10 islamiyorum 2012 yaz

Page 1

Yaz2012

i nt ernet dergi s i

üç ay l ı k e - d e r g i / y ıl: 3 Sa yı: 10

Dosya: Günümüz Şartlarında İslami Mücadele / İslamcılık

Sekülerizm ve Din Devlet İlişkisi

Felsefe Tarihinden Notlar

Fransa’nın Cezayir’de İşlediği Suçlar

Raşid GANNUŞİ

Abuzer DİŞKAYA

Ataullah Bogdan KOPANSKİ


İçindekiler EDİTÖRDEN

Bu Sayıda........................................................................................................ 3

DOSYA: Günümüz Şartlarında İslami Mücadele / İslamcılık

Mücadele /

Yusuf İMAMOĞLU................................................................................. 5

İslamcılık /

Ümit AKTAŞ....................................................................................... 24

Modernite ve İslamcılık /

Günümüz Şartlarında İslami Mücadele (İslamcılık) /

İslamcılık, İslami Mücadele, Mücadele ve Kur’an /

İslamcılık /

İslamcılık: Tamam mı Devam mı? /

Nuri YILMAZ.................................................................... 28 Nuri YILMAZ............................... 38

Mehmet Yaşar SOYALAN................... 49

M. Kürşat ATALAR................................................................................ 58 Mehmed DURMUŞ............................................... 63

ARAŞTIRMA - İNCELEME

Felsefe Tarihinden Notlar /

Abuzer DİŞKAYA............................................................ 66

Kur’an’da Zikir ve Tezekkür Kavramlarının Anlam Alanı /

İnsan Hakları Kanunu ve İslam Hukuku: Uzlaşma ve Çatışma Alanları /

Hamdi TAYFUR...................... 76 Halid ZAHİR.... 87

DENEME

Günümüzde Peygamberlik İddiası ve Fırka-i Naciye /

Latif KINATAŞ........................... 94

GÜNDEM

Nahda Partisi Perspektifinden Sekülerizm ve Din-Devlet İlişkisi /

Canlı Bomba Eylemleri; Şehadet mi? İntihar mı? İntikam mı? /

Mülkleşen Su /

Fransa’nın Cezayir’de İşlediği Suçlar /

Raşid GANNUŞİ.......... 99

Metin YILMAZ.............. 104

Tamer ATAÇ.................................................................................. 115 Ataullah Bogdan KOPANSKİ............................... 118


EDİTÖRDEN

Bu Sayıda “Fikir” ve “mücadele” birbirinin anlamını artıran/ güçlü kılan iki kavramdır. Uğrunda mücadele vereni bulunmayan bir fikir sahipsiz kalır ve kadük olur. Ulvi bir fikre dayanmayan mücadelenin ise meşruiyeti tartışma konusu haline gelir ve taraftarı azalır. İnsanlık için faydalı ve doğru bulunan bir fikir kısa sürede taraftar toplar. Bu taraflar ise bütün insanlığın o faydadan ve doğruluktan istifade etmesi için “anlatma” mücadelesine girişirler. İnsanlık tarihi boyunca “anlatma” ile “dayatma”nın birbirine karıştırıldığı birçok örnek vardır. Anlatmanın geçerli olduğu dönemlerde, çoğunlukla fikirler birbirini olumlu yönde etkilemiş ve insanlığın gelişmesine hizmet etmiştir. Dayatmanın geçerli olduğu dönemlerde ise çoğunlukla fikir donmuş, insanlığın yerinde saymasına sebep olmuştur. Doğru bulduğu bir fikri başkalarına dayatanlar, bunu sadece “hakim olma” düşüncesiyle yapmazlar. Hakim olma düşüncelerinin arkasında bile; “bendeki hakikatten bütün insanlık yararlansın” şeklinde bir iyi niyet vardır. Ama tek başına “iyi niyet” bir mücadeleyi haklı ve faydalı kılmaya yeterli gelmediği için, kendindeki hakikati başkalarına dayatma mücadelesi çoğunlukla olumsuz sonuçlar vermiştir. Fikir ve mücadele ilişkisi, İslam dini ve Müslümanlar açısından da tartışılması gereken önemli konu başlıklarındandır. Kimi İslam ekolleri İslam’ı sadece ibadetlerden ve kimi teorik inanç ilkelerinden ibaret gördükleri için kendilerini böyle bir sorunun tarafı olarak da hissetmezler. Ama böyle bir din algısı ile zulüm ve adaletsizliğin son bulması ve yeryüzünün her köşesine adaletin hakim kılınması gibi evrensel bir hedef birbiriyle örtüşmez.

Mücadele verilmelidir! Fakat büyük soru şudur: Neyin mücadelesi verilecek ve nasıl bir mücadele verilecek... Tarih boyunca bu sorun, her dönemin kendi anlayışları ve imkanları içerisinden doğan farklı örneklerle cevabını buldu. Ama insanlık var oldukça zulüm ve haksızlığa karşı mücadele de var olacak; mücadele var oldukça ise bu konu üzerindeki tartışmalar sürecektir. Her dönemin kendi anlayış ve şartlarına göre tartışmalar şekil değiştirecektir. İçerisinden geçtiğimiz şu dönem de, bu meselenin yeniden ele alınıp tartışılmasını zorunlu kılan bir dönemdir. Dünyada büyük gelişmeler olmakta, zihniyetler değişmekte ve siyasi aktörler yeniden belirlenmektedir. Bir dönem sona ermekte ve yeni bir dönem başlamaktadır. “Yeni dönemde nasıl var olacağız?” gibi önemli bir soru, Müslümanların önlerine gelmiş dikilmiştir. Bu soruya “yerinde” cevaplar verebilirsek, oluşan yeni dönemin belirleyici aktörlerinden bir tanesi de (belki de en önemlisi) Müslümanlar olabilir. Ama “yerinde” cevaplar veremezsek, yeni dünya bizim dışımızdakiler tarafından oluşturulur ve o dünyada bizler yine “istenmeyen” durumuna düşmekten kurtulamayız. Mevcut şartlar içerisinde, yeni dünyadaki yerimiz ile enerjimizi hangi uğurda tükettiğimiz arasında önemli bir irtibat oluşmuştur. Eğer “Allah’a adanmışlık” psikolojisi içerisinde ortaya koyduğumuz mücadele isteğimizi ve kararlılığımızı doğru şekillerde ifade edemezsek, havanda su dövmekten başka bir iş yapmış olmayız. Ama doğru zamanlarda doğru proje ve yaklaşımlarla ortaya çıkabilirsek, krizler içerisinde çaresiz duruma düşmüş olan insanlığın çıkış yolunu bizler aydınlatabiliriz. İşte bu noktada, “neyin mücadelesi” ve “nasıl mücadele” gibi sorular yeniden kritik hale

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

3


gelmiştir. Acilen durumumuzu gözden geçirmeli ve enerjimizi doğru noktalarda kullanmamızı sağlayacak tartışmaları yapabilmeliyiz. Bu sayıda acil tartışılması gereken bir konu olarak, “Günümüz şartlarında İslami Mücadele / İslamcılık” başlığını dosya konusu olarak seçtik. Ve bu uğurda yapılan tartışmalara katkı sunmayı arzuladık. İslam ile mücadele olgusunu birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak gören günümüz Müslümanları, diğer İslam anlayışları karşısındaki farklılıklarını göstermek için farklı kavramlar kullanmak zorunda kalmaktadırlar. Bu çerçevede; Tevhidi Müslümanlar, Muvahhid Müslümanlar, Devrimci Müslümanlar, Radikal Müslümanlar, İnkılabi Müslümanlar vs. gibi değişik tamlamalar ortaya çıkmıştır. Her grup veya cemaat kendi zihin yapısına bağlı olarak bu ve benzeri kavramlardan birini tercih etmekte ve (günümüz geleneği olarak) kullanmadığı diğerlerini eleştirmektedir. Dolayısıyla bu nitelikteki Müslümanları ayırt etmek için, üzerinde konsensüs oluşmuş ve kullanabileceğimiz tek bir kavram bulunmamaktadır. Öte taraftan akademik düzeyde bu meseleler “İslamcılık” konu başlığı ile tartışılageldiği için, literatüre uygun olması bakımından biz de bu kavramı kullandık. Fakat yanına, bu kavramı hangi maksatla ele aldığımızı da gösteren “Günümüz şartlarında İslami Mücadele” ifadesini ekledik. İslamcılık, üzerine pek çok şeyin yazıldığı ve çizildiği bir konudur. Kimileri İslamcılığı Müslüman olarak yeryüzündeki duruşunu ifade eden bir kavram olarak görür. Kimileri ise bu kavramın, soğuk savaş döneminde Müslümanların kullanılabilmesi için ortaya atılmış bir projeyi ifade ettiğini düşünür. İslamcılık hakkında pek çok şey söylenebilir veya eleştirilebilir. Ama bir de gerçek var ki, Kur’an; küfür, cahiliye, zulüm, fitne, fısk gibi kavramlarla bir “öteki” tanımlıyor. En başta cehd/cihad kavramı olmak üzere; davet, tebliğ, tebşir, inzar, müjdeleme, öğüt verme, beyan etme, marufu emretme, münkerden alıkoyma, kıtal gibi kavramlarla bir eylemsellik ve mücadele tablosu çiziyor.

▪▪ Kur’an’daki mücadele anlayışı ile günümüz İslamcılığı aynı zemine oturmakta mıdır? ▪▪ Günümüzdeki “İslami mücadele” anlayışı/ İslamcılık hangi etkenlerle oluşmuştur? ▪▪ İslamcılığın kendine has farklı yönleri, “çağın gereği” olarak görülebilir mi? ▪▪ “Hakikat kimsenin tekelinde değildir” yargısı ile İslamcılık bir noktada buluşabilir mi? ▪▪ İslamcılığın sorunlu yönleri nelerdir? ▪▪ İslamcılığı sürdürülmesi gereken bir tutum olarak görmeli miyiz? ▪▪ (Eğer gerekliyse) Günümüz şartlarını ve ihtiyaçlarını göz önünde bulundurduğumuz zaman; İslamcılığın konusu, misyonu ve araçları hakkında ne gibi önerilerde bulunabiliriz? Bu sorular çerçevesinde bu sayımızda İslamcılık konusunu ele almaya çalıştık. Farklı bakış açılarını temsil eden düşünürlerimizin bu meseleyle ilgili makalelerine yer verdik. Ayrıca bu sayımızda, akletmenin gerekliliği ve önemini ortaya koymayı hedefleyen yazı dizisi yeni bölümüyle devam ederken, “felsefe yazıları” başlığı altında yeni bir yazı dizisi başladı. Gündem yazarlarımız bu sayıda, “canlı bomba” eylemlerini, günümüzün stratejik kaynaklarından biri haline dönüşen “su”yu ve Fransa’nın Cezayir’de işlemiş olduğu suçları inceleme konusu yaptılar. Yeni bir değişim arefesindeki Tunus’ta, değişime öncülük eden Müslümanların sekülerizm ve din devlet ilişkisi konularına yaklaşımını içeren bir makaleye ve “fırka-i naciye” ve “peygamberlik” kavramlarının günümüzdeki algı örneklerini ele alan bir deneme yazısına da sayfalarımız arasında yer verdik. Sonraki sayıda buluşuncaya kadar muhabbetle kalınız...

Bu durumda cevaplanması gereken bazı sorular ortaya çıkmaktadır:

4

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Dosya: Günümüz Şartlarında İslami Mücadele / İslamcılık

Mücadele Yusuf İmamoğlu Mücadele, son dönem İslami gelişmeler

etmektedir. Atlattıkları badireler onlara güç

çerçevesinde önemli kavramlardan biri

ve dinamizm kazandırmakta, düşüncenin

haline gelmiştir. Son dönemden kasıt, Şah

derinleşmesine, söylemin daha rafine hale

Veliyyullah’la başlayıp Afgani ve Abduh ile hız

gelmesine katkıda bulunmaktadır.

kazanan, Benna, Mevdudi, Kutup ve Humeyni ile kırılmalar gerçekleştirerek yeni bir sürece giren ve yeni kırılma/gelişmelerle halen devam etmekte olan dönemdir. Bu gelişmelerin muharrik gücü; bireysel hayatın, vicdanın, ibadethanelerin sınırlarına hapsedilemeyecek ve de aydınlığın ışığı bir hayat görüşü İslam’ın bekasına rağmen Müslümanların, insanlığın önderliğini kaybettiğine dair tespitlerdir. Bu sebeple bu süreç yeniden diriliş dönemi olarak

İslami mücadele veya İslami hareket için bir süreç ve gelişmeden bahsetmek onun tek parça bir hareket olduğu anlamına gelmiyor. “İslam’a sosyal hayatta canlılık kazandırmak” şeklinde özetlenebilecek ortak paydalar var şüphesiz: İslam’ın, hayatın tümünü aydınlatacak esaslara sahip bir dünya görüşü olarak kabul edilmesi; bu kabul doğrultusunda onu hayatın tümüne şamil ve hâkim kılma, toplumsal bir yaşam

da adlandırılmaktadır.

biçimi de olduğundan siyasi boyut da dâhil

Çağın sorunlarına İslami çözümler getirmek,

da bir yapılanma biçiminde gerçekleştirilmeye

içinde bulunduğu vahim durumdan kurtulması

çalışılması gibi… Ama bu ortak paydalara

için insanlığa yardımcı olmak, daha da önemlisi

rağmen birbirine yakın veya uzak farklı

İslam’ı doğru anlamak, O’nu gerektiği gibi

çizgiler söz konusu; ayrıca çeşitli dönemlerde

yaşamak… Bütün bunların hülasası olarak

bu çizgileri de etkileyen önemli kırılmalar

İslam’a sosyal hayatta canlılık kazandırmak,

yaşanmakta. Bu da İslami mücadelenin pek çok

O’nu bilfiil dünya görüşü haline getirmek… Yani

versiyonu ile karşılaşmanın mümkün olduğu

İslami mücadele… Bu uğurda ortaya konan

anlamına gelmekte.

çabalar bir yanda İran ve Sudan devrimi gibi sonuçlar verirken bunların da kazandırdığı dinamizmle başka ülkelerde siyasi gelişmeleri etkileyecek boyutlara ulaşmış; birçok alanda Müslümanların varlığı daha çok hissedilir hale

toplumsal olarak yaşama çabası, bütün bunların

Bu çeşitlilik kendisini, eğilim duyulan yönlerden, kullanılan araçlara/yönteme, ehemmiyet atfedilen konulara, problemin teşhisine, yapılanma biçimine kadar pek çok konuda

gelmiştir.

gösterebiliyor. İslami mücadele, bir dönem

Yeniden diriliş döneminde Müslümanlar,

başka bir dönem hilafeti kurtarma veya

edindikleri tecrübe ile hem kendi geçmişleri

yeniden inşa etme çabası şeklinde ortaya

hem de mevcut sosyal yapılarla ilişkilerini,

çıkabiliyor. Kimi zaman sosyalizme eğilen

anlayış ve pratiklerini özeleştiriye tabi tutarak

söylemlerle, kimi zaman demokrasi savunması

önemli mesafeler katetmiş, etmeye de devam

ile karşılaşılabiliyor. Bir dönem çoğunlukla

felsefi saldırı algısı ile kelami tartışmalar,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

5


gizli ve örgütsel yapılanmalar görülürken

liderlik ve onu omuzlayıp başarılara ulaştıracak

başka bir dönem veya başkaları için sivil

güç olarak görülen toplum yani toplumsallık

toplum kuruluşları yaygın bir araç haline

konularını ayrı ayrı ele alacağız.

gelebiliyor. Yahut da davet çalışmaları ağırlığını yardım kampanyalarına terk ediyor. Bütün bu farklılıklara hatta zıtlıklara rağmen her görüş,

Mücadele Zorunludur

mücadele anlayışının dışarıdan gelen etkilerle

Bir dünya görüşüne sahip olup da onun için

değil sadece vahy tarafından şekillendiğini

mücadelenin gerekli olduğuna inanmamak nasıl

savunuyor. Dış dünyanın zihin yapımızı nasıl

varlığın doğasına aykırı ise İslam’ı bir dünya

şekillendirdiğinin kimi zaman farkına bile

görüşü olarak kabullendikten sonra onun için

varamıyoruz.

mücadele etmenin gerekli olmayacağı zehabına

Daha yeni referandum tartışmasında Müslümanların birbirini kolayca dışlamasından da anlaşıldığı üzere mücadele, tartışılması zor konulardan biri. Yakın geçmişte şartların zorlamasıyla şekillenmiş davranış tarzları

kapılmak da hem varlığın hem de İslam’ın doğasına aykırıdır. Zira İslam hayata aktarılmak istendiğinde gerek içerden gerekse dışarıdan gelen engellerle karşılaşmamak mümkün değildir.

bile aşılamaz kalıplara dönüşmüş durumda.

Kur’an’da mücadele ile ilişkilendirilebilecek

Toplumsal dönüşüm, öncü cemaat, harekete

birçok kavram söz konusudur. Amel, ibadet,

bağlılık biçimi, davet, yapılanma, liderlik,

cihad, kıtal, mücadele, İslam, sabır hatta

düşüncenin kurgulanması gibi mücadele ile

tevekkül, tefekkür gibi kavramlar İslam’ı hayata

doğrudan ilgili hususlarda kendi oluşturduğumuz

aktarma çabasının/mücadelesinin farklı yönlerini

anlayışlar bile dokunulmaz konular haline

ifade ederler. Şimdi bu kavramlardan bazılarına

gelmiş; grupsal asabiyetler oluşmuş vaziyette.

mücadelenin zorunluluğu bağlamında kısa kısa

Bütün bunlara rağmen konuyla ilgili anlayışımızı

değinelim.

pek çok noktadan değerlendirip irdelememiz/ sorgulamamız gerekiyor.

Mücadele kelimesi Arapça ce-de-le fiil

Bu yazı bunlardan bir kısmına talip. Mücadele

formunda ve bizim kullandığımız gibi genel

konusunu bu yazıda kavramsal bir boyutta

bir çabayı, fiili çatışmaları ifade etmek için

ele almaya; mücadele olgusunun doğasında

kullanılmaz. “Cedelleşme”de kastettiğimiz

yatan esaslara, konuyla ilgili toplumsal

gibi sözle/dil ile yapılan tartışma anlamında

sünnetlere dikkat çekmeye çalışacağız.

kullanılır. 26 kez geçen bu kelimenin Kur’an’daki

Kavramsal boyuttan kastımızın soyut bir kavram

kullanıldığı anlamları şöyle sıralayabiliriz:

çalışması olmadığını, İslam’ın hayata aktarılma

Tartışmak (58/1, 22/68), tartışıp durmak/kabul

çabasının yazının çerçevesini belirleyeceğini de

ettirmeye çalışmak (7/71), didişip durmak

belirtmemiz gerekiyor.

(11/32), çekişmek/ağız kavgası yapmak

kökünden türemiştir. Kur’an’da “mücadele”

(18/54), savunma yapmak (4/107-109, 11/74).

Yazının planı ise şöyle:

Hakkı batılla bastırmak için mücadele edip

Önce mücadelenin İslami sorumluluğun bir gereği olduğunu Kur’ani kavramların izahıyla ifade etmeye çalışacağız.

durmak (40/5, 18/56), hesap günü herkesin kendini kurtarmak için uğraşması (16/111), hacda kavga etmek (2/197), Allah veya ayetler hakkında mücadele etmek (42/35, 40/69,

Kendini İslam’a nispet eden farklı mücadele

31/20, 22/3, 22/8, 40/4, 13/13) gibi ifadeler

anlayışlarının olduğu malumdur. Bu geniş

de sözlü tartışma, cedelleşme anlamında

yelpazeye kısaca bir göz atıp bunlardan

kullanılmaktadır. Allah ve ayetler hakkında bir

hangisinin bu yazıyı daha çok ilgilendirdiğine

delile dayanmadan yapılan tartışmalar eleştirilip

dikkat çektikten sonra mücadelenin üç temel

bunun ancak kâfirler tarafından yapılacak bir

esası olan; mücadeleye kaynaklık eden aykırı

şey olduğu, dostlarının şeytanlar tarafından

düşünce, mücadeleyi yönlendirecek olan

mü’minlerle böyle tartışmalara itildiği (6/121), bunların göğüslerinde yetişemeyecekleri bir kibir

6

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


taşıdıkları (40/56), insanın cedelleşmeye hevesli

Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan

olduğu (18/54) beyan edilmekle; bütün delilleri

ayırt edilmiştir. Artık her kim tâğutu inkâr edip,

görseler bile Peygamber’e gelerek onunla

Allah’a inanırsa, sağlam bir kulpa yapışmıştır ki, o

tartışanlar (6/25), savaşa çıkmamak için tartışıp

hiçbir zaman kopmaz. Allah, her şeyi işitir ve bilir.

duranlar (8/6), sırf tartışma olsun diye “Bizim

(2-Bakara 256)

ilâhlarımız mı daha hayırlıdır, yoksa O mu?” (43/58) diyenler eleştirilmekle birlikte sözlü mücadele hepten kerih görülen bir şey değildir. Tam aksine:

Müslümanlara düşenin sadece tebliğ olması, sorumluluğun, ikna etmek/inanmalarını sağlamak değil duyurmak olduğu anlamına gelmektedir. Bu duyurmanın nasıl olması

Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete kavuşanları da en iyi bilendir. (16-Nahl 125)

gerektiği hususunda ise zikrettiğimiz bu üç kavram önemli yol göstermelerde bulunmaktadır. Bu yol göstermeyi kısaca şöyle ifade edebiliriz: Tebliğ, beşerin kurtuluşu

[ve 29/46] diye buyrulmaktadır.

için Allah’ın gönderdiği mesajı eksiltmeden,

Rabbin yoluna güzel söz ve hikmet ile

ulaştırmaktır. Tebyin/beyan, meselenin vuzuha

çağırmak Müslüman’a düşen bir sorumluluktur.

kavuşmasını sağlamak, anlaşılmasının önündeki

Bunu da en güzel şekilde tartışarak yerine

engelleri izale etmek/etmeye çalışmaktır. Tecdil

getirmek gerekir. Bu sorumlulukla ilgili

veya diyalog ise en güzel bir şekilde güzel söz

Kur’an’da kullanılan iki önemli kavram daha

ve hikmet ile tartışmak, mesajı anlamalarını

bulunmaktadır: Tebliğ ve tebyin…

sağlamaya çalışmakla beraber onlardan gelecek

Tebliğ, be-le-ğa kökünden gelir ve ulaştırmak demektir. Birçok ayette Peygamber’e dolayısıyla da Müslümanlara bu konuda düşen

artırmadan, bozmadan, ifsat etmeden yerine

itiraz ve sorulara en uygun cevapları verme çabasıdır. Tebliği kullanırken çoğunlukla bunların bütününe atıfta bulunuruz.

sorumluluğun sadece tebliğ olduğu ifade

Sözlü, aynı zamanda yazılı mücadele diye ifade

edilmektedir.

edebileceğimiz bu alana dâhil edilebilecek

Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, biz seni onların üzerine bir bekçi olarak göndermedik. Sana düşen sadece tebliğdir… (42-Şura 48) Onlara vadettiğimiz azabın bir kısmını sana göstersek yahut seni, onu görmeden vefat ettirsek,

nasihat, öğüt vermek gibi başka kavramlar da var şüphesiz. Bütün bu kavramlardaki genel çerçevenin, fayda umuluyorsa öğüt vermekten vazgeçmemek (A’la: 9), ölçülü ve hikmet üzere davranmak, ihtiyacı gözetmek, hakikati gizlememek olduğunu söyleyebiliriz.

yine de sana düşen sadece tebliğ etmek, bize

“Bize düşenin sadece tebliğ” olması, konuyla

düşen de hesaba çekmektir. (13-Ra’d 40) [ve

ilgili sorumluluğun hoparlör olmaktan ibaret

3/20, 7/79, 5/92, 16/35, 16/82, 36/17]

bir misyon olarak anlaşılmasına müsaittir.

Tebyin/beyan ise izah etmek, açmak/ açıklamak, gizlememektir. Peygamberlerin, anlaşılabilmeleri için kendi kavimlerinin diliyle gönderilmesi (14/4), ayetlerin çeşitli izahlarla açıklanması (5/89), öldükten sonra dirilmenin delillerle ispat edilmesi (22/5) için “be-ye-

Böyle düşünüldüğünde davetçinin önemli bir zorluk/sıkıntı ile karşı karşıya kalmayacağı için “tebliğ”in mücadele ile bir ilişkisi de kalmamaktadır. Oysa sadece sözlü anlatımla sınırlıyor bile olsak tebliğ ciddi bir mücadele alanıdır.

ne”den türeyen kelimeler kullanılmaktadır. Kitap

Öncelikle kişi hak sözü dillendirmeye kalktığında

ehlinden kitabı gizlemeyip açıklamaları/beyan

batılın savunulmasına dayanan birçok engelle

etmeleri istenmiş (3/187), hakkın batıldan

karşı karşıya kalacaktır. Engeller, alaylar,

ayırt edilmesi tebeyyene şeklinde ifade edilmiş,

manipülasyonlar, cazip tekliflerle yoldan

dinde zorlamanın olamayacağı bu ayırımın

çıkarma çabaları vs. karşısında eğilmeden,

gerçekleşmesiyle ilişkilendirilmiştir.

taviz vermeden durmak önemli bir mücadele

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

7


konusudur. Ayrıca bu mücadelede karşı karşıya

kurtuluş yolu olduğu çok daha keskin bir şekilde

bulunduğumuz engel sadece daveti reddeden/

ifade edilmektedir.

saptırmaya çalışan hasımlar, düşmanlar değil, kimi zaman kendi nefsimiz de olabilir. Tartışmada galip gelmek, son sözü söyleyen olmak nefse cazip gelir. Tebliğ karşı tarafın sözü anlamasını sağlamaya çalışmaktan çıkıp

Ancak iman edenler, salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır. (103-Asr 1-3)

çokbilmişliği, haklılığı ispatlama/galibiyet

İman ve salih amel yoksa kurtuluş da yoktur,

mücadelesine kolayca dönüşebilir. Kapıldığımız

insan hüsrana mahkûmdur. Peygamber’le

herhangi bir nefsaniyetle kendimiz davetimizin

birlikte mücadele edip zorluklara katlananların

önüne engel teşkil edebiliriz.

her çabası nasıl salih birer amel olarak kabul

Dolayısıyla sözü söylemiş olmak bizi sorumluluktan kurtarmaz. İnanmaları, ikna olmaları için kendimizi paralamak doğru olmasa

görüyorsa (9/120) hakkı ve sabrı tavsiye etmek de salih amelin önemli birer ortaya çıkış biçimidir.

da ne kadar ve nasıl söylediğimiz son derece

İman kavramının Kur’an’da sürekli salih amel

önemlidir.

ile birlikte zikredilişi oldukça dikkat çekicidir.

Allah’ın dininin insanlara en güzel şekilde ulaşması ve dosdoğru anlaşılması için çaba sarf etmek mücadelenin başlangıç ve yol boyu

Öyle ki, salih amel ile eş anlamlı sayabileceğimiz güzel (ahsen) amel yaratılış sebebi olarak zikredilmektedir.

sürekli devam eden temel adımlarından biridir.

O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek

Bu çabayı da kuşatacak şekilde, mücadele

için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür,

olmazsa kurtuluşun mümkün olamayacağını

bağışlayandır. (67-Mülk 2) [ve 11/7]

ifade eden Kur’ani kavramlardan birisi de salih ameldir. Salih amel sahiplerinin korku ve hüzünden kurtarılıp ecirlere ulaştırılacağı (2/62, 5/69, 98/8), onlara dünyada da kolaylık gösterileceği (18/88) bildirilmekte, kurtuluş salih amele bağlanmaktadır (19/60, 20/75). Allah’ın yeryüzüyle ilgili vaatlerine de salih amel sahiplerinin ulaşacağı bildirilmektedir (24/55). İnsandan Allah’a yükselecek güzel şeyler ancak salih amel sayesindedir (35/10). Günahlarının Rableri tarafından örtülmesi (47/2, 64/9), hidayete ulaştırılmaları (10/9, 65/11), insanların hayırlılarından olabilmeleri (98/7) sadece iman değil aynı zamanda salih amel sayesindedir. Ziyana uğramanın sebebi ise salih olmayan amel sahibi olmaktır.

Asr suresi salih ameli imanla birlikte kurtuluş şartı olarak zikrederken Hucurat suresi, bedevilerin iman ettik demesinin gerçeği yansıtmadığını, imanın henüz kalplerine yerleşmediğini bildirmekte sonra da imanın şüpheden uzak durarak ve de amel ile kalbe yerleşeceğini ifade etmektedir (49/14-15). Birçok hadiste “Allah’tan başka ilah olmadığına iman eden kurtulmuştur” şeklinde ifadeler geçiyorsa da Enes’den rivayet edilen bir hadiste “iman temenni ve tehalli ile değil kalpte yerleşmesi amelin de onu tasdik etmesi ile vücut bulur” denmektedir. Bu hadisin sıhhat tartışması bir yana, Kur’ani bir mantığı ifade ettiği açıktır. Amel, iman ile aynı şey veya ondan bir cüz değildir, ama mücerret bir iman bedensiz bir

Nuh Rabbine niyaz edip dedi ki: “Ey Rabbim!

ruha benzetilebilir. Amel imanın bir ürünüdür,

Oğlum benim ehlimdendi senin vaadin de elbette

fakat amelin desteklemediği bir iman, varlığını

haktır ve gerçektir. Ve sen hâkimler hâkimisin.”

uzun süre koruyamaz. Çünkü iman, bilgiden/

Allah: “Ey Nuh! O kesinlikle senin ehlinden değildir.

varlığını kabul etmekten öte bir şeydir.

Çünkü o salih olmayan bir amelin sahibidir. Hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben, seni, cahillerden olmaktan sakındırırım.” (11Hud 45-46)

İslami esas, biçim ve hedeflere uygun her türlü eylemin adı olan salih amel ya da amel olmadan kurtuluşun mümkün olamadığı hatta mümin olarak kalmanın bile sürdürülebilir bir

Asr suresinde ise iman ve salih amelin tek

8

Asra yemin olsun ki, insan mutlaka ziyandadır.

durum olamayacağı, mücadelenin en önemli

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


dayanaklarındandır. Mücadele yoksa kurtuluş

durumu “Allah uğrunda gerektiği gibi cihad

da yoktur. Gelişme çabası yoksa bulunulan yeri

edin…” (22-Hacc 78) şeklindeki genel ifade

koruyabilme ihtimali de söz konusu değildir. Zira

yeterince anlatmaktadır. Bu sorumluluğun ifası

hiçbir içe dönük ıslah çalışması/mücadele, dışa

için birçok engelle karşı karşıya kalınacağı ama

dönük ıslah çalışması/mücadelelerden bağımsız

onlara takılıp kalınmaması gerektiği de cihad

değildir.

şuurunun bir gereğidir (9/24).

Mücadelenin zorunluluğunu ve aynı zamanda

Şu anlaşılmaktadır ki, Allah uğrunda bir çaba

başka bir boyutunu ortaya koyan bir diğer

yani mücadele yoksa ne hayra ne de kurtuluşa

Kur’ani kavram ise cihattır. Cihad, çalışıp

ermek mümkün değildir. Velev ki bu çaba savaşı

çabalamak anlamındaki ce-he-de fiil kökünden

gerektiriyorsa ondan kaçınmak müminlere

gelmektedir; çalışıp çabalamak (29/6), ceht

yakışmaz. Ve Allah oturanlarla savaşa çıkanları

etmek, zorlamak (31/15) gibi anlamlara gelir.

bir tutmaz (4/95). Kur’an’da 41 kez geçen

En ağır (6/109), en kuvvetli (16/38), bütün/

cihad kavramı kimi yerlerde doğrudan savaş

olanca gücüyle (5/53, 35/42) şeklinde tercüme

anlamında kullanılıp gerektiğinde onun da bir

edilen kalıplarından da anlaşılacağı üzere cihad,

sorumluluk olduğunu vurgularken savaşı daha

gücün yettiği (9/79) ölçüde ama o gücü azami

doğrudan ifade eden bir kavram da kıtal yani

nispette kullanarak gerçekleştirilen bir çabadır.

savaştır.

Çoğunlukla savaşla eş anlamlı kullanılan cihad kavramı aslında çok daha geniş bir eylem alanını ifade etmektedir. Birçok ayette “mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad” şeklinde geçmesi hem her türlü çabayı kuşattığını hem de Allah için çalışmanın önüne engel olarak ileri sürülebilecek bir şey olmadığını anlatmaktadır. Allah ancak kendi uğrunda çaba saf edenleri yollarına ulaştırır (29/69), hayrı onların üzerine yağdırır (9/88), Allah’tan sevgi ve merhameti onlar umabilirler (2/218). Salih amel gibi Allah yolunda cihad da denenme konusudur (3/142, 9/16, 47/31, 49/15). Hayr ve iyilik olsun diye yapılan işlerin bir kıymeti vardır, ama Allah kendi yolunda cihad etmeyi/çaba sarf etmeyi insanların kendi kurguladıkları iyilik anlayışından farklı bir yere koymaktadır (9/1920). Kurtaracak olan Allah yolunda sarf edilen çabalardır.

Kıtal’in öldürmek anlamına gelen ka-te-le fiil kökünden türediğini; bu kökten türetilen kelimelere savaş, öldürme gibi anlamların dışında mücadele anlamının verilmesinin doğru olmayacağını öncelikle belirtmek gerekir. Haksız yere cana kıymak yeryüzünün en ağır suçlarındandır (6/151, 17/33, 4/29). “Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir nefsi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur”

(5/32) ve (4/92-93). Bu sebeple savaşın ve öldürmenin önüne geçmek için alınan, haram aylarda savaşmanın yasaklanması gibi tedbirler ve yapılan düzenlemeler İslam tarafından da desteklenmiştir (2/217, 9/36). Ancak savaş, insanın, nefsin aşırı istekleri peşi sıra gitmesi nedeniyle insan hayatından sökülüp

Ey iman edenler! Allah’tan ittika edin. O’na yaklaşmaya vesileler arayın, O’nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz. (5-Maide 35) [ve 61/11]

atılması mümkün görünmeyen bir olgudur. Zalimlerin, gasıpların varlığı savaşı kaçınılmaz kılmaktadır. Öldürmenin kötülüğü nedeniyle savaş hepten yasaklanmış olsaydı yeryüzünün düzeni bozulur, (2/251) iyilerin yaşayabileceği

Allah yolunda cihadın kişinin kendi nefsine karşı

bir alan kalmazdı. Zira hem zalimlerin açtıkları

direnmekten hakkı anlatmaya (25/52), savaş

savaşlar hukuksuz/sınır tanımaz hem de “fitne

meydanında can pazarına çıkmaya (9/41, 73)

öldürmeden daha şiddetli”, (2/191, 2/217)

varana kadar birçok çeşidi vardır. Kişinin anlayış

tehlikelidir. İnkâr edenler tağut yolunda

ve idrak kapasitesini dışlamamak kaydıyla

savaşa devam edeceklerine göre inananlar da

zamanın ve konumun gerektirdiği sorumluluk ne

Allah yolunda savaşı sürdürmelidirler (4/76).

ise onu yerine getirmek boynunun borcudur. Bu

Zulme ve fitneye savaştan başka bir karşılıkla

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

9


mukabele edilmesinin mümkün ve anlamlı

mücadeleyi anlatan bir başka terim ise Kur’an’da

olmadığı durumların varlığı inkâr edilemez bir

en çok geçen ve merkezi kavramlardan biri olan

gerçektir. Durum bu noktaya geldiğinde ondan

ibadettir.

kaçmak, kaçınmak için bahaneler aramak sorumluluktan da kaçmak, Allah için girilen yolda mücadele alanını terk etmektir. Bu sebeple sadece din uğruna değil, zalime karşı mazlumun hakkını korumak için savaşmamak da yadırganmaktadır.

hem ibadetin bütünü içinde sahip oldukları fonksiyon hem de sabır ve istikrar istemesi nedeniyle mücadelenin önemli bir parçası olduğu muhakkaktır. Fakat daha önemlisi ibadetin aslında bunlardan ibaret olmayıp

Hem size ne oluyor ki, Allah yolunda: “Ey

hayatın bütününde kendisini gösterme

Rabbimiz! Bizleri bu halkı zalim olan memleketten

özelliğidir. Zira ibadet yaratılışın gayesidir.

çıkar, tarafından bizi iyi idare edecek bir sahip

“Cinler ve insanlar ancak Allah’a ibadet etmek

ve bize katından bir kurtarıcı gönder” diye

için yaratılmıştır.” (51/56) Bu da her çeşit

yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar

insani uğraş ve çabanın Rabbin rızası ve isteği

ve çocukların kurtarılması uğrunda savaşa

doğrultusunda şekillenmesinden, hayatın bu rıza

çıkmıyorsunuz? (4-Nisa 75)

ve isteğe bağlı olarak dinamizm kazanmasından

Allah dileseydi yeryüzünün düzenini başka türlü sağlayıp “onlardan başka türlü de intikam alırdı. Fakat böyle olması sizi birbirinizle denemek içindir.” (47/4) Allah zalimlerin cezalandırılmasında inananlara/ zulme karşı olanlara bir konum tayin etmekte/ onlara da bir sorumluluk yüklemektedir

ibarettir. Demek ki uyanık, dikkatli ve sabırlı olmak gerekmektedir (4/172). Zira daima yoldan saptırmak isteyen türlü türlü aldatıcı ve engelleyici ile karşı karşıyayız. Oysa Kur’an yalnız Allah’a ibadet etmemizi (12/40), O’na ibadetimize hiç kimseyi ortak etmememizi istemektedir (18/110).

(9/14, 123). Böyle bir durum oluştuğunda bu

Ey Âdemoğulları! Ben sizinle “Şeytana kulluk

durumun safları ayırt edici bir fonksiyon icra

etmeyin, o size apaçık bir düşmandır. Bana ibadet

ettiği de bildirilmektedir (3/166-167). Gerekli

edin, doğru yol budur” diye sözleşme yapmadım

olduğunda bu sorumluluktan kaçanlar şiddetle

mı? (36- Yasin 60-61)

eleştirilmekte, bu kaçış nefsanî taleplerden kaynaklanan korkulara bağlanmakta (2/246), zaaf olarak nitelenmekte (4/77, 5/24, 8/15-16, 47/20, 9/13); Allah yolunda öldürülenler ölü bile sayılmamaktadır. (2/154, 3/169) Allah yolunda canını feda etmeyi göze alarak mücadeleden kaçmayanlar her bakımdan övülmekte, türlü ödüllerle mükâfatlandırılacakları, Allah’ın sevgisine mazhar olacakları bildirilmektedir. Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever. (61-Saf 4)

10

Namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetlerin de

Kur’an, Allah’tan başkasına olağan üstü güçler atfederek dua etmeyi, ibadet kastı taşıyan hareketlerle tapınmayı onları ilah edinmek/ ibadet etmek sayıp men ettiği gibi; şeytana, siyaset adamlarına, tağuta (16/36, 5/60, 39/17), Allah adına kendince hükümler koyan din adamlarına (9/31), sureti haktan görünen kanaat önderlerine, fikir babalarına (37/2230) ibadetten de söz etmekte ve bunları da yasaklamaktadır. Demek oluyor ki, hem Allah rızası doğrultusunda

Savaş, küçük cihad olarak niteleyenlerin aksine,

verilecek her türlü mücadele, uğraş ve çaba

insan nefsine ağır gelen çetin bir yüktür;

ibadetin gereğidir ve onun kapsamı içindedir,

(2/216) fakat fitne kalmayıp din yalnız Allah’ın

hem de yalnız Allah’a ibadet eden bir kul olarak

oluncaya kadar savaşı sürdürmek Müslümanlara

hayatı sürdürüp tamamlamak bizatihi bir

yüklenmiş mücadelenin bir parçasıdır,

mücadeledir. Yol engellerle doludur. Engelleri

“vazgeçerlerse düşmanlık ancak zalimlere

aşmak/mücadelede başarılı olmak ise sabır

karşıdır”. (2/190, 193)

gerektirir.

Cihad, kıtal gibi eylemleri de kuşatan bir içerikle

Sabır olmazsa değil mücadelede başarılı

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


olmak, bir mücadeleden bile söz edilemez. Allah’ın Hz. Yusuf’u güzel bir lütufla nimetlendirmesinin sebebi ondaki takva ve sabırdır. “Allah, muhakkak ki, güzel işler yapanların mükâfatını zayi etmez.” (12/90) Lokman’ın oğluna “Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten sakındır. Başına gelenlere sabret, çünkü bunlar, azmi gerektiren işlerdendir.” (31/17) demesi gibi sabır mücadelenin bir parçasıdır. Bu sabır Eyyub’un örnek sabrı (38/44) gibi darlık, zorluk ve sıkıntılara sabretmeyi de gerektirir cihad, ibadet ve tebliğ gibi sorumlulukların önüne dikilen engellere karşı dirençli olmayı da gerektirir. (16/110) Hileleri boşa çıkarmak (3/120) Allah’ın yardımına mazhar olabilmek (3/125), imtihan olunduğumuz fitnelerden yüzü ak olarak çıkmak, eziyet verici muamelelerden yılmamak (3/186, 25/20) için sabretmek gerekir. Allah’a güvenip dayanmanın gereği olarak elbette eziyetlere sabredeceğiz. (14/12) Ama bu, susmak boyun eğmek değil, direnci ve dinamizmi kaybetmeden mücadeleyi sürdürmek demektir.

Hangi Mücadele! Sorunun nerede olduğuna dair tespitler mücadelenin ne ve nasıl olması gerektiğini de belirlemektedir. Çöküş nereden başlamışsa çözüm merkezinin de orası olması gerektiği, yaygın bir düşünüş biçimidir. Buna bağlı olarak da kendini İslam’a nispet eden mücadele anlayışının pek çok çeşidi ile karşılaşmak mümkündür. Bunlardan birisi tasavvuf ekollerinin söz ettiği nefis tezkiyesidir. Onlara göre sorun insanın dünyaya eğiliminden kaynaklanmaktadır. İnsanın, nefsin isteklerine düşkünlüğü, ruhu ve toplumsal hayatı tehdit eden bir potansiyeldir. Onun için nefsin terbiye edilmesi gerekir. Bu da nefsi dünyadan, dünyanın zevk ve eğlencesinden uzak tutup ona eziyet ederek yapılabilir. Uzak durulması gereken sadece dünyalıklar değildir. Yine nefse hoş gelen veya nefse hoş gelen şeylere vesile olan siyaset ve sosyal ilişkiler gibi konular da uzak durulması gereken alanlardır. Bu anlayışın belli bir eşiği geçtikten sonra

Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri belli

sınırların flulaşıp neredeyse helal-haram

etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete

ayırımının yok olduğu bir noktaya ulaştığını ve

girivereceğinizi mi sandınız? (3-Al-i İmran 142)

zamanla siyasi konulara dalıp politik arenada

Kısacası, İslam’a inanmak ve onu bir hayat görüşü olarak kabul etmekle bir mücadeleyi de omuzlamış oluyoruz. Zira mücadelesiz bir İslam iddiası mümkün değildir. Deneneceğiz ve de deneniyoruz. Gerektiği gibi ibadet edip etmediğimizle, salih amel sahibi olup olmadığımızla, gerekli çabayı sarf edip etmediğimizle, sabredenlerden olup olmadığımızla…

malzeme haline geldiklerini not etmek gerekir. Bu ve benzeri sorunlarının sebebi, önerdikleri dünya görüşüne esas teşkil eden kaynağın/ ilhamın, birçok değişkenden etkilenmeye müsait olan beşeri sezgiye dayanıyor olmasıdır. Son dönemlerde geçirdiği değişimler sebebiyle daha sosyal bir yapıya bürünmüş olsa da çözüm olarak ruhbanlığı önermektedir. Dünya zevklerine aşırı eğilimin yarattığı sorunlara karşı haklı bir tepki ile doğmasına rağmen kendi

Bu ilkeler genel anlamlarıyla gündem edildiğinde kendini İslam’a nispet eden hemen herkesin bunlar üzerinde ittifak edeciğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak birbirinden hayli farklı, kimi zaman birbirine tamamen zıt mücadele biçimleriyle karşılaşmak da mümkündür. Mücadelenin gerekliliği ve genel ilkeleri üzerinde

önerisini de hakkıyla uygulayamayan nefis tezkiyesi, mücadelede düşman olarak nefsi görmektedir. Hedef, ondaki dünyalık eğilimini, gururu, kibri yok edip insan-ı kâmil olmaktır. Selefi yaklaşımdaki kaynakların özüne dönme ve Asr-ı Saadet’i tekrar etme anlayışı, benimsediği mücadelenin yönünü ve biçimini

ittifak zor değil iken nasıl bir mücadelenin doğru

de belirlemektedir. Peygamber’in mücadelesi

ve isabetli olacağına dair söz söylemek o kadar

sadece esasları değil, biçimi ve adımları da

kolay görünmemektedir.

belirleyen bir yöntemdir. O’nun adımlarına

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

11


harfiyen uymak gerekir. Sonradan meydana

mücadelenin de bir yöntem olarak ortaya

gelen sosyal yahut başka değişimler buna

çıktığı görülmektedir. Farklı ülkelerde biçim

etki edebilecek bir niteliğe sahip değildir.

ve ilkelerinin, otoriteye mesafesinin değiştiği

Peygamber’in yöntemi bir örnek olmaktan öte

bu yöntemin ortak özelliklerinden birisi, daha

aynen tekrar edilmesi gereken bir şablondur.

zararsız ve kansız bir dönüşümü hedeflemesidir.

Mekke ve Medine dönemlerinde düşman ne ve nasıl idiyse, sonraki Müslümanlar için de

Bu hareket içinden doğan ve bu yönteme

hem bu dönemler hem de bu dönemlerin

muhalif diğer bir anlayış ise bugün radikal

karakterine uygun düşman aynıdır, değişen

İslam adıyla müsemmadır. Mevdudi ve Seyyid

isimler ve şekillerdir. Yeni gibi görünen şekillere

Kutub’un fikirlerinin öncülük ettiği Kur’an

aldanmamak gerekir. Cahiliye başka isimlerle

ve sünneti tek referans olarak alan, kaynak

her dönemde tekrar ortaya çıkar. Mücadelenin

gibi yöntem ve hedeflerin de ilahi olması

birincil hedefi İslam’ı ilk dönemde belirlenmiş

gerektiğini savunan bu anlayış, son dönem

ve uygulanmış olan evrenselliğine uygun olarak

İslami hareket üzerinde etkisi en çok hissedilen

anlamak ve anlatmaktır. Buna bağlı olarak

anlayıştır. Aslında fikrin belirleyicisi olan

da sosyal hayata ilişkin en önemli mücadele

isimlerle takipçilerinin davranış tarzları arasında

konusu, zamanın cahiliyesini yok etmek, Allah’ın dinini/hükmünü hâkim kılmak, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmeden bir idare tesis etmektir. Hedefi, mevcut cahili rejimlerin yerine İslami bir yönetim tesis etmek olanlar selefi ekolden ibaret değildir. Otoritenin sahip olduğu cahili, gayr-i İslami nitelik toplumsal kötülüklerin ana sebebi olarak görüldüğü için Allah’ın hükmünün egemen kılınması, ayrıca toplumsal alanda şer’i hükümlerin uygulanmasının bir sorumluluk olması nedeniyle otoritenin İslami bir niteliğe kavuşturulması birçok ekolün hedefidir. “İslami hareketin nihai ve zorunlu sonucu İslami bir devlet ve medeniyetin kurulmasıdır.”1 İçinde bulundukları ülkenin siyasetine de bağlı olarak bu hedeflere ulaşmak için şiddet eylemlerine yönelenler, yeraltı örgütlenmelerine gidenler de olmuştur.

fikirlerinden sisteme tam karşıtlık ve uzlaşmazlık ilkeleri çıkarılırken, kendisinin parti örgütlenmesi yoluyla mücadelesi açıklanamamaktadır. Radikal İslamcı hareketler, toplumun bir bütün olarak dönüşmesini hedeflemektedir. Otoritenin değiştirilmesi bu dönüşümün en belirgin, etkili ve ölçüt değişimlerinden birisi olsa da tek amaç değildir. Asıl hedef toplumun dönüşümüdür. Buna göre hareketin “tabii seyri örnek asrı elbet bir gün geri getirecektir.”2 Ahkâm ve şeriat konularında Selefiye’ye yakın oldukları söylenebilir. Ancak yöntem, devrim, toplumun İslami hareke bir kitle hareketi olduğundan kendisiyle

2

kıyaslanacak tüm kitle hareketlerinden farklı bir özelliğe sahiptir. Bu farklı özellik İslami hareketin boyutlarının açık olan bir kritere sahip olmasıdır. Yanı sıra bu kritere ulaşma üslup ve metotları da rahatlıkla

Otorite ile ilgili problem ve hedefleri dışlamadığı halde “sana düşen sadece uyarmaktır”

bilinecek bir düzeydedir. Buna ek olarak sistemin kendisi ve yan kuruluşları için pratiği gayet berrak olan bir geçmiş ve her yönden örnek olan bir “Saadet Asrı”

düsturunu ilke edinen hareketlerin varlığı da

mevcuttur. Sistemin tabii seyri bu örnek asrı elbet

bilinmektedir. Bunlar, sorumluluğun uyarmak/

bir gün geri getirecektir. Bu kriter, tüm marifetlerin

tebliğ olduğunu düşündükleri için özellikle idareci ve etkin konumda olanları İslam’ın ilkeleri ile uyarmayı bir yöntem olarak

kaynağı olan vahiy (Kur’an-ı Kerim)’de muhafaza edilmektedir. Hareketin pratik metodu ise Resulullah’ın sünnetidir ve o da aynı şekilde ortadadır. Bu sistemin örnek uygulaması ise peygamberin kurduğu Medine

uygulamaktadırlar. Gerisinin dinleyene kaldığını,

Medeniyeti’dir. İşte bu mümtaz medeniyet tarih

duyurmakla kendi üzerlerinden sorumluluğun

boyunca ve asrımızda pek çok İslami hareketlere

sakıt olduğunu düşünmektedirler.

ilham kaynağı olmuştur. Mısır’da Müslüman Kardeşler,

Hasan El-Benna’dan sonra sistem içi araçların

teşhise uygun olarak ilk kaynak olan Medine

kullanılması anlamına gelen demokratik İslami Hareket Problemleri ve Amaçları. Dr. Kelim

1

Sıddıki, Bir Yayıncılık, 2. Baskı, S. 127

12

belirgin farklılıklar vardır. Örneğin Mevdudi’nin

Pakistan’da Cemaat-i İslami bu araştırmamızdaki Medeniyeti’ne uygun bir hayat şeklini yaygınlaştırma eylemini ortaya koymaya çalışmışlardır. (İslami Hareket Problemleri ve Amaçları. Dr. Kelim Sıddıki, Bir Yayıncılık, 2. Baskı, S. 25)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


sınıfsal bir yapı arz ettiğine dair tanımlamaları,

sağlamak için çaba, gayret sarf etmekten söz

örgütlenme gibi birçok hususta güncel sosyal

etmiş oluruz. Bu çerçevede, iki tür mücadelenin

bilimlerden, başka özgürlük ve bağımsızlık

varlığından söz edilebilir. Biri, millet, soy veya

hareketlerinden de etkilenmektedirler.

sınıf temelinde zulme maruz kalanların hak,

Bu yazının amacı farklı mücadele anlayışlarını irdelemek olmadığından daha fazla örneği sıralamaya veya örnekleri ayrıntılı değerlendirmeye gerek yoktur. Ortak sorunları irdelemek mücadele olgusunu, İslami mücadelenin problemlerini anlamak için daha faydalıdır. Bu bakımdan birçok başlıktan söz edilebilir: Lider/liderlik, yapılanma biçimi, diğerleriyle özellikle de hedef kitlesi ile iletişimi, hareketin dayandığı ve harekete ait İslami yorum, davet/tebliğ anlayışı, kendisi ve ötekiler arasına çizdiği çizgiler, topluma ve toplumsal dönüşüme ilişkin hedefleri, oluşturmayı amaçladığı birey profili, müntesiplerine yüklediği

özgürlük, bağımsızlık mücadelesi; diğeri ise doğruluk-yanlışlık, hak-batıl temelinde inanç ve dünya görüşü mücadelesi… İddiaları yönünden baktığımızda bunlar birbirinden her zaman tam olarak ayrılamaz, örtüşen yönleri vardır. Her iki çeşitte de doğruluk ve hak iddiası, hem ideolojik/teorik hem eylem boyutu söz konusudur. Ancak birincide çıkar temelinde hareket ve eylem yönünün öncelikli olduğu söylenebilirken, ikincide belirgin biçimde düşünce/ideoloji, dünya görüşünün önde ve belirleyici olduğu söylenebilir. Hatta ikincinin sadece düşünce mücadelesinden ibaret olduğu bireysel örnekler söz konusudur.

sorumluluk gibi. Biz bunlardan, diğerlerini de

Sosyalizmin söz ettiği işçi sınıfının kapitalist

belli oranda ilgilendirdiği için liderlik, yapının

sınıfa karşı mücadelesi sınıf temelinde ortaya

sahip olduğu düşünce/ideoloji ve toplumsallık

çıkmış zulme karşı bir mücadele söylemidir.

konularını irdelemeyi hedeflediğimizi

İşçi sınıfında yer alanların üretim araçlarını

belirtmiştik. Bunları irdelemek İslam adına

ele geçirip zulümden kurtulmak için ideolojik

ortaya çıkan bütün mücadele anlayışlarına

bir ortak paydayı paylaşmaları öncelik

bir şekilde temas etmek anlamına geliyor.

taşımamaktadır. Amerika’nın İngiliz Krallığı’na

Ancak daha çok göz önünde bulunduracağımız

karşı verdiği mücadele, İngiliz işgaline karşı

anlayışın, Radikal İslamcı olarak nitelenen

Hindistan’ın mücadelesi, Sovyet zulmüne karşı

anlayış olacağını da belirtmeliyiz. Çünkü bu

Birlik içindeki milletlerin bağımsızlık çabaları

anlayış hem İslam adına kaydedilen son dönem

birer mücadeledir, tabiatları gereği de eylem

gelişmelere imzasını atmış hem de ileri doğru

ağırlıklıdır.

atılacak hamlelerin en önemli ve önde gelen adayı olarak durmaktadır.

Oysa bazı mücadele örnekleri, mevcut durumun

Bu değerlendirmeye geçmeden önce, İslami

sadece düşünceyi dile getirmekten ibaret

mücadelenin niteliğini anlamaya katkıda

kalabilir. Bu, öncelikle muhalif düşüncenin

bulunacağı düşüncesiyle türleri bakımından

nispeten de olsa kapsamlı bir içeriğe sahip

mücadeleye bir göz atmakta fayda görüyoruz.

olmasını gerektirir. Böyle bir fikrin düşünce

fiili zulümlerine tepki ve cevaplar içerse bile

mücadelesi boyutunda kalmasının nedeni ise

Mücadelenin Türleri Var Mıdır?

insanlar tarafından nasıl bir teveccühe mazhar

İnsanoğlunun dâhil olduğu birçok uğraş ve

içerse bile teveccüh görmemesi taşıyıcılarının

eylem/mücadele söz konusudur. Maddi refah

sadece fikri dile getirmekten öteye bir fırsat

seviyesini yükseltmekten siyasi bağımsızlık

elde edememeleriyle sonuçlanabilir. Filozofların

kazanma çabasına hatta bilimsel gelişmelere

durumu, biraz da kendi niteliklerine bağlı olarak

neden olan dirence kadar farklı mücadele

buna örnek sayılabilir. Kiliseye karşı birçok

türlerinden söz edilebilir. Ancak mücadele

bilim adamının mesela yakılarak öldürülen

kavramının geçtiği yerde daha çok bir zulme

Bruno’nun hatta Hallac-ı Mansur’un durumu yine

karşı hak iddiasından, bir yanlışa karşı doğrunun

düşünce mücadelesinin örneklerindendir. Birçok

savunulmasından veya bir düşüncenin, inancın,

peygamberin az sayıda taraftar edinebilmesi

dünya görüşünün yaygınlık kazanmasını

ya da hiç kabul görmemesi nedeniyle sadece

olduğu ile ilgilidir. Siyasi, ekonomik vs. çözümler

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

13


kendisine gelen vahyi duyurma çabası da

Birçok sorunumuz var. En çok dillendirileni ve

bir yönüyle sadece düşünce mücadelesine

beklide toplam sorunlara en az etkisi olan,

benzetilebilir.

sebep değil sonuç olan, vahdet sorunu… Birlik

İki mücadele biçimini, birincinin mutlak anlamda bir düşünceden bağımsız olamayacağı, ikincisinin ise ütopya bile olsa pratik bir sonucu hedeflediği/hayal ettiği için birbirinden tam olarak ayıramayız. Ayırım, daha çok anlaşılması bakımından faydalıdır.

olamıyoruz, bütünleşmek farklılıkları azaltmak yerine sürekli bölünerek “çoğalıyoruz”… Liderlik sorunlarımız var, ya herkesi kuşatacak lider eksikliğinden şikâyet ediyoruz ya da bir lidere ihtiyaç duyan bireylerden oluşmaktan… Düşünsel kurgu sorunlarımız var. Kimimiz gelenekçilikle kimimiz modernist olmakla çok

İslami mücadele örneklerinde ise bunlardan her ikisinin örneklerini de görmek mümkündür ama fikir ile eylem arasındaki mesafenin birbirine çok daha fazla yaklaştığını görmekteyiz. Ömer Muhtar örneğin, bir bağımsızlık mücadelecisidir ama onun mücadelesi sadece işgal karşıtı olmaktan ibaret değildir; İslami dünya görüşünden de kaynaklanmaktadır. Şah Veliyyullah’tan sonraki bütün İslami mücadele örneklerinin kiminde ideolojinin kiminde eylemin öne çıktığını, ama aradaki mesafenin biri diğerini küçümseyecek noktaya ulaşmadığını görmekteyiz.

kolay suçlanabiliyor. Yapılanma sorunlarımız da var. Örgüte karşı olanlar sıkı bir örgüt gibi, halka yakın, onların içinde olduğunu sananlar da fildişi kulelerde yalıtılmış ortamlarda, yalıtılmış ilişkilerle yaşadıklarının farkında bile değil. Tartışılması, irdelenmesi ve eleştirilmesi gereken çok yönümüz var. Ama tartışabilmek bile kendi başına bir sorun. Dokunulmaz meselelerimiz çok ve bunlara dokunanlar kolayca fitneci olmakla, global Batıcı planların maşası/parçası olmakla suçlanabiliyor. Her şeye rağmen sorunlarımızı masaya

Bu süreçte ortaya çıkan İslami mücadele örneklerinden kimisi işgalcilere karşı bağımsızlık mücadelesi, kimisi Batı kaynaklı felsefe ve fikir akımlarına karşı düşünsel bir mücadele vermek durumunda kalmıştır. Kiminin muhatabı doğrudan işgalciler kiminin ki ise onların yerli işbirlikçileri olmuştur. Bu şartlara bağlı olarak da kimisi çok gizli örgütlenmeler şeklinde yapılanırken kimisi ülkenin eğitimine, siyasetine hatta genel durumuna müdahale etme imkân ve icazetine de sahip olmuştur. İçinde bulunulan şartlar ve mücadelenin bu şartları gözetmesi gerektiği, mücadele adına üretilen yanlışlıkları haklı çıkarmaz tabii ki… Ancak bugüne kadar varlığını koruyan İslami hareketin kendi içinde bir gelişme seyri gösterdiği de önemli bir noktadır. ***

yatırmaktan, çözüm için yollar aramaktan başka çaremiz yok. Mücadelenin, amacına ulaşabilecek bir niteliğe sahip olması için mücadele ile ilgili hususlarda kendi oluşturduğumuz kalıplara hapsolmaktan kurtulmamız gerekiyor. Zira doğal olarak zamanın gerektirdiğince yaptığız içtihatlar bir süre sonra mutlak değerler haline geliyor ve zihin dünyamızı belirliyor; kendimizi kendi oluşturduğumuz biçimlerle kuşatıyoruz. Bu durum bizi toplumsal sünnetleri anlamaktan da mahrum bırakıyor. Oysa İslami mücadele; toplumsal değişme, çatışma veya uyum gibi toplumun doğasına hükmeden kanunlarla doğrudan doğruya ilgilidir. Diğer bir deyişle İslami mücadele beşeri mücadelenin tabii özellikleriyle ilgili ve sınırlıdır. Kısacası mücadelenin sağlıklı zeminlere oturması doğru analizlere ihtiyaç göstermektedir.

İslami hareket önemli gelişmeler katetmesine rağmen halen çok önemli sorunlar da yaşamaktadır. Hatta katedilen kimi mesafelerin

14

Liderlik

zamanla geriye döndüğü bile söylenebilir. Bir

Liderlik, genel olarak mücadelelerin olduğu gibi

gelişme var ama bu lineer bir gelişme değil

İslami hareketin de hem ihtiyacı hem de başlıca

zikzaklı veya iki ileri bir geri şeklinde.

sorunlarındandır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Liderlikten beklenen fonksiyon sadece

kazandırabilir. Oysa günümüz imkan ve algı

idareden ibaret değildir. Liderlikten, hareketin

biçimiyle bile, kabullendiği ve arkasında

ortaya çıkışı ve motivasyon gibi başka önemli

durduğu ve sayılanları yapabilecek bir lider

fonksiyonlar icra etmesi de beklenmektedir; bu

olmadan toplumun kendi başına bunları

yüzden sadece sevk ve idare ihtiyacının ürünü

yapması mümkün görünmemektedir. Çünkü

değildir. Bu bakımdan, çoğu eylemin/görevin

toplumsal hareketlerin, hızlı ve doğru karar

faili olmamasına rağmen lidersiz bir hareket

alıp zamanında müdahale etmek için organize

düşünmek oldukça zordur.

olmaya ihtiyacı vardır. Doğru hareket sadece

Diğer yandan lider bağımlılığından kurtulmuş olmak, kurumsallaşmış yapılara ve bunun zirvesine ulaşmış modern toplumlara has bir fazilet olarak zikredilmektedir. Bununla kastedilmek istenen, toplumun belli bir çerçevede hareket etmesi için “karizmatik lider” ihtiyacını aştığıdır. Ancak bu yargının, Comte’un üç hal kanunundaki gibi toplumun dinle ilişkisinin seyrine dair iddiadan etkilendiğini de not etmek gerekir. Gerçekten de modern dönemlerde toplumun idareden beklentilerinin, monarşik dönemlere nispeten değişmiş olduğu söylenebilir. Fakat bu, liderlik fonksiyonunun kişilerden kurumsal yapılara devredildiği şeklinde de okunabilir. Ayrıca gerek partilerdeki gerekse daha küçük gruplardaki lider pozisyonları, liderin motivasyon ve yönlendirme

doğru kararlara değil doğru zamanlamaya da bağlıdır. Nitekim vekâlete dayalı seçim sisteminin düşünülmesindeki bir sebep de bu hızı sağlamaktır. Liderliğin, temsil, organizasyon, örneklik, itici güç olma, toplumsal iradenin hızlı tezahürü gibi birçok nimetinden ve bunlardan dolayı toplum için bir ihtiyaç olduğundan söz edilebileceği gibi; saydığımız hususların toplumun aleyhine fonksiyon icra etmesi de pekâlâ mümkündür. Zaten çoğunlukla imkânlarını toplumun dumura uğratılması için harcayan lider örnekleriyle karşılaşıyoruz. Liderlik, birçok dünya görüşüne göre topluma her bakımdan tahakküm sağlayabilmiş irade olarak anlaşılmakta ve tatbik edilmektedir.

gibi hususlarda halen önemli bir faktör

Ancak İslami toplum iradesini lidere teslim

olduğunu, muharrik pozisyonunun değişmediğini

eden toplum değildir. Kabul etmiş olsa bile

de göstermektedir.

doğru hareket ettiğinde liderini destekler, ama

İmam Humeyni, Ecevit, Erbakan ve Tayyip Erdoğan gibi örnekler, geçmişe nazaran günümüzün modern dünyasında liderin fonksiyonunda ancak nispi değişikliklerin olduğunu göstermektedir. Zira sayılan isimlerin malum hareketler içinde olmadıkları tahayyül edildiğinde önemli farklar oluşacağı söylenebilir. İçinde bulundukları yapıda toparlayıcı, bağdaştırıcı ve motive edici olmak gibi fonksiyonlar icra etmektedirler.3 Genel bir ilke olarak şunu söyleyebiliriz: Eğer lider kabullenilmiş bir liderse arkasında sürüklediği topluluk için “olumlu” fonksiyonlar icra eder. Çelişkileri azaltır hatta bu bir peygamberse çatışmaları hepten ortadan kaldırabilir. Topluluğun, olağan durumlardan daha üretken olmasını sağlar; hedefine doğru ilerleyişinde, daha hızlı karar alınmasını sağlamak suretiyle sürece hız ve istikrar Karizma Zamanları, Yasin Aktay, Timaş Yayınları

3

onu murakabe eder ve yanlış hareketinde gerekli muameleden çekinmez. Peygamber’in dediği gibi her birisi çobandır veya Hz. İbrahim gibi birer ümmettir. Liderin topluma karşı pozisyonu aşılamaz, geçilemez, sorgulanamaz, eleştirilemez ve değiştirilemez değildir. Bu ilkeler hemen bütün cemaatler/yapılar tarafından kabul ediliyor, aynen telaffuz ediliyor olmasına rağmen uygulamalar genellikle ilkelerin tam tersidir. Cemaati özellikle de lideri eleştirenlerin fitneci, isyancı; değişimi savunanların liderlik tutkunu olarak tanımlanması çok kolay ve cemaat içinde hemen kabul görebilen bir muameledir. Liderle ilgili değiştirilemez ve saplantı haline gelmiş kabuller vardır: Hareketi kim başlatmışsa doğal olarak da lider odur. Düşünceye dayalı bir hareket doğal olarak bir kişinin o düşünceye ulaşması ile başlar. Eylemin öncelikli olduğu mücadelelerde bile durum böyledir. Mevcut durumun bir zulüm

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

15


olduğu ve buna müdahale etmek gerektiği

peygambere itaatle özdeşleştirilip tek lider

öncelikle bir kişinin dillendirdiği bir meseledir.

hatta bu tek liderliğin bütün ümmeti kuşatması

Zamanla bu fikir belli bir çevre tarafından kabul

gerektiği, yaygın bin inanç haline gelmiştir.

görür ve toplumsal bir harekete dönüşene

Peygamber nasıl hem dini lider hem siyasi

kadar yaygınlık kazanmaya devam eder.

lider hem komutan hem diğerleri idiyse liderin

Başlangıcın böyle olması gayet doğal iken

konumu da öyle algılanmıştır. Şiilerin imam,

oluşuma öncülük edenlerin her zaman en doğru

Sünnilerin de halife olarak tanımladıkları makam

sözü söyleyebileceklerinin garantisi yoktur.

ümmetin istisnasız her bakımdan bir numarası

Oysa ilkleri doğal lider olarak kabul etmek,

ve her konuda söz sahibi olanıdır.

bir vesayetin oluşmasına neden olmakta ve bu vesayeti aşmak mümkün olmamaktadır. Sonradan katılanların liderliğe daha layık olabileceği mümkün ve hatta telaffuz edilen bir durum olduğu halde aykırı söz, sahibine aforoz kazandırmaktadır. Yani liderlerimizin aşılamaz,

elbette arzu edilir. Ama bunun mümkün olmayacağını da teslim etmek gerekir. Ayrıca halife ve imama ilişkin kurgunun kaynağı olan peygamberlik makamı doğru okunmalıdır.

geçilemez, eleştirilemez bir pozisyonları vardır.

Zira bugün Peygamber tıp konusunda bile

Bu sebeple hareketler kurucuları veya öncüleri

konuda kendisine soru sorulması, öğrenilmek

ile müsemmadır. Liderin seviyesi yapının

istenen konunun ne kadar dini ilgilendirdiği/

seviyesini de belirlemektedir. Lider ne kadarsa,

ilgilendirmediği ile ilgili bir konudur. Ancak

geriden gelenlerin de ulaşabilecekleri seviye

Peygamber dünya işlerinde kendisinin, herhangi

maksimum o kadardır. Cemaatin/yapının

bir insandan farklı olmadığını söylemiştir.

mensupları için ideal, liderin fikirlerini anlamak ve onları yaymaktır, bağımsız bir şey üretmek değil… Lider, arkasındakiler için bir motivasyon unsuru olduğu kadar fazla ileri gidenleri

otorite olarak gösterilebilmektedir. Her

Ümmetin sorunu tek lidere sahip olamamak, her konuda aynı şeyi düşünememek değil, ortak davranamamaktır. Ortak davranabilmek için

frenleyen bir “denge” unsurudur da.

tek lider etrafında toplanmak tek veya öncelikli

Oysa gelişime ve de geliştirmeye açık olan

bir zorunluluk ne de ihtiyaç söz konusudur.

toplumlar, özellikle liderlik makamının taassup

Tek lider, tek ülke yanlış delillere dayalı bir

haline gelmediği toplumlardır. Herhangi bir

iddiadır. Çok liderle, çok devletle de daha

konuda daha iyi olana bayrağı teslim etmeye

huzurlu ortamlar temin edilebilir. Bir tek devlet

rıza gösterecek, onu destekleyip bu değişimden

için bile tek imamın zorunlu olduğu tutarlı bir

rahatsız olmayacak bir olgunluk ancak toplumu

iddia değildir. Liderlik bir topluluk da olabilir,

statikleşmekten kurtarabilir. Zira ne lider ne

bölünmüş de olabilir, farklı konularda yetkin ve

de liderlik kutsal bir makam değildir. Eğer

kabiliyetli olanların bu makamı paylaşımı ile de

varsa bütün kutsallığını konumundan değil icra

gerçekleştirilebilir. Ama ne kutsallığı vardır ne de

ettiği fiili fonksiyonundan almaktadır. İhtiyaca

değiştirilmesiyle toplum bir şey kaybeder.

cevap vermekte acze düşen, yerini yenisine bırakmakta hatta yenisini aramakta sorun yaşamıyorsa o yapının önünde Allah’ın izniyle başarılı ve uzun bir ömür var demektir. Yoksa statik hale gelmiş bir yapının mevcut statikliğiyle

16

Liderin her konuda başarılı, yetenekli olması

şart değildir. Ayrıca dini olarak da ne böyle

Liderlikle ilgili değinmek istediğimiz son bir nokta şudur: İslami toplumun, bireyi harekete geçirip yönlendirecek, hedeflerini gösterecek değerlere sahip olması nedeniyle lider

ne kadar kaim olduğunun bir önemi yoktur.

veya yönlendirme mazeretine sahip olması

Liderlikle ilgili saplantılardan birisi de liderlik

her bir Müslüman’a, bulunduğu ortam ve şartlar

makamının risaletle karşılaştırılma biçiminden

içinde ihtiyaç duyduğu dinamizmi kazandıracak

doğmaktadır. Peygamber’in tek söz sahibi ve

verilere/niteliğe sahiptir. Gerçekte ümmetin

her konuda başvurulan, akıl danışılan birisi

içinde bulunduğu verimsizlik, atalet ve duçar

olması gibi liderin de her konuda yetki makamı

olduğu çeşitli zaafların nedeni onları derleyip

olduğu düşünülmektedir. Konu, tevhit ve bir

toparlayacak, her türlü başarılara ulaştıracak

kendisinden beklenmeyen bir durumdur. Vahy,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


bir lider eksikliği değildir. Haddi zatında ümmet

aykırılık taşıması veya bir şeyi talep etmenin

üzerinde bu tür tesirler meydana getirebilecek

gerekli ya da zorunlu olduğunu ifade etmesi

liderleri belli bir seviyeye gelmiş toplumlar

yeterli değildir. O, mücadelenin gerekçesini

yaratır. Toplum bu seviyeye gelmemişse o tür

izah ettiği gibi nasıl sürdürüleceğini de izah

liderlik potansiyellerini fark etmek mümkün

etmelidir. Uğrunda mücadele edeceklere yol

de olmaz. Müslüman bireyin, sorumluluğunu

gösterebilmelidir. Eğer ortada rahatsızlığa neden

idrak ve ifa etmesi için bireysel veya toplumsal

olacak faktörler ve hatta rahatsızlıklar var,

bir yönlendirmeye, rüzgâra muhtaç olması

ama oluşmuş bir tepki/mücadele yoksa aykırı

aslında bir zaaftır. Dolayısıyla her bireyin

düşünce henüz oluşmamış demektir. Ancak

dinamik bir otokontrol mekanizmasına sahip

düşüncenin mücadeleyi bütün boyutlarıyla işin

olmasını ve harekete geçmek için kimseyi

başında tanımlaması ve adımları belirlemesi

beklememesini, liderin yokluğunu aratmamasını

mümkün değildir. O halde etkin bir mücadeleyi

ümit etmek haklı bir beklentidir. Ancak kabul

doğurabilecek düşünceden beklenen, ayrıntılı

etmek gerekir ki, toplum nasıl her konuda farklı

bir plan olması değil gerekçe, hedef ve yöntem

karakter ve kabiliyetlere sahip bireylerden

gösterebilmesidir. Bunların herhangi birinde

oluşuyorsa bu konuda da herkes bir değildir,

eksiklik olursa sürdürülebilir bir mücadele ortaya

bir olması da beklenemez. Bazılarının öyle

çıkamaz.

veya yönlendirmeye muhtaç olacağını ve hatta onların bunu isteyebileceğini de kabul etmek gerekiyor.

İkinci önemli bir nokta ise gündeme getirdiği rahatsızlığın gerçek bir rahatsızlık olması, önerdiği çözümlerin ise mevcut ihtiyaca denk gelmesidir. Mevcut durum bir dünya

Aykırı Düşünce

görüşüne göre birçok yönden eleştirilip haksız/

Mücadele aykırı bir düşünce üzerine kuruludur. Aykırı bir düşünce yoksa da genel anlamıyla bir mücadeleden söz etmek mümkündür ama o zaman ya mücadeleye katılmak ya da statükoyu devam ettirme çabası söz konusudur. Burada aykırılık hem karşıtlığı hem de farklılığı ifade eder. Mücadelenin dayandığı aykırı fikir, bütüncül bir dünya görüşü değil sınırlı bir görüş de olabilir. Bir haksızlığa karşı çıkıp haksızlık edenleri yerinden etmek gibi… Ancak böyle bir mücadele geçici durumlar üretir ya da sadece geriye bir dönüş sağlar. Genel olarak zulme karşı ve toplumsal dönüşümü hedefleyen bir mücadelenin dayandığı görüş ise kapsamlı ve yeni bir görüş olmalıdır. Uğrunda mücadele eden bir topluluğun olması şart değildir ama aykırı düşünce mücadelenin olmazsa olmaz şartıdır. Tek kişi tarafından verilen bir mücadeleden söz edilebilir ama

zararlı bulunabilir, ama buradan toplumsal bir mücadelenin doğabilmesi için karşıt olduğu hususun gerçekten toplumun muzdarip olduğu bir problem olmalıdır. Şikâyet konusunun doğru tespit edilmesi de yetmez, uygulanması önerilen yeniliğin de toplum vakıasına uyum sağlaması gerekir. Zira toplumun maruz kaldığı zulüm ve batıl uygulamalara karşı olan pek çok iyi niyetli çaba toplumsal vakıayı göz önünde bulundurmadığı için de teveccüh görememektedir. Birçok beşeri mücadelede olduğu gibi İslami mücadelelerin de doğru ve etkin tespit bakımından sorunları bulunmaktadır. Sözün en doğrusu olan vahye/Kur’an’a dayanıyor ve O’ndan deliller getiriyor olmak, bu konuda yaşanan sorunları çözmeye yetmemektedir. Eğer öyle olsaydı sorunlara karşı en özlü ifade olan ayetleri tekrarlamak yeterli olurdu. Bu noktada

düşünce olmadan mücadeleden söz edilemez.

çağın ve toplumun sorunlarına çözüm getirmeye

Düşünce, mücadelenin hem varoluş şartı

anlatılanı anlamamak ya da anlamaya

hem de belirleyicisidir; mücadelenin

çalışmamakla suçlayıp işin içinden çıkması doğru

ilkelerini, hedeflerini ve sınırlarını belirleyen

bir davranış olmaz. Muhatabın, sorumluluğu

reçete fonksiyonuna da sahiptir. Düşünce

elbette dışlanamaz ama sorumluluğun tamamı

mücadeleyi hem ortaya çıkarır hem de

onların üzerine yıkılamaz. Hakkı dile getirme

yönlendirir. Dolayısıyla düşüncenin sadece

çabası, bu çabanın sahibine birçok sorumluluk

çalışan İslami çabaların, muhataplarını,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

17


yükler. Bunlardan birisi neyin, ne zaman ve

hareket etmesi anlaşılmaz bir durumdur.

nasıl söyleneceğine dair üslup/usulle; diğer

Ayrıntıdaki fikir farklılıkları bile farklı yapıların

önemli bir husus ise derde deva olabilecek

oluşmasına neden olmaktadır. Anlaşılan o ki,

yetkinliğe/derinliğe/vukufiyete sahip olmakla

asabiyet faktörü öne çıkmakta, doğal ve tolere

ilgilidir. Zamanın ihtiyaçlarını, ilmi bakımdan da

edilebilecek farklılıkları hizipsel ayrılıklar haline

vakıasını ve taleplerini küçümseyen söylemlerin,

getirmektedir. En doğrusuna tabi olmak için

önerilerin talep bulması beklenemez. Bu

ince bir çizgi üzerinde yürümeye çalışmak

insanlığı değil belli bir kesimi muhatap almak

kişisel bir davranış olarak saygı ile karşılanabilir.

olur. Hak ve doğru her nasıl söylenirse

Fakat çizgi, daraltıldıkça kuşatıcı ve toparlayıcı

dinlemek, doğru çözümleri/çabaları anlamak/

olma özelliğini de yitirmekte, daha da önemlisi

anlamaya çalışmak, söz kendisine ulaşanın

dinin sınırları cemaatin tahammülüne tabi

sorumluluğudur; söyleniş biçimi onların mazereti

kılınmaktadır.

olmaz ama gereğini yeterince yerine getirmeden anlaşılmama, engellenme sayıtlıları erken yaşanmış bir hazdır.

edemeyeceğini, diğerinin de haklı/doğru

Müslümanlardan sadır olan fikirlerin etkili

bilinemezliğini/değişkenliğini savunmak ya da

olmamasının nedenini sadece Müslümanların

postmodernist olmak şeklinde suçlanmaktadır.

sözleri ile pratikleri arasındaki farkta aramak

Oysa kişinin veya topluluğun vahyi anlamasının

da doğru değildir; eksik bir yaklaşımdır.

zamanın verilerinden etkilendiği kadar kendi

Düşüncenin, fikir üreten olarak değil iman eden

geçirdiği süreçten de etkilendiği bir vakıadır.

bir mücahit olarak tespit yapıp çözüm üreten

Fikirlerin tecrübe edildikçe rafine hale gelmesi

bir tutumla dile getirilmesi tabii ki farklıdır.

gibi Müslümanlar için de İslami düşüncenin

Ama derde deva olacak yetkinlikte olmadıkça

gelişiminden söz edilebilir. Afgani’den El-

ne kadar içten ve samimi olarak söylenirse

Benna’ya, ondan Kutub’a doğru ilerleyen süreç

söylensin, onun uğrunda nelere katlanılırsa

aynı zamanda bir olgunlaşma sürecidir. Her

katlanılsın etkisinin kalıcı olmasını beklemek

ileri adım öncesinde üretilenlerin tecrübesine

doğru olmaz. Zamanın sözünü söyleyebilmek bu

dayanmaktadır. Öncesi olmadan sonrakini

bakımdan önemlidir.

düşünmek mümkün değildir. Bu olgunlaşma

olabileceğini söylemek genellikle doğrunun

İçinde İslami endişeler hisseden insanları zamanın sorunları, zamana ilişkin bir düşünce üretmeye itmektedir. Bu da doğal olarak görülen sorunun niteliğine, çeşidine, şiddetine, nasıl çözülebileceğine dair farklı önerileri ortaya çıkarmaktadır. Buradan bir cemaate ait düşüncenin bütün doğruyu ifade edip edemeyeceği, fırkaların kendilerini hakkın yegâne temsilcisi ve kurtulmuş cemaat olarak

ve olgunlaşırken de bazı konularda yaklaşımını değiştirme durumunu her bir hareket gizli veya açık kendi içinde yaşamaktadır. Ayrıca vahiyden bir sürü delil getiriyor bile olsa cemaatin görüşünden farklı bir doğrunun da olabileceğini söylemenin zıddı, bu cemaatin görüşünün mutlak doğru olduğunu savunmaktır. Eğer birincisi tehlikeli görülüyorsa ikincisi daha tehlikelidir.

görmesi meselesine girmeyeceğiz. Enteresan

Mezhebi dinin yerine koyarak mezhepleriyle

bir noktaya dikkat çekmekle yetineceğiz.

insanların değerlendirilmesi belli bir çevre

Grupların birbirinden ayrılığı ile fikirlerin

tarafından aşılmıştır ama mezhepçiliğin yerini

farklılığından hangisinin öncelikli, diğerinin

bugün cemaatçilik almıştır.

nedeni olduğu her zaman belirgin değildir. Bir topluluğun diğerinden ayrışması için farklı bir fikre sahip olması gerekir. Ama gruplar/ cemaatler arasındaki ayrışmanın her zaman böyle gerçekleştiği söylenemez. Fikirler farklı ise ayrı grupların oluşması doğal görünürken birbirine çok yakın düşüncelere sahip olanların birleşemez, yardımlaşamaz topluluklar halinde

18

Bir görüşün tek başına doğruyu ifade

Kur’an, indiği gün zamanın sorunlarına çare olacak etkin bir söz olmak suretiyle bir mücadelenin ortaya çıkmasına kaynaklık etmiştir. Bugün yapılması gereken yeni bir kitabın inmesini beklemek olmadığına göre, karşımızda bulunan ve her bakımdan Müslümanları gittikçe daha çok tehdit eden

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


sorunlara karşı vahyin mesajını yeniden üretmektir. “Tarih bize batılla mücadele etmenin en doğru yolunun onların karşısına hakkı çıkarmak olduğunu göstermiştir.”4 Bunu başarabilmek için çok yönlü çabaların bir araya gelmesi gerekir. Değişik yapıların ürettiği tecrübe bu çok yönlülüğü sağlayacak imkânlardan biridir. Özellikle kendilerinden beklenti içinde olmamızı hak eden çevrelerin birbirinin düşüncesine göre tavır almaları önemli gelişmelerin katedilmesini sağlayabilir.

Yapılanma, Cemaat, BireysellikToplumsallık Cemaat yahut İslam toplumu olgusu merhum Seyyid Kutub’un getirdiği tanımlamalardan sonra farklı bir nitelik arz eder hale gelmiştir. Öncü cemaat, İslam toplumu, cahiliye, Rabbani yöntem gibi kavramların tanımlanması ve bunlara yüklenen fonksiyonlar eskisinden daha farklı İslami yapıları ortaya çıkarmıştır. Öncesinde, mevcut durumun vahameti, ıslahın zorunlu olduğu, öze dönüşün gerektiği, Müslümanların yardımlaşması, küfre karşı birlik olmak hatta İslam devletini yeniden kurmak gibi konular ne kadar konuşuluyor ve yazılıyor olsa da cemaat ve toplum, büyük ümmet bedeni olarak tahayyül edilmektedir. Belki genelden farklı olarak kendi içinde daha sıkı örgütlenen tasavvuf yapılanmaları bundan ayrı tutulabilir. Ancak Benna, Mevdudi ve Kutub’la birlikte cahiliye içinde yeni yapılanma biçimleri ortaya çıkaran öncü cemaat fikri, İran İslam devriminin etkisi ile hız kazanmıştır. Ortaya çıkan örneklerin, söz konusu isimlerin kastettiklerine ne kadar uygun olup olmadıkları apayrı bir tartışmanın konusudur. Fakat bu yapıların yeni sorunlar doğurduğu da bugün tartışılan bir

toplumsallaşmayı hedefler. Toplumun ıslahına yönelik mücadeleler doğal olarak düşüncenin bireyde filizlenmesi ile bireysel olarak başlar. Her ne kadar ikinci bir kişinin değişimini bile sağlayamamış mücadele örnekleri çok ise de, aslında toplumsallaşmak bu mücadelelerin önemli bir hedefidir. Çünkü dünya görüşleri, toplumun ıslah olabilmesini kendi ilkelerinin kabul edilmesiyle eşdeğer görür. Ayrıca dünya görüşüne hayat/canlılık kazandıran şey, bir toplum tarafından tatbik ediliyor olmasıdır. Yapılanma veya cemaat olmanın birinci meselesi işte bu bireysellik veya toplumsallıkla ilgilidir. İslam’ın, sadece bireysel hayata değil aynı zamanda toplumsal hayata da müdahale etmek için geldiğinde şüphe yoktur. Bu, dinin tabiatıdır, varlığın doğasına da uygundur. Bireysel ve toplumsal hayat diye ikiye ayırdığımız alanlar aslında birbirinden tam olarak ayrılamazlar, iç içe geçmiş vaziyettedir. Tamamen bireysel veya toplumsal diye verebileceğimiz az sayıdaki örnekte bile diğer tarafın etkisini yalıtılamayız. Sadece bireysel ıslahı hedefleyen öğretilere bir örnek olarak saf mistisizmi kabul edersek; bunu yaparken kendisini toplumdan fiili olarak da yalıttığını görürüz. Bu örnek söz konusu iki alanın birbiriyle etle tırnak gibi olduğunu daha karikatürize bir biçimde anlatmaktadır. Toplumsallığı dışlayarak ıslah etmeye çalışmak, zulme, gözlerini kapatarak destek olan sosyal bir davranıştır. Toplumsal alanı göz ardı eden bu tür hareketler ancak çok sınırlı hedeflere sahip demektir. Dolayısıyla bireysel ve toplumsal alanı ayırmaya çalışsak da birbirinden ayıramayız, sadece aralarında yeni bir ilişki biçimi tesis etmiş oluruz.

konudur. Biz ise bu sorunları değil bu sorunların

İslam da bu ikisini birbirinden ayırmıyor.

etkisi altında yapılanma meselesinin mücadelede

Hayata, hayatın bütünlüğü ilkesine uygun olarak

nerede durduğunu irdelemeye çalışacağız.

müdahalelerde bulunuyor. Sadece bireysel gibi

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki topluluk haline gelmiş olmak, mücadelenin varlık veya yokluk meselesi sayılamaz. Bireylerin tek başına yürüttüğü mücadele örneklerinin sayısı az değildir. Fakat her ideolojik, ahlaki, dini görüş M. Müctehid Şebusteri, Resmi Dini Söylemin Eleştirisi,

4

Mana Yayınları, S. 301

görünen yönlendirmelerinde toplumsal boyutu da göz önünde bulundurduğu veya sadece toplumsal gibi görünen yönlendirmelerinde bireysel boyutu da ihmal edilmediği görülmektedir. Daha kurallı cümlelerle ve doğrudan söylemek istersek; İslam sadece zulmetmemeyi değil zulme rıza göstermemeyi, ona engel olmayı da; sadece fuhşa ve münkere

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

19


bulaşmamayı değil onu engellemeyi de

Yukarıda dile getirdiğimiz kavramların toplumsal

hedef göstermektedir. Toplumun kendi içinde

mücadeleyi de ifade etmesinin ötesinde

olanı değiştirmedikçe Allah’ın onların halini

Kur’an, yardımlaşmak, birlik içinde hareket

değiştirmeyeceği ilkesi, (13/11) bireysel değişim

etmek gerektiğini doğrudan doğruya da ifade

çabaları ile toplumsal değişimin birbirine bağımlı

etmektedir.

olduğunu da anlatmaktadır.

düşmeyin. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün.

nokta, toplumsallaşma sürecinin engellerle

Hani siz birbirinizin düşmanı idiniz, Allah

karşılaşmasıdır. Bireyin dile getirdiği aykırı

kalplerinizi uzlaştırıp kaynaştırdı da O’nun nimeti

düşüncenin daha bireysel boyutta iken

sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş

engellenmesi, düşüncenin niteliğine ve onu

çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O

seslendirene bağlı olarak toplumsallaşma

kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık

ihtimali algısıdır. Islah hareketlerinin toplumsal

bildiriyor ki, doğru yola eresiniz. (3-Al-i İmran

hedefleri varsa eninde sonunda engellerle

103)

karşılaşması mukadderdir.

Allah’a ve Resulü’ne itaat edin, birbirinizle

Bu engelleme birçok şekilde ortaya çıkabilir.

çekişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve

Yukarıda dile getirmeye çalıştığımız cihad,

kuvvetiniz elden gider. Birbirinize katlanın çünkü

tebliğ, tecdil, ibadet ve hatta kıtal gibi kavramlar

Allah sabredenlerle beraberdir. (8-Enfal 46)

bu engellerin ne şekilde ortaya çıkabileceğine ve bunlara İslami mücadelenin nasıl karşı

Müslümanların zulme karşı varlık

koyacağına dair yeterince ipucu vermektedir.

gösterebilmeleri, yeryüzündeki sorumluluklarını

İslami mücadeleden doğal olarak zamanla

yardımlaşmaları, güçlerini birleştirmesi gerekir.

toplumsal bir mücadeleye dönüşmesi beklenir.

Aralarındaki ilişki bu yardımlaşmadan da öte bir

Toplumsallaşmaktan kasıt O’nun uğrunda her

hukuka sahiptir. Onlar kardeştirler, birbirlerinin

biri kendi çapında bireysel mücadele veren

velileridirler, bir vücudun azaları gibi organik bir

bireylerin sayısının artması değildir. Aslında

ilişkiye sahiptirler, savaşta nasıl kurşunlaşmış

bireysel mücadele hiçbir dönem ve aşamada

bir bina gibi saf tutmaları gerekiyorsa bir

kesintiye uğramadan devam eder. Çünkü herkes

toplum olarak da öyle olmalıdırlar. Çünkü onlar

kendi sınavını vermektedir, kendisinden ve

insanlığın önüne çıkarılmış bir şahittir, örnektir,

bireysel olarak gücünün yettiğinden sorumludur.

yol göstericidir.

Ancak merhum Kutub’un da dediği gibi bireysel boyutu aşma dirayetine sahip olamayan çabaları şer güçleri kolayca yutabilir. Bunun için mücadelenin toplumsallık bilincine sahip olması

hakkıyla yerine getirebilmeleri için

Bu genel ilkelerden bir toplum olmak ve toplumsal bir bilinçle hareket etmek gerektiği çıkmaktadır. Mücadelenin bir sinerji

gerekir.

doğurabilmesi buna bağlıdır. Mücadelelerinin

Mücadelede toplumsal boyuta ulaşıp oradan

Müslümanların planlı programlı ve organize

devam etmeyi hedeflemenin doğru ve gerekli

hareket etmeleri hem güttükleri hedefe hem de

olduğuna dair birçok gerekçe sayılabilir: Bireyin

birbirlerine katkı sağlayacaktır.

hangi seviyesinde olurlarsa olsunlar

tek başına güç yetiremediklerine toplumun güç yetirmesi, daha çok aklın beraber çalıştığında daha verimli sonuçlara ulaşması, bireyin, arkasında bir güç ve destek hissettiğinde daha üretken ve verimli olması gibi… “Bir elin nesi var iki elin sesi var.” “Birlikten kuvvet doğar.” gibi bilindik atasözleri de bu durumu anlatan haklı yargılar taşımaktadır.

20

Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa

Yapılanmayı ilgilendiren ikinci önemli

Ancak dünya görüşünün toplumsallaşması bazı riskler veya olumsuz yönler de barındırmaktadır. Bunlardan birisi kitleselleşmeden kaynaklanmaktadır. Bir görüşün toplumdaki güç noktalarını ele geçirmesi kitleler tarafından kolayca kabul görmesine neden olur. İş bu noktadan sonra birçokları için çıkar meselesi haline gelmiştir. Bu aşamadan sonra o

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


görüşü kabul edenlerin ortalama kalitesi

Toplumsallaşmanın gereği olarak kabullenilen

düşmeye başlar. Münafıklık sorunu da bu

referanslar aynı olmakla birlikte birbirinden hayli

kitleselleşmenin doğurduğu bir sonuçtur.

farklı yapılanma biçimleriyle karşılaşılmaktadır.

Kimin gerçekten samimiyetle bağlı olduğunu

Gizli örgütsel illegal yapılardan sivil toplum

ölçecek sınavlar her dönemde mutlaka ortaya

kuruluşları olarak faaliyet gösteren, sistem

çıkar. Ama kişilerin ikiyüzlü davranma ihtimali

içi araçları kullanan legal yapılara ve politik

kitleselleştikten sonra en önemli sorunlardan

arenaya çıkanlara kadar birçok yapılanma

biri haline gelir. Mevcut yapının nimetlerinden

biçimiyle karşılaşılabilmektedir. Şüphesiz ki

istifade etme eğilimi, dünya görüşünün sadece

bunların her birinin kendisine göre gerekçeleri

iktidarı ele geçirdikten sonra yaşadığı bir

vardır. İçinde bulundukları koşullar onları bazı

problem değildir. Toplum içindeki yapılanma

şeylere zorlamaktadır. Bütün ortam ve zamanlar

döneminde de bu sorun yaşanabilir. Bu da bir

için standart bir tarz geçerli olamayacağı için

çeşit toplumsallaşmadan kaynaklıdır.

tarz üzerinde genel değerlendirmeler, yapılar

Her dünya görüşünün farklı şekillerde yorumlanarak farklı biçimlerde temsil edilmesi kaçınılmaz bir kaderdir. Bu da aynı dünya görüşünün farklı topluluklar tarafından toplumsallaştırılması demektir. İşte bu durum dış dünyaya karşı bir başka sorunun yaşanması demektir. O da o dünya görüşünü kimin temsil ettiği ile ilgilidir. Böyle bir durumda dış dünya, işine hangisi geliyorsa onu esas alma lüksüne ulaşmaktadır. Batı’nın, Müslümanları nasıl tanımlamak istiyorlarsa ona uygun örnekleri gündeme getirmeleri gibi, Batı’yı nasıl sunmak istiyorlarsa Müslümanların da Batı’dan ona uygun örnekler bulması mümkündür. Aslında dünya görüşünün bağlıları; doğru anlamak, samimiyetle kabul etmek, uğrunda hiçbir engel tanımamak, sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmek gibi birçok konuda, otorite elde ettikten sonra daha ciddi sınavlar vermektedirler. Toplumsallaşmak onlar için işlerin ancak nispi bir ölçüde kolaylaşması anlamına gelir, o da belli yönleriyle… Toplumsallığın doğasına ve toplumsal bilince/ ümmet bilincine dair yapmaya çalıştığımız tespitler hemen bütün Müslümanların, kendilerini İslam’a nispet eden yapıların ittifak ettiği hatta varlık sebeplerini bunlara dayandırdığı prensiplerdir. Fakat söz konusu yapıların, bunların uygulanışında ve diğerleriyle ilişki biçimlerinde problemli birçok yönleri de bulunmaktadır. İslami mücadelede cemaat ve yapılanma ile ilgili sorunları irdelemek, doğrudan bunu ele alan bir makalenin konusu olmaya daha uygundur. Onun için biz birkaç noktaya değinmekle yetineceğiz.

için doğru yargılar içermeyebilir. Cemaatlerin/ yapıların, İslami hareketin niteliğine dair bütün okuma/anlayış ve kavrayışlarında kendi tecrübeleri belirleyici olduğundan, tercih ettikleri yapılanma biçimini evrensel tarz olarak düşünmek gibi genel bir özellikleri vardır. Oysa Müslümanlar hem de aynı zaman diliminde ve hatta aynı toplumsal koşullar içinde birbirinden çok farklı biçimlerde yapılanabilirler. Çünkü yapılanmayı sadece dış faktörler belirlemez, Müslümanların kendi vakıası da en az diğeri kadar önemlidir. Müslümanların belirli hedeflere yönelik olarak örgütsel bir yapı teşekkül ettirmeleri bile mümkündür. Sınırları aşmamak, prensiplere uygun olmak şartıyla yapılanma çeşitliliği; toplumsal dönüşümün doğası bakımından faydalı da olduğu halde, yapılar arasında ayrılık, uzlaşmazlık hatta çatışma şeklinde tebarüz edebilmektedir. Bu tarz sorunların altında yatan ana sebep, yapının kendisini kurtulmuş ve en doğruya sahip olan fırka olarak görmesidir. Bunun için de bireyden başlayan oradan öncü cemaate, yatay genişlemeye, kitleselleşmeye ve devlete giden yol haritası, yöntem olarak kalayca kabul görmektedir. Hâlbuki aynı şeyi düşünen ve yapmaya çalışan birçok yapı söz konusu. Her biri kendisini ana damar olarak görmekte. Dava uğruna, ulaşılması gereken hedefler uğruna her türlü fedakârlık her zaman dile dolanan bir şey olmasına rağmen hizipsel davranış feda edilemeyecek bir değer olarak korunmaktadır. Bireyden kitleselleşmeye ve oradan da ileriye doğru giden bir gelişim sürecinden bahsetmek bir prensip olarak doğrudur. Doğal olarak toplumsal değişim

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

21


böyle olur. Yeni gelmiş bir din için de yol

sadece eğitim, hayırseverlik, çatışma ne de

haritası böyledir. Ama diğer taraftan “bizim”

sadece uyum sonuçları çıkartılabilir. Gerek içerik

gibi binlerce, milyonlarca Müslüman’ın olduğu

gerekse yapılanma bakımından çok yönlülüğüne

bir dönemde bu söylemin hizipsel davranış

rağmen Peygamber’in mücadelesinin tek yönlü

tarzına önemli bir malzeme teşkil ettiğini de

gösterilmeye çalışılmasının nedeni taraflı/

unutmamak gerekir.

hizipsel bakış açısıdır. Hayat nasıl çok yönlü ise

Aynı anlayış kendisini yapının faaliyeti konusunda da göstermektedir. Ana bir faaliyet konusu vardır. Bu faaliyet, söz konusu gelişim

Sonuç

biçimi gereğince yatay genişlemeyi hedefler

İslam’ı kabul etmek, sayısız nimete ve

ve aynı zamanda ağırlıklı olarak siyasi bir nitelik taşır; adam kazanmak en kıymetli ve yapı içindeki herkesin birincil uğraş alanıdır. Bunun dışındaki işler geçicidir, boştur. Boş işlerle uğraşmak ancak vakit kaybıdır. Yapının varlık gerekçesi, evrensel olarak tanımlanan bu hedeflere ulaşmak için organize bir çaba içinde olmasıdır. Yiğit düştüğü yerden kalkar.

mükâfata talip olmaktır ama aynı zamanda birçok sorumluluğu da omuzlamak demektir. Üstlendiğimiz sorumlulukları yerine getirmek ise ciddi bir mücadele gerektirir. Gerçekleştirilmesi gereken hedefler var ama onlara ulaşmanın önünde hem içimizden hem de dışarıdan birçok engelle karşı karşıyayız.

Ümmetin yaşamakta olduğu dramın sebebi

Her dönemde olduğu gibi bugün de bu

otoritesini kaybetmek olduğuna göre öncelikli

mücadelede başarılı olabilmenin önemli

faaliyet konusu onu geri kazanmaktır, gerisi

şartlarından birisi, Müslümanların gerektiği gibi

kendiliğinden gelecektir.

yardımlaşmasıdır. Yardımlaşabileceği hiç kimse

Oysa ümmetin zafiyet yaşadığı ve düşüşüne neden olan, sadece siyasi iktidar meselesi değildir. Tam aksine siyasetin sebep değil sonuç

olmasa da Müslüman için bireysel sorumlulukları bakidir ama dayanışma, nefse karşı başarılı olmak için bile önemli fonksiyonlar icra eder.

olduğu da söylenebilir. Dolayısıyla da İslami

Yardımlaşma veya Allah’ın ipine el-birlik

hedeflere sadece siyasi çalışmalarla ulaşılmaz.

olarak sarılma düşüncesiyle bir araya gelen

Böyle bir şey İslam’ın çok boyutluluğuna da

Müslümanların oluşturdukları yapıların

uygun değildir. İslam’ın çok boyutluluğuna

problemlerden azade olduğu söylenemez. Bu

rağmen yine de Müslümanların sınırlı alanlarda

problemlerin bir kısmı; liderlik, bireysellik,

ve daha spesifik amaçlara yönelik olarak

toplumsallık, cemaatleşme, yapılanma, cemaatin

çalışmaları da mümkündür. Sadece eğitim ve

sahip olduğu düşünce, tebliğ, davet, diğerleriyle

yardımlaşma gibi alanlarla kendisini sınırlamak

ilişki biçimi gibi mücadelenin sıhhatini doğrudan

gibi. Belirledikleri faaliyet alanına ve faaliyet

etkileyecek önemli konularla ilgili. Liderlik,

şekline göre de yapılanma biçimleri değişebilir.

aşılamaz kutsal önderlik; toplumsallık, kendisi

Gerekiyorsa gayet kurallı ve disiplinli yapılar

dışındakileri dışlayan örgütsel yapı haline

oluşturmaları bile mümkündür. Şüphesiz ki

gelmiş; cemaatin düşüncesi, dinin yerine

bütün bunları günün koşulları ve ihtiyaçları

geçmiş vaziyettedir. Her cemaat, ümmet

belirler. İlelebet kalıcı olmaları beklenmez, böyle

bilincinden bahsetmekte ama bu ümmetin,

düşünülmesi doğru da olmaz. Ayrıca alan ve

kendi kurdukları çatının altında toplanması

biçim bakımından farklılık taşıyan yapılardan bir

gerektiğine inanmakta; ümmet olabilmenin

sinerji doğması beklenir.

biçimini, niteliğini ve diğer şartlarını her yapı

Bu konuda Resul’ün örnekliğinin daha iyi irdelenmesine ihtiyaç vardır. Genelde fırkalar/cemaatler Peygamber’den kendi davranış tarzlarına uygun örneklikler bulup çıkarmaktadırlar. Oysa Peygamber’in örnekliğinden ne sadece siyasi davranış, ne

22

İslami mücadele de çok yönlü olmak zorundadır.

kendi anlayışına göre çizmektedir. Mücadele, yapının yatay genişlemesi, davet, cemaate adam kazanmak olarak anlaşılmaktadır. Yeniden diriliş döneminde kadim sorunların bir şekilde yeniden tebarüz ettiği müşahede edilmektedir. Biz bu sorunlardan liderlik, cemaatin düşüncesi

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ve yapılanma konularına kısaca değinmeye çalıştık. Mücadeleye ilişkin bu ve bunlar gibi başka konularda Müslümanların sahip olduğu problemler sonuçta birer beşer olmalarından kaynaklanmaktadır. Beşeri hırs ve zaaflar nedeniyle liderlik vs. nasıl diğer dünya görüşleri de aynı sebepten dolayı problem kaynağı haline gelmektedir. Denebilir ki, liderlik, ideoloji ve yapılanma gibi konulara ilişkin dile getirmeye çalıştığımız problemli yönler onların kendi doğasından değil Müslümanların onları tutuş ve fiili hayata aktarış biçiminden kaynaklanmaktadır. Zira yardımlaşma düşüncesiyle Müslümanların bugün çeşitli biçimlerde yapılanmaları olağan hatta olması gereken bir durumdur. O halde aynı sorunları tekrar tekrar yaşamamak için söz konusu problemleri masaya yatırıp tartışmak gerekiyor. Çünkü Müslümanların bu konuları gönül rahatlığıyla tartışabilmeleri onlara çok ciddi kazanımlar sağlayacaktır. Ancak önemli sorunlarımızdan biri de bunları rahatça tartışamamak… Bu tür konular dokunulmaz konular haline geldiği için onları tartışmak Müslümanların varlığına bir tehdit olarak algılanmakta. Oysa eğer faydalı/ sıhhatli bir yapı teşekkül ettirmek gerekiyorsa bunları tartışmaktan kaçarak değil, tartışıp en doğrusunu anlayarak böyle bir yapı tesis edilebilir. Bu konular kırmızıçizgiler dâhilinde kaldığı sürece cemaatçilik zihniyetini aşmak mümkün olmayacaktır.

www.islamiyorum.com

için baş belası oluyorsa Müslümanlar için

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

23


Dosya: Günümüz Şartlarında İslami Mücadele / İslamcılık

İslamcılık Ümit Aktaş Kur’an’daki mücadele

yenileyerek sürdürmek istemektedir. Bu ise

anlayışı ile günümüz

Âdem’den itibaren başlayan nebevî bir mücadele

İslamcılığı aynı zemine

geleneğidir. Tanrı merkezli olan bu mücadelenin

oturuyor mu?

amacı ise beşeriyeti insanileştirmektir.

Kur’an’daki mücadele anlayışı ile günümüz İslamcılığı temel olarak aynı eksende yer alsa da, elbette tam olarak aynı zeminde durmamaktadır. Hitap edilen dünyanın şartları değiştiği gibi, sorumlu olunan metni anlamada da buna bağlı olarak bazı değişimler yaşanmıştır. Günümüz İslamcılığı her şeyden önce Kur’an’ın/İslam’ın bir yorumudur. Zaten Kur’an sadece kendi indiği (Peygamber’e vahyedildiği) dönemde kendisiyle özdeş bir anlama sahiptir; yani sadece o zaman doğrudan o günün zeminine hitap edilmektedir. Günümüzde ise o günün (yani Kur’an’ın vahyedildiği ortamın) zeminine dayanılarak dolaylı çıkarsamalar yapılmakta; hitabın insanlara/insanlığa yapılmış olması nedeniyle, buradan kendimize paylar çıkarılmaktadır. Çünkü Kur’an, Müslümanların müşrik bir toplumda yaşadıkları ve teorik mücadelelerini paganlık, Yahudilik ve Hıristiyanlığa karşı, ameli mücadelelerini ise büyük ölçüde müşriklere karşı verdikleri bir zemini tanımlamaktadır. Oysa günümüz İslamcılığının karşısında teorik ve ameli olarak büyük ölçüde Müslümanlar veya kendilerini İslam’a nispet eden insanlar bulunmaktadır. Bu alanın dışında ise Tanrı’yı hayatlarından uzaklaştırmaya çalışan seküler Batılılar veya Batıcılar vardır. Onun dışında ise elbet günümüz İslamcılığı da, tıpkı Kur’an’da yer aldığı gibi kendisini belli bir tarihsel sürekliliğe nispet etmekte ve bu sürekliliği

24

Dolayısıyla bu mücadele Tanrı’yı merkezine alsa da, bu alış, temel anlamda insana hitap etmek ve onu, dünya ile barışık bir Hakikate yöneliş çizgisine çekmek içindir. İslamcılığın kendine has farklı yönleri, “çağın gereği” olarak görülebilir mi? İslamcılığı diğer İslamî anlayışlardan (halk İslamlığı, tasavvuf ya da gelenekselcilik, kutsalcılık, Selefilik…) ayıran yönler zaten bu çağda yaşamakla ve bu çağın koşullarını göz önünde tutmakla ilgilidir. Dahası bizzat İslamcılığın kendi varoluşu, doğrudan bu çağla alakalıdır. İslamcılık bir anlamda çağdaş sorunların Müslümanlar üzerindeki baskılarından doğmuştur. Çünkü geleneksel anlayışlar, bu çağı anlamak kadar cevaplamak hususunda da yetersiz kalmaktaydılar. Buna rağmen ise, ellerindeki dinsel teçhizata, sanki bunlar dinin vazgeçilmez esası imiş gibi bağlı kalmakta ve bunları yenilemeyi dini yenilemek gibi anlamaktaydılar. Aslında bu, bir açıdan her dönemin kendi verili gerçekliğini dinle özdeşleştirerek, bu döneme ait dinsel teçhizatı (düşünme ve anlama biçimlerini) putlaştırmasıyla aynı anlama gelen bir tür kutsalcılık anlayışı idi. İslamcılık ise bu teçhizatın yenilenmesi için bir cehd sürecini başlattı; bu, bir anlamda İslam’ın içinde bulunduğumuz çağın koşullarında anlaşılma ve ifade edilme çabası iken, bir başka anlamda ise İslam’a yöneltilen ve önceki çağların saldırılarından farklı olan düşünsel ve eylemsel saldırıların karşılanması

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ve cevaplanması amacıyla İslam’ın yenilenmiş

Nitekim bu gerçeklik, yani insanların Hakikate

bir yorumunu üretme çabasıydı. Buradaki

ancak sınırlı bir biçimde mülaki olacakları

yenilenme, bir yandan Kur’an’ın bu çağın

gerçekliği, filin körler tarafından tanımı

Müslümanlara dayattığı sorunların cevaplanması

kıssasıyla dile getirilmiştir. Beri yandan bu

veya çözümlenmesi için yeni bir okumasının

sav, çağdaş bilimsel pozitivizme karşı da öne

yapılması (ihyacılık) olduğu gibi, bir yandan ise

sürülebilecek olan en doğru savdır ve birçok

Kur’an’ın günümüz ihtiyaçlarına ve şartlarına

bilim adamı ya da düşünür tarafından bu yönlü

göre dirilerin gözüyle okunmasına dair zihnî ve

eleştiriler yapılmaktadır. Çünkü pozitivizm de

amelî bir yenileşme çabasına dayanmaktadır.

hakikatin bilim tarafından ortaya konulduğunu

Yani birinci yaklaşımın, eğilimin ya da etkenin

ve konulabileceğini savunmaktadır. Oysa nesnel

gerekçesi bir ölçüde savunmacı iken, öteki

anlamda bilim diye bir şey bulunmamaktadır.

gerekçe doğrudan Kur’an’ı yeniden anlamak ve

Bilim denilen şey de nihayetinde bilim

anlamlandırmak, yani kitabı dirilerin gözüyle

adamları tarafından gerçekliğin bir anlaşılma

okumak ihtiyacından kaynaklanmaktadır.

ve anlatılma tarzlarıdır. Bu tarzlar (paradigma ya da tezler) da değişebilir ve değişmektedir.

“Hakikat kimsenin tekelinde değildir” yargısı ile İslamcılık bir noktada buluşabilir mi? Hakikatin kimsenin tekelinde olmadığı, daha doğrusu hiçbir anlama, yorumlama veya içtihadın özgül anlamıyla Hakikati temsil edemeyeceği oldukça açıktır ve bu aslında doğrudan İslam’ın bir savıdır. Hakikat çünkü Allah’a ait bir şeydir. Hakikate dair kimi şeyler her ne kadar vahyedilmiş olsa da, sonuçta o vahyi anlayan kişiler, kendi anladıkları ölçüde Hakikati yorumlamakta ve ondan bir pay almaktadırlar. Yoksa bu sınırlı gerçeklikten yola çıkarak Hakikatin tecessümü olunduğu

İslam olarak ortaya konulan düşünce ve yaşantılar da neticede Kur’an’ın bir anlaşılma ve yorumlanması olarak sadece Hakikate doğru olan bir yol alıştır; yoksa ister bilimsel isterse dinsel açıdan olsun, hiç kimse ne hakikatin tecessümü olabilir ne de Hakikat bütünüyle ulaşılabilir bir şeydir. Elbette sorudaki hakikatin kimsenin tekelinde olmayışı vurgusu, hakikatin anonim ya da herkese ait bir şey olduğu anlamına da gelmemelidir; bu, Hakikatin hiç kimse tarafından ihata ve temsil edilemeyeceği anlamına gelir. İslamcılığın sorunlu yönleri nelerdir?

iddiası (mesela “ene-l Hak” sözü gibi),

İslamcılık elbet bir Hakikat ya da dinin kendisi

Hıristiyanlar tarafından ortaya atılan İsa’nın

değil, dinin bir yorumudur ve bu anlamda

Tanrı’nın tecessümü olduğuna dair iddia

ideolojiye tekabül etmektedir. Dolayısıyla her

kadar paradoksal (dinin kendi kaziyesine,

ideoloji gibi gerçekliğin ancak bir kısmını,

yani tevhide aykırı) bir Allah inancına yol

güncel bir yorumunu ifade edebilir. Her ne

açacaktır. Meselenin asıl güçlüğü ise bunun

kadar ideolojilerin menfi bir tarafı ya da menfi

çelişkisi ve açıklanamazlığında değil, insanı

ideolojiler olsa da, bu anlamda ideoloji olumsuz

yaratılışındaki gerçeklikten öte-aşırı bir biçimde

bir anlama gelmeyip, dinin bir anlaşılma ve

yücelten ve onu üstesinden gelemeyeceği bir

yorumlanma çabası olarak ve olduğu ölçüde

tekebbürle yeryüzünün efendisi kılan şu anlam

olumlu bir çabadır. İslamcılığın ortaya çıktığı

kaymasındadır. Batılıların diliyle hümanizma,

döneme kadar İslam, Gazali sonrası oluşan

Müslümanların yaklaşımıyla insanın yeryüzünde

statüko çerçevesinde anlaşıldı ve bu anlama

Allah’ın halifesi olması (oysa insan sadece halife

biçiminde genel olarak bir değişme olmadı.

kılınmıştır yeryüzünde, Allah’ın halifesi değil)

İbn Teymiye, İbn Haldun veya Şeyh Veliyullah

ya da Hakikatin temsilcisi olması, sonuçta

Dehlevi gibi istisnai yenileşmeciler olsa da, genel

insana yeryüzünde yapabileceği her aşırılık

anlamıyla değişim, statükonun (paradigmanın)

için davetiye çıkaran anlayışlardır. Oysa insanı

sarsıldığı 19. yüzyıldan itibaren, mevcut

insan kılan bilmesi, ona ancak bir tevazu ve

statükonun fiili gerçekliği cevaplayamaması

sorumluluk kazandırdığı ölçüde gerçekten

sonucu ortaya çıkan bir krizle birlikte

halifeliğine yaraşan bir davranıştır.

başlamıştır. Dolayısıyla içerisinde ortaya çıktığı

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

25


koşulların etkisini taşımaktadır. Yani savunmacı,

kabul edilmesi ve bu yüzden Müslümanların

tepkici, siyasallığa ve güç kazanımına aşırı

birbirleriyle savaşarak bu anlayışları ortadan

vurgu yapan bir eğilim olarak belirginleşmiştir.

kaldırmaya çalışmalarıdır. Oysa İslam bu

Müslüman dünyanın içerisinde bulunduğu halden

tür üretimlere ve farklılaşmalara açıktır. Bu

(irrasyonelliğin ve hurafeciliğin yaygınlığı,

yaklaşımların aşırılıklara kayması ise zaten

okumanın önemsenmemesi, otoriteryan

toplumsal tepkiler ve dengeler tarafından

eğilimlerin baskınlığı, kadınların kamusal

zaman içerisinde izale edilecektir. Ama yeni

ve siyasal alanlardan dışlanmışlığı, kendine

bir akım, tutum veya düşünce, her ortaya

kapalı bir dünya anlayışının revaçta oluşu

çıktığında, salt verili gerçekliğe, yani geleneğe

gibi) duyulan hoşnutsuzluk, ister istemez bu

ve mevcut anlayışlara aykırı diye onu boğmaya

dünya ile çatışmayı, tepki duyulan Batı ile

çalışmak, olumlu anlamdaki yenileşmeciliği

savaşımın önüne çıkarmıştır. Bu ise halkla ve

de engelleyebileceği gibi, bu tür yenileşme

mevcut rejimlerle çatışan İslamcılığın bir açıdan

ihtiyaçlarının İslam dışı yollardan giderilmesi

dilini ve yöntemlerini askerileştirmesine, öte

gibi olumsuz sonuçlara, yani meselenin İslam

yandan ise tarihselliği ve halka ait değerleri

dışına taşınılması gibi bir olumsuzluğa da yol

atlayan köktenci bir eleştirelliğe ve saflaşmaya

açabilir. Sözgelimi adaletle ilgili toplumsal

saplanmasına yol açmıştır. Kur’an’ın yeniden

bir sorun veya dengesizlik varsa, buna karşı

anlaşılması vurgusu kadar, Batı ile de

İslamî kaynak ve geleneklere dayanılarak

sürdürülen hesaplaşma ise, İslamcılığı daha

çözüm önerileri, akımlar ve tepkiler ortaya

çok siyasal, entelektüel ve seçkinci bir harekete

çıkabilir. Şayet bu sorun kendi paradigmamız

dönüştürmüştür. Bu ise oluşturulan cemaatsel

içerisinde bir çözüme kavuşturulmaz ya da bu

ve siyasal hareketlerin halk tarafından

konudaki arayışlara müsaade edilmezse, bu

benimsenmemesine, dolayısıyla uzun dönem

kez sosyalist veya sol güzergâhlar içerisinde

salt entelektüel cemaatlerden ibaret hareketler

bir kurtuluş aranabilecektir. Çünkü adalet

olarak kalmasına neden olmuştur. Bu tür

ihtiyacı da din ve Allah ihtiyacı gibi temel ve

sorunlar ancak İhvan-ı Müslimin hareketi, İran

görmezlikten gelinemeyecek, fıtrî ve zaruri bir

İslam Devrimi ve Milli Görüş hareketlerinin

ihtiyaçtır. Üstelik bunun eksikliği de, tıpkı dinin

halkla daha barışık, orta yolcu stratejiler

eksikliği gibi toplum içerisinde ciddi bunalımlara

izlemeleri akabinde aşılabilmiştir.

ve sonuçlara yol açacaktır. O nedenle şayet böylesi bir eksiklik ortaya çıkmışsa, bu ya

İslamcılığı sürdürülmesi gereken bir tutum olarak görmeli miyiz? Öncelikle, bizim öznel bir biçimdeki kanaatimizin meselenin gidişatı üzerinde etkili olacağını düşünmemekteyim. Buradaki sorun Müslümanların İslam’ı anlama ve yaşama çabalarındaki ayrışmalar ve verili anlayışların çağdaş sorunlar karşısındaki yetersizlikleridir. Hal böyle olunca ister istemez farklı akımlar, anlayışlar ve yorumlar ortaya çıkmakta bu sorunlara ve ihtiyaçlara cevaplar üretilmektedir. Bunlar ise kelimenin tam anlamıyla ideolojik yaklaşımlar ve yorumlar olmaktadır. Başka türlü olması da mümkün değil zaten; öyle ki daha Peygamberimizin vefatından itibaren bu tür ideolojik tutumlar ve anlayışlar ortaya çıkarak siyasal ve zihinsel boşlukları doldurmaya, sorunları cevaplamaya çalışmışlardır. Sorun ise bu tür ideolojik anlayış ve yorumların din olarak

26

Müslümanların duyarsızlıkları ya da (bu sorunun çözümüne ilişki ortaya konulan yöntemler ve söylemlere karşı) tahammülsüzlükleri yüzünden ortaya çıkmıştır. İşte o zaman bu duyarsızlığa dikkat çekmek ve bu sorunu çağın koşulları ve diliyle, yani çağdaş bir söylem içerisinde dile getirmek kadar yine çağdaş yöntemlerle buna karşı mücadele etmek, her Müslüman’ın aslî görevi ve sorumluluğudur. Bu ise ister istemez yeni ideolojik söylemlerin, yani soruda ifade edildiği gibi İslamcı bir perspektifin ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Çünkü günümüzde tartışmakta olduğumuz İslamcılık da, 18 ve 19. yüzyıllarda, gerek emperyalizmin İslam dünyasını işgal etmesine gerekse bu işgale dolaylı bir biçimde yol açan İslam dünyasındaki bilinç kaybına tepki ve bunun izalesi için ortaya atılan yeni söylemler külliyatının ve mücadele stratejilerinin bütünlüğüne verilen bir addan başka bir şey değildir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


(Eğer gerekliyse) Günümüz

Bu koşullar altında dünyada bazı oluşumların

şartlarını ve ihtiyaçlarını göz önünde

ve ideolojilerin tasfiye olması kadar, bu yeni

bulundurduğumuz zaman; İslamcılığın

dünyaya özgü ideolojik söylemlerin üretilmesi,

konusu, misyonu ve araçları hakkında

mücadele teknikleri ve pratikleri geliştirilmesi

ne gibi önerilerde bulunabiliriz?

de kaçınılmazdır. Müslümanların da değişmekte

Günümüz açısından her ne kadar 20. yüzyıl İslamcılığını ortaya çıkaran şartlar tam olarak çözülmüş değilse de, bunlar büyük ölçüde aşılmıştır. O nedenle İslamcılığı da, tıpkı daha öncelerde de ortaya çıkan benzeri başka eğilim ve akımlar gibi, koşulları ortadan kalktığı halde sürdürülmeye çalışılan bir ezbere ve hatta bir fetişizme dönüştürmemek gerekmektedir. Elbet İslamcılık da bu süreç içerisinde farklı evrelere göre kendisini farklılaştırmış ve yenilemiştir. Bu yenileşmeci perspektif içerisinde olduğu

olan bu dünyayı anlayarak buna göre uygun dinî yorum ve anlayışlar üretmelerinin gereği gayet açıktır. Bu, mevcut İslamcılık söylemlerine eklemlenen ideoloji ve anlayışlar olabileceği gibi, tamamıyla yeni söylem ve akımlar da geliştirilebilir. Dolayısıyla tüm bunlara hazırlıklı ve bu konularda tedarikli olunması, aklî ve dinî bir zarurettir. En önemli tedarikimiz ise okumalarımız ve değişmekte olan bir dünyanın dili ve zihniyetini anlama konusunda göstereceğimiz cehd ve birikimlerdir.

sürece İslamcılık elbette sürdürülebilir bir tutumdur. Mesela önceki yüzyıllarda ortaya çıkan gerek itikadi ve ameli mezhepler, gerekse kelami ve tasavvufi akımlar, süreç içerisinde değişerek farklılaşmış, teşekkül şartlarındaki ortaya çıkış halleri içerisinde kalmamışlardır. Ama yine de uzun süreçlerde bu tutumların her birer statükoya dönüşmüşlerdir. İslamcılığın da aynı dogmatik tutumu sürdürmesi halinde, bunlarda da olduğu gibi, belli bir tarihsel tutum olarak durağanlaşması kaçınılmaz bir şeydir. O zaman ise Müslümanların ister istemez yeni ideolojik ve söylemsel tutumlar üretmeleri kaçınılmaz bir hale gelecektir. Bu biraz da ortaya çıkan bu akımların ortaya çıkış koşullarına bağımlılıklarıyla ve bu koşullar tarafından şartlandırılmalarıyla ilgili bir kaçınılmazlıktır. Bu koşulları adeta kendisine bir ontoloji haline getiren ideolojik tutumlar, bu koşullar çözüldüğünde, kendisini yeni bir dünyaya adapte edememektedir. O zaman ise bu yeni dünyanın isterlerine uygun yeni akımlara ihtiyaç hâsıl olmaktadır. Nitekim özellikle 20. yüzyılın sonlarına doğru, son üç yüzyıldaki emperyalist dünyanın koşullarında

www.islamiyorum.com

birinde belli katılıklar belirginleşerek, zamanla

ciddi değişiklikler ortaya çıkmaya başlamıştır. Yine bu dönemde bilim ve felsefe alanlarında da anlayışlar ve bakış açıları ciddi bir biçimde değişime uğramıştır. Kimi ülkelerin ve ideolojilerin bu dünyaya uyum göstermesi ve buna uygun tepkiler geliştirmesine karşı, bazı akım ve anlayışlar ise bu dünyayı bırakın cevaplamayı, anlamaktan bile uzaklaşmışlardır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

27


Dosya: Günümüz Şartlarında İslami Mücadele / İslamcılık

Modernite ve İslamcılık Nuri Yılmaz İslamcılık nedir?

gelmesidir. Takip edilen metot, kullanılan araçlar,

Kimileri için Müslüman olarak varlığının anlamı, kimileri için soğuk savaş döneminde Müslümanları kullanmak maksadıyla oluşumu desteklenmiş bir proje...

duruş ve tavırlar bir nevi kutsiyet kazanmıştır. Sorgulandığında veya eleştirildiğinde hemen art niyet aranmakta, bu yüzden de tartışmalardan netice alınamamaktadır. Oysa

Kimileri sahipleniyor, kimileri reddediyor, kimileri ise eleştiriyor...

dünya bu kadar hızlı değişiyorken ve İslam coğrafyasında bu kadar gelişmeler oluyorken, İslamcılığın yeniden yorumlanma vakti

Herkesin kendine göre gerekçesi ve gerekçesini delillendirmek için kullandığı argümanı fazlasıyla mevcut. Bu kadar kesin yargıların ve argümanların varlığını bir kazanç olarak mı görmek lazım? Yoksa tanımı bu kadar belirsiz bir kavramın böylesine net çizgilerle konuşulmasını yüzeysellik olarak mı algılayalım? Şüphesiz, bugüne kadar üzerinde hiç çalışılmamış bir konudan bahsetmiyoruz. Meseleyle ilgili türlü türlü araştırma ve çalışmalar mevcuttur. Biz ise bu makalemizde, modern fikir ve sosyoloji kuramlarının (yani modernitenin) İslamcılık üzerindeki etkilerini

tartışmak istiyoruz.

çoktan gelmiş ve geçmektedir. Mevcut tutum, yöntem, organizasyon biçimleri Müslümanların gelişmelerde etkin olmalarını engellemeye başlamıştır. Makalemizde ele alacağımız konunun, İslamcılık hakkındaki kimi ön kabulleri yıkmasını ve “din” ile özdeş olmaktan çıkarıp “tartışılabilir” bir mesele haline getirmesini ümit ediyoruz. Ki geliştirilebilsin ve karşı karşıya bulunduğu tıkanıklık aşılabilsin... Modern fikir ve sosyoloji kuramları ile İslamcılık arasındaki ilişkiyi ele almamızın bir diğer gerekçesi ise, bu meselenin; İslamcılığı kötü gören veya bir proje olarak niteleyen kimselerce

İslamcılığı, Müslüman olarak varlığının anlamı haline getirenler açısından bu ilişki (etki); görmezden gelinen ve atlanılan bir konudur. Meseleyi direk Kur’an ve sünnetle irtibatlandırmakta ve tamamen onlardan fışkırmış bir olgu olarak tanımlamaktadırlar. Bu yaklaşımın doğal sonucu, İslam ile İslamcılığın özdeşleşmesi ve “Allah’ın değişmez emri” haline

28

gerçekleşen organizasyon biçimleri, sergilenen

istismar edilmesidir. Bu kimseler modernite ile İslamcılık arasında kestirme ilişkiler kurmakta ve yüzeysel yaklaşımlarla mahkum etmektedirler. Bunlara göre İslamcılık “türedi” (sonradan çıkmış, dayatılmış) bir olgudur, tutarlı bir tarafı yoktur. Hatta yaptıkları genellemelerle “mücadele” fikrine tümden karşı çıkma noktasına gelebilmektedirler.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Makalemizde ele alacağımız konunun, bu

İslamcılık hakkında, bakış açısına ve zemine

bakış açısındaki sığlığı ve önyargıyı da ortaya

bağlı olarak, hepsi de haklılık içeren birden fazla

çıkarmasını ümit ediyoruz; ki mesele daha

tanım yapmak mümkündür. Bunun bir sebebi,

doğru zeminlerde tartışılabilsin...

kavramın farklı dönemlerde farklı anlamlara karşılık gelmesi, bir diğer sebebi ise farklı

Bu çerçevede:

düşünce ekollerinde farklı karşılık bulmasıdır.

- Önce “İslamcılık” kavramıyla neyi kastettiğimizi belirlemeye çalışacağız - Sonra, “davet, cihad” (ve Kur’an’ın bu çerçevede gündeme getirdiği diğer) kavramlarında anlatılan mücadele anlayışı ile günümüz mücadele anlayışını karşılaştıracağız

Bu yüzdendir ki, kimilerinin İslamcı kabul ettiğini, bir diğeri İslamcı kabul etmeyebiliyor ve herkesin kendi tanımına göre bir İslamcılık tarihi oluşabiliyor. Maksadımız bir kavram çalışması yapmak veya konuyla ilgili bir tez hazırlamak olmadığı için, biz tanımlama ile uğraşmak istemiyoruz. Meseleyi en geniş anlamıyla İslami mücadele, başka

- Daha sonra ise günümüz mücadele anlayışındaki farklılıkların sebebini, bu farkı

bir ifadeyle İslam adına mücadele olarak ele alacağız.

doğuran etkenlerin neler olduğunu, bunların normal karşılanıp karşılanamayacağını tartışacağız.

İslamcılık kavramıyla neyi kastediyoruz İslamcılık eski zamanlardan beri kullanılan bir kelimedir. Mesela Eş’ari’nin “ilk dönem İslam mezhepleri” adıyla Türkçeye çevrilen 1

eserinin orijinal ismi, “Makâlâtü’l-İslamiyyîn ve İhtilafu’l-Musallîn”dir. Tam tercümesi “İslam(lık) Makaleleri ve Müslüman İhtilafları”dır. Bu kitabında Eş’ari, mezheplerin İslam anlayışlarını makaleler halinde dile getirmektedir ve “İslamlık” derken Allah tarafından bildirilmiş “yorumsuz saf İslam”ı değil, “bu” İslam’a

İslami mücadelenin/İslamcılığın dünü bugünü Doğru bulduğu bir düşüncenin yaygınlaşması için ve sosyal alanda temsil edilir hale gelmesi için mücadele verme fikri, dini sadece ibadetler ve kimi teolojik kabullerden ibaret görmeyen İslam yorumları açısından “Müslüman olmak” ile doğrudan irtibatlıdır. Ve bu durum zorlama tevillerle ortaya çıkarılmış bir sonuç değil, Kur’an’da birden fazla kavram ve birçok ayet ile gündeme getirilmiş bir meseledir. Mesela Yüce Allah, “iman” kavramının yanına daima “salih amel” kavramını koymuş ve inandığı değerlerin adamı olan kimselerden memnun olacağını belirtmiştir. Doğruluk, adalet ve iyilik yolu

uygunluğu kastettiği açıktır.

olan kendi yolunda çaba gösterilmesi (cihad)

Daha sonra kelime, günün sorunlarına İslam’a

nitelikleri olarak, azim ve kararlılık, sabır,

uygun çözüm arayanları kastetmek üzere daha yoğun bir şekilde kullanılmaya başlamıştır. Sait Halim Paşa’ya göre mesele; “İslam’ın, inanç, ahlak ve sosyal-siyasi sistemini, zamanın ve mekanın ihtiyacına denk düşecek şekilde tefsir etmek ve bunlara uymak”tır. Mehmet Akif gibi kimi düşünürlere göre ise, “Batı’nın tekniğini almak ama taklitçiliği reddetmek”tir. Dolayısıyla, ilk kullananlar için bile farklı şekillerde tanımlanabilen bir kavramdan bahsettiğimizi görmemiz gerekmektedir. Kabalcı Yayınları, 2005. Çev: Mehmet Dalkılıç ve Ömer

1

Aydın

gerektiğini vurgulamıştır. Gösterilecek çabanın marufu emr (iyiliği emretmek), münkerden nehy (kötülükten alıkoymak), davet (çağırmak), tebliğ (ulaştırmak), tebşir (müjdelemek), inzar (uyarmak), irşad (göstermek), beyan (açıklamak), öğüt, kıtal (savaşmak) gibi birçok kavram dile getirmiştir. Bütün bu kavramlardan ve bu kavramlarla ilgili ayetlerden yola çıkarak; İslami mücadele (veya İslam adına mücadele) meselesinin sonradan türemiş bir mesele olmadığını, İslam’ın özünde bulunduğunu ifade edebiliriz. Hatta iyiliğin, doğruluğun ve adaletin adamı olmak ve bunların tüm yeryüzüne yayılması için çaba göstermek

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

29


ile Müslümanlık arasında doğrudan bir irtibat da

üstünlüğü için harcanmaya başlanmıştır. Dinin/

kurabiliriz.

adaletin yaygınlaştırılması işi çoğunlukla devlete

Şu halde İslami mücadeleyi (İslamcılığı değil) Müslümanlığın şartı olarak gören bakış açısı haklı ve yerindedir.

üreten toplum düzenine itiraz anlamında; Harici hareketi, Hz. Hüseyin’in ve Zeyd bin Ali’nin kıyamı, Ömer bin Abdülaziz’in dönüştürme

Fakat bu kavram ve ayetlerden yola çıkarak İslami mücadelenin tek bir tarzının bulunduğunu ve herkesin bu tarza uyması gerektiğini söyleyemeyiz. Çünkü bunlar bize, hangi durumda ne yapacağımıza dair sabit bir reçete sunmazlar. Fikir verirler, ama bir mühendislik projesi gibi safha safha işleri ve adımları planlamazlar. Değişen şartlara ve ortamlara bağlı olarak çabanın ve mücadelenin şekillendirilmesi, Müslümanların bir

çabaları gibi istisnai örnekler vücut bulabilmiştir. Resulullah dönemi şartlarının (sosyolojisinin) sonsuza kadar devam etmesini beklemek gerçekçi değildir. Değişen şartların yeni sosyolojiler üretmesi doğaldır. Yapılan değerlendirme ve eleştiriler, bu şartlar göz önünde bulundurularak yapılırsa isabet kaydetmiş olur. Bu çerçeveden baktığımızda şu tespitleri yapabiliriz:

sorumluluğudur. Dolayısıyla, “İslami mücadele”

Birbiriyle rekabet eden içe dönük mücadele

veya “İslam adına mücadele” dediğimizde; aşkın

anlayışı, zaman içerisinde iyice belirginleşmiş,

olanın (Allah’ın) belirlediği bir “şey”i değil, aciz

mezhepler ve tarikatlar şeklinde somut

olanın (insanın) oluşturup İslam’a veya Allah’a

temsiliyetler kazanmıştır. Bu yapılar, günün

atfettiği bir “şey”i kastetmiş oluruz.

yönetim biçimlerinin, yapılanma zihniyetinin ve

Şu halde, “İslami” dediğimizde “İslam ile özdeş”i

“mücadele” anlayışının izlerini taşırlar.

kastediyorsak, bu durumda o; haddi aşmak ve

Günün yönetim modelleri tek kişi veya sınıfın

(bilerek veya bilmeyerek) aşkın olan (Allah)

hakimiyetine dayanan otoriter yönetimlerdi.

adına konuşmak anlamına gelir.

Kimi coğrafyalarda adına krallık, kimi

Aslında, kişinin amel ve eylemlerinde Allah rızasını gözetmesi ve bunlara İslami bir temel araması anlaşılır bir durumdur. “Farkındalık” olduğu ve bunun gerektirdiği ölçü gözetildiği sürece, sorumlu oluşun ve sorumlulukları yerine getirme gayretinin bir ifadesi sayılabilir. Ancak bu nokta tarih boyunca hep problemlere gebe olmuştur. Ortaya çıkan bir düşünce taraftar bulduğu ve savunucuları oluştuğu andan itibaren tek hakikat haline getirilmiştir. “İslami” sözcüğü çoğunlukla, “İslam ile özdeş”lik ifade etmiştir. Bunun sonucunda da düşünce ekolleri, mezhepler ve cemaatler arasında, o tek

coğrafyalarda padişahlık, kimi coğrafyalarda ise çarlık denirdi. Günümüzdeki anlamıyla sivil toplumun neredeyse hiç bir etkinliği yoktu. Yöneticinin sözü kanundu ve asla tartışılamazdı. Tarikatlar ve cemaatler, günün zihniyetine göre “ileri” sayılabilecek bir şekilde, günün sivil toplum kuruluşları olarak karşımıza çıkarlar. Ancak siyasi yönleri olabildiğince zayıftı. Yönetim karşısında itaatkar ve daha çok yönetimin olası keyfi uygulamaları karşısında halkın dindarlığını korumayı hedefleyen bir kimliğe sahiptiler. Tabii günün yönetim modellerine uygun bir şekilde bunlarda da lider merkezli bir yapılanma vardı.

doğrunun kendileri olduğunu ispatlama rekabeti

Günün yöneticileri, otoritelerini sorgulanamaz

başlamıştır.

hale getirebilmek için ya dini kontrol etmekte

Bu aşamada, Kur’an’da bir sorumluluk olarak dile getirilen “mücadele” olgusunun, dışarıdan içeriye dönerek yeni bir boyut kazanmış olduğunu söyleyebiliriz. Zulme karşı

durup adaleti dünyanın dört bir köşesine yaygınlaştırmak için harcanması gereken enerji, içe dönüp görüşlerin veya grupların birbirine

30

bırakılmıştır. Grupsal çekişmeleri aşıp, zulüm

ya da “Tanrı’nın temsilcisi”, “Tanrı’nın oğlu” gibi sıfatlar taşımakta idiler. İslam coğrafyasında da (Sünni yoruma göre) yönetici/halife, “Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi” olarak görülmekteydi. Günün yönetici profiline uygun bir şekilde tarikat ve cemaat önderleri de, ya peygamber soyundan gelen bir Seyyid ya da (ilham, rüya gibi yollarla) Allah’tan vahiy alan bir Şeyh idiler

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ve sorgulanamazlardı. Günün mücadele anlayışı tek tipleştirme

nasıl bir sistem oluşturulabilir? Haksızlıkların önüne geçmek için nasıl tedbirler alınabilir? Vs.

ve kendisi gibi yapma üzerine kuruluydu.

Bu zihniyet değişikliği düşüncenin önünü açmış

Bir kral bir coğrafyayı fethettiğinde, orada

oldu ve Batı hızla üretmeye başladı. Yeni yeni

yaşayan toplumun farklılıklarını da yok ederdi.

yöntemler, yeni yeni öneriler geliştirdi. İlimde,

Farklı dinlere yaşam imkanı tanımazdı. İslam

teknolojide, sanatta, siyasette çok önemli

coğrafyası, günün zihniyetine göre “ileri”

gelişmelere imza attı. Gelişmenin iki boyutu

sayılabilecek bir şekilde, farklı dinlerin birlikte

vardı:

yaşayabildikleri toplumlardı. Fakat buralarda bile farklı dinler “zimmi” hukukuyla bir arada olabilirlerdi. Günün mücadele anlayışına uygun bir şekilde tarikat ve cemaatler de, “kendisi gibi” yapmayı hedefleyen bir mücadele tarzına sahiptiler. Hepsi kendi görüşünün İslam olduğunu ileri sürer ve onu yaymak, onu geçerli kılmak için mücadele ederdi. Farklı dinlerle birlikte yaşayabilen kimseler, farklı İslam yorumları ile birlikte yaşamakta zorlanırlardı. Yönetimin desteğini alan görüş veya cemaatler, diğerlerine karşı baskı uygulamaya başlardı. İşte bu hal İslam coğrafyasının, etkinliğini yüzlerce yıl koruyan tablosu olmuştur. Ta ki, sosyolojik şartların dünya çapında değişmeye başladığı son birkaç yüzyıla kadar... Bu dönemde ne oldu? Basit bir anlatımla meseleyi şöyle özetleyebiliriz: Bu dönemde insanlığın öncülüğünü İslam coğrafyasından almaya başlayan Batı, yeni bir zihniyet geliştirdi. Bilgi sürecine insanı dahil edecek yeni bir felsefe kurguladı. Aristo tarafından sistemleştirilmiş olan önceki paradigma, varlıkla ilgili bilginin/ hakikatin, varlığın (zatında olduğunu) fıtratına yerleştirilmiş olduğunu ve insanın bunu ancak keşfedebileceğini kabul ediyordu. Bu sebeple de insan soru sorma ihtiyacı hissetmiyordu. “Niye böyle oluyor?”, “daha farklı olamaz mı?” demiyordu. Her şeyde bir hikmet arıyor ve bilgisizliğini keşfinin yetersizliğiyle izah ediyordu. Ama “Düşünüyorum, o halde varım!”2 sembolik anlatımıyla, “düşünen bir varlık olarak var olduğunu” keşfeden yeni paradigma insana kurgulama imkanı verdi ve insan sormaya başladı: Krallıktan daha iyi bir yönetim modeli olamaz mı? Daha adil bir hukuk sistemi oluşturulamaz mı? Daha mutlu bir yaşam için

Birincisi, insan hakları, adalet, otoriter yönetimlerden paylaşımcı yönetimlere geçiş, sivil toplum faaliyetlerine ve muhalif oluşumlara imkan veren siyasi yapı gibi örneklerde kendini gösteren fikri gelişme. İkincisi ise ileri teknoloji ve sanayi şeklinde kendini gösteren maddi gelişme. Ve Batı, fikri gelişmişliğini emperyalizm, maddi gelişmişliğini ise sömürgeleştirmek için kullanarak, elde ettiği imkanları vahşi bir güce dönüştürdü. Geri kalmış toplumları talan ederek, benzeri görülmemiş bir zulüm gerçekleştirmeye başladı. Artık bütün dünya hem fikri, hem de maddi alanlarda şiddetli bir meydan okumayla karşı karşıya idiler. Batı’nın doymak bilmez hırsı, hiç bir toplumun kendi halinde kalmasına imkan vermiyordu. Değişen şartlar er geç her toplumu içine alıyordu. Nitekim İslam coğrafyası da benzer bir durumla karşı karşıya idi. Değişen sosyolojik şartlara ayak uyduramayan toplum modeli çatırdamaya başlamış, yıkılmaz gibi görülen imparatorluk hızla parçalanmaya başlamıştı. Bu durum, dine ait değerlerin savunulmasını ve yaygınlaştırılmasını “devletin işi” olarak görmeye başlamış İslam dünyası için farklı bir tehlikenin habercisi idi. Zamanın rüzgarları devleti tehdit ediyordu. Toplum/birey Kur’an tarafından ifade edilen sorumluluklarını yeniden kuşanmak zorundaydı, ne var ki mevcut zihniyet ve yapılanmalar buna elverişli değildi. İşte İslamcılık Batı’nın, “fikri alanda” ortaya çıkan meydan okumasına karşı: 1. Sivil toplumun “mücadele” sahasına yeniden dönmesini sağlayacak

Descartes

2

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

31


2. Modern değerler karşısında İslami değerleri yeniden ihya edecek

daha çoktur. Her peygamber aynı zamanda bir halk önderidir ve “ötekileştirilenler” ile bir olarak

şekilde, böyle bir ortamda vücut buldu. Fikri öncülük Batı’da olduğu için ve dünyaya Batı’daki gelişmeler yön verdiği için İslamcılık da, kaçınılmaz olarak modern dönemlerin sosyolojisi içerisinde oluştu. Batı’daki fikri ve felsefi gelişmelerden, sosyolojik imkanlardan etkilendi. Bu etki, inkar edilecek veya görmezden gelinecek bir durum değildir; çünkü kötü bir şey değildir, Her dönemin tecrübesi kendi döneminin zihniyetinden kaçınılmaz olarak etkilenir. Öte taraftan bu etki bir bid’at veya bir “türedi”lik olarak da isimlendirilemez; çünkü Müslümanlar, günün zihniyeti içerisinden İslam’a uygun bir yorum geliştirmeyi başarmışlardır. Nitekim devlet hegemonyasına karşı adalet arayışını ifade eden sivil toplum oluşumlarının; Batı’da “anarşist”, “devrimci” ve “sol” olarak ifade ediliyorken, İslam coğrafyasında İslami

yeryüzünde adaletin gerçekleşmesi için çaba göstermiştir. Son peygamberden sonra da birçok örnek verilebilir. Fakat o dönemlerin hiçbirinde, iktidar dışı gücün dönüştürücü etkisinin sosyolojisi oluşmamıştır. Yani kurumsallaşıp, toplumsal yapı içerisinde meşruiyet kazanamamıştır. Bugünün sosyolojisinde, varlığı yasalarla teminat altına alınmış olan “muhalefet”, “sivil toplum”, “kamuoyu” gibi kurumlar, o zamanların sosyolojisinde yoktur. Bu yüzden her halk hareketi aslında bir isyan, bir fitne ve bölücülüktür. İktidarlar tarafından bu sıfatlarla tanımlanmıştır. Engellenmesi için vahşice yöntemlere başvurulurken, kendi mutlulukları için mücadele verilen halk bile, bu tarz oluşumları kendisi için bir “hak” olarak görememiştir.

hareket olarak isimlendirilmesi, İslamcılığın

“İktidar dışı faaliyetlerin sosyolojisi” açısından

bir başarısıdır. Müslümanların, Batı’dan gelen

1789 yılında gerçekleşen Fransız İhtilali,

meydan okuma karşısında teslim olmadıklarını

kendisine kadar gerçekleşen halk hareketlerine

ve günün sosyolojik kuramlarını İslam’a uygun

göre bir dönüm noktası olarak görülebilir.

bir şekilde yorumlayabildiklerini gösterir.

O tecrübenin yaşandığı atmosferde doğan

Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için, günün

Alman filozof Hegel, “oluş”a (tarihe) dair

şartlarını şekillendiren sosyolojik kuramlardan

bir kuram geliştirmiştir. Bu tarih felsefesinin

ve felsefi düşüncelerden bahsetmek

taraftarları da eleştirenleri de çoktur. Ancak,

gerekmektedir. Şayet Batı’da oluşan sosyolojik

toplumsal değişimde “öteki”nin (iktidar dışı

ortamı ve imkanları iyi bir şekilde tahlil

mekanizmaların) rolü ve bu rolün sosyolojik

edebilirsek, bunların İslamcılığa olan etkilerini

bir zemin kazanmasında tartışılmaz bir etkisi

de daha net ifade edebiliriz

olmuştur. Kendisinden sonra uzun bir dönem; devrimlere, halk hareketlerine ve muhalif

Batı’da oluşan yeni felsefeler ve bunların doğurduğu sosyolojik ortam Modern sosyolojinin İslamcılık üzerindeki

oluşumlara ilham vermiştir. Daha sonra da Karl Marks, Hegel felsefesi üzerine kurduğu sosyoloji yorumuyla, bu etkiyi daha ileri taşıyarak sürdürmüştür.

en belirgin özelliği, toplumsal dönüşümde “öteki”nin, yani; merkez karşısında çevrenin, iktidar karşısında muhalefetin, devlet karşısında sivil toplumun rolüne dair ortaya çıkardığı gelişmedir.

rolü: Hegel’e göre insan, kendisinin dışında olan,

Aslında, iktidar dışı bir gücün dönüştürücü rol oynaması, insanlık tarihi için yeni bir olgu değildir; farklı dönem ve coğrafyalarda vücut bulmuş olan köle isyanları bu duruma örnek olarak verilebilir. İslam tarihi açısından ise örnek

32

Hegel3 ve toplumsal gelişmede “öteki”nin

kendisinin yaratmadığı ve kendisinden bağımsız olan bir dünyayı tecrübe etmektedir. Dünya ve bu dünyayı meydana getiren nesneler, Hegel’in; Hegel felsefesi için, Ümit Aktaş’ın Hegel sunumundan

3

ve “Hegel Üzerine, W.T.Stace, Çev: Murat Belge, V Yayınları” isimli kitaptan yararlanılmıştır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Tin, Geist, İde, Mutlak, Mutlak Zihin gibi

durumuna geçmiş ve diyalektik dönüşüm

kavramlarla ifade ettiği bir zihnin eseridirler.

yeniden başlamış olur. Bu şekilde gelişim devam

Geist kendisini, doğada ve insan aklında ifade

eder gider.

eder. Dünya, tarihi boyunca bir evrim süreci

Hegel felsefesinde makalede ele aldığımız

içinde olmuştur. Yani statik bir varlık değil,

konuyla ilgisi bakımından iki dikkat çekici yön

dinamik bir süreçtir. Bu mutlak varlık, Hegel’in

vardır:

diyalektik adını verdiği üçlü adımlardan oluşan

hareketlerle değişir ve gelişir. Dünya, varlık,

1. Bilincin kendisini “öteki”nde bulması ve tarihsel gelişimin “öteki” sayesinde

kültür ve uygarlık dediğimiz her şey, mutlak

gerçekleşmesi

varlığın üçlü adımlarından oluşan diyalektik hareketlerinden meydana gelir. Her şey, kendisinde mutlak varlığın amaçlarının ve

2. Ötekinin “tez”i (karşı çıktığı şeyi) tamamen ortadan kaldırmayıp, onunla sentez

hedeflerinin gerçekleştiği bir evrim sürecidir. Bu

oluşturarak varlık kazanması

hareket doğada ve hatta tarihte bilinçsiz olarak gerçekleşir.

Birinci yön, Hegel felsefesi sayesinde sosyolojik

Evrimde en önemli şey, başlangıçta var olandan ziyade, sonuçta ortaya çıkandır. Hakikat bütündedir, ama bütün yalnızca evrim süreci tamamlandığında gerçekleşir. Dolayısıyla gelişme mükemmel olana doğrudur. Diyalektik ise hem düşünmenin hem de bütün varlığın gelişme biçimidir. Düşünme de, varlık da; tez, antitez ve sentez sürecinde hep karşıtların içinden geçerek ve karşıtları uzlaştırarak gelişir. Gelişim için, karşıt bir nesnenin ve bilincin varlığı şarttır. Bilinç öteki yoluyla ya da olumsuzluk aracılığıyla varlık kazanır. Öteki, tez ile karşıtlığında var olur. Aynı

zemin bulan merkez dışı/muhalif oluşumlar açısından önemlidir. İkinci yön ise (Marks ele alınırken açıklanacağı üzere) Marks ile Hegel arasındaki temel farklardan birine işaret eder. Hegel felsefesinin sonuçları: İslami Yorum

Dergisi’nin sekizinci sayısında yayınlanan bir makalemizde4, Hegel felsefesinin iktidarlar açısından doğurduğu bir etkiye değinmiştik. Burada ise gerçek muhatapları olan iktidar dışı unsurlar üzerindeki etkilerini görmekteyiz. Merkez karşısında çevre, iktidar karşısında

zamanda tez de öteki ile karşıtlığında var olur.

muhalefet, devlet karşısında sivil toplum

Meseleyi basitleştirmek için şöyle bir örnek

kendisini bir aktör olarak görmesinin, taleplerini

verebiliriz: Selefi İslami yorum, nasçı/şeriatçı bakış açısını da, radikal devrimci bakış açısını da bünyesinde taşır. Düşünce olarak her ikisini de eğilimlidir. Bu düşünce çizgisinde oluşan bir cemaat (Tez), doygunluk noktasına geldiğinde değişmek ister. Cemaat içerisinden bir eğilim (şeriatçı olan veya radikal devrimci olan) cemaati olumsuzlar ve ona yabancılaşır (Antitez). Fakat bu aşamada somut bir varlığa bürünmemiştir. Somut bir varlığa büründüğü aşamada ise geçmişten bazı unsurları taşıyan ama yeni yorumlar da eklemiş olan bir kimlik

felsefi bir meşruiyet kazanmaktadır. Artık özgüvenle ifade etmesinin ve hatta ulaşmak için mücadele vermesinin zemini oluşmaktadır. Hegel’le birlikte, insanlık tarihi açısından önemli bir gelişme, talepkar sivil haklar için önemli bir imkan ortaya çıkmaktadır. Kutsal iktidarlar karşısında sadece bir tebaa konumunda olan halk, bilinçlendiği oranda artık kendi iradesini kuşanabilecek ve hakkını arayabilecektir. Kendisini statükoya karşıt olarak tanımlayabilecek, benimsemediğini ötekileştirebilecek ve ona karşı direnebilecektir.

ortaya çıkar (Sentez).

Tabii bunlar, Hegel felsefesinin içerdiği

Fakat sentez de kendi içinde karşıtlarını

birlikte hemen gerçekleştiğini söylemek gerçekçi

taşır. Vakti geldiğinde yeni bir olumsuzlama ve yadsıma ile karşılaşır. Bu defa sentez tez

imkanlardır. Bahsedilen sonuçların Hegel’le

Din ve İdeolojilerin Hayata Müdahale Biçimleri. Nuri

4

Yılmaz. İslami Yorum Dergisi. Sayı 8

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

33


olmaz. Ancak takip eden süreçte ortaya çıkan

Marks’ın elinde, bir nevi somut, sosyolojik bir

Hegelci aktivist ve yorumcular, felsefeden

yoruma dönüşmektedir. Hegel’de bir kimlik

doğan pratiğin bütün dünyaya yayılmasını

kazanan “öteki”, Marks’ta sosyolojik bir zemine

sağlamışlardır.

kavuşmaktadır. Fakat Marks sosyolojisinde “öteki”;

çatışmacı, kavgacı yani devrimcidir. Toplumsal Marks ve tez ile antitezin çatışması: Hegel’in en fazla iz bırakan yorumcularından

rolünü kendisi elde eder. Kendi doğruları ve hedefleri adına kavgaya girer. Şiddet ve zor kullanarak merkezi güçleri ve devleti dönüştürür.

Marks, iktidar dışı unsurların toplumsal dönüşümde aktör haline gelmesine kapı açan felsefeyi farklı bir şekilde yorumlar. Kendisinden önce İngiliz iktisatçılar tarafından kullanılmış

hale gelmesi:

olan “sınıf” kavramını alır ve diyalektiğin

Marks, diyalektik evrimin müdahaleler ile

merkezine yerleştirir. Ayrıca, Hegel’de toplumsal

çabuklaşacağına inanmıştır. Proletaryanın

gelişme açısından “olumlu/gerekli” olarak tarif

(işçi sınıfı) yönetimi ele geçirebilmesi için

edilen “antitezin teze yabancılaşması” olgusu

sınıf çatışmasının, öncü güçler tarafından

(ki bunun ardından antitez, tez ile sentez

körüklenebileceğini düşünmüştür. Ona göre;

oluşturarak varlık kazanır), Marks’ta olumsuz

öncü müfreze devrimci sınıfları kendi tarafına

bir olguya dönüşür. Ona göre, “emek-sermaye

çekerek ileriye fırlar, statükonun baskı ve

diyalektiğinde” işçi, yabancılaşarak insanlığını

gücünü devrimci şiddet ile bertaraf eder,

kaybetmektedir. Gerçek insan sınıfsız toplumda

böylece eski devlet mekanizması parçalanarak

ortaya çıkar. Bu ise özelde (işçinin karşısında

proletaryanın hegemonyası kurulur. Kendi

yabancılaştığı) sermayenin, genelde tüm

iktidarına uygun alt yapı düzenlemelerine

sınıfların ortadan kalkmasıyla mümkündür.

geçerek, sınıfsız topluma kadar devrimi sürekli

Dolayısıyla tez ile antitezin karşı karşıya

kılar...

gelmesi, sentezi değil çatışmayı doğurur.

Fakat Marksist teorinin ilk uygulayıcısı olan

Kısacası Marks’taki “öteki”, kendisini

Lenin5, Marksizm’in evrimci yönünde problemler

yabancılaştıran unsurla çatışmaya girer ve onun

görmüş ve vurguyu proleteryanın öncü

yerini alır. Böylece üretim ilişkilerinin işlediği

müfrezesine yapmıştır. Böylece Marksizm’in

sivil alan, devleti dönüştüren temel etken haline

evrimci yönü yerini tamamen devrime bırakmış;

gelir.

öncü ve örgütlü kadrolar, kavga, anarşi,

Basitleştirmek istersek Marks’ın kurgusunu şöyle anlatabiliriz: Sanayi toplumuyla birlikte

silahlı mücadele gibi kavramlar belirleyici hale gelmiştir.

ortaya çıkan vahşi kapitalizm sermayedarın

Lenin, işçi sınıfını harekete geçirecek siyasal

iyice güçlenmesine ve işçi sınıfının iyice

bilincin, gündelik hayat mücadeleleri içinde

zayıflamasına neden olur. Öyle ki işçi insanlığını

kendiliğinden doğmayacağına inanmıştır. Siyasal

yitirir; ya bir köle ya bir makine haline gelir. Bu

mücadele bilincinin oluşması ve örgütlülüğün

durum işçilerin sınıf bilinci kazanarak bir araya

sağlanabilmesi için, yorulmak bilmeksizin çaba

gelmesine neden olur. Gücünü fark eder. Gücünü

sarf eden ve Marksist teoriyle donanmış bir

fark etmeyle birlikte de insanca yaşamak için

öncü örgütlenmeye ihtiyaç görmüştür. İşçi

hak talep etmeye, egemenlere karşı hakkını

sınıfına önderlik yapılabilmesi içinse, işçilerin

aramaya başlar. Ancak sermayenin varlığı işçi

ekonomik mücadelesinden siyasal mücadelesine

sınıfının hakkını elde etmesinin önünde engeldir.

kadar her sorununda yanında olunmasını,

Bu yüzden, vakti geldiğinde emek sermayeyi

yol gösterilmesini ve örgütleyici olunmasını

devre dışı bırakır. Marks’a göre bu süreç,

önermiştir. Sendikal faaliyetlerin gerekliliğine

otoritesiz topluma kadar benzer bir şekilde

vurgu yapmıştır.

devam eder.

Leninist gelenek farklı ülkelerde yaşanan

Marks felsefesinin sonuçları: Hegel’in felsefesi

34

“Öteki” kavramıyla “devrimciliğin” özdeş

Vladimir İlyiç Lenin (1870-1924)

5

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


tecrübelerle gelişme göstermiş, toplumların

sınırlı kalmışlardır. Yüzünü Batı’ya dönmüş

değişimine devrimci müdahale fikrinin ve

entelektüellerin ulusçuluk söylemlerine karşı,

yöntemlerinin neredeyse tek belirleyicisi haline

dini hassasiyetleri daha baskın olanlar hilafet

gelmiştir. Sendika örgütlenmeleri, medya

projesiyle ortaya çıkmışlardır. Aslında o dönem

propaganda faaliyetleri, gençlik örgütlenmeleri

eğilimlerinde net ayrım yapmak mümkün

ve dernek gibi yapılanmalar aracılığıyla

olmasa da, İslamcılığın ilk projesinin hilafeti

mücadelelere girişilmiştir.

tesis etmek olduğunu söyleyebiliriz.

II. Dünya Savaşı sürecinde ise, güçlü ve

Osmanlı İmparatorluğu yıkılınca, İslam

disiplinli bir işgal ordusuna karşı küçük-

coğrafyası için farklı bir süreç başlamıştır.

hareketli birliklerle yapılan savaşın avantajları

Artık kendisine sığınılacak, farklı politikalarla

keşfedilmiştir. Kırlarda ya da şehirlerde işgal

kurtarılmaya çalışılacak bir devlet kalmamıştır.

ordularını yıpratan, onları gerileten ve hatta

Coğrafya dünyanın güçlü devletleri arasında

yenilgiye uğratan eylem tarzı; Marksist-Leninist

paylaşılmış ya işgal edilerek sömürülmüş ya da

devrimci hareketlerin en vazgeçilmez hareket

kukla iktidarlar aracılığıyla dolaylı bir sömürüye

tarzlarından biri haline gelmiştir. Dünyanın

maruz bırakılmıştır. Artık halk kendi kaderiyle

birçok coğrafyasında “halk orduları” adı verilen

baş başadır.

gerilla faaliyetleri başlamış; silahlı propaganda yöntemi devreye girmiştir. Silahlı propagandanın amacı, bir yandan egemen devlet gücünü moral ve askeri olarak darbelemek, bir yandan da emekçilere, hakları uğruna savaşı göze almış bir gücün olduğunu göstermektir. Böylece hem emekçilerde özgüven artışı sağlanması, hem de haklarını savunan devrimcilerin safına kaymaları

İslam coğrafyasının karşı karşıya kaldığı bu durum, yüzlerce yıldır fark edilmeyen bir gerçeğin gün yüzüne çıkmasına sebep olmuştur. Uzun bir dönemden beri İslam, ibadetlerden ve teolojik tartışmalardan ibaret bir din haline dönmüştü. Hıristiyanlıktan veya Yahudilikten bir farkı kalmamıştı. Yeryüzüne adaletin hakim

hedeflenir.

kılınması, zulmün ve haksızlıkların engellenmesi

Sürecin sonucunda ulaşılan tablo: “Öteki”, yani

İslam’ın fıtri değerlerinden fışkıran bir devlet,

merkez karşısında çevre, iktidar karşısında

İslam’ın adalet anlayışını yansıtan bir hukuk,

muhalefet, devlet karşısında sivil toplum;

haksızlık ve zulme yol açmayan bir ekonomi

artık kendi kurumlarını ve hatta kendi (halk)

gibi sözlerin toplumda sosyolojik bir karşılığı

ordusunu kuracak kadar örgütlü ve çatışmacı bir

yoktu. Nasıl olsa bir İslam devleti vardı! Nasıl

kimlik kazanmıştır.

olsa padişah (halife) yapılması gerekeni onların

gibi kaygılar, artık toplumun ortak bilinci değildi.

yerine yapıyordu! Nasıl olsa devletleri dünyanın

İslam coğrafyasında “öteki” ve İslamcılığın doğuşu Bu noktadan itibaren “İslami mücadele”

en güçlü devletiydi! Onlar sadık bir tebaa ve iyi bir kul oldukları sürece hiç bir problem bulunmamaktaydı...

olgusunun gelişim seyrine geri dönebiliriz.

Bu hal içerisinde; toprakları düşman tarafından

Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş dönemlerine

ellerinden alınmaya başladığı dönemlerde bile

denk gelen zaman dilimi, İslam coğrafyası

“Müslümanlar” olarak seslerini çıkaramadılar.

için “yeni” sayılabilecek bir gelişmenin de

Çünkü İslam’dan kaynaklanarak bu durum

başlangıcıdır. Dünyanın diğer coğrafyalarına

karşısında ne söylemek gerektiğini bilmiyorlardı.

paralel olarak toplumda, merkezi otoriteyi

Nitekim kurtuluş için bir şeyler yapmak isteyen

(devleti) dönüştürmeyi hedefleyen teşebbüsler

duyarlı kimseler büyük bir hızla “sol” söylemlere

vücut bulmaya başlamıştır.

yönelmeye başladılar. Marksizm’in dünya

İlk teşebbüsler “dönüştürmek”ten ziyade, “düzeltmeyi” hedeflemişlerdir. Çoğunlukla merkezi otoriteye yeni politikalar önermekle

işgal edildiği, kültürleri ve zenginlikleri bir bir

perspektifi, onlar için de bir ümit kaynağı haline geldi. İşte bu gerçeklik içerisinde İslamcılık,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

35


“Müslüman öteki”nin yeniden bir aktör haline

yorumu olarak karşımıza çıkar. Nitekim İslam

gelmesinin ifadesidir. Toplumların karşısına

coğrafyasının her köşesinde kurulmuş olan

önerisi ve perspektifi olan projelerle çıkmasının

sol direniş örgütleri bir bir İslamcı haline

adıdır. İki temel çizgi halinde ortaya çıkar:

gelmiştir. İşgal altındaki bütün topraklar tek tek

Islahatçı çizgi ve devrimci çizgi...

kurtarılmış, sonra da iş birlikçi yönetimlere karşı

Islahatçı çizgi, eğitime ve toplumsal

örgütlü mücadeleler verilmeye devam etmiştir.

imara yöneldi. Öncelikle bilinçli bir neslin

Fakat özellikle devrimci İslamcılık, “istediği

yetiştirilmesini amaçladı. Farklı eğitim kurumları

sonucu elde etmek için, antitezini gayri meşru

ve okullar ile hem Batı’dan gelen kültürel

yöntemlerle oluşturan” modern devlete6 karşı

saldırıya karşı söylemler ve projeler geliştirmeye

ortaya çıkmıştır. Halkını terörize eden, yoğun bir

hem de bu projeleri gerçekleştirecek nesilleri

baskı altında tek tipleştirmeye çalışan iktidarlara

yetiştirmeye çalıştı.

karşı; halkları direnişe sevk edebilmesi,

Bu çizgi İslam dünyasındaki problemlere kafa yoracak ve çözümler önerecek düşünürlerin yetişmesinde oldukça etkili olmuştur. Geleneksel cemaatlerin ve tarikatların daha da kurumsallaşmasına katkı yapmıştır. Dernek, vakıf, parti, sivil toplum kuruluşu gibi modern

değerlerine sahip çıkar hale getirebilmesi ve nihayet diktatörlükleri sarsması bakımından başarılı bir yorum olarak görülebilir. Ancak olumlu yönlerinin yanında: 1. İslam düşünce geleneği içerisinden aynen alınarak sürdürülen bazı kadim problemleri

yapılanma tarzları, bu çizginin bir ürünü olarak görülebilir.

2. Günün şartlarının yanlış yorumlanmasından doğan kimi yeni yanlışlıkları

Islahatçı çizgi İslamcılığın genel problemlerini bünyesinde taşımakla birlikte devrimci çizgiden iki noktada ayrılır. Birincisi; işgal altındaki toprakların kurtuluşu ve Batı’dan gelen kültürel saldırıların göğüslenmesi noktasında acil çözümler içermez, ki ortaya çıktığı dönem için bu bir zafiyet sayılabilir. İkincisi ise uzun vadeli bir dönüşüm projesidir, yeni nesillerin yetiştirilmesinde daha olumlu sonuçlar verir. Devrimci çizgi: Müslüman olmak ile “mücadele”

arasındaki irtibatın yeniden kurulmasıyla oluşmuştur. Sivil toplumu, zulüm karşısında aktif rol üstlenmeye davet etmiş ve “öteki”nin (yani çevrenin, yani sivil toplumun), İslam referanslı bir bilinç kazanmasını sağlamıştır. Sonra Kur’an’daki “düşman” (kafir) tanımlamasına, düşmanla işbirliği yapan Müslüman görünüşlü yönetimleri de dahil ederek, sivil toplumun başkaldırısının önünü açmıştır. Böylece İslami bir bilinç kazanmış olan “öteki”, Marksizm’deki sınıf çatışmasının sınırlılığını da aşma imkanı elde etmiştir. Müslüman ötekinin kavgası, İslam– küfür çatışmasının kendi günündeki versiyonu halini gelmiştir.

bünyesinde taşır. Yani taşıdığı olumsuzluklar bakımından eskiyle yeninin bir sentezidir. Eleştirilmesi ve yeniden yorumlanması gereken yönü az değildir. Hegel felsefesinden ilham alan “terörist devlet” anlayışının değişmeye başladığı günümüzde, İslamcılığın fonksiyonelliği gittikçe azalmakta, dolayısıyla problemli yönleri iyice göze batar hale gelmektedir. Özelde devrimci İslamcılığın, genelde ise her türlü İslamcılığın sorunlarının tartışılması ve yeniden yorumlanması acil bir ihtiyaç halini almıştır

Sonuç: Bu makalede hedefimiz, modern felsefe ve sosyoloji kuramlarının İslamcılığa etkisini analiz etmek idi. Bu yüzden, mümkün olduğunca eleştirel bir dil kullanmamaya çalıştık. Ama bununla birlikte her dönemsel yorum ve uygulama gibi, İslamcılığın da, olumlu ve olumsuz birçok yönünden bahsedilebilir

Bu şekliyle Devrimci İslamcılık, modern felsefi ve sosyolojik imkanların başarılı bir

ve bahsedilmelidir de (Nitekim sonraki Din ve İdeolojilerin Hayata Müdahale Biçimleri. Nuri

6

Yılmaz. İslami Yorum Dergisi. Sayı 8

36

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


makalemizde bunu yapmaya çalışacağız). Çünkü İslam’ın herhangi bir dönem ve coğrafyada uygulanır hale gelmesi, dönem ve coğrafyanın psikolojik ve sosyolojik şartlarından bağımsız bir şekilde gerçekleşemez. Dönemin olumlu yönlerini yansıttığı gibi, kusurlu ve problemli İslamcılık, İslam düşüncesi içerisinde zamanla oluşmuş kimi problemleri de sürdürmeye devam etmektedir. Peki, makale boyunca yaptığımız değerlendirme ve analizlerden sonra, girişte gündem ettiğimiz görüşleri yeniden hatırlarsak ne diyebiliriz? İslamcılık modern bir olgu mudur? Makalede ortaya konan tez, bu soruya “Evet!” cevabı vermemizi gerektiriyor. Modernizm hakkında ön yargısı bulunan kimseler, yani neredeyse tüm İslamcılar; bu nitelemeyle kötü bir şey söylediğimizi düşünebilirler. Oysa makalenin tezi; modern Batı kültürü karşısında Müslümanların başarılı bir yorumu olduğu yönündedir. İslamcılık soğuk savaş döneminde Müslümanları kullanmak için ortaya atılmış bir proje midir? Komplocu bir zihniyet ne denirse densin böyle düşünecektir. Hatta makalede yapılan bir takım analizler de bu zihniyet için malzeme olabilir. Fakat biz tam tersi olduğunu düşünüyoruz; İslamcılık, modernizmin meydan okumasına karşı İslami bir duruştur. Bu duruş, çağı etkilemiş olan Hegel, Marks ve Lenin çizgisinden kaçınılmaz olarak etkilenmiş, fakat onunla özdeşleşmemiştir. Etkilenmesi ile oluşan benzerlikler bize, farklı dönemlerde ortaya çıkmış olan İslam yorumlarının zamanın şartlarından ve zihniyetinden bağımsız olmadığını/olamayacağını gösterir. Farklılıklar ise Müslümanların, zamanın

www.islamiyorum.com

yönlerini de ihtiva edebilir. Ve artı olarak

sosyolojik ve psikolojik şartlarını aşabilme kabiliyetlerine işaret eder. Bu çerçevede İslamcılık, hem modern kültürün bir sonucu hem de İslam’ın kültürleri dönüştürme gücünün bir göstergesi olarak okunabilir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

37


Dosya: Günümüz Şartlarında İslami Mücadele / İslamcılık

Günümüz Şartlarında İslami Mücadele (İslamcılık) Nuri Yılmaz İşe yarayan bir şey insanoğlunun gözünde hep

yanlış yönleri ise değiştirilir. Böylece, önceki

değerli olmuştur. Çok işe yarayan bir şey, çok

hataları avantaja çeviren doğrusal bir gelişme

daha değerli olur.

seyri yakalanır.

Fakat işlevini yitiren şey ise bir anda değerini

İslamcılık, ortaya çıktığı dönem

kaybeder ve gözden düşer.

şartlarında başarısını kanıtlamış bir İslami

Bir aletin veya cansız bir nesnenin işlevini yitirince gözden düşmesi normaldir, ama sosyolojik olgular da çabucak gözden düşüyorsa, orada problem görmek gerekir. Çünkü sosyolojik olgular cansız aletler gibi değildir; teknoloji ve imkanlar geliştikçe sürekli yenisi keşfedilmez. Sosyolojik olgular, toplumların kendi şartlarından doğarlar. Toplumların aynası gibidirler; onların durumlarını yansıtırlar. Aynada görünen yansıma hoşa giden bir suret olmayabilir. Fakat toplum bu suretten geçmişini inkar ederek kurtulamaz. Veya gelişmesini, geçmişi yok sayarak gerçekleştiremez. Çünkü geçmişini çabucak unutan balık hafızalı toplumlar, köksüz olurlar. Kendinde olanı dosdoğru teşhis eden toplumlar ise, geleceklerini de dosdoğru şekillendirme

mücadele biçimidir. Esarete sürüklenmiş, sömürgeleştirilmiş coğrafyaların kurtuluşunda, inkar edilemez bir rol üstlenmiştir. İnancı tamamen yok etmeye çalışan emperyalist saldırılar karşısında, İslami değerlerin korunması ve yeniden ihyası gibi kritik bir görevi başarıyla yerine getirmiştir. Eğer ana dilleri bile unutturulmuş olan Cezayir, Fas ve Tunus gibi ülkelerde İslam unutturulamamışsa; bu İslamcılığın başarısını gösterir. Eğer bütün dünyanın el birliği yapmasına rağmen Filistin’de hala Müslümanlar yaşıyor ve direniyorsa; bu İslamcılığın başarısını gösterir. Ve bugün İslam coğrafyasının değişik bölgelerinde İslam referanslı iktidarlar ortaya çıkmışsa; bunun temelinde İslamcılığın payı vardır.

imkanı elde ederler. Toplumların gelişmesi bir

Ne var ki şartların ve ihtiyaçların değiştiği bugün

öncekinin unutulmasıyla değil, tecrübelerin

İslamcılık, değişen şartlara uyum sağlayamama

üst üste konmasıyla gerçekleşir. Ortaya çıkan

gibi bir gerçekle karşı karşıya bulunuyor. Peki,

yeni şartlara ve ihtiyaçlara bağlı olarak, önceki

bu durumda ne yapmak lazım:

tecrübenin olumlu yönleri sürdürülür, eksik ve

38

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Gelişmelere ayak uyduramayıp sorunlar

muhalefetin, devlet karşısında sivil toplumun

oluşturmasını, onu tümden reddetmek için

İslami versiyonu olarak tanımlamıştık. Ve

bir fırsat olarak mı görmek lazım? Yoksa onu

Müslüman ötekinin dönüştürücü bir güç olarak

yaşanmış bir tecrübe olarak görüp, değişen

yeniden ortaya çıkması bağlamında ele almıştık.

şartlara ve ihtiyaçlara göre yeniden yorumlamak ve geliştirmeye çalışmak mı lazım?

Bağlamımız bu olduğu zaman, sosyolojisi ve

Tümden reddetmek, önceki dönemin sosyolojik

üzerine konuşuyoruz demektir. Çünkü tarikat,

gerçeklerini yeterince anlayamamamıza sebep

cemaat, mahalli grup, sivil toplum örgütü,

olur. Dolayısıyla bugünü ve yarını geçmişin

dernek, vakıf ve benzeri bütün İslami sivil

tecrübeleri üzerine kurma imkanını yitirebiliriz.

toplum teşebbüsleri, bu yelpazenin bir yerinde

Biz, İslamcılığı yaşanmış bir tecrübe olarak

yer alırlar. Aralarındaki farklar göz önünde

görüyor ve değişen şartlara, ihtiyaçlara göre

bulundurulmadan yapılacak her değerlendirme,

yeniden yorumlayıp geliştirmek gerektiğine

sonuçta bir “genelleme” veya “indirgeme”

inanıyoruz.

olacaktır. Biri için geçerli olan diğeri için

Yeniden yorumlayıp geliştirebilmenin birinci şartı, öncelikle doğru bir analizden geçer. Olumlu ve olumsuz yönlerini ne kadar sağlıklı bir şekilde tespit edebilirsek, sürdürülmesi veya değiştirilmesi gereken yönlerini o kadar net görebiliriz.

niteliği birbirinden farklı çok çeşitli kesimler

aynı oranda geçerli olmayacak ve analizin güvenilirliği sorguya açık hale gelecektir. Tek tek değerlendirmek ise hem bir makale sınırları içerisinde mümkün değildir hem de aralarındaki ortak yönlerin/sorunların yeterince görülememesine yol açabilir. Makalemizde bu sorunları; önce İslamcı oluşumları tasnif edip,

İslamcılığı Müslüman olarak varlığının anlamı haline getirip her şeyiyle sahiplenmek veya ürettiği sorunlara bakıp tümden reddetmek kolaydır da, onun eksik ve yanlış yönlerini tartışmak ve düzeltmeye çalışmak çok zordur. Ne ön kabulle benimseyenlere ne de ön yargıyla reddedenlere yaranamazsınız. Fakat biz çıkış yolunun buradan geçtiğini düşünüyor ve bu

aralarındaki farklılıklara işaret ederek, sonra analizlerimizin hangisi için ne kadar geçerli olduğunu belirleyerek aşmayı deneyeceğiz. Genellemelerin hangisi için ne kadar geçerli olduğu netleşirse sorunun da azalacağını ummaktayız. a) Tarikatlar

yönde yapılacak tartışmalara katkı sunmak

Merkez karşısında çevrenin, iktidar karşısında

istiyoruz. Bu çerçevede:

muhalefetin, devlet karşısında sivil toplumun,

- Önce “günümüzde İslamcılık” deyince ne anladığımıza dair somut belirlemeler yapacağız

ilk örneği tarikatlardır. Bundan önceki sivil toplum teşebbüsleri ya sadece kültürel boyutta kalmış, ya süreklilik sağlayamamış ya da

- Sonra “bu tarz” İslamcılığın günümüzde karşı karşıya bulunduğu duruma değineceğiz - Sonra da gelişen şartlar ve ihtiyaçlar karşısında problem üreten yönlerini tahlil etmeye çalışacağız

“İslamcı” oluşumlara ait bir tasnif denemesi Önceki makalemizde1 İslamcılığı, merkez karşısında çevrenin, iktidar karşısında Bkz. Modernite ve İslamcılık, Nuri Yılmaz.

1

kısacası Müslüman ötekinin kurumlaşmış

“isyancı” damgası yiyip düşman safına itilmiştir. Tarikatlar ise merkeze, iktidara ve devlete muhalif bir tutum sergilememeleri sayesinde, dışlanmadıkları gibi, iktidarların desteğini almayı da başarmışlardır. Bu noktada doğal olarak; “merkez karşısında çevre görevi görmediyse; iktidar karşısında muhalefet yapmadıysa; ve devlet karşısında sivil toplumu temsil etmediyse, ‘İslamcılık’ başlığı altında ne işi var?” diye bir soru akla gelebilir. Unutmamak gerekir ki tarikatlar, “sivil toplum”, “muhalefet” gibi sosyolojik olguların henüz oluşmadığı, hatta neredeyse kavramlarının bile

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

39


bilinmediği bir dönemin ürünüdürler. Yeryüzünün

almış olan, farklı coğrafyalardan bir sürü farklı

her köşesinde baskıcı, tek merkezli, otoriter

grup; rejimi değiştirmek ve kendi anlayışlarına

yönetimler varken; iktidar dışı oluşumların

dayalı bir İslam devleti kurmak için devrimci bir

neredeyse “kurumlaşmış” ilk örneği olarak

mücadeleye girişmişlerdir. Bunlardan birçoğu

karşımıza çıkarlar.

illegal organizasyonlardır. Legal kurumsal bir

Tarikatları önemli kılan bir diğer husus da, günümüz İslamcı oluşumların yapılanma

yapılanma tarzına benzerler.

biçimlerine yaptığı etkidir. İslamcı oluşumların,

İslamcılığın güncel sorunları üzerine yapılacak

neredeyse “dinin emri” haline gelmiş

değerlendirmeler çoğunlukla bu kategoriyi

organizasyon anlayışlarının temel kodlarını

ilgilendirecektir.

orada görmek mümkündür. En eski tip mantığı ve yapılanma tarzını yansıtırlar. Dolayısıyla İslamcılığın, geleneği sürdürmekten kaynaklanan olumsuzluklarını analiz etmeye

başladığımızda, bu olumsuzlukların en katı ve ileri örneği tarikatlar olacaktır.

d) Dernekler ve Vakıflar

Bu kategori “yeni nesil” İslamcılık arayışlarından ve örneklerinden oluşmaktadır. Geleneksel cemaatler tarafından kurulmuş dernekleri ve vakıfları değil, “sivil toplum örgütü” mantığıyla oluşturulmuş organizasyonları içerir.

b) Cemaatler

İslamcılığın ilk versiyonları ve tarikatlardan sonraki kuşak cemaatlerdir. Osmanlı İmparatorluğu şahsında temsil edilen İslam devletinin son bulduğu dönemlerde ortaya çıkmışlardır. Tarikatların birçok geleneğini daha yumuşak şekliyle sürdürürler. En temel farklılıkları ise devlete karşı tutumları ve sahip oldukları hedefler noktasındadır. Bunlar zaman zaman iktidarlarla dirsek teması içerisine girmekte sakınca görmeseler bile, zihinlerinin bir köşesinde; “iktidarın bizde (cemaatimizde) olmadığı devlet, İslam devleti değildir” anlayışı gizlidir. İktidarı ele geçirecekleri günün özlemini taşırlar. İslami bir devletin nasıl olacağı konusunda, bağlılarını ikna etmeye yetecek kadar bir projeleri vardır. Bu şekliyle cemaatler, tarikatlar ve günümüz İslamcılığı arasında bir kategori olarak görülebilirler. “İslamcılığın olumsuz yönleri” çerçevesinde bakıldığında; gelenekten tevarüs etmiş olumsuzluklar açısından tarikatlara, modern dönemlere ait güncel olumsuzluklar açısından günümüz İslamcılığına benzerler. c) Mahalli grup ve hareketler

İslamcılık dediğimizde esas anlaşılması gereken kategori budur. Temelinde; “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen yönetimler de küfür yönetimleridir. Küfürle savaşıldığı gibi bunlarla da savaşmak gerekir” anlayışı yatar. Bu mesajı

40

yapılanmadan ziyade, devrimci örgütlerin

Bu organizasyonlar, İslamcılık için bahsedeceğimiz problemleri kimi yönleriyle aşmış, kimi yönleriyle de sürdürmektedirler. Ancak bir arayışın ifadesi olmaları itibariyle önemsenmeleri gerekir. *** Yapmaya çalıştığımız bu tasnif, İslamcılık tanımına ve bakış açısındaki ana fikre bağlı olarak farklı şekillerde de yapılabilir. Hatta bakış açısına bağlı olarak yeni kategoriler eklemeyi veya var olan bazı kategorileri çıkartmayı tercih edenler bulunabilir. Fakat biz makalemizde ulaşmaya çalıştığımız hedef bakımından böyle bir tasnif yapmayı uygun bulduk. Yaptığımız bazı tespitleri şöyle özetleyebiliriz: 1. Ele alınan bütün kategorilerin (doğal olarak) kendilerine has yönleri ve özellikleri bulunmaktadır. Biri için söylenen bir söz, diğeri için aynen geçerli olamaz. 2. Benzer zihniyetlerin ve benzer ihtiyaçların ürünü olması bakımından, hepsinde ortak olan yönler de bulunmaktadır. 3. Ancak bu ortak yönlerin “şiddeti” hepsinde farklı oranlarda görülür. En eskilerde en katı şekliyle bulunan bir özellik, en yeni olanlarda terk edilme aşamasına gelmiş olabilir. Veya eskilerde fazla göze

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


çarpmayan bir özellik, yenilerde kendisini

Müslümanlar için değil, topluma dönük iddiası

göstermeye başlamış olabilir.

olan bütün fikir grupları için tek bir yol vardı:

Bu tespitleri göz önünde bulundurarak, günümüzde İslamcılığın ne durumda olduğunu analiz etmeye başlayabiliriz.

Hakim düzeni yıkmak! Dolayısıyla çabalar ve gayretler ister istemez bu hedefe odaklanmış vaziyette idi. Fakat Sovyetler Birliği’nin dağılması ile kendisini

Değişen şartlar karşısında İslamcılık

her geçen gün daha fazla hissettirmeye başlayan yeni bir süreç başladı. İki büyük

Günümüzde Müslümanlar, her geçen gün artan

denk gücün her an savaşıp dünyayı felakete

bir yoğunlukta kimi meseleleri tartışmaya

sürükleyeceği paranoyası yavaş yavaş dağıldı.

başlamışlardır. “İslam günümüz dünyasına

Paranoyadan kurtulan insanlar, olup biten

ne öneriyor?”, “İslam modern dünyaya nasıl

gelişmeleri daha sağlıklı izleme imkanı elde

müdahale edecek?”, “Müslümanlar yeryüzünde

ettiler. Dolayısıyla, o güne kadar başarıyla

adaleti nasıl gerçekleştirecekler?” “İslam nasıl

yürütülen toplum mühendisliği ve psikolojik

bir yönetim şekli, nasıl bir ekonomik düzen,

savaş taktikleri, ABD önderliğindeki tek kutuplu

nasıl bir hukuk sistemi (vs.) öngörüyor?” gibi

dünyada “gizlenemez” hale geldi. Halk, olup

sorular her geçen gün zihinleri daha fazla

bitenlerin iç yüzünü daha iyi görmeye başladı.

meşgul etmektedir. Zihinlerde, panellerde, sempozyumlarda cevabı aranan bu sorular, durup dururken mesele üretmeye dönük hastalıklı zihinlerin bir ürünü müdür, yoksa günümüz Müslümanlarının bir problemine mi

Diktatörlerin politikalarını pervasızca uyguladıkları o dönemin ardından göreceli bir serbestlik ortamı oluştu. Küresel hegemonya, İslam coğrafyası da dahil dünyanın bütün

işaret etmektedir?

bölgelerinde daha paylaşımcı iktidarların

Elbette ki “Müslümanların böyle bir sorunları

eski muhaliflerin, devrimcilerin ve radikallerin

yok, bunlar durup dururken üretilen yapay

“ılımlı” çizgide olanları, iktidar kapılarını

sorunlardır!” diyen kimseler çıkabilir. Fakat

zorlamaya başladılar. Kısa bir süre sonra da,

böyle bir tercih haklı olmanın verdiği güvenle

ya iktidar, ya koalisyon ortağı, ya da en güçlü

ifade edilmiş ve fikri altyapısı olan bir tercih

muhalefet durumuna geldiler.

oluşmasına razı olmak zorunda kaldı. Böylece,

değildir. Tam tersi; hamaset dilinin ürettiği, sorunları görmezden gelen veya anlayamayan

İslam coğrafyasındaki tablo da bundan farklı

bir yaklaşımın ürünüdür.

değildir. Diktatörlükler hızla yıkılıyor. İslamcılar

Batı emperyalizmi karşısında İslami değerlerin

Bu durum İslamcılığın bir açmazla karşı

muhafaza edilmesini sağlayan ve İslam

karşıya gelmesine sebep olmuştur. Statükoyu

coğrafyasında sivil direnişlerin oluşmasına imkan

ötekileştirme ve onu yıkıp kendi iktidarını

veren İslamcılık (bu kavramdan hoşlanmayanlar

oluşturma üzerine kurulu mücadele anlayışı,

“İslami mücadele” şeklinde okuyabilirler), bugün

iktidar koltuğuna oturduktan sonrasına dair

bir açmazla karşı karşıya bulunmaktadır.

bir strateji içermemektedir. Bu dönemin

İslamcılığı (yani günümüz İslami mücadele tarzını) doğuran iklim, şahıs veya parlamento diktatörlüklerinin olduğu ve bu diktatörlerin psikolojik savaş yöntemleri ile toplumu sürekli baskı altında tuttukları bir iklimdi. Toplumdaki zaaf yönleri kullanılarak halk sürekli birbiriyle çatıştırılıyor; “ölümü göster sıtmaya razı et” taktiğiyle toplum mühendislikleri yapılıyor ve muhalif sesler en katı yöntemlerle susturuluyordu. Böyle bir iklimde sadece

ise aynı hızla iktidar koltuğuna yaklaşıyor.

vakıasına dair önerileri ve çözümleri yoktur. Samimi mücadele içerisindeki birçok grup, ya bu tıkanmışlığı fark etmediklerinden ya da fark edip başka fikir geliştiremediklerinden, ısrarla ötekileştirme alışkanlıklarını sürdürmekte ve her olumlu gelişmeye bir kulp takmaktadırlar. Sorunların çözümünü “kendilerinin iktidar olacağı” belirsiz bir geleceğe ertelemektedirler. Mevcut zihniyet ve mücadele anlayışının, iktidarda kim olursa olsun benzer sonuçlar doğuracağını görememektedirler. Bu kısır döngü

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

41


içerisinde, dünyadaki gelişmeleri hep yanlış okumakta ve sürekli ıskalamaktadırlar. Oysa İslamcılık kavramıyla ifade edilen İslam yorumu ve bundan doğan mücadele anlayışı, günümüz şartlarına uymamaktadır. Müslümanların, yeni doğan şartları kuşatacak şekilde yeni okumalar yapmaları gerekmektedir.

İslamcılığın problemleri İslam tarihi açısından sivil kurumlaşmanın ilk örneğinin tarikatlar olduğunu ifade etmiştik. Batı’da ise sivil kurumlaşma, Hegel’in, “öteki”nin toplumsal dönüşümdeki rolüne işaret eden diyalektik kuramıyla sosyolojik bir kabul görmüştür. Fakat bu kabulün ardından, İslam

“Yeni doğan şartları kuşatacak şekilde yeni

coğrafyasındaki uygulamaların da ötesine geçen

okuma” fikri kimi Müslümanlara sempatik

olumlu sonuçlar elde edilmiştir.

gelmeyebilir. Onlar; “çözüm yeni bir okuma ve yeni bir yorumda değil, İslam’ın hakim kılınmamasındadır” sloganını tekrarlamayı daha sempatik bulabilirler. Ancak düne kadar aynen kendileri gibi düşünen Müslümanlar (eğer bir anda hepsi sapmadıysa) bugün iktidardalar ve “İslam’ı hakim kılmak” sloganını kupkuru bir şekilde tekrarlamayla sorunların çözülmediğini yaşayarak görebiliyorlar. Yönetmek için ne kadar hazırlıksız olduklarını, vaktiyle eleştirip karşı çıktıkları düzeni aynen sürdürmelerinden

Yapılanma tarzı ve zihniyeti itibariyle İslamcılık, İslami sivil kurumlaşmanın (tarikatların) ve Batı kaynaklı modern sivil toplum zihniyetinin bir buluşması gibidir. Bir nevi, gelenekle modernitenin sentezi ve Batı’da gelişmiş olan sivil toplum kavramına getirilmiş İslami bir yorumdur. Bu yüzden (olumlu yönlerle birlikte), gelenekten de, modern olandan da aldığı olumsuzluklar mevcuttur. Bunları ayrı ayrı incelediğimizde şöyle bir tablo karşımıza çıkar:

anlayabiliriz. Bir proje ile iktidara gelmedikleri için, var olanı sürdürmekten başka bir şey yapamıyorlar.

Gelenekten gelen problemler: 1- Lider vesayeti

Oysa İslam bir zihniyettir; bu zihniyetin bir coğrafyaya hakim olması demek, yönetim, hukuk, ekonomi, eğitim vs. gibi bütün alanlarda müesses hale gelmesi demektir. Bütün bu alanlarda müesses hale gelmesi ise her alana dönük proje ve sistem önerileri ile mümkündür. İslamcılığın tıkandığı nokta ise işte tam burasıdır. Zulme karşı mücadele fikri, “zalim devrilince ne yapacağız?” sorusunun sürekli ertelenmesine neden olmuş, diktatörlerin

İslamcılığın en temel problemlerinden birisidir. En eski sivil kurumlaşma örneği olan tarikatlar bu sorunun en üst düzeyde yaşandığı organizasyonlardır. Tarikatlarda liderler (şeyhler) seyr-ü süluk2 süreçlerinden geçerek Allah ile arasındaki perdenin ve Allah ile arasındaki ikiliğin ortadan kalktığı varsayılan kişilerdir. Perdenin kalkmasıyla birlikte eşyanın sırrına Mutasavvıfın Allah’a ulaşmayla sonuçlanan manevî

2

devrildiği gün Müslümanların hazırlıksız

yolculuğunu belirten bir tasavvuf terimidir. Mukayyed

yakalanmalarına yol açmıştır. Gelinen noktada

varlığın (insanın) mutlak varlıkta (Allah’ta) yok olmak

ise İslamcılığın hayatı okuma biçimi, geç de olsa hazırlık yapmayı engellemektedir. Yani bu gömlek bu döneme çok dar gelmekte, Müslümanların hareket alanlarını iyice sınırlamaktadır.

için yaptığı seyri ifade eder. Dört mertebesi vardır. Birinci mertebeye “seyr-i ilallah” (Allah’a yolculuk) denir. Bu mertebede salik Allah’ta yok olur, “fenafillah” derecesine yükselir. İkinci mertebeye “seyr-i fillah” (Allah’ta yolculuk) denir. Bu seyr sırasında salik Allah’ın nitelikleriyle (sıfatlarıyla) donanır; evrenin üzerindeki perde kalkar, ilm-i ledün denilen gizlilikler

Peki, kendi dönemi için başarılı sayılabilecek

bilgisi, hakikatler bilgisi salike açılır. Üçüncü mertebe

sonuçlara ulaşmış olan İslamcılığın sorunlu

“seyr-i ma-Allah” (Allah ile yolculuk) adını alır. Bu seyir

yönleri nelerdir? Bugün Müslümanlara hangi yönleriyle dar geliyor ve onları engelliyor?

sırasında ikilik ortadan kalkar; salik ilahi teklik makamı olan Ahadiyet’e ulaşır. Dördüncü mertebe ise “seyr-i anillah” (Allah’tan yolculuk)tır. Bir anlamda Allah’a yükselen salikin dönüş yolculuğunu dile getiren bu seyr, irşad etmek ve yol göstermek için Allah’tan halka dönüştür.

42

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


vakıf oldukları; zaman mekan bağlarından

bile, dünden günümüze tevarüs etmiş liderlik

kurtuldukları; uyurken bile görebildikleri; rüya

anlayışıyla yeterince hesaplaşmış değildir.

veya ilham yoluyla Allah ile irtibat kurabildikleri

Bir mesafe kat edildiğinden, eskisi gibi

kabul edilir. Dolayısıyla şeyhler bir nevi

olmadığından bahsedilebilir. Ama sonuçta

“tanrısal” liderlerdir; eşyaya söz geçirebilirler,

onlarda bile lider “esas” figürdür; kurumun

gaybtan haberdar olabilirler ve her şeyin mutlak

faaliyetleri liderle (veya lider kadroyla)

ilmine ulaşabilirler.

özdeşleşmiştir. Ne lider “kendi eseri” olarak

Böyle bir liderliğin sorgulanması ve eleştirilmesi mümkün olmadığı için, tarikat yapılanmalarında şeyh mürit ilişkisi kayıtsız şartsız itaat üzerine kurulmuştur.

gördüğü kurumda farklı seslere izin verir, ne de kurum bünyesindekiler lidersiz bir şey düşünebilirler. Peki, böyle bir liderlik anlayışının yol açtığı

Kayıtsız şartsız lidere itaat mantığı sadece tasavvufi düşüncenin bir problemi değildir.

sıkıntı nedir? Neden bir problem olarak zikrediyoruz?

Geçmişten günümüze kadar gelen farklı İslami

Bu sorulara; birincisi lider açısından, ikincisi

yorumlarda da benzeri liderlik anlayışlarını

hareket/organizasyon açısından, üçüncüsü tebaa

görmek mümkündür. Şia’daki imamet düşüncesi

açısından olmak üzere üç boyutta cevap aramak

ve Ehl-i Sünnet’teki hilafet anlayışı liderlik

gerekir.

konusunda benzer kodlar içerir. Son bulmuş bir makam olan peygamberliğin fonksiyonları, Şia’da imamlar üzerinden devam etmektedir. Onlar da Allah’tan vahiy almaktadır ve onlar da masumdurlar. Velayet-i Fakih teorisine göre ise imamların bazı özelliklerine imamların vekilleri de sahip olurlar. Günümüz İran’ında asla sorgu ve muhalefet kabul etmeyen devlet hiyerarşisi bu anlayışın bir sonucudur. Ehl-i Sünnet’te ise halifeler, yeryüzünde Allah’ın temsilcisidirler; zalim bile olsalar, kelime-i şehadet getirdikleri müddetçe itaati hak ederler. Dolayısıyla teorik olarak eleştirilebileceği ve görevden alınabileceği söylense de pratikte böyle bir şey mümkün

Lider açısından sorun, gücün meydana getirdiği sarhoşluk olarak özetlenebilir. Bir organizasyona öncülük edip onu belli bir noktaya getirmeyi başarmış olan bir kimse, ister istemez koruma ve kendine mal etme güdülerine sahip olmaya başlar. Başarıyı kendi fedakarlık ve çalışmalarının sonucu olarak görür. Kendisi olmadığı takdirde bu başarının sürdürülemeyeceğini düşünür. Mantığı şöyle çalışmaya başlar: Herkesin kendine göre bir görüşünün olması normaldir, ama her görüş doğru olsaydı, her görüşten benzeri bir organizasyon vücut bulurdu. Ama yok!

değildir, olmamıştır.

Demek ki, her sözü dikkate almak gerekmiyor.

Kısacası, katı liderlik anlayışları İslam tarihinin

eleştirileri görmezden gelmesine yol açar.

olumsuz bir gerçeğidir. Resulullah’tan kısa

Sürdürmekte kararlı olanlar organizasyondan

bir dönem sonra ortaya çıkmaya başlamış

dışlanır.

Bu zihniyet onun her geçen gün daha fazla

ve günümüze kadar da değişik yorumlarla güçlenerek gelmiştir. Tarikatlarda görülen ise devlet hiyerarşisi dışındaki durumu örneklendirmektedir. Hakim zihniyet, sivil nitelikli organizasyonları bile etkilemiş, hatta sivil organizasyonlar çıtayı daha da yükseltmişlerdir. Böylece katı liderlik anlayışı, İslam dünyası için bütün dönemlerin bir

Hareket veya organizasyon açısından sorun, belli akıllarla sınırlı kalmak olarak özetlenebilir. Lidere bağımlı yapılarda lider ne kadar akıllı ve becerikli ise aktiviteler de o kadar yoğun ve başarılı olur. Ama (bir şahsa veya kadroya ait olan) “tek akılla” yönetilen bir organizasyon hem başarısını sürekli kılamaz, hem de o aklın bütün

problemi olarak durmaktadır.

zaaflarını yansıtır. Şöyle ki: Aksiyona yoğunlaşan

Değişik alanlarda faaliyet gösteren dernekler

zorlanmaya başlar. Başlangıçta orijinal bir fikirle

ve farklı amaçlara dönük vakıflar şeklinde

başlayan hareket zamanla kendisini yenileyemez

ortaya çıkmış günümüz sivil toplum kuruluşları

ve değişen şartları yeterince sağlıklı okuyamaz.

bir akıl kendisini geliştirmekte ve fikir üretmekte

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

43


Böylece kısa süre içerisinde kendisini tekrar

göstermiş, (belli bir dönemden sonraki) İslam

etmeye başlar. Bu vakitten itibaren ise liderin

tarihi bir nevi hiziplerin çatışması tarihine

eksiklik ve zaafları organizasyona rengini verir.

dönmüştür.

Sonuçta geniş kitlelere hitap edemeyen, günün ihtiyaçlarına yeterince karşılık veremeyen, bizzat kendi varlığı hedef haline gelmiş bir

Günümüze kadar “İslami mücadele” amacıyla ortaya çıkmış yapılanma ve organizasyonların

organizasyon ortaya çıkar.

en önemli motivasyon kaynaklarının, “dini

Tebaa açısından sorun ise “gözlerimi kaparım

olduğunu söyleyebiliriz. Dini temsil eden tek

vazifemi yaparım” veciz cümlesiyle ifade

bir grup varsa, kaçınılmaz olarak o grubun

edilebilir. Lidere bağımlı yapılar, birey iradesinin,

temsilcileri dinin bekasını kendi çabalarında

aklının ve becerisinin ortaya çıkmasını

göreceklerdir. Tarihi bir görev üstlendiklerini

engellerler. Böyle yapılarda en değerli kişiler

düşünecek, Hz. Adem’den beri devam

“sadakat sahibi” bireylerdir. Bir kişi ne kadar az

eden tevhid çizgisinin kendi zaman ve

soru soruyor ve kendisine verilen vazifeyi ne

coğrafyalarında kendileri sayesinde devam

kadar sadakatle yapıyorsa, o kadar değerli olur.

ettiğine inanacaklardır. Kendisini zamanın

Böyle olunca da kurumsal yapı, bünyesindeki

peygamberi gibi gören bir insanın (veya grubun)

bireylerin aklından ve becerilerinden yeterince

motivasyonuna denk bir motivasyonu pek az

istifade edemez. Farklı akılların ve becerilerin

şey sağlayabilir.

bir araya gelmesiyle oluşacak sinerji bir türlü açığa çıkamaz. Birçok aklı ve beceriyi bir araya getirmiş ama bir şahsa veya kadroya ait tek akılla hareket eden bir yapı ortaya çıkar. Tebaa için durum bir nevi figüranlık boyutuna indirgenir; organizasyona ait her şeyi sahiplenen ama aslında bunlardaki payı sadece kendisine

kendilerinin temsil ettiği” şeklindeki inançları

“Tek din, tek gerçeklik” meselesinin anlaşılma biçimi ne yazık ki doğru değildir. Ve bu anlayıştan doğan motivasyon da Müslümanların birbirlerine düşmelerine yol açmış, enerjilerini bu uğurda tüketmelerine sebep olmuştur. “İslamcılığın” ortaya çıkışına kadar var olan

biçilen rolü oynamaktan ibaret olan bir figüran...

tablo budur.

Sonuç olarak lider vesayeti, İslami sivil toplum

İslamcılığın ortaya çıkışıyla birlikte ise

kuruluşları ve organizasyonların önündeki en büyük engeldir. Liderlik anlayışı, günümüz sivil toplum mantığına ve ihtiyaçlarına denk düşmemektedir. Bu sorunu sırtında taşımaya devam ederek İslamcılığın, yeni bir açılım ve atılım gerçekleştirmesi mümkün değildir. 2- Din ile özdeş hale gelmiş “düşünce”

Sahip olduğu düşünceyi “din” olarak görme anlayışı; “tek din, tek gerçeklik” ifadelerinin yanlış anlaşılması ve fırka-i naciye3 hadisiyle

problemde temel olarak bir değişiklik meydana gelmemiştir. Ancak İslam dünyasının esaret altına düştüğü dönemlerde mücadele motivasyonu, içten, yani; kendisi gibi olandan, dışa; yani küfre yönelmiştir. Böylece direniş ve kurtuluş hareketlerinin ortaya çıkmasında olumlu bir etkisi olmuştur. Ne var ki, bu dönemsel bir katkıdır ve meselenin özünde yatan sorun, esaretin sona ermeye başladığı günümüzde yeniden gün yüzüne çıkmaya başlamıştır.

birlikte yorumlanmasının bir sonucudur.

Bir düşüncenin din ile özdeş hale gelmesi, iki

“Kurtulmuş fırka” mantığıyla çalışan zihinler,

temel probleme yol açar.

bir yandan kurtuluşu sadece kendilerine layık görürken, diğer yandan da (doğal olarak) doğruyu kendilerinin temsil ettiği sonucuna varmışlardır. Tabii herkes bunu yapınca, bu defa gruplar arasında rekabet ve çatışma baş “Yahudiler 71, Hıristiyanlar 72 fırkaya bölündüler.

3

Ümmetim ise 73 fırkaya bölünecek, biri dışında hepsi

Birincisi; belli bir dönemin psikolojik ve sosyolojik şartlarında ortaya çıkmış olan bir yorum, dinin yerini alarak, onun evrenselliğini ortadan kaldırır. Bu yorum ortaya çıktığı dönemde çok olumlu etkiler meydana getirmiş olabilir. Hatta sonraki dönemler için de birçok faydalı tecrübeler içerebilir. Ancak özellikle

cehenneme gidecek.” (Ebu Hureyre)

44

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


sosyal problemler, her dönemde sabit kalmazlar. İnsanlığın bilgisi ve tecrübesi geliştikçe değişirler. Belli bir dönemin uygulamalarını bütün dönemlerde aynen uygulamaya kalkmak, bütün dönem şartlarını o döneme geri döndürmek anlamı taşır. Oysa zaman nasıl geri döndürülemiyorsa, problem ve ihtiyaçları geri

ile özdeş ideoloji” şekline dönüşmüştür. İdeolojinin birçok tanımı bulunmaktadır. Fakat biz bu kavramı (yapılmış tanımlarına da uygun olarak): “Bir düşüncenin, herhangi bir dönemin sosyolojik ve psikolojik şartlarından kaynaklanan siyasal yorumu” anlamında kullanıyoruz.

döndürmek de imkansızdır.

Dolayısıyla “din ile özdeş ideoloji” dediğimizde,

Eğer İslam’ı kendi dar penceremizden

getirilmesini kastediyoruz.

görmezsek (yani kendi anlayışımızı evrenselleştirmeye çalışmazsak), onun bize, zamanın kendi içinden çözümler üretme imkanı verdiğine şahit oluruz. Zaten İslam’ın evrensel olması da budur! Her dönemin kendi gerçekliği ve sosyolojisi içinden İslam’a uygun çözümler aradığımızda, İslam’ın temel ilkeleri her dönemi kuşatmaya başlar, evrenselliğini gösterir. Bir düşüncenin din ile özdeş hale gelmesinin yol açacağı ikinci problem, Müslümanlar arasındaki çekişme ve ötekileştirmenin asla bitmeyecek olmasıdır. Bu zihniyet Müslümanların cenneti birbirlerine layık görmemelerine ve birbirlerini gerçeğin önündeki en büyük engel saymalarına yol açmaktadır. Mücadele enerjilerini birbirleriyle rekabette tüketmekte ve yeryüzündeki zulümlerle, haksızlıklarla, adaletsizliklerle uğraşma dermanı bırakmamaktadır. Müslümanlar; birbirleriyle uğraşmaktan başka işi olmayan, her biri (insanlığın selameti adına) kendi diktatörlüğünü kurmaya çalışan, hayatın gerçeklerinden kopuk bir şekilde kendi dünyalarında yaşayan bireyler haline gelmektedir. İnsanlığın sorunlarına dönük projeler üretemeyerek İslam’ın yeryüzündeki hedeflerini gerçekleştirmekten uzak düşmektedirler.

siyasal hedefleri olan yorumların din haline

Düşüncenin din ile özdeş hale getirilmesi zaten başlı başına bir problem idi. Dinin evrenselliğini yitirmesine ve Müslümanların enerjilerini birbirleriyle rekabette yitirmelerine sebep oluyordu. Siyasal hedeflerin din ile özdeş hale gelmesi ise bu problemi daha fazla hayatın içerisine çekmekte, daha da sıkıntılı bir hale sokmaktadır. Artırdığı problemleri şöyle ifade edebiliriz: Birincisi, dinin fazlasıyla siyasallaşmasına yol

açmaktadır. Siyaset ve sosyoloji, fazlasıyla hayatın içinden konulardır. Müslümanların bu konularda bir okuma biçimlerinin, bir tercihlerinin veya bir duruşlarının olması normaldir. Ancak bunlar kişiden kişiye değişiklik gösterebileceği gibi, zamana ve coğrafyaya göre de asla sabit kalmazlar. Böyleyken, “din” olarak algılanmaya başlandıklarında, evrensel değerler tamamıyla “yerel” ve “kişisel” hale gelmiş olur. Dinin aşkınlığı sona erer. İkinci olarak ise rekabet ve ötekileştirme daha

kolay hale gelir. Hayatın içerisinden her türlü tercih ve duruş, Müslümanların birbirlerini dışlamaları için birer malzemeye dönüşür. Birlikte oturamaz, konuşamaz, konuşsalar da

Bugün, “neyin mücadelesinin verileceği” ve “mücadele motivasyonunu neyin sağlayacağı” konularında acilen yeniden düşünmeye ihtiyaç bulunmaktadır.

hiçbir konuda anlaşamaz olurlar. Bu problemlerle birlikte öyle bir noktaya gelinmiştir ki, Hariciler döneminden kalma bir hastalık olan tekfircilik yeniden hortlamıştır. Artık Müslümanlar, birbirleriyle rekabet ederken veya

Modern problemler: 1- Din ile özdeş “ideoloji”

Geleneksel mücadele anlayışının temel problemlerinden birisi olan “din ile özdeş düşünce”; modernite, yani İslamcılık fikriyle “din

eleştirirken, birbirlerinin Müslümanlığına veya kafirliğine karar vermektedirler. 2- İktidar odaklı mücadele

İslam coğrafyasının emperyalist saldırılara maruz kaldığı dönemlerde kurulan “kukla”

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

45


rejimler, diktatoryal yapıda ve halkına düşman

davranmaktadırlar. “İslam nasıl bir devlet

yönetimlerdi. Bunlar, Batı’daki efendilerinin

yönetimi öngörüyor? Müslümanlar iktidara

marifetiyle Hegel diyalektiğini tersten

geldiklerinde nasıl bir hukuk sistemi kuracaklar?

okumuşlardı; ötekileştirmeyi ve terörizmi

Ekonomiye nasıl müdahale edecekler? Etnik

meşru bir toplum mühendisliği aracı olarak

sorunları, gelir adaletsizliğini, fakirliği nasıl

kullanıyorlardı. Toplumu istedikleri çizgiye

engelleyecekler?” gibi sorulara hala sloganik

getirmek için ölümü gösterip sıtmaya razı

cevaplar vermektedirler.

ediyorlardı. Elbette bunları kanuni ve insani sınırlar içerisinde yapmıyorlardı. Önce toplum içerisindeki farklı eğilim ve kimlikleri kaşıyarak toplumu parçalara ayırıyor, sonra da parçaların birbirleriyle sürekli çatışmasını temin ediyorlardı. Bu çatışma ortamında da istedikleri gibi toplumu yönlendirme imkanı buluyorlardı. Terörizmin devlet politikası haline geldiği diktatoryal yapılar, muhalif seslerin meşru kanallarla kendini ifade etmesine imkan vermezler. Bu yüzden, emperyalist saldırıların ve sonrasında kurulan diktatörlüklerin gölgesinde yeşeren son dönem İslami mücadele oluşumları (İslamcılık), “iktidarı ele geçirmeden hedefe ulaşmanın mümkün olmadığı” gibi bir okuma yapmışlardır. Ve bütün stratejilerini iktidarı ele geçirmek üzerine oluşturmuşlardır. Başlangıçta doğal bir şekilde gelişen bu tavır, İslami grupların; bir yandan “kendi düşüncelerini zorla da olsa hakim kılma” iştahlarını artırmış, bir yandan da kendilerine “iktidarı ele geçirince ne yapacakları” sorusunu sormalarını engellemiştir. Ve bugün gelinen noktada, İslamcılığın (günümüz İslami mücadele oluşumlarının) bu iki yönü de problem üretmektedir. Birincisi İslam coğrafyasının birçok bölgesinde İslamcı kökenli yönetimler işbaşına gelmiş, böylece “iktidar” acil hedef olmaktan çıkmıştır. Ama Müslümanlar hala, “tek doğru” olarak gördükleri kendi düşünceleri hakim kılana kadar bu hedefi sürdürme eğilimindedirler. Zamanı ve ihtiyaçları doğru okuyamamaktadırlar. İkincisi, iktidara gelenlerin “yönetmek” için ne kadar hazırlıksız olduğu gerçeği ile karşılaşılmış, eleştirilen sistemi değiştirecek güçlü bir irade gösterilememiş ve Müslümanlar bu başarısızlığı, “tek doğru” olarak gördükleri kendi düşüncelerinin hakim olmamasına bağlamaktadırlar. Sanki kendileri hakim olduğunda bütün problemler

46

Kısacası, mevcut İslami mücadele anlayışının kodları, günümüz sorunlarına cevap üretecek bir nitelik taşımamaktadır. 3- Devrimci, çatışmacı duruş

Devrimcilik, özünde gelişmeyi ifade eden bir kavramdır. Fikri ve pratik alışkanlıkların gerektiğinde kolayca yıkılabilmesini, yenilenebilmesini ifade eder. Ancak günümüz İslami mücadele anlayışının devrimciliği kendini geliştirmek noktasında değil, kendisi dışında var olanların alaşağı edilmesi noktasındadır. Günümüz İslamcılığı kendisi dışındaki hiç bir şeyi beğenmez. Günümüz İslamcılığı kendisi dışındaki hiç bir şeyi istemez. Ve günümüz İslamcılığı kendisi dışındaki her şeyle kavgalıdır. Dolayısıyla adaletin bütün yeryüzüne yaygınlaştırılması hedefi için, var olanı yıkmaktan başka bir projesi yoktur. Yıkınca ne yapacağı sorusunun cevapları hep sloganiktir. Kısacası, İslami organizasyonların hareket tarzı ve tavırları da günümüz ihtiyaçlarına denk düşmemektedir.

Sonuç Makalenin son sözlerine, girişte ortaya koyduğumuz bir tespiti tekrarlayarak başlama ihtiyacı duyuyoruz: “İslamcılığı Müslüman olarak varlığının anlamı haline getirip her şeyiyle sahiplenmek veya ürettiği sorunlara bakıp tümden reddetmek kolaydır da, onun eksik ve yanlış yönlerini tartışmak ve düzeltmeye çalışmak çok zordur. Ne ön kabulle benimseyenlere ne de ön yargıyla reddedenlere yaranamazsınız. Fakat biz çıkış yolunun buradan geçtiğini düşünüyor ve bu yönde yapılacak tartışmalara katkı sunmak istiyoruz.”

çözülecekmiş, sanki onlar iktidara geldiğinde

İslamcılığın sorunlu gördüğümüz noktalarını

dünya eski dünya olmaktan çıkacakmış gibi

makale boyunca ifade etmeye çalıştık. Çözüm

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


aranması gereken temel noktaları ise zihni ve

yapısal olmak üzere iki noktada yoğunlaşıyor.

dönüşür. Dolayısıyla İslam’ı “mücadele” olarak algılayan

Zihni problemler algı ve düşünce ile ilgilidir.

Müslümanların, mevcut zihniyetlerini ciddiyet

Mevcut algıların olumsuz sonuçları görülüp bir

ve hassasiyetle yeniden gözden geçirmeleri

takım ciddi sıkıntılara yol açmadıkça değişmesi

gerekmektedir.

çok zordur. İstisnalar daima var olacaktır, ama çoğu insan kafa konforunu bozmak istemez. Yanlışlıklar içerdiğini gördüğü bir “netliği”, daha doğrusuna ulaşma sürecinde yaşanacak bir “belirsizliğe” tercih eder. Belirsizliğin oluşturduğu güvensizlik, var olanı (statükoyu) koruma dürtüsünü harekete geçirir. Bu yüzden, mevcut olandan şikayeti bulunanlar bile, değişim söz konusu olduğunda ürkerler ve koruma refleksleriyle hareket etmeye başlarlar. Elbette ki bu durumu “samimiyetsizlik” olarak algılamak gerekmiyor. Sonuçta herkes güç yetirebileceğinden mesuldür. Fakat statükocu zihinleri doğrularla rahatsız etmek de Müslüman

Yapısal problemler, tespiti daha kolay ama

temelde zihniyetlerin birer sonucudurlar. Zihniyet değişmeden çözülmeleri mümkün olmaz. Ama problemlere dönük üretilen çözümler “kabul edilebilir” nitelik taşıyorsa, zihni tartışmalara yapıcı katkı yapabilirler. Lider (veya lider kadro) merkezli yapılanma tarzı, günün toplumsal yapılanma zihniyetine uymamaktadır. Bu tarz yapılanmalarla gerçek anlamda “kurum” olmanın imkanı yoktur. Lider merkezli yapılanma iktidar odaklı devrimci mücadeleler için iyi olabilir, ama günümüz şartları ve ihtiyaçları göz önünde

olmanın gerektirdiği bir sorumluluktur.

bulundurulduğunda çok basit ve amatör

İslamcılığın mevcut zihni yapısı her cemaat ve

olmanın bütün gereklerini yerine getiren ve

organizasyonu, daha doğrusu onların yetkili

profesyonelliğin bütün şartlarına sahip, ama

ağızlarını, İslam adına hüküm veren birer

küfre ve zulme hizmet eden yapılanmalarla

otoriteye dönüştürüyor. Kendi düşüncelerini

başa çıkabilmek mümkün değildir. Zulmün

İslam ile özdeş görmek suretiyle (bilerek

ortadan kalkması için her türlü fedakarlığı yapan

veya bilmeyerek) bu durumu kendiliklerinden

insanların enerjilerini boşa harcamamak adına

oluşturuyorlar. Oysa Allah’ın kelamı bir zihne

acilen çözümler bulunmalı, yeni yapılanma ve

düştüğü andan itibaren insanileşir. İnsanın

organizasyon yöntemleri geliştirilmelidir.

anladığı şey, artık Allah’ın söylediği şey değil; Allah’ın sözünün onun zihninde meydana getirdiği karşılıktır. Doğrular içerebilir, hatta doğruluk derecesi yüksek olabilir, ama hiç kimse kendi anlayışını “Allah böyle söylüyor” edasıyla ifade edemez. Aksi takdirde peygamberin rolüne

kalmaktadır. Bu yapılanmalarla; kurum

Lider (veya lider kadro) merkezli yapılanma tarzı ne kadar günün gerçeklerinden uzaksa, devlet odaklı ama projesi olmayan hareketler de o kadar yüzeysel ve sığdırlar. İktidara, bir makama veya herhangi bir sorunun çözümüne

soyunmuş olur.

talip olan bir hareket, talip olduğu yere uygun

Herkesin kendi düşüncesini Allah’ın sözü olarak

hedef iktidar ise, toplumun her türlü sorununa

görmesi diğer düşünceleri dışlaması gibi bir

dönük olarak, iktidarda bulunanlardan daha

sonuç ortaya çıkarıyor. Oysa bu düşünceler de

ileri çözümler ortaya konmalıdır. Eğer hedef

Allah’ın sözünün onların zihninde oluşturduğu

bir sorunun çözümüyse, o sorunu çözmek

karşılıklarla oluştular. Kişi kendi düşüncesine

için ortaya atılmış bütün projelerden daha iyi

“kendi anlayışı” gözüyle bakabilse, o zaman

çözümlere sahip olunmalıdır.

“ileri” projelere sahip olmak zorundadır. Eğer

başka anlayışlara bakışı da değişir. Farklılıklar arasındaki kavga “ben böyle anlarken sen nasıl öyle anladın?” diyaloguna dönüşür. Her diyalog anlaşmayla sonuçlanamaz, ama karşılıklı saygıyı artırır. Bir yandan sivri keskin düşünceler törpülenir, diğer yandan farklılık zenginliğe

“İslam hakim olunca bütün sorunlar çözülecek” şeklindeki sloganlar, günümüz şartlarında artık tek başlarına ikna edici değillerdir. Projelerle desteklenmek zorundadırlar. Evet! Allah’ın bildirdiği doğrular uğrunda

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

47


mücadele vermek gerektiğine inanan Müslümanlar olarak, bütün bunları başarmak zorundayız. Çünkü bunları başaramadığımız sürece, İslam’ın yeryüzündeki hedeflerinin gerçekleşmesine, bizler aracılık edemeyeceğiz. İnsanlık Müslüman olarak bizler imdada yetişemeyecek, İslam’ın ışığıyla insanları aydınlatamayacağız. Oysa içerisinden geçtiğimiz sıkıntılı dönemler, Müslümanlar için günlerin “lehe” döndüğü tarihi bir ana dönüşebilir. Fakat bunun için önce kendimize gelmemiz ve önce kendi zihni devrimimizi yaşamamız gerekiyor.

48

www.islamiyorum.com

çözümsüzlükler içerisinde kıvranırken,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Dosya: Günümüz Şartlarında İslami Mücadele / İslamcılık

İslamcılık, İslami Mücadele, Mücadele ve Kur’an Mehmet Yaşar Soyalan Giriş

sağlıklı analiz etmemizi sağlar.

Kur’an’da açık bir şekilde

Her bir taraf kendi mücadelesini -bugün pek

dile getirilen Habil-

çok örneğini gördüğümüz gibi- “hak”, “emek”,

Kabil karşıtlığından da

“adalet”, “özgürlük”, “huzur”, “barış” gibi her

anlaşıldığı gibi insanlığın

dönemde olumlu anlamlar içeren kelime ve

ilk günlerinden bu yana,

kavramlarla betimleyip, en yüce değerlerle ve

yeryüzü, kendisine ve

ulvi amaçlarla tanımlayabilirler. Göreceli veya

içindekilere egemen

şekilsel olarak her bir tarafın mücadelesini bu

olmak veya orada barış

şekilde ifade etmelerinde bir gerçeklik payı da

ve huzur içerisinde,

bulunabilir veya bir noktaya kadar gerçekten

herkesin kendisi kalarak

de öyle olabilir. Her bir taraf, kendilerine göre

yaşamak isteyenlerin

mücadele edeceği bir zalim veya kendisini haklı

mücadele alanına sahne olagelmektedir. İnsanoğlunun tarihi, bu yönü ile kendisi ve hemcinsleriyle bu karşıtlık içerisindeki mücadeleler tarihidir.

çıkaracağı bir mağduriyet durumu/kavramı ortaya koyabilir veya kendileri için böyle bir fotoğrafı resmedebilirler. Bazı durumlarda “zalim kim?”, “mazlum kim?”, ” kim hangi mücadeleyi veriyor?” sorularının hemen doğru

Bu her şeye egemen ve sahip olma ile barış

bir cevabını bulmak mümkün olmayabilir.

ve kendisi kalarak/olarak yaşama karşıtlığı

Mücadele edilenin zalim olması, mücadele

en temel hatta en genel bir karşıtlığa tekabül

edenin her durumda mağdur veya haklı olduğu

etmektedir. Bu tekabulüyetin varlığı, her bir

anlamına gelmeyebilir. Zalim, her durumda

tarafın/karşıtın kendi içinde çok sayıda farklı

bir mazlum ve mağduriyet üretebilir, ama

karşıtlıkları barındırdığı/barındırabileceği

üretilen bu mazlumiyetin her durumda haklı

gerçeğini ortadan kaldırmaz. Aksine bu temel

bir karşıtlığa tekabül ettiği anlamına gelmez.

karşıtlığın ezeliliği ve hakem olma konumu her

Zulmün devam etmesini sağlayan bir araç

bir taraftaki iç karşıtlıkları ve bu karşıtlıklar

da olabilir. Bu nedenle bu karşıtlıklar, hak-

içerisinde ortaya konan mücadeleleri daha

zulüm karşıtlığında ayrı değil aynı safta (zulüm

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

49


anlam sahasını daraltmak ve onları herkese göre

safında) bulunabilirler. Bu açıdan mücadelenin kime karşı olduğu anlamlı olmakla birlikte mücadelenin ruhunu ve amacını kavramak için bu durum tek başına yeterli bir argüman değildir. Mücadelenin

Çünkü herkesin kendisine göre bir İslam’ı olduğu gibi kendisine göre bir İslamcılığı veya İslami mücadelesi de vardır.

ilkelerinin, yönteminin, bileşenlerinin/

Bundan dolayı ilk yapılması gereken şey, bu

ortaklarının, araçlarının ve amacının neler

kelimelerle ne kastedildiğini ortaya koymaktır.

olduğunun bilinmesi onu tanımak ve

Bilmemiz gerekir ki burada en açık olan şey

tanımlayabilmek için zorunludur. Ancak bunlar

konunun dünyevi olan ile ilgisidir. Herkesin

bilindikten sonra yapılan mücadelenin temel

üzerinde ittifak ettiği temel nokta burasıdır. Bu

karşıtlıktan hangi tarafa ait olduğu söylenebilir.

dünyada nasıl bir yaşantı özlemimiz var? Neyi,

İsimlerden, tarafların iddialarından veya salt

nerede, ne zaman, ne kadar, nasıl yaşamak

görünenden kalkarak, olan hakkında bir kanaat

istiyoruz, konunun özü bunlarla ilgili. Etkin mi,

belirtmek bazı durumlarda yanıltıcı olabilir.

edilgen mi, emreden mi, emredilen mi, veren

Aynı şey geçmiş ve günümüzdeki “İslami veya

mi, alan mı olmak istiyoruz?

İslamcı Mücadeleler” için de söz konusudur.

Acaba kastedilen şey salt bir iktidar mücadelesi

İslami olanın ne olduğu bir tarafa, yeryüzünün

midir? Yoksa hayatta sıradan insanlar olarak,

üçte birini oluşturan Müslüman coğrafyada her

doğru-yanlış, eksik-fazla kendi kabullerimizle,

oluşumun kendisini İslam ile ilintilendirerek

kendimiz olarak, kimseye haksızlık etmeden,

tanımlaması, zalim de olsa mazlum da olsa

mevcut imkânlardan yeteneğimiz ve çabamız

bulunduğu konumu “İslami” argümanlarla

oranında yararlanarak adil bir şekilde yaşamanın

meşrulaştırmaya/pekiştirmeye çalışması, üstelik

önündeki engellerin ortadan kaldırılması ve

bu coğrafyada çok sayıda farklı -hatta birbirine

böyle bir ortamın inşa edilmesi için mücadele

taban tabana zıt- İslam anlayışlarının varlığı,

etmek midir?

bu mücadelelerin “ne”liği ve “kim”liği hakkında konuşmayı zorlaştırmaktadır. Bu nedenle önce var olanı anlamak durumundayız.

Var Olanı Yani Kastedileni Anlamak

Eğer durum gerçekten böyle ise böyle bir algıyı sadece “İslam” ön eki ile ifade etmek doğru olmaz. Çünkü böyle bir kaygı, hangi anlayış ve inanışa sahip olursa olsun her insan ve topluluk için söz konusu olabilir. Her canlı

Burada ele alınan konu, “İslamcılık ve İslami

varlığını sürdürebilmek için bir şekilde benzer

mücadele” olduğuna göre, önce bu ifadelerle

bir mücadelenin içinde olmak durumundadır.

ne kastedildiğini keşfetmemiz gerekir.

Hayat dediğimiz şey, ona böyle bir davranış

Gerçekten konu keşfedilecek kadar çok anlamlı

içinde olmayı dayatır, o bilinçli veya bilinçsiz,

ve karmaşıktır. İlgili kelimeler sıradan bildik

örgütlü veya örgütsüz varlığını sürdürebilmek

kelimeler olsa da sıra, bunlarla ne kastedildiğini

için kendisini bir mücadele içinde bulur. Ancak

anlamaya geldiğinde anlamın karmaşık bir

bunun adı “İslamcılık” olmasa gerektir. İslamcılık

yapı arz ettiği veya içeriğinin buharlaştığını

veya İslami mücadele dediğimiz şeyin, bu genel

fark ederiz. Durum bu olunca ilgili kavramlar

durumdan bağımsız olmasa da mücadelesinde

içeriğinin herkesin kendisine göre doldurduğu

bazı temel farklılıklarının bulunması gerektir.

kelimelere dönüşür. Öyle ki oluşum ve

Yani herkesin, her anlayıştaki insanın ortaya

eylemlerini bu isimlerle tanımlayan kesimlerin

koyduğu mücadeledeki şablonlardan, davranış

tavır, tanım ve davranışları da bu kelimelerin

kalıplarından farklı bazı özellikler de arz etmesi

anlam dünyasını alabildiğine genişletir ve yeni

lazımdır diye düşünüyorum.

yeni anlamlar kazanmasına neden olur. Böylece herkese göre ayrı bir İslamcılık ve İslami mücadele tanımı yapmak gerekir.

50

anlama zorunluluğunun dışına çıkmak gerekir.

Acaba bu temel farklılıklar sadece simgesel ve İslam’a aidiyetle ilgili bir durum mudur? Yani farkları bunları sadece Müslüman bir kimlikle

Bu nedenle üzerinde konuşabilmek ve bazı

yapmış olmaları mıdır? Yani İslamcılıkları

genellemeler yapabilmek için ilgili ifadelerin

veya İslami mücadeleleri bu kimlik altında,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


bu dünyada, bu dünyaya yönelik -yukarıda

İslamcılık karşıtı bir konuma yerleştirmiş

sayageldiğimiz- yapıp ettiklerinden mi ibarettir?

veya seküler bir algıya sahipse farklı, dini bir

Veya İslamcılık, kamuda/sosyal hayatta görünür

cemaat ve İslamcı bir algı içerisinde ise farklı

olma veya oraya kendi ilkeleriyle egemen olma

bir tanımlama içerisinde buluyor. İslamcılık

mücadelesinin veya taleplerinin adı mıdır?

dediğimiz şey buna göre daralıp genişleyebiliyor.

Kısacası İslamcılık benzer kodlarlarla, dünya nimetlerine talip olmanın, onu yönetmenin, bir sulta ve otorite oluşturmanın bir adı mıdır?

Ancak kastedilen şeyin ne olduğunu anlasak bile İslami olanın ne olduğunu ortaya koymadan veya kişi ve cemaatlerin “İslami olanı”nın ne

Talep ve tartışılanlara bakıldığında İslamcılık,

olduğunu resmetmeden, kısacası bu konuda bir

kişinin iç serüveninden, arınma, olgunlaşma

tanım yapmadan yol almamız zor görünüyor.

ve kendisi olma mücadelesinden farklı bir şey gibi görünüyor. Anlaşılan İslamcılık veya İslami mücadele denilen şey Müslüman’ın görünür dünyadaki konumunun ne ve nasıl olmasıyla, daha doğrusu sahip olmak istedikleri ve bunların

İslami Olanın Tanımı Var olanı anlamak biraz da onu tanımlamaya bağlıdır. Tanımlama yapmak da bazı ilke ve

oluşturacağı imkânlarla ilgili olsa gerektir.

kuralları gerektirir. Hem kim, hangi İslami

Ayrıca geleneksel veya modern anlamıyla cihad/

koymakta, tanımlamalar yapmakta hem de

cehd dediğimiz şeyle, bu İslamcılık dediğimiz şey arasındaki bağıntıyı, ayniliği veya farklılığı ortaya da ortaya koymamız gerekir. Bunu yapmadan, bu kavramın Müslüman zihindeki karşılığını ortaya koymak mümkün olmaz. Bu gerçekleşmeyince herkes aynı kelimelerle konuşsa da aynı şey üzerinde konuşulmuş

algıdan hareketle bir eylem ve davranış ortaya biz bunları değerlendirirken hangi kriterlerden hareketle konuşmaktayız, bunları belirlememiz gerekir. Bu açıdan öncelikle İslami olan nedir sorusu üzerinde durmalıyız. İslam’ın Allah ve adalet algısı ile bireye/ insana yüklediği sorumluluk çerçevesinde

olmaz.

bir tanımlama yapabiliriz, buradan kalkarak

Biraz daha açalım. Sıradan bir Müslüman’ın,

söylememiz gerekir ki İslam’ın Allah’ı, insan ile

yani, ibadetlerini yapan, helal ve harama dikkat eden ve toplum içinde bir fert olarak yaşayan bir Müslüman’ın yapıp ettiği şeyler veya duruşu İslami bir mücadele veya İslamcılık olarak kabul edilmekte midir? Aynı şekilde kadim geleneksel sufi cemaatlerden/tarikatlardan birine ittiba etmiş ve hayatını o çerçevede idame ettiren birinin bu bağlamdaki konumu nedir? Aynı şekilde günümüz geleneksel cemaatlerini bu tartışmalarda nereye oturtacağız? Bu yapıları ve sıradan Müslümanların durumunu bu tartışmalar çerçevesinde öncelikli bir açıklığa kavuşturmamız gerekir ki tartışmada yol

bazı ilke ve kuralar tespit edebiliriz. Öncelikle ilişkilerinde kendisini Adalet ile sınırlandırmakta, ilke ve prensiplerini/dinini bu çerçevede vazetmektedir. İnsana yüklediği sorumluluklar da adalet ilkesinden hareketle belirlenmektedir. İnsan açısından durum ise sorumluluk ve irade sahibi bir varlık olarak adaleti ikame etmesidir. Kur’an’a göre insanın bu dünyadaki mücadelesi de bundan yani adaleti ikameden ibarettir1. Ancak bu adaleti ikame nasıl olacaktır? Bu durumu hem günümüzdeki hem de tarihteki geleneksel yapılar ve anlayışlar çerçevesinde incelediğimizde Müslümanların İslam ve adalet

alabilelim.

algılarının içinde ciddi sorun barındırdığına şahit

Ancak günümüzdeki İslamcılık tartışmalarında

bir grup veya cemaat olarak ifade edenlerin

bu alanlarda problemler olduğunu görüyoruz. Geleneksel yaşama biçimi, örgütlü ise yani bir cemaat çerçevesinde sürüyorsa farklı bir bağlamda, geleneksel bireysel dini yaşayış şeklinde cereyan ediyorsa farklı bir bağlamda ele alınıyor. Ayrıca bu durum, tanımlayanın konumuna göre de değişebiliyor. Kişi kendisini

oluyoruz. Bireyleri bir yana bırakırsak kendilerini Allah, İslam, hayat ve adalet algıları, siyasi, ekonomik, kelami, fıkhi, felsefi, yerel pek çok Konu ile ilgili daha kapsamlı değerlendirmeler için,

1

“Kutsalın Egemenliğinden Adaletin Egemenliği” (İşaret Yayınları, İstanbul) kitabımıza başvurulabilir. Özellikle “Adaletin Egemenliği ” bölümü 169-202 sayfaları arasında bu konular tartışılmaktadır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

51


nedenden dolayı farklılaşmış durumdadır. Her

(böylece cehennem ateşinden korunanları) ve

bir yapı kendilerini farklı ilke, imge ve simgelerle

iyilik yapmaya samimiyetle devam edenleri

tanımlamaktadır. Doğal olarak da bunlara

(Muhsinleri) (Bakara, 2/195); pişmanlıkla

uygun bir hayat yaşamaktadırlar. Verdikleri

kendisine yönelenleri ve özlerini temiz tutanları

mücadeleler de bu çerçevede olmaktadır. Bunun

(tevvablar) (Bakara, 2/222); sıkıntılara göğüs

sonucu olarak, ortak metinleri olan Kur’an’ın

gerenleri (sabredenler) (Ali İmran, 3/146);

mesajlarını ve onun ilk uygulayıcısı olan

işlerini danışma ile yapıp, sonunda Allah’a

Resulullah’ın mücadelelerini farklı okuma ve

tevekkül edenleri (mütevekkiller) (Ali İmran,

yorumlama biçimleri ortaya çıkmıştır.

3/159); muhatapları kim olursa olsun adil

İlahi metni farklı okuma biçimleri, birbirini nakzeden, hatta Kur’an’ın temel ilkeleri ve hedefleri ile çelişen farklı mücadele yöntemlerinin de ortaya çıkmasına neden

(muksitler) (Maide, 5/42); günah kirinden arınmak isteyenleri (mutahharrinler) (Tevbe, 9/108) sever.

olmuştur. Ancak hepsinde ortak nokta adaleti

Aynı şekilde Yüce Rabbimiz, haddi aşanları

salt kendileri için geçerli bir olgu olarak

(mu’tedinler) (Bakara, 2/190); bozguncuları,

görmeleridir. Tarih bunun örnekleriyle doludur.

fesat çıkaranları (fesad) (Bakara, 2/205);

Bugün de her yapı kendi anlayışına uygun bir

günahkâr inkârcıyı (keffarin esim) (Bakara,

mücadele içinde yoluna devam etmektedir.

2/276); kafirleri (Ali İmran, 3/32); zalimleri

Ancak bu mücadelelerin sadra şifa olmadığı da

(Ali İmran, 3/57); böbürlenip kibirlenenleri

ortadadır.

(muhtelen fehur) (Nisa, 4/36); günah işlemeyi

Konuya Kur’an’ın temel ilkeleri ve ortaya koyduğu örneklikler çerçevesinde yaklaştığımızda ise farklı bir fotoğrafla karşılaşmaktayız. Bu durum Kur’an’da temel ilkeleri ortaya konan mücadele yöntemi ile kıyaslandığında daha net olarak anlaşılacaktır. Kur’an’a göre bu adaleti ikame işi, adaleti ahlaki bir düstur olarak içselleştirmiş, sorumluluk ve irade sahibi kişiler tarafından gerçekleştirilecektir. Burada da belirleyici olan adalet ve ahlaktır. Bu nedenle adaleti ahlakın temeli olarak gören, sorumluluk ve irade sahibi bir birey, hangi eylem ve işi yaparsa yapsın, sonu zulüm ve ötekileştirme/dışlama olan bir davranış içerisine girmez. Aynı şekilde bunu Allah’ın sevdiği/olmasını istediği ve nefret ettiği/ olmasını istemediği davranışlar çerçevesinde okuduğumuzda benzer sonuçlara ulaşıyoruz. Kur’an’ın bu konudaki ifadelerini şu şekilde özetleyebiliriz. Allah, maddi durumları ister iyi ister kötü olsun, her durumda ihtiyaç sahipleriyle paylaşan, öfkelerini yenip insanların hata ve kusurlarını bağışlayan güzel davranışlı kimseleri (muhsinin) (Ali İmran, 3/134); verdiği sözü yerine getirip, emanete hıyanetten sakınanları (muttakiler) (Ali İmran, 3/76); servetlerinden harcayarak kendilerini tehlikeye atmayanlar

52

olanları ve her durumda adaleti gözetenleri

alışkanlık haline getirmiş kimseleri (hevvanen esim) (Nisa, 4/107); haddi aşanları (müsrifun) (Araf, 7/31); hainleri, (hainin) (Enfal, 8/58); kibirlenip büyüklük taslayanları (müstekbirler) (Nahl, 16/23); hain nankörleri (havvenun kefur) (Hac, 22/38); kendini merkeze alıp şımaranları (ferihin) (Kasas, 28/76) sevmez. Özellikle şu ayette, ahlaki davranışların ne olduğu, iyi ve kötünün yeryüzündeki tezahürü sade ve öz bir şekilde ortaya konmaktadır. “Ey peygamber, inanan kadınların, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık yapmamaları, zina etmemeleri çocuklarını öldürmemeleri, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri ve hiçbir iyi işe karşı çıkmamaları şartıyla sana biat etmeye geldikleri zaman biatlarını kabul et ve Allah’tan onların bağışlanmalarını dile! Çünkü Allah çok bağışlayandır merhamet edendir” (Mumtehine, 60/12). Bu ayette öz olarak anlatılanlar, ortalama bir insanda bulunması gereken ahlaki ilke ve değerlerdir. Olumlu veya olumsuz olarak tasnif edebileceğimiz bu davranışları şu başlıklar altında özetleyebiliriz: 1. Doğru ve dürüst olmak, yalan söylememek, iftira etmemek. 2. Kibirlenip büyüklenmemek, haddini bilmek.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


3. Başkasının hakkına tecavüz etmemek, hırsızlık yapmamak, her türlü zulümden uzak durmak ve adil olmak. 4. Paylaşmak; her durumda insanlara yardım etmek (ekonomik, bedensel ve bilgi vs. yönünden).

dönüştürüyor. Bu da toplumsal hayatta çatışma ve kargaşa demektir. Ayrıca ilkesiz olmak kişiyi ya tümüyle edilgen kılıp bir başkasının uydusu haline getiriyor ve onu kendisi olmaktan çıkarıyor ya da onu kendini yeterli gören ve her şeyi ben merkezli düşünen ve hayatında başkasına yer vermeyen

5. Fuhuş ve ahlaksızlıktan uzak durmak. 6. Ana-baba ve yakınlardan başlayarak bütün insanlara iyi davranmak. 7. İşleri konusunda insanlarla istişarede bulunmak. 8. Cana kıymamak. 9. Çevreye zarar vermemek. İşte bu ilkeler çerçevesinde oluşmuş bir yöntemle, bu ilkeleri özümsemiş, bunları yaşamlarının sıradan bir parçası haline getirmiş bireylerin oluşturduğu toplumların verdiği bir mücadele ile ancak zulmü ortadan kaldırıp adaleti ikame etmek mümkün olabilir. Bu ilkelerden bakıldığında, kişi ister herhangi bir vahada veya adada tek başına yaşıyor olsun, isterse aidiyet içinde olarak veya olmayarak bir toplulukla birlikte bir köyde veya metropolde yaşasın, hayatının her aşaması bir mücadele ve eylem içinde geçmek durumundadır. İlkeli olmak ve bir ilkeye göre yaşamak kişiyi bir model ve örneklik haline getiriyor. Kendisine ve çevresine karşı duyduğu sorumluluk aynı zamanda ona saygı duyulmasına ve örnek alınmasına da neden oluyor. Herkesin bir şekilde birbirinden etkilendiği ve birbirlerini örnek aldığı bir topluluk adaletin ikame edilmesine ve onun gelecek kuşaklara taşımasını da sağlıyor. Eğer kişi bu ve benzer ilkeleri olmadan yaşıyorsa, ister istemez çevresindekilerle bir çatışma içerisine girmek durumunda kalıyor ve çevresini de bir kaosa sokuyor. İlkesiz ve kuralsız olmak, sadece ilkeleri ve kuralları olanları değil, kendisi gibi ilkesi ve kuralları olmayanların da ötekileştirilmesi sonucunu doğuruyor. Çünkü kişisel çıkarlar kendisiyle sınırlı olduğu için ancak tek kişilik dünyalar inşa ediyor. Sınırsız sayıdaki tek kişilik dünyalar, yeryüzünü çıkarların savaş alanına

her şeyi tahrif ve tahrip eden bir nesneye/ canavara dönüştürüyor. Özellikle modern metropoller bu algıyı her gün biraz daha egemen kılıyor ve kaos ortamını daha da kesif hale getiriyor.

Var Olanın Değerlendirilmesi Yukarıda saydığımız bu Kur’ani ilkeler ilk defa Resul önderliğinde ve örnekliğinde ona inananlar tarafından benimsenerek, adalet toplumsal hayata egemen oldu. Her renkten, farklı etnik kökenden ve anlayıştan gelen insanlar adalet potasında eriyerek bu ilkeler çerçevesinde bir millet oluşturdular. Böylece Kur’ani mücadelenin seçkin örnekliklerini ortaya koydular. Daha sonraki yıllarda millet olma şuurunun yerini kabile asabiyesine ve dünyanın geçici nimetlerine devretmeye başlamasıyla birlikte bu örneklikler azalmaya, adaletin yerini haksızlık ve zulüm almaya başladı. Dünyevi çıkarlar, insani hırs ve tutkular, Kur’ani ilkelerin örtülmesine neden oldu. Kur’an’ın Allah algısı yerini cahiliye ve kadim egemen kültürlerin Allah algısına bıraktı. Bu algı insanın iradesinin elinden alınmasına neden olduğu gibi sorumluluğunun da egemenlerin iradesine devredilmesi sonucunu doğurdu. Aynı şekilde örnek alınabilinir, “üsvetül hasene” olan Resul algısı, yerini her şeyin kendisi için yaratıldığı, mucizeler içinde yaşayan, her şeyi yapabilen ancak iradesi olmayan ve muhataplarının kendisine ulaşması asla mümkün olmayan bir “nur”dan peygambere bıraktı. Peygamber algısı hayatın dışına çıktığı oranda din algısı da tersine somutlaştı ve katı, somut algı ve anlayışlar dine egemen oldu. Din, şekil ve katı kurallardan oluşan ve bazı kişilerin ağzından çıkan şeraite dönüştü. Her şey zıddını doğurduğu gibi bu anlayışlar da çok geçmeden zıddını doğurarak Batıni tepkisel yapılar ve oluşumlar ortaya çıkmaya başladı. Öyle ki bir noktadan sonra din ve hayat, bazıları

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

53


için ne olduğu belli olmayan, anlaşılamayan,

“Müslüman mücahitler”, Müslüman kardeşinin

kavranamayan, en önemlisi de ölçülemeyen salt

canını, malını, namusunu kendilerine mübah/

soyut Batıni fikir ve düşüncelere boğuldu. Hayat

helal sayarak kurdukları yeni iktidarlarında

doğaüstü güçlerin, keramet ve mucizelerin

içinde adaleti barındırmayan İslam şeriatını

kontrolüne geçti. Keramet göstermeyenin ilmine

hâkim kıldıklarını söylediler. Bu iktidarlar

itibar edilmediği için, ilmine itibar edilecek

Muhammed Resulullah’ın metodu yerine

ilim ehli bulunamaz oldu. Tüm bunlar olurken

kendilerini çoğunlukla Moğolların yöntemi “bul

egemenler egemenliklerini en acımasız şekilde

ve yok et” yöntemine yakın hissediyor olmalılar

sürdürmeye devam ettiler. Halk Batınicilerle

ki, geçtikleri yerler bir viraneye dönüşüyordu.

zahiriciler arasında sıkışıp kaldı. Egemenlerden

Oysa Hz. Peygamber önderliğindeki

kurtulmak için kâh zahiricilere yöneldiler kâh

Müslümanlar Mekke’ye girdiklerinde, yıllarca

Batınicilere… İnsanın özgürlüğünü önemseyen,

kendilerine kan kusturmuş olmalarına rağmen,

onun iradesine vurgu yapan ve herkes için

intikam duygusunu bir tarafa atıp, geçmişi

adalet isteyen akımlar da çıkmadı değil, ama bu

geçmişte bırakarak yeni beyaz bir sayfa

kargaşa ve gel-gitler arasında hayata egemen

açarak, karşıtlıkları ve düşmanlıkları ortadan

olan bu iki zıt kutuplu ama yanılgıyı tekrarlayan

kaldırmışlar, kan davasına imkân vermemişlerdi.

büyük yapılar yanında bunların pek esamesi okunmadı.

54

Yüz yıllarca, Müslüman coğrafyada Sünni, Şii’yi, Şii Sünni’yi ötekileştirerek kendini var etti. Şii,

Hangi Allah, resul, din, ahlak ve adalet algısı

ötekileştirecek Sünni, Sünni ötekileştirecek Şii

egemense Müslümanların mücadelesi de o şekle

bulamadığında kendi içinden bir öteki bulmada

büründü. Kısmi yapılanmalar dışında, Kur’ani

zorlanmadı. Kendi içinde öteki üreterek,

ilkeler çerçevesinde oluşmuş kalıcı mücadele

küçüldükçe küçüldüler. Ancak kendi küçük

örneklikleri ortaya konamadı. Çünkü algılar

dünyalarını sorgulamak, onu aklıselim ve zalim

anlayışları, anlayışlar yöntemleri belirlediği

olmayan her bir bireyi içine alacak şekilde

için Peygamber dönemi hep bir “Altın Çağ”

büyütmek akıllarından bile geçmedi. Veya

olarak kaldı. Bu “altın çağ” metaforu, aynı

muhatabı insan olan ve herkesi kucaklayan

zamanda var olan eksik, sorunlu, gayri adil

adil bir düzen kurarak, o düzen içerisinde

yapıları meşrulaştırma işlevi gördü. Çünkü

herkesin ve her anlayışın kendisi olarak, her

o “altın çağ”ın sakinlerinin her birisi güneşin

şeyin olması gerektiği gibi olacağı bir yapı

etrafındaki gökteki bir yıldız gibiydi. Kendileri

kuramadılar. Olması gereken, bizim kurduğumuz

ise yeryüzünde aciz, sorumluluklarını başkasına

küçük yapımızdır dediler ve bu küçük yapılarına

devretmiş iradeleri ellerinden alınan sıradan

kayıtsız şartsız tabi olacak, teslim olacak, biat

kullardı/kölelerdi.

edecek kul ve kullar aradılar/beklediler.

Ancak hayatın acı gerçekleri onları isyana

Tepkisel oluşumlar, ancak kaşı tepkisel

zorladığında, içinde adalet olmayan zahir-

oluşumlar icat ederler. Doğaları gereği adil bir

batın karşıtlığından birisi ve silahlı bir grup ve

düzen kuramazlar, çünkü ancak öteki üreterek

cihad erleri olarak siyasi arenada veya savaş

varlıklarını devam ettirebilirler. Adalet onların

meydanında yerlerini aldılar. Öyle ki bu akımlar,

elinde iktidarlarını koruyup keskinleştiren bir

hayatın bütün alanlarının bir savaş alanı olduğu

kılıçtan öte bir şey değildir. Öteki de pusuya

anlayışıyla hareket ederek, her biri karşıtını/

yatarak kendi zamanını kollamaya başlar.

düşmanını yok eden bir savaş makinesine

Dolayısıyla adaleti ruhlarına sindirememiş

dönüştü. Yüzyıllar boyunca Müslüman

gruplar, ancak içinde başkası olmayan

yöneticiler önderliğindeki Müslüman ordular

kapalı devre yapılar kurabilirler. Başkası ile

karşılıklı olarak, daha önceden fethedilmiş

karşılaştıklarında düzenleri birden altüst olur. Bu

Müslüman coğrafyada “cihad” adı altında

nedenle bunlar içinde “başkası” olan ve onlarla

Müslüman kardeşlerinin kanlarını döküp, kadın

eşit düzeyde barışık insanlar olarak yaşamayı

ve çocuklarını esirler edinerek, kendi canları

beceremezler, dinlerinin elden gideceğini,

karşılığında cenneti satın aldıklarını sandılar.

namuslarının kirletileceğini ve iktidarlarının

Bir avuç toprak parçası, bir tadımlık iktidar için

yıkılacağını zannederler. Bu nedenle tepkisellikle

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


var olan kimlikler ve onların oluşturduğu yapılar,

veya bir başkasının sizi ötekileştirmek için

bireyin özgürlüğünü önceleyen adil bir düzen

herhangi bir şey yapması gerekmiyor. Sizin

kurmak yerine sıradan sultanlıklar inşa ederken,

doğduğunuz aile veya coğrafya, konuştuğunuz

“rüzgâr eken fırtına biçer” gerçeği nedeniyle,

dil veya ulusal devletlerin size verdiği ve

daha katı ve acımasız yeni karşıt tepkiselliklerin

yanınızda taşımak zorunda bırakıldığınız nüfus

tohumlarını toprağa atmaktan başka bir şey

cüzdanları öteki olup taşlanmanız için yeterli

yapmazlar. Adil bir düzenin inşasına kadar bu

oluyor.

kısır döngüler sürer gider.

Böyle bir tanımlama ve algı günümüz

On dokuzuncu yüzyıl sömürgeler çağına

Müslüman zihnini de çekip çeviriyorsa,

geldiğimizde Müslümanlar, “benim”, ” bizim”

elbette bu zihnin ortaya koyduğu mücadele

diyecekleri, üzerinde devletçilik yaptıkları

yöntemi, mücadelesini yaptığı şeyler, olmazsa

bir toprak parçalarının kalmadığını gördüler.

olmaz dediği kırmızıçizgileri de bu çerçevede

Yine gördüler ki ötekileştirerek kendilerini

belirginleşip ortaya çıkıyor. Fikri, ideolojik, siyasi

var kılabilecekleri, “kafir”, “sapık, “fasık”

mücadeleler, hatta kavga ve savaşlar da bu

diyecekleri karşıt ideolojik ve fikri yerel yapılar

çerçevede cereyan ediyor. Yeni paradigmalar,

da kalmamıştı. Herkes kendi canının derdine

yeni koalisyonlar, yeni kutuplaşmalar bu

düşmüştü, hatta “devlet” bile çoğu kimsenin

ulusalcılık ve milliyetçilik algısı üzerinden

umurunda bile değildi. Yaklaşık iki yüz yıl böyle

oluşturuluyor. Sermayenin küreselleşmeye

geçti. Kendilerine geldiklerinde, dillerinin,

başlaması ve dünyanın tek devlet haline

kültürlerinin, geleneklerinin, alışkanlıklarının,

gelmiş olması hali Milliyetçi ve ulusalcı düşünce

araçlarının, ihtiyaçlarının değişmiş olduğunu

biçimine bir halel getirmiyor, aksine küresel

gördüler ve tarihi yenilginin boyutlarının farkına

sermayenin toplumların içerisine daha kolay

vardılar.

nüfuz etmesine neden oluyor. Aynı zamanda

Bu yenilgi beraberinde, yıllarca birbirini ötekileştirmiş olanların birbirini yeniden keşfetmeleri ve “kardeşler” olabilmeleri için yeni fırsatlar ve imkânlar ortaya çıkardı denirken, kadim Müslüman coğrafyadaki halkların her birinin, Türk, Arap, Fars, Azeri, Peştu, Kürt, Berberi, Çerkez, Malay gibi ulusal bir kimlikle

bu durum kendi içinde karşıtını ürettiği için egemenliğinin daha belirgin ve kalıcı olmasına da neden oluyor. Müslümanlar da böyle bir dünyanın içinde bu argümanlarla, bu karşıtlık içerisinde kendilerini ifade edip örgütleniyorlar ve İslami mücadelelerini bu çerçevede gerçekleştiriyorlar.

yeniden tanımlandıklarını gördüler. Üstelik

İşte İslamcılık dediğimiz şey tam da böyle bir

her bir unsur tanımlandığı şeyde bir hikmet

ortamda ortaya çıkıyor.

arayarak, kendini o tanıma ait hissediyor, onu sahipleniyor ve bu yeni sığınağına dört elle sarılıyordu. Coğrafyaları da bu kimliğe göre yeniden dizayn edilmişti ve yeni egemenlik ve hükmetme biçimleri ortaya çıkmıştı. Artık Müslümanlar bu modern tanımlamalar üzerinden birbirini ötekileştirmeye ve birbirine yabancılaştırmaya çalışıyorlardı. Yabancılaştırma ne kadar derinleştirilirse, o kadar kendileri

İslamcılık İslamcılık, bugünün dünyasında iktidar talebi olan, kendi kimliği ile var olmaya çalışan her tür anlayıştan İslami yapılanmalar için kullanılan bir isimdir. Modern bir isimlendirmedir ve daha çok karşıtlarının üretip kullandığı bir isimdir. Her tür isimlendirme gibi zamanında bir yaftalama,

olabileceklerini zannediyorlardı.

ayrıştırma ve suçlama için kullanılmış olsa da

Modern dönemler modern karşıtlıklar/

ve isimlendirmeleri normal karşılayıp kendileri

tepkisellikler icat ederek, birey ve toplumların hem kendileri olmalarının önüne geçilmiş oluyor hem de adil ve sağlıklı oluşumların ortaya çıkmasının önüne geçiliyordu. Ulusal aidiyet düşüncesi öyle etkili ve bağlayıcı bir algıya dönüştü ki, sizin bir başkasını ötekileştirmek

bir noktadan yaftalananlar da bu tür tanımlama de benimseyip kullanmaya başlıyorlar. Ancak ben hala problemli bir isimlendirme olduğu kanaatindeyim. İslamcılık, gelenekselinden, yenilikçisine günümüzdeki her tür anlayışın, gerek fikri,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

55


gerek siyasi düzeydeki örgütlü örgütsüz bütün

getirerek bazı ilke ve prensipler tespit etmeye

oluşumlar için kullanıldığı için, çok genel, kendi

çalıştım. Dolayısıyla İslamcılıkla ilgili yaklaşımım

kimliği ile var olma ve mevcut olandan pay alma

o satırlardan çıkarılabilir. Ancak ben kendisini

arzusu dışında bir ortak hedeften söz etmek

İslami mücadele içinde gören ve kendisine

mümkün olmaz. Bütün geleneksel tonları ve

Kur’an’ı ve ilk dönem uygulamalarını refarans

mezhebi algıları içinde barındıran oluşumlardan

gösteren hiçbir yapıyı toptan reddetme ve

söz etmemiz mümkün olduğu gibi, her şeyi

kabullenme taraftarı değilim. Yukarıda dediğim

ile yeni ve modern oluşumlardan ve fikri

gibi, refarans gösterilen şey ne olursa olsun

akımlardan söz etmek mümkündür.

yapılan şey modern bir okuma ve uygulama

Bu nedenle her oluşum, fikrini, dünya ve devlet taleplerini ait olduğu kodlar üzerinden yapar. Tamamen tepkisel, yarı tepkisel, edilgen veya özgün yapıları sahip oldukları bu kodlarla, bu kodların günümüzdeki yansımalarıyla ilgilidir. Elbette geçmişte olduğu gibi günümüzdeki oluşumlar da kendilerini Kur’an, Sünnet gibi temel dini refarans kaynaklarıyla ve mezhep, ekol, siyasi yapı gibi ilk dönem yapılanmalarla ilintilendirmeye ve görüş ve eylemlerini buralara dayandırarak açıklamaya çalışırlar. Ancak ortaya koydukları fikir eylem ve talep yeni bir duruma işaret eder. Düşüncelerini, ister sadece Kur’an’dan veya Kur’an-sünnet birlikteliğinden, ister herhangi bir tefsir veya fıkıh kitabından, isterse bir mezhebin düşüncelerinden oluşturmuş olsunlar, yaptıkları ve söyledikleri şey yeni bir şeydir ve bugünün şartları esas alınarak üretilmişlerdir. Bugünün ihtiyaçlarının ürettiği bir dil ve algı ile yapılan bir okumadır. Ortaya çıkan her tür düşünce ve eylem böyle bir okumanın sonucudur. Bunların tasnifi ve hangisinin daha isabetli olduğu tartışmaları da göreceli ve tartışmayı yapanın durduğu yerle ilgi bir durumdur. Bu tespit, yapılan her şeyin mübahlığının deklare edilmesi anlamına gelmeyeceği gibi tersini de söylemez. Çünkü sonuçta tespiti yapan da okuyan da bunları bulunduğu yerden okumaktadır ve bulunduğu yer de yeni bir durum ve kendisine özgüdür. Bir bakış açısına ve düşünme kodlarına hatta yargı ve önyargılara sahiptir. Bu geçmiş ve günümüzdeki her bir birey için söz konusudur. Aynı amaç etrafında

hayli zordur. Bu nedenle her yapı içinde bazı doğruların ve doğru uygulamaların olduğu gibi yanlış olarak görebileceğimiz algılamaların bulunması da gayet doğaldır. Konuya bu çerçeveden baktığımızda bu yapılarda doğru olarak gördüklerimizi aynı zamanda bizim de doğrularımız olduğunu söyleyebilirim. Elbette hareketin temel felsefesi, yönü herkes gibi benim için de çok önemli ve en temel belirleyicidir. Bu açıdan bakıldığında her hareket ve oluşum kendi rolünü oynamaktadır. Oynamaya da devam etmesi gerekir. Yanlış görenler gördükleri yanlışları ifade etmeli, düzeltilmesi gerekenleri düzeltmelidir. Tehlikeli olan tek kutuplu ve tek merkezli bir dünyanın ve devlet aygıtının oluşmasıdır. Aynı zamanda “körler sağırlar birbirini ağırlar” algısı da sağlıklı düşüncelerin ortaya çıkmasını ve nimetlerin adil bölüşümün önünde engeller oluşturur. Daha önce dile getirdiğimiz gibi bu tür yapıların egemen olduğu ortamlarda adalet tecelli etmez. Ancak adına ister İslamcılık diyelim, ister İslami mücadele diyelim, en radikalinden en soft ve gelenekseline kadar her oluşum ancak talep edeni varsa ayakta durur. Ayakta durduğu sürece de müntesipleri açısından bir anlam ve değer ifade ediyor demektir. Özellikle küresel sermayenin ve militarist güçlerin baskı ve tahakkümünü daha çok hissettirmeye başladığı bugünün dünyasında İslamcılığın, bunlar karşısında önemli bir işlev gördüğü kanaatindeyim.

toplanmış topluluklar da bu değerlendirme ve

Gerçi bazı tonlarıyla İslamcılık, egemen güçlerin

genellemenin dışında değildir.

işgal ve saldırılarına zemin hazırlasa, Müslüman

Mesela ben bu makalenin baş kısımlarında bir hareketin İslami olmasının imkan ve şartlarını, kendi algım ve müktesebatım çerçevesinde dile

56

olduğu için mutlak doğrulardan söz etmek

dünyadaki bölünmüşlüğü ve parçalanmışlığı hızlandırsa da Müslüman coğrafyada öze dönüşe ve yeni kimlik oluşumlarına önemli katkılar sağlayabileceği gibi yeni imkanların kapılarını

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


aralayabileceğini de düşünüyorum. Ayrıca bu tür

düşüncesinin kodlarını çözüp alternatif bir bakış

hareketler ve çok merkezlilik/taraflılık, sağlıklı

açısı ortaya koyamamak da modern İslami

ve adil yapılanmaların gündeme gelmesine yol

yapılanmaların temel sorunlarından birisidir.

açabileceği gibi, irade ve sorumluluk sahibi

Bu durum bilinçli veya bilinçsiz bir öykünmenin

bireylerin toplumlarla kaynaşıp çoğalmalarına da

de sebebi olmakta, ayrıca marjinal, tepkisel

neden olabilir. Tabi bu durumun aynı zamanda

veya teslimiyetçi yapıların da kaynağını

en azından belli bir zaman için bir kaosa ve

oluşturmaktadır.

anarşiye işaret edebileceğini de söylemeliyim.

Ancak buna rağmen son yüz yılda yaşananlar

Ancak şunu söylemek gerekir ki Peygamber

ve elde edilen tecrübeler, Müslümanlar için

sonrası tarihine baktığımızda her şeyi

yeni “altın çağlar” inşa etmelerinin kapılarını

ile sahiplendiğimiz, hakkaniyete uygun,

aralamaktadır. Olanları hayra dönüştürmek

öteki üretmeyen, kim olursa olsun zalime

Müslümanların elindedir.

karşı ve adalet herkes içinde olduğunu söyleyebileceğimiz bir siyasi oluşumdan söz seslendiren fikri oluşumlar ortaya çıkmış, düşüncelerini kuşaktan kuşağa aktarmış, tüm yapılar üzerinde az çok bazı etkiler bırakmış olsalar da onların bu düşüncelerini bir bütün olarak ete kemiğe büründürdükleri adil bir sosyal düzen kurduklarına şahit olmuyoruz. İnsanın aceleciliğinden veya tepkisel olanın daha kolay elde edilir olmasından olsa gerek ideal olan daha çok kitaplarda kalıyor. Ancak, ideal olanın egemen olması için, ideal olanı yılmadan gündemde tutmak, hayatın içinde var olduğunu göstermek, ideal olanın sıradan olduğunu anlatmak ve ideali yaşayanların sayısını arttırmak ve hayatı normalleştirmek gerekiyor.

Sonuç Sonuç olarak sunu söyleyebiliriz. Müslümanların günümüz için ortaya koydukları herkes için örnek olabilecek bir mücadele biçiminden söz etmek mümkün değildir. Bunu sadece uygulama açısından değil teorik arka plan açısından da söyleyebiliriz. Bunun pek çok sebebi olmakla birlikte temel sebebin, bu hareketlerin zahirilik ve Batınilik arasına sıkışmış tepkisel hareketlerden oluşuyor olmalarıdır. Ayrıca geleneksel algının inşa ettiği temel kodların ötesine geçilememesi ve sürekli öteki üretmesi de bu hareketlerin sorunlarından birisidir. Bir başka temel sorun da muhatabını tanıyamamak ve onu da içine alacak şekilde bir düşünsel yapının inşa edilememesidir.

www.islamiyorum.com

edemiyoruz. Zaman zaman bu tür düşünceleri

Tüm bunlarla birlikte batı dünyasında olup bitenleri gereği gibi anlayamamak, batı

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

57


Dosya: Günümüz Şartlarında İslami Mücadele / İslamcılık

İslamcılık M. Kürşat Atalar Bir siyasal ve ideolojik

diye savlıyorum. Öncelikle ifade etmeliyim ki,

akım olarak İslamcılık,

dinin ‘özü itibarıyla’ siyasal olduğu nosyonuna

tüm dünyada olduğu

sahip olmayan kişi, grup ya da yapıları ‘İslamcı’

gibi Türkiye’de de

kategorisi içerisine sokmak mümkün değildir.

aktüel siyasal gündemin

İslamcı için, dinin ‘iktidar talebi’ vardır ve bu

önemli maddelerinden

‘özden’dir. İslamcı, İslam’ın “ibadeti siyaset,

birini oluşturuyor. Fakat

siyaseti ibadet” olan bir din olduğuna inanır. Yani

yoğun tartışmalara

İslamcı için İslam, bir ‘yaşam tarzı’dır (Kutup-

rağmen, İslamcılığın

Mevdudi düşüncesinin özü budur). Bu yönüyle,

‘neliği’ konusunda

İslamcılığı, Batı’daki ‘ideoloji’ teriminin ifade

bir mutabakattan

ettiği manaları tazammun eden bir kavram

bahsetmek mümkün

olarak görmemiz mümkündür. İslam, İslamcı

değildir. Acaba,

için, “hayatın anlamı”dır; yaşanır ve uğrunda

İslamcılık, gerçekten de ‘özünde tartışmalı’ bir

ölünür. İdeolojiler çağında, Batı’da bu kavrama

kavram olduğu için mi kolay tanımlanamıyor,

yüklenen manalar da bundan başkası değildir

yoksa tanımlama zorluğunun altında başka

zaten. Geçtiğimiz yüzyıl içerisinde ‘İslam Devleti’

faktörler mi yatıyor? Kanımca, ikinci faktör,

kavramının İslamcı söylemin ana ideolojik

bu noktada ilkinden daha etkili olmaktadır.

unsurlarından biri olmasının nedeni de budur.

Özellikle de tartışmacıların, bulundukları

İslamcı, belki ‘devrim’ yoluyla, belki başka bir

siyasal pozisyonu meşrulaştırma niyetleri bu

yol ile, mutlaka bu amaca ulaşmak ister. Özetle

noktada bir zihinsel teşevvüşe yol açmaktadır.

‘devlet talebi’ olmayan İslamcı yoktur. Tabii ki

Halbuki her ilmi tartışmada olduğu gibi bu

burada ‘devlet’ (state yahut etat) kavramının

tartışmadan da anlamlı bir sonuç çıkabilmesi

içerdiği modern etkilere karşı taşınan ihtirazı

için tartışmacıların belirli ‘kriterler’ ölçeğinde

kayıtları ayrı tutmamız gerekir. Zira İslamcı akım

bir İslamcılık tanımı yapması gerekir. Bu

içerisindeki devlet talebinin kurumsal manada

yapılmayınca, kaçınılmaz olarak ‘keyfilik’ ortaya

açılımları yapıldığında kimi ‘modern’ kurumların

çıkmaktadır. Bu durumda, bir tanıma göre

meşrulaştırılması tehlikesi vardır. İslamcı söylem

‘İslamcı’ kategorisine giren bir kişi, bir diğerine

içerisinde buna yönelik bir itiraz her zaman

göre ‘modernist’ yahut ‘gelenekçi’ (veya

olmuştur. Fakat bu, sonucu değiştirmez. İslamcı,

‘ekstremist’ vs.) olabilmektedir.

‘gücü elinde bulundurmak’ bakımından devlet

Kriterler söz konusu olunca, bendeniz, İslamcılığı, 4 analitik terim ölçeğinde tanımlayabileceğimizi düşünüyorum ve bunları 1) din-siyaset ilişkisi, 2) modernizm, 3) gelenek, 4) yöntem olarak belirliyorum. Bu kavramlar ölçeğinde diğer grupları (yani ‘gelenekçi’, ‘modernist Müslüman’ ve diğer alt kategorileri) da tanımlamak mümkündür

58

aparatına sahip olmayı ister. Bununla birlikte, ‘gelenekçi’ ve ‘modernist Müslüman’ın dinsiyaset ilişkisine dair düşüncesi farklılık gösterir. ‘Gelenekçi’, kimi durumda “Şeytan’dan kaçar gibi siyasetten kaçabilir”, kimi durumda da devlet talebini ‘konu dışı’ bir şey olarak görür. Özellikle de sufi çevrelerin tavrını bu şekilde özetlemek mümkündür. Kimi zaman ‘romantizm’ kimi zaman ‘kayıtsızlık’ şeklinde tezahür eden

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


bu tavırları nedeniyle, gelenekçiler genellikle

yer almadığı bir ‘demokrasi’ olamaz. İşte bu

aktüel siyasal bir mücadelenin içerisinde

nedenle, İslamcı’nın modernite eleştirisi ‘öz’e

olmazlar. ‘Modernist Müslüman’ için ise, modern

dairdir. O yüzden de, İslamcı, esas itibarıyla,

siyasal kurumların içerisinde bir aktör olarak yer

‘modernite’yi olumlamaz. Fakat ‘Müslüman

almak hem mümkündür hem de meşrudur. Zira

Modernist’in bu noktada yaklaşımı bariz

modernitenin bir çok kavram ve kurumu (buna

biçimde farklılık gösterir. O, en basit ifadesiyle,

siyaset kurumunun temel unsurları da dahildir)

İslam ile moderniteyi ‘bağdaştırma’ya çalışır

İslam’la bağdaşır. Bu yüzden, ‘modernist

(Fazlurrahman düşüncesi). Ona göre, “şura

Müslümanlar’, demokratik seçim süreçlerine

aslında demokrasi demektir”; “bilim din ile

aktif olarak katılırlar ve ‘sistem-içi mücadele’nin

çelişmez”; “İslam bir özgürlük manifestosudur”

araçlarına başvurmakta bir mahzur görmezler.

vs. Bu anlayışın mensuplarının modern kurumlar

‘Modernist Müslümanlar’ın İslamcılar gibi net

içerisinde aktif roller üstlenebilmelerinin nedeni

bir iktidar talebi yahut İslam devleti kurma

de, esasen, bu anlayıştır. Gelenekçiler ise,

arzusu yoktur; fakat kurulu düzenler içerisinde

modernizmi ‘türedi’ bir şey olarak görürler ve

‘iktidarın paylaşımı’ süreçlerinde yer almayı

toptan reddederler. Ancak buradaki reddiyecilik,

meşru görürler.

bir nevi ‘bilinçsiz reddetme’ durumudur. Zira

İkinci analitik terim, ‘modernizm’dir. ‘İslamcı’, modernitenin temel kavramlarına köklü eleştiren kişidir. Bu bakımdan, örneğin, İslamcı, hümanist değildir; ona göre insan, değer vazetme pozisyonunda olamaz. Tersine, insan ‘kul’dur ve mümindir. O bakımdan, İslamcı, sekülarizme de karşıdır. İslamcı’ya göre, din, hayatın her alanında belirleyicidir ve ‘kamu’ alanı da buna dahildir. İslamcının hedef tahtasındaki modern kavramların bir diğeri de ‘rasyonalizm’dir. İslamcı için, akıl, mutlak hakikatin kaynağı olamaz; ancak bu hakikati kavrama aracı olabilir. Bu yüzden, o, kartezyen felsefenin temel öngörülerini reddeder. Akıl, vahyi anlamada

gelenekçiler, çoğunlukla, modern tezleri anlamak için analitik düşünmezler ve dolayısıyla da modern tezleri çürütmek gibi bir çaba içerisine girmezler. Bu tür çabalar onlar için ‘zaid’ yahut beyhude uğraşlardır. Hatta bu tür bilgileri edinmek, onlar için ‘faydasız ilim’dir ve onların anlayışına göre “faydasız ilimden Allah’a sığınmak gerekir.” Gelenekçiler için, Müslümanların tarih içerisinde ürettikleri birikimi (türas) sorgulamaya gerek yoktur; zira bu birikim, geçmiş çağların sorunlarını çözdüğü gibi, modern dönemin sorunlarını da çözebilecek yeterlilik ve keyfiyete sahiptir (Seyyid Hüseyin Nasr gelenekçiliği).

meşru bir araç olarak görülebilir; ama değer

Üçüncü kategori olan ‘gelenek’ kavramı da

vazedici özelliği yoktur. İslamcı, modernitenin

grupları birbirinden ayırt etmede ‘fonksiyonel’

en temel kavramlarından olan ‘nasyonalizm’i

bir terimdir. İslamcıların ‘gelenek’ eleştirisi,

de eleştirir. Zira İslam’da asabiyet yasaktır;

aklın işletilmesi temeline dayanır ve geleneğin

üstünlük kriteri de ancak takvadır. Bu nedenle,

eğrisini doğrusundan ayırma yaklaşımı

renk, dil ve ırka dayalı ayrıştırma gayretleri

burada belirleyicidir. İslamcılar, pratik hayatın

meşru değildir. İslamcı’nın köklü eleştirilerinin

sorunlarına çare bulmak için içtihad kapısının

yöneldiği bir diğer kavram da ‘demokrasi’dir;

açık tutulması gerektiğini savunurlar. Öte

zira ‘halk iradesi’ni baz alan bu sistemin felsefi

yandan, ‘Müslüman modernistler’ de geleneğin

kökeni, İslamcı’nın siyaset anlayışına ters

eleştirilmesinden yanadırlar ama ‘hareket

düşer. İslam’da halkın değil, Hakk’ın iradesi

noktaları’ İslamcılardan farklıdır. İslamcılar,

belirleyicidir ve bu ikisinin çeliştiği yerde

Kur’an ve Sünneti asli kriterler olarak kabul

‘çoğunluğun’ tercihinin bir değeri olamaz.

ederken, ‘Müslüman modernistler’, gelenek

Zira çoğunluk yanılabilir ama Hakk yanılmaz.

eleştirisinde modern kavramlardan da

İslamcı, modernitenin bu temel kavramlarına

yararlanılabileceğini savunurlar. Gelenekçiler

eleştirel yaklaştığı gibi, özgürlük, eşitlik,

ise, içtihad kapısının (İslamcıların önerdiği

ilerleme, insan hakları vb. daha rafine modern

şekilde) açılmasına da, modern kavramlardan

kavramlara da ciddi eleştiriler yöneltir. Örneğin,

yararlanılmasına da karşıdırlar. Mezhepler ve

temelinde özgürlük ve eşitlik kavramlarının

tasavvuf gibi geleneğin önemli kurumlarına

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

59


yönelik eleştirel tutumları nedeniyle,

gelenekçi gruplar (din-siyaset ilişkisindeki ‘flu’

İslamcıların, Hıristiyan dünyasındaki Protestan

tutumlarının da etkisiyle) genellikle ‘uzlaşmacı’

tecrübenin bir benzerini temsil ettiği sıklıkla

bir tutum takınırlar. Hem gelenekçiler hem de

iddia edilmektedir. Bu yüzden, birçok Batılı

modernistler sistem-içi kanalların kullanılmasına

İslam uzmanı, İslamcılığı, ‘gelişme potansiyeli

genel olarak itiraz etmezler. Modernistler ve

olan siyasal ve toplumsal akım’ (hatta

gelenekçiler parti kurup seçimlere girmeyi ve

Batı modernitesine en ciddi ‘tehdit’) olarak

laik düzenler içerisinde politik faaliyetlerde

görmektedirler. Zira bilindiği gibi, Protestanlığın

bulunmayı meşru görürler; püriten gelenekçiler

birincil işlevi, geleneksel Papalık kurumunun

olarak görülebilecek tasavvuf çevreleri ise,

‘otoritesi’ni sarsmış olmasıdır. Benzer şekilde,

siyasal süreçlere ‘aktif katılım’ı tercih etmekten

İslamcılık da, bugün, geleneğin sahip olduğu

çok, siyasal kanalları kendi çıkarları yönünde

otoriteyi sorgulamaktadır ve sarsmaktadır.

manipüle etmeye çalışırlar. Özetle, İslamcıların

Dolayısıyla, İslamcıların modernizm ve

(özellikle de ‘merhaleci’ olarak bilinen grup)

gelenek konusundaki tutumlarının, sui generis

yöntem konusunda farklı (ve ‘özgün’) bir

(nevi şahsına münhasır) bir pratik olduğunu

yaklaşım sahibidirler. Bu ise, bir çok Batılı

söyleyebiliriz. Bu yönüyle, İslamcılığı, İslami

uzmana göre (Fuller, Voll ve Esposito’yu bunlar

Uyanış hareketinin ‘motor gücü’ olarak görmek

arasında sayabiliriz), İslamcıları, statüko için

de mümkündür. Çünkü İslamcılık, en özet

‘potansiyel tehdit’ kılan temel etkenlerden

ifadesiyle, “Hayata Evet, Moderniteye Hayır”

biridir. Zira sadece bu grup, hem moderniteye

demektedir. Bu, İslamcılık akımının aktüel

köklü eleştiriler getirebilmekte, hem de şiddete

sorunların çözümüne ilişkin daimi bir duyarlılığa

başvurmadan bir toplumsallaşma çabası

sahip olmasının ana nedenidir. ‘İslamcı’, yaşanan

göstermektedir. Ancak, İslamcılığın sahip

hayatın sorunlarının çözümüyle ilgilidir; ‘şanlı

olduğu bu ‘potansiyel’i heba etme yönünde

tarih’ yahut ‘mazideki büyük zaferler’ onun ana

küresel sistemin banilerince bilinçli çabalar da

ilgi konuları değildir. Sorunun çözümüne dair

gösterilmektedir. Bunların başında da ‘iğdiş

(yanlış da olsa) İslamcının mutlaka bir ‘fetvası’

etme’ politikaları gelmektedir. Stratejist Fuller’in

vardır.

meşhur önerisi şudur: “İslamcıları iktidara

Dördüncü kritere gelince, bu da ‘yöntem’ ile ilgilidir. İslamcı, amaca ulaşmak için her yolu mübah görmez; çünkü ona göre, meşruiyetin sınırlarını da yine Şeriat belirler. İslamcı, İslam’ın hakim olmadığı sistemleri değiştirmek için farklı taktikler kullanabilir. Ancak ‘strateji’ değişmez. Dolayısıyla İslamcı için “yöntem de nebevi (yahut ilahi)dir.” Neredeyse bütün İslamcılar, yöntem konusunda “bir kavim kendi nefsinde olanı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez” ayetine gönderme yaparlar; fakat bazı İslamcılar, ‘temekkün’ ilkesini benimserler, bazıları da şiddeti meşru görürler. İlk grubu, yöntem olarak ‘merhaleciliği’ benimsemiştir ve önce ‘toplumsal değişim’den yanadır. İkinci grup ise ‘acilcidir’ ve şiddete başvurmayı meşru görür (Türkiye’den Ercümend Özkan hareketini ilkine, Güneydoğu Hizbullah’ını da ikincisine örnek olarak vermek mümkündür). İlkeler ile pratik arasındaki uyum noktasında İslamcılarda belirgin bir hassasiyet gözlemlenirken, modernist ve

60

taşı, ideolojik safiyetini boz.” Bu stratejinin son on yıllarda İslam dünyasına yönelik olarak uygulandığı artık herkesçe bilinmektedir. Tarihsel perspektiften baktığımızda ise, İslamcılığı, Afgani-Abduh düşüncesiyle başlayan bir siyasi ve ideolojik akım olarak görmek mümkündür diye düşünüyorum. Çıkışı itibarıyla, idealleri meşru ama söylemi ‘savunmacıdır’; zira temel meselesi, Batı’ya karşı İslam’ı ‘savunmak’ yahut daha doğru bir ifade ile, modernitenin iddialarına cevap yetiştirmektir. Fakat hem Batı’yı iyi tanımadığı hem de başvurduğu kavramsal araçların çoğunu gelenekten devşirdiği için bu çabasında ilk dönem itibarıyla başarılı olamamıştır. İlk dönem İslamcılarının kahir ekseriyeti “Batı’nın tekniğini alalım, kültürünü bırakalım” düşüncesindedirler. Bu, tipik bir ‘apolojetik’ söylemdir ve bu söylemle, ciddi bir toplumsal ve siyasal başarı elde etmek mümkün değildir. Nitekim ilk dönem İslamcılarının siyasal projesi, Osmanlı’nın yıkılmasıyla başarısızlığa uğramıştır. Ardından Abduh’un zamana

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


yayılan ‘eğitim’ bazlı önerisi devreye girmiştir.

tür oluşumları ‘İslamcı’ kategorisi içerisine dahil

Hilafetin ilgasından sonra kurulan İslami

etmek yanlış olur. Zira özellikle de beslendiği

Hareketler’in davet yöntemi de esas itibarıyla

kültürel damarlar açısından ‘parti siyaseti’

Abduh’un önerisiyle uyumludur. Çünkü artık

güden bu kesimleri ‘İslamcı’ kategorisinin

Afgani’nin acilci önerilerini uygulayacak bir

içerisine dahil etmek mümkün değildir. Örneğin

vasat kalmamıştır. Bu devrede Ra’d, 11. ayete

Türkiye’de Erbakan hareketinin beslendiği

sık sık referans verilmesi boşuna değildir.

ana kültürel damar, gelenektir. Bu hareketin

Zira ‘Uyanış’ önce zihinlerde gerçekleşecek,

‘ideolojik’ karakteri ise neredeyse yok gibidir.

sonra kitlelerin hayatına yansıyacaktır. Ancak

Hakeza Mısır’da Müslüman Kardeşler hareketi

zaman içerisinde (sosyolojik) altyapı şartlarının

de, bazı yönleriyle, ‘İslamcı’ gruptan ayrılır.

değişmesiyle birlikte, İslami Hareketler’in

Nitekim İhvan, resmi söyleminde, Kutub’un

‘toplum tanımı’nda da değişiklikler görülmeye

düşüncesini ‘itizali’ olarak niteler ve dışlar.

başlamıştır. Örneğin Mısır halkı, Müslüman

Dolayısıyla, bugünkü haliyle (bazı açılardan belki

Kardeşler Teşkilatı için esasen ‘Müslüman’dır;

başından beri) Müslüman Kardeşler hareketinin

ama zaman içerisinde yozlaşmıştır. Yapılması

de Milli Görüş hareketinden pek farklı yoktur.

gereken bu ‘Müslüman’ toplumu ‘uyandırmak’

Bu hareketlerin içerisinde yer alanlar ‘dini’

ve asıllarına geri döndürmektir. Fakat Kutub’a

hassasiyet sahibi olabilirler ancak bunların

göre, Hilafet’in ilgasından sonraki dönemde

özellikle de moderniteye ve statükoya yönelik

Müslüman toplumlar ‘mahiyet’ itibarıyla

köklü bir eleştirileri yoktur. Hele Kutup-Mevdudi

değişmiştir ve bu toplumları artık ‘Müslüman’

düşüncesinde olduğu gibi, köklü dönüşüm ve

olarak tanımlamak mümkün değildir. Dolayısıyla,

devrim talepleri hiç yoktur. Oysa İslamcılığın

yapılması gereken, önce ‘Müslümanlaşmayı’

tipik vasfı, uzlaşmacılık değil, dönüşümcülüktür.

sağlamaktır ve bunun yolunu da Peygamberimiz

Dönüşüm talebi, coğrafyasına göre farklı

Mekke döneminde göstermiştir. Toplum

şekiller ve tonlar alabilmektedir, ama var olanı

tanımındaki bu farklı yaklaşım, elbette İslamcı

(statükoyu, moderniteyi, geleneği vs.) meşru

hareketin pratiğini de etkilemiştir. Gayri İslami

görmek İslamcılık için mümkün değildir. Çünkü

rejimlerde Müslümanın pozisyonunun ne olacağı

İslamcılığın ana amacı (ve tipik vasfı), ilga

meselesi, bu dönemde sürekli tartışılmış ve

olunan Şeriat’ı yeniden tesis etmektir. Bunun

İslamcı hareket içerisinde farklı pratikler ortaya

için modernite eleştirilecekse onu yapmaktadır,

çıkmıştır. Daha radikal gruplar (örneğin Kutub

gelenek yerilecekse onu da yapmaktadır. O

ve Tekfir ve’l-hicre gibi militan örgütler),

bakımdan, kanımca, ‘dönüşümcü’ karakteri

bu rejimlerde görev almayı dişlinin çarkları

olmayan ‘siyasal’ oluşumları ‘İslamcılık’

arasında ezilmek olarak görüp olumlamamışlar,

kategorisine dahil etmek mümkün değildir.

fakat görece daha ılımlı gruplar, bunu meşru görmüşlerdir. Örneğin İslamcı hareketin ideologlarından sayılan Mevdudi, önceleri ‘radikal’ bir tutum sahibi olmasına rağmen, Pakistan’ın kuruluşundan sonra ‘parti siyaseti’ne sıcak bakmış ve başında bulunduğu Cemaat-i İslami genel seçimlere girmiştir.

Öte yandan, İslamcılığın bir asırlık tecrübesinde bazı ‘potansiyelleri’ haiz olduğu gibi, kimi ‘zaaflar’ olduğunu da burada ifade etmemiz gerekiyor. Bana göre bunların başında ‘düşünsel’ zaaflar gelmektedir. Her ne kadar son asırda ortaya çıkan gruplar içerisinde en dinamik olanı İslamcılar ise de, bu akım, henüz küresel ölçekli

Sistem-içi mücadeleyi meşru gören (ve

bir büyük başarı yakalayamamıştır. Elbette ki

kimi analistlerce ‘İslamcı’ hareketin içinde

İran İslam Devrimi bunun istisnasıdır. Ancak

sayılan) oluşumların siyasal pratiği ise daha

tam da bu örnekten hareketle, İslamcılığın

farklıdır. Mısır’da Müslüman Kardeşler, resmen

‘zaafları’nı tartışmamız da mümkündür. Evet,

yasak olduğu için başka partilerin çatısı

İran’da bir devrim yapılmıştır ve bu büyük

altında adaylarını Meclis’e sokarak sistem

bir kazanımdır; fakat Devrim’in ‘tıkanma’

içi kanallardan yararlanmayı denemişken,

noktalarına baktığımızda da, bunların kahir

Türkiye’de Milli Görüş hareketi (yahut onun

ekseriyetinin ‘düşünsel’ olduğunu görürüz.

türevleri) siyasal yaşama aktif olarak katılmış

Devrim’in ilk yıllarda Sünni coğrafyada bile

ve hatta bizzat iktidar bile olmuştur. Ancak bu

insanları tetikleyici bir etkisi olmuştur, fakat

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

61


bugün artık böylesi bir etkiden söz edemiyoruz.

toplumsallaşamazlar. Şartları karşılamaya

Niçin? Çünkü Devrim, kimi ‘siyasal’ hedefleri

gelince, bunların başında, bir ‘proje’nin ve

bakımından belki başarılı görülebilir, ancak

bir ‘program’ın geldiğini söyleyebiliriz. Proje,

düşünsel hedefleri bakımından ciddi açmazlarla

düşünsel temeller sağlam olduğunda üretilebilir.

karşı karşıyadır. Klasik Şia düşüncesi İran’a

Program ise, pratiğe dair ayrıntılı bilgi içerir ve

yeniden hakim olmaya başlamıştır. Mezhebi

tecrübeyle yakından alakalıdır. Müslümanların

refleksler (özellikle de Sünni dünyaya karşı)

eksikliği, öncelikle ‘proje’ noktasındadır. Başka

daha çok ortaya çıkmaktadır. Hele modernite

bir ifade ile, İslamcılık, çağdaş dönemde, henüz

eleştirisi neredeyse yok gibidir. Gerçi modernite

‘otorite olmuş bir alim’ yetiştirememiştir. Bu alim

eleştirisi, genel olarak İslam dünyasında

(veya alimler) ortaya çıkmadıkça, ‘itaat sorunu’

zayıftır, ama devrim yapmış bir ülkede bu

çözülemez. Çünkü meşru itaati, ancak otorite

noktada bir farklılığın olması gerekir. Oysa

olmuş alim talep edebilir. Alimin ilmindeki

İran, geçen zaman zarfında bu noktada iyi bir

eksiklik, hareketin başarısızlığı olarak tecelli

performans sergileyememiştir. Bugün modernite

eder. O yüzden Müslümanların ilim noktasındaki

(yahut post-modernite) dünya hakimiyetini

eksikliklerini gidermeleri, İslami Hareket’in

elinde bulunduran güçlerin ideolojisidir. Bir

başarısı için elzem şarttır. Bu noktada yapılması

İslam devletinin amacı da her şeyden önce

gereken ise, Müslümanların önce ‘malumat’

iktidar alanını genişletmek değil, davetin

eksikliğini gidermeleri, ardından, bu malumatı

gereklerini yerine getirmek olmalıdır. Bu açıdan

‘ilme’ dönüştürmeleridir. Bu gerçekleştiğinde,

bakıldığında, İran’da modernitenin ‘külli’ bir

İslamcılık, ‘zaafları’ndan kurtulmuş olacak

eleştirisini göremiyoruz. Bu ise, kanımca, İran’ın

ve toplumsallaşma noktasındaki sorunlar da

uzun vadeli başarısının önündeki en büyük engel

esas itibarıyla aşılmış olacaktır. İlm, doğru

olarak durmaktadır. Müslümanlar moderniteyi

pratik üretmenin asli yoludur. Doğru pratik

fikir planında mağlup etmedikçe, küresel bir

üretildiğinde ise, başarı kaçınılmazdır.

başarı yakalayamazlar. Devrim bile yapılmasına rağmen, bunun tezahürlerini artık net olarak modernite ile hesaplaşma noktasında düşünsel bir zaaf vardır. Her ne kadar postmodernite onu içerden çürütmüş olsa da, sonuçta mağlubiyeti tattıran taraf Müslümanlar olmadıkça, bunun semeresini görmeleri de mümkün olmayacaktır. Bu bakımdan Müslümanların ‘düşünceyi okullaştırma’ projesine destek vermeleri gerekmektedir. İslamcılık, evet bir asır içerisinde büyük başarılar elde etmiştir; ancak ‘okullaşma’ noktasındaki sorunlar hala çözülememiştir. Okullaşamamak, kitlelerin teveccühüne mazhar olamamak demektir. Başarısızlığın altında yatan ana saik de budur. Dolayısıyla, İslamcılığın ‘zaaflarını’ bendeniz, esas itibarıyla, düşüncenin okullaşamamasına bağlıyorum. Zira her türlü yanlış, bilgisizlikten (yahut eksik bilgiden) doğar. Müslüman, bütün iyi niyetine rağmen, eğer bir konuda cahilse,

www.islamiyorum.com

görebiliyoruz. Bütün İslam dünyasında

yanlış yapar. Onun Müslümanlığı, o konudaki eyleminin doğru olacağı anlamına gelmez. Bu açıdan baktığımızda, toplumsallaşmanın ‘şartlar’ı olduğunu teslim etmemiz gerekiyor. Müslümanlar bu şartları yerine getirmezlerse,

62

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Dosya: Günümüz Şartlarında İslami Mücadele / İslamcılık

İslamcılık: Tamam mı Devam mı? Mehmed Durmuş Doğrusunu söylemek

da reddetmek için, öncelikle günümüz İslamcılığı

gerekirse, İslamcılık

ile neyi kastettiğimizin çok iyi bilinmesi

terimi bana hiç sevimli

gerekir. Kabul etmek gerekir ki, günümüzde

gelmemektedir. Bununla

tek tip bir ‘İslamcılık’ yoktur. Günümüzde

beraber terime, İslam’a,

kimi ‘İslamcılık’lar şiddeti öncelemekte, kimisi

onun nebevî işlerliğini

‘daru-l harp fıkhı’ diye bir yol tutturmakta,

kazandırma anlamını

kimisi de eman müessesesi ve hılfu-l fudûl gibi

yükleyen Müslümanların

örneklerden hareketle, demokratik düzenleri

bu niyetlerini de teslim

tedrici şekilde ıslah etmeye heveslenmektedir.

etmek gerekir. Fakat

Bu İslamcılıkların hepsi de sorunludur ve

bana kalırsa, İslamcılık

hiçbirinin, Kur’an’daki mücadele metoduyla

terimi kullanılmadan

uyuşmadığı kesindir.

bu ‘İslamcı’ niyet ifade edilmelidir. İslam’ın ilk teşekkül döneminde böyle bir adlandırmaya gerek olmamıştı. Günümüzde, hedef ve yöntemleri birbirine çok tezat grupların bile kendilerini ‘Müslüman’ olarak adlandırmaları, bunların içinde İslam’ı hayatta egemen hale getirme çabasını ifade etmenin zorluğu, ‘İslamcılık’ terimini kullanmanın haklı gerekçesi olarak açıklanmaktadır. Bunda doğruluk payı elbette vardır, fakat aslında benzer sıkıntı, Kur’an’ın vahyedildiği o ilk dönemde de mevcuttu. O günkü toplum da Allah’ı var sayıyordu, fakat ulûhiyet meselesinde yollar köklü biçimde ayrışıyordu. Kur’an, “Allah’tan başka ilah yoktur” ilkesiyle, müşrikleri açık düşürmüş, geleneksel din ile İslam arasındaki o muazzam farkı ortaya çıkartmıştır. Kur’an’daki mücadele anlayışı ile ‘günümüz İslamcılığı’nın aynı zemine oturduğunu iddia ya

Sanırım soruya şu şekilde bir müdahalede bulunmak yerinde olacaktır: Günümüzde, Kur’an’ın mücadele anlayışına/metoduna, nebevî usule uygun, Kur’an’daki ile aynı zemine oturan bir ‘İslamcı’ mücadele mümkün müdür? Kanaatimce bu sorunun cevabı kesin olarak ‘evet’tir. Kur’an’daki mücadele anlayışı/metodu, sadece 7. yüzyıl Arabistan cahiliyesine özgü değildi. Kur’an’ın mücadele metodu her çağda yenilenebilir bir metottur. Bu anlamda cahiliyenin, küfrün ve şirk sisteminin doğasında herhangi bir değişme olmamıştır. İslam’ın, tevhid akidesinin doğasında da bir değişme olmamıştır. Değişen sadece bugünün ‘İslamcı’sıdır. Yani Kur’an, kendini Müslüman olarak tanımlayan herkesten, nebevî örneklikte mücadele beklemektedir. Günümüzde Allah’ın razı olacağı tarzda bir tevhid mücadelesi başlatmak, bu işe ehil

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

63


Müslümanların ödevidir. Tevhid mücadelesi

“İslamcılığın kendine has farklı yönleri” ifadesi,

sloganik olmaktan, yüzeysellikten uzak, ilme

İslamcılığın hedeflerinden kuşku duymayı

dayanan, nebevî metoda sıkı sıkıya bağlı, cesur

gerektirmemelidir. Bu, ‘hakikat tekelciliği’ gibi

ve kararlı bir iradeye dayanmalıdır.

anlaşılmamalıdır. Tamam, hakikat kimsenin

İslamcılığa, İslam’ın nefislere, topluma ve siyasete egemen, kısacası İslam’ın yaşam biçimimiz olması için mücadele etmek anlamını verdiğimizde, bugün de sürdürülmesi gerektiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Böyle bir yol, peygamberlerin yoludur. Son nebî Muhammed (sav)’in yolu da budur işte. Bu, Allah’ın bizlere yüklediği bir görevdir ve kıyamete kadar devam edecektir. İslamcılığın konusu da bu olmalıdır. Bu görevi ‘unutmak’, bir zamanlar birlikte

anlamını doğurmaz. Hakikati yakalamış kimse zaten, onun kendi tekelinde olduğu gibi bir tekebbüre bürünemez, çünkü hakikat hiçbir insanın yoktan var ettiği bir şey değildir; kaynağı Allah’tır. Bununla beraber, hakikatin ısrarla peşinde olmak ve hakikatten sapmamak için duruşunu kavvam hale getirmek, hakikat tekelciliği gibi algılanırsa bu da, öyle algılayanların yanlışı olur.

hareket ettikleri yoldaşlarıyla hala aynı yerde

Bununla birlikte, tabi ki İslamcılığın sorunları

duruyor olmamak adına, mevkî değiştirmek,

vardır. Yukarıda değindiğim gibi, öncelikle

Müslüman’ım diyen kimselerin başını yere

İslamcılığın ilk sorunu, terminolojiktir. Köken

eğdirmesi gereken bir tutumdur. Müslümanların,

olarak daha sahih, daha Kur’anî ve daha

aşamadıkları engeller karşısında pes edip, sonra

anlaşılır bir kavram bulunmalıdır. Fiiliyata

da kendi fikirlerini suçlu göstermeleri talihsizce

gelince -ki belki bu kusur da biraz terimin

bir dönüşümdür.

kendisinden kaynaklanıyor olabilir-, İslamcılık,

“Çağın gereği” cinsinden, İslamcılığın kendine has farklı yönleri gibi söylemlerin daha açık olması gerektiğini düşünüyorum. Yukarıda değindiğim gibi, her ne kadar çağ değişmiş, imkânlar, yaşam biçimleri farklılaşmış, teknoloji ve modern devlet düzeni farklı koşullar üretmişse de, yine de hiç değişmeyen şeyler de vardır ve bunların başında şu gelmektedir: Müslümanlar, kendi çağlarına diyecekler ki, İslam yücedir, nezihtir; şirk ise kötüdür, batıldır, ifsadın ta kendisidir. Allah’tan başka ilah yoktur, yani Allah’ın vazettiği dine aykırı bütün değerler batıldır ve İslam tarafından ifna edilmek istenen bir hedeftir. Hak gelmiştir, batıl yok hükmündedir. İslam’ın dışında hiçbir dünya görüşü ve yaşam biçimi meşru değildir. İşte bunu söylemek, İslamî mücadele dediğimiz şeyin ta kendisidir ve nesiller boyu sürecektir. Bu anlamda, İslamcılığın kendine has farklı yönlerinin olabileceğini tam olarak düşünemiyorum. Ama şunu düşünebiliyorum: Müslümanların işini zorlaştıran, “bu çağa has” engeller varsa, aynı zamanda işlerini kolaylaştıran, yine “bu çağa has” imkânlar da vardır. Bir başka ifade ile engeller ile imkânlar iç içedir; bizim için engel olan, muhatabımız için de engeldir, bizim için imkân olan, onun için de imkândır.

64

tekelinde değildir ama bu, hakikatin izafiliği

ben yazarak, konuşarak işimi yaparım, gerisi beni ilgilendirmez havasındaki bir entelektüel tavrı olamaz, olmamalıdır. Nitekim Türkçede de, “hocanın dediğini tut, gittiği yoldan gitme” sözü, anlatmak istediğim bu hastalığa işaret etmektedir. İslamî mücadele kesinlikle ilme dayanmalıdır. İlmin mihengi de Kur’an’dır. İlim ise bilmeyi ve amel etmeyi gerektirir. Peygamberler bu sebeple harika örneklerdir (Allah onlardan razı olsun). Hiçbir Peygamber, bir fikir teorisyeni değildir. Onların sözleri başka, halleri başka olmamıştır. Onlar, yanmak gerekiyorsa önce kendileri öne çıkmışlar, nimet paylaşılıyorsa, sıranın en sonunda yer almışlardır. Bazen de ‘nimet’ten hiç yararlanmamışlardır. Daima şunu söylemişlerdir: “Ben sizden bir ücret (nimet) istemiyorum, benim ücretim Allah’a aittir.” İşte bugünkü İslamî çabaları etkisiz kılan en müessir sebep budur diye düşünüyorum. Müslüman âlim öncüler önce kendi nefislerini, sonra çolukçocuklarını davalarına adayamamaktadırlar. Adeta, “ben söyleyeyim, yazıp-çizeyim, insanlar değişsin ve değiştirsinler” havasındadırlar. İlmiyle, ahlakıyla, vakarıyla, Müslümanca duruşuyla, cesaretiyle ve yaşamıyla insanlara güzel örnek olamayan ‘İslamcı’ları tabi ki toplum benimsememektedir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


İslamcılığın araçları tebliğ ve fiilî örnekliktir. Kur’an’ın sünnet örnekliğinde bilinmesi, çağın insanına anlatılması gerekmektedir. Anlatırken de, onun ilk yaşayanı (Müslümanların ilki), tebliğ yapan kişinin kendisi olmalıdır. Bunun yanında Müslüman mücadele adamlarının ilimlerle bugünkü modern felsefeyi birbirine yakın oranda bilememek Müslümanları malul hale getirmektedir. Sonuç olarak, -terimle ilgili çekincemiz bir tarafa- ‘İslamcılık’ kıyamete kadar bitmeyecektir. İçinde bulunduğumuz zamanda, İslamcılığın önemi daha da artmıştır. Gayri İslamî ideolojilerin daha da inceldiği ve hemen herkesin yeni dönem anlayışa teslim olduğu bu zamanda, İslam’ın değeri daha iyi bilinmelidir. Eksiklerimizi bilip, gidermeye çalışmak da aynı derecede görevimizdir.

www.islamiyorum.com

diğer bir kusuru da, ilmî yetersizliktir. Dinî

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

65


Araştırma - inceleme

Felsefe Tarihinden Notlar Abuzer Dişkaya “Allah’ım bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster.” Hz. Muhammed (a.s.)

Giriş Hikmet aklın hükmüdür! Felsefe de insanın gücü nispetinde bu hikmete ulaşma çabasının adıdır. Bu yüzden filozofların çoğu felsefeyi; insanın gücü nispetinde eşyanın hakikatini bilmeye çalışması olarak tanımlamıştır. Felsefe yapmak da varlığın ya da hakikatin duyulur idrakinden akli idrakine yükseliş olarak tanımlayabileceğimiz bir sürece tekabül etmektedir. Filozof, hikmet veya bilgeliği seven kişidir. O, hiçbir pratik fayda kaygısı gütmeden hikmeti arayandır. Bu yüzden hikmet veya bilgelik; zatından dolayı arzulanan şey olarak tanımlanmıştır. Aristo’nun da dediği gibi insan doğası gereği bilmek ister. Zira etrafında olup bitenler insanı hayretler içinde bırakmakta ve insan da bu hayretini gidererek hayranlık makamına ulaşmak istemektedir. Dolayısıyla hangi coğrafya veya kültürde ortaya çıkmış olursa olsun felsefenin ilk şartı, bilmeyi zatından dolayı istemektir. Bilgi için bilmeyi istemek! Felsefe kendi kendine biten köksüz bir ağaç

66

değildir. İnsan akıl nuruyla aydınlandığı günden bu yana teemmül ve düşünme dünyasına adım atmıştır. İşte bu yüzden felsefe ve hikmetin kaynağı olan akletmenin insanla birlikte günışığına çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Felsefe ilk başlarda fıtri ve sadeydi. Eşyanın duyulur ve zahiri veçhesine dayanarak hakikate ulaşmaya çalışıyordu. Daha sonra şuur ve vicdanın olgunlaşmasıyla hakikate ulaşmada aklı ve mantığı kullanmaya başladı. Böylece akli araştırma ve eleştiriyi hayal ve vehmin yerine koymuş oldu. Aklın imkânları sınırlı, hassas gözlem ve deney yapma imkânları az olduğundan başlarda felsefe kendisi için herhangi bir sınır öngörmüyor ve bütün evrenin tefsirini yapabileceğine inanıyordu. Zihni olarak inşa ettiği evrenin dış âlemle aynı olduğunu sanıyordu. Bu genel olarak yeterli bir olgunluğa ulaşmamış bir aklın sahip olduğu temel özelliktir. Böyle bir akıl, kendi inşa ettiği evrenin hakikatin ta kendisi olduğuna dair körü körüne bir inanca sahiptir. Ancak aynı akıl, daha çok gözlem ve deney yapma imkânı bulup her gün farklı gerçekliklerle karşı karşıya kalınca, kendi hatasının farkına vararak daha önce yakin olarak kabul ettiği her şeyi yeniden gözden geçirerek yoluna devam eder. İnsanın kemal ve hakikat arayışı iki yönde

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


olduğundan felsefe de ameli ve nazari olmak üzere ikiye ayrılır. İnsanın bilme serüveni düşünce ve eylemde doğruluk olmak üzere iki amaç ve hedefe yönelmiştir. Bu yüzden felsefe iki kısma ayrılarak bu ihtiyacı karşılamaya çalışır. Nazari felsefe eşyanın hakikatini bilmeye odaklanmışken, ameli felsefe de doğru eyleyebilmenin bilgisine ulaşmaya çalışmaktadır. Bu yüzden İhvan’ı Safa şöyle demiştir; “felsefenin başı bilgiyi sevmek, ortası insanın gücü nispetinde eşyanın hakikatini bilmeye çalışması ve sonu da hikmet ve doğruya uygun olan söz ve davranıştır.” Şu halde insan iki alanda kemal ve olgunluğu aramaktadır. Düşünce ve amelde! Felsefenin amacı da bu kemal ve olgunluktan hâsıl olacak olan dünyevi ve uhrevi mutluluktur!

Felsefenin Konusu Bundan binlerce yıl önce Sokrat “kendi nefsini tanı!” demişti. Böylece günümüze kadar geçerli olacak olan felsefenin konusu ve kısımlarını belirlemiş oldu. Çünkü insan somut yani maddi olanla soyut yani manevi olanın bir birleşimidir! Ve doğal olarak kendisini tanımak isteyen kişinin hem doğanın hem de doğa ötesinin, yani metafiziğin bilgisine sahip olması gerekir. Nefis bilgisi aynı zamanda onun yetilerinden biri olan aklı ve onun çalışma şeklini de doğru bir şekilde bilmeyi gerektirir. İnsanın doğru düşünebilmek için ortaya çıkardığı kural ve kanunlar da mantık ilminin konusunu oluşturmaktadır. Nefsini bilmek nefsin doğasını ve onun bedeni idare ederken nasıl eylemde bulunduğunu bilmeyi gerektirir. Bu bilgi insanın doğası ve fıtratına uygun davranışlarda bulunmasını mümkün kılar. İşte böyle bir bilgi ve bunun nasıl elde edileceği ahlak ilminin konusunu oluşturmaktadır. Böylece insan iyi ile kötü arasındaki farkı öğrenerek davranışlarını iyiye doğru yönlendirebilir. İnsan bu bilgi seviyesine ulaştıktan sonra “ben” dediği bu şeyin hakikati, kaynağı ve nereden gelip nereye gittiği konusunda sorular sormaya başlar.

Felsefe ve Diğer Bilimler Felsefenin ne olduğunun doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için onu diğer bilimlerden ayıran temel özelliklerinin neler olduğunun bilinmesi faydalı olacaktır. Çünkü çoğunlukla bir şeyin ne olmadığını bilmek, ne olduğunun bilinmesine oldukça yardımcı olur. Felsefeyi birinci derecede diğer bilimlerden ayıran şey, onun bir uzmanlığının olmamasıdır. Doğal ve sosyal bilimler evrenin veya varlığın belli bir kısmını ele alarak onun üzerinde uzmanlaşırlar. Buna karşılık felsefe, evreni ve varlığı bir bütün olarak ele alır. Felsefe açısından evren tek bir bütün olduğundan onun bilgisi ve hakikatinin de bir ve tek olması gerekmektedir. Hakikatin birliği inancı, işte felsefenin bu tümel/külli yaklaşımından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden de felsefe bazen de eşyanın külli/tümel bilgisi olarak tanımlanmıştır. Çünkü konusu en genel şekliyle evren ve varlıktır. Çokluktan birliğe geçiş olarak adlandırabileceğimiz bu seyir diğer bilimlerde de bulunmaktadır. Doğal ve sosyal bilimler de genelleme yöntemiyle kesret dünyasını, tümel kanunlara indirgeyerek açıklama eğilimi içindedir. Felsefe bu eğilimi en uç noktaya taşıyarak bütün evreni açıklayabilecek metafizik bir ilkeye ulaşmayı ister. Böylece iki önemli avantaj elde edebilmeyi ummaktadır. Zira metafizik bir ilke, evrenin yok olmak yerine neden var olduğunu ve başka bir şekilde değil de neden bu şekilde var olduğunu açıklama imkânı vererek sahibine iki önemli avantaj sağlar. Metafizik ilkenin bu gücünden dolayı hemen bütün felsefi sistemler, her şeyin temelinde yer alan bu ilk ilkeyi bulmaya çalışmışlardır. Modern dönemde filozoflar artık böyle bir ilkenin peşinde koşmaktan vazgeçmiş olsalar da hala bütün olup bitenleri mümkün olan en az ilkeyle açıklayabilmek, filozof ve felsefenin temel hedefi olmaya devam etmektedir.

İşte nefsin hakikatine dair olan bu sorular,

Felsefe ile diğer bilimler arasında bulunan

insanın duyularla cevap veremeyeceği türdendir.

diğer bir fark da bilimlerin aksiyomatik

Bu yüzden de bunlar insanın önüne yepyeni bir

doğrular olarak kabul ettiği pek çok şeyi

âlemin kapısını açar; Metafizik!

felsefenin temellendiriyor olmasıdır. Başka bir deyişle bilimlerin aksine felsefede hiçbir şey kendiliğinden doğru olarak kabul edilmez

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

67


ve her şey en nihai illet ve sebebine kadar

uygun buluyoruz. Çünkü İslam felsefesi gibi

götürülmeye çalışılır. Böyle apaçık bedihi olan

Yunan felsefesi de kendisinden önceki kadim

doğrulara ulaşmayı istemek felsefenin en bariz

geleneklerin felsefi ve bilimsel mirasından

özelliklerinden bir diğerini oluşturmaktadır.

sonuna kadar yararlanmış ve bunların

Başka bir deyişle diğer bilimlerde birer varsayım

üzerine yeni şeyler koyarak yoluna devam

olarak doğru kabul edilen önermeler, felsefede

etmiştir. Böylece değerli okuyucuya bu kadim

doğruluk ve yanlışlık kıstasına göre ele alınarak

geleneklerle Yunan felsefesi ve bu ikisiyle de

temellendirilir. Böylece bilimler konusuz ve

İslam felsefesi arasında makul bir karşılaştırma

temelsiz kalmaktan kurtulmuş olur. Bu diğer

yapma imkânı doğmuş olacaktır. Dolayısıyla bu

bilimlerin felsefeye olan ihtiyacını ortaya

yazının konusu Yunan felsefesinin ortaya çıkıp

koymaktadır. Ancak bunun tersi doğru değildir!

şekillendiği kültürel havzaları oluşturan kadim

Böylece felsefenin konusu, yöntemi ve amacı

gelenekler olacaktır.

açısından diğer bilimlerden ayrıldığı ortaya çıkmış olmaktadır. Bu durum herhangi bir felsefi sistemle bir bilim dalı karşılaştırıldığında rahatlıkla anlaşılacaktır. Bir felsefi sistem bir bütün olarak evreni açıklamaya ve bize bütüncül bir evren tasavvuru sunmaya çalışırken, bir

Yunandan önce ıstılahi anlamıyla felsefenin

bilim dalı ise tek bir şeyin maddi yapısı hakkında

olup olmadığı, etrafında hararetli tartışmaların

bize doğru bilgi vermeyi hedeflemektedir.

yaşandığı bir konudur. Ticaret yollarının kesiştiği

Başka bir deyişle bilimler duyulur ve somut

bir coğrafyada yaşayan Yunanlıların diğer

âlemin ötesine geçemezken, felsefe duyulur

kültürlerle her anlamıyla bir alış veriş içerisinde

olanın tasavvurundan saf düşünce âlemine

oldukları bilinmektedir. Yani Yunan Medeniyetinin

yükselebilmek anlamına gelmektedir!

diğer kültür ve medeniyetlerden yararlandığı

Bu özet açıklamalardan sonra asıl konumuzla ilgili birkaç söz söyleyebiliriz. Bu yazıların amacı kronolojiye riayet ederek İslam felsefesi hakkında bilgi vermektir. Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi felsefe kendiliğinden biten köksüz bir ağaç değildir. Bu kural İslam felsefesi için de geçerlidir. Bu yüzden İslam felsefesinin doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için hangi

68

Kadim Doğu Düşüncesi veya Yunan Felsefesinin Teorik Olmayan Kaynakları

kesindir. Dolayısıyla tartışma bu yararlanmanın olup olmadığıyla değil mahiyetinin ne olduğu etrafında yapılmaktadır! Biz bu konudaki tartışmalara değinmeksizin konumuz açısından önemli olan iki noktaya dikkatleri çekmekle yetineceğiz. Kanaatimizce bu iki noktaya dikkat edilmesi, bu konuda sağlıklı ve makul bir sonuca varabilmek için yeterlidir.

bilimsel ve felsefi havzalardan beslendiğinin

Herhangi bir kültür veya coğrafyada felsefe olup

çok iyi bilinmesi gerekir. Zaten “İslam Felsefesi”

olmadığını anlayabilmek için başvurabileceğimiz

terkibine dikkat edilirse bu durum daha iyi

en temel kıstas bizzat felsefe lafzının kendisidir.

anlaşılacaktır. Zira bu terkibin “İslam” kısmı

Bilindiği gibi felsefe, aslı Yunanca olan “philo”

bu düşüncenin İslami kaynaklarına gönderme

yani sevmek ile “sophia” yani hikmet veya

yaparken, “Felsefe” kısmı ise yabancı ya da

bilgelik lafızlarının Arapçalaşmış halidir. Buna

İslam öncesi düşünce sistemlerine gönderme

göre felsefe bilgelik veya hikmet sevgisi

yapmaktadır. Hiç şüphesiz İslam felsefesi ve

anlamına gelmektedir. İşte bu felsefenin mutlak

düşüncesinin oluşmasında Yunan felsefesinin

anlamıdır, yani hakikatidir! Bu mutlak anlamıyla

ayrıcalıklı bir yeri vardır. Bu gerçek düşünce

felsefenin Yunan Medeniyetinden önce güçlü

tarihine aşina olan herkes tarafından kabul

birer kültüre sahip olan Mısır, Hint, Çin, Sümer,

edilmektedir. Dolayısıyla biz de İslam felsefesine

Babil, Keldaniler ve İran’da bulunduğu tartışma

geçmeden önce, çok ayrıntılı olmamak şartıyla

götürmez bir gerçektir. Aslında böyle bir hikmet

Yunan felsefesi hakkında tanıtıcı mahiyette biraz

ve bilgelik sevgisi, insanın gündelik yaşamını

bilgi vermeyi gerekli görüyoruz. Ancak bundan

devam ettirebilmesi için ihtiyaç duyulan pratik

da önce bu yazının konusunu Yunan felsefesini

bilgiyi sağladığından herhangi bir toplumun

besleyen kadim geleneklere ayırmayı daha

bundan mahrum kalmış olması düşünülemez!

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Platon’un insanın olduğu her yerde felsefe de

bulunmadığını söylemek gerekir! Çünkü akli

vardır derken kastettiği şey, işte bu tür bir

ilkelerden hareketle var olan her şeyin hakikatini

yaşama bilgeliğine tekabül eden felsefedir.

bilmeye yönelme olarak felsefe ilk olarak

Dikkat çekmek istediğimiz ikinci önemli nokta ise pratik felsefe ile teorik felsefe arasında yapılması gereken hayati ayrımdır. Sanırız bu ayrıma dikkat edilmediği için Yunan felsefesinden önce felsefe olup olmadığı, eğer var idiyse bunun mahiyetinin ne olduğu ve daha da önemlisi nereye kaybolduğu üzerinde bitmek bilmeyen tartışmalar yapılmaktadır. Yine bu yüzden taraflar ifrat ve tefrit girdabına düşerek ya Yunan felsefesinin ayrıcalıklı konumunu görmezden gelip başka kültürlerde bulunan felsefe kırıntılarını olduğundan daha değerli göstermekte, ya da felsefeyi salt ve saf anlamıyla Yunan Medeniyetine hasr ederek diğer kültürlerde bulunan hikmet ve bilgeliklere haksızlık etmektedirler. Bizce eğer mutlak anlamıyla felsefe demek olan hikmet ve bilgelik sevgisi, insanın günlük

Yunan’da ortaya çıkmıştır. Çünkü ondan önce hiçbir kültür ve medeniyette böyle sistematik bir bilme ve anlama faaliyetine rastlayamıyoruz. Zaten kadim kültür ve gelenekler hakkında vereceğimiz bilgilerden sonra, genel olarak Doğu’da düşüncenin veya felsefenin kendisini hiçbir zaman pratik ve dini ihtiyaçlardan özgürleştirip saf düşünce haline gelemediğini göreceğiz! Bunun sonucunda ortaya bilim, ahlak ve mistik sistemler çıkmış ama kesinlikle teorik anlamıyla bilim ve felsefe çıkamamıştır! Kısaca Yunan Medeniyetinden önceki hiçbir kültür ve medeniyette “TEORİ”ye rastlamıyoruz! Bu da Yunan felsefesi ve düşüncesinin en ayırt edici özelliğidir. Şimdi bu kadim kültür ve geleneklerdeki hikmet ve bilgeliği anlatmaya geçebiliriz.

ihtiyaçlarının karşılanmasına veya inanma

Mısır’da Felsefi1 ve Bilimsel Düşünce

ihtiyacını gidermeye yönelirse ortaya ilkinde

Şüphesiz Mısır, dünyanın en eski

pratik felsefe ikincisinde ise dini veya irfani sistemler çıkmaktadır! Ama eğer bu hikmet ve bilgelik sevgisi salt düşünceye yani pratik faydalarından bağımsız olarak salt düşünce ve bilmeye yönelirse ortaya teorik felsefe yani teori çıkmaktadır! Pratik felsefe olmadan teorik felsefe olamazken, pekâlâ teorik felsefe olmadan pratik felsefe olabilmektedir! İşte kadim geleneklere hâkim olan ahlaki sistem ve öğretilerin çoğu böyle pratik ihtiyaçları gidermeye yöneliktir. Yine bu gelenek ve kültürlerde oldukça ilerlemiş olan bilimsel etkinliklerin ya pratik yaşamın ihtiyaçlarını ya da dini inançları tatmin etmeye yöneldiklerini görmekteyiz.

uygarlıklarından birisidir. Mısırlılar milattan önce beş bin yıllarında vakitlerin ve tarım arazilerinin alanlarının hesaplanmasında bilimsel değeri olan yöntemleri kullanıyorlardı. Şehir ve köylerinde belli bir sosyal ve siyasi yapı hâkimdi. Milattan önce iki binli yıllarda Mısır’ın başkenti olan “Teb veya Tiveh” bir bilim ve kültür merkezi olarak en parlak dönemlerinden birini yaşıyordu. Burası, Mısır kültür ve medeniyetinin Asya’daki yükselişinin bir sembolü haline gelmişti. Zamanla Mısır eski gücünü kaybedip sırayla Asurluların, İranlıların, Yunanlıların, Romalıların ve en sonunda da Müslümanların hâkimiyetine girdiğinde bütün bu kültür ve medeniyet havzalarını içinde barındıran bir pota haline

Dolayısıyla biz Yunan felsefesinden önce felsefe olup olmadığı sorusuna şartlı olarak evet cevabını veriyoruz. Eğer kastedilen pratik ve ameli hikmet ise evet Yunan Medeniyetinden önce Mısır, İran, Çin, Babil, Hint, Sümer ve de Keldaniler’de felsefe bulunuyordu. Ama eğer bu soruyla kastedilen pratik felsefenin de bir kısmını oluşturduğu teorik felsefe ise yani varlığın hakikatini bilmeye yönelmiş sistematik bir bilme etkinliği ise, işte bu anlamıyla felsefenin Yunan’dan önce hiçbir yerde

gelmişti. Mısır bu süreç içerisinde Asya, Avrupa ve Afrika medeniyetlerinin kültürel mirasından azami derecede yararlanmış ve bunları kendi felsefi ve bilimsel mirasına ekleyerek gelişmeye devam etmişti. İşte bütün bu gelişmelerin hepsi felsefe tarihinde seçkin ve önemli bir yere sahip olan İskenderiye ekolünün (Yeni Eflatunculuk) ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır. Müslümanların Bu başlıklardaki felsefe kavramından mutlak

1

anlamıyla felsefeyi yani hikmet ve bilgelik sevgisini kastettiğimiz unutulmamalıdır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

69


Yunan felsefesiyle İskenderiye ekolü üzerinden

dinlerden çok daha fazla katkıda bulunmuştur.

tanıştıklarını düşünecek olursak, burada

Mısırlılar ilk defa Tanrılar arasında bir hiyerarşi

meydana gelen bu sentezin İslam felsefesinin

olduğunu kabul edip, Tanrılarla insanlar

doğru bir şekilde anlaşılabilmesi açısından ne

arasında bulunan ilişkiyi düzenlediler. Yine

kadar önemli olduğunu da görmüş oluruz!

ahiret yaşamı inancı ilk defa Mısırlılarda ortaya

Mısır ilk Yunanlı düşünürler için gidip eğitim görecekleri bir bilim ve felsefe merkeziydi. Bu yüzden pek çok Yunanlı düşünür ve filozofun yolu bir şekilde Mısır’a uğramıştır. Bunların Mısırlı düşünürlerden pek çok şey öğrendiği kesindir. Hendese yani geometri ilk defa Mısır’da ortaya çıktı. Her yıl Nil’in taşması ve bu yüzden tarım arazilerinin sınırlarının yok olması böyle bir ilmin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Aynı şekilde piramit ve dini mabetlerin yapılabilmesi için de bu ilme ihtiyaç vardı. Bu

çıktı. Bu yüzden ölümden sonra ödül ve ceza anlayışını ortaya atıp, ölümden sonraki bu ödül ve cezanın bizim bu dünyadaki amellerimizin ahiretteki karşılığı olduğunu savundular. Ayrıca iyi olmanın ahlaki değerlere uygun yaşamak olduğunu ve sadece dini merasimlere şekilsel olarak katılmanın kişinin iyi olması için yeterli olamayacağı düşüncesinin de ilk defa Mısır’da ortaya çıktığını görüyoruz. Dolayısıyla Mısırlıların bu tür dini inançlarda Yahudileri öncelediklerini rahatlıkla söyleyebiliriz.

da, “Doğu dünyasında felsefe hiçbir zaman

Kadim Mısır dininde bulunan iki inanç ve

kendisini pratik ihtiyaç ve sorunlardan kurtarıp

düşünce konumuz açısından özellikle önemlidir.

saf düşünce seviyesine ulaşamadı’’ derken

Bunlar nefsin ölümsüzlüğü ile nefisle bedenin

kastettiğimiz şeydir. Görüldüğü gibi bütün

iki ayrı ve farklı cevher olduğu inancıdır. Nefisle

önemine rağmen hendese ilmi Mısır’da tamamen

bedenin birbirinden farklı iki cevher olduğu

pratik ihtiyaçlardan ortaya çıkmıştır. Ancak bu

inancı daha sonra özellikle felsefede revaç

teorik düşüncenin hiç izlerine rastlayamadığımız

bulmuş olan iki ayrı hakikat anlayışının kaynağı

anlamına da gelmemektedir. Zira Mısırlılar

olmuştur. Bu felsefi anlayışa göre evren iki

hendese ilminin yanında yüzey ve hacmin

cevherden meydana gelmektedir; maddi ve

hesaplanması ile matematik ilminde de oldukça

manevi yani soyut cevher! Başka bir deyişle

ilerlemişlerdi. Ancak bu çabalar ıstılahi anlamıyla

mevcudat ikiye ayrılmaktadır: Maddi varlıklar ile

teori olarak adlandırabileceğimiz seviyeye

mücerret varlıklar! Istılahi anlamıyla hitabet ve

ulaşamamıştır.

cedel ilmi de ilk defa Mısırlılar arasında ortaya

Dünya ilk defa Mısırlılardan bir yılı 365 tam ve bir çeyrek güne, 12 aya, bir ayı 4 haftaya, bir haftayı 7 güne ve gündüz ile geceyi 24 saate ayırmayı öğrendi. Aynı şekilde Mısırlılar güneş ve ayın dairevi olduğunu ve yıldızların

çıkmıştır. Bu konuda Mısır o günün dünyasında öyle ayrıcalıklı bir yere sahipti ki Yunanlı cedelciler hitabet sanatını öğrenebilmek için Mısır’a geliyor ve mabetlerdeki kâhinlerden bu ilmi öğreniyorlardı.

da ateşten olduklarını ortaya çıkarmışlardı.

Kadim Mısır düşüncesinin barındırdığı bu

Güneşle ay tutulmasını doğru bir şekilde

bilimsel bilgi ve felsefi unsurlara rağmen dünya

açıklayarak bunların meydana gelme zamanını

düşünce mirasına ne kadar katkı sağladığı

hesaplayabiliyorlardı. Tabiat ilmiyle ilgili olarak

bilimsel olarak ortaya konmuş değildir. Ancak

da pek çok yenilik Mısırlılara aittir. Onlar evrenin

şu kadarını rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Yunan

dört unsurdan meydana geldiğine ve her şeyin

düşünce ve felsefesi ister kadim haliyle isterse

ilk aslının su olduğuna inanıyorlardı. Yunanlılar

de İskenderiye’de aldığı son şekliyle olsun Mısır

ile diğer milletler bu önemli bilgileri Mısırlılardan

düşüncesine hem bilimsel hem de felsefi alanda

öğrenerek bunları kendi bilimsel ve felsefi

çok şey borçludur. Modern düşüncede bulunan

gelişmelerinin başlangıcı olarak kabul ettiler.

pek çok düşüncenin izlerini Kadim Mısır’a kadar

Mısırlılar, teorik düşünce alanında da özellikle dini düşüncelerinin etkisiyle oldukça önemli gelişmeler kaydettiler. Bu açıdan Kadim Mısır

sürebiliyor olmamız da ayrıca Mısır’ın bu alanda sahip olduğu yeri göstermesi açısından oldukça önemlidir.

dinleri beşeri düşüncenin gelişmesine diğer antik

70

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Sümer, Babil ve Asur’da Felsefi ve Bilimsel Düşünce Her ne kadar Mısır’ın kadim kültür ve medeniyetlerin oluşmasındaki yapıcı ve kurucu rolü inkâr edilemezse de bu antik medeniyetlerin asıl merkezinin Mezopotamya olduğunu söylemek gerekir. Bu yüzden de medeniyetlerin beşiği olarak adlandırılmaya layık görülmüştür. Bu kültür ve medeniyet merkezinden yükselen ışık o günün dünyasını bir yandan Yunan ve Roma’ya diğer taraftan da Uzak Doğu’ya kadar aydınlatıyordu. Mezopotamya medeniyetinin taş devrine kadar giden bir geçmişi bulunmaktadır.

yerini alarak yazı ve iletişimde kullanılmaya başlandı. Bu dil Sümerceye nazaran fikir, düşünce ve duyguların aktarılmasına çok daha müsaitti. Dil alanında meydana gelen bu yer değiştirme dinler arasında da meydana geldi. Samilerin Tanrısı olan “Merduk” diğer yerli tanrılara üstün gelerek tek bir Tanrı şeklinde ortaya çıktı. Bu durum Sami düşüncesinde tevhit anlayışının ortaya çıkmasının başlangıcını oluşturmaktadır. Aynı şekilde Hammurabi’nin getirdiği kanunların da günümüze kadar yapılan bütün kanunlaştırma çalışmalarının temelini oluşturduğunu söylemeye bile gerek yoktur.

Yapılan arkeolojik araştırmalar Sümer kültür

Samilerden sonra bölgenin hâkimiyeti

ve medeniyetinin Asya kültürünün en önemli

Asurluların eline geçti. Ancak Asurlular bilimsel

parçası olduğunu ortaya koymaktadır. Sümer

ve felsefi alanda fazla bir varlık gösteremediler.

kültürü o kadar güçlüydü ki, Hintlilerin

Buna rağmen Asurluların önemi diğer milletlerle

gelmesinden önce Hint denizi sahillerinde

kurdukları ticari ve kültürel ilişkilerden

kurulan medeniyetlere dahi kaynaklık etmiştir.

kaynaklanmaktadır. Asurlular Suriye, Mısır ve

Sümer medeniyeti su ve toprağın ürünüdür! Bu iki doğal unsur -ki Mezopotamya da oldukça fazla bulunuyordu- Kafkaslardan gelip buraya yerleşen insanlar için çiftçilik yapmanın en elverişli araçlarını oluşturuyordu. Çamurdan ev, çanak-çömlek ve yazmak içinde kilden levhalar yaptılar. Su ve toprağın birleşmesinden meydana gelen çamurun Sümerlilerin hayatında oynadığı bu rolü görünce, onların ilk insanın çamurdan yaratıldığı inancına sahip olduklarını görmek hiç de şaşırtıcı olmayacaktır! İlk insanın çamurdan yaratıldığına dair olan bu inanç günümüzde dahi bütün gücüyle varlığını devam ettirmektedir. Bu inancın üç ana semavi din tarafından benimsendiğini söylemeye gerek yok sanırız!

Yunanlılarla kurdukları ticari ve kültürel ilişkiler sayesinde Babil kültür ve medeniyetinin bu düşünce ve kültür havzalarını nüfuzu altına almasının yolunu açmış oldular. Ayrıca yine Mezopotamya’da ortaya çıkan zaman ve kader anlayışı diğer medeniyetler üzerinde kalıcı bir etki bırakmıştır. Bir bütün olarak varlık âlemiyle, insanın hayatını kontrol eden bir ilke olarak kader anlayışı ilk defa Mezopotamya’da ortaya çıkmıştır. Bu ilahi bir kanun yani Nomos veya Namus’tur. Varlıkların meydana gelmesi ve gelişim süreçleri tamamen bu ilahi emrin etkisi altında meydana gelmektedir. Yunanlılar ile Hintliler bu kader düşüncesini Mezopotamya’dan alarak bundan “doğmuş kelime” ile “ilahi adalet” anlayışını türettiler. Bu kader anlayışının klasik dönemde oldukça etkili olan İslami bir fırka

Mezopotamya faklı kültür ve kavimlerin kesişme ve buluşma yeri olmakla ün salmıştır. Sümerliler Kafkaslardan buraya gelip oldukça gelişmiş bir kültür ve medeniyet kurduktan sonra Sami asıllı kavimler Arap Yarımadası’ndan başka pek çok yere de uğradıktan sonra gelip Mezopotamya’ya yerleşmiş ve Sümerlileri hâkimiyetleri altına almışlardır. Milattan önce 2123-2081 yılında Hammurabi, Babil’deki krallar silsilesinin ilk kurucusu olarak yeni bir dönemin başlatıcısı olmuştur. Bu gelişmeden sonra Babil, Sami ve Sümer kültürlerinin iç içe geçip kaynaştığı bir havza haline geldi. Sami dili Sümer dilinin

olan İsmaililer’de de olduğunu görmek oldukça şaşırtıcı olacaktır. Büründüğü İslami rengi bir kenara bırakacak olursak İsmaililer’in “İlahi Emir” dedikleri şey geçmişi Mezopotamya’ya kadar uzanan bu kader anlayışından başka bir şey değildir!

İran’da Felsefi ve Bilimsel Düşünce Kadim milletler arasında Batı Medeniyeti özellikle de Batı İslam Medeniyeti üzerinde en çok etkili olan İranlılar olmuştur. Kadim dönemde İranlılar Akdeniz’e kadar olan bölgeyi egemenlikleri altında tutuyorlardı. Hatta

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

71


egemenlikleri bir ara Mısır’a kadar ulaşmıştır.

kaldırmak suretiyle hayır ve iyiliğin kaynağı

Bir ara İran Büyük İskender tarafından ele

olan Tanrı’ya yardım etmeye çağırıyordu.

geçirilmiş olsa da Yunan düşüncesi beklendiği

Kadim İran’da bulunan eski ayinlerden biri

kadar İran düşüncesi üzerinde etkili olamamıştır.

de Zurvanizm’dir. Zurvanilere göre sonsuz ve

Antik İran’da pek çok din ve mezhep bulunuyordu. Bunların en eskisi ateş ile bazı doğa güçlerine tapınma şeklinde ortaya çıkmıştır. Her biri başka bir kaynaktan çıkan bu din ve mezhepler bütün İran’a yayılan Mazdek dininde bir araya gelmiş ve tek bir potada erimişlerdir. Mazda, bilge anlamına gelmektedir! Mazda’ya göre hekim ve akıllı olan Tanrı diğer tanrıları egemenliği altına alarak onlardan ayrıldı. Aynı şekilde Ahura adında diğer bir Tanrı da sahip olduğu güçten dolayı diğerlerinin arasından sıyrılarak ayrıcalıklı bir konuma yükseldi. Ahura güç ve iktidarın sembolüydü. Daha sonra bu güç tanrısı ile bilgelik tanrısı bir araya gelerek bütün evreni kontrol eden güçlü bir tanrı şekline gelmiştir. Bu tek ve güçlü tanrı Ahuramazda veya Urmozd olarak adlandırılmıştır.

oğlu bulunmaktadır. Bunlardan biri evrendeki hayır ve iyiliğin kaynağı olan Ahuramazda, diğeri de evrendeki kötülük ve şerrin kaynağı olan Ehrimen’dir. Dolayısıyla hayır ve şer arasındaki düalizmin burada da ayniyle devam ettiğini görmekteyiz. Bu iki kardeş güçte birbirlerine denktirler ve ikisi arasında amansız ve daimi bir savaş bulunmaktadır. Bu ikisi bir diğeri olmadan ayakta kalamamaktadır. Yani evrenin olduğu şekliyle yoluna devam edebilmesi için hem hayır ve hem de şerrin bulunması gerekmektedir. Mutlak zamanın bu ikiz oğullarının ontolojik olarak birbirine bağımlı olması, Zurvanilerin bu iki kaynağı tek bir ilke altında bir araya getirmek için gösterdikleri bir çabaya işaret etmektedir. Ancak böyle bir çabaya rağmen bu birliğin nispi olduğunu söylemek gerekir. Zira bu birleştirme sonucunda her iki ilke de özlerini korumakta

Parslılar İran topraklarına gelip yerleştiklerinde Ahuramazda’yı tapındıkları güçlü Tanrıları olarak ilan ettiler. Ancak Parslılar bu güçlü Tanrının karşısına evrendeki şer ve kötülüğün kaynağı olan başka bir Tanrı daha yerleştirdiler. Çünkü bunlara göre Ahuramazda sadece hayır ve iyiliğin kaynağıydı. Bu durumda evrende bulunan şer ve kötülüğün de bir kaynağı olması gerekiyordu. İşte evrende bulunan bu şer ve kötülük Tanrısına İranlılar Ehrimen adını verdiler. Böylece kadim dönemlerden bu güne kadar beşer düşüncesine hâkim olan “düalizm” veya “ikilik” düşüncesi ortaya çıkmış oldu! Milattan önce yedinci yüzyılda Zerdüştlük dini ortaya çıkmıştır. Zerdüşt evrende hayırla şer arasında daimi bir savaş ve mücadele olduğu düşüncesini kabul etse de onda ciddi ve önemli değişiklikler yapmıştır. Kurban kesme ve kan akıtma ayinlerine karşı çıkarak insanları düşünce, söz ve davranışlarında dosdoğru olmaya çağırmıştır. Zerdüşt’ün davetinin tevhidi bir yönü de bulunmaktaydı. Bir yandan Ahuramazda’ya tapmaya çağırırken diğer yandan da insanları dünyada bulunan kötülükle mücadele etmeye davet ediyordu. Başka bir deyişle Zerdüşt, insanları kötülüğü ortadan

72

mutlak olan zamanın yani dehrin, ikiz olan iki

ve tek bir cevherin iki farklı yönü haline gelmemektedir. Kadim İran’da ortaya çıkıp kısa sürede revaç bulan inançlardan biri de bir kurtarıcı veya Mehdilik inancıdır. Buna göre Mehdi bir gün geri gelerek dünyayı ele geçirmiş olan kötülüğü ortadan kaldıracak ve zulmün yerine adaleti ikame ederek insanlığı içine düştüğü bataklıktan kurtaracaktır. Bir kurtarıcı ve Mehdilik inancının kadim dinlerin pek çoğunda bulunduğunu söylemek gerekir. Mesela Yahudilik, Hıristiyanlık ve daha sonraları İslam’da da bu inanç bir şekilde varlığını devam ettirmiştir. İranlılara göre zamanın mutlak hükmü altında olan varlık âleminin düzenleyici ve kurtarıcısı olan “Mitra”, kadim İran’ın yeni bir renk ve şekilde olan antik “Avesta” Tanrısından başka bir şey değildir! Başka bir deyişle Mitra, Zurvani bir renk altında yeniden dirilen kadim İran Tanrısından başka bir şey değildir! Buna göre Mitra bir gün geri gelecek ve bütün dünyayı kasıp kavuran ateşi söndürerek insanlığı kurtaracaktır. Mitra, dünyayı kirlerinden arındırarak Ehrimen’in karanlık ve kötülüğüne son verecek olan biricik kurtarıcıdır. İran’da çok daha sonraları ortaya çıkmış olsa

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


da Manihaizm hakkında da biraz bilgi vermeyi

bırakacak olursak Hint düşüncesinin bizim

faydalı görüyoruz. Maniciliğin kurucusu olan

açımızdan taşıdığı önem, evrenin felsefi bir

Mani, miladi 215 yılında Babil’de doğmuştur.

tasavvurunun sonucu olan “Tenasüh” inancıdır.

Aslen İranlı olan Mani, bütün hayatını getirdiği

Bu köklü inancın geçmişi çok eskilere kadar geri

dinini yaymaya adamıştır. Manicilik, içinde

gitse de açık bir şekilde ortaya çıkması, milattan

Yahudilik, Hıristiyanlık ve Gnostizm’den pek

önce altıncı ve beşinci yüzyıla rastlamaktadır.

çok unsuru barındıran eklektik bir dindir. Mani,

Başlarda bu anlama gelmiş olsa da tenasüh

kadim İran dinlerinden biri olan Mitracılık’tan

sadece ruhların bir bedenden başka bir bedene

beri olduğunu söylese de getirdiği dinde bundan

geçmesi anlamına gelmez. Yani sadece bundan

da pek çok unsura yer vermiştir. Mecusilerle

ibaret değildir. Yukarıda da zikrettiğimiz gibi Hint

girdiği savaşı kaybetse de düşünceleri hızla

tenasühü varlığa yönelik sahip olunan felsefi bir

yayılmaya devam etmiştir. Mani’nin babası

duruşun sonucudur. Bu yüzden de ilk bakışta

heretik bir Hıristiyan fırkası olan “Muğtesile”ye

göründüğünden çok daha geniş ve derindir. Bu

mensuptu. Mani, Hıristiyanlığın Mesih’inin

anlayışa göre hayat ve bütünüyle varlık âlemi

geleceğini müjdelediği ikinci Mesih olduğunu

baştan aşağı kötülük, ıstırap, acı ve dertten

iddia ederek bütün insanları kurtuluşa

oluşmaktadır! Görüldüğü gibi burada bütün

ulaştıracak dini getirdiğini söylüyordu. Mani,

varlığa hâkim olan bir kötümserlik düşüncesiyle

kadim İran’ın düalizmini kendi dini düşüncesinin

karşı karşıya bulunmaktayız! Bu kötümserlik

temeli olarak kabul etti. Yani onun dini

düşüncesi bütün hayat ve varlığı baştan aşağıya

anlayışının temelini de hayır ile şerrin daimi

ıstırap, vahşet, acı ve dertten ibaret kabul

mücadelesi oluşturmaktadır. Hayır ile şerrin

ederken ebedi kurtuluş ve huzuru da evrenin

veya nur ile zulmetin hiç bitmeyen savaşı!

külli ruhunda fani olmakta görmektedir. İşte bu

Mani, bu düalist anlayışını, doğal unsurları bile

anlayış Hintlilerin en temel inançlarından birini

bu iki sıfatla tavsif etmeye vardıracak kadar

oluşturmaktadır.

ileri götürdü. Buna göre evrende bulunan iyi unsurlar Tanrıdan, kötü ve şer unsurlar ise daima Tanrıyla savaş halinde bulunan ezeli bir güçten doğmaktadır. Mani bu kötülük ve şerden kurtuluşun ancak temizlenme ve arınma yoluyla mümkün olacağını söylüyordu. Bu arınma ve temizliğin de ancak bilgi ve marifetle elde edilebileceğini iddia ediyordu! Böylece düşünce tarihinde bir ilke daha rastlamış oluyoruz. Bu da bilginin mutluluk ve kurtuluşa götüren bir vesile ve araç olarak kabul edilmesi düşüncesidir! Bildiğimiz gibi Buda ve Sokrat’ta da böyle bir anlayış ve inanç bulunmaktadır. Aynı anlayışın daha sonraları İslam düşüncesi içerisinde mutasavvıflar, Farabi ve diğer Müslüman filozoflar tarafından da savunulduğunu görmekteyiz. Ayrıca Mani’nin diğer bütün dinleri tek bir din adı altında bir araya getirmeye çalıştığına da şahit oluyoruz. Bu da daha sonraları İhvan’ı Safa ve Farabi’de rastlayacağımız dinlerin birliği anlayışının ilk tarihi örneğini oluşturmaktadır.

Hint’te Felsefi ve Bilimsel Düşünce Sahip olduğu sosyal özellikleri bir tarafa

Hintli düşünürler evrene istikrarsız bir sürecin hâkim olduğuna inanıyordu. Bu süreç, bizi kaderimize doğru sürüklerken bizden sadır olan amellere de kaynaklık etmektedir. Bu inanca göre insan, eylemlerinin toplamı ve sonucundan ibarettir! İnsanlar daha sonra bir kez daha kendi amellerinin sonucuna geri döneceklerdir. İşte tenasüh, bu ferdi ve kişisel gidişattan oluşan istikrarsız sürecin tecessümünden yani somutlaşmasından başka bir şey değildir! Bu istikrarsızlık yani gelip gitmeler sonsuza kadar devam edecektir. Bu öyle büyük bir felakettir ki, ne ondan kurtulmak ne de ona bir çaba bulmak mümkündür! Hint milattan önce 6. yüzyılda öyle büyük bir metafizik bunalım ve ıstırabın içinde bulunuyordu ki o gün bugün dünyada bunun bir benzerini daha gösterebilmek mümkün değildir. Bu kaygı ve endişe “Hulul” inancının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Hulul inancı öyle güçlü bir şekilde ortaya çıktı ki beşer düşüncesinde günümüze kadar devam eden bir etki bırakmıştır. Ölümden sonraki yaşamdan geri dönme korkusu, sonuçta ölümden korkuya bu da yaşamdan her türlü geri dönüşten korkuya dönüştür. Bu durum Hintli düşünürleri bu fasit

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

73


döngüye bir çözüm yolu bulmaya zorlamıştır.

kaynağıyla ilişkiye geçmesi ve mümkünse

Eğer hayat esaret ve varlık âlemi de baştan

onunla birleşmesi oluşturmaktadır! Yoga

aşağıya kötülükten oluşuyorsa, şu halde insanın

mezhebine mensup olanlar tanrılarınki de

yapması gereken kendisini bu durumdan

dâhil bütün yaşama biçimlerinin yani bütün

kurtaracak bir çözüm yolu bulmaya çalışmaktır.

varlıkların tek bir cevherin farklı tezahürleri

Bu kurtuluş iki yoldan biriyle olacaktır: Ya bilgi

olduğuna ve dolayısıyla da evrende bir birlik ve

ve marifet yoluyla ya da sıradan insanların güç

vahdetin hâkim olduğuna inanıyorlardı. Böylece

yetiremeyeceği diğer bir yolla olacaktır; yani

tasavvufi anlamıyla vahdet-i vücud ilk defa

tasavvuf!

tarih sahnesine çıkmış oluyordu! Bu insanlar

Hintliler bu kurtuluş meselesini dini değil ama felsefi uğraşlarının en önemli konusu haline getirdiler. Böylece özgürlük ve kurtuluşa bir yol bulabilmek için amansız bir çabanın içerisine girdiler. Yoga’nın özgürlük ve kurtuluş için bulduğu çözüm insanın ruhu üzerinde mutlak bir hâkimiyeti elde etmesi esasına dayanıyordu. Dolayısıyla Yoga’ya göre insanın arzuladığı özgürlük ve kurtuluş bedene hâkim olmakla değil, ancak ruh ve nefse egemen olmakla elde edilebilirdi. Zira ancak bu şekilde insan kendisinin ve içinde bulunduğu şartların yani dünyanın efendisi haline gelebilirdi. Jaynistler

bütün evrene hâkim olan bir vahdet ve birliğin peşindedir ve her şeyde bu birliği ve vahdeti müşahede ettiklerini iddia etmektedirler. Bu mezhepte insanın hakikati ancak bu bütün içinde fani olmasındadır ve insanın bundan başka da bir hakikati de bulunmamaktadır! Başka deyişle bu bütünle olan ilişkisi göz önünde bulundurulmadığında insan hiçbir şey değildir! Yani tek başına insan bir hiçtir! Bu düşüncede her türlü tasavvufi anlayışın üzerine inşa edildiği; ruhani bir vahdet ve birlik için çaba gösterme ve uğraşma ilkesini bütün açıklığıyla görmekteyiz!

ise çözümü züht ve düşünce yoluyla insanın

Doğal olarak insanın bu ruhani ve manevi

kendisinin efendisi haline gelmesinde buldular.

kaynağıyla ilişkiye geçerek onda fena

Zaten Jain kelimesi muzaffer anlamına

bulabilmesi için bütün hicaplardan kurtulması

gelmektedir. Düşünce ve duygularını kontrol

gerekmektedir. Ve insanın kurtulması

edebilen insanın nefsinin ve amellerinin efendisi

gereken en büyük hicap da maddedir! Bu

haline gelerek özgürleşeceğine inanıyorlardı.

anlayışa göre madde her türlü noksanlık

Buda ise çözüm yolunu nefsin bir cevher

ve sefaletin kaynağıdır. İnsan maddi

olarak varlığını reddetmekte buldu. Budistlere

özelliklerinden sıyrıldıkça yücelmekte ve ilk

göre nefsin nispi olan bir varlığı vardır ve

kaynağına yaklaşmaktadır. Bu maddi hicap

o da beden gibi farklı unsurların bir araya

ortadan kaldırılmadıkça arzulanan vahdet ve

gelmesinden oluşmaktadır. Ve bu unsurlar bir

birleşmenin meydana gelebilmesi mümkün

bedenden ayrılıp başka bedende yeniden zahir

değildir! Şüphesiz bu hicaplardan kurtulma

olabilmektedir.

ve sıyrılma birbirini tamamlayan birkaç merhaleden meydana gelmektedir ki, bunlar İslam Tasavvufunda bulunan makamlara

Hint Tasavvufu

şaşılacak derecede benzemektedirler. Ancak

Gerçek bilgiye ulaşma ile insanın ilk kaynağıyla

asıl konumuz bu olmadığı için bu merhalelerin

birleşmesi ve ona yeniden geri dönmesi

sadece isimlerini zikretmekle yetiniyoruz. Maddi

meselesi, tarihin başlangıcından bu yana nasıl

ve manevi temizlik; yani bedeni suyla aklı

bütün akılları kendisiyle meşgul etmişse aynı

da bilgiyle temizlemek, dindarlık ve her türlü

şekilde Hintli düşünürleri de etkisi altına almış

dünyevi işten uzak durmak, Tanrının meşiyeti

ve onlar da bu hayati soruna bir çözüm yolu

karşısında mutlak bir teslimiyet, muhabbet ve

bulmaya çalışmışlardır. Kadim Hind’in en önemli

hoşgörü, pişmanlık, dua ve zikir ve son olarak

mezheplerinden biri olan Yogacılık, bu alanda

da, ruhani ateşin bedende kolaylıkla hareket

da öne çıkarak tasavvuf alanında seçkin bir

edebilmesi için bedeni vasat bir seviyede

konum elde etti. Yoga’nın tasavvuf anlayışının

tutmak.

en belirgin özelliğini, beşeri ruhun manevi

74

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Sonuç

Yararlanılan Kaynaklar:

Böylece Yunan felsefe ve düşüncesinin

- Melikiyan, Mustafa, Tarihi Felsefeyi Garb

beslendiği kültür ve medeniyet havzalarını

- Bedevi, Abdurrahman. Filozofanı Cihanı

kısaca da olsa tanıtmış olduk. Sanırız şimdi

İslam

bu yazının girişinde tartıştığımız, Yunan

- Fahuri, Hanna ve Cer, Halil. Tarihi Felsefe

felsefesinden önce ıstılahi anlamıyla felsefenin

Der Cihanı İslam

var olup olmadığı meselesi açıklığa kavuşmuştur.

- Austin Trans, Volter. Tercüme; Yusuf

Görüldüğü gibi dini unsurları bir kenara

Şakul. Tarihi İntikadiyi Felsefeyi Yunan

bıraktığımızda bu düşünce ve fikirlerin tamamı

- Durant, Will. Kıssatul Felsefe, tercüme;

gündelik yaşamın pratik ihtiyaçlarından ortaya

Fettullah Muhammed Elmişaşii

dinin etkisine girerek akli bir açıklama ve ilkeye dönüşmek yerine hayal gücünün kaynaklık ettiği sembol ve istiarelere dönüşmüştür. Bütün bu gelenekler içerisinde felsefi olmaya en yaklaşmış olan kültür ve düşünce görüldüğü gibi Hint düşüncesidir. Zaten bu özelliğinden dolayı kadim Hint’te felsefe olup olmadığı etrafında şiddetli tartışmalar yapılmaktadır. Bu konuyla ilgili birkaç söz söyleyerek bu yazımıza son vermek istiyoruz. Hind’in en temel ve eski dini kitabı olan Upanişatlar’da bütün varlık ve evrenin tek bir ilke olan Brahman’dan meydana geldiği açıkça belirtilmektedir. Buraya kadar her şey çok güzel. Ancak Brahman’dan bütün bu varlıkların nasıl meydana geldiğini sorduğumuzda özelde Upanişatlar genelde de bütün bir Hint düşüncesi, akli ve bilimsel açıklamalar yapmak yerine edebi benzetme ve istiarelerle yetinmektedir. Açıktır ki sahip oldukları edebi ve dini değerlerine rağmen bu açıklamaların hiçbir felsefi ve bilimsel değeri bulunmamaktadır. Bu açıklamalara neden ıstılahi anlamıyla felsefe denemeyeceği de inşallah sonraki iki yazımızın konusunu oluşturacak olan Yunan felsefesini anlattığımızda rahatlıkla görülecektir. Evrenin varlığını ve neden bu şekilde var olduğunu açıklayacak bir akli ilkeden yoksun olduğu için Hint düşüncesi varlıklar arasında makul bir ayrım yapamamış ve bunun sonucunda da her şeye tapınmayı meşru görmeye başlamıştır! İşte felsefe ve aklın önemi de tam bu noktada ortaya çıkmaktadır ki, inşallah sonraki yazılarımızda felsefe ve aklın bu rol ve işlevi nasıl yerine getirdiğine hep birlikte

www.islamiyorum.com

çıkmış ve yer yer felsefi olmaya yaklaşmışsa da

şahit olacağız!

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

75


Araştırma - inceleme

Kur’an’da Zikir ve Tezekkür Kavramlarının Anlam Alanı Hamdi Tayfur Akletme ile ilgili Kur’an’da en çok kullanılan

Bir nisyandan, unutmadan kaynaklanmayan

kelimelerden birisi ‘zikir’ kelimesidir. Kur’an’da

bilakis hıfzetmeyi, ezberlemeyi devam ettirme,

hem fiil, hem de isim olarak geçer.“Ze-ke-ra”

sürdürme (amacın)dan kaynaklanan zikr. ‘Her

kelimesi Kur’an’da değişik türevleriyle 296 kez

söze’ zikr denir.”1 Çünkü her söz içindeki anlamla

geçmektedir. Bu sayıya kelime anlamındaki

birlikte zihindeki bir bilginin hatırlanmasıdır.

kullanımlar ile ‘dişinin zıttı/erkek’ anlamındaki kullanımlar da dahildir.

kelimesinden ne anlamamız gerektiğini ve

İsfehani Müfredat’ta ‘zikr’ kelimesini şöyle

kelimenin kökündeki anlamı net bir şekilde

açıklamaktadır: “Zikr sözcüğü a) Bazen

ortaya koymaktadır. ‘Zikr’ kelimesi kök olarak

‘insanın kazanacağı veya elde edeceği bilgileri

en kısa ifadesiyle ‘hatırlamak’ demektir. Zihinde

hıfzetmesini, ezberlemesini (veya hatırlamasını)

hıfzedilmiş bilgilerin, kalple hatırlanması ve dille

mümkün kılan, nefisteki bir hey’et’ (huy,

telaffuz edilmesidir.

cibilliyet, tabiat H.T.) kastedilerek kullanılır. Bu

bakımdan ‘hıfz’ sözcüğüne benzer. Fakat ‘hıfz’ sözcüğü ‘bilginin (zihinde, akılda) korunması veya saklanması’ göz önünde bulundurularak kullanılırken, ‘zikr’ sözcüğü ise ‘bilginin hazıra getirilmek istenmesi (akla çağırılması, hatırlanması)’ göz önünde bulundurularak kullanılır. b) Bazen de ‘bir şeyin kalpte veya sözde [dilde] hazır bulunması’ anlamında kullanılır. Bundan dolayı şöyle denmiştir: ‘Zikr’ iki kısımdır: Kalpte olan zikr (hatırlamak, anmak), dille olan zikr (anmak, yad etmek). Bunlardan her biri de iki kısma ayrılır: Bir nisyandan, unutmadan kaynaklanan zikr.

76

İsfehani’nin bu nefis açıklaması ‘zikr’

Kelimenin bir diğer anlamı ise şan, şeref ve övgüdür.2 Bu anlam doğrudan kök anlamıyla ilgilidir. Şan, şeref sahibi olmak ve övgü almak; doğrudan hafızalarda yer etmiş unutulmayacak bir olay, davranış ve şahsın sürekli hatırlanması, hiç akıldan çıkmaması ve sürekli dillendirilmesi demektir. Kelimenin dişinin zıddı erkek anlamında kullanılması ve erkeklik uzvuna ‘zeker’ denilmesi, erkeklerin güç, cesaret ve sertlik özellikleri nedeniyle adlarından söz Rakıp el-İsfehani, Müfredat, s.575

1

Asım Efendi, Kamus Tercümesi

2

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ettirmelerinden ve Araplar arasında bunun bir

kazınmış bilgileri hatırlayarak, hafızada

şan ve şeref meselesi addedilmesinden olmalıdır.

tutarak, anlayarak düşünmek, ders çıkarmak,

Montgomery Watt, kelimenin kökünün Arapçadaki zengin semantik kullanımına bakarak tüm türevleriyle İngilizcede karşılığının bulunmasının imkansız olduğunu ifade ettikten sonra şöyle devam eder: “Fiilin ilk kökü olan zekere genellikle ‘hatırlamak veya anmak’ (to remember) olarak çevrilmekte ise de, daha önce bilinen ve unutulmuş olan bir şeyin zihnen hatırlanması konusunda özel bir vurgu söz konusu değildir. Kelimenin anlamının daha çok bir şeyi zihinde tutmak ve aynı zamanda da ona uygun davranışı benimsemek olduğu anlaşılmaktadır.”3 Watt bu nedenle kelimenin İngilizcedeki karşılığının uyarmak veya öğüt vermek anlamlarına gelen ‘admonish’ veya ‘exhort’ kelimeleri olduğunu söylemektedir. Watt’ın bu tespitinden de anlaşılacağı üzere kelime; hatırlatarak uyarmak veya hatırlanan hususlar üzerinden öğüt alarak, ders çıkararak veya uyarıya kulak vererek düşünmek ve bunlar

öğüt almak ve bu yolla davranışlarına biçim vermeye dönük çaba göstermektir. ‘Tezkire’; hatırlatan şey ve kendisi sebebiyle bir şeyin hatırlanmasıdır.5 Tezkire pek çok ayette Kur’an’ın bir vasfı olarak zikredilir. ‘Mezkur’ ise anılan, hatırlanan şeydir. ‘Zakir’; zikreden erkek, ‘Zakire’; zikreden kadındır. ‘Müddekir’; verilen öğüdü ve uyarıyı hatırlayıp anlayarak bundan ders alandır. Kur’an’da Kamer suresinde altı ayette geçer. ‘Müzekkir’ andıran, hatırlatan, zikrettiren, hatırda tutturan kişi veya şeydir. Kur’an’da peygamberin vasfı olarak geçer.

(88/21)

Peygamber sadece bir müzekkir, yani hatırlatıcı ve öğüt vericidir. Bundan öte zorla kabul ettirme yönünde bir görevi yoktur. Bu nedenle ayette Peygamber’e “Sen onlar üzerinde bir musaytır/ dayatan bir zorba değilsin” (88/22) denilmiştir. Zikir

kelimesinin tüm bu farklı türevleri Kur’an’da kullanılmaktadır.

gelmektedir. Kelime anlamı olarak kullanılan

Kur’an’da ‘Zikir’ Kelimesinin Anlam Alanı

yerleri bir yana bırakacak olursak, ‘zikr’in

Zikir kelimesi ve türevleri Kur’an’da, Arap

üzerinden davranışlara yön vermek manasına

Kur’an’daki tüm kullanımlarında davranışa çeki düzen vermeyi de içeren bir anlam derinliğini saptamak mümkündür. Sadece fiil olarak geçtiği yerler değil, isim olarak kullanımlarında da aynı derinlik bulunmaktadır. Kelimenin Kur’an’da kullanılan başlıca türevleri şunlardır: Zikrâ, zikr, tezekkür, tezkire, mezkur, zakir, zakira, müddekir, müzekkir. Ayetlerde fiil şeklinde mazi, muzari ve istikbal olarak tüm zamanlarda kullanılır. ‘Zikr’; “ze-ke-ra” fiilinin isim/mastar halidir. Kur’an’ın isimlerinden biridir. ‘Zikrâ’ zikr kavramının ihtiva ettiği anlamları ifade ettiği gibi, ondan daha geniş bir manayı da kapsamaktadır. Buna göre ‘zikrâ’; unutmamak, bir şeyi hafızada tutma çabası içine girmek

dilindeki kelime anlamı olan ‘hatırlamak’6, ‘şan, şeref’7 ve ‘dişinin zıttı erkek’8 manalarında bazı ayetlerde kullanılır. Bunların dışındaki kullanımların hemen hemen tümündeki amaç; geçmişten/tarihten, hayattan, varlıktan, tabiattan, ortak hafızalardan gelen bilgileri hatırlatarak inanç, düşünce ve amellerdeki yanlışlıkları göstermek; doğru düşünce ve eylem biçimlerine dönüş için öğüt ve öneriler yapmaktır. Bu anlam alanının en merkezinde yer alan hatırlama/hatırda tutma öğesi Allah’tır. Kur’an’da zikir kelimesinin geçtiği ayetlerde en çok tekrar edilen ibarelerden birisi ‘Allah’ı zikretmek’ ibaresidir. Pek çok ayette Allah’ı zikir tavsiyesi vardır. Amaç ise tüm düşünce ve davranışlarda Allah’ın rızasına uygun bir

ve bu konuda gayret göstermek, çok zikir,

5

derinliğine zikir, öğüt, ibret, ikaz gibi anlamlara

6

gelir.4 ‘Tezekkür’ ise; gerek insan zihnine,

Musa Bilgiz, agm, s.216 Hatırlamak anlamında kullanımlara örnekler: 2/282, 6/68, 12/45, 12/85, 18/63, 20/235, 21/36, 21/60,

gerekse varlığın ve insanlığın ortak hafızasına

40/44, 47/47, 76/1, 79/43 Şan şeref anlamında kullanımlara örnekler: 94/4,

7

21/10, 23/71

Montgomery Watt, Kur’an’a Giriş, s.42

3

Musa Bilgiz, “Kur’an’da Zikir Kavramının Anlam Alanı”,

4

Dişinin zıddı erkek anlamında kullanımlara örnekler:

8

Atatütk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı:25

3/39, 3/190, 4/11, 4/124, 4/176, 16/97, 40/40, 49/13,

s.217

53/21, 53/45, 75/39, 92/3

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

77


tarzın ortaya çıkmasıdır. Hatırlamaktan çok

Allah’ın birer rahmeti ve bağışı olan nimetlerini

unutmamak ve hep Allah’ı gözetmek esastır.

tezekkür etmesini, geçmişte yaşadığı olumsuz

Unuttuktan sonra hatırlamak yani zikretmek

hal ve sıkıntılardan Allah’ın onu nasıl kurtardığını

tövbe etmenin bizzat kendisidir. Böylece

hatırlamasını ve bundan yaşadığı güne dair

düşüncenin merkezinde Allah’ın ve Allah’ın

sonuçlar çıkarmasını ister.

rızasına uygun insanca bir yaşam kurma hedefinin yer aldığı bir anlam alanı ortaya çıkar.

Bu anlamda Kur’an ve diğer tüm ilahi kitaplar, insanlara geçmişlerini, varlıklarını, imkan

Merkezinde Allah’ı zikretmenin/hatırda tutmanın

ve imkansızlıklarını, geleceklerini (ahireti ve

yer aldığı bu anlam alanında Allah hakkın,

helaklerini), insanlığın geçmişini, doğru ve

doğrunun, adaletin, hayrın, iyiliğin, marufun,

yanlışı hatırlattıkları ve bunlardan öğütler

selametin kısacası güzel olan her şeyin

verdikleri için birer zikr ve tezkiredir. Kitabın bir

temsilcisidir. Allah’ı zikretmek ve O’nu hatırda

ismi de zikrdir. Bu sebeple Allah kendi ismini

tutmak, hakkı, adaleti, doğruluk ve dürüstlüğü,

zikretmemizi emrettiği gibi, Kur’an’ı ve Kur’an’ın

iyiliği, marufu, güzelliği, barışı ve insanlığın

ayetlerini zikretmemizi ve bu konularda bilgi

genel faydasını/maslahatını dikkate alarak

sahibi olan ehl-i zikre (tüm kitap sahiplerine)

yaşamak ve davranmak demektir.

danışmamızı, onlardaki hatırlatıcı bilgilerden

Bu nedenle insanların istikamet üzere oluşu, Allah’ı sürekli zikirle mümkündür. Bu zikir,

yararlanmamızı da emretmiştir. Peygamber de bir müzekker yani hatırlatıcı/uyarıcıdır.

kalben/aklen, dille ve ifade ile ve daha da

İbadet etmenin başta gelen amacı da Allah’ı

önemlisi bedenen gerçekleşmezse ‘gaflet’ en

zikretmektir. İçinde Allah’ın zikrinin -yani

büyük hastalıklardan birisi olarak insanoğlunun

O’nun rızasının/temsilciliğinin altında olan

başına belalar açacaktır. ‘Nisyan’ yani unutma

tüm müspet düşünce ve davranış biçimlerinin

insanca bir şeydir. Unutmamak mümkün

değerlendirilmesinin- yer almadığı ibadet

değildir. Ancak her nisyan bir zikirle tövbeye

makbul değildir. İbadetinde yetimi itip

dönüşmüyorsa ortada büyük bir ‘gaflet’ var

kakmanın, maunu engellemenin hesabını

demektir. Nisyan istemeden unutmak iken,

yapmayanın, sanki din/hesap (günü) yokmuş

gaflet hatırda tutulması gerekenleri bilinçli

gibi yaşayanın kıldığı namazın kıymeti yoktur.

olarak terk etmektir9 ve iradi bir tercihin

Namaz zikr için, yani dünyada yapıp etmelerin

neticesidir. Nisyan, koşarken sendelemeye

muhasebesini yapmak için kılınır. Oysa

benzer, telafisi vardır, hemen toparlanmak

günümüz ibadet algısı ibadetlerde dünya işlerini

mümkündür. Ancak gaflet, sonu uçurum olan bir

düşünmemeyi öngörmektedir. Oysa namaz tam

bayırdan aşağıya doludizgin koşmaya benzer.

da dünya işlerinin muhasebesini yapmak için

Sendelenmese bile varılacak yer uçurumdur.

yapılır. Ama namaz daha çok para kazanmanın

Bu yüzden Müslümanların sürekli Allah’ı zikir

hesaplarının yapıldığı bir iş olursa tabii ki bu

halinde olması ve bunu da insanlığa tüm

yanlıştır. Tersine dünya işlerine dalıp gitmişken

dertlere şifa olarak tavsiye etmesi zorunludur.

nisyan ile yaptığımız hataları, namazımızda

Allah Kur’an’da geçmiş insanların başlarına gelenler, kıssalar, peygamberlerin hayatlarından örnekler vererek bunları birer zikir, yani

Allah’ı zikrederken fark etmemiz gerekir. Yoksa namazın yogadan veya meditasyondan bir farkı kalmaz.

hatırlama vesilesi olarak sunar. Bunların

Kur’an’ın birçok ayetinde zikreden

her birinde muhatapların kendi paylarına

Müslümanlardan örnekler verilerek bu düşünme

çıkartabilecekleri birer ibretlik konu ve öğüt

eylemi teşvik edilir. Allah’ı zikretmekten uzak

vesilesi vardır. Kur’an bununla da yetinmez,

kalanlar, unutanlar, gaflet, körlük ve aymazlık

insanın dikkatini kendisine çevirmesini ve

içinde yaşayanlar zemmedilir. Unuttukları ve

kendisiyle ilgili alışageldiği için hiç hatırında

gaflete düştükleri için nasıl hevalarına esir

tutmadığı hakikatleri hatırlamasını ister. Sanki

oldukları ve şeytanın tuzağına düştüklerine dair

mutlak hakkıymış gibi gördüğü, oysa tamamen

örnekler verilir. Aynı zamanda öğüt almaya, zikretmeye,

Ramazan Altıntaş, İşlevsel Akıl s.82

9

78

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


tezekküre ısrarlı bir teşvik yapılır; “Öğüt alıp düşünmeyecek/tezekkür etmeyecek misiniz?”

Kur’an’da Allah’ı zikretme emrine10 dönük ayetlerin başta gelen amaçlarından birisi Allah’ın bir olarak yani ortaksız anılmasını temin etmektir. Müşrikler Allah’ın adının bir olarak

“Ne kadar az öğüt alıyor/tezekkür ediyorsunuz?”

anılmasına tahammül edemezler ve arkalarını

“Öğüt almanız/tezekkür etmeniz gerekmez mi?”

dönüp giderlerdi11 Kur’an’da düşünmenin başta gelen yedi mevzusundan 12 birincisinin tevhid

“Tezekkür etmiyorlar!”

olduğunu hatırlarsak zikretmenin akletme ile

“Tezekkür etsinler diye…”

ilişkisini daha iyi kurabiliriz.

“(Bilmenin kıymetini) bilenler için zikr…”

İşte bu düşünme faaliyeti, yani Allah’ı

“Ancak akıl sahipleri/ulu-l elbab zikreder.” “Umulur ki tezekkür ederler.” “Zikreden/düşünmenin kıymetini anlayan bir kavim için…”

türünden tezekkürü ve düşünmeyi teşvik edici pek çok ibare ayetlerde yerini bulur.

zikretmek, Müslümanların tüm hayatını kuşatması gereken vazgeçilmez bir iştir. Ayaktayken, otururken, yan yatarken,

(3/191)

sabah akşam, kendi kendine, için için,

(7/205)

topluca bir iş üzerindeyken, örneğin bir toplulukla savaş için karşı karşıya gelindiğinde, (8/45)

yeryüzüne dağılıp Allah’ın fazlını ararken,

Rabbimizden bir fazl isterken, ederken

Allah’ı Zikretmenin Anlamı Kur’an’da zikr kelimesinin geçtiği pek çok ayette Allah’ı zikretmenin teşvik edildiğini söyledik. Bu çok önemli bir konu olmasına rağmen, çok istismar edilen ve yanlış anlaşılan bir husustur. Pek çoklarınca Allah’ı zikretmek, dille ve elde tespih Allah’ın isim ve sıfatlarını defalarca tekrar etmek olarak anlaşılır. Tarikatlar yapılarını Allah’ın isimlerinin sürekli tekrar edilmesi suretiyle manevi coşkunluk oluşturmak hedefine dönük ayinler üzerine kurduklarından, Allah’ı zikir hep bu ayinsel çerçeve içinde anlaşılır olmuştur. Bu zikir ayinleri namazların arkasına da eklemlenerek neredeyse birer farz haline

(22/35)

toplanıldığında

(2/198)

infak

veya hep birlikte salat için (62/10),

namaz kılarken

(87/15),

utanç verici bir iş yaptıktan veya bir zulüm işledikten sonra (18/24),

(3/135),

bir işe azmedildiğinde

kısacası her hal ve şartta Allah’ı zikir,

Allah’ın hatırını gözetme Kur’an’ın tavsiyesi ile olmazsa olmazlardandır. Bir Müslüman’ın tüm hayatı Allah’ı zikretme ile anlam bulmaktadır. Nisyan ile fuhşiyattan bir iş yaptıklarında, kendilerine ve başkalarına zulüm ettiklerinde, Allah’ı hesaba katmadan iş yapmaya kalktıklarında samimi inanç sahiplerine düşen derhal hatırlayarak Allah’ı zikretmek ve tövbe etmektir.

dönüştürülmüştür. Oysa tüm bu zikir ayinleri

Zikr ile İbadetin İlişkisi

Allah’ı zikretmenin gerçek anlamsal çerçevesini

Kur’an’daki her emrin bir maksadı vardır.

yansıtmaktan çok uzaktadır. Sadece dille yüksek veya alçak bir sesle zikretmek, zikrin ruhundan yoksun bir törensellikten ibarettir. Zikrin ruhu unutmamaktır. Unuttuğunu hatıra getirmektir. Hatırındakinden öğüt almak, düşünmek, akletmek ve böylece yaptıklarının ve yapamadıklarının muhasebesini tutarak, hayatındaki eğrilikleri ortadan kaldırmaktır. Yani zikir sadece dille değil, kalple/akılla, düşünerek ve bedenle yapılan bir iştir. Oysa günümüz zikirlerinin, zikrin amacının tam da tersine

Allah amaçsız ve boş yere bir emir vermez. İslam tarihinde fıkıhçılar Kur’an’daki farzların maksadını tespit etmeye çalıştıklarında özellikle ibadetlerin maksadı üzerine söz söylemekten imtina etmişlerdir. Bu konuda çok az şey söylenmiştir. Çoğunlukla ibadetlerin kendilerinin bizzat maksat olduğu düşünülmüştür. Örneğin Mutezili imamların bazıları vahiyle bildirilen Kur’an’da Allah’ı zikretmeyi teşvik eden ayetlerden bazı

10

örnekler: 33/41, 32/41, 73/8, 20/42, 3/41, 26/227,

düşündürmemek gibi bir işlevi vardır.

23/21 İsra 17/46

11

1-tevhid, 2-risalet, 3-ahiret, 4-tarih, 5-tabiat, 6-vahiy,

12

7-ameller

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

79


emirlerin hangilerinin akılla bilinebileceği

emredilmiş değildir. İslam’ın tüm monoteist veya

hususunu tartışırlarken, namaz gibi bazı

pagan dinlerden ayrıldığı en temel noktalardan

ibadetlerin akıl dışı olduğunu ve bunların vahiy

birisi budur. Yani bu din insanlar sırf Allah’a

olmadan bilinemeyeceğini savunmuşlardır.

tapınsınlar diye ibadeti emretmez. Tüm dinlerde

İbadetlerin maksadını tespit etmede ortaya çıkan bu çekingenliğin geri planında insanların ve cinlerin Allah’a kulluk için yaratıldığına (51/56)

dair ayetin anlaşılma biçimi etkili

olmuştur. Bu ve benzeri ayetlerin maksadı büyük ölçüde Allah’tan başkasına kulluk eden/

amaçların yanı sıra en temelde ibadet için veya Tanrıya tapınmak için yapılır. Tarihsel olarak şekillenmiş İslam’ın da böyle bir yönü vardır. Oysa Kur’an ile son ifadesini bulan İslam’ın yaklaşımı bundan farklıdır.

tapınan müşriklere, kulluğun gerçek adresini

Bu görüşümüzün temel dayanağı Kur’an’da

göstermektir. Kendileri de yaratılmış olan

zikr ile ibadetlerin arasında kurulan ilişkidir.

varlıklara kul olmanın mantıksızlığı ve tüm

Kur’an muhtelif ibadetleri söz konusu ettiğinde,

varlıkların tek yaratıcı olan Allah’tan başkasına

Allah’ı zikretmeyi ya bu ibadetlerle birlikte anar

kul olmalarının imkansızlığı ortadayken, eğer

ya da bu ibadetlerin maksadının bizzat Allah’ı

birisine kulluk yapılacaksa bu ancak Allah

zikretmek olduğunu ifade eder.

olmalıdır. İşte ayetlerde söylenmek istenen tam da budur. Yoksa Allah’ın pagan dinlerde olduğu gibi mitolojik tanrılara ve putlara karşı yapılan anlamsız ve amaçsız tapınma merasimlerine ihtiyacı yoktur. Üstelik pagan dinlerinde bile tüm tapınma ve kurban merasimlerinin tanrılardan merhamet, rızık, yağmur, kötülüklerden korunma, bağışlanma dilenmek gibi özel amaçları vardır. Allah’ın kendisine tapınılmasına, huzurunda merasimler düzenlenmesine, hatta kurbanların kanına ve etine ihtiyacı yoktur. (22/37) Allah için önemli olan tüm bu ibadetlerin geri planında kişinin ne tür bir niyete sahip olduğu, samimiyetinin derecesi ve sahip olduğu sorumluluk duygusudur ki bu da takvadır. Bir adım daha öteye gidersek bu ibadetlerle asıl amaçlanan hayata ve hayatta işlenen tüm amellere istikamet kazandırmaktır. Çünkü insanın yaratılışının, doğumla ölüm arasında kimin daha salih ameller işleyeceğinin ortaya çıkartılması gibi bir amacı vardır. “O, hanginizin

Örneğin Hac ibadeti, içinde bolca zikrin yer aldığı bir ibadettir. Hac esnasında Arafat’tan inildiğinde Meş’ar-ı Haram’da Allah zikredilir. (2/198)

Hac ibadetleri bitirildiğinde, müşriklerin

atalarını cahiliye döneminde zikretmelerinden çok daha güçlü bir zikir ile Allah zikredilmelidir. (2/200)

Sayılı hac günlerinde Allah’ı bol bol

zikretmek emredilmiştir.(2/203) Aynı şekilde hacda veya başka bir yerde kesilen kurbanlar da ancak Allah’ın ismi zikredilerek kesildiğinde O’nun katında makbul olur. (örn. 22/34, 22/28, 22/36, 6/118-119, 6/121, 6/138)

Burada

maksat etlerin ve kanın Allah’a ulaştırılması değil takvanın ulaştırılması ve Allah’ın isminin zikredilmesinin yaygınlaştırılmasıdır. Bu nedenle av hayvanları da dahil

(5/4)

Allah’ın adı

zikredilerek kesilmeyen hayvanların eti helal değildir. Sadece Allah’ın ismi anılarak kesilen kurbanlardan yemek helaldir. İnfak da benzer bir özelliğe sahiptir. Allah zikredildiği zaman kalpleri ürperenler ve

daha iyi ameller isleyeceğini denemek için hayatı ve

böylece sürekli uyanık ve O’nu hatırda tutarak

ölümü yarattı.” (67/2) Ayette ifade edildiği gibi,

yaşayanlar, Rablerinin onlara verdiği rızıklardan

insanın ve insana ait doğumdan ölüme kadar sürecek hayatın yaratılmasının en temel amacı yapılan işlere, yani amellere dönüktür. Hayat

infak ederler. (22/35) Allah’ın zikrine karşı böylesi bir uyanıklığa ve saygıya sahip olmayan birisinden malını severek infak etmesini

her şeyiyle bir bütün olduğuna göre Allah’ın

beklemek boş bir hayal olur.

bakacağı bize ait ameller sadece ibadet olarak

Aynı şekilde Ahzab suresinde bir ayette mağfiret

sınırlandırılan ameller değil her türlü işimizdir. Tersine olarak şeklî ibadetlerin, genele yaygın işlerimize fayda sağlaması gibi bir amacı vardır. Yoksa ibadetler sırf Allah’a tapınalım diye

80

ibadet başlı başına bir amaçtır. İbadet kimi yan

ve mükafatı hak eden mü’min ve mü’minelerden bahsederken onların oruç tutma özelliğini pek çok özelliğinin yanı sıra zikretme özellikleriyle birlikte sayar.(33/35)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Mescitler, ibadethaneler ve evler ancak Allah’ın

Kötülüklerini hatırlar. Allah’ın öğütlerini

isminin zikredildiği mekanlar olduğu zaman

okuduğu ayetlerden kafasında tekrar tekrar

kıymetlidir. (örn.

canlandırır. Hasenatın, marufun, iyiliğin;

24/36, 2/214, 22/40)

münker, fahşa ve tüm seyyiat karşısındaki

Evlerde ve mescitlerde kılınan namazın amacı da Allah’ı zikretmektir. Allah’ın Musa’ya vahyettiklerinden olan şu buyruk bunu çok net olarak ortaya koymaktadır: “Bana ibadet et ve Beni zikretmek için namaz kıl.” (20/14) Bu ayette

namazın gerçek amacının Allah’ı zikretmek olduğu çok net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Zikr ve namaz o kadar iç içedir ki bazen surelerden olan Müzzemmil suresinde Allah Peygamber’e geceleyin kalkarak tertil üzere Kuran okumasını emretmiştir. Genelde Peygamber’in gece kalkışlarında içinde uzun okumaların yer aldığı namazlar kılmıştır. İlk Müslümanlar da Peygamber’i örnek alarak, emir Peygamber’i bağladığı halde, gece okumaları yapmıştır. Namazla birlikte eda edilen bu Kur’an okumalarında surede emredilen bir iş de (ayet:8)

olur. Bu durum onun namazın ardından güncel hayata döndüğünde kötülüklerden uzak durmasını temin eder. İşte böylece namaz ve namazın gerçek amacı olan Allah’ı zikr kişiyi kötülüklerden uzak tutmaktadır.

‘Zikr’ Edilmesi Gereken Diğer Hususlar

namaz zikr olarak isimlendirilir. İlk inen

Rabbimizin isminin zikredilmesidir.

üstünlüğünü ve önemini bir kere daha anlamış

Bu

bize ilk dönemlerden itibaren tilavet/okuma, zikr ve namazın nasıl bir bütünlük arz ettiğini

Kur’an sadece Allah’ı zikretmemizi emretmez. Allah’ı zikirle doğrudan bağlantılı olmak üzere birçok hususun zikredilmesi, hatırlanması ve bunlardan öğüt alınması istenir. Örneğin kitap ve içindeki ayetler, muhatapların yaşayıp da unutmaya yüz tuttukları geçmişlerindeki olağan dışı olaylar veya Allah’ın günleri olarak isimlendirilen sıra dışı olayların yaşandığı zamanlar ve kıyamet/hesap günü, geçmiş insanların ve peygamberlerin başından geçenler, kıssalar, Allah’ın insanlara verdiği nimetler, yaratılış gibi pek çok husus insanların zikir ve

göstermektedir. Yani namaz ibadeti, okumak,

tezekkür etmesi için ayetlerde bolca dile getirilir.

tertilen okurken tefekkür etmek, Allah’ın ismini

Kitaba sımsıkı sarılmak ve içinde olanları

zikrederek hayata dair değerlendirmeler yapmak amacıyla yerine getirilen bir ibadetti.

zikredip düşünmek hem geçmiş topluluklara hem de Kur’an’ın muhataplarına sıkı sıkıya

Aynı şekilde Medine’de inen Cuma suresinde,

öğütlenen bir husustur.

cuma günü namaz için çağrılan müminlere

Geçmişlerin haberleri, onların başından geçen

hemen alışverişi bırakarak Allah’ı zikretmeye (yani cuma namazını kılmaya) gitmeleri emredilir. Bu bilenler için çok hayırlı bir iştir (62/9).

Konuyla ilgili ayetlerde bazen önce zikr

emredilip ardın da namaz emredilirken

(87/15),

bazen de namazı bitirdikten sonra yeryüzüne dağılınca, ayaktayken, otururken, yatarken, sabah ve akşam, güvenli ve güvensiz tüm ortamlarda Allah’ın zikredilmesi emredilir.

Namazın fahşayı ve münkeri engelleme özelliği ve bir iyilik/hasenat olmasından dolayı

kötülüğü/seyyiatı yok etmesi de

ders çıkartmaya uygun olaylar, peygamberlerin başından geçen hadiseler, kıssalar bolca zikredilir. Bu tür ayetler Kur’an’da büyük bir yekun oluşturur.

(20/99, 18/70)

Ayetlerde bazen

peygamberlerin veya örnek şahsiyetlerin bizzat ismi üzerinden zikret/hatırla diye dikkatler çekilir.

(örn. 19/16, 41, 51, 54, 56; 38/17, 41, 45, 46, 48;

46/21) (örn.

4/103, 2/239, 62/10, 3/91, 76/25)

(29/45)

(örn. 2/63, 7/171)

(11/114)

namazla zikrin ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Namaz zikir için olduğundan, namaz kılınırken kötülükler ve iyilikler göz önüne getirilir. Kişi yaptığı seyyiatı, münkeri, fahşayı Allah’a rağmen nasıl yaptığının muhasebesini yapar.

Kur’an’da en çok hatırlatılan hususlardan birisi de kıyamet ve hesap günüdür.

(örn.14/5)

İnsanlara hesabın görüleceği yeniden diriliş günü hatırlatılırken, bunu imkansız görenlere ilk yaratılışları, yani kendileri hiçbir şeyken yoktan yaratılmaları hatırlatılarak, bunu yapan Allah’ın yeniden yaratmaya da kadir olduğunu düşünmeleri/zikretmeleri istenir: “İnsan önceden, hiçbir şey değilken, gerçekten onu yaratmış olduğumuzu düşünmüyor mu?”(19/67)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

81


Geçmişten hatırlatılan olaylar sadece tarihe mal

şekillendirmeleri konusunda uyarı ve çağrılarda

olmuş, başkaca insanların hayatlarına ilişkin

bulunurlar.

örnekler değildir. Allah gerek Müslümanlara, gerekse ehl-i kitaba yaptığı hatırlatmaları bazen çok yakın geçmişlerinde yaşadıkları olaylardan seçer. Bu olayların izleri ya hayatlarında iyi-kötü sürmektedir ya da küllenmeye yüz tutmuştur. Bu küllenme nedeniyle benzeri olaylara maruz kalma riskleri mevcuttur. Bunların tekrar hatırlanması/zikri, hem mevcut durumlarının

Allah’ın nimetlerini hatırlatarak yapılan çağrı aslında tüm insanlığa yapılan ortak bir çağrıdır. Nimetin kaynağını bilmek ve O’nun bizi yaratma amacına uygun bir davranışa dönmek, yani Allah’ın fıtratlarımızdan aldığı misakımızı hatırda tutarak/zikrederek yaşamak insan olarak temel sorumluluğumuzdur.

kıymetini anlamalarına, hem de geçmişteki

“Allah’ın üzerinizdeki nimetini ve: ‘işittik ve itaat ettik’

hatalarına düşmemelerine yol açacaktır. Aynı

dediğinizde sizi, kendisiyle bağladığı misakını zikredin.

zamanda o kadar kötü koşullarda onlara yardım

Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun.” (5/7)

edip rahmetiyle kendilerini koruyan ve birçok

“Ey insanlar, Allah’ın üzerinizdeki nimetini zikredin.

nimetler bahşeden Allah’ı ve sorumluluklarını hatırlarından çıkartmamaları istenir.

Gökten ve yerden sizi rızıklandıran Allah’ın dışında başka bir yaratıcı var mı? O’ndan başka bir ilah

Örneğin Müslümanlara Mekke dönemindeki

yoktur. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorsunuz?” (35/3)

sayıca azlıkları, yeryüzünde zayıf bırakılmış olmaları, insanların onları kapıp kaçacağından korkmaları ve sonra da Allah’ın onları barındırıp desteklemesi

(8/26);

aynı şekilde

birbirlerine düşmanlar iken, kalplerinin arasını uzlaştırması ve onları kardeşler yapması, ateşin kenarından hepsini kurtarması

(3/103);

Hendek

savaşındayken üzerlerine her taraftan orduların gelmesi ve umutların tükendiği zaman Allah’ın yardımının yetişmesi

(35/3);

zarar vermek için

onlara ellerini uzatmaya yeltenen bir kavmi alıkoyması

(5/11)

hatırlatılarak bundan ibret

alınması istenir. İsrail oğullarına bazen kıssaların içinde olaylar aktarılırken, bazen de Medine’deki Yahudilere tüm geçmişlerinden örnekler verilerek Allah’ın onlara verdiği nimetler üzerinden hatırlatmalar yapılır. Allah’ın onlara bahşettiği nimetler sıralanır. Onları alemlere üstün kıldığı öğüt için kitap ve hikmet indirdiği

(2/47,122),

(2/231),

içlerinden peygamberler ve hükümdarlar çıkararak alemler içinde kimseye vermediğini onlara verdiği kurtardığı

(5/20),

(14/6)

onları Firavun ailesinden

hatırlatılır.

Kur’an, Zikr, Tezkire, Öğüt Kur’an’ın isimlerinden birisi de zikrdir. Kur’an birçok ayette kendisini ‘zikr’ olarak isimlendirir. Bazı ayetlerde Kur’an’dan bahsederken direk ‘zikr’ ismi kullanılırken, bazı ayetlerde de Kur’an’ın bir zikr olduğuna dair sıfat ifadesi kullanılır.13 Müşrikler bile Allah’tan gelen vahiyden bahsederken “Ey kendisine zikr indirilen!” (15/6)

ismini kullanırlar. ‘Zikr’ sadece Kur’an’ın değil önceki kitapların ve Allah’ın indirdiği tüm vahiylerin ortak ismi ve özelliğidir. Kur’an ehl-i kitaptan bahsederken bazen onları ehl-i zikr olarak isimlendirir.

peygamberler, kavimlerine Nuh’tan sonra kılıp güçlendirdiğini; yeryüzünün halifeleri kıldığını; orada köşkler kurup, dağlardan evler (7/69, 74,

hatırlatırlar ve tüm nimetleri onlara veren

Allah’ı hatırda tutarak hayatlarını hidayet üzere

82

Kur’an da

Müslümanlar da ehl-i zikr sınıfına girerler. Kur’an veya Allah’ın indirdiği vahiyler aynı zamanda ‘tezkire’ olarak da nitelendirilir. Tezkire zikr kelimesinden türemiştir, hatırlatan şey demektir. Eğer bir şey vasıtasıyla başka bir husus hatırlanıp anılıyorsa hatırlatana tezkire denilir. Örneğin gemiyle Nuh’un kurtarılması kavramasına yardımcı olacak bir tezkiredir. (69/11-12)

Allah’ın onları yeryüzünde nasıl yerleşik

8)

(örn. 16/43, 21/7)

bir zikr olduğuna göre onun muhatabı olan

hadisesi, ilerde bunu işitecek olanların anlayıp

Aynı şekilde Hud, Salih, Şuayb gibi

yonttuklarını; azınlık iken çoğalttığını

ayetinde olduğu gibi Kur’an için ‘zikr’

Kıyametin kopması hadisesi de bir

Kur’an’ın veya Allah’tan gelen vahiy ve kitapların zikr

13

olarak isimlendirildiği ayetlerden örnekler: 3/58, 7/63, 7/69, 11/114, 15/6, 15/9, 16/44, 20/99, 20/124, 21/2, 21/24, 21/50, 21/105, 25/18, 25/29, 26/5, 36/11, 37/3, 37/168, 38/8, 38/49, 41/41, 43/5, 43/36, 53/29, 54/25, 57/16, 65/10, 68/51, 77/5

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


tezkiredir. Çünkü bu olayın dehşeti ve çocukların

bir tezkire/zikr/öğüttür.15 Bu nedenle Allah

bile bir anda ihtiyarlayacağı o gün geldiğinde

peygamberlerine, indirdiği vahyin ayetleriyle

kişiyi koruyacak hiçbir şey yoktur. Korunmak

ve Muhammed Peygamber’e de Kur’an ile öğüt

yani muttaki olmak o gün gelmeden Rabbimize

verip hatırlatmasını emretmiştir.

giden/O’nun rızasına uygun bir yol tutmakla

6/70, 10/71)

mümkündür.

(73/17-19)

Kur’an baştan sona

bu türden hatırlatmalarla dolu bir kitaptır. Görüldüğü gibi bir şeyin tezkire olması için mutlaka geçmişte olup bitmiş bir hadise olması gerekmemektedir. Gelecekte olacak kıyamet gibi hadiseler de bir tezkire olabilmektedir. Bu da zikr kelimesinin sadece hatırlamanın ötesinde öğüt alma ve hayatına çeki düzen verme anlamlarını içerdiğinin önemli delillerindendir. “Sad, zikir dolu Kur’an şahit olsun”

(38/1)

ayeti

Kur’an’ın zikre dolu dolu sahip (zikr) olduğunun kitap tarafından ifadesidir. “Kur’an insanlar öğüt alsınlar diye kolaylaştırılmıştır.” Bu ifade

Kamer suresinde dört kere tekrar edilmekte ve ardından sorulmaktadır: “Öğüt alan yok mu?” (54/17, 22, 32, 40) Bu ayetleri okuyan

verilen örnekleri zihninde tekrar tekrar canlandırır ve dilerse öğüt alır. Bu nedenle bazı ayetlerde Kitabın bir vasfı olarak tezkire ifadesi geçmektedir.14 Kur’an haşyet duyanlar, muttakiler, öğüt almayı isteme iradesini gösterenler ve iman edenler için bir tezkiredir. (20/3, 69/48, 73/19)

(örn. bkz. 50/45,

Kur’an ve vahiy mademki bir zikr ve tezkiredir öyleyse onunla insanları uyarmak da en doğru ve en etkili yöntemdir. Çünkü Kur’an’ın kendisi esasen bir uyarma/hatırlatmadan ibarettir. Kur’an’ın insanlara çağrısı zikr yöntemini esas almaktadır. Zikretmeye ve tezekküre çağrı, öğüt verme ve hatırlatma Kur’an’ın benimsediği hidayete çağrı yöntemidir.16 Ancak, Kur’an’ın ayetlerle öğüt vermeyi emretmesi, muhataplara sadece Kur’an ayetlerini okumakla yetinmek olarak anlaşılmamalıdır. Tersine zikr içeren ayetlerin yöntemi insanları tabiata, tarihe, insanın kendi varlığına ve yaratılışına, diğer zikir ehline, kendi hayatında yaşadığı ibretlik vakıa ve dönüşümlere bakmaya yönlendirmektedir. Kur’an’la uyarmak, Kur’an’ın bu yöntemiyle uyarmak demektir. Aynı zamanda Kur’an’la zikretmek veya Kur’an’ı zikretmek; ayetlerde ortaya çıkan bu yönteme göre, hatırlamaya değer tarihi olaylara, toplumsal vakıalara, tabiata, kendi varlığımıza, geçmişte yaşadıklarımıza, insanlığın ortak değer ve birikimlerine dönerek bunları hatırlamak;

Kur’an’ın haşyet duyanlar, isteyenler ve

gözünü açık tutmak, kalpteki engelleyici

muttakiler için bir tezkire olması, ancak o

perdeleri yırtmak; hatıra değer delilleri bulmak

özellikleri taşıyanların bundan faydalanabileceği

için araştırmak, incelemek, düşünmek, tefekkür

anlamındadır. Allah’a haşyet duymadan, öğüt

etmek ve tezekkür etmektir. Böylece hayata

almayı istemeden ve takva sahibi olmadan yani

daha doğru bir istikamet vermektir. Yani Kur’an

Allah’tan geleceklerden çekinerek sorumluluk

ayetleri ile zikr etmenin yöntemi engelleyici,

elbisesine bürünmeden tezkire ile verilen

sınırlayıcı ve hapsedici bir yöntem değil,

öğüdün ve uyarının kişiye bir faydası olmaz.

özgürleştirici ve aklın önünü açıcı bir yöntemdir.

Bazı ayetlerde ise Kur’an’ın ve genel anlamda

Kısacası Kur’an, kendi ayetlerini ve hatırlamaya

vahyin, ulaştığı herkes için bir zikr olduğu

değer tüm hususları zikretmemizi ve bunlardan

ifade edilmektedir. Bu bir çelişki gibi görülse

öğüt almamızı isterken insanın önünü açmasına,

de vahy herkesi muhatap alması bakımında

akıllıca davranmasına yardımcı olmaktadır.

alemler için öğüttür. Diğer taraftan bu öğüt isteyerek yaklaşanlara, takva sahiplerine, haşyet duyanlara fayda sağlayabileceği için sadece onlar için bir tezkire olmaktadır.

Kur’an hakikati yeniden üretmez. Hakikat ve insanın varlığına ilişkin özellikler sabittir, değişmez. Kur’an bu hakikatleri indiği dönemin koşullarına ve o günün insanlarının

Kur’an alemler için yani tüm beşer için indirilmiş Kur’an’ın alemler ve tüm beşer için bir zikr olduğuna

15

dair ayetlerden örnekler: 6/90, 12/104, 68/52, 38/87, 74/31, 81/27

Kur’an’ın tezkire olarak nitelendirildiği ayetlerden

14

örnekler: 20/3, 56/73,69/48, 69/11-12, 73/19, 74/49, 74/54, 76/29, 80/11

Öğüt ile ilgili örnekler: 29/51, 36/69, 43/44, 50/8,

16

21/48, 20/112, 7/2, 11/120, 6/69

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

83


ve dilin verdiği imkanlara uygun olarak

olanların hallerinin sergilenmesi ve zikri/

yeniden ifadelendirmiş ve o devirde zaten

tezekkürü teşvik edici etkili ifadelerin

bilinen veya bilinme imkanına sahip olunan

kullanılması örnekleridir.

şeyleri, anlaşılır olanı, etrafta var olan sonsuz ayetten çıkartılacak delilleri, kendi aralarında anlatageldikleri kıssaları ve tarihi olayları onlara hatırlatarak uyarılarda bulunmuştur. Yaratılış amaçlarına uygun bir yaşam biçimine -sahih bir inanca ve salih ameller işlemeyedönmeleri için çağrıda bulunmuştur. Tarihteki tüm peygamberlerin silsile olarak birbirlerinin devamı mesajlar getirdiğine dair Kur’an ayetleri de bu düşünceyi desteklemektedir.

1) Zikreden/Tezekkür Eden Müminlerin Övülmesi: Kur’an’da düşünme ve akletmeye ilişkin ayetlerin amacı, muhtelif vesileleri ve delilleri gözler önüne sererek insanların düşünmelerini temin etmek, böylece varoluşlarına dair hakikatleri görüp benimseyerek, yani iman edip hidayete ererek buna uygun bir hayat sürme konusunda iradelerini kullanmaya teşvik

Yani getirilen ve davet edilen şey yeni olan bir

etmektir.

şey değil, önceki peygamberlerin de getirdiği,

Bu amaçla ayetlerde düşünce ve akletme

davet ettiği ama insanlar tarafından unutulan şeylerdir. Unuttukları, gaflete düştükleri için istikametten ayrılarak zulme, günaha, fahşaya, şirke sapmışlardır. Her gelen peygamber birer hatırlatıcı/müzekkir olarak onlara gaflet içinde oldukları hususları yeniden hatırlatmış ve geçmiştekilerin başlarına gelenlerin onların da başına gelmemesi için uyarılarda bulunup öğütler vermiştir.

ve tezekkür konusunda tavırlarını olumlu kullanan müminlere ilişkin muhtelif örnekler verilir. Onlara zâkir -zikreden erkek- ve zâkire -zikreden kadın- diye hitap edilir.

olarak çıkmıştır. Çağrıyı yapan peygamberler zorlayarak, baskı ile bunu kabul ettirmeye çalışma hakkına sahip değildirler. Hatırlatarak, düşündürerek, deliller sunarak, üslubunca tartışarak tebliğ ederler. Müzekkirdirler. Ama asla baskıcı birer zorba değildirler.

(88/21)

Onlar

mesajlarını iletip öğütlerini verirler. Bunun ardından artık dileyen öğüt alır, dilemeyen

Allah

zikredildiğinde onların kalpleri, yürekleri ve derileri ürperir, imanları artar. 39/23)

(8/2, 11/114,

Kalpleri Allah’ın zikrine karşı saygı ve

(74/55, 80/12, 76/29)

olurlar.

Kur’an’ın Zikretmeye/Tezekküre Teşviki Kur’an insanları zikre ve tezekküre teşvik eder. Kur’an, sözün ne sonudur ne de başlangıcıdır. Söylenen ve söylenecek olan tüm sözleri ve düşünceleri bitirmek ve son noktayı koymak için inmemiştir. Tam tersine doğru sözün ve düşüncenin önünü açmak için gelmiştir. Bu yüzden düşüncenin önünü açmak için türlü yöntemler kullanır. Pek çok husus üzerinden yürüyen bu yöntemin örneklerinden bazılarını konumuz olan zikirle ilgisi bakımından ele alacağız. Bu örnekler: Zikreden ve tezekkür

(57/16, 39/22, 13/28)

Zikre dikkatli bir

şekilde kulak verirler, öğüdü alırlar, sağırlık ve körlük yapmazlar.

(11/114, 25/73)

Allah’ın zikrini

işittiklerinde hemen secdeye kapanırlar. İçten Allah’a yönelirler.

(40/13)

(32/15)

Ayaktayken,

otururken, yan yatarken, sabah ve akşam Allah’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler.

(3/191, 7/205)

Ne

ticaret, ne alışveriş, ne mallar, ne de oğullar onları Allah’ı zikretmekten alıkoymaz. 63/9)

(24/37,

Hayatlarındaki istikamet üzere oluş

ve doğruluğun nedeni Allah’ı hatırlarından çıkarmamalarıdır. Malla, ticaretle, toplumla, aile ve çevreleriyle ilişkilerinde Allah’ın hatırını/ zikrini gözeterek davrandıklarından zulümden, fahşadan, haksızlık yapmaktan, kötülükten, günahtan uzak dururlar. İnsan olmaları hasebiyle unutup da bir hataya düşerlerse, utanç verici bir iş yaparlarsa, kendilerine veya başkalarına bir haksızlık ederlerse derhal Allah’ı hatırlayıp zikrederler, mağfiret için yalvarırlar. Hatalarından geri dönüp tövbe ederler. (3/135) Şeytandan bir vesveseye karşı derhal hatırlarlar ve Allah’ı zikrederek şeytanı uzaklaştırırlar. (7/201)

eden müminlerin övülmesi, zikirden uzak

84

(33/55)

korku ile yumuşar, O’nun zikriyle mutmain

Bu nedenle din, insanların karşısına bir tavsiye

almaz.

ile ilgili en temel kavramlardan olan zikr

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Zikreden müminlerden bahseden ayetlerde aynı zamanda onların bununla bağlantılı yaptıkları olumlu işler de sıralanır. Örneğin; tevekkül, namaz, sabır, infak, zekat, sadaka verme, hamd, tespih, büyüklük taslamamak, sadakat ve doğru sözlülük, oruç, ırzlarını koruma gibi ameller zikrin sonuçlarının bir tür sergisi gibidir. Zikredenlerin hayatında bu türden ve daha birçok salih ameller ortaya çıkar. Kur’an bunlardan övgüyle bahsederek insanlığı zikretmeye/tezekküre çağırır. 2) Zikretmekten Uzak Olanların Halleri: Kur’an zikretmeyenleri çeşitli halleri üzerinden zemmeder, onları eleştirir. Çünkü onlar, kendilerine yapılan uyarıları dikkate almazlar, hatırlatılan şeyden yararlanmazlar, ne bir öğüt

(36/19)

Uzaktan duman tabakasının görüneceği kıyamet gününde her şeyi hatırlayıp muhasebeye girişenlere Rabbimizin hitabı şöyle olacaktır: Onların şu zikirlerinin artık faydası ne?!

(44/13)

Benzer bir biçimde hesap görülüp cehennem getirildiğinde düşünüp hatırlayan insana da aynı şey sorulur:Ey tezekkür eden insan şimdi tezekkürün sana faydası ne?!

(89/23)

Kur’an’da farklı sahneler ve örnekler üzerinden yapılan bu etkileyici ifadelerin benzerleri zikretmeye ve tezekküre teşvik için bolca tekrar edilir. Bunlarla ilgili örnekler aşağıdadır: Ne kadar az tezekkür ediyorsunuz? (7/3, 27/62, 40/58, 69/42)

ne de bir pay alma çabası içine girmezler.

Tezekkür etmeniz gerekmez mi? (56/62)

Tersine zikirden yüz çevirirler.

Tezekkür etmeyecek misiniz? (6/80, 10/3, 11/24,

21/42, 26/5, 32/22, 37/13, 53/29)

(5/13-14, 20/124,

Gaflet içindedirler,

kalpleri kaskatıdır, kalplerinde perdeler kulaklarında ağırlıklar vardır. 18/57)

(18/28, 39/22-23,

Şeytan onları sarıp kuşatmıştır. Allah’ı

11/30, 16/17, 23/85, 32/4, 37/155, 45/23)

Öğüt almıyorlar/zikretmiyorlar. (9/126, 37/13, 74/56)

zikretmeyi/hatırda tutmayı unutturmuştur.

Zikretsinler, öğüt alsınlar diye, çeşitli açıklamalar

Tamamen şeytanın fırkası olmuşlardır.

yaptık, örnekler verdik. (17/41, 25/50, 25/62)

(58/19)

Hevalarına uyup giderler, işlerinde taşkınlık yaparlar, dünya hayatının aldatıcı süsünü isterler,

(18/28)

gitmişlerdir,

mallara ve oğullara dalıp

(63/9)

sözleşmelerini bozarlar, ihanet

ederler, fısk içindedirler. Zikirden uzaklaşıp harama yönelirler, aralarında düşmanlık ve kin vardır.

(5/91)

Nifak içindedirler.

(4/142)

Allah’ın

bir olarak zikredilmesine tahammül edemezler, öfkelenirler; Allah’tan başkası zikredilince sevinirler.

(39/45)

Zikretmedikleri gibi zikredenleri

de engellemeye çalışırlar.

(68/51)

Zikretmedikleri

ve zikrin gereği bir hayatı yaşamadıkları için onları bekleyen azaptır.

(72/17)

Kıyamet günü

yaptıklarını bir bir hatırlayacaklardır. Ama bu hatırlamanın onlara sağlayacağı hiçbir fayda olmayacaktır.

(35/37, 47/18, 79/35, 89/23)

3) Zikri/Tezekkürü Teşvik Eden Etkili İfadeler: Öğüt veren peygamberleri uğursuzluk getirmekle suçlayan müşriklere peygamberlerinin cevabı şu oldu: Size öğüt veriliyor da bunu uğursuzluk sayıyorsunuz ha! Uğursuzluk kendinizdedir. Zikretmemenizdedir, haddini bilmeyen bir topluluk olmanızdadır.

O, alemler için bir zikirdir. (21/84) Ancak akıl sahipleri/ulu-l elbab zikreder/ öğüt alır. (2/269, 3/7, 13/19, 14/52, 38/29, 38/43, 39/9, 39/21)

Umulur ki tezekkür ederler. (2/221, 6/152, 7/26, 7/57, 7/130, 8/57, 14/25, 16/90, 20/44, 24/1, 24/27, 2843, 28/46, 28/51, 39/27, 44/58, 51/49)

Zikreden/hatırlayıp düşünen topluluk için ayetleri birer birer açıkladık. (6/126, 16/13)

Zikr/tezekkür kelimesinin Kur’an’daki anlam alanı ve etkili bir dille yapılan teşvikler bu kelimenin akletmenin en merkezi kavramlarından olduğunu göstermektedir. Takva sahibi, ulu-l elbab, haşyet duyan, istekle yönelen her insanın hayatında zikr ve tezekkür vazgeçilmez, sürekli ve terk edilmemesi gereken bir düşünme ve akletme eylemidir. Zikretmek yani Allah’ı hatırda tutarak akıllı bir hayat sürmek, işlerin/ibadetlerin en büyüğüdür. (29/45) Allah’ı, kıyameti, geçmişi, Kur’an’ı zikretmek Allah’la anlam bulan bir hayatı yaşamaktır. Yapılan her işte Allah’ı gözeterek varoluşunu gerçekleştirmektir. Allah’ı var kabul edip de buna rağmen zikri, tezekkürü, akletmeyi

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

85


terk edenler, Allah’ın varlığıyla yokluğunu bir kabul eden agnostik bir zihniyetin esiridirler. Allah’ı sözle var kabul eden ama iş eyleme ve yaptığı işlerde Allah’ın hatırını gözetmeye, O’nu hatırlayarak yaşamaya gelince, insanların çoğu Allah yokmuş gibi davranmaya başlamaktadır. Allah’ı eksik etmezler. Ancak kalplerindeki zikir eksik olduğundan; sağırlar ve körler gibi yaşadıklarından, “Allah var mı yok mu bilmiyorum. Bilmek için yeterli imkanım yok!” diyen bir agnostikten farksızdırlar. Oysa yapmaları gereken bilmek için gözlerindeki ve kalplerindeki perdeyi kaldırmak ve kulaklarındaki ağırlıktan kurtuluvermektir de bunu anlayamazlar. Zikirsiz yaşayanlar da aynı onlar gibi kör sağır ve katı kalplidirler. Allah’sız ve anlamsız bir yaşamları vardır. Oysa ilaç bellidir: Gözlerdeki perdeyi kaldırmak, kulaklardaki ağırlıklardan kurtulmak, kalpleri yumuşatmak ve yüreklere Allah’ın zikrini açık tutmak… Böylece zikr ve tezekkür ederek akletmek… “Biz hiçbir toplumu, kendilerine bir uyarıcı göndermeden helak etmemişizdir. İşte zikr! (Sizi hatırlatıp uyarıyor. ‘Hatırlatmadın ki!’ türünden öne sürecek geçerli bir mazeretinizin bulunmasına rağmen sizleri helak edecek) zalimlerden değiliz.” (26/209)

86

www.islamiyorum.com

Oysa ateist bir inkarcı değildirler. Dillerinden

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Araştırma - inceleme

İnsan Hakları Kanunu ve İslam Hukuku: Uzlaşma ve Çatışma Alanları Halid Zahir İslami Yorum İçin Çeviren:

1. Giriş İnsani değerlere yaklaşımda tek kabul edilebilir yol olarak görülen insan hakları savunuculuğu, yirminci yüzyılda ortaya çıkmıştır. Birleşmiş Milletler, son 5 asırda çoğunluğu Avrupalı olan aydınların fikirlerini temel alarak, 10 Aralık 1948’de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni kabul ettiğinde, insan haklarına yaklaşım metodu ve şekli, evrenselleşerek nihai noktaya ulaştı. Kararlar, çoğunluğu Müslüman olan pek çok ülke tarafından da imzalandı. BM önergesinde ifade edilmiş kaygılar, aynı zamanda geleneksel olarak İslam inancının da gündeminde olan konulardı. Dindar insanların beyannamenin içeriğine, dini inançları perspektifinden bakacaklarını düşünmemiz oldukça normaldir. Böyle bir uygulamanın

Fatih Peyma

sonucu olarak, beyannamenin bazı görüşleri İslam’a uygun iken bazıları da uygun olmadığını görmekteyiz. Bu yazı, iki yaklaşım açısı arasında muhtemel bir iş birliğinin boyutlarını keşfetme çabası olarak, İslam öğretileriyle bazıları tutarlı olan ve bazıları da tutarlı olmayan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin öne çıkan görüşlerini belirlemek girişimden ibarettir. Aynı zamanda bu yazı, iki görüş açısı arasında neden farklılıklar olduğunu da belirlemeyi hedeflemektedir ve çatışmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan durumun üzerine gitmede doğru yaklaşımın ne olduğunu önererek sonuçlanmaktadır. a) Bu yazıda ifade edilen fikirler, bir yanda insan hakları meselesinden, diğer yanda ise İslam öğretisi açısından bu meseleden ne anladığım hakkında bir yazıdır. Hiç bir şekilde bu fikirler, İslam öğretilerinin tek temsilci anlayışı olduğu iddiasında değildir. b) Vahiy ve İnsan Zekâsı: Kur’an’a göre,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

87


insan zekâsı vahiyle çatışma halinde değildir.

yeni bir adım olarak kabul edilmelidir. Örneğin

Amma ve lakin insan zekâsının vahyin

savaş esirleri Kur’an’ın vahyedildiği dönemde

içeriğini anlamada çaresiz kalabildiği anlar

köle olarak kullanılırlardı. İslam buna mani oldu.

da olabilmektedir. Bu yüzden zaman zaman

Şimdi, Cenova Sözleşmesi kuralları İslam’ın

vahiy, belli başlı meselelerde somut cevaplara

ruhuyla uyum içinde olduğundan, bunlar İslami

ulaşmada, insan zekâsının (doğası gereği)

olarak uygun görülmelidir ve Müslümanlar,

yetersizliği yüzünden insanoğluna rehberlik

bunları İslami anlayışının bir uzantısı olarak

yapmak için devreye girmiştir. Vahyin

desteklemelidirler.

rehberlikte bulunduğu diğer bir zaman ise, insan zekâsının hoş olmayan çevreye sürekli maruz kaldığı ya da bilinen ahlaksızlıklara bile bile dalarak dejenere olduğu zamandır. Kur’an, ilahi vahiyle normal bir insan fıtratının uyum içinde olduğunu bildirmektedir.

ailelerin1, çocukların2, akrabaların3, fakirlerin4, kölelerin5, eşlerin6, azınlıkların7, mahkumların8 vs. haklarından bahseder. İslami düşünce, aynı “Rabbin, yalnız Kendisine tapmanızı ve

1

C) İslam hukuku (şeriat) öyle çok ayrıntılı bir hukuk sistemi değildir. Şeriat, kendini Müslümanların bireysel ve kolektif yaşantılarını düzenlemek için sadece birkaç önemli kuralı tanımlamakla sınırlar. Şeriat; insanoğlunun sosyal, ekonomik ve siyasal hayatlarında yer alan ahlaki ve ibadete dayalı kurallardan bahseder. İnsan haklarının bütün kuralları, şeriata karşı olmadıkları sürece, Müslümanların hayatında söz sahibi olabilmektedir. Bu yüzden, insanoğlunu etkileyen seküler anlayış ve İslam öğretileri arasındaki iş birliği için oldukça önemli, büyük bir faaliyet alanı vardır. d) İslami öğretiler hakkında akademik fikirler oluşturulurken, Kur’an ve sünnetle sınırlı kalmaya dikkat edilmelidir. Zaman zaman, İslam’ın vazettiği şey ile Müslümanların söylediği şey arasında büyük farklar olabiliyor. Aynı zamanda bazen, gerek İslam anlayışı ve pek çok Müslüman âlimin söylediği ve yazdığı arasında da farklar olabiliyor.

2. İslam’da İnsan Hakları a) İslam Hukukunda İnsan Hakları: Şeriatta tartışılan hakların iki türü vardır. Allah’ın hakları ve insanların hakları. Bu haklar basit ilkeler şeklinde bahsedildiğinden ve içinde bulunduğu çevrede tatbik edildiğinden, uygulanırken değişen şartları da göz önüne alınarak bunların akıllıca uygulanması gerekmektedir. b) İnsan Haklarının Seküler Anlayış ile İş birliği Alanı: İslam ile tutarlı olan insan hakları alanındaki herhangi bir gelişme, İslami öğretilerin ruhunun hayata geçirilmesine doğru

88

c) İnsan Hakları Bahsi: İslam öğretisi;

ana babaya iyilik etmeyi buyurmuştur. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı “öf” bile demeyesin, onları azarlamayasın. İkisine de hep tatlı söz söyleyesin.” (İsra, 23) 2 “Ey inananlar! Eşleriniz ve çocuklarınızdan size düşmanlık edenler olur, onlardan sakının; ama siz affeder, suçlarını örter ve bağışlarsanız bilin ki Allah da bağışlar ve acır.” (Tegabun, 14) 3 “Akrabaya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. İsraf ederek saçıp savurma.” (İsra, 26) 4 Aynı 5 “Evlenemeyenler, Allah kendilerini lütfü ile zenginleştirene kadar iffetli davransınlar. Kölelerinizden hür olmak için bedel vermek isteyenlerin, onlarda bir iyilik görürseniz, bedel vermelerini kabul edin. Onlara Allah’ın size verdiği maldan verin. Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için, iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları buna zorlarsa bilsin ki Allah hiç şüphesiz onu değil zorlanan kadınları bağışlar ve merhamet eder.” (Nur, 33) 6 “Allah’ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin, mallarından sarf etmelerinden dolayı erkekler kadınlar üzerine hakimdirler. İyi kadınlar, gönülden boyun eğenler ve Allah’ın korunmasını emrettiğini, kocasının bulunmadığı zaman da koruyanlardır. Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihayet dövün. Size itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın. Doğrusu Allah Yüce’dir, Büyük’tür.” (Nisa, 34) “Allah’ın ve Peygamberinin, ortak koşanlardan

7

uzak olduğunu, büyük hac günü, Allah ve peygamberi insanlara ilan eder. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlı olur, yüz çevirirseniz, bilin ki siz Allah’ı aciz bırakamazsınız. İnkar edenlere can yakıcı azabı müjdele.” (Tevbe, 3) 8 “Onlar içleri çektiği halde, yiyeceği yoksula, öksüze ve esire yedirirler.” (İnsan, 8)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


zamanda düşünce ve ifade özgürlüğünün9 altını

iş yapma, kendi dillerinde dinlerini yaşama

çizer.

haklarına sahiptirler. Fakat bunlara,

d) İnsan Hakları Savunucularının Endişeleri: İnsan hakları savunucuları her şeye rağmen, İslami öğretilerin bazı görüşleri konusunda ciddi

gayrimüslimlere karşı ayrımcı olmaması beklenen devletin kanunları içinde izin verilmiştir.

endişelere sahiptirler. Bunlar; cezalandırmalar,

Bazı Müslüman ülkelerde, Müslümanlara açıkça

kadınlar, azınlıklar, kölelik, demokrasi ve cihat

başka bir dini tebliğ etme konusunda bazı

gibi konulardır.

sorunlar olabilir. Böylesi aleni tebliğ girişimine

İnsan haklarının felsefesi, bir bireyin doğuştan gelen haklarının olduğunu savunduğu için, o insana bedensel zarar veren ya da ölümüne sebebiyet veren bütün ceza şekillerini kabul edilemez bulur. Böylece, kırbaçlama ya da ellerin kesilmesi gibi İslami cezalar, insan hakları felsefesine inanmış kimsenin kabul edeceği şeyler değildir. İnsan haklarının temel anlayışı, bütün insanoğlunun rengine, cinsiyetine, dinine, milletine bakılmaksızın eşit davranılmasını talep eder. Diğer bir yandan, İslam öğretisi kadınlara, kocalarının onları boşadığı şekilde boşanma imkânı tanımamaktadır. Benzer şekilde, kocalara evlerinin yöneticisi görevi verilmiştir. Miras kanununda kadınlar, genellikle erkeklerin aldıkları payın yarısını alırlar. Bunun yanında, kadınlardan, genel konuşacak olursak, erkekler için olandan daha titiz ve daha zahmetli bir kıyafet zorunluluğu takip etmeleri beklenir. Bütün bu İslami şartlar insan hakları savunucuları tarafından ayrımcı ve bu yüzden de kabul edilemez olarak görülmektedir. Benzer şekilde, İslam’da azınlıkların eşit şartlara sahip olmadığı, bu dinin takipçilerine insanları köle ve cariye yapma ve onları alıkoyma hakkı verdiği, İslami siyasetin demokratik olmadığı, İslami öğretilerin ellerindeki şeriatı zorla uygulamak için gayrimüslimlere karşı cihada girişme yetkisi verdiği gibi düşünceler de vardır.

karşı gelme bahsi, belli bir Müslüman nüfusun hassasiyetleriyle alakalıdır, İslami öğretilerin meselesi değildir. Elbette gayrimüslim tebliğciler için daima makul olan, kendi dinlerini vazederlerken yerel halkın muhtemel tepkilerini de göz önünde bulundurmalarıdır. Hristiyan misyonerlerin faaliyetleri, Müslüman ülkelerde yüzyıllardır çoğu zaman devletten hiçbir kınama ya da tepki almadan devam etmektedir. İslam öğretisinde din değiştirmenin cezasının ölüm olduğu şeklindeki düşünceye rağmen, geçmişte Müslümanların Hristiyanlık dinine geçişleri her zaman olagelmiştir. Devlet liderlerinin gayrimüslim olamayacağı Pakistan gibi bazı ülkelerdeki uygulama, direkt olarak her hangi bir İslami emirle alakası olmayan bir İslam hukukudur. Gerçek şudur ki, Müslüman nüfusu çok olan bir ülkede devletin başına demokratik yolla bir gayrimüslimin seçilmesi olası değildir. 250 yıllık Amerikan demokrasisinde bütün başkanlar beyaz, erkek ve Hristiyan’dır. Neden Müslüman ülkelerden daha iyisini yapmaları beklensin ki? b) İslam’ın kölelik kurumuna bakış açısı, insan hakları savunucularının gereksiz endişeye kapıldıkları bir diğer konudur. Meselenin doğrusu şudur; İslam’da kölelik öylesine kesin bir şekilde kaldırılmıştır ki, eğer Müslümanlar Kur’an öğretilerini layıkıyla takip ederlerse ne yeni köle edineceklerdir ne de köleleştirilmiş olanları ellerinde tutabileceklerdir.

3. Diğer Birkaç Husus

Kur’an’ın bu açık tavrı hakkında bazı insanların

İnsan hakları savunucularının endişelerinden

sorusunun tek açıklaması şudur. Kur’an,

bazıları, ya bazı Müslümanların İslami olmayan tavırlarına dayanır ya da İslam öğretilerinin yanlış tatbikine dayanır. a) Örneğin İslam’a göre azınlıklar ibadet, “Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster

9

şükredici olsun ister nankör.” (İnsan, 3)

akıllarında neden bir yanlış anlayış vardır Arap toplumunda geniş çapta uygulanan kölelik tehdidini ortadan kaldırırken durumun kontrolden çıkmasını önlemek adına meseleyle tedricen ilgilenmiştir. Bazı insanların olmasına inandığı şekilde, köleliğin kaldırılması için tek bir ayet olsaydı; bu emir, uygun alternatif yaşam

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

89


düzenlemelerinin olmadığı durumlarda kölelere

olan İslami bir demokrasinin ana hatlarını

ve cariyelere büyük zararlar verebilirdi.

belirlemiştir ki, O da İslam hukukuna zarar

Bu yüzden Kur’an’da karşımıza çıkan şey, bir yandan kölelik statüsünü kaldırmaya çalışan, bir yandan da onun temelli terk edilmesi için ortam hazırlamak olan bir dizi talimattır. Konu ile ilgili bir dizi emirde Kur’an, müminlerden şunları istemektedir: 1) Hem gönüllü bir merhamet hareketi olarak hem de günahlarınızın affı ve Allah rızasını kazanmak için köleleri

karşılanacağını tekrar söylemek gerekirse; karşılıklı istişare ilkesine uygun olarak karar vermek, Müslümanlara bırakılmış bir şeydir. Böylece Müslümanların en büyük dini metni, Müslümanlara var olan ihtiyacı karşılayan en iyi demokratik yapıyı arayıp bulmaları için çok güçlü bir işaret vermiştir.

özgürleştirin. 2) Toplum içinde statülerini

d) Gayrimüslimlerin ve aynı zamanda pek

yükseltmek için kölelerle ya da cariyelerle

çok Müslüman’ın zihninde, İslam hakkında

evlenin. 3) Ne zaman isterlerse onlarla güzelce

en büyük yanlış anlamaya sebep veren

anlaşarak onlara mutlak bir özgürlük sağlayın.

İslam öğretilerinden biri de cihat anlayışıdır.

4) Savaş esirleri yapmayın. Onları bedel

Çoğunlukla hareketlerini haklı çıkarmak için

karşılığında ya da bedelsiz serbest bırakın.

ileri sürülmüş bazı dini bahaneler sayesinde,

Bir yandan bu reform hareketleri 20 yıllık gibi

düşmanlarıyla hesaplaşmada Müslümanlara

bir zaman diliminde yerine getiriliyorken, o

Allah tarafından dini bir izin verildiği zannedilir.

dönemde kabul görmüş kölelik kurumunun

Bu algı kısmen, görünüşte Müslüman olan

toplumun belli bir gerçeği olduğunu kabul eden

ve İslam’ın özünü anlamamış Müslümanlar

ayetler de vardı. Rutin bir gerçeklik olarak

yüzünden, kısmen de İslam’ın imajını lekelemek

kölelikten bahseden o dönemin Kur’an ayetlerini

isteyen bazı gayrimüslim medyanın organları

keşfeden insanlar, İslam’da kölelik meşruymuş

tarafından yürütülen propaganda kampanyası

gibi bir izlenime kapılıyor. Fakat eğer Kur’an’ın

yüzünden büyümüştür.

mantığı ve ayetlerin muntazam siyak ve sibakı takdir edilirse, yanlış anlaşılma giderilir. c) İslam hakkındaki bir diğer endişe de onun öğretilerinin demokrasiyi tam olarak benimsediği endişesidir. Yanlış anlaşılma, çoğunlukla diktatör monarşiler tarafından yaratılan algıya ve kısmen de günümüz Müslüman devletlerin siyasi sistemleri tarafından yaratılmış izlenime dayanmaktadır. Bu 50’den fazla Müslüman ülkede demokrasinin hiçbir emaresine rastlanmamaktadır.

Kur’an’ı birkaç ayetiyle değil de baştan sona dikkatli bir şekilde okumak, aşağıdaki gerçekleri ortaya çıkarır: I) Allah elçiler aracılığıyla kullarına mesajını iletmiştir. Allah’ın mesajını bile bile reddeden insanlar üzerine Allah ilahi cezalar musallat etmiştir. Bu cezalar bazen askeri saldırılar şeklinde bazen de Nuh, Lut, Hud, Salih, Şuayb ve Musa’nın kavminin başına geldiği gibi doğal afetler şeklinde Allah tarafından yollanmış cezalardır.

Gerçek şudur ki, Kur’an Müslümanlara siyasi sistemlerinde üç ilkeyi takip etmelerini emreder: 1) Siyasi sistem İslam’la uyum içinde olmalı. 2) Kitleler idarecilerin siyasi otoritesine itaatkâr olmalı. 3) Siyasi sistem iştirakçilerin karşılıklı istişaresi temelinde hareket etmeli. Bu üç ilkenin anlayışından neşet eden şey, içerisinde Kur’an ve sünnetin yüce kanun olacağı ve kitlelerin doğal olarak istişareye dayalı olarak sisteme sadık olacağı siyasi bir sistemin ana hatlarıdır. Sürecin detaylarının zamanın ihtiyaçlarına göre nasıl biçimleneceği belirlemek, Müslümanların istişare kabiliyetlerine bırakılmıştır. Başka bir deyişle, Kur’an sadece tek bir kısıtlaması

90

verilmemesidir. Tam olarak bu durumun nasıl

II) İnsanlara şiddet uygulayan ve onlara eziyet edenlere karşı İslam hukukunda yer alan temel İslami yaklaşım şudur ki, her kim yeryüzünde kargaşa ve fesat çıkarırsa, böyle bir kişi ya da grup ya acımasızca öldürülmelidir ya da halk arasından sürülmelidir. III) Haklı bir gerekçesi olmadan bir kimseyi öldüren biri (yasal olarak birine verilen meşru kısas ya da yukarıdaki II. maddede bahsedilenler haklı gerekçe kapsamına girer) bütün bir insanlığı öldürmekle eş değer bir suç işlemiş demektir. Bir kişiyi kurtaran biri bütün insanlığı kurtarmış gibidir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


IV) Müslümanlar haklı bir neden varsa başka bir

Ayrıca Kur’an, kocaların eşleri üzerinde

devlete karşı açılmış bir savaşa katılabilir, bunun

sorumluluk sahibi olduğunu söyler. Kur’an,

dışında katılamazlar.

hanımların kocalarıyla uyumlu olmasını bekler.

V) Düşmanla savaşmak için haklı bir sebep varsa bile Müslüman yöneticiler, genel olarak söylemek gerekirse, düşmanın askeri gücünün kendi kuvvetlerinin iki misli olduğu durumlarda askeri maceracılığa girişmemelidirler. Bu ve IV. madde beraberce İslam adına gerilla savaşı ihtimalini devre dışı bırakır. VI) Müslümanların Müslüman yöneticinin emri altında savaşmasına izin verildiğinin sadece iki sebebi vardır. Din adına işkenceyi/baskıyı bertaraf etmek ya da bir barış anlaşmasına karar vermiş ve daha sonra sözünden dönmüş

Kur’an, kocalara eğer hanımları asi olursa onları düzeltici eylemlerde bulunmasına izin verir. Kur’an, kadınlara erkeklerle aynı ortamdayken giyim kuşamları hakkında daha dikkatli olmalarını emreder. Genel olarak söylemek gerekirse, İslam miras hukukunda kadına mirasın yarısının verilmesine izin verir. Bütün bu kurallar insan hakları savunucuları tarafından kadınlara karşı bir ayrımcılık olarak algılanmaktadır.

5. Farklılıkların Nedenleri

savaşan bir grubu barışa zorlamak. (Hucurat, 9)

a) İdeolojik Arka Planlar

İslami olarak geçerli cihadın yukarıda

I) İslam, bu dünya hayatını her şeyi bilen,

bahsedilmiş çıkarımlarından biri şudur ki, IV. ve VI. maddelerin ihlalinde diğerlerine karşı askeri saldırıya kim dâhil olursa o ya da onlar, II. ve III. maddelerde bahsedilen maddelerden dolayı suçludurlar.

onu belli bir amaç için yaratan ve yarattığı iki canlıya akıl ve ahlaki olarak sorumlu bir hayat yaşaması için imkân veren Allah’ın eseri olarak görür. Bu dünyevi hayatta insanın varlığı geçicidir ve sadece imtihan amaçlıdır. Bu imtihan zamanı bittikten sonra sonsuz ödülü

4. Asıl Önemli Meseleler İslam hukukunun insan hakları savunucuları tarafından eleştirilen ve bu meseleler hakkındaki görüşlerinin hatalı olduğu en göze çarpan iki meselesi şudur: İslam’ın kesinleşmiş suçlar için cezalandırma şekli ve İslam’ın kadınlara etki eden kesin cezalarıdır. Bana göre, bu meseleler hakkında İslami öğretilerin ve insan hakları savunucularının idealleri arasında açık bir çatışma olduğu için, çatışma alanlarının ve sebeplerinin ne olduğu ve bu farklar göz önüne alındığında bir uzlaşmaya varmak için neler yapılması gerektiği hakkında bir aydınlatma yapılması gerekmektedir. Kur’an’a göre İslam adalet sistemi, yeryüzünde acımasızca kargaşa ve fesat çıkarmaktan

ve cezayı barındıran “hesap günü” gelecektir. İnsanoğluna iki kaynak bu imtihan hayatında rehberlik eder. Bunlar, doğru kullanıldığında ona ahlaki bir hayatın yolunu gösterecek olan ve Allah vergisi olarak verilmiş fıtrat ve akıl; ve bir de Allah’ın peygamberleri aracılığıyla insanlara iletişim kurmak için yolladığı ilahi vahiydir. Vahiy silsilesinde, en sonuncu vahiy 610 ve 632 yılları arasında Hz. Muhammed’e gönderilmiştir. Bu vahyin tamamen korunmuş şekli ise Kur’an ve sünnettir. İnsan aklına (ki insan aklının Allah vergisi bir potansiyeli olsa da) rehberlik etmek için gönderilen ilahi vahyin de bazı sınırları vardır. Allah, insan aklından kendisine sunulan rehberlik ışığında (ki bu rehberler fıtrat ve vahyin bizzat kendisi ve onun mücessem hali olan sünnettir) tam potansiyelini fark etmesini

suçlu bulunan bir kimsenin ya da bir katilin

ve buna göre hareket etmesini bekler.

öldürülmesini, zina yapan bir kimsenin yüz

II) Seküler dünya görüşü (ki insan hakları

kırbaç ile halk önünde cezalandırılmasını, masum insanlara zina suçu atanlara 80 kırbaç vurulmasını ve hırsızlık yapanın elinin kesilmesini emreder. Bütün bu suçlar, insan hakları savunucuları tarafından suçluların temel insan haklarını ihlal edici olarak görülür.

savunuculuğundan ayrı düşünülemez), Yaratıcı sorusunu ve yaradılış amacını genelde konu dışı olarak görür. Onu her kim yarattıysa ya da eğer biri yarattıysa, gerçekten önemli değildir. Onun büyük potansiyeli içinde hayatın varlığı önümüzde durmaktadır ve önemli olan da budur.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

91


Bu dünya, başlangıçta sürekli devam eden ve muhtemelen de sonsuza kadar devam edecek uzun bir evrim sürecini takip etmiş olan Big Bang ile meydana geldi. Big Bang’dan sonra milyonlarca yıldır devam etmiş olan fiziksel bir evrim var oldu. Bu süreç, hayatın daha ilkel formundan günümüz insanının ortaya çıkısıyla nihayete erdi. Muhtemelen bu süreç Batı dünyasında görülebildiği şekliyle hemen hemen zirve noktasına ulaştı. Maddi mükemmelliğe doğru bu devrimsel yürüyüşte, halen başarılması gereken bazı dönüm noktaları vardır. Ölümün ortadan kaldırılması ve sonsuz hayat, muhtemelen bu sürecin zirvesi olacaktır. Seküler inancın ortaya çıkan ittifakına göre, fiziksel evrimle beraber yan yana, insanoğlu içinde entelektüel ve ahlaki evrimin sürekli bir akışı mevcuttur. İnsan felsefi yolculuğuna bu dünyanın gerçekliği hakkında ilkel fikirlerle başladı. Pek çok tanrı fikrine ve onları memnun etmek için bazı batıl inançlı yollara sığındı. Bu yolculuğun bir sahnesinde, bir inanışa göre bazı yüksek derecede yetenekli bireyler kendilerini Allah tarafından gönderilmiş olarak takdim ettiler. Ruhsal ve ahlaki öğretilerinin Allah’tan kaynaklandığını iddia ettiler. Fakat yolculuk kaçınılmaz olarak daha da ileri gitmek zorundaydı. Son 500 yıldır dini güçler ve

b) İdeolojilerin Etkisi İslam ideolojisi bağlamında, mademki bu dünya hayatı bir imtihan yeri ve insanoğlundan Allah’a kulluğu da içine alan ahlaken doğru bir hayat yaşaması bekleniyor; o halde ideal İslam toplumu, layıkıyla bu yaşam amaçlarını yerine getirmek için insanlara yardımcı bir çevre sağlamak için tesis edilecektir. Böylece toplum içerisinde eğer bir suçlunun suçu şüpheye yer kalmadan kanıtlanırsa, nüfusun geri kalanını caydırmak ve tekrarlanmasının önüne geçmek için o kişiye tam ve örnek teşkil eden ceza verilmelidir. Suçluya gelince, hayatını kaybederse ya da fiziksel ceza alırsa, ceza ona tövbe etme imkânı ve sonuç olarak ahirette başarı sansını artıracak önemli fırsat sağlayacaktır. Geçici hayattaki birazcık sıkıntı, ahiretteki sonsuz mutluluk için küçük bir bedeldir. Bunun tam tersine insan hakları ideolojisi, bu hayatı sadece bu dünyadan ibaret gördüğü için bir bireye uygulanan fiziksel acı fikrinden nefret eder. Bu, insan onuruna aykırı görünmekte ve hatta bu yüzden halkın önünde kırbaçlanması, elin kesilmesi ve hatta daha kötüsü bir bahane altında öldürülmesini düşünmek bile ürkütücü

aydınlanma savaşçıları arasında son derece

gelmektedir.

sert mücadeleler oldu. Bu mücadelenin sonucu,

Erkek-kadın ilişkileri bağlamında, aile

doğası itibariyle dinsiz ve tanrısız seküler olan bir dünya görüşünün entelektüel hâkimiyetiyle sonuçlandı. İnsanoğlu bu süreçten zaferle çıktı ve bu süreç akıl ile kurulmuş bir süreçtir ki, insanların sosyal evriminin birkaç döneminde sınırlı katkı sağlamış olmasına rağmen, din, şu an itibariyle insanlığın ruhsal ve entelektüel mücadelesi içinde sadece saygın bir yere layık,

kurumunun güçlü olması, evlilik dışı ilişkilerin minimize edilmesi İslam’ın hedeflerindendir ve İslam, bir bireyin ruhsal gelişimini sık sık etkileyen karşı cinse olan gereksiz çekim alanının da önüne geçmek ister. İnsan hakları filozoflarına göre, entelektüel ve ahlaki gelişimin evrimsel sürecinde

geçmişin bir kalıntısı durumundadır.

erkek, ataerkil toplumun baskın bir üyesi

İnsan hakları kanunu, hâlihazırda tedavülden

olarak görülmüştür. İslam gibi ideolojiler

kalkmış dini dogmanın inatçı direncine karşı, insan aklının ve vicdanının övgüye değer çabasının gurur verici sonuçlarından biridir. Dünyanın bütün toplumları bu kanunları benimsemelidir. Bu kanunlar içinde geliştirilmesi gereken hususlar vardır. Fakat genellikle onun şu anki hali ideal insan haklarına yakındır. Birleşmiş Milletler, dünya milletlerinin sözcüsü olması sıfatıyla, dünya genelinde onun hızla

92

uygulanmasını sağlamalıdır.

olmuştur, kadın ise ikinci sınıf vatandaş kadını bir şekilde ikinci sınıf vatandaş ya da hayvan konumundan daha onurlu bir konuma yükseltmek için olumlu katkılar sağlamıştır. Fakat her açıdan iki cinsin de tam bir eşitliği hedefine doğru bir tek istikamet olduğu için, İslam’ın karanlık çağlar ve aydınlanma dönemi arasındaki köprü rolü oynadığı dönem kapanmıştır ve bu yüzden de İslam, insanlığı ilgilendiren bu alanlardaki kullanım

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


tarihini doldurmuştur. Bir kadın şimdi, doğası

İdeolojilerin dünya görüşüne gelince,

gereği sahip olduğu biyolojik engeller hariç

gerçek şudur ki bu ikiliyi ayıran uçurum çok

insanoğluna ait tüm alanlarda erkelerle eşittir

büyüktür. Pratik uygulama alanlarının aksine,

ya da öyle kabul edilmektedir. Bütün diğer

aralarında bir uzlaşma mümkün değildir.

ahlaki ve sosyal gelişmeler alanlarında olduğu

Dünya görüşleri birbirinin zıddıdır. Bu iki

gibi burada da insanoğlu bir zirveye ulaşmıştır.

düşünce sistemi arasında temel felsefi fark,

Böyle bir nimetin çiçeğinin tam açması biraz

barışçı mücadeleler sayesinde halledilebilir. Bu

zaman alabilir. Fakat buradan geriye dönüş asla

mücadeleler, insanoğlunun entelektüel yolculuğu

mümkün değildir ve aksi düşüncenin de kökü

başladığından beri yapılmaktadır, gelecekte de

kazınmalıdır.

yapılacaktır. Taşıyabileceğimiz tek umut şudur ki bu mücadele, Irak’ta, Afganistan’da, El Kaide

6. Sonuç

kamplarında ya da Pentagon ve Tel Aviv’de

İnsan hakları maddelerinin ve İslami öğretinin

konferanslarda ve elektronik medya gibi “savaş

uzlaştığı pek çok ortak nokta var. Bunlar; hayatın, mülkiyetin ve bütün bireylerin onurunun korunması; yaşlıların, küçük yaştakilerin ve engellilerin gözetilmesi; çoğunluğun görüşlerinin onurlandırılması ve azınlık haklarının korunması; ırk, renk ve din temelli bütün ayrımların kaldırılması; bütün bireylerin ifade ve seçim özgürlüklerinin kanun sınırları dâhilinde sağlanması; köleliğin tamamen kaldırılması ve savaş mahkûmlarının saygın bir şekilde ülkesine iadesi; halkın suçlulardan korunması ve suçlular için adaletin sağlanması ve devletin haklı gereksinimleri dışında şiddet ve saldırının ortadan kaldırılmasını

değil; kitap dükkânlarında, kütüphanelerde, meydanları”nda yapılsın. İdeolojik görüşlerin kaçınılmaz olan ve arzu edilebilir fikir alışverişinde bilfiil önüne geçilmesi gereken şey, herhangi bir düşünceyi saçma ya da değersiz olarak görmeye meyleden bir gruba ait kurumların ve etkili bireylerin kibirli tavırlarıdır. Aynı zamanda kimse kimseye zorla fikrini dikte ettiremez. Bu “şahin eğilim” nefret tohumları eker ve diğer gruptan barışı tehdit eden karşılıkların yükselmesini sağlar. Saldırgan fundamentalizm, en azından bazı durumlarda böylesi kibirli bir tavrın sonucudur ya da buna yapılan tepkidir. Askeri liderler belli bir toprağı

sağlamaktır.

özgürleştirme girişimlerinde bulundukça,

Görünüşe göre, bu iki farklı dünya görüşünün

dindar kitlelerden gelen tepki daha güçlü ve

insanoğlunun yararına böylesi geniş bir alanda neden hem fikir olduğunun İslami açıdan tek bir açıklaması vardır, o da ilahi vahiydir. İslam öğretilerinin kaynağı, insan aklını kullanışlı/faydalı kılan ve onun kutsallığını vurgulayan bir kaynaktır. İnsan aklı, Allah vergisidir ve bu yüzden pek çok meselede hemen hemen doğruya ulaşması muhtemeldir. İki ideolojinin aynı fikirde olmadığı alanlar

dinlerine şeytani güçlerin saldırdığını düşünen daha büyük oranda gelişmiştir. Yukarıdaki açıdan bakıldığında, insan hakları savunucularının bazı saldırgan girişimleri, görünen o ki, dünya barışına televizyon ekranlarında önümüze sürülen Amerika’ya karşı yapılan anlamsız şiddet ve öfke patlamalarından çok daha büyük bir tehdittir. Sonuncusu sadece öncekinin bir sonucudur.

da vardır. Bunlar, bazı belli başlı suçlar için suçluların cezalandırılması, haklar ve görevler/ yükümlülükler konusundaki İslami öğretiler ve toplum içinde kadının rolü gibi konulardır. Bu yazıda gördük ki, iki ideolojinin pratik beklentilerinde/uygulamalarında anlaşabilmeleri ve anlaşamamaları için bazı sebepler vardır. Bir insan farklı düşünen ideolojilere rağmen, pratikteki farklılıkların beklendiği kadar büyük olmadığını görünce müteşekkir olmalıdır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

93


Deneme

Günümüzde Peygamberlik İddiası ve Fırka-i Naciye Latif Kınataş

“Fırka-i Naciye/kurtulmuş gurup” konusu da “yalancı peygamber” konusu da birbirinden bağımsız olarak çok işlenmiştir. Ancak bunların birbiriyle ilişkisi ve günümüzde bu iddianın yerini alan söylemlerle görüntüler üzerinde pek durulmamıştır. İlahi risalet veya metafizik boyut, insanlık vicdanının ve sosyal dokuların teslim olduğu bir gerçeklik olduğu gibi bunun toplumsal etkisi de müsellem (kabul görmüş) gerçeklerdendir. Bu yüzdendir ki bireyden devlete kadar tüm toplumsal projeler, tezler ve yapılanmalar bu gerçeği göz ardı edemezler aksine bu gücü kullanmak isterler. 1 Güç ve iktidara odaklanmış zihinler Tanrıya veya metafizik bir güce dayanmanın kışkırtıcı etkisi ile “İlahi Risalet”ten güç devşirme işlemine girişir. Bu girişim bireyde peygamberlik iddiası, kral veya imparatorlarda tanrının gölgesi tanımlaması, cemaatlerde Fırka-i Naciye anlayışı, devlette de teokratik devlet olarak kendini gösterir. Bu iddiaların sağlayabileceği yüksek avantajla bireyin, kralın, grubun ve devletin konumu pekiştirilir. Risaletin sahte Materyalist teorisyen Marks’ın “Din afyondur”

1

diye bilinen meşhur tezinin dillendirilmeyen kısmı olan “kitleleri uyuşturmak ve yönetebilmek için gereklidir” önermesi dahi metafizik boyutun toplumsal gücünü ve kaçınılmazlığını gösterir.

94

görüntüleri tehlikeli güçler ve zorbalık olarak toplumlarda yaşam bulur. Diktatöryal sistemlere yol açılır.

İlahi ve metafizik olana dayanmanın cazibesi nereden geliyor? İlgiliye nasıl bir güç veriyor? Bir kimse risalet makamına layık görülüp Tanrının adına konuşmaya ve yapmaya başladığında diğer insanlardan farklı bir düzleme çıkmakta, söz ve eylemleri farklı bir nitelik kazanmaktadır. Çünkü o, kimsenin (çalışarak) ulaşamayacağı vehbi (bağışlanmış) bir bilgiye ve makama ulaşmıştır. Artık o konuşurken ve yaparken kendi arzu ve düşüncelerini yerine getirmiyor, ilahi söz ve emirleri yerine getiriyordur. Onu sorgulamak ve isyan yerine, ona inanmak ve itaat etmek gerekmektedir. Çünkü ona isyan tanrıya isyan demektir. İşin sırrı da buradadır. Bu inancın, söz konusu şahsa nasıl bir avantaj, güç ve imkan sağlayacağı açıktır. Bu yüzdendir ki tarih boyunca risalet olgusu (gerçeği ile sahtesi ile) var olagelmiştir ve olacaktır. Önemli olan gerçek ile sahteyi birbirinden ayırmaktır. Devri Nebideki sahte peygamberlik iddialarını Risalet güneşi boğuyor ve -aynen bir ürünün taklidiyle gerçeğini yan yana getirdiğinizde

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


olduğu gibi- gerçek peygamberin karşısında yalancıları tutunamıyordu (Müseylemetü’l Kezzab gibi). Peygamberimizden sonra ise bu iddiaların önü “hatemiyet” ayeti ile, peygamberlik kurumunun sona erdiği inancı ile kesilmiş oldu. O kapı kapatıldı. Fakat bu, iddiaların bittiği anlamına gelmezdi. Çünkü bu mücadele, Allah’ın “Onlar zandan başkasına uymuyorlar dediği boş iddialarla, “afak ve enfüsteki ayetlerin doğru okumasıyla ortaya çıkan gerçeğin mücadelesidir, Rahmani olan hak ile şeytani olan batılın mücadelesidir. İddialarla gerçeklerin bu amansız mücadelesi, geçmişten ünümüze kesintisiz devam eden, toplumlar var oldukça da sürüp gidecek olan bir olgudur. Ancak bu, her zaman açık ve yalın bir peygamberlik iddiası şeklinde ortaya çıkmaz; çoğunlukla kapalı, dolaylı iddia ve söylemlerle kendini gösterir. Doğrudan olabilmesi için uygun kültürel zemin ve toplumsal ortam gerekir. Peygamberlik kapısının kapandığı inancının yerleşmiş olduğu toplumlarda Müseyleme tarzı açık iddialar yerine dolaylı iddialar tabiî ki daha yaygın ve etkin olacaktır. Zaten bir peygambere inanan toplum içinde o elçiye rağmen yeni bir iddia kolay kolay kabul görmeyecektir (tarihte bu tür girişimlere baktığımızda pek şanslarının olmadığı, onların karşısına efsanevi nübüvvet inancıyla çıkılıp karşı konduğu görülür). Böyle toplumlarda insanlar kendi görüş, söz ve tezlerini -doğrudan iddia yerinemevcut peygamber ve onun kitabı üzerinden Tanrı’ya2 dayandırmaktalar. Nassları (bazı ayet ve hadisleri) bağlamından kopararak bir zarf haline getirmekte, düşüncelerini o zarf içinde sunmaktalar. Fakat aynı zarfı herkes kullanabilmekte, birbirine tamamen zıt mesajlar dahi onun içinde gidip gelmektedir. Bunun örnek kısmını şimdilik boş bırakıyorum, okuyan herkes doldurabilir. Esas olan şu: Herkesin görüşü, sözü ve tezi -beşer olduğu için- çürütülebilir. Ama fizik ötesinden geleni fiziki olan insan yenemez ve teslim olur. İşte bu yüzden insanlar kendi görüşlerini ilahi emir, karar, yasa veya din imiş gibi sunma ihtiyacı duyarlar ve bir tür nübüvvet iddiası olan bu irtibatlandırmayı da aşağıdakilere benzer farklı birçok şekilde yaparlar. Bu durum sadece İslam toplumuna özgü imiş

2

gibi algılanmasın diye özellikle tanrı kelimesini tercih ediyorum.

Nübüvvet Yerine İhdas Edilen Söylemler: - Ben Allah’ın size seçip gönderdiği elçiyim. - Bu sözler bana ait değil, bana vahyolundu. - Peygamberlere vahy, velilere ilham gelir. - İmamlar Allah’ın koruduğu/masum kimselerdir. - Ebced hesabıyla veya sıfatlarıyla belirlenmeye çalışılan mehdilik iddiası. - Ya da parça parça olmuş bir ümmetin diğer gurup ve ekollerini şirk ve ateş ehli olarak görüp sadece kendilerini Allah’ın sözcüsü ve cennete layık görme hali vs... Bütün bu iddialar yorumlanarak/te’vil edilmek suretiyle kabul edilebilecek hale getirilebilir (öyle de oluyor). Ancak bunların her birinin temelinde ortak bir maraz vardır; o da başta işaret ettiğimiz, kitlelerin teveccühünü kazanmak için etkin olan “kendini ilahi olanla irtibatlandırarak yüceltme ve payelendirme hastalığı”. İddiaların te’vili ise bu marazı gizlemek ve bu payeyi kabullendirmek için yapılmaktadır. Peki, bu te’viller kabul edilebilir mi yoksa marazı gizleyen bir örtümüdür? Bunu anlamak için “Bu sözler bana ait değil, bana vahyolundu” iddiasının te’viline bakalım, denebilirki; a) Vahyin çeşitleri vardır; Allah’ın herkesin kalbine doğduracağı fıtri ilham da bir çeşit vahydir. b) Peygamberlik kapısı kapanmamıştır; Allah’ın vahyi devam etmektedir. Bu durumda şu sorular bizi iddiaların altındaki maraza götürür: - Sözlerin bir Allah kelamı, söyleyenin de bir elçi olarak algılanması istenmiyorsa (yani toplumsal bağlayıcılığı olan kurumsal vahy değil de, herkese inebilecek fıtri bir vahy ise) bunu neden vurgulama ihtiyacı duyulur? - Size gelenin gerçekten Allah’ın vahyi olduğunun isbatı nedir? - Sizin yorumunuzu Allah’ın onayladığına dair bir kanıt var mı?

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

95


- Sizin sözünüzü diğer sözlerden farklı kılan nedir? Bunların her biri ayrı ayrı ele alınıp genişçe irdelenebilir ve her biri için de benzer sorular sorulabilir. Ancak ben burada, bu iddialara şiddetle karşı çıktığı halde kendi söylemlerinin de bir tür peygamberlik iddiasında bulunmak olduğunun farkında olmayan; çevremizde çok yaygın şekilde gördüğümüz ve çok daha yanıltıcı olan şu iddialar üzerinde durmak istiyorum: “Ben kendi düşüncemi değil Allah’ın ayetlerini söylüyorum. Bunları ben söylemiyorum vahy söylüyor. Kuran ve Sünnet ortada! Hak birdir, doğru tektir. Hadis-i Şerif var; “Ümmetim 73 fırkaya bölünecek, hepsi delalette sadece birisi kurtulmuştur” gibi söylemlerle herhangi bir konudaki kendi yorumlarını Allah’ın vahyi imiş, kendilerini de Allah’ın sözcüleri/elçileri imiş gibi öne sürenler var. Ortada milyonlarca insanın sahiplendiği, yüzlerce farklı cemaat ve ekolun beslendiği, kendisini ona dayandırdığı ve onun uğrunda mücadele ettiğini söylediği bir kitap var. Ve bu iddia sahipleri düşüncelerini, davranışlarını, fetvalarını, tezlerini ondan çıkarmaktalar veya çıkarma iddiasındalar. Bunların her biri asırlar boyunca oluşmuş olan kültürel birikimin ve sosyal çevrenin etkisiyle oluşturulan beşeri yorumlar iken, kabul ve reddedilebilme bakımından her biri eşit epistemolojik değere sahip iken bu görüş ve yorumlardan biri çıkıyor kendisinin ayrıcalıklı olduğunu, mutlak fikri ve mutlak gerçeği temsil ettiğini söylüyor. Aynı Kur’an ve Sünnet’ten bahseden diğerlerini de -bir şirkolog edasıyla- sapıklık, şirk, küfür ve İslam’ı tahribe yönelmiş bir düşman olmakla itham ediyor. Kendisinin ayet ve hadislerden anladığını din, başkalarınınkini ise batıl düşünce ve yorum olarak görüyor. Ne garip bir çelişkidir ki, karşısındaki de ona aynı ayet metinleriyle cevap verebiliyor ve olay metinler (kanıt bulma) savaşına dönüşüyor. Daha da ilginci cedel meydanındaki savaştan yine aynı silahla birbirlerini vurarak çıkıyorlar; “Esselamü ala meni’t tebaal huda / selam doğru yola girenlere olsun…” (20/47) Bu sanki hayır duası, dost temennisi gibi okunmuş görünüyor değil mi? Hayır! Musa ile Harun’un

96

dilinden Firavn’a yapılan bu kalbi esenlik ve kurtuluş çağrısı bunların dilinde bir yaftalama ve karalamaya dönüşüyor ve adeta karşısındakinin şirkini ve sapıklığını belgeleyen bir mühür olarak vuruluyor. Tabii ki aynı mührü o da vuruyor. Kimilerinin sert kimilerinin yumuşak vurması ya da mührün silik çıkması yanıltmasın; tüm şabloncu/tekfirci, te’dibci zihniyet aynısını yapıyor. Peki, uydurma rivayetler bir yana, herkes aynı belgeleri getiriyorsa nasıl ispat edilecek kimin hak kimin batıl olduğu, kimin hidayete uyup kimin doğru yoldan saptığı ve kimin doğru kimin yanlış, kimin muvahhid kimin müşrik olduğu diye sorduğunuzda ise tam akla ziyan bir cevap alırsınız; hakem Allah ve Rasülüdür. “Allah’a, Rasülüne ve sizden olan yöneticilere itaat edin. İhtilafa düştüğünüz konuları ise Allah ve Rasülüne döndürün…” Halbuki Allah ve Rasülünün hakemliğine karşı çıkan yok; O, sözünü söylemiş, hükmünü vermiş. Problem O’nun hükmünü anlama şeklindedir. Problem insanların o metni veya sözü okuyuşundadır. Burada birileri, kendi kültürel birikimiyle ayetten anladıklarını mutlak olarak Allah’ın hükmü ve dini olarak sunuyorlarsa, kendi beşeri görüş ve yorumlarının vahy imiş gibi kabul görmesini istiyorlarsa onlar vahyi anlamaya çalışmıyor, onun manasını (şerh ve yorumunu) kendi tekellerine alıp onu dayatıyor demektir. Bu ise dinde ve ilimde inhisardır. Siz bu dinin sahibi misiniz mensubu mu? Kuran’ı siz mi koruyup ona şeref katıyorsunuz yoksa siz mi onunla korunup şerefleniyorsunuz? Siz, Allah’ın dininin sahibi değil mensubu iseniz hiç kimsenin bu aidiyet duygusu ve tercihini yok sayma hakkına da sahip değilsiniz. Bu tercihi belirleme ve denetleme yetkiniz de olamaz. Çünkü müheymin (doğru ile yanlışın tek belirleyicisi, koruyup denetleyen)olan sadece Allah’tır ve O’nun kitabıdır (bkz. 59/23, 5/48). Aksi halde iddia farklı bir boyut kazanır, Allah’a iftiraya varır. Bu ise kişinin muhatabından önce kendisine yaptığı en büyük zulüm olur. “Kendisine vahyolunmadığı halde bana da vahyolundu diyen ve Allah’a iftira edenden daha zalim kim vardır?” 6/93

Burada kendisini Musa, en az kendisi kadar hak ve haklı olma ihtimali olan muhatabını da Firavn yerine koyup üst perdeden tebliğ

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


yaparmış gibi telkinde bulunanlar Musa-Hızır kıssası olarak bilinen Kur’an ayetlerini daha bir dikkatli okumalılar. Bir peygamber olduğu halde yol arkadaşının (bilge kul) yaptıklarını zulüm ve haksızlık olarak görüp kendinden emin bir şekilde onunla tartışan ve yolları ayrılıncaya kadar her defasında pişman olup özür dileyen Musa (a.s.)’nın kıssası tam bir bilgelik/hikmet ve adap dersi veriyor; gerçeğin bir başka yüzünün bir başka boyutunun da olabileceği ve hesaba katılması gerektiğini öğretiyor. Kur’an geldiğinde Mücadele Ettiği Söylem ve İddialarla Bunların Farkı yok Bu iddialar öncekilerden farklı değil. O dönemin ehli kitabı Yahudilerdi, Hristiyanlardı. Kitaba dayanmanın taassup ve özgüveni ile konuşuyor ve tutum belirliyorlardı. Bu günküler de aynı tavır ve tutum içindeler. Onlar ehli cennet olma iddiasındaydılar, bu bizde Fırka-i Naciye iddiası şekline dönüşerek devam etti. Bakara Suresi’nin 111-113 ayetlerindeki iddialara ve onların tanımlamasına baktığımızda hiç yabancı gelmez bize o söylemler. “Kurtulmuş”(!) grupların adı değişir sadece. İddialar aynıdır, söylemler aynı, eylemler aynı. İçe ve dışa dönük stratejiler ve üsluplar aynı. Bakalım ayetlere: “Kendilerine kitap geldikten sonra dinlerini parça parça eden ve her biri kendi yanındaki ile öğünenler” iddiada bulunuyorlar; Bir de: “Yahudi veya Hıristiyan olanlardan başkası cennete asla giremez!” dediler. Bu onların kendi beklentileri... Sen de ki: “İddianızda tutarlı iseniz haydi delilinizi ortaya koyun!” Hayır, iş öyle değil! Kim halis olarak kendisini Allah’a teslim edip güzel davranışlarda bulunursa Rabbinin nezdinde onun mükâfatı olacaktır. Onlar ne korkacak ve ne de üzüntü duyacaklardır…

Dikkatinizi çekmiştir sanırım; tekfir etme yok, kim cennete girecek veya girmeyecek iddiası var. Yahudiler ve Hıristiyanlar cennetin tapusunu almışlar ve oraya kendilerinden başka kimsenin giremeyeceğini iddia ederek Müslümanları kurtarılmış bölgeleri olan cennet alanına yaklaştırmıyorlar, olay bu. Bu günkü Fırka-i Naciye iddiasının aynısı. Sadece kendilerinin doğru yolda/hidayette ve cennet ehli olduklarını zannediyorlar.

Bu zihniyet, ötekileştirme ve karalama üslubuyla da aynı. Aynı ötekileştirme ve şeytanlaştırma stratejisini izliyorlar. Onlar bir yandan Müslümanları direkt cehenneme gönderirken diğer yandan birbirlerinin iddialarını da temelsiz bularak daha yumuşak tonda çekişmeyi sürdürmekteler. Yahudiler: “Hıristiyanların hiçbir temeli yok!” Hıristiyanlar ise: “Yahudilerin hiçbir temeli yok!” dediler. Halbuki her iki topluluk da kitabı (Tevrat ve İncîl’i) okumaktalar. Dini bilmeyenler de onlarınkine benzer sözler söylediler. Allah, kıyamet günü anlaşamadıkları hususlarda hükmünü verecektir.

Tıpkı bu günkü “Fırka-i Naciye Müslümanları” gibi… Büyük ölçekte öteki, Yahudi, Hristiyan ve ateisti temsil eden Batı’dır (çatışma Doğu-Batı çatışmasıdır ve Batı kaynaklı ne varsa kötüdür). Batı kıyasıya ötekileştirilir, toptancı bir yaklaşımla ve peşinen reddedilir. Bunlar hikmete değil de hikmetin kavmine ve coğrafyasına bakıyor; ona göre kabul veya reddediyor. Sanki Doğu da Batı da hikmetin kaynağı olan Allah’ın değilmiş gibi. Allah, hakkı Doğu’ya batılı Batı’ya değişmez bir yazgı olarak yerleştirmiş gibi. Batı’nın demokrasisine kendi diktatörlüğünü tercih ederler. Batı’nın muhtemel sömürü ve işgaline karşı kendi mevcut sömürü ve işgallerinin devamını sağlarlar. Önceki ehli kitabın yaptığı da buydu; Hz. Muhammed, bedevi Araplardan değil de ehli kitaptan olsaydı belki getirdiklerini ve söylediklerini kabul edeceklerdi. Ama bu çok zordu; dini, coğrafi, etnik milliyetçilik ile kör bir asabiyet duvarı örüyor, yersiz korku ve vehimlerle kendilerini oraya hapsediyorlardı. Orada kendilerini garantiye aldıklarını sanıp, dış dünyadaki iyilik mücadelelerini de kendilerine tehdit olarak algılıyor ve katı bir blok oluşturuyorlardı. Tıpkı şu ayette tasvir edildiği gibi: “Ehli Kitap ve müşriklerden inkara şartlanmış olanlar kendilerine apaçık bir delil gelse bile çözülmezler”. 98/1

Küçük ölçekte ise bunlar da daha yakınındakileri ötekileştirirler. Kendi hinterlandında öteki, diğer mezhepler, cemaatler ve grupların temsil ettiği 72 fırka olur. Onlar Kitap ve Sünnet’e dayanmaktadır diğerleri ise hiçbir şeye! Üslup ve delillendirmeleri de aynıdır;

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

97


onlar herkesin Rabbı olan Allah hakkında tartışıyorlardı ve buradan bir yere varmaları mümkün değildi. Bunlar da aynı şekilde hepimizin ortak Rabbı hakkında tartışmaktalar. Onlar hepimizin ortak değeri ve ortak atası olan Hz. İbrahim’in kendilerinden olduğunu iddia ediyorlardı. İbrahim’i ve onun mirasını yanlarına alarak kendilerini haklı çıkarmaya çalışıyorlardı. Bunlar da Hz. Muhammed ve onun sünnetini yanlarına alarak haklı olduklarını kabul ettirme iddiasındalar. Ortak özellikleri ispatlayamayacakları iddia ve savunmalarda bulunmaktır. Yoksa ne İbrahim onların yanındaydı ve onları destekliyordu ne de Muhammed bunları…

kategorize etmek için bir şablon olarak kullananların durumu, Yahudi ve Hristiyanların durumundan farklı değildir. Kitabı tekellerine alarak halka karşı bir koz ve silah olarak kullanan ruhbanlar grubu gibi bunlar da ayet ve hadisleri birer silaha dönüştürüp muhataplarını bu silahlarla vurmaktadırlar. Oysa -mümin, Yahudi, Hristiyan veya Sabii olsunbizi üzülmeyeceğimiz ve güvende olacağımız bir ödüle götürecek şey “Allah’a ve ahret gününe iman ile iyilik ve güzellik adına ortaya koyacağımız yararlı çabadır. Bu çabaya kaynaklık edecek veya katkı sağlayacak hikmet nereden gelirse gelsin mü’minin yitiğidir, bulduğuna sevinmelidir.

Ve de ki: “Allah hem bizim Rabbimiz, hem de sizin

“İman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar, Sabiîler...

Rabbiniz olduğu halde, Siz bizimle Allah hakkında

Her kim Allah’a ve âhiret gününe (gerçekten)

mı münakaşa ediyorsunuz? Bizim yaptıklarımızın

iman eder ve iyilik, güzellik, doğruluk için çalışırsa

karşılığı bize, sizin yaptıklarınızınki ise size ait. Biz

Allah bu yapılanları asla karşılıksız bırakmayacak;

tam bir samimiyetle yalnız O’na bağlıyız.” 2/139

bundan hiç kuşkunuz olmasın. Böylece onlarda ne

Yoksa Siz İbrâhim, İsmâil, İshak ve Yâkub’un ve onun evlatlarının Yahudi veya Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi bileceksiniz yoksa Allah mı?... 2/140 Ve onlar kitabı okudukları halde bunu söylerken bilmeyenler (kitabı okumayanlar) da aynı şeyi söylüyor. Halbuki bu onların asla kanıtlayamayacakları ve çözüme varamayacakları iddia ve ihtilaflarıdır. Çözüm kıyamete kalmıştır. Onların bu iddia ve üsluplarına karşın Kur’an’ın üslubu ise itici, yıkıcı ve düşman edici tekfir üslubu değil; yapıcı, uyarıcı ve düşündürücü olan tebyin (açıklama) ve tebliğ (ulaştırma, bildiri) üslubudur; “Bu onların istek/ temennileridir.” (Mealler hep “kuruntularıdır” diye tercüme ediyorlar, bu ikisi arasında üslup açısından fark vardır.) Onlar da kurtulup cennete gitmek istiyorlar bunlar da. Ama boş iddialar; “De ki getirin delilinizi sözünüzün arkasında iseniz”. Kimin cennete girip girmeyeceğini tartışmanın size bir yararı yok. Kalpleri de açıp bakamazsınız. Bu iddialar ispatı gerektirir, siz bunu ispatlayabilecek misiniz? Cenneti arzu ediyorsanız bu iddialarla veya kuru temennilerle elde edilmez. Sizi oraya ulaştıracak şeyler yapmalısınız.

korku kalacak ne de üzülecekler.” 2/62

*** Çokça tanık olduğumuz bu tavır ve söylemlerle yüz yüze geldikçe zihnimde bir “Metin Savaşları” tablosu oluştu ve oluşan tablo aşağıdaki şekilde mısralara döküldü:

METİN SAVAŞLARI İşte Kuran ve Sünnet, işte bombardıman Hadisler mermi, ayetler bomba; vurun, atın dağıtın! Tevhid ve şirk; kınından çekilmiş kılıç “La ilahe illallah”; tahribatta son nokta Vurun! Ayetle vurun, vurun hadisle vurun! Hadisler yetmedi mi biraz da siz uydurun Ama dikkatli olun; döner sizi de vurur… Sadece sizin değil, o silahlar(!) kamunun

Gerçek şu ki, şirk ve tevhidi kendi yaşamları ile ilgili algılamak yerine kişileri, toplumları

98

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Gündem

Nahda Partisi Perspektifinden

Sekülerizm ve Din-devlet İlişkisi Raşid Gannuşi İslami Yorum İçin Çeviren:

Fatih Peyma

02 Mart 2012 tarihinde, “Center for the Study of Islam and Democracy (Demokrasi ve İslami Çalışmalar Merkezi)”nde gerçekleşen konferanstan alınmıştır.

Bismillahirrahmanirrahim, bütün salat ve dualar Allah’ın elçisine, onun ehl-i beytine, ashabına ve destekleyicilerinedir. Bayanlar ve baylar, kardeşlerim Allah’ın selamı ve inayeti hepinizin üzerine olsun. Bu akşam bizlere konuşma fırsatı verdiği için Demokrasi ve İslami Çalışmalar Merkezi’ne teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Burada sizlere bir şeyler öğretmek için bulunmuyorum. Çünkü burada tartışmak için toplandığımız konu başlığının ortaya konacak sabit kuralları yoktur, âmâ şu vardır ki seçkin konuklarımızın bir fikir birliğine ulaşmalarını sağlayacak ortak bir zemine varmak için bir girişim ve derinlemesine görüş açıları sağlayacağını umuyorum. Konumuz İslam ile laiklik ilişkisidir ve oldukça problemli bir konudur. Bu ilişki uyumsuzluk ve

çatışma türünden mi yoksa birbirine benzer, uyumlu bir ilişki midir? İslam ve Yasa arasındaki ilişki, İslam’ın yönetimle olan ilişkisi gibi meseleler, bu soruna ait ilişkiler hep tartışmalı olmuştur. İslam ve laiklik hakkında konuştuğumuz zaman, sanki açık ve net kavramlardan bahsediyormuşuz gibi görünmektedir. Fakat göz ardı edilmeyecek derecede bir anlayış çeşitliliği ve muğlaklık bu kavramları kuşatmış durumdadır. Bizler, tıpkı İslam anlayışının çeşitliliğinden bahsettiğimiz gibi sadece bir tek laiklikten değil pek çok laiklikten bahsetmek durumundayız. Laikliğin bir felsefi düşünce olduğu; idealist ve dini bakış açılarıyla mücadele etmek için ortaya çıktığı zannedilir, ama aslında hiç de öyle değildir. Laiklik, Batı’da Avrupa’nın içinde bulunduğu şartlarda ortaya çıkmış problemlere yöntemsel çözümler (yani varlık teorisi ya da felsefesi olarak değil) olarak ortaya çıktı, gelişti ve netleşti. Bu sorunların (Katolik Kilisesi’nde hâkim olmuş olan konsensüsü parçalamış ve 16.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

99


ve 17.yüzyıllarda din savaşlarını başlatmış olan) çoğu Batı’da Protestan ayrılık sonrasında ortaya çıkmış sorunlardı. Bu bize şu soruyu sormamızı gerektiriyor. Biz gerçekten de laikliğe ihtiyaç duyuyor muyuz? Belki de bu laik uygulamalarda en önemli fikir, devletin tarafsızlığı yani insanların vicdanlarına karışmaktan kaçınması ve dinlere karşı devletin tarafsızlığı fikridir. Oysaki devletin faaliyet alanı ve yetki alanı kamu alanıyla sınırlıdır. Dinin alanı ise bireyselliğe dayanır. ABD’de var olan farklılık önemli bir dini etki olarak sürüp gitmesine rağmen ABD’de kamu alanında dinin müdahalesi aşikârdır. Liderlerinin konuşmaları dini içerik ve referanslarla doludur ve din, bütün seçim kampanyalarında tartışılır. Kürtaj ve okullarda ibadet gibi konular seçim kampanyalarında açıkça tartışılır. Aslında bu, ABD’nin Avrupa’da Katolik Kilisesi’nin işkencelerinden dinleriyle beraber kaçarak gelmiş Evanjelik göçmenler tarafından kurulduğu içindir. Bu yüzden ABD, Tevrat ve İncil’de bahsedilen rüyaların gerçekleştiği vadedilen ülke olarak görülür. Ünlü düşünür Tocqueville’in de bir zamanlar söylediği gibi, “Kilise ABD’de en güçlü partidir”. Bu, kilisenin sahip olduğu güçlü etkiden dolayıdır ve bu etki Avrupa’da görülmez. ABD’de dini bir hayat takip edenlerin oranı yüzde 50 iken, Avrupa’da bu oran yüzde 5’e varmaz. Avrupa’da, Fransa ve Anglosakson mirası arasında dinle devletin ilişkisinde bazı farklar vardır. İngiltere’de Kraliçe din dışı ve dini güçleri bir arada taşır. En büyük farklılık, Fransız deneyimiyle ilişkili olandır ki bu da Fransız tarihinde devrimcilerin ve Katolik Kilisesi arasında yer alan çatışmalardan dolayı oluşmuştur. Avrupa’da bile günümüzde, farklı farklı laiklik uygulamaları görülmektedir. Mesela Fransa kendini ulusal kimliğinin tek koruyucusu zannettiğinden Müslüman bayanların tesettürünü yasaklamıştır ve böyle bir başörtüsü krizi başka bir Avrupa ülkesinde söz konusu değildir. Bu, yalnızca kendine özgü tarihsel deneyiminin sonucu olarak Fransa’da din ve devlet arasında ilişkinin kendine özgü doğasından dolayıdır. Bizler tek bir anlayışla karşı karşıya değiliz. Belki de laik dünya görüşü tarafından yaratılmış en önemli uygulama, devletin tarafsızlığı ilkesidir.

100

Başka bir deyişle devlet; dini olsun, siyasi ya da başka türlü olsun bütün özgürlüklerin garantörüdür ve devlet bu ya da şu partinin tarafını tutmamalıdır. Şimdi şu soruyu sorabiliriz. İslam’ın böyle bir uygulamaya yani devletin diğer dinlere karşı tarafsızlığı gibi bir uygulamaya ihtiyacı var mıdır? İslam başlangıcından beri; dini, siyaset ve devlet ile harmanlamıştır. Hz. Muhammed, devlet kadar dinin de kurucusudur. Mekke’ye gelmiş Medineli grup tarafından yapılmış biatin ilk sözü Allah ve resulüne inanma sözüydü, ikinci biat Medine’ye saldırıldığı takdirde Müslümanları kılıçla olsa bile koruma sözüydü. Eskiden Medine’nin adı Yesrib’di. Medine anlam itibariyle şehir anlamına gelir. Medine’ye şehir denmesi İslam’ın sadece bir din olmadığını aynı zamanda medeniyet anlamına da geldiğini göstermektedir. Bu bir grup insanın Bedevi hayattan şehir hayatına geçişidir. Bu yüzden şehirleşme bir kez başladı mı “Bedevileşme” günah olarak düşünülmektedir. İslam her nereye gitse, orada şehirler kurmuş olmasına şaşmamak gerek. Kuzey Afrika’daki en eski şehri Araplar kurmuştur. Bu yüzden Peygamber tarafından kurulmuş şehir, İslam’ın bir medeniyet dini olduğunun açık bir göstergesidir. İslam o savaşan kabileleri Bedevilikten kurtarmış, medenileştirmiş ve onları bir devlet etrafında birleştirmiştir. Peygamber dini anlamda camilerde namaz kıldıran bir imamdı ve aynı zamanda insanların tartışmalarına hakemlik eden, orduları yöneten ve çeşitli anlaşmaları imzalayan siyasi bir imamdı. Bizi ilgilendiren gerçek şudur ki, onun Medine’ye gelişiyle beraber o bir cami yaptırmış ve Medine Vesikası da denen bir anayasa oluşturmuştur. Bu anayasa, dünyadaki en eski anayasalardan biridir. Mekkeli muhacirler ve Medineli Ensar ve Medineli Yahudi kabileler arasındaki ilişkileri düzenleyen anlaşmaları ihtiva etmektedir. Anayasa bu iki dini devleti diğerlerinden ayrı olarak tek bir siyasi devlet ve varlık olarak görmüştür. Muhammed Selim elEva ve Muhammed Ömer gibi âlimler tarafından ortaya atılan en önemli ayrım, din ve devlet arasındaki ayrılığa benzer olarak, din ve siyaset arasındaki ayrımdı. Siyasi olanla dini olan arasındaki ayrım Medine Vesikası’nda, gayet açıktır. Buna göre bir

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


yanda Müslüman ümmet diğer tarafta ise Yahudi topluluğu vardır. Fakat diğer iki müşrik topluluğun birleşimi, siyasi anlamda bir devlet meydana getirmiştir. Sınırlar her zaman net olmasa da Peygamber’in uygulamalarında bu ayrım görülebilir. Dini olan maddeler itaat ve yükümlülüğün alanı olurken, siyasi olanlar ise mantığın ve içtihadın alanıdır. Zaman zaman sahabenin kafasını karıştırdığında, onlar Resul’e bunun vahiy mi olduğunu yoksa kendi şahsi fikri mi olduğunu sorarlardı. Vahiyse ona uyarlar ama eğer Resul’ün fikriyse farklı düşünenler arasında alternatif sunanlar olurdu. Bir gün Resulullah Medine’de hurma ağaçlarını aşılayan bir gruba rastladı ve “böyle yapmanızda bir fayda görmüyorum” dedi. Medineliler bunu vahiy zannetti ve aşılamaktan vazgeçtiler. O sene daha kalitesiz ürün elde edildi. Daha sonra O’na neden aşılamayın tavsiyesinde bulunduğunu sordular. Resul de, “dünyevi işlerde sizin için neyin en iyi olduğunu siz benden daha iyi bilirsiniz” demiştir. O yüzden tarım, sanayi ve hatta yönetim teknikleri konusunda dinin bize bir şey öğretmek gibi bir görevi yoktur. Çünkü mantık, deneyimlerin birikimiyle bu gerçeklere ulaşabilecek donanımdadır. Dinin görevi, bizim için “büyük sorulara” cevap vermektir. Bunlar varlığımızla, nereden geldiğimizle, kaderimizle, yaradılış amacımızla ilgili sorulardır. Din bunun yanında, düşünce ve davranış şeklimizin oluşumunda, ilkeler ve değerler sisteminin belirlenmesinde, devletin idare şeklinin nasıl olması gerektiğine dair konularda bizlere yol gösterecektir. Bu yüzden İslam başlangıcından beri, dini kamu hayatından dışlama anlamında devlet ve din arasındaki böyle bir ayrışmaya hiç tanık olmamıştır. Müslümanlar bugüne kadar, İslam’dan ve onun öğretilerinden ve rehberliğinden sivil hayatlarında hep etkilenmişlerdir. Dini ve siyasi olan arasındaki bu ayrım, aynı zamanda Müslüman fakihlerin, alimlerin düşünce dünyalarında da gayet nettir. Onlar uygulamalar sistemi ve ibadet arasındaki farkı iyi belirlemişlerdir. İbadetler, süreklilik ve itaat alanı iken uygulamalar, kamu menfaati için araştırma alanıdır. Çünkü El Şatibi ve İbn-i Aşur gibi büyük âlimlerin de dediği gibi “İslam insanların ihtiyaçlarını karşılamak için gelmiştir”. Bu alimler bütün ilahi mesajların en

büyük amacının adaleti sağlamak ve insanlığın ihtiyaçlarını/menfaatlerini gerçekleştirmek olduğunda hemfikirlerdir ve bu da ancak din tarafından sağlanan ilkelerin, değerlerin, amaçların, rehberliğin ışığında mantığın kullanımı sayesinde başarılır. Böylece, bir değişkenler alanı -temsil eden ve sürekli gelişen uygulamalar alanı- vardır ve bir de değişmez sabiteler alanını temsil eden inanç, değerler, erdem alanı vardır. İslam tarihi boyunca devletin yönetim şekli, daima uygulamalarında bir ya da başka bir şekilde İslam’dan etkilenmiştir. Ve devletin yasaları o zaman diliminde ve o ülkede nasıl anlaşılıyorsa İslami değerlerle harmanlanarak belirlenmiştir. Buna göre, İslami uygulamayı benimseyen devletler, yasalarının ve uygulamalarının vahiy yoluyla belirlendiği birer devletler olarak değil, ama eleştiriye ve meydan okumaya açık insani çabalar olarak anlaşılmıştır. Devletler aynı zamanda belli bir tarafsızlık da uygulamıştır ve tıpkı Abbasi Devleti’nde olduğu gibi Müslümanlara belli bir anlayış empoze etmeye çalışmışlardır. Böyle bir girişim ise devrimi ateşlemiştir. Abbasî halifesi Mansur aynı dinden neşet eden dini yorumlar ve görüşlerin çokluğu konusunu gündemine almış ve onların devlet üzerinde olası ayrılıkçı etkisinden korkmuştur. Bu yüzden o, İmam Malik’i çağırmış ve insanların bakış açılarını tek bir çatı altında birleştirmek istemiştir. Bunun üzerine de İmam Malik el-Muvatta adlı ünlü kitabını yazmıştır. Mansur bu kitaptan çok memnun kalmış ve bu kitabın bütün Müslümanları bağlayan bir kanun olmasını istemiştir. Bu, İmam Malik’i dehşete düşürmüş ve ondan böyle yapmamasını istemiştir, çünkü sahabe farklı coğrafyalara seyahat etmiş ve beraberlerinde pek çok bilgi getirmişlerdir. İnsanlar için en uygun olanı seçmelerine izin vermiştir. Bu nedenle bir düşünce ekolünün Mağrip’te (Kuzeybatı Afrika’da) hakim olurken, diğerinin Levant’ta (Doğu Akdeniz ülkelerinde) bir diğerinin ise Mısır vb. yerlerde hakim olduğunu görüyoruz. İslam’da kilise kurumunun olmayışından dolayı İslam’da düşünce ve yorum özgürlüğü olduğunu söyleyebiliriz. Bu da doğal olarak yorumda çeşitliliğe yol açar ve kanun yapmaya ihtiyacımız olduğu zaman hariç bunda hiçbir sakınca yoktur. Böylesi bir zamanda bir mekanizmaya

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

101


ihtiyacımız vardır ve insanoğlunun bulduğu en büyük mekanizma, ulusun temsilcilerini belirleyen ve bu yorumları bireysel çabaya zıt olarak kolektif olarak yapan, seçime dayalı ve demokrat bir mekanizmadır. Tekrar söylemekte fayda var ki İslam’da, dünya üzerinde kutsalı temsil eden bir Kilise ve Kur’an’ın sözcüsü olmadığından dolayı, İslam Milleti; bir devlet, parti ya da bir alim aracılığıyla değil birbirlerinden etkileşimleri neticesinde oluşmuş ilahi iradenin tek tecellisidir. Abbasi Halifesi Memun, Kur’an’ın tek bir yorumunu ve tek bir İslam inancının anlaşılmasını dayatmak/uygulamaya koymak istediğinde Ahmet Bin Hanbel buna karşı çıkmış ve devletin dini hakim kılma çabasını reddetmiştir. Bunun akabinde işkence görmüştür. Âmâ sonunda kamuoyunu devlete karşı cevirmiş ve Memun’u caydırmıştır. Batı’daki problem, devleti dinin egemenliğinden kurtarmanın yöntemleri etrafında dönmüş ve yıkıcı savaşlara sürüklemiş iken; bizim bağlamımızda ise problem, dini devletten kurtarmak ve devletin dine hakim olmasını engellemek olmuştur. Fakat Müslümanların yasalara ihtiyacı olduğu durumlarda, demokratik mekanizma İslam’daki şuranın en somutlaşmış halidir. Bizim mirasımızda kilise gibi bir kurumun olmaması çok önemlidir. Belki Şii kardeşlerimiz dini bir kurum inancını benimsiyor olabilir. Fakat Sünni dünyada genellikle anlaşmazlık halinde olan ve farklı görüşler benimseyen alimler topluluğu hariç böyle bir şey yoktur. Bu sebeple özgürlük atmosferinde tartışacak ve sorunlarımızı görüşecek ve yasama kurumunun seçilme aracılığıyla nihai otorite olduğunu kabul edecek alimlere ve aydınlara ihtiyacımız var. Tunus’ta hâlihazırda aşırılık yanlısı ve ılımlı olarak tanımlananlar arasında devam eden bir tartışma var. Biri, tepeden inmeci bir şekilde devlet vasıtalarını ve imkânlarını kullanarak İslam anlayışını empoze etmeye çalışıyor. Diğeri ise devleti, eğitim müfredatını, milli kültürü İslami etkilerden tamamıyla soyutlamak istiyor. İslam dünyası dâhil bütün dünya, dini bir uyanışa şahitlik etmektedir. Papa 2. John Paul’ün çabalarıyla başlayan Doğu Avrupa’nın gelişimindeki Katolik Kilise tarafından oynanmış

102

rol ortada. Aynı zamanda Putin’in başkanlık kampanyasının başarısında Rusya Ortodoks Kilisesi’nin rolü inkâr edilemez boyuttadır. Böylesi bir kavşakta devletin kültürel ve eğitimsel politikaları konusunda dini etkiye karşı çıkmak mantıksızdır. Aslında İslam’ı empoze etmemiz hiç de gerekli değildir. Çünkü o halkın dinidir, elitlerin değil. İslam, devletlerin etkisi ve yanlış uygulamaları yüzünden uzun süre varlığını devam ettiremedi. Takipçileri arasında sahip olduğu geniş kabulden dolayı, devlet çoğu kez din üzerinde bir kambura dönüştü. Dediğim gibi İslami eğilime mensup olanların çoğu, dinin devletten ayrılıp vicdanlarda yaşamaya mahkûm, toplumsal bir meseleye dönüştürülmesinden korkmaktalar. Devlet neden imamları eğitir ve devlet neden camileri kontrol eder? Devletin tarafsızlığı meselesi büyük sorunlar içerir. Eğer din ve devlet arasındaki ayrılıktan kastedilen devletin insan ürünü ve dinin de ilahi kökenli vahiy olduğu (ki vahiy ile siyasi olan arasındaki fark ilk dönem Müslümanlar tarafından açıklığa kavuşturulmuştur) ise o zaman sorun yoktur. Fakat eğer kastedilen şey Fransa’da görülen laiklik anlayışında bir din ve devlet ayrılığı ya da Marksist ideolojilere ait bir ayrılıksa o zaman hem dini hem de devleti zarara uğratacak tehlikeli bir maceraya giriyoruz demektir. Dinden devleti tamamen soyutlamak; devleti bir mafyaya, dünya ekonomik sistemini bir yağmaya, siyaseti de aldatma ve ikiyüzlülüğe dönüştürecektir ve Batı deneyiminde (bazı olumlu açılar söz konusu olsa da) gerçekleşmiş olan şey tam da budur. Uluslararası siyaset, en büyük sermayeye sahip olan ve medyaya hakim olan bir kaç para simsarının tekeli haline geldi ki, zaten bu sayede siyasetçileri kontrol altında tutabilmektedirler. Bu bağlamda insanlar, büyük bir şekilde dine ve doğru ile yanlış arasındaki farkı ayırt etmelerini sağlayacak olan onun ruhani ve ahlaki rehberliğine ihtiyaç duymaktadır. Ve doğru ile yanlışın ne olduğunu belirleyen tekelci bir kilise anlayışı olmadığından bu görev; düşünürler, halk ve medya tarafından tartışılarak çözüm bulunmasına bırakılmıştır. Dinin tamamen devletten ve siyasetten ayrıldığı bir durumda, bu, içerisinde bazı şeylerin

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


kontrolden çıkacağı ve sosyal ahengin tehlikeye gireceği bazı riskleri de taşırdı. Bu yüzden bunu yapma şekli, insanların özgürlüklerini ve haklarını garanti edecek bir denge bulmaktan geçer. Çünkü din tam olarak bunu yapmak için vardır. Bu dengeyi sağlamak için bizlerin din ve siyaset arasındaki ayrımın farkına varmamız ve dinde neyin sabit olduğu neyin değişebilir olduğunu belirlememiz gerekiyor. Bizim dini değerlerde donanımlı, eğitimli olan yasa koyuculara ihtiyacımız var. Yasa yaptıklarında, dini âlimlerin ve otoritelerin vesayetine gerek duymasınlar. Aynı şey siyasetçiler için de geçerli elbette. Baskı yoluyla harekete geçmiş bir dini riayetin hiçbir değeri yoktur. Allah’a itaat etmeyenleri devletin baskıcı vasıtalarıyla ikiyüzlü insanlara çevirmenin hiçbir faydası yoktur. İnsanlar özgür yaratılmıştır ve onları görünürde kontrol edebilmek mümkün iken onların inançlarına ve iç dünyalarına hakim olmak imkansızdır. Bu nedenledir ki bizler başörtüsü-peçe meselesinin ele alınışında iki uygulama gördük. Birincisi devlet tarafından zorla kabul ettirilen bir diğeri de devlet tarafından yasaklanan örtüdür. Bir keresinde Müslüman bir ülkenin havaalanındaydım. Bütün bayanlar kapalıydı. Fakat uçak kalkar kalkmaz bütün örtülüler başörtülerini açtı. Bu bir ülkenin eğitim, sisteminin başarısızlığının en açık göstergesidir. Bin Ali döneminde, kadınlar tesettürden yasaklanırlardı. Uygun gördükleri kıyafetleri giyemezlerdi. Din için en önemli faaliyet alanı, devletin araçlarını ele geçirmek değil bireysel inançları sağlamlaştırmaktır. Devletin birincil görevi ise her şeyden önce insanlara hizmetler sunmak, iş imkânları yaratmak, sağlık ve eğitim olanakları sağlamaktır. Devletin görevi insanların kalpleri ve akıllarına hükmetmeye çalışmak değildir. Bu nedenle, her ne şekilde olursa olsun insanlara yapılan zorlamalara karşı çıktım. Din değiştirme gibi tartışmalı konuları ele aldım ve “dinde zorlama yoktur” ayetini baz alarak dine sarılan ya da dini inançtan yoksun insanların özgürlüklerini savundum. İnsanları Müslüman olmaya zorlamanın hiçbir anlamı yoktur. İslam milletinin inançsızlıklarını saklayan ve inandığını söyleyen riyakârlara ihtiyacı yoktur. Özgürlük bir insanın İslam’a

sarılarak elde edeceği en büyük değerdir. Bu yüzden kelime-i şahadet getiren biri, inanç ve farkındalıkla desteklenmiş özgür irade temelinde otomatik olarak özgürlüğünü elde etmiş olur. Mekkeliler İslam’a karşı çıktıklarında, Peygamber kendinin tebliğ faaliyetlerini engellememelerini ve halka mesajını aktarmada kendisine müdahale edilmemesini istedi. Mekkeliler ifade özgürlüğünü sağlamış olsalardı Resul hicret etmeyecek ve yurdunu terk etmeyecekti. Fakat onun mesajı o kadar kuvvetliydi ki onu çürütecek bir alternatif bulamadılar. İslam’ın delilleri o kadar güçlü ki; Müslümanlar, insanları zorlamaya hiç gerek kalmayacağını düşünürler. Tunus’da bugünlerde gerçekleşen tartışmanın büyük bir kısmı İslam’ın ve laikliğin yanlış anlaşılmasındandır. Bizler laikliğin ateist bir felsefe olmadığını, onun sadece Abdulvahab el-Messiri’nin yazılarında da belirttiği gibi kısmi ve mutlak laiklik arasındaki farkı belirttiği şekilde düşünce ve inanç özgürlüğünü korumak için dizayn edilmiş yöntemsel düzenlemeler olduğunu gösterdik. Örnek verecek olursak, Fransa tarihindeki jakoben modelini verebiliriz. Papazlık hakkındaki yapılan savaşta jakobenler bir slogan benimsediler: “Son papazın bağırsaklarıyla son kralı boğun.” Bu Fransızlara has bir durumdur ve laikliğin mutlak tanımı değildir. İslam konusunda da bir belirsizlik söz konusudur. Çünkü İslam’ın, sadece insanların özgürlüklerini kısıtlayarak, insanları namaza, oruca zorlayarak ve zorla tesettüre sokarak muzaffer olabileceğine inananlar vardır. Başarı böyle gelmez. Çünkü Allah münafıklığı en büyük günah saymıştır. Ve cehennem münafıkların sonsuz yurdu olacaktır. Devrimimiz bir diktatörü devirdi. Vatandaşlık ilkesini ve bu ülkenin bir partiye ya da başka bir şeye ait olmadığını sadece ve sadece dinine, cinsiyetine bakılmaksızın bütün vatandaşlarına ait olduğunu kabul etmeliyiz. İslam, onlara eşit haklara sahip vatandaş olma ve karşılıklı saygı çerçevesinde ve mecliste temsilcileri tarafından oluşturulan kanuna uyma çerçevesinde neye inanırlarsa inanma hakkı tanımıştır. Bu, benim meseleleri ve İslam’ın sekülarizmle ilişkisini anlayış şeklimdir. İnşallah ana konulara temas etmişimdir ve dikkatiniz için çok teşekkür ederim.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

103


Gündem

Canlı Bomba Eylemleri;

Şehadet mi? İntihar Mı? İntikam Mı? Metin Yılmaz 27 Ocak 2012; Bağdat’ta, Şii’lerin yoğun

militanlara karşı operasyon yapan hükümet

olarak yaşadığı Zaafarini’ya mahallesinde

ve orduya destek vermesinden dolayı

düzenlenen bir cenaze töreninde, bomba

yapıldığını açıkladı.3

yüklü bir aracın infilak etmesi sonucu 28

19 Şubat 2012; Bağdat’ta polis

kişi öldü, 61 kişi de yaralandı.1

akademisinin önünde bir intihar

30 Ocak 2012; Pakistan’ın

bombacısının bindiği aracı patlatması

kuzeybatısındaki Peşaver kentinde Ensar-

sonucu 19 polis adayı ve güvenlik görevlisi

ul İslam Örgütü liderinin evine yönelik

öldü, 26 kişi de yaralandı.4

düzenlenen intihar saldırısında 4 kişi öldü,

23 Şubat 2012; Irak’ın farklı bölgelerinde

ikisi çocuk olmak üzere 8 kişi de yaralandı.2

gerçekleştirilen eş zamanlı saldırılarda en az

18 Şubat 2012; Afganistan sınırı

50 kişi hayatını kaybetti.5

yakınlarındaki Paraçınar’da Şiileri hedef alan

24 Şubat 2012; Irak’ta başta başkent

intihar komandosunun bir cami yakınlarında

Bağdat olmak üzere, çeşitli kentlerde

kendisini havaya uçurması sonucu 30 kişi

bu sabah bomba yüklü araçlar ve yola

öldü, 54 kişi de yaralandı. Saldırıyı Tehrik-

yerleştirilmiş bombalarla düzenlenen bir dizi

e-Taliban Pakistan (TTP) örgütünden

bombalı saldırı sonucu en az 50 kişi öldü,

ayrılarak TTP İslahi Örgütü’nü kuran Fazal Said Haggani üstlendi. Grup Şiileri hedef alan saldırının, onların Kurram bölgesinde

http://www.sondakika.com/haber-pakistan-da-

3

kanli-saldiri-3372745/ http://www.voanews.com/turkish/news/Irak-

4

http://www.focushaber.com/bagdat-ta-intihar-

Polis-Akademesine-Saldr18-Olu-139633463.html

1

saldirisi-28-olu-h-106708.html 2 http://www.sondakika.com/haber-pakistan-dabombali-saldiri-4-olu-8-yarali-3315945/

104

http://www.dunyabulteni.net/index.php?aType=

5

haber&ArticleID=198639&q=intihar+sald%C4% B1r%C4%B1lar%C4%B1

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


200 kadar kişi de yaralandı.6 25 Şubat 2012; Yemen’in güneydoğusunda bomba yüklü araçla düzenlenen intihar saldırısında, 26 muhafız askerin öldüğü bildirildi.7 02 Mart 2012; Pakistan’ın Afganistan sınırındaki Hayber bölgesinde bulunan Tirah Vadisi yakınlarındaki bir camiye düzenlenen intihar saldırısında 23 kişinin öldüğü bildirildi. Pakistanlı yetkililer saldırıyı doğrularken, 20’den fazla kişinin de yaralandığını ve ölü sayısının artabileceğini belirtti.

8

Kimilerinin intihar saldırısı, kimilerinin de şahadet eylemi dediği olaylar9 o kadar yaygınlık kazandı ve o kadar yoğunlaştı ki; nerede ise her gün bir yerlerde bir canlı bomba adayı, ya bedenine sardığı ya da aracına yüklediği patlayıcılarla patlatıveriyor kendini ve ardı arkası kesilmiyor, kesilecek gibi de gözükmüyor bu eylemlerin.

mahkum ediliyor. Hal böyle olunca da bir türlü sağlıklı değerlendirmeler ortaya çıkmıyor, sağlıklı sonuçlara varılamıyor ve doğal olarak eylemlerin seyrinde bir değişim/düzelme ortaya çıkmıyor ve dolayısıyla var olan yanlışlar sürüp gidiyor. Hem de artarak. Oysa bir insanın ölümü göze alarak birilerini öldürmeye teşebbüs etmesi, normal/sıradan insani bir davranış değil. İnsanların hiç beklemedikleri bir anda, alışverişte, camide, seyahatte iken kör bir bomba ile parçalanarak can vermeleri de normal bir hadise değil. Ama maalesef bu gayri doğal durumlar yoğunlaşarak gerçekleşmeye/gerçekleştirilmeye devam ediyor. Hem de insanı ve hayatı normalleştirmeye/ insanileştirmeye talip bir dinin (İslam) müntesipleri tarafından. Ne yazık ki, insani olmayan eylemler insani sonuçlar ortaya çıkarmıyor, normal olmayan davranışlar da normal neticelere ulaştırmıyor insanları. Sorunları çözmek yerine derinleştiriyor

Ne yazık ki, alıştık/alıştırıldık bu haberlere. Artık garipsemiyor, ne oluyor, nereye gidiyor böyle demiyoruz. Duyuyoruz/okuyoruz, bazen canımız sıkılıyor bazen de sevinçle karşılıyoruz. Sonra… Gündem hızla akıyor. Bir medya nesnesine dönüşen bizler de, birbiri ardınca servis edilen günlük siyasi, ekonomik, sportif gelişmelerin peşinden koşuyor, yetişmeye çalışıyoruz. Hal böyle olunca da duyuyoruz ama değerlendirmiyoruz, okuyoruz ama düşünmüyoruz, sorgulamıyoruz. Anlık duygusal tepkilerle karşılıyor, sıradan, üstünkörü, tarafgir ve görünenle yetinen yaklaşımlarla

ve durmadan yeni yeni sorunlar ekliyor sorunlara. Sorun üreten bu olağan dışı/anormal durumu/ tabloyu sona erdirip normale dönmenin/ normalleşmenin bir yolunu bulmamız lazım. Biliyorum, bir sürü mazeretimiz var, bir sürü de engelimiz. Anormal şartlar altında yaşamaya ve sıra dışı davranmaya zorlanıyoruz. Her gün yeni taciz, tahrik ve saldırılarıyla karşılaşıyoruz. Her gün bir mevzi daha kaybediyoruz. Acılarımıza acılar, sorunlarımıza sorunlar ekleniyor. Güç odakları istiyorlar ki aklıselimi devre dışı

geçiştiriveriyoruz olayları.

bırakalım, ilkelerimizi terk edelim, dengemizi

Canlı bomba eylemlerine yaklaşımımızda

gergin, her an kızgın, her an patlamaya hazır

bu kalıpların dışına çıkmıyor maalesef. Yaklaşımlarımızda, ya eylemcinin psikolojisi öne çıkıyor ya da emperyalist söylemlerin etkisi. Kabul de, karşı çıkış da hamasetle gerçekleşiyor, ya methiyeler diziliyor ya da http://www.bbc.co.uk/turkce/

6

haberler/2012/02/120223_iraq_attacks.shtml 7 http://www.ntvmsnbc.com/id/25325288/ 8 http://www.ahaber.com.tr/Dunya/2012/03/02/ pakistanda-camiye-intihar-saldirisi 9 Bu eylemler Arap medyasında ‘amelu’l-istişhâdî ( şehadet eylemi) olarak adlandırılmaktadır.

kaybedelim, onların istediği gibi olalım. Her an ve dolayısıyla her an kullanılmaya ve provoke edilmeye açık. Ve istiyorlar ki, bizimle kedinin fare ile oynadığı gibi oynasınlar. Müslümanlar arasından birileri farkında olarak veya olmayarak onların istedikleri gibi davranınca da ellerini ovuşturup başlıyorlar dinimizi, ümmetimizi karalamaya. Hemen çalışmaya başlıyor kara propaganda mekanizmaları. “İslam şiddet ve terör dini, Müslümanlar da ruh hastası.”

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

105


Oyuna gelerek kendi kendimize oluşturduğumuz

üsttekilerin yanından geçip onları rahatsız

bu cendereden çıkmak ve tarih sahnesinde

ediyorlardı. Alttakiler bu duruma son vermek

olması gereken yerimizi alabilmek için, bizi biz

için bir balta alarak geminin dibini delmeye

yapan (İslam kılan, Müslüman yapan) ilkelere

başlasalar, üsttekiler hemen gelip: “Yahu ne

dönmemiz ve ilkelerin ışığı altında eylemlerimizi

yapıyorsunuz?” diye sorunca alttakiler; “Biz su

ve hayatımızı yeniden düzenlememiz gerekiyor.

ihtiyacımızı görürken sizi rahatsız ediyorduk,

Şüphesiz ki, halimizi normalleştirecek

halbuki suya muhtacız, şimdi sizi rahatsız etmeden

öncelikle/sadece biziz ve oraya ancak

yerimizi delerek bu şekilde elde edeceğiz” deseler

normal davranışlarla ulaşabiliriz. Psikolojimiz

ve üsttekiler bu işte onlara mâni olsalar hem

normalleşmeli, söylemlerimiz normalleşmeli,

kendilerini kurtarırlar, hem onları kurtarmış olurlar.

düşüncelerimiz normalleşmeli, davranışlarımız

Eğer yaptıkları işte serbest bıraksalar, hem onları

normalleşmeli, eylemlerimiz normalleşmeli.

helâk ederler, hem de kendilerini helâk ederler.”

Yapılan her anormal eylemin bizi normalden/ olması gerekenden biraz daha uzaklaştırdığının farkına varmalı ve inadına normale talip olmalı, normali yapmalı ve normale dönmenin mücadelesini vermeliyiz.

eylemle gemide bir delik daha açılıyor. Ölen her masum insanla, sakat kalan her çocukla, yakıp yıkan, tahrip eden her bomba ile zihinlerdeki olumsuz algı biraz daha güçleniyor. Ölen

Yukarıdaki tablonun elle tutulur bir yanı yok, Hem Allah’ın dinine ve hem de Müslümanlara zarar veriyor. Müslümanların arasını açıyor, düşmanlığı arttırıyor. Müslümanlarla insanların arasına giriyor, sağlıklı diyaloglar kurmalarının, kendilerini ifade etmelerinin önüne geçiyor. İnsanların İslam’la ilgili ön yargılarını, korku ve kaygılarını besliyor. Yanlış bir İslam algısı ve yanlış bir Müslüman imajı ortaya çıkarıyor. Neticede bir grup Müslüman’ın yaptığının bedelini bütün Müslümanlar ödemek durumunda kalıyor.

her Şii Müslüman veya Sünni Müslüman ile Müslümanlar birbirine biraz daha düşmanlaşıyor. Durum vahim. Bir önlem geliştirilemezse gemi batacak. Bir an önce neyimiz var neyimiz yoksa harekete geçirmeli, vicdanların sesine, doğruyu haykıran Müslümanların sesine kulak vermeliyiz. Hem de bir an evvel. Unutmamalıyız ki, yukarıdaki anormal tablo bizim eserimiz. Kimimiz eylemi planladı, gerçekleştirdi, kimimiz fetvasını verdi, teşvik etti, alkışladı, kimimiz de uzaktan seyretti, sorumluluk üstlenmedi. Neticede biz oluşturduk

Evet, küçülen dünyada nasıl bir grup Müslüman tarafından gerçekleştirilen güzel bir eylemin meyvelerini bütün Müslümanlar topluyorsa, faturasını da/zararını da bütün Müslümanlar ödüyor. Irak’ta patlayan bomba Avrupa’daki, Afrika’daki, Amerika’daki Müslümanları da vuruyor. Afganistan’da gerçekleşen eylem Çinli’nin Hintlinin Avrupalının İslam ve Müslüman algısını, “ben”le ilgili algısını belirliyor. Bu da yaptıklarımız/yapacaklarımız kadar, Müslümanların yaptıklarına karşı sorumluluklarınızı arttırıyor doğal olarak. Hz peygamberin bir gemideki yolcularla ilgili benzetmesi tam da bizi ve bugünümüzü anlatıyor: “Allah’ın hududuna uyan ve uymayan kimselerin durumları, bir gemiye binip kura çekerek, geminin alt ve üst katlarına yerleşen yolculara benzer. Alt katta oturanlar, su ihtiyaçlarını giderirken

106

Masumları hedef alan ve zarar veren her

onu. Bu demektir ki, değişmesi de, herkesin katkı yapmasına, kendi duruşunu değiştirmesine bağlı. Allah’ın dinine ve müntesiplerine yakışmayan bu tablonun değişmesi için sadece kendilerini feda etmeye hazırlananların değil şu ana kadar seyredenlerin de, sadece işgal/ zor ve sıkıntılı şartlar altında yaşayanların değil durumları rahat olanların da, sadece yoksulların değil zenginlerin de; kısacası hepimizin aynaya bakıp yukarıdaki tablo içindeki payını görmesi ve “İstediğim bu mu? Bu ben miyim?” diye sorması gerekiyor. Sorumluluğu birilerine yıkarak, sorumluluktan kurtulamayız. Hepimiz “ne yapılabilirin” ve “ne yapabilirimin” cevabını sorumlu bir yaklaşımla aramak zorundayız. Bu çalışmanın amacı yukarıdaki sorunlu tabloya dikkat çekmek ve tablolarımızın Allah’ın istediği şekle dönüşmesi sürecine küçük de olsa bir katkı yapmaktır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Nasıl ve Neden Başladı?

sahipse, bizim de insan bombalarımız var.”10

Müslümanlar, kendilerini feda ettikleri intihar/

Aynı durumu 1 Haziran 2001’de İsrail’in

şehadet eylemlerine neden gerek duydular?

başkenti Tel Aviv’deki intihar saldırısından sonra

İnançları intiharı yasakladığı halde neden bile

gazetecilere mülakat veren HAMAS sözcüsü,

bile ölümün kucağına atıldılar?

Abdülaziz Rantisi de şöyle ifade ediyordu. “Eğer

Bu sorunun en kestirme cevabı; “Başka yol bulamadıkları için”dir. Müslümanların yaşadığı beldeler işgal altındaydı. Düşman ekonomik, siyasi, askeri açıdan

İsrail işgali bitmezse ölülerimizi onların üstlerine göndereceğiz”11 Bir eylemci adayı da, eylemden önce olayı şöyle izah ediyordu:

çok güçlü ve donanımlıydı. Dört bir yandan

“Şunu biliyorum ki, tek başıma bir tankı

Müslümanları kuşatmış, haince emellerini bir

durduramam; beni saniyeler içinde yere serer,

bir gerçekleştiriyordu. Müslümanlara ait yer altı

o halde kendimi bir silah olarak kullanmak

ve yer üstü zenginliklerini talan ediyor, yakıyor,

zorundayım. Onlar bunu terörizm olarak

yıkıyordu. Müslüman halkı aşağılıyor, izzet

adlandırıyor. Bence bu, kendini savunma hakkıdır.

ve onurunu, ırz ve namusunu ayaklar altına

Yapacağım eylemle iki sorumluluğu yerine

alıyordu. Elindeki güçle azgınlıklarını fütursuzca

getireceğim: Biri Allah’ a karşı olan görevimdir;

sergiliyor, her gün yeni mağdurlar, yeni acılar

diğeri ise kendimi, ülkemi savunma görevim.”12

yaşatıyordu. Ve asla ilke, kutsal, değer, kural tanımıyor, en dokunulmazlara bile dokunmaktan imtina etmiyordu. Hep ölenler Müslümanlardı, sürek avına tabi tutulan, işkencelere maruz kalan, sorgusuz sualsiz yıllarca hapislerde yatan, tecavüzlere uğrayan ve kutsalları ayaklar altına alınanlar da onlardı. Müslümanlar hiç tatmadıkları bir yenilgi ile karşı karşıyaydılar. Hiç bu kadar aşağılanmamış, hiç bu kadar hakarete maruz kalmamış, hiç bu kadar köşeye sıkışmamış ve hiç bu kadar çaresizlik hissi ile dolmamışlardı. Üstelik geçen her gün yeni mevziler kaybediyor, yaşam alanları daralıyor, baskı, acı, sefalet ve çaresizlik de artıyordu. Düşmanla kıyaslandığında ellerinde ne silah vardı ne de teçhizat. İçinde bulunulan şartlardan dolayı birçoklarının

Aslında takdir edilmesi ve saygı duyulması gereken bir durum vardı ortada. Birileri Allah için, dini, ülkesi, onuru, ailesi ve yarınları için kendini feda etmeyi göze alıyordu. “Ben hala varım, öleceğim ama davamdan vazgeçmeyeceğim, ölürken sizi de öldüreceğim ve ne pahasına olursa olsun size engel olacağım” mesajı veriyordu. Nitekim ümmet tarafından bu mesaj alındı ve büyük oranda destek de gördü. Eylemciler şehit ilan edildiler. Saygı gördüler. Adlarına şiirler ve kitaplar yazıldı, marşlar bestelendi, geceler ve günler düzenlendi, programlar yapıldı, adları yeni doğan bebeklerde yaşatıldı. Müslüman gençlerin yeni kahramanları oldular. Birçok Müslüman alim de fetvalarıyla eylemlere destek verdiler. 13

direncini kaybettiği böylesi bir ortamda birileri Taraf/AYŞE HÜR - Istanbul - 06.01.2009

direnmeyi, direnişi sürdürmeyi seçti. Ancak

10

ne düşmanınki gibi son model toplar, tanklar,

11

füzeler, bombalar vardı ellerinde, ne de onu temin edecek imkanlar. Onlarda çıkmazdan çıkmak ve direnişlerini sürdürmek için kendilerini silaha dönüştürdüler, bedenlerine sardıkları patlayıcılar ile düşmanın arasına daldılar, ölümün kucağına attılar kendilerini. Gazze’deki bir üniversitenin duvarında yazan ifadeler canlı bombaların neye karşılık geldiğini ortaya koyuyordu. “İsrail nükleer bombalara

Taraf/AYŞE HÜR - Istanbul - 06.01.2009 24 Mart - 2002 , The Sunday Times -Hala Jaber

12

- Gazze ---- A.S.TEKELİOĞLU http://www. davetci.com/d_ulke/isl_ulke_filistin_eylem.htm 13 Sudan Fıkıh Meclisi tarafından 8 Mayıs 2001 tarihinde yayınlanan fetvada da istişhadi eylemlerin şer’i olduğu ve bu şekilde şehit olanla cephede düşman karşısında şehit olan arasında şehadet yönünden bir fark olmadığı dile getirildi. Yine Ezher Üniversitesi Fetva Kurulu, Filistin Alimler Birliği ve daha birçok ilim meclisi bu eylemlerin şer’i olduğuna dair fetvalar yayınladı. Müslüman Kardeşler cemaati ve Pakistan’daki

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

107


Şehadet eylemleri, işgalci düşmanı saldırgan

eylem biçimine yönelimlerini arttırdı. Birçok

tutumundan vazgeçirmeyi, ona geri adım

cemaat/örgüt/özgürlük mücadelesi veren

attırtmayı, yıpratmayı ve en azından zayıf

grup, bu tarz eylemleri gündemine aldı,

düşürmeyi amaçlıyordu. Eylemciler gönüllüler

hazırlıklarını tamamladı ve kullanmaya başladı,

arasından seçiliyordu. Eylemin ne zaman,

yapılabilecekler listesinin başına yazdı. Uzun

nerede ve nasıl gerçekleşeceği cemaat/örgüt

zaman sonra Müslümanlar belki de ilk defa

tarafından planlanıyor, çok yönlü ve kapsamlı bir

düşmanlarına karşı etkili bir silaha/bir koza

mücadelenin bir parçası olarak gerçekleşiyordu.

sahip oluyordu. Mesela; Suriye’nin Baş müftüsü

Eylemlerin bir stratejisi ve mantığı vardı. Belirli

Şeyh Ahmed Bedreddin Hasun, ülkesini ziyaret

bölgelerde, stratejik/askeri hedeflere yönelik

eden Lübnan heyetine “Tüm Avrupa’ya ve

olarak nadiren gerçekleşiyordu, başka yol

ABD’ye söylüyorum: Eğer Suriye ve Lübnan’ı

kalmadığında son çare olarak başvuruluyordu.

bombalarsanız, halen sizin yanınızdaki intihar

Mesela Filistin’e intihar saldırılarını başlatan

bombacılarını hazırlayacağız. Bugünden sonra

İslami Cihat’ın kurucusu Fethi Şikaki, bu

göze göz dişe diş” diyerek16 elindeki kozu/silahı

operasyonların ancak çok özel durumlarda

bir tehdit unsuru olarak ortaya koyuyordu.

kullanılabilecek bir taktik olduğunu söylüyordu.14

Eylemleri benimseyenlerin çoğalmasıyla,

Eylemler, Filistin ve Lübnan’da birbiri ardınca

eylemlerin hem kullanıldığı alan genişledi hem

gerçekleşmeye başladı. Eylemler basitti,

de yoğunluğu arttı. Ne yazık ki, yoğunluk

hazırlanması kolay ve maliyeti de düşüktü

arttıkça hassasiyetler azaldı, nitelik kayboldu.

ama hedefe ulaşma ihtimali yüksek, etkili

Eylem, yanlış yerlerde, yanlış hedefler için,

ve başarılıydı. Emperyalist güçler, hiç

yanlış şekillerde kullanılmaya başlandı.

beklemedikleri bu ani hamle karşısında şaşkınlık ve çaresizlik yaşadılar. Önüne geçemedikleri ve engel olamadıkları eylemlerden dolayı da

Nereden Nereye Geldi?

bazı noktalarda geri adım atmak zorunda da

Başlangıçta, eylemler işgal altındaki bölgelerde

kaldılar. 23 Ekim 1983’te mücahitlerin 5400 kg.

nadiren gerçekleşiyor, başka yol kalmadığında

TNT yükledikleri kamyon ile deniz piyadelerinin

son çare olarak başvuruluyordu. Hedefi, işgalci

havalimanındaki kışla binasına dalmasıyla 241

emperyalist güçler (İsrail, ABD vb.) ve onların

askeri ölen15 ABD’nin, bu ve benzeri eylemleri

askerleriyle, işbirlikçileriyle sınırlıydı. Eylemlerde

engelleyemeyince Lübnan’dan çekilmesi

masumların zarar görmemesi için azami oranda

bunlardan sadece biridir.

hassasiyet gösteriliyor, asla hedef alınmıyorlardı.

Eylemlerin ulaştığı başarılı sonuçlar ve gördüğü destek, benzer durumdaki (kendini kuşatılmış, zorda ve darda hisseden) Müslümanların bu Cemaati İslamiye başta olmak üzere değişik İslami oluşumlar da bu eylemleri tahlil ederek açıklamalar yaptılar ve kendi ilim çevrelerinin verdiği bilgilere dayanarak bu eylemlerin şer’i olduğunu kendi tabanlarına bildirdiler. http:// www.vahdet.info.tr/filistin/dosya1/0001.html Katar üniversitesinde görevli Şeyh Yusuf elKardavi intihar saldırısını İslami kurallara uygun bulduğunu açıklamıştı. Hatta intihar saldırısına giderken kadınların bombaları saçlarının ya da çarşaflarının altına nasıl saklayacaklarını bile tarif etmişti. Taraf/AYŞE HÜR - Istanbul - 06.01.2009 http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-

14

11173-26-oldurmek-icin-olmek.html 15 http://www.ozelguvenlikdunyasi. com/1983beyrut-havalimaninda-abd-ve-fransizaskerlerine-yonelik-saldirilar.html

108

Fakat eylemlerin ne getireceği ve ne götüreceği, kontrol edilip edilemeyeceği, ne kadar kontrol edilebileceği, istemeden de olsa yanlışlara sebep olup olmayacağı tam da bilinmiyordu. Çok geçmeden durum netleşmeye başladı. Bu tür eylemler kazara da olsa masum ölümlere sebep oluyordu. İşte tam burada eylemlerin yeniden tartışılması, masum insanların ölmemesi için yapılabileceklerin yeniden gözden geçirilmesi gerekiyordu. Ancak ortaya çıkan durum (masumların ölümü) ya yeterince önemsenmedi ya da zorunluluklar, içinde bulunan zor şartlar, yaşanan acılar ilkelere galip geldi. Ve netice de eylemlere devam edildi. İlkelere sadakatte zaafa http://www.dunyabulteni.net/index.php?aType=

16

haber&ArticleID=178499&q=intihar+sald%C4% B1r%C4%B1lar%C4%B1

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


düşülmüştü bir kere. Her yeni eylemle, ölen her

Iraklı sivil sayısı 12 bin 284. Bunların 600’e

masumla ve arkasına saklanan her yeni bahane

yakını çocuk. Bu intihar saldırılarında, elini,

ile hassasiyetler biraz daha azaldı ve neredeyse

kolunu, ayağını, herhangi bir organını kaybeden

hepten kayboldu.

ya da yaralanan Iraklı sivil sayısı 30 bin 644.

Masum ölümleri ile ilgili ortaya konan gerekçeler/yapılan savunmalar gelinen noktanın vahametini gözler önüne seriyor. “İsrail tankları bir evi topa tutarken içeride çocuklar var mı diye düşündüğünü mü sanıyorsunuz? Savaşta iki taraf için de kötü sonuçlar vardır.”17

Ölen 12 bin 284 masum sivil Iraklının yüzde 43’ünü öldüren, üzerine bomba bağlayan yaya intihar bombacıları.21 Eylemlerin bir stratejisi vardı. Stratejik noktalara can alıcı vuruşlar yapan taktiksel hamleler olarak başlamıştı. Ancak zamanla yaşananlara karşı tepkileri ifade etme biçimine ve “Ben acı çekiyorsam onlarda çeksin” mantığıyla intikam

“Aslında onlara iyilik yapıyorum ben. Çocukken ölürlerse cennete gidecekler. Yok, büyürler ve o zaman ölürlerse cehennemin gayya çukurları onları bekliyor.”18

alma aracına dönüştü. Eylemci eylem mantığını şöyle ifade ediyordu: “Amacım, İsraillilere korku salmak ve ülkemi kurtarmaktır. İsrail benim onuruma saldırdı,

Yahudiler yerine yanlışlıkla Alman turistleri öldüren Mısırlı Örgütün Lideri yaptıklarını şöyle savunuyordu.”Kâfirlerin hepsi aynı.”19 Hal böyle olunca, eylemlerin hedef seçme özelliği kayboldu. Ve Kadın, erkek, çocuk bütün sivilleri ve hatta sivil asker demeden kendinden olmayan herkesi hedef almaya başladı. Ve öldürmeye yöneldi. Ölümler arttıkça eylemler daha çok ses getirdi. Eylemcilerde, daha da çok ses gelsin diye daha çok öldürmenin peşine düştü. Camii, çarşı pazar, alış veriş ve eğlence merkezleri, tren ve metro istasyonları gibi insanların yoğun olduğu yerler ideal eylem mekanları haline geldi.

ana-babalarımıza acı verdi ve şimdi ben de onlara. İsrailli anneler hükümetlerine başkaldırana ve dünyaya bu çatışmayı durdurmaları için yalvarana dek aynı acıyı verdirmek zorundayım. Onların anneleri bizim annelerimizin her gün yaşadığı korku ve acıyı yaşayana dek bunu sürdüreceğim.”22 İntikam duyguları ile ilkeleri muhafaza etmek ve stratejik bir mücadele yürütmek mümkün değildir. Zira intikam hissi, akıl ve vicdanı devre dışı bırakır ve mücadeleyi kısır bir hesaplaşmaya dönüştürür. Ne hassasiyetler kalır ne de ilke ve hedefler. Eyleme ilham ve yön veren ilkelerin yerini yaşanan acılar ve akan gözyaşları alır. Yaşananı karşı tarafa da yaşatmak yegâne hedef

Ve ortaya şu acı tablo çıktı:

haline gelir.

Birleşmiş Milletlerin Afganistan raporuna göre,

Bu saiklerle dünyanın dört bir yanı eylem

2007- 2011 yılları arasında üç binden fazla sivil öldü. Son beş yılın bilançosu da, 12 binin üzerinde... can kayıplarının çoğu yola döşenen bombaların patlaması ile intihar saldırılarından kaynaklanıyor.

20

2003 ile 2010 yılları arasında

alanına dönüştü. ABD ve Avrupa da dahil birçok yerde düşman bilineni hedef alan, intikam almaya ve sadece acı çektirmeye dönük eylemler gerçekleştirildi. Batılı olmak hedef alınmaya yeter hale geldi.23

Irak’ta yaşanan intihar bombalamalarında ölen http://www.haber7.com/haber/20120108/

21

http://www.davetci.com/d_ulke/isl_ulke_

Muslumanin-hayati-ucuz-mudur.php

17

filistin_eylem.htm 18 http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber11173-26-oldurmek-icin-olmek.html 19 http://www.focusdergisi.com.tr/kultur/00395/ index.php 20 http://www.turkishny.com/hot-news-11/92-hotnews-11/79678-afganistanda-sivil-olumlerderekor

24 Mart - 2002 , The Sunday Times -Hala Jaber

22

- Gazze ---- A.S.TEKELİOĞLU http://www. davetci.com/d_ulke/isl_ulke_filistin_eylem.htm 23 Bu eylemlerden bazıları: 1998: 7 Ağustos: Kenya/Tanzanya – Kenya’nın Nairobi ve Tanzanya’nın Dares Selam’daki Amerikan büyükelçilikleri yakınlarında patlayıcı yüklü iki araçla eşzamanlı düzenlenen saldırılarda 12’si

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

109


İlkesizleşen eylemlerin kişisel ve grupsal hırs ve

Netice de eylemlerin başladığı yerle, ulaştığı yer

taassuplara hizmet eder hale gelmesi kaçınılmaz

arasında o kadar fark oluştu ki.

bir durumdur. Masumların ölümünden rahatsız olmamanın yanında, bu durumun belki de en somut göstergesi Müslümanların da hedef alınmaya başlanması oldu. İş öyle çığırından çıktı ki, birçok cemaat veya grup, kendinden olmayan, rakip grup ve cemaatlere, diğer mezhep mensuplarına karşı bu eylem biçimine başvurdu. Şiiler Sünnileri, Sünniler de Şiileri hedef alan eylemlere imza attılar.24

Amerikalı 224 kişi öldü, binlerce kişi yaralandı. 2001: 11 Eylül: ABD – Toplam 266 kişi taşıyan dört yolcu uçağı, Dünya Ticaret Merkezi’nin iki gökdelenine ve Washington’daki Pentagon’a saldırı silahı olarak kullanıldı. 4. uçak Pennsylvania’ya düştü. Tarihin en çok can kaybına yol açan saldırısında 3 bin civarında kişi öldü ve kayboldu. 2002: 11 Nisan: Tunus – Tunus’un Cerba adasındaki Griba sinagoguna düzenlenen intihar saldırısında 14’ü Alman 21 kişi öldü. – 12 Ekim: Endonezya – El Kaide’den esinlenen ve Güneydoğu Asya’da bir İslami devlet kurmak isteyen bir örgüt tarafından Bali’de bir diskoteğe düzenlenen saldırıda aralarında çok sayıda yabancının da bulunduğu 202 kişi öldü. 2003: 12 Mayıs: Suudi Arabistan – Riyad’da bir yerleşkeye üçlü intihar saldırısında 9’u Amerikalı, 35 kişi öldü. – 16 Mayıs: Fas – Kazablanka’da Yahudi hedeflerine ve yabancıların gittiği lokanta ve otellere düzenlenen saldırılarda 12’si intihar bombacısı, 45 kişi öldü. – 15/20 Kasım: Türkiye – İstanbul’da İngiliz konsolosluğu ve HSBC bankası ile iki sinagoga yönelik bomba yüklü araçlarla düzenlenen dört intihar saldırısında 63 kişi öldü. 2004: 11 Mart: İspanya – Madrid ve banliyösünde üç tren garında trenlere yönelik düzenlenen saldırılarda 191 kişi öldü, yaklaşık 2 bin kişi yaralandı. 24 Ekim 2011 de Kerbela’yı anma töreninde Şii Müslümanların arasına giren intihar bombacıları kendileriyle beraber 88 kişiyi öldürdü, yüzlerce kişiyi de yaraladı. Ağustos 2011 de, yani Ramazan ayında, Bağdat’ta El Kaide’ye karşı çıkışlarıyla bilinen Şeyh Ahmed Abdulgafur el Samarai’nin teravih kıldığı camiye giren El Kaide intihar bombacısı, Şeyh’e yeterince yaklaştığını düşündüğü anda üzerindeki bombayı patlattı ve Ramazan Bayramına 2 gün kala çocuklar da dahil 27 Müslüman’ı katletti. http://www.haber7. com/haber/20120108/Muslumanin-hayati-ucuzmudur.php

110

Başlangıçta bir hedefi vardı, hedefsizleşti. Başlangıçta seçici idi körleşti. İlkeleri vardı, ilkesizleşti. Bir stratejisi vardı, intikam aracına dönüştü. Başka çare kalmadığında gerçekleşiyordu, her fırsatta başvurulur oldu. Ön açmak için yapılıyordu, ön kesti. Bir mücadelenin parçasıydı, mücadeleyi de etkiledi, mücadele olmaktan çıkarıp kan davasına dönüştürdü. Şehadet eylemleri idi, intihar eylemlerine, intikam eylemlerine dönüştü. Evet, söz konusu eylemler rotasından çıktı, niteliğini kaybetti, yolunu şaşırdı bir şekilde. İşin kötü tarafı, önlenemez bir şekilde yükseliyor, yoğunlaşıyor. Öldürdükçe öldürüyor. Ne ölçüsü kaldı ne de kimliği. Artık bu eylemleri anlamakta ve anlamlandırmakta zorlanıyor, bir yere koyamıyoruz. Ne aklımız alıyor ne de vicdanımıza sığıyor. Eski günlerin anısına nasıl olur, nasıl yapılır, bu kadarı da olmaz, olmamalı diyoruz kısık seslerle. Acaba bilmediğimiz bir şey mi var? diye de soruyoruz bütün samimiyetimizle. Fakat ne kadar zorlasak da kendimizi, bir yere koyamıyoruz ve taşımakta zorlanıyoruz bu yükü. Artık ağır geliyor. Bıktık her gün Müslümanların masum insanları, Müslümanları öldürdüğü eylemleri okumaktan. Birilerinin Allah adına katliamlar gerçekleştirmesinden, İslam adına Müslümanları, kadınları, çocukları, masumları öldürmesinden. Sormadan edemiyoruz;

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


İnsan öldürmek bu kadar kolay mı? Müslüman kanı bu kadar ucuz mu? Öldürerek nereye varmak istiyoruz? Masumları öldürerek kime, ne anlatıyoruz? Birbirimizi öldürerek neyi kurtarmaya, ne elde

için ölendir. Öldürmesi gerektiğinde de, yine o ilkelere göre öldürendir. Ama asla ilkelerinden vazgeçmeyendir. Peygamber ve arkadaşlarından biz bunu öğrendik. Sümeyye, Allah’tan başka ilah olmadığını söylemeyi eşi Yasir’le beraber şehit edilme pahasına sürdürmedi mi? Bilal kızgın

etmeye çalışıyoruz?

çöllerde göğsüne konan taşlara ve yediği

Masum birilerinin öldürüldüğü haberini

etmedi mi? Mekke’ye muzaffer bir komutan

duyduğumuzda “inşallah yapan Müslümanlardan değildir” diye dua eder olduk ve (mesela Norveç’de25) katliamı yapanın Müslüman olmamasına sevindik bile. Bunlar psikolojimizin ne kadar bozulduğunu ve sadece eylemlerin değil bizim de (bu eylemlerden dolayı) nereden nereye geldiğimizi gösteriyor aslında. Bütün bunlara bir son vermenin bir yolunu bulmamız, hem de bir an önce bulmamız gerekli. *** Biliyorum, hemen karşımıza bir itiraz konacak; “mücadeleden mi vazgeçelim”? Eğer verilen mücadele kimliksiz ve kişiliksizleşmişse; evet.

kırbaçlara rağmen “ehad, ehad” demeye devam olarak giren peygamber kendini sürgün eden, öldürmeye kalkışan, arkadaşlarını, amcasını öldürenleri affetmedi mi? Neden? Çünkü bizi biz yapan, hepimizi İslam kılan değer ilkelerimizdir. İlkelerden uzaklaşmak yoldan çıkmak, ilkeleri terk etmek kendimizi kaybetmektir. İlkesizce kendini öldürmek şehadet değil intihardır, masumların ölümüne sebep olmak ise cinayet ve zulümdür. “Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de birisinin hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” (Maide Suresi: 32)

Fayda değil zarar veriyorsa; evet.

Yapılan eylem insanın aynasıdır, kalpte ve

Yaşatmak değil öldürmek peşindeyse; evet.

kaynaklanan eylemler imanın rengini ve

Yaşatmayı değil öldürmeyi, yapmayı değil yıkmayı yüceltiyorsa; evet. Kan davası mantığı mücadeleye hakim olmuşsa; evet.

kafada olanın dışa vurumudur. İmandan kokusunu taşır. Orada adalet vardır, çözüm arayışı vardır, öldürmekten çok yaşatma kaygısı vardır. Masumlar ölmesin diye gösterilen hassasiyetler vardır. Yapılan yanlışlardan dolayı tövbe etmek ve kendini düzeltme (aynı yanlışa tekrar düşmemenin yolunu arama) vardır. Bu

İlkeleri olmayan mücadele, mücadele değildir ki.

eylemlere salih amel denmesi de bundandır.

Mensubu olmaktan onur duyduğumuz İslam

Ne yazık ki ilkelerini yitiren canlı bomba

değerler ve ilkeler üzerine yükselmektedir. Rabbimiz hayatın tümünü kuşatan ilkeler vazetmiş, mücadeleyi de, savaşı da, ölmeyi ve hatta öldürmeyi de ilkelere bağlamıştır. İnsanı, İslam kılan, ilkeler karşısındaki yüksek sadakati ve duyarlılığıdır. Müslüman, o ilkelere göre yaşayan, o ilkeler için mücadele eden, o ilkeler 25 Temmuz 2011 Cuma günü gerçekleşen

25

olayda 93 kişi öldü.

eylemlerinin, artık bu kapsamda değerlendirilmesi mümkün değil. Bu eylemlerin beslendiği kaynak, köşeye sıkışmışlık psikolojisi ve intikam duygusudur. Ve onların öç almaktan, yaşananın daha fazlasını yaşatmaktan başka bir amacı kalmamıştır. İntikam duygusu eylemleri körleştirmiş, akıl ve vicdanı devre dışı bırakmıştır. Doğru yanlış arayışı yoktur artık. Ve eylemler, öç almanın kısırlığına, yıkıcılığına mahkumdur. Bu tehlike sebebiyledir

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

111


ki Kuran, insana, öfkelense de adaleti koruması

Müslümanlara. Ancak eylemler, masumların

gerektiğini tekrar tekrar hatırlatır. Öfkelense

ölümüne sebep olduğu anda masaya yatırılmalı

bile insan öfkesi ile değil, öfkesine hakim olarak

ve tekrarına meydan vermeyecek bütün

ilkeleri ile eyleyecektir.

tedbirler alınmalıydı. Ancak mazeretlerin

“Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe yöneltmesin. Adil olun, zira adalet, Allah’ın rızasına daha yakındır.” (Maide Suresi: 8)

arkasına saklanıldı. “Savaş dendi, onlar öldürüyor dendi, onlarında anası ağlasın dendi, intikam dendi.” Ama bizim, onlar olmadığımız unutuldu. Onlar olmadığımız için de onların

İntikam hissi derki; Bizim çocuklarımız

yaptığını yapamayız denmedi, oysa denmeliydi.

ölüyorsa onların çocukları da ölsün. İman ise

Bilge kral Aliya’nın dediği gibi “onların yaptığını

der ki; babasının günahından dolayı çocukları suçlanamaz, sorumlu tutulamaz ve kesinlikle öldürülemez. İntikam hissi derki “ben ölüyorsam o da ölsün”, ben acı çekiyorsam o da acı çeksin”, “Benim anam ağlıyorsa onların da anası ağlasın.” İman ise derki; ölümler bitsin, ölümlere, yaşanan acılara son vermenin bir yolu bulunsun, “bağışlamak takvaya daha yakındır”. (Bakara suresi: 237)

yaparsak onlardan ne farkımız kalır.” Hizbullah lideri Nasrallah’da doğru olanı şöyle ifade diyor. “Biz her zaman diyoruz ki: siz bizim şehirlerimizi, kasabalarımızı, köylerimizi bombalasanız da, biz sizlere böyle karşılık vermeyeceğiz. Bu Lübnanlı sivillerin yıllarca saldırıya uğramasından sonra Hizbullah’ın gösterdiği üsluptur ve hedefimiz yalnızca İsrail’i sivilleri öldürmekten vazgeçirecek bir denklem

İntikam hissi öç almayı, iman ise sorun çözmeyi

kurmaktır.”26

önceler. İntikam hissidir, çocuksudur, iman ise

Onlar ilkesiz davranabilir, öldürmek için

mantıklı ve vicdanlıdır, olgunluktur. İntikam hissi “her ne pahasına olursa olsun”u benimserken, imanın olmazsa olmazları, ilkeleri vardır. Unutulmamalıdır ki, yöntem öze eşittir. İzlenen yöntem davanın/mücadelenin ilkelerini taşımak zorundadır. Adaleti, ancak adil olarak ve adil davranarak gerçekleştirebilirsiniz, ama asla zulümle adaleti tesis edemezsiniz. Ölümlere bir çare bularak hayat verebilirsiniz ama öldürerek, öldürme de yarışarak hayat veremezsiniz. Acıları affetmekle, merhametle tedavi edebilirsiniz ama asla yeni acılar yaşatarak acıları dindiremezsiniz. Üstelik eylem ile yöntem, dava/ilkeler arasındaki çelişki davanın haklılığında şüphelere neden olur. Ve gün gelir haklılık falan kalmaz ortada. Haklı iken haksız duruma düşülür. Bugün ümmet olarak sonuna kadar haklı olduğumuz durumlarda haklılığımız sorgulanıyorsa, bunun nedeni bazı Müslümanların gerçekleştirdikleri eylemlerde İslam’ın ilkelerini göz ardı eden hoyratça yaklaşımlarıdır. Ve bunların başında da, artık intihar saldırılarına dönüşen canlı bomba tarzı eylemler gelmektedir. Başlangıçta içinde bulunulan çaresizlikten çıkma arayışıydı bu eylemler. Bir nefes de aldırdı

öldürebilir, sınır tanımayabilir, zulüm edebilir, kimliklerinin gereği ne ise onu yapabilirler. Ve nitekim yapıyorlar da. Fakat biz; biz onlar değiliz ki, onların yaptığını yapalım, onların yaptığı gibi yapalım. Hamdolsun “Müslüman”ız, rahmeti bol olan Allah’a iman ediyoruz, İslam gibi savaşı değil selamı/barışı esas alan, ahlaksızlık ve zulme her durumda karşı çıkan, ille de adalet diyen, ahlak diyen bir dine tabiyiz. Ve bu hali korumalıyız. Bunu da ancak her hal ve durumda Müslüman’ca davranmakla, her yerde, her zaman ve her şart altında İslam olmanın farkını ortaya koymakla, bu farkı dosta düşmana göstermekle başarabiliriz. İlkelerle ilişkimiz şartlara/durumlara bağlı değil ki, kolay şartlarda ilkelere sadık kalalım, ama şartlar zorlaşmaya başlayınca ilkeleri bir kenara bırakalım da hislerle hareket edelim. İlkelere bağlılığımız sadece ve sadece Allah’a bağlılığımızla ilgilidir. Bu demektir ki, bollukta da, darlıkta da, kolayda da zorda da, galibiyette de mağlubiyette de, işgal altında iken de, ilkeleri esas almalı, hayatı ve eylemleri ona göre planlamalıdır. Bir insan olarak, bir toplum olarak http://www.timeturk.com/tr/2012/04/26/

26

nasrallah.html

112

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


öfkelenebiliriz, kızabiliriz, acı çekebiliriz

İtirazımız yöntemedir. Masumları gözetmeyen

ve şartlarımız dayanılmaz hale de gelebilir

ve zarar veren bomba, canlı bomba türü kör,

ama bunların hiçbiri sınırları aşmamızı,

ne sonuç çıkacağı belli olmayan eylemleredir.

ilkeleri dikkate almamamızı gerektirmez,

Zira bu tür eylemler geldiği nokta da suçlu

gerektirmemeli. Yaşadığımız ne olursa olsun,

ile masumu, sorumlu ile sorumlu olmayanı

biz de ortaya çıkan hissiyat ne olursa olsun

ayırma basiretini kaybetti. Müslümanları bile

adaleti gözetmekten başka seçeneğimiz yok.

hedef haline getirdi. Hem de Allah ve resulünün

Olamayacağımız bir şey varsa, o da zalimlerden

uyarılarına rağmen.

olmaktır. Yapamayacağımız bir şey varsa o da zulmetmektir, masumların ölümüne sebep olmaktır.

“Sizinle savaşanlarla siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Allah aşırı gidenleri sevmez” Bakara suresi:190

İstemeden olsa da mı? Evet. Kazaen olsa da mı? Evet. Tekrarlanan hata hata olmaktan çıkar. Kaza bir kere yaşanır, hata bir kere olur. Fark edince tekrarın önüne geçmek için tedbir almak gerekir. Aynı şeyi tekrar tekrar yaşamak en azından ihmalkârlıktır ve bunun adı bile bile kazaya, hataya davetiye çıkarmaktır. Ve o artık kaza veya hata değildir. Bile bile yapmaktır. “İsteyerek yapmamış” olmanın, ”istemeden olma”nın, kazanın, hatanın mazeret olamayacağı bir noktada bulunuyoruz. Bugün daha hassas davranmak zorundayız. Yaptıklarımızla adımızı çıkardık bir kere. Sayemizde selam ve barış dini olan İslam, terör ve şiddetle anılır oldu, adaleti zulümle giderme mücadelesi veren Müslümanlar teröriste, intikam savaşçısına dönüştü. Buradaki kara propagandayı göz ardı etmemek gerek elbette, ama bir o kadar da kendi yaptığımızı görmek gerek. Sorumluluğumuzun farkına varmalıyız artık.

Peygamberimiz savaşa gönderdiği komutanlara şu talimatı veriyordu; “Allah’ın adıyla yola koyulun, Allah yolunda mücadele verin, savaştığınız insanlarla aranızda bir anlaşma var ise ona riayet edin, haddi aşmayın, meşru savaş esnasında öldürdüğünüz insanlara müsle (cesetlerine saygısızlık edip burnunu kulağını kesme) yapmayın, çocukları, yaşlıları, kadınları, ibadethanelerdeki insanları öldürmeyin ”27 Keşke insanlar insana yakışan yollarla, konuşarak, tartışarak sorunlarını çözebilse. Keşke güç sorun çözen bir argüman olmaktan çıksa. Zira güçlü, gücüyle hakkı olmasa da istediğini elde etmeye kalkışıyor ve bu durum yeryüzünde zulüm üretiyor sadece. Keşke savaşlar, ölümler sona erse. Ama ne yazık ki insanlık bu olgunlukta değil. Güç sahipleri güçleri ile belirleyen, dilediğini gerçekleştiren olmak istiyor, haddini aşarak azgınlaşıyor, zalimleşiyor. Zulme dur demek için de zalimlere karşı anladıkları dille karşılık vermek gerekiyor. Hal böyle olunca da güç kullanmak mücadelenin bir parçası haline geliyor.

Ne Yapmalı? Masumların ölümüne sebep olan, olma ihtimali olan eylemlere bir çözüm bulmalı, bulamıyorsak da son vermeliyiz. Dünya halklarının karşısına öldüren değil öldürmemek için çabalayan bir duruşla çıkmalı ve eylem planlarımızı bu yaklaşıma uygun hale getirmeliyiz. Şüphesiz ki zulme, işgale ve emperyalizme karşı mücadele sürmeli. Hem de elbirliği ile omuz omuza, bütün imkanlar seferber edilerek. Geleceğimiz, ümmetin geleceği, dünyanın geleceği kafa kafaya ve omuz omuza vererek

Yalnız unutulmaması gereken bir şey var. Gücü zalimler gibi kullandığınızda ancak zalimlerden biri olursunuz. Oysa zulüm ancak adaletle mağlup edilebilir. Bu demektir ki, Müslümanlar gücü/silahı, iman ettikleri ilkelere, hakka ve adalete uygun bir şekilde kullanmak zorundadırlar. Kimsenin yapmadığı yerde buna örnek olmak, öncü olmak onlara yakışandır. En öldürücü silahların kullanımı bile istenirse ilkelere bağlanabilir. İlkelerimizle kullanamadığımız hiçbir silah bizim için silah değildir, hiçbir eylem biçimi de salih amel

batıla ve zulme karşı mücadele eden bir ümmet olmayı başarmamızdadır.

Müsned, 1/300; Ebu Davud, Cihad 82; Sünen-i

27

Kübra, 9/90

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

113


değildir.

açık hale getirmekte ve tuzağa düşmelerini

Bir radyo programında İrlanda Kurtuluş Ordusu’nun (IRA) bir uygulamasını dinlemiştim tesadüfen. IRA, bombalama eylem gerçekleşmeden önce, eylemin nerede ve saat kaçta yapılacağını duyuruyor ve bu şekilde insanların zarar görmesi önlenmeye çalışıyor. Benzer bir uygulamayı Lübnan Hizbullah’ı İsrail’e füze atacağı zaman yapıyordu. Füzeyi atmadan önce sivil halkı uyararak bölgenin boşaltılmasına imkan tanıyordu. Bunlar kontrolsüz bir silahın (füze ya da bombalamanın) bile insana vereceği zararı önlemek için bir şeyler yapılabileceğini gösteren örnekler. Yeter ki böyle bir arayış olsun. İki alternatifimiz var.

kolaylaştırmaktadır. Müslümanlar bu tarz eylemlerde ilkeli davranmayı terk ettikleri ve hassasiyeti olmayan eylemlerle aralarına mesafe koymadıkları için birileri yaptıkları her kanlı eylemi kolayca Müslümanların üzerine atabildi. 11 Eylül başta olmak üzere kimin yaptığı belli olmayan eylemlerin faturası maksatlı olarak Müslümanlara kesildi. Yapmadıkları birçok eylem üzerlerine atıldı. Basına da yansıdığı üzere İngiliz ve ABD istihbarat örgütleri, Şii Sünni ihtilafını derinleştirmek için Şii camilerini bombalayıp Sünnilerin, Sünni camileri bombalayıp Şiilerin üzerine attılar kolayca.28 Yeterince sorunumuz var zaten. Bir de sorunlu eylemleri sürdürerek sorunları arttırmamak gerek.

Ya canlı bomba eylemlerinin masumlara zarar verme ihtimalini ortadan kaldıracağız. Artık hata ve kaza gibi kavramların arkasına saklanamayız. Ya da bu eylemlere son vereceğiz. Ve tez

Bizim, İslam’ın selamını, ahlakını, adaletini, insana verdiği değeri ortaya çıkaran eylem biçimlerine ihtiyacımız var. Bizim kadar bütün insanlığın da.

elden ilan etmeliyiz cihana, bu eylemlere yaklaşımımızı. İnsanlar hassasiyetlerimizden haberdar olmalı. Ve bu hassasiyetlere

www.islamiyorum.com

denk düşen eylemlerle, mücadele biçimleri ile gündeme gelmeliyiz. Dünya halkları Müslümanları insanları kurtarırken, insanlığın sorunlarına çözüm ararken, her zaman çözümün bir parçası olurken görmeli. Ve biz bir şey demeden bize atfedilenlere “hayır, onlar bunu yapmaz diyebilmeli”. Aynı Peygamberimiz için Mekkeli müşriklerin, düşmanlarının “emin” demesi gibi. Dün fetvaları ile canlı bomba eylemlerine destek olan alimlerimiz, bugün gelinen noktada fetvalarını geri almalı ve bu tabloyu değiştirecek yeni fetvalar vermeli. Liderlerimiz, cemaatlerimiz ve bütün ümmet bu eylemlerle arasına mesafe koymalı, eleştirmeli, kınamalı, pretesto etmeli ki bu eylemelere itibar edenler destek bulamasınlar. Müslümanlar öldüğünde, masumlar öldüğünde ümmet harekete geçmeli, sesini yükseltmeli ki, birileri İslam adına, ümmet adına bu eylemlere cesaret edemesinler. Ayrıca foyacının foyası ortaya çıksın. Zira mevcut durumun (canlı bomba eylemlerinin) yarattığı puslu hava Müslümanları provakosyanlara

114

http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=4094, http://www.pressmedya.com/?aType=haber&ArticleID=5296

28

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Gündem

Mülkleşen Su Tamer Ataç sistemin de buharlaşma ve terleme yoluyla atmosferle ilişkileri bulunduğu gibi yüzeysel biriktirme sistemine düşen yağış eklenip buharlaşma kayıpları çıktıktan sonra geriye kalan su, akarsularda akış şeklinde denizlere veya göllere ulaşmakta, oradan buharlaşma ile atmosfere geri dönmektedir. Sistem, düzenli bir şekilde birbirleriyle ilişkili olan ve çevresinden belli bir sınırla ayrılan bileşenler takımı olarak tanımlanır. Sistemi çevresinden ayıran sınırın çizilmesi, ilişkilerin başlayıp bittiği sınırların belirlenmesi ile ilgilidir. Yeryüzüne düşen yağış yoluyla oluşan sular, Bu deneme, suyun toprağın ve havanın metalaştırılarak değişim aracı haline getirilmesi ve bunun yaratacağı sonuçlara ilişkin olacaktır. Dünyadaki toplam su miktarı 1,4 milyar km³ olup; bu suyun, %97,5’i okyanuslarda ve denizlerde tuzlu su olarak, %2,5’i ise nehir ve göllerde tatlı su olarak bulunmaktadır. Bu kadar az olan tatlı suyun %90’ı kutuplarda ve yer altında hapsedilmiş vaziyettedir. Öte yandan temiz su kaynakları, buharlaşmayağmur döngüsü nedeniyle kendini tekrarlama özelliğine sahiptir. Bu bağlamda tatlı suyun temel kaynağı, hidrolojik çevrime dayanmakta; yani su, esas olarak düşen yağmur ve karın; dereler, akiferler ve yer altı suyunu beslemesinden oluşmaktadır. Hidrolojik döngüde, atmosfer biriktirme sisteminden yüzeysel biriktirme sistemine düşen yağışın bir kısmı, sızma yoluyla zemin nemi biriktirme sistemine, oradan da sızma yoluyla yer altı biriktirme sistemine geçmektedir. Her üç

yağış esnasında daha yere ulaşmadan, arazi üzerinden akarken ve bitkiler tarafından emilip terleme yolu ile dışarı atılarak buharlaşır. Bu, suyun kısa dolaşımı yani tekrar atmosfere dönmesi olayıdır. Aynı şekilde, yağış yoluyla oluşan suların bir kısmı ise yüzeyde akar ve çeşitli akarsuları oluşturur. Diğer bir kısmı da yer altına sızar; buralarda birikir ve yer altı sularını meydana getirir. Yer altına sızan bu sular, boşlukları ve çatlakları doldurur; bu boşluk ve çatlaklar boyunca derinlere kadar gider ya da bir noktadan kaynak şeklinde yeryüzüne yeniden çıkar; akarsulara, göllere veya denize ulaşır. Bu da suyun daha uzun yollu, büyük dolaşım yapması demektir. Suyun çeşitli şekillerde yapmış olduğu bu dolaşımlarına “Hidrolojik Dolaşım” adı verilmektedir. Hidrolojik dolaşım, suyun önce buharlaşıp, ardından yağmur ya da kar olarak tekrar doğaya dönmesi ve bunun sürekli tekrarlanarak

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

115


gerçekleşmesi; havadaki oksijenin tekrar tekrar

drenaj edilmektedir. Kaliteli suya sahip bölgeler,

bitkiler tarafından üretilmesi gibi insan emeğinin

küresel ve onun çevredeki uzantıları olan yerel

direkt rol oynamadığı bir döngüdür. Böyle doğal

sermaye tarafından tahrip ve yağmaya tabi

döngülerle ortaya çıkan nesnelerin değişim

tutulmaktadır. Bunların örneği Bursa-Nilüfer

değeri olamaz, olsa olsa kullanım değeri olabilir.

Nehri ile Çorlu Deresi ve Ergene Nehri’dir.

Hidrolojik döngü, bir yerinde ya da her hangi bir aşamasında müdahale edilebilir değildir. Burada sisteme müdahale, su havzalarını kirletmek veya mülkleştirmek şeklinde olmaktadır. Su havzalarınızı hastalık ve tahribat üreten kapitalist mantıkla kirletir, insanı direkt bu kaynakları kullanmaktan men ederseniz ve de bu kirletmeyi bile paraya çevirmeye çalışıp temiz suyu ambalajlayarak satmaya çalışırsanız; bu iki durum, sonuçları açısından birbirini besleyen

Geçtikleri tüm havzaları kirleten bu nehirler, bir zamanlar içinde balıkların yaşadığı, insanların içme sularını direkt karşıladıkları nehirler olarak anılmaktadır. Bundan çok değil 60 yıl önce bu nehirlerin kıyılarında yaşayanlara, suyun ambalajlanarak satılacağı söylense herhalde birçok insanın tavrı, bu duruma tebessüm etmek olacaktı. Bir zamanlar komik bir durum olarak algılanan anormal durum, şimdi normalleşmiş ve bir sektöre dönüşmüş durumdadır.

unsurlara dönüşür. Doğaya karşı işlenen suçlar

Ulusal şirketlerle başlayan suyun kirletilmesi ve

çerçevesinde, üretimin girdisi haline getirilen

ticarileşmesi, daha sonra çok uluslu şirketlerin

su, doğada var olan özelliğini yitirmiş olarak

devreye girmesiyle uluslararası bir boyut

tekrar havzalara verilmekte; Havzaların

kazanmıştır. Bunun dışında morfinlenmiş gibi

kirlenmesi nedeniyle temiz suya ulaşamayan

enerji bağımlısı olan kapitalizmin yükselen

insan, mülkleştirilmiş, ticarileştirilmiş suya

dozlarda enerji ihtiyacı, gözlerin nükleer, karbon

yönelmektedir. Sorunu var eden de ondan

ve hidro enerjiye dolayısıyla akarsu kaynaklarına

sermaye üreten de aynı mantıktır.

yönelmesine neden olmuştur. Bu yöneliş

Sanayide çok miktarda su kullanan sektörlerden birisi de “tekstil boyahaneleri”dir. Bu tesislerde kullanılan yaklaşık su miktarları aşağıda tablo halinde verilmiştir.1

sonucunda Devlet Su İşleri, Enerji Bakanlığı ve Enerji Piyasası Denetleme Kurulu verilerinden, şimdiye kadar 2000 civarında HES (Hidroelektrik Santral) projesi geliştirildiği, 400’e yakın HES’in ise çalışmaya başladığı anlaşılmaktadır. Akarsu yataklarının ve ekosistemin

GÜNLÜK SU

SAATLİK SU

bozulduğu, 49 yıllığına suyun kullanım

SARFİYATLARI

SARFİYATLARI

(m3/gün)

(m3/h)

hakkının enerji yatırımcısının eline geçtiği

KÜÇÜK

500 - 1000

20 - 40

ORTA

1000 - 3000

40 – 125

BÜYÜK

3000 - 6000

125 – 250

BOYAHANE ÖLÇEĞİ

gibi gerekçelerle hareket eden HES karşıtları, suyun kullanım ve tasarruf hakkı, ekolojinin tahribatı konularını toplumun gündemine getirmeye çalışmaktadırlar. Bu noktada daha önceki makalelerimizde belirttiğimiz gibi,

Boyahanelerde kullanılan suyun kalitesi çok

insan eylemliliğinin temellerinin; modern

özel haller dışında 0-1,5 °Fr (Fransız Sertliği)

zamanların varlık algısı, tüketim ve üretim

mertebelerindedir. Bu su, kaliteli bir sudur.

ilişkileriyle mülkiyet kavramlarından bağımsız

Özellikle tekstil sanayinin yuvalandığı yerlerin,

düşünülemeyeceğini tekrar belirtelim. Hiçbir

yumuşak suya ulaşılabilecek bölgelerde

beşeri üretime dayanmadan, dünyaya

olması rastlantı değildir. Yumuşak suyun bir

gelir gelmez hazır bulduğumuz metaları

bölümü düşük ve orta basınç grubu kazanlarda

mülkleştirmeye çalışan, artı değeri sırf üretim

buhar üretimi için kullanılırken, bir bölümü

araçlarına sahip diye kendi hakkı olarak

de doğrudan boya makinelerinde proses

gören bir anlayışa, hangi paradigmadan karşı

suyu olarak kullanılmaktadır. Çıkan boyalı

çıktığımız ve bu paradigmanın da ön gördüğü

su arıtma maliyetleri yüzünden arıtılmadan

dünyanın nasıl olacağı önemli bir konudur.

derelere verilmekte, oradan da denizlere 1 http://www.aritan.com.tr/boyahaneyazi.htm

116

Toprağın oluşumu da suyun hidrolojik döngüsüne benzemekte, suyun ve havanın

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


mülkleştirilemez olması gibi bir sürece tekabül

ve talep hem tür içi/insanlar arası eşitsizliği

etmektedir. Toprak; milyonlarca yılda jeolojik

üretirken, diğer yandan ontolojik anlamda türler

açıdan iç ve dış kuvvetler olarak tanımlanan

arası hiyerarşi üretmekte, bu durum ise aslında

atmosfer hareketleri, tektonik hareketler,

doğanın bir parçası ve onun içinde mündemiç

yağmurlar, gece ve gündüz ısı farklılıkları,

olan insanın doğa üzerinde egemenlik iddiasına

doğadaki flora ve fauna yaşam çevrimi

yol açmaktadır. Bu iddia doğal olandan

tarafından; ana kaya diye nitelendirilen yapının

sapma halidir. Hastalanmış insan algısının

çözülerek kum, kil ve silt formasyonlarına

sonucu oluşan bu iddia, insanın ebedileşme

dönüşmesi ve organik parçalanmalar neticesinde

ve ölümsüzlüğü elde etme adına, yeryüzünü

oluşmuştur. Toprağın tasarrufu ve üzerindeki

iliklerine kadar tahrip etmesine, yaşamın

egemenlik iddiası suyun ve havanın üzerindeki

ve doğanın temel direklerini mülkleştirerek

egemenlik iddiasına benzemektedir. İnsanın

onu sonsuz bir kaynakmış gibi tüketmesine

hiçbir dahlinin bulunmadığı süreçlerle var

yol açmaktadır. Bu durumu meşrulaştırma

olan bu unsurların üzerindeki egemenlik

ve normal halmiş gibi ilan etmenin, siyasi,

iddiaları havada kalmaktadır. Bu iddialar çeşitli

kültürel, tarihi birçok kodları üretilmiş ve

manipülasyon araçları ile topluma normal ve

gerçeklikmiş gibi insan algısına giydirilmiştir…

doğal olarak kabul ettirilmeye çalışılmaktadır.

Bu durum, meşhur ifade ile kendinden menkul

Doğa, sabah erken kalkanın ve demiri elinde

bir haldir; tamamıyla manipülasyon sürecidir.

bulunduranın sahip olduğu bir meta değildir.

Bu ön kabulün, kesinlikle sorgulanması; doğal

Doğa, tüm canlı yaşamın ortak kullandığı evi ve

olandan bin yıllar önce ayrılarak insan zihninde

hayat ağacıdır.

hastalanmaya yol açan bu durumun düzeltilmesi

Antropolojik tanımlamalara göre insanın doğada görülmeye başlamasından nice sonra toprak mülkiyeti ortaya çıkmıştır. Toprağın yoğun emekle işlenmesi gereği, emeğe ihtiyaç duyulmasıyla beraber insanların birbirini köleleştirme süreci başlamış, bu olgu zaman içerisinde değişik isim ve adlar alsa da alttan alta değişmeden varlığını sürdürmüştür… Kapitalizmin doymak bilmez, kutuplaştırıcı ve doğayı sarf malzemesi gören algısı, dünyayı yönetme ve yönlendirmeye devam ederse, soluduğumuz ekosistem için hayatiyet ifade eden atmosferin de akıbetinin sudan farklı olmayacağı görülmektedir. Arnold

Schwarzenegger’in başrol oynadığı Amerikan yapımı bir bilim kurgu aksiyon filmi olan Gerçeğe Çağrı (Total Recall)’da Mars’ta para

gerekmektedir. İlk önce insan; ön kabulünde var olan ve belki de tüm sapmanın ana merkezini oluşturan, yeryüzünde ölümsüzlüğü yakalama saplantısını çözmek zorundadır. Bu problem çözülmeden, fanilik hali bilince çıkmadan, sorunun çözümü zor görülmektedir. Yaşamın üç temel direği tüm ekolojiye ait unsurlardır. İnsanın bu unsurlardan faydalanması, egemenlik üzerinden değil ekolojik unsurlar üzerinde ortaklaşma şeklinde olmalıdır. İnsan türünün kendi içindeki ilişkisi açısından ise, bu kaynakların kullanımı eşitsizliği üretmeyen kamu kontrolünde olmalıdır. Bu kamudan kastımız, eşitsizliği ve hiyerarşiyi üreten egemen yapı değil, hayatın her alanında toplumun, örgütlü ve direkt doğrudan yönetimde söz sahibi olduğu bir yapıdır.

karşılığı hava satılması gibi, çok uzak olmayan bir zamanda kapitalizm, kirlettiği havayı fırsata dönüştürmesini bilecek, insanlara ambalajlanmış temiz hava satışına başlayacaktır. Bunu aramızdan bazılarının görme ihtimali hiçte uzak değildir. Yaşamın üç temel direği olan toprak, hava ve su tüm ekolojik sisteme ait bir mülktür. Bunun üzerinde hiçbir canlının tekel oluşturması, onun üzerinde mülkiyet tasarrufunda bulunması, açıklanabilir bir durum değildir. Böyle bir eylem

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

117


Gündem

Fransa’nın Cezayir’de İşlediği Suçlar Ataullah Bogdan Kopanski İslami Yorum İçin Çeviren:

İlhami GÜMÜŞ

1832-1962 Yıllarında İnsanlığa Karşı İşlenen Sömürge Dönemi Suçları ve Fransız-İtalyan İşgali Altındaki Mağrib’te Gerçekleştirilen Müslüman Katliamları

Özet:

yazılanların çoğu, çağdaş politik, kültürel,

Müslüman Kuzey Afrika’nın İtalyanların

bastırılmış gerçekleri kendilerince yorumlayan

yanı sıra Fransızlarca işgali, Akdeniz Bölgesi tarihinde tüm Avrupa kaynaklı sömürge dönemi kıyımları arasında en vahşice olanıdır. Fransızların acımasız kılıçtan geçirme politikası, Scipio Africanus’un 3. Kartaca seferinde uyguladığı Roma usulü eski taktik ve stratejileri andırmaktadır. Camiler, vakıflara ait varlıklar ve medreselerin sistematik yıkımı ancak Orta Çağ Sicilya ve İspanya’sındaki Hıristiyan haçlılarının fanatizmiyle karşılaştırılabilir. Fransızların Mağrib’te uyguladığı kültürel devrimi ancak Komünist ağalar, Kemalistler, Tunuslu Sosyalistler ve Pehlevi şahlarının yaptığı tahribat gölgede bırakabilir.

ve ağırlıklı olarak sömürgeciler, doğu bilimciler, Siyonistler, komünistler, feministler, radikal ya da ılımlı laikler, Taş Devri’nden kalma solcular, ‘Yeni Sağ’, ‘Yeni Sol’, ulusalcılar, ırkçılar, homoseksüeller ve benzerlerinin bakış açılarına dayalı olarak gayri Müslim Avrupalılarca yazılan raporlar ve anı yazılarına dayanmaktadır. Emir Abdulkadir (1808-1883) ve Şeyh Şamil (17981883)’in önderlik ettiği mücahitler işgalci Fransız ve Rus ordularına karşı cansiperane bir şekilde direnmiştir. Ancak ihanet ve Tanzimat döneminin Türk, Yahudi ve Ermeni serbest masonlarınca kontrol edilen Osmanlı Devleti’nden destek gelmemesi hem Cezayirli

Müslümanlara karşı politik ve dinsel önyargıları bir yana bırakacak olursak, Müslümanların sömürgecilere karşı direnişlerini ele alan tarihçi derhal tarih yazımının hakikiliği sorunuyla karşı karşıya kalır. Sömürge karşıtı cihad hakkında

118

cinsel ve dinsel amaçlarına hizmet etmesi için

hem de Dağıstan-Çeçenistan’daki İslamcı gerillaların cihatlarını yarıda kesmelerine ve de Mağrib ve Kuzey Kafkasya üzerinde küffarın sömürge yönetimini kabul etmek zorunda kalmalarına yol açmıştır. Şeyh Şamil 4 Şubat

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


1871’de1 Mekke’de sürgünde iken, Abdulkadir

batılı oryantalistler tarafından “dinsel düzenler”

ise sürgün edildiği Şam’da 25-26 Mayıs 18832

olarak; sömürge istilaları boyunca zaviyelerinde

gecesi hayata gözlerini yummuştur. 1857’de

tasavvufla cihadı bütünleştiren bu saygıdeğer

Hindistan Müslümanları ve vatansever Hindular

şeyh ya da müritleri ise yanlış bir şekilde

İngiliz sömürgecilere karşı silahlı ayaklanma

“peygamber”, “mehdi” ya da “savaşçı-aziz”ler

başlatmışlardır. Mühimmat bulamayan ve (Doğu

olarak adlandırmışlardır.3

Hindistan Şirketi ile yakın bir işbirliği içinde olan) racalar tarafından ihanet uğrayan gerillalar

Napolyon Savaşları sona ererken, Fransa’nın

çok kanlı bir şekilde ezilmişledir.

oynadığı küresel deniz gücü rolü de sonlandı.

Geçmişi çok eskilere uzanan Oran’daki İspanyol

Yedi Yıl Savaşları’nda (1756-1763) kaybedilmesi

işgali 1792’de sona ermesine rağmen, Cezayir

Fransız monarşisini ikinci sınıf bir sömürge

ve Barbaros sahilinde korsanlık yapan Türk-

imparatorluğuna geriletmişti. 1820’lerde

Arnavut donanmasının Araplar ve Berberi

Marsilya ve Tulonlu Fransız tüccarlar Kuzey

Mağrib üzerindeki hâkimiyetleri, İslami açıdan

Afrika’yı “Cezayirli korsanların terörü”nden

meşruiyetini kaybetti. Fransız, İspanyol, İngiliz

kurtarmak için güçlü bir politik kampanya

Louisiana, Kanada ve Kızılderili sömürgelerin

ve İtalyan donanmaları Akdeniz’i bir Hıristiyan gölüne dönüştürürken, Cezayir, Tunus ve Libyalı korsanların bol kazançlı işleri iyice daraldı. 1783 ila 1827 yılları arasında çıkan çok sayıda Arap-Berber vergi isyanı giderek despotlaşan beyliklerin siyasi iktidarının altını ciddi şekilde oydu. Muzab’ın beş Sahra bölgesinden gelen Harici-sonrası İbadiye tarikatı, kıyıda yer alan limanlar ve gelişen çöl vahaları al-Aghwat, Uarqla, Tuqqurt, Biskra ve Ayn Madi arasındaki ticaretten zengin bir orta sınıf olarak ortaya çıktı. Sahra’nın bu beş şehri hiziplere ayrılmış çok sayıda kabile ve yakın bir şekilde birbirine bağlı Darqawiyye, Kadiriyye, Rahmaniyye

başlattı.4 Bu tüccarlar, Maltalı korsanlar, Korsikalı

ve Ticaniyye sufi tarikatlarının ortak aklıyla

kaçakçılar ve Sardunyalı haydutların cirit attığı

yönetilmekteydi. Etkili klanların hürmet edilen

Akdeniz’de çok karlı silah ve yiyecek kaçakçılığı

din büyüklerinin önderlik ettiği bu dostluklar,

yapıyorlardı. Fransızların Mağrib’i fethetmeleri,

M. N. Chichagova, Shamil na Kavkaz’ i v’

1

Rossyi, Biograficheskyi ochyerk, St. Petersburg: Tipografyailitografya S. Millerai I. Bogelmana, 1889, 14, 205. See also; Muhammad Hamid, Imam Shamil, The First Muslim Guerrilla Leader, Lahore: Islamic Publication, 1979, p. 147.

en düşük sömürge dönemi savaş standartlarına Örnekler: Julia A. Clansy-Smith, Rebel and

3

Saint. Muslim Notables, Populist Protest, Colonial Encounters (Algeria and Tunisia, 1800-1904), Berkeley: University of California Press, 1994, Michael Adas, Prophets of rebellion: Millenarian Protest Movements against the European Colonial Order, Chapel Hill: University of North Carolina Press, 1979. Octave Depont and Xavier Coppolani, les confreries musulmanes, Algiers: Jourdan, 1897.Also; Michael Brett,’Mufti, Murabit, Marabout, and Mahdi: Four Types in the Islamic History of North Africa’, Revue de l’Occident Musulman et de la Mediterranee, vol.29, no.1 (1980), pp. 5-16.

Alexandra H. Kasznik, Abd el-Kader 1808-

2

1883, Wroclaw-Cracow: Ossolineum, 1977, p. 204. Muhammad ben Abd al Qader al-Jaza’iri tarafından yazılan Abdülkadir hakkındaki en iyi biyografya, Tuhfa al-za’ir fi tarikh al-jaza’ir wa al amir Abd al Qader, ed. Mamduh Haqi, Beirut: Kitab, 1964. Abdülkadir’e sömürge dönemi Fransız edebiyatında muazzam bir yer ayrılmıştır; Bibligraphie militaire des ouvrages francais ou traduit en francais et des articles des principales revues francaises relatifs a l’Algerie, Tunisie, et au Maroc de 1830 a 1926, Paris: Imprimerie Nationale, 1930-1935, 2, pp. 300306.

Ann Thomson, Barbary and Enlightenment:

4

European Attitudes towards the Maghreb in the Eighteenth Century, Leiden: E. J. Brill, 198, passim.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

119


göre bile son derece gaddarcaydı. Cezayir’deki

doğru açıldı. Cezayir’in istilası için Napolyon’un

Fransız işgalcilerin amacı Louis Napolyon

1808’de uyguladığı beklenmedik durum planını

III.’ün ifadesiyle, “Arapları uygarlaştırmak ve

benimseyen General de Bourmont, Cezayir’in 27

Fransızlaştırmak” idi. Resmi olarak, Fransa’nın

km batısında yer alan Sidi Ferruch’ta 14 Haziran

Cezayir’i 5 Temmuz 1830’da istilası, 29 Nisan

1830’da 34.000 askerle karaya çıktı. Dey, 7.000

1827’de meydana gelen eften püften bir olayın

yeniçeri, Konstantin ve Oran Beyliklerinden

bahane edilmesinin bir sonucudur. Tepesinin

19.000 asker ve dağ kabilelerinden 17.000

attığı bir anda Cezayirli Hüseyin Bey Fransız

savaşçı gönderdi. Fransız istilacılar üç hafta

konsolosu Pierre Deval’a sinekliğiyle çarpmış

süren taarruzdan sonra (şimdiki başkent)

ve popülaritesi düşük olan Fransız kralı Charles

Cezayir’e girdiler. Dey silah bıraktı ve Avusturya

X, bu olayı “korsan yuvası Cezayir’e” karşı

İmparatorluğu’nun kontrolü altında bir Fransız

savaş için bahane olarak kullanmıştır. Ancak

gemisiyle İtalya’ya doğru yola çıktı. Fransız

1830 Temmuz’unun sonunda, Paris’te üç gün

ordusu Ekim’de yerli Müslüman askerlerden

süren kanlı sokak çatışmalarının neticesinde

oluşan ilk piyade birliklerini kurdular. Bunu

onun rejimi çökmüş ve monarşinin bu son

daha sonra sipahi birlikleri takip etti. Beylikler

temsilcisi canını kurtarmak için sürgüne

olarak bilinen yerleşik Türklere ait tüm

kaçmıştır. Bu tam kapsamlı sömürge istilasının

binaları kamulaştırdılar. Oran’da Fas Sultan’ı

resmen açıklanmayan gerçek sebebi Fransız

Abdurrahman Hıristiyan Fransız askerlerinin

ekonomisinin bozukluğu ve iç politik kargaşadır.

katliam yapmasına göz yummadı. Abdurrahman,

Cezayir’in Yahudi tüccarları Bekri ve Busnah, 1796’da İtalya’ya sefer düzenleyen Napolyon’un askerlerine büyük miktarlarda hububat tedarik etmişlerdi. Ancak Bonapart, çok aşırı olduğunu iddia ederek hesabı ödemeyi kabul etmedi. 1820’de XVII. Louis hesabın yarısını ödedi. Bekri’ye 250.000 Frank borç vermiş olan Dey, paranın geri kalanını Fransa’dan talep etti. Başta Bekri olmak üzere bu tüccarlar, Fransa kendilerinin alacağını ödeyene kadar Dey’e olan borçlarını ödemeyeceklerini ilan ettiler. Dey’in Fransa konsolosu Pierre Deval ile bu konuda yaptığı görüşmelerden bir sonuç çıkmadı. Fransız hükümeti 1820’de tüccarlara geri ödeme konusunda hiçbir girişimde bulunmayınca Dey, konsolos Deval’ın ona karşı Yahudi tüccarlarla iş birliği yapmasından şüphelendi. Bone konsolosu olan Deval’in yeğeni Alexandre’nin, Bone ve La Calle’deki Fransız ambarlarını muhkemleştirmesi Dey’i çileden çıkardı. Deval ve Fransa Savaş Bakanı Clermont Tonnerre, askeri bir sefer planladı ancak Konsey Başkanı olan ultra monarşi yanlısı Villele Kontu ve kralın varisi Cezayir’in askeri olarak istilasına karşı çıktılar. Restorasyon, nihayet Cezayir’e üç yıl abluka uygulamaya karar verdi. Ancak ablukanın başarısız kalması üzerine, Restorasyon 31 Ocak 1830’da Cezayir’e birlik göndermeye karar verdi. Amiral Duperre, Tulon’da 600 gemiden oluşan bir Filo’nun komutasını ele aldı ve Cezayir’e

120

Prens Moulay Ali’yi Tilemsen’e halife olarak atadı. Misillemede bulunan Fransızlar iki Faslı Muhammed Beliano ve Bin-Kirane’yi idam etti; diğer yandan Oran’ın askeri valisi General Boyer onların tüm gemilerini ele geçirdi. 1 Aralık 1830’da Kral Louis Philippe, Duc de Rovigo’yu Cezayir’deki askeri personelin başına getirdi. De Rogivo, arazi ve mülklerin sömürgeleştirmesine başladı. 1833’te uyguladığı baskıların abartılı olması üzerine geri çağrıldı. Fas ile çatışmadan uzak kalmak isteyen, Louis-Philippe bir taraftan da askeri gücünü sergilemek istercesine Sultan’a bir kafile gönderdi. Başkanlığını Kont de Mornay’in yaptığı ve ünlü ressam Delacroix’i de içiren kafile Sultan’dan Tilemsen’i boşaltmasını istedi ama o bunu reddetti. Şubat 1832’de başkanlığını Kont de Mornay’in yaptığı ve ünlü ressam Delacroix’in de içinde bulunduğu bir heyet, Sultan Moulay Abdurrahman’dan Tilemsen’i boşaltmasını istedi ama o bunu reddetti. 1834’te Fransa, yaklaşık 2 milyonluk bir Müslüman nüfusu barındıran Cezayir’in işgal altındaki bölgelerini sömürge olarak ilhak etti. İşgal altındaki bölgede hüküm süren ve kılıç hükümeti diye adlandırılan yönetimin yerine, savaş bakanlığına bağlı sivil ve askeri yetkiler tevzi edilen yüksek rütbeli bir ordu subayı, genel vali olarak atandı. İlk genel-vali olan Marshall Bugeaud sistemli işkence ve yakıp yıkma politikasıyla istilaya öncülük etti. Cezayir şehrinin fethinden kısa süre sonra asker kökenli

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


politikacı Bertrand Clauzel ve diğerleri tarımsal

refah içindeki Müslüman arazilerinin nüfusunu

arazileri ele geçirmek ve resmi itirazlara rağmen

daha da azalttı. Tanınmış liberal politik düşünür

yerleşiminin faturasının bir kısmını araziye

Alex de Tocqueville 1841’de bu konudaki

hücum başlatarak Avrupa’dan gelen çiftçilere

görüşlerini açıkça ortaya koymuştur:

çıkartmak için bir şirket kurdu. Clauzel, Mitidja Ovası’nın tarımsal potansiyelini fark etti ve orada büyük çaplı pamuk üretimi yapılabileceğini öngördü. Genel Vali (1835-36) olarak, yetkisini kullanıp araziye yatırım yaptı ve ordu subaylarını ve yönetimi altındaki bürokratları da aynısını yapmaya teşvik etti. Bu gelişme Fransız yetkilileri arasında Cezayir’e yönelik büyük bir çıkar ilgisi yaratarak bu ülkeye yapılan müdahaleyi daha da derinleştirdi. Hükümet şemsiyesi altında bölgede ticari çıkar peşinde koşanlar, Fransız işgal bölgesini genişletmekle arazi vurgunundan elde edebilecekleri karları fark ettiler. Büyük tarımsal alanlar oluşturdular,

Afrika’daki savaş bir bilimdir. Herkes onun kurallarının farkındadır ve herkes bu kuralları uygularken başarılı olacağından nerdeyse kesin bir şekilde emindir. Mareşal Bugaeud’un ülkesine yaptığı en büyük hizmetlerden biri bu yeni bilimi yaymak, mükemmelleştirmek ve herkesin onun farkına varmasını sağlamak olmuştur… Benim fikrimi soracak olursanız, ben Afrika’dan şu anda savaşı yürütme tarzımızın Araplarınkinden çok daha vahşice olduğu düşüncesine gark olmuş bir şekilde dönmekteyim. Bugünlerde medeniyeti temsil edenler onlar, biz değiliz. Bu şekilde savaşı yürütmemizin gaddarca olduğu kadar

fabrikalar ve işletmeler kurdular ve de mevcut ucuz işgücünden faydalandılar. “Cezayir” ismi bile Fransız etiketini taşır: Temmuz monarşizminin gölgesi altında gerçekleştirilen fethi müteakiben Osmanlı İmparatorluğu ile ihtilaflı durumda olan Cezayir toprakları ilk olarak “Kuzey Afrika’daki Fransız varlıkları” diye, daha sonra ise 1839’da Mareşal General le Duc de Dalmatia tarafından “Cezayir” olarak adlandırıldı. 1790’da Fransa iki Yahudi tüccarı Bekri ve Busnah’tan Fransız ordusu için

aptalca olduğunu da söyleyebilirim. Bu, ancak

buğday satın almak için anlaşma yapmıştı.

vahşi ve kaba askerlerin zihin dünyasının bir

Cezayir şehrinin düşüşünden hemen sonra en başarılı yerel muhalefet Konstantin Bey’i Ahmet bin Muhammed’den geldi. Türk yetkilerin yerine yerel liderleri geçirip Arapçayı resmi dil haline getirip mali işleri İslami ilkelere göre düzenlemeye çalışarak Beyliğindeki Osmanlı idaresinde büyük bir revizyona girişti. Fransızlar, Beyliğin arazilerinin bir kısmını görüşmeler yoluyla elde edemediği gibi Bertrand Clauzel’in öncülük ettiği işgal güçleri 1836’da Konstantin’den büyük bir hezimetle çekilmek zorunda kaldı. Ancak bir yıl sonra 13 Ekim 1837’de Fransızlar, Sylvain Charles Valee’nin idaresi altında Konstantin’i ele geçirdi. 1830 ve 1872 yılları arasında hızlı bir şekilde Müslümanların nüfusundan 875,000 kişi eksildi. 1867-68 yıllarındaki korkunç kıtlıktan sonra ortaya çıkan yıkıcı kolera salgını, daha önceleri

sonucu olabilir. Aslında, haklı olarak Türklerin dünyada nefret uyandıran uygulamalarını aynen tekrarlamak son derece anlamsız… Fransa’da saygıdeğer bulduğum birçok kimsenin, ürünlerin yakılması, zahire ambarlarının boşaltılması ve nihayet silahsız erkek, kadın ve çocukların zapt edilmesini doğru bulmadıklarını duydum. Bana göre bunlar, Araplara karşı savaş yürütmek isteyen herkesin kabullenmek zorunda olduğu talihsiz koşullardır. Bence kabileleri ezmek için her türlü araç kullanılmalıdır, insan türü ve uluslar birliğinin kınadığı şu kabilelerin önüne set çekilmelidir. Şahsi kanaatimi sorarsanız, savaş kanunları ülkenin tahrip edilmesine imkân tanır ve bunu ya mahsulleri hasat zamanında yok ederek ya da herhangi bir vakitte insan ya da sürüler ele geçirmek amacıyla ani baskınlar yaparak gerçekleştirmeliyiz… Her neyse, genel anlamda Cezayir’deki tüm politik özgürlüklerin

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

121


dondurulması gerektiğini söyleyebiliriz.5 Fransa içindeki isyancı halkın ilgisini krizden uzaklaştırmak için askeri bir sefer olarak başlatılmış olan Cezayir’in işgali çabucak, ele geçirilmiş çok büyük arazinin, çoğunlukla eğitimsiz ve oldukça fakir olan Maltalı Katolik, İtalyan, İspanyol kökenli Korsikalı ve Fransız köylülere transfer edilmesine dönüştü. General ThomasRobert Bugeaud 1849’da Cezayir’i işgal edişinin amacını açıkça ilan etmekteydi: Büyük bir iç görüye sahip olan Araplar karşılarına çıkardığımız zalim devrimi çok iyi anlamaktalar; sosyalizm bizim için ne kadar radikal olursa bu devrim de onlar için o denli radikal… Biz sadece ordulara karşı savaşmıyoruz aynı zamanda doğal zenginlikleri ele geçirmek için de savaşıyoruz. Düşman askerlerini yendikten sonra, kalabalık merkezleri, ticaret, sanayi merkezlerini, gelenekleri ve arşivleri ele geçiriyoruz. Çok geçmeden de doğal zenginlikler zorla ele geçirilmektedir. Afrika’da ele geçirilebilecek tek zenginlik var, o da tarımsal zenginliktir. Bu doğal zenginliği ele geçirmekten başka bu memleketi zapt etmenin bir yolu olduğunu sanmıyorum.6

kiliseye dönüştürüldü. Fransız Devrimi’nde bir zamanlarım çok güçlü olan Kilisesi çok kişisel bir inanca indirgenmiş olmasına karşın, işgal altındaki Cezayir’de Katolik köktendinciliği teşvik edildi. Müslüman Mağrib’in iki yıl süren saldırılarla kolonileştirmesinden sonra, şarap üretimi Fransız-Cezayir ekonomisinin en önemli ürünü haline geldi. Hıristiyanlara yönelik şarap üretimi için kullanılan alan Müslümanların yiyecek ürünleri pahasına iki katına çıkarıldı. Bu Fransız ‘şarap bağcılığı devrimi’ alkolün haram olduğu İslami topluma dayatıldı. 1839’da arazi vergileri üç katına çıkarıldı; bunun sonunda Müslüman tüccarlar ve tahıl üreticileri perişan oldular. 1830’daki Fransız işgalinden önce Cezayir Fransa’ya buğday ihracında bulunuyordu. 1789 Fransız Devrimi, bilahare parasını ödemeyi reddettikleri Cezayir buğdayı sayesinde ayakta kalabildi. Bu parayı on yıllar süren devrimsel terör ve şiddetten sonra bile ödemediler. Kibirli davranan sefir Deval’in azarlanması ve kovulması, borcun ödenmemesinin ılımlı diplomatik misillemesiydi.7 Politik olarak istikrarsız Fransa’ya buğday ihraç eden Cezayir ekmek bulamaz duruma gelmişti. Daha sonraları, Fransa’ya olan bağımlılığı iki katına çıktı, böylece Cezayir’deki Fransız egemenliği ekonomik bakımdan sağlama alındı. Fransız sömürge boyunduruğu altında Cezayir, Müslümanların tüketmediği şarabı Fransa’ya ihraç ediyor ve çaresizce muhtaç olduğu buğdayı ise ithal ediyordu.8 İşgalin başında Fransız askerleri Cezayir şehrinde askeri bir üs kurdular ve sömürge alanı

Fransız işgalciler beyliklere ait olan kabile arazilerinin yanı sıra İslami vakıflara ait olan arazileri de ele geçirdiler ve onları Hıristiyan sömürgeciler arasında dağıttılar. Bu fakir Katolik köylüler, tipik sömürgeci kuşatılmış kale mantığını geliştirdikleri katı bir şekilde ayrılmış yerleşim alanları kurdular. Müslümanların Alexis de Tocqueville, 1841 - Extract of Travail

5

sur l’Algérie, in Œuvres complètes, Gallimard, Pléïade, 1991, p. 704-705. 6 Cited by Charles-Andre Julien, ‘Bugeaud’, in his, (ed.), Les Techniciens de la Colonisation (XiX -XX siecles, Paris, Presses Universitaires de France, pp. 55-74.

122

malları ellerinden alındı ve yüzlerce cami

oluşturdular, fakat 1840’ta Fransız cumhuriyetçi rejimi Müslümanların bütün arazisini toptan fethetme ve sömürgeleştirme emrini verdi. Fransız tarihçilerce Kuzey Afrika’daki Fransız sömürge imparatorluğunun babası olarak kabul edilen General Thomas-Robert Bugeaud (1784-1849) ele geçirilen toprakları Hıristiyan sömürge vatandaşları namına korumak için Müslümanların toplumsal, politik, ekonomik ve askeri altyapısının tümüyle imha edilmesi gerektiğini ileri sürmekteydi. Fransa’da ‘Rue Roger Garaudy, Pour un dialogue des

7

civilisations, Paris: Denoel, 1977, p. 56. Ibid. p. 57.

8

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Transnonain’ kasabı olarak nam salmış olan

Lerida’da öğrendiği terör ve katliamları otuz yıl

Napolyon savaşlarının bu gediklisi Müslüman

sonra daha vahşi bir barbarlıkla Cezayir’deki

mücahitler, İspanyol gerillalar ve Fransız

Müslümanlara karşı uygulamıştır. Sömürge

devrimcilerle aynı aşırı sadistik ruhla savaşan

fetihleri ile ilgili yeniden tanımladığı teoriye

‘belalı bir asker ve müfrit’ idi. Bonapart’ın

göre askeri işgal, savaşçılarla onların sivil

talihsiz 1809-1814 Peninsular Savaşı esnasında

destekçileri, kılıçla saban arasındaki çizgileri

fethedilen Lerida’da İspanyol rahibelerin

belirsiz hale getiren gerilla savaşının zorlukları

kitlesel olarak tecavüzünden büyük bir zevk

ile baş etmek için yeterli değildi. Haziran 1830

9

almıştır.

10

İspanyol şehirleri Saragosa ve

Devriminden sonra orduya yeniden katıldığında, anti-gerilla savaşı ve sömürge fetihleri

William L. Langer, Political and Social Upheaval,

9

1832-1852, New York: Harper & Row, 1969, pp. 328-330. Nisan 1834’te Hotel de Ville yakınlarında Rue Transnonain’de fakirliğin pençesinde çekişen isyancı Parislilere katliam yapması için Ulusal Muhafızlara ve birliklere emir verdi. Ünlü Fransız ressamı Daumier, süngülenen işçi, kadın ve çocukların cesetlerini resmetmiştir. Bueaud’un biyografisini yazan A. T. Sullivanon’un masumiyetini idda etmiş ve somut bir kanıt göstermeksizin bu barbarlıktan dolayı Gen. De Lascours’u sorumlu tutmuştur. (vide A. T. Sullivan, Thomas-Robert Bugeaud. France and Algeria, 1784-1849, Power and the Good Society, Hamden, Conn: Archon Books, 1983, p. 13). T-R. Bugeaud ve mezalimleri hakkında daha ayrıntılı analitik ve ayrıntlı biyografiler (18361847) ve Fransa (1848 devrim süreci) için bkz. Pierre Boyer and Gabriel Esquer, ‘Bugeaud en 1840’, Revue Africaine, 1-2, 3-4 (1960), pp. 5798, 283-321, Paul Azan, ‘1848: Le marechal Bugeaud’, Revue historique de l’armee, 4, (Jan-March 1948), pp. 17-24, Idem; Bugeaud et l’Algerie, Paris: Le Petit Parisien, 1931, Maurice Andrieux, Le Pere Bugeaud, 1784-1849, Paris: Libraire Plon, 1951 (very panegyrical and without primary sources), Andre Lichtenberger, Bugeaud, Paris: L. Plon, 1931, Jean Lucas-Dubreton, Bugeaud, le soldat- le depute- le colonisateur; portraits et documents inedits, Paris: Albin Michel,1931, Charles-Andre Julien, Histoire de l’Algerie contemporaine. La Conquete et les debuts de la colonisation, 1827-1871, Paris: Press universitaires de France, 1964, Victor Demontes, La Colonisation militaire sous Bugeaud, Paris: Larose, 1918, 10 Bugeaud Şubat 1809’da Saragossa ve 1810’da Lerida’da gerçekleştirdiği kuşatma ve yıkım hakkında şöyle yazmıştır: ‘Her ev kale gibi aynı direnci göstermekte ve her birinin tek tek kuşatılması gerekiyor. Kitlesel direncin fanatik öfkesi şu anlama geliyordu: bunların her biri sürgülenmek ya da pencereden atılmak suretiyle

hakkındaki fikirleri iyice netleşti. 1836’da Cezayir’de iki ayını Napolyon’un askerlerinin İspanya’daki hatalarını burada da tekrarlayan Fransız ordusunun açmazlarını düşünerek geçirdi. Üç yıl sonra Kral Louis Philippe tarafından Genel Vali ve ele geçirilmesi zor mücahitlerle baş edemeyen Fransız ordusuna başkomutan olarak atandı. 1841’de Bugeaud Miliana yakınlarındaki Cheliff’deki Müslüman yerleşim yerlerine yönelik ilk toptan yok etme saldırısını başlattı. Kararmış tarlalar ve yanmış köyler çok geçmeden Cezayir’in her yerinde Fransız birliklerinin hareketinin nişanesi oldu. 1841 sonbaharında Cezayir’i ziyaret eden General le Comte da Castellane Souvenirs de la vie militaire en Afrique’sinde şöyle yazmıştır: ‘Avrupa’da iki üç büyük şehri ele geçirdin mi bütün ülke sizin olur ancak Afrika’da önünüzde duran tek yol onları besleyen hububatı ve onları giydiren sürüleri ele geçirmektir… Bu nedenle ambarlar, hayvan sürüleri ve yağmalama üzerine savaş yürütüyoruz.’11 Fransızlar kesinlikle Rus generaller Velyaminov, Prens Bariatinsky ve Baron Rosen’in Çeçenistan, öldürülene kadar bir sonuç alınamaz. Yağma için sabırsızlanan askerler tüm evlere daldılar, kan banyosu durdu ve yerini başka sahneler aldı: Her yerde fethedenlerin kollarında fethedilenler. Saçına ak düşen yaşlısı olsun genci olsun Carmelite rahibeleri askerlerimizin kollarında.” “Letter of Bugeaud to Philis de la Piconnerie, Feb. 12, 1809, and Antoinette de la Piconnerie, June 4, 1810, in: Henri d’Ideville, Le marechal Bugeaud d’apres sa correspondance intime et des documents inedits, 1784-1849, Paris: Librairie de Firmin-Didot et Cie, 1882, pp. 111126, cf. A. T. Sullivan, op. cit, p. 21. Douglas Porch, ‘Bugeaud, Gallieni, Lyautey: The

11

Development of French Colonial Warfare’, in: Makers of Modern Strategy. From Machiavelli to the Nuclear Age, ed. by Peter Paret, Princeton: University Press, 1986, p. 380.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

123


ya da Sir Hugh Rose’un 1857’deki Hindistan

6 Mart 1841’de yayımlanan mütalaasında

Ayaklanmasında yaptıklarından daha vahşi

Fransız yerleşimcilere, boyun eğmiş tüm

değildiler. Kafkaslarda Rus, Mindanao’da

Müslüman kabilelerle ticari bağlar kurmalarını

İspanyol, Cava ve Sumatra’da Hollandalı ya

tavsiye etmiştir. Haklı olarak şöyle düşünüyordu:

da Hindistan’daki İngiliz sömürge güçleri gibi,

‘Amerika’daki yerli kabileleri alkol mahvetmiştir.

işgal altındaki Cezayir’de bulunan Fransızlar,

Burada Araplara boyun eğdiren de ticaret

karizmatik bir emir el müminin tarafından

olacaktır… Zenginleşen her Arap bizim

ilan edilecek kıtalararası cihad hareketine

destekçimiz olacaktır.’15 İster Fransız ister

‘Cezayirlileri de kenetleyebileceğinden

Arap isterse İspanyol kökenli (Sefarad) olsun

korktukları için İslami uyanış hareketinin en ufak

Yahudiler boyunduruk altındaki Müslümanlar

bir belirtisi’

12

karşısında son derece gergindiler.

ve sömürgeci Hıristiyanlar arasındaki sömürge

1846’da işgal altındaki Cezayir’i ziyaret eden

ticaretinden aracı olarak muazzam bir şekilde

Amerika’da Demokrasi’nin tanınmış yazarı Alexis

zengin çıktılar. 1838’de Cezayir şehrinde

de Tocqueville sömürge savaşındaki şiddetin

12.322 Müslüman ve 6.065 Musevi vardı. Oran,

boyutu ve ‘embesil Fransız askerleri’

13

tarafından

Musevilerin ağırlıkta olduğu bir şehirdi. Fransız

işlenen vahşilik karşısında dehşete düşmüştür.

istilası ve bunu takiben kentli Müslümanların

Fransız askerleri Mağrib’i 1830’da işgal ettiğinde

Mısır ve Suriye’ye göç etmelerinden sonra

Müslüman militanlar, Fransızların kısa menzilli

Yahudi emlakçılar Cezayir ve Blida şehirleri

tüfeklerine karşın yaklaşık 8000 uzun namlulu

ile Mitidya Ovası’nın önemli kentlerindeki

ve uzun menzilli jezail tüfeğe sahipti. Vadilerde

metruk Arap evlerini Hıristiyan yerleşimcilere

ve yerleşim yerlerinde mevzilenmiş Cezayirli

sattılar.16 Cezayir Musevileri Fransız adetlerini

Müslüman keskin nişancıların ölümcül atışları

ve dilini kolayca benimsediler ve de askeri

çok sayıda Fransız askerinin hayatına mal

idareyle sıkı bir işbirliğine gittiler. Türedi Musevi

oluyordu. Mücahitlerin cesareti her türlü ifadenin

zenginlerden Busnah ailesi Abdülkadir’le

ötesindeydi. Lakin vahşet, demir ruhlu askeri

olan hububat ticaretini tekelleştirdi. Judah

disiplin, ağır silahların yıkıcı atış gücü ve de

ve Haim bin Durand Arapları çok becerikli bir

hepsinden öte kabile ağalarının işbirlikçiliği

şekilde kazıkladı. Bir sürü dolaplar çevirip hem

Ahmet Bey ve Abdulkadir’in liderlik ettiği direnişi

Fransızlar’dan hem de fethedilmiş Müslüman

ezdi geçti. 1842 baharına gelindiğinde Fransız

kabilelerden para kopardılar.17

ordusunun ağır silahları Maskara, Tilemsen, Taza, Tagdempt, Boghar ve Nedroma’yı biçti. Sonbahara gelindiğinde, Bugeaud’un askerleri Fas sınırı ile Tunus arasında yer alan dağlık arazinin kontrolünü ele geçirmişti. 20 Eylül 1842’de Fransa Savunma Bakanına gönderdiği

1845’e gelindiğinde Bugeaud, Abdulkadir ve Ahmet Bey’e karşı yürüttüğü ‘Ekmek Savaşı’nı kazandı. Ele geçirilen hububatı yakmak, çiftlik hayvanlarını ele geçirmek ve de meyve ve zeytin ağaçlarını kesmek onun öne çıkan marifetleriydi.

mektupta Bugeaud şöyle yazıyordu:

Onun araziyi yakıp kavurma taktikleri büyük

Tekrar başkaldıran ya da kendi bölgelerinde

yok etti ve açlıktan kıvranan köylerin teslim

göründüğünde Abdülkadir’e direnmeyi reddeden

olmalarına yol açtı; ‘Bir zamanlar zengin

kabileleri sınır dışına çıkarmakla tehdit ettim...

ürünlerle dolup taşan yamaçlar kararmış çorak

Bağlılık yeminlerini ihlal eden kabilelere mensup

araziye dönüştü.’18

oranda Müslümanların tarımsal faaliyetlerini

tüm erkekler, kadınlar ve çocuklar en şiddetli cezaya maruz kalacaklardır... Askerlerim Fransa’nın onları ortadan kaldırmayacağına inanan Müslümanları dehşete düşürecektir.

14

Ibid. p. 381.

12

Melvin Richter, ‘Tocqueville on Algeria’, Review

13

of Politics, vol.25, (July 1963), p. 377. Antony Thrall Sullivan, Thomas-Robert

14

Bugeaud. France and Algeria, 1784-1849: Politics, Power, and the Good Society, Hamden,

124

Conn.: Archon Books, 1983, p. 104. Ibid. p. 107.

15

Marc Baroli, La vie quotidienne des française en

16

Algérie, 1830-1914, Paris: Hachette, 1967, p. 91. 17 Sullivan, op.cit. p. 109. 18 Philip Kearney, Service with the French Troops in Africa, New York: William Abbott, 1913, p. 1617.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


‘Terör ve despotluk’un Cezayir’in fethi için

yolumuz üzerindeki her şeyi yok ettik ve

gerekli olduğunu açıkça ifade etmiştir.19 Fransız

yağmaladık. Orada tablo gibi bu güzel köyü

askerleri terör savaşlarını, Cezayirli Müslüman

tahrip ettik, her şeyi yaktık… Birbirine sokulup

köylülerin küçülen tarlalarından buğday

sarılmış ailelerin soğuktan gece donup

toplamaya hazırlandıkları hasat dönemi Mayıs

öldüklerini keşfettim. Bunlar köylerini ve

ayında yoğunlaştırıyorlardı. Yabancı Lejyonu’nun

kulübelerini daha önce yaktığım Beni Nasır

kıdemli askerlerinden biri Müslümanların

kabilesinin mensuplarıydı.’23

direncini Fransızların nasıl kırdıklarını şöyle bildiriyordu: ‘Biz Kutsal Kitaptaki Samson gibi 300 tilkinin kuyruğuna yanan meşaleler bağlayıp onları (Filistin’in İbrani öncesi yerlileri olan) Filistinlilerin buğday tarlalarına salarak ateşe vermedik; biz geçmişin deneyimlerine sahiptik ancak İsrailli kahramanınkilerden başka modern zamanların gözde yeniliklerine de sahiptik.’20 1789’den beri Fransızlar hep yenilikçi ve ilerici insanlar olarak görülmüştür. Cezayir’de Fransız istilacılar kuyruklarına yanan meşaleler bağlanmış kediler kullandılar. Atom çağında ise Fransız hava kuvvetleri Vietnam’daki Amerikalılardan on yıl önce napalm kullanmışlardı.

Birliklerin komutanı Lucien-François de Montagnac’ın mektubuna göre, komutası altındaki Batı Uygarlığının cesur askerleri: Arapları mahvettik, kavurduk, yerin dibine geçirdik, yağmaladık, kırıp geçirdik ve yok ettik. Bu sefil insanları ne kadar şiddetli bir şekilde tarumar ettiğimizi hayal etmek bile imkânsız… Sürülerini, evlerini, halılarını, evlerindeki tüm eşyaları özetle sahip oldukları her şeylerini ellerinden çekip aldık… Dağlara kaçmış olan kadınlar ve çocuklar soğuktan ya da açlıktan öldüler… Son aylarda (Ocak-Şubat 1842) tüm buğday ve arpalarını ele geçirdik… Ben şahsen kumanda etmekten onur duyduğum askerlerin

1841’in kavurucu sıcağında Bugeaud’un birlikleri Mitidya Ovası’nın tarıma elverişli vadilerini ‘ateş denizi’ne dönüştürdüler. Benzer terör eylemleri, işgal altındaki ‘Fransız Cezayiri’nin batı vilayetlerindeki Müslümanlar üzerinde de uygulanmıştır.21 Banu Menasir’deki tarım ürünleri ve çiftlik hayvanlarını yakan Mareşal SaintArnaud, birliklerinin Afrika’da gördüğü en verimli arazilerden birini küle çevirdiği, ‘boyun eğmeyen kabilelerin evlerini tahrip edip, sürülerini ellerinden aldıkları, ambarlarını boşaltıp bulabildiği tüm arpa ve buğdayı Miliana’ya gönderdiği’22 konusunda güvence verdi.

hepsine verdiğim talimatta eğer bana hala tek bir Arap’ı canlı iken getirecek olurlarsa, kılıcımın kabzasını başlarına geçireceğimi söyledim.24 1843’te Montagnac, adamlarına ”15 yaş üstü tüm Müslüman erkekleri öldürmelerini ve bütün kadınları ve çocukları ise Marquesas adaları ya da başka yerlere giden gemilere bindirmelerini”; kısaca, “köpek gibi ayaklarımızın dibinde sürünmeyen herkesin kökünü kazımalarını”25 Ibid. Letter to Leroy de Saint-Arnaud, Feb.8,

23

1843, p. 474. Lucien-François de Montagnac, Letters d’un

24

soldat: neuf année de campagnes en Afrique, Paris: Plon, 1885, see; Letters of March 8, and April 3-7, 1842, to Bernard and Elize de Montagnac, pp. 206- 230.

Şubat 1843’te Bugeaud’a verdiği raporda şöyle diyordu: ‘Teslim olana kadar huzur nedir bilmeyecekler.’ Menfaatçi açık sözlülüğüyle Mareşal Saint-Arnaud patronunu bilgilendiriyordu: ‘Haimda köyüne giderken Bugeaud’s Letter to the Chamber of Deputies,

19

November 30, 1840, cited by Sullivan, op.cit, p. 122. 20 Clemens Lamping, The Soldier of the Foreign Legion, London: J. Murray, 1845, p. 72. 21 Ibid. pp. 70-71. 22 Arnauld Jacques Leroy de Saint-Armand, Lettres du maréchal Saint-Arnaud, vol. 1, Paris: M. Levy, 1855, pp. 378-79.

Ibid. in Letter to Elise de Montagnac, Dec.5,

25

1843, p. 345, and to Celestine de Montagnac, May 2, 1843, p. 308. Karısına yazdığı mektupta bu savaş suçlusu sadistik, megolaman ve ırkçı rüyalarını itiraf etmiştir: ‘Her zaman tek başıma, tıpkı bir kutup ayısı gibi çok sayıda rüya görüyorum. Gerçekten canavarca rüyalar görüyorum… Cezayir’i kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına temizliyorum... Sadece benim Afrika’daki her bir Arabı bitirecek güce sahip olduğumu hayal ediyorum… Onların yaptıkları saldırılar (razzia)insan etine acı çektirmemize fırsat verdi.’ Loc. cit., cf. Sullivan,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

125


emretmiştir.

ve fetheden tarafından işgal edilen şehrin

Fransız terörü karşısında pek çok kabile reisi

Qaid’i olarak atandı ve Fransız hâkimiyetini sürdürmekten sorumlu kılındı.27 Bu korkunç duruma rağmen Konstantin, İslami eğitimin önemli bir merkezi olmaya devam etti. Şehrin ünlü medreseleri Suriye ve Mali gibi uzak diyarlardan bile binlerce talebe çekmeye devam ediyordu.28 Fransız askeri birliklerinin geniş çaplı olarak Mağrib’e yerleştirilmesi, ölümcül kolera hastalığını korkunç sonuçlarıyla kalabalık şehirlere ve vahalara taşıdı. Kolera salgını Konstantin’in kentli nüfusunu ve Ziban’ın kırsal nüfusunun büyük bir kısmını yok etti.

herkes kendi başının çaresine baksın durumuyla

Cezayir’deki bir Fransız ajanı olan Carette’nin

karşı karşıya kalmış ve bir gecede bağlılıklarını

1839’da yazdıklarına göre pek çok bölgede

değiştirmiştir. Cihadın ilk aşamalarında iki

‘nüfus siyasi bir potansiyel oluşturamayacak ve

farklı eğilim ortaya çıkmıştır: Doğu Cezayir’de

bir Fransız saldırısını püskürtemeyecek kadar

Ahmet Bey Osmanlı otoritesini yeniden tesis

azaldı.‘29

etmeye çalışırken batı Cezayir’de ise Abdülkadir kendi bağımsız İslam emirliğini kurmaya girişmişti. Güçlü Beni Haşim, Beni Emir ve Evled Sidi Şeyh’den oluşan konfederasyon tarafından 1832’de emir el müminin olarak tanınan Abdülkadir, Fransız işgali altında olan Oran’a karşı saldırıya geçmiş ve Fas sultanı Abdurrahman’ın yanı sıra (Osmanlı) Bab-ı Hümayun’dan askeri yardım istedi. Konstantin şehrinde Beni Fakkun’un önde gelenleri Ahmet Bey’i emir el mücahidin ve şeyh el Arab ilan etti. Ancak maalesef bu iki karizmatik lider gerilla faaliyetlerinde işbirliği yapmamış ve de Ukkaz kabilesinin güçlü şeyhi Ferhat bin Said gibi diğer iddialı kabile reisleri onların cihatlarını sabote etmiştir. Ahmet Bey muhaliflerinin üst edindiği Ziban’daki birçok vahanın hurma ağaçlarını kesmek zorunda kalmıştır. 1837’de Ziban’ın kabile ağaları ‘düşmanımın düşmanı dostumdur,’ şiarıyla kıya bölgelerinin fatihi Fransız komutan ile işbirliği yapmaya karar verdiler. O ana kadar ümmetin altını oyan ihanet ve kabile rekabeti yüzünden, güzelim Konstantin 12 aylık bir kuşatmanın ardından 1837’de General Valee’nin yağmacı ordusunun eline düştü.26 Şeyh el Balad namıyla anılan el Fakkun, şehri aslanlar gibi savundu. Oğlu Hammuda (Muhammed) Konstantin’in teslimi için müzakerelerde bulundu pp. 124-126. Tuhfa, op.cit, p. 300.

26

126

Konstantin uleması ve Hacı Ahmet Bey İstanbul’a askeri veya siyasi destek için defalarca mektup yazdı ancak hiçbir karşılık alamadı. Osmanlı sultanı ve Fransız hayranı danışmanları hiç tepki vermedi.30 Üstelik Akdeniz’deki Türk donanmasının yolu Tripoli yakınlarında Fransız savaş gemilerinden oluşan küçük bir filo tarafından kesildi. Konstantin’in düşüşünden üç yıl sonra Burj’daki Emir Abdülkadir’in vekili yani halifesi olan Hasan bin Azzuz’un liderlik ettiği Sahra milisleri, stratejik el-Wataya Geçidi’nin kontrolü için yapılan muharebede Banu Ghana kabilesinden gelen rakip güçler tarafından uzaklaştırıldılar. Abdülkadir ve Ahmet Bey tarafından kontrol edilen geniş bir bölge olan Tell kıyı bölgesindeki kıtlık ihtimali, Paris’i alçak General Bugeaud’ün komuta ettiği daha fazla birliği göndermeye ikna etti. Bugeaud, 1841’de Cezayir’e işgal edilmiş bölgelerin genel valisi olarak geri döndü Abdeljelil Temimi, Le beylik de Constantine et

27

hadj Ahmed Bey (1830-1837), vol.1, Tunis: Publications de Revue d’Histoire Maghrebine, 1978, pp. 220-22. 28 1857’de Konstantin’i ziyaret eden bir İngiliz gezgini olan Joseph William Blakesley’in raporlarına göre, bkz. his Four Months in Algeria, Cambridge, 1859, pp. 1-35. 29 Carette, 1839, Archives du Ministere de la Guerre, Vincennes, (Alg.) Ms H 227. 30 Temimi, Le beylik...op.cit,, p. 220

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ve hemen yeni politikasının ‘tüm bölgenin

Biskra, Aures Dağları’nın Fransız işgalindeki

işgali’ olduğunu ilan etti. Onun İslam’a karşı

bölgesinin merkezi haline geldi. Sünni Biskra’nın

toptan savaşı, Mağrib’te Fransız sömürgeciliği

nüfusunun neredeyse tamamı Muhammed el-

açısından yeni bir dönem başlattı. Hasan bin

Sağir’i izleyerek hicret etti. Mülteciler Tunus’un

Azzuz’un kardeşi Mabruk (kendi kardeşlerinin

Nafta kasabasına sığındılar. Ancak beş yıl sonra

liderlik ettiği) mücahitlerin siyasi ve askeri

Nafta’daki zaviyesine yeni bir başkaldırının

planlarını düzenli olarak Fransızlara bildiren

haberleri ulaşınca Sidi Uqba’nın şeyhi ve

maaşlı bir muhbir oldu. Ferhat bin Said

onun beraberindeki muhacirler Ebu Ziyan’ın

Abdülkadir’e ihanet etti ve Konstantin’in

mücahitlerine katılmak için hemen Ziban’a geri

düşüşünden sonra Fransızlara sığındı. 1843’ün

döndüler.32 Ancak maalesef pek çok sufi şeyhi

Kasım ayında Abdülkadir Fas’a çekildi. General

istilacı kâfirlere karşı yapılan vatansever cihat

Bugeaud’un haçlı askerleri çabucak el-Qantara

çağrısını reddettiler.

geçidinden geçerek Aures Dağlarını aştı. Mart 1844’te Duc d’Aumale’nin komuta ettiği birlik Biskra’daki en büyük Sahra vahalarından birini ele geçirdi. Kalleş kabile Banu Ghana, Ziban’ın yeni efendileri tarafından cömert bir şekilde ödüllendirildi. Küçük bir Fransız subay grubu onları yedek yerli birlikler olarak eğitti. Ani baskına rağmen, Yukarı Sahra hala fethedilememişti. İki ay sonra 116 Fransız askeri Sidi Uqba vahasının şeyhi Muhammed el-Saghir’in öncülük ettiği mücahitlere katılan yerel isyancılar tarafından öldürüldü (tüm bir garnizon yok edildi). Bu görülmemiş hücum gerçekleştiğinde kurtulan tek Fransız, o sırada Awlad Nai’l adlı adı çıkmış kabilenin kerhanesinde olan Binbaşı Pelisse idi. O ve Fransızların atadığı, şehrin Banu Ghana’lı valisi, Tulqa’daki Rahmaniye cemaatinin şeyhi Ali bin Osman’ın tekkesine sığındı.31 Biskra Mayıs

Regh Vadisi’ndeki Beni Cellab’ın şeyhi Fransız kontrolündeki pazarlardan buğday satın alma gibi bir ikramiyeden yararlanmak için 1844’teki Fransız işgalini hoş karşıladı. El-Agwat’lı bir ‘aziz’ olan Ahmet bin Salim, General Marey-Monge ile yakın bir işbirliği içinde hareket etmiştir. Pek çok yerleşim yerinde, önemsiz memurların yaptığı tekliflerle akılları başlarından giden itibarsız ‘kutsal adamlar’ yani marabutlar yarı otonom kabile bölgelerinde yönetici (mudara)olarak atanmışlardır.33 Tuqqurt yakınlarındaki Tamalhat vahasındaki Ticani zaviyesinden Sidi Ali bin İsa (ö.1844) gibi bazıları ise hiç yüzleri kızarmadan, ‘Allah Cezayir’i Fransız Hıristiyanlara vermiştir... sakın ha isyan etmeyin, barışçıl olun ve onlara silahla baş kaldırmayın. Allah onlar sayesinde sizi şedid Türk tiranlardan kurtardı daha ne istiyorsunuz,’34 şeklinde vaaz verebilmişlerdir.

ayında kurtuldu ancak takviye gelen Fransız birlikleri ve onların ağır silahları sayıca az ve hafif silahlı Müslüman savaşçıları gelecek yüzyıllar boyunca tüm mücahitleri koruyacak güvenli bir sığınak olan Kabilia’daki Aures Dağları’nın tepelerine geri çekilmeye zorladı. Fransız istilacılar nüfusu azaltılmış vahadaki eski bir Türk kışlasını son derece muhkemleştirdiler ve Cezayir’deki Atlas Dağları’nın yüksek yaylaları ve Konstantin’in tepelerindeki düzlükler arasında kalan Hodna Havzası’nda, 100.000 civarındaki Müslüman’ın gözetlenmesi için, kötü namlı Bureau Arabe’yi kurdular. Afganistan’daki Peştunlarda olduğu gibi

31

Mağrib’in Müslümanları da koruma görevini sıkı bir şekilde uygular, hatta Cezayir’deki Arap ve Berberi kabileleri bunu tutuklanma ve ölüm tehdidinden kaçan herkesi kapsayacak şekilde genişletmişlerdir. Pashtunwali saygınlık kuralına göre düşmanlar bile korunmak zorundadır.

Fransız Mezalimi ve Sömürge Dönemi Suçları 19 Haziran 1845’te Albay Amable Pleissier komutasındaki Fransız birlikleri Cheliff’in Dahra bölgesindeki bir mağarada Oulad Riah kabilesinden 500’den fazla kadın, çocuk ve See; Kenneth J. Perkins, Qaids, Captains,

32

and Colons: French Military Administration in the Colonial Maghrib, 1844-1934, New York: Africana, 1981, passim 33 Roger Le Tourneau, ‘Occupation de Laghouat par les francais (1844-1852)’, Etudes maghrebines: Melanges Charles-Andre Julien, Paris: Presses Universitaires de France, 1964, III, p. 36. 34 Edourad de Neveu, Les khouans: Ordres religieux chez les musulmans de l’Algerie, Paris: Guyot, 1846, p. 140-41.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

127


erkeği diri diri yakmıştır. Müslüman kurbanların

Menasir, istilacılara karşı sonuna kadar direndi

attıkları çığlıkları ve kömürleşmiş cesetlerin

ve pek çok başka kabile de Wahran vilayetinde

doldurduğu mağara ile ilgili olarak Genel Vali’ye

onlara katıldı. Ancak, Fransız savaş terörünün

verdiği rapor son derece çıplak ve gerçekçidir.35

büyüklüğü, Müslüman topraklarının viran olması

Bugeaud ise bu konuyla ilgili şöyle demiştir:

ve tüm kabilelerin insanlık dışı bir şekilde

‘Dahra olayı Araplar arasında dirençlerini sona

katliama uğramaları karşısında dehşete düşen

erdirecek, fethimizin boyunduruğunu onlara

Abdülkadir, Cezayir Müslümanlarının toptan yok

kabul ettirecek ve dağlardaki mağaraların

edilmesini önlemek için teslim olmaya karar

erişilemez olduğuna dair inançlarını yıkacak

verdi. Bugeaud, elde ettiği sonuçları Fransa

faydalı bir terör havası estirmiştir… Eğer

Savaş Bakanı’na 10 Nisan 1843’te gönderdiği

bizden bir yumuşaklık görürlerse Araplar

mektupta muzaffer bir edayla anlatıyordu:

boyunduruğu fırlatıp atarlar.’36 Fransız askerleri

“Fransız ordusunun ayağını bastığı yerde artık ot

öldürdükleri Müslümanların kulaklarını varillerde

bitmiyor.”39

topluyorlardı. Fransız garnizonlarındaki garp pazarlarında Araplar ait bir çift erkek veya kadın kulağı 10 franktan gidiyordu. 8 Ağustos’ta Mareşal Saint-Arnaud, ‘Pelissier’in yolundan giderek’ mağaralardaki Beni Sabah kabilesini kuşattı. Ertesi gün Fransız askerleri mağaranın girişinin üstündeki kayaları dinamitle havaya uçurdular, mağaraların ağzını hemen hemen kapandı, ancak Müslümanlar yine de teslim olmayı reddettiler; ‘sövüp beddua ettiler ve ateş açtılar.’ Saint-Arnaud şöyle yazıyor: Üç gün sonra, ‘Mağaraların bütün çıkışlarını tamamen kapattırdım ve böylece onlara büyük bir mezarlık haline geldi. Mağara, bu fanatiklerin üstünü ebediyen örtecektir. Hiç kimse mağaraya girmedi ve benden başka hiç kimse orada 500 haydudun olduğunu bilmiyor. Bunlar bir daha

27 Şubat 1847’de son komutan Ahmet bin Salim askerlerini teslim etti ve 21 Aralık’ta Abdülkadir bir İslam devletinde sürgüne gitme karşılığında General de Lamoriciere ile kapitülasyonları imzaladı. Fransa’da (Chteau d’Amboise’deki) 5 yıllık mahkûmiyeti ve daha sonra Şam’daki sürgün hayatı boyunca Fransız İmparatoru Napolyon III tarafından çok bonkör bir maaşa bağlanan Ahmet, Fransa yanlısı ‘ılımlı’ bir sufi portresi çizdi. 1860’da maaşı aylık 150,000 franka yükseltildi. Dürzîlerin kanlı geçen Marunî karşıtı ayaklanmaları boyunca Suriye’deki evinde Lübnan’dan kaçan yüzlerce Hıristiyan mülteciyi barındırdı. Onun Fransa sevgisi, 1871’de Kabilia’daki çaresiz Berberilerin Fransız karşıtı başkaldırılarını kınamasıyla zirvesini

Fransız kanı dökemeyecek.’37

gördü. Askeri karizmasının yanı sıra memleketi

Benzer bir şekilde, General Cavaignac ve

koptu. Şam ve Mısır’daki Fransız elçileri onu

Canrobert 1845-1848 arasında mağaralara

ehlileştirilmiş faydalı bir Morisco (İspanya’da

saklanmış olan Müslüman köylüleri yok etti.

Hıristiyanlaşan Müslümanlara verilen ad) olarak

Louis Bonapart III rejiminin savaş bakanlarından

kullandı. Cezayir’de sömürge karşıtı direnişin

Saint-Arnaud, Cezayir’deki Müslüman karşıtı

bu eski kahramanının hayatı, Fransız sömürge

terörün Fransız proletaryasına karşı pratik

imparatorluğunun koyunvari bir kuklası olarak

bir baskılama dersi işlevi gördüğünü ortaya

madalyalar, haçlı amblemleri ve mason işaretleri

koymuştur. Bugeaud’un sömürgeci terör

ile gayet süslü bir şekilde donatılmış olarak

okulu, ‘Bonapart yönetiminde İspanya’daki

sona erdi. 1848’de zafer sarhoşu Paris’te

gerilla savaşının; Cezayir, 1848’deki baskı,

İkinci Cumhuriyet ilan edildiğinde Cezayir

1851’deki darbe ve 1871’de Paris Komünü’nün

cihadının ikinci kahramanı Ahmet Bey işgal

bastırılmasıyla arasındaki bağlantıyı

altındaki Cezayir ile diplomatik olarak kontrol

kuran zincirdeki birincil ve önemli halkayı

edilen Tunus sınırında ele geçirildi. 1850’de

oluşturuyordu.’38 Dayanılmaz teröre rağmen Beni

hapishanede zehirlendi. Ahmet Bey’in mezarı

Cezayir’deki gerçek durumla olan bağlantısı da

Cezayir’de Sidi Abdürrahman zaviyesinde

Sullivan, p. 127.

35

bulunmaktadır.

Ibid. p. 131.

36

Saint-Arnaud, op.cit, Letter to Leroy de Saint-

37

Arnaud, August 15, 1845, p. 37. See; Melvin Richter, ‘Tocqueville on Algeria’, in:

38

128

Review of Politics, vol.25 (July 1963), p. 371. Quoted by A. Sullivan, p. 125.

39

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Fransız Cezayir’inde Uzun Soluklu Cihad Abdülkadir’in tasfiyesinden sonra bölgedeki Fransız egemenliği defalarca yıpratıcı ayaklanma ve sivil itaatsizliklerle karşılaşmıştır. Gaddarca ezilen Cezayirlilerin Fransa’nın ağır silahlarının üstün ve yıkıcı gücü konusunda en ufak bir şüpheleri yoktu. Ortaya konan en destansı mücadele Ebu Ziyan’ın 1849’daki cihadı idi. Onun kahramanca yürüttüğü sömürge karşıtı mücadelesi, Camina ve Ebu Ma’za (keçiler sahibi adam) olarak bilen iki karizmatik adamın öncülük ettiği Dahra Başkaldırısı ile başladı. Camina, Ebu Ziyan ile defalarca yazıştı ve bu mektupların birçoğunun yolu Fransız ajanları tarafından kesildi.40

savundular.43 Ebu Ma’za’nın 1847’de General Saint-Arnaud tarafından yakalanmasından sonraki kaderi Abdülkadir’inkine benzerlik gösterir. Fransa’da hapse atıldı ve orada Endüstri Devrimi’ni inceledi. III. Louis Napolyon tarafından serbest bırakıldıktan sonra Osmanlı devletine sığındı ve orada Türk ordusunda paşa oldu.

Cihad ve Demir Çağında Fransız İmparatorluğu Muhteşem dönemlerin sonu Fransız sömürge yönetiminin ve Fransız İmparatorluğu ile yaşam tarzının yayılmasına olan inancın zirvede olduğu bir zamanda meydana gelmiştir. Müslümanların bu direniş hareketlerinin sömürge karşıtı

Emir Muhammed bin Abdullah olarak da bilinen Zahit Ebu Ma’za’ya, Cheliff Vadisi ve Kabilia Yaylalarının halkı arasında çok büyük bir saygı duyuluyordu. Onun cihadı esnasında geleceğin Fransız Mareşali ve Cezayir Genel Valisi olacak Albay Amable Pelissier tarafından Dahra mağaralarında insanlığa karşı kaydedilen en büyük suçlardan biri işlendi. Pelissier’in birlikleri tarafından sımsıkı muhasaraya alınan mağaralara sığınmış Ouadi Riah’lı yüzlerce kadın, çocuk ve yaşlı sistematik bir şekilde canlı canlı yakıldı.41

eylemlerini kategorize edebileceğimiz bir kıstas yok gibi. İslam tarihinin herhangi bir döneminde tüm toplumsal alanlarına iki kavram sürekli olarak damgasını vurmuştur. Birincisi tecdit yani Peygamber Muhammed (sav)’in yolu ve Dört Halifenin Şeriat Hukuku uygulamaları. İkincisi ise cihad, yani Müslüman’ın Allah’a olan borcunu unutmasına (gaflete) ve Darül İslam’ın istilacılarına karşı ruhsal ya da meşru askeri mücadelesi (cihadı ekber ve cihadı asgar). Sömürgecilerin fetihleri ve yeni sömürgeci ekonomik/politik bağımlılık, ezilmiş Müslümanlarca doğru bir şekilde

1847’de Ebu Ma’za ve onun mücahitlerden

gözlemlendiği gibi gayri Müslim Avrupalılar ve

oluşan küçük birlik Evlad Celal vahasında tuzağa

Batılılaşmış İslami dönem sonrası işbirlikçilerinin

düşürüldü, ancak çoğunlukla yerli Arap ve

yararlanması için, hem cihad hem de as-sahwah

Berberi destek güçlerinden oluşan General Emile

al-İslamiyya açısından istisnai olmuştur.

Herbillion’un birlikleri ‘isyancıların bayrak ve dini flamalarını görünce dehşet içinde kaçmışlardır.’42 Şeyh el-Muhtar Celali’nin desteğiyle mücahitler vahanın etrafında hendekler kazıp barikatlar kurdular. Fransız birliklerinin pek çok acımasız saldırısına direnerek katı bir şekilde mevzilerini Emile Herbillon, Insurrection survenue dans

40

le sud de la province de Constantine en 1849. Relation du siege de Zaatcha, Paris: Libraire Militaire, 1863, pp. 20-26. Cf. Peter von Siver, ‘ The Realm of Justice: Apocalyptic Revolts in Algeria (1849-1879), Humaniora Islamica, vol.1 (1973), pp. 47-60. 41 Charles-Robert Ageron, Modern Algeria: A History from 1830 to the Present, London: Hurst&Co, 1991, p. 20. 42 J.A. Clansy-Smith, op.cit., p. 95.

1954’te Cezayirli gerillalara katılan44 Karayipli Joseph-Adrien Seroka,’Le sud Constantinois de

43

1830 a 1855’, Revue Africaine, vol.56, (1912), pp. 444 44 Frantz Ömer Fanon 1925 yılında Martinique’de doğdu. II: Dünya Savaşı boyunca Gestapo ve Fransız Vichy rejimi tarafından ‘terörist olarak’ peşine düşülen Fransız Maquis’inin bir üyesi olarak savaştı. 1953-56 yılları arasında Cezayir’deki Blida-Joinville Psikiyatri Hastanesi’nde yönetici olarak çalıştı. 1954’te Cezayir Özgürlük Cephesi’ne (FLN) katıldı ve Tunus’da yayımlanan El Mücahid’in baş editörü oldu. 1960’da Cezayirli gerillaların sömürgekarşıtı geçici hükümetince Kwame Nkrumah tarafından yönetilen bağımsızlığına yeni kavuşmuş Gana’ya büyükelçi olarak atandı.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

129


radikal bir düşünür olan Frantz Ömer Fanon

Müslüman kadınların giydiği yüze takılan örtü

(1925-1961) ‘beyaz’ sömürge terörü ile

nikab/haik ile bağlantılı olarak:

sömürge karşıtı ‘beyaz olmayan terörizmi’ makyavelist kategorilerle ele almış ve de Cezayir Devrimi’ni ırkçı işgalci ile işgal edilmiş ‘terörist’ arasında geçen bir çatışma olarak tanımlamıştır. Fanon’un sömürge-karşıtı terörizm anlayışına göre, sömürülen adam yabancı baskısını güç ve şiddet kullanarak silkeleyip atmalıdır, ancak bu sadece askeri bir taktik olarak değil gerçek azatlığın hayati bir psikolojik gerekliliği olarak da görülmelidir. Sömürgeleştirme, sömürgeleştirilmiş adamı insanlığından mahrum eden silahlı fethin zorba gücünün bir sonucudur. Sömürgeleştirilmiş olan, adamlığını ancak kendini sömürgeleştirene karşı kendisi de gaddar bir güç kullandığında elde edebilir. ‘Terörist’ şiddetin kullanımı, sömürgeleştirilmiş yerliyi ‘aşağılık kompleksinden, umutsuzluk ve ataletten kurtarır, onu kahramanlaştırır ve benliğine olan saygısını yeniden tesis eder.45 ’Peau Noire, Masques Blancs’ (Siyah Deri, Beyaz Maske, 1952) adlı eserinde kendiside Afrika-kökenli ve siyah derili olan Fanon, hem beyaz, hâkimiyetçi yaşam tarzının Afro-Asyalı taklitçilerini hem de kravat takarlarsa Batılılar tarafından eşit ve ‘uygar’ kabul edilecekleri yanılsamasına kapılarak uğraş veren Müslüman takımını şiddetle kınamıştır. Fanon’un devrimci sömürge-karşıtı terörü, Clausewitz’in ‘başka araçlarla politika’ anlayışı değil, gerçek bir kurtuluşu sağlamak ve her şeyleri ellerinden alınmış proletaryayı özgürlüğüne kavuşturmak için ihtiyaç duyulan küresel bir intikam gücüdür (kendi sözleriyle ifade edecek olursak ‘kolektif bir dışavurum’dur). Ona göre, terörist bir özgürlük savaşının tırmanması parçalanmış ve sömürgeleştirilmiş toplumları birleştirir ve de sömürgeci/emperyalist teröre karşı küresel bir koalisyonun oluşumuna yardımcı olur. İslami geleneğe bağlılık, ‘sömürge karşıtı reddedici dil’in gelişiminde merkezi bir rol oynamıştır, özellikle de Fransız ve Batılılaşmış köktencilerin kısır İslam-karşıtı kampanyalarının hedefi olan Fanon seküler bir solcu idi ancak Cezayir’de Müslüman oldu. Cezayir’in bağımsızlığının ilanından bir yıl önce 1961’in Şubat ayında ABD’nin Washington kentinde vefat etti. Son kitabı Africa Devrimi ile ilgiliydi. 45 Frantz Omar Fanon, Les damnes de la terre, Paris: Presence Africaine, 1963, p. 73.

130

İslami örtü her şeyden önce mahrem alanın savunması ve dış müdahaleye karşı bir korunmadır. Şaşırtıcı bir şekilde Avrupalı sömürgeciler de bunu hep böyle anlamışlardır. Örtüsünü giyerek Cezayirli kadın tek taraflı bir durum yaratır; tıpkı bağlılık göstermeyen bir oyuncu gibi, “görünmeksizin, kendisinin görünmesine izin vermeksizin görür”. Örtü aracılığıyla mütekabiliyeti reddeden, gören, içerilere nüfuz eden ancak bunu kendisinin görünmesine, değerlendirilmesine ve nüfuz edilmesine izin vermeksizin yapan aslında hâkimiyet altına alınmış tüm toplumdur… Örtüsünü çıkarmış her Müslüman kadın, sömürgecinin savaşı kazanmakta oluşunun bir kanıtıdır. Cezayir’in kendi kimliğine ihanet etmesidir. Sömürgeleştirilmiş esmer ya da kara tenli adamın karısını, kız kardeşini ya da annesini zalime teslim etmesi ve bu zalimin kölesi olmasıdır. Şehrin örtünmüş kadını, yerlinin en çarpıcı direniş ve başkaldırısıdır… Örtünmüş kadınlar, öfke duyan sömürgecinin başlıca hedefidir. Polisin şiddetine, aşağılama ve karalama kampanyalarına maruz kalır. Sömürgeci adamın basın yayın kuruluşlarında örtülü kadın barbar Müslüman erkeğin kurbanı ve mahkûmu olarak takdim edilir. Zalim kendini kurtarıcı olarak sunar. Amacı açıktır onun: Yerli erkekler arasında bir suçluluk kompleksi geliştirmek ve İslami alçakgönüllülük ve asaleti zulmün işareti ve ayırt edici özelliği (alâmetifarikası) olarak ilan etmektir. Örtünmüşlüğe Karşı Savaş sömürgeci işgalin en ölümcül ve can alıcı yönlerinden biridir. Cezayir’in işgal edilmiş şehirlerinin Avrupai bölümlerinde her örtülü kadının ihramı, sömürgecinin savaşı kaybettiğinin delilidir. Her bir görülmeyen Müslüman kadın yüzü Cezayir’in İslami olduğunun bir işaretidir. Bu, sömürgeciyi tek kelimeyle çıldırtmaktadır. Eylemlerine mantıksızlık ve tepkisellik hâkim olmuştur onun. ‘Aşağı kültür’ tarafından yenilgiye uğratılmıştır.46 Frantz Fanon, Algeria zrzuca zaslone. Rok V

46

Algierskiej rewolucji, Warsaw: KiW, 1966, pp. 12-46, Hakoon Chevalier’s English translation of his L’an V de la revolution algerienne, chapter: L’Algierie se devoile, Paris: Le Decouverte, 1650, see; A Dying Colonialism, New York: Grove

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Cezayir doğumlu egzistansiyalist yazar Albert

İslamcılık yarattı.’49 8 Mayıs 1948’de50 Satif

Camus, L’Homme Revolte (Başkaldıran İnsan)

kasabasının Fransız uçakları tarafından vahşice

adlı yapıtında gerçek devrimcinin geleneksel

bombalanmasından ve pied noirs (kara ayaklar)

devrim fikrine uyan değil yaygın adaletsizliğe

ın yaydığı vahşetten sonra Cezayir ulusal

‘Hayır’ diyebilen kişi olduğunu söyler. Ünlü

Comite Revolutionnaire d’Unite et d’Action

Fransız filozof Jean-Paul Sartre eseri Critique

(Devrimci Birleşik Eylem Örgütü) Kabilia ve

de la Raison Dialectique’de şiddetin kendisinin insanın kurtuluşunun tarihsel sürecinde pozitif bir güç olduğunu ileri sürer. 1900’de ‘Çinli olsam bir boksör olurdum’47 diyen Mark Twain gibi 1950’lerdeki Cezayirli ‘teröristleri’ koşulsuz olarak desteklemiştir. Avrupa içinde Büyük Savaş (1. Dünya Savaşı) çıkmadan önce önFaşist ve ön-Bolşevik ‘doğrudan askeri ve politik eylem’ düşünüşünün entelektüel babası Fransız felsefeci Georges Sorel tanınmış Reflections on Violence (Şiddet üzerine Denemeler) adlı yapıtını kaleme aldı. Kitabında şiddeti ‘bombaların patlaması ve binaların yanması’48 olarak tanımlanan meşru bir mücadele tutkusu olarak ele almaktadır. Bu dört Fransız düşünür, Fransız ordusu, polisi, yerleşik milisler ve onların Gizli Ordu Örgütü (OAS)’ne karşı iç ve dış gerilla

Aures Dağlarında ilk gerilla birimlerini kurdu.51

birimlerini yöneten Cezayir ulusal sosyalistlerini

Sekiz yıllık uzun soluklu savaşta her iki taraf

derinden etkilemiştir.

ta terörist taktikleri kullandılar. Kıt bir şekilde

Jacques Berque şöyle yazmıştı: ‘İslam inancı, daha kesin bir dille ifade edecek olursak İslami adanmışlık, Avrupalıların bu topraklara ayak basmalarından beri çok daha canlı. İslamı silmeye yönelik sömürgeci hareketlerden 30 yıl sonra... Sömürgeci despotluk yeni bir köktenci

silahlanmış olan Fedayin ve onların köyleri kitlesel hava bombardımanı, ağır silahlar ve helikopter ile karşı karşıya kaldı. Sadistçe yapılan ‘itiraf’ seanslarında Fransız özel kuvvetleri ve lejyonerleri tarafından yakalanan Müslüman savaşçıların cinsellik organlarına ve kulaklarına saha telefonları için kullanılan jeneratörlerden elektrik verildi. Afganistan ve Veziristan’daki İngiliz-Hint askerleri gibi

Press, 1965, pp35-67, also; Pierre Bourdieu, ‘Guerre et Mutation Sociale en Algerie’, in: Etudes Mediterraneennes, No.7, (1960), pp. 2635. 1900’de Çin’de yapılan ve Batı basınında

47

‘Boksör Devrimi’ olarak adlandırılan Hıristiyanlık ve Avrupa karşıtı popüler ve şiddet içeren devrim, Pekin’i işgal eden Amerikan-Fransızİngiliz-Rus-Alman-İtalyan askeri koalisyonu tarafından gaddarca ezildi. Ünlü hiciv ustası ve yazar Mark Twain (Samuel Clemens) en önde gelen emperyalizm karşıtı muhalif Amerikalılardan biriydi. Filipinler ve Çin’de Amerika’nın sömürgeci savaşlarını, ‘Özgür Kongo Devletindeki’ Belçika’nın gaddarlıklarını ve Rus Çarlığının baskıcı rejimini kınamıştır. 48 Georges Sorel, Reflections on Violence, trans. by T.E. Hulme, New York: Collier Books, 1950, p. 76.

Fransız ordusu da Müslüman vatanseverlere karşı Müslüman Arap ya da Berberi birliklerini (harkis) ve Senegalli kuvvetleri kullandılar. Bu işbirlikçiler Yabancı Lejyonu, indirme birlikleri Jacques Braque, ‘Vers une etude du

49

comportement en Afrique du Nord’, in : Revue Africaine, No. 100, (1956), p. 533. 50 Cezayirli tarihçilere göre 45.000 Müslüman, Fransız ‘Douglas’ pike bombardıman uçakları ve Kara Ayaklar’ın linççi çetesi tarafından katledildi. ‘Bağımsız Kaynaklar’a göre ölü sayısı 1.020 idi. Fransız Komünist l’Humanité’ye göre ise ‘21 Fransız yerleşimcinin katlinden sonra sadece yüzlerce Cezayirli öldürüldü.’ 51 John Talbott, The War Without a Name: France in Algeria, 1954-1962, New York: Alfred A. Knopf, 1980, p. 22.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

131


ve OAS ölüm mangalarından genellikle daha

yaşayan Müslümanlara karşı plastik bomba ve

gaddar davranıyorlardı. Fransızların savaş

suikast terörünü başlattı.54 Mossad iki militan

suçlarına karşılılık kırsaldaki Cezayirli ulusalcı

örgüte silah gönderdi: Fransız solcularının Front

ve Casbah gerillaları yüzlerce muhbir ve Fransız

de la Liberation Nationale (Ulusal Kurtuluş

sömürgeciyi öldürdüler. Kesilmiş bir boğazın

Cephesi) ve Oran ve Cezayir şehirlerindeki

ürkütücü yarası olan ‘Kabilia gülümseyişi,’

Fransa yanlısı gizli Yahudi Misgeret hücreleri…

GIA’nın İslamcı gerillaları ve Selefiye’nin silahlı

Üstelik İsrail gizli polisi Fransız istihbarat

cemaatlerini benzer zorbalıklarla suçlayan,

servisiyle yakın bir askeri işbirliğine girdi.55

iktidardaki Batı yanlısı yönetimin başında

Ancak iki yıl sonra Charles de Gaulle, Cezayir’in

bulunan Cezayirli ulusalcıların simgesi oldu.

bağımsızlığını müzakereye başladı ve bir

Cezayir Müslüman toplumunda ‘Kabilia sembolü’,

milyondan fazla yenilmiş sömürgeci panik

hayvanın kurban edilmesini sembolize eder;

halinde Fransa, İsrail, Kanada, İspanya ve

öldürülmüş insanın ve onun sunduklarının

Cezayir’e kaçtı. Paris 132 yıl boyunca Cezayir’e

bu hayvanla tanımlanması, aşağılanmasının

doğrudan hükmetmişti. Ancak sömürge birlikleri

sembolik bir ifadesidir.’

ve yerleşimcilerinin terk edişiyle boşalan

52

Dört yıl süren düşük yoğunluklu gerilla savaşından sonra, Fransız ordusu FLN liderlerinin büyük kısmını öldürdü ve ‘Fransa’nın Cezayir bölgesindeki terörist ve suçlular’ üzerinde zafer ilan etti. Namlı ratonnade (sıçanların kökünün kazınması) Cezayir şehrinin Casbah’ında (Eylül 1957) dairesindeki ilave bir duvarın arkasında FLN lider Yusuf Saadi, Fransız indirme birlikleri tarafından yakalandı. Kent gerillaların iki numaralı lideri Ali La Pointe teslim olmaktansa arkadaşlarıyla havaya uçmayı yeğledi. General Massu, yakalanan gerillalara işkence edilmesinde elle çalışan saha jeneratörü ‘magneto’nun kullanılmasını emretti. ‘Kaçmaya çalışırken’ yakalanan mahkûmların yargısız infazı, acı bir şekilde corvee de bois (oduntoplayan ekip) şeklinde adlandırılmıştır. Fransız sömürge yönetimi, ‘fiziksel baskıyı’ (barbarca işkencenin edebi bir şekilde ifadesi) Cezayir’deki Fransız idaresini korumak için gerekli bir araç olarak görüyordu.53 1958’in Temmuz ayında Kabilia’daki ‘Dürbün operasyonu’nda bir buçuk milyondan fazla Müslüman sözde ‘yerleştirme kampları’nda gözaltında tutuldu ve de Tunus ve Fas’tan silah geçişini önlemek için Cezayir’in sınır bölgeleri mayınlandı ve boşaltıldı. Kara Ayaklar’ın OAS timleri 1960 sonbaharında Fransa ve Cezayir’de Andrew Wheatcroft, The World Atlas of

52

Revolutions, New York: Simon & Schuster, 1983, p. 196. 53 Alistair Horne, A Savage War of Peace. Algeria 1954-1962, New York: The Viking Press, 1978, pp. 87-103.

132

pek çok yönetimsel pozisyon, bitap düşmüş mücahitler yanmış evlerine dönünce Fransızsever laik Hizbe Franca’nın eline geçti. Ulusalcı Sol, gücü ele geçirdi ve Cezayir Fransa’nın müşteri-devleti olarak kalmaya devam etti. Ben Bella ve onun 1965’te tutuklanmasından sonra Houari Boumedienne ‘Cezayir Sosyalizm’ini ilan etti ve Gunnar Myrdal tarafından ‘tipik bir Üçüncü Dünya hırsızlar yönetimi’ olarak Ibid. p. 88.

54

Michael M. Laskier, ‘Israel and Algeria amid

55

French Colonialism and the Arab-Israeli Conflict, 1954-1978, in: Israeli Studies, vol.6, no.2, (2001), p. 2. 1955’te Mossad, Cezayirli Yahudilerden oluşan Misgeret (‘Üs’) olarak bilinen özel gizli silahlı hücreler kurdu. Bu hücreler, hem Cezayirli hem Fransız Yahudikarşıtlarına suikastlar düzenliyorlardı.10 Eylül 1957’de Misgeret Cenevre’de FLN’nin üst düzey yöneticilerinden biri olan Ferhat Abbas’tan Cezayirli Yahudilerin bağımsızlıktan sonra İsrail’e göç etmelerine izin verileceği konusunda söz aldı. Ancak aşırı görüşlü İsrail Başbakanı Ben Gurion, ‘Yishuv’ and ‘Sabra’ya benzettiği Fransız sömürgelilerinden oluşan fanatik bir milis grubu olan İslam karşıtı terörist Organisation de l’Armée Secrete’ni destekliyordu. Tunus’ta sekülerist Burgiba ve Fas’ta batı-yanlısı II. Kral Hasan’ın ortaya çıkmasıyla Cezayirli solcu ulusalcılar Siyonist desteğini kaybetti. Sadece Sosyalist Berberi Hocine Ait ve Parti de la Revolution Socialiste’nin liderlerinden Muhammed Boudiaf İsrail İşçi Partisi ile ilişkilerini sürdürdüler. İsrail askeri istihbarat örgütü Aman, Fransız ultras ile 1962’de Cezayir direnişine karşı işbirliği yaptı. İngilizler ve Filistinlilere karşı SiyonistHaganah’ın terörist taktikleri Cezayir’deki AOS tarafından benimsendi. A.g.e. p. 7, 15 and 20.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


tanımlanan tipik bir sömürge-sonrası oligarşiye

Jean Berard, Mitterrand’ı ordunun Cezayir’deki

hızla dönüşen Leninist eğilimli totaliter bir parti

anti-terörist ‘önlemleri’ hakkında bilgilendirdi.

kurdu. ‘Başarısız Olan Devrim’ adlı Cezayir’le

General çok sayıda halka açık görüşmede

ilgili kitabın Türk yazarı Arslan Humbaracı

açıkça bu durumu itiraf etmiştir: ‘İşkence son

sadece Cezayir’le sınırlı kalmayacak bir ‘Köktenci

derece etkili. Daha sonra onları çoğunlukla

İslamcılık’ı er ya da geç ortaya çıkaracak olaylar

bitirecektik. Bireysel insan hayatı benim için

silsilesini öngördü.

56

İslam’ın Jakobenleşmesi ve

fazla bir şey ifade etmiyor… Onlardan hayatta

inancın ‘metodik’ bir moderniteye indirgenmesi

kalan teröristler şuandaki Cezayir’e hükümran

post Modern yeni-sömürgeciliğin ve kültürel

ve benzer işkence tekniklerini, silahlı İslamcı

yeni-fethin bir sonucudur. Trajik ve ironik

muhalefete karşı kullanıyorlar… Ancak şuan

bir şekilde gözü pek Abdülkadir’in torunu ve

kabul etmek zorundayım ki biz bir ölüm

torunun torunu İslam’ı terk etti. Emir Halit

timiydik.’58

Fransız-sever bir Marksist’e evrildi. Onun oğlu Abdülkadir Abdürrazık, Tsalina Kinstler ile evlendikten sonra Yahudi oldu ve ismini Dov Golan olarak değiştirdi. İsrail vatandaşlığına geçti ve 1999’da Migdal kasabasında yerleşik bir Yahudi olarak öldü. 1956 Ekim ayında Süveyş Kanalının İsrail ve Fransa tarafından işgal edilmesini destekledi. FLN (Ulusal Kurtuluş Cephesi) tarafından Batı Almanya ve İsviçre’ye Cezayirli solcu isyancıların temsilcisi olarak atandı ve orada Yahudi-Arap çatışması ile ilgili bir kitap yazdı.57 Bu kitapta Cezayirli sömürgekarşıtı ‘teröristler’in Arap Birliği’nden ziyade İsrail ile ittifak yapmalarını savunuyordu. 19. yüzyıl Fransız askerleri yaptıkları zulümle övünürken, onların 20. Yüzyıldaki halefleri suçlarını ‘itiraf’ ettiler. 2001’de bir general 1950’lerin kirli savaşı boyunca Cezayir’de tutuklulara işkence yaptığını ve onları katlettiğini itiraf ettiği hatıralarını yayınladı. Paul Aussaresses adında emekli bir general Service Speciaux Algeria 1955-1957 adlı kitabında ölüm timlerine yakalanmış 24 ‘yasadışı savaşçı’ya işkence yapmaları ve infaz etmeleri için emri verdiğini itiraf etti. Cezayirli bir avukata 40 günden fazla işkence yapıldı, konuşmaya başlayana kadar tutsaklar yavaş yavaş bıçaklandı, siviller kıyımdan geçirildi. Paul Aussaresses, Fransız sömürge ordusunun uyguladığı baskıcı terör metotlarına zamanın adalet bakanı olan François Mitterand tarafından da göz yumulduğunu ifşa etti. Adalet bakanlığının özel bürosunun temsilcisi olan Arslan Humbaraci, Algeria: A Revolution That

56

Failed, New York: Praeger, 1966, passim. Abd al Qadir abd al-Raziq, Le conflict judeo-

57

arabe: juifs et arabes face a l’avenir, Paris: Maspero, 1960

John Lichfield, ‘General Mitterand’ı işkence

58

ve öldürme eylemlerine göz yummakla suçlamaktadır’, in: The Independent, May 9, 2001.‘Cezayir Özgür Subaylar Hareketi (MAOL)’u kuran bir grup Cezayirli asker, 20. Y.Y.ın son 10 yılında sivillere karşı işlenen suçlara katılmayı red eden 47 Cezayirli subaya vahşice işkence edilmesine ve vahşice katledilmelerine katıldıklarını itiraf ettiler.’ Kurbanlar 25 Şubat Pazar günü 1997’de Ksar-elBoukhari yakınlarındaki Boughar barakalarında DLS (Cezayir Gizli Servisi)’ne bağlı özel bir komanda birliği tarafından soğukkanlı bir şekilde öldürülmüşlerdi. Cezayir Genel Kurmay Başkanı General Mohamed Lamari, ‘İslamcı teröristlere karşı savaşmakta olan Cezayir güvenlik güçlerini demoralize etmeye yönelik medya kampanya yürütülmesini’ şiddetle kınadı. Ancak Yüzbaşı Habib Souaidia, Paris’te 2001’de yayımlanan kitabında, nasıl ‘meslektaşlarının 15 yaşındaki çocuğu canlı canlı yaktıklarını,’anlatmaktadır. ‘ Terörist kılığına girmiş ve sivilleri katleden askerler gördüm. Köktencilere öldürünceye işkence eden görevliler gördüm.’ Bir grup Fransız ve Arap entelektüel Fransız hükümetinin cuntaya verdiği desteği kınadılar: Bu, ‘hem politik hem fiziksel olarak muhalefet namına ne varsa ortadan kaldırmaktan başka bir şey olmayan terörizme karş savaş kisvesi altında insanlığa karşı işlenen bir suçtur.’Devlet kontrolündeki Cezayir medyası, Yüzbaşı Habib Souaidia’yı ‘suçluya dönüşen bir hırsız ve asker’, olmakla suçlamıştır. Cezayir özel kuvvetlerinde eski bir asker olan Yüzbaşı Souaidia 2000 yılında Fransa’ya kaçtı. ‘Sakallı köktenciler’ kılığına girmiş özel kuvvetlerin 6 şüpheli İslamcı eylemciyi nasıl kaçırıp boğazlarını kestiklerini anlatmıştır. ‘Sadece kendi birimimce en az 100 kişinin katledildiğini gördüm.’ Lakhdaria’daki işkence merkezinde, ‘ Kurt köpekleri İslamcılara saldırtılıyordu. Onlar, orada kırık şişelerin üstüne oturtuluyordu ve onlara zorla çamaşır suyu içirtiliyordu.’ 1992’de İslami Selamet Cephesi’nin kazandığı ilk demokratik seçimleri

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

133


83 yaşındaki savaş suçlusu ‘1954-1962

Benjamin Stora şöyle demekte: “Fransa asla

Cezayir Savaşı’nda işkencenin kullanımını haklı

sömürge tarihine dokunmadı. Sömürge-sonrası

çıkarmaya çalışmak’ tan suçlu bulundu ve 6,500

çalışmalarının artık tüm üniversitelerde devam

dolar ödemeye mahkûm edildi. Başkan ve

ettiği Anglo-Saxon ülkelerinde ise durum tam

Plon yayınevinin üst düzey bir yöneticisi ‘savaş

tersi yönde. Biz şaşılacak biçimde zamanın

suçlarından özür dileme eyleminden’ 13,000

gerisindeyiz.” Ona göre tarihi farklar Fransız

dolar ceza ödemeye mahkûm edildi. Siyonizm

akademisyenlerce iyi bilinmesine rağmen,

tarihinin kuyruk sokumu üzerinde eleştirel

Fransız halkı tarafından pek bilinmiyor. Bu,

yazma cesareti gösteren çok sayıda tenkitçi

Fransa’da Fransız soykırımı ve Cezayir halkına

Fransız tarihçinin cümleleri daha sertti. 2001

karşı sömürge dönemi suçlarıyla ilgili hiçte

Nisan ayında Cezayir Savaşı sırasında Fransız

dürüstçe değil.

birlikleri tarafından öldürülen 290 erkek ve kadının cesetlerini içeren kitlesel bir mezarlık Fransız ordusunun eski karargâhının yanında ortaya çıkarıldı. Kalıntılar işkence işaretlerini taşıyordu ve onlardan birçoğunun bilekleri telle

General Hubert Lyautey’in Mağrib elAksa’yı Fethi ve Maşrek’in İtalyanlarca Fethi

bağlıydı. Adli tıp uzmanları iskeletlerin 1954-

Ömer el-Muhtar ve Senusiye mücahitleri,

1962 dönemine ait olduğunu tespit etti.

Lozan’daki onur kırıcı Oçi Antlaşması’nı

1882 ila 1911 yılları arasında yüz binden fazla İspanyol daha iyi bir yaşam için Cezayir sömürgesine göç etti. Çoğunlukla Katalanca konuşuyorlardı. 1887’de Korsika, Malta ve Alsas’dan çok sayıda Hıristiyan göçmen Cezayir’e ulaştı. Kara Ayaklar’ın en fanatikleri bunların arasından çıktı. Vatandaşlık elde etmek için yerli Müslüman Araplar ve Tamazigh’lerden İslami kimlik ve isimlerini inkâr etmeleri istendi. 1930’dan önce sadece 2,500 Kabilia’lı ve Arap vatandaşlık elde etti. Yahudiler, özellikle de Sefarad Yahudileri yüzyıllarca Mağrib’de varlıklarını sürdürmüşlerdi. 24 Ekim 1870’te Adalet Bakanı Adolphe Cremieux, tüm Sefarad Yahudilerine Fransız vatandaşlığı hakkını verdi. Onlar Kara Ayaklar’ın tartışmalı bir öğesi oldular, zira Katolik yerleşimciler buna şiddetle direndiler. Cezayir’deki sömürge dönemi polislerinin % 25’i Yahudi idi. 1897’de Cezayir’de Yahudi karşıtı bir ayaklanma meydana geldi. İkinci Dünya Savaşı boyunca Cremieux kararları Vichy rejimi boyunca askıya alındı ancak 1943’te vatandaşlık hakları geri verildi. 1962’de Cezayir’in bağımsızlığından sonra pek çok diğer Kara Ayak’ın yanı sıra Cezayir’deki hemen hemen Yahudilerin tamamı kaçtı gitti. Önde gelen sömürgecilik tarihçilerinden askeri cuntanın iptal etmesinden beri Cezayir’de 200 binden fazla Müslüman katledildi. Bkz.; Jon Henley, ‘Cezayirli askerlerin sivilleri katlettiğine tanık oldum’, Guardian, Wed, February 14, 2001.

134

müteakip 1912’de Roma’da Libya’yı İtalyanlara teslim eden Jön Türkler tarafından başlatılan İtalyan sömürgeciliğine karşı direnmiştir. Müslümanların bu büyük gözdesi ve İslam şehidi İtalya’daki sömürge rejimine göre ‘fanatik bir haydut’ idi. Libyalıların ulusal kahramanı olan el-Muhtar, ‘askeri geçit sırasında terörü ortadan kaldırmaya’ söz veren Gen. Rudolf Graziani’ye göre ‘suçlunun teki’ idi. Ömer el-Muhtar Kuzey Afrika tarihinde yürütülen gelmiş geçmiş en uzun Müslüman gerilla savaşını başlattığında 65 yaşında bir şeyh idi. Çok az sayıda tarihçi, uçakların Büyük Savaş sırasında geniş çaplı kullanımından önce ilk olarak Libya’da kullanıldığını bilir. 1923’ten 1932’ye Muhtar’ın yetersiz silahlanmış mücahitleri İtalyan hava kuvvetlerine ve de ağır silahlar ve tanklar ile donanmış büyük zırhlı birliklerine karşı durdu. İtalyan Faşistleri ‘çöl mağaralarındaki fanatiklere’ karşı yapılan ‘geçit töreninde’ hiçbir taktikten kaçınmadılar. Bunların arasında arazi yakma, sürgüne gönderme, işkence, toplama kampları İngilizlerin kontrol ettiği Mısır ile Fransız Cezayir’inin sınırlarının sıkı kontrolü, Sahra’daki vahaların ve ‘silahlı direnişçi bölgelerinin sürekli bombalanması’ yer alıyordu. Faşist rejim yol açtığı ağır zayiatlar ve Cyrenaica’da Müslüman nüfusun yok edilmesi ile ilgili olarak basına sansür uyguluyordu. 1932’de ağır yaralanmış olan Ömer el-Muhtar Kufra’nın acımasız bombardımanından sonra yakalandı ve halkın gözü önünde asılarak idam edildi. Ancak

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


dayatılan düzen 10 yıl sonra çöktü. ‘Habeşistan

ve çabucak İslam Şeriatı ile geleneksel Arap-

kasabı’ olan ve Muhtar’ın savaşçılarına karşı

Berberi şura meclisine dayalı merkezileşmiş

yapılan savaşı yürüten 1940’taki Libya valisi

bir İslami yönetim kurdu. Onun şaşırtıcı

General Rudolf Graziani, müttefik güçler

askeri ve siyasi başarıları Batının sömürgeci

tarafından yenilgiye uğratıldı. Onun yüz bin

güçlerini şok etti. ‘Haydut yuvası’, ‘İslami

askeri Kenya, Uganda ve Sudan’daki İngiliz esir

fanatizm’ ve ‘Fransa’nın Fas’taki çıkarlarına

kamplarına gönderildi. Graziani, müttefikler

tehdit’ tanımlamalarının etkisi altında ve Batılı

tarafından ele geçirildi ve savaş suçlarından 19

müttefiklerce desteklenen bir Fransız-İspanyol

yıla mahkûm edildi. 10 yıl sonra hapishanede

konferansında Rif. İslam Cumhuriyeti’ne karşı

öldü.

ortak askeri operasyonlara girişilmesine karar

‘Küçük Muhammed’ olarak adlandırılan Muhammed ibn Abdülkerim el-Hatabi (18821963) iki İspanyol ordusunu yenen ve büyük çaplı Fransız işgaline kahramanca direnen sömürge karşıtı akıllı Müslüman bir gerilla lideriydi. Ömrü kısa süren Rif Cumhuriyeti İslam Emirliğini (1921-1926) kurdu. Zengin Berber ailesi Banu Uriaghel’in bir evladı olan Abdülkerim geleneksel bir medresede ve İspanyol okulunda eğitim gördü. 1915’te Fas’ın sömürgecilerce paylaşılan bölümünün General Hubert Lyautey’in59 Fransız birlikleri tarafından fethedilmesinden üç yıl sonra İspanyol işgali altındaki Melilla’ya baş kadı olarak atandı ve orada El Telegrama del Rif.’in Arapçasını yayınladı. Sömürge karşıtı fikirlerinden dolayı tutuklandıktan sonra I. Dünya Savaşının sona ermesiyle hapishaneden kaçtı. Memleketi Acdir’e dönüp orada kardeşiyle sömürge-karşıtı silahlı İslami direnişi başlattı. Onun mücahitleri Fransız ve İspanyol basını tarafından60 ‘haydutlar’, ‘fanatikler’ ve ‘isyancı gruplar’ diye adlandırıldı. Ancak onlar General Damaso Berenguer (1921) ve General Manuel Fernandez Silvestre (1925) in yönettiği iki İspanyol ordusunu korkunç bir yenilgiye uğrattı. İspanyollar 150 bin kişilik birliklerinin %25’ini kaybetti ve de Melilla ve Ceuta limanlarına geri çekildiler. ‘Küçük

verildi. General Francisco Franco’nun komuta ettiği 200,000 kişilik İspanyol ordusu Acdir yakınlarındaki Alhucemas’a çıktı. Mareşal Philippe Petain’in komuta ettiği 160,000 kişiden oluşan Fransız birlikleri ise beraberlerinde Sultan’ın 65,000 harka, magzen, magella ve guma (kabile milisleri, destek birlikleri ve gayri nizami güçleri)yle Abdülkerim’in karargâhına güneyden saldırdılar. Fransız uçakları ve ağır silahları Rif köylerini bombaladılar. Müslüman siviller arasında zayiat korkunçtu. Fransız birlikleri yüzlerce asker kaybetti ancak Abdülkerim’in güçlerinin silahları kıttı, ihanete uğradılar ve sömürge-yanlısı Müslüman liderler tarafından ‘barışçıl birlikte varoluş için gerekli İslami ilkeleri çiğneyen fanatik isyancılar’ denilerek kınandılar; artık daha fazla direnemezlerdi. ‘Küçük Muhammed’ 27 Mayıs 1926’da teslim oldu ve Reunion adasına sürgüne gönderildi. 1947’de kaçtı ve Kahire’de kendisine politik sığınma hakkı verildi. Orada Arap Mağribi’nin Kurtarılması Büro’suna başkanlık etti. Bağımsız Fas’ın tesisinden sonra Kral V. Muhammed tarafından memleketine geri dönmesi için davet edilmesine rağmen, tek bir Fransız orada kaldığı sürece geri dönmeyi reddetti.61

Muhammed’in muzaffer güçleri Fransız işgali

Sonuç

altındaki Fez şehrine ulaştı. Kabile ve Arap-

II. Dünya Savaşı boyunca Mihver Devletleri

Berberi çekişmelerinin çabucak üstesinden geldi Gen Lyautey şu şekilde yazmıştır: ‘İki Fas

59

vardır; biri bizim işgal ettiğimiz ve Sultan Moulai Yuosef tarafından yönetilen, diğeri ve çok daha önemlisi ise Müslüman yığınlar, fanatik ve savaş sever kitleler’,bkz.; Douglas Porch, The Conquest of Morocco, London: Macmillan Papermac, 1987, 60 Michail Frunze, Dziela Wybrane (Selected Works), Warsaw: MON, 1953, pp. 480-581.

ile Müttefiklerin çatışmasından son derece zayıflamış çıkan Fransız, İtalyan, Hollandalı ve İngiliz sömürge güçleri kâğıttan evler gibi çöktüler. Müslümanlar kendilerini sömürgeci Abdülkerim’in biyografisi ile ilgili daha fazla

61

detay için bkz. David S. Woolman, Rebels in the Rif: Abdel Krim and the Rif Rebellion, London, 1968, Rupert Furneaux, Abdel Krim: Emir of the Rif, New York, 1967.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

135


güçlerin doğrudan boyunduruğundan kurtardılar

Braque, Jacques, , (1956), ‘Vers une etude du

ancak onların Bağımsızlık Savaşları, askeri

comportement en Afrique du Nord’, in : Revue Africaine,

açıdan zayıf ancak güçlü polis devletleri

No. 100, p. 533.

kuran Batı yanlısı askeri cuntalar ve petrokrat

Bourdieu, Pierre, (1960), ‘Guerre et Mutation Sociale en

(petrole dayalı yönetim) kabileler tarafından

Algerie’, in: Etudes Mediterraneennes, No.7, pp. 26-35.

çalındı. Korkunç derecede parçalanmış, kötü yönetilen ve de Birleşik devletler, Avrupa Birliği ve Bağımsız Devletler Topluluğuna itaat eden sözde-İslam ülkeleri Ümeyye devri sonrası Orta Çağ Endülüs’ündeki ‘Ufak tefek krallıklar’a benzemektedir. Bu acınacak durum Batı’nın sözde Yeni Muhafazakârları (neoconlar) ve onların Doğu’daki Yeni modernist uzantılarını (neo-modlar)62 yeni İslam karşıtı haçlı seferleri yapmaya teşvik etmektedir. Modern zamanlar öncesi Kuzey Akdeniz’de güney Avrupa’da serpilen bir İslam uygarlığı kurmuş olan güçlü

Brett, Michael, (1980),’Mufti, Murabit, Marabout, and Mahdi: Four Types in the Islamic History of North Africa’, Revue de l’Occident Musulman et de la Mediterranee, vol.29, no.1 pp. 5-16. Brett, Michael (1988). “Legislating for Inequality in Algeria”. Bulletin of the School of Oriental and African Studies 51.3, pp. 440–461; see pp. 456–457. Clansy-Smith, Julia (1994) A. ,Rebel and Saint. Muslim Notables, Populist Protest, Colonial Encounters (Algeria and Tunisia, 1800-1904), Berkeley: University of California Press.

İspanyol ve Sicilya Müslümanları çok sayıda

Dubreton, Jean Lucas-,(1931) Bugeaud, le soldat- le

askeri hezimet, uzun süreli politik işbirliği,

depute- le colonisateur; portraits et documents inedits,

kültürel çöküntü ve Hıristiyan sömürgeciliğinden

Paris: Albin Michel.

sonra zavallı mücahidin (mülteci), Müdaceras

Demontes, Victor, (1918) La Colonisation militaire sous

(‘ehlîleşmiş Müslümanlar) ve Moriscos (zorla

Bugeaud, Paris: Larose.

vaftiz edilmiş ‘Küçük Endülüslüler’) ya da Lucera’nın katledilmiş haçlı düşmanları haline geldiler.

Depont, Octave and Coppolani, Xavier, (1989) .Les confreries musulmanes, Algiers: Jourdan. Dine, Philip (1994). Images of the Algerian War: French Fiction and Film, 1954-1992. Oxford University Press.

Kaynakça

d’Ideville, Henri, Le marechal Bugeaud d’apres sa

Ageron, Charles-Robert, (1991) Modern Algeria: A History

correspondance intime et des documents inedits, 1784-

from 1830 to the Present, London: Hurst&Co.

1849

Andrieux, Maurice, (1951) Le Pere Bugeaud, 1784-1849,

Fanon, Frantz Omar (1963) Les damnes de la terre, Paris:

Paris: Libraire Plon.

Presence Africaine,

Azan, Paul ‘1848: Le marechal Bugeaud’, Revue historique

Fanon, Frantz (1966) Algeria zrzuca zaslone. Rok V

de l’armee, 4, (Jan-March 1948), pp.17-24.

Algierskiej rewolucji, Warsaw: KiW

Baroli, Marc, (1967) La vie quotidienne des française en

Frantz Fanon, L’an V de la revolution algerienne, chapter:

Algérie, 1830-1914, Paris: Hachette.

L’Algierie se devoile, Paris: Le Decouverte, as : A Dying

Bibligraphie militaire des ouvrages francais ou traduit en francais et des articles des principales revues francaises

Colonialism, (Hakoon Chevalier’s English translation) New York: Grove Press, 1965

relatifs a l’Algerie, Tunisie, et au Maroc de 1830 a 1926,

Frunze, Michail, (1953) Dziela Wybrane (Selected Works),

Paris: Imprimerie Nationale, 1930-1935, 2.

Warsaw: MON

Boyer, Pierre and Esquer, Gabriel (1960) ‘Bugeaud en

Garaudy, Roger, Pour un dialogue des civilisations, Paris:

1840’, Revue Africaine, 1-2, 3-4, pp.57-98, 283-321.

Denoel, 1977.

Idem; (1931) Bugeaud et l’Algerie, Paris: Le Petit

Goodman, Martin; Cohen, Jeremy; Sorkin, David Jan

Parisien.

(2005). The Oxford Handbook of Jewish Studies. Oxford: Oxford University Press

İngiltereli Müslüman bir gazeteci olan Yamin

Grandmaison Olivier, LeCour (June 2001). “Torture in

Zakaria, post-İslamcı Müslümanları neomods yani ‘Batılılaşmış ameleler’ olarak adlandırmaktadır.

and Colony”. Le Monde diplomatique.

62

136

Algeria: Past Acts That Haunt France - Liberty, Equality

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Horne, Alistair, (1978) A Savage War of Peace. Algeria

Development of French Colonial Warfare’, in: Makers of

1954-1962, New York: The Viking Press

Modern Strategy. From Machiavelli to the Nuclear Age,

Humbaraci, Arslan , (1966) Algeria: A Revolution That Failed, New York: Praeger Julien, Charles-Andre, (1964) Histoire de l’Algerie contemporaine. La Conquete et les debuts de la colonisation, 1827-1871, Paris: Press universitaires de

ed. by Peter Paret, Princeton: University Press, Richter, Melvin, (July 1963) ‘Tocqueville on Algeria’, in: Review of Politics, vol.25. Porch, Douglas,(1987) The Conquest of Morocco, London: Macmillan Papermac. Seroka, Joseph-Adrien, (1912), ‘Le sud Constantinois de

France Julien, Charles-Andre ‘Bugeaud’, in his, (ed.), Les

1830 a 1855’, Revue Africaine, vol.56, pp.444.

Techniciens de la Colonisation (XiX -XX siecles, Paris,

Siver, Peter von, ‘The Realm of Justice: Apocalyptic

Presses Universitaires de France.

Revolts in Algeria (1849-1879)’, Humaniora Islamica,

Kasznik, Alexandra H. (1977) Abd el-Kader 1808-1883, Wroclaw-Cracow: Ossolineum, 1960 Kearney, Philip, (1913) Service with the French Troops in Africa, New York: William Abbott, Lamping, Clemens (1845) The Soldier of the Foreign Legion, London: J. Murray Leroy de Saint-Armand, Arnauld Jacques (1855) Lettres du maréchal Saint-Arnaud, vol. 1, Paris: M. Levy. Langer, William L.,(1969) Political and Social Upheaval, 1832-1852, New York: Harper & Row Laskier, Michael M. (2001)‘Israel and Algeria amid French Colonialism and the Arab-Israeli Conflict, 1954-1978, in: Israeli Studies, vol.6, no.2, p.2. Lichtenberger, Andre (1931) Bugeaud, Paris: L. Plon

vol.1 (1973), pp. 47-60. Shepard, Todd (2006). The Invention of Decolonization: The Algerian War and the Remaking of France. Cornell University Press. Smith, Andrea L. (2006). Colonial Memory And Postcolonial Europe: Maltese Settlers in Algeria and France. Indiana University Press. Sorel, Georges (1950) Reflections on Violence, trans. by T.E. Hulme, New York: Collier Books Stora, Benjamin (2005). Algeria, 1830-2000: A Short History. Cornell University Press. Sullivan, A. T., (1983) Thomas-Robert Bugeaud. France and Algeria, 1784-1849, Power and the Good Society, Hamden, Conn: Archon Books. Thomson, Ann (1998) Barbary and Enlightenment:

Michael Adas, (1979) Prophets of rebellion: Millenarian

European Attitudes towards the Maghreb in the

Protest Movements against the European Colonial Order,

Eighteenth Century, Leiden: E. J. Brill.

Chapel Hill: University of North Carolina Press

Temimi, Abdeljelil, (1978), Le beylik de Constantine et

Montagnac, Lucien-François de (1885) Letters d’un soldat:

hadj Ahmet Bey (1830-1837), vol.1, Tunis: Publications

neuf année de campagnes en Afrique, Paris: Plon,

de Revue d’Histoire Maghrebine.

Nabil Matar, Europe Through Arab Eyes, 1578-1727.

Tocqueville, Alexis de, (1991) 1841 - Extract of Travail

Naylor, Phillip Chiviges (2000). France and Algeria: A History of Decolonization and Transformation. University Press of Florida.

sur l’Algérie, in Œuvres complètes, Gallimard, Pléïade, pp. 704-705. Thrall Sullivan, Antony (1983) Thomas-Robert Bugeaud.

Neveu, Edourad de, (1846) Les khouans: Ordres religieux chez les musulmans de l’Algerie, Paris: Guyot. Al-Qader al-Jaza’iri, Muhammad ben Abd , Tuhfa al-za’ir fi tarikh al-jaza’ir wa al amir Abd al Qader, ed. Mamduh Haqi, Beirut: Kitab, 1964. al-Raziq, Abd al Qadir abd, Le conflict judeo-arabe: juifs et arabes face a l’avenir, Paris: Maspero. Perkins, Kenneth J., (1981) Qaids, Captains, and Colons: French Military Administration in the Colonial Maghrib, 1844-1934, New York: Africana.

France and Algeria, 1784-1849: Politics, Power, and the Good Society, Hamden, Conn.: Archon Books. Talbott, John, (1980) The War Without a Name: France in Algeria, 1954-1962, New York: Alfred A. Knopf. Weil, Patrick Le statut des musulmans en Algérie coloniale, Une nationalité française dénaturée, European University Institute, Florence (on the legal statuses of Muslim populations in Algeria). Wheatcroft, Andrew, (1983) The World Atlas of Revolutions, New York: Simon & Schuster.

Porch, Douglas (1986) ‘Bugeaud, Gallieni, Lyautey: The

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

137


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.