4 islamiyorum 2010 kış bir toplumsal değişim yöntemi olarak devrim

Page 1

Kış 2010

int e r n e t d e rg i s i - ü ç ay lık e-d e r g i

EDİTÖRDEN

Bu Sayıda / Editör

DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEVRİM

İktidara Gelme Yöntemi Olarak DEVRİM / Yusuf İMAMOĞLU

İslam ve DEVRİM / Nuri YILMAZ

DEVRİMCİ DURUŞ - “Tevhidi Duruş, İslami Duruş...” / Nuri YILMAZ

İslam Siyaset Düşüncesinde İlk Devrimci Ekol: HARİCİLER / Hamdi TAYFUR

İslam ve Devrim Prensibi / Nevin Abdulhalık Mustafa

Seyyid Kutub’a Göre İslami Mücadele / Derleyen: Nureddin YILDIZ

Devrimci Siyasal İslam Düşüncesinin Bugün Karşı Karşıya Bulunduğu Sorunlar / Antony Black

ARAŞTIRMA - İNCELEME

Kur’an’ın Işığında Akletmeye Engel Hususlar/ Hamdi TAYFUR

SÖYLEŞİ

Amerika Savaşla Değil Fikirlerle Fethedilebilir / Cevdet Said

www.islamiyorum.com

GÜNDEM

Bir Devrimin Ardından / Metin Yılmaz

İran’ın Yeni Entellektüelleri / Ferhat Hoşrokhavar

İsmail Hadisesi ve Bir Cemaat Rantı Olarak Kurban / Zakir AYDIN

BİYOGRAFİ

Emin Ahsen Islahi’nin Hayatı ve Düşünceleri / Salem Kiyani

KİTAP DEĞERLENDİRME

4

Din-Devlet İlişkisi İle İlgili Türkçedeki Bazı Kitapların Bibliyografyası / Zakir AYDIN

Tedebburi Kur’an’a Giriş / Sazed Salem

İslahi’nin Ana Çalışmalarına Kısa Giriş / Abdurrauf


İçindekiler EDİTÖRDEN

Bu Sayıda / Editör................................................................................................................. 4

ANA KONU: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak DEVRİM

İktidara Gelme Yöntemi Olarak DEVRİM / Yusuf İMAMOĞLU................................................. 6

İslam ve DEVRİM / Nuri YILMAZ......................................................................................... 25

DEVRİMCİ DURUŞ - “Tevhidi Duruş, İslami Duruş...” / Nuri YILMAZ................................... 35

İslam Siyaset Düşüncesinde İlk Devrimci Ekol: HARİCİLER / Hamdi TAYFUR..................... 46

İslam ve Devrim Prensibi / Nevin Abdulhalık Mustafa....................................................... 55

Seyyid Kutub’a Göre İslami Mücadele / Derleyen: Nureddin YILDIZ..................................... 61

Devrimci Siyasal İslam Düşüncesinin Bugün Karşı Karşıya

Bulunduğu Sorunlar / Antony Black.................................................................................. 70

ARAŞTIRMA - İNCELEME

Kur’an’ın Işığında Akletmeye Engel Hususlar/ Hamdi TAYFUR............................................ 73

SÖYLEŞİ

Amerika Savaşla Değil Fikirlerle Fethedilebilir / Cevdet Said.............................................. 86

GÜNDEM

Bir Devrimin Ardından / Metin Yılmaz..............................................................................101

İran’ın Yeni Entellektüelleri / Ferhat Hoşrokhavar.........................................................115

İsmail Hadisesi ve Bir Cemaat Rantı Olarak Kurban / Zakir AYDIN....................................123

BİYOGRAFİ

Emin Ahsen Islahi’nin Hayatı ve Düşünceleri / Salem Kiyani............................................128

KİTAP DEĞERLENDİRME

Din-Devlet İlişkisi İle İlgili Türkçedeki Bazı Kitapların Bibliyografyası / Zakir AYDIN.........133

Tedebburi Kur’an’a Giriş / Sazed Salem.............................................................................137

İslahi’nin Ana Çalışmalarına Kısa Giriş / Abdurrauf........................................................139


www.islamiyorum.com


EDİTÖRDEN

Bu Sayıda Kış–2010 sayısının ana konusu için “Bir

Devrimin doğası nedir? Devrim sorunlardan

toplumsal değişim yöntemi olarak Devrim”

azade bir yöntem midir? İktidarı dönüştürmek

başlığını seçtik.

toplumu dönüştürmek midir? Dönüşümün

“Değişimin ana karakteri nedir, insanların ve toplumların değişiminde ne tür temel etkenler rol oynamaktadır, toplumsal bir değişim için

Devrim tek başına değişim için köklü çözümler sağlama imkân ve gücüne sahip midir?

hangi yöntem kullanılmalıdır?” gibi sorular

Toplumların iradesine mühendislik yöntemlerle

tarih boyunca ve özellikle sosyolojinin bir bilim

yapılan müdahaleler değişimi getirebilir mi?

haline dönüştüğü son iki yüzyıllık süreçte kafaları fazlasıyla meşgul etmektedir. Sadece bilim adamları değil siyasetçiler, ideoloji sahipleri, toplumun gidişatından memnun olmayanlar, dindarlar, menfaat grupları ve hatta ticari ürünlerini pazarlamak için toplumu tüketim toplumu haline dönüştürmek isteyen kapitalistler toplumsal değişimin karakterini sorgulamaktadırlar.

Tarihte yapılan büyük devrimler insanlığa ne kazandırmıştır? Zulmü ortadan kaldırmış mıdır? Yoksa bu devrimler bir zulüm düzeninin yeniden üretilmesine mi yol açmıştır? Başarılı devrim, başarılı ve adil yeni düzen mi demektir? Bir yöntem olarak devrim tümüyle dışlanmalı mıdır? Yoksa değişim için devrim kaçınılmaz mıdır?

Toplumlar nasıl değişir? Toplumlar tıpkı canlılar gibi doğan büyüyen, yaşlanan ve ölen organizmalar mıdır? Toplumların gelişmesi tek bir çizgi üzerinde doğrusal ve daima ileriye doğru bir gelişme midir, yoksa dairesel bir tarzda mıdır? Değişimde diyalektik bir karakter var mıdır? Değişimde sürekli bir evrimden bahsedebilir miyiz?

İslam özde ıslahatçı mıdır, yoksa devrimci midir? İslam, bir değişim yöntemi olarak devrimi onaylar mı? İktidar karşısında kalkışma/huruç/ isyan İslam’ın onayladığı davranışlar mıdır? İslam’ın devrim diye bir prensibi var mıdır? Devrimciliğin tüm dünyada moda olduğu dönemlerde devrimci bir karakterle ortaya çıkan İslami hareketlerin bu yönelişlerinde söz konusu

İktidardan memnun olmayan muhaliflerin iktidarı dönüştürmek için kullandıkları en temel yöntemlerden birisi “devrimcilik” olmuştur. Meşru zeminde muhalefet yapma imkânına sahip olmayan toplumsal hareketler, toplumsal

moda hareketin tesiri olmuş mudur? Devrimci duruş nedir? Böyle bir duruş sergilemenin Müslümanlara kaybettirdikleri ve kazandırdıkları ne olmuştur?

dönüşümün önünde büyük bir engel olarak

Tarihte ortaya çıkan devrimci İslami ekollerin

gördükleri iktidarı ortadan kaldırmak için

bu karaktere bürünmelerinin geri planındaki

“devrim” yöntemini benimsemekten başka bir

tarihi, sosyolojik ve dinsel faktörler nelerdir?

çıkar yol bulamamışlardır.

Tarihte İslam’ın taşıyıcısı olan iki ana damarın,

Ancak bu durum beraberinde pek çok soru ve sorunu ortaya çıkartmaktadır.

4

önündeki engel iktidara indirgenebilir mi?

yani Şia ve Ehl-i Sünnet’in çoğunluk fırkaları devrimci karakterde değilken, günümüz İslami hareketlerinin büyük bir kısmı neden devrimciliği

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


bir değişim yöntemi olarak benimsemişlerdir? Bu ve benzeri pek çok soruyu yazarlarımız yazılarında etraflıca tartışmaya çalıştılar. Alıntı, tercüme ve derleme yazılarıyla konuyu derinleştirmeye gayret ettik. Ana konuya ilişkin yazıların yanı sıra araştırma-inceleme, gündem

Yeni sayıda buluşuncaya kadar muhabbetle kalın…

www.islamiyorum.com

ve kitap çalışmalarına da yer verdik.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

5


DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak Devrim

MAKALE 1 :

İktidara Gelme Yöntemi Olarak

Devrim

Yusuf İMAMOĞLU Devrime Giden Süreç İnsanoğlu topluluklar halinde yaşayan bir varlıktır. Topluluk halinde yaşamak ise organize olmayı gerektirir. Toplumun huzuru için işlerin yolunda gitmesi, kimsenin haksızlığa uğramaması, kargaşanın bertaraf edilmesi gerekir. Ayrıca dışarıdan gelecek tehditlere, deprem, kuraklık gibi doğal şart ve afetlere karşı da emniyet gerekmektedir. Toplumda düzen, disiplin ve adaleti sağlamak, tehlikelere

yapılanma devlet aygıtının ortaya çıkmasına da yol açmaktadır. Devletin ortaya çıkışı, faydaya mebni olmakla beraber şu anlamlara da gelir: ▪ Toplumun iradesinin belli ellerde toplanması ▪ Toplumsal gücün gerçek sahibinin halk olmasına rağmen belli kişi ya da kurumlara güç atfedilmesi ▪ Kendilerine güç izafe edilenlerin,1 güçlerini nesnelleştirme çabasının ortaya çıkardığı gerçek güçler: ordu, kolluk güçleri, yasama, yargı, ekonomik yaptırımlar ▪ Bu gücün kimi zaman halka rağmen bir güç olması

gerektiği gibi tedbirler almak ve karşı koymak, bireylerin tek başına üstesinden gelebileceği işlerden değildir. Bunun için toplumun bir bütün

karşısında duramayacağı boyutlara

olarak hareket etmesi gerekir; bu da organize

ulaşması: imparatorlukların ya da global

olması anlamına gelir.

güçlerin teşekkülü

Toplumun organize olması bir taraftan iş

▪ Halkın, kendi işlerini sevk ve idare ile

bölümü bir taraftan da yapılanma demektir. Aile

görevlendirdiği aslında kendilerinden bir

içindeki iş bölümü nasıl aile bireylerinin hayatını

farkı olmayan(!) özel veya tüzel kişilerin

kolaylaştırıyor ve her birinin verimini artırıyorsa

toplumun bütün güçlerini ele geçirmesi

toplumun tamamı da aynı şekilde işleri aralarında böler ve hayata kolaylık getirirler. Ayrıca ihtisaslaşma için gerekli ortamı temin etmiş olurlar. Organize olmanın gerektirdiği

6

▪ Belli ellerde biriken bu gücün insanın

Devlet yapılanmasının neden olduğu güç Sihirbazlara ve putlara, aslında olmayan güçlerin

1

atfedilmesinde olduğu gibi

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


atfetme ve gücün belli ellerde toplanmasında

ortaklarıyla paylaşılır. Savaş meydanlarında ise

doğal şartlar ve ihtiyaçlardan öte insanın hırs ve

ön saflar onlara ayrılır, akan kan her durumda

zaaflarının daha etkin olduğu söylenebilir. Belli

onların kanıdır. Yönetilen/güçten mahrum olan

kişi ya da kurumlara güç atfedilmesi, hem güce

kesimin, işleri idare edip yoluna koymak, disiplin

karşı insanın zaafı ve onu elde etme hırsıyla

ve emniyeti sağlamak hatta kendilerini korumak

hem de insanın kendi çıkardığı problemlerle

ve kollamakla görevlendirdiklerine atfettikleri

ilişkin bir durumdur. İnsanların hırs ve tamahla

güçler kendi aleyhlerine dönmüş olur. Adaleti,

birbirlerine galebe çalma isteği savunma ve

eşitliği sağlamakla görevli olanlar zulmün ve

orduların, birbirlerine uyguladıkları haksızlıklar

dengesizliğin nedeni haline gelir.

siyasi otoritelerin ortaya çıkarılmasının en önemli nedenidir. Herkes kendi hakkına bihakkın rıza gösteriyor olsaydı ne otoriteye ne de onca paralar harcanarak teçhiz edilen ordulara da

Yapılanma gereği ortaya çıkan kurum/kuruluş ya da kişilerin zalimler haline gelmesi başka bir sürecin başlaması demektir. Ele geçirdikleri

ihtiyaç olmayacaktı.

güç ve otorite ile insanları ezen, kazançları

Birlikte yaşama/toplum olma ve organize olma

toplumlarda bir kin ve nefretin oluşması

isteğinin ürünü olan devlet, hırs ve tamahın

kaçınılmazdır. Yüzlerindeki maskeler, suret-i

egemen olduğu bir örgütlenmeye dönüştüğünde

haktan görünüşleri onları ilelebet saklayamaz,

insanın en büyük baş belası haline de gelmiş

gerçeklikleri bir gün mutlaka ortaya çıkar.

olmaktadır. Devletin aslında gereksiz olduğunu,

Zulmün anlaşılması zalimlere karşı koymak için

ilk toplumun böyle bir otoriteye sahip olmadığı

bir sürecin başlaması anlamına da gelir. İşleri

için huzur içinde olduğunu, insanlığın gideceği

aralarında bölüşüp paylaşarak kolaylaştırmak

yerin devletsiz toplumlar olması gerektiğini

ne kadar insani bir durum ise bunun bir zulme

savunan düşünürleri bu açıdan anlamak/haklı

dönüşmesine engel olmak da ondan daha fazla

bulmak mümkündür. Ancak söz konusu bu

insani bir durum hatta haktır.

sömüren, değerleri yozlaştıran odaklara karşı

devletsiz toplumların, her türlü organizasyondan mahrum oldukları söylenemeyeceği gibi; merkezi üst-otorite zorunlu olmasa da toplumsal huzurun, beşeri hırs ve tamahlara kurban gitmemesi için iş birliğine, yardımlaşmaya, dolayısıyla organize olmaya kıyamete kadar ihtiyaç duyulacağı reddedilemeyecek bir gerçektir. Ayrıca insanlık, vahyin önderliğinde oluşan organizasyon ve devletlerin sağladığı huzurlu ve adil ortamları unutmamalıdır. Devlet olmanın ortaya çıkardığı en önemli sorun, insanların yönetenler/güç sahipleri ve

İnsan doğası ilelebet zulüm ve baskı altında yaşamaya tahammül edemez. Er geç zulme karşı tepkisini ortaya koyar ve onu alaşağı etmenin yollarını arar. Nitekim tarih bunun örnekleriyle doludur: 1648 İngiliz devrimi2 Orta Çağ Avrupa’sının klasik tablosu olan kral ve

2

kilise arasındaki çıkar işbirliğinin ortaya çıkardığı dini ve siyasi baskı ortamının bir örneği de İngiltere idi. Kilisenin baskıcı teokratik yapısı, yayılmacı tutumuyla yeryüzündeki bütün iktidarları kiliseye bağlama isteği,

yönetilenler/güçten mahrum olanlar şeklinde alt

endülüjans, teslis… Krallığın da kilisenin zulmüne ortak

ve üst sınıflara ayrılmasıdır. Güce sahip olmak,

olarak baskıcı, zalim yapısı, derebeylik düzeni… Varlığını

güçten mahrum olanlara cebrî ve hileli yollarla

korumaya çalışırken insanların elinde şekillenerek

zulmetme imkanı verir. Organize bir toplum

oluşan dinin dogmaları sorgulanmaya ve Protestanlık

olmanın gerektirdiği yükün asıl kısmını güçten mahrum olanlar taşır, bedellerini de çoğunlukla

geniş yankı bulmaya başlamıştır. Diğer yandan siyasi yapı da sorgulanmakta monarşik yapılar yerine halkın sesinin iktidarda yer alması gerektiğini savunanlar,

onlar öder. Mali kaynaklar, onların emeklerinden

kralın değil parlamentonun asıl belirleyici olmasını

ve azıcık kazançlarından ödedikleri vergilerden

isteyenler İngiltere’de de artmaktadır. Yeni gelişmekte

oluşurken, toplam gelirin büyük kısmını

olan ekonomik güçler/burjuva ise iktidara daha

paylaşan elit kesim çok daha az bir bedel

yakınlaşma ve onu paylaşma isteği taşımaktadırlar.

öderler. Rekabet zayıfların aleyhine işler. Sahip oldukları doğal kaynaklar ülke sahiplerinin çıkarları uğruna harcanır ya da uluslararası

İngiliz devriminde bütün bunların etkisini görmek mümkündür. 1648 yılında Oliver Cromwell liderliğinde başarıya ulaşan bu devrim, Protestanlığın etkisiyle Anglikan Kilisesi’ne karşı da olduğu için “püriten” olarak

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

7


1789 Fransız İhtilali3

1871 Paris Komünü devrimi5

1775’ten 1787’ye kadar süren ayaklanma ve

1917 Rus devrimi,

isyanlar sonunda gerçekleşen Amerikan devrimi4 nitelenmektedir. Krala karşı 6 yıllık savaşın sonunda zafere ulaşan ordu, krala karşı gelen ve köylülerden, zanaatkârlardan vs. oluşmaktaydı. Oliver Cromwell, İrlanda ve İskoçya’da kendisine karşı oluşan isyanları da bastırdı, küçük mülkiyet sahiplerinin muhalefetini ve kralcıları ezdi. (Böylece İrlanda, İskoçya ve Galler arasında yüzyıllardır süren savaşlara son vererek

Fransızlara karşı 1945’ten 1962’ye kadar devam eden ayaklanma sonunda gerçekleşen Cezayir devrimi Ve daha niceleri Ancak burada sayılanların belli bir sonuca

bunları Britanya adı altında birleştirmiş oldu.) Bir iç

ulaştığı söylenebilse de toplumdan zulmü

savaş sonucu gerçekleşmiş olan bu devrime, dini

kaldırıp yerine adaleti tesis ettiği iddia

aristokrasiye karşı olmak kadar, yeni gelişmekte

edilemez. Çünkü yeni durumun yeni zulümler

olan orta sınıf ile saray ve aristokrat sınıf arasındaki

ortaya çıkardığı müşahede edilmiştir. Sosyalist

mücadeleyi de ifade ettiği için burjuva devrimi de

devrimlerin birey kapitalizmi yerine devlet

denmektedir. Devrimle, mutlak monarşinin, feodal beylerin ve doğrudan krala bağlı kilisenin etkinliği yok

kapitalizmi inşa etmesi, kilise ve krallık

edildiği için kapitalizmin gelişmesini engelleyen etkenler

diktatörlüğüne karşı sınıf diktatörlüklerinin

de yok edilmiş oldu. “İngiltere’de devrimden sonra,

tesis edilmesi gibi. Her türlü haksızlığa karşı

tarımın ve ücretli el emeğine dayalı sanayin ve özellikle demir ve yünlü imalathanelerin hızla geliştiği görüldü.”

İmparatorluğu’nun kolonisi olmaktan kurtularak

(http://www.msxlabs.org/forum/tarih/238985-ingiliz-

egemenliğin kendi halklarına verilmesini istiyorlardı.

devrimi.html) Cumhuriyetin koruyucusu unvanını

1775’te başlayan bağımsızlık savaşı 1787’de George

alan Oliver’in 1658’de ölümünden sonra yerine oğlu

Washington’un başkan olarak seçilip yeni anayasanın

Richard geçti. Ancak 1660’ta ileri gelenlerin yeni devrim

yürürlüğe girmesiyle ABD’nin doğmasına kadar davam

dalgalarından duydukları korku II. Charles’ı tahta

etti. Amerikan devrimi bu bağımsızlık savaşıyla

geçirmeleriyle krallığa yeniden dönüş yapılmış oldu.

başlayıp biten bir süreç değildir. Kimliğini belirlemesi

(http://www.frmtr.com/kultur/674167-ingiltere-yi-

bağımsızlık savaşından sonra devam eden devrim

ingiltere-yapan-oliver-cromwell.html)

sürecinde şekillenmiştir. Bu kimlik belirleme çabası, İngiliz karşıtlığından etkilendiği kadar Fransız İhtilali’nin

“Batı’da gerçekleşen üç büyük devrim (İngiliz, Fransız,

3

Amerikan) birbirinden geniş ölçüde etkilenmişlerdir.

etkisiyle tanrının yeryüzünden kovulduğu tezinden de

Üçünde de temel öğe Katolik kilisesine karşıtlıktır.

etkilenmiştir. Böylece sonuçta Amerikan devrimi ile

Kiliseyi yönetimden kovmaktır.” (R. İhsan Eliaçık, İslam

hem İngilizlerin hem de kilisenin yönetimden kovulduğu cumhuriyetçi bir rejim doğmuş oldu.

ve Sosyal Değişim, İnşa Yayınları, S. 140) Orta Çağ zulmüne karşı oluşan tepkiler içinden Fransız İhtilali hem şiddeti hem de meydana getirdiği etki alanı

devrimdir. Sanayi devriminden sonra işçi sayısında

bakımından diğerlerinden daha büyüktür. Hakları gasp

hızlı bir artış olmuştu. İngiliz ve Fransız Devrimi

edilenlerin krallık ve kiliseye karşı tepkisinin sonucu

gibi etkenlerin de katkısıyla 1848’den sonra artan

olarak Fransız İhtilali, bir çeşit egemenlik mücadelesidir

işçi ayaklanmalarının Avrupa’yı sarsmaya başladığı

de. Egemenliğin zalim kral ve papadan alınıp halka

görülmektedir. Paris komününün ayaklanması ve

verilmesi, toprakları bölüştürme, radikal yasalar

başarıya ulaşmasında Fransa’nın bir savunma yöntemi

çıkarma, herkesin birbirine ‘yurttaş’ diye seslenmesini

olarak Paris’te işçilerin 20 birimde, ulusal muhafız

kurallaştırma mücadelesi. İngiliz devriminde de olduğu

taburları adıyla mahalle mahalle örgütlenmiş olmasının

gibi birçok etkenin beraber işlediği bu devrim krallığa

da etkisi varsayılmalıdır. 1871, 18 Mart günü ulusal

son vermiş ancak ondan sonra iş başına gelen Napolyon

muhafız merkez komitesinin, birliklerine Paris’in

yepyeni bir diktatör olarak yeni bir kral haline gelmiştir.

merkezine doğru yürümesini emretmesiyle direniş

Hem de bu krallık diktatörlüğünü Kuzey Afrika gibi ülke

başlamış oldu. Süvari birliği dağıtıldı, savaş bakanlığına

sınırlarının dışında da göstermeye çalışmıştır. (R. İhsan

kızıl bayrak çekildi, hükümet halkın tepkisinden

Eliaçık, İslam ve Sosyal Değişim, İnşa Yayınları)

korkarak sarayına sığındı, polis örgütü dağıtıldı,

İspanyollar, Portekizliler ve İngilizler 1492’deki

4

8

1871 yılında bütün hakimiyeti 73 günlük süren bir

5

bakanlıkların yerine komisyonlar kuruldu, hatta

keşfinden sonra Amerika’ya akın ederek kıtanın

merkez komite zorla iktidarı ele geçirmiş olmamak

tamamını işgal edip yerlileri katliamdan geçirdiler. Orta

için seçim bile yaptı. Ancak saraydaki eski yönetim

ve Güney Amerika’yı İspanyol ve Portekizliler, Kuzeyi

planlarını tamamlayıp güç topladıktan sonra hareket

ise İngilizler paylaştı. Yerleşik hale gelen sömürgeciler

geçerek direnişi ve Paris komününün dağıttı, çoğunu da

zamanla sömürgeci devletlerin sömürgesi haline

katletti. İşin başlamasıyla bitişi arasında sadece 73 gün

geldikleri için onların boyunduruğundan kurtulmak

geçmişti. (R. İhsan Eliaçık, İslam ve Sosyal Değişim,

istiyorlardı. Kuzeydeki İngiliz toplulukları, Britanya

İnşa Yayınları)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


çok daha berrak ve zulmü ortadan kaldıracak

Şüphesiz ki, devrim bu boyuttaki bir makalenin

çabanın en güzel örneklerini peygamberlerin

sınırlarına sığmaktan daha kapsamlıdır.

mücadelelerinde bulmak mümkündür. Çünkü

Dolayısıyla önce diğer değişim yöntemleri

onlar, güç ve otoriteyi toplumun bir kesiminden

içindeki yeri tespit edilmek suretiyle kavramın

alıp bir başkasına vermenin değil, kendilerine

sınırları belirlenmeye sonra makalenin kavramla

gönderilen vahy ve Rablerinin yardımı ile

ilgili kastı özelleştirilmeye daha sonra da doğası

toplumun temel yapı taşı olan insanı eğitip,

tespit edilmeye çalışılacaktır.

her durumda adaleti talep eden bireyler haline getirmenin mücadelesini vermişlerdir. Bu bakımdan bütün peygamberlerin, Hz. Nuh’un, İbrahim’in, Yunus’un, Musa’nın, İsa’nın vd. son olarak da Muhammed’in verdiği mücadeleler doğruyu arayanlar için dikkatle incelenmesi gereken örneklerdir. Bu mücadelelerden çoğu iktidarı dönüştürmekle sonuçlanmasa bile mesajları kendilerinden sonrakilere, zulme karşı nasıl mücadele edeceklerini göstermektedir. Hz. Yusuf, Süleyman, Davut ve Muhammed gibi örneklerde ise iktidar/otoritenin de dönüştüğünü

İktidarı dönüştürmekle toplumu dönüştürmek arasında her zaman bir ilişkinin kurgulandığı söylenebilir. Bu kurgunun zayıf olduğu yaklaşımlarda iktidarı alaşağı etmenin gerekçesi, uyguladığı zulümden toplumun kurtarılması, daha güçlü olanlarda ise toplumu dönüştürmenin bir aracı olması için iktidarı değiştirme çabasıdır. Toplumsal değişme teorilerine değinmek hem genelde devrim konusunun hem de bu noktanın aydınlanmasına yardımcı olabilir.

görmek mümkündür. Onlar toplum idaresini dönüştürdüklerinde yerine bir başka zulmü getirmemiş, insanlığa kıymeti ölçülemez bir

Toplumsal Değişme Teorileri

örneklik ve rehberlik bırakmışlardır.

Değişim kuramları/modelleri, boyutuna

Otoritenin zulmüne karşı oluşan tepkinin halk

sınıflandırılmaktadır. Burada organizmacı,

hareketlerine dönüşmesi durumunda karşısında

evrimci, diyalektik ve diğerleri şeklinde bir

durabilecek güç yoktur. Ancak bu tepkinin

sınıflama takip edilmiştir.

sağlayacağı dönüşümün, başı sonu dahil bütün

veya niteliğine göre farklı şekillerde

süreciyle başka bir zulmü ortaya çıkarmayacak

Organizmacı Kuramlar, “uygarlık ya da

şekilde kanalize edilmesi daha güç ve daha

kültürleri, canlı organizmalar gibi doğan, büyüyen

önemlidir.

ve ölen varlıklar şeklinde ele”6 almaktadırlar.

Toplumsal yapının canlı organizmalara

Bu yazıda genelde toplumu özelde ise iktidarı

benzetildiği bu kuramda değişim, değişen

değiştirmekte bir yöntem olarak düşünülen

ve çoğalan ihtiyaçların yeni yapıları ortaya

devrimin doğasının ortaya çıkarılması

çıkarması şeklinde izah edilir. Uygarlıkları ya da

hedeflenmektedir. Amaç, iyiliğini kötülüğünü,

toplumları, onları meydana getiren parçaların

doğruluğunu yanlışlığını ispat etmek değil,

arasındaki uyum ve gelişip büyümeleri sonra da

bu yöntemle iktidara gelmenin nasıl bir şey

yok olmaları bakımından ele alıp incelediği için

olduğuna ne gibi şartlara dayandığına ve nasıl

karmaşık toplumsal yapının unsurları arasındaki

sonuçlara yol açacağına ışık tutmaktır. “Zulüm

gerilim, çatışmalar ve karmaşa dönemlerinin

ve haksızlıklarla dolu aynı zamanda İslam’a

izahı göz ardı edilmiştir. Zira toplumsal yapı,

mugayir birçok unsur taşıyan bir devri kapatıp

belli ölçüdeki çatışmalarla dengede durabileceği

yepyeni ve temiz bir sayfa açmak şeklinde

gibi kendisini sarsan ama yıkmayan kaos

görülen devrim gerçekten böyle bir doğaya

dönemlerinden de geçebilir. Organizmacı

sahip midir? Sorunlardan kendisi azade midir?

kuram, yapısal fonksiyonel model içinde de

Köklü çözümler sağlama imkan ve gücüne sahip

değerlendirilmektedir. Yapısal-fonksiyonellik,

midir? Alternatifi olmayan bir yöntem olmaya

ihtiyaç karşılama ve öteki parçalarla ahenkli

layık mıdır?” gibi sorulara cevaplar aranacaktır.

bütünleşme demektir. Buna göre her toplumsal

Bu sorulara cevaplarımızı devrimin doğasını ortaya koymaya çalışarak arayacağız.

Emre Kongar, Toplumsal Değişim Kuramları ve Türkiye

6

Gerçeği, Bilgi Yayınevi, S: 67

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

9


birim ve kurum bir ihtiyacın ürünü olarak ortaya

ve gelişme seyirlerini devletleşmeyi göz önünde

çıkar, toplumsal mekanizmanın işleyişinde

bulundurarak inceler. Modern sosyolojinin

bütünün bir parçasıdır, toplum düzenli ve ahenkli

birçok alanındaki temellerini atan İbn-i Haldun,

ilişkiler bütünüdür, toplumda herkesin yerine

devletlerin doğuşunu ve yerini bir başkasına

getirmesi gereken bir rolü vardır.

bırakmasını asabiyet ile izah eder ve onların

Organizmacı kuram içinde değerlendirilen isimlerden İbn-i Haldun7, toplumların değişme

doğum, gelişim ve yok oluş sürecinden geçtiğini söylediği için bu kuram içinde değerlendirilir. Danilevsky8, belli bir ömür biçtiği kültürel

İbn-i Haldun (1332-1406), “sosyolojinin kurucusudur…

bağının dışındaki sebepleri sayıyor. Sebep asabiyetinin

7

İlm-i Tabiat-ı Umran adı ile toplumların işleyiş ve

Mukaddime’de tamamen göz ardı edilmemiş olduğunu

değişmeleri hakkındaki evrensel kuralları ortaya

söylemeye çalışıyor. Günümüzde ideolojik ve çıkar

koymaya çalışmıştır… Batılı düşünürlerin çoğunun öne

ilişkilerinden kaynaklanan yakınlıklar da aynı kavram

sürdüğü ilkelerin çekirdekleri (yapıtında) görülür…

ile ifade edilmek istendiğinde asabiyet, devrimin de

Toplumların değişmesinde coğrafya koşullarının önemini

temel nedeni olarak gösterilebilir. Sosyal değişimlerle

vurgulayan coğrafyacı okulun tohumlarını atmıştır…

ilgili analizleri özellikle de hem nedensellik hem de

Sıcak ve soğuk iklimlerin niçin insanın gelişmesine

nasıllık bakımından ele alındığı için diğerlerinden çok

engel olduğunu… iş bölümü yolu ile evrim… emek, kar,

daha kapsamlı ve tutarlıdır. Aslında İbn-i Haldun’un

kazanç ve artı değer gibi konuları, yenilmiş kavimlerin

organizmacı model içine sığmadığını not etmek gerekir.

kendilerini yenen kavimlerden nasıl kültürel olarak

Çünkü onun modeli hem organizmacı hem de yapısal-

etkilendiklerini ortaya koymuştur.” (Emre Kongar,

fonksiyonel modelden daha kapsamlıdır. Kapsamlı

Toplumsal Değişim Kuramları ve Türkiye Gerçeği,

oluşundan öte evrimci ve diyalektik özellikler de

Bilgi Yayınevi, S: 68-71) Böylece uygarlık, medeniyet,

taşımaktadır. Devletleri doğan büyüyen organizma gibi

toplumsal gelişme ve değişme gibi pek çok konuyu,

değerlendirmesi ve onlara bir ömür biçmesi nedeniyle

nasıllığı ve nedenleri ile birlikte incelemiştir. Toplumsal değişmenin sabit yasalarla gerçekleştiğini bu yasalar

10

organizmacı kuramlar arasında sayılmıştır. Nicolai J. Danilevsky (1822-1885), kuramını belirlediği

8

bilinmeden tarihi ve sosyolojik doğru bir incelemenin

Rusya ve Avrupa adlı eserinde “kültürel tarihsel tip

mümkün olmayacağını savunur, bunun yeni bir bilim

tanımlamasından yola çıkarak, tarihi birbirinden

olduğunu söyler ve ona “ilmu’l-umran” adını verir.

farklı uygarlıkların bütünü olarak ele alır.” “Her biri

Umran, “alemdeki mamurluk, medeni faaliyetler ve

bir uygarlık olan Kültürel tarihsel tip” (E. Kongar,

içtimai hayattır.” (İbn-i Haldun, Mukaddime, Dergah

A.g.e. S: 77) dil bağı nedeni ile sıkı ilişki içinde olan

Yayınları, Tercüme: Süleyman Uludağ, C: 1, S: 113)

ırk ya da milletler ailesidir. “Her uygarlık doğar, kendi

Devletin kuruluş aşamasından yıkılışına kadar geçen

morfolojik değer ve şekillerini geliştirir, böylece bütün

süreci beş aşamada toplumsal değişme bağlamında

insanlığa katkıda bulunduktan sonra kendine has temel

inceler. Özellikle kuruluştan sonraki rahatlık, duraklama

özellikleri başka uygarlıklarca izlenmeden kaybolur…

ve çöküş aşamalarına dikkat çekmesi de önemlidir. Ona

Uygarlıkların çoğunlukla insanlık tarihine bazı özel

göre “devlet iki temel üzerine kurulur. Bu temellerden

alanlarda katkılarda bulunduklarını gözlemiştir.” (E.

biri şevket ve asabiyet olup, kuvveti ordudan ibarettir.

Kongar, A.g.e. S: 77) Yunan uygarlığının güzellik ve

İkinci temel asker beslemek için… muhtaç olduğu

felsefeyi, Sami uygarlığının dini, Avrupa’nın bilim ve

paradır.” (E. Kongar, A.g.e. S: 71) Burada denebilir ki

teknolojiyi, Roma’nın hukuku geliştirmesi gibi. “Bir

İbn-i Haldun için ayırt edici olan husus, yani devleti

uygarlık yaratıcı görevini bitirdiği zaman, artık yaratıcı

kuran asıl şey asabiyettir. Toplumsal yapılanmaların

bir bütün olarak ölmeye mahkûmdur.” (E. Kongar,

vasfının oluşmasında ve değişmesinde coğrafya,

A.g.e.) O’na göre insanlık tarihindeki gruplar üçe ayrılır:

iklim gibi birçok etkene dikkat çekmesini göz ardı

Uygarlıkları yaratan tarihin olumlu insanları, Mısır,

etmemekle beraber devlet yapılanmasındaki değişimin

Asur, Babil, Fenike gibi. Duraklama ya da gerileme

belirleyicisinin asabiyet olduğunu söylemektedir.

dönemlerindeki uygarlıkları yok eden tarihin olumsuz

Buna göre belli koşullar içindeki toplumsal değişimleri

insanları, Hunlar, Türkler ve Moğollar gibi. Üçüncüsü de

de asabiyete dayalı düşündüğü söylenebilir. “İbn-i

gelişme aşamasında duraklayarak yapıcı veya yıkıcı rol

Haldun’un siyaset, mülk ve hatta amme hukukunun

oynayamayan topluluklardır.” (http://www.antropoloji.

esasını asabiyet nazariyesi teşkil eder.” (İbn-i Haldun,

net/index.php?option=com_content&task=view&id=37

Mukaddime, Dergah Yayınları, Tercüme: Süleyman

&Itemid=15)

Uludağ, C: 1, S: 95) Ancak asabiyetten kastettiği

İnsanlık tarihi, tek yönlü bir çizgi olmadığı gibi gittikçe

şeyde akrabalık ve nesep ilişkileri baskın gibi görünse

de tek tipleşen doğrusal bir hareket değildir. Gerçekte

de bunlarla sınırlı olduğu iddia edilemez. Mukaddime

ayrı çizgiler boyunca gelişen ve birçok farklı uygarlık

mütercimi Süleyman Uludağ, İbn-i Haldun’a göre iki

tipleri aracılığıyla çeşitli yanlar ya da değerler gösteren

türlü asabiyetin olduğunu iddia ediyor: nesep asabiyeti

çok yönlü hareketlerden oluşur. Çünkü her bir uygarlık

ve sebep asabiyeti. Sebep asabiyeti ile de grup hissi,

insanlığa farklı bir alanda katkıda bulunmuştur. Her bir

hizip duygusu gibi bir arada bulunmaya neden olan kan

uygarlığın kendi içinde; siyasal bağımsızlık, kültürel

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


tarihsel tiplerin insanlığa, kendine has bir

kültürlerle ilgilendiği görülmekte. Diğerlerinden

yönüyle katkıda bulunduğunu söyler. Böylece

çok daha az olan bu kültürler de diğerleri gibi

insanlık çeşitli bölgelerden devşirdiği tecrübe ve

organizmaya benzetilir, yani doğup gelişmeleri

katkılarla gelişmektedir. Spengler9, kültürleri,

vardır. Ancak belli bir noktada donar, uygun

doğumu, gençliği ve ölümü olan organizmalar

şartlar bulabilirse tekrar harekete geçerek

olarak görür; tarih ise bu organizmaların

gelişmeye devam edebilir. Toynbee11 de

biyografisidir. Kroeber’in

10

daha çok yüksek ardınca muntazaman geldiğine ilişkin bir kanunun

gelişme, güzel sanatlardaki verimlilik ve bilimdeki

varlığı için yeterli delil yoktur; kendine özgü temel

ilerleme şeklinde bir gelişim seyri takip ettiğini

niteliklere sahip yüksek kültürler son derece azdır;

söyler. Avrupa ile Rusya arasındaki çatışmanın ve

bu yüksek kültürlerin ömrü diğerlerinden daha azdır;

kendisinin Panslavist bir yaklaşıma sahip olmasının,

bunların yaratıcılıkta zirve noktası birden fazla olabilir,

değerlendirmeleri üzerindeki etkisini göz ardı etmemek

sonra kaydettiği gelişmeler öncekilerden daha ileri

gerekir.

olabilir; hiçbir ulusal kültür bütün alanlarda başarılı olamaz. Elde ettiği sonuçlar neden böyle olduğunu değil

Oswald Spengler’in (1880-1936), “kültürleri

9

nasıl olduğunu ortaya çıkarmaktadır.

organizmalar olarak görür… Tarih, çocukluğu, gençliği, ergenliği ve yaşlılığı olan bu kültürlerin ortak

Arnold J. Toynbee (1889-1975), toplumların fiziksel

11

biyografisidir… Uygarlık, kültürel organizmaların son

organizmalar gibi büyüdüğünü, güçlenip verimlileştiğini

aşamada ortaya koydukları bir olgudur.” (E. Kongar,

savunur. “Fakat bu olgunlaşma sırasında örgütsel

A.g.e. S: 79) Tarih boyunca sekiz kültür sayar (Mısır,

bir katılığa da giderler.” “Bu örgütsel katılık, toplum

Babil, Hint, Çin, Greko-Romen, Arap, Meksika, Batı).

herhangi bir meydan okuma ile karşılaşana kadar

Her bir kültürün bir ana sembol ya da ana ilke ile

devam eder.” Toplum bu meydan okumaya boyun

belirlendiğini; kültürün, bilim, felsefe, sanat vs.

eğerse yok olur, karşı gelip onu alt edebilirse yeni bir

gibi icraatlarının bu ana ilkenin niteliğini taşıdığını;

dinamizm kazanır ve gelişimine devam eder. Toynbee’ye

“Kültürlerin neden ve nasıl doğduklarının bir sır

göre tarihsel inceleme, birbirini izlese bile tek tek

olduğunu” (E. Kongar, A.g.e. S: 80) söyler. Ona göre

olayları değil toplumları esas almalıdır, “toplumlar,

değişimin temeli kültürdür. Topluluklar göçebe ve

devletlerden daha yaygın olan varlıklardır.” Uygarlıkları

çiftçi-köylü iken kültür öncesi aşamadadır. Onlar için

üçe ayırır: Tam gelişmiş uygarlıklar, Eskimolar ve

sınıf, devlet siyaset yoktur. Derebeylik aşamasında

Osmanlılar gibi durdurulmuş uygarlıklar ve “erken

sınıflar, seçkinler, rahipler ortaya çıkar. Devlet ve ulusal

ortaya çıkmış bu yüzden, gelişememiş uygarlık-

hakimiyet fikriyle beraber kültürün yaşlanması başlar,

altı düzeyde kalmış toplumlar.” Uygarlıkların ortaya

kentsel değerler kırsal değerlerin yerini alır. Devletin

çıkışı, toplumda yaratıcı, meydan okuyucu küçük bir

ortaya çıkması yeni bir kentleşme anlayışını ortaya

azınlığın bulunmasına ve çevresinin gelişip yayılmaya

çıkarır. Kültürün son aşaması olan uygarlık aşamasında

müsait olmasına bağlıdır. Buradaki yaratıcı azınlıktan

kentsel değerlerle insanlar iyice yozlaşır. Makineleşme

kasıt seçkinlerdir. Ona göre fizik ve teknik olarak

ve yabancılaşmadan kaçanlar köye dönmek ister. “Bu

gelişme ile uygarlığın gelişmesi arasında olumlu bir

durum, anarşi ve devrim havasının doğmasına, anarşi

ilişki zorunlu değildir. Ancak “Uygarlığın gelişmesi bir

ve güvensizlik diktatörlüklerin oluşmasına yol açar.

bütün halinde olur. Mesela teknikte, siyasal üstünlükte

Diktatörlük, dejenere bir demokrasi üzerinde yükselir,

ileri olan bir uygarlık diğer alanlarda gelişmemişse

para ekonomisini ve siyasal nizamı egemenleştirir,

durmak ve bütünlüğünü tamamlamak zorundadır.

sonunda beraberlik olur ve kültür ölür.” (R. İhsan

Yoksa ilerleyemez.” (R. İhsan Eliaçık, İslam ve Sosyal

Eliaçık, İslam ve Sosyal Değişim, İnşa Yayınları, S: 102)

Değişim, İnşa Yayınları, S: 103) Uygarlığın gelişimi,

Alfred L. Kroeber (1876-1960), yüksek kültürler dediği

kendi kendini yönetmesi, kendi niteliğini belirlemesi,

kültürlerin bilim, felsefe, sanat gibi sistemlerini, devlet

değerlerini kutsallaştırmasında sağladığı birikim “ve

örgütlenişi ve kuvvet dağılımı gibi yönlerini inceleyerek

uygarlığın mekanizma ve tekniğinin basitleştirilmesinde

gelişmelerini, zirveye ulaşmalarını, duraklamalarını,

görülür.” Uygarlıkların nasıl ortadan kalktığını şöyle

yeniden canlanarak harekete geçmelerini, her

izah eder: Uygarlık ya da devlet içerden veya dışarıdan

kültürdeki yaratıcı deha sahibi kişileri inceleyerek

gelen meydan okumaya karşılık veremezse; yaratıcı

ölçmeye çalışır. O’na göre “bir etkinlik başlar, gelişir,

azınlık niteliğini kaybeder, çoğunluk yönetici kesimden

zirveye erişir, gerilemeye başlar ve orada donar. Ondan

ümidini keser ve onları izlemeyi bırakır, yeni meydan

sonra tekrarlanarak, taklit edilerek, ya da azalarak

okumaya yönelen halk baskı ile ayakta durmaya çalışan

sonsuza kadar devam edebilir.” (E. Kongar, A.g.e. S:

yönetimi zorla yerinden atar. “Bu yok oluşu Toynbee,

82) Kültürlerin birden fazla gelişme evresi olabileceğini;

bir uygarlığın ya da bir toplumun, yapısal esnekliğini

sanat, bilim, felsefe gibi alanlardaki gelişmelerin siyasal

kaybetmesine bağlamaktadır.” Uygarlık çökmeye

ve ekonomik alanlardaki gelişmelere paralel olabileceği

başladığında dış proleterlerin hücuma geçtiğini, bunun

gibi bu paralelliğin her zaman zorunlu olmadığın söyler.

bölünmelere yol açtığını, bölünmelerin de “gericiler,

O’na göre: Her bir kültürün nasıl gelişeceğini gösteren

ilericiler, ilgisizler ve değiştirici dinsel kurtarıcılar”dan

bir örnek evrensellik yoktur; kültürel gelişmelerin birbiri

oluşan dört tip kurtarıcı davranışın ortaya çıktığını

10

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

11


toplumların fiziksel organizmalar gibi gelişip

toplumun herhangi bir müdahale olmadan

büyüdüğünü, büyüme sırasında katılaştığını,

evrimleştiğini, büyüdükçe organize olduğunu,

engellerle karşılaştığında boyun eğerse yok

bunun farklılaşma ile beraber sosyalleşmeye

olacağını direnip üstesinden gelirse gittikçe

duyulan ihtiyacın bir ürünü olduğunu savunur.

güçleneceğini söyler.

Comte14, insanın doğayı algılayış biçimiyle

Evrimci kuramlar ise insanlığın doğrusal bir

gittikçe karmaşıklaşır, bünyesindeki ve parçalarının

çizgi üzerinde geliştiği ana fikri çerçevesinde

fonksiyonlarındaki farklılaşma artar.” Spencer, toplumun

şekillenmiştir. Bu doğrusal çizgi, sürekli ilerleme

herhangi bir müdahale olmadan kendiliğinden

anlamına gelmekte, toplumların gelişme çizgileri

evrimleştiğini savunur. Savunduğu evrim, “bir yandan homojenlikten heterojenliğe giden bir değişme iken,

izlenerek gelecekte nasıl bir şekil alacaklarının

öte yandan da aynı şekilde, belirsizden, belirliye giden

bilinebileceği savunulmaktadır. Modelin ana

bir gelişmedir. Yalınlıktan karmaşıklığa… karışıklıktan

temaları, tekâmül, süreklilik, kesinlik ve

düzene… belirlenmemişten belirlenmiş tertipliliğe…

zorunluluktur. Sürekli lineer bir çizgide gelişen

sadece benzeşen kısımların çoğalması değil, birbirinden

insanlık, bilimsel ve teknik gelişimine bağlı

farklı bulunmaktaki seçiklikte artma” sürecidir.

olarak sosyallik, değerler ve yaşam biçimi

(E. Kongar, A.g.e. S: 97-98) Ona göre toplumlar tıpkı organizmalar gibi büyüdükçe organize olur ve

olarak geçmişe göre daha gelişmiş niteliklere

organların birbirine olan ihtiyacı onları dengeye getirir.

haiz olacaktır. Dolayısıyla gelecek de bugünden

Göçebe topluluklar büyüdükçe yerleşik hale geçer, belli

ileri olacaktır. Evrimci anlayış determinizme

sınırlara sahip olur, kendi içinde kurumsallaşır, sınıflar

dayanmakta, geleceği kutsayan pozitivist

asker ve çiftçi sınıfın birbirinden farklılaşması gibi

zihniyetin bir ürünü sayılabilir. Kökeninde tevhidi

birbirinden ayrılır, farklılaşan sınıfların birbirine ihtiyacı

dinlerdeki insanın, tanrının üstün bir yaratılışla

ve tek başına olamaması onları bir arada ve dengede tutar. Gelişmenin artması, farklılaşmanın da artmasıdır.

yarattığı ve dünyaya efendi olarak gönderdiği

Gelişmenin zirvesi farklılaşmanın da zirvesidir. Bu

inancına muhalefet olduğu düşünülmektedir.

evrimleşme savaşların kalktığı hükümetlerin öneminin azaldığı, “kişi haklarının daha iyi korunduğu” bir

Kuramın örnek temsilcilerinden Childe12,

noktaya doğru gider.

organik evrim ile kültürel evrimin birbirine

Auguste Comte (1798-1857), gelenekçi ve reformcu

14

benzediğini söyler ve teknolojinin belirlediği

yaklaşımı, “toplumsal statik” ve “toplumsal dinamik”

kültürel temelde bir evrimi savunur. Spencer , 13

terimleri ile açıklamaya ve birleştirmeye çalışır. “Toplumsal statik, toplumdaki düzeni, değişmezliği, eş

söyler. (E. Kongar, A.g.e. S: 85-89)

zamanda meydana gelen olayları inceler. Toplumsal

Gordon Childe’ye (1892-1957) göre, “organik

dinamik ise ilerlemeyi, değişmeyi, evrimi konu alır.”

evrim ile kültürel evrim arasında önemli benzerlikler

(E. Kongar, A.g.e. S: 101) İnsanın doğayı algılayış

vardır”, teknolojinin belirlediği kültürel temelde bir

biçiminin toplumsal değişmenin temel amili olduğunu

evrimi savunur. “İnsan evrim çizgisinde ilerledikçe

savunur. İnsanlık tarihi, birbirini takip eden üç evreden

hayatta kalma şansı artar. Çünkü araç ve gereç

oluşmaktadır. Oluşturduğu bu evrelerin işleyişine

geliştirmekte ve bunları doğaya karşı kullanmayı

yaklaşımı pozitivist, organizmacı aynı zamanda da

öğrenmektedir.” (E. Kongar, A.g.e. S: 96) Kültür ve

deterministtir. Evrelerden her birini de insanın dış

geleneklerdeki değişimlerin bilinçli kişiler tarafından

dünyayı algılama biçimi belirlemektedir. Birincisi,

kontrol edilebileceğini de ifade eder. Ona göre insan-

doğaüstüne önem verilen, hayal gücünün duyu

doğa çelişkisi teknolojiyi doğurmuş, teknoloji insan

organlarına egemen olduğu, olayların tanrısal güçlerle

toplumunu etkilemiş, kültürel evrim de teknolojiye

izah edildiği “teolojik evre”dir. Kendi içinde fetişist,

göre gelişmiştir, teknoloji ideolojiyi doğurmuş

politeist ve monoteist olmak üzere üç evreden oluşur.

olmaktadır. İnsan sürekli doğaya karşı korunma ihtiyacı

Fetişizm, nesnelerin canlı, zeki ve ruh sahibi olarak

göstermiştir. Giyinme ihtiyacı tekstil, yiyecek ihtiyacı

düşünülmesi, politeizm çok tanrıcılık, monoteizm

gıda, barınma ihtiyacı inşaat, güvenlik ihtiyacı harp

ise tek tanrıcılıktır. Teolojik evrede ekonomi tarıma

sektörlerini ortaya çıkarmış, alım satım ihtiyacı ticareti

dayalıdır, yönetim ise askeridir. İkinci evre “metafizik

doğurmuştur. Bütün bunlar kültürleşmeyi gerektirmiş,

evre”dir. Hayal gücüne duyu organlarının eklenmesi,

dolayısıyla gelişen teknoloji kültürü de yönetimi de

dış dünyayı algılamada tanrı fikrinin yerine niteliği belli

etkilemiş, insanın kültürel olarak evrimleşmesine ve

olmayan nesnelerin geçmesine yol açar. Derebeylik,

değişmesine neden olmuştur.

kölelik, dini ve askeri otoriteler bu evrede zayıflamakta

Herbert Spencer (1820-1903), “toplumu orta

endüstrileşme başlamaktadır. Bu sürecin tamamlanması

boy düzeyde bir organizma olarak görür. Bu

üçüncü aşama olan “pozitivist evre”yi ortaya çıkarır.

organizmanın (toplumun) gelişmesi büyük boy

Pozitif bilim ve endüstri bu evrenin belirleyicisidir.

düzeyde belli bir evrimdir. Toplum bu evrim sırasında

Gerçekler artık sadece ve sadece deneylerle elde edilen

12

13

12

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


evrimleştiğinden yola çıkarak meşhur üç hal

nüfus artışı, yardımlaşmaya duyulan ihtiyaç,

kanununu ortaya koyar, bu aşamalardan her

dayanışma türleri ve ihtisaslaşma temelinde bir

toplumun geçeceğini iddia ederek determinist

evrimleşmeden söz eder. Bu kuramın bir başka

bir yaklaşım sergiler. Weber15 ise Comte’a

örneği olan Ziya Gökalp17 ise toplumların, kavim,

benzer bir şekilde kültürel değişmenin doğrusal

ümmet ve millet olma sürecinden geçtiğini

bir yönde gittikçe rasyonelleştiğini, değerlerdeki

söyler.

değişimin toplumsal yapıyı da değişime zorladığı noktalarda çıkan krizlerin karizmatik kişiliklerce çözüme ulaştırıldığını söyler. Durkheim16, bulguların sonuçlarından ibarettir, vahye, tanrıya veya

Diyalektik Kuram ise evrimci kuramın özel bir biçimidir. Evrim sırasında ortaya çıkan her aşamanın, kendisini ortadan kaldıracak, zıddını yaratacak tohumlar taşıması fikrine dayanır. Bu

başka bir şeye dayanan değil. Comte, bütün toplumların

kurama göre her şey her zaman değişir, değişim

eş zamanlı olmasa bile bu süreçten geçeceğini pozitivist

sırasında her şey birbirini etkiler, her şey kendi

aşamaya ulaşacağını iddia eder.

zıddını beraberinde getirir, evrilerek belli bir

Max Weber (1864-1920), “toplumsal değişmeyi

aşamaya ulaşan değişim bir aşamadan sonra

kültürel ve toplumsal olarak ikiye ayırmakla” beraber

devrime yol açar. Evrimci kuram, değişimi,

15

Comte’a benzer bir şekilde kültürel değişmenin doğrusal bir yönde gittikçe rasyonelleştiğini söyler; büyüden bilime, çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa geçiş gibi. Bu

lineer bir çizgi şeklinde tekdüze ve doğrusal bir gelişme şeklinde ifade etmekte idi. Diyalektik

gelişimde karizmatik liderlerin kilit bir rolü vardır.

kuram, evrimci anlayış gibi “değişimin daha iyiye

Anlamlar, değerler, inançlar alanındaki değişmenin

ve daha istikrarlı bir dengeye doğru” olduğunu kabul

toplumsal yapıyı ve onun işleyişini etkilemesiyle

eder, “diyalektik gelişme de aynen evrim gibi değer

ortaya çıkan krizler karizmatik liderin ortaya çıkışıyla

yargıları taşır” ancak sürecin sıçramalı bir şekilde

giderilir. Bunu da toplumsal örgütlerin esnek olmayışına bağlar. Karizmanın kurumsallaşmasıyla denge oluşur

gerçekleştiğini söyleyerek yöntem konusunda

ve değişim tamamlanır. “Karizmanın kurumlaşması

farklılık gösterir. Bunun meşhur ifadesi tez-

toplumsal değişmenin kültürel değişmeye uyumu

antitez-sentez üçlemesidir, her toplumsal

sürecidir.” Krize yol açan problemler Marks’ın

değişimin kendi zıddını doğurduğunu ifade

aksine üretim sürecinden değil, tüketim sürecinden

etmektedir. Diyalektiğe de tez-antitez-sentez

kaynaklanmaktadır. Ona göre kültürel değişim bir

üçlemesine de farklı anlamlar yükleyenler, farklı

birikimin sonucudur ve sürükleyicidir, toplumsal yapı ve örgütlerin değişmesini zorlar. Karizma işi sonuca

alanlarda kullananlar olmakla beraber kuramın

vardırır. Değişimde teknolojinin değil ideoloji ile kişinin

söz ettiği değişimin mutlak oluşu diyalektiğin

katkısını önemser.

özünü teşkil eder, onun için tarihsel determinizm

Emile Durkheim (1858-1917) “topluluk”ların evrim

olarak da tanımlanır.

16

sürecinden geçerek, insan ilişkilerinin niteliğinin değiştiğini ve “toplum” haline geldiğini söyler. “İnsan

değişmiş olur. Toplum ideallerle oluşur, insanın bu

ilişkilerinin niteliğini belirleyen değişken ise topluluk

ideallere kapılması onun toplumsallığından kaynaklanır.

ve toplumların teknolojileri ve işbölümü özellikleridir. Gelişen teknoloji sonucu, işbölümünün artması,

Toplum insanı, kendisini aşması için teşvik eder. Ziya Gökalp, Durkheim’den çok etkilenmiştir. Evrimci

17

toplumsal varlıkların örgütlenişini etkiler ve insan

modeli esas alarak toplumların, kavim, ümmet ve millet

ilişkileriyle beraber toplumsal yapıyı da değiştirir.” Ona

olmak üzere üç aşamadan geçtiğini söyler. “Kavim

göre toplumsal olayların nedenleri toplumun kendi

devrinde toplumlarda dil ve ırk birliği vardır. Toplumsal

içinde aranmalıdır. Değişim de öyledir. “Değişime

bütünlük bu yolla sağlanır… Ümmet devrinde toplumsal

yol açan şey iş bölümüdür.” Nüfus artışı iş bölümünü

yapıya evrensel dinler egemen olmuştur… Kavimler

gerektirir, bu da farklılaşmaya neden olur. Farklılaşan

artık kendilerine özgü olan niteliklerini ve dolayısıyla

öğelerin birbirine ihtiyacının artması dayanışma ve

kişiliklerini kaybederler. Millet (ulus) devrinde toplumlar,

birlikteliği ortaya çıkarır. Mekanik dayanışma organik

kendilerine özgü niteliklerine ve dolayısıyla kişiliklerine

dayanışmaya doğru evrilir. “Organik dayanışmanın

yeniden kavuşurlar. Bu kişiliğin yaratılması bir toplumun

egemen olduğu toplumlarda bireycilik gelişmiştir.

kendi bünyesindeki değerleri, yüksek bir uygarlık

İhtisaslaşma artar, din evrenselleşir, yerel bağlar

düzeyinde yeniden örgütlemesiyle ortaya çıkar.” (E.

zayıflar ve evrensel değerler gelişir.” “Birbirlerinden

Kongar, A.g.e. S: 114) Kendi döneminde Türklerin

farklı ve birbirleriyle dayanışma halinde olan bireylerin

geldiği aşama ulus olma aşamasıdır. Türk ulusunun

meydana getirdiği topluma bağlılık da daha yüksek

ilerlemesi için Osmanlı ümmetinin Türk milletine

olur.” (E. Kongar, A.g.e. S: 110-111) Hukuk ve çeşitli

dönüşmesi, bunun için de kuvvetli bir kültür gereklidir.

alanlardaki kanunlar da işbölümünün sonucudur.

Bunu sağlayarak batı medeniyetinin içinde yerini

Toplum nüfusunun artışıyla doğru orantılı olarak

almalıdır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

13


Bu kurama örnek olabilecek isimlerden Sorokin,

Bu üç kuram büyük boy modeller olarak

her kültürün kendi içinde değişme tohumları

kabul edilmektedir. Bunların dışında orta boy

taşıdığını, bu tohumların harekete geçmesi ile

ve küçük boy modeller de söz konusudur.

kültürel sistemin kendi alternatifini doğurduğunu

Parsons’un “toplumsal farklılaşması”, Merton’un

ifade eder. Başka bir örnek olarak Marx ise sınıf

“Anomie”si, Pareto’nun “Seçkinlerin Dolaşımı”,

ilişkilerinden doğan bir çatışmadan bahseder

Dahrendorf’un “Çatışma Grupları” orta boy

ve ekonomik/çıkar ilişkileri temelindeki bu

modeller içinde; Moreno’nun “Sosyometri”si,

çatışmanın mükemmel topluma doğru tezantitez-sentez yöntemi ile süreceğini savunur.

Hagen’in “Yaratıcı Kişilik” modelleri de küçük 18

boy modeller içinde değerlendirilmektedir. Orta boy modelleri, yapısal-fonksiyonel ve çatışmacı modeller olarak ikiye ayıranlar da vardır.19

Kuramın temsilcilerinden Sorokin (1889-1968),

18

değişmeyi “kültürel üst sistemleri” yani ideoloji ile

Ralph Dahrendorf’un (1929-2009)

açıklar. Kültürel üst sistemin belirleyicisi ise gerçeğin

organizmacı modellerin zıddı sayılabilecek,

algılanış biçimidir. Sorokin’e göre toplumun değişmesi,

Çatışma Grupları modeli üzerinde hem

“anlamlar, değerler ve kurallar bütün olan kültürel

Marksizm’in hem de Pareto’nun Seçkinlerin

sistemin/ideolojinin” değişmesi ile başlar. “Her kültürel sistem kendi içinde değişme tohumları taşır, zamanla

Dolaşımı modelinin etkili olduğu söylenebilir.

bu tohumların harekete geçmesiyle kültürel sistem

Pareto, yönetici (üst) kesim ile yönetilen

kendi alternatifini doğurur.” Buradan yola çıkarak, 50’li

(alt) kesim arasında bir mücadele olduğunu

yıllarda kapitalizmin çökeceğini çünkü kapitalizmin

söyler. Alttan yukarıya yükselmeler, yönetici

kendi çöküşünü hazırlayan tohumlar taşıdığını, mevcut

seçkinlerin taze kan kazanmasını sağlar, bu

uygarlık devam edecekse materyalist değerlerden ilahi

yükselişe direnen aristokrasi, kendileri günün

açıklamayı esas alan akılcı değerlere yönelmelidir. Bunu da insan beyninden beklemektedir. (R. İhsan Eliaçık,

ihtiyaçlarına cevap vermekten gittikçe aciz

İslam ve Sosyal Değişim, İnşa Yayınları, S: 113.)

kaldığı, istekli alt tabaka ise hazırlıklı olduğu

Diğer önemli isim ise sisteminin merkezine sınıf

için çökmeye mahkûmdur. Dahrendorf da

çatışmasını yerleştiren Marks’tır. Hegel’in diyalektiği

değişimi çatışma ile açıklar. “Otorite sahipleri

ile Darwin’in evrim teorisini sosyal bilimlere uygulayan

ile otoriteden mahrum olanlar çatışan çıkarlara

Karl Marks (1818- 1883), tez-antitez-sentez

sahiptir.” Yöneticilerin çıkarları, yönetimlerinin

üçlemesiyle diyalektik materyalizmi savunur. Toplumun değişmesi, kültürün veya kurumların değişmesine

meşruluğunu da sağlayan toplumun değerlerini

değil sınıf çatışmasına dayanır. Çünkü ona göre “alt

de ifade etmektedir. Yönetilenlerin çıkarları ise

yapı yani ekonomik ilişkiler her zaman üst yapıyı

bu ideolojiye ve onun korunduğu toplumsal

(din, sanat, bilim, ahlak, kültür kurumları) belirler”.

ilişkilere karşı bir tehlike ifade etmektedir.

“Marks toplumsal değişmeyi toplumun kendi içinden

“Otoritenin olduğu her yerde çatışma vardır…

gelen üretim ilişkileri çatışmasına bağlamaktadır.” Çatışma işçi sınıfının sınıf bilincine ulaşması ve devrimci güç haline gelmesi ile başlar ve devrim, sınıfsız

çatışma kanalize edilebilir… bastırılabilir ama yok edilemez.” Zorlamalar çatışmayı çatışma ise

toplumun oluşmasına kadar devam eder. Burada her

değişimi doğurur. Toplumsal bütünlük çatışan

oluşumun kendi içinde karşıtını barındırması sebebiyle

zıt kuvvetlerin dengelenmesi ile sağlanabilir.

evrimci aynı zamanda çatışmanın oluşturulması ve

Alt ve üst gruplar arasındaki bu çatışmada

kontrol edilmesi sebebiyle de devrimci bir yaklaşım

yönetici kesim gelen isteklere uyum sağlayarak

görülmektedir. Üretim araçlarının mülkiyeti, üretim

değişebilir, alttan gelen sızmalara izin verirse

biçimi çerçevesinde ortaya çıkan sınıflar ve sınıf çatışması zorunlu bir tarihi süreç takip eder. Kölelik,

değişim yavaş ve evrim şeklinde, izin vermezse

derebeylik ve kapitalizm sürecinden sonra zorunlu

yönetici kesimin zorla yerinden alındığı yapısal

olarak ortaya çıkacak aşama komünist aşamadır.

devrim şeklinde olur.20

Son aşamada sınıf olmayacağı için süreç bitecektir. Marks’a göre bu doğal evrim süreci müdahalelerle hızlandırılabilir. İşte bu müdahale fikri, sonraki takipçileri tarafından işlenerek, işçi sınıfının profesyonel kadrolarla eğitilip, kendilerine öncülük edilerek devrimci güç haline getirilebileceği savunulmuş ve süreç kendi doğallığından tamamen çıkmıştır. Şiddet esasına

19

dayanan işçi sınıfı adına gerçekleştirilen kanlı devrimler,

20

işçilerin değil onların eliyle gerçekleşmiştir.

14

E. Kongar. A.g.e. R. İhsan Eliaçık, İslam ve Sosyal Değişim, İnşa Yayınları, S: 119-121

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Toplumsal Değişim Kuramları Üzerine Birkaç Söz Toplumsal değişimin doğasını ve dayandığı ilkeleri anlama konusunda beşeri çabanın sağladığı faydaları reddetmek doğru olmaz. Zira toplumsal değişim, Allah’ın konu ile ilgili sünnetleri çerçevesinde hareket etmekte ve bu yasalar, anlamak için çaba sarf edenlerin ulaşmasına açık bir yerde bulunmaktadır. Ancak onlar, kendilerine çaba sarf ederek ulaşmanın mümkün olduğu hakikatler ise de taraflı ve önyargılı yaklaşımlarla ulaşılan sonuçların yanlışlığını şüphesiz/itirazsız gösterecek nesnellikte de değildirler. O halde tarafsız ve önyargısız olmak için azami bir gayret ve dikkat sarf edilmesi gerekir. Yoksa ne genel olarak toplumsal değişimin doğasını, dolayısıyla ne de devrimi doğru bir şekilde tanımlamak mümkün olmaz. Yukarıdaki kuramlar bu kuralları doğru tanımlamada ciddi sorunlar içermektedir. Değişimleri anlamak ve izah etmekte tarih en önemli veri ve nesnel delil teşkil eder. Ancak vakıadan yola çıkarak kurallar tespit etmeye çalışan bu yaklaşımlarda kimi zaman taraflılık, kimi zaman eksiklik göze çarpmaktadır. Genel olarak da her birinin gerçeğin ancak belli bir yönüne işaret ettiği söylenebilir. Gerçeğe uygun ise bir yöne işaret etmek önemli ve faydalıdır. Ancak doğruyu ondan ibaret görmek birçok yanlışa kapı açmaya da neden olmaktadır. İş bölümü, teknolojinin gelişimi gibi hususların kültürel gelişime, farklılaşmaya neden olduğu doğrudur. Bunlar gerçeklerin daha iyi anlaşılabilmesi için fırsatlar da sağlamaktadır. Matbaanın keşfinin kutsal kitabın tanınmasına, onun da kiliseyi doğru anlamaya fırsat tanıması gibi. Bununla ilintili olarak dış dünyayı doğru tanımlamanın soyut gerçekliği idrak etmeye katkısı da inkar edilemez. Bilimsel gelişmelerin putperestliği zayıflatması gibi… Nereden bakıldığına bağlı olarak, toplumsal dengenin, uyumla sağlandığı kadar farlılıklarla hatta çatışmalarla sağlandığı da bir gerçektir. Ancak kuramların göz ardı ettiği çok önemli noktalar vardır. Gelişim, dünyadan daha çok istifade etmeye imkân tanıyan soyut ya da somut gelişmelerle değil değerlerin ıslahı ile izah edilmelidir. Gelişmişlik, zenginlik/müreffehlik ya da birçok bakımdan profesyonellikle değil

adaletin ne kadar sağlandığı, varlığın ve yaratıcının ne kadar doğru tanımlandığı ile ilgilidir. Teknolojik bakımdan çok ileri olan toplumlar kendilerinden daha geri olanlardan çok daha zalim çok daha köleci olabilirler. İnsanlığın kaydettiği gelişimin hangi hususlarda sürekli ileriye hangi hususlarda ileri olduğu gibi kimi zamanda geriye doğru olduğunu iyi anlamak gerekir. “Tarihsel ilerleme doğrusal ve dairesel iki kulvarda hareket ediyor. İlerleme ‘reel’ alanda, ‘olguların’ dünyasında doğrusal, ‘değerler’ dünyasında daireseldir. Olguların dünyasında dünya toplumlarının… sıçrama yaptığı doğrudur… hak, adalet, ahlak gibi değerler dünyasını oluşturan alanda sürekli geri dönüş, tekrar ileriye geriye gidişgeliş yaşamaktadır.”21 Yani değişim ileriye doğru

olabildiği gibi geriye doğru da olabilir. Teknolojik, bilimsel ya da kültürel gelişmeler iyiye hizmet ettiği kadar kötüye de hizmet etmektedir. Örneğin, kitle iletişim araçları gerçeklerin hızlı bir şekilde yaygınlaşmasını sağladığı kadar yanıltıcı bilginin de hızlı yaygınlaşmasını ve dezenformasyonu da sağlamaktadır. İnsanlığın primitif yapılardan modernizme, putperestlikten tevhide doğru bir seyir çizdiği iddiası kuramların neye dayandıklarını daha iyi belirginleştirmektedir. Yapılan gerçeği örtmekten ibarettir. “Lewis Morgan da insanlık tarihini üç aşamaya ayırır: Vahşet durumu, barbarlık durumu, uygarlık.”22

Toplumun değişmesinde hayrı ve iyiliği isteyen bir “irade”ye kuramlarda yer verilmemiştir. Hatta organizmacı yaklaşımda değişim tesadüften ibarettir, evrimci yaklaşım daha nesnel koşullar arama peşindedir, diyalektik yöntem ise tarihi belli bir noktaya ulaştırmanın çabasındadır. Oysa tarihi oluşturan ana damar peygamberlerin mücadelesidir. İnsanlık hayr ve iyilik adına ne kazanmışsa bu mücadelelerden kazanmıştır. Kendi becerisi, çalışması, aklı ve çabası ile ne üretmişse peygamberlerin rehberliği onlara hayra giden bir yön kazandırmıştır. Çok farklı değişimlerden söz edilebilir, ama bir gelişmeden söz edilebilecekse işte bu rehberlikten yayılan ışığın ne kadar anlaşıldığı ve ne kadar içselleştirildiğidir gelişmenin dozajını belirleyen. R. İhsan Eliaçık, Devrimci İslam, İnşa Yayınları, S: 11-

21

12 E. Kongar, A.g.e. S: 127

22

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

15


Toplumun gelişmesini asıl sağlayan şey doğru

hatta işgal şeklinde anlaşılmaya kapı açacak

değerlerle teçhiz olmak, onlarla hayata yön

yönler barındırmakta. Biz ise daha özelde

vermektir.

23

Yaşanan süreç, kazanılan tecrübe

“halkta biriken otorite karşıtlığının eyleme

bu değerlerin anlaşılması için imkan sağlamakla

dönüşerek mevcut otoriteyi yerinden atmasını

birlikte bunların üzerini örtecek yepyeni

ve yerine yenisini getirmesini” kastediyoruz.

bahaneler de üretmektedir.

Otoritenin başka yöntemlerle değişmesi ya da

Yazıdaki amacımız toplumsal değişmeyi irdelemek değil onun bir çeşidi olan devrimi

değiştirilmesine başka ifadelerin kullanılması daha doğrudur.

ele almak olduğundan kuramların uzun boylu

Zira, iktidarların, yerlerini bir başkasına

değerlendirilmesi gerekmemektedir. Ortaya

bırakmak zorunda kalmasının birçok nedeni

konmuş olmaları, sanırız konuyu ne kadar

vardır:

aydınlatabildiklerini izah etmeye yeterlidir. *** Kuramların çizdiği çerçevelerle devrim anlaşılmak istendiğinde, kimine göre kendiliğinden gelişen bir tepki, kimine göre

Harici bir otoritenin/gücün saldırısına maruz kalarak mağlubiyete uğrayabilir. Bu mağlubiyet mevcut otoritenin tarihten silinmesiyle sonuçlanabilir. Böyle bir değişim için kullanılacak doğru ifade ise işgaldir.

belli bir azınlığın yaratıcı fikri, diğer birine

Toplum içinden silahlı bir grubun örneğin

göre yapının kendi zıddını taşımasından ya da

askeriyenin veya askeri bir birliğin iktidarı

sınıf çatışmasından kaynaklanan bir durum

zorla ele geçirmesi mümkündür, hatta böyle

olarak izah edilmesi mümkündür. Oysa bizim

bir değişim görece kalıcı da olabilir. Ancak bu

maksadımız bir toplumsal dönüşüm çabası

devrim sayılamaz, bunun için kullanılabilecek

olarak devrimi anlamaya çalışmaktır. O

daha doğru ifade darbedir.

halde kastedilen devrimin diğer değişim yöntemlerinden ayırt edilmesi, tanımlanması ve doğasının ortaya konulması gerekiyor:

Otorite, savaş veya doğal afet gibi nedenlerle toplumun ihtiyacına cevap vermekte acze düşebilir. Bu durum, otoriteden veya otorite boşluğundan kaynaklanan zulümlerin ortaya

Devrim nedir?

çıkmasına uygun zeminin teşekkül ettiği kaos

Fransızca revolution24 kelimesinin karşılığı olarak kullanılan devrim, kökeniyle de alakalı olarak birçok anlamda kullanılmakla beraber, makaleyi ilgilendirdiği tarafıyla “Bir rejimin bir başka rejim tarafından aniden ve şiddet yoluyla ortadan kaldırılması… Bir sınıfın başka bir sınıfı aniden

ortamlarına dönüşebilir ve sonuçta iktidar bir elden diğerine geçebilir. Uyguladığı zulme karşı halkta biriken tepkinin otorite karşıtlığına dönüşmesiyle gerçekleşen devrime maruz kalabilir.

ve zorla ortadan kaldırarak iktidara el koyması…”

Devrim kavramı kullanıldığında bazen bu

şeklinde tanımlanmaktadır. Tanım, darbe, ihtilal

yöntemlerden birçoğu kastedilmektedir. Örneğin askeri bir darbe kastedildiği gibi

“İnsanı önünden ve ardından takip eden melekler

küçük bir azınlığın zorla iktidara el koyması da

vardır. Allah’ın emriyle onu korurlar. Şüphesiz ki, bir

kastedilmektedir. Bu tür kullanımlar, devrim ile

kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların

diğerlerinin mesela darbenin birbirine benzeyen

23

durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka

yönlere sahip olmasından kaynaklanır. Bu

hiçbir yardımcı da yoktur.” 13, Ra’d: 11)

benzerliğin en önemli yönü iktidarın ani bir

“Bir yıldızın hareketinin başlangıç noktasına dönmesi”

şekilde el değiştirmesidir. Ancak hedefi daha

“Dolanan bir cismin durumu” “Vücut sıvılarının

doğru tayin etmek için diğerlerine darbe ya da

dolanımı” “Yeryüzünün çehresini değiştirerek alt üst

ihtilal gibi kelimeleri kullanmak daha doğrudur.

24

eden olay” “Bir devletin politikasında ve yönetim biçiminde ansızın ortaya çıkan kesin ve köklü değişiklik”

Ayrıca rıza ile gerçekleşen otorite değişiklikleri

(R. İhsan Eliaçık, İslam ve Sosyal Değişim, İnşa

aslında bir otorite değişimi olarak da

Yayınları, S: 164)

16

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


nitelenemez. Seçimle işbaşına gelen bir

mekanizmalara sahip olamaması ve savaş gibi

partinin ya da babasının koltuğuna oturan bir

nedenlerle zayıflamış olması, siyasal nedenler

hükümdarın durumu aynı otoritenin devamı

arasında sayılmaktadır. Gelir dağılımdaki

demektir. Ancak rıza ile gerçekleşen otorite

adaletsizlik, beklenen düzeyde gelir artışı

değişiklikleri içinde ayrı tutulması gereken bir

sağlayamaması, toplumsal yaşam maliyetinin

nokta vardır. Otorite halktan gelen talep ve

zayıfların sırtına yüklenmiş olması gibi nedenler

tepkilere karşı durmayıp boyun eğebilir, hatta

ekonomik sebepler arasında; bütünleşmeyi

tepkiye neden olan değerlere inanarak onların

sağlayacak enstrümanlardan mahrum olmak,

safına geçebilirler. Ancak nadir görünen bu

toplumsal kuralların deformasyonu ve yok

durumu, devrimin problemlerine de değinmek

olmasıyla ortaya çıkan kaos (anomie),

istediğimiz için göz ardı etmeyi tercih ettik.

güvensizlik hissinin artışı, toplumsal yapıdaki

*** Zulmü ortadan kaldırıp yerine adaleti tesis etmekle devrim arasında karşılıklı ve bire bir ilişkiden tam olarak söz edilemez. Her devrimin zulme karşı adaletin yanında olduğu iddia edilemeyeceği gibi zulme uğrayanların gerçekleştirdiği her tepki ve sonuca ulaşmış her eylem de devrimle ifadelendirilemez. Devrim, zulme uğrayanların, daha genel bir ifade ile mevcut otoriteden rahatsız olanların otoriteye tepkisinin bir çeşididir. Ancak kimi devrimlerin kötüden iyiye doğru değil iyiden kötüye doğru olduğu da unutulmamalıdır. Devrimlerin her zaman iyiye doğru olmadığı gibi her zaman iyi sonuçlar ürettiği de söylenemez. Devrimi hem tanımlamanın hem de anlamanın en iyi yolu onun doğasını ortaya koymaktır. Böylece ne kadar doğru ve gerekli olduğu aynı zamanda neye mal olacağını anlama fırsatı da elde edilmiş olacaktır. Devrimin doğasında olan özellikler şöyle sıralanabilir: Devrim, nedenleri, süreci, sürece etki eden faktörleri, idaresi ve gereklilikleri açısından özelliklere sahiptir.

tutarsızlık ve basitlik, çıkar çatışmalarındaki şiddetin artması gibi nedenler de toplumsal nedenler arasında sayılmaktadır.25 Sayılan bu nedenlerin bir kısmı doğrudan devrim fikrini ortaya çıkaran nedenler iken bir kısmı da zeminin oluşmasına ya da zeminin daha kolay bir zemin haline gelmesine katkı sağlayacak nedenler olarak da görülebilir. Nedenlerden hiçbirisi tek başına devrime kaynaklık edemez. Söz gelimi sadece otoritenin zaafa uğramış olması devrim nedeni olmaz; sadece dünya görüşünde otorite ile ters düşmek de devrim nedeni olmaz. Bu, hayatın bütünlüğü ilkesine aykırıdır. Bir noktada zulüm varsa bunun ortaya çıkışı ve icra edilişi başka alanlardaki zulümlerle de ilgili olmak durumundadır. “Nedenler” birbirini tetikleyen amiller olarak düşünülmelidir. Devrime asıl neden teşkil eden şey ise otoritenin zulmüdür.26 Zulüm, şüphesiz ki sadece ekonomik ya da fizikî ilişkileri içeren tek boyutlu bir olgu değildir. Ancak halkta oluşan rahatsızlığın da temel nedenidir. Otoritenin, kendilerine, kendi çıkarlarına, inandıkları değerlere zarar verdiğini düşünen halk kitlelerinde meydana gelen bu rahatsızlık gelişerek sorunun ancak otoritenin değişmesi

Hiçbir Devrim Nedensiz Değildir. Her toplumsal değişikliğin önemli ve köklü nedenleri olduğu gibi devrimin de çok boyutlu ve çeşitli nedenleri vardır. Bu nedenler, siyasi, ekonomik ve toplumsal olmak üzere sınıflara ayrılabilir. Mevcut otoritenin idarî zafiyetleri, başka sınıf ya da gruplara kapalı olması, toplumsal güçlere yabancılaşması,

ile çözüleceği kanaatinin oluşmasına kadar tırmanır. Var olan kötü durumun ancak mevcut otoritenin ortadan kaldırılması ve istenen birinin yerine getirilmesi ile izale edilebileceği fikri sabit hale gelir. Bir hareketlenmeye ve başkaldırıya kadar giden eylemlere neden olan bu rahatsızlık marjinal bir kesimin değil halkın çoğunluğunun R. İhsan Eliaçık, İslam ve Sosyal Değişim, İnşa

25

beklentilere cevap vermekte acze düşmesi, siyasal çatışmalara hakimiyet sağlayacak

Yayınları, S: 165-166 “Memleketler, mülk ve saltanat, küfür üzerine durabilir

26

de zulüm üzerinde duramaz.” (İmam Maverdi)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

17


hissettiği bir rahatsızlıktır.

bir ideoloji, ideoloji olamayacağı gibi sitemin

Devrimin otorite sahipleri ile otoriteden mahrum bırakılmış ve hakları elinden alınmış kitleler arasındaki rahatsızlıkla ilgili boyutunda önemli bir nokta vardır. Devrim bir rahatsızlık algısı ile filizlenmektedir. Bu rahatsızlığa neden teşkil eden şey, siyasi, ekonomik ve toplumsal boyutlarıyla beraber çıkarlarla ilgili olduğu kadar değerlerle de alakalıdır. İşte bu rahatsızlıktaki değerler kısmı ile haklar, çıkarlar veya refah seviyesi arasındaki ilişki önemlidir. Şöyle ki: Otoriteye karşı rahatsızlığını daha çok belli bir ideolojiden kaynaklanarak

değişmesini de başaramaz. Böyle bir şey ancak ıslahatçılıkla izah edilebilir. Oysa devrime kaynaklık eden görüş siyasi, ekonomik, aktüel, sanat ve bilim gibi birçok yönü olan ve sisteme birçok yönden muhalefet eden sakıncalı bir görüştür. Devrimin ideolojisi, halkta bir bilince yol açmalıdır. Bu bilinç oluşmadan ideoloji tek başına bir anlam ifade etmez. Marks’ın sınıf bilinci ile tarif ettiği şey de budur. Kendi içinde sınıf olanlar, sınıf bilincine ulaşarak kendileri için sınıf haline gelmeden devrimin taşıyıcısı olamazlar.

ortaya koyan yapılanmalar refah seviyesi ile

Devrim ideolojisi aynı zamanda devrime neden

ilgili adaletsizlikleri de bir argüman olarak

olan rahatsızlıklara karşı çözüm reçetesidir de.

kullanmaktadırlar. Dünyalıkların dağılımındaki

Devrim her ne kadar mevcut durumdan duyulan

adaletsizlik (buna bazı sosyal haklardan

rahatsızlıkla filizleniyor olsa da umutsuzluk değil

mahrum bırakılmak da dahil edilebilir), işin

umut üzerine kurulu bir direniştir. Diğer bir ifade

somut göstergesi olması sebebiyle kolayca

ile devrimi üreten umutsuzluk değil tam aksine

kullanılmasına karşın refah seviyesindeki

umuttur. Çünkü devrimi, mevcuttan kurtulma

görece artışlar devrimcilerin işine gelmeyen

çabası değil peşinde koşulan hedefler/umutlar

bir durum oluşturmaktadır. Bunun için öreğin

belirler. Devrim ideolojisi de bu umutların

Marksistler zengin ile fakir açığının büyümesini

formüle edilmiş şeklidir.

isterler. Devrimci potansiyelin gelişmesi için yukarıdan duyacakları rahatsızlığı artıracak her türlü haksızlık devrim için enerji birikmesi anlamına gelmektedir. Bu sebeple devrimci anlayış, vatandaşların kendilerini daha rahat hissedecekleri hiçbir gelişimi desteklemez tam aksine bunun devrimin köküne kibrit suyu dökmek olduğunu düşünür.

Devrimin Gerektirdikleri İdeoloji, yapılanma-liderlik, uygun zaman ve

Devrime neden olan tepki her ne kadar halkın tepkisi olsa da organize olamayan kitle devrim yapamaz. Dolayısıyla her devrimin bir öncü sınıfı vardır. Bu öncü sınıf hem ideoloji hem de eylem olarak kitleyi yönetir. Zamanlama, idare ve söylem bakımından bu öncü topluluk ne kadar kabiliyetli ve başarılı ise arkasındakilerin şansı da o kadardır, daha fazla değil. Organize olmakla liderlik paraleldir. Liderliğin kabiliyeti kendisini bütün devrim süreci boyunca gösterir. Liderliğin mi yoksa

zemin, bu gerekliliklerin önemlilerindendir.

devrim fikrinin mi önce oluştuğu, cevabı

Her devrime neden teşkil eden bir dünya

zenginleştirilmesinden sürecin her aşamada

görüşü, ideoloji ya da iddia olmak

iyi yönetilmesine kadar liderliğin göstermesi

zorundadır. Sadece maddi mahrumiyet içinde

gereken başarılar sağlanamazsa yapıyı

olmak ya da haksızlığa uğramış olmak tek

tehlikeler bekliyor demektir. Aşamalardaki

başına devrim nedeni haline gelemez. Böyle bir

gerekli refleksler yapıyı bir arada tutar ya

şeyle toplanan kitleler bir başarı elde etseler

da dağılmasına yol açar. Örneğin ayaklanma

bile arkasını getirme imkan ve ufkuna sahip

aşamasındaki basiretsiz ya da yersiz kararlar,

olamaz, bastırılan bir isyandan ibaret kalırlar.

kontrolü zor bir durumdaki kitlenin idaresinde

Ancak bastırılsa bile köklü bir düşünceye sahip

çok ciddi sorunlar yaratacaktır.

zor ve değişken bir sorudur. Ancak fikrin

olan direnişin etkileri kolaylıkla silinemez. Devrimin ideolojisi belli bir yöne ağırlık vermiş olabilir. Ancak bu yönden ibaret olamaz. Mevcut sisteme sadece belli bir noktadan karşı çıkan

18

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Devrim Sürece Sahip Bir Dönüşüm Şeklidir.

yayılmasında önemlidir.

Bu süreç, hız, yön ve aşamaları itibariyle

kıyaslandığında, otoritenin değişimi darbe ve

diğer değişim yöntemlerinden farklı özelliklere

işgal kadar hızlı olmaz. Direniş hareketlerinin

sahiptir:

başlaması ile başarıya ulaşması arasında

Devrim, birey-grup-toplum şeklinde bir seyir takip eder. Hazırlık, ayaklanma, devrimin kurulması, devrim ateşinin soğuması ve karşı devrim şeklinde beş aşaması olan ve belli bir hıza sahip bir süreçtir. Devrimin oluşumu bir süreç demektir. Otoritenin değişmesi gerektiği, bunun nedeni ve sabit bir fikir haline gelmesi bir anda değil bir süreç içinde gerçekleşir. İşin burasına evrim aşaması da denebilir. Belli bir evrime dayanmayan bir hareket devrimle sonuçlanmaz. Ya da daha genelde “belli bir gelişim süreci olmayan bir halk hareketi olmaz” da denebilir. Hazırlıklar sadece ideolojinin topluma kazandırılması ile bitmez; nasıl bir hareketi hedeflediğine göre ayaklanma aşamasının nasıl kurulacağını öngörmesi de gerekir. Otoritenin alaşağı edilmesini başarana kadar ki süreci başarıyla geçtikten sonra kazanacağı özellikler de kurgulanmak zorundadır. Sonrasında meydana gelen zafer sarhoşluğu ile çevreye verilecek her türlü zarar devrim ateşinin soğuma hızını ve karşı devrimlerin oluşmasını hızlandırır. Devrim ateşinin soğumaya başlaması devrimin oluşumuna neden teşkil eden ideolojinin ilkelerinden uzaklaşmanın başladığı noktadır. Aslında bir haksızlığa karşı başlayan hareket, elde ettiği güçle statükocu olmaya başlamışsa karşıtlarına karşı ilkeden çok güce başvuruyorsa soğuma başlamış demektir. Devrim başından sonuna kendi doğasına

Devrimin hızı diğer değişim yöntemleri ile

geçen süre bunlara göre daha uzundur. Yıllar süren direniş hareketlerinin örneklerini bulmak mümkündür. Ancak ıslahatçılık gibi yöntemlerle karşılaştırıldığında ise daha hızlı bir değişim hareketi/sürecidir. Çünkü değişimin otoriteyi ilgilendiren kısmı bir anda gerçekleşmiş olmaktadır. Devrimin yönü de diğer değişim yöntemlerine göre farklılık arz eder. Devrimin, darbe, ihtilal hatta demokratik mücadele gibi değişim yöntemleriyle kıyaslandığında aşağıdan yukarıya ama ıslahatçılık gibi bir yöntemle kıyaslandığında da yukarıdan aşağıya değişimi hedefleyen bir yöntem olduğu söylenebilir. Aşağıdan kasıt halk, yukarıdan kasıt ise devlet mekanizmasıdır. Devlet aygıtını ele geçirmenin hedeflerinden biri de toplumsal dönüşümü sağlamaktır. Bu fikir, devletin değişmesiyle halkın da değişmek zorunda kalacağı ya da bu aygıtla halkın değiştirilmesi için bütün enstrümanların ele geçirilmiş olduğu savunulmuştur. Diğer yandan halkın değişmesinin, otoriteyi değişmeye zorlayacağı, değişmezse bunu zorla yapabilecek bir güce ulaşmış olduğu da savunulmuştur. İslami bir dönüşümden söz edilecekse bunun ancak insanların kendi iradesiyle değişmeleri sonucu mümkün olacağı unutulmamalıdır. Zira toplumların doğaları gereği ister yukarıdan isterse aşağıdan başlamış olsun, bir dönüşümün başarıya ulaşması toplumu oluşturan bireylerin dönüşmesiyle mümkündür.

sahip bir süreç olmakla beraber otoritenin dönüştürülmesi kısmı görece hızlı bir değişimdir. Direniş ve ayaklanma süreci yıllarca süren devrimlerden söz edilebilir. Ama otoriteyi alaşağı etme hamlesine karar verildikten sonra bunun en hızlı şekilde yapılmasının amaçlandığı söylenebilir. Bu aşamanın uzaması devrimin işine yaramaz, karşı devrimlerin oluşmasına neden olabilir. Bu noktadaki hızlı değişimin yol açtığı sorunlar ise dönüşümün halka

İradilik ve Kendiliğindenlik Toplumun değişim ve dönüşümünde tartışılan bir konu da bu değişimin kendiliğinden mi yoksa zorlama ile mi olduğudur. Doğal afetler, nüfus artışı, ya da coğrafi nedenlerle meydana gelen sosyal değişimler, doğal bir süreçle oluşan farklılaşma ve gelişimlerle toplumun kendiliğinden değiştiği doğrudur. Bu gelişmeler idari yapıda da değişikliklere yol açabilir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

19


Sınırlarını çizdiğimiz devrimde iradilikten kasıt,

Toplumsal değişimi arzulayan bir hareketin

devrimin taşıyıcısı olarak görülen kitlenin

bir yöntemi tercih etmemesinin nedeni onda

yönlendirilmesidir. Halkın herhangi bir güç ya

gördüğü kusurlar, yol açacağı başka sorunlardır.

da odak tarafından yönlendirilmeden ortaya

Devrimin de eskiyi tamamıyla ilga ederek yerine

koyduğu tepki de kendiliğindenlik olmaktadır.

iyisini sorunsuz bir şekilde ikame edebileceği

Devrimde kendiliğindenlik olduğu kadar

söylenebilir mi? Soruya isabetli bir cevap

iradilik (volontarizm)de gözlenmektedir.

verebilmek için devrimin ne gibi zafiyet, sorun

Bunun en somut ifadesini Marksist düşüncenin

ve problemler içerdiğini bilmek gerekir.

Lenin tarafından formüle edilmesinde bulmak mümkündür. Ona göre kitle devrim ideolojisi doğrultusunda yönlendirilmeli hatta zorlanmalıdır.

Devrimi, “mevcut iktidarın, haksızlıkların,

Belli bir bilinç ve ideoloji kazanan halk her ne kadar mevcut durumun tahlilini yapmaya ve hedefleri belirlemeye müsait bir kafa yapısına sahip olsa da yukarıdaki gerekçelerle de beraber yönlendirilen bir süreç yaşamak zorunda kalmaktadır. Devrime inanmış olan

yozlaşmanın ve bozulmanın sebebi olduğuna inanan halk tarafından değiştirilmesi” olarak tanımladık. Halkın, istediği, razı ve layık olduğunu kendi başına getirmesi anlamında olumlu görünmesine rağmen sorunlardan azade bir yöntem olduğu iddia edilemez.

halkın bir irade tarafından yönlendirilmesinin

Devrim, birey-grup-toplum şeklinde bir

dışında otoritenin değiştirilmesi aşamasında zor/

seyir takip eder. Bu, devrime kaynaklık eden

şiddet kullanma gerçeği de unutulmamalıdır.

düşüncenin, birey veya bireyler sonra da bir

Dolayısıyla otoritenin değiştirilmesini ilgilendiren

grup üzerinde bilince dönüşmesi, ardından

kısım kendiliğinden değil bir zorlama ile

bu grup tarafından topluma kazandırılmaya

gerçekleştirilmektedir. Bu bakımdan sistem içi

çalışılması demektir. Buradaki “düşünce”den

mücadelelerle karşılaştırıldığında darbeye veya

kastımız, Mussolini veya Hitler örneğinden farklı

ihtilale benzetilebilir ancak onlar kadar zorlamacı

olarak grup tarafından insanlığın kurtuluşu

olduğu iddia edilemez. İstek ve zamanlama

olarak kabullenilen bir dünya görüşüdür. Bu

bakımından halkın iradesini yansıtabildiği oranda

dünya görüşü önce değişik iletişim ve hareketin

da kendiliğinden olabilir.

kendine has eğitim yöntemleri ile topluma

Son olarak devrimin anlaşılması ve tanımlanmasında Marksist ideolojinin etkisini unutmamak gerekir. Neo-Marksizm’in ideoloji ve söylem biçiminde getirdiği farlılıkları göz ardı etmemekle beraber, devrimin evrim aşamasında, devrim sırasında ve sonrasında nelerin olacağı ve olması gerektiği ile ilgili düşüncelerde Marksizm önemli bir etkiye sahiptir.

kazandırılmaya çalışılır. Burası işin başlangıç noktasıdır. Bu inancı paylaşan ve inandığı değerler doğrultusunda derinleşen kitleler kendi aralarında toplumun geri kalanından farklı bir ilişki biçimi geliştirir ya da toplum içinde kendi toplumlarını oluşturur. Toplumun genelinden daha organik olan bu yapı yatay genişleme ile belli bir aşamaya kadar büyür, aynı zamanda etki alanını genişletmeye çalışır. Halkını sınıflı bir toplum haline getirmesi, bunlardan bir

Sanıyorum ki, bunlarla devrimin tanımı ve doğası az-çok ortaya konmuş oldu. Bu kadarıyla bakıldığında devrim, mevcut otoriteden rahatsızlık duyan belli bir topluluğun adalet ve hak talebi ile ortaya çıkarak kendini ifade etmesinin en doğal ve sonuca ulaştıran bir yöntemi olduğu söylenebilir. Ancak devrime bir de problemleri yönünden bakmak gerekir. Çünkü her toplumsal değişim yönteminin nasıl artıları olduğu gibi eksileri de varsa devrim de öyledir.

20

Devrim ve Problemleri

kısmının haklarını gasp etmiş olması, ahlakı yozlaştırması, haksız bir otorite iddiasında bulunması sebebiyle zulmetmiş ya da zulme ortak olmuş toplum içindeki kendi ilke, inanç ve değerlerine bağlılıkları sebebiyle birbirlerine tutkun olan bu topluluk, belli bir güce/otoriteye karşı koyma gücüne ulaştığında ise fiili direniş hareketlerini başlatır ve kendi prensipleri doğrultusunda, inandığı değerlerin temsilcisini iş başına getirene kadar direnişi sürdürür.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Atlanmaması gereken önemli nokta, sürecin,

gerçekleştirebilmek için kendine has eğitim

harekete öncülük eden bir grup tarafından sevk

programları uyguladığı gözlenebilir.

ve kontrol ediliyor olmasıdır. Bu öncü grup, öncelikle kendi hayatları yani fiili örneklikleri sonra da sözlü eğitim ve davetleriyle yapıyı

Hareketin kendisini bireyler ya da iletişim araçlarıyla muhataplarına/toplumun

yönetir.

geri kalanına anlattığı bu aşamada,

Devrimin, öncekini yıkıp yerine yenisini inşa

isimlendirebiliriz. Davetçinin kendisini ve

etmek şeklinde anlaşıldığını da unutmamak

“diğerleri”ni tanımlama biçimi, kendileri ile

gerekir. Bu yıkma ve yapma sadece otorite ile

diğerleri arasındaki ilişkiyi belirler. Hareket

ilgili değildir. Önceki kirli ve kötüdür, çünkü

açısından bu noktada toplumun üçe ayrıldığı

statükoyu besleyen değerler taşımaktadır.

söylenebilir: Devrim ideolojisini kabul edenler,

Devrime kaynaklık eden düşüncenin niteliğine

buna sempatizanlar da dahil edilebilir; karşı

bağlı olarak adetlerin, gelenek ve alışkanlıkların

safta yer alan otorite ve onun her türlü

yeni bir şekle kavuşturulması hedeflenir.

yandaşı üçüncü olarak da ortada duran halk

Öngörülen, eskinin yerine yeni bir sayfa

kitlesi. Bunlardan özellikle “tarafını tam olarak

açılmasıdır. Bireylerin eski ve eskilerle bağını

belli etmemiş halk kitlesi”ne karşı tavırda

yeni dünya görüşü belirler. İcabında bireylerin

davetçinin kendisini tanımlama biçimi önemlidir.

önceki hayatları ile bütün bağlarını kesmesi

Muhtemeldir ki, belli bir devrim düşüncesinin

gerekir.

farklı fraksiyonları farklı gruplar tarafından

anlatmaya çalışan bireyleri “davetçi” olarak

İşte bu durum üç aşamadan oluşan devrimin hazırlık aşamasını teşkil eden davet/propaganda kısmında önemli problemlere yol açma potansiyeli taşımaktadır. Devrim üç aşamadan27 oluşur; hazırlık, fiili direniş dönemi ve iktidarı ele geçirme ya da devrim sonrası. Hazırlık; inancın, ideolojinin topluma kazandırılması aşamasıdır. Buna hedef kitlenin bilinçlendirilme aşaması da denebilir. Çünkü her devrimci anlayış bütün toplumu değil örneğin Marksizm gibi özellikle bir sınıfı/ proletaryayı hedef seçmiş de olabilir. Hazırlık aşaması sadece hedef kitlenin belli bir bilinç düzeyine ulaştırılması değil aynı zamanda aynı olay ya da olgulara aynı tepkileri vermelerinin sağlandığı bir aşamadır da. Böylece aynı dünya görüşünü paylaşan, içinde bulundukları şartları benzer bir şekilde değerlendirenler bir topluluk, cemaat ya da örgüt haline gelmektedir. Bu yapının hazırlık süresi boyunca kendisini mümkün olduğunca çok sayıda kişiye anlatması ve onları da bünyeye dahil etmeye çalışması gerekmektedir. Sayısal olarak çoğalan yapı süreç boyunca bilinç olarak da derinleşmelidir. Bunu

toplumda temsil ediliyor olabilir. Bir grubun, kendisini, taşıdığı dünya görüşünün tek ya da en doğru temsilcisi olarak görmesi, aynı düşüncenin başka versiyonlarını en azından kazanılması gereken halk kitlesi arasında saymasına yani henüz dışarıda bir kesim olarak görmesine neden olmaktadır. “Diğerleri” içine itilen her kesim hareket için potansiyel bir sorun da demektir. Benzer bir düşüncenin takipçisi olduğu halde sürecin bir noktasında harekete yakınlaşması mümkün olan kitleler böylece hareketin kendisi tarafından karşı tarafa itilmiş olmaktadır. Kurtuluşun tek reçetesine taraf olmadıkları için de statükonun yanında yer almış, hareketin önüne engel teşkil etmiş olarak değerlendirilmektedirler. Hareketin bu yaklaşımı, kendisini topluma anlatmasına ciddi bir engel oluşturmaktadır. Sadece benzer bir dünya görüşünü taşıyanlarla değil, statükonun yarattığı haksızlığa karşı durmak gerektiğini düşünen birçok kesimle ayrışması, derdini onlara izah edememesine, yalnızlaşmasına da neden olmaktadır. Niceliğe değil niteliğe önem veren bir yapı için bu durum göze alınan bir durum ise de ortaya çıkan sonucun ne kadar öngörülerek karşılaşılan bir

Daha önce hazırlık, ayaklanma, devrimin kurulması,

27

devrim ateşinin soğuması ve karşı devrim şeklinde beş aşama ile izah ettiğimiz devrim sürecini, kolaylaştırmak

durum olduğu önemlidir. İslami yapıların halktan nasıl uzak kalmış, sosyalist hareketlerin din

için özetleyerek, hazırlık, direniş ve devrim sonrası ya

düşmanlığı yaptıkları için dışlanmış olmaları

da iktidar olarak üçe indirgeyebiliriz.

kendi istedikleri bir sonuç olmasa gerektir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

21


Toplumun kendisi demek olan halka rağmen

görülmektedir. Halka karşı terör eylemleri

bir oluşum ve hareket, gelişen her aşamada

işlenebilmekte, taraf olmaları için cebri ve hileli

aynı engellerle karşılaşmak durumunda

yollara başvurulmaktadır. Geçmişteki örgütlerin,

kalacaktır. Kendisini reddeden ya da aşağılayan

kendi dışındaki bütün grupları ve hatta halkı

bir hareketi halk kitleleri ne devrim sürecinde

hedef alan silahlı eylemlerinin hatırlanması

ne de devrimden sonra desteklemeye gerek

yeterlidir.

duymayacaktır.

Her ortamın statükosundan istifade eden bir

Hazırlık aşamasının en büyük sorunu hareketin

kesimi vardır. Sistemler de kendi bekaları için

taban olarak gördüğü halka kendisini

böyle bir hissiyatın mümkün olduğunca fazla

anlatamaması, onunla karşı karşıya gelmesidir.

sayıda insan tarafından paylaşılmasını ister.

Oysa propaganda aşamasındaki başarı, kitleye

Devrimci anlayışın bu aşamada bu tür kesimlerle

yayılmasındadır. Bu başarının altındaki sır:

karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır. Bir taraftan

Halkın derdine ortak olmak ve onların dertleri

dünya görüşünün topluma anlatılıp diğer yandan

ile aynı derdi paylaşabiliyor olmak, buna karşı

da rahatlarının kaçmasını istemeyenlere nasıl

çözüm önerilerini ve bunun altındaki dünya

zulüm ve baskı altında bulunduklarını izah

görüşünü net bir şekilde anlatabilmektir. Bu

etmek kolay iş değildir. Birçok yorumunun

yüzden, halka en fazla ulaşabilen devrimci

toplum içinde yaşadığı bir düşünceyi, topluma

hareketler, kültürel çeşitlilik ve zenginliği az

anlatmak, velev ki bu, “en doğru yorum” da

olan, bu yüzden muhalif söylem ve hareketlerin

olsa, tek başına bir anlam ifade etmez. Halkın

de çok sınırlı olduğu toplumlarda ortaya

kendi inanç ve değerleri bakımından bir zulme

çıkabilmişlerdir.

uğradıklarına ikna olmaları da gerekir.

Davet/propaganda aşaması, statükonun

Bunları yapmak için Türkiye’deki devrimci

değişmesi gerektiğinin izah edildiği bir aşama

anlayışa sahip kesimlerin kitlenin yanında

olduğu gibi fikrin de olgunlaştığı aşamadır. Fikrin

olmaktan çok karşısında olmayı, isteyerek

olgunlaşmasının iki yönünden söz edilebilir.

veya istemeyerek seçtikleri görülmektedir.

Birincisi ve önceliklisi ortada olan yapının

Devrimci anlayışın gelişip güçlenmesi için

devrime kaynaklık eden düşünce bakımından

halkın sistemden rahatsız olmasına neden

eleştirisidir. Çünkü mevcut durumun dayandığı

olacak şeyler desteklenmiş, rahat ve huzur

bir ideoloji vardır ve bunun tutarsızlığının

içinde olmasına neden olacak şeyler ise destek

ortaya konması, bu ideolojiyi yaratan odakların

bulmamıştır. Sosyalist anlayış devrimci ruhun

dağıtılması gerekir. İkincisi ise hakların gasp

gelişmesi uğruna, değer, ahlak deformasyonunu

edilmiş, kitlenin mahrum bırakılmış, mazlumlar

bile arzu etmiştir. Devrimci anlayışın topluma

haline getirilmiş olmasıdır. Çoğunlukla

kazandıracaklarından çok mevcut yapının

bunlar birbirinin sebep ve sonucudur. Putlara

neler kaybettirdiğini ispat etmek daha önemli

dayalı sistemin hem ahlaksızlığa hem de

olmuştur.

putların hizmetçilerine çıkar sağlamaya imkan tanıması gibi. Putlara karşı çıkılması, putların hizmetçilerinin çıkarlarının da tehdit edilmesi demektir. Bunun neye mal olacağını anladıkları için hizmetçiler putlarla oluşan ahlaka da sahip çıkmaktadırlar. Ancak burada yönlerden sadece biri üzerine yapılan vurgu mesajı muğlaklaştırmaktadır. Bu muğlaklıkta hareketin ortam tahlilindeki başarısızlığının da rolü vardır. Devrim düşüncesine katılmayan her birey, grup ya da yapı mevcut iktidarın destekçisi sayılmakta ve onlara karşı da savaş açılmaktadır. Onların sahip oldukları, devrim yolunda harcanabilir değerler olarak

22

*** Hazırlık aşaması bir şekilde atlatılıp belli bir çoğunluğa ulaşarak direniş yapabilecek bir noktaya gelindiğinde ise problemler azalmak yerine artmaktadır. Örgütlenmenin, söylemin ve sabrın gücü ve yükselebildiği aşaması bu noktada kendisini daha fazla gösterecektir. Direniş ve eylem aşamasının başarılmasını sadece kitlenin eylemlere katılmasıyla izah etmek toplum gerçekliğine uygun düşmez. Çünkü kitleden çok daha kolay organize olan az sayıdaki resmi kurum ve kolluk güçleri kitleleri

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


çok daha kolay caydırabilmektedir. Dolayısıyla

Bütün bunların bir şekilde halledildiğini

o tür güçlerin de olaya katılmadan direnişlerin

varsayalım. Yine de yeni sistem ve otoriteyi

başarıya ulaşma şansı olamaz.

benimsemek istemeyen ve karşı darbe ve

Devrim başarılıp otorite ele geçirildiğinde problemlerin biteceğini ve yeni günün kolay günler getireceğini düşünen devrimci yaklaşım

devrim girişim ve hazırlıklarının olacağı muhakkaktır. Hem de devrim bütün alanlarda başarı sağlamış olsa bile.

yanılmaktadır. Devrimin kalıcılığı başarısı ile

Çatışmacı bir anlayış ve tecrübe ile bugünlere

ilgilidir. Bu da ne öncülerin devrime sadakati

gelmiş olan kadronun bunlara karşı koyma

ne de devrime kaynaklık eden düşüncenin

kabiliyet ve alışkanlığı başka bir problem

niteliği ile sağlanamaz. Kalıcılık devrimden sonra

olarak karşılarına çıkacaktır. Çünkü devrimci

başlayan sürecin önceden kalmış problemleri

anlayış çatışmacılık gibi bir zafiyete sahiptir.

çözebilmesi ile sağlanabilir. Çünkü bu problemler

İktidara sahip olduktan sonra kendilerine

hareketin çıkış sebebidir.

uyum sağlamayan ve karşı duranlara nasıl

Bu aşamada da bir taraftan düşüncenin halka kazandırılması gerektiği gibi diğer taraftan da çözüm bekleyen birçok problem ve ihtiyaç vardır. Devrime kaynaklık eden düşünce biçiminin hem genel halk kitlesi tarafından hem de aynı ideolojinin değişik kesimleri tarafından kabullenilmemesi muhtemeldir. Bu durumda devrimcilerle bunlar arasındaki çatışmaların, devrimci güç tarafından toleranslı davranılarak uzun bir süreçte halledilmeye

tavır takınacakları bu anlayıştan önemli ölçüde etkilenmek durumundadır. Farklı anlayışlara, taleplere baskıcı ve sindirici mi yoksa özgürlükçü mü davranacakları ufuklarına bağlı olmakla beraber çatışmacı geleneklerinin baskıya eğilme ihtimali yüksektir. Diğer yandan ister baskıcı isterse özgürlükçü davranmış olsunlar, her ikisinin de nasıl bir etki meydana getireceği ve bu etkiye nasıl karşı koyacakları konusunda henüz bir gelenekleri oluşmamıştır.

çalışılması ya da daha dengeli davranması ile

Devrim her ne kadar hazırlık sürecine sahip

ortadan kaldırılabileceğini varsayabiliriz. Fakat

olsa ve bu hazırlık süresince kendisini topluma

diğer taraftaki çözüm bekleyen toplumsal

anlatmaya çalışmış ve bulduğu destekle

problemler öncü grubun peşini bırakmayacaktır.

direnişe geçmiş olsa da iktidar ani olarak

İş, aş, güvenlik, huzur bekleyen kitlelerin

değişmiştir. İktidarın değişmiş olması halkın

ihtiyaçlarını karşılayabilmek ise devlet tecrübesi

değiştiği anlamına gelmez. İktidarı ani olarak

gerektirmektedir. İşte bu noktada devrimci

değiştirmek mümkün olmasına rağmen halkı ani

hareketin hazırlık süresi boyunca bir devlet

olarak değiştirmek mümkün değildir. Hatta halk

tecrübesi edinmiş olup olmadığı önemlidir.

değiştirilemez ancak bir süreç içinde kendi istek

Çünkü devrimci anlayışta sadece devrime

ve rızası ile değişir. Bu değişim dış etkenlere

kaynaklık eden düşüncenin değil aynı zamanda

tamamen kapalı değildir. Otoritenin değişmesi

mevcut iktidar sahiplerinin de değiştirilmesi

de, ne kadar güçlü olursa olsun sadece bir dış

vardır.

etkendir.

Yeni durumda bilimsel konulardan eğitim politika ve müfredatına, teknolojiden ekonomik plan ve programlara, idari konulardan uluslar arası ilişkilerin gerektirdiği yetenek ve ustalıklara kadar düzinelerce konuda yetkin kadrolara ihtiyaç duyulacaktır. Eğer devrimci düşünce hazırlık süresince statüko ile işbirliği içinde olmamak için iktidara bulaşmamak gerektiği şeklinde kurgulanmışsa yeni durumu kontrol edebilmekte çok daha fazla problemle karşı karşıya demektir.

*** Anlatılmak istenen, devrimin sanıldığı kadar sorunsuz ve dertlere deva bir yöntem olmadığıdır. Hatta devrimin, eskisini tümüyle ortadan kaldırarak yerine eskisinden tamamen farklı ve eski sorunlardan azade, temiz bir sayfa gibi yeni bir başlangıç olduğu düşüncesi de toplum gerçekliğine uygun bir düşünce değildir. Değişik camia ve yapıların devrimi sorunsuz bir yöntem olarak düşünmedikleri hatta burada bahsettiğimiz aşamaların

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

23


problemleri ile ilgili fikir sahibi oldukları da

durumun kökten değiştirilmesi şeklinde anlaşılan

söylenebilir. Bu kanaate gelmeleri ise yakın

devrim bu algı nedeniyle özellikle de statükodan

dönemde yaşanan hadiselerle de ilgilidir.

olumsuz etkilenenler için bir çekim gücüne

Ülke sınırlarının anlamını yitirmesi yakın

sahiptir. Hakim olandan farklı ideolojilere

zamanlarda kendisini daha fazla hissettirmiştir.

sahip kesimlerde ve haksızlığa uğrayanlarda

70’li yıllarda memleketin kurtarılmış bölgeleri

özenti oluşturmaktadır. Özenti bazı gerçeklerin

vardı. Sol hareketlerin etkisindeki bu bölgelere

görünmesini engelleyen duygu ve yaklaşımlar

kolluk güçlerinin girmesi mümkün değildi.

yaratır. Gerçeklerin göz ardı edilmesi de hata

Müslümanlar ise bölgecilik yapılmasının İslami

yapma ihtimalini artırır.

düşünceye uygun olmadığına inandıkları için böyle bir şeye tevessül etmiyor aynı zamanda gerçekçi de bulmuyordu. Memleketin tamamı hedeflenmeden bir dönüşümün ve kurtuluşun olmayacağını düşünüyorlardı. O gün ülke sınırları içinde geçerli olan bu söylem bugün ülkelerin oluşturduğu bölgelere hatta dünyaya doğru genişlemiş sayılabilir. Örgütlerin ve yapıların peşine düşülmesinde ne ülke sınırları

Kendisine kaynaklık eden düşünce ne olursa olsun, velev ki bu doğruluğunda hiçbir şüphe olmayan İslam bile olsa devrim sorunsuz bir değişim yöntemi değildir. Çünkü fikrin doğruluğu başka, bunun gerçek hayatta uygulanışı hem de birçok soruna açık, hassas bir konu olan toplumsal dönüşüme kaynak olarak icra edilmesi başkadır. Çünkü işin bu noktası inanç,

kalmıştır ne de uluslar arası hukuk.

samimiyet, sabır ve Allah’ın yardımı ile beraber

Her şeye rağmen zulmün olduğu yerde

etkisini gösterdiği bir noktadır. Dolayısıyla da

öyle veya böyle direnişlerin ortaya çıkması

devrimin her aşaması sorunlara gebedir.

kaçınılmazdır, hatta gereklidir. Bu direniş hareketlerinin kendilerine devrimi bir yöntem olarak seçmesi durumunda ise edindikleri yöntemin doğasını bilmeleri gerekir. Hareketin önünde duran tehlikeleri ve hatta imkanları bilmesi onu korkaklığa itmekten çok

insani tecrübe, kabiliyet ve yeteneklerin de

Sorunlarını gündeme getirmekteki maksat ise yıldırmak değil doğal olarak ortaya çıkacak durumlara işaret etmektir. Ortaya çıkacak/ çıkaracağı sorunlar bilinmeden, öngörülmeden tedbir almak mümkün olmaz.

cesaretlendireceği insani bir hakikattir. Çünkü bilinen bir durumla karşılaşmak bilinmeyen bir durumla karşılaşmaktan çok daha iyidir.

- BİTTİ -

Karşılaşılacak durumu öngörememek yılgınlığa ve yenilgiye yol açarken öngörülebilen durumlar tedbir almayı ve bir aşama ilerisini hesap etmeyi sağlar.

Sonuç Devrim kötülenmesi ve reddedilmesi gereken bir değişim yöntemi değildir. Devrimi kötü yapacak bir şey varsa o da iyinin kötüye doğru değiştirilmek istenmesidir. Hakkı ve adaleti gözeten bir devrim çabası ise ancak desteklenmesi gereken bir çabadır. Bu yazıda devrim kötülenmeye çalışılmadığı gibi hedeflerini gerçekleştiremeyeceği de iddia edilmemiştir. Çoğunlukla sempatik bir yüze sahip olan bu yöntem görünen cazibesinin ötesinde objektif bir şekilde tartışılmaya çalışılmıştır. Rahatsızlık kaynağı olan statik

24

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak Devrim

MAKALE 2 :

İSLAM ve DEVRİM Nuri YILMAZ İnsanoğlu, yeryüzünü adaletle imar etmek

bir engel değildir; tutmaz, bağlamaz, dövmez,

gibi yüce bir görev için yaratılmış ve bu

hapsetmez, öldürmez… Ama insanın kafasının

sorumluluğun gerektirdiği bütün özelliklerle

içine duvarlar örerek ve türlü türlü mazeretler

donatılmıştır. Kainattaki bütün yaratılmışlardan

üreterek, iyiyi zorlaştırır, kötüyü ise alabildiğine

farklı olarak, akla ve iradeye sahiptir. Akıl

kolaylaştırır. İnsan ne zaman zayıflık gösterse,

ve iradenin bir varlıkta toplanması, doğru

kafasının içinde aşılmaz duvarlar yükselmeye

kullanıldığında bir alimin, yanlış kullanıldığında

ve her tarafta cazip mazeretler dalgalanmaya

ise vahşi bir zalimin ortaya çıkmasına sebep

başlar. Bunlara kanan bir insan, kısa sürede

olacağı için; Yüce Allah imtihanı var etmiştir.

istek ve tutkularının esiri haline gelir.

Buna göre; Allah’a karşı sorumluluklarını hakkıyla yerine getirenler o makama layık olduklarını göstermiş olurlar ve sonsuz bir ödüle ulaşırlar, sorumluluklarını unutup sapanlar ise o makamı hak etmediklerini göstermiş olurlar ve

İkinci engel Tağuttur2; hevasının esiri olup Allah’a isyan eden ve güç yetirebildiği herkesi kendi çıkar ve menfaatlerinin esiri haline getirmeye çalışan kimselerden kaynaklanır.

sonu gelmeyen bir azaba çarptırılırlar.

Bunlar, emellerine ulaşabilmek için; güç

“Yeryüzünün adaletle imar edilmesi”nin bir

ve kurumlar oluştururlar. Kurdukları düzeni de,

imtihan konusu haline getirilmesi, gerçekten

zayıfları, güçsüzleri ve yoksulları kendi çıkar ve

ayırt edici bir nitelik taşıyor olmasından

menfaatlerinin kölesi yapmak için kullanırlar.

kaynaklanmaktadır. Engeller ve engelleyiciler

Adalet baş düşmanlarıdır; doğrulardan ve

vardır. İslam, bu engelleri iki ana kategoride

hayırlardan hoşlanmazlar. Çıkar ve menfaatlerini

toplar.

sarsanlara karşı; zulüm, işkence ve öldürme de

Bunlardan birincisi hevadır1; insanın kendi nefsinden kaynaklanır ve kişiyi esir alan aşırı

yetirebildikleri oranda planlar, organizasyonlar

dahil her türlü engelleme yollarına başvururlar. Yeryüzünde adaletin tesis edilmesi, içten heva,

istekler, tutkular şeklinde ortaya çıkar. Fiziki “İnsan ne zaman kendini yeterli görse, hemen

2

“Zulmedenler, bilgisizce kendi istek ve tutkularına

1

azgınlaşır (tuğyan eder).” (Alak 96/6-7) “Gerçek

(hevalarına) uymuşlardır. Allah’ın saptırdığı kimseleri

şu ki, Biz her toplumun içerisinden, onlara “Allah’a

kim doğru yola eriştirebilir? Onların yardımcıları da

kulluk edin ve şeytani önderleri (tağutları) reddedin”

yoktur.” (Rum 30/29) “Kötü duygularını, tutkularını

mesajını iletecek bir peygamber görevlendirdik. Allah

ve aşırı isteklerini (heva ve hevesini) ilah edinen

o toplumların kimini doğru yola iletti; kimi ise sapıklık

kimseyi görmedin mi? Şimdi onun üstüne sen mi bekçi

içinde kalmayı hak etti. Yeryüzünü bir gezip dolaşın da,

olacaksın?” (Furkan 25/43)

hakikati yalan sayanların sonunu görün!” (Nahl 16/36)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

25


dışarıdan ise tağutun ortaya çıkardığı engelleri aşmakla mümkün olabilir. Hevanın baş düşmanı, doğrulardan yana kararlılık (irade) göstermektir. Zihindeki aşılmaz duvarların ve uçuşup duran akıl çelici mazeretlerin bir anda yok olmasına sebep olur. Fakat heva bir kere yok olunca bir daha geri gelmeyen bir engel değildir. İnsanı her zaman yoklar. Zayıf bulduğu anda da engellerini aniden kuruverir. Bu yüzden, Allah’ı razı edecek işlerde kararlı olmayı bir yaşam biçimi haline

İslam devrimi fikri nasıl ortaya çıktı? İslam tarihinin belli bir döneminden itibaren hakim görüş durumuna gelmiş olan “Şia” ve “Sünnilik”, kendi mantık örgüleri içinde geliştirdikleri farklı sebeplerle, zulme ve zalime dokunmayan3 bir tavır içerisine girmişlerdir. İslam’ı; kimi ibadetlerden, dini merasimlerden ve kurallardan ibaret saymışlar,

getirmek gerekir.

“adalet” ve “zulüm” gibi kavramları ondan

“Kararlılık göstermek” tağutun ortaya çıkardığı

yana olunca, İslam dünyasında fikri gelişim

engelleri aşmanın da temel anahtarıdır, ama tek

durmuş ve yaygın din anlayışı insanların

başına yeterli gelmez. Engeli aşmak isteyenle,

değişen ihtiyaçlarına cevap vermekten her

“aşılamasın!” diye uğraşanın olduğu bir ortamda

geçen gün biraz daha uzaklaşmıştır. Sonuçta

mücadele kaçınılmaz olur. Engelin sadece

yenilgi gelmiş, İslam dünyası hızla gelişme

fikirlerin karşı karşıya gelmesi şeklinde olması,

gösteren Batı dünyasının yıkıcı fikirlerinin esareti

insani açıdan ifade ettiği “olgunluk” sebebiyle

altına girmiştir. Batılılar işgal ettikleri İslam

tercihe şayandır. Ne var ki hiçbir tağut,

dünyasından çekildiklerinde, kendileriyle işbirliği

-haklılığını ortaya koyacak bir sözü olamayacağı

içerisinde yönetimler ve kendi kültürlerini

için- çıkar ve menfaatlerini bu yolla korumayı

benimsemiş toplumlar bırakmışlardır.

uzaklaştırmışlardır. Yaygın görüş statükodan

yeterli bulmaz. Fiilen müdahalede bulunur; susturmayı, karalamayı, tehdit etmeyi ve daha da durduramazsa hapsetmeyi ve ortadan

Fakat zaman içerisinde ortaya çıkmış birçok Müslüman düşünür İslam’ın tevhidi karakterine

kaldırmayı dener.

vurgu yaparak, “yeryüzünde adaleti tesis eden”

Peki! Hiçbir zulüm düzeni kendi rızası ile veya

canlandırmaya çalışmıştır.

ve “zulme karşı savaşan” din anlayışını yeniden

sadece fikri tartışma ile değiştirilemeyeceğine göre;

Nitekim İslam dünyasının esaret altında bulunduğu dönemde Seyyid Kutub şöyle

- Zulüm düzenleri nasıl ortadan kaldırılacak?

seslenmiştir: “İslam insan yaşamını düzenleyen

- Yeryüzünde adalet nasıl tesis edilecek?

bir hayat görüşüdür. Günün değişen ihtiyaçlarını

Bu makale, zulme son verilmesi ve adaletin tesis edilmesi konularında İslam’ın yaklaşımını tartışmak için kaleme alınmıştır. 1960’lı yıllardan itibaren, Müslümanlar açısından en sempatik ve en gözde değişim yöntemi haline gelen “devrim” yöntemi ile İslam arasındaki ilişki sorgulanacaktır. Bu çerçevede; - Önce bir insanlık tecrübesi olarak farklı toplumsal değişim tezlerinden kısaca bahsedilip; “İslam devrimi” fikrinin nasıl ortaya çıktığı ele alınacak

göz önünde bulundurmak suretiyle insan pratiğine cevap verir; cahiliyenin inanç ve düşüncelerine ise karşı koyar. … Cahili inanç ve düşünceleri düzeltmek için davet ve beyan prensiplerine başvurur. Kuvvet ve cihad tedbirleriyle de, cahiliyeyi ayakta tutan kurum ve otoritelere karşı koyar.”4 “İslam hiçbir zaman sadece kalplerde gizli kalmış bir inanç olarak ortaya çıkmayı kabullenmez. Dileyenin inanç olarak benimsemesini ve bir alışkanlık eseri olarak ibadetlerini yerine getirmesini, sonra da yürürlükte olan cahili düzen içerisinde bir uzuv ve bir fert olarak devam etmesini onaylamaz. Zira onların bu şekildeki

- Sonra da İslam’ın nasıl bir değişim öngördüğü tartışılacaktır.

Şia zulümle mücadeleyi Mehdi’nin zuhur edeceği

3

zamana erteledi. Ehli Sünnet ise şeriatın uygulanmasına engel olmadığı sürece yöneticinin zalim olmasını sorun olarak görmedi. Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Allah Yolunda Cihad.

4

Dünya yayınları. S 66

26

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


varlığı, sayıları ne kadar çok olursa olsun, İslam’a fiili

boş bir alan ortaya çıkar.

bir varlık kazandırmaz. Cahiliye cemiyetinin bünyesi içerisine karışmış “teorik yönden Müslüman” fertler, bu organik toplumun isteklerine uymaya her zaman kesinlikle mecbur kalacaklardır.”5

Seyyid Kutub’un bu çağrısı, yüzyıllardır hakim görüş durumunda olan geleneksel Ehli Sünnet

Müslümanlar bu boşluğu: 1. Kutub’un söylediklerinden anladıkları 2. Ve günün tecrübe birikiminden edindikleri ile ister istemez doldurmak zorunda kalmışlardır.

anlayışına karşı düşüncede devrim niteliği

Günün tecrübe birikimi dediğimizde, birikimin

taşıyan bir çağrıdır. İslam’ın insan hayatında

sınırlı olduğunu da tespit etmek durumundayız.

doğru yere oturmasında çok ciddi katkıları

İslam dünyası uzun bir dönemdir fikir

olmuştur.

uykusunda olduğu için, toplumsal değişim

- Fakat bu görüş kendisini topluma nasıl anlatacaktır? - Batı destekli yönetimler ve bunların her türlü şiddete başvurmaktan çekinmeyen kurumları karşısında toplumu nasıl dönüştürecektir? Seyyid Kutub bu konuyu genel olarak şöyle çözümler: “Bu dinin bağlıları iyi bilmelidirler ki, bu din aslında nasıl Rabbani bir din ise onun hareket metodu da tamamen Rabbani ve esas tabiatına uygundur. Ve şurası bir gerçektir ki, bu dinin hakikatini hareket metodundan ayırmak mümkün değildir.”6 “Hiçbir yabancı metot sonuçta İslam’ı

kuramları daha çok Batı’da dillendirilmekteydi. Ve bu kuramlar belki farkında olarak, belki de farkında olmadan Müslümanların düşünce biçimlerini etkiledi. Mantık işleyişlerine yön verdi. Şu durumda “Rabbani Metot” adı verilen; değişik çevrelerde değişik şekillerde anlaşılan; ama buna rağmen Müslümanların birbirlerini dışlamalarına sebep olan mücadele yöntemlerinin nasıl oluştuğunu anlayabilmek için, toplumsal değişim kuramlarından kısaca bahsetmekte yarar bulunmaktadır.

gerçekleştiremez.”7 Aslında Kutub bu ifadeleri

***

kullanırken, dikkate alınması gereken çok önemli bir konu olarak metodun tedriciliğine

Toplumların kendi iç dinamikleriyle değişmesini

vurgu yapmaktadır. Fakat “İslam’da Cihad”

konu alan beşeri tecrübe ve tezleri, evrim

konusunu ele alırken İbn Kayyum’dan yapmış

(müdahalesiz değişim) ve devrim (müdahaleyle

olduğu alıntı; bu alıntıda Resulullah’ın mücadele

değişim) olmak üzere iki kategoride

yöntemi olarak ortaya konan merhaleler ve

toplayabiliriz.

Kutub’un bu alıntıdan sonra kullanmış olduğu: “İslam’da cihadın merhalelerini anlatan bu güzel özetten, bu dinin hareket metodunun asil ve derin özellikleri çıkar.”8 şeklindeki saptama; İslam’ın

her ortam ve durum için geçerli olan sabit bir değişim ve mücadele metodunun bulunduğunu düşündürmektedir.

Evrimci kategori, insanlığın doğrusal bir çizgi

üzerinde kendiliğinden geliştiğini, fakat gelişimi yönlendiren ve tetikleyen farklı etkenlerin bulunduğunu kabul eder. Mesela Spencer9 müdahalesiz evrim fikrini savunur. Ona göre

toplum, herhangi bir müdahale olmaksızın kendiliğinden evrimleşmektedir. Toplumlar

Oysa Kur’an’da, “mücadele metodu şöyledir!” veya

doğarlar, büyürler, yok olurlar; savaşlar çıkar,

“mücadele metodu şu aşamalardan oluşur!” şeklinde

kaoslar yaşanır; zaman zaman sıkıntılı, zaman

bir saptama bulunmaz. Bu konuda yoruma açık

zaman huzurlu dönemler olur. Ama sonunda her şey kendiliğinden bir dengeye ulaşır;

Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Müslüman Cemiyetin

5

Doğuşu ve Özellikleri. Dünya yayınları. S 56 Seyyid Kutub. Kur’an Metodunun Tabiatı. Dünya

6

yayınları. S 47

savaşlar son bulur, hükümetlerin önemi azalır, her şey birbiriyle uyumlu hale gelir. Spencer müdahalenin gidişatı bozacağına inanır. Childe10,

Seyyid Kutub. Kur’an Metodunun Tabiatı. Dünya

7

yayınları. S 51

Herbert Spencer (1820-1903). İngiliz filozof ve

9

sosyolog.

Seyyid Kutub. Allah yolunda Cihad. Dünya yayınları. S

8

65

Gordon V. Childe (1892-1957). Avustralyalı arkeolog.

10

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

27


teknolojinin belirleyiciliğinde gerçekleşen

toplum yapılarının ardından komünist topluma

evrim fikrini savunur. Ona göre kültürel evrim

ulaşılır. Fakat Marks, (diğer evrimcilerden farklı

teknolojiye göre gelişmektedir. Doğal şartlar

olarak) evrimin müdahaleler ile çabuklaşacağına

ve karşı karşıya kalınan zorluklar teknolojinin

inanmıştır. Proletaryanın yönetimi ele

gelişmesini tetikler, ulaşılan teknolojik seviye ise

geçirebilmesi için, öncü güçler tarafından sınıf

ideolojiyi doğurur. Comte11 evrimin ideolojinin

çatışmasının körüklenmesi gerekmektedir. Öncü

belirleyiciliğinde gerçekleştiğini kabul etmiştir.

müfreze devrimci sınıfları kendi tarafına çekerek

Ona göre sahip olunan ideoloji, toplumun

ileriye fırlar, statükonun baskı ve gücünü

gelişmişliğini ve medeniliğini belirler (Üç hal

devrimci şiddet ile bertaraf eder. Böylece eski

kanunu). Weber12, karizmatik lider öncülüğünde

devlet mekanizması parçalanarak, proletaryanın

gerçekleşen evrime inanır. Ona göre: “1- Kültürel

hegemonyası kurulur. Kendi iktidarına uygun

alandaki değişme toplumsal değişmeyi etkiler ve

alt yapı düzenlemelerine geçerek, sınıfsız

kriz doğmasına yol açar 2- Bu krizler karizmatik

topluma kadar devrimi sürekli kılar. Marksist

liderin ortaya çıkışı ile giderilir 3- Karizmanın

teorinin ilk uygulayıcısı olan Lenin17, Marksizm’in

kurumsallaşması (yeni yönetimin kurulması) ile

evrimci yönünde problemler görmüş ve vurguyu

değişim tamamlanmış olur.” Durkheim13 ise evrimi,

proletaryanın öncü müfrezesine yapmıştır.

nüfus artışı ve işbölümünün

Böylece Marksizm’in evrimci yönü yerini

14

tetiklediğine inanır.

Özetle şöyle ifade eder: “1- Nüfusun artması

tamamen devrime bırakmış, öncü ve örgütlü

işbölümü gerektirir 2- İşbölümü farklılaşmayı doğurur

kadrolar, kavga, anarşi, silahlı mücadele gibi

3- Birbirine farklılaşan toplum öğeleri arasındaki

kavramlar belirleyici hale gelmiştir. Toynbee18

mücadele ve çekişme değişimi körükler.”

ise toplumların içerden meydan okumayla

Devrimci kategori, toplumların ancak içeriden

bir meydan okumayla değişebileceğine inanır. Her statüko örgütsel bir katılığa sahiptir. Mutlu ettiği toplum kesimleri onu sahiplenir ve değişmemesi için direnmeye başlar. Mutsuz olan toplum kesimlerinin toplumu değiştirme çabaları ise statükoya karşı bir başkaldırı ve meydan okuma niteliği taşır. Haddizatında onlar öyle düşünmese bile, statüko sahipleri durumu öyle değerlendirirler. Devrimci değişim fikrinin en

değişimini herhangi bir sınıfa bağlamamıştır. Talepleri toplumda yankı bulan herhangi bir toplum kesimi tarafından gerçekleştirilebileceğini

düşünmüştür. Tezini üç aşamalı olarak özetle şöyle ortaya koyar: “a) Yönetici azınlık yaratıcı niteliğini kaybeder; b) Çoğunluk, yönetici azınlıktan ümidini keserek onu izlemeyi bir kenara bırakır; c) Başka bir azınlığın meydan okumasına yönelen çoğunluk, kuvvetle ayakta durmaya başlayan yönetici sınıfı zorla (devrimle) yerinden atar.”

ünlü temsilcisi Marks’tır15. Proletarya16 devrimini gündeme getirmiştir. Aslında Marks temelde evrimci bir fikre sahiptir. Ona göre toplum denge noktasında ilerleyen bir organizma gibidir. Temel birimler kurumlar değil, sınıflardır. Toplumsal değişme, bu sınıflar arasında cereyan eden çatışma sonucunda doğal olarak gerçekleşir. Üretim araç ve şekilleriyle belirlenen kaçınılmaz evrelerden geçer. Köleci, feodal ve kapitalist

*** - Bu evrim kuramları içerisinde devrimci yöntem, - Devrimci yöntem içerisinde de Leninci çizgi, 20. Yüzyılın en popüler değişim yöntemi olarak benimsenmiştir. Bu popülerliğin en önemli gerekçelerinden birisi, yaklaşık 200 yıllık bir süre içerisinde insanlığa çok büyük zararlar vermiş olan kapitalizme (Batı dünyasına) karşı

Auguste Comte (1798-1857). Fransız filozof ve

11

sosyolog. Max Weber (1864-1920). Alman filozof ve sosyolog.

12

tek muhalefetin komünizm tarafından yapılmış olmasıdır. Bu dönemde İslam dünyası esaret

Emile Durkheim (1858-1917). Fransız sosyolog.

altında kendi başının derdine düşmüş ve kendisi

Aslında bu tezi ilk ortaya atan Aristo’dur. Fakat o

çözüme muhtaç bir durumda bulunmaktaydı.

13 14

değişim yönüyle değil, değişmeme yönüyle meseleye bakar. Kurulu düzenin değişmesini istemediği için nüfus

Sonuçta teorik boyutta “sol” düşünce, pratik

kontrolü önerir. Karl Marks (1818-1883)

17

Emekçi sınıfı

18

15 16

28

Vladimir İlyiç Lenin (1870-1924) Arnold Joseph Toynbee (1889–1975). İngiliz tarihçi.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


zeminde ise “devrimci hareket” tek alternatif

ise “önderlik tarafından alınan kararların

olarak ortaya çıktı. Kendisini ilk defa gösterme

bütün grup tarafından bir disiplin içerisinde

imkanı bulduğu Doğu Bloğu ülkelerinin dışında

uygulanması” şeklinde anlaşıldı. Örgüt/grup/

Güney Amerika’da ve Uzak Doğu’da da etkili

cemaat içi disiplin ve hiyerarşinin gerekçesi

oldu. Direk etkili olamadığı coğrafyalarda ise

oldu.

düşünceleri etkiledi ve zihinlerin “devrimci” bakış açısıyla oluşmasını sağladı.

Kısacası İslam ile devrim özdeş hale geldi.

İslam dünyasında sol ve devrimci düşüncenin

“Rabbani metot”, “devrimci metot” olarak

“birbirine zıt iki yankısı söz konusuydu. Bir taraftan

anlaşıldı.

Suriye ve Libya gibi bazı Müslüman devletler İslâm’ın aslında sosyalist bir yaklaşıma sahip olduğunu iddia ederek halk cumhuriyetleri kurdular ama bunlar özelde İslâm’ı kendi siyasetlerinin merkezlerine temel referans olarak almadılar. Diğer taraftan ise İslâm’ı kendi siyasi görüşlerinin merkezine alan İslamcılar, mevcut rejimlerin siyasi meşruiyetlerini kabul etmediklerinden, bunlara karşı geleneksel itaatkar tutum yerine devrimci bir tutum geliştirdiler.”19

Geliştirilen devrimci tutum, Seyyid Kutub’un “mücadele metodunu dinin hakikatiyle eş tutan yaklaşımı” ve bu yaklaşımın Müslümanlar üzerinde çok etkili olması nedeniyle dinden bir parça veya dinin kendisi gibi algılanmaya başlandı. İslam’ı anlama ve yorumlama biçimlerini derinden etkiledi. Hz. Peygamber’in tebliğinin “devrimci” olduğu; devrimci bir yöntemle mücadele verdiği; ve cahiliye toplumunu yıkıp yerine tamamen farklı bir sosyal yapı inşa ettiği düşüncesi iyice benimsendi.

İslam, Devrimci midir? Bu soruya kestirmeden cevap vermek, toptancı ve yüzeysel bir değerlendirme yapmak anlamı taşıyacağı için birkaç farklı noktadan meseleyi tartışmak istiyoruz. 1- Söylem yönünden Kur’an İslam’ı ve niteliklerini ortaya koyarken, onun Allah katından olduğunu; yerde ve gökte ne varsa her şeyin kendisine boyun eğdiğini23; insanın yapısına, yaratılışına ve tabiatına uygun olduğunu24; yeryüzündeki hiçbir varlığın onun gibi bir söz ortaya koyamayacağını25 anlatır. İslam’ın dışında kalan her türlü beşeri düşünce ve hayat görüşünün ise çok belirgin bir kusuru vardır: İnsan fıtratına hitap edemezler, insanoğlunun kendisine göre yaratıldığı temel gerçeklerle uygunluk gösteremezler. Fıtrata uygun bir hayat görüşü oluşturabilmek için fıtratı bilmek, fıtratı bilmek için de yaratmış

“İçinizden hayra çağıran, iyiliği anlatıp kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun.”

20

ayeti, İslam

devletinin kurulduğu Medine’de nazil olmasına karşın, “öncü cemaat” fikrinin dayanağı haline geldi. Lenin’in öncü müfrezeleri, öncü cemaat ismini almış oldu.

olmak gerekir. Yaratmak ise sadece Yüce Allah’ın elindeki bir güçtür. Hem fıtratı bilmeyen, hem de; güce, mala, şehvete ve akrabaya karşı zaafı26 bulunan bir varlığın, yaşam biçimi oluşturmaya girişmesi zulüm ve adaletsizlik doğurur. İnsanlardan

“Allah kendi davası uğrunda, kurşunla örülmüş binalar gibi omuz omuza savaşanları sever.”21 ayeti,

Medine’de nazil olmasına; “güç birliği”ni ve “dayanışma”yı teşvik etmesine rağmen, (bazı kesimler için) örgütsel mücadele şeklinde anlaşıldı. “İşleri aralarında danışma iledir.”22 ayeti Yrd. Doç. Dr. Vejdi Bilgin. Câhiliye’den İslâm’a Geçiş:

19

bazıları, güç yetirebildikleri kimseleri hırs ve çıkarlarının esiri haline getirerek onlara efendilik yapmaya başlarlar. Bir yanda çok küçük bir mutlu azınlık, öte tarafta mutsuz ve ezilen kitleler oluşmasına sebep olurlar. Bu yüzden İslam, zulüm ve adaletsizlik üreten hayat görüşlerini; “bilgisizlik” anlamında

Tebliğ ve Sosyal Akışkanlık. Uludağ Ün. İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt: 14, Sayı: 1, 2005, s. 123-142

Al-i İmran 3/83

23

Al-i İmran 3/104

24

Saff 61/4

25

Şura 42/38

26

20 21 22

Rum 30/30 İsra 17/88 Al-i İmran 3/14

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

29


cahiliye, “gerçeklerin üzerini örtmek” anlamında

ayrılık olmadığı sürece; güç yetirememekten

küfür, adaleti bozup kargaşa ve karışıklığa

doğan farklılıkları doğal, yorum farklarını ise

sebep olmalarından dolayı ise fitne olarak

zenginlik olarak kabul eder. Kısacası, söylemin

niteler. Yeryüzünde adaletin tesis edilmesi ve

açıklığı ve anlaşılırlığı yönünden devrimci olarak

mutlu bir yaşantının oluşması için, bunların ve

isimlendirilebilecekse de, söylemin insanlara

bunlar üzerine yükselen düzenlerin ortadan

ulaştırılması ve yankı bulmak için çalışılması

kalkması gerektiğini söyler. Müslümanlara hedef

noktasında aynı şey söylenemez.

olarak gösterir.27

3- “Toplumların tevhid temelinde değişimi”

Bu yönüyle İslam, zulüm ve adaletsizlik karşısında devrimci bir tutum takınır; uzlaşmaya asla yanaşmaz.

“Toplumların tevhid temelinde nasıl

2- Söylemini ifade ederken

yapmamız gerekmektedir:

değişecekleri” konusunda öncelikle şu tespitleri

İslam, Furkan’dır28; doğruyu yanlıştan, hakkı

1. Toplumların değişimi, değişim sürecinde

batıldan, iyiyi kötüden ayırır. Allah’ın doğrularını

kullanılacak araçlar ve yöntemler; teknik

eğip bükmeden insanlara duyurur. Belli odaklara

konulardır. Toplumdan topluma, çağdan

yaranmak için doğruları saklamaz, eksiltmez.

çağa farklılık gösterirler. Bir toplumun

Söylemini ifade ederken dimdiktir. Gerçekleri

değişiminde başarılı olmuş, toplumsal

anlatırken dosdoğrudur. Zulme ve adaletsizliğe

karşılık bulmuş bir yöntem veya araç, yanı

(yani şirke) karşı keskin, korkusuz ve açık

başındaki başka bir toplum için hiç de

sözlüdür. Öyle ki, hakkı batılın başına çarpar ve

uygun olmayabilir. Hatta tepki doğuran,

onu paramparça eder.29

tam zıddı sonuçlara yol açan bir nitelik arz

Söylemin insanlara duyurulması noktasında ise ısrarcı ve sabırlıdır. “Anlamıyorlar!” deyip kestirip

edebilir. 2. İlke, prensip ve değerleri vazeden bir din

atmaz. Eksik veya yanlış anlayanları bir anda

olarak İslam, her dönemde geçerli olan

dışlamaz.

ve her toplumda uygulanan sabit değişim

Fikrin açık ve net bir şekilde duyurulmasını, Müslümanlar için en önemli sorumluluklardan biri olarak ortaya koyar. Hatta önemine binaen meseleyi; davet, tebliğ, öğüt, beyan, inzar, müjdeleme, iyiliği emir, kötülükten nehiy gibi birçok kavramla birlikte ele alır. Kestirip atan değil, gönülleri kazanmaya çalışan bir tarz

araç ve usulleri önermez. Zaten araçların ve usullerin “değişmez” kaydı şartıyla belirlenmiş olması, dinin evrenselliğine uygun düşmez. Bu noktada dinin sabiteleri ile zaman ve mekana göre değişen hususları birbirinden doğru ayırmak gerekir. 3. Müslümanlar, içinde yaşadıkları toplumu

önerir. Dışlamayı, ittirmeyi değil; çekmeyi ve

“iyilik ve hayra” doğru değiştirmek

İslam’la ilgili ortak noktaları çoğaltmayı öğütler.

istiyorlarsa; topluma ulaşmanın, kendilerini

Gece dinleyebilene gece, gündüz dinleyebilene

doğru bir şekilde anlatmanın ve toplumun

gündüz anlatılmasını ister. Yumuşak sözden

vicdanı haline gelmenin yollarını bulmak

anlayana öğüt verip müjdelemeyi, sarsılmaya

zorundadırlar.

ihtiyacı olanı ise inzar edip uyarmayı tavsiye eder.

Bu tespitlerden hareketle şu sonuca varabiliriz; “Metot beşeri bir tecrübedir.”

İnsanların anlayış, güç ve kapasitelerinin farklı farklı olduğuna dikkat çekerek, bütün insanlığı tornadan çıkmışçasına tek tip hale getirmeye çalışmaz. Temel doğrular üzerinde

Makalenin önceki konularında gündeme getirilen toplumsal değişim kuramları, tarihin farklı dönemlerinde yaşanmış olan beşeri tecrübelerin belli yönleriyle yorumlanması sonucu ortaya

Bakara 2/193

çıkmıştır. Bir tecrübe tespiti olarak kalsa,

Furkan 25/1

dikkate alınabilir ve yararlanılabilir. Ama

27 28

Enbiya 21/18

29

30

yönünden

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


devrimci yöntem de dahil hepsi, odaklandıkları tecrübeden yola çıkarak bir yaşam biçimi vazetmektedirler. Müslümanlar, içinde yaşadıkları çağın kavram ve tecrübelerine karşı ön yargılı ve mesafeli davrandıkları halde, ironik bir şekilde aynı duruşu “devrim” yöntemine karşı göstermezler. Ona karşı bir ön kabul ve sempati oluşmuştur.

sorumluluk yüklemez.” (Bakara 2/286)

Bu ayetler, toplumsal değişimin niteliğine işaret etmektedir: Eşyanın doğası gereği toplumlar birden bire, aniden değişmezler. Değişimi isteyenler (veya dayatanlar) farklı konumlarda bulunabilir; bu konumlarını farklı yöntemlerle elde etmiş olabilirler; ama değişimin olabilmesi için toplumların değişmeyi ister hale gelmesi

Devrim konusunda gösterilen yaklaşımı diğer değişim kuramlarına da gösterdiğimizde (yani felsefesini göz ardı edip sadece yönteme odaklandığımızda), insanlık tarihinde bu kuramların hepsine uyan değişim örneklerinin bulunduğunu söyleyebiliriz. Ama öte taraftan hiçbir yöntemin “tek yöntem” olduğunu söyleyemeyiz.

gerekir. Değişimi ister hale gelmenin ise çeşitli aşamalarından bahsedilebilir. - İlk aşama tebliğ ve davet aşamasıdır: Değişimi isteyenler kendilerini topluma doğru bir şekilde anlatmayı başarmak zorundadırlar. Kandırmayı tercih edebilirler, ama gerçekler ortaya çıktığında “karşı devrim” veya “sosyal kaos” unsurlarını göz

Toplumların değişiminde İslam’ın yaklaşımına gelince:

önünde bulundurmaları gerekir. Sağlıklı değişimin yolu ise eleştirilerin, taleplerin ve hedeflerin doğru bir şekilde anlatılmasından

İslam’ın bu konudaki en temel mesajı; zulmü ortadan kaldırmak ve adaletsizliklere son vermek için çaba göstermek noktasındadır.

geçer. - İkinci aşama, toplumun ikna olması aşamasıdır: Değişimi isteyenler, tezlerinin

“Hakkı inkara şartlanmış olanlara itaat etme;

toplumda bir yankı bulmasını sağlamaya

bilakis ilahi mesajın ışığında onlara karşı dirençle

çalışmak zorundadırlar. Dayatma ve

mücadele et!” (Furkan 25/52)

zorlama, doğru ikna yöntemleri değildir. Ya

“Size ne oluyor da Allah yolunda ve o ezilen erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda savaşmıyorsunuz? Baksanıza “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu memleketten kurtar; bize katından bir koruyucu bir yardımcı gönder!” diye yalvarıp duruyorlar. Halbuki iman edenler Allah yolunda savaşırlar; kafirler ise şeytani önderin yolunda savaşırlar. Ey iman edenler! Siz şeytanın dostlarıyla savaşın ve bilin ki şeytanın hilesi

er geç ters tepmesine yol açar, ya da köleliği karakter haline getirmiş, ruhunu ve azmini yitirmiş işe yaramaz bir topluluk doğmasına sebep olur. Ama toplum bir kere ikna olunca da karşısında hiçbir güç duramaz. Baskıcı ve zalim bir otorite tarafından yönetiliyor olsa bile, toplumdaki değişim talebi er geç onu yıkar. - Üçüncü aşama ise, değişimin

zayıftır.” (Nisa 4/75-76)

kurumsallaşması aşamasıdır: Toplumun ikna

“Zulüm ve baskı kalkıp, her alanda Allah’a

olmasıyla birlikte, ikna olunan hedeflerin

özgürce kulluk edilebilinceye kadar onlarla savaşı

gerçekleşmesini sağlayacak bina inşa

sürdürün. Eğer baskı ve zulümden vazgeçerlerse

edilmeye başlanır.

kendi hayırlarına olur; çünkü Allah ne yaptıklarını görmektedir.” (Enfal 8/39)

İfade edilmeye çalışılan bu aşamalar, “Bir toplum kendi özündekini değiştirmedikçe Allah

Çabanın nitelikleri çerçevesinde ise “tedriç” ve

da onların durumunu değiştirmez”30 ayetinde

“güç” kavramlarını gündeme getirir:

karşılığını bulurlar. Nasıl ki Yüce Allah kitabını,

“Onu insanlara yavaş yavaş okuyasın diye bölümlere ayırıp parça parça (tedricen) indirdik.” (İsra 17/106)

eşyanın doğasındaki bu gerçekliğe uygun bir şekilde indirmiş; kimseye taşıyamayacağı yük yüklememiş ve taşımaya hazır olmadığı sorumluluklarla karşı karşıya bırakmamışsa;

“Allah hiç kimseye gücünün üzerinde bir

Ra’d 13/11

30

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

31


yeryüzünde hayırların yaygınlaşması için

vermişse –ki biz öyle düşünüyoruz-) onun tedriç

çabalayan Müslümanların da bu gerçekliği

ilkesine bağlı kaldığını açıkça göstermektedir:

dikkate almaları gerekir.

“İşte Biz Yusuf’a böyle bir çare öğrettik; yoksa kralın

Kur’an, farklı farklı konumlarda olup da, toplumları hayra doğru değiştirmek isteyen peygamber örnekleri içermektedir: Hz. Yusuf örneği; değişim isteyenler iktidar makamında

Bilgeliği kral tarafından fark edilen, bundan dolayı danışman olması istenen Hz. Yusuf, geleceği öngörülen kıtlık dönemlerinin yönetimi için kraldan yetki istemiştir: “Ülkenin kaynaklarının yönetimini bana bırak; ben onları korumasını bilirim!”31 Elde ettiği yetki Kur’an’da

şöyle anlatılmaktadır: “Orada dilediği gibi davranabiliyordu.”32

asla mümkün değildi.”33 Ayetin bahsettiği bu

olay, yedi bolluk yılının ardından gelen kıtlık yıllarında kardeşleri erzak almaya geldiklerinde gerçekleşmiştir. Ve o zaman sürecinde kralın kanunları varlığını sürdürmüştür. Dolayısıyla Hz. Yusuf gücü elde ettiğinde devrimci bir yöntem ve tutumla; gücünü dayatan, var olan her şeyi bir anda alaşağı eden, yerine İslam’ın ilke ve kurallarını -zorla da olsa- kabul ettiren bir yaklaşımı değil, toplumu tedrici bir süreç içerisinde dönüştürmeyi tercih etmiştir. Sebe toplumu örneği; değişim isteyenler

Hz. Yusuf’un Mısır’da yaptıklarıyla ilgili farklı yorumlar vardır. Kimi görüş sahipleri; o dönemin Mısır’ında zaten tevhid inancına benzer bir inancın bulunduğunu, Hz. Yusuf’un Mısır’daki görevinin de batıl ve zorba bir otoriteye karşı mücadele vermek değil tevhid inancını doğru bir şekilde öğretmek ve o toplumu yaklaşan bir felaketten korumak olduğunu söylerler. Kimi görüş sahipleri “tağuta hizmet”

dışarıdan müdahale eden güçlü bir toplum

Yüce Allah Hz. Süleyman’a, kuşlardan, insanlardan ve cinlerden müteşekkil bir ordu34 nasip etmişti. O da Allah’ın kendisine nasip ettiği gücü; yeryüzünde adaletin tesisi ve zulmün ortadan kaldırılması için kullanmayı seçmişti. Kur’an bize onun tutum ve yaklaşımından bir örnek olarak Sebe toplumundan bahsetmiştir.

düşüncesinden hareketle “memuriyet” fikrine

“Sebe kraliçesi Süleyman’ın mektubunu alınca,

karşı çıkar ve; ya Hz. Yusuf’un konumunu

etrafındakilere, ‘Beyler!’ dedi, ‘Bana çok önemli

farklı şekilde görmeyi, ya da tartışmamayı

bir mektup gönderilmiş! Mektup Süleyman’dan

tercih ederler. Genel kabul gören bir başka

geliyor. Mektuba Rahman ve Rahim olan Allah’ın

yorum ise; peygamberlerin sapmış veya yoldan

adıyla başlamış ve ‘Sakın bana karşı büyüklük

çıkmış toplumlara gönderildiğini, Hz. Yusuf’un

taslamayın; Allah’a teslim olarak davetime icabet

Mısır’daki konumuyla diğer peygamberlerin

edin!’ demiş.” (Neml 27/29-31)

kendi kavimleri karşısındaki konumları arasında bir fark bulunmadığını, dolayısıyla sadece felaketi savuşturmaya dönük bir memuriyet değil kendisine karşı oluşan güven ile davet ve tebliğini yerine getirdiğini söylerler (Tabii her halükarda, Hz. Yusuf kıssası etrafında farklı tartışmaların olduğunu unutmamak gerekir). Kıssa nasıl yorumlanırsa yorumlansın, (devrimci yorum biçiminin tersine) güç noktalarının ele geçirilmesiyle birlikte inancın dikte edildiğine dair bir işaret yoktur. Aksine kardeşini alıkoymak için başvurduğu yolu anlatan ayetler, (eğer toplumu değiştirmek üzere bir mücadele

Bu örnekte; Sebe toplumu için işgal anlamına gelen bir olay anlatılmaktadır. Değişimi talep eden güç toplumun içinden değil, dışarıdan yönelen bir tehdit şeklindedir. Fakat sonrasında, Sebe melikesi ve toplumu İslam’ı kabul etmişlerdir. Buradaki kabul edişin “tehdit ve korku” sebeplerinden kaynaklandığını düşünemeyiz. Çünkü bir peygamber, insanları zorla Müslüman yapmak için uğraşmaz. İslam’ın mantığına daha uygun olan yorum şudur: İslam’ı bilmediği için adaletten uzaklaşmış olan baskıcı yönetimin son bulmasının ardından, toplum iradesiyle baş başa kalmıştır. Bu esnada

Yusuf 12/55

33

Yusuf 12/56

34

31 32

32

kanunlarına (Melikin dinine) göre kardeşini alıkoyması

Yusuf 12/76 Neml 27/17

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


İslam topluma anlatılmış ve ikna olmaları

çağın gerekleri ve toplumların durumuna

sonucu İslam’ı kabul etmişlerdir.

göre, ilkelerle çelişmeyen farklı farklı usul

Hz. Muhammed örneği: Değişim isteyenler özel bir makamı ve gücü olmayan insanlar

Resulullah’ın örneğinde ise diğer iki peygamberinkinden farklı bir durum göze çarpar. O önce en yakınlarını uyararak başladığı davet faaliyetlerini her geçen gün daha geniş kitlelere yaymış ve toplumuna İslam’ı anlatmıştır. Tamamen tedrici ilkeler çerçevesinde, halkın

ve araçlar kullanılabilir.

Sonuç: “Yöntem”, mesajı anlatmak için Kur’an’da kullanılmış bir kavram değildir. Direk yönteme atıfla Kur’an’da geçen herhangi bir ayet ve örnek de bulunmamaktadır.

istemesi ve desteklemesi sonucu toplumu

Yöntemle ilişkilendirebileceğimiz bütün ayetler,

dönüştürmeyi başarmıştır.

“Kur’an’ın mantığına göre bu doğrudur; bu ise

Bu örnekler bize şunları gösterir: 1. Bir toplumu hayra doğru değiştirmek isteyen güç, konumunu; halk desteğini kazanarak, hakim sistemin boşluklarını kullanarak, (bilinen bir örneği olmamakla birlikte) darbe yaparak veya fetih yoluyla elde etmiş olabilir. Karizmatik bir lider, İslam’ın bir yorumunu ideoloji haline getirmiş bir grup, güçlü bir aile, haksızlığa uğramış bir sınıf veya dışarıdan gelen tehditkar bir güç kimliğiyle karşımıza çıkabilir.

yanlıştır!” diyebilmek için bizlerin referans aldığı

ayetlerdir. Bu ilişkilendirmeyi de, toplumsal değişim alanında yaşanmış beşeri tecrübelerden yola çıkarak yapabilmekteyiz. Bu sebeple “metot özden (dinden) bir parçadır” şeklinde özetleyebileceğimiz yaklaşım, altı doldurulamayan bir tespit olarak karşımıza çıkar. Bu yaklaşım, o düşünceye sahip olan kimselerin onay verdiği değişim yönteminin din (veya dinden bir parça) haline gelmesine yol açmaktadır. Yöntemin dinileşmesi ise bir yandan dinin sınırlarını zorlayan, bir yandan Müslümanların bakış açısını daraltan, bir yandan

2. Eğer zulüm, ahlaksızlık veya adil olmayan yollarla elde etmemiş ve orada bulunmak için bunlardan herhangi birine başvuruyor değilse, İslam hiçbir konuma “hayır!” demez.

da Müslümanları içinde bulundukları toplumun gerçekleriyle örtüşmeyen yollar takip etmeye zorlayan bir sonuç doğurur. Oysa İslam metot dayatmaz. Her çağ ve her ortam için geçerli olacak sabit yöntem ve araçlar

3. Fakat toplumu hayra doğru değiştirmek isteyenler hangi konumda bulunursa bulunsun; İslam dayatmacı değildir ve konumu kullanarak yapılan dayatmaları onaylamaz; zorlayıcı değildir gücünü kullanarak yapılan zorlamaları kabullenmez. Değişimin başlangıç noktası neresi olursa olsun, tabandan tavana doğru bir süreç izlemesini öngörür. Değişime konu olan görüşlerin ve hedeflerin topluma doğru bir şekilde anlatılmasını, toplumun ikna edilmesini değişimin anahtarı olarak sunar.

önermez. Toplumsal değişim kuramlarında olduğu gibi; kimi toplumlar nüfus hareketiyle, kimi toplumlar teknolojinin değişmesiyle, kimi toplumlar kültürün gelişmesi, kimileri dışarıdan müdahale, kimileri darbe, kimileri ise devrim yöntemleriyle değişebilirler. Bu yöntemlerin hiç birisi, bütün toplumların kendisiyle değişeceği “ana değişim yöntemi” değildir. Ama her toplum ikna olduğu ve kabullendiği takdirde bunlardan birisiyle değişebilir. En iyi değişim yöntemi, toplumun nitelik ve özellikleriyle en fazla örtüşen, topluma kendisini en fazla kabul ettiren değişim yöntemidir.

4. Toplumun bilgilendirilmesi ve ikna edilmesi süreci, sabit araç ve usullerin kullanıldığı bir süreç değildir. Teknolojinin imkanları,

Aksi takdirde bütün değişim yöntemlerinin kendilerine göre olumlu ve olumsuz sonuçlar üreten yönleri bulunur. Devrim yöntemi de

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

33


sempatik bulunmasına rağmen sorunsuz bir değişim yöntemi değildir. Eğer Müslümanlar, değişim yöntemlerine; “hiçbirisi sorunsuz değildir” gözüyle bakabilirlerse, içinde bulundukları şartlar hangi yönteme zorlarsa zorlasın ona karşı objektif olabilir, olumsuz yönlerini en aza indirebilmek için bir çaba gösterebilirler. Ama şekilde bakma ihtimali kalmaz. Çünkü dini olan sorgulanamaz. İslam ise tevhid, adalet ve ahlak ilkeleriyle ters düşmediği sürece hiçbir değişim yöntemine karşı taraflı değildir. İçinde bulundukları toplumu iyilik ve hayır yönünde değiştirmek isteyen Müslümanlar, içinde bulundukları toplumun özel şartları çerçevesinde kendilerini darbe yaparak ifade etmek zorunda kalabilirler; serbest seçim yöntemleriyle seslerini duyurma imkanı bulmuş olabilirler; bir ülkeyi fethetmiş veya kendilerini bir ülkenin yönetiminde bulmuş olabilirler vs. İslam hiçbir başlangıç noktasına hayır demez. Değişimi gerçekleştirenlerin samimiyeti ve Kur’an’ın ilkelerine bağlılıkları nispetinde, her duruma dönük öneri ve çözümleri bulunur. İlke ve değerleriyle ters düşmediği sürece İslam, bir grubun nasıl değişimin öncüsü haline geldiğinden ziyade, değişimin nasıl olacağıyla ilgilenir. Ve tedrici karakterini ortaya koyar. Önce toplumda işleyen zulüm çarkının bozulması ve adaletin sağlanarak herkesin özgür iradesiyle baş başa kalmasının temini ile işe başlar. Fakat bundan sonra “Dinde zorlama yoktur.”35 ilkesi çerçevesinde, değişime öncülük eden grubun kendi fikirlerini zorla topluma dayatmasına müsaade etmez. Önceden kalan bütün tecrübe ve birikimin yerle bir edilmesini onaylamaz. Değişim ve yeniliklerin, toplum hazmettikçe ve onayladıkça ağır ağır gerçekleştirilmesini öngörür. Böylece toplumun gerçekleriyle ters düşmeyen ve baskı ile değil akıl ve sağduyu ile işleyen bir

www.islamiyorum.com

herhangi bir yöntem dinileşirse, ona karşı bu

sürecin ortaya çıkmasını sağlar. - BİTTİ -

Bakara 2/256

35

34

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak Devrim

MAKALE 3 :

DEVRİMCİ DURUŞ

“Tevhidi Duruş, İslami Duruş...” Nuri YILMAZ Devrimci duruş, “devrim” kavramından türemiş

“kastedilen o değil ki!” denme ihtimali vardır ve

bir nitelemedir. Devrim, sözlük anlamı belli ve

söyledikleriniz hedefini bulmaz.

ne kastettiği açık bir kavram iken, devrimci duruş için aynı şey söylenemez. Devrim, bir toplumsal değişim yöntemidir. Devrimci, devrim yöntemini kullanarak içinde yaşadığı toplumu değiştirmek isteyen kişidir. Devrimci duruş ise devrim yöntemini eleştirenlerde bile görülebilen bir tutum, bakış, duruş ve algılayış biçimidir. Aslında bu niteleme, birisi hakkında “büyük adam!” demeye benzer. Açıklayıcı ifadeler bulunmadığı zaman, çocuk olmadığı mı anlatılmak isteniyor; iri cüsseli olduğu mu kastediliyor; yoksa şişmanlığına veya erdemli bir insan olduğuna mı vurgu yapılıyor, anlamak

Fakat bununla birlikte bu niteleme, İslam’ı hayatlarında birinci öncelik haline getirmiş ve İslami camia içerisinde en dinamik kesimi oluşturan Müslümanlar açısından; kendilerini diğerlerinden ayırt eden bir kimliğe dönüşmüştür. Ne var ki belirsizlikler ve farklılıklar daha kimliğin isimlendirilmesi noktasından başlar; Kimileri “tevhidi duruş” veya “İslami duruş” ismini tercih etmekte, kimileri ise “dik duruş”, “net duruş”, “uzlaşmasız duruş” vs. gibi tamlamaları uygun görmektedirler. Bu nitelemelerin hepsinde aşağı

mümkün olmaz.

yukarı aynı şey kastediliyor olmasına rağmen,

“Devrimci duruş” da işte böyledir. Her kullanan

yanında kullanılan kavram da değişkenlik arz

bir şey kasteder, ama hem kullanımlar arasında

eder.

“tanım” farklarına göre “duruş” kelimesinin

anlam farklılıkları vardır hem de kullananlar bir kavram netliğinde içini dolduramazlar. Böyle olunca da övseniz bir derttir, eleştirseniz bir dert; kimi tanım sahipleri memnun olur, kimi tanım sahipleri rahatsız olur. Net bir tanımı olmadığı için övseniz de yerseniz de,

Şüphesiz her kullanımın, kullananların zihninde ve pratiğinde karşılığını bulan bir sebebi vardır. Ancak kullananın yüklediği anlama göre değişebilen tanımlar karşısında, bütün nitelemelerin tek tek değerlendirilmesi için önce (kimin ne anlamda kullandığına dair) ciddi bir

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

35


istatistik çalışmasına ihtiyaç vardır. Biz ise, bu

taşımış olan devrimci duruş sahiplerinin,

nitelemelerden kastedilenin ne olduğundan

o konuma yeniden gelebilmesi için

ziyade, bu nitelemelerle ifade edilmeye

önerilerimizi ortaya koyacağız. (Bozulması

çalışılan “duruş” biçimini değerlendirmek/

gereken ezberleri ve yıkılması gereken zihin

tartışmak istiyoruz. Dolayısıyla, her ne kadar

duvarlarını tespit etmeye çalışacağız)

farklı isimlerin farklı gerekçeleri olsa da, biz; “devrimci duruş” dediğimizde hepsini kastetmiş olacağız. Fakat iş bununla bitmemektedir. İsimlendirme noktasında karşımıza çıkan problem, aynı şekilde tanımlama noktasında da önümüzde durmaktadır. Bir duruş, bir bakış ve tavır biçimi düşünün:

Anlamı net bir kavram veya ne kastettiği açık bir tez olmadığı için, sabit bir tanım yapmanın imkanı yoktur. Fakat karşı çıktığı tezler üzerinden hareket ederek, üzerinde daha kolay ittifak edilebilir sonuçlara ulaşacağımızı düşünüyoruz. Bunun için de, bu duruş biçiminin

- Müslüman kimliğin göstergesi haline gelmiş, - Müslümanların içinde bulundukları çağı, yaşadıkları coğrafyayı, etraflarında gelişen olayları anlama biçimini belirliyor, - Ve onlar karşısında geliştirilecek tavırlarda ölçü oluyor.

gelişip yayıldığı dönemdeki anlayışlar ve pratikler üzerinden gideceğiz. Gelenekçilik ve Modernizm karşısında Devrimci duruş: “Devrimci duruş”, çok da eski olmayan bir geçmişe sahiptir.

Fakat bununla birlikte: - İslami camianın en dinamik kesimi, bir nevi tabu haline gelmiş bu duruş biçimi yüzünden, dinamizmini yitirmeye başlamış ve gelişen şartlara denk düşecek yeni tavır ve söylemler geliştiremez olmuş. - “İslam devrimi” fikrinin tek geçerli yöntem olarak görüldüğü dönemden kalma bakış açılarının etkisiyle, dar çerçeveler içine sıkışıp kalmış ve etrafında olup bitenleri doğru okuyamıyor.

Batı’nın İslam dünyası karşısında hızla ilerlediği ve Müslüman düşünürlerin bu durum için çareler aramaya başladığı dönemlerde ortaya çıkmıştır. Dönemin en önemli özelliği, İslam dünyasındaki fikir arayışlarının neredeyse bin yıldır uykuda olmasaydı. İslam, şekil, kalıp ve kurallardan ibaret bir din haline getirilmişti. Bu din algısı, toplumların nispeten yavaş değiştiği imparatorluklar döneminde fazlaca sorun teşkil etmemişti. Ne var ki Batı’da ortaya çıkan gelişmeler ve bu gelişmelerden

Oysa İslam dünyasının, bu kesimin ortaya koyacağı çaba ve sahip olduğu dinamizme her zaman çok ihtiyacı olmuştur. Bu role olan inancımızdan dolayı da; net bir tanımı olmadığı, herkesin tanımına uygun bir söylem tarzı geliştirmenin zorluğu ve bu kesimin çok çabuk dışlayan bakış açısına rağmen, bu meseleyi tartışmak istiyoruz.

sonra vücut bulan sanayi devrimi, toplumların nitelik ve ihtiyaçlarını derinden sarsmış ve hızla değiştirmeye başlamıştı. İşte o zaman geleneksel din algısının problemleri kaçınılmaz olarak kendini göstermişti: Kalıpçı ve kuralcı anlayış “akla” meydan vermiyor, gelişen ihtiyaçlara yeni çözümler aranması önünde büyük bir engel oluşturuyordu. Bu yüzden, İslam dünyasının sorunlarına

Bu çerçevede;

çare aramaya başlayan düşünürler, geleneği

- Önce devrimci duruşu tanımlamaya

sorgulamak ve “aklı” geleneğin prangalarından kurtaracak açılımlarda bulunmak zorunda

çalışacağız. - Sonra, (bir başlangıç teşkil etmesi

kaldılar. Ne var ki kadim bir geleneğin

bakımından) tartışılması gereken yönlerle

değişmesi kolay değildir. Geleneğin gücünden

ilgili görüşlerimizi ifade edeceğiz.

dolayı ilk söylemler, bir aşırılıktan başka bir

- Sonra da, bir dönem “öncülük” sorumluluğu

36

“Devrimci duruş” nedir?

aşırılığa kaymaktan kurtulamamışlardır. Batı’yı

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


örnek almada ileri gitmişler ve mesela Ali

olarak görüp, onlara karşı savaşa girişmeyi

Abdürrezzak, Taha Hüseyin gibi isimler (o gün

ve bu savaş için stratejiler geliştirmeyi

için kabullenilmesi mümkün olmayan) “laik

daha önemli bulmuş

devlet” görüşünü savunur hale gelmişlerdir. Seyyid Ahmet Han’ın başını çektiği bir ekol, neredeyse Kur’an’ı Kur’an’sız yorumlama

4. İhtiyaç duyulan cevaplara ise, geleneğin tortusu veya modernizmin

noktasına savrulmuştur.

kafa karışıklığıyla değil, ilk dönem

Bir aşırılıktan başka aşırılıklara kayılmasıyla

tarzıyla ulaşılabileceğini söylemiştir.

birlikte, gelenekçilerin bu teşebbüsleri isimlendirmesi de çok kolay olmuştur. 19. Yüzyılda Fransa’da ortaya çıktığı kabul edilen ve “geleneksel sanatın, edebiyatın, toplumsal kurum ve yapılanmaların, giyim kuşam ve günlük yaşama ait her şeyin artık zamanını doldurduğu; bu yüzden bunların bir kenara bırakılıp yeni bir kültür icat edilmesi gerektiği” fikrine dayanan modernizm ile damgalanmışlardır.

Müslümanlarının yöntemi ve algılama

Kısacası, İslam dünyasının içinde bulunduğu sorunları tartışmamış ve zihin körlüğüne karşı derinlikli açıklamalar getirmemiş, ama bütün İslam dünyasında özgürlük mücadelelerinin vücut bulmasını sağlayarak İslam kaynaklı gelişmelere motor olmuştur. İslam dünyasında önemli bir etkiye ulaşmıştır. Bu eğilim, gelenekçilik ve modernizm karşısında, radikalizm; Bağnazlık ve savrulma karşısında

Modernizm damgası yiyenler içinde bu sıfatı gerçekten hak eden isimler bulunmakla birlikte, böyle bir nitelemenin ortaya çıkması, tarihi bir problemin yeniden canlanması anlamına geliyordu. “Akıl mı? Vahiy mi?” ikilemi

öze dönüş; sorgulama ve yenileme karşısında ise diriltme olarak karşımıza çıkar. İtaatkar tutum ve Islahatçı çabalar karşısında devrimci duruş:

yeniden ortaya çıkmakta, sanki birbirlerinin

Batı’nın İslam dünyasına karşı üstünlük

karşıtlarıymış şeklindeki algılayış yeniden

sağlamaya başladığı dönemler, Osmanlı

vücut bulmaktaydı. Bu çerçevede, geleneksel

imparatorluğunun hızla gerilediği dönemlerdir.

anlayışları sorgulayan ve geleneksel hüküm

Bu dönemde imparatorluk hala büyük ve

kaynaklarını (Kur’an-Sünnet-İcma-Kıyas)

nispeten güçlü olduğu için ilk arayışlar Islah

problemli bulan herkes (Cemaleddin Efgani,

yönünde olmuştur. Kimileri tamamen reformist

Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Muhammed

bir mantık ve Batı kültürünün referanslarıyla,

ikbal, Fazlur Rahman vs.) modernist olarak

kimileri ise İslam referanslarıyla düzeltme,

isimlendirilmekten kurtulamamıştır.

yenileme önerileri geliştirmeye çalışmışlardır.

Gelenekçilerin mevcudu korumak için direndiği,

Osmanlı İmparatorluğunun tarih sahnesinden

modernistlerin sorgulama ve yenileme için

çekilmesiyle birlikte Batı referanslı aydınların

uğraştığı böyle bir dönemde, “diriltme” mantığı

hareket alanı genişlemiş, İslam referanslı

çerçevesinde yeni bir eğilim vücut bulmuştur.

aydınlar ise entelektüel çabalar ve eğitim

Pakistan’da Mevdudi’nin, Mısır’da Seyyid

faaliyetleriyle yeni bir nesil inşa etmeye

Kutub’un başını çektiği bu eğilim:

girişmişlerdir.

1. İçinden geçilen ortamın, tartışmaktan

İslami duyarlılığı bulunan kesimler böylesine

ziyade yeniden varoluş mücadelesi verme

çabalar içindeyken, İslam’ı ibadet ve kurallardan

ortamı olduğunu kabul etmiş

ibaret gören gelenekçi kesimler, ibadetlerin

2. İslam dünyasının geri kalmasına sebep teşkil eden siyasi ve kurumsal meseleleri, “bugünün meselesi değil” diyerek ertelemiş (Bu görüş Kutub’a aittir) 3. Batı’yı ve yerli işbirlikçilerini “düşman”

yerine getirilmesine engel olmadığı sürece yeni yönetimlere rıza göstermekte bir sakınca görmemişlerdir. Seyyid Kutub ve Mevdudi’nin öncülük ettiği radikal kesimler ise, gelenekçilerin tutumunu

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

37


itaat ve uzlaşma, entelektüel çabaları ise ıslah

dönem için tartışılması gereksiz gibi görülen

gayretleri olarak niteleyerek:

kimi meseleler ise bugün artık Müslümanlar

1. İtaat ve uzlaşmanın “Allah’tan başkasına itaat etmeme” ilkesine ters düştüğünü 2. Entelektüel çabaların, cahili rejimin izin

açısından acil cevaplanması gereken konular haline gelmiştir. - İdari-siyasi sistem, ekonomi, hukuk gibi

verdiği sınırlar içerisinde gerçekleştiğini ve

toplumsal yaşayışın farklı şubelerinde

onları güçlendirdiğini

karşılaşılan problemlere karşı, İslam nasıl

3. Mevcut şartların, cahiliye ile topyekun bir savaşı gerektirdiğini

çözümler sunuyor? - Nasıl bir yönetim modeli, nasıl bir ekonomi

4. Ve bu savaşın; cahiliye adına ne varsa tümden yok edip, İslami olanı tesis etme hedefiyle yapılması gerektiğini

modeli, nasıl bir hukuk modeli öneriyor? - Resulullah zamanındaki uygulamalar ve problemlerin çözümü için oluşturulmuş kurumlarla bugünün ihtiyaçlarını çözmek

söylemişlerdir.

mümkün olamayacağına göre, yeni çözümler

Böylece; itaat karşısında isyankar, ıslahat karşısında devrimci bir tavır takınmışlardır. ***

nasıl üretilecek? - Çözümün aranacağı kaynak/kaynaklar nelerdir? - “Çözüm için önerilen kaynakların bağlayıcılığı ve onlardan yararlanma biçimi”

Karşı çıktığı tezlerden hareket ettiğimizde

etrafındaki kadim tartışma çözümlemeden

“devrimci duruş”, ortaya çıktığı dönemi doğru

yeni ihtiyaçlara çözüm üretmek mümkün

tahlil etmiş ve dönemin ihtiyaçlarına denk

olmadığına göre, bu sorun nasıl aşılacak?

düşen bir tavır olarak görülmelidir. Stratejik ve hedef odaklıdır. Esaretten kurtulmak için

İşte bu nitelikteki sorular Müslümanlar

ne gerekiyorsa ona odaklanmış, yöntem

tarafından acil cevaplanmayı beklemektedir.

ve araçlarını ona göre oluşturmuştur. Ve bu şekliyle de İslam dünyası için önemli bir atılım zemini teşkil etmiştir. Geniş bir taraftar kitlesi kazanmıştır. Bu duruşu temsil eden Müslümanlar, “İslam devleti”nin yeniden teşekkülü olarak özetlenebilecek hedeflerine ulaşma başarısı gösterememişlerse de, Batı’nın gücünün kırılmasında ve birçok ülkenin bağımsızlaşmasında çok önemli etki ve katkıları olmuştur/olmaktadır.

“İslam” referanslı denemeler, Müslümanların bu konularda bir hazırlıkları olmadığını ve hazırlık yapmalarını sağlayacak fikri olgunluğa henüz sahip bulunmadıklarını belirgin bir şekilde ortaya çıkarmıştır. Birbirinden başarısız denemeler, İslam’ın kabiliyet ve özelliklerinin görülmesine imkan vermemektedir. Devrimci duruş sahipleri ise böyle bir

Fakat hedef odaklı bir duruş, başarılı pratik sonuçlar almaya uygun bir duruş iken, derinlikli ve kalıcı fikirler oluşturmak için yeterince uygun bir duruş biçimi değildir. Bu tespiti yaparken hiç fikir üretemez demek istemiyoruz. Mesela devrimci duruş tam aksine, düşüncede devrim olarak nitelenebilecek çok önemli fikirler geliştirmiştir. Fakat geliştirdiği düşüncelerin büyük bir çoğunluğu, odaklanmış olduğu hedef (yani cahiliye ve şirk tanımlaması) ve bu hedefe ulaştıracak yöntemlerle ilgili olmuştur. “Devrimci duruş”un ortaya çıktığı ve Müslümanların esaret altında bulundukları

38

Dünyanın değişik coğrafyalarında ortaya çıkmış

ortamda hala, “önce toplum/devlet, sonra çözüm” demektedirler. Yani çözümü; dikensiz bir gül bahçesi, hepsi birbirinden takvalı insanlardan oluşan ideal bir toplum oluşmasına ertelemektedirler. Biz, 60’lı yıllardan 90’lı yıllara kadar İslam dünyasına çok büyük katkıları dokunmuş olan bu kesimin, bakış açısını ve duruşunu yeniden gözden geçirme vaktinin geldiğini düşünüyoruz. Sahip oldukları düşünceleri “son nokta” olarak görmeyip geliştirmeleri gerektiğine inanıyoruz. Ve bu işe de bazı meseleleri yeniden tartışarak başlamaları gerektiği kanaatindeyiz.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Tartışılması gereken meseleler 1- Kafirun suresi ve “uzlaşma” konusunu yeniden tartışmak: “De ki: Ey kafirler! Ben sizin taptıklarınıza asla tapmam. Siz de benim taptığıma tapmazsınız. Ben sizin taptığınıza asla tapmayacağım. Siz zaten benim taptığıma tapmazsınız. O halde sizin dininiz size benim dinim bana!” (Kafirun 109/1-6)

olgunluğa uygun düşecek şekilde kavramlar gelişme göstermiştir. Nitekim “din” kavramı da böyledir: İlk dönemlerde din dendiği zaman “yüce egemenliğe, bu yüce egemen tarafından belirlenmiş değerlere ve “din gününe (cezamükafat)” vurgu yapılmışken; Medine’deki kullanımında “hayatın değişik şubelerinde kendisini gösteren bir yaşam biçimi” olarak karşımıza çıkar.

“Yalanlayanlara boyun bükme! Onlar senin

Kafirun suresi ve Kalem suresinin ilgili ayeti,

uzlaşmacı davranmanı istiyorlar; ta ki kendileri de

risaletin ilk dönemlerinde indiği ittifakla kabul

uzlaşmacı davransınlar!” (Kalem 68/8-9)

edilen ayetlerdir. Dolayısıyla din kavramı

Kafirun suresi ve Kalem suresinin yukarıda verilmiş olan ayetleri, devrimci duruş tarzının en önemli referans kaynaklarından biridir. “Tam anlamıyla İslami” olmayan her şeyden kopuşun ve “Tam anlamıyla İslami” olmayan her şeye karşı cephe almanın en önemli dayanağıdır. Peki, bu ayetler gerçekten; birey, fikir ve kavram bazında İslami olmayandan kopuşu ve İslami olmayana karşı keskin bir duruş

hakkında, Kur’an’ın tümü göz önünde bulundurularak oluşan mana bütünlüğü ve zihin berraklığının, bu ayetlerde olduğu gibi kastedildiğini düşünemeyiz. Hal böyleyken ayetler, kavramın bütün anlamları göz önünde bulundurularak anlaşılmaya çalışıldığında; “Dinden olanla olmayanı” ve “dini olanla olmayanı” ayırt eden ve dinden olmayanlarla arasına set koyan bir bakış açısı ortaya çıkarmaktadır. Bu ise daha işin başında; iyilik ve

sergilemeyi mi emretmektedir?

hayra çağrılacak toplum ile Müslümanlar arasına

Kafirun suresini doğru anlayabilmek için

yaşanması demektir.

anahtar kelime, “din” kavramıdır. Kur’an’ın din kavramını ele alışı incelendiğinde, kavramın dört ana unsuru1 ihtiva edecek şekilde kullanıldığı görülür:

bir mesafe girmesi, bir ayrılığın ve saflaşmanın

Oysa bu ayetler toplum ile Müslümanların arasını ayıran değil, tam tersi Müslümanları; vicdanın sesi, ezilmişin feryadı, yoksulun umudu haline getiren ayetlerdir. Şöyle ki:

1. Hakimiyet ve yüce egemenlik. 2. Bu yüksek egemenlik ve hakimiyete itaat edip boyun eğmek. 3. Bu hakim ve yüce egemen tarafından belirlenmiş olan düşünce, değer ve yönlendirmeler 4. Yaşantısını bu düşünce ve değerler sistemine uygun hale getirmek karşılığında yüce egemenliğin verdiği mükafat veya ona uygun olmaması halinde verdiği ceza.

Vahiy gelmeden önce Arap Yarımadası’nda geçerli olan hakimiyet düzeni/din, Mekke şehri merkezinde oluşmuş ve Kureyş kabilesi kontrolünde bulunmaktaydı. Kureyş kabilesi, civar kabileler ve devletlerle yaptığı ticaret anlaşmaları (ilaf) sayesinde düzenin kontrolünü eline geçirmişti. Putperestlik inancı ve Kabe’nin denetimini ellerinde bulundurmaları sayesinde din üzerinden güçlerini pekiştiriyor; kabilecilik taassubu ve herkesin bir kabileye bağlı olmak

Burada da görüldüğü gibi, Kur’an’ın mesajını

zorunda bulunması sayesinde siyasi olarak etki

anlatmak için kullandığı ana kavramlar, tek

sağlıyor; ticaret anlaşmaları, din turizmi, faiz

kelimeyle karşılık verilemeyecek derecede

ve fuhuş yollarıyla da ekonomik yönden herkesi

geniş anlamlara sahiptirler. Kur’an bir defada

cendere içine alıyordu. Birey, sisteme mecbur

indirilmiş bir manifesto veya başvuru kitabı

hale getirilmişti. Boynundaki boyunduruktan

olmadığı için de, içerikleri birden bire değil,

ve üzerindeki baskıdan kurtulma ihtimali

aşama aşama oluşmuştur. Müslümanların karşı

görünmüyordu. Verimsiz toprak ve hayvancılığa

karşıya bulundukları duruma ve ulaştıkları fikri

elverişli olmayan ortam sebebiyle herkes er geç

Mevdudi. Kur’an’a Göre Dört Terim. Din

1

borç almak zorunda kalıyordu. Fakat bir gelir

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

39


oluşturup borcunu geri ödeme şansı hemen

İşte kafirun suresi tam da bu noktada, zulüm

hemen yok gibiydi. Borcunu ödeyemeyenler,

düzenine bir reddiye, ona karşı bir isyan ve

kendilerine borç verenin takdir ettiği kadar bir

başkaldırı olarak nazil oldu. İndiği dönemi ve

süre; ya ailesinden bir ferdi köle olarak vermek,

o dönemde geçerli olan şartları göz önünde

ya da kendisi köleliği kabul etmek zorunda

bulundurduğumuzda şu tespitlere ulaşmaktayız:

idiler. Köle olarak verilen kadınlar fuhşa zorlanır ve elde ettiği gelirle borcu ödemesi sağlanırdı. Genel evler, toplumun normal karşılanan unsurlarından biri haline gelmişti. Faiz girdabına kapılanlar, kendilerini bir daha kolay kolay kurtaramazdı.

dışlayan; toplumu kategorize edip, saflaştıran bir çağrı değildi. İnsanlığın İslam’ı tanıması ve ona karşı kabul veya ret şeklinde bir tutum sergilemesi

Hakim düzen toplumda öyle bir adaletsizliğe yol açmıştı ki, toplumun büyük bir çoğunluğu kölelerden oluşuyordu. Zengin ve fakir arasındaki gelir uçurumu aşırı derecede derinleşmişti. Fakir kalabalıkların kendi başlarına geçinebilmeleri için bir imkan ve yol kalmamıştı. Er geç köleleşme tehlikesiyle karşı karşıya idiler. Bu ise öylesine bir travma meydana getirmişti ki, insanlar bir gün geneleve düşer korkusuyla kız çocuklarını öldürmeyi bile meşru görecek

noktasında Müslümanlara düşen sorumluluk davettir. Ve davet önemli bir sorumluluk olarak Kur’an’da birçok kavramla birlikte ele alınmıştır. Hedef, insanların iradelerini baskı altında kalmadan kullanabilecekleri ortamlar hazırlamaktır. Bu çerçevede; Müslümanların güçsüz olduğu dönemlerde gerçeklerin açıkça ortaya konduğu beyan yöntemleri ile Müslümanların gücü arttıkça da zulüm düzeninin varlığını ortadan kaldırmak suretiyle iradeler

noktalara gelmişlerdi.

baskıdan kurtarılmaya çalışılır. Davetin hedefi

İslam ise tevhid ve ahlak çağrısıyla ortaya

ziyade, insanları İslam konusunda bilgilendirmek

çıktı. Tevhid ilkesi, bir yandan hakim düzenin/

ve yankı bulduğu oranda zulüm düzeninin

dinin temel unsurlarından olan putperestliği

varlığını sona erdirebilmek için ortak paydalar

tehdit etmeye başladı, bir yandan ise elde

oluşturmaya çalışmaktır.

Müslüman olanla olmayanı ayırt etmekten

ettiği gücü zulüm için kullanan insanların maskesini düşürdü. İnsanları, zulme sebep olan bu odakların varlığına son vermeye davet etti. Ahlak ilkesi ise ezilmişi, darda kalanı, zorla fuhuş bataklığına sürüklenmeye çalışılanı onurlandırdı. Böylece hakim dinin/ düzenin temelleri çatırdamaya başladı. İslam’ın sesi toplumda yankı buldukça, düzen gücünü

Ayetlerin indiği dönem, iradeleri baskı altına alarak insanları köleleştiren zulüm düzenin son bulduğu bir dönem değildi. Tam tersi, feryatların sözü bastırdığı, ağır baskıların işitmeyi engellediği bir dönemdi. Böyle bir ortamda Müslümanlar çıkıp da, Müslüman olmayanlarla aralarına “din” duvarı örmüş olsalardı, toplumla

yitiriyordu.

olan iletişim ve bağlarını yitirirlerdi.

Farklı yöntemlerle düzenlerini korumayı deneyen

Oysa Kafirun suresi, halka karşı değil, halkın

Kureyş ileri gelenlerinin başvurdukları yollardan birisi de, Resulullah’ı güçlerine ortak ederek sistemin bir parçası haline getirmek ve tehdit olmaktan çıkarmak idi. Bu çerçevede, para, güç, kadın, hatta krallık teklif ettiler. “Bir yıl senin rabbine bir yıl bizim putlarımıza ibadet edelim” dediler. Bu teklifler samimi bir şekilde yönetimi paylaşma, yönetimde fakir ve ezilmişe de yer verme çabasını yansıtmıyordu. Tam tersi onlar Resulullah’ı satın alarak, zulüm düzenlerinin devamını garantilemeye çalışıyorlardı.

40

1. Kafirun suresi, Müslüman olmayanları

feryadını dillendiren bir çağrıydı. Onları dışlayan değil, onları çeken ve (asgari müştereklerle bile olsa) davasının ortağı haline getiren bir çağrıydı. Onların baskı altında kısılmış seslerinin söyleyemediğini söylüyordu. Korkudan ve sindirilmişlikten dolayı gösteremedikleri tavrı gösteriyordu. “Sizin dininiz size” diyerek zulüm dinini/düzenini reddediyor, düzen sahiplerine meydan okuyor; “benim dinim bana” diyerek yoksula, ezilmişe, çaresize sahip çıkıyordu. Kureyş ileri gelenlerinin “ayak takımı” dediği insanların bu söyleme büyük bir teveccüh

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


gösterme sebebi; onda vicdanlarının sesini

siyasi sisteminde; yöneticinin seçimi, görev ve

duymaları, çaresizliklerine çare bulmalarıydı.

yetki sınırlarının belirlenmesi açısından önemli

Eğer bu sure topyekun bütün insanlığa “sizin

bir yere sahip bulunmaktadır. Ve bu kavram aynı

dininiz size” demiş olsaydı, sesini onlara bu

zamanda, Arapların karar meclisi olan Dar’un

şiddette ve bu güzellikte duyuramazdı.

Nedve’deki işleyişi ifade eden bir kavramdı.

2. Kafirun suresi, günün değer, uygulama ve kavramlarına karşı bir reddiye, onları kullanmayı ve onlardan yararlanmayı “uzlaşma” sayan bir çağrı da değildi. İslam, yeryüzünden bağımsız kendi ideali/ ütopyası peşinde koşan, günün ve toplumun vakıasını yok sayan bir din değildir. Onun yeryüzünde adaleti tesis etmek ekseninde sabit ve değişmez değerleri vardır. Fakat değerlerini, toplumun gerçeklerini göz önünde bulundurarak bir süreç içerisinde gerçekleştirir. Bu çerçevede zulümle ve zulüm üreten hakimiyet düzeniyle mücadeleye girişir; fakat sırf “egemen” diye bir kesimi karşısına almaz. İyiye ve güzele doğru meylediyorsa, onu destekler ve daha iyi bir mecraya sokmak için çabalar. Doğru ve güzel olan uygulamalara “doğru” demekten çekinmediği gibi, ondan faydalanır; eksik olanı tümden reddetmek yerine eksikliğini tamamlar; yanlış olanları ise bir süreç içerisinde düzeltmeyi hedefler. Vakıaya bağlı ve vakıadan hareketle

Kabilelerin önde gelenleri bu mecliste bir araya gelir ve toplumu ilgilendiren kararları burada istişare ederek alırlardı. İslam ise adaletin sağlıklı bir şekilde tesis edilebilmesi bakımından bu kavramı uygun gördü ve kendi idari siyasi sisteminin temel kavramlarından birisi haline getirdi. B) Günün problem ve ihtiyaçlarına karşı; “(İslam toplumu dışındaki toplumların) cahiliye toplumu oluşundan kaynaklanan ihtiyaçlarını tanımak zorunlu değildir. (İslam) Bunlara cevap vermek gereğini de duymaz”2 şeklinde ortaya konan kanaatin de irdelenmesi gerekmektedir. Bu yaklaşım günün problem ve ihtiyaçlarını görmezden gelen ve bunların sanki sadece “cahiliye” olmalarından ötürü yaşandığını varsayan bir bakış açısı ortaya çıkarmaktadır. İslam’ın ise cahiliyeye ait ne varsa yıkıp atacağını, bir nevi toplumları sıfırlayacağını ve bununla birlikte sorunlarının da son bulacağını öngörmektedir. Bu bakış açısı İslam’ı, yeryüzü gerçeklerinden

çözümler getirir. Bu bakış açısı çerçevesinde: A) “İslam’ın kendi kavramları vardır; hiçbir noktada beşeri kavramlara ihtiyaç duymaz ve kendisini o kavramlarla anlatmaya çalışmaz” şeklinde ifadesini bulan yaygın bir kanaati irdelemek gerekmektedir. Bu kanaat, “İslam’ın mesajını doğru anlamak için onun kavramlarını doğru anlamak gerekir” yönüyle doğrudur. Ama beşeri kavramların Müslümanlar tarafından ağza bile alınmaması gerektiği yönüyle de hamaset içermektedir. Çünkü vahiy, gönderildiği toplumun diliyle inmiştir ve kavramlarını, o toplumun kavramlarından mesajına uygun olanları seçmek suretiyle oluşturmuştur. İlah, Rab, İbadet, Din gibi kavramlar, o toplumda kullanılmakta olan kavramlardı. İslam ise bunların dağınık anlamlarını bir araya getirerek Allah’a hasretti. Hatta ironik bir örnek olarak

bağımsız bir ideal haline getirmektedir. Oysa kölelik, cariye, çok eşlilik gibi meseleler çerçevesinde bakıldığında vakıanın böyle olmadığı görülebilir. Bir insanın bir insanı karın tokluğuna kendisi için çalıştırması veya bir insanın bir insana karın tokluğuna hizmet etmek zorunda kalması, İslami bakış açısına göre hoş karşılanacak bir durum değildir. Fakat kölelik, vahyin ilk indiği dönemin bir vakıasıdır ve net bir şekilde haram kılınması durumunda büyük bir sosyal probleme yol açacaktır. Toplumun büyük bir kesimi, kendi başına geçim imkanı olmayan insanlardan oluşmaktadır. Bu durumda İslam kölelere adil davranılmasını emretmiş, köle azat etmeyi özendirmiş ve köleliği ortadan kaldıracak süreci başlatmıştır. Meselenin hallini, toplumun o iş için hazır hale geleceği zamana ertelemiştir. Bu konular, daha önceki makalelerimizde yer yer değindiğimiz konular olduğu için

“meşveret” (müşavere, istişare) kavramından da bahsedebiliriz. Bu kavram, İslam idari ve

Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55 (Parantez içi

2

notlar tarafımızdan eklenmiştir)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

41


(tekrar olmaması maksadıyla) meseleyi fazla

Çünkü ıslahat, modernizm veya bunları

uzatmadan, cariye meselesinin ve çok eşlilik

çağrıştıracak herhangi başka bir kavramı

meselesinin mantığının da aynı olduğunu

tartışamadığımız zaman, kendimizi “devrimci”

söylemekle yetineceğiz.

yönteme mahkum etmiş oluyoruz. Eğer doğru

Fakat sonuç olarak, “sizin dininiz size, benim dinim bana!” demek; toplumların vakıasını reddetmek; onların tecrübe, birikim ve değerlerini “cahiliye” olarak niteleyip yok saymak değildir. Zulüm üreten hakimiyet düzenlerine karşı mücadele vermek, bunu yaparken mümkün olduğunca müşterekler oluşturup halkı yanına almak ve adaleti/tevhidi

sağlıklı bir zeminde yaptıktan sonra ulaşmalıyız. Sağlıklı zemin ise tarihi arka plan, ıslahatçı ve modernist olarak nitelendirilen teşebbüs ve isimler veya felsefi içerik değildir. Çünkü bu kavramlar “yöntem” ve “usul” ile ilgili kavramlardır. Bir felsefeye veya bir kişiye mal edilemezler.

tesis etmeye çalışırken toplumun birikimlerinden

Islahat, “eskiyen, bozulan, aksayan yanları

yararlanmaktır.

düzeltmek, iyileştirmek, kusur ve noksanını

2- Islahat, modernizm ve devrim kavramlarını yeniden tartışmak Islahat ve Modernizm, tarihi arka planı bulunan iki kavramdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde gerçekleşmiş bazı savrulmaları hatırlattığı için, haklarında önyargı oluşmuştur. Bir yandan düzenin izin verdiği kadarıyla ve düzenin araçlarıyla gerçekleştirilmeye çalışılan birer değişim çabası, bir yandan da dini esnetme veya bozma gayreti olarak görülmektedirler. Devrim fikrine meyilli Müslümanların gözünde

tamamlamak” anlamına gelir. “Bekleneni vermeyenin yerine yenisini koymak, reform” anlamında da kullanılmıştır. Modernizm ise felsefi bir kavramdır; belli bir dönemde ortaya çıkmış belli çabaları işaret eder. Ama felsefesinden arındırılmış olarak baktığımızda, “güne uygun hale getirme” olarak tanımlanabilir. Bu noktada sormamız gereken soru şudur: İslam düşünce ekollerinin eskiyen, bozulan, aksayan ve iyileştirilmesi, güne uygun hale getirilmesi gereken yönleri var mıdır?

bu kavramlar, devrimin zıddı olan “uzlaşmacılığı”

Tarihi gerçekler bu soruya “evet!” cevabı

yansıtırlar. Bu yüzden de, Kafirun suresini

vermemizi gerektiriyor. Fakat ne yazık ki

yorumlama biçiminin oluşturduğu refleksle; art

makalemizin hacmi ve konusu bu meseleyi

niyetli, boş ve nihayetsiz olarak değerlendirilip,

tartışmak için uygun değildir. Bununla birlikte

kestirmeden reddedilirler.

kısa yoldan şöyle bir cevap verebiliriz: Problem

Kelimelere anlamları insanlar verdiğine göre, zihniyetlerin değil de kelimelerin mahkum edilmiş olması dikkat çekicidir. İster istemez “İslam” kavramı ile ilgili güncel bir meseleyi

vardı ki, Seyyid Kutub ve Mevdudi’nin çabaları yeni bir açılım olarak ilgi gördü ve değer kazandı. Bugüne kadar da birçok Müslüman’ın bakış açısını ve çabasının yönünü etkiledi.

hatırlatmaktadır. Batı dünyasında ortaya çıkan

Bu açıklamayla birlikte ikinci bir soru gerekli

kasıtlı çabaların sonucu olarak İslam kavramı,

olmaktadır: Seyyid Kutub ve Mevdudi’nin

terörizm kavramı ile özdeş hale getirilmiştir.

çabaları tarihi sorunu çözmek için yeterli oldu

Müslümanlar terörist görüntüsünde karikatürize

mu?

edilmektedirler. Bu durumda Batılı bir kimsenin, İslam’a düşman olmasını ve İslam kavramını hiç ağzına almamasını doğal mı karşılamamız

Aslında; Modernizm, ıslahat ve devrim kavramlarını yeniden tartışmayı istediğimiz

gerekmektedir?

bu konunun can alıcı sorusu işte bu sorudur.

Biz kelimelerin değil, zihniyetlerin mahkum

ve eylem (yani toplumların değişim yöntemi)

edilmesinden yanayız. Bu çerçevede; ıslahat,

boyutuyla tartışmamız gerekmektedir.

Bu soruyu A) Düşünce boyutuyla, B) Hareket

modernizm ve devrim kavramlarını sağlıklı bir şekilde tartışmak gerektiğini düşünüyoruz.

42

olan buysa bile, bu sonuca; gerekli tartışmaları

A- Düşünce boyutuyla baktığımızda makalenin önceki konularında da işaret etmeye çalıştığımız

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


bazı meseleleri yeniden hatırlatarak başlamak gerekmektedir. Bu düşünürler, İslam dünyasının esaret altında bulunduğu ve şiddetli bir sömürüye maruz kaldığı dönemlerde ortaya çıktılar. Dönemlerinin ihtiyaçları ister istemez zihin faaliyetlerini etkiledi ve düşünceleri; “emperyalizmle savaş”, “acil devlet” fikirleriyle örüldü. Geleneksel düşüncede devrim sayılabilecek fikri açılımlar gerçekleştirdiler, ancak; İslam çağın sorunlarına nasıl yaklaşıyor? Günün sorun ve ihtiyaçlarına hangi cevapları veriyor? Günün sorunlarının çözümü için 1.400 sene önce ortaya çıkmış uygulamaları işaret eden “nascı/fıkıhçı/şeriatçı” yaklaşım tarzı yeterli olacak mı? Eğer öyle olmayacaksa geleneksel değerlendirme usulleri nasıl aşılacak; naslara, fıkha ve şeriat tanımlamasına nasıl bir yaklaşım getirilecek?

damgayı yemesine yol açmıştır. Yaftaları hak edenler olabilir, hak etmeyenler olabilir! Mesele herkesi aklamak, hataları görmezden gelmek meselesi de değildir. Fakat öncelikle şu gerçeği görmeliyiz: Modernist ve ıslahatçı olarak damgalananların uzun süredir tartıştığı konular, bugünün tartışılması zorunlu konuları haline gelmiştir. Damga yemelerine sebep teşkil eden bu konularda, çok ileri ve güzel düşünceler ortaya koymayı başarmış düşünürler vardır. Bütün fikirlerini onaylamak gerekmiyor, ama en azından onlara dönük ön yargılarımızı kaldırmalı ve iki asırlık o birikimden nasıl faydalanabileceğimizi düşünmeye başlamalıyız. Bugün için tartışılması gereken konular, bin yıllık ezberlerin bozulmasını gerektiren bir sürecin

İşte boşluğun olduğu nokta tam da bu sorularla işaret edilmeye çalışılan noktadır. Bu meseleler, esaret altında bulunulduğu o günler için öncelikli konular olmadığı için, bu düşünürler (belki de haklı olarak) o konuları tartışmamışlardır. Ama dünyanın değişik coğrafyalarında İslam referanslı farklı devletlerin ortaya çıktığı, fakat bu devletlerin geleneksel ideal olan “asrı saadeti” bir türlü gerçekleştiremediği günümüzde öncelikler değişmiştir. İslam coğrafyasının her tarafında Müslümanlar, İslam’ın nasıl bir devlet öngördüğünü, bugünün ihtiyaç ve problemlerini nasıl çözümleyeceğini tartışmaktadırlar. Ve şu ana kadar, bu sorunları çözümleyip pratikte tatbik etmiş bir uygulama ortaya çıkmamıştır.

başlaması demektir. Ezberlerin bozulması ve zihin duvarlarının yıkılması ise kolay bir şey değildir. Sanki dini yıkmak gibi algılanacak ve o konuları düşünmeye dillendirmeye başlayan herkes ilk anda yadırganacaktır. Fakat unutmamalıyız ki çözüm, ezberlerin bozulacağı, zihin duvarlarının yıkılacağı bu sürecin arkasındadır. B- Hareket ve eylem boyutuyla baktığımızda ise bir başka tıkanma noktası ile karşı karşıya kalınmaktadır. Kutub ve Mevdudi’nin yaşadığı dönem, emperyalistlerin veya açıkça onlara uşaklık ettiği belli olan yönetimlerin işbaşında olduğu bir dönemdi. Hakim gücü “tağut”, temsil ettiği değerleri ise “cahiliye” olarak görmek için yeterince meşru gerekçeler bulunmaktaydı.

İşte tam da bu noktada Müslümanların; bu tartışmaların yeni olmadığını ve aslında uzun zamandan beri bu sorunlara çözüm bulmaya çalışan Müslüman düşünürlerin bulunduğunu bilmeleri gerektiğini düşünüyoruz. Modernist veya ıslahatçı olarak damgalanan düşünürler, neredeyse iki asırdır bu soruları tartışmakta ve bunlara çözüm üretmeye çalışmaktadırlar. İçlerinde aşırı noktalara savrulan kimseler çıkmıştır; kimileri bazı konularda çok dengeli, çok yararlanılması gereken fikirler ortaya koyduğu halde farklı bir konuda dengeyi kaçırabilmiştir. Ancak “bunlar ne yapmaya çalışıyor? Niye yapıyor?” demeden sadece olumsuzu gören bakış açısı, tümünün aynı

Böyle bir düşmana karşı da, “yıkmak, ortadan kaldırmak” gibi hisler beslemek gayet doğaldı. Ancak günümüzde İslam coğrafyasının birçok noktasında, ya İslam referanslı iktidarlar bulunmakta, ya da Müslümanlar iktidara iyice yaklaşmış durumdadırlar. Böyle bir noktada, “tağut” ve “cahiliye” kavramlarına eskisi kadar net karşılık bulmak mümkün değildir. Otoriteyi ve değerleri bu kavramlarla ifade etmekte ısrarcı davranmak, “İslam’ı benim anladığım gibi anlayanlar Müslüman’dır. Benim anladığımdan farklı anlayanlar ise kim olursa olsun tağut ve temsil ettiği değerler de cahiliyedir” sonucuna götürmektedir. Bu söylem ise sahiplerini

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

43


marjinalleştirmekten başka bir işe yaramaz.

tartışmak

Öte taraftan bir önceki makalemizde3 “Devrim

“Bir şeyin “İslam” olması ile “İslami” olması

ve İslam” başlığı altında devrim konusunu

aynı anlama gelmemelidir. Son peygamberin

tartışmış ve özetle şu sonuçlara ulaşmıştık:

vefatından sonra içinde İslam veya Müslüman

“İslam metot dayatmaz. Her çağ ve her ortam

ismi geçen her kişi, hareket veya yönetim

için geçerli olacak sabit yöntem ve araçlar

“nispet” ifade eder. Nasıl ki Buhari denilince

önermez. Buna göre hiçbir değişim yöntemi,

Buhara şehrinin kendisini değil, o şehre mensup

bütün toplumların kendisiyle değişeceği ana

olmayı ifade ediyoruz; aynı şekilde “İslami,

değişim yöntemi değildir. Ama her toplum kendi

tevhidi vs.” denilince de İslam’ın bizzat kendisini

şartlarıyla örtüştüğü takdirde bunlardan birisiyle

değil, ona mensup olmayı anlamalıyız.”4 İslam

değişebilir. En iyi değişim yöntemi, toplumun

ile Müslümanlar arasındaki ilişki, Müslümanların

nitelik ve özellikleriyle en fazla örtüşen değişim

İslam’ın değerlerini kuşanması ve ona uygun

yöntemidir. Bununla birlikte bütün değişim

bir şekilde yaşaması şeklinde bir ilişkidir.

yöntemlerinin kendilerine göre olumlu ve

Fakat içinde bulunulan çağa ve coğrafyaya

olumsuz sonuçlar üreten yönleri bulunur. Devrim

göre ihtiyaçlar değiştiğinden ve insanların

yöntemi de sempatik bulunmasına rağmen

anlayışları, güçleri, imkanları, samimiyetleri

sorunsuz bir değişim yöntemi değildir. İslam ise

birbirinden farklı olduğundan; İslam’ın değerleri

tevhid, adalet ve ahlak ilkeleriyle ters düşmediği

her ortamda, herkes tarafından aynı şekilde

sürece hiçbir değişim yöntemine karşı taraflı

anlaşılmaz. Farklı farklı yaklaşımlar ortaya

değildir. İçlerinde bulundukları toplumun özel

çıkabilir.

şartları çerçevesinde Müslümanlar, kendilerini darbe yaparak ifade etmek zorunda kalabilirler; serbest seçim yöntemleriyle seslerini duyurma

imkanı bulmuş olabilirler; bir ülkeyi fethetmiş veya kendilerini bir ülkenin yönetiminde bulmuş olabilirler vs. İslam hiçbir başlangıç noktasına hayır demez. Değişimi gerçekleştirenlerin samimiyeti ve Kur’an’ın ilkelerine bağlılıkları nispetinde, her duruma dönük öneri ve çözümleri bulunur.”

karşımıza alacak yaklaşımlar yerine, toplumdaki anlayışları düzeltecek yaklaşımlara ihtiyaç bulunmaktadır. Düşünce okul haline gelmelidir. Kendisini olabildiğince doğru bir şekilde, toplumun bütün kesimlerine anlatmanın yollarını aramalıdır. Zulmü protesto etmek, haksızlıkları topluma şikayet etmek, yanlış adımları uyarmak gibi devrimci bir muhalefet ve karşı çıkışın gerekli olduğu kimi durumlarda bu tutum sürdürülebilir. Ancak zulme karşı çabanın asli unsuru haline getirmemek gerekir. Bugün için çabanın yönü, iyilik, hayr ve doğruların toplumda yaygınlaşmasını sağlamaya dönük olmalıdır.

ve eleştirme hakkı vardır. Fakat bu noktada bir üslup ve tutum problemini tartışmak gerekmektedir. Şayet tartışma ve eleştiriler “benim sahip olduğum düşünce İslam, diğerleri ise eksik, yanlış veya sapkın” keskinliğinde olursa; “din dışı” olmakla itham ettiği bir süreç başlar. Şayet İslam, hiçbir şekilde değişmeyen emir ve yasaklardan ibaret bir din olsaydı ve bütün İslam ekolleri İslam’ın bu kurallardan ibaret olduğu üzerinde uzlaşabiliyor olsalardı; bu kuralları yerine getirmeyenler “din dışı” kabul edilebilirlerdi. Oysa İslam sabit kalıp ve kurallardan ibaret bir din değil, her dönemde uygulanması istenen evrensel değerlerdir. Bu değerlerin ise farklı zaman ve coğrafyalarda farklı bakış açıları ve uygulama modelleri ortaya çıkarması kaçınılmazdır. Bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda, doğru olan tavır herkesin kendi düşüncesini; “ben İslam’ı böyle anlıyorum” bakış açısıyla

3- İslam ile Müslümanlar arasındaki ilişkiyi ve “tevhidi”, “İslami” gibi isimleri yeniden Nuri Yılmaz. İslamiyorum, sayı 4. İslam ve Devrim.

44

düşüncesine uymayan diğerlerini tartışma

tartışma tefrikaya götürür. Herkesin birbirini

Günümüz şartlarında, toplumu tümden

3

Bu farklılıklar karşısında herkesin, kendi

ifade etmesi, yani tutum ve duruşunda yanılgı R. İhsan Eliaçık. Devrimci İslam. Değişimde İslamcı Tez

4

2. İnşa yayınları. S. 25

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


payı bırakmasıdır. Kendi düşüncesi için yanılgı

biçiminin herkesçe kabul edilebilecek ortak bir

payı bırakan bir kimse, farklı düşünceleri

tanımı yapılamayacağı için, ele alınan konuların

eleştirirken; önce onları anlamaya, tezlerini

herkesin durumuna birebir uygun düştüğünü de

ve gerekçelerini görmeye çalışır. Reddettiği

iddia edemeyiz.

düşünceyi önyargı, slogan veya hamasetle değil, anlayarak ve karşısına tez koyarak reddeder. Veya belki yanlış olan kendi düşüncesidir;

Fakat biz, İslami camianın en dinamik kesimine olan samimi inancımızdan dolayı, yapılması

anladığı zaman yanlışlığını görme imkanı bulur.

gereken bir tartışmayı başlatmak ve başlamış

Böylece fikirler birbirleri için rakip veya

katkı yapmak istedik. Makaleye sadece eleştirel

düşman değil, birbirlerini dengeye getiren

bir gözle bakıp, haklılığını sorgulamadan kestirip

bir rol üstlenmiş olur.

atmak, sorun çözen bir yaklaşım değildir.

olan tartışmalara kendi anlayışımız oranında bir

Biz en doğruyu söylediğimizi veya bu soruna

Sonuç:

son noktayı koyduğumuzu iddia etmiyoruz.

İslam dünyasının esaret altında bulunduğu

etmesini değil, işaret edilen noktaları göz

dönemde ortamı doğru okuyan ve doğru tezler

önünde bulundurarak samimi bir öz eleştiri

geliştirip doğru hedefler gösteren “yeniden

yapmasını bekliyoruz.

Okuyucudan da söylenenleri aynen kabul

dirilişçi / devrimci” düşünce çizgisi, şartların ve ihtiyaçların değiştiği günümüzde aynen sürdürülmeye kalkışıldığında, Müslümanların

Bu yönde atacağımız samimi çabalar, özünde kendi imtihanımızın bir gereği değil midir?

bakış açısını daraltan bir rol üstlenmeye başlamıştır. Sorun bir değil birkaç boyutludur: 1. Devrimci duruş, Müslümanların gelişmeleri

- BİTTİ -

doğru okumalarını engellemektedir. 2. Gelişmelerin doğru okunamaması ise doğru yerde durmayı ve doğru tavırlar geliştirmeyi zorlaştırmaktadır. 3. Bir dönemin ihtiyaçları çerçevesinde ortaya çıkmış olan yorum ve hedeflerin, bugün geliştirilmeden aynen korunması; üretken ve yenilikçi olan bu düşünce çizgisinin karakterine de uymamaktadır. İnsanlığın İslam’a ihtiyacının fazlasıyla kendisini hissettirmeye başladığı günümüzde; geri kalmış olan İslam dünyasının, aradaki mesafeyi kapatabilmek için bu kesimin dinamizmine şiddetle ihtiyacı bulunmaktadır. Ne var ki bakış açıları ve anlayışlar böyle devam ettiği sürece; İslami camianın en dinamik kesiminin, dinamizmine uygun sonuçlara ulaşma imkanı yoktur. Durum fark edilmediği sürece, içine sıkışılmış olan dar kalıplar ve sığ zeminler varlığını sürdürmeye devam edecektir. Bu tespitlerle birlikte, meselenin sadece bir makaleyle hallolmasının mümkün olmadığını da biliyoruz. Zaten “ele aldık, halloldu!” gibi bir yaklaşım içerisinde de değiliz. Bu duruş

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

45


DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak Devrim

İslam Siyaset Düşüncesinde İlk Devrimci Ekol:

Hariciler Hamdi Tayfur N.Abdulhalık Mustafa İslam siyaset

olduklarını incelemek kadar önemlidir. Ana

düşüncesinde üç çeşit muhalefet ekolünün

konumuz olmamasına rağmen sabır ekolünün

olduğunu söyler. Bunlar: Devrimci ekol, sabır

gerekçeleri, niçin devrimci olmadıklarına

ekolü ve temekkün ekolüdür.

bir cevap olması açısından kısaca üzerinde

1

Bu yazıda en önemli devrimci ekol olan “Haricilik” üzerinde duracağız2 ve bu hareketin niçin devrimci bir hareket olarak ortaya çıktığı sorusuna cevaplar bulmaya çalışacağız. Sabır ekolü de ilk çıkış dönemleri itibariyle muhalif bir harekettir. İktidarın şeriata uymayan uygulamalarını onaylamaz. Ancak bunlara karşı şiddet yöntemini kullanarak ayaklanmayı (yani devrimciliği) kabul etmez. Bunun muhtelif gerekçeleri vardır. Bu gerekçeleri incelemek devrimci ekollerin niçin devrimci N. Abdulhalık, İslam Düşüncesinde Muhalefet, s.218

1

Yazı kesin iddialar taşımak yerine bir deneme çalışması

2

yöntemiyle hazırlandığından, verilen bazı bilgilerle

durulmayı hak etmektedir. Sabır ekolü devrimci değildir. Bunun arka planındaki birinci sebep; ilk dönemlerde iktidar için dökülen kanlara duyulan tepkidir. İkinci önemli sebep ise; İslam öncesi dönemden miras alınan aşırı kaderci (cebircilik anlamında) anlayışın İslami dönemde dinileştirilmesidir. Sabır ekolünün önemli temsilcilerinden Hasan Basri’nin şu sözleri kaderci yaklaşımın bu tavırdaki etkisini açıkça göstermektedir: Kendisine Haccac-ı Zalim’le savaşmanın hükmünü soran talebelerine şöyle cevap vermiştir: “Bence onunla savaşmayın. Çünkü şayet o Allah’tan bir ceza ise, siz kılıçlarınızla O’nun cezasını önleyemezsiniz. Eğer bela (imtihan) ise, Allah hükmünü verinceye

ilgili kaynaklar çok önemli olmadığı sürece dipnotlar

kadar sabredin, çünkü o hüküm verenlerin en

halinde verilmemiştir. Verdiğimiz bilgilerin kaynağını

hayırlısıdır.”3 Sabır ekolünün iki ana kanadını

merak edenler yazıyı hazırlarken kullandığımız şu

Ehl-i Sünnet (ilk dönemde Mürcie) ve Şia’nın

kitaplara müracaat edebilirler: İslam’da Siyasi ve

İsna Aşeriye kolu oluşturmaktadır.

İtikadi Mezhepler Tarihi, Muhammed Ebu Zehra; İslam Peygamberi, Muhammed Hamidullah; İslam Düşüncesinde Muhalefet, N. Abdulhalık Mustafa; Mutezile ve Devrim, Muhammed Ammara; Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkisi, Ahmet Akbulut, İslam Tarihinin İlk Asrında İktidar

Devrimci ekoller; Haricilik ve Şianın bazı kollarından (Keysaniye, Zeydiye ve İsmailiye) oluşmaktadır. Bir istisna olarak “Havaric Mürciesi” şeklinde isimlendirilen bir mürcie

Mücadelesi, Adnan Demircan; Haricilerin Siyasi Faaliyetleri, Adnan Demircan; Kendi Kaynakları Işığında Hariciliğin Doğuşu ve Gelişmesi, Harun Yıldız

46

Muhammed Ammara’dan naklen N. Abdulhalık, İslam

3

Düşüncesinde Muhalefet. S. 277

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ekolü irca ile devrimi birleştirmiştir. Temekkün

ölçüde vazgeçen “İbadiye” fırkası dışında hiçbir

ekolünün en önemli temsilcisi Mu’tezile’dir.

Harici fırkası günümüze kadar yaşama şansı

Kişi bazındaki en önemli temsilcisi ise Ebu

bulamadı.

Hanife’dir. Ebu Hanife devrimci hareketlere girişenleri düşünce bazında ve bazen maddi olarak desteklemiş ama bunların gerekli şartlar olgunlaşmadan ayaklanmasını asla tasvip etmemiştir. İlk dönemlerde Mutezile haricilikle düşünce bazında, Ehl-i Beyt’ten devrimci hareketlerle de fiilen dirsek teması halinde olmuştur.

Hariciliğe ait bazı görüşler, özellikle ondaki “radikal ruh”4, yakın çağlarda ve yaşadığımız yüzyılda pek çok önemli şahsiyetin görüşlerine bir şekilde bulaştı. Olay sadece şahsi görüşler düzleminde kalmadı, Vehhabilik gibi akımlar ve yakın zamanlarda Mısır, Pakistan, Afganistan, Suudi Arabistan gibi ülkelerde ortaya çıkan hareketlerin görüşleri de bu devrimci/radikal

Hariciliğin Özellikleri Klasik kaynaklarda Haricilerin ilk ortaya çıkışlarına sebep olarak, Hz. Ali’nin Sıffin

ruhtan etkilendiler. Haricilerin temel görüşlerini şu şekilde sıralayabiliriz:

savaşından sonra tahkimi kabul etmesi gösterilir.

Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Aişe, Muaviye ve

Hariciler bu olaydan sonra Hz. Ali’den ayrıldılar

onların askerlerini tekfir ederler.

(huruç) ve hem onu, hem de Muaviye’yi insanlara ait hükmü/hakemliği kabul ettikleri için

Zalim yöneticiye isyan etmeyi vacip görürler.

tekfir ettiler. Ali’nin, Muaviye’nin ve hakemlerin

İmamın azli ümmetin bir hakkıdır. İsyan etmek

katline karar verdiler ve Irak tarafına çekildiler.

için kırk kişi olmayı yeterli görürler ve üç kişi

Nitekim Hz. Ali bir Harici tarafından şehit edildi.

kalıncaya kadar savaşmayı zorunluluk kabul

Hz. Ali onlara karşı en büyüğü Nehrevan’da

ederler. Bu görüşleri nedeniyle Nehrevan’da

olmak üzere bir-kaç savaş yaptı. Özellikle

yaklaşık altı bin Hariciden sadece bir-kaç yüz

Nehrevan’da binlerce Harici katledildi. Ama bu

kişi sağ kalabilmiştir. Yaralı olarak kurtulanların

savaş Hariciliğin sonu olmadı tersine onların

sayısının 400 kişi olduğuna dair rivayetler vardır.

görüşlerine daha katı şekilde sarılmalarına yol açtı. Şia için Kerbela hadisesi ne ise, Hariciler için de Nehrevan aynı şey oldu.

Hariciler imameti Kureyş’e ait bir hak olarak görmez. İmamlar bırakalım Kureyşli olmayı Arap olmayanların arasından bile seçilebilirler. İmam

Hariciler Ali’den sonra Emevilere ve Abbasilere

ümmetin başına şura ile seçilmelidir. Bazı Harici

karşı da birçok isyan hareketine giriştiler. Tek bir

fırkaları teorik olarak imamın bulunmasını bile

fırka olmamalarına rağmen temel görüşlerinin

gerekli görmez. Çünkü devlet yönetimi dinin

tezahürleri tüm fırkalarda görüldü. İktidara

bir gereği değildir ve eğer şartlar bir imamın/

karşı huruç etmeyi (devrim/ihtilal/ayaklanma)

devletin varlığını gerektirmiyorsa imam seçmeye

temel prensip haline getirdiklerinden çok büyük

gerek bile yoktur. Bu görüşleri nedeniyle

katliamlara maruz kaldılar. Aynı katliamları

batılı bazı araştırmacılar anarşist fikrin ilk

kendileri de gerçekleştirdiler. Ehl-i Kitap’a

temsilcilerinin Hariciler olduğunu söylemişlerdir.

gösterdikleri müsamahayı Müslümanlara göstermediler. Bazı Harici fırkaları, Harici olmadığını ama Müslüman olduğunu söyleyenleri hemen katletmeyi vacip addetti. Çünkü onlara göre sadece Harici olanlar Müslüman olabilirdi. Müslüman olduğunu söylemesine rağmen Harici olmayanlar dinden irtidat etmiş sayıldığından katledilmeleri de vacip haline geliyordu. Düşüncelerini yumuşatarak Ehl-i Sünnet’e yakın görüşleri kabul eden ve Müslüman çoğunluğu tekfir etmeyip “devrimcilik” fikrinden büyük

Hariciliğin en temel görüşlerinden birisi de iyiliği emredip kötülükten nehyetmenin vacip oluşudur. Cihat etmek imanın esaslarındandır. Bazı Harici fırkaları cihada katılmayanı tekfir eder. Hariciler için kâfir kavramı mümin kavramının oynadığı rolden çok daha büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle onlar müminin kim olduğundan çok, tekfir edilecek ve toplumdan dışlanacak olan kâfirlerin kim olduğu sorunu Fazlurrahman, İslam, s.238

4

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

47


üzerinde daha fazla durmuşlardır.5

yani Arap olmayan Müslümanlardan ve kuzey

Haricilerin İslam Düşünce tarihine bıraktıkları bir

olmuştur. Ancak Mevalilerin Hariciliğe katılması

diğer miras da büyük günah işleyenin durumu

büyük ölçüde imamın Kureyşlilerden olmasını

problemidir. Harici fırkalarının çoğu büyük

reddeden ve şurayı esas alan özgürlükçü

günah işleyeni tekfir eder ve ebedi cehennemlik

görüşlerinden kaynaklanmaktadır. Berberiler

olduğunu söyler.

de tıpkı ilk Hariciler gibi çölde yaşayan

Takiyyeye karşı çıkmak da Hariciliğin bariz bir özelliğidir. İmanı içinde saklamayı ve Harici olduklarını gizlemeyi asla doğru bulmazlar. Bir diğer fikirleri de hicret fikridir. Dar-ı küfür olarak gördükleri yerlerde ikamet etmeyi ve o bölgedeki toplumsal etkinliklere katılmayı caiz görmezler. Dar-ı küfürden hicret etmeyi vacip görürler ve hicret etmeyeni cemaat dışına iterler yani tekfir ederler. Tabii bu görüşlerin derecesi Harici fırkalarına göre farklılık arz etmektedir. Haricilerin en bariz vasfı Kur’an’ı zahiri manasına göre anlamaları, bundan asla taviz vermemeleri ve ayetlerdeki maksadı dikkate almamalarıdır. Bu nedenle “Hükmün ancak Allah’a ait olduğu”na dair ayetleri, indiği dönemde ifade ettiği anlamları, Kur’an içi bağlamını ve maksadını asla dikkate almadan zahirine göre anlamışlar nerede insanlara ait bir hüküm verme/hakemlik durumuyla karşılaşsalar bunu Allah’ın hükmüne karşı verilmiş bir hüküm olarak görmüşlerdir. Hz. Ali’den Sıffin savaşında ayrılmalarına da bu ayete getirdikleri yorum sebep olmuştur.

araştırdığımızda karşımıza dört durum çıkmaktadır. Bu dört durum birbirinden bağımsız sebepler veya etkenler değildir. Tam tersine birbirini körükleyen ve diğerine bağlı olarak ortaya çıkan sebeplerdir. Bu dört durumu şu şekilde sıralayabiliriz:1- Bedevilik ruhu, 2-İlk dönem İslam dünyasının siyasi ve sosyolojik koşulları, 3-Muhalefet olgusunun meşruiyet zemininde kurumsallaşamaması ve 4-Dini sebepler/dinden alınan referanslar.

kabullenmekte zorlanmamışlardır. Çölde yaşayan bir bedevi çölün yaşam koşullarından etkilenen bir psikolojiye sahiptir. Çölün ağır koşullarında bir bedevinin en büyük problemi hayatta kalma sorunudur. Hayatta kalmasında bedeviyi tehdit eden iki şey; açlık/ susuzluk ve dışarıdan gelen tehdittir. Çölde insanların birbirlerine karşı yaptıkları zulümleri önleyecek kurumsal bir yapı olmadığından, bir bedevinin hayatta kalması ailesine veya kabilesine bağlılıktan ve dışarıya karşı sertlikten geçmektedir. Aynı zamanda bir bedevi kendi kabilesinden olmayan herkesi potansiyel olarak düşman görmek zorundadır. Aksi takdirde arkasını döndüğü anda bu durum onun hayatına mal olabilecektir. Çöl şartlarındaki yaşam ayrıntılar içermediğinden ve basit olduğundan sorunlara yüzeysel bakış bir bedevinin karakteri haline gelmektedir. Fikirler fluluk kabul etmez. Her şey siyaha ve beyaza daha yakındır. Çünkü ortaya konulacak en ufak bir belirsizlik ve taviz Bu netlik çöl insanının basitliğini, açıklığını ve aynı açıklığı karşısından beklemeyi, mertliğini, yiğitliğini, atılganlığını, kısa yoldan sonuç alma ve hüküm verme isteğini, hesapsız ve sonucunu düşünmeden; özel maksatlar gütmeden davranmasını, tavizsizliğini zorunlu kılmaktadır. Şehir hayatında sorunlar çok daha karmaşık ve girifttir. Tavizsiz tavırlar şehirdeki sorunları içinden çıkılmaz hale getirir. Kendi düşünceniz ve yaşam koşullarınız kadar iç içe yaşadığınız diğer insanların düşünce ve hayat hakkına da saygı gösterme zorunluluğu ortaya çıkar. Aynı zamanda çölde kaybolmak, ölmekten

1- Bedevilik ruhu Bilindiği gibi ilk Harici gruplar bedevilerden oluşmaktadır. Daha sonraları mevalilerden Toşhihiko İzutsu, İslam Düş. İman Kavramı, s.22

48

bedevilere benzediklerinden Harici düşünceyi

telafi edilemez sonuçlar ortaya çıkartmaktadır.

Niçin devrimci olduklarının sebebini

5

Afrika’daki Berberilerden Hariciliğe katılımlar

farksızdır. Bu nedenle bedeviler çölde kaybolmayacakları kesin kılavuzlara ve işaretlere ihtiyaç hissederler. İşaretler ve kılavuz (hâdi) açık, net ve anlaşılır olmalıdır. Yoruma açık bir

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


derinliğe sahip olan, düşünmeyi ve alternatifler arasında tercih etmeyi zorunlu kılan durumlar

olabilir.

bedevilerin hiç hoşuna gitmez. Çünkü yoruma

Hicret düşüncesinin de, her ne kadar bunun

açık durumlar ve birbirine yakın değerdeki

Kur’an’dan ve peygamberin hayatından çok

tercihe açık alternatiflerden yanlış olanını

güçlü referansları bulunsa da, bedevinin

seçmenin bedeli çok ağır olmaktadır.

çölün basitliğine ve kendi kabuğuna çekilme

İşte bu ruhla bezenmiş bedeviler İslam’la tanıştıklarında bunu din algılarına da yansıttılar.

hareketine duyduğu bir özlemin neticesi olması çok muhtemeldir.

Bedevilerin tekfirciliğe olan yatkınlıkları çöl

Çölde her şeyin basit ve kesinliği bulunan

hayatında kendi kabilelerinden olmayan

kurallar ve hükümlerle halledilmesi ve çölde

herkesi potansiyel düşman ve kendileri için

yolculuk yaparken amaç gözetmeksizin

birer tehlike görmelerinin bir sonucudur.

sonuç alıcı net rehberliğe duyulan ihtiyaç,

Tekfir ettiklerini tehlikeli bir düşman addedip

Haricilerin Kur’an’ı daha çok önemsemelerine

onu öldürmeyi vacip kılmaları, çölde kendi

yol açmıştır. Allah’tan gelen rehber bir kitaba

kabileleri dışındakilerden gelecek tehlikeyi

tam teslimiyetle ak-kara her şeyin çok daha

bertaraf etmenin ancak düşmanını yok etmekle

kolay belirlenebileceğine duyulan inanç Kur’an’a

mümkün olabileceğine dair algılarından

dört elle sarılmalarına sebep olmuştur. Şehir

kaynaklanmaktadır. Aynı şekilde tekfir ettiklerini

hayatındaki maslahata ve değişen koşullara göre

çocuklar da dâhil ailece katletmeyi vacip

yeniden belirlenen ve konjonktürü göz önünde

gören Harici fırkaları vardır. Bunun kolayca

bulundurmayı zorunlu kılan, aklı kullanmayı

benimsemelerinin geri planında, çöl hayatında

gerektiren esnek kanunlara (yani sünnete)

geçerli bir kurala olan inançları olabilir. Bilindiği

bağlanma zorunluluğu yerine Kur’an’ın lafzına

gibi çölde bir kabileye baskın düzenlenip önde

bağlanmaları durumunu ortaya çıkarmıştır. Hz.

gelenleri katledildiğinde çocuklar ve kadınlar da

Ali’nin Abdullah b. Abbas’ı Harura’da bekleyen

sağ bırakılmaz. Çünkü sağ bırakılan bu çocuklar

Haricilere elçi olarak gönderirken ondan

büyüdüklerinde intikam peşinde koşmaya

Kur’an’dan deliller vermesi yerine sünnetten

kalkışabileceklerdir.

örnekler göstermesini istemesi de bu yüzdendir.

Çöldeki kabilede hemen hemen tüm bireylerin hem sorumlulukta, hem söz söylemede, hem de mülkiyette neredeyse eşit olmaları onların imamete seçilecek kişide hiçbir özel şart aramamalarına ve hatta bir imam seçmeyi çok da gerekli görmemelerine yol açmıştır. Çöldeki yaşam savaşında herkesin tüm çatışmalara katılmasını zorunlu kılması, Haricilerin cihat etmeyi herkes için vacip ve imanın bir gereği kabul etmelerine sebep

Buradaki sünnet kelimesi sonraki yüzyıllarda anlam değişikliğine uğrayan ve peygamberin yapıp ettikleri anlamına gelen sünnet değildir. Sünnetin buradaki anlamı; toplumsal kabule mazhar olmuş yazılı olmayan yasalardır. Gene toplumun kabulüne bağlı olarak zamanla sünnet değişir ve eski sünnetin yerine yeni sünnetler yerleşir. İşte şehir hayatında geçerli olan sünnet, bu sünnettir. Peygamber de zararlı olmaması ve zulüm üretmemesi şartıyla bu sünnete tabi olmuş, bunu ne reddetmiş ne katılaştırmaya

olmuştur.

çalışmıştır. Hatta bunu güzelleştirmek için çaba

Çölde kardeşine karşı işlediğin suçun karşılığı

sünneti ile toplumsal sünnet aynı şeydi. İşte

en ağır cezalarla ödetilir. Çünkü orada yemekte,

Ali, Abdullah’a bu öneriyi yaparken değişen

suda ve mülkte eşitlik vardır. Kardeşin açken

koşullarda ortaya çıkan yeni uygulamaların

elindeki ekmeği paylaşmazsan bu ihanete eş

önemine dikkat çekmeye çalışmış olabilir.

değer bir suçtur. Ve işlenen suçların bedelleri

Oysa Hariciler böylesi esnek bir yaklaşıma

hayatla ödenir. İşte Haricilerin büyük günahı

açık değildiler. Sünnet esnek ve değişkenken,

küfür kabul eden ve işleyeni ebedi cehenneme

Kur’an iki kapak arasında sabit ve değişmezdir.

sürükleyen anlayışı kolayca benimsemelerinin

Haricilerin Kur’an’a bağlılıklarının geri planında

geri planında bedevilikten gelen bu zihniyet

bu durum rol oynamış olabilir.

göstermiştir. İlk dönemlerde peygamberin

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

49


Görüldüğü gibi, bedevilikten gelen ruh, Haricileri

kafalarını kullanmazlar.” (ayet, 4) ayetinin

sürekli isyana, uzlaşmamaya, cihat etmeye,

inmesine vesile olan “hanelerin arkasından

öldürmeye, itaat etmemeye, yüzeyselliğe,

seslenenler” de çölde yaşayan kabilelerden

kestirme gerçeklerin peşinde olmaya teşvik

gelen bedevi elçilerdi. Ve ayet onların bu kaba

eden kısacası; onları devrimcileştiren bir ruhtur.

tavırlarını kınamıştır.

2- İlk dönem İslam Dünyasının Siyasi ve Sosyolojik Koşulları: Her ne kadar kaynakların pek çoğu, Haricilerin ilk çıkışını Sıffin savaşında Hz. Ali’nin tahkim olayını kabul etmesine bağlasa da, bu kadar kalabalık bir topluluğun bir anda ortaya çıkmasının tek bir olaya bağlanması pek mümkün değildir. Hariciliğin ortaya çıkışını peygamber dönemine kadar götüren görüşler de mevcuttur. Tövbe suresinde geçen “Sadakalar konusunda seni ayıplayanlar da vardır. Eğer kendilerine onlardan verilirse hoşnut olurlar. Eğer kendilerine ondan verilmezse hemen kızarlar.” (ayet 58) ayeti peygamber bir savaş sonrası ganimetleri pay ederken Zu’l Huvaysıra veya Hurkus b. Zuheyr’den biri olduğu rivayet edilen bir bedevinin ona “Muhammet adaleti gözet” demesi üzerine nazil olmuştur.6 İşte bu bedevi Haricilerin ilki olarak gösterilir. Nitekim gene İbni Esir’deki rivayete göre Hurkus b. Zuheyr Sıffin savaşına Hz. Ali’nin yanında katılmış fakat sonra Haricilerle birlikte oradan ayrılmıştır.

Hariciliğin bir fırka olarak ortaya çıkışı ile bir zihniyet olarak mevcudiyetinin arasını ayırt edersek, Hariciliğin bir zihniyet olarak peygamber döneminde de var olduğunu söylememizin, Osman’a isyan edip Medine’yi muhasara altına alan Irak’lıların Harici olduklarını söylememizin hiçbir mahzuru yoktur. Çünkü Haricilik sosyolojik tabanını buralardan kazanmıştır. Sıffin savaşı ise Haricileri açığa çıkarmıştır. Özellikle Osman’a karşı yapılan muhasaranın geri planında yatan başka bir unsuru da önemli bir ayrıntı olarak ifade etmek zorundayız. Basra ve Kufe’den gelen muhasaracıların çoğu “Kurra”dandı. Yani Kur’an eğitimi almışlardı. Bunların eğitimini üstlenen kişi ise Kufe’de kadılık, eğitmenlik ve beytülmal bekçiliği yapan Abdullah ibni Mesud’tur. Bilindiği üzere Ömer zamanında Kufe’ye tayin edilen İbni Mesud burada çok geniş kitlelere Kur’an dersleri vermekteydi. Osman ile İbni Mesud’un arasının açık olduğu da bilinmektedir. Bunun sebeplerinden birisi Kufe’deki katı uygulamaları nedeniyle gelen şikâyetler üzerine Osman’ın

İlk Haricilik hareketinin Ebu Bekir dönemindeki Ridde savaşlarıyla birlikte başladığına dair rivayetler de vardır. Bazıları da ilk Haricilerin Osman’a isyan edenlerin içinde yer alan ve Basra ve Kufe’den gelenler olduğunu

İbni Mesud’u cezalandırmasıdır. İkincisi, Osman’ın Kur’an’ın cem edilmesi sırasında farklı Mushafları yaktırmasını İbni Mesud’un şiddetle eleştirmesidir. Diğer bir sebep de birlikte eda ettikleri bir hac esnasında Osman’ın

söylemişlerdir.

iki rekât kıldırması gereken bir namazı dört

İlginç olan ise hem peygamberi adaletli

eleştiri konusu yapmasıdır. İbni Mesud’un

olmaya davet eden kişi veya kişiler, hem Ridde

Kureyş kabilesinden olmamasını da dolaylı

olaylarında isyan edenler, hem de Osman’a

bir sebep olarak bunların içine ekleyebiliriz.

isyan için Medine’yi işgal eden Basra ve Kufeliler,

Medine muhasarasında Irak’tan gelenlerin

Sıffin’deki Harici grupla birlikte hareket etmiştir.

Osman’a sordukları hususlardan birisinin niçin

Bu dönemde Haricileri besleyen sosyolojik taban

Mushafları yaktığı meselesi olması olayın İbni

Mekke, Medine ve Taif’teki kabilelerin ve şehirli

Mesud’la ilişkisini ortaya koymaktadır. Muhasara

diğer bir-iki kabilenin dışında kalan bedevi

esnasında İbni Mesud hayatta değildi ama

kökenli kabilelerdi. Bu arada bir not olarak,

derslerde açıkladığı görüşlerinin bu olaydaki

Hucurat suresindeki “Ne var ki sana hanelerin

tesiri hissediliyordu. İbni Mesud’un en önemli

arkasından seslenenler de var; onların çoğu

özelliği ise bir Kureyşli olmamasıdır. Anlaşılan

rekât kıldırmasını İbni Mesud’un herkesin içinde

o ki, İbni Mesud Kufe’de Kur’an eğitmenliği Müslüm, zekat bölümü, 142

6

50

yaparken etrafındaki bedevi kabilelerden gelen

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


temsilcilere sadece Kur’an eğitimi vermekle yetinmemiş onlara merkez iktidar hakkındaki görüşlerini de aktarmıştır. Haricilerin Kur’an’a bağlılıklarının ve merkez otoriteye duydukları kinin kökeninde İbni Mesud faktörünün olup olmadığını sorgulamamızın bir mahsuru bulunmamaktadır. Kur’an’dan görüşlerine delil çıkarma ve Kur’an’ı var olan fikirler üzerinden konuşturma anlayışının geri planında İbni Mesud’un bir payı var mıdır, sorusunu da korkmadan sormak gerekiyor. Neden Kureyş kabilesi, Medine’deki Evs ve Hazrec kabileleri, Taif’teki Sakif kabilesi değil de bedeviliği ön plana çıkmış kabileler Haricilere sosyolojik kaynaklık yapmıştır sorusu önemlidir. Bu sorunun cevabını cahiliyeden beri devam eden ve peygamber döneminde sinip, ilk halifeler döneminde yeniden açığa çıkan, siyasi ve sosyolojik yapıda aramak gerekmektedir. Tabii bunda ekonomik faktörün de yer alması

iktidarda söz sahibi olmasının engellenmesiydi. Medineli Ensar bile yönetimde söz sahibi olmaktan uzak tutuldu. Ridde savaşlarını istisna tutarsak, Ebu Bekir ve Ömer zamanında adil bir yönetim sergilendiği için onların Kureyşî yönetimine pek bir itiraz sesi yükselmedi. Ebu Bekir tarafından Sakife toplantısında dile getirilen “Araplar ancak Kureyşli birisine itaat ederler” sözü aslında Kureyş ideolojisinin bir sloganıydı. Daha sonra bu söz peygamberin sözü haline getirildi ve “Halife Kureyş’tendir” şeklinde hadis kaynaklarına geçirildi. Ebu Bekir’in, Arapların ancak Kureyşli birine itaat edeceklerine dair sözü konjonktür gereği söylediği farz edilse bile, halife ilan edilmesinin ardından Mekke, Medine ve Taif dışındaki tüm kabilelerin hemen isyan etmeleri, bu sözün çok da konjonktüre uymadığını ve Arap kabilelerinin Kureyş’e itaat etmeye çok da gönüllü olmadıklarını ortaya çıkarmaktadır. İşte Ebu Bekir’in halife oluşuyla isyan eden ve Ridde

kaçınılmaz bir sonuçtur.

savaşlarıyla bastırılıp başları ezilen kabileler

O dönemdeki Arap kabileleri arasında ekonomik,

ve Kureyş’in bir türlü sonlandırılamayan

siyasi ve dini olarak Kureyş’in hakimiyeti inkar

iktidarını ortadan kaldırmak istiyorlardı. Bu

edilmez bir gerçekti. Ticari olarak kuzey-

isyancılar arasında daha sonra Haricilere

güney ekseninde yaz ve kış aylarında yapılan

katılacak olanlar da yer alıyordu.

ticari yolculukların güvenle yapılmasını Kureyş kabilesinin yaptığı “ilaflar”, yani antlaşmalar sebep olmuştu. Mekke ise dini bir merkez görevi görüyordu. Tüm kabilelerin putları burada olduğundan dini vecibelerini yerine getirmek ve hac esnasındaki ticari faaliyetlerden faydalanmak isteyen diğer kabileler Kureyş’e boyun eğmek zorunda kalıyorlardı. Yani düzen (bugünkü deyimle) Kureyş’in kapitalist ve paganist sömürge düzeninden ibaretti. Ortada işleyen bir düzen olmasına rağmen, diğerlerinin aleyhine işleyen bu durumdan çevre kabilelerin çok da memnun olmadıkları ortadaydı. İşte, risalet ve peygamberin çağrısı bu düzeni alt-üst etti. Tüm temel dinamiklerini sarstı. Medine devleti merkezinde, çevre kabilelerle karşılıklı rıza/biatleşme esasına

aslında Kureyş’in hâkimiyetine isyan ediyorlardı

Çoğu Müslümanlıktan çıkmamasına rağmen mürted muamelesi gören ve Ridde savaşlarında malları ganimet olarak alınıp kadınları cariyeleştirilen kabileler üzerinde bu olayın meydana getirdiği örselenme duygusunun daha sonraları devrimci Haricilik olarak ortaya çıkmış olmaması için hiçbir neden yoktur. Yani aslında Haricilik hareketi dolaylı olarak, Kureyş’in cahiliye döneminde var olan ve İslam döneminde devam eden hâkimiyetine diğer kabilelerin İslam’la/Kur’an’la meşrulaştırılan bir son verme girişimiydi. Sosyolojik kökenleri Kureyş’e dayanan fırkaların “hilafetin Kureyşliliğine” yaptıkları vurguya rağmen, Haricilerin devrimci bir çıkışla, Kureyş’in içinden ve dışından tüm Müslümanların hilafette eşit

dayanan yeni bir düzen kuruldu.

hakka sahip olduklarını ve halifenin ancak şura

Peygamber sonrası dönemdeki en büyük

bu sosyolojik faktörler yatmaktadır. Yoksa

talihsizliklerden birisi, Kureyş’in yönetimi

Hariciler en az Kureyşliler kadar günümüz

yeniden ele geçirmesi ve Kureyş dışı unsurların

anlamındaki bir özgürlük ve eşitlik anlayışından

ile seçilebileceğini söylemelerinin geri planında

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

51


uzaktılar.

ortaya çıkan hemen her muhalefet hareketi

Kureyş, “halife Kureyş’tendir” hadisine dayanarak hâkimiyetini devam ettirmek istiyordu. Aynı zamanda yönetimde maslahat ve uzlaşma koşullarının kaçınılmaz sonucu olarak yazılı olmayan esnek yasalar (yani sünnet) geçerliydi. Böylesi bir ortamda Haricilerin ellerinde kendi siyasi çıkışlarını meşrulaştırmak için kendisine dayanabilecekleri toplumun üzerinde uzlaştığı tek otorite olan Kur’an’ kalmıştı. Ve devrimci bir çıkış yaparak iktidarda eşit hak sahibi olmayı istediler. Bunun için de imamı seçmenin Kureyş’in değil tüm ümmetin

kendisini “yegâne/alternatifsiz”, “ideal”, “dinin tek temsilcisi”, “iktidarın tek alternatifi” kabul etmiştir. Kendisini dinden aldığı referanslarla meşrulaştırma çabasının bir neticesi olan bu durum, “İslam siyasi düşüncesinde muhalefet probleminin gerçek dramını yansıtır.” Herkesin kendisini “Hizbullah/Allah’ın partisi” olarak ve muhalefet ettiğini “Hizbu’ş-şeytan/Şeytanın Partisi” olarak gördüğü böylesi bir ortamda her ikisinin bir arada yaşaması imkânsız hale gelmekte ve ilişki çatışma ve kökünü kazıma ilişkisine dönüşmektedir.7

hakkı olduğunu ve bu seçimde şuranın esas

“Şiddet”, “taassup”, “muhalifini şeytanlaştırma”

olması gerektiğini savundular. İlk dönemlerde

gibi hususların çıkış kaynağı; kendisini dinden

çok da önemsenmeyen Kur’an ayetleriyle

aldığı referanslarla meşru kılma çabaları

kendilerini meşrulaştırmayı İslami davranış

olagelmiştir. Eğer dinin kaynaklarından bir delilin

modu haline getirdiler. Bu nedenle Haricilerin

varsa bu, o düşünce ve hareketin meşruluğu

karşılarında yer alanlar da argümanlarını

için yeterlidir ve muhaliflerin “gayri şer’i” –

dinileştirme gayreti içine girdiler. Kur’an

dolayısıyla gayri meşru- ilan edilmesi hakkını

ayetlerini kendi görüşlerine göre tevil etmeye

da sahibine vermektedir. Muarızların her biri

veya hadislere dayanmaya başladılar. Büyük

için ellerinde yeteri kadar –en azından kendi

Kur’an alimi sahabi İbni Mesud’un yetiştirdiği

kendilerini ikna edecek miktarda- deliller mevcut

Kur’ancı talebeler sayesinde Müslümanlar çok

olduğundan muhaliflerin birbirlerine tavrı

erken bir dönemde Kur’an’la meşrulaştırma

düşüncede karşıdakini ikna etme çabasından

gibi bir davranış modunu öğrenmiş oldu. Artık

çıkmakta ve apaçık çatışma ve şiddete

her şey daha diniydi ve daha çok dinle ifade

dönüşmektedir.

ediliyordu.

Bu nedenle İslam tarihinde iktidar-muhalefet

3- Muhalefet olgusunun meşruiyet zemininde kurumsallaşamaması Mevcut iktidarın ideoloji, fikir ve uygulamalarını benimsemeyerek, ona zıt fikir ve uygulamaları savunma ve bunun için legal veya illegal yöntemlerle mücadele ederek iktidarı dönüştürmeye veya iktidarı ele geçirmeye çalışma anlamında kullandığımız “muhalefet” olgusu, İslam siyasi düşüncesinin oldukça problemli bir alanı olagelmiştir. Diyebiliriz ki muhalefete yaklaşım mantığı farklı bir tarzda oluşabilseydi, İslam tarihindeki pek çok problem daha ortaya çıkma şansına sahip olmadan yok olabilirdi. Spekülatif olabilirlikler üretmenin artık bir faydası olmadığına göre şimdilik “muhalefet” olgusuna ait problemlerden birkaçına değinerek, bu alanın irdelenmesi gereken önemli bir alan

ilişkisi çoğunlukla, daha iyi alternatifin bulunma çabasından çok kanlı çatışmaların hikâyesi olmuştur. İslam siyaset tarihi aslında bir yönüyle kanla kurulan iktidarların, ya sindirilmiş vaziyetteki tavrına yeni meşruiyet delilleri arayan, ya da fırsat bekleyip iktidarı şiddet yöntemiyle devirmeye çalışan muhalif ekollerin tarihidir. İslam siyaset düşüncesi meşru zeminde muhalefet etmeyi kurumsallaştıramamıştır ve muhalefete bir hareket alanı bırakmamıştır. Muhalefetin kalkıştığı her örgütlü hareketi yok edilmesi gereken bir fitne ve yeryüzünde fesadı yaygınlaştırmak olarak anlayan iktidar güdümlü bir din algısıyla muhalefetin kurumsallaşmasını beklemek tabii ki biraz safdillik olurdu. Muhalefete veya muarızına varlık hakkı

olduğunu belirtmekle yetinelim. Nevin Abdulhalık Mustafa, “İslam Düşüncesinde

7

İstisnaları olmakla birlikte İslam tarihinde

52

Muhalefet”, s.31

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


tanımayan bu algı devrimciliği körükleyen temel

İkinci bir halifenin varlığını onaylamayan,

nedendir. İktidar sürecine katılmak isteyenlerin

iktidara karşı çıkış için organize olmayı yok

rollerini birbirleriyle değişmesini bir iman-küfür,

edilmesi gereken bir fitne ve fesat hareketi

hak-batıl, hakkın hâkimiyeti-zulmün hâkimiyeti

olarak gören, şura heyetinden çıkan görüşün

zıtlıklarının değişmesi olarak algılamak, birlikte

bağlayıcılığını halifenin iradesine bırakan zihniyet

yaşama şansını ortadan kaldırmıştır. “Otorite” bir

kalıplarıyla muhalefetin kurumsallaşması

tarafın tekelinde olagelmiştir. Uygulama “rollerin

mümkün değildir.

değişmesi” mantığından değil, yok etmek veya kapsamak suretiyle “içermek” mantığından doğmuştur.8 Bu nedenle muhalefete “devrimci” olmaktan veya iktidarı şiddet ve kan dökerek değiştirme yolundan başka alternatif kalmamıştır.

Muhalefete varlık alanı sağlamayan sosyolojik bir yapıda Hariciler gibi görüşlerine bağlı kesin inançlılar için tek alternatif devrimciliktir. Onun da ötesi kan dökmektir. Bu, İslam düşüncesinin çözülememiş problemli alanlarından birisi olarak durmaktadır.

Bunu ifade ediyor oluşumuz, İslam siyasi düşünce tarihinde devrimci ekollerden başka muhalif ekollerin olmadığı anlamına gelmemektedir şüphesiz. İktidara gelmenin tüm

4- Dini sebepler/dinden alınan referanslar

yollarının neredeyse kapatıldığını ifade etmeye

Haricilerin devrimci oluşlarında dinin

çalışıyoruz.

etkisini veya dinden aldıkları referansları

Bu anlamda Haricilik de dâhil olmak üzere ilk dönemde ortaya çıkan tüm muhalif hareketlerinin kendi düşüncelerini iktidara taşımak için ellerinde kan dökerek devrim yapmaktan başka bir yol kalmıyordu. Sabır ekolünün benimsemiş olduğu yöntemin iktidarı dönüştürmede ne kadar yetersiz olduğuna tarih şahitlik etmiştir. Sabır ekolü sınırlı anlamda iktidara bazı şer’i kuralları uygulatmada belki başarılı olmuştur, ama iktidara asıl büyük dönüşümü yaşatamamıştır. Asıl büyük dönüşümü iktidar yerine sabır ekolünün kendisi yaşamış ve iktidarı onaylamasının karşılığını

en sona bırakmamızın sebebi; buraya kadar saydığımız gerekçeler olmaksızın dinden alınan referansların temel gerekçeyi oluşturamayacağı hakikatidir. Eğer Hariciler bedevi ruhtan yoksun olsaydılar, kabileciliğin oluşturduğu sosyal rekabet ortamı Haricilerin Kureyş’e karşı olmalarına sebep olmasaydı, ilk dönem İslam Siyasi yapısı muhalefete meşru bir zeminde iktidar olma yollarını tıkamayacak bir kurumsallıkta oluşabilseydi muhtemelen Hariciler dinden aldıkları bu referansları devrimciliklerinin kaynağı haline getirmeyeceklerdi.

da mükafat olarak almıştır. Bunun ödülü ise

Haricilerin ve onların dışındaki muhalif akımların

İslam’ın muhafazakârları olarak günümüze

kendilerine dinden aldıkları iki temel delil; “şura”

kadar dinin taşıyıcı omurgalığını üstlenmek

(örn. 3/159) ve “iyiliği emredip kötülükten

olmuştur. Sabır ekolüne mensup fırkaların

nehyetme” (örn. 22/41) prensibidir. Kur’an’da

varlıklarını tarih boyunca sürdürebilmelerinin

ve hadiste bu iki temel hususla ilgili yeteri

geri planında bu gerçek yatar. Oysa Haricilik

kadar delil vardır. Kur’an’da şuranın açıkça ifade

ve Mu’tezile gibi devrimci ekoller iktidara karşı

edilmesi Haricilerin yönetimin ancak ümmetin

sürdürdükleri devrimci çıkışları nedeniyle tarihte

kararıyla olacağına dair düşünceleri için yeterli

yaşama imkânı bulamamışlardır. Yaşayan bazı

dayanağı oluşturmuştur. Kur’an’da iyiliği

Mutezili ve Harici fırkalar ise ancak devrimci

emredip kötülükten nehyetme ile ilgili ayetler ve

fikirlerinden vazgeçerek günümüze kadar gelme

peygamberin meşhur kötülüğü önce elle, sonra

şansını yakalamışlardır.

dille engellemeye çalışmayı emreden, eğer

Çünkü İslam siyaset düşüncesindeki muhalefete bakış algısı iktidarı dönüştürme potansiyeline sahip ekollere yaşam şansı vermemektedir. Nevin Abdulhalık Mustafa, age, s.60

8

bu mümkün değilse en azından kalben buğuz etmenin gerektiğine dair hadisi devrimci kalkışın dayanağı olmuştur. Özellikle hadiste önceliğin elle düzeltmeye verilmesi, görülen her kötülük karşısında şiddete müracaatı meşrulaştırmıştır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

53


Hariciler tekfir düşüncesinde Kur’an’daki

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Harici

“hükmün ancak Allah’a ait olduğuna” dair

fırkalarının en uç noktasında yer alan

ayetlere dayanırlar. Onlara göre insanlara ait

Ezrakiler, muhaliflerinin çocuklarını ve

görüşlere müracaat edenler ve hakemlerin

kadınlarını öldürmeyi mubah saymışlar,

görüşünü kabul edenler Allah’ın hükmüne

müşriklerin çocuklarının da babalarıyla birlikte

müracaat etmediklerinden kâfir olurlar. Bu

cehennemde olduklarını söylemişlerdir.9 Bunun

yüzden “Cemel”, “Sıffin”, “Hakem” olayına

için kendilerine seçtikleri deliller ise Nuh’un,

katılanları ve Muaviye taraftarlarını kâfir olarak

çocuklarıyla birlikte kavminin toptan helak

görürler.

olmaları için Allah’a yaptığı dua (71/26-27) ve

Büyük günah işleyenin kâfir olduğuna dair görüşlerinin temelinde de bu tekfirci yaklaşımları bulunmaktadır. Örneğin “Oraya yol bulabilen insana, Allah için Kâbe’yi haccetmesi gerekir. Kim inkâr ederse, bilsin ki, doğrusu Allah

Musa ile yolculuk yapan kişinin bir kasabaya uğradıklarında ilerde kafir olup ana-babasına zulmedecek bir çocuğu öldürmesi (18/74 ve 80) ayetleri olmuştur. Ortada akletme olmayınca Kur’an bile zulmetmeye alet edilebilmektedir.

âlemlerden müstağnidir.” (3/97) ayetini delil

Görüldüğü gibi gerekli psikolojik ve sosyolojik

göstererek haccı terk etmeyi günah, her günah

koşullar oluştuğunda Haricilerin görüşlerini

işleyeni kâfir saydılar. Ayette haccetmenin

ispat etmek için Kur’an’dan ve peygamberin

gerekliliğine yapılan vurgudan sonra inkâr etme/

hadislerinden deliller bulmaları ve bunları kendi

küfür ifadesinin gelmesini, mazeretsiz haccı terk

ideolojileri veya devrimci çıkışları doğrultusunda

edenlerin kâfir ilan edilmesi için yeterli kabul

yorumlamaları hiç de zor olmamıştır.

ettiler. Zalim imama isyan etmenin vacip olduğuna dair

- BİTTİ -

görüşleri için de Kur’an’daki itaatle ilgili ayetleri ve konuyla dolaylı olarak ilişkilendirilebilecek “(Allah İbrahim’e) ‘Ben seni insanlara imam yapacağım’ demişti. ‘Zürriyetimden de’ demişti. Allah ‘Ahdim zalimlere erişmez’ demişti.” (2/124) türündeki ayetleri delil olarak gösterdiler. Halifenin Kureyş’ten olmasının şart olmadığına dair görüşleri için de “Allah size emanetleri ehline teslim etmenizi ve hükmettiğiniz zaman da adaletle hükmetmenizi emreder.” (4/58) ayetini öne sürdüler. Bu konuda hadisten de önemli deliller vardı. Örneğin: “Başınıza kafası kuru üzüm gibi (simsiyah) olan Habeşli bir köle dahi getirilse onu dinleyin ve itaat edin” (Buhari, Ahkam, 4) hadisi oldukça güçlü ve Haricileri haklı kılan hadislerdendi. Haricilerin Necedat fırkasının imamı gerekli görmeyen görüşünün geri planında hükmü doğrudan Kur’an’dan alma ve Kur’an’ı imam kabul etme görüşü vardır. Kur’an’da cihat etmeyi emreden çok sayıdaki ayet Haricilerin bunu imanın bir parçası kabul etmelerine yol açmıştır.

Adnan Demircan, Haricileri’in Siyasi Faaliyetleri, s.52

9

54

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak Devrim

İslam ve Devrim Prensibi Nevin Abdülhalık Mustafa ”İslam Düşüncesinde Muhalefet, Ayışığıkitapları Yayınevi, 223-232” kitabından tekrar tashih edilerek alıntılanmıştır.

Gerçek şu ki, -ister korunmuş asıllarında

ve hareketi anlatan “devrimcilik”le nitelemekten

(şeriat), isterse İslâm’ın prensip ve değerini

uzak tutma gayreti olduğunu görüyoruz.

somutlaştırması itibarıyla Müslümanların

Böylelikle de bu durumun sonuçlarını İslâm’a

çoğunluğunun yaygın kabulüne mazhar

yüklememek gerekir. Bu guruba mensup olanlar,

olmuş uygulama modelinde olsun, ki bu Hz.

toplumda istenen değişikliğin “devrim” yoluyla

Peygamber ve Hulefâ-i Râşidin asrıyla ilgili

gerçekleşmeyeceği görüşündedir. Onlara göre

modeldir, bir inanç ve düşünce olarak- “İslâm”

“devrim” yolunu tutmaksızın mevcut durumu

ile düzeltmeyi gerçekleştirme amacındaki insanî

düzeltmek ve doğrultmak yeğdir. Bu görüşler

davranış olarak “devrim” arasındaki ilişkileri

“devrim”e, yeğ tutulmayan yol olarak bakar.

araştırma, İslâm’ın “devrimcilik”le nitelenmesini

Ama şayet böyle bir durum meydana gelirse

veya “devrim” prensibini tanımasını reddeden

ona karşı tutumları “fiilî” bir durum olarak

görüşlerle karşılaşır. İslâm’ın “devrim” prensibi

değerlendirme doğrultusundadır. Bunun için

karşısındaki tutumunu ele alışımızda, önce

bu görüşler arasında, “devrim”den, böyle

bu görüşleri sunacak, sonra İslâm’da devrim

bir durumla sınanan Müslümanların esenliğe

prensibini reddedenlerin tutumunu eleştirecek

kavuştuğu ve birlikte yaşamaya sabır sevabı

ve nihayet Kur’ân ve sünnetten çıkarılan delillere

kazandığı “meydana gelmiş bir olay ve fiilî

dayanarak devrimin meşruiyetini açıklayacağız.

durum” olarak söz edenler vardır. En iyi haliyle, devrime, zaruretin mubah kıldığı haram ve

A. Devrim Prensibi: İslâm’ın devrim prensibini tanımasını reddeden bu görüşlere baktığımızda, iki ayrı guruba, ama aynı sonucun gerçekleşmesini hedefleyen iki gruba ait olduğunu görürüz. Bu sonuç, İslâm ile devrim prensibi arasındaki ilişkinin reddidir. Birinci grubu, İslâm’da “devrim” prensibine karşı reddedici ve kabul etmez bir tutum takınmaya iten asıl motifin, İslâm’ı yanlış ve

yasak bir durum olarak bakarlar.1 Bu, tanınmış İslâm tarihçilerinin çoğunluğunun tutumuyla da uyum halindedir. Tarihlerinde “devrim” niteliği taşıyan ve çeşitli asırlarda İslâm toplumlarının tanıdığı hareketleri, “ulu’lemr’e karşı başkaldırı” (=hurûc alâ ulu’l-emr) ve bu eylemi yapanları “isyankâr” olarak değerlendirmekte neredeyse ittifak halindedirler. Bu yüzden onların devrim prensibini ele alışları,

doğru olma ihtimali bulunan insanî bir davranış Muhammed Ammâra, el-islâm ve’s-Sevra, s. 5, 6.

1

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

55


İslâm açısından yeğlenmeyen anlamları olan

taşırken, ikinci gruba mensup olanların

terimlerdir: “Fitne”, “bidat”, “tetâvul” ve hurûc

bu görüşleriyle İslâm toplumlarına âcizlik

ale’l-cemâa” gibi... Bu görüşlere göre, devrimin

ve durgunluk niteliğini yapıştırmayı ve bu

başarısı, Müslümanların karşılaştığı zor bir sınav

toplumların geriliğini ve karşılaştığı problemlerin

olan “sıkıntı” (=kârise) ve “musibet” (=nâzile)

sorumluluğunu İslâm’a yüklemeyi hedef aldığını

kabul edilir.2

görüyoruz. Batılı düşünürlerin İslâm ve devrim

İster Havâric’den, ister Şia’dan, isterse Ehl-i Sünnet diye bilinen Müslümanların çoğunluğundan olsun İslâm mezhepler tarihi yazarlarının tutumuna bakılırsa, “devrim”i dinî ve mezhebi tefsir açısından değerlendirdikleri belirtilmelidir. “Devrim”in Havâric mezhebiyle ve “başkaldırıdaki prensibiyle ilişkisinden hareketle, Ehl-i Sünnet ve aynı şekilde Şiar (bu prensibi benimseyen fırkası hariç) tarihçilerinin devrime bakışları, “murûk”, “bağy” ve “isyan” gibi sıfatlarla nitelemekle belirginleşir. Havâric’in aynı prensibe bakışı bunun aksinedir, onu hakkı sahiplerine iadenin yolu kabul etmişlerdir.3 Böylelikle, İslâm kültüründe “devrim”in ele alınışı, mezhep farklılıklarından etkilenmiştir, bu durum “devrim”e tutum alışa yansımış ve onu mezhep açısından yaklaşıma ve sübjektif yoruma büründürmüştür.”4 İbn Haldun’un tarihe bakışı bundan istisna edilir. “Devrim”i incelemiş ve onu asabiyetlerin çatışması temeline göre yorumlamış, bunun sonucunda “zulüm, ümranın harap oluşunun habercisidir.” şeklinde önemli bir prensibi ortaya koymuştur.5

konusunda yazdıklarının çoğu bu gruba aittir. Buna göre, Batı toplumundaki devrimlere genellikle devrimci kültürün ve siyasî-fiilî düzenlemelerinin sonucu olarak bakılırken, İslâm toplumlarına, bir takım siyasî hareket ve çatışmaları tanıdığı, ancak bunlara gerçek herhangi bir devrimci kültürü anlatmaksızın bir takım temerrüt ve dönüşüm biçimini alan devrimci olmayan durumları temsil ettiği şeklinde bakılır.6 Bu grubun görüşleri, İslâm toplumlarını, bazılarının “esasen mevcut ve halihazır sosyal yapıyı köklü ve kapsamlı değişikliği gerçekleştiren devrimci bir ideolojiye dayanan duruma karşı yöneltilen siyasî bir işlem” olarak tanımladığı “devrim”in aslî bir anlayışını gösteren “devrimci kişilik”e muhtaç olduğu biçiminde nitelendirilir.7 Bunun için, bu görüşe göre, İslâm toplumları taşkınlığa “direnme hakkı”nı (hakku mukâvemeti’ttuğyân) benimseyen Batılı prensibi tanımamıştır, sadece “muttekî olmayan hükümetlere direnme göreviyle ilgili İslâmi prensibi tanımıştır. Bu, onların zihinlerine “eski bir Hıristiyan tarihi şekli”ni getirir.8 Gerçek şu ki, İslâm’ın ve İslâm toplumlarının “devrim”le beraberliğini

Buna karşılık, İslâm ile “devrim” arasındaki

reddeden bu görüşlerin incelenmesi,” genel

ilişkiyi reddetmekte birinci grubun görüşleriyle

olarak- iki motife bağlandığını açıklar:

uygunluk gösteren başka bir görüş daha

Birinci grup açısından “devrim”i reddeden ve

olduğunu görüyoruz, ancak ona karşı bu

hoşlanmayan görüşlerin arkasındaki motifin,

reddetmenin ardından motif ve hedef açısından

“Havâric” mezhebini ve “başkaldırı” prensiplerini

zıt bir tutum takınır. Bu, birinci grupta İslâm’ın

reddetmekten etkilenen mezhebi bakışta

savunma ve “devrim”le birleşmeyeceği niteliği

saklı olduğunu görüyoruz. Böylece bunlara saldırı,- görüntülerinden birinde- Havâric

Bu görüşler Taberî, Bağdadî, tbnu’l-Esîr, Şehristânî,

2

düşüncesinin dayandığı “başkaldırı” (devrim)

Nuveyrî vb. Müslüman tarihçilerin çoğunun eserlerinde

prensibini eleştirme girişimi şeklini almıştır. Bu

yaygındır. Örnekleri için bkz. Mahmud İsmail, Kadâyâ

görüşlerin durumu, şeriat asıllarından çıkarılan

fi’t-Tarih’l- İslâmî, Menhec ve Tatbik, Beyrut: Dâru’l-

deliller arasından devrimin meşruluğunu ele

Avdet, 1974, s. 98-104.

aldığımızda, daha sonra ister “devrim”le bitişsin,

Muhammed Ammâra, el-İslâm ve’s-Sevra, s. 333. vd.

3

Mes’udî’nin Şiî eğilimi, Muberred’in Haricî taassubu

4

isterse onu reddetsin “muhalefet”i anlatmak için

bunun örneklerindendir, bkz. Mes’udî, İsbâtu’l-Vasıyııe, Tahran, 1318, s. 240 vd.; Muberred, el-Kâmil fi’l-Luğa

6

ve’l- Edeb, 1874, s. 34 vd. İbnu’l-Arabî’nin yukarıdaki

7

Albert Hourani, age, s. 6-16, 22-41. P.J. Vatikiotis (yay.) Revolution in the Middle East and

tarihçilerle ilgili görüşü için bkz. Ebu Bekr İbnu’l-Arabî, el-Avâsım mine’l-Kavâsım, s. 248-249. İbn Haldun, Mukaddime, 2)849 vd.

5

56

other case studies, s. 2. Bernard Lewis, “Islamic Concepts of Revolution”

8

{Vatikiotis, age, içinde,) s. 30-40

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


tutulan yollar çevresindeki fırka ve mezheplerin

güçlü bir delile muhtaçtır. Çünkü görüşlerin

düşüncelerini ele aldığımızda daha da açıklık

bazısının benimsediği “taşkınlığa direnme hakkı”

kazanır. İkinci gruba gelince, bunların asıl

ve İslâm toplumlarının onu tanımadığı açısından,

motifi, azizlik ve durgunluk sıfatını yapıştırma

bununla “mahiyette itaatsizlikle ilgili İslami

ve pek çok İslâm toplumunun karşılaştığı gerilik

prensip arasında bir yakınlaşma bulunduğu

görüntülerinin hepsini İslâm’a yüklemedir.

görüşünde olan bazı Batılı araştırıcılar da vardır.

Batılı yazarlara ait görüşler incelendiğinde, onların başka bazı Batılı araştırıcılar tarafından tenkide maruz kaldıkları görülür.9 İslâm toplumlarını devrimci olmayan karakter ve kişilikle nitelendiren bu görüşleri çürütmekteki yöntemleri birkaç esasa dayanır: Birinci esasta, “devrim” ile İslâm arasındaki ilişkinin tahlilinde kullanılan aynı terimlere tenkit yöneltilmiştir. Çünkü “devrim” terimi, İslâm kültüründe

Ayrıca sükûneti benimsemek ve mevcut durumu korumak, sadece “İslâm’a özgü değildir, buna dayanan başka bir takım inançlar da vardır.”12 Böylelikle, çeşitli İslâm toplumlarının devrim prensibiyle ilişkisine ve bu ilişkinin sadece İslâm’a özgü niteliklerine etki eden çeşitli değişken türlerini bilmezlikten gelmek ilmî tarafsızlığa uygun düşmeyen bir durum olarak ortaya çıkıyor.

mevcut durumu değiştirme girişimiyle ilgili

İslâm toplumlarını “devrimci olmayan kişilik”le

bu anlamlan göstermek için yaygın değildir.

nitelendiren bu görüşlerin reddedilmesi, bazen

Sadece bu anlamları veya bazılarını göstermekte

Marksist tahlil anlayışlarını bu toplumlara

“devrim” terimiyle ortak olan başka terimler

uygulama girişimi şeklini alıyor.13 Böylelikle

vardır. Hatta fiilî durum, devrim gerçeğini

bu görüşlere yöneltilen tenkidin bir yönü,

göstermek için İslâm kültüründe bu terimlerin

bu toplumların Marksist tahlil anlayışlarıyla

Böylece,

ilişki kurma arzusunu defeder.14 Buna göre,

bir kelime ve terim olarak “devrim”in (=sevra)

İslâm’ın devrim prensibine karşı tutumuyla

yalnızca açıklama ve tahliline karşı çıkmaya

ilgili Batılı tahlillerin, İslâm toplumlarına tarihi

girişmeyen incelemeler, ortaya çıktığı toplum ve

ve kültürüyle ve bu toplumlara özgü fikir ve

çevrede kendini gösterdiği şekliyle olayla canlı

hareket üretimine hâkim inançla ilgili özgün

ilişki kurmaya ihtiyaç duyar.

tecrübeleriyle ilişki kurmaya muhtaç bir açıdan

daha yaygın olduğunu ortaya koyar.

10

Gerçek şu ki, İslâm toplumlarını “devrimci olmayan kişilik” sahibi olduğu şeklinde niteleyen Batılı görüşler, “Doğu despotizmi” teorisinden doğan ve bu esasa göre araştırıcıların Batı’yı ilerleme ve dinamizmin odak yeri olarak değerlendirdikleri bu bakış açısıyla etkilenmeyi yansıtır.11 Oysa Doğu’ya ve toplumlarına durgun,

bakışı yansıttığını görüyoruz.15 Böylece İslâm düşüncesi çerçevesinde devrimin incelenmesi, ancak, şeriat asıllarından çıkarılan, devrimin meşruluğunu temellendiren ve devrimci muhalefette kendini gösteren tutumlarını temsillendirmek üzere çeşitli İslâm düşünce Bryan S. Turner’in “Kayser’in hakkını Kayser’e, Tanrının

12

hakkını Tanrı’ya verin” prensibiyle ilgili olarak zikrettiği

canlı ve sürekli etkileşime muhtaç miras alınmış

bunun örneklerindendir. Turner, bunun sükûneti

kültürden başkasını tanımadığı şeklinde bakarlar.

benimsemekte ve korumakta İslam’a izafe edilen

Bu görüşler, gerçekte kendisini temellendirecek

muhafazakâr karaktere benzeyen Hıristiyan arzusu bulunduğuna dair bir izlenim verdiği görüşündedir.

Bryan S. Turner, “Determinant Structures and

9

Bryan S. Turner’in yazdıkları bunun açık bir

13

Contingent Revolutions”, s. 11-15.

örneğidir. “Marx ve Oryantalizmin Sonu“ kitabında

Bu terimlerden örnek olarak fitne”, “hurûc”, “nahda”,

Marksist tahlil anlayışlarının Doğu İslâm toplumlarına

“nuhûd”, “intişâr” ve “melha- me”yi sayıyoruz. Ayrıntı

uygulanmayacağını savunan görüşlere hücum eder.

için bkz. Muhammed Ammâra, el-Islâm ve’s-Sevra, s.

Ayrıntı için bkz. Bryan s. Turner, Marx and the End of

10

Ori- entalism, s. 40.

9-14. Max Weber’in İslâm toplumlarıyla ilgili tahlilleri bunun

11

Bazı Arap kalemlerinin, İslâm tarihini maddeci yorumla

14

örneklerindendir. Buna göre, İslâm toplumunda ferdiyet

açıklama eğilimini temsil ettiği şeklinde nitelenebilecek

ve aktiviteye dayalı “dinamik” motifler yoktur. Gerçek

girişimleri vardır. Ayrıntı için bkz. Muhammed Fethi

şu ki, bu gibi tahliller, bu toplumların tabiatının ve

Osman, et- Tarihu’l-tslâmî ve’l-Mezhebu’l-Mâddi fi’t-

bizzat İslâm’ın asıllarının gerçek biçimde anlaşılmasına

Tefsir, Kuveyt: ed-Daru’l-Kuveytiyye li’t-Tubâa ve’n-

muhtaçtır, bkz. Bryan s. Turner, Weber and Islam, s. 121

Neşr, 1969, s. 8 vd. Osman Halil, age, s. 7.

15

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

57


yönelişlerinin ele aldığı delillerle ilişkisini

“Zalimi görür de onun ellerini yakalamazsanız,

belirlemekle olur.

katından gelecek azabı Allah neredeyse size umumi kılar.”21 Hz. Peygamber (sav), cihadın

B. Devrim ve Meşruluk Delilleri: Gerçek şu ki, muhalefetini “devrim”le gösteren İslâm devrimci yönelişleri, devrim yapmanın meşruluğunu, Kur’ân ümmete iyiliği emredip kötülükten alıkoymayı dayanışma yoluyla yerine getirmeyi vacip kıldığına ve kötülüğü düzeltmenin ilk yeğlenen yolu olarak “kuvvet” kullanmanın vacip bir iş olduğuna dayandırırlar. Bu durum için “kılıç kullanma meselesi” (=kadıyyetu’s-seyf) terimi kullanılmıştır.16 Bu görüşün taraftarları, şu ayetlere dayanırlar: “Sizden iyiliğe çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun.” 17, “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsınız.” 18 Devrimci yöneliş taraftarları, iyiliği emretmek en iyi usulle davet sınırında durmakla birlikte, kötülükten alıkoymanın bu sınırı aşıp kötülüğü durdurmayı üstlenen fiile uzanacağı görüşündedir. Bu konudaki delilleri, Hz. Peygamber’in (sav) pek çok hadisidir. Bu hadislerden birisi, şudur: “Sizden bir kötülüğü gören onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğuz etsin, bu imanın en zayıfıdır. “19 Diğerleri gibi bu hadiste de kötülüğün “elle”, yani fiil ve kuvvetle düzeltilmesi, diğer araçlardan önce yer almıştır. Hz. Peygamber’in (sav) bu konudaki hadislerinden ikisi de şöyledir: “iyiliği emredin, kötülükten alıkoyun, zalimin elini yakalayın, onu doğru yola getirin, yoksa Allah kalplerinizi birbirinize vurur.” 20

en faziletlilerinden kılmak suretiyle mü’minleri bu görevi yapmaya teşvik etmiştir. Nitekim iki hadisi şöyledir: “Cihadın en faziletlisi, zalim sultan yanındaki hak sözdür.” 22 “Şehitlerin efendisi, Hz. Hamza’dır. Sonra da, zalim bir imama gelerek ona iyiliği emredip kötülükten alıkoyması üzerine sultanın katlettiği kişidir.”23 İslâm’daki devrimci fikrî yöneliş, kendisini yukarıda belirtilen iyiliği emredip kötülükten alıkoymakla ilgili ayet ve hadisler yanında, insanı zulmü reddetmeye ve onu düzeltmek için çalışmaya çağıran diğer ayetlere de dayandırır. “Devrim”in anlamları arasında, “teslimiyet ve sükûnet halinden temerrüt ve hareket haline geçiş de vardır. Bu, durgunluğun terki ve aşılması demektir. İnsan ve toplum bunun sayesinde zalim durumu ve gerçeği aşar, daha gönül açıcı bir durumla değiştirir.”24 Öyleyse “durgunluğu terk etmeye” (=hicret), sadece geçiş ve kaçışı anlatan pasif bir tutum olarak bakılmaz, bilakis o devrimci ekol mensuplarının vacip kabul ettiği aktif bir fiildir. Çünkü zalim bir toplumu değiştirmek için harekete geçmeyenler, kendilerine zulmedenlerdir. Bu ise zulümlerin en ileri olanıdır. Çünkü sonucu, bütün ümmet ve onun çıkarları ve değerleri ile ilgilidir. Bu konuda Yüce Allah’ın şu buyruğuna dayanırlar: “Kendilerine zulüm edenlerin canlarını aldıkları zaman onlara ‘Ne yaptınız bakalım?’ deyince, ‘Biz yeryüzünde zavallı kimselerdik.’ diyecekler, melekler de ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ cevabını verecekler. Onların varacakları yer cehennemdir.”25 Böylelikle, Kur’ân’ın zulüm ve taşkınlık

Bununla kötülüğü düzeltmenin yolu olarak devrimci

karşısında “devrim” meselesini temellendirişini,

şiddeti kullanmak kastedilir. Bu konuda Huzeyfe b.

hatta “yeryüzündeki zavallılar” açısından bile

16

el-Yemân’ın Hz. Peygamber‘den (sav) rivayet ettiği şu hadise dayanılır: Dedim ki; „Ey Allah‘ın elçisi şu verilen iyilikten sonra kötülük olacak mı?“ Resulullah „evet“

21

dedi. „Neye sarılacağız?“ diye sordum. „Kılıca“ buyurdu.

22

İbn Mâce, Fiten, 20 bkz. Nevevî, age, s. 92. 6. Ebu Davud, Melâhum, 17; Tirmizi, Fiten, 13. Hadisin

Bkz. Muhammed Ammâ- ra, el-tslâm ve’s- Sevr, s. 24.

başka bir rivayeti şu şekildedir: “Cihadın en faziletlisi,

Âl-i İmran, 3/104.

zalim sultan yanındaki adaletli sözdür.” bkz. Nevevî,

17

age, s. 92.

Âl-i İmran, 3/110.

18

Müslim, İman, 20; Tirmizî, Fiten, 12. bkz. Nevevî, age,

19

Tirmizî, Ahkâm, 4; Muhammed Ammâra, el-İslâm ue’s-

23

s. 89-90

Seura, s. 21.

Tirmizî, Tefsiru Sure, s. 67; Ebu Davud, Melâhim, 17;

20

İbn Mace, Fiten, 2. bkz. Nevevî, age, s. 93.

58

M. Ammâra, age, s. 22.

24

Nisa, 4/97.

25

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


açıkça görüyoruz. Çünkü Yüce Allah onları zulmü

“Ensâr” olarak görür. “İntisâr” terimini kullanan

düzeltme yükümlülüğünden muaf tutmamıştır.

ayetler, kötülüğü düzeltme ve sona erdirme,

Hicret, bu düzeltme araçlarından biridir. Bu,

zulmü, taşkınlığı ve istibdadı önleme anlamında

baskıya teslim olma mantığını kabul ettiğimizde

“devrim”i destekleyen bir delil niteliği taşır.

böyledir. Çünkü bu teslimiyet, Yüce Allah’ın

Bu destek, “intisâr”, mümin kişinin önemli

iradesine aykırıdır. Yüce Allah bu iradesini

niteliklerinden biri olunca zirvesine ulaşır.

bir ayette ortaya koymuştur. Bazıları, bu

Mü’minin zulüm, istibdat ve baskı karşısında hak

ayetin devrimci anlam ve güçlerden söz ettiği

için “yardımcı” (müntesir) olması gerekir, yani

görüşündedir.

26

Ayet şöyledir: “Biz memlekette

güçsüz sayılanlara iyilikte bulunmak, onları önderler kılmak ve varis yapmak istiyorduk.” 27 Ayetin İslâm’ın zuhurundan önceki bir kavmi anlatmakla ilgili oluşu, delil olarak kullanılışını etkilemez.28 Usul bilginleri “sebebin özel oluşuna değil, lafzın genel oluşuna bakılır.” demektedirler.29 Kur’ân’daki kıssalar, esasen öncekilere ait kıssaların bize ibret ve öğüt olmasını hedef alırlar.30 Kur’ân kıssaları, dinî ve ahlakî motiften hareketle toplumun

mü’min hak için ve zulme karşı çıkmak uğruna devrimci ve harekete geçen biridir.33 Havâric ile Şia’nın bazı fırkaları, düşünce ve hareket olarak devrimci ekolün ana gruplarını temsil etmiştir. Zulüm ve bozgunculuğa karşı yardımlaşmanın zorunlu bir yolu olarak devrimci Şia’nın tutumu, devrimci sertliği (kılıç) kullanmaya, “zulümle dolduktan sonra yeryüzünü adaletle doldurmak için çıkacak olan” beklenen imamlarının (imam-ı muntazar)

adaleti izleme zaruretini vurgular.31

zuhuru şartıyla izin veren İsna Aşeriye (Oniki

Kur’ân ayetlerini incelemek ve manalarına

davranmıştır.34 Böylelikle, “devrim” veya

dalmak suretiyle bazıları, düzeltme

“başkaldırı” prensibi çevresinde İslâm muhalefet

biçimlerinden biri olarak devrim açısından

düşüncesi ve hareketi ekollerinden biri ortaya

anlamı bulunan Kur’ânî bir terime işaret ederler.

çıkmış oluyor. Havâric, İslâm tarihinde düşünce

Bu terim “intisâr”dır. “Devrim, bir durumu

olarak bu prensibi ilk ortaya atan ve aşırı bir

ötekiyle, eski durumu yenisiyle değiştirmek

noktaya varacak bir model biçiminde hareket

demektir. O, bazı durumlarda mazlumların

olarak uygulayan ilk kişilerdir. Böylelikle

İmamcı) Şîa olarak bilinen fırkalarına aykırı

ama intikamın derece

onları sadece devrimci ve başkaldırıcı olarak

ve yerlerinde farklılıklarla beraber.” Buna göre,

görebiliriz. İsna Aşeriye İmamiye’si hariç Şia

yardım etmeye (=nasr) mazluma yardım etme,

da, devrimci İslâmî yöneliş çerçevesinde bir

yardımlaşmaya (=intisâr) da zulümden ve

grup olarak yer alır. Hz. Ali ve imametine karşı

zalimden hakkını alma ve onlardan intikam alma

takınılan tutum bu iki fırkayı ortaya çıkaran asıl

olarak bakılırsa, bu “zulüm,” “fesat, azgınlık ve

etken olduğundan dolayı, doğuşu açısından

haddi aşmak demek olan” taşkınlık karşısında

Havaric’le beraberliği varsa da, bu doğuşun

Ensâr’ın yaptığı fiil olarak Kur’ân’da geçen

esası açısından iki zıt tarafta yer almışlardır. Her

intişar (yardımlaşma) anlamındadır. Bu yüzden

biri marjinal aşırılığı temsil eder, her biri diğerine

bazıları “intisâr”ı, “devrim”, “devrimcileri”! de

zıt bir yöneliştedir. Ancak, bozuk durumlardan

zalimlerden intikamıdır,

32

kurtuluşun bir yolu olarak “devrim” veya Muhammed Ammâra, age, s. 22.

26

Kasas, 28/5. Bu âyetin tefsiri hakkında Taberî

27

şöyle diyor: “Onları yönetici ve hükümdarlar kılmak istiyorduk. “Muhtasaru Tefsîr’l-Imâmi’t-Taberî”, s. 434). Bu âyet, Fir’avun ve Musa kıssasını anlatmaktadır

28

“başkaldırıya bakış onları bir araya getirir. İslâm devrimci yönelişlerinin dayandığı nazarî esaslar, “fitne asrı”35 olaylarından itibaren İslâmî

(Muhtasaru Tefsîri’l -Imâmi’t Taberî, s. 434). Davud el-Attâr, Mûcezu Ulumi’l-Kurân, s. 132.

29

M. Ammâra, age, s. 25. Şu ayet buna delil getirilir: “Bir

33

haksızlığa uğradıklarında, üstün gelmek için aralarında

Bu kıssalardan bazıları şunlardır. Firavun’un helâki

30

yardımlaşırlar.” (Şura, 42/39).

kıssası, diğer zalimleri gök gürültüsü veya ebabil kuşuyla helak kıssası (bkz. Seyyid Kutub, et-Tasvîru’l-

Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, Makâlâtu’l-İslâmîyyîn ve

34

Fennî fi’l-Kur’ân, Kahire: Dâru’ş-Şurûk, 1980 (6.B), s.

İhtilâfu’l-Musallîn, Yayınlayan: Muhammed Muhyiddin

117-138)

Abdulhamîd, Kahire: Mektebetu’n-Nahdati’l-Mısrıyye, 1969, 2/140.

Mahmud İsmail, Kadâyâ fi’t-Tarih’l-Islâmî, s. 99.

31

Muhammed Ammâra, el-İslâm ve’s-Sevra, s. 24.

32

“Fitne asrı”yla, üçüncü halife Hz. Osman’ın

35

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

59


sosyal bilinçte ortaya çıkmıştır. Müslüman devrimci yönelişlerin düşünürleri, bu olaylardan, İslâm’da “devrim” veya “başkaldırı” prensibinin meşruluğunun önemli esaslarını çıkarmıştır. Bunların en önemlileri, fışkın veya zulmün yahut ülkede yüksek otoritenin ve büyük sorumluluğun sahibi olan imamın zayıflığının zuhurudur. Hz. ettikleri “zayıflık ve zulüm” dolayısıyla isyanlarını meşru gördüler.36 Aynı şekilde Havâric de isyan etmiş ve isyanlarını meşru görmüştür. Çünkü bu isyanları “Azgınlara karşı savaşmakta zaaf gösteren imama ve azgınlıklarına fısk ve zulmü ekleyen azgınlara karşı” olmuştur.37 Bundan hareketle Havâric, birkaç asır boyunca sürekli devrim bayrağını taşıya gelmiş ve bu süre boyunca hareketlerinin bölünmeye uğramasına rağmen kendilerini bir araya getiren esas prensiplere sarıla gelmiştir. Havâric fırkalarının devrim (başkaldırı) prensibinde ittifak ettiklerini görürken, Şia fırkalarının bu prensip çevresinde aynı görüşte olmadıklarını görüyoruz. Ayrıca, diğer İslâm fırkalarında da devrimci bazı yönelişler vardır.

www.islamiyorum.com

Osman’a isyan edenler, Hz. Osman’ı itham

katledilmesiyle sonuçlanan olaylardan, Hz. Hasan’ın Muaviye lehine halifelikten vazgeçip ona bey’at etmesiyle, “ihtilaftan sonra Müslümanların icması” dolayısıyla “birlik yılı” (âmu’l-cemâ’a) denilen 41/661 yılma kadar olan dönem kastedilir. (Ebu Bekr İbnu’lArabî, el-Auâsım mine’l-Kauâsım, s. 201; Tâhâ Huseyn, el-Fitnetu’l-Kubra, 1/65 vd., 2/31 vd). Muhammed Ammara, el-İslam ve’s Sevra, s.183.

36

M. Ammâra, age, 183.

37

60

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak Devrim

Seyyid Kutub’a Göre

İslami Mücadele “Yoldaki İşaretler” kitabından

Günümüz Toplumlarının Tahlili:

Derleyen: Nureddin Yıldız

“Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa 4/80)”2

“Yalnız ve yalnız Allah’a kul olmak İslam akidesinin ilk rüknünün yarısıdır: “La İlahe

“Buna göre Allah’ın vahdaniyetine, ortaksız

İllallah” şehadet cümlesinin temsil ettiği

olduğuna inanmayan kimse yalnız başına

İslam akidesinin... Bu kulluğun keyfiyetini

Allah’ın kulu değildir.

Resulullah’tan almak ise “Muhammedün Resulullah” cümlesinin temsil ettiği ikinci

“Allah buyurur ki: “İki ilah edinmeyin. O tek

yarısıdır.”1

bir ilahtır. Yalnızca benden korkun. Göklerde

“Müslüman toplum, bu kaidenin ve tüm

O’nun içindir. Yoksa Allah’tan başkasından mı

gereklerinin onda temsil edildiği toplumdur.

korkuyorsunuz?” (Nahl 16/51-52)

ve yerde ne varsa O’nundur. Din de her zaman

Çünkü bu kaide ve gerektirdiklerini temsil etmeden bir toplum Müslüman olamaz. Ona İslam toplumu adı verilemez.

Allah’tan başkasına ibadet kastı taşıyan davranışlarda bulunan hareketler yapan kimse, yalnız başına Allah’ın kulu değildir. Bu davranış

İşte bu yüzdendir ki “La İlahe İllallah,

ve hareketler Allah’la birlikte veya O’nsuz

Muhammedün Resulullah” şehadeti Müslüman

yapılmış fark etmez. Her ikisi de şirktir:

ümmetin tüm ayrıntılarıyla hayatının dayandığı kamil metodun temel ilkesi olmuştur. Dolayısıyla bu temel ilke olmadan bu hayat da olmaz. Bu temel ilkeye dayanmayan veya bu ilke ile birlikte başka bir ilkeye dayanan yahut bu ilkeye yabancı başka ilkelere dayanan hayat İslami bir hayat değildir.

“De ki: “Benim namazım, haccım, yaşayışım ve ölümüm Alemlerin Rabbi olan Allah içindir. Onun ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum. Ben Müslümanların ilkiyim.” (En’am 6/162-163)

Hukuki yasaları Allah’tan başkasından alan veya Allah’ın Resulü aracılığıyla bize tebliğ ettiği yolun

“Hüküm yalnız Allah’ındır. O yalnız kendisine kulluk etmenizi emretti. İşte dosdoğru din budur.” (Yusuf 12/40)

dışında başka birisinden bu prensipleri alan kimse yalnız başına Allah’a kul değildir: “Yoksa Allah’ın din ile ilgili izin vermediği konularda

Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. “La İlahe İllallah” hayat

1

metodudur. Dünya yayınları. S. 94

Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. “La İlahe İllallah” hayat

2

metodudur. Dünya yayınları. S. 94-95

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

61


onlar için yasalar koyan O’nun ortakları mı vardır?”

kesinlikle reddeden bir cemaat olmadan

(Şura 42/29)

bu toplum ortaya çıkmaz. Arkasından bu

“Peygamber size ne getirdi ise onu alınız. Size neyi yasakladı ise onu yapmaktan vazgeçiniz.”

İşte Müslüman toplum budur. Yalnız Allah’a kul olma esası, bu toplumdaki fertlerin inanç ve düşüncelerinde, ibadet ve hareketlerinde, sosyal düzenleri ve yasalarında temsil edilir. Bu yönlerden herhangi birisinde bir aksama olursa, bizzat İslam’da aksamalar başlamış demektir. Çünkü İslam’ın ilk rüknü olan “La İlahe İllallah, Muhammedün Resulullah” cümlesinde aksamalar başlamıştır. Dedik ki Allah’a kulluk “itikadi düşünce” tarzında belirir. Öyleyse İslam’da itikadi düşüncenin ne olduğunu açıklamamız faydalı olur. İslam’ın itikadi düşüncesi, akidenin gerçeklerini Rabbani kaynaktan edinmek için insan idrakinde oluşur. Bu anlayış sayesinde insan “Rabb” gerçeği hakkında belirli bir idrak edinir. Gördüğü ve görmediği fakat içinde yaşadığı kainat hakkında, mensubu bulunduğu hayat realitesinin görünen ve görünmeyen yönleri hakkında ve bizzat insanın kendi varlığının gerçeği hakkında belirli

düzenlemeye girişmelidir. Bu toplumun fertleri vicdanlarını, Allah’tan başka birisinin uluhiyetine itikad etmek inancından arındırmalıdır. Dini davranışlarını Allah’tan başkasına yöneltmekten arındırmalıdırlar. Yasalarını Allah’tan başkasına dayandırmaktan, O’ndan başka bir kimseden almaktan arındırmalıdırlar. İşte ilk Müslüman cemaatin doğuşu böyle oldu. Her Müslüman cemaatin doğuşu da böyle olur. Her Müslüman toplum da böyle kurulur.”3 “Tabiidir ki, eski cahiliye toplumunun baskısına karşı koyabilecek güç derecesine ulaşmadıkça, yeni bir İslam toplumu neşet edemez, gerçekleşemez. Akide ve düşünce gücü yönünden, ferdi karakter ve ahlaki güç bakımından sosyal yapı ve düzenleme gücü yönünden ve diğer kuvvet çeşitleri bakımından cahiliye toplumunun baskısına karşı koyabilecek ve onu yenebilecek veya en azından onunla boy ölçüşebilecek bir güce ulaşmadıkça İslam toplumu oluşamaz.

bir idrak kazanır. Sonra insanın tüm bu gerçekler

Fakat “cahiliye toplumu” nedir? Ona karşı

ile ilişkileri bu itikadi esaslara göre biçimlenir.

koymadaki İslam’ın metodu nedir?

Yalnız Allah’a kul olduğunu gösteren Rabbi ile ilişkisi; çevresini saran kainat ve kanunları ile canlılar ve onların alemleri ile olan ilişkisi, insan türünün fertleri ve teşkilatları ile olan ilişkisi, Resulullah’ın bize tebliğ ettiği ilke yönünde Allah’ın dinine dayanır. Bu çeşitli ilişkiler bütünü, yalnız insanın Allah’a kulluğunu gerçekleştirmek içindir. Bu şekli ile itikadi düşünce hayatın tüm

Cahiliye toplumu, İslam toplumunun dışında kalan her çeşit toplumdur. Objektif bir tarif yapmak istersek deriz ki: Cahiliye toplumu, sadece Allah’a kul olma esasına dayanmayan, bu esasa samimiyetle bağlanmayan her toplumun adıdır. Bu kulluk itikadi düşüncede, ibadet şekillerinde ve kanuni hükümlerde ortaya

faaliyetlerini içine alır.

çıkar.

“Müslüman toplum”un bu olduğu anlaşılınca,

Bu objektif tarif ile “cahiliye toplumu”

bu toplum nasıl oluşur, nasıl doğar? Böyle bir

kapsamına bugün yeryüzünde fiilen kaim olan

neşetin metodu nedir?

tüm toplumlar girer.

Yalnız Allah’a tam manasıyla kul olduklarını

Komünist toplumlar cahiliye toplumu

ifade eden bir cemaat doğmadıkça bu toplum ortaya çıkmaz. Bu toplum Allah’tan başka hiç bir kimseye kullukla bağlanmaz, ona baş eğmez... İnanç ve düşünce tarzında Allah’tan başkasına kul olmayı, ibadetlerde ve dini davranışlarda Allah’tan başkasına kul olmayı, sosyal düzen ve kanunlarda Allah’tan başkasına kul olmayı

62

halis kulluk esası üzerine tüm hayatını fiilen

kapsamına girer. Bu toplumlar öncelikle Allah hakkındaki sapık görüşleri ve O’nun varlığının kökten inkar ettikleri için; bu varlık bütününde var olan tüm faaliyetleri “madde” veya “tabiat”a Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. “La İlahe İllallah” hayat

3

metodudur. Dünya yayınları. S. 95-97

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


dayandırdıkları için; insan hayatında ve

gerek “halk” adına olsun, gerekse “parti” adına

tarihindeki en önemli gücü “ekonomi” veya

olsun, gerekse herhangi bir varlık adına olsun

“üretim araçları”na dayandırdıkları için cahiliye

en üstün hakimiyet bunların elindedir. En yüce,

toplumu kapsamına girerler. İkinci olarak,

en üstün hakimiyet, yalnız Allah’ındır. Ancak

“toplumun önderliği pratik bir gerçektir”

O’nun Resulünün tebliğ ettiği metot uyarınca

faraziyesi çerçevesinde, halklarını Allah’a

kullanılabilir.

değil “parti”ye kul hale getirdikleri için cahiliye toplumu kapsamına girerler. Ayrıca bu düşünce tarzına ve bu toplum düzenine bağlı olarak, insani özellikleri heder etmesi, yok sayması gelir. Çünkü bu düzene göre “insanın temel ihtiyaçları” hayvani isteklerden ibarettir, yani; yemek, içmek, giyinmek, mesken ve cinsi arzuyu tatmindir! Komünist düzen insanı hayvandan ayıran, insan ruhunun ihtiyaçlarından insanı mahrum eder. Bu ihtiyaçların başında Allah inancı, O’nu seçme hürriyeti, inancı ifade hürriyeti gelir. Bunun yanında insanın insanlığını ifade eden en önemli özelliklerinin başında gelen, “ferdiyetini” elde etme hürriyetini elinden almaktadır. İnsanın

Cahiliye toplumunun kapsamına yeryüzünde bulunan tüm Yahudi ve Hıristiyan toplumları da girer. Bu toplumların cahiliye toplumu kapsamına girmelerinin birinci delili, tahrif edilmiş inanç anlayışına sahip oluşlarıdır. Bunlar Allah’ın uluhiyette tek olduğunu söyleyen inanç anlayışlarının aksine, şirkin değişik biçimleriyle Allah’a ortak koşuyorlar. Bu ortak koşmak, gerek O’na oğul isnat ederek veya teslis ile olsun, gerekse Allah ve Allah ile yarattıkları arasındaki ilişkide gerçeğe muhalif tasavvurlarda bulunmakla olsun fark etmez:

ferdi hürriyeti; ferdi mülkiyette, çalışma ve

“Yahudiler: “Üzeyir Allah’ın oğludur” dediler.

ihtisas alanının serbest seçiminde, sanat yolu

Hıristiyanlar da “Mesih Allah’ın oğludur” dediler.

ile insanın kendisini ifade etmesinde ve bunlar

Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözleridir.

gibi insanı “hayvandan” veya “araçtan” ayıran

Daha önceki kafirlerin sözlerini taklit ediyorlar.

hususiyetlerde belirmektedir. Oysa gerek

Allah onları kahretsin nasıl da (haktan batıla)

komünist düşünce, gerekse komünist düzen

çevriliyorlar!” (Tevbe 9/30)

çoğu zaman insanı hayvan mertebesinden basit bir “araç” durumuna indirmektedir.

“Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler elbette kafir olmuşlardır. Oysa tek ilahtan başka hiçbir ilah

Cahiliye toplumu kapsamına putperest

yoktur. Bu dediklerinden vazgeçmezlerse elbette

toplumlar da girer.

onlardan inkar edenlere acı bir azap dokunacaktır.”

Bu toplumlar halen Hindistan’da, Japonya’da,

(Maide 5/73)

Filipinler’de ve Afrika’da hakim durumdadırlar.

“Yahudiler “Allah’ın eli sıkıdır” (Allah cimridir)

Önce Allah’tan başkasını ilahlaştırma esasına

dediler. Kendi elleri bağlansın! Söylediklerinden

dayanan inanç anlayışları yüzünden cahiliye

ötürü lanetlendiler. Hayır, Allah’ın iki eli de açıktır,

toplumunun kapsamına girmektedirler. Bu

dilediği gibi verir.” (Maide 5/64)

ilahlaştırma Allah’la birlikte olsun, O’nsuz olsun fark etmez. İkinci olarak ibadet kastı

“Yahudiler ve Hıristiyanlar: “Biz Allah’ın oğulları ve

taşıyan davranışları uluhiyetlerine inandıkları

dostlarıyız” dediler. De ki “o halde günahlarınızdan

çeşitli ilah ve mabutlara takdim ettikleri için

ötürü size niye azap veriyor? Oysaki siz O’nun

cahiliye toplumunun kapsamına girmektedirler.

yarattığı birer beşersiniz.” (Maide 5/18)

Bunun gibi toplumlar Allah’tan ve O’nun şeriatından başka bir kaynağa dayanan düzenler ve şeriatları ikame etmektedirler. Bu düzen ve şeriatlar ister mabetlere, kahinlere, mabet bekçilerine, büyücülere, din adamlarına dayansın, isterse Allah’ın şeriatına başvurmaksızın teşri sultasına sahip “laik” ve medeni heyetlere dayansın farksızdır. Yani

Bu toplumlar ibadet kastı taşıyan davranışlarıyla, sapık ve tahrif edilmiş inanç anlayışlarından fışkıran merasim ve ayinleriyle de cahiliye sınıfına girerler. Ayrıca nizam ve şeriatlarından dolayı da bu sınıfa girerler. Bu kurumların tümü, hakimiyetin yalnız Allah’a ait olduğunu ikrar ederek otoriteyi O’nun

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

63


şeriatına dayandırmak suretiyle yalnız Allah’a

olarak bütün hayati değerlerini bu yetkisiz

kulluk esası üzerine kaim değildirler. Aksine

hakimiyete dayandırmaktadırlar.

bu kurumları ayakta tutan insanlardan bir heyettir. Bu toplumlarda yalnız Allah’a ait olan en yüce hakimiyet yetkisi heyetindir. Bunun içindir ki Yüce Allah eskiden beri onları müşrik olarak kınamıştı. Çünkü onlar hakimiyet hakkını hahamlara ve rahiplere veriyorlardı. Rahip ve

Allah hakimler/yönetenler hakkında şöyle buyuruyor: “Kim Allah’ın indirdikleri ile hükmetmezse onlar kafirlerin ta kendileridir...” (Maide 5/44)

hahamlar kendi kendilerine bir takım düzmece

Yönetilenler/mahkumlar hakkında da şöyle

kanunlar vazediyorlar. Onlar da rahipler ve

buyuruyor:

hahamlar tarafından düzülmüş kanunlarını kabul ettikleri için Yüce Allah onları müşrik olarak

“Sana indirilene ve senden öncekilere indirilene

vasıflandırıyor.

inandıklarını iddia edenleri görmedin mi? Hakem olarak tağuta başvurmak istiyorlar! Oysa

“Onlar hahamlarını ve rahiplerini Allah’tan başka

kendilerine onu inkar etmeleri emredilmişti...”

Rabbler edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de. Oysaki

(Nisa 4/60)

tek bir ilaha kulluk etmekten başka bir şeyle emrolunmamışlardı. Ondan başka ilah yoktur. O onların koştukları ortaklardan münezzehtir.” (Tevbe 9/31)

Bu konu şu ayetle son buluyor: “Hayır, Rabbine and olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem tutmadıkça sonra

Aslında onlar hahamların ve rahiplerin ilah

da verdiğin hükme karşı içlerinde bir sıkıntı, bir

olduklarına da inanmıyorlardı. İbadet kastı

burukluk hissetmez hale gelmedikçe (verdiğin

taşıyan davranışlarını da onlara takdim

hükme gönül hoşluğu ile razı olup) ve tam olarak

etmiyorlardı. Sadece hakimiyet hakkını onlara

verdiğin karara teslim olmadıkça iman etmiş

veriyorlardı. Onların koymuş olduğu yasaları

olamazlar.” (Nisa 4/65)

benimsiyorlardı. Allah’ın izin vermediği konularda Yahudi ve Hıristiyanlar bugün müşrik ve kafir olarak vasıflandırılmaya daha layıktırlar. Çünkü onlar hakimiyet hakkını haham ve rahiplerden de öte kendilerinden olan, kendileri gibi insanlara vermişlerdir. Halbuki hepsi de elittirler.

İslam kendi değer ölçüsü ile tüm bu toplumların İslamlığını ve şeriata uygunluk iddialarını reddeder. İslam bu toplumların taşıdığı çeşitli unvanlara, yaftalara ve sloganlara bakmaz. Bunların tümü bir gerçekte birleşmektedirler. Bu gerçek ise, bu toplumların hayatlarının kamil manada sadece Allah’a kul olma esasına

Son olarak da bu cahiliye toplumu çerçevesi

dayanmamasıdır. Bu yüzden bu toplumlar,

içerisine kendilerini Müslüman sanan

diğer sair toplumlar ile bir tek sıfatta

toplumlar da girer!

birleşmektedirler: “Cahiliye” sıfatında...”4

Bu toplumların cahiliye toplumu çerçevesi içine girmeleri, Allah’tan başkasının uluhiyetine

Mücadele:

inandıkları için değildir. Allah’tan başka ilahlara

“Cahiliye, hiçbir zaman soyut bir “nazariye”

tapındıkları için de değildir. Fakat bu toplumlar,

şeklinde ortaya çıkmamıştır. Hatta çoğu

hayat düzenlerinde, yalnız Allah’a kulluk esasına

dönemlerde şu veya bu ölçüde hiç bir

boyun eğmedikleri için bu çerçeveye giriyorlar.

“nazariyeye” sahip olmamıştır. O, her zaman

Bu toplumlar, her ne kadar doğrudan doğruya

harekete dönük bir toplumda temsil edilir.

Allah’tan başka birini tanrılaştırmamakta

Yine o toplumun önderliğine, düşüncelerine,

iseler de, uluhiyetin en belirgin özelliğini

değer ölçülerine, duygularına, anlayışlarına,

Allah’tan başkasına vermektedirler. Allah’tan

geleneklerine ve adetlerine boyun eğen bir

başkasının hakimiyetine boyun eğmektedirler

kitle halinde temsil edilir. Söz konusu cemiyetin

ve düzenlerini, yasalarını, değer hükümlerini, kriterlerini, adetlerini, geleneklerini ve yaklaşık

Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. “La İlahe İllallah” hayat

4

metodudur. Dünya yayınları. S. 98-104

64

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


fertleri arasında organik bir birlik görülür. Cemiyet etki-tepki ilişkileri içinde gelişen, koordinasyonlu, fertleri arasında bağlılık ve yardımlaşma ilkelerinin geçerli olduğu organik bir bütündür. Zaten gerek bilerek ve gerekse bilmeyerek bu cemiyeti, varlığını koruması için harekete sevk eden unsur da bu organik birliktir. Cahiliyet cemiyetine karşı kendi varlığını savunmak ve ne şekilde olursa olsun, varlık ve bütünlüğünü tehdit eden tehlike unsurlarını yok etmek için bu organik birliğe dayanır. Cahiliye soyut bir “nazariye” ile değil de, böylesine bir hareket mekanizmasına sahip bir cemiyet tarafından temsil edildiği için, bu cahiliyeti iptal etmek ve insanları bir kere daha Allah’a bağlamak davasının soyut bir nazariyede temsil edilmesi ne doğrudur ve ne de yararlıdır. Çünkü böyle bir tutum fiilen yürürlükte olan cahiliyeyi yok etmek için gerekli olan “daha üstün olma” prensibini bir kenara itelim, fiilen yürürlükte olan organik bir mekanizmaya sahip bulunan cahiliyeye bile denk olmayacaktır. Oysaki fiilen yürürlükte olan bir varlığı ortadan kaldırıp yerine özellik, metot, esas ve detaylar bakımından taban tabana zıt olan bir başka varlığı yürürlüğe koyabilmek için, ileri sürülecek varlığın üstün olması gerekir. Daha doğrusu bu yeni hareketin nazari ve pratik dayanakları, fertleri arasındaki bağlılık, yakınlık ve tutkunluk bakımından, fiilen yürürlükte bulunan cahiliye cemiyetinden daha güçlü, aksiyoner ve

kalacaklardır.”6 “Bu yüzden daha ilk anda İslam’ın nazari temelinin (yani akidenin) harekete dönük ve organik bir toplumda temsil edilmesi gerekir. İslam’ın ortadan kaldırmayı amaçladığı harekete dönük ve organik cahiliye toplumundan apayrı, müstakil olan bir başka harekete dönük ve organik bir cemiyet meydana getirmesi kaçınılmaz bir şarttır.”7 “Bu din, bunları (yani kullara kulluğu) ortadan kaldırmak, insanı Allah’tan başkasına kulluk etmekten kurtarmayı ilan etmek için gelmiştir. Bu yüzden alemşümul fermanına muhalif olan “pratiği” ortadan kaldırmak ve tüm yeryüzüne kendi pratiğini yaymak için beyan ve hareketle teşebbüse geçer. Allah’ın otoritesi ve şeriatına dayanmayıp kendi otoritelerini hakim kılmaya çalışan siyasi güçlere vurucu darbeler yöneltmekten kaçınmaz. Hiçbir otoritenin karışması söz konusu olmadan insanların “beyan”ı serbestçe dinlemeleri ve sonrasında siyasi, iktisadi, içtimai bir nizamın kurulabilmesi için, engel olan siyasi güçlere karşı çıkmak ve onlara karşı kuvvet kullanmak gereklidir. Bu nizam, hakim olan güçleri ortadan kaldırdıktan sonra kurulabilir. Hakim güçler ister katıksız siyasi karakterli olsun, ister ırkçılıkla karışık bir mahiyet taşısın, isterse aynı ırk arasında sınıfçı bir karakter taşısın fark etmez.

organik bir toplumda temsil edilmesi

İslam’ın amacı, insanlara inanç sistemini

şarttır.”5

zorla benimsetmek değildir. Asla! Fakat İslam

“İslam hiç bir zaman mücerret bir nazariye olarak ortaya çıkmayı kabullenmez. Dileyenin inanç olarak benimsemesi ve ibadetlerini bir alışkanlık eseri olarak yerine getirmesi, sonra bağlılarının fiilen yürürlükte olan ve hareket halinde bulunan cahiliye cemiyetinin bünyesi içerisinde bir uzuv ve bir fert olarak devam edip gitmelerine müsaade etmez. Zira onların bu şekildeki varlığı, sayıları ne kadar çok olursa olsun, İslam’a “fiili bir varlık” kazandıramaz. Çünkü cahiliye cemiyetinin bünyesi içerisine karışmış, “teorik yönden Müslüman” fertler, bu toplumun isteklerine uymaya kesinlikle mecbur

insanları kula kulluktan kurtaran alemşümul bir hürriyet fermanıdır. O her şeyden önce insanın insana tahakkümü esasına dayanan, insanın insana tapındığı düzenleri ve hükümetleri ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Artık bundan sonra fertler bilfiil hürdürler. Siyasi baskıyı ortadan kaldırdıktan, akıl ve ruhlarını aydınlatıcı beyan nuruyla aydınlığa kavuşturduktan sonra kendi iradeleriyle diledikleri inancı benimseyebilirler. Hürdürler. Fakat bu hürriyetin manası, insanların kendi heva ve heveslerini ilah edinmeleri veya kendi Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Müslüman cemiyetin

6

doğuşu ve özellikleri. Dünya yayınları. S. 55-56 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Müslüman cemiyetin

5

doğuşu ve özellikleri. Dünya yayınları. S. 54-55

Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Müslüman cemiyetin

7

doğuşu ve özellikleri. Dünya yayınları. S. 56

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

65


istekleriyle kullara kul olmaları yahut Allah’tan

mecburiyetindedir. Müslüman bir ümmet ancak

başka birbirlerini rab edinmeleri demek değildir.

bu metotla meydana getirilebilir.”11 “Bu metot

Yeryüzünde insanları egemenliği altında

belirli bir merhalenin, belirli bir ortamın ve

bulunduran nizamın tek kaidesi, bir tek Allah’a

ilk Müslüman cemaatin neşet etmesine has

kul olmaktır. Bu da sırf O’nun şeriatını nizam

belirli şartların metodu değildir. Bu öyle bir

olarak seçmekle olur. Bundan sonra her fert –bu

metottur ki, ne zaman olursa olsun o olmadan

alemşümul nizamın gölgesinde- dilediği inancı

bu din binası asla yükselemez.”12 “İslam’da

seçsin!”8

“metot” “realiteye” eşittir. Aralarında hiç bir

“Bu yüzden İslami hareket, pratik hayatın tümünü onlara denk olan tedbirlerle karşılar. İnanç ve düşünceleri düzeltmek için “davet” ve “beyan” prensipleriyle karşı koyar. “Kuvvet” ve “cihad” tedbirleri ile de cahiliyeyi ayakta tutan kurum ve otoritelere karşı koyar. ... İslam öyle bir

ayrılık yoktur. Hiç bir yabancı metot sonuçta İslam’ı gerçekleştiremez. Yabancı metotlar beşeri düzenlerini gerçekleştirebilirler. Fakat bizim nizamımızı gerçekleştiremezler. Akide ve nizam tutkunluğu gibi her türlü İslami harekette metodun tutkunluğu da zaruridir.”13

harekettir ki, maddi otoritelerin karşısında

Kur’an Metodunun özellikleri

beyan ile yetinmediği gibi, ferdi vicdanlara

1- Mücadelenin başlangıcı (ilk yapılması

karşı da maddi baskıyı seferber etmez, kuvvet kullanmaz. Kuvvet de anlatmak ve beyan gibi bu dinin takip ettiği bir metottur.”9

gerekenler): “(Vahyin ilk indiği dönemde) İslam’a giren kişi, giriş kapısının eşiğinde cahiliye dönemindeki

Mücadelenin yöntemi:

her şeyi sıyırıp atıyordu. İslam’a girdiği

“Allah’u Teala buyuruyor ki:

büsbütün ayrı olan yeni bir devrin başladığını

anda, cahiliye devrinde yaşadığı hayattan hissediyordu. Cahiliye dönemindeki bütün

“Kur’an’ı insanlara ağır ağır okuman için onu

alışkanlıklarının karşısında kuşkulu, çekingen,

bölüm bölüm indirdik, onu azar azar indirdik.”

şikayetçi bir tavırla durur ve onların “İslam’la

(İsra 17/109)

bağdaşmayan pislikler” olduğunu hissederdi.”14

Hem “bölüm bölüm” indirmek kastolunmuş, hem de “ağır ağır” indirmek. Böylece nazariye şeklinde değil, bilakis “canlı bir teşekkül” şeklinde ortaya çıkan akide binasının kurulması tamamlanmak istenmiştir.

“O neslin Müslüman’ı içinde bulunduğu cahiliye ortamından, onun örfünden, düşüncelerinden, adet ve ilişkilerinden sıyrılmıştı. Bu sıyrılış şirk akidesinden tevhid akidesine, cahiliye düşüncesinden İslam düşüncesine doğru bir

Bu dinin bağlıları iyi bilmelidirler ki, bu din aslında nasıl Rabbani bir din ise, onun hareket metodu da tamamen Rabbani ve esas tabiatına uygundur. Ve şurası bir gerçektir ki bu dinin hakikatini, hareket metodundan ayırmak mümkün değildir.”10 “Ve ne zaman olursa olsun Allah’u Teala’nın ilk defa Müslüman bir ümmeti ortaya çıkardığı şekilde yeniden Müslüman bir ümmeti vücuda getirmek isteyen her hareket de aynı o metodu takip etmek Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Allah yolunda cihad.

8

sıyrılıştı. Bu sıyrılış yeni bir yönetim altındaki yeni bir İslam cemiyetine katılmaktan doğuyordu. Bu cemiyet ve yönetimin sağladığı yetki, görev ve bağlılıklardan ileri geliyordu. Bu nokta, yolların ayrılış noktası, yeni bir yolda ilerlemenin başlangıcı idi. Cahiliye cemiyetinin yürürlükte tuttuğu her türlü geleneklerin, düşüncelerin ve hakim olan değer ölçülerinin Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun

11

tabiatı. Dünya yayınları. S. 46 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun

12

tabiatı. Dünya yayınları. S. 47-48

Dünya yayınları. S. 72-73 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Allah yolunda cihad.

9

Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun

13

tabiatı. Dünya yayınları. S. 451

Dünya yayınları. S. 66 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun

10

tabiatı. Dünya yayınları. S. 47

66

Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Eşsiz bir Kur’an nesli.

14

Dünya yayınları. S. 20

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


baskılarından sıyrılmasını sağladığı hafiflik içinde

nizam kurma görevini omuzlarına yükleninceye

adım atılan engin bir yürüyüştü.

kadar, bu temel davayı aşıp bu davanın üzerine

Biz de bugün bir cahiliye içindeyiz. Tıpkı İslam’ın ilk geldiği günlerdeki cahiliye gibi. Hatta daha da

kaim olduğu hayat nizamı ile ilgili bilgilere girişmemiştir.”19

kötü. Çevremizdeki her şey cahiliye damgasını

“İmam İbn-ül Kayyim El-Cezvi, İslam’da

taşıyor. İnsanların düşünceleri ve inançları,

cihad konusunu “Zad-ül Mead” isimli eserinin

alışkanlık ve gelenekleri, kültür kaynakları sanat

“Resulullah’ın peygamber olarak gönderilişinden

ve edebiyatları, yasa ve nizamları... Hatta İslam

Allah’a kavuştuğu ana kadar kafirleri ve

kültürü, İslam kaynağı, İslam düşüncesi, İslam

münafıkları hidayete çağırışının safhaları”

felsefesi olarak saydığımız şeylerin pek çoğu da

başlığını taşıyan bölümünde şöyle özetler:

bu cahiliyenin ürünüdür.”15 “Allah’u Teala’nın ona ilk vahyettiği ayet “Yaratan

“Yolumuzdaki ilk adımlarımız, bu cahiliye

Rabbinin adıyla oku!” şeklindedir. Bu emir

cemiyetinin ve onun değer yargılarının,

peygamberliğinin başlangıcıdır. Allah ona kendi

düşünce sisteminin dışına çıkmamızdır. Yolun

kendine okumayı emrediyordu. Henüz ona tebliğ

yarısında onunla karşılaşmamak için değer

etmeyi emretmemişti. Sonra ona “Ey örtülere

ölçülerimizden, düşünce sistemimizden, az veya

bürünen, kalk ve korkut!” ayetini inzal buyurdu.

çok sapmamamızdır. Hayır! Biz ve onlar, yolların

“Oku” fermanıyla başlayan vahyi ilahi “korkut”

ayrılış noktasında bulunuyoruz. Bir adım bile

fermanıyla etrafa yayılmaya başladı. Daha sonra

onları takip edersek, şüphesiz metodumuzun

aşireti içindeki yakın akrabalarını korkutmasını

tümünü ve yolumuzu kaybederiz.”16

emretti. Arkasından kabilesini korkutmasını. Daha sonra komşu kabileleri, bir müddet sonra

2- Mücadelenin merhaleleri:

tüm Arapları ve sonunda da tüm insanları korkuttu (inzar etti). ...”

“(Bu din uğrunda ortaya konacak mücadele merhalelerden oluşur.) Her merhalenin gereklerini ve pratik ihtiyaçlarını karşılayıcı bir takım araçları vardır. Her merhaleyi bir sonraki merhale takip eder.”17 “Kur’an’ı Kerim, tam on üç yıl boyunca Mekke’de, Resulullah’a inmeye devam ederek tek bir davadan bahsetti. Değişmeyen tek bir davadan... ... Mekke dönemi boyunca bu dinin başlıca davası, en büyük davası, temel davası olan “akide” ile ilgilendi. Uluhiyet ve ubudiyette beliren ve ikisi arasındaki ilişkileri düzenleyen, başlı başına bir kaide olan itikad davasını hallediyordu.”18 “Yüce Allah bu hususun yeteri kadar açıklanmış olduğunu bilinceye, insanoğulları arasından seçilmiş bir kitlenin gönlünden bu dava tam bir şekilde mükemmelce kökleşip ve bu dine örnek teşkil eden pratik bir

İslam’da cihadın merhalelerini anlatan bu güzel özetten, bu dinin hareket metodunun asli ve derin özellikleri ortaya çıkar.”20 “Bu metot –görünen biçimi ve insan aklının sınırlı idraki itibariyle- Arapların kalbine girmek için gerekli yolların en kolayı değildi. ... Onlar “La İlahe İllallah” cümlesinin, uluhiyetin en önemli özelliğini gasp eden yeryüzü kaynaklı sultalara karşı bir başkaldırma olduğunu, Allah’ın izni olmaksızın kendilerince uydurdukları yasalara göre hükmeden otoritelere karşı çıkmak demek olduğunu biliyorlardı. ... İşte bu yüzden bu daveti –ya da bu inkılap hareketini- o derece şiddetli bir şekilde karşıladılar. Herkesin bildiği o savaşlarla karşı koymak istediler.”21 Hz. Muhammed, intikam duygularının yiyip bitirdiği, çatışma ve münakaşaların parçalayıp

Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Eşsiz bir Kur’an nesli.

15

yok ettiği Arap kabilelerini bir araya getirmeyi

Dünya yayınları. S. 21 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Eşsiz bir Kur’an nesli.

16

Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun

19

Dünya yayınları. S. 23 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Allah yolunda cihad.

17

tabiatı. Dünya yayınları. S. 26 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Allah yolunda cihad.

20

Dünya yayınları. S. 66 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun

18

tabiatı. Dünya yayınları. S. 25

Dünya yayınları. S. 63-65 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun

21

tabiatı. Dünya yayınları. S. 27-28

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

67


amaçlayan bir Arap kavmiyetçiliği şuuru

“Ahlak ancak, ölçüler koyan ve değerler

uyandırabilirdi. Sömürgeci imparatorluklar

sistemini yerleştiren bir akide temeli üzerinde

tarafından gasp edilmiş topraklarını kurtarmak

kaim olabilir (ayakta durabilir). Ayrıca söz

için davasına kavmiyetçi bir yön verebilirdi.”22

konusu ölçü ve değerler sistemini ayakta tutan

“Fakat Alim ve Hakim olan Allah’u Teala,

siyasi egemenlik ile bu siyasi egemenliğin sahip

Resulünü böyle bir yöne yöneltmedi. O’nu

olduğu, herkese kabul ettirdiği ceza-mükafat

“La İlahe İllallah”’ı açıklamaya, böylece hem

yetkisi de inançsız var olamaz. Buna göre inanç

kendisini hem de çağrısına icabet eden azınlığı

sistemi yerleştirip ona dayalı siyasi bir hakimiyet

bunca sıkıntılara katlanmaya yöneltti.”

kurmadıkça, söz konusu değerler sisteminin

23

“Yeryüzünü Bizanslı veya Persli tağutun elinden

tümü ve bu değerlere dayanan ahlak; kuralsız,

kurtarıp Arap toplumunun eline vermek çıkar yol

otoritesiz, mükafat ve ceza biçme yetkisi

değildir. Tağut her yerde tağuttur.”24

olmayan dağınık bir şey olurdu.”28

“Resulullah bu dinle gönderildiği zaman, Arap

3- Mücadele esnasında toplumların

toplumu adalet ve servet dağılımı bakımından

problemleri ve ihtiyaçlarına yaklaşım:

bir toplumun düşebileceği en kötü durumda idi. ... Hz. Muhammed içtimai bir bayrak dalgalandırarak, yüksek tabakaya karşı savaş açabilirdi. Ve gayesini; durumun düzeltilmesi, zenginlerin ellerinde bulunan malların alınıp, fakirlere verilmesine kadar ilerletebilirdi.”25 “Alanın da verenin de Allah’ın koyduğu bir nizamı yerine getirme fikriyle hareket etmesi, Allah’a itaat etmeyi ve böylece dünya ve ahirette iyiliğe ulaşmayı umması gerekir. Ancak böyle olursa, gönüller hırsla yarılıp kavrulmaz; kalpler kinle dolup taşmaz; Bütün işler kılıç ve kırbaç altında, korku ve dehşet içinde yürümez; kalpler fesat bulmaz, ruhlar bozukluk hissetmez. Ve “La İlahe İllallah” esasından başka esaslar üzerine kurulan düzenlerde olduğu gibi korkunç

“İslam toplumu fiilen ortaya çıkınca, tabiatı itibariyle onun bir takım nizam ve hükümlere ihtiyacı olur. İşte o zaman bu din hüküm ve nizamlar koymaya başlar.”29 “Bu din, farazi çözümler getirmek için varsayıma dayalı problemler ortaya sürmez... Bugün İslam’dan bir takım nazariye ve kalıplara göre nizam koymasını, hayata hükmeden kanunlar ortaya atmasını isteyenlere gelince... Yeryüzünde sadece Allah’ın şeriatı ile hükmedecek, ondan başka bütün şeriat taslaklarını reddedecek ve elindeki kuvvetle inandığı nizamı kabul ettirip uygulayacak, bilfiil gerçekleştirecek bir cemiyet bulunmazken... İslam’ın böyle olmasını isteyenler, bu dinin tabiatını, hayata nasıl hakim

sonlar meydana gelmez.”26

olduğunu, Allah’ın istediği şekliyle hayata nasıl

“Denilebilir ki, Hz. Muhammed davasını, ahlakı

demektir.”30

düzeltecek, toplumu temizleyecek, vicdanları arıtacak bir ıslahat (Reform) çağrısı olarak açıklayabilirdi. ... O takdirde bu pisliklerden rahatsızlık duyan, ıslah ve arıtma çağrılarına icabet etmekten iftihar ve vicdan rahatlığı bulan temiz insanların desteğini yanında bulurdu.”27

intibak ettiğini bilmiyorlar ve anlamıyorlar

“Ben, içine düştükleri bu çıkmazın başlangıç noktasını biliyorum. Bu çıkmazın başlangıç noktası, içinde yaşadığımız cahiliye toplumunu Müslüman toplum sanmalarıdır. İslâm düzeninin ve fıkhi

Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun

kurallarının, bugünkü organik yapısı ile sahip

tabiatı. Dünya yayınları. S. 28

olduğu ahlâk ve değer yargıları ile bu cahiliye

Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun

toplumunda uygulanabileceğini sanmalarıdır!”31

22

23

tabiatı. Dünya yayınları. S. 29 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun

24

tabiatı. Dünya yayınları. S. 29

Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun

28

tabiatı. Dünya yayınları. S. 34

Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun

25

tabiatı. Dünya yayınları. S. 30

Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun

29

tabiatı. Dünya yayınları. S. 39

Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun

26

tabiatı. Dünya yayınları. S. 31

Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun

30

tabiatı. Dünya yayınları. S. 39-40

Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun

27

tabiatı. Dünya yayınları. S. 33

68

Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55

31

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


“(İslam) toplum(u) meydana gelmeden önce

boyutunu ve şeklini belirleyemeyiz. Bu yüzden

fıkıh ve yönetim biçimi ile ilgili hükümler

bu ihtiyaçlara göre kurallar da koyamayız. Aynı

alanında çalışma yapmak, havaya tohum

şekilde bu dinin elimizde bulunan hükümleri

serpmek gibi insanın kendini aldatmasıdır.

cahiliye toplumlarının ihtiyaçlarına uymazlar,

Tohum havada yeşermediği gibi, İslâm fıkhı da

onlara cevap verecek nitelikte değildirler.

boşlukta gelişmez.”32

Çünkü bu din daha baştan bu toplumların

“İslâm düzeni kurallarının, devlet yapısının ve fıkhi hükümlerinin uygulanması için çözüm yollarını araştıran yazarları en başta yanılgıya düşüren şey, yüksek danışmanlar kurulu (ehl’i hal ve’l akd) üyelerinin ya da şura ehlinin; kendilerini aday göstermeden, propaganda yapmadan seçilme yöntemleridir. İnsanların

varlığını meşru saymıyor, onların varlıklarını sürdürmelerinden hoşnut değildir. Bu yüzden cahiliye toplumu oluşundan kaynaklanan ihtiyaçlarını tanımak zorunlu değildir. Bunlara cevap vermek gereğini de duymaz.”34

birbirini tanımadığı, yeterlilik, dürüstlük ve

Sonuç

güvenirlilik terazisi ile ölçme imkânına sahip

“Çevremizi kuşatan cahiliye, bazı ihlaslı İslam

bulunmadığı içinde yaşadığımız bu toplumda nasıl olacak bu durum? Yine devlet başkanının seçilme yöntemi de onları şaşırtmaktadır. Devlet başkanını bütün halk mı seçecek, yoksa yüksek danışmanlar kurulu mu aday gösterecek? Yüksek danışmanlar kurulunu -kendi propagandalarını yapmayacakları ve kendilerini aday göstermeyecekleri için- Devlet başkanı seçeceğine göre, bu adamlar nasıl tekrar dönüp devlet başkanını seçecekler? Bu durum değerlendirme yaparken etkisini göstermeyecek midir? Bunlar dönüp imamı seçeceklerine, birini aday göstereceklerine göre, en büyük sorumluluk sahibi devlet başkanı üzerinde etkinlikleri olmayacak mı? Bu durum devlet başkanını kendisine taraf olanları seçmeye, bu seçimi yaparken öncelikle bunu göz önünde bulundurmaya zorlamayacak mı? ... Faize dayalı banka işlemleri, faize göre belirlenen kuralları ile sigorta şirketleri... Nüfus planlaması ve daha bilmem neler?.. Araştırmacılar bu ve benzeri “problemlerle” uğraşıp durmaktadırlar, bu “problemler”e ilişkin karşılaştıkları fetva istemlerine cevap yetiştirmeye çalışmaktadırlar.” 33 “Günü gelince -cahiliye karşısında oluşumunu gerçekleştirdikten, hayat içinde harekete geçtikten sonra- bu özel toplum; bankalara,

davetçilerinin sinirleri üzerine baskı yaparak onları İslam metoduna göre hızlı adımlarla ilerlemeye zorladığı gibi, zaman zaman da onları sıkıştırmaya yönelerek kendilerine şöyle sorular sormaktadır: “Davet ettiğiniz nizamın detayları nerede? Onu tatbik için yeni usullere uygun ne gibi incelemeler, araştırmalar ve uygulamaya hazır hukuk tasarıları hazırladınız?” Sanki günümüzde İslam şeriatını uygulamak için insanların yegane eksiği fıkhi araştırmalar ve İslam fıkhi ile ilgili hükümlermiş gibi... Sanki insanlar Allah’ın hakimiyetine teslim olmuş, onun şeriatı uyarınca yönetilmeye razıdır da, sadece müçtehitler tarafından yeni usullerle düzenlenmiş hukuk tasarılarını bulamıyorlar... Bu durum, şu dine hürmet duyan her kalp sahibi insanın gülüp geçmesi gereken ciddiyetten yoksun bir maskaralıktır. ... Söz konusu zorlama manevrasını açığa çıkararak aşmak, Allah’ın şeriatından başka her türlü şeriatı reddetmek, Allah’ın şeriatına boyun eğdiğini ilan etmemiş olan bir toplumda sözde “İslam fıkhını modernleştirme” adı altında kalkışılan gülünç maskaralığa karşı direnmek, İslam davetçilerinin görevlerindendir. Batıl çalışmadan, havaya tohum saçmakla oyalanmaktan vazgeçmek, bu kirli oyunu reddetmek, onların vazifelerindendir.”35

sigorta şirketlerine, nüfus planlamasına ihtiyaç

- BİTTİ -

duyabilir de duymayabilir de... Çünkü biz daha şimdiden bu toplumun ihtiyacının aslını,

Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55

34

Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55

32

Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55

33

Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Kur’an metodunun

35

tabiatı. Dünya yayınları. S. 50-51

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

69


DOSYA: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak Devrim

“Devrimci Siyasal İslam” Düşüncesinin Bugün Karşı Karşıya bulunduğu Sorunlar Antony Black “Siyasal İslam Düşüncesi Tarihi Peygamberden Bugüne, Dost Yayınevi, Nisan 2010, 468-473” kitabından alıntılanmıştır.

Günümüzde çoğu Batılı için

başka tek tanrılı dine inanıyorlarsa meşru

ana sorunlar İslamiyet’in

insanlar olurlar. Eğer İslamiyet’in önceliğinin

liberal demokrasi ve

yerine Hıristiyanlığın önceliğini koyarsanız, bir-

uluslararası düzenle

iki yüzyıl öncesine kadar aynı şey Hıristiyan

arasındaki ilişkilerdir.

Batı’da yaşayanlar için de geçerliydi. Başlangıç

Birçok Müslüman Şeriatın

olarak bu, yurttaşlık algılamasını temelden

belli emirleri ile adaletin

değiştirmektedir.

uygulanmasını daha önemli sorunlar olarak görebilir. Birçok Hıristiyan ve Marksist de, Şeriatın yerine İncil’in özel emirlerini veya toplumsal ve ekonomik hakları koyarak benzer

için en önemli şey, insanın kendisinin ve mümkün olduğu kadarıyla başkalarının da Tanrı’nın yasasına uymasıdır. Bunun nasıl

bir görüşü benimseyebilir.

başarıldığı ikincil derecede önemlidir. Bu

Birçok İslami düşünür, kökten dinci ve

çıkarmaktadır. Ne kadar önemli olurlarsa

modernist, halk egemenliği ile hukukun

olsunlar, insan haklarının, özgürlüklerin, hukuk

üstünlüğü ilkelerini savunmaktadır, ama çok

düzeninin ve demokratik süreçlerin ikincil

genel terimlerle. Çoğunlukla bu terimlerle tam

derecede önemi vardır anlamına gelmektedir.

olarak ne demek istedikleri ve bunların nasıl

Demokratik süreçler söz konusu olduğunda,

uygulanmasını istedikleri pek belirgin değildir.

aynı şeyler iki yüzyıl öncesine kadar Hıristiyan

Zaten meselenin önemli kısmı da budur.

Batı’da yasayanlar için de söylenebilirdi (insan,

çok farklı bir siyasi öncelikler dizisi ortaya

Bu genel gözlemlerin ardında basit ama temel bir gerçek yatmaktadır: Müslümanların Müslüman olarak Batılı liberallerden farklı bir başlangıç noktası vardır. Temelde Müslümanlar hümanist değildir. Yani, en radikal bir şekilde liberal ve Batılı olan Müslümanlar hariç, bütün Müslümanlar için insanlar ancak Müslüman iseler veya tanrısal bir ahlak yasası olan bir

70

İkinci olarak, bir Müslüman olarak bir Müslüman

Hıristiyan Batı tam anlamıyla Hıristiyan Batı olmaktan çıktığından beri demek istiyor). Ancak Batı toplumunda (her ne kadar pratikte, özellikle yabancılar söz konusu olduğunda çoğunlukla ihmal edilseler bile), insan hakları özgürlükler ve hukukun üstünlüğü temel ve değiştirilemez ilkeler olmuşlardır. Ben bunun Hıristiyanlıktan değil de, yüzyıllardır Batı kültürüne nüfuz eden klasik Stoacılıktan ve benzer felsefelerden

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


kaynaklandığını düşünüyorum.

aynı zamanda hisbaya dayandırarak siyasi

Bunlar bir üçüncü nokta ile birlikte görülmelidir.

katılımı bir hak ve görev olarak kabul etmiştir.3

Bu da, siyasal İslam düşüncesi tarihi ile ilgilenen

Bunu yukarıda söylenenlerin bağlamına

herkesin gördüğü, sadece Şeriat tarafından

yerleştirecek olursak, bazı diktatörlük biçimleri,

kısıtlanan ırsi monarşik yönetim geleneğidir.

(günümüzde çoğu kişinin bu değerleri eksik

İslam dünyasında başka yönetim biçimleri ve

bulmasına ve onaylamamasına rağmen)

uygulamaları, İslam dünyası Batı’nın etkisi

İslamiyet’in temel değerlerine (Allah’a,

altına girdiğinden beri ve (insan sözü şöyle

Muhammed’in peygamberliğine ve Şeriata

bitirmek zorunda hissediyor) bu etkinin altına

inanmak) karşı gelmedikleri sürece, siyasal

girdiği için, gündeme gelmiştir. (Tabii, bugün

İslam kültüründeki egemen değerler tarafından

benzer şeyler Avrupalı olmayan diğer siyasi

dışlanmamaktadır. Bu noktada, ana siyaset

kültürler için de söylenebilir.) Bunun anlamı

kültüründen çok farklı olarak, özellikle kökten

şudur: İster ırsi monarşi, ister (bazı ilkeler

dincilerin şura ile birlikte, liderlik kavramını da

veya ortak çıkar adına tek bir kişinin yönetimi

vurguladıklarını kaydetmeliyiz. Sürekli olarak

anlamında) “diktatörlük” biçiminde olsun, tek

kendi kişisel özellikleri yoluyla yönetecek

adam yönetimine doğru bir eğilim rastlantısal

“karizmatik bir başkan” aranmaktadır.

değildir; tersine, İslam dünyasının tamamında

“Genelde parti ne kadar radikalse, başkan da

olmasa bile, birçok ülkesinin siyasi kültürüne

o kadar merkezidir.” Böyle bir kişi hem dini,

kazınmıştır (ancak İran ve Türkiye artık

hem de siyasi lider olur (Roy 1994: 43-4).

istisnadırlar). Bir başka deyişle, bu tür rejimler

Bu, İslam kültüründeki bir başka monarşik

meşru kabul edilmektedirler, çünkü vardırlar,

öğeden, (Muhammed gibi ama daha düşük

bir şekilde “kanun ve düzen” sağlamaktadırlar

bir statüde olan) bazı bireylerin zaman zaman

ve İslam adaletinin (Şeriat) uygulanmasını

Tanrı tarafından topluma liderlik etmek için

teşvik etmekte veya onaylamaktadırlar. Son

esinlendirildiği veya seçildiği inancından

zamanlardaki Amerikan propagandası ışığında

kaynaklanmaktadır. Bu tür insanlar halkın

şaşırtıcı görünse de, bence bu konudaki tek

oylarıyla seçilmezler; onlar, dindarlık, erdem,

ciddi istisna İran’dır.

kişisel duruş ve benzeri dini kriterlere göre

Bunları söyledikten sonra şu gözlemleri de

tanınırlar.

yapalım. Birincisi, genel olarak Müslümanlar

Kökten dinciler çok açık bir biçimde Allah’ın

arasında, yöneticiler de dahil olmak üzere,

hâkimiyeti (mutlak hükümranlık) kavramı ile

herkes hukukun üstünlüğüne uymak zorundadır;

halkın egemenliği ve seçilmiş temsilcilerin

sadece bu Şeriata bağlılık anlamına gelebilir.

otoritesi kavramlarını zayıflatmaktadırlar (Ayubi

Genellikle bir yöneticinin seçilmesi gerektiği

1991: 66). Yine kuramsal olarak bütün tek

var sayılır veya eğer seçilmemişse, halk

tanrıcılar buna katılacaklardır. Ancak Müslüman

tarafından destekleniyor olmalıdır. Nüfusun

kökten dinciler tanrının hâkimiyeti kuramını

çoğunluğunun Müslüman olduğu çoğu ülkede

özel bir şekilde kullanmaktadırlar. İlk olarak,

seçilmiş bir temsilciler meclisi vardır. Bu

kökten dinciler temsilcilerin yeterince ehliyetli

yönetim İslami normlar olan şura ve icma

olmaları gerektiğini, yani, dini bakımdan bazı

yoluyla meşrulaştırılabilmektedir. İslamiyet

güzel ahlaki ve entelektüel özelliklere sahip

adına demokrasiye karşı çıkacak insan çok

olmaları gerektiğini vurgulamaktadırlar.4 Benzeri

1

olmayacaktır (ancak bkz. Enayat 1982: 1378). Örneğin, “şura süreci uygulanmadan toplum tarafından ve toplum adına siyasi güç

1982), s. 260. Bruno Etienne, Uîsîamisme radicale (Paris: Hachette, 1987), s. 355, 358. Azzam. (yay. haz.), s. 260; Etienne, s. 359. İslamiyet

3

kullanılamaz ve yasal değildir. Hiç kimse kişisel

ve demokrasi için bkz. Gud- run Kraemer, “Islamist

yönetim yetkisine sahip değildir” (Avrupa İslam

Notions ot Democracy”, içinde yer aldığı derleme Benin

Konseyi 1980 ve 1981).2 Avrupa İslam Konseyi

ve S terk (yay. haz.) (1997: 71-82); Fazlur Rahman, “The Principle of Shura and the Role of the Umma in islam”, American Journal of hlamic Studies 1 (1984), s.

Enayat (1982: 131); Ahmed (1987: 151).

1

1-9; Enayat (1982: 129- 38); Gardet (1981: 331-43).

Salem Azzam (yay. haz.)» Islam and Contemporary

2

Society (Londra: Longman,

Bkz, Rashid Rıza, Gardet’te (1981: 128-31); Enayat

4

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

71


bir düşünce John Stuart Mill ile T. S. Eliot’da da

mi, yoksa başka bir şey mi olduğu o kadar

vardır.5 Pratikte bu kolayca, İran’da olduğu gibi,

önemli değildir.” Ona göre, “devletin iyiliği

seçilmiş yönetimlerin kendi kendilerini atayan

kurumlarına değil, ilkelerine bağlıdır” (Moussalli

dini seçkinlerin egemenliğine girmesine yol

1992: 162-3). Kökten dinciler ise, “teknik

açabilmektedir.

konularda boş tartışmalar saydıkları için”,

İkinci olarak, Şeriatın tanrısal bir yasa olduğu gerekçesiyle parlamentonun yasama alanı kısıtlanır (örneğin Mevdudi, El 6: 873b). Örneğin Turabi, “İslami yönetim düzeninin kesinlikle bir temsili demokrasi biçimi” olduğuna inanmaktadır; ancak bu ifadeyi çok ilginç bir şekilde sulandırır: “İslami bir yönetim tam olarak halkın, halk tarafından seçilmiş doğrudan yönetimi değil, Şeriat yönetimidir.” Ancak (şöyle devam eder), “Bir anlamda bu halkın yönetimidir; çünkü Şeriat insanların inançlarını, dolayısıyla da iradelerini temsil eder.

anayasaların ayrıntılarına günlük siyasetin konusu olan yönetim süreçlerine aldırış etmeme eğilimindedirler. Choueiri, “somut siyaseti tartışmaya duyulan bu nefretin çağdaş İslam köktenciliğinin alameti” olduğunu söyler. “Kutub’un bu konuya olumsuz yaklaşmasının oynadığı rol kuşkusuz en belirleyici etmen olmuş tur” (s. 154). V S. Naipaul bunu, 1979 devriminden hemen sonra, beklentilerin en yüksek ve kökten dinci projenin de doruk noktasında olduğu zamanda, İslam dünyasındaki kişilerle yaptığı, söyleşilerde saptar:

Bir temsilciler organının bu şekilde kısıtlanması

Yirminci yüzyılın sonlarındaki İslamiyet’in

toplumun dini iradesinin üstünlüğünün bir

siyasi konuları gündeme getirdiği

garantisidir” [Esposito (yay. haz.) 1983: 244].

görülmektedir. Ancak, İslamiyet’in

Bu oldukça tipik bir ifadedir. Bunun demokratik

kaynağındaki kusur, bütün İslam tarihi

seçimlerin gerçek otoritesinin ortadan

boyunca var olan kusur, bu yeni İslamiyet’te

kaldırılmasına yol açtığı açıktır. Bu görüş Batı’nın

de vardır: İslamiyet gündeme getirdiği siyasi

demokrasi fikrini Rousseauvari bir şekilde

konulara hiçbir siyasi veya pratik çözüm

yorumlayarak İslami idealle birleştirmektedir.

sunmamıştır. Sadece imanı öne sürmüştür.

Doğal olarak sorulacak soru şudur: Şeriat nasıl ve kim tarafından yorumlanmalıdır? “Toplumun dini iradesinin” ne olduğunu nasıl bileceğiz? Bu soru karakteristik bir biçimde cevapsız bırakılmıştır. Bir Hıristiyan’ın da benzer görüşleri olabilir; ancak Hıristiyan, en azından siyasal bağlamda dini doğruluk kavramının yorumunu büyük bir olasılıkla seçmene bırakır. Ancak, kürtaj gibi bir konu bazı ülkelerde istisna oluşturmaktadır.

Sadece her şeyi çözümleyecek -ancak artık olmayan- Peygamberi öne sürmüştür. Bu siyasi İslam öfkeydi, anarşiydi.6 Aynı şekilde Ayubi de şöyle demektedir: “İnsan Müslüman Kardeşlerin veya İran ruhban sınıfının manifestolarında İslami devletin veya İslami ekonominin neye benzemesi gerektiğinin ayrıntılı bir tarifini arayabilir, ancak bu arayış boşuna olacaktır” (s, 42). Bunun nedeni kısmen asıl önemli olan şeyin, ahlaki ilkeler ile

Son olarak anayasal konularda, bir bütün olarak hem modernist, hem de kökten dinci siyasal İslam düşüncesinde ayrıntı son derece azdır. Müslüman Kardeşler “ayrıntıları zamana, yere ve insanların ihtiyaçlarına” bırakacaklarını söylüyorlardı (Mitchell 1969: 245). Kutub’a göre, “İslami ilkeler üzerine kurulu bir yönetimin

yönetimdekilerin erdemi olduğu ve bunların sağlanması halinde her şeyin yoluna gireceğine inanılmasıdır (bkz. Roy 1994: ix, 45, 62). Bunun sonucunda, insanlar halkın egemenliği ve hukuk düzeni hakkında konuştuklarında, bunun ciddi bir öneri mi yoksa retorik bir araç mı olduğu konusu her zaman açık olmamaktadır.

biçimi çok önemli değildir. Kuramsal olarak İslam devletinin yönetim biçiminin cumhuriyet (1982: 136); ve El 3: 1070b’de The Müslim Brethren. J. S. Mill, Representative Government, 7. bölüm; T. S.

5

Eliot, The Idea of a Christian Society (Londra: Faber & Faber, 1939).

72

6

Among the Believers (Londra; Penguin, 1981), s. 89, 331.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Araştırma - İnceleme Akıl Savunması - 4

Kur’an’ın Işığında Akletmeye Engel Hususlar

Hamdi Tayfur

Bir önceki yazımızda, Kur’an’da insanın dış dünyasındaki tüm davranışlarına yön veren iç dünyasının ‘kalp’ kelimesi ile ifade edildiğini ve kalbin farklı tesirlere açık bir savaş arenası gibi olduğunu söylemiştik. Bu arena, yani kalp, insanın iç dünyasına ait müspet tesirlerin altında kalabildiği gibi, menfi tesirlerin altında da kalabilir. Bu nedenle insan öncelikle kalbini olumsuz tesirlerden kurtarıp akletmeye başlayarak sorumluluklarının bilincine varır, iman eder, takva üzeri hidayete yönelerek gayet makul bir istikamette yürüyebilir. Tersi durumda ise kalben hevasının tesirine girerek eğrilip kayabilir, inkarı tercih edebilir ve günah üzerine kurulu bir istikamete yönelebilir. Bu nedenle insanın dış dünyası itibariyle biçimlendirilmesi, kalbe yapılacak tesirle

görmede yetersiz kalınması, zanları ve tahminleri asli deliller gibi görme, aymazlık; hevanın tesirinden kurtulamama; günahkarlık, sefahat, ihtiras, nankörlük, küfür, şirk, zulüm ve dünyeviliğin tesiri altında kalma; cehalet; gelenek ve atalar dininin etkisinde hareket etme; taklit; kin, buğz, kıskançlık, düşmanlık, asabiyet gibi duyguların tesirinden kurtulamama gibi hususlardır. Aynı şekilde galat-ı meşhur haline gelmiş mantık yanlışlıkları; gelenekten, eğitimden, aile ve toplumdan miras alınan zihinsel kotlar veya zihniyet; sürü psikolojisi, cemaatçilik, kültler, yüceltilmiş lidercilik, fanatizm gibi toplumsal etkileşim veya eğitimle kazanılarak ortaya çıkan akletmeyi engelleyici hususlar da örneklerle ortaya koyacağımız meseleler olacaktır.

mümkündür. Kalbe yapılan bu tesirlerin menfi olanları akletmeye engel hususları oluştururlar. Çünkü akleden ve kendisine tesir eden menfilikleri ayırt edip bunların tesirinden kurtulan bir insanın yolu aydınlık ve istikameti düzgün olur. Bu yüzden çok net olarak diyebiliriz ki, akletmek aynı zamanda akletmeye engel hususların farkında olmak ve bunları ayırt etmeyi ve bunlardan uzak durmayı bilmektir.

1-Fiziki Engeller: Allah insanoğlunu, doğru ile yanlışı birbirinden ayırt edebilecek bir özellikte yaratmıştır. Yani insanlar akıl sahibi oldukları için, emaneti yüklenmişler, sorumluluk sahibi olmuşlar ve yaptıklarından hesaba çekilmek üzere imtihan sürecinin içine sokulmuşlardır. Eğer insan fiziki olarak akledebilme ve tercih edebilme/irade

Akletmeye engel hususlar, başta fiziki engeller

özelliğine sahip olmasaydı; emaneti yüklenmesi,

olmak üzere; delillerin yeteri kadar açık

sorumluluk sahibi olması, yaptıklarından hesaba

olmaması veya delillere ulaşmada yeterli

çekilip karşılığını görmesi anlamsızlaşacaktı.

çabanın gösterilmemesi ile apaçık delilleri

Akletme özelliğine sahip olmayan ve özgürce

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

73


seçme hakkını/iradesini kullanamayan bir

yoğrularak zihinde olgunlaştırılır. İnsan

insanın sorumluluk ve hesapla karşı karşıya

doğruyu yanlıştan ayırt edebilme yeteneği

olması ona yapılan bir zulüm olurdu.

sayesinde, olgunlaşan bu bilgiler veya deliller

İnsan vahyin inmesinden dolayı değil, temel vasıfları itibariyle akledebilmesi ve özgür iradesi nedeniyle sorumlu kılınmıştır. Vahiy insana sorumluluklarını hatırlatmak ve akletme, irade

üzerinden yargılarda bulunur. Eğer kalp olumsuz tesirlerden kendini kurtarabilmiş ve irade müspet yönde çalışabiliyorsa akletme gerçekleşir.

gibi temel vasıflarını kullanmasına engel olan

İşte bu süreçte uzuvlar veya duyu organları

hususları batıl kılmak amacıyla Rabbimizin

aracılığıyla afaktan ve enfüsten edinilen delillerin

insanın varoluşuna bir katkısıdır.

yeterliliği ve sağlıklı oluşu akletmenin sonucunu

Eğer insan, insan olması itibariyle bazı eksik

etkileyen en önemli hususlardandır.

özellikler taşıyorsa, bu aynı zamanda onun

Bu durum iki şekilde vuku bulabilir. Birincisi; kişi

üzerindeki sorumluluğu da ortadan kaldırır.

afakta ve enfüsteki delilleri/ayetleri aramak için

Çünkü bu özellikler, onun akletmesini ve özgür

yeterli çabayı göstermez, gözünü ve kulağını

irade ile hareket etmesini engellemektedir.

açmaz; tam bir aymazlık ve gaflet içinde olabilir.

Örneğin, reşitlik çağına gelmemiş çocuklarda, bedensel bazı özellikler gelişme sürecinde olduğu gibi, bazı akli özellikler de gelişme sürecindedir. Bu süreç tamamlanmadan çocuklar sorumlu kabul edilmezler. Çünkü akıl olgunlaşmamış ve doğru ile yanlışı seçebilecek

İkincisi ise; delillerin devşirildiği kaynaklar sağlıksız kaynaklar olabilir. Birinci durumun çaresi, kişinin silkinerek kendine gelmesi ve bilinçlenmesi iken, ikinci durumun çaresi, bilgi nereden gelirse gelsin bunun çok iyi bir tetkike tabi tutulmasıdır.

bir yeterliliğe sahip olamamıştır. Aynı şekilde,

Bir meseleye ilişkin yeterli deliller toplanmadan

delilik veya aklın örtülmesi anlamında

sağlıklı bir sonuca ulaşmak mümkün değildir.

mecnunluk, yaşlılık veya hastalık nedeniyle

Oysa çoğunlukla, yeterli deliller peşinde

aklı kullanamayacak şekilde bunamak veya

koşmadan eldekilerle yetinerek, sağlıklı

kendinden geçmek de akletmemenin geçerli

mantıksal ilkeleri izlemeden ve derinlikli tahliller

mazeretleridir.

yapmadan kesin yargılar verilebilmektedir.

Ancak aklı tesiri altına alan, onu örten ve çalışmasını engelleyen başka bazı durumlar da vardır ki, bunlar nedeniyle insanın mazur görülmesi mümkün değildir. Örneğin

Oysa akletmek, öncelikle doğru delillere ulaşmakla mümkündür. Bu mümkün olmuyorsa doğru delillere ulaşılıncaya kadar ceht etmek ‘akletme’nin olmazsa olmaz koşuludur.

içki, uyuşturucu gibi bağımlılık yapan kötü

Bu nedenle Kur’an delilsiz konuşmayı, tartışmayı

alışkanlıklar bu cinsten engellerdir. Bu tür

ve peşin yargılarda bulunmayı şiddetle

alışkanlıklar insan bedenini tesiri altına alıp aklı

kınamaktadır. Hakkında hiçbir bilgi ve belgeye

örter ve çalışmasını engeller.

sahip olmadan, tartışan müşrikleri haksız bir

Bu nedenle değişmez değerler olması açısından

kibirlenme içinde olmakla suçlamaktadır.

bu türden alışkanlıkların dinen yasaklanması

“Kendilerine gelmiş herhangi bir delil olmadan Allah’ın

‘aklın korunması’ ilkesi ile doğrudan irtibatlıdır.

ayetleri konusunda tartışanların gönüllerinde, asla ulaşamayacakları büyüklenme arzusundan başka bir

2-Delillerin Yetersizliği ve zan: ‘Akletme’ konusu ile ilgili yazdığımız önceki yazılarda da ifade ettiğimiz gibi, akletmek aslında bedenin muhtelif uzuvlarıyla başlayıp zihinde sürdürülüp sonuçlandırılan bir süreçtir. Göz, kulak ve diğer uzuvlarla edinilen muhtelif verilerle, hafızada var olan bilgiler bu süreçte

74

şey yoktur.”1

Kur’an baştan sona insan aklına bir deliller sunumudur. Onun surelerini oluşturan bir veya birkaç cümleden ibaret bölümlerin her biri ‘ayet’ olarak isimlendirilir. Ayet kelimesi “Bir şeyin ve bir amacın mevcudiyetini gösteren alamet, Mü’min, 40/56, ayrıca bkz. 50/35, 22/3, 22/8

1

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


delil, ibret ve işaret”2 anlamına gelmektedir.

karşılaşacaklarını ve (yine) şüphesiz, O’na

Kur’an kesinliği ve güvenirliliği açık muhkem

döneceklerini zannederler”7 ayetinde ‘zannederler’

ayetlerden , yani doğru bilgilere ulaşmak için

kelimesi ‘bilirler’ anlamında kullanılmıştır.

gerekli delil ve işaretlerden oluşmaktadır.

Yani, müminler için öldükten sonra Rableriyle

3

Bu nedenle Kur’an insana dayatma ve zorla kabul ettirme yöntemiyle değil, akla uygun delilleri/ayetleri insan idrakine sunma

karşılaşacaklarına dair delil ve emareler çok güçlüdür. Bu nedenle onların zannı, kesin bir bilgi derecesindedir.

yöntemiyle hitap eder. Örneğin Hz. İbrahim’in

Yine ‘tahminde bulunmak’ da bir zandır. Bir

Yahudi mi yoksa Hıristiyan mı olduğunu tartışan

durumun gelişme veya sonuçlanma ihtimalleri

ehl-i kitaba “Ey ehl-i kitap! İbrahim hakkında

belli, fakat bu ihtimallerden hangisinin olacağına

birbirinizle niçin tartışıp duruyorsunuz? Halbuki Tevrat

dair kesin bir emare veya delil yoksa bunlardan

da İncil de ondan sonra indirilmiştir? Hiç akletmiyor

olabileceği düşünüleni seçerek zan ile hareket

musunuz?”4 diye seslenerek, doğru delille

etmek ‘tahminde bulunmak’ olarak nitelendirilir.

akletmenin yöntemini öğretmektedir.

‘Zan’ kelimesi Kur’an’da bu anlamda da

Aynı şekilde doğru delillere ulaşmak için yeryüzünde gezip dolaşmayı tavsiye etmekte5, tabiattan, tarihten, geçmiş toplumlardan, insanların kendi varlıklarından ve iç

kullanılır. Yusuf, zindanda rüyalarını yorumladığı kişilerden birisinin kurtulacağını zannetti,8 yani tahmin etti. Allah İsrail oğullarının üzerine dağı kaldırdığında onlar üzerlerine düşeceğini zannettiler,9 yani böyle tahmin ettiler. Boşanmış

dünyalarından birçok deliller sunmaktadır.

eşler, tekrar evlenmeyi düşündüklerinde Allah’ın

Delillerle alakası bakımından akletmeye engel

sınırlarını ayakta tutacaklarını sanıyorlarsa10,

önemli bir diğer kelime de ‘zan’ kelimesidir. Kur’an’da birçok yerde kullanılan bir kelime olan ‘zan’, “Bir emareden hareketle ulaşılanın (bilginin, düşüncenin, tahminin, sanının ya da varsayımın) adıdır. Bu emare çok güçlü olduğunda, bir bilgiye götürür, çok zayıf olduğunda ise ‘vehim’ sınırını aşamaz.”6 Vehim ise kuruntudan ibarettir. İlimden hiçbir şey taşımaz. Tanımdan da anlaşılacağı üzere zanni bilgi, kesinlik oranı en düşükten en yükseğe doğru değişebilecek bir bilgidir. İlim, yakin derecesinde yani duyu organlarımızla müşahede ediyormuşuz gibi kesinliği olan bilgileri içerdiği halde, zan kesin olmayan veya yeteri kadar güçlü olmayan delil veya emarelerle ortaya çıkana verilen isimdir. Zanla elde ettiğimiz

yani tahmin ediyorlarsa birbirlerine dönmelerinde bir sakınca yoktur. Ama birbirlerine döndüklerinde bu sınırları ayakta tutamayabilirler. Bu ihtimal her zaman varlığını sürdürmektedir. Bu nedenle Allah’ın sınırlarını tutacaklarını tahmin etmeleri sadece bir zandır. Diğer bir kullanılış şekli de ‘hisse kapılmak’ anlamındadır. “Sizi çağıracağı gün, O’na övgüyle icabet edecek ve (dünyada) çok az bir süre kaldığınızı sanacaksınız”11 ayetinde zannetmek, ahirette

insanların dünyada çok az süre kaldıkları hissine kapıldıkları anlamında kullanılmıştır. “Davut, gerçekten bizim onu imtihan ettiğimizi sandı (bu hisse kapıldı)”12 ayetindeki kullanım da böyledir.

Kur’an ayrıca zannetmenin olumsuz tesirlerini

sonuçlarda kullandığımız veriler güçlü ise ortaya

ortadan kaldırmak için bir ‘zan ahlakı’ ortaya

çıkan şey ilme yakınken, veriler zayıf ise zan

koyar. Buna göre bir yönde karar vermek,

ilimden uzaklaşır, vehme yaklaşır.

yargıda bulunmak, tavır ortaya koymak için

Kur’an’da zan kelimesi, bu temel anlama uygun olarak birkaç şekilde kullanılır. Bu kullanılışlardan bir tanesi ‘neredeyse kesin derecesinde bilgi’dir. “Onlar, şüphesiz Rableriyle

güçlü emare ve deliller varken bunlara uyarak zanda bulunulmalıdır. Apaçık delillere rağmen, zayıf veya uydurulmuş delil ve gerekçelerle Bakara, 2/46, ayrıca bkz. 2/48, 2/249, 9/118, 18/53,

7

41/48, 69/20, 72/12, 75/26, 75/28 T.D.V İslam Ansiklopedisi, 4.cilt s. 242

8

Al-i İmran, 3/7

9

Al-i İmran, 3/65

10

Hac, 22/46

11

Ragıp el-İsfehani, Müfredat, s.957

12

2

Araf, 7/171

3

Bakara, 2/230

4

İsra, 17/52

5 6

Yusuf, 12/42

Sad, 38/24

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

75


zannetmek ise gayri ahlaki ve yakışıksız bir tutumdur. Bu yüzden Kur’an’ın Mekki surelerinde müşriklerin söz konusu türden zanlarından bolca örnekler verilir. Müşrikler apaçık, doğru ve kesin bilgi ve emareler dururken; yalan, yanlış, uydurulmuş, tahmine dayalı şeylere tabi olarak zannederler. Bu zanları hayatlarını biçimlendirir.

dönmeyeceğini zannederek seviniyorlardı.24 Müminlerden bazıları da zan konusunda yanlış tutumlara girdiler. Hz. Aişe’ye iftira edildiğinde bir kısmı su-i zanna uyup, haber sanki doğruymuş gibi dedikoduya başladılar. Oysa yapmaları gereken ‘su-i zan’ değil ‘hayır zannı/ hüsnü zan’ idi. “Bu iftirayı işittiğinizde mümin

Örneğin, Kehf suresinde bağ bahçe sahibi

erkekler ve kadınlar kendileri hakkında hayırlı bir

birisinin tutumundan bahsedilirken, sahip

zanda bulunup: ‘Bu apaçık bir iftiradır!’ demeli değil

olduğu şeylerin ebediyen yok olmayacağını ve

miydi?”25

kıyametin de kopacağını zannetmediğine dair sözleri aktarılır.13 Kıyametin kopmayacağını ve Rablerine döndürülmeyeceklerini ve tekrar diriltilmeyeceklerini zannetmek müşriklerin çoğunun ortak vasfıdır.14 Bu nedenle peygamberlerin yalancı olduğunu zannederler.15 Onların zannınca yeryüzü ve ikisi arasında bulunan şeyler batıl olarak yaratılmıştır.16 Yaptıklarının birçoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanırlar.17 Allah’ın, tapındıkları putlarla ilgili lehlerine deliller indirdiğini18 ve O dilemese şirk koşamayacakları gibi, bir şeyi haram da kılamayacaklarını19 zannederler. Yeryüzünde olanların çoğu aslında zanna tabi olmaktadır. Bu nedenle zanlara uyanlara tabi olmak kişiyi Allah yolundan saptırır.20

Yine Uhut gününde ortaya çıkan ummadıkları sonucun nerden geldiğini anlayamayanlar, Allah’ın ta Mekke’den beri sakındırdığı cahiliye zannıyla hareket edip, olmadık fikirler ve laflar üretiyorlardı.26 ‘Cahiliye zannı’ndan anlamamız gereken şey, Kur’an’ın Mekke boyunca müşriklerin kaypak düşünce ve yargılarına temel oluşturan ve hakikate göz yumup zayıf emareleri yüceltmek suretiyle dayandıkları zanlardır. Bu zan türü Medine İslam toplumunda karşı karşıya kaldıkları imtihanlarda içine düştükleri ümitsizlik/yeis halinde Allah’a güvenlerinin sarsılıp O’nun hakkında mesnetsiz zanlar üretmeleriyle yeniden ortaya çıktı. Kur’an’da ‘cahiliye zannı’ndan başka ‘su-i zan’27

Mekki surelerde zannettiği için zemmedilenler müşrikler iken, Medeni surelerde zannettiği için dikkatleri çekilenler münafıklar, ehli kitap ve hatta Müslümanlardır. Ehli kitap oldukları halde kitaplarından habersizce asılsız şeyler peşinde koşup yalnızca zanneden Yahudiler21 kitabı tahrif ederler. İsa’yı öldürdüklerini zannederler, oysa onu öldürmedikleri gibi asmadılar da.22 Medine Yahudileri ihanet ettiklerinde kalelerinin kendilerini Müslümanlara karşı koruyacağını zannediyorlardı.23 Münafıklar ise sefere çıkan peygamber ve müminlerin ailelerine ebediyen

ve ‘hayır zannı’28 çeşitlerinden de bahsedilir. Zannın ahlaki boyutu Müslümanlar hakkında su-i zandan yani kötü zandan kaçınmayı ve onlar hakkında olduğunca müspet zanlar/hayır zannı/ hüsnü zan beslemeyi öngörür. Aynı şekilde delil ve emareleri araştırmak, zayıf iddia ve deliller yerine güçlülerini bulmak varken mevcutlarla yetinerek çokça zannetmeyi yasaklar. “Ey iman edenler!, zannın birçoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.”29. “Gerçekte zan, haktan yana hiçbir yarar sağlamaz.”30

Cahiliye zannı ve su-i zan Kur’an’da yasaklanan ve kişiyi akletmekten uzaklaştıran zanlardır. Hiçbir bilgiye sahip olmaksızın veya çok

Kehf, 18/35-36

13

Bkz. 28/39, 41/50, 45/24, 45/32, 72/7, 83/4, 84/14

14

Bkz. 26/186, 28/38, 40/31, 7/66, 17/101

15

zayıf emareleri yeterli görüp, apaçık delilleri görmezden gelmek ve ürettiği yargıda bunları

Sad, 38/27

16

Fussilet, 41/22

24

Necm, 53/23

25

Enam, 6/148

26

Enam, 6/116

27

Bakara, 2/78

28

Nisa, 4/157

29

Haşr, 59/2

30

17 18 19 20 21 22 23

76

Fetih 48/12 Nur, 24/12 Al-i İmran, 3/154 Fetih, 48/56 Nur, 24/12 Hucurat 49/12 Necm 53/23

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


dikkate almamak cahiliye zannıyla hareket

‘heva’ kelimesinin ‘sevgi ve hevesle yönelmek

etmektir. Böylesi bir tavır içinde olanlardan

ve iyi bir tutamak imkanını asla vermeyen, bu

akıllıca davranmalarını beklemek mümkün

yüzden düşmeyi de beraberinde getiren büyük

değildir.

bir boşluk’ anlamlarına geldiğini söyleyebiliriz.

Akleden “bir insan, bir takım varsayımlara, doğrulanmamış söylentilere dayanarak meçhule doğru giden bir yaşama yolculuk macerasına

Türkçede de kullandığımız Arapça asıllı ‘hava’ kelimesi ‘heva’ kökünden türeyen ve atmosfer boşluğunu ifade eden bir kelimedir.

giremez. Hiçbir akıllı ve mantıklı insan,

Kur’an bu kelimeyi Arapçada ifade ettiği anlamı

doğruluğu şüpheli olan bir bilgiye kesin olarak

koruyarak geliştirmiş ve ‘insanın kötü arzular

güvenip, hayatını ona dayandıramaz.”

(şehevât)’a meyletmesi’35 ne heva ismini

31

vermiştir. Bu meyil itidali aşacak şekilde şehvet,

3-Heva

öfke ve bencillikle insanı öylesine kontrolüne

Akletmeyi engelleyen önemli engellerin başında

belgelerle, ölçüyle değil hevanın sürüklemesiyle

‘heva’ gelir. Heva ve akletmenin varlığının veya

hayat biçimlenir, ilişkiler belirlenir. Bu nedenle

hangisinin etkili olduğunun birbirine nispeti

hevanın yönlendirmesinde korkunç bir boşluk

birinin varlığında diğerinin yokluğu şeklindedir.

ortaya çıkmaktadır. Tutamaklar ve yol işaretleri

Yani insan hevasına tabi oluyorsa akledemez ve

hiç dikkate alınmaz. Ölçüler yok edilmiştir,

akıl devre dışıdır. Aynı şekilde akledebilmek için

sağlam belgeler ve ilim/bilgi üzerinden değil

hevasının tesirinden kurtulmalıdır.

menfaatler ve sınırsız arzular üzerinden

alır ki hiçbir hakkaniyet kabul edilmez, delil ve

Arap dilinde heva kelimesi iki temel anlama işaret etmek için kullanılır:

konuşulur. Tek hedef nefsin aşırı istek ve meyillerini, şehvetini tatmin etmektir. Hevaya yüce mertebeden aşağılara düşme eşlik eder. Bu

1-Kelime, dördüncü babdan kullanımı olan

nedenle heva Kur’an’da geçtiği tüm ayetlerde

‘heviye-yehva’ fiili olarak kullanıldığında ‘sevdi

olumsuz anlamda kullanılır. Kur’an’da ‘akletme’

ve meyletti’ anlamına gelmektedir.32 Kur’an’da

kelimesinin bütün ayetlerde olumlu anlamda

14/37 ayetinde “Sen, insanların bir kısmının

kullanıldığını hatırlarsak ‘akletme’ ile ‘heva’nın

kalplerini onlara meylettir/tehva” denilirken kelime

ne derece birbirleriyle zıtlık oluşturduğunu daha

bu anlamda kullanılmıştır.

iyi anlamış oluruz.

2-Kelimenin ikinci babdan fiil hali olan ‘heva-

Kur’an’da heva, açık belge ve delillere,

yehvi’ ise ‘boş oldu, yukardan aşağı düştü,

muhkem beyana ve ayetlere tabi olmak

yükseldi, koştu, indi, helâk oldu’ anlamlarına gelir.33 14/43 ayetinde “kalpleri bomboş/heveün”; 20/81 ayetinde “Gazabım kimin üzerine inerse helak olmuştur/heva”; 53/1 ayetinde “Battığında/ hevaa necme andolsun” tarzındaki kullanımlar

boş olmak, batmak, düşmek anlamlarına gelmektedir. Cehennemde bir çukurun adı olan ‘haviye’

34

kelimesi, bu çukurdaki korkunç derinlik

ve boşluğa işaret ettiği için o yere verilen, ‘heva’ kelimesinden türemiş bir isimdir.

yerine sınırsız arzulara uymak;36 ayetleri, peygamberlerin getirdiği delilleri fütursuzca reddedip yalanlamak, hiçbir mantıki gerekçeye dayanmadan ahireti inkar etmek, belgeye ve gerekçeye dayanmadan haram kılmak;37 yoldan çıkmak, dalalette olmak, dinde aşırıya gitmek, yaptığı işte (emr) hiçbir ölçüye uymamak, Allah’ın indirdiklerine tabi olmamak, adil davranmamak ve zulüm etmek38 anlamlarında birçok ayette kullanılır. Doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün ve hayatlarındaki tüm davranışlarının

Bu iki temel anlam üzerinden yürüdüğümüzde, Izutsu, Kur’ân’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, 191

35

Abdülbaki Güneş, İşlevsel Akla Verilen Değer, s. 59

31

Bakınız Kur’an’ı Kerim 2/87, 2/120, 2/145, 5/70,

36

6/119, 7/176, 28/50, 30/29, 42/15, 47/14, 47/16,

Yrd. Doç. Dr. Kadir Polater, “Kur’ân-ı Kerîm’e göre hevâ

32

53/23, 23/71, 53/3, 54/3, 79/40

kavramı ve dalâletteki rolü” Atatürk üniversitesi ilahiyat fakültesi dergisi sayı: 2003/20 s.260 Yrd. Doç. Dr. Kadir Polater, agm, s.262

33

Karia, 101/9

34

Bkz. Kur’an’ı Kerim 6/150

37

Bkz. Kur’an’ı Kerim 5/77, 18/28, 5/48, 5/49, 13/37,

38

28/50, 45/18, 4/135, 38/26

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

77


yegane ölçüsünü ‘heva’ larına göre belirledikleri

değil, hevalarına uyanları yermektedir. Çünkü

için onlar hangi dine mensup olduklarını

‘akletmek’ belirttiğimiz gibi, doğruya götüren

söylerlerse söylesinler aslında hevalarını ilah

bütün sahih delilleri derinlemesine araştırmak

edinmektedirler.39 İnsanın keyfi ne istiyorsa

ve ilim yolunu takip etmek suretiyle çıkarımlar

onu elde etmeye ve engel tanımadan onu

yapmak ve yargılarda bulunmaktır; nefsin

gerçekleştirmeye çalışması bu heva denilen puta

sınırsız hevasına, arzu ve şehevatına tabi olmak

tapınması demektir.

değildir. Ancak akıl ile hevanın ifade ettiği

40

Heva ile akletmenin ilişkisi birinin varlığında diğerinin ortadan kalkması şeklindedir. Denilmiştir ki; ‘heva tekaddüm ederse, akıl teahhur eder.’ Yani heva baskın çıkarsa akıl geriler, irtifa kaybeder.41 Aynı sözü tersine de ifade edebiliriz. Yani, ‘Akıl tekaddüm ederse, heva teahhur eder.’

olmaz gereği olan doğru belgeler, bilgiler, deliller, ayetler ve hakikate götürücü işaretler üzerinden değil nefsin süfli arzuları üzerinden yürürler. Hevanın insanlığı sürükleyeceği yer, egoizm, adaletsizlik, haksızlık, zulüm, kötülük, inkar, nankörlük, zarar ve eşitsizliktir. Çünkü hevasının tesirine giren insanın hakiki belgeleri ve delilleri anlaması, kendini değil, genel yararı ve maslahatı gözetmesi, adalet ile hükmetmesi, doğru yargılarda bulunabilmesi mümkün değildir.

koşan pek çok kişi bile aklı zemmetmekte ve onu hevadan saymaktadır. Halk arasında ‘akılları doğrultusunda gitmek’, ‘aklına uymak! (olumsuz anlamda)’, ‘aklını sevmek!’, ‘aklına esmek!’, ‘aklınca!’, ‘aklına uymuş gidiyor’, ‘akıllı kuyuya bir taş atar, kırk akıllı çıkaramazmış’ gibi deyimler ve atasözleri aklı küçümseyici tarzda bol bol kullanılır. Birisi birazcık okumaya, sormaya ve sorgulamaya başlarsa yaftalar yapıştırılır, ‘çok düşünüyor yakında aklını yitirir!’ lafları edilmeye başlanır. Aslında dilimizde akletmeyi övücü çok sayıda deyim ve atasözü olmasına rağmen nedense küçümseyici tarzda olanlar çok daha fazla meşhurdur. Oysa Allah Kur’an’da aklına uyanları, akılları doğrultusunda hareket edenleri, düşünenleri ve sorgulayanları değil hevasına uyanları

Hevanın tesirindeki insan için önemli olan tek şey sınırsız arzuları ve şehvetidir. Her türlü hayra engel olur, çünkü o hevasının işine gelmez. Kişinin egosunu ön plana çıkardığı ve kendisini dünyanın merkezine koyduğu her durum, ahlaken fesadı getirir, toplumsal yapıdaki iffeti ve ilişki düzenindeki denge ve adaleti ortadan kaldırır. Bu tam da akla mugayir bir durumdur. Akılla heva bu noktada çelişir. Akleden insan, gözünü ve kalbini doğru delillere açık tutar. İnsanlığın genel yararına olan doğrulara uymanın, buna götüren işaretleri takip etmenin, toplumsal dirliği ve adaleti gözetmenin gereğini takdir eder. Buna göre yargılarda bulunur. Bu ise hevayı kökünden silip atar. Genelde yapılan önemli bir yanlışlık akıl ile hevanın birbirine karıştırılmasıdır. Ayetler incelendiğinde çok net olarak görülecektir ki, Allah akledenleri, düşünerek hareket edenleri Bkz. Kur’an’ı Kerim 25/43, 45/23

39

Ramazan Altıntaş, Kur’an’da Hidayet ve Dalalet, s.152

40

Ali Bulaç, Din-Felsefe vahiy-akıl, s.278

78

ki, bırakalım sıradan insanları, ilim peşinde

köprü buluncaya dek deli suyu geçer’, ‘bir deli

Hevasına tabi olanlar, akletmenin olmazsa

41

anlamlar öylesine birbirine karıştırılmaktadır

yermektedir. Onları hevalarını ilah edinmekle suçlamaktadır. “O hevasını ilah edineni gördün mü?”42 ayetinde geçen hevayı ilah edinme

hadisesi Kur’an’ın hiç bir ayetinde ‘O aklını ilah edineni gördün mü?’ şeklinde geçmemektedir. Oysa akıl üzerine ahkam kesenler insanları akıllarını ilah edinmekle suçlayıvermektedirler. Yapılan yanlışlık ‘akıl’ kelimesi kullanılırken aslında ‘heva’nın kastedilmesi ve bu iki kelimenin ifade ettiği anlamların nasıl birbirinin zıddı olduğunun farkına varılmamasıdır. İslam Düşünce tarihi akılla vahyin ilişkisini kurmada oldukça sorunlu bir miras bıraktığı halde, iş akılla hevanın ilişkisini kurmaya ve aralarını ayırmaya gelince oldukça mahirdir. Ebu Bekir er-Razi, hissî, tabii ve hayvanî arzulardan ibaret olduğunu söylediği ‘heva’yı aklın karşıtı olarak göstermiş ve bu konuda sonraki dönemlere ışık tutacak görüşler ortaya koymuştur. Onun, hevayı insanın yapısından gelen arzu ve ihtiraslar diye niteleyen ve konuyu Furkan, 25/43

42

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


akıl-heva çatışması şeklinde ele alarak yüksek

tarzının unsurlarına ve akletmeyi engelleyen

bir ahlaka ulaşmak için hevayı baskı altına

birer faktöre dönüşür.

almak ve her durumda aklın buyruklarına uymak gerektiğini savunan görüşleri kendisinden sonra da kabul görmüştür.43

4-Günahın alışkanlığa/hayat tarzına dönüşmesi İnsan hata ile malul bir varlık olduğundan, ondan eksiksiz, mükemmel davranışlar beklemek abesle iştigal olacaktır. Her insan hata yapar, günah işler, yanlışlığa düşer. Önemli olan melekler gibi hatasız, masum, günahsız olmak değil, böylesi durumlarda iradenin insanın elinde olması ve istikameti kaybetmemesidir. Bu tür bir kararlılık, hayata doğruluk üzerinde dengeye getirir. Hataların telafisi kolaylaşır, iyilik topluma yayılır, kötülük ve adaletsizliklerin etkisi azalır. İstikamet üzere kararlılıkta insana fayda sağlayan onu bu minvalde tutan en temel nitelik ‘akletme’yi terk etmemesidir. Şayet akletmek yerine ‘heva’yı tercih ederse, hatalar ve günahlar alışkanlıklara ve hatta bir hayat tarzına dönüşür. Bunun nedeni, akletmeyi bırakıp, yapılan işlerin sürekli murakabeye tutulmasının terk edilmesidir.

Özellikle ihtiras, kıskançlık/haset, kin, nankörlük gibi kalbi sarmalayan hastalıklar insanı kör eder. Selim bir kalple olaylara yaklaşılmasını engeller. Sağduyu yitirilir. Böylesi bir halde aklın devre dışı kalmasından daha normal ne olabilir? Günahı yaşam tarzına dönüştüren bir kişinin görüş ve gidişatında olgunluk ve sağduyu beklenemez. Her türlü işte düşüncesizlik, değerlere önem vermeme, hakkı gözetmeme, temkinsizlik ve hafiflik hakimdir. Tam bir ‘sefihlik’ hali ortaya çıkar. Kur’an’da ‘sefih/ sefihler’ kelimesi münafıklar tarafından Müslümanlar için kullanılmıştır.44 Bununla kastettikleri, peygamberin çağrısına kulak verenler, toplumun alt tabakasından oldukları için, iman etmenin ucu hafifliğe kaçan bir tür budalalık ve düşüncesizlik olduğudur. Oysa sefihlik tam da kelimenin ifade ettiği tutum ve gidişatta hafiflik, ciddiyetsizlik, budalalık ve akılsızlıktır. Kime sefihlik musallat olmuşsa ondan akletmesini beklemek mümkün değildir. Bu nedenle peygambere tabi olanlar değil bizzat o suçlamayı yapan akılsız münafıklar sefihtir. İnsanlar akletmedikleri için mi günahı yaşam

Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırt etme gayreti ortadan kalktığında, heva hakim olur; hatalar doğrulara, kötülükler iyiliklere, günahlar hayırlı davranışlara döndürülemez. Zeka ve tüm zihinsel faaliyetler, hayat tarzının meşrulaştırılması için kullanılır. Kötülük iyilik gibi, günah sevap gibi, zulüm adalet gibi, çirkeflik hayır gibi gösterilmeye çalışılır. Çünkü kötü olan her şey, kötü olarak bilindiği sürece kabul edilmesi mümkün değildir. Vicdan harekete geçer, aklı uyandırır ve olumsuzluklara tepkiler, hem kişilerin iç dünyasından hem de

tarzına dönüştürürler, yoksa günah onların yaşam tarzı olduğu için mi akledemezler, sorusu sorulabilir. Bu esasen çift taraflı bir etkileşim sürecidir. Akılsızlık bir başladı mı hevanın devreye girmesiyle günahlar hayatı sarmalına alır. Onlar hayatı bu kadar kuşatınca tekrar akletmeye dönebilmek gittikçe zorlaşır. Ama her durumda, akletmeye dönüş bir imkandır. İnsan o onulmaz koşturmaca içinde bir an durmayı başarabilirse ve gözünü açabilirse, aklın tekrar devreye girmemesi için bir sebep yoktur. İnsan bu potansiyeli her durumda içinde taşır.

toplumsal bir refleks olarak ortaya çıkar. Ancak günahkarlık bir hayat tarzına dönüşmüşse

5- Taklit, Gelenekçilik ve Atalar Dini

ve bunu meşrulaştıran muhtelif etkiler, mesela

Taklit kelimesi, ‘Örnek alınması istenen davranış

zihinsel kotlar, taklit edilen ve özenti duyulan

biçiminin bilinçli ya da bilinçsiz olarak olduğu

idol şahıslar, atalar dini, nefsi temayüller

gibi yinelenmesi’45 anlamına gelir. “Deyimin asıl

günahın üstünü örtmüşse orada akıl devre dışı

anlamı, başkalarının gidiş ve tutumlarını iradeli

kalır. Günahkarlık, şirk, küfür, nankörlük, zulüm, sefahat, ihtiras, kıskançlık, istiğna, kin hayat Bakara, 2/13

44

TDV İslam Ansiklopedisi, 17 cilt s.275

43

Özer Ozankaya, Toplumbilim Terimleri Sözlüğü, TDK

45

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

79


ve bilinçli olarak yinelemektir.”46 “Taklit içtepisi,

sığınağıdır. Özoluşla beraber varoluş sürecine

insanlarda doğuştan vardır. İnsanlar bütün öteki

katılmak akletmeyi gerektirirken, var olanı

yaratıklardan özellikle taklit etmeye olağanüstü

sürdürüp, önceki örneklere uyup giderek teslim

yetili olmalarıyla ayrılır ve ilk bilgilerini de taklit

olmak taklit yoluyla mümkün olabilmektedir.

yoluyla elde ederler.”

Bu nedenle akletme ve taklit birçok hususta

47

Taklit, öğrenmenin ve üretmenin faydalı bir

birbirlerine zıtlıklar içermektedirler.

yöntemidir. Bebekler konuşmayı çevrelerindeki

Süregelen yapılarda, oluşan menfaat örgülerinin

büyüklerini taklit ederek öğrenirler. Bu nedenle

otoriter tesiriyle, akletme ile gelen değişim

sesleri çıkarma biçimi çoğunlukla ilk kazanıldığı

isteği bastırılır ve bu ortamlarda kişiden

şekliyle korunur. Kişi başka bir dil öğrense bile

istenen sadece itaat etmesidir. Bu yüzden o,

taklit ederek kazandığı ses çıkartma yöntemini

çaresiz olarak aklının sesini dinlemek yerine

kolayına değiştiremez. Aynı şekilde çıraklar

mevcut yapının değerlerini alıp, kendini ona

ustalarını taklit ederek kendilerini geliştirip

benzetmeye çalışır. Böylece kendisini onunla

ustalıklarını elde ederler.

özdeşleştirerek tabi olur. Taklit edilen fikir ve

Sanat dediğimiz şeyin kökeni de esasen taklide dayanır. Ses sanatçıları kulağa hoş gelen melodilerin usta birer taklitçileridirler. Ressamlar, tabiatta veya duygularda var olan

değerler benimsenir. Bir toplum içinde taklit, boyun eğdirici otoriteye mecburen itaat etmek, onu özdeşleştirmek ve benimsemek yoluyla gerçekleşir.48 Böylece akletme devre dışı kalır.

güzel tabloların bir anının taklidini tablolarına

Taklidin kurumsallaşmış ve topluma mal

aktarırlar. Neredeyse sonsuza yakın çoklukta

olmuş biçimi gelenekçiliktir. ‘Gelenek’, “bir

tekrar eden güzelliklere sahip olan gerçek

toplumda, bir toplulukta, eskiden kalmış

dünyayı tümüyle taklit etmek imkansızdır.

olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan

Bu nedenle sanat gerçeğin sadece bir anının

kuşağa iletilen tinsel ekin öğelerinin her biri”49ne

taklidinden ibarettir.

verilen isimdir. Gelenek toplumun üyelerini

Fotoğraf sanatçıları, ustalıklarını teknolojik imkanlarla birleştirerek, ilginç görüntü ve anların tıpatıp taklitlerini fotoğraf karelerinde sabitleştirirler. Gerçek hayatta vuku bulan veya vuku bulması mümkün olan olaylar, tiyatro ve sinema sanatçıları tarafından taklit edilerek sahneye veya beyaz perdeye aktarılır. Hayatın bir parçası olması bakımından taklit kaçınılmaz bir davranış tarzı iken zararlı bir unsura da dönüşebilir. Taklit çoğu zaman akletmenin önüne geçerek onun yerini alır. Taklitçi taklit ettiği şeyin davranış ve sözlerini düşünmeden tekrar ederek bunu bir yaşam tarzına dönüştürür. Bu durumda taklit akletmenin önünde önemli bir engeldir. Akletmek, insanlık çizgisinde tırmanmayı, sürekli gayreti ve zorluklara göğüs germeyi gerektirirken, taklitçilik zorluk içermeyen kolaycılık ve alışkanlıkların peşinden sürüklenmek anlamına gelir. Bu nedenle taklit tembellerin, kopyacıların, kaçkınların

birbirlerine bağlar, bireyler geçmişten gelen kökleşmiş bu alışkanlıklar nedeniyle aynı tip davranışları sergilerler. “Toplumsal kurumları ve inançları yalnızca geçmişten süregeldikleri için benimseyen, saygın tutan, destekleyen, yeni ekin öğelerini ise (sadece yeni oldukları için) değersiz sayan tutum”50a da ‘gelenekçilik’ adı verilir. İnsanların ortak olarak yapa geldikleri davranış biçimleri zamanla alışkanlık haline dönüşmekte, hatta hayatlarını biçimlendiren ortak normlar haline gelmektedir. Toplum kendi dirliğini ve devamını sağlamak adına geleneğini korumaya çalışır. Çünkü gelenek aynı zamanda o toplumun ayırt edici karakteridir. Bu nedenle toplum geleneği, fertlere dayatır. Bireylerin esaret derecesinde uysal davranması pahasına, gerekirse iradi güçlerini baskı altına alır. Gelenek, varlığını sürdürebilmek için zamanla dini ve kutsal bir veçheye bürünür. Toplumların dinleri, inandıkları dinle birlikte geleneklerinin Mehmet Yolcu, Kur’an’ın Zihniyeti Değiştirmesi, s.92

48

Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, s.393

49

Aristoteles, Poetika, çev. İsmail Tunalı s.7-8

50

46 47

80

Özer Ozankaya, ag sözlük Özer Ozankaya, ag sözlük

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


dinselleştirilmiş halinin bir karışımından ibarettir.

müstekbirlere tabi olmuşlardır. Böylece azabı

Geleneğe bağlılık her zaman kötü bir şey demek

en az müstekbirler ve öncüler kadar kendileri

değildir. Geleneğe körü körüne bağlılık da,

de hak etmiş ve hep birlikte cehenneme sevk

gelenekten tümüyle kopuş da zararlıdır. Gerçek

edilmişlerdir.

olan, geçmişin sağlam ve faydalı yanlarını içererek onu sürekli olarak geleceğe doğru aşmaktır.51 Bunun yolu ise gelenekten gelen uygulamaların doğruluğunun ve işlevselliğinin sürekli denetlenmesidir. Bu ise akletme yoluyla olabilir.

Kur’an öncülere tabi olmanın veya onlar tarafından saptırılmanın asla geçerli bir mazeret olmadığını ortaya koyarak akletmenin önündeki engellerden birisini geçersiz kılmaktadır. Yine akletmeyi ortadan kaldırması bakımından

Ancak toplum veya bir toplumsal birim/topluluk/ cemaat varlığını sürdürebilmek güdüsüyle geleneğini korumaktan yana güçlü bir direnç gösterir. Akıl yoluyla geleneğin unsurlarına yöneltilen yıkıcı eleştirileri baskı yoluyla kontrol altında tutmaya çalışır. Bunun yolu ise akletmeyi engellemektir. Bu direnç unsuru toplumsal alanda ferde baskı yoluyla vuku bulduğu gibi, bireyin iç dünyasında aklın yoluna uymak yerine alışılagelmiş olanı korumak tarzında da ortaya çıkabilir.

müşriklerce öne sürülen bir mazeret de atalar/ babalar yoluna uymaktır. Müşrikler işledikleri fuhşiyat,54 putlara tapma,55 dinlerini terk etmeme,56 hâkimiyetlerinin daim olmasını istemenin57 gerekçesi olarak atalar yoluna uymayı göstermektedirler. Onların nazarında atalarının bir uygulamayı yapıyor olması, doğruluğunun ve kendisine tabi olunmasının yeterli bir gerekçesidir. Atalarını üzerinde buldukları şeye düşünmeden, ölçüp biçmeden, bir alışkanlık olarak öylece uyup

Kur’an körü körüne taklit etmeyi yasaklar. Taklit etmek yerine tahkik etmeyi, düşünmeyi ve akletmeyi emreder. Örneğin Ehl-i kitabın Üzeyr veya Mesih’in Allah’ın oğlu olduğuna dair şirk içeren sözlerinin aslında önceki inkarcıların sözlerinin kör bir taklidi olduğunu söyler.52 Aynı şekilde birçok ayette sunulan tablolar aracılığıyla bilinçsizce taklit etme yüzünden sapıp giden ve hakka tabi olmayı reddeden bu nedenle de azabı hak edenlerden örnekler verir. Taklit edenler cehennem azabına uğradıklarında kendilerinin sapmadığını, taklit ettikleri öncüler veya müstekbirler tarafından saptırıldıklarını, onlara tabi oldukları ve itaat ettikleri için hidayet üzere olamadıklarını, onlar olmasa mümin kimseler olacaklarken, etkileri altına girdikleri için cehenneme düştüklerini söyleyerek azaptan muaf tutulmak veya müstekbirlerden daha az cezaya uğratılmak isterler.

53

Oysa

giderler. Oysa akletmenin, dolayısıyla hidayetin ve hak yola tabi olmanın önünde bir engel olan atalar yoluna körü körüne tâbiiyet, Kur’an’ın bizzat kaldırmak istediği hususlardandır. Bunu da müşriklere apaçık deliller sunarak yapar. “Ama onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde bazıları: “Hayır, biz [yalnız] atalarımızdan gördüğümüz [inanç ve eylemler] e uyarız!” diye cevap verirler. Ya ataları akıllarını hiç kullanmamış ve hidayetten nasip almamış iseler?”58 “Onlara, “Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) ve Peygamber’e gelin” denildiğinde onlar, “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz din bize yeter” derler. Peki ya babaları bir şey bilmiyor ve doğru yolu bulamamış olsalar da mı?”59

Müşriklerin atalar dinine tabi olmanın gerekli ve geçerli bir yol olduğuna dair temelsiz

hidayet çağrısı onlara da ulaşmıştır. Ancak

argümanlarına karşı ayetler, gayet esaslı bir

onlar Resullerin çağrısına uyarak, gözlerini afak

delille karşı koymuş ve ataların uygulamalarının

ve enfüsteki delillere açmamışlar, kalplerini kapalı tutup akletmeden öylece öncülerine veya

Araf 7/28

54

Bkz. Kur’an’ı Kerim Enbiya 21/52-54, Şura 26/73-76,

55

Sebe 34/43 Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, s.125

56

Tevbe 9/30

57

Bkz. Kur’an’ı Kerim: 7/38-39, 34/31-33, 40/47-50,

58

51

Yunus 10/78

52 53

41/29

Zuhruf 43/22-24, Lokman 31/21 Bakara 2/170 Maide 5/104

59

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

81


akla uygun ve bilgi temeline dayalı olduğunun

etmişlerdir.”60 Aynı şekilde “Hz. Peygamberin

hiçbir garantisi olamayacağını net bir şekilde

yaptığı bir davranışı görüp müşahede ettikten

ifade etmiştir. Aslında ayetler ataların

sonra veya yaptığı bir şeyi duyduktan

uygulamalarını değil, ‘sırf atalar uyguladığı

sonra, onun bunu hangi tasarruf cihetiyle

için bir şeyin doğru olmasının zaruri olduğu’na

yaptığına, davranışın sebep, illet, hikmet ve

dair zihinsel kodu hedef almaktadır. Ataların

maksadına bakmaksızın, sadece onun yaptığını

isabet ettiği doğru uygulamalarla Kur’an’ın

aynen gördükleri gibi yapma”61 eğilimine

bir işi yoktur. Bu nedenle ayetlerde ‘ya

girmişlerdir. Böylece gayet taklitçi yaklaşımlar

babaları hiç bir şey bilmiyorsa’, ‘ya ataları

sergileyebilmişlerdir.62

akıllarını hiç kullanmamışlarsa’, ‘ya doğru yolu bulamamışlarsa’ tarzındaki ihtimalli ifadeler kullanılmıştır.

Sonraki gelenler içinde de bunlara aynen uymak yaygın bir geleneğe dönüşmüştür. Oysa Kur’an’ın bizzat değiştirmek için geldiği

Bu yüzden atalar yoluna uymak ancak

hususlardan birisi, bir şeyi birisi veya birileri

atalar doğruda isabet etmişlerse anlamlı

-bunlar ister atalar isterse peygamber olsun-

olabilmektedir. Bu ise şansa kalmıştır.

yaptığı için yapmanın önüne geçmektir. Yukarıda

Dolayısıyla hakkın peşinde koşmak ve onda

mealini verdiğimiz iki ayet çok net bir şekilde

isabetli olabilmek, atalar yoluna uymakla

bunu söylemektedir. Kur’an tarafından önerilen

değil, akletme ve ilme tabi olma yoluyla daha

yol, bir davranışı ancak sebep, illet, hikmet,

mümkün olabilmektedir. Bu nedenle Kur’an

maksat ve sağlayacağı maslahatı anladıktan

akletmeye, bilginin peşinde koşmaya ve hidayet

sonra yapmak, eğer uygun düşmeyen bir şey

yoluna/kitaba tabi olmaya çağırmaktadır.

varsa da onu terk etmektir. Bu, aklın yoludur.

Atalar yoluna uymanın karşısında akletme,

Kur’an bizi buna çağırır.

bilme, hidayet çağrısına uyma yöntemi

İslam tarihinde ortaya çıkan pek çok eğilim,

durmaktadır. Atalar yoluna uyan için akıl, bilgi

Kur’an tarafından yerleştirilmeye çalışılan bu

ve hidayet devre dışıdır.

yaklaşımın aksine olarak gelişmiş ve taklitçilik

Kur’an taklit, gelenekçilik ve atalar yoluna tabi olma konusunda böylesine net bir çağrıya sahiptir. Resul de kendi hayatı ile doğruya tabi olmanın ve aklederek, istişare ederek, ilme ve doğru tecrübeye tabi olarak yargılarda bulunmanın en güzel örneklerini vermiştir. Ancak ondan sonra gelenlerden bir kısmı taklit etme ile örnek almanın arasını ayırt edememiş ve körü körüne taklit etmeyi peygambere tabi olmak olarak algılamıştır. Örnek almak, örnek alınan davranışın amaç ve güzelliğini anlayarak

ve gelenekçilik bunların esas unsuru olmuştur. Bunların taklit ettikleri atalar, -peygamber ve asar63- müşriklerin ataları gibi şirk ve dalalet yolunda değildir. Ancak gerek peygamberi, gerekse asarı körü körüne taklit etmek ve selefin oluşturduğu birikimin değerini tarihin üstüne çıkartarak evrenselleştirmek, kör bir gelenekselciliği sürekli hale getirmiştir. Akletme yolu, istihsan, içtihat, reyle hüküm verme küçümsenmiş; yeni olan her şeye bidat diye karşı çıkılmıştır.

kendine uyarlamakken, taklit etmek amaçsız,

“ ‘Gelenekselcilik’, lineer bir tarih anlayışının

hikmetsiz öylece uyup gitmektir.

manyetik alanı içerisinde, ilk vazedilişinden

Hz. Peygamber sahabesi ile ideal bir iletişim halinde olduğu halde, “sahabeden bazıları, onun sözlerini zaman zaman tamamen lafızcı bir yaklaşımla anlayabilmişlerdir. Onlar bu lafzî ve ve harfî yaklaşımlarında, Hz. Peygambere ait bir sözün zahiri neyi ifade ediyorsa, sadece onu anlamışlar, onun o söz ile ‘ne demek istediğini’ ve ‘neyi amaçladığını’ değil, yalnızca ‘ne dediğini’ esas almışlar ve bu anlayışla amel

itibaren dinin anlaşılması hakkında her dönemde belli bir düşünsel çizgi tarafından ileri sürülen, zaman içerisinde yığınlaşan -ve bazen farklı kaynaktan beslenebilen- görüşlerin, her Doç. Dr. Bünyamin Erul, Sahabenin Sünnet Anlayışı,

60

s.151 Mustafa Sibai, Sünnet s.53

61

Bu konuyla ilgili çarpıcı örnekler için bkz. Doç Dr.

62

Bünyamin Erul, age, s. 150-190 ‘Asar’, peygamberden sonraki ilk dönemlerde yapılan

63

uygulamalar anlamındadır.

82

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


zaman dilimi için geçerli olmak üzere dinin anlaşılmasında bir yere ve hatta otoriter bir yapıya sahip olduğunu veya en azından bir doğruluk payına sahip olduğunu ve bu sebeple süreklilik kazandırılması gerektiğini ileri süren bir yaklaşımdır.”64 Sonrakilere düşen bu birikime aynen uymaktır. Bu birikimin değeri açısından ilk

akletmeyi terk etmemek, düşünmeden geleneği taklit ederek doğruda tesadüfen isabet etmekten daha hayırlıdır. Çünkü akletmeyi terk etmeyenin yanılgılardan kurtulma ihtimali hep yüksekken, düşünmeyenin yanılması durumunda onu düştüğü çukurdan kurtaracak hiçbir faydalı yardımcısı yoktur. O zaman mecburen akletmeyi

devir/asar en kıymete haiz olandır.

işlevsel hale getirmek zorunlu hale gelecektir.

‘Peygamberle iletişim veya arkadaşlık halinde

düşmüş insan metaforunu çokça andırmaktadır.

oldukları için, asara ait uygulamaların

Orada öylece ne yapacağını bilmez vaziyette

evrenselliği ve her devrin kaçınılmaz

beklemektedir.

uygulamaları olduğu’ tarzındaki önerme ile gelen zihinsel kot, müşriklerin ‘sırf atalar uyguladığı için bir şeyin doğru olmasının zaruri olduğu’ tarzındaki zihinsel koda çok benzemektedir. Çünkü her ikisi de doğruluk ve yanlışlık, geçerlilik, bilgi, tecrübe, işlevsellik, maksat, illet, hikmet, maslahat üzerinden değil, değeri yüceltilen kişiler veya dönemler üzerinden belirleme yapmaktadır. Fıkıh bilimi alanında içtihat, Müslümanların hayati bir meselesi olduğu halde, tarihin belli bir döneminden sonra, içtihat kapısının kapandığı söylenmiş ve avam için taklitten başka bir yolun kalmadığı ilan edilmiştir. Oysa müçtehitlerin halka kendilerini taklit etmeye çağırmak yerine -pek çok ilk dönem müçtehidinin yaptığı gibidelillere ittiba etmeyi tavsiye etmeliydiler. Bu yapılmayınca yaşanan kırılmalarla ‘akletme’ işlevselliğini yitirmiş akıl atıl hale gelmiştir. Böylece öylesine bir İslam anlayışı yerleşmiştir ki, bu anlayış sadece geçmişin kültürel mirasını tekrar ve taklit etmektedir. Asara

Bugünkü İslam Dünyası’nın hali kuyuya

Mengüşoğlu’nun dediği gibi, “Düşünce mekanizmasını işlettiğimiz halde erişemememiz, ulaşamamamız, düşünceyi işletmeksizin yani rastlantılar sonucu erişmemizin, ulaşmamızın yanında daha makbuldür. Çünkü biz düşündüğümüz için insanız. Düşünmek doğru olmaktan önde gelir.”65

6-Duygular TDK’nın Ruhbilimler Terimleri Sözlüğünde ‘duygu’ “belirli nesne, olay ya da kişilerin bireyin iç dünyasında uyandırdığı izlenimler” olarak tanımlanmıştır. Dış tesirle iç dünyada oluşan pek çok duygudan bahsedilebilir.66 Bu duygular insanın parçasıdır. Duygusuz bir insan varlığı tasavvur edilemez. 66 no.lu dipnotta duygulardan verdiğimiz örneklerin büyük bir kısmı insan varlığı için gereklidir ve yokluklarında derin boşluklar ortaya çıkacağı gibi, hem kişisel hem de toplumsal alanda çok büyük dengesizliklerin üremesine yol açacaktır. Acıması olmayan, sevgisiz,

ait kültürel ve dini mirası doğmalaştıran ve

65

sadece bunu tüketmekle iktifa eden skolastik

66

İslam anlayışında akletmek, öcü gibi görülen, terbiyeye muhtaç, heva ile özdeş ve neredeyse ‘olmasaydı daha iyi olurdu’ denilecek kadar küçümsenen bir özellik olarak görülmektedir. Oysa İslam toplumlarının bugünkü hali pür melalinin geri planında taklitçilik, gelenekselcilik ve aklı küçümsemeye dayalı bu skolastik zihniyet yatmaktadır. İyi ve doğru olanı bulabilmek için yeniden aklı işlevselleştirmeye dönmek kaçınılmazdır. Bazen yanılarak da olsa Fehrullah Terkan, “Dine Yaklaşımda Gelenekselciliğin

64

Metün Önal Mengüşoğlu, Düşünmek Farzdır, s.82 Duygularımızdan bazı örnekler: Acıma, aldırmazlık,

anksiyete, arzu, asabiyet, aşağılama, aşk, başkasının zararına sevinme, beklenti, bıkkınlık, boşluk, böbürlenme, coşkunluk, dehşet, depresyon, dikkat, duyarlılık, duyarsızlık, duygusuzluk, düşmanlık, empati, endişe, fanatiklik, gıpta, gurur, gücenme, halinden memnunluk, haset, hayal kırıklığı, hayret, heves, heyecan, hışım, histeri, hoşnutluk, ıstırap, içine doğma, iğrenme, ilgi duyma, intikam, ilham, istek, kabullenme, kafa karışıklığı, kafaya takma, kaygı, kendine acıma, kınama, kıskançlık, kızgınlık, kin, korku, küçümseme, mahcubiyet, melankoli, merak, merhamet, minnet, mutluluk, nezaket, nefret, öfke, özlem, panik, pişmanlık, rahatsızlık, sabır, sempati, sevinç, sıkıntı, suçluluk, sükûnet, şaşkınlık, şehvet, şefkat, şüphe, taassup, umut, umutsuzluk, utanç, utangaçlık, üzüntü, vicdan azabı, yalnızlık, sevgi, zevk…

Paradoksları”, İslamiyat, cilt 10 sayı 3 s.16

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

83


heyecansız, hayret etmeyen, öfkelenmeyen,

duymayayım. Muhammed öldü diyenin boynunu

acı çekmeyen, kızmayan, korkmayan,

keserim”70 şeklinde sözler sarf etmesini

utanmayan, özlem duymayan, istemeyen, sabır

verebiliriz. Her ne kadar Ömer’in buradaki

etmeyen, sevinmeyen, üzülmeyen, sıkılmayan,

söylediklerinin Ebu Bekir’in gelişine kadar zaman

şefkati olmayan, umutsuz, zevk almayan bir

kazanmak amacıyla bilinçli olarak söylenmiş

insan varlığından bahsedebilir miyiz? Bu ve

sözler olduğuna dair yorumlar olsa da, biz

benzeri özellikleri insanlardan çekip aldığımızı

şimdilik Ömer’in bu sözleri duygu hali nedeniyle

düşünelim. Geriye sadece bir posanın ve

söylediğini kabul edersek, duygusallığın Ömer

cesedin kaldığını görürüz. Hayvanların da kendi

gibi bir şahsiyeti bile nasıl kontrolden çıkardığını

varlıklarıyla paralel duyguları vardır. Daha öte

görmüş oluruz. Üstelik bir adım sonra Ömer’in

bir bilgi olarak botanikçilerin son dönemlerde

kılıcı herhangi bir sahabenin kafasında da patlayabilirdi.

yaptığı araştırmalara göre bitkilerin dahi duygulara sahip oldukları ortaya çıkartılmıştır.

67

Tüm insanların aynı duygusal seviyede olmasını

Ancak duygular kendi kendilerinin kontrolörü

beklemek muhaldir. Önemli olan duygusallığın

değildir. Duyguları frenleyen ve dengeye getiren

aklın kontrolünden çıkmamasıdır. “Dikkat

esasen akletme yoluyla oluşan otokontrol

edilmesi gereken husus duygusallıkla verilen

sistemimizdir. Bu sistemin operatör koltuğunda

kararların, ulaşılan sonuçların, akıl ürünü fikirler

akıl oturmalıdır. Ancak akıl bu koltuktan indirilir

olduğunu sanıp yanılmamaktır. Çünkü fikrin

de yerine başka bir özelliğimiz oturtulursa, insan

haysiyeti ile duygunun haysiyeti çok farklıdır.

kontrolden çıkar ve ondan her türlü irrasyonel

Duygu, deyim yerindeyse insanın egosunun,

davranışın sadır olması mümkün hale gelir.

kendine özgülüğünün tezahürü iken, fikir (akletme) insanın sosyal konumunu belirleyen,

Duygusallık “duyumların ve duyguların ağır

insanların hizasında ona yer verdiren kişiliğin

basması, aşırı bir biçimde insanı etkilemesi

teminatıdır.”71

durumu”68 dur. Duygusallık bazen, duyma, düşünme ve davranış alanlarında sanrı,

Kur’an, akletmenin önünde bir engel olması

sabuklama, duygu coşkunluğu veya kütlüğü

bakımından kontrolden çıkmış duygularla karar vermeme hususunda uyarılarda

gibi belirtilere dönüşen ve kişinin gerçeklerle ilişkisini azaltan bir hastalığa bile dönüşebilir.

69

Duygusallık hali akletmenin yerine geçmemelidir. Çünkü bu durum doğru karar vermeyi, adaleti, ölçüyü, dengeyi ortadan kaldırır. İnsan, zihnine üşüşen şeylerin müdrike mi yoksa muhayyile mi olduğunu ayırt edemez hale gelir. Duygusallık aklın yerine padişah koltuğuna oturursa, duygularla verilen kararlar helak edici niteliğe dönüşebilir. Kontrolden çıkmış duygulardan akıl sadır olmaz. Burada duygusal tavra örnek olarak peygamberin vefat haberini duyduğunda Ömer’in kendini kaybederek, “Hayır! O ölmedi. Münafıkların kökünü kazımadıkça o ölmez. Hiç kimseden ‘Muhammed öldü’ sözünü http://plant.bowls-cafe.jp/about_en.php sitesinde

67

bulunur. “Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizlik yapmaya sevk etmesin. Adil olun”72 ayetiyle Allah

Müslümanlardan düşmanlarına karşı kararlarında bile kinlerinin yani duygularının ön planda olmamasını emretmektedir. Adil olmak, yani eldeki ulaşılmış en doğru verilerin gerektirdiği karar neyse onu verebilmek; kin, nefret, yakınlık gibi duygusal hususların verilecek akli kararda etkili olmaması, Müslümanların insani ilişkilerindeki en temelli düsturları olmalıdır. Oysa duygusal taraftarlık düşünmeye gölge düşürmektedir. Asabiyet, bir şeye taraf olmada aşırılığa gitme anlamında bir tür duygusallık halidir. Asabiyet; aile ilişkilerinin getirdiği bağlılık/kan bağı, memleketçilik, ırkçılık, kabilecilik, mezhepçilik hatta dincilik şeklinde ortaya çıkabilir. Fanatik spor takımları

‘hoya kerri’(Japonca’da yeşil anlamına gelmektedir) türü bir bitkinin ruh hali özel bir teknikle yazı diline

Celaleddin Vatandaş, Hz. Muhammed’in Hayatı ve

70

aktarılmaktadır. 71

TDK Ruhbilimleri sözlüğü

72

69

84

İslam Daveti Medine Dönemi, 2. Cilt s.567

BSTS Felsefe Terimleri Sözlüğü 1975

68

Metin Önal Mengüşoğlu, Düşünmek Farzdır, s.135 Maide 5/8, ayrıca bkz. 4/135, 30/29

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


taraftarlığı, particilik, cemaatçilik asabiyetin

yani azgınlıktır. Bu nedenle Kur’an bu meseleye

günümüzdeki muhtelif tezahürleridir. Bunlardan

kökünden bir teşhis koyarak insanı uyarır: “İnsan

herhangi birisine mensup olmak normal bir

kendisini müstağni gördüğü için tuğyan eder. (Bu

durum veya bir hak olarak kabul edilebilir. Ancak

yüzden) sakının!”74

ne zaman ki verilen kararlarda bu mensubiyetler ön plana çıkıp olumsuzluklar üremeye başlar, o zaman asabiyet aklın yerine geçmiş demektir. Bizim 5/8 ve 4/135 ayetlerinin bize öğrettiği düstur çerçevesinde mensubiyetimizi ve duygularımızı gayri adil bir tarzın temeline dönüştürme hakkımız yoktur. Benzer şekilde, Kur’an’ın ve peygamberin üstünlüğü sadece takvaya bağlayan ve her türlü kan ve akrabalık bağı, kabilecilik ve ırk üstünlüğü anlayışına dayalı asabiyeti geçersiz kılan çağrısı, seviyesiz üstünlük anlayışına dayanan köksüz duygu körlüğünü ortadan kaldırmaktadır. “Ey insanlar! Hepinizin Rabbi birdir, babası birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem de topraktandır. Allah katında en şerefliniz en muttaki olanınızdır. Allah’ın emirleri ve yasakları konusunda en duyarlı olanlar muttaki olanlardır. Arap’ın Arap olmayana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.”73

‘Cehalet’ kelimesi her ne kadar günümüzde bilgisizlik anlamında kullanılıyorsa da, bu kelimenin Arap dilinde kullanılışı sadece ilmin zıddı anlamındaki bilgisizlik değildir. İnsan bilgi sahibi olduğu halde cahil olabilir. Çünkü cahil, Arap dilinde aynı zamanda duygu ve hırslarına yenilip, öfke seline kendisini kaptırıp giden, sathi düşünen insanlara verilen bir isimdir. Bu tarz insanlar olayların iç yüzünü anlamaya çalışmadan ilk duygusal patlamalarıyla tepkilerini ortaya koyarlar. Bu ise isabetsiz tavırlar geliştirmelerine yol açar. Cehaletin Arap dilindeki bu kullanılışını göz önünde bulundurduğumuzda onun tam olarak ilmin zıddı anlamına gelmediğini anlamış oluruz. Arapların pek çoğu ve özellikle bedeviler duygularının tutkunuydular ve ne zaman duygularını kabartan bir durumla karşılaşsalar öfke seline kapılıp akıl dışı davranışlar sergilerlerdi. Bu davranışın tam zıddı hilm sahibi

İnsanlık peygamberden sonra onun veda

olmaktır. Hilm sahibi olmak veya halim olmak

hutbesinde yaptığı bu çağrıyı aşabilen bir

yumuşak başlı olmak değil olaylar karşısında

kardeşlik çağrısını bu güne kadar henüz

kontrolü elden bırakmayıp teenni ile davranmayı

işitmedi. İnsanların tamamıyla köksüz duygusal

becerebilmek ve aklın yolu neyi gerektiriyorsa

gerekçelerden kaynaklanan birbirlerine olan

onu yapabilmektir. Hilm sahibi, öfkeyi gerektiren

husumeti, aynı topraktan ve aynı atadan gelen

bir anda, gücü yettiği halde kendini kontrol

kardeşlerin husumetinden başka bir şey değil.

etmeyi becerir, duygularını kontrol eder. Bu

Bunun ortadan kalkması asabiyete dayalı

nedenle hilm neredeyse akılla anlamdaş olarak

duygusallıklardan kurtulup öze ve asla dönmekle

kullanılmıştır. Çünkü o, aklın gereklerindendir.75

mümkün. Bu ise ancak var olan hakikati tüm çıplaklığıyla görüp duygusallık da dahil tüm engelleri aşıp akletmekle gerçekleşebilir.

Buraya kadar daha çok Kur’an ayetlerinin bizi götürdüğü izleri takip ederek, akletmenin önündeki engelleri tespit etmeye çalıştık. Elde

‘İstiğna’ da bir tür duygu esirliğidir. İstiğnanın

ettiğimiz bu izler çerçevesinde bir sonraki

girdiği bir kalpte akıl çoktan sürgüne

yazımızda vereceğimiz örneklerle, meseleyi

gönderilmiştir. İstiğna kendini yeterli görmek,

biraz daha derinliğine tahlil edeceğiz. Mantık

olduğundan çok daha büyük, zengin ve güçlü

hataları, zihinsel kotların etkisi, kültler,

olduğunu zannetmektir. Oysa mutlak anlamda

cemaatçilik, sürü mantığı gibi örnekleri güncel

müstağni olan, yani yeterliliğin ve zenginliğin

sürümleriyle açıklayacağız.

tüm anlamlarını barındıran tek varlık Allah’tır. Bu manada insan zengin/gani değil daima muhtaç/ fakirdir. Bu yüzden asla kendisini tek başına yeterliymiş hissine kaptırmamalıdır. İstiğna duygusuna kapıldığında onu bekleyen tuğyandır, Peygamberin veda hutbesinden, Buhari, Megazi 77,

73

Bedu’l Halk 2; Müslim, Kasame 29

NOT: Bir sonraki yazı başlığı: “DİL PROBLEMİ, İFADELER VE İFADELERİN AYIRIMINDA YAŞANAN GÜÇLÜKLERİN AKLETME ÖNÜNDE OLUŞTURDUĞU ENGELLER” Alak, 96/6-7

74

Montgomerry Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi,

75

s.114

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

85


SÖYLEŞİ Cevdet Said İle Söyleşi / Nisan 1998

Amerika Savaşla Değil, Fikirlerle Fethedilebilir İslami Yorum için Çeviren:

Fatih Peyma

EDİTÖRÜN NOTU: “Current Islamic Issues” isimli İran menşeli dergi Cevdet Said’le oldukça önemli bir söyleşi yapmıştır. Yaklaşık on iki yıl önce yapılan bir söyleşi olmasına rağmen Cevdet Said’in söyledikleri günümüz için de önemini ve güncelliğini yitirmemiştir. On iki önemli sorudan oluşan ve oldukça uzun olan bu söyleşinin tümünü bir sayıda yayınlamamız imkânsız olduğundan ana konumuzla ilişkili olan iki sorunun cevaplarına bu sayıda yer vermeyi uygun bulduk. Önümüzdeki sayılarda ana konularımızla bağlantılı olarak Cevdet Said’in diğer sorulara verdiği cevapları da söyleşi veya makale şeklinde yayınlamayı düşünüyoruz. Kaynak: “Current Islamic Issues / Güncel İslami Meseleler” Nisan, 1998

Dergimiz “Current

[Aşağıdaki iki not okuyucuya yardımcı olmak

Islamic Issues”

için kaleme alındı. Öncelikle dergimizin İran

(Güncel İslami

menşeli bir dergi olduğunu belirtmek istiyorum

Meseleler) bir sonraki

ve bu nedenle Sayın Cevdet Said’in cevapları

sayısını, günümüz Arap

arasında İran’a özgü sorunlar için pek çok

kültür dünyasının en

referans görülecektir. Diğer bir husus da şudur.

önde gelen simalarını

Sayın Said’i tanıyanlar onun sıra dışı cevaplama

ve en göze çarpan

şeklini şaşkınlıkla karşılamayacaktır. Örneğin

eğilimlerini ön plana

1. soruya cevap verirken yeteri kadar bir

çıkararak güncel

şeyler söylediğine kanaat getirmişse 2. soruyu

Arap düşüncesine

es geçiyor.] Şimdi Sayın Said’in cevaplarına

tahsis etmeyi

geçebiliriz:

planlıyor. Seçkin Arap simalarından biri olduğunuz için size de bir kaç

Sorularınız için teşekkürler. Mektubunuzda

soru yöneltmek istiyorum. Cevap verirseniz çok

günümüz Arap entelektüel dünyası içerisinde en

memnun olacağım.

önemli simalardan olduğumu ima ediyor olmanız hak etmediğim bir onur. Şimdi sorularınızı

Abdulcabbar el-Rifai

cevaplamaya geçebilirim.

Genel Yayın Yönetmeni, Current Islamic Issues

86

“Bireysel ve toplumsal değişimin yasaları”

Cevdet Said’in Cevapları

teorinizin temel özellikleri nelerdir. Bu teorinizin

Teşekkürler Sayın Abdulcabbar el-Rifai

bilinen teorisinin bir yan ürünü olduğunu

Malik bin Nebi’nin “Medeniyetler Krizi” olarak

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


düşünüyor musunuz?

Cevap: Teorimin Malik bin Nebi’nin “Medeniyetler Krizi” projesinin bir yan ürünü olduğunu söylemenizde haklı olabilirsiniz. Ben yinede Kur’an’ın ayetlerini canlandırmaya çalışıyorum.

Kur’an’dan elde ettiğimiz bir diğer kelime ise değişimi meydana getirmek ve değişimin kesin olarak gerçekleşmesi anlamında kullanılan “değişim” kelimesidir. Kelimenin tam manası açıklığa kavuşturulmalıdır. Bu, gerçekten çok önemli bir kelimedir. Çünkü bu kelime kötüye dönüşüm geçiren bir şeyin, tekrar

Sünnet kelimesinin çoğulu olan “sünen” yasalar anlamına gelir ve Kur’an’ın köklü bir kelimesidir. Sünnet kelimesi ilk dönem Müslüman bir alim tarafından “bir şeyin ilk örnekte yapıldığı şekilde ikinci örnekte de o şeyin aynı şekilde yapılması” olarak tanımlanmıştır. Kur’an’daki bazı ayetlerde sünnet ve sünen kelimelerinin nasıl kullanıldığını görebiliyoruz. Mesela Kur’an “Allah’ın sünnetinde (yasasında) bir değişim bulamazsınız” (35/43) buyuruyor. Durumları, şartları itibariyle yasalar ya da “sünen” sabittir. Mesela ne zaman gerekli ortam sağlansa ateş yakar veyahut ne zaman bir çöküş için gereken şartlar ortaya çıksa bir toplum çöker. Bir sünnet ya da yasa hep aynı şekilde işler. Kur’an kesin bir sünneti (yasayı) bize bildiriyor ki “İnananlara yardım etmek üstlendiğimiz bir görevdi.” (30/47) ve “Allah vaadinden asla dönmez.” (3/9)

düzeltilebileceğini gösterir. Bunun bir diğer boyutu da şudur ki en başta iyi ve doğru bir şeye sahip olmak, kötü bir şeyi iyi bir şeye dönüştürmekten daha kolaydır. Kur’an okuyan herkes şu gerçeği görebilir. İnsanın zihniyeti içinde olanı değiştirmesi insanın görevidir, Allah’ın değil. “Şüphesiz ki bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” ( 13/11) Allah’ın bahsettiği bu iki değişim, yani insanların zihnindeki ve ruhundaki değişim, onların iyi ya da kötü durumu, Allah tarafından değiştirilmeden önce bizzat kendileri tarafından değiştirilecektir. Allah’tan gelen değişim burada insanların refahıdır, yani onların görünen durumlarıdır. Kendi içlerinde gerçekleştirdikleri değişimi takip ederek bir toplumun durumunun nasıl değişebildiğini öğrenmek için bir insanın, gerçek hayatta bununla nasıl başa çıkacağını

Bu, insanların gerçekçi ve etkili bir şekilde

anlaması gerekir. Bir insan aklını değiştirmez,

dikkatini çekene kadar tekrar tekrar tartışılması

sadece düşüne geldiği şeyi değiştirir. “İçlerinde

gereken bir konudur. Bunun sadece maddi

olan şey” ifadesi Kur’ani terimlerin kesinliğini

alanda değil aynı zamanda psikolojik, bireysel,

gösterir. Bir insanın ruhu iyi ve kötü düşünceleri

sosyal alanlarda da görülmesi gerekmektedir.

barındıran bir kap gibidir.

Günümüzde bazı şeyler zaman zaman birbirine karışmış gibi görünse de dünya üzerinde işler halde olmayı hiçbir zaman terk etmeyen sistemler ve yerleşik yasaların var olduğu hatırlanmalı. Bilginin en derin kısmının, “sünenin (yasaların)” keşfi olduğunu söylemek büyük bir iddia olmaz. Çünkü bir kere anlaşıldıklarında bu yasalara hakim olanlar, bu keşifleri sayesinde pek çok şeyi kontrol etmek için kullanabilirler; zaten insan bu amaç için dünyaya halife

“Nefs” kelimesi Kur’an’daki başka önemli bir kelimedir. Kur’an’da karşımıza şu şekillerde çıkar: “Kötülüğe meyleden nefs” (12/53), “kendini kınayan nefs” (75/2) ve “huzur içinde olan nefs” (89/27). Müslümanlar psikoloji bilimi konusunda hala kafa karışıklığı yaşıyor olsa da, psikoloji işte bu yüzden önemli bir bilim dalıdır. Bunun sebebi de akıllarında Freud ve kötü niyetli bilinen diğer isimleri çağrıştırdığı

kılınmıştır.

içindir. Hiç şüphesiz bu bir bilimdir ve bilim

Birinci adım olarak bir teori ortaya koyduğumu

değildir. Bilmemiz gerekir ki bu bilim hakkında

biliyorum. İnşallah alimler ve yükselen yeni

öğrenilecek çok şey var. Bu bilime dair bilgimiz

nesil onu alır ve çok daha kapsamlı bir seviyeye

bazı basit ve belirsiz fikirlerle kısıtlı olmamalıdır.

ulaştırırlar. Meselelerin olgunluk aşamasına

“Toplum” kelimesi diğer kelimeler kadar Kur’an

gelmesi kesin bir şeydir. Çünkü Allah, her ne

terminolojisinde pek sık karşımıza çıkmıyor.

kadar gelişimini engellemek için çabalar olursa

Kur’an’da buna en yakın terim “ümmet”tir. Diğer

olsun, nurunu tamamlayacağını buyurmaktadır.

ilgili kelime ise “cemaat”tir.

Doğu’nun ve Batı’nın tekelinde olan bir şey

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

87


Malik bin Nebi’nin teorisinde bir kimse, benim

sorunuzda beni kışkırtmaya çalışıyorsunuz.

yaklaşımımdan daha çok moderniteye yönelik

Fakat şiddetle ilgili söylenmesi gereken her şeyi

akıllara daha fazla hitap eden, gerçekçi ve

açıklığa kavuşturmam konusunda haklısınız.

kanun-temelli bir yaklaşıma rastlayabilir. Ben genellikle “medeniyet” ve “kültür” gibi kelimeleri kullanmaktan kaçınıyorum. Benim eğilimim daha çok Kur’an’dan veya Peygamber’den gelen ya da İslam mirasında kullanılan kelimeleri

Yolu” adlı kitabımı ilk yayımladığımda yalnızca fikirlerimi ifade etme amacım vardı. Ortaya koyduğum fikirlerle insanları ikna etmeyi

kullanmaktan yana.

düşünmüyordum ve bu sebeple önsözde,

Biraz çalışma yaptık ve çok çabalamamıza

olduğunu, herhangi bir ikna amacı olmadığını

rağmen az şeyler başarabildik. Fakat daha

belirttim. Pek çok insan, benim insanları ikna

sonra gelenler daha az çaba ile daha iyi işler

etmek zorunda olduğumu, amacımın fikir beyan

başaracak ve doğru terminolojiye rastlayacaklar

etmekten öte olması gerektiğini söyleyen yazılar

ve doğru görüşlerle haşir neşir olacaklardır.

yazdılar. Bütün bunlar konunun ne kadar zor bir

Gazali şöyle diyor: “Kelimeler üzerinde çalışarak

konu olduğunu gösteren örneklerdir. Bu konuda

anlamı ve fikirleri arayan biri kaybolur ve hiçbir

pek çok şüphe ortaya çıktı. Fakat sizi temin

şey elde edemez. O kişi, menzili batı olan ama

ederim ki, bizler bu konuyu anladığımızda,

doğuya yol alan birine benzer. Öncelikle fikirler,

konunun ne kadar da belirsiz olduğunu görüp

daha sonra da bu fikirler için doğru kavramları

şaşıracağız. Bu, yüzyıllardır bizim etrafımızda

arayanlara gelince; işte bu kişi doğru yoldadır.”

dönenin güneş olmadığını, güneşin etrafında

Bu yüzden doğru yaklaşım, evvela sorunları

dönenin biz olduğumuzu anlayamamış olmamıza

anlamaya çabalamak ve daha sonra bu fikirleri

benzer bir örnektir.

kitabın sadece fikirlerimi beyan etmekten ibaret

açıklayan Kur’an terminolojisini bulmaktır. Bu, üzerinde çalıştığım prensiptir. Bütün çabam Müslümanları ve akıllarında olanı değiştirmek için çareler bulmaktır (ve bunda Malik bin Nebi’nin büyük yardımı dokunmuştur); Kur’an’ın kelimeleriyle ya da İslam mirasından gelen kelimelerle Müslüman bilincine hitap etmeye çalışıyorum.

Bu, bana ne kadar karanlıkta yaşadığımızı gösteren bir örnektir. İnsanların duymasını ve görmesini engelleyen şeyi anlamasına izin vermeyen yaygın görüşleri açığa çıkarmamız gerekiyor. Bu, Kur’an’da büyük önem verilen bir şeydir: “Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık hakka dönmezler.” (2/18) ve “İlahları bir tek İlah mı yaptı? Gerçekten bu çok tuhaf

Cevdet Said şiddetin reddinde büyük bir

bir şeydir… Biz bunu, diğer dinde işitmedik,

öncüdür. Tüm silahların terk edilmesi çağrısında

bu, içi boş bir uydurmadan başkası değildir.”

bulunuyor; silah alımını, put alımına benzetiyor.

(38/5-7) Kur’an’ın elimizde olması bize hiçbir

İlk kitabına isim olarak koyduğundan beri

yarar sağlamaz. Yahudilerin ve Hıristiyanların

“Adem’in Oğlunun Yolu” doktrini, Cevdet Said

İncil’e sahip olduklarını, ama hiçbir yarar elde

ismiyle müsemma olmuştur. Doğal olarak şöyle

edemediklerini görmüyor musunuz? Bilim

bir soru ortaya çıkıyor: Cevdet Said, gereken

ve bilginin bütün alanları işte burada, ama

şartlar zuhur etse bile yerleşik İslami bir emir

onların bize bir faydası yok. İslam dünyasının

olan “cihad”ın iptalini mi savunuyor? “Onlara

trajik durumu açıkça karşımızda ve bu trajik

(düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar

durum, insanlar için gerçekleri araştırmak ve

kuvvet ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar

gerçeklerin peşine düşmek adına büyük bir itici

hazırlayın.” (8/60) ayetindeki Allah’ın emrine

güç olmalıdır. Müslümanları dünyadaki en büyük

itaatsizlik çağrısında mı bulunuyor? Siyonist

kaybedenler yapan şey nedir? Çalışmalarıma

güçler silahlarını yığarken, bizlerin pasif

başladığımda hareket noktam buydu. Ben, insan

izleyiciler olmamız konusundaki görüşlerinde

aklının zorla bir şeylere inanmaya zorlanmasına

ne kadar haklıdır? Yıkıcı güçlere karşı direniş

değil, ikna edilebilmesi gerektiğine inanıyorum.

hareketlerinin ilgasını mı savunuyor?

Cevap: Sayın Abdulcabbar, bu en uzun

88

Bundan 30 sene evvel “Adem’in Oğlu Habil’in

Bu beni sizin sorunuza getiriyor. İnsanoğlunun baskı ve gözdağı temelli hareketten çok

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


iknaya razı geleceğini kabuk etmiyorsak eğer,

olarak gönderdi.” (2/213) Evet, insanlık tek

işte o zaman insanı hatta Tanrı’yı anlamaya

bir milletti ve hala da öyledir. Onlar birbirinin

başlamamışız demektir. Bu durumda 3 noktaya

aynı düşünüyorlar, her yerde diğerlerine

bakalım: Birincisi Allah’tır. Allah’ı tanıdığımızı

boyun eğdirmek için fiziksel güç kullanmaya

sanıyoruz. Fakat gerçekte tanımıyoruz. İşte

başvuruyorlar. Bu, geçmişte böyleydi hala

Kur’an bu durumu şöyle tanımlıyor: “Bu sizin

da böyledir. Firavunun “Ben sizin en büyük

Rabbiniz hakkında beslediğiniz zannınızdır. O

Rabbinizim.” demesi, bugün de aynen yaygın

sizi mahvetti de ziyana uğrayanlardan oldunuz.”

olarak kullanılıyor ve günümüzün Firavunu

(41/23) Bu, bizlere Allah anlayışımızın doğru

Amerika, hala eski Firavunların dediği gibi diyor.

olmadığını hatırlatan bir gerçek olmalı. Burada büyük düşünür, karşılaştırmalı dinler uzmanı, sosyolog Ali Şeriati’yi anmak istiyorum. “İnsan ve İslam” kitabını okuduğumda, onun topalların olduğu bir koşuda birinci sınıf bir atlet olduğu kanaatine vardım. O, gören gözlere, duyan kulaklara, etkili bir şekilde işleyen akla sahip. İyi okuyanların kalbinde ateş yakabiliyor ve büyük bir iman sahibidir. Ali Şeriati diyor ki: “Her toplum ışığına denk düşecek tanrısını yaratır” ki bence bu çok doğru bir cümledir. Çünkü eğer Allah’ı tanımak istiyorsak, O’nu yaratıkları sayesinde tanıyabiliriz; bunun haricinde onu tanımamızın imkanı yoktur. İkinci şey ise; Allah’ın yarattıklarını, yani bu kainatı bilmektir. O’nu tanımamız gerekmektedir

Güç haktır dendiği sürece orman kanunları yürürlüktedir demektir ve insanoğlu halen tek bir millettir, yani onlar aynı düşünceye sahiptirler. İnsanlar güce taptılar ve halen güce ve güçlülere tapıyorlar. Bu, insanın hayatındaki uyumsuzluğun/ihtilafın kaynağıdır. Çünkü insan anlama yeteneğine sahip bir sinir sistemine ve anlama sayesinde hayatını kontrol edebilme becerisine sahiptir. Bu durumda kendi gibi bir insanoğlu tarafından hakimiyet altına alınmamalıdır. Bu, benim uzun yıllar önce kabul ettiğim hayat görüşümdür ve hala üzerinde çalışıyorum. Geçen yıl “Adem’in Oğlu Gibi Ol” adlı bir kitap yayımladım ve inşallah diğer kitabım “Yayını Kır”ı da yayımlayacağım.

ve kainatın gerçeklerini öğrendiğimizde, biz

Silah alımını put alımına benzetmemim sebebi,

O’nun “sünen”ini yani kanunlarının temelinde

Müslümanları ve gayrimüslimleri sarsmak

işlemesi için Allah’ın bu kainatı yarattığını

amaçlıdır. Ben şunu demek istiyorum: Ey

göreceğiz. Yasalar sabittir, ama gelişim için

insanoğlu! Uyum içinde bir iletişim kurabilirsiniz.

alan bırakılmıştır. Yani Allah yeni şeyler yaratır.

Orman kanunu temelli yaşamayı kesebilirsiniz.

Kur’an’daki ifade şöyledir: “O, yaratmada

Uyumlu ortak bir yaşam için kanunlar,

dilediğini artırır.” (35/1) Üçüncü nokta ise

ilkeler ve görüşler ortaya koymanız gerekir.

insanı tanımaktır ve bizler, sinir sisteminden

İnsanoğlu, Adem’in oğlu Habil gibi olmadıkça

dolayı insanı, yaşayan diğer canlılardan farklı bir

gerçekten insan olamayacaktır. Ne zaman bunu

varlık olarak ele almak zorundayız. İnsanoğlu

anlayabilir ve bunu anlamaları için insanlara

sinir sistemi sayesinde yasaları keşfetme ve

ve Müslümanlara yardımcı olabiliriz? Burada

düşünme becerisine sahiptir.

Peygamber’e başvurmamız gerekiyor. Çünkü onsuz biz bu meseleyi özellikle günümüz

Bu 3 nokta bir arada ele alınmalıdır. Çünkü

şartlarında anlayamayacağız. Ben Peygamber

kainata odaklandığınızda, her şeyin Allah’ı işaret

diyorum, çünkü o bütün peygamberleri temsil

ettiğini göreceksiniz ve bizler kainat sayesinde

ediyor ve onların mesajlarına şahitlik ediyor.

Allah’ı biliyoruz. Kainatı gözlemleyerek

Kur’an bu konuda şöyle buyuruyor: “Sen ey

develerin, dağların toplumların nasıl yaratıldığını

Peygamber! Elbet biz seni bir şahit, bir müjdeci

keşfediyoruz. Kainat kanunlara dayalı olduğu

ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Yine onun

için insanoğlu onu kontrol edebiliyor. Dünyanın

izniyle Allah’a çağıran bir davetçi ve etrafını

yöntemlerini anlayarak insan, onu kontrol

aydınlatan bir kandil olarak.” (33/45-46) Bütün

edebiliyor. Bu, kanunları ve onlar üzerinde

peygamberlerin dinleri birdir. Tek bir Allah’a

hareket etmeyi keşfetmekle alakalıdır. Allah

inanç vardır. Allah’tan başka ortaklar edinmek

Kur’an’da şöyle buyuruyor: “İnsanlar bir tek

yoktur. İbadetlere gelince, peygamberden

ümmetti. Allah peygamberleri müjdeci ve uyarıcı

peygambere değişiklik gösterir. İnsanlar

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

89


arasında muameleye gelince zamanla gelişir.

sabırla ve ezalara katlanarak başlayan İslam’ın

Fakat asla adalet ilkesi ihlal edilmemelidir.

nasıl geliştiğini görüyoruz.

Gerçekten de bir tanrıya olan inanç, adalet ilkesi içinde bellidir. Çünkü adaletsizlik şirkin en kötü

Kur’an’da bununla ilgili uzun ve geniş çaplı

şeklidir ve şirk en kötü adaletsizliktir.

bir örnek var: “Sizden öncekilerin, Nuh

İnsanlar arasında adaleti tesis etmek tevhidi tesis etmek, yani farklı farklı gruplar içerisinde ortak koşulları tesis etmektir. “Deki: Ey kitap ehli! Sizinle aramızdaki şu ortak kelimeye gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceğiz. O’ndan başkasına ilahlık yakıştırmayacağız. Allah’ın yanı sıra başka birilerini Rabler olarak kabul etmeyeceğiz.” (3/64) Yukarıdaki ayette sahip olduğumuz şey adalet ilkesidir ki, sizden bana vermenizi beklediğim gibi ben de size aynı hakkı vereyim ve kendime yasak ettiğim şeyi size de yasak edeyim. Kendinize izin verdiğiniz şekilde aynı şeyi başkasına verdiğiniz zaman hiçbir ilke bundan daha üstün olamaz. Bu ilkenin bir değeri şudur ki, bu ilkeyi başkalarının kabul etmesini beklemek zorunda kalmazsınız. Bir ilkeyi benimser ve başka birinin rızasını beklemezsiniz. Bir Müslüman eğer Habil’in yolunu kabul etmiyorsa, nasıl Müslüman olabilir? Resul bu yolu benimsedi. İnsanları imana çağırdığı zaman kimseyi zorlamadı ve kimseye imanı seçmesini dikte etmedi. İmanı seçenler, Kureyş kabilesinin işkencesine maruz kaldılar. Kafirler, inananları küfre çevirmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Resul, işkenceye uğrayan ailelerden birini gördüğünde: “Sabredin ey Ebu Yasir ailesi, cennet bizim buluşma yerimiz olacak.” demiştir; “işkencecilere başkaldırın” dememiştir. Resul, düşmanlarına teslim olmalarını değil sadece imanlarına bağlı kalmalarını buyurmuştur. Kur’an müminlere buyuruyor: “Savaştan elinizi çekin ve namazı istikametle kılın, zekatı içten gelerek verin.” (4/77) Peygamber’e nazil olan

90

kavminin, Ad ve Semud ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah’tan başkası bilmez. Elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: ‘Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkar ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden de gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.’ Resulleri dedi ki: ‘Allah hakkında mı şüphe (ediyorsunuz)? O, gökleri ve yeri yaratandır; O, sizi, günahlarınızı bağışlamak için davet etmekte ve sizi adı konulmuş bir süreye kadar erteliyor.’ Dediler ki: ‘Siz, bizim benzerimiz olan birer beşerden başkası değilsiniz. Siz bizi, babalarımızın taptıklarından çevirip-engellemek istiyorsunuz, öyleyse bize apaçık bir delil getirin.’ Resulleri onlara dediler ki: ‘Doğrusu biz, sizin gibi yalnızca bir beşeriz, ancak Allah kullarından dilediğine lütufta bulunur. Allah’ın izni olmaksızın size bir delil getirmemiz bizim için olacak şey değil. Mü’minler, ancak Allah’a tevekkül etmelidirler. Bize ne oluyor ki, Allah’a tevekkül etmeyelim? Bize doğru olan yolları O göstermiştir. Ve elbette bize yaptığınız işkencelere karşı sabredeceğiz. Tevekkül edenler Allah’a tevekkül etmelidirler.’ İnkar edenler, resullerine dediler ki: ‘Muhakkak (ya) sizi kendi toprağımızdan süreceğiz veya dinimize geri döneceksiniz.’ Böylelikle Rableri kendilerine vahyetti ki: Şüphesiz Biz, zulmedenleri helak edeceğiz. Ve onlardan sonra sizi o arza mutlaka yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan korkana ve tehdidimden korkana ait (bir ayrıcalıktır).” (14/9-14)

ilk surede Kur’an, müminlere ibadetlerine bağlı

Yukarda sahip olduğumuz şey, özel bir

kalmalarını ve kaba güçle fikrini empoze eden

peygamberin tartışması değil, genel bir

günahkarlara boyun eğmemelerini buyurmuştur:

meseledir ve bu tartışma çeşitli insanları temsil

“Gördün mü namaz kılan kulumuzu engelleyeni.

eder. Elbette Kur’an’ın başka yerlerinde tek-

Hayır, o azgın insana uyma. Rabbine secde et

tük durumları Kur’an ele alıyor, fakat tema

ve yaklaşmaya devam et.” (96/9-19) Başka bir

ve tartışmanın amacı aynıdır. Peygamberler

yerde ise Allah buyuruyor: “Onlar sırf mutlak

açısından amaç; insanları, gerçeğe giden yola

güç sahibi ve övülmeye layık Allah’a iman

çağırmaktır. İnsanlar açısından amaç ise; din

etikleri için Müslümanlara kötü muamelede

değiştirmiş kimseleri (Müslümanları) tekrar

bulunuyorlardı.” (85/8) Peygamber kendini

küfre döndürme umuduyla baskı kullanmak,

savunmadı ve burada biz, ilk andan itibaren

onları sürmek, onlara zarar vermektir. Bu

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


senaryoyu analiz etmek, böylesi bir durumla

olmadığının bir göstergesi olsa gerek. Fakat

peygamberlerin nasıl başa çıktığını görmek,

hayır! Gerçekten de onlar, inandıkları şeye

çabamıza değer. Onlar gerçekten de eşit bir

çağırmada sahip olmak istedikleri hakkı

ölçüde, her iki gruba da uyan ortak bir dille,

diğerlerine de vermek zorundalar. Ve gerçekten

eşit bir dengede halklarıyla iletişim içinde

işler, birilerinin direncine rağmen çok geçmeden

olmayı tercih etmişlerdir. Peygamberlerin

aynen böyle olacaktır. Gerçekleşecek olan,

ilkesi şuydu: Biz çağrımızı ortaya koyarız, siz

Kur’an’ın şu yasasıdır: “Köpüğe gelince o, sönüp

de çağrınızı ortaya koyun, hiçbir grup baskıya

gider. İnsanlara yararlı olan ise yerde kalır.

ya da yaralamaya başvurmayacak, hiç kimse

(13/17)

yurdundan sürülmeyecek. Öyleyse isteyen inansın, isteyen inkar etsin: “Dinde zorlama yoktur.” (2/256) ve “Dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin.” (18/29) İnançlarda, fikirde, dinde zorlama yoktur. Öyleyse, ikna etmede bir yarış olsun; şiddete ve baskıya yer olmasın. Fakat eğer muhalif grup böylesi yollara başvurursa, biz aynısını yapmayacağız; “elbette bize çektirdiğiniz ezaya, cefaya rağmen sabırla direneceğiz;” (14/12) insanlar her iki grubun görüşlerine ikna olana kadar. Peygamberler, fikirler alanında, bu yöntem sayesinde başkalarıyla nasıl muhatap olunacağını gösteren genel bir ilke ortaya koydular: Şiddet etkisiz hale getirilmeli; dinde, fikirlerde ve siyasette baskı olmamalı; her iki grup (ya da onlar kabul etmese bile biz) sadece ikna yöntemi kullanmalıdır. Toplumda bir değişim gerçekleşene kadar yalnızca hikmet, yumuşak bir üslup ve dil kullanılmalı; en iyi ve en zarif şekilde tartışılmalıdır. Bu, Peygamber tarafından benimsenen yoldu; bu model, saldırganlık

Aynı şekilde, eğer toplum bozulup çürümeye başlarsa bir Müslüman, onları doğru olana yöneltmekten ve insanları yönlendirmekten başka bir yola başvuramaz. Toplum, onun çağrısını kabul ederse ve insanlar onun dinine yönelirse, bu durumda o toplumun, her bir bireyinin konuşma ve itiraz etme hakkını gözetmesi gerekecektir. Barış içinde tartışmaktansa, güç kullanmada ısrar edenler ve bunu reddedenler daha sonra orman kanuna yönelirler. Bu durumda, peygamberlerin hepsi aynı tavrı, yani Habil’in tavrını benimsemişlerdir. “Bize yaptığınız eziyetlere elbette katlanacağız.” (14/12) Bu şekilde peygamberler gerçek demokrasi ilkesini ortaya koymuşlardır. Modern demokrasilerin hatası, onların bir tiran ya da diktatör gibi öldürmeye ve saldırıya izin vermesidir. Doğru olan yol bu değildir; doğru olan yol, bir baskı oluşturmaksızın toplumun kendisi bir dönüşüm sağlayana kadar barış içinde hareket etmek, çaba göstermektir.

başlatmayacak ve asla baskıya başvurmayacak

Günümüzde Müslümanlar modern demokrasinin

düzgün insanlar için bir modeldi.

ilkelerini ve insan haklarını kabul etmiyor.

Başkaları baskıcı yöntemlere başvursa bile

Peygamberler tarafından ortaya konan insan hakları bariz bir şekilde “haklar” değil

biz, doğru bir yöntemle geneli kucaklayan

“görevler”dir. Baskı yoluyla değil, ikna ve

bir toplum tesis etme çabamız adına, baskıcı

tartışma yöntemiyle doğru toplumu kurmak ve

ve incitici bir karşılık vermemeliyiz. Toplum

korumak bizim görevimizdir. Baskı kullananlar

doğru bir hale dönüştükten sonra inançları ve

neredeyse diğerlerini de baskı kullanmaya

düşünceleri çatışmadan koruyabilir ve insanların

çağırmaktadırlar. Bu durumda hem galip hem de

düşüncelerini, inançlarını koruma hakkı, aynı

mağlup orman kanununu uyguluyor olacaktır.

kafirlere uygulandığı şekilde müminlere de

Her ikisi de peygamberlerin bize öğrettiği gibi,

uygulanır. Başka insanların da nazik ve barışçıl

cehennemde cezalandırılmayı hak edeceklerdir.

bir şekilde tartışarak diğer insanları, fikirlerine

Bunun sebebi, her iki grubun da İlah olarak

çekmeye çalışma hakları vardır. Şu anda pek

Gücü kabul etmeleridir. Bu, pek çok insan için

çok Müslüman, dinlerini tebliğ etme hakkını

engel oluşturmakta ve çoğunlukla anlamayı da

kendi tekellerinde görüyor; başkalarının

engellemektedir. Peygamberler, savundukları

da ideolojilerini, fikirlerini başka insanlara

fikir yüzünden toplumun temsilcileri tarafından

ulaştırma hakkı olduğunu düşünmüyorlar.

incitildiklerinde kendilerini savunma yoluna

Bu, benimsedikleri inanca, dine güvenleri

gitmemişlerdir. Bu yüzden biz de incitilmeye

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

91


katlanmak zorundayız ve insanların inançları ve

başlanmış, bu konuda bir ilerleme olmuştur.

fikirleri uğruna incitilmedikleri bir millet olarak

Bunu geliştirmeye devam etmek zorundayız.

kendilerini geliştirmeleri için toplumu teşvik

Makamlarını kaba güçle elde eden siyasetçilere

etmemiz gerekmektedir.

yanlışlarını haykırmalı ve onları şiddetten

Bu nedenle Kur’an’da, belli bir halk tarafından tehdit edilen peygamberlerin kıssalarını ve onların cevaplarını okuyoruz: “Milletinin büyüklük taslayan ileri gelenleri, ‘Ey Şuayb! Ya dinimize dönersiniz ya da andolsun ki seni ve inananları seninle beraber kentimizden çıkarırız’ dediler. Şuayb, onlara: ‘Biz istemesek de mi? Allah bizi dininizden kurtardıktan sonra ona dönecek olursak, doğrusu Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimizin dilemesi bir yana, dininize dönmek bize yakışmaz. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz yalnız Allah’a güvendik. Rabbimiz! Bizimle milletimiz arasında hak ile Sen hüküm ver, Sen hükmedenlerin en hayırlısısın’ dedi.” (7/88-89) Burada Kur’an’ın tabiriyle, halkın ve peygamberlerin birbirlerinden tamamen farklı bir şekilde anladığı bir millet inşa etme ilkesi söz konusudur. Yukarıda da görüldüğü gibi peygamberlerin algısı diğer insanlar tarafından benimsenen algıdan tamamen farklıdır. Çünkü peygamberler ilkelerin kabulünü belirlerken herhangi şekilde bir baskı yapamazlardı. Bu nedenle geçmişte insanoğlunun tek bir millet olduğunu bildiren ayeti iktibas ettiğim zaman, bir milletin yapısı için gerekli olan ilkenin kesinlikle peygamberlerden kaynaklanmadığını

bu gerçeği haykırma nasıl gerçekleştirilecek? Bu elbette politikacılara suikast düzenleyerek ya da onlara saldırarak olmayacaktır. Bu, Allah’ın emirleriyle çelişen, onlarla uygunluk arz etmeyen hükümlerde o kişiye itaat etmeyerek olacaktır. Orman kanununa dönmeyi kabul etmeyeceğimizi açıkça dile getirmekle olacaktır. İnsanlar, eğer itaat etmeyi reddederlerse öldürülecekleri yanılgısıyla yaşıyorlar. Bu bir yanılgı, çünkü değişim meydana getirme şeklini kabul edenlerin sayısı ne kadar artarsa, bütün bir toplum bir yana, bir kişiyi bile öldürmek zalim ya da o diktatör için o kadar zor olur. Bu, değişim için en doğru ve merhametli yol, bütün herkes için en az masraflı ve en faydalı yoldur. Ne yazık ki biz bu yöntemden bihaberiz. Ne bu yöntemi benimsiyoruz ne de insanların dikkatini bu yöntemin faydalarına çekebiliyoruz. Bu yöntemden bihaber olmayan insanlara gelince, onlar çok kötü bir günahın suçlularıdırlar. Bu da Allah’ın ayetlerini saklama günahıdır (bkz. 2/174). Eğer bizler bu şekilde insanların bilinçlerine, vicdanlarına nüfuz edebilirsek; çocuklar, kadınlar ve yaşlılar onu kullanmada birlikte yer alabilirler. Bizim bileği-güçlü gençlere, yığınlarca paraya ve

kastederek insanların hala aynı tek bir millet

silahlara ihtiyacımız yok. Aksine, biz bütün

olduğunu ekledim. İnsanlar hala aynıdır, çünkü

bunları reddediyoruz ve diyoruz ki biz bunu dile

onlar kaba kuvvetle başkalarının inançlarını ve

getirmede ve bu çağrımızda ısrarcıyız. Eğer

fikirlerini değiştirmeye iman etmişlerdir. Fakat

bu görevimizden dolayı bizi ölüme mahkum

Allah peygamberlerini, insanların fikirlerini

edecekseniz durmayın devam edin. Bu bizlere

ve inançlarını koruması için göndermiştir. Bu

peygamberlerin babası Nuh tarafından öğretilen

yöntemi benimseyen herhangi bir insan, eşitlik

bir gerçektir: “Nuh’un haberini onlara oku. Hani

temelinde asla baskı uygulamadan başkalarını,

o bir vakit kavmine şöyle demişti: Ey kavmim!

kendi fikirlerini kabul etmeye çağırabilir. Hiç

Eğer benim konumum ve Allah’ın ayetleriyle

kimse baskıya boyun eğerek Allah’a şirk

öğüt vermem size ağır geliyorsa, (biliniz ki) ben

koşamaz. Biz, insanları birbirine kulluk etmekten

sadece Allah’a dayanıp güvenmişim. Artık siz

alıkoymaya çalışmalı ve insanlara Rabbi dışında

de (bana) ne yapacağınızı ortaklarınızla beraber

hiç kimseye kulluk yapmamalarını tavsiye

kararlaştırın ki işiniz size dert olmasın! Bundan

etmeliyiz.

sonra bana hükmünüzü uygulayın; bana mühlet

İslam dünyası, tüm millet unsurları ile fiziksel

92

vazgeçirmede insanları teşvik etmeliyiz. Fakat

de vermeyin!” (10/71)

bir güce maruz kalmaktadır. Son zamanlarda,

Açıkça şunu söylemeliyim ki cihadı ortadan

bir tereddüt halinde olsa ve pek kesin olmasa

kaldırmıyorum. Ben sadece Resul’ün cihat

da şiddete karşı alternatif yollar aranmaya

anlayışının Haricilerinki ile aynı olmadığını

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


gösteriyorum. Raşid Halifeler döneminden

çeliştiğini düşünüyorum: “Yayını kır, onu

hemen sonra, Emeviler döneminden itibaren

körleştir, o körelene kadar kılıcı bir kayaya

bütün Müslümanlar Haricilerin yolunu

vur.” Ya da bir diğer hadis şudur: “Sürüsü olan

benimsedi. Güç ile yaratılan bir iktidarın yasal

sürüsünü uzak tepelere götürsün, toprağı olan

ya da doğru bir iktidar olmadığını hatırlarsak,

onu sürsün (kaotik ortamdan kendini uzak

bu kolayca anlaşılabilir. Bu, bir sapkınlık ve

tutmak için).” Birisi ona yukarıda saydıklarından

çatışma devletiydi. Eğer doğru şekilde inşa

başka yapacak bir şeyi olmayan insan ne yapsın

edilmiş bir topluma sahipseniz, bu toplumun

diye sorunca, o dedi ki: “Evinde otursun, Habil’in

sistemini bozmaya yeltenip onunla kavga

yaptığını yapsın.” Gerçekten de Haricilerin

edenlerle nasıl bir ilişki içinde olacağımızı

sorunu henüz analiz edilmedi. Hariciler baskı

Kur’an bize şöyle bildiriyor: “Eğer inananlardan

temelli bir toplum kurmak niyetindeydiler.

iki grup birbiriyle savaşırsa aralarını düzeltin.

Ali’nin, “Benden sonra Haricilerle savaşmayın.”

Eğer biri diğerine karşı haddi aşarsa Allah’ın

dediği rivayet edilir. Eğer böyle dediyse bu

buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa

cümle, Haricilerin yolunun meşru olduğunu

karşı savaşın. Eğer Allah’ın emrine dönerse artık

göstermez. Fakat bütün gruplar kendi yollarını

aralarını adaletle düzeltin ve onlara adaletli

seçebilir. Bu doğrudur ve günümüze kadar bu

davranın. Çünkü Allah adaletli davrananları sever.” (49/9)

mesele aydınlatılamadı. Yapılan bütün inceleme ve analizlerde rastladığım şey, bahsi geçen

Bu, halkını ikna yöntemi ile yöneten biri ile bir günahkarın karşı karşıya geldiği andır. Ama eğer bir günahkar bir başka günahkarla karşılaşırsa bu, iki kör insanın karşılaşması gibidir. Durum böyle olduğunda, Resul, tartışma yapan herhangi bir grubun tarafını tutmaktan kaçınmayı emreder. Peygamber’in bazı hadislerinde bir Müslüman’ın kaotik tartışmalardan kendini sakındırması emredilir. Bir hadiste kılıcımızı kırmamız emredilmiştir. Başka bir hadiste ise bir Müslüman’a evde kalması emrediliyor. Hatta bir saldırgan, birinin evine girse bile Adem’in oğlu Habil gibi

savaşın, devletin (Emevi devletinin) ve milletin meşruluğu konusudur. Yukarıda açıklamaya çalıştığım peygamberlerin metodundan daha pratik, daha açık bir şey görmedim. Keşke daha iyisini sunabilsem, ama Müslüman olsun ya da olmasın geleceğin düşünürleri ve teorisyenleri bunu daha da açıklığa kavuşturabilecekler ve herkesin anlayabileceği hale getireceklerdir. Böylece artık kimse şaşırmayacak ve orman kanunlarının dışına çıkma imkanı bulacaktır. Allah gerçekten de peygamberlerine en iyi kanunu, süneni öğretmiştir. Bu konuda içim çok rahat. Öyle hissediyorum ki ben, Peygamber’in

davranması emredilir: “Andolsun sen beni

bu yöntemiyle bütün dünyayı karşıma alabilirim.

öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni

Onların yolu mükemmel eşitlik, adalet,

öldürmek için sana elimi uzatacak değilim.”

merhamet yoluydu. Kur’an’da bu konuyla

(5/28) Peygamber, Müslümanlara şunu bile

ilgili ayet şöyle der: “Allah onların Allah’a

tavsiye etmiştir. “Eğer bir saldırganın kılıcının

karşı gelmekten sakınma sözünü tutmalarını

ışıltısı tahammül edilmeyecek kadar gözü

sağlamıştı. Zaten onlar buna layık ve ehil idiler.”

kamaştırıyorsa, onun gömleği ile gözlerini

(48/26)

kapamasına izin ver.”

Bütün dünyaya, filozoflara, insan hakları

Bu örnekler benim çelişki yaşamadığımı ve aynı

savunucularına, “Veto Hakkı”nı sona erdirmeleri

zamanda cihadı yürürlükten kaldırmadığımı

hususunda iş birliği yapmaya çağırıyorum.

gösteren örneklerdir. Peygamber’in hadisleriyle

Bu gerçekten de dünya üzerindeki en büyük

ve hareket tarzıyla oldukça uyumluyum.

kötülüktür. Onun kibirli ruhu Romalılardan

Elbette Resul, bir Müslüman’dan elini çekmesini

gelmiştir. Bu, modernitenin doğal ürünü değildir.

teşvik ederken az önce bahsettiğim hadisiyle

Veto Hakkı, dünyanın gelişimi yolundaki en

çelişmiyordu: “Allah adına bir ok atışı cennete

büyük engeldir. Dünyanın ufak tefek tağutlarının

girmesi için 3 kişiye şahitlik edecektir: Onu

büyük tağutlar tarafından korunduğunun bir

yapana, onu keskin hale getirene ve atıcısına.”

göstergesidir. İnsan hakları avukatlarının, bu en

Ne de bu hadisin şimdi söyleyeceğim hadisle

büyük haksızlık ve insan hakları ihlali karşısında

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

93


hiçbir şey yapmamaları, sessiz kalmaları ve bu

teknoloji ürünü silahları olduğu için oluyor. Bu

sorunu bertaraf etmeye yanaşmamaları nasıl

gülünç bir aldatmaca değil mi? Bu, uygulanan

izah edilebilir? İnsan haklarının avukatları ve

sistemin nasıl modası geçmiş bir sistem

demokrasiye inananlar olduklarını iddia etmeye

olduğunu gösteriyor. Fakat bazı insanlar halen

utanmıyorlar mı? Bütün dünya tarafından göz

buna sarılabiliyorlar. Belki de bu bizim için

yumulan Veto Hakkı, demokrasi ile uyuşmayan,

anlaşılamayacak kadar karmaşıktır, bu yüzden

tamamen demokrasiye karşıt bir şeydir.

anlayabileceğimiz bir şeyi düşünelim. İkinci

Bunun kendisi, insanlığa karşıdır ve dünyadaki

Körfez Savaşı başladığında Araplar İsrail’i

herhangi bir gelişmeyi engeller. İnsan merak

unuttular ve Irak Savaşına odaklandılar. Bu,

ediyor; neden başkalarının gözlerindeki kıymığı

silahların sorunu muydu? Bunu anlayabilir

görmezden gelirken, kendi gözlerindeki ağaç

miyiz? Hayır, elbette ki değil! Bu, Arapların

gövdesini görmüyorlar? Fakat neden bu

kendi aralarındaki ilişkilerin, kavramların,

siyasi durumu kabul edilmiş gibi görüp kendi

fikirlerin sorunuydu. İsrail’in yıkıcı cephanesi

kendimize sessiz kalalım ki? Şunu anladım ki,

hakkında şikayet edip duruyoruz. Fakat Irak

bütün dünya şu anda böyle. Fakat böyle devam

silahlara sahip olduğunda, bizler sanki bizim

etmek zorunda değil.

için İsrail’in silahlarından daha büyük bir tehlike

Hayır, Sayın Abdulcabbar. Allah’a ve O’nun kitabına isyankar biri değilim. İslam dünyasında

ortaya koyuyormuş gibi Irak silahlarının yok edilmesinden bahsediyoruz.

büyük servetler silahlanma için harcanıyorken,

Öyleyse, nasıl bir kör karanlık bizim bu

o silahlar üreticilerinin çıkarlarını tehdit etmiyor.

meseleleri ayırt etmemizi engelliyor? Bütün

Bunu söylemek benim en büyük görevimdir.

bu meseleler İslami meselelerin alanı içerisine

Eğer bu, ülkemizi korumak için hazırladığımız

girmez mi? Eğer bu meseleler İslami meselelerin

bir şeyse, eğer bu, Allah’ın emri olan; “Onlara

merkezinde ise bizi bunları derinlemesine ve

(düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar

bıkmadan araştırmaktan alıkoyan şey nedir?

kuvvet ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar

Bu meseleleri ele almaktan bizi alıkoyan bazı

hazırlayın.” (8/60) ayetine doğru bir cevapsa,

önyargılar olmalı. Bu bize neye mal olacak ve ne

o zaman biz gerçekten Allah’ın ayetiyle alay

kadar değerli vaktimizi harcayacak!

ediyoruz, düşmana cehaletimizi gösteriyoruz ve her şeyden öte bu dünyada işlerin işleyiş şekline

“Şartlar oluştuğunda bile yerleşik bir İslami

karşı körlüğümüzü açığa vuruyoruz demektir.

görev olan cihadın iptalini mi savunuyorsunuz?”

Amerikalılar Lübnan’dan kovulduğunda,

diye soruyorsunuz? Şunu söyleyebilirim ki,

Lübnan’ın ordusu ve hükümeti yoktu.

Allah’a şükür Müslümanlar cihat için belli

Hatta insanları birbirini öldürüyordu. Fakat

şartların neler olduğunu anlamaya başladılar.

Amerikalılar ve Fransızlar kovuldu ve İsrail,

Bu yüzden burada şunu söylemekte fayda var

Beyrut kuşatmasından geri çekildi. Bu, etnik

ki, Allah dinde zorlama yoktur dediğinde o cihat

olarak mahvedilmiş ayrılmış bir ülke tarafından

konusunda kesin hükümler ortaya koyuyor.

gerçekleştirildi. Somali de aç ve çıplak çok kötü

Cihat için çok dar bir alan bırakıyor. Yukarıdaki

bir haldeydi. Çok az silah ve düzensiz orduyla

ayet, dindeki bir farklılığın diğer birine

Amerikan ve BM ordusunu kovdu. Japonya da

saldırmak için sebep teşkil etmediğini ifade

hiç bir Amerikalı askeri öldürmeden özgürleşti.

ediyor. Şu bir gerçektir ki birileri dinde zorlama

Bunlar, insanlara fiziksel gücün yanılsama

yapmaktadır. Halihazırdaki gerçek şu ki; eğer

yaratmaktan başka bir şey olmadığını gösteren

biri cihat yapma şartlarını karşılayan bir topluluk

örneklerdir.

arıyorsa, o kişi önce İslam dünyasının haline

İnsan, hem Lübnan’dan hem de Somali’den çok daha büyük olan Irak örneğine bakarak da çok şey öğrenebilir. Iraklılar, hiçbir amaca hizmet etmeyen sadece utandırmak maksatlı ev aramalarına maruz kalabiliyorlar. Bu, Irak’ın bir hükümeti, düzenli bir ordusu, son

94

bir baksın. Dünyanın diğer kısmından daha çok Müslümanlar baskı uyguluyorlar. Dünyanın geri kalanından daha çok Müslümanlar, sınırı aşmış günahkarlar yani tağutlar tarafından yönetiliyorlar. Dini destekleme konusundaki hakikat, güçlü

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


kaslara sahip olmakla ve tahrip gücü yüksek

sık bahsedildiği şeylerle alakalıdır. İnsanlar

silahlara sahip olmakla alakalı değildir. O,

duyma ve anlama yetisini kullanmadıklarında

daha iyi yönlendirilmiş akıllara sahip olmakla,

hayvandan farksızdırlar. Kur’an bu grup

baskıyı ve eziyeti kaldırmaya yardım etmekle

insanlar için Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Sen

alakalıdır. Bu yüzden siz Allah’a ve kitabına

onları doğru yola çağırsan da asla doğru yola

karşıymışım gibi, “Onlara (düşmanlara) karşı

gelmezler.” (18/57) ve “De ki: İşleri yönünden

gücünüz yettiği kadar kuvvet ve (cihad için)

ahirette en büyük kayba uğrayanların kimler

bağlanıp beslenen atlar hazırlayın.” (8/60)

olduklarını bildireyim mi? Onlar o kimselerdir

ayetini karşıma çıkardığınızda ben de size,

ki dünya hayatında yaptıkları işlerin karşılıkları

geçmiş savaş anlayışına ait olan savaş atlarını

hep boşa gidecektir. Halbuki kendilerinin güzel

hazırlamadınız diye sizi Allah’ın ayetine

güzel işler yaptıklarını sanırlar.” (18/103-104)

itaatsizlik etmekle suçlasam doğru olur mu?

Günümüzde Müslümanların bir sloganı var.

Şimdi buradan itibaren Müslümanların fiziksel

“Demokrasi kafirliktir” diyorlar. Ama bu insanlar

güce sıkı bir şekilde bağlılıklarının, anlayışlarını

tağut tarafından yönetilmeye razılar ve insanlara

engellediğini söyleyebiliriz. Allah dinde zorlama

nasıl inanmalarını dayatarak tağut olmakta

yoktur dediğinde, O, güç kullanımını yasaklıyor.

sakınca görmüyorlar.

Gücü etkisiz duruma getiriyor ve imana insan kazandırmak ile bağlantılı olarak onu dışarıda bırakıyor, insanların akıllarına bazı fikirler sokuyor. Derginizin 4. sayısını size hatırlatmak isterim. 1997 yılında siz, İslam fıkhını yerine getirmede yerin ve zamanın etkisi hakkında bir seminer düzenlediniz. O sayıda ünlü alimler tarafından ortaya atılmış fikirler, yasal hukuki görüşler vardı. O meseleler arasında kadının şahitliği meselesi de vardı. Ve alimler o konuyla alakalı geleneksel olmayan görüşler ortaya koydular. Öyleyse biz, onların Allah’a ve kitabına karşı geldiklerini söyleyebilir miyiz? Ve alimler köleliğin kaldırılmasıyla alakalı hükümlerinde Allah’a karşı mı geliyorlar? Aynı şey kocasının

Bu yüzden biri çıkıp da Arkoun’un dediği şeyin temelsiz olmadığını söyleyebilir. Biz Müslümanlar henüz tağut ve tağuta tapınma ile alakalı olarak dünya üzerinde meydana gelen değişimleri anlayamadık. İkbal’in dediği gibi; insanlar tağutu reddettiler, ama henüz Allah’a inanmadılar. Bu şu anlama geliyor ki gelişmiş ülkelerde insanlar tağut tarafından yönetilmeye tahammül edemiyorlar. Onlar kendilerini bundan kurtardılar. Fakat tağuttan kurtulması için başkalarına yardım etmek de onlara kalmış. Batı bunun gerçekleşmesini istemez. O, başkalarının kendi tağutluğunu açığa vurmasından oldukça korkar.

ölümünden sonra kadının durumu hakkında

Sayın Abdulcabbar, başkaları tarafından kontrol

hüküm bildiren alimler için de söylenebilir. Ve

ediliyor olmamız sebepsiz yere olmuyor.

onlar bu bağlamda geleneksel olmayan şeyler

Acınılacak derecede anlayışımız kötüleşti.

söylüyorlar.

Başka ülkelerin bizimle alay etmesi onlara

Fakat bizim en çok, İslam dünyasında siyasi alanda kanunlar ortaya koymaya ihtiyacımız olduğu bir gerçek. Hükümet ve idare ile alakalı işleri ciddiyetle kavramamız gerekir. Orta Çağ’dan günümüze kadar Kur’an’ı hiç terk etmedik. Kur’an değişmeden elimizdedir ve bu Kur’an ile geçmişten günümüze ulaşabiliriz. Bu yüzden konuyla yakından alakalı bir örnek vereceğim: Muhammed Arkoun, bir görüşü desteklemek için Kur’an’dan alıntı yapanları

çekici geliyor. Gerçekten de diğer milletler bizi rasyonel insanlar olarak değil, mitolojik/mitik insanlar olarak görüyor. Artık kullanılmayan silahları bize sattıklarında bu, halen bizim mitolojik/eski bir çağda yaşadığımızı kanıtlamaz mı? Bir insan, dünyada olup biteni insanlara öğretmek konusunda insanları ikna etmenin değerini takdir etmediği zaman; bu, böyle bir insanın mitolojik bir çağda yaşadığını göstermez mi?

alaya alıyor. Arkoun’a göre bu türden şahıslar

Allah’ın yasası sadece kişisel düzeyde ki adaletin

böyle yaparak, mitolojik/eski çağdan bilimsel

değil aynı zamanda sosyal düzeydeki adaletin

çağa var olan hareketlerin bütün problemlerini

ağır basması ile fark edilir. Bizlerin, bir insanın

yeniden canlandırıyorlar. Bu şey, Kur’an’da sık

anlama kabiliyetini nasıl kaybettiğini görmeye

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

95


ihtiyacımız var. Arkoun’un kitaplarından olan

inandıran şey, bizim cahilliğimizdir. Tekrar

“İslam Düşüncesi: Bilimsel Bir Perspektif,

söylüyorum ki Müslümanların zihniyetini

çevirmen, Haşim Salih” dogmatik akıl yapısı

özgürleştirmek için yollar bulmalıyız, çünkü

ve Ortodoks algı ile ilgili belli bir araştırma

Müslüman’ın zihin noktasında bir sakatlığı söz

sunuyor. Bu, analiz etme ve anlama yeteneğini

konusudur. Düşünceye önem vermiyor. Onun

kaybeden insanın durumuna odaklanan modern

vicdanına girmek için yollar bulmak ve onun

bir araştırma örneğidir. Ortodoks ve dogmatik

fikirler dünyasına girmesine yardımcı olmak

düşünceyi anlamak zorundayız. Çünkü biz

görevimizdir. Halihazırda mantıksal ve bilimsel

İslam dünyasında, atalarından miras aldıkları

yöntemlerle dünyaya hitap eden insanlarımız

şeylere yapışıp kalan ve gerçeklik ve tarih

yok. Durumumuzun ne kadar acınacak halde

bilmeyen insanlarla iletişim içindeyiz. Objektif

olduğunu ifade edecek kelime bulamıyorum.

şartlar, tavırda bir değişiklik gerektirdiğinde aklı

Bizim aslında saplantılarımızı, putlarımızı açığa

dogmatik kalmış biri, bu değişimi sağlayamaz.

vurma cesaretimiz yok. Bunlardan korkuyoruz.

Ve İslam dünyasında tam da olan şey budur.

Ne kadar karanlık ve derin bir çukura düşmüşüz!

Bu dogmatik ve Ortodoks zihinsel tutum, Muhammed İkbal’in bilimsel çağ öncesinde insanların durumuyla kastettiği ve Malik bin Nebi’nin 20. yüzyılın insan aklına ne kazandırdığından bihaber bir adamın ağzını bir şey demek için her açtığından sadece istihza duygularını harekete geçirdiğini söylediğinde kastettiği şeydir. Çok doğru ki, İslam dünyası kelimenin tam anlamıyla kültürel salgına maruz kalmış durumdadır. Fakat bu tedavi edilemez

96

Hatta mucizevi devrimi gerçekleştirmiş İranlılar bile popüler ve barış dolu devrimlerini sınırları dışına ihraç edemiyorlar. Hiç kimse, silahlara çiçekle karşılık vererek, Şah’a karşı zafer kazanan İranlıların kendi devrimlerini barışçıl bir şekilde ihraç etmesine itiraz edemezdi. İranlılar, sanki eşsiz bir şey başarmamışlar ve barışçıl bir şekilde zafer kazanmak utanılacak bir şeymiş gibi zafer kazanma yöntemlerini

anlamına gelmez.

savunamadılar. Hayır, biz kibirli güçlere boyun

Cezayir’de ve Afganistan’da insanları öldüren,

İran, büyük devrimi hakkında böyle özgüvensiz

bu mitolojik/eski çağ mantıktır. Burada Sultan

olduğu müddetçe, düşmanları onu terörizmi

Abdulhamid’in Cemalettin Afgani’ye; “Neden

destekleme ve ihraç etme suçlamalarıyla

Japonya’ya gidip İslam’ın yayılması için

sömürmeye devam edecektir. İşler şu anda

çalışmıyorsun?” diye sorduğunda Afgani’nin;

olduğu gibi, ne İran devrimine dünyanın

“Eğer onlar, ‘Kendi insanına geri dön, çünkü

dikkatini çekebiliyor, ne de diğerleri İran’ın

onların bizden daha çok İslam’a ihtiyacı var!’

ne başardığını anlama zahmetine girişiyor.

derlerse ben ne cevap vereceğim?” demesi

İran devriminin ne kadar trajik bir şey olduğu

oldukça yerindedir. Evet, biz halen endüstriyel

gösterilmeye çalışılıyor. Gerçekte bir halk

dünyanın modası geçmiş silahlarını alırken,

devrimi, zihin devrimi, aynı zamanda kadınların

Japonlar modern dünyaya çok iyi adapte oldular.

devrimiydi. Hatta devrim kelimesi bile olmuş

Çünkü atom bombası bile modern hayatta

olan şeyi tanımlamada yetersiz kalıyor. Çünkü

artık kullanılmıyor. Bize silah satanların bizi ne

devrim kelimesi bize yabancı bir kelimedir. Biz

kadar düşündükleri ortadadır. Onlar aslında

buna peygamberlerin kıyamı, peygamberlerin

bizi, aldıkları malı tılsım olarak kullanabileceğini

diriliş hareketi demeliyiz. Hiç kimse bu eşsiz

sanan ilkel bir kabileye mavi boncuk satan

olayın unutulacağını hayal etmesin. Bu, aslında

tüccarın gözüyle görüyorlar

İslam devriminin bir habercisidir.

60’ların Sovyet lideri Kruşçev, dönemin ABD

İran devrimini -peygamberlerin geleneğindeki

başkanı Nixon’a, “Torunlarınız komünist olacak.”

devrimi- anlamadaki başarısızlığımız, akıl

demiş; Nixon da cevap olarak, “Olacaksa bile

yapımızın halen mitolojik merkezli olduğunun

baskıyla değil ikna yoluyla olacaktır.” demişti.

göstergesidir. Pek çok insan İran devrimini

Bu doğru, çünkü Amerika bize ve bizim

sadece İran’a ve Şiilere -sanki Şiiler bir insan

ikna etmemize açıktır. Açık akıllar oradadır.

topluğu değilmiş gibi- özgü bir olay gibi görüyor.

Amerika’ya güç dışında giremeyeceğimizi bize

Oysa Kur’an bize şunu öğretiyor: “Yahudiler

eğmeme gururu ve azmine sahip olmalıyız.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ve Hıristiyanlar, ‘Biz Allah’ın oğulları ve

Siyonistlere karşı direncin bitirilmesi

sevgilileriyiz’ dediler. Öyleyse günahlarınızdan

konusundaki sorunuza gelecek olursak, ben bu

ötürü size niçin azap ediyor? Bilakis siz de

bitirilmelidir demiyorum. Fakat daha faydalı ve

O’nun yarattığı insanlardansınız…” (5/18) Tüm

etkili ve daha az masraflı ve çok daha güvenli

insanlara uygulanan yasalar tüm İranlılara da

bir yol ortaya çıkarsa, işte o zaman genel olarak

uygulanır.

ümmetimizin iyiliğine gerçekleşeni seçmek zorundayız. Eğer Araplar ve Müslümanlar,

Şehitlerin en onurlusunun ne anlama geldiğini

onlardan herhangi biri bir şey kaybetmeksizin

Müslümanların anlamaları daha ne kadar zaman

ve kaybetmekten daha çok herkesi kazanarak

alacak? “Şehitlerin en asili, zulmü karşısında

doğruyu yapma adına güçlerini birleştirirlerse

gerçeği söylemek için zalim hükümdara karşı

bu harika olacaktır. Neden biz, düşmanı

duran ve bu uğurda ölendir.” (Hadis) İnsanların

ve düşmanla işbirliği içinde olanları boykot

İran olayını anlamaları ne kadar zaman alacak?

edemiyoruz? Örneğin biz neden Libya’ya karşı

Onlar sokakları ve dükkanları ateşe vermediler.

kuşatmayı kendi amacımız doğrultusunda

Sadece sokağa çıkma yasağını çiğnediler ki, bu

yönetemiyoruz? Neden Libya’nın pozisyonunun

da mükemmel bir sonuç vermiştir. İnsanlara

doğru ve haklı olduğunu söyleyemiyoruz?

peygamberlerin mücadelesini öğretecek kimse,

O sadece iki suçlunun tarafsız bir ülkede

o mücadelede bir şeyi ateşe vermez, çalıp

yargılanmasını istemektedir. Libya’ya yapılan

çırpmaz. Kimse incinmez ve herkes güvendedir.

kuşatmanın bitmesi gerektiğini söyleyemiyoruz,

Kur’an’dan bir ayet getirenleri, gerçekten mitolojik dönemin bütün sorunlarını canlandırmakla suçlayan Arkoun’un burada haklı olduğunu söylemek doğru değil midir? Biri çıkıp; “Yeryüzünde düşmanı tamamıyla sindirip hakim duruma gelmedikçe, hiçbir peygambere esir almak yakışmaz.” (8/67) ayetini okuyup sonrasında savaş esirlerini öldürse haklı mı olacaktır? Yukarıdaki ayette ifade edilen şey, o zamanlar geçerli olan bir durumdu; fakat bu halen doğru bir hüküm

bu kuşatmaya meydan okuyamıyoruz. Bu gibi önlemler, bütün büyük güçlerin liderleri üzerinde etkili şekilde işe yarar. Ama biz halen büyük bir yanılsama içindeyiz. Hepimizi korkutan bir büyünün altındayız. Bu inanılmaz uyuşukluğun sebebi nedir? İmkansızla mümkün olanı neden ayırt edemiyoruz? Pekala, ben bunları söylerken çılgınlık mı yapıyorum? Belki. Fakat ben bunları kapasitemiz dahilinde görüyorum. Ve milletlerimiz isteyerek ve zevkle bunun gibi kararların bedelini karşılayabileceklerdir. Amerika sık sık İran’ı kuşatmak istedi, fakat

müdür? Allah’ın şeriatı, ilahi kanun, özünde

boykota yeteri kadar ülke toplayamadığı için

adalet barındırır ve her ne zaman adil bir şey

başarısız oldu. Dicle ve Fırat’a sahipken neden

olursa, o önceki hükmün yerine geçer. Yeterince

atom bombası yapmak için çalışalım? Eğer

bilgisi ve deneyimi olanlar, idare biçimi olarak

Amerika, Kanada veya Avrupa’nın yiyecek

insanlar için daha hayırlı olan şey neyse onun

ve ilaçları olmadan başarabileceğimize karar

peşine düşmelidirler. Ondan sonra bile o kişiler,

verirsek neden aç kalacağımızı düşünelim?

ortaya çıkan yeni gerçeklerin ve gelişmelerin

Her şeyi yutuyor olmamız büyük bir saçmalık.

mevcut düzeni değiştirip değiştirmediğini takip

Aklım, Müslümanların düşmanlarına karşı

etmede uyanık olmalıdırlar. Müslümanlar, tarihin

takındıkları tavrı anlamıyor. Öyleyse insanlar

hareketini anlayana kadar gaf yapmaya devam

bana istedikleri gibi ad taksınlar. Arkoun, “biz

edeceklerdir. Yeni şeyler vuku bulacaktır. Eminim

halen mitler ve şaşkınlıklar çağında yaşıyoruz”

ki gelecek nesiler yeni metotlarla geleceklerdir.

derken ona hak veriyorum. Neden bir sorunun

Allah’a, kitabına ve Peygamber’ine meydan

barışçıl çözümü varken o sorunu o yolla

okumadan, bunun gibi sorunları çözmek için

çözmüyoruz? İnancımızı ve kaynaklarımızı

daha iyi metot ve tekniklerle geleceklerdir.

kullanmıyoruz? Neden düşmanlarımızın bizden

“Allah’ın kitabının etkisini azaltıyorlar” hissi

kullanmamızı istediği yolu takip etmekte bu

yerine, “onlar onu onurlandırıyorlar” hissi

kadar ısrarcıyız? Irak, neden İsrail reaktörünü

olacaktır. Büyük huzur duyacaklar ve kendilerini

vurup yok etmektense Kuveyt’i işgal etti? İsrail

bağlayan prangaları kıracaklardır.

Irak reaktörünü vurmakta tereddüt etmedi.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

97


Irak İsrail reaktörünü bombalasaydı, bütün

bunu başarmadı. Bilim ve bilgiyle bunu başardı,

Arapları arkasına almış olurdu. Amacımız

fakat bunu anlamıyoruz. Bilim ve bilgi için

için kullanmıyorsak o silahların ne faydası

uğraşmıyoruz. Eğer silah alımına harcadığımız

var? Düşünürler nerede? Eğer sadece bir

emeği bilime ve bilgiye harcasaydık, çok

ülke, zamanın seviyesi üzerine yükselir ve

daha iyi durumda olurduk. Ne ironik bir

herkese açık olan bilimin temelleri üzerinde

durumda yaşıyoruz. Fakat kim gerçekten

düşünebilirse, o zaman Arapları ve Müslümanları

İslami keyifsizliği/rahatsızlığı açıklayabilir?

bunun etrafında toplayabilir. Bu, bizleri mitolojik

Birinci Dünya Savaşı boyunca onlar, Osmanlı

geçmişe hapseden saçma silahlarla başarılamaz.

İmparatorluğu’nu “Avrupa’nın hasta adamı” diye

Bu, komşuya şöyle demekle aynıdır: Eğer

çağırırlardı ve bu savaş “hasta adamın” mirasını

sahip olmak istiyorsan, gel işte burada ülkem.

bölüşmek için sürdürüldü. İşte, ne kadar koyu

Dünyanın bilimsel seviyesine ve demokratik

bir karanlıkta yaşadığımızı görüyor musunuz?

bilincine ulaşmış bir ülke, bir diktatör tarafından

Bize işkence eden şeytanları ve zebanileri

yönetilemez.

görüyor musunuz? İçinde yaşadığımız büyünün

Burada, İkbal’in dediği gibi düşünüyorum: “Eğer çılgınlığım yeteri kadar güçlü olsaydı sizi harekete geçirebilirdim.” Bununla kastettiği şey, eğer çılgınlığı yeterince güçlü olsaydı, bu çılgınlığını başkalarına da sirayet ettirebileceğiydi. Ama sirayet etmiyor maalesef. Ve ben de diğer Müslümanları harekete

ve hiç bir savaş bu büyüyü bozmak için işe yaramaz. En çok ihtiyacımız olan şey daha fazla bilgidir. Fakat ben bilgiyi modern dünyaya nasıl transfer edebilir ve ona adapte olabilirim? Sovyetler Birliği silahsızlık yüzünden dağılmadı, ama bilgisizlik ve anlayışsızlık yüzünden dağıldı.

geçiremediğim için “bende bir eksiklik var” diye

Belki burada insanları arzulanan seviyeye

düşünüyorum. Bizlerin düşünemediği şeyler

çekmedeki zorluğa ışık tutması açısından bir

var. Garaudy’nin dediği gibi, bu tür gerçekleri

anekdottan bahsetmek yerinde olacaktır. Son

göz önünde bulundurmadıkça, düşmanın

yüzyılın ortalarında, bir Arap ülkesinden şeriat

bizden istediği şeyi altın tepside onlara vermiş

yargıcı olan bir arkadaşım vardı. Entelektüel

oluyoruz.

diyaloglarımızı oldu. Fakat bir gün camide

Bir halk hikayesi vardır. Hikayeye göre bir yetimin parasını koruyan bir vasi varmış. O yetim için parasını yönetiyormuş ve aralıklarla hesabı ona gönderiyormuş. Bir gün yetim, develer için nallardan bahseden hesapta bir kalem mal fark etmiş ve vasisine sormuş: “Develer de atlar gibi nallanır mı?” demiş ve vasisi cevap vermiş: “Sevgili evladım, eğer develerin nallanmayacağını anlayacak kadar büyüdünse paranın kontrolünü eline alabilirsin,

98

farkında mısınız? Bu büyüyü bozmak gerekiyor

sohbet ederken ani bir soruyla beni şaşırttı. “Kardeşim dünyanın güneşin etrafında döndüğünü iddia eden kafirler/inançsızlar hakkında ne düşünüyorsun? Onlar güneşin bizim etrafımızda döndüğünü göremiyorlar mı?” diye sordu. Şaşırtıcıydı, fakat kendimi kontrol etmeye çalıştım ve dedim ki: “Kafirlerin daha iyi bir akla sahip olabileceğini beklemiyor musun?” diye sordum. Bunu dedim, çünkü modern dünyanın fikrini kavraması için onu şaşırtmak istedim.

çünkü artık yetişkin oldun demektir.” Bu

İbni Haldun’un “Mukaddime”sinde bir devlet

anekdotu neden anlatıyorum, çünkü İslam

görevlisi ve onun küçük oğlu hakkında bir

dünyası halen yetişkin konuma ulaşmadı.

anekdot var. Adam hapishanede bir kaç yıl

Halen cihat yapmak için atların kullanıldığını

geçirmek zorunda kalmış ve oğlu da onunla

zannediyor. Yaşadığımız dünyanın halen çok

beraber kalmış. Oğlu dış dünya ile alakalı

çok gerisindeyiz. Neden Avrupa Biriliği örneğini

hiç bir şey görmemiş, hayvanlardan sadece

hatırlamıyoruz? Onun gerçekleşmesi dünyada

fareyi tanıyormuş. Bir gün adam oğluna dış

eşsiz bir olaydır. Avrupa, askeri saldırılarla bir

dünya ile deneyimlerini anlatırken atlardan

araya gelmedi. Çünkü bu türden bir birlik çok

bahsetmek zorunda kalmış. Oğlu doğal olarak

geçmişe ait kaldı. Biz şimdi bazı Arapların bu

atın nasıl bir şey olduğunu sormuş. Bu yüzden

birliğe üyeler olmak için yalvardığını görüyoruz.

adam başlamış atı tanımlamaya: Boyutunu,

AB mitolojik düşüncenin bir sonucu olarak

başını, kulaklarını, vücudunu, kuyruğunu vs.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Babasının atla ilgili uzun tanımını dinledikten

bildiğin halde sen nasıl oluyor da şiddetsizliğe

sonra bütün masumiyetiyle çocuk, “Aynı bir

inanabiliyorsun? “Şiddete başvurmasınlar da

fareye benzemiyor mu baba?” demiş. Evet o

ne ye başvursunlar?” Ve ben de cevap verdim:

haklıydı, çünkü daha önce hiç at görmemişti.

“Neden İran’ı hatırlamıyorsunuz? Orada devrim

Ve biz sık sık çaresizlik içinde vazgeçmek

oy sandıklarıyla gerçekleşmedi, askerleri

zorunda kalıyoruz ve cahilce soru sorana cevap

çiçekle karşılayarak gerçekleşti, biri çıkıp

veriyoruz: Evet, bir fareye benziyor evlat.

Cezayir’de olanla İran’da olan arasındaki zıtlığı

Burada şunu söyleyebilirim ki İsrail, kendi mucize ve efsaneleri içinde yaşayan Arapları ve Müslümanları korkutmak için konulmuş bir korkuluk, bir mittir. Gerçekten de insanlar, ona inanmadığı sürece bir ilahın gücü yoktur. Mitolojik/mitik inanç o kadar sıkı bir şekilde inşa edilmiştir ki onu parçalamak çok güç bir şeydir. Eğer böyle olmasaydı, eğer anlayış yöntemimiz mitolojik olmasaydı, İkinci Körfez Savaşı’nda bizim İsrail’i unuttuğumuzu ve onu tamamen görmezden geldiğimizi ve Araplar arasındaki sorunların İsrail hayaletinden daha önemli olduğunu zannetmemizi nasıl açıklayabilirdik? Gerçekten de, Arapları ve Müslümanları dağılmış halde tutan sorunlar oldukça mitolojiktir. Her grup kendi fiziksel gücüne inanıyor ve bu da bizim olayı anlayabilmemizi engelliyor, bizi göremez ve duyamaz hale getiriyor. İnsanlar bu durumda olduğundan, Kuveyt’i işgal etmek akıllarına oldukça mantıklı geliyor. Nereye dönersek dönelim, aynı gerçeklikle karşılaşmak zorunda kalıyoruz. Bizim, Arapların ve Müslümanların mitolojik anlayış yöntemlerine nasıl sıkıca bağlı olduğunu anlamaya ihtiyacımız var. Arkoun’un bizim mitlere bağlı oluşumuzdan

ve kıyaslamayı yapabilir mi? İran olayını bilime, hukuka göre değil de mucizeyle açıklamaya çalışmak saçma olmaz mı? Ve şiddetin Cezayir’i ne hale getirdiğini görüyorsunuz. Askerlere uzatılan çiçeklerin sadece sevgi belirtisi olmadığını, ayrıca şiddetsizliğin de kaba kuvvetten daha üstün olduğunu birilerinin görmesi gerek. İran gerçekleştirdiği şeyden dolayı övünme yoluna gitmedi, ama bu yeterli değildir. Haz. İsa der ki; “Sizden kim bir ateş yakarsa onu saklamasın, onu yüksek bir yere koysun ki herkes o ışıktan faydalansın.” İranlılar, yüksek bir yerdeki ışık gibi, herkes onu görsün diye şiddetsizlik yolunu göstermeleri gerekirdi. Bunun yerine bu ışığı sakladılar. Onu karanlık köşelerde aramamız ve sıradan halkın onu algılayabilmesi için meydana çıkarmamız gerekiyor. Bu yaratıcı, fütüristik/çağın ötesinde, bilimsel başarının bu şekilde görmezden gelinmesine oldukça şaşırıyorum. Gerçekten de bu, bütün gerekli görüntüler ve yorumlarla gün yüzüne çıkarılmalıdır. Bütün multimedya vasıtalarıyla yayınlanmalı, hiçbir kimse bu olaydan bihaber kalmamalı. İslam dünyasının bütün büyük başarıları gibi, İslam dünyasını

bahsettiği şey; İkbal’in, İslam’ın kronolojik

cezbeden fiziksel gücün rolü dolayısıyla İran

olarak bilimsel çağın temellerini attığı halde

devrimi de ihmal edilmiş duruyor. Malik bin

bilimsel-çağ öncesine kilitlenip kaldığını

Nebi, söylediğinde şunu kastetmişti: “İslam

söylemesinden hiç de faklı değildir. Fakat biz

dünyasının fiziksel güce olan marazi hayranlığı,

Müslümanlar, kronolojik olarak ait olduğumuz

insanların gerçek kaynağı olan fikirlerin gücünü

dünyaya giremedik. Gerçekler ve rakamlardan

ve bilginin değerini anlamayı engellemiştir.” Bu

hiç haberimiz yok, fakat hayal gücümüz mitlerle

durum, maddi anlamda her şeyini kaybeden

ve hayaletlerle doludur.

Almanya’nın başına gelen şeyi hatırlattı, ama Almanya fikirler hazinesine sahipti ve çok kısa

Ne zaman biri çıkacak ve hastalığımızı teşhis

sürede maddi dünyasını yeniden inşa edebildi.

edecek. Kim bizi bu hale getiren mikrobu

Diğer yandan İslam dünyası kısır bir akla sahip,

keşfedecek. Bana şiddet hakkında ilk soru

bu yüzden gereken, zaruri bir aşama yaşıyor ve

soran siz değilsiniz. Sizin şiddet hakkındaki

henüz entelektüel döneme geçemedi.

sorunuz, en uzun olanıydı. Ve benim cevabım da uzun oldu. Bazı insanlar şöyle demişlerdi:

Bu yüzden Sayın Rifai, siz bana “Cevdet Said

“Cezayir’deki İslamcılar demokratik oyla başarılı

cihadın iptalini mi savunuyor?” diye sorduğunuz

olduklarında dahi, orada onları iktidardan

zaman ben de bu soruya karşı soruyu tersini

alıkoymak için demokrasinin ilga edildiğini

çevirerek şunu sormak istiyorum: Sayın

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

99


Rifai, bütün her şey kavga etmeden çözülse bile savaşmaya devam mı edecek? Kur’an’da haklılığın anlamı nedir? Demokrasinin anlamı nedir? Siyasi sorunların şiddetle çözülemeyeceği konusunda bütün gruplar aynı fikirde değil midir? Demokrasi, halkının şiddet sayesinde otoriteyi ele almayı yasalaştırdığı ya da buna inandığı bir ülkeye girmeyecek. Daha önce de dediğim gibi baskı yoluyla gerçekleşen inanç, inanç değildir. Ne de baskı yoluyla gerçekleşen

lazım. Şimdi Hariciler, Müslümanların kendi yollarına döndüğünü görüyorlarsa mezarlarında rahat uyuyorlardır. Diğer Müslümanların “cihat için uygun şartlar” söylemi, Haricilerin söyleminden daha iyi değildir. Bu yüzden Ali bin Ebu talip katledilmedi mi? Öyle görünüyor ki biz halen inanmak için daha çok kan dökme, savaş, acı peşindeyiz. İnsanlara ders öğreten tarihtir.

inançsızlık gerçek inançsızlık değildir.

Bazıları o kadar kalın kafalı ki başlarına

Şuna dikkat çekmek faydalıdır ki, büyük güçlerin

Akıllı olanlar diğerlerinin başına gelenleri

dünyası ya da Humeyni’ye göre şeytani güçler,

gözlemleyerek öğrenecek, ama maalesef çoğu

şiddet yoluyla sorunlarını çözemezler. Bu

insan ilk kategoriye mensuptur. Eğer Kur’an’a

modern dünyanın en can alıcı gerçeğidir. Fakat

bakacak olursak, tarihten ders çıkarmayıp

İslam dünyası bunu anlamamış gibi görünüyor.

mahvolan insanlarla karşılaşırız. Diğer taraftan,

Diğer gerçek de şudur ki, “zayıfların dünyası”

diğerlerinin başına gelen felakete maruz

da şiddet yoluyla sorunlarını çözemez. Kanıt

kalmadan öğrenebildiğini gösteren Yunus’un

için iki Körfez savaşına da bakmak yeterlidir.

halkı vardır. Er ya da geç, yine de acı dolu

Tartışan tarafların hiçbirisi için onlar vasıtasıyla

olayların birikimi ders alınmasını sağlayacaktır.

elde edilmiş bir fayda yoktur. Açık şekilde,

Körfez savaşları gibi olaylar aslında yeterli

savaşın kaymağını yiyen büyük güçler olmuştur.

olmalıydı ve umarım öğrenmek, ders almak için

O zaman bundan ders alabilir miyiz ve cihat için

üçüncüsüne gerek kalmaz. Bu böyledir, çünkü

bütün şartların olgunlaştığını iddia ederek, böyle

tarih insanlara öğretmediğinde ve onun dersleri

bir kavgaya cihad adını vererek devam ettirebilir

önemsenmediğinde, daha fazla felaketlerin

miyiz?

gerekli olduğu ortaya çıkar. Kur’an bu konuda

Buradan şunu iddia edebilirim ki, Amerika savaşla değil, fikirlerle fethedilebilir. Bir tartışma sırasında biri bana Amerika hakkında soru sordu. Ben de dedim ki: “Amerika şöyle diyor; “beni ikna et ve beni elde et.” Fakat Amerika’yı

bir felaket gelene kadar öğrenmiyorlar.

şöyle söylüyor: “İşte Rabbin, zulmetmekte olan kentleri yakaladığı zaman böyle yakalar. O’nun yakalaması acıdır, çetindir.” (11/102) “Onlar, o pek acı azabı görünceye kadar ona inanmazlar.” (26/201)

nasıl ikna edebiliriz. Şöyle mi demeliyiz:

Burada kabul etmeliyim ki, benim gibi insanların

“Liderlerimize bir bakın! Neden onların

konuşmaları hâlihazırda yeteri kadar zorlayıcı

yöntemlerini benimsemiyorsunuz?” İslam’ın

değil. Şimdiye kadar söz konusu mesele için

nasıl daha çok insana ulaştığını, bütün olumsuz

yeterli sözler sarf etmedik. Cevap vermeyenleri

durumlara rağmen herkes gözlemleyebilir. Bu

suçlayamam, en başta kendimi suçluyorum.

yüzden, neden çıkıp insanları Allah’ın yolundan

Fakat pek çok Müslüman’ın zihni de şimdi çok

vazgeçirelim? Malik bin Nebi, Allah rahmet

önemli gerçekler için gelişmektedir. Onlar,

eylesin, derdi ki: “Su yokuş yukarı akarak

maruz kaldığımız acı dolu tecrübeler yoluyla

aşındırmaz, yokuş aşağı akarak aşındırır.” Bu

olgunlaşmaktadırlar.

yüzden, dünya problemleri hakkında en küçük fikrimiz ve hiç bir çözümümüz olmadan dünyada ufak bir yer işgal ediyorsak, bize mitler ve mucizeler değil de bilime başvurarak çözümler

- BİTTİ -

veren dış dünyaysa, neden insanlar bizi dinlesin ki? Şimdiki duruma göre, dünyayı ancak daha iyi düşünceye sahip olan biri yerinden oynatabilir. Bizim aradığımız mucize sağlam düşüncedir, kas gücü ve silahlar değil. Bize putları yenecek biri

100

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Gündem

Bir Devrimin Ardından Giriş

Metin Yılmaz

mahkum hissediyorlardı. İlk defa bir ülkede halk

İran, 1979 yılında bir anda dünyanın ilgi odağı haline geldi. Dikkatleri üzerine toplamasının nedeni ne sahip olduğu jeopolitik konum, ne zengin petrol ve doğal gaz rezervleri ne

“ne Doğu ne Batı” sloganları ile ne ABD’ye ne de Rusya’ya sırtını dayamaya ihtiyaç hissetmeden yola çıkıyor ve bir devrim gerçekleştirerek inisiyatifi ele alıyordu.

de mensup olduğu dini ve mezhebi aidiyet

Uzun hem de çok uzun zaman sonra bir devrim

idi. Bunların hepsi vardı, ama hiçbiri onu

İslam’ı referans alıyordu. Hem de Müslümanların

sıradanlıktan kurtarmıyordu. Emperyalist

kendilerini zayıf hissettikleri, bir devlet özlemi ile

güçlerin güdümünde, zalim bir yöneticinin

yanıp tutuştukları bir zamanda. Tam da İslam’ı

-Şah’ın- egemenliği altında, uluslararası

hayattan, toplumdan ve siyasetten uzak tutma

sömürünün bir nesnesi olarak dünyada öylesine

projeleri meyve vermeye başlamışken.

bir yer işgal etmesini engellemiyordu. Ta ki 1979’da gerçekleşen İslam devrimine kadar.

Devrim, her şeye güç yetirebileceğini

Devrimle;

olduklarını hem yüzlerine vuruyor hem de bütün

İran yeni bir İran oluyordu. Kendi kaderini

zannedenlerin aslında ne kadar da zayıf ve aciz dünyaya ilan ediyordu.

eline alıyor, nesnelikten özneliğe yükseliyordu.

Kendilerini emperyalizme mecbur ve mahkum

Emperyalistlerin kendine biçtiği konuma,

hissedenlere ise aslında mecbur ve mahkum

dayattığı değer ve felsefeye, hayat tarzına,

olmadıklarını ve hatta isterlerse onları aciz

sosyo-ekonomik sisteme karşı aslına ve özüne,

bırakabileceklerini gösteriyordu. Asıl güç

İslam’a dönme yönünde irade ortaya koyuyordu.

toplumların elinde idi. Bir alternatif daha vardı

Bu bir ilkti, ilklerin devrimiydi. O güne kadar dünyada iki süper güç vardı. Dünya devletlerinin bu iki güç etrafında toplanması ile iki kutuplu bir yapı ortaya çıkmıştı. Sosyalizm ve Rusya yanlısı olanlar Doğu Bloku’nu, kapitalizmi ve Amerika’yı tercih edenler Batı Bloku’nu oluşturuyordu.

ve istenirse gerçekleşmesi mümkündü. Devrim, emperyalizme direnenler için bir ümit, bir ışık oldu. Müslümanlar için ise kan oldu, can oldu. Kalplerin ümit ve sevinçle dolmasını sağladı, mücadele azimlerini artırdı. İslam coğrafyasında ortaya çıkan birçok gelişmeye ilham verdi.

İktidarlar ve iktidara talip olanlar başarıya

Dünya şoktaydı. Süper güçler çaresiz. Ve

ulaşmak için sırtını bu iki süper güçten birine

belki de uzun zamandır bu kadar acziyet

yaslamak durumundaydı. Devletler kendilerini

yaşamamışlardı. Daha düne kadar diledikleri gibi

bu iki güçten birine bağlanmaya mecbur ve

at oynattıkları bir toplum, irade ortaya koyuyor

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

101


ve kendini yönetmeye talip oluyordu. Üstelik

baskı kavramları İran’la birlikte anılır oldu.

icazet almadan ve hem de dini/İslam’ı referans

Kamuoyu oluşturmaya dönük bu çabalar

alarak. Bu durum hem menfaatlerine büyük bir

neticesinde İslam ülkelerinde bile “Humeynicilik”

darbe indiriyor; İslam ülkeleri, Orta Doğu, Basra

istenmedik durumları tanımlayan bir sıfat olarak

Körfezi ile ilgili planlarını sekteye uğratıyor,

kullanılmaya başlandı.

hem de istenmedik bir örnek, bir model ortaya çıkarıyordu. Hemen tedbir alınmalıydı.

Dünyada sosyalizmin iflas ettiği ve Sosyalist

İslam ülkelerinde ise özellikle idareciler kendi

ve jandarması olmaya kalkıştığı, 11 Eylül ile

iktidarları için bir tehdit ve tehlike olarak

birlikte İslam’ın ve Müslümanların düşman

algıladıkları devrime korku ve endişe ile

ilan edildiği, “terörle savaş” adına İslam

yaklaştılar. Zira devrim, durumlarını açığa

topraklarının işgal, Müslümanların ise katledildiği

çıkarıyordu. Müslüman mahallesinde salyangoz

süreçte İran’ın pozisyonu hiç değişmedi. “Şer

satmaya kalkacak kadar İslam’a ve halklarına

Ekseni”nin en başında sayıldı her zaman. Bir

uzaktılar. İktidarlarını sırtlarını dayadıkları

gerekçe ile karalama, yalnızlaştırma, içeriden

süper güçlere borçluydular ve hizmeti de onlara

karıştırma, parçalama ve karşı devrim hamleleri

yapıyorlardı. Ya halk, sempati ile baktığı İran’ı

sürüp gitti. Ve kendi ayakları üzerinde durma ve

örnek almaya kalkarsa… Emperyalizmden

bazı ülkelerle ilişki geliştirme çabaları baltalandı.

duyulan rahatsızlık karşı duruşa dönüşür ve halk

Bugünlerde de yaptığı nükleer çalışmaların

daha fazla İslam talebinde bulunursa ne olurdu?

(nükleer silah bahanesi ile) önü kesilmeye

Bu yüzden İran’a karşı efendilerinin yanında

çalışılıyor.

yer aldılar ve efendilerince belirlenen söylem ve tavırları aynen devam ettirdiler. Karalama, öcü gösterme, kamuoyu oluşturma, ablukaya alma, tecrit etme, yalnızlaştırma ve hatta savaşma vb.

Blok’un dağıldığı, ABD’nin dünyanın tek patronu

Öte yandan devrime sempati besleyenler cephesinde de devrime karşı, hem bir hülyanın gerçekleşmesinin verdiği hazla yetinildiği, hem

tavırlar geliştirdiler.

de saldırılara karşı tepkisel olunduğu için bir

Devrimle beraber İran dünya gündeminin

taraf onun hep olumlu taraflarını görürken diğer

başköşesine oturdu ve hep orada kaldı.

taraf da hep olumsuzladı. Bir taraf onu göklere

Devrime sempati besleyenler, onun başarısı

çıkarırken diğerleri yerin dibine batırdı. Bir taraf

ile mutlu oldukları, ümitlerini canlı tutmak

her şeyi aleyhine kullanırken diğer taraf her

istedikleri ve ortaya çıkardığı etkinin sürmesi

şeyi kabullenen bir yaklaşım sergiledi. Övme

için; cephe alanlar ise etkisini kırmak, örnek

ile yerme arasında gidip gelen yaklaşımlar,

alınmasının önüne geçmek ve ilk fırsatta

gerçeklerin de üstünün örtülmesine ve sağlıklı

karşı bir devrim gerçekleşmesini sağlamak

değerlendirme yapma imkânının ortadan

için onu gündemde tuttular. Amerika’nın

kalkmasına neden oldu. Devrim anlaşılmadan

öncülüğünde karalama kampanyaları başladı.

devrimci, İran anlaşılmadan İrancı/İran düşmanı

Think tank kuruluşlarından servis edilen

olundu.

türlü analitik yaklaşımlar geliştirilemedi. Bir

düzmece haberler, yorumlar, abartılı ve tek taraflı analizler dünyanın dört bir yanında gazete köşelerini süsledi. “Devrim İran’ı şu kadar yıl geri götürmüştü. Mollalar Şah’tan daha acımasız ve zalimdi. Baskıcı molla rejimi halka nefes aldırmıyordu. Fikir hürriyeti, basın yayın özgürlüğü ortadan kalkmıştı. Muhalefetin varlığına izin verilmiyordu. Dini kurallara uymayanlar, mesela başlarını tam örtmeyenler sokak ortasında dövülüyor, makyaj yapanlar

İran çok konuşuldu, ama İran’dan çıkarılması gereken dersler alınmadı, alınamadı. Oysa İran, Ali Bulaç’ın ifadesi ile Müslümanlar için bir “laboratuar” işlevi görebilirdi. Bir toplumda İslam adına devrim yapılmış olması bir imkandı. Ve uzun zamandır Müslümanların eline böyle bir imkan geçmemişti. Buradan hareketle;

yüzlerine kezzap atılarak cezalandırılıyordu.

Devrim kavramı, gerçekleşen devrimden

Üstelik Şia inancını yaymaya çalışıyor, terörü

hareketle yeniden değerlendirilebilir, olumlu ve

de destekliyordu.” Terör, gericilik, taassup ve

102

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


olumsuz yanları tespit edilmeye çalışılabilirdi. Nasıl bir devlet sorusuna cevap aranabilirdi. İran’ın bir İslam/Şia devleti olmasından hareketle din ya da mezhep devleti tartışılabilir, karşılaştığı güçlükler, başardıkları ve başaramadıkları masaya yatırılabilirdi. “Bir İslam devletinde ekonomik düzen, siyasi düzen nasıl kurulur? Sosyal adalet nasıl tesis edilir? Kadın erkek ilişkileri nasıl düzenlenir/ düzenlenmelidir? Muhalefetin varlığı nasıl teminat altına alınır?” vb. pek çok soruya cevap aranabilirdi. Ve bu arayış İranlı Müslümanların bile kendilerini aşmalarına katkı yapardı. Şii ve Sünniler arasındaki duvarların yıkılmasını ve (Müslüman Müslüman’ın aynasıdır – h.ş) birbirlerine ayna olmalarını sağlayabilirdi.

İran, merkezi hükümetin güçlü olduğu dönemlerde hep hilafete sadık kalır. Fakat Moğol istilası ve halifenin öldürülmesi ile İslam toprakları tarihinde ilk defa yabancı bir devletin işgalini yaşarken, ortama tam bir kaos hakim olur. Moğolların talan yapıp çekilmesinden sonra ise tarikatlar ve aşiretler arasında amansız bir güç savaşı ortaya çıkar. İnsanların kabileler/ aşiretler halinde yaşadığı ve kabilenin toplumsal hayatı belirlediği zamanlarda devletler, bir aşiretin öne çıkması ve diğer aşiretlere söz geçirmeye başlaması ile oluşuyordu. Merkezi güç zaafa uğrayınca da tekrar kabile hayatına geri dönülüyordu. Ta ki yeni bir aşiret öne çıkana kadar. Nitekim Anadolu’da önce Selçukluların, sonra Osmanoğulları’nın öne çıkması gibi İran’da da Safeviler öne çıkar ve Safevi Devleti kurulur.

Bu çalışmamızın amacı bir nebze de olsa bu güzide imkanı anlamaya ve dersler çıkarmaya çalışmaktır.

Safeviler Dönemi Safevilerin kökeni şeyh Safiyeddin İshak’ın

***

14. yy.da Erdebil’de kurduğu sufi tarikatına dayanmaktadır. Kuruluşunu takip eden ilk

DEVRİME KADAR İRAN

1

yıllarda Sünni normlar çerçevesinde hareket eden tarikat, siyasi girişimlerden özenle kaçınır.

İranlıların İslam ile ilk karşılaşması Hz.

Zamanla etkinlik alanı genişleyip savaşçı

Peygamber’in gönderdiği elçi vasıtası ile olur.

Türkmen kabileler arasında yaygınlaşınca siyasi

Zamanının gelişen gücü karşısında Kisra’nın askerleri de direnemez ve Hz. Ömer döneminde gerçekleşen Kadisiye Savaşı’ndan sonra İran, İslam Devleti’nin egemenliği altına girer. İslam’ın taşıdığı insani ve evrensel değerler, İranlıların kalplerini fetheder ve topluluklar halinde İslam’a dahil oldukları bir süreç yaşanır. Öyle ki İran, Yakın-Doğu’da en fazla İslamlaşan ülkelerden biri olur.2 Buna rağmen eski dini inançlarının, geleneklerinin ve sufi akımların etkisinden tam da kurtulamaz. Bu zeminde Mazdekilik gibi aşırı akımlar kolayca gelişir, sufi tarikatlar yaygınlık kazanır ve din adına insanların kolayca kandırılmaları mümkün olur.

olarak da bir güç ifade etmeye başlar. Kafkas Hıristiyanlarına karşı verdikleri mücadelelerden dolayı İslam’ın hizmetkarları olarak ünlenirler. Başlarına sardıkları kırmızı sarıklar nedeni ile “Kızılbaşlar” olarak da anılırlar. Dini şöhretleri dünyevi güçle birleşir ve 1501’de Tebriz şehrini almaları ile tarikat lideri İsmail, şahlığını ilan eder. Ve İran’ı Müslüman Arapların fethinden sonra ilk defa tek bir devlet çatısı altında birleştirir. Safeviler başlangıçta Sünni mezhebine mensup idiler. Fakat Şah İsmail tercihini Şiilikten3 yana Gündelik jargonda “Hz. Ali taraftarlığı” anlamında

3

kullanılan Şiilik, Şia sözcüğünden türemiştir. Şia kelimesi “taraflılar, yardımcılar” anlamına gelmekte

İran sözcüğünün kökeni, Sanskritçe Aryan sözcüğüdür.

1

olup halifeliğin Hz. Ali’nin hakkı olduğuna inananlara

Ülkenin adı MÖ 6. yy.dan 20. yy.a kadar Pers

“Şiat-ı Ali”, Hz. Ali’nin yandaşları denmiş ve bu kavram

İmparatorluğu, Acemistan gibi isimlerle bilinirken, 1935

zamanla salt Şia sözcüğüne indirgenmiştir. Günümüzde

yılında Rıza Şah uluslararası topluluktan “İran” adını

ise Şia’dan gelme, Şia mezhebine ait olma, yani Hz.

kullanmalarını istemiştir.

Ali yandaşlığı anlamında Şii kelimesi kullanılmaktadır.”

İlhanlı Hakimiyeti Zamanında İran’da Din, http://

2

eskieserler.com/dosyalar/mpdf%20(236).pdf

http://busam.bahcesehir.edu.tr/rapordosya/İranianlamak.pdf

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

103


kullanır ve devletin resmi ve zorunlu dini olarak

İran’a davet edilen Şii ulema da (Şii devletinin

ilan eder. Sünni tarikatları kaldırır ve hatta Şiiliği

yalnızca müçtehitlerin gözetiminde olması

kabul etmeyenleri ölüme mahkum eder. , Sünni

gerektiğini savunan ya da 12. İmam gelmeden

mescitleri yıktırır. Şii mezhebinin göstergesi olan

Şii bir devletin olmayacağını kabul eden bir

uygulamalara başlar. Mesela, ezana “Eşhedu

grup hariç) önlerine çıkan bu imkanı en iyi

enne Aliyyen veliyyullah” ifadesi eklenir,

şekilde değerlendirmek, Şiiliği yaygınlaştırmak

hutbede 12 İmamın adı okunmaya başlar. Şah

ve halka daha derin bir Şiilik bağlılığı aşılamak

İsmail, Şiiliğin kendi menfaati doğrultusunda

için Safevilerin davetine icabet edip, onlarla

yorumlanmasını sağlar. Aslında Şiiliği Ali

beraber hareket ederler. İran’da öteden beri var

Şeriati’nin tabiri ile Safevileştirir, Safevi Şiiliğine

olan geleneklerin Şii öğelerle mezcedilmesini

dönüştürür. Kendisinin 7. İmamın soyundan

sağlarlar. Mesela, kahramanların acılarını ve

geldiğini ve saklı 12. İmamın yeryüzündeki

şehitliklerini anmak için katılımcıların ağladığı,

temsilcisi olduğunu iddia eder. Böylece

sızladığı ve hatta kendine eziyetler yaptığı

saltanatına kutsiyet kazandırır.

kutlama merasimleri her yıl Hz. Hüseyin ve

4

Aslında İran’ın Şii olması için gerekli alt yapı mevcut değildir. Ne Şii tarikatların/nüfuzun, Sünni nüfuza ezici bir üstünlüğü vardır, ne

Kerbela için yas törenleri adı altında yapılmaya başlanır. Safeviler de bunların başarılı olması için her türlü imkanlarını seferber ederler.

Şiiliğin öncüleri olan insanlar/alimler burada

Safevilerin Şiiliği bir devlet mezhebi haline

bulunmaktadır, ne de Şiiliğin temel kaynakları

getirmesi ve Şiiliği dayatması ümmet içindeki

olan kitaplar. Şiiliğin devlet mezhebi ilan edildiği

Şii - Sünni ayırımını derinleştirir. Hem Safevi

anda başkentte bir yığın hukuk kitabından ancak

hem de Osmanlı devlet adamları tarafından

biri, onun da yalnız ilk cildinin bulanabildiği

siyasi bir malzeme olarak kullanılınca da bu

söylenir.5 Yeterince Şii ulema ve fakih olmadığı

ayrışma rekabete ve çatışmaya doğru seyreder.

için Arap topraklarından özellikle de Lübnan’dan

Ve ümmetin içine bir daha çıkmayacakmışçasına

Şii ulema ve hukuk uzmanları davet edilir.

kök salan bir fitne / ayrılık tohumuna dönüşür.

Safevilerin Şiiliği tercihi tamamen siyasidir.

Safeviler iktidarın aile içinde kaldığı bütün

Karşılarında iki Sünni rakip; doğuda Özbekler,

örneklerinde olduğu gibi güçlü bir devlet

batıda ise Osmanlılar vardır. İki Sünni devletin

geleneği oluşturamadılar. Dirayetsiz şahlar

var olduğu bir ortamda, kabile ve tarikatlar

elinde devlet gün be gün zayıfladı ve ayakta

neden Safevileri tercih edecektir? Onlar da

duramaz hale geldi.

iki Sünni devlet arasında varlık bulmak için Şiiliği tercih ettiler. Üstelik Safevilerin Şia’da meşruiyet zemini bulmaları da daha kolay olur. Nitekim Safevi hanedanları Hz. Ali’nin soyundan geldiklerini, Gaip İmamın yeryüzündeki temsilcileri olduklarını iddia ederek halk ile aralarında mutlak itaate dayanan bir ilişkiyi kolayca tesis ederler.6

Safevi Devleti’nin çöküşü ile İran’da uzun bir adem-i merkeziyetçilik dönemi başlıyordu. Zaman zaman güçlü bir askeri komutan, çatışan aşiretler üzerinde hakimiyet kuruyor ve İran’ın büyük kısmını kontrol altına alıyordu. Fakat onun ölümü ile bu narin yapı yine parçalanıyordu. Ta ki yeni bir güçlü komutan ortaya çıkana kadar.7

Şah İsmail bir buyruğunda “Ben bu işe baş koymuşum;

4

Tanrı ve masum imamlar benim yanımda, korkmam kimseden, halk bir tek karşı söz ederse, Tanrının inayeti ile kılıcımı çektim mi, bir tekini sağ komam.” diyordu. “Peygamberin Hırkası: İran’da Din ve Politika, Bilgi ve

5

Güç” Roy Mottahedeh, sayfa 159 “Bir İtalyan gezgini bu ilişkiyi ‘halkı özellikle de

6

Kaçarlar Dönemi Safevilerden uzun zaman sonra Kaçarlar hanedanı öne çıkar ve 1794 yılında Ağa Muhammed Han’ın tahta geçmesi ile de İran’da onların dönemi başlar.

savaşa zırhsız giren askerleri tarafından bir tanrıymış gibi seviliyor ve yüceltiliyordu’ şeklinde tespit eder.” Peygamberin Hırkası: İran’da Din ve Politika Bilgi ve Güç, Roy Mottahedeh, sayfa 159

104

Modern Orta Doğu Tarihi, William L. Cleveland, sayfa

7

62

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Kaçarlar, Batılı ülkelerin/Avrupa’nın bütün

canlanmasına yetiyordu. Bu yeterli görülmüyor

dünya üzerinde emperyalist planlar yapmaya

olacak ki, ümmetin birlik ve bütünlüğünü

başladığı dönemde İran’da iktidar oldular.

bozmak için, başka bir deyişle daha kolay

Batı/Avrupa, Rönesans ve reform hareketleri,

lokmalar haline getirmek için “ulus” kavramını

bilimsel çalışmalar, coğrafi keşifler sayesinde

yücelttiler. İnanç birliği içinde beraber yaşayan

geniş imkanlara kavuşur. Bir yandan servet

insanları kolayca Türk, Arap, Acem, Kürt, vb.

birikir, öte yandan sanayi ve teknolojideki

olarak ayırdılar ve birbirlerine düşman ettiler.

gelişmeler dünyanın her yerine ulaşma imkanı

Sonra da her birinin sözde bağımsız devletler

sağlar ve Batı, takip eden olmaktan takip edilen

olmasını sağlayıp suni sınırlar çizdiler ve bu

olmaya yükselir. Dünya liderliğini ele geçirir.

sınırların kutsallaştırılmasını sağladılar. Bir

Bu liderlik dünyaya tek bir açıdan bakmaktadır.

devletten onlarca devlet ortaya çıktı. Yutmak

Kâr. Söz konusu, topraklar olunca “yer altında

için böldüler. Ve küçük lokmalar haline

ve yer üstünde servetime servet katacak ne

getirdikleri devletleri, bazen fiilen işgal ederek

var diye, toplum olunca da nasıl ucuz iş gücü

bazen de menfaatleri için çalışacak emir kullarını

haline getirir ve nasıl mal satarım” diye bakılır.

iktidara taşıyarak sömürü çarkının dişlisi haline

Bu bakış açısı yeni bir çağın başlangıcıdır.

getirdiler.

Emperyalist çağ.

İşte İslam toprakları, bu zaman diliminde

Avrupalı güçlerin, dünyanın her bir köşesi

aynı şeyleri yaşayarak, birbirlerine paralel

için emperyalist planları vardır. Ve bu planlar

süreçlerden geçerek modern dünyaya sömürü

dünyanın her bir parçasını güç odaklarının çıkar

çarkının birer dişlisi olarak dahil oldular.

savaş alanına dönüştürür. İslam toprakları

Türkiye’de yaşananlar ile Mısır’da yaşananlar

da sahip oldukları stratejik konumdan,

hemen hemen aynı şeylerdi. İran’ın yaşadığı

zenginliklerden ve insan potansiyelinden dolayı

süreçler de onların yaşadıklarına ne kadar

planlar yapılan toplumların başında yer alır.

benziyordu.

Buna karşın İslam topraklarında tam bir durgunluk ve atalet hakimdir. Bir zamanlar dünyaya ilham veren insanların torunları, atalarından kalan sermayeyi tüketmekle meşguldür; kendilerinden öncekileri takip ve taklidi, üretmek yerine tekrarlamayı tercih etmektedirler. Onlar geçmişin hayali ile avunurken ya da kendi küçük dünyalarındaki küçük sorunlarla ve birbirleriyle uğraşırken, mehdi ya da 12. İmamı beklerken Batı’nın dünya

*** İran üzerinde, komşusu Rusya’nın emperyalist planları öteden beri vardı. Zayıf bulduğu her dönemde İran topraklarını işgal ediyor, fakat işgalin ortaya çıkardığı direnç kalıcı bir iktidar tesis etmesine izin vermiyordu. Aralarında sürekli bir savaş hali hakimdi. Rusya son zamanlarda her savaştan biraz daha güçlenerek çıkarken İran ise güç ve toprak kaybediyordu.

liderliğini ele geçirmesini fark etmediler bile.

1828 yılında mağlubiyet kesinleşti ve İran,

Ve birden Batı’yı karşılarında kendilerinden

kaldı. Askeri mağlubiyet diplomatik imtiyazların

daha donanımlı ve hazırlıklı bulunca da,

verilmesine yol açtı ve diplomatik imtiyazlar

yenildiler, komplekse kapıldılar. Ne direnç

ticari kapitülasyonları beraberinde getirdi

gösterecek mecalleri vardı ne de planları boşa

ve ticari kapitülasyonlar ekonomik nüfuzu

çıkaracak ufukları. Batı plan yaptı, uygulamaya

kolaylaştırdı. İran, Rusya’nın siyasi ve ekonomik

koydu. Plana muhatap olanlar her gün bir

yönden etkisi altına girdi.

şeyler kaybediyor olmalarına rağmen bu planlar karşısında acze düştüler. Edindikleri komplekslerle emperyalist planların ancak

Rusya’nın taleplerine boyun eğmek zorunda

İran üzerinde emperyalist planları olan yalnızca Rusya değildir. İngilizler de bu pastadan pay

nesnesi olabildiler.

kapmak istediler ve çok geçmeden de 1857’de

İslam aleminde mezhep kavgaları öteden beri

zaman Rusya etkin oldu, zaman zaman

vardı zaten ve ufak bir kıvılcım çakmak, onun

İngiltere. Hatta merkezi otoritenin zaaf gösterip

istediklerini elde ettiler. İran üzerinde zaman

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

105


kontrolü kaybettiği dönemlerde aralarında

para çoktu. Sarayın kasası ise bomboştu.

anlaşarak fiilen işgal etmekten de imtina

Üstelik şahlar lüks ve gösteriş içinde yaşamayı

etmediler.

seviyorlardı. Bencilce hayatlarını devam

İran sömürülmeye hazırdı/açıktı. Pastayı kim yiyecekti. Talip çoktu. Onlar da ya aralarında kavga edecekler ya da anlaşacaklardı. İngiltere ve Rusya İran yüzünden savaşmak yerine anlaşmayı tercih ettiler ve İran’ın bir devlet olarak bütünlüğünün korunmasına karar verdiler. Diğer İslam coğrafyaları birer birer işgal edilirken İran fiilen bir işgal yaşamadı. Ancak efendilerinin sözünden de dışarı çıkamadı. İran’da baş defterdarlığa kadar yükselen Amerikalı William Morgan Shuster (18771960) İran’la ilgili kaleme aldığı kitabında bu durumu şöyle ortaya koyuyor. “Aydınlanmış iki güçlü Hıristiyan ülke (Rusya ve İngiltere) siyasi amaçlarına ulaşmak ve İran’ı iflah olmaz hale getirmek için en barbarca zulümleri yapmaktan bir an olsun çekinmeden… kedinin fare ile oynadığı gibi oynamaktadırlar.”8 İran ile emperyalist ülkeler arasındaki ilişki denk bir ilişki değildi. Bir tarafın belirleyen, diğer tarafın ise belirlenene mecbur ve mahkum olduğu bir ilişkiydi. Sömüren-sömürülen ilişkisidir bu. Bu ilişkide İran’ın hiçbir zaman söz hakkı olmadı. İrade ortaya koymaya kalkıştığı dönemlerde de hemen cezalandırıldı, yaptığına pişman edildi. İngiltere ile ilişkileri dengelemek için Almanya’ya yaklaşan Şah Rıza, tahtını terk etmek zorunda bırakıldı, petrolün millileştirilmesi üzerine ülkeye ambargo uygulandı ve petrolünü satamaz hale getirildi. Ülkeyi yöneten şahlar ülkenin sömürge haline gelmesinde başrol oynadılar. Sırtlarını halklarına değil emperyalist güçlere yasladıkları için onların sözlerinden dışarı çıkmadılar, taleplerini emir telakki eden bir yaklaşımla hareket ettiler. Ülkeyi, o zaman hangi ülke etkinse oradan gelen danışmanlarla beraber yönettiler. Saray (hem Kaçar, hem de Pehlevi hanedanlığı döneminde), “Avrupa sömürgeciliğinin İran’ı küresel kapitalist ekonomiye dahil etme çabasının bir numaralı aracısı olmuştur. Bununla beraber İran ulusal ekonomi, politika ve kültürünü de ‘sömürgeci manda’ya tabi kılmıştır.”9 Emperyalistler de

ettirmek için ülkenin kaynaklarını pazarlamaya başladılar. Ülkede unvanlar, imtiyazlar, tekeller, araziler, makamlar, elçilikler ve bakanlıklar satılığa çıkarıldı. Örneğin Muzafferuddin Şah Avrupa gezilerini gerçekleştirmek için, ilkinde Kuzey İran gümrüklerinin bütün gelirlerini vermek karşılığında Ruslardan; ikincisinde de Hazar Denizi’nin balıkçılık sanayi gelirleri, posta ve telgraf işleri yönetimi, Fars vilayeti ve Basra Körfezi gümrük gelirlerine karşılık İngilizlerden borç aldı. Bu tür yaklaşımlar da o ülkelerin İran’da diledikleri gibi at oynatmalarına ve ekonomiye hakim olmalarına imkan hazırladı. Öyle ki, İran ekonomisi emperyalist ülkelere taviz verme esasına göre şekillendi. İran’da üretilen zenginliklerin rezalet denecek kadar büyük bir kısmı emperyalist ülkelere aktı.10 Şahlar emperyalistler tarafından önlerine serilen imkanların esiri oldular. Ve emperyalizme karşı durma yerine onunla işbirliği yaptılar, ona hizmet ettiler. Toplumu Batı tehdidi karşısında güçlendirme yerine de devleti topluma karşı güçlendirme çabası içine girdiler. Halkı, geleneği, İslam’ı, din adamlarını düşman olarak görüp onlara karşı emperyalistlerin yanında konumlandılar. Halkın taleplerine değil efendilerinin taleplerine kulak verdiler. Halka rağmen iktidar olup halka rağmen yapacakları reformları yapmaya kalkıştılar. Saltanat sahipleri gücü ve güç sahiplerini seviyordu. İngiltere ve Rusya ile yapılan imtiyaz anlaşmaları (Kapitülasyonlar) İran’a ekonomik nüfuzun yollarını açtı. İran elindeki ham maddeyi, ucuz emek gücünü ve stratejik konumunu ortaya koyuyor karşılığında ise mamul mallar için büyüyen bir pazar sağlıyordu. Pamuk, ipek, buğday gibi tarımsal ürünler ihraç ediyor ve başta tekstil ve makine olmak üzere mamul mal ithal ediyordu. 19. yy.da ve sonrasında İran’da cereyan eden gelişmeler, yerli halktan çok yabancı tüccarların menfaatine olan sömürgecilik ve tabiiyet yolunda gelişmelerdir. Mesela aynı yüzyılda artan çay ve şeker tüketimi, sömürge malları kullanımındaki

8 İran: Ketlenmiş Halk, Hamid Dabashi, sayfa 100 9 İran: Ketlenmiş Halk, Hamid Dabashi, sayfa 87

106

10

İran: Ketlenmiş Halk, Hamid Dabashi, sayfa 89-92

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ciddi bir artışa işaret etmektedir.”11 Kaçar hanedanı ekonomiyi batırmıştır. İşler her gün biraz daha kötüye gitmekte, Şah kendi lehine fakat ülkenin aleyhine işler yapmaya devam etmektedir. Şahların keyfi davranışları ve halkı düşünmeden yaptıkları anlaşmalar halkı zor duruma düşürdü. Esnafın geliri azaldı, iş yerleri, teker teker kapanmaya başladı. Halk gittikçe artan bir fakirliğe mahkum edildi. Yabancılara tanınan imtiyazlar ciddi rahatsızlıklar ortaya çıkardı. Ülkenin kötü gidişatına dur demek için komşu ülkelerin de etkisi ile “Şah’ın yetkilerini kısıtlayacak bir yol bulunabilirse ülkenin kötü gidişatı durdurulabilir” fikri gelişmeye başladı. Batılı aydınların ön ayak olduğu bu fikir din adamlarının da desteği ile başarıya ulaştı. Protestolara direnemeyen Şah çareyi meşrutiyeti ilan etmekte buldu. 1906 Ekiminde, devlet adına borçlanma, imtiyaz verme, anlaşma imzalama ve bütçe üzerinde nihai yetki seçilmiş meclise verildi. Ayrıca Şiiliğin devletin resmi mezhebi olduğu ve bütün yeni yasaların şeriata uygunluğunu doğrulamak üzere bir üst müçtehit komisyonunun kurulması da kabul edildi.

Rusya’da gerçekleşen Bolşevik devrim ile Rusya kendi iç sorunlarına dönerken Bolşevizm tehdidine karşı konuşlanan İngiltere’nin İran’daki etkinliği arttı. Mevcut hanedanlıktan ümit kesilmesi ve güçlü bir askeri otoritenin işleri yoluna koyacağının düşünülmeye başlaması ile da Kazak Tugayı’nda Albay olan Rıza’nın önü açıldı. Albay Rıza İngiltere’nin desteğini arkasına alarak Kaçar hanedanlığının iktidarını son verdi ve 1926 yılında kendisinin şahlığını, oğlunun da veliahtlığını ilan etti. Böylece İran’da Pehleviler dönemi başladı. Pehleviler Dönemi Rıza Şah sırtını selefleri gibi emperyalist güçlere dayar. Ülke içinde düzeni sağlaması nedeni ile halktan da destek görür. O da başlangıçta toplumdaki dengeleri gözeten bir siyaset izler ve din adamları başta olmak üzere etkin çevrelerle iyi ilişkiler kurar. Ancak ne halka, ne de din adamlarına güveni vardır. Onu iş başına getirenler onlar değildir ve onlar istemese de iktidarda kalmaya ve iktidarının sürekliliğini sağlamaya kararlıdır. Yalnızca dış

Şah’ın yetkilerinin kısıtlanmasını sindirememesi, İngiltere ve Rusya’nın meşrutiyeti istememeleri ve bunu da ülkeyi imtiyaz bölgelerine ayırıp oralarda kontrolü ele alarak göstermeleri; buna karşın meşrutiyeti ilan edenlerin farklı eğilimler taşıması ve beklentilerin farklı olması, beklentilerin karşılanmasında da başarısız olunması meşrutiyete olan inancın sarsılmasına, Şah ve meşrutiyet yanlıları arasında çatışmaların çıkmasına neden oldu. Ve Şah meşrutiyeti iptal etti, ancak isyanlar bitmedi. Kaçarların düzeni sağlamaya ve isyanları bastırmaya gücü yetmedi. Meşrutiyetçi güçler kralı bir kez daha meşrutiyeti ilan etmeye mecbur ettiler. Ancak bu da ülke içinde düzeni sağlamaya yetmedi. Meclisteki tartışmalar sokaklara kavga olarak yansıdı. Merkezi otorite bir türlü düzeni sağlayamadı. Bu durumu menfaatleri için bir tehdit olarak gören Rusya ve İngiltere nüfuz alanlarını işgal ettiler. 1. Dünya Savaşı boyunca da işgali sürdürdüler. Bu işgalde İran’ın sahip olduğu petrolün özel bir yeri vardı.

güçlerin desteği ile iktidarda kalamayacağının da farkındadır. Bir yandan kendine yandaşlar oluşturmak için askeri ve sivil bürokrasiyi besler, onlara özel imtiyazlar tanır. Halk yoksullaşırken onların refah içinde yaşayacakları bir düzen kurar. Böylece kraldan çok kralcı olan bir sınıf oluşmasını temin eder. Diğer yandan güç biriktirir. Ekonomik olarak güçlü olmak için petrol gelirlerini kasasına aktararak kısa zamanda İran’ın en varlıklı adamı olur. Askeri açıdan güçlü olmak için önce askeri kendine bağlayacak hamleler yapar, sonra da onu en gelişmiş silah ve teçhizatla donanmasını temin eder. Asker sayısını arttırır, askerliği zorunlu hale getirir. Ordu onun en büyük kozu ve dayanağı olur. Siyasi iktidarının temelini ordunun gücü üzerine bina eder ve o sayede isyancı aşiretleri bastırarak, ülkedeki düzeni yeniden tesis eder. Sevilen olmasa da korkulan biri olmayı başarır. Artık ne halka ne de din adamlarına ihtiyacı kalmıştır. Şah Rıza modern İran’ın kurucusu olarak kabul edilir. Bunun nedeni onun yaptığı reform

11

İran: Ketlenmiş Halk, Hamid Dabashi, sayfa 91

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

107


çalışmalarıdır. Modernleşmenin ölçüsü Batılı normlar çerçevesinde belirlenir ve İslam ülkelerinde olduğu gibi halka dikte edilir.

seçer. 5. Ve Batı’nın değerleri, yaşam biçimi, kılık kıyafeti benimsenir. Çıkarılan kıyafet

Türkiye gibi İran’da bu normlar çerçevesinde

yönetmeliğinde erkekler için Pehlevi kepi

modernleşme sürecine girer. Şah Rıza modern

giyme zorunluluğu getirilir. 1934’te onun

Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal’i kendine örnek alır.

yerini şapka alır. Ayrıca din adamlarının

Yapmaya çalıştığı reformlar şunlardır:

hükümler de vardır. Kadın giyimi

sakal bırakıp sarık sarmasını yasaklayan ise 1936’da yürürlüğe sokulan keşfi

1. Dinin ve din adamlarının etkinlik alanları

hicap yasası ile yani çador ve peçenin

sınırlandırmak, camilere, yas törenlerine,

yasaklanması yoluyla modernleştirilmeye

özel hayatın dışına taşmasını engellemek,

çalışılır. Kıyafet yönetmeliğine uymayanlar hak mahrumiyetinden, fiziki olarak

2. Laiklik toplumun temel dinamiği haline

zorlamalara, hapislere ve idamlara kadar

gelecektir. Hukuk, eğitim, sosyal hayat,

varan cezalara maruz kalır.

siyaset, kılık kıyafet, kadın erkek ilişkileri bu esasa göre yeniden tanzim edilmeye çalışılır.

6. Kapitalistleşme süreci yaşanacaktır. Servetin devlet eli ile belli ellerde toplanması sağlanacaktır. Toprak reformu

3. Bu iki esasın gereği olarak dini ve

yapılır, sanayi desteklenir ve devlet kendi

geleneksel kurumlar ortadan kaldırılır

zenginlerini yaratır. Şah ülkenin en zengini

ve yenileri tesis edilir. 1926’da Şeri

olur. Rıza Şah Kaçarların yapamadığı vergi

mahkemelerin kaldırılması kararı alınır.

toplama işini yaparak ve yeni vergiler

1927’de Adalet Bakanlığı kurulur. 1928

koyarak ekonomiyi biraz da olsa düzeltmeyi

yılında Fransız medeni kanunu ölçü alınarak

başarır. Ayrıca isyan eden aşiretlerin

İran için bir medeni kanun hazırlanır.

topraklarına el koyar. Oluşan kaynakla

Hakimliği hukuk fakültesi mezunu olma

ulaşım alanında ciddi yatırımlar yapar.

koşuluna bağlayan 1936 tarihli kanunla

Trans-İran demir yolu öz kaynaklarla

da ulemanın hakimlik görevi tamamen

tamamlanır. Yerli sanayiye yatırımlar yapılır,

elinden alınır. Eğitim alanında da laik Batı

teşvikler verilir. Halktan toplanan vergiler

eğitim modeli geleneksel eğitimin yerini

ve yapılan yatırımlarla zengin sınıfın

alır. Eğitime ciddi fonlar ayrılır. Tahran

oluşumu sağlanır.

Üniversitesi açılır. Avrupa’ya öğrenci gönderilir. Eğitim alanında yapılanların amacı Şah’ın kendisine sadık laik insanlar

7. Ve bütün bunlar halka rağmen gerçekleştirilecektir. Zira çağın gerisinde

yetiştirmesinden başkası değildir.

kalmış bir toplum vardır ve çağdaşlaşması ve değişmesi gerekmektedir. Yapılan bütün

4. Ulus devlet inşa edilecektir. Ülkenin

reform çalışmaları halkı biçimlendirmeye

adı arî köklerini belirtmek için resmen

yönelir. Bu konuda halka bir tercih hakkı da

Acemistan’dan İran’a değiştirilir. Azınlık

tanınmaz. Reformlar halka dayatılır. Zorla

diller ve etnik kıyafetler yasaklanır.

hayata geçirilmeye çalışılır. Karşı gelenler

Farsçadaki Türkçe ve Arapça sözcükler

en ağır şekilde cezalandırılır. Reformlar ne

azaltılır. Eski İran imparatorlarının

pahasına olursa olsun gerçekleşecektir.13

İslam öncesi başarıları yeni İran’ın milli sembolleri olarak benimsenir. Şah Rıza’nın

Doğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler, Alev Erkilet, sayfa 318

kendi aile hanedanlığı için İslam öncesi döneme ait bir sembolü “Pehlevi”12 adını

Şah Rıza, Fransız kepine benzeyen “Pehlevi şapkasının”

“Pehlevi İslam öncesi İran’da kullanılan bir lisanın

erkekler tarafından giyilmesini mecburi tutarak Batı

adı idi. Rıza Şah, İran’ın İslami olmaktan ziyade

tipi kıyafeti resmi kıyafet ilan etti. Ulemanın bu şapkayı

milli kimliğini kuvvetli olarak vurgulamak niyetini

giymesi muaf tutulmasına rağmen en sert tepki

sembolleştirmek için bu ismi unvan olarak aldı.” Orta

ulema sınıfından geldi. Ayetullah Hacı Ağa Nurullah

12

108

Şapkayı modernleşmenin temel unsuru olarak gören

13

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Halkı değişime zorlayan Şah Rıza siyasal

İngiltere’nin İran üzerinde doymak bilmeyen

sisteme, şahlık düzenine dokunmaz. Bu konuda

ihtirasları, İran’ın Almanya’ya yakınlaşmasına

değişimler kağıt üzerinde kalır. Bir meclis vardır

neden olur. Almanya’nın 1940’ta İran

ve meclis seçimleri yapılır, ama Şah seçimlere

ekonomisindeki ağırlığı %40’lara kadar çıkar.

ve meclise müdahale eder, dilediğini seçtirir,

Bu istenmedik gelişmenin faturasını İngiltere

meclise de istediğini yaptırır. Seçimlerin bir

ve Rusya, İran’a/Şah’a ödetmekte gecikmezler.

anlamı, meclisin de bir iradesi yoktur. Şah

1941’de 2. Dünya Savaşı’nda tarafsızlığını ilan

meclisi maşa olarak kullanır, istediği yasaları

etmesine rağmen İran’ı işgal ederler. Şah Rıza

onlara çıkarttırır.

oğlu lehine tahttan çekilmek zorunda kalır.

Bu dönemde İran’ın emperyalistlerle ilişkisi

İngiltere’nin ve Rusya’nın 2. Dünya Savaşı’nda

de değişmez. Şah güç sahiplerinin sözünden

İran’a, sahip olduğu petrolden ve müttefik

çıkamaz, onların kılavuzluğunda gerçekleşen

devletlerin zor durumdaki Rusya’ya ikmal

modernleşme çabaları da hem zihniyet,

desteği sağlamaları gerektiğinden dolayı

hem siyaset hem de ekonomik olarak İran’ı

ihtiyaçları vardır. Bu yüzden İran’ın tarafsız

emperyalistlere bağlı ve bağımlı hale getirir.

kalmak isteyişini kimse dikkate almaz. Ve 2.

Ülkenin kaynakları ve imkanları sömürülmeye

Dünya Savaşı boyunca işgal altında tutulur.

devam edilir. Buna karşın Şah kopardığı küçük tavizlerle kendini büyük işler başarmış sayıyor ve onlarla mutlu oluyordu. Petrol imtiyazına sahip İngiliz şirketinden kopardığı küçük tavizler buna bir örnek teşkil etmektedir. Gerçi oradan gelen kaynağın halka hiçbir faydası olmamış ve Şah’ın kişisel varlığının artmasına hizmet etmiştir.

2. Dünya Savaşı’ndan sonra İran, bir kez daha emperyalist güçler, İngiltere, Rusya ve ABD arasındaki menfaat savaşına sahne olur. Ülkede muktedir olamayan bir iktidar vardır. Muhammed Rıza babasının yerine tahta geçmiştir, ama eli kolu bağlıdır. Ülke işgal atındadır ve dış güçler yönetime kolayca müdahale etmektedir. Babası tarafından baskı ile sindirilen muhalif unsurlar, iktidarın zayıflığını

önderliğinde İsfahanlı yaşlı bir din adamı “Frenk

fırsat bilerek tekrar canlanmaya başlamıştır.

şapkası” giymenin dini açıdan caiz olmadığına dair

Ülkede kargaşa hüküm sürmektedir. Özellikle

bir fetva yayınladı. 1927’nin Eylül ayında İsfahan,

Bolşevik devrimin etkisi ile komünist eğilimler,

Şiraz ve Tebriz’de ulema önderliğinde halk sokaklara dökülerek şapka yasasının geri çekilmesini istediler.

ülkenin işgal altında olması, milli servetin

Tebriz’de cami imamı olan bir kişi, Şiraz’da ise iki kişi

yabancılar tarafından sömürülüyor olması, buna

yasalara karşı çıktığı için tutuklanarak idam edildi. 27

karşın halkın ve yerli sermayenin her gün kan

Aralık 1928’de meclis şapka giymeyenler konusunda

kaybediyor olmasından dolayı milliyetçi eğilimler

yeni cezai önlemler getirdi. Şapka ve Batı tipi kısa

güçlenir. 1949 yılında siyaset adamı Musaddık

pantolon giymeyenlere para ve üç aydan 1 yıla kadar

öncülüğünde milli cephe oluşur. Nisan 1951’de,

hapis cezası alması kararlaştırıldı. Kanun yeni haliyle 21 Mart 1929’da yürürlüğe girdi. Polis ve askerin

Musaddık’ın önerisi ile İran Meclisi Anglo-Persian

şapka kullanmasının halk arasında yayılması için şiddet

Petrol Şirketi’ni millileştirme kararı alır. Arkasına

kullanması hükümet tarafından benimsendi. Polis ve

ulemanın da desteğini alan Musaddık’ı, Şah

askerler sarıklı kişileri şehir veya köy meydanlarında

Başbakan olarak atamak zorunda kalır.

topluyor zorla şapka giydiriyorlardı. Özellikle Tebriz şehrinde protestolar yoğunlaştı ve Tebriz uleması

Petrolün millileştirilmesi İngiltere için tam bir

Kum’a sürgün edildi. Esnaf günlerce kepenk kapattı,

felakettir. Çünkü İngiltere’deki her araç, her ev,

protestolar üç ay devam etti. Şiraz ve İsfahan’da

her fabrika, İran’dan gelen petrole bağımlıdır.

esnafın da destek verdiği 20 bin kişilik protestolar düzenlendi. Polisler ve askerler her gün cadde ve

İçeride ve dışarıda muhalif kuvvetlerin,

pazarları dolaşarak sarık giyenlerin sarıklarını parçalıyor,

Musaddık’ı devirmek üzere örgütlenmesi iki

zorla şapka giydiriyorlardı. İki yıl içersinde toplam

yıl kadar sürer. Bu süre içinde Musaddık’ı

25 bin kişi hapis ve para cezası ile cezalandırılırken,

devirmek için ekonomik ambargo, limanların

protestoların sorumlusu olarak gösterilen din adamları

ablukaya alınması, BM’ye ve Uluslararası Adalet

sürgüne gönderildi ve üç kişi idam edildi. http://www.

Divanı’na şikâyet etmek gibi birçok yol denenir

timeturk.com/tr/2010/10/10/sapka-idamlari-komsudada-olmus.html

ancak başarılı olunamaz. Fakat İran’da da

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

109


işler iyi gitmemektedir. İranlılar petrol şirketini

aralarındaki ilişkinin gelişmesi için paktlar ve

millileştirerek zengin olacaklarını ummuşlardı

ağlar oluşturur. 1955 yılında Türkiye, İran,

ancak tam tersi olur. Abadan’daki dev petrol

Pakistan, İngiltere ve Irak arasında imzalanan

rafinerisi ve liman ablukaya alınmıştır. 1950’de

Bağdat Paktı bunlardan biridir.

ülke gelirinin önemli bölümü petrolden gelirken, 1952’de petrol gelirleri nerdeyse sıfırlanır. Çünkü Avrupa petrolünün yüzde 90’ını tek başına sağlayan İran, artık kendi petrolüne sahiptir, ama bunu dağıtıp satacak tankeri yoktur. 1953 yazına gelindiğinde Musaddık kitleleri sokaklarda toplama becerisini yitirmiştir. Bu koşullar, dışarıdan bir gücün gelip olaylara müdahale etmesine uygundur. (Musaddık’ın İran’da o günlerde etkili olan komünist eğilimli Tudeh (Kitle) Partisi’ni arkasına alması da ABD’deki kaygıları iyice körüklemişti.) CIA’nin planladığı bir askeri darbe ile Musaddık görevden alınır ve tutuklanır, “vatana ihanetle” suçlanıp yargılanır ve ömrünün son yıllarını ev hapsinde geçirir. Ülkedeki kargaşa ve muhalefetten dolayı Roma’ya kaçan Şah, gelişmeler üzerine tekrar

İktidara halkın değil emperyalistler istediği için geçen Muhammed Rıza, ihtiyacı olan güç ve desteği de ABD’de bulur ve sırtını ona yaslar ve onun sadık bir müttefiki olur. İran’da Amerika kazanmıştır ve üzerinde söz hakkı da onundur. Şah’a dediklerini yaptırırlar. İran’ı Şah aracılığı ile yönetirler. İran’ın geleceğini beraber planlarlar. Öyle ki Şah’ın yaptığı bütün hamlelerin, kalkınma planlarının, reformların arkasında ABD vardır. Mesela, İran eğitimini düzenleme işi bir Amerikan firmasına verilir. İran’da bulunan kolej ve üniversiteler için Amerikan üniversitelerine danışılır.15 Amerikan desteği ile iktidara oturan Şah az daha tahtına mal olacak olayların bir daha tekrarlanmaması için gerekli tedbirleri almaya

tahta oturur.

girişir. Milli cepheyi dağıtır. Muhalif liderler

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD yeni bir

Sindirilen muhalefetin bir daha örgütlenmemesi

emperyalist güç olarak dünya sahnesine çıkar.

için gerekli tedbirler alınır. Şah Muhammed

Gücünü Hiroşima ve Nagazaki’de vahşice

Rıza’nın arkasında (babasında da olduğu gibi)

gözler önüne serer. Sosyalizme karşı yürütülen

halk desteği yoktur. O da babasının yaptıklarını

mücadelede, Doğu Bloku’na karşı oluşan Batı

arttırarak yapmaya devam eder. Bir yandan

Bloku’nun liderliğine soyunur. Artık iki kutuplu

yandaşlar oluşturmaya hız verir, bir yandan

bir dünya ve onlar arasında da başlayan bir

da orduyu güçlendirmeye. Bunlar da yetmez,

soğuk savaş vardır. Her iki blok da etkinlik alnını

CIA’nın yardım ve teknik desteği ile istihbarat

genişletmeye, birbirinin önünü kesmeye çalışır.

örgütü SAVAK’ı (Sazman-i İttilaat ve Emniyet-i

Ülkelerin tarafsız kalmasına izin verilmez ve

Kişver) kurar. SAVAK, hep CIA ile beraber

ikiden birini tercihe zorlanır.

hareket eder Rejim muhaliflerini tespit ve imha

tutuklanır, idam edilir, sürgüne gönderilir.

Bu zeminde ABD, Rusya’ya sınırı olan ülkelere daha fazla önem verir. Bu ülkeler Sovyet tehdidi altında idiler ve Sovyetleri durdurmak için tampon vazifesi görmeleri mümkündür. ABD bu ülkelere Truman doktrini

14

çerçevesinde,

bir yandan kendine bağlamak diğer yandan da Sovyetleri kuşatarak gelişmesini engellemek için ekonomik ve askeri yardımlar yapar. Ve Truman Doktrini, 1947 yılında Amerika Birleşik

14

Devletleri Başkanı Harry Truman tarafından Sovyet tehdidine karşı hazırlanmış plandır. Truman Doktrini,

görevini üstlenen Savak, ürettiği zülüm ile kısa zamanda kalplere korku salan bir kuruma dönüşür. Binlerce İranlı işkencelerle öldürülür. Sahip olduğu güç sayesinde Şah, halkına rağmen iktidar olur ve iktidarda kalmaya devam eder. Ancak yine de halk desteğini sağlamak için göstermelik adımlar atmaktan geri durmaz. Beyaz devrim adını verdiği bir dizi reformla babasının yolundan giderek, toplumu

Amerika Birleşik Devletleri’nin uluslararası politikasının

Batılılaştırmaya, küçük Amerika haline

değiştiğini ve Sovyet karşıtlığının bu yeni politikada

dönüştürmeye çalışır. Toprak reformu yapar.

temel esas olduğunu ilan etmiştir. Bu doktrin ile Amerika Birleşik Devletleri “komünizm tehdidi” altındaki devletlere mali ve askeri yardım yapacağını açıklamıştır

110

İran’da Devrim ve Karşı Devrim, Asaf Hüseyin, sayfa

15

68

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Okuma yazma seferberliği başlatır. Kara yolunu,

***

demir yolu ağını ve limanları geliştirir. Sanayiye yatırım yapar. Sağlık sektörünü geliştirmeye ayrı bir önem verir. Kadınlara oy kullanma hakkı

Ulema: İran ulemasının menşei Şah İsmail tarafından

tanınır.

Lübnan’dan getirilen din adamlarına Halk için yapılanlar halktan çok Şah’ın ve bir

dayanmaktadır. Safevilerde dini ve siyasi otorite

grup azınlığın işine yarar. Halk yapılanlardan ve

tek elde, 12. İmamın soyundan gelme iddiaları

gelişmelerden rahatsızdır.

kabul gören Şah’ta toplanıyordu. Safevilerden

Şah’ın yabancıların elinde kukla oluşundan,

sonra iktidar olan Kaçarların herhangi bir kutsiyet iddiaları olmadı/olamadı. Sadece

Yabancılara ve özellikle ABD’lilere tanınan

dünyevi iktidara taliptiler. Ulema bu fırsatı iyi

ayrıcalıklardan,

değerlendirdi ve Safevilerden kalan “12. İmamın yetkilerini kullanma yetki mirasına” sahip oldu.

İstemediği reformların kendisine dayatılıyor

12. İmamın iradesinin meşru yorumcuları olarak

olmasından,

dini ve hukuki uygulamalar konusunda yorum

Şah’ın baskı ve zulmünden, Savak’ın kanunsuzluğundan, İnanç ve değerlerine yapılan saldırılardan, Birileri sefa sürerken, kendisine hep cefanın

yapma hakkını, içtihat yapma hakkını, 12. İmam adına konuşma hakkını elde ettiler. Şii inancında var olan, 1. Müslümanların bir müçtehide bağlanma, dini ve hukuki uygulamalarında onun

düşmesinden,

hükümlerine uyma zorunluluğu,

Ve her geçen gün itibar kaybediyor ve yoksullaşıyor olmasından. Bu kötü gidişatı sona erdirmek için sürekli arayışlar olur ve farklı eğilimler gelişir. Komünist düşünce, liberal düşünce ve milliyetçilik kendine taraftar bulur. Ancak muhalefetin kendini ifade edebileceği bir zemin yoktur. Aykırı sesler hemen kısılmakta, Savak tarafından bir şekilde saf dışı bırakılmaktadır. Doğal olarak da muhalefet illegal yollarla gelişir. İrili ufaklı birçok örgüt kurulur. Propagandadan, şiddete kadar çeşitli yollarla mücadele verilir. Ancak bunların

2. Yaşayan müçtehitlerin kararlarının mevcut bütün kararlara tercih edilmesi, Prensipleri hatırlandığında ulemanın nasıl bir güce talip olduğu/kavuştuğu daha iyi anlaşılacaktır. Zamanla din adamları arasında hiyerarşi de oluştu, bazı din adamlarının sahip oldukları bilgi ve anlayış nedeniyle kararlarının çağdaşlarının kararlarına göre öncelik taşıması kabul edildi. Bu kişilere “merci i taklit” ve ilerleyen yıllarda Allah’ın ayeti anlamında “Ayetullah” denmeye başlandı.

hiçbiri toplumu peşinden sürükleyecek güç ve

Din adamlarının ekonomik olarak hükümetten

etkinliğe ulaşamaz.

bağımsız olmaları da onların elini güçlendiren

Şiddet şiddeti doğurur. Şah’ın baskıları tepkileri arttırırken, muhalif tepkilerin artması baskıların daha da yoğunlaşmasına neden olur. Yaptıkları ile Şah kendi sonunu hazırlayan süreci başlatır. Zulüm ile bir iktidarın devam etmesi mümkün değildir. Ancak o sonu getirecek bir liderliğe ihtiyaç vardır. Ve İran’da bu rolü üstlenecek güç yalnızca ulemada bulunmaktadır.

bir başka unsurdu. Şia’da zekatı hükümet değil din adamları toplamaktaydı.16 Siyasi iktidar yönetimin devamı için gerekli vergileri toplayamazken din adamları kendilerine düzenli bir gelir oluşturmuşlardı. Bu paralarla hem kendi ihtiyaçlarını karşılıyor (maaş), hem medreselere ve okuyan öğrencilere, hem de ihtiyaç sahiplerine yardım yapıyorlardı. Bunlar da “Caferi mezhebine göre bir kimse ticaret, kazanç ve

16

işinden geçimini sağladıktan sonra… maddi istifadeleri olursa onun 1/5’ini humus olarak şeriat ve İslam hâkimine vermelidir.” Alev Erkilet

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

111


onların halk içerisinde saygınlık ve etkinliklerini

izinsiz ekimi ve satışı yasaklandı. Bu anlaşma

artmasına sebep oluyordu. Ulemanın ekonomik

doğal olarak tütünün üretimini yapan, işleyen

bağımsızlık durumu ilerleyen yıllarda da

kesimlerle, pazarlamasını yapan yüzlerce

değişmedi. Zaman zaman gelir kaynakları

tüccarı esnafı tehdit ediyordu. Esnafta ve

kısılmaya hatta bitirilmeye çalışıldı. Pehleviler

halk da ortaya çıkan huzursuzluk ulemanın

döneminde yapılan vakıfların devletleştirilmesi,

öncülüğünde protestolara dönüştü. Ve zamanın

toprak reformu gibi düzenlemelerin bir amacı

en büyük âlimi Hasan Şirazi’nin, “Bugün tütün

da ulemanın gelir kaynaklarını kesmekti. Ancak

kullanımı İmam-ı Zaman (gaip imam)la bir nevi

ulemanın ekonomik bağımsızlığı özellikle esnaf

muharebedir” fetvası ile de kısa sürede doruğa

ile aralarındaki dayanışmadan dolayı devam

ulaştı. Sonunda Şah anlaşmayı feshetmek ve

etti. Şahların uygulamalarından rahatsız olan,

İngiliz firmaya tazminat ödemek zorunda kaldı.

itibar ve kan kaybeden iki sınıf birçok konuda

Bu olayla ulema testten başarı ile çıktı. İslam’ı

dayanışma içinde, birlikte hareket etti. Esnaf

referans alan siyasal çağrılarına halkın olumlu

ekonomik olarak ulemayı destekledi, ulema

karşılık verebileceğini görme imkanı elde etti.

da esnafın sorunlarıyla ilgilendi, Şah’a karşı

Ulema ile esnafın el ele verdikleri takdirde

girişimlerinde omuz verdi.

başarılı olabilecekleri ortaya çıktı.

Din adamları halk nezdinde de saygınlık ve

Artık ulema sadece dini konularda değil, siyasi

itibara sahiptiler. Kendinden başka derdi

konularda da söz sahibi olmuştur. Ulemanın

olmayan şahlarla kıyaslandığında halka ve

içinde olmadığı bir muhalefetin başarılı olma

sorunlarına yakın olmaları, sorunları ile ilgilenip

şansı yoktur. Hem meşrutiyetçi aydınların

çözüm aramaları, halk yararına sorumluluk üstlenmeleri, yardımlaşma ve dayanışma içinde olmaları ile halkçı bir profil çiziyorlardı. Dini konularda sözleri zaten dinleniyordu. Şah yabancı egemenliğine teslim olurken ve hatta davetkar davranırken ulema emperyalizme karşı duruşu ile öne çıktı, teslim olmadı, direndi. Bu siyasi duruşu da hem saygınlıklarını hem de etkinliklerini arttırdı. Şahların fermanlarını bile geçersiz kılacak bir güce ulaştılar. Henüz sınanmayan bu güç “Tütün Kıyamı” ile ilk defa siyaset sahnesine çıktı.

hem de Musaddık önderliğinde oluşan milli cephenin başarılı olması ancak ulemanın desteğini arkalarına almaları ile mümkün olmuştur. Ulemanın desteğini kaybetmeleri ile Şah karşısında tutunamamaları da bu gerçeğe işaret etmektedir. Şahlar bile bu gücü arkalarına almanın çabası içinde oldular ve zaman zaman da olsa bazılarının desteğini almayı başardılar. Ancak ulemanın büyük kısmı şahlara pek de yüz vermedi. Emperyalistlerle ilişkinin başladığı andan itibaren sahip olduğu antiemperyalist duruşu korudu. Yabancı nüfuzuna, onlara

Tütün Kıyamı: Kaçar şahları, gücün yoldan çıkarıcılığı karşısında duracak dirayet ve inançtan yoksundular. Bulundukları konumu bir sorumluluk olarak değil bir fırsat olarak gördükleri için kendi hevaları doğrultusunda değerlendirmeye giriştiler. Halk umurlarında olmadı. Kendi kişisel çıkarları için ülkeyi iflasa sürüklediler ve parsel parsel satılığa çıkardılar.

tanınan ayrıcalıklara ve sömürüye karşı oldu. Şahların zulümlerine karşı en ciddi muhalefet ulemadan geldi. Özellikle Şah Muhammed Rıza döneminde yabancıların ülke üzerindeki tahakkümünden, gerçekleştirilmeye çalışılan reformlardan ve yapılan haksızlıklardan dolayı ulema sık sık Şah’ın karşısına dikildi. 1945’de Nevvab Safavi “Fedaiyan-ı İslam”ı ve 1950’de Kaşani “Müslüman Mücahitler Örgütü”nü kurdu.

İşte İngilizlere verilen tütün imtiyaz hakkı

1960’ta Şah’ın Beyaz devrimine ve ABD’ye

bunlardan sadece biriydi.

karşı en ciddi eleştirileri yönelten Humeyni, muhalefetin yeni öncüsü oldu. Tutuklandı. Şah’ın

Nasrettin Şah 8 mart 1890’da İngiltere’ye

niyeti Humeyni’yi idam ettirerek diğer muhalifler

yaptığı gezi sırasında bir İngiliz şirketi olan

gibi güçlenmeden ortadan kaldırmaktı. Halk

G.F.Talboot’a tütünün üretim, satış ve ihracat

bir hafta boyunca gösteriler düzenledi. Şah

hakkını, kardan pay almak karşılığında 50 yıl

gösterileri bastırmak için güce başvurdu,

için veren bir sözleşme imzaladı. Tütünün,

halkın üzerine ateş açtırdı. “15 Hordad” olarak

112

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


anılan olaylarda 15.000 gösterici şehit oldu.

Halkın tepkisine rağmen tepki çekecek reform

Müçtehitler, Ayetullah Şeriatmadari önderliğinde

çalışmalarını sürdürür. Şah’ın unuttuğu bir

toplanıp, Humeyni’nin bir Ayetullah olduğuna ve

şey vardır. “Peygamberin tek halifesi, yasal

bu yüzden Şah tarafından yargılayamayacağına

otoritenin peygamberden sonraki tek temsilcisi

dair bir fetva yayınladılar. Şah Humeyni’yi

olan gaip imam (12. İmam) yeryüzünde değildir.

serbest bırakmak zorunda kaldı. Serbest kalan

Yönetimi gaip imam adına ona vekâleten

Humeyni’nin ilk yaptığı ulemaya “takiyye”yi

yürüttüğünü açıkça ve itiraz edilemez şekilde

17

yasaklaması oldu. Din adamlarından artık

ortaya koyamayan herhangi bir dünyevi

açıktan muhalefet yapmalarını istedi.

güç, gayrimeşrudur.” anlayışına sahip halk

Amerikalılara dokunulmazlık ve imtiyazlar

nezdinde Şah yürürlüğe koyduğu gayri İslami

tanıyan yasa mecliste kabul edilince de “bu

yasa ve uygulamaları ile giderek meşruiyetini

vatana ve Allah’ın kanunlarına ihanettir” diye

kaybetmektedir.

ilan ederek örnek oldu. Şah çareyi onu sürgüne göndermekte buldu. Humeyni önce Bursa’ya ardından da Irak’ın Necef şehrine gitti. Ancak İran’daki muhalefetle ilişkisini hiç kesmedi,

Ancak farkında değildir. Bu yüzdendir ki, kendine çeki düzen verme yerine muhalefetle uğraşmayı sürdürür. Halkın muhalefete ilgisini

bulunduğu yerden yönlendirmelerini sürdürdü.

azaltmak içinde karalama kampanyaları organize

Ulema Humeyni’nin telkinleri doğrultusunda

Humeyni’dir. 1978’de gösteriler yeniden başlar.

sorumluluk üstlendi. Aslında bunlar her zaman

Göstericiler Humeyni Medresesi’nin yeniden

yaptıkları işlerdi. Camiler bir merkeze, Cuma

açılmasını ve Humeyni’nin de dönmesine izin

hutbeleri ve yas törenleri birer derse dönüştü.

verilmesini talep ederler. Şah demir yumruğunu

Şia’nın temel kavramları velayet, şahadet ve

göstericilerin üzerine indirir, halkın üzerine

imamet temaları işlenerek halkta bilinç seviyesi

ateş açılır ve çok sayıda ölümler olur. Verilen

arttırılmaya çalışıldı. Bunlar halkın anlayışında

kurbanlara rağmen gösteriler, “Her gün Aşura,

etkin unsurlardı zaten. Ulema da halkın sahip

her yer Kerbela!” sloganları eşliğinde ve artan

olduğu geleneksel inanç ve uygulamalara,

bir tempoda devam eder.18

türbe ziyaretlerini esas alan, şefaat ve masumiyetle desteklenen geleneksel din anlayışına dokunmadı. Ve hatta Ali Şeriati gibi halkın din anlayışını sorgulayanlara karşı onun

ettirir. Hedefteki isimlerden biri de Ayetullah

Şah son bir hamle ile sürecin önünü kesmek için tavizkar bir tutum takınır. Ulemanın bazı taleplerine olumlu cevap verir ve yaptığı

savunuculuğunu yaptı.

katliamlarla hedef haline gelen Savak Başkanı

Rejimin, SAVAK ve ordu eliyle aşırı baskıcı,

Bu taktik Ayetullah Şeriatmadari’nin de içinde

dayatmacı ve şiddet içeren yöntemler

bulunduğu bazı ulemada yankı bulur. Artık

uygulaması da ulemanın giderek güçlenmesini

gösterilerin sona ermesi kanaati oluşmaya

hızlandırdı. Şah esnafın gözünü korkutmak için

başlar. Ne olacağına ve nereye varılacağına

vergileri arttırır, denetimleri sıklaştırır ve hatta

dair kanatlar net değildir. Bunun nedeni

iş yerlerini kapatır. Muhalefetin öncü isimleri

Şia’nın devlet talebi olmayışıyla ilgilidir. Şia

solcular ve Müslümanlar SAVAK tarafından

kültüründe çok önemli bir yeri olan 12 İmam

takibe alınır, hapsedilir, ağır işkencelere maruz

anlayışına göre, “İmamların sonuncusu olan

bırakılır ve hatta öldürülür. Yurt dışında bile

‘kayıp imam-Mehdi’ gelmeden gerçek manada

muhalif bir İranlının can güvenliği yoktur.

İslam’a uygun bir devlet kurulamaz. O döneme

Şah gelişmeleri okuyacak basiretten yoksundur. Ordusu, istihbaratı ve müttefiki ABD ile her muhalefeti kolayca bastırabileceğini sanmakta

General Nematullah Naseri’yi görevden alır.

kadar Müslümanlara düşen, ortaya çıkan bütün yönetimlere muhalefet yapmaktır.” Fakat Ayetullah Humeyni bu anlayışa, “İmam

ve her geçen gün daha da pervasızlaşmaktadır. Şii inancının temel unsurlarından biridir Kerbela. Hz

18

Takiyye, dinî, manevî veya dünyevî zararları önlemek

Hüseyin gayrimeşru siyasi otoriteye karşı savaşırken

için kişinin muhalifler karşısında imanını veya inancını

orada şehit olmuştur. Ve bu her Şii Müslüman’ın özlem

gizlemesi demektir. Şia inancı bunu kurumsallaştırmıştır.

duyduğu bir şeydir.

17

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

113


gelecekse de biz onu beklemeyeceğiz”

1 Nisan 1979’da halkın %98’inin oyları ile İran

diyerek yeni bir açılım kazandırır. “Velayet-i

İslam Cumhuriyeti kurulur. İran tarihinde yeni

Fakih Hükümet-i İslami” adlı eserinde şu tezi

bir dönem başlar.

işler. “Fakihler imamlar tarafından, imamlar peygamberler tarafından, peygamber Allah tarafından tayin edilir. Kayıp imamın yokluğunda

- BİTTİ -

ona vekaleten adil bir müçtehit fakih devlet başına geçer. Ve beklenen mehdi (kayıp imam) gelene kadar devleti (toplumu ve ümmeti) yönetir.”19 Humeyni kitabında hükümetin gerçekleşmesi için neler yapılması gerektiğini de ortaya

Kaynakça:

koymuştur. Önce neşriyat yolu ile fikirler

1. İhsan Eliaçık, “İslam’ın Yenilikçileri”

yayılacak, ardından uygun şartların oluşumuyla

2. Alev Erkilet “Orta Doğu’da Modernleşme ve

mukavemet (kıyam) başlatılarak İslami hükümete ulaşılacaktır. Hazırlık aşaması geçilmiş, kıyam aşamasına gelinmiştir. Artık monarşi yıkılıp İslam devleti kurulana dek durmak yoktur.

İslami Hareketler” 3. Asaf Hüseyin “İran’da Devrim ve Karşı Devrim” 4. Hamid Dabaşi “İran Ketlenmiş Halk” 5. Roy Mottahedeh “Peygamberin Hırkası, İran’da Din ve Politika, Bilgi ve Güç” 6. William L. Cleveland “Modern Orta Doğu Tarihi”

Şah’ın oyunu boşa çıkmıştır. Gösteriler devam eder. Şah bu sefer sıkıyönetim ilanı ile sonuç almayı dener. Fakat bu da sonuç vermez. Humeyni masum halka ateş açmanın Kur’an’a

7. Ali Bulaç “Hedefteki Ülke İran” 8. Mehmet Kerim “İran İslam Devrimi” 9. Ömer Turan “Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta: Orta Doğu”

ateş açmaya denk olduğuna ilişkin fetvasını yayınlar. Kadın, erkek, çocuk yaşlı katılımcıları ile halk güvenlik güçlerinin karşısına güllerle çıkar. Bir yandan fetva, bir yandan halkın yaklaşımı ve bir yandan da katliamların işe yaramadığının görülmesi güvenlik güçlerinin halkın yanında yer almasını sağlar. Şah’ın en güvendiği kalesi yıkılır. Medet umduğu ABD de gelişmeler karşısında çaresiz kalır. Sağcısı, solcusu, köylüsü kentlisi, kadını erkeği ile İran halkı imamın rehberliğinde yekvücut halinde Şah’ı mat eder. Şah ülkeyi terk etmek zorunda kalır. Bir devir kapanmıştır. Şah ve Şah’ın arkasında olan süper güçlerin İran halkına yenilmesi ile monarşi sona ermiştir (11 Şubat 1979). Herkes bundan sonra ne olacağını merak etmekte, birinin gelişini beklemektedir. Devrim sürecinde belirleyici olan İmam Humeyni, Fransa’dan gelir ve devrimin adını koyar. Bu bir İslam devrimidir. İran radyosu 11 Şubattaki anonsu ile bu gerçeği dünyaya ilan eder. “Bismillahirrahmanirrahim, artık şahlık rejimi yıkılmış, İslam devleti kurulmuştur.”

İhsan Eliaçık, İslam’ın Yenilikçileri 3, shf 212-213

19

114

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Gündem

İran’ın Yeni Entellektüelleri Ferhat Hoşrokhavar /

Social Compass, 51(2), 2004, 191–202

İslami Yorum için Çeviren:

Fatih Peyma

İran’daki entelektüeller uzun zamandır, iki farklı

giden ulemaların Şii çocukları Şia geleneğine

kaynaktan doğan bir etkinin yol ayrımındalar.

bağlı olarak “Akhund” eğitimi almışlar ve

Biri Batı düşüncesi diğeri ise Şia düşüncesidir.

İran’a dini öğretmek için geri dönmüşlerdir.

Bu iki gelenek 19. yüzyılın sonundan itibaren

19. yüzyılın ikinci yarısında İran’da, ılımlı bir

bu çelişkili etkiyi uygulamaya başlamıştır. İslam

modernizasyon gerçekleşti ve sonuç olarak, bu

devrimi, Batılı Marksist ve Üçüncü Dünyacı

ulemaların ya da aristokrat kesimin çocukları

fikirlere maruz kalan İslam düşüncesinin

yabancı ülkelere (bazıları Necef’ten daha çok

yenilenmesiyle ortaya çıkan sosyal bir hareketin

Osmanlı şehirlerine, pek çoğu ise İngiltere’ye,

sonucuydu. O zamandan beri, üç entelektüel

Fransa’ya, Belçika’ya ve daha sonra Almanya’ya)

nesil faal oldu. 1990’ların başından beri, sivil

seyahat etmeye başladılar. Entelektüellerden

bir toplum ve daha hoşgörülü bir İslam adına,

bazıları, Müslümanlardan çok İran’ın içinde ya

birinci neslin radikal İslam düşüncesinin

da dışında, yakın bir şekilde Avrupalılarla irtibat

mirasını sorgulayan farklı görüşlere sahip ikinci

halinde olan dini azınlıklardan gelmekteydi. Bu

ve üçüncü nesil entelektüeller ortaya çıktı.

nesil, İranlıların sürekli tenkit edilen görüşlerini

Bu makalenin amacı, bu üç nesil arasındaki

ve onların geri kalmışlık sebeplerini düzeltmeye

etkileşimi ve ikinci ve üçüncü nesil gazeteciler

çalıştılar. Batı, erdemin eşsiz bir örneğiydi ve

tarafından oluşturulmuş yeni bir grubu yazıya

bu da güya Batı’nın maddi alanda gelişimini

dökmektir.

izah ediyordu. Artan bir şekilde, İran’ın geri kalmışlığının sebebi olarak emperyalizm

Tarihsel Bir Perspektiften İran

görülünceye dek, en başta Batı’nın algılanışını

Entelektüelleri

kökten değiştiren şey İran entelektüellerin

20. yüzyıl boyunca İran’da entelektüel yaşam

büyük ilgisini çeken Marksizm olmuştur.

sürekli büyük zorluklara ve sıkıntılara maruz

Yeni entelektüellerin geleneksel ulemalardan

kalmıştır. Bunun iki kaynağı vardır. Birincisi

farklı bir kimlikle ilk ortaya çıkış tarihi, onlardan

Batı, ikincisi ise İslam’daki Şii anlayıştır. Eski

bazıları özgürlük, insanlara karşı sorumlu

entelektüeller istisnasız hep ulema kökenli

olan politik sistem ve otonom bir yargı fikrini

olmuşlardır. Büyük hocalardan İslam eğitimi

savundukları Anayasa Devrimi (1906-1911)

almak için İran’da (Meşhed, Kum, İsfahan) ve

sıralarıydı. Daha sonra, çoğunlukla Rıza

Irak’ta (özellikle Necef) bulunan dini merkezlere

Şah (1925-1941) ve yoğun sekülerleştirme

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

115


döneminde, yeni seküler entelektüeller

çerçevesine mahkum olacağını öngörüyordu.

toplumda hatırı sayılır, önemli kişiler haline geldi

Şah otokrasisine karşı 1970’lerde sosyal

ve geleneksel olanları gölgede bıraktı. Bu yeni

proteste hareketlerin modernleşen ve yeniden

entelektüellerin çoğu Marksist, hatta komünist

dirilen İslami ideolojinin birlikteliğiyle İslami

oldu.

devrim gerçekleşti.

20. yüzyılın ikinci yarısında entelektüellerin yeni

1990’larda, İran İslam düşüncesinde, 1970’ler

bir nesli ortaya çıktı. Onlardan bazıları ulema

ve 80’lerin devrimci ilkelerini sorgulayan yeni

geçmişi olmayan, orta sınıftan geliyordu. Ama

akımlar ortaya çıktı. O günden sonra, Sünni

çoğu, ulemaların (ünlü entelektüel Ali Şeriati

dünyada (özellikle Pakistan, Suudi Arabistan,

ünlü bir ulema ailesindendi ve yoğun bir şekilde

Mısır ve Filistin’de) radikal İslam’ın yeni

Batı hayranlığı “West Toxication” hakkında

versiyonları, El Kaide ile beraber ivme kazanarak

yazılar yazan Celal Al-i Ahmed de aynı köklere

ortaya çıkıyorken, İran’daki başlıca entelektüel

sahipti) çocuklarıydı.

eğilim dini reformizm oldu. İran’da, yeni İslami

Aynı zamanda İran her biri kendi kimliğiyle, iki farklı entelektüel gruba sahipti, bir tarafta modern dünyayla ilgili olarak yazanlar, yani derin bir şekilde Marksizm’den ve diğer solcu ideolojilerden etkilenmiş ama dine referans

fikirlerin ortaya çıkması, devrimle gelen İslam’ın egemenliğine meydan okur hale geldi. Bu da yeni bir tür dini reformizme doğru hareketi ve sosyal hayattaki dini radikalizmin sonunu işaret etmektedir.

yapmadan yazı yazanlar ve diğer tarafta ise

İslam devriminde yer almayan ama ahlaki

hem Marksizm’den hem de Pehlevi monarşisinin

kısıtlamaların, ekonomik sıkıntıların, siyasi

teknokratik ideolojisinden gelen ikili meydan

uzlaşmazlığın sonuçlarına içerleyen yeni nesil

okumaya karşılık cevap vermek amacıyla dinin

İranlılar, dini radikalizme hiç sıcak bakmıyor.

ihyası ve yenilenmesi için çalışanlar.

Marksist grupları ve mehdi inancı taşıyan Şii

1920’lerin başından itibaren İran komünist partisi (Tudeh) Pehlevi hanedanının kurucusu Rıza Şah tarafından gelen baskılardan sonra bile entelektüel hayatın düzenlenmesinde büyük bir rol oynadı. İkinci Dünya Savaşı’nda müttefik güçler tarafından Rıza Şah’ın tahttan indirilmesinden sonra parti yeniden tarih sahnesine çıktı ve 1950’lerde Musaddık döneminde ivme kazandı. Muhammed Rıza Şah tarafından 1953 askeri darbesinden sonra tekrar baskı dolu günler başladı. 1979 İslam devriminden sonra, tekrar devreye girdi. Bu defa ise, bir kez daha 1980’lerin başında

fikirleri bir arada harmanlayan İslam devrimine karşı tepki olarak, bu nesil, maneviyatçı bir toplum için özlem duymayan, emperyalizme karşı savaşım vermeyen, dini bir fikir uğrunda ölmeyi şeref addetmeyen, şehadet kavramını ağızlarına almayan ikinci ve üçüncü nesil entelektüelleri sayesinde onlara ulaşan yeni akımlara ilgi duyuyorlar. Bu yeni nesil, bireysel özgürlük, cinsel özerklik, kültürel açıklık, Batı ile barışçıl bir ilişki (reformist Başkan Hatemi buna “medeniyetler arası diyalog” adını veriyor) ihtiyacını dile getiriyorlar. Üç Çeşit Entelektüel

kurulan İslami rejim tarafından baskı altına alındı. 1979’da İslam devrimini takip eden

Devrim-sonrası İran’da, üç çeşit entelektüel

yarım yüzyıl boyunca, İran’da ana entelektüel

tipi karşımıza çıkmaktadır. Birincisini, şahlık

hayattaki İslami unsur uyuşuk, cansız göründü

rejiminin son yıllarına ve devrimin ilk dönemine

ve 1970’lerde, Ali Şeriati, Mehdi Bazergan,

kadar uzanan, radikal İslam’ın düşüncesiyle

Murtaza Mutahhari, Ayetullah Humeyni ve

nitelendirebiliriz. Bu dönemin temsilcileri:

Talegani ve diğerleri tarafından entelektüel

Şeriati ve Humeyni’nin yanı sıra Celal Al-i

hayatta İslami bir canlanma başladı. Bundan

Ahmed ve diğer entelektüeller, Marksistler,

önce, İslami teoloji ve ideoloji başarısızlığa

İslami radikaller ve Mesihçi Marksizm’i (sınıfsız

mahkum gibi görünüyordu ve İran’ın pek çok

toplum fikrine inanan), İslam’ın Şia versiyonuyla

tarihçisi onların toplumdan silinip gideceğini

(kıyameti müjdeleyen On İkinci İmam’ın gelişine

ve muhafazakar, geri kalmış insanların dar

inanan) birleştirmeye çalışanlar.

116

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Bu dönemin göze çarpan özellikleri siyasetin

yaralanan ve ölen yarım milyon civarında kayıpla

ve dinin ve bunun yanında siyasi ve sosyal

beraber, halihazırdaki İran ekonomisinin kötü

aktivizmle beraber dinin ve entelektüel

durumu, sonraki yıllarda büyünün bozulması

hedeflerin tanımlanması ve idealize edilmiş

için zemin hazırladı. Çoğu İslam devrimcileri

İslam şehri gibi bütünselci (holistik)

olan düşünürler, başlıca İslam düşünceleri ile

amaçlardan bağımsız olan herhangi bir

sivrilmeye başladılar. Bu yeni entelektüeller ya

bireysel fikre uymayı reddetme ya da kültürel

ulema ya da bunların dışında olanlardı. Ulema

olarak uyumlu, ekonomik olarak kominizmle

olmayan, en önde gelen kişi Abdülkerim

homojen toplum fikriydi. Bu düşünce akımı,

Suruş’dur. Ulemalar arasında ise Ayetullah

Ali Şeriati’nin ifadelerinde geçen “bölünmez

Muntezeri ve Ayetullah Sanei’dir.

sınıfsız toplum”un birleştirici İslami Marksist tabirinde olduğu gibi, bireyi toplumdan (bu, İslami bir toplum veya komünist bir toplum ya da her ikisi olabilir) önce saydı. Bu düşünce akımının bir diğer özelliği, onun Batı’nın radikal eleştirisini yapması ve İranlılar ve daha genel olarak Müslüman toplumlar içinde bulunan başlıca kötülüklerin sebebi olarak Batı’nın emperyalist hegemonyasını görmesidir. Bu düşünce geleneğinin üçüncü özelliği, en uç etkilere doğru yönlendirilmesi ve özellikle mutlak kahramanlığa, İslam ya da proletarya ya da her ikisi uğrunda ölmeyi yüceltme gibi kavramları yüceltmesiydi. Bu düşüncenin bir diğer özelliği modernite aynası sayesinde yeniden yorumlanan ve yeniden başvurulan bazı Şia görüşleri üzerindeki ısrarlarıydı. Merkezinde ise, şüphesiz büyük değişimlere uğrayan ve müstekbirlere karşı mustazafların kıyamı adına dönüşen şehadet fikri vardı. Bu şekilde, şehirlerdeki modern gençlik, ilerici sol ideolojileri ve yenilenmiş İslami düşünce arasındaki ortak noktayı gördü. Bu düşünce akımının en üretken örneği Şeriati’ydi. İki akıma can verdi; biri, radikal İslam temelli olan akım diğeri ise anahtar düzenlemesi Halkın Mücahitleri ile gerçekleşmiş olan solcu İslam temelli akım. (Abrahamyan, 1989) Entelektüellerin ikinci tipi Humeyni’nin büyük şahsiyeti ve takipçileri tarafından somutlaşmıştır. O, diğer edilgen büyük Ayetullahların aksine aksiyonun yeni bir mantığını önerdi ve İslami terimlerde radikal sosyal değişimi savunarak siyaseti İslamileştirmeye çalıştı. Dini esaslarda İslam hukukçuları tarafından siyasi gücün tahsisine meşruiyet veren, “velayet-i fakih”

Daha genç olan, üçüncü nesil, 30’lar ve 40’larında bu dönemde ortaya çıktı. Onlar, ulema olamayanlar kadar ulema kesiminden olanları da ihtiva ediyorlardı. Aralarında ünlü entelektüeller: Muhsin Kediver (ki bir buçuk yılını Humeyni tarafından ortaya atılan “velayet-i fakih” kavramını sorguladığı için hapishanede geçirmiştir), Muhsin Saidzade (bir yıldan fazla bir süre hapiste yatmış ve geleneksel İslami yargıyı/fıkhı ve kadınlara yapılan haksız muameleleri ve ayrımcılığı eleştirdiği için cüppe giymekten men edilmiştir), Hüseyin Yusufi Eşkevari (2001 yılında Berlin Konferansı’nda yer aldığı ve kadınlar ve erkekler arasındaki eşitsizliği, dinden dönme hakkında İslami ilkeleri ve muhafazakar dinin pek çok konusunu sorguladığı için ömür boyu hapis yatmaktadır) ve Mustafa Melekiyan (sosyal meselelerde insan aklına riayet etmek gerektiğini ve İslam inancı ve mantığını uzlaştırma fikrini savunmaktadır). Jenerasyon açısından, gördüğümüz gibi, bir diğerini etkileyen bu 3 yaş grubu var. Mesleki açıdan baktığımızda, ikinci ve üçüncü gruplara yakın yani reformist İslam’ı savunan insanlarla karşılaşıyoruz. Bu grup, arabulucu entelektüeller rolünü oynayan gazetecilerden oluşmaktadır. Reformist İslam’ın öncülerinin fikirlerini yaymaktadırlar ve onlar (gazetecilikle somut fikirleri birleştirerek) kendi ayırıcı özellikleri olan yeni bir stil entelektüalizm başlattılar. Entelektüeller bazen yaygın olarak okunan dergiler (mesela Kian Dergisi, Suruş’un, Şems’ul Vaizin’in ve diğerlerinin makalelerini yayınlamıştır) için makaleler yazarak “asil

terimini ortaya attı.

gazetecilik” içinde yer alıyorlar. Fakat

1979 İslam devriminin akabinde Irak’la olan

tarafından başlatılan entelektüalizmin yeni stili

uzun savaş (1980-1988) ve her iki tarafta

sosyolojik olarak “büyük entelektüeller”den

düşüncesini, onlardan almış olsa da gazeteciler

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

117


ayrıdır. Fakat o, kendi akımına ve yoluna

Devrim günlerine ait olan bu görüşte, din ve

sadıktır. Bu grup, döneminde, esasen ikinci ve

siyaset arasında, dini devlet ve Müslüman

üçüncü nesil entelektüellerin bir alt grubu olarak

toplum arasında bir mesafe yoktur. İyi bir

düşünülebilir.

toplum, Müslüman entelektüeller tarafından (bu, ister Şeriati isterse Humeyni olsun)

Büyük Entelektüeller

yorumlandığı ölçüde, İslam’ın tanımladığı

Bir tarafta İslami entelektüellerin birinci neslini uyandıran Şeriati, Humeyni ya da Mutahhari gibi devrimci entelektüeller diğer tarafta reformistler ve sözde “post-İslamcı (İslamcılık sonrası) entelektüeller” arasında büyük bir fikir ayrılığı vardır. Şeriati ve Humeyni arasında büyük fikir ayrılıkları olmasına rağmen bir büyük meselede bilmeden de olsa aynı fikri paylaşmışlardır. Bu da dinin ve siyasetin yakın bir şekilde birbiriyle alakalı olduğu düşüncesiydi ve onlar arasındaki ayrım, İslam ümmetinin en değerli varlığını yani adaletli bir toplumda İslam’ın adalet fikrini elinden almaya

normlara uygunluk arz edecek şekilde yönetilen bir toplumdur. Reformist entelektüeller, 1990’lardan itibaren bu temel ilkeye meydan okudular. Dinin ve siyasetin birbiriyle ayrılmaz bir bağı olduğu düşüncesi, (bazı kimseler tarafından, mitik bir şekilde Devlet tarafından fikir farklılıklarının engellenmediği Asrı Saadet ve onun iddia edildiği üzere saf toplulukla bağdaştırılan) sivil toplum fikriyle beraber son 10 yılda radikal bir şekilde karşı gelinen düşünce oldu. Abdülkerim Suruş, Müctehid Şebesteri,

çalıştığından ya ateistti ya da ideolojik olarak

Mustafa Melekiyan, Muhsin Kediver ve

yanlıydı. Şeriati’nin düşüncesinde, siyasi ve dini

Yusufi Eşkevari siyasetin ve dinin bu kimliğini

değerler arasında direkt ve yakın bağlantı iki

reddeden en önemli entelektüellerdir. Bu

büyük fikir tarafından örneklendirilmiştir. Biri

meselede, ulema ve bunların dışında olanlar

İslam toplumu (ümmet) diğeri ise Şia imamet

arasında uçurum yoktur. Gerilimin hattı, ulema

(peygamberin soyundan gelenlerin kutsal

olanlar kadar olmayanları da etkilemektedir.

liderliği) fikri olmuştur. Şeriati “üniter sınıfsız

Ulema kadar, olmayan bazı üyelerde devrime

toplum” içinde sonuçlanacak tarihin sonuna dair

ait fikirleri savunuyorlar. Oysaki her iki grubun

bir düşünceyi geliştirmek için onları kullanmıştır.

üyeleri siyasetten dini ayırmak gibi reformist

Bir insanın bunu başarabilmesi için ölümüne

bir fikri savunuyorlar. Ulema kesimden olmayan

kadar bunun uğrunda savaşması gerekmekteydi

reformistler (Suruş ve Melekiyan gibi) ve

ve bu kutsal ölüm yani şehadet, bireyin

ulema kesimden gelenler (Kediver, Eşkevari

duygularıyla yakından ilintili olan şehitliğin

ve Şebesteri gibi) hepsi aynı düşünceyi

modernleşmiş şekli içinde Şia inancına devrimsel

paylaşıyorlar: O da iktidar sahiplerinden

bir renk kattı. Bu açıdan, İslam toplumu

toplumun bağımsızlığını talep etme isteği

“İmam” tarafından birleştirilir ve onun rolü

ve İslami tartışmanın herhangi bir türünün

“müstekbirlere” karşı savaşarak sosyal adalet ve

temelinde, siyasete dinin müdahale fikrini

siyasi birliği ortaya çıkarmayı içerir.

reddedebilme.

Başka bir açıdan da olsa, toplumun bu

Suruş’un fikirleri Batı’da iyi tanınıyor. O,

bütünselci (holistik) düşüncesi, dünyanın sonuna

inananların bireysel inancını göz önüne alarak,

doğru ve kıyamet gününün başlangıcında

ne olduğu tam belli olmasa da, dini boyutu da

ortaya çıkacak olan mehdi yani On İkinci İmam

dahil edecek yeni bir sivil toplum öneriyor. Bu

tarafından müjdelendiği gibi kıyamet kopmadan

dini sivil toplum, yukarıdan onun tarafından

önce İslam ümmetinin bir araya geleceğini

onaylanmayacak herhangi bir İslami norma

düşünen, Humeyni tarafından paylaşıldı.

ihtiyaç duymayacak. Reformist Müslümanlar

Müslümanlar On İkinci İmam’ın olmadığı (kayıp)

arasında, sivil toplum düşüncesi, toplumun

zamanlarda İslami hukuk uzamanı (veli-yi

kabul etmesine ya da reddetmesine aldırmadan

fakih) olan “İslami Lider” (rehber)e güvenleri

devletin dini ilkeleri zorla empoze ettiği

sayesinde birliklerini korumalıdırlar.

“velayet-i fakih”e oranla çok daha yaygındır.

118

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Şebesteri, “velayet-i fakih”in temel alındığı

İki farklı entelektüel grup, bu ilkelere karşıdır:

İslam’ın bütüncül resmine meydan okuyan en

Bazıları dünya görüşlerinde apolitik olan,

etkili düşünürlerden biridir. Şebesteri önemli

geleneksel düşünürlerdir, ama dinden muaf

kitaplarından (Şebesteri, 2000-2001) birinde,

tutulmuş bir dünya görüşü geliştirmeyi

ikili bir krizin İslam hakkındaki resmi söylemi

reddederler. Diğerleri ise geleneksel olmayan

(İran’daki İslami rejimin ideolojisini kastediyor)

entelektüelleridir. Bunlar, Ayetullah

sarstığını iddia ediyor. Birinci kriz, İslam’ın bütün

Misbah Yezdi, Ma’rifet, Jonnati, Davari

zamanlara ilişkin bir cevap sunan siyasi ve

Ardakani (1994) ve Gulam-Ali Haddad

ekonomik bir sistemi kuşattığa duyulan inançtır.

Adil, Seyid Mecid Zahiri, Hamid Parsa

İkinci kriz, hükümetin, şeriat uygulamak

(1996; Khosrokhavar) Hüccet’ül İslam

gibi bir görevi olduğuna duyulan inançtır.

Sadık Laricani ve Ahmed Vaezi gibi az

Yazara göre, bu iki düşünce İslam devrimi ve

bilinen şahsiyetlerdir. “Neo-muhafazakar

devrimle sonuçlanan olaylarla beraber ortaya

entelektüeller” diyerek, “velayet-i fakih”e

çıktı. Aynı zamanda “yargıya dayalı İslam”

göre, siyaset hakkında İslam’ın tek bir

(İslam-i fekahati) diyebileceğimiz “dinin resmi

meşru yorumu olduğunu iddia eden bir çeşit

versiyonu” dinin siyasete hakim olması gerektiği

ideolojiyi savunanları kastediyoruz. bu yorum

inancının arttığı tarihi şartlara dayanır. Bu

“geleneksel” değildir ve “velayet-i fakih”in bir

versiyonda ilahi meşruluk üzerine kurulmuş olan

zamanlar marjinal bir eğilim olduğu Şia’nın

hükümet, halkın sorgusuz sualsiz kendilerine

baskın görüşünden farklıdır. Bu entelektüellerin

sunulan şeylerin kabulünden (meşruiyet-i ilahi/

en belirgin öğretisi, “velayet-i fakih”i gerçek

makbuliyet-i merdomi) hoşnutluk duyar. Bu

İslam’la tanımlamak ve dini siyasetten ayırmaya

düşünceler, Şebesteri’ye göre üç bölümlü bir

çalışan diğer görüşlerini kınamaktır. Örneğin

ilkeye dayanır.

Hadi Ma’rifet keskin bir şekilde, reformistler

Birinci ilke, yalnızca dini olmak zorundaymış gibi algılanan bilginin kaynağının tek olmasıdır. Bunun ardından, sıra, İslam hukukuna (fıkıh) a gelebilir. İkinci prensip, dinin ortaya çıkışının ve evriminin tarihsel olmadığı düşüncesidir. Peygamberin bütün amelleri; kültürden, tarihten ve sosyal evrimden bağımsız olarak, topluma evrensel bir norm olarak uygulanacaktır. Üçüncü ilke de bir yorumun, tek bir yorumun sadece belli bir zümreye ait olan meşruluğudur.

tarafından (özellikle Suruş tarafından ) anlaşıldığı açıdan sivil toplumu ve İslam toplumunu ayırır. İkisi kıyaslanamaz, çünkü sivil toplum insan eliyle yapılmıştır, oysaki İslam toplumu ilahi vahye dayanarak kuralları belirlenmiştir. (Ma’rifet, 1999) O, bu açıdan, İslam tarafından tanımlanan fikirlere herhangi bir muhalefeti engelleyen “velayet-i mutlaki-yi fakih” (yani dini hakimlerin mutlak hükmüne) işaret etmektedir.

Diğerlerini dışarıda bırakan resmi bir İslam

Darius Şayegan, Cevad Tabatabai, Arameş

var. Bu sadece dinin meşru yorumudur ve bu

Dustdar gibi dindar olmasalar da dini çevrede

“velayet-i fakih” içerisinde vücut bulmuştur.

etkili olan pek çok entelektüeller vardır.

Bu üç ilke savunulamaz ve bunlar insanı

Darius Şayegan, kültürel homojenliğin ve dini

çıkmaza sürükler (Motaghi). Şebesteri’ye göre

mutlakçılığın sorgulandığı bir yerde, modern

gerçek şu ki, İslam tarihteki bütün sosyal,

dünyanın büyük akımlarının hesaba katılmadığı

ekonomik ve siyasi hayata bütün cevaplara

bir din görüşünü eleştirmektedir. İslam’ın tek-

sahip değildir. Dile getirilmesi gereken diğer bir

parça bir görüşü üzerine temel alınan bütüncül

husus da şudur, aslında İslam’ın hiçbir şekilde

bir kimlik arayışı modern dünyanın evrimine

tek bir tefsiri yoktur, dini olmayan farklı bilgi

yabancıdır ve İran toplumunun izolasyonu ve

tipleri vardır. İslam ruhun keşfidir ve işin aslı,

gerilemesi anlamına gelir. Arameş Dustdar

sosyal ve tarihsel alanı insanoğlu tarafından

ve Cevad Tabatabi, her biri kendi yöntemiyle,

anlaşılmaya bırakmıştır. Başka bir değişle, din

İran kültüründe dinin derin köklerinden esefle

ve siyaset arasındaki yakın ilişki, tek kelimeyle

bahsederler. Dustdar’a göre (1980, 1997) İran

kabul edilemez bir şeydir ve dinde kutsallığın

kültürü sekülerleşme ve rasyonelleşme üzerine

giderilmesine yol açar.

kurulmuş olan modern dünyanın anlaşılmasını

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

119


yasaklayan bilinçsiz bir dini tavır üzerine kurulmuştur. Hatta İranlı entelektüeller dini olmayan bir yöntem içerisinde düşünüyorlarmış gibi göründükleri zaman bile, onların fikirlerini belirleyen en büyük etken dini düşünce olmaktadır. Tabatabai’ye göre, İran siyaset düşüncesinin gerilemesi, 9. ve 10. yüzyılın gerilerine kadar uzanmaktadır. O zamandan bu yana, onlar için, moderniteyi layıkıyla anlamak imkansız bir hal almıştır. Ona göre, sosyal bilimler ve düşünce yapısı sekülerleşmeden ve rasyonel hale getirilmeden İran’a girmiştir ve bu yüzden, sosyal bilimler, layıkıyla düşünme kabiliyeti olmadan ve eski önyargılarla beraber bilinçsiz bir şekilde ortaya çıkmaktadırlar. Her iki yazarda İran toplumuna ve düşüncesine bütünsel bir yaklaşıma sahiptirler ve onlar İran

etki yapmıştır. Arabulucu Entelektüeller Arabulucu entelektüeller büyük entelektüellerden bazı fikirler almışlardır. Fakat İran’ın halihazırdaki siyasi ve sosyal meselelere bağlılıkları, ilgileri yüzünden hatırı sayılır ölçüde bağımsızlıkla bunları alabilmişlerdir. Onlar hem erkekleri hem de kadınları ve 20’ler ve 50’ler (Mashayekhi) arasında pek çoğunu dahil ederler, onlar genelde gazetecilik alanında çalışmaktadırlar. Onların İran’da düşüncenin çeşitlenmesinde önemli katkıları olmuştur. Düzinelerce gazete, haftalık ya da aylık dergi İran’da kapatılmış olsa da, onların sayıları halen bini bulmaktadır.

toplumundaki yeni modern akımları ve düşünce

Bu gazetecilerin pek çoğu hapishanededir.

çeşitliliğini göz önüne almazlar. Bundan başka,

Bazıları geçen yıllarda aylarca hatta yıllarca

din ve düşünce arasındaki kopukluğun modern

hapis yattı. bu entelektüeller arasında, pek

dünyanın ana özelliği olduğunu kabul ederler.

çoğu İslam yorumlarına uygun olarak, radikal

Eksikliklerine ve İran entelektüel hayatının tek-

bir şekilde laik duruşu olan entelektüellerdir.

parçacı görüşüne rağmen, her ikisi de İran’da

Ekber Genci (1999) gibi bazıları siyasi alanda

geniş bir dinleyici kitlesine sahip olmuşlardır.

dinin herhangi müdahalesini reddederek,

İslam devrimi ve teokratik bir devletle

demokrasi ve İslam arasında herhangi bir

muhatap olan bir toplumun yüz yüze kaldığı

yeri reddediyor. İslam devrimi ve onun lideri

problemler yüzünden, devrim tarafından neden

Humeyni için popüler oy, vatandaşlar tarafından

olunan siyasi ve kültürel krize son verebilecek

verilmiş kararlardır ve bu başka bir kolektif

büyük çapta olan, herkesi etkileyen fikirlerin

bir oyla feshedilebilir. Genci, İslam’ın bütün

cazibesi artırmıştır. Çoğunlukla Fransızca

sosyal ve siyasi sorulara cevap veremeyeceği

yazan (ama eserleri büyük oranda Farsçaya

ve popüler oyun bütün bu meselelere karar

tercüme edilmiştir) Darius Şayegan, bu belli

vermek zorunda olduğu “devletle ilişkili din”

başlı entelektüellerin görüşlerinden bazılarını

(dini-yi devleti) ile dini devlet (devlet-i dini)

paylaşmaktadır. Fakat onun en büyük katkısı İranlıları modern dünyanın “parçalara ayrılmış kimliğini” kabul etmeye davet etmek ve ütopik ve mitolojik ideolojiler ile, hayranlığa yol açan benliğin üniter görüşünü reddetmek olmuştur. İran’ın modernitenin aracılığı olmadan, gelenekten post-modernizme doğru bir değişime maruz kaldığı için, büyük bir sıkıntı çektiğini iddia etmektedir. (Şayegan, 1989, 1991, 1992) Ona göre çözüm yolu, insanın bakış açılarının çeşitliliğini kabul etmek zorunda olduğu ve bu yüzdende kendi gibi aynı düşünmeyen ve davranmayan diğerlerine karşı toleranslı olmak zorunda olduğu çok kültürlü yeni bir dünyaya

arasında ayrım yapıyor. Dini hükümet kutsallık adına, bağımsız bir şekilde İslami ilkeleri empoze eder. Devletle ilişkisi olan din, ülkenin hükümeti ile ilgili olarak mutlak, egemen kararlarında vatandaşlarının otonomisini dikkate alır. Bu şekilde, Genci’ye göre, “velayet-i fakih” hakkında 3 farklı söylem çeşidi vardır. Monarşist söylem Şah için olduğu gibi İslami lider için de aynı hakları şart koşmaktadır. Faşist söylem dini bir hakimin liderliği altında toplumun birliğini savunur ve demokratik söylem, egemen halkın iradesini İslami hakimin emrine tercih eder. O üçüncü alternatifi savunur.

İran’ın kapılarını açmaktır. Homojen bir kültür

Said Haccariyan; İslam cumhuriyeti lideri

fikrinden vazgeçme ve açık fikirli olma çağrısı,

Humeyni tarafından dile getirilen dinin fiili (de

İran’da pek çok genç üzerinde inkar edilemez bir

facto) sekülerleşmesini belirterek, “velayet-i

120

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


fakih”in hakimiyetiyle mücadele etmenin

Reformist entelektüeller “dini hükümet”

başka bir yolunu bulur. O, sözde, İslam

(hükümet-i dini) fikrini reddederler çünkü

cumhuriyetinin yaşamasının çok hayati olduğunu

gerçek din bireyin inancına ve vicdanıyla

söylediğinde ve hiçbir dini ritüelin karşısına

sınırlandırılmalıdır. Sosyal ve siyasi düzeninin

çıkmaması gerektiğini söylediğinde herhangi

herhangi bir şekliyle uğraşmamalıdır. Onlar

bir dini norm üzerine siyasetin üstünlüğünü

İslam’ın ideoloji haline getirilmemesi gerektiğine

gösterdi. Onun vurgulamasına göre, bu

inanıyorlar, çünkü bu dinin ruhaniyetinin sonu

türden bir karar, siyasetin dinden daha önemli

anlamına gelir.

olduğunu ve bu dinin sekülelerleşmesinin kabul edildiğini anlamına gelmektedir. Bu bağlamda,

“Arabulucu entelektüellerin” en büyük

o iddia ediyor ki “velayet-i fakih”i yeniden

karakteristik özelliği onların büyük

değerlendirmek ve İran’da siyasi alanda onun

entelektüellerin fikirlerini toplumdaki günlük

üstünlüğünü reddetmek mümkündür.

sosyal ve siyasi hayatla birleştirebilmelidir. Onlardan bazıları toplumun farklı kesimleri

Hamid Pardar gibi bazı takipçiler, Suruş’un

özellikle yeni orta sınıf ve entelektüeller,

ve Şebesteri’nin tezlerini radikalleştirerek,

öğrenciler arasında köprü kurmak için çabalayan

aynı düzlemde onlar arasında bir yer bulmanın

öğrenciler ya da eski öğrencilerdir. Bazıları,

imkansızlığını ve siyaset ve dinin oransızlığını,

üniversite profesörleridir (örneğin Hüseyin

dile getiriyorlar. Pardar’a göre, İslam’ı tamamen

Beşirieh, Fayaz Zahid ve İslami değerlere

sekülerleştirmeden demokrasiyi ve İslam’ı

ve ulemaya saygısızlık ettiği iddiasıyla hüküm

uzlaştırmak imkansızdır. Düşüncenin ve fikirlerin alanı bir kimsenin özgür iradesini kullanması için bir yerdir. Din ve demokrasi arasındaki en büyük fark demokrasi için önemli olan gerçekle yüz yüze kalmanın belirsizliğidir. Oysaki din de gerçek tek anlamlı şekilde tanımlanabilir.

giymiş olan Aga-Cari gibi). Pek çoğu ya “büyük düşünürler”in yayımlamış olduğu dergilerde ya da çoğu yargı yoluyla muhafazakarlar tarafından sansüre uğramış günlük ve haftalık yayınlar üzerinde etkili olmuşlardır.

Sosyal hayatta, insanlar kendi kendilerine karar

Geleneksel entelektüeller aynı zamanda

verebilmek için farklı fikirler ve düşüncelerle

kendi medyalarına sahiptirler. Fakat onların

karşılaşmakta özgür olmak zorundadırlar. Buna

medyası reformistlerinkiler kadar etkili değil.

kendi dinini seçme ve reddetme seçimi de

Endişe-yi Hovzeh gibi pek çoğu Kum’da ya

dahildir.

da Pazuhişname Metin (İmam Humeyni ve

Bu reformist arabulucu entelektüellere karşı muhalefet, geleneksel medya için yazan ve fazla etkili olmayan bazı gelenekselci entelektüellerden gelmektedir. Bunların

İslam devrimi araştırma enstitüsünün 3 ayda bir yayımlanan dergisi) gibi geleneksel gruplar tarafından finanse edilen enstitülerde basılmaktadır.

arasında, Risalet Gazetesi’nin editörü

Reformist entelektüellerin etkisi üniversitelerde

Amir Muhibbiyan ve Laricani kardeşler

ya da özel derneklerde konferanslar yoluyla

önemli kişilerdir (khosrokhavar 2001) bu

yayılmıştır (örneğin Suruş 1 yıl öncesine kadar

entelektüellerin en büyük özelliği siyaset ve

üniversitede profesörü iken odası öğrencilerle

gazetecilik arasında dolanımlarıdır. Pek çoğu

dolup taşıyordu). Aynı zamanda modern

meclisin reformist üyeleri olmuşlardır. Pek

enformasyon araçları (CD’ler, kasetler, video-

çoğu yerel siyasetle ilgilenmektedirler (onlar

kasetler) reformistlerin mesajını yaymada

yerel kurulların üyeleridirler) onların aklında

kullanılıyor. Muhafazakarlar TV ve radyoya

gazetecilikten siyaseti ayırmanın kesin sınırları

hakim olduklarından beri, onların entelektüelleri

yoktur. Onların arasında kapatılmadan önce Nevruz Gazetesi için çalışan Hengame Şahidi, meclis üyesi ve gazeteci olan Hakikatcu,

bu medya organlarını kullanıyorlar. Fakat reformistler kadar etkili değiller.

Muşarekat Partisi’nin üyesi ve şair Fatıma

İran’da entelektüeller üzerinde etkisi olan

Rakii, Şadi Sadr ve Abbas Gulili Zade gibi

bazı dergiler Batı’da basılıyor. İran Name ve

bazı kadınlarda vardır.

Mihrigan ABD’de basılmaktadır ve oldukça etkili

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

121


örneklerdir. İran’ın içindeki entelektüeller kadar İran’dan sürgün yaşayan entelektüeller de bu dergilerde makale yazmakta ve fikir alışverişi yapmaktadırlar. Sonuç

bir şekilde İslam’ı savunanlar ve yeni İslami fikirleri/davranış şekillerini savunanlar arasında bölünmüştür. Sonrakiler genellikle sapkın olmuşlar, mezhepler kurmuşlar ve baskı görmüşlerdir. Başarılı olanlar, yeni bir geleneksel İslam versiyonu kurmuşlardır. Günümüzdeki reformist entelektüeller ve bu gelenekselci ve sapkın düşünürler arasındaki geleneksel İslam içinde ki bu dairesel etkileşim arasındaki en büyük fark reformizmin mezhep ya da sapkınlık oluşturmaması ve gelenekselci ulema arasında bile geniş bir takipçileri olmasıdır. Geçmişle ikinci büyük farklılık reformizmin geçmişten onu ayıran modern özellikleri olan geniş sosyal bir hareket olmasıdır. Sloganları özgürlük, sivil toplum, tolerans, siyasete dinin karışmamasıdır. Bu fikirlerinde geleneksel İslam’la ve geçmişteki gibi mezhepçi ve sapkın İslam anlayışlarıyla uzaktan yakından alakaları yoktur. Yeni İran reformizmi Marksizm ve üçüncü dünyacılık içindeki aşırı sol eğilimler tarafından etkilenmiş İslam’ın aktivist bir görüşü ile bir kırılmayı temsil etmektedir ve bu açıdan Allah’ın dini ve modern dünyanın demokratik eğilimleri arasında bir köprü vazifesi görmektedir.

122

www.islamiyorum.com

İslam’ın yorumlanması daima, geleneksel

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


GÜNDEM

İsmail Hadisesi ve Bir Cemaat Rantı Olarak

Kurban Zakir Aydın İbrahim’in oğlunu kurban etmek istemesi

muhteşem bir kurban verdik; geriden gelen

hadisesinin anlatımında, sebebi ilk dönem

herkesin zihninde ona ilişkin (örnek) bir hatıra

tarihçilerinin bir tür Arapçılığına dayanması

bıraktık: Selam olsun İbrahim’e! İyileri Biz, işte

muhtemel ciddi bilgi hataları vardır. İlk dönem

böyle ödüllendiririz; zira o Bizim gerçek mü’min

tarihçileri ve tefsircileri İbrahim’in kurban etmek

kullarımızdan biriydi.” (Mustafa İslamoğlu’nun

istediği oğlunun İsmail olduğunu söylemektedir.

mealinden 37/Saffat suresi 100-111 arası ayetler)

Oysa Kur’an’da bu husus net olarak ifade edilmiş değildir. Yahudi ve Hıristiyan kaynaklarda kurban edilmek istenen oğlun İsmail değil İshak olduğu söylenmektedir. Olay Kur’an’da Saffat suresinde 100. ayetten sonra anlatılmaktadır. 111. ayete kadar anlatım sürer ve buraya kadar ne İsmail’in ne de İshak’ın ismi geçmez. Şimdi bu ayetleri aktaralım:

112 ve 113. ayetlerde İshak’ın ismi geçer ve ayetler İslamoğlu’nun mealinde şu şekilde verilmektedir: “Bir de ona kendisi salih kullardan biri olan bir peygamberi, İshak’ı müjdeledik. Dahası onu ve İshak’ı mübarek kıldık: Ama o ikisinin soyundan dürüst ve erdemli olan da var, kendisine açıkça zulmeden de.”

Mealin bu şekilde verilmesi 100. ayetten itibaren “’Rabbim bana erdemli bir (evlat) bağışla!’ Bunun

söz konusu edilen evladın İsmail olduğu ve

üzerine ona uyumlu ve olgun bir oğlan çocuğu

olaydan sonra İshak’ın da bir oğul (ayrıca Nebi)

müjdeledik. Derken çocuk onun çaba tasasına

olarak müjdelendiği izlenimini vermektedir.

ortak olacak olgunluğa eriştiğinde (İbrahim) şöyle

Yani olay boyunca iki ayrı şahsın söz konusu

dedi: ‘Yavrucuğum! Kendimi rüyada seni kurban

edildiği zannedilmektedir: İsmi verilmeyen

ederken görüyorum; bir bak bakalım, sen bu

İsmail ve 112. ayette müjdelenen İshak.

işe ne dersin?’ (Oğul) ‘Babacığım!’ dedi, ‘Sana

Kurban edilmek istenen oğlun İshak değil İsmail

emredileni yap; inşallah beni sabredenlerden

olduğunun kanıtlanması için, ayet bu izlenimi

bulacaksın.’Sonunda o ikisi Allah’a teslimiyetlerinin

verecek şekilde meallendirilmiştir. Oysa ayeti

bir gereği olarak (vardıkları sonuca) uydular ve

bu şekilde anlamak beraberinde bir çelişkiyi

(babası) onu yüzüstü yatırınca, Biz kendisine

de ortaya çıkarmaktadır. Bilindiği gibi İshak’ın

‘Ey İbrahim!’ diye seslendik, ‘Artık rüyanı

olacağının müjdesi, İbrahim ve eşi Sare’ye

gerçekleştirmiş bulunuyorsun!’ Nitekim Biz, iyilik

melekler Lut kavmini helak etmeye giderken

yapanları işte böyle ödüllendiririz. Hiç şüphesiz

İbrahim’in yanına insan şeklinde misafir olarak

bu elbet apaçık bir sınavdı ve Biz ona fidye olarak

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

123


gelmeleri sırasında verilmiştir. Kur’an’da pek

bir emrin söz konusu olduğunu İbrahim’in

çok ayette bu husus geçer. Bu ayetlerin hiç

rüyası üzerinden çıkartmıştır. Allah’ın ona emri

birinde Sare’nin İshak’a hamile olduğu bilgisine

ifadesini de Allah değil İshak kullanmaktadır.

ne İbrahim’in ne de Sare’nin daha önce sahip

Peygamberlerin rüyalarında vahiy aldıkları

olduklarına dair bir iz yoktur. Tam tersine buna

söylenen bir husustur. Ama her rüyanın vahiy

fazlasıyla şaşırmışlar ve yaşlı haldeyken nasıl

olması da şart değildir. Muhtemelen İbrahim

olur da çocuk sahibi olabilecekleri sorusunu

verdiği sözün tesiriyle düştüğü çıkmazdan

sormuşlardır. İkinci bir husus kurban hadisesinin

dolayı gördüğü rüyalar üzerinden oğlu İshak’a

anlatıldığı ayetlerin sonunda Allah İshak’ın

durumu açıklamaya çalışmış ve İshak da bunun

olacağı müjdesini verdiyse tekrar neden misafir

rüya yoluyla Allah’ın verdiği bir emir olduğunu

melekler hadisesinde müjde haberi vermiştir

zannetmiştir. Allah ise bunu bir emir olarak

veya olay zaman olarak tersine gerçekleştiyse

nitelendirmemekte sadece imtihan olduğunu

misafir meleklerin gelişiyle müjdelenen İshak

söylemektedir.

neden tekrar İsmail’in kurbanı hadisesinde müjdelenmiştir. Bilinen bir haber müjde olur

Olay gerçekleşip Allah vahiy yoluyla İshak’ın

mu? Bu mümkün değil.

katlini engellemiş ve sözüne sadık olduğu için

İşte çelişkiyi doğuran hususun kaynağı kurban

olan İshak’ın da bir nebi olarak seçildiği

edilmek istenen evladın İsmail olduğuna dair

müjdesini vermiştir. Yani verilen müjde İshak

yanlış bilgidir. Kurban edilmek istenen evladın

isminde ikinci bir evladın doğacağı müjdesi

İsmail değil İshak olduğu kabul edilirse bu

değil, kurban edilmek istenen İshak’ın nebi

çelişki ortadan kalkmaktadır.

olarak seçildiğine dair müjdedir. Yukarıda

İbrahim’i övmüş ve olayın en önemli kahramanı

İbrahim soylu eşi Sare’den bir erkek evlat istemektedir. Bunun için bir de aht vermiştir. Eğer böyle bir evladı olursa bunu Allah için kurban edecektir. Bu bilgi Kur’an’da geçmediği halde İsraili kaynaklarda geçmektedir. Olayın

mealini aktardığımız ayetler bu şekilde anlaşılmaya ve meallendirilmeye daha fazla müsaittir. Şimdi bu mantıkla 112 ve 113. ayetlere tekrar baktığımızda şöyle bir meal vermek uygun olmaktadır:

bütünlüğü içinde bu bilgi anlamlı olduğundan

“Ve ona (İbrahim’e) (kurban etmek istediği

bunu doğru olarak kabul etmek daha mantıklıdır.

evladı olan) İshak’ın salihlerden bir nebi olduğu

Melekler insan suretinde gelerek ona ve eşine İshak’ın müjdesini vermişlerdir. Ancak bu müjdenin geçtiği hiçbir ayette İshak’ın aynı zamanda bir nebi olacağına dair ikinci bir müjde yoktur. Bilgili, salih bir evlat olacaktır İshak, ayetler başlangıçta sadece bunu söyler. İshak büyür ve İbrahim bir türlü başta verdiği sözünü yerine getiremez. Verdiği sözle evladını kurban etmek arasında sıkışan İbrahim muhtemelen bunun sıkıntısıyla yaşamakta ve rüyalarında İshak’ı kurban ettiğini görmektedir. Sonunda bunu oğlu İshak’a söyler. Rüyasında onu kurban ederken gördüğünü ifade eder. İshak bir nebi olan babasının rüyasında kendisini kurban etme emrine muhatap olduğunu zanneder ve emredildiği şeyi babasından yapmasını ister. Burada dikkat edilmesi gereken husus hiçbir ayette doğrudan Allah’ın İbrahim’e evladını kurban etmesini emrettiğine dair bir ifadenin geçmemesidir. İshak kurban edilmeye dair

124

müjdesini verdik. Ve onu (İbrahim’i) ve İshak’ı (evlatlar bakımından) bereketli kıldık. O ikisinin zürriyetinden muhsinler olacağı gibi kendisine apaçık zulmedenler de olacaktır.”

Kur’an açık bir biçimde İsmail’in kurban edilen oğul olduğunu söylememesine rağmen ve dikkatli bir okuyuş aslında kast edilenin İshak olduğunu ortaya çıkardığı halde neden İslami kaynaklar İshak yerine İsmail’in kurban edilmek istendiğini söylemiştir sorusu önemlidir. Bunun sebebini Müslüman tarihçilerin kendilerini Arapların atası olan İsmail’e dayandırarak bundan bir şeref payesi çıkartmak istemelerine bağlamak mümkündür. Yahudi ve Hıristiyanlar İbrahim’in soylu eşi Sare’den olan İshak ve onun da evladı Yakup’tan geldiklerini söyleyerek bundan gurur duyarlar ve bir şeref payesi çıkartırlardı. Araplar ise bir cariyenin oğlu olan İsmail soyundan gelmektedirler. Bu bilgi de oldukça tartışma götürür bir husus

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


olmasına rağmen şimdilik buna girmeden

için bile kurban edilemezler. Çünkü insan canı

şunu söyleyebiliriz; tefsirci ve tarihçilerin

kutsaldır. Bunu İbrahim gibi daha çocukken

kurban hadisesindeki evladın İsmail olduğunu

birçok şeyi sorgulayarak aklıyla bulmuş bir insan

söylemeleriyle elde etmek istedikleri, İsmail’i

için sorun olarak görülmemesi mümkün değildir.

daha şerefli bir konuma yükseltmek ve ehl-i kitaba karşı bundan pay çıkarma çabasıdır.

İbrahim bu hususu da sorgulamış ve tıpkı

Oysa İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmek

şekilde büyük bir imtihandan geçmiştir. Sözünü

istemesi için bir gerekçesi yoktur. Çünkü İsmail

yerine getirmek için oğlunu bıçağın altına

istenen ve beklenen oğul değildir. Sare’nin

yatırdığında Allah derhal müdahale ederek

kölesi Hacer’den olma oğuldur. Her ne kadar

insanların kurban edilmesine taraf olmadığını

Sare Hacer’i evlat sahibi olsun diye İbrahim’e

göstermiştir. İnsan insanı değil, eğer kurban

hediye etmiş olsa da bundaki amaç İbrahim’in

edecekse varlık hiyerarşisinde kendi hizmetine

soyunu devam ettirecek evlatların Hacer’den

sunulmuş diğer canlıları kurban etmelidir. Olay

üremesi değil, İbrahim’in evlat hasretiyle yanıp

böylece çözüme kavuşmuştur.

tutuşmasına bir nebze çare olmasıdır.

çocukluğunda yaşadığı deneyime benzer bir

Bu aslında İbrahim’in putlar karşısında

İbrahim’in ve soylu eşi Sare’nin beklediği ve bir

gösterdiği o büyük kalkıştan sonra, insanlık

anlamda soyunun devamını getirmesini istediği

adına ortaya koyduğu ikinci büyük devrimdir.

oğullar ise Sare’den olması beklenen oğullardır.

Bu devrimle ortaya konan büyük gerçek;

İbrahim Sare’den doğacak ilk oğul için o

insan canının kutsal olduğu, Allah’a bir kurban

dönemin geleneği olan “eğer doğarsa onu Allah

gibi sunulamayacağı ve haksız yere asla

için kurban edeceğine” dair yemini etmiş olma

cana kıyılamayacağı gerçeğidir. Bu gerçek

ihtimali ortaya çıkmaktadır. Evet, o dönemin

Muhammed’e gelen vahiyde kız çocuklarının

zihniyet yapısı ve gelenekleri bu tür yeminleri

hangi gerekçeyle diri diri gömüldüğünün

etmeye müsaitti. İbrahim ise müşriklerin putları

sorgulanması ve bir kişiyi katledenin bütün

için kurban ettikleri ilk oğullarını Allah için

insanlığı katletmiş gibi sayılacağı şeklinde ifade

kurban etmeye ant içmiş olmalı. Beklenen şey

edilmiştir.

ise soylu bir kadından doğan ilk oğlun kurban

***

edilmesinin ardından peş peşe başka oğulların doğacağına dair beklentidir. Yani yukarıdaki ayette geçtiği gibi bereketli bir zürriyettir. Müşrikler bunu Allah’a şirk koştukları putlardan beklerlerken İbrahim Allah’tan beklemektedir. Farkı budur. Allah için veya putlar için oğul kurban etme veya kurban etmek için yemin etme âdeti sürmektedir. Oysa sorgulanması gereken diğer bir husus daha vardır: İnsan bırakalım putlar için, Allah için bile olsa bir yemin uğruna bir cana kıyabilir mi? Buna hakkı var mıdır?

Gelelim başlığımızın ikinci kısmına… Günümüzde kurban asli amacından uzaklaştırılmış ama aynı ölçüde de yaygın bir ibadet biçimidir. Özellikle yaşadığımız topraklarda kurban ibadeti farz olan ibadetlere karşı değeri aşırı derecede abartılmış ve farz olmamasına rağmen farzlardan bile daha farz haline getirilmiştir. Bu tarz ilginç ibadet çeşitlerine sahibiz. Örneğin Ramazan ayında kılınan teravih namazının sünnet oluşu bile tartışmalı iken halkın çoğunluğu bunu bir farz ibadet huşuu içinde yerine getirmeye

İbrahim gibi büyük bir deha ve vicdana sahip bir peygamberin bunu sorgulamamış olması mümkün değildir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Kur’an’da Allah’ın İbrahim’e açık bir biçimde oğlunu kurban etmesini emrettiğini gösteren bir delil de yoktur. Allah bunu emretmez, çünkü haksız yere hiçbir insanın canı başka bir insana helal değildir. İnsanlar müşriklerin yaptıkları gibi bırakalım putlar için kurban edilmeyi Allah

çalışmaktadır. Hatta anlatılan hikâyelere göre camii önlerinde sigara içmek için bekleyen bazı kişiler yatsı namazı kılınıncaya kadar oyalanmakta, teravih kılınmaya başlayınca camiye girmektedirler. Ramazan boyunca oruç tutmayanlar bayram sabahı camileri doldurmaktadır. Aynı şekilde kurban ibadeti de böyledir. Namaz

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

125


ve oruç gibi farz ibadetler karşısında yeteri

zekâttan istisnadır. Geriye kala kala eşlerinin

derecede titizlik göstermeyenler iş kurbana

ziynet eşyaları kalmaktadır. Bunlar için verdikleri

gelince aşırı miktarda hassaslaşmaktadırlar.

zekâtın kurban ettikleri bir hayvanın değerini

Oysa kurban ibadetinin vacip veya sünnet

geçip geçmeyeceği ise şüphelidir. Ama iş

oluşu hususunda mezhepler arasında ihtilaflar

kurban kesmeye gelince fabrika önlerinde çok

vardır. Hac esnasında kurban kesme konusunda

sayıda hayvan kesilip işçilere dağıtılır. Villalarda

bu tartışmayı yapmanın gereği yoktur. Çünkü

kesilen kurbanlar da fakire fukaraya dağıtılır.

oldukça açık bir husustur. Ama hac dışında

Tam anlamıyla gösterişçi bir dindarlık örneği

kurban kesmenin bir vacip olduğunu iddia etmek

sergilenir.

için yeteri kadar delil bulunmamaktadır. En azından ihtilaflı olması olaydaki kesinliği ortadan kaldırmaktadır. Oysa bizim insanımız tıpkı teravih ibadetinde olduğu gibi, kurban kesmeyi en önemli ibadetlerden biri haline getirmiştir.

Olayın bir de genel ekonomiye tesirini de hesaba katmak gerekmektedir. Yaklaşık hesaplara göre Türkiye’deki toplam hayvan sayısının onda biri her yıl kurban olarak kesilmektedir. Üretim olayı

Oysa öyle değildir.

ise bunun çok altındadır. Yani kesilen hayvan

İşin içine bir de toplumsal baskı unsuru

Bu ise et fiyatlarını yükseltmektedir. Çözüm için

girmektedir. Kurban bayramlarında bir numaralı

bu yıl kurbanlık canlı hayvan ithaline izin verildi.

gündem maddesi kurban kesilip kesilmediği,

Kurban hadisesi bir yandan ailelerin ekonomik

kesilen kurbandan kaç kilo et çıktığı, kaça mal

dengelerini bozarken diğer yandan da, tek

olduğu gibi hususlardır. Herhangi bir nedenle

sebep bu olmasa da, ülke ekonomisindeki

kurban kesemeyenler bu sorular karşısında

dengelere zarar vermektedir.

miktarına göre yeni hayvanlar üretilmemektedir.

ezilmektedir. Mümkünse herkes imkânlarını zorlayarak kurban kesmeyi zorunlu saymaktadır. Bazıları da kurban kesmediği halde kesmiş gibi

Kurbanın ortaya çıkardığı bu olumsuz tabloya rağmen kimse “Kurban kesmek ne farz ne de

yapmaktadır.

vacip bir ibadet değildir, hatta kurban kesmek

Genel anlamda sınırlı gelirlerle geçimlerini

kesmemeyi tercih etmek gerekir, kesmemek

sağlamak zorunda kalan insanlar aylık

daha efdaldir.” diyememektedir. Halkı ikna

gelirlerinin büyük bir kısmını hatta tümünü

edecek şekilde bunu söyleyebilecek olanlar

kurban için ayırmakta ve darlık içinde aybaşını

meydana çıkmamaktadır. Örneğin diyanet

getirmeye çalışmaktadırlar. Bir hissenin bin TL

yaptığı duyurularla ve bayram namazı

civarında olduğu bir ülkede asgari ücret yedi-

hutbeleriyle bunu yapabilecekken yapmaz.

sekiz yüz TL’ler arasındadır. Genel anlamda

Çünkü bunu yaptığında topladığı kurban

ortalama gelirlerin asgari ücretin bir-bir buçuk

derilerinden elde ettiği gelirler büyük ölçüde

katı civarında olduğu bir yerde, bin TL vererek

azalacaktır.

aile ekonomisindeki dengeleri bozuyorsa

kurban kesmeyi bir vacip haline getirmek insanlığa reva mıdır?

Basın yoluyla bu tür açıklamalar da

Kurban aynı zamanda bir gösterişe de

gerisinde ya gıda piyasasından nemalanan

dönmektedir. Yıllık kırk da bir (!) olarak

iş adamları, ya gıda piyasasından büyük

ödedikleri zekât miktarı kurbanlık bir hayvanın

reklam gelirleri elde eden sermaye sahipleri,

değerini bulmayan pek çok zenginimiz var.

ya da kurbanı rant haline getiren cemaatler

Çünkü bunlara göre yüz milyarlar vererek

bulunmaktadır. Gıda piyasasını elinde tutan bir

aldıkları jipleri temel bir ihtiyaçtır, zekâttan

iş adamının en çok işine gelen şey her halde et

istisnadır. Satsalar yüz fakirin ihtiyacını

fiyatlarının yükselmesidir. Kurban buna yol açan

karşılayacak sayıda ev almaya yetecek

sebeplerden birisidir. Cemaat gazete ve TV’leri

değerdeki villaları ve yalıları temel ihtiyaçtır

de bunu yapmaz. Çünkü cemaatlere ait olan

zekâttan istisnadır. Milyon dolarlık yazlıkları

vakıf ve dernekler kurbanlardan büyük rantlar

temel ihtiyaçtır zekâttan istisnadır. Fabrikaları,

devşirmektedir.

yapılmamaktadır. Çünkü bu basın araçlarının

iş yerleri ve iş için kullandıkları sermayeleri de

126

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Vakıf ve dernekler şeklinde örgütlenmiş olan cemaatler mensuplarına bu gerçeği söylemezler. Oysa bu cemaatlerin liderleri konumundaki hocalar söz konusu gerçeğin çok iyi bir şekilde farkındadırlar. Buna rağmen cemaat mensuplarına “Kurban kesmek farz ve vacip değildir. Aile ekonominizi zorlayarak kurban iyi olanlar bunu yapabilir, ama herkesin bunun için kendisini zorlamasına gerek yoktur.” diyemezler. Çünkü cemaat vakıf ve derneklerinin bir numaralı rant kapısı kurbanlar yoluyla elde ettikleri gelirlerdir. Yaptıkları kurban organizasyonlarında canlı hayvan satışları, et, deri ve kelle bağışları yoluyla büyük bir rant elde ederler. Yani kurban hadisesi bir ibadet olmaktan çıkmış ve cemaatlerin rantına dönüşmüştür. Bu nedenle cemaatler kurban hadisesi hakkındaki gerçekleri halka duyurmak yerine tam tersine daha çok kurban kesilmesi veya kurban bağışları yapılması için teşviklerde bulunmakta, bunun ne kadar büyük bir sevap olduğunu ballandırarak anlatmaktadırlar. Biz onların söylemediğini burada söyleyelim: Yurdum insanları, kurban kesmek ne farzdır ne de vacip. Hele bir de kestiğiniz kurbanlar sizin aile ekonominize zarar veriyorsa vazgeçin. Kurban kesmek için kendinizi zorlamayın. Üç-dört gün tıka basa sağlıksız bir şekilde et yiyeceksiniz diye bir ay boyunca çoluk çocuğunuzu makarna yemeye mahkûm etmeyin. İnanın kıt gelirinizle kurban kesmenizden daha çok, çoluk çocuğunuzun ihtiyacını düzgün bir şekilde karşılamanız daha büyük bir ibadettir. Vesselam.

- BİTTİ -

www.islamiyorum.com

kesmek için kendinizi zorlamayın. İmkânları

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

127


BİYOGRAFİ

Mevlana Emin Ahsen İslahi (1904-1997)

Salem KiyaTni

tercüme : İslami Yorum

15 Aralık 1997 tarihinde

Kur’an (Kur’an’daki yansıtma) ile konuyu

93 yaşındayken Pakistan

geliştirdi, aydınlattı ve açıkladı.

Lahor’da vefat eden Mevlana Emin Ahsen İslâhi, özellikle ilahi kitabın içeriğindeki düzen ve ahenk kavramı çevresinde geliştirdiği temelli yaklaşımıyla Kur’an çalışmalarına yaptığı kalıcı katkıları sebebiyle uzun yıllar hatırlanacak olan değerli bir İslam alimidir. Kur’an’daki ahenk fikri tarihteki gerek yeni gerek eski farklı alimlerin yazılarında daima yer almaktaydı. Ancak özellikle modern zamanlarda, İslahi’nin hocası ünlü alim Farahi bu konuyu ilk defa gündeme getirdi ve aynı zamanda İslahi’nin ilmi çalışmalarını bu konuya odaklamasını ve sistematik olarak yazılar yazmasını sağladı. Farahi’nin en gözde öğrencisi olan Emin Ahsen İslâhi, daha sonraları müdürü olacağı, Şibli Numani ve Farahi ile özdeşleşmiş eğitim enstitüsü Islah Medresesi’nde Farahi’nin Kur’an’daki iç düzen ve ahenk kavramını öğrendi, bu konuda uzmanlaştı ve bu ekolün en önemli savunucusu oldu. Hoca ardında çoğu Arapça ve sıradan okuyucuların erişemeyeceği bir kaç münferit yazı bırakmışken, meşhur talebesi dokuz ciltlik Urduca Tafthir, Tedebbur-i

128

Mevlana İslahi Hindistan, Azamgarh’daki bir köy olan Bhamhur’da 1904’te doğdu ve temel İslami eğitimini Kur’an, Hadis, Arapça dili ve edebiyatını kapsayan program altında tamamladı. Çağdaşı pek çok bilim adamı gibi, kendisi de Hindistan’ın bağımsızlık hareketinden etkilenmiş ve bir süreliğine yerel Kongre partisinin başkanlığını yapmıştır. Hindistan’ın İngiliz emperyalizminden bağımsızlığı, diğer ulemanın nazarında gerçekten ne ifade ediyorsa, onun için de aynı şeyi ifade ediyordu. 1930’ların başında, Mevlana Mevdudi Kongre ve Müslüman konfederasyon tarafından temsil edilen ‘ulusalcı’ politikalara karşı eleştiri geliştirdi ve İslam’ı bütüncül bir hayat tarzı olarak sunmaya ve projelendirmeye adanmış İslami partinin oluşumu için çağrıda bulundu. Bu, 1941’de Cemaat-i İslami’nin oluşumunu getirdi ve İslahi kurucu üyelerden biriydi. Bazıları Cemaat’i küçük farklılıklar sebebiyle terk ettiğinde, İslahi şöyle dedi: ‘Ben İslam’ın geleceğini Mevdudi’nin sakal boyu sebebiyle riske atmayı göze alacak kadar fanatik değilim.’ İslahi Cemaat’te Mevdudi’den sonra ikinci adam pozisyonuna sahipti ve genel olarak Mevdudi’nin halefi olarak görülüyordu. Etkili bir davetçi

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


olarak, İslahi Cemaat’in seçim kampanyalarında

etmek, onları eğitmek ve hayatlarını ahlaki ve

aktif olarak çalıştı, fakat kalbi asla politikada

İslami olarak yeniden şekillendirmelerine yardım

değildi. En aktif günlerinde bile, asla politikadan

etmek için yaklaşmalıdır.

hoşlanmadı. 1958’de bazı politik farklar sebebiyle Cemaat’ten ayrıldı.

Onun bakış açısında, Pakistan toplumu

Seçim politikalarını İslami değişimi getirme

olabilecek en tehlikeli rahatsızlıktan muzdariptir:

amacı açısından faydasız bir pratik olarak

Riyakarlık… Bu yüzden o eğer serbest ve adil

kabul etti. Ona göre politikacılar İslam’ı tesis

seçimler yapılabilmiş olsa çoğunluğun İslam’a ve

edemezler: onların yegane amacı mümkün

İslami partilere oy vereceği görüşüne katılmaz.

olan her yolla gücü kazanmaktır. Ve bir takım insanlar İslam adını kullanıyorlarsa, bunu kendi

kırılmış ve parçalara ayrılmış bir toplumdur ve

Pakistan’ın kuruluşundan hemen sonra,

politik amaçlarına ulaşmak için yapmaktadırlar.

liderlerinin Pakistan’ı İslam devleti modeli

İslahi, politik partilerin ana yöntemlerinin kendi

İslahi şöyle yazdı: “Riyakarlık ölümcül bir

amaçlarına ulaşmak için propaganda yapmak

hastalıktır ve her yaş ve toplumda bundan

olmasına rağmen İslam davasının, tebliğ ve

muzdarip insanlar mevcuttur, fakat tarihte bunu

şehadete dayandığını yazılarında dile getirmiştir.

bütün problemlerin çözümünde anahtar olarak

Propaganda ve tebliğ kelimesi arasındaki fark sadece semantik değildir, aynı zamanda bu kelimeler ruhları itibariyle ayrı ayrı dünyaların olgularıdır. Propaganda doğru veya yanlış

yapma sözlerinden döndüğünü gördüklerinde,

kullanan ve bunu ulusal politika olarak seçen tek bir lider dahi bulmayız. Tarihte böyle yalnız bir ulus vardır ve o da kesinlikle bizim ulusumuzdur (Pakistan).”

bütün muhtemel yolları kullanarak hedefine

Kitabı “Yol Ayrımındaki Pakistan Kadını”nda

ulaşmayı, amaçlarken tebliğin amacı Allah’ın

(Pakistani Awrat do Rahay Par), bir manifesto

mesajını kendi doğru formunda tam ve bütün

niteliğinde, Pakistan liderliğinin ikiyüzlü sosyal

olarak yaymaktır. Propaganda, modern politik

politikaları nedeniyle kadınlar ve Müslüman aile

hareketler tarafından geliştirilmiş bir sanattır

kurumuna yönelik tutumlarının ortaya çıkardığı

ve en belirgin özelliği; Allah Resulü’nün

yapısal tehlikeleri açıklar. -Bu tutum belki de

buyruklarında hayatın İslam’a göre tesis

Pakistan politikalarındaki riyakarlığın en iyi

edilmesinde gerekli koşul olarak daima ön

örneğidir.- “Bizim bakış açımıza göre, sağlıklı

planda tuttuğu tüm ahlaki yükümlülüklere karşı

bir sosyal yaşam için liderlerin halklarını kararlı

duyarsız kalmasıdır.

ve azimli bir şekilde takip edip sürdürmek

Tarihte Goebbels1’in adı, propaganda yöntemlerinin dürüst ve adil olmaması açısından kötüye çıkmıştır, ama politik arenada hemen hemen herkesi onun adımlarını izlerken bulmaktayız. Birisinin politik arenaya girerken, propagandayı politik sloganlar altında, dinin

istedikleri doğru politikalara davet etmeleri gerekirken, pratikte ters bir yolu takip edip tamamıyla zıt bir yolun güzelliklerini (!) resmetmeye çalışmaları, hiçbir şeyle değil sadece zararla sonuçlanan çoğunlukla aptalca politikalardır.”

adını kullanarak veya İslam kelimesini tekrar

Sosyal analizinin ışığı altında İslahi, reform

ederek yapmasının arasında fazla bir fark

hususundaki hiç bir yüzeysel çabanın

yoktur.

mevcut Pakistan toplumunu coşkun dinamik

Bu yüzden İslahi, İslam ve İslam’ın canlanması amacıyla çalışmak isteyen kimselerin güç ve oy kazanma arzusu duymaksızın veya politik manevraya müsamaha göstermeksizin cansiperane şekilde çalışması gerektiğini ileri sürmüştür. İnsanlara sadece kendilerine hizmet

ilerlemeci İslami politikaya dönüştürmede başarılı olmayacağına hararetle inanmaktadır. Kendisinden önceki Mevdudi gibi, Kur’ani öğretimin ışığı ve kılavuzluğunda İslami entelektüel dönüşümün, değişim yapmak için ön temel şart olduğunu savundu. İslahi, Mevdudi’nin Cemaat’inin -onların

Goebbels, Hitler’in propaganda bakanıdır. (E.N.)

1

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

129


herhangi bir orijinal İslami değişim için gerekli

Onun gözetimi altında çalıştığım yedi yıl

bir koşul olarak bilginin tüm disiplinleri ve

boyunca, Mevlana İslahi’yi makul, yeterince

dallarına uzanan toplam entelektüel dönüşüm

sıcak ve sevgi dolu, çok hassas, kibar, dikkatli,

için öncü ve net uzun dönemli planının varlığına

açık yürekli buldum. Her kim onu ziyarete

rağmen- nasıl Pakistan politikasının içine

gelirse onun bölünmez ilgisinin odağı olarak

çekildiğine şahit oldu.

verilen önemi hissederdi. Kimseyi korkutmaz

Kendisi bu tehlikeden sakındı ve Cemaat’ten ayrıldıktan kısa bir süre sonra Mevdudi ve Cemaat’ini terk ettiği yerden, kendini vakfettiği son entelektüel yolculuğuna azimli bir şekilde başladı. Zamanının ve enerjisinin tamamını öğrenci grupları üzerinde çalışmaya, onları

ve kendisini önemsiz hissettirmezdi. Edebiyat, şiir, sosyal bilimler ve insan psikolojisi bilgisi üzerindeki kavrayışı ve bilgisi, karşılaşılan veya hatta görünüşte anlamsız görülen bir soruyu bile olaydan çok sonra bile tadı damakta kalacak büyük bir öğrenme tecrübesine dönüştürürdü.

eğitmeye ve İslami konularda gelecekte

1925 yılında, İslahi hayatının yönünü

yapılacak çalışmalara referans çalışma olarak

değiştiren ünlü Kur’an alimi Hamiduddin

esas kabul ettiği Kur’an tefsiri olan kendi

Farahi’nin eğitimine girdi. Sonraki beş yıl

başyapıtı Tedebbur-i Kur’an’ı tamamlamaya

boyunca, Kur’an’daki iç düzen hususundaki

odakladı.

temayı hocasından öğrendi ve tekniğinde,

16-17 yılını geçirdikten sonra Cemaat’ten ayrılmak acı dolu bir tecrübeydi. Fakat kendisinin başlangıçta Cemaat’e girmesine neden olan İslami ideallerine bağlılığı çok

Kur’an anlama metodolojisinde ve Farahi’den öğrendiği Kur’an’daki benzersiz uyum ve ahenk meselesinde ustalaştı ve içinde saklı bulunan bilgelikte ustalaştı.

güçlüydü. Şimdi hayatındaki en önemli görev

Kur’an’daki ve onun surelerindeki düzenliliğin

olarak kabul ettiği şeyler üzerine odaklanarak

varlığı yeni bir şey değildi. Gelenek bu görüşü,

kendi konumunu ve yeteneklerini ve toplumun

her Ramazan Cebrail tarafından ziyaret edilen ve

ihtiyaçlarını yeniden değerlendirmek için yeni

kendisine tüm Kur’an okunan Resulullah’a kadar

bir fırsata kavuşmuştu: Dünya çapında gerçek

geri götürmektedir. Benzer şekilde, herhangi

İslami canlanma için yol hazırlamak amacıyla

bir ayet geldiğinde, Resulullah ashabına onu

Kur’an’ın mesajını tutarlı bir şekilde açıklamak

nereye yerleştireceklerini gösteriyordu. Böylece,

ve aydınlatmak… Kendi ülkesinde ve Batı dahil

Kur’an’ın iyice düzenlenmiş ve belirli bir iç

ülke dışındaki eğitimli sınıfların, yaklaşım ve

düzene sahip kitap olduğu fikri açıkça biliniyor

düşünceleri konusunda dikkat ve ilgisini çekme

ve kabul ediliyordu.

hususundaki son yıllardaki başarısı, çıkış noktasının yanlış olmadığını göstermektedir.

Bununla birlikte, her dönem için bunu açıklamak

Bu yazar 1963 yılında İslahi’nin Lahor’daki

Ve hem Farahi hem de İslahi erken dönem

çalışma halkasına katıldığında, kendisi (İslahi)

insanlarının kendi anlayışlarına göre Kur’an’da

işe ne kadar zaman ayırdığına önem vermez bir

içkin bu en önemli gerçek hikmet ve mesaj

telaşın içinde ve kendi büyük hocasından taşıdığı

olan bu yönüne yeterince dikkat etmediklerine

entelektüel emanet sonsuza kadar kaybolmasın

inanmaktadırlar. Kendileri bunu fark ettiklerinde,

diye endişeli bir haldeydi. Sıklıkla derdi ki:

Farahi ve İslahi kendi hayatlarını Kur’an’ın

“Dikkatle dinle, düşünmek ve kafa yormak için

mucizeleri üzerinde çalışmaya ve bunları

çok vaktin olacak.”

açıklamaya adadılar.

Mevlana İslahi Kur’an çalışmasını tümüyle

Hamiduddin Farahi bu belirgin özellikle ilk

kaleme aldı. Öğrencileri itinalı çabalarından

olarak Aligarh Muslim University’deki öğrencilik

yararlandılar. Tavsiyesi: “Zihin gözünüzde baştan

günlerinde ilgilenmeye başladı. Bu konuda

aşağı başlangıçtan sona bütün görkemiyle net

Arapça yazı yazdı ve bu ilkelerin ışığı altında

bir şekilde görebilene kadar bir sûre üzerinde

bazı kısa surelerin tefsirini de yazdı. Bunların

tekrar tekrar çalışın.”

bazıları daha sonra İslahi tarafından Urducaya

130

ve aydınlatmak çetin ve zorlu bir görevdir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


tercüme edilmiş ve “Farahi’nin Tefsir Mecmuası”

ve Kitapta iç delil olarak muhafaza edilmektedir.

adıyla yayınlanmışlardı.

Ve Kur’an kendi manasını gerek farklı formlar,

Bununla birlikte Farahi’nin yazıları İslam

gerekse bağlam üzerinden açıklar ve aydınlatır:

alimlerine yönelikti ve genel okuyucuların

“Elif, Lam, Ra Bu, her işinde hikmet bulunan

çoğunun anlayamayacağı ilmi dil ile yazıldı.

ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından

Metodolojik ilkeleri temelinde tüm Kur’an’ın

ayetleri pekiştirilmiş, sonra da detaylı bir şekilde

tefsirini yazarak büyük hocasının yarım kalan

açıklanmış bir kitaptır.” (Hud, 11/1)

işini tamamlayan İslahi’ydi. Urduca tefsiri Tedebbur-i-Kur’an’a 1958 yılında başladı ve 1980’de tamamladı. 23 yıllık çalışması altı bin küsur sayfayı bulmuştur. Tefsirinde, İslahi tüm takdirlerin Farahi’ye gideceğini ve kitabının tamamen hocasından öğrendikleri temeline dayandığını söyleyerek tefsir için hocasına tekrar tekrar övgüler düzer. Bununla birlikte İslahi’nin kendine miras kalana çok büyük katkılarının olduğu da büyük bir gerçektir. Farahi bazı basit fikirler ve ilkeler vermiş fakat felsefesini somut terimlerle

Hepsinden önce, bu metodoloji Kur’an’ın iç düzeni etrafından döner ve tüm tefsirin ana fikri bunu (yani Kur’an’daki iç düzen fikrini E.N) açıklamaktır. İslahi’nin Kur’an’ın uyumu kavramına göre, bütün sureler hayatta her şeyin çiftler halinde olması gibi çiftler halinde bulunur. Her sure iyi örülmüş bir birimdir, kesin bir ana temaya, bir girişe, onun mesaj ve argümanlarını açıklamaya dönük yönlendirmeye ve uygun sonsöze sahiptir. Sure içinde uyum olması ve ayetlerinin iç

açıklama fırsatına sahip olamamıştır.

bağlantılarının olması ve birbirleriyle belirgin

İslahi’nin büyük başarısının altında hem ilimi

da belirgin bir uyum vardır. İslahi Kur’an’daki

hem de eğitimli okuyucular için kolay erişimli

surelerin yedi belirgin grubuna işaret eder. Yedi

dili ve formu yatmaktadır. Bu işin karmaşıklığını

grubun her birinin kendine ait konusu o konuya

hesaba katarsak bu küçük bir başarı değildir.

uygun çok etkili açıklamaları ile birlikte sahip

Hocasına yaptığı sık referanslar sadece büyük

oldukları ayrı ayrı tatları (üslupları E.N) vardır.

sevgisini ve ona karşı duyduğu büyük saygıyı göstermez, fakat onun içten samimiyetini ve

ilişkiler taşımaları gibi Kur’an’ın sureleri arasında

İslahi Kur’an’ın yedi belirgin gruptan oluşması

alçak gönüllülüğünü gösterir.

savının Kur’an’ın net bir delili üzerine

İslahi’nin tefsiri, çalışmaları içinde, Kur’an

(Hicr 15:87) bu yedi belirgin Kur’ani grubun

üzerine kendisi ve hocasının bir yüzyıla

varlığını ispatlamak için delil olarak sunar. Ona

yayılan düşünce ve çalışmalarını kapsar. Farahi

göre, bu ayet ‘tekrar edilen yediyi verdik’ derken

Aligarh’tan başlayıp ölümüne kadar süren 30-35

ayetlerin sık sık tekrar edilmesinden (veya

yıl boyunca eleştirel çalışmasına devam etmiştir.

genel olarak anlaşıldığı üzere Fatiha Suresinden)

Benzer şekilde, İslahi bize Kur’an’ın son 55 yıl

ziyade bu yedi sure grubundan bahseder. Bu

boyunca kendisinin düşünce ve çalışmasının

nedenle Kur’an çalışması metodolojisinin en

merkezinde yer aldığını ifade etmektedir. Bu

önemli elemanı olarak İslahi ustalıklı çalışması

nedenle, kitap her ikisi tarafından yapılan yüz

boyunca Kur’an’daki uyumun aydınlatılmasına

yıllık zorlu bir çalışmayı kapsar.

çok önem verir. Her sureye özel konusunun

İslahi’nin metodolojisi Kur’an’a doğrudan

temellendiğini ifade eder. Meşhur Kur’an ayetini

açıklanmasıyla ve bağlamının analiziyle başlar.

yaklaşıma dayanmaktadır. Hem Farahi hem

İslahi tefsirinde kendisi tarafından

de İslahi Kur’an’ın kendisine odaklanarak

detaylandırılan ilkelerin bilimsel, rasyonel ve

Kur’an mesajını açıklamaya çalışmaktadır.

kendisi olmaksızın Kur’an’ın gerçek mesajı

Onlar Kur’an’ı kendi dili bağlamında anlamanın

ve güzelliğinin anlaşılamadığı veya takdir

önemine vurgu yapmaktadır. Arapça deyimler

edilemediği ortak algı temelinde olduğuna

(klasik Arapça dili) vahyedildiği zamanki

inanmaktadır. Dokuzuncu cildin önsözünde,

kullanımdaki ve anlaşılmasındaki gibi mevcuttur

kendisinin bu tefsiri bir kitap yazma arzusuyla

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

131


değil fakat bütünüyle ve sadece görev çağrısına

- BİTTİ -

cevap olarak yazdığını söylemiştir. “Kur’an bizim elimizde olduğu halde, onun doğru bilgisi mevcut değildir. Kur’an daha ziyade sevap kazanma veya diğerleri için niyazlar yoluna indirgenmiştir; ticari bir objeye dönüşmüştür. bilgisine karşı en duyarsız olanlar ve ondan en uzak olanlardır... Fakat bu Ümmet yaşayan bir toplum olarak yaşayacak ve mevcut olacaksa yalnız birlik ihtiyacı için tekrar etme yeterli olmayacak veya Kur’an’ın adının tekrarı herhangi bir işe yaramayacaktır. Bunun yerine, bu amaca ulaşmak için en önemli şey Kur’an’ın doğru anlayışı ve bilgisinin açıklamak ve yaymaktır. Doğru bilgiye sahip kimseler doğru bir şekilde hareket edecek ve sadece onların çabasıyla bu Ümmet bütün hastalıkları için çare bulacaktır.” Bu satırların yazarı dahil Kur’an üzerine çalışmada kendi metodolojisini düzenli olarak takip eden kimselerin varlığının ışığında, çekinmeden İslahi’nin Kur’an’ın ahengi ve içkin düzeninin açıklanmasıyla bitip tükenmez hazinelerini açmada temel bir anahtar verdiği tereddütsüz söylenebilir. İslahi bunu yaparak bize Allah’ın kitabı üzerinde çalışmak ve onu anlamamız ve bilgeliğini açıklamak ve özümsememiz için kurallar ve ilkeler takımı sundu. İslahi üretken bir yazardı; 16’dan fazla başlıkta eserler verdi. 1951 yılında Pencap’daki Kadiyanilik karşıtı hareket sırasında, Mevlana Mevdudi ve Mian Tufail Muhammed ile birlikte Mevlana İslahi, Rawalpindi ve Multan hapishanelerinde hapsedildi. 1956’da Pakistan hükümeti İslami Kanun Komisyonunu düzenlediğinde, Mevlana İslahi saygın bir İslam Hukuku uzmanı olarak, komisyon General Ayub Han’ın sıkıyönetim rejimi tarafından 1958’de lağvedilene kadar burada üye olarak hizmet verdi.

www.islamiyorum.com

Onun hakkında en gürültülü konuşanlar onun

Mevlana Emin Ahsen İslâhi iki oğlu ve iki kızı vardır. Yine ardında asil misyonunu taşımak için belirlenmiş adanmış öğrencilerden oluşan bir grup da bırakmıştır.

132

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Kitap Değerlendirmesi

Din-Devlet İlişkisi İle İlgili Türkçedeki Bazı Kitapların Bibliyografyası Zakir Aydın İslami Yorum dergisinde son üç sayının ana

İslamofobi, modernizm, laiklik, sekülarizm, ulus

konusu din-devlet ilişkisinin değişik boyutlardan

devlet, siyasal İslam, İslamcılık bazında tartışan

tartışılmasıyla ilgiliydi. Bu konuya daha fazla

çok sayıda kitap vardır. Biz burada konuyu

ilgi gösterenlere yardımcı olmak amacıyla

din-devlet ilişkisinin problemleri noktasına

ulaşabildiğimiz Türkçe bazı kitapların listesini

yoğunlaştırabilmek için, bu tip kitaplardan

birkaç alt başlık altında hazırlamaya çalıştık.

önemli bulduğumuz birkaçının dışındakilere yer

İslam siyaset anlayışının ve siyasi aklının

vermedik.

oluşum dönemini anlatan eserleri “Oluşum” başlığı altında sıraladık. Güncel tartışmalardaki önemini yitirmeyen “hilafet” kavramını değişik boyutlarıyla ele alan kitapları da “Oluşum” başlığının bir alt başlığı olan“Halife ve Hilafet Kavramı” altında listeledik. İslam Siyaset Düşünce tarihini ele alan kitapları “İslam Siyaset Düşünce Tarihindeki Önemli Dönüm Noktaları” başlığı altında topladık. “Klasikler” alt başlığı ile İslam tarihinde yazılmış, kendi dönemindeki siyaset-devlet algısını yansıtan önemli siyaset kitaplarından bazılarını Türkçeye kazandırılan isimleriyle not düştük. “Bugüne

1-OLUŞUM ▪▪ İslam Öncesi Mekke, Dr.Yaşar Çelikkol, Ankara Okulu Y. 2003 ▪▪ İslam Öncesi Arap Tarihi, M. Şemsettin Günaltay, Ankara Okulu Y. 2006 ▪▪ Hz. Muhammed’in Mekke’si, W. Montgomery Watt, Bilgi Vakfı Y., 1988 ▪▪ İslam’da Siyasal Düşüncenin Oluşumu, Montgomery Watt, Birey Y. 2001

Ait Tartışmalar” başlığı altında ise son yüz yılda konu çerçevesinde yazılan bazı önemli kitapların Türkçede mevcut olanlarının isimlerini verdik. Bu başlığın iki alt başlığı ise “Kavramlar” ve “İslam Devlet Yapısı” oldu. Elimizde konuyla ilgili muhtelif dergilerde yazılmış makaleler de bulunmaktadır. Bunların isimlerine, epeyce bir yekûn oluşturdukları için aşağıdaki listelerde yer vermedik. Din-devlet ilişkisini demokrasi,

▪▪ İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, W. Montgomery Watt, Umran Y. 1981 ▪▪ İslamiyet’in İlk Devrinde Dini-Siyasi Muhalefet Partileri, Julius Wellhausen, TTK Y. 1996 ▪▪ Arap-İslam Siyasal Aklı, Muhammed Abid el-Cabiri, Kitabevi, 2001

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

133


▪▪ İslam’da Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi, Muhammed Ebu Zehra, Hisar Y. 1983. Ebu Zehra’nın kitabı hem siyasetin şekillenmesi, hem de mezheplerin ve fırkaların ortaya çıkışı hakkında bilgi sahibi

▪▪ Emeviler Döneminde Kıyamlar, Ahmet Ağırakça, Şafak Y. 1994 ▪▪ Abbasilere Yönelik Dini ve Siyasi İsyanlar, Cem Zorlu, Ankara Okulu Y. 2001

olmak için önemli ve başlangıç için yeterli bir kaynaktır. Burada kitabın birinci cildinin ismini verdik ama konu hakkında mezhepler ve fırkalar açısından daha geniş bilgi sahibi olmak isteyenler Ebu Zehra’nın temel eserinin ikinci cildi olan “İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi” kitabını ve aşağıda vereceğimiz üç temel eseri okumalıdırlar: ▪▪ Milel ve Nihal, Şehristani, Litera Yayıncılık, 2008 ▪▪ İlk Dönem İslam Mezhepleri, Ebû’l-Hasen el-Eş’ari, Kabalcı, 2005 ▪▪ Mezhepler Arasındaki Farklar, Abdülkadir el-Bağdadi, TDV Y. 2007 ▪▪ Sahabe Arasındaki Siyasi İhtilaflar, Şankıti, Çıra, 2005

▪▪ Halifelik Tarihine Giriş, Mehmet Azimli, Öykü Y. 2005 ▪▪ Siyasetin Kurucusu Olarak Hadis –Sünni Hadis Literatüründe Hilafet Problemi-, İlyas Canikli, Medrese Y. 2006 ▪▪ Hilafet ve Saltanat, Mevdudi, Hilal Y. 1990 ▪▪ Hilafet-En Büyük Önderlik, Reşit Rıza, Mana Y. 2010 ▪▪ 20. yy da İslam Dünyasında Hilafet Tartışmaları, Ramazan Yıldırım, Anka Y. 2004 ▪▪ Hilafet Risaleleri 1–5 c. Hazırlayan: İsmail Kara, Klasik Y. 2002

▪▪ Ehl-i Sünnet ve Şia’da Siyasi Düşüncenin Temelleri, Muhammed Mescid-i Camii, İnsan Y. 1995 ▪▪ Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, Ahmet Akbulut, Birleşik Y. 1992 ▪▪ İslam Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi, Adnan Demircan, Beyan 1996 ▪▪ Siyasetin Kurucusu Olarak Hadis, İlyas Canikli, Medrese Y. 2006 ▪▪ İlk Dönem İslam Tarihi-Bir Önsöz-, A.Aziz Duri, Endülüs Y. 1991 ▪▪ İslam’ın İlk Döneminde Bey’at ve Seçim Sistemi, Mehmet Ali Kapar, Beyan Y. 1998 ▪▪ Hilafet ve Saltanat, Mevdudi, Hilal Y. 1990 ▪▪ Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebi Süfyan, İrfan Aycan, Fecr Y. 1990 ▪▪ Halifeliğin Emevilere Geçişi ve Verasete Dönüşmesi, M. Ali Kapar

134

HALİFE VE HİLAFET KAVRAMI

▪▪ Hilafetin İlgasının Arka Planı, Mustafa Sabri Efendi, İnsan Y. 2009 ▪▪ Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1–3 c. İsmail Kara

2-İSLAM SİYASET DÜŞÜNCE TARİHİNDEKİ ÖNEMLİ DÖNÜM NOKTALARI ▪▪ Siyasal İslam Düşüncesi Tarihi, Antony Black, Dost Y. 2010 ▪▪ İslam’da Siyasi Düşünce Tarihi, Ziyauddin Rayyıs, Nehir Y. 1990 ▪▪ İslam’da Siyasi Düşünce ve İdare, Harun Han Şirvani, İrfan Y. 1965 ▪▪ Orta Çağ’da İslam Siyaset Düşüncesi, Erwin I.J. Rosenthal, İz Y. 1996 ▪▪ Adalet Devleti, İhsan Eliaçık, Bakış Y. 2003 ▪▪ Arap-İslam Siyasal Aklı, Muhammed Abid el-Cabiri, Kitabevi, 2001

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


KLASİKLER

▪▪ İslam-Siyaset İlişkileri, Süleyman

▪▪ Siyaset, İbn-i Teymiyye, Dergah Y. 1985 ▪▪ Adl’e Boyun Eğmek, İbni Cemaa, Klasik Y. 2010

Uludağ, Dergah Y. 2009 ▪▪ Siyaset Fıkhı, Şankıti, Mana Y. 2009 ▪▪ Siyasi Sünnet, Şankıti, Mana Y. 2009

▪▪ El-Ahkamu’s Sultaniyye-İslam’da Hilafet ve Devlet Hukuku, Maverdi, Bedir Y. 1976

▪▪ İslam’da Siyaset Düşüncesi, Derleme, İnsan Y. 1995 ▪▪ Din, Devlet ve Demokrasi, Ali Bulaç,

▪▪ Yöneticilere Tavsiyeler, İmam Gazali, İlke, 2008

Zaman Kitap, 2001 ▪▪ Yürek Devleti, Mustafa İslamoğlu, Düşün

▪▪ El-Medinetü’l Fazıla, Farabi, MEB Y. 1990 ▪▪ Mukaddime 1-2 c. İbni Haldun, Dergah Y. 2009

Y. 2006 ▪▪ Din Devlet İlişkileri Sempozyumu Bildiriler, Beyan Y. 1996

3-BUGÜNE AİT TARTIŞMALAR ▪▪ Laiklik ve Dini Fanatizm Arasında İslam Devleti, Muhammed Ammara, Endülüs Y. 1991 ▪▪ Adalet Devleti, İhsan Eliaçık, Bakış Y. 2003 ▪▪ Arap-İslam Siyasal Aklı, Muhammed Abid el-Cabiri, Kitabevi, 2001 ▪▪ Demokratik Hilafete Doğru, Ahmet elKatip, Mana Y. 2010

▪▪ Meşruiyet Ekseninde Din ve Devlet, Ejder Okumuş, Pınar Y. 2003 ▪▪ Siyasal İslam’a Doğru, Fehmi Şinnavi, Şura, 1998 ▪▪ Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, Mümtazer Tüköne, 1999 ▪▪ İslam ve Laisizm, Nakıb el-Attas, Pınar, 2002 ▪▪ İslam, Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi, Nakıb el-Attas, İnsan Y. 1995

▪▪ Şia’da Siyasal Düşüncenin Gelişimi, Ahmet el-Katip, Kitabiyat, 2005 ▪▪ Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma, Muhammed Abid elCabiri, Kitabiyat Y. 2005 ▪▪ Arap Siyasi Düşüncesinin Seyri, Hamid İnayet, Yöneliş Y. 1991 ▪▪ Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, Hamid İnayet, Yöneliş Y. 1988 ▪▪ İslam’da İktidarın Temelleri, Ali Abdurrazık, Birleşik Y. 1995 ▪▪ Nasıl Bir Devlet, Abdulvahhab el-Efendi, İlke Y. 2009 ▪▪ Çağdaş Arap Dünyasında İslami Yönetim Tartışmaları, Fehmi Ced’an, Yöneliş, 1989

KAVRAMLAR ▪▪ Kur’an’da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. 1998 ▪▪ İslam Düşüncesinde Muhalefet, Nevin Abdülhalık Mustafa, Ayışığı K. 2001 ▪▪ İlk Devir İslam Düşüncesinde Egemenlik, A. Bülent Ünal, İzmir İlahiyat Vakfı Y. 2006 ▪▪ İslam’da Otorite, Hamid Dabaşi, İnsan Y. 1995

İSLAM DEVLET YAPISI ▪▪ İslam’da Hükümet, Mevdudi, Hilal Y. ▪▪ İslam’da Devlet Nizamı, Mevdudi, 1967

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

135


▪▪ İslam’da Devlet İdaresi, Muhammed Hamidullah, Nur Y. 1965 ▪▪ İlk İslam Devleti, Muhammed Hamidullah, Beyan Y. 2007 ▪▪ İslam’da Yönetim Biçimi, Muhammed

▪▪ İslam Devlet Yapısı, Beşir Eryarsoy, Düşünce Y. 1978 ▪▪ İslam ve Yürürlükteki Kanunlar, Abdülkadir Udeh, Cumhur Y. ▪▪ İslam ve Siyasi Durumumuz, Abdülkadir Udeh, Pınar Y. ▪▪ İslam Ceza Hukuku ve Beşeri Hukuk 1-4 cilt, Abdülkadir Udeh, İhya Y. 1979 ▪▪ İslam Hukukunda Fert ve Devlet, Abdülkerim Zeydan, Düşünce, 1978 ▪▪ İslam Hukukunda Devlet Yapısı, Hüseyin Hatemi, Hareket Y.

136

www.islamiyorum.com

Esed, Yöneliş, 1995

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Kitap Değerlendirmesi

Tedebbur-i Kur’an’a Giriş

Sahzad Salem tercüme : İslami Yorum

Tedebbur-i Kur’an Amin Ahsan İslahi (ö:1997) tarafından yazılmış muazzam bir Kur’an tefsiridir. Altı bin sayfalık dokuz cildi kapsar, bu ustalıklı çalışma yirmi iki yıllık bir sürede tamamlanmıştır. Kendisi daha az eşsiz olmayan bir kişi tarafından yazılan eşsiz bir yorumdur. “Gölgeniz sizi terk etse de hakikate riayet edin”, onun yaşam boyu parolasıydı ve bu yorumu dikkatli bir şekilde

nazmın başlıca özelliği şu şekilde özetlenebilir: 1. Kur’an’ın sureleri yedi ayrı gruba bölünmektedir. Her grup belirli bir temaya sahiptir. Her grup bir veya daha fazla Mekki sure ile başlar ve bir veya daha fazla Medeni sure ile biter. Her grupta, Mekki sureler daima Medeni surelerden önce gelir. Her gruptaki Mekki sureler ile Medeni sureler arasındaki ilişki ağacın kökleri ve dalları gibidir. 2. Her grupta, Peygamber Muhammed’in görevinin farklı aşamaları betimlenmektedir. 3. Çiftin her üyesinin farklı yollarla diğerini

okuma şansına sahip olan herkes İslahi’nin

tamamlayacak şekilde her grubun iki suresi

bütün gücüyle bu vecizeye hayat vermeye

bir çift oluşturur. Bununla birlikte Fatiha

çalıştığına şahitlik edecektir. Kur’an ayetlerinin

suresi bu örneğe istisna teşkil eder. O

anlam ve niyetinin aslını öğrenmek için

kendisiyle başlayan ilk grup yanında bütün

derinlemesine araştırmaya çalıştı ve bazı ayetleri

Kur’an’a giriştir. Özel amaçlara sahip bazı

anlamada yerindeliği sağlayamadığı yerlerde

surelerde vardır ve bu çift sureli şemada

bunu açık bir şekilde itiraf etti.

özel bir belirli bir yola karşılık gelirler.

İslahi’nin kılavuzu harikulade Kur’an alimi

4. Her bir sure özel ifadelere ve surenin

Hamiduddin Farahi (ö: 1930) Kur’an’a yapısal

içeriğinin etrafından döndüğü merkezi bir

ve tematik nazmın (ahenk; anlamlı düzenleme)

temaya sahiptir. Her bir surede tematik

hakim görüşünü ortaya çıkardı, gerçekten doğru

değişimlerin belirli alt bölümleri vardır ve

olan yorumu tesis eden İslahi’ydi.

her alt bölüm daha küçük değişimleri işaret

Bu yorumda İslahi tarafından genişletilen

edecek şekilde paragraflandırılmaktadır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

137


Aşağıda kısaca yedi Kur’an grubunun açıklaması yer almaktadır: Grup I {Fatiha Suresi (1) - Maide Suresi (5)} Merkezi Tema, İslam Kanunu. Grup II {En’am Suresi (6) - Tevbe Suresi (9)} yalanlamalarının sonuçları. Grup III {Yunus Suresi (10) - Nur Suresi (24)} Merkezi Tema, Peygamber Muhammed’in Arabistan’a hakimiyetinin sevinçli haberi. Grup IV {Furkan Suresi (25) - Ahzab Suresi (33)} Merkezi Tema, Muhammed’in peygamberliğini ve ona inanmanın gereğini doğrulayan deliller. Grup V {Sebe Suresi (34) - Hucurat Suresi (49)} Merkezi Tema, Tevhid inancını ve bu inanca inanmanın gereğini doğrulayan deliller. Grup VI {Kaf Suresi (50) - Tahrim Suresi (66)} Merkezi Tema, Ahiret inancını kanıtlayan ve bu inanca inanmanın gereklerinin neler olduğuna dair argümanlar. Grup VII {Mülk Suresi (67) - Nas Suresi (114)} Merkezi Tema, Resulullah’ı inkar ederlerse burada ve buradan sonraki kaderleri hususunda Kureyş’e ihtar (izhar). Bu sadece İslahi tarafından Tedebbur-i Kur’an’da sunulduğu şekliyle Kur’an’daki tematik ve yapısal ahenge kısa bir giriştir. Kur’an’ı anlamak isteyen herkes tarafından bu başyapıtın incelenmeye ihtiyacı vardır. Böylece o kişi ileriye doğru dev bir atılım fikrine sahip olabilir. Onun Kur’an tefsiri alanı hakkında getirdiği dev atılım ile yeni yorumlara fikir verebilir.

138

www.islamiyorum.com

Merkezi Tema, Mekkeli Müşriklerin Resulullah’ı

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Kitap Değerlendirmesi

İslahi’nin Ana Çalışmalarına Kısa Giriş Abdurrauf tercüme : İslami Yorum

1. Mabadi Tedebbur-i Kur’an (Kur’an’ı

düşüncelerinden etkilendiler ve kendi kültürel

Anlama İlkeleri)

miraslarını çağdaş ve baskın Batılı düşünceler

Kur’an sıradan bir kitap değildir; İslam toplumunda önemli bir role sahiptir. Entelektüeller için skolastik danışma merkezi oldu. Bu kitabı anlamanın ilkelerini ortaya koymak için pek çok çaba gösterilmiştir.

ışığında değerlendirmeye başladılar. Seyyid Ahmed Han bu okulun temsilcisidir. Kur’an’ı bilimin modern keşifleri ışığında yorumladı. Bunların en büyük çabası Kur’an’ın görüşünü bilimsel teorilerle düzenlemektir.

Kur’an’ın yorumuyla ilgili fikir farkı vardır.

İslahi’nin ana araştırma alanı Kur’an’dır.

Arkadaşlarından ve ilk dönem müfessirlerinden

Bu nedenle tefsir bilimindeki bu eğilimlerin

bazıları Kur’an’ın Resulullah’ın (sav) sözleri

hepsinden haberdardı. Basılan ilk kitabı olan

ışığında anlaşılması gerektiğini iddia etmişlerdir.

bu kitapta mevcut okulların eksikliklerine işaret

Bu okulun temsilcisi İbn Kesir tüm bu

etmiş ve hocası Farahi’nin ilkelerini desteklemiş

gelenekleri toparladı ve tefsiri “Cam’i Beyan”ı

ve bu basiretli çabalarıyla onu doğrulamıştır.

yazdı. İkinci okul Yunan felsefesiyle temasın

Gerçekte, kendisi herhangi bir yazılı belgeyi

sonucu olarak varlık buldu ve Arap düşüncesini

anlaması için insanın ihtiyacı olan doğal ilkeleri

etkiledi. Bu insanlar kendileri belirli fikir ve

savunmaktadır.

inançların etkisi altındayken kendi tefsirlerini yazdılar. Bunların çalışmaları Yunan etkisi başta olmak üzere dış etkileri yansıtır. Zemahşeri’nin (hicri 467-538) ve Razi’nin (hicri 544-606)

2. Haqiqat-i Shirk-u Tawhid (Şirk ve Tevhidin Esası)

Tefsir-i Kebir’i bu okulun iki örneğidir. Takip eden

Din tüm insanlık tarihi boyunca insan düşüncesi

yıllarda, günümüzde de baskın olan üçüncü bir

ve pratiğinin en önemli odaklarından biri

yol ortaya çıktı. Bu konformistler grubuydu.

olmaya devam etmiştir. Bilim ve teknolojideki

Bunlar kitabı birinci okulun açıklamaları ışığında

ilerlemeden sonra dinin hayatiyetini

açıklar ve herhangi bir sapmaya izin vermezler.

kaybettiği iddia edilmiştir. Fakat hemen

Dördüncü okul Batı çağının şafağından ve

sonra dinlerin bazılarının dinamizmleri

onların İslam dünyasına yayılmalarından sonra

sebebiyle silinememesiyle iddia sahipleri

ortaya çıktı. Sömürgeleştirilen insanlar Batı

kendi yanılgılarıyla yüzleştiler. Din fenomenini

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

139


açıklamak için modern zamanda farklı teoriler

çabalarlar. Bu İslami gruplar tarafından bu

iletildi. Bu açıklamalar dinin kaynağı teorisi

amaçla uyarlanmış metodolojinin önemli bir

temeline dayanmaktadır. Yaygın kabul gören

bölümü Hindular ve Hristiyanlar gibi diğer dini

görüş evrimcilerin görüşüdür. Bu teoriye

misyonerlerden etkilenmişlerdir. Bu etkilerden

göre, rasyonel insanın gelişine kadar din iki

biri İslam’ı dünyaya toplumsal bir din olarak

unsurdan kaynaklanmıştır; Korku hissi ve

resmetmedir. İslahi yaklaşımlarında iki ciddi

Korku kaynaklarına Tapınma hissi. Dini alim

eksikliği gördü: ilk olarak, kavramsal düzeyde

olarak İslahi kitabında bu teoriyi değerlendirir

ve ikincisi pratik çabalarda. Ona göre hem

ve reddeder ve kendi din teorisini ortaya koyar.

felsefe hem de metodoloji yanlıştır. Bundan

Kitap çok tanrıcılık ve tek tanrıcılık kavramını

dolayı, İslam’ı yayma çabaları verimsizdir ve

çağdaş perspektif yanında tarihi bağlamda

nedeni İslam’ın ilerlemesi olmasına rağmen

tartışır.

gerçekte İslam’a zarar vermektedir. Kitabında, mevcut metotları eleştirdikten sonra İslahi

3. Haqiqat-i Namaz (Namazın Esası)

İslam’ın kendi yayılma ve Müslüman yandaşların toplumda değişiklik yapma metodolojisini ortaya

Bütün dünyadaki İslam toplumunun günde

koyar. Kitap bütün İslam tarihindeki bu başlık

beş kere namaz kılması gerekir. Bu ibadetin

üzerine ilk ve en önde gelen çalışmadır ve bu

ardındaki felsefe nedir ve namaz kıldıktan

konuda bir klasiktir. Farklı Müslüman idealist

sonra insan davranışları nasıl olmalıdır? Bu

gruplar kendi çalışanları için metin kitabı olarak

kitapta, İslahi sorunu ifade eder ve günümüz

bunu uyarladılar. Arapça tercüme de yapıldı ve

koşullarında namazın gerçek esasını açıklar.

Kuveyt’te yayınlandı.

Tarihte dini toplumların yükselişi ve düşüşündeki bu tür ibadetlerin oynadığı rolü ayrıntısıyla tartışır.

6. İslami Mu’asharay mayn Awrat ka Muqam (İslam Toplumunda Kadınların Durumu)

4. Haqiqat-i Taqwa (Takvanın Esası)

Pakistan’ın kurulması sonrası, yeni devlet

Takva insanın aracılığıyla manevi hayatın

devasa sorunlarla yüzleşiyordu. En önemlisi

doruğuna ulaşabileceği bir yoldur. Fakat Takva

din ve devlet ilişkisi konusundaki sorundu.

kavramı insanlar arasında muğlaktır. İnsanların

Bazı liderler özellikle hazine kliğindekiler

çoğu takva sahibi olmak için birtakım özel

İslam’ın Pakistan’ın yaratılmasının altında

pratikler ortaya koyarlar. Ve amaç dindar

yatan sebep olduğunu vurguluyor, fakat İslam

birinin takipçisi olarak kendisini bağlamadan

ve İslam’ın geleneklerinin temeli karşısındaki

erişilemezdir. Kişi Takvaya uymak isterse,

ilgili temaları yorumladılar. Liderlerin bazıları

bütün dünyevi varlığını terk etmeli ve inzivaya

ve kadın aktivistler özellikle de APWA kadın

çekilmeli ve meşru işleri bile bırakmalıdır.

halkı üzerindeki bütün geleneksel bağların

İslahi Kur’an ve Sünnetin öğretileriyle uyumlu

reddi çağrısı yapıyorlardı ve Pakistan’daki

olmadığı için bu kavramı kabul etmez. Kitapta

erkek ve kadınlar arasındaki eşitsizliğin

kendi bakış açısını aydınlatmıştır.

kaldırılmasını talep ettiler. Bu aktivistler tarafından ortaya atılan iddialar İslam tarihinden

5. Da’wat-i Din awr us ka Tariqa-i Kar (İslam Çağrısı ve Öğüdünün Biçimi)

bazı örnekler taşımaktadır. Diğer taraftan, kadınların toplumdaki her türlü rolüne karşı çıkan insanlarda vardı. Kadının toplumdaki

İslam ve Hristiyanlık dünyanın çok yayılan

rolü hususunda İslam’ı bakışı netleştirme

iki önemli dindir. Modern zamanlarda, belirli

hususunda yoğun bir baskı vardı. İslahi sorunun

Müslüman bağnaz gruplar kendi dinlerini

yoğunluğunu hissetti. Ona bu konuda hapiste

yaymada farklı metotlar geliştirmişlerdi.

kitap yazma fırsatı veren 1948 hapsine kadar bu

Bir taraftan kendi dinine yeni başlayanları

konuyla ilgilenemedi. Kitap ilk olarak Pakistani

kaydetmek için çalışırken diğer taraftan

Awrat Du Rahy Par (Yol Ayrımında Pakistan

İslam toplumunun yeniden yapılanması için

Kadını) adıyla yayınlandı. Hapiste, özellikle

140

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Pakistan’daki modernistlerin görüşünü bilme

Thanvi aylık Tercuman-ul Kur’an’da da

ve anlamada önemli bir kaynak olarak İngilizce

yayınlanan iki mektup yazdı. Thanvi geleneksel

gazeteleri okuyabildi. İslahi, erek ve kadın

alimlerin bakış açısını özellikle de Alıcılar da

arasındaki bariyerin her türlüsünü kaldırmak

Zekatın sahibi olmaksızın Zekat görevi yerine

için baskı yapan hükümet yetkililerininkiler dahil

getirilmeyeceği (Müslümanlar üzerinde bir çeşit

konuşmaların, beyanlarının vs. içeriklerini analiz

İslami vergi) Hanefi Okulunun bakış açısını

etti. İslahi ikiliği destekleyen devletin politik

yineledi. Bundan dolayı, hükümet veya zekat

liderlerini eleştirdi ve sonuçları hakkında onları

toplayan yardım kuruluşları tarafından yapılan

uyardı. İslahi bu modernistlerin tüm iddialarını

bütün yardım çalışmaları yasa dışı oldu. Bu

ortadan kaldırdı.

alimlerin savunması modern zamanlardaki İslam için çok önemli imalara sahipti. Gerçekte,

7. İslami Riyasat (İslami Devlet)

bu tartışma Arap dilinde 22 farklı anlamda kullanılabilen Arapça Lam edatının yanlış

1920’lerin sonlarında, İslahi J.K. dahil Farahi’nin

yorumlanmasından kaynaklanıyordu. İslahi

bazı politik bilim kitapları üzerinde düşündü.

kurulu görüşü kabul etmedi ve kelimenin Arap

Bluntshli’nin Devlet Teorisi. İslahi, İslami

dili ve edebiyatındaki kullanımı ışığında kendi

devletin ilkelerini kendi içeriğinde taşıyan

fikrini ortaya koydu. Onun görüşü ilk olarak

uluslararası itibara sahip hiç bir kitap olmadığını

aylık Tercuman-ul Kur’an’da Ağustos ve Eylül

tespit etti. Ve herhangi bir referans varsa, bu

1955’te ortaya kondu ve sonra kitapçık olarak

sadece papalık bağlamı gibi görülen teokrasi

yayınlandı. Kitap sadece İslami ekonomik

olarak İslami ilkeleri resmetmekteydi. İslahi

düşüncenin yeniden yorumlanmasına yeni bir

bunu kabahat olarak kabul etti.

bakış sağlamadı fakat İslahi’nin İmam Ebu Hanife ve İmam Şafi gibi klasik alimlerle olan

Bluntshli’nin kılavuzluğunda bir kitap yazmayı

anlaşmazlığını da resmetti.

planladı ve kitap için materyal toplamaya başladı. Planı uyarınca, devlet kavramından uluslararası ilişkilere kadar tüm temel ilkeleri içeren on iki bölüme sahip olacaktı1. Bir başka büyük proje olan Tedebbur-i Kur’an ile uğraşması sebebiyle bunu tamamlayamadı. Bununla birlikte, konu üzerinde aylık Tercumanul Kur’an’a farklı makaleler yazabildi. İslahi bu makaleleri gözden geçirme ve onlara kitap şekli vermeye zaman bulamadı. Bu makaleler sonradan kitap olarak yayınlandı. Mevcut kitap bir İslami Devletin temelleri, vatandaşlarının hakları ve görevleri, uyum koşulları ve yetkili sorumlulukları gibi farklı başlıkları tartışan beş bölümü kapsamaktadır. İslahi’nin kitap devlet ve toplum ile ilgili düşüncelerini öğrenmede yardımcıdır.

9. İslami Riyasat mayn Fiqhi ikhtilafat ka Hal (Hukuki Farklar ve İslam Devletinde Bunların Nasıl Çözüleceği) Hukuki farklılaşmalar Hicri birinci yüzyılda başladı. Fakat uygun sınırlar içinde kaldılar. Daha sonra bu farklar tehlikeli bir biçim aldı ve kalıcı belirgin hukuki okulların şekli olarak farz edildi. Bu farklılaşmalar Hindistan Alt kıtasının insanları için özel bir ilgiye sahiptirler. Hukuki farklar boyunca, bu toplum Dewbandi, Barelwi, konformist ve non-konformist gibi daha fazla farklı tutucu gruplara bölündü. Bu hukuki farkların çözümü bulunmaksızın İslami Kanunun güçlendirilmesi için gösterilen her tür çaba beyhude olacaktı. Bu farkların çözümünün

8. Masla-i-Tamlik Awr Zakat kay Muta‘liq Baz Dosray Masa’il

en baskın ve kırılgan sorununa bu kitapta İslahi tarafından odaklanılmıştır. İslahi’nin ayrıcalıklı yoğunluğu tolerans ve liberal ve pragmatik

1950’lerin ortalarında, birisi Pakistan’ın dini

yaklaşım ve objektifliğin ruhu, Kur’an ve

alimlerine farklı soruları soran bir anket

Sünnet üzerinedir. Ona göre bu, din temelinde,

yayınladı. Cevap olarak Mevlana Zafar Ahmad

evrensel ve belirli insan grubuyla sınırlı olmayan mesaj üzerine toplumun daha fazla ayrışmasını

Oğluna mektup, Abu Salih Islahi from Multan Jail, tarih

1

8 Aralık 1949. (Tadabbur-i Makatib-i Islahi Number), cilt

engeller, bunlarla çatışır ve bunları dizginler.

61, Temmuz 1998. p.38.Türkiye.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

141


İslahi bu kitabın konusu hususunda Şah

inceleme ve eleştiri içerirken dört tanesi alimleri

Veliyullah’ın çalışmasından ilham aldığını beyan

eleştiren sert cevaplardır. 1954’teki Pencap

etti.

toplantısında bunlardan biri olan Begum Salma

2

Tasaduq Hussain taslağı tanıttı. 10. Tazkiyah-i Nafs (Ruhun Arınması)3 1945’te konuşmasında ruhun arınmasının asil bir hedef oluğunu ve bu nedenle mistikler

13. A’ili Commission ki Report par Tabsirah (Aile Kanunu Komisyon Raporu Eleştirisi)

gibi ilahi kanunu umursamayanların yerine

1950’lerde, Pakistan Başbakanı Muhammed Ali

getiremeyeceğini iddia etti. Bu kitapta ruhun

Bogra bir eşi varken ikinci eş olarak bir Arap

arınmasının gerçek kavramı olarak düşündüğü

bayanı aldı. APWA başta olmak üzere kadın

şeyi sundu. İlkin makale olarak şekillenen

hakları birlikleri itiraz ettiler ve bu harekete

ve daha sonra kitabının ilk bölümü olarak

karşı protestoda bulundular. Olay Pakistan’daki

yayınlanan farklı gerekçelerle 1950’lerin

mevcut aile kanunlarını incelemek için

başında bu konuda konferanslar verdi. I. ciltte,

Pakistan hükümeti tarafından bir komisyonun

entelektüel temel üzerinde mistisizmin kurulu

kurulmasıyla doruğa ulaştı. Komisyon kadının

okulunu eleştirdi ve mistikler tabirinin Kur’an

toplumdaki durumuna zarar veriyorsa mevcut

ve Sünnete aykırı olduğu sonucuna vardı.

kanunlarda uygun değişiklikler yapmak için

İnzivadaki bireyin arınması doğru değildir. Amacı

kurulmuştu. Komisyon bir din alimi ve üç bayan

toplumdaki bir bireyi ifade etmek olmalıdır.

üye dahil yedi üyeden oluşuyordu. Komisyon

Kitabın II. Kısmı bu bireyler için bir tasarı ortaya

raporunu sadece din aliminin muhalefet şerhiyle

koyar. Bireyin Tanrı, kendisi, ailesi, toplumu

1956’da sundu. Rapor önemliydi, çünkü eğer

ve devleti ile olan ilişkisi. İslahi’nin kitabı

hükümet tarafından uygulanırsa Pakistan

bütün dini düşüncesinin esası olarak kendisini

Toplumunun yapısını temelden etkileyecekti.

kategorikleştirmesi nedeniyle önemlidir.

İkinci olarak, Batı’dan çok fazla etkilenen belirli bir düşünce okulunun görüşünü ortaya

11. Tawdhihat (Genel açıklayıcı denemeler koleksiyonu)

koyuyordu. İslahi durumun gidişatının farkına vardı ve farklı gazetelerde pek çok makale yazdı. Bunlardan bazıları İngilizceye de tercüme

Bu bazıları Al-İslah’da ortaya koyulan İslahi’nin

edildi. Bu makaleler daha sonra derlendi ve bir

makale koleksiyonudur. Kitap, Kur’an Hadis ve

kitapta yayınlandı.

içtihat ile ilgili farklı konuları içerir. Makalelerin bazıları İslahi’nin Camaat-i İslami’de olduğu döneme aittir.

İslahi bu kitapta yapısı ve anayasal durumu temelinde komisyonun eleştirdi. Sonra içtihatla (İslami Kanunun yorumlanması) ilgili olarak komisyonun görüşünü yorumladı ve onu İslami

12. Tanqidat (Eleştirel Denemeler

içtihat tarihi bağlamında yenilik olarak etiketledi.

Koleksiyonu)

Komisyonun tavsiyeleri Kur’an ve Sünnet

İslahi Cemaat-i İslami’de on yedi yıl kaldı. Geleneksel alimler Cemaat’in ve kişisel olarak da Mevdudi’nin görüş ve uygulamalarına ciddi bir şekilde karşı çıktılar. İslahi bu alimlerin

ve Pakistan toplumunun mevcut durumu ve menfaati ışığında değerlendirildi. Kitap toplumda kadınlara karşı yapılan ayrımcılığı ortadan kaldırmak için bazı alternatif teklifler sundu.

eleştirilerini Tercuman-ul Kur’an’da ortaya koyduğu farklı gerekçelerle cevapladı. Bu kitap söz konusu makalelerin koleksiyonudur, bunların sonuncuları Şeriat Kanunu taslağı hususundaki Mawlana Amin Ahsan Islahi, Mubadi Tadabbur-i Hadith

2

(Lahore: Faran Foundation, 1994), p.151 Kitabın II. bölümü 1989’da tamamlanıp 1992’de

3

yayınlanmışken I. bölümü 1957’de yayınlandı.

142

14. Mushahadat-i-Haram (Hac Hatırası) İslahi Cemaat’ten Ocak 1958’de ayrıldı. Cemaat’in insanlarıyla olan tüm bağları sonlandı. Ümitsiz bir durumdaydı ve en azından bir süreliğine yalnız kalmak istiyordu. Hac yapmak için Mekke’ye gitmeye karar verdi. 1958

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Mayısında, eşi ve arkadaşı Hakim Muhammed

sorunlarına kadar değişen farklı konularda

Eşref ile birlikte Mekke’ye gitmek için ayrıldı.

Mithaq gazetesinde kapsamlı yazılar yazdı.

Kutsal yerleri ziyaret etme hatırasının, farklı

Din ile ilgili eğitimli insanların zihinlerindeki

temsilcilerle toplantılarını, Suudi Arabistan

yanlış anlamayı ortadan kaldırmaya çalıştı. Yine

hükümetinin politikalarının analizini toparladı.

özellikle politikanın etki alanındaki yeniden

Bu hatıralar il olarak Al-Minbar ve Mithaq

yapılanma için çaba gösterenlerin hilelerini

dergisinde 1958’de yayınlandı. Bu makaleler

ortaya koydu. Bu cevapların bazıları Khalid

Bay Maqbul ur Rahim Mufti tarafından derlendi

Mansur tarafından düzenlendi ve bu kitapta

ve 2000’de yayınlandı. Bu kitap sadece röportaj

yayınlandı.

değildi fakat Hac, Arabistan Yarımadası’nın değişen durumu, bunun insanlar ve toplum üzerindeki etkisi hakkında başka bilgiler de veriyordu. Bu kitap dünyanın farklı bölgelerinden

17. İslami Qanuwn ki Tadwin (İslami Kanunun Kodlandırılması)

gelen özellikle İhvan-ı Müslimin ve Cemaat-i

Pakistan’ın kuruluşundan sonra, İlahi Kanunun

İslami gibi İslami hareketlerin farklı liderleri ve

tanıtımı Pakistan yönetimindeki en önemli konu

çalışanlarıyla yaptığı toplantıları da kaydeder.

olmuştur. Popüler talebi kabul etmedeki direnç

Kitap boyunca aşırı duyarlı ve insanlık hisleriyle

yöneten elitin bir kısmının samimiyetsizliği

dolu sıradan bir insan gibi konuşur. Kitabın

olarak gerçekten kabul edilmez. İslahi Pakistan

bir bölümü hükümet tarafından yapılan hac

kanunlarının İslamizasyonu yolunda kesin

tesislerinin geliştirilmesi hususundaki kesin teklif

gerçek zorunluluklar olduğunu hissetti. İslahi

ile birlikte Suudi Arabistan hükümetinin olumlu

konu hakkında farklı hukuk kolejlerinde ve

noktalarını tartıştı.

üniversitelerde pek çok konferans verdi. Bu konferanslar daha sonra derlendi ve İngilizceye

15. Maqalat-i Islahi (İslahi’nin Makaleleri

de çevrildi. Bu kitapta, İslahi İslami kanunların

Koleksiyonu)

doğası ve kaynakları hususunda entelijansiyanın

Aralarındaki farklılıklar bir çözüme kavuşamadığı

Elbette, İslami kanunların kodlandırılmasına

için İslahi Mevdudi’yle yollarını 1958’de ayırdı.

ihtiyaç vardır. Uyarlandığında metotlarının İlahi

Sonraki dönem, bakış açılarını kendi ayrı

Kanunun uygulamasını kolaylaştıracağını ileri

gazeteleriyle açıklayan iki alimin de görüşlerinin

sürdü. En önemli ve tartışmalı konu olan içtihat

değiştiğini gösterdi. Mevdudi toplumdaki her

sorununa büyük bir bölüm ayrıldı (örn. kitaptaki

tür değişiklik için asıl vurguyu devlet kurumları

toplam 119 sayfanın 43 sayfası).

zihnindeki yanlış anlamaları yok etmeye çalıştı.

üzerine yaptı. Amaçlarına ulaşmak için doğru yola üzerine yerleştirmede Cemaat-i İslami’nin amirine daha fazla güç tahsisinde hiç bir beis görmedi. İslahi bu görüşü kabul etmedi ve

18. Tedebbur-i Kur’an (Kur’an Üzerindeki Yansımalar)

bu nedenle Mevdudi’yi eleştirdi. İslahi’nin

Belirli bir süre için, pek çok alim tarafından

bütün bu makaleleri organize edildi ve farklı

Kur’an’da ahenk olmadığına inanıldı. Kur’an’ın

başlıklara kategorizasyonu sonrası Khalid Masud

bir biriyle mantıki bağlantıya sahip olmayan

tarafından derlendi. Cemaat’in başkanlığından

farklı ayetlerin topluluğu olduğu iddia edildi. 19.

Mevdudi’nin istifası temelinde kitap İslahi’nin

ve 20. yüzyılda, Batılı alimler bu teoriyi ortaya

Mevdudi’ye yazdığı mektupları da içermektedir.

attılar ve bazıları Kur’an’ın düzenlenmiş olması

Bu konu 1957’de Machi Goth krizine dönüştü.

gereken temelin kronolojik sıra olduğunu ileri

Makalelerin o döneme ait olmalarına rağmen,

sürdü. Diğer taraftan, Kur’an İslam toplumunda

günümüzde bile önemli tarihi ve teorik değere

en çok önem verilen yere sahiptir. Bütün dini

sahiptirler.

öğretileri ve istekleri Kur’an’dan türettiler. Oryantalistler Kur’an’ın bir kitabın özelliklerine

16. Tefhim-i Din (İslam’ı Anlama)

bile sahip olmadığını iddia etmektedirler. Nasıl bütün kitapların en iyisi olduğu iddia edilebilirdi.

İslahi Kur’an’ın dışında dini konulardan günün

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

143


Tedebbur-i Kur’an Batılı Kur’an uzmanlarının

görüşlerini tartışır ve sonra her konudaki

meydan okuyuşlarına güçlü bir şekilde cevap

Kur’ani kavramları açıklar. Khalid Masud ve

verdi. İslahi 20. yüzyıllın başında yazmış olan

Mehbub Subhani bu konferansları Tedebbur’da

hocası İmam Farahi’den türettiği ilkeler üzerine

yayınlanan makalelere dönüştürmüşlerdir.

başyapıtını yazdı. İslahi bu projedeki çalışmasına

Bu makaleler derlendi ve bir kitap şeklinde

kariyerinin başında başladı ve 1980’de

yayınlandı. Bazı konferansların İngilizce

tamamladı. Çalışma Kur’an’ın gelişigüzel bir

tercümesi Said Ahmed tarafından yapıldı ve

kitap olmadığını fakat onda yapısal ve tematik

aylık gazete Renaissance’da yayınlandı.

ahenk olduğunu onaylar. Kur’an’ın mevcut düzenlemesi çok makul ve rasyoneldir. Bu çalışmadan sonra, Kur’an’ın düzenlenmesine itiraz eden kişiler için çok küçük bir alan kalmıştır. İslami literatürü modern zamanlardaki herhangi diğer Kur’an tefsiri çalışmasından çok daha fazla etkiler. İslami tema hususunda çalışan veya Kur’an’ın yorumu ve izahını üstlenen gelecekteki hiç bir alim İslahi’nin bu muazzam tefsir çalışmasını göz ardı edemez.

İslahi’nin çalışmaları hocasının kitabını Arapçadan Urducaya tercümesini de içerir örn. Aqsam ul Qur’an (Kur’an’ın Yeminleri), Majmu`a-i Tafasir-i-Farahi (Farahi’nin Seçilen Sure tefsirleri) ve Al Ray al-Sahih fi Man Huwa Dhabih? (Adem Kimi Kurban Etti?) İslahi’nin kitaplarından bazıları İngilizceye tercüme edilmiştir. Bay Salim Kiyani İslahi’nin Londra’daki bir öğrencisi olarak Tedebbur-i Kur’an’ın ilk cildinin tercümesini tamamladı4

19. Mabadi Tedebbur-i Hadis (Hadisi

Bay Shehzad Saleem aylık Renaissance’da

Anlamanın ilkeleri)

yayınlanan Tedebbur-i Kur’an’daki bazı seçilen

Kur’an’ın yanında, Hadis ilahi rehberliğin en önemli kaynağıdır. Kur’an yorumunun tamamlanması sonrası, İslahi Hadis disiplini üzerine yoğunlaştı. Kur’an’ı anlamanın ilkelerinin

kısa sureleri İngilizceye tercüme etti. İslahi Tedebbur-i Kur’an’ın Abdulhamid Bırışık tarafından Türkçeye tercüme edilmesine müsaade etti.5

çerçevelediği gibi Hadis literatürünü anlamanın ilkelerinin çerçevesini de çizdi. İslahi bu konuda bağlılarına ve öğrencilerine konferanslar verdi. Bu konferanslar Majid Khawar tarafından kitaba

- BİTTİ -

dönüştürüldü ve yayınlandı. Bu kitap kendi doğası içinde eşsizdir ve Müslümanlar arasında çok hassas bir konu olan Hadis anlamaya dönük olarak yeni muhakeme noktalarına işaret etmektedir.

20. Falsafay kay Bunyadi Masa’il Qur’an Hakim ki Rawshni mayn (Kur’an’ın ışığında Temel Felsefi konular) Tanrının, insan ve kainatın varlığı, iyi ve kötü kavramı, özgürlük ve determinizm, ödül ve ceza ve hayat için ilahi rehberlik ihtiyacı, temel dini ve felsefi konulardır. Felsefe her fikrin kararlaştırılabileceği temel olarak insan varlığındaki üstün varlık olarak aklı kabul eder. Bundan başka, insan aklı için vahiy gibi dış rehberliğe ihtiyacı olmadığını da söyler. İslahi yukarıda zikredilen konular hakkındaki konferanslar vermiştir. İlk olarak felsefecilerin

144

Yayın aşamasında Interview with Khalid Masud,

4

01.08.2002, Lahore. Abdul Hamid Braishiq, Tadabbur, (Khususi Nambar),

5

April 1998. p. 92

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


www.islamiyorum.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.