Kış 2010
int e r n e t d e rg i s i - ü ç ay lık e-d e r g i
EDİTÖRDEN
Bu Sayıda / Editör
DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEVRİM
İktidara Gelme Yöntemi Olarak DEVRİM / Yusuf İMAMOĞLU
İslam ve DEVRİM / Nuri YILMAZ
DEVRİMCİ DURUŞ - “Tevhidi Duruş, İslami Duruş...” / Nuri YILMAZ
İslam Siyaset Düşüncesinde İlk Devrimci Ekol: HARİCİLER / Hamdi TAYFUR
İslam ve Devrim Prensibi / Nevin Abdulhalık Mustafa
Seyyid Kutub’a Göre İslami Mücadele / Derleyen: Nureddin YILDIZ
Devrimci Siyasal İslam Düşüncesinin Bugün Karşı Karşıya Bulunduğu Sorunlar / Antony Black
ARAŞTIRMA - İNCELEME
Kur’an’ın Işığında Akletmeye Engel Hususlar/ Hamdi TAYFUR
SÖYLEŞİ
Amerika Savaşla Değil Fikirlerle Fethedilebilir / Cevdet Said
www.islamiyorum.com
GÜNDEM
Bir Devrimin Ardından / Metin Yılmaz
İran’ın Yeni Entellektüelleri / Ferhat Hoşrokhavar
İsmail Hadisesi ve Bir Cemaat Rantı Olarak Kurban / Zakir AYDIN
BİYOGRAFİ
Emin Ahsen Islahi’nin Hayatı ve Düşünceleri / Salem Kiyani
KİTAP DEĞERLENDİRME
4
Din-Devlet İlişkisi İle İlgili Türkçedeki Bazı Kitapların Bibliyografyası / Zakir AYDIN
Tedebburi Kur’an’a Giriş / Sazed Salem
İslahi’nin Ana Çalışmalarına Kısa Giriş / Abdurrauf
İçindekiler EDİTÖRDEN
Bu Sayıda / Editör................................................................................................................. 4
ANA KONU: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEVRİM
İktidara Gelme Yöntemi Olarak DEVRİM / Yusuf İMAMOĞLU................................................. 6
İslam ve DEVRİM / Nuri YILMAZ......................................................................................... 25
DEVRİMCİ DURUŞ - “Tevhidi Duruş, İslami Duruş...” / Nuri YILMAZ................................... 35
İslam Siyaset Düşüncesinde İlk Devrimci Ekol: HARİCİLER / Hamdi TAYFUR..................... 46
İslam ve Devrim Prensibi / Nevin Abdulhalık Mustafa....................................................... 55
Seyyid Kutub’a Göre İslami Mücadele / Derleyen: Nureddin YILDIZ..................................... 61
Devrimci Siyasal İslam Düşüncesinin Bugün Karşı Karşıya
Bulunduğu Sorunlar / Antony Black.................................................................................. 70
ARAŞTIRMA - İNCELEME
Kur’an’ın Işığında Akletmeye Engel Hususlar/ Hamdi TAYFUR............................................ 73
SÖYLEŞİ
Amerika Savaşla Değil Fikirlerle Fethedilebilir / Cevdet Said.............................................. 86
GÜNDEM
Bir Devrimin Ardından / Metin Yılmaz..............................................................................101
İran’ın Yeni Entellektüelleri / Ferhat Hoşrokhavar.........................................................115
İsmail Hadisesi ve Bir Cemaat Rantı Olarak Kurban / Zakir AYDIN....................................123
BİYOGRAFİ
Emin Ahsen Islahi’nin Hayatı ve Düşünceleri / Salem Kiyani............................................128
KİTAP DEĞERLENDİRME
Din-Devlet İlişkisi İle İlgili Türkçedeki Bazı Kitapların Bibliyografyası / Zakir AYDIN.........133
Tedebburi Kur’an’a Giriş / Sazed Salem.............................................................................137
İslahi’nin Ana Çalışmalarına Kısa Giriş / Abdurrauf........................................................139
www.islamiyorum.com
EDİTÖRDEN
Bu Sayıda Kış–2010 sayısının ana konusu için “Bir
Devrimin doğası nedir? Devrim sorunlardan
toplumsal değişim yöntemi olarak Devrim”
azade bir yöntem midir? İktidarı dönüştürmek
başlığını seçtik.
toplumu dönüştürmek midir? Dönüşümün
“Değişimin ana karakteri nedir, insanların ve toplumların değişiminde ne tür temel etkenler rol oynamaktadır, toplumsal bir değişim için
Devrim tek başına değişim için köklü çözümler sağlama imkân ve gücüne sahip midir?
hangi yöntem kullanılmalıdır?” gibi sorular
Toplumların iradesine mühendislik yöntemlerle
tarih boyunca ve özellikle sosyolojinin bir bilim
yapılan müdahaleler değişimi getirebilir mi?
haline dönüştüğü son iki yüzyıllık süreçte kafaları fazlasıyla meşgul etmektedir. Sadece bilim adamları değil siyasetçiler, ideoloji sahipleri, toplumun gidişatından memnun olmayanlar, dindarlar, menfaat grupları ve hatta ticari ürünlerini pazarlamak için toplumu tüketim toplumu haline dönüştürmek isteyen kapitalistler toplumsal değişimin karakterini sorgulamaktadırlar.
Tarihte yapılan büyük devrimler insanlığa ne kazandırmıştır? Zulmü ortadan kaldırmış mıdır? Yoksa bu devrimler bir zulüm düzeninin yeniden üretilmesine mi yol açmıştır? Başarılı devrim, başarılı ve adil yeni düzen mi demektir? Bir yöntem olarak devrim tümüyle dışlanmalı mıdır? Yoksa değişim için devrim kaçınılmaz mıdır?
Toplumlar nasıl değişir? Toplumlar tıpkı canlılar gibi doğan büyüyen, yaşlanan ve ölen organizmalar mıdır? Toplumların gelişmesi tek bir çizgi üzerinde doğrusal ve daima ileriye doğru bir gelişme midir, yoksa dairesel bir tarzda mıdır? Değişimde diyalektik bir karakter var mıdır? Değişimde sürekli bir evrimden bahsedebilir miyiz?
İslam özde ıslahatçı mıdır, yoksa devrimci midir? İslam, bir değişim yöntemi olarak devrimi onaylar mı? İktidar karşısında kalkışma/huruç/ isyan İslam’ın onayladığı davranışlar mıdır? İslam’ın devrim diye bir prensibi var mıdır? Devrimciliğin tüm dünyada moda olduğu dönemlerde devrimci bir karakterle ortaya çıkan İslami hareketlerin bu yönelişlerinde söz konusu
İktidardan memnun olmayan muhaliflerin iktidarı dönüştürmek için kullandıkları en temel yöntemlerden birisi “devrimcilik” olmuştur. Meşru zeminde muhalefet yapma imkânına sahip olmayan toplumsal hareketler, toplumsal
moda hareketin tesiri olmuş mudur? Devrimci duruş nedir? Böyle bir duruş sergilemenin Müslümanlara kaybettirdikleri ve kazandırdıkları ne olmuştur?
dönüşümün önünde büyük bir engel olarak
Tarihte ortaya çıkan devrimci İslami ekollerin
gördükleri iktidarı ortadan kaldırmak için
bu karaktere bürünmelerinin geri planındaki
“devrim” yöntemini benimsemekten başka bir
tarihi, sosyolojik ve dinsel faktörler nelerdir?
çıkar yol bulamamışlardır.
Tarihte İslam’ın taşıyıcısı olan iki ana damarın,
Ancak bu durum beraberinde pek çok soru ve sorunu ortaya çıkartmaktadır.
4
önündeki engel iktidara indirgenebilir mi?
yani Şia ve Ehl-i Sünnet’in çoğunluk fırkaları devrimci karakterde değilken, günümüz İslami hareketlerinin büyük bir kısmı neden devrimciliği
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bir değişim yöntemi olarak benimsemişlerdir? Bu ve benzeri pek çok soruyu yazarlarımız yazılarında etraflıca tartışmaya çalıştılar. Alıntı, tercüme ve derleme yazılarıyla konuyu derinleştirmeye gayret ettik. Ana konuya ilişkin yazıların yanı sıra araştırma-inceleme, gündem
Yeni sayıda buluşuncaya kadar muhabbetle kalın…
www.islamiyorum.com
ve kitap çalışmalarına da yer verdik.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
5
DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak Devrim
MAKALE 1 :
İktidara Gelme Yöntemi Olarak
Devrim
Yusuf İMAMOĞLU Devrime Giden Süreç İnsanoğlu topluluklar halinde yaşayan bir varlıktır. Topluluk halinde yaşamak ise organize olmayı gerektirir. Toplumun huzuru için işlerin yolunda gitmesi, kimsenin haksızlığa uğramaması, kargaşanın bertaraf edilmesi gerekir. Ayrıca dışarıdan gelecek tehditlere, deprem, kuraklık gibi doğal şart ve afetlere karşı da emniyet gerekmektedir. Toplumda düzen, disiplin ve adaleti sağlamak, tehlikelere
yapılanma devlet aygıtının ortaya çıkmasına da yol açmaktadır. Devletin ortaya çıkışı, faydaya mebni olmakla beraber şu anlamlara da gelir: ▪ Toplumun iradesinin belli ellerde toplanması ▪ Toplumsal gücün gerçek sahibinin halk olmasına rağmen belli kişi ya da kurumlara güç atfedilmesi ▪ Kendilerine güç izafe edilenlerin,1 güçlerini nesnelleştirme çabasının ortaya çıkardığı gerçek güçler: ordu, kolluk güçleri, yasama, yargı, ekonomik yaptırımlar ▪ Bu gücün kimi zaman halka rağmen bir güç olması
gerektiği gibi tedbirler almak ve karşı koymak, bireylerin tek başına üstesinden gelebileceği işlerden değildir. Bunun için toplumun bir bütün
karşısında duramayacağı boyutlara
olarak hareket etmesi gerekir; bu da organize
ulaşması: imparatorlukların ya da global
olması anlamına gelir.
güçlerin teşekkülü
Toplumun organize olması bir taraftan iş
▪ Halkın, kendi işlerini sevk ve idare ile
bölümü bir taraftan da yapılanma demektir. Aile
görevlendirdiği aslında kendilerinden bir
içindeki iş bölümü nasıl aile bireylerinin hayatını
farkı olmayan(!) özel veya tüzel kişilerin
kolaylaştırıyor ve her birinin verimini artırıyorsa
toplumun bütün güçlerini ele geçirmesi
toplumun tamamı da aynı şekilde işleri aralarında böler ve hayata kolaylık getirirler. Ayrıca ihtisaslaşma için gerekli ortamı temin etmiş olurlar. Organize olmanın gerektirdiği
6
▪ Belli ellerde biriken bu gücün insanın
Devlet yapılanmasının neden olduğu güç Sihirbazlara ve putlara, aslında olmayan güçlerin
1
atfedilmesinde olduğu gibi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
atfetme ve gücün belli ellerde toplanmasında
ortaklarıyla paylaşılır. Savaş meydanlarında ise
doğal şartlar ve ihtiyaçlardan öte insanın hırs ve
ön saflar onlara ayrılır, akan kan her durumda
zaaflarının daha etkin olduğu söylenebilir. Belli
onların kanıdır. Yönetilen/güçten mahrum olan
kişi ya da kurumlara güç atfedilmesi, hem güce
kesimin, işleri idare edip yoluna koymak, disiplin
karşı insanın zaafı ve onu elde etme hırsıyla
ve emniyeti sağlamak hatta kendilerini korumak
hem de insanın kendi çıkardığı problemlerle
ve kollamakla görevlendirdiklerine atfettikleri
ilişkin bir durumdur. İnsanların hırs ve tamahla
güçler kendi aleyhlerine dönmüş olur. Adaleti,
birbirlerine galebe çalma isteği savunma ve
eşitliği sağlamakla görevli olanlar zulmün ve
orduların, birbirlerine uyguladıkları haksızlıklar
dengesizliğin nedeni haline gelir.
siyasi otoritelerin ortaya çıkarılmasının en önemli nedenidir. Herkes kendi hakkına bihakkın rıza gösteriyor olsaydı ne otoriteye ne de onca paralar harcanarak teçhiz edilen ordulara da
Yapılanma gereği ortaya çıkan kurum/kuruluş ya da kişilerin zalimler haline gelmesi başka bir sürecin başlaması demektir. Ele geçirdikleri
ihtiyaç olmayacaktı.
güç ve otorite ile insanları ezen, kazançları
Birlikte yaşama/toplum olma ve organize olma
toplumlarda bir kin ve nefretin oluşması
isteğinin ürünü olan devlet, hırs ve tamahın
kaçınılmazdır. Yüzlerindeki maskeler, suret-i
egemen olduğu bir örgütlenmeye dönüştüğünde
haktan görünüşleri onları ilelebet saklayamaz,
insanın en büyük baş belası haline de gelmiş
gerçeklikleri bir gün mutlaka ortaya çıkar.
olmaktadır. Devletin aslında gereksiz olduğunu,
Zulmün anlaşılması zalimlere karşı koymak için
ilk toplumun böyle bir otoriteye sahip olmadığı
bir sürecin başlaması anlamına da gelir. İşleri
için huzur içinde olduğunu, insanlığın gideceği
aralarında bölüşüp paylaşarak kolaylaştırmak
yerin devletsiz toplumlar olması gerektiğini
ne kadar insani bir durum ise bunun bir zulme
savunan düşünürleri bu açıdan anlamak/haklı
dönüşmesine engel olmak da ondan daha fazla
bulmak mümkündür. Ancak söz konusu bu
insani bir durum hatta haktır.
sömüren, değerleri yozlaştıran odaklara karşı
devletsiz toplumların, her türlü organizasyondan mahrum oldukları söylenemeyeceği gibi; merkezi üst-otorite zorunlu olmasa da toplumsal huzurun, beşeri hırs ve tamahlara kurban gitmemesi için iş birliğine, yardımlaşmaya, dolayısıyla organize olmaya kıyamete kadar ihtiyaç duyulacağı reddedilemeyecek bir gerçektir. Ayrıca insanlık, vahyin önderliğinde oluşan organizasyon ve devletlerin sağladığı huzurlu ve adil ortamları unutmamalıdır. Devlet olmanın ortaya çıkardığı en önemli sorun, insanların yönetenler/güç sahipleri ve
İnsan doğası ilelebet zulüm ve baskı altında yaşamaya tahammül edemez. Er geç zulme karşı tepkisini ortaya koyar ve onu alaşağı etmenin yollarını arar. Nitekim tarih bunun örnekleriyle doludur: 1648 İngiliz devrimi2 Orta Çağ Avrupa’sının klasik tablosu olan kral ve
2
kilise arasındaki çıkar işbirliğinin ortaya çıkardığı dini ve siyasi baskı ortamının bir örneği de İngiltere idi. Kilisenin baskıcı teokratik yapısı, yayılmacı tutumuyla yeryüzündeki bütün iktidarları kiliseye bağlama isteği,
yönetilenler/güçten mahrum olanlar şeklinde alt
endülüjans, teslis… Krallığın da kilisenin zulmüne ortak
ve üst sınıflara ayrılmasıdır. Güce sahip olmak,
olarak baskıcı, zalim yapısı, derebeylik düzeni… Varlığını
güçten mahrum olanlara cebrî ve hileli yollarla
korumaya çalışırken insanların elinde şekillenerek
zulmetme imkanı verir. Organize bir toplum
oluşan dinin dogmaları sorgulanmaya ve Protestanlık
olmanın gerektirdiği yükün asıl kısmını güçten mahrum olanlar taşır, bedellerini de çoğunlukla
geniş yankı bulmaya başlamıştır. Diğer yandan siyasi yapı da sorgulanmakta monarşik yapılar yerine halkın sesinin iktidarda yer alması gerektiğini savunanlar,
onlar öder. Mali kaynaklar, onların emeklerinden
kralın değil parlamentonun asıl belirleyici olmasını
ve azıcık kazançlarından ödedikleri vergilerden
isteyenler İngiltere’de de artmaktadır. Yeni gelişmekte
oluşurken, toplam gelirin büyük kısmını
olan ekonomik güçler/burjuva ise iktidara daha
paylaşan elit kesim çok daha az bir bedel
yakınlaşma ve onu paylaşma isteği taşımaktadırlar.
öderler. Rekabet zayıfların aleyhine işler. Sahip oldukları doğal kaynaklar ülke sahiplerinin çıkarları uğruna harcanır ya da uluslararası
İngiliz devriminde bütün bunların etkisini görmek mümkündür. 1648 yılında Oliver Cromwell liderliğinde başarıya ulaşan bu devrim, Protestanlığın etkisiyle Anglikan Kilisesi’ne karşı da olduğu için “püriten” olarak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
7
1789 Fransız İhtilali3
1871 Paris Komünü devrimi5
1775’ten 1787’ye kadar süren ayaklanma ve
1917 Rus devrimi,
isyanlar sonunda gerçekleşen Amerikan devrimi4 nitelenmektedir. Krala karşı 6 yıllık savaşın sonunda zafere ulaşan ordu, krala karşı gelen ve köylülerden, zanaatkârlardan vs. oluşmaktaydı. Oliver Cromwell, İrlanda ve İskoçya’da kendisine karşı oluşan isyanları da bastırdı, küçük mülkiyet sahiplerinin muhalefetini ve kralcıları ezdi. (Böylece İrlanda, İskoçya ve Galler arasında yüzyıllardır süren savaşlara son vererek
Fransızlara karşı 1945’ten 1962’ye kadar devam eden ayaklanma sonunda gerçekleşen Cezayir devrimi Ve daha niceleri Ancak burada sayılanların belli bir sonuca
bunları Britanya adı altında birleştirmiş oldu.) Bir iç
ulaştığı söylenebilse de toplumdan zulmü
savaş sonucu gerçekleşmiş olan bu devrime, dini
kaldırıp yerine adaleti tesis ettiği iddia
aristokrasiye karşı olmak kadar, yeni gelişmekte
edilemez. Çünkü yeni durumun yeni zulümler
olan orta sınıf ile saray ve aristokrat sınıf arasındaki
ortaya çıkardığı müşahede edilmiştir. Sosyalist
mücadeleyi de ifade ettiği için burjuva devrimi de
devrimlerin birey kapitalizmi yerine devlet
denmektedir. Devrimle, mutlak monarşinin, feodal beylerin ve doğrudan krala bağlı kilisenin etkinliği yok
kapitalizmi inşa etmesi, kilise ve krallık
edildiği için kapitalizmin gelişmesini engelleyen etkenler
diktatörlüğüne karşı sınıf diktatörlüklerinin
de yok edilmiş oldu. “İngiltere’de devrimden sonra,
tesis edilmesi gibi. Her türlü haksızlığa karşı
tarımın ve ücretli el emeğine dayalı sanayin ve özellikle demir ve yünlü imalathanelerin hızla geliştiği görüldü.”
İmparatorluğu’nun kolonisi olmaktan kurtularak
(http://www.msxlabs.org/forum/tarih/238985-ingiliz-
egemenliğin kendi halklarına verilmesini istiyorlardı.
devrimi.html) Cumhuriyetin koruyucusu unvanını
1775’te başlayan bağımsızlık savaşı 1787’de George
alan Oliver’in 1658’de ölümünden sonra yerine oğlu
Washington’un başkan olarak seçilip yeni anayasanın
Richard geçti. Ancak 1660’ta ileri gelenlerin yeni devrim
yürürlüğe girmesiyle ABD’nin doğmasına kadar davam
dalgalarından duydukları korku II. Charles’ı tahta
etti. Amerikan devrimi bu bağımsızlık savaşıyla
geçirmeleriyle krallığa yeniden dönüş yapılmış oldu.
başlayıp biten bir süreç değildir. Kimliğini belirlemesi
(http://www.frmtr.com/kultur/674167-ingiltere-yi-
bağımsızlık savaşından sonra devam eden devrim
ingiltere-yapan-oliver-cromwell.html)
sürecinde şekillenmiştir. Bu kimlik belirleme çabası, İngiliz karşıtlığından etkilendiği kadar Fransız İhtilali’nin
“Batı’da gerçekleşen üç büyük devrim (İngiliz, Fransız,
3
Amerikan) birbirinden geniş ölçüde etkilenmişlerdir.
etkisiyle tanrının yeryüzünden kovulduğu tezinden de
Üçünde de temel öğe Katolik kilisesine karşıtlıktır.
etkilenmiştir. Böylece sonuçta Amerikan devrimi ile
Kiliseyi yönetimden kovmaktır.” (R. İhsan Eliaçık, İslam
hem İngilizlerin hem de kilisenin yönetimden kovulduğu cumhuriyetçi bir rejim doğmuş oldu.
ve Sosyal Değişim, İnşa Yayınları, S. 140) Orta Çağ zulmüne karşı oluşan tepkiler içinden Fransız İhtilali hem şiddeti hem de meydana getirdiği etki alanı
devrimdir. Sanayi devriminden sonra işçi sayısında
bakımından diğerlerinden daha büyüktür. Hakları gasp
hızlı bir artış olmuştu. İngiliz ve Fransız Devrimi
edilenlerin krallık ve kiliseye karşı tepkisinin sonucu
gibi etkenlerin de katkısıyla 1848’den sonra artan
olarak Fransız İhtilali, bir çeşit egemenlik mücadelesidir
işçi ayaklanmalarının Avrupa’yı sarsmaya başladığı
de. Egemenliğin zalim kral ve papadan alınıp halka
görülmektedir. Paris komününün ayaklanması ve
verilmesi, toprakları bölüştürme, radikal yasalar
başarıya ulaşmasında Fransa’nın bir savunma yöntemi
çıkarma, herkesin birbirine ‘yurttaş’ diye seslenmesini
olarak Paris’te işçilerin 20 birimde, ulusal muhafız
kurallaştırma mücadelesi. İngiliz devriminde de olduğu
taburları adıyla mahalle mahalle örgütlenmiş olmasının
gibi birçok etkenin beraber işlediği bu devrim krallığa
da etkisi varsayılmalıdır. 1871, 18 Mart günü ulusal
son vermiş ancak ondan sonra iş başına gelen Napolyon
muhafız merkez komitesinin, birliklerine Paris’in
yepyeni bir diktatör olarak yeni bir kral haline gelmiştir.
merkezine doğru yürümesini emretmesiyle direniş
Hem de bu krallık diktatörlüğünü Kuzey Afrika gibi ülke
başlamış oldu. Süvari birliği dağıtıldı, savaş bakanlığına
sınırlarının dışında da göstermeye çalışmıştır. (R. İhsan
kızıl bayrak çekildi, hükümet halkın tepkisinden
Eliaçık, İslam ve Sosyal Değişim, İnşa Yayınları)
korkarak sarayına sığındı, polis örgütü dağıtıldı,
İspanyollar, Portekizliler ve İngilizler 1492’deki
4
8
1871 yılında bütün hakimiyeti 73 günlük süren bir
5
bakanlıkların yerine komisyonlar kuruldu, hatta
keşfinden sonra Amerika’ya akın ederek kıtanın
merkez komite zorla iktidarı ele geçirmiş olmamak
tamamını işgal edip yerlileri katliamdan geçirdiler. Orta
için seçim bile yaptı. Ancak saraydaki eski yönetim
ve Güney Amerika’yı İspanyol ve Portekizliler, Kuzeyi
planlarını tamamlayıp güç topladıktan sonra hareket
ise İngilizler paylaştı. Yerleşik hale gelen sömürgeciler
geçerek direnişi ve Paris komününün dağıttı, çoğunu da
zamanla sömürgeci devletlerin sömürgesi haline
katletti. İşin başlamasıyla bitişi arasında sadece 73 gün
geldikleri için onların boyunduruğundan kurtulmak
geçmişti. (R. İhsan Eliaçık, İslam ve Sosyal Değişim,
istiyorlardı. Kuzeydeki İngiliz toplulukları, Britanya
İnşa Yayınları)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
çok daha berrak ve zulmü ortadan kaldıracak
Şüphesiz ki, devrim bu boyuttaki bir makalenin
çabanın en güzel örneklerini peygamberlerin
sınırlarına sığmaktan daha kapsamlıdır.
mücadelelerinde bulmak mümkündür. Çünkü
Dolayısıyla önce diğer değişim yöntemleri
onlar, güç ve otoriteyi toplumun bir kesiminden
içindeki yeri tespit edilmek suretiyle kavramın
alıp bir başkasına vermenin değil, kendilerine
sınırları belirlenmeye sonra makalenin kavramla
gönderilen vahy ve Rablerinin yardımı ile
ilgili kastı özelleştirilmeye daha sonra da doğası
toplumun temel yapı taşı olan insanı eğitip,
tespit edilmeye çalışılacaktır.
her durumda adaleti talep eden bireyler haline getirmenin mücadelesini vermişlerdir. Bu bakımdan bütün peygamberlerin, Hz. Nuh’un, İbrahim’in, Yunus’un, Musa’nın, İsa’nın vd. son olarak da Muhammed’in verdiği mücadeleler doğruyu arayanlar için dikkatle incelenmesi gereken örneklerdir. Bu mücadelelerden çoğu iktidarı dönüştürmekle sonuçlanmasa bile mesajları kendilerinden sonrakilere, zulme karşı nasıl mücadele edeceklerini göstermektedir. Hz. Yusuf, Süleyman, Davut ve Muhammed gibi örneklerde ise iktidar/otoritenin de dönüştüğünü
İktidarı dönüştürmekle toplumu dönüştürmek arasında her zaman bir ilişkinin kurgulandığı söylenebilir. Bu kurgunun zayıf olduğu yaklaşımlarda iktidarı alaşağı etmenin gerekçesi, uyguladığı zulümden toplumun kurtarılması, daha güçlü olanlarda ise toplumu dönüştürmenin bir aracı olması için iktidarı değiştirme çabasıdır. Toplumsal değişme teorilerine değinmek hem genelde devrim konusunun hem de bu noktanın aydınlanmasına yardımcı olabilir.
görmek mümkündür. Onlar toplum idaresini dönüştürdüklerinde yerine bir başka zulmü getirmemiş, insanlığa kıymeti ölçülemez bir
Toplumsal Değişme Teorileri
örneklik ve rehberlik bırakmışlardır.
Değişim kuramları/modelleri, boyutuna
Otoritenin zulmüne karşı oluşan tepkinin halk
sınıflandırılmaktadır. Burada organizmacı,
hareketlerine dönüşmesi durumunda karşısında
evrimci, diyalektik ve diğerleri şeklinde bir
durabilecek güç yoktur. Ancak bu tepkinin
sınıflama takip edilmiştir.
sağlayacağı dönüşümün, başı sonu dahil bütün
veya niteliğine göre farklı şekillerde
süreciyle başka bir zulmü ortaya çıkarmayacak
Organizmacı Kuramlar, “uygarlık ya da
şekilde kanalize edilmesi daha güç ve daha
kültürleri, canlı organizmalar gibi doğan, büyüyen
önemlidir.
ve ölen varlıklar şeklinde ele”6 almaktadırlar.
Toplumsal yapının canlı organizmalara
Bu yazıda genelde toplumu özelde ise iktidarı
benzetildiği bu kuramda değişim, değişen
değiştirmekte bir yöntem olarak düşünülen
ve çoğalan ihtiyaçların yeni yapıları ortaya
devrimin doğasının ortaya çıkarılması
çıkarması şeklinde izah edilir. Uygarlıkları ya da
hedeflenmektedir. Amaç, iyiliğini kötülüğünü,
toplumları, onları meydana getiren parçaların
doğruluğunu yanlışlığını ispat etmek değil,
arasındaki uyum ve gelişip büyümeleri sonra da
bu yöntemle iktidara gelmenin nasıl bir şey
yok olmaları bakımından ele alıp incelediği için
olduğuna ne gibi şartlara dayandığına ve nasıl
karmaşık toplumsal yapının unsurları arasındaki
sonuçlara yol açacağına ışık tutmaktır. “Zulüm
gerilim, çatışmalar ve karmaşa dönemlerinin
ve haksızlıklarla dolu aynı zamanda İslam’a
izahı göz ardı edilmiştir. Zira toplumsal yapı,
mugayir birçok unsur taşıyan bir devri kapatıp
belli ölçüdeki çatışmalarla dengede durabileceği
yepyeni ve temiz bir sayfa açmak şeklinde
gibi kendisini sarsan ama yıkmayan kaos
görülen devrim gerçekten böyle bir doğaya
dönemlerinden de geçebilir. Organizmacı
sahip midir? Sorunlardan kendisi azade midir?
kuram, yapısal fonksiyonel model içinde de
Köklü çözümler sağlama imkan ve gücüne sahip
değerlendirilmektedir. Yapısal-fonksiyonellik,
midir? Alternatifi olmayan bir yöntem olmaya
ihtiyaç karşılama ve öteki parçalarla ahenkli
layık mıdır?” gibi sorulara cevaplar aranacaktır.
bütünleşme demektir. Buna göre her toplumsal
Bu sorulara cevaplarımızı devrimin doğasını ortaya koymaya çalışarak arayacağız.
Emre Kongar, Toplumsal Değişim Kuramları ve Türkiye
6
Gerçeği, Bilgi Yayınevi, S: 67
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
9
birim ve kurum bir ihtiyacın ürünü olarak ortaya
ve gelişme seyirlerini devletleşmeyi göz önünde
çıkar, toplumsal mekanizmanın işleyişinde
bulundurarak inceler. Modern sosyolojinin
bütünün bir parçasıdır, toplum düzenli ve ahenkli
birçok alanındaki temellerini atan İbn-i Haldun,
ilişkiler bütünüdür, toplumda herkesin yerine
devletlerin doğuşunu ve yerini bir başkasına
getirmesi gereken bir rolü vardır.
bırakmasını asabiyet ile izah eder ve onların
Organizmacı kuram içinde değerlendirilen isimlerden İbn-i Haldun7, toplumların değişme
doğum, gelişim ve yok oluş sürecinden geçtiğini söylediği için bu kuram içinde değerlendirilir. Danilevsky8, belli bir ömür biçtiği kültürel
İbn-i Haldun (1332-1406), “sosyolojinin kurucusudur…
bağının dışındaki sebepleri sayıyor. Sebep asabiyetinin
7
İlm-i Tabiat-ı Umran adı ile toplumların işleyiş ve
Mukaddime’de tamamen göz ardı edilmemiş olduğunu
değişmeleri hakkındaki evrensel kuralları ortaya
söylemeye çalışıyor. Günümüzde ideolojik ve çıkar
koymaya çalışmıştır… Batılı düşünürlerin çoğunun öne
ilişkilerinden kaynaklanan yakınlıklar da aynı kavram
sürdüğü ilkelerin çekirdekleri (yapıtında) görülür…
ile ifade edilmek istendiğinde asabiyet, devrimin de
Toplumların değişmesinde coğrafya koşullarının önemini
temel nedeni olarak gösterilebilir. Sosyal değişimlerle
vurgulayan coğrafyacı okulun tohumlarını atmıştır…
ilgili analizleri özellikle de hem nedensellik hem de
Sıcak ve soğuk iklimlerin niçin insanın gelişmesine
nasıllık bakımından ele alındığı için diğerlerinden çok
engel olduğunu… iş bölümü yolu ile evrim… emek, kar,
daha kapsamlı ve tutarlıdır. Aslında İbn-i Haldun’un
kazanç ve artı değer gibi konuları, yenilmiş kavimlerin
organizmacı model içine sığmadığını not etmek gerekir.
kendilerini yenen kavimlerden nasıl kültürel olarak
Çünkü onun modeli hem organizmacı hem de yapısal-
etkilendiklerini ortaya koymuştur.” (Emre Kongar,
fonksiyonel modelden daha kapsamlıdır. Kapsamlı
Toplumsal Değişim Kuramları ve Türkiye Gerçeği,
oluşundan öte evrimci ve diyalektik özellikler de
Bilgi Yayınevi, S: 68-71) Böylece uygarlık, medeniyet,
taşımaktadır. Devletleri doğan büyüyen organizma gibi
toplumsal gelişme ve değişme gibi pek çok konuyu,
değerlendirmesi ve onlara bir ömür biçmesi nedeniyle
nasıllığı ve nedenleri ile birlikte incelemiştir. Toplumsal değişmenin sabit yasalarla gerçekleştiğini bu yasalar
10
organizmacı kuramlar arasında sayılmıştır. Nicolai J. Danilevsky (1822-1885), kuramını belirlediği
8
bilinmeden tarihi ve sosyolojik doğru bir incelemenin
Rusya ve Avrupa adlı eserinde “kültürel tarihsel tip
mümkün olmayacağını savunur, bunun yeni bir bilim
tanımlamasından yola çıkarak, tarihi birbirinden
olduğunu söyler ve ona “ilmu’l-umran” adını verir.
farklı uygarlıkların bütünü olarak ele alır.” “Her biri
Umran, “alemdeki mamurluk, medeni faaliyetler ve
bir uygarlık olan Kültürel tarihsel tip” (E. Kongar,
içtimai hayattır.” (İbn-i Haldun, Mukaddime, Dergah
A.g.e. S: 77) dil bağı nedeni ile sıkı ilişki içinde olan
Yayınları, Tercüme: Süleyman Uludağ, C: 1, S: 113)
ırk ya da milletler ailesidir. “Her uygarlık doğar, kendi
Devletin kuruluş aşamasından yıkılışına kadar geçen
morfolojik değer ve şekillerini geliştirir, böylece bütün
süreci beş aşamada toplumsal değişme bağlamında
insanlığa katkıda bulunduktan sonra kendine has temel
inceler. Özellikle kuruluştan sonraki rahatlık, duraklama
özellikleri başka uygarlıklarca izlenmeden kaybolur…
ve çöküş aşamalarına dikkat çekmesi de önemlidir. Ona
Uygarlıkların çoğunlukla insanlık tarihine bazı özel
göre “devlet iki temel üzerine kurulur. Bu temellerden
alanlarda katkılarda bulunduklarını gözlemiştir.” (E.
biri şevket ve asabiyet olup, kuvveti ordudan ibarettir.
Kongar, A.g.e. S: 77) Yunan uygarlığının güzellik ve
İkinci temel asker beslemek için… muhtaç olduğu
felsefeyi, Sami uygarlığının dini, Avrupa’nın bilim ve
paradır.” (E. Kongar, A.g.e. S: 71) Burada denebilir ki
teknolojiyi, Roma’nın hukuku geliştirmesi gibi. “Bir
İbn-i Haldun için ayırt edici olan husus, yani devleti
uygarlık yaratıcı görevini bitirdiği zaman, artık yaratıcı
kuran asıl şey asabiyettir. Toplumsal yapılanmaların
bir bütün olarak ölmeye mahkûmdur.” (E. Kongar,
vasfının oluşmasında ve değişmesinde coğrafya,
A.g.e.) O’na göre insanlık tarihindeki gruplar üçe ayrılır:
iklim gibi birçok etkene dikkat çekmesini göz ardı
Uygarlıkları yaratan tarihin olumlu insanları, Mısır,
etmemekle beraber devlet yapılanmasındaki değişimin
Asur, Babil, Fenike gibi. Duraklama ya da gerileme
belirleyicisinin asabiyet olduğunu söylemektedir.
dönemlerindeki uygarlıkları yok eden tarihin olumsuz
Buna göre belli koşullar içindeki toplumsal değişimleri
insanları, Hunlar, Türkler ve Moğollar gibi. Üçüncüsü de
de asabiyete dayalı düşündüğü söylenebilir. “İbn-i
gelişme aşamasında duraklayarak yapıcı veya yıkıcı rol
Haldun’un siyaset, mülk ve hatta amme hukukunun
oynayamayan topluluklardır.” (http://www.antropoloji.
esasını asabiyet nazariyesi teşkil eder.” (İbn-i Haldun,
net/index.php?option=com_content&task=view&id=37
Mukaddime, Dergah Yayınları, Tercüme: Süleyman
&Itemid=15)
Uludağ, C: 1, S: 95) Ancak asabiyetten kastettiği
İnsanlık tarihi, tek yönlü bir çizgi olmadığı gibi gittikçe
şeyde akrabalık ve nesep ilişkileri baskın gibi görünse
de tek tipleşen doğrusal bir hareket değildir. Gerçekte
de bunlarla sınırlı olduğu iddia edilemez. Mukaddime
ayrı çizgiler boyunca gelişen ve birçok farklı uygarlık
mütercimi Süleyman Uludağ, İbn-i Haldun’a göre iki
tipleri aracılığıyla çeşitli yanlar ya da değerler gösteren
türlü asabiyetin olduğunu iddia ediyor: nesep asabiyeti
çok yönlü hareketlerden oluşur. Çünkü her bir uygarlık
ve sebep asabiyeti. Sebep asabiyeti ile de grup hissi,
insanlığa farklı bir alanda katkıda bulunmuştur. Her bir
hizip duygusu gibi bir arada bulunmaya neden olan kan
uygarlığın kendi içinde; siyasal bağımsızlık, kültürel
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tarihsel tiplerin insanlığa, kendine has bir
kültürlerle ilgilendiği görülmekte. Diğerlerinden
yönüyle katkıda bulunduğunu söyler. Böylece
çok daha az olan bu kültürler de diğerleri gibi
insanlık çeşitli bölgelerden devşirdiği tecrübe ve
organizmaya benzetilir, yani doğup gelişmeleri
katkılarla gelişmektedir. Spengler9, kültürleri,
vardır. Ancak belli bir noktada donar, uygun
doğumu, gençliği ve ölümü olan organizmalar
şartlar bulabilirse tekrar harekete geçerek
olarak görür; tarih ise bu organizmaların
gelişmeye devam edebilir. Toynbee11 de
biyografisidir. Kroeber’in
10
daha çok yüksek ardınca muntazaman geldiğine ilişkin bir kanunun
gelişme, güzel sanatlardaki verimlilik ve bilimdeki
varlığı için yeterli delil yoktur; kendine özgü temel
ilerleme şeklinde bir gelişim seyri takip ettiğini
niteliklere sahip yüksek kültürler son derece azdır;
söyler. Avrupa ile Rusya arasındaki çatışmanın ve
bu yüksek kültürlerin ömrü diğerlerinden daha azdır;
kendisinin Panslavist bir yaklaşıma sahip olmasının,
bunların yaratıcılıkta zirve noktası birden fazla olabilir,
değerlendirmeleri üzerindeki etkisini göz ardı etmemek
sonra kaydettiği gelişmeler öncekilerden daha ileri
gerekir.
olabilir; hiçbir ulusal kültür bütün alanlarda başarılı olamaz. Elde ettiği sonuçlar neden böyle olduğunu değil
Oswald Spengler’in (1880-1936), “kültürleri
9
nasıl olduğunu ortaya çıkarmaktadır.
organizmalar olarak görür… Tarih, çocukluğu, gençliği, ergenliği ve yaşlılığı olan bu kültürlerin ortak
Arnold J. Toynbee (1889-1975), toplumların fiziksel
11
biyografisidir… Uygarlık, kültürel organizmaların son
organizmalar gibi büyüdüğünü, güçlenip verimlileştiğini
aşamada ortaya koydukları bir olgudur.” (E. Kongar,
savunur. “Fakat bu olgunlaşma sırasında örgütsel
A.g.e. S: 79) Tarih boyunca sekiz kültür sayar (Mısır,
bir katılığa da giderler.” “Bu örgütsel katılık, toplum
Babil, Hint, Çin, Greko-Romen, Arap, Meksika, Batı).
herhangi bir meydan okuma ile karşılaşana kadar
Her bir kültürün bir ana sembol ya da ana ilke ile
devam eder.” Toplum bu meydan okumaya boyun
belirlendiğini; kültürün, bilim, felsefe, sanat vs.
eğerse yok olur, karşı gelip onu alt edebilirse yeni bir
gibi icraatlarının bu ana ilkenin niteliğini taşıdığını;
dinamizm kazanır ve gelişimine devam eder. Toynbee’ye
“Kültürlerin neden ve nasıl doğduklarının bir sır
göre tarihsel inceleme, birbirini izlese bile tek tek
olduğunu” (E. Kongar, A.g.e. S: 80) söyler. Ona göre
olayları değil toplumları esas almalıdır, “toplumlar,
değişimin temeli kültürdür. Topluluklar göçebe ve
devletlerden daha yaygın olan varlıklardır.” Uygarlıkları
çiftçi-köylü iken kültür öncesi aşamadadır. Onlar için
üçe ayırır: Tam gelişmiş uygarlıklar, Eskimolar ve
sınıf, devlet siyaset yoktur. Derebeylik aşamasında
Osmanlılar gibi durdurulmuş uygarlıklar ve “erken
sınıflar, seçkinler, rahipler ortaya çıkar. Devlet ve ulusal
ortaya çıkmış bu yüzden, gelişememiş uygarlık-
hakimiyet fikriyle beraber kültürün yaşlanması başlar,
altı düzeyde kalmış toplumlar.” Uygarlıkların ortaya
kentsel değerler kırsal değerlerin yerini alır. Devletin
çıkışı, toplumda yaratıcı, meydan okuyucu küçük bir
ortaya çıkması yeni bir kentleşme anlayışını ortaya
azınlığın bulunmasına ve çevresinin gelişip yayılmaya
çıkarır. Kültürün son aşaması olan uygarlık aşamasında
müsait olmasına bağlıdır. Buradaki yaratıcı azınlıktan
kentsel değerlerle insanlar iyice yozlaşır. Makineleşme
kasıt seçkinlerdir. Ona göre fizik ve teknik olarak
ve yabancılaşmadan kaçanlar köye dönmek ister. “Bu
gelişme ile uygarlığın gelişmesi arasında olumlu bir
durum, anarşi ve devrim havasının doğmasına, anarşi
ilişki zorunlu değildir. Ancak “Uygarlığın gelişmesi bir
ve güvensizlik diktatörlüklerin oluşmasına yol açar.
bütün halinde olur. Mesela teknikte, siyasal üstünlükte
Diktatörlük, dejenere bir demokrasi üzerinde yükselir,
ileri olan bir uygarlık diğer alanlarda gelişmemişse
para ekonomisini ve siyasal nizamı egemenleştirir,
durmak ve bütünlüğünü tamamlamak zorundadır.
sonunda beraberlik olur ve kültür ölür.” (R. İhsan
Yoksa ilerleyemez.” (R. İhsan Eliaçık, İslam ve Sosyal
Eliaçık, İslam ve Sosyal Değişim, İnşa Yayınları, S: 102)
Değişim, İnşa Yayınları, S: 103) Uygarlığın gelişimi,
Alfred L. Kroeber (1876-1960), yüksek kültürler dediği
kendi kendini yönetmesi, kendi niteliğini belirlemesi,
kültürlerin bilim, felsefe, sanat gibi sistemlerini, devlet
değerlerini kutsallaştırmasında sağladığı birikim “ve
örgütlenişi ve kuvvet dağılımı gibi yönlerini inceleyerek
uygarlığın mekanizma ve tekniğinin basitleştirilmesinde
gelişmelerini, zirveye ulaşmalarını, duraklamalarını,
görülür.” Uygarlıkların nasıl ortadan kalktığını şöyle
yeniden canlanarak harekete geçmelerini, her
izah eder: Uygarlık ya da devlet içerden veya dışarıdan
kültürdeki yaratıcı deha sahibi kişileri inceleyerek
gelen meydan okumaya karşılık veremezse; yaratıcı
ölçmeye çalışır. O’na göre “bir etkinlik başlar, gelişir,
azınlık niteliğini kaybeder, çoğunluk yönetici kesimden
zirveye erişir, gerilemeye başlar ve orada donar. Ondan
ümidini keser ve onları izlemeyi bırakır, yeni meydan
sonra tekrarlanarak, taklit edilerek, ya da azalarak
okumaya yönelen halk baskı ile ayakta durmaya çalışan
sonsuza kadar devam edebilir.” (E. Kongar, A.g.e. S:
yönetimi zorla yerinden atar. “Bu yok oluşu Toynbee,
82) Kültürlerin birden fazla gelişme evresi olabileceğini;
bir uygarlığın ya da bir toplumun, yapısal esnekliğini
sanat, bilim, felsefe gibi alanlardaki gelişmelerin siyasal
kaybetmesine bağlamaktadır.” Uygarlık çökmeye
ve ekonomik alanlardaki gelişmelere paralel olabileceği
başladığında dış proleterlerin hücuma geçtiğini, bunun
gibi bu paralelliğin her zaman zorunlu olmadığın söyler.
bölünmelere yol açtığını, bölünmelerin de “gericiler,
O’na göre: Her bir kültürün nasıl gelişeceğini gösteren
ilericiler, ilgisizler ve değiştirici dinsel kurtarıcılar”dan
bir örnek evrensellik yoktur; kültürel gelişmelerin birbiri
oluşan dört tip kurtarıcı davranışın ortaya çıktığını
10
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
11
toplumların fiziksel organizmalar gibi gelişip
toplumun herhangi bir müdahale olmadan
büyüdüğünü, büyüme sırasında katılaştığını,
evrimleştiğini, büyüdükçe organize olduğunu,
engellerle karşılaştığında boyun eğerse yok
bunun farklılaşma ile beraber sosyalleşmeye
olacağını direnip üstesinden gelirse gittikçe
duyulan ihtiyacın bir ürünü olduğunu savunur.
güçleneceğini söyler.
Comte14, insanın doğayı algılayış biçimiyle
Evrimci kuramlar ise insanlığın doğrusal bir
gittikçe karmaşıklaşır, bünyesindeki ve parçalarının
çizgi üzerinde geliştiği ana fikri çerçevesinde
fonksiyonlarındaki farklılaşma artar.” Spencer, toplumun
şekillenmiştir. Bu doğrusal çizgi, sürekli ilerleme
herhangi bir müdahale olmadan kendiliğinden
anlamına gelmekte, toplumların gelişme çizgileri
evrimleştiğini savunur. Savunduğu evrim, “bir yandan homojenlikten heterojenliğe giden bir değişme iken,
izlenerek gelecekte nasıl bir şekil alacaklarının
öte yandan da aynı şekilde, belirsizden, belirliye giden
bilinebileceği savunulmaktadır. Modelin ana
bir gelişmedir. Yalınlıktan karmaşıklığa… karışıklıktan
temaları, tekâmül, süreklilik, kesinlik ve
düzene… belirlenmemişten belirlenmiş tertipliliğe…
zorunluluktur. Sürekli lineer bir çizgide gelişen
sadece benzeşen kısımların çoğalması değil, birbirinden
insanlık, bilimsel ve teknik gelişimine bağlı
farklı bulunmaktaki seçiklikte artma” sürecidir.
olarak sosyallik, değerler ve yaşam biçimi
(E. Kongar, A.g.e. S: 97-98) Ona göre toplumlar tıpkı organizmalar gibi büyüdükçe organize olur ve
olarak geçmişe göre daha gelişmiş niteliklere
organların birbirine olan ihtiyacı onları dengeye getirir.
haiz olacaktır. Dolayısıyla gelecek de bugünden
Göçebe topluluklar büyüdükçe yerleşik hale geçer, belli
ileri olacaktır. Evrimci anlayış determinizme
sınırlara sahip olur, kendi içinde kurumsallaşır, sınıflar
dayanmakta, geleceği kutsayan pozitivist
asker ve çiftçi sınıfın birbirinden farklılaşması gibi
zihniyetin bir ürünü sayılabilir. Kökeninde tevhidi
birbirinden ayrılır, farklılaşan sınıfların birbirine ihtiyacı
dinlerdeki insanın, tanrının üstün bir yaratılışla
ve tek başına olamaması onları bir arada ve dengede tutar. Gelişmenin artması, farklılaşmanın da artmasıdır.
yarattığı ve dünyaya efendi olarak gönderdiği
Gelişmenin zirvesi farklılaşmanın da zirvesidir. Bu
inancına muhalefet olduğu düşünülmektedir.
evrimleşme savaşların kalktığı hükümetlerin öneminin azaldığı, “kişi haklarının daha iyi korunduğu” bir
Kuramın örnek temsilcilerinden Childe12,
noktaya doğru gider.
organik evrim ile kültürel evrimin birbirine
Auguste Comte (1798-1857), gelenekçi ve reformcu
14
benzediğini söyler ve teknolojinin belirlediği
yaklaşımı, “toplumsal statik” ve “toplumsal dinamik”
kültürel temelde bir evrimi savunur. Spencer , 13
terimleri ile açıklamaya ve birleştirmeye çalışır. “Toplumsal statik, toplumdaki düzeni, değişmezliği, eş
söyler. (E. Kongar, A.g.e. S: 85-89)
zamanda meydana gelen olayları inceler. Toplumsal
Gordon Childe’ye (1892-1957) göre, “organik
dinamik ise ilerlemeyi, değişmeyi, evrimi konu alır.”
evrim ile kültürel evrim arasında önemli benzerlikler
(E. Kongar, A.g.e. S: 101) İnsanın doğayı algılayış
vardır”, teknolojinin belirlediği kültürel temelde bir
biçiminin toplumsal değişmenin temel amili olduğunu
evrimi savunur. “İnsan evrim çizgisinde ilerledikçe
savunur. İnsanlık tarihi, birbirini takip eden üç evreden
hayatta kalma şansı artar. Çünkü araç ve gereç
oluşmaktadır. Oluşturduğu bu evrelerin işleyişine
geliştirmekte ve bunları doğaya karşı kullanmayı
yaklaşımı pozitivist, organizmacı aynı zamanda da
öğrenmektedir.” (E. Kongar, A.g.e. S: 96) Kültür ve
deterministtir. Evrelerden her birini de insanın dış
geleneklerdeki değişimlerin bilinçli kişiler tarafından
dünyayı algılama biçimi belirlemektedir. Birincisi,
kontrol edilebileceğini de ifade eder. Ona göre insan-
doğaüstüne önem verilen, hayal gücünün duyu
doğa çelişkisi teknolojiyi doğurmuş, teknoloji insan
organlarına egemen olduğu, olayların tanrısal güçlerle
toplumunu etkilemiş, kültürel evrim de teknolojiye
izah edildiği “teolojik evre”dir. Kendi içinde fetişist,
göre gelişmiştir, teknoloji ideolojiyi doğurmuş
politeist ve monoteist olmak üzere üç evreden oluşur.
olmaktadır. İnsan sürekli doğaya karşı korunma ihtiyacı
Fetişizm, nesnelerin canlı, zeki ve ruh sahibi olarak
göstermiştir. Giyinme ihtiyacı tekstil, yiyecek ihtiyacı
düşünülmesi, politeizm çok tanrıcılık, monoteizm
gıda, barınma ihtiyacı inşaat, güvenlik ihtiyacı harp
ise tek tanrıcılıktır. Teolojik evrede ekonomi tarıma
sektörlerini ortaya çıkarmış, alım satım ihtiyacı ticareti
dayalıdır, yönetim ise askeridir. İkinci evre “metafizik
doğurmuştur. Bütün bunlar kültürleşmeyi gerektirmiş,
evre”dir. Hayal gücüne duyu organlarının eklenmesi,
dolayısıyla gelişen teknoloji kültürü de yönetimi de
dış dünyayı algılamada tanrı fikrinin yerine niteliği belli
etkilemiş, insanın kültürel olarak evrimleşmesine ve
olmayan nesnelerin geçmesine yol açar. Derebeylik,
değişmesine neden olmuştur.
kölelik, dini ve askeri otoriteler bu evrede zayıflamakta
Herbert Spencer (1820-1903), “toplumu orta
endüstrileşme başlamaktadır. Bu sürecin tamamlanması
boy düzeyde bir organizma olarak görür. Bu
üçüncü aşama olan “pozitivist evre”yi ortaya çıkarır.
organizmanın (toplumun) gelişmesi büyük boy
Pozitif bilim ve endüstri bu evrenin belirleyicisidir.
düzeyde belli bir evrimdir. Toplum bu evrim sırasında
Gerçekler artık sadece ve sadece deneylerle elde edilen
12
13
12
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
evrimleştiğinden yola çıkarak meşhur üç hal
nüfus artışı, yardımlaşmaya duyulan ihtiyaç,
kanununu ortaya koyar, bu aşamalardan her
dayanışma türleri ve ihtisaslaşma temelinde bir
toplumun geçeceğini iddia ederek determinist
evrimleşmeden söz eder. Bu kuramın bir başka
bir yaklaşım sergiler. Weber15 ise Comte’a
örneği olan Ziya Gökalp17 ise toplumların, kavim,
benzer bir şekilde kültürel değişmenin doğrusal
ümmet ve millet olma sürecinden geçtiğini
bir yönde gittikçe rasyonelleştiğini, değerlerdeki
söyler.
değişimin toplumsal yapıyı da değişime zorladığı noktalarda çıkan krizlerin karizmatik kişiliklerce çözüme ulaştırıldığını söyler. Durkheim16, bulguların sonuçlarından ibarettir, vahye, tanrıya veya
Diyalektik Kuram ise evrimci kuramın özel bir biçimidir. Evrim sırasında ortaya çıkan her aşamanın, kendisini ortadan kaldıracak, zıddını yaratacak tohumlar taşıması fikrine dayanır. Bu
başka bir şeye dayanan değil. Comte, bütün toplumların
kurama göre her şey her zaman değişir, değişim
eş zamanlı olmasa bile bu süreçten geçeceğini pozitivist
sırasında her şey birbirini etkiler, her şey kendi
aşamaya ulaşacağını iddia eder.
zıddını beraberinde getirir, evrilerek belli bir
Max Weber (1864-1920), “toplumsal değişmeyi
aşamaya ulaşan değişim bir aşamadan sonra
kültürel ve toplumsal olarak ikiye ayırmakla” beraber
devrime yol açar. Evrimci kuram, değişimi,
15
Comte’a benzer bir şekilde kültürel değişmenin doğrusal bir yönde gittikçe rasyonelleştiğini söyler; büyüden bilime, çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa geçiş gibi. Bu
lineer bir çizgi şeklinde tekdüze ve doğrusal bir gelişme şeklinde ifade etmekte idi. Diyalektik
gelişimde karizmatik liderlerin kilit bir rolü vardır.
kuram, evrimci anlayış gibi “değişimin daha iyiye
Anlamlar, değerler, inançlar alanındaki değişmenin
ve daha istikrarlı bir dengeye doğru” olduğunu kabul
toplumsal yapıyı ve onun işleyişini etkilemesiyle
eder, “diyalektik gelişme de aynen evrim gibi değer
ortaya çıkan krizler karizmatik liderin ortaya çıkışıyla
yargıları taşır” ancak sürecin sıçramalı bir şekilde
giderilir. Bunu da toplumsal örgütlerin esnek olmayışına bağlar. Karizmanın kurumsallaşmasıyla denge oluşur
gerçekleştiğini söyleyerek yöntem konusunda
ve değişim tamamlanır. “Karizmanın kurumlaşması
farklılık gösterir. Bunun meşhur ifadesi tez-
toplumsal değişmenin kültürel değişmeye uyumu
antitez-sentez üçlemesidir, her toplumsal
sürecidir.” Krize yol açan problemler Marks’ın
değişimin kendi zıddını doğurduğunu ifade
aksine üretim sürecinden değil, tüketim sürecinden
etmektedir. Diyalektiğe de tez-antitez-sentez
kaynaklanmaktadır. Ona göre kültürel değişim bir
üçlemesine de farklı anlamlar yükleyenler, farklı
birikimin sonucudur ve sürükleyicidir, toplumsal yapı ve örgütlerin değişmesini zorlar. Karizma işi sonuca
alanlarda kullananlar olmakla beraber kuramın
vardırır. Değişimde teknolojinin değil ideoloji ile kişinin
söz ettiği değişimin mutlak oluşu diyalektiğin
katkısını önemser.
özünü teşkil eder, onun için tarihsel determinizm
Emile Durkheim (1858-1917) “topluluk”ların evrim
olarak da tanımlanır.
16
sürecinden geçerek, insan ilişkilerinin niteliğinin değiştiğini ve “toplum” haline geldiğini söyler. “İnsan
değişmiş olur. Toplum ideallerle oluşur, insanın bu
ilişkilerinin niteliğini belirleyen değişken ise topluluk
ideallere kapılması onun toplumsallığından kaynaklanır.
ve toplumların teknolojileri ve işbölümü özellikleridir. Gelişen teknoloji sonucu, işbölümünün artması,
Toplum insanı, kendisini aşması için teşvik eder. Ziya Gökalp, Durkheim’den çok etkilenmiştir. Evrimci
17
toplumsal varlıkların örgütlenişini etkiler ve insan
modeli esas alarak toplumların, kavim, ümmet ve millet
ilişkileriyle beraber toplumsal yapıyı da değiştirir.” Ona
olmak üzere üç aşamadan geçtiğini söyler. “Kavim
göre toplumsal olayların nedenleri toplumun kendi
devrinde toplumlarda dil ve ırk birliği vardır. Toplumsal
içinde aranmalıdır. Değişim de öyledir. “Değişime
bütünlük bu yolla sağlanır… Ümmet devrinde toplumsal
yol açan şey iş bölümüdür.” Nüfus artışı iş bölümünü
yapıya evrensel dinler egemen olmuştur… Kavimler
gerektirir, bu da farklılaşmaya neden olur. Farklılaşan
artık kendilerine özgü olan niteliklerini ve dolayısıyla
öğelerin birbirine ihtiyacının artması dayanışma ve
kişiliklerini kaybederler. Millet (ulus) devrinde toplumlar,
birlikteliği ortaya çıkarır. Mekanik dayanışma organik
kendilerine özgü niteliklerine ve dolayısıyla kişiliklerine
dayanışmaya doğru evrilir. “Organik dayanışmanın
yeniden kavuşurlar. Bu kişiliğin yaratılması bir toplumun
egemen olduğu toplumlarda bireycilik gelişmiştir.
kendi bünyesindeki değerleri, yüksek bir uygarlık
İhtisaslaşma artar, din evrenselleşir, yerel bağlar
düzeyinde yeniden örgütlemesiyle ortaya çıkar.” (E.
zayıflar ve evrensel değerler gelişir.” “Birbirlerinden
Kongar, A.g.e. S: 114) Kendi döneminde Türklerin
farklı ve birbirleriyle dayanışma halinde olan bireylerin
geldiği aşama ulus olma aşamasıdır. Türk ulusunun
meydana getirdiği topluma bağlılık da daha yüksek
ilerlemesi için Osmanlı ümmetinin Türk milletine
olur.” (E. Kongar, A.g.e. S: 110-111) Hukuk ve çeşitli
dönüşmesi, bunun için de kuvvetli bir kültür gereklidir.
alanlardaki kanunlar da işbölümünün sonucudur.
Bunu sağlayarak batı medeniyetinin içinde yerini
Toplum nüfusunun artışıyla doğru orantılı olarak
almalıdır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
13
Bu kurama örnek olabilecek isimlerden Sorokin,
Bu üç kuram büyük boy modeller olarak
her kültürün kendi içinde değişme tohumları
kabul edilmektedir. Bunların dışında orta boy
taşıdığını, bu tohumların harekete geçmesi ile
ve küçük boy modeller de söz konusudur.
kültürel sistemin kendi alternatifini doğurduğunu
Parsons’un “toplumsal farklılaşması”, Merton’un
ifade eder. Başka bir örnek olarak Marx ise sınıf
“Anomie”si, Pareto’nun “Seçkinlerin Dolaşımı”,
ilişkilerinden doğan bir çatışmadan bahseder
Dahrendorf’un “Çatışma Grupları” orta boy
ve ekonomik/çıkar ilişkileri temelindeki bu
modeller içinde; Moreno’nun “Sosyometri”si,
çatışmanın mükemmel topluma doğru tezantitez-sentez yöntemi ile süreceğini savunur.
Hagen’in “Yaratıcı Kişilik” modelleri de küçük 18
boy modeller içinde değerlendirilmektedir. Orta boy modelleri, yapısal-fonksiyonel ve çatışmacı modeller olarak ikiye ayıranlar da vardır.19
Kuramın temsilcilerinden Sorokin (1889-1968),
18
değişmeyi “kültürel üst sistemleri” yani ideoloji ile
Ralph Dahrendorf’un (1929-2009)
açıklar. Kültürel üst sistemin belirleyicisi ise gerçeğin
organizmacı modellerin zıddı sayılabilecek,
algılanış biçimidir. Sorokin’e göre toplumun değişmesi,
Çatışma Grupları modeli üzerinde hem
“anlamlar, değerler ve kurallar bütün olan kültürel
Marksizm’in hem de Pareto’nun Seçkinlerin
sistemin/ideolojinin” değişmesi ile başlar. “Her kültürel sistem kendi içinde değişme tohumları taşır, zamanla
Dolaşımı modelinin etkili olduğu söylenebilir.
bu tohumların harekete geçmesiyle kültürel sistem
Pareto, yönetici (üst) kesim ile yönetilen
kendi alternatifini doğurur.” Buradan yola çıkarak, 50’li
(alt) kesim arasında bir mücadele olduğunu
yıllarda kapitalizmin çökeceğini çünkü kapitalizmin
söyler. Alttan yukarıya yükselmeler, yönetici
kendi çöküşünü hazırlayan tohumlar taşıdığını, mevcut
seçkinlerin taze kan kazanmasını sağlar, bu
uygarlık devam edecekse materyalist değerlerden ilahi
yükselişe direnen aristokrasi, kendileri günün
açıklamayı esas alan akılcı değerlere yönelmelidir. Bunu da insan beyninden beklemektedir. (R. İhsan Eliaçık,
ihtiyaçlarına cevap vermekten gittikçe aciz
İslam ve Sosyal Değişim, İnşa Yayınları, S: 113.)
kaldığı, istekli alt tabaka ise hazırlıklı olduğu
Diğer önemli isim ise sisteminin merkezine sınıf
için çökmeye mahkûmdur. Dahrendorf da
çatışmasını yerleştiren Marks’tır. Hegel’in diyalektiği
değişimi çatışma ile açıklar. “Otorite sahipleri
ile Darwin’in evrim teorisini sosyal bilimlere uygulayan
ile otoriteden mahrum olanlar çatışan çıkarlara
Karl Marks (1818- 1883), tez-antitez-sentez
sahiptir.” Yöneticilerin çıkarları, yönetimlerinin
üçlemesiyle diyalektik materyalizmi savunur. Toplumun değişmesi, kültürün veya kurumların değişmesine
meşruluğunu da sağlayan toplumun değerlerini
değil sınıf çatışmasına dayanır. Çünkü ona göre “alt
de ifade etmektedir. Yönetilenlerin çıkarları ise
yapı yani ekonomik ilişkiler her zaman üst yapıyı
bu ideolojiye ve onun korunduğu toplumsal
(din, sanat, bilim, ahlak, kültür kurumları) belirler”.
ilişkilere karşı bir tehlike ifade etmektedir.
“Marks toplumsal değişmeyi toplumun kendi içinden
“Otoritenin olduğu her yerde çatışma vardır…
gelen üretim ilişkileri çatışmasına bağlamaktadır.” Çatışma işçi sınıfının sınıf bilincine ulaşması ve devrimci güç haline gelmesi ile başlar ve devrim, sınıfsız
çatışma kanalize edilebilir… bastırılabilir ama yok edilemez.” Zorlamalar çatışmayı çatışma ise
toplumun oluşmasına kadar devam eder. Burada her
değişimi doğurur. Toplumsal bütünlük çatışan
oluşumun kendi içinde karşıtını barındırması sebebiyle
zıt kuvvetlerin dengelenmesi ile sağlanabilir.
evrimci aynı zamanda çatışmanın oluşturulması ve
Alt ve üst gruplar arasındaki bu çatışmada
kontrol edilmesi sebebiyle de devrimci bir yaklaşım
yönetici kesim gelen isteklere uyum sağlayarak
görülmektedir. Üretim araçlarının mülkiyeti, üretim
değişebilir, alttan gelen sızmalara izin verirse
biçimi çerçevesinde ortaya çıkan sınıflar ve sınıf çatışması zorunlu bir tarihi süreç takip eder. Kölelik,
değişim yavaş ve evrim şeklinde, izin vermezse
derebeylik ve kapitalizm sürecinden sonra zorunlu
yönetici kesimin zorla yerinden alındığı yapısal
olarak ortaya çıkacak aşama komünist aşamadır.
devrim şeklinde olur.20
Son aşamada sınıf olmayacağı için süreç bitecektir. Marks’a göre bu doğal evrim süreci müdahalelerle hızlandırılabilir. İşte bu müdahale fikri, sonraki takipçileri tarafından işlenerek, işçi sınıfının profesyonel kadrolarla eğitilip, kendilerine öncülük edilerek devrimci güç haline getirilebileceği savunulmuş ve süreç kendi doğallığından tamamen çıkmıştır. Şiddet esasına
19
dayanan işçi sınıfı adına gerçekleştirilen kanlı devrimler,
20
işçilerin değil onların eliyle gerçekleşmiştir.
14
E. Kongar. A.g.e. R. İhsan Eliaçık, İslam ve Sosyal Değişim, İnşa Yayınları, S: 119-121
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Toplumsal Değişim Kuramları Üzerine Birkaç Söz Toplumsal değişimin doğasını ve dayandığı ilkeleri anlama konusunda beşeri çabanın sağladığı faydaları reddetmek doğru olmaz. Zira toplumsal değişim, Allah’ın konu ile ilgili sünnetleri çerçevesinde hareket etmekte ve bu yasalar, anlamak için çaba sarf edenlerin ulaşmasına açık bir yerde bulunmaktadır. Ancak onlar, kendilerine çaba sarf ederek ulaşmanın mümkün olduğu hakikatler ise de taraflı ve önyargılı yaklaşımlarla ulaşılan sonuçların yanlışlığını şüphesiz/itirazsız gösterecek nesnellikte de değildirler. O halde tarafsız ve önyargısız olmak için azami bir gayret ve dikkat sarf edilmesi gerekir. Yoksa ne genel olarak toplumsal değişimin doğasını, dolayısıyla ne de devrimi doğru bir şekilde tanımlamak mümkün olmaz. Yukarıdaki kuramlar bu kuralları doğru tanımlamada ciddi sorunlar içermektedir. Değişimleri anlamak ve izah etmekte tarih en önemli veri ve nesnel delil teşkil eder. Ancak vakıadan yola çıkarak kurallar tespit etmeye çalışan bu yaklaşımlarda kimi zaman taraflılık, kimi zaman eksiklik göze çarpmaktadır. Genel olarak da her birinin gerçeğin ancak belli bir yönüne işaret ettiği söylenebilir. Gerçeğe uygun ise bir yöne işaret etmek önemli ve faydalıdır. Ancak doğruyu ondan ibaret görmek birçok yanlışa kapı açmaya da neden olmaktadır. İş bölümü, teknolojinin gelişimi gibi hususların kültürel gelişime, farklılaşmaya neden olduğu doğrudur. Bunlar gerçeklerin daha iyi anlaşılabilmesi için fırsatlar da sağlamaktadır. Matbaanın keşfinin kutsal kitabın tanınmasına, onun da kiliseyi doğru anlamaya fırsat tanıması gibi. Bununla ilintili olarak dış dünyayı doğru tanımlamanın soyut gerçekliği idrak etmeye katkısı da inkar edilemez. Bilimsel gelişmelerin putperestliği zayıflatması gibi… Nereden bakıldığına bağlı olarak, toplumsal dengenin, uyumla sağlandığı kadar farlılıklarla hatta çatışmalarla sağlandığı da bir gerçektir. Ancak kuramların göz ardı ettiği çok önemli noktalar vardır. Gelişim, dünyadan daha çok istifade etmeye imkân tanıyan soyut ya da somut gelişmelerle değil değerlerin ıslahı ile izah edilmelidir. Gelişmişlik, zenginlik/müreffehlik ya da birçok bakımdan profesyonellikle değil
adaletin ne kadar sağlandığı, varlığın ve yaratıcının ne kadar doğru tanımlandığı ile ilgilidir. Teknolojik bakımdan çok ileri olan toplumlar kendilerinden daha geri olanlardan çok daha zalim çok daha köleci olabilirler. İnsanlığın kaydettiği gelişimin hangi hususlarda sürekli ileriye hangi hususlarda ileri olduğu gibi kimi zamanda geriye doğru olduğunu iyi anlamak gerekir. “Tarihsel ilerleme doğrusal ve dairesel iki kulvarda hareket ediyor. İlerleme ‘reel’ alanda, ‘olguların’ dünyasında doğrusal, ‘değerler’ dünyasında daireseldir. Olguların dünyasında dünya toplumlarının… sıçrama yaptığı doğrudur… hak, adalet, ahlak gibi değerler dünyasını oluşturan alanda sürekli geri dönüş, tekrar ileriye geriye gidişgeliş yaşamaktadır.”21 Yani değişim ileriye doğru
olabildiği gibi geriye doğru da olabilir. Teknolojik, bilimsel ya da kültürel gelişmeler iyiye hizmet ettiği kadar kötüye de hizmet etmektedir. Örneğin, kitle iletişim araçları gerçeklerin hızlı bir şekilde yaygınlaşmasını sağladığı kadar yanıltıcı bilginin de hızlı yaygınlaşmasını ve dezenformasyonu da sağlamaktadır. İnsanlığın primitif yapılardan modernizme, putperestlikten tevhide doğru bir seyir çizdiği iddiası kuramların neye dayandıklarını daha iyi belirginleştirmektedir. Yapılan gerçeği örtmekten ibarettir. “Lewis Morgan da insanlık tarihini üç aşamaya ayırır: Vahşet durumu, barbarlık durumu, uygarlık.”22
Toplumun değişmesinde hayrı ve iyiliği isteyen bir “irade”ye kuramlarda yer verilmemiştir. Hatta organizmacı yaklaşımda değişim tesadüften ibarettir, evrimci yaklaşım daha nesnel koşullar arama peşindedir, diyalektik yöntem ise tarihi belli bir noktaya ulaştırmanın çabasındadır. Oysa tarihi oluşturan ana damar peygamberlerin mücadelesidir. İnsanlık hayr ve iyilik adına ne kazanmışsa bu mücadelelerden kazanmıştır. Kendi becerisi, çalışması, aklı ve çabası ile ne üretmişse peygamberlerin rehberliği onlara hayra giden bir yön kazandırmıştır. Çok farklı değişimlerden söz edilebilir, ama bir gelişmeden söz edilebilecekse işte bu rehberlikten yayılan ışığın ne kadar anlaşıldığı ve ne kadar içselleştirildiğidir gelişmenin dozajını belirleyen. R. İhsan Eliaçık, Devrimci İslam, İnşa Yayınları, S: 11-
21
12 E. Kongar, A.g.e. S: 127
22
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
15
Toplumun gelişmesini asıl sağlayan şey doğru
hatta işgal şeklinde anlaşılmaya kapı açacak
değerlerle teçhiz olmak, onlarla hayata yön
yönler barındırmakta. Biz ise daha özelde
vermektir.
23
Yaşanan süreç, kazanılan tecrübe
“halkta biriken otorite karşıtlığının eyleme
bu değerlerin anlaşılması için imkan sağlamakla
dönüşerek mevcut otoriteyi yerinden atmasını
birlikte bunların üzerini örtecek yepyeni
ve yerine yenisini getirmesini” kastediyoruz.
bahaneler de üretmektedir.
Otoritenin başka yöntemlerle değişmesi ya da
Yazıdaki amacımız toplumsal değişmeyi irdelemek değil onun bir çeşidi olan devrimi
değiştirilmesine başka ifadelerin kullanılması daha doğrudur.
ele almak olduğundan kuramların uzun boylu
Zira, iktidarların, yerlerini bir başkasına
değerlendirilmesi gerekmemektedir. Ortaya
bırakmak zorunda kalmasının birçok nedeni
konmuş olmaları, sanırız konuyu ne kadar
vardır:
aydınlatabildiklerini izah etmeye yeterlidir. *** Kuramların çizdiği çerçevelerle devrim anlaşılmak istendiğinde, kimine göre kendiliğinden gelişen bir tepki, kimine göre
Harici bir otoritenin/gücün saldırısına maruz kalarak mağlubiyete uğrayabilir. Bu mağlubiyet mevcut otoritenin tarihten silinmesiyle sonuçlanabilir. Böyle bir değişim için kullanılacak doğru ifade ise işgaldir.
belli bir azınlığın yaratıcı fikri, diğer birine
Toplum içinden silahlı bir grubun örneğin
göre yapının kendi zıddını taşımasından ya da
askeriyenin veya askeri bir birliğin iktidarı
sınıf çatışmasından kaynaklanan bir durum
zorla ele geçirmesi mümkündür, hatta böyle
olarak izah edilmesi mümkündür. Oysa bizim
bir değişim görece kalıcı da olabilir. Ancak bu
maksadımız bir toplumsal dönüşüm çabası
devrim sayılamaz, bunun için kullanılabilecek
olarak devrimi anlamaya çalışmaktır. O
daha doğru ifade darbedir.
halde kastedilen devrimin diğer değişim yöntemlerinden ayırt edilmesi, tanımlanması ve doğasının ortaya konulması gerekiyor:
Otorite, savaş veya doğal afet gibi nedenlerle toplumun ihtiyacına cevap vermekte acze düşebilir. Bu durum, otoriteden veya otorite boşluğundan kaynaklanan zulümlerin ortaya
Devrim nedir?
çıkmasına uygun zeminin teşekkül ettiği kaos
Fransızca revolution24 kelimesinin karşılığı olarak kullanılan devrim, kökeniyle de alakalı olarak birçok anlamda kullanılmakla beraber, makaleyi ilgilendirdiği tarafıyla “Bir rejimin bir başka rejim tarafından aniden ve şiddet yoluyla ortadan kaldırılması… Bir sınıfın başka bir sınıfı aniden
ortamlarına dönüşebilir ve sonuçta iktidar bir elden diğerine geçebilir. Uyguladığı zulme karşı halkta biriken tepkinin otorite karşıtlığına dönüşmesiyle gerçekleşen devrime maruz kalabilir.
ve zorla ortadan kaldırarak iktidara el koyması…”
Devrim kavramı kullanıldığında bazen bu
şeklinde tanımlanmaktadır. Tanım, darbe, ihtilal
yöntemlerden birçoğu kastedilmektedir. Örneğin askeri bir darbe kastedildiği gibi
“İnsanı önünden ve ardından takip eden melekler
küçük bir azınlığın zorla iktidara el koyması da
vardır. Allah’ın emriyle onu korurlar. Şüphesiz ki, bir
kastedilmektedir. Bu tür kullanımlar, devrim ile
kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların
diğerlerinin mesela darbenin birbirine benzeyen
23
durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka
yönlere sahip olmasından kaynaklanır. Bu
hiçbir yardımcı da yoktur.” 13, Ra’d: 11)
benzerliğin en önemli yönü iktidarın ani bir
“Bir yıldızın hareketinin başlangıç noktasına dönmesi”
şekilde el değiştirmesidir. Ancak hedefi daha
“Dolanan bir cismin durumu” “Vücut sıvılarının
doğru tayin etmek için diğerlerine darbe ya da
dolanımı” “Yeryüzünün çehresini değiştirerek alt üst
ihtilal gibi kelimeleri kullanmak daha doğrudur.
24
eden olay” “Bir devletin politikasında ve yönetim biçiminde ansızın ortaya çıkan kesin ve köklü değişiklik”
Ayrıca rıza ile gerçekleşen otorite değişiklikleri
(R. İhsan Eliaçık, İslam ve Sosyal Değişim, İnşa
aslında bir otorite değişimi olarak da
Yayınları, S: 164)
16
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
nitelenemez. Seçimle işbaşına gelen bir
mekanizmalara sahip olamaması ve savaş gibi
partinin ya da babasının koltuğuna oturan bir
nedenlerle zayıflamış olması, siyasal nedenler
hükümdarın durumu aynı otoritenin devamı
arasında sayılmaktadır. Gelir dağılımdaki
demektir. Ancak rıza ile gerçekleşen otorite
adaletsizlik, beklenen düzeyde gelir artışı
değişiklikleri içinde ayrı tutulması gereken bir
sağlayamaması, toplumsal yaşam maliyetinin
nokta vardır. Otorite halktan gelen talep ve
zayıfların sırtına yüklenmiş olması gibi nedenler
tepkilere karşı durmayıp boyun eğebilir, hatta
ekonomik sebepler arasında; bütünleşmeyi
tepkiye neden olan değerlere inanarak onların
sağlayacak enstrümanlardan mahrum olmak,
safına geçebilirler. Ancak nadir görünen bu
toplumsal kuralların deformasyonu ve yok
durumu, devrimin problemlerine de değinmek
olmasıyla ortaya çıkan kaos (anomie),
istediğimiz için göz ardı etmeyi tercih ettik.
güvensizlik hissinin artışı, toplumsal yapıdaki
*** Zulmü ortadan kaldırıp yerine adaleti tesis etmekle devrim arasında karşılıklı ve bire bir ilişkiden tam olarak söz edilemez. Her devrimin zulme karşı adaletin yanında olduğu iddia edilemeyeceği gibi zulme uğrayanların gerçekleştirdiği her tepki ve sonuca ulaşmış her eylem de devrimle ifadelendirilemez. Devrim, zulme uğrayanların, daha genel bir ifade ile mevcut otoriteden rahatsız olanların otoriteye tepkisinin bir çeşididir. Ancak kimi devrimlerin kötüden iyiye doğru değil iyiden kötüye doğru olduğu da unutulmamalıdır. Devrimlerin her zaman iyiye doğru olmadığı gibi her zaman iyi sonuçlar ürettiği de söylenemez. Devrimi hem tanımlamanın hem de anlamanın en iyi yolu onun doğasını ortaya koymaktır. Böylece ne kadar doğru ve gerekli olduğu aynı zamanda neye mal olacağını anlama fırsatı da elde edilmiş olacaktır. Devrimin doğasında olan özellikler şöyle sıralanabilir: Devrim, nedenleri, süreci, sürece etki eden faktörleri, idaresi ve gereklilikleri açısından özelliklere sahiptir.
tutarsızlık ve basitlik, çıkar çatışmalarındaki şiddetin artması gibi nedenler de toplumsal nedenler arasında sayılmaktadır.25 Sayılan bu nedenlerin bir kısmı doğrudan devrim fikrini ortaya çıkaran nedenler iken bir kısmı da zeminin oluşmasına ya da zeminin daha kolay bir zemin haline gelmesine katkı sağlayacak nedenler olarak da görülebilir. Nedenlerden hiçbirisi tek başına devrime kaynaklık edemez. Söz gelimi sadece otoritenin zaafa uğramış olması devrim nedeni olmaz; sadece dünya görüşünde otorite ile ters düşmek de devrim nedeni olmaz. Bu, hayatın bütünlüğü ilkesine aykırıdır. Bir noktada zulüm varsa bunun ortaya çıkışı ve icra edilişi başka alanlardaki zulümlerle de ilgili olmak durumundadır. “Nedenler” birbirini tetikleyen amiller olarak düşünülmelidir. Devrime asıl neden teşkil eden şey ise otoritenin zulmüdür.26 Zulüm, şüphesiz ki sadece ekonomik ya da fizikî ilişkileri içeren tek boyutlu bir olgu değildir. Ancak halkta oluşan rahatsızlığın da temel nedenidir. Otoritenin, kendilerine, kendi çıkarlarına, inandıkları değerlere zarar verdiğini düşünen halk kitlelerinde meydana gelen bu rahatsızlık gelişerek sorunun ancak otoritenin değişmesi
Hiçbir Devrim Nedensiz Değildir. Her toplumsal değişikliğin önemli ve köklü nedenleri olduğu gibi devrimin de çok boyutlu ve çeşitli nedenleri vardır. Bu nedenler, siyasi, ekonomik ve toplumsal olmak üzere sınıflara ayrılabilir. Mevcut otoritenin idarî zafiyetleri, başka sınıf ya da gruplara kapalı olması, toplumsal güçlere yabancılaşması,
ile çözüleceği kanaatinin oluşmasına kadar tırmanır. Var olan kötü durumun ancak mevcut otoritenin ortadan kaldırılması ve istenen birinin yerine getirilmesi ile izale edilebileceği fikri sabit hale gelir. Bir hareketlenmeye ve başkaldırıya kadar giden eylemlere neden olan bu rahatsızlık marjinal bir kesimin değil halkın çoğunluğunun R. İhsan Eliaçık, İslam ve Sosyal Değişim, İnşa
25
beklentilere cevap vermekte acze düşmesi, siyasal çatışmalara hakimiyet sağlayacak
Yayınları, S: 165-166 “Memleketler, mülk ve saltanat, küfür üzerine durabilir
26
de zulüm üzerinde duramaz.” (İmam Maverdi)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
17
hissettiği bir rahatsızlıktır.
bir ideoloji, ideoloji olamayacağı gibi sitemin
Devrimin otorite sahipleri ile otoriteden mahrum bırakılmış ve hakları elinden alınmış kitleler arasındaki rahatsızlıkla ilgili boyutunda önemli bir nokta vardır. Devrim bir rahatsızlık algısı ile filizlenmektedir. Bu rahatsızlığa neden teşkil eden şey, siyasi, ekonomik ve toplumsal boyutlarıyla beraber çıkarlarla ilgili olduğu kadar değerlerle de alakalıdır. İşte bu rahatsızlıktaki değerler kısmı ile haklar, çıkarlar veya refah seviyesi arasındaki ilişki önemlidir. Şöyle ki: Otoriteye karşı rahatsızlığını daha çok belli bir ideolojiden kaynaklanarak
değişmesini de başaramaz. Böyle bir şey ancak ıslahatçılıkla izah edilebilir. Oysa devrime kaynaklık eden görüş siyasi, ekonomik, aktüel, sanat ve bilim gibi birçok yönü olan ve sisteme birçok yönden muhalefet eden sakıncalı bir görüştür. Devrimin ideolojisi, halkta bir bilince yol açmalıdır. Bu bilinç oluşmadan ideoloji tek başına bir anlam ifade etmez. Marks’ın sınıf bilinci ile tarif ettiği şey de budur. Kendi içinde sınıf olanlar, sınıf bilincine ulaşarak kendileri için sınıf haline gelmeden devrimin taşıyıcısı olamazlar.
ortaya koyan yapılanmalar refah seviyesi ile
Devrim ideolojisi aynı zamanda devrime neden
ilgili adaletsizlikleri de bir argüman olarak
olan rahatsızlıklara karşı çözüm reçetesidir de.
kullanmaktadırlar. Dünyalıkların dağılımındaki
Devrim her ne kadar mevcut durumdan duyulan
adaletsizlik (buna bazı sosyal haklardan
rahatsızlıkla filizleniyor olsa da umutsuzluk değil
mahrum bırakılmak da dahil edilebilir), işin
umut üzerine kurulu bir direniştir. Diğer bir ifade
somut göstergesi olması sebebiyle kolayca
ile devrimi üreten umutsuzluk değil tam aksine
kullanılmasına karşın refah seviyesindeki
umuttur. Çünkü devrimi, mevcuttan kurtulma
görece artışlar devrimcilerin işine gelmeyen
çabası değil peşinde koşulan hedefler/umutlar
bir durum oluşturmaktadır. Bunun için öreğin
belirler. Devrim ideolojisi de bu umutların
Marksistler zengin ile fakir açığının büyümesini
formüle edilmiş şeklidir.
isterler. Devrimci potansiyelin gelişmesi için yukarıdan duyacakları rahatsızlığı artıracak her türlü haksızlık devrim için enerji birikmesi anlamına gelmektedir. Bu sebeple devrimci anlayış, vatandaşların kendilerini daha rahat hissedecekleri hiçbir gelişimi desteklemez tam aksine bunun devrimin köküne kibrit suyu dökmek olduğunu düşünür.
Devrimin Gerektirdikleri İdeoloji, yapılanma-liderlik, uygun zaman ve
Devrime neden olan tepki her ne kadar halkın tepkisi olsa da organize olamayan kitle devrim yapamaz. Dolayısıyla her devrimin bir öncü sınıfı vardır. Bu öncü sınıf hem ideoloji hem de eylem olarak kitleyi yönetir. Zamanlama, idare ve söylem bakımından bu öncü topluluk ne kadar kabiliyetli ve başarılı ise arkasındakilerin şansı da o kadardır, daha fazla değil. Organize olmakla liderlik paraleldir. Liderliğin kabiliyeti kendisini bütün devrim süreci boyunca gösterir. Liderliğin mi yoksa
zemin, bu gerekliliklerin önemlilerindendir.
devrim fikrinin mi önce oluştuğu, cevabı
Her devrime neden teşkil eden bir dünya
zenginleştirilmesinden sürecin her aşamada
görüşü, ideoloji ya da iddia olmak
iyi yönetilmesine kadar liderliğin göstermesi
zorundadır. Sadece maddi mahrumiyet içinde
gereken başarılar sağlanamazsa yapıyı
olmak ya da haksızlığa uğramış olmak tek
tehlikeler bekliyor demektir. Aşamalardaki
başına devrim nedeni haline gelemez. Böyle bir
gerekli refleksler yapıyı bir arada tutar ya
şeyle toplanan kitleler bir başarı elde etseler
da dağılmasına yol açar. Örneğin ayaklanma
bile arkasını getirme imkan ve ufkuna sahip
aşamasındaki basiretsiz ya da yersiz kararlar,
olamaz, bastırılan bir isyandan ibaret kalırlar.
kontrolü zor bir durumdaki kitlenin idaresinde
Ancak bastırılsa bile köklü bir düşünceye sahip
çok ciddi sorunlar yaratacaktır.
zor ve değişken bir sorudur. Ancak fikrin
olan direnişin etkileri kolaylıkla silinemez. Devrimin ideolojisi belli bir yöne ağırlık vermiş olabilir. Ancak bu yönden ibaret olamaz. Mevcut sisteme sadece belli bir noktadan karşı çıkan
18
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Devrim Sürece Sahip Bir Dönüşüm Şeklidir.
yayılmasında önemlidir.
Bu süreç, hız, yön ve aşamaları itibariyle
kıyaslandığında, otoritenin değişimi darbe ve
diğer değişim yöntemlerinden farklı özelliklere
işgal kadar hızlı olmaz. Direniş hareketlerinin
sahiptir:
başlaması ile başarıya ulaşması arasında
Devrim, birey-grup-toplum şeklinde bir seyir takip eder. Hazırlık, ayaklanma, devrimin kurulması, devrim ateşinin soğuması ve karşı devrim şeklinde beş aşaması olan ve belli bir hıza sahip bir süreçtir. Devrimin oluşumu bir süreç demektir. Otoritenin değişmesi gerektiği, bunun nedeni ve sabit bir fikir haline gelmesi bir anda değil bir süreç içinde gerçekleşir. İşin burasına evrim aşaması da denebilir. Belli bir evrime dayanmayan bir hareket devrimle sonuçlanmaz. Ya da daha genelde “belli bir gelişim süreci olmayan bir halk hareketi olmaz” da denebilir. Hazırlıklar sadece ideolojinin topluma kazandırılması ile bitmez; nasıl bir hareketi hedeflediğine göre ayaklanma aşamasının nasıl kurulacağını öngörmesi de gerekir. Otoritenin alaşağı edilmesini başarana kadar ki süreci başarıyla geçtikten sonra kazanacağı özellikler de kurgulanmak zorundadır. Sonrasında meydana gelen zafer sarhoşluğu ile çevreye verilecek her türlü zarar devrim ateşinin soğuma hızını ve karşı devrimlerin oluşmasını hızlandırır. Devrim ateşinin soğumaya başlaması devrimin oluşumuna neden teşkil eden ideolojinin ilkelerinden uzaklaşmanın başladığı noktadır. Aslında bir haksızlığa karşı başlayan hareket, elde ettiği güçle statükocu olmaya başlamışsa karşıtlarına karşı ilkeden çok güce başvuruyorsa soğuma başlamış demektir. Devrim başından sonuna kendi doğasına
Devrimin hızı diğer değişim yöntemleri ile
geçen süre bunlara göre daha uzundur. Yıllar süren direniş hareketlerinin örneklerini bulmak mümkündür. Ancak ıslahatçılık gibi yöntemlerle karşılaştırıldığında ise daha hızlı bir değişim hareketi/sürecidir. Çünkü değişimin otoriteyi ilgilendiren kısmı bir anda gerçekleşmiş olmaktadır. Devrimin yönü de diğer değişim yöntemlerine göre farklılık arz eder. Devrimin, darbe, ihtilal hatta demokratik mücadele gibi değişim yöntemleriyle kıyaslandığında aşağıdan yukarıya ama ıslahatçılık gibi bir yöntemle kıyaslandığında da yukarıdan aşağıya değişimi hedefleyen bir yöntem olduğu söylenebilir. Aşağıdan kasıt halk, yukarıdan kasıt ise devlet mekanizmasıdır. Devlet aygıtını ele geçirmenin hedeflerinden biri de toplumsal dönüşümü sağlamaktır. Bu fikir, devletin değişmesiyle halkın da değişmek zorunda kalacağı ya da bu aygıtla halkın değiştirilmesi için bütün enstrümanların ele geçirilmiş olduğu savunulmuştur. Diğer yandan halkın değişmesinin, otoriteyi değişmeye zorlayacağı, değişmezse bunu zorla yapabilecek bir güce ulaşmış olduğu da savunulmuştur. İslami bir dönüşümden söz edilecekse bunun ancak insanların kendi iradesiyle değişmeleri sonucu mümkün olacağı unutulmamalıdır. Zira toplumların doğaları gereği ister yukarıdan isterse aşağıdan başlamış olsun, bir dönüşümün başarıya ulaşması toplumu oluşturan bireylerin dönüşmesiyle mümkündür.
sahip bir süreç olmakla beraber otoritenin dönüştürülmesi kısmı görece hızlı bir değişimdir. Direniş ve ayaklanma süreci yıllarca süren devrimlerden söz edilebilir. Ama otoriteyi alaşağı etme hamlesine karar verildikten sonra bunun en hızlı şekilde yapılmasının amaçlandığı söylenebilir. Bu aşamanın uzaması devrimin işine yaramaz, karşı devrimlerin oluşmasına neden olabilir. Bu noktadaki hızlı değişimin yol açtığı sorunlar ise dönüşümün halka
İradilik ve Kendiliğindenlik Toplumun değişim ve dönüşümünde tartışılan bir konu da bu değişimin kendiliğinden mi yoksa zorlama ile mi olduğudur. Doğal afetler, nüfus artışı, ya da coğrafi nedenlerle meydana gelen sosyal değişimler, doğal bir süreçle oluşan farklılaşma ve gelişimlerle toplumun kendiliğinden değiştiği doğrudur. Bu gelişmeler idari yapıda da değişikliklere yol açabilir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
19
Sınırlarını çizdiğimiz devrimde iradilikten kasıt,
Toplumsal değişimi arzulayan bir hareketin
devrimin taşıyıcısı olarak görülen kitlenin
bir yöntemi tercih etmemesinin nedeni onda
yönlendirilmesidir. Halkın herhangi bir güç ya
gördüğü kusurlar, yol açacağı başka sorunlardır.
da odak tarafından yönlendirilmeden ortaya
Devrimin de eskiyi tamamıyla ilga ederek yerine
koyduğu tepki de kendiliğindenlik olmaktadır.
iyisini sorunsuz bir şekilde ikame edebileceği
Devrimde kendiliğindenlik olduğu kadar
söylenebilir mi? Soruya isabetli bir cevap
iradilik (volontarizm)de gözlenmektedir.
verebilmek için devrimin ne gibi zafiyet, sorun
Bunun en somut ifadesini Marksist düşüncenin
ve problemler içerdiğini bilmek gerekir.
Lenin tarafından formüle edilmesinde bulmak mümkündür. Ona göre kitle devrim ideolojisi doğrultusunda yönlendirilmeli hatta zorlanmalıdır.
Devrimi, “mevcut iktidarın, haksızlıkların,
Belli bir bilinç ve ideoloji kazanan halk her ne kadar mevcut durumun tahlilini yapmaya ve hedefleri belirlemeye müsait bir kafa yapısına sahip olsa da yukarıdaki gerekçelerle de beraber yönlendirilen bir süreç yaşamak zorunda kalmaktadır. Devrime inanmış olan
yozlaşmanın ve bozulmanın sebebi olduğuna inanan halk tarafından değiştirilmesi” olarak tanımladık. Halkın, istediği, razı ve layık olduğunu kendi başına getirmesi anlamında olumlu görünmesine rağmen sorunlardan azade bir yöntem olduğu iddia edilemez.
halkın bir irade tarafından yönlendirilmesinin
Devrim, birey-grup-toplum şeklinde bir
dışında otoritenin değiştirilmesi aşamasında zor/
seyir takip eder. Bu, devrime kaynaklık eden
şiddet kullanma gerçeği de unutulmamalıdır.
düşüncenin, birey veya bireyler sonra da bir
Dolayısıyla otoritenin değiştirilmesini ilgilendiren
grup üzerinde bilince dönüşmesi, ardından
kısım kendiliğinden değil bir zorlama ile
bu grup tarafından topluma kazandırılmaya
gerçekleştirilmektedir. Bu bakımdan sistem içi
çalışılması demektir. Buradaki “düşünce”den
mücadelelerle karşılaştırıldığında darbeye veya
kastımız, Mussolini veya Hitler örneğinden farklı
ihtilale benzetilebilir ancak onlar kadar zorlamacı
olarak grup tarafından insanlığın kurtuluşu
olduğu iddia edilemez. İstek ve zamanlama
olarak kabullenilen bir dünya görüşüdür. Bu
bakımından halkın iradesini yansıtabildiği oranda
dünya görüşü önce değişik iletişim ve hareketin
da kendiliğinden olabilir.
kendine has eğitim yöntemleri ile topluma
Son olarak devrimin anlaşılması ve tanımlanmasında Marksist ideolojinin etkisini unutmamak gerekir. Neo-Marksizm’in ideoloji ve söylem biçiminde getirdiği farlılıkları göz ardı etmemekle beraber, devrimin evrim aşamasında, devrim sırasında ve sonrasında nelerin olacağı ve olması gerektiği ile ilgili düşüncelerde Marksizm önemli bir etkiye sahiptir.
kazandırılmaya çalışılır. Burası işin başlangıç noktasıdır. Bu inancı paylaşan ve inandığı değerler doğrultusunda derinleşen kitleler kendi aralarında toplumun geri kalanından farklı bir ilişki biçimi geliştirir ya da toplum içinde kendi toplumlarını oluşturur. Toplumun genelinden daha organik olan bu yapı yatay genişleme ile belli bir aşamaya kadar büyür, aynı zamanda etki alanını genişletmeye çalışır. Halkını sınıflı bir toplum haline getirmesi, bunlardan bir
Sanıyorum ki, bunlarla devrimin tanımı ve doğası az-çok ortaya konmuş oldu. Bu kadarıyla bakıldığında devrim, mevcut otoriteden rahatsızlık duyan belli bir topluluğun adalet ve hak talebi ile ortaya çıkarak kendini ifade etmesinin en doğal ve sonuca ulaştıran bir yöntemi olduğu söylenebilir. Ancak devrime bir de problemleri yönünden bakmak gerekir. Çünkü her toplumsal değişim yönteminin nasıl artıları olduğu gibi eksileri de varsa devrim de öyledir.
20
Devrim ve Problemleri
kısmının haklarını gasp etmiş olması, ahlakı yozlaştırması, haksız bir otorite iddiasında bulunması sebebiyle zulmetmiş ya da zulme ortak olmuş toplum içindeki kendi ilke, inanç ve değerlerine bağlılıkları sebebiyle birbirlerine tutkun olan bu topluluk, belli bir güce/otoriteye karşı koyma gücüne ulaştığında ise fiili direniş hareketlerini başlatır ve kendi prensipleri doğrultusunda, inandığı değerlerin temsilcisini iş başına getirene kadar direnişi sürdürür.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Atlanmaması gereken önemli nokta, sürecin,
gerçekleştirebilmek için kendine has eğitim
harekete öncülük eden bir grup tarafından sevk
programları uyguladığı gözlenebilir.
ve kontrol ediliyor olmasıdır. Bu öncü grup, öncelikle kendi hayatları yani fiili örneklikleri sonra da sözlü eğitim ve davetleriyle yapıyı
Hareketin kendisini bireyler ya da iletişim araçlarıyla muhataplarına/toplumun
yönetir.
geri kalanına anlattığı bu aşamada,
Devrimin, öncekini yıkıp yerine yenisini inşa
isimlendirebiliriz. Davetçinin kendisini ve
etmek şeklinde anlaşıldığını da unutmamak
“diğerleri”ni tanımlama biçimi, kendileri ile
gerekir. Bu yıkma ve yapma sadece otorite ile
diğerleri arasındaki ilişkiyi belirler. Hareket
ilgili değildir. Önceki kirli ve kötüdür, çünkü
açısından bu noktada toplumun üçe ayrıldığı
statükoyu besleyen değerler taşımaktadır.
söylenebilir: Devrim ideolojisini kabul edenler,
Devrime kaynaklık eden düşüncenin niteliğine
buna sempatizanlar da dahil edilebilir; karşı
bağlı olarak adetlerin, gelenek ve alışkanlıkların
safta yer alan otorite ve onun her türlü
yeni bir şekle kavuşturulması hedeflenir.
yandaşı üçüncü olarak da ortada duran halk
Öngörülen, eskinin yerine yeni bir sayfa
kitlesi. Bunlardan özellikle “tarafını tam olarak
açılmasıdır. Bireylerin eski ve eskilerle bağını
belli etmemiş halk kitlesi”ne karşı tavırda
yeni dünya görüşü belirler. İcabında bireylerin
davetçinin kendisini tanımlama biçimi önemlidir.
önceki hayatları ile bütün bağlarını kesmesi
Muhtemeldir ki, belli bir devrim düşüncesinin
gerekir.
farklı fraksiyonları farklı gruplar tarafından
anlatmaya çalışan bireyleri “davetçi” olarak
İşte bu durum üç aşamadan oluşan devrimin hazırlık aşamasını teşkil eden davet/propaganda kısmında önemli problemlere yol açma potansiyeli taşımaktadır. Devrim üç aşamadan27 oluşur; hazırlık, fiili direniş dönemi ve iktidarı ele geçirme ya da devrim sonrası. Hazırlık; inancın, ideolojinin topluma kazandırılması aşamasıdır. Buna hedef kitlenin bilinçlendirilme aşaması da denebilir. Çünkü her devrimci anlayış bütün toplumu değil örneğin Marksizm gibi özellikle bir sınıfı/ proletaryayı hedef seçmiş de olabilir. Hazırlık aşaması sadece hedef kitlenin belli bir bilinç düzeyine ulaştırılması değil aynı zamanda aynı olay ya da olgulara aynı tepkileri vermelerinin sağlandığı bir aşamadır da. Böylece aynı dünya görüşünü paylaşan, içinde bulundukları şartları benzer bir şekilde değerlendirenler bir topluluk, cemaat ya da örgüt haline gelmektedir. Bu yapının hazırlık süresi boyunca kendisini mümkün olduğunca çok sayıda kişiye anlatması ve onları da bünyeye dahil etmeye çalışması gerekmektedir. Sayısal olarak çoğalan yapı süreç boyunca bilinç olarak da derinleşmelidir. Bunu
toplumda temsil ediliyor olabilir. Bir grubun, kendisini, taşıdığı dünya görüşünün tek ya da en doğru temsilcisi olarak görmesi, aynı düşüncenin başka versiyonlarını en azından kazanılması gereken halk kitlesi arasında saymasına yani henüz dışarıda bir kesim olarak görmesine neden olmaktadır. “Diğerleri” içine itilen her kesim hareket için potansiyel bir sorun da demektir. Benzer bir düşüncenin takipçisi olduğu halde sürecin bir noktasında harekete yakınlaşması mümkün olan kitleler böylece hareketin kendisi tarafından karşı tarafa itilmiş olmaktadır. Kurtuluşun tek reçetesine taraf olmadıkları için de statükonun yanında yer almış, hareketin önüne engel teşkil etmiş olarak değerlendirilmektedirler. Hareketin bu yaklaşımı, kendisini topluma anlatmasına ciddi bir engel oluşturmaktadır. Sadece benzer bir dünya görüşünü taşıyanlarla değil, statükonun yarattığı haksızlığa karşı durmak gerektiğini düşünen birçok kesimle ayrışması, derdini onlara izah edememesine, yalnızlaşmasına da neden olmaktadır. Niceliğe değil niteliğe önem veren bir yapı için bu durum göze alınan bir durum ise de ortaya çıkan sonucun ne kadar öngörülerek karşılaşılan bir
Daha önce hazırlık, ayaklanma, devrimin kurulması,
27
devrim ateşinin soğuması ve karşı devrim şeklinde beş aşama ile izah ettiğimiz devrim sürecini, kolaylaştırmak
durum olduğu önemlidir. İslami yapıların halktan nasıl uzak kalmış, sosyalist hareketlerin din
için özetleyerek, hazırlık, direniş ve devrim sonrası ya
düşmanlığı yaptıkları için dışlanmış olmaları
da iktidar olarak üçe indirgeyebiliriz.
kendi istedikleri bir sonuç olmasa gerektir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
21
Toplumun kendisi demek olan halka rağmen
görülmektedir. Halka karşı terör eylemleri
bir oluşum ve hareket, gelişen her aşamada
işlenebilmekte, taraf olmaları için cebri ve hileli
aynı engellerle karşılaşmak durumunda
yollara başvurulmaktadır. Geçmişteki örgütlerin,
kalacaktır. Kendisini reddeden ya da aşağılayan
kendi dışındaki bütün grupları ve hatta halkı
bir hareketi halk kitleleri ne devrim sürecinde
hedef alan silahlı eylemlerinin hatırlanması
ne de devrimden sonra desteklemeye gerek
yeterlidir.
duymayacaktır.
Her ortamın statükosundan istifade eden bir
Hazırlık aşamasının en büyük sorunu hareketin
kesimi vardır. Sistemler de kendi bekaları için
taban olarak gördüğü halka kendisini
böyle bir hissiyatın mümkün olduğunca fazla
anlatamaması, onunla karşı karşıya gelmesidir.
sayıda insan tarafından paylaşılmasını ister.
Oysa propaganda aşamasındaki başarı, kitleye
Devrimci anlayışın bu aşamada bu tür kesimlerle
yayılmasındadır. Bu başarının altındaki sır:
karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır. Bir taraftan
Halkın derdine ortak olmak ve onların dertleri
dünya görüşünün topluma anlatılıp diğer yandan
ile aynı derdi paylaşabiliyor olmak, buna karşı
da rahatlarının kaçmasını istemeyenlere nasıl
çözüm önerilerini ve bunun altındaki dünya
zulüm ve baskı altında bulunduklarını izah
görüşünü net bir şekilde anlatabilmektir. Bu
etmek kolay iş değildir. Birçok yorumunun
yüzden, halka en fazla ulaşabilen devrimci
toplum içinde yaşadığı bir düşünceyi, topluma
hareketler, kültürel çeşitlilik ve zenginliği az
anlatmak, velev ki bu, “en doğru yorum” da
olan, bu yüzden muhalif söylem ve hareketlerin
olsa, tek başına bir anlam ifade etmez. Halkın
de çok sınırlı olduğu toplumlarda ortaya
kendi inanç ve değerleri bakımından bir zulme
çıkabilmişlerdir.
uğradıklarına ikna olmaları da gerekir.
Davet/propaganda aşaması, statükonun
Bunları yapmak için Türkiye’deki devrimci
değişmesi gerektiğinin izah edildiği bir aşama
anlayışa sahip kesimlerin kitlenin yanında
olduğu gibi fikrin de olgunlaştığı aşamadır. Fikrin
olmaktan çok karşısında olmayı, isteyerek
olgunlaşmasının iki yönünden söz edilebilir.
veya istemeyerek seçtikleri görülmektedir.
Birincisi ve önceliklisi ortada olan yapının
Devrimci anlayışın gelişip güçlenmesi için
devrime kaynaklık eden düşünce bakımından
halkın sistemden rahatsız olmasına neden
eleştirisidir. Çünkü mevcut durumun dayandığı
olacak şeyler desteklenmiş, rahat ve huzur
bir ideoloji vardır ve bunun tutarsızlığının
içinde olmasına neden olacak şeyler ise destek
ortaya konması, bu ideolojiyi yaratan odakların
bulmamıştır. Sosyalist anlayış devrimci ruhun
dağıtılması gerekir. İkincisi ise hakların gasp
gelişmesi uğruna, değer, ahlak deformasyonunu
edilmiş, kitlenin mahrum bırakılmış, mazlumlar
bile arzu etmiştir. Devrimci anlayışın topluma
haline getirilmiş olmasıdır. Çoğunlukla
kazandıracaklarından çok mevcut yapının
bunlar birbirinin sebep ve sonucudur. Putlara
neler kaybettirdiğini ispat etmek daha önemli
dayalı sistemin hem ahlaksızlığa hem de
olmuştur.
putların hizmetçilerine çıkar sağlamaya imkan tanıması gibi. Putlara karşı çıkılması, putların hizmetçilerinin çıkarlarının da tehdit edilmesi demektir. Bunun neye mal olacağını anladıkları için hizmetçiler putlarla oluşan ahlaka da sahip çıkmaktadırlar. Ancak burada yönlerden sadece biri üzerine yapılan vurgu mesajı muğlaklaştırmaktadır. Bu muğlaklıkta hareketin ortam tahlilindeki başarısızlığının da rolü vardır. Devrim düşüncesine katılmayan her birey, grup ya da yapı mevcut iktidarın destekçisi sayılmakta ve onlara karşı da savaş açılmaktadır. Onların sahip oldukları, devrim yolunda harcanabilir değerler olarak
22
*** Hazırlık aşaması bir şekilde atlatılıp belli bir çoğunluğa ulaşarak direniş yapabilecek bir noktaya gelindiğinde ise problemler azalmak yerine artmaktadır. Örgütlenmenin, söylemin ve sabrın gücü ve yükselebildiği aşaması bu noktada kendisini daha fazla gösterecektir. Direniş ve eylem aşamasının başarılmasını sadece kitlenin eylemlere katılmasıyla izah etmek toplum gerçekliğine uygun düşmez. Çünkü kitleden çok daha kolay organize olan az sayıdaki resmi kurum ve kolluk güçleri kitleleri
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
çok daha kolay caydırabilmektedir. Dolayısıyla
Bütün bunların bir şekilde halledildiğini
o tür güçlerin de olaya katılmadan direnişlerin
varsayalım. Yine de yeni sistem ve otoriteyi
başarıya ulaşma şansı olamaz.
benimsemek istemeyen ve karşı darbe ve
Devrim başarılıp otorite ele geçirildiğinde problemlerin biteceğini ve yeni günün kolay günler getireceğini düşünen devrimci yaklaşım
devrim girişim ve hazırlıklarının olacağı muhakkaktır. Hem de devrim bütün alanlarda başarı sağlamış olsa bile.
yanılmaktadır. Devrimin kalıcılığı başarısı ile
Çatışmacı bir anlayış ve tecrübe ile bugünlere
ilgilidir. Bu da ne öncülerin devrime sadakati
gelmiş olan kadronun bunlara karşı koyma
ne de devrime kaynaklık eden düşüncenin
kabiliyet ve alışkanlığı başka bir problem
niteliği ile sağlanamaz. Kalıcılık devrimden sonra
olarak karşılarına çıkacaktır. Çünkü devrimci
başlayan sürecin önceden kalmış problemleri
anlayış çatışmacılık gibi bir zafiyete sahiptir.
çözebilmesi ile sağlanabilir. Çünkü bu problemler
İktidara sahip olduktan sonra kendilerine
hareketin çıkış sebebidir.
uyum sağlamayan ve karşı duranlara nasıl
Bu aşamada da bir taraftan düşüncenin halka kazandırılması gerektiği gibi diğer taraftan da çözüm bekleyen birçok problem ve ihtiyaç vardır. Devrime kaynaklık eden düşünce biçiminin hem genel halk kitlesi tarafından hem de aynı ideolojinin değişik kesimleri tarafından kabullenilmemesi muhtemeldir. Bu durumda devrimcilerle bunlar arasındaki çatışmaların, devrimci güç tarafından toleranslı davranılarak uzun bir süreçte halledilmeye
tavır takınacakları bu anlayıştan önemli ölçüde etkilenmek durumundadır. Farklı anlayışlara, taleplere baskıcı ve sindirici mi yoksa özgürlükçü mü davranacakları ufuklarına bağlı olmakla beraber çatışmacı geleneklerinin baskıya eğilme ihtimali yüksektir. Diğer yandan ister baskıcı isterse özgürlükçü davranmış olsunlar, her ikisinin de nasıl bir etki meydana getireceği ve bu etkiye nasıl karşı koyacakları konusunda henüz bir gelenekleri oluşmamıştır.
çalışılması ya da daha dengeli davranması ile
Devrim her ne kadar hazırlık sürecine sahip
ortadan kaldırılabileceğini varsayabiliriz. Fakat
olsa ve bu hazırlık süresince kendisini topluma
diğer taraftaki çözüm bekleyen toplumsal
anlatmaya çalışmış ve bulduğu destekle
problemler öncü grubun peşini bırakmayacaktır.
direnişe geçmiş olsa da iktidar ani olarak
İş, aş, güvenlik, huzur bekleyen kitlelerin
değişmiştir. İktidarın değişmiş olması halkın
ihtiyaçlarını karşılayabilmek ise devlet tecrübesi
değiştiği anlamına gelmez. İktidarı ani olarak
gerektirmektedir. İşte bu noktada devrimci
değiştirmek mümkün olmasına rağmen halkı ani
hareketin hazırlık süresi boyunca bir devlet
olarak değiştirmek mümkün değildir. Hatta halk
tecrübesi edinmiş olup olmadığı önemlidir.
değiştirilemez ancak bir süreç içinde kendi istek
Çünkü devrimci anlayışta sadece devrime
ve rızası ile değişir. Bu değişim dış etkenlere
kaynaklık eden düşüncenin değil aynı zamanda
tamamen kapalı değildir. Otoritenin değişmesi
mevcut iktidar sahiplerinin de değiştirilmesi
de, ne kadar güçlü olursa olsun sadece bir dış
vardır.
etkendir.
Yeni durumda bilimsel konulardan eğitim politika ve müfredatına, teknolojiden ekonomik plan ve programlara, idari konulardan uluslar arası ilişkilerin gerektirdiği yetenek ve ustalıklara kadar düzinelerce konuda yetkin kadrolara ihtiyaç duyulacaktır. Eğer devrimci düşünce hazırlık süresince statüko ile işbirliği içinde olmamak için iktidara bulaşmamak gerektiği şeklinde kurgulanmışsa yeni durumu kontrol edebilmekte çok daha fazla problemle karşı karşıya demektir.
*** Anlatılmak istenen, devrimin sanıldığı kadar sorunsuz ve dertlere deva bir yöntem olmadığıdır. Hatta devrimin, eskisini tümüyle ortadan kaldırarak yerine eskisinden tamamen farklı ve eski sorunlardan azade, temiz bir sayfa gibi yeni bir başlangıç olduğu düşüncesi de toplum gerçekliğine uygun bir düşünce değildir. Değişik camia ve yapıların devrimi sorunsuz bir yöntem olarak düşünmedikleri hatta burada bahsettiğimiz aşamaların
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
23
problemleri ile ilgili fikir sahibi oldukları da
durumun kökten değiştirilmesi şeklinde anlaşılan
söylenebilir. Bu kanaate gelmeleri ise yakın
devrim bu algı nedeniyle özellikle de statükodan
dönemde yaşanan hadiselerle de ilgilidir.
olumsuz etkilenenler için bir çekim gücüne
Ülke sınırlarının anlamını yitirmesi yakın
sahiptir. Hakim olandan farklı ideolojilere
zamanlarda kendisini daha fazla hissettirmiştir.
sahip kesimlerde ve haksızlığa uğrayanlarda
70’li yıllarda memleketin kurtarılmış bölgeleri
özenti oluşturmaktadır. Özenti bazı gerçeklerin
vardı. Sol hareketlerin etkisindeki bu bölgelere
görünmesini engelleyen duygu ve yaklaşımlar
kolluk güçlerinin girmesi mümkün değildi.
yaratır. Gerçeklerin göz ardı edilmesi de hata
Müslümanlar ise bölgecilik yapılmasının İslami
yapma ihtimalini artırır.
düşünceye uygun olmadığına inandıkları için böyle bir şeye tevessül etmiyor aynı zamanda gerçekçi de bulmuyordu. Memleketin tamamı hedeflenmeden bir dönüşümün ve kurtuluşun olmayacağını düşünüyorlardı. O gün ülke sınırları içinde geçerli olan bu söylem bugün ülkelerin oluşturduğu bölgelere hatta dünyaya doğru genişlemiş sayılabilir. Örgütlerin ve yapıların peşine düşülmesinde ne ülke sınırları
Kendisine kaynaklık eden düşünce ne olursa olsun, velev ki bu doğruluğunda hiçbir şüphe olmayan İslam bile olsa devrim sorunsuz bir değişim yöntemi değildir. Çünkü fikrin doğruluğu başka, bunun gerçek hayatta uygulanışı hem de birçok soruna açık, hassas bir konu olan toplumsal dönüşüme kaynak olarak icra edilmesi başkadır. Çünkü işin bu noktası inanç,
kalmıştır ne de uluslar arası hukuk.
samimiyet, sabır ve Allah’ın yardımı ile beraber
Her şeye rağmen zulmün olduğu yerde
etkisini gösterdiği bir noktadır. Dolayısıyla da
öyle veya böyle direnişlerin ortaya çıkması
devrimin her aşaması sorunlara gebedir.
kaçınılmazdır, hatta gereklidir. Bu direniş hareketlerinin kendilerine devrimi bir yöntem olarak seçmesi durumunda ise edindikleri yöntemin doğasını bilmeleri gerekir. Hareketin önünde duran tehlikeleri ve hatta imkanları bilmesi onu korkaklığa itmekten çok
insani tecrübe, kabiliyet ve yeteneklerin de
Sorunlarını gündeme getirmekteki maksat ise yıldırmak değil doğal olarak ortaya çıkacak durumlara işaret etmektir. Ortaya çıkacak/ çıkaracağı sorunlar bilinmeden, öngörülmeden tedbir almak mümkün olmaz.
cesaretlendireceği insani bir hakikattir. Çünkü bilinen bir durumla karşılaşmak bilinmeyen bir durumla karşılaşmaktan çok daha iyidir.
- BİTTİ -
Karşılaşılacak durumu öngörememek yılgınlığa ve yenilgiye yol açarken öngörülebilen durumlar tedbir almayı ve bir aşama ilerisini hesap etmeyi sağlar.
Sonuç Devrim kötülenmesi ve reddedilmesi gereken bir değişim yöntemi değildir. Devrimi kötü yapacak bir şey varsa o da iyinin kötüye doğru değiştirilmek istenmesidir. Hakkı ve adaleti gözeten bir devrim çabası ise ancak desteklenmesi gereken bir çabadır. Bu yazıda devrim kötülenmeye çalışılmadığı gibi hedeflerini gerçekleştiremeyeceği de iddia edilmemiştir. Çoğunlukla sempatik bir yüze sahip olan bu yöntem görünen cazibesinin ötesinde objektif bir şekilde tartışılmaya çalışılmıştır. Rahatsızlık kaynağı olan statik
24
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak Devrim
MAKALE 2 :
İSLAM ve DEVRİM Nuri YILMAZ İnsanoğlu, yeryüzünü adaletle imar etmek
bir engel değildir; tutmaz, bağlamaz, dövmez,
gibi yüce bir görev için yaratılmış ve bu
hapsetmez, öldürmez… Ama insanın kafasının
sorumluluğun gerektirdiği bütün özelliklerle
içine duvarlar örerek ve türlü türlü mazeretler
donatılmıştır. Kainattaki bütün yaratılmışlardan
üreterek, iyiyi zorlaştırır, kötüyü ise alabildiğine
farklı olarak, akla ve iradeye sahiptir. Akıl
kolaylaştırır. İnsan ne zaman zayıflık gösterse,
ve iradenin bir varlıkta toplanması, doğru
kafasının içinde aşılmaz duvarlar yükselmeye
kullanıldığında bir alimin, yanlış kullanıldığında
ve her tarafta cazip mazeretler dalgalanmaya
ise vahşi bir zalimin ortaya çıkmasına sebep
başlar. Bunlara kanan bir insan, kısa sürede
olacağı için; Yüce Allah imtihanı var etmiştir.
istek ve tutkularının esiri haline gelir.
Buna göre; Allah’a karşı sorumluluklarını hakkıyla yerine getirenler o makama layık olduklarını göstermiş olurlar ve sonsuz bir ödüle ulaşırlar, sorumluluklarını unutup sapanlar ise o makamı hak etmediklerini göstermiş olurlar ve
İkinci engel Tağuttur2; hevasının esiri olup Allah’a isyan eden ve güç yetirebildiği herkesi kendi çıkar ve menfaatlerinin esiri haline getirmeye çalışan kimselerden kaynaklanır.
sonu gelmeyen bir azaba çarptırılırlar.
Bunlar, emellerine ulaşabilmek için; güç
“Yeryüzünün adaletle imar edilmesi”nin bir
ve kurumlar oluştururlar. Kurdukları düzeni de,
imtihan konusu haline getirilmesi, gerçekten
zayıfları, güçsüzleri ve yoksulları kendi çıkar ve
ayırt edici bir nitelik taşıyor olmasından
menfaatlerinin kölesi yapmak için kullanırlar.
kaynaklanmaktadır. Engeller ve engelleyiciler
Adalet baş düşmanlarıdır; doğrulardan ve
vardır. İslam, bu engelleri iki ana kategoride
hayırlardan hoşlanmazlar. Çıkar ve menfaatlerini
toplar.
sarsanlara karşı; zulüm, işkence ve öldürme de
Bunlardan birincisi hevadır1; insanın kendi nefsinden kaynaklanır ve kişiyi esir alan aşırı
yetirebildikleri oranda planlar, organizasyonlar
dahil her türlü engelleme yollarına başvururlar. Yeryüzünde adaletin tesis edilmesi, içten heva,
istekler, tutkular şeklinde ortaya çıkar. Fiziki “İnsan ne zaman kendini yeterli görse, hemen
2
“Zulmedenler, bilgisizce kendi istek ve tutkularına
1
azgınlaşır (tuğyan eder).” (Alak 96/6-7) “Gerçek
(hevalarına) uymuşlardır. Allah’ın saptırdığı kimseleri
şu ki, Biz her toplumun içerisinden, onlara “Allah’a
kim doğru yola eriştirebilir? Onların yardımcıları da
kulluk edin ve şeytani önderleri (tağutları) reddedin”
yoktur.” (Rum 30/29) “Kötü duygularını, tutkularını
mesajını iletecek bir peygamber görevlendirdik. Allah
ve aşırı isteklerini (heva ve hevesini) ilah edinen
o toplumların kimini doğru yola iletti; kimi ise sapıklık
kimseyi görmedin mi? Şimdi onun üstüne sen mi bekçi
içinde kalmayı hak etti. Yeryüzünü bir gezip dolaşın da,
olacaksın?” (Furkan 25/43)
hakikati yalan sayanların sonunu görün!” (Nahl 16/36)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
25
dışarıdan ise tağutun ortaya çıkardığı engelleri aşmakla mümkün olabilir. Hevanın baş düşmanı, doğrulardan yana kararlılık (irade) göstermektir. Zihindeki aşılmaz duvarların ve uçuşup duran akıl çelici mazeretlerin bir anda yok olmasına sebep olur. Fakat heva bir kere yok olunca bir daha geri gelmeyen bir engel değildir. İnsanı her zaman yoklar. Zayıf bulduğu anda da engellerini aniden kuruverir. Bu yüzden, Allah’ı razı edecek işlerde kararlı olmayı bir yaşam biçimi haline
İslam devrimi fikri nasıl ortaya çıktı? İslam tarihinin belli bir döneminden itibaren hakim görüş durumuna gelmiş olan “Şia” ve “Sünnilik”, kendi mantık örgüleri içinde geliştirdikleri farklı sebeplerle, zulme ve zalime dokunmayan3 bir tavır içerisine girmişlerdir. İslam’ı; kimi ibadetlerden, dini merasimlerden ve kurallardan ibaret saymışlar,
getirmek gerekir.
“adalet” ve “zulüm” gibi kavramları ondan
“Kararlılık göstermek” tağutun ortaya çıkardığı
yana olunca, İslam dünyasında fikri gelişim
engelleri aşmanın da temel anahtarıdır, ama tek
durmuş ve yaygın din anlayışı insanların
başına yeterli gelmez. Engeli aşmak isteyenle,
değişen ihtiyaçlarına cevap vermekten her
“aşılamasın!” diye uğraşanın olduğu bir ortamda
geçen gün biraz daha uzaklaşmıştır. Sonuçta
mücadele kaçınılmaz olur. Engelin sadece
yenilgi gelmiş, İslam dünyası hızla gelişme
fikirlerin karşı karşıya gelmesi şeklinde olması,
gösteren Batı dünyasının yıkıcı fikirlerinin esareti
insani açıdan ifade ettiği “olgunluk” sebebiyle
altına girmiştir. Batılılar işgal ettikleri İslam
tercihe şayandır. Ne var ki hiçbir tağut,
dünyasından çekildiklerinde, kendileriyle işbirliği
-haklılığını ortaya koyacak bir sözü olamayacağı
içerisinde yönetimler ve kendi kültürlerini
için- çıkar ve menfaatlerini bu yolla korumayı
benimsemiş toplumlar bırakmışlardır.
uzaklaştırmışlardır. Yaygın görüş statükodan
yeterli bulmaz. Fiilen müdahalede bulunur; susturmayı, karalamayı, tehdit etmeyi ve daha da durduramazsa hapsetmeyi ve ortadan
Fakat zaman içerisinde ortaya çıkmış birçok Müslüman düşünür İslam’ın tevhidi karakterine
kaldırmayı dener.
vurgu yaparak, “yeryüzünde adaleti tesis eden”
Peki! Hiçbir zulüm düzeni kendi rızası ile veya
canlandırmaya çalışmıştır.
ve “zulme karşı savaşan” din anlayışını yeniden
sadece fikri tartışma ile değiştirilemeyeceğine göre;
Nitekim İslam dünyasının esaret altında bulunduğu dönemde Seyyid Kutub şöyle
- Zulüm düzenleri nasıl ortadan kaldırılacak?
seslenmiştir: “İslam insan yaşamını düzenleyen
- Yeryüzünde adalet nasıl tesis edilecek?
bir hayat görüşüdür. Günün değişen ihtiyaçlarını
Bu makale, zulme son verilmesi ve adaletin tesis edilmesi konularında İslam’ın yaklaşımını tartışmak için kaleme alınmıştır. 1960’lı yıllardan itibaren, Müslümanlar açısından en sempatik ve en gözde değişim yöntemi haline gelen “devrim” yöntemi ile İslam arasındaki ilişki sorgulanacaktır. Bu çerçevede; - Önce bir insanlık tecrübesi olarak farklı toplumsal değişim tezlerinden kısaca bahsedilip; “İslam devrimi” fikrinin nasıl ortaya çıktığı ele alınacak
göz önünde bulundurmak suretiyle insan pratiğine cevap verir; cahiliyenin inanç ve düşüncelerine ise karşı koyar. … Cahili inanç ve düşünceleri düzeltmek için davet ve beyan prensiplerine başvurur. Kuvvet ve cihad tedbirleriyle de, cahiliyeyi ayakta tutan kurum ve otoritelere karşı koyar.”4 “İslam hiçbir zaman sadece kalplerde gizli kalmış bir inanç olarak ortaya çıkmayı kabullenmez. Dileyenin inanç olarak benimsemesini ve bir alışkanlık eseri olarak ibadetlerini yerine getirmesini, sonra da yürürlükte olan cahili düzen içerisinde bir uzuv ve bir fert olarak devam etmesini onaylamaz. Zira onların bu şekildeki
- Sonra da İslam’ın nasıl bir değişim öngördüğü tartışılacaktır.
Şia zulümle mücadeleyi Mehdi’nin zuhur edeceği
3
zamana erteledi. Ehli Sünnet ise şeriatın uygulanmasına engel olmadığı sürece yöneticinin zalim olmasını sorun olarak görmedi. Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Allah Yolunda Cihad.
4
Dünya yayınları. S 66
26
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
varlığı, sayıları ne kadar çok olursa olsun, İslam’a fiili
boş bir alan ortaya çıkar.
bir varlık kazandırmaz. Cahiliye cemiyetinin bünyesi içerisine karışmış “teorik yönden Müslüman” fertler, bu organik toplumun isteklerine uymaya her zaman kesinlikle mecbur kalacaklardır.”5
Seyyid Kutub’un bu çağrısı, yüzyıllardır hakim görüş durumunda olan geleneksel Ehli Sünnet
Müslümanlar bu boşluğu: 1. Kutub’un söylediklerinden anladıkları 2. Ve günün tecrübe birikiminden edindikleri ile ister istemez doldurmak zorunda kalmışlardır.
anlayışına karşı düşüncede devrim niteliği
Günün tecrübe birikimi dediğimizde, birikimin
taşıyan bir çağrıdır. İslam’ın insan hayatında
sınırlı olduğunu da tespit etmek durumundayız.
doğru yere oturmasında çok ciddi katkıları
İslam dünyası uzun bir dönemdir fikir
olmuştur.
uykusunda olduğu için, toplumsal değişim
- Fakat bu görüş kendisini topluma nasıl anlatacaktır? - Batı destekli yönetimler ve bunların her türlü şiddete başvurmaktan çekinmeyen kurumları karşısında toplumu nasıl dönüştürecektir? Seyyid Kutub bu konuyu genel olarak şöyle çözümler: “Bu dinin bağlıları iyi bilmelidirler ki, bu din aslında nasıl Rabbani bir din ise onun hareket metodu da tamamen Rabbani ve esas tabiatına uygundur. Ve şurası bir gerçektir ki, bu dinin hakikatini hareket metodundan ayırmak mümkün değildir.”6 “Hiçbir yabancı metot sonuçta İslam’ı
kuramları daha çok Batı’da dillendirilmekteydi. Ve bu kuramlar belki farkında olarak, belki de farkında olmadan Müslümanların düşünce biçimlerini etkiledi. Mantık işleyişlerine yön verdi. Şu durumda “Rabbani Metot” adı verilen; değişik çevrelerde değişik şekillerde anlaşılan; ama buna rağmen Müslümanların birbirlerini dışlamalarına sebep olan mücadele yöntemlerinin nasıl oluştuğunu anlayabilmek için, toplumsal değişim kuramlarından kısaca bahsetmekte yarar bulunmaktadır.
gerçekleştiremez.”7 Aslında Kutub bu ifadeleri
***
kullanırken, dikkate alınması gereken çok önemli bir konu olarak metodun tedriciliğine
Toplumların kendi iç dinamikleriyle değişmesini
vurgu yapmaktadır. Fakat “İslam’da Cihad”
konu alan beşeri tecrübe ve tezleri, evrim
konusunu ele alırken İbn Kayyum’dan yapmış
(müdahalesiz değişim) ve devrim (müdahaleyle
olduğu alıntı; bu alıntıda Resulullah’ın mücadele
değişim) olmak üzere iki kategoride
yöntemi olarak ortaya konan merhaleler ve
toplayabiliriz.
Kutub’un bu alıntıdan sonra kullanmış olduğu: “İslam’da cihadın merhalelerini anlatan bu güzel özetten, bu dinin hareket metodunun asil ve derin özellikleri çıkar.”8 şeklindeki saptama; İslam’ın
her ortam ve durum için geçerli olan sabit bir değişim ve mücadele metodunun bulunduğunu düşündürmektedir.
Evrimci kategori, insanlığın doğrusal bir çizgi
üzerinde kendiliğinden geliştiğini, fakat gelişimi yönlendiren ve tetikleyen farklı etkenlerin bulunduğunu kabul eder. Mesela Spencer9 müdahalesiz evrim fikrini savunur. Ona göre
toplum, herhangi bir müdahale olmaksızın kendiliğinden evrimleşmektedir. Toplumlar
Oysa Kur’an’da, “mücadele metodu şöyledir!” veya
doğarlar, büyürler, yok olurlar; savaşlar çıkar,
“mücadele metodu şu aşamalardan oluşur!” şeklinde
kaoslar yaşanır; zaman zaman sıkıntılı, zaman
bir saptama bulunmaz. Bu konuda yoruma açık
zaman huzurlu dönemler olur. Ama sonunda her şey kendiliğinden bir dengeye ulaşır;
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Müslüman Cemiyetin
5
Doğuşu ve Özellikleri. Dünya yayınları. S 56 Seyyid Kutub. Kur’an Metodunun Tabiatı. Dünya
6
yayınları. S 47
savaşlar son bulur, hükümetlerin önemi azalır, her şey birbiriyle uyumlu hale gelir. Spencer müdahalenin gidişatı bozacağına inanır. Childe10,
Seyyid Kutub. Kur’an Metodunun Tabiatı. Dünya
7
yayınları. S 51
Herbert Spencer (1820-1903). İngiliz filozof ve
9
sosyolog.
Seyyid Kutub. Allah yolunda Cihad. Dünya yayınları. S
8
65
Gordon V. Childe (1892-1957). Avustralyalı arkeolog.
10
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
27
teknolojinin belirleyiciliğinde gerçekleşen
toplum yapılarının ardından komünist topluma
evrim fikrini savunur. Ona göre kültürel evrim
ulaşılır. Fakat Marks, (diğer evrimcilerden farklı
teknolojiye göre gelişmektedir. Doğal şartlar
olarak) evrimin müdahaleler ile çabuklaşacağına
ve karşı karşıya kalınan zorluklar teknolojinin
inanmıştır. Proletaryanın yönetimi ele
gelişmesini tetikler, ulaşılan teknolojik seviye ise
geçirebilmesi için, öncü güçler tarafından sınıf
ideolojiyi doğurur. Comte11 evrimin ideolojinin
çatışmasının körüklenmesi gerekmektedir. Öncü
belirleyiciliğinde gerçekleştiğini kabul etmiştir.
müfreze devrimci sınıfları kendi tarafına çekerek
Ona göre sahip olunan ideoloji, toplumun
ileriye fırlar, statükonun baskı ve gücünü
gelişmişliğini ve medeniliğini belirler (Üç hal
devrimci şiddet ile bertaraf eder. Böylece eski
kanunu). Weber12, karizmatik lider öncülüğünde
devlet mekanizması parçalanarak, proletaryanın
gerçekleşen evrime inanır. Ona göre: “1- Kültürel
hegemonyası kurulur. Kendi iktidarına uygun
alandaki değişme toplumsal değişmeyi etkiler ve
alt yapı düzenlemelerine geçerek, sınıfsız
kriz doğmasına yol açar 2- Bu krizler karizmatik
topluma kadar devrimi sürekli kılar. Marksist
liderin ortaya çıkışı ile giderilir 3- Karizmanın
teorinin ilk uygulayıcısı olan Lenin17, Marksizm’in
kurumsallaşması (yeni yönetimin kurulması) ile
evrimci yönünde problemler görmüş ve vurguyu
değişim tamamlanmış olur.” Durkheim13 ise evrimi,
proletaryanın öncü müfrezesine yapmıştır.
nüfus artışı ve işbölümünün
Böylece Marksizm’in evrimci yönü yerini
14
tetiklediğine inanır.
Özetle şöyle ifade eder: “1- Nüfusun artması
tamamen devrime bırakmış, öncü ve örgütlü
işbölümü gerektirir 2- İşbölümü farklılaşmayı doğurur
kadrolar, kavga, anarşi, silahlı mücadele gibi
3- Birbirine farklılaşan toplum öğeleri arasındaki
kavramlar belirleyici hale gelmiştir. Toynbee18
mücadele ve çekişme değişimi körükler.”
ise toplumların içerden meydan okumayla
Devrimci kategori, toplumların ancak içeriden
bir meydan okumayla değişebileceğine inanır. Her statüko örgütsel bir katılığa sahiptir. Mutlu ettiği toplum kesimleri onu sahiplenir ve değişmemesi için direnmeye başlar. Mutsuz olan toplum kesimlerinin toplumu değiştirme çabaları ise statükoya karşı bir başkaldırı ve meydan okuma niteliği taşır. Haddizatında onlar öyle düşünmese bile, statüko sahipleri durumu öyle değerlendirirler. Devrimci değişim fikrinin en
değişimini herhangi bir sınıfa bağlamamıştır. Talepleri toplumda yankı bulan herhangi bir toplum kesimi tarafından gerçekleştirilebileceğini
düşünmüştür. Tezini üç aşamalı olarak özetle şöyle ortaya koyar: “a) Yönetici azınlık yaratıcı niteliğini kaybeder; b) Çoğunluk, yönetici azınlıktan ümidini keserek onu izlemeyi bir kenara bırakır; c) Başka bir azınlığın meydan okumasına yönelen çoğunluk, kuvvetle ayakta durmaya başlayan yönetici sınıfı zorla (devrimle) yerinden atar.”
ünlü temsilcisi Marks’tır15. Proletarya16 devrimini gündeme getirmiştir. Aslında Marks temelde evrimci bir fikre sahiptir. Ona göre toplum denge noktasında ilerleyen bir organizma gibidir. Temel birimler kurumlar değil, sınıflardır. Toplumsal değişme, bu sınıflar arasında cereyan eden çatışma sonucunda doğal olarak gerçekleşir. Üretim araç ve şekilleriyle belirlenen kaçınılmaz evrelerden geçer. Köleci, feodal ve kapitalist
*** - Bu evrim kuramları içerisinde devrimci yöntem, - Devrimci yöntem içerisinde de Leninci çizgi, 20. Yüzyılın en popüler değişim yöntemi olarak benimsenmiştir. Bu popülerliğin en önemli gerekçelerinden birisi, yaklaşık 200 yıllık bir süre içerisinde insanlığa çok büyük zararlar vermiş olan kapitalizme (Batı dünyasına) karşı
Auguste Comte (1798-1857). Fransız filozof ve
11
sosyolog. Max Weber (1864-1920). Alman filozof ve sosyolog.
12
tek muhalefetin komünizm tarafından yapılmış olmasıdır. Bu dönemde İslam dünyası esaret
Emile Durkheim (1858-1917). Fransız sosyolog.
altında kendi başının derdine düşmüş ve kendisi
Aslında bu tezi ilk ortaya atan Aristo’dur. Fakat o
çözüme muhtaç bir durumda bulunmaktaydı.
13 14
değişim yönüyle değil, değişmeme yönüyle meseleye bakar. Kurulu düzenin değişmesini istemediği için nüfus
Sonuçta teorik boyutta “sol” düşünce, pratik
kontrolü önerir. Karl Marks (1818-1883)
17
Emekçi sınıfı
18
15 16
28
Vladimir İlyiç Lenin (1870-1924) Arnold Joseph Toynbee (1889–1975). İngiliz tarihçi.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
zeminde ise “devrimci hareket” tek alternatif
ise “önderlik tarafından alınan kararların
olarak ortaya çıktı. Kendisini ilk defa gösterme
bütün grup tarafından bir disiplin içerisinde
imkanı bulduğu Doğu Bloğu ülkelerinin dışında
uygulanması” şeklinde anlaşıldı. Örgüt/grup/
Güney Amerika’da ve Uzak Doğu’da da etkili
cemaat içi disiplin ve hiyerarşinin gerekçesi
oldu. Direk etkili olamadığı coğrafyalarda ise
oldu.
düşünceleri etkiledi ve zihinlerin “devrimci” bakış açısıyla oluşmasını sağladı.
Kısacası İslam ile devrim özdeş hale geldi.
İslam dünyasında sol ve devrimci düşüncenin
“Rabbani metot”, “devrimci metot” olarak
“birbirine zıt iki yankısı söz konusuydu. Bir taraftan
anlaşıldı.
Suriye ve Libya gibi bazı Müslüman devletler İslâm’ın aslında sosyalist bir yaklaşıma sahip olduğunu iddia ederek halk cumhuriyetleri kurdular ama bunlar özelde İslâm’ı kendi siyasetlerinin merkezlerine temel referans olarak almadılar. Diğer taraftan ise İslâm’ı kendi siyasi görüşlerinin merkezine alan İslamcılar, mevcut rejimlerin siyasi meşruiyetlerini kabul etmediklerinden, bunlara karşı geleneksel itaatkar tutum yerine devrimci bir tutum geliştirdiler.”19
Geliştirilen devrimci tutum, Seyyid Kutub’un “mücadele metodunu dinin hakikatiyle eş tutan yaklaşımı” ve bu yaklaşımın Müslümanlar üzerinde çok etkili olması nedeniyle dinden bir parça veya dinin kendisi gibi algılanmaya başlandı. İslam’ı anlama ve yorumlama biçimlerini derinden etkiledi. Hz. Peygamber’in tebliğinin “devrimci” olduğu; devrimci bir yöntemle mücadele verdiği; ve cahiliye toplumunu yıkıp yerine tamamen farklı bir sosyal yapı inşa ettiği düşüncesi iyice benimsendi.
İslam, Devrimci midir? Bu soruya kestirmeden cevap vermek, toptancı ve yüzeysel bir değerlendirme yapmak anlamı taşıyacağı için birkaç farklı noktadan meseleyi tartışmak istiyoruz. 1- Söylem yönünden Kur’an İslam’ı ve niteliklerini ortaya koyarken, onun Allah katından olduğunu; yerde ve gökte ne varsa her şeyin kendisine boyun eğdiğini23; insanın yapısına, yaratılışına ve tabiatına uygun olduğunu24; yeryüzündeki hiçbir varlığın onun gibi bir söz ortaya koyamayacağını25 anlatır. İslam’ın dışında kalan her türlü beşeri düşünce ve hayat görüşünün ise çok belirgin bir kusuru vardır: İnsan fıtratına hitap edemezler, insanoğlunun kendisine göre yaratıldığı temel gerçeklerle uygunluk gösteremezler. Fıtrata uygun bir hayat görüşü oluşturabilmek için fıtratı bilmek, fıtratı bilmek için de yaratmış
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği anlatıp kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun.”
20
ayeti, İslam
devletinin kurulduğu Medine’de nazil olmasına karşın, “öncü cemaat” fikrinin dayanağı haline geldi. Lenin’in öncü müfrezeleri, öncü cemaat ismini almış oldu.
olmak gerekir. Yaratmak ise sadece Yüce Allah’ın elindeki bir güçtür. Hem fıtratı bilmeyen, hem de; güce, mala, şehvete ve akrabaya karşı zaafı26 bulunan bir varlığın, yaşam biçimi oluşturmaya girişmesi zulüm ve adaletsizlik doğurur. İnsanlardan
“Allah kendi davası uğrunda, kurşunla örülmüş binalar gibi omuz omuza savaşanları sever.”21 ayeti,
Medine’de nazil olmasına; “güç birliği”ni ve “dayanışma”yı teşvik etmesine rağmen, (bazı kesimler için) örgütsel mücadele şeklinde anlaşıldı. “İşleri aralarında danışma iledir.”22 ayeti Yrd. Doç. Dr. Vejdi Bilgin. Câhiliye’den İslâm’a Geçiş:
19
bazıları, güç yetirebildikleri kimseleri hırs ve çıkarlarının esiri haline getirerek onlara efendilik yapmaya başlarlar. Bir yanda çok küçük bir mutlu azınlık, öte tarafta mutsuz ve ezilen kitleler oluşmasına sebep olurlar. Bu yüzden İslam, zulüm ve adaletsizlik üreten hayat görüşlerini; “bilgisizlik” anlamında
Tebliğ ve Sosyal Akışkanlık. Uludağ Ün. İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt: 14, Sayı: 1, 2005, s. 123-142
Al-i İmran 3/83
23
Al-i İmran 3/104
24
Saff 61/4
25
Şura 42/38
26
20 21 22
Rum 30/30 İsra 17/88 Al-i İmran 3/14
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
29
cahiliye, “gerçeklerin üzerini örtmek” anlamında
ayrılık olmadığı sürece; güç yetirememekten
küfür, adaleti bozup kargaşa ve karışıklığa
doğan farklılıkları doğal, yorum farklarını ise
sebep olmalarından dolayı ise fitne olarak
zenginlik olarak kabul eder. Kısacası, söylemin
niteler. Yeryüzünde adaletin tesis edilmesi ve
açıklığı ve anlaşılırlığı yönünden devrimci olarak
mutlu bir yaşantının oluşması için, bunların ve
isimlendirilebilecekse de, söylemin insanlara
bunlar üzerine yükselen düzenlerin ortadan
ulaştırılması ve yankı bulmak için çalışılması
kalkması gerektiğini söyler. Müslümanlara hedef
noktasında aynı şey söylenemez.
olarak gösterir.27
3- “Toplumların tevhid temelinde değişimi”
Bu yönüyle İslam, zulüm ve adaletsizlik karşısında devrimci bir tutum takınır; uzlaşmaya asla yanaşmaz.
“Toplumların tevhid temelinde nasıl
2- Söylemini ifade ederken
yapmamız gerekmektedir:
değişecekleri” konusunda öncelikle şu tespitleri
İslam, Furkan’dır28; doğruyu yanlıştan, hakkı
1. Toplumların değişimi, değişim sürecinde
batıldan, iyiyi kötüden ayırır. Allah’ın doğrularını
kullanılacak araçlar ve yöntemler; teknik
eğip bükmeden insanlara duyurur. Belli odaklara
konulardır. Toplumdan topluma, çağdan
yaranmak için doğruları saklamaz, eksiltmez.
çağa farklılık gösterirler. Bir toplumun
Söylemini ifade ederken dimdiktir. Gerçekleri
değişiminde başarılı olmuş, toplumsal
anlatırken dosdoğrudur. Zulme ve adaletsizliğe
karşılık bulmuş bir yöntem veya araç, yanı
(yani şirke) karşı keskin, korkusuz ve açık
başındaki başka bir toplum için hiç de
sözlüdür. Öyle ki, hakkı batılın başına çarpar ve
uygun olmayabilir. Hatta tepki doğuran,
onu paramparça eder.29
tam zıddı sonuçlara yol açan bir nitelik arz
Söylemin insanlara duyurulması noktasında ise ısrarcı ve sabırlıdır. “Anlamıyorlar!” deyip kestirip
edebilir. 2. İlke, prensip ve değerleri vazeden bir din
atmaz. Eksik veya yanlış anlayanları bir anda
olarak İslam, her dönemde geçerli olan
dışlamaz.
ve her toplumda uygulanan sabit değişim
Fikrin açık ve net bir şekilde duyurulmasını, Müslümanlar için en önemli sorumluluklardan biri olarak ortaya koyar. Hatta önemine binaen meseleyi; davet, tebliğ, öğüt, beyan, inzar, müjdeleme, iyiliği emir, kötülükten nehiy gibi birçok kavramla birlikte ele alır. Kestirip atan değil, gönülleri kazanmaya çalışan bir tarz
araç ve usulleri önermez. Zaten araçların ve usullerin “değişmez” kaydı şartıyla belirlenmiş olması, dinin evrenselliğine uygun düşmez. Bu noktada dinin sabiteleri ile zaman ve mekana göre değişen hususları birbirinden doğru ayırmak gerekir. 3. Müslümanlar, içinde yaşadıkları toplumu
önerir. Dışlamayı, ittirmeyi değil; çekmeyi ve
“iyilik ve hayra” doğru değiştirmek
İslam’la ilgili ortak noktaları çoğaltmayı öğütler.
istiyorlarsa; topluma ulaşmanın, kendilerini
Gece dinleyebilene gece, gündüz dinleyebilene
doğru bir şekilde anlatmanın ve toplumun
gündüz anlatılmasını ister. Yumuşak sözden
vicdanı haline gelmenin yollarını bulmak
anlayana öğüt verip müjdelemeyi, sarsılmaya
zorundadırlar.
ihtiyacı olanı ise inzar edip uyarmayı tavsiye eder.
Bu tespitlerden hareketle şu sonuca varabiliriz; “Metot beşeri bir tecrübedir.”
İnsanların anlayış, güç ve kapasitelerinin farklı farklı olduğuna dikkat çekerek, bütün insanlığı tornadan çıkmışçasına tek tip hale getirmeye çalışmaz. Temel doğrular üzerinde
Makalenin önceki konularında gündeme getirilen toplumsal değişim kuramları, tarihin farklı dönemlerinde yaşanmış olan beşeri tecrübelerin belli yönleriyle yorumlanması sonucu ortaya
Bakara 2/193
çıkmıştır. Bir tecrübe tespiti olarak kalsa,
Furkan 25/1
dikkate alınabilir ve yararlanılabilir. Ama
27 28
Enbiya 21/18
29
30
yönünden
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
devrimci yöntem de dahil hepsi, odaklandıkları tecrübeden yola çıkarak bir yaşam biçimi vazetmektedirler. Müslümanlar, içinde yaşadıkları çağın kavram ve tecrübelerine karşı ön yargılı ve mesafeli davrandıkları halde, ironik bir şekilde aynı duruşu “devrim” yöntemine karşı göstermezler. Ona karşı bir ön kabul ve sempati oluşmuştur.
sorumluluk yüklemez.” (Bakara 2/286)
Bu ayetler, toplumsal değişimin niteliğine işaret etmektedir: Eşyanın doğası gereği toplumlar birden bire, aniden değişmezler. Değişimi isteyenler (veya dayatanlar) farklı konumlarda bulunabilir; bu konumlarını farklı yöntemlerle elde etmiş olabilirler; ama değişimin olabilmesi için toplumların değişmeyi ister hale gelmesi
Devrim konusunda gösterilen yaklaşımı diğer değişim kuramlarına da gösterdiğimizde (yani felsefesini göz ardı edip sadece yönteme odaklandığımızda), insanlık tarihinde bu kuramların hepsine uyan değişim örneklerinin bulunduğunu söyleyebiliriz. Ama öte taraftan hiçbir yöntemin “tek yöntem” olduğunu söyleyemeyiz.
gerekir. Değişimi ister hale gelmenin ise çeşitli aşamalarından bahsedilebilir. - İlk aşama tebliğ ve davet aşamasıdır: Değişimi isteyenler kendilerini topluma doğru bir şekilde anlatmayı başarmak zorundadırlar. Kandırmayı tercih edebilirler, ama gerçekler ortaya çıktığında “karşı devrim” veya “sosyal kaos” unsurlarını göz
Toplumların değişiminde İslam’ın yaklaşımına gelince:
önünde bulundurmaları gerekir. Sağlıklı değişimin yolu ise eleştirilerin, taleplerin ve hedeflerin doğru bir şekilde anlatılmasından
İslam’ın bu konudaki en temel mesajı; zulmü ortadan kaldırmak ve adaletsizliklere son vermek için çaba göstermek noktasındadır.
geçer. - İkinci aşama, toplumun ikna olması aşamasıdır: Değişimi isteyenler, tezlerinin
“Hakkı inkara şartlanmış olanlara itaat etme;
toplumda bir yankı bulmasını sağlamaya
bilakis ilahi mesajın ışığında onlara karşı dirençle
çalışmak zorundadırlar. Dayatma ve
mücadele et!” (Furkan 25/52)
zorlama, doğru ikna yöntemleri değildir. Ya
“Size ne oluyor da Allah yolunda ve o ezilen erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda savaşmıyorsunuz? Baksanıza “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu memleketten kurtar; bize katından bir koruyucu bir yardımcı gönder!” diye yalvarıp duruyorlar. Halbuki iman edenler Allah yolunda savaşırlar; kafirler ise şeytani önderin yolunda savaşırlar. Ey iman edenler! Siz şeytanın dostlarıyla savaşın ve bilin ki şeytanın hilesi
er geç ters tepmesine yol açar, ya da köleliği karakter haline getirmiş, ruhunu ve azmini yitirmiş işe yaramaz bir topluluk doğmasına sebep olur. Ama toplum bir kere ikna olunca da karşısında hiçbir güç duramaz. Baskıcı ve zalim bir otorite tarafından yönetiliyor olsa bile, toplumdaki değişim talebi er geç onu yıkar. - Üçüncü aşama ise, değişimin
zayıftır.” (Nisa 4/75-76)
kurumsallaşması aşamasıdır: Toplumun ikna
“Zulüm ve baskı kalkıp, her alanda Allah’a
olmasıyla birlikte, ikna olunan hedeflerin
özgürce kulluk edilebilinceye kadar onlarla savaşı
gerçekleşmesini sağlayacak bina inşa
sürdürün. Eğer baskı ve zulümden vazgeçerlerse
edilmeye başlanır.
kendi hayırlarına olur; çünkü Allah ne yaptıklarını görmektedir.” (Enfal 8/39)
İfade edilmeye çalışılan bu aşamalar, “Bir toplum kendi özündekini değiştirmedikçe Allah
Çabanın nitelikleri çerçevesinde ise “tedriç” ve
da onların durumunu değiştirmez”30 ayetinde
“güç” kavramlarını gündeme getirir:
karşılığını bulurlar. Nasıl ki Yüce Allah kitabını,
“Onu insanlara yavaş yavaş okuyasın diye bölümlere ayırıp parça parça (tedricen) indirdik.” (İsra 17/106)
eşyanın doğasındaki bu gerçekliğe uygun bir şekilde indirmiş; kimseye taşıyamayacağı yük yüklememiş ve taşımaya hazır olmadığı sorumluluklarla karşı karşıya bırakmamışsa;
“Allah hiç kimseye gücünün üzerinde bir
Ra’d 13/11
30
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
31
yeryüzünde hayırların yaygınlaşması için
vermişse –ki biz öyle düşünüyoruz-) onun tedriç
çabalayan Müslümanların da bu gerçekliği
ilkesine bağlı kaldığını açıkça göstermektedir:
dikkate almaları gerekir.
“İşte Biz Yusuf’a böyle bir çare öğrettik; yoksa kralın
Kur’an, farklı farklı konumlarda olup da, toplumları hayra doğru değiştirmek isteyen peygamber örnekleri içermektedir: Hz. Yusuf örneği; değişim isteyenler iktidar makamında
Bilgeliği kral tarafından fark edilen, bundan dolayı danışman olması istenen Hz. Yusuf, geleceği öngörülen kıtlık dönemlerinin yönetimi için kraldan yetki istemiştir: “Ülkenin kaynaklarının yönetimini bana bırak; ben onları korumasını bilirim!”31 Elde ettiği yetki Kur’an’da
şöyle anlatılmaktadır: “Orada dilediği gibi davranabiliyordu.”32
asla mümkün değildi.”33 Ayetin bahsettiği bu
olay, yedi bolluk yılının ardından gelen kıtlık yıllarında kardeşleri erzak almaya geldiklerinde gerçekleşmiştir. Ve o zaman sürecinde kralın kanunları varlığını sürdürmüştür. Dolayısıyla Hz. Yusuf gücü elde ettiğinde devrimci bir yöntem ve tutumla; gücünü dayatan, var olan her şeyi bir anda alaşağı eden, yerine İslam’ın ilke ve kurallarını -zorla da olsa- kabul ettiren bir yaklaşımı değil, toplumu tedrici bir süreç içerisinde dönüştürmeyi tercih etmiştir. Sebe toplumu örneği; değişim isteyenler
Hz. Yusuf’un Mısır’da yaptıklarıyla ilgili farklı yorumlar vardır. Kimi görüş sahipleri; o dönemin Mısır’ında zaten tevhid inancına benzer bir inancın bulunduğunu, Hz. Yusuf’un Mısır’daki görevinin de batıl ve zorba bir otoriteye karşı mücadele vermek değil tevhid inancını doğru bir şekilde öğretmek ve o toplumu yaklaşan bir felaketten korumak olduğunu söylerler. Kimi görüş sahipleri “tağuta hizmet”
dışarıdan müdahale eden güçlü bir toplum
Yüce Allah Hz. Süleyman’a, kuşlardan, insanlardan ve cinlerden müteşekkil bir ordu34 nasip etmişti. O da Allah’ın kendisine nasip ettiği gücü; yeryüzünde adaletin tesisi ve zulmün ortadan kaldırılması için kullanmayı seçmişti. Kur’an bize onun tutum ve yaklaşımından bir örnek olarak Sebe toplumundan bahsetmiştir.
düşüncesinden hareketle “memuriyet” fikrine
“Sebe kraliçesi Süleyman’ın mektubunu alınca,
karşı çıkar ve; ya Hz. Yusuf’un konumunu
etrafındakilere, ‘Beyler!’ dedi, ‘Bana çok önemli
farklı şekilde görmeyi, ya da tartışmamayı
bir mektup gönderilmiş! Mektup Süleyman’dan
tercih ederler. Genel kabul gören bir başka
geliyor. Mektuba Rahman ve Rahim olan Allah’ın
yorum ise; peygamberlerin sapmış veya yoldan
adıyla başlamış ve ‘Sakın bana karşı büyüklük
çıkmış toplumlara gönderildiğini, Hz. Yusuf’un
taslamayın; Allah’a teslim olarak davetime icabet
Mısır’daki konumuyla diğer peygamberlerin
edin!’ demiş.” (Neml 27/29-31)
kendi kavimleri karşısındaki konumları arasında bir fark bulunmadığını, dolayısıyla sadece felaketi savuşturmaya dönük bir memuriyet değil kendisine karşı oluşan güven ile davet ve tebliğini yerine getirdiğini söylerler (Tabii her halükarda, Hz. Yusuf kıssası etrafında farklı tartışmaların olduğunu unutmamak gerekir). Kıssa nasıl yorumlanırsa yorumlansın, (devrimci yorum biçiminin tersine) güç noktalarının ele geçirilmesiyle birlikte inancın dikte edildiğine dair bir işaret yoktur. Aksine kardeşini alıkoymak için başvurduğu yolu anlatan ayetler, (eğer toplumu değiştirmek üzere bir mücadele
Bu örnekte; Sebe toplumu için işgal anlamına gelen bir olay anlatılmaktadır. Değişimi talep eden güç toplumun içinden değil, dışarıdan yönelen bir tehdit şeklindedir. Fakat sonrasında, Sebe melikesi ve toplumu İslam’ı kabul etmişlerdir. Buradaki kabul edişin “tehdit ve korku” sebeplerinden kaynaklandığını düşünemeyiz. Çünkü bir peygamber, insanları zorla Müslüman yapmak için uğraşmaz. İslam’ın mantığına daha uygun olan yorum şudur: İslam’ı bilmediği için adaletten uzaklaşmış olan baskıcı yönetimin son bulmasının ardından, toplum iradesiyle baş başa kalmıştır. Bu esnada
Yusuf 12/55
33
Yusuf 12/56
34
31 32
32
kanunlarına (Melikin dinine) göre kardeşini alıkoyması
Yusuf 12/76 Neml 27/17
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
İslam topluma anlatılmış ve ikna olmaları
çağın gerekleri ve toplumların durumuna
sonucu İslam’ı kabul etmişlerdir.
göre, ilkelerle çelişmeyen farklı farklı usul
Hz. Muhammed örneği: Değişim isteyenler özel bir makamı ve gücü olmayan insanlar
Resulullah’ın örneğinde ise diğer iki peygamberinkinden farklı bir durum göze çarpar. O önce en yakınlarını uyararak başladığı davet faaliyetlerini her geçen gün daha geniş kitlelere yaymış ve toplumuna İslam’ı anlatmıştır. Tamamen tedrici ilkeler çerçevesinde, halkın
ve araçlar kullanılabilir.
Sonuç: “Yöntem”, mesajı anlatmak için Kur’an’da kullanılmış bir kavram değildir. Direk yönteme atıfla Kur’an’da geçen herhangi bir ayet ve örnek de bulunmamaktadır.
istemesi ve desteklemesi sonucu toplumu
Yöntemle ilişkilendirebileceğimiz bütün ayetler,
dönüştürmeyi başarmıştır.
“Kur’an’ın mantığına göre bu doğrudur; bu ise
Bu örnekler bize şunları gösterir: 1. Bir toplumu hayra doğru değiştirmek isteyen güç, konumunu; halk desteğini kazanarak, hakim sistemin boşluklarını kullanarak, (bilinen bir örneği olmamakla birlikte) darbe yaparak veya fetih yoluyla elde etmiş olabilir. Karizmatik bir lider, İslam’ın bir yorumunu ideoloji haline getirmiş bir grup, güçlü bir aile, haksızlığa uğramış bir sınıf veya dışarıdan gelen tehditkar bir güç kimliğiyle karşımıza çıkabilir.
yanlıştır!” diyebilmek için bizlerin referans aldığı
ayetlerdir. Bu ilişkilendirmeyi de, toplumsal değişim alanında yaşanmış beşeri tecrübelerden yola çıkarak yapabilmekteyiz. Bu sebeple “metot özden (dinden) bir parçadır” şeklinde özetleyebileceğimiz yaklaşım, altı doldurulamayan bir tespit olarak karşımıza çıkar. Bu yaklaşım, o düşünceye sahip olan kimselerin onay verdiği değişim yönteminin din (veya dinden bir parça) haline gelmesine yol açmaktadır. Yöntemin dinileşmesi ise bir yandan dinin sınırlarını zorlayan, bir yandan Müslümanların bakış açısını daraltan, bir yandan
2. Eğer zulüm, ahlaksızlık veya adil olmayan yollarla elde etmemiş ve orada bulunmak için bunlardan herhangi birine başvuruyor değilse, İslam hiçbir konuma “hayır!” demez.
da Müslümanları içinde bulundukları toplumun gerçekleriyle örtüşmeyen yollar takip etmeye zorlayan bir sonuç doğurur. Oysa İslam metot dayatmaz. Her çağ ve her ortam için geçerli olacak sabit yöntem ve araçlar
3. Fakat toplumu hayra doğru değiştirmek isteyenler hangi konumda bulunursa bulunsun; İslam dayatmacı değildir ve konumu kullanarak yapılan dayatmaları onaylamaz; zorlayıcı değildir gücünü kullanarak yapılan zorlamaları kabullenmez. Değişimin başlangıç noktası neresi olursa olsun, tabandan tavana doğru bir süreç izlemesini öngörür. Değişime konu olan görüşlerin ve hedeflerin topluma doğru bir şekilde anlatılmasını, toplumun ikna edilmesini değişimin anahtarı olarak sunar.
önermez. Toplumsal değişim kuramlarında olduğu gibi; kimi toplumlar nüfus hareketiyle, kimi toplumlar teknolojinin değişmesiyle, kimi toplumlar kültürün gelişmesi, kimileri dışarıdan müdahale, kimileri darbe, kimileri ise devrim yöntemleriyle değişebilirler. Bu yöntemlerin hiç birisi, bütün toplumların kendisiyle değişeceği “ana değişim yöntemi” değildir. Ama her toplum ikna olduğu ve kabullendiği takdirde bunlardan birisiyle değişebilir. En iyi değişim yöntemi, toplumun nitelik ve özellikleriyle en fazla örtüşen, topluma kendisini en fazla kabul ettiren değişim yöntemidir.
4. Toplumun bilgilendirilmesi ve ikna edilmesi süreci, sabit araç ve usullerin kullanıldığı bir süreç değildir. Teknolojinin imkanları,
Aksi takdirde bütün değişim yöntemlerinin kendilerine göre olumlu ve olumsuz sonuçlar üreten yönleri bulunur. Devrim yöntemi de
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
33
sempatik bulunmasına rağmen sorunsuz bir değişim yöntemi değildir. Eğer Müslümanlar, değişim yöntemlerine; “hiçbirisi sorunsuz değildir” gözüyle bakabilirlerse, içinde bulundukları şartlar hangi yönteme zorlarsa zorlasın ona karşı objektif olabilir, olumsuz yönlerini en aza indirebilmek için bir çaba gösterebilirler. Ama şekilde bakma ihtimali kalmaz. Çünkü dini olan sorgulanamaz. İslam ise tevhid, adalet ve ahlak ilkeleriyle ters düşmediği sürece hiçbir değişim yöntemine karşı taraflı değildir. İçinde bulundukları toplumu iyilik ve hayır yönünde değiştirmek isteyen Müslümanlar, içinde bulundukları toplumun özel şartları çerçevesinde kendilerini darbe yaparak ifade etmek zorunda kalabilirler; serbest seçim yöntemleriyle seslerini duyurma imkanı bulmuş olabilirler; bir ülkeyi fethetmiş veya kendilerini bir ülkenin yönetiminde bulmuş olabilirler vs. İslam hiçbir başlangıç noktasına hayır demez. Değişimi gerçekleştirenlerin samimiyeti ve Kur’an’ın ilkelerine bağlılıkları nispetinde, her duruma dönük öneri ve çözümleri bulunur. İlke ve değerleriyle ters düşmediği sürece İslam, bir grubun nasıl değişimin öncüsü haline geldiğinden ziyade, değişimin nasıl olacağıyla ilgilenir. Ve tedrici karakterini ortaya koyar. Önce toplumda işleyen zulüm çarkının bozulması ve adaletin sağlanarak herkesin özgür iradesiyle baş başa kalmasının temini ile işe başlar. Fakat bundan sonra “Dinde zorlama yoktur.”35 ilkesi çerçevesinde, değişime öncülük eden grubun kendi fikirlerini zorla topluma dayatmasına müsaade etmez. Önceden kalan bütün tecrübe ve birikimin yerle bir edilmesini onaylamaz. Değişim ve yeniliklerin, toplum hazmettikçe ve onayladıkça ağır ağır gerçekleştirilmesini öngörür. Böylece toplumun gerçekleriyle ters düşmeyen ve baskı ile değil akıl ve sağduyu ile işleyen bir
www.islamiyorum.com
herhangi bir yöntem dinileşirse, ona karşı bu
sürecin ortaya çıkmasını sağlar. - BİTTİ -
Bakara 2/256
35
34
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak Devrim
MAKALE 3 :
DEVRİMCİ DURUŞ
“Tevhidi Duruş, İslami Duruş...” Nuri YILMAZ Devrimci duruş, “devrim” kavramından türemiş
“kastedilen o değil ki!” denme ihtimali vardır ve
bir nitelemedir. Devrim, sözlük anlamı belli ve
söyledikleriniz hedefini bulmaz.
ne kastettiği açık bir kavram iken, devrimci duruş için aynı şey söylenemez. Devrim, bir toplumsal değişim yöntemidir. Devrimci, devrim yöntemini kullanarak içinde yaşadığı toplumu değiştirmek isteyen kişidir. Devrimci duruş ise devrim yöntemini eleştirenlerde bile görülebilen bir tutum, bakış, duruş ve algılayış biçimidir. Aslında bu niteleme, birisi hakkında “büyük adam!” demeye benzer. Açıklayıcı ifadeler bulunmadığı zaman, çocuk olmadığı mı anlatılmak isteniyor; iri cüsseli olduğu mu kastediliyor; yoksa şişmanlığına veya erdemli bir insan olduğuna mı vurgu yapılıyor, anlamak
Fakat bununla birlikte bu niteleme, İslam’ı hayatlarında birinci öncelik haline getirmiş ve İslami camia içerisinde en dinamik kesimi oluşturan Müslümanlar açısından; kendilerini diğerlerinden ayırt eden bir kimliğe dönüşmüştür. Ne var ki belirsizlikler ve farklılıklar daha kimliğin isimlendirilmesi noktasından başlar; Kimileri “tevhidi duruş” veya “İslami duruş” ismini tercih etmekte, kimileri ise “dik duruş”, “net duruş”, “uzlaşmasız duruş” vs. gibi tamlamaları uygun görmektedirler. Bu nitelemelerin hepsinde aşağı
mümkün olmaz.
yukarı aynı şey kastediliyor olmasına rağmen,
“Devrimci duruş” da işte böyledir. Her kullanan
yanında kullanılan kavram da değişkenlik arz
bir şey kasteder, ama hem kullanımlar arasında
eder.
“tanım” farklarına göre “duruş” kelimesinin
anlam farklılıkları vardır hem de kullananlar bir kavram netliğinde içini dolduramazlar. Böyle olunca da övseniz bir derttir, eleştirseniz bir dert; kimi tanım sahipleri memnun olur, kimi tanım sahipleri rahatsız olur. Net bir tanımı olmadığı için övseniz de yerseniz de,
Şüphesiz her kullanımın, kullananların zihninde ve pratiğinde karşılığını bulan bir sebebi vardır. Ancak kullananın yüklediği anlama göre değişebilen tanımlar karşısında, bütün nitelemelerin tek tek değerlendirilmesi için önce (kimin ne anlamda kullandığına dair) ciddi bir
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
35
istatistik çalışmasına ihtiyaç vardır. Biz ise, bu
taşımış olan devrimci duruş sahiplerinin,
nitelemelerden kastedilenin ne olduğundan
o konuma yeniden gelebilmesi için
ziyade, bu nitelemelerle ifade edilmeye
önerilerimizi ortaya koyacağız. (Bozulması
çalışılan “duruş” biçimini değerlendirmek/
gereken ezberleri ve yıkılması gereken zihin
tartışmak istiyoruz. Dolayısıyla, her ne kadar
duvarlarını tespit etmeye çalışacağız)
farklı isimlerin farklı gerekçeleri olsa da, biz; “devrimci duruş” dediğimizde hepsini kastetmiş olacağız. Fakat iş bununla bitmemektedir. İsimlendirme noktasında karşımıza çıkan problem, aynı şekilde tanımlama noktasında da önümüzde durmaktadır. Bir duruş, bir bakış ve tavır biçimi düşünün:
Anlamı net bir kavram veya ne kastettiği açık bir tez olmadığı için, sabit bir tanım yapmanın imkanı yoktur. Fakat karşı çıktığı tezler üzerinden hareket ederek, üzerinde daha kolay ittifak edilebilir sonuçlara ulaşacağımızı düşünüyoruz. Bunun için de, bu duruş biçiminin
- Müslüman kimliğin göstergesi haline gelmiş, - Müslümanların içinde bulundukları çağı, yaşadıkları coğrafyayı, etraflarında gelişen olayları anlama biçimini belirliyor, - Ve onlar karşısında geliştirilecek tavırlarda ölçü oluyor.
gelişip yayıldığı dönemdeki anlayışlar ve pratikler üzerinden gideceğiz. Gelenekçilik ve Modernizm karşısında Devrimci duruş: “Devrimci duruş”, çok da eski olmayan bir geçmişe sahiptir.
Fakat bununla birlikte: - İslami camianın en dinamik kesimi, bir nevi tabu haline gelmiş bu duruş biçimi yüzünden, dinamizmini yitirmeye başlamış ve gelişen şartlara denk düşecek yeni tavır ve söylemler geliştiremez olmuş. - “İslam devrimi” fikrinin tek geçerli yöntem olarak görüldüğü dönemden kalma bakış açılarının etkisiyle, dar çerçeveler içine sıkışıp kalmış ve etrafında olup bitenleri doğru okuyamıyor.
Batı’nın İslam dünyası karşısında hızla ilerlediği ve Müslüman düşünürlerin bu durum için çareler aramaya başladığı dönemlerde ortaya çıkmıştır. Dönemin en önemli özelliği, İslam dünyasındaki fikir arayışlarının neredeyse bin yıldır uykuda olmasaydı. İslam, şekil, kalıp ve kurallardan ibaret bir din haline getirilmişti. Bu din algısı, toplumların nispeten yavaş değiştiği imparatorluklar döneminde fazlaca sorun teşkil etmemişti. Ne var ki Batı’da ortaya çıkan gelişmeler ve bu gelişmelerden
Oysa İslam dünyasının, bu kesimin ortaya koyacağı çaba ve sahip olduğu dinamizme her zaman çok ihtiyacı olmuştur. Bu role olan inancımızdan dolayı da; net bir tanımı olmadığı, herkesin tanımına uygun bir söylem tarzı geliştirmenin zorluğu ve bu kesimin çok çabuk dışlayan bakış açısına rağmen, bu meseleyi tartışmak istiyoruz.
sonra vücut bulan sanayi devrimi, toplumların nitelik ve ihtiyaçlarını derinden sarsmış ve hızla değiştirmeye başlamıştı. İşte o zaman geleneksel din algısının problemleri kaçınılmaz olarak kendini göstermişti: Kalıpçı ve kuralcı anlayış “akla” meydan vermiyor, gelişen ihtiyaçlara yeni çözümler aranması önünde büyük bir engel oluşturuyordu. Bu yüzden, İslam dünyasının sorunlarına
Bu çerçevede;
çare aramaya başlayan düşünürler, geleneği
- Önce devrimci duruşu tanımlamaya
sorgulamak ve “aklı” geleneğin prangalarından kurtaracak açılımlarda bulunmak zorunda
çalışacağız. - Sonra, (bir başlangıç teşkil etmesi
kaldılar. Ne var ki kadim bir geleneğin
bakımından) tartışılması gereken yönlerle
değişmesi kolay değildir. Geleneğin gücünden
ilgili görüşlerimizi ifade edeceğiz.
dolayı ilk söylemler, bir aşırılıktan başka bir
- Sonra da, bir dönem “öncülük” sorumluluğu
36
“Devrimci duruş” nedir?
aşırılığa kaymaktan kurtulamamışlardır. Batı’yı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
örnek almada ileri gitmişler ve mesela Ali
olarak görüp, onlara karşı savaşa girişmeyi
Abdürrezzak, Taha Hüseyin gibi isimler (o gün
ve bu savaş için stratejiler geliştirmeyi
için kabullenilmesi mümkün olmayan) “laik
daha önemli bulmuş
devlet” görüşünü savunur hale gelmişlerdir. Seyyid Ahmet Han’ın başını çektiği bir ekol, neredeyse Kur’an’ı Kur’an’sız yorumlama
4. İhtiyaç duyulan cevaplara ise, geleneğin tortusu veya modernizmin
noktasına savrulmuştur.
kafa karışıklığıyla değil, ilk dönem
Bir aşırılıktan başka aşırılıklara kayılmasıyla
tarzıyla ulaşılabileceğini söylemiştir.
birlikte, gelenekçilerin bu teşebbüsleri isimlendirmesi de çok kolay olmuştur. 19. Yüzyılda Fransa’da ortaya çıktığı kabul edilen ve “geleneksel sanatın, edebiyatın, toplumsal kurum ve yapılanmaların, giyim kuşam ve günlük yaşama ait her şeyin artık zamanını doldurduğu; bu yüzden bunların bir kenara bırakılıp yeni bir kültür icat edilmesi gerektiği” fikrine dayanan modernizm ile damgalanmışlardır.
Müslümanlarının yöntemi ve algılama
Kısacası, İslam dünyasının içinde bulunduğu sorunları tartışmamış ve zihin körlüğüne karşı derinlikli açıklamalar getirmemiş, ama bütün İslam dünyasında özgürlük mücadelelerinin vücut bulmasını sağlayarak İslam kaynaklı gelişmelere motor olmuştur. İslam dünyasında önemli bir etkiye ulaşmıştır. Bu eğilim, gelenekçilik ve modernizm karşısında, radikalizm; Bağnazlık ve savrulma karşısında
Modernizm damgası yiyenler içinde bu sıfatı gerçekten hak eden isimler bulunmakla birlikte, böyle bir nitelemenin ortaya çıkması, tarihi bir problemin yeniden canlanması anlamına geliyordu. “Akıl mı? Vahiy mi?” ikilemi
öze dönüş; sorgulama ve yenileme karşısında ise diriltme olarak karşımıza çıkar. İtaatkar tutum ve Islahatçı çabalar karşısında devrimci duruş:
yeniden ortaya çıkmakta, sanki birbirlerinin
Batı’nın İslam dünyasına karşı üstünlük
karşıtlarıymış şeklindeki algılayış yeniden
sağlamaya başladığı dönemler, Osmanlı
vücut bulmaktaydı. Bu çerçevede, geleneksel
imparatorluğunun hızla gerilediği dönemlerdir.
anlayışları sorgulayan ve geleneksel hüküm
Bu dönemde imparatorluk hala büyük ve
kaynaklarını (Kur’an-Sünnet-İcma-Kıyas)
nispeten güçlü olduğu için ilk arayışlar Islah
problemli bulan herkes (Cemaleddin Efgani,
yönünde olmuştur. Kimileri tamamen reformist
Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Muhammed
bir mantık ve Batı kültürünün referanslarıyla,
ikbal, Fazlur Rahman vs.) modernist olarak
kimileri ise İslam referanslarıyla düzeltme,
isimlendirilmekten kurtulamamıştır.
yenileme önerileri geliştirmeye çalışmışlardır.
Gelenekçilerin mevcudu korumak için direndiği,
Osmanlı İmparatorluğunun tarih sahnesinden
modernistlerin sorgulama ve yenileme için
çekilmesiyle birlikte Batı referanslı aydınların
uğraştığı böyle bir dönemde, “diriltme” mantığı
hareket alanı genişlemiş, İslam referanslı
çerçevesinde yeni bir eğilim vücut bulmuştur.
aydınlar ise entelektüel çabalar ve eğitim
Pakistan’da Mevdudi’nin, Mısır’da Seyyid
faaliyetleriyle yeni bir nesil inşa etmeye
Kutub’un başını çektiği bu eğilim:
girişmişlerdir.
1. İçinden geçilen ortamın, tartışmaktan
İslami duyarlılığı bulunan kesimler böylesine
ziyade yeniden varoluş mücadelesi verme
çabalar içindeyken, İslam’ı ibadet ve kurallardan
ortamı olduğunu kabul etmiş
ibaret gören gelenekçi kesimler, ibadetlerin
2. İslam dünyasının geri kalmasına sebep teşkil eden siyasi ve kurumsal meseleleri, “bugünün meselesi değil” diyerek ertelemiş (Bu görüş Kutub’a aittir) 3. Batı’yı ve yerli işbirlikçilerini “düşman”
yerine getirilmesine engel olmadığı sürece yeni yönetimlere rıza göstermekte bir sakınca görmemişlerdir. Seyyid Kutub ve Mevdudi’nin öncülük ettiği radikal kesimler ise, gelenekçilerin tutumunu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
37
itaat ve uzlaşma, entelektüel çabaları ise ıslah
dönem için tartışılması gereksiz gibi görülen
gayretleri olarak niteleyerek:
kimi meseleler ise bugün artık Müslümanlar
1. İtaat ve uzlaşmanın “Allah’tan başkasına itaat etmeme” ilkesine ters düştüğünü 2. Entelektüel çabaların, cahili rejimin izin
açısından acil cevaplanması gereken konular haline gelmiştir. - İdari-siyasi sistem, ekonomi, hukuk gibi
verdiği sınırlar içerisinde gerçekleştiğini ve
toplumsal yaşayışın farklı şubelerinde
onları güçlendirdiğini
karşılaşılan problemlere karşı, İslam nasıl
3. Mevcut şartların, cahiliye ile topyekun bir savaşı gerektirdiğini
çözümler sunuyor? - Nasıl bir yönetim modeli, nasıl bir ekonomi
4. Ve bu savaşın; cahiliye adına ne varsa tümden yok edip, İslami olanı tesis etme hedefiyle yapılması gerektiğini
modeli, nasıl bir hukuk modeli öneriyor? - Resulullah zamanındaki uygulamalar ve problemlerin çözümü için oluşturulmuş kurumlarla bugünün ihtiyaçlarını çözmek
söylemişlerdir.
mümkün olamayacağına göre, yeni çözümler
Böylece; itaat karşısında isyankar, ıslahat karşısında devrimci bir tavır takınmışlardır. ***
nasıl üretilecek? - Çözümün aranacağı kaynak/kaynaklar nelerdir? - “Çözüm için önerilen kaynakların bağlayıcılığı ve onlardan yararlanma biçimi”
Karşı çıktığı tezlerden hareket ettiğimizde
etrafındaki kadim tartışma çözümlemeden
“devrimci duruş”, ortaya çıktığı dönemi doğru
yeni ihtiyaçlara çözüm üretmek mümkün
tahlil etmiş ve dönemin ihtiyaçlarına denk
olmadığına göre, bu sorun nasıl aşılacak?
düşen bir tavır olarak görülmelidir. Stratejik ve hedef odaklıdır. Esaretten kurtulmak için
İşte bu nitelikteki sorular Müslümanlar
ne gerekiyorsa ona odaklanmış, yöntem
tarafından acil cevaplanmayı beklemektedir.
ve araçlarını ona göre oluşturmuştur. Ve bu şekliyle de İslam dünyası için önemli bir atılım zemini teşkil etmiştir. Geniş bir taraftar kitlesi kazanmıştır. Bu duruşu temsil eden Müslümanlar, “İslam devleti”nin yeniden teşekkülü olarak özetlenebilecek hedeflerine ulaşma başarısı gösterememişlerse de, Batı’nın gücünün kırılmasında ve birçok ülkenin bağımsızlaşmasında çok önemli etki ve katkıları olmuştur/olmaktadır.
“İslam” referanslı denemeler, Müslümanların bu konularda bir hazırlıkları olmadığını ve hazırlık yapmalarını sağlayacak fikri olgunluğa henüz sahip bulunmadıklarını belirgin bir şekilde ortaya çıkarmıştır. Birbirinden başarısız denemeler, İslam’ın kabiliyet ve özelliklerinin görülmesine imkan vermemektedir. Devrimci duruş sahipleri ise böyle bir
Fakat hedef odaklı bir duruş, başarılı pratik sonuçlar almaya uygun bir duruş iken, derinlikli ve kalıcı fikirler oluşturmak için yeterince uygun bir duruş biçimi değildir. Bu tespiti yaparken hiç fikir üretemez demek istemiyoruz. Mesela devrimci duruş tam aksine, düşüncede devrim olarak nitelenebilecek çok önemli fikirler geliştirmiştir. Fakat geliştirdiği düşüncelerin büyük bir çoğunluğu, odaklanmış olduğu hedef (yani cahiliye ve şirk tanımlaması) ve bu hedefe ulaştıracak yöntemlerle ilgili olmuştur. “Devrimci duruş”un ortaya çıktığı ve Müslümanların esaret altında bulundukları
38
Dünyanın değişik coğrafyalarında ortaya çıkmış
ortamda hala, “önce toplum/devlet, sonra çözüm” demektedirler. Yani çözümü; dikensiz bir gül bahçesi, hepsi birbirinden takvalı insanlardan oluşan ideal bir toplum oluşmasına ertelemektedirler. Biz, 60’lı yıllardan 90’lı yıllara kadar İslam dünyasına çok büyük katkıları dokunmuş olan bu kesimin, bakış açısını ve duruşunu yeniden gözden geçirme vaktinin geldiğini düşünüyoruz. Sahip oldukları düşünceleri “son nokta” olarak görmeyip geliştirmeleri gerektiğine inanıyoruz. Ve bu işe de bazı meseleleri yeniden tartışarak başlamaları gerektiği kanaatindeyiz.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Tartışılması gereken meseleler 1- Kafirun suresi ve “uzlaşma” konusunu yeniden tartışmak: “De ki: Ey kafirler! Ben sizin taptıklarınıza asla tapmam. Siz de benim taptığıma tapmazsınız. Ben sizin taptığınıza asla tapmayacağım. Siz zaten benim taptığıma tapmazsınız. O halde sizin dininiz size benim dinim bana!” (Kafirun 109/1-6)
olgunluğa uygun düşecek şekilde kavramlar gelişme göstermiştir. Nitekim “din” kavramı da böyledir: İlk dönemlerde din dendiği zaman “yüce egemenliğe, bu yüce egemen tarafından belirlenmiş değerlere ve “din gününe (cezamükafat)” vurgu yapılmışken; Medine’deki kullanımında “hayatın değişik şubelerinde kendisini gösteren bir yaşam biçimi” olarak karşımıza çıkar.
“Yalanlayanlara boyun bükme! Onlar senin
Kafirun suresi ve Kalem suresinin ilgili ayeti,
uzlaşmacı davranmanı istiyorlar; ta ki kendileri de
risaletin ilk dönemlerinde indiği ittifakla kabul
uzlaşmacı davransınlar!” (Kalem 68/8-9)
edilen ayetlerdir. Dolayısıyla din kavramı
Kafirun suresi ve Kalem suresinin yukarıda verilmiş olan ayetleri, devrimci duruş tarzının en önemli referans kaynaklarından biridir. “Tam anlamıyla İslami” olmayan her şeyden kopuşun ve “Tam anlamıyla İslami” olmayan her şeye karşı cephe almanın en önemli dayanağıdır. Peki, bu ayetler gerçekten; birey, fikir ve kavram bazında İslami olmayandan kopuşu ve İslami olmayana karşı keskin bir duruş
hakkında, Kur’an’ın tümü göz önünde bulundurularak oluşan mana bütünlüğü ve zihin berraklığının, bu ayetlerde olduğu gibi kastedildiğini düşünemeyiz. Hal böyleyken ayetler, kavramın bütün anlamları göz önünde bulundurularak anlaşılmaya çalışıldığında; “Dinden olanla olmayanı” ve “dini olanla olmayanı” ayırt eden ve dinden olmayanlarla arasına set koyan bir bakış açısı ortaya çıkarmaktadır. Bu ise daha işin başında; iyilik ve
sergilemeyi mi emretmektedir?
hayra çağrılacak toplum ile Müslümanlar arasına
Kafirun suresini doğru anlayabilmek için
yaşanması demektir.
anahtar kelime, “din” kavramıdır. Kur’an’ın din kavramını ele alışı incelendiğinde, kavramın dört ana unsuru1 ihtiva edecek şekilde kullanıldığı görülür:
bir mesafe girmesi, bir ayrılığın ve saflaşmanın
Oysa bu ayetler toplum ile Müslümanların arasını ayıran değil, tam tersi Müslümanları; vicdanın sesi, ezilmişin feryadı, yoksulun umudu haline getiren ayetlerdir. Şöyle ki:
1. Hakimiyet ve yüce egemenlik. 2. Bu yüksek egemenlik ve hakimiyete itaat edip boyun eğmek. 3. Bu hakim ve yüce egemen tarafından belirlenmiş olan düşünce, değer ve yönlendirmeler 4. Yaşantısını bu düşünce ve değerler sistemine uygun hale getirmek karşılığında yüce egemenliğin verdiği mükafat veya ona uygun olmaması halinde verdiği ceza.
Vahiy gelmeden önce Arap Yarımadası’nda geçerli olan hakimiyet düzeni/din, Mekke şehri merkezinde oluşmuş ve Kureyş kabilesi kontrolünde bulunmaktaydı. Kureyş kabilesi, civar kabileler ve devletlerle yaptığı ticaret anlaşmaları (ilaf) sayesinde düzenin kontrolünü eline geçirmişti. Putperestlik inancı ve Kabe’nin denetimini ellerinde bulundurmaları sayesinde din üzerinden güçlerini pekiştiriyor; kabilecilik taassubu ve herkesin bir kabileye bağlı olmak
Burada da görüldüğü gibi, Kur’an’ın mesajını
zorunda bulunması sayesinde siyasi olarak etki
anlatmak için kullandığı ana kavramlar, tek
sağlıyor; ticaret anlaşmaları, din turizmi, faiz
kelimeyle karşılık verilemeyecek derecede
ve fuhuş yollarıyla da ekonomik yönden herkesi
geniş anlamlara sahiptirler. Kur’an bir defada
cendere içine alıyordu. Birey, sisteme mecbur
indirilmiş bir manifesto veya başvuru kitabı
hale getirilmişti. Boynundaki boyunduruktan
olmadığı için de, içerikleri birden bire değil,
ve üzerindeki baskıdan kurtulma ihtimali
aşama aşama oluşmuştur. Müslümanların karşı
görünmüyordu. Verimsiz toprak ve hayvancılığa
karşıya bulundukları duruma ve ulaştıkları fikri
elverişli olmayan ortam sebebiyle herkes er geç
Mevdudi. Kur’an’a Göre Dört Terim. Din
1
borç almak zorunda kalıyordu. Fakat bir gelir
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
39
oluşturup borcunu geri ödeme şansı hemen
İşte kafirun suresi tam da bu noktada, zulüm
hemen yok gibiydi. Borcunu ödeyemeyenler,
düzenine bir reddiye, ona karşı bir isyan ve
kendilerine borç verenin takdir ettiği kadar bir
başkaldırı olarak nazil oldu. İndiği dönemi ve
süre; ya ailesinden bir ferdi köle olarak vermek,
o dönemde geçerli olan şartları göz önünde
ya da kendisi köleliği kabul etmek zorunda
bulundurduğumuzda şu tespitlere ulaşmaktayız:
idiler. Köle olarak verilen kadınlar fuhşa zorlanır ve elde ettiği gelirle borcu ödemesi sağlanırdı. Genel evler, toplumun normal karşılanan unsurlarından biri haline gelmişti. Faiz girdabına kapılanlar, kendilerini bir daha kolay kolay kurtaramazdı.
dışlayan; toplumu kategorize edip, saflaştıran bir çağrı değildi. İnsanlığın İslam’ı tanıması ve ona karşı kabul veya ret şeklinde bir tutum sergilemesi
Hakim düzen toplumda öyle bir adaletsizliğe yol açmıştı ki, toplumun büyük bir çoğunluğu kölelerden oluşuyordu. Zengin ve fakir arasındaki gelir uçurumu aşırı derecede derinleşmişti. Fakir kalabalıkların kendi başlarına geçinebilmeleri için bir imkan ve yol kalmamıştı. Er geç köleleşme tehlikesiyle karşı karşıya idiler. Bu ise öylesine bir travma meydana getirmişti ki, insanlar bir gün geneleve düşer korkusuyla kız çocuklarını öldürmeyi bile meşru görecek
noktasında Müslümanlara düşen sorumluluk davettir. Ve davet önemli bir sorumluluk olarak Kur’an’da birçok kavramla birlikte ele alınmıştır. Hedef, insanların iradelerini baskı altında kalmadan kullanabilecekleri ortamlar hazırlamaktır. Bu çerçevede; Müslümanların güçsüz olduğu dönemlerde gerçeklerin açıkça ortaya konduğu beyan yöntemleri ile Müslümanların gücü arttıkça da zulüm düzeninin varlığını ortadan kaldırmak suretiyle iradeler
noktalara gelmişlerdi.
baskıdan kurtarılmaya çalışılır. Davetin hedefi
İslam ise tevhid ve ahlak çağrısıyla ortaya
ziyade, insanları İslam konusunda bilgilendirmek
çıktı. Tevhid ilkesi, bir yandan hakim düzenin/
ve yankı bulduğu oranda zulüm düzeninin
dinin temel unsurlarından olan putperestliği
varlığını sona erdirebilmek için ortak paydalar
tehdit etmeye başladı, bir yandan ise elde
oluşturmaya çalışmaktır.
Müslüman olanla olmayanı ayırt etmekten
ettiği gücü zulüm için kullanan insanların maskesini düşürdü. İnsanları, zulme sebep olan bu odakların varlığına son vermeye davet etti. Ahlak ilkesi ise ezilmişi, darda kalanı, zorla fuhuş bataklığına sürüklenmeye çalışılanı onurlandırdı. Böylece hakim dinin/ düzenin temelleri çatırdamaya başladı. İslam’ın sesi toplumda yankı buldukça, düzen gücünü
Ayetlerin indiği dönem, iradeleri baskı altına alarak insanları köleleştiren zulüm düzenin son bulduğu bir dönem değildi. Tam tersi, feryatların sözü bastırdığı, ağır baskıların işitmeyi engellediği bir dönemdi. Böyle bir ortamda Müslümanlar çıkıp da, Müslüman olmayanlarla aralarına “din” duvarı örmüş olsalardı, toplumla
yitiriyordu.
olan iletişim ve bağlarını yitirirlerdi.
Farklı yöntemlerle düzenlerini korumayı deneyen
Oysa Kafirun suresi, halka karşı değil, halkın
Kureyş ileri gelenlerinin başvurdukları yollardan birisi de, Resulullah’ı güçlerine ortak ederek sistemin bir parçası haline getirmek ve tehdit olmaktan çıkarmak idi. Bu çerçevede, para, güç, kadın, hatta krallık teklif ettiler. “Bir yıl senin rabbine bir yıl bizim putlarımıza ibadet edelim” dediler. Bu teklifler samimi bir şekilde yönetimi paylaşma, yönetimde fakir ve ezilmişe de yer verme çabasını yansıtmıyordu. Tam tersi onlar Resulullah’ı satın alarak, zulüm düzenlerinin devamını garantilemeye çalışıyorlardı.
40
1. Kafirun suresi, Müslüman olmayanları
feryadını dillendiren bir çağrıydı. Onları dışlayan değil, onları çeken ve (asgari müştereklerle bile olsa) davasının ortağı haline getiren bir çağrıydı. Onların baskı altında kısılmış seslerinin söyleyemediğini söylüyordu. Korkudan ve sindirilmişlikten dolayı gösteremedikleri tavrı gösteriyordu. “Sizin dininiz size” diyerek zulüm dinini/düzenini reddediyor, düzen sahiplerine meydan okuyor; “benim dinim bana” diyerek yoksula, ezilmişe, çaresize sahip çıkıyordu. Kureyş ileri gelenlerinin “ayak takımı” dediği insanların bu söyleme büyük bir teveccüh
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
gösterme sebebi; onda vicdanlarının sesini
siyasi sisteminde; yöneticinin seçimi, görev ve
duymaları, çaresizliklerine çare bulmalarıydı.
yetki sınırlarının belirlenmesi açısından önemli
Eğer bu sure topyekun bütün insanlığa “sizin
bir yere sahip bulunmaktadır. Ve bu kavram aynı
dininiz size” demiş olsaydı, sesini onlara bu
zamanda, Arapların karar meclisi olan Dar’un
şiddette ve bu güzellikte duyuramazdı.
Nedve’deki işleyişi ifade eden bir kavramdı.
2. Kafirun suresi, günün değer, uygulama ve kavramlarına karşı bir reddiye, onları kullanmayı ve onlardan yararlanmayı “uzlaşma” sayan bir çağrı da değildi. İslam, yeryüzünden bağımsız kendi ideali/ ütopyası peşinde koşan, günün ve toplumun vakıasını yok sayan bir din değildir. Onun yeryüzünde adaleti tesis etmek ekseninde sabit ve değişmez değerleri vardır. Fakat değerlerini, toplumun gerçeklerini göz önünde bulundurarak bir süreç içerisinde gerçekleştirir. Bu çerçevede zulümle ve zulüm üreten hakimiyet düzeniyle mücadeleye girişir; fakat sırf “egemen” diye bir kesimi karşısına almaz. İyiye ve güzele doğru meylediyorsa, onu destekler ve daha iyi bir mecraya sokmak için çabalar. Doğru ve güzel olan uygulamalara “doğru” demekten çekinmediği gibi, ondan faydalanır; eksik olanı tümden reddetmek yerine eksikliğini tamamlar; yanlış olanları ise bir süreç içerisinde düzeltmeyi hedefler. Vakıaya bağlı ve vakıadan hareketle
Kabilelerin önde gelenleri bu mecliste bir araya gelir ve toplumu ilgilendiren kararları burada istişare ederek alırlardı. İslam ise adaletin sağlıklı bir şekilde tesis edilebilmesi bakımından bu kavramı uygun gördü ve kendi idari siyasi sisteminin temel kavramlarından birisi haline getirdi. B) Günün problem ve ihtiyaçlarına karşı; “(İslam toplumu dışındaki toplumların) cahiliye toplumu oluşundan kaynaklanan ihtiyaçlarını tanımak zorunlu değildir. (İslam) Bunlara cevap vermek gereğini de duymaz”2 şeklinde ortaya konan kanaatin de irdelenmesi gerekmektedir. Bu yaklaşım günün problem ve ihtiyaçlarını görmezden gelen ve bunların sanki sadece “cahiliye” olmalarından ötürü yaşandığını varsayan bir bakış açısı ortaya çıkarmaktadır. İslam’ın ise cahiliyeye ait ne varsa yıkıp atacağını, bir nevi toplumları sıfırlayacağını ve bununla birlikte sorunlarının da son bulacağını öngörmektedir. Bu bakış açısı İslam’ı, yeryüzü gerçeklerinden
çözümler getirir. Bu bakış açısı çerçevesinde: A) “İslam’ın kendi kavramları vardır; hiçbir noktada beşeri kavramlara ihtiyaç duymaz ve kendisini o kavramlarla anlatmaya çalışmaz” şeklinde ifadesini bulan yaygın bir kanaati irdelemek gerekmektedir. Bu kanaat, “İslam’ın mesajını doğru anlamak için onun kavramlarını doğru anlamak gerekir” yönüyle doğrudur. Ama beşeri kavramların Müslümanlar tarafından ağza bile alınmaması gerektiği yönüyle de hamaset içermektedir. Çünkü vahiy, gönderildiği toplumun diliyle inmiştir ve kavramlarını, o toplumun kavramlarından mesajına uygun olanları seçmek suretiyle oluşturmuştur. İlah, Rab, İbadet, Din gibi kavramlar, o toplumda kullanılmakta olan kavramlardı. İslam ise bunların dağınık anlamlarını bir araya getirerek Allah’a hasretti. Hatta ironik bir örnek olarak
bağımsız bir ideal haline getirmektedir. Oysa kölelik, cariye, çok eşlilik gibi meseleler çerçevesinde bakıldığında vakıanın böyle olmadığı görülebilir. Bir insanın bir insanı karın tokluğuna kendisi için çalıştırması veya bir insanın bir insana karın tokluğuna hizmet etmek zorunda kalması, İslami bakış açısına göre hoş karşılanacak bir durum değildir. Fakat kölelik, vahyin ilk indiği dönemin bir vakıasıdır ve net bir şekilde haram kılınması durumunda büyük bir sosyal probleme yol açacaktır. Toplumun büyük bir kesimi, kendi başına geçim imkanı olmayan insanlardan oluşmaktadır. Bu durumda İslam kölelere adil davranılmasını emretmiş, köle azat etmeyi özendirmiş ve köleliği ortadan kaldıracak süreci başlatmıştır. Meselenin hallini, toplumun o iş için hazır hale geleceği zamana ertelemiştir. Bu konular, daha önceki makalelerimizde yer yer değindiğimiz konular olduğu için
“meşveret” (müşavere, istişare) kavramından da bahsedebiliriz. Bu kavram, İslam idari ve
Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55 (Parantez içi
2
notlar tarafımızdan eklenmiştir)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
41
(tekrar olmaması maksadıyla) meseleyi fazla
Çünkü ıslahat, modernizm veya bunları
uzatmadan, cariye meselesinin ve çok eşlilik
çağrıştıracak herhangi başka bir kavramı
meselesinin mantığının da aynı olduğunu
tartışamadığımız zaman, kendimizi “devrimci”
söylemekle yetineceğiz.
yönteme mahkum etmiş oluyoruz. Eğer doğru
Fakat sonuç olarak, “sizin dininiz size, benim dinim bana!” demek; toplumların vakıasını reddetmek; onların tecrübe, birikim ve değerlerini “cahiliye” olarak niteleyip yok saymak değildir. Zulüm üreten hakimiyet düzenlerine karşı mücadele vermek, bunu yaparken mümkün olduğunca müşterekler oluşturup halkı yanına almak ve adaleti/tevhidi
sağlıklı bir zeminde yaptıktan sonra ulaşmalıyız. Sağlıklı zemin ise tarihi arka plan, ıslahatçı ve modernist olarak nitelendirilen teşebbüs ve isimler veya felsefi içerik değildir. Çünkü bu kavramlar “yöntem” ve “usul” ile ilgili kavramlardır. Bir felsefeye veya bir kişiye mal edilemezler.
tesis etmeye çalışırken toplumun birikimlerinden
Islahat, “eskiyen, bozulan, aksayan yanları
yararlanmaktır.
düzeltmek, iyileştirmek, kusur ve noksanını
2- Islahat, modernizm ve devrim kavramlarını yeniden tartışmak Islahat ve Modernizm, tarihi arka planı bulunan iki kavramdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde gerçekleşmiş bazı savrulmaları hatırlattığı için, haklarında önyargı oluşmuştur. Bir yandan düzenin izin verdiği kadarıyla ve düzenin araçlarıyla gerçekleştirilmeye çalışılan birer değişim çabası, bir yandan da dini esnetme veya bozma gayreti olarak görülmektedirler. Devrim fikrine meyilli Müslümanların gözünde
tamamlamak” anlamına gelir. “Bekleneni vermeyenin yerine yenisini koymak, reform” anlamında da kullanılmıştır. Modernizm ise felsefi bir kavramdır; belli bir dönemde ortaya çıkmış belli çabaları işaret eder. Ama felsefesinden arındırılmış olarak baktığımızda, “güne uygun hale getirme” olarak tanımlanabilir. Bu noktada sormamız gereken soru şudur: İslam düşünce ekollerinin eskiyen, bozulan, aksayan ve iyileştirilmesi, güne uygun hale getirilmesi gereken yönleri var mıdır?
bu kavramlar, devrimin zıddı olan “uzlaşmacılığı”
Tarihi gerçekler bu soruya “evet!” cevabı
yansıtırlar. Bu yüzden de, Kafirun suresini
vermemizi gerektiriyor. Fakat ne yazık ki
yorumlama biçiminin oluşturduğu refleksle; art
makalemizin hacmi ve konusu bu meseleyi
niyetli, boş ve nihayetsiz olarak değerlendirilip,
tartışmak için uygun değildir. Bununla birlikte
kestirmeden reddedilirler.
kısa yoldan şöyle bir cevap verebiliriz: Problem
Kelimelere anlamları insanlar verdiğine göre, zihniyetlerin değil de kelimelerin mahkum edilmiş olması dikkat çekicidir. İster istemez “İslam” kavramı ile ilgili güncel bir meseleyi
vardı ki, Seyyid Kutub ve Mevdudi’nin çabaları yeni bir açılım olarak ilgi gördü ve değer kazandı. Bugüne kadar da birçok Müslüman’ın bakış açısını ve çabasının yönünü etkiledi.
hatırlatmaktadır. Batı dünyasında ortaya çıkan
Bu açıklamayla birlikte ikinci bir soru gerekli
kasıtlı çabaların sonucu olarak İslam kavramı,
olmaktadır: Seyyid Kutub ve Mevdudi’nin
terörizm kavramı ile özdeş hale getirilmiştir.
çabaları tarihi sorunu çözmek için yeterli oldu
Müslümanlar terörist görüntüsünde karikatürize
mu?
edilmektedirler. Bu durumda Batılı bir kimsenin, İslam’a düşman olmasını ve İslam kavramını hiç ağzına almamasını doğal mı karşılamamız
Aslında; Modernizm, ıslahat ve devrim kavramlarını yeniden tartışmayı istediğimiz
gerekmektedir?
bu konunun can alıcı sorusu işte bu sorudur.
Biz kelimelerin değil, zihniyetlerin mahkum
ve eylem (yani toplumların değişim yöntemi)
edilmesinden yanayız. Bu çerçevede; ıslahat,
boyutuyla tartışmamız gerekmektedir.
Bu soruyu A) Düşünce boyutuyla, B) Hareket
modernizm ve devrim kavramlarını sağlıklı bir şekilde tartışmak gerektiğini düşünüyoruz.
42
olan buysa bile, bu sonuca; gerekli tartışmaları
A- Düşünce boyutuyla baktığımızda makalenin önceki konularında da işaret etmeye çalıştığımız
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bazı meseleleri yeniden hatırlatarak başlamak gerekmektedir. Bu düşünürler, İslam dünyasının esaret altında bulunduğu ve şiddetli bir sömürüye maruz kaldığı dönemlerde ortaya çıktılar. Dönemlerinin ihtiyaçları ister istemez zihin faaliyetlerini etkiledi ve düşünceleri; “emperyalizmle savaş”, “acil devlet” fikirleriyle örüldü. Geleneksel düşüncede devrim sayılabilecek fikri açılımlar gerçekleştirdiler, ancak; İslam çağın sorunlarına nasıl yaklaşıyor? Günün sorun ve ihtiyaçlarına hangi cevapları veriyor? Günün sorunlarının çözümü için 1.400 sene önce ortaya çıkmış uygulamaları işaret eden “nascı/fıkıhçı/şeriatçı” yaklaşım tarzı yeterli olacak mı? Eğer öyle olmayacaksa geleneksel değerlendirme usulleri nasıl aşılacak; naslara, fıkha ve şeriat tanımlamasına nasıl bir yaklaşım getirilecek?
damgayı yemesine yol açmıştır. Yaftaları hak edenler olabilir, hak etmeyenler olabilir! Mesele herkesi aklamak, hataları görmezden gelmek meselesi de değildir. Fakat öncelikle şu gerçeği görmeliyiz: Modernist ve ıslahatçı olarak damgalananların uzun süredir tartıştığı konular, bugünün tartışılması zorunlu konuları haline gelmiştir. Damga yemelerine sebep teşkil eden bu konularda, çok ileri ve güzel düşünceler ortaya koymayı başarmış düşünürler vardır. Bütün fikirlerini onaylamak gerekmiyor, ama en azından onlara dönük ön yargılarımızı kaldırmalı ve iki asırlık o birikimden nasıl faydalanabileceğimizi düşünmeye başlamalıyız. Bugün için tartışılması gereken konular, bin yıllık ezberlerin bozulmasını gerektiren bir sürecin
İşte boşluğun olduğu nokta tam da bu sorularla işaret edilmeye çalışılan noktadır. Bu meseleler, esaret altında bulunulduğu o günler için öncelikli konular olmadığı için, bu düşünürler (belki de haklı olarak) o konuları tartışmamışlardır. Ama dünyanın değişik coğrafyalarında İslam referanslı farklı devletlerin ortaya çıktığı, fakat bu devletlerin geleneksel ideal olan “asrı saadeti” bir türlü gerçekleştiremediği günümüzde öncelikler değişmiştir. İslam coğrafyasının her tarafında Müslümanlar, İslam’ın nasıl bir devlet öngördüğünü, bugünün ihtiyaç ve problemlerini nasıl çözümleyeceğini tartışmaktadırlar. Ve şu ana kadar, bu sorunları çözümleyip pratikte tatbik etmiş bir uygulama ortaya çıkmamıştır.
başlaması demektir. Ezberlerin bozulması ve zihin duvarlarının yıkılması ise kolay bir şey değildir. Sanki dini yıkmak gibi algılanacak ve o konuları düşünmeye dillendirmeye başlayan herkes ilk anda yadırganacaktır. Fakat unutmamalıyız ki çözüm, ezberlerin bozulacağı, zihin duvarlarının yıkılacağı bu sürecin arkasındadır. B- Hareket ve eylem boyutuyla baktığımızda ise bir başka tıkanma noktası ile karşı karşıya kalınmaktadır. Kutub ve Mevdudi’nin yaşadığı dönem, emperyalistlerin veya açıkça onlara uşaklık ettiği belli olan yönetimlerin işbaşında olduğu bir dönemdi. Hakim gücü “tağut”, temsil ettiği değerleri ise “cahiliye” olarak görmek için yeterince meşru gerekçeler bulunmaktaydı.
İşte tam da bu noktada Müslümanların; bu tartışmaların yeni olmadığını ve aslında uzun zamandan beri bu sorunlara çözüm bulmaya çalışan Müslüman düşünürlerin bulunduğunu bilmeleri gerektiğini düşünüyoruz. Modernist veya ıslahatçı olarak damgalanan düşünürler, neredeyse iki asırdır bu soruları tartışmakta ve bunlara çözüm üretmeye çalışmaktadırlar. İçlerinde aşırı noktalara savrulan kimseler çıkmıştır; kimileri bazı konularda çok dengeli, çok yararlanılması gereken fikirler ortaya koyduğu halde farklı bir konuda dengeyi kaçırabilmiştir. Ancak “bunlar ne yapmaya çalışıyor? Niye yapıyor?” demeden sadece olumsuzu gören bakış açısı, tümünün aynı
Böyle bir düşmana karşı da, “yıkmak, ortadan kaldırmak” gibi hisler beslemek gayet doğaldı. Ancak günümüzde İslam coğrafyasının birçok noktasında, ya İslam referanslı iktidarlar bulunmakta, ya da Müslümanlar iktidara iyice yaklaşmış durumdadırlar. Böyle bir noktada, “tağut” ve “cahiliye” kavramlarına eskisi kadar net karşılık bulmak mümkün değildir. Otoriteyi ve değerleri bu kavramlarla ifade etmekte ısrarcı davranmak, “İslam’ı benim anladığım gibi anlayanlar Müslüman’dır. Benim anladığımdan farklı anlayanlar ise kim olursa olsun tağut ve temsil ettiği değerler de cahiliyedir” sonucuna götürmektedir. Bu söylem ise sahiplerini
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
43
marjinalleştirmekten başka bir işe yaramaz.
tartışmak
Öte taraftan bir önceki makalemizde3 “Devrim
“Bir şeyin “İslam” olması ile “İslami” olması
ve İslam” başlığı altında devrim konusunu
aynı anlama gelmemelidir. Son peygamberin
tartışmış ve özetle şu sonuçlara ulaşmıştık:
vefatından sonra içinde İslam veya Müslüman
“İslam metot dayatmaz. Her çağ ve her ortam
ismi geçen her kişi, hareket veya yönetim
için geçerli olacak sabit yöntem ve araçlar
“nispet” ifade eder. Nasıl ki Buhari denilince
önermez. Buna göre hiçbir değişim yöntemi,
Buhara şehrinin kendisini değil, o şehre mensup
bütün toplumların kendisiyle değişeceği ana
olmayı ifade ediyoruz; aynı şekilde “İslami,
değişim yöntemi değildir. Ama her toplum kendi
tevhidi vs.” denilince de İslam’ın bizzat kendisini
şartlarıyla örtüştüğü takdirde bunlardan birisiyle
değil, ona mensup olmayı anlamalıyız.”4 İslam
değişebilir. En iyi değişim yöntemi, toplumun
ile Müslümanlar arasındaki ilişki, Müslümanların
nitelik ve özellikleriyle en fazla örtüşen değişim
İslam’ın değerlerini kuşanması ve ona uygun
yöntemidir. Bununla birlikte bütün değişim
bir şekilde yaşaması şeklinde bir ilişkidir.
yöntemlerinin kendilerine göre olumlu ve
Fakat içinde bulunulan çağa ve coğrafyaya
olumsuz sonuçlar üreten yönleri bulunur. Devrim
göre ihtiyaçlar değiştiğinden ve insanların
yöntemi de sempatik bulunmasına rağmen
anlayışları, güçleri, imkanları, samimiyetleri
sorunsuz bir değişim yöntemi değildir. İslam ise
birbirinden farklı olduğundan; İslam’ın değerleri
tevhid, adalet ve ahlak ilkeleriyle ters düşmediği
her ortamda, herkes tarafından aynı şekilde
sürece hiçbir değişim yöntemine karşı taraflı
anlaşılmaz. Farklı farklı yaklaşımlar ortaya
değildir. İçlerinde bulundukları toplumun özel
çıkabilir.
şartları çerçevesinde Müslümanlar, kendilerini darbe yaparak ifade etmek zorunda kalabilirler; serbest seçim yöntemleriyle seslerini duyurma
imkanı bulmuş olabilirler; bir ülkeyi fethetmiş veya kendilerini bir ülkenin yönetiminde bulmuş olabilirler vs. İslam hiçbir başlangıç noktasına hayır demez. Değişimi gerçekleştirenlerin samimiyeti ve Kur’an’ın ilkelerine bağlılıkları nispetinde, her duruma dönük öneri ve çözümleri bulunur.”
karşımıza alacak yaklaşımlar yerine, toplumdaki anlayışları düzeltecek yaklaşımlara ihtiyaç bulunmaktadır. Düşünce okul haline gelmelidir. Kendisini olabildiğince doğru bir şekilde, toplumun bütün kesimlerine anlatmanın yollarını aramalıdır. Zulmü protesto etmek, haksızlıkları topluma şikayet etmek, yanlış adımları uyarmak gibi devrimci bir muhalefet ve karşı çıkışın gerekli olduğu kimi durumlarda bu tutum sürdürülebilir. Ancak zulme karşı çabanın asli unsuru haline getirmemek gerekir. Bugün için çabanın yönü, iyilik, hayr ve doğruların toplumda yaygınlaşmasını sağlamaya dönük olmalıdır.
ve eleştirme hakkı vardır. Fakat bu noktada bir üslup ve tutum problemini tartışmak gerekmektedir. Şayet tartışma ve eleştiriler “benim sahip olduğum düşünce İslam, diğerleri ise eksik, yanlış veya sapkın” keskinliğinde olursa; “din dışı” olmakla itham ettiği bir süreç başlar. Şayet İslam, hiçbir şekilde değişmeyen emir ve yasaklardan ibaret bir din olsaydı ve bütün İslam ekolleri İslam’ın bu kurallardan ibaret olduğu üzerinde uzlaşabiliyor olsalardı; bu kuralları yerine getirmeyenler “din dışı” kabul edilebilirlerdi. Oysa İslam sabit kalıp ve kurallardan ibaret bir din değil, her dönemde uygulanması istenen evrensel değerlerdir. Bu değerlerin ise farklı zaman ve coğrafyalarda farklı bakış açıları ve uygulama modelleri ortaya çıkarması kaçınılmazdır. Bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda, doğru olan tavır herkesin kendi düşüncesini; “ben İslam’ı böyle anlıyorum” bakış açısıyla
3- İslam ile Müslümanlar arasındaki ilişkiyi ve “tevhidi”, “İslami” gibi isimleri yeniden Nuri Yılmaz. İslamiyorum, sayı 4. İslam ve Devrim.
44
düşüncesine uymayan diğerlerini tartışma
tartışma tefrikaya götürür. Herkesin birbirini
Günümüz şartlarında, toplumu tümden
3
Bu farklılıklar karşısında herkesin, kendi
ifade etmesi, yani tutum ve duruşunda yanılgı R. İhsan Eliaçık. Devrimci İslam. Değişimde İslamcı Tez
4
2. İnşa yayınları. S. 25
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
payı bırakmasıdır. Kendi düşüncesi için yanılgı
biçiminin herkesçe kabul edilebilecek ortak bir
payı bırakan bir kimse, farklı düşünceleri
tanımı yapılamayacağı için, ele alınan konuların
eleştirirken; önce onları anlamaya, tezlerini
herkesin durumuna birebir uygun düştüğünü de
ve gerekçelerini görmeye çalışır. Reddettiği
iddia edemeyiz.
düşünceyi önyargı, slogan veya hamasetle değil, anlayarak ve karşısına tez koyarak reddeder. Veya belki yanlış olan kendi düşüncesidir;
Fakat biz, İslami camianın en dinamik kesimine olan samimi inancımızdan dolayı, yapılması
anladığı zaman yanlışlığını görme imkanı bulur.
gereken bir tartışmayı başlatmak ve başlamış
Böylece fikirler birbirleri için rakip veya
katkı yapmak istedik. Makaleye sadece eleştirel
düşman değil, birbirlerini dengeye getiren
bir gözle bakıp, haklılığını sorgulamadan kestirip
bir rol üstlenmiş olur.
atmak, sorun çözen bir yaklaşım değildir.
olan tartışmalara kendi anlayışımız oranında bir
Biz en doğruyu söylediğimizi veya bu soruna
Sonuç:
son noktayı koyduğumuzu iddia etmiyoruz.
İslam dünyasının esaret altında bulunduğu
etmesini değil, işaret edilen noktaları göz
dönemde ortamı doğru okuyan ve doğru tezler
önünde bulundurarak samimi bir öz eleştiri
geliştirip doğru hedefler gösteren “yeniden
yapmasını bekliyoruz.
Okuyucudan da söylenenleri aynen kabul
dirilişçi / devrimci” düşünce çizgisi, şartların ve ihtiyaçların değiştiği günümüzde aynen sürdürülmeye kalkışıldığında, Müslümanların
Bu yönde atacağımız samimi çabalar, özünde kendi imtihanımızın bir gereği değil midir?
bakış açısını daraltan bir rol üstlenmeye başlamıştır. Sorun bir değil birkaç boyutludur: 1. Devrimci duruş, Müslümanların gelişmeleri
- BİTTİ -
doğru okumalarını engellemektedir. 2. Gelişmelerin doğru okunamaması ise doğru yerde durmayı ve doğru tavırlar geliştirmeyi zorlaştırmaktadır. 3. Bir dönemin ihtiyaçları çerçevesinde ortaya çıkmış olan yorum ve hedeflerin, bugün geliştirilmeden aynen korunması; üretken ve yenilikçi olan bu düşünce çizgisinin karakterine de uymamaktadır. İnsanlığın İslam’a ihtiyacının fazlasıyla kendisini hissettirmeye başladığı günümüzde; geri kalmış olan İslam dünyasının, aradaki mesafeyi kapatabilmek için bu kesimin dinamizmine şiddetle ihtiyacı bulunmaktadır. Ne var ki bakış açıları ve anlayışlar böyle devam ettiği sürece; İslami camianın en dinamik kesiminin, dinamizmine uygun sonuçlara ulaşma imkanı yoktur. Durum fark edilmediği sürece, içine sıkışılmış olan dar kalıplar ve sığ zeminler varlığını sürdürmeye devam edecektir. Bu tespitlerle birlikte, meselenin sadece bir makaleyle hallolmasının mümkün olmadığını da biliyoruz. Zaten “ele aldık, halloldu!” gibi bir yaklaşım içerisinde de değiliz. Bu duruş
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
45
DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak Devrim
İslam Siyaset Düşüncesinde İlk Devrimci Ekol:
Hariciler Hamdi Tayfur N.Abdulhalık Mustafa İslam siyaset
olduklarını incelemek kadar önemlidir. Ana
düşüncesinde üç çeşit muhalefet ekolünün
konumuz olmamasına rağmen sabır ekolünün
olduğunu söyler. Bunlar: Devrimci ekol, sabır
gerekçeleri, niçin devrimci olmadıklarına
ekolü ve temekkün ekolüdür.
bir cevap olması açısından kısaca üzerinde
1
Bu yazıda en önemli devrimci ekol olan “Haricilik” üzerinde duracağız2 ve bu hareketin niçin devrimci bir hareket olarak ortaya çıktığı sorusuna cevaplar bulmaya çalışacağız. Sabır ekolü de ilk çıkış dönemleri itibariyle muhalif bir harekettir. İktidarın şeriata uymayan uygulamalarını onaylamaz. Ancak bunlara karşı şiddet yöntemini kullanarak ayaklanmayı (yani devrimciliği) kabul etmez. Bunun muhtelif gerekçeleri vardır. Bu gerekçeleri incelemek devrimci ekollerin niçin devrimci N. Abdulhalık, İslam Düşüncesinde Muhalefet, s.218
1
Yazı kesin iddialar taşımak yerine bir deneme çalışması
2
yöntemiyle hazırlandığından, verilen bazı bilgilerle
durulmayı hak etmektedir. Sabır ekolü devrimci değildir. Bunun arka planındaki birinci sebep; ilk dönemlerde iktidar için dökülen kanlara duyulan tepkidir. İkinci önemli sebep ise; İslam öncesi dönemden miras alınan aşırı kaderci (cebircilik anlamında) anlayışın İslami dönemde dinileştirilmesidir. Sabır ekolünün önemli temsilcilerinden Hasan Basri’nin şu sözleri kaderci yaklaşımın bu tavırdaki etkisini açıkça göstermektedir: Kendisine Haccac-ı Zalim’le savaşmanın hükmünü soran talebelerine şöyle cevap vermiştir: “Bence onunla savaşmayın. Çünkü şayet o Allah’tan bir ceza ise, siz kılıçlarınızla O’nun cezasını önleyemezsiniz. Eğer bela (imtihan) ise, Allah hükmünü verinceye
ilgili kaynaklar çok önemli olmadığı sürece dipnotlar
kadar sabredin, çünkü o hüküm verenlerin en
halinde verilmemiştir. Verdiğimiz bilgilerin kaynağını
hayırlısıdır.”3 Sabır ekolünün iki ana kanadını
merak edenler yazıyı hazırlarken kullandığımız şu
Ehl-i Sünnet (ilk dönemde Mürcie) ve Şia’nın
kitaplara müracaat edebilirler: İslam’da Siyasi ve
İsna Aşeriye kolu oluşturmaktadır.
İtikadi Mezhepler Tarihi, Muhammed Ebu Zehra; İslam Peygamberi, Muhammed Hamidullah; İslam Düşüncesinde Muhalefet, N. Abdulhalık Mustafa; Mutezile ve Devrim, Muhammed Ammara; Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkisi, Ahmet Akbulut, İslam Tarihinin İlk Asrında İktidar
Devrimci ekoller; Haricilik ve Şianın bazı kollarından (Keysaniye, Zeydiye ve İsmailiye) oluşmaktadır. Bir istisna olarak “Havaric Mürciesi” şeklinde isimlendirilen bir mürcie
Mücadelesi, Adnan Demircan; Haricilerin Siyasi Faaliyetleri, Adnan Demircan; Kendi Kaynakları Işığında Hariciliğin Doğuşu ve Gelişmesi, Harun Yıldız
46
Muhammed Ammara’dan naklen N. Abdulhalık, İslam
3
Düşüncesinde Muhalefet. S. 277
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ekolü irca ile devrimi birleştirmiştir. Temekkün
ölçüde vazgeçen “İbadiye” fırkası dışında hiçbir
ekolünün en önemli temsilcisi Mu’tezile’dir.
Harici fırkası günümüze kadar yaşama şansı
Kişi bazındaki en önemli temsilcisi ise Ebu
bulamadı.
Hanife’dir. Ebu Hanife devrimci hareketlere girişenleri düşünce bazında ve bazen maddi olarak desteklemiş ama bunların gerekli şartlar olgunlaşmadan ayaklanmasını asla tasvip etmemiştir. İlk dönemlerde Mutezile haricilikle düşünce bazında, Ehl-i Beyt’ten devrimci hareketlerle de fiilen dirsek teması halinde olmuştur.
Hariciliğe ait bazı görüşler, özellikle ondaki “radikal ruh”4, yakın çağlarda ve yaşadığımız yüzyılda pek çok önemli şahsiyetin görüşlerine bir şekilde bulaştı. Olay sadece şahsi görüşler düzleminde kalmadı, Vehhabilik gibi akımlar ve yakın zamanlarda Mısır, Pakistan, Afganistan, Suudi Arabistan gibi ülkelerde ortaya çıkan hareketlerin görüşleri de bu devrimci/radikal
Hariciliğin Özellikleri Klasik kaynaklarda Haricilerin ilk ortaya çıkışlarına sebep olarak, Hz. Ali’nin Sıffin
ruhtan etkilendiler. Haricilerin temel görüşlerini şu şekilde sıralayabiliriz:
savaşından sonra tahkimi kabul etmesi gösterilir.
Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Aişe, Muaviye ve
Hariciler bu olaydan sonra Hz. Ali’den ayrıldılar
onların askerlerini tekfir ederler.
(huruç) ve hem onu, hem de Muaviye’yi insanlara ait hükmü/hakemliği kabul ettikleri için
Zalim yöneticiye isyan etmeyi vacip görürler.
tekfir ettiler. Ali’nin, Muaviye’nin ve hakemlerin
İmamın azli ümmetin bir hakkıdır. İsyan etmek
katline karar verdiler ve Irak tarafına çekildiler.
için kırk kişi olmayı yeterli görürler ve üç kişi
Nitekim Hz. Ali bir Harici tarafından şehit edildi.
kalıncaya kadar savaşmayı zorunluluk kabul
Hz. Ali onlara karşı en büyüğü Nehrevan’da
ederler. Bu görüşleri nedeniyle Nehrevan’da
olmak üzere bir-kaç savaş yaptı. Özellikle
yaklaşık altı bin Hariciden sadece bir-kaç yüz
Nehrevan’da binlerce Harici katledildi. Ama bu
kişi sağ kalabilmiştir. Yaralı olarak kurtulanların
savaş Hariciliğin sonu olmadı tersine onların
sayısının 400 kişi olduğuna dair rivayetler vardır.
görüşlerine daha katı şekilde sarılmalarına yol açtı. Şia için Kerbela hadisesi ne ise, Hariciler için de Nehrevan aynı şey oldu.
Hariciler imameti Kureyş’e ait bir hak olarak görmez. İmamlar bırakalım Kureyşli olmayı Arap olmayanların arasından bile seçilebilirler. İmam
Hariciler Ali’den sonra Emevilere ve Abbasilere
ümmetin başına şura ile seçilmelidir. Bazı Harici
karşı da birçok isyan hareketine giriştiler. Tek bir
fırkaları teorik olarak imamın bulunmasını bile
fırka olmamalarına rağmen temel görüşlerinin
gerekli görmez. Çünkü devlet yönetimi dinin
tezahürleri tüm fırkalarda görüldü. İktidara
bir gereği değildir ve eğer şartlar bir imamın/
karşı huruç etmeyi (devrim/ihtilal/ayaklanma)
devletin varlığını gerektirmiyorsa imam seçmeye
temel prensip haline getirdiklerinden çok büyük
gerek bile yoktur. Bu görüşleri nedeniyle
katliamlara maruz kaldılar. Aynı katliamları
batılı bazı araştırmacılar anarşist fikrin ilk
kendileri de gerçekleştirdiler. Ehl-i Kitap’a
temsilcilerinin Hariciler olduğunu söylemişlerdir.
gösterdikleri müsamahayı Müslümanlara göstermediler. Bazı Harici fırkaları, Harici olmadığını ama Müslüman olduğunu söyleyenleri hemen katletmeyi vacip addetti. Çünkü onlara göre sadece Harici olanlar Müslüman olabilirdi. Müslüman olduğunu söylemesine rağmen Harici olmayanlar dinden irtidat etmiş sayıldığından katledilmeleri de vacip haline geliyordu. Düşüncelerini yumuşatarak Ehl-i Sünnet’e yakın görüşleri kabul eden ve Müslüman çoğunluğu tekfir etmeyip “devrimcilik” fikrinden büyük
Hariciliğin en temel görüşlerinden birisi de iyiliği emredip kötülükten nehyetmenin vacip oluşudur. Cihat etmek imanın esaslarındandır. Bazı Harici fırkaları cihada katılmayanı tekfir eder. Hariciler için kâfir kavramı mümin kavramının oynadığı rolden çok daha büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle onlar müminin kim olduğundan çok, tekfir edilecek ve toplumdan dışlanacak olan kâfirlerin kim olduğu sorunu Fazlurrahman, İslam, s.238
4
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
47
üzerinde daha fazla durmuşlardır.5
yani Arap olmayan Müslümanlardan ve kuzey
Haricilerin İslam Düşünce tarihine bıraktıkları bir
olmuştur. Ancak Mevalilerin Hariciliğe katılması
diğer miras da büyük günah işleyenin durumu
büyük ölçüde imamın Kureyşlilerden olmasını
problemidir. Harici fırkalarının çoğu büyük
reddeden ve şurayı esas alan özgürlükçü
günah işleyeni tekfir eder ve ebedi cehennemlik
görüşlerinden kaynaklanmaktadır. Berberiler
olduğunu söyler.
de tıpkı ilk Hariciler gibi çölde yaşayan
Takiyyeye karşı çıkmak da Hariciliğin bariz bir özelliğidir. İmanı içinde saklamayı ve Harici olduklarını gizlemeyi asla doğru bulmazlar. Bir diğer fikirleri de hicret fikridir. Dar-ı küfür olarak gördükleri yerlerde ikamet etmeyi ve o bölgedeki toplumsal etkinliklere katılmayı caiz görmezler. Dar-ı küfürden hicret etmeyi vacip görürler ve hicret etmeyeni cemaat dışına iterler yani tekfir ederler. Tabii bu görüşlerin derecesi Harici fırkalarına göre farklılık arz etmektedir. Haricilerin en bariz vasfı Kur’an’ı zahiri manasına göre anlamaları, bundan asla taviz vermemeleri ve ayetlerdeki maksadı dikkate almamalarıdır. Bu nedenle “Hükmün ancak Allah’a ait olduğu”na dair ayetleri, indiği dönemde ifade ettiği anlamları, Kur’an içi bağlamını ve maksadını asla dikkate almadan zahirine göre anlamışlar nerede insanlara ait bir hüküm verme/hakemlik durumuyla karşılaşsalar bunu Allah’ın hükmüne karşı verilmiş bir hüküm olarak görmüşlerdir. Hz. Ali’den Sıffin savaşında ayrılmalarına da bu ayete getirdikleri yorum sebep olmuştur.
araştırdığımızda karşımıza dört durum çıkmaktadır. Bu dört durum birbirinden bağımsız sebepler veya etkenler değildir. Tam tersine birbirini körükleyen ve diğerine bağlı olarak ortaya çıkan sebeplerdir. Bu dört durumu şu şekilde sıralayabiliriz:1- Bedevilik ruhu, 2-İlk dönem İslam dünyasının siyasi ve sosyolojik koşulları, 3-Muhalefet olgusunun meşruiyet zemininde kurumsallaşamaması ve 4-Dini sebepler/dinden alınan referanslar.
kabullenmekte zorlanmamışlardır. Çölde yaşayan bir bedevi çölün yaşam koşullarından etkilenen bir psikolojiye sahiptir. Çölün ağır koşullarında bir bedevinin en büyük problemi hayatta kalma sorunudur. Hayatta kalmasında bedeviyi tehdit eden iki şey; açlık/ susuzluk ve dışarıdan gelen tehdittir. Çölde insanların birbirlerine karşı yaptıkları zulümleri önleyecek kurumsal bir yapı olmadığından, bir bedevinin hayatta kalması ailesine veya kabilesine bağlılıktan ve dışarıya karşı sertlikten geçmektedir. Aynı zamanda bir bedevi kendi kabilesinden olmayan herkesi potansiyel olarak düşman görmek zorundadır. Aksi takdirde arkasını döndüğü anda bu durum onun hayatına mal olabilecektir. Çöl şartlarındaki yaşam ayrıntılar içermediğinden ve basit olduğundan sorunlara yüzeysel bakış bir bedevinin karakteri haline gelmektedir. Fikirler fluluk kabul etmez. Her şey siyaha ve beyaza daha yakındır. Çünkü ortaya konulacak en ufak bir belirsizlik ve taviz Bu netlik çöl insanının basitliğini, açıklığını ve aynı açıklığı karşısından beklemeyi, mertliğini, yiğitliğini, atılganlığını, kısa yoldan sonuç alma ve hüküm verme isteğini, hesapsız ve sonucunu düşünmeden; özel maksatlar gütmeden davranmasını, tavizsizliğini zorunlu kılmaktadır. Şehir hayatında sorunlar çok daha karmaşık ve girifttir. Tavizsiz tavırlar şehirdeki sorunları içinden çıkılmaz hale getirir. Kendi düşünceniz ve yaşam koşullarınız kadar iç içe yaşadığınız diğer insanların düşünce ve hayat hakkına da saygı gösterme zorunluluğu ortaya çıkar. Aynı zamanda çölde kaybolmak, ölmekten
1- Bedevilik ruhu Bilindiği gibi ilk Harici gruplar bedevilerden oluşmaktadır. Daha sonraları mevalilerden Toşhihiko İzutsu, İslam Düş. İman Kavramı, s.22
48
bedevilere benzediklerinden Harici düşünceyi
telafi edilemez sonuçlar ortaya çıkartmaktadır.
Niçin devrimci olduklarının sebebini
5
Afrika’daki Berberilerden Hariciliğe katılımlar
farksızdır. Bu nedenle bedeviler çölde kaybolmayacakları kesin kılavuzlara ve işaretlere ihtiyaç hissederler. İşaretler ve kılavuz (hâdi) açık, net ve anlaşılır olmalıdır. Yoruma açık bir
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
derinliğe sahip olan, düşünmeyi ve alternatifler arasında tercih etmeyi zorunlu kılan durumlar
olabilir.
bedevilerin hiç hoşuna gitmez. Çünkü yoruma
Hicret düşüncesinin de, her ne kadar bunun
açık durumlar ve birbirine yakın değerdeki
Kur’an’dan ve peygamberin hayatından çok
tercihe açık alternatiflerden yanlış olanını
güçlü referansları bulunsa da, bedevinin
seçmenin bedeli çok ağır olmaktadır.
çölün basitliğine ve kendi kabuğuna çekilme
İşte bu ruhla bezenmiş bedeviler İslam’la tanıştıklarında bunu din algılarına da yansıttılar.
hareketine duyduğu bir özlemin neticesi olması çok muhtemeldir.
Bedevilerin tekfirciliğe olan yatkınlıkları çöl
Çölde her şeyin basit ve kesinliği bulunan
hayatında kendi kabilelerinden olmayan
kurallar ve hükümlerle halledilmesi ve çölde
herkesi potansiyel düşman ve kendileri için
yolculuk yaparken amaç gözetmeksizin
birer tehlike görmelerinin bir sonucudur.
sonuç alıcı net rehberliğe duyulan ihtiyaç,
Tekfir ettiklerini tehlikeli bir düşman addedip
Haricilerin Kur’an’ı daha çok önemsemelerine
onu öldürmeyi vacip kılmaları, çölde kendi
yol açmıştır. Allah’tan gelen rehber bir kitaba
kabileleri dışındakilerden gelecek tehlikeyi
tam teslimiyetle ak-kara her şeyin çok daha
bertaraf etmenin ancak düşmanını yok etmekle
kolay belirlenebileceğine duyulan inanç Kur’an’a
mümkün olabileceğine dair algılarından
dört elle sarılmalarına sebep olmuştur. Şehir
kaynaklanmaktadır. Aynı şekilde tekfir ettiklerini
hayatındaki maslahata ve değişen koşullara göre
çocuklar da dâhil ailece katletmeyi vacip
yeniden belirlenen ve konjonktürü göz önünde
gören Harici fırkaları vardır. Bunun kolayca
bulundurmayı zorunlu kılan, aklı kullanmayı
benimsemelerinin geri planında, çöl hayatında
gerektiren esnek kanunlara (yani sünnete)
geçerli bir kurala olan inançları olabilir. Bilindiği
bağlanma zorunluluğu yerine Kur’an’ın lafzına
gibi çölde bir kabileye baskın düzenlenip önde
bağlanmaları durumunu ortaya çıkarmıştır. Hz.
gelenleri katledildiğinde çocuklar ve kadınlar da
Ali’nin Abdullah b. Abbas’ı Harura’da bekleyen
sağ bırakılmaz. Çünkü sağ bırakılan bu çocuklar
Haricilere elçi olarak gönderirken ondan
büyüdüklerinde intikam peşinde koşmaya
Kur’an’dan deliller vermesi yerine sünnetten
kalkışabileceklerdir.
örnekler göstermesini istemesi de bu yüzdendir.
Çöldeki kabilede hemen hemen tüm bireylerin hem sorumlulukta, hem söz söylemede, hem de mülkiyette neredeyse eşit olmaları onların imamete seçilecek kişide hiçbir özel şart aramamalarına ve hatta bir imam seçmeyi çok da gerekli görmemelerine yol açmıştır. Çöldeki yaşam savaşında herkesin tüm çatışmalara katılmasını zorunlu kılması, Haricilerin cihat etmeyi herkes için vacip ve imanın bir gereği kabul etmelerine sebep
Buradaki sünnet kelimesi sonraki yüzyıllarda anlam değişikliğine uğrayan ve peygamberin yapıp ettikleri anlamına gelen sünnet değildir. Sünnetin buradaki anlamı; toplumsal kabule mazhar olmuş yazılı olmayan yasalardır. Gene toplumun kabulüne bağlı olarak zamanla sünnet değişir ve eski sünnetin yerine yeni sünnetler yerleşir. İşte şehir hayatında geçerli olan sünnet, bu sünnettir. Peygamber de zararlı olmaması ve zulüm üretmemesi şartıyla bu sünnete tabi olmuş, bunu ne reddetmiş ne katılaştırmaya
olmuştur.
çalışmıştır. Hatta bunu güzelleştirmek için çaba
Çölde kardeşine karşı işlediğin suçun karşılığı
sünneti ile toplumsal sünnet aynı şeydi. İşte
en ağır cezalarla ödetilir. Çünkü orada yemekte,
Ali, Abdullah’a bu öneriyi yaparken değişen
suda ve mülkte eşitlik vardır. Kardeşin açken
koşullarda ortaya çıkan yeni uygulamaların
elindeki ekmeği paylaşmazsan bu ihanete eş
önemine dikkat çekmeye çalışmış olabilir.
değer bir suçtur. Ve işlenen suçların bedelleri
Oysa Hariciler böylesi esnek bir yaklaşıma
hayatla ödenir. İşte Haricilerin büyük günahı
açık değildiler. Sünnet esnek ve değişkenken,
küfür kabul eden ve işleyeni ebedi cehenneme
Kur’an iki kapak arasında sabit ve değişmezdir.
sürükleyen anlayışı kolayca benimsemelerinin
Haricilerin Kur’an’a bağlılıklarının geri planında
geri planında bedevilikten gelen bu zihniyet
bu durum rol oynamış olabilir.
göstermiştir. İlk dönemlerde peygamberin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
49
Görüldüğü gibi, bedevilikten gelen ruh, Haricileri
kafalarını kullanmazlar.” (ayet, 4) ayetinin
sürekli isyana, uzlaşmamaya, cihat etmeye,
inmesine vesile olan “hanelerin arkasından
öldürmeye, itaat etmemeye, yüzeyselliğe,
seslenenler” de çölde yaşayan kabilelerden
kestirme gerçeklerin peşinde olmaya teşvik
gelen bedevi elçilerdi. Ve ayet onların bu kaba
eden kısacası; onları devrimcileştiren bir ruhtur.
tavırlarını kınamıştır.
2- İlk dönem İslam Dünyasının Siyasi ve Sosyolojik Koşulları: Her ne kadar kaynakların pek çoğu, Haricilerin ilk çıkışını Sıffin savaşında Hz. Ali’nin tahkim olayını kabul etmesine bağlasa da, bu kadar kalabalık bir topluluğun bir anda ortaya çıkmasının tek bir olaya bağlanması pek mümkün değildir. Hariciliğin ortaya çıkışını peygamber dönemine kadar götüren görüşler de mevcuttur. Tövbe suresinde geçen “Sadakalar konusunda seni ayıplayanlar da vardır. Eğer kendilerine onlardan verilirse hoşnut olurlar. Eğer kendilerine ondan verilmezse hemen kızarlar.” (ayet 58) ayeti peygamber bir savaş sonrası ganimetleri pay ederken Zu’l Huvaysıra veya Hurkus b. Zuheyr’den biri olduğu rivayet edilen bir bedevinin ona “Muhammet adaleti gözet” demesi üzerine nazil olmuştur.6 İşte bu bedevi Haricilerin ilki olarak gösterilir. Nitekim gene İbni Esir’deki rivayete göre Hurkus b. Zuheyr Sıffin savaşına Hz. Ali’nin yanında katılmış fakat sonra Haricilerle birlikte oradan ayrılmıştır.
Hariciliğin bir fırka olarak ortaya çıkışı ile bir zihniyet olarak mevcudiyetinin arasını ayırt edersek, Hariciliğin bir zihniyet olarak peygamber döneminde de var olduğunu söylememizin, Osman’a isyan edip Medine’yi muhasara altına alan Irak’lıların Harici olduklarını söylememizin hiçbir mahzuru yoktur. Çünkü Haricilik sosyolojik tabanını buralardan kazanmıştır. Sıffin savaşı ise Haricileri açığa çıkarmıştır. Özellikle Osman’a karşı yapılan muhasaranın geri planında yatan başka bir unsuru da önemli bir ayrıntı olarak ifade etmek zorundayız. Basra ve Kufe’den gelen muhasaracıların çoğu “Kurra”dandı. Yani Kur’an eğitimi almışlardı. Bunların eğitimini üstlenen kişi ise Kufe’de kadılık, eğitmenlik ve beytülmal bekçiliği yapan Abdullah ibni Mesud’tur. Bilindiği üzere Ömer zamanında Kufe’ye tayin edilen İbni Mesud burada çok geniş kitlelere Kur’an dersleri vermekteydi. Osman ile İbni Mesud’un arasının açık olduğu da bilinmektedir. Bunun sebeplerinden birisi Kufe’deki katı uygulamaları nedeniyle gelen şikâyetler üzerine Osman’ın
İlk Haricilik hareketinin Ebu Bekir dönemindeki Ridde savaşlarıyla birlikte başladığına dair rivayetler de vardır. Bazıları da ilk Haricilerin Osman’a isyan edenlerin içinde yer alan ve Basra ve Kufe’den gelenler olduğunu
İbni Mesud’u cezalandırmasıdır. İkincisi, Osman’ın Kur’an’ın cem edilmesi sırasında farklı Mushafları yaktırmasını İbni Mesud’un şiddetle eleştirmesidir. Diğer bir sebep de birlikte eda ettikleri bir hac esnasında Osman’ın
söylemişlerdir.
iki rekât kıldırması gereken bir namazı dört
İlginç olan ise hem peygamberi adaletli
eleştiri konusu yapmasıdır. İbni Mesud’un
olmaya davet eden kişi veya kişiler, hem Ridde
Kureyş kabilesinden olmamasını da dolaylı
olaylarında isyan edenler, hem de Osman’a
bir sebep olarak bunların içine ekleyebiliriz.
isyan için Medine’yi işgal eden Basra ve Kufeliler,
Medine muhasarasında Irak’tan gelenlerin
Sıffin’deki Harici grupla birlikte hareket etmiştir.
Osman’a sordukları hususlardan birisinin niçin
Bu dönemde Haricileri besleyen sosyolojik taban
Mushafları yaktığı meselesi olması olayın İbni
Mekke, Medine ve Taif’teki kabilelerin ve şehirli
Mesud’la ilişkisini ortaya koymaktadır. Muhasara
diğer bir-iki kabilenin dışında kalan bedevi
esnasında İbni Mesud hayatta değildi ama
kökenli kabilelerdi. Bu arada bir not olarak,
derslerde açıkladığı görüşlerinin bu olaydaki
Hucurat suresindeki “Ne var ki sana hanelerin
tesiri hissediliyordu. İbni Mesud’un en önemli
arkasından seslenenler de var; onların çoğu
özelliği ise bir Kureyşli olmamasıdır. Anlaşılan
rekât kıldırmasını İbni Mesud’un herkesin içinde
o ki, İbni Mesud Kufe’de Kur’an eğitmenliği Müslüm, zekat bölümü, 142
6
50
yaparken etrafındaki bedevi kabilelerden gelen
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
temsilcilere sadece Kur’an eğitimi vermekle yetinmemiş onlara merkez iktidar hakkındaki görüşlerini de aktarmıştır. Haricilerin Kur’an’a bağlılıklarının ve merkez otoriteye duydukları kinin kökeninde İbni Mesud faktörünün olup olmadığını sorgulamamızın bir mahsuru bulunmamaktadır. Kur’an’dan görüşlerine delil çıkarma ve Kur’an’ı var olan fikirler üzerinden konuşturma anlayışının geri planında İbni Mesud’un bir payı var mıdır, sorusunu da korkmadan sormak gerekiyor. Neden Kureyş kabilesi, Medine’deki Evs ve Hazrec kabileleri, Taif’teki Sakif kabilesi değil de bedeviliği ön plana çıkmış kabileler Haricilere sosyolojik kaynaklık yapmıştır sorusu önemlidir. Bu sorunun cevabını cahiliyeden beri devam eden ve peygamber döneminde sinip, ilk halifeler döneminde yeniden açığa çıkan, siyasi ve sosyolojik yapıda aramak gerekmektedir. Tabii bunda ekonomik faktörün de yer alması
iktidarda söz sahibi olmasının engellenmesiydi. Medineli Ensar bile yönetimde söz sahibi olmaktan uzak tutuldu. Ridde savaşlarını istisna tutarsak, Ebu Bekir ve Ömer zamanında adil bir yönetim sergilendiği için onların Kureyşî yönetimine pek bir itiraz sesi yükselmedi. Ebu Bekir tarafından Sakife toplantısında dile getirilen “Araplar ancak Kureyşli birisine itaat ederler” sözü aslında Kureyş ideolojisinin bir sloganıydı. Daha sonra bu söz peygamberin sözü haline getirildi ve “Halife Kureyş’tendir” şeklinde hadis kaynaklarına geçirildi. Ebu Bekir’in, Arapların ancak Kureyşli birine itaat edeceklerine dair sözü konjonktür gereği söylediği farz edilse bile, halife ilan edilmesinin ardından Mekke, Medine ve Taif dışındaki tüm kabilelerin hemen isyan etmeleri, bu sözün çok da konjonktüre uymadığını ve Arap kabilelerinin Kureyş’e itaat etmeye çok da gönüllü olmadıklarını ortaya çıkarmaktadır. İşte Ebu Bekir’in halife oluşuyla isyan eden ve Ridde
kaçınılmaz bir sonuçtur.
savaşlarıyla bastırılıp başları ezilen kabileler
O dönemdeki Arap kabileleri arasında ekonomik,
ve Kureyş’in bir türlü sonlandırılamayan
siyasi ve dini olarak Kureyş’in hakimiyeti inkar
iktidarını ortadan kaldırmak istiyorlardı. Bu
edilmez bir gerçekti. Ticari olarak kuzey-
isyancılar arasında daha sonra Haricilere
güney ekseninde yaz ve kış aylarında yapılan
katılacak olanlar da yer alıyordu.
ticari yolculukların güvenle yapılmasını Kureyş kabilesinin yaptığı “ilaflar”, yani antlaşmalar sebep olmuştu. Mekke ise dini bir merkez görevi görüyordu. Tüm kabilelerin putları burada olduğundan dini vecibelerini yerine getirmek ve hac esnasındaki ticari faaliyetlerden faydalanmak isteyen diğer kabileler Kureyş’e boyun eğmek zorunda kalıyorlardı. Yani düzen (bugünkü deyimle) Kureyş’in kapitalist ve paganist sömürge düzeninden ibaretti. Ortada işleyen bir düzen olmasına rağmen, diğerlerinin aleyhine işleyen bu durumdan çevre kabilelerin çok da memnun olmadıkları ortadaydı. İşte, risalet ve peygamberin çağrısı bu düzeni alt-üst etti. Tüm temel dinamiklerini sarstı. Medine devleti merkezinde, çevre kabilelerle karşılıklı rıza/biatleşme esasına
aslında Kureyş’in hâkimiyetine isyan ediyorlardı
Çoğu Müslümanlıktan çıkmamasına rağmen mürted muamelesi gören ve Ridde savaşlarında malları ganimet olarak alınıp kadınları cariyeleştirilen kabileler üzerinde bu olayın meydana getirdiği örselenme duygusunun daha sonraları devrimci Haricilik olarak ortaya çıkmış olmaması için hiçbir neden yoktur. Yani aslında Haricilik hareketi dolaylı olarak, Kureyş’in cahiliye döneminde var olan ve İslam döneminde devam eden hâkimiyetine diğer kabilelerin İslam’la/Kur’an’la meşrulaştırılan bir son verme girişimiydi. Sosyolojik kökenleri Kureyş’e dayanan fırkaların “hilafetin Kureyşliliğine” yaptıkları vurguya rağmen, Haricilerin devrimci bir çıkışla, Kureyş’in içinden ve dışından tüm Müslümanların hilafette eşit
dayanan yeni bir düzen kuruldu.
hakka sahip olduklarını ve halifenin ancak şura
Peygamber sonrası dönemdeki en büyük
bu sosyolojik faktörler yatmaktadır. Yoksa
talihsizliklerden birisi, Kureyş’in yönetimi
Hariciler en az Kureyşliler kadar günümüz
yeniden ele geçirmesi ve Kureyş dışı unsurların
anlamındaki bir özgürlük ve eşitlik anlayışından
ile seçilebileceğini söylemelerinin geri planında
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
51
uzaktılar.
ortaya çıkan hemen her muhalefet hareketi
Kureyş, “halife Kureyş’tendir” hadisine dayanarak hâkimiyetini devam ettirmek istiyordu. Aynı zamanda yönetimde maslahat ve uzlaşma koşullarının kaçınılmaz sonucu olarak yazılı olmayan esnek yasalar (yani sünnet) geçerliydi. Böylesi bir ortamda Haricilerin ellerinde kendi siyasi çıkışlarını meşrulaştırmak için kendisine dayanabilecekleri toplumun üzerinde uzlaştığı tek otorite olan Kur’an’ kalmıştı. Ve devrimci bir çıkış yaparak iktidarda eşit hak sahibi olmayı istediler. Bunun için de imamı seçmenin Kureyş’in değil tüm ümmetin
kendisini “yegâne/alternatifsiz”, “ideal”, “dinin tek temsilcisi”, “iktidarın tek alternatifi” kabul etmiştir. Kendisini dinden aldığı referanslarla meşrulaştırma çabasının bir neticesi olan bu durum, “İslam siyasi düşüncesinde muhalefet probleminin gerçek dramını yansıtır.” Herkesin kendisini “Hizbullah/Allah’ın partisi” olarak ve muhalefet ettiğini “Hizbu’ş-şeytan/Şeytanın Partisi” olarak gördüğü böylesi bir ortamda her ikisinin bir arada yaşaması imkânsız hale gelmekte ve ilişki çatışma ve kökünü kazıma ilişkisine dönüşmektedir.7
hakkı olduğunu ve bu seçimde şuranın esas
“Şiddet”, “taassup”, “muhalifini şeytanlaştırma”
olması gerektiğini savundular. İlk dönemlerde
gibi hususların çıkış kaynağı; kendisini dinden
çok da önemsenmeyen Kur’an ayetleriyle
aldığı referanslarla meşru kılma çabaları
kendilerini meşrulaştırmayı İslami davranış
olagelmiştir. Eğer dinin kaynaklarından bir delilin
modu haline getirdiler. Bu nedenle Haricilerin
varsa bu, o düşünce ve hareketin meşruluğu
karşılarında yer alanlar da argümanlarını
için yeterlidir ve muhaliflerin “gayri şer’i” –
dinileştirme gayreti içine girdiler. Kur’an
dolayısıyla gayri meşru- ilan edilmesi hakkını
ayetlerini kendi görüşlerine göre tevil etmeye
da sahibine vermektedir. Muarızların her biri
veya hadislere dayanmaya başladılar. Büyük
için ellerinde yeteri kadar –en azından kendi
Kur’an alimi sahabi İbni Mesud’un yetiştirdiği
kendilerini ikna edecek miktarda- deliller mevcut
Kur’ancı talebeler sayesinde Müslümanlar çok
olduğundan muhaliflerin birbirlerine tavrı
erken bir dönemde Kur’an’la meşrulaştırma
düşüncede karşıdakini ikna etme çabasından
gibi bir davranış modunu öğrenmiş oldu. Artık
çıkmakta ve apaçık çatışma ve şiddete
her şey daha diniydi ve daha çok dinle ifade
dönüşmektedir.
ediliyordu.
Bu nedenle İslam tarihinde iktidar-muhalefet
3- Muhalefet olgusunun meşruiyet zemininde kurumsallaşamaması Mevcut iktidarın ideoloji, fikir ve uygulamalarını benimsemeyerek, ona zıt fikir ve uygulamaları savunma ve bunun için legal veya illegal yöntemlerle mücadele ederek iktidarı dönüştürmeye veya iktidarı ele geçirmeye çalışma anlamında kullandığımız “muhalefet” olgusu, İslam siyasi düşüncesinin oldukça problemli bir alanı olagelmiştir. Diyebiliriz ki muhalefete yaklaşım mantığı farklı bir tarzda oluşabilseydi, İslam tarihindeki pek çok problem daha ortaya çıkma şansına sahip olmadan yok olabilirdi. Spekülatif olabilirlikler üretmenin artık bir faydası olmadığına göre şimdilik “muhalefet” olgusuna ait problemlerden birkaçına değinerek, bu alanın irdelenmesi gereken önemli bir alan
ilişkisi çoğunlukla, daha iyi alternatifin bulunma çabasından çok kanlı çatışmaların hikâyesi olmuştur. İslam siyaset tarihi aslında bir yönüyle kanla kurulan iktidarların, ya sindirilmiş vaziyetteki tavrına yeni meşruiyet delilleri arayan, ya da fırsat bekleyip iktidarı şiddet yöntemiyle devirmeye çalışan muhalif ekollerin tarihidir. İslam siyaset düşüncesi meşru zeminde muhalefet etmeyi kurumsallaştıramamıştır ve muhalefete bir hareket alanı bırakmamıştır. Muhalefetin kalkıştığı her örgütlü hareketi yok edilmesi gereken bir fitne ve yeryüzünde fesadı yaygınlaştırmak olarak anlayan iktidar güdümlü bir din algısıyla muhalefetin kurumsallaşmasını beklemek tabii ki biraz safdillik olurdu. Muhalefete veya muarızına varlık hakkı
olduğunu belirtmekle yetinelim. Nevin Abdulhalık Mustafa, “İslam Düşüncesinde
7
İstisnaları olmakla birlikte İslam tarihinde
52
Muhalefet”, s.31
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tanımayan bu algı devrimciliği körükleyen temel
İkinci bir halifenin varlığını onaylamayan,
nedendir. İktidar sürecine katılmak isteyenlerin
iktidara karşı çıkış için organize olmayı yok
rollerini birbirleriyle değişmesini bir iman-küfür,
edilmesi gereken bir fitne ve fesat hareketi
hak-batıl, hakkın hâkimiyeti-zulmün hâkimiyeti
olarak gören, şura heyetinden çıkan görüşün
zıtlıklarının değişmesi olarak algılamak, birlikte
bağlayıcılığını halifenin iradesine bırakan zihniyet
yaşama şansını ortadan kaldırmıştır. “Otorite” bir
kalıplarıyla muhalefetin kurumsallaşması
tarafın tekelinde olagelmiştir. Uygulama “rollerin
mümkün değildir.
değişmesi” mantığından değil, yok etmek veya kapsamak suretiyle “içermek” mantığından doğmuştur.8 Bu nedenle muhalefete “devrimci” olmaktan veya iktidarı şiddet ve kan dökerek değiştirme yolundan başka alternatif kalmamıştır.
Muhalefete varlık alanı sağlamayan sosyolojik bir yapıda Hariciler gibi görüşlerine bağlı kesin inançlılar için tek alternatif devrimciliktir. Onun da ötesi kan dökmektir. Bu, İslam düşüncesinin çözülememiş problemli alanlarından birisi olarak durmaktadır.
Bunu ifade ediyor oluşumuz, İslam siyasi düşünce tarihinde devrimci ekollerden başka muhalif ekollerin olmadığı anlamına gelmemektedir şüphesiz. İktidara gelmenin tüm
4- Dini sebepler/dinden alınan referanslar
yollarının neredeyse kapatıldığını ifade etmeye
Haricilerin devrimci oluşlarında dinin
çalışıyoruz.
etkisini veya dinden aldıkları referansları
Bu anlamda Haricilik de dâhil olmak üzere ilk dönemde ortaya çıkan tüm muhalif hareketlerinin kendi düşüncelerini iktidara taşımak için ellerinde kan dökerek devrim yapmaktan başka bir yol kalmıyordu. Sabır ekolünün benimsemiş olduğu yöntemin iktidarı dönüştürmede ne kadar yetersiz olduğuna tarih şahitlik etmiştir. Sabır ekolü sınırlı anlamda iktidara bazı şer’i kuralları uygulatmada belki başarılı olmuştur, ama iktidara asıl büyük dönüşümü yaşatamamıştır. Asıl büyük dönüşümü iktidar yerine sabır ekolünün kendisi yaşamış ve iktidarı onaylamasının karşılığını
en sona bırakmamızın sebebi; buraya kadar saydığımız gerekçeler olmaksızın dinden alınan referansların temel gerekçeyi oluşturamayacağı hakikatidir. Eğer Hariciler bedevi ruhtan yoksun olsaydılar, kabileciliğin oluşturduğu sosyal rekabet ortamı Haricilerin Kureyş’e karşı olmalarına sebep olmasaydı, ilk dönem İslam Siyasi yapısı muhalefete meşru bir zeminde iktidar olma yollarını tıkamayacak bir kurumsallıkta oluşabilseydi muhtemelen Hariciler dinden aldıkları bu referansları devrimciliklerinin kaynağı haline getirmeyeceklerdi.
da mükafat olarak almıştır. Bunun ödülü ise
Haricilerin ve onların dışındaki muhalif akımların
İslam’ın muhafazakârları olarak günümüze
kendilerine dinden aldıkları iki temel delil; “şura”
kadar dinin taşıyıcı omurgalığını üstlenmek
(örn. 3/159) ve “iyiliği emredip kötülükten
olmuştur. Sabır ekolüne mensup fırkaların
nehyetme” (örn. 22/41) prensibidir. Kur’an’da
varlıklarını tarih boyunca sürdürebilmelerinin
ve hadiste bu iki temel hususla ilgili yeteri
geri planında bu gerçek yatar. Oysa Haricilik
kadar delil vardır. Kur’an’da şuranın açıkça ifade
ve Mu’tezile gibi devrimci ekoller iktidara karşı
edilmesi Haricilerin yönetimin ancak ümmetin
sürdürdükleri devrimci çıkışları nedeniyle tarihte
kararıyla olacağına dair düşünceleri için yeterli
yaşama imkânı bulamamışlardır. Yaşayan bazı
dayanağı oluşturmuştur. Kur’an’da iyiliği
Mutezili ve Harici fırkalar ise ancak devrimci
emredip kötülükten nehyetme ile ilgili ayetler ve
fikirlerinden vazgeçerek günümüze kadar gelme
peygamberin meşhur kötülüğü önce elle, sonra
şansını yakalamışlardır.
dille engellemeye çalışmayı emreden, eğer
Çünkü İslam siyaset düşüncesindeki muhalefete bakış algısı iktidarı dönüştürme potansiyeline sahip ekollere yaşam şansı vermemektedir. Nevin Abdulhalık Mustafa, age, s.60
8
bu mümkün değilse en azından kalben buğuz etmenin gerektiğine dair hadisi devrimci kalkışın dayanağı olmuştur. Özellikle hadiste önceliğin elle düzeltmeye verilmesi, görülen her kötülük karşısında şiddete müracaatı meşrulaştırmıştır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
53
Hariciler tekfir düşüncesinde Kur’an’daki
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Harici
“hükmün ancak Allah’a ait olduğuna” dair
fırkalarının en uç noktasında yer alan
ayetlere dayanırlar. Onlara göre insanlara ait
Ezrakiler, muhaliflerinin çocuklarını ve
görüşlere müracaat edenler ve hakemlerin
kadınlarını öldürmeyi mubah saymışlar,
görüşünü kabul edenler Allah’ın hükmüne
müşriklerin çocuklarının da babalarıyla birlikte
müracaat etmediklerinden kâfir olurlar. Bu
cehennemde olduklarını söylemişlerdir.9 Bunun
yüzden “Cemel”, “Sıffin”, “Hakem” olayına
için kendilerine seçtikleri deliller ise Nuh’un,
katılanları ve Muaviye taraftarlarını kâfir olarak
çocuklarıyla birlikte kavminin toptan helak
görürler.
olmaları için Allah’a yaptığı dua (71/26-27) ve
Büyük günah işleyenin kâfir olduğuna dair görüşlerinin temelinde de bu tekfirci yaklaşımları bulunmaktadır. Örneğin “Oraya yol bulabilen insana, Allah için Kâbe’yi haccetmesi gerekir. Kim inkâr ederse, bilsin ki, doğrusu Allah
Musa ile yolculuk yapan kişinin bir kasabaya uğradıklarında ilerde kafir olup ana-babasına zulmedecek bir çocuğu öldürmesi (18/74 ve 80) ayetleri olmuştur. Ortada akletme olmayınca Kur’an bile zulmetmeye alet edilebilmektedir.
âlemlerden müstağnidir.” (3/97) ayetini delil
Görüldüğü gibi gerekli psikolojik ve sosyolojik
göstererek haccı terk etmeyi günah, her günah
koşullar oluştuğunda Haricilerin görüşlerini
işleyeni kâfir saydılar. Ayette haccetmenin
ispat etmek için Kur’an’dan ve peygamberin
gerekliliğine yapılan vurgudan sonra inkâr etme/
hadislerinden deliller bulmaları ve bunları kendi
küfür ifadesinin gelmesini, mazeretsiz haccı terk
ideolojileri veya devrimci çıkışları doğrultusunda
edenlerin kâfir ilan edilmesi için yeterli kabul
yorumlamaları hiç de zor olmamıştır.
ettiler. Zalim imama isyan etmenin vacip olduğuna dair
- BİTTİ -
görüşleri için de Kur’an’daki itaatle ilgili ayetleri ve konuyla dolaylı olarak ilişkilendirilebilecek “(Allah İbrahim’e) ‘Ben seni insanlara imam yapacağım’ demişti. ‘Zürriyetimden de’ demişti. Allah ‘Ahdim zalimlere erişmez’ demişti.” (2/124) türündeki ayetleri delil olarak gösterdiler. Halifenin Kureyş’ten olmasının şart olmadığına dair görüşleri için de “Allah size emanetleri ehline teslim etmenizi ve hükmettiğiniz zaman da adaletle hükmetmenizi emreder.” (4/58) ayetini öne sürdüler. Bu konuda hadisten de önemli deliller vardı. Örneğin: “Başınıza kafası kuru üzüm gibi (simsiyah) olan Habeşli bir köle dahi getirilse onu dinleyin ve itaat edin” (Buhari, Ahkam, 4) hadisi oldukça güçlü ve Haricileri haklı kılan hadislerdendi. Haricilerin Necedat fırkasının imamı gerekli görmeyen görüşünün geri planında hükmü doğrudan Kur’an’dan alma ve Kur’an’ı imam kabul etme görüşü vardır. Kur’an’da cihat etmeyi emreden çok sayıdaki ayet Haricilerin bunu imanın bir parçası kabul etmelerine yol açmıştır.
Adnan Demircan, Haricileri’in Siyasi Faaliyetleri, s.52
9
54
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak Devrim
İslam ve Devrim Prensibi Nevin Abdülhalık Mustafa ”İslam Düşüncesinde Muhalefet, Ayışığıkitapları Yayınevi, 223-232” kitabından tekrar tashih edilerek alıntılanmıştır.
Gerçek şu ki, -ister korunmuş asıllarında
ve hareketi anlatan “devrimcilik”le nitelemekten
(şeriat), isterse İslâm’ın prensip ve değerini
uzak tutma gayreti olduğunu görüyoruz.
somutlaştırması itibarıyla Müslümanların
Böylelikle de bu durumun sonuçlarını İslâm’a
çoğunluğunun yaygın kabulüne mazhar
yüklememek gerekir. Bu guruba mensup olanlar,
olmuş uygulama modelinde olsun, ki bu Hz.
toplumda istenen değişikliğin “devrim” yoluyla
Peygamber ve Hulefâ-i Râşidin asrıyla ilgili
gerçekleşmeyeceği görüşündedir. Onlara göre
modeldir, bir inanç ve düşünce olarak- “İslâm”
“devrim” yolunu tutmaksızın mevcut durumu
ile düzeltmeyi gerçekleştirme amacındaki insanî
düzeltmek ve doğrultmak yeğdir. Bu görüşler
davranış olarak “devrim” arasındaki ilişkileri
“devrim”e, yeğ tutulmayan yol olarak bakar.
araştırma, İslâm’ın “devrimcilik”le nitelenmesini
Ama şayet böyle bir durum meydana gelirse
veya “devrim” prensibini tanımasını reddeden
ona karşı tutumları “fiilî” bir durum olarak
görüşlerle karşılaşır. İslâm’ın “devrim” prensibi
değerlendirme doğrultusundadır. Bunun için
karşısındaki tutumunu ele alışımızda, önce
bu görüşler arasında, “devrim”den, böyle
bu görüşleri sunacak, sonra İslâm’da devrim
bir durumla sınanan Müslümanların esenliğe
prensibini reddedenlerin tutumunu eleştirecek
kavuştuğu ve birlikte yaşamaya sabır sevabı
ve nihayet Kur’ân ve sünnetten çıkarılan delillere
kazandığı “meydana gelmiş bir olay ve fiilî
dayanarak devrimin meşruiyetini açıklayacağız.
durum” olarak söz edenler vardır. En iyi haliyle, devrime, zaruretin mubah kıldığı haram ve
A. Devrim Prensibi: İslâm’ın devrim prensibini tanımasını reddeden bu görüşlere baktığımızda, iki ayrı guruba, ama aynı sonucun gerçekleşmesini hedefleyen iki gruba ait olduğunu görürüz. Bu sonuç, İslâm ile devrim prensibi arasındaki ilişkinin reddidir. Birinci grubu, İslâm’da “devrim” prensibine karşı reddedici ve kabul etmez bir tutum takınmaya iten asıl motifin, İslâm’ı yanlış ve
yasak bir durum olarak bakarlar.1 Bu, tanınmış İslâm tarihçilerinin çoğunluğunun tutumuyla da uyum halindedir. Tarihlerinde “devrim” niteliği taşıyan ve çeşitli asırlarda İslâm toplumlarının tanıdığı hareketleri, “ulu’lemr’e karşı başkaldırı” (=hurûc alâ ulu’l-emr) ve bu eylemi yapanları “isyankâr” olarak değerlendirmekte neredeyse ittifak halindedirler. Bu yüzden onların devrim prensibini ele alışları,
doğru olma ihtimali bulunan insanî bir davranış Muhammed Ammâra, el-islâm ve’s-Sevra, s. 5, 6.
1
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
55
İslâm açısından yeğlenmeyen anlamları olan
taşırken, ikinci gruba mensup olanların
terimlerdir: “Fitne”, “bidat”, “tetâvul” ve hurûc
bu görüşleriyle İslâm toplumlarına âcizlik
ale’l-cemâa” gibi... Bu görüşlere göre, devrimin
ve durgunluk niteliğini yapıştırmayı ve bu
başarısı, Müslümanların karşılaştığı zor bir sınav
toplumların geriliğini ve karşılaştığı problemlerin
olan “sıkıntı” (=kârise) ve “musibet” (=nâzile)
sorumluluğunu İslâm’a yüklemeyi hedef aldığını
kabul edilir.2
görüyoruz. Batılı düşünürlerin İslâm ve devrim
İster Havâric’den, ister Şia’dan, isterse Ehl-i Sünnet diye bilinen Müslümanların çoğunluğundan olsun İslâm mezhepler tarihi yazarlarının tutumuna bakılırsa, “devrim”i dinî ve mezhebi tefsir açısından değerlendirdikleri belirtilmelidir. “Devrim”in Havâric mezhebiyle ve “başkaldırıdaki prensibiyle ilişkisinden hareketle, Ehl-i Sünnet ve aynı şekilde Şiar (bu prensibi benimseyen fırkası hariç) tarihçilerinin devrime bakışları, “murûk”, “bağy” ve “isyan” gibi sıfatlarla nitelemekle belirginleşir. Havâric’in aynı prensibe bakışı bunun aksinedir, onu hakkı sahiplerine iadenin yolu kabul etmişlerdir.3 Böylelikle, İslâm kültüründe “devrim”in ele alınışı, mezhep farklılıklarından etkilenmiştir, bu durum “devrim”e tutum alışa yansımış ve onu mezhep açısından yaklaşıma ve sübjektif yoruma büründürmüştür.”4 İbn Haldun’un tarihe bakışı bundan istisna edilir. “Devrim”i incelemiş ve onu asabiyetlerin çatışması temeline göre yorumlamış, bunun sonucunda “zulüm, ümranın harap oluşunun habercisidir.” şeklinde önemli bir prensibi ortaya koymuştur.5
konusunda yazdıklarının çoğu bu gruba aittir. Buna göre, Batı toplumundaki devrimlere genellikle devrimci kültürün ve siyasî-fiilî düzenlemelerinin sonucu olarak bakılırken, İslâm toplumlarına, bir takım siyasî hareket ve çatışmaları tanıdığı, ancak bunlara gerçek herhangi bir devrimci kültürü anlatmaksızın bir takım temerrüt ve dönüşüm biçimini alan devrimci olmayan durumları temsil ettiği şeklinde bakılır.6 Bu grubun görüşleri, İslâm toplumlarını, bazılarının “esasen mevcut ve halihazır sosyal yapıyı köklü ve kapsamlı değişikliği gerçekleştiren devrimci bir ideolojiye dayanan duruma karşı yöneltilen siyasî bir işlem” olarak tanımladığı “devrim”in aslî bir anlayışını gösteren “devrimci kişilik”e muhtaç olduğu biçiminde nitelendirilir.7 Bunun için, bu görüşe göre, İslâm toplumları taşkınlığa “direnme hakkı”nı (hakku mukâvemeti’ttuğyân) benimseyen Batılı prensibi tanımamıştır, sadece “muttekî olmayan hükümetlere direnme göreviyle ilgili İslâmi prensibi tanımıştır. Bu, onların zihinlerine “eski bir Hıristiyan tarihi şekli”ni getirir.8 Gerçek şu ki, İslâm’ın ve İslâm toplumlarının “devrim”le beraberliğini
Buna karşılık, İslâm ile “devrim” arasındaki
reddeden bu görüşlerin incelenmesi,” genel
ilişkiyi reddetmekte birinci grubun görüşleriyle
olarak- iki motife bağlandığını açıklar:
uygunluk gösteren başka bir görüş daha
Birinci grup açısından “devrim”i reddeden ve
olduğunu görüyoruz, ancak ona karşı bu
hoşlanmayan görüşlerin arkasındaki motifin,
reddetmenin ardından motif ve hedef açısından
“Havâric” mezhebini ve “başkaldırı” prensiplerini
zıt bir tutum takınır. Bu, birinci grupta İslâm’ın
reddetmekten etkilenen mezhebi bakışta
savunma ve “devrim”le birleşmeyeceği niteliği
saklı olduğunu görüyoruz. Böylece bunlara saldırı,- görüntülerinden birinde- Havâric
Bu görüşler Taberî, Bağdadî, tbnu’l-Esîr, Şehristânî,
2
düşüncesinin dayandığı “başkaldırı” (devrim)
Nuveyrî vb. Müslüman tarihçilerin çoğunun eserlerinde
prensibini eleştirme girişimi şeklini almıştır. Bu
yaygındır. Örnekleri için bkz. Mahmud İsmail, Kadâyâ
görüşlerin durumu, şeriat asıllarından çıkarılan
fi’t-Tarih’l- İslâmî, Menhec ve Tatbik, Beyrut: Dâru’l-
deliller arasından devrimin meşruluğunu ele
Avdet, 1974, s. 98-104.
aldığımızda, daha sonra ister “devrim”le bitişsin,
Muhammed Ammâra, el-İslâm ve’s-Sevra, s. 333. vd.
3
Mes’udî’nin Şiî eğilimi, Muberred’in Haricî taassubu
4
isterse onu reddetsin “muhalefet”i anlatmak için
bunun örneklerindendir, bkz. Mes’udî, İsbâtu’l-Vasıyııe, Tahran, 1318, s. 240 vd.; Muberred, el-Kâmil fi’l-Luğa
6
ve’l- Edeb, 1874, s. 34 vd. İbnu’l-Arabî’nin yukarıdaki
7
Albert Hourani, age, s. 6-16, 22-41. P.J. Vatikiotis (yay.) Revolution in the Middle East and
tarihçilerle ilgili görüşü için bkz. Ebu Bekr İbnu’l-Arabî, el-Avâsım mine’l-Kavâsım, s. 248-249. İbn Haldun, Mukaddime, 2)849 vd.
5
56
other case studies, s. 2. Bernard Lewis, “Islamic Concepts of Revolution”
8
{Vatikiotis, age, içinde,) s. 30-40
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tutulan yollar çevresindeki fırka ve mezheplerin
güçlü bir delile muhtaçtır. Çünkü görüşlerin
düşüncelerini ele aldığımızda daha da açıklık
bazısının benimsediği “taşkınlığa direnme hakkı”
kazanır. İkinci gruba gelince, bunların asıl
ve İslâm toplumlarının onu tanımadığı açısından,
motifi, azizlik ve durgunluk sıfatını yapıştırma
bununla “mahiyette itaatsizlikle ilgili İslami
ve pek çok İslâm toplumunun karşılaştığı gerilik
prensip arasında bir yakınlaşma bulunduğu
görüntülerinin hepsini İslâm’a yüklemedir.
görüşünde olan bazı Batılı araştırıcılar da vardır.
Batılı yazarlara ait görüşler incelendiğinde, onların başka bazı Batılı araştırıcılar tarafından tenkide maruz kaldıkları görülür.9 İslâm toplumlarını devrimci olmayan karakter ve kişilikle nitelendiren bu görüşleri çürütmekteki yöntemleri birkaç esasa dayanır: Birinci esasta, “devrim” ile İslâm arasındaki ilişkinin tahlilinde kullanılan aynı terimlere tenkit yöneltilmiştir. Çünkü “devrim” terimi, İslâm kültüründe
Ayrıca sükûneti benimsemek ve mevcut durumu korumak, sadece “İslâm’a özgü değildir, buna dayanan başka bir takım inançlar da vardır.”12 Böylelikle, çeşitli İslâm toplumlarının devrim prensibiyle ilişkisine ve bu ilişkinin sadece İslâm’a özgü niteliklerine etki eden çeşitli değişken türlerini bilmezlikten gelmek ilmî tarafsızlığa uygun düşmeyen bir durum olarak ortaya çıkıyor.
mevcut durumu değiştirme girişimiyle ilgili
İslâm toplumlarını “devrimci olmayan kişilik”le
bu anlamlan göstermek için yaygın değildir.
nitelendiren bu görüşlerin reddedilmesi, bazen
Sadece bu anlamları veya bazılarını göstermekte
Marksist tahlil anlayışlarını bu toplumlara
“devrim” terimiyle ortak olan başka terimler
uygulama girişimi şeklini alıyor.13 Böylelikle
vardır. Hatta fiilî durum, devrim gerçeğini
bu görüşlere yöneltilen tenkidin bir yönü,
göstermek için İslâm kültüründe bu terimlerin
bu toplumların Marksist tahlil anlayışlarıyla
Böylece,
ilişki kurma arzusunu defeder.14 Buna göre,
bir kelime ve terim olarak “devrim”in (=sevra)
İslâm’ın devrim prensibine karşı tutumuyla
yalnızca açıklama ve tahliline karşı çıkmaya
ilgili Batılı tahlillerin, İslâm toplumlarına tarihi
girişmeyen incelemeler, ortaya çıktığı toplum ve
ve kültürüyle ve bu toplumlara özgü fikir ve
çevrede kendini gösterdiği şekliyle olayla canlı
hareket üretimine hâkim inançla ilgili özgün
ilişki kurmaya ihtiyaç duyar.
tecrübeleriyle ilişki kurmaya muhtaç bir açıdan
daha yaygın olduğunu ortaya koyar.
10
Gerçek şu ki, İslâm toplumlarını “devrimci olmayan kişilik” sahibi olduğu şeklinde niteleyen Batılı görüşler, “Doğu despotizmi” teorisinden doğan ve bu esasa göre araştırıcıların Batı’yı ilerleme ve dinamizmin odak yeri olarak değerlendirdikleri bu bakış açısıyla etkilenmeyi yansıtır.11 Oysa Doğu’ya ve toplumlarına durgun,
bakışı yansıttığını görüyoruz.15 Böylece İslâm düşüncesi çerçevesinde devrimin incelenmesi, ancak, şeriat asıllarından çıkarılan, devrimin meşruluğunu temellendiren ve devrimci muhalefette kendini gösteren tutumlarını temsillendirmek üzere çeşitli İslâm düşünce Bryan S. Turner’in “Kayser’in hakkını Kayser’e, Tanrının
12
hakkını Tanrı’ya verin” prensibiyle ilgili olarak zikrettiği
canlı ve sürekli etkileşime muhtaç miras alınmış
bunun örneklerindendir. Turner, bunun sükûneti
kültürden başkasını tanımadığı şeklinde bakarlar.
benimsemekte ve korumakta İslam’a izafe edilen
Bu görüşler, gerçekte kendisini temellendirecek
muhafazakâr karaktere benzeyen Hıristiyan arzusu bulunduğuna dair bir izlenim verdiği görüşündedir.
Bryan S. Turner, “Determinant Structures and
9
Bryan S. Turner’in yazdıkları bunun açık bir
13
Contingent Revolutions”, s. 11-15.
örneğidir. “Marx ve Oryantalizmin Sonu“ kitabında
Bu terimlerden örnek olarak fitne”, “hurûc”, “nahda”,
Marksist tahlil anlayışlarının Doğu İslâm toplumlarına
“nuhûd”, “intişâr” ve “melha- me”yi sayıyoruz. Ayrıntı
uygulanmayacağını savunan görüşlere hücum eder.
için bkz. Muhammed Ammâra, el-Islâm ve’s-Sevra, s.
Ayrıntı için bkz. Bryan s. Turner, Marx and the End of
10
Ori- entalism, s. 40.
9-14. Max Weber’in İslâm toplumlarıyla ilgili tahlilleri bunun
11
Bazı Arap kalemlerinin, İslâm tarihini maddeci yorumla
14
örneklerindendir. Buna göre, İslâm toplumunda ferdiyet
açıklama eğilimini temsil ettiği şeklinde nitelenebilecek
ve aktiviteye dayalı “dinamik” motifler yoktur. Gerçek
girişimleri vardır. Ayrıntı için bkz. Muhammed Fethi
şu ki, bu gibi tahliller, bu toplumların tabiatının ve
Osman, et- Tarihu’l-tslâmî ve’l-Mezhebu’l-Mâddi fi’t-
bizzat İslâm’ın asıllarının gerçek biçimde anlaşılmasına
Tefsir, Kuveyt: ed-Daru’l-Kuveytiyye li’t-Tubâa ve’n-
muhtaçtır, bkz. Bryan s. Turner, Weber and Islam, s. 121
Neşr, 1969, s. 8 vd. Osman Halil, age, s. 7.
15
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
57
yönelişlerinin ele aldığı delillerle ilişkisini
“Zalimi görür de onun ellerini yakalamazsanız,
belirlemekle olur.
katından gelecek azabı Allah neredeyse size umumi kılar.”21 Hz. Peygamber (sav), cihadın
B. Devrim ve Meşruluk Delilleri: Gerçek şu ki, muhalefetini “devrim”le gösteren İslâm devrimci yönelişleri, devrim yapmanın meşruluğunu, Kur’ân ümmete iyiliği emredip kötülükten alıkoymayı dayanışma yoluyla yerine getirmeyi vacip kıldığına ve kötülüğü düzeltmenin ilk yeğlenen yolu olarak “kuvvet” kullanmanın vacip bir iş olduğuna dayandırırlar. Bu durum için “kılıç kullanma meselesi” (=kadıyyetu’s-seyf) terimi kullanılmıştır.16 Bu görüşün taraftarları, şu ayetlere dayanırlar: “Sizden iyiliğe çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun.” 17, “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsınız.” 18 Devrimci yöneliş taraftarları, iyiliği emretmek en iyi usulle davet sınırında durmakla birlikte, kötülükten alıkoymanın bu sınırı aşıp kötülüğü durdurmayı üstlenen fiile uzanacağı görüşündedir. Bu konudaki delilleri, Hz. Peygamber’in (sav) pek çok hadisidir. Bu hadislerden birisi, şudur: “Sizden bir kötülüğü gören onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğuz etsin, bu imanın en zayıfıdır. “19 Diğerleri gibi bu hadiste de kötülüğün “elle”, yani fiil ve kuvvetle düzeltilmesi, diğer araçlardan önce yer almıştır. Hz. Peygamber’in (sav) bu konudaki hadislerinden ikisi de şöyledir: “iyiliği emredin, kötülükten alıkoyun, zalimin elini yakalayın, onu doğru yola getirin, yoksa Allah kalplerinizi birbirinize vurur.” 20
en faziletlilerinden kılmak suretiyle mü’minleri bu görevi yapmaya teşvik etmiştir. Nitekim iki hadisi şöyledir: “Cihadın en faziletlisi, zalim sultan yanındaki hak sözdür.” 22 “Şehitlerin efendisi, Hz. Hamza’dır. Sonra da, zalim bir imama gelerek ona iyiliği emredip kötülükten alıkoyması üzerine sultanın katlettiği kişidir.”23 İslâm’daki devrimci fikrî yöneliş, kendisini yukarıda belirtilen iyiliği emredip kötülükten alıkoymakla ilgili ayet ve hadisler yanında, insanı zulmü reddetmeye ve onu düzeltmek için çalışmaya çağıran diğer ayetlere de dayandırır. “Devrim”in anlamları arasında, “teslimiyet ve sükûnet halinden temerrüt ve hareket haline geçiş de vardır. Bu, durgunluğun terki ve aşılması demektir. İnsan ve toplum bunun sayesinde zalim durumu ve gerçeği aşar, daha gönül açıcı bir durumla değiştirir.”24 Öyleyse “durgunluğu terk etmeye” (=hicret), sadece geçiş ve kaçışı anlatan pasif bir tutum olarak bakılmaz, bilakis o devrimci ekol mensuplarının vacip kabul ettiği aktif bir fiildir. Çünkü zalim bir toplumu değiştirmek için harekete geçmeyenler, kendilerine zulmedenlerdir. Bu ise zulümlerin en ileri olanıdır. Çünkü sonucu, bütün ümmet ve onun çıkarları ve değerleri ile ilgilidir. Bu konuda Yüce Allah’ın şu buyruğuna dayanırlar: “Kendilerine zulüm edenlerin canlarını aldıkları zaman onlara ‘Ne yaptınız bakalım?’ deyince, ‘Biz yeryüzünde zavallı kimselerdik.’ diyecekler, melekler de ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ cevabını verecekler. Onların varacakları yer cehennemdir.”25 Böylelikle, Kur’ân’ın zulüm ve taşkınlık
Bununla kötülüğü düzeltmenin yolu olarak devrimci
karşısında “devrim” meselesini temellendirişini,
şiddeti kullanmak kastedilir. Bu konuda Huzeyfe b.
hatta “yeryüzündeki zavallılar” açısından bile
16
el-Yemân’ın Hz. Peygamber‘den (sav) rivayet ettiği şu hadise dayanılır: Dedim ki; „Ey Allah‘ın elçisi şu verilen iyilikten sonra kötülük olacak mı?“ Resulullah „evet“
21
dedi. „Neye sarılacağız?“ diye sordum. „Kılıca“ buyurdu.
22
İbn Mâce, Fiten, 20 bkz. Nevevî, age, s. 92. 6. Ebu Davud, Melâhum, 17; Tirmizi, Fiten, 13. Hadisin
Bkz. Muhammed Ammâ- ra, el-tslâm ve’s- Sevr, s. 24.
başka bir rivayeti şu şekildedir: “Cihadın en faziletlisi,
Âl-i İmran, 3/104.
zalim sultan yanındaki adaletli sözdür.” bkz. Nevevî,
17
age, s. 92.
Âl-i İmran, 3/110.
18
Müslim, İman, 20; Tirmizî, Fiten, 12. bkz. Nevevî, age,
19
Tirmizî, Ahkâm, 4; Muhammed Ammâra, el-İslâm ue’s-
23
s. 89-90
Seura, s. 21.
Tirmizî, Tefsiru Sure, s. 67; Ebu Davud, Melâhim, 17;
20
İbn Mace, Fiten, 2. bkz. Nevevî, age, s. 93.
58
M. Ammâra, age, s. 22.
24
Nisa, 4/97.
25
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
açıkça görüyoruz. Çünkü Yüce Allah onları zulmü
“Ensâr” olarak görür. “İntisâr” terimini kullanan
düzeltme yükümlülüğünden muaf tutmamıştır.
ayetler, kötülüğü düzeltme ve sona erdirme,
Hicret, bu düzeltme araçlarından biridir. Bu,
zulmü, taşkınlığı ve istibdadı önleme anlamında
baskıya teslim olma mantığını kabul ettiğimizde
“devrim”i destekleyen bir delil niteliği taşır.
böyledir. Çünkü bu teslimiyet, Yüce Allah’ın
Bu destek, “intisâr”, mümin kişinin önemli
iradesine aykırıdır. Yüce Allah bu iradesini
niteliklerinden biri olunca zirvesine ulaşır.
bir ayette ortaya koymuştur. Bazıları, bu
Mü’minin zulüm, istibdat ve baskı karşısında hak
ayetin devrimci anlam ve güçlerden söz ettiği
için “yardımcı” (müntesir) olması gerekir, yani
görüşündedir.
26
Ayet şöyledir: “Biz memlekette
güçsüz sayılanlara iyilikte bulunmak, onları önderler kılmak ve varis yapmak istiyorduk.” 27 Ayetin İslâm’ın zuhurundan önceki bir kavmi anlatmakla ilgili oluşu, delil olarak kullanılışını etkilemez.28 Usul bilginleri “sebebin özel oluşuna değil, lafzın genel oluşuna bakılır.” demektedirler.29 Kur’ân’daki kıssalar, esasen öncekilere ait kıssaların bize ibret ve öğüt olmasını hedef alırlar.30 Kur’ân kıssaları, dinî ve ahlakî motiften hareketle toplumun
mü’min hak için ve zulme karşı çıkmak uğruna devrimci ve harekete geçen biridir.33 Havâric ile Şia’nın bazı fırkaları, düşünce ve hareket olarak devrimci ekolün ana gruplarını temsil etmiştir. Zulüm ve bozgunculuğa karşı yardımlaşmanın zorunlu bir yolu olarak devrimci Şia’nın tutumu, devrimci sertliği (kılıç) kullanmaya, “zulümle dolduktan sonra yeryüzünü adaletle doldurmak için çıkacak olan” beklenen imamlarının (imam-ı muntazar)
adaleti izleme zaruretini vurgular.31
zuhuru şartıyla izin veren İsna Aşeriye (Oniki
Kur’ân ayetlerini incelemek ve manalarına
davranmıştır.34 Böylelikle, “devrim” veya
dalmak suretiyle bazıları, düzeltme
“başkaldırı” prensibi çevresinde İslâm muhalefet
biçimlerinden biri olarak devrim açısından
düşüncesi ve hareketi ekollerinden biri ortaya
anlamı bulunan Kur’ânî bir terime işaret ederler.
çıkmış oluyor. Havâric, İslâm tarihinde düşünce
Bu terim “intisâr”dır. “Devrim, bir durumu
olarak bu prensibi ilk ortaya atan ve aşırı bir
ötekiyle, eski durumu yenisiyle değiştirmek
noktaya varacak bir model biçiminde hareket
demektir. O, bazı durumlarda mazlumların
olarak uygulayan ilk kişilerdir. Böylelikle
İmamcı) Şîa olarak bilinen fırkalarına aykırı
ama intikamın derece
onları sadece devrimci ve başkaldırıcı olarak
ve yerlerinde farklılıklarla beraber.” Buna göre,
görebiliriz. İsna Aşeriye İmamiye’si hariç Şia
yardım etmeye (=nasr) mazluma yardım etme,
da, devrimci İslâmî yöneliş çerçevesinde bir
yardımlaşmaya (=intisâr) da zulümden ve
grup olarak yer alır. Hz. Ali ve imametine karşı
zalimden hakkını alma ve onlardan intikam alma
takınılan tutum bu iki fırkayı ortaya çıkaran asıl
olarak bakılırsa, bu “zulüm,” “fesat, azgınlık ve
etken olduğundan dolayı, doğuşu açısından
haddi aşmak demek olan” taşkınlık karşısında
Havaric’le beraberliği varsa da, bu doğuşun
Ensâr’ın yaptığı fiil olarak Kur’ân’da geçen
esası açısından iki zıt tarafta yer almışlardır. Her
intişar (yardımlaşma) anlamındadır. Bu yüzden
biri marjinal aşırılığı temsil eder, her biri diğerine
bazıları “intisâr”ı, “devrim”, “devrimcileri”! de
zıt bir yöneliştedir. Ancak, bozuk durumlardan
zalimlerden intikamıdır,
32
kurtuluşun bir yolu olarak “devrim” veya Muhammed Ammâra, age, s. 22.
26
Kasas, 28/5. Bu âyetin tefsiri hakkında Taberî
27
şöyle diyor: “Onları yönetici ve hükümdarlar kılmak istiyorduk. “Muhtasaru Tefsîr’l-Imâmi’t-Taberî”, s. 434). Bu âyet, Fir’avun ve Musa kıssasını anlatmaktadır
28
“başkaldırıya bakış onları bir araya getirir. İslâm devrimci yönelişlerinin dayandığı nazarî esaslar, “fitne asrı”35 olaylarından itibaren İslâmî
(Muhtasaru Tefsîri’l -Imâmi’t Taberî, s. 434). Davud el-Attâr, Mûcezu Ulumi’l-Kurân, s. 132.
29
M. Ammâra, age, s. 25. Şu ayet buna delil getirilir: “Bir
33
haksızlığa uğradıklarında, üstün gelmek için aralarında
Bu kıssalardan bazıları şunlardır. Firavun’un helâki
30
yardımlaşırlar.” (Şura, 42/39).
kıssası, diğer zalimleri gök gürültüsü veya ebabil kuşuyla helak kıssası (bkz. Seyyid Kutub, et-Tasvîru’l-
Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, Makâlâtu’l-İslâmîyyîn ve
34
Fennî fi’l-Kur’ân, Kahire: Dâru’ş-Şurûk, 1980 (6.B), s.
İhtilâfu’l-Musallîn, Yayınlayan: Muhammed Muhyiddin
117-138)
Abdulhamîd, Kahire: Mektebetu’n-Nahdati’l-Mısrıyye, 1969, 2/140.
Mahmud İsmail, Kadâyâ fi’t-Tarih’l-Islâmî, s. 99.
31
Muhammed Ammâra, el-İslâm ve’s-Sevra, s. 24.
32
“Fitne asrı”yla, üçüncü halife Hz. Osman’ın
35
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
59
sosyal bilinçte ortaya çıkmıştır. Müslüman devrimci yönelişlerin düşünürleri, bu olaylardan, İslâm’da “devrim” veya “başkaldırı” prensibinin meşruluğunun önemli esaslarını çıkarmıştır. Bunların en önemlileri, fışkın veya zulmün yahut ülkede yüksek otoritenin ve büyük sorumluluğun sahibi olan imamın zayıflığının zuhurudur. Hz. ettikleri “zayıflık ve zulüm” dolayısıyla isyanlarını meşru gördüler.36 Aynı şekilde Havâric de isyan etmiş ve isyanlarını meşru görmüştür. Çünkü bu isyanları “Azgınlara karşı savaşmakta zaaf gösteren imama ve azgınlıklarına fısk ve zulmü ekleyen azgınlara karşı” olmuştur.37 Bundan hareketle Havâric, birkaç asır boyunca sürekli devrim bayrağını taşıya gelmiş ve bu süre boyunca hareketlerinin bölünmeye uğramasına rağmen kendilerini bir araya getiren esas prensiplere sarıla gelmiştir. Havâric fırkalarının devrim (başkaldırı) prensibinde ittifak ettiklerini görürken, Şia fırkalarının bu prensip çevresinde aynı görüşte olmadıklarını görüyoruz. Ayrıca, diğer İslâm fırkalarında da devrimci bazı yönelişler vardır.
www.islamiyorum.com
Osman’a isyan edenler, Hz. Osman’ı itham
katledilmesiyle sonuçlanan olaylardan, Hz. Hasan’ın Muaviye lehine halifelikten vazgeçip ona bey’at etmesiyle, “ihtilaftan sonra Müslümanların icması” dolayısıyla “birlik yılı” (âmu’l-cemâ’a) denilen 41/661 yılma kadar olan dönem kastedilir. (Ebu Bekr İbnu’lArabî, el-Auâsım mine’l-Kauâsım, s. 201; Tâhâ Huseyn, el-Fitnetu’l-Kubra, 1/65 vd., 2/31 vd). Muhammed Ammara, el-İslam ve’s Sevra, s.183.
36
M. Ammâra, age, 183.
37
60
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak Devrim
Seyyid Kutub’a Göre
İslami Mücadele “Yoldaki İşaretler” kitabından
Günümüz Toplumlarının Tahlili:
Derleyen: Nureddin Yıldız
“Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa 4/80)”2
“Yalnız ve yalnız Allah’a kul olmak İslam akidesinin ilk rüknünün yarısıdır: “La İlahe
“Buna göre Allah’ın vahdaniyetine, ortaksız
İllallah” şehadet cümlesinin temsil ettiği
olduğuna inanmayan kimse yalnız başına
İslam akidesinin... Bu kulluğun keyfiyetini
Allah’ın kulu değildir.
Resulullah’tan almak ise “Muhammedün Resulullah” cümlesinin temsil ettiği ikinci
“Allah buyurur ki: “İki ilah edinmeyin. O tek
yarısıdır.”1
bir ilahtır. Yalnızca benden korkun. Göklerde
“Müslüman toplum, bu kaidenin ve tüm
O’nun içindir. Yoksa Allah’tan başkasından mı
gereklerinin onda temsil edildiği toplumdur.
korkuyorsunuz?” (Nahl 16/51-52)
ve yerde ne varsa O’nundur. Din de her zaman
Çünkü bu kaide ve gerektirdiklerini temsil etmeden bir toplum Müslüman olamaz. Ona İslam toplumu adı verilemez.
Allah’tan başkasına ibadet kastı taşıyan davranışlarda bulunan hareketler yapan kimse, yalnız başına Allah’ın kulu değildir. Bu davranış
İşte bu yüzdendir ki “La İlahe İllallah,
ve hareketler Allah’la birlikte veya O’nsuz
Muhammedün Resulullah” şehadeti Müslüman
yapılmış fark etmez. Her ikisi de şirktir:
ümmetin tüm ayrıntılarıyla hayatının dayandığı kamil metodun temel ilkesi olmuştur. Dolayısıyla bu temel ilke olmadan bu hayat da olmaz. Bu temel ilkeye dayanmayan veya bu ilke ile birlikte başka bir ilkeye dayanan yahut bu ilkeye yabancı başka ilkelere dayanan hayat İslami bir hayat değildir.
“De ki: “Benim namazım, haccım, yaşayışım ve ölümüm Alemlerin Rabbi olan Allah içindir. Onun ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum. Ben Müslümanların ilkiyim.” (En’am 6/162-163)
Hukuki yasaları Allah’tan başkasından alan veya Allah’ın Resulü aracılığıyla bize tebliğ ettiği yolun
“Hüküm yalnız Allah’ındır. O yalnız kendisine kulluk etmenizi emretti. İşte dosdoğru din budur.” (Yusuf 12/40)
dışında başka birisinden bu prensipleri alan kimse yalnız başına Allah’a kul değildir: “Yoksa Allah’ın din ile ilgili izin vermediği konularda
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. “La İlahe İllallah” hayat
1
metodudur. Dünya yayınları. S. 94
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. “La İlahe İllallah” hayat
2
metodudur. Dünya yayınları. S. 94-95
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
61
onlar için yasalar koyan O’nun ortakları mı vardır?”
kesinlikle reddeden bir cemaat olmadan
(Şura 42/29)
bu toplum ortaya çıkmaz. Arkasından bu
“Peygamber size ne getirdi ise onu alınız. Size neyi yasakladı ise onu yapmaktan vazgeçiniz.”
İşte Müslüman toplum budur. Yalnız Allah’a kul olma esası, bu toplumdaki fertlerin inanç ve düşüncelerinde, ibadet ve hareketlerinde, sosyal düzenleri ve yasalarında temsil edilir. Bu yönlerden herhangi birisinde bir aksama olursa, bizzat İslam’da aksamalar başlamış demektir. Çünkü İslam’ın ilk rüknü olan “La İlahe İllallah, Muhammedün Resulullah” cümlesinde aksamalar başlamıştır. Dedik ki Allah’a kulluk “itikadi düşünce” tarzında belirir. Öyleyse İslam’da itikadi düşüncenin ne olduğunu açıklamamız faydalı olur. İslam’ın itikadi düşüncesi, akidenin gerçeklerini Rabbani kaynaktan edinmek için insan idrakinde oluşur. Bu anlayış sayesinde insan “Rabb” gerçeği hakkında belirli bir idrak edinir. Gördüğü ve görmediği fakat içinde yaşadığı kainat hakkında, mensubu bulunduğu hayat realitesinin görünen ve görünmeyen yönleri hakkında ve bizzat insanın kendi varlığının gerçeği hakkında belirli
düzenlemeye girişmelidir. Bu toplumun fertleri vicdanlarını, Allah’tan başka birisinin uluhiyetine itikad etmek inancından arındırmalıdır. Dini davranışlarını Allah’tan başkasına yöneltmekten arındırmalıdırlar. Yasalarını Allah’tan başkasına dayandırmaktan, O’ndan başka bir kimseden almaktan arındırmalıdırlar. İşte ilk Müslüman cemaatin doğuşu böyle oldu. Her Müslüman cemaatin doğuşu da böyle olur. Her Müslüman toplum da böyle kurulur.”3 “Tabiidir ki, eski cahiliye toplumunun baskısına karşı koyabilecek güç derecesine ulaşmadıkça, yeni bir İslam toplumu neşet edemez, gerçekleşemez. Akide ve düşünce gücü yönünden, ferdi karakter ve ahlaki güç bakımından sosyal yapı ve düzenleme gücü yönünden ve diğer kuvvet çeşitleri bakımından cahiliye toplumunun baskısına karşı koyabilecek ve onu yenebilecek veya en azından onunla boy ölçüşebilecek bir güce ulaşmadıkça İslam toplumu oluşamaz.
bir idrak kazanır. Sonra insanın tüm bu gerçekler
Fakat “cahiliye toplumu” nedir? Ona karşı
ile ilişkileri bu itikadi esaslara göre biçimlenir.
koymadaki İslam’ın metodu nedir?
Yalnız Allah’a kul olduğunu gösteren Rabbi ile ilişkisi; çevresini saran kainat ve kanunları ile canlılar ve onların alemleri ile olan ilişkisi, insan türünün fertleri ve teşkilatları ile olan ilişkisi, Resulullah’ın bize tebliğ ettiği ilke yönünde Allah’ın dinine dayanır. Bu çeşitli ilişkiler bütünü, yalnız insanın Allah’a kulluğunu gerçekleştirmek içindir. Bu şekli ile itikadi düşünce hayatın tüm
Cahiliye toplumu, İslam toplumunun dışında kalan her çeşit toplumdur. Objektif bir tarif yapmak istersek deriz ki: Cahiliye toplumu, sadece Allah’a kul olma esasına dayanmayan, bu esasa samimiyetle bağlanmayan her toplumun adıdır. Bu kulluk itikadi düşüncede, ibadet şekillerinde ve kanuni hükümlerde ortaya
faaliyetlerini içine alır.
çıkar.
“Müslüman toplum”un bu olduğu anlaşılınca,
Bu objektif tarif ile “cahiliye toplumu”
bu toplum nasıl oluşur, nasıl doğar? Böyle bir
kapsamına bugün yeryüzünde fiilen kaim olan
neşetin metodu nedir?
tüm toplumlar girer.
Yalnız Allah’a tam manasıyla kul olduklarını
Komünist toplumlar cahiliye toplumu
ifade eden bir cemaat doğmadıkça bu toplum ortaya çıkmaz. Bu toplum Allah’tan başka hiç bir kimseye kullukla bağlanmaz, ona baş eğmez... İnanç ve düşünce tarzında Allah’tan başkasına kul olmayı, ibadetlerde ve dini davranışlarda Allah’tan başkasına kul olmayı, sosyal düzen ve kanunlarda Allah’tan başkasına kul olmayı
62
halis kulluk esası üzerine tüm hayatını fiilen
kapsamına girer. Bu toplumlar öncelikle Allah hakkındaki sapık görüşleri ve O’nun varlığının kökten inkar ettikleri için; bu varlık bütününde var olan tüm faaliyetleri “madde” veya “tabiat”a Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. “La İlahe İllallah” hayat
3
metodudur. Dünya yayınları. S. 95-97
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
dayandırdıkları için; insan hayatında ve
gerek “halk” adına olsun, gerekse “parti” adına
tarihindeki en önemli gücü “ekonomi” veya
olsun, gerekse herhangi bir varlık adına olsun
“üretim araçları”na dayandırdıkları için cahiliye
en üstün hakimiyet bunların elindedir. En yüce,
toplumu kapsamına girerler. İkinci olarak,
en üstün hakimiyet, yalnız Allah’ındır. Ancak
“toplumun önderliği pratik bir gerçektir”
O’nun Resulünün tebliğ ettiği metot uyarınca
faraziyesi çerçevesinde, halklarını Allah’a
kullanılabilir.
değil “parti”ye kul hale getirdikleri için cahiliye toplumu kapsamına girerler. Ayrıca bu düşünce tarzına ve bu toplum düzenine bağlı olarak, insani özellikleri heder etmesi, yok sayması gelir. Çünkü bu düzene göre “insanın temel ihtiyaçları” hayvani isteklerden ibarettir, yani; yemek, içmek, giyinmek, mesken ve cinsi arzuyu tatmindir! Komünist düzen insanı hayvandan ayıran, insan ruhunun ihtiyaçlarından insanı mahrum eder. Bu ihtiyaçların başında Allah inancı, O’nu seçme hürriyeti, inancı ifade hürriyeti gelir. Bunun yanında insanın insanlığını ifade eden en önemli özelliklerinin başında gelen, “ferdiyetini” elde etme hürriyetini elinden almaktadır. İnsanın
Cahiliye toplumunun kapsamına yeryüzünde bulunan tüm Yahudi ve Hıristiyan toplumları da girer. Bu toplumların cahiliye toplumu kapsamına girmelerinin birinci delili, tahrif edilmiş inanç anlayışına sahip oluşlarıdır. Bunlar Allah’ın uluhiyette tek olduğunu söyleyen inanç anlayışlarının aksine, şirkin değişik biçimleriyle Allah’a ortak koşuyorlar. Bu ortak koşmak, gerek O’na oğul isnat ederek veya teslis ile olsun, gerekse Allah ve Allah ile yarattıkları arasındaki ilişkide gerçeğe muhalif tasavvurlarda bulunmakla olsun fark etmez:
ferdi hürriyeti; ferdi mülkiyette, çalışma ve
“Yahudiler: “Üzeyir Allah’ın oğludur” dediler.
ihtisas alanının serbest seçiminde, sanat yolu
Hıristiyanlar da “Mesih Allah’ın oğludur” dediler.
ile insanın kendisini ifade etmesinde ve bunlar
Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözleridir.
gibi insanı “hayvandan” veya “araçtan” ayıran
Daha önceki kafirlerin sözlerini taklit ediyorlar.
hususiyetlerde belirmektedir. Oysa gerek
Allah onları kahretsin nasıl da (haktan batıla)
komünist düşünce, gerekse komünist düzen
çevriliyorlar!” (Tevbe 9/30)
çoğu zaman insanı hayvan mertebesinden basit bir “araç” durumuna indirmektedir.
“Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler elbette kafir olmuşlardır. Oysa tek ilahtan başka hiçbir ilah
Cahiliye toplumu kapsamına putperest
yoktur. Bu dediklerinden vazgeçmezlerse elbette
toplumlar da girer.
onlardan inkar edenlere acı bir azap dokunacaktır.”
Bu toplumlar halen Hindistan’da, Japonya’da,
(Maide 5/73)
Filipinler’de ve Afrika’da hakim durumdadırlar.
“Yahudiler “Allah’ın eli sıkıdır” (Allah cimridir)
Önce Allah’tan başkasını ilahlaştırma esasına
dediler. Kendi elleri bağlansın! Söylediklerinden
dayanan inanç anlayışları yüzünden cahiliye
ötürü lanetlendiler. Hayır, Allah’ın iki eli de açıktır,
toplumunun kapsamına girmektedirler. Bu
dilediği gibi verir.” (Maide 5/64)
ilahlaştırma Allah’la birlikte olsun, O’nsuz olsun fark etmez. İkinci olarak ibadet kastı
“Yahudiler ve Hıristiyanlar: “Biz Allah’ın oğulları ve
taşıyan davranışları uluhiyetlerine inandıkları
dostlarıyız” dediler. De ki “o halde günahlarınızdan
çeşitli ilah ve mabutlara takdim ettikleri için
ötürü size niye azap veriyor? Oysaki siz O’nun
cahiliye toplumunun kapsamına girmektedirler.
yarattığı birer beşersiniz.” (Maide 5/18)
Bunun gibi toplumlar Allah’tan ve O’nun şeriatından başka bir kaynağa dayanan düzenler ve şeriatları ikame etmektedirler. Bu düzen ve şeriatlar ister mabetlere, kahinlere, mabet bekçilerine, büyücülere, din adamlarına dayansın, isterse Allah’ın şeriatına başvurmaksızın teşri sultasına sahip “laik” ve medeni heyetlere dayansın farksızdır. Yani
Bu toplumlar ibadet kastı taşıyan davranışlarıyla, sapık ve tahrif edilmiş inanç anlayışlarından fışkıran merasim ve ayinleriyle de cahiliye sınıfına girerler. Ayrıca nizam ve şeriatlarından dolayı da bu sınıfa girerler. Bu kurumların tümü, hakimiyetin yalnız Allah’a ait olduğunu ikrar ederek otoriteyi O’nun
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
63
şeriatına dayandırmak suretiyle yalnız Allah’a
olarak bütün hayati değerlerini bu yetkisiz
kulluk esası üzerine kaim değildirler. Aksine
hakimiyete dayandırmaktadırlar.
bu kurumları ayakta tutan insanlardan bir heyettir. Bu toplumlarda yalnız Allah’a ait olan en yüce hakimiyet yetkisi heyetindir. Bunun içindir ki Yüce Allah eskiden beri onları müşrik olarak kınamıştı. Çünkü onlar hakimiyet hakkını hahamlara ve rahiplere veriyorlardı. Rahip ve
Allah hakimler/yönetenler hakkında şöyle buyuruyor: “Kim Allah’ın indirdikleri ile hükmetmezse onlar kafirlerin ta kendileridir...” (Maide 5/44)
hahamlar kendi kendilerine bir takım düzmece
Yönetilenler/mahkumlar hakkında da şöyle
kanunlar vazediyorlar. Onlar da rahipler ve
buyuruyor:
hahamlar tarafından düzülmüş kanunlarını kabul ettikleri için Yüce Allah onları müşrik olarak
“Sana indirilene ve senden öncekilere indirilene
vasıflandırıyor.
inandıklarını iddia edenleri görmedin mi? Hakem olarak tağuta başvurmak istiyorlar! Oysa
“Onlar hahamlarını ve rahiplerini Allah’tan başka
kendilerine onu inkar etmeleri emredilmişti...”
Rabbler edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de. Oysaki
(Nisa 4/60)
tek bir ilaha kulluk etmekten başka bir şeyle emrolunmamışlardı. Ondan başka ilah yoktur. O onların koştukları ortaklardan münezzehtir.” (Tevbe 9/31)
Bu konu şu ayetle son buluyor: “Hayır, Rabbine and olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem tutmadıkça sonra
Aslında onlar hahamların ve rahiplerin ilah
da verdiğin hükme karşı içlerinde bir sıkıntı, bir
olduklarına da inanmıyorlardı. İbadet kastı
burukluk hissetmez hale gelmedikçe (verdiğin
taşıyan davranışlarını da onlara takdim
hükme gönül hoşluğu ile razı olup) ve tam olarak
etmiyorlardı. Sadece hakimiyet hakkını onlara
verdiğin karara teslim olmadıkça iman etmiş
veriyorlardı. Onların koymuş olduğu yasaları
olamazlar.” (Nisa 4/65)
benimsiyorlardı. Allah’ın izin vermediği konularda Yahudi ve Hıristiyanlar bugün müşrik ve kafir olarak vasıflandırılmaya daha layıktırlar. Çünkü onlar hakimiyet hakkını haham ve rahiplerden de öte kendilerinden olan, kendileri gibi insanlara vermişlerdir. Halbuki hepsi de elittirler.
İslam kendi değer ölçüsü ile tüm bu toplumların İslamlığını ve şeriata uygunluk iddialarını reddeder. İslam bu toplumların taşıdığı çeşitli unvanlara, yaftalara ve sloganlara bakmaz. Bunların tümü bir gerçekte birleşmektedirler. Bu gerçek ise, bu toplumların hayatlarının kamil manada sadece Allah’a kul olma esasına
Son olarak da bu cahiliye toplumu çerçevesi
dayanmamasıdır. Bu yüzden bu toplumlar,
içerisine kendilerini Müslüman sanan
diğer sair toplumlar ile bir tek sıfatta
toplumlar da girer!
birleşmektedirler: “Cahiliye” sıfatında...”4
Bu toplumların cahiliye toplumu çerçevesi içine girmeleri, Allah’tan başkasının uluhiyetine
Mücadele:
inandıkları için değildir. Allah’tan başka ilahlara
“Cahiliye, hiçbir zaman soyut bir “nazariye”
tapındıkları için de değildir. Fakat bu toplumlar,
şeklinde ortaya çıkmamıştır. Hatta çoğu
hayat düzenlerinde, yalnız Allah’a kulluk esasına
dönemlerde şu veya bu ölçüde hiç bir
boyun eğmedikleri için bu çerçeveye giriyorlar.
“nazariyeye” sahip olmamıştır. O, her zaman
Bu toplumlar, her ne kadar doğrudan doğruya
harekete dönük bir toplumda temsil edilir.
Allah’tan başka birini tanrılaştırmamakta
Yine o toplumun önderliğine, düşüncelerine,
iseler de, uluhiyetin en belirgin özelliğini
değer ölçülerine, duygularına, anlayışlarına,
Allah’tan başkasına vermektedirler. Allah’tan
geleneklerine ve adetlerine boyun eğen bir
başkasının hakimiyetine boyun eğmektedirler
kitle halinde temsil edilir. Söz konusu cemiyetin
ve düzenlerini, yasalarını, değer hükümlerini, kriterlerini, adetlerini, geleneklerini ve yaklaşık
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. “La İlahe İllallah” hayat
4
metodudur. Dünya yayınları. S. 98-104
64
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
fertleri arasında organik bir birlik görülür. Cemiyet etki-tepki ilişkileri içinde gelişen, koordinasyonlu, fertleri arasında bağlılık ve yardımlaşma ilkelerinin geçerli olduğu organik bir bütündür. Zaten gerek bilerek ve gerekse bilmeyerek bu cemiyeti, varlığını koruması için harekete sevk eden unsur da bu organik birliktir. Cahiliyet cemiyetine karşı kendi varlığını savunmak ve ne şekilde olursa olsun, varlık ve bütünlüğünü tehdit eden tehlike unsurlarını yok etmek için bu organik birliğe dayanır. Cahiliye soyut bir “nazariye” ile değil de, böylesine bir hareket mekanizmasına sahip bir cemiyet tarafından temsil edildiği için, bu cahiliyeti iptal etmek ve insanları bir kere daha Allah’a bağlamak davasının soyut bir nazariyede temsil edilmesi ne doğrudur ve ne de yararlıdır. Çünkü böyle bir tutum fiilen yürürlükte olan cahiliyeyi yok etmek için gerekli olan “daha üstün olma” prensibini bir kenara itelim, fiilen yürürlükte olan organik bir mekanizmaya sahip bulunan cahiliyeye bile denk olmayacaktır. Oysaki fiilen yürürlükte olan bir varlığı ortadan kaldırıp yerine özellik, metot, esas ve detaylar bakımından taban tabana zıt olan bir başka varlığı yürürlüğe koyabilmek için, ileri sürülecek varlığın üstün olması gerekir. Daha doğrusu bu yeni hareketin nazari ve pratik dayanakları, fertleri arasındaki bağlılık, yakınlık ve tutkunluk bakımından, fiilen yürürlükte bulunan cahiliye cemiyetinden daha güçlü, aksiyoner ve
kalacaklardır.”6 “Bu yüzden daha ilk anda İslam’ın nazari temelinin (yani akidenin) harekete dönük ve organik bir toplumda temsil edilmesi gerekir. İslam’ın ortadan kaldırmayı amaçladığı harekete dönük ve organik cahiliye toplumundan apayrı, müstakil olan bir başka harekete dönük ve organik bir cemiyet meydana getirmesi kaçınılmaz bir şarttır.”7 “Bu din, bunları (yani kullara kulluğu) ortadan kaldırmak, insanı Allah’tan başkasına kulluk etmekten kurtarmayı ilan etmek için gelmiştir. Bu yüzden alemşümul fermanına muhalif olan “pratiği” ortadan kaldırmak ve tüm yeryüzüne kendi pratiğini yaymak için beyan ve hareketle teşebbüse geçer. Allah’ın otoritesi ve şeriatına dayanmayıp kendi otoritelerini hakim kılmaya çalışan siyasi güçlere vurucu darbeler yöneltmekten kaçınmaz. Hiçbir otoritenin karışması söz konusu olmadan insanların “beyan”ı serbestçe dinlemeleri ve sonrasında siyasi, iktisadi, içtimai bir nizamın kurulabilmesi için, engel olan siyasi güçlere karşı çıkmak ve onlara karşı kuvvet kullanmak gereklidir. Bu nizam, hakim olan güçleri ortadan kaldırdıktan sonra kurulabilir. Hakim güçler ister katıksız siyasi karakterli olsun, ister ırkçılıkla karışık bir mahiyet taşısın, isterse aynı ırk arasında sınıfçı bir karakter taşısın fark etmez.
organik bir toplumda temsil edilmesi
İslam’ın amacı, insanlara inanç sistemini
şarttır.”5
zorla benimsetmek değildir. Asla! Fakat İslam
“İslam hiç bir zaman mücerret bir nazariye olarak ortaya çıkmayı kabullenmez. Dileyenin inanç olarak benimsemesi ve ibadetlerini bir alışkanlık eseri olarak yerine getirmesi, sonra bağlılarının fiilen yürürlükte olan ve hareket halinde bulunan cahiliye cemiyetinin bünyesi içerisinde bir uzuv ve bir fert olarak devam edip gitmelerine müsaade etmez. Zira onların bu şekildeki varlığı, sayıları ne kadar çok olursa olsun, İslam’a “fiili bir varlık” kazandıramaz. Çünkü cahiliye cemiyetinin bünyesi içerisine karışmış, “teorik yönden Müslüman” fertler, bu toplumun isteklerine uymaya kesinlikle mecbur
insanları kula kulluktan kurtaran alemşümul bir hürriyet fermanıdır. O her şeyden önce insanın insana tahakkümü esasına dayanan, insanın insana tapındığı düzenleri ve hükümetleri ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Artık bundan sonra fertler bilfiil hürdürler. Siyasi baskıyı ortadan kaldırdıktan, akıl ve ruhlarını aydınlatıcı beyan nuruyla aydınlığa kavuşturduktan sonra kendi iradeleriyle diledikleri inancı benimseyebilirler. Hürdürler. Fakat bu hürriyetin manası, insanların kendi heva ve heveslerini ilah edinmeleri veya kendi Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Müslüman cemiyetin
6
doğuşu ve özellikleri. Dünya yayınları. S. 55-56 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Müslüman cemiyetin
5
doğuşu ve özellikleri. Dünya yayınları. S. 54-55
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Müslüman cemiyetin
7
doğuşu ve özellikleri. Dünya yayınları. S. 56
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
65
istekleriyle kullara kul olmaları yahut Allah’tan
mecburiyetindedir. Müslüman bir ümmet ancak
başka birbirlerini rab edinmeleri demek değildir.
bu metotla meydana getirilebilir.”11 “Bu metot
Yeryüzünde insanları egemenliği altında
belirli bir merhalenin, belirli bir ortamın ve
bulunduran nizamın tek kaidesi, bir tek Allah’a
ilk Müslüman cemaatin neşet etmesine has
kul olmaktır. Bu da sırf O’nun şeriatını nizam
belirli şartların metodu değildir. Bu öyle bir
olarak seçmekle olur. Bundan sonra her fert –bu
metottur ki, ne zaman olursa olsun o olmadan
alemşümul nizamın gölgesinde- dilediği inancı
bu din binası asla yükselemez.”12 “İslam’da
seçsin!”8
“metot” “realiteye” eşittir. Aralarında hiç bir
“Bu yüzden İslami hareket, pratik hayatın tümünü onlara denk olan tedbirlerle karşılar. İnanç ve düşünceleri düzeltmek için “davet” ve “beyan” prensipleriyle karşı koyar. “Kuvvet” ve “cihad” tedbirleri ile de cahiliyeyi ayakta tutan kurum ve otoritelere karşı koyar. ... İslam öyle bir
ayrılık yoktur. Hiç bir yabancı metot sonuçta İslam’ı gerçekleştiremez. Yabancı metotlar beşeri düzenlerini gerçekleştirebilirler. Fakat bizim nizamımızı gerçekleştiremezler. Akide ve nizam tutkunluğu gibi her türlü İslami harekette metodun tutkunluğu da zaruridir.”13
harekettir ki, maddi otoritelerin karşısında
Kur’an Metodunun özellikleri
beyan ile yetinmediği gibi, ferdi vicdanlara
1- Mücadelenin başlangıcı (ilk yapılması
karşı da maddi baskıyı seferber etmez, kuvvet kullanmaz. Kuvvet de anlatmak ve beyan gibi bu dinin takip ettiği bir metottur.”9
gerekenler): “(Vahyin ilk indiği dönemde) İslam’a giren kişi, giriş kapısının eşiğinde cahiliye dönemindeki
Mücadelenin yöntemi:
her şeyi sıyırıp atıyordu. İslam’a girdiği
“Allah’u Teala buyuruyor ki:
büsbütün ayrı olan yeni bir devrin başladığını
anda, cahiliye devrinde yaşadığı hayattan hissediyordu. Cahiliye dönemindeki bütün
“Kur’an’ı insanlara ağır ağır okuman için onu
alışkanlıklarının karşısında kuşkulu, çekingen,
bölüm bölüm indirdik, onu azar azar indirdik.”
şikayetçi bir tavırla durur ve onların “İslam’la
(İsra 17/109)
bağdaşmayan pislikler” olduğunu hissederdi.”14
Hem “bölüm bölüm” indirmek kastolunmuş, hem de “ağır ağır” indirmek. Böylece nazariye şeklinde değil, bilakis “canlı bir teşekkül” şeklinde ortaya çıkan akide binasının kurulması tamamlanmak istenmiştir.
“O neslin Müslüman’ı içinde bulunduğu cahiliye ortamından, onun örfünden, düşüncelerinden, adet ve ilişkilerinden sıyrılmıştı. Bu sıyrılış şirk akidesinden tevhid akidesine, cahiliye düşüncesinden İslam düşüncesine doğru bir
Bu dinin bağlıları iyi bilmelidirler ki, bu din aslında nasıl Rabbani bir din ise, onun hareket metodu da tamamen Rabbani ve esas tabiatına uygundur. Ve şurası bir gerçektir ki bu dinin hakikatini, hareket metodundan ayırmak mümkün değildir.”10 “Ve ne zaman olursa olsun Allah’u Teala’nın ilk defa Müslüman bir ümmeti ortaya çıkardığı şekilde yeniden Müslüman bir ümmeti vücuda getirmek isteyen her hareket de aynı o metodu takip etmek Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Allah yolunda cihad.
8
sıyrılıştı. Bu sıyrılış yeni bir yönetim altındaki yeni bir İslam cemiyetine katılmaktan doğuyordu. Bu cemiyet ve yönetimin sağladığı yetki, görev ve bağlılıklardan ileri geliyordu. Bu nokta, yolların ayrılış noktası, yeni bir yolda ilerlemenin başlangıcı idi. Cahiliye cemiyetinin yürürlükte tuttuğu her türlü geleneklerin, düşüncelerin ve hakim olan değer ölçülerinin Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun
11
tabiatı. Dünya yayınları. S. 46 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun
12
tabiatı. Dünya yayınları. S. 47-48
Dünya yayınları. S. 72-73 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Allah yolunda cihad.
9
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun
13
tabiatı. Dünya yayınları. S. 451
Dünya yayınları. S. 66 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun
10
tabiatı. Dünya yayınları. S. 47
66
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Eşsiz bir Kur’an nesli.
14
Dünya yayınları. S. 20
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
baskılarından sıyrılmasını sağladığı hafiflik içinde
nizam kurma görevini omuzlarına yükleninceye
adım atılan engin bir yürüyüştü.
kadar, bu temel davayı aşıp bu davanın üzerine
Biz de bugün bir cahiliye içindeyiz. Tıpkı İslam’ın ilk geldiği günlerdeki cahiliye gibi. Hatta daha da
kaim olduğu hayat nizamı ile ilgili bilgilere girişmemiştir.”19
kötü. Çevremizdeki her şey cahiliye damgasını
“İmam İbn-ül Kayyim El-Cezvi, İslam’da
taşıyor. İnsanların düşünceleri ve inançları,
cihad konusunu “Zad-ül Mead” isimli eserinin
alışkanlık ve gelenekleri, kültür kaynakları sanat
“Resulullah’ın peygamber olarak gönderilişinden
ve edebiyatları, yasa ve nizamları... Hatta İslam
Allah’a kavuştuğu ana kadar kafirleri ve
kültürü, İslam kaynağı, İslam düşüncesi, İslam
münafıkları hidayete çağırışının safhaları”
felsefesi olarak saydığımız şeylerin pek çoğu da
başlığını taşıyan bölümünde şöyle özetler:
bu cahiliyenin ürünüdür.”15 “Allah’u Teala’nın ona ilk vahyettiği ayet “Yaratan
“Yolumuzdaki ilk adımlarımız, bu cahiliye
Rabbinin adıyla oku!” şeklindedir. Bu emir
cemiyetinin ve onun değer yargılarının,
peygamberliğinin başlangıcıdır. Allah ona kendi
düşünce sisteminin dışına çıkmamızdır. Yolun
kendine okumayı emrediyordu. Henüz ona tebliğ
yarısında onunla karşılaşmamak için değer
etmeyi emretmemişti. Sonra ona “Ey örtülere
ölçülerimizden, düşünce sistemimizden, az veya
bürünen, kalk ve korkut!” ayetini inzal buyurdu.
çok sapmamamızdır. Hayır! Biz ve onlar, yolların
“Oku” fermanıyla başlayan vahyi ilahi “korkut”
ayrılış noktasında bulunuyoruz. Bir adım bile
fermanıyla etrafa yayılmaya başladı. Daha sonra
onları takip edersek, şüphesiz metodumuzun
aşireti içindeki yakın akrabalarını korkutmasını
tümünü ve yolumuzu kaybederiz.”16
emretti. Arkasından kabilesini korkutmasını. Daha sonra komşu kabileleri, bir müddet sonra
2- Mücadelenin merhaleleri:
tüm Arapları ve sonunda da tüm insanları korkuttu (inzar etti). ...”
“(Bu din uğrunda ortaya konacak mücadele merhalelerden oluşur.) Her merhalenin gereklerini ve pratik ihtiyaçlarını karşılayıcı bir takım araçları vardır. Her merhaleyi bir sonraki merhale takip eder.”17 “Kur’an’ı Kerim, tam on üç yıl boyunca Mekke’de, Resulullah’a inmeye devam ederek tek bir davadan bahsetti. Değişmeyen tek bir davadan... ... Mekke dönemi boyunca bu dinin başlıca davası, en büyük davası, temel davası olan “akide” ile ilgilendi. Uluhiyet ve ubudiyette beliren ve ikisi arasındaki ilişkileri düzenleyen, başlı başına bir kaide olan itikad davasını hallediyordu.”18 “Yüce Allah bu hususun yeteri kadar açıklanmış olduğunu bilinceye, insanoğulları arasından seçilmiş bir kitlenin gönlünden bu dava tam bir şekilde mükemmelce kökleşip ve bu dine örnek teşkil eden pratik bir
İslam’da cihadın merhalelerini anlatan bu güzel özetten, bu dinin hareket metodunun asli ve derin özellikleri ortaya çıkar.”20 “Bu metot –görünen biçimi ve insan aklının sınırlı idraki itibariyle- Arapların kalbine girmek için gerekli yolların en kolayı değildi. ... Onlar “La İlahe İllallah” cümlesinin, uluhiyetin en önemli özelliğini gasp eden yeryüzü kaynaklı sultalara karşı bir başkaldırma olduğunu, Allah’ın izni olmaksızın kendilerince uydurdukları yasalara göre hükmeden otoritelere karşı çıkmak demek olduğunu biliyorlardı. ... İşte bu yüzden bu daveti –ya da bu inkılap hareketini- o derece şiddetli bir şekilde karşıladılar. Herkesin bildiği o savaşlarla karşı koymak istediler.”21 Hz. Muhammed, intikam duygularının yiyip bitirdiği, çatışma ve münakaşaların parçalayıp
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Eşsiz bir Kur’an nesli.
15
yok ettiği Arap kabilelerini bir araya getirmeyi
Dünya yayınları. S. 21 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Eşsiz bir Kur’an nesli.
16
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun
19
Dünya yayınları. S. 23 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Allah yolunda cihad.
17
tabiatı. Dünya yayınları. S. 26 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Allah yolunda cihad.
20
Dünya yayınları. S. 66 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun
18
tabiatı. Dünya yayınları. S. 25
Dünya yayınları. S. 63-65 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun
21
tabiatı. Dünya yayınları. S. 27-28
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
67
amaçlayan bir Arap kavmiyetçiliği şuuru
“Ahlak ancak, ölçüler koyan ve değerler
uyandırabilirdi. Sömürgeci imparatorluklar
sistemini yerleştiren bir akide temeli üzerinde
tarafından gasp edilmiş topraklarını kurtarmak
kaim olabilir (ayakta durabilir). Ayrıca söz
için davasına kavmiyetçi bir yön verebilirdi.”22
konusu ölçü ve değerler sistemini ayakta tutan
“Fakat Alim ve Hakim olan Allah’u Teala,
siyasi egemenlik ile bu siyasi egemenliğin sahip
Resulünü böyle bir yöne yöneltmedi. O’nu
olduğu, herkese kabul ettirdiği ceza-mükafat
“La İlahe İllallah”’ı açıklamaya, böylece hem
yetkisi de inançsız var olamaz. Buna göre inanç
kendisini hem de çağrısına icabet eden azınlığı
sistemi yerleştirip ona dayalı siyasi bir hakimiyet
bunca sıkıntılara katlanmaya yöneltti.”
kurmadıkça, söz konusu değerler sisteminin
23
“Yeryüzünü Bizanslı veya Persli tağutun elinden
tümü ve bu değerlere dayanan ahlak; kuralsız,
kurtarıp Arap toplumunun eline vermek çıkar yol
otoritesiz, mükafat ve ceza biçme yetkisi
değildir. Tağut her yerde tağuttur.”24
olmayan dağınık bir şey olurdu.”28
“Resulullah bu dinle gönderildiği zaman, Arap
3- Mücadele esnasında toplumların
toplumu adalet ve servet dağılımı bakımından
problemleri ve ihtiyaçlarına yaklaşım:
bir toplumun düşebileceği en kötü durumda idi. ... Hz. Muhammed içtimai bir bayrak dalgalandırarak, yüksek tabakaya karşı savaş açabilirdi. Ve gayesini; durumun düzeltilmesi, zenginlerin ellerinde bulunan malların alınıp, fakirlere verilmesine kadar ilerletebilirdi.”25 “Alanın da verenin de Allah’ın koyduğu bir nizamı yerine getirme fikriyle hareket etmesi, Allah’a itaat etmeyi ve böylece dünya ve ahirette iyiliğe ulaşmayı umması gerekir. Ancak böyle olursa, gönüller hırsla yarılıp kavrulmaz; kalpler kinle dolup taşmaz; Bütün işler kılıç ve kırbaç altında, korku ve dehşet içinde yürümez; kalpler fesat bulmaz, ruhlar bozukluk hissetmez. Ve “La İlahe İllallah” esasından başka esaslar üzerine kurulan düzenlerde olduğu gibi korkunç
“İslam toplumu fiilen ortaya çıkınca, tabiatı itibariyle onun bir takım nizam ve hükümlere ihtiyacı olur. İşte o zaman bu din hüküm ve nizamlar koymaya başlar.”29 “Bu din, farazi çözümler getirmek için varsayıma dayalı problemler ortaya sürmez... Bugün İslam’dan bir takım nazariye ve kalıplara göre nizam koymasını, hayata hükmeden kanunlar ortaya atmasını isteyenlere gelince... Yeryüzünde sadece Allah’ın şeriatı ile hükmedecek, ondan başka bütün şeriat taslaklarını reddedecek ve elindeki kuvvetle inandığı nizamı kabul ettirip uygulayacak, bilfiil gerçekleştirecek bir cemiyet bulunmazken... İslam’ın böyle olmasını isteyenler, bu dinin tabiatını, hayata nasıl hakim
sonlar meydana gelmez.”26
olduğunu, Allah’ın istediği şekliyle hayata nasıl
“Denilebilir ki, Hz. Muhammed davasını, ahlakı
demektir.”30
düzeltecek, toplumu temizleyecek, vicdanları arıtacak bir ıslahat (Reform) çağrısı olarak açıklayabilirdi. ... O takdirde bu pisliklerden rahatsızlık duyan, ıslah ve arıtma çağrılarına icabet etmekten iftihar ve vicdan rahatlığı bulan temiz insanların desteğini yanında bulurdu.”27
intibak ettiğini bilmiyorlar ve anlamıyorlar
“Ben, içine düştükleri bu çıkmazın başlangıç noktasını biliyorum. Bu çıkmazın başlangıç noktası, içinde yaşadığımız cahiliye toplumunu Müslüman toplum sanmalarıdır. İslâm düzeninin ve fıkhi
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun
kurallarının, bugünkü organik yapısı ile sahip
tabiatı. Dünya yayınları. S. 28
olduğu ahlâk ve değer yargıları ile bu cahiliye
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun
toplumunda uygulanabileceğini sanmalarıdır!”31
22
23
tabiatı. Dünya yayınları. S. 29 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun
24
tabiatı. Dünya yayınları. S. 29
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun
28
tabiatı. Dünya yayınları. S. 34
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun
25
tabiatı. Dünya yayınları. S. 30
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun
29
tabiatı. Dünya yayınları. S. 39
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun
26
tabiatı. Dünya yayınları. S. 31
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun
30
tabiatı. Dünya yayınları. S. 39-40
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun
27
tabiatı. Dünya yayınları. S. 33
68
Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55
31
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
“(İslam) toplum(u) meydana gelmeden önce
boyutunu ve şeklini belirleyemeyiz. Bu yüzden
fıkıh ve yönetim biçimi ile ilgili hükümler
bu ihtiyaçlara göre kurallar da koyamayız. Aynı
alanında çalışma yapmak, havaya tohum
şekilde bu dinin elimizde bulunan hükümleri
serpmek gibi insanın kendini aldatmasıdır.
cahiliye toplumlarının ihtiyaçlarına uymazlar,
Tohum havada yeşermediği gibi, İslâm fıkhı da
onlara cevap verecek nitelikte değildirler.
boşlukta gelişmez.”32
Çünkü bu din daha baştan bu toplumların
“İslâm düzeni kurallarının, devlet yapısının ve fıkhi hükümlerinin uygulanması için çözüm yollarını araştıran yazarları en başta yanılgıya düşüren şey, yüksek danışmanlar kurulu (ehl’i hal ve’l akd) üyelerinin ya da şura ehlinin; kendilerini aday göstermeden, propaganda yapmadan seçilme yöntemleridir. İnsanların
varlığını meşru saymıyor, onların varlıklarını sürdürmelerinden hoşnut değildir. Bu yüzden cahiliye toplumu oluşundan kaynaklanan ihtiyaçlarını tanımak zorunlu değildir. Bunlara cevap vermek gereğini de duymaz.”34
birbirini tanımadığı, yeterlilik, dürüstlük ve
Sonuç
güvenirlilik terazisi ile ölçme imkânına sahip
“Çevremizi kuşatan cahiliye, bazı ihlaslı İslam
bulunmadığı içinde yaşadığımız bu toplumda nasıl olacak bu durum? Yine devlet başkanının seçilme yöntemi de onları şaşırtmaktadır. Devlet başkanını bütün halk mı seçecek, yoksa yüksek danışmanlar kurulu mu aday gösterecek? Yüksek danışmanlar kurulunu -kendi propagandalarını yapmayacakları ve kendilerini aday göstermeyecekleri için- Devlet başkanı seçeceğine göre, bu adamlar nasıl tekrar dönüp devlet başkanını seçecekler? Bu durum değerlendirme yaparken etkisini göstermeyecek midir? Bunlar dönüp imamı seçeceklerine, birini aday göstereceklerine göre, en büyük sorumluluk sahibi devlet başkanı üzerinde etkinlikleri olmayacak mı? Bu durum devlet başkanını kendisine taraf olanları seçmeye, bu seçimi yaparken öncelikle bunu göz önünde bulundurmaya zorlamayacak mı? ... Faize dayalı banka işlemleri, faize göre belirlenen kuralları ile sigorta şirketleri... Nüfus planlaması ve daha bilmem neler?.. Araştırmacılar bu ve benzeri “problemlerle” uğraşıp durmaktadırlar, bu “problemler”e ilişkin karşılaştıkları fetva istemlerine cevap yetiştirmeye çalışmaktadırlar.” 33 “Günü gelince -cahiliye karşısında oluşumunu gerçekleştirdikten, hayat içinde harekete geçtikten sonra- bu özel toplum; bankalara,
davetçilerinin sinirleri üzerine baskı yaparak onları İslam metoduna göre hızlı adımlarla ilerlemeye zorladığı gibi, zaman zaman da onları sıkıştırmaya yönelerek kendilerine şöyle sorular sormaktadır: “Davet ettiğiniz nizamın detayları nerede? Onu tatbik için yeni usullere uygun ne gibi incelemeler, araştırmalar ve uygulamaya hazır hukuk tasarıları hazırladınız?” Sanki günümüzde İslam şeriatını uygulamak için insanların yegane eksiği fıkhi araştırmalar ve İslam fıkhi ile ilgili hükümlermiş gibi... Sanki insanlar Allah’ın hakimiyetine teslim olmuş, onun şeriatı uyarınca yönetilmeye razıdır da, sadece müçtehitler tarafından yeni usullerle düzenlenmiş hukuk tasarılarını bulamıyorlar... Bu durum, şu dine hürmet duyan her kalp sahibi insanın gülüp geçmesi gereken ciddiyetten yoksun bir maskaralıktır. ... Söz konusu zorlama manevrasını açığa çıkararak aşmak, Allah’ın şeriatından başka her türlü şeriatı reddetmek, Allah’ın şeriatına boyun eğdiğini ilan etmemiş olan bir toplumda sözde “İslam fıkhını modernleştirme” adı altında kalkışılan gülünç maskaralığa karşı direnmek, İslam davetçilerinin görevlerindendir. Batıl çalışmadan, havaya tohum saçmakla oyalanmaktan vazgeçmek, bu kirli oyunu reddetmek, onların vazifelerindendir.”35
sigorta şirketlerine, nüfus planlamasına ihtiyaç
- BİTTİ -
duyabilir de duymayabilir de... Çünkü biz daha şimdiden bu toplumun ihtiyacının aslını,
Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55
34
Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55
32
Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55
33
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun
35
tabiatı. Dünya yayınları. S. 50-51
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
69
DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak Devrim
“Devrimci Siyasal İslam” Düşüncesinin Bugün Karşı Karşıya bulunduğu Sorunlar Antony Black “Siyasal İslam Düşüncesi Tarihi Peygamberden Bugüne, Dost Yayınevi, Nisan 2010, 468-473” kitabından alıntılanmıştır.
Günümüzde çoğu Batılı için
başka tek tanrılı dine inanıyorlarsa meşru
ana sorunlar İslamiyet’in
insanlar olurlar. Eğer İslamiyet’in önceliğinin
liberal demokrasi ve
yerine Hıristiyanlığın önceliğini koyarsanız, bir-
uluslararası düzenle
iki yüzyıl öncesine kadar aynı şey Hıristiyan
arasındaki ilişkilerdir.
Batı’da yaşayanlar için de geçerliydi. Başlangıç
Birçok Müslüman Şeriatın
olarak bu, yurttaşlık algılamasını temelden
belli emirleri ile adaletin
değiştirmektedir.
uygulanmasını daha önemli sorunlar olarak görebilir. Birçok Hıristiyan ve Marksist de, Şeriatın yerine İncil’in özel emirlerini veya toplumsal ve ekonomik hakları koyarak benzer
için en önemli şey, insanın kendisinin ve mümkün olduğu kadarıyla başkalarının da Tanrı’nın yasasına uymasıdır. Bunun nasıl
bir görüşü benimseyebilir.
başarıldığı ikincil derecede önemlidir. Bu
Birçok İslami düşünür, kökten dinci ve
çıkarmaktadır. Ne kadar önemli olurlarsa
modernist, halk egemenliği ile hukukun
olsunlar, insan haklarının, özgürlüklerin, hukuk
üstünlüğü ilkelerini savunmaktadır, ama çok
düzeninin ve demokratik süreçlerin ikincil
genel terimlerle. Çoğunlukla bu terimlerle tam
derecede önemi vardır anlamına gelmektedir.
olarak ne demek istedikleri ve bunların nasıl
Demokratik süreçler söz konusu olduğunda,
uygulanmasını istedikleri pek belirgin değildir.
aynı şeyler iki yüzyıl öncesine kadar Hıristiyan
Zaten meselenin önemli kısmı da budur.
Batı’da yasayanlar için de söylenebilirdi (insan,
çok farklı bir siyasi öncelikler dizisi ortaya
Bu genel gözlemlerin ardında basit ama temel bir gerçek yatmaktadır: Müslümanların Müslüman olarak Batılı liberallerden farklı bir başlangıç noktası vardır. Temelde Müslümanlar hümanist değildir. Yani, en radikal bir şekilde liberal ve Batılı olan Müslümanlar hariç, bütün Müslümanlar için insanlar ancak Müslüman iseler veya tanrısal bir ahlak yasası olan bir
70
İkinci olarak, bir Müslüman olarak bir Müslüman
Hıristiyan Batı tam anlamıyla Hıristiyan Batı olmaktan çıktığından beri demek istiyor). Ancak Batı toplumunda (her ne kadar pratikte, özellikle yabancılar söz konusu olduğunda çoğunlukla ihmal edilseler bile), insan hakları özgürlükler ve hukukun üstünlüğü temel ve değiştirilemez ilkeler olmuşlardır. Ben bunun Hıristiyanlıktan değil de, yüzyıllardır Batı kültürüne nüfuz eden klasik Stoacılıktan ve benzer felsefelerden
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kaynaklandığını düşünüyorum.
aynı zamanda hisbaya dayandırarak siyasi
Bunlar bir üçüncü nokta ile birlikte görülmelidir.
katılımı bir hak ve görev olarak kabul etmiştir.3
Bu da, siyasal İslam düşüncesi tarihi ile ilgilenen
Bunu yukarıda söylenenlerin bağlamına
herkesin gördüğü, sadece Şeriat tarafından
yerleştirecek olursak, bazı diktatörlük biçimleri,
kısıtlanan ırsi monarşik yönetim geleneğidir.
(günümüzde çoğu kişinin bu değerleri eksik
İslam dünyasında başka yönetim biçimleri ve
bulmasına ve onaylamamasına rağmen)
uygulamaları, İslam dünyası Batı’nın etkisi
İslamiyet’in temel değerlerine (Allah’a,
altına girdiğinden beri ve (insan sözü şöyle
Muhammed’in peygamberliğine ve Şeriata
bitirmek zorunda hissediyor) bu etkinin altına
inanmak) karşı gelmedikleri sürece, siyasal
girdiği için, gündeme gelmiştir. (Tabii, bugün
İslam kültüründeki egemen değerler tarafından
benzer şeyler Avrupalı olmayan diğer siyasi
dışlanmamaktadır. Bu noktada, ana siyaset
kültürler için de söylenebilir.) Bunun anlamı
kültüründen çok farklı olarak, özellikle kökten
şudur: İster ırsi monarşi, ister (bazı ilkeler
dincilerin şura ile birlikte, liderlik kavramını da
veya ortak çıkar adına tek bir kişinin yönetimi
vurguladıklarını kaydetmeliyiz. Sürekli olarak
anlamında) “diktatörlük” biçiminde olsun, tek
kendi kişisel özellikleri yoluyla yönetecek
adam yönetimine doğru bir eğilim rastlantısal
“karizmatik bir başkan” aranmaktadır.
değildir; tersine, İslam dünyasının tamamında
“Genelde parti ne kadar radikalse, başkan da
olmasa bile, birçok ülkesinin siyasi kültürüne
o kadar merkezidir.” Böyle bir kişi hem dini,
kazınmıştır (ancak İran ve Türkiye artık
hem de siyasi lider olur (Roy 1994: 43-4).
istisnadırlar). Bir başka deyişle, bu tür rejimler
Bu, İslam kültüründeki bir başka monarşik
meşru kabul edilmektedirler, çünkü vardırlar,
öğeden, (Muhammed gibi ama daha düşük
bir şekilde “kanun ve düzen” sağlamaktadırlar
bir statüde olan) bazı bireylerin zaman zaman
ve İslam adaletinin (Şeriat) uygulanmasını
Tanrı tarafından topluma liderlik etmek için
teşvik etmekte veya onaylamaktadırlar. Son
esinlendirildiği veya seçildiği inancından
zamanlardaki Amerikan propagandası ışığında
kaynaklanmaktadır. Bu tür insanlar halkın
şaşırtıcı görünse de, bence bu konudaki tek
oylarıyla seçilmezler; onlar, dindarlık, erdem,
ciddi istisna İran’dır.
kişisel duruş ve benzeri dini kriterlere göre
Bunları söyledikten sonra şu gözlemleri de
tanınırlar.
yapalım. Birincisi, genel olarak Müslümanlar
Kökten dinciler çok açık bir biçimde Allah’ın
arasında, yöneticiler de dahil olmak üzere,
hâkimiyeti (mutlak hükümranlık) kavramı ile
herkes hukukun üstünlüğüne uymak zorundadır;
halkın egemenliği ve seçilmiş temsilcilerin
sadece bu Şeriata bağlılık anlamına gelebilir.
otoritesi kavramlarını zayıflatmaktadırlar (Ayubi
Genellikle bir yöneticinin seçilmesi gerektiği
1991: 66). Yine kuramsal olarak bütün tek
var sayılır veya eğer seçilmemişse, halk
tanrıcılar buna katılacaklardır. Ancak Müslüman
tarafından destekleniyor olmalıdır. Nüfusun
kökten dinciler tanrının hâkimiyeti kuramını
çoğunluğunun Müslüman olduğu çoğu ülkede
özel bir şekilde kullanmaktadırlar. İlk olarak,
seçilmiş bir temsilciler meclisi vardır. Bu
kökten dinciler temsilcilerin yeterince ehliyetli
yönetim İslami normlar olan şura ve icma
olmaları gerektiğini, yani, dini bakımdan bazı
yoluyla meşrulaştırılabilmektedir. İslamiyet
güzel ahlaki ve entelektüel özelliklere sahip
adına demokrasiye karşı çıkacak insan çok
olmaları gerektiğini vurgulamaktadırlar.4 Benzeri
1
olmayacaktır (ancak bkz. Enayat 1982: 1378). Örneğin, “şura süreci uygulanmadan toplum tarafından ve toplum adına siyasi güç
1982), s. 260. Bruno Etienne, Uîsîamisme radicale (Paris: Hachette, 1987), s. 355, 358. Azzam. (yay. haz.), s. 260; Etienne, s. 359. İslamiyet
3
kullanılamaz ve yasal değildir. Hiç kimse kişisel
ve demokrasi için bkz. Gud- run Kraemer, “Islamist
yönetim yetkisine sahip değildir” (Avrupa İslam
Notions ot Democracy”, içinde yer aldığı derleme Benin
Konseyi 1980 ve 1981).2 Avrupa İslam Konseyi
ve S terk (yay. haz.) (1997: 71-82); Fazlur Rahman, “The Principle of Shura and the Role of the Umma in islam”, American Journal of hlamic Studies 1 (1984), s.
Enayat (1982: 131); Ahmed (1987: 151).
1
1-9; Enayat (1982: 129- 38); Gardet (1981: 331-43).
Salem Azzam (yay. haz.)» Islam and Contemporary
2
Society (Londra: Longman,
Bkz, Rashid Rıza, Gardet’te (1981: 128-31); Enayat
4
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
71
bir düşünce John Stuart Mill ile T. S. Eliot’da da
mi, yoksa başka bir şey mi olduğu o kadar
vardır.5 Pratikte bu kolayca, İran’da olduğu gibi,
önemli değildir.” Ona göre, “devletin iyiliği
seçilmiş yönetimlerin kendi kendilerini atayan
kurumlarına değil, ilkelerine bağlıdır” (Moussalli
dini seçkinlerin egemenliğine girmesine yol
1992: 162-3). Kökten dinciler ise, “teknik
açabilmektedir.
konularda boş tartışmalar saydıkları için”,
İkinci olarak, Şeriatın tanrısal bir yasa olduğu gerekçesiyle parlamentonun yasama alanı kısıtlanır (örneğin Mevdudi, El 6: 873b). Örneğin Turabi, “İslami yönetim düzeninin kesinlikle bir temsili demokrasi biçimi” olduğuna inanmaktadır; ancak bu ifadeyi çok ilginç bir şekilde sulandırır: “İslami bir yönetim tam olarak halkın, halk tarafından seçilmiş doğrudan yönetimi değil, Şeriat yönetimidir.” Ancak (şöyle devam eder), “Bir anlamda bu halkın yönetimidir; çünkü Şeriat insanların inançlarını, dolayısıyla da iradelerini temsil eder.
anayasaların ayrıntılarına günlük siyasetin konusu olan yönetim süreçlerine aldırış etmeme eğilimindedirler. Choueiri, “somut siyaseti tartışmaya duyulan bu nefretin çağdaş İslam köktenciliğinin alameti” olduğunu söyler. “Kutub’un bu konuya olumsuz yaklaşmasının oynadığı rol kuşkusuz en belirleyici etmen olmuş tur” (s. 154). V S. Naipaul bunu, 1979 devriminden hemen sonra, beklentilerin en yüksek ve kökten dinci projenin de doruk noktasında olduğu zamanda, İslam dünyasındaki kişilerle yaptığı, söyleşilerde saptar:
Bir temsilciler organının bu şekilde kısıtlanması
Yirminci yüzyılın sonlarındaki İslamiyet’in
toplumun dini iradesinin üstünlüğünün bir
siyasi konuları gündeme getirdiği
garantisidir” [Esposito (yay. haz.) 1983: 244].
görülmektedir. Ancak, İslamiyet’in
Bu oldukça tipik bir ifadedir. Bunun demokratik
kaynağındaki kusur, bütün İslam tarihi
seçimlerin gerçek otoritesinin ortadan
boyunca var olan kusur, bu yeni İslamiyet’te
kaldırılmasına yol açtığı açıktır. Bu görüş Batı’nın
de vardır: İslamiyet gündeme getirdiği siyasi
demokrasi fikrini Rousseauvari bir şekilde
konulara hiçbir siyasi veya pratik çözüm
yorumlayarak İslami idealle birleştirmektedir.
sunmamıştır. Sadece imanı öne sürmüştür.
Doğal olarak sorulacak soru şudur: Şeriat nasıl ve kim tarafından yorumlanmalıdır? “Toplumun dini iradesinin” ne olduğunu nasıl bileceğiz? Bu soru karakteristik bir biçimde cevapsız bırakılmıştır. Bir Hıristiyan’ın da benzer görüşleri olabilir; ancak Hıristiyan, en azından siyasal bağlamda dini doğruluk kavramının yorumunu büyük bir olasılıkla seçmene bırakır. Ancak, kürtaj gibi bir konu bazı ülkelerde istisna oluşturmaktadır.
Sadece her şeyi çözümleyecek -ancak artık olmayan- Peygamberi öne sürmüştür. Bu siyasi İslam öfkeydi, anarşiydi.6 Aynı şekilde Ayubi de şöyle demektedir: “İnsan Müslüman Kardeşlerin veya İran ruhban sınıfının manifestolarında İslami devletin veya İslami ekonominin neye benzemesi gerektiğinin ayrıntılı bir tarifini arayabilir, ancak bu arayış boşuna olacaktır” (s, 42). Bunun nedeni kısmen asıl önemli olan şeyin, ahlaki ilkeler ile
Son olarak anayasal konularda, bir bütün olarak hem modernist, hem de kökten dinci siyasal İslam düşüncesinde ayrıntı son derece azdır. Müslüman Kardeşler “ayrıntıları zamana, yere ve insanların ihtiyaçlarına” bırakacaklarını söylüyorlardı (Mitchell 1969: 245). Kutub’a göre, “İslami ilkeler üzerine kurulu bir yönetimin
yönetimdekilerin erdemi olduğu ve bunların sağlanması halinde her şeyin yoluna gireceğine inanılmasıdır (bkz. Roy 1994: ix, 45, 62). Bunun sonucunda, insanlar halkın egemenliği ve hukuk düzeni hakkında konuştuklarında, bunun ciddi bir öneri mi yoksa retorik bir araç mı olduğu konusu her zaman açık olmamaktadır.
biçimi çok önemli değildir. Kuramsal olarak İslam devletinin yönetim biçiminin cumhuriyet (1982: 136); ve El 3: 1070b’de The Müslim Brethren. J. S. Mill, Representative Government, 7. bölüm; T. S.
5
Eliot, The Idea of a Christian Society (Londra: Faber & Faber, 1939).
72
6
Among the Believers (Londra; Penguin, 1981), s. 89, 331.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Araştırma - İnceleme Akıl Savunması - 4
Kur’an’ın Işığında Akletmeye Engel Hususlar
Hamdi Tayfur
Bir önceki yazımızda, Kur’an’da insanın dış dünyasındaki tüm davranışlarına yön veren iç dünyasının ‘kalp’ kelimesi ile ifade edildiğini ve kalbin farklı tesirlere açık bir savaş arenası gibi olduğunu söylemiştik. Bu arena, yani kalp, insanın iç dünyasına ait müspet tesirlerin altında kalabildiği gibi, menfi tesirlerin altında da kalabilir. Bu nedenle insan öncelikle kalbini olumsuz tesirlerden kurtarıp akletmeye başlayarak sorumluluklarının bilincine varır, iman eder, takva üzeri hidayete yönelerek gayet makul bir istikamette yürüyebilir. Tersi durumda ise kalben hevasının tesirine girerek eğrilip kayabilir, inkarı tercih edebilir ve günah üzerine kurulu bir istikamete yönelebilir. Bu nedenle insanın dış dünyası itibariyle biçimlendirilmesi, kalbe yapılacak tesirle
görmede yetersiz kalınması, zanları ve tahminleri asli deliller gibi görme, aymazlık; hevanın tesirinden kurtulamama; günahkarlık, sefahat, ihtiras, nankörlük, küfür, şirk, zulüm ve dünyeviliğin tesiri altında kalma; cehalet; gelenek ve atalar dininin etkisinde hareket etme; taklit; kin, buğz, kıskançlık, düşmanlık, asabiyet gibi duyguların tesirinden kurtulamama gibi hususlardır. Aynı şekilde galat-ı meşhur haline gelmiş mantık yanlışlıkları; gelenekten, eğitimden, aile ve toplumdan miras alınan zihinsel kotlar veya zihniyet; sürü psikolojisi, cemaatçilik, kültler, yüceltilmiş lidercilik, fanatizm gibi toplumsal etkileşim veya eğitimle kazanılarak ortaya çıkan akletmeyi engelleyici hususlar da örneklerle ortaya koyacağımız meseleler olacaktır.
mümkündür. Kalbe yapılan bu tesirlerin menfi olanları akletmeye engel hususları oluştururlar. Çünkü akleden ve kendisine tesir eden menfilikleri ayırt edip bunların tesirinden kurtulan bir insanın yolu aydınlık ve istikameti düzgün olur. Bu yüzden çok net olarak diyebiliriz ki, akletmek aynı zamanda akletmeye engel hususların farkında olmak ve bunları ayırt etmeyi ve bunlardan uzak durmayı bilmektir.
1-Fiziki Engeller: Allah insanoğlunu, doğru ile yanlışı birbirinden ayırt edebilecek bir özellikte yaratmıştır. Yani insanlar akıl sahibi oldukları için, emaneti yüklenmişler, sorumluluk sahibi olmuşlar ve yaptıklarından hesaba çekilmek üzere imtihan sürecinin içine sokulmuşlardır. Eğer insan fiziki olarak akledebilme ve tercih edebilme/irade
Akletmeye engel hususlar, başta fiziki engeller
özelliğine sahip olmasaydı; emaneti yüklenmesi,
olmak üzere; delillerin yeteri kadar açık
sorumluluk sahibi olması, yaptıklarından hesaba
olmaması veya delillere ulaşmada yeterli
çekilip karşılığını görmesi anlamsızlaşacaktı.
çabanın gösterilmemesi ile apaçık delilleri
Akletme özelliğine sahip olmayan ve özgürce
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
73
seçme hakkını/iradesini kullanamayan bir
yoğrularak zihinde olgunlaştırılır. İnsan
insanın sorumluluk ve hesapla karşı karşıya
doğruyu yanlıştan ayırt edebilme yeteneği
olması ona yapılan bir zulüm olurdu.
sayesinde, olgunlaşan bu bilgiler veya deliller
İnsan vahyin inmesinden dolayı değil, temel vasıfları itibariyle akledebilmesi ve özgür iradesi nedeniyle sorumlu kılınmıştır. Vahiy insana sorumluluklarını hatırlatmak ve akletme, irade
üzerinden yargılarda bulunur. Eğer kalp olumsuz tesirlerden kendini kurtarabilmiş ve irade müspet yönde çalışabiliyorsa akletme gerçekleşir.
gibi temel vasıflarını kullanmasına engel olan
İşte bu süreçte uzuvlar veya duyu organları
hususları batıl kılmak amacıyla Rabbimizin
aracılığıyla afaktan ve enfüsten edinilen delillerin
insanın varoluşuna bir katkısıdır.
yeterliliği ve sağlıklı oluşu akletmenin sonucunu
Eğer insan, insan olması itibariyle bazı eksik
etkileyen en önemli hususlardandır.
özellikler taşıyorsa, bu aynı zamanda onun
Bu durum iki şekilde vuku bulabilir. Birincisi; kişi
üzerindeki sorumluluğu da ortadan kaldırır.
afakta ve enfüsteki delilleri/ayetleri aramak için
Çünkü bu özellikler, onun akletmesini ve özgür
yeterli çabayı göstermez, gözünü ve kulağını
irade ile hareket etmesini engellemektedir.
açmaz; tam bir aymazlık ve gaflet içinde olabilir.
Örneğin, reşitlik çağına gelmemiş çocuklarda, bedensel bazı özellikler gelişme sürecinde olduğu gibi, bazı akli özellikler de gelişme sürecindedir. Bu süreç tamamlanmadan çocuklar sorumlu kabul edilmezler. Çünkü akıl olgunlaşmamış ve doğru ile yanlışı seçebilecek
İkincisi ise; delillerin devşirildiği kaynaklar sağlıksız kaynaklar olabilir. Birinci durumun çaresi, kişinin silkinerek kendine gelmesi ve bilinçlenmesi iken, ikinci durumun çaresi, bilgi nereden gelirse gelsin bunun çok iyi bir tetkike tabi tutulmasıdır.
bir yeterliliğe sahip olamamıştır. Aynı şekilde,
Bir meseleye ilişkin yeterli deliller toplanmadan
delilik veya aklın örtülmesi anlamında
sağlıklı bir sonuca ulaşmak mümkün değildir.
mecnunluk, yaşlılık veya hastalık nedeniyle
Oysa çoğunlukla, yeterli deliller peşinde
aklı kullanamayacak şekilde bunamak veya
koşmadan eldekilerle yetinerek, sağlıklı
kendinden geçmek de akletmemenin geçerli
mantıksal ilkeleri izlemeden ve derinlikli tahliller
mazeretleridir.
yapmadan kesin yargılar verilebilmektedir.
Ancak aklı tesiri altına alan, onu örten ve çalışmasını engelleyen başka bazı durumlar da vardır ki, bunlar nedeniyle insanın mazur görülmesi mümkün değildir. Örneğin
Oysa akletmek, öncelikle doğru delillere ulaşmakla mümkündür. Bu mümkün olmuyorsa doğru delillere ulaşılıncaya kadar ceht etmek ‘akletme’nin olmazsa olmaz koşuludur.
içki, uyuşturucu gibi bağımlılık yapan kötü
Bu nedenle Kur’an delilsiz konuşmayı, tartışmayı
alışkanlıklar bu cinsten engellerdir. Bu tür
ve peşin yargılarda bulunmayı şiddetle
alışkanlıklar insan bedenini tesiri altına alıp aklı
kınamaktadır. Hakkında hiçbir bilgi ve belgeye
örter ve çalışmasını engeller.
sahip olmadan, tartışan müşrikleri haksız bir
Bu nedenle değişmez değerler olması açısından
kibirlenme içinde olmakla suçlamaktadır.
bu türden alışkanlıkların dinen yasaklanması
“Kendilerine gelmiş herhangi bir delil olmadan Allah’ın
‘aklın korunması’ ilkesi ile doğrudan irtibatlıdır.
ayetleri konusunda tartışanların gönüllerinde, asla ulaşamayacakları büyüklenme arzusundan başka bir
2-Delillerin Yetersizliği ve zan: ‘Akletme’ konusu ile ilgili yazdığımız önceki yazılarda da ifade ettiğimiz gibi, akletmek aslında bedenin muhtelif uzuvlarıyla başlayıp zihinde sürdürülüp sonuçlandırılan bir süreçtir. Göz, kulak ve diğer uzuvlarla edinilen muhtelif verilerle, hafızada var olan bilgiler bu süreçte
74
şey yoktur.”1
Kur’an baştan sona insan aklına bir deliller sunumudur. Onun surelerini oluşturan bir veya birkaç cümleden ibaret bölümlerin her biri ‘ayet’ olarak isimlendirilir. Ayet kelimesi “Bir şeyin ve bir amacın mevcudiyetini gösteren alamet, Mü’min, 40/56, ayrıca bkz. 50/35, 22/3, 22/8
1
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
delil, ibret ve işaret”2 anlamına gelmektedir.
karşılaşacaklarını ve (yine) şüphesiz, O’na
Kur’an kesinliği ve güvenirliliği açık muhkem
döneceklerini zannederler”7 ayetinde ‘zannederler’
ayetlerden , yani doğru bilgilere ulaşmak için
kelimesi ‘bilirler’ anlamında kullanılmıştır.
gerekli delil ve işaretlerden oluşmaktadır.
Yani, müminler için öldükten sonra Rableriyle
3
Bu nedenle Kur’an insana dayatma ve zorla kabul ettirme yöntemiyle değil, akla uygun delilleri/ayetleri insan idrakine sunma
karşılaşacaklarına dair delil ve emareler çok güçlüdür. Bu nedenle onların zannı, kesin bir bilgi derecesindedir.
yöntemiyle hitap eder. Örneğin Hz. İbrahim’in
Yine ‘tahminde bulunmak’ da bir zandır. Bir
Yahudi mi yoksa Hıristiyan mı olduğunu tartışan
durumun gelişme veya sonuçlanma ihtimalleri
ehl-i kitaba “Ey ehl-i kitap! İbrahim hakkında
belli, fakat bu ihtimallerden hangisinin olacağına
birbirinizle niçin tartışıp duruyorsunuz? Halbuki Tevrat
dair kesin bir emare veya delil yoksa bunlardan
da İncil de ondan sonra indirilmiştir? Hiç akletmiyor
olabileceği düşünüleni seçerek zan ile hareket
musunuz?”4 diye seslenerek, doğru delille
etmek ‘tahminde bulunmak’ olarak nitelendirilir.
akletmenin yöntemini öğretmektedir.
‘Zan’ kelimesi Kur’an’da bu anlamda da
Aynı şekilde doğru delillere ulaşmak için yeryüzünde gezip dolaşmayı tavsiye etmekte5, tabiattan, tarihten, geçmiş toplumlardan, insanların kendi varlıklarından ve iç
kullanılır. Yusuf, zindanda rüyalarını yorumladığı kişilerden birisinin kurtulacağını zannetti,8 yani tahmin etti. Allah İsrail oğullarının üzerine dağı kaldırdığında onlar üzerlerine düşeceğini zannettiler,9 yani böyle tahmin ettiler. Boşanmış
dünyalarından birçok deliller sunmaktadır.
eşler, tekrar evlenmeyi düşündüklerinde Allah’ın
Delillerle alakası bakımından akletmeye engel
sınırlarını ayakta tutacaklarını sanıyorlarsa10,
önemli bir diğer kelime de ‘zan’ kelimesidir. Kur’an’da birçok yerde kullanılan bir kelime olan ‘zan’, “Bir emareden hareketle ulaşılanın (bilginin, düşüncenin, tahminin, sanının ya da varsayımın) adıdır. Bu emare çok güçlü olduğunda, bir bilgiye götürür, çok zayıf olduğunda ise ‘vehim’ sınırını aşamaz.”6 Vehim ise kuruntudan ibarettir. İlimden hiçbir şey taşımaz. Tanımdan da anlaşılacağı üzere zanni bilgi, kesinlik oranı en düşükten en yükseğe doğru değişebilecek bir bilgidir. İlim, yakin derecesinde yani duyu organlarımızla müşahede ediyormuşuz gibi kesinliği olan bilgileri içerdiği halde, zan kesin olmayan veya yeteri kadar güçlü olmayan delil veya emarelerle ortaya çıkana verilen isimdir. Zanla elde ettiğimiz
yani tahmin ediyorlarsa birbirlerine dönmelerinde bir sakınca yoktur. Ama birbirlerine döndüklerinde bu sınırları ayakta tutamayabilirler. Bu ihtimal her zaman varlığını sürdürmektedir. Bu nedenle Allah’ın sınırlarını tutacaklarını tahmin etmeleri sadece bir zandır. Diğer bir kullanılış şekli de ‘hisse kapılmak’ anlamındadır. “Sizi çağıracağı gün, O’na övgüyle icabet edecek ve (dünyada) çok az bir süre kaldığınızı sanacaksınız”11 ayetinde zannetmek, ahirette
insanların dünyada çok az süre kaldıkları hissine kapıldıkları anlamında kullanılmıştır. “Davut, gerçekten bizim onu imtihan ettiğimizi sandı (bu hisse kapıldı)”12 ayetindeki kullanım da böyledir.
Kur’an ayrıca zannetmenin olumsuz tesirlerini
sonuçlarda kullandığımız veriler güçlü ise ortaya
ortadan kaldırmak için bir ‘zan ahlakı’ ortaya
çıkan şey ilme yakınken, veriler zayıf ise zan
koyar. Buna göre bir yönde karar vermek,
ilimden uzaklaşır, vehme yaklaşır.
yargıda bulunmak, tavır ortaya koymak için
Kur’an’da zan kelimesi, bu temel anlama uygun olarak birkaç şekilde kullanılır. Bu kullanılışlardan bir tanesi ‘neredeyse kesin derecesinde bilgi’dir. “Onlar, şüphesiz Rableriyle
güçlü emare ve deliller varken bunlara uyarak zanda bulunulmalıdır. Apaçık delillere rağmen, zayıf veya uydurulmuş delil ve gerekçelerle Bakara, 2/46, ayrıca bkz. 2/48, 2/249, 9/118, 18/53,
7
41/48, 69/20, 72/12, 75/26, 75/28 T.D.V İslam Ansiklopedisi, 4.cilt s. 242
8
Al-i İmran, 3/7
9
Al-i İmran, 3/65
10
Hac, 22/46
11
Ragıp el-İsfehani, Müfredat, s.957
12
2
Araf, 7/171
3
Bakara, 2/230
4
İsra, 17/52
5 6
Yusuf, 12/42
Sad, 38/24
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
75
zannetmek ise gayri ahlaki ve yakışıksız bir tutumdur. Bu yüzden Kur’an’ın Mekki surelerinde müşriklerin söz konusu türden zanlarından bolca örnekler verilir. Müşrikler apaçık, doğru ve kesin bilgi ve emareler dururken; yalan, yanlış, uydurulmuş, tahmine dayalı şeylere tabi olarak zannederler. Bu zanları hayatlarını biçimlendirir.
dönmeyeceğini zannederek seviniyorlardı.24 Müminlerden bazıları da zan konusunda yanlış tutumlara girdiler. Hz. Aişe’ye iftira edildiğinde bir kısmı su-i zanna uyup, haber sanki doğruymuş gibi dedikoduya başladılar. Oysa yapmaları gereken ‘su-i zan’ değil ‘hayır zannı/ hüsnü zan’ idi. “Bu iftirayı işittiğinizde mümin
Örneğin, Kehf suresinde bağ bahçe sahibi
erkekler ve kadınlar kendileri hakkında hayırlı bir
birisinin tutumundan bahsedilirken, sahip
zanda bulunup: ‘Bu apaçık bir iftiradır!’ demeli değil
olduğu şeylerin ebediyen yok olmayacağını ve
miydi?”25
kıyametin de kopacağını zannetmediğine dair sözleri aktarılır.13 Kıyametin kopmayacağını ve Rablerine döndürülmeyeceklerini ve tekrar diriltilmeyeceklerini zannetmek müşriklerin çoğunun ortak vasfıdır.14 Bu nedenle peygamberlerin yalancı olduğunu zannederler.15 Onların zannınca yeryüzü ve ikisi arasında bulunan şeyler batıl olarak yaratılmıştır.16 Yaptıklarının birçoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanırlar.17 Allah’ın, tapındıkları putlarla ilgili lehlerine deliller indirdiğini18 ve O dilemese şirk koşamayacakları gibi, bir şeyi haram da kılamayacaklarını19 zannederler. Yeryüzünde olanların çoğu aslında zanna tabi olmaktadır. Bu nedenle zanlara uyanlara tabi olmak kişiyi Allah yolundan saptırır.20
Yine Uhut gününde ortaya çıkan ummadıkları sonucun nerden geldiğini anlayamayanlar, Allah’ın ta Mekke’den beri sakındırdığı cahiliye zannıyla hareket edip, olmadık fikirler ve laflar üretiyorlardı.26 ‘Cahiliye zannı’ndan anlamamız gereken şey, Kur’an’ın Mekke boyunca müşriklerin kaypak düşünce ve yargılarına temel oluşturan ve hakikate göz yumup zayıf emareleri yüceltmek suretiyle dayandıkları zanlardır. Bu zan türü Medine İslam toplumunda karşı karşıya kaldıkları imtihanlarda içine düştükleri ümitsizlik/yeis halinde Allah’a güvenlerinin sarsılıp O’nun hakkında mesnetsiz zanlar üretmeleriyle yeniden ortaya çıktı. Kur’an’da ‘cahiliye zannı’ndan başka ‘su-i zan’27
Mekki surelerde zannettiği için zemmedilenler müşrikler iken, Medeni surelerde zannettiği için dikkatleri çekilenler münafıklar, ehli kitap ve hatta Müslümanlardır. Ehli kitap oldukları halde kitaplarından habersizce asılsız şeyler peşinde koşup yalnızca zanneden Yahudiler21 kitabı tahrif ederler. İsa’yı öldürdüklerini zannederler, oysa onu öldürmedikleri gibi asmadılar da.22 Medine Yahudileri ihanet ettiklerinde kalelerinin kendilerini Müslümanlara karşı koruyacağını zannediyorlardı.23 Münafıklar ise sefere çıkan peygamber ve müminlerin ailelerine ebediyen
ve ‘hayır zannı’28 çeşitlerinden de bahsedilir. Zannın ahlaki boyutu Müslümanlar hakkında su-i zandan yani kötü zandan kaçınmayı ve onlar hakkında olduğunca müspet zanlar/hayır zannı/ hüsnü zan beslemeyi öngörür. Aynı şekilde delil ve emareleri araştırmak, zayıf iddia ve deliller yerine güçlülerini bulmak varken mevcutlarla yetinerek çokça zannetmeyi yasaklar. “Ey iman edenler!, zannın birçoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.”29. “Gerçekte zan, haktan yana hiçbir yarar sağlamaz.”30
Cahiliye zannı ve su-i zan Kur’an’da yasaklanan ve kişiyi akletmekten uzaklaştıran zanlardır. Hiçbir bilgiye sahip olmaksızın veya çok
Kehf, 18/35-36
13
Bkz. 28/39, 41/50, 45/24, 45/32, 72/7, 83/4, 84/14
14
Bkz. 26/186, 28/38, 40/31, 7/66, 17/101
15
zayıf emareleri yeterli görüp, apaçık delilleri görmezden gelmek ve ürettiği yargıda bunları
Sad, 38/27
16
Fussilet, 41/22
24
Necm, 53/23
25
Enam, 6/148
26
Enam, 6/116
27
Bakara, 2/78
28
Nisa, 4/157
29
Haşr, 59/2
30
17 18 19 20 21 22 23
76
Fetih 48/12 Nur, 24/12 Al-i İmran, 3/154 Fetih, 48/56 Nur, 24/12 Hucurat 49/12 Necm 53/23
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
dikkate almamak cahiliye zannıyla hareket
‘heva’ kelimesinin ‘sevgi ve hevesle yönelmek
etmektir. Böylesi bir tavır içinde olanlardan
ve iyi bir tutamak imkanını asla vermeyen, bu
akıllıca davranmalarını beklemek mümkün
yüzden düşmeyi de beraberinde getiren büyük
değildir.
bir boşluk’ anlamlarına geldiğini söyleyebiliriz.
Akleden “bir insan, bir takım varsayımlara, doğrulanmamış söylentilere dayanarak meçhule doğru giden bir yaşama yolculuk macerasına
Türkçede de kullandığımız Arapça asıllı ‘hava’ kelimesi ‘heva’ kökünden türeyen ve atmosfer boşluğunu ifade eden bir kelimedir.
giremez. Hiçbir akıllı ve mantıklı insan,
Kur’an bu kelimeyi Arapçada ifade ettiği anlamı
doğruluğu şüpheli olan bir bilgiye kesin olarak
koruyarak geliştirmiş ve ‘insanın kötü arzular
güvenip, hayatını ona dayandıramaz.”
(şehevât)’a meyletmesi’35 ne heva ismini
31
vermiştir. Bu meyil itidali aşacak şekilde şehvet,
3-Heva
öfke ve bencillikle insanı öylesine kontrolüne
Akletmeyi engelleyen önemli engellerin başında
belgelerle, ölçüyle değil hevanın sürüklemesiyle
‘heva’ gelir. Heva ve akletmenin varlığının veya
hayat biçimlenir, ilişkiler belirlenir. Bu nedenle
hangisinin etkili olduğunun birbirine nispeti
hevanın yönlendirmesinde korkunç bir boşluk
birinin varlığında diğerinin yokluğu şeklindedir.
ortaya çıkmaktadır. Tutamaklar ve yol işaretleri
Yani insan hevasına tabi oluyorsa akledemez ve
hiç dikkate alınmaz. Ölçüler yok edilmiştir,
akıl devre dışıdır. Aynı şekilde akledebilmek için
sağlam belgeler ve ilim/bilgi üzerinden değil
hevasının tesirinden kurtulmalıdır.
menfaatler ve sınırsız arzular üzerinden
alır ki hiçbir hakkaniyet kabul edilmez, delil ve
Arap dilinde heva kelimesi iki temel anlama işaret etmek için kullanılır:
konuşulur. Tek hedef nefsin aşırı istek ve meyillerini, şehvetini tatmin etmektir. Hevaya yüce mertebeden aşağılara düşme eşlik eder. Bu
1-Kelime, dördüncü babdan kullanımı olan
nedenle heva Kur’an’da geçtiği tüm ayetlerde
‘heviye-yehva’ fiili olarak kullanıldığında ‘sevdi
olumsuz anlamda kullanılır. Kur’an’da ‘akletme’
ve meyletti’ anlamına gelmektedir.32 Kur’an’da
kelimesinin bütün ayetlerde olumlu anlamda
14/37 ayetinde “Sen, insanların bir kısmının
kullanıldığını hatırlarsak ‘akletme’ ile ‘heva’nın
kalplerini onlara meylettir/tehva” denilirken kelime
ne derece birbirleriyle zıtlık oluşturduğunu daha
bu anlamda kullanılmıştır.
iyi anlamış oluruz.
2-Kelimenin ikinci babdan fiil hali olan ‘heva-
Kur’an’da heva, açık belge ve delillere,
yehvi’ ise ‘boş oldu, yukardan aşağı düştü,
muhkem beyana ve ayetlere tabi olmak
yükseldi, koştu, indi, helâk oldu’ anlamlarına gelir.33 14/43 ayetinde “kalpleri bomboş/heveün”; 20/81 ayetinde “Gazabım kimin üzerine inerse helak olmuştur/heva”; 53/1 ayetinde “Battığında/ hevaa necme andolsun” tarzındaki kullanımlar
boş olmak, batmak, düşmek anlamlarına gelmektedir. Cehennemde bir çukurun adı olan ‘haviye’
34
kelimesi, bu çukurdaki korkunç derinlik
ve boşluğa işaret ettiği için o yere verilen, ‘heva’ kelimesinden türemiş bir isimdir.
yerine sınırsız arzulara uymak;36 ayetleri, peygamberlerin getirdiği delilleri fütursuzca reddedip yalanlamak, hiçbir mantıki gerekçeye dayanmadan ahireti inkar etmek, belgeye ve gerekçeye dayanmadan haram kılmak;37 yoldan çıkmak, dalalette olmak, dinde aşırıya gitmek, yaptığı işte (emr) hiçbir ölçüye uymamak, Allah’ın indirdiklerine tabi olmamak, adil davranmamak ve zulüm etmek38 anlamlarında birçok ayette kullanılır. Doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün ve hayatlarındaki tüm davranışlarının
Bu iki temel anlam üzerinden yürüdüğümüzde, Izutsu, Kur’ân’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, 191
35
Abdülbaki Güneş, İşlevsel Akla Verilen Değer, s. 59
31
Bakınız Kur’an’ı Kerim 2/87, 2/120, 2/145, 5/70,
36
6/119, 7/176, 28/50, 30/29, 42/15, 47/14, 47/16,
Yrd. Doç. Dr. Kadir Polater, “Kur’ân-ı Kerîm’e göre hevâ
32
53/23, 23/71, 53/3, 54/3, 79/40
kavramı ve dalâletteki rolü” Atatürk üniversitesi ilahiyat fakültesi dergisi sayı: 2003/20 s.260 Yrd. Doç. Dr. Kadir Polater, agm, s.262
33
Karia, 101/9
34
Bkz. Kur’an’ı Kerim 6/150
37
Bkz. Kur’an’ı Kerim 5/77, 18/28, 5/48, 5/49, 13/37,
38
28/50, 45/18, 4/135, 38/26
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
77
yegane ölçüsünü ‘heva’ larına göre belirledikleri
değil, hevalarına uyanları yermektedir. Çünkü
için onlar hangi dine mensup olduklarını
‘akletmek’ belirttiğimiz gibi, doğruya götüren
söylerlerse söylesinler aslında hevalarını ilah
bütün sahih delilleri derinlemesine araştırmak
edinmektedirler.39 İnsanın keyfi ne istiyorsa
ve ilim yolunu takip etmek suretiyle çıkarımlar
onu elde etmeye ve engel tanımadan onu
yapmak ve yargılarda bulunmaktır; nefsin
gerçekleştirmeye çalışması bu heva denilen puta
sınırsız hevasına, arzu ve şehevatına tabi olmak
tapınması demektir.
değildir. Ancak akıl ile hevanın ifade ettiği
40
Heva ile akletmenin ilişkisi birinin varlığında diğerinin ortadan kalkması şeklindedir. Denilmiştir ki; ‘heva tekaddüm ederse, akıl teahhur eder.’ Yani heva baskın çıkarsa akıl geriler, irtifa kaybeder.41 Aynı sözü tersine de ifade edebiliriz. Yani, ‘Akıl tekaddüm ederse, heva teahhur eder.’
olmaz gereği olan doğru belgeler, bilgiler, deliller, ayetler ve hakikate götürücü işaretler üzerinden değil nefsin süfli arzuları üzerinden yürürler. Hevanın insanlığı sürükleyeceği yer, egoizm, adaletsizlik, haksızlık, zulüm, kötülük, inkar, nankörlük, zarar ve eşitsizliktir. Çünkü hevasının tesirine giren insanın hakiki belgeleri ve delilleri anlaması, kendini değil, genel yararı ve maslahatı gözetmesi, adalet ile hükmetmesi, doğru yargılarda bulunabilmesi mümkün değildir.
koşan pek çok kişi bile aklı zemmetmekte ve onu hevadan saymaktadır. Halk arasında ‘akılları doğrultusunda gitmek’, ‘aklına uymak! (olumsuz anlamda)’, ‘aklını sevmek!’, ‘aklına esmek!’, ‘aklınca!’, ‘aklına uymuş gidiyor’, ‘akıllı kuyuya bir taş atar, kırk akıllı çıkaramazmış’ gibi deyimler ve atasözleri aklı küçümseyici tarzda bol bol kullanılır. Birisi birazcık okumaya, sormaya ve sorgulamaya başlarsa yaftalar yapıştırılır, ‘çok düşünüyor yakında aklını yitirir!’ lafları edilmeye başlanır. Aslında dilimizde akletmeyi övücü çok sayıda deyim ve atasözü olmasına rağmen nedense küçümseyici tarzda olanlar çok daha fazla meşhurdur. Oysa Allah Kur’an’da aklına uyanları, akılları doğrultusunda hareket edenleri, düşünenleri ve sorgulayanları değil hevasına uyanları
Hevanın tesirindeki insan için önemli olan tek şey sınırsız arzuları ve şehvetidir. Her türlü hayra engel olur, çünkü o hevasının işine gelmez. Kişinin egosunu ön plana çıkardığı ve kendisini dünyanın merkezine koyduğu her durum, ahlaken fesadı getirir, toplumsal yapıdaki iffeti ve ilişki düzenindeki denge ve adaleti ortadan kaldırır. Bu tam da akla mugayir bir durumdur. Akılla heva bu noktada çelişir. Akleden insan, gözünü ve kalbini doğru delillere açık tutar. İnsanlığın genel yararına olan doğrulara uymanın, buna götüren işaretleri takip etmenin, toplumsal dirliği ve adaleti gözetmenin gereğini takdir eder. Buna göre yargılarda bulunur. Bu ise hevayı kökünden silip atar. Genelde yapılan önemli bir yanlışlık akıl ile hevanın birbirine karıştırılmasıdır. Ayetler incelendiğinde çok net olarak görülecektir ki, Allah akledenleri, düşünerek hareket edenleri Bkz. Kur’an’ı Kerim 25/43, 45/23
39
Ramazan Altıntaş, Kur’an’da Hidayet ve Dalalet, s.152
40
Ali Bulaç, Din-Felsefe vahiy-akıl, s.278
78
ki, bırakalım sıradan insanları, ilim peşinde
köprü buluncaya dek deli suyu geçer’, ‘bir deli
Hevasına tabi olanlar, akletmenin olmazsa
41
anlamlar öylesine birbirine karıştırılmaktadır
yermektedir. Onları hevalarını ilah edinmekle suçlamaktadır. “O hevasını ilah edineni gördün mü?”42 ayetinde geçen hevayı ilah edinme
hadisesi Kur’an’ın hiç bir ayetinde ‘O aklını ilah edineni gördün mü?’ şeklinde geçmemektedir. Oysa akıl üzerine ahkam kesenler insanları akıllarını ilah edinmekle suçlayıvermektedirler. Yapılan yanlışlık ‘akıl’ kelimesi kullanılırken aslında ‘heva’nın kastedilmesi ve bu iki kelimenin ifade ettiği anlamların nasıl birbirinin zıddı olduğunun farkına varılmamasıdır. İslam Düşünce tarihi akılla vahyin ilişkisini kurmada oldukça sorunlu bir miras bıraktığı halde, iş akılla hevanın ilişkisini kurmaya ve aralarını ayırmaya gelince oldukça mahirdir. Ebu Bekir er-Razi, hissî, tabii ve hayvanî arzulardan ibaret olduğunu söylediği ‘heva’yı aklın karşıtı olarak göstermiş ve bu konuda sonraki dönemlere ışık tutacak görüşler ortaya koymuştur. Onun, hevayı insanın yapısından gelen arzu ve ihtiraslar diye niteleyen ve konuyu Furkan, 25/43
42
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
akıl-heva çatışması şeklinde ele alarak yüksek
tarzının unsurlarına ve akletmeyi engelleyen
bir ahlaka ulaşmak için hevayı baskı altına
birer faktöre dönüşür.
almak ve her durumda aklın buyruklarına uymak gerektiğini savunan görüşleri kendisinden sonra da kabul görmüştür.43
4-Günahın alışkanlığa/hayat tarzına dönüşmesi İnsan hata ile malul bir varlık olduğundan, ondan eksiksiz, mükemmel davranışlar beklemek abesle iştigal olacaktır. Her insan hata yapar, günah işler, yanlışlığa düşer. Önemli olan melekler gibi hatasız, masum, günahsız olmak değil, böylesi durumlarda iradenin insanın elinde olması ve istikameti kaybetmemesidir. Bu tür bir kararlılık, hayata doğruluk üzerinde dengeye getirir. Hataların telafisi kolaylaşır, iyilik topluma yayılır, kötülük ve adaletsizliklerin etkisi azalır. İstikamet üzere kararlılıkta insana fayda sağlayan onu bu minvalde tutan en temel nitelik ‘akletme’yi terk etmemesidir. Şayet akletmek yerine ‘heva’yı tercih ederse, hatalar ve günahlar alışkanlıklara ve hatta bir hayat tarzına dönüşür. Bunun nedeni, akletmeyi bırakıp, yapılan işlerin sürekli murakabeye tutulmasının terk edilmesidir.
Özellikle ihtiras, kıskançlık/haset, kin, nankörlük gibi kalbi sarmalayan hastalıklar insanı kör eder. Selim bir kalple olaylara yaklaşılmasını engeller. Sağduyu yitirilir. Böylesi bir halde aklın devre dışı kalmasından daha normal ne olabilir? Günahı yaşam tarzına dönüştüren bir kişinin görüş ve gidişatında olgunluk ve sağduyu beklenemez. Her türlü işte düşüncesizlik, değerlere önem vermeme, hakkı gözetmeme, temkinsizlik ve hafiflik hakimdir. Tam bir ‘sefihlik’ hali ortaya çıkar. Kur’an’da ‘sefih/ sefihler’ kelimesi münafıklar tarafından Müslümanlar için kullanılmıştır.44 Bununla kastettikleri, peygamberin çağrısına kulak verenler, toplumun alt tabakasından oldukları için, iman etmenin ucu hafifliğe kaçan bir tür budalalık ve düşüncesizlik olduğudur. Oysa sefihlik tam da kelimenin ifade ettiği tutum ve gidişatta hafiflik, ciddiyetsizlik, budalalık ve akılsızlıktır. Kime sefihlik musallat olmuşsa ondan akletmesini beklemek mümkün değildir. Bu nedenle peygambere tabi olanlar değil bizzat o suçlamayı yapan akılsız münafıklar sefihtir. İnsanlar akletmedikleri için mi günahı yaşam
Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırt etme gayreti ortadan kalktığında, heva hakim olur; hatalar doğrulara, kötülükler iyiliklere, günahlar hayırlı davranışlara döndürülemez. Zeka ve tüm zihinsel faaliyetler, hayat tarzının meşrulaştırılması için kullanılır. Kötülük iyilik gibi, günah sevap gibi, zulüm adalet gibi, çirkeflik hayır gibi gösterilmeye çalışılır. Çünkü kötü olan her şey, kötü olarak bilindiği sürece kabul edilmesi mümkün değildir. Vicdan harekete geçer, aklı uyandırır ve olumsuzluklara tepkiler, hem kişilerin iç dünyasından hem de
tarzına dönüştürürler, yoksa günah onların yaşam tarzı olduğu için mi akledemezler, sorusu sorulabilir. Bu esasen çift taraflı bir etkileşim sürecidir. Akılsızlık bir başladı mı hevanın devreye girmesiyle günahlar hayatı sarmalına alır. Onlar hayatı bu kadar kuşatınca tekrar akletmeye dönebilmek gittikçe zorlaşır. Ama her durumda, akletmeye dönüş bir imkandır. İnsan o onulmaz koşturmaca içinde bir an durmayı başarabilirse ve gözünü açabilirse, aklın tekrar devreye girmemesi için bir sebep yoktur. İnsan bu potansiyeli her durumda içinde taşır.
toplumsal bir refleks olarak ortaya çıkar. Ancak günahkarlık bir hayat tarzına dönüşmüşse
5- Taklit, Gelenekçilik ve Atalar Dini
ve bunu meşrulaştıran muhtelif etkiler, mesela
Taklit kelimesi, ‘Örnek alınması istenen davranış
zihinsel kotlar, taklit edilen ve özenti duyulan
biçiminin bilinçli ya da bilinçsiz olarak olduğu
idol şahıslar, atalar dini, nefsi temayüller
gibi yinelenmesi’45 anlamına gelir. “Deyimin asıl
günahın üstünü örtmüşse orada akıl devre dışı
anlamı, başkalarının gidiş ve tutumlarını iradeli
kalır. Günahkarlık, şirk, küfür, nankörlük, zulüm, sefahat, ihtiras, kıskançlık, istiğna, kin hayat Bakara, 2/13
44
TDV İslam Ansiklopedisi, 17 cilt s.275
43
Özer Ozankaya, Toplumbilim Terimleri Sözlüğü, TDK
45
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
79
ve bilinçli olarak yinelemektir.”46 “Taklit içtepisi,
sığınağıdır. Özoluşla beraber varoluş sürecine
insanlarda doğuştan vardır. İnsanlar bütün öteki
katılmak akletmeyi gerektirirken, var olanı
yaratıklardan özellikle taklit etmeye olağanüstü
sürdürüp, önceki örneklere uyup giderek teslim
yetili olmalarıyla ayrılır ve ilk bilgilerini de taklit
olmak taklit yoluyla mümkün olabilmektedir.
yoluyla elde ederler.”
Bu nedenle akletme ve taklit birçok hususta
47
Taklit, öğrenmenin ve üretmenin faydalı bir
birbirlerine zıtlıklar içermektedirler.
yöntemidir. Bebekler konuşmayı çevrelerindeki
Süregelen yapılarda, oluşan menfaat örgülerinin
büyüklerini taklit ederek öğrenirler. Bu nedenle
otoriter tesiriyle, akletme ile gelen değişim
sesleri çıkarma biçimi çoğunlukla ilk kazanıldığı
isteği bastırılır ve bu ortamlarda kişiden
şekliyle korunur. Kişi başka bir dil öğrense bile
istenen sadece itaat etmesidir. Bu yüzden o,
taklit ederek kazandığı ses çıkartma yöntemini
çaresiz olarak aklının sesini dinlemek yerine
kolayına değiştiremez. Aynı şekilde çıraklar
mevcut yapının değerlerini alıp, kendini ona
ustalarını taklit ederek kendilerini geliştirip
benzetmeye çalışır. Böylece kendisini onunla
ustalıklarını elde ederler.
özdeşleştirerek tabi olur. Taklit edilen fikir ve
Sanat dediğimiz şeyin kökeni de esasen taklide dayanır. Ses sanatçıları kulağa hoş gelen melodilerin usta birer taklitçileridirler. Ressamlar, tabiatta veya duygularda var olan
değerler benimsenir. Bir toplum içinde taklit, boyun eğdirici otoriteye mecburen itaat etmek, onu özdeşleştirmek ve benimsemek yoluyla gerçekleşir.48 Böylece akletme devre dışı kalır.
güzel tabloların bir anının taklidini tablolarına
Taklidin kurumsallaşmış ve topluma mal
aktarırlar. Neredeyse sonsuza yakın çoklukta
olmuş biçimi gelenekçiliktir. ‘Gelenek’, “bir
tekrar eden güzelliklere sahip olan gerçek
toplumda, bir toplulukta, eskiden kalmış
dünyayı tümüyle taklit etmek imkansızdır.
olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan
Bu nedenle sanat gerçeğin sadece bir anının
kuşağa iletilen tinsel ekin öğelerinin her biri”49ne
taklidinden ibarettir.
verilen isimdir. Gelenek toplumun üyelerini
Fotoğraf sanatçıları, ustalıklarını teknolojik imkanlarla birleştirerek, ilginç görüntü ve anların tıpatıp taklitlerini fotoğraf karelerinde sabitleştirirler. Gerçek hayatta vuku bulan veya vuku bulması mümkün olan olaylar, tiyatro ve sinema sanatçıları tarafından taklit edilerek sahneye veya beyaz perdeye aktarılır. Hayatın bir parçası olması bakımından taklit kaçınılmaz bir davranış tarzı iken zararlı bir unsura da dönüşebilir. Taklit çoğu zaman akletmenin önüne geçerek onun yerini alır. Taklitçi taklit ettiği şeyin davranış ve sözlerini düşünmeden tekrar ederek bunu bir yaşam tarzına dönüştürür. Bu durumda taklit akletmenin önünde önemli bir engeldir. Akletmek, insanlık çizgisinde tırmanmayı, sürekli gayreti ve zorluklara göğüs germeyi gerektirirken, taklitçilik zorluk içermeyen kolaycılık ve alışkanlıkların peşinden sürüklenmek anlamına gelir. Bu nedenle taklit tembellerin, kopyacıların, kaçkınların
birbirlerine bağlar, bireyler geçmişten gelen kökleşmiş bu alışkanlıklar nedeniyle aynı tip davranışları sergilerler. “Toplumsal kurumları ve inançları yalnızca geçmişten süregeldikleri için benimseyen, saygın tutan, destekleyen, yeni ekin öğelerini ise (sadece yeni oldukları için) değersiz sayan tutum”50a da ‘gelenekçilik’ adı verilir. İnsanların ortak olarak yapa geldikleri davranış biçimleri zamanla alışkanlık haline dönüşmekte, hatta hayatlarını biçimlendiren ortak normlar haline gelmektedir. Toplum kendi dirliğini ve devamını sağlamak adına geleneğini korumaya çalışır. Çünkü gelenek aynı zamanda o toplumun ayırt edici karakteridir. Bu nedenle toplum geleneği, fertlere dayatır. Bireylerin esaret derecesinde uysal davranması pahasına, gerekirse iradi güçlerini baskı altına alır. Gelenek, varlığını sürdürebilmek için zamanla dini ve kutsal bir veçheye bürünür. Toplumların dinleri, inandıkları dinle birlikte geleneklerinin Mehmet Yolcu, Kur’an’ın Zihniyeti Değiştirmesi, s.92
48
Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, s.393
49
Aristoteles, Poetika, çev. İsmail Tunalı s.7-8
50
46 47
80
Özer Ozankaya, ag sözlük Özer Ozankaya, ag sözlük
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
dinselleştirilmiş halinin bir karışımından ibarettir.
müstekbirlere tabi olmuşlardır. Böylece azabı
Geleneğe bağlılık her zaman kötü bir şey demek
en az müstekbirler ve öncüler kadar kendileri
değildir. Geleneğe körü körüne bağlılık da,
de hak etmiş ve hep birlikte cehenneme sevk
gelenekten tümüyle kopuş da zararlıdır. Gerçek
edilmişlerdir.
olan, geçmişin sağlam ve faydalı yanlarını içererek onu sürekli olarak geleceğe doğru aşmaktır.51 Bunun yolu ise gelenekten gelen uygulamaların doğruluğunun ve işlevselliğinin sürekli denetlenmesidir. Bu ise akletme yoluyla olabilir.
Kur’an öncülere tabi olmanın veya onlar tarafından saptırılmanın asla geçerli bir mazeret olmadığını ortaya koyarak akletmenin önündeki engellerden birisini geçersiz kılmaktadır. Yine akletmeyi ortadan kaldırması bakımından
Ancak toplum veya bir toplumsal birim/topluluk/ cemaat varlığını sürdürebilmek güdüsüyle geleneğini korumaktan yana güçlü bir direnç gösterir. Akıl yoluyla geleneğin unsurlarına yöneltilen yıkıcı eleştirileri baskı yoluyla kontrol altında tutmaya çalışır. Bunun yolu ise akletmeyi engellemektir. Bu direnç unsuru toplumsal alanda ferde baskı yoluyla vuku bulduğu gibi, bireyin iç dünyasında aklın yoluna uymak yerine alışılagelmiş olanı korumak tarzında da ortaya çıkabilir.
müşriklerce öne sürülen bir mazeret de atalar/ babalar yoluna uymaktır. Müşrikler işledikleri fuhşiyat,54 putlara tapma,55 dinlerini terk etmeme,56 hâkimiyetlerinin daim olmasını istemenin57 gerekçesi olarak atalar yoluna uymayı göstermektedirler. Onların nazarında atalarının bir uygulamayı yapıyor olması, doğruluğunun ve kendisine tabi olunmasının yeterli bir gerekçesidir. Atalarını üzerinde buldukları şeye düşünmeden, ölçüp biçmeden, bir alışkanlık olarak öylece uyup
Kur’an körü körüne taklit etmeyi yasaklar. Taklit etmek yerine tahkik etmeyi, düşünmeyi ve akletmeyi emreder. Örneğin Ehl-i kitabın Üzeyr veya Mesih’in Allah’ın oğlu olduğuna dair şirk içeren sözlerinin aslında önceki inkarcıların sözlerinin kör bir taklidi olduğunu söyler.52 Aynı şekilde birçok ayette sunulan tablolar aracılığıyla bilinçsizce taklit etme yüzünden sapıp giden ve hakka tabi olmayı reddeden bu nedenle de azabı hak edenlerden örnekler verir. Taklit edenler cehennem azabına uğradıklarında kendilerinin sapmadığını, taklit ettikleri öncüler veya müstekbirler tarafından saptırıldıklarını, onlara tabi oldukları ve itaat ettikleri için hidayet üzere olamadıklarını, onlar olmasa mümin kimseler olacaklarken, etkileri altına girdikleri için cehenneme düştüklerini söyleyerek azaptan muaf tutulmak veya müstekbirlerden daha az cezaya uğratılmak isterler.
53
Oysa
giderler. Oysa akletmenin, dolayısıyla hidayetin ve hak yola tabi olmanın önünde bir engel olan atalar yoluna körü körüne tâbiiyet, Kur’an’ın bizzat kaldırmak istediği hususlardandır. Bunu da müşriklere apaçık deliller sunarak yapar. “Ama onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde bazıları: “Hayır, biz [yalnız] atalarımızdan gördüğümüz [inanç ve eylemler] e uyarız!” diye cevap verirler. Ya ataları akıllarını hiç kullanmamış ve hidayetten nasip almamış iseler?”58 “Onlara, “Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) ve Peygamber’e gelin” denildiğinde onlar, “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz din bize yeter” derler. Peki ya babaları bir şey bilmiyor ve doğru yolu bulamamış olsalar da mı?”59
Müşriklerin atalar dinine tabi olmanın gerekli ve geçerli bir yol olduğuna dair temelsiz
hidayet çağrısı onlara da ulaşmıştır. Ancak
argümanlarına karşı ayetler, gayet esaslı bir
onlar Resullerin çağrısına uyarak, gözlerini afak
delille karşı koymuş ve ataların uygulamalarının
ve enfüsteki delillere açmamışlar, kalplerini kapalı tutup akletmeden öylece öncülerine veya
Araf 7/28
54
Bkz. Kur’an’ı Kerim Enbiya 21/52-54, Şura 26/73-76,
55
Sebe 34/43 Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, s.125
56
Tevbe 9/30
57
Bkz. Kur’an’ı Kerim: 7/38-39, 34/31-33, 40/47-50,
58
51
Yunus 10/78
52 53
41/29
Zuhruf 43/22-24, Lokman 31/21 Bakara 2/170 Maide 5/104
59
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
81
akla uygun ve bilgi temeline dayalı olduğunun
etmişlerdir.”60 Aynı şekilde “Hz. Peygamberin
hiçbir garantisi olamayacağını net bir şekilde
yaptığı bir davranışı görüp müşahede ettikten
ifade etmiştir. Aslında ayetler ataların
sonra veya yaptığı bir şeyi duyduktan
uygulamalarını değil, ‘sırf atalar uyguladığı
sonra, onun bunu hangi tasarruf cihetiyle
için bir şeyin doğru olmasının zaruri olduğu’na
yaptığına, davranışın sebep, illet, hikmet ve
dair zihinsel kodu hedef almaktadır. Ataların
maksadına bakmaksızın, sadece onun yaptığını
isabet ettiği doğru uygulamalarla Kur’an’ın
aynen gördükleri gibi yapma”61 eğilimine
bir işi yoktur. Bu nedenle ayetlerde ‘ya
girmişlerdir. Böylece gayet taklitçi yaklaşımlar
babaları hiç bir şey bilmiyorsa’, ‘ya ataları
sergileyebilmişlerdir.62
akıllarını hiç kullanmamışlarsa’, ‘ya doğru yolu bulamamışlarsa’ tarzındaki ihtimalli ifadeler kullanılmıştır.
Sonraki gelenler içinde de bunlara aynen uymak yaygın bir geleneğe dönüşmüştür. Oysa Kur’an’ın bizzat değiştirmek için geldiği
Bu yüzden atalar yoluna uymak ancak
hususlardan birisi, bir şeyi birisi veya birileri
atalar doğruda isabet etmişlerse anlamlı
-bunlar ister atalar isterse peygamber olsun-
olabilmektedir. Bu ise şansa kalmıştır.
yaptığı için yapmanın önüne geçmektir. Yukarıda
Dolayısıyla hakkın peşinde koşmak ve onda
mealini verdiğimiz iki ayet çok net bir şekilde
isabetli olabilmek, atalar yoluna uymakla
bunu söylemektedir. Kur’an tarafından önerilen
değil, akletme ve ilme tabi olma yoluyla daha
yol, bir davranışı ancak sebep, illet, hikmet,
mümkün olabilmektedir. Bu nedenle Kur’an
maksat ve sağlayacağı maslahatı anladıktan
akletmeye, bilginin peşinde koşmaya ve hidayet
sonra yapmak, eğer uygun düşmeyen bir şey
yoluna/kitaba tabi olmaya çağırmaktadır.
varsa da onu terk etmektir. Bu, aklın yoludur.
Atalar yoluna uymanın karşısında akletme,
Kur’an bizi buna çağırır.
bilme, hidayet çağrısına uyma yöntemi
İslam tarihinde ortaya çıkan pek çok eğilim,
durmaktadır. Atalar yoluna uyan için akıl, bilgi
Kur’an tarafından yerleştirilmeye çalışılan bu
ve hidayet devre dışıdır.
yaklaşımın aksine olarak gelişmiş ve taklitçilik
Kur’an taklit, gelenekçilik ve atalar yoluna tabi olma konusunda böylesine net bir çağrıya sahiptir. Resul de kendi hayatı ile doğruya tabi olmanın ve aklederek, istişare ederek, ilme ve doğru tecrübeye tabi olarak yargılarda bulunmanın en güzel örneklerini vermiştir. Ancak ondan sonra gelenlerden bir kısmı taklit etme ile örnek almanın arasını ayırt edememiş ve körü körüne taklit etmeyi peygambere tabi olmak olarak algılamıştır. Örnek almak, örnek alınan davranışın amaç ve güzelliğini anlayarak
ve gelenekçilik bunların esas unsuru olmuştur. Bunların taklit ettikleri atalar, -peygamber ve asar63- müşriklerin ataları gibi şirk ve dalalet yolunda değildir. Ancak gerek peygamberi, gerekse asarı körü körüne taklit etmek ve selefin oluşturduğu birikimin değerini tarihin üstüne çıkartarak evrenselleştirmek, kör bir gelenekselciliği sürekli hale getirmiştir. Akletme yolu, istihsan, içtihat, reyle hüküm verme küçümsenmiş; yeni olan her şeye bidat diye karşı çıkılmıştır.
kendine uyarlamakken, taklit etmek amaçsız,
“ ‘Gelenekselcilik’, lineer bir tarih anlayışının
hikmetsiz öylece uyup gitmektir.
manyetik alanı içerisinde, ilk vazedilişinden
Hz. Peygamber sahabesi ile ideal bir iletişim halinde olduğu halde, “sahabeden bazıları, onun sözlerini zaman zaman tamamen lafızcı bir yaklaşımla anlayabilmişlerdir. Onlar bu lafzî ve ve harfî yaklaşımlarında, Hz. Peygambere ait bir sözün zahiri neyi ifade ediyorsa, sadece onu anlamışlar, onun o söz ile ‘ne demek istediğini’ ve ‘neyi amaçladığını’ değil, yalnızca ‘ne dediğini’ esas almışlar ve bu anlayışla amel
itibaren dinin anlaşılması hakkında her dönemde belli bir düşünsel çizgi tarafından ileri sürülen, zaman içerisinde yığınlaşan -ve bazen farklı kaynaktan beslenebilen- görüşlerin, her Doç. Dr. Bünyamin Erul, Sahabenin Sünnet Anlayışı,
60
s.151 Mustafa Sibai, Sünnet s.53
61
Bu konuyla ilgili çarpıcı örnekler için bkz. Doç Dr.
62
Bünyamin Erul, age, s. 150-190 ‘Asar’, peygamberden sonraki ilk dönemlerde yapılan
63
uygulamalar anlamındadır.
82
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
zaman dilimi için geçerli olmak üzere dinin anlaşılmasında bir yere ve hatta otoriter bir yapıya sahip olduğunu veya en azından bir doğruluk payına sahip olduğunu ve bu sebeple süreklilik kazandırılması gerektiğini ileri süren bir yaklaşımdır.”64 Sonrakilere düşen bu birikime aynen uymaktır. Bu birikimin değeri açısından ilk
akletmeyi terk etmemek, düşünmeden geleneği taklit ederek doğruda tesadüfen isabet etmekten daha hayırlıdır. Çünkü akletmeyi terk etmeyenin yanılgılardan kurtulma ihtimali hep yüksekken, düşünmeyenin yanılması durumunda onu düştüğü çukurdan kurtaracak hiçbir faydalı yardımcısı yoktur. O zaman mecburen akletmeyi
devir/asar en kıymete haiz olandır.
işlevsel hale getirmek zorunlu hale gelecektir.
‘Peygamberle iletişim veya arkadaşlık halinde
düşmüş insan metaforunu çokça andırmaktadır.
oldukları için, asara ait uygulamaların
Orada öylece ne yapacağını bilmez vaziyette
evrenselliği ve her devrin kaçınılmaz
beklemektedir.
uygulamaları olduğu’ tarzındaki önerme ile gelen zihinsel kot, müşriklerin ‘sırf atalar uyguladığı için bir şeyin doğru olmasının zaruri olduğu’ tarzındaki zihinsel koda çok benzemektedir. Çünkü her ikisi de doğruluk ve yanlışlık, geçerlilik, bilgi, tecrübe, işlevsellik, maksat, illet, hikmet, maslahat üzerinden değil, değeri yüceltilen kişiler veya dönemler üzerinden belirleme yapmaktadır. Fıkıh bilimi alanında içtihat, Müslümanların hayati bir meselesi olduğu halde, tarihin belli bir döneminden sonra, içtihat kapısının kapandığı söylenmiş ve avam için taklitten başka bir yolun kalmadığı ilan edilmiştir. Oysa müçtehitlerin halka kendilerini taklit etmeye çağırmak yerine -pek çok ilk dönem müçtehidinin yaptığı gibidelillere ittiba etmeyi tavsiye etmeliydiler. Bu yapılmayınca yaşanan kırılmalarla ‘akletme’ işlevselliğini yitirmiş akıl atıl hale gelmiştir. Böylece öylesine bir İslam anlayışı yerleşmiştir ki, bu anlayış sadece geçmişin kültürel mirasını tekrar ve taklit etmektedir. Asara
Bugünkü İslam Dünyası’nın hali kuyuya
Mengüşoğlu’nun dediği gibi, “Düşünce mekanizmasını işlettiğimiz halde erişemememiz, ulaşamamamız, düşünceyi işletmeksizin yani rastlantılar sonucu erişmemizin, ulaşmamızın yanında daha makbuldür. Çünkü biz düşündüğümüz için insanız. Düşünmek doğru olmaktan önde gelir.”65
6-Duygular TDK’nın Ruhbilimler Terimleri Sözlüğünde ‘duygu’ “belirli nesne, olay ya da kişilerin bireyin iç dünyasında uyandırdığı izlenimler” olarak tanımlanmıştır. Dış tesirle iç dünyada oluşan pek çok duygudan bahsedilebilir.66 Bu duygular insanın parçasıdır. Duygusuz bir insan varlığı tasavvur edilemez. 66 no.lu dipnotta duygulardan verdiğimiz örneklerin büyük bir kısmı insan varlığı için gereklidir ve yokluklarında derin boşluklar ortaya çıkacağı gibi, hem kişisel hem de toplumsal alanda çok büyük dengesizliklerin üremesine yol açacaktır. Acıması olmayan, sevgisiz,
ait kültürel ve dini mirası doğmalaştıran ve
65
sadece bunu tüketmekle iktifa eden skolastik
66
İslam anlayışında akletmek, öcü gibi görülen, terbiyeye muhtaç, heva ile özdeş ve neredeyse ‘olmasaydı daha iyi olurdu’ denilecek kadar küçümsenen bir özellik olarak görülmektedir. Oysa İslam toplumlarının bugünkü hali pür melalinin geri planında taklitçilik, gelenekselcilik ve aklı küçümsemeye dayalı bu skolastik zihniyet yatmaktadır. İyi ve doğru olanı bulabilmek için yeniden aklı işlevselleştirmeye dönmek kaçınılmazdır. Bazen yanılarak da olsa Fehrullah Terkan, “Dine Yaklaşımda Gelenekselciliğin
64
Metün Önal Mengüşoğlu, Düşünmek Farzdır, s.82 Duygularımızdan bazı örnekler: Acıma, aldırmazlık,
anksiyete, arzu, asabiyet, aşağılama, aşk, başkasının zararına sevinme, beklenti, bıkkınlık, boşluk, böbürlenme, coşkunluk, dehşet, depresyon, dikkat, duyarlılık, duyarsızlık, duygusuzluk, düşmanlık, empati, endişe, fanatiklik, gıpta, gurur, gücenme, halinden memnunluk, haset, hayal kırıklığı, hayret, heves, heyecan, hışım, histeri, hoşnutluk, ıstırap, içine doğma, iğrenme, ilgi duyma, intikam, ilham, istek, kabullenme, kafa karışıklığı, kafaya takma, kaygı, kendine acıma, kınama, kıskançlık, kızgınlık, kin, korku, küçümseme, mahcubiyet, melankoli, merak, merhamet, minnet, mutluluk, nezaket, nefret, öfke, özlem, panik, pişmanlık, rahatsızlık, sabır, sempati, sevinç, sıkıntı, suçluluk, sükûnet, şaşkınlık, şehvet, şefkat, şüphe, taassup, umut, umutsuzluk, utanç, utangaçlık, üzüntü, vicdan azabı, yalnızlık, sevgi, zevk…
Paradoksları”, İslamiyat, cilt 10 sayı 3 s.16
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
83
heyecansız, hayret etmeyen, öfkelenmeyen,
duymayayım. Muhammed öldü diyenin boynunu
acı çekmeyen, kızmayan, korkmayan,
keserim”70 şeklinde sözler sarf etmesini
utanmayan, özlem duymayan, istemeyen, sabır
verebiliriz. Her ne kadar Ömer’in buradaki
etmeyen, sevinmeyen, üzülmeyen, sıkılmayan,
söylediklerinin Ebu Bekir’in gelişine kadar zaman
şefkati olmayan, umutsuz, zevk almayan bir
kazanmak amacıyla bilinçli olarak söylenmiş
insan varlığından bahsedebilir miyiz? Bu ve
sözler olduğuna dair yorumlar olsa da, biz
benzeri özellikleri insanlardan çekip aldığımızı
şimdilik Ömer’in bu sözleri duygu hali nedeniyle
düşünelim. Geriye sadece bir posanın ve
söylediğini kabul edersek, duygusallığın Ömer
cesedin kaldığını görürüz. Hayvanların da kendi
gibi bir şahsiyeti bile nasıl kontrolden çıkardığını
varlıklarıyla paralel duyguları vardır. Daha öte
görmüş oluruz. Üstelik bir adım sonra Ömer’in
bir bilgi olarak botanikçilerin son dönemlerde
kılıcı herhangi bir sahabenin kafasında da patlayabilirdi.
yaptığı araştırmalara göre bitkilerin dahi duygulara sahip oldukları ortaya çıkartılmıştır.
67
Tüm insanların aynı duygusal seviyede olmasını
Ancak duygular kendi kendilerinin kontrolörü
beklemek muhaldir. Önemli olan duygusallığın
değildir. Duyguları frenleyen ve dengeye getiren
aklın kontrolünden çıkmamasıdır. “Dikkat
esasen akletme yoluyla oluşan otokontrol
edilmesi gereken husus duygusallıkla verilen
sistemimizdir. Bu sistemin operatör koltuğunda
kararların, ulaşılan sonuçların, akıl ürünü fikirler
akıl oturmalıdır. Ancak akıl bu koltuktan indirilir
olduğunu sanıp yanılmamaktır. Çünkü fikrin
de yerine başka bir özelliğimiz oturtulursa, insan
haysiyeti ile duygunun haysiyeti çok farklıdır.
kontrolden çıkar ve ondan her türlü irrasyonel
Duygu, deyim yerindeyse insanın egosunun,
davranışın sadır olması mümkün hale gelir.
kendine özgülüğünün tezahürü iken, fikir (akletme) insanın sosyal konumunu belirleyen,
Duygusallık “duyumların ve duyguların ağır
insanların hizasında ona yer verdiren kişiliğin
basması, aşırı bir biçimde insanı etkilemesi
teminatıdır.”71
durumu”68 dur. Duygusallık bazen, duyma, düşünme ve davranış alanlarında sanrı,
Kur’an, akletmenin önünde bir engel olması
sabuklama, duygu coşkunluğu veya kütlüğü
bakımından kontrolden çıkmış duygularla karar vermeme hususunda uyarılarda
gibi belirtilere dönüşen ve kişinin gerçeklerle ilişkisini azaltan bir hastalığa bile dönüşebilir.
69
Duygusallık hali akletmenin yerine geçmemelidir. Çünkü bu durum doğru karar vermeyi, adaleti, ölçüyü, dengeyi ortadan kaldırır. İnsan, zihnine üşüşen şeylerin müdrike mi yoksa muhayyile mi olduğunu ayırt edemez hale gelir. Duygusallık aklın yerine padişah koltuğuna oturursa, duygularla verilen kararlar helak edici niteliğe dönüşebilir. Kontrolden çıkmış duygulardan akıl sadır olmaz. Burada duygusal tavra örnek olarak peygamberin vefat haberini duyduğunda Ömer’in kendini kaybederek, “Hayır! O ölmedi. Münafıkların kökünü kazımadıkça o ölmez. Hiç kimseden ‘Muhammed öldü’ sözünü http://plant.bowls-cafe.jp/about_en.php sitesinde
67
bulunur. “Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizlik yapmaya sevk etmesin. Adil olun”72 ayetiyle Allah
Müslümanlardan düşmanlarına karşı kararlarında bile kinlerinin yani duygularının ön planda olmamasını emretmektedir. Adil olmak, yani eldeki ulaşılmış en doğru verilerin gerektirdiği karar neyse onu verebilmek; kin, nefret, yakınlık gibi duygusal hususların verilecek akli kararda etkili olmaması, Müslümanların insani ilişkilerindeki en temelli düsturları olmalıdır. Oysa duygusal taraftarlık düşünmeye gölge düşürmektedir. Asabiyet, bir şeye taraf olmada aşırılığa gitme anlamında bir tür duygusallık halidir. Asabiyet; aile ilişkilerinin getirdiği bağlılık/kan bağı, memleketçilik, ırkçılık, kabilecilik, mezhepçilik hatta dincilik şeklinde ortaya çıkabilir. Fanatik spor takımları
‘hoya kerri’(Japonca’da yeşil anlamına gelmektedir) türü bir bitkinin ruh hali özel bir teknikle yazı diline
Celaleddin Vatandaş, Hz. Muhammed’in Hayatı ve
70
aktarılmaktadır. 71
TDK Ruhbilimleri sözlüğü
72
69
84
İslam Daveti Medine Dönemi, 2. Cilt s.567
BSTS Felsefe Terimleri Sözlüğü 1975
68
Metin Önal Mengüşoğlu, Düşünmek Farzdır, s.135 Maide 5/8, ayrıca bkz. 4/135, 30/29
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
taraftarlığı, particilik, cemaatçilik asabiyetin
yani azgınlıktır. Bu nedenle Kur’an bu meseleye
günümüzdeki muhtelif tezahürleridir. Bunlardan
kökünden bir teşhis koyarak insanı uyarır: “İnsan
herhangi birisine mensup olmak normal bir
kendisini müstağni gördüğü için tuğyan eder. (Bu
durum veya bir hak olarak kabul edilebilir. Ancak
yüzden) sakının!”74
ne zaman ki verilen kararlarda bu mensubiyetler ön plana çıkıp olumsuzluklar üremeye başlar, o zaman asabiyet aklın yerine geçmiş demektir. Bizim 5/8 ve 4/135 ayetlerinin bize öğrettiği düstur çerçevesinde mensubiyetimizi ve duygularımızı gayri adil bir tarzın temeline dönüştürme hakkımız yoktur. Benzer şekilde, Kur’an’ın ve peygamberin üstünlüğü sadece takvaya bağlayan ve her türlü kan ve akrabalık bağı, kabilecilik ve ırk üstünlüğü anlayışına dayalı asabiyeti geçersiz kılan çağrısı, seviyesiz üstünlük anlayışına dayanan köksüz duygu körlüğünü ortadan kaldırmaktadır. “Ey insanlar! Hepinizin Rabbi birdir, babası birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem de topraktandır. Allah katında en şerefliniz en muttaki olanınızdır. Allah’ın emirleri ve yasakları konusunda en duyarlı olanlar muttaki olanlardır. Arap’ın Arap olmayana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.”73
‘Cehalet’ kelimesi her ne kadar günümüzde bilgisizlik anlamında kullanılıyorsa da, bu kelimenin Arap dilinde kullanılışı sadece ilmin zıddı anlamındaki bilgisizlik değildir. İnsan bilgi sahibi olduğu halde cahil olabilir. Çünkü cahil, Arap dilinde aynı zamanda duygu ve hırslarına yenilip, öfke seline kendisini kaptırıp giden, sathi düşünen insanlara verilen bir isimdir. Bu tarz insanlar olayların iç yüzünü anlamaya çalışmadan ilk duygusal patlamalarıyla tepkilerini ortaya koyarlar. Bu ise isabetsiz tavırlar geliştirmelerine yol açar. Cehaletin Arap dilindeki bu kullanılışını göz önünde bulundurduğumuzda onun tam olarak ilmin zıddı anlamına gelmediğini anlamış oluruz. Arapların pek çoğu ve özellikle bedeviler duygularının tutkunuydular ve ne zaman duygularını kabartan bir durumla karşılaşsalar öfke seline kapılıp akıl dışı davranışlar sergilerlerdi. Bu davranışın tam zıddı hilm sahibi
İnsanlık peygamberden sonra onun veda
olmaktır. Hilm sahibi olmak veya halim olmak
hutbesinde yaptığı bu çağrıyı aşabilen bir
yumuşak başlı olmak değil olaylar karşısında
kardeşlik çağrısını bu güne kadar henüz
kontrolü elden bırakmayıp teenni ile davranmayı
işitmedi. İnsanların tamamıyla köksüz duygusal
becerebilmek ve aklın yolu neyi gerektiriyorsa
gerekçelerden kaynaklanan birbirlerine olan
onu yapabilmektir. Hilm sahibi, öfkeyi gerektiren
husumeti, aynı topraktan ve aynı atadan gelen
bir anda, gücü yettiği halde kendini kontrol
kardeşlerin husumetinden başka bir şey değil.
etmeyi becerir, duygularını kontrol eder. Bu
Bunun ortadan kalkması asabiyete dayalı
nedenle hilm neredeyse akılla anlamdaş olarak
duygusallıklardan kurtulup öze ve asla dönmekle
kullanılmıştır. Çünkü o, aklın gereklerindendir.75
mümkün. Bu ise ancak var olan hakikati tüm çıplaklığıyla görüp duygusallık da dahil tüm engelleri aşıp akletmekle gerçekleşebilir.
Buraya kadar daha çok Kur’an ayetlerinin bizi götürdüğü izleri takip ederek, akletmenin önündeki engelleri tespit etmeye çalıştık. Elde
‘İstiğna’ da bir tür duygu esirliğidir. İstiğnanın
ettiğimiz bu izler çerçevesinde bir sonraki
girdiği bir kalpte akıl çoktan sürgüne
yazımızda vereceğimiz örneklerle, meseleyi
gönderilmiştir. İstiğna kendini yeterli görmek,
biraz daha derinliğine tahlil edeceğiz. Mantık
olduğundan çok daha büyük, zengin ve güçlü
hataları, zihinsel kotların etkisi, kültler,
olduğunu zannetmektir. Oysa mutlak anlamda
cemaatçilik, sürü mantığı gibi örnekleri güncel
müstağni olan, yani yeterliliğin ve zenginliğin
sürümleriyle açıklayacağız.
tüm anlamlarını barındıran tek varlık Allah’tır. Bu manada insan zengin/gani değil daima muhtaç/ fakirdir. Bu yüzden asla kendisini tek başına yeterliymiş hissine kaptırmamalıdır. İstiğna duygusuna kapıldığında onu bekleyen tuğyandır, Peygamberin veda hutbesinden, Buhari, Megazi 77,
73
Bedu’l Halk 2; Müslim, Kasame 29
NOT: Bir sonraki yazı başlığı: “DİL PROBLEMİ, İFADELER VE İFADELERİN AYIRIMINDA YAŞANAN GÜÇLÜKLERİN AKLETME ÖNÜNDE OLUŞTURDUĞU ENGELLER” Alak, 96/6-7
74
Montgomerry Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi,
75
s.114
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
85
SÖYLEŞİ Cevdet Said İle Söyleşi / Nisan 1998
Amerika Savaşla Değil, Fikirlerle Fethedilebilir İslami Yorum için Çeviren:
Fatih Peyma
EDİTÖRÜN NOTU: “Current Islamic Issues” isimli İran menşeli dergi Cevdet Said’le oldukça önemli bir söyleşi yapmıştır. Yaklaşık on iki yıl önce yapılan bir söyleşi olmasına rağmen Cevdet Said’in söyledikleri günümüz için de önemini ve güncelliğini yitirmemiştir. On iki önemli sorudan oluşan ve oldukça uzun olan bu söyleşinin tümünü bir sayıda yayınlamamız imkânsız olduğundan ana konumuzla ilişkili olan iki sorunun cevaplarına bu sayıda yer vermeyi uygun bulduk. Önümüzdeki sayılarda ana konularımızla bağlantılı olarak Cevdet Said’in diğer sorulara verdiği cevapları da söyleşi veya makale şeklinde yayınlamayı düşünüyoruz. Kaynak: “Current Islamic Issues / Güncel İslami Meseleler” Nisan, 1998
Dergimiz “Current
[Aşağıdaki iki not okuyucuya yardımcı olmak
Islamic Issues”
için kaleme alındı. Öncelikle dergimizin İran
(Güncel İslami
menşeli bir dergi olduğunu belirtmek istiyorum
Meseleler) bir sonraki
ve bu nedenle Sayın Cevdet Said’in cevapları
sayısını, günümüz Arap
arasında İran’a özgü sorunlar için pek çok
kültür dünyasının en
referans görülecektir. Diğer bir husus da şudur.
önde gelen simalarını
Sayın Said’i tanıyanlar onun sıra dışı cevaplama
ve en göze çarpan
şeklini şaşkınlıkla karşılamayacaktır. Örneğin
eğilimlerini ön plana
1. soruya cevap verirken yeteri kadar bir
çıkararak güncel
şeyler söylediğine kanaat getirmişse 2. soruyu
Arap düşüncesine
es geçiyor.] Şimdi Sayın Said’in cevaplarına
tahsis etmeyi
geçebiliriz:
planlıyor. Seçkin Arap simalarından biri olduğunuz için size de bir kaç
Sorularınız için teşekkürler. Mektubunuzda
soru yöneltmek istiyorum. Cevap verirseniz çok
günümüz Arap entelektüel dünyası içerisinde en
memnun olacağım.
önemli simalardan olduğumu ima ediyor olmanız hak etmediğim bir onur. Şimdi sorularınızı
Abdulcabbar el-Rifai
cevaplamaya geçebilirim.
Genel Yayın Yönetmeni, Current Islamic Issues
86
“Bireysel ve toplumsal değişimin yasaları”
Cevdet Said’in Cevapları
teorinizin temel özellikleri nelerdir. Bu teorinizin
Teşekkürler Sayın Abdulcabbar el-Rifai
bilinen teorisinin bir yan ürünü olduğunu
Malik bin Nebi’nin “Medeniyetler Krizi” olarak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
düşünüyor musunuz?
Cevap: Teorimin Malik bin Nebi’nin “Medeniyetler Krizi” projesinin bir yan ürünü olduğunu söylemenizde haklı olabilirsiniz. Ben yinede Kur’an’ın ayetlerini canlandırmaya çalışıyorum.
Kur’an’dan elde ettiğimiz bir diğer kelime ise değişimi meydana getirmek ve değişimin kesin olarak gerçekleşmesi anlamında kullanılan “değişim” kelimesidir. Kelimenin tam manası açıklığa kavuşturulmalıdır. Bu, gerçekten çok önemli bir kelimedir. Çünkü bu kelime kötüye dönüşüm geçiren bir şeyin, tekrar
Sünnet kelimesinin çoğulu olan “sünen” yasalar anlamına gelir ve Kur’an’ın köklü bir kelimesidir. Sünnet kelimesi ilk dönem Müslüman bir alim tarafından “bir şeyin ilk örnekte yapıldığı şekilde ikinci örnekte de o şeyin aynı şekilde yapılması” olarak tanımlanmıştır. Kur’an’daki bazı ayetlerde sünnet ve sünen kelimelerinin nasıl kullanıldığını görebiliyoruz. Mesela Kur’an “Allah’ın sünnetinde (yasasında) bir değişim bulamazsınız” (35/43) buyuruyor. Durumları, şartları itibariyle yasalar ya da “sünen” sabittir. Mesela ne zaman gerekli ortam sağlansa ateş yakar veyahut ne zaman bir çöküş için gereken şartlar ortaya çıksa bir toplum çöker. Bir sünnet ya da yasa hep aynı şekilde işler. Kur’an kesin bir sünneti (yasayı) bize bildiriyor ki “İnananlara yardım etmek üstlendiğimiz bir görevdi.” (30/47) ve “Allah vaadinden asla dönmez.” (3/9)
düzeltilebileceğini gösterir. Bunun bir diğer boyutu da şudur ki en başta iyi ve doğru bir şeye sahip olmak, kötü bir şeyi iyi bir şeye dönüştürmekten daha kolaydır. Kur’an okuyan herkes şu gerçeği görebilir. İnsanın zihniyeti içinde olanı değiştirmesi insanın görevidir, Allah’ın değil. “Şüphesiz ki bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” ( 13/11) Allah’ın bahsettiği bu iki değişim, yani insanların zihnindeki ve ruhundaki değişim, onların iyi ya da kötü durumu, Allah tarafından değiştirilmeden önce bizzat kendileri tarafından değiştirilecektir. Allah’tan gelen değişim burada insanların refahıdır, yani onların görünen durumlarıdır. Kendi içlerinde gerçekleştirdikleri değişimi takip ederek bir toplumun durumunun nasıl değişebildiğini öğrenmek için bir insanın, gerçek hayatta bununla nasıl başa çıkacağını
Bu, insanların gerçekçi ve etkili bir şekilde
anlaması gerekir. Bir insan aklını değiştirmez,
dikkatini çekene kadar tekrar tekrar tartışılması
sadece düşüne geldiği şeyi değiştirir. “İçlerinde
gereken bir konudur. Bunun sadece maddi
olan şey” ifadesi Kur’ani terimlerin kesinliğini
alanda değil aynı zamanda psikolojik, bireysel,
gösterir. Bir insanın ruhu iyi ve kötü düşünceleri
sosyal alanlarda da görülmesi gerekmektedir.
barındıran bir kap gibidir.
Günümüzde bazı şeyler zaman zaman birbirine karışmış gibi görünse de dünya üzerinde işler halde olmayı hiçbir zaman terk etmeyen sistemler ve yerleşik yasaların var olduğu hatırlanmalı. Bilginin en derin kısmının, “sünenin (yasaların)” keşfi olduğunu söylemek büyük bir iddia olmaz. Çünkü bir kere anlaşıldıklarında bu yasalara hakim olanlar, bu keşifleri sayesinde pek çok şeyi kontrol etmek için kullanabilirler; zaten insan bu amaç için dünyaya halife
“Nefs” kelimesi Kur’an’daki başka önemli bir kelimedir. Kur’an’da karşımıza şu şekillerde çıkar: “Kötülüğe meyleden nefs” (12/53), “kendini kınayan nefs” (75/2) ve “huzur içinde olan nefs” (89/27). Müslümanlar psikoloji bilimi konusunda hala kafa karışıklığı yaşıyor olsa da, psikoloji işte bu yüzden önemli bir bilim dalıdır. Bunun sebebi de akıllarında Freud ve kötü niyetli bilinen diğer isimleri çağrıştırdığı
kılınmıştır.
içindir. Hiç şüphesiz bu bir bilimdir ve bilim
Birinci adım olarak bir teori ortaya koyduğumu
değildir. Bilmemiz gerekir ki bu bilim hakkında
biliyorum. İnşallah alimler ve yükselen yeni
öğrenilecek çok şey var. Bu bilime dair bilgimiz
nesil onu alır ve çok daha kapsamlı bir seviyeye
bazı basit ve belirsiz fikirlerle kısıtlı olmamalıdır.
ulaştırırlar. Meselelerin olgunluk aşamasına
“Toplum” kelimesi diğer kelimeler kadar Kur’an
gelmesi kesin bir şeydir. Çünkü Allah, her ne
terminolojisinde pek sık karşımıza çıkmıyor.
kadar gelişimini engellemek için çabalar olursa
Kur’an’da buna en yakın terim “ümmet”tir. Diğer
olsun, nurunu tamamlayacağını buyurmaktadır.
ilgili kelime ise “cemaat”tir.
Doğu’nun ve Batı’nın tekelinde olan bir şey
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
87
Malik bin Nebi’nin teorisinde bir kimse, benim
sorunuzda beni kışkırtmaya çalışıyorsunuz.
yaklaşımımdan daha çok moderniteye yönelik
Fakat şiddetle ilgili söylenmesi gereken her şeyi
akıllara daha fazla hitap eden, gerçekçi ve
açıklığa kavuşturmam konusunda haklısınız.
kanun-temelli bir yaklaşıma rastlayabilir. Ben genellikle “medeniyet” ve “kültür” gibi kelimeleri kullanmaktan kaçınıyorum. Benim eğilimim daha çok Kur’an’dan veya Peygamber’den gelen ya da İslam mirasında kullanılan kelimeleri
Yolu” adlı kitabımı ilk yayımladığımda yalnızca fikirlerimi ifade etme amacım vardı. Ortaya koyduğum fikirlerle insanları ikna etmeyi
kullanmaktan yana.
düşünmüyordum ve bu sebeple önsözde,
Biraz çalışma yaptık ve çok çabalamamıza
olduğunu, herhangi bir ikna amacı olmadığını
rağmen az şeyler başarabildik. Fakat daha
belirttim. Pek çok insan, benim insanları ikna
sonra gelenler daha az çaba ile daha iyi işler
etmek zorunda olduğumu, amacımın fikir beyan
başaracak ve doğru terminolojiye rastlayacaklar
etmekten öte olması gerektiğini söyleyen yazılar
ve doğru görüşlerle haşir neşir olacaklardır.
yazdılar. Bütün bunlar konunun ne kadar zor bir
Gazali şöyle diyor: “Kelimeler üzerinde çalışarak
konu olduğunu gösteren örneklerdir. Bu konuda
anlamı ve fikirleri arayan biri kaybolur ve hiçbir
pek çok şüphe ortaya çıktı. Fakat sizi temin
şey elde edemez. O kişi, menzili batı olan ama
ederim ki, bizler bu konuyu anladığımızda,
doğuya yol alan birine benzer. Öncelikle fikirler,
konunun ne kadar da belirsiz olduğunu görüp
daha sonra da bu fikirler için doğru kavramları
şaşıracağız. Bu, yüzyıllardır bizim etrafımızda
arayanlara gelince; işte bu kişi doğru yoldadır.”
dönenin güneş olmadığını, güneşin etrafında
Bu yüzden doğru yaklaşım, evvela sorunları
dönenin biz olduğumuzu anlayamamış olmamıza
anlamaya çabalamak ve daha sonra bu fikirleri
benzer bir örnektir.
kitabın sadece fikirlerimi beyan etmekten ibaret
açıklayan Kur’an terminolojisini bulmaktır. Bu, üzerinde çalıştığım prensiptir. Bütün çabam Müslümanları ve akıllarında olanı değiştirmek için çareler bulmaktır (ve bunda Malik bin Nebi’nin büyük yardımı dokunmuştur); Kur’an’ın kelimeleriyle ya da İslam mirasından gelen kelimelerle Müslüman bilincine hitap etmeye çalışıyorum.
Bu, bana ne kadar karanlıkta yaşadığımızı gösteren bir örnektir. İnsanların duymasını ve görmesini engelleyen şeyi anlamasına izin vermeyen yaygın görüşleri açığa çıkarmamız gerekiyor. Bu, Kur’an’da büyük önem verilen bir şeydir: “Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık hakka dönmezler.” (2/18) ve “İlahları bir tek İlah mı yaptı? Gerçekten bu çok tuhaf
Cevdet Said şiddetin reddinde büyük bir
bir şeydir… Biz bunu, diğer dinde işitmedik,
öncüdür. Tüm silahların terk edilmesi çağrısında
bu, içi boş bir uydurmadan başkası değildir.”
bulunuyor; silah alımını, put alımına benzetiyor.
(38/5-7) Kur’an’ın elimizde olması bize hiçbir
İlk kitabına isim olarak koyduğundan beri
yarar sağlamaz. Yahudilerin ve Hıristiyanların
“Adem’in Oğlunun Yolu” doktrini, Cevdet Said
İncil’e sahip olduklarını, ama hiçbir yarar elde
ismiyle müsemma olmuştur. Doğal olarak şöyle
edemediklerini görmüyor musunuz? Bilim
bir soru ortaya çıkıyor: Cevdet Said, gereken
ve bilginin bütün alanları işte burada, ama
şartlar zuhur etse bile yerleşik İslami bir emir
onların bize bir faydası yok. İslam dünyasının
olan “cihad”ın iptalini mi savunuyor? “Onlara
trajik durumu açıkça karşımızda ve bu trajik
(düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar
durum, insanlar için gerçekleri araştırmak ve
kuvvet ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar
gerçeklerin peşine düşmek adına büyük bir itici
hazırlayın.” (8/60) ayetindeki Allah’ın emrine
güç olmalıdır. Müslümanları dünyadaki en büyük
itaatsizlik çağrısında mı bulunuyor? Siyonist
kaybedenler yapan şey nedir? Çalışmalarıma
güçler silahlarını yığarken, bizlerin pasif
başladığımda hareket noktam buydu. Ben, insan
izleyiciler olmamız konusundaki görüşlerinde
aklının zorla bir şeylere inanmaya zorlanmasına
ne kadar haklıdır? Yıkıcı güçlere karşı direniş
değil, ikna edilebilmesi gerektiğine inanıyorum.
hareketlerinin ilgasını mı savunuyor?
Cevap: Sayın Abdulcabbar, bu en uzun
88
Bundan 30 sene evvel “Adem’in Oğlu Habil’in
Bu beni sizin sorunuza getiriyor. İnsanoğlunun baskı ve gözdağı temelli hareketten çok
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
iknaya razı geleceğini kabuk etmiyorsak eğer,
olarak gönderdi.” (2/213) Evet, insanlık tek
işte o zaman insanı hatta Tanrı’yı anlamaya
bir milletti ve hala da öyledir. Onlar birbirinin
başlamamışız demektir. Bu durumda 3 noktaya
aynı düşünüyorlar, her yerde diğerlerine
bakalım: Birincisi Allah’tır. Allah’ı tanıdığımızı
boyun eğdirmek için fiziksel güç kullanmaya
sanıyoruz. Fakat gerçekte tanımıyoruz. İşte
başvuruyorlar. Bu, geçmişte böyleydi hala
Kur’an bu durumu şöyle tanımlıyor: “Bu sizin
da böyledir. Firavunun “Ben sizin en büyük
Rabbiniz hakkında beslediğiniz zannınızdır. O
Rabbinizim.” demesi, bugün de aynen yaygın
sizi mahvetti de ziyana uğrayanlardan oldunuz.”
olarak kullanılıyor ve günümüzün Firavunu
(41/23) Bu, bizlere Allah anlayışımızın doğru
Amerika, hala eski Firavunların dediği gibi diyor.
olmadığını hatırlatan bir gerçek olmalı. Burada büyük düşünür, karşılaştırmalı dinler uzmanı, sosyolog Ali Şeriati’yi anmak istiyorum. “İnsan ve İslam” kitabını okuduğumda, onun topalların olduğu bir koşuda birinci sınıf bir atlet olduğu kanaatine vardım. O, gören gözlere, duyan kulaklara, etkili bir şekilde işleyen akla sahip. İyi okuyanların kalbinde ateş yakabiliyor ve büyük bir iman sahibidir. Ali Şeriati diyor ki: “Her toplum ışığına denk düşecek tanrısını yaratır” ki bence bu çok doğru bir cümledir. Çünkü eğer Allah’ı tanımak istiyorsak, O’nu yaratıkları sayesinde tanıyabiliriz; bunun haricinde onu tanımamızın imkanı yoktur. İkinci şey ise; Allah’ın yarattıklarını, yani bu kainatı bilmektir. O’nu tanımamız gerekmektedir
Güç haktır dendiği sürece orman kanunları yürürlüktedir demektir ve insanoğlu halen tek bir millettir, yani onlar aynı düşünceye sahiptirler. İnsanlar güce taptılar ve halen güce ve güçlülere tapıyorlar. Bu, insanın hayatındaki uyumsuzluğun/ihtilafın kaynağıdır. Çünkü insan anlama yeteneğine sahip bir sinir sistemine ve anlama sayesinde hayatını kontrol edebilme becerisine sahiptir. Bu durumda kendi gibi bir insanoğlu tarafından hakimiyet altına alınmamalıdır. Bu, benim uzun yıllar önce kabul ettiğim hayat görüşümdür ve hala üzerinde çalışıyorum. Geçen yıl “Adem’in Oğlu Gibi Ol” adlı bir kitap yayımladım ve inşallah diğer kitabım “Yayını Kır”ı da yayımlayacağım.
ve kainatın gerçeklerini öğrendiğimizde, biz
Silah alımını put alımına benzetmemim sebebi,
O’nun “sünen”ini yani kanunlarının temelinde
Müslümanları ve gayrimüslimleri sarsmak
işlemesi için Allah’ın bu kainatı yarattığını
amaçlıdır. Ben şunu demek istiyorum: Ey
göreceğiz. Yasalar sabittir, ama gelişim için
insanoğlu! Uyum içinde bir iletişim kurabilirsiniz.
alan bırakılmıştır. Yani Allah yeni şeyler yaratır.
Orman kanunu temelli yaşamayı kesebilirsiniz.
Kur’an’daki ifade şöyledir: “O, yaratmada
Uyumlu ortak bir yaşam için kanunlar,
dilediğini artırır.” (35/1) Üçüncü nokta ise
ilkeler ve görüşler ortaya koymanız gerekir.
insanı tanımaktır ve bizler, sinir sisteminden
İnsanoğlu, Adem’in oğlu Habil gibi olmadıkça
dolayı insanı, yaşayan diğer canlılardan farklı bir
gerçekten insan olamayacaktır. Ne zaman bunu
varlık olarak ele almak zorundayız. İnsanoğlu
anlayabilir ve bunu anlamaları için insanlara
sinir sistemi sayesinde yasaları keşfetme ve
ve Müslümanlara yardımcı olabiliriz? Burada
düşünme becerisine sahiptir.
Peygamber’e başvurmamız gerekiyor. Çünkü onsuz biz bu meseleyi özellikle günümüz
Bu 3 nokta bir arada ele alınmalıdır. Çünkü
şartlarında anlayamayacağız. Ben Peygamber
kainata odaklandığınızda, her şeyin Allah’ı işaret
diyorum, çünkü o bütün peygamberleri temsil
ettiğini göreceksiniz ve bizler kainat sayesinde
ediyor ve onların mesajlarına şahitlik ediyor.
Allah’ı biliyoruz. Kainatı gözlemleyerek
Kur’an bu konuda şöyle buyuruyor: “Sen ey
develerin, dağların toplumların nasıl yaratıldığını
Peygamber! Elbet biz seni bir şahit, bir müjdeci
keşfediyoruz. Kainat kanunlara dayalı olduğu
ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Yine onun
için insanoğlu onu kontrol edebiliyor. Dünyanın
izniyle Allah’a çağıran bir davetçi ve etrafını
yöntemlerini anlayarak insan, onu kontrol
aydınlatan bir kandil olarak.” (33/45-46) Bütün
edebiliyor. Bu, kanunları ve onlar üzerinde
peygamberlerin dinleri birdir. Tek bir Allah’a
hareket etmeyi keşfetmekle alakalıdır. Allah
inanç vardır. Allah’tan başka ortaklar edinmek
Kur’an’da şöyle buyuruyor: “İnsanlar bir tek
yoktur. İbadetlere gelince, peygamberden
ümmetti. Allah peygamberleri müjdeci ve uyarıcı
peygambere değişiklik gösterir. İnsanlar
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
89
arasında muameleye gelince zamanla gelişir.
sabırla ve ezalara katlanarak başlayan İslam’ın
Fakat asla adalet ilkesi ihlal edilmemelidir.
nasıl geliştiğini görüyoruz.
Gerçekten de bir tanrıya olan inanç, adalet ilkesi içinde bellidir. Çünkü adaletsizlik şirkin en kötü
Kur’an’da bununla ilgili uzun ve geniş çaplı
şeklidir ve şirk en kötü adaletsizliktir.
bir örnek var: “Sizden öncekilerin, Nuh
İnsanlar arasında adaleti tesis etmek tevhidi tesis etmek, yani farklı farklı gruplar içerisinde ortak koşulları tesis etmektir. “Deki: Ey kitap ehli! Sizinle aramızdaki şu ortak kelimeye gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceğiz. O’ndan başkasına ilahlık yakıştırmayacağız. Allah’ın yanı sıra başka birilerini Rabler olarak kabul etmeyeceğiz.” (3/64) Yukarıdaki ayette sahip olduğumuz şey adalet ilkesidir ki, sizden bana vermenizi beklediğim gibi ben de size aynı hakkı vereyim ve kendime yasak ettiğim şeyi size de yasak edeyim. Kendinize izin verdiğiniz şekilde aynı şeyi başkasına verdiğiniz zaman hiçbir ilke bundan daha üstün olamaz. Bu ilkenin bir değeri şudur ki, bu ilkeyi başkalarının kabul etmesini beklemek zorunda kalmazsınız. Bir ilkeyi benimser ve başka birinin rızasını beklemezsiniz. Bir Müslüman eğer Habil’in yolunu kabul etmiyorsa, nasıl Müslüman olabilir? Resul bu yolu benimsedi. İnsanları imana çağırdığı zaman kimseyi zorlamadı ve kimseye imanı seçmesini dikte etmedi. İmanı seçenler, Kureyş kabilesinin işkencesine maruz kaldılar. Kafirler, inananları küfre çevirmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Resul, işkenceye uğrayan ailelerden birini gördüğünde: “Sabredin ey Ebu Yasir ailesi, cennet bizim buluşma yerimiz olacak.” demiştir; “işkencecilere başkaldırın” dememiştir. Resul, düşmanlarına teslim olmalarını değil sadece imanlarına bağlı kalmalarını buyurmuştur. Kur’an müminlere buyuruyor: “Savaştan elinizi çekin ve namazı istikametle kılın, zekatı içten gelerek verin.” (4/77) Peygamber’e nazil olan
90
kavminin, Ad ve Semud ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah’tan başkası bilmez. Elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: ‘Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkar ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden de gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.’ Resulleri dedi ki: ‘Allah hakkında mı şüphe (ediyorsunuz)? O, gökleri ve yeri yaratandır; O, sizi, günahlarınızı bağışlamak için davet etmekte ve sizi adı konulmuş bir süreye kadar erteliyor.’ Dediler ki: ‘Siz, bizim benzerimiz olan birer beşerden başkası değilsiniz. Siz bizi, babalarımızın taptıklarından çevirip-engellemek istiyorsunuz, öyleyse bize apaçık bir delil getirin.’ Resulleri onlara dediler ki: ‘Doğrusu biz, sizin gibi yalnızca bir beşeriz, ancak Allah kullarından dilediğine lütufta bulunur. Allah’ın izni olmaksızın size bir delil getirmemiz bizim için olacak şey değil. Mü’minler, ancak Allah’a tevekkül etmelidirler. Bize ne oluyor ki, Allah’a tevekkül etmeyelim? Bize doğru olan yolları O göstermiştir. Ve elbette bize yaptığınız işkencelere karşı sabredeceğiz. Tevekkül edenler Allah’a tevekkül etmelidirler.’ İnkar edenler, resullerine dediler ki: ‘Muhakkak (ya) sizi kendi toprağımızdan süreceğiz veya dinimize geri döneceksiniz.’ Böylelikle Rableri kendilerine vahyetti ki: Şüphesiz Biz, zulmedenleri helak edeceğiz. Ve onlardan sonra sizi o arza mutlaka yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan korkana ve tehdidimden korkana ait (bir ayrıcalıktır).” (14/9-14)
ilk surede Kur’an, müminlere ibadetlerine bağlı
Yukarda sahip olduğumuz şey, özel bir
kalmalarını ve kaba güçle fikrini empoze eden
peygamberin tartışması değil, genel bir
günahkarlara boyun eğmemelerini buyurmuştur:
meseledir ve bu tartışma çeşitli insanları temsil
“Gördün mü namaz kılan kulumuzu engelleyeni.
eder. Elbette Kur’an’ın başka yerlerinde tek-
Hayır, o azgın insana uyma. Rabbine secde et
tük durumları Kur’an ele alıyor, fakat tema
ve yaklaşmaya devam et.” (96/9-19) Başka bir
ve tartışmanın amacı aynıdır. Peygamberler
yerde ise Allah buyuruyor: “Onlar sırf mutlak
açısından amaç; insanları, gerçeğe giden yola
güç sahibi ve övülmeye layık Allah’a iman
çağırmaktır. İnsanlar açısından amaç ise; din
etikleri için Müslümanlara kötü muamelede
değiştirmiş kimseleri (Müslümanları) tekrar
bulunuyorlardı.” (85/8) Peygamber kendini
küfre döndürme umuduyla baskı kullanmak,
savunmadı ve burada biz, ilk andan itibaren
onları sürmek, onlara zarar vermektir. Bu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
senaryoyu analiz etmek, böylesi bir durumla
olmadığının bir göstergesi olsa gerek. Fakat
peygamberlerin nasıl başa çıktığını görmek,
hayır! Gerçekten de onlar, inandıkları şeye
çabamıza değer. Onlar gerçekten de eşit bir
çağırmada sahip olmak istedikleri hakkı
ölçüde, her iki gruba da uyan ortak bir dille,
diğerlerine de vermek zorundalar. Ve gerçekten
eşit bir dengede halklarıyla iletişim içinde
işler, birilerinin direncine rağmen çok geçmeden
olmayı tercih etmişlerdir. Peygamberlerin
aynen böyle olacaktır. Gerçekleşecek olan,
ilkesi şuydu: Biz çağrımızı ortaya koyarız, siz
Kur’an’ın şu yasasıdır: “Köpüğe gelince o, sönüp
de çağrınızı ortaya koyun, hiçbir grup baskıya
gider. İnsanlara yararlı olan ise yerde kalır.
ya da yaralamaya başvurmayacak, hiç kimse
(13/17)
yurdundan sürülmeyecek. Öyleyse isteyen inansın, isteyen inkar etsin: “Dinde zorlama yoktur.” (2/256) ve “Dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin.” (18/29) İnançlarda, fikirde, dinde zorlama yoktur. Öyleyse, ikna etmede bir yarış olsun; şiddete ve baskıya yer olmasın. Fakat eğer muhalif grup böylesi yollara başvurursa, biz aynısını yapmayacağız; “elbette bize çektirdiğiniz ezaya, cefaya rağmen sabırla direneceğiz;” (14/12) insanlar her iki grubun görüşlerine ikna olana kadar. Peygamberler, fikirler alanında, bu yöntem sayesinde başkalarıyla nasıl muhatap olunacağını gösteren genel bir ilke ortaya koydular: Şiddet etkisiz hale getirilmeli; dinde, fikirlerde ve siyasette baskı olmamalı; her iki grup (ya da onlar kabul etmese bile biz) sadece ikna yöntemi kullanmalıdır. Toplumda bir değişim gerçekleşene kadar yalnızca hikmet, yumuşak bir üslup ve dil kullanılmalı; en iyi ve en zarif şekilde tartışılmalıdır. Bu, Peygamber tarafından benimsenen yoldu; bu model, saldırganlık
Aynı şekilde, eğer toplum bozulup çürümeye başlarsa bir Müslüman, onları doğru olana yöneltmekten ve insanları yönlendirmekten başka bir yola başvuramaz. Toplum, onun çağrısını kabul ederse ve insanlar onun dinine yönelirse, bu durumda o toplumun, her bir bireyinin konuşma ve itiraz etme hakkını gözetmesi gerekecektir. Barış içinde tartışmaktansa, güç kullanmada ısrar edenler ve bunu reddedenler daha sonra orman kanuna yönelirler. Bu durumda, peygamberlerin hepsi aynı tavrı, yani Habil’in tavrını benimsemişlerdir. “Bize yaptığınız eziyetlere elbette katlanacağız.” (14/12) Bu şekilde peygamberler gerçek demokrasi ilkesini ortaya koymuşlardır. Modern demokrasilerin hatası, onların bir tiran ya da diktatör gibi öldürmeye ve saldırıya izin vermesidir. Doğru olan yol bu değildir; doğru olan yol, bir baskı oluşturmaksızın toplumun kendisi bir dönüşüm sağlayana kadar barış içinde hareket etmek, çaba göstermektir.
başlatmayacak ve asla baskıya başvurmayacak
Günümüzde Müslümanlar modern demokrasinin
düzgün insanlar için bir modeldi.
ilkelerini ve insan haklarını kabul etmiyor.
Başkaları baskıcı yöntemlere başvursa bile
Peygamberler tarafından ortaya konan insan hakları bariz bir şekilde “haklar” değil
biz, doğru bir yöntemle geneli kucaklayan
“görevler”dir. Baskı yoluyla değil, ikna ve
bir toplum tesis etme çabamız adına, baskıcı
tartışma yöntemiyle doğru toplumu kurmak ve
ve incitici bir karşılık vermemeliyiz. Toplum
korumak bizim görevimizdir. Baskı kullananlar
doğru bir hale dönüştükten sonra inançları ve
neredeyse diğerlerini de baskı kullanmaya
düşünceleri çatışmadan koruyabilir ve insanların
çağırmaktadırlar. Bu durumda hem galip hem de
düşüncelerini, inançlarını koruma hakkı, aynı
mağlup orman kanununu uyguluyor olacaktır.
kafirlere uygulandığı şekilde müminlere de
Her ikisi de peygamberlerin bize öğrettiği gibi,
uygulanır. Başka insanların da nazik ve barışçıl
cehennemde cezalandırılmayı hak edeceklerdir.
bir şekilde tartışarak diğer insanları, fikirlerine
Bunun sebebi, her iki grubun da İlah olarak
çekmeye çalışma hakları vardır. Şu anda pek
Gücü kabul etmeleridir. Bu, pek çok insan için
çok Müslüman, dinlerini tebliğ etme hakkını
engel oluşturmakta ve çoğunlukla anlamayı da
kendi tekellerinde görüyor; başkalarının
engellemektedir. Peygamberler, savundukları
da ideolojilerini, fikirlerini başka insanlara
fikir yüzünden toplumun temsilcileri tarafından
ulaştırma hakkı olduğunu düşünmüyorlar.
incitildiklerinde kendilerini savunma yoluna
Bu, benimsedikleri inanca, dine güvenleri
gitmemişlerdir. Bu yüzden biz de incitilmeye
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
91
katlanmak zorundayız ve insanların inançları ve
başlanmış, bu konuda bir ilerleme olmuştur.
fikirleri uğruna incitilmedikleri bir millet olarak
Bunu geliştirmeye devam etmek zorundayız.
kendilerini geliştirmeleri için toplumu teşvik
Makamlarını kaba güçle elde eden siyasetçilere
etmemiz gerekmektedir.
yanlışlarını haykırmalı ve onları şiddetten
Bu nedenle Kur’an’da, belli bir halk tarafından tehdit edilen peygamberlerin kıssalarını ve onların cevaplarını okuyoruz: “Milletinin büyüklük taslayan ileri gelenleri, ‘Ey Şuayb! Ya dinimize dönersiniz ya da andolsun ki seni ve inananları seninle beraber kentimizden çıkarırız’ dediler. Şuayb, onlara: ‘Biz istemesek de mi? Allah bizi dininizden kurtardıktan sonra ona dönecek olursak, doğrusu Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimizin dilemesi bir yana, dininize dönmek bize yakışmaz. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz yalnız Allah’a güvendik. Rabbimiz! Bizimle milletimiz arasında hak ile Sen hüküm ver, Sen hükmedenlerin en hayırlısısın’ dedi.” (7/88-89) Burada Kur’an’ın tabiriyle, halkın ve peygamberlerin birbirlerinden tamamen farklı bir şekilde anladığı bir millet inşa etme ilkesi söz konusudur. Yukarıda da görüldüğü gibi peygamberlerin algısı diğer insanlar tarafından benimsenen algıdan tamamen farklıdır. Çünkü peygamberler ilkelerin kabulünü belirlerken herhangi şekilde bir baskı yapamazlardı. Bu nedenle geçmişte insanoğlunun tek bir millet olduğunu bildiren ayeti iktibas ettiğim zaman, bir milletin yapısı için gerekli olan ilkenin kesinlikle peygamberlerden kaynaklanmadığını
bu gerçeği haykırma nasıl gerçekleştirilecek? Bu elbette politikacılara suikast düzenleyerek ya da onlara saldırarak olmayacaktır. Bu, Allah’ın emirleriyle çelişen, onlarla uygunluk arz etmeyen hükümlerde o kişiye itaat etmeyerek olacaktır. Orman kanununa dönmeyi kabul etmeyeceğimizi açıkça dile getirmekle olacaktır. İnsanlar, eğer itaat etmeyi reddederlerse öldürülecekleri yanılgısıyla yaşıyorlar. Bu bir yanılgı, çünkü değişim meydana getirme şeklini kabul edenlerin sayısı ne kadar artarsa, bütün bir toplum bir yana, bir kişiyi bile öldürmek zalim ya da o diktatör için o kadar zor olur. Bu, değişim için en doğru ve merhametli yol, bütün herkes için en az masraflı ve en faydalı yoldur. Ne yazık ki biz bu yöntemden bihaberiz. Ne bu yöntemi benimsiyoruz ne de insanların dikkatini bu yöntemin faydalarına çekebiliyoruz. Bu yöntemden bihaber olmayan insanlara gelince, onlar çok kötü bir günahın suçlularıdırlar. Bu da Allah’ın ayetlerini saklama günahıdır (bkz. 2/174). Eğer bizler bu şekilde insanların bilinçlerine, vicdanlarına nüfuz edebilirsek; çocuklar, kadınlar ve yaşlılar onu kullanmada birlikte yer alabilirler. Bizim bileği-güçlü gençlere, yığınlarca paraya ve
kastederek insanların hala aynı tek bir millet
silahlara ihtiyacımız yok. Aksine, biz bütün
olduğunu ekledim. İnsanlar hala aynıdır, çünkü
bunları reddediyoruz ve diyoruz ki biz bunu dile
onlar kaba kuvvetle başkalarının inançlarını ve
getirmede ve bu çağrımızda ısrarcıyız. Eğer
fikirlerini değiştirmeye iman etmişlerdir. Fakat
bu görevimizden dolayı bizi ölüme mahkum
Allah peygamberlerini, insanların fikirlerini
edecekseniz durmayın devam edin. Bu bizlere
ve inançlarını koruması için göndermiştir. Bu
peygamberlerin babası Nuh tarafından öğretilen
yöntemi benimseyen herhangi bir insan, eşitlik
bir gerçektir: “Nuh’un haberini onlara oku. Hani
temelinde asla baskı uygulamadan başkalarını,
o bir vakit kavmine şöyle demişti: Ey kavmim!
kendi fikirlerini kabul etmeye çağırabilir. Hiç
Eğer benim konumum ve Allah’ın ayetleriyle
kimse baskıya boyun eğerek Allah’a şirk
öğüt vermem size ağır geliyorsa, (biliniz ki) ben
koşamaz. Biz, insanları birbirine kulluk etmekten
sadece Allah’a dayanıp güvenmişim. Artık siz
alıkoymaya çalışmalı ve insanlara Rabbi dışında
de (bana) ne yapacağınızı ortaklarınızla beraber
hiç kimseye kulluk yapmamalarını tavsiye
kararlaştırın ki işiniz size dert olmasın! Bundan
etmeliyiz.
sonra bana hükmünüzü uygulayın; bana mühlet
İslam dünyası, tüm millet unsurları ile fiziksel
92
vazgeçirmede insanları teşvik etmeliyiz. Fakat
de vermeyin!” (10/71)
bir güce maruz kalmaktadır. Son zamanlarda,
Açıkça şunu söylemeliyim ki cihadı ortadan
bir tereddüt halinde olsa ve pek kesin olmasa
kaldırmıyorum. Ben sadece Resul’ün cihat
da şiddete karşı alternatif yollar aranmaya
anlayışının Haricilerinki ile aynı olmadığını
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
gösteriyorum. Raşid Halifeler döneminden
çeliştiğini düşünüyorum: “Yayını kır, onu
hemen sonra, Emeviler döneminden itibaren
körleştir, o körelene kadar kılıcı bir kayaya
bütün Müslümanlar Haricilerin yolunu
vur.” Ya da bir diğer hadis şudur: “Sürüsü olan
benimsedi. Güç ile yaratılan bir iktidarın yasal
sürüsünü uzak tepelere götürsün, toprağı olan
ya da doğru bir iktidar olmadığını hatırlarsak,
onu sürsün (kaotik ortamdan kendini uzak
bu kolayca anlaşılabilir. Bu, bir sapkınlık ve
tutmak için).” Birisi ona yukarıda saydıklarından
çatışma devletiydi. Eğer doğru şekilde inşa
başka yapacak bir şeyi olmayan insan ne yapsın
edilmiş bir topluma sahipseniz, bu toplumun
diye sorunca, o dedi ki: “Evinde otursun, Habil’in
sistemini bozmaya yeltenip onunla kavga
yaptığını yapsın.” Gerçekten de Haricilerin
edenlerle nasıl bir ilişki içinde olacağımızı
sorunu henüz analiz edilmedi. Hariciler baskı
Kur’an bize şöyle bildiriyor: “Eğer inananlardan
temelli bir toplum kurmak niyetindeydiler.
iki grup birbiriyle savaşırsa aralarını düzeltin.
Ali’nin, “Benden sonra Haricilerle savaşmayın.”
Eğer biri diğerine karşı haddi aşarsa Allah’ın
dediği rivayet edilir. Eğer böyle dediyse bu
buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa
cümle, Haricilerin yolunun meşru olduğunu
karşı savaşın. Eğer Allah’ın emrine dönerse artık
göstermez. Fakat bütün gruplar kendi yollarını
aralarını adaletle düzeltin ve onlara adaletli
seçebilir. Bu doğrudur ve günümüze kadar bu
davranın. Çünkü Allah adaletli davrananları sever.” (49/9)
mesele aydınlatılamadı. Yapılan bütün inceleme ve analizlerde rastladığım şey, bahsi geçen
Bu, halkını ikna yöntemi ile yöneten biri ile bir günahkarın karşı karşıya geldiği andır. Ama eğer bir günahkar bir başka günahkarla karşılaşırsa bu, iki kör insanın karşılaşması gibidir. Durum böyle olduğunda, Resul, tartışma yapan herhangi bir grubun tarafını tutmaktan kaçınmayı emreder. Peygamber’in bazı hadislerinde bir Müslüman’ın kaotik tartışmalardan kendini sakındırması emredilir. Bir hadiste kılıcımızı kırmamız emredilmiştir. Başka bir hadiste ise bir Müslüman’a evde kalması emrediliyor. Hatta bir saldırgan, birinin evine girse bile Adem’in oğlu Habil gibi
savaşın, devletin (Emevi devletinin) ve milletin meşruluğu konusudur. Yukarıda açıklamaya çalıştığım peygamberlerin metodundan daha pratik, daha açık bir şey görmedim. Keşke daha iyisini sunabilsem, ama Müslüman olsun ya da olmasın geleceğin düşünürleri ve teorisyenleri bunu daha da açıklığa kavuşturabilecekler ve herkesin anlayabileceği hale getireceklerdir. Böylece artık kimse şaşırmayacak ve orman kanunlarının dışına çıkma imkanı bulacaktır. Allah gerçekten de peygamberlerine en iyi kanunu, süneni öğretmiştir. Bu konuda içim çok rahat. Öyle hissediyorum ki ben, Peygamber’in
davranması emredilir: “Andolsun sen beni
bu yöntemiyle bütün dünyayı karşıma alabilirim.
öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni
Onların yolu mükemmel eşitlik, adalet,
öldürmek için sana elimi uzatacak değilim.”
merhamet yoluydu. Kur’an’da bu konuyla
(5/28) Peygamber, Müslümanlara şunu bile
ilgili ayet şöyle der: “Allah onların Allah’a
tavsiye etmiştir. “Eğer bir saldırganın kılıcının
karşı gelmekten sakınma sözünü tutmalarını
ışıltısı tahammül edilmeyecek kadar gözü
sağlamıştı. Zaten onlar buna layık ve ehil idiler.”
kamaştırıyorsa, onun gömleği ile gözlerini
(48/26)
kapamasına izin ver.”
Bütün dünyaya, filozoflara, insan hakları
Bu örnekler benim çelişki yaşamadığımı ve aynı
savunucularına, “Veto Hakkı”nı sona erdirmeleri
zamanda cihadı yürürlükten kaldırmadığımı
hususunda iş birliği yapmaya çağırıyorum.
gösteren örneklerdir. Peygamber’in hadisleriyle
Bu gerçekten de dünya üzerindeki en büyük
ve hareket tarzıyla oldukça uyumluyum.
kötülüktür. Onun kibirli ruhu Romalılardan
Elbette Resul, bir Müslüman’dan elini çekmesini
gelmiştir. Bu, modernitenin doğal ürünü değildir.
teşvik ederken az önce bahsettiğim hadisiyle
Veto Hakkı, dünyanın gelişimi yolundaki en
çelişmiyordu: “Allah adına bir ok atışı cennete
büyük engeldir. Dünyanın ufak tefek tağutlarının
girmesi için 3 kişiye şahitlik edecektir: Onu
büyük tağutlar tarafından korunduğunun bir
yapana, onu keskin hale getirene ve atıcısına.”
göstergesidir. İnsan hakları avukatlarının, bu en
Ne de bu hadisin şimdi söyleyeceğim hadisle
büyük haksızlık ve insan hakları ihlali karşısında
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
93
hiçbir şey yapmamaları, sessiz kalmaları ve bu
teknoloji ürünü silahları olduğu için oluyor. Bu
sorunu bertaraf etmeye yanaşmamaları nasıl
gülünç bir aldatmaca değil mi? Bu, uygulanan
izah edilebilir? İnsan haklarının avukatları ve
sistemin nasıl modası geçmiş bir sistem
demokrasiye inananlar olduklarını iddia etmeye
olduğunu gösteriyor. Fakat bazı insanlar halen
utanmıyorlar mı? Bütün dünya tarafından göz
buna sarılabiliyorlar. Belki de bu bizim için
yumulan Veto Hakkı, demokrasi ile uyuşmayan,
anlaşılamayacak kadar karmaşıktır, bu yüzden
tamamen demokrasiye karşıt bir şeydir.
anlayabileceğimiz bir şeyi düşünelim. İkinci
Bunun kendisi, insanlığa karşıdır ve dünyadaki
Körfez Savaşı başladığında Araplar İsrail’i
herhangi bir gelişmeyi engeller. İnsan merak
unuttular ve Irak Savaşına odaklandılar. Bu,
ediyor; neden başkalarının gözlerindeki kıymığı
silahların sorunu muydu? Bunu anlayabilir
görmezden gelirken, kendi gözlerindeki ağaç
miyiz? Hayır, elbette ki değil! Bu, Arapların
gövdesini görmüyorlar? Fakat neden bu
kendi aralarındaki ilişkilerin, kavramların,
siyasi durumu kabul edilmiş gibi görüp kendi
fikirlerin sorunuydu. İsrail’in yıkıcı cephanesi
kendimize sessiz kalalım ki? Şunu anladım ki,
hakkında şikayet edip duruyoruz. Fakat Irak
bütün dünya şu anda böyle. Fakat böyle devam
silahlara sahip olduğunda, bizler sanki bizim
etmek zorunda değil.
için İsrail’in silahlarından daha büyük bir tehlike
Hayır, Sayın Abdulcabbar. Allah’a ve O’nun kitabına isyankar biri değilim. İslam dünyasında
ortaya koyuyormuş gibi Irak silahlarının yok edilmesinden bahsediyoruz.
büyük servetler silahlanma için harcanıyorken,
Öyleyse, nasıl bir kör karanlık bizim bu
o silahlar üreticilerinin çıkarlarını tehdit etmiyor.
meseleleri ayırt etmemizi engelliyor? Bütün
Bunu söylemek benim en büyük görevimdir.
bu meseleler İslami meselelerin alanı içerisine
Eğer bu, ülkemizi korumak için hazırladığımız
girmez mi? Eğer bu meseleler İslami meselelerin
bir şeyse, eğer bu, Allah’ın emri olan; “Onlara
merkezinde ise bizi bunları derinlemesine ve
(düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar
bıkmadan araştırmaktan alıkoyan şey nedir?
kuvvet ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar
Bu meseleleri ele almaktan bizi alıkoyan bazı
hazırlayın.” (8/60) ayetine doğru bir cevapsa,
önyargılar olmalı. Bu bize neye mal olacak ve ne
o zaman biz gerçekten Allah’ın ayetiyle alay
kadar değerli vaktimizi harcayacak!
ediyoruz, düşmana cehaletimizi gösteriyoruz ve her şeyden öte bu dünyada işlerin işleyiş şekline
“Şartlar oluştuğunda bile yerleşik bir İslami
karşı körlüğümüzü açığa vuruyoruz demektir.
görev olan cihadın iptalini mi savunuyorsunuz?”
Amerikalılar Lübnan’dan kovulduğunda,
diye soruyorsunuz? Şunu söyleyebilirim ki,
Lübnan’ın ordusu ve hükümeti yoktu.
Allah’a şükür Müslümanlar cihat için belli
Hatta insanları birbirini öldürüyordu. Fakat
şartların neler olduğunu anlamaya başladılar.
Amerikalılar ve Fransızlar kovuldu ve İsrail,
Bu yüzden burada şunu söylemekte fayda var
Beyrut kuşatmasından geri çekildi. Bu, etnik
ki, Allah dinde zorlama yoktur dediğinde o cihat
olarak mahvedilmiş ayrılmış bir ülke tarafından
konusunda kesin hükümler ortaya koyuyor.
gerçekleştirildi. Somali de aç ve çıplak çok kötü
Cihat için çok dar bir alan bırakıyor. Yukarıdaki
bir haldeydi. Çok az silah ve düzensiz orduyla
ayet, dindeki bir farklılığın diğer birine
Amerikan ve BM ordusunu kovdu. Japonya da
saldırmak için sebep teşkil etmediğini ifade
hiç bir Amerikalı askeri öldürmeden özgürleşti.
ediyor. Şu bir gerçektir ki birileri dinde zorlama
Bunlar, insanlara fiziksel gücün yanılsama
yapmaktadır. Halihazırdaki gerçek şu ki; eğer
yaratmaktan başka bir şey olmadığını gösteren
biri cihat yapma şartlarını karşılayan bir topluluk
örneklerdir.
arıyorsa, o kişi önce İslam dünyasının haline
İnsan, hem Lübnan’dan hem de Somali’den çok daha büyük olan Irak örneğine bakarak da çok şey öğrenebilir. Iraklılar, hiçbir amaca hizmet etmeyen sadece utandırmak maksatlı ev aramalarına maruz kalabiliyorlar. Bu, Irak’ın bir hükümeti, düzenli bir ordusu, son
94
bir baksın. Dünyanın diğer kısmından daha çok Müslümanlar baskı uyguluyorlar. Dünyanın geri kalanından daha çok Müslümanlar, sınırı aşmış günahkarlar yani tağutlar tarafından yönetiliyorlar. Dini destekleme konusundaki hakikat, güçlü
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kaslara sahip olmakla ve tahrip gücü yüksek
sık bahsedildiği şeylerle alakalıdır. İnsanlar
silahlara sahip olmakla alakalı değildir. O,
duyma ve anlama yetisini kullanmadıklarında
daha iyi yönlendirilmiş akıllara sahip olmakla,
hayvandan farksızdırlar. Kur’an bu grup
baskıyı ve eziyeti kaldırmaya yardım etmekle
insanlar için Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Sen
alakalıdır. Bu yüzden siz Allah’a ve kitabına
onları doğru yola çağırsan da asla doğru yola
karşıymışım gibi, “Onlara (düşmanlara) karşı
gelmezler.” (18/57) ve “De ki: İşleri yönünden
gücünüz yettiği kadar kuvvet ve (cihad için)
ahirette en büyük kayba uğrayanların kimler
bağlanıp beslenen atlar hazırlayın.” (8/60)
olduklarını bildireyim mi? Onlar o kimselerdir
ayetini karşıma çıkardığınızda ben de size,
ki dünya hayatında yaptıkları işlerin karşılıkları
geçmiş savaş anlayışına ait olan savaş atlarını
hep boşa gidecektir. Halbuki kendilerinin güzel
hazırlamadınız diye sizi Allah’ın ayetine
güzel işler yaptıklarını sanırlar.” (18/103-104)
itaatsizlik etmekle suçlasam doğru olur mu?
Günümüzde Müslümanların bir sloganı var.
Şimdi buradan itibaren Müslümanların fiziksel
“Demokrasi kafirliktir” diyorlar. Ama bu insanlar
güce sıkı bir şekilde bağlılıklarının, anlayışlarını
tağut tarafından yönetilmeye razılar ve insanlara
engellediğini söyleyebiliriz. Allah dinde zorlama
nasıl inanmalarını dayatarak tağut olmakta
yoktur dediğinde, O, güç kullanımını yasaklıyor.
sakınca görmüyorlar.
Gücü etkisiz duruma getiriyor ve imana insan kazandırmak ile bağlantılı olarak onu dışarıda bırakıyor, insanların akıllarına bazı fikirler sokuyor. Derginizin 4. sayısını size hatırlatmak isterim. 1997 yılında siz, İslam fıkhını yerine getirmede yerin ve zamanın etkisi hakkında bir seminer düzenlediniz. O sayıda ünlü alimler tarafından ortaya atılmış fikirler, yasal hukuki görüşler vardı. O meseleler arasında kadının şahitliği meselesi de vardı. Ve alimler o konuyla alakalı geleneksel olmayan görüşler ortaya koydular. Öyleyse biz, onların Allah’a ve kitabına karşı geldiklerini söyleyebilir miyiz? Ve alimler köleliğin kaldırılmasıyla alakalı hükümlerinde Allah’a karşı mı geliyorlar? Aynı şey kocasının
Bu yüzden biri çıkıp da Arkoun’un dediği şeyin temelsiz olmadığını söyleyebilir. Biz Müslümanlar henüz tağut ve tağuta tapınma ile alakalı olarak dünya üzerinde meydana gelen değişimleri anlayamadık. İkbal’in dediği gibi; insanlar tağutu reddettiler, ama henüz Allah’a inanmadılar. Bu şu anlama geliyor ki gelişmiş ülkelerde insanlar tağut tarafından yönetilmeye tahammül edemiyorlar. Onlar kendilerini bundan kurtardılar. Fakat tağuttan kurtulması için başkalarına yardım etmek de onlara kalmış. Batı bunun gerçekleşmesini istemez. O, başkalarının kendi tağutluğunu açığa vurmasından oldukça korkar.
ölümünden sonra kadının durumu hakkında
Sayın Abdulcabbar, başkaları tarafından kontrol
hüküm bildiren alimler için de söylenebilir. Ve
ediliyor olmamız sebepsiz yere olmuyor.
onlar bu bağlamda geleneksel olmayan şeyler
Acınılacak derecede anlayışımız kötüleşti.
söylüyorlar.
Başka ülkelerin bizimle alay etmesi onlara
Fakat bizim en çok, İslam dünyasında siyasi alanda kanunlar ortaya koymaya ihtiyacımız olduğu bir gerçek. Hükümet ve idare ile alakalı işleri ciddiyetle kavramamız gerekir. Orta Çağ’dan günümüze kadar Kur’an’ı hiç terk etmedik. Kur’an değişmeden elimizdedir ve bu Kur’an ile geçmişten günümüze ulaşabiliriz. Bu yüzden konuyla yakından alakalı bir örnek vereceğim: Muhammed Arkoun, bir görüşü desteklemek için Kur’an’dan alıntı yapanları
çekici geliyor. Gerçekten de diğer milletler bizi rasyonel insanlar olarak değil, mitolojik/mitik insanlar olarak görüyor. Artık kullanılmayan silahları bize sattıklarında bu, halen bizim mitolojik/eski bir çağda yaşadığımızı kanıtlamaz mı? Bir insan, dünyada olup biteni insanlara öğretmek konusunda insanları ikna etmenin değerini takdir etmediği zaman; bu, böyle bir insanın mitolojik bir çağda yaşadığını göstermez mi?
alaya alıyor. Arkoun’a göre bu türden şahıslar
Allah’ın yasası sadece kişisel düzeyde ki adaletin
böyle yaparak, mitolojik/eski çağdan bilimsel
değil aynı zamanda sosyal düzeydeki adaletin
çağa var olan hareketlerin bütün problemlerini
ağır basması ile fark edilir. Bizlerin, bir insanın
yeniden canlandırıyorlar. Bu şey, Kur’an’da sık
anlama kabiliyetini nasıl kaybettiğini görmeye
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
95
ihtiyacımız var. Arkoun’un kitaplarından olan
inandıran şey, bizim cahilliğimizdir. Tekrar
“İslam Düşüncesi: Bilimsel Bir Perspektif,
söylüyorum ki Müslümanların zihniyetini
çevirmen, Haşim Salih” dogmatik akıl yapısı
özgürleştirmek için yollar bulmalıyız, çünkü
ve Ortodoks algı ile ilgili belli bir araştırma
Müslüman’ın zihin noktasında bir sakatlığı söz
sunuyor. Bu, analiz etme ve anlama yeteneğini
konusudur. Düşünceye önem vermiyor. Onun
kaybeden insanın durumuna odaklanan modern
vicdanına girmek için yollar bulmak ve onun
bir araştırma örneğidir. Ortodoks ve dogmatik
fikirler dünyasına girmesine yardımcı olmak
düşünceyi anlamak zorundayız. Çünkü biz
görevimizdir. Halihazırda mantıksal ve bilimsel
İslam dünyasında, atalarından miras aldıkları
yöntemlerle dünyaya hitap eden insanlarımız
şeylere yapışıp kalan ve gerçeklik ve tarih
yok. Durumumuzun ne kadar acınacak halde
bilmeyen insanlarla iletişim içindeyiz. Objektif
olduğunu ifade edecek kelime bulamıyorum.
şartlar, tavırda bir değişiklik gerektirdiğinde aklı
Bizim aslında saplantılarımızı, putlarımızı açığa
dogmatik kalmış biri, bu değişimi sağlayamaz.
vurma cesaretimiz yok. Bunlardan korkuyoruz.
Ve İslam dünyasında tam da olan şey budur.
Ne kadar karanlık ve derin bir çukura düşmüşüz!
Bu dogmatik ve Ortodoks zihinsel tutum, Muhammed İkbal’in bilimsel çağ öncesinde insanların durumuyla kastettiği ve Malik bin Nebi’nin 20. yüzyılın insan aklına ne kazandırdığından bihaber bir adamın ağzını bir şey demek için her açtığından sadece istihza duygularını harekete geçirdiğini söylediğinde kastettiği şeydir. Çok doğru ki, İslam dünyası kelimenin tam anlamıyla kültürel salgına maruz kalmış durumdadır. Fakat bu tedavi edilemez
96
Hatta mucizevi devrimi gerçekleştirmiş İranlılar bile popüler ve barış dolu devrimlerini sınırları dışına ihraç edemiyorlar. Hiç kimse, silahlara çiçekle karşılık vererek, Şah’a karşı zafer kazanan İranlıların kendi devrimlerini barışçıl bir şekilde ihraç etmesine itiraz edemezdi. İranlılar, sanki eşsiz bir şey başarmamışlar ve barışçıl bir şekilde zafer kazanmak utanılacak bir şeymiş gibi zafer kazanma yöntemlerini
anlamına gelmez.
savunamadılar. Hayır, biz kibirli güçlere boyun
Cezayir’de ve Afganistan’da insanları öldüren,
İran, büyük devrimi hakkında böyle özgüvensiz
bu mitolojik/eski çağ mantıktır. Burada Sultan
olduğu müddetçe, düşmanları onu terörizmi
Abdulhamid’in Cemalettin Afgani’ye; “Neden
destekleme ve ihraç etme suçlamalarıyla
Japonya’ya gidip İslam’ın yayılması için
sömürmeye devam edecektir. İşler şu anda
çalışmıyorsun?” diye sorduğunda Afgani’nin;
olduğu gibi, ne İran devrimine dünyanın
“Eğer onlar, ‘Kendi insanına geri dön, çünkü
dikkatini çekebiliyor, ne de diğerleri İran’ın
onların bizden daha çok İslam’a ihtiyacı var!’
ne başardığını anlama zahmetine girişiyor.
derlerse ben ne cevap vereceğim?” demesi
İran devriminin ne kadar trajik bir şey olduğu
oldukça yerindedir. Evet, biz halen endüstriyel
gösterilmeye çalışılıyor. Gerçekte bir halk
dünyanın modası geçmiş silahlarını alırken,
devrimi, zihin devrimi, aynı zamanda kadınların
Japonlar modern dünyaya çok iyi adapte oldular.
devrimiydi. Hatta devrim kelimesi bile olmuş
Çünkü atom bombası bile modern hayatta
olan şeyi tanımlamada yetersiz kalıyor. Çünkü
artık kullanılmıyor. Bize silah satanların bizi ne
devrim kelimesi bize yabancı bir kelimedir. Biz
kadar düşündükleri ortadadır. Onlar aslında
buna peygamberlerin kıyamı, peygamberlerin
bizi, aldıkları malı tılsım olarak kullanabileceğini
diriliş hareketi demeliyiz. Hiç kimse bu eşsiz
sanan ilkel bir kabileye mavi boncuk satan
olayın unutulacağını hayal etmesin. Bu, aslında
tüccarın gözüyle görüyorlar
İslam devriminin bir habercisidir.
60’ların Sovyet lideri Kruşçev, dönemin ABD
İran devrimini -peygamberlerin geleneğindeki
başkanı Nixon’a, “Torunlarınız komünist olacak.”
devrimi- anlamadaki başarısızlığımız, akıl
demiş; Nixon da cevap olarak, “Olacaksa bile
yapımızın halen mitolojik merkezli olduğunun
baskıyla değil ikna yoluyla olacaktır.” demişti.
göstergesidir. Pek çok insan İran devrimini
Bu doğru, çünkü Amerika bize ve bizim
sadece İran’a ve Şiilere -sanki Şiiler bir insan
ikna etmemize açıktır. Açık akıllar oradadır.
topluğu değilmiş gibi- özgü bir olay gibi görüyor.
Amerika’ya güç dışında giremeyeceğimizi bize
Oysa Kur’an bize şunu öğretiyor: “Yahudiler
eğmeme gururu ve azmine sahip olmalıyız.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ve Hıristiyanlar, ‘Biz Allah’ın oğulları ve
Siyonistlere karşı direncin bitirilmesi
sevgilileriyiz’ dediler. Öyleyse günahlarınızdan
konusundaki sorunuza gelecek olursak, ben bu
ötürü size niçin azap ediyor? Bilakis siz de
bitirilmelidir demiyorum. Fakat daha faydalı ve
O’nun yarattığı insanlardansınız…” (5/18) Tüm
etkili ve daha az masraflı ve çok daha güvenli
insanlara uygulanan yasalar tüm İranlılara da
bir yol ortaya çıkarsa, işte o zaman genel olarak
uygulanır.
ümmetimizin iyiliğine gerçekleşeni seçmek zorundayız. Eğer Araplar ve Müslümanlar,
Şehitlerin en onurlusunun ne anlama geldiğini
onlardan herhangi biri bir şey kaybetmeksizin
Müslümanların anlamaları daha ne kadar zaman
ve kaybetmekten daha çok herkesi kazanarak
alacak? “Şehitlerin en asili, zulmü karşısında
doğruyu yapma adına güçlerini birleştirirlerse
gerçeği söylemek için zalim hükümdara karşı
bu harika olacaktır. Neden biz, düşmanı
duran ve bu uğurda ölendir.” (Hadis) İnsanların
ve düşmanla işbirliği içinde olanları boykot
İran olayını anlamaları ne kadar zaman alacak?
edemiyoruz? Örneğin biz neden Libya’ya karşı
Onlar sokakları ve dükkanları ateşe vermediler.
kuşatmayı kendi amacımız doğrultusunda
Sadece sokağa çıkma yasağını çiğnediler ki, bu
yönetemiyoruz? Neden Libya’nın pozisyonunun
da mükemmel bir sonuç vermiştir. İnsanlara
doğru ve haklı olduğunu söyleyemiyoruz?
peygamberlerin mücadelesini öğretecek kimse,
O sadece iki suçlunun tarafsız bir ülkede
o mücadelede bir şeyi ateşe vermez, çalıp
yargılanmasını istemektedir. Libya’ya yapılan
çırpmaz. Kimse incinmez ve herkes güvendedir.
kuşatmanın bitmesi gerektiğini söyleyemiyoruz,
Kur’an’dan bir ayet getirenleri, gerçekten mitolojik dönemin bütün sorunlarını canlandırmakla suçlayan Arkoun’un burada haklı olduğunu söylemek doğru değil midir? Biri çıkıp; “Yeryüzünde düşmanı tamamıyla sindirip hakim duruma gelmedikçe, hiçbir peygambere esir almak yakışmaz.” (8/67) ayetini okuyup sonrasında savaş esirlerini öldürse haklı mı olacaktır? Yukarıdaki ayette ifade edilen şey, o zamanlar geçerli olan bir durumdu; fakat bu halen doğru bir hüküm
bu kuşatmaya meydan okuyamıyoruz. Bu gibi önlemler, bütün büyük güçlerin liderleri üzerinde etkili şekilde işe yarar. Ama biz halen büyük bir yanılsama içindeyiz. Hepimizi korkutan bir büyünün altındayız. Bu inanılmaz uyuşukluğun sebebi nedir? İmkansızla mümkün olanı neden ayırt edemiyoruz? Pekala, ben bunları söylerken çılgınlık mı yapıyorum? Belki. Fakat ben bunları kapasitemiz dahilinde görüyorum. Ve milletlerimiz isteyerek ve zevkle bunun gibi kararların bedelini karşılayabileceklerdir. Amerika sık sık İran’ı kuşatmak istedi, fakat
müdür? Allah’ın şeriatı, ilahi kanun, özünde
boykota yeteri kadar ülke toplayamadığı için
adalet barındırır ve her ne zaman adil bir şey
başarısız oldu. Dicle ve Fırat’a sahipken neden
olursa, o önceki hükmün yerine geçer. Yeterince
atom bombası yapmak için çalışalım? Eğer
bilgisi ve deneyimi olanlar, idare biçimi olarak
Amerika, Kanada veya Avrupa’nın yiyecek
insanlar için daha hayırlı olan şey neyse onun
ve ilaçları olmadan başarabileceğimize karar
peşine düşmelidirler. Ondan sonra bile o kişiler,
verirsek neden aç kalacağımızı düşünelim?
ortaya çıkan yeni gerçeklerin ve gelişmelerin
Her şeyi yutuyor olmamız büyük bir saçmalık.
mevcut düzeni değiştirip değiştirmediğini takip
Aklım, Müslümanların düşmanlarına karşı
etmede uyanık olmalıdırlar. Müslümanlar, tarihin
takındıkları tavrı anlamıyor. Öyleyse insanlar
hareketini anlayana kadar gaf yapmaya devam
bana istedikleri gibi ad taksınlar. Arkoun, “biz
edeceklerdir. Yeni şeyler vuku bulacaktır. Eminim
halen mitler ve şaşkınlıklar çağında yaşıyoruz”
ki gelecek nesiler yeni metotlarla geleceklerdir.
derken ona hak veriyorum. Neden bir sorunun
Allah’a, kitabına ve Peygamber’ine meydan
barışçıl çözümü varken o sorunu o yolla
okumadan, bunun gibi sorunları çözmek için
çözmüyoruz? İnancımızı ve kaynaklarımızı
daha iyi metot ve tekniklerle geleceklerdir.
kullanmıyoruz? Neden düşmanlarımızın bizden
“Allah’ın kitabının etkisini azaltıyorlar” hissi
kullanmamızı istediği yolu takip etmekte bu
yerine, “onlar onu onurlandırıyorlar” hissi
kadar ısrarcıyız? Irak, neden İsrail reaktörünü
olacaktır. Büyük huzur duyacaklar ve kendilerini
vurup yok etmektense Kuveyt’i işgal etti? İsrail
bağlayan prangaları kıracaklardır.
Irak reaktörünü vurmakta tereddüt etmedi.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
97
Irak İsrail reaktörünü bombalasaydı, bütün
bunu başarmadı. Bilim ve bilgiyle bunu başardı,
Arapları arkasına almış olurdu. Amacımız
fakat bunu anlamıyoruz. Bilim ve bilgi için
için kullanmıyorsak o silahların ne faydası
uğraşmıyoruz. Eğer silah alımına harcadığımız
var? Düşünürler nerede? Eğer sadece bir
emeği bilime ve bilgiye harcasaydık, çok
ülke, zamanın seviyesi üzerine yükselir ve
daha iyi durumda olurduk. Ne ironik bir
herkese açık olan bilimin temelleri üzerinde
durumda yaşıyoruz. Fakat kim gerçekten
düşünebilirse, o zaman Arapları ve Müslümanları
İslami keyifsizliği/rahatsızlığı açıklayabilir?
bunun etrafında toplayabilir. Bu, bizleri mitolojik
Birinci Dünya Savaşı boyunca onlar, Osmanlı
geçmişe hapseden saçma silahlarla başarılamaz.
İmparatorluğu’nu “Avrupa’nın hasta adamı” diye
Bu, komşuya şöyle demekle aynıdır: Eğer
çağırırlardı ve bu savaş “hasta adamın” mirasını
sahip olmak istiyorsan, gel işte burada ülkem.
bölüşmek için sürdürüldü. İşte, ne kadar koyu
Dünyanın bilimsel seviyesine ve demokratik
bir karanlıkta yaşadığımızı görüyor musunuz?
bilincine ulaşmış bir ülke, bir diktatör tarafından
Bize işkence eden şeytanları ve zebanileri
yönetilemez.
görüyor musunuz? İçinde yaşadığımız büyünün
Burada, İkbal’in dediği gibi düşünüyorum: “Eğer çılgınlığım yeteri kadar güçlü olsaydı sizi harekete geçirebilirdim.” Bununla kastettiği şey, eğer çılgınlığı yeterince güçlü olsaydı, bu çılgınlığını başkalarına da sirayet ettirebileceğiydi. Ama sirayet etmiyor maalesef. Ve ben de diğer Müslümanları harekete
ve hiç bir savaş bu büyüyü bozmak için işe yaramaz. En çok ihtiyacımız olan şey daha fazla bilgidir. Fakat ben bilgiyi modern dünyaya nasıl transfer edebilir ve ona adapte olabilirim? Sovyetler Birliği silahsızlık yüzünden dağılmadı, ama bilgisizlik ve anlayışsızlık yüzünden dağıldı.
geçiremediğim için “bende bir eksiklik var” diye
Belki burada insanları arzulanan seviyeye
düşünüyorum. Bizlerin düşünemediği şeyler
çekmedeki zorluğa ışık tutması açısından bir
var. Garaudy’nin dediği gibi, bu tür gerçekleri
anekdottan bahsetmek yerinde olacaktır. Son
göz önünde bulundurmadıkça, düşmanın
yüzyılın ortalarında, bir Arap ülkesinden şeriat
bizden istediği şeyi altın tepside onlara vermiş
yargıcı olan bir arkadaşım vardı. Entelektüel
oluyoruz.
diyaloglarımızı oldu. Fakat bir gün camide
Bir halk hikayesi vardır. Hikayeye göre bir yetimin parasını koruyan bir vasi varmış. O yetim için parasını yönetiyormuş ve aralıklarla hesabı ona gönderiyormuş. Bir gün yetim, develer için nallardan bahseden hesapta bir kalem mal fark etmiş ve vasisine sormuş: “Develer de atlar gibi nallanır mı?” demiş ve vasisi cevap vermiş: “Sevgili evladım, eğer develerin nallanmayacağını anlayacak kadar büyüdünse paranın kontrolünü eline alabilirsin,
98
farkında mısınız? Bu büyüyü bozmak gerekiyor
sohbet ederken ani bir soruyla beni şaşırttı. “Kardeşim dünyanın güneşin etrafında döndüğünü iddia eden kafirler/inançsızlar hakkında ne düşünüyorsun? Onlar güneşin bizim etrafımızda döndüğünü göremiyorlar mı?” diye sordu. Şaşırtıcıydı, fakat kendimi kontrol etmeye çalıştım ve dedim ki: “Kafirlerin daha iyi bir akla sahip olabileceğini beklemiyor musun?” diye sordum. Bunu dedim, çünkü modern dünyanın fikrini kavraması için onu şaşırtmak istedim.
çünkü artık yetişkin oldun demektir.” Bu
İbni Haldun’un “Mukaddime”sinde bir devlet
anekdotu neden anlatıyorum, çünkü İslam
görevlisi ve onun küçük oğlu hakkında bir
dünyası halen yetişkin konuma ulaşmadı.
anekdot var. Adam hapishanede bir kaç yıl
Halen cihat yapmak için atların kullanıldığını
geçirmek zorunda kalmış ve oğlu da onunla
zannediyor. Yaşadığımız dünyanın halen çok
beraber kalmış. Oğlu dış dünya ile alakalı
çok gerisindeyiz. Neden Avrupa Biriliği örneğini
hiç bir şey görmemiş, hayvanlardan sadece
hatırlamıyoruz? Onun gerçekleşmesi dünyada
fareyi tanıyormuş. Bir gün adam oğluna dış
eşsiz bir olaydır. Avrupa, askeri saldırılarla bir
dünya ile deneyimlerini anlatırken atlardan
araya gelmedi. Çünkü bu türden bir birlik çok
bahsetmek zorunda kalmış. Oğlu doğal olarak
geçmişe ait kaldı. Biz şimdi bazı Arapların bu
atın nasıl bir şey olduğunu sormuş. Bu yüzden
birliğe üyeler olmak için yalvardığını görüyoruz.
adam başlamış atı tanımlamaya: Boyutunu,
AB mitolojik düşüncenin bir sonucu olarak
başını, kulaklarını, vücudunu, kuyruğunu vs.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Babasının atla ilgili uzun tanımını dinledikten
bildiğin halde sen nasıl oluyor da şiddetsizliğe
sonra bütün masumiyetiyle çocuk, “Aynı bir
inanabiliyorsun? “Şiddete başvurmasınlar da
fareye benzemiyor mu baba?” demiş. Evet o
ne ye başvursunlar?” Ve ben de cevap verdim:
haklıydı, çünkü daha önce hiç at görmemişti.
“Neden İran’ı hatırlamıyorsunuz? Orada devrim
Ve biz sık sık çaresizlik içinde vazgeçmek
oy sandıklarıyla gerçekleşmedi, askerleri
zorunda kalıyoruz ve cahilce soru sorana cevap
çiçekle karşılayarak gerçekleşti, biri çıkıp
veriyoruz: Evet, bir fareye benziyor evlat.
Cezayir’de olanla İran’da olan arasındaki zıtlığı
Burada şunu söyleyebilirim ki İsrail, kendi mucize ve efsaneleri içinde yaşayan Arapları ve Müslümanları korkutmak için konulmuş bir korkuluk, bir mittir. Gerçekten de insanlar, ona inanmadığı sürece bir ilahın gücü yoktur. Mitolojik/mitik inanç o kadar sıkı bir şekilde inşa edilmiştir ki onu parçalamak çok güç bir şeydir. Eğer böyle olmasaydı, eğer anlayış yöntemimiz mitolojik olmasaydı, İkinci Körfez Savaşı’nda bizim İsrail’i unuttuğumuzu ve onu tamamen görmezden geldiğimizi ve Araplar arasındaki sorunların İsrail hayaletinden daha önemli olduğunu zannetmemizi nasıl açıklayabilirdik? Gerçekten de, Arapları ve Müslümanları dağılmış halde tutan sorunlar oldukça mitolojiktir. Her grup kendi fiziksel gücüne inanıyor ve bu da bizim olayı anlayabilmemizi engelliyor, bizi göremez ve duyamaz hale getiriyor. İnsanlar bu durumda olduğundan, Kuveyt’i işgal etmek akıllarına oldukça mantıklı geliyor. Nereye dönersek dönelim, aynı gerçeklikle karşılaşmak zorunda kalıyoruz. Bizim, Arapların ve Müslümanların mitolojik anlayış yöntemlerine nasıl sıkıca bağlı olduğunu anlamaya ihtiyacımız var. Arkoun’un bizim mitlere bağlı oluşumuzdan
ve kıyaslamayı yapabilir mi? İran olayını bilime, hukuka göre değil de mucizeyle açıklamaya çalışmak saçma olmaz mı? Ve şiddetin Cezayir’i ne hale getirdiğini görüyorsunuz. Askerlere uzatılan çiçeklerin sadece sevgi belirtisi olmadığını, ayrıca şiddetsizliğin de kaba kuvvetten daha üstün olduğunu birilerinin görmesi gerek. İran gerçekleştirdiği şeyden dolayı övünme yoluna gitmedi, ama bu yeterli değildir. Haz. İsa der ki; “Sizden kim bir ateş yakarsa onu saklamasın, onu yüksek bir yere koysun ki herkes o ışıktan faydalansın.” İranlılar, yüksek bir yerdeki ışık gibi, herkes onu görsün diye şiddetsizlik yolunu göstermeleri gerekirdi. Bunun yerine bu ışığı sakladılar. Onu karanlık köşelerde aramamız ve sıradan halkın onu algılayabilmesi için meydana çıkarmamız gerekiyor. Bu yaratıcı, fütüristik/çağın ötesinde, bilimsel başarının bu şekilde görmezden gelinmesine oldukça şaşırıyorum. Gerçekten de bu, bütün gerekli görüntüler ve yorumlarla gün yüzüne çıkarılmalıdır. Bütün multimedya vasıtalarıyla yayınlanmalı, hiçbir kimse bu olaydan bihaber kalmamalı. İslam dünyasının bütün büyük başarıları gibi, İslam dünyasını
bahsettiği şey; İkbal’in, İslam’ın kronolojik
cezbeden fiziksel gücün rolü dolayısıyla İran
olarak bilimsel çağın temellerini attığı halde
devrimi de ihmal edilmiş duruyor. Malik bin
bilimsel-çağ öncesine kilitlenip kaldığını
Nebi, söylediğinde şunu kastetmişti: “İslam
söylemesinden hiç de faklı değildir. Fakat biz
dünyasının fiziksel güce olan marazi hayranlığı,
Müslümanlar, kronolojik olarak ait olduğumuz
insanların gerçek kaynağı olan fikirlerin gücünü
dünyaya giremedik. Gerçekler ve rakamlardan
ve bilginin değerini anlamayı engellemiştir.” Bu
hiç haberimiz yok, fakat hayal gücümüz mitlerle
durum, maddi anlamda her şeyini kaybeden
ve hayaletlerle doludur.
Almanya’nın başına gelen şeyi hatırlattı, ama Almanya fikirler hazinesine sahipti ve çok kısa
Ne zaman biri çıkacak ve hastalığımızı teşhis
sürede maddi dünyasını yeniden inşa edebildi.
edecek. Kim bizi bu hale getiren mikrobu
Diğer yandan İslam dünyası kısır bir akla sahip,
keşfedecek. Bana şiddet hakkında ilk soru
bu yüzden gereken, zaruri bir aşama yaşıyor ve
soran siz değilsiniz. Sizin şiddet hakkındaki
henüz entelektüel döneme geçemedi.
sorunuz, en uzun olanıydı. Ve benim cevabım da uzun oldu. Bazı insanlar şöyle demişlerdi:
Bu yüzden Sayın Rifai, siz bana “Cevdet Said
“Cezayir’deki İslamcılar demokratik oyla başarılı
cihadın iptalini mi savunuyor?” diye sorduğunuz
olduklarında dahi, orada onları iktidardan
zaman ben de bu soruya karşı soruyu tersini
alıkoymak için demokrasinin ilga edildiğini
çevirerek şunu sormak istiyorum: Sayın
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
99
Rifai, bütün her şey kavga etmeden çözülse bile savaşmaya devam mı edecek? Kur’an’da haklılığın anlamı nedir? Demokrasinin anlamı nedir? Siyasi sorunların şiddetle çözülemeyeceği konusunda bütün gruplar aynı fikirde değil midir? Demokrasi, halkının şiddet sayesinde otoriteyi ele almayı yasalaştırdığı ya da buna inandığı bir ülkeye girmeyecek. Daha önce de dediğim gibi baskı yoluyla gerçekleşen inanç, inanç değildir. Ne de baskı yoluyla gerçekleşen
lazım. Şimdi Hariciler, Müslümanların kendi yollarına döndüğünü görüyorlarsa mezarlarında rahat uyuyorlardır. Diğer Müslümanların “cihat için uygun şartlar” söylemi, Haricilerin söyleminden daha iyi değildir. Bu yüzden Ali bin Ebu talip katledilmedi mi? Öyle görünüyor ki biz halen inanmak için daha çok kan dökme, savaş, acı peşindeyiz. İnsanlara ders öğreten tarihtir.
inançsızlık gerçek inançsızlık değildir.
Bazıları o kadar kalın kafalı ki başlarına
Şuna dikkat çekmek faydalıdır ki, büyük güçlerin
Akıllı olanlar diğerlerinin başına gelenleri
dünyası ya da Humeyni’ye göre şeytani güçler,
gözlemleyerek öğrenecek, ama maalesef çoğu
şiddet yoluyla sorunlarını çözemezler. Bu
insan ilk kategoriye mensuptur. Eğer Kur’an’a
modern dünyanın en can alıcı gerçeğidir. Fakat
bakacak olursak, tarihten ders çıkarmayıp
İslam dünyası bunu anlamamış gibi görünüyor.
mahvolan insanlarla karşılaşırız. Diğer taraftan,
Diğer gerçek de şudur ki, “zayıfların dünyası”
diğerlerinin başına gelen felakete maruz
da şiddet yoluyla sorunlarını çözemez. Kanıt
kalmadan öğrenebildiğini gösteren Yunus’un
için iki Körfez savaşına da bakmak yeterlidir.
halkı vardır. Er ya da geç, yine de acı dolu
Tartışan tarafların hiçbirisi için onlar vasıtasıyla
olayların birikimi ders alınmasını sağlayacaktır.
elde edilmiş bir fayda yoktur. Açık şekilde,
Körfez savaşları gibi olaylar aslında yeterli
savaşın kaymağını yiyen büyük güçler olmuştur.
olmalıydı ve umarım öğrenmek, ders almak için
O zaman bundan ders alabilir miyiz ve cihat için
üçüncüsüne gerek kalmaz. Bu böyledir, çünkü
bütün şartların olgunlaştığını iddia ederek, böyle
tarih insanlara öğretmediğinde ve onun dersleri
bir kavgaya cihad adını vererek devam ettirebilir
önemsenmediğinde, daha fazla felaketlerin
miyiz?
gerekli olduğu ortaya çıkar. Kur’an bu konuda
Buradan şunu iddia edebilirim ki, Amerika savaşla değil, fikirlerle fethedilebilir. Bir tartışma sırasında biri bana Amerika hakkında soru sordu. Ben de dedim ki: “Amerika şöyle diyor; “beni ikna et ve beni elde et.” Fakat Amerika’yı
bir felaket gelene kadar öğrenmiyorlar.
şöyle söylüyor: “İşte Rabbin, zulmetmekte olan kentleri yakaladığı zaman böyle yakalar. O’nun yakalaması acıdır, çetindir.” (11/102) “Onlar, o pek acı azabı görünceye kadar ona inanmazlar.” (26/201)
nasıl ikna edebiliriz. Şöyle mi demeliyiz:
Burada kabul etmeliyim ki, benim gibi insanların
“Liderlerimize bir bakın! Neden onların
konuşmaları hâlihazırda yeteri kadar zorlayıcı
yöntemlerini benimsemiyorsunuz?” İslam’ın
değil. Şimdiye kadar söz konusu mesele için
nasıl daha çok insana ulaştığını, bütün olumsuz
yeterli sözler sarf etmedik. Cevap vermeyenleri
durumlara rağmen herkes gözlemleyebilir. Bu
suçlayamam, en başta kendimi suçluyorum.
yüzden, neden çıkıp insanları Allah’ın yolundan
Fakat pek çok Müslüman’ın zihni de şimdi çok
vazgeçirelim? Malik bin Nebi, Allah rahmet
önemli gerçekler için gelişmektedir. Onlar,
eylesin, derdi ki: “Su yokuş yukarı akarak
maruz kaldığımız acı dolu tecrübeler yoluyla
aşındırmaz, yokuş aşağı akarak aşındırır.” Bu
olgunlaşmaktadırlar.
yüzden, dünya problemleri hakkında en küçük fikrimiz ve hiç bir çözümümüz olmadan dünyada ufak bir yer işgal ediyorsak, bize mitler ve mucizeler değil de bilime başvurarak çözümler
- BİTTİ -
veren dış dünyaysa, neden insanlar bizi dinlesin ki? Şimdiki duruma göre, dünyayı ancak daha iyi düşünceye sahip olan biri yerinden oynatabilir. Bizim aradığımız mucize sağlam düşüncedir, kas gücü ve silahlar değil. Bize putları yenecek biri
100
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Gündem
Bir Devrimin Ardından Giriş
Metin Yılmaz
mahkum hissediyorlardı. İlk defa bir ülkede halk
İran, 1979 yılında bir anda dünyanın ilgi odağı haline geldi. Dikkatleri üzerine toplamasının nedeni ne sahip olduğu jeopolitik konum, ne zengin petrol ve doğal gaz rezervleri ne
“ne Doğu ne Batı” sloganları ile ne ABD’ye ne de Rusya’ya sırtını dayamaya ihtiyaç hissetmeden yola çıkıyor ve bir devrim gerçekleştirerek inisiyatifi ele alıyordu.
de mensup olduğu dini ve mezhebi aidiyet
Uzun hem de çok uzun zaman sonra bir devrim
idi. Bunların hepsi vardı, ama hiçbiri onu
İslam’ı referans alıyordu. Hem de Müslümanların
sıradanlıktan kurtarmıyordu. Emperyalist
kendilerini zayıf hissettikleri, bir devlet özlemi ile
güçlerin güdümünde, zalim bir yöneticinin
yanıp tutuştukları bir zamanda. Tam da İslam’ı
-Şah’ın- egemenliği altında, uluslararası
hayattan, toplumdan ve siyasetten uzak tutma
sömürünün bir nesnesi olarak dünyada öylesine
projeleri meyve vermeye başlamışken.
bir yer işgal etmesini engellemiyordu. Ta ki 1979’da gerçekleşen İslam devrimine kadar.
Devrim, her şeye güç yetirebileceğini
Devrimle;
olduklarını hem yüzlerine vuruyor hem de bütün
İran yeni bir İran oluyordu. Kendi kaderini
zannedenlerin aslında ne kadar da zayıf ve aciz dünyaya ilan ediyordu.
eline alıyor, nesnelikten özneliğe yükseliyordu.
Kendilerini emperyalizme mecbur ve mahkum
Emperyalistlerin kendine biçtiği konuma,
hissedenlere ise aslında mecbur ve mahkum
dayattığı değer ve felsefeye, hayat tarzına,
olmadıklarını ve hatta isterlerse onları aciz
sosyo-ekonomik sisteme karşı aslına ve özüne,
bırakabileceklerini gösteriyordu. Asıl güç
İslam’a dönme yönünde irade ortaya koyuyordu.
toplumların elinde idi. Bir alternatif daha vardı
Bu bir ilkti, ilklerin devrimiydi. O güne kadar dünyada iki süper güç vardı. Dünya devletlerinin bu iki güç etrafında toplanması ile iki kutuplu bir yapı ortaya çıkmıştı. Sosyalizm ve Rusya yanlısı olanlar Doğu Bloku’nu, kapitalizmi ve Amerika’yı tercih edenler Batı Bloku’nu oluşturuyordu.
ve istenirse gerçekleşmesi mümkündü. Devrim, emperyalizme direnenler için bir ümit, bir ışık oldu. Müslümanlar için ise kan oldu, can oldu. Kalplerin ümit ve sevinçle dolmasını sağladı, mücadele azimlerini artırdı. İslam coğrafyasında ortaya çıkan birçok gelişmeye ilham verdi.
İktidarlar ve iktidara talip olanlar başarıya
Dünya şoktaydı. Süper güçler çaresiz. Ve
ulaşmak için sırtını bu iki süper güçten birine
belki de uzun zamandır bu kadar acziyet
yaslamak durumundaydı. Devletler kendilerini
yaşamamışlardı. Daha düne kadar diledikleri gibi
bu iki güçten birine bağlanmaya mecbur ve
at oynattıkları bir toplum, irade ortaya koyuyor
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
101
ve kendini yönetmeye talip oluyordu. Üstelik
baskı kavramları İran’la birlikte anılır oldu.
icazet almadan ve hem de dini/İslam’ı referans
Kamuoyu oluşturmaya dönük bu çabalar
alarak. Bu durum hem menfaatlerine büyük bir
neticesinde İslam ülkelerinde bile “Humeynicilik”
darbe indiriyor; İslam ülkeleri, Orta Doğu, Basra
istenmedik durumları tanımlayan bir sıfat olarak
Körfezi ile ilgili planlarını sekteye uğratıyor,
kullanılmaya başlandı.
hem de istenmedik bir örnek, bir model ortaya çıkarıyordu. Hemen tedbir alınmalıydı.
Dünyada sosyalizmin iflas ettiği ve Sosyalist
İslam ülkelerinde ise özellikle idareciler kendi
ve jandarması olmaya kalkıştığı, 11 Eylül ile
iktidarları için bir tehdit ve tehlike olarak
birlikte İslam’ın ve Müslümanların düşman
algıladıkları devrime korku ve endişe ile
ilan edildiği, “terörle savaş” adına İslam
yaklaştılar. Zira devrim, durumlarını açığa
topraklarının işgal, Müslümanların ise katledildiği
çıkarıyordu. Müslüman mahallesinde salyangoz
süreçte İran’ın pozisyonu hiç değişmedi. “Şer
satmaya kalkacak kadar İslam’a ve halklarına
Ekseni”nin en başında sayıldı her zaman. Bir
uzaktılar. İktidarlarını sırtlarını dayadıkları
gerekçe ile karalama, yalnızlaştırma, içeriden
süper güçlere borçluydular ve hizmeti de onlara
karıştırma, parçalama ve karşı devrim hamleleri
yapıyorlardı. Ya halk, sempati ile baktığı İran’ı
sürüp gitti. Ve kendi ayakları üzerinde durma ve
örnek almaya kalkarsa… Emperyalizmden
bazı ülkelerle ilişki geliştirme çabaları baltalandı.
duyulan rahatsızlık karşı duruşa dönüşür ve halk
Bugünlerde de yaptığı nükleer çalışmaların
daha fazla İslam talebinde bulunursa ne olurdu?
(nükleer silah bahanesi ile) önü kesilmeye
Bu yüzden İran’a karşı efendilerinin yanında
çalışılıyor.
yer aldılar ve efendilerince belirlenen söylem ve tavırları aynen devam ettirdiler. Karalama, öcü gösterme, kamuoyu oluşturma, ablukaya alma, tecrit etme, yalnızlaştırma ve hatta savaşma vb.
Blok’un dağıldığı, ABD’nin dünyanın tek patronu
Öte yandan devrime sempati besleyenler cephesinde de devrime karşı, hem bir hülyanın gerçekleşmesinin verdiği hazla yetinildiği, hem
tavırlar geliştirdiler.
de saldırılara karşı tepkisel olunduğu için bir
Devrimle beraber İran dünya gündeminin
taraf onun hep olumlu taraflarını görürken diğer
başköşesine oturdu ve hep orada kaldı.
taraf da hep olumsuzladı. Bir taraf onu göklere
Devrime sempati besleyenler, onun başarısı
çıkarırken diğerleri yerin dibine batırdı. Bir taraf
ile mutlu oldukları, ümitlerini canlı tutmak
her şeyi aleyhine kullanırken diğer taraf her
istedikleri ve ortaya çıkardığı etkinin sürmesi
şeyi kabullenen bir yaklaşım sergiledi. Övme
için; cephe alanlar ise etkisini kırmak, örnek
ile yerme arasında gidip gelen yaklaşımlar,
alınmasının önüne geçmek ve ilk fırsatta
gerçeklerin de üstünün örtülmesine ve sağlıklı
karşı bir devrim gerçekleşmesini sağlamak
değerlendirme yapma imkânının ortadan
için onu gündemde tuttular. Amerika’nın
kalkmasına neden oldu. Devrim anlaşılmadan
öncülüğünde karalama kampanyaları başladı.
devrimci, İran anlaşılmadan İrancı/İran düşmanı
Think tank kuruluşlarından servis edilen
olundu.
türlü analitik yaklaşımlar geliştirilemedi. Bir
düzmece haberler, yorumlar, abartılı ve tek taraflı analizler dünyanın dört bir yanında gazete köşelerini süsledi. “Devrim İran’ı şu kadar yıl geri götürmüştü. Mollalar Şah’tan daha acımasız ve zalimdi. Baskıcı molla rejimi halka nefes aldırmıyordu. Fikir hürriyeti, basın yayın özgürlüğü ortadan kalkmıştı. Muhalefetin varlığına izin verilmiyordu. Dini kurallara uymayanlar, mesela başlarını tam örtmeyenler sokak ortasında dövülüyor, makyaj yapanlar
İran çok konuşuldu, ama İran’dan çıkarılması gereken dersler alınmadı, alınamadı. Oysa İran, Ali Bulaç’ın ifadesi ile Müslümanlar için bir “laboratuar” işlevi görebilirdi. Bir toplumda İslam adına devrim yapılmış olması bir imkandı. Ve uzun zamandır Müslümanların eline böyle bir imkan geçmemişti. Buradan hareketle;
yüzlerine kezzap atılarak cezalandırılıyordu.
Devrim kavramı, gerçekleşen devrimden
Üstelik Şia inancını yaymaya çalışıyor, terörü
hareketle yeniden değerlendirilebilir, olumlu ve
de destekliyordu.” Terör, gericilik, taassup ve
102
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olumsuz yanları tespit edilmeye çalışılabilirdi. Nasıl bir devlet sorusuna cevap aranabilirdi. İran’ın bir İslam/Şia devleti olmasından hareketle din ya da mezhep devleti tartışılabilir, karşılaştığı güçlükler, başardıkları ve başaramadıkları masaya yatırılabilirdi. “Bir İslam devletinde ekonomik düzen, siyasi düzen nasıl kurulur? Sosyal adalet nasıl tesis edilir? Kadın erkek ilişkileri nasıl düzenlenir/ düzenlenmelidir? Muhalefetin varlığı nasıl teminat altına alınır?” vb. pek çok soruya cevap aranabilirdi. Ve bu arayış İranlı Müslümanların bile kendilerini aşmalarına katkı yapardı. Şii ve Sünniler arasındaki duvarların yıkılmasını ve (Müslüman Müslüman’ın aynasıdır – h.ş) birbirlerine ayna olmalarını sağlayabilirdi.
İran, merkezi hükümetin güçlü olduğu dönemlerde hep hilafete sadık kalır. Fakat Moğol istilası ve halifenin öldürülmesi ile İslam toprakları tarihinde ilk defa yabancı bir devletin işgalini yaşarken, ortama tam bir kaos hakim olur. Moğolların talan yapıp çekilmesinden sonra ise tarikatlar ve aşiretler arasında amansız bir güç savaşı ortaya çıkar. İnsanların kabileler/ aşiretler halinde yaşadığı ve kabilenin toplumsal hayatı belirlediği zamanlarda devletler, bir aşiretin öne çıkması ve diğer aşiretlere söz geçirmeye başlaması ile oluşuyordu. Merkezi güç zaafa uğrayınca da tekrar kabile hayatına geri dönülüyordu. Ta ki yeni bir aşiret öne çıkana kadar. Nitekim Anadolu’da önce Selçukluların, sonra Osmanoğulları’nın öne çıkması gibi İran’da da Safeviler öne çıkar ve Safevi Devleti kurulur.
Bu çalışmamızın amacı bir nebze de olsa bu güzide imkanı anlamaya ve dersler çıkarmaya çalışmaktır.
Safeviler Dönemi Safevilerin kökeni şeyh Safiyeddin İshak’ın
***
14. yy.da Erdebil’de kurduğu sufi tarikatına dayanmaktadır. Kuruluşunu takip eden ilk
DEVRİME KADAR İRAN
1
yıllarda Sünni normlar çerçevesinde hareket eden tarikat, siyasi girişimlerden özenle kaçınır.
İranlıların İslam ile ilk karşılaşması Hz.
Zamanla etkinlik alanı genişleyip savaşçı
Peygamber’in gönderdiği elçi vasıtası ile olur.
Türkmen kabileler arasında yaygınlaşınca siyasi
Zamanının gelişen gücü karşısında Kisra’nın askerleri de direnemez ve Hz. Ömer döneminde gerçekleşen Kadisiye Savaşı’ndan sonra İran, İslam Devleti’nin egemenliği altına girer. İslam’ın taşıdığı insani ve evrensel değerler, İranlıların kalplerini fetheder ve topluluklar halinde İslam’a dahil oldukları bir süreç yaşanır. Öyle ki İran, Yakın-Doğu’da en fazla İslamlaşan ülkelerden biri olur.2 Buna rağmen eski dini inançlarının, geleneklerinin ve sufi akımların etkisinden tam da kurtulamaz. Bu zeminde Mazdekilik gibi aşırı akımlar kolayca gelişir, sufi tarikatlar yaygınlık kazanır ve din adına insanların kolayca kandırılmaları mümkün olur.
olarak da bir güç ifade etmeye başlar. Kafkas Hıristiyanlarına karşı verdikleri mücadelelerden dolayı İslam’ın hizmetkarları olarak ünlenirler. Başlarına sardıkları kırmızı sarıklar nedeni ile “Kızılbaşlar” olarak da anılırlar. Dini şöhretleri dünyevi güçle birleşir ve 1501’de Tebriz şehrini almaları ile tarikat lideri İsmail, şahlığını ilan eder. Ve İran’ı Müslüman Arapların fethinden sonra ilk defa tek bir devlet çatısı altında birleştirir. Safeviler başlangıçta Sünni mezhebine mensup idiler. Fakat Şah İsmail tercihini Şiilikten3 yana Gündelik jargonda “Hz. Ali taraftarlığı” anlamında
3
kullanılan Şiilik, Şia sözcüğünden türemiştir. Şia kelimesi “taraflılar, yardımcılar” anlamına gelmekte
İran sözcüğünün kökeni, Sanskritçe Aryan sözcüğüdür.
1
olup halifeliğin Hz. Ali’nin hakkı olduğuna inananlara
Ülkenin adı MÖ 6. yy.dan 20. yy.a kadar Pers
“Şiat-ı Ali”, Hz. Ali’nin yandaşları denmiş ve bu kavram
İmparatorluğu, Acemistan gibi isimlerle bilinirken, 1935
zamanla salt Şia sözcüğüne indirgenmiştir. Günümüzde
yılında Rıza Şah uluslararası topluluktan “İran” adını
ise Şia’dan gelme, Şia mezhebine ait olma, yani Hz.
kullanmalarını istemiştir.
Ali yandaşlığı anlamında Şii kelimesi kullanılmaktadır.”
İlhanlı Hakimiyeti Zamanında İran’da Din, http://
2
eskieserler.com/dosyalar/mpdf%20(236).pdf
http://busam.bahcesehir.edu.tr/rapordosya/İranianlamak.pdf
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
103
kullanır ve devletin resmi ve zorunlu dini olarak
İran’a davet edilen Şii ulema da (Şii devletinin
ilan eder. Sünni tarikatları kaldırır ve hatta Şiiliği
yalnızca müçtehitlerin gözetiminde olması
kabul etmeyenleri ölüme mahkum eder. , Sünni
gerektiğini savunan ya da 12. İmam gelmeden
mescitleri yıktırır. Şii mezhebinin göstergesi olan
Şii bir devletin olmayacağını kabul eden bir
uygulamalara başlar. Mesela, ezana “Eşhedu
grup hariç) önlerine çıkan bu imkanı en iyi
enne Aliyyen veliyyullah” ifadesi eklenir,
şekilde değerlendirmek, Şiiliği yaygınlaştırmak
hutbede 12 İmamın adı okunmaya başlar. Şah
ve halka daha derin bir Şiilik bağlılığı aşılamak
İsmail, Şiiliğin kendi menfaati doğrultusunda
için Safevilerin davetine icabet edip, onlarla
yorumlanmasını sağlar. Aslında Şiiliği Ali
beraber hareket ederler. İran’da öteden beri var
Şeriati’nin tabiri ile Safevileştirir, Safevi Şiiliğine
olan geleneklerin Şii öğelerle mezcedilmesini
dönüştürür. Kendisinin 7. İmamın soyundan
sağlarlar. Mesela, kahramanların acılarını ve
geldiğini ve saklı 12. İmamın yeryüzündeki
şehitliklerini anmak için katılımcıların ağladığı,
temsilcisi olduğunu iddia eder. Böylece
sızladığı ve hatta kendine eziyetler yaptığı
saltanatına kutsiyet kazandırır.
kutlama merasimleri her yıl Hz. Hüseyin ve
4
Aslında İran’ın Şii olması için gerekli alt yapı mevcut değildir. Ne Şii tarikatların/nüfuzun, Sünni nüfuza ezici bir üstünlüğü vardır, ne
Kerbela için yas törenleri adı altında yapılmaya başlanır. Safeviler de bunların başarılı olması için her türlü imkanlarını seferber ederler.
Şiiliğin öncüleri olan insanlar/alimler burada
Safevilerin Şiiliği bir devlet mezhebi haline
bulunmaktadır, ne de Şiiliğin temel kaynakları
getirmesi ve Şiiliği dayatması ümmet içindeki
olan kitaplar. Şiiliğin devlet mezhebi ilan edildiği
Şii - Sünni ayırımını derinleştirir. Hem Safevi
anda başkentte bir yığın hukuk kitabından ancak
hem de Osmanlı devlet adamları tarafından
biri, onun da yalnız ilk cildinin bulanabildiği
siyasi bir malzeme olarak kullanılınca da bu
söylenir.5 Yeterince Şii ulema ve fakih olmadığı
ayrışma rekabete ve çatışmaya doğru seyreder.
için Arap topraklarından özellikle de Lübnan’dan
Ve ümmetin içine bir daha çıkmayacakmışçasına
Şii ulema ve hukuk uzmanları davet edilir.
kök salan bir fitne / ayrılık tohumuna dönüşür.
Safevilerin Şiiliği tercihi tamamen siyasidir.
Safeviler iktidarın aile içinde kaldığı bütün
Karşılarında iki Sünni rakip; doğuda Özbekler,
örneklerinde olduğu gibi güçlü bir devlet
batıda ise Osmanlılar vardır. İki Sünni devletin
geleneği oluşturamadılar. Dirayetsiz şahlar
var olduğu bir ortamda, kabile ve tarikatlar
elinde devlet gün be gün zayıfladı ve ayakta
neden Safevileri tercih edecektir? Onlar da
duramaz hale geldi.
iki Sünni devlet arasında varlık bulmak için Şiiliği tercih ettiler. Üstelik Safevilerin Şia’da meşruiyet zemini bulmaları da daha kolay olur. Nitekim Safevi hanedanları Hz. Ali’nin soyundan geldiklerini, Gaip İmamın yeryüzündeki temsilcileri olduklarını iddia ederek halk ile aralarında mutlak itaate dayanan bir ilişkiyi kolayca tesis ederler.6
Safevi Devleti’nin çöküşü ile İran’da uzun bir adem-i merkeziyetçilik dönemi başlıyordu. Zaman zaman güçlü bir askeri komutan, çatışan aşiretler üzerinde hakimiyet kuruyor ve İran’ın büyük kısmını kontrol altına alıyordu. Fakat onun ölümü ile bu narin yapı yine parçalanıyordu. Ta ki yeni bir güçlü komutan ortaya çıkana kadar.7
Şah İsmail bir buyruğunda “Ben bu işe baş koymuşum;
4
Tanrı ve masum imamlar benim yanımda, korkmam kimseden, halk bir tek karşı söz ederse, Tanrının inayeti ile kılıcımı çektim mi, bir tekini sağ komam.” diyordu. “Peygamberin Hırkası: İran’da Din ve Politika, Bilgi ve
5
Güç” Roy Mottahedeh, sayfa 159 “Bir İtalyan gezgini bu ilişkiyi ‘halkı özellikle de
6
Kaçarlar Dönemi Safevilerden uzun zaman sonra Kaçarlar hanedanı öne çıkar ve 1794 yılında Ağa Muhammed Han’ın tahta geçmesi ile de İran’da onların dönemi başlar.
savaşa zırhsız giren askerleri tarafından bir tanrıymış gibi seviliyor ve yüceltiliyordu’ şeklinde tespit eder.” Peygamberin Hırkası: İran’da Din ve Politika Bilgi ve Güç, Roy Mottahedeh, sayfa 159
104
Modern Orta Doğu Tarihi, William L. Cleveland, sayfa
7
62
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Kaçarlar, Batılı ülkelerin/Avrupa’nın bütün
canlanmasına yetiyordu. Bu yeterli görülmüyor
dünya üzerinde emperyalist planlar yapmaya
olacak ki, ümmetin birlik ve bütünlüğünü
başladığı dönemde İran’da iktidar oldular.
bozmak için, başka bir deyişle daha kolay
Batı/Avrupa, Rönesans ve reform hareketleri,
lokmalar haline getirmek için “ulus” kavramını
bilimsel çalışmalar, coğrafi keşifler sayesinde
yücelttiler. İnanç birliği içinde beraber yaşayan
geniş imkanlara kavuşur. Bir yandan servet
insanları kolayca Türk, Arap, Acem, Kürt, vb.
birikir, öte yandan sanayi ve teknolojideki
olarak ayırdılar ve birbirlerine düşman ettiler.
gelişmeler dünyanın her yerine ulaşma imkanı
Sonra da her birinin sözde bağımsız devletler
sağlar ve Batı, takip eden olmaktan takip edilen
olmasını sağlayıp suni sınırlar çizdiler ve bu
olmaya yükselir. Dünya liderliğini ele geçirir.
sınırların kutsallaştırılmasını sağladılar. Bir
Bu liderlik dünyaya tek bir açıdan bakmaktadır.
devletten onlarca devlet ortaya çıktı. Yutmak
Kâr. Söz konusu, topraklar olunca “yer altında
için böldüler. Ve küçük lokmalar haline
ve yer üstünde servetime servet katacak ne
getirdikleri devletleri, bazen fiilen işgal ederek
var diye, toplum olunca da nasıl ucuz iş gücü
bazen de menfaatleri için çalışacak emir kullarını
haline getirir ve nasıl mal satarım” diye bakılır.
iktidara taşıyarak sömürü çarkının dişlisi haline
Bu bakış açısı yeni bir çağın başlangıcıdır.
getirdiler.
Emperyalist çağ.
İşte İslam toprakları, bu zaman diliminde
Avrupalı güçlerin, dünyanın her bir köşesi
aynı şeyleri yaşayarak, birbirlerine paralel
için emperyalist planları vardır. Ve bu planlar
süreçlerden geçerek modern dünyaya sömürü
dünyanın her bir parçasını güç odaklarının çıkar
çarkının birer dişlisi olarak dahil oldular.
savaş alanına dönüştürür. İslam toprakları
Türkiye’de yaşananlar ile Mısır’da yaşananlar
da sahip oldukları stratejik konumdan,
hemen hemen aynı şeylerdi. İran’ın yaşadığı
zenginliklerden ve insan potansiyelinden dolayı
süreçler de onların yaşadıklarına ne kadar
planlar yapılan toplumların başında yer alır.
benziyordu.
Buna karşın İslam topraklarında tam bir durgunluk ve atalet hakimdir. Bir zamanlar dünyaya ilham veren insanların torunları, atalarından kalan sermayeyi tüketmekle meşguldür; kendilerinden öncekileri takip ve taklidi, üretmek yerine tekrarlamayı tercih etmektedirler. Onlar geçmişin hayali ile avunurken ya da kendi küçük dünyalarındaki küçük sorunlarla ve birbirleriyle uğraşırken, mehdi ya da 12. İmamı beklerken Batı’nın dünya
*** İran üzerinde, komşusu Rusya’nın emperyalist planları öteden beri vardı. Zayıf bulduğu her dönemde İran topraklarını işgal ediyor, fakat işgalin ortaya çıkardığı direnç kalıcı bir iktidar tesis etmesine izin vermiyordu. Aralarında sürekli bir savaş hali hakimdi. Rusya son zamanlarda her savaştan biraz daha güçlenerek çıkarken İran ise güç ve toprak kaybediyordu.
liderliğini ele geçirmesini fark etmediler bile.
1828 yılında mağlubiyet kesinleşti ve İran,
Ve birden Batı’yı karşılarında kendilerinden
kaldı. Askeri mağlubiyet diplomatik imtiyazların
daha donanımlı ve hazırlıklı bulunca da,
verilmesine yol açtı ve diplomatik imtiyazlar
yenildiler, komplekse kapıldılar. Ne direnç
ticari kapitülasyonları beraberinde getirdi
gösterecek mecalleri vardı ne de planları boşa
ve ticari kapitülasyonlar ekonomik nüfuzu
çıkaracak ufukları. Batı plan yaptı, uygulamaya
kolaylaştırdı. İran, Rusya’nın siyasi ve ekonomik
koydu. Plana muhatap olanlar her gün bir
yönden etkisi altına girdi.
şeyler kaybediyor olmalarına rağmen bu planlar karşısında acze düştüler. Edindikleri komplekslerle emperyalist planların ancak
Rusya’nın taleplerine boyun eğmek zorunda
İran üzerinde emperyalist planları olan yalnızca Rusya değildir. İngilizler de bu pastadan pay
nesnesi olabildiler.
kapmak istediler ve çok geçmeden de 1857’de
İslam aleminde mezhep kavgaları öteden beri
zaman Rusya etkin oldu, zaman zaman
vardı zaten ve ufak bir kıvılcım çakmak, onun
İngiltere. Hatta merkezi otoritenin zaaf gösterip
istediklerini elde ettiler. İran üzerinde zaman
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
105
kontrolü kaybettiği dönemlerde aralarında
para çoktu. Sarayın kasası ise bomboştu.
anlaşarak fiilen işgal etmekten de imtina
Üstelik şahlar lüks ve gösteriş içinde yaşamayı
etmediler.
seviyorlardı. Bencilce hayatlarını devam
İran sömürülmeye hazırdı/açıktı. Pastayı kim yiyecekti. Talip çoktu. Onlar da ya aralarında kavga edecekler ya da anlaşacaklardı. İngiltere ve Rusya İran yüzünden savaşmak yerine anlaşmayı tercih ettiler ve İran’ın bir devlet olarak bütünlüğünün korunmasına karar verdiler. Diğer İslam coğrafyaları birer birer işgal edilirken İran fiilen bir işgal yaşamadı. Ancak efendilerinin sözünden de dışarı çıkamadı. İran’da baş defterdarlığa kadar yükselen Amerikalı William Morgan Shuster (18771960) İran’la ilgili kaleme aldığı kitabında bu durumu şöyle ortaya koyuyor. “Aydınlanmış iki güçlü Hıristiyan ülke (Rusya ve İngiltere) siyasi amaçlarına ulaşmak ve İran’ı iflah olmaz hale getirmek için en barbarca zulümleri yapmaktan bir an olsun çekinmeden… kedinin fare ile oynadığı gibi oynamaktadırlar.”8 İran ile emperyalist ülkeler arasındaki ilişki denk bir ilişki değildi. Bir tarafın belirleyen, diğer tarafın ise belirlenene mecbur ve mahkum olduğu bir ilişkiydi. Sömüren-sömürülen ilişkisidir bu. Bu ilişkide İran’ın hiçbir zaman söz hakkı olmadı. İrade ortaya koymaya kalkıştığı dönemlerde de hemen cezalandırıldı, yaptığına pişman edildi. İngiltere ile ilişkileri dengelemek için Almanya’ya yaklaşan Şah Rıza, tahtını terk etmek zorunda bırakıldı, petrolün millileştirilmesi üzerine ülkeye ambargo uygulandı ve petrolünü satamaz hale getirildi. Ülkeyi yöneten şahlar ülkenin sömürge haline gelmesinde başrol oynadılar. Sırtlarını halklarına değil emperyalist güçlere yasladıkları için onların sözlerinden dışarı çıkmadılar, taleplerini emir telakki eden bir yaklaşımla hareket ettiler. Ülkeyi, o zaman hangi ülke etkinse oradan gelen danışmanlarla beraber yönettiler. Saray (hem Kaçar, hem de Pehlevi hanedanlığı döneminde), “Avrupa sömürgeciliğinin İran’ı küresel kapitalist ekonomiye dahil etme çabasının bir numaralı aracısı olmuştur. Bununla beraber İran ulusal ekonomi, politika ve kültürünü de ‘sömürgeci manda’ya tabi kılmıştır.”9 Emperyalistler de
ettirmek için ülkenin kaynaklarını pazarlamaya başladılar. Ülkede unvanlar, imtiyazlar, tekeller, araziler, makamlar, elçilikler ve bakanlıklar satılığa çıkarıldı. Örneğin Muzafferuddin Şah Avrupa gezilerini gerçekleştirmek için, ilkinde Kuzey İran gümrüklerinin bütün gelirlerini vermek karşılığında Ruslardan; ikincisinde de Hazar Denizi’nin balıkçılık sanayi gelirleri, posta ve telgraf işleri yönetimi, Fars vilayeti ve Basra Körfezi gümrük gelirlerine karşılık İngilizlerden borç aldı. Bu tür yaklaşımlar da o ülkelerin İran’da diledikleri gibi at oynatmalarına ve ekonomiye hakim olmalarına imkan hazırladı. Öyle ki, İran ekonomisi emperyalist ülkelere taviz verme esasına göre şekillendi. İran’da üretilen zenginliklerin rezalet denecek kadar büyük bir kısmı emperyalist ülkelere aktı.10 Şahlar emperyalistler tarafından önlerine serilen imkanların esiri oldular. Ve emperyalizme karşı durma yerine onunla işbirliği yaptılar, ona hizmet ettiler. Toplumu Batı tehdidi karşısında güçlendirme yerine de devleti topluma karşı güçlendirme çabası içine girdiler. Halkı, geleneği, İslam’ı, din adamlarını düşman olarak görüp onlara karşı emperyalistlerin yanında konumlandılar. Halkın taleplerine değil efendilerinin taleplerine kulak verdiler. Halka rağmen iktidar olup halka rağmen yapacakları reformları yapmaya kalkıştılar. Saltanat sahipleri gücü ve güç sahiplerini seviyordu. İngiltere ve Rusya ile yapılan imtiyaz anlaşmaları (Kapitülasyonlar) İran’a ekonomik nüfuzun yollarını açtı. İran elindeki ham maddeyi, ucuz emek gücünü ve stratejik konumunu ortaya koyuyor karşılığında ise mamul mallar için büyüyen bir pazar sağlıyordu. Pamuk, ipek, buğday gibi tarımsal ürünler ihraç ediyor ve başta tekstil ve makine olmak üzere mamul mal ithal ediyordu. 19. yy.da ve sonrasında İran’da cereyan eden gelişmeler, yerli halktan çok yabancı tüccarların menfaatine olan sömürgecilik ve tabiiyet yolunda gelişmelerdir. Mesela aynı yüzyılda artan çay ve şeker tüketimi, sömürge malları kullanımındaki
8 İran: Ketlenmiş Halk, Hamid Dabashi, sayfa 100 9 İran: Ketlenmiş Halk, Hamid Dabashi, sayfa 87
106
10
İran: Ketlenmiş Halk, Hamid Dabashi, sayfa 89-92
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ciddi bir artışa işaret etmektedir.”11 Kaçar hanedanı ekonomiyi batırmıştır. İşler her gün biraz daha kötüye gitmekte, Şah kendi lehine fakat ülkenin aleyhine işler yapmaya devam etmektedir. Şahların keyfi davranışları ve halkı düşünmeden yaptıkları anlaşmalar halkı zor duruma düşürdü. Esnafın geliri azaldı, iş yerleri, teker teker kapanmaya başladı. Halk gittikçe artan bir fakirliğe mahkum edildi. Yabancılara tanınan imtiyazlar ciddi rahatsızlıklar ortaya çıkardı. Ülkenin kötü gidişatına dur demek için komşu ülkelerin de etkisi ile “Şah’ın yetkilerini kısıtlayacak bir yol bulunabilirse ülkenin kötü gidişatı durdurulabilir” fikri gelişmeye başladı. Batılı aydınların ön ayak olduğu bu fikir din adamlarının da desteği ile başarıya ulaştı. Protestolara direnemeyen Şah çareyi meşrutiyeti ilan etmekte buldu. 1906 Ekiminde, devlet adına borçlanma, imtiyaz verme, anlaşma imzalama ve bütçe üzerinde nihai yetki seçilmiş meclise verildi. Ayrıca Şiiliğin devletin resmi mezhebi olduğu ve bütün yeni yasaların şeriata uygunluğunu doğrulamak üzere bir üst müçtehit komisyonunun kurulması da kabul edildi.
Rusya’da gerçekleşen Bolşevik devrim ile Rusya kendi iç sorunlarına dönerken Bolşevizm tehdidine karşı konuşlanan İngiltere’nin İran’daki etkinliği arttı. Mevcut hanedanlıktan ümit kesilmesi ve güçlü bir askeri otoritenin işleri yoluna koyacağının düşünülmeye başlaması ile da Kazak Tugayı’nda Albay olan Rıza’nın önü açıldı. Albay Rıza İngiltere’nin desteğini arkasına alarak Kaçar hanedanlığının iktidarını son verdi ve 1926 yılında kendisinin şahlığını, oğlunun da veliahtlığını ilan etti. Böylece İran’da Pehleviler dönemi başladı. Pehleviler Dönemi Rıza Şah sırtını selefleri gibi emperyalist güçlere dayar. Ülke içinde düzeni sağlaması nedeni ile halktan da destek görür. O da başlangıçta toplumdaki dengeleri gözeten bir siyaset izler ve din adamları başta olmak üzere etkin çevrelerle iyi ilişkiler kurar. Ancak ne halka, ne de din adamlarına güveni vardır. Onu iş başına getirenler onlar değildir ve onlar istemese de iktidarda kalmaya ve iktidarının sürekliliğini sağlamaya kararlıdır. Yalnızca dış
Şah’ın yetkilerinin kısıtlanmasını sindirememesi, İngiltere ve Rusya’nın meşrutiyeti istememeleri ve bunu da ülkeyi imtiyaz bölgelerine ayırıp oralarda kontrolü ele alarak göstermeleri; buna karşın meşrutiyeti ilan edenlerin farklı eğilimler taşıması ve beklentilerin farklı olması, beklentilerin karşılanmasında da başarısız olunması meşrutiyete olan inancın sarsılmasına, Şah ve meşrutiyet yanlıları arasında çatışmaların çıkmasına neden oldu. Ve Şah meşrutiyeti iptal etti, ancak isyanlar bitmedi. Kaçarların düzeni sağlamaya ve isyanları bastırmaya gücü yetmedi. Meşrutiyetçi güçler kralı bir kez daha meşrutiyeti ilan etmeye mecbur ettiler. Ancak bu da ülke içinde düzeni sağlamaya yetmedi. Meclisteki tartışmalar sokaklara kavga olarak yansıdı. Merkezi otorite bir türlü düzeni sağlayamadı. Bu durumu menfaatleri için bir tehdit olarak gören Rusya ve İngiltere nüfuz alanlarını işgal ettiler. 1. Dünya Savaşı boyunca da işgali sürdürdüler. Bu işgalde İran’ın sahip olduğu petrolün özel bir yeri vardı.
güçlerin desteği ile iktidarda kalamayacağının da farkındadır. Bir yandan kendine yandaşlar oluşturmak için askeri ve sivil bürokrasiyi besler, onlara özel imtiyazlar tanır. Halk yoksullaşırken onların refah içinde yaşayacakları bir düzen kurar. Böylece kraldan çok kralcı olan bir sınıf oluşmasını temin eder. Diğer yandan güç biriktirir. Ekonomik olarak güçlü olmak için petrol gelirlerini kasasına aktararak kısa zamanda İran’ın en varlıklı adamı olur. Askeri açıdan güçlü olmak için önce askeri kendine bağlayacak hamleler yapar, sonra da onu en gelişmiş silah ve teçhizatla donanmasını temin eder. Asker sayısını arttırır, askerliği zorunlu hale getirir. Ordu onun en büyük kozu ve dayanağı olur. Siyasi iktidarının temelini ordunun gücü üzerine bina eder ve o sayede isyancı aşiretleri bastırarak, ülkedeki düzeni yeniden tesis eder. Sevilen olmasa da korkulan biri olmayı başarır. Artık ne halka ne de din adamlarına ihtiyacı kalmıştır. Şah Rıza modern İran’ın kurucusu olarak kabul edilir. Bunun nedeni onun yaptığı reform
11
İran: Ketlenmiş Halk, Hamid Dabashi, sayfa 91
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
107
çalışmalarıdır. Modernleşmenin ölçüsü Batılı normlar çerçevesinde belirlenir ve İslam ülkelerinde olduğu gibi halka dikte edilir.
seçer. 5. Ve Batı’nın değerleri, yaşam biçimi, kılık kıyafeti benimsenir. Çıkarılan kıyafet
Türkiye gibi İran’da bu normlar çerçevesinde
yönetmeliğinde erkekler için Pehlevi kepi
modernleşme sürecine girer. Şah Rıza modern
giyme zorunluluğu getirilir. 1934’te onun
Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal’i kendine örnek alır.
yerini şapka alır. Ayrıca din adamlarının
Yapmaya çalıştığı reformlar şunlardır:
hükümler de vardır. Kadın giyimi
sakal bırakıp sarık sarmasını yasaklayan ise 1936’da yürürlüğe sokulan keşfi
1. Dinin ve din adamlarının etkinlik alanları
hicap yasası ile yani çador ve peçenin
sınırlandırmak, camilere, yas törenlerine,
yasaklanması yoluyla modernleştirilmeye
özel hayatın dışına taşmasını engellemek,
çalışılır. Kıyafet yönetmeliğine uymayanlar hak mahrumiyetinden, fiziki olarak
2. Laiklik toplumun temel dinamiği haline
zorlamalara, hapislere ve idamlara kadar
gelecektir. Hukuk, eğitim, sosyal hayat,
varan cezalara maruz kalır.
siyaset, kılık kıyafet, kadın erkek ilişkileri bu esasa göre yeniden tanzim edilmeye çalışılır.
6. Kapitalistleşme süreci yaşanacaktır. Servetin devlet eli ile belli ellerde toplanması sağlanacaktır. Toprak reformu
3. Bu iki esasın gereği olarak dini ve
yapılır, sanayi desteklenir ve devlet kendi
geleneksel kurumlar ortadan kaldırılır
zenginlerini yaratır. Şah ülkenin en zengini
ve yenileri tesis edilir. 1926’da Şeri
olur. Rıza Şah Kaçarların yapamadığı vergi
mahkemelerin kaldırılması kararı alınır.
toplama işini yaparak ve yeni vergiler
1927’de Adalet Bakanlığı kurulur. 1928
koyarak ekonomiyi biraz da olsa düzeltmeyi
yılında Fransız medeni kanunu ölçü alınarak
başarır. Ayrıca isyan eden aşiretlerin
İran için bir medeni kanun hazırlanır.
topraklarına el koyar. Oluşan kaynakla
Hakimliği hukuk fakültesi mezunu olma
ulaşım alanında ciddi yatırımlar yapar.
koşuluna bağlayan 1936 tarihli kanunla
Trans-İran demir yolu öz kaynaklarla
da ulemanın hakimlik görevi tamamen
tamamlanır. Yerli sanayiye yatırımlar yapılır,
elinden alınır. Eğitim alanında da laik Batı
teşvikler verilir. Halktan toplanan vergiler
eğitim modeli geleneksel eğitimin yerini
ve yapılan yatırımlarla zengin sınıfın
alır. Eğitime ciddi fonlar ayrılır. Tahran
oluşumu sağlanır.
Üniversitesi açılır. Avrupa’ya öğrenci gönderilir. Eğitim alanında yapılanların amacı Şah’ın kendisine sadık laik insanlar
7. Ve bütün bunlar halka rağmen gerçekleştirilecektir. Zira çağın gerisinde
yetiştirmesinden başkası değildir.
kalmış bir toplum vardır ve çağdaşlaşması ve değişmesi gerekmektedir. Yapılan bütün
4. Ulus devlet inşa edilecektir. Ülkenin
reform çalışmaları halkı biçimlendirmeye
adı arî köklerini belirtmek için resmen
yönelir. Bu konuda halka bir tercih hakkı da
Acemistan’dan İran’a değiştirilir. Azınlık
tanınmaz. Reformlar halka dayatılır. Zorla
diller ve etnik kıyafetler yasaklanır.
hayata geçirilmeye çalışılır. Karşı gelenler
Farsçadaki Türkçe ve Arapça sözcükler
en ağır şekilde cezalandırılır. Reformlar ne
azaltılır. Eski İran imparatorlarının
pahasına olursa olsun gerçekleşecektir.13
İslam öncesi başarıları yeni İran’ın milli sembolleri olarak benimsenir. Şah Rıza’nın
Doğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler, Alev Erkilet, sayfa 318
kendi aile hanedanlığı için İslam öncesi döneme ait bir sembolü “Pehlevi”12 adını
Şah Rıza, Fransız kepine benzeyen “Pehlevi şapkasının”
“Pehlevi İslam öncesi İran’da kullanılan bir lisanın
erkekler tarafından giyilmesini mecburi tutarak Batı
adı idi. Rıza Şah, İran’ın İslami olmaktan ziyade
tipi kıyafeti resmi kıyafet ilan etti. Ulemanın bu şapkayı
milli kimliğini kuvvetli olarak vurgulamak niyetini
giymesi muaf tutulmasına rağmen en sert tepki
sembolleştirmek için bu ismi unvan olarak aldı.” Orta
ulema sınıfından geldi. Ayetullah Hacı Ağa Nurullah
12
108
Şapkayı modernleşmenin temel unsuru olarak gören
13
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Halkı değişime zorlayan Şah Rıza siyasal
İngiltere’nin İran üzerinde doymak bilmeyen
sisteme, şahlık düzenine dokunmaz. Bu konuda
ihtirasları, İran’ın Almanya’ya yakınlaşmasına
değişimler kağıt üzerinde kalır. Bir meclis vardır
neden olur. Almanya’nın 1940’ta İran
ve meclis seçimleri yapılır, ama Şah seçimlere
ekonomisindeki ağırlığı %40’lara kadar çıkar.
ve meclise müdahale eder, dilediğini seçtirir,
Bu istenmedik gelişmenin faturasını İngiltere
meclise de istediğini yaptırır. Seçimlerin bir
ve Rusya, İran’a/Şah’a ödetmekte gecikmezler.
anlamı, meclisin de bir iradesi yoktur. Şah
1941’de 2. Dünya Savaşı’nda tarafsızlığını ilan
meclisi maşa olarak kullanır, istediği yasaları
etmesine rağmen İran’ı işgal ederler. Şah Rıza
onlara çıkarttırır.
oğlu lehine tahttan çekilmek zorunda kalır.
Bu dönemde İran’ın emperyalistlerle ilişkisi
İngiltere’nin ve Rusya’nın 2. Dünya Savaşı’nda
de değişmez. Şah güç sahiplerinin sözünden
İran’a, sahip olduğu petrolden ve müttefik
çıkamaz, onların kılavuzluğunda gerçekleşen
devletlerin zor durumdaki Rusya’ya ikmal
modernleşme çabaları da hem zihniyet,
desteği sağlamaları gerektiğinden dolayı
hem siyaset hem de ekonomik olarak İran’ı
ihtiyaçları vardır. Bu yüzden İran’ın tarafsız
emperyalistlere bağlı ve bağımlı hale getirir.
kalmak isteyişini kimse dikkate almaz. Ve 2.
Ülkenin kaynakları ve imkanları sömürülmeye
Dünya Savaşı boyunca işgal altında tutulur.
devam edilir. Buna karşın Şah kopardığı küçük tavizlerle kendini büyük işler başarmış sayıyor ve onlarla mutlu oluyordu. Petrol imtiyazına sahip İngiliz şirketinden kopardığı küçük tavizler buna bir örnek teşkil etmektedir. Gerçi oradan gelen kaynağın halka hiçbir faydası olmamış ve Şah’ın kişisel varlığının artmasına hizmet etmiştir.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra İran, bir kez daha emperyalist güçler, İngiltere, Rusya ve ABD arasındaki menfaat savaşına sahne olur. Ülkede muktedir olamayan bir iktidar vardır. Muhammed Rıza babasının yerine tahta geçmiştir, ama eli kolu bağlıdır. Ülke işgal atındadır ve dış güçler yönetime kolayca müdahale etmektedir. Babası tarafından baskı ile sindirilen muhalif unsurlar, iktidarın zayıflığını
önderliğinde İsfahanlı yaşlı bir din adamı “Frenk
fırsat bilerek tekrar canlanmaya başlamıştır.
şapkası” giymenin dini açıdan caiz olmadığına dair
Ülkede kargaşa hüküm sürmektedir. Özellikle
bir fetva yayınladı. 1927’nin Eylül ayında İsfahan,
Bolşevik devrimin etkisi ile komünist eğilimler,
Şiraz ve Tebriz’de ulema önderliğinde halk sokaklara dökülerek şapka yasasının geri çekilmesini istediler.
ülkenin işgal altında olması, milli servetin
Tebriz’de cami imamı olan bir kişi, Şiraz’da ise iki kişi
yabancılar tarafından sömürülüyor olması, buna
yasalara karşı çıktığı için tutuklanarak idam edildi. 27
karşın halkın ve yerli sermayenin her gün kan
Aralık 1928’de meclis şapka giymeyenler konusunda
kaybediyor olmasından dolayı milliyetçi eğilimler
yeni cezai önlemler getirdi. Şapka ve Batı tipi kısa
güçlenir. 1949 yılında siyaset adamı Musaddık
pantolon giymeyenlere para ve üç aydan 1 yıla kadar
öncülüğünde milli cephe oluşur. Nisan 1951’de,
hapis cezası alması kararlaştırıldı. Kanun yeni haliyle 21 Mart 1929’da yürürlüğe girdi. Polis ve askerin
Musaddık’ın önerisi ile İran Meclisi Anglo-Persian
şapka kullanmasının halk arasında yayılması için şiddet
Petrol Şirketi’ni millileştirme kararı alır. Arkasına
kullanması hükümet tarafından benimsendi. Polis ve
ulemanın da desteğini alan Musaddık’ı, Şah
askerler sarıklı kişileri şehir veya köy meydanlarında
Başbakan olarak atamak zorunda kalır.
topluyor zorla şapka giydiriyorlardı. Özellikle Tebriz şehrinde protestolar yoğunlaştı ve Tebriz uleması
Petrolün millileştirilmesi İngiltere için tam bir
Kum’a sürgün edildi. Esnaf günlerce kepenk kapattı,
felakettir. Çünkü İngiltere’deki her araç, her ev,
protestolar üç ay devam etti. Şiraz ve İsfahan’da
her fabrika, İran’dan gelen petrole bağımlıdır.
esnafın da destek verdiği 20 bin kişilik protestolar düzenlendi. Polisler ve askerler her gün cadde ve
İçeride ve dışarıda muhalif kuvvetlerin,
pazarları dolaşarak sarık giyenlerin sarıklarını parçalıyor,
Musaddık’ı devirmek üzere örgütlenmesi iki
zorla şapka giydiriyorlardı. İki yıl içersinde toplam
yıl kadar sürer. Bu süre içinde Musaddık’ı
25 bin kişi hapis ve para cezası ile cezalandırılırken,
devirmek için ekonomik ambargo, limanların
protestoların sorumlusu olarak gösterilen din adamları
ablukaya alınması, BM’ye ve Uluslararası Adalet
sürgüne gönderildi ve üç kişi idam edildi. http://www.
Divanı’na şikâyet etmek gibi birçok yol denenir
timeturk.com/tr/2010/10/10/sapka-idamlari-komsudada-olmus.html
ancak başarılı olunamaz. Fakat İran’da da
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
109
işler iyi gitmemektedir. İranlılar petrol şirketini
aralarındaki ilişkinin gelişmesi için paktlar ve
millileştirerek zengin olacaklarını ummuşlardı
ağlar oluşturur. 1955 yılında Türkiye, İran,
ancak tam tersi olur. Abadan’daki dev petrol
Pakistan, İngiltere ve Irak arasında imzalanan
rafinerisi ve liman ablukaya alınmıştır. 1950’de
Bağdat Paktı bunlardan biridir.
ülke gelirinin önemli bölümü petrolden gelirken, 1952’de petrol gelirleri nerdeyse sıfırlanır. Çünkü Avrupa petrolünün yüzde 90’ını tek başına sağlayan İran, artık kendi petrolüne sahiptir, ama bunu dağıtıp satacak tankeri yoktur. 1953 yazına gelindiğinde Musaddık kitleleri sokaklarda toplama becerisini yitirmiştir. Bu koşullar, dışarıdan bir gücün gelip olaylara müdahale etmesine uygundur. (Musaddık’ın İran’da o günlerde etkili olan komünist eğilimli Tudeh (Kitle) Partisi’ni arkasına alması da ABD’deki kaygıları iyice körüklemişti.) CIA’nin planladığı bir askeri darbe ile Musaddık görevden alınır ve tutuklanır, “vatana ihanetle” suçlanıp yargılanır ve ömrünün son yıllarını ev hapsinde geçirir. Ülkedeki kargaşa ve muhalefetten dolayı Roma’ya kaçan Şah, gelişmeler üzerine tekrar
İktidara halkın değil emperyalistler istediği için geçen Muhammed Rıza, ihtiyacı olan güç ve desteği de ABD’de bulur ve sırtını ona yaslar ve onun sadık bir müttefiki olur. İran’da Amerika kazanmıştır ve üzerinde söz hakkı da onundur. Şah’a dediklerini yaptırırlar. İran’ı Şah aracılığı ile yönetirler. İran’ın geleceğini beraber planlarlar. Öyle ki Şah’ın yaptığı bütün hamlelerin, kalkınma planlarının, reformların arkasında ABD vardır. Mesela, İran eğitimini düzenleme işi bir Amerikan firmasına verilir. İran’da bulunan kolej ve üniversiteler için Amerikan üniversitelerine danışılır.15 Amerikan desteği ile iktidara oturan Şah az daha tahtına mal olacak olayların bir daha tekrarlanmaması için gerekli tedbirleri almaya
tahta oturur.
girişir. Milli cepheyi dağıtır. Muhalif liderler
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD yeni bir
Sindirilen muhalefetin bir daha örgütlenmemesi
emperyalist güç olarak dünya sahnesine çıkar.
için gerekli tedbirler alınır. Şah Muhammed
Gücünü Hiroşima ve Nagazaki’de vahşice
Rıza’nın arkasında (babasında da olduğu gibi)
gözler önüne serer. Sosyalizme karşı yürütülen
halk desteği yoktur. O da babasının yaptıklarını
mücadelede, Doğu Bloku’na karşı oluşan Batı
arttırarak yapmaya devam eder. Bir yandan
Bloku’nun liderliğine soyunur. Artık iki kutuplu
yandaşlar oluşturmaya hız verir, bir yandan
bir dünya ve onlar arasında da başlayan bir
da orduyu güçlendirmeye. Bunlar da yetmez,
soğuk savaş vardır. Her iki blok da etkinlik alnını
CIA’nın yardım ve teknik desteği ile istihbarat
genişletmeye, birbirinin önünü kesmeye çalışır.
örgütü SAVAK’ı (Sazman-i İttilaat ve Emniyet-i
Ülkelerin tarafsız kalmasına izin verilmez ve
Kişver) kurar. SAVAK, hep CIA ile beraber
ikiden birini tercihe zorlanır.
hareket eder Rejim muhaliflerini tespit ve imha
tutuklanır, idam edilir, sürgüne gönderilir.
Bu zeminde ABD, Rusya’ya sınırı olan ülkelere daha fazla önem verir. Bu ülkeler Sovyet tehdidi altında idiler ve Sovyetleri durdurmak için tampon vazifesi görmeleri mümkündür. ABD bu ülkelere Truman doktrini
14
çerçevesinde,
bir yandan kendine bağlamak diğer yandan da Sovyetleri kuşatarak gelişmesini engellemek için ekonomik ve askeri yardımlar yapar. Ve Truman Doktrini, 1947 yılında Amerika Birleşik
14
Devletleri Başkanı Harry Truman tarafından Sovyet tehdidine karşı hazırlanmış plandır. Truman Doktrini,
görevini üstlenen Savak, ürettiği zülüm ile kısa zamanda kalplere korku salan bir kuruma dönüşür. Binlerce İranlı işkencelerle öldürülür. Sahip olduğu güç sayesinde Şah, halkına rağmen iktidar olur ve iktidarda kalmaya devam eder. Ancak yine de halk desteğini sağlamak için göstermelik adımlar atmaktan geri durmaz. Beyaz devrim adını verdiği bir dizi reformla babasının yolundan giderek, toplumu
Amerika Birleşik Devletleri’nin uluslararası politikasının
Batılılaştırmaya, küçük Amerika haline
değiştiğini ve Sovyet karşıtlığının bu yeni politikada
dönüştürmeye çalışır. Toprak reformu yapar.
temel esas olduğunu ilan etmiştir. Bu doktrin ile Amerika Birleşik Devletleri “komünizm tehdidi” altındaki devletlere mali ve askeri yardım yapacağını açıklamıştır
110
İran’da Devrim ve Karşı Devrim, Asaf Hüseyin, sayfa
15
68
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Okuma yazma seferberliği başlatır. Kara yolunu,
***
demir yolu ağını ve limanları geliştirir. Sanayiye yatırım yapar. Sağlık sektörünü geliştirmeye ayrı bir önem verir. Kadınlara oy kullanma hakkı
Ulema: İran ulemasının menşei Şah İsmail tarafından
tanınır.
Lübnan’dan getirilen din adamlarına Halk için yapılanlar halktan çok Şah’ın ve bir
dayanmaktadır. Safevilerde dini ve siyasi otorite
grup azınlığın işine yarar. Halk yapılanlardan ve
tek elde, 12. İmamın soyundan gelme iddiaları
gelişmelerden rahatsızdır.
kabul gören Şah’ta toplanıyordu. Safevilerden
Şah’ın yabancıların elinde kukla oluşundan,
sonra iktidar olan Kaçarların herhangi bir kutsiyet iddiaları olmadı/olamadı. Sadece
Yabancılara ve özellikle ABD’lilere tanınan
dünyevi iktidara taliptiler. Ulema bu fırsatı iyi
ayrıcalıklardan,
değerlendirdi ve Safevilerden kalan “12. İmamın yetkilerini kullanma yetki mirasına” sahip oldu.
İstemediği reformların kendisine dayatılıyor
12. İmamın iradesinin meşru yorumcuları olarak
olmasından,
dini ve hukuki uygulamalar konusunda yorum
Şah’ın baskı ve zulmünden, Savak’ın kanunsuzluğundan, İnanç ve değerlerine yapılan saldırılardan, Birileri sefa sürerken, kendisine hep cefanın
yapma hakkını, içtihat yapma hakkını, 12. İmam adına konuşma hakkını elde ettiler. Şii inancında var olan, 1. Müslümanların bir müçtehide bağlanma, dini ve hukuki uygulamalarında onun
düşmesinden,
hükümlerine uyma zorunluluğu,
Ve her geçen gün itibar kaybediyor ve yoksullaşıyor olmasından. Bu kötü gidişatı sona erdirmek için sürekli arayışlar olur ve farklı eğilimler gelişir. Komünist düşünce, liberal düşünce ve milliyetçilik kendine taraftar bulur. Ancak muhalefetin kendini ifade edebileceği bir zemin yoktur. Aykırı sesler hemen kısılmakta, Savak tarafından bir şekilde saf dışı bırakılmaktadır. Doğal olarak da muhalefet illegal yollarla gelişir. İrili ufaklı birçok örgüt kurulur. Propagandadan, şiddete kadar çeşitli yollarla mücadele verilir. Ancak bunların
2. Yaşayan müçtehitlerin kararlarının mevcut bütün kararlara tercih edilmesi, Prensipleri hatırlandığında ulemanın nasıl bir güce talip olduğu/kavuştuğu daha iyi anlaşılacaktır. Zamanla din adamları arasında hiyerarşi de oluştu, bazı din adamlarının sahip oldukları bilgi ve anlayış nedeniyle kararlarının çağdaşlarının kararlarına göre öncelik taşıması kabul edildi. Bu kişilere “merci i taklit” ve ilerleyen yıllarda Allah’ın ayeti anlamında “Ayetullah” denmeye başlandı.
hiçbiri toplumu peşinden sürükleyecek güç ve
Din adamlarının ekonomik olarak hükümetten
etkinliğe ulaşamaz.
bağımsız olmaları da onların elini güçlendiren
Şiddet şiddeti doğurur. Şah’ın baskıları tepkileri arttırırken, muhalif tepkilerin artması baskıların daha da yoğunlaşmasına neden olur. Yaptıkları ile Şah kendi sonunu hazırlayan süreci başlatır. Zulüm ile bir iktidarın devam etmesi mümkün değildir. Ancak o sonu getirecek bir liderliğe ihtiyaç vardır. Ve İran’da bu rolü üstlenecek güç yalnızca ulemada bulunmaktadır.
bir başka unsurdu. Şia’da zekatı hükümet değil din adamları toplamaktaydı.16 Siyasi iktidar yönetimin devamı için gerekli vergileri toplayamazken din adamları kendilerine düzenli bir gelir oluşturmuşlardı. Bu paralarla hem kendi ihtiyaçlarını karşılıyor (maaş), hem medreselere ve okuyan öğrencilere, hem de ihtiyaç sahiplerine yardım yapıyorlardı. Bunlar da “Caferi mezhebine göre bir kimse ticaret, kazanç ve
16
işinden geçimini sağladıktan sonra… maddi istifadeleri olursa onun 1/5’ini humus olarak şeriat ve İslam hâkimine vermelidir.” Alev Erkilet
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
111
onların halk içerisinde saygınlık ve etkinliklerini
izinsiz ekimi ve satışı yasaklandı. Bu anlaşma
artmasına sebep oluyordu. Ulemanın ekonomik
doğal olarak tütünün üretimini yapan, işleyen
bağımsızlık durumu ilerleyen yıllarda da
kesimlerle, pazarlamasını yapan yüzlerce
değişmedi. Zaman zaman gelir kaynakları
tüccarı esnafı tehdit ediyordu. Esnafta ve
kısılmaya hatta bitirilmeye çalışıldı. Pehleviler
halk da ortaya çıkan huzursuzluk ulemanın
döneminde yapılan vakıfların devletleştirilmesi,
öncülüğünde protestolara dönüştü. Ve zamanın
toprak reformu gibi düzenlemelerin bir amacı
en büyük âlimi Hasan Şirazi’nin, “Bugün tütün
da ulemanın gelir kaynaklarını kesmekti. Ancak
kullanımı İmam-ı Zaman (gaip imam)la bir nevi
ulemanın ekonomik bağımsızlığı özellikle esnaf
muharebedir” fetvası ile de kısa sürede doruğa
ile aralarındaki dayanışmadan dolayı devam
ulaştı. Sonunda Şah anlaşmayı feshetmek ve
etti. Şahların uygulamalarından rahatsız olan,
İngiliz firmaya tazminat ödemek zorunda kaldı.
itibar ve kan kaybeden iki sınıf birçok konuda
Bu olayla ulema testten başarı ile çıktı. İslam’ı
dayanışma içinde, birlikte hareket etti. Esnaf
referans alan siyasal çağrılarına halkın olumlu
ekonomik olarak ulemayı destekledi, ulema
karşılık verebileceğini görme imkanı elde etti.
da esnafın sorunlarıyla ilgilendi, Şah’a karşı
Ulema ile esnafın el ele verdikleri takdirde
girişimlerinde omuz verdi.
başarılı olabilecekleri ortaya çıktı.
Din adamları halk nezdinde de saygınlık ve
Artık ulema sadece dini konularda değil, siyasi
itibara sahiptiler. Kendinden başka derdi
konularda da söz sahibi olmuştur. Ulemanın
olmayan şahlarla kıyaslandığında halka ve
içinde olmadığı bir muhalefetin başarılı olma
sorunlarına yakın olmaları, sorunları ile ilgilenip
şansı yoktur. Hem meşrutiyetçi aydınların
çözüm aramaları, halk yararına sorumluluk üstlenmeleri, yardımlaşma ve dayanışma içinde olmaları ile halkçı bir profil çiziyorlardı. Dini konularda sözleri zaten dinleniyordu. Şah yabancı egemenliğine teslim olurken ve hatta davetkar davranırken ulema emperyalizme karşı duruşu ile öne çıktı, teslim olmadı, direndi. Bu siyasi duruşu da hem saygınlıklarını hem de etkinliklerini arttırdı. Şahların fermanlarını bile geçersiz kılacak bir güce ulaştılar. Henüz sınanmayan bu güç “Tütün Kıyamı” ile ilk defa siyaset sahnesine çıktı.
hem de Musaddık önderliğinde oluşan milli cephenin başarılı olması ancak ulemanın desteğini arkalarına almaları ile mümkün olmuştur. Ulemanın desteğini kaybetmeleri ile Şah karşısında tutunamamaları da bu gerçeğe işaret etmektedir. Şahlar bile bu gücü arkalarına almanın çabası içinde oldular ve zaman zaman da olsa bazılarının desteğini almayı başardılar. Ancak ulemanın büyük kısmı şahlara pek de yüz vermedi. Emperyalistlerle ilişkinin başladığı andan itibaren sahip olduğu antiemperyalist duruşu korudu. Yabancı nüfuzuna, onlara
Tütün Kıyamı: Kaçar şahları, gücün yoldan çıkarıcılığı karşısında duracak dirayet ve inançtan yoksundular. Bulundukları konumu bir sorumluluk olarak değil bir fırsat olarak gördükleri için kendi hevaları doğrultusunda değerlendirmeye giriştiler. Halk umurlarında olmadı. Kendi kişisel çıkarları için ülkeyi iflasa sürüklediler ve parsel parsel satılığa çıkardılar.
tanınan ayrıcalıklara ve sömürüye karşı oldu. Şahların zulümlerine karşı en ciddi muhalefet ulemadan geldi. Özellikle Şah Muhammed Rıza döneminde yabancıların ülke üzerindeki tahakkümünden, gerçekleştirilmeye çalışılan reformlardan ve yapılan haksızlıklardan dolayı ulema sık sık Şah’ın karşısına dikildi. 1945’de Nevvab Safavi “Fedaiyan-ı İslam”ı ve 1950’de Kaşani “Müslüman Mücahitler Örgütü”nü kurdu.
İşte İngilizlere verilen tütün imtiyaz hakkı
1960’ta Şah’ın Beyaz devrimine ve ABD’ye
bunlardan sadece biriydi.
karşı en ciddi eleştirileri yönelten Humeyni, muhalefetin yeni öncüsü oldu. Tutuklandı. Şah’ın
Nasrettin Şah 8 mart 1890’da İngiltere’ye
niyeti Humeyni’yi idam ettirerek diğer muhalifler
yaptığı gezi sırasında bir İngiliz şirketi olan
gibi güçlenmeden ortadan kaldırmaktı. Halk
G.F.Talboot’a tütünün üretim, satış ve ihracat
bir hafta boyunca gösteriler düzenledi. Şah
hakkını, kardan pay almak karşılığında 50 yıl
gösterileri bastırmak için güce başvurdu,
için veren bir sözleşme imzaladı. Tütünün,
halkın üzerine ateş açtırdı. “15 Hordad” olarak
112
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
anılan olaylarda 15.000 gösterici şehit oldu.
Halkın tepkisine rağmen tepki çekecek reform
Müçtehitler, Ayetullah Şeriatmadari önderliğinde
çalışmalarını sürdürür. Şah’ın unuttuğu bir
toplanıp, Humeyni’nin bir Ayetullah olduğuna ve
şey vardır. “Peygamberin tek halifesi, yasal
bu yüzden Şah tarafından yargılayamayacağına
otoritenin peygamberden sonraki tek temsilcisi
dair bir fetva yayınladılar. Şah Humeyni’yi
olan gaip imam (12. İmam) yeryüzünde değildir.
serbest bırakmak zorunda kaldı. Serbest kalan
Yönetimi gaip imam adına ona vekâleten
Humeyni’nin ilk yaptığı ulemaya “takiyye”yi
yürüttüğünü açıkça ve itiraz edilemez şekilde
17
yasaklaması oldu. Din adamlarından artık
ortaya koyamayan herhangi bir dünyevi
açıktan muhalefet yapmalarını istedi.
güç, gayrimeşrudur.” anlayışına sahip halk
Amerikalılara dokunulmazlık ve imtiyazlar
nezdinde Şah yürürlüğe koyduğu gayri İslami
tanıyan yasa mecliste kabul edilince de “bu
yasa ve uygulamaları ile giderek meşruiyetini
vatana ve Allah’ın kanunlarına ihanettir” diye
kaybetmektedir.
ilan ederek örnek oldu. Şah çareyi onu sürgüne göndermekte buldu. Humeyni önce Bursa’ya ardından da Irak’ın Necef şehrine gitti. Ancak İran’daki muhalefetle ilişkisini hiç kesmedi,
Ancak farkında değildir. Bu yüzdendir ki, kendine çeki düzen verme yerine muhalefetle uğraşmayı sürdürür. Halkın muhalefete ilgisini
bulunduğu yerden yönlendirmelerini sürdürdü.
azaltmak içinde karalama kampanyaları organize
Ulema Humeyni’nin telkinleri doğrultusunda
Humeyni’dir. 1978’de gösteriler yeniden başlar.
sorumluluk üstlendi. Aslında bunlar her zaman
Göstericiler Humeyni Medresesi’nin yeniden
yaptıkları işlerdi. Camiler bir merkeze, Cuma
açılmasını ve Humeyni’nin de dönmesine izin
hutbeleri ve yas törenleri birer derse dönüştü.
verilmesini talep ederler. Şah demir yumruğunu
Şia’nın temel kavramları velayet, şahadet ve
göstericilerin üzerine indirir, halkın üzerine
imamet temaları işlenerek halkta bilinç seviyesi
ateş açılır ve çok sayıda ölümler olur. Verilen
arttırılmaya çalışıldı. Bunlar halkın anlayışında
kurbanlara rağmen gösteriler, “Her gün Aşura,
etkin unsurlardı zaten. Ulema da halkın sahip
her yer Kerbela!” sloganları eşliğinde ve artan
olduğu geleneksel inanç ve uygulamalara,
bir tempoda devam eder.18
türbe ziyaretlerini esas alan, şefaat ve masumiyetle desteklenen geleneksel din anlayışına dokunmadı. Ve hatta Ali Şeriati gibi halkın din anlayışını sorgulayanlara karşı onun
ettirir. Hedefteki isimlerden biri de Ayetullah
Şah son bir hamle ile sürecin önünü kesmek için tavizkar bir tutum takınır. Ulemanın bazı taleplerine olumlu cevap verir ve yaptığı
savunuculuğunu yaptı.
katliamlarla hedef haline gelen Savak Başkanı
Rejimin, SAVAK ve ordu eliyle aşırı baskıcı,
Bu taktik Ayetullah Şeriatmadari’nin de içinde
dayatmacı ve şiddet içeren yöntemler
bulunduğu bazı ulemada yankı bulur. Artık
uygulaması da ulemanın giderek güçlenmesini
gösterilerin sona ermesi kanaati oluşmaya
hızlandırdı. Şah esnafın gözünü korkutmak için
başlar. Ne olacağına ve nereye varılacağına
vergileri arttırır, denetimleri sıklaştırır ve hatta
dair kanatlar net değildir. Bunun nedeni
iş yerlerini kapatır. Muhalefetin öncü isimleri
Şia’nın devlet talebi olmayışıyla ilgilidir. Şia
solcular ve Müslümanlar SAVAK tarafından
kültüründe çok önemli bir yeri olan 12 İmam
takibe alınır, hapsedilir, ağır işkencelere maruz
anlayışına göre, “İmamların sonuncusu olan
bırakılır ve hatta öldürülür. Yurt dışında bile
‘kayıp imam-Mehdi’ gelmeden gerçek manada
muhalif bir İranlının can güvenliği yoktur.
İslam’a uygun bir devlet kurulamaz. O döneme
Şah gelişmeleri okuyacak basiretten yoksundur. Ordusu, istihbaratı ve müttefiki ABD ile her muhalefeti kolayca bastırabileceğini sanmakta
General Nematullah Naseri’yi görevden alır.
kadar Müslümanlara düşen, ortaya çıkan bütün yönetimlere muhalefet yapmaktır.” Fakat Ayetullah Humeyni bu anlayışa, “İmam
ve her geçen gün daha da pervasızlaşmaktadır. Şii inancının temel unsurlarından biridir Kerbela. Hz
18
Takiyye, dinî, manevî veya dünyevî zararları önlemek
Hüseyin gayrimeşru siyasi otoriteye karşı savaşırken
için kişinin muhalifler karşısında imanını veya inancını
orada şehit olmuştur. Ve bu her Şii Müslüman’ın özlem
gizlemesi demektir. Şia inancı bunu kurumsallaştırmıştır.
duyduğu bir şeydir.
17
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
113
gelecekse de biz onu beklemeyeceğiz”
1 Nisan 1979’da halkın %98’inin oyları ile İran
diyerek yeni bir açılım kazandırır. “Velayet-i
İslam Cumhuriyeti kurulur. İran tarihinde yeni
Fakih Hükümet-i İslami” adlı eserinde şu tezi
bir dönem başlar.
işler. “Fakihler imamlar tarafından, imamlar peygamberler tarafından, peygamber Allah tarafından tayin edilir. Kayıp imamın yokluğunda
- BİTTİ -
ona vekaleten adil bir müçtehit fakih devlet başına geçer. Ve beklenen mehdi (kayıp imam) gelene kadar devleti (toplumu ve ümmeti) yönetir.”19 Humeyni kitabında hükümetin gerçekleşmesi için neler yapılması gerektiğini de ortaya
Kaynakça:
koymuştur. Önce neşriyat yolu ile fikirler
1. İhsan Eliaçık, “İslam’ın Yenilikçileri”
yayılacak, ardından uygun şartların oluşumuyla
2. Alev Erkilet “Orta Doğu’da Modernleşme ve
mukavemet (kıyam) başlatılarak İslami hükümete ulaşılacaktır. Hazırlık aşaması geçilmiş, kıyam aşamasına gelinmiştir. Artık monarşi yıkılıp İslam devleti kurulana dek durmak yoktur.
İslami Hareketler” 3. Asaf Hüseyin “İran’da Devrim ve Karşı Devrim” 4. Hamid Dabaşi “İran Ketlenmiş Halk” 5. Roy Mottahedeh “Peygamberin Hırkası, İran’da Din ve Politika, Bilgi ve Güç” 6. William L. Cleveland “Modern Orta Doğu Tarihi”
Şah’ın oyunu boşa çıkmıştır. Gösteriler devam eder. Şah bu sefer sıkıyönetim ilanı ile sonuç almayı dener. Fakat bu da sonuç vermez. Humeyni masum halka ateş açmanın Kur’an’a
7. Ali Bulaç “Hedefteki Ülke İran” 8. Mehmet Kerim “İran İslam Devrimi” 9. Ömer Turan “Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta: Orta Doğu”
ateş açmaya denk olduğuna ilişkin fetvasını yayınlar. Kadın, erkek, çocuk yaşlı katılımcıları ile halk güvenlik güçlerinin karşısına güllerle çıkar. Bir yandan fetva, bir yandan halkın yaklaşımı ve bir yandan da katliamların işe yaramadığının görülmesi güvenlik güçlerinin halkın yanında yer almasını sağlar. Şah’ın en güvendiği kalesi yıkılır. Medet umduğu ABD de gelişmeler karşısında çaresiz kalır. Sağcısı, solcusu, köylüsü kentlisi, kadını erkeği ile İran halkı imamın rehberliğinde yekvücut halinde Şah’ı mat eder. Şah ülkeyi terk etmek zorunda kalır. Bir devir kapanmıştır. Şah ve Şah’ın arkasında olan süper güçlerin İran halkına yenilmesi ile monarşi sona ermiştir (11 Şubat 1979). Herkes bundan sonra ne olacağını merak etmekte, birinin gelişini beklemektedir. Devrim sürecinde belirleyici olan İmam Humeyni, Fransa’dan gelir ve devrimin adını koyar. Bu bir İslam devrimidir. İran radyosu 11 Şubattaki anonsu ile bu gerçeği dünyaya ilan eder. “Bismillahirrahmanirrahim, artık şahlık rejimi yıkılmış, İslam devleti kurulmuştur.”
İhsan Eliaçık, İslam’ın Yenilikçileri 3, shf 212-213
19
114
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Gündem
İran’ın Yeni Entellektüelleri Ferhat Hoşrokhavar /
Social Compass, 51(2), 2004, 191–202
İslami Yorum için Çeviren:
Fatih Peyma
İran’daki entelektüeller uzun zamandır, iki farklı
giden ulemaların Şii çocukları Şia geleneğine
kaynaktan doğan bir etkinin yol ayrımındalar.
bağlı olarak “Akhund” eğitimi almışlar ve
Biri Batı düşüncesi diğeri ise Şia düşüncesidir.
İran’a dini öğretmek için geri dönmüşlerdir.
Bu iki gelenek 19. yüzyılın sonundan itibaren
19. yüzyılın ikinci yarısında İran’da, ılımlı bir
bu çelişkili etkiyi uygulamaya başlamıştır. İslam
modernizasyon gerçekleşti ve sonuç olarak, bu
devrimi, Batılı Marksist ve Üçüncü Dünyacı
ulemaların ya da aristokrat kesimin çocukları
fikirlere maruz kalan İslam düşüncesinin
yabancı ülkelere (bazıları Necef’ten daha çok
yenilenmesiyle ortaya çıkan sosyal bir hareketin
Osmanlı şehirlerine, pek çoğu ise İngiltere’ye,
sonucuydu. O zamandan beri, üç entelektüel
Fransa’ya, Belçika’ya ve daha sonra Almanya’ya)
nesil faal oldu. 1990’ların başından beri, sivil
seyahat etmeye başladılar. Entelektüellerden
bir toplum ve daha hoşgörülü bir İslam adına,
bazıları, Müslümanlardan çok İran’ın içinde ya
birinci neslin radikal İslam düşüncesinin
da dışında, yakın bir şekilde Avrupalılarla irtibat
mirasını sorgulayan farklı görüşlere sahip ikinci
halinde olan dini azınlıklardan gelmekteydi. Bu
ve üçüncü nesil entelektüeller ortaya çıktı.
nesil, İranlıların sürekli tenkit edilen görüşlerini
Bu makalenin amacı, bu üç nesil arasındaki
ve onların geri kalmışlık sebeplerini düzeltmeye
etkileşimi ve ikinci ve üçüncü nesil gazeteciler
çalıştılar. Batı, erdemin eşsiz bir örneğiydi ve
tarafından oluşturulmuş yeni bir grubu yazıya
bu da güya Batı’nın maddi alanda gelişimini
dökmektir.
izah ediyordu. Artan bir şekilde, İran’ın geri kalmışlığının sebebi olarak emperyalizm
Tarihsel Bir Perspektiften İran
görülünceye dek, en başta Batı’nın algılanışını
Entelektüelleri
kökten değiştiren şey İran entelektüellerin
20. yüzyıl boyunca İran’da entelektüel yaşam
büyük ilgisini çeken Marksizm olmuştur.
sürekli büyük zorluklara ve sıkıntılara maruz
Yeni entelektüellerin geleneksel ulemalardan
kalmıştır. Bunun iki kaynağı vardır. Birincisi
farklı bir kimlikle ilk ortaya çıkış tarihi, onlardan
Batı, ikincisi ise İslam’daki Şii anlayıştır. Eski
bazıları özgürlük, insanlara karşı sorumlu
entelektüeller istisnasız hep ulema kökenli
olan politik sistem ve otonom bir yargı fikrini
olmuşlardır. Büyük hocalardan İslam eğitimi
savundukları Anayasa Devrimi (1906-1911)
almak için İran’da (Meşhed, Kum, İsfahan) ve
sıralarıydı. Daha sonra, çoğunlukla Rıza
Irak’ta (özellikle Necef) bulunan dini merkezlere
Şah (1925-1941) ve yoğun sekülerleştirme
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
115
döneminde, yeni seküler entelektüeller
çerçevesine mahkum olacağını öngörüyordu.
toplumda hatırı sayılır, önemli kişiler haline geldi
Şah otokrasisine karşı 1970’lerde sosyal
ve geleneksel olanları gölgede bıraktı. Bu yeni
proteste hareketlerin modernleşen ve yeniden
entelektüellerin çoğu Marksist, hatta komünist
dirilen İslami ideolojinin birlikteliğiyle İslami
oldu.
devrim gerçekleşti.
20. yüzyılın ikinci yarısında entelektüellerin yeni
1990’larda, İran İslam düşüncesinde, 1970’ler
bir nesli ortaya çıktı. Onlardan bazıları ulema
ve 80’lerin devrimci ilkelerini sorgulayan yeni
geçmişi olmayan, orta sınıftan geliyordu. Ama
akımlar ortaya çıktı. O günden sonra, Sünni
çoğu, ulemaların (ünlü entelektüel Ali Şeriati
dünyada (özellikle Pakistan, Suudi Arabistan,
ünlü bir ulema ailesindendi ve yoğun bir şekilde
Mısır ve Filistin’de) radikal İslam’ın yeni
Batı hayranlığı “West Toxication” hakkında
versiyonları, El Kaide ile beraber ivme kazanarak
yazılar yazan Celal Al-i Ahmed de aynı köklere
ortaya çıkıyorken, İran’daki başlıca entelektüel
sahipti) çocuklarıydı.
eğilim dini reformizm oldu. İran’da, yeni İslami
Aynı zamanda İran her biri kendi kimliğiyle, iki farklı entelektüel gruba sahipti, bir tarafta modern dünyayla ilgili olarak yazanlar, yani derin bir şekilde Marksizm’den ve diğer solcu ideolojilerden etkilenmiş ama dine referans
fikirlerin ortaya çıkması, devrimle gelen İslam’ın egemenliğine meydan okur hale geldi. Bu da yeni bir tür dini reformizme doğru hareketi ve sosyal hayattaki dini radikalizmin sonunu işaret etmektedir.
yapmadan yazı yazanlar ve diğer tarafta ise
İslam devriminde yer almayan ama ahlaki
hem Marksizm’den hem de Pehlevi monarşisinin
kısıtlamaların, ekonomik sıkıntıların, siyasi
teknokratik ideolojisinden gelen ikili meydan
uzlaşmazlığın sonuçlarına içerleyen yeni nesil
okumaya karşılık cevap vermek amacıyla dinin
İranlılar, dini radikalizme hiç sıcak bakmıyor.
ihyası ve yenilenmesi için çalışanlar.
Marksist grupları ve mehdi inancı taşıyan Şii
1920’lerin başından itibaren İran komünist partisi (Tudeh) Pehlevi hanedanının kurucusu Rıza Şah tarafından gelen baskılardan sonra bile entelektüel hayatın düzenlenmesinde büyük bir rol oynadı. İkinci Dünya Savaşı’nda müttefik güçler tarafından Rıza Şah’ın tahttan indirilmesinden sonra parti yeniden tarih sahnesine çıktı ve 1950’lerde Musaddık döneminde ivme kazandı. Muhammed Rıza Şah tarafından 1953 askeri darbesinden sonra tekrar baskı dolu günler başladı. 1979 İslam devriminden sonra, tekrar devreye girdi. Bu defa ise, bir kez daha 1980’lerin başında
fikirleri bir arada harmanlayan İslam devrimine karşı tepki olarak, bu nesil, maneviyatçı bir toplum için özlem duymayan, emperyalizme karşı savaşım vermeyen, dini bir fikir uğrunda ölmeyi şeref addetmeyen, şehadet kavramını ağızlarına almayan ikinci ve üçüncü nesil entelektüelleri sayesinde onlara ulaşan yeni akımlara ilgi duyuyorlar. Bu yeni nesil, bireysel özgürlük, cinsel özerklik, kültürel açıklık, Batı ile barışçıl bir ilişki (reformist Başkan Hatemi buna “medeniyetler arası diyalog” adını veriyor) ihtiyacını dile getiriyorlar. Üç Çeşit Entelektüel
kurulan İslami rejim tarafından baskı altına alındı. 1979’da İslam devrimini takip eden
Devrim-sonrası İran’da, üç çeşit entelektüel
yarım yüzyıl boyunca, İran’da ana entelektüel
tipi karşımıza çıkmaktadır. Birincisini, şahlık
hayattaki İslami unsur uyuşuk, cansız göründü
rejiminin son yıllarına ve devrimin ilk dönemine
ve 1970’lerde, Ali Şeriati, Mehdi Bazergan,
kadar uzanan, radikal İslam’ın düşüncesiyle
Murtaza Mutahhari, Ayetullah Humeyni ve
nitelendirebiliriz. Bu dönemin temsilcileri:
Talegani ve diğerleri tarafından entelektüel
Şeriati ve Humeyni’nin yanı sıra Celal Al-i
hayatta İslami bir canlanma başladı. Bundan
Ahmed ve diğer entelektüeller, Marksistler,
önce, İslami teoloji ve ideoloji başarısızlığa
İslami radikaller ve Mesihçi Marksizm’i (sınıfsız
mahkum gibi görünüyordu ve İran’ın pek çok
toplum fikrine inanan), İslam’ın Şia versiyonuyla
tarihçisi onların toplumdan silinip gideceğini
(kıyameti müjdeleyen On İkinci İmam’ın gelişine
ve muhafazakar, geri kalmış insanların dar
inanan) birleştirmeye çalışanlar.
116
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Bu dönemin göze çarpan özellikleri siyasetin
yaralanan ve ölen yarım milyon civarında kayıpla
ve dinin ve bunun yanında siyasi ve sosyal
beraber, halihazırdaki İran ekonomisinin kötü
aktivizmle beraber dinin ve entelektüel
durumu, sonraki yıllarda büyünün bozulması
hedeflerin tanımlanması ve idealize edilmiş
için zemin hazırladı. Çoğu İslam devrimcileri
İslam şehri gibi bütünselci (holistik)
olan düşünürler, başlıca İslam düşünceleri ile
amaçlardan bağımsız olan herhangi bir
sivrilmeye başladılar. Bu yeni entelektüeller ya
bireysel fikre uymayı reddetme ya da kültürel
ulema ya da bunların dışında olanlardı. Ulema
olarak uyumlu, ekonomik olarak kominizmle
olmayan, en önde gelen kişi Abdülkerim
homojen toplum fikriydi. Bu düşünce akımı,
Suruş’dur. Ulemalar arasında ise Ayetullah
Ali Şeriati’nin ifadelerinde geçen “bölünmez
Muntezeri ve Ayetullah Sanei’dir.
sınıfsız toplum”un birleştirici İslami Marksist tabirinde olduğu gibi, bireyi toplumdan (bu, İslami bir toplum veya komünist bir toplum ya da her ikisi olabilir) önce saydı. Bu düşünce akımının bir diğer özelliği, onun Batı’nın radikal eleştirisini yapması ve İranlılar ve daha genel olarak Müslüman toplumlar içinde bulunan başlıca kötülüklerin sebebi olarak Batı’nın emperyalist hegemonyasını görmesidir. Bu düşünce geleneğinin üçüncü özelliği, en uç etkilere doğru yönlendirilmesi ve özellikle mutlak kahramanlığa, İslam ya da proletarya ya da her ikisi uğrunda ölmeyi yüceltme gibi kavramları yüceltmesiydi. Bu düşüncenin bir diğer özelliği modernite aynası sayesinde yeniden yorumlanan ve yeniden başvurulan bazı Şia görüşleri üzerindeki ısrarlarıydı. Merkezinde ise, şüphesiz büyük değişimlere uğrayan ve müstekbirlere karşı mustazafların kıyamı adına dönüşen şehadet fikri vardı. Bu şekilde, şehirlerdeki modern gençlik, ilerici sol ideolojileri ve yenilenmiş İslami düşünce arasındaki ortak noktayı gördü. Bu düşünce akımının en üretken örneği Şeriati’ydi. İki akıma can verdi; biri, radikal İslam temelli olan akım diğeri ise anahtar düzenlemesi Halkın Mücahitleri ile gerçekleşmiş olan solcu İslam temelli akım. (Abrahamyan, 1989) Entelektüellerin ikinci tipi Humeyni’nin büyük şahsiyeti ve takipçileri tarafından somutlaşmıştır. O, diğer edilgen büyük Ayetullahların aksine aksiyonun yeni bir mantığını önerdi ve İslami terimlerde radikal sosyal değişimi savunarak siyaseti İslamileştirmeye çalıştı. Dini esaslarda İslam hukukçuları tarafından siyasi gücün tahsisine meşruiyet veren, “velayet-i fakih”
Daha genç olan, üçüncü nesil, 30’lar ve 40’larında bu dönemde ortaya çıktı. Onlar, ulema olamayanlar kadar ulema kesiminden olanları da ihtiva ediyorlardı. Aralarında ünlü entelektüeller: Muhsin Kediver (ki bir buçuk yılını Humeyni tarafından ortaya atılan “velayet-i fakih” kavramını sorguladığı için hapishanede geçirmiştir), Muhsin Saidzade (bir yıldan fazla bir süre hapiste yatmış ve geleneksel İslami yargıyı/fıkhı ve kadınlara yapılan haksız muameleleri ve ayrımcılığı eleştirdiği için cüppe giymekten men edilmiştir), Hüseyin Yusufi Eşkevari (2001 yılında Berlin Konferansı’nda yer aldığı ve kadınlar ve erkekler arasındaki eşitsizliği, dinden dönme hakkında İslami ilkeleri ve muhafazakar dinin pek çok konusunu sorguladığı için ömür boyu hapis yatmaktadır) ve Mustafa Melekiyan (sosyal meselelerde insan aklına riayet etmek gerektiğini ve İslam inancı ve mantığını uzlaştırma fikrini savunmaktadır). Jenerasyon açısından, gördüğümüz gibi, bir diğerini etkileyen bu 3 yaş grubu var. Mesleki açıdan baktığımızda, ikinci ve üçüncü gruplara yakın yani reformist İslam’ı savunan insanlarla karşılaşıyoruz. Bu grup, arabulucu entelektüeller rolünü oynayan gazetecilerden oluşmaktadır. Reformist İslam’ın öncülerinin fikirlerini yaymaktadırlar ve onlar (gazetecilikle somut fikirleri birleştirerek) kendi ayırıcı özellikleri olan yeni bir stil entelektüalizm başlattılar. Entelektüeller bazen yaygın olarak okunan dergiler (mesela Kian Dergisi, Suruş’un, Şems’ul Vaizin’in ve diğerlerinin makalelerini yayınlamıştır) için makaleler yazarak “asil
terimini ortaya attı.
gazetecilik” içinde yer alıyorlar. Fakat
1979 İslam devriminin akabinde Irak’la olan
tarafından başlatılan entelektüalizmin yeni stili
uzun savaş (1980-1988) ve her iki tarafta
sosyolojik olarak “büyük entelektüeller”den
düşüncesini, onlardan almış olsa da gazeteciler
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
117
ayrıdır. Fakat o, kendi akımına ve yoluna
Devrim günlerine ait olan bu görüşte, din ve
sadıktır. Bu grup, döneminde, esasen ikinci ve
siyaset arasında, dini devlet ve Müslüman
üçüncü nesil entelektüellerin bir alt grubu olarak
toplum arasında bir mesafe yoktur. İyi bir
düşünülebilir.
toplum, Müslüman entelektüeller tarafından (bu, ister Şeriati isterse Humeyni olsun)
Büyük Entelektüeller
yorumlandığı ölçüde, İslam’ın tanımladığı
Bir tarafta İslami entelektüellerin birinci neslini uyandıran Şeriati, Humeyni ya da Mutahhari gibi devrimci entelektüeller diğer tarafta reformistler ve sözde “post-İslamcı (İslamcılık sonrası) entelektüeller” arasında büyük bir fikir ayrılığı vardır. Şeriati ve Humeyni arasında büyük fikir ayrılıkları olmasına rağmen bir büyük meselede bilmeden de olsa aynı fikri paylaşmışlardır. Bu da dinin ve siyasetin yakın bir şekilde birbiriyle alakalı olduğu düşüncesiydi ve onlar arasındaki ayrım, İslam ümmetinin en değerli varlığını yani adaletli bir toplumda İslam’ın adalet fikrini elinden almaya
normlara uygunluk arz edecek şekilde yönetilen bir toplumdur. Reformist entelektüeller, 1990’lardan itibaren bu temel ilkeye meydan okudular. Dinin ve siyasetin birbiriyle ayrılmaz bir bağı olduğu düşüncesi, (bazı kimseler tarafından, mitik bir şekilde Devlet tarafından fikir farklılıklarının engellenmediği Asrı Saadet ve onun iddia edildiği üzere saf toplulukla bağdaştırılan) sivil toplum fikriyle beraber son 10 yılda radikal bir şekilde karşı gelinen düşünce oldu. Abdülkerim Suruş, Müctehid Şebesteri,
çalıştığından ya ateistti ya da ideolojik olarak
Mustafa Melekiyan, Muhsin Kediver ve
yanlıydı. Şeriati’nin düşüncesinde, siyasi ve dini
Yusufi Eşkevari siyasetin ve dinin bu kimliğini
değerler arasında direkt ve yakın bağlantı iki
reddeden en önemli entelektüellerdir. Bu
büyük fikir tarafından örneklendirilmiştir. Biri
meselede, ulema ve bunların dışında olanlar
İslam toplumu (ümmet) diğeri ise Şia imamet
arasında uçurum yoktur. Gerilimin hattı, ulema
(peygamberin soyundan gelenlerin kutsal
olanlar kadar olmayanları da etkilemektedir.
liderliği) fikri olmuştur. Şeriati “üniter sınıfsız
Ulema kadar, olmayan bazı üyelerde devrime
toplum” içinde sonuçlanacak tarihin sonuna dair
ait fikirleri savunuyorlar. Oysaki her iki grubun
bir düşünceyi geliştirmek için onları kullanmıştır.
üyeleri siyasetten dini ayırmak gibi reformist
Bir insanın bunu başarabilmesi için ölümüne
bir fikri savunuyorlar. Ulema kesimden olmayan
kadar bunun uğrunda savaşması gerekmekteydi
reformistler (Suruş ve Melekiyan gibi) ve
ve bu kutsal ölüm yani şehadet, bireyin
ulema kesimden gelenler (Kediver, Eşkevari
duygularıyla yakından ilintili olan şehitliğin
ve Şebesteri gibi) hepsi aynı düşünceyi
modernleşmiş şekli içinde Şia inancına devrimsel
paylaşıyorlar: O da iktidar sahiplerinden
bir renk kattı. Bu açıdan, İslam toplumu
toplumun bağımsızlığını talep etme isteği
“İmam” tarafından birleştirilir ve onun rolü
ve İslami tartışmanın herhangi bir türünün
“müstekbirlere” karşı savaşarak sosyal adalet ve
temelinde, siyasete dinin müdahale fikrini
siyasi birliği ortaya çıkarmayı içerir.
reddedebilme.
Başka bir açıdan da olsa, toplumun bu
Suruş’un fikirleri Batı’da iyi tanınıyor. O,
bütünselci (holistik) düşüncesi, dünyanın sonuna
inananların bireysel inancını göz önüne alarak,
doğru ve kıyamet gününün başlangıcında
ne olduğu tam belli olmasa da, dini boyutu da
ortaya çıkacak olan mehdi yani On İkinci İmam
dahil edecek yeni bir sivil toplum öneriyor. Bu
tarafından müjdelendiği gibi kıyamet kopmadan
dini sivil toplum, yukarıdan onun tarafından
önce İslam ümmetinin bir araya geleceğini
onaylanmayacak herhangi bir İslami norma
düşünen, Humeyni tarafından paylaşıldı.
ihtiyaç duymayacak. Reformist Müslümanlar
Müslümanlar On İkinci İmam’ın olmadığı (kayıp)
arasında, sivil toplum düşüncesi, toplumun
zamanlarda İslami hukuk uzamanı (veli-yi
kabul etmesine ya da reddetmesine aldırmadan
fakih) olan “İslami Lider” (rehber)e güvenleri
devletin dini ilkeleri zorla empoze ettiği
sayesinde birliklerini korumalıdırlar.
“velayet-i fakih”e oranla çok daha yaygındır.
118
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Şebesteri, “velayet-i fakih”in temel alındığı
İki farklı entelektüel grup, bu ilkelere karşıdır:
İslam’ın bütüncül resmine meydan okuyan en
Bazıları dünya görüşlerinde apolitik olan,
etkili düşünürlerden biridir. Şebesteri önemli
geleneksel düşünürlerdir, ama dinden muaf
kitaplarından (Şebesteri, 2000-2001) birinde,
tutulmuş bir dünya görüşü geliştirmeyi
ikili bir krizin İslam hakkındaki resmi söylemi
reddederler. Diğerleri ise geleneksel olmayan
(İran’daki İslami rejimin ideolojisini kastediyor)
entelektüelleridir. Bunlar, Ayetullah
sarstığını iddia ediyor. Birinci kriz, İslam’ın bütün
Misbah Yezdi, Ma’rifet, Jonnati, Davari
zamanlara ilişkin bir cevap sunan siyasi ve
Ardakani (1994) ve Gulam-Ali Haddad
ekonomik bir sistemi kuşattığa duyulan inançtır.
Adil, Seyid Mecid Zahiri, Hamid Parsa
İkinci kriz, hükümetin, şeriat uygulamak
(1996; Khosrokhavar) Hüccet’ül İslam
gibi bir görevi olduğuna duyulan inançtır.
Sadık Laricani ve Ahmed Vaezi gibi az
Yazara göre, bu iki düşünce İslam devrimi ve
bilinen şahsiyetlerdir. “Neo-muhafazakar
devrimle sonuçlanan olaylarla beraber ortaya
entelektüeller” diyerek, “velayet-i fakih”e
çıktı. Aynı zamanda “yargıya dayalı İslam”
göre, siyaset hakkında İslam’ın tek bir
(İslam-i fekahati) diyebileceğimiz “dinin resmi
meşru yorumu olduğunu iddia eden bir çeşit
versiyonu” dinin siyasete hakim olması gerektiği
ideolojiyi savunanları kastediyoruz. bu yorum
inancının arttığı tarihi şartlara dayanır. Bu
“geleneksel” değildir ve “velayet-i fakih”in bir
versiyonda ilahi meşruluk üzerine kurulmuş olan
zamanlar marjinal bir eğilim olduğu Şia’nın
hükümet, halkın sorgusuz sualsiz kendilerine
baskın görüşünden farklıdır. Bu entelektüellerin
sunulan şeylerin kabulünden (meşruiyet-i ilahi/
en belirgin öğretisi, “velayet-i fakih”i gerçek
makbuliyet-i merdomi) hoşnutluk duyar. Bu
İslam’la tanımlamak ve dini siyasetten ayırmaya
düşünceler, Şebesteri’ye göre üç bölümlü bir
çalışan diğer görüşlerini kınamaktır. Örneğin
ilkeye dayanır.
Hadi Ma’rifet keskin bir şekilde, reformistler
Birinci ilke, yalnızca dini olmak zorundaymış gibi algılanan bilginin kaynağının tek olmasıdır. Bunun ardından, sıra, İslam hukukuna (fıkıh) a gelebilir. İkinci prensip, dinin ortaya çıkışının ve evriminin tarihsel olmadığı düşüncesidir. Peygamberin bütün amelleri; kültürden, tarihten ve sosyal evrimden bağımsız olarak, topluma evrensel bir norm olarak uygulanacaktır. Üçüncü ilke de bir yorumun, tek bir yorumun sadece belli bir zümreye ait olan meşruluğudur.
tarafından (özellikle Suruş tarafından ) anlaşıldığı açıdan sivil toplumu ve İslam toplumunu ayırır. İkisi kıyaslanamaz, çünkü sivil toplum insan eliyle yapılmıştır, oysaki İslam toplumu ilahi vahye dayanarak kuralları belirlenmiştir. (Ma’rifet, 1999) O, bu açıdan, İslam tarafından tanımlanan fikirlere herhangi bir muhalefeti engelleyen “velayet-i mutlaki-yi fakih” (yani dini hakimlerin mutlak hükmüne) işaret etmektedir.
Diğerlerini dışarıda bırakan resmi bir İslam
Darius Şayegan, Cevad Tabatabai, Arameş
var. Bu sadece dinin meşru yorumudur ve bu
Dustdar gibi dindar olmasalar da dini çevrede
“velayet-i fakih” içerisinde vücut bulmuştur.
etkili olan pek çok entelektüeller vardır.
Bu üç ilke savunulamaz ve bunlar insanı
Darius Şayegan, kültürel homojenliğin ve dini
çıkmaza sürükler (Motaghi). Şebesteri’ye göre
mutlakçılığın sorgulandığı bir yerde, modern
gerçek şu ki, İslam tarihteki bütün sosyal,
dünyanın büyük akımlarının hesaba katılmadığı
ekonomik ve siyasi hayata bütün cevaplara
bir din görüşünü eleştirmektedir. İslam’ın tek-
sahip değildir. Dile getirilmesi gereken diğer bir
parça bir görüşü üzerine temel alınan bütüncül
husus da şudur, aslında İslam’ın hiçbir şekilde
bir kimlik arayışı modern dünyanın evrimine
tek bir tefsiri yoktur, dini olmayan farklı bilgi
yabancıdır ve İran toplumunun izolasyonu ve
tipleri vardır. İslam ruhun keşfidir ve işin aslı,
gerilemesi anlamına gelir. Arameş Dustdar
sosyal ve tarihsel alanı insanoğlu tarafından
ve Cevad Tabatabi, her biri kendi yöntemiyle,
anlaşılmaya bırakmıştır. Başka bir değişle, din
İran kültüründe dinin derin köklerinden esefle
ve siyaset arasındaki yakın ilişki, tek kelimeyle
bahsederler. Dustdar’a göre (1980, 1997) İran
kabul edilemez bir şeydir ve dinde kutsallığın
kültürü sekülerleşme ve rasyonelleşme üzerine
giderilmesine yol açar.
kurulmuş olan modern dünyanın anlaşılmasını
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
119
yasaklayan bilinçsiz bir dini tavır üzerine kurulmuştur. Hatta İranlı entelektüeller dini olmayan bir yöntem içerisinde düşünüyorlarmış gibi göründükleri zaman bile, onların fikirlerini belirleyen en büyük etken dini düşünce olmaktadır. Tabatabai’ye göre, İran siyaset düşüncesinin gerilemesi, 9. ve 10. yüzyılın gerilerine kadar uzanmaktadır. O zamandan bu yana, onlar için, moderniteyi layıkıyla anlamak imkansız bir hal almıştır. Ona göre, sosyal bilimler ve düşünce yapısı sekülerleşmeden ve rasyonel hale getirilmeden İran’a girmiştir ve bu yüzden, sosyal bilimler, layıkıyla düşünme kabiliyeti olmadan ve eski önyargılarla beraber bilinçsiz bir şekilde ortaya çıkmaktadırlar. Her iki yazarda İran toplumuna ve düşüncesine bütünsel bir yaklaşıma sahiptirler ve onlar İran
etki yapmıştır. Arabulucu Entelektüeller Arabulucu entelektüeller büyük entelektüellerden bazı fikirler almışlardır. Fakat İran’ın halihazırdaki siyasi ve sosyal meselelere bağlılıkları, ilgileri yüzünden hatırı sayılır ölçüde bağımsızlıkla bunları alabilmişlerdir. Onlar hem erkekleri hem de kadınları ve 20’ler ve 50’ler (Mashayekhi) arasında pek çoğunu dahil ederler, onlar genelde gazetecilik alanında çalışmaktadırlar. Onların İran’da düşüncenin çeşitlenmesinde önemli katkıları olmuştur. Düzinelerce gazete, haftalık ya da aylık dergi İran’da kapatılmış olsa da, onların sayıları halen bini bulmaktadır.
toplumundaki yeni modern akımları ve düşünce
Bu gazetecilerin pek çoğu hapishanededir.
çeşitliliğini göz önüne almazlar. Bundan başka,
Bazıları geçen yıllarda aylarca hatta yıllarca
din ve düşünce arasındaki kopukluğun modern
hapis yattı. bu entelektüeller arasında, pek
dünyanın ana özelliği olduğunu kabul ederler.
çoğu İslam yorumlarına uygun olarak, radikal
Eksikliklerine ve İran entelektüel hayatının tek-
bir şekilde laik duruşu olan entelektüellerdir.
parçacı görüşüne rağmen, her ikisi de İran’da
Ekber Genci (1999) gibi bazıları siyasi alanda
geniş bir dinleyici kitlesine sahip olmuşlardır.
dinin herhangi müdahalesini reddederek,
İslam devrimi ve teokratik bir devletle
demokrasi ve İslam arasında herhangi bir
muhatap olan bir toplumun yüz yüze kaldığı
yeri reddediyor. İslam devrimi ve onun lideri
problemler yüzünden, devrim tarafından neden
Humeyni için popüler oy, vatandaşlar tarafından
olunan siyasi ve kültürel krize son verebilecek
verilmiş kararlardır ve bu başka bir kolektif
büyük çapta olan, herkesi etkileyen fikirlerin
bir oyla feshedilebilir. Genci, İslam’ın bütün
cazibesi artırmıştır. Çoğunlukla Fransızca
sosyal ve siyasi sorulara cevap veremeyeceği
yazan (ama eserleri büyük oranda Farsçaya
ve popüler oyun bütün bu meselelere karar
tercüme edilmiştir) Darius Şayegan, bu belli
vermek zorunda olduğu “devletle ilişkili din”
başlı entelektüellerin görüşlerinden bazılarını
(dini-yi devleti) ile dini devlet (devlet-i dini)
paylaşmaktadır. Fakat onun en büyük katkısı İranlıları modern dünyanın “parçalara ayrılmış kimliğini” kabul etmeye davet etmek ve ütopik ve mitolojik ideolojiler ile, hayranlığa yol açan benliğin üniter görüşünü reddetmek olmuştur. İran’ın modernitenin aracılığı olmadan, gelenekten post-modernizme doğru bir değişime maruz kaldığı için, büyük bir sıkıntı çektiğini iddia etmektedir. (Şayegan, 1989, 1991, 1992) Ona göre çözüm yolu, insanın bakış açılarının çeşitliliğini kabul etmek zorunda olduğu ve bu yüzdende kendi gibi aynı düşünmeyen ve davranmayan diğerlerine karşı toleranslı olmak zorunda olduğu çok kültürlü yeni bir dünyaya
arasında ayrım yapıyor. Dini hükümet kutsallık adına, bağımsız bir şekilde İslami ilkeleri empoze eder. Devletle ilişkisi olan din, ülkenin hükümeti ile ilgili olarak mutlak, egemen kararlarında vatandaşlarının otonomisini dikkate alır. Bu şekilde, Genci’ye göre, “velayet-i fakih” hakkında 3 farklı söylem çeşidi vardır. Monarşist söylem Şah için olduğu gibi İslami lider için de aynı hakları şart koşmaktadır. Faşist söylem dini bir hakimin liderliği altında toplumun birliğini savunur ve demokratik söylem, egemen halkın iradesini İslami hakimin emrine tercih eder. O üçüncü alternatifi savunur.
İran’ın kapılarını açmaktır. Homojen bir kültür
Said Haccariyan; İslam cumhuriyeti lideri
fikrinden vazgeçme ve açık fikirli olma çağrısı,
Humeyni tarafından dile getirilen dinin fiili (de
İran’da pek çok genç üzerinde inkar edilemez bir
facto) sekülerleşmesini belirterek, “velayet-i
120
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
fakih”in hakimiyetiyle mücadele etmenin
Reformist entelektüeller “dini hükümet”
başka bir yolunu bulur. O, sözde, İslam
(hükümet-i dini) fikrini reddederler çünkü
cumhuriyetinin yaşamasının çok hayati olduğunu
gerçek din bireyin inancına ve vicdanıyla
söylediğinde ve hiçbir dini ritüelin karşısına
sınırlandırılmalıdır. Sosyal ve siyasi düzeninin
çıkmaması gerektiğini söylediğinde herhangi
herhangi bir şekliyle uğraşmamalıdır. Onlar
bir dini norm üzerine siyasetin üstünlüğünü
İslam’ın ideoloji haline getirilmemesi gerektiğine
gösterdi. Onun vurgulamasına göre, bu
inanıyorlar, çünkü bu dinin ruhaniyetinin sonu
türden bir karar, siyasetin dinden daha önemli
anlamına gelir.
olduğunu ve bu dinin sekülelerleşmesinin kabul edildiğini anlamına gelmektedir. Bu bağlamda,
“Arabulucu entelektüellerin” en büyük
o iddia ediyor ki “velayet-i fakih”i yeniden
karakteristik özelliği onların büyük
değerlendirmek ve İran’da siyasi alanda onun
entelektüellerin fikirlerini toplumdaki günlük
üstünlüğünü reddetmek mümkündür.
sosyal ve siyasi hayatla birleştirebilmelidir. Onlardan bazıları toplumun farklı kesimleri
Hamid Pardar gibi bazı takipçiler, Suruş’un
özellikle yeni orta sınıf ve entelektüeller,
ve Şebesteri’nin tezlerini radikalleştirerek,
öğrenciler arasında köprü kurmak için çabalayan
aynı düzlemde onlar arasında bir yer bulmanın
öğrenciler ya da eski öğrencilerdir. Bazıları,
imkansızlığını ve siyaset ve dinin oransızlığını,
üniversite profesörleridir (örneğin Hüseyin
dile getiriyorlar. Pardar’a göre, İslam’ı tamamen
Beşirieh, Fayaz Zahid ve İslami değerlere
sekülerleştirmeden demokrasiyi ve İslam’ı
ve ulemaya saygısızlık ettiği iddiasıyla hüküm
uzlaştırmak imkansızdır. Düşüncenin ve fikirlerin alanı bir kimsenin özgür iradesini kullanması için bir yerdir. Din ve demokrasi arasındaki en büyük fark demokrasi için önemli olan gerçekle yüz yüze kalmanın belirsizliğidir. Oysaki din de gerçek tek anlamlı şekilde tanımlanabilir.
giymiş olan Aga-Cari gibi). Pek çoğu ya “büyük düşünürler”in yayımlamış olduğu dergilerde ya da çoğu yargı yoluyla muhafazakarlar tarafından sansüre uğramış günlük ve haftalık yayınlar üzerinde etkili olmuşlardır.
Sosyal hayatta, insanlar kendi kendilerine karar
Geleneksel entelektüeller aynı zamanda
verebilmek için farklı fikirler ve düşüncelerle
kendi medyalarına sahiptirler. Fakat onların
karşılaşmakta özgür olmak zorundadırlar. Buna
medyası reformistlerinkiler kadar etkili değil.
kendi dinini seçme ve reddetme seçimi de
Endişe-yi Hovzeh gibi pek çoğu Kum’da ya
dahildir.
da Pazuhişname Metin (İmam Humeyni ve
Bu reformist arabulucu entelektüellere karşı muhalefet, geleneksel medya için yazan ve fazla etkili olmayan bazı gelenekselci entelektüellerden gelmektedir. Bunların
İslam devrimi araştırma enstitüsünün 3 ayda bir yayımlanan dergisi) gibi geleneksel gruplar tarafından finanse edilen enstitülerde basılmaktadır.
arasında, Risalet Gazetesi’nin editörü
Reformist entelektüellerin etkisi üniversitelerde
Amir Muhibbiyan ve Laricani kardeşler
ya da özel derneklerde konferanslar yoluyla
önemli kişilerdir (khosrokhavar 2001) bu
yayılmıştır (örneğin Suruş 1 yıl öncesine kadar
entelektüellerin en büyük özelliği siyaset ve
üniversitede profesörü iken odası öğrencilerle
gazetecilik arasında dolanımlarıdır. Pek çoğu
dolup taşıyordu). Aynı zamanda modern
meclisin reformist üyeleri olmuşlardır. Pek
enformasyon araçları (CD’ler, kasetler, video-
çoğu yerel siyasetle ilgilenmektedirler (onlar
kasetler) reformistlerin mesajını yaymada
yerel kurulların üyeleridirler) onların aklında
kullanılıyor. Muhafazakarlar TV ve radyoya
gazetecilikten siyaseti ayırmanın kesin sınırları
hakim olduklarından beri, onların entelektüelleri
yoktur. Onların arasında kapatılmadan önce Nevruz Gazetesi için çalışan Hengame Şahidi, meclis üyesi ve gazeteci olan Hakikatcu,
bu medya organlarını kullanıyorlar. Fakat reformistler kadar etkili değiller.
Muşarekat Partisi’nin üyesi ve şair Fatıma
İran’da entelektüeller üzerinde etkisi olan
Rakii, Şadi Sadr ve Abbas Gulili Zade gibi
bazı dergiler Batı’da basılıyor. İran Name ve
bazı kadınlarda vardır.
Mihrigan ABD’de basılmaktadır ve oldukça etkili
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
121
örneklerdir. İran’ın içindeki entelektüeller kadar İran’dan sürgün yaşayan entelektüeller de bu dergilerde makale yazmakta ve fikir alışverişi yapmaktadırlar. Sonuç
bir şekilde İslam’ı savunanlar ve yeni İslami fikirleri/davranış şekillerini savunanlar arasında bölünmüştür. Sonrakiler genellikle sapkın olmuşlar, mezhepler kurmuşlar ve baskı görmüşlerdir. Başarılı olanlar, yeni bir geleneksel İslam versiyonu kurmuşlardır. Günümüzdeki reformist entelektüeller ve bu gelenekselci ve sapkın düşünürler arasındaki geleneksel İslam içinde ki bu dairesel etkileşim arasındaki en büyük fark reformizmin mezhep ya da sapkınlık oluşturmaması ve gelenekselci ulema arasında bile geniş bir takipçileri olmasıdır. Geçmişle ikinci büyük farklılık reformizmin geçmişten onu ayıran modern özellikleri olan geniş sosyal bir hareket olmasıdır. Sloganları özgürlük, sivil toplum, tolerans, siyasete dinin karışmamasıdır. Bu fikirlerinde geleneksel İslam’la ve geçmişteki gibi mezhepçi ve sapkın İslam anlayışlarıyla uzaktan yakından alakaları yoktur. Yeni İran reformizmi Marksizm ve üçüncü dünyacılık içindeki aşırı sol eğilimler tarafından etkilenmiş İslam’ın aktivist bir görüşü ile bir kırılmayı temsil etmektedir ve bu açıdan Allah’ın dini ve modern dünyanın demokratik eğilimleri arasında bir köprü vazifesi görmektedir.
122
www.islamiyorum.com
İslam’ın yorumlanması daima, geleneksel
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
GÜNDEM
İsmail Hadisesi ve Bir Cemaat Rantı Olarak
Kurban Zakir Aydın İbrahim’in oğlunu kurban etmek istemesi
muhteşem bir kurban verdik; geriden gelen
hadisesinin anlatımında, sebebi ilk dönem
herkesin zihninde ona ilişkin (örnek) bir hatıra
tarihçilerinin bir tür Arapçılığına dayanması
bıraktık: Selam olsun İbrahim’e! İyileri Biz, işte
muhtemel ciddi bilgi hataları vardır. İlk dönem
böyle ödüllendiririz; zira o Bizim gerçek mü’min
tarihçileri ve tefsircileri İbrahim’in kurban etmek
kullarımızdan biriydi.” (Mustafa İslamoğlu’nun
istediği oğlunun İsmail olduğunu söylemektedir.
mealinden 37/Saffat suresi 100-111 arası ayetler)
Oysa Kur’an’da bu husus net olarak ifade edilmiş değildir. Yahudi ve Hıristiyan kaynaklarda kurban edilmek istenen oğlun İsmail değil İshak olduğu söylenmektedir. Olay Kur’an’da Saffat suresinde 100. ayetten sonra anlatılmaktadır. 111. ayete kadar anlatım sürer ve buraya kadar ne İsmail’in ne de İshak’ın ismi geçmez. Şimdi bu ayetleri aktaralım:
112 ve 113. ayetlerde İshak’ın ismi geçer ve ayetler İslamoğlu’nun mealinde şu şekilde verilmektedir: “Bir de ona kendisi salih kullardan biri olan bir peygamberi, İshak’ı müjdeledik. Dahası onu ve İshak’ı mübarek kıldık: Ama o ikisinin soyundan dürüst ve erdemli olan da var, kendisine açıkça zulmeden de.”
Mealin bu şekilde verilmesi 100. ayetten itibaren “’Rabbim bana erdemli bir (evlat) bağışla!’ Bunun
söz konusu edilen evladın İsmail olduğu ve
üzerine ona uyumlu ve olgun bir oğlan çocuğu
olaydan sonra İshak’ın da bir oğul (ayrıca Nebi)
müjdeledik. Derken çocuk onun çaba tasasına
olarak müjdelendiği izlenimini vermektedir.
ortak olacak olgunluğa eriştiğinde (İbrahim) şöyle
Yani olay boyunca iki ayrı şahsın söz konusu
dedi: ‘Yavrucuğum! Kendimi rüyada seni kurban
edildiği zannedilmektedir: İsmi verilmeyen
ederken görüyorum; bir bak bakalım, sen bu
İsmail ve 112. ayette müjdelenen İshak.
işe ne dersin?’ (Oğul) ‘Babacığım!’ dedi, ‘Sana
Kurban edilmek istenen oğlun İshak değil İsmail
emredileni yap; inşallah beni sabredenlerden
olduğunun kanıtlanması için, ayet bu izlenimi
bulacaksın.’Sonunda o ikisi Allah’a teslimiyetlerinin
verecek şekilde meallendirilmiştir. Oysa ayeti
bir gereği olarak (vardıkları sonuca) uydular ve
bu şekilde anlamak beraberinde bir çelişkiyi
(babası) onu yüzüstü yatırınca, Biz kendisine
de ortaya çıkarmaktadır. Bilindiği gibi İshak’ın
‘Ey İbrahim!’ diye seslendik, ‘Artık rüyanı
olacağının müjdesi, İbrahim ve eşi Sare’ye
gerçekleştirmiş bulunuyorsun!’ Nitekim Biz, iyilik
melekler Lut kavmini helak etmeye giderken
yapanları işte böyle ödüllendiririz. Hiç şüphesiz
İbrahim’in yanına insan şeklinde misafir olarak
bu elbet apaçık bir sınavdı ve Biz ona fidye olarak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
123
gelmeleri sırasında verilmiştir. Kur’an’da pek
bir emrin söz konusu olduğunu İbrahim’in
çok ayette bu husus geçer. Bu ayetlerin hiç
rüyası üzerinden çıkartmıştır. Allah’ın ona emri
birinde Sare’nin İshak’a hamile olduğu bilgisine
ifadesini de Allah değil İshak kullanmaktadır.
ne İbrahim’in ne de Sare’nin daha önce sahip
Peygamberlerin rüyalarında vahiy aldıkları
olduklarına dair bir iz yoktur. Tam tersine buna
söylenen bir husustur. Ama her rüyanın vahiy
fazlasıyla şaşırmışlar ve yaşlı haldeyken nasıl
olması da şart değildir. Muhtemelen İbrahim
olur da çocuk sahibi olabilecekleri sorusunu
verdiği sözün tesiriyle düştüğü çıkmazdan
sormuşlardır. İkinci bir husus kurban hadisesinin
dolayı gördüğü rüyalar üzerinden oğlu İshak’a
anlatıldığı ayetlerin sonunda Allah İshak’ın
durumu açıklamaya çalışmış ve İshak da bunun
olacağı müjdesini verdiyse tekrar neden misafir
rüya yoluyla Allah’ın verdiği bir emir olduğunu
melekler hadisesinde müjde haberi vermiştir
zannetmiştir. Allah ise bunu bir emir olarak
veya olay zaman olarak tersine gerçekleştiyse
nitelendirmemekte sadece imtihan olduğunu
misafir meleklerin gelişiyle müjdelenen İshak
söylemektedir.
neden tekrar İsmail’in kurbanı hadisesinde müjdelenmiştir. Bilinen bir haber müjde olur
Olay gerçekleşip Allah vahiy yoluyla İshak’ın
mu? Bu mümkün değil.
katlini engellemiş ve sözüne sadık olduğu için
İşte çelişkiyi doğuran hususun kaynağı kurban
olan İshak’ın da bir nebi olarak seçildiği
edilmek istenen evladın İsmail olduğuna dair
müjdesini vermiştir. Yani verilen müjde İshak
yanlış bilgidir. Kurban edilmek istenen evladın
isminde ikinci bir evladın doğacağı müjdesi
İsmail değil İshak olduğu kabul edilirse bu
değil, kurban edilmek istenen İshak’ın nebi
çelişki ortadan kalkmaktadır.
olarak seçildiğine dair müjdedir. Yukarıda
İbrahim’i övmüş ve olayın en önemli kahramanı
İbrahim soylu eşi Sare’den bir erkek evlat istemektedir. Bunun için bir de aht vermiştir. Eğer böyle bir evladı olursa bunu Allah için kurban edecektir. Bu bilgi Kur’an’da geçmediği halde İsraili kaynaklarda geçmektedir. Olayın
mealini aktardığımız ayetler bu şekilde anlaşılmaya ve meallendirilmeye daha fazla müsaittir. Şimdi bu mantıkla 112 ve 113. ayetlere tekrar baktığımızda şöyle bir meal vermek uygun olmaktadır:
bütünlüğü içinde bu bilgi anlamlı olduğundan
“Ve ona (İbrahim’e) (kurban etmek istediği
bunu doğru olarak kabul etmek daha mantıklıdır.
evladı olan) İshak’ın salihlerden bir nebi olduğu
Melekler insan suretinde gelerek ona ve eşine İshak’ın müjdesini vermişlerdir. Ancak bu müjdenin geçtiği hiçbir ayette İshak’ın aynı zamanda bir nebi olacağına dair ikinci bir müjde yoktur. Bilgili, salih bir evlat olacaktır İshak, ayetler başlangıçta sadece bunu söyler. İshak büyür ve İbrahim bir türlü başta verdiği sözünü yerine getiremez. Verdiği sözle evladını kurban etmek arasında sıkışan İbrahim muhtemelen bunun sıkıntısıyla yaşamakta ve rüyalarında İshak’ı kurban ettiğini görmektedir. Sonunda bunu oğlu İshak’a söyler. Rüyasında onu kurban ederken gördüğünü ifade eder. İshak bir nebi olan babasının rüyasında kendisini kurban etme emrine muhatap olduğunu zanneder ve emredildiği şeyi babasından yapmasını ister. Burada dikkat edilmesi gereken husus hiçbir ayette doğrudan Allah’ın İbrahim’e evladını kurban etmesini emrettiğine dair bir ifadenin geçmemesidir. İshak kurban edilmeye dair
124
müjdesini verdik. Ve onu (İbrahim’i) ve İshak’ı (evlatlar bakımından) bereketli kıldık. O ikisinin zürriyetinden muhsinler olacağı gibi kendisine apaçık zulmedenler de olacaktır.”
Kur’an açık bir biçimde İsmail’in kurban edilen oğul olduğunu söylememesine rağmen ve dikkatli bir okuyuş aslında kast edilenin İshak olduğunu ortaya çıkardığı halde neden İslami kaynaklar İshak yerine İsmail’in kurban edilmek istendiğini söylemiştir sorusu önemlidir. Bunun sebebini Müslüman tarihçilerin kendilerini Arapların atası olan İsmail’e dayandırarak bundan bir şeref payesi çıkartmak istemelerine bağlamak mümkündür. Yahudi ve Hıristiyanlar İbrahim’in soylu eşi Sare’den olan İshak ve onun da evladı Yakup’tan geldiklerini söyleyerek bundan gurur duyarlar ve bir şeref payesi çıkartırlardı. Araplar ise bir cariyenin oğlu olan İsmail soyundan gelmektedirler. Bu bilgi de oldukça tartışma götürür bir husus
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olmasına rağmen şimdilik buna girmeden
için bile kurban edilemezler. Çünkü insan canı
şunu söyleyebiliriz; tefsirci ve tarihçilerin
kutsaldır. Bunu İbrahim gibi daha çocukken
kurban hadisesindeki evladın İsmail olduğunu
birçok şeyi sorgulayarak aklıyla bulmuş bir insan
söylemeleriyle elde etmek istedikleri, İsmail’i
için sorun olarak görülmemesi mümkün değildir.
daha şerefli bir konuma yükseltmek ve ehl-i kitaba karşı bundan pay çıkarma çabasıdır.
İbrahim bu hususu da sorgulamış ve tıpkı
Oysa İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmek
şekilde büyük bir imtihandan geçmiştir. Sözünü
istemesi için bir gerekçesi yoktur. Çünkü İsmail
yerine getirmek için oğlunu bıçağın altına
istenen ve beklenen oğul değildir. Sare’nin
yatırdığında Allah derhal müdahale ederek
kölesi Hacer’den olma oğuldur. Her ne kadar
insanların kurban edilmesine taraf olmadığını
Sare Hacer’i evlat sahibi olsun diye İbrahim’e
göstermiştir. İnsan insanı değil, eğer kurban
hediye etmiş olsa da bundaki amaç İbrahim’in
edecekse varlık hiyerarşisinde kendi hizmetine
soyunu devam ettirecek evlatların Hacer’den
sunulmuş diğer canlıları kurban etmelidir. Olay
üremesi değil, İbrahim’in evlat hasretiyle yanıp
böylece çözüme kavuşmuştur.
tutuşmasına bir nebze çare olmasıdır.
çocukluğunda yaşadığı deneyime benzer bir
Bu aslında İbrahim’in putlar karşısında
İbrahim’in ve soylu eşi Sare’nin beklediği ve bir
gösterdiği o büyük kalkıştan sonra, insanlık
anlamda soyunun devamını getirmesini istediği
adına ortaya koyduğu ikinci büyük devrimdir.
oğullar ise Sare’den olması beklenen oğullardır.
Bu devrimle ortaya konan büyük gerçek;
İbrahim Sare’den doğacak ilk oğul için o
insan canının kutsal olduğu, Allah’a bir kurban
dönemin geleneği olan “eğer doğarsa onu Allah
gibi sunulamayacağı ve haksız yere asla
için kurban edeceğine” dair yemini etmiş olma
cana kıyılamayacağı gerçeğidir. Bu gerçek
ihtimali ortaya çıkmaktadır. Evet, o dönemin
Muhammed’e gelen vahiyde kız çocuklarının
zihniyet yapısı ve gelenekleri bu tür yeminleri
hangi gerekçeyle diri diri gömüldüğünün
etmeye müsaitti. İbrahim ise müşriklerin putları
sorgulanması ve bir kişiyi katledenin bütün
için kurban ettikleri ilk oğullarını Allah için
insanlığı katletmiş gibi sayılacağı şeklinde ifade
kurban etmeye ant içmiş olmalı. Beklenen şey
edilmiştir.
ise soylu bir kadından doğan ilk oğlun kurban
***
edilmesinin ardından peş peşe başka oğulların doğacağına dair beklentidir. Yani yukarıdaki ayette geçtiği gibi bereketli bir zürriyettir. Müşrikler bunu Allah’a şirk koştukları putlardan beklerlerken İbrahim Allah’tan beklemektedir. Farkı budur. Allah için veya putlar için oğul kurban etme veya kurban etmek için yemin etme âdeti sürmektedir. Oysa sorgulanması gereken diğer bir husus daha vardır: İnsan bırakalım putlar için, Allah için bile olsa bir yemin uğruna bir cana kıyabilir mi? Buna hakkı var mıdır?
Gelelim başlığımızın ikinci kısmına… Günümüzde kurban asli amacından uzaklaştırılmış ama aynı ölçüde de yaygın bir ibadet biçimidir. Özellikle yaşadığımız topraklarda kurban ibadeti farz olan ibadetlere karşı değeri aşırı derecede abartılmış ve farz olmamasına rağmen farzlardan bile daha farz haline getirilmiştir. Bu tarz ilginç ibadet çeşitlerine sahibiz. Örneğin Ramazan ayında kılınan teravih namazının sünnet oluşu bile tartışmalı iken halkın çoğunluğu bunu bir farz ibadet huşuu içinde yerine getirmeye
İbrahim gibi büyük bir deha ve vicdana sahip bir peygamberin bunu sorgulamamış olması mümkün değildir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Kur’an’da Allah’ın İbrahim’e açık bir biçimde oğlunu kurban etmesini emrettiğini gösteren bir delil de yoktur. Allah bunu emretmez, çünkü haksız yere hiçbir insanın canı başka bir insana helal değildir. İnsanlar müşriklerin yaptıkları gibi bırakalım putlar için kurban edilmeyi Allah
çalışmaktadır. Hatta anlatılan hikâyelere göre camii önlerinde sigara içmek için bekleyen bazı kişiler yatsı namazı kılınıncaya kadar oyalanmakta, teravih kılınmaya başlayınca camiye girmektedirler. Ramazan boyunca oruç tutmayanlar bayram sabahı camileri doldurmaktadır. Aynı şekilde kurban ibadeti de böyledir. Namaz
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
125
ve oruç gibi farz ibadetler karşısında yeteri
zekâttan istisnadır. Geriye kala kala eşlerinin
derecede titizlik göstermeyenler iş kurbana
ziynet eşyaları kalmaktadır. Bunlar için verdikleri
gelince aşırı miktarda hassaslaşmaktadırlar.
zekâtın kurban ettikleri bir hayvanın değerini
Oysa kurban ibadetinin vacip veya sünnet
geçip geçmeyeceği ise şüphelidir. Ama iş
oluşu hususunda mezhepler arasında ihtilaflar
kurban kesmeye gelince fabrika önlerinde çok
vardır. Hac esnasında kurban kesme konusunda
sayıda hayvan kesilip işçilere dağıtılır. Villalarda
bu tartışmayı yapmanın gereği yoktur. Çünkü
kesilen kurbanlar da fakire fukaraya dağıtılır.
oldukça açık bir husustur. Ama hac dışında
Tam anlamıyla gösterişçi bir dindarlık örneği
kurban kesmenin bir vacip olduğunu iddia etmek
sergilenir.
için yeteri kadar delil bulunmamaktadır. En azından ihtilaflı olması olaydaki kesinliği ortadan kaldırmaktadır. Oysa bizim insanımız tıpkı teravih ibadetinde olduğu gibi, kurban kesmeyi en önemli ibadetlerden biri haline getirmiştir.
Olayın bir de genel ekonomiye tesirini de hesaba katmak gerekmektedir. Yaklaşık hesaplara göre Türkiye’deki toplam hayvan sayısının onda biri her yıl kurban olarak kesilmektedir. Üretim olayı
Oysa öyle değildir.
ise bunun çok altındadır. Yani kesilen hayvan
İşin içine bir de toplumsal baskı unsuru
Bu ise et fiyatlarını yükseltmektedir. Çözüm için
girmektedir. Kurban bayramlarında bir numaralı
bu yıl kurbanlık canlı hayvan ithaline izin verildi.
gündem maddesi kurban kesilip kesilmediği,
Kurban hadisesi bir yandan ailelerin ekonomik
kesilen kurbandan kaç kilo et çıktığı, kaça mal
dengelerini bozarken diğer yandan da, tek
olduğu gibi hususlardır. Herhangi bir nedenle
sebep bu olmasa da, ülke ekonomisindeki
kurban kesemeyenler bu sorular karşısında
dengelere zarar vermektedir.
miktarına göre yeni hayvanlar üretilmemektedir.
ezilmektedir. Mümkünse herkes imkânlarını zorlayarak kurban kesmeyi zorunlu saymaktadır. Bazıları da kurban kesmediği halde kesmiş gibi
Kurbanın ortaya çıkardığı bu olumsuz tabloya rağmen kimse “Kurban kesmek ne farz ne de
yapmaktadır.
vacip bir ibadet değildir, hatta kurban kesmek
Genel anlamda sınırlı gelirlerle geçimlerini
kesmemeyi tercih etmek gerekir, kesmemek
sağlamak zorunda kalan insanlar aylık
daha efdaldir.” diyememektedir. Halkı ikna
gelirlerinin büyük bir kısmını hatta tümünü
edecek şekilde bunu söyleyebilecek olanlar
kurban için ayırmakta ve darlık içinde aybaşını
meydana çıkmamaktadır. Örneğin diyanet
getirmeye çalışmaktadırlar. Bir hissenin bin TL
yaptığı duyurularla ve bayram namazı
civarında olduğu bir ülkede asgari ücret yedi-
hutbeleriyle bunu yapabilecekken yapmaz.
sekiz yüz TL’ler arasındadır. Genel anlamda
Çünkü bunu yaptığında topladığı kurban
ortalama gelirlerin asgari ücretin bir-bir buçuk
derilerinden elde ettiği gelirler büyük ölçüde
katı civarında olduğu bir yerde, bin TL vererek
azalacaktır.
aile ekonomisindeki dengeleri bozuyorsa
kurban kesmeyi bir vacip haline getirmek insanlığa reva mıdır?
Basın yoluyla bu tür açıklamalar da
Kurban aynı zamanda bir gösterişe de
gerisinde ya gıda piyasasından nemalanan
dönmektedir. Yıllık kırk da bir (!) olarak
iş adamları, ya gıda piyasasından büyük
ödedikleri zekât miktarı kurbanlık bir hayvanın
reklam gelirleri elde eden sermaye sahipleri,
değerini bulmayan pek çok zenginimiz var.
ya da kurbanı rant haline getiren cemaatler
Çünkü bunlara göre yüz milyarlar vererek
bulunmaktadır. Gıda piyasasını elinde tutan bir
aldıkları jipleri temel bir ihtiyaçtır, zekâttan
iş adamının en çok işine gelen şey her halde et
istisnadır. Satsalar yüz fakirin ihtiyacını
fiyatlarının yükselmesidir. Kurban buna yol açan
karşılayacak sayıda ev almaya yetecek
sebeplerden birisidir. Cemaat gazete ve TV’leri
değerdeki villaları ve yalıları temel ihtiyaçtır
de bunu yapmaz. Çünkü cemaatlere ait olan
zekâttan istisnadır. Milyon dolarlık yazlıkları
vakıf ve dernekler kurbanlardan büyük rantlar
temel ihtiyaçtır zekâttan istisnadır. Fabrikaları,
devşirmektedir.
yapılmamaktadır. Çünkü bu basın araçlarının
iş yerleri ve iş için kullandıkları sermayeleri de
126
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Vakıf ve dernekler şeklinde örgütlenmiş olan cemaatler mensuplarına bu gerçeği söylemezler. Oysa bu cemaatlerin liderleri konumundaki hocalar söz konusu gerçeğin çok iyi bir şekilde farkındadırlar. Buna rağmen cemaat mensuplarına “Kurban kesmek farz ve vacip değildir. Aile ekonominizi zorlayarak kurban iyi olanlar bunu yapabilir, ama herkesin bunun için kendisini zorlamasına gerek yoktur.” diyemezler. Çünkü cemaat vakıf ve derneklerinin bir numaralı rant kapısı kurbanlar yoluyla elde ettikleri gelirlerdir. Yaptıkları kurban organizasyonlarında canlı hayvan satışları, et, deri ve kelle bağışları yoluyla büyük bir rant elde ederler. Yani kurban hadisesi bir ibadet olmaktan çıkmış ve cemaatlerin rantına dönüşmüştür. Bu nedenle cemaatler kurban hadisesi hakkındaki gerçekleri halka duyurmak yerine tam tersine daha çok kurban kesilmesi veya kurban bağışları yapılması için teşviklerde bulunmakta, bunun ne kadar büyük bir sevap olduğunu ballandırarak anlatmaktadırlar. Biz onların söylemediğini burada söyleyelim: Yurdum insanları, kurban kesmek ne farzdır ne de vacip. Hele bir de kestiğiniz kurbanlar sizin aile ekonominize zarar veriyorsa vazgeçin. Kurban kesmek için kendinizi zorlamayın. Üç-dört gün tıka basa sağlıksız bir şekilde et yiyeceksiniz diye bir ay boyunca çoluk çocuğunuzu makarna yemeye mahkûm etmeyin. İnanın kıt gelirinizle kurban kesmenizden daha çok, çoluk çocuğunuzun ihtiyacını düzgün bir şekilde karşılamanız daha büyük bir ibadettir. Vesselam.
- BİTTİ -
www.islamiyorum.com
kesmek için kendinizi zorlamayın. İmkânları
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
127
BİYOGRAFİ
Mevlana Emin Ahsen İslahi (1904-1997)
Salem KiyaTni
tercüme : İslami Yorum
15 Aralık 1997 tarihinde
Kur’an (Kur’an’daki yansıtma) ile konuyu
93 yaşındayken Pakistan
geliştirdi, aydınlattı ve açıkladı.
Lahor’da vefat eden Mevlana Emin Ahsen İslâhi, özellikle ilahi kitabın içeriğindeki düzen ve ahenk kavramı çevresinde geliştirdiği temelli yaklaşımıyla Kur’an çalışmalarına yaptığı kalıcı katkıları sebebiyle uzun yıllar hatırlanacak olan değerli bir İslam alimidir. Kur’an’daki ahenk fikri tarihteki gerek yeni gerek eski farklı alimlerin yazılarında daima yer almaktaydı. Ancak özellikle modern zamanlarda, İslahi’nin hocası ünlü alim Farahi bu konuyu ilk defa gündeme getirdi ve aynı zamanda İslahi’nin ilmi çalışmalarını bu konuya odaklamasını ve sistematik olarak yazılar yazmasını sağladı. Farahi’nin en gözde öğrencisi olan Emin Ahsen İslâhi, daha sonraları müdürü olacağı, Şibli Numani ve Farahi ile özdeşleşmiş eğitim enstitüsü Islah Medresesi’nde Farahi’nin Kur’an’daki iç düzen ve ahenk kavramını öğrendi, bu konuda uzmanlaştı ve bu ekolün en önemli savunucusu oldu. Hoca ardında çoğu Arapça ve sıradan okuyucuların erişemeyeceği bir kaç münferit yazı bırakmışken, meşhur talebesi dokuz ciltlik Urduca Tafthir, Tedebbur-i
128
Mevlana İslahi Hindistan, Azamgarh’daki bir köy olan Bhamhur’da 1904’te doğdu ve temel İslami eğitimini Kur’an, Hadis, Arapça dili ve edebiyatını kapsayan program altında tamamladı. Çağdaşı pek çok bilim adamı gibi, kendisi de Hindistan’ın bağımsızlık hareketinden etkilenmiş ve bir süreliğine yerel Kongre partisinin başkanlığını yapmıştır. Hindistan’ın İngiliz emperyalizminden bağımsızlığı, diğer ulemanın nazarında gerçekten ne ifade ediyorsa, onun için de aynı şeyi ifade ediyordu. 1930’ların başında, Mevlana Mevdudi Kongre ve Müslüman konfederasyon tarafından temsil edilen ‘ulusalcı’ politikalara karşı eleştiri geliştirdi ve İslam’ı bütüncül bir hayat tarzı olarak sunmaya ve projelendirmeye adanmış İslami partinin oluşumu için çağrıda bulundu. Bu, 1941’de Cemaat-i İslami’nin oluşumunu getirdi ve İslahi kurucu üyelerden biriydi. Bazıları Cemaat’i küçük farklılıklar sebebiyle terk ettiğinde, İslahi şöyle dedi: ‘Ben İslam’ın geleceğini Mevdudi’nin sakal boyu sebebiyle riske atmayı göze alacak kadar fanatik değilim.’ İslahi Cemaat’te Mevdudi’den sonra ikinci adam pozisyonuna sahipti ve genel olarak Mevdudi’nin halefi olarak görülüyordu. Etkili bir davetçi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olarak, İslahi Cemaat’in seçim kampanyalarında
etmek, onları eğitmek ve hayatlarını ahlaki ve
aktif olarak çalıştı, fakat kalbi asla politikada
İslami olarak yeniden şekillendirmelerine yardım
değildi. En aktif günlerinde bile, asla politikadan
etmek için yaklaşmalıdır.
hoşlanmadı. 1958’de bazı politik farklar sebebiyle Cemaat’ten ayrıldı.
Onun bakış açısında, Pakistan toplumu
Seçim politikalarını İslami değişimi getirme
olabilecek en tehlikeli rahatsızlıktan muzdariptir:
amacı açısından faydasız bir pratik olarak
Riyakarlık… Bu yüzden o eğer serbest ve adil
kabul etti. Ona göre politikacılar İslam’ı tesis
seçimler yapılabilmiş olsa çoğunluğun İslam’a ve
edemezler: onların yegane amacı mümkün
İslami partilere oy vereceği görüşüne katılmaz.
olan her yolla gücü kazanmaktır. Ve bir takım insanlar İslam adını kullanıyorlarsa, bunu kendi
kırılmış ve parçalara ayrılmış bir toplumdur ve
Pakistan’ın kuruluşundan hemen sonra,
politik amaçlarına ulaşmak için yapmaktadırlar.
liderlerinin Pakistan’ı İslam devleti modeli
İslahi, politik partilerin ana yöntemlerinin kendi
İslahi şöyle yazdı: “Riyakarlık ölümcül bir
amaçlarına ulaşmak için propaganda yapmak
hastalıktır ve her yaş ve toplumda bundan
olmasına rağmen İslam davasının, tebliğ ve
muzdarip insanlar mevcuttur, fakat tarihte bunu
şehadete dayandığını yazılarında dile getirmiştir.
bütün problemlerin çözümünde anahtar olarak
Propaganda ve tebliğ kelimesi arasındaki fark sadece semantik değildir, aynı zamanda bu kelimeler ruhları itibariyle ayrı ayrı dünyaların olgularıdır. Propaganda doğru veya yanlış
yapma sözlerinden döndüğünü gördüklerinde,
kullanan ve bunu ulusal politika olarak seçen tek bir lider dahi bulmayız. Tarihte böyle yalnız bir ulus vardır ve o da kesinlikle bizim ulusumuzdur (Pakistan).”
bütün muhtemel yolları kullanarak hedefine
Kitabı “Yol Ayrımındaki Pakistan Kadını”nda
ulaşmayı, amaçlarken tebliğin amacı Allah’ın
(Pakistani Awrat do Rahay Par), bir manifesto
mesajını kendi doğru formunda tam ve bütün
niteliğinde, Pakistan liderliğinin ikiyüzlü sosyal
olarak yaymaktır. Propaganda, modern politik
politikaları nedeniyle kadınlar ve Müslüman aile
hareketler tarafından geliştirilmiş bir sanattır
kurumuna yönelik tutumlarının ortaya çıkardığı
ve en belirgin özelliği; Allah Resulü’nün
yapısal tehlikeleri açıklar. -Bu tutum belki de
buyruklarında hayatın İslam’a göre tesis
Pakistan politikalarındaki riyakarlığın en iyi
edilmesinde gerekli koşul olarak daima ön
örneğidir.- “Bizim bakış açımıza göre, sağlıklı
planda tuttuğu tüm ahlaki yükümlülüklere karşı
bir sosyal yaşam için liderlerin halklarını kararlı
duyarsız kalmasıdır.
ve azimli bir şekilde takip edip sürdürmek
Tarihte Goebbels1’in adı, propaganda yöntemlerinin dürüst ve adil olmaması açısından kötüye çıkmıştır, ama politik arenada hemen hemen herkesi onun adımlarını izlerken bulmaktayız. Birisinin politik arenaya girerken, propagandayı politik sloganlar altında, dinin
istedikleri doğru politikalara davet etmeleri gerekirken, pratikte ters bir yolu takip edip tamamıyla zıt bir yolun güzelliklerini (!) resmetmeye çalışmaları, hiçbir şeyle değil sadece zararla sonuçlanan çoğunlukla aptalca politikalardır.”
adını kullanarak veya İslam kelimesini tekrar
Sosyal analizinin ışığı altında İslahi, reform
ederek yapmasının arasında fazla bir fark
hususundaki hiç bir yüzeysel çabanın
yoktur.
mevcut Pakistan toplumunu coşkun dinamik
Bu yüzden İslahi, İslam ve İslam’ın canlanması amacıyla çalışmak isteyen kimselerin güç ve oy kazanma arzusu duymaksızın veya politik manevraya müsamaha göstermeksizin cansiperane şekilde çalışması gerektiğini ileri sürmüştür. İnsanlara sadece kendilerine hizmet
ilerlemeci İslami politikaya dönüştürmede başarılı olmayacağına hararetle inanmaktadır. Kendisinden önceki Mevdudi gibi, Kur’ani öğretimin ışığı ve kılavuzluğunda İslami entelektüel dönüşümün, değişim yapmak için ön temel şart olduğunu savundu. İslahi, Mevdudi’nin Cemaat’inin -onların
Goebbels, Hitler’in propaganda bakanıdır. (E.N.)
1
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
129
herhangi bir orijinal İslami değişim için gerekli
Onun gözetimi altında çalıştığım yedi yıl
bir koşul olarak bilginin tüm disiplinleri ve
boyunca, Mevlana İslahi’yi makul, yeterince
dallarına uzanan toplam entelektüel dönüşüm
sıcak ve sevgi dolu, çok hassas, kibar, dikkatli,
için öncü ve net uzun dönemli planının varlığına
açık yürekli buldum. Her kim onu ziyarete
rağmen- nasıl Pakistan politikasının içine
gelirse onun bölünmez ilgisinin odağı olarak
çekildiğine şahit oldu.
verilen önemi hissederdi. Kimseyi korkutmaz
Kendisi bu tehlikeden sakındı ve Cemaat’ten ayrıldıktan kısa bir süre sonra Mevdudi ve Cemaat’ini terk ettiği yerden, kendini vakfettiği son entelektüel yolculuğuna azimli bir şekilde başladı. Zamanının ve enerjisinin tamamını öğrenci grupları üzerinde çalışmaya, onları
ve kendisini önemsiz hissettirmezdi. Edebiyat, şiir, sosyal bilimler ve insan psikolojisi bilgisi üzerindeki kavrayışı ve bilgisi, karşılaşılan veya hatta görünüşte anlamsız görülen bir soruyu bile olaydan çok sonra bile tadı damakta kalacak büyük bir öğrenme tecrübesine dönüştürürdü.
eğitmeye ve İslami konularda gelecekte
1925 yılında, İslahi hayatının yönünü
yapılacak çalışmalara referans çalışma olarak
değiştiren ünlü Kur’an alimi Hamiduddin
esas kabul ettiği Kur’an tefsiri olan kendi
Farahi’nin eğitimine girdi. Sonraki beş yıl
başyapıtı Tedebbur-i Kur’an’ı tamamlamaya
boyunca, Kur’an’daki iç düzen hususundaki
odakladı.
temayı hocasından öğrendi ve tekniğinde,
16-17 yılını geçirdikten sonra Cemaat’ten ayrılmak acı dolu bir tecrübeydi. Fakat kendisinin başlangıçta Cemaat’e girmesine neden olan İslami ideallerine bağlılığı çok
Kur’an anlama metodolojisinde ve Farahi’den öğrendiği Kur’an’daki benzersiz uyum ve ahenk meselesinde ustalaştı ve içinde saklı bulunan bilgelikte ustalaştı.
güçlüydü. Şimdi hayatındaki en önemli görev
Kur’an’daki ve onun surelerindeki düzenliliğin
olarak kabul ettiği şeyler üzerine odaklanarak
varlığı yeni bir şey değildi. Gelenek bu görüşü,
kendi konumunu ve yeteneklerini ve toplumun
her Ramazan Cebrail tarafından ziyaret edilen ve
ihtiyaçlarını yeniden değerlendirmek için yeni
kendisine tüm Kur’an okunan Resulullah’a kadar
bir fırsata kavuşmuştu: Dünya çapında gerçek
geri götürmektedir. Benzer şekilde, herhangi
İslami canlanma için yol hazırlamak amacıyla
bir ayet geldiğinde, Resulullah ashabına onu
Kur’an’ın mesajını tutarlı bir şekilde açıklamak
nereye yerleştireceklerini gösteriyordu. Böylece,
ve aydınlatmak… Kendi ülkesinde ve Batı dahil
Kur’an’ın iyice düzenlenmiş ve belirli bir iç
ülke dışındaki eğitimli sınıfların, yaklaşım ve
düzene sahip kitap olduğu fikri açıkça biliniyor
düşünceleri konusunda dikkat ve ilgisini çekme
ve kabul ediliyordu.
hususundaki son yıllardaki başarısı, çıkış noktasının yanlış olmadığını göstermektedir.
Bununla birlikte, her dönem için bunu açıklamak
Bu yazar 1963 yılında İslahi’nin Lahor’daki
Ve hem Farahi hem de İslahi erken dönem
çalışma halkasına katıldığında, kendisi (İslahi)
insanlarının kendi anlayışlarına göre Kur’an’da
işe ne kadar zaman ayırdığına önem vermez bir
içkin bu en önemli gerçek hikmet ve mesaj
telaşın içinde ve kendi büyük hocasından taşıdığı
olan bu yönüne yeterince dikkat etmediklerine
entelektüel emanet sonsuza kadar kaybolmasın
inanmaktadırlar. Kendileri bunu fark ettiklerinde,
diye endişeli bir haldeydi. Sıklıkla derdi ki:
Farahi ve İslahi kendi hayatlarını Kur’an’ın
“Dikkatle dinle, düşünmek ve kafa yormak için
mucizeleri üzerinde çalışmaya ve bunları
çok vaktin olacak.”
açıklamaya adadılar.
Mevlana İslahi Kur’an çalışmasını tümüyle
Hamiduddin Farahi bu belirgin özellikle ilk
kaleme aldı. Öğrencileri itinalı çabalarından
olarak Aligarh Muslim University’deki öğrencilik
yararlandılar. Tavsiyesi: “Zihin gözünüzde baştan
günlerinde ilgilenmeye başladı. Bu konuda
aşağı başlangıçtan sona bütün görkemiyle net
Arapça yazı yazdı ve bu ilkelerin ışığı altında
bir şekilde görebilene kadar bir sûre üzerinde
bazı kısa surelerin tefsirini de yazdı. Bunların
tekrar tekrar çalışın.”
bazıları daha sonra İslahi tarafından Urducaya
130
ve aydınlatmak çetin ve zorlu bir görevdir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tercüme edilmiş ve “Farahi’nin Tefsir Mecmuası”
ve Kitapta iç delil olarak muhafaza edilmektedir.
adıyla yayınlanmışlardı.
Ve Kur’an kendi manasını gerek farklı formlar,
Bununla birlikte Farahi’nin yazıları İslam
gerekse bağlam üzerinden açıklar ve aydınlatır:
alimlerine yönelikti ve genel okuyucuların
“Elif, Lam, Ra Bu, her işinde hikmet bulunan
çoğunun anlayamayacağı ilmi dil ile yazıldı.
ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından
Metodolojik ilkeleri temelinde tüm Kur’an’ın
ayetleri pekiştirilmiş, sonra da detaylı bir şekilde
tefsirini yazarak büyük hocasının yarım kalan
açıklanmış bir kitaptır.” (Hud, 11/1)
işini tamamlayan İslahi’ydi. Urduca tefsiri Tedebbur-i-Kur’an’a 1958 yılında başladı ve 1980’de tamamladı. 23 yıllık çalışması altı bin küsur sayfayı bulmuştur. Tefsirinde, İslahi tüm takdirlerin Farahi’ye gideceğini ve kitabının tamamen hocasından öğrendikleri temeline dayandığını söyleyerek tefsir için hocasına tekrar tekrar övgüler düzer. Bununla birlikte İslahi’nin kendine miras kalana çok büyük katkılarının olduğu da büyük bir gerçektir. Farahi bazı basit fikirler ve ilkeler vermiş fakat felsefesini somut terimlerle
Hepsinden önce, bu metodoloji Kur’an’ın iç düzeni etrafından döner ve tüm tefsirin ana fikri bunu (yani Kur’an’daki iç düzen fikrini E.N) açıklamaktır. İslahi’nin Kur’an’ın uyumu kavramına göre, bütün sureler hayatta her şeyin çiftler halinde olması gibi çiftler halinde bulunur. Her sure iyi örülmüş bir birimdir, kesin bir ana temaya, bir girişe, onun mesaj ve argümanlarını açıklamaya dönük yönlendirmeye ve uygun sonsöze sahiptir. Sure içinde uyum olması ve ayetlerinin iç
açıklama fırsatına sahip olamamıştır.
bağlantılarının olması ve birbirleriyle belirgin
İslahi’nin büyük başarısının altında hem ilimi
da belirgin bir uyum vardır. İslahi Kur’an’daki
hem de eğitimli okuyucular için kolay erişimli
surelerin yedi belirgin grubuna işaret eder. Yedi
dili ve formu yatmaktadır. Bu işin karmaşıklığını
grubun her birinin kendine ait konusu o konuya
hesaba katarsak bu küçük bir başarı değildir.
uygun çok etkili açıklamaları ile birlikte sahip
Hocasına yaptığı sık referanslar sadece büyük
oldukları ayrı ayrı tatları (üslupları E.N) vardır.
sevgisini ve ona karşı duyduğu büyük saygıyı göstermez, fakat onun içten samimiyetini ve
ilişkiler taşımaları gibi Kur’an’ın sureleri arasında
İslahi Kur’an’ın yedi belirgin gruptan oluşması
alçak gönüllülüğünü gösterir.
savının Kur’an’ın net bir delili üzerine
İslahi’nin tefsiri, çalışmaları içinde, Kur’an
(Hicr 15:87) bu yedi belirgin Kur’ani grubun
üzerine kendisi ve hocasının bir yüzyıla
varlığını ispatlamak için delil olarak sunar. Ona
yayılan düşünce ve çalışmalarını kapsar. Farahi
göre, bu ayet ‘tekrar edilen yediyi verdik’ derken
Aligarh’tan başlayıp ölümüne kadar süren 30-35
ayetlerin sık sık tekrar edilmesinden (veya
yıl boyunca eleştirel çalışmasına devam etmiştir.
genel olarak anlaşıldığı üzere Fatiha Suresinden)
Benzer şekilde, İslahi bize Kur’an’ın son 55 yıl
ziyade bu yedi sure grubundan bahseder. Bu
boyunca kendisinin düşünce ve çalışmasının
nedenle Kur’an çalışması metodolojisinin en
merkezinde yer aldığını ifade etmektedir. Bu
önemli elemanı olarak İslahi ustalıklı çalışması
nedenle, kitap her ikisi tarafından yapılan yüz
boyunca Kur’an’daki uyumun aydınlatılmasına
yıllık zorlu bir çalışmayı kapsar.
çok önem verir. Her sureye özel konusunun
İslahi’nin metodolojisi Kur’an’a doğrudan
temellendiğini ifade eder. Meşhur Kur’an ayetini
açıklanmasıyla ve bağlamının analiziyle başlar.
yaklaşıma dayanmaktadır. Hem Farahi hem
İslahi tefsirinde kendisi tarafından
de İslahi Kur’an’ın kendisine odaklanarak
detaylandırılan ilkelerin bilimsel, rasyonel ve
Kur’an mesajını açıklamaya çalışmaktadır.
kendisi olmaksızın Kur’an’ın gerçek mesajı
Onlar Kur’an’ı kendi dili bağlamında anlamanın
ve güzelliğinin anlaşılamadığı veya takdir
önemine vurgu yapmaktadır. Arapça deyimler
edilemediği ortak algı temelinde olduğuna
(klasik Arapça dili) vahyedildiği zamanki
inanmaktadır. Dokuzuncu cildin önsözünde,
kullanımdaki ve anlaşılmasındaki gibi mevcuttur
kendisinin bu tefsiri bir kitap yazma arzusuyla
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
131
değil fakat bütünüyle ve sadece görev çağrısına
- BİTTİ -
cevap olarak yazdığını söylemiştir. “Kur’an bizim elimizde olduğu halde, onun doğru bilgisi mevcut değildir. Kur’an daha ziyade sevap kazanma veya diğerleri için niyazlar yoluna indirgenmiştir; ticari bir objeye dönüşmüştür. bilgisine karşı en duyarsız olanlar ve ondan en uzak olanlardır... Fakat bu Ümmet yaşayan bir toplum olarak yaşayacak ve mevcut olacaksa yalnız birlik ihtiyacı için tekrar etme yeterli olmayacak veya Kur’an’ın adının tekrarı herhangi bir işe yaramayacaktır. Bunun yerine, bu amaca ulaşmak için en önemli şey Kur’an’ın doğru anlayışı ve bilgisinin açıklamak ve yaymaktır. Doğru bilgiye sahip kimseler doğru bir şekilde hareket edecek ve sadece onların çabasıyla bu Ümmet bütün hastalıkları için çare bulacaktır.” Bu satırların yazarı dahil Kur’an üzerine çalışmada kendi metodolojisini düzenli olarak takip eden kimselerin varlığının ışığında, çekinmeden İslahi’nin Kur’an’ın ahengi ve içkin düzeninin açıklanmasıyla bitip tükenmez hazinelerini açmada temel bir anahtar verdiği tereddütsüz söylenebilir. İslahi bunu yaparak bize Allah’ın kitabı üzerinde çalışmak ve onu anlamamız ve bilgeliğini açıklamak ve özümsememiz için kurallar ve ilkeler takımı sundu. İslahi üretken bir yazardı; 16’dan fazla başlıkta eserler verdi. 1951 yılında Pencap’daki Kadiyanilik karşıtı hareket sırasında, Mevlana Mevdudi ve Mian Tufail Muhammed ile birlikte Mevlana İslahi, Rawalpindi ve Multan hapishanelerinde hapsedildi. 1956’da Pakistan hükümeti İslami Kanun Komisyonunu düzenlediğinde, Mevlana İslahi saygın bir İslam Hukuku uzmanı olarak, komisyon General Ayub Han’ın sıkıyönetim rejimi tarafından 1958’de lağvedilene kadar burada üye olarak hizmet verdi.
www.islamiyorum.com
Onun hakkında en gürültülü konuşanlar onun
Mevlana Emin Ahsen İslâhi iki oğlu ve iki kızı vardır. Yine ardında asil misyonunu taşımak için belirlenmiş adanmış öğrencilerden oluşan bir grup da bırakmıştır.
132
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Kitap Değerlendirmesi
Din-Devlet İlişkisi İle İlgili Türkçedeki Bazı Kitapların Bibliyografyası Zakir Aydın İslami Yorum dergisinde son üç sayının ana
İslamofobi, modernizm, laiklik, sekülarizm, ulus
konusu din-devlet ilişkisinin değişik boyutlardan
devlet, siyasal İslam, İslamcılık bazında tartışan
tartışılmasıyla ilgiliydi. Bu konuya daha fazla
çok sayıda kitap vardır. Biz burada konuyu
ilgi gösterenlere yardımcı olmak amacıyla
din-devlet ilişkisinin problemleri noktasına
ulaşabildiğimiz Türkçe bazı kitapların listesini
yoğunlaştırabilmek için, bu tip kitaplardan
birkaç alt başlık altında hazırlamaya çalıştık.
önemli bulduğumuz birkaçının dışındakilere yer
İslam siyaset anlayışının ve siyasi aklının
vermedik.
oluşum dönemini anlatan eserleri “Oluşum” başlığı altında sıraladık. Güncel tartışmalardaki önemini yitirmeyen “hilafet” kavramını değişik boyutlarıyla ele alan kitapları da “Oluşum” başlığının bir alt başlığı olan“Halife ve Hilafet Kavramı” altında listeledik. İslam Siyaset Düşünce tarihini ele alan kitapları “İslam Siyaset Düşünce Tarihindeki Önemli Dönüm Noktaları” başlığı altında topladık. “Klasikler” alt başlığı ile İslam tarihinde yazılmış, kendi dönemindeki siyaset-devlet algısını yansıtan önemli siyaset kitaplarından bazılarını Türkçeye kazandırılan isimleriyle not düştük. “Bugüne
1-OLUŞUM ▪▪ İslam Öncesi Mekke, Dr.Yaşar Çelikkol, Ankara Okulu Y. 2003 ▪▪ İslam Öncesi Arap Tarihi, M. Şemsettin Günaltay, Ankara Okulu Y. 2006 ▪▪ Hz. Muhammed’in Mekke’si, W. Montgomery Watt, Bilgi Vakfı Y., 1988 ▪▪ İslam’da Siyasal Düşüncenin Oluşumu, Montgomery Watt, Birey Y. 2001
Ait Tartışmalar” başlığı altında ise son yüz yılda konu çerçevesinde yazılan bazı önemli kitapların Türkçede mevcut olanlarının isimlerini verdik. Bu başlığın iki alt başlığı ise “Kavramlar” ve “İslam Devlet Yapısı” oldu. Elimizde konuyla ilgili muhtelif dergilerde yazılmış makaleler de bulunmaktadır. Bunların isimlerine, epeyce bir yekûn oluşturdukları için aşağıdaki listelerde yer vermedik. Din-devlet ilişkisini demokrasi,
▪▪ İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, W. Montgomery Watt, Umran Y. 1981 ▪▪ İslamiyet’in İlk Devrinde Dini-Siyasi Muhalefet Partileri, Julius Wellhausen, TTK Y. 1996 ▪▪ Arap-İslam Siyasal Aklı, Muhammed Abid el-Cabiri, Kitabevi, 2001
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
133
▪▪ İslam’da Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi, Muhammed Ebu Zehra, Hisar Y. 1983. Ebu Zehra’nın kitabı hem siyasetin şekillenmesi, hem de mezheplerin ve fırkaların ortaya çıkışı hakkında bilgi sahibi
▪▪ Emeviler Döneminde Kıyamlar, Ahmet Ağırakça, Şafak Y. 1994 ▪▪ Abbasilere Yönelik Dini ve Siyasi İsyanlar, Cem Zorlu, Ankara Okulu Y. 2001
olmak için önemli ve başlangıç için yeterli bir kaynaktır. Burada kitabın birinci cildinin ismini verdik ama konu hakkında mezhepler ve fırkalar açısından daha geniş bilgi sahibi olmak isteyenler Ebu Zehra’nın temel eserinin ikinci cildi olan “İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi” kitabını ve aşağıda vereceğimiz üç temel eseri okumalıdırlar: ▪▪ Milel ve Nihal, Şehristani, Litera Yayıncılık, 2008 ▪▪ İlk Dönem İslam Mezhepleri, Ebû’l-Hasen el-Eş’ari, Kabalcı, 2005 ▪▪ Mezhepler Arasındaki Farklar, Abdülkadir el-Bağdadi, TDV Y. 2007 ▪▪ Sahabe Arasındaki Siyasi İhtilaflar, Şankıti, Çıra, 2005
▪▪ Halifelik Tarihine Giriş, Mehmet Azimli, Öykü Y. 2005 ▪▪ Siyasetin Kurucusu Olarak Hadis –Sünni Hadis Literatüründe Hilafet Problemi-, İlyas Canikli, Medrese Y. 2006 ▪▪ Hilafet ve Saltanat, Mevdudi, Hilal Y. 1990 ▪▪ Hilafet-En Büyük Önderlik, Reşit Rıza, Mana Y. 2010 ▪▪ 20. yy da İslam Dünyasında Hilafet Tartışmaları, Ramazan Yıldırım, Anka Y. 2004 ▪▪ Hilafet Risaleleri 1–5 c. Hazırlayan: İsmail Kara, Klasik Y. 2002
▪▪ Ehl-i Sünnet ve Şia’da Siyasi Düşüncenin Temelleri, Muhammed Mescid-i Camii, İnsan Y. 1995 ▪▪ Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, Ahmet Akbulut, Birleşik Y. 1992 ▪▪ İslam Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi, Adnan Demircan, Beyan 1996 ▪▪ Siyasetin Kurucusu Olarak Hadis, İlyas Canikli, Medrese Y. 2006 ▪▪ İlk Dönem İslam Tarihi-Bir Önsöz-, A.Aziz Duri, Endülüs Y. 1991 ▪▪ İslam’ın İlk Döneminde Bey’at ve Seçim Sistemi, Mehmet Ali Kapar, Beyan Y. 1998 ▪▪ Hilafet ve Saltanat, Mevdudi, Hilal Y. 1990 ▪▪ Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebi Süfyan, İrfan Aycan, Fecr Y. 1990 ▪▪ Halifeliğin Emevilere Geçişi ve Verasete Dönüşmesi, M. Ali Kapar
134
HALİFE VE HİLAFET KAVRAMI
▪▪ Hilafetin İlgasının Arka Planı, Mustafa Sabri Efendi, İnsan Y. 2009 ▪▪ Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1–3 c. İsmail Kara
2-İSLAM SİYASET DÜŞÜNCE TARİHİNDEKİ ÖNEMLİ DÖNÜM NOKTALARI ▪▪ Siyasal İslam Düşüncesi Tarihi, Antony Black, Dost Y. 2010 ▪▪ İslam’da Siyasi Düşünce Tarihi, Ziyauddin Rayyıs, Nehir Y. 1990 ▪▪ İslam’da Siyasi Düşünce ve İdare, Harun Han Şirvani, İrfan Y. 1965 ▪▪ Orta Çağ’da İslam Siyaset Düşüncesi, Erwin I.J. Rosenthal, İz Y. 1996 ▪▪ Adalet Devleti, İhsan Eliaçık, Bakış Y. 2003 ▪▪ Arap-İslam Siyasal Aklı, Muhammed Abid el-Cabiri, Kitabevi, 2001
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
KLASİKLER
▪▪ İslam-Siyaset İlişkileri, Süleyman
▪▪ Siyaset, İbn-i Teymiyye, Dergah Y. 1985 ▪▪ Adl’e Boyun Eğmek, İbni Cemaa, Klasik Y. 2010
Uludağ, Dergah Y. 2009 ▪▪ Siyaset Fıkhı, Şankıti, Mana Y. 2009 ▪▪ Siyasi Sünnet, Şankıti, Mana Y. 2009
▪▪ El-Ahkamu’s Sultaniyye-İslam’da Hilafet ve Devlet Hukuku, Maverdi, Bedir Y. 1976
▪▪ İslam’da Siyaset Düşüncesi, Derleme, İnsan Y. 1995 ▪▪ Din, Devlet ve Demokrasi, Ali Bulaç,
▪▪ Yöneticilere Tavsiyeler, İmam Gazali, İlke, 2008
Zaman Kitap, 2001 ▪▪ Yürek Devleti, Mustafa İslamoğlu, Düşün
▪▪ El-Medinetü’l Fazıla, Farabi, MEB Y. 1990 ▪▪ Mukaddime 1-2 c. İbni Haldun, Dergah Y. 2009
Y. 2006 ▪▪ Din Devlet İlişkileri Sempozyumu Bildiriler, Beyan Y. 1996
3-BUGÜNE AİT TARTIŞMALAR ▪▪ Laiklik ve Dini Fanatizm Arasında İslam Devleti, Muhammed Ammara, Endülüs Y. 1991 ▪▪ Adalet Devleti, İhsan Eliaçık, Bakış Y. 2003 ▪▪ Arap-İslam Siyasal Aklı, Muhammed Abid el-Cabiri, Kitabevi, 2001 ▪▪ Demokratik Hilafete Doğru, Ahmet elKatip, Mana Y. 2010
▪▪ Meşruiyet Ekseninde Din ve Devlet, Ejder Okumuş, Pınar Y. 2003 ▪▪ Siyasal İslam’a Doğru, Fehmi Şinnavi, Şura, 1998 ▪▪ Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, Mümtazer Tüköne, 1999 ▪▪ İslam ve Laisizm, Nakıb el-Attas, Pınar, 2002 ▪▪ İslam, Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi, Nakıb el-Attas, İnsan Y. 1995
▪▪ Şia’da Siyasal Düşüncenin Gelişimi, Ahmet el-Katip, Kitabiyat, 2005 ▪▪ Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma, Muhammed Abid elCabiri, Kitabiyat Y. 2005 ▪▪ Arap Siyasi Düşüncesinin Seyri, Hamid İnayet, Yöneliş Y. 1991 ▪▪ Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, Hamid İnayet, Yöneliş Y. 1988 ▪▪ İslam’da İktidarın Temelleri, Ali Abdurrazık, Birleşik Y. 1995 ▪▪ Nasıl Bir Devlet, Abdulvahhab el-Efendi, İlke Y. 2009 ▪▪ Çağdaş Arap Dünyasında İslami Yönetim Tartışmaları, Fehmi Ced’an, Yöneliş, 1989
KAVRAMLAR ▪▪ Kur’an’da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. 1998 ▪▪ İslam Düşüncesinde Muhalefet, Nevin Abdülhalık Mustafa, Ayışığı K. 2001 ▪▪ İlk Devir İslam Düşüncesinde Egemenlik, A. Bülent Ünal, İzmir İlahiyat Vakfı Y. 2006 ▪▪ İslam’da Otorite, Hamid Dabaşi, İnsan Y. 1995
İSLAM DEVLET YAPISI ▪▪ İslam’da Hükümet, Mevdudi, Hilal Y. ▪▪ İslam’da Devlet Nizamı, Mevdudi, 1967
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
135
▪▪ İslam’da Devlet İdaresi, Muhammed Hamidullah, Nur Y. 1965 ▪▪ İlk İslam Devleti, Muhammed Hamidullah, Beyan Y. 2007 ▪▪ İslam’da Yönetim Biçimi, Muhammed
▪▪ İslam Devlet Yapısı, Beşir Eryarsoy, Düşünce Y. 1978 ▪▪ İslam ve Yürürlükteki Kanunlar, Abdülkadir Udeh, Cumhur Y. ▪▪ İslam ve Siyasi Durumumuz, Abdülkadir Udeh, Pınar Y. ▪▪ İslam Ceza Hukuku ve Beşeri Hukuk 1-4 cilt, Abdülkadir Udeh, İhya Y. 1979 ▪▪ İslam Hukukunda Fert ve Devlet, Abdülkerim Zeydan, Düşünce, 1978 ▪▪ İslam Hukukunda Devlet Yapısı, Hüseyin Hatemi, Hareket Y.
136
www.islamiyorum.com
Esed, Yöneliş, 1995
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Kitap Değerlendirmesi
Tedebbur-i Kur’an’a Giriş
Sahzad Salem tercüme : İslami Yorum
Tedebbur-i Kur’an Amin Ahsan İslahi (ö:1997) tarafından yazılmış muazzam bir Kur’an tefsiridir. Altı bin sayfalık dokuz cildi kapsar, bu ustalıklı çalışma yirmi iki yıllık bir sürede tamamlanmıştır. Kendisi daha az eşsiz olmayan bir kişi tarafından yazılan eşsiz bir yorumdur. “Gölgeniz sizi terk etse de hakikate riayet edin”, onun yaşam boyu parolasıydı ve bu yorumu dikkatli bir şekilde
nazmın başlıca özelliği şu şekilde özetlenebilir: 1. Kur’an’ın sureleri yedi ayrı gruba bölünmektedir. Her grup belirli bir temaya sahiptir. Her grup bir veya daha fazla Mekki sure ile başlar ve bir veya daha fazla Medeni sure ile biter. Her grupta, Mekki sureler daima Medeni surelerden önce gelir. Her gruptaki Mekki sureler ile Medeni sureler arasındaki ilişki ağacın kökleri ve dalları gibidir. 2. Her grupta, Peygamber Muhammed’in görevinin farklı aşamaları betimlenmektedir. 3. Çiftin her üyesinin farklı yollarla diğerini
okuma şansına sahip olan herkes İslahi’nin
tamamlayacak şekilde her grubun iki suresi
bütün gücüyle bu vecizeye hayat vermeye
bir çift oluşturur. Bununla birlikte Fatiha
çalıştığına şahitlik edecektir. Kur’an ayetlerinin
suresi bu örneğe istisna teşkil eder. O
anlam ve niyetinin aslını öğrenmek için
kendisiyle başlayan ilk grup yanında bütün
derinlemesine araştırmaya çalıştı ve bazı ayetleri
Kur’an’a giriştir. Özel amaçlara sahip bazı
anlamada yerindeliği sağlayamadığı yerlerde
surelerde vardır ve bu çift sureli şemada
bunu açık bir şekilde itiraf etti.
özel bir belirli bir yola karşılık gelirler.
İslahi’nin kılavuzu harikulade Kur’an alimi
4. Her bir sure özel ifadelere ve surenin
Hamiduddin Farahi (ö: 1930) Kur’an’a yapısal
içeriğinin etrafından döndüğü merkezi bir
ve tematik nazmın (ahenk; anlamlı düzenleme)
temaya sahiptir. Her bir surede tematik
hakim görüşünü ortaya çıkardı, gerçekten doğru
değişimlerin belirli alt bölümleri vardır ve
olan yorumu tesis eden İslahi’ydi.
her alt bölüm daha küçük değişimleri işaret
Bu yorumda İslahi tarafından genişletilen
edecek şekilde paragraflandırılmaktadır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
137
Aşağıda kısaca yedi Kur’an grubunun açıklaması yer almaktadır: Grup I {Fatiha Suresi (1) - Maide Suresi (5)} Merkezi Tema, İslam Kanunu. Grup II {En’am Suresi (6) - Tevbe Suresi (9)} yalanlamalarının sonuçları. Grup III {Yunus Suresi (10) - Nur Suresi (24)} Merkezi Tema, Peygamber Muhammed’in Arabistan’a hakimiyetinin sevinçli haberi. Grup IV {Furkan Suresi (25) - Ahzab Suresi (33)} Merkezi Tema, Muhammed’in peygamberliğini ve ona inanmanın gereğini doğrulayan deliller. Grup V {Sebe Suresi (34) - Hucurat Suresi (49)} Merkezi Tema, Tevhid inancını ve bu inanca inanmanın gereğini doğrulayan deliller. Grup VI {Kaf Suresi (50) - Tahrim Suresi (66)} Merkezi Tema, Ahiret inancını kanıtlayan ve bu inanca inanmanın gereklerinin neler olduğuna dair argümanlar. Grup VII {Mülk Suresi (67) - Nas Suresi (114)} Merkezi Tema, Resulullah’ı inkar ederlerse burada ve buradan sonraki kaderleri hususunda Kureyş’e ihtar (izhar). Bu sadece İslahi tarafından Tedebbur-i Kur’an’da sunulduğu şekliyle Kur’an’daki tematik ve yapısal ahenge kısa bir giriştir. Kur’an’ı anlamak isteyen herkes tarafından bu başyapıtın incelenmeye ihtiyacı vardır. Böylece o kişi ileriye doğru dev bir atılım fikrine sahip olabilir. Onun Kur’an tefsiri alanı hakkında getirdiği dev atılım ile yeni yorumlara fikir verebilir.
138
www.islamiyorum.com
Merkezi Tema, Mekkeli Müşriklerin Resulullah’ı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Kitap Değerlendirmesi
İslahi’nin Ana Çalışmalarına Kısa Giriş Abdurrauf tercüme : İslami Yorum
1. Mabadi Tedebbur-i Kur’an (Kur’an’ı
düşüncelerinden etkilendiler ve kendi kültürel
Anlama İlkeleri)
miraslarını çağdaş ve baskın Batılı düşünceler
Kur’an sıradan bir kitap değildir; İslam toplumunda önemli bir role sahiptir. Entelektüeller için skolastik danışma merkezi oldu. Bu kitabı anlamanın ilkelerini ortaya koymak için pek çok çaba gösterilmiştir.
ışığında değerlendirmeye başladılar. Seyyid Ahmed Han bu okulun temsilcisidir. Kur’an’ı bilimin modern keşifleri ışığında yorumladı. Bunların en büyük çabası Kur’an’ın görüşünü bilimsel teorilerle düzenlemektir.
Kur’an’ın yorumuyla ilgili fikir farkı vardır.
İslahi’nin ana araştırma alanı Kur’an’dır.
Arkadaşlarından ve ilk dönem müfessirlerinden
Bu nedenle tefsir bilimindeki bu eğilimlerin
bazıları Kur’an’ın Resulullah’ın (sav) sözleri
hepsinden haberdardı. Basılan ilk kitabı olan
ışığında anlaşılması gerektiğini iddia etmişlerdir.
bu kitapta mevcut okulların eksikliklerine işaret
Bu okulun temsilcisi İbn Kesir tüm bu
etmiş ve hocası Farahi’nin ilkelerini desteklemiş
gelenekleri toparladı ve tefsiri “Cam’i Beyan”ı
ve bu basiretli çabalarıyla onu doğrulamıştır.
yazdı. İkinci okul Yunan felsefesiyle temasın
Gerçekte, kendisi herhangi bir yazılı belgeyi
sonucu olarak varlık buldu ve Arap düşüncesini
anlaması için insanın ihtiyacı olan doğal ilkeleri
etkiledi. Bu insanlar kendileri belirli fikir ve
savunmaktadır.
inançların etkisi altındayken kendi tefsirlerini yazdılar. Bunların çalışmaları Yunan etkisi başta olmak üzere dış etkileri yansıtır. Zemahşeri’nin (hicri 467-538) ve Razi’nin (hicri 544-606)
2. Haqiqat-i Shirk-u Tawhid (Şirk ve Tevhidin Esası)
Tefsir-i Kebir’i bu okulun iki örneğidir. Takip eden
Din tüm insanlık tarihi boyunca insan düşüncesi
yıllarda, günümüzde de baskın olan üçüncü bir
ve pratiğinin en önemli odaklarından biri
yol ortaya çıktı. Bu konformistler grubuydu.
olmaya devam etmiştir. Bilim ve teknolojideki
Bunlar kitabı birinci okulun açıklamaları ışığında
ilerlemeden sonra dinin hayatiyetini
açıklar ve herhangi bir sapmaya izin vermezler.
kaybettiği iddia edilmiştir. Fakat hemen
Dördüncü okul Batı çağının şafağından ve
sonra dinlerin bazılarının dinamizmleri
onların İslam dünyasına yayılmalarından sonra
sebebiyle silinememesiyle iddia sahipleri
ortaya çıktı. Sömürgeleştirilen insanlar Batı
kendi yanılgılarıyla yüzleştiler. Din fenomenini
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
139
açıklamak için modern zamanda farklı teoriler
çabalarlar. Bu İslami gruplar tarafından bu
iletildi. Bu açıklamalar dinin kaynağı teorisi
amaçla uyarlanmış metodolojinin önemli bir
temeline dayanmaktadır. Yaygın kabul gören
bölümü Hindular ve Hristiyanlar gibi diğer dini
görüş evrimcilerin görüşüdür. Bu teoriye
misyonerlerden etkilenmişlerdir. Bu etkilerden
göre, rasyonel insanın gelişine kadar din iki
biri İslam’ı dünyaya toplumsal bir din olarak
unsurdan kaynaklanmıştır; Korku hissi ve
resmetmedir. İslahi yaklaşımlarında iki ciddi
Korku kaynaklarına Tapınma hissi. Dini alim
eksikliği gördü: ilk olarak, kavramsal düzeyde
olarak İslahi kitabında bu teoriyi değerlendirir
ve ikincisi pratik çabalarda. Ona göre hem
ve reddeder ve kendi din teorisini ortaya koyar.
felsefe hem de metodoloji yanlıştır. Bundan
Kitap çok tanrıcılık ve tek tanrıcılık kavramını
dolayı, İslam’ı yayma çabaları verimsizdir ve
çağdaş perspektif yanında tarihi bağlamda
nedeni İslam’ın ilerlemesi olmasına rağmen
tartışır.
gerçekte İslam’a zarar vermektedir. Kitabında, mevcut metotları eleştirdikten sonra İslahi
3. Haqiqat-i Namaz (Namazın Esası)
İslam’ın kendi yayılma ve Müslüman yandaşların toplumda değişiklik yapma metodolojisini ortaya
Bütün dünyadaki İslam toplumunun günde
koyar. Kitap bütün İslam tarihindeki bu başlık
beş kere namaz kılması gerekir. Bu ibadetin
üzerine ilk ve en önde gelen çalışmadır ve bu
ardındaki felsefe nedir ve namaz kıldıktan
konuda bir klasiktir. Farklı Müslüman idealist
sonra insan davranışları nasıl olmalıdır? Bu
gruplar kendi çalışanları için metin kitabı olarak
kitapta, İslahi sorunu ifade eder ve günümüz
bunu uyarladılar. Arapça tercüme de yapıldı ve
koşullarında namazın gerçek esasını açıklar.
Kuveyt’te yayınlandı.
Tarihte dini toplumların yükselişi ve düşüşündeki bu tür ibadetlerin oynadığı rolü ayrıntısıyla tartışır.
6. İslami Mu’asharay mayn Awrat ka Muqam (İslam Toplumunda Kadınların Durumu)
4. Haqiqat-i Taqwa (Takvanın Esası)
Pakistan’ın kurulması sonrası, yeni devlet
Takva insanın aracılığıyla manevi hayatın
devasa sorunlarla yüzleşiyordu. En önemlisi
doruğuna ulaşabileceği bir yoldur. Fakat Takva
din ve devlet ilişkisi konusundaki sorundu.
kavramı insanlar arasında muğlaktır. İnsanların
Bazı liderler özellikle hazine kliğindekiler
çoğu takva sahibi olmak için birtakım özel
İslam’ın Pakistan’ın yaratılmasının altında
pratikler ortaya koyarlar. Ve amaç dindar
yatan sebep olduğunu vurguluyor, fakat İslam
birinin takipçisi olarak kendisini bağlamadan
ve İslam’ın geleneklerinin temeli karşısındaki
erişilemezdir. Kişi Takvaya uymak isterse,
ilgili temaları yorumladılar. Liderlerin bazıları
bütün dünyevi varlığını terk etmeli ve inzivaya
ve kadın aktivistler özellikle de APWA kadın
çekilmeli ve meşru işleri bile bırakmalıdır.
halkı üzerindeki bütün geleneksel bağların
İslahi Kur’an ve Sünnetin öğretileriyle uyumlu
reddi çağrısı yapıyorlardı ve Pakistan’daki
olmadığı için bu kavramı kabul etmez. Kitapta
erkek ve kadınlar arasındaki eşitsizliğin
kendi bakış açısını aydınlatmıştır.
kaldırılmasını talep ettiler. Bu aktivistler tarafından ortaya atılan iddialar İslam tarihinden
5. Da’wat-i Din awr us ka Tariqa-i Kar (İslam Çağrısı ve Öğüdünün Biçimi)
bazı örnekler taşımaktadır. Diğer taraftan, kadınların toplumdaki her türlü rolüne karşı çıkan insanlarda vardı. Kadının toplumdaki
İslam ve Hristiyanlık dünyanın çok yayılan
rolü hususunda İslam’ı bakışı netleştirme
iki önemli dindir. Modern zamanlarda, belirli
hususunda yoğun bir baskı vardı. İslahi sorunun
Müslüman bağnaz gruplar kendi dinlerini
yoğunluğunu hissetti. Ona bu konuda hapiste
yaymada farklı metotlar geliştirmişlerdi.
kitap yazma fırsatı veren 1948 hapsine kadar bu
Bir taraftan kendi dinine yeni başlayanları
konuyla ilgilenemedi. Kitap ilk olarak Pakistani
kaydetmek için çalışırken diğer taraftan
Awrat Du Rahy Par (Yol Ayrımında Pakistan
İslam toplumunun yeniden yapılanması için
Kadını) adıyla yayınlandı. Hapiste, özellikle
140
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Pakistan’daki modernistlerin görüşünü bilme
Thanvi aylık Tercuman-ul Kur’an’da da
ve anlamada önemli bir kaynak olarak İngilizce
yayınlanan iki mektup yazdı. Thanvi geleneksel
gazeteleri okuyabildi. İslahi, erek ve kadın
alimlerin bakış açısını özellikle de Alıcılar da
arasındaki bariyerin her türlüsünü kaldırmak
Zekatın sahibi olmaksızın Zekat görevi yerine
için baskı yapan hükümet yetkililerininkiler dahil
getirilmeyeceği (Müslümanlar üzerinde bir çeşit
konuşmaların, beyanlarının vs. içeriklerini analiz
İslami vergi) Hanefi Okulunun bakış açısını
etti. İslahi ikiliği destekleyen devletin politik
yineledi. Bundan dolayı, hükümet veya zekat
liderlerini eleştirdi ve sonuçları hakkında onları
toplayan yardım kuruluşları tarafından yapılan
uyardı. İslahi bu modernistlerin tüm iddialarını
bütün yardım çalışmaları yasa dışı oldu. Bu
ortadan kaldırdı.
alimlerin savunması modern zamanlardaki İslam için çok önemli imalara sahipti. Gerçekte,
7. İslami Riyasat (İslami Devlet)
bu tartışma Arap dilinde 22 farklı anlamda kullanılabilen Arapça Lam edatının yanlış
1920’lerin sonlarında, İslahi J.K. dahil Farahi’nin
yorumlanmasından kaynaklanıyordu. İslahi
bazı politik bilim kitapları üzerinde düşündü.
kurulu görüşü kabul etmedi ve kelimenin Arap
Bluntshli’nin Devlet Teorisi. İslahi, İslami
dili ve edebiyatındaki kullanımı ışığında kendi
devletin ilkelerini kendi içeriğinde taşıyan
fikrini ortaya koydu. Onun görüşü ilk olarak
uluslararası itibara sahip hiç bir kitap olmadığını
aylık Tercuman-ul Kur’an’da Ağustos ve Eylül
tespit etti. Ve herhangi bir referans varsa, bu
1955’te ortaya kondu ve sonra kitapçık olarak
sadece papalık bağlamı gibi görülen teokrasi
yayınlandı. Kitap sadece İslami ekonomik
olarak İslami ilkeleri resmetmekteydi. İslahi
düşüncenin yeniden yorumlanmasına yeni bir
bunu kabahat olarak kabul etti.
bakış sağlamadı fakat İslahi’nin İmam Ebu Hanife ve İmam Şafi gibi klasik alimlerle olan
Bluntshli’nin kılavuzluğunda bir kitap yazmayı
anlaşmazlığını da resmetti.
planladı ve kitap için materyal toplamaya başladı. Planı uyarınca, devlet kavramından uluslararası ilişkilere kadar tüm temel ilkeleri içeren on iki bölüme sahip olacaktı1. Bir başka büyük proje olan Tedebbur-i Kur’an ile uğraşması sebebiyle bunu tamamlayamadı. Bununla birlikte, konu üzerinde aylık Tercumanul Kur’an’a farklı makaleler yazabildi. İslahi bu makaleleri gözden geçirme ve onlara kitap şekli vermeye zaman bulamadı. Bu makaleler sonradan kitap olarak yayınlandı. Mevcut kitap bir İslami Devletin temelleri, vatandaşlarının hakları ve görevleri, uyum koşulları ve yetkili sorumlulukları gibi farklı başlıkları tartışan beş bölümü kapsamaktadır. İslahi’nin kitap devlet ve toplum ile ilgili düşüncelerini öğrenmede yardımcıdır.
9. İslami Riyasat mayn Fiqhi ikhtilafat ka Hal (Hukuki Farklar ve İslam Devletinde Bunların Nasıl Çözüleceği) Hukuki farklılaşmalar Hicri birinci yüzyılda başladı. Fakat uygun sınırlar içinde kaldılar. Daha sonra bu farklar tehlikeli bir biçim aldı ve kalıcı belirgin hukuki okulların şekli olarak farz edildi. Bu farklılaşmalar Hindistan Alt kıtasının insanları için özel bir ilgiye sahiptirler. Hukuki farklar boyunca, bu toplum Dewbandi, Barelwi, konformist ve non-konformist gibi daha fazla farklı tutucu gruplara bölündü. Bu hukuki farkların çözümü bulunmaksızın İslami Kanunun güçlendirilmesi için gösterilen her tür çaba beyhude olacaktı. Bu farkların çözümünün
8. Masla-i-Tamlik Awr Zakat kay Muta‘liq Baz Dosray Masa’il
en baskın ve kırılgan sorununa bu kitapta İslahi tarafından odaklanılmıştır. İslahi’nin ayrıcalıklı yoğunluğu tolerans ve liberal ve pragmatik
1950’lerin ortalarında, birisi Pakistan’ın dini
yaklaşım ve objektifliğin ruhu, Kur’an ve
alimlerine farklı soruları soran bir anket
Sünnet üzerinedir. Ona göre bu, din temelinde,
yayınladı. Cevap olarak Mevlana Zafar Ahmad
evrensel ve belirli insan grubuyla sınırlı olmayan mesaj üzerine toplumun daha fazla ayrışmasını
Oğluna mektup, Abu Salih Islahi from Multan Jail, tarih
1
8 Aralık 1949. (Tadabbur-i Makatib-i Islahi Number), cilt
engeller, bunlarla çatışır ve bunları dizginler.
61, Temmuz 1998. p.38.Türkiye.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
141
İslahi bu kitabın konusu hususunda Şah
inceleme ve eleştiri içerirken dört tanesi alimleri
Veliyullah’ın çalışmasından ilham aldığını beyan
eleştiren sert cevaplardır. 1954’teki Pencap
etti.
toplantısında bunlardan biri olan Begum Salma
2
Tasaduq Hussain taslağı tanıttı. 10. Tazkiyah-i Nafs (Ruhun Arınması)3 1945’te konuşmasında ruhun arınmasının asil bir hedef oluğunu ve bu nedenle mistikler
13. A’ili Commission ki Report par Tabsirah (Aile Kanunu Komisyon Raporu Eleştirisi)
gibi ilahi kanunu umursamayanların yerine
1950’lerde, Pakistan Başbakanı Muhammed Ali
getiremeyeceğini iddia etti. Bu kitapta ruhun
Bogra bir eşi varken ikinci eş olarak bir Arap
arınmasının gerçek kavramı olarak düşündüğü
bayanı aldı. APWA başta olmak üzere kadın
şeyi sundu. İlkin makale olarak şekillenen
hakları birlikleri itiraz ettiler ve bu harekete
ve daha sonra kitabının ilk bölümü olarak
karşı protestoda bulundular. Olay Pakistan’daki
yayınlanan farklı gerekçelerle 1950’lerin
mevcut aile kanunlarını incelemek için
başında bu konuda konferanslar verdi. I. ciltte,
Pakistan hükümeti tarafından bir komisyonun
entelektüel temel üzerinde mistisizmin kurulu
kurulmasıyla doruğa ulaştı. Komisyon kadının
okulunu eleştirdi ve mistikler tabirinin Kur’an
toplumdaki durumuna zarar veriyorsa mevcut
ve Sünnete aykırı olduğu sonucuna vardı.
kanunlarda uygun değişiklikler yapmak için
İnzivadaki bireyin arınması doğru değildir. Amacı
kurulmuştu. Komisyon bir din alimi ve üç bayan
toplumdaki bir bireyi ifade etmek olmalıdır.
üye dahil yedi üyeden oluşuyordu. Komisyon
Kitabın II. Kısmı bu bireyler için bir tasarı ortaya
raporunu sadece din aliminin muhalefet şerhiyle
koyar. Bireyin Tanrı, kendisi, ailesi, toplumu
1956’da sundu. Rapor önemliydi, çünkü eğer
ve devleti ile olan ilişkisi. İslahi’nin kitabı
hükümet tarafından uygulanırsa Pakistan
bütün dini düşüncesinin esası olarak kendisini
Toplumunun yapısını temelden etkileyecekti.
kategorikleştirmesi nedeniyle önemlidir.
İkinci olarak, Batı’dan çok fazla etkilenen belirli bir düşünce okulunun görüşünü ortaya
11. Tawdhihat (Genel açıklayıcı denemeler koleksiyonu)
koyuyordu. İslahi durumun gidişatının farkına vardı ve farklı gazetelerde pek çok makale yazdı. Bunlardan bazıları İngilizceye de tercüme
Bu bazıları Al-İslah’da ortaya koyulan İslahi’nin
edildi. Bu makaleler daha sonra derlendi ve bir
makale koleksiyonudur. Kitap, Kur’an Hadis ve
kitapta yayınlandı.
içtihat ile ilgili farklı konuları içerir. Makalelerin bazıları İslahi’nin Camaat-i İslami’de olduğu döneme aittir.
İslahi bu kitapta yapısı ve anayasal durumu temelinde komisyonun eleştirdi. Sonra içtihatla (İslami Kanunun yorumlanması) ilgili olarak komisyonun görüşünü yorumladı ve onu İslami
12. Tanqidat (Eleştirel Denemeler
içtihat tarihi bağlamında yenilik olarak etiketledi.
Koleksiyonu)
Komisyonun tavsiyeleri Kur’an ve Sünnet
İslahi Cemaat-i İslami’de on yedi yıl kaldı. Geleneksel alimler Cemaat’in ve kişisel olarak da Mevdudi’nin görüş ve uygulamalarına ciddi bir şekilde karşı çıktılar. İslahi bu alimlerin
ve Pakistan toplumunun mevcut durumu ve menfaati ışığında değerlendirildi. Kitap toplumda kadınlara karşı yapılan ayrımcılığı ortadan kaldırmak için bazı alternatif teklifler sundu.
eleştirilerini Tercuman-ul Kur’an’da ortaya koyduğu farklı gerekçelerle cevapladı. Bu kitap söz konusu makalelerin koleksiyonudur, bunların sonuncuları Şeriat Kanunu taslağı hususundaki Mawlana Amin Ahsan Islahi, Mubadi Tadabbur-i Hadith
2
(Lahore: Faran Foundation, 1994), p.151 Kitabın II. bölümü 1989’da tamamlanıp 1992’de
3
yayınlanmışken I. bölümü 1957’de yayınlandı.
142
14. Mushahadat-i-Haram (Hac Hatırası) İslahi Cemaat’ten Ocak 1958’de ayrıldı. Cemaat’in insanlarıyla olan tüm bağları sonlandı. Ümitsiz bir durumdaydı ve en azından bir süreliğine yalnız kalmak istiyordu. Hac yapmak için Mekke’ye gitmeye karar verdi. 1958
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Mayısında, eşi ve arkadaşı Hakim Muhammed
sorunlarına kadar değişen farklı konularda
Eşref ile birlikte Mekke’ye gitmek için ayrıldı.
Mithaq gazetesinde kapsamlı yazılar yazdı.
Kutsal yerleri ziyaret etme hatırasının, farklı
Din ile ilgili eğitimli insanların zihinlerindeki
temsilcilerle toplantılarını, Suudi Arabistan
yanlış anlamayı ortadan kaldırmaya çalıştı. Yine
hükümetinin politikalarının analizini toparladı.
özellikle politikanın etki alanındaki yeniden
Bu hatıralar il olarak Al-Minbar ve Mithaq
yapılanma için çaba gösterenlerin hilelerini
dergisinde 1958’de yayınlandı. Bu makaleler
ortaya koydu. Bu cevapların bazıları Khalid
Bay Maqbul ur Rahim Mufti tarafından derlendi
Mansur tarafından düzenlendi ve bu kitapta
ve 2000’de yayınlandı. Bu kitap sadece röportaj
yayınlandı.
değildi fakat Hac, Arabistan Yarımadası’nın değişen durumu, bunun insanlar ve toplum üzerindeki etkisi hakkında başka bilgiler de veriyordu. Bu kitap dünyanın farklı bölgelerinden
17. İslami Qanuwn ki Tadwin (İslami Kanunun Kodlandırılması)
gelen özellikle İhvan-ı Müslimin ve Cemaat-i
Pakistan’ın kuruluşundan sonra, İlahi Kanunun
İslami gibi İslami hareketlerin farklı liderleri ve
tanıtımı Pakistan yönetimindeki en önemli konu
çalışanlarıyla yaptığı toplantıları da kaydeder.
olmuştur. Popüler talebi kabul etmedeki direnç
Kitap boyunca aşırı duyarlı ve insanlık hisleriyle
yöneten elitin bir kısmının samimiyetsizliği
dolu sıradan bir insan gibi konuşur. Kitabın
olarak gerçekten kabul edilmez. İslahi Pakistan
bir bölümü hükümet tarafından yapılan hac
kanunlarının İslamizasyonu yolunda kesin
tesislerinin geliştirilmesi hususundaki kesin teklif
gerçek zorunluluklar olduğunu hissetti. İslahi
ile birlikte Suudi Arabistan hükümetinin olumlu
konu hakkında farklı hukuk kolejlerinde ve
noktalarını tartıştı.
üniversitelerde pek çok konferans verdi. Bu konferanslar daha sonra derlendi ve İngilizceye
15. Maqalat-i Islahi (İslahi’nin Makaleleri
de çevrildi. Bu kitapta, İslahi İslami kanunların
Koleksiyonu)
doğası ve kaynakları hususunda entelijansiyanın
Aralarındaki farklılıklar bir çözüme kavuşamadığı
Elbette, İslami kanunların kodlandırılmasına
için İslahi Mevdudi’yle yollarını 1958’de ayırdı.
ihtiyaç vardır. Uyarlandığında metotlarının İlahi
Sonraki dönem, bakış açılarını kendi ayrı
Kanunun uygulamasını kolaylaştıracağını ileri
gazeteleriyle açıklayan iki alimin de görüşlerinin
sürdü. En önemli ve tartışmalı konu olan içtihat
değiştiğini gösterdi. Mevdudi toplumdaki her
sorununa büyük bir bölüm ayrıldı (örn. kitaptaki
tür değişiklik için asıl vurguyu devlet kurumları
toplam 119 sayfanın 43 sayfası).
zihnindeki yanlış anlamaları yok etmeye çalıştı.
üzerine yaptı. Amaçlarına ulaşmak için doğru yola üzerine yerleştirmede Cemaat-i İslami’nin amirine daha fazla güç tahsisinde hiç bir beis görmedi. İslahi bu görüşü kabul etmedi ve
18. Tedebbur-i Kur’an (Kur’an Üzerindeki Yansımalar)
bu nedenle Mevdudi’yi eleştirdi. İslahi’nin
Belirli bir süre için, pek çok alim tarafından
bütün bu makaleleri organize edildi ve farklı
Kur’an’da ahenk olmadığına inanıldı. Kur’an’ın
başlıklara kategorizasyonu sonrası Khalid Masud
bir biriyle mantıki bağlantıya sahip olmayan
tarafından derlendi. Cemaat’in başkanlığından
farklı ayetlerin topluluğu olduğu iddia edildi. 19.
Mevdudi’nin istifası temelinde kitap İslahi’nin
ve 20. yüzyılda, Batılı alimler bu teoriyi ortaya
Mevdudi’ye yazdığı mektupları da içermektedir.
attılar ve bazıları Kur’an’ın düzenlenmiş olması
Bu konu 1957’de Machi Goth krizine dönüştü.
gereken temelin kronolojik sıra olduğunu ileri
Makalelerin o döneme ait olmalarına rağmen,
sürdü. Diğer taraftan, Kur’an İslam toplumunda
günümüzde bile önemli tarihi ve teorik değere
en çok önem verilen yere sahiptir. Bütün dini
sahiptirler.
öğretileri ve istekleri Kur’an’dan türettiler. Oryantalistler Kur’an’ın bir kitabın özelliklerine
16. Tefhim-i Din (İslam’ı Anlama)
bile sahip olmadığını iddia etmektedirler. Nasıl bütün kitapların en iyisi olduğu iddia edilebilirdi.
İslahi Kur’an’ın dışında dini konulardan günün
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
143
Tedebbur-i Kur’an Batılı Kur’an uzmanlarının
görüşlerini tartışır ve sonra her konudaki
meydan okuyuşlarına güçlü bir şekilde cevap
Kur’ani kavramları açıklar. Khalid Masud ve
verdi. İslahi 20. yüzyıllın başında yazmış olan
Mehbub Subhani bu konferansları Tedebbur’da
hocası İmam Farahi’den türettiği ilkeler üzerine
yayınlanan makalelere dönüştürmüşlerdir.
başyapıtını yazdı. İslahi bu projedeki çalışmasına
Bu makaleler derlendi ve bir kitap şeklinde
kariyerinin başında başladı ve 1980’de
yayınlandı. Bazı konferansların İngilizce
tamamladı. Çalışma Kur’an’ın gelişigüzel bir
tercümesi Said Ahmed tarafından yapıldı ve
kitap olmadığını fakat onda yapısal ve tematik
aylık gazete Renaissance’da yayınlandı.
ahenk olduğunu onaylar. Kur’an’ın mevcut düzenlemesi çok makul ve rasyoneldir. Bu çalışmadan sonra, Kur’an’ın düzenlenmesine itiraz eden kişiler için çok küçük bir alan kalmıştır. İslami literatürü modern zamanlardaki herhangi diğer Kur’an tefsiri çalışmasından çok daha fazla etkiler. İslami tema hususunda çalışan veya Kur’an’ın yorumu ve izahını üstlenen gelecekteki hiç bir alim İslahi’nin bu muazzam tefsir çalışmasını göz ardı edemez.
İslahi’nin çalışmaları hocasının kitabını Arapçadan Urducaya tercümesini de içerir örn. Aqsam ul Qur’an (Kur’an’ın Yeminleri), Majmu`a-i Tafasir-i-Farahi (Farahi’nin Seçilen Sure tefsirleri) ve Al Ray al-Sahih fi Man Huwa Dhabih? (Adem Kimi Kurban Etti?) İslahi’nin kitaplarından bazıları İngilizceye tercüme edilmiştir. Bay Salim Kiyani İslahi’nin Londra’daki bir öğrencisi olarak Tedebbur-i Kur’an’ın ilk cildinin tercümesini tamamladı4
19. Mabadi Tedebbur-i Hadis (Hadisi
Bay Shehzad Saleem aylık Renaissance’da
Anlamanın ilkeleri)
yayınlanan Tedebbur-i Kur’an’daki bazı seçilen
Kur’an’ın yanında, Hadis ilahi rehberliğin en önemli kaynağıdır. Kur’an yorumunun tamamlanması sonrası, İslahi Hadis disiplini üzerine yoğunlaştı. Kur’an’ı anlamanın ilkelerinin
kısa sureleri İngilizceye tercüme etti. İslahi Tedebbur-i Kur’an’ın Abdulhamid Bırışık tarafından Türkçeye tercüme edilmesine müsaade etti.5
çerçevelediği gibi Hadis literatürünü anlamanın ilkelerinin çerçevesini de çizdi. İslahi bu konuda bağlılarına ve öğrencilerine konferanslar verdi. Bu konferanslar Majid Khawar tarafından kitaba
- BİTTİ -
dönüştürüldü ve yayınlandı. Bu kitap kendi doğası içinde eşsizdir ve Müslümanlar arasında çok hassas bir konu olan Hadis anlamaya dönük olarak yeni muhakeme noktalarına işaret etmektedir.
20. Falsafay kay Bunyadi Masa’il Qur’an Hakim ki Rawshni mayn (Kur’an’ın ışığında Temel Felsefi konular) Tanrının, insan ve kainatın varlığı, iyi ve kötü kavramı, özgürlük ve determinizm, ödül ve ceza ve hayat için ilahi rehberlik ihtiyacı, temel dini ve felsefi konulardır. Felsefe her fikrin kararlaştırılabileceği temel olarak insan varlığındaki üstün varlık olarak aklı kabul eder. Bundan başka, insan aklı için vahiy gibi dış rehberliğe ihtiyacı olmadığını da söyler. İslahi yukarıda zikredilen konular hakkındaki konferanslar vermiştir. İlk olarak felsefecilerin
144
Yayın aşamasında Interview with Khalid Masud,
4
01.08.2002, Lahore. Abdul Hamid Braishiq, Tadabbur, (Khususi Nambar),
5
April 1998. p. 92
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
www.islamiyorum.com