5 islamiyorum 2011 bahar

Page 1

5

Bahar 2011

in te rn e t d e rg i s i - ü ç ay l ı k e - d e r g i

Hüküm Allah’ındır demek Hüküm Ümmetindir demektir Raşid GANNUŞİ

Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ İslam’da Demokrasi

Demokrasi Sorunu

Malik b. NEBİ

CABİRİ

Turabi’de Özgürlük ve Demokrasi Abdulvahhab el-EFENNDİ


İçindekiler EDİTÖRDEN

Bu Sayıda............................................................................................. 3

ANA KONU: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ

“Demokratik Mücadele Yöntemi” Üzerine Bir İnceleme /

Demokrasi’nin Krizi /

Demokrasi ve Hakimiyetin Kaynağı Problemi /

İslami Kimlik ve Demokrat Olmak /

İslam’da Demokrasi /

Demokrasi Sorunu /

Turabi’de Özgürlük ve Demokrasi /

‘Hüküm Allah’ındır’ Demek ‘Hüküm Ümmetindir’ Demektir /

Demokrasi Bir Dindir /

Nuri YILMAZ..............

5

Hamdi TAYFUR.........................................................18 Yusuf İMAMOĞLU

...................31

Nuri YILMAZ........................................48

Malik b. NEBİ..........................................................57

Muhammed Abid El CABİRİ...........................................71 Abdulvahhab el-EFENDİ...........................83 Raşid GANNUŞİ...86

Ebu Muhammed el- MAKDİSİ.....................................89

ARAŞTIRMA - İNCELEME

Kelimelerin Büyüsü /

Hamdi TAYFUR.........................................................93

SÖYLEŞİ

Gannuşi: Batı Ülkeleri Daru’l Harp Değildir /

Raşid GANNUŞİ...................... 106

GÜNDEM İslami Olmayan Yönetime Katılım /

Bir Devrimin Ardından - 2 /

Raşid GANNUŞİ................................... 111

Metin YILMAZ............................................... 118


EDİTÖRDEN

Bu Sayıda Demokrasi…

Demokrasiye ne tür tanımlar getirilmektedir?

Tunus’ta başlayıp peş peşe Arap ülkelerine

Tek bir çeşit demokrasi mi vardır?

yayılan halk ayaklanmalarının ortak talebi…

Demokrasi hep olumlu bir anlamda mı

20. yüzyılda patlak veren devrimler ya

kullanılmıştır? Ona eleştirel bakan ve olumsuz

“Marksizm”, ya “tam bağımsızlık”, ya da daha

yönlerini ortaya çıkaran farklı bakış açıları yok

çok “İslam ve şeriat” talep ederdi.

mudur?

Oysa yeni kalkışların en büyük talepleri “daha

Demokrasinin olumsuz yönleri, iç çelişkileri,

fazla demokrasi”den ibaret…

eksiklikleri, açmazları ve ortaya çıkardığı

Artık “Kahrolsun Amerika!” sloganı yerine

sorunlar nelerdir?

“Kahrolsun diktatörlük!” sloganı daha çok

Demokrasi gözü kapalı teslim olunacak

dillendiriliyor.

mükemmel bir yönetim şekli midir?

Zalim yöneticiler, despotlar ve yolsuzluğa

İslam’da demokrasi var mıdır?

bulanmış rejimler yerine; “halk iradesi”, “ekonomik adalet”, “eşitlik”, “yönetimde şeffaflık”, “özgür seçimler”, “parti kurma ve seçimlere girme özgürlüğü” ve “düşünce özgürlüğü” isteniyor. İslam dünyasının tüm diktatör rejimlerini hedefleyen bu güçlü okların ortak noktasını ise “Demokrasi” kavramı oluşturuyor. Evet! İslam dünyasında insanlar artık “daha çok demokrasi” istiyorlar.

Şura prensibi ve ilk halifelerin seçim şekli İslam’da demokrasinin olduğuna dair yeterli birer delil midir? Yoksa demokrasi bir şirk midir? Allah’ın hakimiyetine karşı halkın hakimiyetini savunmak halkın iradesini Allah’a ortak koşmak anlamına mı gelmektedir? Demokrasiyi dinlerden bir din ve İslam’ın

Öyleyse nedir “Demokrasi”? İşte yeni sayıda biz “Demokrasi” konusunu masaya yatırdık.

karşısında yer alan batıl bir nizam olarak görebilir miyiz? Demokrasi sadece İslam şeriatını iktidara taşımanın bir aracı mıdır, yoksa bir hayat biçimi

“Bir toplumsal değişim yöntemi olarak DEMOKRASİ” başlığını İlkbahar-2011 sayısının ana başlığı olarak seçtik. Demokrasi nasıl ortaya çıktı ve nasıl bir gelişme

midir? Çoğulcu bir toplumda İslam’dan farklı inanç ve görüşlerin demokratik yöntemlerle iktidarda temsil edilmesi durumunda, Müslümanlar

gösterdi?

bu yönetimlere karşı nasıl bir duruş

İlk ortaya çıkışı ile bugün ifade ettiği anlam ve

demokratik yöntemlerle İslam’ın iktidarda temsil

işlev açısından bir farklılık var mıdır?

edilmesi için çalışmak mı?

sergilemelidirler? İtaat mi, başkaldırı mı, yoksa

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

3


Demokratik toplumlarda İslami olmayan bir yönetime veya hükümete Müslümanların katılımı mümkün müdür? Din buna cevaz vermekte midir? İslam dünyasını baskısı altında tutan diktatör yönetimler karşısında demokrasinin daha demokrasiyi benimseyip kabullenmek için yeterli bir gerekçe midir? Diktatörlüğün tek alternatifi “Demokrasi” midir? Demokrasinin olumsuzluklarını ortadan kaldıran ve diktatörlüğe de prim vermeyen alternatif başka bir yönetim biçimi üretilemez mi? Sadece bir sayının sınırları içinde tüm bu soru ve sorunlara cevap üretmek tabii ki mümkün değildir. Çünkü problem modern toplumda Müslüman olmak ve İslam’a uygun bir hayat kurmak için çaba gösterenlerin karşı karşıya kaldıkları belki de en temel problemlerden birisidir. Tüm bunlara rağmen yazar arkadaşlarımız mümkün olduğunca en geniş çerçevede bu soru ve sorunları yazılarında tartışmaya çalıştılar. Alıntı ve tercüme yazılarla konunun geniş bir perspektifte nasıl tartışıldığını ve getirilen yaklaşımları gözler önüne sermeye çalıştık. Araştırma-inceleme, söyleşi ve gündem yazılarına bu sayıda da yer verdik. Sayfalarımız arasında, yeni dönemin siyasi aktörlerinden olması beklenen Raşid el-Gannuşi’nin değerlendirmelerine ve onunla yapılmış bir ropörtaja ulaşabilirsiniz. Ayrıca önceki sayıda birinci bölümü yayınlanan İran ile ilgili gündem yazısı, devrimin ardından İran başlığı ile devam ediyor. Yeni sayıda buluşuncaya kadar muhabbetle kalın…

4

www.islamiyorum.com

iyi bir alternatif olması, demokrat olmak ve

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ

MAKALE 1 :

“Demokratik Mücadele Yöntemi” Üzerine Bir İnceleme

Nuri Yılmaz

Doğruluğuna inanmadığı bir düşünceye ve

gelişme yönündeki yazgıları, çoğunlukla

ondan doğan uygulamalara itiraz etmek; itiraz

çatışmalarla şekillenmiştir.

yetersiz kaldığında fikrini diğer insanlarla paylaşıp bir karşı hareket (muhalefet) organize etmek, evrensel bir haktır. İnsanoğlunun bu özelliği sayesinde toplumlar, tek bir seçeneğe mahkum olmazlar; hatada ısrar edip durmazlar ve dinamik bir gelişme çizgisi yakalarlar. Ancak ne yazık ki otoritenin yoldan çıkarıcı bir özelliği vardır. Onu bir kere elde eden, bir daha bırakmak istemez. Korumanın derdi ve telaşı içerisine düşer. Bu yüzden de muhalif sesleri duymaz ve hatta baskıyla susturmaya çalışır. Fakat insanoğlunun arayışı, baskı ve engellemelerle söndürülebilecek bir arayış değildir. Üzerine gidildikçe alevlenir; engellendikçe hızlanır ve şiddete dönüşmeye başlar. En sonunda da, yıkan bir sel, alaşağı eden bir toplumsal patlama olur açığa çıkar. Bu gerçekliğe rağmen insanlık tarihi, uyarı ve eleştirilere kulak vererek gerçekleşmiş değişimlere pek az şahit olmuştur. Toplumların

Tarihi tecrübeler böyle iken, günümüzde insanlık farklı bir tecrübe ile karşı karşıya bulunmaktadır. 18. Yüzyılın sonlarından beri, “insan hakları”, “özgürlük” ve “eşitlik” gibi kavramlar tartışılmaya başlanmıştır. Bunlardan yola çıkarak, insan hak ve özgürlüklerine saygılı; herkesin kendi fikrini ifade edebildiği; toplumun onayını alabilen fikirlerin iktidarda temsil imkanı bulduğu yönetim modelleri geliştirilmiştir. Adına demokrasi denilen yönetim biçimi böylece

ortaya çıkmıştır. Bir yönetim biçimi ki: - Birbirinin hak ve özgürlüklerini kısıtlamadığı sürece herkes kendi fikrini ifade edebiliyor. - Topluma kendi fikrini anlatabilmek için kurumsal organizasyonlara girişebiliyor. - Ve toplumu ikna etmeyi başarabilirse

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

5


yönetimi devralabiliyor. Acaba insanlık gerçekten böyle bir olgunluk seviyesine gelmiş olabilir mi? Acaba bu tablo ne kadar sahici? Acaba bu yönetim biçimi ve değişim yöntemi, toplumların değişiminde yaşanan sorunları

çok gelişti. Böylece toprak ağaları ile tüccar ve zanaatkarlar arasında bir güç çekişmesi ortaya çıktı. Bu durum, güçlüler arasında her geçen gün artan bir huzursuzluk sebebi olarak MÖ 594 yılına kadar sürdü. O tarihte başkan seçilen Solon, mülkiyetin değil “servetin öne çıkmasını sağlayan bir dizi reformu kabul etmek zorunda kaldı.”2 Böylece zenginler devlet yönetimine

gerçekten sona erdirebilir mi?

katılma olanağı elde ettiler. Bütün yurttaşların

Despotizm karşısında halkın iradesini

ve meclis, halkın da katıldığı seçimlerle

savunan; dayatmacılık ve baskı karşısında fikir özgürlüğüne vurgu yapan; şiddet, devrim, darbe gibi yöntemlere başvurmadan fikrin kendisini ifade etmesine izin veren bu insanlık tecrübesi, sahiciliğini anlamaya dönük bir incelemeyi hak etmektedir. İşte bu makale, “bir değişim yöntemi olarak” demokrasiyi incelemek ve bu sorulara cevap bulmak için kaleme alınmıştır. Yargılamadan

katıldığı “yurttaşlar meclisi” kuruldu. Yöneticiler belirlenmeye başlandı. Sonuçta, dönemindeki diğer örneklere göre farklı bir yönetim modeli ortaya çıkmış oldu.

Bu yönetim modeline göre: 1. Seçimlere sadece erkekler3 katılabilirdi. 2. Halk servetlerine göre dört sınıfa ayrılmıştı. Sadece “birinci ve ikinci sınıf yurttaşlar bütün

önce doğru anlamayı hedeflemektedir. Bir fikir

siyasal haklardan yararlanabiliyorlardı. Diğer

veya ideolojinin gözlüğüyle değil; kendi mantık

sınıflar ise bu meclisin üyelerini seçebilirlerdi

bütünlüğü içerisinde sorulara cevap aramaya

ama kendileri seçilemezlerdi.”4

çalışacaktır. Bu çerçevede: - Önce demokrasi kavramı irdelenecek, tarihine göz atılacak ve nasıl bir yönetim biçimi olduğu tartışılacak. - Sonra “demokratik mücadele yöntemi”nin nasıl bir değişim yöntemi olduğu ele alınacaktır.

“MÖ 5. Yüzyıl, Atina’nın ve onun “demokratik” düzeninin açılıp gelişmesi dönemi oldu. Demokrasi düzeni, Perikles’in yönetiminde en yüksek gelişme düzeyine vardı. Halk Meclisi, düzenli olarak, her ay dört kez toplanıyordu ve bütün yurttaşlar Meclise katılıyorlardı. Mecliste tartışılacak konuları hazırlayan, “Beşyüzler Konseyi” idi. Konsey, günlük siyasal, yönetsel ve askerî işleri yürütmeye devam ediyordu.

DEMOKRASİ NEDİR? Demokrasi, “Demos-Halk” ve “Kratos-İktidar” kelimelerinden meydana gelen Yunanca bir tamlamadır. Bir yönetim biçimini ifade eden bu kavrama ilk olarak, eski çağ Yunan site devletlerinden Atina’da rastlanmıştır. Dönemin devletleri derebeylikler ve krallıklar şeklinde yönetiliyorken, verimli topraklara

Bütün yurttaşlar seçme ve seçilme hakkına sahipti; yalnız Atina’nın herhangi bir kurumuna değil, mahkemeye, “Beşyüzler Konseyi”ne, komutanlık görevlerine de kabul ediliyorlardı. Ama yalnızca özgür erkek yurttaşlar, yani küçük bir azınlık, Meclise katılıyordu. Zaten, bütün özgür yurttaşlar, yurttaşlık haklarından pratik olarak, yararlanamıyorlardı. Attika köylüleri, Meclise seyrek olarak katılıyorlardı; onlar, Zubristki, Mitropolski, Kerov. İlkel topluluk, Köleci

2

sahip olmayan Atina’da, toprağa dayalı otorite

toplum ve Feodal Toplum. İkinci kısım: Köleci toplum.

gelişme imkanı bulamadı. “Gümüş, iyi cins kil,

Üçüncü Bölüm: Sitenin evriminde bir aşama Solon

büyük mermer yatakları bakımından zengin olduğu için”1, zanaatçılık ve ticaret gibi meslekler daha

reformları. Sol yayınları Zubristki, Mitropolski, Kerov. İlkel topluluk, Köleci

3

toplum ve Feodal Toplum. İkinci kısım: Köleci toplum. Üçüncü Bölüm: Köleci Demokrasi (Atina). Sol yayınları

Zubristki, Mitropolski, Kerov. İlkel topluluk, Köleci

1

6

Zubristki, Mitropolski, Kerov. İlkel topluluk, Köleci

4

toplum ve Feodal Toplum. İkinci kısım: Köleci toplum.

toplum ve Feodal Toplum. İkinci kısım: Köleci toplum.

Üçüncü Bölüm: Köleci Demokrasi (Atina). Sol yayınları

Üçüncü Bölüm: Köleci Demokrasi (Atina). Sol yayınları

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Atina’ya iki-üç günlük yolda oturuyorlardı. Her ne

yormuş ilk düşünür9 Eflatun/Platon’dur10 O da,

kadar Atina’nın nüfusu 30.000-35.000 idiyse de,

en ideal yönetim biçimi olarak aristokrasiyi

gerçekte Halk Meclisine katılanlar, yalnızca 2.000-

görmekteydi. Fakat ona göre kavramın tanımı

3.000 kişiydi.”5

daha netti; aristokratları direkt “zenginler” olarak tanımladı. Aristo’nun yaptığı gibi “halkın çıkarları için hareket eden” şeklinde bir sınırlama

Dönemin düşünürlerine göre Demokrasi

ve koşul ileri sürmedi.

Dönemin düşünürleri, bu yeni yönetim biçimine

Demokrasiyi ise “Belli bir yönetim örgütlenmesi,

karşı mesafeli ve eleştirel bir duruş sergilediler.

bir tür yapılanma (constitution)”11 olarak tanımladı.

Onu sakıncalı; ayak takımının, yoksulların ve tutkularını aklın önüne geçirmiş olan serserilerin yönetimi olarak gördüler. Aristo6 demokrasiyi, “halkın çoğunluğunun

kendi özel çıkarlarına yönelik kararlar aldığı ve uyguladığı bir yönetim” olarak gördüğü

“Eşit olana da olmayana da eşitlik dağıtan sevimli, anarşik ve tuhaf” 12 bir yönetim biçimi olarak

niteledi. Ona göre sevimli yanı, eşit olanla olmayan arasında kurulmuş olan eşitliğin, gençliğe verdiği hazdı. Bu yüzden, hazlarını üst düzeyde ve aşırı şekillerde yaşayan gençlere göre demokrasi bir gereklilik ve ihtiyaç olarak görülebilirdi. “Ama!” dedi Platon; “farklı hazların ve

için onaylamadı. Politeia adını verdiği bir

eğilimlerin ifade imkanı bir fantezidir. Yaşlılıkla gelen

ideal yönetim modeli tanımladı. Bu model,

bilgelik, bu durumun görülmesini sağlar. “Kalıcılık”

“insanların iyi ve üretken yaşam koşullarına

fikrini önemli hale getirip statükoya eğilim doğurur.”

ulaşması” amacına dönüktü. Tezini kısaca şöyle özetledi: “Yurttaşların (citizen) iyi ve üretken yaşam koşullarına ulaşmasının yolu; “Kendi özel

Ve bu noktada şu tezi ileri sürdü: “Özünde zaman disiplinsizliği bulunan bu tez ve ona özgü devlet sisteminin despotik özü, er geç gün gibi açığa çıkacaktır.” 13 Bu tespitini de şöyle temellendirdi:

çıkarlarını halkın çıkarlarının üstünde tutan belirli

“Hazların ‘eşitlik’ fikri çerçevesinde tatmini ‘para’ ile

bir zümrenin” yönetimi olan Oligarşi veya “halkın

mümkündür. Para sağlayamayan demokrasi, gençliğin

çoğunluğunun kendi özel çıkarlarına dönük kararlar

bilinçsizliğini ve vahşiliğini kıymete bindirir, onu

aldığı ve uyguladığı” bir yönetim olan Demokrasi değil;

teröristleştirir. İdeolojiye bürünmüş terörizm devrimci

“Halkın çıkarları için hareket eden belirli bir zümrenin yönetimi” olan Aristokrasidir7.”

Ona göre demokrasi, en iyi siyasal düzen saydığı “politeia”nın bir sapmasıydı8. Demokrasi sadece

radikal örgütler ortaya çıkarır; ideolojiden arındırılmış terörizm ise gençliği, silah tüccarlarının, uyuşturucu baronlarının, mafyanın, çetelerin eline düşürür. Para sağlayabilen demokrasi ise gençliği eğlenmeye ve vakit öldürmeye mahkum eder.”14

yoksulların, yani yurttaşların sadece bir kısmının

Platon demokrasiyi bir de “niceliğin zorbalığı”

çıkarlarını korur; ortak yararı korumazdı.

olarak tanımladı. Çoğunluğun azınlığa hükmettiği bir tür tiranlık/zorbalık olarak gördü.

Demokrasi üzerine sistematik bir şekilde kafa

***

Zubristki, Mitropolski, Kerov. İlkel topluluk, Köleci

5

toplum ve Feodal Toplum. İkinci kısım: Köleci toplum.

Prof. Dr. İoanna Kuçuradi. “Yirmi birinci yüzyılın

9

Üçüncü Bölüm: Köleci site kesin biçimini alıyor. Sol

eşiğinde demokrasi kavramı ve sorunları” isimli makale.

yayınları

Hacettepe Ün. Ed. Fak. Dergisi. Cumhuriyetin 75. Yılı özel sayısı

Aristoteles (MÖ 384 – MÖ 322)

6

Aristo, ”kendi özel çıkarlarını halkın çıkarlarının

7

MÖ 427 – MÖ 347

10

üstünde tutan belirli bir zümrenin” yönetimini Oligarşi

11

olarak tanımlar. Oligarşiyi kötü, aristokrasiyi ise gerekli

12

görür.

13

Platon. Devlet. 8. Kitap Platon. Devlet. 8. Kitap Platon. Devlet. 8. Kitap

Prof. Dr. İoanna Kuçuradi. “Yirmi birinci yüzyılın

8

Platon’un görüşleri için “Alain Badio. “Demokrasi

14

eşiğinde demokrasi kavramı ve sorunları” isimli makale.

Bayrağı” isimli makale. (Demokrasi ne alemde?

Hacettepe Ün. Ed. Fak. Dergisi. Cumhuriyetin 75. Yılı

Hazırlayan: Eric Hazan, Metis yayınları)”ndan

özel sayısı

faydalanılmıştır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

7


Düşünürlerin demokrasi ile ilgili tahlil

Tanrı/Kilise onaylı birer güçtüler. Halka, kaderine

ve değerlendirmeleri göz önünde

razı olup bu koalisyona boyun eğmekten

bulundurulduğunda, üzerine en fazla vurgu

başka bir seçenek kalmazdı. Fakirin zengin,

yapılan iki nokta dikkat çekmektedir: Birincisi,

köylünün şehirli, sıradan vatandaşın aristokrat

çoğunluğun hakimiyeti oluşu, ikincisi ise herkesi

olması mümkün değildi. Adalet, hak, hukuk

eşit hale getirmesi…

gibi kavramların hiçbir karşılığı yoktu. Koyu bir

Peki! Bütün coğrafyalar derebeylik ve krallıklarla, yani bir kişinin veya zümrenin

cehalet ve karanlık içerisinde yaşamak zorunda idiler.

zorbalığı esasına dayalı yönetimlerle

Avrupa’dakine göre daha adil olan yönetim

yönetiliyorken; “halkın yönetim faaliyetlerine

modeli İslam coğrafyasında göze çarpıyordu.

katılması” fikri, dönemin düşünürlerini neden

Dönemin en büyük gücü olan Osmanlı

rahatsız etmiştir? Bunun iki temel sebebi olsa

İmparatorluğu, Sünni hilafet düşüncesine

gerektir:

(Devlet dini bir gerekliliktir ve halife yeryüzünde

1. (İster bir kişinin ister bir zümrenin yönetimi şeklinde olsun) Merkezi devlet yapılanmalarının olduğu bir dönemde; “her kafadan bir ses çıkacak”, “herkes kendisini kral gibi görecek” gözüyle bakılan bir yönetimin, kargaşaya yol açacağı düşünülmüş ve rasyonel bulunmamış olmalıdır.

Allah’ın temsilcisidir) farklı bir yorum getirmeyi başarmış, bir nevi “çok hukuklu yönetim” anlayışı geliştirmişti. Hükmettiği çok geniş coğrafyada, farklı dinlere karşı hoş görülü davranıyor, ayrıca merkezi otoriteye bağlılıklarında bir sorun olmadığı müddetçe bazı bölgelerin kendi yöneticileri tarafından yönetilmelerine bile engel olmuyordu. Asker yetiştirmek üzere farklı coğrafyalardan gençlerin

2. Toplumlardaki sınıf farklarının derin ve belirgin olduğu bir ortamda; cahillik ve yoksulluklarından dolayı “ayak takımı” olarak görülen kitlelerin iktidara katılması, “seçkinci” gururlarını okşamış olmalıdır. Onların kendi başlarına doğru karar veremeyecekleri, seçkinlerin onlar adına karar vermesi gerektiği peşinen kabul edilmiştir.

toplanması anlamına gelen devşirme yöntemi, aynı zamanda Müslüman olmayan milletlere yönetimin en üst noktalarına15 bile gelme imkanı sağlayan bir mekanizma idi. Ne kadar tahrif edilmiş olsa da, İslam dini kaynaklı bir adalet, hak, hukuk anlayışı vardı. Avrupa’daki baskı ve zulüm göz önünde bulundurulduğunda, her yönüyle ileri bir modeldi. Çok katı ve insani olmayan yönetimler tarafından yönetilen Avrupa’nın, çeşitli

Günümüzde Demokrasi

vesilelerle tanıştıkça İslam dünyasından

Yunan sitelerinde ortaya çıktığı dönemden uzun

batıdan Endülüs, doğudan da Osmanlı

bir zaman sonra “demokratik yönetim” fikrinin

örnekleri, Avrupalıların; adalet, hak, hukuk

yeniden itibar kazanması, Orta Çağ’ın sonlarına

gibi kavramlarla tanışmalarını sağladı.

rastlar.

Başlangıçta kralların ve derebeylerin bu

etkilenmemesi mümkün değildi. Nitekim

Bu dönemde Avrupa devletleri, dini otoritenin kilise, dünyevi otoritenin ise kral tarafından temsil edildiği çok sağlam bir güç koalisyonu tarafından yönetilmekteydi. Kilise “Tanrı adına konuşan ve Tanrı adına karar veren bir güç” olarak kendisini kabul ettirmeyi başarmıştı. Dolayısıyla Tanrının gazabını üzerine çekmeyi ve bile bile cehenneme gitmeyi göze almadan, hiç kimse otoritesinin önüne dikilemezdi. Koalisyonun diğer ayağını oluşturan Krallar ise

8

tanışıklıktan çekinmesini gerektirecek bir sebep bulunmuyordu. Kilisenin yardımıyla halkın kulakları kolayca tıkandı, gözleri kolayca perdelendi. Fakat 1492 yılında başlayan coğrafik keşiflerle açılan ticaret yolu, Avrupa’da yeni bir güç odağının yükselişine zemin hazırladı. Ticaret yoluyla güçlenen bu yeni sınıfın adına Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme dönemi

15

sonlarından itibaren, bu yöntemle birçok vezir yetişmiştir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


“burjuvazi”16 denmiştir.

mekanizma olmalıydı.

İlk başlarda yeni güç, varlığını Tanrıya dayamış

Bu fikirler ortaya çıktığında İslam dünyası, hızlı

katı yönetimler karşısında kendisini ifade

bir gerileme sürecine girmiş bulanmaktaydı.

etme imkanı bulamadı. Bu yüzden de Kilise ve

Bir dönem hem teknoloji hem de adalet

krallarla 19. yy. başlarına kadar devam eden bir

yönünden cazibe merkezi iken, bu özelliğini

güç çekişmesine girişti. Kilise ve krallık karşıtı

yitirmeye başlamış, yitirdikçe de geri kalmış,

söylemleri destekledi. Böylece adalet, hak,

baskıcı ve sorunlu toplumlar haline gelmişti.

hukuk gibi kavramlar, o dönem Avrupa’sının şiddetle ihtiyaç duyduğu özgürlük, eşitlik gibi yeni kavramlarla birleşerek içten içe yayılmaya başladı.

Böylece “halkın egemenliği” fikri sadece Batı toplumlarında değil, bütün dünyada ilgi toplamaya başlamıştı. Zaman içerisinde halkın egemenliğinin pratikte nasıl uygulanacağına dair

Bu süreç içerisinde Montesquieu (Frs. 16891755), günümüz yönetim biçimlerinin temel esaslarından olan kuvvetler ayrılığı ilkesini gündeme getirmiştir. Bu tezini, “her devlette

birçok farklı tez ve uygulama vücut bulmuştu. Günümüze geldiğimizde ise demokratik yönetim modellerini şöyle özetlemek mümkündür:

yasama, yürütme ve yargı vardır” şeklinde ifadelere

Demokratik yönetim biçiminin iki ana türü

döktü. “Yasama iktidarı yasa yapar, yasaları kaldırır

vardır.

veya değiştirir. Yürütme iktidarı savaşa ve barışa karar verir, yabancı ülkelere temsilci gönderir – temsilci kabul eder, içte ve dışta güvenliği sağlar. Yargı iktidarı ise anlaşmazlıkları çözümler, suçluları cezalandırır.” Montesquieu yasama ve yürütmenin

kralda olması gerektiğini ileri sürmekteydi. Kral olmazsa gücün parçalanacağını, bunun da özgürlükleri tehlikeye sokacağını düşünüyordu. Bu nedenle parlamenter sisteme karşıydı. Ondan belli bir zaman sonra J. Jacques Rousseau (Frs. 1712-1778) ise “demokrasi”

ve “insan hakları” tezlerini ortaya koymuştur. “Toplumsal sözleşme” isimli kitabı, insan hakları sözleşmesine ilham kaynağı olmuştur. Ona göre: “Egemenlik, ‘genel irade’nin kullanılmasıdır. Genel irade ise toplumu oluşturan bireylerin ‘özel irade’lerinin toplamıdır. Genel irade her zaman en iyiyi, en doğruyu ve en faydalıyı gösterir. Çünkü en fazla sayının ya da çoğunluğun iradesidir.” Kısacası

Rousseau’ya göre yönetim halka aitti. Halk egemenliği devredilemezdi. Hükümet ile egemen gücü birbirine karıştırmamak gerekirdi. Hükümet egemen güç değil, egemen güç ile birey arasındaki ilişkileri düzenleyen bir

1. Doğrudan demokrasi 2. Temsili demokrasi Doğrudan demokrasi J.J. Rousseau’nun formülize ettiği yönetim biçimidir. Yasama, yürütme ve yargı işlevlerine halkın doğrudan katılmasını öngörür. Yöneten yönetilen ayrımı yoktur. 19. yy.da Polonya’da uygulanmaya çalışılmış ve günümüzde de İsviçre’nin bazı dağ kantonlarında uygulanmaktadır. Kalabalık ve büyük ülkelerde uygulanma imkanı yoktur. Temsili demokraside ise halk, seçim yoluyla temsilciler (meclis) seçer ve yönetme yetkisini onlara devreder. Halkın görevi neredeyse seçim sandığına gitmekle bitmektedir. Yasaların hazırlanıp çıkarılması, yürütme organının (hükümet) teşekkülü, denetlenmesi ve toplumu ilgilendiren icraatlarının onaylanması gibi görevler, temsilciler tarafından gerçekleştirilmektedir. Günümüz uygulamalarında demokrasinin temel kriterleri beş ana kategoride toplanabilir:

Orta Çağ İngilizcesinde burgeis, burges ve borges,

16

Flemenkçe burgerij ve Almanca Bürger kelimeleri “bir şehrin ya da köyün sakini” anlamına gelir. İtalyanca Borghese “kasabada ya da kazada ikamet eden özgür bir adam” demektir. Kelime yayılarak tüccar ve tacirler için kullanılmaya başlanmış ve 19. yüzyıla kadar orta

- Değişik fikir guruplarının organize olmaları; parti kurarak kendilerini topluma anlatmaları, propagandalarını yapmaları; toplumun çoğunluğunu ikna edebilirlerse

sınıf (soylular ile köle ve işçiler arasındaki sınıf) kelimesi

özgür seçimler aracılığıyla iktidara

ile eşanlamlı kullanılmıştır.

gelebilmeleri

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

9


- Halk tarafından seçilmiş olan meclisin hükümeti denetlemesi

bazı beceriksiz kaptanlar yüzünden kayalara çarpar; buna karşın demokrasi şişirilmiş bir botta seyahat

- Yasama, yürütme ve yargı şeklinde oluşan kuvvetler ayrılığı

etmek gibidir. Kolay kolay dibe batmazsın, fakat ayakların hep ıslaktır” diyerek düşüncesine daha

da açıklık getirmiştir. Bir diğer Amerikalı siyaset uzmanı E. E. Schattschneider “Demokrasi halkın

- Hukuk devleti ilkesi

karar alma sürecine katılabilmesine olanak sağlayacak

- Halkın, farklı fikir ve hedefler çerçevesinde oluşturduğu sivil toplum örgütleri aracılığıyla kendisini ifade etmesi ve yönetime katılması. Fakat bu beş kriterin uygulanması toplumdan topluma farklılık göstermektedir. Olumlu ve takdir edilen örneklerin yanında, beş kriteri yerine getiriyor olmasına rağmen demokratik yönetim biçimiyle ne kadar uyuştuğu tartışma

şekilde liderlerin ve organizasyonların alternatif kamu politikaları için yarıştıkları bir rekabetçi politik sistemdir” diyerek, yöneticileri üretkenliğe

zorlayan yönüne dikkat çekmiştir. Avusturya kökenli siyaset bilimci Friedrich A.von Hayek ise “Reddedilecek olan demokrasi değil, sınırsız devlettir. İnsanların demokrasi dışındaki diğer yönetim şekillerini ve çoğunluk kuralına dayalı bir iktidarı sınırlamayı niçin öğrenmediklerini anlayamıyorum”

götürecek örnekler de bulunmaktadır.

diyerek görüşlerini ifade etmiştir.

Peki! Yunan sitelerinde uygulandığı ilk biçime

Demokrasiye olumlu bakan düşünürlerin

göre oldukça farklı noktalara gelmiş olan günümüz demokrasisi, nasıl bir yönetim biçimidir?

görüşlerinde ortaya çıkan yönleri şu şekilde maddelemek mümkündür: 1. Çoğulculuğun olmadığı yerde despotizm

Demokrasi nasıl bir yönetim biçimidir? Günümüz uygulamalarına bakıldığı zaman, Yunan sitelerinde uygulandığı şekline göre demokrasi anlayışında oldukça gelişmeler olmuştur. Bütün vatandaşların seçimlere katılabiliyor olması; kuvvetler ayrılığı ilkesi sayesinde otoritenin denetime açık olması; hukukun temel olması bunlar arasında sayılabilir. Fakat kat ettiği bütün gelişmelere rağmen demokrasi konusunda farklı farklı görüşler vardır. Mesela İngiltere’nin eski başbakanlarından

10

olur. 2. Çoğunluğun tercihi esas değilse, hukuk; bir kişi, aile veya sınıfın paşa gönlüne göre oluşur. 3. Demokrasi bütün vatandaşların yönetime iştirak etmesine imkan tanır. 4. Demokrasi bütün fikirlerin ifadesine ve iktidar için yarışmasına zemin hazırlar. Fakat bununla birlikte demokrasiye olumsuz bakanlar da az değildir.

Winston Churchill, “En kötü yönetim biçimi

Mesela Fransız ekonomist ve düşünür Pierre-

demokrasidir, eğer diğer bütün sistemleri dikkate

Joseph Proudhon “Demokrasi gizli bir aristokrasidir”

almayacak olursanız!” demiştir. Muhalif düşünür

der. Atinalı Euripides “Kanunları zenginlerin çıkarı

Noam Chomsky, “Demokrasi, içindeki insanların

için yapıyorsunuz” diyerek bu eleştiriye katılır.

izleyici değil oyuncu olduğu bir sistemdir” diyerek

Antik dönemin İtalyalı bir diğer düşünürü

övmüştür. Amerikalı düşünür siyasetçi Theodore

Publius Ovidius Naso ise “Parlamentonun kapıları

Parker, “Demokrasi demek, ‘sen de benim kadar

fakirlere kapalıdır” diyerek bu eleştiriye katılır.

iyisin’ demektir” sözüyle bireye verdiği değeri

Friedrich A. von Hayek ise meselenin bir başka

vurgulamış; Amerikalı bir başka yazar siyasetçi

yönüne dikkat çekerek şöyle der; “Bireysel çıkar

Fisher Ames ise “Bütün despotizmler içerisinde

değil, asıl grup çıkarı tehlikelidir.” Ve bu sözüne

demokrasi en kötüsüdür” diyerek, despotizme

şöyle açıklık getirir; “Demokrasi konusundaki

göre en tercih edilir yönetim biçimi olduğuna

eleştirilerin nedeni, devletin çoğunluğun üzerinde

dikkat çekmiştir. Ayrıca “Monarşi güzel bir biblo

anlaşmış olduğu kararlara hizmet ettiği düşüncesi

gibidir, denizde bir süre yüzer ancak bir süre sonra

değildir, asıl itiraz çoğunluğun holdinglerin ve çeşitli

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


çıkar gruplarının isteklerine hizmet etmek zorunda

iyi gibi kavramlar ve toplumun güvenliği

kalmasıdır.” Günümüz Fransız komünistlerinden

açısından bir tehlikelidir.

Daniel Bensaid “Liberalizm için demokrasi terimi, en nihayetinde, tüccar despotizminin ve bu despotizmin dizginsiz rekabetinin takma burnundan başka bir şey değildir” der. Litvanya asıllı komünist yazar Emma Goldman “Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı” şeklindeki ironisiyle bu eleştirileri

tamamlar. Alain Badiou’ya göre seçim, “halkın

Olumlu ve olumsuz görüşleri karşı karşıya getirdiğimizde, üzerinde durulan noktaların aslında aynı olduğu gibi bir gerçekle karşılaşırız. Aynı konunun kimilerince olumlu kimilerince olumsuz görülmesinin bir sebebi, aslında ikisinde de dikkate alınması gereken yönlerin

istatistik kılığına indirgenmesi”dir.

bulunmasıdır. Bir diğer sebebi ise farklı görüş

Amerikalı siyasi yorumcu Walter Lipmann

oluşudur.

“Çoğunluğun azınlık tarafından yönetimi tiranlıktır; azınlığın çoğunluk tarafından yönetimi de tiranlıktır. Her iki durumda da ‘senin istediğin gibi değil, bizim istediğimiz gibi yapacaksın’ kuralı geçerlidir” diyerek

bir açmaza işaret eder.

ve eğilimlere göre herkesin beklentilerinin farklı

Mesela bir liberal, bireysel özgürlüklerin alabildiğince geniş, devlet otoritesinin ise alabildiğince dar olmasını ister. Devletin hükmeden değil, sadece organize eden olması gerektiğini söyler. Bir ulusalcı ise tam tersi

Daniel Bensaid “Niceliğin tek başına kanun

görüştedir; ona göre önce devlet gelir ve

gücüne sahip olması. Çoğunluğun hakikat yerine

devlet otoritesi esastır. Bireysel özgürlükler,

geçmesi.” diyerek demokrasiye farklı bir yönden

devletin verdikleriyle sınırlı olmalı, devletin

eleştiri getirir. İngiliz filozof ve sosyolog

gücünü zayıflatacak noktalara varmamalıdır.

Herbert Spencer “Politikada çoğunluk kuralının

Bir komünist, devleti ortadan kalkması gereken

haklılaştırılması onun ahlaki açıdan doğru olduğunu

bir kurum olarak gördüğü için, her türlü devlet

göstermez” der. ABD eski başkanlarından John

yapılanmasını tiranlık olarak tanımlayacaktır.

F. Kennedy ise, “Demokrasilerde bir seçmenin

Bir Müslüman, dininin kendine ait bir devlet

cehaleti bütün halkın güvenliği için tehlikedir” diyerek

modeli olduğunu düşündüğü için, eğer radikal

cehalet ile çoğunluğun görüşü arasındaki ilişki

düşüncelere sahipse onun haricindeki hiçbir

ve bundan doğan zafiyete işaret eder.

yönetim biçimini meşru görmeyecek, üzerinde

Demokrasinin olumsuzluklarına işaret eden düşünürlerin görüşlerini de şöyle maddelemek mümkündür:

tartışma ihtiyacı bile hissetmeyecek; eğer geleneksel düşüncelere sahipse “şeriat”ın uygulandığı her hangi bir devlet modeline razı olacaktır. Bir demokrat ise peşinen demokrasiyi

1. Demokraside söz halka aittir, ama halkın görüşü güçlülerin yönlendirmesine açıktır. Dolayısıyla güç kimdeyse, demokrasi de onun çıkarlarına hizmet eder. 2. Demokrasi birey-devlet ilişkisinde denge kurmayı zorlaştırır. Özgürlüklerin genişlemesi kamusal alanı daraltır, ama devleti zayıflatır; kamusal alanın genişlemesi ise özgürlükleri sınırlar ama devlet oligarşisi oluşturur. 3. Demokrasilerde çoğunluk hakikat yerine geçer, nicelik niteliğe üstün hale gelir ve kanun gücüne sahip olur. 4. Herkesin eşit kabul edildiği bir toplumda “bireyin cehaleti”; hak, hukuk, doğru ve

savunacak ve övecektir. Değişik fikri eğilimler içerisinde radikal Müslümanlar ve komünistler, “reddeden”, “beğenmeyen” yaklaşımlarıyla diğerlerinden ayrılmaktadırlar. Radikal Müslümanların reddetme ve karşı çıkma sebepleri, ideal bir devlet anlayışları olmasından dolayıdır. Ne var ki bu ideal devletin niteliği belirsizdir. “İslam hakim olunca bütün sorunları çözecek” varsayımına dayanır. Oysa burada bir yanlış anlama bulunmaktadır. İslam; yönetim, ekonomi, hukuk, eğitim, sağlık vs. gibi hayatın değişik alanlarına dönük her dönemde geçerli olacak uygulama modelleri bildiren bir din değildir. O insanlığın problemlerini kavram, ilke ve değerler şeklinde ele alır. Bu ilke ve değerlerin değişik zaman ve coğrafyalarda nasıl

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

11


uygulanacağını; bu değerlere göre yaşamaya

veya güvensizlik, huzur veya kargaşa, mutluluk

çalışan Müslümanların içtihadına bırakır. Ayrıca

veya mutsuzluk bu ilişkinin niteliğine göre

İslam’ın değerlerine uygun olan devlet modeli,

belirlenir. Asıl olan insan ve hedef de onun

günün gerçeklerinden bağımsız ve insanlığın

mutluluğu olduğuna göre, yönetim biçiminin

tecrübe birikimini reddederek gerçekleştirilmez.

adalet, mutluluk, huzur ve güven oluşturması

Aynen Resulullah’ın yaptığı gibi; iyi ve güzeli

gerekir. Aslında yönetim olgusu, yönetenin

onaylayıp sürdüren, eksik olanı tamamlayan,

niteliğinden bağımsız değildir. Mesela en baskıcı

yanlış olanı ise değiştiren veya ortadan kaldıran

yönetim biçimleri bile, iyi ve adil bir insanın

bir yaklaşımla olur. Bugün için de yapılması

elinde, yönetilenlere mutluluk ve huzur veren bir

gereken bundan başka bir şey değildir; insanlık

sonuç doğurabilir. Ancak gücün yoldan çıkarıcı

tarafından ortaya konmuş tecrübelerin İslam’ın

etkisi göz önünde bulundurulduğunda, yönetim

hedefine ters düşmeyenlerinden yararlanılacak

biçiminin, yönetenin insafına bırakılmayacak

ve bunların sürmesi sağlanacak, eksik tecrübeler

şekilde adalet üreten ve denetlenebilen bir

daha iyi hale getirilecek, yanlış olanlar ise iyi ve

mekanizma üzerine oturtulması esas olmalıdır.

doğru olanıyla değiştirilecektir. İşte demokrasiye de bu gözle bakmak gerekir. Tümden reddetmek yerine, zulüm üreten kısımları tespit edilerek ayıklanmalı ve reddedilmeli, adalete hizmet edebilecek yönleri ise tespit edilmeli ve yararlanılmalıdır.

halkın denetlemesine en açık yönetim biçimi olarak karşımıza çıkar. Bir yönetici, belirli yöntemler ve kurumlar aracılığıyla; izleyeceği politikaları halkıyla istişare etmeli ve başarısızlık halinde halkına hesap vermelidir. Gerektiğinde

Komünistlere gelince; bunların demokrasiyi peşinen tiranlık olarak niteleme sebepleri, devletsiz ve otoritesiz bir dünya tasavvur etmelerinden dolayıdır. Ancak “otoritesiz” bir dünyanın nasıl oluşacağı belli değildir. Böyle bir dünya oluşturmak için izlediği yol onu, bırakın otoritenin son bulduğu veya (en azından) zayıfladığı bir tecrübeyi; aşırı derecede baskıcı ve despotik bir devlete ulaştırmıştır. Sonuç olarak; insanın tabiatı değişmedikçe (ki yaratılış değişmez) devlet gerekli bir kurum olacaktır. Ve bu kurum farklı değerleri temsil eden insanların, kendi değerlerini hayata geçirme çabalarının bir sonucu olarak vücut bulacaktır. Bu yüzden de yeni arayışlar hep devam edecek ve yönetim modelleri hep tartışılacaktır.

görevden alınabilmelidir. Bu çerçevede demokrasi, yöneten ve yönetilen arasında; istişare, denetleme ve gerekirse görevden alma kavramları yönünden başarılı bir tecrübe ortaya koymuştur. Gerçekten

uygulandığında despotizme, baskıya ve keyfiliğe yol açmaz. Ancak ne var ki demokrasinin oluşturduğu mekanizmanın önemli bir zafiyeti vardır. İstişare, denetleme ve gerekirse görevden alma şeklinde gerçekleşmesi öngörülen “halkın görüşü”, etki ve yönlendirmeye açıktır.

Propaganda, enformasyon ve dezenformasyon kanallarını elinde bulunduran güç, halkın tercihlerini kolayca etkileyebilmektedir. İyiyi kötü, doğruyu yanlış veya eksiği tam göstererek istediği kişileri seçtirebilmekte, istediği kişinin

Şimdi bu gerçekler ışığında demokrasiyi değerlendirirsek: 1- “Güçlünün yönetimi” ve “halkın denetimine açık yönetim” açısından demokrasi

12

Doğruluğa ve adalete en yakın yönetim biçimi,

icraatlarını mükemmel gösterebilmekte veya istediği kişiyi iktidardan indirebilmektedir. Dünyanın önde gelen ülkelerinde halkın tercihini etkileyebilen güç sermayedarlardır. Bunlar propaganda organlarını, bürokratları, akademisyenleri ve siyasetçileri satın alma

Yönetim, “yöneten” ve “yönetilen” unsurlarından

gücüne sahip oldukları için, perde gerisinden

oluşan bir mekanizmadır. Yönetim biçimini ise

olayları yönlendirmektedirler. Geri kalmış

bu iki unsur arasındaki ilişkinin niteliği belirler.

ülkelerde halkın tercihini etkileyebilen güç ise

Adalet veya zulüm, hürriyet veya baskı, güven

gelişmiş ülkelerdeki güçlerin işbirliği yaptıkları;

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ordu, sermayedar veya siyasetçi gibi yerel

uygulanabilecek teferruatlı yasaları ve

güçlerdir.

uygulama modelleri bulunmadığına göre (yani

Demokrasi mekanizması içerisinde bu durumu engelleyebilecek bir kanal bulunmamaktadır. 2- “Güçlünün hukuku” ve “halkın hukuku” açısından demokrasi

“Toplumun yaşamını düzenlemek için, uygulanması

Allah böyle bir şeyi murat etmediğine göre), Allah’ın hakimiyeti denilen şey, aslında O’nun adına insanın hakimiyetidir. İnsanın Allah adına yapacağı iş ise, Allah’ın sözlerinden anladıkları ile sınırlıdır. Bütün dinlerin bir sürü mezhep ve fırkalarının olduğu göz önünde bulundurulduğunda; Allah adına hükmetmek,

devlet tarafından yaptırıma bağlanmış kurallar

Allah’ın ismiyle kendini meşrulaştıran fırkanın

bütünü”ne17 hukuk denir. Bir toplumun; adalet-

hakimiyeti demektir. Bu hakimiyet biçiminin

zulüm, düzen-kargaşa, mutluluk-mutsuzluk gibi kavramlardan biriyle tanımlanmasında temel

tarihte çıkan örnekleri, insanlık tarihinin en baskıcı dönemlerine18 tekabül eder. Nitekim

belirleyicilerdendir.

Orta Çağ Avrupası’nda Kilise’nin, İran’da Şii

İnsanlık tarihinde yaşanan hemen hemen bütün

örnek olarak verilebilir.

örnekler, hukukun hakim gücü temsil ettiğini ve onun rengini taşıdığını göstermektedir. Dolayısıyla adaletin kılıcı en keskin olduğu zaman bile, rengini taşıdığı güce karşı körleşir. Onun çıkarlarına menfaatlerine dokunmaz. Ucu ona dokunacak meselelerde kör ve sağır hale gelir. Bu ise gerçek anlamda adaletin ortaya

mezhebine bağlı din adamlarının iktidarı buna

Bugün Allah’tan vahiy alan bir elçi gelip nasıl olması gerektiğini bildirmeyeceğine göre, yönetim insanlar tarafından gerçekleştirilecek demektir. Böyle bir durumda da en adil hukuk, bir kişi, bir aile, bir gurup veya bir sınıfın kendi doğrularını dayattığı hukuk değil, toplumun

çıkmasını daima engeller.

üzerinde uzlaştığı hukuk olur. Kendi görüşünün

Aynı sorun, “Allah’ın hakimiyeti” iddiasıyla

düşen kendi doğrularını dayatmak değil,

ortaya çıkan yönetim biçimlerinde de vardır. İslam, Hıristiyanlık veya Yahudilik: İddianın hangi din tarafından yapıldığının bir önemi yoktur. Allah bir coğrafyaya gelip orayı bizzat yönetmeyeceğine göre, O’nun adına konuşan birileri, O’nun adına yönetim faaliyetini gerçekleştirecek demektir. Şayet Allah hayatın her anında uygulanacak yasaları bütün teferruatlarıyla belirlemiş olsaydı; o yasaların harfiyen uygulanması sonucu, O’nun adına yönetim bir parça gerçekleşebilirdi. Fakat Allah İncil’de ve Tevrat’ta böyle bir yol takip etmediği gibi Kur’an’da da böyle bir yol takip etmemiştir. Çünkü bütün çağlar ve coğrafyalar için geçerli olacak yasalar koymak, Allah’ın yeryüzündeki sünnetiyle ve varlığın gerçekleriyle bağdaşmaz. Bu yüzdendir ki her peygamberle

doğru olduğunu düşünen kişi veya guruplara topluma anlatarak ikna etmeye çalışmaktır. İşte bu noktada demokrasi, halkın iştirakiyle oluşan hukuka bir kapı aralamaktadır. Ancak ne var ki bu kapı, aynı zamanda onun en zayıf yönlerinden birini oluşturur. Halkın iradesinin yönlendirilmesine engel olacak mekanizmalara sahip olmadığı için, hukuk hiçbir zaman halkın üzerinde uzlaştığı hukuk olmaz. Yasalar ve düzen yine güçlülerin paşa gönlüne göre oluşur. Yani demokrasi bu noktadaki iddiasının arkasında duramamakta, gerçekleşmesi için gerekli mekanizmaları harekete geçirememektedir. Yer kabuğu üzerindeki bütün farklı uygulamaları, az veya çok aynı sıkıntıyla karşı karşıyadır.

birlikte, temel ilkeler ve değerler sabit kalmış ama şeriat değişmiştir. Toplum yapılarındaki ve ihtiyaçlarındaki gelişmelere göre değişim

Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed dönemleri Allah’ın

18

hakim olduğu değil, Allah’ın bildirdiği değerlerin elçileri

kıyamete kadar da sürecektir.

aracılığıyla hakim olduğu dönemlerdir. Onları takip eden

Allah’ın her dönem ve coğrafyada

gelişmediği süre zarfında adalet üretmeye devam

dönemler, sabit bir şeriat ve sabit bir hukuk anlayışı etmiş; ama ne zaman ki hukuk ve şeriat dondurulmuş veya yanlış yorumlanmışsa, o zaman adalet yavaş

Türk Dil Kurumu sözlüğü

17

yavaş kaybolmaya başlamıştır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

13


3- Doğruluk ve hakikat açısından demokrasi

- Ve toplumu ikna etmeyi başarabilirse

Doğruluk ve hakikat, çoğunluğun oyuyla belirlenebilen değerler değildir. Öyle zaman olur ki toplumun tümü yanılır, tek bir bireyin savundukları doğru olur. Eğer çoğunluğun fikri doğru olsaydı, atalardan beri sürdürülüp gelen gelenekler hiç değişmezdi. İnsanlar hala dünyanın düz olduğunu düşünüyor olurlardı. Ama her dönemde birileri çıktı, bir alandaki geleneğin toplumun gelişmesini engellediğini ve değişmesi gerektiğini söyledi, toplumlar gelişti. Birileri çıktı dünyanın yuvarlak olduğunu söyledi ve teknoloji gelişti.

yönetimi devralabilmesi şeklindeki görüşleri, tamamen boş ve asılsız birer iddia değildir. Bu konularda dikkate ve incelemeye değer görüşler ileri sürmektedir. Özellikle yöneticinin halkla istişare içinde hareket etmesini temin etmesi ve halkın yöneticiyi denetleyebilmesi bakımından önemsenmesi gerekmektedir. Halkın görüşünü dikkate alan yönetim açısından en yakın örnek Hz. Muhammed ve ardından gelen dört halife dönemidir. Hz. Muhammed

Fakat demokrasi, çoğunluğun fikrini doğru kabul

“istişare-danışma” ilkesini gündeme getirmiş

eden bir yönetim biçimidir. “Çoğunluğu” hakikat

olmakla birlikte bu prensibin onun hayatında

yerine koyar.

nasıl ortaya çıktığını izlemek kolay değildir.

“Her toplum layık olduğuyla yönetilir” ilkesi çerçevesinde baktığımız zaman, “demokrasi toplumun layık olduğu şeyi ortaya çıkartır” diyebiliriz. Hatta çoğunluğun fikrinin uygulanması, birçok noktada sorun da oluşturmayabilir. Fakat bir toplum sürekli bu şekilde varlığını sürdüremez. Sayı niteliğe üstün geldiği için toplum, kendisini yenileme ve geliştirme becerisini yitirmeye başlar. Bu da zamanla toplumun gittikçe kötüleşmesi ve niteliğini yitirmesi anlamına gelir. 4- “Eşitlik” açısından demokrasi

Çünkü o aynı zamanda peygamberdir ve yönetici olarak görev ve yetkisi sınırsızdır. Fakat onun ardından ilk yöneticinin belirlenmesinde bu prensip kendisini gösterir. Hz. Ebu Bekir toplumun önde gelenlerinden oluşan bir oda dolusu insan tarafından seçilir. Yönetici olduğunda da “bir hata yaparsam uyarın” diyerek halkın görüş ve uyarılarına karşı kapısını açık tutar. Ardından gelen Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir’in tavsiyesiyle yönetime gelse de, halkın görüş ve uyarılarını dikkate alma konusunda oldukça ileri bir pratik ortaya koyar. Hatta belli konularla sınırlı olsa da bir danışma meclisini ilk o oluşturur. Hz. Osman, Hz. Ömer

Toplumun kaderinin belirlenmesinde bütün

oluşturduğu şura tarafından seçilir. Ama onun

vatandaşların “eşit” olması fikri çekici olmakla

yönetimi (seçim yönteminin aksine), diğer üç

birlikte önemli sakıncaları da taşımaktadır.

halifeye göre halka en kapalı yönetimdir. Hz. Ali

Demokrasi herkesi eşit kabul etmektedir,

ise Medine’yi basan halkın darbesiyle yönetici

ama bütün vatandaşların bilgi, kültür, akıl

seçilir, ama halkın görüşlerine açık bir yönetim

ve samimiyet seviyeleri bir değildir. Cahil

sergiler. Fakat bu yönetim şekli daha fazla

vatandaşların varlığı hak, hukuk, doğru ve iyi

devam etmeyerek Emevi saltanatıyla son bulur.

gibi kavramlar açısından bir tehdide dönüşebilir. Art niyetli vatandaşların varlığı ise toplumun güvenliği açısından bir tehlike oluşturabilir. ***

Günümüzdeki demokrasi tecrübesi, halkın yönetime iştiraki bakımından (temsil ettiği değerler bakımından değil) o döneme göre daha ileri kabul edilebilir. Bugün artık sadece sınırlı sayıdaki temsilciler değil, bütün halk yönetici

Demokrasinin:

seçimine katılmaktadır (o günün şartlarında

- Birbirinin hak ve özgürlüklerini kısıtlamadığı sürece herkesin kendi fikrini ifade edebilmesi - Topluma kendi fikrini anlatabilmek için

14

kurumsal organizasyonlara girişebilmesi

böylesine kapsamlı bir seçim yapmak teknik olarak mümkün değildi). Ve bugün artık bir yöneticinin halkın uyarılarını dikkate almaması bir daha seçilememesi gibi bir sonuca yol

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


hareket edenler:

açmaktadır. Ancak bununla birlikte demokrasi, birçok kimsenin kabul ettiği gibi sorunsuz da değildir. Demokratik yönetim fikrinin çok ciddi zaafları ve eksiklikleri bulunmaktadır. Bu tecrübeden yararlanmayı düşünenlerin, demokrasinin yol açtığı zaaflara karşı mutlaka çözüm üretmesi kaçınılmazdır. Aksi halde iyiye hizmet edebilecek mekanizmalar, bir anda güçlülerin eline geçebilir ve onların doğrularına hizmet etmeye başlayabilir.

- Halkı rakip olarak görüp karşılarına almazlar - “Benimle aynı görüşte değil” deyip dışlamazlar Tam tersi, hedeflerine ulaşabilmek için halka ihtiyaçları vardır - Söylediklerinin doğruluğuna halkı ikna etmek zorundadırlar - Problem ve sıkıntıları çözme becerisine

DEMOKRATİK MÜCADELE YÖNTEMİ Demokrasi, bir yönetim biçimi olduğu kadar yönetime/iktidara gelme yöntemini de ifade etmektedir.

ve bilgisine sahip olduklarını ispat etmek zorundadırlar Bunun sonucunda “fikir” uzun bir süre toplumda tartışılır, yaygınlaşır ve kabul gördüğü takdirde yavaş yavaş topluma rengini verir. Değişim

Yöntem üç ana unsuru ihtiva eder: 1. Toplum yönetimine talip olanların, kendilerini halka özgürce anlatması 2. Halkın, önüne çıkan alternatifleri “seçimler” aracılığıyla oylaması 3. En çok “oy”u alan gurubun yönetim hakkını kazanması

tepeden inme değil, tabandan gelen bir kabul ve destekle gerçekleşmiş olur. Kısacası demokratik mücadele yöntemi, halka rağmen değil, halk ile birlikte bir değişim öngörür. Bu yönüyle; değişim sürecini toplumun algılayış ve isteğine bağlı tutmak istemeyen, illegal davet ve propaganda gibi çatışmacı yöntemlerle değişimi zorlamayı ve belli bir güce ulaşınca da yönetim mekanizmalarına

Bu çerçevede günümüz demokrasileri, -antik dönem demokrasisinden farklı olarak- ilkesel bazda herkesin “seçilme hakkı”nın bulunduğunu kabul ederek işe başlar. Fakat seçilebilmek için halkı ikna etmek ve onun desteğini almak gerekmektedir. İktidara talip olanlar, toplum içerisinde benzer görüşlere sahip diğer bireylerle bir araya gelirler ve organize olurlar. Sistem onlara; herhangi bir “sivil toplum kuruluşu” olup onun gücüyle yönetime tesir etme imkanı

el koymayı hedefleyen “devrimci mücadele yöntemi”nden ayrılmaktadır. “Halkın ikna edilerek toplumların değişmesi” fikri aslında çok sempatik ve çok çekicidir. Fakat demokrasinin bir takım ciddi kusurlara sahip olması gibi, demokratik mücadele yönteminin de göz ardı edilemeyecek kusurları bulunmaktadır.

Bu kusurları iki ana noktada toparlayabiliriz: 1. Daha fazla kişinin gönlünü kazanma çabası

tanıdığı gibi, “parti” kurup bizzat yönetime

fikrin tavizler vermesine sebep olmakta ve

talip olma hakkı da vermektedir. Yerküre

safiyetini bozmaktadır.

üzerindeki farklı demokrasi uygulamalarında farklı sonuçlar ortaya çıksa da, sivil toplum kuruluşları ve partiler teorik olarak; propaganda yapabilirler, eleştirebilirler, gösteri, yürüyüş,

2. Mücadele alanı hakim güç tarafından sınırlanabilmekte ve çabalar engellenebilmektedir.

protesto düzenleyebilirler ve sivil yöntemlerle baskı oluşturabilirler. Böylece halkın desteğini kazanmaya çalışabilirler.

Fikirden taviz vermek: Her pratik ve uygulama bir düşünceden

Bu şekliyle demokratik mücadele yöntemi

doğar. Fakat düşünce, ortaya çıkardığı pratik

“içeriden” bir mücadele yöntemidir. Bu yöntemle

uygulamadan ibaret değildir. Zihinleri o

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

15


uygulamaya ikna edecek derin bir arka planı

artan bir etkiyle toplumda yankı bulur. Sonuçta

mevcuttur. Uygulamayı anlamlandıran da esas

düşünce netliğini ve safiyetini bozmadan

itibariyle arka planında var olan zihni derinliktir.

kendisini topluma anlatma ve toplumu

Tek başına uygulama, hayra da, zulme de

değiştirme imkanı yakalayabilir. Ama toplum

hizmet edebilir. Uygulamanın hayrını ve şerrini,

iyiye ve hayra layık değilse o zaman en azından

niyet; yani onu doğuran düşünce belirler.

onlara layık olanlar görevlerini yerine getirmiş

İktidar odaklı bir düşünce, sadece iktidara gelince gerçekleştireceği icraatlarla değil,

olurlar. Tabii sorun sadece bu kadarla çözülmüş olmaz.

felsefesiyle birlikte kabul görmek ister. Ne var ki, demokrasilerde iktidar halkoyuyla belirlendiği için, çoğunluğu ikna etmek gerekir. Bu durumda düşünce, farklı toplum kesimlerine

Teorik olarak demokrasi her fikrin kendisini

kendini beğendirebilmek ve onların desteğini

ifade etmesine imkan vermek gerektiğini ve

alabilmek için, onların hoşuna gidecek söylem

halkın desteğini alması durumunda iktidara

ve vaatlerde bulunmak zorundadır. O zaman da

gelebileceğini savunsa da, dünya üzerinde

düşüncenin saflığı bozulmaya başlar. İcraatları

ortaya çıkan demokrasi uygulamaları teori

anlamlandıran düşünce bozulunca ise, icraatlar

ile tam olarak örtüşmemektedir. Mevcut

arzulanan neticeleri vermez. İktidara sürekli

uygulamalarda sistem, “kendini koruma”

farklı düşünceler gelip gider, ama sistemin

refleksiyle hareket etmekte, “kurucu düşünce”

niteliği bir türlü değişmez. Değiştiremeyen

olarak kabul ettiği bir düşünceyi “devlet

düşünce ise, sistemin bekasını teminat altına

ideolojisi” haline getirmektedir. İdeolojik

alan bir zenginliğe dönüşür. Tıkanan sistem,

devlet demokrasinin mantığına terstir, ama

kendisini bu şekilde durmadan yeniler.

en gelişmiş demokrasilerde bile vardır.

Dolayısıyla demokratik mücadele, iktidar odaklı düşünce için çok problemli bir mücadele

yöntemidir.

Demokrasi uygulamalarının niteliğine göre devlet, farklı düşüncelere karşı daha toleranslı olabilir ama sistemi tamamen değiştirecek bir değişime müsaade etme eğilimi göstermez.

Fakat bu tespit, demokratik mücadele yönteminin tamamen rafa kaldırılmasını gerektirmez.

Demokratlığın bir sınırı vardır ve bu sınır değişik coğrafyalardaki uygulamalara göre genişlemekte veya daralmaktadır. Dünya üzerinde “demokrasi” diyerek diktatörlük yapan uygulama örnekleri

Eğer düşünce birinci önceliğini iktidara odaklamazsa; demokratik mücadele yönteminin zafiyetini görüp önce kendisini topluma doğru bir şekilde anlatmaya çalışırsa ve toplum kendisini değiştirmeye başladığında buradan aldığı güçle iktidara talip olursa o zaman durum değişir. Bu durumda demokratik mücadele kanalları olan; örgütlenme, propaganda yapma, eğitim faaliyetlerinde bulunma, gösteri, yürüyüş ve protesto gerçekleştirme gibi yöntemler, düşüncenin topluma ulaşmasını ve kendisini doğru bir şekilde anlatmasını sağlayan

16

Sınırlama ve engellemeler:

bile bulunmaktadır. Demokratik mücadele yönteminin esas problemi de aslında budur. Bu problem ise demokrasinin kendi düşünce yapısından beslense de, esas itibariyle uygulamalardaki sıkıntının eseridir. Dolayısıyla mesele eninde sonunda, “iktidar odaklı” bir demokratik mücadele veren muhafazakar parti liderinin, iktidara geldikleri zaman muhalefet tarafından gerçekleştirilen uygunsuz eylemlere karşı yaptığı şu konuşmaya dayanacaktır:

mekanizmalara dönüşür. Toplumun sorunlarını

“Türkiye’nin şu anda bir şeye karar vermesi lazım!

doğru tespit, sisteme getirilen doğru eleştiriler

Türkiye Refah Partisi’yle Adil Düzen’e geçecek, bu

ve ikna edici çözüm önerileri vasıtasıyla da

kesin. Geçiş dönemi yumuşak mı olacak, sert mi

toplumun ilgi ve dikkatini çeker. Eğer toplum

olacak; tatlı mı olacak, kanlı mı olacak; 60 milyon

iyiye ve hayra meyilli ise, bu çabaları karşılıksız

buna karar verecek. Biz diyoruz ki bu geçişi tatlı

bırakmaz. Düşünce her geçen gün daha fazla

yapalım. Bu geçişi barış içinde yapalım. Biz barışçıyız.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Biz huzurcuyuz. Bizim yolumuz kardeşliktir.”19

yönlerinden yararlanmaya, olumsuz yönlerinden uzaklaşmaya çalışmaktır.

SONUÇ İnsan nasıl eksiklik ve zafiyetleri olan bir varlık ise, onun yeryüzünü imar etmek maksadıyla

- BİTTİ -

ortaya koyduğu tecrübe ve tespitler de kusurlarının izlerini taşımaktadır.

insanoğlunun imtihan alanıdır. İnsanlığın başlangıcından beri gelmiş olan dinler, “iyilik ve güzellikle ilgili evrensel değerleri” bildirmişler, ama “yeryüzünü bu değerlerle göre imar etme” sorumluluğunu insana bırakmışlardır. Evrensel değerlerin hayatın değişik bölüm ve şubelerinde nasıl uygulanacağı, insanoğlunun çabasıyla belirlenecektir. Evrensel değerlerin hayatın değişik alanlarında nasıl ortaya çıkacağı, hangi uygulamalar vasıtasıyla vücuda geleceği insanoğlunun görev alanı olduğuna göre; bu yönde ortaya çıkmış tecrübeler birer “değer” olarak görülmelidir. - Hiçbirisi mükemmel değildir; hepsinin de olumlu olumsuz yönleri vardır - Ama hepsinin de, iyilik ve hayra hizmet eden yönlerinden yararlanılabilir Bu bakış açısını kaybetmemek kaydıyla, beşeri tecrübelerden yararlanmak çekinilecek bir konu değildir. Adalet, iyilik, hak, hukuk gibi evrensel değerlerin terazisiyle kolayca yapılabilir. Bu çerçevede bakıldığı zaman demokrasi bir yönetim biçimi tecrübesidir. Değişik yönetim modellerinden birisidir. Bütün modellerin kendilerine göre olumlu ve olumsuz yönleri olduğu gibi, onun da olumlu ve olumsuz yönleri vardır. Demokratik mücadele ise bir toplumsal değişim yöntemidir. Farklı değişim yöntemlerinden birisidir. Kendine göre olumlu ve olumsuz yönleri vardır. Peşinen kabul eden, olumsuzluklarıyla

www.islamiyorum.com

Fakat yeryüzünün iyilik ve güzellikle imarı

birlikte kabul etmiş olacak, peşinen dışlayan ise olumlu yönleriyle birlikte dışlamış olacaktır. Doğru olan ise önyargısız bir şekilde olumlu Necmettin Erbakan. 13 Nisan 1994 tarihli, Refah Partisi

19

Meclis Gurup Toplantısı.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

17


DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ

MAKALE 2 :

Demokrasi’nin Krizi Hamdi Tayfur Dikkat edilirse başlığımız “Demokrasi Krizi”

tartışılıyor. Bu tartışmalarda bir kesim

değil “Demokrasinin Krizi”dir. Çünkü “Demokrasi

demokrasiyi bir din olarak kabul ediyor. Allah’ın

Krizi” dediğimizde anlaşılması gereken şey;

hükmü karşısında insanın hükmünün üstün

devlet ve toplum olarak demokrasiye geçme,

kılınması olarak kabul ettiği demokrasiyi kökten

onu benimseme ve uygulama açısından muhtelif

reddediyor. Diğer bir kesim ise şûra ve istişare

engelleyici faktörler nedeniyle ortaya çıkan

gibi bazı siyasi ilkeleri öne çıkararak hakiki

gerilimin ürettiği kriz olmalıdır. Oysa bu yazıda

demokrasinin İslam’da olduğunu savunuyor.

biz bunu değil; tanımı, mahiyeti, çelişkileri, teori

Aslında her iki yaklaşımın da geldiği nokta

ve pratiği ile demokrasinin kendi içindeki krizini

Müslümanların demokrasiye ihtiyaç duymadıkları

tartışacağız. İşte bu tam da “Demokrasinin

sonucudur. Birinci yaklaşım demokrasiyi tümüyle

Krizi”nin tartışılmasıdır.

İslam dışı ve bir şirk dini ilan ederek, ikinci

Bazı bilinçsiz ön kabullerin aksine ve güncel tartışmaların içine çok sirayet etmemesine rağmen günümüzde demokrasi doğduğu dünyada açık bir şekilde tartışılmakta, eksiklikleri giderilmeye ve alternatifleri

her şeyin zaten İslam’da mevcut olduğunu söyleyerek bunu yapmaktadırlar. İslam dünyasının içinde bulunduğu siyasi tablo da, demokrasinin kısır bir çerçevede

üretilmeye çalışılmaktadır.

tartışılmasına yol açmaktadır. Son aylara

İslam dünyası ise bu tartışmanın oldukça

İslam dünyası antidemokratik dikta ve sulta

kenarında durmaktadır. Çünkü İslam dünyası

rejimlerinin yönetiminden kurtulamamıştı.

henüz “Demokrasi Krizi” yaşamaktadır.

Son dönemlerde peş peşe patlak veren halk

Demokrasi ile ilişki bakımından bizim

devrimleri bu diktatör rejimlerin sonunu

dünyamızda tartışma farklı bir zeminde

getirecek gibi gözükmektedir. Onlarca yıldır bu

sürdürülmektedir. Biz henüz tartışmayı

yönetimlerin baskısı altında varoluş mücadelesi

“Demokrasinin Krizi”ni tartışma aşamasına

veren, ekonomik ve siyasi eşitsizliğe maruz

getiremedik. Tartışma demokrasinin İslam ile

kalan, siyasi alanda temsil edilmeyi şiddetle

ilişkisi ve anti-demokratik dikta rejimlerden

arzu eden halklar, bu amaçlarına ulaşmanın tek

demokratik rejimlere geçiş probleminden öteye

yolunu diktatörlerin gitmesinde ve rejimlerin

geçirilemedi. Bu bir yönüyle anlaşılabilir bir

demokratikleşmesinde görmektedirler. Bu

durum olmasına rağmen, üretilecek yeni siyasi

nedenle halklar, bazı düşünürler ve hareket

projelerle İslam dünyasına kazandırılacak

önderleri demokrasiyi acilen talep etmektedirler.

vizyonu geciktirici bir rol oynamaktadır.

18

yaklaşımın sahipleri de demokrasinin ürettiği

gelinceye kadar, birkaç istisnanın dışında

Demokrasiyle ilgili çizdiğimiz bu çerçevenin

Bizim dünyamızda demokrasi çoğunlukla

dışına çıkan bazı tartışmalar da mevcuttur.

İslam’la ilişkisi ve ona uygunluğu üzerinden

Ancak bu oldukça sınırlı kalmaktadır. Örneğin

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Malik b. Nebi’nin “demokrasi duygusu” kavramsallaştırması çerçevesinde ürettiği yaklaşım biçimi önemli ve önemli olduğu kadar yeni bir siyasi proje üretiminde dikkate alınması gereken bir yaklaşım biçimidir.

Demokrasinin Tanım ve Mahiyeti ile Pratiği Arasındaki Derin Uçurum Demokrasi kelimesi Yunanca kökenlidir ve “demos” kelimesi ile “kratos” (fiil olarak kratein) kelimelerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuştur.

Asıl önemli sorun ise yukarıda bahsettiğimiz

“Demos” kelimesi “halk” demekken “kratos”

kısır tartışmalardan kurtularak, hem bizim

kelimesi de “güç” demektir.1 Eski Yunan

dünyamıza uyan, hem de tüm insanlığa örnek teşkil edebilecek şekilde uygulama imkânına sahip bir siyasi projenin ortaya çıkartılamaması ve hatta bunun için ciddi bir çabanın ortaya konulamamasıdır. Tartışmalara şimdilik acil

düşüncesinde siyasi sistemler isimlendirildiğinde çoğunlukla içinde “archein” kelimesi geçerdi. Örneğin Monarchy, oligarchy, anarchy gibi kelimelerin kökündeki ikinci kelime “archein” kelimesidir. Misal olarak Monarchy kelimesi

ihtiyaçlar ve hamaset biçim veriyor.

mono+archien kelimelerinden oluşmuştur.

Demokrasi de dâhil olmak üzere insanlığın

anlamına gelir. Yönetimi ifade eden kelimelerin

kazanımı olan ve içinde hem müspet hem de

kökünde hep bu kelime kullanılırken sadece

menfi yönler barındıran tüm yönetim biçimlerini

“demokrasi” kelimesinde “archien” yerine

dikkate alarak yeni siyasi projelerin üretilmesi,

“kratos” kelimesi kullanılmıştır. Aslında o

tartışmalara acil ihtiyaçların, hamasetin ve

dönemdeki çoğu Yunanlının zihninde demokrasi

karşıtlıkların yön vermesine izin vermeyecek

iyi bir çağrışıma sahip değildi. Demokrasi iyi bir

yeni yaklaşım biçimlerinin geliştirilmesiyle mümkün olacaktır. Bununla eklektik bir siyasi projenin üretilmesini kastetmiyoruz şüphesiz. Eklektik yaklaşımla kastedilen kırk yamalı bohça ise, bu değildir kastettiğimiz. Böylesi bir eklektizme karşı olmak kaçınılmaz bir gerekliliktir. Ancak eklektik yaklaşımdan kaçınırken mevcut tüm siyasi sistemlerin müspet yönlerini de reddedersek bu bizi Amerika’yı yeniden keşfetmek gibi gereksiz bir çaba içine sokabilir. Eklektizmden kaçınmak bizi insanlığın tüm kazanımlarını inkâr etmek gibi bir duruma getirmemelidir. Eklektizmden kaçarken “sinizm”in tuzağına düşmemeliyiz. Böylesi bir yaklaşım üretmek aynı zamanda muhatap aldığımız sistemlerin kendi iç krizlerinin ve gerilimlerinin farkında olmayı da gerektirir.

“Archien” kelimesi “kurulu kanunlarla yönetim”

yönetimden çok, yönetime “demos”un gücü ile müdahale etmesi anlamına geliyordu. Sadece “demos”un içinde yer alabilme şansına sahip olanlar için demokrasi iyi bir şeydi. Çünkü bu yolla bir kanun ve yönetim sınırlamasına girmeksizin yönetimde söz sahibi olabiliyorlardı. Hatta birçok idari, bürokratik ve yargı makamını sırasıyla kullanabiliyorlardı. Demokrasi “demos”un dışında kalan Yunan filozoflarının çoğu için de iyi bir çağrışıma sahip değildi. Çünkü onlar öncelikle iktidarın değerlerle sınırlanmasından yanaydılar ve elit/ entelektüel bir kafaya sahip olmayanların ve faziletsizlerin iktidarda söz sahibi olmasına karşıydılar. Demokrasinin kökünde yer alan “kratos” kelimesi olumsuz anlamlar çağrıştıracak

İşte bu yazıda en azından demokrasinin

şekilde kullanıldığı gibi “demos” kelimesi de

doğduğu dünyada kendi iç gerilimleri hakkında

-bugün çoğunlukla kabul edilenin aksine-

yapılan tartışmalardan bir kısmını kendi

halkın tümü demek değildi. “Demos” Yunan

görüşlerimizi de içine dâhil ederek aktarmaya

toplumunda sınırlı bir halk sınıfının ismiydi,

çalışacağız. Asıl amacımız çok derinlikli bir

halkın tümü anlamında kullanılmıyordu.

demokrasi eleştirisi yapmak değildir. Bunun

Toplumun yarısını oluşturan kadınlar “demos”un

bir yazıyla yapılamayacağının farkında olmak

dışındaydı. Belli bir yaşın altındaki gençler de

gerekir. Ama en azından demokrasinin gerilimli

“demos”dan sayılmazdı. Uzun süredir Yunan site

noktalarına dikkat çekebilmek için, buna ilişkin

devletlerinde ikamet ediyor olsalar da yabancılar

yapılan tartışmalardan önemli bulduklarımızı başlıklar halinde aktarmaya çalışacağız.

Friedrich A.von Hayek “Demokrasi, Poliarşi ve Demarşi,

1

editör: Çoşkun Can Atkan, Çizgi yayınları, 2005” s.185

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

19


“demos”tan sayılmazlardı. Örneğin Aristo bir

işlerinde “demos”un tümüyle katılımı mümkün

yabancıydı ve orada ikamet etmesine rağmen

olmuyordu. Demos kavramının halk kavramıyla

“demos”a ait değildi. Toplumun en kalabalık

yer değiştirdiği ve yönetim hakkına sahip

kesimini oluşturan köleleri ifade etmeye bile

olanların içine belli bir yaşın üzerindeki herkesin

gerek yok bunlar asla “demos”a dahil olamazdı.

dâhil edildiği modern toplumlarda bu tür bir

Geriye bir tek eli silah tutan, özgür, yerli, zengin

yönetim hiç mümkün değildir.

Yunanlılar kalıyordu. Bunların en temel vasıfları ise kölelerin efendilerinden oluşması ve tüm işlerini kölelerine ve kadınlarına yaptırmalarıydı. Tüm işler köleler ve kadınlar tarafından yapılınca bu özgür, güç sahibi ve eli silah tutan Yunan erkeklerine kalan işler savaşmak ve yönetmekten ibaretti. İşte “demos” bu özgür Yunan erkeklerinin oluşturduğu sınıfa verilen isimdi. Demos toplumun oldukça küçük bir

Oysa demokrasinin temel iddiası “halkı yönetime ortak etme” veya “halkın yönetime katılımı” iddiasıdır. Teori ile uygulanabilirlik arasındaki bu derin uçurum demokrasiyi “sınırsız demokrasi” veya “klasik demokrasi” anlayışından “temsili demokrasi” anlayışına evirmiştir. Bugün biz dünyada çok sınırlı uygulamalar hariç tutulmak şartıyla “temsili demokrasi” dışında

kesimini oluşturuyordu.

bir demokrasi uygulaması göremiyoruz. Bu ise

Kısacası “demokrasi” site devletleri şeklinde

Tanımıyla ve ismiyle tamamen çelişen bir

örgütlenmiş eski Yunan toplumunda oldukça

sistem çıkmıştır ortaya. Bu sistemin ismi hala

sınırlı bir kesimin ortaklaşa aldıkları kararlarla

demokrasidir. Oysa ortada isim ve tanımdan

uyguladıkları bir yönetim biçimine verilen

başka “halkın yönetimi” adına hiçbir gerçeklik

isimdir. Son bir-iki yüzyıla gelinceye kadar

yoktur.

demokrasiyi kendinden başka bir şey yapmıştır.

düşünürlerin çoğu halkın yönetimi meselesine hep olumsuz bakmıştır. Demokrasinin tekrar moda olması ise Avrupa’da birkaç yüzyıl öncesinde palazlanan burjuva sınıfının, aristokrasi sınıfı ve krallar karşısında yönetimde söz sahibi olmak istemesi ile mümkün olmuştur. Bu yeni dönemin demokrasi müdafileri, köklü bir düşünce izlenimi vermek için demokrasiyi Yunan düşüncesi ile ilişkilendirerek kullanmıştır. Anlam, eski Yunan düşüncesinde olduğu gibi toplumun sınırlı bir kesimi olan “demos”un yönetimde güç sahibi olması şeklinden “halkın yönetimi” şekline

Temsili demokrasi asla demokrasinin tanımı ve mahiyetine uygun bir demokrasi çeşidi olamaz. Çünkü biz temsilciler aracılığıyla halkın yönetiminin mümkün olacağını iddia ettiğimizde bir-kaç husus ile ilgili ön kabulleri doğru addetmek zorundayız. İfade ettiğimiz gibi günümüzde demokrasi doğrudan demokrasi şeklinde değil halkın kendi arasından seçtiği temsilciler aracılığıyla uygulanmaktadır. Halkın yönetimde söz sahibi olmak adına kendi arasından seçtiği temsilciler öncelikle

dönüştürülmüştür.

“halkın toplamını” ifade edebilmelidir. Yani halk

Oysa bu tanıma göre işlerlik kazanan

seçmede toplam bir irade gösterebilmelidir.

kendilerini gerçekten temsil edebilecek kişileri

demokrasinin eski Yunan’daki demokrasi ile arasında çok büyük farklılıklar vardır. Bunlar iki demokrasiyi birbirinden tamamen ayrı kılacak kadar derin farklılıklardır. Eski Yunan’da toplumun sınırlı bir kesimi olan “demos”un doğrudan yönetimin içinde yer alması olgusu vardı. Bu yönetim hiçbir sınırla kayıt altına alınmamaktadır. Oysa modern demokrasilerde halkın doğrudan yönetime katılması söz konusu değildir. Bu zaten mümkün de değildir. Yunan demokrasisinin uygulandığı dönemde

İkinci olarak halkın içinden her bireyin iradesinin ortaya çıkardığı normatif talep, yani arzu edilen yasa ve düzenlemelerin vasfının tek bir temsilci şahıs tarafından ifade edilebileceği öncelikle kabul edilmiş olmalıdır. Üçüncü olarak da vatandaşların ortak olarak seçtiği temsilciler kendi öz çıkarlarından ve düşüncelerinden temsil ettiği kesim adına feragat edebilmeli ve bunu sürdürebilmelidir.2

devletler site devletleri olduğu halde ve yönetimde söz sahibi olan demos toplumun çok sınırlı bir kesimini oluşturduğu halde, idare

20

Hans Köchler, Batı Demokrasilerinin kökeni ve felsefi

2

arkaplanı, İslam ve demokrasi, s. 60-61

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Dikkatli bir bakış bu üç hususu bir ön kabul

başına karar verme yetkisine sahip olduğuna

olmaktan çıkartmanın mümkün olmadığını

dair bir varsayıma dayanır ki, bu ontolojik olarak

derhal fark edecektir. Çünkü “ontolojik hayal”

ve temsilcinin psikolojisi adına imkânsızdır ve

olarak isimlendirilen birinci ön kabulün

hayal mahsulüdür.

imkânsızlığı ortadadır. Halkın tümünün arzu istek ve düşüncelerini tek bir şahısta toplamak ve halkın da bu iradeyi gösterecek şekilde bir temsilciyi seçebilmesi ontolojik olarak imkânsızdır. Böyle bir varlık mevcut değildir. Ne temsilci ne de halk açısından bu reel değildir. Aynı şekilde ne o temsilci halkın tümünün görüş

Aynı şekilde temsili demokrasi, vatandaşın ancak kendisi için bir temsilci seçebilme yeterliliğine sahip olduğunun ve doğrudan karar verme mekanizmasının içinde yer alabilecek bir olgunlukta olmadığının zımnen kabulü hatta ironik olarak itirafıdır. Çünkü temsil sistemi

ve isteklerini aynı anda norma dönüştürebilir,

sayesinde vatandaş temsilcisini seçmek için

ne de bunu yaparken kendi psikolojisini kontrol

oy kullanmanın dışında hemen hemen hiçbir

ederek objektif bir davranış sergileyebilir.

demokratik süreçte yer almamaktadır.

Temsilcilik ancak görüşün niteliği belli tek tek vakıalar üzerinden yürüdüğünde mümkün olan bir sistem olabilir.

Temsili demokrasi, demokrasinin tanımında yer alan halkın halk tarafından ve halk için yönetilmesi şeklindeki temel manasını tamamen

Olayı sadece temsil sistemi ile sınırlı tutmayıp

aşındırmakta ve demokrasinin adına ve

halkın bir mekanizma ile yönetimde söz sahibi

tanımına dayanarak, olmayan bir halk yönetimi

olabileceğini kabul etsek bile gene de aşağıda

dayatmaktadır. Temsil sistemi iyi niyetli olarak

sırlayacağımız hususları kabul etmiş oluruz:

bile düşünülse zaten halkın yönetimi olmaktan

1.Halk kamu işlerine ilgi duymaktadır. 2.Halk

çıkmış ve halk adına yönetime dönüşmüş bir

gerekli enformasyona sahiptir, olan bitenden

sistemdir.

haberdardır. 3.Halk daima akılcı çözümlere varır. 4.Akılcı biçimde oluşan bireysel kanılar toplumun bütünü için de geçerlidir. 5.Halk bir yargıya veya sonuca ulaştıktan sonra bunu seçimlerde ortaya koyar. 6.Halkın iradesi ve çoğunluğun görüşleri yasalaşır. 7.Sürekli denetim ve eleştiri vardır; bu da ahlak ve adalet ilkelerine dayalı bir kamu siyasetinin sürdürülmesini sağlar. Klasik demokrasinin üzerine kurulduğu bu koşulların3 her bir maddesi üzerinde tek tek durarak örnekler ve açıklamalar yapmaya gerek bile yoktur. Demokrasi ön kabulleri itibariyle imkânsızı dayatmaktadır.

Egemenlik kayıtsız ve şartsız halkındır denilse de, gerçekte halkın elinde hiçbir egemenlik bulunmamakta halk adına bu egemenliği halkın seçtiği temsilcilerden oluşan parlamentolar kullanmaktadır. Sistem özünde demokratik değil oligarşik bir sistemdir. Yöneten halk değil oligarşik bir elit sınıftır. Temsili demokrasilerde devlet aygıtını yönetmek için birçok siyasi partinin birbirleriyle rekabet etmesine izin verilmektedir. Dolayısıyla temsilciler bu partilerin gösterdiği temsilcilerden ibarettir. Bağımsız adaylar engelleyici pek çok

Hem temsil kavramı, hem de demokrasinin

faktör nedeniyle seçilme konusunda yetersiz

tanımı olan halk hâkimiyetinin ortaya çıkardığı

kalmaktadırlar. Yani meydan partilere kalmıştır.

imkânsızın dayatılması demokrasinin en temel

Partilerin gösterdiği adayların yukarıda

iç krizlerinden birisidir. Halkın kendi kendisini

sıraladığımız üç temel koşulu sağlaması

yönetmesinin teknik hiçbir olanağı yoktur. Aynı

neredeyse imkânsızdır. Daha da önemlisi

şekilde bu durumu telafi etmek için ortaya

partilerin kendi içlerinde demokratik bir

atılan temsili demokrasi kavramı, tek bir ferdin

mekanizma yoktur ve lider sultası hâkimdir.

ideal olarak geniş bir halk kesimini temsil

Kimlerin temsilci olacağına bu liderler

edebileceğine ve bundan dolayı onun adına tek

karar vermektedir. Bu durum halkın kendi

Coşkun Can Atkan&Dilek Dileyici, Siyasal Süreçte

3

Enformasyon Sorunları ve Demokrasinin Başarısızlığı,

düşüncelerini savunacak gerçek temsilcileri seçmelerini imkânsız kılmaktadır.

Demokrasi, Poliarşi ve Demarşi, Editör: Coşkun Can Atkan, s.115

Olayın içine suiistimalleri ve siyasetin

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

21


gerisindeki menfaat şebekeleri gibi unsurları

kayda bağlamaksızın yönetmesi manasına

katmasak bile sırf tanımsal çelişki ve realitedeki

geldiği halde, bunun pratikte bir karşılığının

imkânsızlık açısından bile demokrasi sadece

olmaması, demokrasiyi istismara açık hale

bir fanteziden ibarettir. Tanımı ve mahiyeti

getirmekte ve halkı halk adına yöneten birçok

üzerinden uygulanması imkânsızdır ve ütopiktir.

istismarcıya meydan açık hale gelmektedir.

Demokrasinin tanımında halk kavramına

Yukarda ifade ettiğimiz kural burada da

olabildiğince vurgu yapılmasına rağmen ilginç bir

geçerlidir: Bir sistem ne kadar ütopikse aynı

şekilde halk, demokrasinin en kenarında duran

oranda istismara da açıktır…

ayrıntıdaki bir unsurdur. Halkın kendi kendisini yönetmesinin imkânsızlığı aslında “demokrasinin imkânsızlığı” anlamına gelmektedir.

Bu ön açıklamayı yapmamızın temel bir nedeni vardır. Çünkü ne zaman demokrasinin istismara açık bir sistem olduğu eleştirisi

Oysa ilginç bir şekilde bu temel kavramsal

gündeme gelse buna kısmen haklı şöyle bir

çelişki ve realitedeki durum sistemli olarak

itiraz getirilmektedir: “İnsanlar sistemleri

görülmezlikten gelinmektedir.

doğru uygulamıyorlarsa bunun suçu sistemlere değil uygulamayı yanlış yapan şahıslara

Demokrasinin İstismara Açık Oluşu

doğru uygulamayan insanlar eleştirilmeli

Demokrasinin tanımı ve mahiyeti ile pratiği

ve yanlış uygulamalar yüzünden sistem

arasındaki uçurumu ortaya koyarken kısmen

mahkûm edilmemelidir.” Bu itiraz kısmen

demokrasinin istismarı konusuna da girmiş

doğru bir itirazdır. Ancak yukarda yaptığımız

olduk. Yukarıda bahsettiğimiz istismar, tanımına

ön açıklamadaki mantığı dikkate almayan bir

uygun bir realiteye sahip olmayan demokrasinin pratikte tanımlandığından bambaşka bir şeye

itirazdır. Eğer bir sistem tanımı ve mahiyeti itibariyle uygulanabilir bir sistemken insanlar

dönüştürüldüğü ile ilgiliydi.

onu yanlış uygulayıp istismar ediyorlarsa tabii ki

Aslında demokrasinin istismara açık oluşunun

onu doğru uygulamayan insanlar eleştirilmelidir.

temel nedeni uygulanabilir bir yapıya sahip

Ancak sistem hiçbir pratik değeri olmayan,

olmaması ve ütopik oluşudur. Bir sistem

ütopik tanım ve öngörülerden ibaretse işte bu

tanımı ve mahiyeti itibariyle ne kadar

durum sadece onu uygulayamayan veya bu

uygulanabilirlikten uzaksa, aynı oranda

durumu kullanıp istismar eden insanların suçu

istismara da açık bir sisteme dönüşür. Bunun

değil, aynı zamanda sistemin de bir zafiyetidir.

en tipik örneği Marksizm’dir. Marksizm öylesine

Tüm sistemler istismara açık oluşları itibariyle

ütopik bir sistem önermektedir ki; bu sistemde

eşit özellikte olmadıklarına göre, istismara açık

ne devlet vardır, ne sınıf, ne de mülkiyet. Herkes

oluşları oranında bizim sistemleri eleştirme

eşit bir şekilde hiç kimsenin emir ve yönetimi

hakkımız doğmaktadır. İşte demokrasi nerdeyse

altında olmaksızın huzur içinde yaşayacaktır.

tamamen ütopik bir sistem olduğundan, istismar

Aslında komün toplum Marksizm’in cennetidir.

açısından bu onu aynı oranda büyük bir krize

Ancak bu ideal toplum modelinin pratikte

de sokmaktadır. Bu sebeple eleştirilmeyi de hak

hiçbir karşılığı yoktur. İşte Rusya’da Marksizm

etmektedir.

kendisine uygulama imkânı bulduğunda, idealindeki komün toplumu kurmak mümkün olmadığından geçiş dönemine mahsus öyle bir devlet sistemi kurdu ki, tarihte böylesine despotik ve totaliter ikinci bir devlet görülmedi. Çünkü komün toplum idealinin ütopikliği, Marksizm’i hedeflediğinin tam da zıddını

22

aittir. Bu nedenle demokrasi değil, sistemi

bu durumda sistem mahkûm edilemez. Tersine

Demokrasi halkın yönetimi demektir, ama halkın doğrudan yönetime katılmasının teknik hiçbir imkânı yoktur. Bu ise halk iradesinin temsilciler aracılığıyla yönetime yansıması metodunu zorunlu hale getirmektedir. İşte bu geçiş noktası istismarın başladığı yerdir. Artık yönetime

üretecek kadar bir istismara açık hale getirmişti.

yansıması gereken halk iradesi devredilebilir

Aynı şey demokrasi için de geçerlidir. Demokrasi

çıkmıştır ve satın alınabilir hale sokulmuştur.

tanımı gereği halkın kendi kendisini, hiçbir

Siyasete doğrudan katılım olarak yansıması

bir özellik taşımaktadır. İrade artık pazara

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


gereken iradenin temsilcilere devredilmesi

rekabetçi bir sisteme dönüşmektedir. Bu

zorunluluğu hem demokrasinin halkın yönetimi

rekabetçi sistemde kazanmak için ekonomik

tarzındaki tanımını anlamsız kılmakta, hem

güç bir numaralı etken olmaktadır. Gücü olan

de halkın iradesini istismarcılar tarafından

siyasi iktidarı da ele geçirebilmektedir. Yani

satın alınmaya veya biçimlendirmeye açık

demokrasilerde iktidar halkın değil güç sahibi

hale de getirmektedir. Bir kere halk iradesinin

burjuva sınıflarının ve çıkar gruplarınındır.

temsilciliğini ele geçirmiş olan, temsilcilik

İmkân sahibi ve örgütlü bir azınlık gücünü

süresinde temsil ettiğinin iradesini yansıtsın

kullanarak siyasal erki demokrasi oyunları

ya da yansıtmasın bunu dilediğince kullanma

ile ele geçirmekte ve kendi lehine dilediğince

hakkına da kavuşmaktadır. İşte istismar kapısı

kullanmaktadır. Yöneten halk değil, güç sahibi

bu nedenle sürekli açık kalmaktadır.

azınlıkta kalan elit bir sınıftır. Kararları artık bu

İstismara yol açan diğer önemli bir nokta da

elit sınıf almaktadır.

şudur: Demokrasi siyasete katılım bakımından

Tabii tüm bunlar yapılırken asıl maksat gizlenir.

herkesi teknik olarak eşitlemiştir. Ancak insanlar

Herkes demokrasi havarisi kesilir. Müthiş bir

teknik olarak eşit kabul edildiklerinde ontolojik

demokrasi çığırtkanlığı yapılır. Özgürlük ve

olarak eşitlenmiş sayılmazlar. Siyasete katılımın

demokrasiyi koruma adına, çıkar gruplarının

ve siyasette doğru tercihler yapabilmenin en

işine gelmeyen her düşünce ve hareket

temel şartı, yeterli bilgi sahibi olabilmektir. Oysa

demokrasi için tehlike olarak addedilir. 20.

ister klasik demokrasideki gibi doğrudan, isterse

Yüzyılın diktatörleri bile “demokrasi elden

temsili demokrasideki gibi temsilciler aracılığıyla

gidiyor!” diyerek diktatörlüklerini kurmuşlardır.

olsun tüm bireyler her zaman iradelerini doğru

Demokrasi adına hasımlar demokrasi düşmanı

bir şekilde kullanacak bilgi ve imkâna sahip

ilan edilerek bertaraf edilmiştir.

olamazlar. Çünkü bilgi sahibi olmanın hem zaman, hem de maddi olarak bir bedeli vardır ve tüm fertler bu bedeli ödeyebilecek imkânlar

İş sadece yerli burjuva sınıfının iktidar üzerinden yürüttüğü oyunlar ve diktatörlerin demokrasiyi

yönünden eşit değildirler. Buna bir de kapasite

bir maske olarak kullanmasıyla sınırlı

farklılıklarını da eklediğimizde demokrasinin

kalmamakta ve işleyişe hâkim olan temsilciler

insanları eşit kabul ederek genel anlamda iyi

projelerini ekonomik ve siyasi alanda söz sahibi

bir iradenin ortaya çıkmasını istemesini bir

olan ulus üstü kuruluşlara bağımlı olarak da

tür imkânsızın dayatılması olarak görmemiz

şekillendirmektedirler.

gerekir. Unutmamak gerekir ki eski Yunan site devletlerinde uygulanan demokrasi de “demos”un yönetime doğrudan katılımı ancak işlerini kölelerine yaptırmaları sayesinde mümkün olabiliyordu.

İlginçtir Batı dünyası da sürdürdüğü sömürü düzeninde demokrasiyi bir araç olarak kullanmaktadır. İşgallerin bir numaralı gerekçesi işgal edilen ülkelere demokrasi götürmektir. Bunun için milyonlar katledilmekte, iktidarlar

İşte bu kriz demokrasi spekülatörleri için

devrilmekte ve toplumlar fesada uğratılmaktadır.

istismar alanını açık hale getirmektedir. Siyasi

Demokrasi tüm bunların gerçekleştirilmesi için

katılım amacıyla ihtiyaç duyduğu bilgi için bedel

önemli bir istismar aracıdır.

ödemek zorunda olan ama bu imkâna sahip olmayan bireye, her türlü hamasi ve ajitatif soslarla süslenmiş hazır bilgiler servis edilerek iradesi yönlendirilmektedir. Hedef, bireyin iradesinde tuttuğu bir oyu güç sahiplerinin arzuladığı temsilciler lehinde kullanmasını

Demokrasinin açık hale getirdiği bu istismar alanları sadece maddi çıkar gruplarının değil aynı zamanda siyasi ve ideolojik grupların da iştahını kabartmaktadır. Hedeflerine iktidarın imkânlarını kullanarak varmak isteyen

sağlamaktır.

ideolojik gruplar demokrasiyi bir araç olarak

Böylece demokraside siyasal süreç, temsilcilerin

demokrasi, farklı görüşlere sahip insanların bir

arkasına yaslandıkları belirli zümrelerin çıkarları

arada yaşamalarını ve iktidarı hangi esaslara

için halka ait oyları kapma mücadelesi verdikleri

göre paylaşacaklarını belirleyen bir mekanizma

kullanmaktadırlar. Oysa siyasi bir sistem olan

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

23


Her türlü kötü yönelime karşı iyiliği arama

görevi görmelidir. Görüldüğü gibi ortaya çıkardığı açık istismar alanları demokrasiyi menfaat şebekelerinin, güç sahibi siyasi azınlıkların, uluslararası güçlerin ve devletlerin kontrolünde oligarşik bir iktidara

konusunda bir damar hep mevcudiyetini korumuştur. Siyasi alanda bu durum kendisini, en doğru, en iyi ve en faziletli olanın uygulanma talebi olarak gösterir.

dönüştürmekte ve ideolojik grupların onu bir

İktidara gelenlerin de ehil kişiler olması hep

araç gibi kullanmasına izin vermektedir.

arzulanmıştır. Hatta İslam siyasi düşünce tarihinde halife olacakların özellikleri öylesine

Hakikat Arayışının Buharlaşması, Ehliyetsizlerin Egemenliği ve Siyasal Eşitliğin İrrasyonalitesi

kişide toplamak neredeyse imkânsızdır. Bunun da getirdiği olumsuzluklar vardır. Ancak biz bunu konumuz gereği burada tartışmak yerine

Ara başlığımızdaki her bir husus ayrı birer

sadece şunu ifade edebiliriz; tarihte yönetimde

tartışma konusu olarak ele alınabilir. Ancak bu

olanlarda ehil olma şartı hep aranmışken

üç mesele de birbiriyle yakın ilişkili olduğundan

demokrasi bu talebi önemsizleştirmektedir.

bunları tek başlıkta inceleyeceğiz. Evet

Demokratik toplumlarda doktor olmak için

demokrasi insanlık tarihi boyunca en doğru

tıp fakültesini, avukat olmak için hukuk

olanın bulunmaya çalışılması yönündeki hakikat

fakültesini ve tüm meslek dallarında uzman

arayışını bir yönüyle anlamsızlaştırmaktadır.

bir kişi sayılabilmek için o alanla ilgili ya bir

Çünkü demokrasilerde asıl olan en doğru olanın

okulu bitirmek veya eğitim sürecinden geçmek

bulunması ve uygulanması değil çoğunluk neyi

şart görülürken devlet başkanı veya başbakan

istiyorsa onun uygulanmasıdır. İkinci olarak

olabilmek için ilgili bir bölümü bitirmek veya

en kötü rejimlerde bile iktidarın meşruiyeti bir

bir eğitim sürecinden geçmek şart olarak

yönüyle en ehil olanın iktidara gelmesi mantığı

görülmemektedir. Çünkü demokratik devletlerde

ile sağlanır. Farklılık ehliyetin niteliğindedir.

halk adına yönetime katılabilmek için tek koşul

Pek çok despot, halk üzerinde hâkimiyetini

halkın çoğunluğunun oylarını alabilmektir.

temin etmek için kendisinin iktidara en uygun/

Yani demokrasilerde idare, ehliyetsizlerin ve

ehil kişi olduğunu bir şekilde ispat etmek

acemilerin idaresidir.

zorundadır. Çünkü ehliyet iktidarda olmanın bir numaralı değişmez koşuludur. Tarihte istismar ehliyetin olup olmaması üzerinden değil, niteliği

Sadece ehil olanların iktidarda olması üzerinden değil, siyasi alanda getirilecek uygulamaların

üzerinden yürümüştür.

doğru, iyi, hakikatin ifadesi ve fazilet içeren

Oysa demokraside iktidara gelmek için başat

asıl felsefesi çoğunluğun verdiği kararın dikkate

koşul ehil olmak değil, halkın çoğunluğu

alınması ilkesine dayanır. Yani iyi olanın da kötü

tarafından onay almaktır. Yani demokrasi,

olanın da, faziletli olanın da süfli olanın da, halk

iktidar talep edenlerin iktidarı elde etmeleri için

istediği sürece oylanma zorunluluğu vardır.

gerekli ehliyet koşullarıyla birinci dereceden

Çoğunluk bir şekilde karar verdiğinde artık o

ilgilenmez, iktidara nasıl geleceklerinin cevabını

hususun ne kadar hakikate yakın, doğru, iyi

verir. Aynı şekilde seçmenlerin niteliği de önemli

ve faziletli olduğuna bakılmaz. Demokrasinin

değildir. Her vatandaşın eşit olarak bir oy hakkı

temel ölçütü; iyi, doğru, hak ve faziletli olanın

vardır. Vatandaşın bilgi seviyesi ve kapasitesi

çoğunluğun verdiği karara bağlanmasıdır. Fazilet

önemsenmeden ona bir oy hakkı verilir. İşte

ve doğruluk oylanan önerilerden bir öneridir.

demokrasiyi krize sokan birbiriyle bağlantılı üç

Hak olanın iktidarda temsili halkın çoğunluğunun

önemli husus bunlardır. Şimdi bunun üzerinde

tesadüfen onu istemesine bağlıdır.

uygulamalar olması açısından da demokrasinin

duralım.

24

abartılmıştır ki bu özelliklerin tümünü bir

Aynı şekilde ehil olan şahısların yönetici

İnsanlık tarihi tüm olumsuz gelişmelere rağmen

olarak seçilmesi de halkın çoğunluğunun

aynı zamanda doğrunun da aranma tarihidir. Bu

onu istemesine bağlanmıştır. Hak, iyi,

anlamda kazanılan mesafe hiç de azımsanamaz.

doğru, faziletli düşünceler ve ehil yöneticiler

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


azınlıkta kaldığında insanlığın hakikat arayışı

en doğru olanı bulmak ve iradesini bu yönde

buharlaşmakta ve meydan hakikatten uzak

kullanmak zorunda olan sıradan insanları,

düşüncelere kalmaktadır ve demokrasiye göre

istismarcıların kucağına itmektedir. Demokrasi

bu durum gayet meşrudur. Oysa çoğunluk

insanları buna mecbur kılarak hemen herkesi

kuralının meşruiyet şartı haline getirilmesi bu

politize etmiştir. Bu nedenle siyasetle bu kadar

yolla alınan kararların ahlaki açıdan doğru,

iç içe olmak tarihte fazla örneği olmayan

faziletli ve hakikate yakın kararlar olduğunu

modern zamanlara özgü bir olgudur. Oysa bunu

göstermez.

istemeyenler veya buna imkân bulamayanlar

Çoğunluk kuralını Batı dünyasında eleştirenler şu iki önemli husus üzerinde durmuşlardır: “1-Çoğunluk kuralının yüksek değerde olduğu son derece kuşkuludur, çünkü çoğunluklar kural olarak istikrarsız, yanılabilir ve yanıltılabilirdirler.”4

eşitliği hayaline dayandığı ileri sürülerek itiraz edilebilir. Çoğunluk kuralı oyları tartmaz sayar. Oy eşitliği söz konusudur. ‘One man, one vote/bir adam, bir oy.’ Ancak bu bir hayaldir. O, her oyun eşit ağırlıkta olduğu ve herkese yaklaşık olarak eşit seviyede uzmanlık, taahhüt ve sorumluluk düştüğü düşüncesine dayanır. Bu ise yerine getirilemez bir arzudur.”5 Bu eleştiri günümüzde sınıf olarak kendisini halkın üzerinde gören elit kesimden bazılarının kibirli bir tarzda söylediği ve magazin basınını meşgul eden “dağdaki çobanla benim oyum bir mi olacak?” tarzındaki yaklaşımla paralellik arz etmektedir. Özü itibariyle doğru bir eleştiridir. Ancak bu sözün geri planında sınıfsal üstünlük duygularının ciddi bir yansıması vardır. Olay bu yönüyle eleştirilmelidir. Ancak dağdaki bir çobanla üniversitedeki bir profesörün kullandığı oyun nitelik olarak bir olmayacağı da açıktır. Ancak magazin basınında boy gösterenlerin kullandıkları oyların niteliğinin de üniversitedeki profesörlerin oylarından çok, küçümsedikleri çobanların oylarına yakın olduğu da açık bir husustur. Çünkü siyasetten en az bir çoban kadar anlamadıkları ortadadır. Oysa demokrasi nitelikten çok sayısal üstünlüğe baktığından bu durum ciddi bir çıkmazı da üretmektedir. Ontolojik olarak eşit olmayanları matematiksel olarak eşit saymak, siyasi alanda Manfred G. Schmidt, Demokrasi Kuramlarına Giriş, s.190 Age, s.190

5

getirmek de bir tür dayatmadır. Doğal olmayan ve yerli yerine oturmayan her mesele gibi bu da zulüm ve dengesizlik üretmektedir. Yüz kiloluk bir insanla elli kiloluk birine eşitlik adına aynı miktarda yemeği vermenin irrasyonalitesini gören insanlık; demokrasilerde aynı zekâ, ilgi ve bilgi düzeyine sahip olmayanları matematiksel

“2-Çoğunluk kuralına, onun soyut katılım

4

için siyasi irade kullanmayı mecbur hale

olarak eşitleyip akla, bilgiye ve zekâya hak ettiğini vermeyerek olabilecek en irrasyonel karara imza atmışlardır. Demokrasilerde üstün zeka, üstün akıl ve yüksek bilgi eşitlik adına cezalandırılmaktadır. Burada, insanlar siyasi olarak bilenler ve ehil olanlar tarafından ne dayatılıyorsa onu kabul etmeli midirler, gibi bir itiraz öne sürülebilir. Muhakkak ki öyle olmamalıdır. Ancak bunun dengeye getirilmesi de çok büyük bir öneme sahiptir. İnsanların söz söyleme haklarının olması ve iradelerinin siyasete yansıma zorunluluğu demokrasi de olduğu gibi bizi siyasal eşitlik noktasına getirirse bu oldukça irrasyonel sonuçlar üretmektedir. Kabul edilebilir değildir. Yeni öne sürülecek projelerde demokrasinin bu noktadaki krizine ve çıkmazına çözüm üretecek orta noktayı bulucu öneriler getirilmelidir. Çoğunluğun kararına tabi olmak için hak, iyi ve doğru olanın uygulanması karşısında ürettiği paradoksa karşı, ortaya çıkan değişik yaklaşımlar demokrasinin sınırlanması fikrini ortaya atmışlardır. Örneğin günümüzün en revaçtaki demokrasi çeşidi olan liberal demokrasi veya anayasal demokrasi değişmez temel prensipleri anayasa olarak belirleyerek halkın siyasi alandaki taleplerine ve devletin halkın özgürlüğünü ortadan kaldırıcı kararlar almasına sınırlar getirmişlerdir. Hatta liberal demokrasi taraftarları serbest piyasa ekonomisinin koşullarını iktisadi anayasa olarak belirlemeyi savunmaktadırlar. İslam demokrasisi

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

25


savunusu yapan muhtelif düşünürler de

ve eşitlik kavramlarında birleşmektedirler.

İslam’ın değişmez prensipleri anayasal olarak

Devletin aşırı müdahaleci olduğu pazarda

kabul edildikten sonra bu sınırlar içinde

bizzat kendisinin at oynattığı, kimlerin pazara

farklı görüşlerin demokrasi kurallarına göre

girip girmeyeceğine ve vatandaşı adına hangi

oylanabileceğini öngörmektedirler. Tüm bu

fiyattan nelerin alınıp satılabileceğine karar

yaklaşımlar demokrasiyi temel tanımı ve

verdiği bir düzende kapitalizmin kendine

felsefesinden uzaklaştıran yaklaşımlardır. Bunlar

varlık alanı bulması mümkün değildir. Bu

beraberinde başka sorunları da getirmektedir.

nedenle kapitalizme daha özel olarak serbest

Demokrasi sınırlansın denildiğinde o zaman bu

piyasa ekonomisine en uygun siyasi sistem

sınırlamayı kim yapacak, neye göre yapacak ve

demokrasidir. Hem kapitalizm hem de

nasıl yapacak soruları gündeme gelmektedir. Bu

demokrasi “serbest rekabet” ilkesi temelinde

nokta da önemli bir gerilim noktasıdır.

Ulus Devlet, Liberalizm ve Kapitalizm ile Demokrasinin Kopmayan Bağı Ulusçuluğun yükselişi, liberalizm ve kapitalizmin gelişimi ile demokrasinin bir retorik halinde ortaya çıkıp siyasi alana hâkim oluşu arasında gözle görülür bir paralellik vardır. Batı tarihi kapitalizm demokrasi ilişkisini en iyi şekilde ortaya koyar. Bilindiği üzere demokrasi söylemini ön plana çıkartan husus Avrupa’da palazlanan burjuva sınıfının krallar ve aristokrasi karşısında siyasette söz sahibi olma isteği olmuştur. Burjuva başlangıçta kendi adına siyasette söz sahibi olmak istiyordu. Çünkü siyasi alanın özgürlükleri ve ticari faaliyetleri sınırlayan ve ağır vergilerle kapital gelişimin önüne ket vuran özelliği burjuva sınıfının işine gelmiyordu. Bu nedenle özgürlük ve eşitlik söylemlerini ön plana çıkarttılar. Yüzyıllardır kilise, krallık ve derebeylerin baskısı altında inleyen halk da bu eşitlik ve özgürlük isteme kervanına katıldı. Siyasi alandan hak talep etmek burjuvaziden halka doğru yayıldı. Demokrasinin en temel özelliklerinden birisi özgürlük ve eşitlik kavramları üzerine yükselmesidir. Çünkü tüm insanlar eşit olarak

26

örgütlenirler. Ancak demokrasi bu rekabeti siyasi alanda öngörürken, kapitalizm piyasa alanında öngörmektedir. Ulus devlet ile demokrasi arasındaki bağlantı da demokrasinin çıkmazlarındandır. Demokrasi sadece siyasal çoğulculuğa izin veren bir sistemdir. Etnik, dini, mezhebi çoğulculuğu onaylamaz. Sadece temsilcilerin partiler yoluyla ve halkın da sivil toplum kuruluşları yoluyla örgütlenmesini benimseyip onaylar. Bunun dışındaki tüm çoğulculuklar demokrasi nezdinde yok hükmündedir. Çünkü demokrasi bireyi esas alan bir felsefeye sahiptir. Monolitiktir. Siyasi alanda iradenin ortaya çıkması farklı kültürel ve etnik grupların ortaklaşa bir uzlaşıya varması yoluyla değil bireyin ait olduğu kültürel gruba ait kimlikten soyutlanıp vatandaş olarak ortaya çıkmasıyla mümkün olur. Demokrasi bireyin/ vatandaşın ait olduğu kültürel topluluğu siyasi alanda muhatap olarak görmez. Bu nedenle demokratik hakkını kullanmak isteyen bir vatandaş öncelikle ait olduğu grubun kültürel kimliğinden soyutlanmak, daha açık bir ifade ile kimliğini parçalamak ve oyunu bu yeni kimliğiyle kullanmak zorundadır. Çünkü demokraside “one man one vote/bir adam bir oy” kuralı geçerlidir. Grupların kendi grupları adına siyasette irade gösterme hakları yoktur.

siyasi haklara sahip olmazlar ve bu haklarını

İşte olmazsa olmaz bu koşul beraberinde

özgürce kullanmazlarsa demokrasi gerçek

demokrasinin vücut bulabilmesi için ulus

anlamına ulaşamaz. Liberal ekonomik düzen,

devletin varlığını zorunlu hale getirmektedir.

serbest piyasa ekonomisi veya kapitalizm de

Çünkü ulus devlet tek bir ırka ait kimliğin

en az demokrasi kadar özgürlük ve eşitliğe

ulusal kimlik haline getirildiği, sınırları belli bir

muhtaçtır. Çünkü teşebbüs özgürlüğü ve tüm

toprak/ülke üzerinde kurulan, bu topraklardaki

tüketicilerin tercih özgürlüğü olmadan ve

her türlü kültürel, etnik, dini, mezhebi

herkes eşit olarak bu haklardan yararlanmadan

grupları yok sayan ve resmi kimlik olarak

kapitalizm gelişme sahası bulamaz. Görüldüğü

ilan ettiği tek bir etniğe dayalı ulus kimliğini

gibi liberalizm, kapitalizm ve demokrasi özgürlük

dayatan bir devlettir. Bu koşulları sağlayan

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


bir devlette parti tipi örgütlenme üzerinden

Anayasalar ise çoğunlukla iktidarı elinde

siyasal bir çoğulculuk ve seçim sistemine

bulunduran güçlerin değerleriyle sınırlı

göre demokrasi işlerlik kazanabilmektedir. Bu

kalmaktadır. Bu aynı zamanda demokrasinin

sınırlar çizilmeden ve vatandaş kültürel kimliğini

gerçek anlamını ortadan kaldıran bir durumdur.

parçalayıp bireyleşmeden demokrasi mümkün

Çünkü laik görüş sahipleri demokrasiyi laiklik

olmamaktadır.

ilkesiyle sınırlamak isterlerken, muhtelif dini

Ulus devlet tipinin ortadan kalktığı bir sistemde kültürel kimliği ile siyasi alanda söz sahibi olunan kültürel çoğulcu bir yapıda, bireyler arası eşitliği ve bireyin özgürlüğünü esas alan demokrasinin işlerliğini nasıl sürdüreceği konusu büyük bir problemdir.

Demokrasiyi İşlevsizleştiren Diğer Önemli Faktörler

görüşler anayasanın dinsel ilkeleri uygulamaya imkân verecek şekilde genişletilmesini talep etmektedir. Demokrasinin sınırlanması konusu farklı boyutları olan bir tartışma konusudur. Bu nedenle biz konunun laiklik-dinsel talep gerilimi üzerinden bir-iki noktasına değinmekle yetineceğiz. Laik kesim demokrasinin olmazsa olmaz sınırlayıcı koşulunun laiklik olduğunda ısrar etmektedir. Oysa bu düşünce özü itibariyle

Buraya kadar farklı başlıklar altında

demokrasinin felsefesine uymayan bir

demokrasinin önemli gerilim noktalarını ortaya

yaklaşımdır. Çünkü demokrasi bir mekanizma

koymaya çalıştık. Problemli noktalar bunlarla

olarak iktidarda hangi görüşün olacağından çok,

sınırlı değil tabii ki. Bunun dışında demokrasiyi

halkın arasında talep edilen farklı düşüncelerin

krize sokan onu işlemez hale getiren diğer bazı

nasıl iktidara taşınacağı ile ilgilenen bir

hususları maddeler halinde kısaca aktarmaya

sistemdir. Laiklik bir başat koşul olarak öne

çalışacağız.

sürüldüğünde dinsel taleplerini iktidarda

1-Demokrasinin sınırlanması sorunu: Demokrasi tanımı gereği, halkın çoğunluğunun

görmek isteyen önemli bir halk kesimi yok farz edilmektedir.

iradesine göre kararların alınması anlamına

Diğer yandan demokrasi ile siyasi talepleri

gelmektedir. Demokratik anlamda kararları

olan Müslümanlar arasındaki en temel gerilim

sınırlayan tek faktör halkın iradesidir. Ancak

demokrasinin tanımı gereği en son otorite

bu beraberinde bazı sorunları da ortaya

olarak halk çoğunluğunun iradesini görmesidir.

çıkarmaktadır. Öncelikle; seçilmişlerden

Oysa siyasi talepleri olan Müslümanlar

oluşan devlet, halk adına hareket ettiği için

İslam’la uyuşmayan bir halk iradesinin

siyasal yönetimlerin denetimi sorunu ortaya

iktidara taşınmasına asla razı olmayacaklardır.

çıkmaktadır. Halkın çoğunluğunun talebi

Demokrasi belli bir ideoloji veya din olarak

doğrultusunda devlet bazı azınlıkların, hatta

görülmeyip sadece bir mekanizma olarak kabul

bazen onu destekleyen halk çoğunluğunun

edilse bile, halkın çoğunluğu bir şekilde İslam

özgürlük alanlarını daraltmakta ve bunu

ile uyuşmayan uygulamaları talep ettiğinde

halk adına yapmaktadır. İkinci olarak halkın

bu kabul edilemez bir durum olarak görülecek

çoğunluğu istese de bazı kararların demokrasi

ve demokrasi işlerliğini yitirecektir. Tersi de

adına alınmasının doğruluğu tartışmalara yol

geçerlidir. Siyasi İslam talebinin çoğunluğa

açmakta ve demokrasi içinde bir kriz alanı

ulaştığı yerlerde laiklik yanlıları radikal bir

oluşmaktadır. Demokrasi içinde halk iradesinin

biçimde Müslümanların uygulamalarına karşı

dahi müdahale edemeyeceği özel ve evrensel

çıkacak ve gene demokrasi işlevselliğini

değerlerin olup olmadığı problemi demokrasinin

yitirecektir.

tanımı ile talepler arasında ciddi bir gerilim hattı oluşturmaktadır.

Görüldüğü gibi bu gerilim hem Müslümanların

Çağdaş demokrasiler tanımları itibariyle sınırsız

gerektiriyor, biz de çoğunluk oluncaya kadar

demokrasiyi işaret ederken, uygulama itibariyle

mevcut uygulamalara razı oluruz” sözünü tüm

demokrasiyi sınırlayan anayasal demokrasilerdir.

içtenlikleriyle söylemelerine kadar sürecek bir

hem de laiklerin “mademki demokrasi bunu

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

27


gerilimdir. Peki, insanlardan böyle bir kabulü

böylece demokrasinin işlerliğine ket vuran

tam bir gönül rızasıyla beklememiz ne kadar

hususlar haline dönüşmektedir.

gerçekçi bir beklentidir? Bir Müslüman zihin bu boyutta bir demokratik kültürü içselleştirebilir mi? Dahası laiklik yanlıları bunu kabullenebilir mi?

bir diğer teknik işlevsizlik ise, toplumsal unutkanlıktır. İlginçtir, en zayıf hafıza çeşitlerinden bir tanesi toplumsal hafızadır.

En azından şu anki tablo bunun yeteri kadar

Toplumlar çok kısa sürede unuturlar. Siyasi

mümkün olmadığını gösteriyor. Sorunun

emel peşinde koşanlar bundan bol miktarda

demokrasi içinde kalınarak çözülmesi ve

yararlanırlar. Bol vaatlerle kandırdıkları

gerilimin minimuma indirilmesi oldukça zor

insanları seçimlere yakın verdikleri vaatlerle

görünmektedir. Belki demokrasinin bazı

tekrar kandırırlar. İyi işleyen bir demokraside

öğelerini de kullanarak geliştirilebilecek yeni

kötü yöneticilerin seçimler yoluyla gitmesi ve

bir mekanizma farklı kültür, din ve görüş

yerlerine iyi olanların gelmesi gerekmektedir.

sahiplerinin bir arada yaşamasını daha mümkün

Oysa toplumsal hafıza zafiyeti demokrasiyi bu

hale getirebilecektir. Demokrasiden daha ileri

yönüyle işlevsiz kılmaktadır.

böylesi bir post-demokratik model üretmenin gerekliliği her geçen gün daha fazla açığa çıkmaktadır.

Diğer bir teknik sorun da uygulanan seçim sistemlerinin gerçek halk iradesini iktidara taşıyamamasıdır. Öyle seçim sistemleri

2-Teknik olumsuzluklar: Demokrasi teknik olarak da birçok sorunla iç içedir. En basitinden seçmenlerin büyük bir bölümünün siyasete ilgisiz kalması ve bir-kaç yılda bir oy kullanmak için seçim sandığına gitme zahmetine bile katlanmaması demokraside meşruluk tartışmalarının çıkmasına

uygulanmaktadır ki bunlardan bazıları küçük bir azınlığın parlamentoda çoğunluğu sağlamasına yol açmaktadır. Aynı seçimde elde edilen sonuçlar farklı yöntemlerle değerlendirildiğinde bunların parlamentoya yansıması da farklı olmaktadır. Seçim barajları azınlıktaki birçok görüşün mecliste temsil edilmesini engellerken, barajlar kaldırıldığında ortaya tam bir curcuna

yol açmaktadır. Birçok Batı ülkesinde seçmenin

çıkmakta ve böylesi parlamentolardan çıkan

yüzde ellisinin seçimlere katılması yeterli bir

hükümetlerle sorunlara çare bulmak imkânsız

oran olarak görülmektedir. Oysa bu en az

hale gelmektedir. Bu yönüyle demokrasi tam bir

iki seçmenden birisinin iradesinin sandığa

paradoks yaşamaktadır.

yansımaması anlamına gelmektedir. Seçmenin bu tarz davranışının geri planında demokrasinin işlerliği konusunda buraya kadar sıraladığımız olumsuzluklar ve çıkmazlar nedeniyle oluşan pesimist yaklaşım vardır. Sandıklar hiçbir şeyi değiştirmemektedir. Çünkü demokrasi değişim heyecanını ortaya çıkartan dinamik bir işlerliği

28

Seçmen davranışı açısından ortaya çıkan

Demokrasilerin iktidar sürelerini sınırlandırması, farklı görüşlerin iktidara gelme şansını arttırdığı ve kötü yönetimlerin iktidardan gitmesini çabuklaştırdığı için olumlu bir özellik olmasına rağmen, politik miyopluğa yol açtığı için de olumsuzdur. “Politik miyopluk”; sınırlı iktidar

ortaya koyamamaktadır.

süresinin ortaya çıkardığı baskı nedeniyle, kısa

Aynı zamanda seçimde iradesini biçimlendirecek

alışkanlığının ortaya çıkardığı bir tür körlük

yeterli bilgiye ulaşmak için gerekli zaman ve

veya uzağı görmekten kaçınma hastalığıdır.

imkânı bulamayan seçmenin sandığa ilgisi

Bir sonraki seçimde iktidara tekrar gelme

de azalmaktadır. Bir şeyi seçecektir, ama

garantisi olmayan bir hükümetin, uzun vadeli

fark nedir bilememektedir seçmen. Eğer ona

bir vizyonunun olması mümkün değildir. Bu

heyecan veren bir spekülatif bir bilgiye sahip

nedenle sonraki seçimde iktidarda kalmasını

değilse ya da partilerin ajitasyon sürecine

garanti edecek popülist kısa vadeli politikalardan

tabi tutulmamışsa veya sadece taraftarlık

başka büyük projelerin ortaya konması

ruhuyla hareket etmiyorsa sandıklar onun için

mümkün olmamaktadır. Bu ise demokrasinin

anlamsızdır. Seçmen ilgisizliği ve bilgisizliği

ülke politikalarına zorunlu olarak yaptığı bir

vadeli düşünme ve kısa vadeli politikalar üretme

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


kötülüktür. Bunu aşmak için parti politikalarıyla

sistemleri hak etmektedir ve buna ulaşabilecek

değiştirilemeyen anayasal önlemler gündeme

müthiş imkânlara ve tarihsel bir tecrübeye

getirilmektedir. Ama bu da demokrasinin temel

sahiptir.

tanımı ve felsefesi ile çelişen bir durumdur. Gerilim sürmektedir.

Batının kendisine ait her şeyi o alanın bir daha

3-Özgürlük-eşitlik gerilimi: Aslında bu gerilim

hastalığı, demokrasi için de geçerli olmuştur.

sadece demokrasinin değil modern toplumların

Batı özelinde Amerika’nın züppe entelektüelleri

kaçınılmaz bir sonucudur. Modern dönemlerde

komünist bloğun çökmesiyle tarihin sonunu

özgürlük, sınırsız bir şeye dönüştürülmüştür. Bu

ilan ettiklerinde, ulaşılmaz ve geri dönülmez

tarz bir özgürlük çözülme ve dağılmanın tüm

olarak gördükleri bu yeni dönemin siyasi rejimini

kapılarını açmış ve her şeyi değersizleştirmiştir.

demokrasi olarak açıkladılar.

ulaşılamayacak bir zirvesi olarak lanse etme

Özgürlük dayatmacılığa ve köleleştirilmeye karşı vazgeçilmez bir özellik olmasına rağmen bu yönünü fazlasıyla aşan bir veçheye bürünmüş ve her türlü sınırı yok saymak özgürlüğün olmazsa olmaz koşulu olarak algılanmaya başlanmıştır. Oysa demokrasi özgürlük kadar insanların eşitliğini de temel bir koşul olarak kabul etmektedir. Sorun da burada başlamaktadır. Sınırsız bir özgürlük mutlak bir eşitlikle nasıl bir arada yaşayacak? İşte gerilim burada oluşmaktadır. Amacımız konuyu tartışmak olmadığından sadece soruna böylece işaret

Oysa her sistem gibi demokrasi de eksiklikleri olan bir sistemdir. Batı düşüncesi misyonerliğinin bir aracı olarak tüm dünyaya dayatılmakta ve tartışılmaz bir değer olarak kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Demokrasiye eleştirel yaklaşan herkes anında kategorize edilerek dışlanmaktadır. Tüm demokrasi karşıtlıkları eşit seviyede görülmekte ve getirilen her eleştirel yaklaşım hemen diktatörlükle özdeşleştirilmektedir. Yani demokrasiyi eleştirmek diktatörlüğü savunmak anlamında

etmekle yetiniyoruz.

şeytanlaştırılmaktadır. Yazının başında İslami

4-Demokrasinin tartışılmazlığı sorunu:

değinmiştik. Diktatörlükten kurtuluş için can

Demokrasi tarih boyunca gelip geçmiş

havliyle zorunlu bir çıkış olarak demokrasiye

yönetim çeşitlerinden birisidir. Tarihseldir,

sarılmak da, demokrasiyi şeytanlaştırıp tümden

koşulludur. Tarih boyunca denenen monarşi,

dışlamak da doğru değildir. Yeni bir sistem

oligarşi, teokrasi gibi yönetim çeşitlerine

arayışında insanlığın demokrasiden alacakları

göre avantajları olduğu kadar dezavantajları

çok önemli noktalar vardır. Ama bu demokrasiye

da vardır. Zannedildiği ve yüceltildiği gibi

gözü kapalı sarılmayı gerektirmez. Eleştirel bir

insanlık tarihinde siyasi alanda ulaşılan zirve

yaklaşım zararlı olanı, işlemeyen yönleri ortaya

olacak kadar mükemmel de değildir. 20. yy.da

çıkartacağı gibi, faydalı ve kullanılabilir yönleri

demokrasiye bu kadar rağbet edilmesinin

de görmemizi sağlayacaktır. Ancak ilginç bir

en önemli sebeplerinden bir tanesi, diğer

şekilde demokrasi misyonerleri ve havarileri

yönetim şekillerinin ortaya çıkardığı kötü

tıpkı azılı demokrasi karşıtları gibi bu eleştirel

sonuçların insanlığı demokrasiye yöneltmesidir.

yaklaşımı bile kabul edememekte ve bu bakış

Diktatörlüğe, monarşiye, tiranlığa karşı

açısına sahip olanları diğer karşıtlarla birlikte

demokrasi daha tercih edilebilir bir sistemdir.

demokrasinin cehennemine göndermektedir.

Ancak bu durum demokrasinin tartışılmaz

Demokrat olmayı değişmez ve nihai ahlaki

mükemmel bir rejim olduğu manasına

davranış biçimi olarak tanımlamak ve buna

gelmemektedir. Diğer sistemlerin eksiklikleri

uymayanlara kem gözlerle bakmak hastalıklı

demokraside bir artı gibi görünürken, eskilerde

bir yaklaşım biçimidir. Demokrasiden önceki

var olan bazı iyi yönler de demokraside mevcut

sistemlerin çığırtkanları da aynı duygularla

değildir.

ortaya çıkmışlardı.

Demokrasiyle insanlığın yönetim bakımından

Tarihin sonunu sadece Amerika ilan etmedi.

tarihin sonuna gelindiğinin zannedilmesi büyük

Tarihte büyük iddialarla ortaya çıkan tüm

bir yanılgıdır. İnsanlık demokrasiden çok daha iyi

devletler bu iddiayı dillendirdiler. Osmanlı

kesimin demokrasi konusuna yaklaşımlarına

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

29


devletinde İbni Haldun’un mukaddimesi yasaklanmıştı. Sebebi çok ilginçtir. Mukaddimeyi okuyanlar İbni Haldun’un organizmacı tarih ve devlet anlayışının bir tezahürü olarak her devletin bir gün sona ereceğini söylemesine çok şaşırdılar. Koskoca Osmanlı devleti de mi yıkılacak, diye sorgulamaya başladılar. Buna inanamadılar. Ortaya çıkan tartışmalar Osmanlı devletinin varlığını sorgulatmaya başlayınca Abdülhamit Mukaddime’yi yasaklattı ve

Onun için Amerikan imparatorluğunun da, demokrasinin de bir gün sonu gelir ve yerlerine yeni devletler, yeni sistemler inşa olunur. Demokrasiye getirilen eleştiriler ve bizim bu eleştirilere katkılarımız bunlarla sınırlı değil elbette. Özellikle demokrasinin oluşturduğu soft-totaliter yapı ciddi olarak eleştirilmeyi hak ediyor. Azınlıkta kalanların asla iktidarda temsil şansının olmaması, demokrasinin çoğunluğun diktatöryasına dönüşmesi, demokratik yapılarda oluşan askeri ve sivil bürokrasinin engelleyici faktörü, toplumun bir kütle toplumuna dönüşmesi, demokraside kuvvetler ayrılığı ilkesinin ortaya çıkardığı sorunlar gibi sıralayabileceğimiz pek çok problem demokrasinin açmazlarını oluşturan diğer kriz noktalarıdır. İslam ve demokrasi sorunu ise bizim bu yazı boyunca bilinçli olarak detaylarına girmediğimiz bir sorun oldu. Sonuç olarak bu kadarını ortaya koymamız, bizim tüm bu sorunlara işaret etmekteki temel amacımız olan, demokrasinin bazılarınca savunulduğu gibi hiç de problemsiz olmadığını gözler önüne sermek açısından yeterli olmuştur sanırım. Demokrasinin olumsuz yönlerini asla gözlerden uzak tutmamak, olumlu yönlerinden gerektiği şekilde faydalanabilmemiz için en çıkar yoldur. Bizce aklın yolu bu olmalıdır.

- BİTTİ -

30

www.islamiyorum.com

toplattırdı.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ

MAKALE 3 :

Demokrasi ve Hakimiyetin Kaynağı Problemi

Yusuf İmamoğlu

İslam ve demokrasi konusu, Müslümanlar ara-

küfür ile itham etmelerine yol açıyor. Dolayısıyla

sındaki en tartışmalı konulardan birisidir.

yapılan her tartışma, çözümü biraz daha uzak-

Kimileri “demokrasi” ile “şura” arasında benzerlikler olduğunu söylemekte; demokratik yönetimlerde halk iradesinin yönetime yansıdığını, halkın kontrolünün otorite üzerinde hissedildiğini düşündükleri için demokrasiyi İslam’a uygun görmektedir. Sağladığı özgürlük ortamının ve farklı fikirlerin kendisini ifade etmesine imkân vermesinin İslam’ın yeryüzündeki hedefleriyle örtüştüğünü savunmaktadır.

laştırarak ayrılıkları biraz daha derinleştiriyor. Tartışmaların merkezinde yer alan asıl konu, hâkimiyetin kaynağı meselesidir. Demokrasi, aynı zamanda temel niteliği de olan tanımına göre “halk hâkimiyeti”dir.1 Demokrasinin şirk olduğunu savunanların tanımına göre İslam ise “Allah’ın hâkimiyeti” esasına dayalı bir hayat görüşüdür. Bu durumda İslam’ı, gelenekçilikten bağımsız, Kur’an ve sünnet çerçevesinde an-

Kimileri ise içinden çıktığı kültür, ortam ve ona

lama çabasını gözeten Müslümanlar için konu;

rengini veren esas değerler bakımından de-

tevhid, uluhiyyet, tağut, sistem içi ya da sistem

mokrasinin İslam ile bağdaşmasının mümkün

dışı kavramlarına gelip dayanmaktadır. Bütün

olmadığını, ayrı bir din olduğunu savunmaktadır.

problemin gelip düğümlendiği, birbirine bağlı iki

Onunla kurulacak herhangi bir yakınlığın küfre

temel konu ortaya çıkmaktadır:

veya şirke düşüreceğini söylemektedir. Bu tartışma her geçen gün daha da kızışarak, “tevhidi” hassasiyeti bulunan Müslümanların gündemine biraz daha yerleşiyor. Aralarındaki en önemli problem konularından biri olmaya doğru gidiyor. Demokrasi ile küfür arasında kurulan irtibat, konunun sağlıklı bir şekilde tartışılmasını engelliyor, Müslümanların birbirlerini şirk ve

- Demokrasinin, uluhiyyetin yalnızca Allah’a has kılınması ve tağuta her ne şekilde olursa olsun boyun eğilmemesi ilkesine ters olması Dr. Nevin Abdulhâlık Mustafa, İslam Siyasi Düşüncesin-

1

de Muhalefet, İz Yayıncılık, S. 61 Abraham Lincoln (1809-1865), demokrasiyi “halkın halk tarafından ve halk için yönetimi” şeklinde tanımlamıştı. (İslam ve Demokrasi, Ali Bulaç, İz Yayıncılık, S.63)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

31


- Cahili sistemle uzlaşma anlamına gelen sistem içi mücadelenin gayrimeşru olması. Bu makale bu iki noktayı hamasetten uzak sağlıklı bir zeminde tartışmayı hedeflemektedir. Şüphesiz ki İslam’ın, siyasi tartışmaların konusu haline gelmesinden bu yana bu mesele birçok yönü ile tartışılmış üzerine çokça şey söylenmiştir. Biz ise belki bunlardan birçoğunu tekrar ederek meseleyi, hâkimiyet ve uluhiyyet kavramları üzerinde yeniden düşünerek tartışmayı deneyeceğiz. Bu çerçevede;

hikmet (19:12), prensip (60:10) anlamlarına gelen hükm kelimesi 30 kez, hakem ise 3 kez geçmektedir. 50 yerde ise mazi ve muzari kalıplarıyla kullanılmaktadır; buradaki kullanılan anlamları ise, yargılama, yargılanmak, hüküm vermek, hesaba çekmek, karar vermek,5 ihtilafları çözmek,6 hükmetmek,7 prensipler belirlemek, hüküm koymak8 şeklindedir. Şüphesiz ki, bu kelimeler arasında aynı kökten türemiş olmanın yanında anlam ilişkileri de var. Ancak makalenin hacmi ve hedefi itibarıyla, ayetlerin hâkimiyet konusuna getirdiği açıklığı dikkate almak duru-

- Önce hâkimiyet kavramını ele alıp “hâkimiyet ilahi midir, beşeri mi?” sorusuna cevap arayacağız

mundayız. “Arapçada “el-Hukm” kelimesi sözlükte yargı ve yargıda bulunmak anlamındadır. Kelime bütün

- Sonra uluhiyyet kavramını ele alıp “Allah’ın hâkimiyeti” meselesinin ne anlama geldiğini ve imkânını tartışacağız - Son olarak da “sistem içi” ve “sistem dışı” kavramlarını ele alacağız.

kökleriyle, taraflar arasında ister anlaşmazlık bulunsun isterse bulunmasın belirli bir konunun gerçek değerinin anlaşılması için, bu konuda yetkili kabul edilen bir makama başvurma mânâsını ihtiva etmektedir: Kur’ân-ı Kerîm’de de -kelimenin bu anlamı göz önünde bulundurularak- kullanıldığı görülmektedir.

Hâkimiyet

Bu kelimenin Türkçede “egemenlik” anlamında

Türkçede “hâkimiyet” olarak kullanılan kelimenin Arapça aslı “ha-ke-me” fiil kökünden türemiştir. Bu kökten türemiş olan “hükm, hâkim, hikmet, hakîm, muhkem” gibi kelimeler Kur’an’da 210 defa geçmektedir. “Ha-ke-me”den türemiş olan kelimelerin Kur’an’da kullanılışı şöyle sıralanabilir: “…İçlerinden onlara senin ayetlerini okuyan,

kullanılan “hâkimiyet” şeklindeki söylenişi ise, hüküm koyma, hüküm verme yetkisi, yüksek egemenlik (sovereignty) anlamıyla Arapçada da yenidir. Hâkimiyeti hukukçular ve siyaset bilimcileri genel olarak şu şekillerde tanımlarlar:

kitabı ve hikmeti öğreten…”2 ayetinde olduğu gibi

J. Bodin’e göre hâkimiyet; “yurttaşlar ve uyruklar

hikmet kavramı, çoğu “kitap ve hikmet” şek-

üstünde yasayla kısıtlanmamış en yüksek iktidar”

linde olmak üzere 20 kez; “…Doğrusu güçlü ve

(G. Sabine, Siyasal Düşünceler Tarihi, II, 82); J.

hakîm olan ancak sensin” ayetindeki gibi, her şeyi

J. Rousseau’ya göre “genel iradenin uygulanması”

hakkıyla bilen, bilgelik sahibi anlamında, büyük

(İçtimaî Mukavele, İstanbul, 1967, 137); İbn

kısmı alîm ve azîz ile birlikte Allah’a ve Kitaba

Haldun’a göre “sahibinin gücü üstünde bir gücün

nispetle kullanılan hakîm/hakîmen kavramı 97

bulunmaması” (Mukaddime, Mısır, (t.y), 188)

kez geçmektedir. Yargılama anlamındaki “ahke-

anlamındadır.

3

me” 2 kez, ayetlere nispeten muhkem ifadesi de 2 kez kullanılmaktadır. “…Allah hükmedenlerin en hayırlısıdır”4 ayetindeki gibi, yargılayanlar, hak-

kında hüküm verenler, hâkimler anlamına gelen

Çağdaş hukukçular ise -ufak tefek farklılıklar bir yana bırakılacak olursa- hâkimiyeti şöyle tarif ederler:

hâkimîn 5 defa, hukkâm 1 defa kullanılmaktadır. Yargılamanın sonucu (28:70), karar, takdir, işi bir yere vardırmak (12:67, 52:48), bilgelik/

40:48, 5:42, 48, 49, 39:46, 10:35, 37:154, 4:141,

5

11:109, 12:40, 13:41, 16:124, 22:56, 69, 21:78, 24:48

2, Bakara: 129

6

2, Bakara: 129

7

7, A’raf: 87

8

2 3 4

32

2:113, 213, 3:55, 3:23, 7:87, 38:22 4:57, 4:105, 5:1, 38:26 60:10, 6:136, 16:59, 45:21

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


“Belli bir ülke ve o ülkede oturan hakikî ve tüzel

yasal hâkimiyet ise fiili bir durumu ifade eder.

kişiler üzerinde kullanılan ve devlet kişiliğine bağlı

Ve Allah bu anlamda kullarına hâkimiyet verdi-

olan, ondan ayrılmayan asli en yüksek hukukî

ğini belirtmekte10, istişareden11 söz etmektedir.

iktidar veya kudrettir.” Ya da kısaca; “aslî ve en

Siyasal anlamda hâkimiyetin icrası ister iste-

yüksek kumanda ehliyet ve salahiyeti” şeklinde

mez insan eliyle gerçekleşmektedir. Zira Allah

tanımlanabilir.

insanların arasına inerek hâkimiyet icra edecek

Mevdudi ise, hâkimiyeti tanımlarken şunları söylemektedir:

değildir. Kendisini ne kadar Allah’a dayandırıyor olursa olsun, siyasal bir hâkimiyetin icra ettiği şey sonuçta kendi hâkimiyetidir. Bu sebeple si-

“Siyaset biliminde bu terim; en yüksek iktidar ve mutlak iktidar anlamında kullanılır. Herhangi bir kimse ya da topluluğun hâkimiyeti elinde tutmasından maksat şudur: Onun her hükmü kanun mahiyetini taşır ve kanun olur. Böyle bir kimse ülkesinde yaşayan fertlerin üzerinde hükümlerini yürütür ve sınırsız tercih ve yetkilerin sahibi olur. İdare edilenler de böyle bir kimseye

yasal anlamdaki hâkimiyetin beşere ya da halka ait olduğu kabul edilmelidir. Bu gereklilik, hem gerçeğin böyle olmasından hem de Allah’a ait olduğu söylendiğinde ortaya çıkacak sakıncalardan dolayıdır. - “Gerçeğin böyle olmasından” derken kastımız şudur:

kayıtsız şartsız itaat etmeye mecburdurlar. Onun

“Allah’ın hâkimiyeti” ya da “egemenliğin mille-

yetki ve tercihlerini kendi irâdesi altında hiç bir

te değil Allah’a ait olduğu”, fiili olarak mümkün

şey sınırlandıramaz ve kısamaz. Fertlere verilmiş

olmayan bir durumdur. Çünkü toplumun tama-

bulunan herhangi bir hak var ise, bu hak da ancak

mı böyle bir şeyi kabul edip boyun eğse bile

onun tarafından verilmiş olur… Diğer taraftan

hâkimiyeti icra edecek olan; insanlar içinden bir

hâkimiyeti elinde bulundurması sebebiyle herhangi

birey veya bir gruptur. Egemen olan, fiili olarak

bir kanun bağlamadığı için böyle birisi tam

hâkimiyeti elinde bulunduran birey veya gurup

mânâsıyla kadir-i mutlaktır…” (İslâm’da Hükümet,

olacaktır. Birey veya gurup kendisini hangi dün-

çev: A Genceli, Ankara t.y. s 421-422) Mevdûdî’ye

ya görüşüne dayandırıyor olursa olsun, icra et-

göre “bundan daha az kudret ve imkâna

tiği hâkimiyet kendi yorumudur. Bu sebeptendir

‘hâkimiyet’ denemez.”

ki, ne cumhurî yönetimlerin, ne kapitalizmin, ne

9

Hâkimiyetin, kevnî hâkimiyet, uhrevi hâkimiyet,

“Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etme-

10

nizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle

değer yargılarında hâkimiyet, kanunî hâkimiyet,

hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor.

siyasal hâkimiyet gibi türlerinden söz edilebilir. Sorulması gereken soru şudur: Hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğuna tepki ile bera-

Şüphesiz Allah işitir ve görür.” (4, Nisa: 58) “Ey Davut! Seni şüphesiz yeryüzünde hükümran kıldık, o halde insanlara arasında adaletle hükmet, hevese uyma

ber “hâkimiyetin kayıtsız şartsız Allah’a ait

yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın

olduğu” doğru bir ifade midir? Şüphesiz ki Allah yerin ve göğün yegâne malikidir. Hâkimiyetin mutlak anlamdaki sahibi O’dur.

yolundan sapanlara, onlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin azap vardır.” (38, Sad: 26) “O sizi yeryüzünün halifeleri yapan ve sizleri verdiği şeylerle imtihan etmek için kiminizi kiminize derecelerle

O’nun kudret elinde olan hiçbir şeyi O’ndan ala-

üstün kılandır. Hiç kuşkusuz Rabbin karşılık vermede

bilecek yoktur. Kendisine ait olduğunu bildirdiği

hızlıdır. O bağışlayıcıdır, sevgi ve merhameti sonsuzdur;

bir şeye sahip olma iddiası ise şirktir. O halde soru, “Allah siyasal anlamdaki hâkimiyetin kendisine ait olduğunu mu anlatmıştır?” şeklinde anlaşılmalıdır.

bundan hiç şüpheniz olmasın, hiç!” (6, En’am: 165) “Hani Rabbin meleklere ‘Yeryüzünde bir halife var edeceğim demişti’…” (2, Bakara: 30) “… İşleri onlara danışarak yürüt sonra da çıkan ortak

11

Kâinata ve hesap gününe hâkim olan Allah’tır. İnsanlığın doğru bir yol üzerinde olabilmesi için gerekli olan değer yargılarını O bildirmiştir. Si-

kararı Allah’a dayanarak azimle uygula…” (3, Al-i İmran: 159) “Onlar Rablerinin davetini kabul ederler ve canı gönülden namaz kılarlar. İşlerini aralarında danışarak yürütürler. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan başkaları için de har-

Beşir Eryarsoy. Hakimiyet

9

carlar.” (42, Şura: 38)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

33


teokrasinin12 ne de demokrasinin dünyada tek

konudur. Hâkimiyetin millete ait olması, temsili

bir uygulanış biçimi olmamıştır. Uygulayıcısının

otoritenin yetkisiz olduğu anlamına gelmiyor. Fi-

niteliğine bağlı olarak farklı yorumlar ortaya

ili durum, itaat edilmek zorunda olan otoritenin

çıkmıştır. Farklılığın doğal ve yapay sebepleri

belli insanlardan ibaret olması demektir. Ancak

olmakla beraber bu durum, kendisini İslam’a

otorite ve gücün belli ellerde toplanmış olması,

nispet eden yönetimler için de geçerlidir. Bir

onların bir meşruiyete ihtiyaç duymayacağı so-

iktidar, bütün samimiyeti ile birlikte kendisini

nucuna da çıkmıyor. Meşruiyet sebebi, otoritenin

Allah’a nispet ediyor olsa bile iktidara taşıdığı,

dayandığı kaynak olarak kalıcılığını temin ediyor.

kendi yorumundan ibarettir. İnsani irade ve ter-

Zira otorite toplumun azınlığıdır ve tepeden aşa-

cihleri hâkimiyetten soyutlamanın imkânı yoktur.

ğıya doğru genişleyen bir güce dayanmak zo-

Bunun tek yolu, vahyin insan yorumuna ihtiyaç

rundadır. En tabanda yer alan ve en büyük güce

bırakmayacak ölçüde teferruatlar içermesi ola-

sahip olan ise halktır ve halk otoritenin meşrui-

bilirdi. Ne var ki o zaman ne ciltlere sığabilir ne

yet sebebini onaylamadıkça tepenin kalıcı olması

de evrenselliğini koruyabilirdi. O halde insanın yorumu kaçınılmazdır. Yapılan yorumun hakikate isabeti ise samimiyetle sınırlı olmayıp, akıl, güç

Toplum bir bütün olarak, siyasal anlamda üret-

ve imkân gibi değişkenlere de bağlıdır.

tiklerinden sorumludur. Yetkisi olmayanın so-

Oysa Allah’ın hâkimiyeti denen şeyin, doğruya isabet ihtimali gibi bir kusur içermemesi gerekir. Hem kusur içeriyor, hem de ortaya çıkan sonuca “Allah’ın hâkimiyeti” adı veriliyorsa, “Allah adına konuşmak, O’nun adına doğrular yanlışlar belirlemek” gibi büyük bir vebal altına giriliyor demektir ve bu aynı zamanda şirktir. Hiçbir Müslüman bile bile bu duruma düşmek istemez. Dolayısıyla hâkimiyet ne kadar Allah’a nispet

rumlu olduğu da iddia edilemez. Hâkimiyetin ortaya çıkardığı sonuçlar da bu kurala dâhil edilmelidir. Toplumun sorumluluğunun sadece verili olanları uygulamaktan ibaret olduğunu söylersek, toplumun kısıtları ile yaptıklarını doğrudan kaynak edindiği kitaba bağlamış da oluruz. Oysa Kur’an, evrensel, mutlak olarak adil, beşeri kusurlardan münezzehtir. Ama insanın yapacakları öyle değildir.

ediliyor olursa olsun sonuçta egemen olan, bunu

“Hâkimiyetin kaynağı toplumdur” dendiğinde,

dillendiren insan ya da insanlar topluluğudur.

bunun haksızlıklara sebep olacağı ve keyfi dav-

Hâkimiyet meselesinin ilahi değil, beşeri bir fiil olduğunu ifade ederken, bu konunun; insanlık tarihinin kaydettiği en büyük aldatmacalara konu olduğunu da belirtmemiz gerekir. Tebaa ya da halk, sürekli “halk adına” ya da “Allah adına” hareket ettiğini söyleyen otoritelerce aldatılmıştır. Çünkü hâkimiyetin ister halka isterse Allah’a ait olduğu söylenmiş olsun, sonuçta onu elinde bulunduran bir avuç insandır. Hatta çoğu durumda bir tek insandır. Bu manzaraya bakıldığında hâkimiyet, fiili durum, dayandığı kaynak, dayandığı güç vs. bakımdan analize ihtiyaç duyan bir “Sahih vahy geleneğinin çözüldüğü veya kopukluğa

12

uğradığı her dönemde, hemen hemen bütün siyasal

ranışların önünü açacağı söylenecekse; otoritenin Allah’a ait olduğunu söylemek, beşerin keyfi davranışının önünde bir engel teşkil etmez. Zira otoritenin Allah’a ait olduğuna inanan bir toplumda da otoritenin keyfiliğini denetleyecek ve buna engel olacak güç toplumun kendisinden başkası değildir. Bu yönden bakıldığında hâkimiyet sorumluluğunu topluma vermek; toplumu, yöneticiyi denetleme ve gerekirse azletme yetkisiyle donatmak, keyfiliğin önünde daha reel bir engel oluşturmaktadır. - Siyasal hâkimiyetin Allah’a atfedilmesinin sakıncalarından kastımız ise şudur:

iktidarlar, meşruiyetlerini kutsal, aşkın yani ilahi bin

Eğer bir iktidar hâkimiyetin Allah’a ait olduğu-

kaynağa dayandırmışlardır. Eğer teokrasiyi, siyasal

nu iddia ederek icraatta bulunuyorsa, yaptığı

otoritenin kendini ilahi bir kaynağa dayandırması ve

hatalar, beceriksizlikler tebaa tarafından doğal

yönetim hakkını din adamlarına veya kutsanmış kişilere devretmesi paydalarında toplamak mümkünse, yukarıda saydığımız bütün yönetim örneklerinin üç aşağı beş

34

mümkün değildir.

olarak hâkimiyetin kaynağına atfedilir. Teokratik devletlere duyulan tepkide bu durumun kötüye

yukarı teokratik bir özellik arz ettikleri söylenebilir.” (Ali

kullanılması kadar beceriksizliklerin rolü olduğu

Bulaç, İslam ve Demokrasi, İz Yayıncılık, S. 79-80)

da unutulmamalıdır. Roma, Mısır, Hitit, Yunan

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ya da Osmanlı örneklerinde olduğu gibi teok-

meşruiyeti tamamen ortadan kalkar. Oysa siya-

ratik yönetimin şüphesiz ki tek bir çeşit olduğu

sal hâkimiyet halka ait bir hak olarak görülür ve

iddia edilemez. Ancak kendisini Tanrı’ya nispet

iktidarın dayanağı da halkın kendisi olursa halk,

eden teokratik iktidarlar da en az diğerleri kadar

verdiği görevi kötüye kullananlardan onu geri

zulüm kaynağı olmuştur. Ve gerçekte bunların

alma hakkına da doğal olarak sahip olur. İyinin

hâkim kıldıkları şey hiçbir zaman Tanrı’nın değil

de kötünün de sorumlusu kendisi olur. Bununla

kendilerinin iktidarıdır. Şüphesiz ki, sui misal

birlikte hâkimiyeti yalnız Allah’a ait bir hak ola-

emsal olmaz. Elde edilen gücü “Tanrı adına” kö-

rak görüp ümmetin halifeyi kontrol yetkisine sa-

tüye kullanmak, Allah’ın hâkimiyeti fikrine karşı

hip olduğu ve yetkisini kötüye kullandığı zaman

tek başına bir argüman sayılmayabilir. Ancak hâkimiyeti Allah’a nispet etmek, halkı, gücü elinde bulundurana muhatap olmaktan çıkarmaktadır.

onu azledebileceği söylenirse, bu; hâkimiyeti ümmete atfetmektir. Ama bunu söyleyenlerin, ne imamet ve ne de hilafet siyaset nazariyesinde yöneticiyi kontrol edecek veya azledecek me-

İslam geleneğindeki hâkim düşüncenin, hâkimiyetin ilahi olduğu yönünde geliştiğini; hâkimiyetin beşeri olduğu yönündeki düşüncenin Osmanlı’nın son dönemlerindeki Batı eğilimi sayesinde gündeme geldiğini; daha öncekilerin oldukça marjinal kaldığını söyleyebiliriz. Sünni hilafet ideolojisinde halifelerin yalnızca Allah’a karşı sorumlu olduğu yaygın kanaattir. Sorumluluğu halka karşı değil, Allah’a karşıdır. Çünkü onun yetkisi insanlardan değil Allah’tan gelmektedir ya da mevcut iktidar Allah’ın iradesinin bir tecellisidir. “Cebr”, “kader”, “iktidarın Allah’ın giydirdiği gömlek olması” da aynı düşünüş biçiminin izdüşümleridir. Bunun arkasında Allah’ın

kanizmaların oluşturulmadığını bilmesi gerekir. Allah, hâkimiyet, uluhiyyet veya benzer kavramlarla ilgili olarak, siyasal egemenliğin kendisine ait olduğuna dair bir şey söylememiştir. Hükmün Allah’a ait olduğunu belirten ayetlerden, hâkimiyetin Allah’a ait olduğu sonucunun çıkarılması, bu ayetlerde geçen ha-ke-me kökünden türemiş kelimelerin hepsinin siyasal egemenlik anlamında yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Oysa bu tür ayetlerde kast edilen siyasal egemenlik değildir. Böyle bir anlama gelmesi en muhtemel ayetleri incelediğimizde bu gerçeği açık bir şekilde görebiliriz:

kullarını idare etmesi için birini görevlendirmiş

“Allah’ı bırakıp taptığınız, sizin ve babalarınızın

olması düşüncesi yatar. Bu düşünceye göre

isimlendirdiği isimlerden başka bir şey değildir.

gökte de ilah, yerde de ilah olan Allah’ın yeryü-

Allah onların doğru olduğuna dair bir delil indir-

zündeki egemenliğinin temsilcisi, O’nun insanlar

memiştir. Hüküm vermek ancak Allah’a aittir.

arasından seçtiği seçkinlerdir. Şia’daki imamet anlayışı da buna fazlasıyla benzemektedir: İmamların Allah tarafından doğrudan görevlendirme ile geldiği ve masum oldukları, imametin imani esaslar arasında yer aldığı yani otoritenin kaynağının ilahi olduğu savunulmaktadır.

Kendisinden başkasına değil O’na kulluk etmenizi emretmiştir. Bu dosdoğru dindin, fakat insanların çoğu bilmezler.” (12, Yusuf: 40) “İnsanlar bir tek ümmetti. Allah peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi; insanların ayrılığa düştükleri hususlarda aralarında hüküm ver-

Allah’a dayanan bir şeyi sorgulamak insana

mek için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi. An-

düşmez. İktidarın kendisini yaratıcıya nispet et-

cak kitap verilenler, kendilerine belgeler geldikten

mek suretiyle eleştiri ve isyanlara karşı aşılmaz

sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden onda ayrılığa

duvarlar örmesi kötü niyet ürünü olsa da; iyi

düştüler. Allah, iman edenleri, ayrılığa düştükleri

niyet bu durumda fazla bir şey değiştirmez. İlahi

hakka kendi izni ile eriştirdi. Allah dilediğini doğru

olan bir iktidar halk tarafından kontrol edilemez,

yola eriştirir.” (2, Bakara: 213)

hataları düzeltilemez, haddi aştığında yerine yenisi getirilemez. İktidar sahibi dokunulmaz hale gelir. Ona karşı gelmek Allah’a karşı gelmek olarak değerlendirilir. Meşruiyetini Allah’tan alan bir otoritenin sorumluluğu da O’na karşı olur. Ona itiraz etmenin, zulmettiğinde isyan etmenin

“Ey inananlar! İnanmış kadınlar hicret ederek size geldiklerinde onları deneyin… Allah’ın hükmü budur; aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hakîmdir.” (60, Mümtehine: 10) “Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

35


vermek Allah’a aittir. Deki: ‘O Allah benim Rab-

getirenler olmuştur. Bunlara ilaveten, “araların-

bim, ben O’na dayanırım, O’na sığınırım.” (42,

da adaletle hükmet, senin verdiğin hükmü kabul

Şura:10)

etmezlerse…” şeklinde geçen ifadelerin sadece

“… Bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve peygambere götürün, eğer Allah’a ve ahiret gününe gerçekten iman ediyorsanız bu hem hayırlı hem de sonuç alma bakımından daha güzeldir.” (4, Nisa: 59)

kün olsa bile; eğer ortada bir yargılama varsa bunun bir yasamaya dayanması gerekir. Sadece yargının adaletli olmasıyla işin sonuca bağlanamayacağı gibi, yasama ayağından bağımsız bir yargıdan da bahsedilemez. Ayetlerin siyasal

“Ey iman edenler! Ahde vefa gösterin. Aşağıda adı

anlamda bir yargıdan bahsetmesi aynı kaynağın

geçen hayvanlar size hac yasakları dışında serbest-

yasamaya dair belirlemelerini de zımnen kabul

tir. Allah dilediği hükmü verir.” (5, Maide: 1) “… Herkim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin… zalimlerin… fasıkların ta kendileridir.” (5, Maide: 44, 45, 47) “… Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet; sana gelmiş olan Hak’tan ayrılıp da onların hevalarına tabi olma…” (5, Maide: 48)13

etmek anlamına gelir. Fakat kaynağın yasamaya dair belirlemelerinin olduğunu kabul etmek bunları bizzat O’nun icra edeceği anlamına gelmez. Veya iktidarın ilahi olmasını gerektirmez. Allah’ın bu anlamdaki hâkimiyetini değerlerin ve prensiplerin belirlenmesi şeklinde anlamak icap eder. Allah hâkimiyet sağlamak için değil hâkimlere yol göstermek için kitaplar, elçiler

“Cahiliye devri hükmünü mü istiyorlar? Yakinen

gönderir. Hâkimiyet ise insanın çözmesi gere-

bilen bir millet için Allah’tan daha iyi hüküm veren

ken bir problemdir. Dayandığı güç ve meşruiyet

kim vardır?” (5, Maide: 50)

zemini ise toplumun kendisi olmak zorundadır.

“Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (4, Nisa:65)

Allah, beşere her konuda olduğu gibi siyaset ve egemenlik konusunda da kendisine uyulduğunda huzura ulaşılacak değerleri bildirmiştir. Bu esaslara uyulduğunda ortaya çıkacak iktidar ilahi bir iktidar olmadığı gibi sorgulanamaz bir otorite de değildir. Zira beşerin bu esaslara uymaya çalış-

Beşerin, üzerinde hareket edeceği sabiteleri O

ması hata yapmayacağı, yanlışlık üretmeyeceği

belirler. İhtilafları çözmek ve yolu aydınlatmak

anlamına gelmez. Çünkü esaslar her ne kadar

için gerekli işaretleri O gösterir. Siyasal egemen-

adaletin ve dosdoğru hareket ve iktidar etmenin

liğin nasıl hak ve adalet üzere icra edileceğine

garantisi olsa da onun uygulaması öyle olmaya-

dair gerekli verileri O temin eder. Ancak bundan

bilir.

sonrasını beşerin sorumluluğuna bırakmıştır. Bu sorumluluk anlayışı ile beşer, elde ettiği güçle toplumları yönetir. Yukarıdaki ayetlerde geçen “Allah’ın değerler belirlemesi”, “hükümler indirmesi” şeklindeki ifadelerden anlaşılması gereken, insanın bu alandaki sorumluluğunda yolu-

Hâkimiyet konusu bir bakıma mülkiyet konusuna da benzetilebilir: Kur’an birçok defa mülkün ancak Allah’a ait olduğunu, mülkünde hiç kimsenin O’na ortak olamayacağını ifade eder. Ancak bu, insanın mülk edinemeyeceği anlamına gelmez.

nun aydınlatılmasıdır.

Tam aksine zekât ve sadaka gibi kavramlar mül-

Yukarıdaki ayetlerden Maide suresinde yer

nın önemli ve belirleyici olduğunu gösterir. İnsan

alanlarla ilgili olarak; bu ayetlerin “siyasal ege-

mülk sahibi olmalıdır ki, onu nasıl kullandığı or-

menlikle bir alakasının olmadığı, muhakeme

taya çıksın. Allah dilediğine dilediği kadar verir.14

(yargılama) ile ilgili oldukları” şeklinde yorum

Sonra azıyla ya da çoğuyla onları nasıl kullan-

kün onaylandığını ama mülkün nasıl kullanıldığı-

“Allah’ın indirdiği kitap ile aralarında hükmet, Allah’ın

13

sana indirdiği Kur’an’ın bir kısmından seni vazgeçirme-

36

yargılamakla ilgili olduğunu iddia etmek müm-

dıklarına bakar. Onlara mülkünden kullandırması “De ki: Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü,

14

lerinden sakın, heveslerine uyma; eğer yüz çevirirlerse

kime dilersen ona verirsin; dilediğinden mülkü çekip

bil ki, Allah bir kısım günahları yüzünden onları cezalan-

alırsın. Kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi diler-

dırmak istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fasıktırlar.” (5,

sen onu alçaltırsın. İyilik elindedir. Doğrusu Sen, her

Maide: 49)

şeye Kâdirsin.” (3, Al-i İmran: 26)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


uluhiyetine ortak ettiği anlamına gelmez. İnsana

ve kanun koymanın O’ndan başkasının kudreti

verdiği seçme hakkı, iradesini ve aklını kullan-

dâhilinde olmadığını tasdike mecburdur. Bütün

masını sağlayacak imkânları da gerektirir.

bunlardan herhangi birinin O’na ortak oluşunu

Bu noktada şöyle bir soru gerekli olmaktadır: Allah egemenlikte beşere hak tanırken O’nun bütün hareketlerini bağlamış, kuşatmış mıdır? Yoksa onu bütünüyle serbest mi bırakmıştır? Ya da serbestliği belli alanlardan mı ibarettir? Soruların cevabı doğrudan uluhiyyet konusu ile özellikle de uluhiyyetin teşri ile kurulan ilişkisiyle alakalıdır.

açıklayabilecek hiçbir gerekçe bulunamaz… Siyasal anlamıyla kendisini mülkün sahibi, üstün ve mutlak egemen olduğunu iddia edenin iddiası, ilahlık iddiasında bulunarak insanlara: ‘Ben sizin veliniz, kefiliniz, koruyucunuz ve yardımcınızım’ deyip de, tabiat kanunları dışında kalan manalarıyla bunu söyleyen kimsenin iddiası gibidir… Bu da açıkça şunu göstermektedir: Uluhiyyet aynı zamanda egemenlik ve mülk anlamlarını da kapsamaktadır. Bu anlamlarıyla da Allah’a

Uluhiyyet ve Teş’ri İlah ve Rab kavramlarının, “yaratmak; ihtiyaçları gidermek; duaya icabet etmek; sevgi, korku, ümit gibi kalbi eylemlerin nihai anlamdaki mercii olmak; terbiye etmek” gibi birçok yönü vardır. Ancak makalenin amacı ve kapsamı gereği her iki kavramın da sadece teşri, sosyal hayatın düzenlenmesi ile ilgili yasaların tespiti boyutlarına değineceğiz.

herhangi bir şekilde ortak koşmamak, İlâhın birliğini kabulün gerekleri arasındadır.”17 “Üstün otoritenin gereği hüküm ve emrin, güçlü ve tek olana ait olması ve egemenliğin basit bir parçasının dahi başkasına geçmemesi gerekir.” “Bu ayetlerde baştan sona kadar, şu temel düşünceyi buluruz: Uluhiyyet ve otorite (mutlak egemenlik) birbirini gerektirir; mana ve ruh bakımından farkları da yoktur.”

Rab kavramı da aynı şekilde insanın sosyal ha-

Yaptığı çalışma ile Müslümanların ufuklarını açan merhum Mevdudi’nin konuyu nasıl ele aldığına başvurmak gereklidir: “Bilginlerini, Rahiplerini ve Meryem oğlu İsa’yı Rabler edindiler …” (Tevbe:31); “Heva ve hevesini ilah edineni …”; (Furkan:43); “… ortakları, evlatlarını kendi elleriyle öldürmelerini hoş gösterdi …” (En’am: 137); “Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri o fasit dinlerinden kendilerine şeriat çıkarıp yapan ortaklar mı var?” (Şura: 21). Mevdudi bu ayetleri zikrettikten sonra şöyle diyor: “Onu ilah seçmeleri, emirlerini bir hukuk düzeni kabul etmelerinden; emrettiğini yapıp yasaklarından sakınmalarından; helal ve haram kıldığı şeylerde O’na uyarak, emirlerini kendilerine kanun telakki etmelerinden ve bizzat emretme ve yasaklama yetkisine sahip olup, ondan üstün bir otoritenin olmadığı inancına saplanıp kalmalarından doğar.”15 “Aynı şekilde kim Allah’tan başkasının hükmünü kanun sayar, emir ve yasaklarını uyulması gereken bir şeriat telakki ederse, onun otoritesini üstün kabul etmiş demektir.”16 “Buna göre akıl, hüküm, emir

yatı ile ilgili kanun ve kaideleri ilgilendiren yönlere sahiptir. “Dört Terim”de Rab kavramındaki yaklaşım İlah kavramındakine oldukça benzerdir: “Bilginlerini, Rahiplerini ve Meryem oğlu İsa’yı Rabler edindiler …” (Tevbe:31) ve “Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabler edinmeyelim” (Ali İmran: 64) ayetlerinden sonra şöyle diyor, Mevdudi: “Bu iki ayette Rablerden amaç, genellikle ümmet ve toplulukların önder ve rehber edindikleri kimselerdir. Onlar emir ve yasaklarına boyun eğerler, şeriat ve kanunlarına tabi olurlar, Allah’ın gönderdiği hiçbir delile dayanmaksızın haram ve helal dediklerine inanırlar, bütün bunlardan öte, kendiliklerinden emir ve yasak koyabileceklerine iman ederler.”18 “Emredip yasaklayan, yüce egemenlik sahibi, doğruluk ve hidayetin, kanun ve yasamanın kaynağı, devlet ve ülke hâkimi, toplumun ve medeni hayatın merkezi anlamında ‘Rab’ kelimesine gelince: Bu anlamdaki ‘Rabb’ı da değişik anlamlarda kullanıyorlardı. Bu mefhum gereğince, ya insanın doğrudan doğruya Allah’tan gayri Rab olduğuna inanıyorlar veya Allah’ın Rab olduğuna nazari bir

Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan, S. 22

17

Mevdudi, A.g.e, S. 24

18

15 16

Mevdudi, A.g.e, S. 32 Mevdudi, A.g.e, S. 41

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

37


şekilde inanmış olmakla beraber, siyasi ve medeni

Fakat bu sınırlama ifadelerine rağmen “ilah,

ahlak işlerinde bu varlıkların ‘rububiyyet’ine

Rab, ibadet ve din” kavramları çerçevesinde

teslimiyet gösteriyorlardı. İşte tarihin, ilk anından

getirilen yaklaşımdan; egemenliğin kayıtsız

beri, peygamberlerin yıkmak için devamlı olarak

ve şartsız Allah’a ait olduğu, beşerin bu alana

gönderildikleri asıl yanlışlık budur… Bu bakımdan

herhangi bir şekilde müdahale edemeyeceği,

O, tek başına tabiatüstü âleminin Rabbi olduğu gibi

bu alana dalmaya çalışmasının tuğyan olacağı

ahlak, siyaset ve medeniyet işlerinde de Rabdir,

sonucu çıkarılmıştır. Hükmün ve egemenliğin

mabuddur.”19

yalnızca Allah’a ait olduğu düşüncesi bu tartış-

İslam’ın bireysel hayatın dar alanlarına hapse-

manın sonucudur.

dilmesine, Allah’ın beşeri işlerden soyutlanarak

Sosyal hayatı tanzim etmek için beşerin kanun

yerine başka dünya görüşlerinin egemen kı-

yapması, her şart altında uluhiyyet iddiası olarak

lınmasına karşı merhum Mevdudi’nin getirdiği

nitelenebilir mi?

açılım gerçekten kıymetlidir. (İlk olmamakla beraber) Hayatın, hevanın kontrol ettiği değerlerle değil vahyin ölçüleri ile yönlendirilmesi gerektiği noktasındaki katkısı devrim niteliğindedir. Ancak yukarıdaki alıntılar; sosyal hayatın düzenlenmesi konusunda ortaya konacak beşeri çabaların tamamını “uluhiyyet iddiası” sayan bir yaklaşıma da ortam hazırlamaktadır. Kanun ve yasa yapmakla ilgili Allah’tan gelenin dışında her şeyi reddetmek gerektiği sonucunu çıkarmaya oldukça elverişlidir. Nitekim böyle bir çıkarımın yakın dönemde radikal İslami hareketlerin temel niteliğini oluşturduğu ve bunda Dört Terim’in belirgin bir payı olduğu da bir vakıadır. Aslında kitap incelendiğinde Mevdudi’nin, bir denge oluşturabilmek için yer yer “sınırlama ifadeleri” kullanmaya çalıştığı görülür:

Eğer böyle ise gelişen ve değişen durumlar karşısında muvahhitlerin tavrı ne olacaktır? Kur’an birçok yerde hükmün yalnız Allah’a ait olduğunu, O’nun gökte ilah olduğu gibi yerde de ilah olduğunu söyler.22 Ancak kabul edilmelidir ki beşeri bir çaba olarak anayasa ve çeşitli düzeylerde kanun ya da yasa yapmak zorunluluktur. Hz. Ömer dönemi Resulullah tarafından tesis edilen toplumun, devlet niteliğine geçmesinin önemli bir aşamasıdır. Hz. Ömer’in bizzat direktifleriyle yapılan işler gerçekten dikkat çekicidir: “Müellefe-i Kulub’a zekâttan pay ayrılmasının terk edilmesi, Yahudi ve Hıristiyanların fakirlerine maaş bağlanması, ‘Esselatu hayrun mine’n-nevm’ ibaresinin sabah ezanına konulması, teravih namazlarının cemaatle kılınması, bir celsede üç talakın bağlayıcı kabul edilmesi, sarhoşa seksen değnek cezasının kabulü,

“Yine bu iki ayete göre, herhangi bir şahsın veya

ticari atlardan zekât alınması, Beni Tağlep Hıristiyan-

topluluğun Allah’ın emrine dayanmayan bir kanun,

larından cizye yerine zekât alınması, vakıf hukukunun

bir şeriat, bir belge meydana getirmeleri halinde,

tesis edilmesi, cenaze namazlarının dört tekbir ile

bu kanun koyucu ile Allah-u Teâlâ’ya şirk koşmuş

kılınması, hiciv yazan şairlerin cezalandırılması…”23

oluyorlar.”

Yasama ile ilgili örnekler aslında çok daha fazla-

20

“Yine şunların da, O’ndan başkasında

bulunduğunu kabul etmek hatadır: Kendi kendine

bütünündeki konu, uluhiyyetin diğer anlamlarıyla ilgili

müstakil bir âmir, kanun koymada mutlak kudret

iken egemenlik vurgusuyla paragrafa başlanmış olması

sahibi bir kanun koyucu…” “Allah tarafından

pek anlaşılır görünmüyor. Ör: 31. sayfadaki iki paragraf

gönderilmiş bir delil olmaksızın, O’dan başkasına itaat eden ve ona itaatin gerekli olduğuna inanan…

başı böyle. “Allah O’dur ki, kendinden başka hiçbir ilah yoktur.

22

Evvelde ve ahirde hamd O’nun içindir. Hüküm de O’na

”21

aittir, O’na döndürüleceksiniz.” (28, Kasas: 70) Mevdudi, A.g.e, S. 81

“O kadar acele ettiğiniz de elim değildir. Hüküm ancak

Mevdudi, A.g.e, S. 23

Allah’ındır.” (6, En’am:57)

Ayrıca, yaratılıştan, yerde ve gökte Allah’ın yegane

“O, göklerin ve yerin ve bunlar arasında ne varsa

ilah oluşundan, dualara cevap verebilecek, ihtiyaçları

hepsinin Rabbidir. Doğuların da Rabbidir O.” (37, Saffat:

karşılayabilecek tek merci olmasından, katında başka

5)

bir otoritenin bulunmayışından bahsettiği paragraflar

“Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yarattı…

arasında geçen ve hüküm, kanun ve yasa yapmakla

Haberin olsun ki, yaratmak da emretmek de O’na

19 20 21

mahsustur…” (7, A’raf: 54)

ilgili cümlelerin metin içinde dikkat çekici bir yönü bulunduğunu da belirtmek gerekir. Paragrafın

38

Adalet Devleti, İhsan Eliaçık, Bakış Yayınları, S. 176

23

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


dır. Burada sadece çok kritik görünenlerden bir-

olacağı da unutulmamalıdır.

kaçını aktardık. Ayrıca Hz. Ömer’in kıtlık yılında,

***

yoksulluklarından dolayı hırsızlık eden iki kişinin ellerinin kesilmesini engellediği de bilinmektedir. Hz. Ömer, kanun, yasa ya da anayasa yapmanın uluhiyyetin sınırlarına girdiğine inanıyor olsaydı, bunlardan hangisine kalkışabilirdi! Kaldı ki, yaptığı yeniliklerden kimi, doğrudan din ile ilgilidir. Ayrıca Raşit Halifeler döneminde devlet düzeninin kimi kısımları komşu ülkelerin sistemlerinden iktibas edilmiştir. Özellikle Ömer döneminde askeri düzen, hukuki/adli sistemle, hapishanelerle ilgili yepyeni düzenlemeler getirilmiştir. Bunların

İnsanın yeryüzünde kayıtsız ve şartsız bir otorite peşinde olmasının birçok örneği vardır. İktidarın kendisini Tanrı’ya nispet etmesi ya da Tanrı ile akrabalık kurarak hükmün sadece kendisine ait olduğunu iddia etmesi de bir bakıma kayıtsızlık peşinde olmanın ürünü sayılabilir. Tanrı’yı katlederek dinin belirleyiciliğini ortadan kaldıran son dönem gelişmeleri bunun daha aleni bir şekilde dile getirilmesinden ibarettir. Beşerin, nefsin arzularının peşinde koşması ve onları tatmin

bir kısmı da Bizans ya da İran’dan alınmıştır.

edebilmesinin önündeki engelleri kaldırma hırsı

Bugün; borsa, bankacılık, eğitim teşkilatı, dış

nın, tuğyan etmenin biçimlerinden; başkalarının

ticaret, gümrükler, çifte vatandaşlık, silah mül-

istikamet üzere olmasını engellemenin önemli

kiyeti, yabancı sermayenin yatırımı, askeri per-

araçlarından biri de elde bulunan otorite yetki-

sonel ve daha yüzlerce konu ile ilgili kanun yap-

sidir. Toplumları fesada sürükleyen en önemli

tığımızda ve bunların bağlayıcı olduğunu, itaat

unsur da işte bu yetkiyi şeytanın planları doğrul-

etmeyenlerin cezalandırılacağını söylediğimizde

tusunda kullanmaktır.

iktidar biçimlerine de yansımıştır. Yoldan sapma-

uluhiyyetin alanına müdahale etmiş sayılacak “Andolsun ki, Biz Musa’yı da, Firavun’a ve O’nun

mıyız?

ileri gelenlerine mucizelerimizle ve apaçık bir hüc-

Şüphesiz ki hemen herkes buna hayır diyecektir.

cetle gönderdik. Yine onlar, Firavun’un emrine tabi

Çünkü saydığımız konularda Kur’an, ya hiçbir

oldular. Hâlbuki Firavun’un emri sağduyuya uygun

şey söylememiş, ya da genel prensipler belirle-

(reşid) değildi.” (11, Hud: 96-97)

miştir. Hayatın doğası ve Kur’an’ın hedefleri gereği vahy, şekilleri değil prensipleri belirlemektedir. Prensiplerin farklı zaman ve coğrafyalarda hayata nasıl aktarılacağı meselesini de insanın imtihanı olarak gündeme getirmiştir. Hayatın ve

“Firavun: ‘Andolsun eğer benden başka bir ilah edinirsen seni muhakkak ve muhakkak zindanlık ederim’ dedi.” (26, Şuara: 29)24 “Firavun kavmi içinde haykırdı: ‘Mısır mülkü ve

vahyin doğası, beşere anayasa ya da tüzükler

altından akan şu ırmaklar benim değil mi? Hala

yapmayı salık veriyorsa, bu yasalar ile uluhiyyet

gözünüzü açmayacak mısınız?” (43, Zuhruf: 51)

arasında, birbirini zorunlu kılan ilişkiler kurulmamalıdır. Bu ilişki böyle kurulduğunda, itaat edilmek üzere söylenen ve yazılan her şeye isyan tepkisi doğmak durumundadır. Bunun içindir ki, yakın zamana kadar ebeveyninin taleplerine,

“Allah kendisine hükümranlık verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi!...” (2, Bakara: 258)

Nemrut, Firavun gibi örnekler birer birey olabi-

okul müdürlerinin istek ve emirlerine, “sen benim

leceği gibi bir grup ya da bir zihniyet de olabilir.

ilahım değilsin” diyerek tepki gösterenler olmuş-

Kendilerini bir şekilde Tanrı’ya hatta ilahi bir dine

tur. Uluhiyyetle, emir, kanun, düzen arazında

nispet ediyor olabilecekleri gibi ateist de olabi-

kurulan birebir ilişki nedeniyle neredeyse bütün

lirler. Yaptıkları şey uluhiyyet iddiasıdır. Çünkü

beşeri ilişkiler bu kavram üzerinden tanımlan-

onlar, hükmü altında bulunanları, kendi arzuları

maya çalışılmıştır. Böylece “uluhiyyet” diğerleri-

yönünde yoldan çıkarmayı hedeflemişlerdir. Hak

nin nasıl şirk koştuğunun denetleyip ölçüldüğü

kendilerine geldikten sonraki tutumları da bu

bir aygıta dönmüştür. Dosdoğru yapıldığında

durumun belgesidir. Onlar inatçı birer zorbadır,

bunda bir sakınca olmadığı doğrudur. Ancak hü-

zorbalığın timsalidir.

küm ile uluhiyyet arasında kurulan yanlış ilişkilerin, sonuç değerlendirmeler üzerinde belirleyici

“Firavun: ‘Ey ileri gelenler! Sizin benden başka bir

24

ilahınız olduğunu bilmiyorum.’ Dedi.” (28, Kasas: 38)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

39


“İşte Ad kavmi! Onlar Rablerinin ayetlerini bilerek

Allah’ın ilah edinilmesi bunların işine gelmez.

inkâr ettiler. Peygamberlerine asi oldular. İnatçı ve

Onun için onlar da hevalarını tatmin edecekleri

zorba her kişinin emri ardınca gittiler.” (11, Hud:

ortamın temini için şeytanın ve tağutun peşin-

59)

den gitmeyi tercih ederler.

Bunlar yeryüzünde fesat çıkarmayı isteyen, bu fesattan istifade eden, toplumun ıslah olmasının kendi sonları olacağının bilincinde olanlardır. “Müfritlerin emrine boyun eğmeyin. Ki onlar yeryüzünde fesat çıkarır, ıslah etmez kimselerdir.” (26, Şuara: 151-152)

başka bir değer ve hüküm olamaz. “Doğrusu, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitap’ı sana hak olarak indirdik; hakkı gözet, hainlerden taraf olma.” (4, Nisa: 105)

Zulüm ve baskı ile otorite kurup hâkimiyet sağlayan haddi aşmıştır. Zira zulüm ve baskının arkasında ne bir hayr ne de bir iyilik bulunabilir. Hakka karşı gücü elinde bulunduranların tavrı ise onların kimliğini belirleyen esas şeydir. Hak kendilerine ulaştıktan sonra zulüm ve tuğyanlarında devam edenler inatçı birer zorbadır. Hakka karşı koydukları olumsuz tavır, onları hakkın karşısında bir tercih olma durumuna getirir. Bilinçli bir tercihle onları kabullenip emirlerine boyun eğmek hakkı reddetmekle eşdeğer hale gelir.

“Hayır, Rabbi’ne andolsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar.” (4, Nisa: 65) “Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve peygambere çağırıldıkları vakit: ‘İşittik, itaat ettik’ demek, ancak mü’minlerin sözüdür. İşte saadete erenler onlardır.” (24, Nur: 51)

İnsan, içerden ve dışarıdan gelen birçok istek ve emirle karşılaşır. Heva ve şeytan insana sürekli kötülükleri ilham etmeye çalışan odaklardır.

“Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tağutun önünde muhakeme olunmalarını isterler. Oysa onları tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister.” (4, Nisa: 60)

Hevâ, nefsin şehvetlere eğilimi, keyfe düşkünlük, şehvete düşkün ve ilim sahibi olmadan sahibine hükmeden nefs anlamlarına gelir; insanın kötüye eğilimini ifade eder. Bunun gibi şeytanın dostlarından iyiliği, hayrı, Allah’a giden yolu kimi zaman kandırarak kimi zaman zor kullanarak engelleyen tağut vardır. Bunların istek ve emir-

“Bakmadın mı şu kendilerine kitaptan nasip veri-

lerinde asıl olan yoldan saptırmaktır, emirlerine

lenlere? Cibt ve tağuta iman ediyorlar da küfreden-

boyun eğmek onları ilah edinmek demektir.

ler için ‘Bunlar inananlardan daha doğru yoldadır’ diyorlar.” (4, Nisa: 51) “Deki: ‘Allah katında bir ceza olmak bakımından bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah’ın lanet ve aleyhinde gazap ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle tağuta ibadet edenlerdir ki, işte bunların mevkii daha kötü, dümdüz yoldan en büyük sapıştır.” (5, Maide: 60)

Tağutun önünde muhakeme olunmayı istemek, cahiliyyenin hükmünü tercih etmek, Allah’ın emrinden duyulan rahatsızlığın ürünüdür. Çünkü istedikleri sonuçlara ulaşmalarını, tağutun emrine ya da hükmüne boyun eğmeleri sağlar. Allah’tan

40

Oysa Allah’tan gelenin karşısında tercihe şayan

“Heva ve hevesini ilah edinen kimseyi gördün mü? Şimdi onun üzerine sen mi bir bekçi olacaksın.” (25, Furkan: 43) “Bunun gibi, onların ortakları olan putların hizmetçileri, müşriklerden birçoğuna hem onları helake düşürmek, hem kendilerine karşı dinlerini karmakarışık etmek için öz evlatlarını kendi elleri ile öldürmelerini hoş göstermiştir.” (6, En’am: 137) “Allah’ı bırakıp kimimiz kimimizi Rabler edinmeyelim…” (3, Al-i İmran: 64)

Kur’an, putların hizmetçileri gibi din adamlarının da Rabler edinilmesinden bahsetmektedir:

gelen ise bu tür taleplerin hedefine ulaşma-

“Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve

sına engeldir. Haklıyı ve haksızı belirlemekte,

Meryem oğlu Mesih’i Rabler edindiler. Oysa tek

dosdoğru davranışın ilkelerini tespit etmekte

Allah’tan başkasına kulluk etmemekle emrolun-

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


muşlardı. O’ndan başka ilah yoktur. Allah koştukla-

yan iktidar veya güç sahiplerinden söz etmek de

rı eşlerden münezzehtir.” (9, Tevbe: 31)

mümkündür.

“Yoksa Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortakları mı var? Eğer kesin yargı bulunmayacak olsaydı aralarında hemen hükmedilirdi. Doğrusu zalimlere can yakıcı azap vardır.” (42, Şura: 21)

Dini ictihadlar duruma örnek sayılabilir. Doğruyu bulma çabası ile yanlış bir hüküm çıkarılıyorsa ne sonucu çıkaran ne de ona tabi olan haktan sapmış sayılamaz. Dini kendisine malzeme yapmak için çabalayanların sonuçları ise ne ka-

*** İnsanlara emirler ve nehiyler verdikleri için ilah ve Rabler edinilen otorite sahipleri, din adamları vardır. Bunların ilah edinilmesi, önlerinde eğilip adlarına kurbanlar kesilmesi değil hükümlerine boyun eğilmesidir. Ancak nitelikleri farklı olmakla beraber Müslümanlar da yasalar çıkardığında emir sahiplerine itaat gerekir. Müslümanlar da dini ictihadlarda bulunmakta, diğer Müslümanlar da onların ictihadına tabi olmaktadırlar. Durumun izahını belli ilkelere bağlamak mümkündür: Tuğyanın ürünü ve gerekçesi olarak, hükümler, değerler ve yasalar belirlemeye kalkmak uluhiyyet iddiasıdır. Şeytanın hedefine tabi olarak saptırma çabasıdır.

dar bulunmaz ve ne kadar orijinal olursa olsun kendilerine bir fayda sağlamadığı gibi onu yüceltmek, aynı sonuçtan istifade etmek için tabi olanları da peşinde sürükler. Ama burada bile niyeti görüp sonuçtan istifade etmeye çalışmak mümkündür. Tevbe suresinde söz edilen din adamları, dini saptırmak için kullanan, samimiyetten uzak ve hatta gerçeğin de farkında olan bir kesimdir. Bunların Rab edinilmesi Allah’ın değil kilise babalarının dinin hâkimi haline getirilmesidir. Onlar öyle dediği için helal, onlar yasak ettiği için haramlar oluşmuştur. Oysa Hz. Ömer örneğinde görüldüğü gibi Müslümanların yaptığı, vahyin ne demeye çalıştığının samimiyeti ile yeni durumları değerlendirmek ona göre ictihadda bulunul-

Bunlara, amaçlarını benimseyerek tabi olmak

maktır. Yine de Ömer öyle dediği için bir kabul

aynı yolun yolcusu olmanın sonucudur ve onları

varsa orada Ömer’i ilah edinme de vardır.

ilah edinmek anlamına gelir. Zor, baskı ve aldatılmışlıkla tabi olmak ise kolayca aynı kategori içinde değerlendirilemez. Böyle bir tabiiyetin ömrü samimiyet, çaba ve vakıaya bağlı olarak

İslam’ı dünya görüşü olarak kabullenenler için Allah’ın ve Resulü’nün bildirdiğinden başka bir ölçünün olması mümkün değildir. Hükmettikle-

değişir.

rinde de bunu esas almak zorundadırlar. Hüküm

Doğru, hak ve adaleti ikame etme cehdinin bir

gelsin böyledir. Fakat bu, kitapta lafzî olanla-

parçası olarak sosyal hayatı düzenleme çabası,

rı insanların yüzüne tekrarlamaktan ibaret bir

varılmak istenen sonucun bizatihi garantisi de-

durum olarak tarif edilemez. Kitabın mantığı ve

ğildir. Yasa ve kanun yapmakta insanların işlerini

zihniyeti ile hareket etmeyi ifade eder. Tıpkı Hz.

kolaylaştırıp düzen ve disiplin sağlamaktan baş-

Ömer’in yaptığı gibi…

ister mahkeme isterse siyasal iktidar anlamına

ka hiçbir niyetin olmadığı iktidarlardan söz edilebileceği gibi Kur’an’ı egemen kılmaya çalışanlardan da mutlak adalet üretmeleri beklenmemelidir. Bu durumda hedefi Kur’an’ı hayata egemen kılmak olduğu halde yanlışlar yapanlardan söz edilebileceği gibi vahiyle bir ilişkisi olmadığı halde uluhiyyet iddiasında olmayan otoritelerden de söz etmek mümkündür.

*** Egemenliğin “kayıtsız şartsız millete ait olduğu” fikri, uluhiyyeti hâkimiyetten bütünüyle soyutlama niyetinin bir ürünüdür. Buna hâkimiyeti, uluhiyyetten bağımsızlaştırma çabası da denebilir. Allah’ın hâkimiyetine elbette kayıt ve şart getirilemez. Ama teşrinin bütünüyle insandan

Diğer yandan ürettiği sonuçlar doğru ve vahye

bağımsız olması gerektiğini savunmak, uluhiy-

uygun görünmekle beraber kendi otoritesi-

yetin kanun ifade eden her şeyi kuşattığı düşün-

ni mutlaklaştırmak isteyen, dini motifleri bile

cesine dayanmaktadır. Oysa dünyanın değişik

Allah’ın yoluna engel olarak kullanmayı amaçla-

bölgelerinde İslam adına kurulan iktidarların

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

41


tecrübesinden de görüleceği gibi İslami düşün-

Kur’an’ın yaş ve kuru hiçbir şey bırakmamış ol-

ceyi iktidara taşımak, sosyal düzenin sağlanması

ması, bu fiillerle birlikte düşünülmesi gereken

için çeşitli düzeylerde yasa yapmayı zorunlu kıl-

bir meseledir. Kur’an tarafından belirlenmiş,

maktadır. Ve çıkarılan yasalar da öyle veya böyle

hayatın değişik alanlarına ilişkin ilkeler, “fıkhet-

bağlayıcı olmaktadır. Şüphesiz ki İslami bir anla-

mek” ve “içtihat etmek” yoluyla Müslümanlar

yışa, Kur’anî bir mantığa sahip olanlar anayasa

tarafından hayata geçirilir; uygulama modelleri,

ya da kanun yapmaya kalktıklarında konuyla

kurum ve yasalara dönüştürülür. Ortaya çıkacak

ilgili vahyin ne dediğine Peygamber’in nasıl ha-

sonuç da fıkhetmenin, ictihad etmenin sıhhati ile

reket ettiğine dikkat edeceklerdir. Ancak aradık-

alakalı olmak durumundadır.

ları her şeye, ihtilaf edilmeyecek ölçüde cevaplar bulamayacakları gibi konunun çetrefilliğine binaen yeryüzünün başka tecrübelerinden de istifade edeceklerdir. Ayrıca içinde bulundukları mevcut toplumun örfünü özellikle dikkate almak durumundadırlar. Belki de son tahlilde oluşturacakları kanunlar şu ya da bu sisteme benzeyecektir. Hatta bazı konularda onlardan daha iyi ve daha adil olacağı da mutlak anlamda iddia edilemez. İslami bir otoritenin ürettikleri herhangi bir cahili sisteme benzediğinde aradaki fark, yasayı yapa-

nına giren işlerde Allah’a dayanması olarak izah edilmelidir. Bunun anlamı beşerin, sosyal yapıyı idare etmesi için günün ihtiyaçlarına uygun yasaları çıkarmakta Allah’ın belirlediği ilkeler çerçevesinde hareket etmesidir. Uluhiyyet, tevhid gibi kavramları, emir, yasak, kanun, itaat gibi terimler bağlamında tanımlarken Müslümanların, uygulamada ciddi hatalara düştükleri, bir ironiyi yaşamakta oldukları da dikkat çekilmesi gereken

nın niyet ve kimliğinden ibaret olacaktır.

bir husustur. Şöyle ki:

Burada ortaya çıkan durum, yasama faaliyeti-

Cemaat veya gurupların hâkimiyet anlayışının

nin kaynak problemidir. Kur’an indiği dönem ve coğrafyanın ihtiyaçlarına uygun olarak ihtilafları gidermiş, sosyal hayatın hak ve adalet üzere devamını sağlamıştır. Müslümanların, beşerin bugüne ilişkin tecrübelerinden istifade ihtiyaçları, o günden farklı birçok problemle karşı karşıya bulunmalarındandır. Allah’ı tek ilah edinmekle Kur’an’ı tek kaynak edinmek arasında birebir ilişki kurulduğunda başka beşeri tecrübelerden hatta içinde bulunulan toplumun örfünden istifade etmek; imkânsız ya da şüpheli hale gelecektir. Hayat ise boşluk kabul etmez. Çözüm bekleyen problemler görmezden gelinerek halledilemez, zahiri ve Haricî bir mantıkla sorunlara çözüm de getirilmiş olmaz. Dolayısıyla bu durumdaki Müslümanların, mevcut toplumun örf ve tecrübesinden, dünyanın diğer bölgelerindeki toplumların ve yönetimlerin tecrübelerinden de istifade etmekten başka çareleri kalmaz. Kendi inanç ve zihniyetleri ile bunlar farklı şekillere bürünse de istifade istifadedir. Ancak istifade edilen bütün veriler, doğruluğu ve yanlışlığı kendinden menkul olmayıp bir ölçüye ihtiyaç duyar. Bir ölçme sonucunda varılan kanaatin sabit hale gelebilmesi de denenmesini gerektirir. “Fıkhetmek”, “ictihad etmek” beşeri bir faaliyet olarak Müslüman’ın üzerine düşen bir görevdir.

42

Allah’ı yerde de ilah edinmek beşerin yetki ala-

birçok değişkenden etkilenmiş olduğu bir vakıadır. İslami yönetimden anladıkları da kendi anlayışlarının devlet olmasından ibarettir.25 Böylece -farkında olmadan- kendi anlayışlarını din olarak sunmuş, bir nevi Allah adına doğrular yanlışlar, emirler nehiyler belirlemeye girişmiş olmaktadırlar. Bu durum devlet olma ve otorite ile sınırlı da değildir. Toplulukların sahip olduğu İslam anlayışı kendileri için İslam’ın en doğru yorumudur, çoğu için de tek doğrudur. Cemaatin sahip olduğu, ahlaki, siyasi hatta ekonomi ile ilgili anlayış, onlar için doğrudan vahyin anlayışıdır. Bunların tamamen yanlış olduğu tabii ki söylenemez. Ancak sahip oldukları dünya görüşünü vahyin yegâne doğrusu olarak görürken, içinde bulundukları durumu idrak etmelerinde bir sorun olduğu; başkalarını yargıladıkları konuda kendilerinin de yargılanabilecekleri; meselenin tevhid-şirk kapsamında değerlendirilmeye açık olduğu da kabul edilmelidir. Bu konuda klasik mezhepçi anlayışın çok daha dürüst ve şeffaf “Ne büyük geçmişimize methiyeler ne de Batı

25

demokrasisinin inkâr edilemez eksiklerine yöneltilen eleştiriler, ‘Müslüman’ rejimler tarafından kovuşturulmaya uğratılan Müslümanların, başları sıkıştığında genellikle bir Batı Avrupa başkentine sığınmaları gerçeğini örtebilir” (Nasıl Bir Devlet, Abdulvahhab el-Efendi, İlke Yayıncılık, 2. Baskı, S. 46)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


olduğu söylenebilir. Sorsak bir vatandaşa, açıkça

bir meal/metin ya da hadis kitabı alıp okuyarak

söyleyecektir, itikadda mezhebim Ehl-i Sünnet

sahip olmadı. Bu anlayışa kimi zaman okuya-

ya da Şia, amelde Hanefi, Şafii ya da başka biri,

rak, kimi zaman dinleyerek hatta kimi zaman

hatta itikadda da tabi olduğu imamın adını da

gördüğümüzün yanlış olduğunu anlayıp tersini

verebilir, Maturîdî veya Eş’arî gibi. Mezhepçiliğin,

düşünerek sahip olduk. Okuduklarımızdan ve

İslam’ın belli kişilerin anlayışlarına sığdırılama-

dinlediklerimizden sonra sahip olduğumuz İslam

yacağı, İslam’ın bir ve tek olduğu, mezheplerin

anlayışının sıhhatinde, vahyin böyle söylüyor,

din haline getirildiği gibi konuların tartışıldığı

Allah’ın bizden bunu istiyor olduğuna kanaat

günlerden bu yana bir mezhebi takip ettiğini

getirmiş olsak da inanma biçimimiz üzerinde

söylemek daha zor hale geldi. Oysa adam açıkça

insanoğlundan bir beşerin etkin olduğunu teslim

söylüyor: Ben Müslüman’ım, ama örneğin Ehl-i

etmeliyiz.

Sünnet versiyonundan, bu versiyonun da şu kişi tarafından tarif edildiği gibi inananlarından, şu kişinin tarif ettiği gibi amel edenlerindenim. Yanlış da olsa şeffaf ve cesur! Oysa “tevhidi” hareketlerin oluşumundan bu yana herkesin bir cemaati vardır, ama anlayışın adı tevhidi İslam veya Kur’an İslam’ıdır. Diğer yandan, yapılar içinde anlayışı oluşturan, sınırlarını çizen, siyasetini belirleyen ağabeyler, üstatlar ya da hocalar vardır. O, fikir değiştirdiğinde bütün cemaatin fikri değişir. Kime, neye, ne denileceği hususunda ağzına bakılır. İnanç konularından ameli hükümlere kadar her şeyi belirleyen odur, ama kimse onu ilahlaştırdığını, hükmüne boyun eğdiğini kabul etmez. Üstat şöyle dedi, rahmetli böyle yapardı… Şeyhi olmayanın şeyhinin şeytan olduğuna karşı savaş açılmıştı, ama bu ağabeylerin şeyhten bir farkı kalmadı. Dün bir ayetin veya hükmün anlaşılma biçiminin, kimi tecrübelerden sonra yanlış olduğu sonucuna varılması hem insani bir gerçeklik hem de bir vakıadır. Anlaşılana göre samimiyetle gerçekleştirilen uygulamanın gün geçtikten sonra istenen sonuçlara varmadığı görülünce anlayış gözden geçiriliyor ve aslında öyle düşünmenin yanlış olduğu, vahyin aslında bunu kast etmediği sonucuna varılıyor. Buradan çıkacak sonuç sübjektivizm ya da rölativizm değildir. Aslında Kur’an böyle söylüyor derken O’nu konuşturanın

Şimdi tekrar sormak lazım; kişiler üzerinde hareketlerini belirleyecek, anlayışlara yön verecek, uyulmadığında cezai müeyyideler uygulanacak sözlü ya da yazılı yasalar, prensipler, anayasalar oluşturmak uluhiyyet iddiası mıdır değil midir? İnsanların anlayışlarını düzeltmek için çaba da gerekir, ortada bir hareket varsa bu hareketin kendisine ilkeler belirlemesi de gayet doğaldır. Doğru olduğuna inanılarak bir yorumu almanın, uygulamanın bir sakıncası da yoktur. Yorum, yani ictihad olmadan İslam zaten güncel hayata aktarılamaz. Daha devlet olmadan bu kadar şey kabul edilebiliyor da yasa yapmakla uluhiyyet arasında neden birebir ilişkiler kuruluyor! O halde sorgulama başka bir yerde yapılmalı. Yasa yapmanın niyetinde, amacında buna bağlı olarak da içeriğinde.

Sistem İçi ya da Sistem Dışı Olmak İslami çevrelerin hemen hepsinin, zaman zaman şekli değişse de sistemle sorunları olduğu söylenebilir. Kimi zaman faaliyetleri kısıtlanmakta kimi zaman yasa dışı ilan edilmekteler. Bu tür sebeplerle en azından belli yönleri ile görünmez olmayı tercih etmektedirler.

kendimiz olmasındandır. O’nun öyle söylemedi-

Sistem dışı olmak ise sisteme getirilen tanım ve

ğini bizim O’na böyle söylettiğimizi ancak yanıl-

bu tanıma bağlı olarak ortaya çıkan, ona karşı

dığımızı gördüğümüzde anlıyoruz, tabii anlayabi-

bir duruştur. İslam’ın bilinçli bir tercihle belir-

lirsek. Bu sebeple aslında her birimiz, farklı dü-

leyici olmadığı sistemler cahili sistemler olarak

şünsek bile bir arada durabileceğimiz konularda,

görüldüğü için, onun parçası olmak doğru/İslami

aynı şeyi düşünmediğimiz için ayrı duvarların

bir davranış olarak kabul edilmez.

arkasında bulunuyoruz.

Bununla birlikte sistem içi veya sistem dışı ol-

Hiçbirimiz sahip olduğu ve büyük ihtimalle sa-

manın tanımını yapmak oldukça güçtür. Çünkü

hip olmakla övündüğü İslam anlayışına, eline

ikisi arasında, üzerinde ittifak edilmiş bir sınır

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

43


çizmek mümkün görünmemektedir. Herkesin

edilmemelidir. Dolayısıyla bugün sistem dışı ol-

kendine göre çizdiği sınırlardan söz edilebilir. Ve

maktan, ancak sınırlı anlamda söz edilebilir. Üst

bu sınırlar kullanılan parametrelerle ilgilidir. Son

otorite olduğunu zımnen kabullenmek anlamına

zamanlarda değişiklikler gözlenmekle beraber,

da gelen bir kimlik almadan yaşamanın ve res-

tevhidi görüşe sahip olanların tercihi, sistem dışı

mi olarak var olmanın imkânı kalmamıştır. Var

mücadele yönündedir. Bu sadece ikisinden birini

olmanın ve ihtiyaçları gidermek için yapılacak

tercih değil diğerini şirk olarak tanımlamanın da

şeylerin dışında; eğitim gibi, bu kategoriye dâhil

sonucudur.

edilesi gereken başka şeylerden de söz edilebilir.

Sistem dışı mücadelenin gerekçesi şöyle izah edilebilir: “Sistem, geleneğinden getirdikleri ile İslam’a benzer yönler içerse bile, temel olarak İslam’a muhaliftir. Bu; gerek yakın dönemde geçirdiği “Batı” yönündeki dönüşümünden, gerekse hâkim gücün sa-

İster istemez bir otoritenin vatandaşıyız ve yaptığımız birçok şeyle onun üst otorite olduğunu da deklare ediyoruz; kimlik alıyoruz, okullarında okuyoruz, vergi veriyoruz, memurluk yapıyoruz vs.

hip olduğu nitelikten yola çıkarak söylenebilir. Yaptığı

Sistem dışı mücadeleyi savunanların bu gerçek-

iyi şeyler varsa da bunların altında mutlaka bir hinlik

ler karşısında kullandıkları en temel argüman;

vardır. Özellikle de yasamada tevhide mugayir olması

“zaruret” ve “güç yetirebilme”dir.

nedeni ile ona itaat doğrudan şirk kapsamına girer. Sistem içi olmak onun otoritesine boyun eğildiğini

Şüphesiz ki günümüzün devlet yapılanma biçim-

zımnen de olsa kabullenmiş olmak anlamına gelir. Bu

leri çerçevesinde zaruretler vardır, birçok şeyi

durum mücadelenin mantığına, içeriğine ve hedefine

sistem dışı olarak başarabilmek de bireylerin

terstir. Mücadelenin maksadı da zaten onu dönüştür-

gücünü çok aşan bir durumdur. Ayrıca siste-

mektir. Bunun bir yöntemi olması gerekir ve kaynak

min hedefi ve hâkim güçlerin niteliği ile ilgili

gibi yöntem de ilahi olmalıdır. İlahi yöntem olan sün-

endişelere hak vermemek de mümkün değildir.

net ise cahiliye ile hiçbir noktada uzlaşmaya girmemiş,

Ancak bunlar sistem dışı mücadelenin sorunlar,

onun hükmünü asla kabul etmemiştir. Sistem içi olmak

problemler ve tutarsızlıklar içermediği anlamına

bütün bunları ters yüz etmek demektir. Ayrıca sistem

gelmiyor:

içi olmak, onun gücüne güç katmak anlamına gelir. Onun otoritesini kabul edenler ne kadar çok olursa, bu kabulleniş son derece pasif bir duruş bile olsa, gücünün artmasına neden olur.”

te doğal olarak tercih edeceği yöntem devrim olacaktır. En önemli problemin burada olduğunu söyleyebiliriz. Daha önceki sayılarımızda dev-

Böylece sistem dışı mücadelenin gerekçesi iki

rim yönteminin problemlerine değindiğimiz için

noktada toplanabilir:

bu noktaya girmeyeceğiz. Ancak orada devrim

1. Değerlerin korunması 2. Sisteme destek verilmemesi

yöntemini tercih eden hareketlerin; muhatap kitlesi ile diyalog kurmakta, kendisini topluma anlatmakta, halkın dert ve problemleri ile kendilerininki arasında kurulan paralellik hususlarında

Öncelikle şunu belirtelim; maksat, sistem içi/sis-

problemlere dikkat çekilmişti. İçinde yer alması

tem dışı mücadeleden birini veya diğerini savun-

gereken halk kitlesine derdini anlatamadığı,

mak değil, içerdiği problemlere dikkat çekmek-

marjinalleştiği ifade edilmeye çalışılmıştı. Ayrıca

tir. Özellikle de sistem dışı mücadeleyi mercek

devrim öncesi ve sonrası çeşitli düzeylerde ya-

altına almak gerekir. Çünkü bunu tercih etmiş

şanacak problemlerden söz edilmişti. Bunlardan

olanlar kendilerinden daha fazla şey beklenmesi

özellikle marjinalleşmeye dikkat çekmek gerekir.

gereken kimselerdir.

Marjinalleşmede kitleye bakış açısı, kurulmaya

Sistem dışı olabilmenin, Peygamber dönemi ile karşılaştırıldığında tanım ve sınırlarının da değiştiğini kabullenmek gerekir. Kabile ilişkileri sayesinde kurulan bir toplum ile ulus-devlet şeklinde yapılanmış bir toplum arasındaki farklar göz ardı

44

Sistem dışı mücadelenin iktidarı dönüştürmek-

çalışılan ilişkilerin, yapılanma biçimine bağlı olarak sınırlı tutulma çabası, kullanılan dil, anlatımın içeriği de etkin olmakla beraber, legal hiçbir şeye bulaşmama prensibi de önemli bir etkendir. Sistem dışı mücadeleyi savunanlar, bu mantık-

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


la; demokratik mücadele yöntem ve araçlarını reddetmekte, hatta vakıf ve dernek gibi kurumlaşmaları da neredeyse aynı kategori içinde değerlendirmektedirler. Legal örgütlenmeleri reddetmenin gerekçesi, “yapılacak eylem üzerinde resmi otoritenin hakemliğini kabullenmiş olmak”tır. Çünkü cahili bir otorite kabullenilemez; zaten cahili sistem de legal örgütlenmelerin istenen türden faaliyetler yapmasına izin vermez. Dolayısıyla legalize olmak hem yanlış hem de beyhude bir çabadır. Sistem dışı mücadele fikrini savunan değişik guruplar arasında, bu duruş biçimine getirilen tanım yönünden çok ciddi farklar vardır. Bu farklar yüzünden birbirlerini “sistem içi olmak” ve “şirk” ile itham edebilmektedirler. Sistem dışı yöntem ve legalize olmak konusunda, yapının niteliği ve konumlanması ile yapı içinde yer alan bireylerinki arasında farklar olduğu da dikkat çekici bir durumdur. Yapı için kullanılan ölçülerin, bireyler söz konusu olduğunda hassasiyetini yitirdiği söylenebilir. Yapı legal olmaktan bütünüyle uzak tutulmaya çalışılırken bireyler için aynı şey söz konusu değildir. Örneğin bireylerin öğretmen ya da benzer nitelikte bir memur olmalarına ruhsat vardır. Ancak memurluk için farklı kategoriler yapılmakta olduğunu da belirtelim: “Öğretmen olunabilir ama polis olunamaz, avukat olunabilir ama hâkim olunamaz, mecliste memur olunabilir ama milletvekili asla!”. Bu ayırımlarda, hükmün uygulayıcısı konumunda olmamak; cahili otoriteye boyun eğdiğini, onunla uzlaşmaya gittiğini açıkça deklare etme durumunda kalmamak gibi bazı kriterler bulunmaktadır. Ancak burada cevap verilmesi gereken başka soruların olduğu da kabul edilmelidir. Örneğin:

- Birinde gözetilebilecek maslahatlar var da diğerinde yok mu? - Birinin maksada uygun işler için vasıta olması mümkün de diğerinin maksada hizmet etmesi mümkün değil mi? Bunun gibi sorulara verilecek cevaplar ne yazık ki, “sistem içi olmak” ile eleştirilenlere yöneltilen ithamlar kadar net değildir. Hatta zorlamalarla doludur. Hâlbuki ortada şirk ve tevhid boyutunda değerlendirilecek bir mesele varsa maslahat denen şey eylemin ve değerlendirmenin yönünü tayin edemez. Hatta zaruret bile şiddetli cebr gibi çok sınırlı durumlarda bir gerekçe oluşturabilir. Çünkü tevhid ve şirk arasında fiili bir tercihte bulunmanın önünde değil dünyalık geçimi, hayatını kaybetme tehlikesi bile mazeret olamaz.26 Bunun önüne davanın maslahatı filan da geçemez. Maslahattan yola çıkarak yapılan değerlendirmeler kabullenilen prensipleri esnetmek gibi bir fonksiyon icra ediyor. Ortada kendi koyduğumuz bir prensip varsa ve bunu kendimiz esnetmeye çalışıyorsak bu, kendimizle ilgili bir sorunun delilidir. Sistem içi mücadelenin şiddetle karşısında olanların bu konuda yeterince tutarlı davrandıkları söylenemez. Oysa yapılacak işlerin resmiliğinden ya da gayri resmiliğinden ziyade; İslami değerlere ne kadar uygun, ne kadar ters olduğu yönünden bir değerlendirme yapılsa, daha tutarlı ve faydalı sonuçlara varmak mümkün olacaktır. Başka bir ölçüt ise yapılacak memurluğun ve hatta işin sisteme yapacağı katkı, kazandıracağı faydadır. Çünkü sistemin bir şekilde istifade edeceği bir uğraş içinde olmamak gerekir. Örneğin milletvekilliği böyle bir şeydir, velev ki orada

- Cahili otoriteyi kabullenmek şirk anlamına

hiçbir şey yapılmıyor olsa bile. Oysa sistemin

geliyorsa; hayat da tevhidi ya da şirki tercih

sürekli kendisini yeniden üretebilmesi için duy-

etmekten ibaretse; her ne türlü olursa

duğu ihtiyaçlar, sadece değerlerini destekleyerek

olsun otoriteyi zımnen de olsa kabul etmek

vekillik, polislik ya da hâkimlik yapacak eleman-

anlamına gelecek olan memurluklar neden

lardan ibaret değildir. Bunların yanında sosyal

bazı maslahatlar sayılarak yapılabiliyor?

konulardan teknik konulara kadar birçok ihtiyacı

- Milletvekilliği otoriteye boyun eğmek anlamına geliyor da, öğretmenlik onun hükmüne boyun eğmek anlamına niçin gelmiyor?

Ölüm riski ve tehdidine karşı bir kayıt koymak gerekir.

26

Zira bu hususta verilmiş bazı ruhsatlar vardır. İfade, tevhid için feda edilemeyecek tek şeyin yine tevhid ve tevhidi değerler olduğunu anlatmak için tercih edilmiştir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

45


vardır. Bunlar gerçekleşmediği zaman diğerle-

yetirebilme” gibi göreceli kriterlerle sınırları

rinin önemi de kalmaz. Yapılacak bir faaliyetin

belirlenmeye çalışılan bir meselenin akide ko-

sisteme katacağı bir şey varsa bu ister onun

nusu haline getirilmesi, Müslümanların ne kadar

değerleri ile ilgili olsun isterse teknik ihtiyaçları

sığ zeminlerde dolaştıklarını göstermekten baş-

ile ilgili olsun, fark etmemelidir.

ka işe yaramaz. Halbuki bir tarz/yöntem olarak

Sistem içi ve sistem dışı olmak konusunda karşı karşıya bulunulan başka bir tutarsızlık ise mekânsal ayırımların yapılmasıdır. Örneğin, Türkiye’de sistem içi olma eleştiri konusudur, ama mesela; Pakistan’da, Filistin’de ya da

rından, olumlu yönlerinden-olumsuz yönlerinden bahsedilebilir. Değişen ve gelişen şartlara göre hangi tarz İslam’ın değerlerine ve faydasına uygun olacaksa, ona başvurulur.

Bosna’da değildir. Başka yerlerdeki sistem içi

Bugün insanlığın, dünyanın karşı karşıya bulun-

mücadeleleri takdir edenlerin, bu memleketteki-

duğu sorunlara İslam’ın nasıl çözümler getirdiği-

ler için aynı şeyi düşünmedikleri görülebilir.

ni bilmeye ne kadar da ihtiyacı var. Müslümanlar

Sistem dışı olmakla İslam’ın cahili toplumun sorunlarına çare olmayacağı arasında birbirini gerektirir şekilde kurulan ilişki, sistem içi olmaya duyulan tepkinin nedenidir. Sistemin sorun-

ise toplumun sorunlarına üretecekleri/getirecekleri çözümlerin, kendi kuyularını kazmak olacağını düşündükleri için bütün enerjilerini devrim yapmak yolunda harcamışlardır.

larının çözülmesi cahili sistemin bekasının bir

Kendi sorunlarına nasıl bir çözüm getireceğini

nedeni olacağı için, sorunların devamı devrimci

bilmedikleri bir dünya görüşünü insanlar neden

düşüncenin işine yaramaktadır. Buna göre, so-

kabul edip desteklesinler? Şüphesiz ki İslam’ı

runları olan bir siteme tebaanın güveni sarsılır,

kabullenip O’na inanmak sadece rasyonellikle

ama sorunsuz bir sisteme muhalefet etmenin

ifadelendirilemez, ama toplumu dönüştürmek

gereği kalmaz. Marksizm’i bu noktada hatırla-

için var olanın yerine konacak şeyin de izahına

mak gerekir. Sınıf çatışması onun besleyici gücü olduğu için; emperyalizm destekli kapitalizmin toplumun refahını nispi olarak bile yükseltmesi söz konusu toplumlarda Marksizm’in sonunu getirdi. Unutmamak gerekir ki, Marksizm’in amacı mülkü kamusallaştırmak ve proletaryanın iktidarı idi. Oysa İslam’ın, zulmün ortadan kalkmasını sağlayacak şeylere muhalefet etmesi düşünülemez.

hatta uygulamasına ihtiyaç vardır. Bugün Müslümanların demokrasiyi değerlendirip tartışıyor olmasının altındaki esas sorun da bu değil midir? Peygamber’in ve Raşit Halifelerin, içinde bulundukları toplumun ve dünyanın tecrübesinden istifade etmeye çalıştıkları doğrudur. Ancak o günden bu yana geçen zamana bakarsak; bugün bizim başkalarının tecrübesinden istifade etmeye çalışıyor olmamız yerine, başkalarının bizim

Sistem dışı olmak ne sorunsuz bir yöntemdir, ne uygulamalarının tam anlamıyla tutarlı olduğu söylenebilir ne de tam olarak mümkün olduğu iddia edilebilir. Kur’an ve sünnetin böyle bir ölçüt

46

görüldüklerinde ikisinin de eksilerinden-artıla-

tecrübemizden istifade etmesi gerekmez miydi? Böyle olmamasının en önemli nedeni bu konuda yeterli bir tecrübe oluşmasının önüne dikilen saltanat geleneğidir. Başka önemli bir neden ise

kullandığı da iddia edilemez.

konu üzerinde çeşitli gerekçelerle çalışılmama-

Bu değerlendirmelerle varılmaya çalışılan so-

çalışmalarına gerekli kıymetin verilmemesidir.

nuç; sitem dışı olmayı kötülemek veya sistem içi

İşe bakın ki, insani bütün sorunlara çözümsel

olmayı övmek, sorunsuz olacağını iddia etmek

bir bakış açısına sahip evrensel Kitap’ın takipçi-

değildir. Bunlar zamana, mekâna veya gelişen

leri sorunlarla dolu sistemlerden istifade etmek

olaylara göre bazen biri bazen diğeri tercih edi-

durumunda kalıyor, ya da istifade edip etme-

lebilecek olan yöntemlerdir. Yapılabilecek en

meyi tartışıyor. İslam’ın parlak dönemlerinde

büyük hata, bunların akide meselesi haline geti-

kaydettiği gelişmelerden, insanlığa kazandırdığı

rilmesi ve bu konudaki tercihler yüzünden Müs-

bakış açısı ve tecrübeden kaynaklanan serma-

lümanların birbirlerini “şirk” ile itham etmeleri-

yeyi yiyip bitirdik. O dönemlerin gururu ile ya-

dir. Ölçüsü net olmayan, “zaruret” veya “güç

pılabilecek fazla bir şey kalmadı. Cahiliye, küfür

sı, çalışanların da engellenmesi, dinlenmemesi,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ve şeytan kaynaklı zulüm ve haksızlıklara karşı ortaya konacak samimi çabaların her birisi beşerin tecrübe hanesine yazılır ve insanlığın önünü aydınlatır. Bu ışık olabilme görevini sürdürmenin yollarını bulmak yapılacak devrimlerden çok

- BİTTİ -

www.islamiyorum.com

daha kıymetlidir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

47


DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ

MAKALE 4 :

İslami Kimlik ve Demokrat Olmak Demokrat, “demokrasiye inanan” olarak

getirdiklerini peşinen dışlamaya devam

tanımlanmaktadır. Fakat tek bir demokrasi

etmişlerdir. Bu tavırdan uzaklaşanları ise

anlayışı veya herkesin üzerinde uzlaştığı sabit

“savrulma” kelimesiyle vasıflandırmışlardır.

bir örnek uygulama bulunmadığı için, bu tanım oldukça belirsiz ve çözümleyici olmaktan uzaktır. Bu sıfatla neyin kastedildiği sorusuna verilecek cevap, değişik fikir gurupları arasında zıtlıklara varan farklılıklar içerecektir. Bireyin sınırsız özgürlüğünü savunan bir liberal ile “önce güçlü bir devlet, sonra devlet gücünü zafiyete uğratmayacak kadar özgürlük” diyen ulusalcının demokrasi ve

demokrat tanımlarında ortaya çıkan fark gibi…

İktidar odaklı bir mücadele içerisinde bulunan kimi bireyler veya guruplar, 28 Şubat sürecindeki baskı ve engellemelerle ortaya çıkan tıkanıklığı aşabilmek için, pragmatist (faydacı) bir yaklaşımla “demokrat” kimliğini sahiplenmeyi tercih etmişlerdir. Hayata iktidar odaklı bakanlardan kimileri, İslam kimliğinin yanına demokrat kimliğini de yerleştirerek kendisine kolayca; “Demokrat

Ne var ki bu kavram, 28 Şubat 1997 yılında

Müslüman” deyivermiştir. Nitekim sürecin

yapılan milli güvenlik kurulu toplantısı

sembol isimlerinden birisi, kendi durumunu

ile başlayan ve günümüze gelen süreçte,

şöyle ifade etmektedir: “Sadece İslamcılık beni

Müslümanların gündemini yoğun bir şekilde

tanımlamaz. Ben aynı zamanda demokrat biriyim.

meşgul etmeye başlamıştır. Bu tarihe kadar

Demokrasiden yoksun bir İslamcılık anlayışını, yani

Müslümanlar; “demokrasi cahili bir nizamdır”,

İslami bir devlet ideolojisi olarak tanımlanan totaliter

“kendini İslam’dan başka bir sıfatla tanımlamak

ve otoriter bir İslamcılık anlayışını elinin tersiyle iten

küfürdür” gibi net görüşlere sahip iken, bu

bir demokrat İslamcıyım.”1 Gerekçesini ise şöyle

tarihten sonra farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır.

açıklamaktadır: “Hayatımın hiçbir döneminde silahlı

Kimi bireyler veya guruplar, “demokrasi şirktir, küfürdür” şeklindeki yaklaşımlarını aynen

sürdürerek, demokrasiyi ve beraberinde

48

Nuri YILMAZ

Mehmet Metiner ile söyleşi. http://www.

1

kahtanet.com/?Syf=15&cat_id=72&baslik_ name=UsO2cG9ydGFqLU1ldGluZXI

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


mücadeleyi savunan bir İslamcı olmadım. Ama laik

kullananlarla ortak zemin yakalama imkanımız

devleti dinsiz, demokrasiyi de küfür ve şirk rejimi

olmayacaktır. Şu halde mesele incelenmeyi ve

olarak tanımlayan bir İslamcılık anlayışına sahip

üzerine tartışılmayı fazlasıyla hak etmektedir.

oldum. Kâhta’da İslamcılık yaptığımız ilk gençlik yıllarımda Nemrut dağındaki o sanat harikası olan heykelleri “put” diye telakki edip yıkmayı düşünecek kadar da Talibancı bir anlayışa sahiptim. Ama sonradan kanaatlerimi değiştirdim. O dönemde

İşte bu makale, yukarıdaki sorulara cevap aramak ve daha uzun dönem tartışılması gereken bu konuya mütevazı bir katkı yapabilmek amacıyla kaleme alınmıştır.

savunduğum İslamcılık anlayışının yanlış olduğunu görüp paradigmamı değiştirdim.”2 Mücadele için

zaten demokratik kanalları kullananlarda ise söylem farklı bir noktaya evrilmiştir. 28 Şubat sürecinden sonra, İslami söylemlerle bu yolda yürümenin mevcut şartlarda mümkün olmadığını düşünerek: “Biz milli görüş gömleğini çıkarttık.” sözüyle sembolleşen başka bir tavır 3

içine girmişlerdir. Bu ifadeyle, değiştiklerini; demokrat kimliklerinin daha öncelikli hale geldiğini; artık farklı bir insan olduklarını vurgulamak istemişler, kendilerine bir mücadele

İslam haricindeki düşüncelere düşman olmak Bu tavır, emperyalist saldırıların İslam dünyasını doğrudan hedef aldığı dönemden kalmıştır. İslam dünyasında kimi coğrafyalar işgal altında bulunmaktaydı, kimi coğrafyalar ise emperyalistlerle işbirliği yapan azınlıkların yönetimine geçmişti. Coğrafyaların yönetimini ele geçirmiş olan azınlıklar daha sert politikalar izlemekte, kendilerini emperyalistlere

alanı açmaya çalışmışlardır.

ispatlamaya çalışmaktaydılar.

Kimileri ise kalıpları ve ön yargıları terk edip,

En yaygın görüş olan geleneksel Ehli Sünnet

yeni bir anlama ve tanıma sürecine girmeyi tercih etmişlerdir. Diğer beşeri tecrübeleri olduğu gibi demokrasiyi de anlamaya çalışmışlar; ne getirdiğini, ne götürdüğünü görüp; reddedeceklerse bilerek reddetmeyi, kabul edeceklerse bilerek kabul etmeyi

anlayışı, “ulu’l-emre/yöneticiye itaat”i esas kabul eden ve dinin gereği sayan bir ekoldür. İlk ortaya çıktığı dönem haricinde (ki o zaman da “sabır” ile muhalefet etmiştir) hiçbir zaman “muhalefet” hareketlerinin yanında olmamıştır. Muhalefet, isyan, başkaldırı gibi kavramlar,

seçmişlerdir.

bu ekolün lügatinde “fitne” olarak karşılık

Peki, doğru olan hangisidir?

iktidarların çok hoşuna gitmiştir. Her dönemde

bulmuştur. Bu yüzden Ehli Sünnet ekolü

- Demokrasiye ve getirdiklerine peşinen düşman olmak mı? - “Demokrat Müslüman” kimliğine veya direkt “demokrat” kimliğine sahip olmak mı? - Yoksa daha farklı bir bakış açısı mı?

kendisine güç merkezlerinden destekler bulmuş, bu sayede de kendi düşüncesine uymayan görüşleri dışlaya dışlaya o güne kadar etkinliğini sürdürmüştür. Fakat İslam dünyasının esaret altına girdiği dönem, Ehli Sünnet ekolünün kendi mantık bütünlüğü içerisinde çözüm getiremeyeceği

Gelişen şartlar, istesek de istemesek de

bir süreci başlatmıştır. Çünkü bu ekolün bütün

kavramı gündemimizin bir parçası haline

düşünce örgüsü, -öyle veya böyle- kendisini

getirmiştir. Geçmiş ezberlerle değerlendirmeye

İslam’a dayandıran bir iktidarın varlığına

kalktığımızda veya günün gerçeğini görmezden

göre oluşmuştur. İslam’a savaş ilan etmiş

geldiğimizde, hem doğru tavır belirleme

iktidarlara karşı mücadele vermenin; onlara

şansımız kalmayacak, hem de bu kimliği

baş kaldırmanın; muhalif olmanın, bu düşünce

Mehmet Metiner ile söyleşi. http://www.

2

kahtanet.com/?Syf=15&cat_id=72&baslik_ name=UsO2cG9ydGFqLU1ldGluZXI Recep Tayyip Erdoğan. 2002 Seçimlerine gidilirken

3

yaptığı konuşmalar.

örgüsü içerisinde olumlu bir karşılığı yoktur. “Hilafetin yeniden ihyası”, “acil devlet” gibi hedeflerle bir takım çabalar vücut bulmuşsa da, bunlar, Ehli Sünnet ekolünün düşünce örgüsünü

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

49


kırmayı ve toplumu harekete geçirecek fikri

sözler, bugün “mutlu ve huzurlu bir yaşam için

dönüşümü gerçekleştirmeyi başaramamışlardır.

Kur’an yeter. Hayat Kur’an’daki naslara göre

Zamanın düşünürlerinden Mevdudi ve Seyyid Kutub ise düşüncede devrim sayılabilecek

- O gün “adaletsizlik ve zulme hizmet eden her

güçte bir söylem geliştirmeyi başarmışlardır.

yönetim tağuttur” şeklinde ortaya çıkan

Özetle: “1) Din sadece ibadet ve merasimlerden

uyarıcı sözler, bugün “Kur’an’daki naslara göre

ibaret değildir; yeryüzünde adaleti tesis etmek ve

hareket etmeyen her yönetim tağuttur” şeklinde,

zulme başkaldırmak esası üzerine kurulu bir yaşam

Müslümanların kendi düşüncelerine uymayan

biçimidir, 2) Adaletsizliğe ve zulme sebep olan Suret-i

yönetimleri meşru görmedikleri bir anlayışa

Hak’tan bile görünse tağuttur, 3) Tağuta itaat şirktir,

dönüşmüştür.

onu ortadan kaldırıncaya kadar mücadele vermek Müslüman olmanın gereğidir” diyerek güçlü bir

“muhalefet kültürü” oluşturmayı başarmışlardır. Bu söylem, günün ihtiyaç ve problemleriyle öylesine denk düşmüştür ki, İslam dünyasının

Örnekleri artırmak mümkündür. Fakat artırıldıkça görülecektir ki, bir düşünce ne kadar değerli olursa olsun mutlaklaştırıldığı takdirde Müslümanların zihinlerini ve hareket

farklı coğrafyalarında baş gösteren “sol”

alanlarını daraltan bir niteliğe bürünür. En temel

karakterli kurtuluş hareketleri birer birer İslami

düşüncelerin dahi değişik zaman ve coğrafyalara

renge bürünmeye başlamıştır. Bu düşünürlerin

göre söylem dilinde farklılıklar olmalı, dil;

görüşlerini direkt benimsemeyen hareketler

o zamanın ve o coğrafyanın gerçeklerinden

bile, oluşturdukları muhalefet kültüründen

fışkırmalıdır.

etkilenmişlerdir. Fakat zamanla Seyyid Kutub ve Mevdudi bir ekol haline gelmiştir.

Bu düşünürlerin ifade ettikleri doğruları güne uyan bir söylem diliyle geliştirmeyi başaramayan

Tarihi süreç incelendiğinde her ekolün, çıkışını

Müslümanlar, bugün “İslam” diye kabullendikleri

haklı kılacak kimi gerekçeler üzerine filizlendiği

dar bir çerçeve haricinde her şeye düşman

görülecektir. Ekolleşmeye giden süreç ise,

kesilmişlerdir. Kendileri tarafından kurulmayan

günü için doğru sayılabilecek söylemin

hiçbir yönetimi beğenmemekte, dahası “tağuti”

mutlaklaştırılması ve tarihi bağlamından

olarak nitelemektedirler. Karşılaştıkları bütün

çıkarılmasıyla başlamıştır. Bu şekilde, günü için

beşeri tecrübe ve düşüncelere peşinen düşman

devrim niteliği taşıyan bir fikir olsa bile, sonraki

kesilmektedirler. Seyyid Kutub ve Mevdudi

süreçte önem ve değerini yitirmiş, Müslümanları

öncülüğünde oluşan muhalefet kültürü, tam bir

ezber ve kalıplara hapseden bir ekol/mezhep/

“ret” ve “düşmanlık” kültürüne dönüşmüştür.

fırka halini almıştır.

Halbuki birkaç noktanın üzerinde durmak

Seyyid Kutub ve Mevdudi’nin fikirleri etrafında da benzer bir sürecin yaşandığını söyleyebiliriz.

gerekmektedir: a) Vahiy, kıyamete kadar ortaya çıkacak

Bu düşünürler, gerçekten güçlü bir söylem

bütün sorunlara ayrıntılı cevaplar

dili yakalayabilmişlerdir. Ancak bu söylem dili

içermez

“evrensel” hale getirilince: - O gün “dinin ibadetlerden ibaret olmadığı, tüm hayatı kuşattığı” gerçeğini ifade etmek için

söylenen sözler, bugün “din bütün problemlere cevap içermektedir, onun haricindeki bütün düşünce ve tecrübeler reddedilmelidir” şekline

dönüşmüştür.

Vahyin kıyamete kadar ortaya çıkacak bütün sorunları çözdüğü şeklindeki düşünce, iyi niyetli ama eksik bir düşüncedir. Din tek tek sorunları çözmeye uğraşmaz; kavram, değer ve prensipler aracılığıyla bir zihniyet oluşturur. Bu zihniyet, yeryüzünde adaletin tesis edilmesini (tevhidi) esas alır ve zulmün her türlüsüne karşı çıkar. Farklı zaman ve coğrafyalarda ortaya

- O gün “Kur’an sadece önemli gün ve gecelerde

50

oluşturulmalıdır” şekline dönüşmüştür.

çıkan sorunların; zulme son verecek ve adaleti

okunacak bir sevap kitabı değil, bir hayat

sağlayacak şekilde çözümü, insanoğlunun

kitabıdır” gerçeğini ifade etmek için söylenen

imtihanıdır. Zaten insanoğlunun yeryüzündeki

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


sorumluluğunu bildiren hilafet kavramı da bu

Bu gerçeklerin yanında zikredilmesi gereken bir

gerçekliğe işaret eder. Hilafet, yeryüzünün iyilik,

diğer önemli husus da şudur: Her çağda, her

güzellik ve adaletle imar edilmesidir.

ortamda uygulanabilecek sabit bir uygulama

Vahyin her türlü soruna çözüm içerdiği şeklindeki algı; “Bugün dininizi kemale erdirdim,

modeli olamaz. Çünkü her çağın ve her coğrafyanın gerçekliği birbirinden farklıdır.

üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din

Vahiy, zulmün sona erdirilmesi ve yeryüzünde

olarak İslam’ı beğendim”4 ayetinde geçen ifadelere

adaletin tesis edilmesi konusunda pek çok

dayanmaktadır. Kemale erdirilmiş din; olmuş,

şey söylemiştir. Ama zulmü sona erdirecek,

bitmiş, tamamlanmış ve Allah’ın razı olacağı

yeryüzünde adaleti tesis edecek yönetim

şekilde her şeye cevap içerir hale getirilmiş bir

modelinin nasıllığı üzerinde teferruatlı

din olarak anlaşılmaktadır. Eğer böyle bir din

açıklamalar yapmamıştır. Kur’an’daki

varsa, doğal olarak onun dışında kalan her şey;

yönlendirmelere ve kavramlara bakarak, “Allah

şirk, küfür ve cahiliye olacaktır.

şöyle bir yönetim modeli bildiriyor” denilemez.

Halbuki ilk müfessirler bu ayetten; bütün zaman ve coğrafyalarda aynen uygulanacak bir yaşam biçimini değil, yaşam biçimine temel teşkil eden zihniyeti anlamışlardır. Mesela İbn Abbas: “Allah, Nebisine ve mü’minlere haber veriyor ki, imanı onlar için kemale erdirmiştir. Onlar bu konuda ebediyen bir ziyadeliğe ihtiyaç duymayacaklar. Allah, onu tamamlamıştır, ebediyen noksanlaştırmayacaktır.

Adaleti tesis edecek yönetim modelini oluşturmak, vahyin zihniyetiyle donanmış Müslümanların imtihanıdır. Böyle bir yönetim modeli, bütün insani tecrübeleri ve gelişmeleri yok sayıp, sıfırdan başlayarak oluşturulamaz. Sıfırdan başlamak, insanlığın başlangıcından beri yaşanan bütün süreci yeniden yaşamak demektir.

Allah onlardan razı olmuştur, ebediyen onlara

Bu yüzden, demokrasi de dahil bütün çağdaş

kızmayacaktır.” şeklinde açıklama getirmiştir.

yönetim modellerini önemsemek gerekir.

Taberi ise bu ayette geçen din kavramıyla

Onları doğru bir şekilde anlamak ve vahyin

toplumsal kural, yaşayış, düzen ve yürürlükte

temel ölçüleri ışığında; zulüm üreten yönlerini

olan sistemin kastedilmediğiyle ilgili olarak, bu

atmak, adalete hizmet edebilecek yönlerinden

ayetten sonra nazil olmuş bir ahkam ayetini

yararlanmak icap eder.

5

örnek göstermiştir: Ona göre, Nisa 4/1766 numaralı ayet, “Bugün sizin dininizi tamamladım ...” ayetinden sonra nazil olmuştur.7

b) “İslami” olarak nitelenen yaşam tarzı bir ütopyaya dönüşmüştür

Kimi Müslümanlar tarafından dile getirilen, beşeri düşünce ve tecrübelere ihtiyaç Maide 5/3

duymaksızın her çağda ve coğrafyada kendi

el-Firuzabadi. Tenviru’l-Mikbas’an Tefsiri İbn Abbas.

yaşam biçimini oluşturabilen din algısı, aslında

4 5

(Sahifetu’Ali b. Ebi Talha). Kahire 1991. S 170. (Bu kaynağa “İlhami Güler. Sabit din Dinamik Şeriat. EdDin. Kur’an’daki anlam içeriği. Ankara Okulu yayınları. S 13” kanalıyla ulaşılmıştır.)

bir ütopyadır. İyi niyetli ama gerçeklerle örtüşmeyen bir görüştür. “Peki, İslam nasıl bir yaşam biçimi öngörüyor; yönetim modeli,

“Senden kendilerini aydınlatmanı isterler, de ki: “Allah

ekonomi modeli, hukuk, eğitim, sağlık, ordu vs.

size ikinci dereceden mirasçılar hakkında şu açıklamayı

sistem ve modelleri nasıldır” diye sorulduğunda

yapıyor: “Şayet çocuğu olmayıp bir kız kardeşi bulunan

verilecek bir cevap yoktur. Cevabın yokluğu

6

kimse ölürse, bıraktığının yarısı kız kardeşe kalır. Fakat kız kardeşinin çocuğu yoksa kendisi, ona tamamen varis olur. Eğer iki kız kardeş kalmışsa, bıraktığının üçte ikisi onlaradır. Eğer mirasçılar erkek ve kadın kardeşlerse, erkeğe, iki dişinin hissesi kadar vardır. Doğru yoldan

ise Seyyid Kutub’un, söylendiği dönem için makul gerekçelere dayanan şu sözleriyle meşrulaştırılmaktadır:

saparsınız diye Allah size açıklıyor.” Allah her şeyi bilir.”

“(İslam) toplum(u) meydana gelmeden önce fıkıh ve

(Nisa 4/176)

yönetim biçimi ile ilgili hükümler alanında çalışma

et-Taberi. Cami’u’l-Beyan. 4/80. (Bu kaynağa “İlhami

yapmak, havaya tohum serpmek gibi insanın kendini

Güler. Sabit din Dinamik Şeriat. Ed-Din. Kur’an’daki

aldatmasıdır. Tohum havada yeşermediği gibi, İslâm

7

anlam içeriği. Ankara Okulu yayınları. S 13” kanalıyla ulaşılmıştır.)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

51


fıkhı da boşlukta gelişmez.”8 “Bu dinin elimizde

2. Allah, gösterilen çabalara layık oldukları

bulunan hükümleri cahiliye toplumlarının ihtiyaçlarına

karşılığı verecektir. İyiliği ve hayrı arzulayıp

uymazlar, onlara cevap verecek nitelikte değildirler.

bunun için çok çabalayanların ulaşacakları

Çünkü bu din daha baştan bu toplumların varlığını

karşılık ile çok arzulasalar bile az çaba

meşru saymıyor, onların varlıklarını sürdürmelerinden

gösterenlerin ulaşacakları karşılık bir

hoşnut değildir. Bu yüzden cahiliye toplumu oluşundan

olmaz.

kaynaklanan ihtiyaçlarını tanımak zorunlu değildir. Bunlara cevap vermek gereğini de duymaz.”9

İnsani olan hata riski barındırır, ama var olduğu

Bugün bu söylemi hala sürdürenler, vahyin

ütopyadır. Dolayısıyla gerçeklerden kaçmak

ortaya koyduğu değerler ile bu değerlerden

yerine, imtihanı hakkıyla yaşamayı seçmek daha

neşet edecek hayat nizamı için söylenmesi

doğrudur. Bunu konuda Resulullah da şöyle

gerekenleri birbirine karıştırmaktadırlar.

cesaretlendirmektedir:

Değerler evrenseldir ve ekmeldir. Hiçbir düşünce sistemi ile takviye edilmesine ihtiyaç yoktur. Ancak değerlerin hayatta nasıl uygulanacağı konusu bu nitelikler içerisinde değerlendirilemez. Değerlendirilmeye kalkışıldığında gerçekliğe dayanmayan bir ütopya üretilmiş olur.

zannedilen diğer seçenek aslında yoktur, bir

“Bir müçtehit, yaptığı içtihadında isabet etse iki sevap, hata etse bir sevap kazanır”12

İstişare kavramının işletilmesi ise her kafadan farklı bir ses çıkmasını engeller. Her kafadan farklı bir ses çıksa bile her fikir değil, başkalarını ikna edebilen fikir geçerlilik kazanır.

c) “Yaşam biçimini, hataya meyilli olan bir varlığın (insanın) tesis etmesi” karşısında oluşan soru işaretleri

Yaşam biçiminin, vahyin değerleriyle donanmış Müslümanlar tarafından oluşturulması fikri; dinin değerleri ile bu değerlerin hayatta gerçekleşme biçimini birbirinden ayırmayan kimselerin zihninde şüphelere ve soru işaretlerine yol açmaktadır. Şüphelerin yoğunlaştığı iki temel noktadan birincisi, hataya meyilli bir varlığın bu işi hakkıyla yapamayacağı yönündeki kaygılar; ikincisi ise, insan sayısınca farklı görüşün ortaya çıkacağı yönündeki endişelerdir. Tabii bunların temelinde de insan aklına olan güvensizlik yatmaktadır. Oysa; “Bir millet özündekini değiştirmedikçe, Allah da onların durumunu değiştirmez.”10 ve

“Biz uğrumuzda canla başla gayret gösterenleri yollarımıza eriştireceğiz.”11 ayetleri çerçevesinde

düşünüldüğünde, şu gerçeklerle karşı karşıya kalınır:

d) Hilafet sorumluluğu, beşeri tecrübeleri doğru bir şekilde algılamayı gerektirir.

Yaşadığımız zaman ve coğrafyada adaletin nasıl tesis edileceği ve zulmün nasıl ortadan kaldırılacağı; sadece dini iyi bilmekle çözümlenebilecek bir mesele değildir. Dinin zihniyetiyle donanmanın yanında; insanlığın ihtiyaç ve problemlerini doğru teşhis etmek ve dünyayı da doğru anlamak gerekir. Ayrıca isabetli çözümler önerebilmek için; beşeri tecrübeleri iyi tahlil etmeye, doğrularını ve yanlışlarını önyargısız bir şekilde görmeye ve doğrularını sürdürüp yanlışlarını reddeden dengeli bir tavra ihtiyaç vardır.

Bir fikri/düşünceyi kimlik haline getirmek Müslümanlar açısından bir fikri veya düşünceyi kimlik haline getirmek, kökü çok eskilere dayanan bir alışkanlıktır. Mezhebin, tarikatın veya cemaatin kimlik haline getirilmesi gibi

1. Her birey ve toplum kendi imtihanını

birçok çeşidi vardır. Bu geleneğin özünde,

yaşamaktadır ve herkes layık olduğuna

kimlik haline getirilen düşüncenin din ile

erişir.

özdeşleştirilmesi yatar. Kimlik haline getirilen düşünce dinin kendisi olunca, ona uymayan

Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55

8

Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55

9

Kudat 3; Tirmizî, Ahkam 2; Ebu Davud, Akdıye 2; İbn

Ankebut 29/69

Mace, Ahkam 3

11

52

Buharî, İtisam 21; Müslim, Akdıye 6; Nesaî, Adabu’l-

12

Ra’d 13/11

10

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


düşüncelere ise (en iyi ihtimalle) dışlanmak

Din adına Müslümanlar birbirinden uzaklaşır;

kalır.

din adına aralarına duvarlar örülür; din adına

Herhangi bir düşünceyi fikri kimliğini oluşturacak ölçüde sahiplenen kişi, çoğunlukla içine düştüğü durumu fark etmez ve bu düşünceyi din edinme iddiasında değildir. Ancak sarıldığı düşünceyi: - “Dinin yorumlarından birisi” olarak göremediği

birbirlerini dinin dışına ittirirler. Herkesin kendi benimsediği din yorumunu kimlik haline getirmesi, bir yandan; tepkisellik, rekabet ve düşmanlığı artırırken, diğer yandan; müsamaha, anlayış ve diyaloğu azaltır. Dinin bir yorumunu kimlik haline getirmenin sakıncalarını görmekten mi kaynaklanıyor

- Ve “din budur” anlayışıyla sahiplendiği için onun zihninde, bu düşünce ve din özdeş hale

bilinmez! Artık; bugüne kadar “İslam dışı” görülen düşünce ve kavramların kimlik haline getirilme modası başlamıştır. Müslümanlar

gelir.

kendilerini kolaylıkla “demokrat, laik, liberal,

Nitekim demokratik mücadele yöntemini tercih

Müslüman kimliklerinin yanına bu kavramları

eden ve bu tercihlerine temel teşkil eden din

çekinmeden yerleştirebilmektedirler.

solcu” gibi sıfatlarla niteleyebilmektedirler. Yahut

anlayışını kimlik haline getirenler, vaktiyle partilerini “Nuh’un gemisi” olarak nitelemişlerdir. Böylece kurtulmak isteyenleri kendi gemilerine binmeye, başka bir ifadeyle; kendi kimliklerini kimlik edinmeye davet etmişlerdir. Bugün ise “biz milli görüş gömleğini çıkarttık” diyenlere karşı: “Milli Görüş Gömleği: Hz. Yusuf’un, babası Hz. Yakup’a gönderdiği gömlektir; Hz. İbrahim’i Nemrut’un ateşinde koruyan gömlektir; Hz. Davut’un kendi eli ile

Bu tutum içerisinde bulunanları şöyle sıralayabiliriz: 1. Sadece modaya uyan ilkesiz ve omurgasız kimseler: Bunlar dikkat çekmek, popüler olmak, ya da ilkesizliklerini meşrulaştırmak gibi niyetlerle hareket etmektedirler. 2. Takiyeci bir mantıkla hareket etme

diktiği ve zalim Calut’u yendiği gün giydiği gömlektir;

zorunluluğu hisseden birey ve kurumlar:

Alparslan’ın Malazgirt’te ‘ölürsem bana kefen edin’

Bunlar içinde bulundukları duruma politik

dediği gömlektir; Hocası Akşemsettin’in hediyesi,

gerekçeler gösterebilen ve bu gerekçelerin

Fatih’in İstanbul’u fethettiği gün giydiği gömlektir;

kendilerini olmadıkları gibi görünmeye

Erbakan Hocamızın, ‘çare var’ konferansında ekmek

zorladığına inanan kimselerdir.

arabasının ardından koşan yalın ayaklı çocuğun dramının anlatırken gözyaşları ile ıslattığı gömlektir; Milli Görüş gömleği, giyenin çıkarmadığı, çıkardık diyenin ise hiç giymediği gömlektir” diyerek, kendi

görüşlerini din ile özdeşleştiren yaklaşımlarını sürdürmektedirler.

3. Bütün sorunları çözen din anlayışının yanlış olduğunu, sorunların çözülebilmesi için İslam’ı kavramış olmakla birlikte beşeri tecrübelerden yararlanılması gerektiğini düşünen kimseler: Bunlar iyi niyetli bir şekilde, Müslümanların karşı karşıya

Oysa dinin bir yorumunu din haline getirmek, dengeli bir durum değil bir aşırılık halidir. Yorumun sahibini, dinin sahibi pozisyonuna düşürür. Kişi artık dini nasıl anladığını anlatan bir kişi olmaktan çıkar; dinin nasıl olduğunu belirleyen güç haline gelir. Nasıl Müslüman olunacağı veya nasıl dinden çıkılacağı artık onun söylediği kelimeler arasında gizlidir. Kimin Müslüman veya kimin kafir olduğu onun din adına söylediği ölçülerle ortaya çıkar. Bu ise

bulundukları açmazlara kendi çaplarında çözüm aramakta ve bu çerçevede de; ya beşeri tecrübeleri peşinen kabullenen ya da sentez öneren yaklaşımlar sergilemektedirler. Fakat beşeri tecrübeler bile olsa, herhangi bir düşünceyi peşinen kabullenmek ve kimlik haline getirmek, her halükarda dengeli bir yaklaşım tarzı değildir:

(çoğunlukla istenmeden ortaya çıkan) çok ağır

Birincisi; beşeri düşünce ve tecrübelerin

bir vebaldir.

felsefesiyle birlikte kabullenilmesi gibi bir tehlike

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

53


içerir. Bu durum, bir yanlıştan kaçarken başka

Bütün dinlere ve görüşlere karşı aşırı toleranslı

bir yanlışa düşmek gibidir. İslam anlayışlarının

ve müsamahakardır. Pragmatist, yani faydacı

iyice yozlaşmasına, ilkelerden ve prensiplerden

ve fırsatçıdır: Kendi ideallerine ulaşmayı esas

iyice uzaklaşılmasına sebep olur. İkincisi; beşeri düşünce ve tecrübelerin hatalı ve eksik yönlerinin görülmesini engeller. Hatalı veya eksik olabileceği varsayılmayan bir düşüncenin daha iyisini aramaya ihtiyaç yoktur. Böylece bulunan ile yetinme durumu ortaya çıkar. Bu ise gelişmenin ve güzelleşmenin

durumunu görmezden gelebilir. Bir nevi “köprüyü geçene kadar ayıya dayı de!” ilkesiyle hareket eder. “Belli durumlar karşısında takınılan bir strateji” olarak bakıldığında, bu duruşun da gerekli

önünde bir engeldir.

olduğu yerler bulunabilir. Ama özellikle bu

Üçüncüsü; düşüncenin dinleşmesi tehlikesini

ifade etmek için “strateji” kavramı yeterli

ifadelerle özdeşleşen cemaatin yaklaşımlarını

potansiyel olarak içerisinde barındırır. Bu durumun en ironik örneklerinden birisi; gurupçu ve cemaatçi anlayışlardan muzdarip olmuş “İslami sol” söylemi temsilcilerinin, bugün insanları sermayeye bakışlarına göre kategorize eder hale gelmiş olmaları ve sol gözüyle sermayeye bakmayan Müslümanları “abdestli

gelmez. Zikredilmesi gereken iki farklı yön daha vardır. Birincisi; cemaat farklı din mensuplarına karşı aşırı toleranslı iken İslam sınırları içerisindeki farklı görüş ve yorumlara karşı oldukça dışlayıcıdır. Hatta bir nevi kader birlikteliği yaptığı partiyi bile (Filistin

kapitalist” olarak nitelemeye başlamalarıdır.

meselesinde olduğu gibi) zaman zaman yalnız

Demokrasiyi kimlik haline getirmek,

ettiği din anlayışı kalp temizliği ve ibadetlerden

yani “demokrat” olmak da bu çerçevede değerlendirilmelidir.

bırakabilmektedir. İkincisi; cemaatin davet ibarettir. Sürekli iyilik yapmayı düşünen, ibadetlerine hassas ve bunları yapabildiği

İslam kimliği ile demokrat kimliğini birlikte taşıyanların günümüz itibariyle en belirgin

ortamlarda itaati elden bırakmayan, uyumlu davranan, itiraz etmeyen ve boyun eğen

özellikleri; kendinden olmayana karşı sınırsız

bireyler yetiştirmeye çalışmaktadır. Bu ise

hoşgörü içinde bulunmaları, fakat buna

dünya egemenlerinin ve zalimlerin arayıp da

karşılık İslam kimliği yanına demokrat kimliği

bulamayacağı bir din anlayışıdır.

yerleştirmeyenleri radikal, Selefi gibi sıfatlarla sıfatlandırmalarıdır. Bir durum tespiti olarak ifade etmek gerekirse, radikal ve Selefi görüşlere sahip olanlar,

Kısacası “Demokrat Müslüman” kimliğinin (en azından Türkiye’deki) karşılığı, pek de sevimli ve iç açıcı değildir.

gerçekten de demokrasiye karşı ön yargılıdırlar.

Belli bir bölge veya örnek çerçevesinde

Ancak beşeri tecrübelere karşı (ve dolayısıyla

değerlendirmeyip “genel” bakmaya çalıştığımız

demokrasiye karşı) önyargılı olmak ne kadar

zaman da varacağımız sonuç pek farklı

aşırı bir tavırsa, bu tecrübeleri peşinen kabullenmek de o kadar aşırı bir tavırdır. İslam ile birlikte Demokrasi ve Laiklik gibi beşeri tecrübeleri kimlik haline getirmiş olan din anlayışının en popüler kavramları, “hoşgörü” ve “diyalog”dur. Bu kavramlar zikredildiğinde, ülkemizin en büyük siyasi partisinin ve özellikle de en büyük cemaatinin akla gelmesi ise

54

aldığı için çatışmacı davranmaz ve muhatabının

olmayacaktır: Bir fikri veya düşünceyi kimlik haline getirmek dengeli bir tavır değildir. Problemlere ve yanlışlara da oldukça açıktır. Demokrasi evrensel bir değer ve sorunsuz bir yönetim modeli olsa idi, hakkında söylenecek şeyler de değişecekti. Ama olumlu ve dikkate değer yönlerinin yanında kimi zaaflar ve

bu anlayışın toplumu ne denli etkilediğini

eksiklikler içeren bir değer kimlik haline

göstermesi bakımından önemlidir. Bu anlayış

getirildiği zaman, ondan sağlıklı bir şekilde

küfrü ve zulmü olmayan bir din anlayışıdır.

yararlanma imkanı da kalmayacaktır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Sonuç

tercih değildi. Ne kadar samimi ve iyi niyetli

İslam insanı aşağıların aşağısı rezil bir varlık

uygun davranmadıkları için, insanlığın dertlerine

olmaktan kurtarıp; iyi ve değerli bir varlık haline getiren düşünce sisteminin adıdır. İlk insandan itibaren bütün nesillere, peygamberler aracılığıyla bildirilmiş ve öğretilmeye çalışılmıştır. Ve son defa olarak Hz. Muhammed aracılığıyla Kur’an’da sunulmuştur. Kur’an değindiği konuları; ilke, prensip ve kavramlar şeklinde ele alan bir kitaptır. Pek az

olsalar da eşyanın tabiatına ve imtihanın ruhuna derman olmayı başaracak bir gelenek ortaya koyamadılar. İnsanlığın muhtaç olduğu evrensel değerler onların ellerinde bulunmasına rağmen, sorunlara ve problemlere çözüm arama işini başkalarına bıraktılar. Onlar suskun kaldıkça, hak etmeyenler bu alanı doldurdular. Fakat dünya üzerinde yaşanan gerçekler açıkça gösteriyor ki, insanlığın İslam’a şiddetle ihtiyacı

kısmında da, ilke, prensip ve kavramlarla ortaya

vardır. Çözüm arayışı içerisinde girilen yolların

koyduğu değerlerin hayatta nasıl uygulanacağını

çıkmaz sokak olduğu anlaşılmış, insanlık yeni

örnekler. Başka bir ifadeyle, Kur’an’ın ortaya

arayışlar içerisine girmiştir. Tarihin bu dönüm

koyduğu değerlerle donanmış bir aklın; hangi

noktasında Müslümanların sorumluluklarını

yönde ve hangi şekilde çalışması gerektiğini

yeniden kuşanmaları ve peygamberlerinin

gösterir.

yaptığı gibi; zamanı vahyin değerleriyle inşa

Kur’an’ın ele aldığı konular, insanlık ne

etmeye girişmeleri gerekmektedir.

kadar gelişme gösterirse göstersin, ne

İşte tam da bu noktada göz önünde

kadar olgunlaşırsa olgunlaşsın; önemini

bulundurulması gereken bir takım gerçekler

asla yitirmeyecek, bir üst kimlik olarak

vardır:

daima varlığını sürdürecek konulardır. İnsanoğlunun zaafları ve kusurları göz önünde bulundurulduğunda ise, “rehber”liğine daima ihtiyaç duyulacak olan konulardır. Kur’an’ın meseleleri çoğunlukla ilke, prensip ve kavramlar şeklinde ele alıyor oluşu, bunların hayatta nasıl gerçekleştirileceği sorusunu gündeme getirir. “Hilafet” sorumluluğunun ana gündem maddesi bu soruya verilecek cevapla ortaya çıkar. İnsanoğlu tam da bu hedefle, yani; “Allah tarafından belirlenmiş olan ilke, değer ve kavramlarla yeryüzünü imar etmek” üzere yaratılmıştır. Ve bununla imtihan olunmaktadır. Allah tarafından gönderilmiş olan bütün peygamberler, bulundukları zaman ve coğrafyayı vahyin değerleriyle inşa etmeye çalıştılar. Kendilerinden sonra gelenler için, bu sorumluluğun hangi mantıkla yerine getirileceğini örneklendirdiler. Peygamberlerden sonra gelen kimseler ise kendi zaman ve coğrafyalarında inşa faaliyetlerini sürdürmeye çalıştılar. Fakat Müslümanların büyük çoğunluğu,

1. “Vahyin değerleri” sihirli bir değnek değildir. Şöyle bir sallayıp sihirli cümleleri söylediğimizde, aniden her yer güllük gülistanlık olmaz. Bunlar sadece insan aklı ve üretkenliği için rehberdir. 2. Peygamberin rehberliği, vahyin değerlerinin hayatta; nasıl ve hangi mantıkla gerçekleşeceğini göstermek içindir. Birebir uygulanacak bir model değildir. İhtiyaçların, problemlerin, imkanların ve araçların hızla değiştiği bir dünyada, her çağda geçerli bir model olamaz. Bu durum eşyanın tabiatına aykırıdır. 3. İçinde bulunulan zamanı ve coğrafyayı vahyin değerleriyle inşa etmek, vahyin değerleriyle donanmış olan Müslümanların sorumluluğudur. Peygamberin kendi zamanını inşa ederken ortaya koyduğu hareket mantığını göz önünde bulundurarak bugünü inşa etmek zorundadırlar. 4. Bunu yaparken, her şeyden önce günü

“inşa etme” sorumluluğunu “peygamberi aynen

iyi bir şekilde tanımalı; ihtiyaç ve

taklit etmek” olarak anlamaya meyilliydi ve

problemlerini doğru bir şekilde tespit

onun yaptıklarını aynen tekrarlamaya çalıştılar.

etmelidirler. Ardından bu ihtiyaç ve

Fakat bu durum imtihanın ruhuna uygun bir

problemlere çözüm olarak üretilmiş beşeri

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

55


tecrübeleri incelemeli; bunların iyi ve güzel yönlerini sürdürecek, zulme ve adaletsizliğe yol açan yönlerini ise düzeltecek çözümler aramalıdırlar. Vahyin rehberliği, zulüm ve adaletsizlik olanın tespiti ve adil olanın ikamesi sırasında kendisini göstermelidir.

tecrübelerden objektif bir şekilde yararlanma imkanı sunar. İslam’ın kazandırdığı bir üst kimlik varken başka kimliklerle kendini ifade etmek, bir Müslüman için izahı kolay bir durum değildir. “Hangi değerin İslam’da bir karşılığı yok ki, buna ihtiyaç duyuldu?” sorusunu gerekli kılar. Demokrasi, insanlığın karşı karşıya bulunduğu “yönetim” sorunlarına dikkate değer çözümler üreten bir beşeri tecrübedir. Fakat önerdiği çözümler kusursuz değildir ve hatta adalet duygusu olmayan insanların elinde istismara çok açıktır. Sadece demokrasi değil, hangi düşünce ve tecrübe olursa olsun; taraftarlık da, tepkisellik de dengeli bir tavır değildir. Yeryüzünü güzellikle imar ederken beşeri tecrübelerden yararlanmak gereklidir. Ancak, ne aşırıya kaçıp olumsuzunu bile görmeyen bir tarafgirlikle hareket edilmeli, ne de tepkisel bir karşıtlık sergilenmelidir.

- BİTTİ -

56

www.islamiyorum.com

İslam’ın kazandırdığı sağlam kimlik, beşeri

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ

İslam’da Demokrasi Malik B. Nebi Çeviren:

Muharrem Tan

“Faslı Öğrenciler Kulübü (1960)”nde yaptığı konuşma.

Beyler, İslam halkları olarak, bizimle aynı şartlarda yaşayan ve sömürgeci devletlere boyun eğen diğer Afro-Asyatik halklar gibi sömürge yıllarında bu devletlerin kültür ve uygarlığıyla kaynaşan, genellikle galip olanın adet ve geleneklerini mağlup olana dayattığı o süreçte bu devletlerle yaşadığımız ilişki yüzünden Batı dünyasının değer ve kriterlerinin, tarihsel tecrübesinin varisleri olan insanlarız. Sosyal gerçekliğimizi ölçmek için bunların birçoğunu esas kabul ettik. Kendi geçmişimizi bunlar ışığında ve Batılı halkların mevcut konumlarıyla büyülenmiş gözlerimizle tartar olduk. Bu halklar bizlere kendi gelenek, anlayış ve kavramlarını, hayat tarzlarını empoze ettiler. Bunları fikir ve kanaatimizce benimsenen, mantığımız için delil sayılan kesin gerçekler olarak gördük. Bunların ne sıhhat derecelerini, ne de kişiliğimiz ve hayat felsefemizle uyumlu olup olmadıklarını araştırdık. Düşünce yapımız üzerinde öyle derin etkileri oldu ki gerek yazılarımız, gerekse

Bu ve benzeri başlıkları kullanırken, genellikle hemen hiçbirimiz tarafından ikna yoluyla kabul edilmemiş, aksine Batı uygarlığının bize dayattığı geleneklerle zıtlaşmamak için teslimiyet gösterdiğimiz bir gerçek içerdiğini hissetmeyiz. Bu ruh hâli içinde yüksek bir medeniyet değeri taşıdığı inancıyla onu hemen İslam’a katarız. İslamiyet ile ilişki derecesini veya böyle bir ilişkinin kurulup kurulamayacağını, belki de yüce dinimizin ondan tenzih edilmesi gerektiğini düşünmeyiz. Demokrasi de bu şekilde kabul ederek İslam kültürüne eklediğimiz bir olgudur. Bunu en azından şeklen haklı kılacak sebep ve gerekçeler bulunduğunu düşündüğümüz için şu soruyu aklımızdan bile geçirmeyiz: «İslam’da demokrasi var mıdır?” Aksine kesin bir gerçek olarak değerlendirerek şöyle deriz: “İslam’da var olan demokrasiyi anlatır mısınız?” Kanaatimce bu konuda temel sorun, bu iki kavram arasında ilişki kurma sorunudur. Bu bağlamda önce bu ikisini birbirinden ayırmamız ve bağımsız kişiliklerine dayanan tariflerini yapmamız gerekir. Bu tarifler ışığında ikisi arasında herhangi bir yakınlık bulunup bulunmadığı da ortaya çıkacaktır.

konuşmalarımızda bu sohbetimizin konusu olan

Dolayısıyla atacağımız ilk adım, kavramlarımızı

«İslam’da demokrasi» olgusu gibi bizler için

tarif etmek olacaktır. Şimdi soralım: İslam

gayet yeni mevzuları ele alır olduk.

nedir? Demokrasi nedir?

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

57


Bu vesileyle bir hususa dikkat çekmemiz

Diğer taraftan İslam nedir? Bu soruya

gerekiyor: Her kavram, tarihin bir anında icat

verilebilecek en güzel cevap ve kelimenin en

edilmiş bir kelimeden ibarettir. Bu çerçevede

basit anlamı bizzat Hz. Peygamber’in (sav)

«İslam» kelimesinin Arap dilinde ne zaman

verdiği cevap olacaktır. Büyük hadis âlimleri

ortaya çıktığını ve ne mânâda kullanıldığını

Müslim, Tirmizî, Ahmed ve Buharî tarafından

biliyoruz. Hiç şüphesiz bu kelimeyi icat eden ve

nakledilen meşhur bir hadiste Ebû Hüreyre (ra)

ilk kullanan Kur’an-ı Kerim’dir.

şöyle der: “Hz. Peygamber (sav) insanlarla

«Demokrasi» kavramı hakkında ise çok daha az bilgiye sahip bulunuyoruz. İthal bir sözcük olarak Arap dilinde ne zaman kullanılmaya başladığını bilmiyoruz. Bırakın bunu, kendi öz dilinde bile ne zaman ortaya çıktığını bilmemekteyiz. Grekçe bazı metinlerde Perikles’in döneminden önce bilindiğine dair

‹İman nedir?’ diye sordu. Efendimiz cevap verdi… Sonra ‹İslâm nedir?’ diye sordu. Hz. Peygamber (sav) cevaben ‹İslâm, ortak koşmadan Allah’a kulluk etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan orucunu tutmandır’ buyurdu.”

işaretler vardır. Çünkü tarihçi Thucyded,

Hadisin konumuzla ilgili kısmını aktarmakla

İmparator Perikles’in Atina halkına yaptığı bir

yetinip Hz. Peygamber’in nas niteliğindeki

konuşmada yani milattan beş yüz yıl önce bu

cevabını önümüze koyduğumuzda görürüz

kelimeyi kullandığını nakletmektedir.

ki burada sorulan soruya tam bir cevap

Gördüğümüz gibi iki kavram arasında, ne zaman ne de mekân boyutunda bir irtibat mevcuttur.

verilmektedir. İslam, yalnız Allah’a inanmak, namaz, zekât ve orucu eda etmektir.

Biraz abartıp tarih ve coğrafya bakımından

Bu hadisi şerh edenler, hac farizasının

aralarında bulunan mesafeye dayanarak

zikredilmemesini o emrin henüz inmemesiyle

«İslam’da demokrasi yoktur» demek bile

açıklayabilirler.

mümkündür.

Sonuç olarak, iki kelime için de en basit ve yalın

Bir başka açıdan şöyle bir değerlendirme

anlamlarıyla fikir birliği edilen karşılıkları vermiş

de yapılabilir: Bir kavram veya kelime ne

bulunuyoruz.

kadar tarih doluysa, yani insanlığın mazisi ve gerçekliğinde ne kadar derin köklere sahipse o kadar müphem ve çok anlamlı olur. Burada ele almaya çalıştığımız iki kavram da bu

Bu derece bir sadeleştirmenin ardından ikisi arasında bir karşılaştırma yapılabilir mi? Belli bir sosyal düzen içinde «insanın iktidarı»nı

niteliktedirler.

onaylayan siyasal bir kavram ile bu veya başka

Kavramlarla ilgili müphemliği giderebilmek

iktidarına boyun eğmesi»ni benimseyen

için tam olarak kastettiğimiz anlamı seçmemiz

metafiziksel bir kavram arasında nasıl bir

gerekir. İslam ve demokrasi kelimelerinin

mukayese yapılabilir?

bir düzende özü itibarıyla «insanın Allah’ın

her ikisi de zengin anlamlar içerirler. Aralarında sağlıklı bir mukayese yapabilmek için iki kelimeyi pratik açıdan olabildiğince

Görüldüğü üzere ortada bir çelişki veya çelişki benzeri bir çatışma söz konusudur. Bu, Fransız

basitleştirmek gerekir.

İhtilali’nin kiliseyle kavgasında kullandığı

En basit anlamıyla demokrasi nedir?

çelişkidir: «Ne Ağa isteriz ne Rab!» Bu mantıksal

sloganlarında açıkça görülen türden bir

Herhangi bir Fransızca sözlük, kelimenin etimolojik anlamını vererek “halkın iktidarı” veya günümüzdeki popüler anlatımıyla

58

birlikte bulunuyordu. Adamın biri gelip O’na

çelişki, iki kavram arasındaki mesafeyi daha da açmakta, yapmak istediğimiz mukayese ve yakınlaştırmayı zorlaştırmaktadır.

“kitlelerin iktidarı” yahut özlü ve analitik bir

Burada zorluk, her iki kavramın delalet ettikleri

ifadeyle “insanın iktidarı” şeklinde iki sözcükten

gerçeklik itibarıyla değil, bizim bu gerçekliği

oluştuğunu bize aktaracaktır.

ifade tarzımızdan doğmaktadır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Örneğin demokrasi kavramının tanımı için bir

Şu hâlde demokrasi duygusu, asırlar boyu süren

etimoloji sözlüğüne bakmayı tercih ettiğimizde,

bu hareketin ve insanın değerine yönelik bu ikili

kavram o devrin bir ürünü gibi kabul eden

takdirin neticesidir.

Fransız İhtilali’nin zihniyet ve gelenekleriyle irtibatlı görünür.

Fransız Tarihçi Guizot, Roma İmparatorluğunun Sonundan Fransız İhtilali’ne kadar Avrupa Tarihi1

Oysa gerçekte yapmamız gereken demokrasinin tarifi bağlamında topu bir kez daha döndürmek ve onun İslam gibi daha önceki bir kavramla ilişkisini tespit etmek, en geniş anlamıyla bakmak, yani konuyu dar bir kıstasa bağlamaksızın olabildiğince genelliği içinde tutmaktır.

adlı eserinde bu hareketin, yani Avrupa’da demokrasinin ortaya çıkışının ve Avrupa ülkelerinde demokrasi duygusunun oturmasının gerçekleşme sürecini takip etmemize imkân sağlar. Büyük tarihçi Batı demokrasisinin köklerinin ne kadar derinlerde ve ne kadar saf olduğunu,

Haklılık gerekçeleri ileride açığa çıkacak bu tür bir çerçevede demokrasiye üç boyuttan bakmamız gerekir:

demokrasi bilincinin nasıl ağır bir şekilde oluştuğunu, nihayet Fransız İhtilali’nin efsanevi ve siyasal tacı olan İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesi’yle nasıl patlama yaptığını

1. “Ben”e yönelik bir kavrayış olarak demokrasi,

açıklamaktadır. Batı’daki demokrasi duygusu kendini ifade

2. Diğerlerine yönelik bir kavrayış olarak demokrasi,

etmeye başlamasına rağmen her yeni oluşum ve yapılanmada olduğu gibi belli bir kapalılık ve müphemlikten henüz kurtulamamıştı.

3. Fertte bu şuur ve kavrayışın oluşması ve

Rönesans ve Reform gibi iki büyük harekette

gelişmesi için zorunlu görülen siyasal,

bunu yakından gözlemlemek mümkündür. Bu iki

sosyal şartların bütünü olarak demokrasi.

hareket, Avrupalı İnsanın değerinin ruh ve akıl

Demokrasinin bu üç boyutu, onun özü ve

planında ilk kez deklare edilmesidir.

objesiyle ilgili demokratik gerekleri de içerir

Avrupa tarihine dair Guizot’nun kitabından

ki bunlar, demokratlık duygusunun dayandığı

aldığımız bu tarih dersinde sosyolojik

psikolojik kabiliyetlerin ve toplumdaki

gerçekliğin, Rönesans ve Reform gibi Batı

demokratik düzenin bütünüdür. Fertlerin kişilik yapısında, ülkenin mevcut anane ve geleneklerinde şartları oluşmadığı takdirde demokrasinin siyasal bir gerçeklik olarak tahakkuk etmesi imkânsızdır. Bütün bu ölçü ve değerlendirmeler, sorunun sınırlarını oluşturan çerçevenin de genel hatlarını oluşturmaktadır. Bu ana çizgiler, şunu özellikle göstermektedir ki demokrasi duygusu, ahlâkî ve toplumsal boyutta olmazsa olmaz şartlara bağlı değildir. Bu şartlar ne tabiat tarafından konulmuş ne de tabiî sistemin gerekleri olan hususlardır. Her ne kadar J.J. Rousseau zamanındaki romantik felsefe aksini düşünse de bu böyledir. Bunlar, belli bir kültürün hülâsası, hümanizm hareketinin taçlandırılması ve insanın değerinin yeniden takdiri, insanoğlunun kendini ve diğerlerini takdir etmesidir.

toplumuna özgü niteliklerle şekillenmiş olduğunu görürüz. Ne var ki demokrasi duygusunun arkasında yatan temel gerçek, her ne kadar diğer ırk ve milletlerin tarihinde tekrarlanamayacak olan kimi Batı deneyimleriyle maskelenmiş olsa da gerçekler tarih ya da politika kayıtlarıyla değil, psikoloji ve sosyoloji kavramlarıyla ifade edildiği zaman bu maskenin altından ortaya çıkıvermektedir. Avrupa’daki demokrasi duygusu Reform ve Rönesans hareketlerinin doğal sonucu ve ülküsüdür. Demokrasi duygusunun en doğru tarihsel anlamı budur. Fakat bu tarihsel anlamın, Avrupa tarihinden alınarak başka milletlere The History of Civilization in Europe from the Fall of

1

Roman Empire to the French Revolution, Francois P.G. Guizot.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

59


uygulanması neredeyse imkânsızdır.

çalıştığımız bir demokrasi projesi de olabilir.

Ancak gerek Avrupa’da gerek başka bir

Bu türden her gelişim, özü itibarıyla bir

coğrafyada yaşanan her demokrasileşme

arındırma işlemi olup insanı arındırarak yeni

sürecinde demokrasi duygusu, belli bir

insanın ortaya çıkmasını sağlar. Yeni insan, ister

toplumsal gelişmenin sonucu oluşur. Psikoloji

«vatandaş/yurttaş» biçiminde, ister «yoldaş»

biliminin diliyle ifade etmek gerekirse o, iki plaka arasındaki orta sınırdır. Bu sınırın her iki yakası da diğerinin zıddıdır. Yani bir tarafta kölelik psikolojisi içinde bulunan zavallı insan, diğer tarafta ise başkalarını köleleştirme ve

dönemlerinin kalıntılarından yani demokratik duygunun negatif portresini oluşturan unsurlardan arınmış bir varlıktır.

onlar üzerinde hegemonya kurma psikolojisi

Tarih, köle ve efendi psikolojilerini yansıtan

içindeki totaliter kişilik yer almaktadır.

negatif portrelerin canlandığı örneklerle doludur.

Demokratik değer ve yükümlülüklerin

Konuyu daha iyi açıklayabilmek için edebî

kendisinde ortaya çıktığı “hür” insan, yani yeni

eserlerde bile rastladığımız bu örneklerden

insan, bu iki negatif uç arasında beliren pozitif

bazılarını hatırlatmamız yararlı olacaktır.

görüntüyü temsil eder. Bu insan, iki tarafın olumlu değerlerine sahip, olumsuzluklarını ise

Victor Hugo’nun Gülen Adam2 adlı eserinde

reddeden, köleliği olduğu gibi köleleştirmeyi de

roman kahramanı Ursus’un, Gwinplain’e

olumsuzlayan bir yapıdadır.

söyledikleri bir köleye ait bazı öğütlerdir:

Bu gelişmenin bir biçimsel boyutu vardı ki o

“Büyükler için geçerli olan kural, hiçbir şey

da hür insanın yeni bir lakap kazanmasıydı. Bu

yapmamak, küçükler için geçerli olan kural ise,

lakap, insanın yeni değerini ifade etmekteydi.

hiçbir şey söylememektir. Yoksulun tek bir dostu

Buna göre insan, «sujet» yani bir efendi veya

vardır: Sükut. O, sadece tek heceli bir kelimeyi

krala tâbi olmaktan çıkıp Fransız İhtilâli’nin

ağzından çıkarmalıdır: Evet. İtiraf etmek ve razı

verdiği isimle «Citoyen» yani vatandaş/yurttaş

olmak. Bütün hakkı budur. Hâkim karşısında da

hâline gelmişti. Fransız İhtilali, Kral 16. Louis’i

evet, kral karşısında da.

yargılarken, babası gibi sıradan bir vatandaş olarak muamele etmişti. Rus çiftçisi de Çarlık

Büyükler, canları isterse bizi kırbaçlayabilirler.

döneminde «Moujik» olarak anılırken, 1917

Ben bu kırbaçlardan yedim. Bu onların

Ekim Devrimi’nden sonra «yoldaş» olarak

üstünlük hakkıdır. Kemiklerimizi kırmakla

anılmaya başlamıştı.

büyüklüklerinden hiçbir şey kaybetmezler...”

Bu biçimsel yaklaşımların etkisiyledir ki Fransız

Görülüyor ki Victor Hugo burada köle psikolojini

İhtilali’nin semalarında kanat çırpan isimlerin en

çok dikkatli bir şekilde tasvir etmektedir. Köle,

büyüklerinden biri olan Robespierre, Serfler yani

her şartta “Evet” der. Fakat kalıp olarak olumlu

“Hizmetçiler”in torunlarından Mirabeau ise eski

olan bu kelime, anlam bakımından gayet

dönemin hâkim sınıfını oluşturan Senyörler yani

olumsuz bir içerik taşımaktadır. Çünkü bu

feodal yöneticilerin torunlarındandı. Çevre şartlarından arındırılmış hâliyle genel durum bu olup özel tarih şartları ne olursa olsun her türlü insanî ortama uygulanabilecek niteliktedir.

“Evet”, “Ene”nin yani benliğin değerini sıfırlayan bir negatif etkiye sahiptir. Yani insan varlığında demokrasinin üzerine inşa edileceği temel zeminin inkârı ve reddidir. Demokrasi duygusunun bir başka karşıtı olarak

Herhangi bir demokratik gelişim bağlamında eşyanın ölçülebileceği genel kriter budur. Bu demokratik gelişim, tarihin sayfaları arasında kaybolup gitmiş bir tecrübe olabileceği gibi, yaşayan bir toplum gerçekliğinde realize etmeye

60

biçiminde olsun, köle olma ve köleleştirme

da despot portresi çizilebilir ki bunun en güzel örneğini Kur’an-ı Kerîm’de Firavun ile Hz. Musa arasında geçen meşhur diyalogda görebiliriz. İlki sorar: Victor Hugo, L’Homme qui Rit (1866).

2

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


“Ey Musa! Sizin rabbiniz kimdir?” (Tâhâ,

Bu türden birçok örnek sayabiliriz. Örneğin

20/49)

Haşşâşîn fırkasının başı, Alamut Kalesinin Şeyhi

“Rabbimiz, her canlıyı yaratan ve onlara doğru yolu gösterendir.” (Tâhâ, 20/50)

Hasan Sabbah (es-Seffâh), kendisine tâbi olan müritlerinin canları üzerinde aynı şekilde tasarrufta bulunurdu. Zavallılar onun tek bir

Sorunun, kendi halkını köleleştirmek isteyen

işaretiyle kendilerini ölüme atmakta tereddüt

azgın bir tiranın ruh halini ne kadar güzel

etmezlerdi.

yansıttığını görüyoruz. Esasında bu soruyla Hz. Musa’dan kendi rablik ve ilahlığını itiraf etmesini bekliyordu. Ne var ki aldığı cevap onu çileden çıkardı. Zira karşısındaki insan, Firavun’un asılsız iddialarını reddediyordu. Daha sonra yaşanacak sahneler, bir despotun portresini iyice netleştirecekti. Nitekim yaşadığı üstünlük psikolojisiyle Allah’ın Elçisi’ne süre vererek bir gün belirleyecek, o gün kendi büyücüleriyle yarışmasını isteyecekti. Şeytanın tuzağının boşa çıkması ve büyücülerin «Biz Musa’nın ve Harun’un Rabbine iman ettik» (Tâhâ, 20/70) diyerek secdeye kapanmaları, Firavun’u iyice hiddetlendirdi ve tehditkâr

Meseleyi ana hatlarıyla yeterince ele almış bulunuyoruz. Artık bunlara dayanarak genel bir ölçüt koyabiliriz. Bu ölçüte göre demokrasi duygusunun varlığından söz edebilmek için yukarıda saydığımız üç unsurun İslam’da demokrasi bağlamında olup olmadığını sorgulamamız gerekmektedir. Dolayısıyla doğru soru şu olacaktır: «İslâmiyet, söz konusu öznel ve objektif şartları içerip bunlara güvence olur mu? Başka bir deyişle ferdin kendine ve başkalarına karşı demokratik ruha uygun davranması için gereken zemini

bir dille şöyle dedi: “Ben izin vermeden ona

hazırlar mı? Bu duygunun gelişmesi için uygun

inandınız demek. Aslında o size büyüyü

sosyolojik şartları oluşturur mu?

öğreten ustanızdır. Andolsun ki sağ eliniz ile sol bacağınızı çaprazlama kestireceğim! Yemin olsun ki sizi uzun hurma dalları üzerine çarmıha gerdireceğim. Hiç şüphesiz kimin daha katı ve kalıcı azaba sahip olduğunu göreceksiniz” (Tâhâ,

Pratik açıdan bu soruyu, yani “İslamiyet, demokrasi duygusu yaratır mı?” sorusunu cevaplamadan önce şunu sormamız daha yerinde olacaktır: İslamiyet demokrasi

20/71)

duygusuna aykırı, köle olma veya köleleştirme

Kıssanın sonunu anlatmamıza gerek yoktur. Bir

motivasyonların doz ve şiddetini gerçekten

despotun öfkesi arttığı ölçüde duygularını nasıl

hafifletir mi?

kalıplarına damgasını vuran eğilim ve

daha şiddetli yansıttığı görülmektedir. Burada ifade edilen, kendini değil, başkalarını inkârdır ki bu, bir şekilde demokrasi duygusunun bir boyutunun da inkârı demektir. İki inkârın tek bir vakada buluştuğu hâllere de rastlamaktayız. Örneğin Çarlık Rusyası bize böyle bir örnek sunmaktadır. Rus çarlarından biri, sanırım Büyük Aleksandr Batılı bir misafirini ağırlıyordu. Bir ara, halkı üzerindeki gücünü göstermek isteyen Çar, uçurum kenarındaki kulede nöbet tutan bir askere bir parmak işareti

Burada hatırda tutmamız gereken husus, her türlü demokrasi projesinin, esasen bir millet düzeyinde psikolojik, ahlakî, sosyal ve siyasal yani genel kapsamlı bir aydınlatma programı olduğudur. Şu hâlde demokrasi, etimolojik anlamının gösterdiği biçimiyle, bir anayasa sayesinde egemenliği tanınan bir halkın kendini yönetmeye başlaması olarak anlaşılacak kadar basit bir olgu değildir.

yapmış ve bu işaret, askerin uçuruma atlaması

Herhangi bir ülkenin anayasasında böyle bir

için yeterli olmuştu. Bu olayda, despot ve

ifade bulunmayabilir. Yani bu ülke anayasal

köle yan yana bulunmaktadır ki bu demokrasi

sistemine bunu koymamış veya iktidara gelen

duygusunun iki boyutunun da inkârı anlamına

bir despot, örneğin Fransa’da yönetime el koyan

gelmektedir.

Napolyon gibi biri tarafından bu madde silinmiş

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

61


olabilir. Fakat her iki durumda da o halkta

belli bir halkın egemenliğini, o halkın hak ve

demokrasi duygusu yaşamaya devam eder.

özgürlüklerini deklare eden bir anayasa olarak

Çünkü demokrasi kültürü, gelenek ve ananesiyle

görmemiz mümkün değildir. Buraya kadar ele

varlığını koruyabilen, dolayısıyla anayasadan

aldığımız şekliyle bunu, demokratik projeyi

silinmekle veya bir despot tarafından ilga

gerekli gören davranış ve uygulama geleneğinde

edilmekle kaybolacak bir olgu değildir.

aramamız gerekir. Dolayısıyla Müslüman ferdin

İngiltere’ye bakın. Bu ülkede İngiliz halkının hak ve hürriyetlerini garanti eden bir anayasa mevcut değildir. Zaten İngiltere’de böyle bir metin de yoktur. Ancak İngiltere’nin güçlü demokrasi geleneği, sosyo-psikolojik yapısı, son tahlilde ifade etmemiz gerekirse bizzat İngiliz ruhu onu korumakta ve yaşatmaktadır. Dolayısıyla demokrasi, esası ve özü itibarıyla iki taraf arasında bir iktidar teslimi, örneğin kral ile halk arasında bir iktidar devri değildir. Bilakis halkın vicdanında, duygu ve geleneklerinde demokrasinin temellerini oluşturacak ölçü, fikir ve hislerin doğması ve gelişmesi demektir. Anayasa; genellikle, siyasal bir gerçeklik hâline gelen demokratikleşme projesinin fiziksel sonucudur. Esasen halkın taşıdığı gelenek ve zihin yapılarının telkin ettiği ve belli şartlarda

soruya cevap aramak daha isabetli olacaktır. Yani, onun İslam’ın onaylayıp tavsiye ettiği genel prensiplerle irtibatı tarihsel planda nasıl bir süreç takip etmiştir? Çünkü bu prensipler, esasen Müslüman bilincine atılmış tohumlar, toplumun her ferdinde bulunduğu varsayılan İslamî denklemi oluşturan kamu vicdanı ve yapı taşlarıdır. Yeni kurulan ve aynı zamanda kurucu nitelikte olan demokrasi sürecini başlangıç anı itibarıyla dikkate almamız gerekir. Çünkü o an, demokrasi projesinin temel şartlarının olgunlaşmaya başladığı andır. Projenin gelecekteki sonuçlarının tamamı da bu şartlara göre şekillenecektir. Fakat daha önce de açıkladığımız üzere bu tür hareketlerin tamamında oluşum ve başlangıç aşaması biçimsel de olsa insana verdiğimiz

onun duygu ve düşüncelerinin yansıdığı bir

yeni bir tanımla bağlantılı olur. Örneğin Fransız

belgedir. Söz konusu gelenek ve zihin yapılarının

İhtilâli’nde insan “yurttaş” olurken, Rus

dikte etmediği, daha doğrusu arkasında

Devrimi’nde “yoldaş” olur. Bu değerlendirmeye

demokratikleşme zorunluluğunu telkin eden

bağlı olarak demokrasi geleneklerini birbirinden

tarihsel dayanakların bulunmadığı bir belgenin

ayıran farklar ve özellikler daha başından

adı ne olursa olsun hiçbir değeri olmayacaktır.

netleşir. Bu ayrım o kadar yaygınlık ve derinlik

Yeni kurulan bazı Afro-Asyatik devletlerde rastlanan ve güçlü demokrasi geleneği olan ülkelerden yaptıkları anayasa iktibaslarının ne kadar basit durduğu ortadadır. Bu iktibaslar kimi zaman gerekli de olabilirler. Fakat başka

kazanmıştır ki günümüzde artık Avrupa tarzı demokrasi için «Batı demokrasisi», Doğu Bloku ülkelerindeki demokrasi için «halk demokrasisi» veya Çin’deki için «yeni demokrasi» tanımlarını kullanmaktayız.

anayasalardan ödünç alınan şeyler; onları

Daha açık veya kapalı şekilde olsun, kendimizi

başka bir milletin psikolojisine yerleştirecek

birçok demokrasi modeliyle karşı karşıya

özel tedbirlerle birlikte düşünülmezlerse, tek

bulmaktayız. Bunlar, insana verdikleri değere

başlarına kesinlikle yeterli olamazlar.

bağlı olarak farklılıklar taşıyan modeller olup

Sonuç itibarıyla şu açık bir şekilde ortaya çıkmıştır ki, bu sohbetin başında sorulan «İslam’da demokrasi var mıdır?» sorusuna verilecek cevap, esas itibarıyla Kur’an

62

toplum içindeki konumundan hareketle bu

esas itibarıyla ülkede demokrasi projesinin başlangıç şeklini gerçek demokratik değer ve ülkülere ulaşma yolundaki konumunu ifade etmektedirler.

ayetlerinden veya Sünnet kaynaklarından

İnsana yönelik bu yeni değerlendirme, daha

çıkarılmış fıkhî bir hükme fazla da bağlı

başında projenin verimlilik ve performansına

olmayacaktır. Özellikle bizim ilgilendiğimiz

mührünü vurmakta, köle ve despot

bakış açısından bu böyledir. Zira İslamiyet’i,

psikolojisinde demokratik prensiplere direnen

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


negatif faktörlere göre şekillenmektedir.

çıkarma peşinde olmayanlar için yarattık. En

Dolayısıyla, bu bağlamda eşyanın ölçümünün

güzel son takva sahiplerinindir” (Kasas, 28/83)

yapıldığı, tarihte bilinen modellerin ayrışmasını sağlayabilecek bir kıstasa dönüşmektedir. Bunlar, üç bin yıllık Atina demokrasisinden günümüz Çin Halk Cumhuriyeti modeline kadar farklılıklar içeren demokrasi modelleridir. İslamî modeli hariç tutarak bu modelleri şöyle bir irdelersek, esas itibarıyla hemen tamamının insana siyasal haklar (Batı ülkelerinde yurttaşlara tanınan haklar) veya sosyal güvenceler (Doğu Bloku ülkelerinde yoldaşlara

Görüldüğü üzere bu bariyer, Müslüman’ın köleleştirme ve başkalarını ezme çukuruna düşmemesi için konulmuştur. Kölelik çukuruna düşmeyi engellemek için de şu bariyer konulmuştur: “Kendi nefislerine zulmetmiş olanlara melekler soracaklardır: ‘Dünyada ne durumdaydınız?’ Onlar da şöyle cevap verecekler: ‘Biz dünyada ezilip zayıf bırakılmışlardık.’ Melekler: ‘Başka yere hicret

tanınan haklar) vermeyi hedeflediğini görürüz.

edebilmeniz için Allah’ın arzı yeterince geniş

İslam ise, insana her türlü siyasal veya sosyal

yer cehennemdir. Ne kötü bir son! Hicrete

değerin üstünde bir değer bahşetmektedir.

imkân ve gücü olmayan ihtiyarlar, kadınlar ve

Kur’ân-ı Kerim’de ona bu değeri veren

çocuklar arasından –zayıf düşmüşler hâriç. Allah

bizzat Allah Teâlâ’dır: “İnsanı şerefli kıldık”

onları affedecektir. Zira Allah çok bağışlayıcı,

(İsrâ, 17/70) Bu, kâğıda dökülmemiş İslâm

esirgeyicidir.” (Nisâ, 4/96-98)

anayasasının bir tür başlangıç bölümünü oluşturan bir ayettir. Böyle bir başlangıç cümlesi, taşıdığı anlam itibarıyla diğer demokrasi modellerinin hiçbirinde yoktur. İslam’ın insana bakışı, onu Allah’ın verdiği şerefli konumuna oturtma esasına, yani ondaki ilahî boyuta dayanır. Diğerlerinin tamamı ise insanî ve sosyal yönüne bakışı esas alırlar. Dolayısıyla İslam’ın insan değerlendirmesi ona şu veya bu ölçüde bir kutsallık bahşederken beşerî sistemlerin tanıdığı hukukun çok üstünde bir değer verir. Bunlar arasındaki fark, sadece isim/kavram farkı değildir. İnsanın kendine ve diğer insanlara karşı beslediği gerçek duygular arasındaki farktır. İçinde ilahî şeref taşıyan insan, bunun kutsal ağırlığını gerek kendi benliğinde, gerekse diğer insanların şahsında hissedecektir. Böylelikle içindeki demokrasi karşıtı bütün olumsuz etken ve eğilimler dağılıp gidecektir. Müslüman’ın psikolojisine bu genel eğilimi yerleştiren İslam, köleleşme ve köleleştirme uçurumlarına düşmemesi için yolun her iki yanına bariyerler koymuştur. Bu iki bariyer, biri sağdaki diğeri soldaki uçurumu hatırlatan iki ayet-i kerimede zikredilmiştir: Bu ayetlerin ilkinde şöyle buyrulmaktadır: “Şu ahiret yurdunun yeryüzünde büyüklenmek istemeyen ve fesat

değil miydi?’ diyecekler. Onların gideceği

Bu da, âyetin işaret ettiği köleleşme istidadına engel olan ikinci bir bariyerdir. Şu hâlde Müslüman, kendi özünde karşılaşabileceği demokrasi karşıtı eğilimlere karşı Allah’ın kendine lütfettiği şeref ve yolunun iki yanındaki bariyerlerle korunmuştur. Bütün bunlar onun yoldan çıkarak bir despot ya da köle durumuna düşmesini engellemek içindir. Taşıdığı ‹insan’ sıfatı sebebiyle kendisine bahşedilen bu şeref duygusu, mümin olarak hissesine düşen özel bir onurla da takviye edilmiştir: “Gerçek izzet, Allah’a, Peygamber’e ve müminlere aittir.” (Münafikûn, 63/8) Ayetteki “izzet=onur” kelimesi, maddî unsurlara bağlı şan ve şöhreti değil ahlâkî üstünlük ve ruhî inceliği gösterir. Görülen odur ki Müslüman’ı kölelik veya despotluk çukurlarından herhangi birine düşürebilecek birçok olumsuz etken bulunduğu gibi, bir Müslüman sıfatıyla özüne konulmuş olumlu duyguya hâkim olan etkenler de mevcuttur. Buna göre «demokrasi», insanın bu yeni ve ulvî değerlendirilme şekliyle herkesten önce Müslüman’ın vicdanına ekilmiş bulunmaktadır. Çin Halk Cumhuriyeti bile öne çıkardığı “yeni

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

63


demokrasi” kavramıyla sadece yeni kanunları,

demokrasi fertler ve hükümetler bağlamında,

yeni fabrikaları ve yeni yolları değil, esas olarak

özel ve genel işlerde, sistem ve kurumların

insana yönelik bu yeni değerlendirmeyi işaret

hayatında, sosyal gerçeklik dünyasında nasıl

etmektedir. Yeni değerlendirmede yönetim,

gerçekleşecektir?

eşyalardan önce insanları önemsemektedir.

tarafından güvence altına alınan bireysel hak

olsak, bu her şeyden önce insanın demokrasi

ve hürriyetlerle sosyal güvenceleri sunup

duygusuna aykırı eğilimlere karşı aşılanması

sunamayacağını sormamız gerekir?

ve korunması, benliğinde bulunabilecek bu tür temayüllerin tasfiye edilmesidir.

İşte bu, diğer boyut, yani objektif boyuttur.

«Seküler demokrasi» veya «Laisizm» ise insana

naslarından değil, Müslümanların yaşanan

önce haklar ve sosyal güvenceler sunsa da onu

gerçekliklerinden beslenmelidir.

iki tehlikeyle baş başa bırakır: İnsan ya belli çıkar gruplarının, dev sermaye topluluklarının komplolarına kurban olup köleleşir. Ya da diğer insanları sınıfsal bir diktatörlüğün baskısı altında ezer. Bunu yapar; çünkü kendi benliğindeki köleleşme ve köleleştirme temayüllerini ortadan kaldıramamıştır. Zira Yüce Allah’ın şu buyruğunda somutlaşan değişmez yasaya uygun bir dönüşüm yaşanmamış bir toplumda gerçek anlamda bir değişim tasavvur edilemez: “Onlar kendilerinde olan –kötülükleri- değiştirmedikçe Allah bir topluluğun hâlini değiştirmez.” (Ra’d, 13/12)

Buna göre demokrasinin dayanakları, dinin

Bu son gözlemin, biçimsel değeri vardır. Çünkü biz, örneğin “Atina demokrasisi”ni etüt ettiğimizde, bugünkü Yunan halkının yaşadığı gerçekliğin dayanaklarını araştırmayız. Yine de bu, yaşayan Yunan halkının Platon devrini ayrıcalıklı kılan değerleri tamamen kaybettikleri anlamına gelmez. Şu hâlde İslam’da demokrasi olgusunu, genel itibarıyla günümüzde olduğu gibi İslamî geleneklerin taşlaşıp ışık yaymaz hâle geldikleri bir zaman diliminde değil, İslam’ın ilk ortaya çıktığı ve ilk Müslüman toplumun geliştiği

İslam ile demokrasi arasındaki organik ilişki böylece daha net bir şekilde ortaya çıkmış bulunmaktadır. Konuşmamızın başında demokrasiyi etimolojik anlamıyla ele alarak sırf halkın kendi kendini yönetmesi gibi algılamamız hâlinde bu ilişkiyi doğru bir şekilde kavramanın zor olacağı çok açıktı. Aynı zamanda belli bazı ülkelerden hazır bir demokratik anayasayı iktibas etmekle düşülecek hata da şimdi daha açık görülmektedir. Çünkü böyle bir durumda söz konusu belgeleri dikte eden tarihsel tecrübe ve psikolojik temelleri, iktibas edilen anayasa metinleriyle birlikte taşıyamayız. Bunu yapmakla, hayatta gerçekleşmeyecek bir demokrasi projesine sarılmış oluruz. Bu

süreçte araştırmak gerekir. İnsanların bildikleri ve tarihin de teyit ettiği üzere Peygamberimiz ve Dört Halife devrinde bu ruh kuvvetli bir şekilde yaşanmıştır. İslam âlimlerinin de bakış açısı olan bu bakış açısı üzerinde fikir birliği ettiğimizde, İslam’ın vazettiği demokrasi projesinin yaklaşık kırk yıllık bir zaman diliminde tahakkuk ettiğini de söyleyebiliriz. Bu süre zarfında, daha önce bahsettiğimiz tüm psikolojik esaslar yerleşmiş ve bunlar “İslam demokrasisi”nin manevi temelini oluşturacak yeni önermelerle ikmal ve teyit edilmiştir.

saptamalarda bulunarak, İslam’da demokrasiden

Bu önermelerden birini özellikle anmak

bahsetmemizi meşru kılacak dayanakları da

gerekiyor. Çünkü o, İslam toplumunda

ortaya koymuş oluruz.

kölelerin konumuna ilişkin ana noktada insanın

Fakat bu aşamada şu soruyu sormadan geçemiyoruz: Vicdan ve duygu ile bitişik ruh

64

Özellikle de bu demokrasinin, laik demokrasi

«İslam demokrasisi» diye bir şey tarif edecek

değerlendirilmesine tamamlayıcı bir nitelik taşıyor.

âleminde açıkladığımız şekilde kurulacak

Bildiğimiz üzere Atina demokrasisi bu meseleyi,

bu demokrasi nasıl gerçekleşecektir? Aynı

yani köleliği hiç önemsememiş, bilakis faydacı

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


bir açıdan yaklaşmıştır. Atina toplumunda

şöyle buyurmaktadır: “Dostum Cebrail köleye

köleler, ekonomik düzenin vazgeçilmez unsurları

karşı şefkat tavsiye etti. O kadar ki hiçbir

arasında yer alıyorlardı. Bu düzen içinde tek bir

insanın ne köleliğe düşeceğini, ne de bir işe

Allah’ın kulu çıkıp da kölelerin özgürleştirilmesi

zorla koşulabileceğini sandım.”6

gerektiğine, insana değer vermenin ancak bununla tamamlanabileceğine ilişkin bir şey söylememiştir. Hâlbuki İslam, bunun bütün açıklığıyla bir prensip olarak koymuş, şu veya bu şekilde köle konumuna düşmüş insanların da insanî değerlerini vurgulamıştır. Kur’an ve hadis kaynaklarında bununla ilgili birçok hukuksal düzenleme ve teşvik mevcuttur. Bu şekliyle İslam, köleliği aşamalı olarak ortadan kaldırmayı

Peygamber (sav) bütün bu direktifleri, Veda Haccı’nda verdiği hutbede topluca zikretmiştir. Bu hutbe, verildiği ortam, şartlar ve zamanlama sebebiyle bir tür manevî vasiyet niteliği taşımaktadır. Allah Resûlü bu vasiyeti sonraki nesillere bırakmış olup tam anlamıyla bir İnsan Hakları Beyannâmesi niteliğindedir. Kendisi bu hutbede şöyle buyurmuşlardır: «Ey İnsanlar!

esas alan bir gerçeklik oluşturmuştur.

Rabbiniz bir, babanız birdir. Hepiniz Âdem’den

Bu önermelere bir örnek olmak üzere şu

Allah’ın nazarında en değerliniz O’ndan en çok

ayet-i kerimeyi zikredebiliriz: “Biz ona iki yol

korkanınızdır. Ne Arap’ın Acem’e, ne de Acem’in

gösterdik. Ancak o, yükselen yolu seçmedi.

Arap’a takvadan başka üstünlüğü vardır.”7

Yükselen yol nedir bilir misin? Bir boyunduruğu

geliyorsunuz. Âdem de topraktan yaratılmıştır.

çözmek (köle azat etmek)tir.” (Beled, 90/10-13)

Bu tarihî konuşma, yapıldığı ortamın heybet ve

Hür insana yönelik bu tiz çağrı, sanki kölelik

bir İslamî demokrasi projesine dönüşmüştür.

meselesini onun vicdanına işlemeyi, böylelikle meselenin çözülmesini, yani köleliğin aşamalı

tesiriyle bütünleşerek merkezine insanı koyan

Bu projenin, teorik temelleri olduğu gibi

olarak sona ermesini hedefliyor gibiydi.

yaşanan sosyal gerçekliğe yansıyan sonuçları

Bu genel direktifi başka ayetlerde görmek

ve güvencelerde, idarenin işlerinde, onun yetki

mümkündür. Örneğin sadaka yani zekât

ve sınırlarıyla meşruiyet zemininde, yani tek

verilecek yerleri belirleyen ayet bunlardan

kelimeyle demokrasinin gözle görülür bütün

biridir. Yüce Allah orada şöyle buyurmuştur:

özelliklerinde eksiği bulunmaması lazımdı.

“Sadakalar (zekâtlar); fakirler, zayıflar…. ve

bulunmalıydı. Ferdin işlerinde, faydalandığı hak

kölelerin azatlık bedelleri içindir.” (Tevbe, 9/60)

Bu sonuçlar, Sıffin Savaşı’na kadar devam eden

Bu eğilim, Hz. Peygamber’in hadislerinde de

gayet belirgindir. Bunlar, Sıffin Savaşı’na kadar

ifade edilmektedir: “Bir köleyi hürriyetine

geçen dönemde yaşamış Müslüman ferdin en

kavuşturan kişinin, kurtarılan kölenin azalarının

basit hareketinde dahi bütün olgunluğuyla

her birine karşılık kendi azaları cehennem

kendini göstermekteydi. Bu dönem, tam

ateşinden kurtarılacaktır.»3

anlamıyla bir demokratikleşme sürecinden

Başka bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: “Kim kölesine vurur veya döverse kefareti, onu azat etmesidir.”4 Bir başka hadiste kölelerle ilgili bir vasiyette bulunmaktadır: “Onlar Allah’ın sizin emrinize verdiği kardeşlerinizdir, onlara kendi yediğinizden yedirin, giydiklerinizden giydirin.”5 Bir diğer hadis-i şeriflerinde Peygamber (sav)

kuruluş anayasasıyla ilgili gelişim sürecinde

ibaretti. İslami demokrasi projesini hayata geçirme yolunda ilerleyen nesil, bu iradesini hem fiil hem de davranış tarzıyla kanıtlamıştı. İlke ve prensiplerin yeni gelişen bu toplum üzerindeki etkileri, her şeyden çok fiziksel gerçeklikte gözlenmekte, bu boyutla ilgili sınırları sosyal hayatta bariz bir şekilde izlenmekteydi. Söz konusu prensiplerin sınırlarıyla birlikte

Sünen-i Nesâî, 6/26; Sünen-i Ebî Dâvud, 3966.

6

Sünen/i Ebî Dâvud, 5168.

7

3 4

Sahih-i Buharî, 1/80-81; Sahih-i Müslim, 1661.

5

Mecmau’z-zevâid, 3/16. Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 5/411; el-Mu’cemu’l-kebîr, 18/12-13

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

65


yaşanan hayat gerçeğini etkileme boyutu, geri

gerçekliğe yansıması işte böyle ortaya

kalmışlık ve demokratik oluşum dönemine

çıkmaktadır. Bunu daha önce açıklamıştık.

rastlayan devirlere göre farklılık içerir. Bu süreci

Fransız İhtilali’nin «Ne rab, ne efendi isteriz»

izlediğimizde uygulamadaki sınırlarıyla birlikte

sloganına mukabil, İslam Devrimi’nin sloganını

birçok teorik prensiple karşılaşırız. Bunlardan

«Ne kölelik isteriz, ne tiranlık!» şeklinde ifade

biri de ulü’l-emre ait iktidarın halk üzerinde

etmek mümkündür.

hükümranlık tesis etme hakkını düzenleyen şu ayettir:

İslam toplumunun bu en dinamik evresinde, manevî hürriyetlerin nasıl korunduğu ve vicdan

“Ey iman edenler! Allah’a itaat ediniz, Hz.

hürriyeti şu ayet-i kerimeyle pek güzel açığa

Peygamber’e ve içinizde idareyi elinde

çıkmaktadır: “Dinde zorlama yoktur. Yolun

bulunduranlara da itaat ediniz! Eğer herhangi

doğrusu eğrisinden ayrılmıştır.” (Bakara, 2/256)

bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, onun çözümünü Allah’a ve Peygambere havale etmelisiniz.” (Nisâ, 4/59) Görüldüğü gibi ayet-i kerimeyle konulan prensip, iktidarın ayrıcalıklarına dikkat çekmektedir. Halife Hz. Ömer (ra) yönetimi teslim aldığı gün yaptığı konuşmasında bu teorik prensibin

İnsanın despotizme ve köleliğe düşmesine mani olmak için İslâm demokrasisi tarafından takip edilen yolun kenarlarına konulan engellerin etkinliği, hemen anlaşılmaktadır. Çalışma ve seyahat hürriyeti ise şu ayet-i kerime ile güvence altına alınmıştır:

gerçekçi sınırlarını açıkça ifade etmiştir.

«Yeryüzünü sizin için gezilebilir kılan O’dur.

Kendisine biat eden, yani itaat etme sözü veren

Varın onun omuzlarında yürüyün de rızkından

mümin topluluğa, bu itaatin sınırlarını çizerek

yiyin.» (Mülk, 67/15)

şunları söylemiştir: «Sizden biri bende herhangi bir sapma görecek olursa onu düzeltmelidir.” Böylelikle İslam tarihinin o muhteşem anında başa geçen bir Müslüman yöneticinin vicdanında nasıl bir iktidar fikri olduğunu görmüş bulunuyoruz. Halife Ömer (ra), İslam demokrasisinin kaderini ele almanın şuurunu

İfade hürriyetine gelince, İslam’ın ilk günlerinden itibaren kabul gören prensiplerden biri olmuştu. Nitekim Allah’ın Elçisi, ashabını kendi görüş ve kararlarını tartışmaya alıştırırdı. Örneğin Bedir Savaşı’nda ordunun karargâh kurmak için uygun yeri kendisi seçmişti. Fakat Ensar’dan biri, bu tercihe karşı çıkarak

açıkça ortaya koymuştur.

daha uygun görünen bir başka yeri gösterdi.

Fakat aynı anda bu konuşmayı dinleyen

Bu olayı nakleden rivayetlerin tamamında

ve yönetilme konumunda bulunan sıradan

Peygamber’imizin, bu sahabinin fikrine uyduğu

vatandaşın vicdanındaki itaat fikrine dair de

bildirilmektedir. O’nun bu tutumu, Müslüman

bir tavırla karşılaşıyoruz. Halife’yi dinleyen

kamuoyuna yol gösterme noktasında çok

bir bedevi kalkıyor ve Büyük Halife’ye şöyle

etkileyici bir örnek oluşturmaktaydı.8

Bu yer, savaşın gereklerine daha uygundu.

mukabelede bulunuyor: “Allah’a andolsun ki eğer sende bir sapma görürsek seni şu

Mihir miktarının belirlenmesi meselesinde

kılıçlarımızla düzeltiriz!”

de benzer bir uygulamayla karşılaşıyoruz.

Görüldüğü üzere iktidarın sınırları, hem sade

istemişti. Böylelikle evliliğin kolaylaşmasını

vatandaş hem de bizzat devlet başkanının

sağlamayı düşünüyordu. Minberde bu fikrini

vicdanında aynı netlikte tezahür etmiş

Müslümanlara açtığında yaşlı bir hanım, Halife

durumdadır.

Ömer’in böyle bir tedbir alma hakkı olmadığını

Hz. Ömer, mihir için bir üst sınır belirlemek

İslam demokrasisini gerçekleştirme sürecinde, insanı kölelik ve tiranlık uçurumlarına düşmekten korumak üzere gittiği yolun iki tarafına bariyerler koyma fikrinin sosyal

söyledi. Ardından mihir bedelini evlenenlerin kendilerinin tespit etmesini açıkça emreden bir Kur’an-ı Kerim ayetini okudu. Bunun üzerine Halife, kadının sözünü doğru bularak: “Kadın el-Hâkim, el-Müstedrek, 3/426-427.

8

66

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


doğru söyledi, Ömer yanıldı” demekle yetindi. Mesken dokunulmazlığı da bir ayetle teminat altına alınmıştır: “Ey iman edenler! Size ait

Bu prensibin belli başlı neticeleri, İslam demokrasisinin hayata geçirilmesi sürecinde yapılan uygulamalarda açıkça görülmektedir.

olmayan evlere, sakinlerinden izin almadan ve

Bu ayette nasıl İslam yargısının sahip olduğu

onları selamlamadan girmeyin.” (Nûr, 24/27)

adalet fikrinin dayandığı teorik zemini

Temel ferdî hürriyetleri güvence altına alan ve koruyan bu eğilim, bunlarla ilgili genel kısıtlamaları da içermiş ve bunlar, Peygamberimizin şu meşhur hadisinde yer almıştır: “Allah’ın koyduğu sınırların gereğini yapmaya çalışanlar hep birlikte gemiye binen

buluyorsak, başka bir belgede bu adaletin canlı hâline tanık olmaktayız. İslam yargısının iftihar ettiği bu tarihî belge, Halife Hz. Ömer’in, günümüzdeki karşılığı Cumhuriyet Başsavcısı olan Kadı Ebu Musa el-Eş’arî’ye vasiyetidir. Büyük Halife şöyle demektedir:

insanlar misâli bu gemide bir köşeye sahiptirler.

«Adaletine başvuranlar hakkında, huzurunda,

Yolculardan bir bölümü geminin alt, bir kısmı

meclisinde ve yargında eşit davran. Öyle ki ne

da üst kısmındaydı. Altta kalanlar, sularını

eşraftan biri seni saptırma ümidine kapılsın, ne

çektikten sonra üstte kalanların yanına gittiler

de zayıf biri adaletinden ümitsizliğe düşsün.”

ve şöyle dediler: Kendi bölümümüzde bir delik açsak üstümüzdekilere zarar vermiş olmayız! Eğer üsttekiler onlara müsaade ederlerse hep birlikte boğulup helak olurlar. Ellerinden tutup mani olurlarsa kendileri de kurtulur, onlar da kurtulur.”

Bu vasiyet, asla göz ardı edilmiş bir belge olarak kalmamıştır. Nitekim İslam demokrasisinin hükümran olduğu devirde, sayısız olayda somut vakıalara dönüşmüştür. Buraya kadar saydıklarımızın tamamı, siyasal

Bireysel hak ve hürriyetlerin bu şekilde ve bazı durumlarda kısıtlanması, temel bir kamu hukuku prensibini ortaya koymuştur. İslam hukukuna göre, toplum yararı, fert yararına tercih edilir. Ancak tatbikat, ferdi hürriyetlere uygulanan kısıtlamayı maddî ve manevî olarak mümkün olduğu kadar yumuşatır. Bu konuda Yahudi bir kadınla Hz. Ömer arasında geçen bir olay anlatılır. Bu Yahudi kadın, kendisine ait olan bir arsayı terk etmek zorunda olduğuna inanmıyordu. Oysa arsa Kudüs’te halifenin adını taşıyan meşhur Ömer Camii’nin inşası için planlanan alanda bulunuyordu. Camiyi yapmakla görevli yetkili, davacı kadının görüşüne başvurmaksızın işe girişti ve kamu yararının önceliği ilkesine dayandı. Ama kadın, davayı Halife’nin huzuruna götürerek, camii inşaatının

demokrasi olarak isimlendirilen şeyin, yani bireye sunulan güvencelerin devamını ve iktidara bahşedilmiş gücün iyi kullanılmasını sağlayacak bir sistemin genel özelliklerini oluştururlar. İslam, öyle bir sisteme sahiptir ki yönetimin yapılandığı biçimsel formda devlet başkanı yetkilerini ümmetin –günümüz tabiriyle halkın- biatiyle teslim alır. Burada halk, yaratılış ve ahlak bakımından üstün niteliklere sahip insanlarla temsil edilir. Bunlar bir tür senato benzeri bir heyet oluşturarak halife olacak şahsı, şura prensibine uygun biçimde tayin ederler. Şura, bizzat Kur’an tarafından tasvip edilmiş ve Hazret-i Peygamber’e tavsiye edilmiş bir araçtır: “Emri onlarla istişare et.” (Âl-i İmran, 3/14) “Onların işleri, aralarında şura iledir.” (Şura, 42/38)

bir Yahudi için kamu yararı olamayacağı ilkesine

Bütün bu gözlemler ışığında, ilk İslamî idarenin

dayandı. Halife kadını haklı bularak onun lehine

başından itibaren ve icraatta bulunduğu

hüküm verdi.

dönem boyunca, demokrat olduğunu söylemek

Görüldüğü gibi İslam adaleti, insan hangi dine mensup olursa olsun Allah’ın ona izafe etmiş olduğu ilahî değere dayalı bakışa dayanıyordu. Bu prensip de Kur’an’da açıklanmıştı: “İnsanlar

doğru olacaktır. İslam, fertlere iktidarı kurma sürecinde sorumluluk ve iktidarın kötüye kullanılması hâlinde güvenceler sunan siyasal demokrasinin tüm özelliklerini taşır.

arasında hükmettiğiniz zaman adaletle

Fakat Fransız İhtilali’nden beri yaşanan

hükmediniz.” (Nisâ, 4/58)

deneyimler şunu göstermektedir ki fert,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

67


maddi refahını sağlayan sosyal güvencelerden

günümüzde de her Müslüman, üzerine düşen

faydalanmadığı zaman hürriyetleri çok zayıf ve

vecibeleri yerine getirmeye çalışmaktadır. Bilakis

yetersiz kalmaktadır

iktidarın da bu fiilleri sergilemesi gerekir. O ilk

Siyasi bakımdan gelişmiş bazı ülkelerde (hür vatandaş) fiili durumda, birbiriyle anlaşmış büyük çıkar gruplarının kölesi hâline gelmekte ve bu sebeple İnsan Hakları Beyannamesi’nin teorik olarak sağladığı hakları kaybederken bunların hayatına tam olarak yansımadığını görmektedir.

bunun izleri açıkça görülmekteydi. Siyer kaynaklarında bunların yansımalarını bolca görmekteyiz. Bir gün Halife Ömer, bir bebeğin, memeden erken kesildiği için ağladığını haber almıştı. Annesi, devletin sütten kesilen çocuklara bağladığı gıda yardımını bir an önce almak için yavrusunu sütten kesmişti. Bunun üzerine Halife

Sosyal ve siyasal değerler arasında farklılık oluşan ülkelerde nasıl sınıf mücadeleleri yaşandığını görmekteyiz. Bu ülkelerde “yurttaş”a gerekli sosyal güvenceler verilse de, demokrasinin bu türünde siyasal hürriyetler neredeyse tamamen kısıtlanmaktadır. İslam ise siyasî hürriyet verdiği fertlerin maddî ve ekonomik durumları için de gerekli önlemleri alarak bu tehlikeyi bertaraf etmiştir. Bu bakımdan İslam, siyasî demokrasi ile sosyal demokrasinin başarılı bir sentezi gibi görünmektedir.

Ömer, Medine’de şöyle bir ferman ilan ettirdi: “Çocuklarınızı sütten kesmek için acele etmeyin! Hazineden her bebeğe maaş bağlayacağız.” Bu ferman bize, İslâm demokrasisinin çocuk yardımı konusunda günümüz Avrupa memleketlerinde bile görülemeyen bir anlayışla devlet müdahalesini getirdiğini göstermektedir. Çocuk bakım meselesi günümüzde, Avrupa’nın gelişmiş memleketlerinde anne adına dikkate alınır. Bu örnekte ise, İslam demokrasisi meseleyi, çocuk adına, hatta anneye rağmen ele almıştır. Çünkü Avrupa ülkelerinde «çocuk yardımı» olarak bilinen ödenekler, ebeveyne

İslâm hukuku, yukarıda saydığımız siyasî nitelikleri ekonomiyle ilgili diğer demokratik önlemlerle takviye etmiştir. Demokrasi projesi, ekonomik alanda servetin muayyen ve belli bir kaç elde toplanmaması gibi bazı genel kurallara dayanır. Servet dağılımını bu

yapılır. İslam devletinde ise bizzat çocuk adına yapılmıştır. Neticenin aynı olacağı söylense dahi, İslam demokrasisinin hareket ve anlayışı kayda değer bir farklılık içermektedir. Hz. Ömer gibi İslâm demokrasisinin devlet başkanlığı makamında bulunan bir zatın halkın

esasa göre ayarlayan ekonomik bir düzen getirir.

işleriyle bu kadar yakından ilgilenmesindeki

Zekâtı emreden Kur’an bu günkü sosyal ve

değildir. Ama başka bir örnekte gördüğümüz

ekonomik fikirlerin doğuşundan binlerce yıl önce

üzere İslam demokrasisini yaşayan halk da aynı

sosyal bir düzenin yasal zeminini oluşturmuştur.

derecede haklarının idraki içindedir. Fakirliğinin

Allah’ın Elçisi zekât prensibinin zaruretini açıklarken bugün sosyalist ideolojinin kendi tekelinde göstermeye çalıştığı dayanakları zikretmektedir: “Allah zengin Müslümanların

vicdan yüksekliğine hayran olmamak mümkün

sebeplerini Halife’ye bağlayarak sitem eden yaşlı kadına, “Ömer nerden bilsin senin derdini?!» dediği vakit, yokluk içinde kıvranan yaşlı kadın hiddetle cevap verir: «Niye halife oldu öyleyse?”

servetinden, fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamak

Aslında sadece bir devlet başkanı veya halktan

için bir pay ayırmıştır. Zira fakirler ancak

bir ihtiyar kadının vicdanları karşısında duruyor

zenginlerin hataları sebebiyle aç ve çıplak

değiliz. Bilakis kendimizi İslam’ın şekillendirdiği

kalırlar.”

demokratik vicdanın karşısında hissediyoruz.

9

Kur’an ve Sünnet tarafından emredilen bu ilke, bu özellikteki diğer ilkeler gibi sadece fertlerin fiilleriyle gerçekleştirilmez. Çünkü Taberânî, el-Mucemu’s-saîr, 453;

9

68

demokratik toplumda, hükümetin direktiflerinde

Her ikisinde de bu şuur hâlini doğuran kuvvet, İslam’dır. Her şeyden önce gerek devlet gücünün gerek fertlerin fiillerinde, İslam’ın, manevî, sosyal ve siyasal yapının temeline yerleştirmiş olduğu yüksek insan anlayışının

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


tezahür ettiğini görmekteyiz.

talip olmasın”10 buyurmuştur.

Müslümanların ekonomik hayatlarını düzenleyen

Gayet açıktır ki köylü malını şehirde kalabileceği

bir başka kural da faiz yasağıdır.

sınırlı bir süre içinde satmak zorundadır. Bu

Bu yasak İslam dünyasının ekonomik yapısına damgasını vurmuş, toplum açısından ne kadar faydalı işler yaptıkları tartışılan faize dayalı bankacılık ve tefeciliğin önüne geçmiştir. Faizin yürürlükte olduğu memleketlerde bankaların

yüzden fiyatta çok fazla ısrarcı olamayacaktır. Fakat bu malı satın alan şehirli, dilediği fiyatta ısrar etmek suretiyle ürünün fiyatını yükseltecektir. Bu, tüketicinin aleyhine bir durum olup bir tür parazitliktir.

paraya atfettikleri her şeye muktedir olma

İslam, asalaklığın bu türünü yasakladığı gibi,

niteliği, İslam toplumundaki parada mevcut

meyvelerin satıcının eline gelmeden satılmasını

değildir.

da menetmiştir. Enes b. Mâlik (ra) tarafından

Her devrin ölçüsüne göre ticarî tekeli ve sanayi tröstlerini bankalar vasıtasıyla biriktirilmiş olan para oluşturur. Bu da sermayeye korkunç ölçüde bir güç kazandırmak anlamına gelir. Sonuç olarak faiz yasağı, gelişmiş ülkelerin ulusal yapısı üzerine, birinden diğerine geçen nakit akışının, sonradan ancak bir devrimle temizlenebilecek tortular bırakmasını kesin surette önlemiştir.

rivayet edilen hadiste «Allah Resûlü (sav) meyvelerin olgunlaşıncaya kadar satılmasını nehyederek şöyle buyurmuştur: Ya Allah o meyveyi vermezse, sizden biri kardeşinin parasını hangi meşru hakla almış olur?”11 İslâm demokrasisinin sosyal boyutunu oluşturan bu yasal hükümlerin, İslâm toplumunun dünyevî hayatına da yansıyarak maddi bakımdan sağlıklı bir kalkınma yaşamasını sağladığı ve Müslümanları ekonomik sistemin köleleri veya

Faiz yasağı, paranın iktidarını sınırlamış ve Müslüman’ın, ekonomik hayatta bir iktisadî despotluğun kurbanı olması ihtimalini ortadan kaldırmıştır.

tiranları olmaktan kurtardığı bilinmektedir. Böylelikle siyasal bakımdan olduğu kadar ekonomik ve sosyolojik bakımdan da İslâm demokrasisi dediğimiz kurumun temelini

Fakat bu sınırlandırmayı yalnız İslam toplumunda değil, Müslüman’ın vicdanında da yapmıştır. Bunu da sırf faiz yasağıyla değil, başka hükümlerle de desteklemiştir. Bu hükümlerden birisi de karaborsacılıktır. Bu, sadece az bulunan maddeler üzerinde yapılan vurgunculuğu değil, vurgunculuğun her türünü mücadele edilmesi gereken bir kötülük kabul eder.

oluşturan kural ve prensipler, iktidarın icraatına olduğu kadar fertlerin hareketlerine de öncülük etmiştir. En azından İslâm tarihinin zirve noktasını teşkil eden demokratikleşme sürecinde bu böyledir. Bu süreci gerçekleştirerek teorik ilkeleri toplumsal realitelere dönüştüren ise, İslam’ın insana ilk başta yüklediği değerdir. Bir nefis muhasebesi anından sonra, İslam

Üretici ile tüketici arasındaki gereksiz her aracı bir haksız kazanç kapısını temsil eder. Haksız kazanç ve vurgun ise sonuç itibarıyla tüketicinin kurban edilmesi demektir. Bu yüzden vurgunculuk ve karaborsacılık, ekonomik asalaklıktır. Ebû Hüreyre’nin naklettiği bir hadis ise asalaklığın her türünü mahkûm etmektedir. Peygamber (sav), Ebu Hüreyre’nin rivayetine göre “Hiçbir şehirli, bir köylünün şehre getirdiği malı tekrar satmak için almaya

tarihinin kaydettiği şu çığlığa bakınız: “Yazık sana ey Ömer! Kim bilir kaç Müslüman çocuğunun canına kıydın!”12 Halife Ömer, emzikli bebekleri olan annelerle ilgili fermanını çıkarmadan önce böyle bir tehlikenin yaşandığını hatırladıkça kendini affetmiyordu. Hadiseyi gereği gibi anlayabilmek Sahih-i Buharî, 4/313; Nesâî, 7/257.

10

İmam Mâlik, Muvatta, 2/618.

11

Bu hadisenin ayrıntıları ve kıssanın tamamı için bkz.

12

Tabakâtu İbn Sa’d, c. 3, Bölüm 1, s. 217.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

69


için öncelikle şunu görmek gerekir: Bu çığlık,

daha kontrol ettiğini görmekteyiz. Tarihimizde

Hazreti Ömer’in dünyevî plana sonradan bir

hüküm sürmüş birçok büyük hanedan, örneğin

emirle yansıtmış olduğu ahlakî olmaktan önce,

Kuzey Afrika’da Murabıtlar Hanedanı despotizme

böyle bir ahlâkî kuralı henüz formüle etmemiş

karşı isyandır.

bir vicdanın derinliğinden kopmuş olan vicdanî bir çığlıktır. Gerçekten de Müslüman ferdin kendine ve başkalarına karşı taşıdığı duygular, vicdanında yepyeni bir insan değerlendirmesi olması itibarıyla en değerli emanetlerdir. Emzikteki bir bebek, Hazret-i Ömer’in gözünde, ne gelecekte ergin olacak bir insan, ne de müstakbel bir vatandaştır. Büyük Halife, bir bebeğin şahsında, sadece insanlığın veya toplumun somutlaşmış hâlini görmemektedir. Daha da öte giderek o küçük varlıkta Yüce Allah’ın, doğuşundan itibaren lütfetmiş olduğu ilâhî vasfı, o sonsuz değeri görmektedir. Günümüz deyimiyle İslam demokrasisinden bahsederken, kudsî ruha sahip bir demokrasi dememiz gerekmektedir. Nitekim tarih de kudsî ilke ve prensiplerin ne kadar kalıcı ve ne kadar

İslam demokrasi ruhunun en kıymetli mümessilleri olan bu insanlar asırlarca hüküm sürmüşlerdir. Sıffin Savaşı’ndan sonraki ikinci kırılmaya kadar bu isyan ve tepkiler devam etmiştir. İkinci kırılmanın tarihi kesin olarak verilemezse de şu tespitte bulunulabilir: İslam medeniyetinin son bulması. Bu da başlangıçta insana verilen değer anlayışının fizikî iktidar ve devlet kapısından kovulduktan sonra fertlerin vicdanlarındaki manevî sistemden de atılması sürecidir. İşte o andan itibaren İslam medeniyeti, temel direği ve belkemiği olan insan anlayışını kaybettiği için, duraklamaya girmiş ve tükenmiştir. Dolayısıyla İslâm demokrasisi de insanının anlamını yitirdiği diğer medeniyetlerle

tesirli olduğunu göstermektedir.

aşağı yukarı aynı kaderi paylaşmıştır.

Okuyucu, konuyla ilgili olarak buraya kadar

Diğer soruları başka bir sohbete bırakarak şu

aktardığımız bütün misallerin Hicret ile Sıffîn Savaşı arasındaki döneme ait olduğunu gözden uzak tutmamalıdır.

noktanın üzerinde durmak istiyorum: Peki İslam ülkelerinde demokrasinin geleceği ne olacaktır? Hiç kuşkusuz bu ülkelerin hemen hepsinde,

İslâm dünyasındaki ilk büyük çatlak (Sıffin), demokratik hamleyi sert bir şekilde frenlemişse de tam silememiş, demokratik anlayış ve davranışlar, gerek fert gerekse devlet planında uzun zaman tatbik edilmiş ve güzel neticeler doğurmuştur.

demokratik planda uyanışı müjdeleyen bir birikim ve mayalanma mevcuttur. Hatta bazılarında yeni ve sonuçları bakımından ümit verici demokrasi tecrübeleri yaşanmaktadır. Ama bütün bu girişimler ancak Müslüman ferdin vicdanına, insana yönelik yeni bir değerlendirme

Muâviye devrini demokratik anlayışın gerilemesi olarak görmek isabetli görülebilir. Ondan sonra İslâm dünyasında birçok “despot” tipi ortaya çıkmışsa da, köle tipi ortaya çıkmamıştır.

mantığı kazandırıldığı takdirde, yani onu despot ve köle tiplerinin üzerine çıkaracak bir insanî bakış açısı uygulanmasıyla ve o nispette başarılı olacaktır.

Şam’da el-Hadrâ sarayını yaptırdığı için Muaviye’ye tepki gösteren Ebu Zerr-i Gıfarî ile Halife arasında yaşanan diyalog pek ilginçtir. Büyük Sahabi, Müslümanların Halifesini azarlayarak aynen şunları söylemiştir: «Bu sarayı Müslümanların parasıyla yaptırıyorsan hırsızlık, kendi paranla yaptırıyorsan müsriflik yapıyorsun!” İslamî vicdanın devlet yönetimini uzun süre

70

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ

Demokrasi Sorunu Muhammed Abid El - Cabiri “Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma” isimli kitabından alıntılanmıştır.

1-Arap-İslam Dünyasında Bir Talep Olarak Demokrasi Demokrasi sloganının, bugün Arap dünyasında ‘halkların talepleri’ arasında en revaçta olan slogan olduğu tartışma gö­türmez bir gerçektir. O bugün, bütün Arap ülkelerinde ‘konsen­süs’ hâlinde ortaya çıkan bir taleptir. Herkes onu talep ediyor ve onun gerekliliğini haykırıyor. Hatta onu talep etmede aşırı istekli olmayan ya da sonuçlarından fazla hayır beklemeyenler bile, onu övüyor veya en azından susup, ona aykırı görüş belirtmekten ka­çınıyor. Eğer Arap kamuoyuna bugün ‘demokrasi’den neyi kastet­ tikleri sorulacak olsa, alınacak cevap, başta düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü, siyaset

Bunların hiçbirinin olduğunu zannetmiyorum. Bugün talep edilen ‘demokrasi’, dün reddedilenin bizzat kendisidir. Bu sadece slogan düzeyinde değil, aynı zamanda pratik düzeyde de böyle­dir. Şöyle ki, herhangi bir Arap ülkesindeki pek çok kimse, eski günlere, 50’li yılların başlarındaki basına, partilere, parlamento­lara ve kültürel kulüplere olan özlemlerini gizlemiyorlar. Bunlar, eskiden, çoğu kimsenin, hile ve sömürünün somutlaştığı kurum­lar olarak görüldüğü; bugün ise, yine çoğu kimsenin şimdikinden bin kat daha iyi olduklarını söylemekten çekinmedikleri kurumlardır. Bununla birlikte, bu kimselere, şu veya bu Arap ülkesin­deki mevcut ‘demokrasi deneyimi’ hakkında soru yönetildiği za­man, bir sürü çekinceler ortaya koymakta tereddüt göstermedik­leri görülür. Bazen bunun da ötesinde, bu ülkedeki köklü muha­lefetin sahte demokrasinin oyununa gelmesi hususundaki üzün­tülerini ortaya koymaktadırlar. Eğer aynı soru bu muhalefetin biz­zat kendisine sorulacak

yapma özgürlüğü, parti kurma özgürlü­ğü, seçim

olsa -aslında bu soruyu ona yöneltmeye gerek

özgürlüğü vb. birtakım siyasi taleplerden oluşan

yok, zira bu muhalif grubun yanında yer alan

bir lis­te olacaktır. Kısacası, bugünkü talepler, 20

basının yazdıklarını, liderlerinin ve vekillerinin

yıl önce ve yine aynı Arap dünyasında ‘burjuva

parlamento içinde ve dışında söylediklerini takip

demokrasisi’ diye nitelendirilen talebin aynısıdır.

etmek yeterlidir- bir tek cevap alınır, o da şu­dur:

Bu ‘demokrasi’, 60’lı yıllarda Arap ülkelerinin

Seçmenlere baskı, kanun/yönetmeliklerde hile,

tamamın­da eleştiri, aşağılama hatta hakaret

vatandaşların iradesi ile oynamak; bütün bunlar,

konusu olan demokrasidir.

Arap dünyasındaki ‘demokra­si’ uygulamalarında

Düşüncedeki bu değişiklik ne anlama gelmektedir? ‘Demokra­si’ mi değişti? Yoksa değişen, Arap vatandaşlarının sorunları mı­

yerleşik bir fenomen olmuştur. Bununla bir­likte, bu şekliyle de olsa, ‘demokrasi’, ‘herkes’in bir talebi olma­ya devam etmektedir.

dır? Yoksa Arap düşüncesinin olaylara bakışı mı

O zaman bu fenomenin analizi ve anlaşılması

değişti?

nasıl mümkün olacak?

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

71


Kendini oluşturan tarafları, analiz etmeksizin,

Arap ülkesindeki çağdaş elitlerin sıkıntı çektiği

bu fenomeni an­lamanın mümkün olduğunu

teh­likeli boşluk, kendisiyle halk toplulukları

sanmıyorum. Bu taraflar, bize göre üç tanedir:

arasında, tüm siyasi, top­lumsal ve kültürel

Birincisi, demokrasi hakkında konuşup onu

alanlarda, hatta manevi ve dinî alanda -olması

talep eden ve Arap dünyasındaki demokrasi

gereken- organik ilişkinin bulunmamasıdır.

uygulamalarını eleştirenlerdir. Biz, “Bugün

O hâlde, “Herkes de­mokrasiyi talep ediyor.”

herkes demokrasiyi talep ediyor.” derken,

dediğimizde, buradaki ‘herkes’ kelimesi yanıltıcı

‘herkes’ kelimesi içine bunları da katıyoruz.

olabilir. Çünkü bu kelimeden kastedilen,

İkincisi ise, acıların ve yasak­ların sıkıntısını

gerçekten ‘her­kes değil, bilakis sadece güç ve

çeken mevcut Arap realitesinden “yegane

imkanı olan ‘herkes’tir.

kurtuluş yolu” olması itibarıyla demokrasiyle kendileri için oluşturdukları biçimdir. Üçüncüsü ise, realitenin bizzat kendisi, yani mevcut Arap

şey, şehirlerde olduğu gibi, taşrada da Arap

realitesidir.

topluluklarının kahir ekseriyetinin demokrasiyi

Birincisini tanımaya başlayalım ve soralım:

henüz girmemiş olduğudur; bu elit tabakayı,

Bugün Arap dün­yasında gerçekten ‘demokrasi’yi

günün birinde gerçekten ‘herkes’ yapmaya

kim talep ediyor? Cevabın şu şe­kilde olacağı

götürecek ne eski ne de yeni kanallar vardır.

talep eden ‘herkes’ dairesine girmediği ya da

kesindir: İktidar dışında kalan, yönetimde olmayan herkes... Bu cevap, açık veya dolaylı biçimde şu vurguyu beraberinde taşımaktadır: iktidardan sadece “mutlu azınlık, iktidar gü­cüne sahip fırsatçılar vb. yararlandığından, herkes

Diğer yandan, şehirlerde olduğu gibi taşrada da halkın içinde organik bir şekilde var olmasına rağmen, ‘çağdaş elitler’in görmez­den geldiği bir kitle daha vardır: Esas itibarıyla kendilerine

-halkın tümü- demokrasiyi talep etmektedir.”

bazen ‘din adamları’ bazen de selefiler ve

Fakat ‘herkes’in -söz konusu mutlu azınlık hariç-

‘gelenekçi elit’ kesim... Onlar, -sadece imkân

demokrasi­yi istediği doğru mudur? Burada

olarak değil- fiilî olarak ‘elit’tir; çünkü onlar,

‘herkes’ kelimesinin kullanılışı bir abartma değil

geçmişi referans alsa­lar bile, ideolojik düzlemde

midir? Ya da durum, bilinen bir tür ideolojik

geleceği planlamaktadırlar. Nitekim onlar,

genel­lemeyle ilişkili değil midir?

toplumsal realite düzleminde de halk kitleleriyle

Durum hakikaten böyledir. Şöyle ki, demokrasiyi zorunlu bir sorun gibi ele alıp, talep edenler, maalesef küçük bir gruptur. Onlar, Arap vatandaşları içinde ‘azınlığın azınlığı’dır. Onlar, Arap dünyasında ‘çağdaş elitler’ diyebileceğimiz grubun bireyleridir. Bu bireylerden kastım, kültürel ve ekonomik açıdan veya siyasi sığın­ma bakımından, siyaset ve medeniyet bilinçlerinin temel unsurla­rından birini liberal Batı’yla ilişki içinde bulunmalarının oluşturdu­ğu kimselerdir. Evet, bu çağdaş elitlerin -bu ismi hak eden tüm elitler gibi- ‘geleceği planlama’ ve ‘herkes’

72

Bu gözlemler esnasında vurgulamak istediğimiz

köktenciler vb. denilen kim­selerin oluşturduğu

organik bir bağ kurabilmekte ya da bu bağı asgari düzeyde bir çaba ve sü­reyle pratiğe dönüştürebilmektedirler. Onların da, kendileri ve peşlerinden gelen pek çok kimse adına ‘demokrasi’ istediklerini söylemek doğru olur mu? Evet onlar, ‘genel anlamda’ demokrasiyi reddetmiyorlar; fakat demokrasiyi ‘şûra’ şeklinde ifade etmeyi ter­cih ediyorlar, hatta bunda ısrar ediyorlar. Burada gündeme gelen soru şudur: Demokrasi şûra mıdır? İkisi arasında bir uyum müm­kün müdür? Bu, ayrıntılı olarak ele alınması gereken bir konudur.

adına konuşma hakla­rı vardır; aksi takdirde,

Aksi takdirde, Arap toplumunda demokrasiden

elit olma kimliklerini yitirirler. Bu doğru­

söz etmenin bir an­lamı olmayacaktır. Bu

dur; ancak, elitliğin sadece ideolojik yönle,

meseleyi detaylandırmak, çağdaş ve gele­nekçi

yani ütopya düzlemin­de ‘geleceği planlama’

‘elitler’in oluşturduğu zihinsel yapıyı belirlemek

yönüyle sınırlandırılamayacağını unutma­mak

demektir. Bi­rinin ‘şûra’, diğerinin ise ‘demokrasi’

gerekir. Hatta elit kesim ile bu kesimin başında

dediği şeyden kastedilen ne­dir? Bu, daha önce

bulunduğu toplum arasında organik bir bağ

bahsettiğimiz olguyu belirleyen yönlerin ikinci­

kurmak gerekir. Hepsinde olma­sa da, birçok

sidir. Gelecek başlıkta bunun analizine tekrar

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


slogan olarak ele almakla yetindiğimiz,

döneceğiz. Arap dünyasında veya Arap dünyası için demokrasi talebi ol­gusunu belirleyen üçüncü taraf ise, bizzat mevcut Arap realitesi­dir. Bu konuda gündeme getirilmesi gereken mesele, genel ola­rak, Arap realitesinin demokrasiye ne derece müsait olduğu ve demokrasinin, onun sorunlarını ne derecede çözebileceği konusu değil; aksine, demokrasiden, Arap dünyasının geldiği bu aşama­da yerine getirmesi beklenen ‘tarihsel görev’dir. Bu, şu anlama gelmektedir: Arap dünyası için talep edilen demokrasinin içeriği­ni, ne Yunan, Roma, modern Avrupa ya da Amerika’daki anlam ve uygulama türünde, ne de İslam’da uygulanmış ya da uygulan­ması gereken şûra anlamında; bilakis mevcut Arap toplumunda yerine getirmesi gereken tarihsel görev çerçevesinde belirlenme­sinde aramak gerekir. Bu tarihsel görev nasıl tespit edilmesi ge­rekir? Bu, bir sonraki başlık altında ele alacağımız bir konudur.

onu olumsuzlama yöntemiyle tanımlamaya çalıştığımız ve yine ondan, “istibdat türlerinin tamamen ya da büyük ölçüde ortadan kalk­ masından başka bir şey” anlamadığımız sürece, bizim zihnimizde ‘üstümüzdeki sema’ kadar netmiş gibi gözükmektedir. Demokra­ si kavramının, özsel dinamikleri ve temel unsurlarını zikretmek suretiyle, onu olumlama yöntemiyle tanımlamaya çalışmalıyız ki, cahili olduğumuz pek çok şey, bu kavramın bizdeki mevcut an­lamını belirleyen, bu ‘açık’ ve sade zihinsel yapıyı istila etsin. Bu meseleyi daha derinlemesine incelemek ve bizim düşünürlerimi­zin -bütün insanlar demiyorum- demokrasi hakkında yazdıkları kitap ve makalelerde esinlendikleri ‘örnek’ araştırılmak istendi­ğinde, bu kavramın, çağdaş düşüncemizdeki uyanış dönemine ait kavramlar gibi, tamamen farklı iki referans aracılığıyla tanımlan­dığı görülür. Geleneksel referans ve uyanışçı referans, mevcut Arap gerçeğini olduğu gibi dile getirmemektedir. Birincisi, demok­rasiyi,

2. Şûra Başka Demokrasi Başkadır

Arap-İslam geleneğindeki şûrâ çerçevesinde

Çağdaş Arap söylemimizdeki demokrasi,

Avrupa’da demokrasi için verilen mücadelelerin

özgürlük ve birlik gibi popüler kavramlar, herhangi bir tanıma ihtiyaç duymayan ‘se­ma/ gökyüzü’ kelimesi gibi olmuştur. Eskiler, tarife

okumaktadır. İkincisi ise, tanımın unsurlarını elde ettiği gelişmeden devşirmektedir ki, bu müca­dele Avrupa’da üç asırdan fazla sürmüştür.

‘ihtiyaç’ duy­mayan ‘açık’ durumlar için, “Bu

Bu iki referans çerçevesinde, çağdaş Arap

mesele, ‘gökyüzü üstümüzde’ türündendir.”

düşüncesinde ta­nımlandığı şekliyle demokrasinin

derlerdi. Gerçekten, demokrasiyi talep eden ve

biçimini aydınlatmaya çalışalım ve geleneksel

onun uğrunda mücadele veren Arap zihnindeki

referanstan başlayalım.

‘demokrasi’nin anlamı gayet açıktır. Ancak, bu açıklık çoğu zaman, az önce geçen ifa­dedeki ‘sema’ anlamının açıklığından öteye gitmez. Bu anlamıyla demokrasi, semanın/gökyüzünün yeryüzünün karşıtı olması gibi, tamamen zulmün karşıtıdır. Fakat bugün, gökyüzü yeryüzünün karşıtı ya da üstü olduğunu söylemek yeterli midir? Asla yeterli değildir. Gökyüzü geçmişte girift, karanlık dünyalar ve bilinmez­lerden ibaretti. Bugün ise, geçmiştekinden daha girift ve bilinmez­dir. İnsanlık semada/uzayda yeni bir şey keşfedip onu kurguladığı zaman, önünde daha derin ve daha geniş bilinmezlerin oldu­ğunu

Araplar, geçen asırda Batı’yla ve onun liberal fikirleriyle yüz yüze gelmeye başladıklarında, onlardan bir grup -özellikle de da­ha sonra ‘selefiler’ olarak isimlendirilenler-, Avrupa liberalizminin tüm kavramlarının, ‘eski’ Arap-İslam düşüncesinde yakın ya da denk karşılıklarını aramaya koyuldular. Onlar, çoğu zaman, bu yakınlık ve benzerlik kurma girişimlerini başarısız kılan aşılmaz zorluklarla karşılaşmalarına rağmen, ‘Avrupa demokrasisi’ kavra­mı ile ‘İslam şûrâsı’ kavramları arasında uyum sağlamada hiç zor­lanmadılar ya da en

görmektedir.

azından, hiç tereddüt göstermediler. O gün­den

Modern ve çağdaş Arap düşüncesinde demokrasi

onun veri­leri vasıtasıyla düşünenlere göre,

kavramının bu türden bir kavram olmasından

demokrasi, tek bir şeyi ifade ediyordu; o da,

korkarım. Çünkü bu kavram, alternatif bir

‘şûrâ’ idi. Durum, bu şekildeki bir mukayeseden,

beri, geleneksel referans çerçevesinde ve sadece

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

73


‘şûrâ’ kelimesinin kastedilen anlamı daha iyi

şey göremeyiz. Hz. Ömer’in uygulama­

ifade ettiği gerekçesiyle ‘demokrasi’ kelimesini

ları ise, ‘istibdat’ ile adaletin karmasından

kullanmaktan kaçınan selefi ya da köktenci

oluşan uygulamalardır. Geleneksel referans

-aralarında fark yoktur- düşünceye dönüştü.

perspektifinden bakıldığında, en ideal yöne­

Birtakım ‘yabancı’ isimleri kullanmaktan kaçınıp, tamamen ‘öz­gün’ Arapça İslami kelimelere bağlı kalmanın, Avrupa Rönesansı referansıyla ilişkileri fazlasıyla koparmaya yönelen genel bir ide­olojik tutumu yansıttığına işaret etmek gerekir. Bu, ikinci kuşak selefilerde gördüğümüz bir husustur. Afgani ve Abduh gibi selefi öncülerin, Arap-İslam geleneksel referansı ile Avrupa ‘Rönesans re­feransı’ arasında köprü kurma konusunda aşırı istekli olduklarını görüyoruz. Burada, Avrupa kökenli kavramların karşılığı olarak kullandıkları İslami kavramlara yüklenen içerikleri araştırırken, bu öncülerin iki referans arasında bir köprü kurma konusundaki taleplerini göz önünde bulundurmakta yarar vardır. Onlar, de­mokrasi ile şûrayı, aralarında bir uyumun varlığından ya da onla­rı birbirinden ayıran farkları bilmediklerinden değil, geleneğe

yönetimdir. Dolayısıy­la, Arap-İslam geleneksel içeriği itibarıyla şûra, mutlak olarak is­tibdada bir alternatif değil, sadece istibdadın bir çeşidinin alter­natifidir. Bu baskı çeşidi, zalim yöneticinin zulme neden olacak uygulamalarından doğan baskıdır. Yönetici, herhangi bir konuda işe başlamadan önce, din âlimlerinden ve toplumun önde gelen­lerinden oluşan “ehlu’l-hall ve’lakd”in görüşünü sormak demek olan istişare ya da şûraya dayanarak -istemesi hâlinde ya da Al­lah’ın onu doğru yola iletmesi hâlinde- zulmü bertaraf eder ve ondan kaçınır. Bu anlamıyla şûrâ, istişare edip etmeme konusun­da yöneticiyi bağlayıcı değildir. O istişare eder, fakat neticede son karar kendisinindir; isterse şûra heyetinin görüşüne göre hareket eder, isterse aksi yönde hareket eder.

aşı­rı bağlı din adamlarını ve belki de yöneticileri

İşte şûrânın, geleneksel referanstaki içeriği

bir açıdan tatmin etmeyi amaçlayan ideolojik

bundan ibarettir. Kuşkusuz, bu referans

bir uygulama çerçevesinde karşılaştır­mışlardır.

çerçevesinde düşünen kişi, Kur’an’a, özel­likle

Onlar, demokrasi çağrısında bulunmanın İslam

şu ayetlere dayanır; “...iş(ler)de onlara danış”1

ülkesine bir bid’at ya da yabancı bir unsuru

ve “(Onların) işleri, aralarında şûra/danışma

sokmak anlamına gelmediği, zira demokrasinin,

iledir.”2 Şu kadar var ki, ‘şûra’ ke­limesinin

Batılıların bizdeki şûranın karşılığı olan şeye

sözlük anlamı, bu ayetlerde yer aldığı şekliyle,

verdikleri isimden başka bir şey olmadığını

İslami açıdan olması gerektiği gibi, hassas ve

söyleyerek, onların gö­nüllerini almaya

ayrıntılı bir yönetim anla­yışı çıkarmaya izin

çalışmışlardır. Bir başka açıdan da, bu ideolojik

vermez. Şöyle ki, dilsel referansta tanımlandı­

uygulama, bizim geleneğimizin verilerini ve

ğı gibi ‘şûra’, şerâ kökünden olup, ‘almak’

medeniyetimizin dina­miklerini, çağdaş seviyeye

manasındadır. Sözlük­lerin bu kelimenin izahında

yükseltmeyi hedeflemektedir. Bunun anlamı,

aktardıkları ve aynı zamanda tefsircilerin de

bizim, problemlerimizin çözümünün, dinî ve fikrî

dayandıkları örnek, Arapların şu sözüdür: Şirtu’l-

geleneği­mizde bulunduğudur. Bütün problem,

’asel (bal aldım), yani onu kaynağından aldım.

bu geleneği anlama biçi­minde odaklanmaktadır.

Şöyle denir: Şâvertu fulanen (filana danıştım),

İşte bu mekanizma, öz varlığı ve kendi­

yani “Benim ve onun görüşünü ortaya çıkardım.”

ni savunmaya vurgu yapan mekanizmalardan

O hâlde şûrâ; fikri, ehlinden almak demektir.

biridir.

Fikir almak, o fikre tamamen bağlı olmak

Biz bu tür ideolojik uygulamayı bırakıp, en iyi yönetim biçimi olması bakımından demokrasiye bir alternatif olarak şûrayı öne çıkaran geleneksel referans çerçevesinde düşünen kimsenin zih­nindeki şekillenmeleri araştırdığımızda, literatürde yer aldığı şekliyle Hz. Ömer’in uygulamalarını bir araya getiren bir tür yönetim alternatifinden başka bir

74

tim biçimi, ‘adil bir müstebit’in uyguladığı

anlamına gelmez. Nitekim “görüşlerine baş­ vurulacak kimseler” de, belirli ve sınırlı sayıda kimseler değildir­ler. O hâlde, şûrâ, yöneticiyi bağlayıcı olmadığı gibi, şûrâya katı­lacak olanlar da değişmez değildir. Onlar, yalnızca “ehlu’l-hall ve’l-akd” kavramı ile ifade edilirler. “Ehlu’l-hall 3. Al-i İmran, 159.

1

42. Şura, 38.

2

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ve’l-akd”den maksat, toplumda ilmî, sosyal,

hilafet ve imamet konularında ‘şûrâ’ meselesini

ekonomik ya da dinî bakımdan bir otorite­ye

ele almamışlardır. Onlardan hiç kimse ‘şûrâ’yı

sahip olan kimselerdir. Fakat bunun ne nitelik,

hilafete bir koşul kılmamıştır. Bu da, hilafet

ne nicelik, ne yer ve ne de zaman bakımından

meselesinde, İslam fıkıh teorisinin, halife­

bir tanımı yapılmıştır.

nin isteyerek veya istemeyerek biat edenlere

Bu açıklamalar, dilsel referansta tanımlanan şekliyle şûrânın anlamlarına ilişkin açıklamalardır. Söz konusu iki ayetin bağlamı­na gelince, buradaki emir, vücup mânâsı içermez. Bu, tefsircilerin sözlerinden anlaşılmaktadır. Bazı müfessirler, “Onları affet, onlar için istiğfar et, iş(ler)de onlara danış.”3 ayeti hakkında şöy­le demişlerdir: Bu ayette hitap, Hz. Peygamber’e yönelik olup, ço­ğul zamiri Uhud Savaşı’nda hezimete uğrayan Müslümanlara işaret etmektedir. Buna göre, ayet şöyle izah ediliyor: Uhud günün­de sana karşı takındıkları tavır konusunda onları bağışla, Allah hakkıyla ilgili hususlarda onlar için istiğfar et, işlerde onlara da­nış; yani onların gönüllerini hoş tutmak ve güçlerini artırmak için savaş konusunda ve hakkında vahiy gelmemiş hususlarda onlara danış. “Onların işleri aralarında şûra/danışma iledir.” ayeti ise, özel olarak idarecilerin değil, ‘inananların, yani genel olarak mü­min cemaatin

karşı değil, sadece Allah’a karşı sorumlu olması üzerine kurulmasındandır. Halife ile insanlar arasındaki teorik tek sözleşme/akit ise, onları Allah’ın in­dirdikleriyle yönetmesidir; çünkü Allah’ın bildirdiği konularda ge­nel olsun özel olsun, insanların görüşlerine başvurmanın gerekli­liği yoktur. Çünkü talep edilen, halifenin/ yöneticinin içtihadına göre Şeriat’ın tatbikidir. Bu nedenledir ki, halifenin, “yeni olaylar hakkında ictihad edebilecek bilgi birikimine sahip olması” şart koşulmuştur, işte, İslam’da şûrâ, yönetici için aslâ bir yükümlülük değil, bir öğüt, bir erdem olarak kalmaktadır. Öyleyse, eskilerin ifade kalıbıyla söylemek gerekirse, “şûrâ başka demokrasi başka­dır.” Bu başkalık, demokrasi kavramının derinlemesine tahlil edil­mesinden ve özgün referansı olan Avrupa referansındaki boyut­larının açıklanmasından sonra daha da açığa çıkacaktır.

güzel özelliklerinden bahsetmektedir. Bu,

3. Demokrasi: Zor Doğum

şûranın her mümine ait bir erdem olduğu

Arap uyanış düşüncesiyle modern çağdaş

anlamına gelir. Mümin, yapma­ya niyetlendiği tüm işlerde mümin kardeşine danışır; fakat görü­şüne başvurduğu kişinin görüşünce hareket etmek şart değildir, işte böyle, yöneticinin yapacağı tüm iş, danışmaktan ibarettir. Ka­ rarın sorumluluğu sadece yöneticiye aittir. Buna mukabil, şûrâ üyeleri de, hakkında şûrâ yapılmış olsa bile, yöneticinin hatasının sorumluluğunu taşımazlar. Buna karşılık, yönetici de onlara karşı sorumlu değildir. Bu, geleneksel referansın, şûrâ kavramıyla ilgili bize sunduğu içeriktir. Bu kavram, ‘güzel ahlak’ ve ‘güzel âdet’ dairesi içinde olup farzlar ve vacipler dairesinde değildir. Bundan dolayı, fıkıh usûlcüleri ve diğerlerinin, bu iki ayeti, yasamanın bir kaynağı ola­rak değil, İslam ahlakını ve genel dinî erdemleri bildiren ayetler olarak kabul ettiklerini görürüz. İslam fıkhının -konularının çok­luğuna rağmen- ‘şûrâ’ başlıklı bir bölümü yoktur. Hatta kelamcı ve fıkıhçılar, 3. Al-i İmran, 159

3

Avrupa düşüncesi ara­sındaki ilişkiye hâkim olan ve olmaya devam eden sabitelerden birisi, asırlar ötesine kadar uzanan gelişim zincirinin bir sonucu olarak Avrupa’da ortaya çıkan düşünce ve teorileri, Arap uyanış düşüncesinin, kendi uyanış beklentilerini ve umutlarını üzerine kuracağı bir öncül olarak almasıdır. Bir başka deyişle, Avrupa’da şartın ya da illetin konusu olan şey, burada şartın ya da illetin bizzat kendisi olmaktadır. Darwin’in evrim teorisi ortaya çıktığında, Avrupa’da bunu des­tekleyen felsefi ve sosyolojik teoriler, onun için ideolojik bir taçlandırmaydı. Burada, Arap dünyasında, bu teori tüm ayrıntılarıy­la birlikte alındı ve Arapların ilerleme ve uyanışını sağlamanın yegâne bilimsel temeli ve kefili olarak sunulan siyasi ve sosyolojik birtakım görüşler, bu teori üzerine oturtuldu. Avrupa’daki gelişim sürecinin bir sonucu olarak orada ortaya çıkan siyasi ve sosyolo­jik düşünce ve teoriler, Arap dünyasında ilerlemenin

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

75


bir öncülü ve koşulu olarak rol oynamıştır.

daha fazla, sadece ilerleme için değil, bizzat

Bunlardan birisi ‘demokrasi’ me­selesidir.

Arap var­lığını korumak için de zorunludur. Biz

Bir zamanlar ve bugün Arap dünyasında

bunu gelecek başlık altında detaylandıracağız.

demokrasi, Arapların herhangi bir düzlemde

Ancak, Arap ülkeleri için demokrasinin bir zo­

gerçekleştirebilecekleri her ilerle­menin ilk şartı

runluluk olduğu inancı, bizi, realiteye olduğu

olarak alındı. Oysaki Avrupa’nın bugün yaşadığı

gibi bakmaktan alıkoymamalıdır. Tarihsel olarak

demokrasinin en az üç asır önce yaşadığı

şekillendiği biçimiyle Arap realitesi, gelişiminin

gelişmeler, mücadele­ler, hatta savaşlar zincirinin

hiçbir aşamasında demokrasiyle tanışmamıştır.

bir sonucu olduğunu herkes bilir.

Arap dünyası, uzun tarihi boyunca, demokrasiyi

Bizim, en azından mevcut konjonktürde, -ki bu konjonktür şimdi bir asrı aşmaktadır- Avrupa Rönesansı ile kendi uyanışımı­zı ya da olmasını istediğimiz şey arasında bir ayırıma gitmek zo­runda olduğumuz doğrudur. Bizim de, Avrupa’nın kendi aydın­lanmasında başladığı fikrî, sosyal, ekonomik ve sanayiye yönelik alanlardan başlamamız zorunlu, hatta mümkün değildir. Aksine, mantık, gerek aklın gerekse yaşadığımız çağın mantığı (ikisi bir­birinden farklıymış gibi!..) bizden, en yakın yolu tutarak sadece edilgen ve tüketici olarak değil, etken ve üretici olarak çağdaş medeniyet kafilesine dahil olmamızı beklemektedir. Fakat bu, Av­ rupa’da ve Arap dünyasında ortaya çıkanları, onların durumlarını ve bizim durumumuzu kök ve dallarıyla net olarak bilme konu­sunda ısrarcı olmaktan muaf tutmaz. Çünkü bizden ve ilerlemiş dünya kervanına katılmak isteyen her milletten istenen, sadece nakil yapmak ve kopya etmek değildir. Çünkü bu en ufak bir fayda sağlamaz; aksine, en azından, nakledilen tarafta bulunan bazı güçlerin olumsuz tepkilerine yol açarak büyük zararlar verebilir. Bu durum karşısında bizden istenen şey, ister düşünce ve teoriler, isterse sistem ve kurumlarla ilgili olsun, taşınan bu şey­lerin bizdeki ortama uyumunu ve bizim toprağımızda yetişmesi­ni sağlamak için çalışmaktır; ta ki, bizim realitemizin verileriyle organik bir ilişki içine girebilsin. Bu olmadan, başka yerden taşı­nan fikir ve teorilerin, değişimi harekete geçiren bir güç, tecdid sağlayan bir etken ve ilerlemeyi tesis edecek bir unsur hâline gel­mesi mümkün değildir.

76

Avrupa’da bir fikir ve kurumlar olarak ortaya çıkaran koşul ve gelişmelerin aynısını ya­ şamamıştır. Aksine, bir bütün veya parçalar hâlinde Arap dünyası, başlangıcından beri -en azından bilinen- düşünsel, siyasal ve top­ lumsal bir sistem olarak demokrasiye götüren koşullardan tama­men farklı ve kendine özgü koşul ve ortamlarda yaşamıştır. Demokrasi, feodal sistemin çözülüp derebeyinin otoritesinin yıkılmasıyla ve buna karşılık da, önce Yunanlılarda, sonra da Ro­malılarda ‘şehir’ olgusunun ve ‘vatandaş’ düşüncesinin ortaya çıkma­sıyla tarihsel bir ilişki içine girmiştir. Hıristiyanlık, bir devlet, hat­ta bir imparatorluğun ortasında doğduğundan, bir güç hâline ge­ lir gelmez imparatorun otoritesiyle çatışmaya başlamıştır. İşte bu, Kilise ile devlet arasındaki uzun bir çatışma zincirinin başlangıcı olmuştur. Devlet ve Kilise’den her biri, diğerinin otoritesini sınır­lamak ve kendi otoritesini en üstün kılmak istiyordu. Devlet ve Kilise’nin birbirlerine karşı giriştikleri, en yüksek otoriteyi elinde bulunduranın otoritesini sınırlama konusundaki çekişmeye kendileri adına hükmeden veya en azından sahip olduğu mal varlığı ve savaşçılara dayanarak ‘mutlak’ otoriteyi yürüten “büyük feodal yapılara” karşı, “küçük feodal yapılar” da dahil olmuştur. Yine buradaki çekişme, kralın ya da imparatorun otoritesini sınırlandırmak için devam etmiştir. Bu çekişme, yerel ve genel ‘temsilî’ meclislerin oluşmasını gündeme getirmiştir. Bu meclislerin yerel böl­gedeki halkın tamamı tarafından seçilmeyip, aksine ya atama ya miras ya da derebeyleriyle diğer toplulukların

O hâlde, bu talep ışığında araştırmamızın

‘önde gelenleri’nin bir tür seçimiyle oluşmasına

konusu olan demok­rasi sorununu inceleyelim

rağmen, en azından mali alanda kral ya da

ve hemen şuna vurgu yapalım: Biz sa­dece

imparatorun yetkisini bir tür sınırlandırma işlevi

duygusal olarak değil, aynı zamanda aklen

görüyordu. Zira kral, bu yerel meclislerin onayını

de tam olarak inanıyoruz ki, Arap dünyasında

almadıkça, vergi koyamı­yordu. Orta Çağlarda,

demokrasi, bugün, bütün geçmiş za­manlardan

yani ‘feodal’ sistemlerin olduğu çağlarda bi­

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


le, Avrupa’da, yönetimi mutlak surette elinde

yönelik fetva vermek zorunda bırakılmadılar

bulunduran yöneti­cinin istibdadına karşı, sürekli

mı? Aksi yönde fetva verebildiler mi? Devamlı

dinî ve sivil bir mücadele vardı. Herhalde bunu

olarak yöneticilerin yaptıklarını kabul etmek

en iyi gösteren, Avrupa’da zalim “yöneticinin

ile kılıç arasında bir tercih yapmak durumunda

ka­nını helal saymak, onu öldürmek” anlamına

kalmadılar mı? Fitneden kaçınmak gerektiği

gelen tyrannicide si­yasi kavramıdır. Bu, örfen

iddiasıyla “devlet başkanına karşı ayaklan­

meşru hâle gelmiş ve bazı din adam­ları, zalim

mak” konusunda fetva vermekten çekinmediler

yöneticinin kanının helal olduğunu açıkça

mi? Bu nedenle, âlimler şu ilkeyi yerleştirmeye

dile getirmiş­lerdir. Bütün bunlar, Orta Çağ’da

çalıştılar: “Zalim bir yönetici, yöneticisiz

meydana gelmiştir. XVII. yüzyıl­dan başlayan

kalmaktan iyidir.” Bu ilke, teslimiyetçi ruhun

modern çağda ise, zalim otoriteye karşı verilen

kökleş­mesi ve siyasi tavrın bir temeli olan

mü­cadele, kentlerin oluşmasıyla, daha sonra

“olandan daha iyisi mümkün değildir” anlayışının

ise modern anlamıyla demokrasi için verilen

benimsemenin bir sonucudur.

mücadele sancağını taşıyan burjuva sınıfı­nı teşkil eden toplumsal bir güç olarak tüccar ve sanayici grupla­rın oluşmasıyla daha da genişleyip derinleşmiştir. Modern anla­mıyla demokrasi ise, yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrıl­ masıyla birlikte, özgür seçim ve yöneticilerin

İster Avrupa tarihiyle ilgili olsun, ister bizim tarihimize özgü olsun, yukarıda yaptığımız hatırlatmalardan kastımız, şu gerçeğe dikkat çekmektir: Biz Arap dünyasında demokrasiyi talep eder­ken, gerçekte, bizim dünyamızın, ne

denetlenmesi anla­mına gelmektedir.

fikrî ne siyasi ne toplumsal ne de ekonomik

Arap dünyasında ise durum tamamen başka

bir değişim meydana getirmek istiyoruz. O

bir seyirde yürü­müştür. Firavun ya da kralın

hâlde büyük bir güç, sürekli bir çalışma ve

sadece despot hükümdarlar olarak değil, aynı

Eyyüb sabrını göstermek gerekir. Herhangi

zamanda bir ilah olarak davrandığı Firavunlar

bir Arap ülkesinde herhangi bir demokrasi

çağı Mı­sır medeniyetinde ya da Mezopotamya

deneyimi, olması ge­rekenin dışında bir tarzda

medeniyetlerindeki eski ‘şark despotizmi’

kendini gösterirse ve ona da aslâ demokratik

olarak bilinen uygulamalara kadar gitmeden

olmayan veya demokrasinin zıddı olan bir

şunu söyleyebiliriz: Mevcut realitemizin ilişkili

şey eşlik eder veya onu takip ederse, bu

olduğu Arap-İslam medeniyetinde, yönetim,

durumda demokrasinin bizzat kendisini inkar

aslâ değişmeyen, bireysel yönetim teme­line

etmememiz gerekir. Bir çocuk dünyaya getirmek

dayalı bir tek şekle uygun olarak devam etmiştir.

arzusunda olan bir anne, mide bulantılarına,

Yönetici, is­ter halife, ister kral, isterse emîr

ceninin tekmelerine ve hareketlerine, aynı

olsun; yönetimi ister ‘rıza’ ve ‘biat’le -ki, bu çok

zamanda dikkat ve perhiz gerektiren her şeye

nadirdir- isterse kaba kuvvet ve baskıyla —bu

katlanmaya mahkûmdur. Bunların hepsinden

devamlı olan şeydi- ele geçiren daima bireysel

sonra da zor­lu doğum gelir. Bazen -bu belki

yönetimdi. Bu fe­nomen, Arap düşünsel, vicdani

bizim durumumuzdur- sezaryen de gerekebilir.

ve dinî yapısında, ideal yönetim örneğinin ‘adil

Dolayısıyla, bizim toplumumuzda demokrasi ko­

müstebit’, yani zulmetmeyen, şûrada çıkan

lay bir sorun değildir. Bir aşamadan diğerine bir

kararı uygulamada yükümlü olmasa da önemli

geçiş değil, bila­kis yeni ve çok zor bir doğumdur.

bakımdan bir benzerine tanık olduğu tarihsel

ve büyük işlerde danışandır. İşte bu nedenle, İslam siyasi literatürü, nasîhatu’l-muluk (kral­ lara öğütler) diye bilinen şeklin ötesine geçmez. Öyleyse, İslam siyasal düşüncesinde temel konu

4. Demokrasi: Beşerî Egemenlikte Ortaklık

nasihattir; denetim ve otoriteyi sınırlama değil.

Gündeme getirilmesinde hiçbir fayda olmayan

Nasihati kabul eden ve onu kısmen uygulayan

‘ekstra’ birtakım sorular vardır. Çünkü insanlar

yönetici, erdemli, ideal yöneticidir. Fakat tarihte,

onun cevabının tek, bilinen ve apaçık bir cevap

kaç tane böylesi ‘erdemli’ yönetici çıkmıştır?

olduğunu düşünür; dolayısıyla, bu ‘bildik’ ceva­

Fakihler, her dönemde ‘mefdulun/iyinin’ ‘efdali/

bın soru yerine konulmasının, iyilik, güzellik vb.

daha iyiyi’ yönetmesinin doğru olduğuna

yüksek değerler gibi, kendisinde karmaşıklık

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

77


bulunmayan ve açık olan hususlara şüphe

Söylediğimiz gibi, bütün bunlar, gerçek amacının

sokmak türünden bir şey olduğunu düşünürler.

halk iradesinin egemenliği olduğunu sandığımız

Bizde in­sanların çekingen biçimde ve fakat

demokrasi adına meydana gele­bilir ve bunun

bilinçsizce bir ısrarla sormak­tan kaçındıkları

kaçınılmaz sonucu da demokrasiyi reddetmek

bu tip sorulardan biri de, demokrasiyle ilgilidir.

olur ve bu durumda, insanları demokrasiden

Biz ‘hep birlikte’ demokrasiyi talep ediyoruz

soğutmak ve genelde süslü ve şiirsel birtakım

ve ‘hep birlikte’ bu isteği desteklemek için

alternatif sloganlar ortaya koymak kaçınılmaz

alkış tutuyoruz. Fakat önce şunu kendimi­

hâle gelebilir. Böylece demokrasiyi soru konusu

ze sormalıyız: Niçin demokrasi? Bu, en azından mevcut koşullar­da nahoş görüp onaylamayacağımız bir sorudur. Birimiz bu soru­ da ısrar etse ve bizden biri de bunu normal karşılayıp cevap ver­mek istese ‘tercih’ edeceği cevap, genelde, şu itirazvari sorular türünden olacaktır: “Niçin özgürlük?” “Niçin ekmek?” “Niçin su?” “Niçin hava?” Bunun anlamı, demokrasinin tıpkı özgürlük, ekmek, su ve hava derecesinde hayati bir zaruret oluşudur. Bu doğrudur; ancak bu, şiirsel bir cevaptır. Şiirsel cevap da bütün Arapların bildiği gibi, hakikatten uzak ve mecaza dayanan bir cevaptır. Me­caza dayanmak ise ‘açık söz’ün özelliklerinden ve ‘söz’de yaratı­cılık yemlerinden biridir. Bunda bir kuşku yok. Ne var ki, bizzat beyan bilginlerinin de dediği gibi, “her sözün söylenecek bir ye­ ri vardır”. ‘Demokrasi’nin, en azından bizim mevcut gerçeğimize, hatta bütün durumlara oranla yeri, mecaz değil, hakikattir. O hâlde, bütün ciddiyetimizle ve sorumlulukla birbirimize so­ralım: Biz niçin demokrasiyi talep ediyoruz? Ondan istediğimiz şey nedir? Bu sorunun ortaya atılması, sadece bir tanımının yapılmasını değil, aynı zamanda demokrasinin boyutlarını ve sonuçlarını hedeflemelidir. Çünkü zannedilir ki, demokrasinin tüm amacı tanı­ mında özetlenmiştir. Bu tarif de, demokrasinin, “halkın kendi ken­dini yönetmesi” veya en kötü şekliyle “halkın iradesini egemen kılmak” şeklindeki tarifidir. Bazen parlamentoların; bireylerin özgürlüklerini kısıtlayıcı, vergilerle yüklerini artırıcı veya fakiri daha fakir, zengini de daha zengin eden birtakım kanunlar çıkardıkla­

78

yap­maya gerek kalmaz. Bu, 50’li yılların sonunda ve 60’lı yılların bü­yük bir kısmında bizde meydana gelen durumdur. Sadece de­ mokrasi ve onun yararları konusunda şüphe aramakla sınırlı ol­mayan, onu kötüleyen birtakım sözler okuduk ve işittik. Birçok Arap ülkesindeki depolar ve genel kütüphaneler, demokrasi ve onun organlarına yönelik övgü ve yergi ile dolu kitap ve eserle­ri barındırmaktadır. Bu tür tepkileri gösterenlerin iyi niyetli olduklarından kuşku duymuyoruz. Çünkü Arap dünyasının 40’lı yıllar ile 50’li yılların başlarında tanık olduğu demokrasi deneyimleri hayal kırıklığına yol açmıştır. Bununla birlikte, sert ve kontrolsüz tepkilere neden olan hayal kırıklığı bir şekilde haklı görülse de, aynı beklentiyi yeniden gözden geçirerek, bu hayal kırıklığının bertaraf edilmesi gerekir. Zira bu umut ve beklenti, olması gerekenden daha bü­yük, boş hayalden ibaret veya kafayı kuma sokmak türünden ola­bilir. O hâlde demokrasi konusundaki beklentimizi gözden geçi­relim ve yeniden soralım: Niçin demokrasi? Demokraside doğrudan amacın, yönetim sorununu çözebile­cek en iyi formülü ortaya koymak olduğu tartışmasız bir gerçek­tir. Bu formül, yöneticilerin, yönetilenlerin iradesine boyun eğme­lerini veya onların, halkın rüşt çağına erişmiş bireylerinin tamamı tarafından özgür bir seçimle oluşturulmuş birtakım organlar ve kurumların koruyup kolladığı ve etkin kıldığı kanun ve nizamlar gereği buna mecbur olmalarını sağlayacaktır. Eğer biz işin bu yö­ nünü en alt sınırından alır ve demokrasiden bunu gerçekleştirme­sini istersek, gerçekte,

rını, bazen ülkenin egemenliğini ipotek altına

sadece şimdi olduğu, hatta devlet, beylik­

alan veya herhan­gi bir hakkını gasp eden bazı

ler ve imparatorluklar kurduğu bütün tarihsel

antlaşmalara bağlı kaldığını gördü­ğümüz gibi,

aşamalarındaki gi­bi değil, farklı görünümleriyle

bazen de halkın iradesinin seçimler esnasında

Arap konjonktüründe tarihsel bir inkılâbı

veya bizzat parlamentolarda saptırıldığını ve

gerçekleştirmeyi arzulamış oluruz. Arap

çarpıtıldığını görürüz.

dünyasında dev­letin yapısı, bugün olduğu gibi

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


geçmişte de, yönetimde ‘ortak’ ka­bul etmeme

Arap dünyasındaki siyasi uygulama düzleminde

yönüyle temayüz etmiştir. Demokrasi ise öz

egemen olan, ‘birlik’ olunca, ‘çokluk’, hat­ta bazı

itibarıy­la, yönetimde ‘ortaklık’tan başka bir

durumlarda ‘azlık’, toplumsal düzlemde yaygın

şey değildir. Allah’ın birliği­ne iman etmek dinî

realite ol­maktadır. Bizim çokluktan kastımız,

inancımızın temel taşı olup, bunu muhafaza

sadece bölgesel yapıların çokluğu değil, bilakis

etmemiz gerekir. Ancak bu muhafaza da,

tek bir bölgede gruplar, azınlıklar ve etnik

Allah’tan başka her şe­yin çok sayıda olduğuna

çokluktur. Düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü

ve çokluk esası üzerine dayanması ge­

ve çok partili par­lamenter sistem anlamına

rektiğine inanmakla olur. Bunların başında

gelen demokrasi, bu çoklukların kendi­lerini

da, kendisinden birli­ği kesin bir surette

olumlu bir şekilde gerçekleştirmeleri için uygun

soyutlamamız gereken beşerî egemenlik gelir. O

bir çerçe­vedir. Şöyle ki, hizipçilik, kabilecilik

hâlde, biz Araplar ve Müslümanlar, uluhiyet ve

ve aşiretçiliğin, demokratik yaşamın temel

rububiyet ala­nında ortaklığın ol(a)mayacağına

fenomenlerinden biri olan çok partililiğin dışında

inandığımız kadar, yönetim ve siyasette

hiçbir alternatifi yoktur. Siyasi partilerin varlığı

ortaklığın zorunluluğuna inanmadığımız sürece,

ve örgütlenmele­ri, sınıfsal çıkarları oluşturan

demok­rasiye bir anlam verip, onun içeriğine açık

açık ideolojik tercihlere odaklanıp dayandığı

bir biçimde fikrî ve toplumsal birtakım boyutlar

zaman -ki bu olmadan hiçbir parti, parti olmaz-

kazandıramayız.

ko­laylıkla organik toplumsal çerçeveyi deler,

O hâlde, şunu kaydedelim ki, demokrasiden Arap dünyasında ihdas etmesi beklenen tarihî dönüşümlerden birisi, düşünce ve inanç zemininde bir dönüşüm, bilinçte bir dönüşüm ve “uluhiyet alanında birlik” ile “yönetim ve siyaset alanındaki çokluk ve or­taklığın’’ arasını nihai bir biçimde ayırmaya dayanan bir dönüşü­mü gerçekleştirmesidir. (Bazı okuyucular, ‘ortaklık’ (şirk) kelime­sini, Allah’a şirk koşmakla anlamsal

kendi bünyesinde sı­nıfsal çatışmaları kışkırtır ve böylece etkinliğini ve yetkinliğini en­geller. Bu da, sadece toplumsal homojenlik ve kaynaşmanın ka­pısını değil, otoritenin (siyasi, ekonomik ve bilimsel otorite) eski aristokratik elitlerden gelişen halk elitlerine barışçı bir biçimde geçişin kapısını da aralar. İşte bu geçiş, günümüz Arap toplumu­nun sıkıntısını çektiği krizin arkasındaki geçiştir.

benzerliğinden dolayı, bu alanda kullanmayı

O hâlde, yine kaydedelim ki, demokrasiden

uygun görmeyebilirler. Bundan dolayı muşâreke

beklenen tarihî dönüşümün göstergelerinden

(ortak olmak) ya da musâheme (katılım) vb.

biri de, demokrasinin, Arap dünya­sında, temeli

kelimeleri tercih ederler. Sadece dilsel yaygınlığa

düşünce ve ideolojik tercihe mensubiyetin

bağlı kelimeler arasındaki yakın­lığın yarattığı bu

-ister di­ri ister ölü, ister bir kabilenin isterse

gibi psikolojik engellerden kurtulmanın zorunlu

bir grubun reisi olsun- şah­sa mensubiyetin

olduğuna inanıyorum. Çünkü dilsel yaygınlığın

yerini almaya, siyasi örgütlenmenin de hizipçi

etkisinden kurtul­madan, içinde bizzat dinin

ve aşiretçi örgütlenmenin yerini almaya

engellediği ve yasakladığı gayri meş­ru bir

dayandığı bir dönüşümü gerçekleştirmesidir.

biçimde tevhid inancının genelleştirildiği şuursuz

Bütün bunlar, en geniş anlamıyla, otoritenin,

zihnî ya­pıyı kırmamız mümkün değildir. Bu

es­kiden hükümran olup bugün imtiyazlarını

genelleştirme, kapsamına gi­ren kişilerin Allah’a

ve ehliyetini yitirmiş olan grupların elinden

karşı tutumunu yöneticiye karşı olan tutumu

alınıp, modern gelişmelerin nitelik ve nicelik

alanına taşır.)

bakımından yönetime ve sorumluluğa ehil hâle

Dolayısıyla, demokrasinin, gerçek bir demokratik uygulamaya müsait hâle gelmesi için, Arap insanının zihinsel yapısını değiştir­ meyi amaçlaması gerekmektedir. Aynı zamanda, demokrasi, Arap toplumunu da bu kez zihinsel alanda olduğu gibi, birlikten çok­luğa ve ‘ortaklığa’ değil, tersine çokluktan birliğe doğru değiştir­mesi için de zorunludur. Gerçek şu ki,

getirdiği daha geniş grupların eline verilmesi için gereklidir. Bu devrim, ülke bü­tünlüğünü partisel çoğulculuk kanalıyla eski toplumsal çerçeveler üzerine oturtacak ve otoritenin toplum bünyesine geçişini ve ora­da meydana gelen birtakım gelişmelere paralel ve doğal bir bi­çimde yürümesini sağlayacak bir devrimdir. Nitekim demokrasi, ülkesel ve bölgesel bir

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

79


zorunluluk olduğu kadar, millî ve Arap’a ait bir

yolu demokrasiden geçer, belki de sana göre tek

zorunluluktur da... Hangi şekilde olursa olsun,

yol budur. Yine sana göre, sosyalizmin yolu da

Arap birliği, çağımızda, yani ekonomik, siyasi

-yegâne olmasa da- demokrasiden geçer. Sana

ve uluslararası bloklaşma çağında, kendini

göre, hizipçilik sorunu tamamen olma­sa da büyük

Araplar açısından hayati bir zorunluluk olarak

ölçüde demokrasinin olmayışına bağlıdır. Sana

ortaya koymaktadır. Yani bu, Arapların var­

göre, bütün sorunlar, çözümünü demokraside

lıklarını sürdürmelerinin temel bir koşuludur.

bulur. Sana, “Peki bunlar güzel de, demokrasiyi

Bugün demokrasi dışındaki bir yöntemle birliğin

bu ‘bütün kapıları açan anahtar’ı nasıl ger­

sağlanması mümkün değildir. Böl­gesel devlet,

çekleştireceğiz?” diye sorduğumuzda sen yine

Arap dünyasında, bugün yerleşik bir gerçeklik

şu cevabı verirsin herhalde: Bizzat demokrasinin

hâli­ne gelmiştir. Bu durum, mevcut Arap

kendisiyle. Öyle değil mi?

gerçeklerinin en açık ve en köklü olanıdır. Şu hâlde, bu bölgesel Arap devletini aşmak, onu görmezden gelmekle mümkün olmaz; aksine,

Senin bu itirazların, tamamen haklı itirazlardır.

bu aşma operasyo­nunun, bölgesel devletin

‘Bütün kapıları açan anahtar’a gelince, o sadece

kendi içinden ve onun organları, imkânları ve

hırsızların sahip olduğu ya da ‘bu anlamda’ izin

aynı zamanda ihtiyaçlarından hareket etmesi

almadan evlere girenlerin sahip olduğu may­

gerekir. Bu bölgesel devlet fikrini aşmak,

muncuktur. Yani demokratik olmayan bir yoldur,

ancak her ülke içinde oluşturulacak demokratik

demek istiyo­rum. Dolayısıyla, zorlamaksızın ve

baskıyla mümkündür. Açıktır ki, demokratik

izin aldıktan sonra evlere ka­pılarından girmeye

baskı da, yine ancak gerçek demokratik bir

gayret etmemiz için ‘bütün kapıları açan

ortamda uygulanabilir. Öyley­se, halk güçlerinin

anahtar’dan uzaklaşmamız, her kilidin kendi

birlik yönünde yolu açmak üzere baskı oluş­

anahtarını bulmamız gerekir. O evlerde oturanlar

turabilmeleri için, özgür halk kurumlarının ve bu

bizzat sahipleri olup, o evlerin için­de hem kendi

kurumlara bo­yun eğen ve onun denetimi altında

aralarında hem de komşularına karşı herhangi

hareket eden hükümet organ­larının bulunması

bir taşkınlık yapmadıkları zaman durum böyledir.

gerekir.

Aksi takdirde, gasp ve düşmanlık gibi başka

Arap zihinsel yapısının değiştirilmesi, toplumsal kaynaşmanın sağlanması ve her Arap ülkesi içinde otoritenin yeni seçkinlerin eline geçmesiyle Arap birliğine giden yol açılacaktır; bunlar, Arap dünyasındaki demokrasinin üç tarihsel görevidir. Şu hâlde, beşe­rî yönetime ‘ortak’ olunmaksızın, partilerin çokluğu ve tek parti içinde çok seslilik anlamına gelen partisel çoğulculuk olmadan, birliği sağlamak mümkün değildir. Yararlı ve gerçek Arap birliği­nin asgari tanımı olmadan da Arap dünyasında hiçbir uyanış ve ilerleme olamaz.

5. Demokrasi ve ‘Söz Hakkı’

durumlarda, taşkınlık yapana dur demek için mani olmak kaçınılmaz olacaktır.

Dostum sözümü keserek şöyle dedi: Gördün mü? Sen baskıdan söz ediyorsun, kötülüğün sadece dille değil, elle de değiştirilmesi gerektiğinden bahsediyorsun. Evet, di­yebilirsin ki, bu özel durumlarda söz konusudur; olsun. Ancak bir ucundan diğer ucuna Arap dünyası bugün her şeyde ve her dü­zeyde ‘özel durumlar’ı yaşamıyor mu?

Devamla şöyle dedi: Sen bizi çıkmaza, hatta cehennem çukuruna sokuyorsun ve biz­den seçim yapmamızı istiyorsun. Bizden, demokrasinin kusurları ile diktatörlüğün

Bir dostum şöyle demişti:

80

Ben de ona dedim ki:

kusurları arasında bir tercih yapmamızı istiyor­

Sen, Arap dünyasının sorunlarına dair

sun. Sen burada, sanki biz zaruret hâlindeymişiz

yazdıklarında, ‘demokrasi’yi, mümkün, hatta

gibi, ‘iki zararın daha hafif olanı alınır’ mantığıyla

zorunlu olan tek çözüm olarak gösterdin. Hatta

konuşuyorsun. Hem sonra, bu durumun öncesinde

onu, Arapların bireyler, halklar ve bir ümmet

ve sonrasında biz, Maşrık’ta ve Mağrip’te, si­yasi

olarak sıkıntısını çek­tiği bütün problemleri çözen

partileri ve parlamenter demokrasiyi denemedik

sihirli bir değnek hâline getirdin. Arap birliğinin

mi? Bugün her yerde vatandaşların iradelerinin

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


nasıl çarpıtıldığına tanık olmuyor muyuz? Partisel

değildir. Durum beşerî alanla, yani toplumsal,

çoğulculuk, siyasi ahlaksızlık derecesinde su­

ekono­mik, siyasal ve kültürel alanla ilgili

landırılmadı mı? Seçim kanunları tahrif edilmedi

olduğunda, sonuçların sadece öncüllere mahkûm

mi? Seçmenler baskıya maruz kalmadılar mı?

olması gerekmiyor; aynı zamanda, birer amaç

Sadece kışkırtma biçiminde değil, tehdit şeklinde,

ve hedef olmaları gerekir. Şu hâlde, beşerî

hatta dinî ve psikolojik işkencelere maruz kalma­

alanda aynı sonuçlara ulaşmak için tıpatıp aynı

dılar mı? Birçok Arap ülkesinde demokrasi oyunu

öncüllerden hareket etmek yeterli değil­dir. Aynı

bir skandala dö­nüşmedi mi? Bir yanda işler, ‘oyun

zamanda tek ve açık amaçlar üzerinde konsensüs

masasını ters çevirip’ güç ve otorite sahipleri

de ge­rekir; ki bu, daha önemlidir. Hem sonra,

tarafından oyunbozanlıkla; diğer yandan da,

yine mümkünse, aynı yöntemi izlemek ya da en

‘se­çilmiş’ meclislerin içinde ve dışında bir tür

azından başarma şansının başaramamaktan daha

‘evcilleştirme’ ile son bulmadı mı? Demokrasi

büyük olduğundan emin olmak da lazımdır.

aracılığıyla işler, ‘devrimci’, millî, ilerleme­ci ve reformist düşüncelerde geriye gidişle son bulmadı

Dostum şöyle dedi:

mı? De­mokrasi, partilerin kendileri içinde geriye

O zaman, biz öncüller ve hedefler düzeyinde

giden bir uygulama hâ­line gelmedi mi? Birçok

hemfikiriz. Yani, acı bir gerçekle karşı karşıyayız.

parti ‘demokrasinin arkasından yürümek’ suretiyle

Bu amaç birliği, bir öncüldür. Bizim bu realiteyi

devrimci parti olmaktan, reformist partiler hâline

en iyiye, en iyinin de iyisine doğru değiştirmek

ve -başka demiyorum- nihayet, bugün kabul edip,

iste­yişimiz ise gayemizdir. Öyleyse, biz, bu

yarın onu savun­mak üzere susan, emrivakiye

gayelere ulaştıracak araçlarda farklı düşünüyoruz.

mahkûm partilere dönüşmedi mi? Sen bunları

Demokrasinin, -ne ad altında olur­sa olsun- ortaya

bilmiyor musun, yoksa bilmezlikten mi geliyorsun?

koyduğu aracı biz denedik, o bize bilinen ve gö­

Dostum çok sert ve tepkili bir şekilde

rünenden başka bir şey vermedi.

konuşuyordu; fakat aynı zamanda da, doğru

Dostuma önermek istediği aracı sormak

söylüyordu. Acıyla, tecrübenin acısıyla, insana

istemedim. Çünkü onunla aynı sonuca, öteki

nereye dönse tercihte bulunmasına, hatta

araçların da, bilinen ve görünenden başka

fikirlerin buluşmasına bi­le imkân vermeyecek

bir şey ortaya koymadığı sonucuna ulaşmak

bir biçimde kendini sunan acı realiteden

istemedim. Bunun yerine, realiteyi, şu ânda var

bahsediyordu. Bundan dolayı onunla tartışmaya

olmayan mümkünleriyle de­ğil, olduğu gibi esas

girmek istemedim.

almayı tercih ettim. Dostuma dedim ki:

Niçin tartışayım ki? Çünkü o, gerçekleri

Öyle görünüyor ki, sen ve ben, öncüller ve kalkış

söylemişti. Hem sonra ken­dimi onun

noktalarında farklı düşündüğümüz kadar, araçlar

söylediklerinin muhalifi yerine koymak

konusunda farklı düşünmü­yoruz. Ben, realiteyi

istemiyordum. Ben, iç dünyamda ona karşı

olduğu gibi esas alıyor ve onu değiştirmenin

değildim. Dolayısıyla, benim gördüklerimi

bir yolunu arıyorum. Sen ise realiteyi, olmasını

gören, benim çektiğim acıları çeken ve benim

istediğin şekliyle esas alıyorsun. Sen onun

bildiklerimi bilen birine nasıl karşı olurdum?

mümkünlerinden hareket ediyorsun; ben ise,

Bunun üzerine dedim ki:

onun verilerinden hareket ediyorum. Eğer sen benimle ideolojik bir rakip ilişkisi içerisine

Söylediklerinin tamamı doğrudur, anlattıkların

girmek istiyorsan, beni ‘refor­mist’ ve ‘realist’

realitenin ta kendi­sidir. Bu konuda senden farklı

olarak suçlayabilir, kendini de ‘devrimci’ olarak

düşünmüyorum. Hatta benim hare­ket noktam,

niteleyebilirsin. Fakat birbirimize bu şekilde lakap

senin anlattığın bu realitenin bizzat kendisidir.

takmaktan vazgeçip, aramızdaki farkın, senin

Ancak, aynı öncüllerden hareket etmek mutlaka

‘mümkünleri verilere dönüş­türmek’, benim ise

aynı sonuçlara götürmez. Tıpkı, öncüllerin

‘verileri mümkünlere dönüştürmek’ istemem­den

doğruluğunun, zorunlu olarak sonuçların doğru­

ibaret olduğu konusunda anlaşalım. Gerçekten

luğuna götürmeyişi gibi... Bu, mantık bilginlerinin

senin yönte­min gayeye ulaşmak için en yakın

tespit ettikleri bir husustur; bu, her birimizin

yoldur. Fakat senin bu yönte­min ancak bir araca

doğruluğunu kendi başına deneye­bileceği şey

sahip olduğun zaman bir anlam taşır. Bu araca

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

81


sahip olmadığın takdirde senin yöntemin yöntem değildir. Yöntemsizlik ise, kişiyi ciddi çıkmaza sokar: Ya derhâl intihar et­mek ya da tatlı ve fakat ümitsiz rüyalara dalmak ki, bu da aşa­malı bir intihar demektir. “Peki, sana göre ne yapmak gerekir?” dedi.

Arap dünyasında ve diğer birçok ülkedeki mücadele, bir iktidar mücadelesidir. Konuşan tarafın, hatta baskı altında ve yenik ko­numda bulunmanın psikolojik ezikliğini hisseden tarafın tekrar baştan başlaması gerekir. Yani ‘söz hakkı’nı istemesi gerekir. Mevcut Arap dünyasındaki trajedimiz, sadece konuşmaktan mah­rum olmak değil, aynı zamanda söz hakkının da olmayışıdır. Bu hak olmadan insan, kimliğini kaybeder. Bu hakka sahip olmayan insan “konuşan bir canlı” değil, aksine “... bir canlı” olacaktır. Noktalı yere dilediğiniz kelimeleri koyabilirsiniz. Fakat bilinmeli­ dir ki, ‘konuşan’ kelimesi yerine konulmaksızın ‘insan’a ulaşıla­maz. Çünkü ‘konuşma’ (=akıl/söz) olmadan ne değişim, ne dev­rim, ne de reform olur.

Dostum, suskun ve âdeta içinden konuşurcasına bana baktı, ben hemen şunu söyledim: Seni yenilmiş konuma düşürmek istemiyorum. Çünkü hepimiz ye­nik durumdayız. Benim ve senin konumundan, yani yenilmişlerin konumundan hareketle, yöneticinin, yönetilenin insan haklarının ilki olan ‘söz hakkı’nı kabul etmesinden başlayan demokrasiyi talep ediyorum. Biz en azından yenilgimizden ve bu yenilginin öznel ve nesnel sebeplerinden söz etmek istiyoruz. Bu konuda söz hakkına sahip miyiz?

Dostumla vedalaşırken, sessizce, gözleriyle şunu söyledi: “Evet, biz yenilgimiz hakkında konuşma hakkına sahip değiliz...” Ayrılıp gözden uzaklaştığında, içimden bir ses şöyle diyordu: ‘’Konuşma hakkı verilmez; haklar verilmez, alınır ve bizim bu hak­kı mutlaka

www.islamiyorum.com

Dedim ki:

almamız gerekiyor. Uzun sürsün kısa sürsün demokra­si talebinde diretmeliyiz, az olsun çok olsun bedel ödemeliyiz.”

82

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ

Turabi’de Özgürlük ve Demokrasi Abdulvahhab El-Efendi “Turabi Devrimi / İlke Yayınları (s. 319-325)” isimli kitabından alıntılanmıştır.

İslâmî bir düzene

ittifakı, İslâmî bir devlet kurmaya değil, askeri

nasıl geçilebileceği,

diktatörlüğü önlemeye yönelikti. Bu tavır,

sömürge yö­

Sudan’ın kendi askeri diktatörlü­ğünün tecrübe

netimlerince ya da

edilmesiyle haklılık kazandı. Askeri re­jim

sömürge yönetiminin

İslâm’a, yerine geçen sivil rejimden daha çok

ürettiği laik elitler tarafından kontrol edilen bir devletle karşı kar­şıya bulunan bütün çağdaş İslami hareketlerin ortak sorusudur. Birçok İslamcı grubun verdiği cevap, halkı İslâm’a yeniden yönlendirecek bir elit sınıfın teşkilini gerektiren anti-demokratik bir cevaptır. Kendi kendi­sini oluşturan elit sınıf, genellikle İslâm’ın ayrıcalıklı bir yorumcusu ve rehber olan karizmatik bir lideri ta­kip eder.

anti­patik ve İslâm’a saygı göstermeye yönelik halk baskı­larına daha az açıktı. Hareketin ilk büyük başarısının askeri rejimi devirmekle ilgili olması ve solcuların hâkim oldukları bir diktatörlüğün ancak kitlelerin gücü­ne başvurularak önlenebilmesi gerçeği, İhvan’ın Sudan gibi bir ülkede demokrasinin önemini daha iyi kavra­masına vesile oldu. Numeyri, yönetiminin ilk evresin­de, İhvan davasını demokrasi ile bağlantılandırdı ve bir demokrasi mücadelesi vererek Sudan siyasi haya­tında ilk başarısını kazandı. Bu mücadelede, komü­ nistlere karşı veya İslâmî anayasa için yapılan

Sudan’da hareketin gelişimi bu şekilde olmadı.

diğer mücadelelerde İhvan, halkın desteğini

Hem kendi içinde hem kendi dışında hareket,

sürekli yanında buldu.

demok­rasiden yana oldu. Başlangıcından beri hareket, özgür­ce faaliyet gösterebildi ve hayatı İslâm’a uygun bir tarzda yeniden şekillendirme çağrısı ciddi yankı buldu. Mısır’daki gelişmeler de askeri diktatörlüğün tehlike­sini ortaya koydu. Bu diktatörlük, İslâmî harekete sö­ mürge rejiminden daha çok zarar vermişti. Bu nedenle Sudan İhvan hareketinin ilk siyasi

Hareketin eğilimi sürekli, demokrasiden yana olmuştu. 1965 Misak-ı İslâmî metni, temel değerler ola­rak demokrasiyi ve bireysel özgürlüğü vurguluyordu. Turabi daima, demokrasiyi korumanın önemine işaret ediyor ve fırsatçı olduklarını düşündüğü muhaliflerini eleştiriyordu. 1967 anayasa taslağını değerlendirirken, İslâmî hedeflere ulaşılmasında

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

83


bu dokümanın katkısı­na işaretle şunları

İslâm aynı zamanda, dînî otoriteyi tekelleştiren

söylüyordu:

hiçbir elit sınıf tanımaz. İlimde farklılık tıpkı

(Taslak anayasa) temel hakları temin ediyor, temsili bir hükümet kuruyor, (halk tarafından) seçim ve hükümet­lerin sorumluluğu ilkesini benimsiyor... Çünkü bu halkın ezici çoğunluğu Müslüman’dır... Ve halkı dine karşı olan sorumluluklarını omuzlamaya çağıran kapı açık oldukça, halkın hükümete tesir etme gücü var oldukça İslâmî he­deflerin başarılması, İslâmcı aktivistlerin halkı harekete geçirmede gösterecekleri kararlılığa bağlı olacaktır.1

Daha önce Turabi daha da ileri giderek, İslâmî doktrinin yetkili yorumlayıcılarının seçilmiş ulema de­ğil, Müslüman halk olduğunu ileri sürüyordu. Bu, dini düşünceyi demokratikleştirme çabası, daha sonraları Turabi’nin İslâmî doktrini yeniden yorumlama hamle­sinin en temel öğelerinden biri haline

altına almak için bir araç olarak kullanılamaz. Gerçek bir İslâm toplu­munda bu her ikisine de sahip olanlar, onları Müslüman kardeşleri arasında dağıtmak gibi ağır bir sorum­ luluk altındadırlar. İlim mümkün olduğunca yayılmalıdır ve bütün Müslümanlar, toplumlarının gidişatla­rından aynı derecede sorumluluk sahibidirler. İslâm hukukunun temel bir kaynağı oları icma, geleneğin ile­ri sürdüğü gibi ilim sahibi elitin oybirliği değil, ilim sa­ hibi mensuplarınca aydınlatılan bütün bir İslâm toplu­munun oybirliğidir. İslâm’ın hızlı yayılışıyla, Müslümanların çoğunluğu inançları hakkında çok az bilgiye sahip hale geldi, bu da ulemanın, icmayı kendi tekelle­rine almalarına yol açtı. Bu istisnai durum, ilmin yayılmasıyla ortadan kalkmalıdır ve bir standart haline ge­

geldi.

tirilmemelidir.

Hareketin içinde yapılan bu tartışmalarda

Turabi, ideal bir İslâmi düzenin, kelimenin

genel eğilim sürekli mükemmel olmayan bir demokrasinin bile herhangi bir diktatörlük türünden daha tercihe şayan olduğu, zira demokrasi içinde reform ve eleştiri kapılarının her zaman açık tutulduğu yönündeydi. 1980’lerin başında Turabi, bu muğlak tavırlara açık bir ideolojik ifade verdi. Misak metninin, özgürlüğü olumlu bir değer olarak kabul etmesi ve bu özgürlüğün kullanılmasının haktan çok bir görev olduğunu beyan etmesini hatırlatarak, Turabi bu kabulleri kendi siste­minin özü haline getirdi; dinin ana prensiplerine göre, özgürlük, kendisini bütün diğer yaratıklardan ayıran insanın kaderidir. Ve bu, onun kaderi olduğu gibi yasal hakkıdır da. Çünkü Allah hiçbir peygambere ya da yöneticiye hakkı zorla kabul

bugün­kü anlamıyla demokratik olduğunu söylüyordu. ‘De­mokrasi terimi kabul edilmelidir ki hassas ve belirsiz bir terimdir, ancak kamu işlerinde İslami karar verme mekanizması olan şûra, demokrasi ile halka kamu iş­ lerinde belirleyici ses olmalarına imkan verme hedefi­ni paylaşıyor. Temel fark, “şura”nın Allah’ın hakimiye­tini, demokrasinin ise halkın iradesini mutlak kabul etmesidir. Ayrıca şûra, demokrasinin olağan çıkmazlarını aşacak bir atmosferde icra edilir. Hükümetin temsilci­liğini bozacak yönlendirme ve manipülasyonlar, İslâm ahlakının hâkim olduğu bir toplumda daha az muhte­meldir. Temel yasalar da değiştirilemez. Para ve güç eşitsizlikleri, İslâm toplumunda belirleyici faktörler ya da hâkim unsurlar

et­tirme yetkisi vermedi.

olamaz.

Toplumdan, maddi şartlardan, devlet ya da din

Bireysel özgürlükler ve haklar üzerine

2

adamlarından kaynaklanan bütün baskılardan özgür­lük, sahih ibadetin ve tevhidin şartıdır. Bu özgürlüğe kavuşmak sadece bir hak değil, aynı zamanda bir yü­kümlülüktür. Peygamberlerin toplumları üzerinde yaptıkları ilk talep, tebliğ ve ibadet özgürlüğünün ve­rilmesi olmuştur. El Misak el-İslami 15.12.1968

1

Turabi, Kadaya el-Hürriye, s.3

2

84

servette farklılık gibi başkalarını boyunduruk

yapılan çağ­daş tartışmalarda önemli bir yer tutan bireyin ve top­lumun muhalefeti İslâm toplumunda görülmemiştir, zira devlet-birey ikilemi bu toplumlarda yeterince ge­lişmedi. Vatandaşlar şeriat temelli idare tarafından, bu idare mükemmel olmamasına rağmen, bir nevi te­minat altına alınmışlardı zira şeriat, yöneticileri, gü­nümüzdeki gerilimlerin temelinde bulunan iki büyük yetkiden mahrum etmiştir:

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Yasama ve vergilendirme yetkileri. Bugün

tartışmaların merkezî konusuydu. Turabi’nin

bu konular gündeme geliyor, çünkü yabancı

yaklaşımı kendi içinde çelişkiler taşıyordu.

tesirler, halklarından uzak ve otoritesini bal­kın

Hareket içinde, teşkilat üzerinde yoğunlaşan

üzerine empoze etmede çok daha etkili rejimler

tartışma­lar bu ihtilâfları yansıttı. Hareketin iç

ya­rattı. Soruna tasviri olarak değil, dinamik

gelişimi demok­ratikleşmeden vana olmuştu, zira

olarak yaklaşılmalıdır. Ütopik bir toplumda elde

ortaya bir karizmatik lider çıkıp teşkilata hakim

edilebilecek özgürlükler değil, bugün tevhidin

olamamıştı. Yönetimde­ki modern eğitimli elitler,

temel şartı olan özgür­lüğün kazanılması için

liberal değerlerle yoğrul­muşlardı. Turabi’nin

neler yapılması gerektiği tar­tışma konusu

ortaya çıkışı bu eğilimi değiştir­medi, aksine

yapılmalıdır. Zira tevhid, bütün dünyevi

güçlendirdi, çünkü Turabi de ideolojik temellerde

otoritelerden özgürlüğü ima etmiyor mu?

demokrasi taraftarıydı ve onun pragmatik

Bu anlayışla İslâm’da özgürlük, bir şeylerden öz­ gürlük gibi göreceli ve şartlı bir statü değil, tam ve mutlaktır. Batılı toplumlar, vatandaşlarının özgür ol­malarıyla, başkalarının boyunduruk

çizgisine, Turabi’yi destekleyen genç üyelere daha faz­la güç verecek bir demokratikleşmeye karşı çıkan eski tüfekler tarafından muhalefet edildi.

altında olmaları arasında bir çelişki görmediler. Aynı şekilde Avrupa tarihinde emperyal ya da evrensel hegemonyadan kur­tuluş, ulusal kiliseye ya da ulus-devlete boyun eğişten başka bir şey getirmedi. Ancak, mutlak özgürlük her an her yerde kendisini göstermelidir. Allah’ın dışında bütün ilahları reddeden tevhid prensibi, ibadet özgür­lüğüne yapılan her yeni tehdit karşısında yeniden hatırlanmalıdır. Mutlak özgürlük, sürekli bir kurtuluş sürecidir. İslâm’da özgürlük, düzen ya da birlikle çatışma ha­linde değildir. İslâm toplumu, Allah’ın otoritesi altında gönüllü bir birlik kuran özgür fertlerden oluşur. Birey, özgürlüğünü ve tatminini, tam potansiyele ulaşmasın­da yardımcı olan toplumda bulur. Birlik, bireysel bü­tünlüğü koruyan ve ona kamu hayatında tam katılım sağlayan İslâm toplumunun demokratik tabiatıyla güçlenir. Birliğe ulaşmak için tecdide ihtiyacımız var­ dır, zira birliği sağlayan işbirliğine, birbiri peşi sıra ge­len belli evrelere ulaşılır. Bir zamanlar Müslümanları birleştiren partiler ve düşünce okulları, bugün onları bölüyor; eğer birliğe ulaşılacaksa bu durum düzeltil­melidir. Geleneğe körü körüne bağlılık, temel dini yü­kümlülüklerle ve dindarlıkla çelişiyor. Birey, kendisini bundan kurtarmalı ve dinin taleplerine kendi özgür iradesiyle karşılık vererek kendi katkısıyla bun malıdır. Turabi’nin savunduğu bu görüşler tabii ki tepki gördü. Raşid Tahir, liberalizme kaydığını düşündüğü hareketten ayrıldı. Demokrasiye yaklaşım, hareketi 1960’larda bölen

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

85


DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ

‘Hüküm Allah’ındır’ demek ‘Hüküm Ümmetindir’ demektir

Çeviren:

Gülşen Topçu

İslam ve demokrasiden bahsederken ne yazık

onun adına konuşamaz. “Hüküm Allah’ındır”ın

ki bir grup Batılı ve Müslüman’ın da ortağı

anlamı kanunun ve ümmetin hükmetmesidir.

olduğu bir sanıyla karşılaşıyoruz: İslamcıların

Modern devlette de temel anlam kanun devleti

bazıları ve bazı İslam düşmanları İslam’ın

oluşudur. Hüküm kralların ya da fildişi kulelerde

demokrasiye karşı olduğu üzerinde birleşiyorlar.

yaşayan elitlerin değil, iman ettiği ve seçtiği

Bu garip ötesi bir şeydir. Siyasi bilimlerde uzman

şey çerçevesinde ümmetin hükmüdür. İşte

olmayan İslamcıların konumu, nesneleri basit

burada Allah’ın hükmünün dönüp dolaşıp halkın

bir şekilde sınıflandıran telkinlere dayanmaktadır

hükmüne geldiğini görüyoruz. Tabi bu, gök

ve bu, “İslami yönetim Allah’ın yönetimidir,

adına konuştuğunu ve metinleri tefsir etmeyi

demokrasi ise halk yönetimidir” şeklindeki bir

tekelinde bulundurduğunu iddia eden kilise

sınıflandırmadır. Birbiriyle çelişen iki anlayış… Şu

otoritesinin olmadığı ve bu işin temsilciler

halde demokrasi küfür ve şirktir.

aracılığıyla ya da doğrudan görüşleri alınarak

Siyasi meseleler bu şekilde basitleştirilemeyecek

86

Raşid Gannuşi

insanlara geri dönmesiyle olur.

kadar karmaşık olduğu için bu kişiler, hüküm

İslami eğitime yeni başlayanlar bile şûra,

Allah’ındır sloganı ilan edildiğinde bunun büyük

içtihat ve icmanın bu dindeki yerini ve temel

bir devrim olduğunu anlayamadılar. Bu büyük

İslami metinlerin devletin örgütlenmesiyle

bir devrimdi; çünkü anlamı, kralların mutlak

alakalı konularda -yönetim, ekonomi ve icma

hâkimiyetlerinden, servet, otorite ve karar

da dâhil olmak üzere- şûra ve icma gibi genel

almada başına buyruk davranma haklarından

ilkelerle yetindiğini bilirler. Müslümanlar

mahrum edilmesi ve yöneticinin yalnızca halkın

kendilerini, miras aldıkları şeyden çok büyük

hizmetçisi ve kanun koyma hakkı olmayan

farklılıklar arz eden yeni bir durumla karşı

yürütmeden sorumlu kişi olmasıydı. Çünkü

karşıya buldukları için şu soruyu sormaya

“Hüküm Allah’ındır” sloganını taşıyanlardan hiç

mecbur olduklarını gördüler: Bugün diğer insani

kimse Allah’ın bir bedene girip doğrudan ya

tecrübelerden de faydalanarak İslam’ın ilkeleri

da din adamları aracılığıyla bize hükmettiğini

ve mirasından, hayatımızı yeniden düzenleyecek

kastetmez. İslam’da din adamı yoktur. Allah-u

toplumsal projeleri nasıl üreteceğiz? İş âlimlere

Teâlâ gözle görülmez ve hiç kimse ya da kurum

devredilecek ve içtihat edecekler. Ama kilise

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


otoritesinin yokluğunda âlimlerin cevabı

metodumuzu izlememize de izin vermiyor.

birbirinden farklı olacak. Peki, hangi içtihat

Batı’nın birçok eksiği olmasına ve giderek

seçilmeye daha uygun olacak? Üzerinde görüş

kötüleşecek yıpratıcı birçok krize maruz

birliğine varılan ya da halkın çoğunluğunun

kalmasına rağmen -bütün bunların yanı sıra

onayını alan içtihat seçilecek.

başarılarını takdir ediyoruz- bir Batı ülkesinde

İşte İslam ve demokrasi bu noktada buluşuyor. Üstelik bu hiçbir uygulamaya gerek duymayan eski bir buluşmadır. Sonra Batı’nın geliştirdiği ve büyük bir kazanç olan uygulamalar gelmektedir. Bu uygulamalar bir ilke ve değer olarak şûrayı, ümmetin iradesini ve yöneticiler üzerindeki hâkimiyetini ifade edecek disiplinli bir sisteme dönüştürür. Bu da, İslam en yüce kaynak olduğunda Mağrip’te Maliki mezhebinin, başka ülkelerde de başka mezheplerin hâkim oluşunun sebebini açıklar. Maliki mezhebi hangi kararla Mağrip’te egemen oldu? Şafilik hangi kararla başka bölgelerde egemen oldu? Sultanın hangi kararıyla? Kendi bölgesindeki mezhebi seçen halktı, bu halk başka bölgelerde de başka bir mezhep seçti. Çünkü Allah’ın hükmü -içtihat ve şura mekanizmasıyla- halkın kanunu ve onu uygulayacak kişiyi seçmesiyle sonuçlanır ve bunun kendine has kültür çerçevesinde olması çok normaldir.

böyle bir sempozyumun düzenlenmesi, Batı medeniyetinin başarılarından biridir. Çünkü sahte modernizm ülkelerinin hiçbirinde böyle sempozyumlar düzenlenmemektedir. Burada köklü bir medeniyet var ve bu nedenle halklar ve medeniyetler böyle bir sempozyumda bir araya gelip diyaloga geçiyorlar tıpkı eskiden Bağdat, Şam, Kurtuba ve Semerkant’ta medeniyetlerin bir araya gelip kaynaştığı gibi. Ama böyle bir şeyin bugün ne Tunus’ta ne de İslam dünyasının birçok ülkesinde gerçekleşmesi söz konusudur. Çünkü bu ülkeler geri kalmışlık zincirine vurulmuştur ve medeniyet kapısından içeriye toplum, halkın iradesi, akıl ve din üzerinde hâkimiyet kurma ve onu parçalamaya çalışma anlamıyla girmiştir. Bugün Tunus ve benzeri ülkelerde, elit kesimin sadece siyasi kararı değil insanın vicdanını da kontrol altına aldığını bilmiyor musunuz?

O halde biz bu modernizmi, akıl için mutlak hürriyet, bilim, sanayi ve hatta demokrasi ve halk egemenliği oluşuyla istiyoruz. Ama onun Fransa, Amerika ve Rusya kapısından değil bizim kapımızdan girmesini -yani laiklik değil İslam kapısı- talep ediyoruz. Modern dünyaya kendi kapımızdan girmek hakkımız değil mi? İşte Batı’yla ve Batılılaşmış faşist elit kesimle aramızdaki anlaşmazlık budur. O halde asıl çatışma, modernizmle geçmişe takılıp kalma arasında değil, köklü İslami modernizmle bayağı ve bağımlı hatta şeklî ve sözde Batı modernizmi

İşte mescitler devlet kararıyla çalıştırılıyor, imamlar devlet kararıyla tayin ediliyor, hutbeler Diyanet İşleri Başkanlığı görevlisi tarafından yazılıyor. Bu durum, Batı’da kilisenin insanların akıllarını kontrol altına aldığı, haram ya da helali belirlediği modernizm öncesi çağı hatırlatmıyor mu? Keşke Müslüman-Arap seçkinlerimiz ve bunların arasında da Tunuslu seçkinler, Taha Hüseyin’in dediği gibi, “Batı’yı acısıyla tatlısıyla almış” olsaydı! Ne yazık ki Batı’nın sadece acı yönünü aldılar, özgürlüklerini ve halkın yetkisine saygıyı almadılar. Batı kurtuluş ve kalkınmaya

arasındadır.

dikkat ederek bunun olmasını istemiyor.

Batı gerçekten de çok kültürlülük anlamındaki

O halde temel sorunumuz -sorunumuz varsa- ne

demokrasiye inanmakta mıdır? Yoksa Batı’da

teknik ve bilimsel anlamıyla modernizmle ne

merkezi bir medeniyet ve Avrupa ırkçılığı mı

de devletin inançlar karşısında tarafsız olması

var? Amerika ve Avrupa’da güneş, dünyanın

anlamıyla laiklikledir. Bizim köklü sorunumuz;

diğer ülkelerinde ay daha doğrusu etrafında

sahte modernizmle, kendini soyutlamış bir

uçan şarapneller mi var? Batı sorunsuz olsaydı,

azınlığın, siyasi karar ve serveti tekeline alarak,

her şey güllük gülistanlık olsaydı, onun

demokrasi, modernizm, laiklik, sivil toplum ve

metodunu izlememizin mümkün olduğu zannı

hatta bazen İslam adına insanların vicdanlarına,

yayılabilirdi. Biz onun metodunu izlememizi

akıllarına ve rızklarına hükmederek halk

istemediğine eminiz bununla birlikte kendi

üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışmasıyladır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

87


Geçen sene Tunus’ta “reformu” tekfir eden resmi bir fetva çıkarıldığını ve bunun televizyon, radyo ve cami minberlerinde okunduğunu bilmiyor musunuz? Bu nasıl bir modernizmdir? Bu, Batı laikliğiyle çökmüş, despot kilise dindarlığı arasında seçim yapmak zorunda Batı laikliğini seçmeye zorlamaktadır. Zira Batı’daki faşist olmayan demokratik laiklik; eğitim, yardım, basın ve sanat kurumları ile yönetimden bağımsız siyasi partiler gibi insanların pek çok işini yürüten halk kurumlarının var olması anlamındaki sivil toplumu var etmiştir. Ben Tunus’ta şaşırtıcı bir şekilde “sivil toplum”dan bahsederek avurtlarını şişirmelerine anlam veremiyorum. Belki de sivil toplum diye zelillik ve baskı toplumunu kastediyorlardır.

88

www.islamiyorum.com

kaldığımızda bizi acısıyla tatlısıyla demokratik

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEMOKRASİ

Demokrasi Bir Dindir Ebu Muhammed El - Makdisi “Demokrasi Bir Dindir / Şehadet yayınları (s. 29-39)” isimli kitabından alıntılanmıştır. Bölümün başlığı “Demokrasi Sonradan Ortaya Çıkmış Bir Küfür Dinidir. Demokratlar Kanun Koyucu Rabler Mesabesindedir, Tabiileri İse Onların Kullarıdır” şeklindedir.

Bilindiği üzere bu

bir şekilde tatbik edilir ve yönetim halkın yahut

habis kelimenin aslı

halkın çoğunluğunun eline geçer. Demokrasinin

Yunanca olup “Demos”

bu şekilde aslına uygun olarak tatbik edilmesi,

(halk) ve “Kratos”

laiklerin ve demokrasi dininin mensuplarının en

yani yönetim, yetki

büyük arzularıdır. Demokrasi ya da günümüz

ve yasama anlamına

realitesinde olduğu gibi yöneticilerin, onlara

gelen iki kelimenin

yakın aile çetelerinin, ileri gelen işadamlarından,

birleşmesinden

sermaye ve medya sahibi zenginlerden bir

meydana gelmektedir.

gurubun iktidarıdır. Bunlar ellerindeki imkânlar

Dolayısı ile demokrasi

vasıtası ile ya bizzat kendileri demokrasinin

kelimesinin tercümesi,

köşkü olan parlamentolara girerler ya da

harfiyen “halkın idaresi” “halkın otoritesi” ya da

istedikleri kişileri gönderirler. Onların efendileri

“halkın yasama yetkisi” anlamına gelir.

ve rableri de -ki bu melik ya da kraldır-

Demokrasinin halkın egemenliğine dayandığına

parlamentoyu keyfince dilediği zaman göreve

dair bu tanım demokratlara göre onun en

açar, dilediği zamanda kapatır. İşte her iki

büyük özelliklerindendir. İşte bundan dolayı da devamlı, demokrasiyi övüp dururlar. Ancak bilinmelidir ki, onların övüp durdukları bu özellik (yani demokrasilerde egemenliğin insana ait olması) küfrün, şirkin, İslam dinine ve

durumda da demokrasi, Allah’ı inkâr etmek, yerin ve göklerin Rabbine şirk koşmak, tevhid milletine ve peygamberlerin dinine muhalefet etmektir. Bunun pek çok sebebi vardır:

tevhid milletine son derece ters düşen batılın

Birincisi: Öncelikle demokrasi Allah’ın hükmü

özelliklerinden bir özelliktir. Geçtiğimiz satırlarda

olmayıp halkın yasamada bulunması ya da

da belirttiğimiz gibi insanların yaratılmasında,

tağutun hükmüdür. Allahu Tealâ Resulullah’a

kitapların indirilmesinde, peygamberlerin

(s.a.v) kendisine indirilmiş olan şeriatla

gönderilmesindeki en yüce esas, İslam’daki

hükmetmesini emretmiş ve onu milletin,

en sağlam kulp, ibadetlerde Allahu Tealâ’yı

çoğunluğun, halkın keyfi arzularına uymaktan

belirlemek ve O’ndan başkasına ibadet etmekten

nehyetmiştir. Yine aynı şekilde indirmiş olduğu

kaçınmaktır. Teşri, yani yasama noktasında

hükümleri uygulama noktasında insanların

Allah’ı birleyerek O’na itaat etmekte işte bu

kendisini saptırmasından sakındırmıştır. Allahu

ibadetlerden bir tanesidir. Yoksa insan helak

Tealâ şöyle buyurmaktadır:

olanlarla birlikte müşrik olur.

“Onların arasında Allah’ın indirdikleri ile hükmet.

Demokrasinin uygulanmasında iki durum söz

Onların arzularına uyma ve Allah’ın sana indirdiği

konusudur ve bu iki durum arasında hiç bir

şeylerin bir kısmından seni saptırmalarından

fark yoktur. Demokrasi, ya hakikatine uygun

sakın.” (5, Maide/49)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

89


İşte tevhid milletinin ve İslam dininin esası

itibarı yoktur. Kendi mukaddes kitapları olan

budur. Bununla birlikte, demokrasi dinine ve

anayasanın temel maddelerine uygun olmadığı

şirk milletine gelince; demokrasinin kulları şöyle

sürece bir tasarının veya kanunun Kur’an ve

demektedirler:

sünnete uygun olarak yasalaştırılması mümkün

“İnsanların arasında onların hoşnut olacağı bir şekilde hükmet. Onların arzularına uy. Onların isteklerini, arzularını ve yasalaştırdıkları şeyleri uygulama noktasında seni saptırmalarından sakın.”

Onların bu tip sözleri ile demokrasi işlevini sürdürmektedir. Bu şekilde demokrasi kendi gerçeğine uygun bir şekilde tatbik edilse dahi onunla hareket etmek apaçık bir küfür, aleni bir şirktir. Bununla beraber onların gerçek yüzü daha kokuşmuştur. Çünkü fiili olarak onların uygulamaları şu şekildedir: “İnsanların arasında tağutlarının ve dostlarının isteklerine göre hüküm ver. Tağutların onay ve onuru olmadan ne bir kanun çıkar, ne de bir yasa.”

İşte bu açık seçik bir sapıklık, üstelik zalimane

bunu demokrasinin fakihlerine sorunuz... Allahu Tealâ şöyle buyurmaktadır: “Eğer bir konuda ihtilafa düşerseniz Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız onu Allah’a ve Resulü’ne götürün. Bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha iyidir.” (4, Nisa/59) Demokrasi dininde ise durum şu şekildedir: “Eğer bir konuda ihtilafa düşerseniz onu uydurma anayasaya ve yerden bitme kanunlara uygun olarak halka, meclise ve krala götürün.” “Size de, Allah’tan başka taptıklarınıza yuh olsun! Hala akıllanmayacak mısınız?” (21, Enbiya/67)

Demokraside ortaya konulacak her bir tasarının kutsal kitapları anayasaya uygun olması zorunluluğundan dolayıdır ki; şayet insanların

bir şekilde Allahu Tealâ’ya şirk koşmaktır.

çoğunluğu demokrasi yoluyla ve yasama

İkincisi: Demokrasinin apaçık bir şekilde şirk

ile Allah’ın şeriatı ile hükmetmeyi isterse

dini olmasının ikinci sebebi ise, onun Allah’ın

(tağutlar buna izin verse dahi) bu mümkün

hükmü olmayıp anayasaya uygun olarak

değildir.

çoğunluğun veya tağutun hükmü olmasıdır. Allah’ın kitabından çok daha fazla değer verdikleri ve kutsal saydıkları anayasalarında, kendi koydukları hükümlerin Allahu Tealâ’nın hükümlerinden önce gelmesi gerektiği ve yine kendi kanunlarının da Allahu Tealâ’nın kanunlarına egemen olduğu açıkça geçmektedir. Örnek olarak Kuveyt anayasasının 6. ve 51. maddeleri şöyledir: “Millet bütün yetkilerin kaynağıdır.” “Yasama yetkisini, anayasaya uygun olarak emir ve millet meclisi üstlenir.” Ürdün anayasasının 24. maddesi ise şöyledir: “Millet yetkilerin kaynağıdır. Millet yetkilerini en açık şekilde bu anayasada icra eder.”

Demokrasi dininde anayasaların metinlerine bağlı kalınmadığı ve onun maddelerine uygun olmadığı sürece çoğunluğun hükmü ve yasası asla kabul edilemez. Çünkü onlara göre anayasa, çıkarılacak olan kanunların temeli ve

90

değildir. Eğer bu noktada bir şüpheniz varsa

yetkisini elinde bulunduran şirk meclisi aracılığı

Bunun gerçekleşmesi ancak anayasaya ve onun maddelerine uygun olması şartıyla mümkün olur. Çünkü anayasa demokrasinin mukaddes kitabıdır. Ya da sen onların anayasalarına, arzu ve isteklerine uygun olarak tahrif edilmiş demokrasinin Tevrat ve İncil’i desen de olur. Üçüncüsü: Demokrasi kokuşmuş laikliğin meyvesi ve onun gayri meşru kızıdır. Çünkü laiklik, dini gündelik hayattan soyutlayan yahut dini devletten ve yönetimden ayıran bir küfür mezhebidir. Demokrasi ise, halkın ya da tağutların yönetimidir. Kesinlikle hiçbir yönüyle Allahu Tealâ’nın hükmü ve egemenliği değildir. Demokrasi küfür ve inkâr toprağında büyümüş, dini hayattan ayıran Avrupa’nın şirk ve fesat yurtlarında gelişmiştir. Demokrasi, bütün zehirleri ve fesatları taşıyan o ortamlarda

mukaddes kitabıdır.

gelişmiş olup, köklerinin iman toprağıyla yahut

Demokrasi dininde Allahu Tealâ’nın kitabının

Demokrasinin varlığını ancak dinin devletten

ve Resulullah’ın (s.a.v) hadislerinin hiçbir

ayrılması ilkesinin kabulünden sonra görebilirsin.

inanç ve ihsan suyuyla hiç bir ilişkisi yoktur.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Demokrasi, halklarına livatayı, zinayı, içki

“Şüphesiz Allah insanlar üzerinde ikram sahibidir.

içmeyi, soy sopun karışmasını ve bunun dışında

Lakin insanların çoğu buna şükretmezler.” (2,

gizli açık bütün kötülükleri, mubah kılmaktadır.

Bakara/243)

Bundan dolayıdır ki, demokrasiyi ancak ve ancak iki sınıf savunmaktadır. Bunların bir üçüncüsü yoktur. Bu iki sınıf ya kâfir bir demokrat ya da bütün anlam ve içeriğiyle cahil bir alçak...

“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka (söz) de söylemezler.” (6, En’am/116)

Dolayısı ile demokrasinin özgürlük anlayışı

“Allah, emrini yerine getirmeye kadirdir. Fakat

Allah’ın dininden, hükümlerinden ayrılmak,

insanların çoğu (bunu) bilmezler.” (12, Yusuf/21)

Allahu Tealâ’nın koymuş olduğu sınırları aşmaktan ibarettir. Ancak yerden bitme anayasaları ve uydurma kanunlarının koymuş olduğu sınırlar kutsaldır, koruma altına alınmıştır. Bütün bunlar kokuşmuş demokrasileri

“Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf Suresi: 12/40) “Sen (iman etmelerine) düşkün olsan bile yine de insanların çoğu iman edecek değillerdir.” (12,

tarafından muhafaza altına alınmıştır. Bununla

Yusuf/103)

beraber bu anayasa ve kanunların sınırı aşan,

“Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah’a iman

onlara muhalefet eden ve ters düşen kim olursa olsun hemen cezalandırılır. Demokrasi, anayasanın temel maddelerine, halkın arzu ve isteklerine uygun olmadığı sürece, Allahu Tealâ’nın muhkem dinine, O’nun şeriatının herhangi bir hükmüne asla itibar etmez. Bütün bunlardan önce de (yani anayasanın temel maddelerinden, halkın arzu ve isteklerinden önce) tağutların ve seçkin kişilerin arzu ve istekleri önceliklidir. Halkın tamamı tağutlara ve demokrasinin efendilerine “Bizler Allah’ın indirdiği hükümler ile muhakeme olmak istiyoruz, kesinlikle ne halkın, ne halkı temsil eden vekillerin ne de idarecilerin hiçbir şekilde kanun koyma hakkı yoktur. Dininden dönen, zina eden, hırsızlık yapan, içki içen vs. kimseler hakkında Allahu Tealâ’nın hükümlerinin uygulanmasını istiyoruz. Kadının süsünü göstermesinin, çıplaklığın, fuhşun, zinanın, livatanın (erkeğin erkek ile ilişkisinin) ve bunun gibi bütün kötülüklerin yasaklanmasını istiyoruz...” deseler derhal onlara şöyle cevap verilir. “Bu talepleriniz demokrasi dinine ve özgürlüklere aykırıdır.” Yazıklar olsun size... Yazıklar olsun size... Yazıklar olsun size... Dilim kuruyuncaya kadar yazıklar olsun size...

Dördüncüsü: Demokrasinin terazisi ve ilahı çoğunluktur. Çoğunluk, bütün otoritelerin kaynağıdır. Allahu Tealâ ise çoğunluk hakkında açık bir şekilde kitabında şu şekilde hükmetmektedir:

ederler.” (12, Yusuf/106)

Öyleyse ey muvahhid kardeşim! Bil ki; demokrasi Allah’ın dininden başka bir dindir. Demokrasi tağutların egemenliğidir... Kesinlikle Allah’ın egemenliği değildir... O birbirine muhalif ayrı ayrı ilahların dini olup tek ve kahhar olan Allahu Tealâ’nın dini değildir. Demokrasiyi kabul eden ve onunla mutabakat sağlayan bir kimse aslen yasama yetkisini anayasanın maddelerine uygun bir şekilde kendi üzerinde görmüş ve bu yasaların tek ve kahhar olan Allahu Tealâ’nın yasalarına tercih edilmesini kabul etmiş demektir. Bunu kabul ettikten sonra ister kanun yapsın, ister yapmasın... İster şirk seçimlerini kazansın, ister kazanmasın... Durum değişmemektedir. Onun demokrasi dini üzerinde müşriklerle uyum içerisinde olması, egemenliğin ve yasama yetkisinin kendisine ait olduğunu kabul etmesi, insanların egemenliğinin Allah’ın egemenliğinden, O’nun dininden ve kitabından üstün olduğunu benimsemesi bizzat küfürdür, apaçık bir sapıklıktır, yaratana karşı düşmanca şirk koşmaktır. Demokrasi dininde halk kendi içinden vekillerini seçmektedir. Her bir topluluk, cemaat ya da kabile anayasa maddelerine uygun olarak ve anayasanın sınırlarını aşmadan, istek ve arzularına göre kanun çıkarmaları için o ayrı ayrı rablerden birini seçer. Seçmenlerden bazıları düşünce ve ideolojisine uygun rabbini ve kanun koyucusunu seçer. Bu ya filanca partiden bir rabdir ya da başka partiden bir ilahtır. Seçmenlerden kimisi kabile ve milliyetçilik anlayışı doğrultusunda bir rab seçer. Kimileri

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

91


ise kendi kuruntusuna göre, kendisine en yakın

tavsiyemiz şudur: Nefislerinize bir bakın ve La

olan ya da Müslüman olduğunu zannettiği bir

İlahe İllallah’ın hakikatini öğrenmeye çalışın. O,

mabudu seçer... Hâlbuki Allahu Tealâ şöyle

Allahu Tealâ’nın, öğrenilmesi için ademoğluna

buyurmaktadır:

emrettiği ilk şeydir. Abdesti ve namazı bozan

“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri kendilerine dinden şeriat yapan ortakları mı vardır? Eğer ayırt edici söz olmasaydı, muhakkak onlar arasında hüküm verilmişti bile.” (42, Şura/21)

şeylerden önce, tevhidin şartlarını ve onu bozan şeyleri öğrenmek gerekir. Çünkü tevhidi bozulan kimsenin abdesti de, namazı da geçerli değildir...

Aslında seçilen bu vekillerin hepsi putperest

Ey Muvahhide Kardeşim! İşte demokrasinin ve

barınaklarında yani parlamentolarda belirli bir

demokrasi dininin aslı astarı budur. O Allah’ın

mevkide bulunan putlar, ibadet edilen mabudlar,

dini olmayıp tağutların dinidir. Müşriklerin

kabul görmüş sahte ilahlar konumundadırlar.

yoludur. Nebi ve Resullerin yolu değildir...

Gerek bu vekiller gerekse onları seçenler demokrasiyi ve anayasayı onun hükümleri ile muhakeme olarak, onun maddelerine uygun kanun ve yasa çıkararak din edinmektedirler.

Birbirleriyle sürtüşme içerisinde olan ayrı ilahların ve rablerin dinidir. Tek ve kahhar olan Allah’ın dini değil...

Her şeyden önce de onların bu kanunlarını

“Ey zindan arkadaşlarım! Ayrı rabler mi daha

onaylayan, doğrulayan, reddeden veya kabul

iyidir, yoksa mutlak hâkimiyet sahibi olan tek

eden büyük putlarına, ilahlarına ve efendilerine

Allah mı? Siz Allah’ı bırakıp; sadece sizin ve

başvururlar. Bu büyük putun ismi bazen kral olur bazen de

atalarınızın taktığı bir takım isimlere (düzmece ilahlara) tapıyorsunuz. Allah onlar hakkında hiçbir

cumhurbaşkanı olur.

delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’a aittir.

Bugün öyle bir zamanda yaşamaktayız ki, bütün terimler birbirine karışmış, zıt kavramlar

O, kendisinden başka hiçbir şeye tapmamanızı emretmiştir. İşte en doğru din budur. Fakat

bir araya getirilmiştir. Şeytanın dostlarından

insanların çoğu bilmezler.” (12, Yusuf/39-40)

birçoğunun bu gibi küfür mezheplerinin şarkısını

“Allah ile birlikte başka bir ilah mı var! Allah

söylemesi tuhaf değildir. Tuhaf olan esas nokta, kendisini İslam’a nispet eden kimselerin demokrasiye şer’i bir boyadan bolca çalarak, şeytanın dostlarını cesaretlendirmeleri ve

onların ortak koştuklarından yücedir.” (27, Neml/63)

Ey Allah’ın kulu! Artık tercih sana ait. Ya Allah’ın

onların işlerini kolaylaştırmalarıdır. Dün insanlar

dinini, tertemiz şeriatını, aydınlatan lambasını,

sosyalizmle kandırılırlarken “İslam sosyalizmi”

dosdoğru yolunu seç... Ya da demokrasi dinini,

bid’atiyle karşımıza çıkmışlardı. Daha önceleri

şirkini, küfrünü dolambaçlı yolunu seç. Ya tek

de milliyetçilik ve Arapçılık cereyanı vardı,

ve kahhar olan Allah’ın hükmü ya da tağutların

bunları İslam’a yamamışlardı. Bugün onlardan

hükmü...

birçoğu yerden bitme anayasaların şarkısını “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan

söylemektedirler. İlme ve âlimlere yazık... Din’e ve samimi, rabbani davetçilere yazık... Vallahi günümüzde bunlar, daha önce hiç olmadığı kadar gariptirler. Bugün halkın sadece avamı değil, İslam’a

iyice ayrılmıştır. O halde kim tâğûtu inkâr edip Allah’a iman ederse, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (2, Bakara/256)

bağlı olduğunu iddia eden kişilerin de çoğu “La

“De ki: Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman

İlahe İllallah”ın anlamını düşünmüyorlar. Bu

etsin, dileyen inkâr etsin.” (18, Kehf/29)

kelimenin gereklerini, şartlarını ve onu ortadan kaldıran şeyleri bilmiyorlar. Üstelik onların çoğu, asrın şirki olan demokrasi ve onun araçlarına bulaşmış olmalarına rağmen kendilerinin muvahhid olduklarını, tevhide çağıran birer

“Kim İslam’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (3, Ali İmran/85)

davetçi olduklarını iddia ediyorlar. Onlara

92

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Araştırma - İnceleme

Kelimelerin Büyüsü Hamdi Tayfur Konfüçyüs’e sordular: “Bir ülkeyi yönetmeye

ortaya çıkması mümkün değildir. Dil olmaksızın

çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?” Şöyle

akıl işlevsel hale gelemez.

cevap verdi: “Hiç şüphesiz, dili gözden geçirmekle işe başlardım. Dil düzensiz olursa, sözler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Görevler gereği gibi yapılmazsa, adetler ve kültür bozulur. Adetler ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez. İşte bunun için hiçbir şey dil kadar önemli değildir.” “Dil düşüncenin tenidir, gövdesidir.” (Hegel) “Dil varlığın meskenidir.” (Heidegger) “Biz meskenimizi arıyoruz, dolayısıyla meskenini

Dil bireysel, kültürel, sosyal ve siyasi yaşantının ayrılmaz bir parçasıdır. Toplumları birleştiren ana unsurlardan birisi dildir. Dil sadece kelimeleri taşımaz o aynı zamanda bir kültürün taşıyıcısıdır. “Her millet dilini ve kültürünü yüzyıllar boyunca yoğurur. Akan bir nehir gibi bu zaman diliminde içinden geçtiği her topraktan bazı unsurları alır. Her milletin konuşma ve yazı dilinin karşılaştığı medeniyetlerden alınma kelime ve deyimlerle dolu olması buna örnektir. Kısacası her milletin dili, o milletin tarihinin özetidir.”1

arayanların, dili sadece mesken değil, aynı zamanda bir melce -şimdiki tabirle- bir sığınak

Dili bir araç olarak ifade etmemiz onun basit

olarak görmeleri adeta kaçınılmaz bir sonuçtur.”

bir araç olduğu anlamında değildir. Önce

(Dücane Cündioğlu)

düşünüp sonra bunu dille ifade etmiyoruz.

Dil Problemi, İfadeler ve İfadelerin Ayırımında Yaşanan Güçlüklerin Akletme Önünde Oluşturduğu Engeller Bir önceki yazımızda Kur’an ayetlerinin bize gösterdiği istikamette akletmeye engel bazı hususları tespit etmeye çalışmıştık. Bu yazıda ise dil hatalarından ve ifadelerin uygun doğrulama yöntemlerinin seçilememesinden dolayı akletmeye engel oluşturan bazı hususları tespit etmeye çalışacağız. Dil düşünmenin, akletmenin, iletişimin en temel

Tersine düşünme hadisesini dil aracılığıyla gerçekleştiriyoruz. Dil olmadan düşünmemiz mümkün değildir. Bu nedenle dil düşüncenin basit bir vasıtası değildir, bizzat belirleyicisidir.2 Dilin bozuk olması düşüncenin hem bozulmasına hem de yetersiz kalmasına yol açar. Dille düşüncenin birbirleriyle ilişkisi çevrimseldir. Devam eden bir süreçte dil düşünceyi belirlerken, düşünce de dili kurar ve yeniler.3 Bozuk bir dil doğru düşüncenin üremesine engel olduğu gibi, düşüncedeki kısırlık ve Meltem ÇELİKTAŞ, Dili Dillendiren İnsan, Hacettepe

1

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi Cilt: 17 / Sayı: 2

aracıdır. İnsanlar dilin kelimeleri ve kavramları aracılığıyla düşünürler ve bunları başkalarına aktararak iletişim kurarlar. Kelimeler/kavramlar ve dil olmaksızın ‘anlam’ın zihinde oluşması ve

/ s. 133-139 Dücane Cündioğlu; Dil, Anlam ve Kur’an Üzerine,

2

‘Kaknüs’, sayı: 5 s.15 Dücane Cündioğlu, a.g söyleşi

3

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

93


yüzeysellik de dilin ilkellikten kurtulamamasına/

hem nesiller arası iletişim problemini ortaya

gelişememesine yol açar.

çıkartır hem de eski metinlerin anlaşılmasını

Asıl konumuz dilin önemi değildir. Bu nedenle

zorlaştırır.

dilin anlamı ve toplumlar için oynadığı rollerden

Bazen de cümle içinde kelimeler doğru yerinde

uzun uzadıya bahsetmek yerine daha çok dille

kullanılmayarak yanlış anlamlı cümlelerin

ortaya çıkan problemlerin akletme üzerindeki

oluşmasına yol açılabilir. ‘Bütün gün izlediğim

tesirleri ile ilgili bazı hususlara değinmekle

filmin etkisinden kurtulamadım’ cümlesinde

yetineceğiz. Meseleyi tüm ayrıntıları ve

anlatılmak istenen ‘izlenilen filmin etkisinden

derinliğiyle tartışmaktan çok birkaç çarpıcı

gün boyunca kurtulamamak’ olmasına rağmen

hususu dile getirerek düşünme ile dil

‘gün boyunca film izlendiği’ gibi bir anlam

problemleri arasındaki ilişkiye dikkat çekmeyi

çıkmaktadır.

amaçlıyoruz. Ele alacağımız problemler; ‘dilin yanlış kullanılması’, ‘dil bağlam ilişkisi’,

‘Yazım yanlışları’, ‘yinelemelerin yanlış

‘kelimelerin büyüsü’ ve ‘ifadelerin doğrulama

kullanılması’, ‘bozuk anlatımlar’, ‘telaffuz

yöntemlerinin seçilememesi ve gramatik

hataları’, ‘konuşma dili-yazı dili ayrımının

ayrımının yapılamaması’ problemleri olacak.

yapılamaması’, ‘vurgulamada hata yapılması’, ‘noktalama işaretlerinin doğru kullanılmaması’

Dilin Yanlış Kullanılması

çeşitlerindendir. TV, radyo, sinema ve basın

Düşünme ve akletme üzerinde ortaya çıkan

yoluyla bu türden hatalar yaygın bir şekilde

olumsuz etkilerden en önemlilerinden birisinin

yapılmaktadır. Hatta bazen dilin yanlış

sebebi ‘dilin doğru kullanılmaması’dır. İletişimde

kullanılması bir moda haline bile gelebilmektedir.

vurguların doğru yapılmaması, cümlelerin düzgün olmaması, yazımda gramer hatalarının yapılmasının yanı sıra, kelimeleri ifade ettikleri anlamlardan farklı kullanmak bu türden hatalara girer. ‘Dilin yanlış kullanılması’ problemi doğru düşünmenin, doğru sonuçlar çıkarmanın, iletişimin ve adil yargılarda bulunmanın önünde, yapılan hatanın büyüklüğü oranında önemli bir set oluşturabilir. Bu nedenle basit de olsa dil ve kelime hataları yapmama hususunda dikkatli olunmalıdır.

Basit cümlelerde ve günlük hayattaki kullanımlarda yapılan hatalar belki kolayca anlaşılıp düzeltilebilir. Ancak bilimsel, felsefik ve dini mevzulardaki anlatımlarda bu tür yanlış kullanımlar yapıldığında onarılması zor zihniyet problemleri ortaya çıkabilmektedir. Bazen tartışan iki kişi sırf kelimelerin anlamları üzerinde mutabık olmadıkları için bir türlü tartışmayı sonuçlandıramazlar. Aynı kelimeleri kullanırlar ama kelimelerden anladıkları manalar

Hatalar bazen kelimeler karıştırılarak yapılır. Çözmek-çözümlemek, delalet- dalalet, irticailtica, mahsur-mahzur, muharebe-muhabere, mütehassis-mütehassıs, mütevazi-mütevazı,

farklıdır. Çünkü kelimeler esasen manaların taşıyıcısıdırlar. Kelimeleri değerli kılan hangi harflerin birleşiminden oluştukları değil barındırdıkları manalardır. Kelimeler zarftır.

Sünni-sûni, nüfus-nüfuz, tabii-tabi, teamül-

Manaları içlerinde taşırlar. Bu nedenle aynı

temayül gibi yazılış olarak yakın anlam olarak

manalar farklı dillerde farklı kelimelerle ifade

farklı kelimeler birbirleriyle karıştırılarak

edilir. Hatta aynı dilde aynı manaya gelen birden

kullanıldığında anlamsız cümleler ortaya çıkar.

çok kelime bulunabilir. Aynı kelime birbiriyle

Bazen kelimeler yanlış anlamda kullanılır. Hatta bazı kelimeleri yanlış anlamda kullanmak yaygın hale gelmiştir. Örneğin ‘ukala’ kelimesi

94

gibi hatalar dili hatalı kullanmanın

alakasız birçok anlamı ifade etmek için de kullanılabilir. Her dilde bunun birçok örnekleri vardır.

‘akıllılar’ anlamına geldiği halde dilimizde

İşte aynı kelime kullanılmasına rağmen, hangi

‘bilgiçlik taslamak’ anlamında kullanılmaktadır.

anlamda kullanıldığına dair bir belirsizlik ortaya

Kelimelerin yanlış kullanılmasının yaygın hale

çıkarsa tartışmacılar kastedilen anlam üzerinde

gelmesiyle asıl anlamlarının zamanla unutulması

uzlaşmadıkça tartışmayı bitiremezler. Bazen

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


kelimenin anlamı konuşan veya yazan tarafından

her anlama faaliyetinin, (onu fıkhetme, tedebbür

yeniden belirlenebilir. Bu kasten yapılabileceği

etme ve akletmeye dönük gösterilen çabaların)4

gibi, sehven de yapılabilir. Bu durumda

öncelikle Kur’an ayetlerinin ilk muhatapları

mütekellimin, müellifin veya münazaracının

için geçerli olan anlamını tespit etmesi gerekir.

kelime veya ifade ile kastettiği mana ortaya

Bu anlam tayin ve tespit edilmediği sürece,

çıkmalıdır.

Kur’an’da yer almayan meseleleri “Kur’an’dan

Tüm koşullarda bir ifadenin veya tezin doğruluğunun ortaya çıkmasının ve ispat edilmesinin birinci koşulu mananın ortaya çıkmasıdır. İfadenin veya bir tezde kullanılan

hareketle” çözümlemek mümkün olmayacak, dolayısıyla Kur’an, bağımsız bir surette karar verilmiş anlamların haksız yere kendisine fatura edildiği bir metin halini alacaktır.”5

kelimelerin ne anlama geldiği bilinmedikçe

Kur’an mademki dilsel bir metindir. Bu metni

muarızların anlaşabilme ihtimali ortaya çıkmaz.

anlamanın yolu o dili anlamaktan geçmektedir.

Anlam ortaya çıktıktan sonra geriye onu

Yani Kur’an’ı anlamak bir dili anlamaktır.6 Dili

doğrulamanın yöntemini belirleyip üzerinde

anlamak için de anlama faaliyetinin kavramsal

anlaşmak ve gerekli delilleri ortaya koyup

araçlarına başvurmak veya anlama faaliyetinin

tartışarak doğruya ulaşmak kalmaktadır.

mahiyetini kavramak gerekmektedir. Anlama

İki kişinin tartışması örneği üzerinden yürüttüğümüz bu argüman kişinin kendi başına düşünmesi ve akletme çabası için de geçerlidir. Üzerinde fikir yürütülen bir meselede kullanılan kelime ve ifadelerin anlamları kişinin zihninde netleşmedikçe, yani anlam ortaya çıkmadıkça doğruya ulaşmak mümkün değildir. Bu nedenle dili hem iletişimde, hem yazıda hem de düşünürken doğru kullanmak, dile vakıf olmak, dilin mantığını kavramak, kelime ve kavramları tüm genişliği ve derinliği ile bilmeye çalışmak, kısacası dili önemsemek ve istismar etmemek akletmeyi doğru bir şekilde sonuçlandırabilmek için çok önemlidir.

faaliyeti anlamın ortaya çıktığı süreçtir. Bu süreçteki aktörler ‘anlatan/söyleyen’ ve ‘anlayan/kendisine söylenen’dir. ‘Anlatım’ anlatanın iletmek istediği, ‘Anlama’ ise ‘anlayan’ın anladığıdır. Dolayısıyla ‘anlatılan’ ile ‘anlaşılan’dan birincisi ‘anlatan’ın tarafında, ikincisi ‘anlayan’ın tarafındadır. ‘Anlatılan’ ve ‘anlaşılan’ birbirlerine tekabül ediyorsa ortada ‘doğru anlam’, etmiyorsa ‘yanlış anlam’ var demektir.7 “Anlam’ın doğru veya yanlış olmasının söz konusu olduğu her durumda, anlamı doğrulamak ihtiyacı ortaya çıkar. Anlam, onu ‘anlatan’ın ilettiği bir şey olduğundan, ‘doğru anlam’ ‘anlatılan’dan ibarettir. Yani anlam, ancak

Dil ve Bağlam

‘anlatan’a sorularak doğrulanabilir.”8

Dil ve dilin bağlamı problemini iç içe olduğumuz

“Şayet ‘söyleyen’e, ‘Ne demek istiyorsun?’

bir örnek üzerinden yürüyerek açıklayacağız.

diye sorulamıyor ve anlaşılanların hangisinin

Kur’an, Kur’an’ın dili -yani Arapça-, Kur’an’ın

doğru olduğu, bizzat onun işaretleriyle tasdik

nazil olduğu çağ/mekan ile Kur’an’ın mesajını

edilemiyorsa, ‘söz’ün tabii bağlamına

anlama arasındaki ilişki, dil ve bağlam

başvurmak gerekir. Tabii bağlam ise; söylenen

problemini açıklarken kullanacağımız örnek

(ne söylendiği), kendisine söylenen (kime

olacak.

söylendiği), söylenme sebebi (niçin söylendiği),

Bu problemi Dücane Cündioğlu’na ait “Kur’an’ı Anlamanın Anlamı” isimli kitabından yapacağımız alıntılarla ortaya koyacağız. İşe tersinden başlayarak Cündioğlu’nun en son söylediğini ilk önce aktarırsak konunun ne

‘söz’ün zaman mekanı (ne zaman ve nerede söylendiği) gibi elemanlardan oluşur.”9 “Söz’ün Parantez içindeki ifade bize aittir.

4

Dücane Cündioğlu, Kur’an’ı Anlamanın Anlamı,

5

s.112 Age, s.19

6

Age. s.20-21

7

olduğu ve önemi daha iyi ortaya çıkacaktır:

8

“Dilsel bir metin olmak itibariyle Kur’an’a yönelik

9

Age. s.21 Age. s.22

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

95


tabii bağlamı, anlamı muhafaza eden en emin

dilinin, indiği zamanın ve mekanın bir hasılası

merciidir ve anlaşılan, ‘anlatan’a başvurularak

olan dilin üstünde bir dil olması mümkün

doğrulanmadığı takdirde, ancak bu mercilere

değildir. Dile sonradan karışan unsurların veya

başvurulmak suretiyle doğrulanabilir.”

kullanılan kelime ve ifadelerde kastedilen özel

10

Söyleyenin söylediğine dair anlaşılanı tasdik etmesinin mümkün olmadığı bir ortamda ‘söz’e muhatap olanların ‘söz’den diledikleri anlamı çıkartma yani ‘anlam’ın öznelliğini savunma

kastedilmesi de mümkün değildir. Çünkü o zaman kitap, muhatap olan kesim tarafından anlaşılmamış veya eksik anlaşılmış olurdu.

ve ona özgürce yorum verme hakları yoktur.

Öyleyse Kur’an’ı anlamak, Kur’an’ın indiği andaki

İşte doğru anlama ulaşarak akletmekte dille

dilde var olan anlamlardan Allah’ın kastettiği

ilgili problem burada ortaya çıkmaktadır.

ve muhatapların doğru olarak anladıkları

“Anlam, ‘söyleyen’in ‘söylenen’e yüklediği,

anlamı anlamaktır. Metin ortaya çıktıktan sonra

teklif ettiği ve dolayısıyla anlatmak istediği

Allah’ın kastetmediği anlamları dilin imkanları

(şey) olmak gerekirken, meşruiyet kazan(dırıl)

çerçevesinde Kur’an’a yüklemek metni istismar

mış öznellik, ‘anlam’ı, ‘söyleyen’in teklif ettiği

etmektir. Velev ki bu anlamlar genel İslami

değil, ‘muhatab’ın tahmin ettiği/yorduğu (şey)

düşünceye ters düşmese bile bu böyledir.

haline getirerek ‘anlamı belirlemek’ hakkına

Çünkü bizim, Kur’an ayetlerinde kastedilmediği

adeta -anlamak konumundaki özne adına- el

halde sırf doğru anlamlar oldukları için bunları

koymaktadır. Oysa öznelliğin yumuşak karnı da

metne yüklemekte mahzur görmememiz, yanlış

burasıdır; zira anlam, sözün muhataplarınca

anlamların Kur’an’a yüklenmesinin de yolunu

mutasyona sokulmakta ve hal böyle olunca

açacaktır.

anlamdan değil, anlamlardan söz etmek gereği ortaya çıkmaktadır.”11 Oysa “birçok anlama gelen

Tarih boyunca ve günümüzde Kur’an’a dönük

bir söz hiçbir anlama gelmez.”12

anlama çabalarının çoğu, anlamın kendi bağlamı

Dilde anlamı ortaya çıkartan şey ifadeleri

‘anlaşılan şey’in Kur’an’a haksızca yüklenmesi

veya cümleleri oluşturan kelimelerin sahip

tarzında yapılmaktadır. Bu öznellik örneklerini

oldukları anlamlardan söyleyenin/mütekellimin

tarih boyunca gördüğümüz ve bugün de

kastettiği anlam olduğuna göre, muhatapların

acılarını çektiğimiz çok tehlikeli sonuçları

bu anlamlardan dilediğini anlama hakkı olamaz.

ortaya çıkartmıştır. Kur’an metni sürekli

Bu söyleyene haksızlıktır. Üstelik zaman farkı

istismar edilmiştir. Bu sonuçları uzun uzadıya

nedeniyle dilde yaşanan değişim, aynı kelimeyi

tartışmayacağız. Konumuz bu değil. Önemli

anlam yönünden farklılaştırmışsa, bizim bu

olan miladi yedinci yüzyılda konuşulan bir dille

zaman farklılığını yok farz edip kelimenin

Allah’ın kastettiği belirli bir anlam üzerinden

bugünkü anlamından yola çıkarak kendi

muhataplarınca anlaşılan bir hitabı anlamanın,

öznelliğimizi metne yükleme hakkımız hiç

o bağlam içinde ortaya çıkan anlamı anlamak

olamaz.

manasına geldiğini anlamamızdır.

Buraya kadar söylenenleri Kur’an örneği

Bunu anlamanın yolu ise o bağlamı anlamaktan

üzerinden açıklarsak; Kur’an bir dille yani Arapça

geçmektedir. Cabiri’nin ifadesiyle “öncelikle

ile indirilmiş bir kitaptır. ‘Söyleyen’i Allah’tır.

Kur’an’ı kendisiyle çağdaş kılmak”la işe

‘Söylenen’ler ise başta Peygamber olmak üzere

başlamak zorundayız. Eğer Kur’an’ı günümüzle

miladi yedinci yüzyıldaki Arap toplumudur. Kitap

çağdaş kılmaya kalkışırsak, yani pek çok

genelde o toplumu muhatap aldığı halde özel

çağdaş-İslamcı söylemce benimsenen ifadeyle

olarak ayetlerde bazen Peygamber’i, bazen bir

“Kur’an’ı bugün bize nazil oluyormuş gibi

şahsı, bazen bir topluluğu, bazen de bir dinin

okuyup anlamaya” çalışırsak, bu beyhude bir

mensuplarını muhatap almaktadır. Kur’an’ın

çaba olacaktır. Çünkü Kur’an bugün bize nazil

Age. s.24

10

içinde ifade ettiği şeyi ortaya çıkartmaktan çok

olmadı, olmuyor; miladi yedinci yüzyıldaki Arap

Age.s.34

toplumuna, onların o günkü algı sınırları ve

Age.s.34

kendilerine özgü bağlam ve mekanları içinde

11 12

96

anlamların dışındaki anlamların Allah tarafından

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


nazil oldu. Biz düşüncemizi bu çıkış noktası

şiirimsi/parapoetik bir tarzda kullanarak

üzerinden biçimlendirip, Kur’an’ı kendisiyle

duyguları harekete geçirmek suretiyle, muhatabı

çağdaş kılarak ve Allah’ın kastettiği anlamı

söz konusu kelimenin manasının ifade ettiği

ortaya çıkarma üzerine yoğunlaşarak bir

gerçekliğe benzeyen, ama ondan farklı olan

akletme sürecine girersek, elde edeceğimiz

sahte bir gerçeklik dünyasına -gerçeğimsi

netice üzerinden kendimizi Kur’an’a çağdaş

bir dünyaya- sürükleyecek tarzda kullanmayı

haline getirmiş oluruz. Artık elde ettiğimiz hiçbir

kastediyoruz.

hasılayı Kur’an’a yüklemek zorunda kalmayız. Ama aynı oranda elde ettiğimizden emin olarak ve özgüven içinde yol alabiliriz. Çünkü artık biz

İlkel anlamdaki büyünün içinde doğduğu ve geliştiği mekan esasen dildir. Büyücüler ve

Kur’an’la çağdaşızdır.

büyüye inananlar kelimelerle o kelimelerin

Kur’an’ı anlamada dil-bağlam ilişkisini nüzul

arasında doğrudan/fiziksel bir ilişki olduğunu

sebepleriyle sınırlandırmamak gerekir. Nüzul

düşünüyorlardı. Bu nedenle o nesnelere farklı

sebebi inişe sebep olan olayı ortaya çıkartır.

kelimeler yani sadece büyücülerin kontrol

Çoğu zaman bu sebep illetten ayrıdır. Bu

edebildiği büyülü kelimeler yüklenebilirse

ilişki sadece bir zaman ve mekan meselesi de

nesnelere etki edilebileceğine inanıyorlardı.

değildir. Kur’an’ın kendi içindeki bütünlüğü de

Harry Potter’dan seçtiğimiz ‘Aguamenti’,

bu bağlamın kapsamı içindedir. Ayetlerde cümle-

‘Expecto Patronum’, ‘Peskipiksi Pesternomi’,

kelime ilişkisi, ayetler arasındaki bağlantı, ayet

‘Riddikulus’, ‘Oculus Reparo’, ‘Specialis revelio’

gruplarının sûre içindeki diğer ayet gruplarıyla

gibi büyülü sözcüklerin kendileriyle etki ettikleri

ilişkisi, sureler arasındaki bağlantı ve nihayet

cisim arasında hiçbir ilişki yoktur. Ancak büyüye

Kur’an’ın bütün olarak ortaya çıkardığı bağlam/ nazm ve mantık manayı ortaya çıkartmakta yardımcı birer unsurdurlar. Tüm bunlar göz ardı edilerek elde bir meal veya sözlükle Kur’an’ı rehber edinmeye çalışmanın ne kadar menfi sonuçlar ortaya çıkardığı gözlerimizin önündedir. Kur’an’ı doğru tedebbür edebilmek için dil problemi çerçevesinde ortaya çıkan bu maniaların farkında olmak zorundayız.

işaret ettiği veya simgelediği nesneler

inanan zihniyet bunun olduğunu onaylamaktadır. Burada bizi, büyülendiği düşünülen kişinin nasıl tanındığı veya onun içine düştüğü farz edilen hal ilgilendirmektedir. Büyülenen kişi, kendi gerçekliğinden uzaklaşır. İradesini kaybeder. Gerçeğimsi bir dünyada yaşamaya başlar. Örneğin hiç sevmediği veya sevmesinin mümkün olmadığı birisini sevmeye başlar. Nefret ve düşmanlık duyması için hiçbir makul nedeni olmadığı halde aniden bir kişiye düşman

Kelimelerin Büyüsü

oluverir.

‘Kelimelerin büyüsü’ ara başlığını atmakla

İşte ‘kelimelerin büyüsü’nden günümüzde

okuyucuyu biraz büyülemiş olabilirim! Çünkü

yararlananlar ilkel büyücülüğün yaptığından

dilin kendi yapısı ve insanın büyülenmeye

farklı bir şey yapmıyorlar. Kelimelerle insanları

duyduğu tabii yöneliş günlük konuşmada ve yazı

büyülüyorlar. İlkel büyücülükte, büyülenenler

dilinde kelimelerin büyülü olarak kullanılmasını

üzerinde büyünün tesiri tam anlamıyla

yüzde yüz oranda ortadan kaldırmayı imkansız

psikolojikti. Büyünün tesirinde kalmanın

kılmaktadır. Dili tam nesnel hale getirmek çok

yarattığı korku, kendini gerçekleştiren bir

mümkün değil. Bu bir ölçüye kadar zararlı

kehanetle, büyülenenler üzerinde muhtelif

da olmayabilir. Şiir ve nesir tarzındaki edebi

tesirler icra edebiliyordu. Yoksa büyülü

dil, kendi ifade ettiği gerçeklik düzleminin

kelimelerin nesneler üzerinde asla bir tesiri

unutulmaması şartıyla hem zevke ve duygulara

olmadığının büyücülerin hepsi olmasa da bir

hitap edebilmekte, hem de düşünceye derin ve

kısmı farkında olmalılar.

özlü katkılarda bulunabilmektedir.

Günümüzde kelimelerin büyülü bir tarzda

‘Kelimelerin büyüsü’ ifadesiyle kastettiğimiz

kullanılmasının oluşturduğu tesirin mahiyeti ile

esasen şiir dili değildir. Bu ifade ile kelimeleri

ilgili mantıklı bir izah bulunmaktadır. Seçilmiş

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

97


kelime veya kelimeler grubu şiirimsi/parapoetik

virtüöz tüketiciler olacaktır.13 İnsanlar sınırsız

bir tarzda ve abartı ile muhatabına gittiğinde

tüketmedikçe ve tüketmeyi bir hayat tarzına

aklı değil duyguları uyarmaktadır. Uyarılan

dönüştürmedikçe kapitalistler sınır tanımaksızın

duygularla ortaya çıkan hoşnutluk duygusu

ve -ihtiyaç için değil- sadece tüketilsin diye

-bu bazen olumsuz bir duygu da olabilir-

ürettiklerini satamayacaklar ve kapitalizmin

kelime ile ulaştırılmaya çalışılan gerçeğimsi/

varlığı anlamsızlaşacaktır. Tabiidir ki kapitalizmin

hayali dünyaya bir kapı aralar. Aslında,

tek dinamiği reklamlar değildir. Konumuzla

kelimenin oluşturduğu duyguyla büyüsel bir

ilişkisi yüzünden biz reklamcılık üzerinden

hayalimiz uyanmaktadır. Kişi bu duygu selinin

yürüyoruz.

tesiri altında kaldığı sürece açılan o hayali dünyanın kapısından girip gerçeğimsi dünyaya katılmaktan kaçınmayacaktır. O kapıdan girdiği

sürekli hale getirmek için bir zorunluluktur.

anda büyülenmiş demektir. Artık aklıyla değil,

Bu nedenle kapitalist toplumlarda reklamcılık

kelimenin onda gösterdiği büyünün tesiriyle

sektörü en önemli sektörlerdendir. Reklamlar

hareket etmektedir.

sadece bir tanıtım aracı olsaydı, bugün bizim

Kelimenin ifade ettiği ‘gerçek’ ile onun büyülü bir tarzda kullanılmasıyla ortaya çıkan ‘gerçeğimsi’ arasında derin bir fark vardır. ‘Gerçek mana’ ile ‘gerçeğimsi mana’ birbirine benzemektedir. Bu benzerlik muhatabın

onları o kadar önemsememiz gerekmezdi. Oysa öyle değildir. Bu nedenle de aynı ürün yıllarca hiç değişmeden üretildiği halde o ürünün reklamı yenilenen şekilleriyle bıkmak bilmeksizin tekrarlanmaktadır.

‘gerçeğimsi mana’ ya teslim olmasında

Reklamcıların reklamı verme yönteminin en

zorlanmamasına yol açar.

temel unsurunu ürünün faydalı ve gerekli

Kitleleri yönlendirme ve biçimlendirmenin en etkili yollarından birisi, kelimelerin büyüsüne müracaat etmekten geçmektedir. İlkel büyücülük, modern dönemlerde, kelimelerin büyüsü yoluyla bir mit olarak varlığını sürdürmektedir. İlginçtir, ilkel büyücülük ilkel toplumların uyutulmasında ve kontrol altında tutulmasında etkiliyken, aynı etki şimdi

olduğuna dair tanıtıcı bilgiler oluşturmamaktadır. Bir reklamı oluşturan en temel öğelerin başında büyülü kelimeler gelir. Büyülü kelimelerin etkisini güçlendiren görsellik ve müzik de reklamın diğer öğelerini oluştururlar. Yani kapitalistler ürünlerini satmak için reklam yaparlarken esasen tüketiciyi büyülemekte ve o ürünü tüketmesi gerektiğine inandırmaktadırlar.

kelimelerin büyülü bir tarzda kullanılmasıyla

Reklamlar şiirimsi/parapoetik sözlerle süslenir.

oluşturulmaktadır.

Ürünleri kullanmanın hülyalı, cilveli ve yalancı

Günümüzde kelimeler büyülü bir tarzda siyasette, dini ve ideolojik hitabette, toplumlar üzerinde uygulanan psikolojik savaş yöntemlerinde, amacı ne olursa olsun her türlü propagandada ve ticari amaçlarla reklamcılıkta kullanılmaktadır.

dünyası/cenneti abartılı sözlerle gösterilmeye çalışılır. Kullanılan sözcüklerle, o ürünü kullanmanın ulaştıracağı yalancı gerçekliğe/ gerçeğimsiye inandırılmaya çalışılır. Hedef, reklamı izleyenlerin kendilerini iyi hissetmesini sağlamaktır. Şiiri aşan abartılı ve hoşa giden sözler, bunlara eşlik eden görüntüler ve müzik

Son örneğimizden, yani reklamcılıktan başlayalım. Kapitalizm varlığını reklamlara

kişiye gerçeğimsi ama aslında hiçbir gerçekliği olmayan dünyanın kapılarını sonuna kadar açar.

borçludur desek çok da abartılı bir şey söylemiş

Kişi o ürünü almaya inandığında, aslında ihtiyacı

olmayız. Reklamlar kapitalizmin, kapitalizme

olan bir şeyi aklen bilmiş olmamakta, o ürünü

uygun insan yetiştirme ve kapitalistçe yaşamı

almakla kendini kaptırdığı o gerçeğimsi dünyaya

içselleştirmeyi sürdürme aracıdır. Kapitalizmin

ulaşacağına inanmaktadır. Artık büyülenmiş bir

hedef kitlesini oluşturan kalabalıklar

şekilde gidip o ürünü satın alabilir.

televizyonlardan reklamları izlediğinde veya basılı yayınlardaki reklamları okuduğunda

98

Kapitalizm için reklamcılık, tüketim alışkanlığını

Jules Henry, Bir Felsefe Sistemi Olarak

13

Reklamcılık, s.52

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Reklamlarda bolca insanlar tarafından

net olarak ortaya çıkmaktadır. Her bir reklam

idolleştirilen kişiler kullanılır. Ancak bu

örneğini alıp onun, ortaya koyduğumuz açıklama

kişiler reklama çıkıp o ürünün faydalarından

tarzımızla, nasıl büyülü bir dil kullandığını

bahsetmezler. Örneğin kadınların kullandığı

sergileyebiliriz. Ama biz konunun yeteri kadar

bir makyaj malzemesinin reklamı yapılırken,

açık olduğunu düşünerek, reklamcılığın büyülü

idealize edilen bir kadın yıldızın yüksek sosyete

dille ilişkisine burada bir nokta koyup diğer

içinde yaşadığı şaşaalı hayattan kesintiler

örneklerimize geçiyoruz.

sunulur. Etrafındaki mükemmel erkeklerin yoğun ilgisi altında yarı çıplak kıyafeti ve kusursuz bedeni ile reklamda arzı endam eden bayan yıldızın yaşadığı hayat, toplumda nefret ettiği kalıplardan sıyrılamayan kadınları cezbeder. Reklamı izleyen kadınlar hem hayatlarından hem de kendi bedenlerinden nefret etmektedirler. Reklamın sonundaki şiirimsi replik bellidir; ‘Yıldızların markası …’. Kendisini yıldızla özdeşleştiren ve o gerçeğimsi dünyanın özlemini çeken sıradan bir kadın reklamdaki gibi bir yıldızın hayatına, o ürünü kullanarak ulaşacağına çoktan inanmıştır. Çünkü o marka ‘yıldızların markası’dır. Market raflarında gözü o markayı arar. Aslında aradığı o marka değil, o markayı kullandığında ulaşacağına inandığı yalancı

Siyasetçiler de dilin büyüsünden bol miktarda yararlanırlar. Dürüstçe ve açık bir dille projelerini anlatmak yerine ilgi çeken enteresan ifadelerle yapılan hitaplar siyasetçilerin genel metodudur. Hatta çoğu zaman karikatürlere veya fıkralara konu olabilecek ifadeler, çok ciddi siyasi tartışmaların ve hitapların malzemesi olabilmekte ve çok da ciddi tesirler uyandırabilmektedir. Daha ötede özellikle totaliter, faşist, baskıcı yönetimler ve idareciler manipülatif, karalayıcı, tehdit edici, yalancı vaatlerle süslü ve aldatıcı bir dille yaptıkları söylevler ve propagandalar aracılığıyla varlıklarını sürdürebilirler. Kullanılan dil çoğunlukla hisleri harekete geçiren bir dildir. Bu

dünyadır. Yani gerçeğimsi büyülü dünya…

nedenle tıpkı reklamcılık meselesinde olduğu

Günümüz reklamlarında ne kadar çok anlam

başına bir propaganda bakanlığının olması, bu

derinliği olan kelime kullanıldığına bir dikkat

tarz iktidarların varlıklarını ancak kesintisiz bir

edin. Aslında her ürün tüketicinin hayatına

propaganda yoluyla mümkün kıldıklarının önemli

kattığı anlamı -daha doğru bir ifade ile

bir delilidir.

‘anlamsı’yı- pazarlamaya çalışmaktadır. Sadece bir reklam arasında, seyrettiğim reklamlardan aldığım notlar şunlardı; “Bir iyilik yap kendine”, “hepimiz tatil için çalışıyoruz”, “mutlu bir an”, “akıllı alışverişin adı”, “hayır diyemeyeceğiniz lezzet”, “hayatı güzel kılan mutlu bir an”, “aşka doyuran kampanya”, “ürünlerimizi kalbimize ait en güzel bahçelerde üretiriz”, “hayata sağlıkla bakın”, “hayatınıza renk katın”, “birlikte olmanın keyfi”, “keyfi yudumla”, “hayalinizdeki evi alın”, “ferahlığı hissedin”, “insanlar daha fazla hürriyet

gibi aldatıcı ve büyüleyicidir. Hitler’in başlı

Siyasi söylemlerde özgürlük, eşitlik, kurtuluş, ilerleme, uygarlık, zenginlik gibi büyüsel hayal uyandıran kelimeler hemen hemen herkes tarafından kullanılır. Örneğin ‘özgürlük’ kelimesini ele alalım. İçi doldurulmamış bir tarzda hemen hemen her ideolojik söylem bu kelimeyi kullanır. Nerede bu kelime kullanılırsa kullanılsın muhatabında müthiş bir heyecan uyandırır. İnsanlar Tanrı’ya itiraz edebilirler ama “özgürlüğe” asla itiraz etmezler. Pek çok insan

istiyor”, “hayatın tadı”.

için ‘özgürlük’ Tanrı’nın adından çok daha fazla

Yaptığım analizin bir genelleme olmadığını

ayrılmaz bir parçası olduğu için, özgürlüğe

göstermek için özellikle uzun periyotlu bir

duyulan iştiyak Tanrı’ya duyulan iştiyakın

reklam taramasından seçmeler yaparak

üstündedir.”14

örneklemeye gitmedim. Tesadüfen seçilmiş sıradan bir saatte reklam arasındaki reklamların şiirimsi ifadelerini örnek olarak sıraladım. Bu örnekler dikkatlice okunduğunda reklamların insanları kelimelerle ve buna yardımcı olan görüntü ve müzik yardımıyla büyülediği çok

heyecan vericidir. “Mutlak özgürlük Ulûhiyetin

İnsanlara ‘özgürlük’ kelimesinin verdiği heyecan, varlık hiyerarşisindeki sıralamanın değişmesi hayalinin onlara verdiği heyecandır. “Özgürlük” Martin Lings, Antik İnançlar Modern Hurafeler,

14

s.58

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

99


kelimesiyle insan Tanrı olmanın büyüleyici hayaline kapılmaktadır. Söylediğimizi biraz daha yumuşatarak söyleyelim: “Özgürlük” kelimesiyle insan varlık hiyerarşisinde veya toplumsal hiyerarşide terfi etmenin büyüleyici hayaline kapılmaktadır. “Kulluk” kelimesi bu anlamda heyecan verici değil umut kırıcı bir kelimedir. Çünkü bu kelimeyle insan varlık hiyerarşisinde kendisini yukarılarda değil aşağılarda hisseder. Bu yüzden siyasi söylemlerde insanlardan kul olmaları talep edilmez. “Bize gelin boyun eğin, bize kulluk edin” denilmez. Bu itici ve ümit kırıcı bir söylemdir. Tersine “kulluktan kurtulun özgürlüğe koşun” söylemi daima ön plandadır. Siyasi söylem sahipleri insanları özgürlüğe çağırırken aslında kendilerine bağlanmaya, yani hiyerarşik sıralamada kendilerinin altına yerleşmeye çağırmaktadırlar. Özgürlüğe koşanlar, aslında köleliğe koşmaktadırlar. Ancak bunu son derece gönüllü bir şekilde yaparlar. Çünkü “özgürlük” kelimesinin büyüleyici dünyasına kendilerini kaptırmışlardır. İnsanların gönüllü köleler olabilmeleri için ‘özgürlük’ kelimesinin büyülü hayal uyandıran dünyasına sokulmaları şarttır. Siyasi söylemlerde ‘özgürlük’ kelimesi gibi büyüleyici bir tarzda kullanılan benzer pek çok kelime için de benzer analizleri yapmamız mümkündür.

veya cemaate bağlılık iyice güçlenmiştir. 1979 yılında ‘Kabe baskını’ adıyla meşhur olan olay henüz yeni vuku bulmuştu. Ben olayı mümkün olduğunca ayrıntılarıyla takip etmiştim. Cuma günü bir arkadaşımla, ağlatan vaazlarıyla meşhur bir hocanın camisine gittik. Hoca vaazında ‘Kabe baskını’ olayını konu edindi. Bu gayet makuldü. Aydın bir hocadan beklenen cemaatini güncel olaylar hakkında aydınlatmasıydı. Ancak hoca olay hakkında hemen hemen hiçbir bilgi vermedi. Kabe’nin önemiyle alakalı özenle seçilmiş kelimelerle etkili bir vaaz verdi. Vaazının arasında hiç alakasız yerlerde birden ses tonunu değiştirip titreterek “Kabe’yi de bastılar!” ifadesini bir şarkının repliğini tekrar eder gibi haykırıyordu. O anlarda cemaat artık kendisini bırakıyordu. Herkes alabildiğine hıçkırarak ağlıyor, halılar gözyaşlarıyla ıslanıyordu. Hocanın haykırışları cemaatin hıçkırıklarına karışıyordu. Bir ara etrafıma baktığımda benden başka herkesin ağladığını fark ettim. Az kalsın ben de ağlayacaktım. Namazdan sonra gözleri hâlâ kıpkırmızı olan arkadaşıma ‘Kabe baskını’ olayından ne anladığını, kimin bastığını, kimin öldüğünü, kimin haklı, kimin haksız olduğunu sordum.

Dini davette ve hitabetlerde de kelimelerin büyüsünden bol miktarda yararlanılmaktadır. Varlıklarını kendilerine bağlı bir topluluğun varlığına borçlu olan cemaat önderleri hutbelerinde, derslerinde ve konferanslarında kelimeleri büyülü bir tarzda ustaca kullanırlar. Her biri birer kelime ustası daha doğrusu

Hiçbir şey bilmiyordu. Sadece ah vah edip Kabe’nin basılmasından duyduğu derin üzüntüyü tekrarlayıp duruyordu. Hoca cemaatini aydınlatamamış, sadece ağlatmıştı. Arkadaşıma olay hakkında bildiklerimi anlatarak onu aydınlatmaya çalıştım. Ancak o beni dinlerken hocayı dinlerken yaptığı gibi ağlamadı.

birer laf cambazıdırlar. Seslerine kattıkları

Bir süre düşününce Hoca’nın asıl amacının

titreşimler, alçaltmalar ve yükseltmeler

cemaati her konuda aydınlatmak olmadığını,

aracılığıyla oluşturdukları efsunlu hava ve

güncel bir konunun etkileyici yönlerini kullanıp

dinleyenlerin duygularını coşturan yarı şiirimsi

cemaat üzerindeki duygu temeline dayalı

ifadelerle hitabeti ustaca kullanırlar. Etkiye yol

otoritesini pekiştirmek olduğunu fark ettim.

açan asıl unsur, anlatılan meseledeki anlam

Bunun yolu, cemaati her konuda aydınlatmaktan

ve bilgi değildir. Anlatım tarzının ve özenle

ve onlara akletmeyi önermekten geçmiyordu.

seçilmiş kelimelerin peş peşe sıralanmasının

Böylesi bir yöntem onun otoritesini sarsmak

uyandırdığı duygular bu etkiyi yaratır. Hele bir

gibi bir tehlikeyi içeriyordu. İnsanların hocanın

de cemaatin içinde haykıran, ağlayan birkaç kişi

kelimelerinden etkilenmeleri bilgi ve düşünce

varsa etki iyice katmerleşmektedir. Hutbenin

yönünden olmamalı, duygu yönünden olmalıydı

sonunda kişinin zihninde kalan ne anlatılanların

ki; böylece duygusallıkla elde edilen o gizemli

oluşturduğu anlamdır, ne de kazanılmış bilgidir.

zevki kendilerine tattıran liderlerine daha da

Sadece yoğun bir duygusallıkla cemaat önderine

bağlı hale gelebilsinler.

100

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


‘Kelimelerin büyüsü’ meselesini reklamcılıktan,

John Wilson ifadeleri doğrulama yöntemleri

siyasetten, dini davetten verdiğimiz bu

açısından beşe ayırır. Bunlar; emirler ve tutum

örneklerle sonlandırıyoruz. Görüldüğü gibi

ifadeleri, ampirik ifadeler, analitik ifadeler, değer

insanlar akletmekte tembellik göstermezlerse

ifadeleri ve metafiziksel ifadelerdir.15

ve dikkatli düşünürler olurlarsa, ne kapitalistlerin saçma sapan tüketim mantığını, ne tiranların hakimiyetlerini sürdürmesi, ne de din bezirganlarının insanları sömürmesi mümkün olurdu. İnsanların çoğu yeteri kadar düşünmedikleri, akletmedikleri, gerçek ile gerçeğimsiyi, anlamlı ile ‘anlamsı’yı ayırt edemedikleri, meselelerin kökenine ulaşmak için çaba sarf etmedikleri için kendilerini büyüleyen bu abes ifadelere hiç dikkat etmezler. Bu aymazlık ve insanların var güçleriyle aptal kalmaya çabalamaları, akletmemeleri akıl dışı sistemlerin (ekonomik, siyasi, dini) otoritelerinin devamını mümkün kılmaktadır.

Emir vermek veya konuşanın istekleri, arzuları, ümitleri, korkularını anlatmak için kullanılan ifadelere emir ve tutum ifadeleri denilir.16 Bunlar sıradan ifadelerdir, ya hiç doğrulanabilir değildir, ya da kısmi bir şekilde doğrulanabilirler. Ampirik ifade, dünya hakkında onunla ilgili tecrübemize dayalı bilgi veren bir ifadedir. Ampirik ifadelerin ayırt edici özelliği, onları tecrübemizle, nihai olarak da duyu tecrübemizle yapılan testler vasıtasıyla doğrulayabilmemizdir. Diğer bir değişle biz, dünyada bir takım gözlemler yapar ve ifadenin doğru veya yanlış olup olmadığına karar veririz. Diğer bir ayırt edici özellik ise şudur; ampirik ifadenin ne

İfadelerin Doğrulama Yöntemlerinin Seçilememesi ve Gramatik Ayırımının Yapılamaması

mantık açısından doğru olması gerekir, ne de

Dil kelimelerden oluşur. Ancak kelimelerin

kılan şey, herhangi bir mantık kuralı değil, kendi

iletişimde faydalı hale dönüşmesi için bir ifade

tecrübemizdir.17

içinde kullanılması zorunludur. İfade bir tür dışa vurumdur. Biz sadece dille değil bedenimizle de ifade ederiz. Örneğin yüz ifademiz bizim ne demek istediğimizin bir tür dışa vurumudur. Her varlığın kendine göre bir tür dışa vurumu yani kendisini ifade etme tarzı vardır. Ancak biz burada genel anlamda ifadeler üzerinde durmayacağız. Dil aracılığıyla yani kelimelerin bir araya getirilmesiyle oluşan anlatımlar yoluyla oluşan ifadelerin doğrulama yöntemlerinin ayırt edilmesi ve gramatik ayrımının yapılmasının akletme üzerindeki etkisinden bahsedeceğiz. Doğru bir düşünce ve doğru bir iletişim için, kelimelerin ve ifadelerin bilincinde olmamız zorunludur. Hem konuşurken hem de düşünürken kelimelerin ne tarz kelimeler olduğunun, ifade türlerinin hangi tür doğrulama yöntemleriyle doğrulanabileceğinin veya kullandığımız bazı ifadelerin aslında bir doğrulama yönteminin bile olamayacağının farkında olmazsak bitmek bilmez tartışmalara son verme şansımız olmaz. Bazen sıkıntı,

mantıksal nedenlerle zorunlu olarak yanlış olması gerekir. Onların doğruluğundan emin olabiliriz. Fakat onların doğruluğundan bizi emin

Analitik ifadeler, tecrübeyle değil mantık kurallarıyla doğrulanan ifadelerdir.18 Analitik ifadeler, işe yarar çıkarımlarda bulunmamızı sağladıkları ve bize bir veya diğer bir çok ampirik hükümden tek bir hüküm çıkarma imkanını verdikleri için yararlıdırlar. Onlar düşünmemizde bize yardımcı olan bir tür mantıksal araç rolünü oynarlar. Doğrulukları her ne kadar tecrübeye dayanmıyorsa da, onlar bize bir takım ampirik bilgiyi bir diğerine dönüştürme imkanı verir.19 Değer ifadeleri, değer ifade eden kelimelerin kullanılmasıyla uygulandıkları şeylere değer biçerler veya değersizliğini ortaya koyarlar.20 Eşyayı, olayları, olguları, tavırları ve insanları överler, kınarlar, eleştirirler, iyi veya kötü olduğuna dair bir yargıda bulunurlar ve değer tayin ederler. Bir şeyin John Wilson, Dil, Anlam ve Doğruluk

15

Age, s.66

16

Age, s.68-69

17

Age, s.70

18

ifadelerin doğrulama yöntemleri üzerinde

19

uzlaşamamaktan kaynaklanır.

20

Age, s.72 Age, s.33

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

101


değerini veya değersizliğini ifade etmek onu

çok sayıda donenin veya delilin bir araya

betimlemekten öte bir şey söylemek demektir.

gelmesi zorunludur. Dolayısıyla, metafizik bir

Değer ifadelerinin ayırt edici özelliği, bunları

ifadenin doğrulanması için hem ampirik hem de

doğrulamak için kullanılan ölçütlerin öneminde

analitik doğrulama yöntemlerinden faydalanmak

yatmaktadır.

zorundayız.

Bir şeyin değerini belirlemede çoğunlukla

Duyularımızı kullanarak ampirik alandan elde

ondan daha değerli bulduğumuz bir üst ölçü

ettiğimiz sonuçların bütünü insanlığa “amaçlılık”,

grubuna müracaat ederiz. Bir değer ifadesinin

“sebeplilik”, “çelişmezlik”, “özdeşlik”, “üçüncü

doğruluğunu ve yanlışlığını tayin eden şey

halin imkansızlığı”, “eser-müessir ilişkisi” gibi bir

kendisine müracaat ettiğimiz bu üst değer veya

çok mantık kuralının varlığını öğretmiştir. Her

ölçüt grubudur. Üst ölçüt grubunun yıkılması,

ne kadar bu kuralların birbirlerinden farkları, ne

hakkında konuştuğumuz ifadeyi de değersiz

kadar kural olabilecekleri ve bunların da üstünde

kılar veya doğruluğunu ortadan kaldırır. Üst

keşfedilmemiş kuralların olup olmadığı tartışma

ölçüt değer grubunu tartışmayan veya üst ölçüt

konusu olsa da en azından bunlardan bir veya

değer grubu hakkında uzlaşamayanlar herhangi

bir kaçını kullanmak bile metafizik alanla ilgili bir

bir değer ifadesinin doğruluğu, yanlışlığı veya

açıklamanın olmasını zorunlu kılmaktadır. Değer

değerini tayin etmede asla uzlaşamayacaklardır.

ifadelerinin doğrulamasının üst ölçüt gruplarına

Bu nedenle doğru düşünebilmek ve doğru

müracaat ederken bunların silsile halinde

değerlere sahip olabilmek için hakkında

metafiziksel alana ait ifadelere gelip dayandığını

düşündüğümüz şeyi kendisine müracaatla

dikkate alırsak fizik ötesi alana ait doğru bir

çözümlediğimiz üst ölçüt gruplarının doğruluğu

açıklamanın önemi ortaya çıkmaktadır. Fizik

ve değeri üzerinde de düşünebilmeliyiz.

ötesi alana ait bir açıklamanın bulunmasının

21

Metafizik ifadeler, olağan fiziksel dünya hakkında değil de doğal dünyanın ötesinde

zarureti mantığımızın bize dayattığı bir sonuçtur. Bu, ‘anlam’a ve hakikate duyulan ihtiyaçtır.

var olan doğaüstü bir alan hakkındaki

Ampirik doğrulama yöntemleri asla metafizik

ifadelerdir.22 Ampirik ifadelerle metafizik ifadeler

ifadelerin doğrulanmasını sağlayacak yöntemler

birbirlerinden son derece farklı ifadelerdir.

olamazlar. Tanrı’yı duyularımızla gözlemlememizi

Eşya ile duyularımız aracılığıyla doğrudan

sağlayacak bir teleskopu icat etmemiz

edindiğimiz tecrübelerle ampirik ifadeleri elde

mümkün değildir. Ahiretin, cennetin veya

ederiz. Bu yüzden bunların doğrulanabilmeleri

cehennemin varlığını görmek için bir zaman

ve doğrulanma yöntemleri hakkında uzlaşmak

makinesi de icat edemeyiz. Zaman dediğimiz

her zaman mümkündür. Oysa fizik ötesindeki bir

şey zaten fiziksel bir olgu değildir ki onun

gerçekliği duyular aracılığıyla tecrübe etmek en

içinde yolculuk yapabilelim. Ancak, ampirik

azından şimdi için imkansızdır.

yöntemle elde edilen bilgi ve hükümlerden ve

Fizik ötesi alanla ilgili ifadelerin doğrulanması için tüm insanların üzerinde uzlaştığı bir yöntem mevcut değildir. Hatta daha keskin bir şey söyleyelim; metafizik ifadeleri doğrulamak için sadece metafizik ifadelere mahsus hiçbir doğrulama yöntemi yoktur. Metafizik ifadeleri esasen mantıkla doğrulayabiliyoruz. Yani analitik ifadelerin doğrulama yöntemine müracaat

tecrübelerimizden süzerek ürettiğimiz ‘mantık’ ve bu mantığı kullanan bir doğrulama şekli olan ‘analitik yöntem’ bize doğru ve tatmin edici bir açıklama metodu sunabilir. Geriye aklımızı kullanmaktan başka bir şansımız yok gibidir. Ya da oturup bir mucizenin gelmesini ve bize olağanüstü duyusal bir tecrübe yaşatmasını beklememiz gerekir.

ediyoruz. Metafizik alan hakkında ortaya

Metafiziksel ifadelerin doğrulanmasının

konan bir açıklama biçimi ancak mantıkla

ampirik ifadeler ve analitik ifadelerde

doğrulanabilir. Ancak bir mantığın ortaya

olduğu gibi, değer ifadeleriyle de ilişkisini iyi

çıkabilmesi için ampirik yöntemle elde ettiğimiz

kurmak zorundayız. Değerler insanların ortak

Age. s.77

21

Age. s.80

22

102

tecrübeleridir. Her ne kadar değer ifadelerinin doğrulanmasıyla ilgili ortak bir doğrulama

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


yöntemi üzerinde uzlaşılamamış olsa da bu

gramatik ifadelerin Wilson’un sıralamasında tam

alanda insanlığın oldukça gelişme katettiğini

bir karşılığı yoktur. Tarih ifadelerinin belgeler

söyleyebiliriz. Çevrimsel bir şekilde değer

üzerinden bir tür duyusal gözlemle oluştuğunu

ifadelerinin doğrulanması metafiziksel ifadelere

farz ederek bunların ampirik ifadelerin içinde

gelip dayanıyorken, metafiziksel bir ifadenin

yer alabileceğini farz edebiliriz. Aynı şekilde

doğrulanması da değer ifadelerine müracaat

gramatik ve mecaz-benzeşim ifadelerinin dilin

etmeyi gerektirmektedir.

mantığı çerçevesinde analitik ifadelerin içinde

Bir peygamberin gerçek bir peygamber olduğunu doğrulamak, değerlere müracaat ederek peygamberin bir insan olarak ne kadar doğru bir insan olduğunu test etmekle mümkündür. Bu nedenle Kur’an, Peygamber’in peygamber oluşunun ispatını onun yüce bir ahlaka sahip oluşuyla ilişkilendirmiş ve müşriklere onun peygamberlikten önceki

yer alabileceğini düşünebiliriz. Kocabaş’ın ampirik ifadesi ile Wilson’un ampirik ifadesi tam olarak birbirinin karşılığı değildir. Wilson bilimsel sonuçları kesin gerçeklikler olarak gördüğü için ampirik olarak elde edilen her sonucu, duyularla elde ettiğimiz hal ifadelerinin açıklamalarıyla bir tutmaktadır. Oysa Kocabaş için ampirik ifadeler, teorik-hipotetik ifadelerin bir çeşididir.

hayatında ne kadar doğru bir insan olduğuna

Kocabaş’ın ifade çeşitlerinden bazılarını örnek

bakmalarını öğütlemiştir. Çünkü bir şarlatanın

olarak ele alacağız. Bunları gramatik olarak nasıl

peygamberlik iddiası doğru olamaz. Yani

kullanabileceğimiz veya kullanamayacağımız

peygamberlik gibi metafizik bir iddianın ispatı

üzerinden yürüyerek doğru düşünmedeki

değerlere dönülerek yapılmaktadır.

etkilerini tespit etmeye çalışacağız.

Burada akletmenin önemi ortaya

Tarih ifadeleri, geçmiş olayları ifadede

çıkmaktadır. Metafiziksel alana ait bir ifade

kullandığımız cümlelerdir. Tarih cümlelerinin

ve iddianın doğrulamasında akıl yeteri kadar

genel ifade biçimi; “şöyle şöyle olmuştur...”

işlevselleştirilemezse sonuç almak mümkün

şeklindedir. Tarih ifadeleri için; “Bunun delili

değildir. Kur’an’ın ispat etmeyi mucizeye değil

nedir?” sorusu anlamlıdır. “Filana göre veya

akletmeye bağladığı göz önünde bulundurulursa

falan tarihçiye göre” ön-ekini kullanmak

hakikati bulmak, hakikat üzerine tefekkür ve

anlamlıdır. Fakat “biz inanıyoruz ki…” ön-

bunların doğrulanması için uygun doğrulama

eki anlamsızdır.24 Çünkü tarihi olaylar bizim

yöntemlerini ayırt edememenin akletmeye ne

kanaatimize veya inançlarımıza göre gerçek

büyük bir engel teşkil ettiğini görmüş oluruz.

veya yalan olmazlar. “Ben inanıyorum ki; Hz. Ali,

Şakir Kocabaş ifadeleri gramatik olarak dokuza ayırır. Bunlar; hayali ifadeler, mecaz ve benzeşim ifadeleri, tarih ifadeleri, teorikhipotetik-ampirik ifadeler, hal ifadeleri, P-ifadeleri (psikolojik ifadeler), gramatik ifadeler, mantık-matematik-biçim ifadeleri, temel inanç ifadeleridir.23 Kocabaş’ın hal ifadeleri Wilson’un ampirik ifadelerine; P-ifadeleri emir ve tutum ifadelerine; mantık-matematikbiçim ifadeleri, analitik ifadelere; temel inanç ifadeleri de değer ve metafizik ifadelere karşılık gelmektedir. Bunların tam olarak birbirini karşıladığı söylenemese de bir yakınlık vardır. Kocabaş’ın sıralamasındaki hayali ifadeler, mecazi ve benzeşim ifadeleri, tarih ifadeleri ve Şakir Kocabaş, İfadelerin Gramatik Ayırımı,

23

s.33, Kitabın tümüne http://www.sakirkocabas. com/files/iga.doc adresinden ulaşılabilir.

Hz. Ebu Bekir’den daha çok kendisinin halifeliğe hak sahibi olduğunu düşünmüyordu (ya da düşünüyordu)” ifadesi, tarihsel bir ifadenin gramatiğine uymaz. Çünkü Hz. Ali’nin böyle bir düşüncesinin var olup olmadığının delili bizim ona inanıp inanmamamız değildir. Ancak bir vesika/delil bize bunu söyleyebilir. Eğer deliller bizim ön kabullerimizin aksini söylüyorsa, bizim yapacağımız inançla hareket etmek değil, belki objektif bir şekilde belgelerin güvenirliliğini sorgulamaktır. Ancak “ben inanıyorum ki o belge sahtedir/doğrudur” ifadesi de gramatik olarak yanlıştır. Çünkü o belgenin doğruluğu veya yanlışlığı, bizim onun doğru olması veya yanlış olması doğrultusunda öznel olarak taşıdığımız temenniye bağlı değildir. “Hal ifadeleri, durum veya olayların tasviridir. Age, s.37

24

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

103


Açıklama değildir. Hal ifadeleriyle söylemek

de şöyle bir takım sorularla karşılanmıştır:

istediğimiz şey (en genel anlamda); ‘Durum

‘Bu prosesin (sürecin) gerçekten vuku

şu şudur…’ (şeklindedir). Hal ifadelerine ‘doğru’

bulduğunu kimse gözlemlemiş midir?’, ‘Şimdi

veya ‘yanlış’tır denebilir.”25

gerçekleşmekte olduğu görülüyor mu?’”29

“Teorik, hipotetik, ampirik (THA) cümleler

Darwin Teorisi hakkındaki en kafa karıştırıcı

(ifadeler) açıklamalardır. THA açıklamalar, bir

husus, onun bir teori gibi ifade edilmek yerine

hayat tarzını sergileyen bir lisanın temelleri

gerçekten doğrulama imkanına sahip olduğumuz

değildir. THA ifadeleri için ‘Neden?’ diye sormak

tarih ifadesi biçiminde sunulmasıdır. Eğer

anlamlıdır. ‘Teoriye göre…’ ve ‘Hipoteze göre…’

teori, sanki birilerinin gözlemlediği veya oluş

ön ekleri anlamlıdır. ‘İnanıyorum ki…’ (veya ‘…

prosesine dair tarih belgeleri gibi delillere sahip

inanmıyorum’) ekleri anlamsızdır. Denilebilir

bir gerçeklik gibi sunulmak yerine, “olaylar

ki, THA cümleleri ile biz (en genel ifade ile)

şuna şuna benzer şekilde gerçekleşmiştir…”

şunu demek istemekteyiz: ‘Olaylar şunun gibi

tarzında düşünce alanındaki bir model olarak

olmaktadır (veya olur).’ Bir THA ifadesinin

ifade edilmiş olsaydı kimsenin bu teori ile bir

doğruluğundan ve yanlışlığından bahsetmek

problemi olmazdı. Teori, teori olarak kalır ve

anlamsızdır. Buna karşılık ‘THA ifade, şu şu

teorinin kendisinden beklenen şey “teoriye

olaylarla karşılaştırmada uygundur veya uygun

göre” uygun kabul edilebilecek olayları ortaya

değildir’ denebilir. Bir bilim teorisi, olaylarla

koyması olacaktı. Ancak Darwin Teorisi, teorik

karşılaştırılabilen bir modeller sistemidir. Bir

ifadelerle değil tarih ifadeleri ile ortaya konduğu

bilim teorisinin ‘sağlanabilirliği’ (verifiability),

için aynı zamanda ideolojik ve dini bir ifadeye de

onun olaylarla karşılaştırılabilirliğidir.”26

dönüşmüştür. Öyle ki bazıları “insanın atasının

Kocabaş’ın THA ifadelere getirdiği bu tanım ve onları gramatik olarak nasıl kullanıp kullanmayacağımızla ilgili açıklamaları iyi anlamak zorundayız. Bir teorik veya hipotetik

maymun olduğuna inanmaya(!)” başlamıştır. Oysa gramatik olarak teorik bir ifade için “iman ediyorum, inanıyorum...” ön ekini kullanmak anlamsızdır.

ifade, düşünce alanındadır ve pratikle

Martin Lings’ten yapacağımız alıntı, Darwin

sınanmamıştır. Olayların nasıl olduğuna dair

teorisinin bir teori olarak ifade edilmekten çok

düşünce alanında bir model ortaya koyarlar. Hal

bir inanç ifadesi olarak gösterilmeye çalışıldığını

ifadeleri gibi durum ve olayları tasvir etmezler.

çok net olarak göstermektedir: “Fransız biyologu

Bu nedenle teorilerin ifade biçimi “olaylar

Prof. Louis Bounoure, Sorbonne Üniversitesi

şuna şuna benzer şekilde gerçekleşmiştir…”

zooloji eski profesörlerinden Yves Delage’den

şeklindedir, “şöyle şöyle olmuştur…” şeklinde

aktarıyor: ‘Bugüne kadar, bir başka türün atası

değildir.

27

Bu ikisinin arasında çok büyük bir fark

vardır.

olan herhangi bir türe rastlanmadığını, böyle bir şeyin bir kerecik olsun gerçekleştiğini gösteren

“Teoriler hakkında yapılan en yaygın hatalardan biri, hal ifadeleriyle hipotetik ifadeleri birbirinden ayırabilme yeteneksizliğinden ortaya çıkan hatadır. Teoriler birer emsal veya modeller sistemidir, tasvir veya olayların resmi değildir.”28 “Darwin’in ‘Evrim Teorisi’ etrafındaki başlıca gramer problemi, onun ‘teorik’ ifadelerinin tarihsel ve tecrübi ifadeler (önermeler) biçiminde ortaya konmuş olmasıdır. Bu nedenle

hiçbir kanıt bulunmadığını kabul ediyorum. Ama yine de, evrimin nesnel olarak kanıtlanmışçasına doğru olduğuna inanıyorum.’ Bounoure bunu şöyle yorumluyor: ‘Sözün kısası, bu konuda bilimin bizden beklediği, (kendisine) iman etmemizdir ve gerçekten de, evrim düşüncesi genel olarak bir tür ilham edilmiş gerçek kılığında ileri sürülmektedir.’”30 Buradan bizim çıkartmamız gereken sonuç, her Age, s.8

29

Age, s.42

25

Age, s.38

26

Age, s.1

27

Age s.10

28

104

Martin Lings, Antik İnançlar Modern Hurafeler,

30

s.11; alıntıdaki Bounoure’ye ait ifadeler, “Le Monde et la Vie, November, 1963” den alıntılanmıştır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ifade türünün kendine ait gramatik kurallarının olduğu ve bu kurallar dikkate alınmadan veya farklı bir ifade türünün gramatik kurallarını kullanarak oluşturduğumuz ifadelerin bizi yanlış sonuçlara, yanlış düşünce biçimlerine ulaştıracağı ve sonuç olarak akletmekten uzaklaştıracağıdır. Bazı gramatik ifadeler için, “inanıyorum ki…”, “inanmıyorum”, “mümkündür ki…”, muhtemeldir bazıları için anlamsızdır. Bazı gramatik ifadeler doğrulanabilir veya yanlışlanabilir ifadelerken, bazıları böyle değildir. Bazı gramatik ifadelere “neden?” sorusunu sormak anlamlı iken, bazıları için anlamsızdır. Bazı gramatik ifadeler için delil sorulabilir, bazılarına delil sormak saçmadır. Bazı gramatik ifadeler sadece açıklar veya betimler, bazılarının ise sadece “…e göre” uygunluğu ortaya konabilir. İşte biz gerek düşünürken gerekse konuşma ve yazı dilinde kullandığımız ifadeleri, onlara ait gramatik özellikleri bilirsek absürt ifadeler kullanmaktan ve yanlış düşünce biçimleri üretmekten kendimizi kurtarabiliriz. Kocabaş’ın dokuza ayırdığı ifadelerden verdiğimiz bu örneklerle yetiniyoruz. Konuyla ilgili daha geniş açıklamalara ve örneklere yazara ait “İfadelerin Gramatik Ayırımı” isimli kitaptan ulaşılabilir. Konuyu bir soru sorarak bitirelim: Kur’an kıssalarında kullanılan dil, hangi tür gramatik ifadeye girmektedir? Hayali ifadelere (masal, efsane, roman, hikaye) mi, tarih ifadelerine mi, temel inanç ifadelerine mi? Yoksa ne? NOT: Sonraki Yazı Başlığı “MANTIK YANLIŞLIKLARININ AKLETME ÜZERİNDEKİ OLUMSUZ ETKİLERİ”

www.islamiyorum.com

ki…”, “…e göre” gibi ön ekler anlamlı iken,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

105


Tercüme Gannuşi İle Söyleşi

Gannuşi: Batı ülkeleri Daru’l Harp değildir Çeviren:

Fatih Peyma

“Onislam.net” 11 Kasım 2010’da Hady Yahmad tarafından yapılan söyleşi

“Onislam.net” ile yapmış

başkalarıyla bir arada yaşamanın ilkelerinin yeni

olduğu özel söyleşide,

delillerini Gannuşi’ye bulmasını sağlayan şeydir.

“Tunus Diriliş (En-

Gannuşi “daru’l-İslam”a hicret etmeleri için

Nahda) Hareketi”nin

Endülüs Müslümanlarını teşvik eden Faslı el-

lideri Müslüman düşünür

Venşerisi’ye kıyasla, adadaki Müslüman krallığın

Raşid El-Gannuşi, İslam

çöküşüne rağmen evlerinde kalmalarını Sicilyalı

düşüncesinin temelinde

Müslümanlara ısrarla tavsiye eden Tunus’tan

olan ve değiştirilemez

bir alim olan El Mazeri’nin fıkhından bahsediyor.

olarak varsayılan pek çok

Gannuşi uzun karanlıklar çağına sebep olan

yaygın görüşü yeniden

o zamanda (Avrupa’da) yaygın olan fanatizm

gözden geçirmenin önemli

yüzünden, tarihin el-Venşerisi’yi doğruladığını

olduğunu dile getirdi.

söyleyerek bir yorumda bulundu.

Şeyh El-Gannuşi “belli tarihi şartlardan dolayı”

Söyleşi:

geçmişte katı yorumların ve tefsirlerin İslami düşünceye hakim olduğunu söylüyor. Olumlu anlamda İslam fıkhının çağdaş meselelerle ve gerçeklerle uğraşmasının gerekliliğinden ötürü, Gannuşi, “yurttaşlık” ve “özgürlük” gibi çağdaş insani değerlere hak ettiği önemin verilmesinin ve bunun savunulmasının önemine dikkat

Onislam: En son yazılarınızdan birinde, Batı’daki “vatandaşlık” kavramı için İslami temeller ortaya koyuyorsunuz ve “bağlılık ve ret” (el vela vel bera) gibi İslami düşünceden kaynaklanan bazı İslami kavramları eleştiriyorsunuz. Aynı zamanda Seyyid Kutup

çekiyor.

tarafından dile getirilen “bir müminin milliyeti

Şu apaçık bir gerçek ki Gannuşi’nin “Eski

Sizce, Batı’da büyümekte olan Müslüman varlığı

Dünya” tanımlamasına nazaran Avrupa’daki

gibi, yeni çağdaş gerçeklerin ışığında İslami

“İslam için Yeni Dünya”, İslam mirasının içinde

fıkıh görüşlerini başka bir şekilde yeniden ifade

106

onun inancıdır” sözünü de eleştirmektesiniz.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


etmeye doğru yol mu alıyoruz? GANNUŞİ: Öncelikle “onislam.net”in yayın hayatına başlamasının tüm dünyadaki Müslümanlara hayırlı olmasını temenni ediyorum ve Allah’tan bunu, tüm herkes için hidayet ve doğruluk kaynağı yapmasını niyaz ediyorum. Mesele, İslam’ın değişmez ilkeleri arasında sayılan bazı temel kavramlar üzerinde yeniden düşünülmesi ile alakalı değil, geçmişte hakim olmuş olan siyasi kültürün bazı yönlerini yeniden incelemekle alakalıdır. Böylesi kültürler İslam’ın asli kısmı değil, o dönemde onların işine gelen, kültürleri ve kavramları meydana getiren bazı siyasi sistemler altında hakim olan şartların yansımasıdır. O dönemde, hem Müslümanlar hem de gayrimüslimler için savaşlarla devam ettirilen uluslararası ilişkileri ifade etmesi kastıyla bir çeşit tabir olarak “daru’l-harp ve daru’l-İslam” kavramlarının kullanılması buna bir örnektir. İslam devleti dışındaki bütün topraklar daru’l-harp sayılıyordu. Aynı şey, Müslümanlarla ilişkileri konusunda gayrimüslimler için de geçerliydi.

konuda şöyle bir örnek verelim: Faslı alim elVenşerisi gibi o dönemdeki Müslüman alimler birbiri ardına çöken İslami emirliklerden sonra orada kalan Müslümanlar için fetvalar verdi. Bu fetvalar, onların evlerini terk etmeleri gerektiği ve Müslüman topraklara hicret etmek zorunda oldukları, aksi takdirde günahkar olacaklarına dair fetvalar idi. Diğer bir yandan Tunuslu İmam el-Mazeri gibi alimler Güney İtalya’da yaşayan Müslümanlara, İslam iktidarının yıkılmasından sonra orada kalmalarını ve bu ülkede Müslüman varlığı yeniden tesis etme umuduyla diğer insanları İslam’a çağırmak zorunda olduklarına dair fetvalar verdiler. Ama uzun bir süre boyunca Avrupa’yı karanlığa gömmüş olan fanatizm/ taassup yüzünden tarih, el-Venşerisi’nin fetvasını haklı çıkardı. Eğer el-Venşerisi ve benzer düşüncedeki alimler, atalarımızın yaşadıkları o ülkelerde şimdi camileri, okulları ve dükkanlarıyla beraber ibadetlerini rahatça gerçekleştiren ve gayrimüslim ama demokratik bir irade altında inanç özgürlükleri tanınarak rahatça yaşayan milyonlarca Müslüman’ı

Fakat savaş, İslam’da istenen ve arzulanan bir şey değildir. Savaş sadece gerekli ve kaçınılmaz olduğunda başvurulacak bir şeydir ve saldırıdan

görselerdi, yine de fetvalarının arkasında olurlar mıydı? Gerçekten de dünya genelinde yüz milyonlarca Müslüman’ın durumu böyledir.

kaçınan, barışı seçen gayrimüslimlerle ilişkilerde

Değişen zaman ve şartları hesaba katmadan,

geçerli bir kural değildir. Kur’an’da, Allah şöyle

gayrimüslim ülkelerde azınlık olarak yaşayan

buyuruyor: “Eğer onlar barıştan yana eğilim

dünya genelindeki Müslümanların üçte birinden,

gösterirlerse sen de barıştan yana ol. Çünkü

evlerini terk etmelerini ve “daru’l-İslam”a

o gerçekten her şeyi işiten, her şeyi bilendir.”

hicret etmelerini istemek İslam’ın yararına

(Enfal, 8/61) Ve başka bir ayette Allah şöyle

mıdır? Aslında bu, herhangi bir savaş ya da

buyuruyor: “Hoşunuza gitmese de savaşmak

mücadele olmadan gerçekleşen İslam’ın hızla

size farz kılındı.” (Bakara, 2/216)

yayılmasından büyük rahatsızlık duyan aşırı

Bu kavramlar uluslararası ilişkilere hakim olduğu takdirde, bir kimsenin inancını seçme hakkı ve hiçbir baskı ve tehdit olmadan onunla yaşayabilmesi dahil olmak üzere insan hakları ortadan kalkmış olur. Bu şartlar altında bir Müslüman, İslam ile yönetilmeyen bir ülkede inancını tatbik edemez hale gelirdi. Dinsel fanatizm, Hristiyanlıkta ve diğer dinlerde kökleştiğinden beri bu durum böyle olagelmiştir. İşte bundan dolayı Müslüman varlığı düşüşe geçiyor, gittikçe zayıflıyor ve

sağcı faşist liderlere bazı cahil Müslümanlar tarafından takdim edilen güzel bir hediye olurdu. Ama bu büyüme, Batı tarihinde yeni yeni ortaya çıkan demokratik ve çağdaş insani değerler altında mümkün oluyor. Bu durum orada gelişmekte olan Müslüman hayatı tesis etmek için milyonlarca Müslüman’a imkan sunmaktadır. Böylesi bir ortam, farklı inanç mensuplarının bu büyük dinin etnik çoğulculuk ve hoşgörü anlayışı altında özgürce yaşadıkları Müslüman topraklarda daima var olmuştur.

kendini koruyamıyordu. Endülüs’te ve Güney

Dahası, yüz milyonlarca Müslüman’ı evlerinden

İtalya’da olanlar çok açık örneklerdir. Bu

çekip çıkarmak, onları sürmek fiilen mümkün

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

107


değildir. Aslında, Batı’da yaşayan Müslümanlar

ve onun kibirli liderleri İslam’ı kabul etmeyi

İslam’ı yaşadıkları bu topraklarda, yozlaşma

reddettiklerinde ya da insanların bu dini kabul

içinde ve diktatör rejimler altında boğulmakta

etmelerine izin vermediklerinde, Hz. Muhammed

olan önceki yaşadıkları “daru’l-harp”lerde elde

gayretle dinini tebliğ edebileceği özgür bir

edemedikleri pek çok hakkı ve özgürlüğü elde

yer aradı. Bu sebepten Habeşistan’a, daha

edebilmektedirler.

sonra Yesrib’e (Medine) hicret etti. Bu hicretler

Onislam: Bugün Batı ülkelerinde “daru’l-harp”in artık hayatın gerçeklerine uygun, doğru bir fıkıh anlayışı sunamayan bir kavram olduğunu ve bu yüzden uygulanamayacağını ve yenilenmesi gerektiğini mi söylemek istiyorsunuz? Gannuşi: Evet, öyle. Bir örnekle ne demek istediğimi açıklayayım: Sabah namazını Batı Londra’da bir camide kıldıktan sonra kısa bir vaaz için camide bulunuyordum. Vaazdan sonra kuşluk namazı için güneşin yükselmesini bekledim. Sonra, vakit geçirmek için caminin kütüphanesinde kitapları karıştırdım. Sonrasında eve dönmek için camiden çıkmak üzereydim. Cami görevlisi, geç gelenler ve namaza

despotizmden özgürlüğe yapılan hicretlerdi. Bu yüzden bir Müslüman’la onun milliyeti arasında şekillenen bağlantı, fanatizmle/taassupla idare altına alınmış bir çevre tarafından zorlamayla oluşmuş tarihsel bir olaydır. Yani İslam’ın temel unsuru değildir. Kur’an-ı Kerim’de, Mekke’de kaldıkları ve yeni kurulmuş İslam devleti hakimiyeti altında yaşamak için Medine’ye hicret etmediklerinden dolayı “daru’l-İslam”da yaşamayan bazı Müslümanların durumundan bahsedilir. Bu konuyla alakalı olarak Kur’an şöyle buyurur: “… İman ettikleri halde hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar onları korumak gibi bir göreviniz yoktur…” (Enfal, 8/72)

gelenler için küçük bir kapıyı açık bıraktı ve ana

Gayrimüslim bir hakimiyet altında yaşamayı

bölmeyi kilitlemek için en son namaz kılanların

kabul ettikleri gerçeği, onları İslam’dan

ayrılmasını bekledi. İngiltere’de, öğle namazının

çıkarmadı. Fakat bu durumda, Müslüman olsun,

vakti geldiğinde ana kapılar; namaz, Kur’an

gayrimüslim olsun eşit bir şekilde Müslüman

tilaveti ve ders görmek için yeniden açılır, akşam

devletin vatandaşları tarafından istifade edilen

namazına kadar bütün gün açık kalır.

koruma hakkından yararlanamadılar. Bu gerçek,

“Daru’l-İslam”daki camiler için durum bunun tam tersidir. Devlet, bu camiler de dahil olmak üzere her şey üzerinde baskı ve otoritesini devam ettirir. O rejimlerden bazılarında mesela Tunus’ta, ilgili bakan tarafından onaylanmadıkça camilerde ders eğitimi yasaktır. Bu yasağa uymayanlar tutuklanır. Aynı zamanda caminin kapıları namaz biter bitmez kapanır ve sadece sonraki namaza dakikalar kala açılır. Bu ülkelerde siyasi özgürlük, ifade özgürlüğü,

bir devlet yurdunun/topraklarının, nasıl bir mantıkla algılanması gerektiğini gösterir. İslam devleti topraklarında yaşamayanlar İslam’da var olan kardeşlik haklarına sahip olabilirler. Bu hak, vatandaşlığın sağladığı birliktelikten kat be kat üstündür. Onlar, İslam devletinin korumasına sahip olurlar. Ama Kur’an’da açıklandığı gibi, bu kural İslam devletinin antlaşmalarına ve çıkarlarına muhalif olmadığı sürece geçerlidir. Kur’an bu konuda şöyle buyuruyor: “… Eğer din konusunda sizden yardım isterlerse, sizinle

yargının bağımsızlığı ve güç paylaşımı hakkında

aralarında sözleşme bulunan bir kavme karşı

konuşulamaz.

olmadıkça, yardım etmek üzerinize borçtur.

Bu yüzden, Müslümanların ve diğerlerinin dinlerini seçme, onu tatbik etme ve başkalarını

Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (Enfal, 8/72)

dinlerine çağırma ve hatta hükümet işlerine

Bu gerçekle beraber daru’l-İslam kavramı

dahil olma özgürlüğü veren bu ülkeleri, daru’l-

bir Müslüman’ın açıkça ve güven içinde dini

harp olarak görmek için hiçbir makul sebep

ibadetlerini yerine getirebildiği her ülke için

bulamıyorum. Peygamber’in hayatında bu

geçerli hale gelmiş oluyor. Hadis alimi Yusuf el-

konuya ışık tutacak çok güzel bir örnekten

Cedi “Daru’l-Harp ve Daru’l-İslam” adlı kitabında

bahsedeyim. Peygamber’in yurdu olan Mekke,

bunları anlatmıştır. Açıkça ve güven içinde dinini

Peygamber’e karşı sert önlemler aldığında

yaşayabilme özgürlüğü ve hakkı, günümüzde

108

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


bütün demokratik toplumlarda garanti altına

insanın yaratıldığı fıtrat üzerinedir. Bu yüzden

alınmıştır. Bahsettiğimiz bu demokratik ülkelerin

İslam, insan ruhuna yabancı değildir. Bu din ve

pek çoğu, geleneksel daru’l-İslam ülkeleri

insanlar arasındaki engeller yıkılırsa insanlar

değildir.

koşa koşa bu dine geleceklerdir. Bu nedenle

Onislam: Söylediklerinizden şu sonucu çıkardım: “Vatandaşlık kavramı, çağdaş İslam düşüncesi içinde, kendi ilkelerini kanıtlamak için yenilenmiş bir çağrıya ihtiyaç duyuyor.” Doğru anlamış mıyım?

özgürlük, İslam için bir lütuftur. Tabiri caizse, serbest piyasada İslam gibi değerli bir mal herkes tarafından fark edilecektir. Ümmetin ebedi kitabı Kur’an’da İslam düşmanlarının önüne tekrar tekrar konulan meydan okumanın altında bu hikmet yatar:

GANNUŞİ: Günümüz gerçeklerini göz önüne alarak bir dizi kavramı yeniden düşünmeliyiz. Bunlardan biri de çağdaş devletin üzerine inşa edildiği bir kavram olan “vatandaşlık” kavramıdır. Bu kavram altında, belli bir ülkede yaşayan insanlar aynı inancı paylaşıp

“Eğer doğru sözlü kimseler iseniz delilinizi getirin.” (Bakara, 2/111) “Deki. Şu takdirde biz ya da siz, ama mutlaka ikimizden biri doğru yoldaysa, diğeri de derin bir sapıklığa gömülmüş demektir.” (Sebe, 34/24)

paylaşmadıklarına bakmaksızın o devletin

“Deki. Eğer doğru sözlü kimseler iseniz haydi Allah

topraklarını paylaşırlar. Bu şekilde bütün

katından doğru yola bu ikisinden daha iyi yönelten

vatandaşlar aynı haklara sahip olurlar. Bu

başka bir kitap getirin de bende ona uyayım.”

kavramın İslam’da kökleri vardır. Bu, Medine

(Kasas, 28/49)

anayasasında belirtilmiştir. Bu anayasa Hz. Muhammed tarafından tesis edilmiştir ve anayasanın amacı, bünyesinde pek çok inancı barındıran Medine toplumunda ortak bir birlikteliği sağlamaktır. Bu sebeple şunu bilhassa vurgulamak istiyorum ki, İslam sadece kişisel bir din değildir. Çağdaş demokratik mekanizmaların tanımına uygun olarak, şura meclisi sayesinde takipçilerine hukuki ve ahlaki referans olarak hizmet eder. Bu yolla şura meclisi, sadece cesur bir dini lider tarafından zalim birinin yüzüne güçlü bir şekilde haykırılmış ahlaki değerlerin ve derslerin kaynağı olmaktan çıkıp, tüm ümmetin onun yöneticilerine karşı yetki ve denetimini icra edebildiği bir meclise dönüşecektir. Bu amaçla, halkın fikrinin farklı eğilimlerini gerçek anlamda temsil eden seçilmiş temsilcilere sahip olmalıyız. Aslında bu, halkın temsilcilerinin inandıkları ya da mutabık oldukları şeylerle uyuşmayan siyaseti ve yasaları veyahut ülkenin menfaatine aykırı olacak şeyleri ortaya koyamayacaklarını

Gerçekten de bu meydan okuma, karşılıklı yarışın ve mücadelenin yokluğunda anlamsız olurdu ve bu durumda o sadece, gönderildiği insan ve bu asil mesaj için güvensizlik ve korku duygusunu ifade ederdi. Onislam: “Daru’l-harp ve daru’l-İslam” kavramlarının yanlış anlaşıldığını ve akabinde Batı’nın, son yüzyıllarda geçirdiği değişimlerden dolayı bir “daru’l-İslam”a dönüştüğünü ve özgürlüğe verilmesi gereken değeri layıkıyla verdiğini ifade ettiniz. Bu ifadeleriniz ışığında şunu sormak istiyorum. Bu yaklaşımınız, yeni bir İslami fıkhın ana direği olarak, özgürlüğün değerini ortaya koyan yeni bir İslami görüş açısı oluşturmayı hedefliyor mu? GANNUŞİ: Cemalettin Afgani, Abdurrahman el-Kavakibi, Muhammed Abduh, Hasan elBenna, Seyyid Kutub, Mevdudi gibi büyük çağdaş reformistler tarafından vurgulandığı gibi, İslam etraflı bir özgürlük devrimidir ve eğer bir şeye tapan bir kimse özgürlükten

garanti eder.

yoksunsa, İslam’a göre o tapınma bir tapınma

Baskı ve otoriterlik artık ortadan kalktığı zaman,

ne söylediği sözün ya da yaptığı anlaşmanın,

İslam’ı tebliğ edenlerin, böyle bir durumda

ne de onun insanlığının bir anlamı vardır.

İslam’daki özgürlüğün işleyişi hakkında sahip

Cüzi irade ve özgürlük gibi kavramlar, Allah

olunabilecek herhangi bir korkuyu gidermek

tarafından onurlandırılan insanoğluna verilmiş

yakışır. İslam’ın kendisi özgürlük devrimidir ve

bir değerdir. Bu onur, gece ve gündüz Allah’a

olmaktan çıkar. Eğer bir kişi özgür değilse,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

109


ibadetle emrolunan meleklerin Hz. Adem’in

İslam’da özgürlüğün anlamı; inançta baskı,

önünde secde etmeleridir. “Gece ve gündüz, hiç

fıkıhta taklit, terbiyede katı yaklaşım, siyasette

durmaksızın tesbih ederler.” (Enbiya, 21/20)

otoriter yönetim lehine ne kadar azalırsa,

“Allah kendilerine neyi emretmişse ona isyan

İslam medeniyetinin ışıkları o kadar çok solar

etmezler ve emredildiklerini yerine getirirler.”

ve ümmet gerileme durumuna düşer. O zaman

(Tahrim, 66/6) İnsan Kur’an’da nankör, aceleci,

bu reform/devrim, iktidardaki zalim idarecileri

çoğunlukla tartışmayı seven olarak tanımlansa

savunmak için bir araya gelinmiş olan adı geçen

da, o hala, durumunu düzeltmesi, kendini

alanlarda, özgürlük çağrısıyla bağdaştırıldığında

ıslah etmesi, Allah’tan af dilemesi ve doğruluk

da şaşırmamak gerekir.

yoluna dönmesini ona mümkün kılacak bir akla, özgürlüğe ve iradeye sahiptir.

Bunun birinci sebebi; despotizmin, inzivanın,

İslam’ın, özgürlüğü ve Raşid Halifelerin şura

olan fanatizm dalgalarıdır. Bir diğer sebep

yönetimini yok eden adaletsiz ve despot

de özgürlük için yapılan çağrıların yabancı,

yöneticilerin elinden çıkan illetlere ve zararlara

şüpheli ve onaylanmış görünmesidir. Aslında

yatkın olmadığı çok önemli bir noktadır.

özgürlük çağrısı, ümmetin tarihinde her reform

İslam tarihindeki ihtilafların en bilinenlerinde

hareketinin kökeninde yatar. Bunu, vahyin

biri, Raşid Halifelerin idaresi altındaki şura

saf kaynaklarına dönerek ve yeni gelişmeler,

yönetimi ve onlara karşı ayaklanan diğer

keşifler, deneyimler ve problemler ile etkileşim

idare biçimleri arasında gerçekleşen ihtilaftı.

içinde olarak yapmıştır. Daha sonra bu yeni

Raşid Halifelerin yönetimine karşı çıkan idare

karşılaşılmış problemlere yeni çözümler sunmak

şekillerini savunanlar, Roma ve İran yönetimi

için girişimlerde bulunulmuştur. Bahsedilen

gibi 2 baskın model tarafından etkilenen ve

şeyi başarmak için bizler, özgürlük adına

cahil kabileciliğin pisliklerine bulaşmış olan

sağlam temeller kurmalı, onu derinleştirmeli ve

gruplardı. İslam fetihlerinin, özgürlüğü ve

yaymalıyız (ki bunlar olmadan hiçbir gelişme,

adaleti tesis etmek için hedeflendiğini rahatlıkla

medeniyet, yaratıcılık söz konusu olamazdı).

söyleyebiliriz. Bu, açıkça ve özlü bir şekilde

Hatta ve hatta İslam kanunları, özgürlük yoksa

Ribi Bin Amir tarafından ifade edilmiştir. İran

düzgün bir şekilde uygulanamaz. Bizler sağlıklı

hükümdarı ona, “Buraya neden geldiniz?” diye

bir İslam’ı tesis edemeyiz, İslam medeniyetini

sorduğunda Ribi Bin Amir şöyle cevap vermiştir:

canlandıramayız ya da aklımız ve ruhumuz

“Biz sizleri farklı dinlerin adaletsizliğinden çıkarıp

tiranlıktan ve baskıdan uzak değilse sağlam

İslam’ın adaletine çağırmaya geldik.” İslam

bir İslam fıkhı geliştiremeyiz. Ümmetin kalbi

tarihi boyunca ortaya çıkan devrimler, ilhamını

yani Arap dünyası, küresel ölçekte, özgürlük

bu tarihin başlangıcıyla doğmuş olan özgürlük

alanında tüm dünyada kara deliği temsil ediyor.

modelinden almıştır. Fakat geçen asırlarla ve

Arap dünyası, dünyadaki güç dengesinde büyük

her bir yana yayılmış iğvalarla beraber İslam

bir değişim yapar da bütün ümmet bunu takip

kültürü, adaletsiz ve despot yönetimlere yol

eder diye korkulduğundan, işte bu yüzden

açmaya ve onlara temeller kurmaya doğru

onun hareket kabiliyetini ve doğru düzgün

radikal bir değişime şahit oldu. Bu, rahiplerin

davranmasını felce uğratmak için yoğun bir

ve hahamların daha önce yaptıkları şeylere

şekilde uluslararası boyun eğdirme çalışmaları

benzer şeylerdi. Bu yüzden bilimsel ve siyasi

yapılmaktadır. Fakat bu devin (ümmetin) artık

devrimler, dinlere karşı isyan ile birleşmiştir. Ve

harekete geçeceği ve büyük bir değişimin patlak

daha sonra özgürlük ve inanç arasında, din ve

vereceği bir zaman gelecektir elbette.

tekfirciliğin, mezhepçiliğin mirasıyla birleşmiş

bilim arasında yani insanın yönetimi ve Allah’ın yönetimi arasında bir çatışma çıkmıştır. Böylesi bir çatışmaya İslam’da ve İslam medeniyetinde yer yoktur. Bu ümmetin temelini oluşturan, içinde medeniyetin ve serbest iradenin/özgürlüğün temelini meydana getiren, İslam’ın devrimiydi.

110

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


GÜNDEM

İslami Olmayan Yönetime Katılım

Raşid El Gannuşi Çeviren:

Giriş Bu yazı, gayri İslami bir yönetimin/rejimin kurulmasında ya da idaresinde takipçilerinin iştiraki hakkında İslam’ın pozisyonuyla alakalı meseleye cevap vermeyi amaçlamaktadır. Bu meseleye cevap

Fatih Peyma

gerçeğidir. Tarih boyunca böyle bir yönetimin kurulması için çok fazla çaba sarf edildi. Müslümanların, şu ana kadar böyle bir başarı sağlayamamalarına rağmen yeryüzünde adaleti tesis etmeleri ve Allah’ın emrinin gerçekleşmesi için işbirliği yapmaları ve yapılagelen çabayı devam ettirmeleri onların en önemli görevidir. Kur’an şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun.

aramaya başlamadan önce bazı gerçeklerin altını

Bir topluma olan kininiz, sakın sizi adaletsizliğe

çizmek gerekiyor:

itmesin. Adil olun. Bu Allah’a karşı gelmekten

Birincisi, “İslami yönetim/hükümet/idare” gibi bir fikrin var olduğu ve Müslümanların hem bireysel hem de gruplar halinde böylesi bir yönetimin/idarenin kurulması için çalışmalarının

sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Maide, 8)

Aynı surenin 49. ayeti şöyle buyuruyor:

dini bir görev olduğu gerçeğidir.

“Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet.

İkincisi, böylesi bir “İslami yönetim”in

ayeti ise şöyle buyuruyor: “Allah’ın indirdiği

halihazırda mevcut olmadığı ve eğer mevcut

ile hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerin ta

olsaydı bir Müslüman’ın onu desteklemekten ve

kendileridir.”

onun içinde var olabilecek çürüme unsurlarının giderilmesi için çalışmaktan başka bir seçeneği olmadığı gerçeğidir.

Onların arzularına uyma.” Yine aynı surenin 44.

İstisnai Durumlar Burada tartışma konumuz, ümmetin;

Üçüncüsü, hali hazırdaki durumlar İslami bir yönetimin kurulması lehine görünmediği

entelektüel, siyasi, ekonomik, uluslararası sistemini ve sair ilişkilerini İslam temeli üzerine,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

111


kendi inanç ve kültür mirası (ki bu miras, onun

yasama temelleri üzerine kurulmuş olmasından

en önemli ilkelerini yok etmek isteyen Batı

kaynaklanır.

işgaline rağmen Müslümanların kalplerinde, ruhlarında kök salmaya devam eden bir mirastır) üzerine kurabildiği normal durum

Bu ilim, en yetenekli ve yetkili alimler tarafından asırlar boyunca her yönüyle incelenmiş ve

hakkında değildir.

geliştirilmiştir. Bu gelişmenin zirvesi, 1388’de

Buradaki tartışma, ümmetin doğrudan “İslami

olmuştur. Şatıbi’nin çalışmaları ve düşünceleri,

ölen Endülüslü alim Ebu İshak eş-Şatıbi ile

yönetim” kurma hedefini başaramadığı zamanki

selefi İmam Şafi (767-820)’yi tamamlayıcı

istisnai duruma odaklanmaktadır. Bu durumda

niteliktedir. Hayatlarını bu önemli bilgi alanına

Müslüman topluluk zor seçeneklerle karşı

adamış alimler, İslam’ın büyüklüğüne inanmış,

karşıya kalır.

Kur’an’ın, sünnetin ve fıkıhın mirasını baştan

Gerçekçilik ve esneklik İslam metodolojisinin en önemli özellikleri arasındadır. Bu özellikler, bu dinin bütün zamanlara ve her ortama uygun olan sonsuz bir hayat yöntemi olduğu gerçeğini açıklar. Dahası, Müslüman topluluklar da

sona incelemiş kimselerdi. Onlar aynı zamanda, kendi dönemleri boyunca elde edilmiş bilgilerin toplamıyla beraber yüzyıllar boyunca fıkıhın çeşitli pratik deneyimleri ve uygulamalarını da göz önüne almışlardır.

dahil tüm insan topluluklarının hayatları, tıpkı

Bu bilgi kaynakları koleksiyonu sayesinde

bağımsız/bireysel bir insanın hayatı gibi sürekli

ve İslam’ın amaçları ve hedefleri hakkındaki

dinamizm içindedir. Sağlık ve hastalık, zafer

anlayışları ışığında, onların en büyük amacı

ve yenilgi, başarı ve başarısızlık, gelişme ve

insanların ihtiyaçlarına hizmet etmek olan

gerileme, güçlülük ve zayıflık arasındaki değişim

(zaten İslam mesajının özü de budur) bir dizi

doğal durumlardır. Bundan dolayı her nerede ve

kanun esasları geliştirdiler.

her ne zaman var olsa, bütün insanlığın hayatını düzeltmek maksadıyla gelen bir din, ortaya çıkan bütün sorunlara ve Müslüman toplulukların içinden geçebileceği gelişim şekillerine cevap verme kapasitesine sahip olmalıdır. Ve bunu yaparken böyle bir din, eğik olduğu kadar düz çizgiler de çizmek zorunda kalabilir. Başka bir deyişle, normal şartlarda sadece mutlak esaslar için çizgiler çizmekle yetinmeyip aynı zamanda sıra dışı, istisnai durumlarla karşılaştığında gözlemlenmesi ve takip edilmesi gereken kuralları ve mekanizmaları da belirleyebilir. Bu şekilde müminler hem güçlülük hem de zayıflık durumlarında şeriatın kurallarıyla yakın bir irtibat içinde kalırlar.

Eş-Şatıbi şöyle diyor: Şeriat hakkında araştırmalarımızdan şu sonucu çıkardık ki, şeriat insanın ihtiyaçlarına hizmet etmek için oluşturulmuştur. Bu, kimsenin hatta Fahreddin er-Razi (1149-1209)’nin bile tartışamayacağı bir konudur. Dini kanunlar, tek bir amaç için vardır: Bu dünyada ve ahirette insanların ihtiyaçlarına hizmet etmek. Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” (21/107) Bir diğer ayet ise şöyledir: “Allah size güçlük çıkarmak istemiyor. Fakat sizi temizlemek ve size olan nimetini tamamlamak istiyor.” (5/6) Ve son olarak Bakara suresi 179. ayette şöyle buyuruyor: “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır.”2

Gereklilik ve İhtiyaç Fıkhı

Şatıbi “Muvafakat” adlı eserinde, resullerin

Müslümanların fıkıh mirası tüm zamanlar

insanların hayatlarında tamamlamak için

boyunca bir topluluk tarafından sahip olunmuş

gönderildikleri ihtiyaç türlerini ayrıntılarıyla

en büyük ve en zengin ‘’kanunlara ve dini

anlatıyor. Şatıbi adı geçen türleri “elzem

esaslara ait’’ mirastır. O kadar büyüktür ki,

ihtiyaçlar” diye sınıflandırmıştır ki, şüphesiz

Müslümanlar haklı olarak fıkıh toplumu olarak

bunlar olmasaydı hayatın devamı da olmazdı.

adlandırılabilir. Bu fıkhın büyüklüğü, en büyük

Bu ihtiyaçlar; inancın, neslin, servetin ve aklın

İslam ilimi olan usul ilmi olarak bilinen büyük

korunmasını ihtiva eder. Akabinde, yokluğu

1

Usul ilmi: Delillerden hüküm nasıl çıkarılacağını öğreten

1

ilim. Diğer adı da “usul-u fıkıh”tır.

112

Ebu İshak Eş-Şatıbi, El-Muvafakat, “Şeriat Usulü”

2

Bölümü

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


durumunda insanın sıkıntı ve zorluk içinde

insanların menfaatine en iyi şekilde hizmet

olması kaçınılmaz olacağı, “özel ihtiyaçlar”dan

etmesi ve insanların ihtiyaçlarını yerine

bahsediyor. Bunlar, hayatta zevk alınan güzel

getirmesidir.

ve meşru şeyleri ihtiva eder. Son olarak da, yokluğu durumunda dünyadaki yaşamı ciddi derecede sarsacak olan “iyileştirici ihtiyaçlar”dan bahsediyor. Bunlar da örneğin yeme-içme gibi çeşitli ihtiyaçlardır. Bu tür ihtiyaçların giderilmesi, hayatın kalitesini artırmada öncelikli unsurlardır.

Gayri İslami Bir Yönetimde Güç Paylaşımı İnsan davranışları hakkında fikir belirtmede en öncelikli kural, bir yasak açık olarak belirtilmedikçe bütün davranışların caiz olduğu kuralıdır. Bu durumda yasak, Allah’ın kanununu uygulama ve Allah’ın kanunundan başka

Çağdaş İslam siyaset düşüncesinde genel eğilim, Şatıbi’nin ortaya koyduğu “dinin amaçları” düşüncesini benimsemekten yanadır. Şatıbi’nin bu düşüncesini açacak olursak şunları söyleyebiliriz: Ona göre din, ümmetle alakalı yeni problemlerin üstesinden gelmek için genel bir çerçeve olarak, insanoğlunun gereksinimlerini, bu dünyadaki ve öbür dünyadaki kazanımlarını gerçekleştirmek ve korumak için gelmiştir. Bu genel perspektifin çerçevesi ya da şeriatın amacı içerisinde dinin ayrıntıları, temel esasların dalları olarak kendi uygun yerlerini bulurlar. Aynı perspektif içerisinde, sadece Müslümanların değil bütün insanoğlunun hayatındaki bütün yeni problemler, onların ihtiyaçlarının giderilmesini garanti eden doğru cevaplar bulabilir. Allah’ın kanunu zaten, hayat ne zaman bir gelişim ve değişim gösterse içinden yeni sonuçların çıkarılabildiği genel prensipleri içerdiğinden dolayı, bu yolla kötülükler Allah’ın hükümlerini ihlal etmeden engellenebilir. Bu prensiplerin bazıları standart durumlar ya da normal şartlarla ilgili iken, bazısı da istisnai durumlar ve sıra dışı şartlarla alakalıdır. İkincisine örnek, “ihtiyaçlar yasakları bertaraf eder (ihtiyaç kanun tanımaz)” prensibidir. Bu prensip Kur’an’da şöyle geçer: “Ama kim mecbur kalırsa başkasına saldırmadan ve sınırı aşmadan bunlardan yemesinde bir günah yoktur.” (2/173)

kanunlara yönelmeme emrinden hasıl olur. Bu yüzden Allah’ın emrine uymak ve O’nun yönetimini/idaresini kurmak için elinden geleni yapmak bütün Müslümanlara farzdır. Fakat Müslümanlar ya bunu başaramazsa? Bizler sadece yapabildiğimizi yapmakla mükellefiz. Kur’an şöyle buyuruyor: “Herkes gücü ölçüsünde sorumlu tutulur’.” (2/233)

İslami yönetim/hükümet şöyle olmalıdır: 1. Bünyesinde mevcut olan yüksek yasama otoritesi, bütün kanunların üstünde olan “şeriat”a yani Allah’ın kanunlarına uygundur. Bu bağlamda, hakimler tarafından ölçütler olarak kullanılacak detaylı kanunları ve düzenlemeleri meydana getirmek alimlerin sorumluğundadır. İslam devletinin lideri bu tür kanunları ve düzenlemeleri uygulamanın sorumluluğuyla görevlendirilen icra kurulunun lideridir. 2. Bünyesinde mevcut olan siyasi güç ümmete aittir. Ümmet, zorunlu bir danışma sistemi olan bir nevi şura biçimini benimsemek durumundadır. Eğer bu türden bir yönetim mümkünse, o zaman onu kurmak için hiç bir çabayı esirgememek her Müslüman’ın görevidir. Fakat eğer bu mümkün değilse, o zaman Müslümanlar ne yapmalıdır? İslam’ın genel esasları ve onun halka hizmet etme (bunlar inancın, ruhun, zenginliğin korunmasını ve kötülüklerin önlenmesini ihtiva

Buna benzer bir prensip de ‘’daha iyi ve daha kötü arasında kıyaslama’’ ve ‘’insanların menfaatine en iyi şekilde hizmet ediyor gibi görüneni seçme’’ prensibi ve ‘’ameller yol açtıkları sonuçlara göre değerlendirilir’’ prensibidir. Bütün bu durumlarda en iyi ölçüt,

eder) ve ihtiyaçlarını yerine getirme amacı temelinde, pasiflik ve tecrit siyasetinden kaçınmak her Müslüman’ın görevidir. Her Müslüman’ın, İslami yönetimi/hükümeti kurma görevi ve sorumluluğu vardır. Eğer böylesi bir görevi başarabilmeleri mümkün değilse o zaman Müslümanlar her ne başarabilirse onu başarmak

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

113


için uğraşmalıdır.

tek tanrılı bir dini benimsemelerini beklemedi.

Müslüman ya da gayri İslami bir ortamda güç

Bu genç adamın aklında olan şey şuydu ki, din

paylaşımı, sosyal düzenin temellerini kurmak

insanlara hizmet etmek ve onların en gerekli

için bir gereklilik olur. Bu güç paylaşımı illa

ihtiyaçlarını yerine getirmek için gelmiştir.

şeriata göre olacak değildir. Fakat İslami

Yusuf, insanları açlıktan ve sonrasında yok

yönetimin önemli bir temeli üzerine, yani

olmaktan kurtarmanın bekletilemeyeceğini

şuraya ya da ümmetin otoritesine göre

düşünüyordu. Yardım edebileceğini fark edip,

olmalıdır. Diktatörlüğün, yabancı hakimiyetin,

yardım etti. Halkın işlerini idare etmedeki

ya da yerel anarşinin önüne geçmek için bu

etkin katılımı sayesinde, diğer sorumluluğu

gereklidir. Böylesi bir güç paylaşımı süreci;

olan “insanları İslam’a çağırma”ya devam etti

aynı zamanda bağımsızlık, kalkınma, sosyal

ve hayatlarını yeniden şekillendirmeleri ve

dayanışma, sivil özgürlükler, insan hakları,

kötülükten uzak durmaları gerektiğini tembih

siyasi çoğulculuk, yargının bağımsızlığı, basın

ederek peygamberlik görevini layıkıyla yerine

özgürlüğü, ya da camilerin ve İslami faaliyetlerin

getirdi.

serbestleşmesi gibi ulusal ya da insani menfaatleri başarmayı hedefleyebilir.

Kur’an’da Yusuf kıssasının detaylı anlatımı bu

Herhangi bir Müslüman toplum, eğer İslami

kanıtıdır. Yusuf’un başına gelenler, her yerde ve

demokratik bir yönetim kuramaz ise seküler

her zaman bütün Müslümanların başına gelebilir.

bir demokratik sistemin kurulmasına katılımda

Benzer durumlarda, Müslümanların ümmetin

tereddüt etmeli midir? Cevap hayır. Bireysel ve

çıkarlarına hizmet etmek ve onları kötülükten

toplu olarak, böyle bir sistemi kurma çabalarına

korumak için gayri İslami bir yönetime siyasi

katılmak bütün Müslümanlara dini bir görevdir.

aktör olarak katılımcı olmak dışında başka bir

yaklaşımın övülmeye değer olduğunun açık bir

Bu şekilde, İbni Haldun’un ifade ettiği gibi

seçeneği olmayabilir. Böyle davranmamak; bu

Müslümanlar “şeriat yönetimi/hükümeti”ni

çıkarların, kazanımların yok olmasına, kötülüğün

kuramadıklarından dolayı ‘’mantıklı/rasyonel

yayılması ve topluma hakim olmasına yol

hükümet’’in kurulması için uğraşmalıdırlar.

açacaktır.

Belgeli Durumlar/Olaylar

İkinci örnek ise, İslam’ın ilk yıllarında yaşamış

3

İslam tarihinde Müslümanların, bireysel ve toplumsal olarak iyi olanı yapmak ve kötülüğü engellemek adına gayri İslami hükümetleri yönetmede ve kurmada iştirakçi olmalarına izin verildiğine dair Kur’an’dan bazı olaylar iktibas edilebilir.

Hatırlanacak olursa, Yusuf kardeşleri tarafından kuyuya atılmış ve daha sonra kurtarılıp, Mısır’da Firavun’un sarayına bir şekilde yerleşmiş, iftiraya maruz kalıp, mahkemeye çıkarılmıştır. Hapse atılmış ve horlanmış bu genç adam, açlık ve kıtlık tarafından tehdit edilen pek çok ülkeyi kurtarmayı görev bilerek uygun bir anı yakalamış ve Firavun’un yönetiminde en önemli makamla ilgilenmek için hazır olduğunu ifade etmiştir. Yusuf, İslami bir yönetimin temellerini atmak için Mısırlıların putperestliği terk ederek İbni Haldun, Mukaddime, “Giriş” Bölümü

114

kralı ‘’ülkesinde kimseye haksızlık etmeyen bir kral’’ olarak tanımlamış ve ağır bir şekilde işkenceye maruz kalmış sahabeden bazılarına Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye etmiştir. Habeşistan’da bu küçük Müslüman topluluğun varlığı, kralın İslam’ı kucaklamasıyla sonuçlandı.

Kur’an’ın bir bölümünde Yusuf kıssası anlatılır.

3

olan ‘’Habeşistan kralı’’ örneğidir. Peygamber,

Ama kral, hükümetinde şeriatın uygulanması yönünde değişiklikler yapmadı. Çünkü böyle bir girişim onun krallığını ve misafirlerinin hayatını tehlikeye sokabilirdi. Bu asil kralın hikayesi İslam tarihinde belgelenmiş ve bugüne kadar anlatılmaya devam etmiştir. Peygamber, kralın ölüm haberi kendilerine ulaşınca cenaze namazının kılınması için talimat vermiştir. Bu konuda İbn Teymiye’nin yorumu şöyledir. “Biz kesinlikle kralın, toplumunda Kur’an kanunlarını uygulayamadığını biliyoruz. Çünkü halkı böyle yapmasına izin vermezdi. Buna rağmen kral ve onun gibiler, İslam’ın

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


kanunlarına tümüyle uyamamalarına ve sadece

gerçekleştirebildi ve kimse onun yanlış yaptığını

belirli durumlarda uygulanabilecek hükümleri

ya da hareketlerinde yanlış yolda olduğunu iddia

takip ederek ülkelerini yönetebilmelerine

etmeye kalkışmadı.

rağmen yine de Allah rızasına giden yolda hayatlarına devam edebildiler.4

Çağdaş Düşünceler

Üçüncü örnek ise “hılfu’l fudul” örneğidir.

İslami yönetimin, bir bütünlük içinde

Yani el-fudul antlaşması ya da ittifakı. Bu, İslam öncesi Arabistan’da kabileler arasında haksızlığa uğramış olanlara destek çıkmak, akrabalarla yakın ilişkileri sürdürmek ve onlara bakmak için yapılmış bir anlaşmaydı. Peygamber, risalet görevinden önce bu ittifak imzalanırken şahitliğini yapmış ve sonraki yıllarda “eğer peygamberlik görevi sırasında da benzer bir ittifaka çağrılsaydı tereddütsüz iştirak edeceğini” bildirmiştir. Daha sonra peygamber, ‘’cahiliye döneminde yapılmış herhangi iyi ve asil bir anlaşma kesinlikle İslam tarafından desteklenir ‘’diye belirtmiştir.5 Bu şekilde şu sonuca varabiliriz ki; ümmet, adaletsizliğin ve baskının önlenmesinde, insanlığın çıkarlarına hizmet etmede, insan haklarını korumada, halkın itibarını/hakimiyetini tanımada ve seçim sistemi sayesinde iktidara gelmeyi hedeflemiş bir anlaşmada katılımcı olabilir. Müminler kendileriyle aynı inancı ve ideolojiyi paylaşmayanlarla bile bu asil hedeflere varmak için uğraşabilirler.

uygulanması durumunda mükemmel ya da mükemmele yakın sonuç verecek olan bir takım değerlere dayandığı görülür. Fakat her zaman bütün bu değerlerin uygulanması çok mümkün olmayabilir ve bu yüzden bazıları, belli şartlar altında, mevcut adaletli olan bir yönetimle yetinmelidir. Adaletli bir yönetim, İslami olmasa bile İslami olana çok yakın olarak düşünülebilir. Çünkü ‘’adalet’’ İslami bir yönetimin en önemli özelliğidir. Ve adaletin, Allah’ın kanunu olduğu söylenmiştir. İbni Akil, ‘’el-siyaset el-şeriat (İslami idare siyaseti)’’ kavramını, Peygamber tavsiye etmemiş ve vahiyde yer almamış olsa bile insanları iyiliğe yakınlaştıran, kötü olandan ise uzaklaştıran ameller olarak tanımlamıştır. İbni Akil ilaveten, bu türden amellerin şeriatla çelişmemesi gerektiğini anlatmak için, bu amellerin “şeriatla uyumlu” ifadesini kullanarak tanımlanmasının mümkün olduğunu söylüyor. Fakat eğer biri böyle bir tabirle, bu tür amellerin

Dördüncü örnek ise, Ömer bin Abdülaziz örneğidir. 2 yıla yakın bir süre halifelik yapmış bu Emevi halifesi, Raşid Halifeler dönemiyle arasındaki yarım yüzyıla rağmen merhameti ve adaleti sebebiyle tarihçiler ve İslam âlimleri tarafından 5. Raşid halife olarak kabul edilir. Emevi saltanatından gelen bir melik olmasına rağmen babadan-oğla geçen monarşi anlayışını tasvip etmiyordu ve prensip olarak buna karşıydı. Fakat sistemi değiştiremedi ve yıllar boyunca birikmiş olan yozlaşma yüzünden istişareye dayalı bir yönetim şekli içinde ümmetin hakkını tüm çabasına rağmen iade edemedi. Fakat buna rağmen, pek çok yanlış uygulamayı önemli şekilde düzeltebildi, adaleti ve hakkı tesis edebilmede önemli mesafeler kaydetti. Onaylamadığı monarşiyi kabul ederek, Müslümanların hayrına pek çok şey

özellikle Kur’an’da veya sünnette bahsedilmiş olması gerektiğini kastederse o zaman bu, yanlış olur ve sahabenin de yanlış yaptığını ima etmiş olur. Her şeye rağmen onlar, pek çok yeni hareket tarzının öncülüğünü yaptılar, yeni gelişmelere ve değişen şartlara cevaben toplumun ihtiyaçlarını yerine getirmek için sayısız tedbirler aldılar.6 Günümüzde, Müslüman bireylerin ve grupların gayri İslami bir çerçevede topluma hizmet etmek ya da kötülüğü önlemek için ittifaka girdiğini gösterecek sayısız örnekler verilebilir. Halen, ısrarla pek çok Müslüman alim7 bu türden yolların takip edilmemesi gerektiğini söylemesine rağmen bu gerçekleşmektedir. Bütün saygıma rağmen şunu söylemek isterim ki bu alimler, Müslümanlara hayatı gereksiz İbni Kayyim El-Cevziyye, “Yönetim Şekilleri”

6

Mevdudi, “İslami Yönetim” ve Dr. Muhammed Ebu

7

İbn Teymiye, Fetvalar, “Dini Yargılar” Bölümü

Faris, “Yönetime Katılımın Aykırılığı” bu şekilde düşünen

Müslim ve Ebu Davut rivayet etmiştir.

yazarlardan sadece ikisidir.

4 5

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

115


şekilde zor hale getiriyorlar. Onların fikirleri,

olan ülkelerde yaşayan pek çok İslami

kesinlikle caiz ve meşru olan ve gerçekten de

cemaat ve hareket var, ama İslam’a düşman

Müslümanları zor durumlarda pozitif şekilde

diktatörlükler ya da Müslüman olduğunu iddia

tepki verme yeteneği ile donatma amacı güden

eden diktatörlükler tarafından yönetiliyorlar. Bu

bir siyaset anlayışına sınırlamalar getiriyor.

türden İslami hareketler, rejimi düzeltemezler

Bu türden bir kaç örneği sayacak olursak: Birincisi; dünyadaki Müslümanların üçte biri yaşadıkları ülkelerde azınlık durumundadır. Yani onların yakın gelecekte ülkelerini İslami bir şekilde yönetmek gibi bir umutları yok. Bu Müslüman azınlıkların çoğu, etnik temizlik ve diğer baskılar yüzünden yok olma ya da sürgün gibi tehditlerle kaşı karşıyadırlar. İslam fıkhı onlar için ne gibi seçenekleri sunabilmektedir? Bazı insanlar, bu türden azınlıkların Müslüman çoğunluğun yaşadığı yerlere göç etmesi gerektiğini teklif ediyorlar. Eğer bu mümkün olsaydı (normalde mümkün değildir) böyle bir şeyin onlara ne gibi bir iyiliği dokunurdu, ya da bu türden bir teklif onları yaşadıkları yerlerden çıkartmak için Müslümanlara karşı

ya da tek başına onu değiştiremezler. Şeriat, bu İslami hareketler ve seküler gruplar (ki onlar da diktatörlükleri devirip insanlara saygı duyacak ve onların özgürlüklerini garanti edecek olan seküler demokrasiler kurmak için çabalamaktadırlar) arasındaki işbirliğine karşı mıdır? Kesinlikle hayır. Üçüncü olarak; benzer şekilde, diktatörlükle yönetilen Müslüman ülkelerdeki İslami gruplar halktan gelecek yoğun desteği elde edebilir ve İslami bir yönetim kurabilir. Fakat böyle bir geçiş, kendi ülkelerinden ya da diğer ülkelerden onlara yönelik olan düşmanlığı körükleyebilir ve yeni kurulmuş olan İslami hükümeti, zulümlere ya da onun başarısız olmasıyla sonuçlanabilecek baskılara açık hale getirebilir.

bir komplodan mı ibaret? Bazıları da Müslüman

Bu tür İslami grupların, şartlar izin verene kadar

azınlıklara, kendilerini tecrit etmelerini ve

İslami yönetim kurmak gibi uzun vadeli hedefi

beklemelerini tavsiye etmektedir. Fakat bu da

erteleyerek, seküler bir demokrasi kurmak ve

İslam’ın mesajının özüyle çelişmektedir. Çünkü

var olan baskıcı gücü izole etmek için seküler

İslam mesajı, müminleri pozitif, aktif ve ilgili

gruplarla koordine içinde olmamaları için bir

olmaya yönlendirir.

sebep yoktur.

Bu türden azınlıklar için en iyi seçenek, seküler

Şunu vurgulamak gerekir ki, böyle bir durumda

demokratik gruplarla işbirliğine girmektir.

aralarında seçim yapılacak seçenekler İslami

Onlar o zaman, insan haklarına saygı duyacak,

yönetim ve gayri İslami yönetim seçenekleri

güvenliği, ifade ve inanç özgürlüğünü

değil, demokrasi ve diktatörlük arasında

sağlayacak (ki bunlar İslam’ın tamamlamaya

yapılması gereken bir seçenek olacaktır.

geldiği en önemli insani gereksinimlerdir) seküler demokratik bir yönetimin kurulması için

Dördüncüsü ise; yabancı güçler tarafından

çalışabilirler.

sömürgeleştirilmiş ülkelerde var olan İslami

Her hangi bir toplumda böylesi önemli değerlerin

altında yaşamaktansa içinde daha iyi şartlar

başarılması, hemen onu İslam anlayışındaki

altında yaşayacakları ve kendilerine alternatif

‘’daru’l harp’’den huzur ve sükunetin ülkesine

olacak bir ülkenin ortak düşmanına karşı

çevirecektir. İmam Nevevi (1233-1277) “daru’l

mücadele etmemesi ve seküler gruplarla

harp”i inananların dini görevlerini özgürce

“birleşik cephe” oluşturmaması için bir

yapamadıkları ve sonuç olarak da oradan

sebep yoktur. Kesinlikle, onları böyle bir şey

hicretin zorunlu bir hale dönüştüğü yer olarak

yapmaktan engelleyecek hiçbir şey yoktur.

gruplar. Bu İslami grupların, sömürge otoritesi

tanımlar. Gerçek demokrasiler böyle değildir. 8

Onlar ibadeti ve inancı garanti altına alırlar.

Sonuç

İkinci olarak; Müslüman çoğunluğa sahip

Eğer Allah’ın emirlerini yerine getirmek için

İmam Nevevi, 40 Hadis”

8

116

İslami bir yönetim kurmak, her İslami grubun uzun ya da kısa vadede hedefiyse; şeriat, böyle

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


bir hedefin kolaylıkla başarılmayacağı ihtimalini

Asıl sorun; “halkın egemenliği” ilkesi ve

ve bu yüzden bir alternatifin sağlanması

İslamcıların (diğer siyasi gruplar gibi) siyasi

gerektiğini göz önünde bulundurur. İstisnai

partiler kurma, siyasi etkinliklere dahil olma

şartlar altında İslami gruplar, gücün çoğunluk

ve iktidar için yarışma ve demokratik araçlar

olan grup/parti tarafından elde tutulduğu

yoluyla iktidarı paylaşma hakkı konularında

“çoğulcu bir hükümet sistemi” kurmak için

“diğerini” yani hüküm süren yönetimleri ikna

İslami olmayan gruplarla işbirliği içine girebilir.

etmede yatıyor.

Böyle bir ittifak aynı zamanda saldırıyı

Tunus ve Cezayir’deki seçimlerde galip

caydırmak ve diktatörlükten kurtulma hedefi

gelen İslamcıların cezalandırılması, bizlere

için de olabilir. Bu gibi durumlarda, ittifak hiç

-ki esef verici olan, bunlar her iki ülkedeki

bir şekilde, İslam’ın aleyhine şartları ihtiva

baskıcı rejimlerle işbirliği içinde olan yerel

etmemeli ya da İslam için çalışanlar ve ülkede

‘’laik teolojik elitler’’in desteği ve Batı

İslam sistemini kurmak için çabalayanlar

demokrasilerin rızasıyla gerçekleşmektedir-

üzerinde sınırlandırmalar getirmemelidir.

İslam dünyasındaki problemlerin kökeninin, despotizmin hegemonyasında yattığının kesin

Bu hususlar;

kanıtını sunmaktadır. Şimdi bizim en büyük

“iyi olanı meydana getiren ve kötü olanı üreten şeyi engellemenin desteklenmesi’’ ilkesine,

görevimiz, demokrasiye gerçek anlamda geçiş için despotizmle mücadele etmektir.

“zorunlu bir görevin gerçekte bağlı olduğu şey, kendi için de zorunludur” kuralına, “neticeler ve sonuçlar” kaidesine ve “gereklilik/ihtiyaç” prensibine dayanmalıdır. Önemli olan şey şudur ki bir Müslüman, kısmen de olsa bütünlük içinde de olsa, şartlara ya da kaynaklara bağlı olarak, Allah’ın kanunlarını uygulamak için pozitif kalmalı ve bu kanunları uygulamada yapılacak çabalara aktif bir şekilde dahil olmalıdır. Allah’ın kanunlarının özü, gönderilmiş bütün ilahi mesajlara uygun olarak, insanoğlu için adaletin kurulması içindir. “Biz elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber kitabı ve ölçüyü indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler.” (Hadid, 57/25) Şunu vurgulanmak gerekir ki, “güç paylaşımı” kavramının karşı karşıya kaldığı en büyük sorun; demokrasiyi, çoğulculuğu, güç-paylaşımını kabul etmek konusunda İslamcıları ikna etmenin zor olmasıdır. İslami çevrelerde halihazırdaki genel eğilim, güç paylaşımını (hatta seküler tarzda bir yönetimde bile) milli dayanışma, insan haklarına saygı, sivil özgürlük, kültürel, sosyal ve ekonomik gelişme ve dış tehditlerin caydırılması gibi karşılıklı hedeflerin başarılması için bir araç olarak benimsemekten yanadır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

117


Gündem

Bir Devrimin Ardından - 2 Metin Yılmaz İran’da bir devrim gerçekleşmişti. Şah yenilmez

yerini İslami değerlerin almasından ve mevcut

denilen ordusuna ve Amerikan desteğine

sistemin yıkılıp yerine İslami bir düzen

rağmen ülkeden kaçmış, destekçilerine rağmen

kurulmasından bahsediyordu. Üstelik “ne Doğu

mat olmuştu.

ne Batı yalnızca İslam” diyerek ne Amerika’ya

İktidar değişikliği İslam ülkelerinde normal karşılanabilecek bir durumdu. Hem henüz bir devlet geleneği oluşturamamış, hem de İslam ile Batılılaşma arasında, gelenek ile modernlik arasında sıkışık ve kararsız kalmışlardı. Ne yapacaklarını ve nasıl düzen kuracaklarını bilmiyorlardı. Üstelik emperyalist güçler çok etkindi ve bir şekilde kendilerine daha iyi hizmet vereceklerin iş başına/yönetime gelmesini sağlıyorlardı. Bu yüzden birçok İslam ülkesinde sık sık iktidar değişiklikleri (çoğunlukla askeri darbeler) yaşanıyordu. Ancak İran’da bir grup, bir sınıf ya da belirli bir güç odağı değil halk değişim talep ediyor ve sazı ele alıyordu. Kendini anlamayan ve sürekli kendini biçimlendirmeye çalışan zalim bir yöneticiyi ve bu yönetici tarafından kendine dayatılan değerleri, ekonomik, sosyal, siyasi sistemi alaşağı ediyordu.

ne de Rusya’ya ihtiyacı olmadığını ifade ediyor, bununla da kalmıyor antiemperyalist bir duruş sergileyerek onlara meydan okuyordu. Amerika büyük, Rusya da küçük şeytan olarak tanımlanıyordu. Bu mümkün müydü? Bu devirde, bu şartlar altında bir devlet sırtını ABD veya Rusya’ya dayamadan ayakta kalabilir miydi? Tarihin sayfaları arasına gömülen, kalplere ve mescitlere sürgün edilen din yeniden hayat sahnesine çıkabilir, Şah’tan artakalan enkazı ayağa kaldırmaya güç yetirebilir miydi? 14 asır önce gelen bir din/İslam, modern bir toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilir, huzur ve mutluluğunu temin edebilir miydi? Dünyada bunun mümkün olamayacağı kanaati

Emperyalistler bu değişime rıza gösterebilirlerdi belki. Zira onlar için yönetenin kim olduğundan, nasıl yönettiğinden ziyade emperyalist ilişkilerin devamlılığı önemliydi.

hakimdi. İran’da bile devrime omuz veren milliyetçiler, solcular ve laik zihniyet sahibi gruplar; dinin Şah’ın ardında bıraktığı enkazı düzeltmeye güç yetiremeyeceğine inanıyor, ulemanın siyasi iktidarı kendilerine teslim

Fakat o da ne!

ederek camiye ve medreseye geri döneceğini

Devrim “İslam”ı referans alıyor ve adını İslam

kıyama öncülük etmiş, sonuca ulaşılınca da

devrimi, hedefini de İslam cumhuriyeti olarak

medresesine geri dönmemiş miydi? Ulema

ortaya koyuyordu. Reddedilen değerlerin

içinden birçokları (Ayetullah Şeriatmedari gibi)

118

zannediyorlardı. Nitekim geçmişte ulema birçok

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


devrim sürecinde bile bu kadar yeter dememiş

50 yıllık planlar yapılıyordu ki, İran’da devrim

miydi? Şiiliğin devletin resmi dini olduğu

gerçekleşti. “İslam” diyerek ortaya çıktı ve

1501 tarihinden bu yana, ulema hiçbir zaman

bütün ezberleri, planları bir anda bozuverdi.

yönetimin kontrolünü ele almamıştı. Artık zalim Şah kaçtığına ve devrim gerçekleştiğine göre, ulemanın da işi bitmişti. Bundan sonrası modern eğitim almış teknokratların ve modern felsefelerin işiydi. Ulema ne anlardı devlet yönetmekten, siyasetten, ekonomiden. Dinin ne işi olurdu siyasetle, ticaretle. Beklenen,

Öldü sanılan, camilere ve vicdanlara gömülen İslam, canlılık emareleri gösteriyordu. Kendinden beklenmeyecek bir şekilde, önce emperyalist ilişkilere, zalim yönetime karşı gelişen bir devrime rehberlik yapıyor, sonra da devlet yönetmeye, ekonomiyi düzenlemeye,

arzulanan ve gönüllerden geçen aynı şeydi.

yeni nesiller yetiştirmeye, uluslar arası ilişkileri

Modern dünya/Batı dünyası din karşıtı bir

kalkıyor ve hayata dönüyordu.

zeminde oluşmuş, dine hayatta yer bırakmayan ideolojilerden beslenmişti. Onun için din misyonunu tamamlamıştı. Kul ile Allah arasında kalması, kilisenin dışına çıkmaması gerekiyordu. Hristiyanlığın dogmatik yapısını, ancak onu kiliseye sürgün ederek aşabilen Batı, bütün dinleri kendi diniyle/Hristiyanlıkla bir tutma yanlışına düşüp, dini hayatın dışına ve mabetlere hapsetmeyi evrensel bir politika haline getirince ve dünyayla olan ilişkisine emperyal bir nitelik kazandırınca, İslam dini önemli bir hedef haline geldi. Zira üzerinde emperyal planlar yapılan topraklar İslam topraklarıydı ve antiemperyalist mücadeleler hala İslam’ı referans almaya devam ediyorlardı. Emperyal planlarla planların realize olması arasında tek engel vardı ve onun da aradan çıkarılması gerekiyordu. Batı kendi yaşayıp da kutsallaştırdığı süreci Müslümanlara da dayattı. İslam aşama aşama hayattan uzaklaştırılıp camiye ve vicdanlara mahkum edilirken, laiklik çağdaşlaşmanın ve modernleşmenin ön şartı haline getirildi. Ve Müslümanlara ancak dinin etkisinden kurtulup laik olmakla modernleşebilecekleri empoze edildi. İşgallerle, darbelerle, propaganda faaliyetleriyle laiklik yerleştirilmeye ve laik toplumsal düzenler inşa edilmeye çalışıldı. Bazen yönetici olarak atanan kral ve şahlar eliyle, bazen halka seçtirilen Batı yanlısı yöneticilerle bazen de darbelerle iş başına getirilen askerler eliyle halk hizaya sokulurken,

tanzim etmeye talip oluyor, tekrar ayağa

Bu tarihin seyrini değiştiren bir gelişmeydi. Bu emperyal planların boşa çıkmasıydı. Bu dünyanın başka türlü olabileceğinin bir işaretiydi.1 Uzun yıllar sonra Batı medeniyetinin Müslümanlar eliyle ilk mağlup edilişiydi.2 Ve kendilerini dünyanın sahibi ve tarihin yapıcısı görenlerin, uluslararası emperyalist güçlerin ve din karşıtı yerli güçlerin, bu duruma razı olması mümkün değildi. Devrimi zor ve meşakkatli günler ve çok yönlü bir mücadele bekliyordu. Devrim gerçekleşmişti ancak tamamlanmamıştı. Bundan sonra yapılacaklarda en az yapılanlar kadar önemliydi. Üstelik devrimin vaatleri vardı. Bağımsız bir İran, daha fazla özgürlük, tam adalet, cumhuriyet ve İslam. Milyonlar hep bir ağızdan “Azadi, istiklal, ne Doğu ne Batı, İslam Cumhuriyeti, Ne Şia Ne Sünni illa İslam sloganları” atarak Şah’a karşı çıkmışlardı. Halkın bu vaatleri sahiplenmesi ile devrim başarıya ulaştı, şimdi sıra vaatlerin gerçekleştirilmesine gelmişti. Devrimin/devrimcilerin sınavı yeni başlıyordu. Zira benzer vaatlerle ortaya çıkan birçok mücadele başarıya ulaşınca vaatlerini unutuvermişti. Hak ve adalet için yola çıkanlar Eğer tarihi Müslümanlar yazıyor olsa idi, bu olay,

1

toplumun sevk ve idaresi oluşturulan laik Batı

bir çağ / çığır açan Fransız Devrimi kadar önemli bir

yanlısı yandaşlara teslim edildi. İşler yolunda

olay olarak tarih sahnesinde yerini alırdı. Fakat tarihi emperyalistler yazdığı ve bu olayda işlerine gelmediği

gidiyordu. Müslüman toplumlar her gün biraz

için ne yazık ki önemi anlaşılmadı, anlaşılmasına izin

daha dinden uzaklaşıyor, bu toplumların sahip olduğu zenginlikler Batı’ya transfer ediliyor ve bu çarkın sürekliliğini sağlamak üzere 20 yıllık,

verilmedi. Kelim Sıddıki http://haksozhaber.net/okul_v2/article_

2

detail.php?id=3987

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

119


bir zalime, özgürlük çağrısı yapanlar baskı kuran

bir durumdur. Çoğu kere bu süreç devrim

bir despota dönüşmüştü. Cumhuriyet diyenler

sürecinden daha kanlı yaşanır. Ağır bedeller

halkı kendilerine mahkum ederken İslam’ı da

ödeyerek iktidarı ele geçirenler onu paylaşmak

bir maske olarak kullanmışlardı. Gücün yoldan

ya da rakiplerine kaptırmak istemezler.

çıkarıcı bir özelliği vardı ve onun cazibesine

Muhaliflerine baskın gelerek sürece hakim

kapılmak çok kolaydı.

olmaya, sindirerek ya da yok ederek devrimi/

Acaba İran’da ne olacaktı? Şah’ın saltanatını yıkanlar yeni bir saltanat mı kuracaklardı?

kendilerini korumaya çalışırlar. Tarihte gerçekleşen iki büyük devrimde, Fransız Devrimi ve Bolşevik Devrimi’nde (devrimden sonra) öldürülen insan sayısı yüz binlerle hatta milyonlarla ifade edilmektedir.

Özgürlük diyerek insanları peşlerinden sürükleyenler, kendilerini dayatan ve halkı zorla yola getiren politikalar mı izleyeceklerdi?

İran’da Şii kültür etkisi ile ulemanın toplumda özel ve etkin bir konumu vardı. Daha önceki birçok sosyal ve siyasi olayda olduğu gibi bu

Hangi İslam anlayışını ölçü alacak ve sahip

olayda da liderliği ulema üstlendi. Ayetullah

olduğu mezhebi anlayışı ne kadar aşabilecekti?

Humeyni karizmatik kişiliği sayesinde bu süreci

Adalet ve soysal adalet tesis edilip örnek bir toplum inşa edilebilecek miydi? Bütün bunlar meçhuldü, dünya İran’ı takip ediyor, merakla ortaya çıkacak sonucu bekliyordu.

başarı ile yönlendirip devrimin gerçekleşmesini sağladı. Dini değerlere mesafeli duran solcu, milliyetçi ve laik kesimler bile onun bu doğal liderliğini benimsediler. Ortaya çıkan sonuç onların bile hayal sınırlarını zorlayacak nitelikteydi. Ancak zihinlerin arka planında dinin bundan sonraki süreci yönlendirmeye muktedir

Devrim Topluma Mal Oluyor

olamayacağı fikri hakim olduğu için, ulemanın

Devrim temelde iki aşamadan oluşur. Birinci

bulunarak medresesine döneceği beklentisi

aşamada zulüm üreten, köhnemiş eski düzen

taşıyorlar, sıranın kendilerine geleceği günü

yıkılır, ikinci aşamada devrimin önüne koyduğu

bekliyorlardı. Oysa farkına varmadıkları bir şey

hedefler doğrultusunda yeni düzen kurulur.

vardı. Ayetullah Humeyni ile devrim özdeşti.

Birinci aşamada hakimiyet el değiştirir, yeni

O, devrimin kendisiydi. Ve o, Velayet-i Fakih

güç sahipleri topluma egemen olur. Devrime

ilkesi ile Şah’tan sonra olacakların sinyalini çok

asıl rengini veren ikinci aşamadır. Devrime

önceden vermişti.

götüren ilke ve değerler tabana yayılır, toplumu biçimlendirir ve bu değerler doğrultusunda

rolünü sürdüremeyeceği ve bazı taleplerde

Humeyni’nin karizmatik liderliği ve kararlılığı

devrim kurumsallaşır.

sayesinde Şah’tan sonra bir iktidar boşluğu ve

İran’da devrimin ilk aşaması başarı ile

halkı harekete geçiren, ateşleyen, yönlendiren,

tamamlanır, etnik ve ideolojik farklılıklarına

öncülük eden ve süreci belirleyen ulema,

rağmen insanların omuz omuza vermesi

bundan sonraki süreçte de etkinliğini sürdürdü.

ile monarşi yıkılır, ülke zalim Şah’tan ve

İslami referanslar ışığında toplumunun

avenesinden kurtulur. Şimdi sıra yeni düzenin

yeniden inşasına yöneldi; devleti, ekonomiyi,

inşasındadır.

siyaseti, hukuku, ahlakı, eğitimi vb. toplumsal

karmaşa oluşmadı. Devrimin başından itibaren

Ancak bir problem vardır. Bunu kim, nasıl yapacaktır? Devrim sürecinde memnun olmadıkları sisteme/ idareciye karşı farklılıklarına rağmen birleşen

hayat alanlarını İslami esaslara göre yeniden düzenlemeye girişti. Genel hedef İran’ı İslamlaştırmaktı. Ancak bu hiç de kolay olmayacaktı.

grupların devrim sonrasında aralarında

İran halkı yıllarca İslam’dan uzaklaştırma

iktidar mücadelesine girişmeleri kaçınılmaz

politikalarına maruz kalmıştı. Geleneksel din

120

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


anlayışı mistik öğelerin ve Batini yorumların

kendilerinden önceki devlet yapısını/var olan

etkisi altındaydı. Devrime, mücadeleye

fiili durumu bozmak/yıkmak yerine, ona yavaş

değil mehdi beklemeye odaklıydı. Hayattan

yavaş sirayet etmeyi, amaçlarına adım adım

uzaklaştırılan dinin yerini Batı kaynaklı

ulaşmayı tercih ettiler. Bir yandan anayasa

değerler ve yaşam biçimleri almış; sol,

hazırlıkları başladı ve bu maksatla üyelerinin

liberal, milliyetçi ve laik düşünceler yaygınlık

çoğunluğu ulemadan oluşan Uzmanlar Meclisi

kazanmıştı. Toplum bu haliyle devrimi başarmış

oluşturuldu. Diğer yandan geçici bir hükümet

olsa da, daha ileri hedeflerin gerçekleşmesi

kuruldu, kurulan geçici hükümetin başına da

mümkün gözükmüyordu. Zira her iki kesim

muhalefetin tepkisini çekmeyecek bir isim,

de (gelenekçiler-modernistler) din ile devlet

Ulusal Cephe’den Mehdi Bazergan3’ atandı.

ve din ile hayat arasındaki ilişkiyi koparan

Ulemaya/devrime muhalif olması beklenen

bir mantığa sahipti. Ve bu değişmesi/

Halkın Fedaileri, Halkın Mücahitleri ve Tudeh

değiştirilmesi gereken bir durumdu. Her ne

bu hükümeti, anti-emperyalist “milli burjuva

kadar Humeyni’nin karizmatik kişiliği ve özellikle

hükümeti” olarak destekledi.

de mustazafları muhatap alan söylemleri halk üzerindeki etkinliğini sürdürmesini sağlıyorsa da sistem kurulmaz, kurumlar ve kadrolar oluşturulamazsa devrimin akamete uğrama ihtimali bulunmaktaydı. Devrimci kadrolar açısından tablo şöyledir: Devrime omuz veren fakat devrimci bilince yeterince sahip olmayan bir halk vardır. Etnik ve ideolojik farklılıkların sorun olma ihtimali bulunmaktadır. Siyasi olarak milliyetçiler ve özellikle solcular, etnik olarak da Azeriler ve özellikle Kürtler ciddi bir problem teşkil etmektedir. Gizli gizli de olsa bir iktidar mücadelesi yaşanmaktadır. Şah’ın ve ABD’nin de ümitleri tükenmemiştir. Şah, ABD sayesinde 1955’te olduğu gibi bir karşı darbe ile yeniden tahta oturacağı beklentisi içindedir. ABD ise kaybettiği İran’ı bir şekilde

İmam Humeyni, laik ve milliyetçi bir kafa yapısına sahip olan Bazergan’ı muhalefetle zıtlaşmamaya özen göstermek gerektiği için tercih etmişti. Sorunlar çıkacağı belliydi. İlk sürtüşme Mart ayının başlarında ülkede İslam Cumhuriyeti’nin kurulması konusunda “evet” ya da “hayır” oylamasının hazırlıkları yapıldığı sırada yaşandı. Bezergan halkın önüne üçüncü bir oy pusulası, Demokratik İslam Cumhuriyeti seçeneğini de koymaktan yanaydı. Humeyni bunu, “Ülkenin ihtiyacı olan İslam Cumhuriyeti, ne Demokratik Cumhuriyet ne de Demokratik İslam Cumhuriyeti. Batılılara ait ‘demokratik’ terimini ağzına alma. Böyle bir taleple ortaya çıkanlar İslamiyet hakkında hiçbir şey bilmiyorlar demektir.”4 gerekçesiyle reddetti. Sonra da ekledi: “İslam’ın önüne demokratik gibi bir sıfat koymaya gerek yok. Çünkü İslam her şeydir, her şey anlamına gelir. Zaten kusursuz olan İslam sözcüğünün yanına başka

tekrar kazanma.

bir sözcük eklemek hazin.”5

Yani yerleşmesi gereken bir devrim, devrimci

Diğer yandan da ulema içinden bir grup

bilince sahip kılınması gereken bir halk, sindirilmesi, hizaya sokulması ya da karşı devrimci olmaktan çıkarılması gereken bir muhalefet vardı.

İslam Cumhuriyeti’nin nasıl bir devlet olacağı tartışmasına “halkın reyine ne gerek var, şeriatı uygulayan otoriter bir devlet olmak gerek” diyerek katıldı ve teokratik bir devlet telkin ve talebinde bulundu. Ancak Humeyni bunlara

*** Devrimin ilk yılları devrimin yerleştirilmesi/

itibar etmediği gibi Mehdi Bazergan’ın etkin Bazergan milliyetçilik, laik ve liberal Batı felsefelerden

3

etkilenmiş ılımlı bir Şii idi. Dünya ve devlet işlerinde

yeni toplumun inşası için atılan adımlarla ve

ulemaya danışman olarak konum biçiyor, devletin

kurumsallaşma çabaları içinde geçti.

yönetimini ise uzmanlara bırakıyordu. İttilaat, 1 Mart 1979

4

Öncelik yeni yönetimin ve anayasanın oluşturulmasına verildi. Devrimciler

O. Fallaci, Humeyni ile Röportaj, New York Times, 7

5

Ekim 1979

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

121


olmasına ve istediği politikaları uygulamasına da

kumandanlarını atamak, cumhurbaşkanını

izin vermedi. Bazergan bu durumu şöyle itiraf

onaylamak ve gerekirse görevden almak,

eder. “Kağıt üstünde yetki hükümetin elinde;

yargının ve devlet radyo ve televizyonunun

oysa gerçekte yetkiyi elinde tutan Humeyni,

başını atamak gibi birçok önemli yetkiyi elinde

onun Devrim Konseyi, devrimci komiteleri ve

bulundurur (Wilfried Butcha 2002: 46-55).

kitlelerle ilişkisi… Elime bir bıçak tutuşturdular,

Anayasa mahkemesi görevini gören Koruyucular

ama bu bıçağın yalnızca sapı bende. Keskin

Konseyi’nin (şûrâ-yı negahbân) on iki üyesinden

ucuysa başkalarının elinde.”6

ilmiyeye mensup altısını atama gücünü elinde

1979 Kasım ayında yapılan referandumla yeni anayasa halkın ezici çoğunluk oyları ile kabul edildi ve ülkenin yeni hukuksal ve siyasal yapısı oluşturuldu.7

bulundurur. Ayrıca devrim muhafızları ordusu olan Sepah ve paramiliter bir organizasyon olan Besic teşkilatı da doğrudan Rehber’e bağlıdır. 2000 yılı itibariyle bunlardan birincisinin 30 bin askeri, ikincisinin ise 90 bin kadar tam zamanlı

İran İslam Cumhuriyeti Anayasası’nda ilk dikkat çeken şey, onun fıkhi veya kelami fetvaların bir ürünü değil, tamamen rasyonel bir metin olmasıdır. Şeriatın üstünlüğüne atıfta bulunmasına, siyasi otoritenin başına da Şii ulemayı getirmesine rağmen laik izler taşımaktadır. Her şeyden önce oylamanın meşruiyetine dayanmakta ve şeriat anayasanın yerini değil anayasa şeriatın yerini belirlemektedir. Anayasanın İslam Cumhuriyeti için belirlediği siyasi sistem, teokratik meşruluğun ve demokratik özgürlüklerin çakıştığı, karşılaştığı ve rekabete girdiği melez bir sistemdir. Başka bir deyişle demokrasi ile Şia “imamet” teorisinin bir sentezidir.8 İran Anayasası’nın 56. maddesine göre “bu yeni yapılanmada dünya ve insan üzerinde mutlak egemenlik hakkı Allah’ındır.” Allah’ın hakimiyetini temsil eden aslında 12. İmam’dır. Onun yokluğunda ise anayasanın 5. Maddesine göre “iktidar ve imamet adil, takva sahibi, zamanın icaplarını bilen, gözü pek, becerikli, tedbirli fakihin uhdesindedir.” 57. maddeye göre de “egemenlik güçleri; yasama gücü, yürütme gücü, yargı gücü Velayet-i Fakih denetimindedir Yasama, yürütme ve yargı güçlerini organize etmek ve rejimin genel politikalarını belirlemek Rehberlik makamının uhdesindedir.” Orduları kumanda etmek, güvenlik güçlerinin O. Fallaci, Mehdi Bezirgan ile Röportaj, New York

6

görevlisinin yanı sıra milyonlarla ifade edilen gönüllüsü olduğu tahmin edilmektedir (Wilfried Butcha 2002: 66-68). Son olarak da aralarında çok büyükleri de olan, “Bonyad” denilen vakıflar da Rehber’e bağlıdır. Bu nevi vakıfların gücü hakkında fikir vermek için bunların en büyüklerinden olan Maluller ve Mazlumlar Vakfı’nın (Bonyad-i Canbazan ve Mostaz’afan) 1995 yılı itibariyle 10 milyar dolar civarı bir mal varlığına sahip olduğunu belirtmek sanırız yeter (Wilfried Butcha, 2002: 74).9 İran siyasal sistemi Velayet-i Fakih’in ruhani, ahlaki, siyasi ve dini liderliği üzerine bina edilmiştir. Liderliğin sahip olduğu yetkiler hakkında yukarıda yazılanlar net bir fikir vermektedir. Öyle ki bu yetkiler birçoklarına göre devrik Şah’ın sahip olduklarından daha fazladır. Üstelik bu sefer kutsallığa da sahiptir. Bu durum pratik hayatta şöyle tezahür eder. 5. Sınıf ders kitabında “İslamî toplum dinî liderler tarafından yönetildiği için kanunlara… itaatsizlik bir günahtır ve Allah’ın ve Peygamber’in arzusuna karşı gelmektir.”10 şeklinde ifade edilmiştir. Ayetullah Muntezeri idamlar konusunda Humeyni’ye itiraz edince çevresinin gösterdiği tepki “Neden sen İmam’ın sözünün üstüne söz söyledin. Sen İmam’ın yardımcısısın ve onun söylediklerini onaylamakla yükümlüsün.”11 şeklinde olmuştur.

(Asef Bayat 2007: 127). http://www.fikirzamani.com/

9

Times, 21 Ekim 1979, Abrahamian 20 milyon kişinin evet oyu verdiği referandumda, hayır

7

Default.aspx?Ctrl=Text&IDArticle=192 “İmamet”, Sosyal Bilgiler, İlk Öğretim, Beşinci Sınıf,

10

diyenler 140 bin kişiyle sınırlı kalmıştır. http://www. fikirzamani.com/Default.aspx?Ctrl=Text&IDArticle=195 Ömer Turan, “Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta: Orta

8

Doğu”

122

1986, s. 238. Radyo Zamane’nin Ayetullah Muntezeri ile yapmış

11

olduğu röportaj http://haksozhaber.net/author_article_ detail.php?id=16121

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


İktidar kutsallaştırılması eleştirinin,

derecesinde önemlidir. Zira her şey ona

sorgulamanın, muhalefetin ve hatta düşünmenin

bağlıdır. Ve bu yüzden onu korumak her şeyin

ve daha iyiyi aramanın önünü keser, itaatten

önüne geçer. Koruma dürtüsü, tehdit algısında

başka seçenek bırakmaz. Yapılan yanlışlar

hassasiyete ve dolayısı ile de denetlemeci,

karşısında ise hikmet arama ya da mazeret

kontrol edici özelliklerin öne çıkmasına sebep

bulma sonucunu doğurur. Yanlış yanlışı takip

olur. Muhataplar açısından durumun bir baskı

eder, yanlışlar süreklilik kazanır. Sorunların

unsuru olup olmaması önemsenmez. Yapılan

azalması, bitmesi beklenirken büyümeye devam

her icraat ve oluşturulan her kurum devrimi

eder ve hatta başlangıçta kolayca çözülebilecek

yerleştirmenin yanında koruyan ve kollayan

olanlar bile zamanla o kadar büyür ki çözümsüz

bir misyon da üstlenir. Mesela devrimin

bir hal alır.

teminatı kabul edilen anayasanın değiştirilmesi

İran’da, otoritenin tek elde toplanması ve kutsallaştırılması durumu başlangıçta sorunların çözümüne hizmet eder gibi gözükür, İmam Humeyni’nin varlığı ve yetkileri devrimin teminatı olur, sürecin devrim lehinde işlemesini sağlar. Sahip olduğu geniş yetkilere rağmen İmam Humeynî Velayet-i Fakih teorisinin mutlak ilahî hükümet anlamına gelmediğini göstermeye çalışır. Yaptıklarına İran halkını ortak eder, halkın tercihlerine saygı gösterir ve yaşadığı sürece seçim sonuçlarından hiç birine itiraz etmez. İslam dini esas alınarak hazırlanan anayasa halkın onayı ile geçerlik kazanır. Cumhurbaşkanı ve parlamento halkoyu ile seçilir. Velayet-i Fakih esasına dayalı İslam Cumhuriyeti halkın onayı ile kurulur. Ayrıca oluşturulan şûraların diktatörlerin güdümündeki sahte meclislere dönüşmesini engellenmek için de, geniş katılıma ve çoğunluk görüşünü esas almasına dikkat edilir.

güçleştirilir ve özellikle de “İslâmiyet” “Velayet-i Fakih” ve “Cumhuriyet” gibi devrimle özdeşleşen maddeler değiştirilemezliği kabul edilir. Anayasanın öngördüğü sistem de korumacı ve denetleyici bir mantıkla kurulur. Velayet-i Fakih’e verilen geniş yetkilerin arka planında bu yatar. Ve ayrıca denetleme mekanizmalarına/ denetleyici kurumlara o kadar geniş yer ve yetkiler verilir ki, seçimle gelmiş hükümetlerin adeta eli kolu bağlanır. Bunlar sistemi dini yönden kontrol altında bulunduran; Ulema Meclisi, Anayasa Muhafızlar Konseyi ve Seçici Kurul’dur. Devrim Rehberi’ni seçme, performansını değerlendirme ve görevden alma yetkisi Ulema Meclisi’ne aittir. Parlamentodan geçen tüm yasalar Anayasa Muhafızları Konseyi’nin önüne gelir. Yasalar hem anayasaya, hem de İslam’a uygunluk bakımından denetlenir. Anayasaya uygunluk, tüm üyelerin oylarıyla belirlenirken, İslam’a uygunluk için ise sadece

Humeyni’nin bütün baskılara rağmen halkın

Rehber’in atadığı altı üye karar verir. Ayrıca

reyini dikkate almayan otoriter bir İslam

ulusal seçimleri denetleme ve seçimlerde aday

Hükümeti tasarısını reddeder, gücün mecliste

olanların uygunluğunu araştırmak bu organın

toplandığı, seçimlere, halkın reyine/onayına

görevleri arasındadır. Seçici Kurul ise yasama,

dayalı bir sistem kurmaya çalışır. Ancak bir otoriteyi yıkıp yerine yeni bir otorite tesis etmek, bir ülkeyi kutsiyet atfedilen bir kişinin ellerine, aklına, basiretine teslim etmek sorunlu bir durumdur. Sorunlar üretecek bir durumdur. Her ne olursa olsun sağlıklı bir yapılanma değildir. Yönetici adil iken, tarafsız iken, ileri görüşlü iken, sorun olmayacaktır belki ama ya tersi bir durumda…

yürütme ve yargı erklerini denetleme yetkisine sahiptir. Devrimi koruma duygusu muhalefetle ilişkiyi de belirleyen temel unsur olur. Hassaslaşan tehdit algısı tahammülü azaltırken tepkileri şiddetlendirir. Aykırı seslere tolerans tanınmaz ve her aykırı ses devrim düşmanlığı ile devrime karşı komplo kurmak ile suçlanır. İran’da İslami literatür bu maksatla bolca kullanılır. “Münafık,

***

fitneci,” devrim düşmanları için ya da yönetici kadro gibi düşünmeyen devrimci muhalifler

Anayasada dikkat çeken bir başka nokta da

için kullanılan temel kavram haline gelir.

aşırı korumacı yaklaşım ve denetleyici yapıdır.

Kendilerini otomatik olarak “Hz. Muhammed/

Devrim, devrimi gerçekleştirenler için kutsallık

Hz. Ali tarafına” oturtan devrimciler, her türlü

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

123


muhalefeti gayri meşru ilan etmek için Muaviye, Yezit gibi isimlendirmeleri kullanır.

yargıçlık yapmaya başladı. Herkes için “kamuda İslami kurallara göre

Tarihin tanık olduğu bütün devrimlerde, devrim

giyinme” yönetmeliği çıkarıldı. Bu kurallara

düşmanı kabul edilen muhaliflere karşı devrimin

uymayanlara para cezaları verildi, hatta fiziksel

selameti için acımasız davranılmıştır. Devrimin

cezalar uygulandı.

selameti öldürülenlerin sayısı yüz binler ve hatta milyonlarla ifade edilir. İran İslam Devrimi

Aile Koruma Yasası değiştirilerek kızların

onlarla kıyas edilemeyecek kadar insaflıdır.

evlenme yaşını yeniden on üçe indirildi,

Ancak devrimin tabiatından kaynaklanan süreç

mahkeme izni gerekmeksizin erkeklerin eşlerini

yine de yaşanacaktır. Gezici Devrim Mahkemesi

boşamasına olanak tanındı. Kadınlar yargı

ile idam sehpaları kurulur. İlk hedef Şah’ın

sisteminden çıkarıldı.

arkada kalan adamlarıdır. “Tarihçi Ervand Abrahamian’ın tespitine göre 1979 Şubatı ile 1981 Haziran’ı arasında Devrim Mahkemeleri “karşı devrimci” oldukları ve “nifak tohumları” ektikleri gerekçesiyle 497 muhalifi idam etmiştir. Daha sonra gelen 4 yıl içinde ise aynı gerekçe ile çoğunluğunu halkın mücahitlerinin oluşturduğu, Kürtler, Tudeh Partisi, Milli Cephe üyeleri ve Ayetullah Şeriat Medari’nin taraftarlarının da aralarında bulunduğu 8 bin muhalif idam edilmiştir.” Koruma dürtüsü ile oluşturulan sistem baskıcı,

Laik dergi ve gazeteler kapatıldı. Basılı ve görsel basına, kitap ve dergilere sansür uygulandı, Öğretim görevlileri arasında temizlik yapıldı ve laik ve solcu öğretmenler öğretim sisteminden çıkarıldı. Eğitim sistemi yeniden yapılandırıldı; monarşiyi ve laik kahramanları öven anlatımları yok etmek, laik mantığın izlerini silmek için müfredat ve içerik İslami değerler doğrultusunda yeniden oluşturuldu; ders kitapları yeniden yazıldı.

belirleyici ve sınırlayıcı olmaktan kurtulamadı.

Yüksek eğitimi İslamlaştırmak için bütün

Muhalefete gerekli anlayış gösterilemedi ve

üniversiteler ve araştırma merkezleri kapatıldı.

tahammül her geçen gün azaldı. Devrim,

İki yıl boyunca da kapalı kaldı.

yöntemin tabiatından kaynaklanan sıkıntıları yaşamaktan kurtulamadı. Kendisinden önceki devrimlerden daha insaflı daha iyi olmanın ötesinde devrim algısında ve sonrasında yaşananlarda bir devrimi başaramadı. *** Sistemin temellerini atan ve muhalefetin

Devrimi korumak ve sokakları dizayn etmek için “Devrim Muhafızları, Hizbullah ve Besic” birimleri oluşturuldu. Devrimi yaygınlaştırmak ve ulemanın konumunu sağlamlaştırmak için yoğun bir kampanya başlatıldı.

etkinliğini kıran devrim bir yandan da toplumu

Devrim “ne Şii ne Sünni yalnızca İslam”

dönüştürecek uygulamalara başladı. Şah’tan

sloganında ifadesini bulan ümmetçi bir

artakalanları temizlemek için Şah yandaşları

perspektifle yola çıktı. “İmam Humeyni’ye

olanlar ve Bahailer12 hükümet mevkilerinden

Paris’e vardıktan sonraki ilk mülakatlarından

uzaklaştırıldı, ibadet yerleri kapatıldı, liderleri

birinde, devrimin Şii kökenleri hakkında

tutuklanarak bazıları idam edildi. İslamiyet öncesi ve İslamiyet dışı İran’a işaret ve semboller silinmeye çalışıldı. Şahlık rejimi yerini cumhuriyete, laik hukuk yerini İslam hukukuna bıraktı. Din adamları Bahai Dini, amacı tüm ırkları ve tüm insanları evrensel

12

bir amaçta ve müşterek bir dinde birleştirmek olan bir

124

sorduklarında çok içten ve basit bir ifadeyle “artık Şii ve Sünni’yi geleneksel olarak birbirinden ayıran meselelerin hükmü ortadan kalkmıştır. Biz hepimiz Müslüman’ız. Bu bir İslam Devrimi’dir. İslam’da hepimiz kardeşiz.” Cevabını verdi. Sünnilere, Şia’ya katılmaları gibi bir çağrıda bulunmadığı gibi Şiilere de:

dünya dinidir. Hz. Bahaullah’ın tüm çağların vadedileni

“Mescid-i Haram’a gittiğinizde, hacca gittiğinizde

olduğuna inanır ve onu takip ederler.

Sünniler ne yapıyorsa siz de onu yapınız, yanlış

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


da yapıyor olsalar onları takip etmelisiniz.13

devrimin anti-Amerikancı, antiemperyalist

Telkininde bulundu.

yönünü güçlü bir şekilde tüm dünyanın gözleri

Dillendirdiği antiemperyalist söylemi ve İslam’ı sahiplenmesi ile Müslümanları derinden etkiledi. İmam Humeyni’nin devrimin yaygınlaşmasını önemseyen yaklaşımları devrim ihracının bir devlet politikasına dönüşmesini sağladı. Sünni dünya ile ilişkilerde ihtilaf noktalarından ziyade ittifak noktalarını öne çıkaran bir yaklaşım içinde İran, kapılarını bütün İslami örgüt ve partilere, bağımsızlığı önemseyen yapı ve devletlere açtı. İslam Birliği ve Filistin ile ilgili sayısız konferansa ev sahipliği yaptı ve Filistin davasını destekleyip maddi yardımlarda bulundu.

önüne serdi. ABD ile 444 süren rehine krizi yaşandı, sorunu çözmek için pazarlık ve askeri operasyon dahil bir çok yol denendi ama hepsi hüsranla sonuçlandı. İran’ın uluslararası arenada saygınlığı arttı, mağdur ve mazlum halkların sempatisini topladı. Bu olay ülke içinde ise bir dizi operasyona imza atılmasına imkan hazırladı. Mehdi Bazergan istifa etti yerine Humeyni’ye yakınlığı ile tanınan Ebul Hasan Beni Sadr seçildi. Devrim muhalifleri ile ABD arsındaki ilişkiler deşifre edilerek halk nezdinde itibar kaybetmeleri sağlandı.

İlgisini hiçbir İslami oluşumdan esirgemedi

Devrim yerleşmesine katkı yapan bir diğer olay

ve hatta finansman desteği sağladı, onlarla

ise Irak’ın İran’a saldırması ile başlayan savaş

işbirliği içine girmeye çalıştı. Ümmet fikrinin

oldu.

canlanmasına çok ciddi katkılar yaptı. Ancak İslam ülkelerinin yöneticileri gelişmelerden hiç de memnun değillerdi. Kendileri için bir tehdit ve tehlike olarak gördükleri devrime karşı Batı’nın ve ABD’nin yanında yer aldılar, devrimi kuşatma girişimlerine destek olarak bir kez daha Müslümanlara ihanet ettiler. ***

İran-Irak Savaşı “1970’li yıllarda ABD Orta Doğu’daki İslam ülkelerini iki gruba ayırıyordu; benzin istasyonları ve polis karakolları. Mesela Kuveyt, Bahreyn, Abu Dabi gibi körfez ülkelerini benzin istasyonu olarak tanımlarken; İran, Türkiye, Mısır, Ürdün, Suriye gibi ülkeleri de polis karakolu olarak tanımlıyordu.”14 İran geliştirdiği

Herkes devrimin yıkılmasını bekliyor ve yıktı

antiemperyalist tavırla ve devrimle, emperyalist

yıkılacak gözü ile bakıyordu. İçeride pusuya

güçler tarafından bir tehdit ve tehlikeye olarak

yatmış bir muhalefet, dışarıda ise devrimi

algılandı. Acil tedbirler devreye sokuldu. Bir an

boykot, ambargo, karalama, yalnızlaştırma

önce devrimin önü kesilmeli, İslam ülkelerine

kampanyaları ile kuşatan emperyal güçler

sıçramasının/etkilemesinin önüne geçilmeli,

ve yandaşları vardı. Ancak İslam Devrimi

devrimcileri (devrime kalkışacak olanlara)

genel kanıya rağmen ayakta kalmayı başardı.

yaptığına yapacağına pişman edecek bir ders

Devrim düşmanlarının her yaptığı, muhalefetin

verilmeliydi.

sesini keserken İran halkının devrim etrafında kenetlenmesini ve desteğini arttırdı.

Emperyalist güçler hemen bir dayanışma içinde

ABD’nin devrik Şah’a itibar gösterip 4 Kasım

Afganistan’ı işgal ederek kuzeyden İran’ı

1979’da Newyork’da bir hastaneye kabul

kuşatmayı denemesi bu yöndeki ilk hamle

etmesi zaten büyük şeytan olarak tanımlanan

oldu.15 Devrime direkt müdahale ettiği

bu ülkeye karşı öfkeyi arttırdı ve bir grup

takdirde tepki çekeceğini ve İslami uyanışı

öğrenci ABD konsolosluğunu işgal ederek

hızlandıracağını düşünen ABD Sovyetler’in

Amerikalı diplomatları rehin aldı. Zihinlerde

icazetini ve körfez ülkelerinin de desteğini

devrime rağmen ABD’nin her an müdahale

alarak Irak’ı İran’a karşı harekete geçirdi. Irak

etme ve 1955’te gerçekleştiği gibi Şah’ı geri

lideri Saddam Hüseyin tetikçi olmaya hazırdı

getirme endişesi vardı. Bu eylem ABD’nin

zaten. Zira İslam Devrimi çoğunluğu Şii nüfuza

bütün beklentilerini boşa çıkarmakla kalmadı,

sahip Irak halkını etkilemişti. Öte yandan

http://haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.

13

php?id=3987

İran’ı ablukaya almaya giriştiler. Sovyetler’in

Ali Bulaç, Hedefteki Ülke İran shf: 133

14

Cengiz Çandar, Orta Doğu Çıkmazı, Hil Yayınları, s. 33

15

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

125


Saddam’ın, Arap dünyasına lider olmak gibi

şiddetli tedbirler alınmaya başlandı. Halk

ihtirasları vardı. Önce Şattülarap sorununu

desteğinden yoksunlaşan ve devlet baskısından

gündeme getirip daha sonra 1975 yılında

dolayı sol örgütler yurt dışına kaçmak zorunda

imzalanan Cezayir Anlaşması’nı tanımadığını

kaldı. Kaçamayanlar ise ya hapis edildi ya da

ilan ederek İran’a savaş açtı. İslam Devrimi’ni

idam. Böylece muhalefet tamamen sindirilirken

yok etmek sebebi ile başlatılan savaş, dünya

devrimci kadroların önündeki bir engel daha

kamuoyuna “Şattülarap sorunu” olarak lanse

kalkmış oldu.

edildi. Savaş boyunca emperyalist güçler ve onların sadık müttefikleri olan Arap ülkeleri tüm güçleriyle Irak’ı silah ve teçhizat bakımından desteklediler. Irak İran topraklarına girerek kısa sürede Huzistan’ı işgal etti. İran ise hazırlıksız yakalandığı bu saldırı karşısında organize olup

Zayıf oldukları tek yer cephelerdi. İç düşman kalmayınca oraları da güçlendirmeye başladılar. Daha önceleri savaş cephelerine gitmekten kaçınan halkın, yığınlar halinde cephelere seferber olması ile önce Irak ordularının

bir direniş ortaya koyamadı.

ilerlemesi yavaşladı, sonra durdu ve daha

İran henüz devrim sonrası bütünlüğünü

denge gelmiş ve hatta İran öne geçmişti. Ancak

sağlayamamıştı. Ülke liberal/laik ve dini

düşmanın arkasında bütün bir dünyanın desteği

olmak üzere iki eğilimin mücadele alanına

vardı. Üstelik bir ilkesi ve kuralı da yoktu.

dönüşmüştü. Yönetimde çok başlılık vardı.

Kimyasal ve biyolojik silahları kullanmaktan

Cumhurbaşkanı Beni Sadr ile başbakan Ali

ve çoluk çocuk demeden bir şehri -Halepçe-

Recai arasında ve ordu ile Devrim Muhafızları arasında güven sorunu yaşanıyordu. Bu durum

sonra da geri çekilmeye mecbur kaldı. Savaşa

katletmekten imtina etmiyordu.

Beni Sadr’ın cumhurbaşkanlığından azli ve Ali

Sekiz yıl süren ve binlerce insanın ölümüyle

Recai’nin onu yerini alması ile halledildi. Fakat

sonuçlanan savaş, Güvenlik Konseyi’nin ateşkes

bu seferde Beni Sadr’a destek veren solcular

önerisinin taraflarca kabul edilmesi ile sona

devrime karşı harekete geçti. Aralarında

erdi. Humeyni bu anlaşmayı “zehir içmek”le

cumhurbaşkanı, başbakan ve milletvekillerinin

bir tuttu. Zira bu savaşın kazanılması devrimin

de bulunduğu yönetim kadrosunun şehadeti

hedeflerinden biri olan devrim ihracına kapı

ile sonuçlanan bir dizi suikast ve bombalama

açacaktı. Ama olmadı. Cephede kazananı

eylemi gerçekleştirdiler.

olmayan bu savaştan devrimciler, devrim

16

Bu, zor zamanda

devrim muhaliflerinin yaptıkları bir ihanet

muhaliflerini bir daha bellerini doğrultamayacak

olarak algılandı. Devlet bu eylemleri bir meydan

şekilde ezdikleri ve halkın etraflarında

okuma olarak kabul edip muhalefete savaş

kenetlenmesini temin ettikleri için karlı çıktılar.

açtı. Halk da hem iç muhalefete hem de dış güçlere karşı devrimcilerin yanında yer aldı. Halkın Mücahitleri’nin bazı militanları eylem esnasında halk tarafından yakalanıp linç edildi. Gösteriler acımasızca bastırıldı, hücre evler basıldı, kitlesel tutuklamalar ve idamlar içeren 28 Haziran 1981 tarihinde İslami Cumhuriyet Partisi

16

[İCP]’nin Tahran’daki merkez binasında bir çok İranlı lider toplantı halindeyken şiddetli bir bomba patladı.

durum devrim sürecinin sağlıklı bir şekilde işlemesine de engel oldu. Devrimle ve devrim süreci ile ilgili tartışmalar yapılamadı. Ne Velayet-i Fakih, ne demokrasi, ne cumhuriyet ve ne de devrimi yerleştirmek için yapılan uygulamalar tartışılabildi. Geleneksel din anlayışı, Şia’nın kalıpları, ulemanın konumu da

Bomba İCP’nin Genel Sekreteri Ayetullah Muhammed

tartışılamadı. Devlet ile birey arasındaki ilişki ve

Beheşti ve İslam Cumhuriyeti’nin önde gelen bir çok

bireyin hakları, meşru muhalefetin imkanları,

liderinin ölümüne yol açtı. İki ay sonra, 30 Ağustos

kadın-erkek ilişkileri de yeterince konuşulamadı.

günü, Tahran’ın merkezi bir yerindeki Başbakanlık ofisinde patlatılan bir bomba, o sırada toplantı halinde olan Cumhurbaşkanı Muhammed Ali Recai ve Başbakan Muhammed Cevad Bahonar ile birlikte üç kişinin ölmesine yol açtı. Hiç bir muhalefet grubu saldırıların

126

Ancak şu da var ki yaşanan bu olağan dışı

Savaş ve ülkenin bütünlüğü her zaman daha önde idi. Ve bu durum birçok sorunun bastırılmasına mazeret teşkil etti.

sorumluluğunu üstlenmedi, ama olaylardan solcu

İlerleyen yıllarda uluslar arası arenada gerginlik

Mücahidin-i Halk örgütü sorumlu tutuldu.

yaratan politikalar izlemek, ülke içindeki

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


sorunlarla başları sıkıştığında İran’ı yönetenlerin

Ancak imamın mollaları frenleyen ve halkın

başvurduğu bir yol olacaktır. Mesela;14 Şubat

reyini önemseyen yaklaşımı sistemin otoriter bir

1989’da İmam Humeyni, Peygamber’e iftiralarla

yapıya dönüşmesini, molla devleti/teokratik bir

dolu bir kitap yazan Salman Rüşdi hakkında

devlet olmasını engelliyordu.

ölüm fetvası verdi, hükümet de para ödülü koydu. Bu hem Peygamber’i sahiplenmenin bir dışa vurumuydu hem de gündem değiştirmenin bir yolu.

Humeyni ölüm döşeğindeyken Anayasal Reform Konseyi, Hamaney’in bir sonraki Ruhani Lider olabilmesi için anayasada değişiklikler yaptı. Kıdemli müctehidlerin devrime desteklerinin

Oysa konuşulmayan/konuşulmasına izin

zayıf olması, yetiştirilen varis Muntezeri’nin

verilmeyen sorun, sorun olmaktan çıkmaz.

Humeyni ile ters düştüğü için adaylıktan

Konuşmanın engellenmesi düşünmenin

azledilmesi nedeni ile rehberlik makamının

engellenmesi anlamına gelmez. Her sükut

seçkin bir fakihin elinde olması ön koşulu

ikrar değildir. Devrimin kadrolaşması ve

anayasadan çıkarıldı. Velayet-i Fakih kurumu

kurumlaşması muhalefeti adeta ortadan

istişari bir kurum olmaktan çıkarılıp bütün

kaldırarak gerçekleşti. Sahip olunan korumacı

ülkeye nüfuz eden, birçok konuda denetleme

ruh devrimcileri muhafazakarlaşmaya götürdü.

ve belirleme misyonu olan bir otoriteye

Yapılan eleştiriler dikkate alınmadı, eleştiri

dönüştürüldü. Mollaların geniş yetkilerle

sahipleri çeşitli cezai müeyyidelerle karşı karşıya

donanmaları için gerekli kurumsal ve kuramsal

kaldı. Humeyni’nin vekili olmasına rağmen

düzenlemeler yapıldı.

Ayetullah Muntezeri bile baskıcı yaklaşımları, idamları ve devrim ihracı fikirlerini eleştirdiği için bu uygulamadan kurtulamadı, Humeyni tarafından azledildi, ilişkileri sınırlandırıldı, yalnızlaştırıldı

Her otoriter rejimde olduğu gibi halkın siyasal katılımı alabildiğine sınırlandırıldı ve eleştiri mekanizmalarının çalışması engellendi. Devrim (devrimcilerin bir kısmı) daha başta emir komuta ilişkisine dayanan bir toplum

Devletten Devletçiliğe (Teokrasiye) - II.

hedeflememişti. (Örneğin Beheşti, Hatemi,

Cumhuriyet

Suruş, Talegani, Bazergan…) Ayetullah Humeyni

Yaşadığı sürece İmam Humeyni sahip olduğu ufuk ve karizma ile devrimin teminatı oldu, karizmatik kişiliği ile devrimin sıkıştığı noktalarda yol açma misyonunu üstlendi. Hem muhafazakar/tutucu mollaya karşı durdu, hem

“beyinleri donmuş” diye nitelendirdiği bazı mollaların taleplerine ve uygulamalarına her zaman müdahale etmişti; ancak onun vefatından itibaren, dini kurumlara nüfuz eden bu kesim toplumu adeta bir mescit gibi gördü. Rehberler bu mescitte namaz kılıyorlardı,

de modernist eğilimlere. 4 Haziran 1989’da

ama toplumun bu namaza iştirak etmesi veya

vefat ettiğinde arkasında bir şekilde yola

etmemesiyle ilgilenmiyorlardı. İslamiyet’i tek

konulmuş bir devrim bırakmıştı. Halk ile imam

bir yoruma hapsediyor; halkın ideal Müslüman

arasındaki bağın göstergesi olan ve milyonların

toplumu oluşturmak için bu yorumu sorgusuz

iştiraki ile gerçekleşen görkemli bir törenle

sualsiz kabul etmesi gerektiğine inanıyorlardı.17

defnedildi.

Humeyni’nin yerini Ayetullah Hamaney alırken

Ayetullah Humeyni’nin vefatından sonra

Haşimi Rafsancani de cumhurbaşkanlığına

siyasal unsurların, muhalefetin, partilerin

seçildi. Devrim mollaların istediği şekilde

kurumsallaşamamasından ileri gelen boşlukta,

yapılanmasını tamamlamış, kurumlarını

İmam’ın varlığında seslerini fazla yükseltemeyen

oluşturmuş, eğitime, sanata, siyasete, topluma

tutucu mollalar güç merkezlerine nüfuz

egemen olmuştu. Muhalefet sindirilmiş, elindeki

etmeye ve anayasayı da arkalarına alarak

güç ve imkanlar alınmış, yeniden oluşmaması

halka yaslanması hedeflenen sistemi otoriter

için de gerekli tedbirler yürürlüğe konulmuştu.

bir yönetime doğru dönüştürmeye başladılar. Gerçi ilk anayasada da Velayet-i Fakih’in ve kurulların sistem üzerinde bir ağırlığı vardı.

http://www.derindusunce.org/2009/11/21/cihan-

17

aktas%e2%80%99la-gercek-İran%e2%80%99iararken3

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

127


İlk yıllardaki ideolojik tartışmalar, belirsizlikten

fonundan kredi istendi ve yabancı yatırımlar

kaynaklanan çekişme ve çatışmalar sona

teşvik edildi.

ermişti. Devrimin selameti ile ilgili kaygılar azalmıştı.

Dışa açılım ekonomik ilişkilerle sınırlı kaldı.

(Düşünsel anlamda her şey tamamlandığı için!)

Fikri ve ideolojik olarak devrim kendini

Ekonomik sorunlar, devrimle ilgili kaygıların yerini aldı ve yeni dönemde yapılacakları ve izlenecek politikaları belirledi. 8 yıl süren savaş ekonomiyi derinden etkilemişti. Savaş yıllarında Başbakan olan Musevî ekonomide devlet kontrolünün arttığı bir politika izlemiş, işçileri ve yoksulları savaşın yarattığı enflasyonist fiyatlardan korumaya, ekonomiyi petrol bağımlılıktan kurtarmaya, petrol geliri ile sanayi ve ticaretin diğer alanlarını geliştirmeye çalışmıştı. Bu uygulamaların meyvesi, kırsal kesimde okuma-yazma oranı dörde katlanması, elektriği ve suyu olan evler artması ve genelde yoksul kesimlerin İslam Cumhuriyeti’ne desteklerinin pekişmesi oldu. Lâkin savaş 1 milyona yakın cana mal olup petrol fiyatlarını düşürünce, sorunlar büyüdü ve ekonomik sorunlar temel sorun haline geldi. Petrol üretiminin düşmesi, yatırımların durması, sermaye sahipleri ve girişimcilerin yurt dışına kaçması, devletleştirilen işletmelerin acemi

tamamladığı için muhafazakarlaşmaya devam etti. Kendine yönelik eleştirileri, muhalefetin oluşumunu engellemekle kalmadı yeni fikirlere bile kapıları kapadı. Devrimci kadrolar içinde yer alan insanların bile sistemle ilgili farklı değerlendirmeleri problem olarak görüldü. Özgürlüğün yerini benim gibi düşünmelisin, düşünmesen bile benim gibi yaşamalısın aldı. Farklılıklara hiçbir şekilde tahammül gösterilmedi ve tek tip düşünce, tek tip yaşam biçimi dayatıldı. Farklı eğilimler taşıyan/ güvenilmeyen adayların seçimlere katılması engellendi. Başlarını farklı şekilde örten ya da örtmeyen kadınlar saldırılara maruz kaldı. Devlet işlerinde yandaşlık ilkesi hakim oldu, molla sınıfı her yerde inisiyatifi ele geçirdi. Basit bürokratik işlerde bile onların referansı aranır oldu. Cumhuriyet bir “molla cumhuriyeti”ne dönüştü. Devrime öncülük edenler arasında bile devrimin yaşadığı süreç sorgulanmaya başlamıştı. Tartışılmayan konular tartışılmak

yöneticilerin elinde verimsizleşmesi, yoksulluğun

isteniyor (İslam ile devlet arasındaki ilişki,

ve işsizliğin artması, enflasyonun yükselmesi

mollanın konumu, dayatmaların İslam’ın ruhuna

ve paranın değer kaybetmesi gibi birçok sorun

ne kadar uyduğu vb.), ama bu imkan insanlara

vardı. Rafsancani (1989-93 ve 1993-97) önceliği

tanınmıyordu. Molla hakimiyeti ve dayatmacı

ekonomiye verdi, onu canlandırmaya, ağır

yaklaşımlar özellikle aydınlar, gençler ve

hasar gören alt yapıyı yeniden inşa etmeye

kadınlar arasında huzursuzlukların artmasına

ve İranlıların günlük hayatlarını iyileştirmeye

neden oldu.

çalıştı. Devrimin ilk yıllarında devletleştirilen şirketlerin çoğunu özelleştirdi. Dini kuruluşlara yapılan mali yardımları azalttı. Karın serbest dolaşımına izin vererek yabancı ve sürgündeki sermayeyi İran’a çekmekten ve Amerikan Conoco şirketiyle imzalanan 1 milyar dolarlık sözleşme gibi yabancı petrol şirketlerine bölgesel ayrıcalıklar tanınmasından söz etmeye başladı. Bu önerilerine yalnızca Hamaney ile Gözetim Konseyi değil, Meclis’teki çoğunlukla pazarın önde gelenleri de karşı çıktılar.

Rafsancani’nin görev süresinin bitmesi ile yapılacak yeni seçimlerde Gözetim Konseyi hiç de alışıldık olmayan bir yanlış hesaplama yaptı. Pek tanınmamış, yumuşak mizaçlı eski kültür bakanı Hüccetü’l-İslam Seyyid Muhammed Hatemi’nin muhafazakar, gösterişli ve tanınmış Meclis Başkanı’na karşı aday olmasına izin verdi. Hatemi de siyasal özgürlük, hoşgörü, ekonomik şeffaflık, hukukun üstünlüğü, kişisel özgürlüklerin artması, kadınların toplum hayatına daha yoğun katılımı, insanların rejime

Ekonomik gereklilikler dış politika üzerinde de

yönelik alternatif görüşlerini sunabilecekleri

belirleyici bir rol oynadı, devrim ihracı fikri ve

açık ve demokratik ortamın yaratılması vaatleri

devrimin ilk yıllarında özellikle İslam ülkelerine

ile girdiği seçimde, oy verenlerin %90’ı bulan

karşı kullanılan eleştirel dil terk edilerek ikili

desteğini alarak seçimi kazandı ve İran’ın yeni

ilişkiler geliştirilmeye çalışıldı. Uluslararası para

cumhurbaşkanı oldu. Özellikle aydınlardan,

128

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


kadınlardan ve gençlerden büyük destek gördü. Reformcuların Sahneye Çıkışı - III. Cumhuriyet

ılımlı bir siyaset izledi. Mahkemelerin artık recm cezası vermeyecekleri ve fiziksel cezalar vermekten kaçınacakları konusunda uluslar arası hukukçulara güvence verdi. Medeniyetler

Hatemi yurttaşlık, sivil toplum, medeniyetler diyalogu kavramlarını temel aldı. Toplumsal ve siyasal özgürlükler cephesini canlandırmaya, özellikle basının ve medyanın özgürlük alanını genişletmeye çalıştı. Devrim adına yirmi yıldan bu yana tasarlanan ve uygulamaya sokulan ve giderek tabulaştırılan çeşitli kurumlar, kavramlar ve uygulamalardan bazıları, tutucuların tüm manevralarına rağmen tartışmaya açıldı. Velayet-i Fakih’in anayasal konumu, Irak ile sürdürülen savaşın süresi (yani, savaşın daha kısa sürede bitirilmesinin mümkün olup olmadığı), Amerika ile ilişkiler, “emri bil maruf ve nehyi anil münker” adına hareket eden bazı gönüllü veya yarı resmi grupların eylemleri nedeniyle toplumda oluşan korku, şeffaf bir devlet, çok sesli bir toplum, siyasal partiler, basın özgürlüğü, İslamiyet’in demokrasiyle bağdaşırlığı18, kadınla ilgili tesettür, çarşaf, diyet, recm, çok evlilik, muta nikâhı, erken evlendirilme, yargıçlık yapabilme, boşanma hakkına sahip olma ve boşanma durumunda şartları elveriyorsa çocuklarının vesayetini alabilme, sinema, televizyon ve dergilerde görünmenin sınırları gibi birçok konu sayıları hızla artan dergilerde, gazetelerde ve panellerde tartışılmaya başlandı. Yeni gazete ve dergiler yayın hayatına başladı, İran sineması tekrar canlandı, kadın ve öğrenci hareketleri serpilip gelişti. 1976’dan 1995’e

arası diyalog konulu bir konferansa ev sahipliği yaptı. Ayrıca, Avrupa Birliği İnsan Hakları Komisyonu’nun delegelerini ağırladı. CNN’e röportaj vermeye razı oldu ve ABD’ye diyalog çağrısında bulundu. Selman Rüşdi’nin hayatını tehdit eden bir şey yapmayacağını açıkladı. İtalya ve Vatikan’ı ziyaret etti. İlk defa İranlı bir yönetici bir Batı ülkesine resmi ziyarette bulunuyordu. Ancak seçilmişlerin yetkisi sınırlıydı. Atanmışlar izin verdiği kadar iktidara sahiptiler. Sürekli denetime ve onaya tabi idiler. Ve gelişmeler onların hoşuna gitmiyordu. Sahip oldukları muhafaza dürtüsü ile reformlara karşı durdular, Hatemi’nin girişimlerini boşa çıkardılar. Hamaney ilk Cuma hutbesinde ABD’yi suçlayan ve İran’ın uzlaşmaya niyeti olmadığını beyan eden bir vaaz verdi. Adli makamlar, medya ve kolluk güçleri üzerindeki yetkilerini kullanarak reformcu gazeteleri kapattırdı, muhalif gazeteci ve aydınları dinsizlikle suçlayıp tutuklattı, reform yanlısı öğrenci gösterilerini güç kullanarak dağıttı ve yasa da yapılmak istenen değişikliklerin önüne geçti. Faili meçhuller yaşanmaya başlandı. İçinde bulunulan durumu yasaklanan mebuslar şöyle şikâyet ediyorlardı: “Bizim yaptığımız devrim İslamiyet adına özgürlük ve bağımsızlık getirdi. Fakat şimdi ulusal haklarımız İslam adına çiğneniyor.”19

kadar kadınlarda okuma-yazma oranı yüzde

Hatemi, vaatlerini gerçekleştirmedeki

160 oranında artmıştı, erkeklerde ise yüzde

başarısızlığına rağmen 2001 seçimlerini de

120. Üniversiteye girenlerin yüzde 50’den

büyük bir üstünlükle kazandı. Ancak üzerindeki

fazlası kadınlardan oluşuyordu. Bu dönemde

baskı daha da arttı, iktidarın gerçek sahipleri

kadınlar meclise de girdi ve Hâtemî bir ilke imza

onun muktedir olmasına ve dilediği reformları

atarak cumhurbaşkanı yardımcılarından birini

yapmasına rıza göstermediler.

kadınlardan atadı. 1999’da yerel konseyler için seçim yapıldığında 200 bin erkeğin yanı sıra 5 bin kadın yarıştı, çoğu da seçildi. Kadınların

Bu dönemde gerçekleşen 11 Eylül olayları İran’daki gelişmeleri olumsuz olarak etkiledi.

kendi örgütlerini oluşturmalarının da önünü açtı.

Bu olay bahane edilerek oluşturulan yeni

Hatemi dışişlerinde de dünyayla ilişkileri

Kuzey Kore’nin içinde yer aldığı şer eksenine

iyileştirmek için kampanya başlattı, daha

dahil edildi ve sürekli savaş tehditlerine

http://www.derindusunce.org/2009/11/21/cihan-

18

aktas%e2%80%99la-gercek-İran%e2%80%99iararken3

dünya düzeninin de İran, Irak, Suriye ve

maruz bırakıldı. Bu da ister istemez korumacı yaklaşımı, savunma psikolojisini öne çıkardı. G. İsfendiyari, Radio Free Europe, 18 Şubat 2004

19

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

129


Hayatta kalma mücadelesi reform çalışmalarının

ekonominin hiç olmadığı kadar petrole bağımlı

önüne geçti. Reformcuların elini zayıflatırken

hale gelmesi ve fakirlere aktarılan kaynakların

mollaların elini güçlendirdi. Baskı ve sindirme

enflasyon karşısında erimesi engellenemedi.

faaliyetlerini arttırdı.

Ancak Ahmedinejad iç politikadaki başarısızlığını/sorunları dış politikada sergilediği

Derin Devletin Zaferi Uluslararası tehditler ve reformcuların vaatlerini gerçekleştirme noktasındaki başarısızlıkları muhafazakar bir adayın, Mahmud Ahmedinejad’ın ulusal güvenliği sağlamlaştırmak ve Humeyni döneminin halkçı vaatlerini yerine getirmek söylemiyle cumhurbaşkanlığını kazanması sonucunu doğurdu. Muhafazakarların kazanmasının bir nedeni de kendi sınırlı kemikleşmiş tabanlarını genişletmelerinden çok, reform yanlılarını bölmeleri ve sandık

performansla kapatma becerisi gösterdi. Bütün dünyanın karşı çıkmasına rağmen İranlılar açısından güvenlik ve onur meselesi haline gelen nükleer güç alanındaki çalışmaları yeniden başlattı ve önemli ilerlemeler kaydedilmesini sağladı. ABD’nin tehditlerine karşı meydan okumacı tarzını hiç değiştirmedi. Ve iki temel gerekçe ile (fakir-fukaradan yana ve Batı karşıtlığı) 2009’da yeniden cumhurbaşkanlığına seçildi.

başına gitme heveslerini kırmalarıydı. Seçim

Reformcular hile yapıldığı gerekçesi ile sonuçlara

kazanmak için Batı’da sıkça gördüğümüz ayak

itiraz ettiler. İtirazları dikkate alınmayınca da

oyunları bütün karmaşık yönleriyle İran’da da

sokaklara döküldüler. Gösteriler başladı, ancak

oynanmaya başlandı.

amacını aştığını fark edince reformcu kanadın

Ahmedinejad’a göre reformcuların öncelikleri ve yaptıkları yanlıştı ve rejimin temel ilkelerinden sapmaya işaret ediyordu. İslam Cumhuriyeti’nin devrimci karakterinin sürdürülmesi ve güçlendirilmesi gerekiyordu. Sapılan çizgiye geri dönmek için reformcuların yapmaya çalıştıklarını değiştirmeyle işe başladı. Çok sayıda sivil toplum örgütü ve basın yayın kuruluşu kapatıldı; yüzlerce öğrenci, öğretim üyesi, sivil toplum elemanı tatbikata uğratıldı ve hapsedildi; işçi gruplarının kitle protestoları bastırıldı. Basın ve

önderleri Musavi ve Hatemi geri çekildiler. Hile karıştırıldığını iddia ettikleri seçimlere razı oldular. İran’da hadiseler doğal bir seyirde değil hep olağanüstü şartlar altında gerçekleşiyor. Devrimin ilk yılları savaş şartları altında yaşandı. Sonraki süreçte boykot, karalama, yalnızlaştırma, ambargo ve savaş tehditleri altında geçti. ABD ve Batı ellerini İran’dan hiç çekmediler, her fırsatta orayı karıştırmayı bir vazife bildiler. Bu yaklaşım İran’da iki

internet üzerindeki baskılar ve sansür arttırıldı.

sonuç ortaya çıkardı. Birincisi Amerika ve

Uluslar arası arenada yumuşayan söylem tekrar

kapanması. Nitekim son seçimlerde Batı’nın

radikalleştirildi. ABD ve Siyonizm karşıtlığı

İran’ı istikrarsızlaştırmak için çabalamaları,

öne çıkarıldı. Anti Siyonist faaliyetlere taraf

sürekli olarak bir karşı devrim arayışı içinde

olundu. Meydan okuma ve gerginlik bir tarz

olmaları ve “reformcuları destekliyoruz”

olarak benimsendi. Bu çabalarla iç sorunları

gibi açıklamaları reformcuların değil

bastırılmaya ve halkın rejim etrafında birleşmesi

muhafazakarların işine yaradı. Ayrıca tehditler

sağlamaya çalışıldı.

devleti korumak için yapılanları meşrulaştırıcı bir

Ahmedinejad’ın 2005’teki seçim kampanyasında yolsuzlukla mücadeleyi, ekonomiyi iyileştirmeyi, istihdamı artırmayı ve petrol gelirlerini halka dağıtmayı vadetmişti. Bunlardan petrol gelirlerinin ihtiyaç sahiplerine dağıtılması gerçekleşti. Ancak ekonominin iyileştirilmesi konusunda kayda değer bir gelişme sağlanamadı, Enflasyon ve işsizliğin artması;

130

Batı düşmanlığı, ikincisi İran’ın kendi içine

rol üstlendi. İran derin devletinin rejimi korumak için seçimlere müdahale etmesi ve ancak onay alan adayların seçimlere katılabilmesi normal olarak karşılanır oldu. Son seçimlerde seçime katılmak isteyip de onay alamadığı için katılamayan aday sayısı 470 olarak ifade edilmektedir. Muhafazakar/reformcu şeklinde ortaya çıkan

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


siyasi ayrışma dışarıdan okunduğu gibi İslamcı

de yeni ümitler doğuran ilkeleri. Devrimden

ve İslam karşıtı, devrimci ya da devrim karşıtı,

artakalan sadece kuru ve altı boş sloganlarla

Amerikancı ya da Amerikan karşıtı şeklinde

teokratik bir Şia devletidir. Ve bu devletin,

ortaya çıkan bir ayrışma değil, fakat Amerika

İslam ve devrim adına bırakın dünya halkları

ve yandaşları ya tutarsa niyetine hadiseyi

ve Müslümanlarına bir şey söylemeyi, kendi

böyle okumayı tercih ederken, İran iktidarı da

halkına bile bir şey söyleyecek durumu mevcut

muhalefeti zayıflatmak ve olaylar karşısındaki

değildir. Devrim kendini gelişmeye kapatalı çok

tavrını meşrulaştırmak için bunu bir argüman

zaman olmuştur. Devrimcilik muhafazakarlığa ve

olarak kullanmaktadır. Ve hükümete yönelik

tutuculuğa doğru, devlet de derin devlete doğru

eleştirileri, önce Velayet-i Fakih’e sonra da

evrilmiştir.

İslam Cumhuriyeti’ne yönelik bir tehditmiş gibi algılanmasını sağlamaya çalışmaktadır.20 Oysa her iki kesim de kendisini gerçek devrimci olarak nitelendirirken diğerini devrimin ilkelerine sadık kalmamakla suçlamaktadır. Aslında reformcular şu an İran’ı dönüştürecek güce sahip değiller.

Özgürlük diyerek gerçekleşen devrim, özgürlükleri kısıtlayan baskıcı devlete ulaşmıştır. Ümmetin kurtuluşuna öncü olmak için yola çıkan devrim, mezhep ihraç etme noktasına gelmiştir. Adalet ideali molla sınıfının seçkinleşmesi ile sona ermiştir.

Bunu ilk nedeni, Hatemi’nin bütün iyi niyetine ve iki dönem iktidarda kalmasına rağmen statükoyu değiştirebilecek ciddî bir adım atamamasından dolayı İran halkının reformculara olan inancını kaybetmesidir. İkinci neden ise reformcuların İran halkına hitap eden bir dil geliştirememeleri ve daha çok Batılı değerlerin taşıyıcısı olarak görülmeleridir.

Halk için yola çıkan devrim, rejimi her şeyden önemli kabul eden bir noktaya gelmiştir. Rejimin selameti için her şey mübahtır. Devrimin geldiği noktayı yine devrimin önde gelen isimlerinden ve Humeyni’nin halefi iken azledilen Ayetullah Muntezeri şöyle ortaya koyuyor:

Reformcuların açmazları ve muhafazakarların otoriter, baskıcı ve değişime kapalı yaklaşımları göz önünde bulundurulduğunda ortaya çıkan sonuç İran İslam Devrimi açısından bir hayal kırıklığıdır. Devrimden geriye ne heyecanı kalmıştır, ne yeni ufuklara taşıyan söylemi, ne

“Ayetullah Humeynî şiarı yükseltti, bizler de insanlar da onunlaydık. Bu şiarlar aracılığıyla insanlar meydana çıktı ve devrim kazandı. Şiarlarımız: ‘Bağımsızlık, Özgürlük ve İslam Cumhuriyeti’ idi. Bağımsızlık bir aşamaya kadar gerçekleşti. Ancak özgürlük ve İslam Cumhuriyeti’ne gelince hâlâ önümüzde uzun

“Resmi söylem, kendisiyle çelişen herkesin

20

özgeçmişine, devrime olan katkılarına ve eleştirisinin niteliğine bakmadan doğrudan itham etme yolunu seçiyor. Devrimin kadrolarını siyasi ihtilaflarda münafık, hain, ajan olarak ilan etmenin zımni anlamı devrimin

bir yol var. Özgürlük konusunda yetkililerin şu anda attıkları sloganlara rağmen bu söz doğru değildir. Anayasadaki meşru ve açık özgürlükler kolayca ezilmektedir. Bu da önderlerin kendileri

sürekli Amerikan ajanı ya da münafık ürettiğidir.

için anayasanın ve şeriatın üstünde koydukları

İmam Humeyni Vekili Muntezeri hain, devrimin ilk

dokunulmazlıkla gerçekleşmektedir. Hâlâ

başbakanlarından Musevi fitneci, devrimin kadın

birçok parti özgürlük sahibi değildir. Bazı siyasî

önderlerinden Zehra Rahneverd fitneci, devrimin kültür önderlerinden Hatemi ajan, devrimin en önemli isimlerinden Rafsancani hain... Devrim ulemasından Ayetullah uzma Sanii ajan, Devrim Muhafızları eski

gruplar sadece iktidardakilerin üsluplarına muhalefetleri sebebiyle ‘yasa dışı’ sayılmaktadır. Sadece iktidardakileri öven basın organları

komutanı Rızai fitneci... Devrimin öncülerinden

hürdür. Bu organlar istediklerini söyler ya da

Kerrubi ajan... Şeriati’nin arkadaşı İbrahim Yezdi

kendilerine ne emredilirse onu yazar. Ancak

sapık... İmam Humeyni’nin torunları, Mutahhari’nin

hükümetten bağımsız medya, yöneticiler,

oğlu ajan, Beheşti’nin oğlu terörist, Şeriati’nin oğlu ve kızları devrim düşmanı... Öyle mi? “Bülent Şahin ERDEĞER http://www.aliseriati.com/kitaplar. php?Makale_id=372&Kat_id=34

emniyet ve yargı kurumları tarafından sorunlarla karşılaşır. Bazı kişilerin de haber yapması ve görüntü çekmesi yasaklanır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

131


Yetkililer dünyada zulmün olduğundan ve

Ali’nin kahramanlıkları ve masum imamların

adaletin bulunmadığından bahsediyor. Bizim

kerametlerinden ibaret görüyorlar. Çünkü

ülkemizde de zulüm bulunmuyor mu? Adalet

onlara anlatılan İslam bundan ibaret. Okullarda

var mı? Diğerlerinin hakları ihlal edilmiyor mu?

öğretilen bu dinde kimi sahabeler de yerden

Cumhuriyet hususunda da şunu söylemek

yere vuruluyor. Olaylara bakış açılarındaki

gerekir; ‘Anayasayı Koruma Meclisi, haksız

duygusallığı gelecek kuşaklara da başarılı bir

müdahalesi ile seçimler, tam anlamıyla adayların

şekilde iletiyorlar.”23

tasfiye edilmesine dönüştürdü. Layık olan, devrimci, genel hizmette, insanlara ve topluma hizmette tecrübeli insanları, asılsız gerekçelerle din ve sistem karşıtlığıyla suçladılar. Bunda tek sebep eleştiriyor olmalarıydı… Liderler, sadece ‘mutlak velayet’ bendine dikkat ediyor. Ancak anayasanın kalan bentlerini ayaklarının altına alıyorlar. Mutlak velayet, hüküm sürenleri kanunun üzerinde saymaktadır. Bu da diktatör bir hükümete yol açmaktadır… Konulardan bir diğeri de insanların yaşam koşulları ve ekonomi. Atılan sloganlara karşın insanların eskilerden çok daha fazla sıkıntı yaşadıklarını görmekteyiz.”21 Üniversite tahsilini İran’da yapan bir bacımızın gözlemleri de İran’ın geldiği noktayı görmemize

Yanlış anlaşılmasın, sorun İran’ın Şii olması değil Şii olmayana yaklaşım biçimidir. Kendisi gibi düşünmeyeni ötekileştiren, kurtuluşu yalnızca Şia’da gören mantığıdır. Ne yazık ki, Şii kardeşlerin diyalogları kendisinden başkasını Müslüman görmeme seviyesinde gelişiyor ve belirlenen sınırların dışında kalanları hidayete çağırma ve bunun için uğraşma/ çabalama bir ibadet olarak algılanıyor. Devrimin başında ihtilafları değil ittifakları öne çıkaran ve karşısındakini dengi kabul eden yaklaşım hatırlandığında bugünkü taassubun boyutları daha iyi anlaşılacaktır. İran’da siyasi ve sosyal yapıya gelince,

katkı yapacaktır:22

malzemenin kalitesine rağmen oldukça

“İran, İslam Cumhuriyeti adına ve İslam’a

getirdiği uyumlu karışıklığın yanı sıra, esasında

yaptığı vurgulara rağmen ‘Şia İslamı’nı

derin bir kafa karışıklığı da söz konusu. Aşağı

savunmakta ve resmi ideoloji haline getirmiş

yukarı son yüz yıldır siyasi gündemlerinin

bulunmaktadır. İran bir Şia devletidir. Tüm

hiç durulmamış olması buna sebep olmuş

ibadethaneler, din eğitimi, dini konulardaki

olabilir. Ülkede bilim adamları yetişiyor,

kitaplar tamamıyla Şia geleneğiyle

sanat adamları da yetişiyor; ancak düşünür

oluşturulmuş. Sünni kesim ise ülke içinde etnik

yetiştirme konusunda İran toplumunun çağa

azınlık yahut ehli kitap muamelesi görüyor.

ayak uyduramadığı bir gerçek. Çok az sayıdaki

İslam’ı en geniş şekliyle, tüm mezhepleriyle,

gerçekten aydınlanmış kişiler haricinde; tüm bu

objektif bir şekilde inceliyor olması gereken

gelgitler içerisinde yetişmiş aydınlar, ya fazla

ilahiyat fakültelerinde bile başvurulan kaynaklar

yerel yahut fazla Batılı. Kendi kendilerini objektif

Şii kaynaklardan ibaret. Bir Sünni olarak

bir şekilde tahlil edemedikleri, bir yol haritası

ilahiyat fakültesinde okumak ise oldukça zor;

çıkaramadıkları sürece daha çok yüzyıllar

anlatılanların tümünü kabul etmeksizin sınavları

boyu karmaşanın ortasında kalacaklar gibi

geçmek ve hocaların gözüne girmek imkansız.

görünüyor. Şah’ın devrilmesinden sonra kendi

Üniversite ortamları fikirlerin özgürce tartışıldığı

yapılarını kuramamış olmaları, İran’ı bir nevi

bir ortam olmaktan çok uzak. İlköğretim ve

devrimler kısır döngüsüne doğru sürüklüyor.

liselerde de durum aynı. Çocuklar ‘Şia ideolojisi’

Dünya tarafından dışlanan ülke git gide daha

bombardımanına tutuluyorlar, İslam dinini Hz.

fazla kendi kabuğuna çekiliyor, daha kapalı bir

karmaşık bir görüntü sergiliyor. Çok ulusluluğun

toplum haline geliyor. Bu durum yabancılara İran İslam Devrimi’nin 30. yılı münasebetiyle Japon

olan tutumlarında daha iyi görülüyor. Dışarıdan

Gazetesi Mainichi, İslam Cumhuriyeti’nin kurucularından

geleni “öteki” kabul eden toplum, onu kendisine

21

ve en meşhur liderlerinden olan Ayetullah el-Uzma Hüseyin Ali Muntezeri ile yaptığı röportajdan alınmıştır. http://haksozhaber.net/news_detail.php?id=8678

benzetmeye çalışıyor, “tebliğ” adı altında düzene zararsız hale gelmesini sağlıyor. Bu tutum ya

Zeynep Ataç’a katkılarından dolayı teşekkür ederim.

22

Allah razı olsun.

132

Zeynep Ataç

23

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


gerçekten işe yarıyor yahut tamamen İran

ve karalama kampanyalarına, yalnızlaştırma

karşıtı yapıyor. İkisinin arasında bir “gri”nin

girişimlerine, ambargo uygulamalarına rağmen

olmaması ise her iki tarafı da radikalleştiriyor,

İran’ın ayakta kalmayı başarması bile bir başarı

objektiflikten uzaklaştırıyor.

olarak okunmalıdır. Kaldı ki İran daha ötesini

“İran’da ‘kadın’ konusu da yıllar yılı tartışılan, gündem yapılan, sömürülen bir konu. İnsanların

de yapmaya çalışmaktadır, yaptığı nükleer çalışmalar bunun bir ifadesidir.

istemedikleri biçimde giyinmeye yahut

Ortaya konulanlardan da anlaşılmaktadır

düşünmeye zorlanmaları tasvip edilebilir bir

ki İran’ın devrimle başardıkları da vardır,

durum olmasa da, dışarıdan bakıldığında ikinci

başaramadıkları da. Bugünkü İran’ın örnek

sınıf varlıklarmış gibi gözükse de; gerçekte

yönleri de vardır, ibret yönleri de. Mesele, onu

kadın, İran’da oldukça söz sahibi bir konumda.

tek yönü ile ya da bazı yönlerini öne çıkararak

Kadınlar siyasetten spora, bilimden sanata kadar

değerlendirmemekte düğümleniyor. O, bütün

her alanda yer alıyor. Çalışan kadın oranı çok

yanları ve yönleri ile birlikte değerlendirilmeli.

yüksek. Çalışmasalar dahi, hemen hemen her

Toptancı yaklaşımlar onu anlamamızı ve dersler

kadın bir meslek sahibi. Çalışırken çocuklarını

çıkarmamızı engelleyecektir.

bırakabilecekleri birçok gündüz bakımevi ve kreş mevcut. Hem evinin hanımı, çocuklarının annesi olup hem de kariyer yapabilen birçok kadın var İran’da. Ayrıca kanunlar tarafından da çok iyi korunuyorlar. Bir erkeğin bir kadına şiddet uygulaması ağır cezalar getiriyor. Evlenme ve boşanma durumlarında kadının hakları her zaman korunuyor. Kısacası diğer Müslüman ülkelerde kadının adı yokken, İran’da kadınlar

İran’da devrim bir statüko ile sonuçlanmıştır, aslında açmaza girmiştir. Bunun nedeni İranlıların kendi önlerini tıkayan yaklaşımlarıdır. İslam yerine Şia der ve kendi anlayışınızı mutlaklaştırıp dayatırsanız, farklılıkları ortadan kaldırmaya ve herkesi bir kalıba dökmeye çalışırsanız, düşünmeyi ve farklı düşüncelerin dile gelmesini engellerseniz tıkanırsınız.

her şeyde, her yerde ‘varız’ diyorlar.”24

Düşünmenin artmadığı yerde üretmek olmaz,

Ayrıca İran çağdaş toplumlara göre kadının

ulaşmaz, ancak bastırılır. Bastırma sorunları

en rahat ve huzur içinde yaşadığı ve sosyal

ortadan kaldırmaz, büyütür. Büyüyen sorunlar

hayata katılabildiği bir ülke. Birçok çağdaş

ise idare edenler açısından, rejim açısından bir

toplumda kadın ve çocuk istismarlarının,

tehlikeye işaret eder. Toplumların tahammülü bir

tacizlerin, tecavüzlerin önü alınamazken, başına

yere kadardır.

bir şey gelme korkusuyla yalnız sokağa bile çıkamazken, burada bir kadın yalnız olduğu halde ülkenin bir ucundan diğerine herhangi bir korku ve endişe yaşamaksızın gidebilir, geceleri

üretmeyen toplumda ise sorunlar çözüme

Nitekim Tunus’ta başlayan Mısır ve Yemen’le devam eden halk hareketleri İranlı muhalifleri de etkisi altına almış bulunmaktadır. Gösteriler

sokağa rahatça çıkabilir.

başlamıştır. Umarız iktidar sahipleri halkın

İran ile Batı toplumları arasında kadın ve

sonuçlar çıkmasını sağlarlar.

aileye yaklaşım farkını, karasularını ihlal ettiği gerekçesi ile tutuklanan 15 İngiliz askerin serbest bırakılması sırasında kadın asker Faye Turney’e hitaben Ahmedinejad’ın söylediklerinde görmek mümkün: “Batı’nın aile kavramına hiç mi saygısı yok? Bir anneyi bu kadar zor bir görev için nasıl çocuğundan bu kadar uzağa yollayabilir?”

İran İslam Devrimi’nin açmaza girmesi en çok devrimle sevinen, devrimle ümitlenen insanları üzmektedir. Temennimiz İranlı Müslümanların bir an önce durumlarının farkına varmaları ve kendilerini yenileyerek tarih sahnesine yeniden çıkmalarıdır.

25

BİTTİ

Öte yandan emperyalistlerin bütün boykot Zeynep Ataç

24

Ali Bulaç, “Hedefteki Ülke İran”

25

taleplerine kulak verir ve İran için hayırlı

Kaynakça: 1- İhsan Eliaçık, “İslam’ın Yenilikçileri”

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

133


2- Alev Erkilet, “Orta Doğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler” 3- Cihan Aktaş, “Dünün Devrimcileri Bugünün Reformcuları” 4- Hamid Dabaşi, “İran Ketlenmiş Halk” 5- Roy Mottahedeh, “Peygamber’in Hırkası, 6- William L. Cleveland, “Modern Orta Doğu Tarihi” 7- Ali Bulaç, “Hedefteki Ülke İran” 8- Mohammed Reza Djalili & Thierry Kellner, “İran’ın Son 200 Yıllık Tarihi” 9- Ömer Turan, “Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta: Orta Doğu”

134

www.islamiyorum.com

İran’da Din ve Politika, Bilgi ve Güç”

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


www.islamiyorum.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.