları ortadadır. Oysa demokrasi nitelikten çok sayısal üstünlüğe baktığından bu durum ciddi bir çıkmazı da üretmektedir. Ontolojik olarak eşit olmayanları matematiksel olarak eşit saymak, siyasi alanda Manfred G. Schmidt, Demokrasi Kuramlarına Giriş, s.190 Age, s.190
5
getirmek de bir tür dayatmadır. Doğal olmayan ve yerli yerine oturmayan her mesele gibi bu da zulüm ve dengesizlik üretmektedir. Yüz kiloluk bir insanla elli kiloluk birine eşitlik adına aynı miktarda yemeği vermenin irrasyonalitesini gören insanlık; demokrasilerde aynı zekâ, ilgi ve bilgi düzeyine sahip olmayanları matematiksel
“2-Çoğunluk kuralına, onun soyut katılım
4
için siyasi irade kullanmayı mecbur hale
olarak eşitleyip akla, bilgiye ve zekâya hak ettiğini vermeyerek olabilecek en irrasyonel karara imza atmışlardır. Demokrasilerde üstün zeka, üstün akıl ve yüksek bilgi eşitlik adına cezalandırılmaktadır. Burada, insanlar siyasi olarak bilenler ve ehil olanlar tarafından ne dayatılıyorsa onu kabul etmeli midirler, gibi bir itiraz öne sürülebilir. Muhakkak ki öyle olmamalıdır. Ancak bunun dengeye getirilmesi de çok büyük bir öneme sahiptir. İnsanların söz söyleme haklarının olması ve iradelerinin siyasete yansıma zorunluluğu demokrasi de olduğu gibi bizi siyasal eşitlik noktasına getirirse bu oldukça irrasyonel sonuçlar üretmektedir. Kabul edilebilir değildir. Yeni öne sürülecek projelerde demokrasinin bu noktadaki krizine ve çıkmazına çözüm üretecek orta noktayı bulucu öneriler getirilmelidir. Çoğunluğun kararına tabi olmak için hak, iyi ve doğru olanın uygulanması karşısında ürettiği paradoksa karşı, ortaya çıkan değişik yaklaşımlar demokrasinin sınırlanması fikrini ortaya atmışlardır. Örneğin günümüzün en revaçtaki demokrasi çeşidi olan liberal demokrasi veya anayasal demokrasi değişmez temel prensipleri anayasa olarak belirleyerek halkın siyasi alandaki taleplerine ve devletin halkın özgürlüğünü ortadan kaldırıcı kararlar almasına sınırlar getirmişlerdir. Hatta liberal demokrasi taraftarları serbest piyasa ekonomisinin koşullarını iktisadi anayasa olarak belirlemeyi savunmaktadırlar. İslam demokrasisi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
25
savunusu yapan muhtelif düşünürler de
ve eşitlik kavramlarında birleşmektedirler.
İslam’ın değişmez prensipleri anayasal olarak
Devletin aşırı müdahaleci olduğu pazarda
kabul edildikten sonra bu sınırlar içinde
bizzat kendisinin at oynattığı, kimlerin pazara
farklı görüşlerin demokrasi kurallarına göre
girip girmeyeceğine ve vatandaşı adına hangi
oylanabileceğini öngörmektedirler. Tüm bu
fiyattan nelerin alınıp satılabileceğine karar
yaklaşımlar demokrasiyi temel tanımı ve
verdiği bir düzende kapitalizmin kendine
felsefesinden uzaklaştıran yaklaşımlardır. Bunlar
varlık alanı bulması mümkün değildir. Bu
beraberinde başka sorunları da getirmektedir.
nedenle kapitalizme daha özel olarak serbest
Demokrasi sınırlansın denildiğinde o zaman bu
piyasa ekonomisine en uygun siyasi sistem
sınırlamayı kim yapacak, neye göre yapacak ve
demokrasidir. Hem kapitalizm hem de
nasıl yapacak soruları gündeme gelmektedir. Bu
demokrasi “serbest rekabet” ilkesi temelinde
nokta da önemli bir gerilim noktasıdır.
Ulus Devlet, Liberalizm ve Kapitalizm ile Demokrasinin Kopmayan Bağı Ulusçuluğun yükselişi, liberalizm ve kapitalizmin gelişimi ile demokrasinin bir retorik halinde ortaya çıkıp siyasi alana hâkim oluşu arasında gözle görülür bir paralellik vardır. Batı tarihi kapitalizm demokrasi ilişkisini en iyi şekilde ortaya koyar. Bilindiği üzere demokrasi söylemini ön plana çıkartan husus Avrupa’da palazlanan burjuva sınıfının krallar ve aristokrasi karşısında siyasette söz sahibi olma isteği olmuştur. Burjuva başlangıçta kendi adına siyasette söz sahibi olmak istiyordu. Çünkü siyasi alanın özgürlükleri ve ticari faaliyetleri sınırlayan ve ağır vergilerle kapital gelişimin önüne ket vuran özelliği burjuva sınıfının işine gelmiyordu. Bu nedenle özgürlük ve eşitlik söylemlerini ön plana çıkarttılar. Yüzyıllardır kilise, krallık ve derebeylerin baskısı altında inleyen halk da bu eşitlik ve özgürlük isteme kervanına katıldı. Siyasi alandan hak talep etmek burjuvaziden halka doğru yayıldı. Demokrasinin en temel özelliklerinden birisi özgürlük ve eşitlik kavramları üzerine yükselmesidir. Çünkü tüm insanlar eşit olarak
26
örgütlenirler. Ancak demokrasi bu rekabeti siyasi alanda öngörürken, kapitalizm piyasa alanında öngörmektedir. Ulus devlet ile demokrasi arasındaki bağlantı da demokrasinin çıkmazlarındandır. Demokrasi sadece siyasal çoğulculuğa izin veren bir sistemdir. Etnik, dini, mezhebi çoğulculuğu onaylamaz. Sadece temsilcilerin partiler yoluyla ve halkın da sivil toplum kuruluşları yoluyla örgütlenmesini benimseyip onaylar. Bunun dışındaki tüm çoğulculuklar demokrasi nezdinde yok hükmündedir. Çünkü demokrasi bireyi esas alan bir felsefeye sahiptir. Monolitiktir. Siyasi alanda iradenin ortaya çıkması farklı kültürel ve etnik grupların ortaklaşa bir uzlaşıya varması yoluyla değil bireyin ait olduğu kültürel gruba ait kimlikten soyutlanıp vatandaş olarak ortaya çıkmasıyla mümkün olur. Demokrasi bireyin/ vatandaşın ait olduğu kültürel topluluğu siyasi alanda muhatap olarak görmez. Bu nedenle demokratik hakkını kullanmak isteyen bir vatandaş öncelikle ait olduğu grubun kültürel kimliğinden soyutlanmak, daha açık bir ifade ile kimliğini parçalamak ve oyunu bu yeni kimliğiyle kullanmak zorundadır. Çünkü demokraside “one man one vote/bir adam bir oy” kuralı geçerlidir. Grupların kendi grupları adına siyasette irade gösterme hakları yoktur.
siyasi haklara sahip olmazlar ve bu haklarını
İşte olmazsa olmaz bu koşul beraberinde
özgürce kullanmazlarsa demokrasi gerçek
demokrasinin vücut bulabilmesi için ulus
anlamına ulaşamaz. Liberal ekonomik düzen,
devletin varlığını zorunlu hale getirmektedir.
serbest piyasa ekonomisi veya kapitalizm de
Çünkü ulus devlet tek bir ırka ait kimliğin
en az demokrasi kadar özgürlük ve eşitliğe
ulusal kimlik haline getirildiği, sınırları belli bir
muhtaçtır. Çünkü teşebbüs özgürlüğü ve tüm
toprak/ülke üzerinde kurulan, bu topraklardaki
tüketicilerin tercih özgürlüğü olmadan ve
her türlü kültürel, etnik, dini, mezhebi
herkes eşit olarak bu haklardan yararlanmadan
grupları yok sayan ve resmi kimlik olarak
kapitalizm gelişme sahası bulamaz. Görüldüğü
ilan ettiği tek bir etniğe dayalı ulus kimliğini
gibi liberalizm, kapitalizm ve demokrasi özgürlük
dayatan bir devlettir. Bu koşulları sağlayan
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bir devlette parti tipi örgütlenme üzerinden
Anayasalar ise çoğunlukla iktidarı elinde
siyasal bir çoğulculuk ve seçim sistemine
bulunduran güçlerin değerleriyle sınırlı
göre demokrasi işlerlik kazanabilmektedir. Bu
kalmaktadır. Bu aynı zamanda demokrasinin
sınırlar çizilmeden ve vatandaş kültürel kimliğini
gerçek anlamını ortadan kaldıran bir durumdur.
parçalayıp bireyleşmeden demokrasi mümkün
Çünkü laik görüş sahipleri demokrasiyi laiklik
olmamaktadır.
ilkesiyle sınırlamak isterlerken, muhtelif dini
Ulus devlet tipinin ortadan kalktığı bir sistemde kültürel kimliği ile siyasi alanda söz sahibi olunan kültürel çoğulcu bir yapıda, bireyler arası eşitliği ve bireyin özgürlüğünü esas alan demokrasinin işlerliğini nasıl sürdüreceği konusu büyük bir problemdir.
Demokrasiyi İşlevsizleştiren Diğer Önemli Faktörler
görüşler anayasanın dinsel ilkeleri uygulamaya imkân verecek şekilde genişletilmesini talep etmektedir. Demokrasinin sınırlanması konusu farklı boyutları olan bir tartışma konusudur. Bu nedenle biz konunun laiklik-dinsel talep gerilimi üzerinden bir-iki noktasına değinmekle yetineceğiz. Laik kesim demokrasinin olmazsa olmaz sınırlayıcı koşulunun laiklik olduğunda ısrar etmektedir. Oysa bu düşünce özü itibariyle
Buraya kadar farklı başlıklar altında
demokrasinin felsefesine uymayan bir
demokrasinin önemli gerilim noktalarını ortaya
yaklaşımdır. Çünkü demokrasi bir mekanizma
koymaya çalıştık. Problemli noktalar bunlarla
olarak iktidarda hangi görüşün olacağından çok,
sınırlı değil tabii ki. Bunun dışında demokrasiyi
halkın arasında talep edilen farklı düşüncelerin
krize sokan onu işlemez hale getiren diğer bazı
nasıl iktidara taşınacağı ile ilgilenen bir
hususları maddeler halinde kısaca aktarmaya
sistemdir. Laiklik bir başat koşul olarak öne
çalışacağız.
sürüldüğünde dinsel taleplerini iktidarda
1-Demokrasinin sınırlanması sorunu: Demokrasi tanımı gereği, halkın çoğunluğunun
görmek isteyen önemli bir halk kesimi yok farz edilmektedir.
iradesine göre kararların alınması anlamına
Diğer yandan demokrasi ile siyasi talepleri
gelmektedir. Demokratik anlamda kararları
olan Müslümanlar arasındaki en temel gerilim
sınırlayan tek faktör halkın iradesidir. Ancak
demokrasinin tanımı gereği en son otorite
bu beraberinde bazı sorunları da ortaya
olarak halk çoğunluğunun iradesini görmesidir.
çıkarmaktadır. Öncelikle; seçilmişlerden
Oysa siyasi talepleri olan Müslümanlar
oluşan devlet, halk adına hareket ettiği için
İslam’la uyuşmayan bir halk iradesinin
siyasal yönetimlerin denetimi sorunu ortaya
iktidara taşınmasına asla razı olmayacaklardır.
çıkmaktadır. Halkın çoğunluğunun talebi
Demokrasi belli bir ideoloji veya din olarak
doğrultusunda devlet bazı azınlıkların, hatta
görülmeyip sadece bir mekanizma olarak kabul
bazen onu destekleyen halk çoğunluğunun
edilse bile, halkın çoğunluğu bir şekilde İslam
özgürlük alanlarını daraltmakta ve bunu
ile uyuşmayan uygulamaları talep ettiğinde
halk adına yapmaktadır. İkinci olarak halkın
bu kabul edilemez bir durum olarak görülecek
çoğunluğu istese de bazı kararların demokrasi
ve demokrasi işlerliğini yitirecektir. Tersi de
adına alınmasının doğruluğu tartışmalara yol
geçerlidir. Siyasi İslam talebinin çoğunluğa
açmakta ve demokrasi içinde bir kriz alanı
ulaştığı yerlerde laiklik yanlıları radikal bir
oluşmaktadır. Demokrasi içinde halk iradesinin
biçimde Müslümanların uygulamalarına karşı
dahi müdahale edemeyeceği özel ve evrensel
çıkacak ve gene demokrasi işlevselliğini
değerlerin olup olmadığı problemi demokrasinin
yitirecektir.
tanımı ile talepler arasında ciddi bir gerilim hattı oluşturmaktadır.
Görüldüğü gibi bu gerilim hem Müslümanların
Çağdaş demokrasiler tanımları itibariyle sınırsız
gerektiriyor, biz de çoğunluk oluncaya kadar
demokrasiyi işaret ederken, uygulama itibariyle
mevcut uygulamalara razı oluruz” sözünü tüm
demokrasiyi sınırlayan anayasal demokrasilerdir.
içtenlikleriyle söylemelerine kadar sürecek bir
hem de laiklerin “mademki demokrasi bunu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
27
gerilimdir. Peki, insanlardan böyle bir kabulü
böylece demokrasinin işlerliğine ket vuran
tam bir gönül rızasıyla beklememiz ne kadar
hususlar haline dönüşmektedir.
gerçekçi bir beklentidir? Bir Müslüman zihin bu boyutta bir demokratik kültürü içselleştirebilir mi? Dahası laiklik yanlıları bunu kabullenebilir mi?
bir diğer teknik işlevsizlik ise, toplumsal unutkanlıktır. İlginçtir, en zayıf hafıza çeşitlerinden bir tanesi toplumsal hafızadır.
En azından şu anki tablo bunun yeteri kadar
Toplumlar çok kısa sürede unuturlar. Siyasi
mümkün olmadığını gösteriyor. Sorunun
emel peşinde koşanlar bundan bol miktarda
demokrasi içinde kalınarak çözülmesi ve
yararlanırlar. Bol vaatlerle kandırdıkları
gerilimin minimuma indirilmesi oldukça zor
insanları seçimlere yakın verdikleri vaatlerle
görünmektedir. Belki demokrasinin bazı
tekrar kandırırlar. İyi işleyen bir demokraside
öğelerini de kullanarak geliştirilebilecek yeni
kötü yöneticilerin seçimler yoluyla gitmesi ve
bir mekanizma farklı kültür, din ve görüş
yerlerine iyi olanların gelmesi gerekmektedir.
sahiplerinin bir arada yaşamasını daha mümkün
Oysa toplumsal hafıza zafiyeti demokrasiyi bu
hale getirebilecektir. Demokrasiden daha ileri
yönüyle işlevsiz kılmaktadır.
böylesi bir post-demokratik model üretmenin gerekliliği her geçen gün daha fazla açığa çıkmaktadır.
Diğer bir teknik sorun da uygulanan seçim sistemlerinin gerçek halk iradesini iktidara taşıyamamasıdır. Öyle seçim sistemleri
2-Teknik olumsuzluklar: Demokrasi teknik olarak da birçok sorunla iç içedir. En basitinden seçmenlerin büyük bir bölümünün siyasete ilgisiz kalması ve bir-kaç yılda bir oy kullanmak için seçim sandığına gitme zahmetine bile katlanmaması demokraside meşruluk tartışmalarının çıkmasına
uygulanmaktadır ki bunlardan bazıları küçük bir azınlığın parlamentoda çoğunluğu sağlamasına yol açmaktadır. Aynı seçimde elde edilen sonuçlar farklı yöntemlerle değerlendirildiğinde bunların parlamentoya yansıması da farklı olmaktadır. Seçim barajları azınlıktaki birçok görüşün mecliste temsil edilmesini engellerken, barajlar kaldırıldığında ortaya tam bir curcuna
yol açmaktadır. Birçok Batı ülkesinde seçmenin
çıkmakta ve böylesi parlamentolardan çıkan
yüzde ellisinin seçimlere katılması yeterli bir
hükümetlerle sorunlara çare bulmak imkânsız
oran olarak görülmektedir. Oysa bu en az
hale gelmektedir. Bu yönüyle demokrasi tam bir
iki seçmenden birisinin iradesinin sandığa
paradoks yaşamaktadır.
yansımaması anlamına gelmektedir. Seçmenin bu tarz davranışının geri planında demokrasinin işlerliği konusunda buraya kadar sıraladığımız olumsuzluklar ve çıkmazlar nedeniyle oluşan pesimist yaklaşım vardır. Sandıklar hiçbir şeyi değiştirmemektedir. Çünkü demokrasi değişim heyecanını ortaya çıkartan dinamik bir işlerliği
28
Seçmen davranışı açısından ortaya çıkan
Demokrasilerin iktidar sürelerini sınırlandırması, farklı görüşlerin iktidara gelme şansını arttırdığı ve kötü yönetimlerin iktidardan gitmesini çabuklaştırdığı için olumlu bir özellik olmasına rağmen, politik miyopluğa yol açtığı için de olumsuzdur. “Politik miyopluk”; sınırlı iktidar
ortaya koyamamaktadır.
süresinin ortaya çıkardığı baskı nedeniyle, kısa
Aynı zamanda seçimde iradesini biçimlendirecek
alışkanlığının ortaya çıkardığı bir tür körlük
yeterli bilgiye ulaşmak için gerekli zaman ve
veya uzağı görmekten kaçınma hastalığıdır.
imkânı bulamayan seçmenin sandığa ilgisi
Bir sonraki seçimde iktidara tekrar gelme
de azalmaktadır. Bir şeyi seçecektir, ama
garantisi olmayan bir hükümetin, uzun vadeli
fark nedir bilememektedir seçmen. Eğer ona
bir vizyonunun olması mümkün değildir. Bu
heyecan veren bir spekülatif bir bilgiye sahip
nedenle sonraki seçimde iktidarda kalmasını
değilse ya da partilerin ajitasyon sürecine
garanti edecek popülist kısa vadeli politikalardan
tabi tutulmamışsa veya sadece taraftarlık
başka büyük projelerin ortaya konması
ruhuyla hareket etmiyorsa sandıklar onun için
mümkün olmamaktadır. Bu ise demokrasinin
anlamsızdır. Seçmen ilgisizliği ve bilgisizliği
ülke politikalarına zorunlu olarak yaptığı bir
vadeli düşünme ve kısa vadeli politikalar üretme
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kötülüktür. Bunu aşmak için parti politikalarıyla
sistemleri hak etmektedir ve buna ulaşabilecek
değiştirilemeyen anayasal önlemler gündeme
müthiş imkânlara ve tarihsel bir tecrübeye
getirilmektedir. Ama bu da demokrasinin temel
sahiptir.
tanımı ve felsefesi ile çelişen bir durumdur. Gerilim sürmektedir.
Batının kendisine ait her şeyi o alanın bir daha
3-Özgürlük-eşitlik gerilimi: Aslında bu gerilim
hastalığı, demokrasi için de geçerli olmuştur.
sadece demokrasinin değil modern toplumların
Batı özelinde Amerika’nın züppe entelektüelleri
kaçınılmaz bir sonucudur. Modern dönemlerde
komünist bloğun çökmesiyle tarihin sonunu
özgürlük, sınırsız bir şeye dönüştürülmüştür. Bu
ilan ettiklerinde, ulaşılmaz ve geri dönülmez
tarz bir özgürlük çözülme ve dağılmanın tüm
olarak gördükleri bu yeni dönemin siyasi rejimini
kapılarını açmış ve her şeyi değersizleştirmiştir.
demokrasi olarak açıkladılar.
ulaşılamayacak bir zirvesi olarak lanse etme
Özgürlük dayatmacılığa ve köleleştirilmeye karşı vazgeçilmez bir özellik olmasına rağmen bu yönünü fazlasıyla aşan bir veçheye bürünmüş ve her türlü sınırı yok saymak özgürlüğün olmazsa olmaz koşulu olarak algılanmaya başlanmıştır. Oysa demokrasi özgürlük kadar insanların eşitliğini de temel bir koşul olarak kabul etmektedir. Sorun da burada başlamaktadır. Sınırsız bir özgürlük mutlak bir eşitlikle nasıl bir arada yaşayacak? İşte gerilim burada oluşmaktadır. Amacımız konuyu tartışmak olmadığından sadece soruna böylece işaret
Oysa her sistem gibi demokrasi de eksiklikleri olan bir sistemdir. Batı düşüncesi misyonerliğinin bir aracı olarak tüm dünyaya dayatılmakta ve tartışılmaz bir değer olarak kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Demokrasiye eleştirel yaklaşan herkes anında kategorize edilerek dışlanmaktadır. Tüm demokrasi karşıtlıkları eşit seviyede görülmekte ve getirilen her eleştirel yaklaşım hemen diktatörlükle özdeşleştirilmektedir. Yani demokrasiyi eleştirmek diktatörlüğü savunmak anlamında
etmekle yetiniyoruz.
şeytanlaştırılmaktadır. Yazının başında İslami
4-Demokrasinin tartışılmazlığı sorunu:
değinmiştik. Diktatörlükten kurtuluş için can
Demokrasi tarih boyunca gelip geçmiş
havliyle zorunlu bir çıkış olarak demokrasiye
yönetim çeşitlerinden birisidir. Tarihseldir,
sarılmak da, demokrasiyi şeytanlaştırıp tümden
koşulludur. Tarih boyunca denenen monarşi,
dışlamak da doğru değildir. Yeni bir sistem
oligarşi, teokrasi gibi yönetim çeşitlerine
arayışında insanlığın demokrasiden alacakları
göre avantajları olduğu kadar dezavantajları
çok önemli noktalar vardır. Ama bu demokrasiye
da vardır. Zannedildiği ve yüceltildiği gibi
gözü kapalı sarılmayı gerektirmez. Eleştirel bir
insanlık tarihinde siyasi alanda ulaşılan zirve
yaklaşım zararlı olanı, işlemeyen yönleri ortaya
olacak kadar mükemmel de değildir. 20. yy.da
çıkartacağı gibi, faydalı ve kullanılabilir yönleri
demokrasiye bu kadar rağbet edilmesinin
de görmemizi sağlayacaktır. Ancak ilginç bir
en önemli sebeplerinden bir tanesi, diğer
şekilde demokrasi misyonerleri ve havarileri
yönetim şekillerinin ortaya çıkardığı kötü
tıpkı azılı demokrasi karşıtları gibi bu eleştirel
sonuçların insanlığı demokrasiye yöneltmesidir.
yaklaşımı bile kabul edememekte ve bu bakış
Diktatörlüğe, monarşiye, tiranlığa karşı
açısına sahip olanları diğer karşıtlarla birlikte
demokrasi daha tercih edilebilir bir sistemdir.
demokrasinin cehennemine göndermektedir.
Ancak bu durum demokrasinin tartışılmaz
Demokrat olmayı değişmez ve nihai ahlaki
mükemmel bir rejim olduğu manasına
davranış biçimi olarak tanımlamak ve buna
gelmemektedir. Diğer sistemlerin eksiklikleri
uymayanlara kem gözlerle bakmak hastalıklı
demokraside bir artı gibi görünürken, eskilerde
bir yaklaşım biçimidir. Demokrasiden önceki
var olan bazı iyi yönler de demokraside mevcut
sistemlerin çığırtkanları da aynı duygularla
değildir.
ortaya çıkmışlardı.
Demokrasiyle insanlığın yönetim bakımından
Tarihin sonunu sadece Amerika ilan etmedi.
tarihin sonuna gelindiğinin zannedilmesi büyük
Tarihte büyük iddialarla ortaya çıkan tüm
bir yanılgıdır. İnsanlık demokrasiden çok daha iyi
devletler bu iddiayı dillendirdiler. Osmanlı
kesimin demokrasi konusuna yaklaşımlarına
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
29
devletinde İbni Haldun’un mukaddimesi yasaklanmıştı. Sebebi çok ilginçtir. Mukaddimeyi okuyanlar İbni Haldun’un organizmacı tarih ve devlet anlayışının bir tezahürü olarak her devletin bir gün sona ereceğini söylemesine çok şaşırdılar. Koskoca Osmanlı devleti de mi yıkılacak, diye sorgulamaya başladılar. Buna inanamadılar. Ortaya çıkan tartışmalar Osmanlı devletinin varlığını sorgulatmaya başlayınca Abdülhamit Mukaddime’yi yasaklattı ve
Onun için Amerikan imparatorluğunun da, demokrasinin de bir gün sonu gelir ve yerlerine yeni devletler, yeni sistemler inşa olunur. Demokrasiye getirilen eleştiriler ve bizim bu eleştirilere katkılarımız bunlarla sınırlı değil elbette. Özellikle demokrasinin oluşturduğu soft-totaliter yapı ciddi olarak eleştirilmeyi hak ediyor. Azınlıkta kalanların asla iktidarda temsil şansının olmaması, demokrasinin çoğunluğun diktatöryasına dönüşmesi, demokratik yapılarda oluşan askeri ve sivil bürokrasinin engelleyici faktörü, toplumun bir kütle toplumuna dönüşmesi, demokraside kuvvetler ayrılığı ilkesinin ortaya çıkardığı sorunlar gibi sıralayabileceğimiz pek çok problem demokrasinin açmazlarını oluşturan diğer kriz noktalarıdır. İslam ve demokrasi sorunu ise bizim bu yazı boyunca bilinçli olarak detaylarına girmediğimiz bir sorun oldu. Sonuç olarak bu kadarını ortaya koymamız, bizim tüm bu sorunlara işaret etmekteki temel amacımız olan, demokrasinin bazılarınca savunulduğu gibi hiç de problemsiz olmadığını gözler önüne sermek açısından yeterli olmuştur sanırım. Demokrasinin olumsuz yönlerini asla gözlerden uzak tutmamak, olumlu yönlerinden gerektiği şekilde faydalanabilmemiz için en çıkar yoldur. Bizce aklın yolu bu olmalıdır.
- BİTTİ -
30
www.islamiyorum.com
toplattırdı.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ
MAKALE 3 :
Demokrasi ve Hakimiyetin Kaynağı Problemi
Yusuf İmamoğlu
İslam ve demokrasi konusu, Müslümanlar ara-
küfür ile itham etmelerine yol açıyor. Dolayısıyla
sındaki en tartışmalı konulardan birisidir.
yapılan her tartışma, çözümü biraz daha uzak-
Kimileri “demokrasi” ile “şura” arasında benzerlikler olduğunu söylemekte; demokratik yönetimlerde halk iradesinin yönetime yansıdığını, halkın kontrolünün otorite üzerinde hissedildiğini düşündükleri için demokrasiyi İslam’a uygun görmektedir. Sağladığı özgürlük ortamının ve farklı fikirlerin kendisini ifade etmesine imkân vermesinin İslam’ın yeryüzündeki hedefleriyle örtüştüğünü savunmaktadır.
laştırarak ayrılıkları biraz daha derinleştiriyor. Tartışmaların merkezinde yer alan asıl konu, hâkimiyetin kaynağı meselesidir. Demokrasi, aynı zamanda temel niteliği de olan tanımına göre “halk hâkimiyeti”dir.1 Demokrasinin şirk olduğunu savunanların tanımına göre İslam ise “Allah’ın hâkimiyeti” esasına dayalı bir hayat görüşüdür. Bu durumda İslam’ı, gelenekçilikten bağımsız, Kur’an ve sünnet çerçevesinde an-
Kimileri ise içinden çıktığı kültür, ortam ve ona
lama çabasını gözeten Müslümanlar için konu;
rengini veren esas değerler bakımından de-
tevhid, uluhiyyet, tağut, sistem içi ya da sistem
mokrasinin İslam ile bağdaşmasının mümkün
dışı kavramlarına gelip dayanmaktadır. Bütün
olmadığını, ayrı bir din olduğunu savunmaktadır.
problemin gelip düğümlendiği, birbirine bağlı iki
Onunla kurulacak herhangi bir yakınlığın küfre
temel konu ortaya çıkmaktadır:
veya şirke düşüreceğini söylemektedir. Bu tartışma her geçen gün daha da kızışarak, “tevhidi” hassasiyeti bulunan Müslümanların gündemine biraz daha yerleşiyor. Aralarındaki en önemli problem konularından biri olmaya doğru gidiyor. Demokrasi ile küfür arasında kurulan irtibat, konunun sağlıklı bir şekilde tartışılmasını engelliyor, Müslümanların birbirlerini şirk ve
- Demokrasinin, uluhiyyetin yalnızca Allah’a has kılınması ve tağuta her ne şekilde olursa olsun boyun eğilmemesi ilkesine ters olması Dr. Nevin Abdulhâlık Mustafa, İslam Siyasi Düşüncesin-
1
de Muhalefet, İz Yayıncılık, S. 61 Abraham Lincoln (1809-1865), demokrasiyi “halkın halk tarafından ve halk için yönetimi” şeklinde tanımlamıştı. (İslam ve Demokrasi, Ali Bulaç, İz Yayıncılık, S.63)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
31
- Cahili sistemle uzlaşma anlamına gelen sistem içi mücadelenin gayrimeşru olması. Bu makale bu iki noktayı hamasetten uzak sağlıklı bir zeminde tartışmayı hedeflemektedir. Şüphesiz ki İslam’ın, siyasi tartışmaların konusu haline gelmesinden bu yana bu mesele birçok yönü ile tartışılmış üzerine çokça şey söylenmiştir. Biz ise belki bunlardan birçoğunu tekrar ederek meseleyi, hâkimiyet ve uluhiyyet kavramları üzerinde yeniden düşünerek tartışmayı deneyeceğiz. Bu çerçevede;
hikmet (19:12), prensip (60:10) anlamlarına gelen hükm kelimesi 30 kez, hakem ise 3 kez geçmektedir. 50 yerde ise mazi ve muzari kalıplarıyla kullanılmaktadır; buradaki kullanılan anlamları ise, yargılama, yargılanmak, hüküm vermek, hesaba çekmek, karar vermek,5 ihtilafları çözmek,6 hükmetmek,7 prensipler belirlemek, hüküm koymak8 şeklindedir. Şüphesiz ki, bu kelimeler arasında aynı kökten türemiş olmanın yanında anlam ilişkileri de var. Ancak makalenin hacmi ve hedefi itibarıyla, ayetlerin hâkimiyet konusuna getirdiği açıklığı dikkate almak duru-
- Önce hâkimiyet kavramını ele alıp “hâkimiyet ilahi midir, beşeri mi?” sorusuna cevap arayacağız
mundayız. “Arapçada “el-Hukm” kelimesi sözlükte yargı ve yargıda bulunmak anlamındadır. Kelime bütün
- Sonra uluhiyyet kavramını ele alıp “Allah’ın hâkimiyeti” meselesinin ne anlama geldiğini ve imkânını tartışacağız - Son olarak da “sistem içi” ve “sistem dışı” kavramlarını ele alacağız.
kökleriyle, taraflar arasında ister anlaşmazlık bulunsun isterse bulunmasın belirli bir konunun gerçek değerinin anlaşılması için, bu konuda yetkili kabul edilen bir makama başvurma mânâsını ihtiva etmektedir: Kur’ân-ı Kerîm’de de -kelimenin bu anlamı göz önünde bulundurularak- kullanıldığı görülmektedir.
Hâkimiyet
Bu kelimenin Türkçede “egemenlik” anlamında
Türkçede “hâkimiyet” olarak kullanılan kelimenin Arapça aslı “ha-ke-me” fiil kökünden türemiştir. Bu kökten türemiş olan “hükm, hâkim, hikmet, hakîm, muhkem” gibi kelimeler Kur’an’da 210 defa geçmektedir. “Ha-ke-me”den türemiş olan kelimelerin Kur’an’da kullanılışı şöyle sıralanabilir: “…İçlerinden onlara senin ayetlerini okuyan,
kullanılan “hâkimiyet” şeklindeki söylenişi ise, hüküm koyma, hüküm verme yetkisi, yüksek egemenlik (sovereignty) anlamıyla Arapçada da yenidir. Hâkimiyeti hukukçular ve siyaset bilimcileri genel olarak şu şekillerde tanımlarlar:
kitabı ve hikmeti öğreten…”2 ayetinde olduğu gibi
J. Bodin’e göre hâkimiyet; “yurttaşlar ve uyruklar
hikmet kavramı, çoğu “kitap ve hikmet” şek-
üstünde yasayla kısıtlanmamış en yüksek iktidar”
linde olmak üzere 20 kez; “…Doğrusu güçlü ve
(G. Sabine, Siyasal Düşünceler Tarihi, II, 82); J.
hakîm olan ancak sensin” ayetindeki gibi, her şeyi
J. Rousseau’ya göre “genel iradenin uygulanması”
hakkıyla bilen, bilgelik sahibi anlamında, büyük
(İçtimaî Mukavele, İstanbul, 1967, 137); İbn
kısmı alîm ve azîz ile birlikte Allah’a ve Kitaba
Haldun’a göre “sahibinin gücü üstünde bir gücün
nispetle kullanılan hakîm/hakîmen kavramı 97
bulunmaması” (Mukaddime, Mısır, (t.y), 188)
kez geçmektedir. Yargılama anlamındaki “ahke-
anlamındadır.
3
me” 2 kez, ayetlere nispeten muhkem ifadesi de 2 kez kullanılmaktadır. “…Allah hükmedenlerin en hayırlısıdır”4 ayetindeki gibi, yargılayanlar, hak-
kında hüküm verenler, hâkimler anlamına gelen
Çağdaş hukukçular ise -ufak tefek farklılıklar bir yana bırakılacak olursa- hâkimiyeti şöyle tarif ederler:
hâkimîn 5 defa, hukkâm 1 defa kullanılmaktadır. Yargılamanın sonucu (28:70), karar, takdir, işi bir yere vardırmak (12:67, 52:48), bilgelik/
40:48, 5:42, 48, 49, 39:46, 10:35, 37:154, 4:141,
5
11:109, 12:40, 13:41, 16:124, 22:56, 69, 21:78, 24:48
2, Bakara: 129
6
2, Bakara: 129
7
7, A’raf: 87
8
2 3 4
32
2:113, 213, 3:55, 3:23, 7:87, 38:22 4:57, 4:105, 5:1, 38:26 60:10, 6:136, 16:59, 45:21
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
“Belli bir ülke ve o ülkede oturan hakikî ve tüzel
yasal hâkimiyet ise fiili bir durumu ifade eder.
kişiler üzerinde kullanılan ve devlet kişiliğine bağlı
Ve Allah bu anlamda kullarına hâkimiyet verdi-
olan, ondan ayrılmayan asli en yüksek hukukî
ğini belirtmekte10, istişareden11 söz etmektedir.
iktidar veya kudrettir.” Ya da kısaca; “aslî ve en
Siyasal anlamda hâkimiyetin icrası ister iste-
yüksek kumanda ehliyet ve salahiyeti” şeklinde
mez insan eliyle gerçekleşmektedir. Zira Allah
tanımlanabilir.
insanların arasına inerek hâkimiyet icra edecek
Mevdudi ise, hâkimiyeti tanımlarken şunları söylemektedir:
değildir. Kendisini ne kadar Allah’a dayandırıyor olursa olsun, siyasal bir hâkimiyetin icra ettiği şey sonuçta kendi hâkimiyetidir. Bu sebeple si-
“Siyaset biliminde bu terim; en yüksek iktidar ve mutlak iktidar anlamında kullanılır. Herhangi bir kimse ya da topluluğun hâkimiyeti elinde tutmasından maksat şudur: Onun her hükmü kanun mahiyetini taşır ve kanun olur. Böyle bir kimse ülkesinde yaşayan fertlerin üzerinde hükümlerini yürütür ve sınırsız tercih ve yetkilerin sahibi olur. İdare edilenler de böyle bir kimseye
yasal anlamdaki hâkimiyetin beşere ya da halka ait olduğu kabul edilmelidir. Bu gereklilik, hem gerçeğin böyle olmasından hem de Allah’a ait olduğu söylendiğinde ortaya çıkacak sakıncalardan dolayıdır. - “Gerçeğin böyle olmasından” derken kastımız şudur:
kayıtsız şartsız itaat etmeye mecburdurlar. Onun
“Allah’ın hâkimiyeti” ya da “egemenliğin mille-
yetki ve tercihlerini kendi irâdesi altında hiç bir
te değil Allah’a ait olduğu”, fiili olarak mümkün
şey sınırlandıramaz ve kısamaz. Fertlere verilmiş
olmayan bir durumdur. Çünkü toplumun tama-
bulunan herhangi bir hak var ise, bu hak da ancak
mı böyle bir şeyi kabul edip boyun eğse bile
onun tarafından verilmiş olur… Diğer taraftan
hâkimiyeti icra edecek olan; insanlar içinden bir
hâkimiyeti elinde bulundurması sebebiyle herhangi
birey veya bir gruptur. Egemen olan, fiili olarak
bir kanun bağlamadığı için böyle birisi tam
hâkimiyeti elinde bulunduran birey veya gurup
mânâsıyla kadir-i mutlaktır…” (İslâm’da Hükümet,
olacaktır. Birey veya gurup kendisini hangi dün-
çev: A Genceli, Ankara t.y. s 421-422) Mevdûdî’ye
ya görüşüne dayandırıyor olursa olsun, icra et-
göre “bundan daha az kudret ve imkâna
tiği hâkimiyet kendi yorumudur. Bu sebeptendir
‘hâkimiyet’ denemez.”
ki, ne cumhurî yönetimlerin, ne kapitalizmin, ne
9
Hâkimiyetin, kevnî hâkimiyet, uhrevi hâkimiyet,
“Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etme-
10
nizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle
değer yargılarında hâkimiyet, kanunî hâkimiyet,
hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor.
siyasal hâkimiyet gibi türlerinden söz edilebilir. Sorulması gereken soru şudur: Hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğuna tepki ile bera-
Şüphesiz Allah işitir ve görür.” (4, Nisa: 58) “Ey Davut! Seni şüphesiz yeryüzünde hükümran kıldık, o halde insanlara arasında adaletle hükmet, hevese uyma
ber “hâkimiyetin kayıtsız şartsız Allah’a ait
yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın
olduğu” doğru bir ifade midir? Şüphesiz ki Allah yerin ve göğün yegâne malikidir. Hâkimiyetin mutlak anlamdaki sahibi O’dur.
yolundan sapanlara, onlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin azap vardır.” (38, Sad: 26) “O sizi yeryüzünün halifeleri yapan ve sizleri verdiği şeylerle imtihan etmek için kiminizi kiminize derecelerle
O’nun kudret elinde olan hiçbir şeyi O’ndan ala-
üstün kılandır. Hiç kuşkusuz Rabbin karşılık vermede
bilecek yoktur. Kendisine ait olduğunu bildirdiği
hızlıdır. O bağışlayıcıdır, sevgi ve merhameti sonsuzdur;
bir şeye sahip olma iddiası ise şirktir. O halde soru, “Allah siyasal anlamdaki hâkimiyetin kendisine ait olduğunu mu anlatmıştır?” şeklinde anlaşılmalıdır.
bundan hiç şüpheniz olmasın, hiç!” (6, En’am: 165) “Hani Rabbin meleklere ‘Yeryüzünde bir halife var edeceğim demişti’…” (2, Bakara: 30) “… İşleri onlara danışarak yürüt sonra da çıkan ortak
11
Kâinata ve hesap gününe hâkim olan Allah’tır. İnsanlığın doğru bir yol üzerinde olabilmesi için gerekli olan değer yargılarını O bildirmiştir. Si-
kararı Allah’a dayanarak azimle uygula…” (3, Al-i İmran: 159) “Onlar Rablerinin davetini kabul ederler ve canı gönülden namaz kılarlar. İşlerini aralarında danışarak yürütürler. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan başkaları için de har-
Beşir Eryarsoy. Hakimiyet
9
carlar.” (42, Şura: 38)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
33
teokrasinin12 ne de demokrasinin dünyada tek
konudur. Hâkimiyetin millete ait olması, temsili
bir uygulanış biçimi olmamıştır. Uygulayıcısının
otoritenin yetkisiz olduğu anlamına gelmiyor. Fi-
niteliğine bağlı olarak farklı yorumlar ortaya
ili durum, itaat edilmek zorunda olan otoritenin
çıkmıştır. Farklılığın doğal ve yapay sebepleri
belli insanlardan ibaret olması demektir. Ancak
olmakla beraber bu durum, kendisini İslam’a
otorite ve gücün belli ellerde toplanmış olması,
nispet eden yönetimler için de geçerlidir. Bir
onların bir meşruiyete ihtiyaç duymayacağı so-
iktidar, bütün samimiyeti ile birlikte kendisini
nucuna da çıkmıyor. Meşruiyet sebebi, otoritenin
Allah’a nispet ediyor olsa bile iktidara taşıdığı,
dayandığı kaynak olarak kalıcılığını temin ediyor.
kendi yorumundan ibarettir. İnsani irade ve ter-
Zira otorite toplumun azınlığıdır ve tepeden aşa-
cihleri hâkimiyetten soyutlamanın imkânı yoktur.
ğıya doğru genişleyen bir güce dayanmak zo-
Bunun tek yolu, vahyin insan yorumuna ihtiyaç
rundadır. En tabanda yer alan ve en büyük güce
bırakmayacak ölçüde teferruatlar içermesi ola-
sahip olan ise halktır ve halk otoritenin meşrui-
bilirdi. Ne var ki o zaman ne ciltlere sığabilir ne
yet sebebini onaylamadıkça tepenin kalıcı olması
de evrenselliğini koruyabilirdi. O halde insanın yorumu kaçınılmazdır. Yapılan yorumun hakikate isabeti ise samimiyetle sınırlı olmayıp, akıl, güç
Toplum bir bütün olarak, siyasal anlamda üret-
ve imkân gibi değişkenlere de bağlıdır.
tiklerinden sorumludur. Yetkisi olmayanın so-
Oysa Allah’ın hâkimiyeti denen şeyin, doğruya isabet ihtimali gibi bir kusur içermemesi gerekir. Hem kusur içeriyor, hem de ortaya çıkan sonuca “Allah’ın hâkimiyeti” adı veriliyorsa, “Allah adına konuşmak, O’nun adına doğrular yanlışlar belirlemek” gibi büyük bir vebal altına giriliyor demektir ve bu aynı zamanda şirktir. Hiçbir Müslüman bile bile bu duruma düşmek istemez. Dolayısıyla hâkimiyet ne kadar Allah’a nispet
rumlu olduğu da iddia edilemez. Hâkimiyetin ortaya çıkardığı sonuçlar da bu kurala dâhil edilmelidir. Toplumun sorumluluğunun sadece verili olanları uygulamaktan ibaret olduğunu söylersek, toplumun kısıtları ile yaptıklarını doğrudan kaynak edindiği kitaba bağlamış da oluruz. Oysa Kur’an, evrensel, mutlak olarak adil, beşeri kusurlardan münezzehtir. Ama insanın yapacakları öyle değildir.
ediliyor olursa olsun sonuçta egemen olan, bunu
“Hâkimiyetin kaynağı toplumdur” dendiğinde,
dillendiren insan ya da insanlar topluluğudur.
bunun haksızlıklara sebep olacağı ve keyfi dav-
Hâkimiyet meselesinin ilahi değil, beşeri bir fiil olduğunu ifade ederken, bu konunun; insanlık tarihinin kaydettiği en büyük aldatmacalara konu olduğunu da belirtmemiz gerekir. Tebaa ya da halk, sürekli “halk adına” ya da “Allah adına” hareket ettiğini söyleyen otoritelerce aldatılmıştır. Çünkü hâkimiyetin ister halka isterse Allah’a ait olduğu söylenmiş olsun, sonuçta onu elinde bulunduran bir avuç insandır. Hatta çoğu durumda bir tek insandır. Bu manzaraya bakıldığında hâkimiyet, fiili durum, dayandığı kaynak, dayandığı güç vs. bakımdan analize ihtiyaç duyan bir “Sahih vahy geleneğinin çözüldüğü veya kopukluğa
12
uğradığı her dönemde, hemen hemen bütün siyasal
ranışların önünü açacağı söylenecekse; otoritenin Allah’a ait olduğunu söylemek, beşerin keyfi davranışının önünde bir engel teşkil etmez. Zira otoritenin Allah’a ait olduğuna inanan bir toplumda da otoritenin keyfiliğini denetleyecek ve buna engel olacak güç toplumun kendisinden başkası değildir. Bu yönden bakıldığında hâkimiyet sorumluluğunu topluma vermek; toplumu, yöneticiyi denetleme ve gerekirse azletme yetkisiyle donatmak, keyfiliğin önünde daha reel bir engel oluşturmaktadır. - Siyasal hâkimiyetin Allah’a atfedilmesinin sakıncalarından kastımız ise şudur:
iktidarlar, meşruiyetlerini kutsal, aşkın yani ilahi bin
Eğer bir iktidar hâkimiyetin Allah’a ait olduğu-
kaynağa dayandırmışlardır. Eğer teokrasiyi, siyasal
nu iddia ederek icraatta bulunuyorsa, yaptığı
otoritenin kendini ilahi bir kaynağa dayandırması ve
hatalar, beceriksizlikler tebaa tarafından doğal
yönetim hakkını din adamlarına veya kutsanmış kişilere devretmesi paydalarında toplamak mümkünse, yukarıda saydığımız bütün yönetim örneklerinin üç aşağı beş
34
mümkün değildir.
olarak hâkimiyetin kaynağına atfedilir. Teokratik devletlere duyulan tepkide bu durumun kötüye
yukarı teokratik bir özellik arz ettikleri söylenebilir.” (Ali
kullanılması kadar beceriksizliklerin rolü olduğu
Bulaç, İslam ve Demokrasi, İz Yayıncılık, S. 79-80)
da unutulmamalıdır. Roma, Mısır, Hitit, Yunan
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ya da Osmanlı örneklerinde olduğu gibi teok-
meşruiyeti tamamen ortadan kalkar. Oysa siya-
ratik yönetimin şüphesiz ki tek bir çeşit olduğu
sal hâkimiyet halka ait bir hak olarak görülür ve
iddia edilemez. Ancak kendisini Tanrı’ya nispet
iktidarın dayanağı da halkın kendisi olursa halk,
eden teokratik iktidarlar da en az diğerleri kadar
verdiği görevi kötüye kullananlardan onu geri
zulüm kaynağı olmuştur. Ve gerçekte bunların
alma hakkına da doğal olarak sahip olur. İyinin
hâkim kıldıkları şey hiçbir zaman Tanrı’nın değil
de kötünün de sorumlusu kendisi olur. Bununla
kendilerinin iktidarıdır. Şüphesiz ki, sui misal
birlikte hâkimiyeti yalnız Allah’a ait bir hak ola-
emsal olmaz. Elde edilen gücü “Tanrı adına” kö-
rak görüp ümmetin halifeyi kontrol yetkisine sa-
tüye kullanmak, Allah’ın hâkimiyeti fikrine karşı
hip olduğu ve yetkisini kötüye kullandığı zaman
tek başına bir argüman sayılmayabilir. Ancak hâkimiyeti Allah’a nispet etmek, halkı, gücü elinde bulundurana muhatap olmaktan çıkarmaktadır.
onu azledebileceği söylenirse, bu; hâkimiyeti ümmete atfetmektir. Ama bunu söyleyenlerin, ne imamet ve ne de hilafet siyaset nazariyesinde yöneticiyi kontrol edecek veya azledecek me-
İslam geleneğindeki hâkim düşüncenin, hâkimiyetin ilahi olduğu yönünde geliştiğini; hâkimiyetin beşeri olduğu yönündeki düşüncenin Osmanlı’nın son dönemlerindeki Batı eğilimi sayesinde gündeme geldiğini; daha öncekilerin oldukça marjinal kaldığını söyleyebiliriz. Sünni hilafet ideolojisinde halifelerin yalnızca Allah’a karşı sorumlu olduğu yaygın kanaattir. Sorumluluğu halka karşı değil, Allah’a karşıdır. Çünkü onun yetkisi insanlardan değil Allah’tan gelmektedir ya da mevcut iktidar Allah’ın iradesinin bir tecellisidir. “Cebr”, “kader”, “iktidarın Allah’ın giydirdiği gömlek olması” da aynı düşünüş biçiminin izdüşümleridir. Bunun arkasında Allah’ın
kanizmaların oluşturulmadığını bilmesi gerekir. Allah, hâkimiyet, uluhiyyet veya benzer kavramlarla ilgili olarak, siyasal egemenliğin kendisine ait olduğuna dair bir şey söylememiştir. Hükmün Allah’a ait olduğunu belirten ayetlerden, hâkimiyetin Allah’a ait olduğu sonucunun çıkarılması, bu ayetlerde geçen ha-ke-me kökünden türemiş kelimelerin hepsinin siyasal egemenlik anlamında yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Oysa bu tür ayetlerde kast edilen siyasal egemenlik değildir. Böyle bir anlama gelmesi en muhtemel ayetleri incelediğimizde bu gerçeği açık bir şekilde görebiliriz:
kullarını idare etmesi için birini görevlendirmiş
“Allah’ı bırakıp taptığınız, sizin ve babalarınızın
olması düşüncesi yatar. Bu düşünceye göre
isimlendirdiği isimlerden başka bir şey değildir.
gökte de ilah, yerde de ilah olan Allah’ın yeryü-
Allah onların doğru olduğuna dair bir delil indir-
zündeki egemenliğinin temsilcisi, O’nun insanlar
memiştir. Hüküm vermek ancak Allah’a aittir.
arasından seçtiği seçkinlerdir. Şia’daki imamet anlayışı da buna fazlasıyla benzemektedir: İmamların Allah tarafından doğrudan görevlendirme ile geldiği ve masum oldukları, imametin imani esaslar arasında yer aldığı yani otoritenin kaynağının ilahi olduğu savunulmaktadır.
Kendisinden başkasına değil O’na kulluk etmenizi emretmiştir. Bu dosdoğru dindin, fakat insanların çoğu bilmezler.” (12, Yusuf: 40) “İnsanlar bir tek ümmetti. Allah peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi; insanların ayrılığa düştükleri hususlarda aralarında hüküm ver-
Allah’a dayanan bir şeyi sorgulamak insana
mek için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi. An-
düşmez. İktidarın kendisini yaratıcıya nispet et-
cak kitap verilenler, kendilerine belgeler geldikten
mek suretiyle eleştiri ve isyanlara karşı aşılmaz
sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden onda ayrılığa
duvarlar örmesi kötü niyet ürünü olsa da; iyi
düştüler. Allah, iman edenleri, ayrılığa düştükleri
niyet bu durumda fazla bir şey değiştirmez. İlahi
hakka kendi izni ile eriştirdi. Allah dilediğini doğru
olan bir iktidar halk tarafından kontrol edilemez,
yola eriştirir.” (2, Bakara: 213)
hataları düzeltilemez, haddi aştığında yerine yenisi getirilemez. İktidar sahibi dokunulmaz hale gelir. Ona karşı gelmek Allah’a karşı gelmek olarak değerlendirilir. Meşruiyetini Allah’tan alan bir otoritenin sorumluluğu da O’na karşı olur. Ona itiraz etmenin, zulmettiğinde isyan etmenin
“Ey inananlar! İnanmış kadınlar hicret ederek size geldiklerinde onları deneyin… Allah’ın hükmü budur; aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hakîmdir.” (60, Mümtehine: 10) “Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
35
vermek Allah’a aittir. Deki: ‘O Allah benim Rab-
getirenler olmuştur. Bunlara ilaveten, “araların-
bim, ben O’na dayanırım, O’na sığınırım.” (42,
da adaletle hükmet, senin verdiğin hükmü kabul
Şura:10)
etmezlerse…” şeklinde geçen ifadelerin sadece
“… Bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve peygambere götürün, eğer Allah’a ve ahiret gününe gerçekten iman ediyorsanız bu hem hayırlı hem de sonuç alma bakımından daha güzeldir.” (4, Nisa: 59)
kün olsa bile; eğer ortada bir yargılama varsa bunun bir yasamaya dayanması gerekir. Sadece yargının adaletli olmasıyla işin sonuca bağlanamayacağı gibi, yasama ayağından bağımsız bir yargıdan da bahsedilemez. Ayetlerin siyasal
“Ey iman edenler! Ahde vefa gösterin. Aşağıda adı
anlamda bir yargıdan bahsetmesi aynı kaynağın
geçen hayvanlar size hac yasakları dışında serbest-
yasamaya dair belirlemelerini de zımnen kabul
tir. Allah dilediği hükmü verir.” (5, Maide: 1) “… Herkim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin… zalimlerin… fasıkların ta kendileridir.” (5, Maide: 44, 45, 47) “… Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet; sana gelmiş olan Hak’tan ayrılıp da onların hevalarına tabi olma…” (5, Maide: 48)13
etmek anlamına gelir. Fakat kaynağın yasamaya dair belirlemelerinin olduğunu kabul etmek bunları bizzat O’nun icra edeceği anlamına gelmez. Veya iktidarın ilahi olmasını gerektirmez. Allah’ın bu anlamdaki hâkimiyetini değerlerin ve prensiplerin belirlenmesi şeklinde anlamak icap eder. Allah hâkimiyet sağlamak için değil hâkimlere yol göstermek için kitaplar, elçiler
“Cahiliye devri hükmünü mü istiyorlar? Yakinen
gönderir. Hâkimiyet ise insanın çözmesi gere-
bilen bir millet için Allah’tan daha iyi hüküm veren
ken bir problemdir. Dayandığı güç ve meşruiyet
kim vardır?” (5, Maide: 50)
zemini ise toplumun kendisi olmak zorundadır.
“Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (4, Nisa:65)
Allah, beşere her konuda olduğu gibi siyaset ve egemenlik konusunda da kendisine uyulduğunda huzura ulaşılacak değerleri bildirmiştir. Bu esaslara uyulduğunda ortaya çıkacak iktidar ilahi bir iktidar olmadığı gibi sorgulanamaz bir otorite de değildir. Zira beşerin bu esaslara uymaya çalış-
Beşerin, üzerinde hareket edeceği sabiteleri O
ması hata yapmayacağı, yanlışlık üretmeyeceği
belirler. İhtilafları çözmek ve yolu aydınlatmak
anlamına gelmez. Çünkü esaslar her ne kadar
için gerekli işaretleri O gösterir. Siyasal egemen-
adaletin ve dosdoğru hareket ve iktidar etmenin
liğin nasıl hak ve adalet üzere icra edileceğine
garantisi olsa da onun uygulaması öyle olmaya-
dair gerekli verileri O temin eder. Ancak bundan
bilir.
sonrasını beşerin sorumluluğuna bırakmıştır. Bu sorumluluk anlayışı ile beşer, elde ettiği güçle toplumları yönetir. Yukarıdaki ayetlerde geçen “Allah’ın değerler belirlemesi”, “hükümler indirmesi” şeklindeki ifadelerden anlaşılması gereken, insanın bu alandaki sorumluluğunda yolu-
Hâkimiyet konusu bir bakıma mülkiyet konusuna da benzetilebilir: Kur’an birçok defa mülkün ancak Allah’a ait olduğunu, mülkünde hiç kimsenin O’na ortak olamayacağını ifade eder. Ancak bu, insanın mülk edinemeyeceği anlamına gelmez.
nun aydınlatılmasıdır.
Tam aksine zekât ve sadaka gibi kavramlar mül-
Yukarıdaki ayetlerden Maide suresinde yer
nın önemli ve belirleyici olduğunu gösterir. İnsan
alanlarla ilgili olarak; bu ayetlerin “siyasal ege-
mülk sahibi olmalıdır ki, onu nasıl kullandığı or-
menlikle bir alakasının olmadığı, muhakeme
taya çıksın. Allah dilediğine dilediği kadar verir.14
(yargılama) ile ilgili oldukları” şeklinde yorum
Sonra azıyla ya da çoğuyla onları nasıl kullan-
kün onaylandığını ama mülkün nasıl kullanıldığı-
“Allah’ın indirdiği kitap ile aralarında hükmet, Allah’ın
13
sana indirdiği Kur’an’ın bir kısmından seni vazgeçirme-
36
yargılamakla ilgili olduğunu iddia etmek müm-
dıklarına bakar. Onlara mülkünden kullandırması “De ki: Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü,
14
lerinden sakın, heveslerine uyma; eğer yüz çevirirlerse
kime dilersen ona verirsin; dilediğinden mülkü çekip
bil ki, Allah bir kısım günahları yüzünden onları cezalan-
alırsın. Kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi diler-
dırmak istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fasıktırlar.” (5,
sen onu alçaltırsın. İyilik elindedir. Doğrusu Sen, her
Maide: 49)
şeye Kâdirsin.” (3, Al-i İmran: 26)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
uluhiyetine ortak ettiği anlamına gelmez. İnsana
ve kanun koymanın O’ndan başkasının kudreti
verdiği seçme hakkı, iradesini ve aklını kullan-
dâhilinde olmadığını tasdike mecburdur. Bütün
masını sağlayacak imkânları da gerektirir.
bunlardan herhangi birinin O’na ortak oluşunu
Bu noktada şöyle bir soru gerekli olmaktadır: Allah egemenlikte beşere hak tanırken O’nun bütün hareketlerini bağlamış, kuşatmış mıdır? Yoksa onu bütünüyle serbest mi bırakmıştır? Ya da serbestliği belli alanlardan mı ibarettir? Soruların cevabı doğrudan uluhiyyet konusu ile özellikle de uluhiyyetin teşri ile kurulan ilişkisiyle alakalıdır.
açıklayabilecek hiçbir gerekçe bulunamaz… Siyasal anlamıyla kendisini mülkün sahibi, üstün ve mutlak egemen olduğunu iddia edenin iddiası, ilahlık iddiasında bulunarak insanlara: ‘Ben sizin veliniz, kefiliniz, koruyucunuz ve yardımcınızım’ deyip de, tabiat kanunları dışında kalan manalarıyla bunu söyleyen kimsenin iddiası gibidir… Bu da açıkça şunu göstermektedir: Uluhiyyet aynı zamanda egemenlik ve mülk anlamlarını da kapsamaktadır. Bu anlamlarıyla da Allah’a
Uluhiyyet ve Teş’ri İlah ve Rab kavramlarının, “yaratmak; ihtiyaçları gidermek; duaya icabet etmek; sevgi, korku, ümit gibi kalbi eylemlerin nihai anlamdaki mercii olmak; terbiye etmek” gibi birçok yönü vardır. Ancak makalenin amacı ve kapsamı gereği her iki kavramın da sadece teşri, sosyal hayatın düzenlenmesi ile ilgili yasaların tespiti boyutlarına değineceğiz.
herhangi bir şekilde ortak koşmamak, İlâhın birliğini kabulün gerekleri arasındadır.”17 “Üstün otoritenin gereği hüküm ve emrin, güçlü ve tek olana ait olması ve egemenliğin basit bir parçasının dahi başkasına geçmemesi gerekir.” “Bu ayetlerde baştan sona kadar, şu temel düşünceyi buluruz: Uluhiyyet ve otorite (mutlak egemenlik) birbirini gerektirir; mana ve ruh bakımından farkları da yoktur.”
Rab kavramı da aynı şekilde insanın sosyal ha-
Yaptığı çalışma ile Müslümanların ufuklarını açan merhum Mevdudi’nin konuyu nasıl ele aldığına başvurmak gereklidir: “Bilginlerini, Rahiplerini ve Meryem oğlu İsa’yı Rabler edindiler …” (Tevbe:31); “Heva ve hevesini ilah edineni …”; (Furkan:43); “… ortakları, evlatlarını kendi elleriyle öldürmelerini hoş gösterdi …” (En’am: 137); “Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri o fasit dinlerinden kendilerine şeriat çıkarıp yapan ortaklar mı var?” (Şura: 21). Mevdudi bu ayetleri zikrettikten sonra şöyle diyor: “Onu ilah seçmeleri, emirlerini bir hukuk düzeni kabul etmelerinden; emrettiğini yapıp yasaklarından sakınmalarından; helal ve haram kıldığı şeylerde O’na uyarak, emirlerini kendilerine kanun telakki etmelerinden ve bizzat emretme ve yasaklama yetkisine sahip olup, ondan üstün bir otoritenin olmadığı inancına saplanıp kalmalarından doğar.”15 “Aynı şekilde kim Allah’tan başkasının hükmünü kanun sayar, emir ve yasaklarını uyulması gereken bir şeriat telakki ederse, onun otoritesini üstün kabul etmiş demektir.”16 “Buna göre akıl, hüküm, emir
yatı ile ilgili kanun ve kaideleri ilgilendiren yönlere sahiptir. “Dört Terim”de Rab kavramındaki yaklaşım İlah kavramındakine oldukça benzerdir: “Bilginlerini, Rahiplerini ve Meryem oğlu İsa’yı Rabler edindiler …” (Tevbe:31) ve “Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabler edinmeyelim” (Ali İmran: 64) ayetlerinden sonra şöyle diyor, Mevdudi: “Bu iki ayette Rablerden amaç, genellikle ümmet ve toplulukların önder ve rehber edindikleri kimselerdir. Onlar emir ve yasaklarına boyun eğerler, şeriat ve kanunlarına tabi olurlar, Allah’ın gönderdiği hiçbir delile dayanmaksızın haram ve helal dediklerine inanırlar, bütün bunlardan öte, kendiliklerinden emir ve yasak koyabileceklerine iman ederler.”18 “Emredip yasaklayan, yüce egemenlik sahibi, doğruluk ve hidayetin, kanun ve yasamanın kaynağı, devlet ve ülke hâkimi, toplumun ve medeni hayatın merkezi anlamında ‘Rab’ kelimesine gelince: Bu anlamdaki ‘Rabb’ı da değişik anlamlarda kullanıyorlardı. Bu mefhum gereğince, ya insanın doğrudan doğruya Allah’tan gayri Rab olduğuna inanıyorlar veya Allah’ın Rab olduğuna nazari bir
Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan, S. 22
17
Mevdudi, A.g.e, S. 24
18
15 16
Mevdudi, A.g.e, S. 32 Mevdudi, A.g.e, S. 41
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
37
şekilde inanmış olmakla beraber, siyasi ve medeni
Fakat bu sınırlama ifadelerine rağmen “ilah,
ahlak işlerinde bu varlıkların ‘rububiyyet’ine
Rab, ibadet ve din” kavramları çerçevesinde
teslimiyet gösteriyorlardı. İşte tarihin, ilk anından
getirilen yaklaşımdan; egemenliğin kayıtsız
beri, peygamberlerin yıkmak için devamlı olarak
ve şartsız Allah’a ait olduğu, beşerin bu alana
gönderildikleri asıl yanlışlık budur… Bu bakımdan
herhangi bir şekilde müdahale edemeyeceği,
O, tek başına tabiatüstü âleminin Rabbi olduğu gibi
bu alana dalmaya çalışmasının tuğyan olacağı
ahlak, siyaset ve medeniyet işlerinde de Rabdir,
sonucu çıkarılmıştır. Hükmün ve egemenliğin
mabuddur.”19
yalnızca Allah’a ait olduğu düşüncesi bu tartış-
İslam’ın bireysel hayatın dar alanlarına hapse-
manın sonucudur.
dilmesine, Allah’ın beşeri işlerden soyutlanarak
Sosyal hayatı tanzim etmek için beşerin kanun
yerine başka dünya görüşlerinin egemen kı-
yapması, her şart altında uluhiyyet iddiası olarak
lınmasına karşı merhum Mevdudi’nin getirdiği
nitelenebilir mi?
açılım gerçekten kıymetlidir. (İlk olmamakla beraber) Hayatın, hevanın kontrol ettiği değerlerle değil vahyin ölçüleri ile yönlendirilmesi gerektiği noktasındaki katkısı devrim niteliğindedir. Ancak yukarıdaki alıntılar; sosyal hayatın düzenlenmesi konusunda ortaya konacak beşeri çabaların tamamını “uluhiyyet iddiası” sayan bir yaklaşıma da ortam hazırlamaktadır. Kanun ve yasa yapmakla ilgili Allah’tan gelenin dışında her şeyi reddetmek gerektiği sonucunu çıkarmaya oldukça elverişlidir. Nitekim böyle bir çıkarımın yakın dönemde radikal İslami hareketlerin temel niteliğini oluşturduğu ve bunda Dört Terim’in belirgin bir payı olduğu da bir vakıadır. Aslında kitap incelendiğinde Mevdudi’nin, bir denge oluşturabilmek için yer yer “sınırlama ifadeleri” kullanmaya çalıştığı görülür:
Eğer böyle ise gelişen ve değişen durumlar karşısında muvahhitlerin tavrı ne olacaktır? Kur’an birçok yerde hükmün yalnız Allah’a ait olduğunu, O’nun gökte ilah olduğu gibi yerde de ilah olduğunu söyler.22 Ancak kabul edilmelidir ki beşeri bir çaba olarak anayasa ve çeşitli düzeylerde kanun ya da yasa yapmak zorunluluktur. Hz. Ömer dönemi Resulullah tarafından tesis edilen toplumun, devlet niteliğine geçmesinin önemli bir aşamasıdır. Hz. Ömer’in bizzat direktifleriyle yapılan işler gerçekten dikkat çekicidir: “Müellefe-i Kulub’a zekâttan pay ayrılmasının terk edilmesi, Yahudi ve Hıristiyanların fakirlerine maaş bağlanması, ‘Esselatu hayrun mine’n-nevm’ ibaresinin sabah ezanına konulması, teravih namazlarının cemaatle kılınması, bir celsede üç talakın bağlayıcı kabul edilmesi, sarhoşa seksen değnek cezasının kabulü,
“Yine bu iki ayete göre, herhangi bir şahsın veya
ticari atlardan zekât alınması, Beni Tağlep Hıristiyan-
topluluğun Allah’ın emrine dayanmayan bir kanun,
larından cizye yerine zekât alınması, vakıf hukukunun
bir şeriat, bir belge meydana getirmeleri halinde,
tesis edilmesi, cenaze namazlarının dört tekbir ile
bu kanun koyucu ile Allah-u Teâlâ’ya şirk koşmuş
kılınması, hiciv yazan şairlerin cezalandırılması…”23
oluyorlar.”
Yasama ile ilgili örnekler aslında çok daha fazla-
20
“Yine şunların da, O’ndan başkasında
bulunduğunu kabul etmek hatadır: Kendi kendine
bütünündeki konu, uluhiyyetin diğer anlamlarıyla ilgili
müstakil bir âmir, kanun koymada mutlak kudret
iken egemenlik vurgusuyla paragrafa başlanmış olması
sahibi bir kanun koyucu…” “Allah tarafından
pek anlaşılır görünmüyor. Ör: 31. sayfadaki iki paragraf
gönderilmiş bir delil olmaksızın, O’dan başkasına itaat eden ve ona itaatin gerekli olduğuna inanan…
başı böyle. “Allah O’dur ki, kendinden başka hiçbir ilah yoktur.
22
Evvelde ve ahirde hamd O’nun içindir. Hüküm de O’na
”21
aittir, O’na döndürüleceksiniz.” (28, Kasas: 70) Mevdudi, A.g.e, S. 81
“O kadar acele ettiğiniz de elim değildir. Hüküm ancak
Mevdudi, A.g.e, S. 23
Allah’ındır.” (6, En’am:57)
Ayrıca, yaratılıştan, yerde ve gökte Allah’ın yegane
“O, göklerin ve yerin ve bunlar arasında ne varsa
ilah oluşundan, dualara cevap verebilecek, ihtiyaçları
hepsinin Rabbidir. Doğuların da Rabbidir O.” (37, Saffat:
karşılayabilecek tek merci olmasından, katında başka
5)
bir otoritenin bulunmayışından bahsettiği paragraflar
“Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yarattı…
arasında geçen ve hüküm, kanun ve yasa yapmakla
Haberin olsun ki, yaratmak da emretmek de O’na
19 20 21
mahsustur…” (7, A’raf: 54)
ilgili cümlelerin metin içinde dikkat çekici bir yönü bulunduğunu da belirtmek gerekir. Paragrafın
38
Adalet Devleti, İhsan Eliaçık, Bakış Yayınları, S. 176
23
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
dır. Burada sadece çok kritik görünenlerden bir-
olacağı da unutulmamalıdır.
kaçını aktardık. Ayrıca Hz. Ömer’in kıtlık yılında,
***
yoksulluklarından dolayı hırsızlık eden iki kişinin ellerinin kesilmesini engellediği de bilinmektedir. Hz. Ömer, kanun, yasa ya da anayasa yapmanın uluhiyyetin sınırlarına girdiğine inanıyor olsaydı, bunlardan hangisine kalkışabilirdi! Kaldı ki, yaptığı yeniliklerden kimi, doğrudan din ile ilgilidir. Ayrıca Raşit Halifeler döneminde devlet düzeninin kimi kısımları komşu ülkelerin sistemlerinden iktibas edilmiştir. Özellikle Ömer döneminde askeri düzen, hukuki/adli sistemle, hapishanelerle ilgili yepyeni düzenlemeler getirilmiştir. Bunların
İnsanın yeryüzünde kayıtsız ve şartsız bir otorite peşinde olmasının birçok örneği vardır. İktidarın kendisini Tanrı’ya nispet etmesi ya da Tanrı ile akrabalık kurarak hükmün sadece kendisine ait olduğunu iddia etmesi de bir bakıma kayıtsızlık peşinde olmanın ürünü sayılabilir. Tanrı’yı katlederek dinin belirleyiciliğini ortadan kaldıran son dönem gelişmeleri bunun daha aleni bir şekilde dile getirilmesinden ibarettir. Beşerin, nefsin arzularının peşinde koşması ve onları tatmin
bir kısmı da Bizans ya da İran’dan alınmıştır.
edebilmesinin önündeki engelleri kaldırma hırsı
Bugün; borsa, bankacılık, eğitim teşkilatı, dış
nın, tuğyan etmenin biçimlerinden; başkalarının
ticaret, gümrükler, çifte vatandaşlık, silah mül-
istikamet üzere olmasını engellemenin önemli
kiyeti, yabancı sermayenin yatırımı, askeri per-
araçlarından biri de elde bulunan otorite yetki-
sonel ve daha yüzlerce konu ile ilgili kanun yap-
sidir. Toplumları fesada sürükleyen en önemli
tığımızda ve bunların bağlayıcı olduğunu, itaat
unsur da işte bu yetkiyi şeytanın planları doğrul-
etmeyenlerin cezalandırılacağını söylediğimizde
tusunda kullanmaktır.
iktidar biçimlerine de yansımıştır. Yoldan sapma-
uluhiyyetin alanına müdahale etmiş sayılacak “Andolsun ki, Biz Musa’yı da, Firavun’a ve O’nun
mıyız?
ileri gelenlerine mucizelerimizle ve apaçık bir hüc-
Şüphesiz ki hemen herkes buna hayır diyecektir.
cetle gönderdik. Yine onlar, Firavun’un emrine tabi
Çünkü saydığımız konularda Kur’an, ya hiçbir
oldular. Hâlbuki Firavun’un emri sağduyuya uygun
şey söylememiş, ya da genel prensipler belirle-
(reşid) değildi.” (11, Hud: 96-97)
miştir. Hayatın doğası ve Kur’an’ın hedefleri gereği vahy, şekilleri değil prensipleri belirlemektedir. Prensiplerin farklı zaman ve coğrafyalarda hayata nasıl aktarılacağı meselesini de insanın imtihanı olarak gündeme getirmiştir. Hayatın ve
“Firavun: ‘Andolsun eğer benden başka bir ilah edinirsen seni muhakkak ve muhakkak zindanlık ederim’ dedi.” (26, Şuara: 29)24 “Firavun kavmi içinde haykırdı: ‘Mısır mülkü ve
vahyin doğası, beşere anayasa ya da tüzükler
altından akan şu ırmaklar benim değil mi? Hala
yapmayı salık veriyorsa, bu yasalar ile uluhiyyet
gözünüzü açmayacak mısınız?” (43, Zuhruf: 51)
arasında, birbirini zorunlu kılan ilişkiler kurulmamalıdır. Bu ilişki böyle kurulduğunda, itaat edilmek üzere söylenen ve yazılan her şeye isyan tepkisi doğmak durumundadır. Bunun içindir ki, yakın zamana kadar ebeveyninin taleplerine,
“Allah kendisine hükümranlık verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi!...” (2, Bakara: 258)
Nemrut, Firavun gibi örnekler birer birey olabi-
okul müdürlerinin istek ve emirlerine, “sen benim
leceği gibi bir grup ya da bir zihniyet de olabilir.
ilahım değilsin” diyerek tepki gösterenler olmuş-
Kendilerini bir şekilde Tanrı’ya hatta ilahi bir dine
tur. Uluhiyyetle, emir, kanun, düzen arazında
nispet ediyor olabilecekleri gibi ateist de olabi-
kurulan birebir ilişki nedeniyle neredeyse bütün
lirler. Yaptıkları şey uluhiyyet iddiasıdır. Çünkü
beşeri ilişkiler bu kavram üzerinden tanımlan-
onlar, hükmü altında bulunanları, kendi arzuları
maya çalışılmıştır. Böylece “uluhiyyet” diğerleri-
yönünde yoldan çıkarmayı hedeflemişlerdir. Hak
nin nasıl şirk koştuğunun denetleyip ölçüldüğü
kendilerine geldikten sonraki tutumları da bu
bir aygıta dönmüştür. Dosdoğru yapıldığında
durumun belgesidir. Onlar inatçı birer zorbadır,
bunda bir sakınca olmadığı doğrudur. Ancak hü-
zorbalığın timsalidir.
küm ile uluhiyyet arasında kurulan yanlış ilişkilerin, sonuç değerlendirmeler üzerinde belirleyici
“Firavun: ‘Ey ileri gelenler! Sizin benden başka bir
24
ilahınız olduğunu bilmiyorum.’ Dedi.” (28, Kasas: 38)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
39
“İşte Ad kavmi! Onlar Rablerinin ayetlerini bilerek
Allah’ın ilah edinilmesi bunların işine gelmez.
inkâr ettiler. Peygamberlerine asi oldular. İnatçı ve
Onun için onlar da hevalarını tatmin edecekleri
zorba her kişinin emri ardınca gittiler.” (11, Hud:
ortamın temini için şeytanın ve tağutun peşin-
59)
den gitmeyi tercih ederler.
Bunlar yeryüzünde fesat çıkarmayı isteyen, bu fesattan istifade eden, toplumun ıslah olmasının kendi sonları olacağının bilincinde olanlardır. “Müfritlerin emrine boyun eğmeyin. Ki onlar yeryüzünde fesat çıkarır, ıslah etmez kimselerdir.” (26, Şuara: 151-152)
başka bir değer ve hüküm olamaz. “Doğrusu, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitap’ı sana hak olarak indirdik; hakkı gözet, hainlerden taraf olma.” (4, Nisa: 105)
Zulüm ve baskı ile otorite kurup hâkimiyet sağlayan haddi aşmıştır. Zira zulüm ve baskının arkasında ne bir hayr ne de bir iyilik bulunabilir. Hakka karşı gücü elinde bulunduranların tavrı ise onların kimliğini belirleyen esas şeydir. Hak kendilerine ulaştıktan sonra zulüm ve tuğyanlarında devam edenler inatçı birer zorbadır. Hakka karşı koydukları olumsuz tavır, onları hakkın karşısında bir tercih olma durumuna getirir. Bilinçli bir tercihle onları kabullenip emirlerine boyun eğmek hakkı reddetmekle eşdeğer hale gelir.
“Hayır, Rabbi’ne andolsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar.” (4, Nisa: 65) “Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve peygambere çağırıldıkları vakit: ‘İşittik, itaat ettik’ demek, ancak mü’minlerin sözüdür. İşte saadete erenler onlardır.” (24, Nur: 51)
İnsan, içerden ve dışarıdan gelen birçok istek ve emirle karşılaşır. Heva ve şeytan insana sürekli kötülükleri ilham etmeye çalışan odaklardır.
“Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tağutun önünde muhakeme olunmalarını isterler. Oysa onları tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister.” (4, Nisa: 60)
Hevâ, nefsin şehvetlere eğilimi, keyfe düşkünlük, şehvete düşkün ve ilim sahibi olmadan sahibine hükmeden nefs anlamlarına gelir; insanın kötüye eğilimini ifade eder. Bunun gibi şeytanın dostlarından iyiliği, hayrı, Allah’a giden yolu kimi zaman kandırarak kimi zaman zor kullanarak engelleyen tağut vardır. Bunların istek ve emir-
“Bakmadın mı şu kendilerine kitaptan nasip veri-
lerinde asıl olan yoldan saptırmaktır, emirlerine
lenlere? Cibt ve tağuta iman ediyorlar da küfreden-
boyun eğmek onları ilah edinmek demektir.
ler için ‘Bunlar inananlardan daha doğru yoldadır’ diyorlar.” (4, Nisa: 51) “Deki: ‘Allah katında bir ceza olmak bakımından bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah’ın lanet ve aleyhinde gazap ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle tağuta ibadet edenlerdir ki, işte bunların mevkii daha kötü, dümdüz yoldan en büyük sapıştır.” (5, Maide: 60)
Tağutun önünde muhakeme olunmayı istemek, cahiliyyenin hükmünü tercih etmek, Allah’ın emrinden duyulan rahatsızlığın ürünüdür. Çünkü istedikleri sonuçlara ulaşmalarını, tağutun emrine ya da hükmüne boyun eğmeleri sağlar. Allah’tan
40
Oysa Allah’tan gelenin karşısında tercihe şayan
“Heva ve hevesini ilah edinen kimseyi gördün mü? Şimdi onun üzerine sen mi bir bekçi olacaksın.” (25, Furkan: 43) “Bunun gibi, onların ortakları olan putların hizmetçileri, müşriklerden birçoğuna hem onları helake düşürmek, hem kendilerine karşı dinlerini karmakarışık etmek için öz evlatlarını kendi elleri ile öldürmelerini hoş göstermiştir.” (6, En’am: 137) “Allah’ı bırakıp kimimiz kimimizi Rabler edinmeyelim…” (3, Al-i İmran: 64)
Kur’an, putların hizmetçileri gibi din adamlarının da Rabler edinilmesinden bahsetmektedir:
gelen ise bu tür taleplerin hedefine ulaşma-
“Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve
sına engeldir. Haklıyı ve haksızı belirlemekte,
Meryem oğlu Mesih’i Rabler edindiler. Oysa tek
dosdoğru davranışın ilkelerini tespit etmekte
Allah’tan başkasına kulluk etmemekle emrolun-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
muşlardı. O’ndan başka ilah yoktur. Allah koştukla-
yan iktidar veya güç sahiplerinden söz etmek de
rı eşlerden münezzehtir.” (9, Tevbe: 31)
mümkündür.
“Yoksa Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortakları mı var? Eğer kesin yargı bulunmayacak olsaydı aralarında hemen hükmedilirdi. Doğrusu zalimlere can yakıcı azap vardır.” (42, Şura: 21)
Dini ictihadlar duruma örnek sayılabilir. Doğruyu bulma çabası ile yanlış bir hüküm çıkarılıyorsa ne sonucu çıkaran ne de ona tabi olan haktan sapmış sayılamaz. Dini kendisine malzeme yapmak için çabalayanların sonuçları ise ne ka-
*** İnsanlara emirler ve nehiyler verdikleri için ilah ve Rabler edinilen otorite sahipleri, din adamları vardır. Bunların ilah edinilmesi, önlerinde eğilip adlarına kurbanlar kesilmesi değil hükümlerine boyun eğilmesidir. Ancak nitelikleri farklı olmakla beraber Müslümanlar da yasalar çıkardığında emir sahiplerine itaat gerekir. Müslümanlar da dini ictihadlarda bulunmakta, diğer Müslümanlar da onların ictihadına tabi olmaktadırlar. Durumun izahını belli ilkelere bağlamak mümkündür: Tuğyanın ürünü ve gerekçesi olarak, hükümler, değerler ve yasalar belirlemeye kalkmak uluhiyyet iddiasıdır. Şeytanın hedefine tabi olarak saptırma çabasıdır.
dar bulunmaz ve ne kadar orijinal olursa olsun kendilerine bir fayda sağlamadığı gibi onu yüceltmek, aynı sonuçtan istifade etmek için tabi olanları da peşinde sürükler. Ama burada bile niyeti görüp sonuçtan istifade etmeye çalışmak mümkündür. Tevbe suresinde söz edilen din adamları, dini saptırmak için kullanan, samimiyetten uzak ve hatta gerçeğin de farkında olan bir kesimdir. Bunların Rab edinilmesi Allah’ın değil kilise babalarının dinin hâkimi haline getirilmesidir. Onlar öyle dediği için helal, onlar yasak ettiği için haramlar oluşmuştur. Oysa Hz. Ömer örneğinde görüldüğü gibi Müslümanların yaptığı, vahyin ne demeye çalıştığının samimiyeti ile yeni durumları değerlendirmek ona göre ictihadda bulunul-
Bunlara, amaçlarını benimseyerek tabi olmak
maktır. Yine de Ömer öyle dediği için bir kabul
aynı yolun yolcusu olmanın sonucudur ve onları
varsa orada Ömer’i ilah edinme de vardır.
ilah edinmek anlamına gelir. Zor, baskı ve aldatılmışlıkla tabi olmak ise kolayca aynı kategori içinde değerlendirilemez. Böyle bir tabiiyetin ömrü samimiyet, çaba ve vakıaya bağlı olarak
İslam’ı dünya görüşü olarak kabullenenler için Allah’ın ve Resulü’nün bildirdiğinden başka bir ölçünün olması mümkün değildir. Hükmettikle-
değişir.
rinde de bunu esas almak zorundadırlar. Hüküm
Doğru, hak ve adaleti ikame etme cehdinin bir
gelsin böyledir. Fakat bu, kitapta lafzî olanla-
parçası olarak sosyal hayatı düzenleme çabası,
rı insanların yüzüne tekrarlamaktan ibaret bir
varılmak istenen sonucun bizatihi garantisi de-
durum olarak tarif edilemez. Kitabın mantığı ve
ğildir. Yasa ve kanun yapmakta insanların işlerini
zihniyeti ile hareket etmeyi ifade eder. Tıpkı Hz.
kolaylaştırıp düzen ve disiplin sağlamaktan baş-
Ömer’in yaptığı gibi…
ister mahkeme isterse siyasal iktidar anlamına
ka hiçbir niyetin olmadığı iktidarlardan söz edilebileceği gibi Kur’an’ı egemen kılmaya çalışanlardan da mutlak adalet üretmeleri beklenmemelidir. Bu durumda hedefi Kur’an’ı hayata egemen kılmak olduğu halde yanlışlar yapanlardan söz edilebileceği gibi vahiyle bir ilişkisi olmadığı halde uluhiyyet iddiasında olmayan otoritelerden de söz etmek mümkündür.
*** Egemenliğin “kayıtsız şartsız millete ait olduğu” fikri, uluhiyyeti hâkimiyetten bütünüyle soyutlama niyetinin bir ürünüdür. Buna hâkimiyeti, uluhiyyetten bağımsızlaştırma çabası da denebilir. Allah’ın hâkimiyetine elbette kayıt ve şart getirilemez. Ama teşrinin bütünüyle insandan
Diğer yandan ürettiği sonuçlar doğru ve vahye
bağımsız olması gerektiğini savunmak, uluhiy-
uygun görünmekle beraber kendi otoritesi-
yetin kanun ifade eden her şeyi kuşattığı düşün-
ni mutlaklaştırmak isteyen, dini motifleri bile
cesine dayanmaktadır. Oysa dünyanın değişik
Allah’ın yoluna engel olarak kullanmayı amaçla-
bölgelerinde İslam adına kurulan iktidarların
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
41
tecrübesinden de görüleceği gibi İslami düşün-
Kur’an’ın yaş ve kuru hiçbir şey bırakmamış ol-
ceyi iktidara taşımak, sosyal düzenin sağlanması
ması, bu fiillerle birlikte düşünülmesi gereken
için çeşitli düzeylerde yasa yapmayı zorunlu kıl-
bir meseledir. Kur’an tarafından belirlenmiş,
maktadır. Ve çıkarılan yasalar da öyle veya böyle
hayatın değişik alanlarına ilişkin ilkeler, “fıkhet-
bağlayıcı olmaktadır. Şüphesiz ki İslami bir anla-
mek” ve “içtihat etmek” yoluyla Müslümanlar
yışa, Kur’anî bir mantığa sahip olanlar anayasa
tarafından hayata geçirilir; uygulama modelleri,
ya da kanun yapmaya kalktıklarında konuyla
kurum ve yasalara dönüştürülür. Ortaya çıkacak
ilgili vahyin ne dediğine Peygamber’in nasıl ha-
sonuç da fıkhetmenin, ictihad etmenin sıhhati ile
reket ettiğine dikkat edeceklerdir. Ancak aradık-
alakalı olmak durumundadır.
ları her şeye, ihtilaf edilmeyecek ölçüde cevaplar bulamayacakları gibi konunun çetrefilliğine binaen yeryüzünün başka tecrübelerinden de istifade edeceklerdir. Ayrıca içinde bulundukları mevcut toplumun örfünü özellikle dikkate almak durumundadırlar. Belki de son tahlilde oluşturacakları kanunlar şu ya da bu sisteme benzeyecektir. Hatta bazı konularda onlardan daha iyi ve daha adil olacağı da mutlak anlamda iddia edilemez. İslami bir otoritenin ürettikleri herhangi bir cahili sisteme benzediğinde aradaki fark, yasayı yapa-
nına giren işlerde Allah’a dayanması olarak izah edilmelidir. Bunun anlamı beşerin, sosyal yapıyı idare etmesi için günün ihtiyaçlarına uygun yasaları çıkarmakta Allah’ın belirlediği ilkeler çerçevesinde hareket etmesidir. Uluhiyyet, tevhid gibi kavramları, emir, yasak, kanun, itaat gibi terimler bağlamında tanımlarken Müslümanların, uygulamada ciddi hatalara düştükleri, bir ironiyi yaşamakta oldukları da dikkat çekilmesi gereken
nın niyet ve kimliğinden ibaret olacaktır.
bir husustur. Şöyle ki:
Burada ortaya çıkan durum, yasama faaliyeti-
Cemaat veya gurupların hâkimiyet anlayışının
nin kaynak problemidir. Kur’an indiği dönem ve coğrafyanın ihtiyaçlarına uygun olarak ihtilafları gidermiş, sosyal hayatın hak ve adalet üzere devamını sağlamıştır. Müslümanların, beşerin bugüne ilişkin tecrübelerinden istifade ihtiyaçları, o günden farklı birçok problemle karşı karşıya bulunmalarındandır. Allah’ı tek ilah edinmekle Kur’an’ı tek kaynak edinmek arasında birebir ilişki kurulduğunda başka beşeri tecrübelerden hatta içinde bulunulan toplumun örfünden istifade etmek; imkânsız ya da şüpheli hale gelecektir. Hayat ise boşluk kabul etmez. Çözüm bekleyen problemler görmezden gelinerek halledilemez, zahiri ve Haricî bir mantıkla sorunlara çözüm de getirilmiş olmaz. Dolayısıyla bu durumdaki Müslümanların, mevcut toplumun örf ve tecrübesinden, dünyanın diğer bölgelerindeki toplumların ve yönetimlerin tecrübelerinden de istifade etmekten başka çareleri kalmaz. Kendi inanç ve zihniyetleri ile bunlar farklı şekillere bürünse de istifade istifadedir. Ancak istifade edilen bütün veriler, doğruluğu ve yanlışlığı kendinden menkul olmayıp bir ölçüye ihtiyaç duyar. Bir ölçme sonucunda varılan kanaatin sabit hale gelebilmesi de denenmesini gerektirir. “Fıkhetmek”, “ictihad etmek” beşeri bir faaliyet olarak Müslüman’ın üzerine düşen bir görevdir.
42
Allah’ı yerde de ilah edinmek beşerin yetki ala-
birçok değişkenden etkilenmiş olduğu bir vakıadır. İslami yönetimden anladıkları da kendi anlayışlarının devlet olmasından ibarettir.25 Böylece -farkında olmadan- kendi anlayışlarını din olarak sunmuş, bir nevi Allah adına doğrular yanlışlar, emirler nehiyler belirlemeye girişmiş olmaktadırlar. Bu durum devlet olma ve otorite ile sınırlı da değildir. Toplulukların sahip olduğu İslam anlayışı kendileri için İslam’ın en doğru yorumudur, çoğu için de tek doğrudur. Cemaatin sahip olduğu, ahlaki, siyasi hatta ekonomi ile ilgili anlayış, onlar için doğrudan vahyin anlayışıdır. Bunların tamamen yanlış olduğu tabii ki söylenemez. Ancak sahip oldukları dünya görüşünü vahyin yegâne doğrusu olarak görürken, içinde bulundukları durumu idrak etmelerinde bir sorun olduğu; başkalarını yargıladıkları konuda kendilerinin de yargılanabilecekleri; meselenin tevhid-şirk kapsamında değerlendirilmeye açık olduğu da kabul edilmelidir. Bu konuda klasik mezhepçi anlayışın çok daha dürüst ve şeffaf “Ne büyük geçmişimize methiyeler ne de Batı
25
demokrasisinin inkâr edilemez eksiklerine yöneltilen eleştiriler, ‘Müslüman’ rejimler tarafından kovuşturulmaya uğratılan Müslümanların, başları sıkıştığında genellikle bir Batı Avrupa başkentine sığınmaları gerçeğini örtebilir” (Nasıl Bir Devlet, Abdulvahhab el-Efendi, İlke Yayıncılık, 2. Baskı, S. 46)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olduğu söylenebilir. Sorsak bir vatandaşa, açıkça
bir meal/metin ya da hadis kitabı alıp okuyarak
söyleyecektir, itikadda mezhebim Ehl-i Sünnet
sahip olmadı. Bu anlayışa kimi zaman okuya-
ya da Şia, amelde Hanefi, Şafii ya da başka biri,
rak, kimi zaman dinleyerek hatta kimi zaman
hatta itikadda da tabi olduğu imamın adını da
gördüğümüzün yanlış olduğunu anlayıp tersini
verebilir, Maturîdî veya Eş’arî gibi. Mezhepçiliğin,
düşünerek sahip olduk. Okuduklarımızdan ve
İslam’ın belli kişilerin anlayışlarına sığdırılama-
dinlediklerimizden sonra sahip olduğumuz İslam
yacağı, İslam’ın bir ve tek olduğu, mezheplerin
anlayışının sıhhatinde, vahyin böyle söylüyor,
din haline getirildiği gibi konuların tartışıldığı
Allah’ın bizden bunu istiyor olduğuna kanaat
günlerden bu yana bir mezhebi takip ettiğini
getirmiş olsak da inanma biçimimiz üzerinde
söylemek daha zor hale geldi. Oysa adam açıkça
insanoğlundan bir beşerin etkin olduğunu teslim
söylüyor: Ben Müslüman’ım, ama örneğin Ehl-i
etmeliyiz.
Sünnet versiyonundan, bu versiyonun da şu kişi tarafından tarif edildiği gibi inananlarından, şu kişinin tarif ettiği gibi amel edenlerindenim. Yanlış da olsa şeffaf ve cesur! Oysa “tevhidi” hareketlerin oluşumundan bu yana herkesin bir cemaati vardır, ama anlayışın adı tevhidi İslam veya Kur’an İslam’ıdır. Diğer yandan, yapılar içinde anlayışı oluşturan, sınırlarını çizen, siyasetini belirleyen ağabeyler, üstatlar ya da hocalar vardır. O, fikir değiştirdiğinde bütün cemaatin fikri değişir. Kime, neye, ne denileceği hususunda ağzına bakılır. İnanç konularından ameli hükümlere kadar her şeyi belirleyen odur, ama kimse onu ilahlaştırdığını, hükmüne boyun eğdiğini kabul etmez. Üstat şöyle dedi, rahmetli böyle yapardı… Şeyhi olmayanın şeyhinin şeytan olduğuna karşı savaş açılmıştı, ama bu ağabeylerin şeyhten bir farkı kalmadı. Dün bir ayetin veya hükmün anlaşılma biçiminin, kimi tecrübelerden sonra yanlış olduğu sonucuna varılması hem insani bir gerçeklik hem de bir vakıadır. Anlaşılana göre samimiyetle gerçekleştirilen uygulamanın gün geçtikten sonra istenen sonuçlara varmadığı görülünce anlayış gözden geçiriliyor ve aslında öyle düşünmenin yanlış olduğu, vahyin aslında bunu kast etmediği sonucuna varılıyor. Buradan çıkacak sonuç sübjektivizm ya da rölativizm değildir. Aslında Kur’an böyle söylüyor derken O’nu konuşturanın
Şimdi tekrar sormak lazım; kişiler üzerinde hareketlerini belirleyecek, anlayışlara yön verecek, uyulmadığında cezai müeyyideler uygulanacak sözlü ya da yazılı yasalar, prensipler, anayasalar oluşturmak uluhiyyet iddiası mıdır değil midir? İnsanların anlayışlarını düzeltmek için çaba da gerekir, ortada bir hareket varsa bu hareketin kendisine ilkeler belirlemesi de gayet doğaldır. Doğru olduğuna inanılarak bir yorumu almanın, uygulamanın bir sakıncası da yoktur. Yorum, yani ictihad olmadan İslam zaten güncel hayata aktarılamaz. Daha devlet olmadan bu kadar şey kabul edilebiliyor da yasa yapmakla uluhiyyet arasında neden birebir ilişkiler kuruluyor! O halde sorgulama başka bir yerde yapılmalı. Yasa yapmanın niyetinde, amacında buna bağlı olarak da içeriğinde.
Sistem İçi ya da Sistem Dışı Olmak İslami çevrelerin hemen hepsinin, zaman zaman şekli değişse de sistemle sorunları olduğu söylenebilir. Kimi zaman faaliyetleri kısıtlanmakta kimi zaman yasa dışı ilan edilmekteler. Bu tür sebeplerle en azından belli yönleri ile görünmez olmayı tercih etmektedirler.
kendimiz olmasındandır. O’nun öyle söylemedi-
Sistem dışı olmak ise sisteme getirilen tanım ve
ğini bizim O’na böyle söylettiğimizi ancak yanıl-
bu tanıma bağlı olarak ortaya çıkan, ona karşı
dığımızı gördüğümüzde anlıyoruz, tabii anlayabi-
bir duruştur. İslam’ın bilinçli bir tercihle belir-
lirsek. Bu sebeple aslında her birimiz, farklı dü-
leyici olmadığı sistemler cahili sistemler olarak
şünsek bile bir arada durabileceğimiz konularda,
görüldüğü için, onun parçası olmak doğru/İslami
aynı şeyi düşünmediğimiz için ayrı duvarların
bir davranış olarak kabul edilmez.
arkasında bulunuyoruz.
Bununla birlikte sistem içi veya sistem dışı ol-
Hiçbirimiz sahip olduğu ve büyük ihtimalle sa-
manın tanımını yapmak oldukça güçtür. Çünkü
hip olmakla övündüğü İslam anlayışına, eline
ikisi arasında, üzerinde ittifak edilmiş bir sınır
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
43
çizmek mümkün görünmemektedir. Herkesin
edilmemelidir. Dolayısıyla bugün sistem dışı ol-
kendine göre çizdiği sınırlardan söz edilebilir. Ve
maktan, ancak sınırlı anlamda söz edilebilir. Üst
bu sınırlar kullanılan parametrelerle ilgilidir. Son
otorite olduğunu zımnen kabullenmek anlamına
zamanlarda değişiklikler gözlenmekle beraber,
da gelen bir kimlik almadan yaşamanın ve res-
tevhidi görüşe sahip olanların tercihi, sistem dışı
mi olarak var olmanın imkânı kalmamıştır. Var
mücadele yönündedir. Bu sadece ikisinden birini
olmanın ve ihtiyaçları gidermek için yapılacak
tercih değil diğerini şirk olarak tanımlamanın da
şeylerin dışında; eğitim gibi, bu kategoriye dâhil
sonucudur.
edilesi gereken başka şeylerden de söz edilebilir.
Sistem dışı mücadelenin gerekçesi şöyle izah edilebilir: “Sistem, geleneğinden getirdikleri ile İslam’a benzer yönler içerse bile, temel olarak İslam’a muhaliftir. Bu; gerek yakın dönemde geçirdiği “Batı” yönündeki dönüşümünden, gerekse hâkim gücün sa-
İster istemez bir otoritenin vatandaşıyız ve yaptığımız birçok şeyle onun üst otorite olduğunu da deklare ediyoruz; kimlik alıyoruz, okullarında okuyoruz, vergi veriyoruz, memurluk yapıyoruz vs.
hip olduğu nitelikten yola çıkarak söylenebilir. Yaptığı
Sistem dışı mücadeleyi savunanların bu gerçek-
iyi şeyler varsa da bunların altında mutlaka bir hinlik
ler karşısında kullandıkları en temel argüman;
vardır. Özellikle de yasamada tevhide mugayir olması
“zaruret” ve “güç yetirebilme”dir.
nedeni ile ona itaat doğrudan şirk kapsamına girer. Sistem içi olmak onun otoritesine boyun eğildiğini
Şüphesiz ki günümüzün devlet yapılanma biçim-
zımnen de olsa kabullenmiş olmak anlamına gelir. Bu
leri çerçevesinde zaruretler vardır, birçok şeyi
durum mücadelenin mantığına, içeriğine ve hedefine
sistem dışı olarak başarabilmek de bireylerin
terstir. Mücadelenin maksadı da zaten onu dönüştür-
gücünü çok aşan bir durumdur. Ayrıca siste-
mektir. Bunun bir yöntemi olması gerekir ve kaynak
min hedefi ve hâkim güçlerin niteliği ile ilgili
gibi yöntem de ilahi olmalıdır. İlahi yöntem olan sün-
endişelere hak vermemek de mümkün değildir.
net ise cahiliye ile hiçbir noktada uzlaşmaya girmemiş,
Ancak bunlar sistem dışı mücadelenin sorunlar,
onun hükmünü asla kabul etmemiştir. Sistem içi olmak
problemler ve tutarsızlıklar içermediği anlamına
bütün bunları ters yüz etmek demektir. Ayrıca sistem
gelmiyor:
içi olmak, onun gücüne güç katmak anlamına gelir. Onun otoritesini kabul edenler ne kadar çok olursa, bu kabulleniş son derece pasif bir duruş bile olsa, gücünün artmasına neden olur.”
te doğal olarak tercih edeceği yöntem devrim olacaktır. En önemli problemin burada olduğunu söyleyebiliriz. Daha önceki sayılarımızda dev-
Böylece sistem dışı mücadelenin gerekçesi iki
rim yönteminin problemlerine değindiğimiz için
noktada toplanabilir:
bu noktaya girmeyeceğiz. Ancak orada devrim
1. Değerlerin korunması 2. Sisteme destek verilmemesi
yöntemini tercih eden hareketlerin; muhatap kitlesi ile diyalog kurmakta, kendisini topluma anlatmakta, halkın dert ve problemleri ile kendilerininki arasında kurulan paralellik hususlarında
Öncelikle şunu belirtelim; maksat, sistem içi/sis-
problemlere dikkat çekilmişti. İçinde yer alması
tem dışı mücadeleden birini veya diğerini savun-
gereken halk kitlesine derdini anlatamadığı,
mak değil, içerdiği problemlere dikkat çekmek-
marjinalleştiği ifade edilmeye çalışılmıştı. Ayrıca
tir. Özellikle de sistem dışı mücadeleyi mercek
devrim öncesi ve sonrası çeşitli düzeylerde ya-
altına almak gerekir. Çünkü bunu tercih etmiş
şanacak problemlerden söz edilmişti. Bunlardan
olanlar kendilerinden daha fazla şey beklenmesi
özellikle marjinalleşmeye dikkat çekmek gerekir.
gereken kimselerdir.
Marjinalleşmede kitleye bakış açısı, kurulmaya
Sistem dışı olabilmenin, Peygamber dönemi ile karşılaştırıldığında tanım ve sınırlarının da değiştiğini kabullenmek gerekir. Kabile ilişkileri sayesinde kurulan bir toplum ile ulus-devlet şeklinde yapılanmış bir toplum arasındaki farklar göz ardı
44
Sistem dışı mücadelenin iktidarı dönüştürmek-
çalışılan ilişkilerin, yapılanma biçimine bağlı olarak sınırlı tutulma çabası, kullanılan dil, anlatımın içeriği de etkin olmakla beraber, legal hiçbir şeye bulaşmama prensibi de önemli bir etkendir. Sistem dışı mücadeleyi savunanlar, bu mantık-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
la; demokratik mücadele yöntem ve araçlarını reddetmekte, hatta vakıf ve dernek gibi kurumlaşmaları da neredeyse aynı kategori içinde değerlendirmektedirler. Legal örgütlenmeleri reddetmenin gerekçesi, “yapılacak eylem üzerinde resmi otoritenin hakemliğini kabullenmiş olmak”tır. Çünkü cahili bir otorite kabullenilemez; zaten cahili sistem de legal örgütlenmelerin istenen türden faaliyetler yapmasına izin vermez. Dolayısıyla legalize olmak hem yanlış hem de beyhude bir çabadır. Sistem dışı mücadele fikrini savunan değişik guruplar arasında, bu duruş biçimine getirilen tanım yönünden çok ciddi farklar vardır. Bu farklar yüzünden birbirlerini “sistem içi olmak” ve “şirk” ile itham edebilmektedirler. Sistem dışı yöntem ve legalize olmak konusunda, yapının niteliği ve konumlanması ile yapı içinde yer alan bireylerinki arasında farklar olduğu da dikkat çekici bir durumdur. Yapı için kullanılan ölçülerin, bireyler söz konusu olduğunda hassasiyetini yitirdiği söylenebilir. Yapı legal olmaktan bütünüyle uzak tutulmaya çalışılırken bireyler için aynı şey söz konusu değildir. Örneğin bireylerin öğretmen ya da benzer nitelikte bir memur olmalarına ruhsat vardır. Ancak memurluk için farklı kategoriler yapılmakta olduğunu da belirtelim: “Öğretmen olunabilir ama polis olunamaz, avukat olunabilir ama hâkim olunamaz, mecliste memur olunabilir ama milletvekili asla!”. Bu ayırımlarda, hükmün uygulayıcısı konumunda olmamak; cahili otoriteye boyun eğdiğini, onunla uzlaşmaya gittiğini açıkça deklare etme durumunda kalmamak gibi bazı kriterler bulunmaktadır. Ancak burada cevap verilmesi gereken başka soruların olduğu da kabul edilmelidir. Örneğin:
- Birinde gözetilebilecek maslahatlar var da diğerinde yok mu? - Birinin maksada uygun işler için vasıta olması mümkün de diğerinin maksada hizmet etmesi mümkün değil mi? Bunun gibi sorulara verilecek cevaplar ne yazık ki, “sistem içi olmak” ile eleştirilenlere yöneltilen ithamlar kadar net değildir. Hatta zorlamalarla doludur. Hâlbuki ortada şirk ve tevhid boyutunda değerlendirilecek bir mesele varsa maslahat denen şey eylemin ve değerlendirmenin yönünü tayin edemez. Hatta zaruret bile şiddetli cebr gibi çok sınırlı durumlarda bir gerekçe oluşturabilir. Çünkü tevhid ve şirk arasında fiili bir tercihte bulunmanın önünde değil dünyalık geçimi, hayatını kaybetme tehlikesi bile mazeret olamaz.26 Bunun önüne davanın maslahatı filan da geçemez. Maslahattan yola çıkarak yapılan değerlendirmeler kabullenilen prensipleri esnetmek gibi bir fonksiyon icra ediyor. Ortada kendi koyduğumuz bir prensip varsa ve bunu kendimiz esnetmeye çalışıyorsak bu, kendimizle ilgili bir sorunun delilidir. Sistem içi mücadelenin şiddetle karşısında olanların bu konuda yeterince tutarlı davrandıkları söylenemez. Oysa yapılacak işlerin resmiliğinden ya da gayri resmiliğinden ziyade; İslami değerlere ne kadar uygun, ne kadar ters olduğu yönünden bir değerlendirme yapılsa, daha tutarlı ve faydalı sonuçlara varmak mümkün olacaktır. Başka bir ölçüt ise yapılacak memurluğun ve hatta işin sisteme yapacağı katkı, kazandıracağı faydadır. Çünkü sistemin bir şekilde istifade edeceği bir uğraş içinde olmamak gerekir. Örneğin milletvekilliği böyle bir şeydir, velev ki orada
- Cahili otoriteyi kabullenmek şirk anlamına
hiçbir şey yapılmıyor olsa bile. Oysa sistemin
geliyorsa; hayat da tevhidi ya da şirki tercih
sürekli kendisini yeniden üretebilmesi için duy-
etmekten ibaretse; her ne türlü olursa
duğu ihtiyaçlar, sadece değerlerini destekleyerek
olsun otoriteyi zımnen de olsa kabul etmek
vekillik, polislik ya da hâkimlik yapacak eleman-
anlamına gelecek olan memurluklar neden
lardan ibaret değildir. Bunların yanında sosyal
bazı maslahatlar sayılarak yapılabiliyor?
konulardan teknik konulara kadar birçok ihtiyacı
- Milletvekilliği otoriteye boyun eğmek anlamına geliyor da, öğretmenlik onun hükmüne boyun eğmek anlamına niçin gelmiyor?
Ölüm riski ve tehdidine karşı bir kayıt koymak gerekir.
26
Zira bu hususta verilmiş bazı ruhsatlar vardır. İfade, tevhid için feda edilemeyecek tek şeyin yine tevhid ve tevhidi değerler olduğunu anlatmak için tercih edilmiştir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
45
vardır. Bunlar gerçekleşmediği zaman diğerle-
yetirebilme” gibi göreceli kriterlerle sınırları
rinin önemi de kalmaz. Yapılacak bir faaliyetin
belirlenmeye çalışılan bir meselenin akide ko-
sisteme katacağı bir şey varsa bu ister onun
nusu haline getirilmesi, Müslümanların ne kadar
değerleri ile ilgili olsun isterse teknik ihtiyaçları
sığ zeminlerde dolaştıklarını göstermekten baş-
ile ilgili olsun, fark etmemelidir.
ka işe yaramaz. Halbuki bir tarz/yöntem olarak
Sistem içi ve sistem dışı olmak konusunda karşı karşıya bulunulan başka bir tutarsızlık ise mekânsal ayırımların yapılmasıdır. Örneğin, Türkiye’de sistem içi olma eleştiri konusudur, ama mesela; Pakistan’da, Filistin’de ya da
rından, olumlu yönlerinden-olumsuz yönlerinden bahsedilebilir. Değişen ve gelişen şartlara göre hangi tarz İslam’ın değerlerine ve faydasına uygun olacaksa, ona başvurulur.
Bosna’da değildir. Başka yerlerdeki sistem içi
Bugün insanlığın, dünyanın karşı karşıya bulun-
mücadeleleri takdir edenlerin, bu memleketteki-
duğu sorunlara İslam’ın nasıl çözümler getirdiği-
ler için aynı şeyi düşünmedikleri görülebilir.
ni bilmeye ne kadar da ihtiyacı var. Müslümanlar
Sistem dışı olmakla İslam’ın cahili toplumun sorunlarına çare olmayacağı arasında birbirini gerektirir şekilde kurulan ilişki, sistem içi olmaya duyulan tepkinin nedenidir. Sistemin sorun-
ise toplumun sorunlarına üretecekleri/getirecekleri çözümlerin, kendi kuyularını kazmak olacağını düşündükleri için bütün enerjilerini devrim yapmak yolunda harcamışlardır.
larının çözülmesi cahili sistemin bekasının bir
Kendi sorunlarına nasıl bir çözüm getireceğini
nedeni olacağı için, sorunların devamı devrimci
bilmedikleri bir dünya görüşünü insanlar neden
düşüncenin işine yaramaktadır. Buna göre, so-
kabul edip desteklesinler? Şüphesiz ki İslam’ı
runları olan bir siteme tebaanın güveni sarsılır,
kabullenip O’na inanmak sadece rasyonellikle
ama sorunsuz bir sisteme muhalefet etmenin
ifadelendirilemez, ama toplumu dönüştürmek
gereği kalmaz. Marksizm’i bu noktada hatırla-
için var olanın yerine konacak şeyin de izahına
mak gerekir. Sınıf çatışması onun besleyici gücü olduğu için; emperyalizm destekli kapitalizmin toplumun refahını nispi olarak bile yükseltmesi söz konusu toplumlarda Marksizm’in sonunu getirdi. Unutmamak gerekir ki, Marksizm’in amacı mülkü kamusallaştırmak ve proletaryanın iktidarı idi. Oysa İslam’ın, zulmün ortadan kalkmasını sağlayacak şeylere muhalefet etmesi düşünülemez.
hatta uygulamasına ihtiyaç vardır. Bugün Müslümanların demokrasiyi değerlendirip tartışıyor olmasının altındaki esas sorun da bu değil midir? Peygamber’in ve Raşit Halifelerin, içinde bulundukları toplumun ve dünyanın tecrübesinden istifade etmeye çalıştıkları doğrudur. Ancak o günden bu yana geçen zamana bakarsak; bugün bizim başkalarının tecrübesinden istifade etmeye çalışıyor olmamız yerine, başkalarının bizim
Sistem dışı olmak ne sorunsuz bir yöntemdir, ne uygulamalarının tam anlamıyla tutarlı olduğu söylenebilir ne de tam olarak mümkün olduğu iddia edilebilir. Kur’an ve sünnetin böyle bir ölçüt
46
görüldüklerinde ikisinin de eksilerinden-artıla-
tecrübemizden istifade etmesi gerekmez miydi? Böyle olmamasının en önemli nedeni bu konuda yeterli bir tecrübe oluşmasının önüne dikilen saltanat geleneğidir. Başka önemli bir neden ise
kullandığı da iddia edilemez.
konu üzerinde çeşitli gerekçelerle çalışılmama-
Bu değerlendirmelerle varılmaya çalışılan so-
çalışmalarına gerekli kıymetin verilmemesidir.
nuç; sitem dışı olmayı kötülemek veya sistem içi
İşe bakın ki, insani bütün sorunlara çözümsel
olmayı övmek, sorunsuz olacağını iddia etmek
bir bakış açısına sahip evrensel Kitap’ın takipçi-
değildir. Bunlar zamana, mekâna veya gelişen
leri sorunlarla dolu sistemlerden istifade etmek
olaylara göre bazen biri bazen diğeri tercih edi-
durumunda kalıyor, ya da istifade edip etme-
lebilecek olan yöntemlerdir. Yapılabilecek en
meyi tartışıyor. İslam’ın parlak dönemlerinde
büyük hata, bunların akide meselesi haline geti-
kaydettiği gelişmelerden, insanlığa kazandırdığı
rilmesi ve bu konudaki tercihler yüzünden Müs-
bakış açısı ve tecrübeden kaynaklanan serma-
lümanların birbirlerini “şirk” ile itham etmeleri-
yeyi yiyip bitirdik. O dönemlerin gururu ile ya-
dir. Ölçüsü net olmayan, “zaruret” veya “güç
pılabilecek fazla bir şey kalmadı. Cahiliye, küfür
sı, çalışanların da engellenmesi, dinlenmemesi,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ve şeytan kaynaklı zulüm ve haksızlıklara karşı ortaya konacak samimi çabaların her birisi beşerin tecrübe hanesine yazılır ve insanlığın önünü aydınlatır. Bu ışık olabilme görevini sürdürmenin yollarını bulmak yapılacak devrimlerden çok
- BİTTİ -
www.islamiyorum.com
daha kıymetlidir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
47
DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ
MAKALE 4 :
İslami Kimlik ve Demokrat Olmak Demokrat, “demokrasiye inanan” olarak
getirdiklerini peşinen dışlamaya devam
tanımlanmaktadır. Fakat tek bir demokrasi
etmişlerdir. Bu tavırdan uzaklaşanları ise
anlayışı veya herkesin üzerinde uzlaştığı sabit
“savrulma” kelimesiyle vasıflandırmışlardır.
bir örnek uygulama bulunmadığı için, bu tanım oldukça belirsiz ve çözümleyici olmaktan uzaktır. Bu sıfatla neyin kastedildiği sorusuna verilecek cevap, değişik fikir gurupları arasında zıtlıklara varan farklılıklar içerecektir. Bireyin sınırsız özgürlüğünü savunan bir liberal ile “önce güçlü bir devlet, sonra devlet gücünü zafiyete uğratmayacak kadar özgürlük” diyen ulusalcının demokrasi ve
demokrat tanımlarında ortaya çıkan fark gibi…
İktidar odaklı bir mücadele içerisinde bulunan kimi bireyler veya guruplar, 28 Şubat sürecindeki baskı ve engellemelerle ortaya çıkan tıkanıklığı aşabilmek için, pragmatist (faydacı) bir yaklaşımla “demokrat” kimliğini sahiplenmeyi tercih etmişlerdir. Hayata iktidar odaklı bakanlardan kimileri, İslam kimliğinin yanına demokrat kimliğini de yerleştirerek kendisine kolayca; “Demokrat
Ne var ki bu kavram, 28 Şubat 1997 yılında
Müslüman” deyivermiştir. Nitekim sürecin
yapılan milli güvenlik kurulu toplantısı
sembol isimlerinden birisi, kendi durumunu
ile başlayan ve günümüze gelen süreçte,
şöyle ifade etmektedir: “Sadece İslamcılık beni
Müslümanların gündemini yoğun bir şekilde
tanımlamaz. Ben aynı zamanda demokrat biriyim.
meşgul etmeye başlamıştır. Bu tarihe kadar
Demokrasiden yoksun bir İslamcılık anlayışını, yani
Müslümanlar; “demokrasi cahili bir nizamdır”,
İslami bir devlet ideolojisi olarak tanımlanan totaliter
“kendini İslam’dan başka bir sıfatla tanımlamak
ve otoriter bir İslamcılık anlayışını elinin tersiyle iten
küfürdür” gibi net görüşlere sahip iken, bu
bir demokrat İslamcıyım.”1 Gerekçesini ise şöyle
tarihten sonra farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır.
açıklamaktadır: “Hayatımın hiçbir döneminde silahlı
Kimi bireyler veya guruplar, “demokrasi şirktir, küfürdür” şeklindeki yaklaşımlarını aynen
sürdürerek, demokrasiyi ve beraberinde
48
Nuri YILMAZ
Mehmet Metiner ile söyleşi. http://www.
1
kahtanet.com/?Syf=15&cat_id=72&baslik_ name=UsO2cG9ydGFqLU1ldGluZXI
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
mücadeleyi savunan bir İslamcı olmadım. Ama laik
kullananlarla ortak zemin yakalama imkanımız
devleti dinsiz, demokrasiyi de küfür ve şirk rejimi
olmayacaktır. Şu halde mesele incelenmeyi ve
olarak tanımlayan bir İslamcılık anlayışına sahip
üzerine tartışılmayı fazlasıyla hak etmektedir.
oldum. Kâhta’da İslamcılık yaptığımız ilk gençlik yıllarımda Nemrut dağındaki o sanat harikası olan heykelleri “put” diye telakki edip yıkmayı düşünecek kadar da Talibancı bir anlayışa sahiptim. Ama sonradan kanaatlerimi değiştirdim. O dönemde
İşte bu makale, yukarıdaki sorulara cevap aramak ve daha uzun dönem tartışılması gereken bu konuya mütevazı bir katkı yapabilmek amacıyla kaleme alınmıştır.
savunduğum İslamcılık anlayışının yanlış olduğunu görüp paradigmamı değiştirdim.”2 Mücadele için
zaten demokratik kanalları kullananlarda ise söylem farklı bir noktaya evrilmiştir. 28 Şubat sürecinden sonra, İslami söylemlerle bu yolda yürümenin mevcut şartlarda mümkün olmadığını düşünerek: “Biz milli görüş gömleğini çıkarttık.” sözüyle sembolleşen başka bir tavır 3
içine girmişlerdir. Bu ifadeyle, değiştiklerini; demokrat kimliklerinin daha öncelikli hale geldiğini; artık farklı bir insan olduklarını vurgulamak istemişler, kendilerine bir mücadele
İslam haricindeki düşüncelere düşman olmak Bu tavır, emperyalist saldırıların İslam dünyasını doğrudan hedef aldığı dönemden kalmıştır. İslam dünyasında kimi coğrafyalar işgal altında bulunmaktaydı, kimi coğrafyalar ise emperyalistlerle işbirliği yapan azınlıkların yönetimine geçmişti. Coğrafyaların yönetimini ele geçirmiş olan azınlıklar daha sert politikalar izlemekte, kendilerini emperyalistlere
alanı açmaya çalışmışlardır.
ispatlamaya çalışmaktaydılar.
Kimileri ise kalıpları ve ön yargıları terk edip,
En yaygın görüş olan geleneksel Ehli Sünnet
yeni bir anlama ve tanıma sürecine girmeyi tercih etmişlerdir. Diğer beşeri tecrübeleri olduğu gibi demokrasiyi de anlamaya çalışmışlar; ne getirdiğini, ne götürdüğünü görüp; reddedeceklerse bilerek reddetmeyi, kabul edeceklerse bilerek kabul etmeyi
anlayışı, “ulu’l-emre/yöneticiye itaat”i esas kabul eden ve dinin gereği sayan bir ekoldür. İlk ortaya çıktığı dönem haricinde (ki o zaman da “sabır” ile muhalefet etmiştir) hiçbir zaman “muhalefet” hareketlerinin yanında olmamıştır. Muhalefet, isyan, başkaldırı gibi kavramlar,
seçmişlerdir.
bu ekolün lügatinde “fitne” olarak karşılık
Peki, doğru olan hangisidir?
iktidarların çok hoşuna gitmiştir. Her dönemde
bulmuştur. Bu yüzden Ehli Sünnet ekolü
- Demokrasiye ve getirdiklerine peşinen düşman olmak mı? - “Demokrat Müslüman” kimliğine veya direkt “demokrat” kimliğine sahip olmak mı? - Yoksa daha farklı bir bakış açısı mı?
kendisine güç merkezlerinden destekler bulmuş, bu sayede de kendi düşüncesine uymayan görüşleri dışlaya dışlaya o güne kadar etkinliğini sürdürmüştür. Fakat İslam dünyasının esaret altına girdiği dönem, Ehli Sünnet ekolünün kendi mantık bütünlüğü içerisinde çözüm getiremeyeceği
Gelişen şartlar, istesek de istemesek de
bir süreci başlatmıştır. Çünkü bu ekolün bütün
kavramı gündemimizin bir parçası haline
düşünce örgüsü, -öyle veya böyle- kendisini
getirmiştir. Geçmiş ezberlerle değerlendirmeye
İslam’a dayandıran bir iktidarın varlığına
kalktığımızda veya günün gerçeğini görmezden
göre oluşmuştur. İslam’a savaş ilan etmiş
geldiğimizde, hem doğru tavır belirleme
iktidarlara karşı mücadele vermenin; onlara
şansımız kalmayacak, hem de bu kimliği
baş kaldırmanın; muhalif olmanın, bu düşünce
Mehmet Metiner ile söyleşi. http://www.
2
kahtanet.com/?Syf=15&cat_id=72&baslik_ name=UsO2cG9ydGFqLU1ldGluZXI Recep Tayyip Erdoğan. 2002 Seçimlerine gidilirken
3
yaptığı konuşmalar.
örgüsü içerisinde olumlu bir karşılığı yoktur. “Hilafetin yeniden ihyası”, “acil devlet” gibi hedeflerle bir takım çabalar vücut bulmuşsa da, bunlar, Ehli Sünnet ekolünün düşünce örgüsünü
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
49
kırmayı ve toplumu harekete geçirecek fikri
sözler, bugün “mutlu ve huzurlu bir yaşam için
dönüşümü gerçekleştirmeyi başaramamışlardır.
Kur’an yeter. Hayat Kur’an’daki naslara göre
Zamanın düşünürlerinden Mevdudi ve Seyyid Kutub ise düşüncede devrim sayılabilecek
- O gün “adaletsizlik ve zulme hizmet eden her
güçte bir söylem geliştirmeyi başarmışlardır.
yönetim tağuttur” şeklinde ortaya çıkan
Özetle: “1) Din sadece ibadet ve merasimlerden
uyarıcı sözler, bugün “Kur’an’daki naslara göre
ibaret değildir; yeryüzünde adaleti tesis etmek ve
hareket etmeyen her yönetim tağuttur” şeklinde,
zulme başkaldırmak esası üzerine kurulu bir yaşam
Müslümanların kendi düşüncelerine uymayan
biçimidir, 2) Adaletsizliğe ve zulme sebep olan Suret-i
yönetimleri meşru görmedikleri bir anlayışa
Hak’tan bile görünse tağuttur, 3) Tağuta itaat şirktir,
dönüşmüştür.
onu ortadan kaldırıncaya kadar mücadele vermek Müslüman olmanın gereğidir” diyerek güçlü bir
“muhalefet kültürü” oluşturmayı başarmışlardır. Bu söylem, günün ihtiyaç ve problemleriyle öylesine denk düşmüştür ki, İslam dünyasının
Örnekleri artırmak mümkündür. Fakat artırıldıkça görülecektir ki, bir düşünce ne kadar değerli olursa olsun mutlaklaştırıldığı takdirde Müslümanların zihinlerini ve hareket
farklı coğrafyalarında baş gösteren “sol”
alanlarını daraltan bir niteliğe bürünür. En temel
karakterli kurtuluş hareketleri birer birer İslami
düşüncelerin dahi değişik zaman ve coğrafyalara
renge bürünmeye başlamıştır. Bu düşünürlerin
göre söylem dilinde farklılıklar olmalı, dil;
görüşlerini direkt benimsemeyen hareketler
o zamanın ve o coğrafyanın gerçeklerinden
bile, oluşturdukları muhalefet kültüründen
fışkırmalıdır.
etkilenmişlerdir. Fakat zamanla Seyyid Kutub ve Mevdudi bir ekol haline gelmiştir.
Bu düşünürlerin ifade ettikleri doğruları güne uyan bir söylem diliyle geliştirmeyi başaramayan
Tarihi süreç incelendiğinde her ekolün, çıkışını
Müslümanlar, bugün “İslam” diye kabullendikleri
haklı kılacak kimi gerekçeler üzerine filizlendiği
dar bir çerçeve haricinde her şeye düşman
görülecektir. Ekolleşmeye giden süreç ise,
kesilmişlerdir. Kendileri tarafından kurulmayan
günü için doğru sayılabilecek söylemin
hiçbir yönetimi beğenmemekte, dahası “tağuti”
mutlaklaştırılması ve tarihi bağlamından
olarak nitelemektedirler. Karşılaştıkları bütün
çıkarılmasıyla başlamıştır. Bu şekilde, günü için
beşeri tecrübe ve düşüncelere peşinen düşman
devrim niteliği taşıyan bir fikir olsa bile, sonraki
kesilmektedirler. Seyyid Kutub ve Mevdudi
süreçte önem ve değerini yitirmiş, Müslümanları
öncülüğünde oluşan muhalefet kültürü, tam bir
ezber ve kalıplara hapseden bir ekol/mezhep/
“ret” ve “düşmanlık” kültürüne dönüşmüştür.
fırka halini almıştır.
Halbuki birkaç noktanın üzerinde durmak
Seyyid Kutub ve Mevdudi’nin fikirleri etrafında da benzer bir sürecin yaşandığını söyleyebiliriz.
gerekmektedir: a) Vahiy, kıyamete kadar ortaya çıkacak
Bu düşünürler, gerçekten güçlü bir söylem
bütün sorunlara ayrıntılı cevaplar
dili yakalayabilmişlerdir. Ancak bu söylem dili
içermez
“evrensel” hale getirilince: - O gün “dinin ibadetlerden ibaret olmadığı, tüm hayatı kuşattığı” gerçeğini ifade etmek için
söylenen sözler, bugün “din bütün problemlere cevap içermektedir, onun haricindeki bütün düşünce ve tecrübeler reddedilmelidir” şekline
dönüşmüştür.
Vahyin kıyamete kadar ortaya çıkacak bütün sorunları çözdüğü şeklindeki düşünce, iyi niyetli ama eksik bir düşüncedir. Din tek tek sorunları çözmeye uğraşmaz; kavram, değer ve prensipler aracılığıyla bir zihniyet oluşturur. Bu zihniyet, yeryüzünde adaletin tesis edilmesini (tevhidi) esas alır ve zulmün her türlüsüne karşı çıkar. Farklı zaman ve coğrafyalarda ortaya
- O gün “Kur’an sadece önemli gün ve gecelerde
50
oluşturulmalıdır” şekline dönüşmüştür.
çıkan sorunların; zulme son verecek ve adaleti
okunacak bir sevap kitabı değil, bir hayat
sağlayacak şekilde çözümü, insanoğlunun
kitabıdır” gerçeğini ifade etmek için söylenen
imtihanıdır. Zaten insanoğlunun yeryüzündeki
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
sorumluluğunu bildiren hilafet kavramı da bu
Bu gerçeklerin yanında zikredilmesi gereken bir
gerçekliğe işaret eder. Hilafet, yeryüzünün iyilik,
diğer önemli husus da şudur: Her çağda, her
güzellik ve adaletle imar edilmesidir.
ortamda uygulanabilecek sabit bir uygulama
Vahyin her türlü soruna çözüm içerdiği şeklindeki algı; “Bugün dininizi kemale erdirdim,
modeli olamaz. Çünkü her çağın ve her coğrafyanın gerçekliği birbirinden farklıdır.
üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din
Vahiy, zulmün sona erdirilmesi ve yeryüzünde
olarak İslam’ı beğendim”4 ayetinde geçen ifadelere
adaletin tesis edilmesi konusunda pek çok
dayanmaktadır. Kemale erdirilmiş din; olmuş,
şey söylemiştir. Ama zulmü sona erdirecek,
bitmiş, tamamlanmış ve Allah’ın razı olacağı
yeryüzünde adaleti tesis edecek yönetim
şekilde her şeye cevap içerir hale getirilmiş bir
modelinin nasıllığı üzerinde teferruatlı
din olarak anlaşılmaktadır. Eğer böyle bir din
açıklamalar yapmamıştır. Kur’an’daki
varsa, doğal olarak onun dışında kalan her şey;
yönlendirmelere ve kavramlara bakarak, “Allah
şirk, küfür ve cahiliye olacaktır.
şöyle bir yönetim modeli bildiriyor” denilemez.
Halbuki ilk müfessirler bu ayetten; bütün zaman ve coğrafyalarda aynen uygulanacak bir yaşam biçimini değil, yaşam biçimine temel teşkil eden zihniyeti anlamışlardır. Mesela İbn Abbas: “Allah, Nebisine ve mü’minlere haber veriyor ki, imanı onlar için kemale erdirmiştir. Onlar bu konuda ebediyen bir ziyadeliğe ihtiyaç duymayacaklar. Allah, onu tamamlamıştır, ebediyen noksanlaştırmayacaktır.
Adaleti tesis edecek yönetim modelini oluşturmak, vahyin zihniyetiyle donanmış Müslümanların imtihanıdır. Böyle bir yönetim modeli, bütün insani tecrübeleri ve gelişmeleri yok sayıp, sıfırdan başlayarak oluşturulamaz. Sıfırdan başlamak, insanlığın başlangıcından beri yaşanan bütün süreci yeniden yaşamak demektir.
Allah onlardan razı olmuştur, ebediyen onlara
Bu yüzden, demokrasi de dahil bütün çağdaş
kızmayacaktır.” şeklinde açıklama getirmiştir.
yönetim modellerini önemsemek gerekir.
Taberi ise bu ayette geçen din kavramıyla
Onları doğru bir şekilde anlamak ve vahyin
toplumsal kural, yaşayış, düzen ve yürürlükte
temel ölçüleri ışığında; zulüm üreten yönlerini
olan sistemin kastedilmediğiyle ilgili olarak, bu
atmak, adalete hizmet edebilecek yönlerinden
ayetten sonra nazil olmuş bir ahkam ayetini
yararlanmak icap eder.
5
örnek göstermiştir: Ona göre, Nisa 4/1766 numaralı ayet, “Bugün sizin dininizi tamamladım ...” ayetinden sonra nazil olmuştur.7
b) “İslami” olarak nitelenen yaşam tarzı bir ütopyaya dönüşmüştür
Kimi Müslümanlar tarafından dile getirilen, beşeri düşünce ve tecrübelere ihtiyaç Maide 5/3
duymaksızın her çağda ve coğrafyada kendi
el-Firuzabadi. Tenviru’l-Mikbas’an Tefsiri İbn Abbas.
yaşam biçimini oluşturabilen din algısı, aslında
4 5
(Sahifetu’Ali b. Ebi Talha). Kahire 1991. S 170. (Bu kaynağa “İlhami Güler. Sabit din Dinamik Şeriat. EdDin. Kur’an’daki anlam içeriği. Ankara Okulu yayınları. S 13” kanalıyla ulaşılmıştır.)
bir ütopyadır. İyi niyetli ama gerçeklerle örtüşmeyen bir görüştür. “Peki, İslam nasıl bir yaşam biçimi öngörüyor; yönetim modeli,
“Senden kendilerini aydınlatmanı isterler, de ki: “Allah
ekonomi modeli, hukuk, eğitim, sağlık, ordu vs.
size ikinci dereceden mirasçılar hakkında şu açıklamayı
sistem ve modelleri nasıldır” diye sorulduğunda
yapıyor: “Şayet çocuğu olmayıp bir kız kardeşi bulunan
verilecek bir cevap yoktur. Cevabın yokluğu
6
kimse ölürse, bıraktığının yarısı kız kardeşe kalır. Fakat kız kardeşinin çocuğu yoksa kendisi, ona tamamen varis olur. Eğer iki kız kardeş kalmışsa, bıraktığının üçte ikisi onlaradır. Eğer mirasçılar erkek ve kadın kardeşlerse, erkeğe, iki dişinin hissesi kadar vardır. Doğru yoldan
ise Seyyid Kutub’un, söylendiği dönem için makul gerekçelere dayanan şu sözleriyle meşrulaştırılmaktadır:
saparsınız diye Allah size açıklıyor.” Allah her şeyi bilir.”
“(İslam) toplum(u) meydana gelmeden önce fıkıh ve
(Nisa 4/176)
yönetim biçimi ile ilgili hükümler alanında çalışma
et-Taberi. Cami’u’l-Beyan. 4/80. (Bu kaynağa “İlhami
yapmak, havaya tohum serpmek gibi insanın kendini
Güler. Sabit din Dinamik Şeriat. Ed-Din. Kur’an’daki
aldatmasıdır. Tohum havada yeşermediği gibi, İslâm
7
anlam içeriği. Ankara Okulu yayınları. S 13” kanalıyla ulaşılmıştır.)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
51
fıkhı da boşlukta gelişmez.”8 “Bu dinin elimizde
2. Allah, gösterilen çabalara layık oldukları
bulunan hükümleri cahiliye toplumlarının ihtiyaçlarına
karşılığı verecektir. İyiliği ve hayrı arzulayıp
uymazlar, onlara cevap verecek nitelikte değildirler.
bunun için çok çabalayanların ulaşacakları
Çünkü bu din daha baştan bu toplumların varlığını
karşılık ile çok arzulasalar bile az çaba
meşru saymıyor, onların varlıklarını sürdürmelerinden
gösterenlerin ulaşacakları karşılık bir
hoşnut değildir. Bu yüzden cahiliye toplumu oluşundan
olmaz.
kaynaklanan ihtiyaçlarını tanımak zorunlu değildir. Bunlara cevap vermek gereğini de duymaz.”9
İnsani olan hata riski barındırır, ama var olduğu
Bugün bu söylemi hala sürdürenler, vahyin
ütopyadır. Dolayısıyla gerçeklerden kaçmak
ortaya koyduğu değerler ile bu değerlerden
yerine, imtihanı hakkıyla yaşamayı seçmek daha
neşet edecek hayat nizamı için söylenmesi
doğrudur. Bunu konuda Resulullah da şöyle
gerekenleri birbirine karıştırmaktadırlar.
cesaretlendirmektedir:
Değerler evrenseldir ve ekmeldir. Hiçbir düşünce sistemi ile takviye edilmesine ihtiyaç yoktur. Ancak değerlerin hayatta nasıl uygulanacağı konusu bu nitelikler içerisinde değerlendirilemez. Değerlendirilmeye kalkışıldığında gerçekliğe dayanmayan bir ütopya üretilmiş olur.
zannedilen diğer seçenek aslında yoktur, bir
“Bir müçtehit, yaptığı içtihadında isabet etse iki sevap, hata etse bir sevap kazanır”12
İstişare kavramının işletilmesi ise her kafadan farklı bir ses çıkmasını engeller. Her kafadan farklı bir ses çıksa bile her fikir değil, başkalarını ikna edebilen fikir geçerlilik kazanır.
c) “Yaşam biçimini, hataya meyilli olan bir varlığın (insanın) tesis etmesi” karşısında oluşan soru işaretleri
Yaşam biçiminin, vahyin değerleriyle donanmış Müslümanlar tarafından oluşturulması fikri; dinin değerleri ile bu değerlerin hayatta gerçekleşme biçimini birbirinden ayırmayan kimselerin zihninde şüphelere ve soru işaretlerine yol açmaktadır. Şüphelerin yoğunlaştığı iki temel noktadan birincisi, hataya meyilli bir varlığın bu işi hakkıyla yapamayacağı yönündeki kaygılar; ikincisi ise, insan sayısınca farklı görüşün ortaya çıkacağı yönündeki endişelerdir. Tabii bunların temelinde de insan aklına olan güvensizlik yatmaktadır. Oysa; “Bir millet özündekini değiştirmedikçe, Allah da onların durumunu değiştirmez.”10 ve
“Biz uğrumuzda canla başla gayret gösterenleri yollarımıza eriştireceğiz.”11 ayetleri çerçevesinde
düşünüldüğünde, şu gerçeklerle karşı karşıya kalınır:
d) Hilafet sorumluluğu, beşeri tecrübeleri doğru bir şekilde algılamayı gerektirir.
Yaşadığımız zaman ve coğrafyada adaletin nasıl tesis edileceği ve zulmün nasıl ortadan kaldırılacağı; sadece dini iyi bilmekle çözümlenebilecek bir mesele değildir. Dinin zihniyetiyle donanmanın yanında; insanlığın ihtiyaç ve problemlerini doğru teşhis etmek ve dünyayı da doğru anlamak gerekir. Ayrıca isabetli çözümler önerebilmek için; beşeri tecrübeleri iyi tahlil etmeye, doğrularını ve yanlışlarını önyargısız bir şekilde görmeye ve doğrularını sürdürüp yanlışlarını reddeden dengeli bir tavra ihtiyaç vardır.
Bir fikri/düşünceyi kimlik haline getirmek Müslümanlar açısından bir fikri veya düşünceyi kimlik haline getirmek, kökü çok eskilere dayanan bir alışkanlıktır. Mezhebin, tarikatın veya cemaatin kimlik haline getirilmesi gibi
1. Her birey ve toplum kendi imtihanını
birçok çeşidi vardır. Bu geleneğin özünde,
yaşamaktadır ve herkes layık olduğuna
kimlik haline getirilen düşüncenin din ile
erişir.
özdeşleştirilmesi yatar. Kimlik haline getirilen düşünce dinin kendisi olunca, ona uymayan
Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55
8
Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55
9
Kudat 3; Tirmizî, Ahkam 2; Ebu Davud, Akdıye 2; İbn
Ankebut 29/69
Mace, Ahkam 3
11
52
Buharî, İtisam 21; Müslim, Akdıye 6; Nesaî, Adabu’l-
12
Ra’d 13/11
10
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
düşüncelere ise (en iyi ihtimalle) dışlanmak
Din adına Müslümanlar birbirinden uzaklaşır;
kalır.
din adına aralarına duvarlar örülür; din adına
Herhangi bir düşünceyi fikri kimliğini oluşturacak ölçüde sahiplenen kişi, çoğunlukla içine düştüğü durumu fark etmez ve bu düşünceyi din edinme iddiasında değildir. Ancak sarıldığı düşünceyi: - “Dinin yorumlarından birisi” olarak göremediği
birbirlerini dinin dışına ittirirler. Herkesin kendi benimsediği din yorumunu kimlik haline getirmesi, bir yandan; tepkisellik, rekabet ve düşmanlığı artırırken, diğer yandan; müsamaha, anlayış ve diyaloğu azaltır. Dinin bir yorumunu kimlik haline getirmenin sakıncalarını görmekten mi kaynaklanıyor
- Ve “din budur” anlayışıyla sahiplendiği için onun zihninde, bu düşünce ve din özdeş hale
bilinmez! Artık; bugüne kadar “İslam dışı” görülen düşünce ve kavramların kimlik haline getirilme modası başlamıştır. Müslümanlar
gelir.
kendilerini kolaylıkla “demokrat, laik, liberal,
Nitekim demokratik mücadele yöntemini tercih
Müslüman kimliklerinin yanına bu kavramları
eden ve bu tercihlerine temel teşkil eden din
çekinmeden yerleştirebilmektedirler.
solcu” gibi sıfatlarla niteleyebilmektedirler. Yahut
anlayışını kimlik haline getirenler, vaktiyle partilerini “Nuh’un gemisi” olarak nitelemişlerdir. Böylece kurtulmak isteyenleri kendi gemilerine binmeye, başka bir ifadeyle; kendi kimliklerini kimlik edinmeye davet etmişlerdir. Bugün ise “biz milli görüş gömleğini çıkarttık” diyenlere karşı: “Milli Görüş Gömleği: Hz. Yusuf’un, babası Hz. Yakup’a gönderdiği gömlektir; Hz. İbrahim’i Nemrut’un ateşinde koruyan gömlektir; Hz. Davut’un kendi eli ile
Bu tutum içerisinde bulunanları şöyle sıralayabiliriz: 1. Sadece modaya uyan ilkesiz ve omurgasız kimseler: Bunlar dikkat çekmek, popüler olmak, ya da ilkesizliklerini meşrulaştırmak gibi niyetlerle hareket etmektedirler. 2. Takiyeci bir mantıkla hareket etme
diktiği ve zalim Calut’u yendiği gün giydiği gömlektir;
zorunluluğu hisseden birey ve kurumlar:
Alparslan’ın Malazgirt’te ‘ölürsem bana kefen edin’
Bunlar içinde bulundukları duruma politik
dediği gömlektir; Hocası Akşemsettin’in hediyesi,
gerekçeler gösterebilen ve bu gerekçelerin
Fatih’in İstanbul’u fethettiği gün giydiği gömlektir;
kendilerini olmadıkları gibi görünmeye
Erbakan Hocamızın, ‘çare var’ konferansında ekmek
zorladığına inanan kimselerdir.
arabasının ardından koşan yalın ayaklı çocuğun dramının anlatırken gözyaşları ile ıslattığı gömlektir; Milli Görüş gömleği, giyenin çıkarmadığı, çıkardık diyenin ise hiç giymediği gömlektir” diyerek, kendi
görüşlerini din ile özdeşleştiren yaklaşımlarını sürdürmektedirler.
3. Bütün sorunları çözen din anlayışının yanlış olduğunu, sorunların çözülebilmesi için İslam’ı kavramış olmakla birlikte beşeri tecrübelerden yararlanılması gerektiğini düşünen kimseler: Bunlar iyi niyetli bir şekilde, Müslümanların karşı karşıya
Oysa dinin bir yorumunu din haline getirmek, dengeli bir durum değil bir aşırılık halidir. Yorumun sahibini, dinin sahibi pozisyonuna düşürür. Kişi artık dini nasıl anladığını anlatan bir kişi olmaktan çıkar; dinin nasıl olduğunu belirleyen güç haline gelir. Nasıl Müslüman olunacağı veya nasıl dinden çıkılacağı artık onun söylediği kelimeler arasında gizlidir. Kimin Müslüman veya kimin kafir olduğu onun din adına söylediği ölçülerle ortaya çıkar. Bu ise
bulundukları açmazlara kendi çaplarında çözüm aramakta ve bu çerçevede de; ya beşeri tecrübeleri peşinen kabullenen ya da sentez öneren yaklaşımlar sergilemektedirler. Fakat beşeri tecrübeler bile olsa, herhangi bir düşünceyi peşinen kabullenmek ve kimlik haline getirmek, her halükarda dengeli bir yaklaşım tarzı değildir:
(çoğunlukla istenmeden ortaya çıkan) çok ağır
Birincisi; beşeri düşünce ve tecrübelerin
bir vebaldir.
felsefesiyle birlikte kabullenilmesi gibi bir tehlike
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
53
içerir. Bu durum, bir yanlıştan kaçarken başka
Bütün dinlere ve görüşlere karşı aşırı toleranslı
bir yanlışa düşmek gibidir. İslam anlayışlarının
ve müsamahakardır. Pragmatist, yani faydacı
iyice yozlaşmasına, ilkelerden ve prensiplerden
ve fırsatçıdır: Kendi ideallerine ulaşmayı esas
iyice uzaklaşılmasına sebep olur. İkincisi; beşeri düşünce ve tecrübelerin hatalı ve eksik yönlerinin görülmesini engeller. Hatalı veya eksik olabileceği varsayılmayan bir düşüncenin daha iyisini aramaya ihtiyaç yoktur. Böylece bulunan ile yetinme durumu ortaya çıkar. Bu ise gelişmenin ve güzelleşmenin
durumunu görmezden gelebilir. Bir nevi “köprüyü geçene kadar ayıya dayı de!” ilkesiyle hareket eder. “Belli durumlar karşısında takınılan bir strateji” olarak bakıldığında, bu duruşun da gerekli
önünde bir engeldir.
olduğu yerler bulunabilir. Ama özellikle bu
Üçüncüsü; düşüncenin dinleşmesi tehlikesini
ifade etmek için “strateji” kavramı yeterli
ifadelerle özdeşleşen cemaatin yaklaşımlarını
potansiyel olarak içerisinde barındırır. Bu durumun en ironik örneklerinden birisi; gurupçu ve cemaatçi anlayışlardan muzdarip olmuş “İslami sol” söylemi temsilcilerinin, bugün insanları sermayeye bakışlarına göre kategorize eder hale gelmiş olmaları ve sol gözüyle sermayeye bakmayan Müslümanları “abdestli
gelmez. Zikredilmesi gereken iki farklı yön daha vardır. Birincisi; cemaat farklı din mensuplarına karşı aşırı toleranslı iken İslam sınırları içerisindeki farklı görüş ve yorumlara karşı oldukça dışlayıcıdır. Hatta bir nevi kader birlikteliği yaptığı partiyi bile (Filistin
kapitalist” olarak nitelemeye başlamalarıdır.
meselesinde olduğu gibi) zaman zaman yalnız
Demokrasiyi kimlik haline getirmek,
ettiği din anlayışı kalp temizliği ve ibadetlerden
yani “demokrat” olmak da bu çerçevede değerlendirilmelidir.
bırakabilmektedir. İkincisi; cemaatin davet ibarettir. Sürekli iyilik yapmayı düşünen, ibadetlerine hassas ve bunları yapabildiği
İslam kimliği ile demokrat kimliğini birlikte taşıyanların günümüz itibariyle en belirgin
ortamlarda itaati elden bırakmayan, uyumlu davranan, itiraz etmeyen ve boyun eğen
özellikleri; kendinden olmayana karşı sınırsız
bireyler yetiştirmeye çalışmaktadır. Bu ise
hoşgörü içinde bulunmaları, fakat buna
dünya egemenlerinin ve zalimlerin arayıp da
karşılık İslam kimliği yanına demokrat kimliği
bulamayacağı bir din anlayışıdır.
yerleştirmeyenleri radikal, Selefi gibi sıfatlarla sıfatlandırmalarıdır. Bir durum tespiti olarak ifade etmek gerekirse, radikal ve Selefi görüşlere sahip olanlar,
Kısacası “Demokrat Müslüman” kimliğinin (en azından Türkiye’deki) karşılığı, pek de sevimli ve iç açıcı değildir.
gerçekten de demokrasiye karşı ön yargılıdırlar.
Belli bir bölge veya örnek çerçevesinde
Ancak beşeri tecrübelere karşı (ve dolayısıyla
değerlendirmeyip “genel” bakmaya çalıştığımız
demokrasiye karşı) önyargılı olmak ne kadar
zaman da varacağımız sonuç pek farklı
aşırı bir tavırsa, bu tecrübeleri peşinen kabullenmek de o kadar aşırı bir tavırdır. İslam ile birlikte Demokrasi ve Laiklik gibi beşeri tecrübeleri kimlik haline getirmiş olan din anlayışının en popüler kavramları, “hoşgörü” ve “diyalog”dur. Bu kavramlar zikredildiğinde, ülkemizin en büyük siyasi partisinin ve özellikle de en büyük cemaatinin akla gelmesi ise
54
aldığı için çatışmacı davranmaz ve muhatabının
olmayacaktır: Bir fikri veya düşünceyi kimlik haline getirmek dengeli bir tavır değildir. Problemlere ve yanlışlara da oldukça açıktır. Demokrasi evrensel bir değer ve sorunsuz bir yönetim modeli olsa idi, hakkında söylenecek şeyler de değişecekti. Ama olumlu ve dikkate değer yönlerinin yanında kimi zaaflar ve
bu anlayışın toplumu ne denli etkilediğini
eksiklikler içeren bir değer kimlik haline
göstermesi bakımından önemlidir. Bu anlayış
getirildiği zaman, ondan sağlıklı bir şekilde
küfrü ve zulmü olmayan bir din anlayışıdır.
yararlanma imkanı da kalmayacaktır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Sonuç
tercih değildi. Ne kadar samimi ve iyi niyetli
İslam insanı aşağıların aşağısı rezil bir varlık
uygun davranmadıkları için, insanlığın dertlerine
olmaktan kurtarıp; iyi ve değerli bir varlık haline getiren düşünce sisteminin adıdır. İlk insandan itibaren bütün nesillere, peygamberler aracılığıyla bildirilmiş ve öğretilmeye çalışılmıştır. Ve son defa olarak Hz. Muhammed aracılığıyla Kur’an’da sunulmuştur. Kur’an değindiği konuları; ilke, prensip ve kavramlar şeklinde ele alan bir kitaptır. Pek az
olsalar da eşyanın tabiatına ve imtihanın ruhuna derman olmayı başaracak bir gelenek ortaya koyamadılar. İnsanlığın muhtaç olduğu evrensel değerler onların ellerinde bulunmasına rağmen, sorunlara ve problemlere çözüm arama işini başkalarına bıraktılar. Onlar suskun kaldıkça, hak etmeyenler bu alanı doldurdular. Fakat dünya üzerinde yaşanan gerçekler açıkça gösteriyor ki, insanlığın İslam’a şiddetle ihtiyacı
kısmında da, ilke, prensip ve kavramlarla ortaya
vardır. Çözüm arayışı içerisinde girilen yolların
koyduğu değerlerin hayatta nasıl uygulanacağını
çıkmaz sokak olduğu anlaşılmış, insanlık yeni
örnekler. Başka bir ifadeyle, Kur’an’ın ortaya
arayışlar içerisine girmiştir. Tarihin bu dönüm
koyduğu değerlerle donanmış bir aklın; hangi
noktasında Müslümanların sorumluluklarını
yönde ve hangi şekilde çalışması gerektiğini
yeniden kuşanmaları ve peygamberlerinin
gösterir.
yaptığı gibi; zamanı vahyin değerleriyle inşa
Kur’an’ın ele aldığı konular, insanlık ne
etmeye girişmeleri gerekmektedir.
kadar gelişme gösterirse göstersin, ne
İşte tam da bu noktada göz önünde
kadar olgunlaşırsa olgunlaşsın; önemini
bulundurulması gereken bir takım gerçekler
asla yitirmeyecek, bir üst kimlik olarak
vardır:
daima varlığını sürdürecek konulardır. İnsanoğlunun zaafları ve kusurları göz önünde bulundurulduğunda ise, “rehber”liğine daima ihtiyaç duyulacak olan konulardır. Kur’an’ın meseleleri çoğunlukla ilke, prensip ve kavramlar şeklinde ele alıyor oluşu, bunların hayatta nasıl gerçekleştirileceği sorusunu gündeme getirir. “Hilafet” sorumluluğunun ana gündem maddesi bu soruya verilecek cevapla ortaya çıkar. İnsanoğlu tam da bu hedefle, yani; “Allah tarafından belirlenmiş olan ilke, değer ve kavramlarla yeryüzünü imar etmek” üzere yaratılmıştır. Ve bununla imtihan olunmaktadır. Allah tarafından gönderilmiş olan bütün peygamberler, bulundukları zaman ve coğrafyayı vahyin değerleriyle inşa etmeye çalıştılar. Kendilerinden sonra gelenler için, bu sorumluluğun hangi mantıkla yerine getirileceğini örneklendirdiler. Peygamberlerden sonra gelen kimseler ise kendi zaman ve coğrafyalarında inşa faaliyetlerini sürdürmeye çalıştılar. Fakat Müslümanların büyük çoğunluğu,
1. “Vahyin değerleri” sihirli bir değnek değildir. Şöyle bir sallayıp sihirli cümleleri söylediğimizde, aniden her yer güllük gülistanlık olmaz. Bunlar sadece insan aklı ve üretkenliği için rehberdir. 2. Peygamberin rehberliği, vahyin değerlerinin hayatta; nasıl ve hangi mantıkla gerçekleşeceğini göstermek içindir. Birebir uygulanacak bir model değildir. İhtiyaçların, problemlerin, imkanların ve araçların hızla değiştiği bir dünyada, her çağda geçerli bir model olamaz. Bu durum eşyanın tabiatına aykırıdır. 3. İçinde bulunulan zamanı ve coğrafyayı vahyin değerleriyle inşa etmek, vahyin değerleriyle donanmış olan Müslümanların sorumluluğudur. Peygamberin kendi zamanını inşa ederken ortaya koyduğu hareket mantığını göz önünde bulundurarak bugünü inşa etmek zorundadırlar. 4. Bunu yaparken, her şeyden önce günü
“inşa etme” sorumluluğunu “peygamberi aynen
iyi bir şekilde tanımalı; ihtiyaç ve
taklit etmek” olarak anlamaya meyilliydi ve
problemlerini doğru bir şekilde tespit
onun yaptıklarını aynen tekrarlamaya çalıştılar.
etmelidirler. Ardından bu ihtiyaç ve
Fakat bu durum imtihanın ruhuna uygun bir
problemlere çözüm olarak üretilmiş beşeri
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
55
tecrübeleri incelemeli; bunların iyi ve güzel yönlerini sürdürecek, zulme ve adaletsizliğe yol açan yönlerini ise düzeltecek çözümler aramalıdırlar. Vahyin rehberliği, zulüm ve adaletsizlik olanın tespiti ve adil olanın ikamesi sırasında kendisini göstermelidir.
tecrübelerden objektif bir şekilde yararlanma imkanı sunar. İslam’ın kazandırdığı bir üst kimlik varken başka kimliklerle kendini ifade etmek, bir Müslüman için izahı kolay bir durum değildir. “Hangi değerin İslam’da bir karşılığı yok ki, buna ihtiyaç duyuldu?” sorusunu gerekli kılar. Demokrasi, insanlığın karşı karşıya bulunduğu “yönetim” sorunlarına dikkate değer çözümler üreten bir beşeri tecrübedir. Fakat önerdiği çözümler kusursuz değildir ve hatta adalet duygusu olmayan insanların elinde istismara çok açıktır. Sadece demokrasi değil, hangi düşünce ve tecrübe olursa olsun; taraftarlık da, tepkisellik de dengeli bir tavır değildir. Yeryüzünü güzellikle imar ederken beşeri tecrübelerden yararlanmak gereklidir. Ancak, ne aşırıya kaçıp olumsuzunu bile görmeyen bir tarafgirlikle hareket edilmeli, ne de tepkisel bir karşıtlık sergilenmelidir.
- BİTTİ -
56
www.islamiyorum.com
İslam’ın kazandırdığı sağlam kimlik, beşeri
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ
İslam’da Demokrasi Malik B. Nebi Çeviren:
Muharrem Tan
“Faslı Öğrenciler Kulübü (1960)”nde yaptığı konuşma.
Beyler, İslam halkları olarak, bizimle aynı şartlarda yaşayan ve sömürgeci devletlere boyun eğen diğer Afro-Asyatik halklar gibi sömürge yıllarında bu devletlerin kültür ve uygarlığıyla kaynaşan, genellikle galip olanın adet ve geleneklerini mağlup olana dayattığı o süreçte bu devletlerle yaşadığımız ilişki yüzünden Batı dünyasının değer ve kriterlerinin, tarihsel tecrübesinin varisleri olan insanlarız. Sosyal gerçekliğimizi ölçmek için bunların birçoğunu esas kabul ettik. Kendi geçmişimizi bunlar ışığında ve Batılı halkların mevcut konumlarıyla büyülenmiş gözlerimizle tartar olduk. Bu halklar bizlere kendi gelenek, anlayış ve kavramlarını, hayat tarzlarını empoze ettiler. Bunları fikir ve kanaatimizce benimsenen, mantığımız için delil sayılan kesin gerçekler olarak gördük. Bunların ne sıhhat derecelerini, ne de kişiliğimiz ve hayat felsefemizle uyumlu olup olmadıklarını araştırdık. Düşünce yapımız üzerinde öyle derin etkileri oldu ki gerek yazılarımız, gerekse
Bu ve benzeri başlıkları kullanırken, genellikle hemen hiçbirimiz tarafından ikna yoluyla kabul edilmemiş, aksine Batı uygarlığının bize dayattığı geleneklerle zıtlaşmamak için teslimiyet gösterdiğimiz bir gerçek içerdiğini hissetmeyiz. Bu ruh hâli içinde yüksek bir medeniyet değeri taşıdığı inancıyla onu hemen İslam’a katarız. İslamiyet ile ilişki derecesini veya böyle bir ilişkinin kurulup kurulamayacağını, belki de yüce dinimizin ondan tenzih edilmesi gerektiğini düşünmeyiz. Demokrasi de bu şekilde kabul ederek İslam kültürüne eklediğimiz bir olgudur. Bunu en azından şeklen haklı kılacak sebep ve gerekçeler bulunduğunu düşündüğümüz için şu soruyu aklımızdan bile geçirmeyiz: «İslam’da demokrasi var mıdır?” Aksine kesin bir gerçek olarak değerlendirerek şöyle deriz: “İslam’da var olan demokrasiyi anlatır mısınız?” Kanaatimce bu konuda temel sorun, bu iki kavram arasında ilişki kurma sorunudur. Bu bağlamda önce bu ikisini birbirinden ayırmamız ve bağımsız kişiliklerine dayanan tariflerini yapmamız gerekir. Bu tarifler ışığında ikisi arasında herhangi bir yakınlık bulunup bulunmadığı da ortaya çıkacaktır.
konuşmalarımızda bu sohbetimizin konusu olan
Dolayısıyla atacağımız ilk adım, kavramlarımızı
«İslam’da demokrasi» olgusu gibi bizler için
tarif etmek olacaktır. Şimdi soralım: İslam
gayet yeni mevzuları ele alır olduk.
nedir? Demokrasi nedir?
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
57
Bu vesileyle bir hususa dikkat çekmemiz
Diğer taraftan İslam nedir? Bu soruya
gerekiyor: Her kavram, tarihin bir anında icat
verilebilecek en güzel cevap ve kelimenin en
edilmiş bir kelimeden ibarettir. Bu çerçevede
basit anlamı bizzat Hz. Peygamber’in (sav)
«İslam» kelimesinin Arap dilinde ne zaman
verdiği cevap olacaktır. Büyük hadis âlimleri
ortaya çıktığını ve ne mânâda kullanıldığını
Müslim, Tirmizî, Ahmed ve Buharî tarafından
biliyoruz. Hiç şüphesiz bu kelimeyi icat eden ve
nakledilen meşhur bir hadiste Ebû Hüreyre (ra)
ilk kullanan Kur’an-ı Kerim’dir.
şöyle der: “Hz. Peygamber (sav) insanlarla
«Demokrasi» kavramı hakkında ise çok daha az bilgiye sahip bulunuyoruz. İthal bir sözcük olarak Arap dilinde ne zaman kullanılmaya başladığını bilmiyoruz. Bırakın bunu, kendi öz dilinde bile ne zaman ortaya çıktığını bilmemekteyiz. Grekçe bazı metinlerde Perikles’in döneminden önce bilindiğine dair
‹İman nedir?’ diye sordu. Efendimiz cevap verdi… Sonra ‹İslâm nedir?’ diye sordu. Hz. Peygamber (sav) cevaben ‹İslâm, ortak koşmadan Allah’a kulluk etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan orucunu tutmandır’ buyurdu.”
işaretler vardır. Çünkü tarihçi Thucyded,
Hadisin konumuzla ilgili kısmını aktarmakla
İmparator Perikles’in Atina halkına yaptığı bir
yetinip Hz. Peygamber’in nas niteliğindeki
konuşmada yani milattan beş yüz yıl önce bu
cevabını önümüze koyduğumuzda görürüz
kelimeyi kullandığını nakletmektedir.
ki burada sorulan soruya tam bir cevap
Gördüğümüz gibi iki kavram arasında, ne zaman ne de mekân boyutunda bir irtibat mevcuttur.
verilmektedir. İslam, yalnız Allah’a inanmak, namaz, zekât ve orucu eda etmektir.
Biraz abartıp tarih ve coğrafya bakımından
Bu hadisi şerh edenler, hac farizasının
aralarında bulunan mesafeye dayanarak
zikredilmemesini o emrin henüz inmemesiyle
«İslam’da demokrasi yoktur» demek bile
açıklayabilirler.
mümkündür.
Sonuç olarak, iki kelime için de en basit ve yalın
Bir başka açıdan şöyle bir değerlendirme
anlamlarıyla fikir birliği edilen karşılıkları vermiş
de yapılabilir: Bir kavram veya kelime ne
bulunuyoruz.
kadar tarih doluysa, yani insanlığın mazisi ve gerçekliğinde ne kadar derin köklere sahipse o kadar müphem ve çok anlamlı olur. Burada ele almaya çalıştığımız iki kavram da bu
Bu derece bir sadeleştirmenin ardından ikisi arasında bir karşılaştırma yapılabilir mi? Belli bir sosyal düzen içinde «insanın iktidarı»nı
niteliktedirler.
onaylayan siyasal bir kavram ile bu veya başka
Kavramlarla ilgili müphemliği giderebilmek
iktidarına boyun eğmesi»ni benimseyen
için tam olarak kastettiğimiz anlamı seçmemiz
metafiziksel bir kavram arasında nasıl bir
gerekir. İslam ve demokrasi kelimelerinin
mukayese yapılabilir?
bir düzende özü itibarıyla «insanın Allah’ın
her ikisi de zengin anlamlar içerirler. Aralarında sağlıklı bir mukayese yapabilmek için iki kelimeyi pratik açıdan olabildiğince
Görüldüğü üzere ortada bir çelişki veya çelişki benzeri bir çatışma söz konusudur. Bu, Fransız
basitleştirmek gerekir.
İhtilali’nin kiliseyle kavgasında kullandığı
En basit anlamıyla demokrasi nedir?
çelişkidir: «Ne Ağa isteriz ne Rab!» Bu mantıksal
sloganlarında açıkça görülen türden bir
Herhangi bir Fransızca sözlük, kelimenin etimolojik anlamını vererek “halkın iktidarı” veya günümüzdeki popüler anlatımıyla
58
birlikte bulunuyordu. Adamın biri gelip O’na
çelişki, iki kavram arasındaki mesafeyi daha da açmakta, yapmak istediğimiz mukayese ve yakınlaştırmayı zorlaştırmaktadır.
“kitlelerin iktidarı” yahut özlü ve analitik bir
Burada zorluk, her iki kavramın delalet ettikleri
ifadeyle “insanın iktidarı” şeklinde iki sözcükten
gerçeklik itibarıyla değil, bizim bu gerçekliği
oluştuğunu bize aktaracaktır.
ifade tarzımızdan doğmaktadır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Örneğin demokrasi kavramının tanımı için bir
Şu hâlde demokrasi duygusu, asırlar boyu süren
etimoloji sözlüğüne bakmayı tercih ettiğimizde,
bu hareketin ve insanın değerine yönelik bu ikili
kavram o devrin bir ürünü gibi kabul eden
takdirin neticesidir.
Fransız İhtilali’nin zihniyet ve gelenekleriyle irtibatlı görünür.
Fransız Tarihçi Guizot, Roma İmparatorluğunun Sonundan Fransız İhtilali’ne kadar Avrupa Tarihi1
Oysa gerçekte yapmamız gereken demokrasinin tarifi bağlamında topu bir kez daha döndürmek ve onun İslam gibi daha önceki bir kavramla ilişkisini tespit etmek, en geniş anlamıyla bakmak, yani konuyu dar bir kıstasa bağlamaksızın olabildiğince genelliği içinde tutmaktır.
adlı eserinde bu hareketin, yani Avrupa’da demokrasinin ortaya çıkışının ve Avrupa ülkelerinde demokrasi duygusunun oturmasının gerçekleşme sürecini takip etmemize imkân sağlar. Büyük tarihçi Batı demokrasisinin köklerinin ne kadar derinlerde ve ne kadar saf olduğunu,
Haklılık gerekçeleri ileride açığa çıkacak bu tür bir çerçevede demokrasiye üç boyuttan bakmamız gerekir:
demokrasi bilincinin nasıl ağır bir şekilde oluştuğunu, nihayet Fransız İhtilali’nin efsanevi ve siyasal tacı olan İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesi’yle nasıl patlama yaptığını
1. “Ben”e yönelik bir kavrayış olarak demokrasi,
açıklamaktadır. Batı’daki demokrasi duygusu kendini ifade
2. Diğerlerine yönelik bir kavrayış olarak demokrasi,
etmeye başlamasına rağmen her yeni oluşum ve yapılanmada olduğu gibi belli bir kapalılık ve müphemlikten henüz kurtulamamıştı.
3. Fertte bu şuur ve kavrayışın oluşması ve
Rönesans ve Reform gibi iki büyük harekette
gelişmesi için zorunlu görülen siyasal,
bunu yakından gözlemlemek mümkündür. Bu iki
sosyal şartların bütünü olarak demokrasi.
hareket, Avrupalı İnsanın değerinin ruh ve akıl
Demokrasinin bu üç boyutu, onun özü ve
planında ilk kez deklare edilmesidir.
objesiyle ilgili demokratik gerekleri de içerir
Avrupa tarihine dair Guizot’nun kitabından
ki bunlar, demokratlık duygusunun dayandığı
aldığımız bu tarih dersinde sosyolojik
psikolojik kabiliyetlerin ve toplumdaki
gerçekliğin, Rönesans ve Reform gibi Batı
demokratik düzenin bütünüdür. Fertlerin kişilik yapısında, ülkenin mevcut anane ve geleneklerinde şartları oluşmadığı takdirde demokrasinin siyasal bir gerçeklik olarak tahakkuk etmesi imkânsızdır. Bütün bu ölçü ve değerlendirmeler, sorunun sınırlarını oluşturan çerçevenin de genel hatlarını oluşturmaktadır. Bu ana çizgiler, şunu özellikle göstermektedir ki demokrasi duygusu, ahlâkî ve toplumsal boyutta olmazsa olmaz şartlara bağlı değildir. Bu şartlar ne tabiat tarafından konulmuş ne de tabiî sistemin gerekleri olan hususlardır. Her ne kadar J.J. Rousseau zamanındaki romantik felsefe aksini düşünse de bu böyledir. Bunlar, belli bir kültürün hülâsası, hümanizm hareketinin taçlandırılması ve insanın değerinin yeniden takdiri, insanoğlunun kendini ve diğerlerini takdir etmesidir.
toplumuna özgü niteliklerle şekillenmiş olduğunu görürüz. Ne var ki demokrasi duygusunun arkasında yatan temel gerçek, her ne kadar diğer ırk ve milletlerin tarihinde tekrarlanamayacak olan kimi Batı deneyimleriyle maskelenmiş olsa da gerçekler tarih ya da politika kayıtlarıyla değil, psikoloji ve sosyoloji kavramlarıyla ifade edildiği zaman bu maskenin altından ortaya çıkıvermektedir. Avrupa’daki demokrasi duygusu Reform ve Rönesans hareketlerinin doğal sonucu ve ülküsüdür. Demokrasi duygusunun en doğru tarihsel anlamı budur. Fakat bu tarihsel anlamın, Avrupa tarihinden alınarak başka milletlere The History of Civilization in Europe from the Fall of
1
Roman Empire to the French Revolution, Francois P.G. Guizot.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
59
uygulanması neredeyse imkânsızdır.
çalıştığımız bir demokrasi projesi de olabilir.
Ancak gerek Avrupa’da gerek başka bir
Bu türden her gelişim, özü itibarıyla bir
coğrafyada yaşanan her demokrasileşme
arındırma işlemi olup insanı arındırarak yeni
sürecinde demokrasi duygusu, belli bir
insanın ortaya çıkmasını sağlar. Yeni insan, ister
toplumsal gelişmenin sonucu oluşur. Psikoloji
«vatandaş/yurttaş» biçiminde, ister «yoldaş»
biliminin diliyle ifade etmek gerekirse o, iki plaka arasındaki orta sınırdır. Bu sınırın her iki yakası da diğerinin zıddıdır. Yani bir tarafta kölelik psikolojisi içinde bulunan zavallı insan, diğer tarafta ise başkalarını köleleştirme ve
dönemlerinin kalıntılarından yani demokratik duygunun negatif portresini oluşturan unsurlardan arınmış bir varlıktır.
onlar üzerinde hegemonya kurma psikolojisi
Tarih, köle ve efendi psikolojilerini yansıtan
içindeki totaliter kişilik yer almaktadır.
negatif portrelerin canlandığı örneklerle doludur.
Demokratik değer ve yükümlülüklerin
Konuyu daha iyi açıklayabilmek için edebî
kendisinde ortaya çıktığı “hür” insan, yani yeni
eserlerde bile rastladığımız bu örneklerden
insan, bu iki negatif uç arasında beliren pozitif
bazılarını hatırlatmamız yararlı olacaktır.
görüntüyü temsil eder. Bu insan, iki tarafın olumlu değerlerine sahip, olumsuzluklarını ise
Victor Hugo’nun Gülen Adam2 adlı eserinde
reddeden, köleliği olduğu gibi köleleştirmeyi de
roman kahramanı Ursus’un, Gwinplain’e
olumsuzlayan bir yapıdadır.
söyledikleri bir köleye ait bazı öğütlerdir:
Bu gelişmenin bir biçimsel boyutu vardı ki o
“Büyükler için geçerli olan kural, hiçbir şey
da hür insanın yeni bir lakap kazanmasıydı. Bu
yapmamak, küçükler için geçerli olan kural ise,
lakap, insanın yeni değerini ifade etmekteydi.
hiçbir şey söylememektir. Yoksulun tek bir dostu
Buna göre insan, «sujet» yani bir efendi veya
vardır: Sükut. O, sadece tek heceli bir kelimeyi
krala tâbi olmaktan çıkıp Fransız İhtilâli’nin
ağzından çıkarmalıdır: Evet. İtiraf etmek ve razı
verdiği isimle «Citoyen» yani vatandaş/yurttaş
olmak. Bütün hakkı budur. Hâkim karşısında da
hâline gelmişti. Fransız İhtilali, Kral 16. Louis’i
evet, kral karşısında da.
yargılarken, babası gibi sıradan bir vatandaş olarak muamele etmişti. Rus çiftçisi de Çarlık
Büyükler, canları isterse bizi kırbaçlayabilirler.
döneminde «Moujik» olarak anılırken, 1917
Ben bu kırbaçlardan yedim. Bu onların
Ekim Devrimi’nden sonra «yoldaş» olarak
üstünlük hakkıdır. Kemiklerimizi kırmakla
anılmaya başlamıştı.
büyüklüklerinden hiçbir şey kaybetmezler...”
Bu biçimsel yaklaşımların etkisiyledir ki Fransız
Görülüyor ki Victor Hugo burada köle psikolojini
İhtilali’nin semalarında kanat çırpan isimlerin en
çok dikkatli bir şekilde tasvir etmektedir. Köle,
büyüklerinden biri olan Robespierre, Serfler yani
her şartta “Evet” der. Fakat kalıp olarak olumlu
“Hizmetçiler”in torunlarından Mirabeau ise eski
olan bu kelime, anlam bakımından gayet
dönemin hâkim sınıfını oluşturan Senyörler yani
olumsuz bir içerik taşımaktadır. Çünkü bu
feodal yöneticilerin torunlarındandı. Çevre şartlarından arındırılmış hâliyle genel durum bu olup özel tarih şartları ne olursa olsun her türlü insanî ortama uygulanabilecek niteliktedir.
“Evet”, “Ene”nin yani benliğin değerini sıfırlayan bir negatif etkiye sahiptir. Yani insan varlığında demokrasinin üzerine inşa edileceği temel zeminin inkârı ve reddidir. Demokrasi duygusunun bir başka karşıtı olarak
Herhangi bir demokratik gelişim bağlamında eşyanın ölçülebileceği genel kriter budur. Bu demokratik gelişim, tarihin sayfaları arasında kaybolup gitmiş bir tecrübe olabileceği gibi, yaşayan bir toplum gerçekliğinde realize etmeye
60
biçiminde olsun, köle olma ve köleleştirme
da despot portresi çizilebilir ki bunun en güzel örneğini Kur’an-ı Kerîm’de Firavun ile Hz. Musa arasında geçen meşhur diyalogda görebiliriz. İlki sorar: Victor Hugo, L’Homme qui Rit (1866).
2
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
“Ey Musa! Sizin rabbiniz kimdir?” (Tâhâ,
Bu türden birçok örnek sayabiliriz. Örneğin
20/49)
Haşşâşîn fırkasının başı, Alamut Kalesinin Şeyhi
“Rabbimiz, her canlıyı yaratan ve onlara doğru yolu gösterendir.” (Tâhâ, 20/50)
Hasan Sabbah (es-Seffâh), kendisine tâbi olan müritlerinin canları üzerinde aynı şekilde tasarrufta bulunurdu. Zavallılar onun tek bir
Sorunun, kendi halkını köleleştirmek isteyen
işaretiyle kendilerini ölüme atmakta tereddüt
azgın bir tiranın ruh halini ne kadar güzel
etmezlerdi.
yansıttığını görüyoruz. Esasında bu soruyla Hz. Musa’dan kendi rablik ve ilahlığını itiraf etmesini bekliyordu. Ne var ki aldığı cevap onu çileden çıkardı. Zira karşısındaki insan, Firavun’un asılsız iddialarını reddediyordu. Daha sonra yaşanacak sahneler, bir despotun portresini iyice netleştirecekti. Nitekim yaşadığı üstünlük psikolojisiyle Allah’ın Elçisi’ne süre vererek bir gün belirleyecek, o gün kendi büyücüleriyle yarışmasını isteyecekti. Şeytanın tuzağının boşa çıkması ve büyücülerin «Biz Musa’nın ve Harun’un Rabbine iman ettik» (Tâhâ, 20/70) diyerek secdeye kapanmaları, Firavun’u iyice hiddetlendirdi ve tehditkâr
Meseleyi ana hatlarıyla yeterince ele almış bulunuyoruz. Artık bunlara dayanarak genel bir ölçüt koyabiliriz. Bu ölçüte göre demokrasi duygusunun varlığından söz edebilmek için yukarıda saydığımız üç unsurun İslam’da demokrasi bağlamında olup olmadığını sorgulamamız gerekmektedir. Dolayısıyla doğru soru şu olacaktır: «İslâmiyet, söz konusu öznel ve objektif şartları içerip bunlara güvence olur mu? Başka bir deyişle ferdin kendine ve başkalarına karşı demokratik ruha uygun davranması için gereken zemini
bir dille şöyle dedi: “Ben izin vermeden ona
hazırlar mı? Bu duygunun gelişmesi için uygun
inandınız demek. Aslında o size büyüyü
sosyolojik şartları oluşturur mu?
öğreten ustanızdır. Andolsun ki sağ eliniz ile sol bacağınızı çaprazlama kestireceğim! Yemin olsun ki sizi uzun hurma dalları üzerine çarmıha gerdireceğim. Hiç şüphesiz kimin daha katı ve kalıcı azaba sahip olduğunu göreceksiniz” (Tâhâ,
Pratik açıdan bu soruyu, yani “İslamiyet, demokrasi duygusu yaratır mı?” sorusunu cevaplamadan önce şunu sormamız daha yerinde olacaktır: İslamiyet demokrasi
20/71)
duygusuna aykırı, köle olma veya köleleştirme
Kıssanın sonunu anlatmamıza gerek yoktur. Bir
motivasyonların doz ve şiddetini gerçekten
despotun öfkesi arttığı ölçüde duygularını nasıl
hafifletir mi?
kalıplarına damgasını vuran eğilim ve
daha şiddetli yansıttığı görülmektedir. Burada ifade edilen, kendini değil, başkalarını inkârdır ki bu, bir şekilde demokrasi duygusunun bir boyutunun da inkârı demektir. İki inkârın tek bir vakada buluştuğu hâllere de rastlamaktayız. Örneğin Çarlık Rusyası bize böyle bir örnek sunmaktadır. Rus çarlarından biri, sanırım Büyük Aleksandr Batılı bir misafirini ağırlıyordu. Bir ara, halkı üzerindeki gücünü göstermek isteyen Çar, uçurum kenarındaki kulede nöbet tutan bir askere bir parmak işareti
Burada hatırda tutmamız gereken husus, her türlü demokrasi projesinin, esasen bir millet düzeyinde psikolojik, ahlakî, sosyal ve siyasal yani genel kapsamlı bir aydınlatma programı olduğudur. Şu hâlde demokrasi, etimolojik anlamının gösterdiği biçimiyle, bir anayasa sayesinde egemenliği tanınan bir halkın kendini yönetmeye başlaması olarak anlaşılacak kadar basit bir olgu değildir.
yapmış ve bu işaret, askerin uçuruma atlaması
Herhangi bir ülkenin anayasasında böyle bir
için yeterli olmuştu. Bu olayda, despot ve
ifade bulunmayabilir. Yani bu ülke anayasal
köle yan yana bulunmaktadır ki bu demokrasi
sistemine bunu koymamış veya iktidara gelen
duygusunun iki boyutunun da inkârı anlamına
bir despot, örneğin Fransa’da yönetime el koyan
gelmektedir.
Napolyon gibi biri tarafından bu madde silinmiş
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
61
olabilir. Fakat her iki durumda da o halkta
belli bir halkın egemenliğini, o halkın hak ve
demokrasi duygusu yaşamaya devam eder.
özgürlüklerini deklare eden bir anayasa olarak
Çünkü demokrasi kültürü, gelenek ve ananesiyle
görmemiz mümkün değildir. Buraya kadar ele
varlığını koruyabilen, dolayısıyla anayasadan
aldığımız şekliyle bunu, demokratik projeyi
silinmekle veya bir despot tarafından ilga
gerekli gören davranış ve uygulama geleneğinde
edilmekle kaybolacak bir olgu değildir.
aramamız gerekir. Dolayısıyla Müslüman ferdin
İngiltere’ye bakın. Bu ülkede İngiliz halkının hak ve hürriyetlerini garanti eden bir anayasa mevcut değildir. Zaten İngiltere’de böyle bir metin de yoktur. Ancak İngiltere’nin güçlü demokrasi geleneği, sosyo-psikolojik yapısı, son tahlilde ifade etmemiz gerekirse bizzat İngiliz ruhu onu korumakta ve yaşatmaktadır. Dolayısıyla demokrasi, esası ve özü itibarıyla iki taraf arasında bir iktidar teslimi, örneğin kral ile halk arasında bir iktidar devri değildir. Bilakis halkın vicdanında, duygu ve geleneklerinde demokrasinin temellerini oluşturacak ölçü, fikir ve hislerin doğması ve gelişmesi demektir. Anayasa; genellikle, siyasal bir gerçeklik hâline gelen demokratikleşme projesinin fiziksel sonucudur. Esasen halkın taşıdığı gelenek ve zihin yapılarının telkin ettiği ve belli şartlarda
soruya cevap aramak daha isabetli olacaktır. Yani, onun İslam’ın onaylayıp tavsiye ettiği genel prensiplerle irtibatı tarihsel planda nasıl bir süreç takip etmiştir? Çünkü bu prensipler, esasen Müslüman bilincine atılmış tohumlar, toplumun her ferdinde bulunduğu varsayılan İslamî denklemi oluşturan kamu vicdanı ve yapı taşlarıdır. Yeni kurulan ve aynı zamanda kurucu nitelikte olan demokrasi sürecini başlangıç anı itibarıyla dikkate almamız gerekir. Çünkü o an, demokrasi projesinin temel şartlarının olgunlaşmaya başladığı andır. Projenin gelecekteki sonuçlarının tamamı da bu şartlara göre şekillenecektir. Fakat daha önce de açıkladığımız üzere bu tür hareketlerin tamamında oluşum ve başlangıç aşaması biçimsel de olsa insana verdiğimiz
onun duygu ve düşüncelerinin yansıdığı bir
yeni bir tanımla bağlantılı olur. Örneğin Fransız
belgedir. Söz konusu gelenek ve zihin yapılarının
İhtilâli’nde insan “yurttaş” olurken, Rus
dikte etmediği, daha doğrusu arkasında
Devrimi’nde “yoldaş” olur. Bu değerlendirmeye
demokratikleşme zorunluluğunu telkin eden
bağlı olarak demokrasi geleneklerini birbirinden
tarihsel dayanakların bulunmadığı bir belgenin
ayıran farklar ve özellikler daha başından
adı ne olursa olsun hiçbir değeri olmayacaktır.
netleşir. Bu ayrım o kadar yaygınlık ve derinlik
Yeni kurulan bazı Afro-Asyatik devletlerde rastlanan ve güçlü demokrasi geleneği olan ülkelerden yaptıkları anayasa iktibaslarının ne kadar basit durduğu ortadadır. Bu iktibaslar kimi zaman gerekli de olabilirler. Fakat başka
kazanmıştır ki günümüzde artık Avrupa tarzı demokrasi için «Batı demokrasisi», Doğu Bloku ülkelerindeki demokrasi için «halk demokrasisi» veya Çin’deki için «yeni demokrasi» tanımlarını kullanmaktayız.
anayasalardan ödünç alınan şeyler; onları
Daha açık veya kapalı şekilde olsun, kendimizi
başka bir milletin psikolojisine yerleştirecek
birçok demokrasi modeliyle karşı karşıya
özel tedbirlerle birlikte düşünülmezlerse, tek
bulmaktayız. Bunlar, insana verdikleri değere
başlarına kesinlikle yeterli olamazlar.
bağlı olarak farklılıklar taşıyan modeller olup
Sonuç itibarıyla şu açık bir şekilde ortaya çıkmıştır ki, bu sohbetin başında sorulan «İslam’da demokrasi var mıdır?» sorusuna verilecek cevap, esas itibarıyla Kur’an
62
toplum içindeki konumundan hareketle bu
esas itibarıyla ülkede demokrasi projesinin başlangıç şeklini gerçek demokratik değer ve ülkülere ulaşma yolundaki konumunu ifade etmektedirler.
ayetlerinden veya Sünnet kaynaklarından
İnsana yönelik bu yeni değerlendirme, daha
çıkarılmış fıkhî bir hükme fazla da bağlı
başında projenin verimlilik ve performansına
olmayacaktır. Özellikle bizim ilgilendiğimiz
mührünü vurmakta, köle ve despot
bakış açısından bu böyledir. Zira İslamiyet’i,
psikolojisinde demokratik prensiplere direnen
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
negatif faktörlere göre şekillenmektedir.
çıkarma peşinde olmayanlar için yarattık. En
Dolayısıyla, bu bağlamda eşyanın ölçümünün
güzel son takva sahiplerinindir” (Kasas, 28/83)
yapıldığı, tarihte bilinen modellerin ayrışmasını sağlayabilecek bir kıstasa dönüşmektedir. Bunlar, üç bin yıllık Atina demokrasisinden günümüz Çin Halk Cumhuriyeti modeline kadar farklılıklar içeren demokrasi modelleridir. İslamî modeli hariç tutarak bu modelleri şöyle bir irdelersek, esas itibarıyla hemen tamamının insana siyasal haklar (Batı ülkelerinde yurttaşlara tanınan haklar) veya sosyal güvenceler (Doğu Bloku ülkelerinde yoldaşlara
Görüldüğü üzere bu bariyer, Müslüman’ın köleleştirme ve başkalarını ezme çukuruna düşmemesi için konulmuştur. Kölelik çukuruna düşmeyi engellemek için de şu bariyer konulmuştur: “Kendi nefislerine zulmetmiş olanlara melekler soracaklardır: ‘Dünyada ne durumdaydınız?’ Onlar da şöyle cevap verecekler: ‘Biz dünyada ezilip zayıf bırakılmışlardık.’ Melekler: ‘Başka yere hicret
tanınan haklar) vermeyi hedeflediğini görürüz.
edebilmeniz için Allah’ın arzı yeterince geniş
İslam ise, insana her türlü siyasal veya sosyal
yer cehennemdir. Ne kötü bir son! Hicrete
değerin üstünde bir değer bahşetmektedir.
imkân ve gücü olmayan ihtiyarlar, kadınlar ve
Kur’ân-ı Kerim’de ona bu değeri veren
çocuklar arasından –zayıf düşmüşler hâriç. Allah
bizzat Allah Teâlâ’dır: “İnsanı şerefli kıldık”
onları affedecektir. Zira Allah çok bağışlayıcı,
(İsrâ, 17/70) Bu, kâğıda dökülmemiş İslâm
esirgeyicidir.” (Nisâ, 4/96-98)
anayasasının bir tür başlangıç bölümünü oluşturan bir ayettir. Böyle bir başlangıç cümlesi, taşıdığı anlam itibarıyla diğer demokrasi modellerinin hiçbirinde yoktur. İslam’ın insana bakışı, onu Allah’ın verdiği şerefli konumuna oturtma esasına, yani ondaki ilahî boyuta dayanır. Diğerlerinin tamamı ise insanî ve sosyal yönüne bakışı esas alırlar. Dolayısıyla İslam’ın insan değerlendirmesi ona şu veya bu ölçüde bir kutsallık bahşederken beşerî sistemlerin tanıdığı hukukun çok üstünde bir değer verir. Bunlar arasındaki fark, sadece isim/kavram farkı değildir. İnsanın kendine ve diğer insanlara karşı beslediği gerçek duygular arasındaki farktır. İçinde ilahî şeref taşıyan insan, bunun kutsal ağırlığını gerek kendi benliğinde, gerekse diğer insanların şahsında hissedecektir. Böylelikle içindeki demokrasi karşıtı bütün olumsuz etken ve eğilimler dağılıp gidecektir. Müslüman’ın psikolojisine bu genel eğilimi yerleştiren İslam, köleleşme ve köleleştirme uçurumlarına düşmemesi için yolun her iki yanına bariyerler koymuştur. Bu iki bariyer, biri sağdaki diğeri soldaki uçurumu hatırlatan iki ayet-i kerimede zikredilmiştir: Bu ayetlerin ilkinde şöyle buyrulmaktadır: “Şu ahiret yurdunun yeryüzünde büyüklenmek istemeyen ve fesat
değil miydi?’ diyecekler. Onların gideceği
Bu da, âyetin işaret ettiği köleleşme istidadına engel olan ikinci bir bariyerdir. Şu hâlde Müslüman, kendi özünde karşılaşabileceği demokrasi karşıtı eğilimlere karşı Allah’ın kendine lütfettiği şeref ve yolunun iki yanındaki bariyerlerle korunmuştur. Bütün bunlar onun yoldan çıkarak bir despot ya da köle durumuna düşmesini engellemek içindir. Taşıdığı ‹insan’ sıfatı sebebiyle kendisine bahşedilen bu şeref duygusu, mümin olarak hissesine düşen özel bir onurla da takviye edilmiştir: “Gerçek izzet, Allah’a, Peygamber’e ve müminlere aittir.” (Münafikûn, 63/8) Ayetteki “izzet=onur” kelimesi, maddî unsurlara bağlı şan ve şöhreti değil ahlâkî üstünlük ve ruhî inceliği gösterir. Görülen odur ki Müslüman’ı kölelik veya despotluk çukurlarından herhangi birine düşürebilecek birçok olumsuz etken bulunduğu gibi, bir Müslüman sıfatıyla özüne konulmuş olumlu duyguya hâkim olan etkenler de mevcuttur. Buna göre «demokrasi», insanın bu yeni ve ulvî değerlendirilme şekliyle herkesten önce Müslüman’ın vicdanına ekilmiş bulunmaktadır. Çin Halk Cumhuriyeti bile öne çıkardığı “yeni
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
63
demokrasi” kavramıyla sadece yeni kanunları,
demokrasi fertler ve hükümetler bağlamında,
yeni fabrikaları ve yeni yolları değil, esas olarak
özel ve genel işlerde, sistem ve kurumların
insana yönelik bu yeni değerlendirmeyi işaret
hayatında, sosyal gerçeklik dünyasında nasıl
etmektedir. Yeni değerlendirmede yönetim,
gerçekleşecektir?
eşyalardan önce insanları önemsemektedir.
tarafından güvence altına alınan bireysel hak
olsak, bu her şeyden önce insanın demokrasi
ve hürriyetlerle sosyal güvenceleri sunup
duygusuna aykırı eğilimlere karşı aşılanması
sunamayacağını sormamız gerekir?
ve korunması, benliğinde bulunabilecek bu tür temayüllerin tasfiye edilmesidir.
İşte bu, diğer boyut, yani objektif boyuttur.
«Seküler demokrasi» veya «Laisizm» ise insana
naslarından değil, Müslümanların yaşanan
önce haklar ve sosyal güvenceler sunsa da onu
gerçekliklerinden beslenmelidir.
iki tehlikeyle baş başa bırakır: İnsan ya belli çıkar gruplarının, dev sermaye topluluklarının komplolarına kurban olup köleleşir. Ya da diğer insanları sınıfsal bir diktatörlüğün baskısı altında ezer. Bunu yapar; çünkü kendi benliğindeki köleleşme ve köleleştirme temayüllerini ortadan kaldıramamıştır. Zira Yüce Allah’ın şu buyruğunda somutlaşan değişmez yasaya uygun bir dönüşüm yaşanmamış bir toplumda gerçek anlamda bir değişim tasavvur edilemez: “Onlar kendilerinde olan –kötülükleri- değiştirmedikçe Allah bir topluluğun hâlini değiştirmez.” (Ra’d, 13/12)
Buna göre demokrasinin dayanakları, dinin
Bu son gözlemin, biçimsel değeri vardır. Çünkü biz, örneğin “Atina demokrasisi”ni etüt ettiğimizde, bugünkü Yunan halkının yaşadığı gerçekliğin dayanaklarını araştırmayız. Yine de bu, yaşayan Yunan halkının Platon devrini ayrıcalıklı kılan değerleri tamamen kaybettikleri anlamına gelmez. Şu hâlde İslam’da demokrasi olgusunu, genel itibarıyla günümüzde olduğu gibi İslamî geleneklerin taşlaşıp ışık yaymaz hâle geldikleri bir zaman diliminde değil, İslam’ın ilk ortaya çıktığı ve ilk Müslüman toplumun geliştiği
İslam ile demokrasi arasındaki organik ilişki böylece daha net bir şekilde ortaya çıkmış bulunmaktadır. Konuşmamızın başında demokrasiyi etimolojik anlamıyla ele alarak sırf halkın kendi kendini yönetmesi gibi algılamamız hâlinde bu ilişkiyi doğru bir şekilde kavramanın zor olacağı çok açıktı. Aynı zamanda belli bazı ülkelerden hazır bir demokratik anayasayı iktibas etmekle düşülecek hata da şimdi daha açık görülmektedir. Çünkü böyle bir durumda söz konusu belgeleri dikte eden tarihsel tecrübe ve psikolojik temelleri, iktibas edilen anayasa metinleriyle birlikte taşıyamayız. Bunu yapmakla, hayatta gerçekleşmeyecek bir demokrasi projesine sarılmış oluruz. Bu
süreçte araştırmak gerekir. İnsanların bildikleri ve tarihin de teyit ettiği üzere Peygamberimiz ve Dört Halife devrinde bu ruh kuvvetli bir şekilde yaşanmıştır. İslam âlimlerinin de bakış açısı olan bu bakış açısı üzerinde fikir birliği ettiğimizde, İslam’ın vazettiği demokrasi projesinin yaklaşık kırk yıllık bir zaman diliminde tahakkuk ettiğini de söyleyebiliriz. Bu süre zarfında, daha önce bahsettiğimiz tüm psikolojik esaslar yerleşmiş ve bunlar “İslam demokrasisi”nin manevi temelini oluşturacak yeni önermelerle ikmal ve teyit edilmiştir.
saptamalarda bulunarak, İslam’da demokrasiden
Bu önermelerden birini özellikle anmak
bahsetmemizi meşru kılacak dayanakları da
gerekiyor. Çünkü o, İslam toplumunda
ortaya koymuş oluruz.
kölelerin konumuna ilişkin ana noktada insanın
Fakat bu aşamada şu soruyu sormadan geçemiyoruz: Vicdan ve duygu ile bitişik ruh
64
Özellikle de bu demokrasinin, laik demokrasi
«İslam demokrasisi» diye bir şey tarif edecek
değerlendirilmesine tamamlayıcı bir nitelik taşıyor.
âleminde açıkladığımız şekilde kurulacak
Bildiğimiz üzere Atina demokrasisi bu meseleyi,
bu demokrasi nasıl gerçekleşecektir? Aynı
yani köleliği hiç önemsememiş, bilakis faydacı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bir açıdan yaklaşmıştır. Atina toplumunda
şöyle buyurmaktadır: “Dostum Cebrail köleye
köleler, ekonomik düzenin vazgeçilmez unsurları
karşı şefkat tavsiye etti. O kadar ki hiçbir
arasında yer alıyorlardı. Bu düzen içinde tek bir
insanın ne köleliğe düşeceğini, ne de bir işe
Allah’ın kulu çıkıp da kölelerin özgürleştirilmesi
zorla koşulabileceğini sandım.”6
gerektiğine, insana değer vermenin ancak bununla tamamlanabileceğine ilişkin bir şey söylememiştir. Hâlbuki İslam, bunun bütün açıklığıyla bir prensip olarak koymuş, şu veya bu şekilde köle konumuna düşmüş insanların da insanî değerlerini vurgulamıştır. Kur’an ve hadis kaynaklarında bununla ilgili birçok hukuksal düzenleme ve teşvik mevcuttur. Bu şekliyle İslam, köleliği aşamalı olarak ortadan kaldırmayı
Peygamber (sav) bütün bu direktifleri, Veda Haccı’nda verdiği hutbede topluca zikretmiştir. Bu hutbe, verildiği ortam, şartlar ve zamanlama sebebiyle bir tür manevî vasiyet niteliği taşımaktadır. Allah Resûlü bu vasiyeti sonraki nesillere bırakmış olup tam anlamıyla bir İnsan Hakları Beyannâmesi niteliğindedir. Kendisi bu hutbede şöyle buyurmuşlardır: «Ey İnsanlar!
esas alan bir gerçeklik oluşturmuştur.
Rabbiniz bir, babanız birdir. Hepiniz Âdem’den
Bu önermelere bir örnek olmak üzere şu
Allah’ın nazarında en değerliniz O’ndan en çok
ayet-i kerimeyi zikredebiliriz: “Biz ona iki yol
korkanınızdır. Ne Arap’ın Acem’e, ne de Acem’in
gösterdik. Ancak o, yükselen yolu seçmedi.
Arap’a takvadan başka üstünlüğü vardır.”7
Yükselen yol nedir bilir misin? Bir boyunduruğu
geliyorsunuz. Âdem de topraktan yaratılmıştır.
çözmek (köle azat etmek)tir.” (Beled, 90/10-13)
Bu tarihî konuşma, yapıldığı ortamın heybet ve
Hür insana yönelik bu tiz çağrı, sanki kölelik
bir İslamî demokrasi projesine dönüşmüştür.
meselesini onun vicdanına işlemeyi, böylelikle meselenin çözülmesini, yani köleliğin aşamalı
tesiriyle bütünleşerek merkezine insanı koyan
Bu projenin, teorik temelleri olduğu gibi
olarak sona ermesini hedefliyor gibiydi.
yaşanan sosyal gerçekliğe yansıyan sonuçları
Bu genel direktifi başka ayetlerde görmek
ve güvencelerde, idarenin işlerinde, onun yetki
mümkündür. Örneğin sadaka yani zekât
ve sınırlarıyla meşruiyet zemininde, yani tek
verilecek yerleri belirleyen ayet bunlardan
kelimeyle demokrasinin gözle görülür bütün
biridir. Yüce Allah orada şöyle buyurmuştur:
özelliklerinde eksiği bulunmaması lazımdı.
“Sadakalar (zekâtlar); fakirler, zayıflar…. ve
bulunmalıydı. Ferdin işlerinde, faydalandığı hak
kölelerin azatlık bedelleri içindir.” (Tevbe, 9/60)
Bu sonuçlar, Sıffin Savaşı’na kadar devam eden
Bu eğilim, Hz. Peygamber’in hadislerinde de
gayet belirgindir. Bunlar, Sıffin Savaşı’na kadar
ifade edilmektedir: “Bir köleyi hürriyetine
geçen dönemde yaşamış Müslüman ferdin en
kavuşturan kişinin, kurtarılan kölenin azalarının
basit hareketinde dahi bütün olgunluğuyla
her birine karşılık kendi azaları cehennem
kendini göstermekteydi. Bu dönem, tam
ateşinden kurtarılacaktır.»3
anlamıyla bir demokratikleşme sürecinden
Başka bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: “Kim kölesine vurur veya döverse kefareti, onu azat etmesidir.”4 Bir başka hadiste kölelerle ilgili bir vasiyette bulunmaktadır: “Onlar Allah’ın sizin emrinize verdiği kardeşlerinizdir, onlara kendi yediğinizden yedirin, giydiklerinizden giydirin.”5 Bir diğer hadis-i şeriflerinde Peygamber (sav)
kuruluş anayasasıyla ilgili gelişim sürecinde
ibaretti. İslami demokrasi projesini hayata geçirme yolunda ilerleyen nesil, bu iradesini hem fiil hem de davranış tarzıyla kanıtlamıştı. İlke ve prensiplerin yeni gelişen bu toplum üzerindeki etkileri, her şeyden çok fiziksel gerçeklikte gözlenmekte, bu boyutla ilgili sınırları sosyal hayatta bariz bir şekilde izlenmekteydi. Söz konusu prensiplerin sınırlarıyla birlikte
Sünen-i Nesâî, 6/26; Sünen-i Ebî Dâvud, 3966.
6
Sünen/i Ebî Dâvud, 5168.
7
3 4
Sahih-i Buharî, 1/80-81; Sahih-i Müslim, 1661.
5
Mecmau’z-zevâid, 3/16. Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 5/411; el-Mu’cemu’l-kebîr, 18/12-13
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
65
yaşanan hayat gerçeğini etkileme boyutu, geri
gerçekliğe yansıması işte böyle ortaya
kalmışlık ve demokratik oluşum dönemine
çıkmaktadır. Bunu daha önce açıklamıştık.
rastlayan devirlere göre farklılık içerir. Bu süreci
Fransız İhtilali’nin «Ne rab, ne efendi isteriz»
izlediğimizde uygulamadaki sınırlarıyla birlikte
sloganına mukabil, İslam Devrimi’nin sloganını
birçok teorik prensiple karşılaşırız. Bunlardan
«Ne kölelik isteriz, ne tiranlık!» şeklinde ifade
biri de ulü’l-emre ait iktidarın halk üzerinde
etmek mümkündür.
hükümranlık tesis etme hakkını düzenleyen şu ayettir:
İslam toplumunun bu en dinamik evresinde, manevî hürriyetlerin nasıl korunduğu ve vicdan
“Ey iman edenler! Allah’a itaat ediniz, Hz.
hürriyeti şu ayet-i kerimeyle pek güzel açığa
Peygamber’e ve içinizde idareyi elinde
çıkmaktadır: “Dinde zorlama yoktur. Yolun
bulunduranlara da itaat ediniz! Eğer herhangi
doğrusu eğrisinden ayrılmıştır.” (Bakara, 2/256)
bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, onun çözümünü Allah’a ve Peygambere havale etmelisiniz.” (Nisâ, 4/59) Görüldüğü gibi ayet-i kerimeyle konulan prensip, iktidarın ayrıcalıklarına dikkat çekmektedir. Halife Hz. Ömer (ra) yönetimi teslim aldığı gün yaptığı konuşmasında bu teorik prensibin
İnsanın despotizme ve köleliğe düşmesine mani olmak için İslâm demokrasisi tarafından takip edilen yolun kenarlarına konulan engellerin etkinliği, hemen anlaşılmaktadır. Çalışma ve seyahat hürriyeti ise şu ayet-i kerime ile güvence altına alınmıştır:
gerçekçi sınırlarını açıkça ifade etmiştir.
«Yeryüzünü sizin için gezilebilir kılan O’dur.
Kendisine biat eden, yani itaat etme sözü veren
Varın onun omuzlarında yürüyün de rızkından
mümin topluluğa, bu itaatin sınırlarını çizerek
yiyin.» (Mülk, 67/15)
şunları söylemiştir: «Sizden biri bende herhangi bir sapma görecek olursa onu düzeltmelidir.” Böylelikle İslam tarihinin o muhteşem anında başa geçen bir Müslüman yöneticinin vicdanında nasıl bir iktidar fikri olduğunu görmüş bulunuyoruz. Halife Ömer (ra), İslam demokrasisinin kaderini ele almanın şuurunu
İfade hürriyetine gelince, İslam’ın ilk günlerinden itibaren kabul gören prensiplerden biri olmuştu. Nitekim Allah’ın Elçisi, ashabını kendi görüş ve kararlarını tartışmaya alıştırırdı. Örneğin Bedir Savaşı’nda ordunun karargâh kurmak için uygun yeri kendisi seçmişti. Fakat Ensar’dan biri, bu tercihe karşı çıkarak
açıkça ortaya koymuştur.
daha uygun görünen bir başka yeri gösterdi.
Fakat aynı anda bu konuşmayı dinleyen
Bu olayı nakleden rivayetlerin tamamında
ve yönetilme konumunda bulunan sıradan
Peygamber’imizin, bu sahabinin fikrine uyduğu
vatandaşın vicdanındaki itaat fikrine dair de
bildirilmektedir. O’nun bu tutumu, Müslüman
bir tavırla karşılaşıyoruz. Halife’yi dinleyen
kamuoyuna yol gösterme noktasında çok
bir bedevi kalkıyor ve Büyük Halife’ye şöyle
etkileyici bir örnek oluşturmaktaydı.8
Bu yer, savaşın gereklerine daha uygundu.
mukabelede bulunuyor: “Allah’a andolsun ki eğer sende bir sapma görürsek seni şu
Mihir miktarının belirlenmesi meselesinde
kılıçlarımızla düzeltiriz!”
de benzer bir uygulamayla karşılaşıyoruz.
Görüldüğü üzere iktidarın sınırları, hem sade
istemişti. Böylelikle evliliğin kolaylaşmasını
vatandaş hem de bizzat devlet başkanının
sağlamayı düşünüyordu. Minberde bu fikrini
vicdanında aynı netlikte tezahür etmiş
Müslümanlara açtığında yaşlı bir hanım, Halife
durumdadır.
Ömer’in böyle bir tedbir alma hakkı olmadığını
Hz. Ömer, mihir için bir üst sınır belirlemek
İslam demokrasisini gerçekleştirme sürecinde, insanı kölelik ve tiranlık uçurumlarına düşmekten korumak üzere gittiği yolun iki tarafına bariyerler koyma fikrinin sosyal
söyledi. Ardından mihir bedelini evlenenlerin kendilerinin tespit etmesini açıkça emreden bir Kur’an-ı Kerim ayetini okudu. Bunun üzerine Halife, kadının sözünü doğru bularak: “Kadın el-Hâkim, el-Müstedrek, 3/426-427.
8
66
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
doğru söyledi, Ömer yanıldı” demekle yetindi. Mesken dokunulmazlığı da bir ayetle teminat altına alınmıştır: “Ey iman edenler! Size ait
Bu prensibin belli başlı neticeleri, İslam demokrasisinin hayata geçirilmesi sürecinde yapılan uygulamalarda açıkça görülmektedir.
olmayan evlere, sakinlerinden izin almadan ve
Bu ayette nasıl İslam yargısının sahip olduğu
onları selamlamadan girmeyin.” (Nûr, 24/27)
adalet fikrinin dayandığı teorik zemini
Temel ferdî hürriyetleri güvence altına alan ve koruyan bu eğilim, bunlarla ilgili genel kısıtlamaları da içermiş ve bunlar, Peygamberimizin şu meşhur hadisinde yer almıştır: “Allah’ın koyduğu sınırların gereğini yapmaya çalışanlar hep birlikte gemiye binen
buluyorsak, başka bir belgede bu adaletin canlı hâline tanık olmaktayız. İslam yargısının iftihar ettiği bu tarihî belge, Halife Hz. Ömer’in, günümüzdeki karşılığı Cumhuriyet Başsavcısı olan Kadı Ebu Musa el-Eş’arî’ye vasiyetidir. Büyük Halife şöyle demektedir:
insanlar misâli bu gemide bir köşeye sahiptirler.
«Adaletine başvuranlar hakkında, huzurunda,
Yolculardan bir bölümü geminin alt, bir kısmı
meclisinde ve yargında eşit davran. Öyle ki ne
da üst kısmındaydı. Altta kalanlar, sularını
eşraftan biri seni saptırma ümidine kapılsın, ne
çektikten sonra üstte kalanların yanına gittiler
de zayıf biri adaletinden ümitsizliğe düşsün.”
ve şöyle dediler: Kendi bölümümüzde bir delik açsak üstümüzdekilere zarar vermiş olmayız! Eğer üsttekiler onlara müsaade ederlerse hep birlikte boğulup helak olurlar. Ellerinden tutup mani olurlarsa kendileri de kurtulur, onlar da kurtulur.”
Bu vasiyet, asla göz ardı edilmiş bir belge olarak kalmamıştır. Nitekim İslam demokrasisinin hükümran olduğu devirde, sayısız olayda somut vakıalara dönüşmüştür. Buraya kadar saydıklarımızın tamamı, siyasal
Bireysel hak ve hürriyetlerin bu şekilde ve bazı durumlarda kısıtlanması, temel bir kamu hukuku prensibini ortaya koymuştur. İslam hukukuna göre, toplum yararı, fert yararına tercih edilir. Ancak tatbikat, ferdi hürriyetlere uygulanan kısıtlamayı maddî ve manevî olarak mümkün olduğu kadar yumuşatır. Bu konuda Yahudi bir kadınla Hz. Ömer arasında geçen bir olay anlatılır. Bu Yahudi kadın, kendisine ait olan bir arsayı terk etmek zorunda olduğuna inanmıyordu. Oysa arsa Kudüs’te halifenin adını taşıyan meşhur Ömer Camii’nin inşası için planlanan alanda bulunuyordu. Camiyi yapmakla görevli yetkili, davacı kadının görüşüne başvurmaksızın işe girişti ve kamu yararının önceliği ilkesine dayandı. Ama kadın, davayı Halife’nin huzuruna götürerek, camii inşaatının
demokrasi olarak isimlendirilen şeyin, yani bireye sunulan güvencelerin devamını ve iktidara bahşedilmiş gücün iyi kullanılmasını sağlayacak bir sistemin genel özelliklerini oluştururlar. İslam, öyle bir sisteme sahiptir ki yönetimin yapılandığı biçimsel formda devlet başkanı yetkilerini ümmetin –günümüz tabiriyle halkın- biatiyle teslim alır. Burada halk, yaratılış ve ahlak bakımından üstün niteliklere sahip insanlarla temsil edilir. Bunlar bir tür senato benzeri bir heyet oluşturarak halife olacak şahsı, şura prensibine uygun biçimde tayin ederler. Şura, bizzat Kur’an tarafından tasvip edilmiş ve Hazret-i Peygamber’e tavsiye edilmiş bir araçtır: “Emri onlarla istişare et.” (Âl-i İmran, 3/14) “Onların işleri, aralarında şura iledir.” (Şura, 42/38)
bir Yahudi için kamu yararı olamayacağı ilkesine
Bütün bu gözlemler ışığında, ilk İslamî idarenin
dayandı. Halife kadını haklı bularak onun lehine
başından itibaren ve icraatta bulunduğu
hüküm verdi.
dönem boyunca, demokrat olduğunu söylemek
Görüldüğü gibi İslam adaleti, insan hangi dine mensup olursa olsun Allah’ın ona izafe etmiş olduğu ilahî değere dayalı bakışa dayanıyordu. Bu prensip de Kur’an’da açıklanmıştı: “İnsanlar
doğru olacaktır. İslam, fertlere iktidarı kurma sürecinde sorumluluk ve iktidarın kötüye kullanılması hâlinde güvenceler sunan siyasal demokrasinin tüm özelliklerini taşır.
arasında hükmettiğiniz zaman adaletle
Fakat Fransız İhtilali’nden beri yaşanan
hükmediniz.” (Nisâ, 4/58)
deneyimler şunu göstermektedir ki fert,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
67
maddi refahını sağlayan sosyal güvencelerden
günümüzde de her Müslüman, üzerine düşen
faydalanmadığı zaman hürriyetleri çok zayıf ve
vecibeleri yerine getirmeye çalışmaktadır. Bilakis
yetersiz kalmaktadır
iktidarın da bu fiilleri sergilemesi gerekir. O ilk
Siyasi bakımdan gelişmiş bazı ülkelerde (hür vatandaş) fiili durumda, birbiriyle anlaşmış büyük çıkar gruplarının kölesi hâline gelmekte ve bu sebeple İnsan Hakları Beyannamesi’nin teorik olarak sağladığı hakları kaybederken bunların hayatına tam olarak yansımadığını görmektedir.
bunun izleri açıkça görülmekteydi. Siyer kaynaklarında bunların yansımalarını bolca görmekteyiz. Bir gün Halife Ömer, bir bebeğin, memeden erken kesildiği için ağladığını haber almıştı. Annesi, devletin sütten kesilen çocuklara bağladığı gıda yardımını bir an önce almak için yavrusunu sütten kesmişti. Bunun üzerine Halife
Sosyal ve siyasal değerler arasında farklılık oluşan ülkelerde nasıl sınıf mücadeleleri yaşandığını görmekteyiz. Bu ülkelerde “yurttaş”a gerekli sosyal güvenceler verilse de, demokrasinin bu türünde siyasal hürriyetler neredeyse tamamen kısıtlanmaktadır. İslam ise siyasî hürriyet verdiği fertlerin maddî ve ekonomik durumları için de gerekli önlemleri alarak bu tehlikeyi bertaraf etmiştir. Bu bakımdan İslam, siyasî demokrasi ile sosyal demokrasinin başarılı bir sentezi gibi görünmektedir.
Ömer, Medine’de şöyle bir ferman ilan ettirdi: “Çocuklarınızı sütten kesmek için acele etmeyin! Hazineden her bebeğe maaş bağlayacağız.” Bu ferman bize, İslâm demokrasisinin çocuk yardımı konusunda günümüz Avrupa memleketlerinde bile görülemeyen bir anlayışla devlet müdahalesini getirdiğini göstermektedir. Çocuk bakım meselesi günümüzde, Avrupa’nın gelişmiş memleketlerinde anne adına dikkate alınır. Bu örnekte ise, İslam demokrasisi meseleyi, çocuk adına, hatta anneye rağmen ele almıştır. Çünkü Avrupa ülkelerinde «çocuk yardımı» olarak bilinen ödenekler, ebeveyne
İslâm hukuku, yukarıda saydığımız siyasî nitelikleri ekonomiyle ilgili diğer demokratik önlemlerle takviye etmiştir. Demokrasi projesi, ekonomik alanda servetin muayyen ve belli bir kaç elde toplanmaması gibi bazı genel kurallara dayanır. Servet dağılımını bu
yapılır. İslam devletinde ise bizzat çocuk adına yapılmıştır. Neticenin aynı olacağı söylense dahi, İslam demokrasisinin hareket ve anlayışı kayda değer bir farklılık içermektedir. Hz. Ömer gibi İslâm demokrasisinin devlet başkanlığı makamında bulunan bir zatın halkın
esasa göre ayarlayan ekonomik bir düzen getirir.
işleriyle bu kadar yakından ilgilenmesindeki
Zekâtı emreden Kur’an bu günkü sosyal ve
değildir. Ama başka bir örnekte gördüğümüz
ekonomik fikirlerin doğuşundan binlerce yıl önce
üzere İslam demokrasisini yaşayan halk da aynı
sosyal bir düzenin yasal zeminini oluşturmuştur.
derecede haklarının idraki içindedir. Fakirliğinin
Allah’ın Elçisi zekât prensibinin zaruretini açıklarken bugün sosyalist ideolojinin kendi tekelinde göstermeye çalıştığı dayanakları zikretmektedir: “Allah zengin Müslümanların
vicdan yüksekliğine hayran olmamak mümkün
sebeplerini Halife’ye bağlayarak sitem eden yaşlı kadına, “Ömer nerden bilsin senin derdini?!» dediği vakit, yokluk içinde kıvranan yaşlı kadın hiddetle cevap verir: «Niye halife oldu öyleyse?”
servetinden, fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamak
Aslında sadece bir devlet başkanı veya halktan
için bir pay ayırmıştır. Zira fakirler ancak
bir ihtiyar kadının vicdanları karşısında duruyor
zenginlerin hataları sebebiyle aç ve çıplak
değiliz. Bilakis kendimizi İslam’ın şekillendirdiği
kalırlar.”
demokratik vicdanın karşısında hissediyoruz.
9
Kur’an ve Sünnet tarafından emredilen bu ilke, bu özellikteki diğer ilkeler gibi sadece fertlerin fiilleriyle gerçekleştirilmez. Çünkü Taberânî, el-Mucemu’s-saîr, 453;
9
68
demokratik toplumda, hükümetin direktiflerinde
Her ikisinde de bu şuur hâlini doğuran kuvvet, İslam’dır. Her şeyden önce gerek devlet gücünün gerek fertlerin fiillerinde, İslam’ın, manevî, sosyal ve siyasal yapının temeline yerleştirmiş olduğu yüksek insan anlayışının
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tezahür ettiğini görmekteyiz.
talip olmasın”10 buyurmuştur.
Müslümanların ekonomik hayatlarını düzenleyen
Gayet açıktır ki köylü malını şehirde kalabileceği
bir başka kural da faiz yasağıdır.
sınırlı bir süre içinde satmak zorundadır. Bu
Bu yasak İslam dünyasının ekonomik yapısına damgasını vurmuş, toplum açısından ne kadar faydalı işler yaptıkları tartışılan faize dayalı bankacılık ve tefeciliğin önüne geçmiştir. Faizin yürürlükte olduğu memleketlerde bankaların
yüzden fiyatta çok fazla ısrarcı olamayacaktır. Fakat bu malı satın alan şehirli, dilediği fiyatta ısrar etmek suretiyle ürünün fiyatını yükseltecektir. Bu, tüketicinin aleyhine bir durum olup bir tür parazitliktir.
paraya atfettikleri her şeye muktedir olma
İslam, asalaklığın bu türünü yasakladığı gibi,
niteliği, İslam toplumundaki parada mevcut
meyvelerin satıcının eline gelmeden satılmasını
değildir.
da menetmiştir. Enes b. Mâlik (ra) tarafından
Her devrin ölçüsüne göre ticarî tekeli ve sanayi tröstlerini bankalar vasıtasıyla biriktirilmiş olan para oluşturur. Bu da sermayeye korkunç ölçüde bir güç kazandırmak anlamına gelir. Sonuç olarak faiz yasağı, gelişmiş ülkelerin ulusal yapısı üzerine, birinden diğerine geçen nakit akışının, sonradan ancak bir devrimle temizlenebilecek tortular bırakmasını kesin surette önlemiştir.
rivayet edilen hadiste «Allah Resûlü (sav) meyvelerin olgunlaşıncaya kadar satılmasını nehyederek şöyle buyurmuştur: Ya Allah o meyveyi vermezse, sizden biri kardeşinin parasını hangi meşru hakla almış olur?”11 İslâm demokrasisinin sosyal boyutunu oluşturan bu yasal hükümlerin, İslâm toplumunun dünyevî hayatına da yansıyarak maddi bakımdan sağlıklı bir kalkınma yaşamasını sağladığı ve Müslümanları ekonomik sistemin köleleri veya
Faiz yasağı, paranın iktidarını sınırlamış ve Müslüman’ın, ekonomik hayatta bir iktisadî despotluğun kurbanı olması ihtimalini ortadan kaldırmıştır.
tiranları olmaktan kurtardığı bilinmektedir. Böylelikle siyasal bakımdan olduğu kadar ekonomik ve sosyolojik bakımdan da İslâm demokrasisi dediğimiz kurumun temelini
Fakat bu sınırlandırmayı yalnız İslam toplumunda değil, Müslüman’ın vicdanında da yapmıştır. Bunu da sırf faiz yasağıyla değil, başka hükümlerle de desteklemiştir. Bu hükümlerden birisi de karaborsacılıktır. Bu, sadece az bulunan maddeler üzerinde yapılan vurgunculuğu değil, vurgunculuğun her türünü mücadele edilmesi gereken bir kötülük kabul eder.
oluşturan kural ve prensipler, iktidarın icraatına olduğu kadar fertlerin hareketlerine de öncülük etmiştir. En azından İslâm tarihinin zirve noktasını teşkil eden demokratikleşme sürecinde bu böyledir. Bu süreci gerçekleştirerek teorik ilkeleri toplumsal realitelere dönüştüren ise, İslam’ın insana ilk başta yüklediği değerdir. Bir nefis muhasebesi anından sonra, İslam
Üretici ile tüketici arasındaki gereksiz her aracı bir haksız kazanç kapısını temsil eder. Haksız kazanç ve vurgun ise sonuç itibarıyla tüketicinin kurban edilmesi demektir. Bu yüzden vurgunculuk ve karaborsacılık, ekonomik asalaklıktır. Ebû Hüreyre’nin naklettiği bir hadis ise asalaklığın her türünü mahkûm etmektedir. Peygamber (sav), Ebu Hüreyre’nin rivayetine göre “Hiçbir şehirli, bir köylünün şehre getirdiği malı tekrar satmak için almaya
tarihinin kaydettiği şu çığlığa bakınız: “Yazık sana ey Ömer! Kim bilir kaç Müslüman çocuğunun canına kıydın!”12 Halife Ömer, emzikli bebekleri olan annelerle ilgili fermanını çıkarmadan önce böyle bir tehlikenin yaşandığını hatırladıkça kendini affetmiyordu. Hadiseyi gereği gibi anlayabilmek Sahih-i Buharî, 4/313; Nesâî, 7/257.
10
İmam Mâlik, Muvatta, 2/618.
11
Bu hadisenin ayrıntıları ve kıssanın tamamı için bkz.
12
Tabakâtu İbn Sa’d, c. 3, Bölüm 1, s. 217.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
69
için öncelikle şunu görmek gerekir: Bu çığlık,
daha kontrol ettiğini görmekteyiz. Tarihimizde
Hazreti Ömer’in dünyevî plana sonradan bir
hüküm sürmüş birçok büyük hanedan, örneğin
emirle yansıtmış olduğu ahlakî olmaktan önce,
Kuzey Afrika’da Murabıtlar Hanedanı despotizme
böyle bir ahlâkî kuralı henüz formüle etmemiş
karşı isyandır.
bir vicdanın derinliğinden kopmuş olan vicdanî bir çığlıktır. Gerçekten de Müslüman ferdin kendine ve başkalarına karşı taşıdığı duygular, vicdanında yepyeni bir insan değerlendirmesi olması itibarıyla en değerli emanetlerdir. Emzikteki bir bebek, Hazret-i Ömer’in gözünde, ne gelecekte ergin olacak bir insan, ne de müstakbel bir vatandaştır. Büyük Halife, bir bebeğin şahsında, sadece insanlığın veya toplumun somutlaşmış hâlini görmemektedir. Daha da öte giderek o küçük varlıkta Yüce Allah’ın, doğuşundan itibaren lütfetmiş olduğu ilâhî vasfı, o sonsuz değeri görmektedir. Günümüz deyimiyle İslam demokrasisinden bahsederken, kudsî ruha sahip bir demokrasi dememiz gerekmektedir. Nitekim tarih de kudsî ilke ve prensiplerin ne kadar kalıcı ve ne kadar
İslam demokrasi ruhunun en kıymetli mümessilleri olan bu insanlar asırlarca hüküm sürmüşlerdir. Sıffin Savaşı’ndan sonraki ikinci kırılmaya kadar bu isyan ve tepkiler devam etmiştir. İkinci kırılmanın tarihi kesin olarak verilemezse de şu tespitte bulunulabilir: İslam medeniyetinin son bulması. Bu da başlangıçta insana verilen değer anlayışının fizikî iktidar ve devlet kapısından kovulduktan sonra fertlerin vicdanlarındaki manevî sistemden de atılması sürecidir. İşte o andan itibaren İslam medeniyeti, temel direği ve belkemiği olan insan anlayışını kaybettiği için, duraklamaya girmiş ve tükenmiştir. Dolayısıyla İslâm demokrasisi de insanının anlamını yitirdiği diğer medeniyetlerle
tesirli olduğunu göstermektedir.
aşağı yukarı aynı kaderi paylaşmıştır.
Okuyucu, konuyla ilgili olarak buraya kadar
Diğer soruları başka bir sohbete bırakarak şu
aktardığımız bütün misallerin Hicret ile Sıffîn Savaşı arasındaki döneme ait olduğunu gözden uzak tutmamalıdır.
noktanın üzerinde durmak istiyorum: Peki İslam ülkelerinde demokrasinin geleceği ne olacaktır? Hiç kuşkusuz bu ülkelerin hemen hepsinde,
İslâm dünyasındaki ilk büyük çatlak (Sıffin), demokratik hamleyi sert bir şekilde frenlemişse de tam silememiş, demokratik anlayış ve davranışlar, gerek fert gerekse devlet planında uzun zaman tatbik edilmiş ve güzel neticeler doğurmuştur.
demokratik planda uyanışı müjdeleyen bir birikim ve mayalanma mevcuttur. Hatta bazılarında yeni ve sonuçları bakımından ümit verici demokrasi tecrübeleri yaşanmaktadır. Ama bütün bu girişimler ancak Müslüman ferdin vicdanına, insana yönelik yeni bir değerlendirme
Muâviye devrini demokratik anlayışın gerilemesi olarak görmek isabetli görülebilir. Ondan sonra İslâm dünyasında birçok “despot” tipi ortaya çıkmışsa da, köle tipi ortaya çıkmamıştır.
mantığı kazandırıldığı takdirde, yani onu despot ve köle tiplerinin üzerine çıkaracak bir insanî bakış açısı uygulanmasıyla ve o nispette başarılı olacaktır.
Şam’da el-Hadrâ sarayını yaptırdığı için Muaviye’ye tepki gösteren Ebu Zerr-i Gıfarî ile Halife arasında yaşanan diyalog pek ilginçtir. Büyük Sahabi, Müslümanların Halifesini azarlayarak aynen şunları söylemiştir: «Bu sarayı Müslümanların parasıyla yaptırıyorsan hırsızlık, kendi paranla yaptırıyorsan müsriflik yapıyorsun!” İslamî vicdanın devlet yönetimini uzun süre
70
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ
Demokrasi Sorunu Muhammed Abid El - Cabiri “Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma” isimli kitabından alıntılanmıştır.
1-Arap-İslam Dünyasında Bir Talep Olarak Demokrasi Demokrasi sloganının, bugün Arap dünyasında ‘halkların talepleri’ arasında en revaçta olan slogan olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. O bugün, bütün Arap ülkelerinde ‘konsensüs’ hâlinde ortaya çıkan bir taleptir. Herkes onu talep ediyor ve onun gerekliliğini haykırıyor. Hatta onu talep etmede aşırı istekli olmayan ya da sonuçlarından fazla hayır beklemeyenler bile, onu övüyor veya en azından susup, ona aykırı görüş belirtmekten kaçınıyor. Eğer Arap kamuoyuna bugün ‘demokrasi’den neyi kastet tikleri sorulacak olsa, alınacak cevap, başta düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü, siyaset
Bunların hiçbirinin olduğunu zannetmiyorum. Bugün talep edilen ‘demokrasi’, dün reddedilenin bizzat kendisidir. Bu sadece slogan düzeyinde değil, aynı zamanda pratik düzeyde de böyledir. Şöyle ki, herhangi bir Arap ülkesindeki pek çok kimse, eski günlere, 50’li yılların başlarındaki basına, partilere, parlamentolara ve kültürel kulüplere olan özlemlerini gizlemiyorlar. Bunlar, eskiden, çoğu kimsenin, hile ve sömürünün somutlaştığı kurumlar olarak görüldüğü; bugün ise, yine çoğu kimsenin şimdikinden bin kat daha iyi olduklarını söylemekten çekinmedikleri kurumlardır. Bununla birlikte, bu kimselere, şu veya bu Arap ülkesindeki mevcut ‘demokrasi deneyimi’ hakkında soru yönetildiği zaman, bir sürü çekinceler ortaya koymakta tereddüt göstermedikleri görülür. Bazen bunun da ötesinde, bu ülkedeki köklü muhalefetin sahte demokrasinin oyununa gelmesi hususundaki üzüntülerini ortaya koymaktadırlar. Eğer aynı soru bu muhalefetin bizzat kendisine sorulacak
yapma özgürlüğü, parti kurma özgürlüğü, seçim
olsa -aslında bu soruyu ona yöneltmeye gerek
özgürlüğü vb. birtakım siyasi taleplerden oluşan
yok, zira bu muhalif grubun yanında yer alan
bir liste olacaktır. Kısacası, bugünkü talepler, 20
basının yazdıklarını, liderlerinin ve vekillerinin
yıl önce ve yine aynı Arap dünyasında ‘burjuva
parlamento içinde ve dışında söylediklerini takip
demokrasisi’ diye nitelendirilen talebin aynısıdır.
etmek yeterlidir- bir tek cevap alınır, o da şudur:
Bu ‘demokrasi’, 60’lı yıllarda Arap ülkelerinin
Seçmenlere baskı, kanun/yönetmeliklerde hile,
tamamında eleştiri, aşağılama hatta hakaret
vatandaşların iradesi ile oynamak; bütün bunlar,
konusu olan demokrasidir.
Arap dünyasındaki ‘demokrasi’ uygulamalarında
Düşüncedeki bu değişiklik ne anlama gelmektedir? ‘Demokrasi’ mi değişti? Yoksa değişen, Arap vatandaşlarının sorunları mı
yerleşik bir fenomen olmuştur. Bununla birlikte, bu şekliyle de olsa, ‘demokrasi’, ‘herkes’in bir talebi olmaya devam etmektedir.
dır? Yoksa Arap düşüncesinin olaylara bakışı mı
O zaman bu fenomenin analizi ve anlaşılması
değişti?
nasıl mümkün olacak?
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
71
Kendini oluşturan tarafları, analiz etmeksizin,
Arap ülkesindeki çağdaş elitlerin sıkıntı çektiği
bu fenomeni anlamanın mümkün olduğunu
tehlikeli boşluk, kendisiyle halk toplulukları
sanmıyorum. Bu taraflar, bize göre üç tanedir:
arasında, tüm siyasi, toplumsal ve kültürel
Birincisi, demokrasi hakkında konuşup onu
alanlarda, hatta manevi ve dinî alanda -olması
talep eden ve Arap dünyasındaki demokrasi
gereken- organik ilişkinin bulunmamasıdır.
uygulamalarını eleştirenlerdir. Biz, “Bugün
O hâlde, “Herkes demokrasiyi talep ediyor.”
herkes demokrasiyi talep ediyor.” derken,
dediğimizde, buradaki ‘herkes’ kelimesi yanıltıcı
‘herkes’ kelimesi içine bunları da katıyoruz.
olabilir. Çünkü bu kelimeden kastedilen,
İkincisi ise, acıların ve yasakların sıkıntısını
gerçekten ‘herkes değil, bilakis sadece güç ve
çeken mevcut Arap realitesinden “yegane
imkanı olan ‘herkes’tir.
kurtuluş yolu” olması itibarıyla demokrasiyle kendileri için oluşturdukları biçimdir. Üçüncüsü ise, realitenin bizzat kendisi, yani mevcut Arap
şey, şehirlerde olduğu gibi, taşrada da Arap
realitesidir.
topluluklarının kahir ekseriyetinin demokrasiyi
Birincisini tanımaya başlayalım ve soralım:
henüz girmemiş olduğudur; bu elit tabakayı,
Bugün Arap dünyasında gerçekten ‘demokrasi’yi
günün birinde gerçekten ‘herkes’ yapmaya
kim talep ediyor? Cevabın şu şekilde olacağı
götürecek ne eski ne de yeni kanallar vardır.
talep eden ‘herkes’ dairesine girmediği ya da
kesindir: İktidar dışında kalan, yönetimde olmayan herkes... Bu cevap, açık veya dolaylı biçimde şu vurguyu beraberinde taşımaktadır: iktidardan sadece “mutlu azınlık, iktidar gücüne sahip fırsatçılar vb. yararlandığından, herkes
Diğer yandan, şehirlerde olduğu gibi taşrada da halkın içinde organik bir şekilde var olmasına rağmen, ‘çağdaş elitler’in görmezden geldiği bir kitle daha vardır: Esas itibarıyla kendilerine
-halkın tümü- demokrasiyi talep etmektedir.”
bazen ‘din adamları’ bazen de selefiler ve
Fakat ‘herkes’in -söz konusu mutlu azınlık hariç-
‘gelenekçi elit’ kesim... Onlar, -sadece imkân
demokrasiyi istediği doğru mudur? Burada
olarak değil- fiilî olarak ‘elit’tir; çünkü onlar,
‘herkes’ kelimesinin kullanılışı bir abartma değil
geçmişi referans alsalar bile, ideolojik düzlemde
midir? Ya da durum, bilinen bir tür ideolojik
geleceği planlamaktadırlar. Nitekim onlar,
genellemeyle ilişkili değil midir?
toplumsal realite düzleminde de halk kitleleriyle
Durum hakikaten böyledir. Şöyle ki, demokrasiyi zorunlu bir sorun gibi ele alıp, talep edenler, maalesef küçük bir gruptur. Onlar, Arap vatandaşları içinde ‘azınlığın azınlığı’dır. Onlar, Arap dünyasında ‘çağdaş elitler’ diyebileceğimiz grubun bireyleridir. Bu bireylerden kastım, kültürel ve ekonomik açıdan veya siyasi sığınma bakımından, siyaset ve medeniyet bilinçlerinin temel unsurlarından birini liberal Batı’yla ilişki içinde bulunmalarının oluşturduğu kimselerdir. Evet, bu çağdaş elitlerin -bu ismi hak eden tüm elitler gibi- ‘geleceği planlama’ ve ‘herkes’
72
Bu gözlemler esnasında vurgulamak istediğimiz
köktenciler vb. denilen kimselerin oluşturduğu
organik bir bağ kurabilmekte ya da bu bağı asgari düzeyde bir çaba ve süreyle pratiğe dönüştürebilmektedirler. Onların da, kendileri ve peşlerinden gelen pek çok kimse adına ‘demokrasi’ istediklerini söylemek doğru olur mu? Evet onlar, ‘genel anlamda’ demokrasiyi reddetmiyorlar; fakat demokrasiyi ‘şûra’ şeklinde ifade etmeyi tercih ediyorlar, hatta bunda ısrar ediyorlar. Burada gündeme gelen soru şudur: Demokrasi şûra mıdır? İkisi arasında bir uyum mümkün müdür? Bu, ayrıntılı olarak ele alınması gereken bir konudur.
adına konuşma hakları vardır; aksi takdirde,
Aksi takdirde, Arap toplumunda demokrasiden
elit olma kimliklerini yitirirler. Bu doğru
söz etmenin bir anlamı olmayacaktır. Bu
dur; ancak, elitliğin sadece ideolojik yönle,
meseleyi detaylandırmak, çağdaş ve gelenekçi
yani ütopya düzleminde ‘geleceği planlama’
‘elitler’in oluşturduğu zihinsel yapıyı belirlemek
yönüyle sınırlandırılamayacağını unutmamak
demektir. Birinin ‘şûra’, diğerinin ise ‘demokrasi’
gerekir. Hatta elit kesim ile bu kesimin başında
dediği şeyden kastedilen nedir? Bu, daha önce
bulunduğu toplum arasında organik bir bağ
bahsettiğimiz olguyu belirleyen yönlerin ikinci
kurmak gerekir. Hepsinde olmasa da, birçok
sidir. Gelecek başlıkta bunun analizine tekrar
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
slogan olarak ele almakla yetindiğimiz,
döneceğiz. Arap dünyasında veya Arap dünyası için demokrasi talebi olgusunu belirleyen üçüncü taraf ise, bizzat mevcut Arap realitesidir. Bu konuda gündeme getirilmesi gereken mesele, genel olarak, Arap realitesinin demokrasiye ne derece müsait olduğu ve demokrasinin, onun sorunlarını ne derecede çözebileceği konusu değil; aksine, demokrasiden, Arap dünyasının geldiği bu aşamada yerine getirmesi beklenen ‘tarihsel görev’dir. Bu, şu anlama gelmektedir: Arap dünyası için talep edilen demokrasinin içeriğini, ne Yunan, Roma, modern Avrupa ya da Amerika’daki anlam ve uygulama türünde, ne de İslam’da uygulanmış ya da uygulanması gereken şûra anlamında; bilakis mevcut Arap toplumunda yerine getirmesi gereken tarihsel görev çerçevesinde belirlenmesinde aramak gerekir. Bu tarihsel görev nasıl tespit edilmesi gerekir? Bu, bir sonraki başlık altında ele alacağımız bir konudur.
onu olumsuzlama yöntemiyle tanımlamaya çalıştığımız ve yine ondan, “istibdat türlerinin tamamen ya da büyük ölçüde ortadan kalk masından başka bir şey” anlamadığımız sürece, bizim zihnimizde ‘üstümüzdeki sema’ kadar netmiş gibi gözükmektedir. Demokra si kavramının, özsel dinamikleri ve temel unsurlarını zikretmek suretiyle, onu olumlama yöntemiyle tanımlamaya çalışmalıyız ki, cahili olduğumuz pek çok şey, bu kavramın bizdeki mevcut anlamını belirleyen, bu ‘açık’ ve sade zihinsel yapıyı istila etsin. Bu meseleyi daha derinlemesine incelemek ve bizim düşünürlerimizin -bütün insanlar demiyorum- demokrasi hakkında yazdıkları kitap ve makalelerde esinlendikleri ‘örnek’ araştırılmak istendiğinde, bu kavramın, çağdaş düşüncemizdeki uyanış dönemine ait kavramlar gibi, tamamen farklı iki referans aracılığıyla tanımlandığı görülür. Geleneksel referans ve uyanışçı referans, mevcut Arap gerçeğini olduğu gibi dile getirmemektedir. Birincisi, demokrasiyi,
2. Şûra Başka Demokrasi Başkadır
Arap-İslam geleneğindeki şûrâ çerçevesinde
Çağdaş Arap söylemimizdeki demokrasi,
Avrupa’da demokrasi için verilen mücadelelerin
özgürlük ve birlik gibi popüler kavramlar, herhangi bir tanıma ihtiyaç duymayan ‘sema/ gökyüzü’ kelimesi gibi olmuştur. Eskiler, tarife
okumaktadır. İkincisi ise, tanımın unsurlarını elde ettiği gelişmeden devşirmektedir ki, bu mücadele Avrupa’da üç asırdan fazla sürmüştür.
‘ihtiyaç’ duymayan ‘açık’ durumlar için, “Bu
Bu iki referans çerçevesinde, çağdaş Arap
mesele, ‘gökyüzü üstümüzde’ türündendir.”
düşüncesinde tanımlandığı şekliyle demokrasinin
derlerdi. Gerçekten, demokrasiyi talep eden ve
biçimini aydınlatmaya çalışalım ve geleneksel
onun uğrunda mücadele veren Arap zihnindeki
referanstan başlayalım.
‘demokrasi’nin anlamı gayet açıktır. Ancak, bu açıklık çoğu zaman, az önce geçen ifadedeki ‘sema’ anlamının açıklığından öteye gitmez. Bu anlamıyla demokrasi, semanın/gökyüzünün yeryüzünün karşıtı olması gibi, tamamen zulmün karşıtıdır. Fakat bugün, gökyüzü yeryüzünün karşıtı ya da üstü olduğunu söylemek yeterli midir? Asla yeterli değildir. Gökyüzü geçmişte girift, karanlık dünyalar ve bilinmezlerden ibaretti. Bugün ise, geçmiştekinden daha girift ve bilinmezdir. İnsanlık semada/uzayda yeni bir şey keşfedip onu kurguladığı zaman, önünde daha derin ve daha geniş bilinmezlerin olduğunu
Araplar, geçen asırda Batı’yla ve onun liberal fikirleriyle yüz yüze gelmeye başladıklarında, onlardan bir grup -özellikle de daha sonra ‘selefiler’ olarak isimlendirilenler-, Avrupa liberalizminin tüm kavramlarının, ‘eski’ Arap-İslam düşüncesinde yakın ya da denk karşılıklarını aramaya koyuldular. Onlar, çoğu zaman, bu yakınlık ve benzerlik kurma girişimlerini başarısız kılan aşılmaz zorluklarla karşılaşmalarına rağmen, ‘Avrupa demokrasisi’ kavramı ile ‘İslam şûrâsı’ kavramları arasında uyum sağlamada hiç zorlanmadılar ya da en
görmektedir.
azından, hiç tereddüt göstermediler. O günden
Modern ve çağdaş Arap düşüncesinde demokrasi
onun verileri vasıtasıyla düşünenlere göre,
kavramının bu türden bir kavram olmasından
demokrasi, tek bir şeyi ifade ediyordu; o da,
korkarım. Çünkü bu kavram, alternatif bir
‘şûrâ’ idi. Durum, bu şekildeki bir mukayeseden,
beri, geleneksel referans çerçevesinde ve sadece
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
73
‘şûrâ’ kelimesinin kastedilen anlamı daha iyi
şey göremeyiz. Hz. Ömer’in uygulama
ifade ettiği gerekçesiyle ‘demokrasi’ kelimesini
ları ise, ‘istibdat’ ile adaletin karmasından
kullanmaktan kaçınan selefi ya da köktenci
oluşan uygulamalardır. Geleneksel referans
-aralarında fark yoktur- düşünceye dönüştü.
perspektifinden bakıldığında, en ideal yöne
Birtakım ‘yabancı’ isimleri kullanmaktan kaçınıp, tamamen ‘özgün’ Arapça İslami kelimelere bağlı kalmanın, Avrupa Rönesansı referansıyla ilişkileri fazlasıyla koparmaya yönelen genel bir ideolojik tutumu yansıttığına işaret etmek gerekir. Bu, ikinci kuşak selefilerde gördüğümüz bir husustur. Afgani ve Abduh gibi selefi öncülerin, Arap-İslam geleneksel referansı ile Avrupa ‘Rönesans referansı’ arasında köprü kurma konusunda aşırı istekli olduklarını görüyoruz. Burada, Avrupa kökenli kavramların karşılığı olarak kullandıkları İslami kavramlara yüklenen içerikleri araştırırken, bu öncülerin iki referans arasında bir köprü kurma konusundaki taleplerini göz önünde bulundurmakta yarar vardır. Onlar, demokrasi ile şûrayı, aralarında bir uyumun varlığından ya da onları birbirinden ayıran farkları bilmediklerinden değil, geleneğe
yönetimdir. Dolayısıyla, Arap-İslam geleneksel içeriği itibarıyla şûra, mutlak olarak istibdada bir alternatif değil, sadece istibdadın bir çeşidinin alternatifidir. Bu baskı çeşidi, zalim yöneticinin zulme neden olacak uygulamalarından doğan baskıdır. Yönetici, herhangi bir konuda işe başlamadan önce, din âlimlerinden ve toplumun önde gelenlerinden oluşan “ehlu’l-hall ve’lakd”in görüşünü sormak demek olan istişare ya da şûraya dayanarak -istemesi hâlinde ya da Allah’ın onu doğru yola iletmesi hâlinde- zulmü bertaraf eder ve ondan kaçınır. Bu anlamıyla şûrâ, istişare edip etmeme konusunda yöneticiyi bağlayıcı değildir. O istişare eder, fakat neticede son karar kendisinindir; isterse şûra heyetinin görüşüne göre hareket eder, isterse aksi yönde hareket eder.
aşırı bağlı din adamlarını ve belki de yöneticileri
İşte şûrânın, geleneksel referanstaki içeriği
bir açıdan tatmin etmeyi amaçlayan ideolojik
bundan ibarettir. Kuşkusuz, bu referans
bir uygulama çerçevesinde karşılaştırmışlardır.
çerçevesinde düşünen kişi, Kur’an’a, özellikle
Onlar, demokrasi çağrısında bulunmanın İslam
şu ayetlere dayanır; “...iş(ler)de onlara danış”1
ülkesine bir bid’at ya da yabancı bir unsuru
ve “(Onların) işleri, aralarında şûra/danışma
sokmak anlamına gelmediği, zira demokrasinin,
iledir.”2 Şu kadar var ki, ‘şûra’ kelimesinin
Batılıların bizdeki şûranın karşılığı olan şeye
sözlük anlamı, bu ayetlerde yer aldığı şekliyle,
verdikleri isimden başka bir şey olmadığını
İslami açıdan olması gerektiği gibi, hassas ve
söyleyerek, onların gönüllerini almaya
ayrıntılı bir yönetim anlayışı çıkarmaya izin
çalışmışlardır. Bir başka açıdan da, bu ideolojik
vermez. Şöyle ki, dilsel referansta tanımlandı
uygulama, bizim geleneğimizin verilerini ve
ğı gibi ‘şûra’, şerâ kökünden olup, ‘almak’
medeniyetimizin dinamiklerini, çağdaş seviyeye
manasındadır. Sözlüklerin bu kelimenin izahında
yükseltmeyi hedeflemektedir. Bunun anlamı,
aktardıkları ve aynı zamanda tefsircilerin de
bizim, problemlerimizin çözümünün, dinî ve fikrî
dayandıkları örnek, Arapların şu sözüdür: Şirtu’l-
geleneğimizde bulunduğudur. Bütün problem,
’asel (bal aldım), yani onu kaynağından aldım.
bu geleneği anlama biçiminde odaklanmaktadır.
Şöyle denir: Şâvertu fulanen (filana danıştım),
İşte bu mekanizma, öz varlığı ve kendi
yani “Benim ve onun görüşünü ortaya çıkardım.”
ni savunmaya vurgu yapan mekanizmalardan
O hâlde şûrâ; fikri, ehlinden almak demektir.
biridir.
Fikir almak, o fikre tamamen bağlı olmak
Biz bu tür ideolojik uygulamayı bırakıp, en iyi yönetim biçimi olması bakımından demokrasiye bir alternatif olarak şûrayı öne çıkaran geleneksel referans çerçevesinde düşünen kimsenin zihnindeki şekillenmeleri araştırdığımızda, literatürde yer aldığı şekliyle Hz. Ömer’in uygulamalarını bir araya getiren bir tür yönetim alternatifinden başka bir
74
tim biçimi, ‘adil bir müstebit’in uyguladığı
anlamına gelmez. Nitekim “görüşlerine baş vurulacak kimseler” de, belirli ve sınırlı sayıda kimseler değildirler. O hâlde, şûrâ, yöneticiyi bağlayıcı olmadığı gibi, şûrâya katılacak olanlar da değişmez değildir. Onlar, yalnızca “ehlu’l-hall ve’l-akd” kavramı ile ifade edilirler. “Ehlu’l-hall 3. Al-i İmran, 159.
1
42. Şura, 38.
2
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ve’l-akd”den maksat, toplumda ilmî, sosyal,
hilafet ve imamet konularında ‘şûrâ’ meselesini
ekonomik ya da dinî bakımdan bir otoriteye
ele almamışlardır. Onlardan hiç kimse ‘şûrâ’yı
sahip olan kimselerdir. Fakat bunun ne nitelik,
hilafete bir koşul kılmamıştır. Bu da, hilafet
ne nicelik, ne yer ve ne de zaman bakımından
meselesinde, İslam fıkıh teorisinin, halife
bir tanımı yapılmıştır.
nin isteyerek veya istemeyerek biat edenlere
Bu açıklamalar, dilsel referansta tanımlanan şekliyle şûrânın anlamlarına ilişkin açıklamalardır. Söz konusu iki ayetin bağlamına gelince, buradaki emir, vücup mânâsı içermez. Bu, tefsircilerin sözlerinden anlaşılmaktadır. Bazı müfessirler, “Onları affet, onlar için istiğfar et, iş(ler)de onlara danış.”3 ayeti hakkında şöyle demişlerdir: Bu ayette hitap, Hz. Peygamber’e yönelik olup, çoğul zamiri Uhud Savaşı’nda hezimete uğrayan Müslümanlara işaret etmektedir. Buna göre, ayet şöyle izah ediliyor: Uhud gününde sana karşı takındıkları tavır konusunda onları bağışla, Allah hakkıyla ilgili hususlarda onlar için istiğfar et, işlerde onlara danış; yani onların gönüllerini hoş tutmak ve güçlerini artırmak için savaş konusunda ve hakkında vahiy gelmemiş hususlarda onlara danış. “Onların işleri aralarında şûra/danışma iledir.” ayeti ise, özel olarak idarecilerin değil, ‘inananların, yani genel olarak mümin cemaatin
karşı değil, sadece Allah’a karşı sorumlu olması üzerine kurulmasındandır. Halife ile insanlar arasındaki teorik tek sözleşme/akit ise, onları Allah’ın indirdikleriyle yönetmesidir; çünkü Allah’ın bildirdiği konularda genel olsun özel olsun, insanların görüşlerine başvurmanın gerekliliği yoktur. Çünkü talep edilen, halifenin/ yöneticinin içtihadına göre Şeriat’ın tatbikidir. Bu nedenledir ki, halifenin, “yeni olaylar hakkında ictihad edebilecek bilgi birikimine sahip olması” şart koşulmuştur, işte, İslam’da şûrâ, yönetici için aslâ bir yükümlülük değil, bir öğüt, bir erdem olarak kalmaktadır. Öyleyse, eskilerin ifade kalıbıyla söylemek gerekirse, “şûrâ başka demokrasi başkadır.” Bu başkalık, demokrasi kavramının derinlemesine tahlil edilmesinden ve özgün referansı olan Avrupa referansındaki boyutlarının açıklanmasından sonra daha da açığa çıkacaktır.
güzel özelliklerinden bahsetmektedir. Bu,
3. Demokrasi: Zor Doğum
şûranın her mümine ait bir erdem olduğu
Arap uyanış düşüncesiyle modern çağdaş
anlamına gelir. Mümin, yapmaya niyetlendiği tüm işlerde mümin kardeşine danışır; fakat görüşüne başvurduğu kişinin görüşünce hareket etmek şart değildir, işte böyle, yöneticinin yapacağı tüm iş, danışmaktan ibarettir. Ka rarın sorumluluğu sadece yöneticiye aittir. Buna mukabil, şûrâ üyeleri de, hakkında şûrâ yapılmış olsa bile, yöneticinin hatasının sorumluluğunu taşımazlar. Buna karşılık, yönetici de onlara karşı sorumlu değildir. Bu, geleneksel referansın, şûrâ kavramıyla ilgili bize sunduğu içeriktir. Bu kavram, ‘güzel ahlak’ ve ‘güzel âdet’ dairesi içinde olup farzlar ve vacipler dairesinde değildir. Bundan dolayı, fıkıh usûlcüleri ve diğerlerinin, bu iki ayeti, yasamanın bir kaynağı olarak değil, İslam ahlakını ve genel dinî erdemleri bildiren ayetler olarak kabul ettiklerini görürüz. İslam fıkhının -konularının çokluğuna rağmen- ‘şûrâ’ başlıklı bir bölümü yoktur. Hatta kelamcı ve fıkıhçılar, 3. Al-i İmran, 159
3
Avrupa düşüncesi arasındaki ilişkiye hâkim olan ve olmaya devam eden sabitelerden birisi, asırlar ötesine kadar uzanan gelişim zincirinin bir sonucu olarak Avrupa’da ortaya çıkan düşünce ve teorileri, Arap uyanış düşüncesinin, kendi uyanış beklentilerini ve umutlarını üzerine kuracağı bir öncül olarak almasıdır. Bir başka deyişle, Avrupa’da şartın ya da illetin konusu olan şey, burada şartın ya da illetin bizzat kendisi olmaktadır. Darwin’in evrim teorisi ortaya çıktığında, Avrupa’da bunu destekleyen felsefi ve sosyolojik teoriler, onun için ideolojik bir taçlandırmaydı. Burada, Arap dünyasında, bu teori tüm ayrıntılarıyla birlikte alındı ve Arapların ilerleme ve uyanışını sağlamanın yegâne bilimsel temeli ve kefili olarak sunulan siyasi ve sosyolojik birtakım görüşler, bu teori üzerine oturtuldu. Avrupa’daki gelişim sürecinin bir sonucu olarak orada ortaya çıkan siyasi ve sosyolojik düşünce ve teoriler, Arap dünyasında ilerlemenin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
75
bir öncülü ve koşulu olarak rol oynamıştır.
daha fazla, sadece ilerleme için değil, bizzat
Bunlardan birisi ‘demokrasi’ meselesidir.
Arap varlığını korumak için de zorunludur. Biz
Bir zamanlar ve bugün Arap dünyasında
bunu gelecek başlık altında detaylandıracağız.
demokrasi, Arapların herhangi bir düzlemde
Ancak, Arap ülkeleri için demokrasinin bir zo
gerçekleştirebilecekleri her ilerlemenin ilk şartı
runluluk olduğu inancı, bizi, realiteye olduğu
olarak alındı. Oysaki Avrupa’nın bugün yaşadığı
gibi bakmaktan alıkoymamalıdır. Tarihsel olarak
demokrasinin en az üç asır önce yaşadığı
şekillendiği biçimiyle Arap realitesi, gelişiminin
gelişmeler, mücadeleler, hatta savaşlar zincirinin
hiçbir aşamasında demokrasiyle tanışmamıştır.
bir sonucu olduğunu herkes bilir.
Arap dünyası, uzun tarihi boyunca, demokrasiyi
Bizim, en azından mevcut konjonktürde, -ki bu konjonktür şimdi bir asrı aşmaktadır- Avrupa Rönesansı ile kendi uyanışımızı ya da olmasını istediğimiz şey arasında bir ayırıma gitmek zorunda olduğumuz doğrudur. Bizim de, Avrupa’nın kendi aydınlanmasında başladığı fikrî, sosyal, ekonomik ve sanayiye yönelik alanlardan başlamamız zorunlu, hatta mümkün değildir. Aksine, mantık, gerek aklın gerekse yaşadığımız çağın mantığı (ikisi birbirinden farklıymış gibi!..) bizden, en yakın yolu tutarak sadece edilgen ve tüketici olarak değil, etken ve üretici olarak çağdaş medeniyet kafilesine dahil olmamızı beklemektedir. Fakat bu, Av rupa’da ve Arap dünyasında ortaya çıkanları, onların durumlarını ve bizim durumumuzu kök ve dallarıyla net olarak bilme konusunda ısrarcı olmaktan muaf tutmaz. Çünkü bizden ve ilerlemiş dünya kervanına katılmak isteyen her milletten istenen, sadece nakil yapmak ve kopya etmek değildir. Çünkü bu en ufak bir fayda sağlamaz; aksine, en azından, nakledilen tarafta bulunan bazı güçlerin olumsuz tepkilerine yol açarak büyük zararlar verebilir. Bu durum karşısında bizden istenen şey, ister düşünce ve teoriler, isterse sistem ve kurumlarla ilgili olsun, taşınan bu şeylerin bizdeki ortama uyumunu ve bizim toprağımızda yetişmesini sağlamak için çalışmaktır; ta ki, bizim realitemizin verileriyle organik bir ilişki içine girebilsin. Bu olmadan, başka yerden taşınan fikir ve teorilerin, değişimi harekete geçiren bir güç, tecdid sağlayan bir etken ve ilerlemeyi tesis edecek bir unsur hâline gelmesi mümkün değildir.
76
Avrupa’da bir fikir ve kurumlar olarak ortaya çıkaran koşul ve gelişmelerin aynısını ya şamamıştır. Aksine, bir bütün veya parçalar hâlinde Arap dünyası, başlangıcından beri -en azından bilinen- düşünsel, siyasal ve top lumsal bir sistem olarak demokrasiye götüren koşullardan tamamen farklı ve kendine özgü koşul ve ortamlarda yaşamıştır. Demokrasi, feodal sistemin çözülüp derebeyinin otoritesinin yıkılmasıyla ve buna karşılık da, önce Yunanlılarda, sonra da Romalılarda ‘şehir’ olgusunun ve ‘vatandaş’ düşüncesinin ortaya çıkmasıyla tarihsel bir ilişki içine girmiştir. Hıristiyanlık, bir devlet, hatta bir imparatorluğun ortasında doğduğundan, bir güç hâline ge lir gelmez imparatorun otoritesiyle çatışmaya başlamıştır. İşte bu, Kilise ile devlet arasındaki uzun bir çatışma zincirinin başlangıcı olmuştur. Devlet ve Kilise’den her biri, diğerinin otoritesini sınırlamak ve kendi otoritesini en üstün kılmak istiyordu. Devlet ve Kilise’nin birbirlerine karşı giriştikleri, en yüksek otoriteyi elinde bulunduranın otoritesini sınırlama konusundaki çekişmeye kendileri adına hükmeden veya en azından sahip olduğu mal varlığı ve savaşçılara dayanarak ‘mutlak’ otoriteyi yürüten “büyük feodal yapılara” karşı, “küçük feodal yapılar” da dahil olmuştur. Yine buradaki çekişme, kralın ya da imparatorun otoritesini sınırlandırmak için devam etmiştir. Bu çekişme, yerel ve genel ‘temsilî’ meclislerin oluşmasını gündeme getirmiştir. Bu meclislerin yerel bölgedeki halkın tamamı tarafından seçilmeyip, aksine ya atama ya miras ya da derebeyleriyle diğer toplulukların
O hâlde, bu talep ışığında araştırmamızın
‘önde gelenleri’nin bir tür seçimiyle oluşmasına
konusu olan demokrasi sorununu inceleyelim
rağmen, en azından mali alanda kral ya da
ve hemen şuna vurgu yapalım: Biz sadece
imparatorun yetkisini bir tür sınırlandırma işlevi
duygusal olarak değil, aynı zamanda aklen
görüyordu. Zira kral, bu yerel meclislerin onayını
de tam olarak inanıyoruz ki, Arap dünyasında
almadıkça, vergi koyamıyordu. Orta Çağlarda,
demokrasi, bugün, bütün geçmiş zamanlardan
yani ‘feodal’ sistemlerin olduğu çağlarda bi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
le, Avrupa’da, yönetimi mutlak surette elinde
yönelik fetva vermek zorunda bırakılmadılar
bulunduran yöneticinin istibdadına karşı, sürekli
mı? Aksi yönde fetva verebildiler mi? Devamlı
dinî ve sivil bir mücadele vardı. Herhalde bunu
olarak yöneticilerin yaptıklarını kabul etmek
en iyi gösteren, Avrupa’da zalim “yöneticinin
ile kılıç arasında bir tercih yapmak durumunda
kanını helal saymak, onu öldürmek” anlamına
kalmadılar mı? Fitneden kaçınmak gerektiği
gelen tyrannicide siyasi kavramıdır. Bu, örfen
iddiasıyla “devlet başkanına karşı ayaklan
meşru hâle gelmiş ve bazı din adamları, zalim
mak” konusunda fetva vermekten çekinmediler
yöneticinin kanının helal olduğunu açıkça
mi? Bu nedenle, âlimler şu ilkeyi yerleştirmeye
dile getirmişlerdir. Bütün bunlar, Orta Çağ’da
çalıştılar: “Zalim bir yönetici, yöneticisiz
meydana gelmiştir. XVII. yüzyıldan başlayan
kalmaktan iyidir.” Bu ilke, teslimiyetçi ruhun
modern çağda ise, zalim otoriteye karşı verilen
kökleşmesi ve siyasi tavrın bir temeli olan
mücadele, kentlerin oluşmasıyla, daha sonra
“olandan daha iyisi mümkün değildir” anlayışının
ise modern anlamıyla demokrasi için verilen
benimsemenin bir sonucudur.
mücadele sancağını taşıyan burjuva sınıfını teşkil eden toplumsal bir güç olarak tüccar ve sanayici grupların oluşmasıyla daha da genişleyip derinleşmiştir. Modern anlamıyla demokrasi ise, yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrıl masıyla birlikte, özgür seçim ve yöneticilerin
İster Avrupa tarihiyle ilgili olsun, ister bizim tarihimize özgü olsun, yukarıda yaptığımız hatırlatmalardan kastımız, şu gerçeğe dikkat çekmektir: Biz Arap dünyasında demokrasiyi talep ederken, gerçekte, bizim dünyamızın, ne
denetlenmesi anlamına gelmektedir.
fikrî ne siyasi ne toplumsal ne de ekonomik
Arap dünyasında ise durum tamamen başka
bir değişim meydana getirmek istiyoruz. O
bir seyirde yürümüştür. Firavun ya da kralın
hâlde büyük bir güç, sürekli bir çalışma ve
sadece despot hükümdarlar olarak değil, aynı
Eyyüb sabrını göstermek gerekir. Herhangi
zamanda bir ilah olarak davrandığı Firavunlar
bir Arap ülkesinde herhangi bir demokrasi
çağı Mısır medeniyetinde ya da Mezopotamya
deneyimi, olması gerekenin dışında bir tarzda
medeniyetlerindeki eski ‘şark despotizmi’
kendini gösterirse ve ona da aslâ demokratik
olarak bilinen uygulamalara kadar gitmeden
olmayan veya demokrasinin zıddı olan bir
şunu söyleyebiliriz: Mevcut realitemizin ilişkili
şey eşlik eder veya onu takip ederse, bu
olduğu Arap-İslam medeniyetinde, yönetim,
durumda demokrasinin bizzat kendisini inkar
aslâ değişmeyen, bireysel yönetim temeline
etmememiz gerekir. Bir çocuk dünyaya getirmek
dayalı bir tek şekle uygun olarak devam etmiştir.
arzusunda olan bir anne, mide bulantılarına,
Yönetici, ister halife, ister kral, isterse emîr
ceninin tekmelerine ve hareketlerine, aynı
olsun; yönetimi ister ‘rıza’ ve ‘biat’le -ki, bu çok
zamanda dikkat ve perhiz gerektiren her şeye
nadirdir- isterse kaba kuvvet ve baskıyla —bu
katlanmaya mahkûmdur. Bunların hepsinden
devamlı olan şeydi- ele geçiren daima bireysel
sonra da zorlu doğum gelir. Bazen -bu belki
yönetimdi. Bu fenomen, Arap düşünsel, vicdani
bizim durumumuzdur- sezaryen de gerekebilir.
ve dinî yapısında, ideal yönetim örneğinin ‘adil
Dolayısıyla, bizim toplumumuzda demokrasi ko
müstebit’, yani zulmetmeyen, şûrada çıkan
lay bir sorun değildir. Bir aşamadan diğerine bir
kararı uygulamada yükümlü olmasa da önemli
geçiş değil, bilakis yeni ve çok zor bir doğumdur.
bakımdan bir benzerine tanık olduğu tarihsel
ve büyük işlerde danışandır. İşte bu nedenle, İslam siyasi literatürü, nasîhatu’l-muluk (kral lara öğütler) diye bilinen şeklin ötesine geçmez. Öyleyse, İslam siyasal düşüncesinde temel konu
4. Demokrasi: Beşerî Egemenlikte Ortaklık
nasihattir; denetim ve otoriteyi sınırlama değil.
Gündeme getirilmesinde hiçbir fayda olmayan
Nasihati kabul eden ve onu kısmen uygulayan
‘ekstra’ birtakım sorular vardır. Çünkü insanlar
yönetici, erdemli, ideal yöneticidir. Fakat tarihte,
onun cevabının tek, bilinen ve apaçık bir cevap
kaç tane böylesi ‘erdemli’ yönetici çıkmıştır?
olduğunu düşünür; dolayısıyla, bu ‘bildik’ ceva
Fakihler, her dönemde ‘mefdulun/iyinin’ ‘efdali/
bın soru yerine konulmasının, iyilik, güzellik vb.
daha iyiyi’ yönetmesinin doğru olduğuna
yüksek değerler gibi, kendisinde karmaşıklık
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
77
bulunmayan ve açık olan hususlara şüphe
Söylediğimiz gibi, bütün bunlar, gerçek amacının
sokmak türünden bir şey olduğunu düşünürler.
halk iradesinin egemenliği olduğunu sandığımız
Bizde insanların çekingen biçimde ve fakat
demokrasi adına meydana gelebilir ve bunun
bilinçsizce bir ısrarla sormaktan kaçındıkları
kaçınılmaz sonucu da demokrasiyi reddetmek
bu tip sorulardan biri de, demokrasiyle ilgilidir.
olur ve bu durumda, insanları demokrasiden
Biz ‘hep birlikte’ demokrasiyi talep ediyoruz
soğutmak ve genelde süslü ve şiirsel birtakım
ve ‘hep birlikte’ bu isteği desteklemek için
alternatif sloganlar ortaya koymak kaçınılmaz
alkış tutuyoruz. Fakat önce şunu kendimi
hâle gelebilir. Böylece demokrasiyi soru konusu
ze sormalıyız: Niçin demokrasi? Bu, en azından mevcut koşullarda nahoş görüp onaylamayacağımız bir sorudur. Birimiz bu soru da ısrar etse ve bizden biri de bunu normal karşılayıp cevap vermek istese ‘tercih’ edeceği cevap, genelde, şu itirazvari sorular türünden olacaktır: “Niçin özgürlük?” “Niçin ekmek?” “Niçin su?” “Niçin hava?” Bunun anlamı, demokrasinin tıpkı özgürlük, ekmek, su ve hava derecesinde hayati bir zaruret oluşudur. Bu doğrudur; ancak bu, şiirsel bir cevaptır. Şiirsel cevap da bütün Arapların bildiği gibi, hakikatten uzak ve mecaza dayanan bir cevaptır. Mecaza dayanmak ise ‘açık söz’ün özelliklerinden ve ‘söz’de yaratıcılık yemlerinden biridir. Bunda bir kuşku yok. Ne var ki, bizzat beyan bilginlerinin de dediği gibi, “her sözün söylenecek bir ye ri vardır”. ‘Demokrasi’nin, en azından bizim mevcut gerçeğimize, hatta bütün durumlara oranla yeri, mecaz değil, hakikattir. O hâlde, bütün ciddiyetimizle ve sorumlulukla birbirimize soralım: Biz niçin demokrasiyi talep ediyoruz? Ondan istediğimiz şey nedir? Bu sorunun ortaya atılması, sadece bir tanımının yapılmasını değil, aynı zamanda demokrasinin boyutlarını ve sonuçlarını hedeflemelidir. Çünkü zannedilir ki, demokrasinin tüm amacı tanı mında özetlenmiştir. Bu tarif de, demokrasinin, “halkın kendi kendini yönetmesi” veya en kötü şekliyle “halkın iradesini egemen kılmak” şeklindeki tarifidir. Bazen parlamentoların; bireylerin özgürlüklerini kısıtlayıcı, vergilerle yüklerini artırıcı veya fakiri daha fakir, zengini de daha zengin eden birtakım kanunlar çıkardıkla
78
yapmaya gerek kalmaz. Bu, 50’li yılların sonunda ve 60’lı yılların büyük bir kısmında bizde meydana gelen durumdur. Sadece de mokrasi ve onun yararları konusunda şüphe aramakla sınırlı olmayan, onu kötüleyen birtakım sözler okuduk ve işittik. Birçok Arap ülkesindeki depolar ve genel kütüphaneler, demokrasi ve onun organlarına yönelik övgü ve yergi ile dolu kitap ve eserleri barındırmaktadır. Bu tür tepkileri gösterenlerin iyi niyetli olduklarından kuşku duymuyoruz. Çünkü Arap dünyasının 40’lı yıllar ile 50’li yılların başlarında tanık olduğu demokrasi deneyimleri hayal kırıklığına yol açmıştır. Bununla birlikte, sert ve kontrolsüz tepkilere neden olan hayal kırıklığı bir şekilde haklı görülse de, aynı beklentiyi yeniden gözden geçirerek, bu hayal kırıklığının bertaraf edilmesi gerekir. Zira bu umut ve beklenti, olması gerekenden daha büyük, boş hayalden ibaret veya kafayı kuma sokmak türünden olabilir. O hâlde demokrasi konusundaki beklentimizi gözden geçirelim ve yeniden soralım: Niçin demokrasi? Demokraside doğrudan amacın, yönetim sorununu çözebilecek en iyi formülü ortaya koymak olduğu tartışmasız bir gerçektir. Bu formül, yöneticilerin, yönetilenlerin iradesine boyun eğmelerini veya onların, halkın rüşt çağına erişmiş bireylerinin tamamı tarafından özgür bir seçimle oluşturulmuş birtakım organlar ve kurumların koruyup kolladığı ve etkin kıldığı kanun ve nizamlar gereği buna mecbur olmalarını sağlayacaktır. Eğer biz işin bu yö nünü en alt sınırından alır ve demokrasiden bunu gerçekleştirmesini istersek, gerçekte,
rını, bazen ülkenin egemenliğini ipotek altına
sadece şimdi olduğu, hatta devlet, beylik
alan veya herhangi bir hakkını gasp eden bazı
ler ve imparatorluklar kurduğu bütün tarihsel
antlaşmalara bağlı kaldığını gördüğümüz gibi,
aşamalarındaki gibi değil, farklı görünümleriyle
bazen de halkın iradesinin seçimler esnasında
Arap konjonktüründe tarihsel bir inkılâbı
veya bizzat parlamentolarda saptırıldığını ve
gerçekleştirmeyi arzulamış oluruz. Arap
çarpıtıldığını görürüz.
dünyasında devletin yapısı, bugün olduğu gibi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
geçmişte de, yönetimde ‘ortak’ kabul etmeme
Arap dünyasındaki siyasi uygulama düzleminde
yönüyle temayüz etmiştir. Demokrasi ise öz
egemen olan, ‘birlik’ olunca, ‘çokluk’, hatta bazı
itibarıyla, yönetimde ‘ortaklık’tan başka bir
durumlarda ‘azlık’, toplumsal düzlemde yaygın
şey değildir. Allah’ın birliğine iman etmek dinî
realite olmaktadır. Bizim çokluktan kastımız,
inancımızın temel taşı olup, bunu muhafaza
sadece bölgesel yapıların çokluğu değil, bilakis
etmemiz gerekir. Ancak bu muhafaza da,
tek bir bölgede gruplar, azınlıklar ve etnik
Allah’tan başka her şeyin çok sayıda olduğuna
çokluktur. Düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü
ve çokluk esası üzerine dayanması ge
ve çok partili parlamenter sistem anlamına
rektiğine inanmakla olur. Bunların başında
gelen demokrasi, bu çoklukların kendilerini
da, kendisinden birliği kesin bir surette
olumlu bir şekilde gerçekleştirmeleri için uygun
soyutlamamız gereken beşerî egemenlik gelir. O
bir çerçevedir. Şöyle ki, hizipçilik, kabilecilik
hâlde, biz Araplar ve Müslümanlar, uluhiyet ve
ve aşiretçiliğin, demokratik yaşamın temel
rububiyet alanında ortaklığın ol(a)mayacağına
fenomenlerinden biri olan çok partililiğin dışında
inandığımız kadar, yönetim ve siyasette
hiçbir alternatifi yoktur. Siyasi partilerin varlığı
ortaklığın zorunluluğuna inanmadığımız sürece,
ve örgütlenmeleri, sınıfsal çıkarları oluşturan
demokrasiye bir anlam verip, onun içeriğine açık
açık ideolojik tercihlere odaklanıp dayandığı
bir biçimde fikrî ve toplumsal birtakım boyutlar
zaman -ki bu olmadan hiçbir parti, parti olmaz-
kazandıramayız.
kolaylıkla organik toplumsal çerçeveyi deler,
O hâlde, şunu kaydedelim ki, demokrasiden Arap dünyasında ihdas etmesi beklenen tarihî dönüşümlerden birisi, düşünce ve inanç zemininde bir dönüşüm, bilinçte bir dönüşüm ve “uluhiyet alanında birlik” ile “yönetim ve siyaset alanındaki çokluk ve ortaklığın’’ arasını nihai bir biçimde ayırmaya dayanan bir dönüşümü gerçekleştirmesidir. (Bazı okuyucular, ‘ortaklık’ (şirk) kelimesini, Allah’a şirk koşmakla anlamsal
kendi bünyesinde sınıfsal çatışmaları kışkırtır ve böylece etkinliğini ve yetkinliğini engeller. Bu da, sadece toplumsal homojenlik ve kaynaşmanın kapısını değil, otoritenin (siyasi, ekonomik ve bilimsel otorite) eski aristokratik elitlerden gelişen halk elitlerine barışçı bir biçimde geçişin kapısını da aralar. İşte bu geçiş, günümüz Arap toplumunun sıkıntısını çektiği krizin arkasındaki geçiştir.
benzerliğinden dolayı, bu alanda kullanmayı
O hâlde, yine kaydedelim ki, demokrasiden
uygun görmeyebilirler. Bundan dolayı muşâreke
beklenen tarihî dönüşümün göstergelerinden
(ortak olmak) ya da musâheme (katılım) vb.
biri de, demokrasinin, Arap dünyasında, temeli
kelimeleri tercih ederler. Sadece dilsel yaygınlığa
düşünce ve ideolojik tercihe mensubiyetin
bağlı kelimeler arasındaki yakınlığın yarattığı bu
-ister diri ister ölü, ister bir kabilenin isterse
gibi psikolojik engellerden kurtulmanın zorunlu
bir grubun reisi olsun- şahsa mensubiyetin
olduğuna inanıyorum. Çünkü dilsel yaygınlığın
yerini almaya, siyasi örgütlenmenin de hizipçi
etkisinden kurtulmadan, içinde bizzat dinin
ve aşiretçi örgütlenmenin yerini almaya
engellediği ve yasakladığı gayri meşru bir
dayandığı bir dönüşümü gerçekleştirmesidir.
biçimde tevhid inancının genelleştirildiği şuursuz
Bütün bunlar, en geniş anlamıyla, otoritenin,
zihnî yapıyı kırmamız mümkün değildir. Bu
eskiden hükümran olup bugün imtiyazlarını
genelleştirme, kapsamına giren kişilerin Allah’a
ve ehliyetini yitirmiş olan grupların elinden
karşı tutumunu yöneticiye karşı olan tutumu
alınıp, modern gelişmelerin nitelik ve nicelik
alanına taşır.)
bakımından yönetime ve sorumluluğa ehil hâle
Dolayısıyla, demokrasinin, gerçek bir demokratik uygulamaya müsait hâle gelmesi için, Arap insanının zihinsel yapısını değiştir meyi amaçlaması gerekmektedir. Aynı zamanda, demokrasi, Arap toplumunu da bu kez zihinsel alanda olduğu gibi, birlikten çokluğa ve ‘ortaklığa’ değil, tersine çokluktan birliğe doğru değiştirmesi için de zorunludur. Gerçek şu ki,
getirdiği daha geniş grupların eline verilmesi için gereklidir. Bu devrim, ülke bütünlüğünü partisel çoğulculuk kanalıyla eski toplumsal çerçeveler üzerine oturtacak ve otoritenin toplum bünyesine geçişini ve orada meydana gelen birtakım gelişmelere paralel ve doğal bir biçimde yürümesini sağlayacak bir devrimdir. Nitekim demokrasi, ülkesel ve bölgesel bir
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
79
zorunluluk olduğu kadar, millî ve Arap’a ait bir
yolu demokrasiden geçer, belki de sana göre tek
zorunluluktur da... Hangi şekilde olursa olsun,
yol budur. Yine sana göre, sosyalizmin yolu da
Arap birliği, çağımızda, yani ekonomik, siyasi
-yegâne olmasa da- demokrasiden geçer. Sana
ve uluslararası bloklaşma çağında, kendini
göre, hizipçilik sorunu tamamen olmasa da büyük
Araplar açısından hayati bir zorunluluk olarak
ölçüde demokrasinin olmayışına bağlıdır. Sana
ortaya koymaktadır. Yani bu, Arapların var
göre, bütün sorunlar, çözümünü demokraside
lıklarını sürdürmelerinin temel bir koşuludur.
bulur. Sana, “Peki bunlar güzel de, demokrasiyi
Bugün demokrasi dışındaki bir yöntemle birliğin
bu ‘bütün kapıları açan anahtar’ı nasıl ger
sağlanması mümkün değildir. Bölgesel devlet,
çekleştireceğiz?” diye sorduğumuzda sen yine
Arap dünyasında, bugün yerleşik bir gerçeklik
şu cevabı verirsin herhalde: Bizzat demokrasinin
hâline gelmiştir. Bu durum, mevcut Arap
kendisiyle. Öyle değil mi?
gerçeklerinin en açık ve en köklü olanıdır. Şu hâlde, bu bölgesel Arap devletini aşmak, onu görmezden gelmekle mümkün olmaz; aksine,
Senin bu itirazların, tamamen haklı itirazlardır.
bu aşma operasyonunun, bölgesel devletin
‘Bütün kapıları açan anahtar’a gelince, o sadece
kendi içinden ve onun organları, imkânları ve
hırsızların sahip olduğu ya da ‘bu anlamda’ izin
aynı zamanda ihtiyaçlarından hareket etmesi
almadan evlere girenlerin sahip olduğu may
gerekir. Bu bölgesel devlet fikrini aşmak,
muncuktur. Yani demokratik olmayan bir yoldur,
ancak her ülke içinde oluşturulacak demokratik
demek istiyorum. Dolayısıyla, zorlamaksızın ve
baskıyla mümkündür. Açıktır ki, demokratik
izin aldıktan sonra evlere kapılarından girmeye
baskı da, yine ancak gerçek demokratik bir
gayret etmemiz için ‘bütün kapıları açan
ortamda uygulanabilir. Öyleyse, halk güçlerinin
anahtar’dan uzaklaşmamız, her kilidin kendi
birlik yönünde yolu açmak üzere baskı oluş
anahtarını bulmamız gerekir. O evlerde oturanlar
turabilmeleri için, özgür halk kurumlarının ve bu
bizzat sahipleri olup, o evlerin içinde hem kendi
kurumlara boyun eğen ve onun denetimi altında
aralarında hem de komşularına karşı herhangi
hareket eden hükümet organlarının bulunması
bir taşkınlık yapmadıkları zaman durum böyledir.
gerekir.
Aksi takdirde, gasp ve düşmanlık gibi başka
Arap zihinsel yapısının değiştirilmesi, toplumsal kaynaşmanın sağlanması ve her Arap ülkesi içinde otoritenin yeni seçkinlerin eline geçmesiyle Arap birliğine giden yol açılacaktır; bunlar, Arap dünyasındaki demokrasinin üç tarihsel görevidir. Şu hâlde, beşerî yönetime ‘ortak’ olunmaksızın, partilerin çokluğu ve tek parti içinde çok seslilik anlamına gelen partisel çoğulculuk olmadan, birliği sağlamak mümkün değildir. Yararlı ve gerçek Arap birliğinin asgari tanımı olmadan da Arap dünyasında hiçbir uyanış ve ilerleme olamaz.
5. Demokrasi ve ‘Söz Hakkı’
durumlarda, taşkınlık yapana dur demek için mani olmak kaçınılmaz olacaktır.
Dostum sözümü keserek şöyle dedi: Gördün mü? Sen baskıdan söz ediyorsun, kötülüğün sadece dille değil, elle de değiştirilmesi gerektiğinden bahsediyorsun. Evet, diyebilirsin ki, bu özel durumlarda söz konusudur; olsun. Ancak bir ucundan diğer ucuna Arap dünyası bugün her şeyde ve her düzeyde ‘özel durumlar’ı yaşamıyor mu?
Devamla şöyle dedi: Sen bizi çıkmaza, hatta cehennem çukuruna sokuyorsun ve bizden seçim yapmamızı istiyorsun. Bizden, demokrasinin kusurları ile diktatörlüğün
Bir dostum şöyle demişti:
80
Ben de ona dedim ki:
kusurları arasında bir tercih yapmamızı istiyor
Sen, Arap dünyasının sorunlarına dair
sun. Sen burada, sanki biz zaruret hâlindeymişiz
yazdıklarında, ‘demokrasi’yi, mümkün, hatta
gibi, ‘iki zararın daha hafif olanı alınır’ mantığıyla
zorunlu olan tek çözüm olarak gösterdin. Hatta
konuşuyorsun. Hem sonra, bu durumun öncesinde
onu, Arapların bireyler, halklar ve bir ümmet
ve sonrasında biz, Maşrık’ta ve Mağrip’te, siyasi
olarak sıkıntısını çektiği bütün problemleri çözen
partileri ve parlamenter demokrasiyi denemedik
sihirli bir değnek hâline getirdin. Arap birliğinin
mi? Bugün her yerde vatandaşların iradelerinin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
nasıl çarpıtıldığına tanık olmuyor muyuz? Partisel
değildir. Durum beşerî alanla, yani toplumsal,
çoğulculuk, siyasi ahlaksızlık derecesinde su
ekonomik, siyasal ve kültürel alanla ilgili
landırılmadı mı? Seçim kanunları tahrif edilmedi
olduğunda, sonuçların sadece öncüllere mahkûm
mi? Seçmenler baskıya maruz kalmadılar mı?
olması gerekmiyor; aynı zamanda, birer amaç
Sadece kışkırtma biçiminde değil, tehdit şeklinde,
ve hedef olmaları gerekir. Şu hâlde, beşerî
hatta dinî ve psikolojik işkencelere maruz kalma
alanda aynı sonuçlara ulaşmak için tıpatıp aynı
dılar mı? Birçok Arap ülkesinde demokrasi oyunu
öncüllerden hareket etmek yeterli değildir. Aynı
bir skandala dönüşmedi mi? Bir yanda işler, ‘oyun
zamanda tek ve açık amaçlar üzerinde konsensüs
masasını ters çevirip’ güç ve otorite sahipleri
de gerekir; ki bu, daha önemlidir. Hem sonra,
tarafından oyunbozanlıkla; diğer yandan da,
yine mümkünse, aynı yöntemi izlemek ya da en
‘seçilmiş’ meclislerin içinde ve dışında bir tür
azından başarma şansının başaramamaktan daha
‘evcilleştirme’ ile son bulmadı mı? Demokrasi
büyük olduğundan emin olmak da lazımdır.
aracılığıyla işler, ‘devrimci’, millî, ilerlemeci ve reformist düşüncelerde geriye gidişle son bulmadı
Dostum şöyle dedi:
mı? Demokrasi, partilerin kendileri içinde geriye
O zaman, biz öncüller ve hedefler düzeyinde
giden bir uygulama hâline gelmedi mi? Birçok
hemfikiriz. Yani, acı bir gerçekle karşı karşıyayız.
parti ‘demokrasinin arkasından yürümek’ suretiyle
Bu amaç birliği, bir öncüldür. Bizim bu realiteyi
devrimci parti olmaktan, reformist partiler hâline
en iyiye, en iyinin de iyisine doğru değiştirmek
ve -başka demiyorum- nihayet, bugün kabul edip,
isteyişimiz ise gayemizdir. Öyleyse, biz, bu
yarın onu savunmak üzere susan, emrivakiye
gayelere ulaştıracak araçlarda farklı düşünüyoruz.
mahkûm partilere dönüşmedi mi? Sen bunları
Demokrasinin, -ne ad altında olursa olsun- ortaya
bilmiyor musun, yoksa bilmezlikten mi geliyorsun?
koyduğu aracı biz denedik, o bize bilinen ve gö
Dostum çok sert ve tepkili bir şekilde
rünenden başka bir şey vermedi.
konuşuyordu; fakat aynı zamanda da, doğru
Dostuma önermek istediği aracı sormak
söylüyordu. Acıyla, tecrübenin acısıyla, insana
istemedim. Çünkü onunla aynı sonuca, öteki
nereye dönse tercihte bulunmasına, hatta
araçların da, bilinen ve görünenden başka
fikirlerin buluşmasına bile imkân vermeyecek
bir şey ortaya koymadığı sonucuna ulaşmak
bir biçimde kendini sunan acı realiteden
istemedim. Bunun yerine, realiteyi, şu ânda var
bahsediyordu. Bundan dolayı onunla tartışmaya
olmayan mümkünleriyle değil, olduğu gibi esas
girmek istemedim.
almayı tercih ettim. Dostuma dedim ki:
Niçin tartışayım ki? Çünkü o, gerçekleri
Öyle görünüyor ki, sen ve ben, öncüller ve kalkış
söylemişti. Hem sonra kendimi onun
noktalarında farklı düşündüğümüz kadar, araçlar
söylediklerinin muhalifi yerine koymak
konusunda farklı düşünmüyoruz. Ben, realiteyi
istemiyordum. Ben, iç dünyamda ona karşı
olduğu gibi esas alıyor ve onu değiştirmenin
değildim. Dolayısıyla, benim gördüklerimi
bir yolunu arıyorum. Sen ise realiteyi, olmasını
gören, benim çektiğim acıları çeken ve benim
istediğin şekliyle esas alıyorsun. Sen onun
bildiklerimi bilen birine nasıl karşı olurdum?
mümkünlerinden hareket ediyorsun; ben ise,
Bunun üzerine dedim ki:
onun verilerinden hareket ediyorum. Eğer sen benimle ideolojik bir rakip ilişkisi içerisine
Söylediklerinin tamamı doğrudur, anlattıkların
girmek istiyorsan, beni ‘reformist’ ve ‘realist’
realitenin ta kendisidir. Bu konuda senden farklı
olarak suçlayabilir, kendini de ‘devrimci’ olarak
düşünmüyorum. Hatta benim hareket noktam,
niteleyebilirsin. Fakat birbirimize bu şekilde lakap
senin anlattığın bu realitenin bizzat kendisidir.
takmaktan vazgeçip, aramızdaki farkın, senin
Ancak, aynı öncüllerden hareket etmek mutlaka
‘mümkünleri verilere dönüştürmek’, benim ise
aynı sonuçlara götürmez. Tıpkı, öncüllerin
‘verileri mümkünlere dönüştürmek’ istememden
doğruluğunun, zorunlu olarak sonuçların doğru
ibaret olduğu konusunda anlaşalım. Gerçekten
luğuna götürmeyişi gibi... Bu, mantık bilginlerinin
senin yöntemin gayeye ulaşmak için en yakın
tespit ettikleri bir husustur; bu, her birimizin
yoldur. Fakat senin bu yöntemin ancak bir araca
doğruluğunu kendi başına deneyebileceği şey
sahip olduğun zaman bir anlam taşır. Bu araca
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
81
sahip olmadığın takdirde senin yöntemin yöntem değildir. Yöntemsizlik ise, kişiyi ciddi çıkmaza sokar: Ya derhâl intihar etmek ya da tatlı ve fakat ümitsiz rüyalara dalmak ki, bu da aşamalı bir intihar demektir. “Peki, sana göre ne yapmak gerekir?” dedi.
Arap dünyasında ve diğer birçok ülkedeki mücadele, bir iktidar mücadelesidir. Konuşan tarafın, hatta baskı altında ve yenik konumda bulunmanın psikolojik ezikliğini hisseden tarafın tekrar baştan başlaması gerekir. Yani ‘söz hakkı’nı istemesi gerekir. Mevcut Arap dünyasındaki trajedimiz, sadece konuşmaktan mahrum olmak değil, aynı zamanda söz hakkının da olmayışıdır. Bu hak olmadan insan, kimliğini kaybeder. Bu hakka sahip olmayan insan “konuşan bir canlı” değil, aksine “... bir canlı” olacaktır. Noktalı yere dilediğiniz kelimeleri koyabilirsiniz. Fakat bilinmeli dir ki, ‘konuşan’ kelimesi yerine konulmaksızın ‘insan’a ulaşılamaz. Çünkü ‘konuşma’ (=akıl/söz) olmadan ne değişim, ne devrim, ne de reform olur.
Dostum, suskun ve âdeta içinden konuşurcasına bana baktı, ben hemen şunu söyledim: Seni yenilmiş konuma düşürmek istemiyorum. Çünkü hepimiz yenik durumdayız. Benim ve senin konumundan, yani yenilmişlerin konumundan hareketle, yöneticinin, yönetilenin insan haklarının ilki olan ‘söz hakkı’nı kabul etmesinden başlayan demokrasiyi talep ediyorum. Biz en azından yenilgimizden ve bu yenilginin öznel ve nesnel sebeplerinden söz etmek istiyoruz. Bu konuda söz hakkına sahip miyiz?
Dostumla vedalaşırken, sessizce, gözleriyle şunu söyledi: “Evet, biz yenilgimiz hakkında konuşma hakkına sahip değiliz...” Ayrılıp gözden uzaklaştığında, içimden bir ses şöyle diyordu: ‘’Konuşma hakkı verilmez; haklar verilmez, alınır ve bizim bu hakkı mutlaka
www.islamiyorum.com
Dedim ki:
almamız gerekiyor. Uzun sürsün kısa sürsün demokrasi talebinde diretmeliyiz, az olsun çok olsun bedel ödemeliyiz.”
82
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ
Turabi’de Özgürlük ve Demokrasi Abdulvahhab El-Efendi “Turabi Devrimi / İlke Yayınları (s. 319-325)” isimli kitabından alıntılanmıştır.
İslâmî bir düzene
ittifakı, İslâmî bir devlet kurmaya değil, askeri
nasıl geçilebileceği,
diktatörlüğü önlemeye yönelikti. Bu tavır,
sömürge yö
Sudan’ın kendi askeri diktatörlüğünün tecrübe
netimlerince ya da
edilmesiyle haklılık kazandı. Askeri rejim
sömürge yönetiminin
İslâm’a, yerine geçen sivil rejimden daha çok
ürettiği laik elitler tarafından kontrol edilen bir devletle karşı karşıya bulunan bütün çağdaş İslami hareketlerin ortak sorusudur. Birçok İslamcı grubun verdiği cevap, halkı İslâm’a yeniden yönlendirecek bir elit sınıfın teşkilini gerektiren anti-demokratik bir cevaptır. Kendi kendisini oluşturan elit sınıf, genellikle İslâm’ın ayrıcalıklı bir yorumcusu ve rehber olan karizmatik bir lideri takip eder.
antipatik ve İslâm’a saygı göstermeye yönelik halk baskılarına daha az açıktı. Hareketin ilk büyük başarısının askeri rejimi devirmekle ilgili olması ve solcuların hâkim oldukları bir diktatörlüğün ancak kitlelerin gücüne başvurularak önlenebilmesi gerçeği, İhvan’ın Sudan gibi bir ülkede demokrasinin önemini daha iyi kavramasına vesile oldu. Numeyri, yönetiminin ilk evresinde, İhvan davasını demokrasi ile bağlantılandırdı ve bir demokrasi mücadelesi vererek Sudan siyasi hayatında ilk başarısını kazandı. Bu mücadelede, komü nistlere karşı veya İslâmî anayasa için yapılan
Sudan’da hareketin gelişimi bu şekilde olmadı.
diğer mücadelelerde İhvan, halkın desteğini
Hem kendi içinde hem kendi dışında hareket,
sürekli yanında buldu.
demokrasiden yana oldu. Başlangıcından beri hareket, özgürce faaliyet gösterebildi ve hayatı İslâm’a uygun bir tarzda yeniden şekillendirme çağrısı ciddi yankı buldu. Mısır’daki gelişmeler de askeri diktatörlüğün tehlikesini ortaya koydu. Bu diktatörlük, İslâmî harekete sö mürge rejiminden daha çok zarar vermişti. Bu nedenle Sudan İhvan hareketinin ilk siyasi
Hareketin eğilimi sürekli, demokrasiden yana olmuştu. 1965 Misak-ı İslâmî metni, temel değerler olarak demokrasiyi ve bireysel özgürlüğü vurguluyordu. Turabi daima, demokrasiyi korumanın önemine işaret ediyor ve fırsatçı olduklarını düşündüğü muhaliflerini eleştiriyordu. 1967 anayasa taslağını değerlendirirken, İslâmî hedeflere ulaşılmasında
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
83
bu dokümanın katkısına işaretle şunları
İslâm aynı zamanda, dînî otoriteyi tekelleştiren
söylüyordu:
hiçbir elit sınıf tanımaz. İlimde farklılık tıpkı
(Taslak anayasa) temel hakları temin ediyor, temsili bir hükümet kuruyor, (halk tarafından) seçim ve hükümetlerin sorumluluğu ilkesini benimsiyor... Çünkü bu halkın ezici çoğunluğu Müslüman’dır... Ve halkı dine karşı olan sorumluluklarını omuzlamaya çağıran kapı açık oldukça, halkın hükümete tesir etme gücü var oldukça İslâmî hedeflerin başarılması, İslâmcı aktivistlerin halkı harekete geçirmede gösterecekleri kararlılığa bağlı olacaktır.1
Daha önce Turabi daha da ileri giderek, İslâmî doktrinin yetkili yorumlayıcılarının seçilmiş ulema değil, Müslüman halk olduğunu ileri sürüyordu. Bu, dini düşünceyi demokratikleştirme çabası, daha sonraları Turabi’nin İslâmî doktrini yeniden yorumlama hamlesinin en temel öğelerinden biri haline
altına almak için bir araç olarak kullanılamaz. Gerçek bir İslâm toplumunda bu her ikisine de sahip olanlar, onları Müslüman kardeşleri arasında dağıtmak gibi ağır bir sorum luluk altındadırlar. İlim mümkün olduğunca yayılmalıdır ve bütün Müslümanlar, toplumlarının gidişatlarından aynı derecede sorumluluk sahibidirler. İslâm hukukunun temel bir kaynağı oları icma, geleneğin ileri sürdüğü gibi ilim sahibi elitin oybirliği değil, ilim sa hibi mensuplarınca aydınlatılan bütün bir İslâm toplumunun oybirliğidir. İslâm’ın hızlı yayılışıyla, Müslümanların çoğunluğu inançları hakkında çok az bilgiye sahip hale geldi, bu da ulemanın, icmayı kendi tekellerine almalarına yol açtı. Bu istisnai durum, ilmin yayılmasıyla ortadan kalkmalıdır ve bir standart haline ge
geldi.
tirilmemelidir.
Hareketin içinde yapılan bu tartışmalarda
Turabi, ideal bir İslâmi düzenin, kelimenin
genel eğilim sürekli mükemmel olmayan bir demokrasinin bile herhangi bir diktatörlük türünden daha tercihe şayan olduğu, zira demokrasi içinde reform ve eleştiri kapılarının her zaman açık tutulduğu yönündeydi. 1980’lerin başında Turabi, bu muğlak tavırlara açık bir ideolojik ifade verdi. Misak metninin, özgürlüğü olumlu bir değer olarak kabul etmesi ve bu özgürlüğün kullanılmasının haktan çok bir görev olduğunu beyan etmesini hatırlatarak, Turabi bu kabulleri kendi sisteminin özü haline getirdi; dinin ana prensiplerine göre, özgürlük, kendisini bütün diğer yaratıklardan ayıran insanın kaderidir. Ve bu, onun kaderi olduğu gibi yasal hakkıdır da. Çünkü Allah hiçbir peygambere ya da yöneticiye hakkı zorla kabul
bugünkü anlamıyla demokratik olduğunu söylüyordu. ‘Demokrasi terimi kabul edilmelidir ki hassas ve belirsiz bir terimdir, ancak kamu işlerinde İslami karar verme mekanizması olan şûra, demokrasi ile halka kamu iş lerinde belirleyici ses olmalarına imkan verme hedefini paylaşıyor. Temel fark, “şura”nın Allah’ın hakimiyetini, demokrasinin ise halkın iradesini mutlak kabul etmesidir. Ayrıca şûra, demokrasinin olağan çıkmazlarını aşacak bir atmosferde icra edilir. Hükümetin temsilciliğini bozacak yönlendirme ve manipülasyonlar, İslâm ahlakının hâkim olduğu bir toplumda daha az muhtemeldir. Temel yasalar da değiştirilemez. Para ve güç eşitsizlikleri, İslâm toplumunda belirleyici faktörler ya da hâkim unsurlar
ettirme yetkisi vermedi.
olamaz.
Toplumdan, maddi şartlardan, devlet ya da din
Bireysel özgürlükler ve haklar üzerine
2
adamlarından kaynaklanan bütün baskılardan özgürlük, sahih ibadetin ve tevhidin şartıdır. Bu özgürlüğe kavuşmak sadece bir hak değil, aynı zamanda bir yükümlülüktür. Peygamberlerin toplumları üzerinde yaptıkları ilk talep, tebliğ ve ibadet özgürlüğünün verilmesi olmuştur. El Misak el-İslami 15.12.1968
1
Turabi, Kadaya el-Hürriye, s.3
2
84
servette farklılık gibi başkalarını boyunduruk
yapılan çağdaş tartışmalarda önemli bir yer tutan bireyin ve toplumun muhalefeti İslâm toplumunda görülmemiştir, zira devlet-birey ikilemi bu toplumlarda yeterince gelişmedi. Vatandaşlar şeriat temelli idare tarafından, bu idare mükemmel olmamasına rağmen, bir nevi teminat altına alınmışlardı zira şeriat, yöneticileri, günümüzdeki gerilimlerin temelinde bulunan iki büyük yetkiden mahrum etmiştir:
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Yasama ve vergilendirme yetkileri. Bugün
tartışmaların merkezî konusuydu. Turabi’nin
bu konular gündeme geliyor, çünkü yabancı
yaklaşımı kendi içinde çelişkiler taşıyordu.
tesirler, halklarından uzak ve otoritesini balkın
Hareket içinde, teşkilat üzerinde yoğunlaşan
üzerine empoze etmede çok daha etkili rejimler
tartışmalar bu ihtilâfları yansıttı. Hareketin iç
yarattı. Soruna tasviri olarak değil, dinamik
gelişimi demokratikleşmeden vana olmuştu, zira
olarak yaklaşılmalıdır. Ütopik bir toplumda elde
ortaya bir karizmatik lider çıkıp teşkilata hakim
edilebilecek özgürlükler değil, bugün tevhidin
olamamıştı. Yönetimdeki modern eğitimli elitler,
temel şartı olan özgürlüğün kazanılması için
liberal değerlerle yoğrulmuşlardı. Turabi’nin
neler yapılması gerektiği tartışma konusu
ortaya çıkışı bu eğilimi değiştirmedi, aksine
yapılmalıdır. Zira tevhid, bütün dünyevi
güçlendirdi, çünkü Turabi de ideolojik temellerde
otoritelerden özgürlüğü ima etmiyor mu?
demokrasi taraftarıydı ve onun pragmatik
Bu anlayışla İslâm’da özgürlük, bir şeylerden öz gürlük gibi göreceli ve şartlı bir statü değil, tam ve mutlaktır. Batılı toplumlar, vatandaşlarının özgür olmalarıyla, başkalarının boyunduruk
çizgisine, Turabi’yi destekleyen genç üyelere daha fazla güç verecek bir demokratikleşmeye karşı çıkan eski tüfekler tarafından muhalefet edildi.
altında olmaları arasında bir çelişki görmediler. Aynı şekilde Avrupa tarihinde emperyal ya da evrensel hegemonyadan kurtuluş, ulusal kiliseye ya da ulus-devlete boyun eğişten başka bir şey getirmedi. Ancak, mutlak özgürlük her an her yerde kendisini göstermelidir. Allah’ın dışında bütün ilahları reddeden tevhid prensibi, ibadet özgürlüğüne yapılan her yeni tehdit karşısında yeniden hatırlanmalıdır. Mutlak özgürlük, sürekli bir kurtuluş sürecidir. İslâm’da özgürlük, düzen ya da birlikle çatışma halinde değildir. İslâm toplumu, Allah’ın otoritesi altında gönüllü bir birlik kuran özgür fertlerden oluşur. Birey, özgürlüğünü ve tatminini, tam potansiyele ulaşmasında yardımcı olan toplumda bulur. Birlik, bireysel bütünlüğü koruyan ve ona kamu hayatında tam katılım sağlayan İslâm toplumunun demokratik tabiatıyla güçlenir. Birliğe ulaşmak için tecdide ihtiyacımız var dır, zira birliği sağlayan işbirliğine, birbiri peşi sıra gelen belli evrelere ulaşılır. Bir zamanlar Müslümanları birleştiren partiler ve düşünce okulları, bugün onları bölüyor; eğer birliğe ulaşılacaksa bu durum düzeltilmelidir. Geleneğe körü körüne bağlılık, temel dini yükümlülüklerle ve dindarlıkla çelişiyor. Birey, kendisini bundan kurtarmalı ve dinin taleplerine kendi özgür iradesiyle karşılık vererek kendi katkısıyla bun malıdır. Turabi’nin savunduğu bu görüşler tabii ki tepki gördü. Raşid Tahir, liberalizme kaydığını düşündüğü hareketten ayrıldı. Demokrasiye yaklaşım, hareketi 1960’larda bölen
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
85
DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ
‘Hüküm Allah’ındır’ demek ‘Hüküm Ümmetindir’ demektir
Çeviren:
Gülşen Topçu
İslam ve demokrasiden bahsederken ne yazık
onun adına konuşamaz. “Hüküm Allah’ındır”ın
ki bir grup Batılı ve Müslüman’ın da ortağı
anlamı kanunun ve ümmetin hükmetmesidir.
olduğu bir sanıyla karşılaşıyoruz: İslamcıların
Modern devlette de temel anlam kanun devleti
bazıları ve bazı İslam düşmanları İslam’ın
oluşudur. Hüküm kralların ya da fildişi kulelerde
demokrasiye karşı olduğu üzerinde birleşiyorlar.
yaşayan elitlerin değil, iman ettiği ve seçtiği
Bu garip ötesi bir şeydir. Siyasi bilimlerde uzman
şey çerçevesinde ümmetin hükmüdür. İşte
olmayan İslamcıların konumu, nesneleri basit
burada Allah’ın hükmünün dönüp dolaşıp halkın
bir şekilde sınıflandıran telkinlere dayanmaktadır
hükmüne geldiğini görüyoruz. Tabi bu, gök
ve bu, “İslami yönetim Allah’ın yönetimidir,
adına konuştuğunu ve metinleri tefsir etmeyi
demokrasi ise halk yönetimidir” şeklindeki bir
tekelinde bulundurduğunu iddia eden kilise
sınıflandırmadır. Birbiriyle çelişen iki anlayış… Şu
otoritesinin olmadığı ve bu işin temsilciler
halde demokrasi küfür ve şirktir.
aracılığıyla ya da doğrudan görüşleri alınarak
Siyasi meseleler bu şekilde basitleştirilemeyecek
86
Raşid Gannuşi
insanlara geri dönmesiyle olur.
kadar karmaşık olduğu için bu kişiler, hüküm
İslami eğitime yeni başlayanlar bile şûra,
Allah’ındır sloganı ilan edildiğinde bunun büyük
içtihat ve icmanın bu dindeki yerini ve temel
bir devrim olduğunu anlayamadılar. Bu büyük
İslami metinlerin devletin örgütlenmesiyle
bir devrimdi; çünkü anlamı, kralların mutlak
alakalı konularda -yönetim, ekonomi ve icma
hâkimiyetlerinden, servet, otorite ve karar
da dâhil olmak üzere- şûra ve icma gibi genel
almada başına buyruk davranma haklarından
ilkelerle yetindiğini bilirler. Müslümanlar
mahrum edilmesi ve yöneticinin yalnızca halkın
kendilerini, miras aldıkları şeyden çok büyük
hizmetçisi ve kanun koyma hakkı olmayan
farklılıklar arz eden yeni bir durumla karşı
yürütmeden sorumlu kişi olmasıydı. Çünkü
karşıya buldukları için şu soruyu sormaya
“Hüküm Allah’ındır” sloganını taşıyanlardan hiç
mecbur olduklarını gördüler: Bugün diğer insani
kimse Allah’ın bir bedene girip doğrudan ya
tecrübelerden de faydalanarak İslam’ın ilkeleri
da din adamları aracılığıyla bize hükmettiğini
ve mirasından, hayatımızı yeniden düzenleyecek
kastetmez. İslam’da din adamı yoktur. Allah-u
toplumsal projeleri nasıl üreteceğiz? İş âlimlere
Teâlâ gözle görülmez ve hiç kimse ya da kurum
devredilecek ve içtihat edecekler. Ama kilise
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
otoritesinin yokluğunda âlimlerin cevabı
metodumuzu izlememize de izin vermiyor.
birbirinden farklı olacak. Peki, hangi içtihat
Batı’nın birçok eksiği olmasına ve giderek
seçilmeye daha uygun olacak? Üzerinde görüş
kötüleşecek yıpratıcı birçok krize maruz
birliğine varılan ya da halkın çoğunluğunun
kalmasına rağmen -bütün bunların yanı sıra
onayını alan içtihat seçilecek.
başarılarını takdir ediyoruz- bir Batı ülkesinde
İşte İslam ve demokrasi bu noktada buluşuyor. Üstelik bu hiçbir uygulamaya gerek duymayan eski bir buluşmadır. Sonra Batı’nın geliştirdiği ve büyük bir kazanç olan uygulamalar gelmektedir. Bu uygulamalar bir ilke ve değer olarak şûrayı, ümmetin iradesini ve yöneticiler üzerindeki hâkimiyetini ifade edecek disiplinli bir sisteme dönüştürür. Bu da, İslam en yüce kaynak olduğunda Mağrip’te Maliki mezhebinin, başka ülkelerde de başka mezheplerin hâkim oluşunun sebebini açıklar. Maliki mezhebi hangi kararla Mağrip’te egemen oldu? Şafilik hangi kararla başka bölgelerde egemen oldu? Sultanın hangi kararıyla? Kendi bölgesindeki mezhebi seçen halktı, bu halk başka bölgelerde de başka bir mezhep seçti. Çünkü Allah’ın hükmü -içtihat ve şura mekanizmasıyla- halkın kanunu ve onu uygulayacak kişiyi seçmesiyle sonuçlanır ve bunun kendine has kültür çerçevesinde olması çok normaldir.
böyle bir sempozyumun düzenlenmesi, Batı medeniyetinin başarılarından biridir. Çünkü sahte modernizm ülkelerinin hiçbirinde böyle sempozyumlar düzenlenmemektedir. Burada köklü bir medeniyet var ve bu nedenle halklar ve medeniyetler böyle bir sempozyumda bir araya gelip diyaloga geçiyorlar tıpkı eskiden Bağdat, Şam, Kurtuba ve Semerkant’ta medeniyetlerin bir araya gelip kaynaştığı gibi. Ama böyle bir şeyin bugün ne Tunus’ta ne de İslam dünyasının birçok ülkesinde gerçekleşmesi söz konusudur. Çünkü bu ülkeler geri kalmışlık zincirine vurulmuştur ve medeniyet kapısından içeriye toplum, halkın iradesi, akıl ve din üzerinde hâkimiyet kurma ve onu parçalamaya çalışma anlamıyla girmiştir. Bugün Tunus ve benzeri ülkelerde, elit kesimin sadece siyasi kararı değil insanın vicdanını da kontrol altına aldığını bilmiyor musunuz?
O halde biz bu modernizmi, akıl için mutlak hürriyet, bilim, sanayi ve hatta demokrasi ve halk egemenliği oluşuyla istiyoruz. Ama onun Fransa, Amerika ve Rusya kapısından değil bizim kapımızdan girmesini -yani laiklik değil İslam kapısı- talep ediyoruz. Modern dünyaya kendi kapımızdan girmek hakkımız değil mi? İşte Batı’yla ve Batılılaşmış faşist elit kesimle aramızdaki anlaşmazlık budur. O halde asıl çatışma, modernizmle geçmişe takılıp kalma arasında değil, köklü İslami modernizmle bayağı ve bağımlı hatta şeklî ve sözde Batı modernizmi
İşte mescitler devlet kararıyla çalıştırılıyor, imamlar devlet kararıyla tayin ediliyor, hutbeler Diyanet İşleri Başkanlığı görevlisi tarafından yazılıyor. Bu durum, Batı’da kilisenin insanların akıllarını kontrol altına aldığı, haram ya da helali belirlediği modernizm öncesi çağı hatırlatmıyor mu? Keşke Müslüman-Arap seçkinlerimiz ve bunların arasında da Tunuslu seçkinler, Taha Hüseyin’in dediği gibi, “Batı’yı acısıyla tatlısıyla almış” olsaydı! Ne yazık ki Batı’nın sadece acı yönünü aldılar, özgürlüklerini ve halkın yetkisine saygıyı almadılar. Batı kurtuluş ve kalkınmaya
arasındadır.
dikkat ederek bunun olmasını istemiyor.
Batı gerçekten de çok kültürlülük anlamındaki
O halde temel sorunumuz -sorunumuz varsa- ne
demokrasiye inanmakta mıdır? Yoksa Batı’da
teknik ve bilimsel anlamıyla modernizmle ne
merkezi bir medeniyet ve Avrupa ırkçılığı mı
de devletin inançlar karşısında tarafsız olması
var? Amerika ve Avrupa’da güneş, dünyanın
anlamıyla laiklikledir. Bizim köklü sorunumuz;
diğer ülkelerinde ay daha doğrusu etrafında
sahte modernizmle, kendini soyutlamış bir
uçan şarapneller mi var? Batı sorunsuz olsaydı,
azınlığın, siyasi karar ve serveti tekeline alarak,
her şey güllük gülistanlık olsaydı, onun
demokrasi, modernizm, laiklik, sivil toplum ve
metodunu izlememizin mümkün olduğu zannı
hatta bazen İslam adına insanların vicdanlarına,
yayılabilirdi. Biz onun metodunu izlememizi
akıllarına ve rızklarına hükmederek halk
istemediğine eminiz bununla birlikte kendi
üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışmasıyladır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
87
Geçen sene Tunus’ta “reformu” tekfir eden resmi bir fetva çıkarıldığını ve bunun televizyon, radyo ve cami minberlerinde okunduğunu bilmiyor musunuz? Bu nasıl bir modernizmdir? Bu, Batı laikliğiyle çökmüş, despot kilise dindarlığı arasında seçim yapmak zorunda Batı laikliğini seçmeye zorlamaktadır. Zira Batı’daki faşist olmayan demokratik laiklik; eğitim, yardım, basın ve sanat kurumları ile yönetimden bağımsız siyasi partiler gibi insanların pek çok işini yürüten halk kurumlarının var olması anlamındaki sivil toplumu var etmiştir. Ben Tunus’ta şaşırtıcı bir şekilde “sivil toplum”dan bahsederek avurtlarını şişirmelerine anlam veremiyorum. Belki de sivil toplum diye zelillik ve baskı toplumunu kastediyorlardır.
88
www.islamiyorum.com
kaldığımızda bizi acısıyla tatlısıyla demokratik
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ
Demokrasi Bir Dindir Ebu Muhammed El - Makdisi “Demokrasi Bir Dindir / Şehadet yayınları (s. 29-39)” isimli kitabından alıntılanmıştır. Bölümün başlığı “Demokrasi Sonradan Ortaya Çıkmış Bir Küfür Dinidir. Demokratlar Kanun Koyucu Rabler Mesabesindedir, Tabiileri İse Onların Kullarıdır” şeklindedir.
Bilindiği üzere bu
bir şekilde tatbik edilir ve yönetim halkın yahut
habis kelimenin aslı
halkın çoğunluğunun eline geçer. Demokrasinin
Yunanca olup “Demos”
bu şekilde aslına uygun olarak tatbik edilmesi,
(halk) ve “Kratos”
laiklerin ve demokrasi dininin mensuplarının en
yani yönetim, yetki
büyük arzularıdır. Demokrasi ya da günümüz
ve yasama anlamına
realitesinde olduğu gibi yöneticilerin, onlara
gelen iki kelimenin
yakın aile çetelerinin, ileri gelen işadamlarından,
birleşmesinden
sermaye ve medya sahibi zenginlerden bir
meydana gelmektedir.
gurubun iktidarıdır. Bunlar ellerindeki imkânlar
Dolayısı ile demokrasi
vasıtası ile ya bizzat kendileri demokrasinin
kelimesinin tercümesi,
köşkü olan parlamentolara girerler ya da
harfiyen “halkın idaresi” “halkın otoritesi” ya da
istedikleri kişileri gönderirler. Onların efendileri
“halkın yasama yetkisi” anlamına gelir.
ve rableri de -ki bu melik ya da kraldır-
Demokrasinin halkın egemenliğine dayandığına
parlamentoyu keyfince dilediği zaman göreve
dair bu tanım demokratlara göre onun en
açar, dilediği zamanda kapatır. İşte her iki
büyük özelliklerindendir. İşte bundan dolayı da devamlı, demokrasiyi övüp dururlar. Ancak bilinmelidir ki, onların övüp durdukları bu özellik (yani demokrasilerde egemenliğin insana ait olması) küfrün, şirkin, İslam dinine ve
durumda da demokrasi, Allah’ı inkâr etmek, yerin ve göklerin Rabbine şirk koşmak, tevhid milletine ve peygamberlerin dinine muhalefet etmektir. Bunun pek çok sebebi vardır:
tevhid milletine son derece ters düşen batılın
Birincisi: Öncelikle demokrasi Allah’ın hükmü
özelliklerinden bir özelliktir. Geçtiğimiz satırlarda
olmayıp halkın yasamada bulunması ya da
da belirttiğimiz gibi insanların yaratılmasında,
tağutun hükmüdür. Allahu Tealâ Resulullah’a
kitapların indirilmesinde, peygamberlerin
(s.a.v) kendisine indirilmiş olan şeriatla
gönderilmesindeki en yüce esas, İslam’daki
hükmetmesini emretmiş ve onu milletin,
en sağlam kulp, ibadetlerde Allahu Tealâ’yı
çoğunluğun, halkın keyfi arzularına uymaktan
belirlemek ve O’ndan başkasına ibadet etmekten
nehyetmiştir. Yine aynı şekilde indirmiş olduğu
kaçınmaktır. Teşri, yani yasama noktasında
hükümleri uygulama noktasında insanların
Allah’ı birleyerek O’na itaat etmekte işte bu
kendisini saptırmasından sakındırmıştır. Allahu
ibadetlerden bir tanesidir. Yoksa insan helak
Tealâ şöyle buyurmaktadır:
olanlarla birlikte müşrik olur.
“Onların arasında Allah’ın indirdikleri ile hükmet.
Demokrasinin uygulanmasında iki durum söz
Onların arzularına uyma ve Allah’ın sana indirdiği
konusudur ve bu iki durum arasında hiç bir
şeylerin bir kısmından seni saptırmalarından
fark yoktur. Demokrasi, ya hakikatine uygun
sakın.” (5, Maide/49)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
89
İşte tevhid milletinin ve İslam dininin esası
itibarı yoktur. Kendi mukaddes kitapları olan
budur. Bununla birlikte, demokrasi dinine ve
anayasanın temel maddelerine uygun olmadığı
şirk milletine gelince; demokrasinin kulları şöyle
sürece bir tasarının veya kanunun Kur’an ve
demektedirler:
sünnete uygun olarak yasalaştırılması mümkün
“İnsanların arasında onların hoşnut olacağı bir şekilde hükmet. Onların arzularına uy. Onların isteklerini, arzularını ve yasalaştırdıkları şeyleri uygulama noktasında seni saptırmalarından sakın.”
Onların bu tip sözleri ile demokrasi işlevini sürdürmektedir. Bu şekilde demokrasi kendi gerçeğine uygun bir şekilde tatbik edilse dahi onunla hareket etmek apaçık bir küfür, aleni bir şirktir. Bununla beraber onların gerçek yüzü daha kokuşmuştur. Çünkü fiili olarak onların uygulamaları şu şekildedir: “İnsanların arasında tağutlarının ve dostlarının isteklerine göre hüküm ver. Tağutların onay ve onuru olmadan ne bir kanun çıkar, ne de bir yasa.”
İşte bu açık seçik bir sapıklık, üstelik zalimane
bunu demokrasinin fakihlerine sorunuz... Allahu Tealâ şöyle buyurmaktadır: “Eğer bir konuda ihtilafa düşerseniz Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız onu Allah’a ve Resulü’ne götürün. Bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha iyidir.” (4, Nisa/59) Demokrasi dininde ise durum şu şekildedir: “Eğer bir konuda ihtilafa düşerseniz onu uydurma anayasaya ve yerden bitme kanunlara uygun olarak halka, meclise ve krala götürün.” “Size de, Allah’tan başka taptıklarınıza yuh olsun! Hala akıllanmayacak mısınız?” (21, Enbiya/67)
Demokraside ortaya konulacak her bir tasarının kutsal kitapları anayasaya uygun olması zorunluluğundan dolayıdır ki; şayet insanların
bir şekilde Allahu Tealâ’ya şirk koşmaktır.
çoğunluğu demokrasi yoluyla ve yasama
İkincisi: Demokrasinin apaçık bir şekilde şirk
ile Allah’ın şeriatı ile hükmetmeyi isterse
dini olmasının ikinci sebebi ise, onun Allah’ın
(tağutlar buna izin verse dahi) bu mümkün
hükmü olmayıp anayasaya uygun olarak
değildir.
çoğunluğun veya tağutun hükmü olmasıdır. Allah’ın kitabından çok daha fazla değer verdikleri ve kutsal saydıkları anayasalarında, kendi koydukları hükümlerin Allahu Tealâ’nın hükümlerinden önce gelmesi gerektiği ve yine kendi kanunlarının da Allahu Tealâ’nın kanunlarına egemen olduğu açıkça geçmektedir. Örnek olarak Kuveyt anayasasının 6. ve 51. maddeleri şöyledir: “Millet bütün yetkilerin kaynağıdır.” “Yasama yetkisini, anayasaya uygun olarak emir ve millet meclisi üstlenir.” Ürdün anayasasının 24. maddesi ise şöyledir: “Millet yetkilerin kaynağıdır. Millet yetkilerini en açık şekilde bu anayasada icra eder.”
Demokrasi dininde anayasaların metinlerine bağlı kalınmadığı ve onun maddelerine uygun olmadığı sürece çoğunluğun hükmü ve yasası asla kabul edilemez. Çünkü onlara göre anayasa, çıkarılacak olan kanunların temeli ve
90
değildir. Eğer bu noktada bir şüpheniz varsa
yetkisini elinde bulunduran şirk meclisi aracılığı
Bunun gerçekleşmesi ancak anayasaya ve onun maddelerine uygun olması şartıyla mümkün olur. Çünkü anayasa demokrasinin mukaddes kitabıdır. Ya da sen onların anayasalarına, arzu ve isteklerine uygun olarak tahrif edilmiş demokrasinin Tevrat ve İncil’i desen de olur. Üçüncüsü: Demokrasi kokuşmuş laikliğin meyvesi ve onun gayri meşru kızıdır. Çünkü laiklik, dini gündelik hayattan soyutlayan yahut dini devletten ve yönetimden ayıran bir küfür mezhebidir. Demokrasi ise, halkın ya da tağutların yönetimidir. Kesinlikle hiçbir yönüyle Allahu Tealâ’nın hükmü ve egemenliği değildir. Demokrasi küfür ve inkâr toprağında büyümüş, dini hayattan ayıran Avrupa’nın şirk ve fesat yurtlarında gelişmiştir. Demokrasi, bütün zehirleri ve fesatları taşıyan o ortamlarda
mukaddes kitabıdır.
gelişmiş olup, köklerinin iman toprağıyla yahut
Demokrasi dininde Allahu Tealâ’nın kitabının
Demokrasinin varlığını ancak dinin devletten
ve Resulullah’ın (s.a.v) hadislerinin hiçbir
ayrılması ilkesinin kabulünden sonra görebilirsin.
inanç ve ihsan suyuyla hiç bir ilişkisi yoktur.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Demokrasi, halklarına livatayı, zinayı, içki
“Şüphesiz Allah insanlar üzerinde ikram sahibidir.
içmeyi, soy sopun karışmasını ve bunun dışında
Lakin insanların çoğu buna şükretmezler.” (2,
gizli açık bütün kötülükleri, mubah kılmaktadır.
Bakara/243)
Bundan dolayıdır ki, demokrasiyi ancak ve ancak iki sınıf savunmaktadır. Bunların bir üçüncüsü yoktur. Bu iki sınıf ya kâfir bir demokrat ya da bütün anlam ve içeriğiyle cahil bir alçak...
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka (söz) de söylemezler.” (6, En’am/116)
Dolayısı ile demokrasinin özgürlük anlayışı
“Allah, emrini yerine getirmeye kadirdir. Fakat
Allah’ın dininden, hükümlerinden ayrılmak,
insanların çoğu (bunu) bilmezler.” (12, Yusuf/21)
Allahu Tealâ’nın koymuş olduğu sınırları aşmaktan ibarettir. Ancak yerden bitme anayasaları ve uydurma kanunlarının koymuş olduğu sınırlar kutsaldır, koruma altına alınmıştır. Bütün bunlar kokuşmuş demokrasileri
“Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf Suresi: 12/40) “Sen (iman etmelerine) düşkün olsan bile yine de insanların çoğu iman edecek değillerdir.” (12,
tarafından muhafaza altına alınmıştır. Bununla
Yusuf/103)
beraber bu anayasa ve kanunların sınırı aşan,
“Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah’a iman
onlara muhalefet eden ve ters düşen kim olursa olsun hemen cezalandırılır. Demokrasi, anayasanın temel maddelerine, halkın arzu ve isteklerine uygun olmadığı sürece, Allahu Tealâ’nın muhkem dinine, O’nun şeriatının herhangi bir hükmüne asla itibar etmez. Bütün bunlardan önce de (yani anayasanın temel maddelerinden, halkın arzu ve isteklerinden önce) tağutların ve seçkin kişilerin arzu ve istekleri önceliklidir. Halkın tamamı tağutlara ve demokrasinin efendilerine “Bizler Allah’ın indirdiği hükümler ile muhakeme olmak istiyoruz, kesinlikle ne halkın, ne halkı temsil eden vekillerin ne de idarecilerin hiçbir şekilde kanun koyma hakkı yoktur. Dininden dönen, zina eden, hırsızlık yapan, içki içen vs. kimseler hakkında Allahu Tealâ’nın hükümlerinin uygulanmasını istiyoruz. Kadının süsünü göstermesinin, çıplaklığın, fuhşun, zinanın, livatanın (erkeğin erkek ile ilişkisinin) ve bunun gibi bütün kötülüklerin yasaklanmasını istiyoruz...” deseler derhal onlara şöyle cevap verilir. “Bu talepleriniz demokrasi dinine ve özgürlüklere aykırıdır.” Yazıklar olsun size... Yazıklar olsun size... Yazıklar olsun size... Dilim kuruyuncaya kadar yazıklar olsun size...
Dördüncüsü: Demokrasinin terazisi ve ilahı çoğunluktur. Çoğunluk, bütün otoritelerin kaynağıdır. Allahu Tealâ ise çoğunluk hakkında açık bir şekilde kitabında şu şekilde hükmetmektedir:
ederler.” (12, Yusuf/106)
Öyleyse ey muvahhid kardeşim! Bil ki; demokrasi Allah’ın dininden başka bir dindir. Demokrasi tağutların egemenliğidir... Kesinlikle Allah’ın egemenliği değildir... O birbirine muhalif ayrı ayrı ilahların dini olup tek ve kahhar olan Allahu Tealâ’nın dini değildir. Demokrasiyi kabul eden ve onunla mutabakat sağlayan bir kimse aslen yasama yetkisini anayasanın maddelerine uygun bir şekilde kendi üzerinde görmüş ve bu yasaların tek ve kahhar olan Allahu Tealâ’nın yasalarına tercih edilmesini kabul etmiş demektir. Bunu kabul ettikten sonra ister kanun yapsın, ister yapmasın... İster şirk seçimlerini kazansın, ister kazanmasın... Durum değişmemektedir. Onun demokrasi dini üzerinde müşriklerle uyum içerisinde olması, egemenliğin ve yasama yetkisinin kendisine ait olduğunu kabul etmesi, insanların egemenliğinin Allah’ın egemenliğinden, O’nun dininden ve kitabından üstün olduğunu benimsemesi bizzat küfürdür, apaçık bir sapıklıktır, yaratana karşı düşmanca şirk koşmaktır. Demokrasi dininde halk kendi içinden vekillerini seçmektedir. Her bir topluluk, cemaat ya da kabile anayasa maddelerine uygun olarak ve anayasanın sınırlarını aşmadan, istek ve arzularına göre kanun çıkarmaları için o ayrı ayrı rablerden birini seçer. Seçmenlerden bazıları düşünce ve ideolojisine uygun rabbini ve kanun koyucusunu seçer. Bu ya filanca partiden bir rabdir ya da başka partiden bir ilahtır. Seçmenlerden kimisi kabile ve milliyetçilik anlayışı doğrultusunda bir rab seçer. Kimileri
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
91
ise kendi kuruntusuna göre, kendisine en yakın
tavsiyemiz şudur: Nefislerinize bir bakın ve La
olan ya da Müslüman olduğunu zannettiği bir
İlahe İllallah’ın hakikatini öğrenmeye çalışın. O,
mabudu seçer... Hâlbuki Allahu Tealâ şöyle
Allahu Tealâ’nın, öğrenilmesi için ademoğluna
buyurmaktadır:
emrettiği ilk şeydir. Abdesti ve namazı bozan
“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri kendilerine dinden şeriat yapan ortakları mı vardır? Eğer ayırt edici söz olmasaydı, muhakkak onlar arasında hüküm verilmişti bile.” (42, Şura/21)
şeylerden önce, tevhidin şartlarını ve onu bozan şeyleri öğrenmek gerekir. Çünkü tevhidi bozulan kimsenin abdesti de, namazı da geçerli değildir...
Aslında seçilen bu vekillerin hepsi putperest
Ey Muvahhide Kardeşim! İşte demokrasinin ve
barınaklarında yani parlamentolarda belirli bir
demokrasi dininin aslı astarı budur. O Allah’ın
mevkide bulunan putlar, ibadet edilen mabudlar,
dini olmayıp tağutların dinidir. Müşriklerin
kabul görmüş sahte ilahlar konumundadırlar.
yoludur. Nebi ve Resullerin yolu değildir...
Gerek bu vekiller gerekse onları seçenler demokrasiyi ve anayasayı onun hükümleri ile muhakeme olarak, onun maddelerine uygun kanun ve yasa çıkararak din edinmektedirler.
Birbirleriyle sürtüşme içerisinde olan ayrı ilahların ve rablerin dinidir. Tek ve kahhar olan Allah’ın dini değil...
Her şeyden önce de onların bu kanunlarını
“Ey zindan arkadaşlarım! Ayrı rabler mi daha
onaylayan, doğrulayan, reddeden veya kabul
iyidir, yoksa mutlak hâkimiyet sahibi olan tek
eden büyük putlarına, ilahlarına ve efendilerine
Allah mı? Siz Allah’ı bırakıp; sadece sizin ve
başvururlar. Bu büyük putun ismi bazen kral olur bazen de
atalarınızın taktığı bir takım isimlere (düzmece ilahlara) tapıyorsunuz. Allah onlar hakkında hiçbir
cumhurbaşkanı olur.
delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’a aittir.
Bugün öyle bir zamanda yaşamaktayız ki, bütün terimler birbirine karışmış, zıt kavramlar
O, kendisinden başka hiçbir şeye tapmamanızı emretmiştir. İşte en doğru din budur. Fakat
bir araya getirilmiştir. Şeytanın dostlarından
insanların çoğu bilmezler.” (12, Yusuf/39-40)
birçoğunun bu gibi küfür mezheplerinin şarkısını
“Allah ile birlikte başka bir ilah mı var! Allah
söylemesi tuhaf değildir. Tuhaf olan esas nokta, kendisini İslam’a nispet eden kimselerin demokrasiye şer’i bir boyadan bolca çalarak, şeytanın dostlarını cesaretlendirmeleri ve
onların ortak koştuklarından yücedir.” (27, Neml/63)
Ey Allah’ın kulu! Artık tercih sana ait. Ya Allah’ın
onların işlerini kolaylaştırmalarıdır. Dün insanlar
dinini, tertemiz şeriatını, aydınlatan lambasını,
sosyalizmle kandırılırlarken “İslam sosyalizmi”
dosdoğru yolunu seç... Ya da demokrasi dinini,
bid’atiyle karşımıza çıkmışlardı. Daha önceleri
şirkini, küfrünü dolambaçlı yolunu seç. Ya tek
de milliyetçilik ve Arapçılık cereyanı vardı,
ve kahhar olan Allah’ın hükmü ya da tağutların
bunları İslam’a yamamışlardı. Bugün onlardan
hükmü...
birçoğu yerden bitme anayasaların şarkısını “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan
söylemektedirler. İlme ve âlimlere yazık... Din’e ve samimi, rabbani davetçilere yazık... Vallahi günümüzde bunlar, daha önce hiç olmadığı kadar gariptirler. Bugün halkın sadece avamı değil, İslam’a
iyice ayrılmıştır. O halde kim tâğûtu inkâr edip Allah’a iman ederse, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (2, Bakara/256)
bağlı olduğunu iddia eden kişilerin de çoğu “La
“De ki: Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman
İlahe İllallah”ın anlamını düşünmüyorlar. Bu
etsin, dileyen inkâr etsin.” (18, Kehf/29)
kelimenin gereklerini, şartlarını ve onu ortadan kaldıran şeyleri bilmiyorlar. Üstelik onların çoğu, asrın şirki olan demokrasi ve onun araçlarına bulaşmış olmalarına rağmen kendilerinin muvahhid olduklarını, tevhide çağıran birer
“Kim İslam’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (3, Ali İmran/85)
davetçi olduklarını iddia ediyorlar. Onlara
92
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Araştırma - İnceleme
Kelimelerin Büyüsü Hamdi Tayfur Konfüçyüs’e sordular: “Bir ülkeyi yönetmeye
ortaya çıkması mümkün değildir. Dil olmaksızın
çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?” Şöyle
akıl işlevsel hale gelemez.
cevap verdi: “Hiç şüphesiz, dili gözden geçirmekle işe başlardım. Dil düzensiz olursa, sözler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Görevler gereği gibi yapılmazsa, adetler ve kültür bozulur. Adetler ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez. İşte bunun için hiçbir şey dil kadar önemli değildir.” “Dil düşüncenin tenidir, gövdesidir.” (Hegel) “Dil varlığın meskenidir.” (Heidegger) “Biz meskenimizi arıyoruz, dolayısıyla meskenini
Dil bireysel, kültürel, sosyal ve siyasi yaşantının ayrılmaz bir parçasıdır. Toplumları birleştiren ana unsurlardan birisi dildir. Dil sadece kelimeleri taşımaz o aynı zamanda bir kültürün taşıyıcısıdır. “Her millet dilini ve kültürünü yüzyıllar boyunca yoğurur. Akan bir nehir gibi bu zaman diliminde içinden geçtiği her topraktan bazı unsurları alır. Her milletin konuşma ve yazı dilinin karşılaştığı medeniyetlerden alınma kelime ve deyimlerle dolu olması buna örnektir. Kısacası her milletin dili, o milletin tarihinin özetidir.”1
arayanların, dili sadece mesken değil, aynı zamanda bir melce -şimdiki tabirle- bir sığınak
Dili bir araç olarak ifade etmemiz onun basit
olarak görmeleri adeta kaçınılmaz bir sonuçtur.”
bir araç olduğu anlamında değildir. Önce
(Dücane Cündioğlu)
düşünüp sonra bunu dille ifade etmiyoruz.
Dil Problemi, İfadeler ve İfadelerin Ayırımında Yaşanan Güçlüklerin Akletme Önünde Oluşturduğu Engeller Bir önceki yazımızda Kur’an ayetlerinin bize gösterdiği istikamette akletmeye engel bazı hususları tespit etmeye çalışmıştık. Bu yazıda ise dil hatalarından ve ifadelerin uygun doğrulama yöntemlerinin seçilememesinden dolayı akletmeye engel oluşturan bazı hususları tespit etmeye çalışacağız. Dil düşünmenin, akletmenin, iletişimin en temel
Tersine düşünme hadisesini dil aracılığıyla gerçekleştiriyoruz. Dil olmadan düşünmemiz mümkün değildir. Bu nedenle dil düşüncenin basit bir vasıtası değildir, bizzat belirleyicisidir.2 Dilin bozuk olması düşüncenin hem bozulmasına hem de yetersiz kalmasına yol açar. Dille düşüncenin birbirleriyle ilişkisi çevrimseldir. Devam eden bir süreçte dil düşünceyi belirlerken, düşünce de dili kurar ve yeniler.3 Bozuk bir dil doğru düşüncenin üremesine engel olduğu gibi, düşüncedeki kısırlık ve Meltem ÇELİKTAŞ, Dili Dillendiren İnsan, Hacettepe
1
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi Cilt: 17 / Sayı: 2
aracıdır. İnsanlar dilin kelimeleri ve kavramları aracılığıyla düşünürler ve bunları başkalarına aktararak iletişim kurarlar. Kelimeler/kavramlar ve dil olmaksızın ‘anlam’ın zihinde oluşması ve
/ s. 133-139 Dücane Cündioğlu; Dil, Anlam ve Kur’an Üzerine,
2
‘Kaknüs’, sayı: 5 s.15 Dücane Cündioğlu, a.g söyleşi
3
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
93
yüzeysellik de dilin ilkellikten kurtulamamasına/
hem nesiller arası iletişim problemini ortaya
gelişememesine yol açar.
çıkartır hem de eski metinlerin anlaşılmasını
Asıl konumuz dilin önemi değildir. Bu nedenle
zorlaştırır.
dilin anlamı ve toplumlar için oynadığı rollerden
Bazen de cümle içinde kelimeler doğru yerinde
uzun uzadıya bahsetmek yerine daha çok dille
kullanılmayarak yanlış anlamlı cümlelerin
ortaya çıkan problemlerin akletme üzerindeki
oluşmasına yol açılabilir. ‘Bütün gün izlediğim
tesirleri ile ilgili bazı hususlara değinmekle
filmin etkisinden kurtulamadım’ cümlesinde
yetineceğiz. Meseleyi tüm ayrıntıları ve
anlatılmak istenen ‘izlenilen filmin etkisinden
derinliğiyle tartışmaktan çok birkaç çarpıcı
gün boyunca kurtulamamak’ olmasına rağmen
hususu dile getirerek düşünme ile dil
‘gün boyunca film izlendiği’ gibi bir anlam
problemleri arasındaki ilişkiye dikkat çekmeyi
çıkmaktadır.
amaçlıyoruz. Ele alacağımız problemler; ‘dilin yanlış kullanılması’, ‘dil bağlam ilişkisi’,
‘Yazım yanlışları’, ‘yinelemelerin yanlış
‘kelimelerin büyüsü’ ve ‘ifadelerin doğrulama
kullanılması’, ‘bozuk anlatımlar’, ‘telaffuz
yöntemlerinin seçilememesi ve gramatik
hataları’, ‘konuşma dili-yazı dili ayrımının
ayrımının yapılamaması’ problemleri olacak.
yapılamaması’, ‘vurgulamada hata yapılması’, ‘noktalama işaretlerinin doğru kullanılmaması’
Dilin Yanlış Kullanılması
çeşitlerindendir. TV, radyo, sinema ve basın
Düşünme ve akletme üzerinde ortaya çıkan
yoluyla bu türden hatalar yaygın bir şekilde
olumsuz etkilerden en önemlilerinden birisinin
yapılmaktadır. Hatta bazen dilin yanlış
sebebi ‘dilin doğru kullanılmaması’dır. İletişimde
kullanılması bir moda haline bile gelebilmektedir.
vurguların doğru yapılmaması, cümlelerin düzgün olmaması, yazımda gramer hatalarının yapılmasının yanı sıra, kelimeleri ifade ettikleri anlamlardan farklı kullanmak bu türden hatalara girer. ‘Dilin yanlış kullanılması’ problemi doğru düşünmenin, doğru sonuçlar çıkarmanın, iletişimin ve adil yargılarda bulunmanın önünde, yapılan hatanın büyüklüğü oranında önemli bir set oluşturabilir. Bu nedenle basit de olsa dil ve kelime hataları yapmama hususunda dikkatli olunmalıdır.
Basit cümlelerde ve günlük hayattaki kullanımlarda yapılan hatalar belki kolayca anlaşılıp düzeltilebilir. Ancak bilimsel, felsefik ve dini mevzulardaki anlatımlarda bu tür yanlış kullanımlar yapıldığında onarılması zor zihniyet problemleri ortaya çıkabilmektedir. Bazen tartışan iki kişi sırf kelimelerin anlamları üzerinde mutabık olmadıkları için bir türlü tartışmayı sonuçlandıramazlar. Aynı kelimeleri kullanırlar ama kelimelerden anladıkları manalar
Hatalar bazen kelimeler karıştırılarak yapılır. Çözmek-çözümlemek, delalet- dalalet, irticailtica, mahsur-mahzur, muharebe-muhabere, mütehassis-mütehassıs, mütevazi-mütevazı,
farklıdır. Çünkü kelimeler esasen manaların taşıyıcısıdırlar. Kelimeleri değerli kılan hangi harflerin birleşiminden oluştukları değil barındırdıkları manalardır. Kelimeler zarftır.
Sünni-sûni, nüfus-nüfuz, tabii-tabi, teamül-
Manaları içlerinde taşırlar. Bu nedenle aynı
temayül gibi yazılış olarak yakın anlam olarak
manalar farklı dillerde farklı kelimelerle ifade
farklı kelimeler birbirleriyle karıştırılarak
edilir. Hatta aynı dilde aynı manaya gelen birden
kullanıldığında anlamsız cümleler ortaya çıkar.
çok kelime bulunabilir. Aynı kelime birbiriyle
Bazen kelimeler yanlış anlamda kullanılır. Hatta bazı kelimeleri yanlış anlamda kullanmak yaygın hale gelmiştir. Örneğin ‘ukala’ kelimesi
94
gibi hatalar dili hatalı kullanmanın
alakasız birçok anlamı ifade etmek için de kullanılabilir. Her dilde bunun birçok örnekleri vardır.
‘akıllılar’ anlamına geldiği halde dilimizde
İşte aynı kelime kullanılmasına rağmen, hangi
‘bilgiçlik taslamak’ anlamında kullanılmaktadır.
anlamda kullanıldığına dair bir belirsizlik ortaya
Kelimelerin yanlış kullanılmasının yaygın hale
çıkarsa tartışmacılar kastedilen anlam üzerinde
gelmesiyle asıl anlamlarının zamanla unutulması
uzlaşmadıkça tartışmayı bitiremezler. Bazen
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kelimenin anlamı konuşan veya yazan tarafından
her anlama faaliyetinin, (onu fıkhetme, tedebbür
yeniden belirlenebilir. Bu kasten yapılabileceği
etme ve akletmeye dönük gösterilen çabaların)4
gibi, sehven de yapılabilir. Bu durumda
öncelikle Kur’an ayetlerinin ilk muhatapları
mütekellimin, müellifin veya münazaracının
için geçerli olan anlamını tespit etmesi gerekir.
kelime veya ifade ile kastettiği mana ortaya
Bu anlam tayin ve tespit edilmediği sürece,
çıkmalıdır.
Kur’an’da yer almayan meseleleri “Kur’an’dan
Tüm koşullarda bir ifadenin veya tezin doğruluğunun ortaya çıkmasının ve ispat edilmesinin birinci koşulu mananın ortaya çıkmasıdır. İfadenin veya bir tezde kullanılan
hareketle” çözümlemek mümkün olmayacak, dolayısıyla Kur’an, bağımsız bir surette karar verilmiş anlamların haksız yere kendisine fatura edildiği bir metin halini alacaktır.”5
kelimelerin ne anlama geldiği bilinmedikçe
Kur’an mademki dilsel bir metindir. Bu metni
muarızların anlaşabilme ihtimali ortaya çıkmaz.
anlamanın yolu o dili anlamaktan geçmektedir.
Anlam ortaya çıktıktan sonra geriye onu
Yani Kur’an’ı anlamak bir dili anlamaktır.6 Dili
doğrulamanın yöntemini belirleyip üzerinde
anlamak için de anlama faaliyetinin kavramsal
anlaşmak ve gerekli delilleri ortaya koyup
araçlarına başvurmak veya anlama faaliyetinin
tartışarak doğruya ulaşmak kalmaktadır.
mahiyetini kavramak gerekmektedir. Anlama
İki kişinin tartışması örneği üzerinden yürüttüğümüz bu argüman kişinin kendi başına düşünmesi ve akletme çabası için de geçerlidir. Üzerinde fikir yürütülen bir meselede kullanılan kelime ve ifadelerin anlamları kişinin zihninde netleşmedikçe, yani anlam ortaya çıkmadıkça doğruya ulaşmak mümkün değildir. Bu nedenle dili hem iletişimde, hem yazıda hem de düşünürken doğru kullanmak, dile vakıf olmak, dilin mantığını kavramak, kelime ve kavramları tüm genişliği ve derinliği ile bilmeye çalışmak, kısacası dili önemsemek ve istismar etmemek akletmeyi doğru bir şekilde sonuçlandırabilmek için çok önemlidir.
faaliyeti anlamın ortaya çıktığı süreçtir. Bu süreçteki aktörler ‘anlatan/söyleyen’ ve ‘anlayan/kendisine söylenen’dir. ‘Anlatım’ anlatanın iletmek istediği, ‘Anlama’ ise ‘anlayan’ın anladığıdır. Dolayısıyla ‘anlatılan’ ile ‘anlaşılan’dan birincisi ‘anlatan’ın tarafında, ikincisi ‘anlayan’ın tarafındadır. ‘Anlatılan’ ve ‘anlaşılan’ birbirlerine tekabül ediyorsa ortada ‘doğru anlam’, etmiyorsa ‘yanlış anlam’ var demektir.7 “Anlam’ın doğru veya yanlış olmasının söz konusu olduğu her durumda, anlamı doğrulamak ihtiyacı ortaya çıkar. Anlam, onu ‘anlatan’ın ilettiği bir şey olduğundan, ‘doğru anlam’ ‘anlatılan’dan ibarettir. Yani anlam, ancak
Dil ve Bağlam
‘anlatan’a sorularak doğrulanabilir.”8
Dil ve dilin bağlamı problemini iç içe olduğumuz
“Şayet ‘söyleyen’e, ‘Ne demek istiyorsun?’
bir örnek üzerinden yürüyerek açıklayacağız.
diye sorulamıyor ve anlaşılanların hangisinin
Kur’an, Kur’an’ın dili -yani Arapça-, Kur’an’ın
doğru olduğu, bizzat onun işaretleriyle tasdik
nazil olduğu çağ/mekan ile Kur’an’ın mesajını
edilemiyorsa, ‘söz’ün tabii bağlamına
anlama arasındaki ilişki, dil ve bağlam
başvurmak gerekir. Tabii bağlam ise; söylenen
problemini açıklarken kullanacağımız örnek
(ne söylendiği), kendisine söylenen (kime
olacak.
söylendiği), söylenme sebebi (niçin söylendiği),
Bu problemi Dücane Cündioğlu’na ait “Kur’an’ı Anlamanın Anlamı” isimli kitabından yapacağımız alıntılarla ortaya koyacağız. İşe tersinden başlayarak Cündioğlu’nun en son söylediğini ilk önce aktarırsak konunun ne
‘söz’ün zaman mekanı (ne zaman ve nerede söylendiği) gibi elemanlardan oluşur.”9 “Söz’ün Parantez içindeki ifade bize aittir.
4
Dücane Cündioğlu, Kur’an’ı Anlamanın Anlamı,
5
s.112 Age, s.19
6
Age. s.20-21
7
olduğu ve önemi daha iyi ortaya çıkacaktır:
8
“Dilsel bir metin olmak itibariyle Kur’an’a yönelik
9
Age. s.21 Age. s.22
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
95
tabii bağlamı, anlamı muhafaza eden en emin
dilinin, indiği zamanın ve mekanın bir hasılası
merciidir ve anlaşılan, ‘anlatan’a başvurularak
olan dilin üstünde bir dil olması mümkün
doğrulanmadığı takdirde, ancak bu mercilere
değildir. Dile sonradan karışan unsurların veya
başvurulmak suretiyle doğrulanabilir.”
kullanılan kelime ve ifadelerde kastedilen özel
10
Söyleyenin söylediğine dair anlaşılanı tasdik etmesinin mümkün olmadığı bir ortamda ‘söz’e muhatap olanların ‘söz’den diledikleri anlamı çıkartma yani ‘anlam’ın öznelliğini savunma
kastedilmesi de mümkün değildir. Çünkü o zaman kitap, muhatap olan kesim tarafından anlaşılmamış veya eksik anlaşılmış olurdu.
ve ona özgürce yorum verme hakları yoktur.
Öyleyse Kur’an’ı anlamak, Kur’an’ın indiği andaki
İşte doğru anlama ulaşarak akletmekte dille
dilde var olan anlamlardan Allah’ın kastettiği
ilgili problem burada ortaya çıkmaktadır.
ve muhatapların doğru olarak anladıkları
“Anlam, ‘söyleyen’in ‘söylenen’e yüklediği,
anlamı anlamaktır. Metin ortaya çıktıktan sonra
teklif ettiği ve dolayısıyla anlatmak istediği
Allah’ın kastetmediği anlamları dilin imkanları
(şey) olmak gerekirken, meşruiyet kazan(dırıl)
çerçevesinde Kur’an’a yüklemek metni istismar
mış öznellik, ‘anlam’ı, ‘söyleyen’in teklif ettiği
etmektir. Velev ki bu anlamlar genel İslami
değil, ‘muhatab’ın tahmin ettiği/yorduğu (şey)
düşünceye ters düşmese bile bu böyledir.
haline getirerek ‘anlamı belirlemek’ hakkına
Çünkü bizim, Kur’an ayetlerinde kastedilmediği
adeta -anlamak konumundaki özne adına- el
halde sırf doğru anlamlar oldukları için bunları
koymaktadır. Oysa öznelliğin yumuşak karnı da
metne yüklemekte mahzur görmememiz, yanlış
burasıdır; zira anlam, sözün muhataplarınca
anlamların Kur’an’a yüklenmesinin de yolunu
mutasyona sokulmakta ve hal böyle olunca
açacaktır.
anlamdan değil, anlamlardan söz etmek gereği ortaya çıkmaktadır.”11 Oysa “birçok anlama gelen
Tarih boyunca ve günümüzde Kur’an’a dönük
bir söz hiçbir anlama gelmez.”12
anlama çabalarının çoğu, anlamın kendi bağlamı
Dilde anlamı ortaya çıkartan şey ifadeleri
‘anlaşılan şey’in Kur’an’a haksızca yüklenmesi
veya cümleleri oluşturan kelimelerin sahip
tarzında yapılmaktadır. Bu öznellik örneklerini
oldukları anlamlardan söyleyenin/mütekellimin
tarih boyunca gördüğümüz ve bugün de
kastettiği anlam olduğuna göre, muhatapların
acılarını çektiğimiz çok tehlikeli sonuçları
bu anlamlardan dilediğini anlama hakkı olamaz.
ortaya çıkartmıştır. Kur’an metni sürekli
Bu söyleyene haksızlıktır. Üstelik zaman farkı
istismar edilmiştir. Bu sonuçları uzun uzadıya
nedeniyle dilde yaşanan değişim, aynı kelimeyi
tartışmayacağız. Konumuz bu değil. Önemli
anlam yönünden farklılaştırmışsa, bizim bu
olan miladi yedinci yüzyılda konuşulan bir dille
zaman farklılığını yok farz edip kelimenin
Allah’ın kastettiği belirli bir anlam üzerinden
bugünkü anlamından yola çıkarak kendi
muhataplarınca anlaşılan bir hitabı anlamanın,
öznelliğimizi metne yükleme hakkımız hiç
o bağlam içinde ortaya çıkan anlamı anlamak
olamaz.
manasına geldiğini anlamamızdır.
Buraya kadar söylenenleri Kur’an örneği
Bunu anlamanın yolu ise o bağlamı anlamaktan
üzerinden açıklarsak; Kur’an bir dille yani Arapça
geçmektedir. Cabiri’nin ifadesiyle “öncelikle
ile indirilmiş bir kitaptır. ‘Söyleyen’i Allah’tır.
Kur’an’ı kendisiyle çağdaş kılmak”la işe
‘Söylenen’ler ise başta Peygamber olmak üzere
başlamak zorundayız. Eğer Kur’an’ı günümüzle
miladi yedinci yüzyıldaki Arap toplumudur. Kitap
çağdaş kılmaya kalkışırsak, yani pek çok
genelde o toplumu muhatap aldığı halde özel
çağdaş-İslamcı söylemce benimsenen ifadeyle
olarak ayetlerde bazen Peygamber’i, bazen bir
“Kur’an’ı bugün bize nazil oluyormuş gibi
şahsı, bazen bir topluluğu, bazen de bir dinin
okuyup anlamaya” çalışırsak, bu beyhude bir
mensuplarını muhatap almaktadır. Kur’an’ın
çaba olacaktır. Çünkü Kur’an bugün bize nazil
Age. s.24
10
içinde ifade ettiği şeyi ortaya çıkartmaktan çok
olmadı, olmuyor; miladi yedinci yüzyıldaki Arap
Age.s.34
toplumuna, onların o günkü algı sınırları ve
Age.s.34
kendilerine özgü bağlam ve mekanları içinde
11 12
96
anlamların dışındaki anlamların Allah tarafından
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
nazil oldu. Biz düşüncemizi bu çıkış noktası
şiirimsi/parapoetik bir tarzda kullanarak
üzerinden biçimlendirip, Kur’an’ı kendisiyle
duyguları harekete geçirmek suretiyle, muhatabı
çağdaş kılarak ve Allah’ın kastettiği anlamı
söz konusu kelimenin manasının ifade ettiği
ortaya çıkarma üzerine yoğunlaşarak bir
gerçekliğe benzeyen, ama ondan farklı olan
akletme sürecine girersek, elde edeceğimiz
sahte bir gerçeklik dünyasına -gerçeğimsi
netice üzerinden kendimizi Kur’an’a çağdaş
bir dünyaya- sürükleyecek tarzda kullanmayı
haline getirmiş oluruz. Artık elde ettiğimiz hiçbir
kastediyoruz.
hasılayı Kur’an’a yüklemek zorunda kalmayız. Ama aynı oranda elde ettiğimizden emin olarak ve özgüven içinde yol alabiliriz. Çünkü artık biz
İlkel anlamdaki büyünün içinde doğduğu ve geliştiği mekan esasen dildir. Büyücüler ve
Kur’an’la çağdaşızdır.
büyüye inananlar kelimelerle o kelimelerin
Kur’an’ı anlamada dil-bağlam ilişkisini nüzul
arasında doğrudan/fiziksel bir ilişki olduğunu
sebepleriyle sınırlandırmamak gerekir. Nüzul
düşünüyorlardı. Bu nedenle o nesnelere farklı
sebebi inişe sebep olan olayı ortaya çıkartır.
kelimeler yani sadece büyücülerin kontrol
Çoğu zaman bu sebep illetten ayrıdır. Bu
edebildiği büyülü kelimeler yüklenebilirse
ilişki sadece bir zaman ve mekan meselesi de
nesnelere etki edilebileceğine inanıyorlardı.
değildir. Kur’an’ın kendi içindeki bütünlüğü de
Harry Potter’dan seçtiğimiz ‘Aguamenti’,
bu bağlamın kapsamı içindedir. Ayetlerde cümle-
‘Expecto Patronum’, ‘Peskipiksi Pesternomi’,
kelime ilişkisi, ayetler arasındaki bağlantı, ayet
‘Riddikulus’, ‘Oculus Reparo’, ‘Specialis revelio’
gruplarının sûre içindeki diğer ayet gruplarıyla
gibi büyülü sözcüklerin kendileriyle etki ettikleri
ilişkisi, sureler arasındaki bağlantı ve nihayet
cisim arasında hiçbir ilişki yoktur. Ancak büyüye
Kur’an’ın bütün olarak ortaya çıkardığı bağlam/ nazm ve mantık manayı ortaya çıkartmakta yardımcı birer unsurdurlar. Tüm bunlar göz ardı edilerek elde bir meal veya sözlükle Kur’an’ı rehber edinmeye çalışmanın ne kadar menfi sonuçlar ortaya çıkardığı gözlerimizin önündedir. Kur’an’ı doğru tedebbür edebilmek için dil problemi çerçevesinde ortaya çıkan bu maniaların farkında olmak zorundayız.
işaret ettiği veya simgelediği nesneler
inanan zihniyet bunun olduğunu onaylamaktadır. Burada bizi, büyülendiği düşünülen kişinin nasıl tanındığı veya onun içine düştüğü farz edilen hal ilgilendirmektedir. Büyülenen kişi, kendi gerçekliğinden uzaklaşır. İradesini kaybeder. Gerçeğimsi bir dünyada yaşamaya başlar. Örneğin hiç sevmediği veya sevmesinin mümkün olmadığı birisini sevmeye başlar. Nefret ve düşmanlık duyması için hiçbir makul nedeni olmadığı halde aniden bir kişiye düşman
Kelimelerin Büyüsü
oluverir.
‘Kelimelerin büyüsü’ ara başlığını atmakla
İşte ‘kelimelerin büyüsü’nden günümüzde
okuyucuyu biraz büyülemiş olabilirim! Çünkü
yararlananlar ilkel büyücülüğün yaptığından
dilin kendi yapısı ve insanın büyülenmeye
farklı bir şey yapmıyorlar. Kelimelerle insanları
duyduğu tabii yöneliş günlük konuşmada ve yazı
büyülüyorlar. İlkel büyücülükte, büyülenenler
dilinde kelimelerin büyülü olarak kullanılmasını
üzerinde büyünün tesiri tam anlamıyla
yüzde yüz oranda ortadan kaldırmayı imkansız
psikolojikti. Büyünün tesirinde kalmanın
kılmaktadır. Dili tam nesnel hale getirmek çok
yarattığı korku, kendini gerçekleştiren bir
mümkün değil. Bu bir ölçüye kadar zararlı
kehanetle, büyülenenler üzerinde muhtelif
da olmayabilir. Şiir ve nesir tarzındaki edebi
tesirler icra edebiliyordu. Yoksa büyülü
dil, kendi ifade ettiği gerçeklik düzleminin
kelimelerin nesneler üzerinde asla bir tesiri
unutulmaması şartıyla hem zevke ve duygulara
olmadığının büyücülerin hepsi olmasa da bir
hitap edebilmekte, hem de düşünceye derin ve
kısmı farkında olmalılar.
özlü katkılarda bulunabilmektedir.
Günümüzde kelimelerin büyülü bir tarzda
‘Kelimelerin büyüsü’ ifadesiyle kastettiğimiz
kullanılmasının oluşturduğu tesirin mahiyeti ile
esasen şiir dili değildir. Bu ifade ile kelimeleri
ilgili mantıklı bir izah bulunmaktadır. Seçilmiş
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
97
kelime veya kelimeler grubu şiirimsi/parapoetik
virtüöz tüketiciler olacaktır.13 İnsanlar sınırsız
bir tarzda ve abartı ile muhatabına gittiğinde
tüketmedikçe ve tüketmeyi bir hayat tarzına
aklı değil duyguları uyarmaktadır. Uyarılan
dönüştürmedikçe kapitalistler sınır tanımaksızın
duygularla ortaya çıkan hoşnutluk duygusu
ve -ihtiyaç için değil- sadece tüketilsin diye
-bu bazen olumsuz bir duygu da olabilir-
ürettiklerini satamayacaklar ve kapitalizmin
kelime ile ulaştırılmaya çalışılan gerçeğimsi/
varlığı anlamsızlaşacaktır. Tabiidir ki kapitalizmin
hayali dünyaya bir kapı aralar. Aslında,
tek dinamiği reklamlar değildir. Konumuzla
kelimenin oluşturduğu duyguyla büyüsel bir
ilişkisi yüzünden biz reklamcılık üzerinden
hayalimiz uyanmaktadır. Kişi bu duygu selinin
yürüyoruz.
tesiri altında kaldığı sürece açılan o hayali dünyanın kapısından girip gerçeğimsi dünyaya katılmaktan kaçınmayacaktır. O kapıdan girdiği
sürekli hale getirmek için bir zorunluluktur.
anda büyülenmiş demektir. Artık aklıyla değil,
Bu nedenle kapitalist toplumlarda reklamcılık
kelimenin onda gösterdiği büyünün tesiriyle
sektörü en önemli sektörlerdendir. Reklamlar
hareket etmektedir.
sadece bir tanıtım aracı olsaydı, bugün bizim
Kelimenin ifade ettiği ‘gerçek’ ile onun büyülü bir tarzda kullanılmasıyla ortaya çıkan ‘gerçeğimsi’ arasında derin bir fark vardır. ‘Gerçek mana’ ile ‘gerçeğimsi mana’ birbirine benzemektedir. Bu benzerlik muhatabın
onları o kadar önemsememiz gerekmezdi. Oysa öyle değildir. Bu nedenle de aynı ürün yıllarca hiç değişmeden üretildiği halde o ürünün reklamı yenilenen şekilleriyle bıkmak bilmeksizin tekrarlanmaktadır.
‘gerçeğimsi mana’ ya teslim olmasında
Reklamcıların reklamı verme yönteminin en
zorlanmamasına yol açar.
temel unsurunu ürünün faydalı ve gerekli
Kitleleri yönlendirme ve biçimlendirmenin en etkili yollarından birisi, kelimelerin büyüsüne müracaat etmekten geçmektedir. İlkel büyücülük, modern dönemlerde, kelimelerin büyüsü yoluyla bir mit olarak varlığını sürdürmektedir. İlginçtir, ilkel büyücülük ilkel toplumların uyutulmasında ve kontrol altında tutulmasında etkiliyken, aynı etki şimdi
olduğuna dair tanıtıcı bilgiler oluşturmamaktadır. Bir reklamı oluşturan en temel öğelerin başında büyülü kelimeler gelir. Büyülü kelimelerin etkisini güçlendiren görsellik ve müzik de reklamın diğer öğelerini oluştururlar. Yani kapitalistler ürünlerini satmak için reklam yaparlarken esasen tüketiciyi büyülemekte ve o ürünü tüketmesi gerektiğine inandırmaktadırlar.
kelimelerin büyülü bir tarzda kullanılmasıyla
Reklamlar şiirimsi/parapoetik sözlerle süslenir.
oluşturulmaktadır.
Ürünleri kullanmanın hülyalı, cilveli ve yalancı
Günümüzde kelimeler büyülü bir tarzda siyasette, dini ve ideolojik hitabette, toplumlar üzerinde uygulanan psikolojik savaş yöntemlerinde, amacı ne olursa olsun her türlü propagandada ve ticari amaçlarla reklamcılıkta kullanılmaktadır.
dünyası/cenneti abartılı sözlerle gösterilmeye çalışılır. Kullanılan sözcüklerle, o ürünü kullanmanın ulaştıracağı yalancı gerçekliğe/ gerçeğimsiye inandırılmaya çalışılır. Hedef, reklamı izleyenlerin kendilerini iyi hissetmesini sağlamaktır. Şiiri aşan abartılı ve hoşa giden sözler, bunlara eşlik eden görüntüler ve müzik
Son örneğimizden, yani reklamcılıktan başlayalım. Kapitalizm varlığını reklamlara
kişiye gerçeğimsi ama aslında hiçbir gerçekliği olmayan dünyanın kapılarını sonuna kadar açar.
borçludur desek çok da abartılı bir şey söylemiş
Kişi o ürünü almaya inandığında, aslında ihtiyacı
olmayız. Reklamlar kapitalizmin, kapitalizme
olan bir şeyi aklen bilmiş olmamakta, o ürünü
uygun insan yetiştirme ve kapitalistçe yaşamı
almakla kendini kaptırdığı o gerçeğimsi dünyaya
içselleştirmeyi sürdürme aracıdır. Kapitalizmin
ulaşacağına inanmaktadır. Artık büyülenmiş bir
hedef kitlesini oluşturan kalabalıklar
şekilde gidip o ürünü satın alabilir.
televizyonlardan reklamları izlediğinde veya basılı yayınlardaki reklamları okuduğunda
98
Kapitalizm için reklamcılık, tüketim alışkanlığını
Jules Henry, Bir Felsefe Sistemi Olarak
13
Reklamcılık, s.52
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Reklamlarda bolca insanlar tarafından
net olarak ortaya çıkmaktadır. Her bir reklam
idolleştirilen kişiler kullanılır. Ancak bu
örneğini alıp onun, ortaya koyduğumuz açıklama
kişiler reklama çıkıp o ürünün faydalarından
tarzımızla, nasıl büyülü bir dil kullandığını
bahsetmezler. Örneğin kadınların kullandığı
sergileyebiliriz. Ama biz konunun yeteri kadar
bir makyaj malzemesinin reklamı yapılırken,
açık olduğunu düşünerek, reklamcılığın büyülü
idealize edilen bir kadın yıldızın yüksek sosyete
dille ilişkisine burada bir nokta koyup diğer
içinde yaşadığı şaşaalı hayattan kesintiler
örneklerimize geçiyoruz.
sunulur. Etrafındaki mükemmel erkeklerin yoğun ilgisi altında yarı çıplak kıyafeti ve kusursuz bedeni ile reklamda arzı endam eden bayan yıldızın yaşadığı hayat, toplumda nefret ettiği kalıplardan sıyrılamayan kadınları cezbeder. Reklamı izleyen kadınlar hem hayatlarından hem de kendi bedenlerinden nefret etmektedirler. Reklamın sonundaki şiirimsi replik bellidir; ‘Yıldızların markası …’. Kendisini yıldızla özdeşleştiren ve o gerçeğimsi dünyanın özlemini çeken sıradan bir kadın reklamdaki gibi bir yıldızın hayatına, o ürünü kullanarak ulaşacağına çoktan inanmıştır. Çünkü o marka ‘yıldızların markası’dır. Market raflarında gözü o markayı arar. Aslında aradığı o marka değil, o markayı kullandığında ulaşacağına inandığı yalancı
Siyasetçiler de dilin büyüsünden bol miktarda yararlanırlar. Dürüstçe ve açık bir dille projelerini anlatmak yerine ilgi çeken enteresan ifadelerle yapılan hitaplar siyasetçilerin genel metodudur. Hatta çoğu zaman karikatürlere veya fıkralara konu olabilecek ifadeler, çok ciddi siyasi tartışmaların ve hitapların malzemesi olabilmekte ve çok da ciddi tesirler uyandırabilmektedir. Daha ötede özellikle totaliter, faşist, baskıcı yönetimler ve idareciler manipülatif, karalayıcı, tehdit edici, yalancı vaatlerle süslü ve aldatıcı bir dille yaptıkları söylevler ve propagandalar aracılığıyla varlıklarını sürdürebilirler. Kullanılan dil çoğunlukla hisleri harekete geçiren bir dildir. Bu
dünyadır. Yani gerçeğimsi büyülü dünya…
nedenle tıpkı reklamcılık meselesinde olduğu
Günümüz reklamlarında ne kadar çok anlam
başına bir propaganda bakanlığının olması, bu
derinliği olan kelime kullanıldığına bir dikkat
tarz iktidarların varlıklarını ancak kesintisiz bir
edin. Aslında her ürün tüketicinin hayatına
propaganda yoluyla mümkün kıldıklarının önemli
kattığı anlamı -daha doğru bir ifade ile
bir delilidir.
‘anlamsı’yı- pazarlamaya çalışmaktadır. Sadece bir reklam arasında, seyrettiğim reklamlardan aldığım notlar şunlardı; “Bir iyilik yap kendine”, “hepimiz tatil için çalışıyoruz”, “mutlu bir an”, “akıllı alışverişin adı”, “hayır diyemeyeceğiniz lezzet”, “hayatı güzel kılan mutlu bir an”, “aşka doyuran kampanya”, “ürünlerimizi kalbimize ait en güzel bahçelerde üretiriz”, “hayata sağlıkla bakın”, “hayatınıza renk katın”, “birlikte olmanın keyfi”, “keyfi yudumla”, “hayalinizdeki evi alın”, “ferahlığı hissedin”, “insanlar daha fazla hürriyet
gibi aldatıcı ve büyüleyicidir. Hitler’in başlı
Siyasi söylemlerde özgürlük, eşitlik, kurtuluş, ilerleme, uygarlık, zenginlik gibi büyüsel hayal uyandıran kelimeler hemen hemen herkes tarafından kullanılır. Örneğin ‘özgürlük’ kelimesini ele alalım. İçi doldurulmamış bir tarzda hemen hemen her ideolojik söylem bu kelimeyi kullanır. Nerede bu kelime kullanılırsa kullanılsın muhatabında müthiş bir heyecan uyandırır. İnsanlar Tanrı’ya itiraz edebilirler ama “özgürlüğe” asla itiraz etmezler. Pek çok insan
istiyor”, “hayatın tadı”.
için ‘özgürlük’ Tanrı’nın adından çok daha fazla
Yaptığım analizin bir genelleme olmadığını
ayrılmaz bir parçası olduğu için, özgürlüğe
göstermek için özellikle uzun periyotlu bir
duyulan iştiyak Tanrı’ya duyulan iştiyakın
reklam taramasından seçmeler yaparak
üstündedir.”14
örneklemeye gitmedim. Tesadüfen seçilmiş sıradan bir saatte reklam arasındaki reklamların şiirimsi ifadelerini örnek olarak sıraladım. Bu örnekler dikkatlice okunduğunda reklamların insanları kelimelerle ve buna yardımcı olan görüntü ve müzik yardımıyla büyülediği çok
heyecan vericidir. “Mutlak özgürlük Ulûhiyetin
İnsanlara ‘özgürlük’ kelimesinin verdiği heyecan, varlık hiyerarşisindeki sıralamanın değişmesi hayalinin onlara verdiği heyecandır. “Özgürlük” Martin Lings, Antik İnançlar Modern Hurafeler,
14
s.58
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
99
kelimesiyle insan Tanrı olmanın büyüleyici hayaline kapılmaktadır. Söylediğimizi biraz daha yumuşatarak söyleyelim: “Özgürlük” kelimesiyle insan varlık hiyerarşisinde veya toplumsal hiyerarşide terfi etmenin büyüleyici hayaline kapılmaktadır. “Kulluk” kelimesi bu anlamda heyecan verici değil umut kırıcı bir kelimedir. Çünkü bu kelimeyle insan varlık hiyerarşisinde kendisini yukarılarda değil aşağılarda hisseder. Bu yüzden siyasi söylemlerde insanlardan kul olmaları talep edilmez. “Bize gelin boyun eğin, bize kulluk edin” denilmez. Bu itici ve ümit kırıcı bir söylemdir. Tersine “kulluktan kurtulun özgürlüğe koşun” söylemi daima ön plandadır. Siyasi söylem sahipleri insanları özgürlüğe çağırırken aslında kendilerine bağlanmaya, yani hiyerarşik sıralamada kendilerinin altına yerleşmeye çağırmaktadırlar. Özgürlüğe koşanlar, aslında köleliğe koşmaktadırlar. Ancak bunu son derece gönüllü bir şekilde yaparlar. Çünkü “özgürlük” kelimesinin büyüleyici dünyasına kendilerini kaptırmışlardır. İnsanların gönüllü köleler olabilmeleri için ‘özgürlük’ kelimesinin büyülü hayal uyandıran dünyasına sokulmaları şarttır. Siyasi söylemlerde ‘özgürlük’ kelimesi gibi büyüleyici bir tarzda kullanılan benzer pek çok kelime için de benzer analizleri yapmamız mümkündür.
veya cemaate bağlılık iyice güçlenmiştir. 1979 yılında ‘Kabe baskını’ adıyla meşhur olan olay henüz yeni vuku bulmuştu. Ben olayı mümkün olduğunca ayrıntılarıyla takip etmiştim. Cuma günü bir arkadaşımla, ağlatan vaazlarıyla meşhur bir hocanın camisine gittik. Hoca vaazında ‘Kabe baskını’ olayını konu edindi. Bu gayet makuldü. Aydın bir hocadan beklenen cemaatini güncel olaylar hakkında aydınlatmasıydı. Ancak hoca olay hakkında hemen hemen hiçbir bilgi vermedi. Kabe’nin önemiyle alakalı özenle seçilmiş kelimelerle etkili bir vaaz verdi. Vaazının arasında hiç alakasız yerlerde birden ses tonunu değiştirip titreterek “Kabe’yi de bastılar!” ifadesini bir şarkının repliğini tekrar eder gibi haykırıyordu. O anlarda cemaat artık kendisini bırakıyordu. Herkes alabildiğine hıçkırarak ağlıyor, halılar gözyaşlarıyla ıslanıyordu. Hocanın haykırışları cemaatin hıçkırıklarına karışıyordu. Bir ara etrafıma baktığımda benden başka herkesin ağladığını fark ettim. Az kalsın ben de ağlayacaktım. Namazdan sonra gözleri hâlâ kıpkırmızı olan arkadaşıma ‘Kabe baskını’ olayından ne anladığını, kimin bastığını, kimin öldüğünü, kimin haklı, kimin haksız olduğunu sordum.
Dini davette ve hitabetlerde de kelimelerin büyüsünden bol miktarda yararlanılmaktadır. Varlıklarını kendilerine bağlı bir topluluğun varlığına borçlu olan cemaat önderleri hutbelerinde, derslerinde ve konferanslarında kelimeleri büyülü bir tarzda ustaca kullanırlar. Her biri birer kelime ustası daha doğrusu
Hiçbir şey bilmiyordu. Sadece ah vah edip Kabe’nin basılmasından duyduğu derin üzüntüyü tekrarlayıp duruyordu. Hoca cemaatini aydınlatamamış, sadece ağlatmıştı. Arkadaşıma olay hakkında bildiklerimi anlatarak onu aydınlatmaya çalıştım. Ancak o beni dinlerken hocayı dinlerken yaptığı gibi ağlamadı.
birer laf cambazıdırlar. Seslerine kattıkları
Bir süre düşününce Hoca’nın asıl amacının
titreşimler, alçaltmalar ve yükseltmeler
cemaati her konuda aydınlatmak olmadığını,
aracılığıyla oluşturdukları efsunlu hava ve
güncel bir konunun etkileyici yönlerini kullanıp
dinleyenlerin duygularını coşturan yarı şiirimsi
cemaat üzerindeki duygu temeline dayalı
ifadelerle hitabeti ustaca kullanırlar. Etkiye yol
otoritesini pekiştirmek olduğunu fark ettim.
açan asıl unsur, anlatılan meseledeki anlam
Bunun yolu, cemaati her konuda aydınlatmaktan
ve bilgi değildir. Anlatım tarzının ve özenle
ve onlara akletmeyi önermekten geçmiyordu.
seçilmiş kelimelerin peş peşe sıralanmasının
Böylesi bir yöntem onun otoritesini sarsmak
uyandırdığı duygular bu etkiyi yaratır. Hele bir
gibi bir tehlikeyi içeriyordu. İnsanların hocanın
de cemaatin içinde haykıran, ağlayan birkaç kişi
kelimelerinden etkilenmeleri bilgi ve düşünce
varsa etki iyice katmerleşmektedir. Hutbenin
yönünden olmamalı, duygu yönünden olmalıydı
sonunda kişinin zihninde kalan ne anlatılanların
ki; böylece duygusallıkla elde edilen o gizemli
oluşturduğu anlamdır, ne de kazanılmış bilgidir.
zevki kendilerine tattıran liderlerine daha da
Sadece yoğun bir duygusallıkla cemaat önderine
bağlı hale gelebilsinler.
100
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
‘Kelimelerin büyüsü’ meselesini reklamcılıktan,
John Wilson ifadeleri doğrulama yöntemleri
siyasetten, dini davetten verdiğimiz bu
açısından beşe ayırır. Bunlar; emirler ve tutum
örneklerle sonlandırıyoruz. Görüldüğü gibi
ifadeleri, ampirik ifadeler, analitik ifadeler, değer
insanlar akletmekte tembellik göstermezlerse
ifadeleri ve metafiziksel ifadelerdir.15
ve dikkatli düşünürler olurlarsa, ne kapitalistlerin saçma sapan tüketim mantığını, ne tiranların hakimiyetlerini sürdürmesi, ne de din bezirganlarının insanları sömürmesi mümkün olurdu. İnsanların çoğu yeteri kadar düşünmedikleri, akletmedikleri, gerçek ile gerçeğimsiyi, anlamlı ile ‘anlamsı’yı ayırt edemedikleri, meselelerin kökenine ulaşmak için çaba sarf etmedikleri için kendilerini büyüleyen bu abes ifadelere hiç dikkat etmezler. Bu aymazlık ve insanların var güçleriyle aptal kalmaya çabalamaları, akletmemeleri akıl dışı sistemlerin (ekonomik, siyasi, dini) otoritelerinin devamını mümkün kılmaktadır.
Emir vermek veya konuşanın istekleri, arzuları, ümitleri, korkularını anlatmak için kullanılan ifadelere emir ve tutum ifadeleri denilir.16 Bunlar sıradan ifadelerdir, ya hiç doğrulanabilir değildir, ya da kısmi bir şekilde doğrulanabilirler. Ampirik ifade, dünya hakkında onunla ilgili tecrübemize dayalı bilgi veren bir ifadedir. Ampirik ifadelerin ayırt edici özelliği, onları tecrübemizle, nihai olarak da duyu tecrübemizle yapılan testler vasıtasıyla doğrulayabilmemizdir. Diğer bir değişle biz, dünyada bir takım gözlemler yapar ve ifadenin doğru veya yanlış olup olmadığına karar veririz. Diğer bir ayırt edici özellik ise şudur; ampirik ifadenin ne
İfadelerin Doğrulama Yöntemlerinin Seçilememesi ve Gramatik Ayırımının Yapılamaması
mantık açısından doğru olması gerekir, ne de
Dil kelimelerden oluşur. Ancak kelimelerin
kılan şey, herhangi bir mantık kuralı değil, kendi
iletişimde faydalı hale dönüşmesi için bir ifade
tecrübemizdir.17
içinde kullanılması zorunludur. İfade bir tür dışa vurumdur. Biz sadece dille değil bedenimizle de ifade ederiz. Örneğin yüz ifademiz bizim ne demek istediğimizin bir tür dışa vurumudur. Her varlığın kendine göre bir tür dışa vurumu yani kendisini ifade etme tarzı vardır. Ancak biz burada genel anlamda ifadeler üzerinde durmayacağız. Dil aracılığıyla yani kelimelerin bir araya getirilmesiyle oluşan anlatımlar yoluyla oluşan ifadelerin doğrulama yöntemlerinin ayırt edilmesi ve gramatik ayrımının yapılmasının akletme üzerindeki etkisinden bahsedeceğiz. Doğru bir düşünce ve doğru bir iletişim için, kelimelerin ve ifadelerin bilincinde olmamız zorunludur. Hem konuşurken hem de düşünürken kelimelerin ne tarz kelimeler olduğunun, ifade türlerinin hangi tür doğrulama yöntemleriyle doğrulanabileceğinin veya kullandığımız bazı ifadelerin aslında bir doğrulama yönteminin bile olamayacağının farkında olmazsak bitmek bilmez tartışmalara son verme şansımız olmaz. Bazen sıkıntı,
mantıksal nedenlerle zorunlu olarak yanlış olması gerekir. Onların doğruluğundan emin olabiliriz. Fakat onların doğruluğundan bizi emin
Analitik ifadeler, tecrübeyle değil mantık kurallarıyla doğrulanan ifadelerdir.18 Analitik ifadeler, işe yarar çıkarımlarda bulunmamızı sağladıkları ve bize bir veya diğer bir çok ampirik hükümden tek bir hüküm çıkarma imkanını verdikleri için yararlıdırlar. Onlar düşünmemizde bize yardımcı olan bir tür mantıksal araç rolünü oynarlar. Doğrulukları her ne kadar tecrübeye dayanmıyorsa da, onlar bize bir takım ampirik bilgiyi bir diğerine dönüştürme imkanı verir.19 Değer ifadeleri, değer ifade eden kelimelerin kullanılmasıyla uygulandıkları şeylere değer biçerler veya değersizliğini ortaya koyarlar.20 Eşyayı, olayları, olguları, tavırları ve insanları överler, kınarlar, eleştirirler, iyi veya kötü olduğuna dair bir yargıda bulunurlar ve değer tayin ederler. Bir şeyin John Wilson, Dil, Anlam ve Doğruluk
15
Age, s.66
16
Age, s.68-69
17
Age, s.70
18
ifadelerin doğrulama yöntemleri üzerinde
19
uzlaşamamaktan kaynaklanır.
20
Age, s.72 Age, s.33
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
101
değerini veya değersizliğini ifade etmek onu
çok sayıda donenin veya delilin bir araya
betimlemekten öte bir şey söylemek demektir.
gelmesi zorunludur. Dolayısıyla, metafizik bir
Değer ifadelerinin ayırt edici özelliği, bunları
ifadenin doğrulanması için hem ampirik hem de
doğrulamak için kullanılan ölçütlerin öneminde
analitik doğrulama yöntemlerinden faydalanmak
yatmaktadır.
zorundayız.
Bir şeyin değerini belirlemede çoğunlukla
Duyularımızı kullanarak ampirik alandan elde
ondan daha değerli bulduğumuz bir üst ölçü
ettiğimiz sonuçların bütünü insanlığa “amaçlılık”,
grubuna müracaat ederiz. Bir değer ifadesinin
“sebeplilik”, “çelişmezlik”, “özdeşlik”, “üçüncü
doğruluğunu ve yanlışlığını tayin eden şey
halin imkansızlığı”, “eser-müessir ilişkisi” gibi bir
kendisine müracaat ettiğimiz bu üst değer veya
çok mantık kuralının varlığını öğretmiştir. Her
ölçüt grubudur. Üst ölçüt grubunun yıkılması,
ne kadar bu kuralların birbirlerinden farkları, ne
hakkında konuştuğumuz ifadeyi de değersiz
kadar kural olabilecekleri ve bunların da üstünde
kılar veya doğruluğunu ortadan kaldırır. Üst
keşfedilmemiş kuralların olup olmadığı tartışma
ölçüt değer grubunu tartışmayan veya üst ölçüt
konusu olsa da en azından bunlardan bir veya
değer grubu hakkında uzlaşamayanlar herhangi
bir kaçını kullanmak bile metafizik alanla ilgili bir
bir değer ifadesinin doğruluğu, yanlışlığı veya
açıklamanın olmasını zorunlu kılmaktadır. Değer
değerini tayin etmede asla uzlaşamayacaklardır.
ifadelerinin doğrulamasının üst ölçüt gruplarına
Bu nedenle doğru düşünebilmek ve doğru
müracaat ederken bunların silsile halinde
değerlere sahip olabilmek için hakkında
metafiziksel alana ait ifadelere gelip dayandığını
düşündüğümüz şeyi kendisine müracaatla
dikkate alırsak fizik ötesi alana ait doğru bir
çözümlediğimiz üst ölçüt gruplarının doğruluğu
açıklamanın önemi ortaya çıkmaktadır. Fizik
ve değeri üzerinde de düşünebilmeliyiz.
ötesi alana ait bir açıklamanın bulunmasının
21
Metafizik ifadeler, olağan fiziksel dünya hakkında değil de doğal dünyanın ötesinde
zarureti mantığımızın bize dayattığı bir sonuçtur. Bu, ‘anlam’a ve hakikate duyulan ihtiyaçtır.
var olan doğaüstü bir alan hakkındaki
Ampirik doğrulama yöntemleri asla metafizik
ifadelerdir.22 Ampirik ifadelerle metafizik ifadeler
ifadelerin doğrulanmasını sağlayacak yöntemler
birbirlerinden son derece farklı ifadelerdir.
olamazlar. Tanrı’yı duyularımızla gözlemlememizi
Eşya ile duyularımız aracılığıyla doğrudan
sağlayacak bir teleskopu icat etmemiz
edindiğimiz tecrübelerle ampirik ifadeleri elde
mümkün değildir. Ahiretin, cennetin veya
ederiz. Bu yüzden bunların doğrulanabilmeleri
cehennemin varlığını görmek için bir zaman
ve doğrulanma yöntemleri hakkında uzlaşmak
makinesi de icat edemeyiz. Zaman dediğimiz
her zaman mümkündür. Oysa fizik ötesindeki bir
şey zaten fiziksel bir olgu değildir ki onun
gerçekliği duyular aracılığıyla tecrübe etmek en
içinde yolculuk yapabilelim. Ancak, ampirik
azından şimdi için imkansızdır.
yöntemle elde edilen bilgi ve hükümlerden ve
Fizik ötesi alanla ilgili ifadelerin doğrulanması için tüm insanların üzerinde uzlaştığı bir yöntem mevcut değildir. Hatta daha keskin bir şey söyleyelim; metafizik ifadeleri doğrulamak için sadece metafizik ifadelere mahsus hiçbir doğrulama yöntemi yoktur. Metafizik ifadeleri esasen mantıkla doğrulayabiliyoruz. Yani analitik ifadelerin doğrulama yöntemine müracaat
tecrübelerimizden süzerek ürettiğimiz ‘mantık’ ve bu mantığı kullanan bir doğrulama şekli olan ‘analitik yöntem’ bize doğru ve tatmin edici bir açıklama metodu sunabilir. Geriye aklımızı kullanmaktan başka bir şansımız yok gibidir. Ya da oturup bir mucizenin gelmesini ve bize olağanüstü duyusal bir tecrübe yaşatmasını beklememiz gerekir.
ediyoruz. Metafizik alan hakkında ortaya
Metafiziksel ifadelerin doğrulanmasının
konan bir açıklama biçimi ancak mantıkla
ampirik ifadeler ve analitik ifadelerde
doğrulanabilir. Ancak bir mantığın ortaya
olduğu gibi, değer ifadeleriyle de ilişkisini iyi
çıkabilmesi için ampirik yöntemle elde ettiğimiz
kurmak zorundayız. Değerler insanların ortak
Age. s.77
21
Age. s.80
22
102
tecrübeleridir. Her ne kadar değer ifadelerinin doğrulanmasıyla ilgili ortak bir doğrulama
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
yöntemi üzerinde uzlaşılamamış olsa da bu
gramatik ifadelerin Wilson’un sıralamasında tam
alanda insanlığın oldukça gelişme katettiğini
bir karşılığı yoktur. Tarih ifadelerinin belgeler
söyleyebiliriz. Çevrimsel bir şekilde değer
üzerinden bir tür duyusal gözlemle oluştuğunu
ifadelerinin doğrulanması metafiziksel ifadelere
farz ederek bunların ampirik ifadelerin içinde
gelip dayanıyorken, metafiziksel bir ifadenin
yer alabileceğini farz edebiliriz. Aynı şekilde
doğrulanması da değer ifadelerine müracaat
gramatik ve mecaz-benzeşim ifadelerinin dilin
etmeyi gerektirmektedir.
mantığı çerçevesinde analitik ifadelerin içinde
Bir peygamberin gerçek bir peygamber olduğunu doğrulamak, değerlere müracaat ederek peygamberin bir insan olarak ne kadar doğru bir insan olduğunu test etmekle mümkündür. Bu nedenle Kur’an, Peygamber’in peygamber oluşunun ispatını onun yüce bir ahlaka sahip oluşuyla ilişkilendirmiş ve müşriklere onun peygamberlikten önceki
yer alabileceğini düşünebiliriz. Kocabaş’ın ampirik ifadesi ile Wilson’un ampirik ifadesi tam olarak birbirinin karşılığı değildir. Wilson bilimsel sonuçları kesin gerçeklikler olarak gördüğü için ampirik olarak elde edilen her sonucu, duyularla elde ettiğimiz hal ifadelerinin açıklamalarıyla bir tutmaktadır. Oysa Kocabaş için ampirik ifadeler, teorik-hipotetik ifadelerin bir çeşididir.
hayatında ne kadar doğru bir insan olduğuna
Kocabaş’ın ifade çeşitlerinden bazılarını örnek
bakmalarını öğütlemiştir. Çünkü bir şarlatanın
olarak ele alacağız. Bunları gramatik olarak nasıl
peygamberlik iddiası doğru olamaz. Yani
kullanabileceğimiz veya kullanamayacağımız
peygamberlik gibi metafizik bir iddianın ispatı
üzerinden yürüyerek doğru düşünmedeki
değerlere dönülerek yapılmaktadır.
etkilerini tespit etmeye çalışacağız.
Burada akletmenin önemi ortaya
Tarih ifadeleri, geçmiş olayları ifadede
çıkmaktadır. Metafiziksel alana ait bir ifade
kullandığımız cümlelerdir. Tarih cümlelerinin
ve iddianın doğrulamasında akıl yeteri kadar
genel ifade biçimi; “şöyle şöyle olmuştur...”
işlevselleştirilemezse sonuç almak mümkün
şeklindedir. Tarih ifadeleri için; “Bunun delili
değildir. Kur’an’ın ispat etmeyi mucizeye değil
nedir?” sorusu anlamlıdır. “Filana göre veya
akletmeye bağladığı göz önünde bulundurulursa
falan tarihçiye göre” ön-ekini kullanmak
hakikati bulmak, hakikat üzerine tefekkür ve
anlamlıdır. Fakat “biz inanıyoruz ki…” ön-
bunların doğrulanması için uygun doğrulama
eki anlamsızdır.24 Çünkü tarihi olaylar bizim
yöntemlerini ayırt edememenin akletmeye ne
kanaatimize veya inançlarımıza göre gerçek
büyük bir engel teşkil ettiğini görmüş oluruz.
veya yalan olmazlar. “Ben inanıyorum ki; Hz. Ali,
Şakir Kocabaş ifadeleri gramatik olarak dokuza ayırır. Bunlar; hayali ifadeler, mecaz ve benzeşim ifadeleri, tarih ifadeleri, teorikhipotetik-ampirik ifadeler, hal ifadeleri, P-ifadeleri (psikolojik ifadeler), gramatik ifadeler, mantık-matematik-biçim ifadeleri, temel inanç ifadeleridir.23 Kocabaş’ın hal ifadeleri Wilson’un ampirik ifadelerine; P-ifadeleri emir ve tutum ifadelerine; mantık-matematikbiçim ifadeleri, analitik ifadelere; temel inanç ifadeleri de değer ve metafizik ifadelere karşılık gelmektedir. Bunların tam olarak birbirini karşıladığı söylenemese de bir yakınlık vardır. Kocabaş’ın sıralamasındaki hayali ifadeler, mecazi ve benzeşim ifadeleri, tarih ifadeleri ve Şakir Kocabaş, İfadelerin Gramatik Ayırımı,
23
s.33, Kitabın tümüne http://www.sakirkocabas. com/files/iga.doc adresinden ulaşılabilir.
Hz. Ebu Bekir’den daha çok kendisinin halifeliğe hak sahibi olduğunu düşünmüyordu (ya da düşünüyordu)” ifadesi, tarihsel bir ifadenin gramatiğine uymaz. Çünkü Hz. Ali’nin böyle bir düşüncesinin var olup olmadığının delili bizim ona inanıp inanmamamız değildir. Ancak bir vesika/delil bize bunu söyleyebilir. Eğer deliller bizim ön kabullerimizin aksini söylüyorsa, bizim yapacağımız inançla hareket etmek değil, belki objektif bir şekilde belgelerin güvenirliliğini sorgulamaktır. Ancak “ben inanıyorum ki o belge sahtedir/doğrudur” ifadesi de gramatik olarak yanlıştır. Çünkü o belgenin doğruluğu veya yanlışlığı, bizim onun doğru olması veya yanlış olması doğrultusunda öznel olarak taşıdığımız temenniye bağlı değildir. “Hal ifadeleri, durum veya olayların tasviridir. Age, s.37
24
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
103
Açıklama değildir. Hal ifadeleriyle söylemek
de şöyle bir takım sorularla karşılanmıştır:
istediğimiz şey (en genel anlamda); ‘Durum
‘Bu prosesin (sürecin) gerçekten vuku
şu şudur…’ (şeklindedir). Hal ifadelerine ‘doğru’
bulduğunu kimse gözlemlemiş midir?’, ‘Şimdi
veya ‘yanlış’tır denebilir.”25
gerçekleşmekte olduğu görülüyor mu?’”29
“Teorik, hipotetik, ampirik (THA) cümleler
Darwin Teorisi hakkındaki en kafa karıştırıcı
(ifadeler) açıklamalardır. THA açıklamalar, bir
husus, onun bir teori gibi ifade edilmek yerine
hayat tarzını sergileyen bir lisanın temelleri
gerçekten doğrulama imkanına sahip olduğumuz
değildir. THA ifadeleri için ‘Neden?’ diye sormak
tarih ifadesi biçiminde sunulmasıdır. Eğer
anlamlıdır. ‘Teoriye göre…’ ve ‘Hipoteze göre…’
teori, sanki birilerinin gözlemlediği veya oluş
ön ekleri anlamlıdır. ‘İnanıyorum ki…’ (veya ‘…
prosesine dair tarih belgeleri gibi delillere sahip
inanmıyorum’) ekleri anlamsızdır. Denilebilir
bir gerçeklik gibi sunulmak yerine, “olaylar
ki, THA cümleleri ile biz (en genel ifade ile)
şuna şuna benzer şekilde gerçekleşmiştir…”
şunu demek istemekteyiz: ‘Olaylar şunun gibi
tarzında düşünce alanındaki bir model olarak
olmaktadır (veya olur).’ Bir THA ifadesinin
ifade edilmiş olsaydı kimsenin bu teori ile bir
doğruluğundan ve yanlışlığından bahsetmek
problemi olmazdı. Teori, teori olarak kalır ve
anlamsızdır. Buna karşılık ‘THA ifade, şu şu
teorinin kendisinden beklenen şey “teoriye
olaylarla karşılaştırmada uygundur veya uygun
göre” uygun kabul edilebilecek olayları ortaya
değildir’ denebilir. Bir bilim teorisi, olaylarla
koyması olacaktı. Ancak Darwin Teorisi, teorik
karşılaştırılabilen bir modeller sistemidir. Bir
ifadelerle değil tarih ifadeleri ile ortaya konduğu
bilim teorisinin ‘sağlanabilirliği’ (verifiability),
için aynı zamanda ideolojik ve dini bir ifadeye de
onun olaylarla karşılaştırılabilirliğidir.”26
dönüşmüştür. Öyle ki bazıları “insanın atasının
Kocabaş’ın THA ifadelere getirdiği bu tanım ve onları gramatik olarak nasıl kullanıp kullanmayacağımızla ilgili açıklamaları iyi anlamak zorundayız. Bir teorik veya hipotetik
maymun olduğuna inanmaya(!)” başlamıştır. Oysa gramatik olarak teorik bir ifade için “iman ediyorum, inanıyorum...” ön ekini kullanmak anlamsızdır.
ifade, düşünce alanındadır ve pratikle
Martin Lings’ten yapacağımız alıntı, Darwin
sınanmamıştır. Olayların nasıl olduğuna dair
teorisinin bir teori olarak ifade edilmekten çok
düşünce alanında bir model ortaya koyarlar. Hal
bir inanç ifadesi olarak gösterilmeye çalışıldığını
ifadeleri gibi durum ve olayları tasvir etmezler.
çok net olarak göstermektedir: “Fransız biyologu
Bu nedenle teorilerin ifade biçimi “olaylar
Prof. Louis Bounoure, Sorbonne Üniversitesi
şuna şuna benzer şekilde gerçekleşmiştir…”
zooloji eski profesörlerinden Yves Delage’den
şeklindedir, “şöyle şöyle olmuştur…” şeklinde
aktarıyor: ‘Bugüne kadar, bir başka türün atası
değildir.
27
Bu ikisinin arasında çok büyük bir fark
vardır.
olan herhangi bir türe rastlanmadığını, böyle bir şeyin bir kerecik olsun gerçekleştiğini gösteren
“Teoriler hakkında yapılan en yaygın hatalardan biri, hal ifadeleriyle hipotetik ifadeleri birbirinden ayırabilme yeteneksizliğinden ortaya çıkan hatadır. Teoriler birer emsal veya modeller sistemidir, tasvir veya olayların resmi değildir.”28 “Darwin’in ‘Evrim Teorisi’ etrafındaki başlıca gramer problemi, onun ‘teorik’ ifadelerinin tarihsel ve tecrübi ifadeler (önermeler) biçiminde ortaya konmuş olmasıdır. Bu nedenle
hiçbir kanıt bulunmadığını kabul ediyorum. Ama yine de, evrimin nesnel olarak kanıtlanmışçasına doğru olduğuna inanıyorum.’ Bounoure bunu şöyle yorumluyor: ‘Sözün kısası, bu konuda bilimin bizden beklediği, (kendisine) iman etmemizdir ve gerçekten de, evrim düşüncesi genel olarak bir tür ilham edilmiş gerçek kılığında ileri sürülmektedir.’”30 Buradan bizim çıkartmamız gereken sonuç, her Age, s.8
29
Age, s.42
25
Age, s.38
26
Age, s.1
27
Age s.10
28
104
Martin Lings, Antik İnançlar Modern Hurafeler,
30
s.11; alıntıdaki Bounoure’ye ait ifadeler, “Le Monde et la Vie, November, 1963” den alıntılanmıştır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ifade türünün kendine ait gramatik kurallarının olduğu ve bu kurallar dikkate alınmadan veya farklı bir ifade türünün gramatik kurallarını kullanarak oluşturduğumuz ifadelerin bizi yanlış sonuçlara, yanlış düşünce biçimlerine ulaştıracağı ve sonuç olarak akletmekten uzaklaştıracağıdır. Bazı gramatik ifadeler için, “inanıyorum ki…”, “inanmıyorum”, “mümkündür ki…”, muhtemeldir bazıları için anlamsızdır. Bazı gramatik ifadeler doğrulanabilir veya yanlışlanabilir ifadelerken, bazıları böyle değildir. Bazı gramatik ifadelere “neden?” sorusunu sormak anlamlı iken, bazıları için anlamsızdır. Bazı gramatik ifadeler için delil sorulabilir, bazılarına delil sormak saçmadır. Bazı gramatik ifadeler sadece açıklar veya betimler, bazılarının ise sadece “…e göre” uygunluğu ortaya konabilir. İşte biz gerek düşünürken gerekse konuşma ve yazı dilinde kullandığımız ifadeleri, onlara ait gramatik özellikleri bilirsek absürt ifadeler kullanmaktan ve yanlış düşünce biçimleri üretmekten kendimizi kurtarabiliriz. Kocabaş’ın dokuza ayırdığı ifadelerden verdiğimiz bu örneklerle yetiniyoruz. Konuyla ilgili daha geniş açıklamalara ve örneklere yazara ait “İfadelerin Gramatik Ayırımı” isimli kitaptan ulaşılabilir. Konuyu bir soru sorarak bitirelim: Kur’an kıssalarında kullanılan dil, hangi tür gramatik ifadeye girmektedir? Hayali ifadelere (masal, efsane, roman, hikaye) mi, tarih ifadelerine mi, temel inanç ifadelerine mi? Yoksa ne? NOT: Sonraki Yazı Başlığı “MANTIK YANLIŞLIKLARININ AKLETME ÜZERİNDEKİ OLUMSUZ ETKİLERİ”
www.islamiyorum.com
ki…”, “…e göre” gibi ön ekler anlamlı iken,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
105
Tercüme Gannuşi İle Söyleşi
Gannuşi: Batı ülkeleri Daru’l Harp değildir Çeviren:
Fatih Peyma
“Onislam.net” 11 Kasım 2010’da Hady Yahmad tarafından yapılan söyleşi
“Onislam.net” ile yapmış
başkalarıyla bir arada yaşamanın ilkelerinin yeni
olduğu özel söyleşide,
delillerini Gannuşi’ye bulmasını sağlayan şeydir.
“Tunus Diriliş (En-
Gannuşi “daru’l-İslam”a hicret etmeleri için
Nahda) Hareketi”nin
Endülüs Müslümanlarını teşvik eden Faslı el-
lideri Müslüman düşünür
Venşerisi’ye kıyasla, adadaki Müslüman krallığın
Raşid El-Gannuşi, İslam
çöküşüne rağmen evlerinde kalmalarını Sicilyalı
düşüncesinin temelinde
Müslümanlara ısrarla tavsiye eden Tunus’tan
olan ve değiştirilemez
bir alim olan El Mazeri’nin fıkhından bahsediyor.
olarak varsayılan pek çok
Gannuşi uzun karanlıklar çağına sebep olan
yaygın görüşü yeniden
o zamanda (Avrupa’da) yaygın olan fanatizm
gözden geçirmenin önemli
yüzünden, tarihin el-Venşerisi’yi doğruladığını
olduğunu dile getirdi.
söyleyerek bir yorumda bulundu.
Şeyh El-Gannuşi “belli tarihi şartlardan dolayı”
Söyleşi:
geçmişte katı yorumların ve tefsirlerin İslami düşünceye hakim olduğunu söylüyor. Olumlu anlamda İslam fıkhının çağdaş meselelerle ve gerçeklerle uğraşmasının gerekliliğinden ötürü, Gannuşi, “yurttaşlık” ve “özgürlük” gibi çağdaş insani değerlere hak ettiği önemin verilmesinin ve bunun savunulmasının önemine dikkat
Onislam: En son yazılarınızdan birinde, Batı’daki “vatandaşlık” kavramı için İslami temeller ortaya koyuyorsunuz ve “bağlılık ve ret” (el vela vel bera) gibi İslami düşünceden kaynaklanan bazı İslami kavramları eleştiriyorsunuz. Aynı zamanda Seyyid Kutup
çekiyor.
tarafından dile getirilen “bir müminin milliyeti
Şu apaçık bir gerçek ki Gannuşi’nin “Eski
Sizce, Batı’da büyümekte olan Müslüman varlığı
Dünya” tanımlamasına nazaran Avrupa’daki
gibi, yeni çağdaş gerçeklerin ışığında İslami
“İslam için Yeni Dünya”, İslam mirasının içinde
fıkıh görüşlerini başka bir şekilde yeniden ifade
106
onun inancıdır” sözünü de eleştirmektesiniz.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
etmeye doğru yol mu alıyoruz? GANNUŞİ: Öncelikle “onislam.net”in yayın hayatına başlamasının tüm dünyadaki Müslümanlara hayırlı olmasını temenni ediyorum ve Allah’tan bunu, tüm herkes için hidayet ve doğruluk kaynağı yapmasını niyaz ediyorum. Mesele, İslam’ın değişmez ilkeleri arasında sayılan bazı temel kavramlar üzerinde yeniden düşünülmesi ile alakalı değil, geçmişte hakim olmuş olan siyasi kültürün bazı yönlerini yeniden incelemekle alakalıdır. Böylesi kültürler İslam’ın asli kısmı değil, o dönemde onların işine gelen, kültürleri ve kavramları meydana getiren bazı siyasi sistemler altında hakim olan şartların yansımasıdır. O dönemde, hem Müslümanlar hem de gayrimüslimler için savaşlarla devam ettirilen uluslararası ilişkileri ifade etmesi kastıyla bir çeşit tabir olarak “daru’l-harp ve daru’l-İslam” kavramlarının kullanılması buna bir örnektir. İslam devleti dışındaki bütün topraklar daru’l-harp sayılıyordu. Aynı şey, Müslümanlarla ilişkileri konusunda gayrimüslimler için de geçerliydi.
konuda şöyle bir örnek verelim: Faslı alim elVenşerisi gibi o dönemdeki Müslüman alimler birbiri ardına çöken İslami emirliklerden sonra orada kalan Müslümanlar için fetvalar verdi. Bu fetvalar, onların evlerini terk etmeleri gerektiği ve Müslüman topraklara hicret etmek zorunda oldukları, aksi takdirde günahkar olacaklarına dair fetvalar idi. Diğer bir yandan Tunuslu İmam el-Mazeri gibi alimler Güney İtalya’da yaşayan Müslümanlara, İslam iktidarının yıkılmasından sonra orada kalmalarını ve bu ülkede Müslüman varlığı yeniden tesis etme umuduyla diğer insanları İslam’a çağırmak zorunda olduklarına dair fetvalar verdiler. Ama uzun bir süre boyunca Avrupa’yı karanlığa gömmüş olan fanatizm/ taassup yüzünden tarih, el-Venşerisi’nin fetvasını haklı çıkardı. Eğer el-Venşerisi ve benzer düşüncedeki alimler, atalarımızın yaşadıkları o ülkelerde şimdi camileri, okulları ve dükkanlarıyla beraber ibadetlerini rahatça gerçekleştiren ve gayrimüslim ama demokratik bir irade altında inanç özgürlükleri tanınarak rahatça yaşayan milyonlarca Müslüman’ı
Fakat savaş, İslam’da istenen ve arzulanan bir şey değildir. Savaş sadece gerekli ve kaçınılmaz olduğunda başvurulacak bir şeydir ve saldırıdan
görselerdi, yine de fetvalarının arkasında olurlar mıydı? Gerçekten de dünya genelinde yüz milyonlarca Müslüman’ın durumu böyledir.
kaçınan, barışı seçen gayrimüslimlerle ilişkilerde
Değişen zaman ve şartları hesaba katmadan,
geçerli bir kural değildir. Kur’an’da, Allah şöyle
gayrimüslim ülkelerde azınlık olarak yaşayan
buyuruyor: “Eğer onlar barıştan yana eğilim
dünya genelindeki Müslümanların üçte birinden,
gösterirlerse sen de barıştan yana ol. Çünkü
evlerini terk etmelerini ve “daru’l-İslam”a
o gerçekten her şeyi işiten, her şeyi bilendir.”
hicret etmelerini istemek İslam’ın yararına
(Enfal, 8/61) Ve başka bir ayette Allah şöyle
mıdır? Aslında bu, herhangi bir savaş ya da
buyuruyor: “Hoşunuza gitmese de savaşmak
mücadele olmadan gerçekleşen İslam’ın hızla
size farz kılındı.” (Bakara, 2/216)
yayılmasından büyük rahatsızlık duyan aşırı
Bu kavramlar uluslararası ilişkilere hakim olduğu takdirde, bir kimsenin inancını seçme hakkı ve hiçbir baskı ve tehdit olmadan onunla yaşayabilmesi dahil olmak üzere insan hakları ortadan kalkmış olur. Bu şartlar altında bir Müslüman, İslam ile yönetilmeyen bir ülkede inancını tatbik edemez hale gelirdi. Dinsel fanatizm, Hristiyanlıkta ve diğer dinlerde kökleştiğinden beri bu durum böyle olagelmiştir. İşte bundan dolayı Müslüman varlığı düşüşe geçiyor, gittikçe zayıflıyor ve
sağcı faşist liderlere bazı cahil Müslümanlar tarafından takdim edilen güzel bir hediye olurdu. Ama bu büyüme, Batı tarihinde yeni yeni ortaya çıkan demokratik ve çağdaş insani değerler altında mümkün oluyor. Bu durum orada gelişmekte olan Müslüman hayatı tesis etmek için milyonlarca Müslüman’a imkan sunmaktadır. Böylesi bir ortam, farklı inanç mensuplarının bu büyük dinin etnik çoğulculuk ve hoşgörü anlayışı altında özgürce yaşadıkları Müslüman topraklarda daima var olmuştur.
kendini koruyamıyordu. Endülüs’te ve Güney
Dahası, yüz milyonlarca Müslüman’ı evlerinden
İtalya’da olanlar çok açık örneklerdir. Bu
çekip çıkarmak, onları sürmek fiilen mümkün
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
107
değildir. Aslında, Batı’da yaşayan Müslümanlar
ve onun kibirli liderleri İslam’ı kabul etmeyi
İslam’ı yaşadıkları bu topraklarda, yozlaşma
reddettiklerinde ya da insanların bu dini kabul
içinde ve diktatör rejimler altında boğulmakta
etmelerine izin vermediklerinde, Hz. Muhammed
olan önceki yaşadıkları “daru’l-harp”lerde elde
gayretle dinini tebliğ edebileceği özgür bir
edemedikleri pek çok hakkı ve özgürlüğü elde
yer aradı. Bu sebepten Habeşistan’a, daha
edebilmektedirler.
sonra Yesrib’e (Medine) hicret etti. Bu hicretler
Onislam: Bugün Batı ülkelerinde “daru’l-harp”in artık hayatın gerçeklerine uygun, doğru bir fıkıh anlayışı sunamayan bir kavram olduğunu ve bu yüzden uygulanamayacağını ve yenilenmesi gerektiğini mi söylemek istiyorsunuz? Gannuşi: Evet, öyle. Bir örnekle ne demek istediğimi açıklayayım: Sabah namazını Batı Londra’da bir camide kıldıktan sonra kısa bir vaaz için camide bulunuyordum. Vaazdan sonra kuşluk namazı için güneşin yükselmesini bekledim. Sonra, vakit geçirmek için caminin kütüphanesinde kitapları karıştırdım. Sonrasında eve dönmek için camiden çıkmak üzereydim. Cami görevlisi, geç gelenler ve namaza
despotizmden özgürlüğe yapılan hicretlerdi. Bu yüzden bir Müslüman’la onun milliyeti arasında şekillenen bağlantı, fanatizmle/taassupla idare altına alınmış bir çevre tarafından zorlamayla oluşmuş tarihsel bir olaydır. Yani İslam’ın temel unsuru değildir. Kur’an-ı Kerim’de, Mekke’de kaldıkları ve yeni kurulmuş İslam devleti hakimiyeti altında yaşamak için Medine’ye hicret etmediklerinden dolayı “daru’l-İslam”da yaşamayan bazı Müslümanların durumundan bahsedilir. Bu konuyla alakalı olarak Kur’an şöyle buyurur: “… İman ettikleri halde hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar onları korumak gibi bir göreviniz yoktur…” (Enfal, 8/72)
gelenler için küçük bir kapıyı açık bıraktı ve ana
Gayrimüslim bir hakimiyet altında yaşamayı
bölmeyi kilitlemek için en son namaz kılanların
kabul ettikleri gerçeği, onları İslam’dan
ayrılmasını bekledi. İngiltere’de, öğle namazının
çıkarmadı. Fakat bu durumda, Müslüman olsun,
vakti geldiğinde ana kapılar; namaz, Kur’an
gayrimüslim olsun eşit bir şekilde Müslüman
tilaveti ve ders görmek için yeniden açılır, akşam
devletin vatandaşları tarafından istifade edilen
namazına kadar bütün gün açık kalır.
koruma hakkından yararlanamadılar. Bu gerçek,
“Daru’l-İslam”daki camiler için durum bunun tam tersidir. Devlet, bu camiler de dahil olmak üzere her şey üzerinde baskı ve otoritesini devam ettirir. O rejimlerden bazılarında mesela Tunus’ta, ilgili bakan tarafından onaylanmadıkça camilerde ders eğitimi yasaktır. Bu yasağa uymayanlar tutuklanır. Aynı zamanda caminin kapıları namaz biter bitmez kapanır ve sadece sonraki namaza dakikalar kala açılır. Bu ülkelerde siyasi özgürlük, ifade özgürlüğü,
bir devlet yurdunun/topraklarının, nasıl bir mantıkla algılanması gerektiğini gösterir. İslam devleti topraklarında yaşamayanlar İslam’da var olan kardeşlik haklarına sahip olabilirler. Bu hak, vatandaşlığın sağladığı birliktelikten kat be kat üstündür. Onlar, İslam devletinin korumasına sahip olurlar. Ama Kur’an’da açıklandığı gibi, bu kural İslam devletinin antlaşmalarına ve çıkarlarına muhalif olmadığı sürece geçerlidir. Kur’an bu konuda şöyle buyuruyor: “… Eğer din konusunda sizden yardım isterlerse, sizinle
yargının bağımsızlığı ve güç paylaşımı hakkında
aralarında sözleşme bulunan bir kavme karşı
konuşulamaz.
olmadıkça, yardım etmek üzerinize borçtur.
Bu yüzden, Müslümanların ve diğerlerinin dinlerini seçme, onu tatbik etme ve başkalarını
Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (Enfal, 8/72)
dinlerine çağırma ve hatta hükümet işlerine
Bu gerçekle beraber daru’l-İslam kavramı
dahil olma özgürlüğü veren bu ülkeleri, daru’l-
bir Müslüman’ın açıkça ve güven içinde dini
harp olarak görmek için hiçbir makul sebep
ibadetlerini yerine getirebildiği her ülke için
bulamıyorum. Peygamber’in hayatında bu
geçerli hale gelmiş oluyor. Hadis alimi Yusuf el-
konuya ışık tutacak çok güzel bir örnekten
Cedi “Daru’l-Harp ve Daru’l-İslam” adlı kitabında
bahsedeyim. Peygamber’in yurdu olan Mekke,
bunları anlatmıştır. Açıkça ve güven içinde dinini
Peygamber’e karşı sert önlemler aldığında
yaşayabilme özgürlüğü ve hakkı, günümüzde
108
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bütün demokratik toplumlarda garanti altına
insanın yaratıldığı fıtrat üzerinedir. Bu yüzden
alınmıştır. Bahsettiğimiz bu demokratik ülkelerin
İslam, insan ruhuna yabancı değildir. Bu din ve
pek çoğu, geleneksel daru’l-İslam ülkeleri
insanlar arasındaki engeller yıkılırsa insanlar
değildir.
koşa koşa bu dine geleceklerdir. Bu nedenle
Onislam: Söylediklerinizden şu sonucu çıkardım: “Vatandaşlık kavramı, çağdaş İslam düşüncesi içinde, kendi ilkelerini kanıtlamak için yenilenmiş bir çağrıya ihtiyaç duyuyor.” Doğru anlamış mıyım?
özgürlük, İslam için bir lütuftur. Tabiri caizse, serbest piyasada İslam gibi değerli bir mal herkes tarafından fark edilecektir. Ümmetin ebedi kitabı Kur’an’da İslam düşmanlarının önüne tekrar tekrar konulan meydan okumanın altında bu hikmet yatar:
GANNUŞİ: Günümüz gerçeklerini göz önüne alarak bir dizi kavramı yeniden düşünmeliyiz. Bunlardan biri de çağdaş devletin üzerine inşa edildiği bir kavram olan “vatandaşlık” kavramıdır. Bu kavram altında, belli bir ülkede yaşayan insanlar aynı inancı paylaşıp
“Eğer doğru sözlü kimseler iseniz delilinizi getirin.” (Bakara, 2/111) “Deki. Şu takdirde biz ya da siz, ama mutlaka ikimizden biri doğru yoldaysa, diğeri de derin bir sapıklığa gömülmüş demektir.” (Sebe, 34/24)
paylaşmadıklarına bakmaksızın o devletin
“Deki. Eğer doğru sözlü kimseler iseniz haydi Allah
topraklarını paylaşırlar. Bu şekilde bütün
katından doğru yola bu ikisinden daha iyi yönelten
vatandaşlar aynı haklara sahip olurlar. Bu
başka bir kitap getirin de bende ona uyayım.”
kavramın İslam’da kökleri vardır. Bu, Medine
(Kasas, 28/49)
anayasasında belirtilmiştir. Bu anayasa Hz. Muhammed tarafından tesis edilmiştir ve anayasanın amacı, bünyesinde pek çok inancı barındıran Medine toplumunda ortak bir birlikteliği sağlamaktır. Bu sebeple şunu bilhassa vurgulamak istiyorum ki, İslam sadece kişisel bir din değildir. Çağdaş demokratik mekanizmaların tanımına uygun olarak, şura meclisi sayesinde takipçilerine hukuki ve ahlaki referans olarak hizmet eder. Bu yolla şura meclisi, sadece cesur bir dini lider tarafından zalim birinin yüzüne güçlü bir şekilde haykırılmış ahlaki değerlerin ve derslerin kaynağı olmaktan çıkıp, tüm ümmetin onun yöneticilerine karşı yetki ve denetimini icra edebildiği bir meclise dönüşecektir. Bu amaçla, halkın fikrinin farklı eğilimlerini gerçek anlamda temsil eden seçilmiş temsilcilere sahip olmalıyız. Aslında bu, halkın temsilcilerinin inandıkları ya da mutabık oldukları şeylerle uyuşmayan siyaseti ve yasaları veyahut ülkenin menfaatine aykırı olacak şeyleri ortaya koyamayacaklarını
Gerçekten de bu meydan okuma, karşılıklı yarışın ve mücadelenin yokluğunda anlamsız olurdu ve bu durumda o sadece, gönderildiği insan ve bu asil mesaj için güvensizlik ve korku duygusunu ifade ederdi. Onislam: “Daru’l-harp ve daru’l-İslam” kavramlarının yanlış anlaşıldığını ve akabinde Batı’nın, son yüzyıllarda geçirdiği değişimlerden dolayı bir “daru’l-İslam”a dönüştüğünü ve özgürlüğe verilmesi gereken değeri layıkıyla verdiğini ifade ettiniz. Bu ifadeleriniz ışığında şunu sormak istiyorum. Bu yaklaşımınız, yeni bir İslami fıkhın ana direği olarak, özgürlüğün değerini ortaya koyan yeni bir İslami görüş açısı oluşturmayı hedefliyor mu? GANNUŞİ: Cemalettin Afgani, Abdurrahman el-Kavakibi, Muhammed Abduh, Hasan elBenna, Seyyid Kutub, Mevdudi gibi büyük çağdaş reformistler tarafından vurgulandığı gibi, İslam etraflı bir özgürlük devrimidir ve eğer bir şeye tapan bir kimse özgürlükten
garanti eder.
yoksunsa, İslam’a göre o tapınma bir tapınma
Baskı ve otoriterlik artık ortadan kalktığı zaman,
ne söylediği sözün ya da yaptığı anlaşmanın,
İslam’ı tebliğ edenlerin, böyle bir durumda
ne de onun insanlığının bir anlamı vardır.
İslam’daki özgürlüğün işleyişi hakkında sahip
Cüzi irade ve özgürlük gibi kavramlar, Allah
olunabilecek herhangi bir korkuyu gidermek
tarafından onurlandırılan insanoğluna verilmiş
yakışır. İslam’ın kendisi özgürlük devrimidir ve
bir değerdir. Bu onur, gece ve gündüz Allah’a
olmaktan çıkar. Eğer bir kişi özgür değilse,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
109
ibadetle emrolunan meleklerin Hz. Adem’in
İslam’da özgürlüğün anlamı; inançta baskı,
önünde secde etmeleridir. “Gece ve gündüz, hiç
fıkıhta taklit, terbiyede katı yaklaşım, siyasette
durmaksızın tesbih ederler.” (Enbiya, 21/20)
otoriter yönetim lehine ne kadar azalırsa,
“Allah kendilerine neyi emretmişse ona isyan
İslam medeniyetinin ışıkları o kadar çok solar
etmezler ve emredildiklerini yerine getirirler.”
ve ümmet gerileme durumuna düşer. O zaman
(Tahrim, 66/6) İnsan Kur’an’da nankör, aceleci,
bu reform/devrim, iktidardaki zalim idarecileri
çoğunlukla tartışmayı seven olarak tanımlansa
savunmak için bir araya gelinmiş olan adı geçen
da, o hala, durumunu düzeltmesi, kendini
alanlarda, özgürlük çağrısıyla bağdaştırıldığında
ıslah etmesi, Allah’tan af dilemesi ve doğruluk
da şaşırmamak gerekir.
yoluna dönmesini ona mümkün kılacak bir akla, özgürlüğe ve iradeye sahiptir.
Bunun birinci sebebi; despotizmin, inzivanın,
İslam’ın, özgürlüğü ve Raşid Halifelerin şura
olan fanatizm dalgalarıdır. Bir diğer sebep
yönetimini yok eden adaletsiz ve despot
de özgürlük için yapılan çağrıların yabancı,
yöneticilerin elinden çıkan illetlere ve zararlara
şüpheli ve onaylanmış görünmesidir. Aslında
yatkın olmadığı çok önemli bir noktadır.
özgürlük çağrısı, ümmetin tarihinde her reform
İslam tarihindeki ihtilafların en bilinenlerinde
hareketinin kökeninde yatar. Bunu, vahyin
biri, Raşid Halifelerin idaresi altındaki şura
saf kaynaklarına dönerek ve yeni gelişmeler,
yönetimi ve onlara karşı ayaklanan diğer
keşifler, deneyimler ve problemler ile etkileşim
idare biçimleri arasında gerçekleşen ihtilaftı.
içinde olarak yapmıştır. Daha sonra bu yeni
Raşid Halifelerin yönetimine karşı çıkan idare
karşılaşılmış problemlere yeni çözümler sunmak
şekillerini savunanlar, Roma ve İran yönetimi
için girişimlerde bulunulmuştur. Bahsedilen
gibi 2 baskın model tarafından etkilenen ve
şeyi başarmak için bizler, özgürlük adına
cahil kabileciliğin pisliklerine bulaşmış olan
sağlam temeller kurmalı, onu derinleştirmeli ve
gruplardı. İslam fetihlerinin, özgürlüğü ve
yaymalıyız (ki bunlar olmadan hiçbir gelişme,
adaleti tesis etmek için hedeflendiğini rahatlıkla
medeniyet, yaratıcılık söz konusu olamazdı).
söyleyebiliriz. Bu, açıkça ve özlü bir şekilde
Hatta ve hatta İslam kanunları, özgürlük yoksa
Ribi Bin Amir tarafından ifade edilmiştir. İran
düzgün bir şekilde uygulanamaz. Bizler sağlıklı
hükümdarı ona, “Buraya neden geldiniz?” diye
bir İslam’ı tesis edemeyiz, İslam medeniyetini
sorduğunda Ribi Bin Amir şöyle cevap vermiştir:
canlandıramayız ya da aklımız ve ruhumuz
“Biz sizleri farklı dinlerin adaletsizliğinden çıkarıp
tiranlıktan ve baskıdan uzak değilse sağlam
İslam’ın adaletine çağırmaya geldik.” İslam
bir İslam fıkhı geliştiremeyiz. Ümmetin kalbi
tarihi boyunca ortaya çıkan devrimler, ilhamını
yani Arap dünyası, küresel ölçekte, özgürlük
bu tarihin başlangıcıyla doğmuş olan özgürlük
alanında tüm dünyada kara deliği temsil ediyor.
modelinden almıştır. Fakat geçen asırlarla ve
Arap dünyası, dünyadaki güç dengesinde büyük
her bir yana yayılmış iğvalarla beraber İslam
bir değişim yapar da bütün ümmet bunu takip
kültürü, adaletsiz ve despot yönetimlere yol
eder diye korkulduğundan, işte bu yüzden
açmaya ve onlara temeller kurmaya doğru
onun hareket kabiliyetini ve doğru düzgün
radikal bir değişime şahit oldu. Bu, rahiplerin
davranmasını felce uğratmak için yoğun bir
ve hahamların daha önce yaptıkları şeylere
şekilde uluslararası boyun eğdirme çalışmaları
benzer şeylerdi. Bu yüzden bilimsel ve siyasi
yapılmaktadır. Fakat bu devin (ümmetin) artık
devrimler, dinlere karşı isyan ile birleşmiştir. Ve
harekete geçeceği ve büyük bir değişimin patlak
daha sonra özgürlük ve inanç arasında, din ve
vereceği bir zaman gelecektir elbette.
tekfirciliğin, mezhepçiliğin mirasıyla birleşmiş
bilim arasında yani insanın yönetimi ve Allah’ın yönetimi arasında bir çatışma çıkmıştır. Böylesi bir çatışmaya İslam’da ve İslam medeniyetinde yer yoktur. Bu ümmetin temelini oluşturan, içinde medeniyetin ve serbest iradenin/özgürlüğün temelini meydana getiren, İslam’ın devrimiydi.
110
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
GÜNDEM
İslami Olmayan Yönetime Katılım
Raşid El Gannuşi Çeviren:
Giriş Bu yazı, gayri İslami bir yönetimin/rejimin kurulmasında ya da idaresinde takipçilerinin iştiraki hakkında İslam’ın pozisyonuyla alakalı meseleye cevap vermeyi amaçlamaktadır. Bu meseleye cevap
Fatih Peyma
gerçeğidir. Tarih boyunca böyle bir yönetimin kurulması için çok fazla çaba sarf edildi. Müslümanların, şu ana kadar böyle bir başarı sağlayamamalarına rağmen yeryüzünde adaleti tesis etmeleri ve Allah’ın emrinin gerçekleşmesi için işbirliği yapmaları ve yapılagelen çabayı devam ettirmeleri onların en önemli görevidir. Kur’an şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun.
aramaya başlamadan önce bazı gerçeklerin altını
Bir topluma olan kininiz, sakın sizi adaletsizliğe
çizmek gerekiyor:
itmesin. Adil olun. Bu Allah’a karşı gelmekten
Birincisi, “İslami yönetim/hükümet/idare” gibi bir fikrin var olduğu ve Müslümanların hem bireysel hem de gruplar halinde böylesi bir yönetimin/idarenin kurulması için çalışmalarının
sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Maide, 8)
Aynı surenin 49. ayeti şöyle buyuruyor:
dini bir görev olduğu gerçeğidir.
“Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet.
İkincisi, böylesi bir “İslami yönetim”in
ayeti ise şöyle buyuruyor: “Allah’ın indirdiği
halihazırda mevcut olmadığı ve eğer mevcut
ile hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerin ta
olsaydı bir Müslüman’ın onu desteklemekten ve
kendileridir.”
onun içinde var olabilecek çürüme unsurlarının giderilmesi için çalışmaktan başka bir seçeneği olmadığı gerçeğidir.
Onların arzularına uyma.” Yine aynı surenin 44.
İstisnai Durumlar Burada tartışma konumuz, ümmetin;
Üçüncüsü, hali hazırdaki durumlar İslami bir yönetimin kurulması lehine görünmediği
entelektüel, siyasi, ekonomik, uluslararası sistemini ve sair ilişkilerini İslam temeli üzerine,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
111
kendi inanç ve kültür mirası (ki bu miras, onun
yasama temelleri üzerine kurulmuş olmasından
en önemli ilkelerini yok etmek isteyen Batı
kaynaklanır.
işgaline rağmen Müslümanların kalplerinde, ruhlarında kök salmaya devam eden bir mirastır) üzerine kurabildiği normal durum
Bu ilim, en yetenekli ve yetkili alimler tarafından asırlar boyunca her yönüyle incelenmiş ve
hakkında değildir.
geliştirilmiştir. Bu gelişmenin zirvesi, 1388’de
Buradaki tartışma, ümmetin doğrudan “İslami
olmuştur. Şatıbi’nin çalışmaları ve düşünceleri,
ölen Endülüslü alim Ebu İshak eş-Şatıbi ile
yönetim” kurma hedefini başaramadığı zamanki
selefi İmam Şafi (767-820)’yi tamamlayıcı
istisnai duruma odaklanmaktadır. Bu durumda
niteliktedir. Hayatlarını bu önemli bilgi alanına
Müslüman topluluk zor seçeneklerle karşı
adamış alimler, İslam’ın büyüklüğüne inanmış,
karşıya kalır.
Kur’an’ın, sünnetin ve fıkıhın mirasını baştan
Gerçekçilik ve esneklik İslam metodolojisinin en önemli özellikleri arasındadır. Bu özellikler, bu dinin bütün zamanlara ve her ortama uygun olan sonsuz bir hayat yöntemi olduğu gerçeğini açıklar. Dahası, Müslüman topluluklar da
sona incelemiş kimselerdi. Onlar aynı zamanda, kendi dönemleri boyunca elde edilmiş bilgilerin toplamıyla beraber yüzyıllar boyunca fıkıhın çeşitli pratik deneyimleri ve uygulamalarını da göz önüne almışlardır.
dahil tüm insan topluluklarının hayatları, tıpkı
Bu bilgi kaynakları koleksiyonu sayesinde
bağımsız/bireysel bir insanın hayatı gibi sürekli
ve İslam’ın amaçları ve hedefleri hakkındaki
dinamizm içindedir. Sağlık ve hastalık, zafer
anlayışları ışığında, onların en büyük amacı
ve yenilgi, başarı ve başarısızlık, gelişme ve
insanların ihtiyaçlarına hizmet etmek olan
gerileme, güçlülük ve zayıflık arasındaki değişim
(zaten İslam mesajının özü de budur) bir dizi
doğal durumlardır. Bundan dolayı her nerede ve
kanun esasları geliştirdiler.
her ne zaman var olsa, bütün insanlığın hayatını düzeltmek maksadıyla gelen bir din, ortaya çıkan bütün sorunlara ve Müslüman toplulukların içinden geçebileceği gelişim şekillerine cevap verme kapasitesine sahip olmalıdır. Ve bunu yaparken böyle bir din, eğik olduğu kadar düz çizgiler de çizmek zorunda kalabilir. Başka bir deyişle, normal şartlarda sadece mutlak esaslar için çizgiler çizmekle yetinmeyip aynı zamanda sıra dışı, istisnai durumlarla karşılaştığında gözlemlenmesi ve takip edilmesi gereken kuralları ve mekanizmaları da belirleyebilir. Bu şekilde müminler hem güçlülük hem de zayıflık durumlarında şeriatın kurallarıyla yakın bir irtibat içinde kalırlar.
Eş-Şatıbi şöyle diyor: Şeriat hakkında araştırmalarımızdan şu sonucu çıkardık ki, şeriat insanın ihtiyaçlarına hizmet etmek için oluşturulmuştur. Bu, kimsenin hatta Fahreddin er-Razi (1149-1209)’nin bile tartışamayacağı bir konudur. Dini kanunlar, tek bir amaç için vardır: Bu dünyada ve ahirette insanların ihtiyaçlarına hizmet etmek. Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” (21/107) Bir diğer ayet ise şöyledir: “Allah size güçlük çıkarmak istemiyor. Fakat sizi temizlemek ve size olan nimetini tamamlamak istiyor.” (5/6) Ve son olarak Bakara suresi 179. ayette şöyle buyuruyor: “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır.”2
Gereklilik ve İhtiyaç Fıkhı
Şatıbi “Muvafakat” adlı eserinde, resullerin
Müslümanların fıkıh mirası tüm zamanlar
insanların hayatlarında tamamlamak için
boyunca bir topluluk tarafından sahip olunmuş
gönderildikleri ihtiyaç türlerini ayrıntılarıyla
en büyük ve en zengin ‘’kanunlara ve dini
anlatıyor. Şatıbi adı geçen türleri “elzem
esaslara ait’’ mirastır. O kadar büyüktür ki,
ihtiyaçlar” diye sınıflandırmıştır ki, şüphesiz
Müslümanlar haklı olarak fıkıh toplumu olarak
bunlar olmasaydı hayatın devamı da olmazdı.
adlandırılabilir. Bu fıkhın büyüklüğü, en büyük
Bu ihtiyaçlar; inancın, neslin, servetin ve aklın
İslam ilimi olan usul ilmi olarak bilinen büyük
korunmasını ihtiva eder. Akabinde, yokluğu
1
Usul ilmi: Delillerden hüküm nasıl çıkarılacağını öğreten
1
ilim. Diğer adı da “usul-u fıkıh”tır.
112
Ebu İshak Eş-Şatıbi, El-Muvafakat, “Şeriat Usulü”
2
Bölümü
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
durumunda insanın sıkıntı ve zorluk içinde
insanların menfaatine en iyi şekilde hizmet
olması kaçınılmaz olacağı, “özel ihtiyaçlar”dan
etmesi ve insanların ihtiyaçlarını yerine
bahsediyor. Bunlar, hayatta zevk alınan güzel
getirmesidir.
ve meşru şeyleri ihtiva eder. Son olarak da, yokluğu durumunda dünyadaki yaşamı ciddi derecede sarsacak olan “iyileştirici ihtiyaçlar”dan bahsediyor. Bunlar da örneğin yeme-içme gibi çeşitli ihtiyaçlardır. Bu tür ihtiyaçların giderilmesi, hayatın kalitesini artırmada öncelikli unsurlardır.
Gayri İslami Bir Yönetimde Güç Paylaşımı İnsan davranışları hakkında fikir belirtmede en öncelikli kural, bir yasak açık olarak belirtilmedikçe bütün davranışların caiz olduğu kuralıdır. Bu durumda yasak, Allah’ın kanununu uygulama ve Allah’ın kanunundan başka
Çağdaş İslam siyaset düşüncesinde genel eğilim, Şatıbi’nin ortaya koyduğu “dinin amaçları” düşüncesini benimsemekten yanadır. Şatıbi’nin bu düşüncesini açacak olursak şunları söyleyebiliriz: Ona göre din, ümmetle alakalı yeni problemlerin üstesinden gelmek için genel bir çerçeve olarak, insanoğlunun gereksinimlerini, bu dünyadaki ve öbür dünyadaki kazanımlarını gerçekleştirmek ve korumak için gelmiştir. Bu genel perspektifin çerçevesi ya da şeriatın amacı içerisinde dinin ayrıntıları, temel esasların dalları olarak kendi uygun yerlerini bulurlar. Aynı perspektif içerisinde, sadece Müslümanların değil bütün insanoğlunun hayatındaki bütün yeni problemler, onların ihtiyaçlarının giderilmesini garanti eden doğru cevaplar bulabilir. Allah’ın kanunu zaten, hayat ne zaman bir gelişim ve değişim gösterse içinden yeni sonuçların çıkarılabildiği genel prensipleri içerdiğinden dolayı, bu yolla kötülükler Allah’ın hükümlerini ihlal etmeden engellenebilir. Bu prensiplerin bazıları standart durumlar ya da normal şartlarla ilgili iken, bazısı da istisnai durumlar ve sıra dışı şartlarla alakalıdır. İkincisine örnek, “ihtiyaçlar yasakları bertaraf eder (ihtiyaç kanun tanımaz)” prensibidir. Bu prensip Kur’an’da şöyle geçer: “Ama kim mecbur kalırsa başkasına saldırmadan ve sınırı aşmadan bunlardan yemesinde bir günah yoktur.” (2/173)
kanunlara yönelmeme emrinden hasıl olur. Bu yüzden Allah’ın emrine uymak ve O’nun yönetimini/idaresini kurmak için elinden geleni yapmak bütün Müslümanlara farzdır. Fakat Müslümanlar ya bunu başaramazsa? Bizler sadece yapabildiğimizi yapmakla mükellefiz. Kur’an şöyle buyuruyor: “Herkes gücü ölçüsünde sorumlu tutulur’.” (2/233)
İslami yönetim/hükümet şöyle olmalıdır: 1. Bünyesinde mevcut olan yüksek yasama otoritesi, bütün kanunların üstünde olan “şeriat”a yani Allah’ın kanunlarına uygundur. Bu bağlamda, hakimler tarafından ölçütler olarak kullanılacak detaylı kanunları ve düzenlemeleri meydana getirmek alimlerin sorumluğundadır. İslam devletinin lideri bu tür kanunları ve düzenlemeleri uygulamanın sorumluluğuyla görevlendirilen icra kurulunun lideridir. 2. Bünyesinde mevcut olan siyasi güç ümmete aittir. Ümmet, zorunlu bir danışma sistemi olan bir nevi şura biçimini benimsemek durumundadır. Eğer bu türden bir yönetim mümkünse, o zaman onu kurmak için hiç bir çabayı esirgememek her Müslüman’ın görevidir. Fakat eğer bu mümkün değilse, o zaman Müslümanlar ne yapmalıdır? İslam’ın genel esasları ve onun halka hizmet etme (bunlar inancın, ruhun, zenginliğin korunmasını ve kötülüklerin önlenmesini ihtiva
Buna benzer bir prensip de ‘’daha iyi ve daha kötü arasında kıyaslama’’ ve ‘’insanların menfaatine en iyi şekilde hizmet ediyor gibi görüneni seçme’’ prensibi ve ‘’ameller yol açtıkları sonuçlara göre değerlendirilir’’ prensibidir. Bütün bu durumlarda en iyi ölçüt,
eder) ve ihtiyaçlarını yerine getirme amacı temelinde, pasiflik ve tecrit siyasetinden kaçınmak her Müslüman’ın görevidir. Her Müslüman’ın, İslami yönetimi/hükümeti kurma görevi ve sorumluluğu vardır. Eğer böylesi bir görevi başarabilmeleri mümkün değilse o zaman Müslümanlar her ne başarabilirse onu başarmak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
113
için uğraşmalıdır.
tek tanrılı bir dini benimsemelerini beklemedi.
Müslüman ya da gayri İslami bir ortamda güç
Bu genç adamın aklında olan şey şuydu ki, din
paylaşımı, sosyal düzenin temellerini kurmak
insanlara hizmet etmek ve onların en gerekli
için bir gereklilik olur. Bu güç paylaşımı illa
ihtiyaçlarını yerine getirmek için gelmiştir.
şeriata göre olacak değildir. Fakat İslami
Yusuf, insanları açlıktan ve sonrasında yok
yönetimin önemli bir temeli üzerine, yani
olmaktan kurtarmanın bekletilemeyeceğini
şuraya ya da ümmetin otoritesine göre
düşünüyordu. Yardım edebileceğini fark edip,
olmalıdır. Diktatörlüğün, yabancı hakimiyetin,
yardım etti. Halkın işlerini idare etmedeki
ya da yerel anarşinin önüne geçmek için bu
etkin katılımı sayesinde, diğer sorumluluğu
gereklidir. Böylesi bir güç paylaşımı süreci;
olan “insanları İslam’a çağırma”ya devam etti
aynı zamanda bağımsızlık, kalkınma, sosyal
ve hayatlarını yeniden şekillendirmeleri ve
dayanışma, sivil özgürlükler, insan hakları,
kötülükten uzak durmaları gerektiğini tembih
siyasi çoğulculuk, yargının bağımsızlığı, basın
ederek peygamberlik görevini layıkıyla yerine
özgürlüğü, ya da camilerin ve İslami faaliyetlerin
getirdi.
serbestleşmesi gibi ulusal ya da insani menfaatleri başarmayı hedefleyebilir.
Kur’an’da Yusuf kıssasının detaylı anlatımı bu
Herhangi bir Müslüman toplum, eğer İslami
kanıtıdır. Yusuf’un başına gelenler, her yerde ve
demokratik bir yönetim kuramaz ise seküler
her zaman bütün Müslümanların başına gelebilir.
bir demokratik sistemin kurulmasına katılımda
Benzer durumlarda, Müslümanların ümmetin
tereddüt etmeli midir? Cevap hayır. Bireysel ve
çıkarlarına hizmet etmek ve onları kötülükten
toplu olarak, böyle bir sistemi kurma çabalarına
korumak için gayri İslami bir yönetime siyasi
katılmak bütün Müslümanlara dini bir görevdir.
aktör olarak katılımcı olmak dışında başka bir
yaklaşımın övülmeye değer olduğunun açık bir
Bu şekilde, İbni Haldun’un ifade ettiği gibi
seçeneği olmayabilir. Böyle davranmamak; bu
Müslümanlar “şeriat yönetimi/hükümeti”ni
çıkarların, kazanımların yok olmasına, kötülüğün
kuramadıklarından dolayı ‘’mantıklı/rasyonel
yayılması ve topluma hakim olmasına yol
hükümet’’in kurulması için uğraşmalıdırlar.
açacaktır.
Belgeli Durumlar/Olaylar
İkinci örnek ise, İslam’ın ilk yıllarında yaşamış
3
İslam tarihinde Müslümanların, bireysel ve toplumsal olarak iyi olanı yapmak ve kötülüğü engellemek adına gayri İslami hükümetleri yönetmede ve kurmada iştirakçi olmalarına izin verildiğine dair Kur’an’dan bazı olaylar iktibas edilebilir.
Hatırlanacak olursa, Yusuf kardeşleri tarafından kuyuya atılmış ve daha sonra kurtarılıp, Mısır’da Firavun’un sarayına bir şekilde yerleşmiş, iftiraya maruz kalıp, mahkemeye çıkarılmıştır. Hapse atılmış ve horlanmış bu genç adam, açlık ve kıtlık tarafından tehdit edilen pek çok ülkeyi kurtarmayı görev bilerek uygun bir anı yakalamış ve Firavun’un yönetiminde en önemli makamla ilgilenmek için hazır olduğunu ifade etmiştir. Yusuf, İslami bir yönetimin temellerini atmak için Mısırlıların putperestliği terk ederek İbni Haldun, Mukaddime, “Giriş” Bölümü
114
kralı ‘’ülkesinde kimseye haksızlık etmeyen bir kral’’ olarak tanımlamış ve ağır bir şekilde işkenceye maruz kalmış sahabeden bazılarına Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye etmiştir. Habeşistan’da bu küçük Müslüman topluluğun varlığı, kralın İslam’ı kucaklamasıyla sonuçlandı.
Kur’an’ın bir bölümünde Yusuf kıssası anlatılır.
3
olan ‘’Habeşistan kralı’’ örneğidir. Peygamber,
Ama kral, hükümetinde şeriatın uygulanması yönünde değişiklikler yapmadı. Çünkü böyle bir girişim onun krallığını ve misafirlerinin hayatını tehlikeye sokabilirdi. Bu asil kralın hikayesi İslam tarihinde belgelenmiş ve bugüne kadar anlatılmaya devam etmiştir. Peygamber, kralın ölüm haberi kendilerine ulaşınca cenaze namazının kılınması için talimat vermiştir. Bu konuda İbn Teymiye’nin yorumu şöyledir. “Biz kesinlikle kralın, toplumunda Kur’an kanunlarını uygulayamadığını biliyoruz. Çünkü halkı böyle yapmasına izin vermezdi. Buna rağmen kral ve onun gibiler, İslam’ın
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kanunlarına tümüyle uyamamalarına ve sadece
gerçekleştirebildi ve kimse onun yanlış yaptığını
belirli durumlarda uygulanabilecek hükümleri
ya da hareketlerinde yanlış yolda olduğunu iddia
takip ederek ülkelerini yönetebilmelerine
etmeye kalkışmadı.
rağmen yine de Allah rızasına giden yolda hayatlarına devam edebildiler.4
Çağdaş Düşünceler
Üçüncü örnek ise “hılfu’l fudul” örneğidir.
İslami yönetimin, bir bütünlük içinde
Yani el-fudul antlaşması ya da ittifakı. Bu, İslam öncesi Arabistan’da kabileler arasında haksızlığa uğramış olanlara destek çıkmak, akrabalarla yakın ilişkileri sürdürmek ve onlara bakmak için yapılmış bir anlaşmaydı. Peygamber, risalet görevinden önce bu ittifak imzalanırken şahitliğini yapmış ve sonraki yıllarda “eğer peygamberlik görevi sırasında da benzer bir ittifaka çağrılsaydı tereddütsüz iştirak edeceğini” bildirmiştir. Daha sonra peygamber, ‘’cahiliye döneminde yapılmış herhangi iyi ve asil bir anlaşma kesinlikle İslam tarafından desteklenir ‘’diye belirtmiştir.5 Bu şekilde şu sonuca varabiliriz ki; ümmet, adaletsizliğin ve baskının önlenmesinde, insanlığın çıkarlarına hizmet etmede, insan haklarını korumada, halkın itibarını/hakimiyetini tanımada ve seçim sistemi sayesinde iktidara gelmeyi hedeflemiş bir anlaşmada katılımcı olabilir. Müminler kendileriyle aynı inancı ve ideolojiyi paylaşmayanlarla bile bu asil hedeflere varmak için uğraşabilirler.
uygulanması durumunda mükemmel ya da mükemmele yakın sonuç verecek olan bir takım değerlere dayandığı görülür. Fakat her zaman bütün bu değerlerin uygulanması çok mümkün olmayabilir ve bu yüzden bazıları, belli şartlar altında, mevcut adaletli olan bir yönetimle yetinmelidir. Adaletli bir yönetim, İslami olmasa bile İslami olana çok yakın olarak düşünülebilir. Çünkü ‘’adalet’’ İslami bir yönetimin en önemli özelliğidir. Ve adaletin, Allah’ın kanunu olduğu söylenmiştir. İbni Akil, ‘’el-siyaset el-şeriat (İslami idare siyaseti)’’ kavramını, Peygamber tavsiye etmemiş ve vahiyde yer almamış olsa bile insanları iyiliğe yakınlaştıran, kötü olandan ise uzaklaştıran ameller olarak tanımlamıştır. İbni Akil ilaveten, bu türden amellerin şeriatla çelişmemesi gerektiğini anlatmak için, bu amellerin “şeriatla uyumlu” ifadesini kullanarak tanımlanmasının mümkün olduğunu söylüyor. Fakat eğer biri böyle bir tabirle, bu tür amellerin
Dördüncü örnek ise, Ömer bin Abdülaziz örneğidir. 2 yıla yakın bir süre halifelik yapmış bu Emevi halifesi, Raşid Halifeler dönemiyle arasındaki yarım yüzyıla rağmen merhameti ve adaleti sebebiyle tarihçiler ve İslam âlimleri tarafından 5. Raşid halife olarak kabul edilir. Emevi saltanatından gelen bir melik olmasına rağmen babadan-oğla geçen monarşi anlayışını tasvip etmiyordu ve prensip olarak buna karşıydı. Fakat sistemi değiştiremedi ve yıllar boyunca birikmiş olan yozlaşma yüzünden istişareye dayalı bir yönetim şekli içinde ümmetin hakkını tüm çabasına rağmen iade edemedi. Fakat buna rağmen, pek çok yanlış uygulamayı önemli şekilde düzeltebildi, adaleti ve hakkı tesis edebilmede önemli mesafeler kaydetti. Onaylamadığı monarşiyi kabul ederek, Müslümanların hayrına pek çok şey
özellikle Kur’an’da veya sünnette bahsedilmiş olması gerektiğini kastederse o zaman bu, yanlış olur ve sahabenin de yanlış yaptığını ima etmiş olur. Her şeye rağmen onlar, pek çok yeni hareket tarzının öncülüğünü yaptılar, yeni gelişmelere ve değişen şartlara cevaben toplumun ihtiyaçlarını yerine getirmek için sayısız tedbirler aldılar.6 Günümüzde, Müslüman bireylerin ve grupların gayri İslami bir çerçevede topluma hizmet etmek ya da kötülüğü önlemek için ittifaka girdiğini gösterecek sayısız örnekler verilebilir. Halen, ısrarla pek çok Müslüman alim7 bu türden yolların takip edilmemesi gerektiğini söylemesine rağmen bu gerçekleşmektedir. Bütün saygıma rağmen şunu söylemek isterim ki bu alimler, Müslümanlara hayatı gereksiz İbni Kayyim El-Cevziyye, “Yönetim Şekilleri”
6
Mevdudi, “İslami Yönetim” ve Dr. Muhammed Ebu
7
İbn Teymiye, Fetvalar, “Dini Yargılar” Bölümü
Faris, “Yönetime Katılımın Aykırılığı” bu şekilde düşünen
Müslim ve Ebu Davut rivayet etmiştir.
yazarlardan sadece ikisidir.
4 5
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
115
şekilde zor hale getiriyorlar. Onların fikirleri,
olan ülkelerde yaşayan pek çok İslami
kesinlikle caiz ve meşru olan ve gerçekten de
cemaat ve hareket var, ama İslam’a düşman
Müslümanları zor durumlarda pozitif şekilde
diktatörlükler ya da Müslüman olduğunu iddia
tepki verme yeteneği ile donatma amacı güden
eden diktatörlükler tarafından yönetiliyorlar. Bu
bir siyaset anlayışına sınırlamalar getiriyor.
türden İslami hareketler, rejimi düzeltemezler
Bu türden bir kaç örneği sayacak olursak: Birincisi; dünyadaki Müslümanların üçte biri yaşadıkları ülkelerde azınlık durumundadır. Yani onların yakın gelecekte ülkelerini İslami bir şekilde yönetmek gibi bir umutları yok. Bu Müslüman azınlıkların çoğu, etnik temizlik ve diğer baskılar yüzünden yok olma ya da sürgün gibi tehditlerle kaşı karşıyadırlar. İslam fıkhı onlar için ne gibi seçenekleri sunabilmektedir? Bazı insanlar, bu türden azınlıkların Müslüman çoğunluğun yaşadığı yerlere göç etmesi gerektiğini teklif ediyorlar. Eğer bu mümkün olsaydı (normalde mümkün değildir) böyle bir şeyin onlara ne gibi bir iyiliği dokunurdu, ya da bu türden bir teklif onları yaşadıkları yerlerden çıkartmak için Müslümanlara karşı
ya da tek başına onu değiştiremezler. Şeriat, bu İslami hareketler ve seküler gruplar (ki onlar da diktatörlükleri devirip insanlara saygı duyacak ve onların özgürlüklerini garanti edecek olan seküler demokrasiler kurmak için çabalamaktadırlar) arasındaki işbirliğine karşı mıdır? Kesinlikle hayır. Üçüncü olarak; benzer şekilde, diktatörlükle yönetilen Müslüman ülkelerdeki İslami gruplar halktan gelecek yoğun desteği elde edebilir ve İslami bir yönetim kurabilir. Fakat böyle bir geçiş, kendi ülkelerinden ya da diğer ülkelerden onlara yönelik olan düşmanlığı körükleyebilir ve yeni kurulmuş olan İslami hükümeti, zulümlere ya da onun başarısız olmasıyla sonuçlanabilecek baskılara açık hale getirebilir.
bir komplodan mı ibaret? Bazıları da Müslüman
Bu tür İslami grupların, şartlar izin verene kadar
azınlıklara, kendilerini tecrit etmelerini ve
İslami yönetim kurmak gibi uzun vadeli hedefi
beklemelerini tavsiye etmektedir. Fakat bu da
erteleyerek, seküler bir demokrasi kurmak ve
İslam’ın mesajının özüyle çelişmektedir. Çünkü
var olan baskıcı gücü izole etmek için seküler
İslam mesajı, müminleri pozitif, aktif ve ilgili
gruplarla koordine içinde olmamaları için bir
olmaya yönlendirir.
sebep yoktur.
Bu türden azınlıklar için en iyi seçenek, seküler
Şunu vurgulamak gerekir ki, böyle bir durumda
demokratik gruplarla işbirliğine girmektir.
aralarında seçim yapılacak seçenekler İslami
Onlar o zaman, insan haklarına saygı duyacak,
yönetim ve gayri İslami yönetim seçenekleri
güvenliği, ifade ve inanç özgürlüğünü
değil, demokrasi ve diktatörlük arasında
sağlayacak (ki bunlar İslam’ın tamamlamaya
yapılması gereken bir seçenek olacaktır.
geldiği en önemli insani gereksinimlerdir) seküler demokratik bir yönetimin kurulması için
Dördüncüsü ise; yabancı güçler tarafından
çalışabilirler.
sömürgeleştirilmiş ülkelerde var olan İslami
Her hangi bir toplumda böylesi önemli değerlerin
altında yaşamaktansa içinde daha iyi şartlar
başarılması, hemen onu İslam anlayışındaki
altında yaşayacakları ve kendilerine alternatif
‘’daru’l harp’’den huzur ve sükunetin ülkesine
olacak bir ülkenin ortak düşmanına karşı
çevirecektir. İmam Nevevi (1233-1277) “daru’l
mücadele etmemesi ve seküler gruplarla
harp”i inananların dini görevlerini özgürce
“birleşik cephe” oluşturmaması için bir
yapamadıkları ve sonuç olarak da oradan
sebep yoktur. Kesinlikle, onları böyle bir şey
hicretin zorunlu bir hale dönüştüğü yer olarak
yapmaktan engelleyecek hiçbir şey yoktur.
gruplar. Bu İslami grupların, sömürge otoritesi
tanımlar. Gerçek demokrasiler böyle değildir. 8
Onlar ibadeti ve inancı garanti altına alırlar.
Sonuç
İkinci olarak; Müslüman çoğunluğa sahip
Eğer Allah’ın emirlerini yerine getirmek için
İmam Nevevi, 40 Hadis”
8
116
İslami bir yönetim kurmak, her İslami grubun uzun ya da kısa vadede hedefiyse; şeriat, böyle
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bir hedefin kolaylıkla başarılmayacağı ihtimalini
Asıl sorun; “halkın egemenliği” ilkesi ve
ve bu yüzden bir alternatifin sağlanması
İslamcıların (diğer siyasi gruplar gibi) siyasi
gerektiğini göz önünde bulundurur. İstisnai
partiler kurma, siyasi etkinliklere dahil olma
şartlar altında İslami gruplar, gücün çoğunluk
ve iktidar için yarışma ve demokratik araçlar
olan grup/parti tarafından elde tutulduğu
yoluyla iktidarı paylaşma hakkı konularında
“çoğulcu bir hükümet sistemi” kurmak için
“diğerini” yani hüküm süren yönetimleri ikna
İslami olmayan gruplarla işbirliği içine girebilir.
etmede yatıyor.
Böyle bir ittifak aynı zamanda saldırıyı
Tunus ve Cezayir’deki seçimlerde galip
caydırmak ve diktatörlükten kurtulma hedefi
gelen İslamcıların cezalandırılması, bizlere
için de olabilir. Bu gibi durumlarda, ittifak hiç
-ki esef verici olan, bunlar her iki ülkedeki
bir şekilde, İslam’ın aleyhine şartları ihtiva
baskıcı rejimlerle işbirliği içinde olan yerel
etmemeli ya da İslam için çalışanlar ve ülkede
‘’laik teolojik elitler’’in desteği ve Batı
İslam sistemini kurmak için çabalayanlar
demokrasilerin rızasıyla gerçekleşmektedir-
üzerinde sınırlandırmalar getirmemelidir.
İslam dünyasındaki problemlerin kökeninin, despotizmin hegemonyasında yattığının kesin
Bu hususlar;
kanıtını sunmaktadır. Şimdi bizim en büyük
“iyi olanı meydana getiren ve kötü olanı üreten şeyi engellemenin desteklenmesi’’ ilkesine,
görevimiz, demokrasiye gerçek anlamda geçiş için despotizmle mücadele etmektir.
“zorunlu bir görevin gerçekte bağlı olduğu şey, kendi için de zorunludur” kuralına, “neticeler ve sonuçlar” kaidesine ve “gereklilik/ihtiyaç” prensibine dayanmalıdır. Önemli olan şey şudur ki bir Müslüman, kısmen de olsa bütünlük içinde de olsa, şartlara ya da kaynaklara bağlı olarak, Allah’ın kanunlarını uygulamak için pozitif kalmalı ve bu kanunları uygulamada yapılacak çabalara aktif bir şekilde dahil olmalıdır. Allah’ın kanunlarının özü, gönderilmiş bütün ilahi mesajlara uygun olarak, insanoğlu için adaletin kurulması içindir. “Biz elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber kitabı ve ölçüyü indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler.” (Hadid, 57/25) Şunu vurgulanmak gerekir ki, “güç paylaşımı” kavramının karşı karşıya kaldığı en büyük sorun; demokrasiyi, çoğulculuğu, güç-paylaşımını kabul etmek konusunda İslamcıları ikna etmenin zor olmasıdır. İslami çevrelerde halihazırdaki genel eğilim, güç paylaşımını (hatta seküler tarzda bir yönetimde bile) milli dayanışma, insan haklarına saygı, sivil özgürlük, kültürel, sosyal ve ekonomik gelişme ve dış tehditlerin caydırılması gibi karşılıklı hedeflerin başarılması için bir araç olarak benimsemekten yanadır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
117
Gündem
Bir Devrimin Ardından - 2 Metin Yılmaz İran’da bir devrim gerçekleşmişti. Şah yenilmez
yerini İslami değerlerin almasından ve mevcut
denilen ordusuna ve Amerikan desteğine
sistemin yıkılıp yerine İslami bir düzen
rağmen ülkeden kaçmış, destekçilerine rağmen
kurulmasından bahsediyordu. Üstelik “ne Doğu
mat olmuştu.
ne Batı yalnızca İslam” diyerek ne Amerika’ya
İktidar değişikliği İslam ülkelerinde normal karşılanabilecek bir durumdu. Hem henüz bir devlet geleneği oluşturamamış, hem de İslam ile Batılılaşma arasında, gelenek ile modernlik arasında sıkışık ve kararsız kalmışlardı. Ne yapacaklarını ve nasıl düzen kuracaklarını bilmiyorlardı. Üstelik emperyalist güçler çok etkindi ve bir şekilde kendilerine daha iyi hizmet vereceklerin iş başına/yönetime gelmesini sağlıyorlardı. Bu yüzden birçok İslam ülkesinde sık sık iktidar değişiklikleri (çoğunlukla askeri darbeler) yaşanıyordu. Ancak İran’da bir grup, bir sınıf ya da belirli bir güç odağı değil halk değişim talep ediyor ve sazı ele alıyordu. Kendini anlamayan ve sürekli kendini biçimlendirmeye çalışan zalim bir yöneticiyi ve bu yönetici tarafından kendine dayatılan değerleri, ekonomik, sosyal, siyasi sistemi alaşağı ediyordu.
ne de Rusya’ya ihtiyacı olmadığını ifade ediyor, bununla da kalmıyor antiemperyalist bir duruş sergileyerek onlara meydan okuyordu. Amerika büyük, Rusya da küçük şeytan olarak tanımlanıyordu. Bu mümkün müydü? Bu devirde, bu şartlar altında bir devlet sırtını ABD veya Rusya’ya dayamadan ayakta kalabilir miydi? Tarihin sayfaları arasına gömülen, kalplere ve mescitlere sürgün edilen din yeniden hayat sahnesine çıkabilir, Şah’tan artakalan enkazı ayağa kaldırmaya güç yetirebilir miydi? 14 asır önce gelen bir din/İslam, modern bir toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilir, huzur ve mutluluğunu temin edebilir miydi? Dünyada bunun mümkün olamayacağı kanaati
Emperyalistler bu değişime rıza gösterebilirlerdi belki. Zira onlar için yönetenin kim olduğundan, nasıl yönettiğinden ziyade emperyalist ilişkilerin devamlılığı önemliydi.
hakimdi. İran’da bile devrime omuz veren milliyetçiler, solcular ve laik zihniyet sahibi gruplar; dinin Şah’ın ardında bıraktığı enkazı düzeltmeye güç yetiremeyeceğine inanıyor, ulemanın siyasi iktidarı kendilerine teslim
Fakat o da ne!
ederek camiye ve medreseye geri döneceğini
Devrim “İslam”ı referans alıyor ve adını İslam
kıyama öncülük etmiş, sonuca ulaşılınca da
devrimi, hedefini de İslam cumhuriyeti olarak
medresesine geri dönmemiş miydi? Ulema
ortaya koyuyordu. Reddedilen değerlerin
içinden birçokları (Ayetullah Şeriatmedari gibi)
118
zannediyorlardı. Nitekim geçmişte ulema birçok
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
devrim sürecinde bile bu kadar yeter dememiş
50 yıllık planlar yapılıyordu ki, İran’da devrim
miydi? Şiiliğin devletin resmi dini olduğu
gerçekleşti. “İslam” diyerek ortaya çıktı ve
1501 tarihinden bu yana, ulema hiçbir zaman
bütün ezberleri, planları bir anda bozuverdi.
yönetimin kontrolünü ele almamıştı. Artık zalim Şah kaçtığına ve devrim gerçekleştiğine göre, ulemanın da işi bitmişti. Bundan sonrası modern eğitim almış teknokratların ve modern felsefelerin işiydi. Ulema ne anlardı devlet yönetmekten, siyasetten, ekonomiden. Dinin ne işi olurdu siyasetle, ticaretle. Beklenen,
Öldü sanılan, camilere ve vicdanlara gömülen İslam, canlılık emareleri gösteriyordu. Kendinden beklenmeyecek bir şekilde, önce emperyalist ilişkilere, zalim yönetime karşı gelişen bir devrime rehberlik yapıyor, sonra da devlet yönetmeye, ekonomiyi düzenlemeye,
arzulanan ve gönüllerden geçen aynı şeydi.
yeni nesiller yetiştirmeye, uluslar arası ilişkileri
Modern dünya/Batı dünyası din karşıtı bir
kalkıyor ve hayata dönüyordu.
zeminde oluşmuş, dine hayatta yer bırakmayan ideolojilerden beslenmişti. Onun için din misyonunu tamamlamıştı. Kul ile Allah arasında kalması, kilisenin dışına çıkmaması gerekiyordu. Hristiyanlığın dogmatik yapısını, ancak onu kiliseye sürgün ederek aşabilen Batı, bütün dinleri kendi diniyle/Hristiyanlıkla bir tutma yanlışına düşüp, dini hayatın dışına ve mabetlere hapsetmeyi evrensel bir politika haline getirince ve dünyayla olan ilişkisine emperyal bir nitelik kazandırınca, İslam dini önemli bir hedef haline geldi. Zira üzerinde emperyal planlar yapılan topraklar İslam topraklarıydı ve antiemperyalist mücadeleler hala İslam’ı referans almaya devam ediyorlardı. Emperyal planlarla planların realize olması arasında tek engel vardı ve onun da aradan çıkarılması gerekiyordu. Batı kendi yaşayıp da kutsallaştırdığı süreci Müslümanlara da dayattı. İslam aşama aşama hayattan uzaklaştırılıp camiye ve vicdanlara mahkum edilirken, laiklik çağdaşlaşmanın ve modernleşmenin ön şartı haline getirildi. Ve Müslümanlara ancak dinin etkisinden kurtulup laik olmakla modernleşebilecekleri empoze edildi. İşgallerle, darbelerle, propaganda faaliyetleriyle laiklik yerleştirilmeye ve laik toplumsal düzenler inşa edilmeye çalışıldı. Bazen yönetici olarak atanan kral ve şahlar eliyle, bazen halka seçtirilen Batı yanlısı yöneticilerle bazen de darbelerle iş başına getirilen askerler eliyle halk hizaya sokulurken,
tanzim etmeye talip oluyor, tekrar ayağa
Bu tarihin seyrini değiştiren bir gelişmeydi. Bu emperyal planların boşa çıkmasıydı. Bu dünyanın başka türlü olabileceğinin bir işaretiydi.1 Uzun yıllar sonra Batı medeniyetinin Müslümanlar eliyle ilk mağlup edilişiydi.2 Ve kendilerini dünyanın sahibi ve tarihin yapıcısı görenlerin, uluslararası emperyalist güçlerin ve din karşıtı yerli güçlerin, bu duruma razı olması mümkün değildi. Devrimi zor ve meşakkatli günler ve çok yönlü bir mücadele bekliyordu. Devrim gerçekleşmişti ancak tamamlanmamıştı. Bundan sonra yapılacaklarda en az yapılanlar kadar önemliydi. Üstelik devrimin vaatleri vardı. Bağımsız bir İran, daha fazla özgürlük, tam adalet, cumhuriyet ve İslam. Milyonlar hep bir ağızdan “Azadi, istiklal, ne Doğu ne Batı, İslam Cumhuriyeti, Ne Şia Ne Sünni illa İslam sloganları” atarak Şah’a karşı çıkmışlardı. Halkın bu vaatleri sahiplenmesi ile devrim başarıya ulaştı, şimdi sıra vaatlerin gerçekleştirilmesine gelmişti. Devrimin/devrimcilerin sınavı yeni başlıyordu. Zira benzer vaatlerle ortaya çıkan birçok mücadele başarıya ulaşınca vaatlerini unutuvermişti. Hak ve adalet için yola çıkanlar Eğer tarihi Müslümanlar yazıyor olsa idi, bu olay,
1
toplumun sevk ve idaresi oluşturulan laik Batı
bir çağ / çığır açan Fransız Devrimi kadar önemli bir
yanlısı yandaşlara teslim edildi. İşler yolunda
olay olarak tarih sahnesinde yerini alırdı. Fakat tarihi emperyalistler yazdığı ve bu olayda işlerine gelmediği
gidiyordu. Müslüman toplumlar her gün biraz
için ne yazık ki önemi anlaşılmadı, anlaşılmasına izin
daha dinden uzaklaşıyor, bu toplumların sahip olduğu zenginlikler Batı’ya transfer ediliyor ve bu çarkın sürekliliğini sağlamak üzere 20 yıllık,
verilmedi. Kelim Sıddıki http://haksozhaber.net/okul_v2/article_
2
detail.php?id=3987
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
119
bir zalime, özgürlük çağrısı yapanlar baskı kuran
bir durumdur. Çoğu kere bu süreç devrim
bir despota dönüşmüştü. Cumhuriyet diyenler
sürecinden daha kanlı yaşanır. Ağır bedeller
halkı kendilerine mahkum ederken İslam’ı da
ödeyerek iktidarı ele geçirenler onu paylaşmak
bir maske olarak kullanmışlardı. Gücün yoldan
ya da rakiplerine kaptırmak istemezler.
çıkarıcı bir özelliği vardı ve onun cazibesine
Muhaliflerine baskın gelerek sürece hakim
kapılmak çok kolaydı.
olmaya, sindirerek ya da yok ederek devrimi/
Acaba İran’da ne olacaktı? Şah’ın saltanatını yıkanlar yeni bir saltanat mı kuracaklardı?
kendilerini korumaya çalışırlar. Tarihte gerçekleşen iki büyük devrimde, Fransız Devrimi ve Bolşevik Devrimi’nde (devrimden sonra) öldürülen insan sayısı yüz binlerle hatta milyonlarla ifade edilmektedir.
Özgürlük diyerek insanları peşlerinden sürükleyenler, kendilerini dayatan ve halkı zorla yola getiren politikalar mı izleyeceklerdi?
İran’da Şii kültür etkisi ile ulemanın toplumda özel ve etkin bir konumu vardı. Daha önceki birçok sosyal ve siyasi olayda olduğu gibi bu
Hangi İslam anlayışını ölçü alacak ve sahip
olayda da liderliği ulema üstlendi. Ayetullah
olduğu mezhebi anlayışı ne kadar aşabilecekti?
Humeyni karizmatik kişiliği sayesinde bu süreci
Adalet ve soysal adalet tesis edilip örnek bir toplum inşa edilebilecek miydi? Bütün bunlar meçhuldü, dünya İran’ı takip ediyor, merakla ortaya çıkacak sonucu bekliyordu.
başarı ile yönlendirip devrimin gerçekleşmesini sağladı. Dini değerlere mesafeli duran solcu, milliyetçi ve laik kesimler bile onun bu doğal liderliğini benimsediler. Ortaya çıkan sonuç onların bile hayal sınırlarını zorlayacak nitelikteydi. Ancak zihinlerin arka planında dinin bundan sonraki süreci yönlendirmeye muktedir
Devrim Topluma Mal Oluyor
olamayacağı fikri hakim olduğu için, ulemanın
Devrim temelde iki aşamadan oluşur. Birinci
bulunarak medresesine döneceği beklentisi
aşamada zulüm üreten, köhnemiş eski düzen
taşıyorlar, sıranın kendilerine geleceği günü
yıkılır, ikinci aşamada devrimin önüne koyduğu
bekliyorlardı. Oysa farkına varmadıkları bir şey
hedefler doğrultusunda yeni düzen kurulur.
vardı. Ayetullah Humeyni ile devrim özdeşti.
Birinci aşamada hakimiyet el değiştirir, yeni
O, devrimin kendisiydi. Ve o, Velayet-i Fakih
güç sahipleri topluma egemen olur. Devrime
ilkesi ile Şah’tan sonra olacakların sinyalini çok
asıl rengini veren ikinci aşamadır. Devrime
önceden vermişti.
götüren ilke ve değerler tabana yayılır, toplumu biçimlendirir ve bu değerler doğrultusunda
rolünü sürdüremeyeceği ve bazı taleplerde
Humeyni’nin karizmatik liderliği ve kararlılığı
devrim kurumsallaşır.
sayesinde Şah’tan sonra bir iktidar boşluğu ve
İran’da devrimin ilk aşaması başarı ile
halkı harekete geçiren, ateşleyen, yönlendiren,
tamamlanır, etnik ve ideolojik farklılıklarına
öncülük eden ve süreci belirleyen ulema,
rağmen insanların omuz omuza vermesi
bundan sonraki süreçte de etkinliğini sürdürdü.
ile monarşi yıkılır, ülke zalim Şah’tan ve
İslami referanslar ışığında toplumunun
avenesinden kurtulur. Şimdi sıra yeni düzenin
yeniden inşasına yöneldi; devleti, ekonomiyi,
inşasındadır.
siyaseti, hukuku, ahlakı, eğitimi vb. toplumsal
karmaşa oluşmadı. Devrimin başından itibaren
Ancak bir problem vardır. Bunu kim, nasıl yapacaktır? Devrim sürecinde memnun olmadıkları sisteme/ idareciye karşı farklılıklarına rağmen birleşen
hayat alanlarını İslami esaslara göre yeniden düzenlemeye girişti. Genel hedef İran’ı İslamlaştırmaktı. Ancak bu hiç de kolay olmayacaktı.
grupların devrim sonrasında aralarında
İran halkı yıllarca İslam’dan uzaklaştırma
iktidar mücadelesine girişmeleri kaçınılmaz
politikalarına maruz kalmıştı. Geleneksel din
120
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
anlayışı mistik öğelerin ve Batini yorumların
kendilerinden önceki devlet yapısını/var olan
etkisi altındaydı. Devrime, mücadeleye
fiili durumu bozmak/yıkmak yerine, ona yavaş
değil mehdi beklemeye odaklıydı. Hayattan
yavaş sirayet etmeyi, amaçlarına adım adım
uzaklaştırılan dinin yerini Batı kaynaklı
ulaşmayı tercih ettiler. Bir yandan anayasa
değerler ve yaşam biçimleri almış; sol,
hazırlıkları başladı ve bu maksatla üyelerinin
liberal, milliyetçi ve laik düşünceler yaygınlık
çoğunluğu ulemadan oluşan Uzmanlar Meclisi
kazanmıştı. Toplum bu haliyle devrimi başarmış
oluşturuldu. Diğer yandan geçici bir hükümet
olsa da, daha ileri hedeflerin gerçekleşmesi
kuruldu, kurulan geçici hükümetin başına da
mümkün gözükmüyordu. Zira her iki kesim
muhalefetin tepkisini çekmeyecek bir isim,
de (gelenekçiler-modernistler) din ile devlet
Ulusal Cephe’den Mehdi Bazergan3’ atandı.
ve din ile hayat arasındaki ilişkiyi koparan
Ulemaya/devrime muhalif olması beklenen
bir mantığa sahipti. Ve bu değişmesi/
Halkın Fedaileri, Halkın Mücahitleri ve Tudeh
değiştirilmesi gereken bir durumdu. Her ne
bu hükümeti, anti-emperyalist “milli burjuva
kadar Humeyni’nin karizmatik kişiliği ve özellikle
hükümeti” olarak destekledi.
de mustazafları muhatap alan söylemleri halk üzerindeki etkinliğini sürdürmesini sağlıyorsa da sistem kurulmaz, kurumlar ve kadrolar oluşturulamazsa devrimin akamete uğrama ihtimali bulunmaktaydı. Devrimci kadrolar açısından tablo şöyledir: Devrime omuz veren fakat devrimci bilince yeterince sahip olmayan bir halk vardır. Etnik ve ideolojik farklılıkların sorun olma ihtimali bulunmaktadır. Siyasi olarak milliyetçiler ve özellikle solcular, etnik olarak da Azeriler ve özellikle Kürtler ciddi bir problem teşkil etmektedir. Gizli gizli de olsa bir iktidar mücadelesi yaşanmaktadır. Şah’ın ve ABD’nin de ümitleri tükenmemiştir. Şah, ABD sayesinde 1955’te olduğu gibi bir karşı darbe ile yeniden tahta oturacağı beklentisi içindedir. ABD ise kaybettiği İran’ı bir şekilde
İmam Humeyni, laik ve milliyetçi bir kafa yapısına sahip olan Bazergan’ı muhalefetle zıtlaşmamaya özen göstermek gerektiği için tercih etmişti. Sorunlar çıkacağı belliydi. İlk sürtüşme Mart ayının başlarında ülkede İslam Cumhuriyeti’nin kurulması konusunda “evet” ya da “hayır” oylamasının hazırlıkları yapıldığı sırada yaşandı. Bezergan halkın önüne üçüncü bir oy pusulası, Demokratik İslam Cumhuriyeti seçeneğini de koymaktan yanaydı. Humeyni bunu, “Ülkenin ihtiyacı olan İslam Cumhuriyeti, ne Demokratik Cumhuriyet ne de Demokratik İslam Cumhuriyeti. Batılılara ait ‘demokratik’ terimini ağzına alma. Böyle bir taleple ortaya çıkanlar İslamiyet hakkında hiçbir şey bilmiyorlar demektir.”4 gerekçesiyle reddetti. Sonra da ekledi: “İslam’ın önüne demokratik gibi bir sıfat koymaya gerek yok. Çünkü İslam her şeydir, her şey anlamına gelir. Zaten kusursuz olan İslam sözcüğünün yanına başka
tekrar kazanma.
bir sözcük eklemek hazin.”5
Yani yerleşmesi gereken bir devrim, devrimci
Diğer yandan da ulema içinden bir grup
bilince sahip kılınması gereken bir halk, sindirilmesi, hizaya sokulması ya da karşı devrimci olmaktan çıkarılması gereken bir muhalefet vardı.
İslam Cumhuriyeti’nin nasıl bir devlet olacağı tartışmasına “halkın reyine ne gerek var, şeriatı uygulayan otoriter bir devlet olmak gerek” diyerek katıldı ve teokratik bir devlet telkin ve talebinde bulundu. Ancak Humeyni bunlara
*** Devrimin ilk yılları devrimin yerleştirilmesi/
itibar etmediği gibi Mehdi Bazergan’ın etkin Bazergan milliyetçilik, laik ve liberal Batı felsefelerden
3
etkilenmiş ılımlı bir Şii idi. Dünya ve devlet işlerinde
yeni toplumun inşası için atılan adımlarla ve
ulemaya danışman olarak konum biçiyor, devletin
kurumsallaşma çabaları içinde geçti.
yönetimini ise uzmanlara bırakıyordu. İttilaat, 1 Mart 1979
4
Öncelik yeni yönetimin ve anayasanın oluşturulmasına verildi. Devrimciler
O. Fallaci, Humeyni ile Röportaj, New York Times, 7
5
Ekim 1979
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
121
olmasına ve istediği politikaları uygulamasına da
kumandanlarını atamak, cumhurbaşkanını
izin vermedi. Bazergan bu durumu şöyle itiraf
onaylamak ve gerekirse görevden almak,
eder. “Kağıt üstünde yetki hükümetin elinde;
yargının ve devlet radyo ve televizyonunun
oysa gerçekte yetkiyi elinde tutan Humeyni,
başını atamak gibi birçok önemli yetkiyi elinde
onun Devrim Konseyi, devrimci komiteleri ve
bulundurur (Wilfried Butcha 2002: 46-55).
kitlelerle ilişkisi… Elime bir bıçak tutuşturdular,
Anayasa mahkemesi görevini gören Koruyucular
ama bu bıçağın yalnızca sapı bende. Keskin
Konseyi’nin (şûrâ-yı negahbân) on iki üyesinden
ucuysa başkalarının elinde.”6
ilmiyeye mensup altısını atama gücünü elinde
1979 Kasım ayında yapılan referandumla yeni anayasa halkın ezici çoğunluk oyları ile kabul edildi ve ülkenin yeni hukuksal ve siyasal yapısı oluşturuldu.7
bulundurur. Ayrıca devrim muhafızları ordusu olan Sepah ve paramiliter bir organizasyon olan Besic teşkilatı da doğrudan Rehber’e bağlıdır. 2000 yılı itibariyle bunlardan birincisinin 30 bin askeri, ikincisinin ise 90 bin kadar tam zamanlı
İran İslam Cumhuriyeti Anayasası’nda ilk dikkat çeken şey, onun fıkhi veya kelami fetvaların bir ürünü değil, tamamen rasyonel bir metin olmasıdır. Şeriatın üstünlüğüne atıfta bulunmasına, siyasi otoritenin başına da Şii ulemayı getirmesine rağmen laik izler taşımaktadır. Her şeyden önce oylamanın meşruiyetine dayanmakta ve şeriat anayasanın yerini değil anayasa şeriatın yerini belirlemektedir. Anayasanın İslam Cumhuriyeti için belirlediği siyasi sistem, teokratik meşruluğun ve demokratik özgürlüklerin çakıştığı, karşılaştığı ve rekabete girdiği melez bir sistemdir. Başka bir deyişle demokrasi ile Şia “imamet” teorisinin bir sentezidir.8 İran Anayasası’nın 56. maddesine göre “bu yeni yapılanmada dünya ve insan üzerinde mutlak egemenlik hakkı Allah’ındır.” Allah’ın hakimiyetini temsil eden aslında 12. İmam’dır. Onun yokluğunda ise anayasanın 5. Maddesine göre “iktidar ve imamet adil, takva sahibi, zamanın icaplarını bilen, gözü pek, becerikli, tedbirli fakihin uhdesindedir.” 57. maddeye göre de “egemenlik güçleri; yasama gücü, yürütme gücü, yargı gücü Velayet-i Fakih denetimindedir Yasama, yürütme ve yargı güçlerini organize etmek ve rejimin genel politikalarını belirlemek Rehberlik makamının uhdesindedir.” Orduları kumanda etmek, güvenlik güçlerinin O. Fallaci, Mehdi Bezirgan ile Röportaj, New York
6
görevlisinin yanı sıra milyonlarla ifade edilen gönüllüsü olduğu tahmin edilmektedir (Wilfried Butcha 2002: 66-68). Son olarak da aralarında çok büyükleri de olan, “Bonyad” denilen vakıflar da Rehber’e bağlıdır. Bu nevi vakıfların gücü hakkında fikir vermek için bunların en büyüklerinden olan Maluller ve Mazlumlar Vakfı’nın (Bonyad-i Canbazan ve Mostaz’afan) 1995 yılı itibariyle 10 milyar dolar civarı bir mal varlığına sahip olduğunu belirtmek sanırız yeter (Wilfried Butcha, 2002: 74).9 İran siyasal sistemi Velayet-i Fakih’in ruhani, ahlaki, siyasi ve dini liderliği üzerine bina edilmiştir. Liderliğin sahip olduğu yetkiler hakkında yukarıda yazılanlar net bir fikir vermektedir. Öyle ki bu yetkiler birçoklarına göre devrik Şah’ın sahip olduklarından daha fazladır. Üstelik bu sefer kutsallığa da sahiptir. Bu durum pratik hayatta şöyle tezahür eder. 5. Sınıf ders kitabında “İslamî toplum dinî liderler tarafından yönetildiği için kanunlara… itaatsizlik bir günahtır ve Allah’ın ve Peygamber’in arzusuna karşı gelmektir.”10 şeklinde ifade edilmiştir. Ayetullah Muntezeri idamlar konusunda Humeyni’ye itiraz edince çevresinin gösterdiği tepki “Neden sen İmam’ın sözünün üstüne söz söyledin. Sen İmam’ın yardımcısısın ve onun söylediklerini onaylamakla yükümlüsün.”11 şeklinde olmuştur.
(Asef Bayat 2007: 127). http://www.fikirzamani.com/
9
Times, 21 Ekim 1979, Abrahamian 20 milyon kişinin evet oyu verdiği referandumda, hayır
7
Default.aspx?Ctrl=Text&IDArticle=192 “İmamet”, Sosyal Bilgiler, İlk Öğretim, Beşinci Sınıf,
10
diyenler 140 bin kişiyle sınırlı kalmıştır. http://www. fikirzamani.com/Default.aspx?Ctrl=Text&IDArticle=195 Ömer Turan, “Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta: Orta
8
Doğu”
122
1986, s. 238. Radyo Zamane’nin Ayetullah Muntezeri ile yapmış
11
olduğu röportaj http://haksozhaber.net/author_article_ detail.php?id=16121
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
İktidar kutsallaştırılması eleştirinin,
derecesinde önemlidir. Zira her şey ona
sorgulamanın, muhalefetin ve hatta düşünmenin
bağlıdır. Ve bu yüzden onu korumak her şeyin
ve daha iyiyi aramanın önünü keser, itaatten
önüne geçer. Koruma dürtüsü, tehdit algısında
başka seçenek bırakmaz. Yapılan yanlışlar
hassasiyete ve dolayısı ile de denetlemeci,
karşısında ise hikmet arama ya da mazeret
kontrol edici özelliklerin öne çıkmasına sebep
bulma sonucunu doğurur. Yanlış yanlışı takip
olur. Muhataplar açısından durumun bir baskı
eder, yanlışlar süreklilik kazanır. Sorunların
unsuru olup olmaması önemsenmez. Yapılan
azalması, bitmesi beklenirken büyümeye devam
her icraat ve oluşturulan her kurum devrimi
eder ve hatta başlangıçta kolayca çözülebilecek
yerleştirmenin yanında koruyan ve kollayan
olanlar bile zamanla o kadar büyür ki çözümsüz
bir misyon da üstlenir. Mesela devrimin
bir hal alır.
teminatı kabul edilen anayasanın değiştirilmesi
İran’da, otoritenin tek elde toplanması ve kutsallaştırılması durumu başlangıçta sorunların çözümüne hizmet eder gibi gözükür, İmam Humeyni’nin varlığı ve yetkileri devrimin teminatı olur, sürecin devrim lehinde işlemesini sağlar. Sahip olduğu geniş yetkilere rağmen İmam Humeynî Velayet-i Fakih teorisinin mutlak ilahî hükümet anlamına gelmediğini göstermeye çalışır. Yaptıklarına İran halkını ortak eder, halkın tercihlerine saygı gösterir ve yaşadığı sürece seçim sonuçlarından hiç birine itiraz etmez. İslam dini esas alınarak hazırlanan anayasa halkın onayı ile geçerlik kazanır. Cumhurbaşkanı ve parlamento halkoyu ile seçilir. Velayet-i Fakih esasına dayalı İslam Cumhuriyeti halkın onayı ile kurulur. Ayrıca oluşturulan şûraların diktatörlerin güdümündeki sahte meclislere dönüşmesini engellenmek için de, geniş katılıma ve çoğunluk görüşünü esas almasına dikkat edilir.
güçleştirilir ve özellikle de “İslâmiyet” “Velayet-i Fakih” ve “Cumhuriyet” gibi devrimle özdeşleşen maddeler değiştirilemezliği kabul edilir. Anayasanın öngördüğü sistem de korumacı ve denetleyici bir mantıkla kurulur. Velayet-i Fakih’e verilen geniş yetkilerin arka planında bu yatar. Ve ayrıca denetleme mekanizmalarına/ denetleyici kurumlara o kadar geniş yer ve yetkiler verilir ki, seçimle gelmiş hükümetlerin adeta eli kolu bağlanır. Bunlar sistemi dini yönden kontrol altında bulunduran; Ulema Meclisi, Anayasa Muhafızlar Konseyi ve Seçici Kurul’dur. Devrim Rehberi’ni seçme, performansını değerlendirme ve görevden alma yetkisi Ulema Meclisi’ne aittir. Parlamentodan geçen tüm yasalar Anayasa Muhafızları Konseyi’nin önüne gelir. Yasalar hem anayasaya, hem de İslam’a uygunluk bakımından denetlenir. Anayasaya uygunluk, tüm üyelerin oylarıyla belirlenirken, İslam’a uygunluk için ise sadece
Humeyni’nin bütün baskılara rağmen halkın
Rehber’in atadığı altı üye karar verir. Ayrıca
reyini dikkate almayan otoriter bir İslam
ulusal seçimleri denetleme ve seçimlerde aday
Hükümeti tasarısını reddeder, gücün mecliste
olanların uygunluğunu araştırmak bu organın
toplandığı, seçimlere, halkın reyine/onayına
görevleri arasındadır. Seçici Kurul ise yasama,
dayalı bir sistem kurmaya çalışır. Ancak bir otoriteyi yıkıp yerine yeni bir otorite tesis etmek, bir ülkeyi kutsiyet atfedilen bir kişinin ellerine, aklına, basiretine teslim etmek sorunlu bir durumdur. Sorunlar üretecek bir durumdur. Her ne olursa olsun sağlıklı bir yapılanma değildir. Yönetici adil iken, tarafsız iken, ileri görüşlü iken, sorun olmayacaktır belki ama ya tersi bir durumda…
yürütme ve yargı erklerini denetleme yetkisine sahiptir. Devrimi koruma duygusu muhalefetle ilişkiyi de belirleyen temel unsur olur. Hassaslaşan tehdit algısı tahammülü azaltırken tepkileri şiddetlendirir. Aykırı seslere tolerans tanınmaz ve her aykırı ses devrim düşmanlığı ile devrime karşı komplo kurmak ile suçlanır. İran’da İslami literatür bu maksatla bolca kullanılır. “Münafık,
***
fitneci,” devrim düşmanları için ya da yönetici kadro gibi düşünmeyen devrimci muhalifler
Anayasada dikkat çeken bir başka nokta da
için kullanılan temel kavram haline gelir.
aşırı korumacı yaklaşım ve denetleyici yapıdır.
Kendilerini otomatik olarak “Hz. Muhammed/
Devrim, devrimi gerçekleştirenler için kutsallık
Hz. Ali tarafına” oturtan devrimciler, her türlü
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
123
muhalefeti gayri meşru ilan etmek için Muaviye, Yezit gibi isimlendirmeleri kullanır.
yargıçlık yapmaya başladı. Herkes için “kamuda İslami kurallara göre
Tarihin tanık olduğu bütün devrimlerde, devrim
giyinme” yönetmeliği çıkarıldı. Bu kurallara
düşmanı kabul edilen muhaliflere karşı devrimin
uymayanlara para cezaları verildi, hatta fiziksel
selameti için acımasız davranılmıştır. Devrimin
cezalar uygulandı.
selameti öldürülenlerin sayısı yüz binler ve hatta milyonlarla ifade edilir. İran İslam Devrimi
Aile Koruma Yasası değiştirilerek kızların
onlarla kıyas edilemeyecek kadar insaflıdır.
evlenme yaşını yeniden on üçe indirildi,
Ancak devrimin tabiatından kaynaklanan süreç
mahkeme izni gerekmeksizin erkeklerin eşlerini
yine de yaşanacaktır. Gezici Devrim Mahkemesi
boşamasına olanak tanındı. Kadınlar yargı
ile idam sehpaları kurulur. İlk hedef Şah’ın
sisteminden çıkarıldı.
arkada kalan adamlarıdır. “Tarihçi Ervand Abrahamian’ın tespitine göre 1979 Şubatı ile 1981 Haziran’ı arasında Devrim Mahkemeleri “karşı devrimci” oldukları ve “nifak tohumları” ektikleri gerekçesiyle 497 muhalifi idam etmiştir. Daha sonra gelen 4 yıl içinde ise aynı gerekçe ile çoğunluğunu halkın mücahitlerinin oluşturduğu, Kürtler, Tudeh Partisi, Milli Cephe üyeleri ve Ayetullah Şeriat Medari’nin taraftarlarının da aralarında bulunduğu 8 bin muhalif idam edilmiştir.” Koruma dürtüsü ile oluşturulan sistem baskıcı,
Laik dergi ve gazeteler kapatıldı. Basılı ve görsel basına, kitap ve dergilere sansür uygulandı, Öğretim görevlileri arasında temizlik yapıldı ve laik ve solcu öğretmenler öğretim sisteminden çıkarıldı. Eğitim sistemi yeniden yapılandırıldı; monarşiyi ve laik kahramanları öven anlatımları yok etmek, laik mantığın izlerini silmek için müfredat ve içerik İslami değerler doğrultusunda yeniden oluşturuldu; ders kitapları yeniden yazıldı.
belirleyici ve sınırlayıcı olmaktan kurtulamadı.
Yüksek eğitimi İslamlaştırmak için bütün
Muhalefete gerekli anlayış gösterilemedi ve
üniversiteler ve araştırma merkezleri kapatıldı.
tahammül her geçen gün azaldı. Devrim,
İki yıl boyunca da kapalı kaldı.
yöntemin tabiatından kaynaklanan sıkıntıları yaşamaktan kurtulamadı. Kendisinden önceki devrimlerden daha insaflı daha iyi olmanın ötesinde devrim algısında ve sonrasında yaşananlarda bir devrimi başaramadı. *** Sistemin temellerini atan ve muhalefetin
Devrimi korumak ve sokakları dizayn etmek için “Devrim Muhafızları, Hizbullah ve Besic” birimleri oluşturuldu. Devrimi yaygınlaştırmak ve ulemanın konumunu sağlamlaştırmak için yoğun bir kampanya başlatıldı.
etkinliğini kıran devrim bir yandan da toplumu
Devrim “ne Şii ne Sünni yalnızca İslam”
dönüştürecek uygulamalara başladı. Şah’tan
sloganında ifadesini bulan ümmetçi bir
artakalanları temizlemek için Şah yandaşları
perspektifle yola çıktı. “İmam Humeyni’ye
olanlar ve Bahailer12 hükümet mevkilerinden
Paris’e vardıktan sonraki ilk mülakatlarından
uzaklaştırıldı, ibadet yerleri kapatıldı, liderleri
birinde, devrimin Şii kökenleri hakkında
tutuklanarak bazıları idam edildi. İslamiyet öncesi ve İslamiyet dışı İran’a işaret ve semboller silinmeye çalışıldı. Şahlık rejimi yerini cumhuriyete, laik hukuk yerini İslam hukukuna bıraktı. Din adamları Bahai Dini, amacı tüm ırkları ve tüm insanları evrensel
12
bir amaçta ve müşterek bir dinde birleştirmek olan bir
124
sorduklarında çok içten ve basit bir ifadeyle “artık Şii ve Sünni’yi geleneksel olarak birbirinden ayıran meselelerin hükmü ortadan kalkmıştır. Biz hepimiz Müslüman’ız. Bu bir İslam Devrimi’dir. İslam’da hepimiz kardeşiz.” Cevabını verdi. Sünnilere, Şia’ya katılmaları gibi bir çağrıda bulunmadığı gibi Şiilere de:
dünya dinidir. Hz. Bahaullah’ın tüm çağların vadedileni
“Mescid-i Haram’a gittiğinizde, hacca gittiğinizde
olduğuna inanır ve onu takip ederler.
Sünniler ne yapıyorsa siz de onu yapınız, yanlış
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
da yapıyor olsalar onları takip etmelisiniz.13
devrimin anti-Amerikancı, antiemperyalist
Telkininde bulundu.
yönünü güçlü bir şekilde tüm dünyanın gözleri
Dillendirdiği antiemperyalist söylemi ve İslam’ı sahiplenmesi ile Müslümanları derinden etkiledi. İmam Humeyni’nin devrimin yaygınlaşmasını önemseyen yaklaşımları devrim ihracının bir devlet politikasına dönüşmesini sağladı. Sünni dünya ile ilişkilerde ihtilaf noktalarından ziyade ittifak noktalarını öne çıkaran bir yaklaşım içinde İran, kapılarını bütün İslami örgüt ve partilere, bağımsızlığı önemseyen yapı ve devletlere açtı. İslam Birliği ve Filistin ile ilgili sayısız konferansa ev sahipliği yaptı ve Filistin davasını destekleyip maddi yardımlarda bulundu.
önüne serdi. ABD ile 444 süren rehine krizi yaşandı, sorunu çözmek için pazarlık ve askeri operasyon dahil bir çok yol denendi ama hepsi hüsranla sonuçlandı. İran’ın uluslararası arenada saygınlığı arttı, mağdur ve mazlum halkların sempatisini topladı. Bu olay ülke içinde ise bir dizi operasyona imza atılmasına imkan hazırladı. Mehdi Bazergan istifa etti yerine Humeyni’ye yakınlığı ile tanınan Ebul Hasan Beni Sadr seçildi. Devrim muhalifleri ile ABD arsındaki ilişkiler deşifre edilerek halk nezdinde itibar kaybetmeleri sağlandı.
İlgisini hiçbir İslami oluşumdan esirgemedi
Devrim yerleşmesine katkı yapan bir diğer olay
ve hatta finansman desteği sağladı, onlarla
ise Irak’ın İran’a saldırması ile başlayan savaş
işbirliği içine girmeye çalıştı. Ümmet fikrinin
oldu.
canlanmasına çok ciddi katkılar yaptı. Ancak İslam ülkelerinin yöneticileri gelişmelerden hiç de memnun değillerdi. Kendileri için bir tehdit ve tehlike olarak gördükleri devrime karşı Batı’nın ve ABD’nin yanında yer aldılar, devrimi kuşatma girişimlerine destek olarak bir kez daha Müslümanlara ihanet ettiler. ***
İran-Irak Savaşı “1970’li yıllarda ABD Orta Doğu’daki İslam ülkelerini iki gruba ayırıyordu; benzin istasyonları ve polis karakolları. Mesela Kuveyt, Bahreyn, Abu Dabi gibi körfez ülkelerini benzin istasyonu olarak tanımlarken; İran, Türkiye, Mısır, Ürdün, Suriye gibi ülkeleri de polis karakolu olarak tanımlıyordu.”14 İran geliştirdiği
Herkes devrimin yıkılmasını bekliyor ve yıktı
antiemperyalist tavırla ve devrimle, emperyalist
yıkılacak gözü ile bakıyordu. İçeride pusuya
güçler tarafından bir tehdit ve tehlikeye olarak
yatmış bir muhalefet, dışarıda ise devrimi
algılandı. Acil tedbirler devreye sokuldu. Bir an
boykot, ambargo, karalama, yalnızlaştırma
önce devrimin önü kesilmeli, İslam ülkelerine
kampanyaları ile kuşatan emperyal güçler
sıçramasının/etkilemesinin önüne geçilmeli,
ve yandaşları vardı. Ancak İslam Devrimi
devrimcileri (devrime kalkışacak olanlara)
genel kanıya rağmen ayakta kalmayı başardı.
yaptığına yapacağına pişman edecek bir ders
Devrim düşmanlarının her yaptığı, muhalefetin
verilmeliydi.
sesini keserken İran halkının devrim etrafında kenetlenmesini ve desteğini arttırdı.
Emperyalist güçler hemen bir dayanışma içinde
ABD’nin devrik Şah’a itibar gösterip 4 Kasım
Afganistan’ı işgal ederek kuzeyden İran’ı
1979’da Newyork’da bir hastaneye kabul
kuşatmayı denemesi bu yöndeki ilk hamle
etmesi zaten büyük şeytan olarak tanımlanan
oldu.15 Devrime direkt müdahale ettiği
bu ülkeye karşı öfkeyi arttırdı ve bir grup
takdirde tepki çekeceğini ve İslami uyanışı
öğrenci ABD konsolosluğunu işgal ederek
hızlandıracağını düşünen ABD Sovyetler’in
Amerikalı diplomatları rehin aldı. Zihinlerde
icazetini ve körfez ülkelerinin de desteğini
devrime rağmen ABD’nin her an müdahale
alarak Irak’ı İran’a karşı harekete geçirdi. Irak
etme ve 1955’te gerçekleştiği gibi Şah’ı geri
lideri Saddam Hüseyin tetikçi olmaya hazırdı
getirme endişesi vardı. Bu eylem ABD’nin
zaten. Zira İslam Devrimi çoğunluğu Şii nüfuza
bütün beklentilerini boşa çıkarmakla kalmadı,
sahip Irak halkını etkilemişti. Öte yandan
http://haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.
13
php?id=3987
İran’ı ablukaya almaya giriştiler. Sovyetler’in
Ali Bulaç, Hedefteki Ülke İran shf: 133
14
Cengiz Çandar, Orta Doğu Çıkmazı, Hil Yayınları, s. 33
15
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
125
Saddam’ın, Arap dünyasına lider olmak gibi
şiddetli tedbirler alınmaya başlandı. Halk
ihtirasları vardı. Önce Şattülarap sorununu
desteğinden yoksunlaşan ve devlet baskısından
gündeme getirip daha sonra 1975 yılında
dolayı sol örgütler yurt dışına kaçmak zorunda
imzalanan Cezayir Anlaşması’nı tanımadığını
kaldı. Kaçamayanlar ise ya hapis edildi ya da
ilan ederek İran’a savaş açtı. İslam Devrimi’ni
idam. Böylece muhalefet tamamen sindirilirken
yok etmek sebebi ile başlatılan savaş, dünya
devrimci kadroların önündeki bir engel daha
kamuoyuna “Şattülarap sorunu” olarak lanse
kalkmış oldu.
edildi. Savaş boyunca emperyalist güçler ve onların sadık müttefikleri olan Arap ülkeleri tüm güçleriyle Irak’ı silah ve teçhizat bakımından desteklediler. Irak İran topraklarına girerek kısa sürede Huzistan’ı işgal etti. İran ise hazırlıksız yakalandığı bu saldırı karşısında organize olup
Zayıf oldukları tek yer cephelerdi. İç düşman kalmayınca oraları da güçlendirmeye başladılar. Daha önceleri savaş cephelerine gitmekten kaçınan halkın, yığınlar halinde cephelere seferber olması ile önce Irak ordularının
bir direniş ortaya koyamadı.
ilerlemesi yavaşladı, sonra durdu ve daha
İran henüz devrim sonrası bütünlüğünü
denge gelmiş ve hatta İran öne geçmişti. Ancak
sağlayamamıştı. Ülke liberal/laik ve dini
düşmanın arkasında bütün bir dünyanın desteği
olmak üzere iki eğilimin mücadele alanına
vardı. Üstelik bir ilkesi ve kuralı da yoktu.
dönüşmüştü. Yönetimde çok başlılık vardı.
Kimyasal ve biyolojik silahları kullanmaktan
Cumhurbaşkanı Beni Sadr ile başbakan Ali
ve çoluk çocuk demeden bir şehri -Halepçe-
Recai arasında ve ordu ile Devrim Muhafızları arasında güven sorunu yaşanıyordu. Bu durum
sonra da geri çekilmeye mecbur kaldı. Savaşa
katletmekten imtina etmiyordu.
Beni Sadr’ın cumhurbaşkanlığından azli ve Ali
Sekiz yıl süren ve binlerce insanın ölümüyle
Recai’nin onu yerini alması ile halledildi. Fakat
sonuçlanan savaş, Güvenlik Konseyi’nin ateşkes
bu seferde Beni Sadr’a destek veren solcular
önerisinin taraflarca kabul edilmesi ile sona
devrime karşı harekete geçti. Aralarında
erdi. Humeyni bu anlaşmayı “zehir içmek”le
cumhurbaşkanı, başbakan ve milletvekillerinin
bir tuttu. Zira bu savaşın kazanılması devrimin
de bulunduğu yönetim kadrosunun şehadeti
hedeflerinden biri olan devrim ihracına kapı
ile sonuçlanan bir dizi suikast ve bombalama
açacaktı. Ama olmadı. Cephede kazananı
eylemi gerçekleştirdiler.
olmayan bu savaştan devrimciler, devrim
16
Bu, zor zamanda
devrim muhaliflerinin yaptıkları bir ihanet
muhaliflerini bir daha bellerini doğrultamayacak
olarak algılandı. Devlet bu eylemleri bir meydan
şekilde ezdikleri ve halkın etraflarında
okuma olarak kabul edip muhalefete savaş
kenetlenmesini temin ettikleri için karlı çıktılar.
açtı. Halk da hem iç muhalefete hem de dış güçlere karşı devrimcilerin yanında yer aldı. Halkın Mücahitleri’nin bazı militanları eylem esnasında halk tarafından yakalanıp linç edildi. Gösteriler acımasızca bastırıldı, hücre evler basıldı, kitlesel tutuklamalar ve idamlar içeren 28 Haziran 1981 tarihinde İslami Cumhuriyet Partisi
16
[İCP]’nin Tahran’daki merkez binasında bir çok İranlı lider toplantı halindeyken şiddetli bir bomba patladı.
durum devrim sürecinin sağlıklı bir şekilde işlemesine de engel oldu. Devrimle ve devrim süreci ile ilgili tartışmalar yapılamadı. Ne Velayet-i Fakih, ne demokrasi, ne cumhuriyet ve ne de devrimi yerleştirmek için yapılan uygulamalar tartışılabildi. Geleneksel din anlayışı, Şia’nın kalıpları, ulemanın konumu da
Bomba İCP’nin Genel Sekreteri Ayetullah Muhammed
tartışılamadı. Devlet ile birey arasındaki ilişki ve
Beheşti ve İslam Cumhuriyeti’nin önde gelen bir çok
bireyin hakları, meşru muhalefetin imkanları,
liderinin ölümüne yol açtı. İki ay sonra, 30 Ağustos
kadın-erkek ilişkileri de yeterince konuşulamadı.
günü, Tahran’ın merkezi bir yerindeki Başbakanlık ofisinde patlatılan bir bomba, o sırada toplantı halinde olan Cumhurbaşkanı Muhammed Ali Recai ve Başbakan Muhammed Cevad Bahonar ile birlikte üç kişinin ölmesine yol açtı. Hiç bir muhalefet grubu saldırıların
126
Ancak şu da var ki yaşanan bu olağan dışı
Savaş ve ülkenin bütünlüğü her zaman daha önde idi. Ve bu durum birçok sorunun bastırılmasına mazeret teşkil etti.
sorumluluğunu üstlenmedi, ama olaylardan solcu
İlerleyen yıllarda uluslar arası arenada gerginlik
Mücahidin-i Halk örgütü sorumlu tutuldu.
yaratan politikalar izlemek, ülke içindeki
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
sorunlarla başları sıkıştığında İran’ı yönetenlerin
Ancak imamın mollaları frenleyen ve halkın
başvurduğu bir yol olacaktır. Mesela;14 Şubat
reyini önemseyen yaklaşımı sistemin otoriter bir
1989’da İmam Humeyni, Peygamber’e iftiralarla
yapıya dönüşmesini, molla devleti/teokratik bir
dolu bir kitap yazan Salman Rüşdi hakkında
devlet olmasını engelliyordu.
ölüm fetvası verdi, hükümet de para ödülü koydu. Bu hem Peygamber’i sahiplenmenin bir dışa vurumuydu hem de gündem değiştirmenin bir yolu.
Humeyni ölüm döşeğindeyken Anayasal Reform Konseyi, Hamaney’in bir sonraki Ruhani Lider olabilmesi için anayasada değişiklikler yaptı. Kıdemli müctehidlerin devrime desteklerinin
Oysa konuşulmayan/konuşulmasına izin
zayıf olması, yetiştirilen varis Muntezeri’nin
verilmeyen sorun, sorun olmaktan çıkmaz.
Humeyni ile ters düştüğü için adaylıktan
Konuşmanın engellenmesi düşünmenin
azledilmesi nedeni ile rehberlik makamının
engellenmesi anlamına gelmez. Her sükut
seçkin bir fakihin elinde olması ön koşulu
ikrar değildir. Devrimin kadrolaşması ve
anayasadan çıkarıldı. Velayet-i Fakih kurumu
kurumlaşması muhalefeti adeta ortadan
istişari bir kurum olmaktan çıkarılıp bütün
kaldırarak gerçekleşti. Sahip olunan korumacı
ülkeye nüfuz eden, birçok konuda denetleme
ruh devrimcileri muhafazakarlaşmaya götürdü.
ve belirleme misyonu olan bir otoriteye
Yapılan eleştiriler dikkate alınmadı, eleştiri
dönüştürüldü. Mollaların geniş yetkilerle
sahipleri çeşitli cezai müeyyidelerle karşı karşıya
donanmaları için gerekli kurumsal ve kuramsal
kaldı. Humeyni’nin vekili olmasına rağmen
düzenlemeler yapıldı.
Ayetullah Muntezeri bile baskıcı yaklaşımları, idamları ve devrim ihracı fikirlerini eleştirdiği için bu uygulamadan kurtulamadı, Humeyni tarafından azledildi, ilişkileri sınırlandırıldı, yalnızlaştırıldı
Her otoriter rejimde olduğu gibi halkın siyasal katılımı alabildiğine sınırlandırıldı ve eleştiri mekanizmalarının çalışması engellendi. Devrim (devrimcilerin bir kısmı) daha başta emir komuta ilişkisine dayanan bir toplum
Devletten Devletçiliğe (Teokrasiye) - II.
hedeflememişti. (Örneğin Beheşti, Hatemi,
Cumhuriyet
Suruş, Talegani, Bazergan…) Ayetullah Humeyni
Yaşadığı sürece İmam Humeyni sahip olduğu ufuk ve karizma ile devrimin teminatı oldu, karizmatik kişiliği ile devrimin sıkıştığı noktalarda yol açma misyonunu üstlendi. Hem muhafazakar/tutucu mollaya karşı durdu, hem
“beyinleri donmuş” diye nitelendirdiği bazı mollaların taleplerine ve uygulamalarına her zaman müdahale etmişti; ancak onun vefatından itibaren, dini kurumlara nüfuz eden bu kesim toplumu adeta bir mescit gibi gördü. Rehberler bu mescitte namaz kılıyorlardı,
de modernist eğilimlere. 4 Haziran 1989’da
ama toplumun bu namaza iştirak etmesi veya
vefat ettiğinde arkasında bir şekilde yola
etmemesiyle ilgilenmiyorlardı. İslamiyet’i tek
konulmuş bir devrim bırakmıştı. Halk ile imam
bir yoruma hapsediyor; halkın ideal Müslüman
arasındaki bağın göstergesi olan ve milyonların
toplumu oluşturmak için bu yorumu sorgusuz
iştiraki ile gerçekleşen görkemli bir törenle
sualsiz kabul etmesi gerektiğine inanıyorlardı.17
defnedildi.
Humeyni’nin yerini Ayetullah Hamaney alırken
Ayetullah Humeyni’nin vefatından sonra
Haşimi Rafsancani de cumhurbaşkanlığına
siyasal unsurların, muhalefetin, partilerin
seçildi. Devrim mollaların istediği şekilde
kurumsallaşamamasından ileri gelen boşlukta,
yapılanmasını tamamlamış, kurumlarını
İmam’ın varlığında seslerini fazla yükseltemeyen
oluşturmuş, eğitime, sanata, siyasete, topluma
tutucu mollalar güç merkezlerine nüfuz
egemen olmuştu. Muhalefet sindirilmiş, elindeki
etmeye ve anayasayı da arkalarına alarak
güç ve imkanlar alınmış, yeniden oluşmaması
halka yaslanması hedeflenen sistemi otoriter
için de gerekli tedbirler yürürlüğe konulmuştu.
bir yönetime doğru dönüştürmeye başladılar. Gerçi ilk anayasada da Velayet-i Fakih’in ve kurulların sistem üzerinde bir ağırlığı vardı.
http://www.derindusunce.org/2009/11/21/cihan-
17
aktas%e2%80%99la-gercek-İran%e2%80%99iararken3
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
127
İlk yıllardaki ideolojik tartışmalar, belirsizlikten
fonundan kredi istendi ve yabancı yatırımlar
kaynaklanan çekişme ve çatışmalar sona
teşvik edildi.
ermişti. Devrimin selameti ile ilgili kaygılar azalmıştı.
Dışa açılım ekonomik ilişkilerle sınırlı kaldı.
(Düşünsel anlamda her şey tamamlandığı için!)
Fikri ve ideolojik olarak devrim kendini
Ekonomik sorunlar, devrimle ilgili kaygıların yerini aldı ve yeni dönemde yapılacakları ve izlenecek politikaları belirledi. 8 yıl süren savaş ekonomiyi derinden etkilemişti. Savaş yıllarında Başbakan olan Musevî ekonomide devlet kontrolünün arttığı bir politika izlemiş, işçileri ve yoksulları savaşın yarattığı enflasyonist fiyatlardan korumaya, ekonomiyi petrol bağımlılıktan kurtarmaya, petrol geliri ile sanayi ve ticaretin diğer alanlarını geliştirmeye çalışmıştı. Bu uygulamaların meyvesi, kırsal kesimde okuma-yazma oranı dörde katlanması, elektriği ve suyu olan evler artması ve genelde yoksul kesimlerin İslam Cumhuriyeti’ne desteklerinin pekişmesi oldu. Lâkin savaş 1 milyona yakın cana mal olup petrol fiyatlarını düşürünce, sorunlar büyüdü ve ekonomik sorunlar temel sorun haline geldi. Petrol üretiminin düşmesi, yatırımların durması, sermaye sahipleri ve girişimcilerin yurt dışına kaçması, devletleştirilen işletmelerin acemi
tamamladığı için muhafazakarlaşmaya devam etti. Kendine yönelik eleştirileri, muhalefetin oluşumunu engellemekle kalmadı yeni fikirlere bile kapıları kapadı. Devrimci kadrolar içinde yer alan insanların bile sistemle ilgili farklı değerlendirmeleri problem olarak görüldü. Özgürlüğün yerini benim gibi düşünmelisin, düşünmesen bile benim gibi yaşamalısın aldı. Farklılıklara hiçbir şekilde tahammül gösterilmedi ve tek tip düşünce, tek tip yaşam biçimi dayatıldı. Farklı eğilimler taşıyan/ güvenilmeyen adayların seçimlere katılması engellendi. Başlarını farklı şekilde örten ya da örtmeyen kadınlar saldırılara maruz kaldı. Devlet işlerinde yandaşlık ilkesi hakim oldu, molla sınıfı her yerde inisiyatifi ele geçirdi. Basit bürokratik işlerde bile onların referansı aranır oldu. Cumhuriyet bir “molla cumhuriyeti”ne dönüştü. Devrime öncülük edenler arasında bile devrimin yaşadığı süreç sorgulanmaya başlamıştı. Tartışılmayan konular tartışılmak
yöneticilerin elinde verimsizleşmesi, yoksulluğun
isteniyor (İslam ile devlet arasındaki ilişki,
ve işsizliğin artması, enflasyonun yükselmesi
mollanın konumu, dayatmaların İslam’ın ruhuna
ve paranın değer kaybetmesi gibi birçok sorun
ne kadar uyduğu vb.), ama bu imkan insanlara
vardı. Rafsancani (1989-93 ve 1993-97) önceliği
tanınmıyordu. Molla hakimiyeti ve dayatmacı
ekonomiye verdi, onu canlandırmaya, ağır
yaklaşımlar özellikle aydınlar, gençler ve
hasar gören alt yapıyı yeniden inşa etmeye
kadınlar arasında huzursuzlukların artmasına
ve İranlıların günlük hayatlarını iyileştirmeye
neden oldu.
çalıştı. Devrimin ilk yıllarında devletleştirilen şirketlerin çoğunu özelleştirdi. Dini kuruluşlara yapılan mali yardımları azalttı. Karın serbest dolaşımına izin vererek yabancı ve sürgündeki sermayeyi İran’a çekmekten ve Amerikan Conoco şirketiyle imzalanan 1 milyar dolarlık sözleşme gibi yabancı petrol şirketlerine bölgesel ayrıcalıklar tanınmasından söz etmeye başladı. Bu önerilerine yalnızca Hamaney ile Gözetim Konseyi değil, Meclis’teki çoğunlukla pazarın önde gelenleri de karşı çıktılar.
Rafsancani’nin görev süresinin bitmesi ile yapılacak yeni seçimlerde Gözetim Konseyi hiç de alışıldık olmayan bir yanlış hesaplama yaptı. Pek tanınmamış, yumuşak mizaçlı eski kültür bakanı Hüccetü’l-İslam Seyyid Muhammed Hatemi’nin muhafazakar, gösterişli ve tanınmış Meclis Başkanı’na karşı aday olmasına izin verdi. Hatemi de siyasal özgürlük, hoşgörü, ekonomik şeffaflık, hukukun üstünlüğü, kişisel özgürlüklerin artması, kadınların toplum hayatına daha yoğun katılımı, insanların rejime
Ekonomik gereklilikler dış politika üzerinde de
yönelik alternatif görüşlerini sunabilecekleri
belirleyici bir rol oynadı, devrim ihracı fikri ve
açık ve demokratik ortamın yaratılması vaatleri
devrimin ilk yıllarında özellikle İslam ülkelerine
ile girdiği seçimde, oy verenlerin %90’ı bulan
karşı kullanılan eleştirel dil terk edilerek ikili
desteğini alarak seçimi kazandı ve İran’ın yeni
ilişkiler geliştirilmeye çalışıldı. Uluslararası para
cumhurbaşkanı oldu. Özellikle aydınlardan,
128
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kadınlardan ve gençlerden büyük destek gördü. Reformcuların Sahneye Çıkışı - III. Cumhuriyet
ılımlı bir siyaset izledi. Mahkemelerin artık recm cezası vermeyecekleri ve fiziksel cezalar vermekten kaçınacakları konusunda uluslar arası hukukçulara güvence verdi. Medeniyetler
Hatemi yurttaşlık, sivil toplum, medeniyetler diyalogu kavramlarını temel aldı. Toplumsal ve siyasal özgürlükler cephesini canlandırmaya, özellikle basının ve medyanın özgürlük alanını genişletmeye çalıştı. Devrim adına yirmi yıldan bu yana tasarlanan ve uygulamaya sokulan ve giderek tabulaştırılan çeşitli kurumlar, kavramlar ve uygulamalardan bazıları, tutucuların tüm manevralarına rağmen tartışmaya açıldı. Velayet-i Fakih’in anayasal konumu, Irak ile sürdürülen savaşın süresi (yani, savaşın daha kısa sürede bitirilmesinin mümkün olup olmadığı), Amerika ile ilişkiler, “emri bil maruf ve nehyi anil münker” adına hareket eden bazı gönüllü veya yarı resmi grupların eylemleri nedeniyle toplumda oluşan korku, şeffaf bir devlet, çok sesli bir toplum, siyasal partiler, basın özgürlüğü, İslamiyet’in demokrasiyle bağdaşırlığı18, kadınla ilgili tesettür, çarşaf, diyet, recm, çok evlilik, muta nikâhı, erken evlendirilme, yargıçlık yapabilme, boşanma hakkına sahip olma ve boşanma durumunda şartları elveriyorsa çocuklarının vesayetini alabilme, sinema, televizyon ve dergilerde görünmenin sınırları gibi birçok konu sayıları hızla artan dergilerde, gazetelerde ve panellerde tartışılmaya başlandı. Yeni gazete ve dergiler yayın hayatına başladı, İran sineması tekrar canlandı, kadın ve öğrenci hareketleri serpilip gelişti. 1976’dan 1995’e
arası diyalog konulu bir konferansa ev sahipliği yaptı. Ayrıca, Avrupa Birliği İnsan Hakları Komisyonu’nun delegelerini ağırladı. CNN’e röportaj vermeye razı oldu ve ABD’ye diyalog çağrısında bulundu. Selman Rüşdi’nin hayatını tehdit eden bir şey yapmayacağını açıkladı. İtalya ve Vatikan’ı ziyaret etti. İlk defa İranlı bir yönetici bir Batı ülkesine resmi ziyarette bulunuyordu. Ancak seçilmişlerin yetkisi sınırlıydı. Atanmışlar izin verdiği kadar iktidara sahiptiler. Sürekli denetime ve onaya tabi idiler. Ve gelişmeler onların hoşuna gitmiyordu. Sahip oldukları muhafaza dürtüsü ile reformlara karşı durdular, Hatemi’nin girişimlerini boşa çıkardılar. Hamaney ilk Cuma hutbesinde ABD’yi suçlayan ve İran’ın uzlaşmaya niyeti olmadığını beyan eden bir vaaz verdi. Adli makamlar, medya ve kolluk güçleri üzerindeki yetkilerini kullanarak reformcu gazeteleri kapattırdı, muhalif gazeteci ve aydınları dinsizlikle suçlayıp tutuklattı, reform yanlısı öğrenci gösterilerini güç kullanarak dağıttı ve yasa da yapılmak istenen değişikliklerin önüne geçti. Faili meçhuller yaşanmaya başlandı. İçinde bulunulan durumu yasaklanan mebuslar şöyle şikâyet ediyorlardı: “Bizim yaptığımız devrim İslamiyet adına özgürlük ve bağımsızlık getirdi. Fakat şimdi ulusal haklarımız İslam adına çiğneniyor.”19
kadar kadınlarda okuma-yazma oranı yüzde
Hatemi, vaatlerini gerçekleştirmedeki
160 oranında artmıştı, erkeklerde ise yüzde
başarısızlığına rağmen 2001 seçimlerini de
120. Üniversiteye girenlerin yüzde 50’den
büyük bir üstünlükle kazandı. Ancak üzerindeki
fazlası kadınlardan oluşuyordu. Bu dönemde
baskı daha da arttı, iktidarın gerçek sahipleri
kadınlar meclise de girdi ve Hâtemî bir ilke imza
onun muktedir olmasına ve dilediği reformları
atarak cumhurbaşkanı yardımcılarından birini
yapmasına rıza göstermediler.
kadınlardan atadı. 1999’da yerel konseyler için seçim yapıldığında 200 bin erkeğin yanı sıra 5 bin kadın yarıştı, çoğu da seçildi. Kadınların
Bu dönemde gerçekleşen 11 Eylül olayları İran’daki gelişmeleri olumsuz olarak etkiledi.
kendi örgütlerini oluşturmalarının da önünü açtı.
Bu olay bahane edilerek oluşturulan yeni
Hatemi dışişlerinde de dünyayla ilişkileri
Kuzey Kore’nin içinde yer aldığı şer eksenine
iyileştirmek için kampanya başlattı, daha
dahil edildi ve sürekli savaş tehditlerine
http://www.derindusunce.org/2009/11/21/cihan-
18
aktas%e2%80%99la-gercek-İran%e2%80%99iararken3
dünya düzeninin de İran, Irak, Suriye ve
maruz bırakıldı. Bu da ister istemez korumacı yaklaşımı, savunma psikolojisini öne çıkardı. G. İsfendiyari, Radio Free Europe, 18 Şubat 2004
19
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
129
Hayatta kalma mücadelesi reform çalışmalarının
ekonominin hiç olmadığı kadar petrole bağımlı
önüne geçti. Reformcuların elini zayıflatırken
hale gelmesi ve fakirlere aktarılan kaynakların
mollaların elini güçlendirdi. Baskı ve sindirme
enflasyon karşısında erimesi engellenemedi.
faaliyetlerini arttırdı.
Ancak Ahmedinejad iç politikadaki başarısızlığını/sorunları dış politikada sergilediği
Derin Devletin Zaferi Uluslararası tehditler ve reformcuların vaatlerini gerçekleştirme noktasındaki başarısızlıkları muhafazakar bir adayın, Mahmud Ahmedinejad’ın ulusal güvenliği sağlamlaştırmak ve Humeyni döneminin halkçı vaatlerini yerine getirmek söylemiyle cumhurbaşkanlığını kazanması sonucunu doğurdu. Muhafazakarların kazanmasının bir nedeni de kendi sınırlı kemikleşmiş tabanlarını genişletmelerinden çok, reform yanlılarını bölmeleri ve sandık
performansla kapatma becerisi gösterdi. Bütün dünyanın karşı çıkmasına rağmen İranlılar açısından güvenlik ve onur meselesi haline gelen nükleer güç alanındaki çalışmaları yeniden başlattı ve önemli ilerlemeler kaydedilmesini sağladı. ABD’nin tehditlerine karşı meydan okumacı tarzını hiç değiştirmedi. Ve iki temel gerekçe ile (fakir-fukaradan yana ve Batı karşıtlığı) 2009’da yeniden cumhurbaşkanlığına seçildi.
başına gitme heveslerini kırmalarıydı. Seçim
Reformcular hile yapıldığı gerekçesi ile sonuçlara
kazanmak için Batı’da sıkça gördüğümüz ayak
itiraz ettiler. İtirazları dikkate alınmayınca da
oyunları bütün karmaşık yönleriyle İran’da da
sokaklara döküldüler. Gösteriler başladı, ancak
oynanmaya başlandı.
amacını aştığını fark edince reformcu kanadın
Ahmedinejad’a göre reformcuların öncelikleri ve yaptıkları yanlıştı ve rejimin temel ilkelerinden sapmaya işaret ediyordu. İslam Cumhuriyeti’nin devrimci karakterinin sürdürülmesi ve güçlendirilmesi gerekiyordu. Sapılan çizgiye geri dönmek için reformcuların yapmaya çalıştıklarını değiştirmeyle işe başladı. Çok sayıda sivil toplum örgütü ve basın yayın kuruluşu kapatıldı; yüzlerce öğrenci, öğretim üyesi, sivil toplum elemanı tatbikata uğratıldı ve hapsedildi; işçi gruplarının kitle protestoları bastırıldı. Basın ve
önderleri Musavi ve Hatemi geri çekildiler. Hile karıştırıldığını iddia ettikleri seçimlere razı oldular. İran’da hadiseler doğal bir seyirde değil hep olağanüstü şartlar altında gerçekleşiyor. Devrimin ilk yılları savaş şartları altında yaşandı. Sonraki süreçte boykot, karalama, yalnızlaştırma, ambargo ve savaş tehditleri altında geçti. ABD ve Batı ellerini İran’dan hiç çekmediler, her fırsatta orayı karıştırmayı bir vazife bildiler. Bu yaklaşım İran’da iki
internet üzerindeki baskılar ve sansür arttırıldı.
sonuç ortaya çıkardı. Birincisi Amerika ve
Uluslar arası arenada yumuşayan söylem tekrar
kapanması. Nitekim son seçimlerde Batı’nın
radikalleştirildi. ABD ve Siyonizm karşıtlığı
İran’ı istikrarsızlaştırmak için çabalamaları,
öne çıkarıldı. Anti Siyonist faaliyetlere taraf
sürekli olarak bir karşı devrim arayışı içinde
olundu. Meydan okuma ve gerginlik bir tarz
olmaları ve “reformcuları destekliyoruz”
olarak benimsendi. Bu çabalarla iç sorunları
gibi açıklamaları reformcuların değil
bastırılmaya ve halkın rejim etrafında birleşmesi
muhafazakarların işine yaradı. Ayrıca tehditler
sağlamaya çalışıldı.
devleti korumak için yapılanları meşrulaştırıcı bir
Ahmedinejad’ın 2005’teki seçim kampanyasında yolsuzlukla mücadeleyi, ekonomiyi iyileştirmeyi, istihdamı artırmayı ve petrol gelirlerini halka dağıtmayı vadetmişti. Bunlardan petrol gelirlerinin ihtiyaç sahiplerine dağıtılması gerçekleşti. Ancak ekonominin iyileştirilmesi konusunda kayda değer bir gelişme sağlanamadı, Enflasyon ve işsizliğin artması;
130
Batı düşmanlığı, ikincisi İran’ın kendi içine
rol üstlendi. İran derin devletinin rejimi korumak için seçimlere müdahale etmesi ve ancak onay alan adayların seçimlere katılabilmesi normal olarak karşılanır oldu. Son seçimlerde seçime katılmak isteyip de onay alamadığı için katılamayan aday sayısı 470 olarak ifade edilmektedir. Muhafazakar/reformcu şeklinde ortaya çıkan
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
siyasi ayrışma dışarıdan okunduğu gibi İslamcı
de yeni ümitler doğuran ilkeleri. Devrimden
ve İslam karşıtı, devrimci ya da devrim karşıtı,
artakalan sadece kuru ve altı boş sloganlarla
Amerikancı ya da Amerikan karşıtı şeklinde
teokratik bir Şia devletidir. Ve bu devletin,
ortaya çıkan bir ayrışma değil, fakat Amerika
İslam ve devrim adına bırakın dünya halkları
ve yandaşları ya tutarsa niyetine hadiseyi
ve Müslümanlarına bir şey söylemeyi, kendi
böyle okumayı tercih ederken, İran iktidarı da
halkına bile bir şey söyleyecek durumu mevcut
muhalefeti zayıflatmak ve olaylar karşısındaki
değildir. Devrim kendini gelişmeye kapatalı çok
tavrını meşrulaştırmak için bunu bir argüman
zaman olmuştur. Devrimcilik muhafazakarlığa ve
olarak kullanmaktadır. Ve hükümete yönelik
tutuculuğa doğru, devlet de derin devlete doğru
eleştirileri, önce Velayet-i Fakih’e sonra da
evrilmiştir.
İslam Cumhuriyeti’ne yönelik bir tehditmiş gibi algılanmasını sağlamaya çalışmaktadır.20 Oysa her iki kesim de kendisini gerçek devrimci olarak nitelendirirken diğerini devrimin ilkelerine sadık kalmamakla suçlamaktadır. Aslında reformcular şu an İran’ı dönüştürecek güce sahip değiller.
Özgürlük diyerek gerçekleşen devrim, özgürlükleri kısıtlayan baskıcı devlete ulaşmıştır. Ümmetin kurtuluşuna öncü olmak için yola çıkan devrim, mezhep ihraç etme noktasına gelmiştir. Adalet ideali molla sınıfının seçkinleşmesi ile sona ermiştir.
Bunu ilk nedeni, Hatemi’nin bütün iyi niyetine ve iki dönem iktidarda kalmasına rağmen statükoyu değiştirebilecek ciddî bir adım atamamasından dolayı İran halkının reformculara olan inancını kaybetmesidir. İkinci neden ise reformcuların İran halkına hitap eden bir dil geliştirememeleri ve daha çok Batılı değerlerin taşıyıcısı olarak görülmeleridir.
Halk için yola çıkan devrim, rejimi her şeyden önemli kabul eden bir noktaya gelmiştir. Rejimin selameti için her şey mübahtır. Devrimin geldiği noktayı yine devrimin önde gelen isimlerinden ve Humeyni’nin halefi iken azledilen Ayetullah Muntezeri şöyle ortaya koyuyor:
Reformcuların açmazları ve muhafazakarların otoriter, baskıcı ve değişime kapalı yaklaşımları göz önünde bulundurulduğunda ortaya çıkan sonuç İran İslam Devrimi açısından bir hayal kırıklığıdır. Devrimden geriye ne heyecanı kalmıştır, ne yeni ufuklara taşıyan söylemi, ne
“Ayetullah Humeynî şiarı yükseltti, bizler de insanlar da onunlaydık. Bu şiarlar aracılığıyla insanlar meydana çıktı ve devrim kazandı. Şiarlarımız: ‘Bağımsızlık, Özgürlük ve İslam Cumhuriyeti’ idi. Bağımsızlık bir aşamaya kadar gerçekleşti. Ancak özgürlük ve İslam Cumhuriyeti’ne gelince hâlâ önümüzde uzun
“Resmi söylem, kendisiyle çelişen herkesin
20
özgeçmişine, devrime olan katkılarına ve eleştirisinin niteliğine bakmadan doğrudan itham etme yolunu seçiyor. Devrimin kadrolarını siyasi ihtilaflarda münafık, hain, ajan olarak ilan etmenin zımni anlamı devrimin
bir yol var. Özgürlük konusunda yetkililerin şu anda attıkları sloganlara rağmen bu söz doğru değildir. Anayasadaki meşru ve açık özgürlükler kolayca ezilmektedir. Bu da önderlerin kendileri
sürekli Amerikan ajanı ya da münafık ürettiğidir.
için anayasanın ve şeriatın üstünde koydukları
İmam Humeyni Vekili Muntezeri hain, devrimin ilk
dokunulmazlıkla gerçekleşmektedir. Hâlâ
başbakanlarından Musevi fitneci, devrimin kadın
birçok parti özgürlük sahibi değildir. Bazı siyasî
önderlerinden Zehra Rahneverd fitneci, devrimin kültür önderlerinden Hatemi ajan, devrimin en önemli isimlerinden Rafsancani hain... Devrim ulemasından Ayetullah uzma Sanii ajan, Devrim Muhafızları eski
gruplar sadece iktidardakilerin üsluplarına muhalefetleri sebebiyle ‘yasa dışı’ sayılmaktadır. Sadece iktidardakileri öven basın organları
komutanı Rızai fitneci... Devrimin öncülerinden
hürdür. Bu organlar istediklerini söyler ya da
Kerrubi ajan... Şeriati’nin arkadaşı İbrahim Yezdi
kendilerine ne emredilirse onu yazar. Ancak
sapık... İmam Humeyni’nin torunları, Mutahhari’nin
hükümetten bağımsız medya, yöneticiler,
oğlu ajan, Beheşti’nin oğlu terörist, Şeriati’nin oğlu ve kızları devrim düşmanı... Öyle mi? “Bülent Şahin ERDEĞER http://www.aliseriati.com/kitaplar. php?Makale_id=372&Kat_id=34
emniyet ve yargı kurumları tarafından sorunlarla karşılaşır. Bazı kişilerin de haber yapması ve görüntü çekmesi yasaklanır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
131
Yetkililer dünyada zulmün olduğundan ve
Ali’nin kahramanlıkları ve masum imamların
adaletin bulunmadığından bahsediyor. Bizim
kerametlerinden ibaret görüyorlar. Çünkü
ülkemizde de zulüm bulunmuyor mu? Adalet
onlara anlatılan İslam bundan ibaret. Okullarda
var mı? Diğerlerinin hakları ihlal edilmiyor mu?
öğretilen bu dinde kimi sahabeler de yerden
Cumhuriyet hususunda da şunu söylemek
yere vuruluyor. Olaylara bakış açılarındaki
gerekir; ‘Anayasayı Koruma Meclisi, haksız
duygusallığı gelecek kuşaklara da başarılı bir
müdahalesi ile seçimler, tam anlamıyla adayların
şekilde iletiyorlar.”23
tasfiye edilmesine dönüştürdü. Layık olan, devrimci, genel hizmette, insanlara ve topluma hizmette tecrübeli insanları, asılsız gerekçelerle din ve sistem karşıtlığıyla suçladılar. Bunda tek sebep eleştiriyor olmalarıydı… Liderler, sadece ‘mutlak velayet’ bendine dikkat ediyor. Ancak anayasanın kalan bentlerini ayaklarının altına alıyorlar. Mutlak velayet, hüküm sürenleri kanunun üzerinde saymaktadır. Bu da diktatör bir hükümete yol açmaktadır… Konulardan bir diğeri de insanların yaşam koşulları ve ekonomi. Atılan sloganlara karşın insanların eskilerden çok daha fazla sıkıntı yaşadıklarını görmekteyiz.”21 Üniversite tahsilini İran’da yapan bir bacımızın gözlemleri de İran’ın geldiği noktayı görmemize
Yanlış anlaşılmasın, sorun İran’ın Şii olması değil Şii olmayana yaklaşım biçimidir. Kendisi gibi düşünmeyeni ötekileştiren, kurtuluşu yalnızca Şia’da gören mantığıdır. Ne yazık ki, Şii kardeşlerin diyalogları kendisinden başkasını Müslüman görmeme seviyesinde gelişiyor ve belirlenen sınırların dışında kalanları hidayete çağırma ve bunun için uğraşma/ çabalama bir ibadet olarak algılanıyor. Devrimin başında ihtilafları değil ittifakları öne çıkaran ve karşısındakini dengi kabul eden yaklaşım hatırlandığında bugünkü taassubun boyutları daha iyi anlaşılacaktır. İran’da siyasi ve sosyal yapıya gelince,
katkı yapacaktır:22
malzemenin kalitesine rağmen oldukça
“İran, İslam Cumhuriyeti adına ve İslam’a
getirdiği uyumlu karışıklığın yanı sıra, esasında
yaptığı vurgulara rağmen ‘Şia İslamı’nı
derin bir kafa karışıklığı da söz konusu. Aşağı
savunmakta ve resmi ideoloji haline getirmiş
yukarı son yüz yıldır siyasi gündemlerinin
bulunmaktadır. İran bir Şia devletidir. Tüm
hiç durulmamış olması buna sebep olmuş
ibadethaneler, din eğitimi, dini konulardaki
olabilir. Ülkede bilim adamları yetişiyor,
kitaplar tamamıyla Şia geleneğiyle
sanat adamları da yetişiyor; ancak düşünür
oluşturulmuş. Sünni kesim ise ülke içinde etnik
yetiştirme konusunda İran toplumunun çağa
azınlık yahut ehli kitap muamelesi görüyor.
ayak uyduramadığı bir gerçek. Çok az sayıdaki
İslam’ı en geniş şekliyle, tüm mezhepleriyle,
gerçekten aydınlanmış kişiler haricinde; tüm bu
objektif bir şekilde inceliyor olması gereken
gelgitler içerisinde yetişmiş aydınlar, ya fazla
ilahiyat fakültelerinde bile başvurulan kaynaklar
yerel yahut fazla Batılı. Kendi kendilerini objektif
Şii kaynaklardan ibaret. Bir Sünni olarak
bir şekilde tahlil edemedikleri, bir yol haritası
ilahiyat fakültesinde okumak ise oldukça zor;
çıkaramadıkları sürece daha çok yüzyıllar
anlatılanların tümünü kabul etmeksizin sınavları
boyu karmaşanın ortasında kalacaklar gibi
geçmek ve hocaların gözüne girmek imkansız.
görünüyor. Şah’ın devrilmesinden sonra kendi
Üniversite ortamları fikirlerin özgürce tartışıldığı
yapılarını kuramamış olmaları, İran’ı bir nevi
bir ortam olmaktan çok uzak. İlköğretim ve
devrimler kısır döngüsüne doğru sürüklüyor.
liselerde de durum aynı. Çocuklar ‘Şia ideolojisi’
Dünya tarafından dışlanan ülke git gide daha
bombardımanına tutuluyorlar, İslam dinini Hz.
fazla kendi kabuğuna çekiliyor, daha kapalı bir
karmaşık bir görüntü sergiliyor. Çok ulusluluğun
toplum haline geliyor. Bu durum yabancılara İran İslam Devrimi’nin 30. yılı münasebetiyle Japon
olan tutumlarında daha iyi görülüyor. Dışarıdan
Gazetesi Mainichi, İslam Cumhuriyeti’nin kurucularından
geleni “öteki” kabul eden toplum, onu kendisine
21
ve en meşhur liderlerinden olan Ayetullah el-Uzma Hüseyin Ali Muntezeri ile yaptığı röportajdan alınmıştır. http://haksozhaber.net/news_detail.php?id=8678
benzetmeye çalışıyor, “tebliğ” adı altında düzene zararsız hale gelmesini sağlıyor. Bu tutum ya
Zeynep Ataç’a katkılarından dolayı teşekkür ederim.
22
Allah razı olsun.
132
Zeynep Ataç
23
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
gerçekten işe yarıyor yahut tamamen İran
ve karalama kampanyalarına, yalnızlaştırma
karşıtı yapıyor. İkisinin arasında bir “gri”nin
girişimlerine, ambargo uygulamalarına rağmen
olmaması ise her iki tarafı da radikalleştiriyor,
İran’ın ayakta kalmayı başarması bile bir başarı
objektiflikten uzaklaştırıyor.
olarak okunmalıdır. Kaldı ki İran daha ötesini
“İran’da ‘kadın’ konusu da yıllar yılı tartışılan, gündem yapılan, sömürülen bir konu. İnsanların
de yapmaya çalışmaktadır, yaptığı nükleer çalışmalar bunun bir ifadesidir.
istemedikleri biçimde giyinmeye yahut
Ortaya konulanlardan da anlaşılmaktadır
düşünmeye zorlanmaları tasvip edilebilir bir
ki İran’ın devrimle başardıkları da vardır,
durum olmasa da, dışarıdan bakıldığında ikinci
başaramadıkları da. Bugünkü İran’ın örnek
sınıf varlıklarmış gibi gözükse de; gerçekte
yönleri de vardır, ibret yönleri de. Mesele, onu
kadın, İran’da oldukça söz sahibi bir konumda.
tek yönü ile ya da bazı yönlerini öne çıkararak
Kadınlar siyasetten spora, bilimden sanata kadar
değerlendirmemekte düğümleniyor. O, bütün
her alanda yer alıyor. Çalışan kadın oranı çok
yanları ve yönleri ile birlikte değerlendirilmeli.
yüksek. Çalışmasalar dahi, hemen hemen her
Toptancı yaklaşımlar onu anlamamızı ve dersler
kadın bir meslek sahibi. Çalışırken çocuklarını
çıkarmamızı engelleyecektir.
bırakabilecekleri birçok gündüz bakımevi ve kreş mevcut. Hem evinin hanımı, çocuklarının annesi olup hem de kariyer yapabilen birçok kadın var İran’da. Ayrıca kanunlar tarafından da çok iyi korunuyorlar. Bir erkeğin bir kadına şiddet uygulaması ağır cezalar getiriyor. Evlenme ve boşanma durumlarında kadının hakları her zaman korunuyor. Kısacası diğer Müslüman ülkelerde kadının adı yokken, İran’da kadınlar
İran’da devrim bir statüko ile sonuçlanmıştır, aslında açmaza girmiştir. Bunun nedeni İranlıların kendi önlerini tıkayan yaklaşımlarıdır. İslam yerine Şia der ve kendi anlayışınızı mutlaklaştırıp dayatırsanız, farklılıkları ortadan kaldırmaya ve herkesi bir kalıba dökmeye çalışırsanız, düşünmeyi ve farklı düşüncelerin dile gelmesini engellerseniz tıkanırsınız.
her şeyde, her yerde ‘varız’ diyorlar.”24
Düşünmenin artmadığı yerde üretmek olmaz,
Ayrıca İran çağdaş toplumlara göre kadının
ulaşmaz, ancak bastırılır. Bastırma sorunları
en rahat ve huzur içinde yaşadığı ve sosyal
ortadan kaldırmaz, büyütür. Büyüyen sorunlar
hayata katılabildiği bir ülke. Birçok çağdaş
ise idare edenler açısından, rejim açısından bir
toplumda kadın ve çocuk istismarlarının,
tehlikeye işaret eder. Toplumların tahammülü bir
tacizlerin, tecavüzlerin önü alınamazken, başına
yere kadardır.
bir şey gelme korkusuyla yalnız sokağa bile çıkamazken, burada bir kadın yalnız olduğu halde ülkenin bir ucundan diğerine herhangi bir korku ve endişe yaşamaksızın gidebilir, geceleri
üretmeyen toplumda ise sorunlar çözüme
Nitekim Tunus’ta başlayan Mısır ve Yemen’le devam eden halk hareketleri İranlı muhalifleri de etkisi altına almış bulunmaktadır. Gösteriler
sokağa rahatça çıkabilir.
başlamıştır. Umarız iktidar sahipleri halkın
İran ile Batı toplumları arasında kadın ve
sonuçlar çıkmasını sağlarlar.
aileye yaklaşım farkını, karasularını ihlal ettiği gerekçesi ile tutuklanan 15 İngiliz askerin serbest bırakılması sırasında kadın asker Faye Turney’e hitaben Ahmedinejad’ın söylediklerinde görmek mümkün: “Batı’nın aile kavramına hiç mi saygısı yok? Bir anneyi bu kadar zor bir görev için nasıl çocuğundan bu kadar uzağa yollayabilir?”
İran İslam Devrimi’nin açmaza girmesi en çok devrimle sevinen, devrimle ümitlenen insanları üzmektedir. Temennimiz İranlı Müslümanların bir an önce durumlarının farkına varmaları ve kendilerini yenileyerek tarih sahnesine yeniden çıkmalarıdır.
25
BİTTİ
Öte yandan emperyalistlerin bütün boykot Zeynep Ataç
24
Ali Bulaç, “Hedefteki Ülke İran”
25
taleplerine kulak verir ve İran için hayırlı
Kaynakça: 1- İhsan Eliaçık, “İslam’ın Yenilikçileri”
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
133
2- Alev Erkilet, “Orta Doğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler” 3- Cihan Aktaş, “Dünün Devrimcileri Bugünün Reformcuları” 4- Hamid Dabaşi, “İran Ketlenmiş Halk” 5- Roy Mottahedeh, “Peygamber’in Hırkası, 6- William L. Cleveland, “Modern Orta Doğu Tarihi” 7- Ali Bulaç, “Hedefteki Ülke İran” 8- Mohammed Reza Djalili & Thierry Kellner, “İran’ın Son 200 Yıllık Tarihi” 9- Ömer Turan, “Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta: Orta Doğu”
134
www.islamiyorum.com
İran’da Din ve Politika, Bilgi ve Güç”
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
www.islamiyorum.com