11 islamiyorum 2012 sonbahar

Page 1

Sonbahar 2012

i nt ernet dergi s i

üç ay l ı k e - d e r g i / y ıl: 3 Sa yı: 11

Bireyin İradesi Özgürleşmeli...

Dosya:

İslami Cemaat ve Organizasyonlarda Yapılaşma Problemleri

İslamcılık ve Laiklik

Üç Tarz-ı Siyaset

(Ayrılma ve Buluşma Noktaları)

Yusuf AKÇURA

Hasan HANEFİ

Evrensel Ahlak Beyannamesi



İçindekiler EDİTÖRDEN

Bu Sayıda........................................................................................................4

DOSYA: İslami Cemaat ve Organizasyonlarda Yapılaşma Problemleri

İslami Mücadele ve Yapılanma Problemi /

Yusuf İMAMOĞLU.......................................6

İslami Cemaat ve Sivil Toplum Kuruluşlarında Yapılaşma ve Organizasyon Problemleri / Nuri YILMAZ...............................................................................................26

Müslümanların Toplumsal Yapılanmalarının Trajik Serencamı /

İslami Mücadele ya da Yola Koyulmadan Uçuruma Düşmek /

İslamcılık ve Laiklik (Ayrılma ve Buluşma Noktaları) /

Çağdaş İslami Hareketlerde Eksik Boyutlar /

Yeni İslami Söylemin Yapısı /

Üç Tarz-ı Siyaset /

M. Yaşar SOYALAN. ........37

Ali ÖNER.......................49

Hasan HANEFİ..........................53

Taha Cabir el-ALVANİ. ............................68

Abdulvahhab el-MESSİRİ. .............................................82

Yusuf AKÇURA.........................................................................93

ARAŞTIRMA - İNCELEME

Kudüs Nasıl Kutsallaştırıldı? /

Hamdi TAYFUR...........................................................103

Felsefe Yapmanın İmkanı Olarak Mutlak Algısı /

Alemin Nebevi Yorumu /

Evrensel Ahlak Beyannamesi..............................................................................134

İnsan Hakları ve Entelektüel İslam /

Abuzer DİŞKAYA. ..............................112

Muhammed Müctehid ŞEBUSTERİ...........................................119

Muhsin KEDİVER

..............................................143

GÜNDEM

İslamcılık Tartışması /

Yusuf TANRIVERDİ. .............................................................165

İnsanı Değiştirmenin İnsanca Bir Yolu Yok mu? /

Zenginliğin Ardındaki Sefalet: Dubai /

Metin YILMAZ.................................171

Celal NADİR..................................................177

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

3


EDİTÖRDEN

Bu Sayıda Günümüzde kendisini “Müslüman” olarak

süreç yaşamaktadırlar. Modernizmin meydan

tanımlayan insanlardan büyük bir çoğunluğu,

okumasıyla yüz yüze gelmiş ve bu meydan

“İslam” denince; kendine göre sınırlı helalleri

okumaya nasıl cevap vereceklerine, modernizm

– haramları olan ve bazı ibadetlerin yerine

ile nasıl ilişki kuracaklarına dair bir düşünce

getirilmesini isteyen bir dini hatırlamaktadır.

geliştirememişlerdir. Düşünsel zemin

Bunlara uyulduğu takdirde de Allah’ın rızasına

oluşmayınca da kuvve (enerji, birikim, imkan)

ulaşılacağını ve cennetin elde edileceğini

harekete dönüşememektedir.

düşünmektedir.

Sıkıntılı dönemler, muhafazakar reflekslerin

Böyle bir anlayışın kişiyi cennete ulaştırıp

yükselişe geçtiği ve çok kolay taraftar bulduğu

ulaştırmayacağı, kişinin Allah’a karşı

dönemler olduğu için, potansiyellerimizin

samimiyetiyle ilgili bir durumdur; hükmünü ve

açığa çıkmasına farkında olmadan kendimiz

karşılığını Allah verir. Ama böyle bir din anlayışı,

de engel oluşturmaktayız. Yeniliklere ve

İslam’ı hayat sahasından uzaklaştırıp; zulme,

farklılıklara kendimizi kapatarak, taşıdığımız

haksızlığa ve adaletsizliğe razı bir din konumuna

kuvvenin harekete dönüşmesine imkan verecek

getirmektedir.

düşünsel gelişime zincir vurmaktayız. “İslami

İslam’ı bir yaşam biçimi olarak algılayan Müslümanlar ise sayıca çok fazla değillerdir. Ama “Hayatım, ölümüm, ibadetlerim Alemlerin Rabbı Allah içindir” yaklaşımıyla Allah’ın rızasını aradıkları için; bütün enerji, imkan

ve sivil toplum kuruluşları muhafazakarlığımızı yansıtıyor; bir düşünceyi bayraklaştırıp, diğerlerine kendimizi kapatıyoruz ve yeni arayışların ortaya çıkmasını engelliyoruz. Problemlerimize çözüm oluşturma kapasitesi

ve becerilerini bu uğurda vakfetmişlerdir. Bu

bulunan bireyleri dışlıyor, becerilerini

yüzden İslam, tarihin her döneminde, denge

kullanmalarını engelleyecek şekilde

belirleyici ve denge etkileyici bir potansiyele

yalnızlaştırıyoruz.

sahip olmuştur.

Bu bir kısır döngüdür. Günün ihtiyaç ve

Fakat bahis mevzuu potansiyele rağmen

problemlerine çözüm içeren yeni düşünce

Müslümanlar, bugün, dünyadaki gelişmeler

ve yorumlar geliştiremediğimiz için günün

üzerinde etkin veya belirleyici olamıyorlar.

gelişmelerinde belirleyici olamıyoruz. Yeni

Bunun sebebi, “potansiyel” diye ifade edilen

düşünce ve yorumlar ortaya çıkmasına da

şeyin “karşılıksız” olması değildir. Zira

müsaade edemiyoruz.

adanmışlık duygusuyla hareket eden bir grup insan hangi düşünceye omuz verse, o düşüncenin dengeleri etkilemesi kaçınılmaz olur. Problemi potansiyelde değil, potansiyelin ortaya çıkmasına engel olan sebeplerde aramak

4

Mücadele” amacıyla oluşturduğumuz cemaatler

İslamiYorum olarak bu sayıda, “İslami cemaat ve organizasyonlarda YAPILAŞMA problemleri”ni

dosya konusu yaptık. Böylece, bir önceki sayıda başlattığımız “İslami mücadele /

gerekir.

İslamcılık” tartışmalarını, yapılaşma problemleri

Müslümanlar bugün, tarihin pek az

gelişmemizin önüne set çeken yapılaşma

döneminde emsali görülmüş sıkıntılı bir

geleneğimizi sorgulamayı istedik, diğer yandan

açısından derinleştirmeyi arzu ettik. Bir yandan

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ise enerji ve potansiyelimizi en üst düzeyde açığa çıkaracak doğru yapılaşmalar için öneriler geliştirmeyi arzuladık. Yazarlarımız meseleyi şu sorular çerçevesinde tartışmaya çalıştılar:

belirleyici bir aktör olmayı başarabiliyorlar mı? - Gelişmeler karşısında bir aktör olabilmek için toplumsallaşmak zorunlu mudur? - Müslümanlar tarafından oluşturulmuş organizasyonlar halka ümit verebiliyorlar mı? - Toplumsallaşmada, kolektiflik ve bireysellikten başka seçeneğimiz olabilir mi? - Cemaat ve organizasyonlarda lider vesayetini sona erdirmek mümkün müdür? - Bireyin kendisini ifade edebileceği bir yapılaşma hangi ilkelere göre oluşmalı? Bu sayımız araştırma yazıları yönünden de zengin oldu. Müslümanların gündeminde en ön sıralarda yer bulan Filistin meselesinin ele alınış tarzını ve bu tarzı ortaya çıkaran tarihi sebepleri irdeleyen “Kudüs nasıl kutsallaştırıldı?” isimli makaleyi; “Mutlak / hakikat” meselesine getirilen yaklaşımın, düşüncenin önünü açmada veya tıkamada nasıl etkin olduğunu irdeleyen “Felsefe yapmanın imkanı olarak mutlak algısı” isimli makaleyi bunlar arasında saymak mümkün. Gündem yazarlarımız ise bu sayıda yine ilgi çekici yazılarla karşınıza çıktılar. Makalelerden birisi, son dönemlerde medyada oldukça ilgi gören İslamcılık tartışmalarıyla ilgili iken bir diğeri de İslam coğrafyasındaki halk hareketlerinden ilham alarak “değişim” olgusunu irdeliyor. Son yazı ise “İslamilik” yönü dikkate

www.islamiyorum.com

- Müslümanlar hızla değişen dünyada

alınmadan ortaya çıkan modernleşmenin olumsuz örneklerinden Dubai’yi ele almaktadır. Yeni sayıda buluşuncaya kadar muhabbetle kalınız.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

5


Dosya: İslami Cemaat ve Organizasyonlarda Yapılaşma Problemleri

İslami Mücadele ve Yapılanma Problemi

Yusuf İmamoğlu

İslami mücadelenin yapılanması ile ilgili,

İslami mücadele, bir yapılanma çabası içine

yapıların kendilerinden kaynaklanan birçok

girdiğinde birçok problemin oluşmasına

problem yaşıyoruz. Bu problemler, İslami

kaynaklık ediyor ve hatta mezheplerin halen

mücadelenin gereğine inanarak ortaya çıkan

dini aidiyet çerçevesinde tartışılıyor olması gibi

yapıların, sahip oldukları ideolojiden lider

kalıcı hastalıklara da yol açıyor. Ancak diğer

profillerine, diğer yapılarla ilişkilerinden genel

taraftan, yapılanma dediğimiz şey çoğu zaman

insan toplumu ile diyaloglarına, müntesip

kendiliğinden ortaya çıkıyor ayrıca ortam ve

bireylere ilişkin problemlere kadar birçok

şartlar Müslümanları böyle bir şeye doğal

alanda kendisini göstermektedir. Her bir cemaat

olarak zorluyor. Belli bir düşünceyi paylaşan

kendisini hakkın yegâne temsilcisi olarak

insanlar arasında oluşan iletişim, ilgi ve ortak

görüyor, sahip olduğu ideolojiyi zamanın şüphe

paydalar onları doğal olarak yardımlaşmaya

götürmez İslami düşüncesi olarak düşünüyor,

sevk ediyor ve bu, zamanla bir organizasyona/

liderler yapılar içerisinde her konuda birer

yapılanmaya dönüşüyor. Zira karşı karşıya

otorite haline geliyor, aşılamaz karakter olarak algılanıyor, eleştirilemiyor, kendilerine küçük devletin halifesi olarak muamele isteniyor. Doğrunun ve Hakkın birden çok olamayacağı, onun ancak bir şekilde tezahür edebileceği, bu algının meşruiyet gerekçesi olarak ileri sürülüyor. Bunlara bağlı olarak da birçok grup arasında sınırlar çiziliyor; her bir yapı toplumsal dönüşümü, kendisinin büyüyüp toplumu kuşatmasıyla eşdeğer olarak hesaplıyor; davet ve tebliğ gibi kavramlar bunlar üzerine bina ediliyor; paylaşılan ortaklıklar değil ayrışmayı sağlayan mümeyyiz vasıflar daha önemli dayanaklar haline geliyor.

6

kaldıkları engelleyici unsurlar, bireysel çabalarla aşılmaya elvermeyen niteliklere sahip. İnsan toplumlarının ve toplum içindeki şer odaklarının organize davranışı ancak organize mücadeleyle aşılabilir bir nitelik arz etmekte. Bunlara bir de vahyin, yardımlaşmaya ve Müslümanların birlik içinde hareket etmesi gerektiğine dair yönlendirmelerinin algılanış biçimini eklememiz gerekiyor. Ki, bu algılayışın önemli biçimlerinden birisi, cemaat oluşturmanın doğrudan doğruya ve kendinden menkul bir sorumluluk olarak telakki edilmesidir. Bu makalenin ana sorunu; yapılanmanın ortaya

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


çıkardığı sorunların, yapılanmanın doğasından

anarşizm; diğeri ise toplumsallığın ve merkezi

gelen bir tür anatomik sorun mu olduğu yoksa

idare tarafından yönetilen bir yapıya sahip

Müslümanların anlayış/algılayış ve icra ediş

olmanın meziyetlerinden söz eden, organize

biçimlerinden mi kaynaklandığı sorunudur.

olabilmiş toplumun bireylerin toplamından öte

Sorun eğer yapılanmanın kendi doğasından kaynaklanıyorsa yapılması gereken, ya var olana razı olup aynı geleneği sürdürmek ya da biran önce yapılar oluşturma fikrinden vazgeçip

bir şey olduğunu savunan ve adına sosyoloji okulu demeyi tercih ettiğimiz anlayış… Bunların iddialarını serdettikten sonra bir değerlendirme ve sonra da sonuç bölümü gelecek.

yerine örneğin bireysel mücadele gibi başka bir

Makalede, topluma ilişkin terim, yaklaşım

şey koymaya çalışmaktır. Yok, Müslümanların

ve değerlendirmeler olacağı için şu noktanın

işi tutuş biçimlerinden kaynaklanıyorsa

da belirtilmesi gerekiyor: Bugün İslami

anlayışlarına müdahale edecek bir şeylerin

mücadeleden bahsettiğimizde aslında

yapılması gerekmektedir.

toplumun bütününden değil onun içindeki

Bu makalede bu soruna ışık tutmak amacıyla önce işin doğasını keşfetmeye çalışacağız, sonra da merkezi yapılanma taraftarlığı ile otonomi savunuculuğunu irdeleyeceğiz. Toplumsal hareket, cemaat, hizip, dernek ve vakıf gibi kavramları ele alacağımız ilk kısımda bu kavramlarla işin doğasına ışık tutulabileceğini düşünüyoruz. Ayrıca eğer varsa, muhalif yapılanma biçimlerindeki gelişim/değişim

belli bir kesimden söz etmekteyiz. Bu sebeple toplumun geneline ilişkin ilkelerin İslami mücadelenin yapılanması hakkında yeterli bir anlayış sağlayamayacağı düşünülebilir. Ancak yine de topluma ilişkin kuram ve anlayışların bu tür toplumsal hareketleri de açıkladığını söyleyebiliriz. Çünkü toplumsal hareketler hem topluma ilişkin bir düşüncesi olduğu için ortaya çıkmakta, hem de öyle veya böyle kendi içinde toplumsal bir yapıya sahip bulunmaktadır.

seyrinin görünmesi mümkün olacaktır. Bu yapılabildiğinde cemaatlerin, günün şartlarına ve ihtiyaçlarına denk düşüp düşmediğinin görünme fırsatı da elde edilebilir. Daha sonra ise çoğunlukla yapılanma ile eşanlamlı görülen merkezi otorite etrafında ve ona itaat esasına göre örgütlenme düşüncesi ile temelde buna karşı olan hiyerarşi karşıtlığını irdeleyeceğiz. Yapılanmanın gerekli, zorunlu veya faydalı olup olmadığına ilişkin tartışmalar öyle veya böyle “birey mi yoksa toplum mu?” sorununa gelip dayanmaktadır. Hangi yöntemle ne kadar işin altından kalkılabileceği, hangisi

Toplumsal Hareket İslami mücadelenin yapılanma biçimi karşımıza cemaat, hizip, grup, vakıf, dernek veya parti gibi oluşum, olgu ve terimleri çıkarmaktadır. Bunların ne ve nasıl bir şey olduğuna değinmeden önce İslami mücadelenin de bir çeşit toplumsal hareket olduğu ön kabulüyle toplumsal hareket üzerinde durmakta fayda görüyoruz. Toplumsal hareketin niteliklerinin ne olduğunu anlamak İslami mücadelenin yapılanmasıyla ilgili sorunlarımıza da ışık tutabilir.

ile ne kadar güçlü olunabileceği, sonuca

Terimi ilk olarak Lorenz Von Stein (1789-1850)

ulaşmanın bireyle mi yoksa toplumla mı daha

siyasal mücadele bağlamında kullanmıştır.

kolay olduğu gibi sorulara verilen cevaplar

Başlangıçta, Marks ve Engels’te de görüldüğü

genelde olduğu gibi Müslümanların eğiliminde

gibi işçi sınıfının iktidara giden örgütlü

de önemli rol oynamaktadır. Tartışma, bu

mücadelesini ifade etmek için kullanılmaktaydı.

sorundan bağımsız değil şüphesiz ama biz

19. yüzyılın sonlarından itibaren çiftçilerin,

konuyu, tek merkezcilik-merkeziyetçi anlayışa

kadınların ve başka hak talep edenlerin

karşı olmak, kuşatıcı otoritenin gerekliliği

çabalarını ifade etmek amacıyla da kullanılmaya

veya gereksizliği bağlamında ele alacağız.

başlandı.1

Karşımıza iki ucu savunan iki yaklaşım biçimi çıkmaktadır: Biri, bireyselliği daha kuramsal olarak savunan ve merkezi otoriteye karşı çıkan

Yeni Toplumsal Hareketler, T.C. Anadolu Üniversitesi

1

Yayını No: 2345, http://eogrenme.anadolu.edu.tr/ eKitap/SOS309U.pdf

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

7


Farklı nitelikte, farklı amaç ve biçimlerde

Toplumsal hareketler hedef birlikteliğinin bir

yapılanmış birçok örneği olduğu için toplumsal

ürünüdür, bunun için dayanışmayı esas alır.

hareketin bir tanımını yapmak kolay görünmemektedir. Ortak özelliklerinden hareket ederek yapılan en genel tanımı ise şöyledir: “Toplumsal hareket; parçası olduğu toplumda ya da grupta değişme meydana getirmek ya da bir değişmeyi engellemek üzere süreklilik içinde eylemde bulunan bir insan topluluğunu ifade

rahatsızlık ve eşitsizlikten kaynaklanır. Ani bir oluşum değildir, belli bir birikimin ürünüdür ve süreklilik taşır. Grup kimliği/bilinci söz konusudur, belli düzeyde

eder.”

organize olma özelliğine sahiptir; mücadeleci/

Ne olduğunu daha iyi anlamak için benzer

bulunduğu sistemin sınırlarını zorlar.

2

kavgacı bir niteliği vardır. Çünkü içinde

kavramlardan ayrıldığı yönlerinden, özelliklerinden ve çeşitlerinden söz etmek

Katılımcıları gönüllüdür, değişim/muhafaza

faydalı olabilir:

talebinin yönünü belirleyen ortak inanç,

Toplumsal hareket, toplumda bir değişimi

sahiptirler.

değer, ideoloji ve inşa edici düşünceler setine

hedeflemesi ve genellikle açıkça ifade edilmiş inanç ve doktrinlere bağlı olması yönüyle toplumsal eğilim kavramından ayrılır. İçinde belli konulara odaklanmış örgütler olabilir ama toplumsal örgütten ibaret değildir, ondan daha geniş ve kuşatıcıdır. Toplumsal örgüt, toplumsal hareketin eylemli bileşenlerindendir. Grup ise “bazı ortak ilgileri/çıkarları paylaşan ve belli etkileşim tabanlarına sahip olan bir insan topluluğu” olduğu için farklı inançlara sahip olanlar bir grupta bir araya gelebilirler. Ayrıca seçkinler eliyle başlatılan değişmelere toplumsal hareket denemez; toplumsal hareket halk kitlesinin taleplerine ilişkin bir kavramsallaştırmadır.3

Hissedilen rahatsızlığın ve eşitsizliğin türü hareketin kapsamı ve içeriğini de belirler. Şikâyet ve talepler, dernek, birlik, miting, gösteri gibi özellikle siyasal nitelikte eylemsel davranışlarla ifade edilir. Bu talep ve şikâyetler kültür, ahlak, dini değer, hak veya maddi refahla ilgili olabilir. Kurumsal nitelikteki yapılanmalar örneğin partiler toplumsal hareket değildir. Toplumsal hareket kurumsal davranışa değil daha az kurallı ve daha az yapılanmış toplumsal davranışa dayalıdır. Ama partilerin, toplumsal hareketlerle beslemek ve beslenmek şeklinde bir ilişkisi

Yine de toplumsal hareket, sadece geniş halk kitlesinin, toplumun bütününe ilişkin bir değişim talebi doğrultusunda eylemsel birlikteliği anlamına gelmemektedir. Talep edilen değişim

olabilir.4 Toplumsal hareketler; statüko ile ilişkilerine, kapsamlarına, toplumun vakıasına, yönelimlerine ve örgütlenme biçimlerine göre

toplumsal düzenin bazı yönlerine ilişkin de

çeşitli ayrımlara tabi tutulmaktadır. Başka

olabilir. Kadın hareketi, işçi hareketi, faşizm

kriterleri kullananlar varsa da toplumsal

yanlısı ve karşıtı hareketler, çevreci hareketler,

hareketleri tanımlamak ve analiz etmek için

barış hareketleri gibi belli konulara odaklanmış

bizce asıl önemli olan bu parametrelerdir.

toplumsal hareketlerden de söz etmek mümkündür.

Statüko ile ilişkilerine göre; kısmi değişimci reformist, kökten değişimci radikal, mevcuda

Genel niteliklerine ilişkin pek çok özellik

sahip çıkan tutucu veya onu değiştirmek isteyen

sıralanmaktadır. Bunlardan bizim için önemli

devrimci, terk edilen eski değerlere dönüşü

olanlarını şöyle sıralayabiliriz:

isteyen reaksiyoner, statükodan ümidini kesmiş

Orta Doğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler, Alev

2

Erkilet, Hece Yayınları. S. 31 Alev Erkilet: 32-34

3

8

Ortak hedef ortak duyarlılıktan, hissedilen

ayrılıkçı toplumsal hareket çeşitleri sayılabilir. Yeni Toplumsal Hareketler, Anadolu Üniversitesi Yayını

4

No: 2345

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Burada esas, egemen ideolojiye karşı bilişsel

ekonomik değişimlere bağlı olarak bu yüzyılın

mesafedir.

sonlarında İngiltere’de başlatanlar da vardır.

Kapsamlarına göre ise belirli bir gayesi ve lideri

Bu değerlendirmelerin Batı’ya ait gelişmeleri

olan “özel”, pek çok grubu ve tarzı içine alan

göz önünde bulundurduğunu, Batı’nın üstünlüğü

“genel” şeklinde ayrımlama yapılmaktadır. Yine

kompleksini taşıdığını, dünyanın diğer bölgelerini

kapsamına göre; genel bir adalet prensibinin

göz ardı ettiğini unutmamak gerekir. Örneğin

sağlanması için bazı özel amaçlara ulaşmaya

Çin Hanedanlığı’nı yıkan köylü isyanları bu

çalışmak gibi “sınırlı hareketler”, oy verme

kapsamda ele alınmamıştır.

hakkının genişletilmesi gibi merkezi siyasal kurumlarda bazı değişmeleri hedefleyen “reform hareketleri”, yeni bir toplum ve siyasetin gelmesini isteyen, farklı bir gelecek tahayyülü ile çalışan, dostlarla düşmanlar arasında aşırı ayırımlar yapan, Mesihçi ve apolitik “ideolojikbütünsel hareketler” şeklinde de sınıflama yapılmaktadır.

Oysa toplumsal hareket, bir grup insanın bir şeylerin ters gittiğine inanarak nelerin yapılabileceği hakkında bir fikre sahip olması ve bu fikrin bu insanları bir girişime sevk etmesinden doğar ve bu eğilim kendisine uygun kanallar arar. Toplumda yaşanan hoşnutsuzluğun dışa vurumu, karşılanması istenen ihtiyaçların dile getirilmesidir. Bu dışa vurum insanlık tarihi

Toplumun vakıasına göre; toplumun, yapılmak istenen eyleme hazır olduğunu düşünerek onu kristalleştirmeye çalışan protestocu, hazır olmadığını düşünerek toplumu hazır hale getirmeye çalışan eğitici toplumsal hareket olarak ikiye ayrılmaktadır. Örgütlenme biçimlerine göre de; farklı fikirlere sahip çeşitli grupları içeren plüralist ve tek bir büyük ve güçlü örgüte sahip monolitik olmak üzere iki tür toplumsal hareketten söz edilmektedir.5

kadar eskidir, toplumların hayatında meydana gelen değişimlerin sebebi de budur.6 Ancak toplumsal hareketlerin, özellikle 60’lardan sonra toplumsal hayatta öneminin gittikçe arttığı ve toplumsal değişimi sağlayan temel mekanizmalardan biri haline geldiği doğru bir tespittir. İnsanlar birçok sebeple bir araya gelerek güçlerini birleştirmek isteyebilirler. Bu bir araya geliş, karşımıza, farklı hedeflere matuf farklı organizasyonlar çıkarmaktadır. Bunlar dini, ideolojik ve çıkar organizasyonlarıdır. İlk ikisi toplumu ıslah etme niyetine sahip iken

*** Halk ayaklanmaları, sisteme muhalif hareketler ya da sistemin kötüye gidişine dur demek için halktan gelen tepki hareketleri çok eski çağlardan beri bilenen bir olgudur. Ancak sosyal bilimcilerin yaklaşımı, çeşitli çıkar gruplarından oluşan geniş kapsamlı örgütlerin geliştirdiği

üçüncüsü belli bir kesimin çıkarlarını korumayı hedeflemektedir. Çıkar organizasyonlarından kastımız, maddi çıkar peşindeki çeteler değildir. Ekonomik veya statü anlamında haksızlığa uğrayanların/uğradığını düşünenlerin haklarını geri almak için başvurdukları organize girişimleri türünden hareketlerdir. Dolayısıyla hak/haksızlık,

toplumsal hareketlerin 18. yüzyılın sonlarında

adalet, zulüm gibi değerlerle ilişkisinden dolayı

Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da ortaya çıktığı

çıkar organizasyonları da inanç, değer ve inşa

yönündedir. Yine bu yaklaşıma göre; modern

edici düşünce setinden bağımsız değildir. Zaten

anlamda toplumsal hareket 19. yüzyılın

toplumsal hareket “olan”la “olması gereken”

ortalarında görülmeye başlanmış, geleneksel

arasındaki gerilimden kaynaklanmakta ve

olarak ya da cemaat grupları tarafından

“olması gereken, mevcut yapının değerlerine

gerçekleştirilen savunmacı eylemlerden

alternatif bir değerler sisteminin varlığına ve

organize, öz bilincine sahip, daha kalıcı

harekete katılanların bu değerleri paylaştığına

hareketlere ve yeni haklar ile fırsat arayışında

işaret etmektedir”. İdeoloji denen bu değerler,

olan saldırgan eylemlere doğru bir dönüşüm

mevcut kötülüklerle gelecekte beklenen

yaşanmıştır. Bu gelişmeyi 18. yüzyıldaki

iyiliklerin ve düşmanlarla müttefiklerin

Alev Erkilet: 35-39

5

Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2345

6

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

9


arasındaki ayırımı iyice keskinleştirmektedir.7 Ancak dini ve ideolojik hareketlerde toplumun belli bir yöne doğru değişimini sağlamak gibi bir hedef söz konusu iken çıkar organizasyonlarında ancak belli bir kesimin refah seviyesini veya

olarak tanımlayabiliriz. İşte bu sebeple 60’lardan sonra toplumsal değişimlerde toplumsal hareketlerin rolünün daha fazla hissedildiği ifade edilmektedir.

statüsünü yükseltmek gibi bir hedef vardır.

Toplumsal hareketlerin yapılanmasında görülen

Birincilerin hedefleri arasında maddi çıkarın

bu değişim süreci aslında büyük oranda İslami

yeri, sahip oldukları dünya görüşünün refah ve

hareketler için de söz konusudur. Hilafetin

ona ulaşma biçimine getirdiği yaklaşıma bağlı

saltanata dönüşmesine kadar geçen zamandaki

iken, ikincilerin değerlerden kaynaklanması,

gerek resullerin gerekse diğer mü’minlerin

çıkışlarına kaynaklık eden değerlerin kuşatıcılığı

verdiği mücadeleleri göz ardı edersek; daha

kadardır.

önceleri kıyam hareketleri şeklinde kendini

Her halükarda hareketin oluşumuna neden olan hedefler ve inançlar/değerler, ilişkileri ve yapılanma biçimini belirler. Yardımlaşma, organizasyon ve hedef odaklı hareket etmek gibi hususların ise değişmediği görülmektedir. Çünkü her ne kadar hareketi bir araya getiren ortak payda, hedef ve düşünceden söz ediyorsak da yapılanmayı gerekli kılan asıl neden, engelleyici faktörler/güçlerdir.

olarak da tanımlanabileceği için yapılanma biçimi ve geçirdiği süreç konusunda toplumların/ devletlerin örgütlenme biçimlerinden önemli ölçüde etkilenir. Toplumsal/devlet örgütlenme biçimlerinde yaşanan değişim süreci bu yapıların şekli üzerinde de doğal ve hatta zorunlu değişimlere neden olmaktadır: Siyasi otorite katı ve şiddet esasına dayanıyorsa, muhalif örgütlenme de o nispette gizli ve şiddet eğilimli olmak durumundadır. Sosyal yapı ne kadar söz dinlemez ve müsamahadan uzak ise muhalif hareketler de o nispette uzlaşmaz ve örgütsel bir niteliğe sahip olacaklardır. Siyasi otorite ve sosyal yapıdaki yumuşama oranında diyalog zemini ve muhalefet için uygun mekanizmalar oluşur, farklı ve aykırı seslerin ne dediğinin anlaşılması mümkün hale gelir. Otoriter, tek merkezci ve şiddete dayalı yapılardan daha serbest, kamuoyunun önem kazandığı, otoritenin seçimle belirlendiği yapılara doğru evrilme süreci, muhalif yapılanmalarda da değişimlere yol açmıştır. Bu süreci kabaca isyan hareketlerinden siyasi partilere oradan da Alev Erkilet: 40

7

gösteren İslami hareket, şiddeti önemli bir araç olarak kullanmıştır ve otorite hedefli bir niteliğe sahiptir. Şüphesiz ki, İslami mücadele bundan ibaretti denemez, en azından eğitim ve ilim alanlarında önemli çalışmalar yapılmıştı, ancak genel olarak illegal bir pozisyonunun olduğunu söyleyebiliriz. Asıl önemlileri İhvan ve Cemaat-i İslami olmak üzere yakın dönem tecrübeleri ile İslami yapılanma önemli kırılmalar yaşamıştır. Kıyam anlayışı, İhvan sayesinde yerini, İslam’ın

Toplumsal hareketler, aynı zamanda muhalefet

10

sivil toplum kuruluşlarına doğru giden bir süreç

daha sosyal bir dava olarak algılanmasına terk etmeye başlamış, Kutub sayesinde de yapılanmanın amacı, yöntemi ve biçimi netleştirilmiştir. Bundan sonraki gelişmelerle birlikte siyasi parti örgütlenmesi ve STK şeklinde İslam adına mücadele verenler boy göstermeye başlamıştır. Yani örgütlenmesi ve kendini ifade etmesi konusunda genelde toplumsal hareketlerde görülene benzer bir evrilme süreci yaşanmıştır. Bu durumun hayır mı şer mi, mücadeleyi farklı alanlara taşımak mı yoksa tağutun oyununa gelmek mi, direncin mi zaafın mı ürünü olduğu konusu başka bir tartışmanın konusudur. Biz bu tartışmaya girmeyeceğiz. İslami mücadelenin yapılanmasıyla ilişkili kavramlara döneceğiz. Fakat bundan önce İslami mücadelenin toplumsal hareket kavramıyla ilişkisi bakımından bir-iki noktaya değinmek istiyoruz: Müslümanların, içinde yaşadıkları toplumun değişimiyle ilişkin hedefleri vardır; fakat bunlar, kendi çıkarlarıyla değil toplumun ıslahıyla ilgilidir. Toplumun, dini, ahlaki ve siyasi bakımdan içinde bulunduğu cehalet, bozukluk, yozlaşma ve zulüm onları bu gördüklerini düzeltme çabasına sevk etmektedir. Bir zulmün

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


kendilerine yapılmıyor olması, olup bitenden

anlam verildiği zemin de nihayetinde burasıdır.

doğrudan doğruya etkilenmiyor olmaları

Parti, dernek, STK gibi başka mücadele/

onların duruşunu belirlememektedir. Zira

yapılanma biçimleri, nispeten önceden beri

zulme karşı direnmek ve ıslah etmeye çalışmak

bilinen ama kendilerine atfedilen kıymetin

Müslüman’ın başkalarına değil öncelikle Allah’a

gittikçe arttığı yöntemlerdir. Yakın zamanın

karşı bir sorumluluğudur. Onlar toplumun

alternatif yöntemleri olarak gösterilse de kadim

ıslahını insani ve İslami bir sorumluluk olarak

problemlerden azade olduğu söylenemez.

algılamaktadırlar. Bu nitelikteki bir İslami çabanın kapsamına birçok faaliyet türü dâhil edilmekte yahut birçok mücadele biçimi kendisini İslami mücadele olarak addetmektedir. Yazı yazanından televizyon programı yapanına, yardım kampanyası düzenleyeninden dünyanın bir yerindeki savaşa katılmak için evini barkını terk edenine, örgütsel faaliyet yürüteninden şarkı veya şiirleriyle derdini/mesajını anlatanına kadar pek çok biçim, kendisini İslami bir mücadele veya bu mücadelenin bir parçası/şubesi olarak görmektedir.

Yapılanmaya İlişkin Terimler Cemaat: Cem, camii, mecmua kelimeleri gibi, Ce-Me-A (Cim-Mim-Ayn) kökünden türemiş olan cemaat, topluluk, toplananlar, bir araya gelenler demektir. Mescitlere, aynı amaçla bir araya gelen Müslümanları toplama fonksiyonu nedeniyle camii, bireysel olarak değil toplanarak eda edilen bir namaz olduğu için Cuma günü malum namaza Cuma/toplu namaz denmektedir. Ancak cemaate verilen topluluk anlamı, kitle/yığın terimine verilen anlamdan farklıdır. Çünkü kitle veya yığın şartların bir

Bu noktada şöyle bir kavramsallaştırma faydalı

araya getirdiği, hedefi belli olmayan rastgele

olabilir: Toplumun İslami ilkeler doğrultusunda

bir kalabalığı ifade ederken cemaat, bir fikir ve

dönüşmesi uğrunda çaba sarf etmekle ilgili

inanç etrafında, bir hedef için bir araya gelen

önemli kavramlardan ikisi, İslami hareket ve

insan topluluğu demektir. Namaz için bir araya

İslamcılıktır. İslami hareket, İslam toplumu

gelen Müslümanlar bunun için cemaat olarak

yaratmayı amaçlayan harekettir. “İslamcılık

tanımlanır. Burada önemli olan sayının azlığı

ise siyasal ve ideolojik karaktere sahip bir

veya çokluğu yani kalabalık olmak değildir.

akım olup, İslami hareketler tarafından

Cemaat için asgari üç rakamından bahsedilmesi

gerçekleştirilebilecek bir ideal oluşturmaktadır.”8

sanıyorum Arapça çoğul sayılmanın ilk basamağı

Bu durumda İslamcılık işin ideoloji, İslami

olmasından kaynaklanmaktadır. Yoksa insan

hareket ise pratik eylemcilik boyutunu ifade

tek başına cemaat namazı kılamaz, ama iki kişi

etmektedir.

cemaat olabilir. Dolayısıyla cemaatte her ikisi

Son dönem İslami gelişmeler, kazandırdığı çok şeyin yanında, içe kapalı, kendi içinde hiyerarşik, neredeyse bütünüyle siyasi hedeflere matuf, başka hedefleri meşru saymayan, ayrışmacı, kimi zaman tekfirci bir mücadele/ yapılanma anlayışı üretmiştir. Bunlar, yeniden öze dönüş öncülerinin yanlış anlaşılması olarak izah edilse de zamanın emperyalist diktatör iktidarlarından dolayı bu kurgunun doğal olarak ortaya çıktığı söylense de bugün için sonuç değişmemektedir. Zira bugün cemaat dediğimiz ve her birinin kendini Fırka-i Naciye olarak gördüğü yapılar bu süreç içinde doğmuştur. Cemaat, hizip, yapı, organize olmak gibi kavramlara hiyerarşi esasına göre Erkilet: 33

8

birden olması gereken, önemli iki noktadan birincisi inanç ve fikir birliği, ikincisi ise bir hedefi gerçekleştirmek için bir araya gelmiş olmaktır. Bu durumda cemaat, aynı fikir, inanç veya dünya görüşüne sahip insanların birlikte bir eylemde bulunmak için bir araya gelerek oluşturdukları insan topluluğudur. Bu açıdan şuurlu bir birliktelik olarak nitelenmektedir. Aynı hedef uğruna sarf edilen çabaların, belli bir programa göre sürdürülmesinin cemaat olmanın bir gereği olduğunu da ilave etmemiz gerekir. Bu tanıma uygun her türlü beşeri topluluk cemaat sayılabilirse de daha çok dini yapıları/grupları ifade etmek için kullanıldığı da hatırlatılmalıdır. Bu genel tanıma göre bütün Müslümanların aynı dini aidiyeti, aynı Allah, peygamber ve kıbleyi

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

11


sahiplenmeleri sebebiyle bir cemaat sayılması

için kullanılan ve cemaatten daha az sevimli

gerekmektedir. Ancak Hıristiyan veya Yahudi

görünen terim ise hizip kavramıdır.

cemaati ifadesi karşıdan bakanlar olduğumuz için kullanılabilir olmakla beraber, farklı ve bazı konularda karşıt fikirlere sahip olmaları nedeniyle Müslümanların genelini ümmet olarak tanımlamak daha doğrudur. Cemaat ise İslam’ın kendilerine has bir yorumunda bir araya gelen

benzer şekilde belli bir inanç, hedef veya çıkar doğrultusunda bir araya gelmiş insan topluluğudur. Kur’an’da kullanılan kelime değişik mezheplere ve dinlere bölünmüş insan

insan topluluğunu ifade etmek için kullanılabilir.

toplulukları, (30/32)10 anlamında, şeytanın

Belli bir tasavvuf ekolünün, Ehl-i Sünnet veya

ordusu, (58/19)11 Rahman’ın ordusu anlamında

Şia gibi farklı fikirlere sahip mezheplerin ya da

(58/22)12 kullanılmaktadır. Buradan da

radikal bir yapının cemaat olarak nitelenmesi

görüldüğü gibi bir gaye uğruna çalışmayı bir

gibi…

taraftarlığı da ifade etmektedir.

Cemaatle namaz eda edilme biçiminde/

Arapçada siyasal parti anlamında

esnasında da görüldüğü gibi cemaati cemaat

kullanılmasından da anlaşılacağı üzere cemaate

yapan hususlar vardır: Ortak inanç ve düşünce,

göre daha örgütsel, daha sıkı ve daha marjinal

ortak hedef, organizasyon yani ritmik ve

bir topluluğu ifade etmektedir. Kendine has

koordine hareket ve organizasyon/koordineyi

ilke ve fikirlere yahut hedef ve yöntemlere,

hem sağlayan hem de temsil eden itaat mercii,

bütün bunları örgütleyip gerçekleştirecek

imam, lider… Toplu namaz, cemaatin “ideal

sabit ve değişmez ilkelere sahip olmak hizbin

tip”i olması açsından da önemlidir. Şartları

temel vasıfları olarak görülmektedir. Hizip,

eksik olduğunda nasıl namaz sahih olmazsa

müntesiplerinin hizbin görüşlerine teslimiyet

yukarıdaki unsurlardan biri eksik olduğunda da bir arada bulunanların cemaat sayılması mümkün olmaz.

kullanılan en prestijli terim ümmet terimidir. Ümmet hem çağın hem de her çağın İslam toplumunu ifade etmek için kullanılmakta ve her Müslüman kendisini İslam ümmetine nispet etmekten şeref duymaktadır. Ehl-i Sünnet vel-Cemaat ifadesinde de olduğu gibi cemaatin de Muhammed Ümmeti anlamında kullanıldığı zaman her Müslüman kendisini bu cemaate ait saymaktadır. Fakat terim, belli bir yaklaşım tarzı anlamında kullanıldığında herkes için aynı oranda cazip değildir, hatta birçoğu için itici hale gelmekte, bir cemaat olarak nitelenmek istememektedir. Yine de ortada kalıp, kurda kuşa yem olmaktansa bir cemaate mensup olmanın faydasına ve cemaatin şahs-ı manevisinin üstünlüğüne inananlar çoğunluktadır. “Mü’minler bir vücudun azaları gibidirler. Bir organ hastalanır ve zarar görürse bütün vücut onun ile ilgilenir” hadis-i şerifi de genellikle bu doğrultuda yorumlanmaktadır.9 İslam adına oluşan birliktelikleri ifade etmek (Buhari, Edeb, 27; Müslim, Birr, 17)

9

gösterip, bunları yaymak için çalışması bu görüşlerin yanlışlıklarını eleştirmekten kaçınması esasına dayanır. Kültürel ve örgütsel bir

Müslümanların birlikteliğini ifade etmek için

12

Hizip de sözlük olarak cemaat terimine

hâkimiyet bağı ve hiyerarşi söz konusudur.13 Hizip; “bir siyasi partinin içinde, partinin izlemekte olduğu ana siyasi çizgiye karşı olan, ayrı bir teşkilat merkezi bulunan ve partinin çoğunlukla aldığı kararlara karşı savaşan parti içi grup, fraksiyon, klik” şeklinde de tanımlanmaktadır. Yani hizip, grup içinde grup veya cemaat içinde cemaat ama içinde bulunduğu yapının amaçları, ilke ve düşüncesi ile çelişen ve de cemaatin onaylamadığı düşünce ve hedeflere sahip, yapının kararlarını etkileyebilecek potansiyele ulaşmış alt gruptur. Bu alt grup çeşitli sebeplerle sahip olduğu farklı eğilimleri nedeniyle kendilerini örgüt içinde farklı şekilde nitelendirmektedir. Örneğin Mısır’da Cihad Hareketi veya etTekfir vel-Hicre, kendi başına bir yapı olarak değerlendirildiğinde birer cemaat olarak “Her hizip kendinde olan ile övünmektedir.” (30-Rum:

10

32) “İşte onlar şeytanın hizbidir.” (58-Mücadele: 19)

11

“İşte onlar Allah’ın hizbidir.” (58-Mücadele: 22)

12

http://www.islah.de/menhec/men00018.pdf

13

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


tanımlanabilir, ama kendilerini İhvan’a nispet

yönteme dair anlamlar barındırmaktadırlar ve

etmeleri veya onun içinden bir parça olarak

ilk göze çarpan özellikleri, sistem içi araçlar

değerlendirilmeleri durumunda birer hiziptir.

olmalarıdır.

Grup içinde grup olmaktan da öte hizip, cemaatten daha sınırlı bir zihniyetin ürünüdür. Sınırlılık, az ilkeye sahip olmaktan değil, daha az sayıda insanın rıza göstereceği daha ayrıntılı ve zor şartlar ileri sürmesinden kaynaklanmaktadır.

Bunlardan parti, en sistem içi araçtır ve doğrudan doğruya siyasal bir yapılanmadır. Vakıf ve dernekler ise daha dolaylı olarak siyasal nitelikler taşırlar. Hatta siyasal alana

Cemaat gibi, ilke, hedef bütünlüğü ve bunlar

hiç bulaşmayan vakıf ve derneklere rastlamak

için de yine koordine çalışma söz konusudur,

mümkündür. Vakıf ve derneklerin, özellikle de

ama cemaatin ümmete nispeten kapsam darlığı

mazisi oldukça eski olan vakıfların amaçları daha

cemaate nispeten hizip için söz konusudur.

çok sosyal konularla ilgilidir. Çok çeşitli alanlarda

Belki Arapçadaki anlamları nedeniyle Arap dünyasında sıradan bir taraftarlığı ifade etmekte ve “Hizbullah” ibaresindeki gibi rahatça kullanılmaktadır, ama Türkçede olumsuz bir anlam çağrıştırmaktadır. Cemaat olmak bir meziyet sayılabilirken hizip olmak istenmeyen bir nitelemedir. Genelde İslami yapılar özellikle de Türkiye’dekiler kendilerinin hizip olarak nitelenmesini istemez. Ayırt edici vasıflara sahip olduklarını düşündükleri halde hiziple vasıflandırılmak marjinalliği, genel İslam ümmet bedeninden ayrılığı çağrıştırmaktadır. Grup ise “bazı ortak ilgi/çıkarları paylaşan ve belli etkileşim tabanlarına sahip olan bir insan topluluğudur.” Kişinin kendi içinden gelen ilgi, dışarıdan oluşturulmuş bir rüzgârın meydana getirdiği eğilim veya belli bir propagandacının etrafında toplanmak gibi grubu bir araya getiren ortak bir nokta vardır. Ama bu nokta bir ideoloji, dünya görüşü veya ortak hedef gibi bir kavramla izah edilemez. Müzik yapmak için, belli bir olayı protesto etmek veya desteklemek için bir araya gelenlerin oluşturduğu topluluktur. Kitleden tek farkı spesifik de olsa “bir şeyin” toplanmaya neden olmasıdır. İdeolojik yapıların grup olarak ifade edilmesi aslında kelimenin anlamına uygun değildir. Diğerlerinden ayrı ve kendi başına müstakil bir yapı olduğunu belirtmek için kullanılmaktadır.

gösterdikleri faaliyetleri, “yardım” başlığı altında toplamak mümkündür. Tamamen ideolojik veya dini bir niteliğe sahip olmadığı sürece “yardım”ın siyasal bir niteliği ve amacı yoktur; bu kurumlar, ideolojik bir misyona sahip değildir. Yardım edenlerin, örneğin Müslümanların yardımseverliğine, yaşam biçimine, insani ilişkilerine bakarak yardım görenlerin Müslüman olması bile asıl amaç değildir, böyle bir durum kendiliğinden oluşan bir sonuçtur. Fakat diğer yandan siyasi, ideolojik amaçlarla ya da böyle amaçlarla yürütülen faaliyetlere destek olmak için kurulan vakıf/dernekler de bulunmaktadır. Bu, daha yakın zamanlarda ve gittikçe daha sık rastlanan bir durum olmaya başlamıştır. Parti, vakıf, dernek gibi kavramların konumuz açısından bir önemi de mücadelenin evrilme sürecinde işgal ettikleri pozisyondur. Değişik fikir, ses ve iddialar, bunlar için otoriteye ulaşmaya veya yakın durmaya çalışmak her zaman vardı ama siyasi partiler, muhalif hareketlerin sistem içinde kendilerini ifade edebileceği mekanizmaların oluşmasından sonra legal/sistem içi bir araç haline gelmiştir. Parlamenter demokrasinin, temsil mekanizmasını iddia edildiği gibi iyi işletemediği ortaya çıktıkça da yeni arayışlar belirmiş; sivil toplum bu dertlere bir çare ve parlamenter

Parti, vakıf ve dernek gibi terimler ise

demokrasiden daha ileri bir mekanizma olarak

cemaat, hizip ve gruptan farklı bir kategoride

savunulmuştur. Sivil toplumun en önemli işleyiş

yer almaktadır. Cemaat ve hizip türü kavramlar,

aygıtı ise sivil toplum kuruluşlarıdır. Sivil toplum

yöntemden bağımsız değildirler ama daha çok

kuruluşları aracılığıyla toplumun, idari yapı

yapılanmanın biçimiyle ilgili fikir vermektedirler.

ve kararlarda yer alma biçimi, parlamenter

Parti, vakıf, dernek türü terimler ise yapılanma

demokrasiden sonra ve daha ileri bir işleyiş

biçiminden bağımsız değildirler ama daha çok

biçimi olarak kabul edilmektedir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

13


Vakıf ve dernek gibi kurumlar da aslında birer

profesyonel hale gelmiş diğerlerinin eliyle değil

sivil toplum kuruluşudur. Zira ister yardım,

de bizzat kendisi yapmayı tercih etmektedir.

isterse düşünsel, siyasi bir konuda faaliyette

Yapılan iş, bu tür algılayış ve işleyişten dolayı bir

bulunmak için kurulmuş olsun her bir vakıf/

süre sonra yardım rekabetine dönüşmektedir.

dernek sivil bir kuruluştur ve sivil toplum olmanın gereğidir. Politik, sosyal, kültürel veya hukuki amaçlar doğrultusunda lobi faaliyetleri veya eylemlerle kitleyi veya belli bir kesimi ikna etmeye çalışan, kar amacı gütmeyen, gönüllülük esasına göre yapılanıp çalışan, gelirlerini bağışlar ve aidatlardan sağlayan sivil toplum kuruluşlarının siyasi ve ideolojik hedeflere sahip olabileceği tanımından da anlaşılmaktadır. Dolayısıyla STK’lardan sistem eleştirisinde bulunmak/muhalefet amacıyla da siyasi otoriteye akıl vermek, destek olmak amacıyla da kurulanlar bulunmaktadır.

*** Bu kavramlardan cemaat, hem Müslümanların gözündeki itibarı/kıymeti hem de yapılanma düşüncesini benzerlerinden daha genel ifade etmesi nedeniyle temel kavram olarak ele alınabilir. Bu noktada cemaatin, cemaatleşmenin söz ettiğimiz problemleri yapısal olarak taşıyıp taşımadığına bakmak gerekmektedir. Fakat bundan önce yapılanmaya dair, başta zikrettiğimiz iki farklı görüşün fikirlerine bakalım:

Sistem içi araçlar olmaları nedeniyle siyasi partide olduğu gibi sivil toplum kuruluşlarının da bir araç/yöntem olarak kullanılmasının İslami olup olmayacağı halen süregiden bir tartışmadır. İslami mücadelenin yapılanma sorununu irdelemeye çalışıyor olmamız nedeniyle STK’larla ilgili son olarak şuna dikkat çekmek istiyoruz: Dernek, vakıf, sendika, meslek kuruluşları veya başka sivil toplum kuruluşu şeklinde çalışmak Müslümanların kitleye ulaşıp kendilerini ifade etmelerinde, halka karışmalarında mesafe kat etmelerini sağlamaktadır ama yapısal sorunları buraya da taşınmaktadır. Yapılanmanın, hiyerarşik, tek merkezli veya otoriter/diktatörlük şeklinde olması gibi problemler parti veya vakıf/dernek olma durumunda da kendisini gösterebilmektedir.

Anarşiden anlaşılan şey çoğunlukla kargaşa, kuralsızlık, şiddet ve devlet karşıtlığıdır. Fakat bu tanımlama, terör ve kaos/anomi (normsuzluk) kavramları ile karıştırılmasından kaynaklanmaktadır. Anarşizm, Eski Yunanca yöneticisiz anlamına gelen an-archos kelimesinden gelmektedir, ama doğrudan “hükümetsizlik” anlamına gelmez. “Her koşulda her türlü otoriteyi reddetmek” en yalın tanımı sayılabilir, tamamen hükümet/devlet karşıtı olmaktan ziyade toplumsal otoriteyi içeren ve kurumsal tahakkümü temsil eden hiyerarşiye karşı bir harekettir. Devlet karşıtı olarak tanımlanması, devletin, hiyerarşinin ulaştığı en ileri biçim olması nedeniyledir. Bu nedenle

Siyasi partileşmede olduğu gibi bu tür STK’ları ana faaliyet konusu olarak belirleyenler olduğu gibi cemaat bünyesi içinde belli bir alanda yan bir faaliyet olarak yürütenler de bulunmaktadır. Eğer söze konu dernek bir camiaya aitse cemaatin lideri derneğin de zorunlu olarak lideri oluvermektedir. Her faaliyette otorite o olduğu gibi burada da o nihai karar mercii olarak kabul görmektedir.

anarşizmi devlet karşıtlığı olarak tanımlamak yetersiz bir tanımdır. Anarşizmin yaklaşımını, şu ifade genel ve özet bir şekilde ortaya koymaktadır: “Hiç kimsenin bir diğerini baskı altına almasının imkânsız hale gelmesini mi hedefliyorsun? Öyleyse, hiç kimsenin güce/iktidara sahip olmamasını sağlaman gerekir.” (Maximoff, G. P: Bakunin’in Siyasi Felsefesi: Bilimsel Anarşizm)14 Bu görüşe

Ayrıca küçük olsun benim olsun mantığı cemaatin sivil toplum kuruluşlarında da kendisini göstermektedir. Eğer yardım edecekse bunu yılların tecrübesi ve kadrosu ile yapan ve daha

14

Anarşizm

dayanan hareketler genel olarak, merkezi iktidara, üretim araçlarının özel mülkiyetine, ekonominin kurumlar aracılığıyla sevk ve http://www.isyan.8m.com/anarsizm_nedir.htm

14

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


idare edilmesine karşı çıkmakta, bunun yerine

emek ve mülkiyeti üzerinde bireysel söz hakkını

toplumsal ilişkilerde gönüllülük ilkesinden

dile getirmiş ve sonunda ortadan kalkmasıyla

beslenen etkileşime dayanan özyönetimi

sonuçlanacak olan hükümetin zamanla

savunmakta; “özgürlük ve otonomi ile

küçülmesine yol açacak ilerlemeci akılcılığa

karakterize edilen bir toplumu” arzulamaktadır.

inanmıştır.” İlk ve en tanınmış bireyci anarşist

Bunun ifade ettiği şey, bireylerin özgürlüğü,

Max Stirner’in felsefesi, “bireyci anarşizmin

sosyal olaylara katılımında gönüllülüğün esas

egoist formudur; ona göre tanrı, devlet, ahlak

olduğu bir toplum, “bireylerin ve toplulukların,

kuralları ve toplumu dikkate almadan istediği

alınan kararlardan etkilendikleri ölçüde söz

gibi eyleyen bireyin, toplum üyelerine karşı

sahibi olması”dır.

hiçbir sorumluluğu yoktur. Stirner’e göre haklar

Bu ele alış biçimine göre anarşizm, zorlayıcı kurumlara ve toplumsal otoritenin merkezileşmesini ifade eden hiyerarşiye karşıdır, ama toplumsal yapının sağlanması konusunda olumlu bir yaklaşım sahibidir. Toplumun nasıl işleyeceği konusunda kaos ve kargaşayı değil gönüllük ilkesine dayalı bir düzeni öngörür,

insan aklındaki korkulardır ve toplum denen şey yoktur; “bireyler onun gerçekliğidir” mülkiyeti haklarla değil, güç ve kudretle sahip olunan varlıklar olarak görür. Stirner, merhametsizliğe saygının gösterileceği egoistler birliğini, insanları bir araya getirecek örgütlenme modeli olarak görür.”

genel bir ifade ile şiddete, geleneksel siyasete

Daha az radikal bireyci anarşizm türü olan

karşıdır. Parlamentoyu sahte bir kurum olarak

Boston anarşistleri ise serbest piyasa ve

görür, halkın iktidarı olmadığı gibi iradesini de

özel mülkiyeti desteklemişlerdir. Özgürlük

yansıtmadığını savunur; bu yüzden sisteme

ve mülkiyeti özel sözleşmelerle korumak

katılmak anlamına geldiği için oy verme

gerektiğini düşünüyorlardı. Kapitalizmin,

eylemine de karşıdır. Devlet, doğası gereği kötü

emeğin karşılığını sağlayamayacağına dikkat

olduğu için siyasi parti ve sunduğu alternatifler de ona ait birer aldatmacadır. Üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı olmasından da anlaşılacağı üzere genel olarak Marksist hareketlerle bir paralelliğe sahiptir, ama Marksist anarşistler olduğu gibi Marksist olmayan hatta Marksizm’e, sosyalizme karşı olan anarşist

çekmelerine rağmen “emeğin, maaş karşılığı takasını” onaylamışlardır. Aralarında entelektüel mülkiyet hakkına karşı çıkanlar, sadece kullanıldığı sürece toprak mülkiyetini savunanlar veya bir kısıtlamadan söz etmeyenler olmak üzere farklı görüşleri savunanlar olmuştur; bu yüzden bireyci anarşizmin belirli bir teorisinden

yaklaşım/hareketler de vardır.

bahsetmenin mümkün olmadığını savunanlar

Şiddet, ekonomi sitemi, özel mülkiyet,

yoktur, vergi yoktur, askerlik yoktur, polis

çevre, endüstri, sanayileşme gibi konulara

yoktur, kanun yoktur, kolektiviteler yoktur ve

yaklaşımlarından kaynaklanan farklı anarşist

sonunda toplum yoktur.

anlayış/hareketler söz konusudur. Hıristiyan anarşist hareketler olduğu gibi Komünist olanlar da vardır. Anarşizmi daha iyi anlamak için bu değişik türlerinden kısaca söz etmekte fayda

da vardır. Elitist bireyci anarşizmde ise devlet

Anarko-Komünizm, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran “özyönetimli komünlerden oluşan ve siyasal organizasyon

var:

biçimi olarak doğrudan demokrasinin işlediği,

Bireyci Anarşizm, “bireysel bilincin ve bireysel

geçerli olduğu bir toplumun, olabilecek en

çıkarın herhangi bir kolektif organ ya da kamu

özgür toplumsal örgütleme biçimi olduğunu”

otoritesi tarafından engellenmemesi gerektiğine

savunmaktadır. Bireysel özgürlüğü engellediği

inanır. Sosyal, sosyalist, kolektivist, komünist

için doğrudan demokrasinin çoğulcu yapısına

akımların, ortak mülkiyet düşüncesine karşı

karşı çıkan ve konsensüse dayanan bir

mülkiyetin bireylerin elinde bulunmasına

demokrasi anlayışını öne sürenler de vardır.

olumlu yaklaşır.” Bilinen temsilcilerinden

Kâr, emek-ücret konusunda komünün artı

William Godwin, “yardımseverlik düşüncesini

değerine ve kaynaklarına özgürce erişim hakkı

savunurken bunun yanında her bireyin, kendi

öngörülür. Böyle bir toplumun üyeleri gerekli

diğer komünlerle federasyon ilişkisinin

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

15


görevleri kendiliklerinden yerine getirecektir, çünkü komünal yaşamın ve yardımlaşmanın yararlarını, baskı ve sömürünün nedenlerini ve zararlarını görecek ve yok edilmesini isteyeceklerdir. Baskı ve sömürünün kaynağının özel mülkiyet olduğunu söyleyen Kropotkin, barınak, toprak ve fabrikanın özel mülkiyete ait olamayacağını, komüne veya ulusa ait olacağını ifade etmektedir. Devletin ilga edilmesi gereken bir zararlı olduğu düşüncesi, Marks’tan önce

Kolektivist Anarşizm, “özellikle Mikhail Bakunin ve Birinci Enternasyonal’in antiotoriter kesimi ile ifade edilen anarşist akımdır. Mutualistlerden farklı olarak üretim araçlarının her türlü özel mülkiyetine karşıdırlar ve mülkiyetin kolektifleştirilmesini savunurlar.” Ancak buradaki kolektifleştirme gelir paylaşımını kuşatmaz, işçilerin çalışma zamanına göre

anarşistler tarafından savunulmuştur. Hatta

ücretlendirilmesini ifade eder. “Kolektivist

Marks, bu yaklaşımını onlardan devralmıştır.

anarşistler çalışma tazminatlarını desteklerler ve

Bolşevik devrimin arkasından devrime karşı

ihtiyaca göre komünist paylaşımı devrim sonrası

olan hatta karşı direnişe geçen anarşistlerin

süreçte olanaklı görürler. Kolektivist anarşizm,

bulunduğu, belirtilmesi gereken ilginç bir

devletsiz, kolektivist toplum için birlikte

noktadır.

mücadele ettiği ve kendisiyle aynı dönemde

Anarko Sendikalizm, 20. yüzyılın başlarında farklı bir akım olarak ortaya çıkmış, öncekilerden

yükselişe geçen Marksizm’in işçi diktatörlüğüne mesafeli yaklaşmış onu reddetmiştir.”

farklı olarak emek hareketine odaklanmış,

Yeşil Anarşizm ise özellikle doğa ile insan

“radikal sendikaları devrimci toplumsal değişimi

ilişkisi üzerine odaklanmakta; “endüstri öncesi

sağlayacak güç olarak” görmüştür. “Kapitalizm

toplumu hatta bazen tarım öncesi toplumu

ve devleti, işçilerin özyönetimine dayanan yeni

yeniden canlandırmak” isteyen bir anlayışa

bir toplumla alaşağı etmek temel amacıdır.” Sınıf

dayanmaktadır. “İnsanları doğal yaşamdan

ayırımına neden olduğu için ücret sistemini ve

yabancılaştıran (ve kapitalizmi doğuran)

üretim araçlarının özel mülkiyetini reddeder. İşçi

teknoloji ve ilerleme düşüncesiyle ifade edilen

dayanışması, grev ve iş yeri işgali gibi doğrudan

endüstri toplumu”nun eleştirisi yeşil anarşizmin

eylemler, işçilerin özyönetimi temel bazı

yaklaşımında önemli bir yer tutar ve onu

ilkelerindendir. “Özellikle Fransa ve İspanya’da

değiştirmeyi hedefler. “Kendilerini primitivist

olmak üzere birçok sendikalist örgüt aracılığıyla

olarak adlandıran bazı yeşil anarşistler, doğal

etkinliğini sürdürmektedir.” Mutualizm, (mutual: karşılıklı) “federasyon, karşılıklılık, özgür ortaklık, gönüllülüğe dayanan sözleşmeler, kredi ve para reformu” gibi kavram/konuları öne çıkarır. Mutualistlere göre “hükümet müdahalesinin olmadığı bir serbest piyasa, kâr, kira ve faizi kaldırarak, fiyatları emek maliyetlerine çeker” yani artı değer çalışanlar arasında pay edilir. İşçilerin, mümkün olduğunca az ücrete razı olarak şirketler için rekabet etmesi yerine; “firmaların ücretleri arttırarak işçiler için rekabet ettiği bir düzen sağlanır.” Mutualizmi, bireyci ve kolektivist anarşizm arasında bir sentez olarak görenler de vardır. Örneğin ünlü mutualist, “mülkiyet hırsızlıktır” diyen Pierre-Joseph Proudhon, “anarşi” terimini, komünizm ve mülkiyetin diyalektik sentezi ve “özgürlük” kavramına eşdeğer olarak önerir. William B. Greene, mutualizmi üç felsefenin sentezinde arar:

16

“Komünizm, kapitalizm ve sosyalizm”.

yaşama tam bir dönüş ve göçebe avcı-toplayıcı hayat tarzını savunurken, birçok yeşil anarşist ise gündemine sadece endüstri toplumunun ortadan kaldırılmasını alır, evcilleştirmeye veya tarım etkinliğine karşı kesin bir karşı duruş sergilemezler.” Devrim sonrası gelecek ile bağlantılı bu sorunlarla uğraşanları olmasına karşın bu tür sorunları bir kenara bırakarak, “bugünün dünyasının karşı karşıya olduğu sorunlara ve toplumsal devrim konusuna” odaklananları çoğunluktadır.15 “Toplumsal ekoloji” düşüncesi, yeşil anarşizmin en yetkin şekli olarak kabul görmektedir. “İnsanın doğaya hükmetmesi gerektiği kavramı doğrudan doğruya insanın insana hükmetmesi olgusundan kaynaklanır” ifadesi, toplumsal ekolojinin temel yaklaşımını göstermektedir. Ekolojik krizin kökeninde yer alan şey de insanlar arası tahakküm ilişkileridir. “Doğaya tahakküm toplum http://tr.wikipedia.org/wiki/Anar%C5%9Fizm

15

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


içindeki tahakkümün bir ürünü olarak görülür, ama bu hükmetme kriz haline ancak kapitalizm altında varır.” “İçsel olarak sahip olduğu rekabetçi doğası nedeni ile burjuva, insanoğlunu birbirine düşürmekle” kalmamış “aynı zamanda da insanlık kitlelerini doğa ve dünya ile birbirine” düşürmüştür. “Nasıl ki insanlar mallara dönüştürüldüyse, benzer şekilde doğanın her bir öğesi de bir mala, üretimde kullanılacak ve pazarlanabilecek bir kaynağa umarsızca” dönüştürülmüştür.

gerekir. İspanya İç Savaşı’nda anarşistlerin de yer aldığı ama yenilerek marjinalize oldukları, bu savaşa katılan komünistlerle aynı safta olmaları beklenirken onlarla da karşı karşıya geldikleri not edilebilecek ilginç noktalardandır. Anarşizm, toplumsallığa karşı son derece birey taraftarı görünmektedir. Ancak bu yaklaşıma karşın kolektif bilinci bireyüstü sayan ve organize merkezi idare altında yaşamın faziletinden bahseden toplum modelleri de

*** Görüldüğü gibi belli bir anarşist teori değil birçok anarşist yaklaşım biçimi vardır. Anarşist yaklaşımlar arasındaki farklılık, bireysel terörcülerden, genel grevciler, devletsiz liberalizmi savunanlar hatta merkeziyetçiliği öne çıkaran post-yapısalcı anarşistlere kadar varan bir çeşitlilik arz etmektedir. “Eylem ile propagandayı itici güç olarak” görerek, savunmacı şiddet adı altında şiddeti savunan ekolleri de vardır; genelde özel mülkiyete karşı

vardır. Bunlar, anarşizmin devlet, otorite ve merkezi toplumsal organizasyon yaklaşımını eleştirmektedir. Hegel bunun örneklerinden biridir. Hegel’e göre insan doğası, “devleti sadece kendi güvenliğinin bir aracı olarak değil, fakat aynı zamanda özgürlüğün en yüksek ifadesi olarak görmeyi gerektirir.”16 Çünkü devlet, insanların anlaşıp uzlaşarak egemenlik ve bağımsızlık temelinde oluşturduğu siyasal bir örgütlenmedir.

oldukları halde mülkiyeti özgürlüğün zaruri bir

Şimdi de toplumsallığı öne çıkaran yaklaşımlara

parçası olarak değerlendirerek özel mülkiyete

bir bakalım; kolektif bilinci bireyüstü bir varlık

izin veren versiyonları da bulunmaktadır.

sayanlara Nurettin Şazi Kösemihal, sosyoloji

Uç noktalardaki çıkışlarını nispeten göz ardı ederek ortak özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Otorite ve özel mülkiyet karşıtlığı, bütünsellik ve merkeziyetçiliği reddetme, anti-dogmatizm, devrimcilik, “çelişki ve tutarsızlığı tutarlı kabullenme”, bireysel özgürlük. Anarşizm, devletin doğuşu ve mahiyeti veya tarihi gelişimi/ vakıası itibarıyla kötü ve zararlı olduğu için ortadan kalkabileceğini/kaldırılması gerektiğini kabul eder, düzenin sağlanmasını doğal hale bırakır; kendi kendine işleyen bir ahlak düzeninin, yasasız ve devletsiz işleyebileceğini; yerel yapılanmaların doğrudan dayanışma ile devlet, sermaye ve dini kurumlara karşı özgürlükleri savunabileceğini öngörür. Maddi ihtiyaçların ve kolektif sorumlulukların, zorlama olmaksızın, kendiliğinden yerine getirilebileceği bir durumun imkân dâhilinde olduğunu kabul etmektedir. Tahayyül ettiği toplumsallıkta “sınır tanımama” ana ve genel bir ilke gibi görünmektedir, ancak bunun yanına insana yaklaşımının “insan insanın kurdudur” diyen Hobbes’un yaklaşımı gibi olmadığını da eklemek

okulu adını veriyor:

Sosyoloji Okulu Sosyoloji okulu, toplumsal hayatın toplumsal koşullarla anlatılabileceğini savunan kuramların yaklaşımını ifade etmektedir. Sosyoloji okuluna göre “toplumsal hayat, bireyle, bireysel ruhla anlatılması mümkün olmayan orijinal bir varlıktır. Toplumsal hayat psikoloji hayatına bağlanamaz”. Bu tartışmanın arkasında Comte – Spencer, Mill arasında geçen bilimlerin sıralamasında sosyoloji ve psikolojinin nasıl yer alacağına dair farklı görüşler yer almaktadır ancak biz işin bu boyutuna girmeyeceğiz.17 Bu yaklaşımda temel fikir şudur; insan ruhu topluma bağlıdır, toplumsal hayat orijinal bir varlıktır, kolektif bilinç bireylerin basit bir http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/

16

anar%C5%9Fizm Bu başlıkta başvurulan kaynak ve alıntıların yapıldığı

17

eser: Sosyoloji Tarihi, Prof. Nurettin Şazi Kösemihal, Remzi Kitabevi, S. 147-212

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

17


toplamı değil onu kat kat aşan bir bileşimdir,

İşte her toplumda bu gücü –biçimi ne olursa

birey zümrenin ürünüdür, toplumsal olayların

olsun- hükümetler temsil eder.” “Comte’a göre

açıklaması ancak zümrede aranabilir. Bunun,

insanlık insanla değil; tersine, insan insanlıkla

sosyal bilimlerle gelişen yeni bir anlayış

anlaşılır.” İnsanlık bir soyutlama, metafizik bir

olmadığı eski çağlardan beri rastlanan bir

nesne değil, birey bir soyutlamadır.

yaklaşım olduğu da unutulmamalıdır. Örneğin, Hint felsefesinde “Ben” toplumsal değinimlerin ürünüdür; “benliğimizi meydana getiren fikir, heyecan, haz, elem gibi psikoloji olayları toplumsal ilişkilerin bir sonucudur.” İnsan ruhu ile toplumsal hayat arasındaki ilişkiden bahseden Platon, “toplumsal hayatın dışında kalan bir insanın hayvandan farkı olmayacağını söyler”. Aristo’nun “insan toplumsal bir hayvandır” sözü meşhurdur, “kanun ve adalet olmasaydı insan hayvanların en kötüsü olurdu” sözü de ona aittir. Son derece bireyci düşünen 18. yüzyıl düşünürleri kendilerini toplumsal çevrenin önemini vurgulamaktan alamazken bu yüzyılın sonundan itibaren ve 19. yüzyıl düşünürleri ise bireyciliğe şiddetli tepkiler gösterdi, toplumcu kuramlar yeniden canlandı. Çünkü şiddetli toplumsal çalkantıların yaşandığı bu süreçte örneğin Fransa’da düşünürler, hasta toplumun derdine deva bulmak için bütün dikkatlerini toplumun sorunları üzerine çevirmişlerdi. Auguste Comte’a (1798-1857) göre toplumsal olaylar doğanın en yüksek derecesidir. “Zihinlerde ortak bir toplumsal öğreti (doktrin) kurmaya elverişli birtakım genel fikirler yerleşmedikçe, uluslar içinde bulundukları

göre (1843-1915) düşünce beyinlerin karşılıklı etkisinin ta kendisidir, bu nedenle de bütünüyle toplumsaldır. “Bireysel tasarılar, hayaller hep yanlıştır, ama düşünce ve ‘bilgi’ daima doğru dediğimiz fikirleri temsil eder.” Düşünce kuşaklar boyu düzeltilmiş, tamamlanmış kolektif deneylerin ürünüdür. İnsanları diğer canlılar gibi içgüdülerle hareket etmekten kurtaran toplumsal çevredir. Düşünce ve zihinsel hayatın doğmasına neden olan da toplumsal hayattır, psikoloji sosyal davranışların nedeni değil sonucudur. Roberty’nin de katıldığı düşünceye göre; düşüncenin, toplumsal ilişkiler sonucu meydana geldiği kabul edilmeyecek olursa, bilim-dışı olan kuramına başvurmak zorunda kalınacaktır. Bu durumda bilincin doğmasını, gelişmesini, kültürün devamını ve birikimini bilimsel olarak izah etmek mümkün olmayacaktır. Zihnin çözümleme ve ayırma yetilerinin gelişmesi, tarih boyunca toplumsal farklılaşmanın gittikçe artmasıyla toplumsal çevrenin daha karmaşık bir biçim almasındandır. Espinas’a göre, “Bireyin toplumu meydana getirmesi şöyle dursun tersine birey toplumun bir ürünüdür.”

kargaşalıktan kurtulamayacaklardır… Bugün

Bu anlayışa göre “bireyler arasındaki karşılıklı

zihinlerdeki ayrılık; teolojik, metafizik ve

etki ne kadar şiddetli, karmaşık, sürekli olursa

pozitivist felsefe gibi birbiriyle uzlaşamaz üç

düşünce de o oranda çabuk ilerler.”

ayrı felsefenin aynı zamanda kullanılmasından doğmaktadır.” Bunlardan “biri tam bir üstünlük kazansaydı toplumlar da belli bir düzene kavuşmuş olurlardı.”

18

Rus sosyal bilimci neo-pozitivist Roberty’ye

Durkheim (1858-1917) de “kolektif bilinç bireysel bilinçten büsbütün ayrı bir tür meydana getirir” görüşündedir. Ona göre toplumsal hayatın açıklaması gene toplumsal

Comte’a göre “toplumsal birim birey olamaz.

hayatta aranmalıdır. “Toplumsal olaylar din,

Çünkü herhangi bir bütünle parçası veya birimi

ahlak, hukuk, mantık gibi türlü biçimlere

arasında hemcinstenlik (tecanüs) olmalıdır. Bu

bürünerek bireysel bilinçlere dışarıdan gelirler

bakımdan toplumsal birim olarak ancak aileyi

ve kendilerini istese de istemese de bireye

kabul edebiliriz. Aile, bireyle cins arasında

zorla kabul ettirirler.” Bu doğrultuda, bireysel

köprü ödevini görür. Özgecilik, başkaları için

bilinç ve bireysel tasarıdan bağımsız toplumsal

yaşamak aile ile başlar. “Her biri bir başka

bilinç ve toplumsal tasarı diye ayrı bir gerçek

yöne giden toplumsal birimleri derleyip

kabul eder. “Toplum, çoğu zaman sanıldığı gibi

toplayacak, toplumsal birliği sağlayacak bir güç

mantıksız veya mantık dışı, ipe sapa gelmeyen

bulunmasaydı, toplumlar darmadağınık olurlardı.

bir varlık değildir. Tersine kolektif bilinç, bilinç

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


hayatının en yüksek biçimidir. Çünkü bilinçlerin

Tönnies (1855-1936) toplulukları akraba

bilincidir. Bireylerin ve yöresel olanakların

bağları ile oluşan ve bir amaç için bir araya

üstünde yer aldığı için her şeyi özlü, temelli

gelen olmak üzere ikiye ayırır. Birincisinde

tarafından görür, ayrıca söylenebilir fikir

bireysel irade ile toplumsal irade arasında bir

kalıplarına sokar… Toplum bireylere göre ileriyi

fark olmadığını, bireysel iradenin kamu iradesi

daha iyi görür.” İntihar olayının nedenini de

tarafından silindiğini söylemektedir. İkinci

bireyden çok toplumda görmektedir. Devrim

tür topluluklarda bireysel iradenin, bireysel

ve savaş gibi durumlarda intihar olayları

kişiliklerin var olduğunu, bireysel çıkarların

hemen düşer. “Çünkü bu gibi hallerde kolektif

başta geldiğini, sözleşmeli dayanışma, ticaret

bilinç bireysel bilinci sımsıkı sarar.” Toplumsal

ve kişisel mülkiyetin rastlanan olgular olduğunu

bağların zayıf olduğu durum ve toplumlardaki

savunmaktadır.

intiharları da bencil intihar olarak isimlendirir. Kutsal inançların oluşmasının nedenini de ilkel zümrelerin toplanma ve dağılma dönemlerinin birbirini izlemesinde aramaktadır. Toplumların, dağınık yaşadıkları dönemlerde “sönük, monoton ve sıkıntılı bir hayat” sürdüklerini ama toplu yaşadıkları zaman karşılıklı uyarım sonucu ruhlarında büyük değişimler baş gösterdiğini, vecd içinde yaşadıklarını ifade etmektedir. Tarde ise Durkheim’in yaklaşımını eleştirerek birey kalkınca ortada toplum diye bir şeyin kalamayacağını ifade etmekte; Sorokin de toplumsal olayların sadece toplumsal etmenlerle açıklanamayacağını savunmaktadır. Toplumsal

*** Birbirine taban tabana zıt denilebilecek iki farklı yaklaşım… Biri merkezi otoriteyi ve bu otorite altında bir vücut gibi organize olmuş toplumu, bunun uzmanlaşmış biçimi olan devleti, bu potada eriyip bütüne karışmış bireyleri kutsamakta; diğeri bunun bireylerdeki kişiliği ve kabiliyetleri körelttiğini, bireyin kendi sınavını veremediğini savunmakta. Biri, birey olarak kalmanın kurda kuşa yem olmak anlamına geldiğini, diğeri ise merkezi otoriteyi yüceltmenin ona dokunulamaz hale getireceğini, kişilikleri silikleştirip zayıflatacağını

davranışın kutsanmasını eleştirenlerden biri de

iddia etmektedir. Bir yaklaşım, bireyin de daha

Gustave Le Bon’dur (1841-1931). O’na göre

doğru hareket etmesi ve daha verimli olması

kalabalığa girildiğinde söz konusu kolektif şuur

için toplumsal ortak bilinç/aklın faydasına/

bireylerin akli melekelerini ve kişiliklerini siler

üstünlüğüne inanmakta, diğer yaklaşım ise

ve bilinçaltı egemen olur. Kalabalıkların baştan

içten gelmedikten sonra dış baskının bir anlamı

çıkarmaya hazır olduğunu belirten ve aşırılığını

olmaktan öte hassasiyetleri körelteceğini

vurgulayan Bon, toplumsal hareketlerin

savunmaktadır. Bu tartışma yüzyıllardır sürüyor

daha çok irrasyonellik durumu olduğunu

ve ağırlık bir bu tarafa bir diğer tarafa meyledip

savunmaktadır.

gidiyor.

Polonyalı Yahudi sosyal bilimci Gumplowicz

Anarşizmin, serseri başıboşluğa,

(1838-1909) de sosyoloji okulunun bir

vurdumduymazlığa, kaosa, kendi dışındakileri

temsilcisidir; “toplumsal oluşumun gerçek

yok saymaya giden tarafını/versiyonlarını,

öğeleri bireyler değil, topluluklardır” der.

toplumu hiçe saymasını, kuralsızlığı yüceltmesini

“Tarihte, bireylerin eylemlerindeki düzeni değil

göz ardı edecek olursak; bu iki uç, iyi ve kötü

de zümrelerin hareketlerindeki düzeni” inceleme

karşılaştırması olmadığı gibi belli ideolojilerin

taraftarıdır. Ona göre “bireyci psikolojinin en

toplandığı uçlar da değil. Zira hemen her

büyük hatası insanın düşündüğünü sanmış

görüşten otonomiyi savunanlar çıktığı gibi

olmasıdır. Bu yüzden düşüncenin kaynağını hep

merkeziyetçi toplumsallığı savunanlar da

bireyde ararlar… Böyle bir görüş baştan aşağı

çıkmaktadır. Ayrıca çıkar ve hırs gibi faktörler,

yanlıştır: Çünkü düşünen birey değil toplumsal

uçlar arasında bir tercihin tek nedeni olamaz.

zümredir; insan düşüncesinin kaynağını, içinde

Örneğin dünyalık hırsı ve materyalist eğilim için

yaşadığı toplumsal çevrede aramak gerekir…

otonominin en iyi alternatif olduğu söylenemez.

İnsan ruhu, insan düşüncesi, içinde bulunduğu

Tam aksine merkezi ve güçlü otorite bunun için

toplumsal çevreden çıkmıştır.”

daha uygun bir zemin sağlayabilir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

19


Aslında her birinin, hem kendisi hem de karşı taraf hakkındaki iddialarında ciddi haklılık payları var. Bunlar, tarafların iddialarından kolayca anlaşılabiliyor. Toplumsalcılardan, bilincin ve düşüncenin bireye ait olamayacağı, bunların topluma ait olduğu iddialarında bile önemli haklılık paylarının olduğunu kabul etmek gerekir. Durkheim’in dediği gibi toplumsal değerler, kendi içine doğmuş olan bireye kendisini öyle veya böyle kabul ettirir. Bu nedenle de ortak bilinç, toplumsal otorite ve hegemonya oluşumuna son derece müsait bir tabiata sahiptir. Ortak ve merkezi güçlü yapılanmalar dışarıya karşı daha güçlü bir nitelik arz eder, ama yapıyı oluşturan bireylerin tek başlarına aynı niteliğe sahip olabilmesini sağlamaz; böyle bireyler güçlü bir ideoloji karşısında zayıftırlar. Bireyin yüceltilmesi ise toplumsal uyumu/huzuru tehlikeye atmakta kuralsızlığa davetiye çıkarmaktadır. Merkezi toplumsal yapılanmayı sırf hiyerarşi üzerinden değerlendirip reddetmek, bireylerin birbirlerine uygulayacakları haksızlıkları defetmenin garantisini sağlamamaktadır. Toplumun doğru/hayırlı bir yapıya kavuşmasında her birinin avantajları vardır, ama aynı zamanda dezavantajlar da barındırmaktadır. Dikkat edilmesi gereken husus, önerilerinde, toplumun daha sağlıklı bir bütünlük içinde nasıl yapılanacağı, haksızlıklara, yanlış kararlara nasıl engel olup adaletin nasıl tesis edileceği endişesi ve arayışı içinde olup olmadıklarıdır. Her iki yaklaşımda da fıtratın bu endişeyi beşeri hırslara galip kıldığı noktalar vardır, doğruya isabet ettikleri yerler de işte o noktalardır. Müslümanlardan da hem merkezi örgütlenmeyi hem de anarşizme yakın yapılanma biçimlerini savunanlar bulunmaktadır. Ancak genelde olduğu gibi Müslümanların eğiliminde de merkeziyetçi toplumsallık düşüncesinin ağır bastığını ifade etmemiz gerekir. Örneğin merhum Ercüment Özkan, “İslami ideolojinin… bağlıları aracılığıyla iktidara gelmeyi istediğini”; bunun ancak örgütlenmekle mümkün

örgütlenmeye gönderme yapmaktadır.18 Putman’ın da dediği gibi toplumsal örgütlenme, “örneğin eşgüdümlü eylemleri kolaylaştırarak toplumun verimliliğini geliştiren güven, normlar ve ilişki ağları gibi” özellikler toplumsal bir sermayedir. Ve bu sermaye “öznel toplumsal normlar (güven), toplumun nesnel özellikleri (toplumsal ilişki ağları) ve sonuçların (verimlilik, etkililik) bir karışımı”dır. “Rahatsız edici olaylara karşı kolektif hareket etmek insanların birbirine güvenleriyle ilgilidir. Güvenin kaybolması toplumsal heyecanı da bitirir. Kriz dediğimiz şey de büyük ölçüde bu psikolojik koşullardan beslenir.”19 Toplumun sağlam ve dirençli bir şekilde bir arada durabilmesi için bu sermayeye ihtiyacının olduğunu söylemek merkezi otoriteye doğrudan işaret etmiyor. Hatta daha çok bu sermayeyi oluşturmak için yapıya gönüllü katılımı ifade ediyor. Ancak bugün “Arap Baharı” üzerinden giden tartışmalarda da görüldüğü gibi Müslümanların hilafet modeline uygun bir toplum anlayışına ve ona giderken de devrimin “ideal tip”ine uygun bir devrimci hareket düşüncesine sahip oldukları görülmektedir. Gerçi şunu atlamamak gerekir, Arap Baharı çerçevesinde ortaya çıkan hareketlerden de bir ders olarak çıkarılabileceği gibi organize olamamış ve bir lider çıkaramamış hareketlerin nereye doğru gelişeceğini tahmin etmek kolay değil. “Çünkü bir liderin failliğinde toplanmamış bir halk iradesinin her yanından çekiştirilmesi ve yönlendirilmesi mümkündür.”20 Anarşizm ve sosyoloji okulu adı altında dile getirdiğimiz yöntemden hangisinin sonuç almak için daha uygun olduğu üzerine daha fazla söz söylemenin gerekli olmadığı düşüncesindeyiz. Zira merkezi otoriteye dayalı yapıların zaafları da merkezi otoritenin bulunmadığı otonomi sisteminin kusurları da ve aynı zamanda sağladığı avantajlar da malumdur. Tercih edildiğinde her ikisinin de ciddi oranda ıslahına ihtiyaç vardır. (Dindar-Dinci, İktibas, sayı 184, S:8-10), Orta Doğu’da

18

Modernleşme ve İslami Hareketler, Alev Erkilet, Hece

olacağını vurguladıktan sonra, “İktidar olmak dinlerin gıdasıdır. İktidarsız din gıdasızlıktan, besinsizlikten ölür” derken merkezi

20

Yayınları. S. 199 Karizma Zamanları, Yasin Aktay, Timaş, S. 39-40.

19

Karizma Zamanları, Yasin Aktay, Timaş, S. 18.

20

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Müslümanların tercihlerinin çoğunlukla neden

yöntemin de henüz bu derde deva olduğu

merkeziyetçi ve tek liderci bir yapıdan yana

söylenemez.

olduğunu anlamaya çalışmanın daha faydalı olduğu kanaatindeyiz.

Her iki yaklaşımda da olumlu ve de olumsuz

Aslında merkeziyetçi/toplumsalcı yapılarla

toplumsallıktan yana oluyor? İlk akla gelen

otonomi arasındaki tercihler döngüsel bir nitelik

sebep; yardımlaşmaya, Allah’ın ipine el-birlik

arz etmektedir. Bunun tarihi kayıtları daha

sarılmaya, gücün zaafa uğramaması için ayrılığa

gerilerde de bulunabilir örneğin site devletleri

düşmemek gerektiğine, Müslümanların birbiriyle

ile imparatorluklar arasındaki git-geller gibi…

ilişkisinin bir vücudun azaları gibi olduğuna

Fakat yakın tarihten yeterince materyal

dair ayet ve hadislerdir. Ancak gerçek şu ki, bu

bulmak mümkün. 19. yüzyılda toplumsallığa,

ayetlerden, yönlendirmelerden ve hatta “Medine

toplumun bireylerin toplamından öte bir şey olduğuna vurgu yapılmadan önce 18. yüzyılda savunulan şey otonomi sitemidir. Bu felsefi anlamıyla anarşizmi savunmak değildir ama imparatorluğun merkezi yapılanmasının doğurduğu fıtratı boğan zulme karşı otonomi savunulmuştur. Anarşizmin gelişmesi de aynı sosyal gerekçelere dayanmaktadır. Ulus-devletin doğuşunun imparatorluk çağından sonrasına rastladığını da hatırlatmaya gerek yoktur. Bu, şu demektir: İktidar alanını alabildiğine genişletmek için merkezi otoriteyi hâkim kılmak isteyen bunun için de toplumu kutsayan, bireyin tek başına insan sınıfından bile sayılamayacağını iddia eden anlayışın meydana getirdiği tahribata/zulme karşı merkezi yönetimin ıslahını değil ilgasını savunan yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Ancak 18. yüzyılda merkezi idareye karşı oluşan hareketlerin estirdiği rüzgâr toplumda dirlik ve düzen bırakmamış her yer savaş alanına dönmüştür. Bu kaos ortamının topluma yaşattığı sıkıntılar, ruhsal boyuta ulaşan buhranlar toplumsallığın yeniden kutsanmasına neden olmuştur. Kural olarak zaten “gerginlik ve çöküş dönemleri kolektif davranış üretir.” Bu dönemde “çılgın kalabalıklar” tanımlaması yaygın bir ifadedir. Ayrıca site devleti gibi küçük yapılarda otoritenin zulmüne bir de dışarıdan gelen saldırılar eklenmektedir. Bu tür küçük yapıların birlikte hareket edememesi veya çok merkezli bir yapının hızlı tepki/cevap geliştirememesi gibi zaafları bulunmaktadır. Oysa büyük ve merkezi örgütlü yapıların,

yönler olduğu halde Müslümanların tercihi neden

devletinden” bir hilafet modeli çıkarmak bize ait bir çıkarımdır, vahyin doğrudan söylediği bir şey değildir. Bunu böyle anlamamıza neden olan ise daha çok dış faktörlerdir. Bu noktayı, Müslümanlar arasında yardımlaşma, birlik, kardeşlik, toplumsal düzen/itaat gibi konularla ilişkin ayet ve hadislerin neden böyle anlaşıldığının ve aslında ne demek istediğinin, müstakil bir makalenin konusu olmaya daha uygun olduğunu belirterek geçelim. Toplumun ve toplum içinde yok olmanın kutsiyetine vurgu yapan söylemlerin toparlanma döneminde dile getirildiğini belirtmiştik. Ve biz de “İslam imparatorluklarının” da varlığına dayanarak/güvenerek 11. yüzyılda başladığımız uykudan 19. yüzyılın ortalarında uyanmaya başladık ve halen bir toparlanma telaşı içindeyiz. Tek parça bir imparatorluk düşüncesinden sonra yine bütün ümmetin bir çatı altında toplanacağı bir geleceği hayal etmekteyiz. Çünkü toplumun yapacağı iş ve göreceği işlevden önce ve öte, kendisinin kutsal olduğunu düşünmeye devam etmekteyiz. Ayrıca geçmişimizde otonomiye ilişkin tecrübeler son derece sınırlı. Oysa en büyük ve dünya çapında etkinlik göstermiş devletler hep tek kişilik idareler şeklinde yapılanmış. Hangisi daha iyidir diye geriye doğru baktığımızda birine ilişkin birçok örnek görülebilirken diğerine dair önemli somut bir veri bulamamak bir eğilimin oluşmasına da neden olmaktadır.

tek söz, hızlı karar alma, saldırıya anında

Daha büyük ve tek ses olmanın beşeri zaafları

tepki verme gibi tercihe şayan avantajları

daha çok okşayan bir şey olduğunu da teslim

bulunmaktadır. Dolayısıyla bu yöntemlerden

etmek gerekir. Düşmanlara korku salma,

birinden zarar gören diğerini savunmakta ve

dostlara ise güven verme konusunda bir aile

bu döngü sürüp gitmektedir. Demokrasi denen

kadar uyumlu ama olabildiğince de büyük bir

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

21


toplumun her bakımdan sağladığı avantajlar

Müslüman’ı ilgilendirmekte/içine almaktadır. Bu

vardır.

prensiplerle kast edilen şey, bütünleşmekten çok

Merkezi idarelerin otonomi yapılarına göre toplumsallık konusunda daha kolay bir tercih olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Gerek karar alma süreçleri gerekse alınan karaları süratle ve etkin bir biçimde uygulama konusunda merkezi idareler kıyas kabul etmez bir üstünlüğe sahiptir. Oysa otonomilerde veya bireysel tercihlerin

ayrışmadır. Ayrışmadan kastımız, sıkı kriterler, aranan özelliklerdeki incelik sebebiyle veya ağır disiplinden dolayı belli sayı ve nitelikteki insanın diğerlerinden doğal olarak ayrışması değildir. Cemaat oluşumunu sağlayan asıl saiklerin, birlik, bütünlükten çok ayrışma üzerine kurulu olmasıdır.

önemli sayıldığı ve onlara da başvurulduğu

Cemaati oluşturan, insanların bir araya

yapılarda karar almak ve uygulamak hem çok

gelmesini sağlayacak ilkeler değildir. Cemaati

zor hem de “istenen” yönde karar çıkarmak

asıl, diğerlerinden ayrıldığı özellikleri,

riskli bir durumdur. İyi bir sonuç çıkarmak

yönleri oluşturur ve bir arada tutar.

isteyenin günlerce uğraşıp kulis faaliyetleri yapıp

Birliği vurgulayan genel ilkeler, cemaatin bu

sonunda da karara razı olması gerekir. Elbette

kendine has vasıfları çerçevesinde bir anlama

daha zor bir durum…

kavuşmaktadır. Her cemaat aynı şeyi söylüyor, aynı vasıflara sahip bulunuyor olsa çağrısını

Yapılanmanın Yapısal Problemleri

duyanlar neye göre tercihte bulunacaklardır

Gelelim ana sorunumuza; cemaatleşmek,

vasıfları, cezp edici yönleri tercih sebebi haline

yapılanmaya ilişkin şikâyette bulunduğumuz

gelir ama bu tür bir tercihin uzun ömürlü olması

problemleri yapısal olarak taşımakta mıdır?

beklenemez. Diğerlerinden farklı olmalı ve

Bizim kanaatimiz cemaatleşmenin bu

farklı bir şeye çağırmalıdır ki, etrafında kendine

problemleri yapısal/anatomik olarak taşıdığı

has insanlar toplayabilsin. Buradaki farklılık ve

yönündedir. Şüphesiz ki Allah yolunda mücadele

ayrışmadan kasıt, genel insan toplumu içinde

etmek; ayrılığa düşmemeyi, Allah’ın dinine

değil kendini İslam’a nispet eden bütün kesimler

el-birlik olarak sarılmayı, velayeti, hakkı ve sabrı tavsiye etmeyi, bir vücudun azaları gibi birbirinin derdine deva olmayı/eksiğini

içinde bir farklılık ve buna bağlı bir ayrışmadır. “Biz farklı bir şey söylemiyoruz, çağlar boyunca

tamamlamayı gerektirir. Mücadelenin gerekli

tekrar edilen mesajı tekrar etmekten başka bir

olduğunu düşünen hiçbir Müslüman, bunlarsız

iddiamız yok” diyerek “farklılığı” bir zül olarak

bir mücadele tahayyül etmez, tam aksine

kabul edenler varsa yapmaları gereken en

binanın fonksiyonel bir tuğlası olmayı arzu eder.

makul şey, yeni bir teşekkül için onca meşakkat

Zaten problemlere kaynaklık eden şey de bu

içine girmeden, sarf edecekleri zamanı,

prensiplerden/sorumluluklardan hiçbiri değildir.

enerjiyi hazır bir çatı altında yeni olmanın

Sanıyorum burada cemaat ve cemaatleşmeden

kaybettirdiklerine maruz da kalmadan sarf

kastımızın, toplumsal bir bilince/ümmet bilincine

etmeleridir. Ayrıca velev ki üstün meziyetleri

sahip olmak ve onun gereğince davranmak

olsa bile söyleyecek farklı bir sözü veya mesajı/

olmadığını; İslam’ın, kendine has bir yorumu

iddiası olmayanların çıkıp ayrı bir yapılanma

etrafında bir yapı teşekkül ettirmek olduğunu

yoluna gitmesi, kişiliklerle, beşeri zaaflarla ilgili

söylememize bile gerek yoktur.

problemlere, dolayısıyla da yapısal problemlere

Her ne kadar yardımlaşma, zulme karşı birlik

22

ki? Böyle bir durumda ancak liderin veya vaizin

işaret etmektedir.

olma, beraberlik, mücadelenin hakkıyla ifa

Cemaatleşmek, hakkın yegâne temsilcisi

edilmesi için gerekli donanıma sahip olma gibi

olma iddiasını zorunlu kılar. Hak dinin

yukarıda saydığımız ilkeler, cemaat olmanın

tek olması gibi onun tezahürünün de tek

altında yatan gerekçeler olarak ileri sürülüyor

olması gerektiği bu sonucu ortaya çıkaran ilk

olsa da belli bir cemaatin varlık nedeni

önermedir. Hak dinin yorumu/tezahürü tek

bunlardan ibaret değildir. Varlık gerekçesi olarak

olduğuna ve aynı zamanda yeni bir yapılanma

ileri sürülen bu ilkeler geneli değil belli bir kesim

teşekkül ettirmek de gerekli olduğuna göre

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


mevcutlardan hiçbirisi hakkın temsilcisi olmaya

hem cemaatin gerekliliğini savunmak hem

ve yanında mücadele verilmeye layık değildir.

de Müslümanlar arasında birlik beraberlik

Bu, başkalarının her söylediğinin batıl olduğunu,

çağrısında bulunmak çelişik bir durum arz

haktan hiçbir şey taşımadıklarını düşünmek

etmektedir.

anlamına gelmez. Tam aksine birçok yapıyı kendine yakın hissedebilir, kimi fikirlerinden istifade edebilir, bazı uygulamalarını örnek alabilir. Fakat bütün bunlar onu hakkın bir temsilcisi olarak görmeye yeterli değildir. Kimisi şu sebeple kimisi bu sebeple batıl/ cahili özellikler taşımaktadır. Bunun için de onlarla birlikte hareket etmek doğru değildir, yardımlaşmak olabilir ama davetin muhatabı olarak görülmeleri daha doğrudur. Oysa asıl olması gereken, leke taşımamak, pürü pak olmaktır. Bu da ancak içinde bulunulan yapıda tezahür edebilmiştir.

Bizce cemaatleşme hiyerarşi ile ilgili sıkça gündeme getirilen problemlere de bizatihi kendisi kaynaklık etmektedir. Bu problemleri, lider sultası, farklı düşüncelerin bu sultayı zorlayacak bir niteliğe sahipse dışlanması, bireylerin ancak bu bütün içinde bir varlık ifade etmesi, kişiliklerin silikleştirilmesi, emir komuta zincirine benzer hiyerarşik ilişkilerin oluşması, düşüncenin bile tepeden aşağıya doğru oluşturulup söylenene göre fikir sahibi olma/fikir değiştirme gibi başlıklar şeklinde özetleyebiliriz. Müslümanların zihnindeki cemaat anlayışı

Hiçbir cemaat hakkın tek ve yegâne temsilcisinin kendisinden ibaret olduğunu doğrudan doğruya söylemez. Ancak “yeni bir teşekkül içine girmek ve hakkın tek tezahürü olur” demekle zımnen benden başka doğru yoktur, hakkın yegâne temsilcisi benim demiş olur. Aksi olsaydı mevcutlardan en doğru gördükleri birini destekleyip güçlendirmeleri, onlarla güç birliği

piramit şeklindedir, emir sahiplerine kesin itaat esasına dayanır, bir çeşit devlet yönetimine benzer, belirli bir programı ve somut hedefleri vardır. Bu zihniyeti oluşturan en önemli model Medine İslam Devleti’dir. Buradan devşirilen modele göre; peygamber, otoritenin merkezi ve tek kişilik oluşunu, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer üst düzey danışma kurulunu veya liderlik

oluşturmaları beklenirdi.

kadrosunu, kimi ifadelere göre beyin takımını

Oysa görülen ayrışmadır ve ayrışma sebebiyle

Zeyd, Bilal gibi az sayıdaki ikinci bir halka ise

cemaatler arasında geçişlilik bile yoktur.

öncü cemaati oluşturmaktadır. Bununla ilgili

Bir cemaate mensupsanız siz oraya aitsiniz

olarak, bu okumanın doğru bir okuma olmadığını

demektir. Başka bir yapının etki alanına

belirtmekle yetineceğiz.

giremezsiniz, belki yardımcı olabilirsiniz ama aynı anda onun adına da çalışamazsınız. Eğer iş yapabilecek enerjiniz, zamanınız ve kapasiteniz varsa onu burası için harcamanız gerekir. Başkalarına iş görmek için ekstra zamanınız oluyorsa, içinde bulunduğunuz yapının üzerinizdeki sorumluluklarını hakkıyla yerine

temsil etmektedir. Onlara yakın olan Ali, Ammar,

Bu ilk üç aşama neredeyse bütün cemaatlerde standart bir şeydir. Bundan sonra verimliliklerine, yakınlıklarına göre tebaa gelir ve bu tebaa sempatizanlara varana kadar genişler. Kabaca bakıldığında bunda yadırganacak bir şey yoktur. Bir insan topluluğu başka nasıl idare

getirmemişsiniz demektir.

edilir ki? Mecburen idare eden bir merkez ve bu

Cemaatler, kendi mensuplarını kendi hâkimiyet

göre insanların sıralandığı bir yapı doğal sürecin

alanları olarak görmektedir. Bu alanda hem

zorunlu sonucu gibi görünmektedir. Ancak

sözün kendilerine ait olduğunu hem de bu alana

cemaatlerdeki yapılanma bir toplumun veya

başkalarının müdahale hakkına sahip olmadığını

devletin yapılanmasından biraz daha farklı

düşünmektedirler. Bu kuralı ihlal etmek, yapılar

işlemek durumundadır.

arasında çeşitli problemlere bile yol açabilir.

idareye yakınlıklarına ve iş yapma biçimlerine

Cemaatin algılanışında, lider, organizasyon,

Demek ki cemaat, farklılık ve doğrunun tek

program, disiplin gibi tıpkı namaz kılan cemaate

temsilcisi olma iddiasının bizatihi sebebidir

benzer standartlar bulunmaktadır. Örneğin

veya bu iddianın somut delilidir. Dolayısıyla

Arap Baharı’na getirilen eleştirilerden birisi de

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

23


bunlardan yoksunlukla ilgilidir. Yani bir lider

cemaatlerin, bir düşünceyi paylaşmakta olan

etrafında toplanmış bir hareket olmamaları…

insanların organize olma ihtiyacının ürünü olarak

Dağınık olmamak, belli bir amaca matuf olarak

değil, kişi etrafında toplanmaktan teşekkül

ve de verimli bir şekilde çalışmak topluluk için

etmesi önemli bir noktadır. Bu nokta, cemaatin,

de aranan ve güzel bir haslettir. Böylece topluluk

cemaati oluşturan müntesiplere değil, önayak

her rüzgârın peşinde eğilmekten de kurtarılmış

olan, derleyip toparlayan, etrafında toplanılan

olur. Bilinçli tercihlerle bilinçli hareket eder.

kurucuya ait bir şey olarak algılanmasının da

Bütün bunların başarılmasında liderin/liderliğin

nedenidir. Doğal olarak da mülkü üzerinde

icra edeceği önemli fonksiyonlar vardır.

tasarrufta bulunmak, sahibinin hakkı olarak

Fakat cemaat ve lider dediğimiz hemen her yerde/yapıda neden karşımıza eleştirilemez, değiştirilemez, aşılamaz bir kadro ve daha da özelde bir kişi çıkmaktadır? Sadakatle çalışmak, ilerlemek, yükselmek, paye almak anlamına gelirken; neden yönteme, kadroya, yapılan işlere yani cemaati cemaat yapan herhangi

görülmektedir. Buradan da şirkete benzer modeller çıkmaktadır. Bunun için de liderin ne yönlendirilmesi, eleştirilmesi ne de değiştirilmesi mümkün değildir. Liderin değiştirilemeyeceği ilkesi, kadronun eski kurucularından birinin liderle değiştirilmesine bile engel teşkil etmektedir.

bir şeye eleştiride bulunmak ve bu eleştiri

Model, hilafet veya imamet modelinin

üzerinde ısrar etmek, dışlanmakla, ikinci bir yapı

minyatürize edilmiş halidir. Ama liderin

teşekkülü ile sonuçlanmaktadır?

yetkilerinin niteliği minyatürize edilmemiştir.

Kanaatimizce bu tür problemlerde, cemaatin teşekkül biçimi ve cemaatin algılanışının bu teşekkül biçiminden etkileniyor olması önemli bir rol oynamaktadır. Şöyle ki; cemaatin oluşumu, belli bir inanç etrafında toplanmış, belli hedefleri ve programı olan bir grup insanın, organize olmak için çare geliştirmesi, bir lider edinmesiyle nihayete ulaşan bir süreç değildir. Cemaat, ideali olan kişi/kişiler etrafında toplananların organize olması şeklinde teşekkül eder. Önce, tabi olanlar değil, çağıran/davet eden, kişi/birey vardır. Aslında bu gayet olağan bir durumdur, varlığın doğasının gereğidir. Bir çağrıya, mesaja sahip olan, inancının gereği olarak dünya görüşünü yaymanın mücadelesini verir ve icabet edenlerden oluşan topluluk, gelişimine bağlı olarak kendi içinde

Kurucuya ait yetkiler ancak ölümüyle birlikte yeni gelecek olana devredilebilir. Genel kanaat, yeni gelenin de selefinin yetkilerine/ dokunulmazlığına sahip olması yönündedir. Fakat fiili durum, haleflerin daha dokunulabilir olarak düşünüldüğünü göstermektedir. Bu algılayışta kurucudan sonra rekabetin önünün açılmasının payını göz ardı etmemek gerekir. Genel algı, cemaatin lidere özdeş olduğu şeklindedir. Bu, müntesiplerin zihninde de böyle olduğu için aslen diktatör bir karaktere sahip olmayan liderlerin yapı içinde konumlandırılması bile otoriter bir algıyla fonksiyonelleştirilmektedir. Başlangıçta eşit mesafelerde olan cemaat içi ilişkileri, zamanla hiyerarşiye dönüşmektedir.

bir organizasyona dönüşmeye başlar. Sorun

Lider-cemaat özdeşleştirmesinin önemli

teşekkül eden kısım ise tabi olanların varlığından

sakıncalarından biri de cemaatin, kapasite,

önce tebarüz eden davet edicinin icabet

kabiliyet, verimlilik gibi hususlarda liderin

edeceklerden oluşacak topluluğun doğal, zorunlu

vasıflarıyla sınırlı olmasıdır.

ve tek lideri olarak kabul edilmesidir. Bunun böyle olması gerektiği veya böyle olduğunda sorun yaşanmayan örneklerden söz edilebilir.

24

Sonuç

Örneğin peygamberler, başlattıkları hareketin

Öyle anlaşılıyor ki, bugün cemaat olmak

doğal ve tartışılmaz lideridir. Ancak unutmayalım

demek şikâyet ettiğimiz problemlerle malul

ki, din konusu hariç Hz. Peygamber, toplumun

olmak demektir. Bunda, toplumsallığın/

herhangi bir bireyi gibi davranmaya ne kadar

toplumun, organize yapıların, liderliğin

çok özen göstermiştir. Yine buna riayet etmeye

kutsanması, tarihi geçmişimizin hilafet/imamet

çalışan başka liderler de olmuştur. Ancak

modeliyle şekillenmiş olması, üretkenliğin değil

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


hazırcılığın alışkanlık haline gelmesi gibi birçok sebep sayılabilir. Bu sebepler, yapılanmanın kodlarına işlemiş, cemaat olmayla özdeşleşmiş vaziyettedir. Oysa diğer yandan yapılanma, mücadelenin hem doğal/kaçınılmaz hem de gerekli bir unsurudur. haklılık payı ve söylediklerinden alınabilecek dersler olmakla beraber İslami mücadele ve yapılanma için derde deva bir model olmadığı da görülmektedir. Öyleyse Müslümanların, cemaat yapılanma biçiminin yerine daha farklı toplumsal hareket modelleri geliştirmeleri gerekmektedir. Bugün yönetim biçimi olarak krallık modelleri ve ona benzer hilafet modeli üzerinde ısrar etmek nasıl anlamsız ise cemaat yapılanma biçimi üzerinde ısrar etmek de o nispette anlamsızdır. Zira Müslümanların ihtiyacını karşılayamamaktadır. Bu modelle ne vahdeti sağlamak, ne sorumluluğunu bihakkın yerine getirebilecek bireyleri yetiştirmek, ne de sorunların çözümü için etkin bir iletişim imkânı yakalamak mümkün görünmemektedir. Bu modelin bugün ihtiyacı karşılayamadığını, problemleri çözemediğini söylerken geçmişte bunu yapabiliyordu, biz geliştik ve artık yeterli gelmiyor demek istemiyoruz. Tam aksine geçmişte de ihtiyaca uygun bir model değildi. Asla bir araya gelmeyen ve her biri bir din haline gelmiş mezheplerin yani cemaatlerin oluşumu aynı zihniyetin/modelin ürünü değil midir? Yani yöntem gibi problemler de kadimdir. Bu kadar kadim/köklü problemlere, onların üstesinden gelecek bir model geliştirmek öyle kolay bir şey değil. Teoride olsa bile en azından pratikte kolay değil. Şikâyet ettiğimiz problemleri terk ederek işe başlarsak faydalı bir model/modeller üretme

www.islamiyorum.com

Anarşizmin hiyerarşik yapılara getirdiği eleştiride

sürecini de başlatmış olabiliriz.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

25


Dosya: İslami Cemaat ve Organizasyonlarda Yapılaşma Problemleri

İslami Cemaat ve Sivil Toplum Kuruluşlarında

Yapılaşma ve Organizasyon Problemleri

Nuri YILMAZ Düşünce, iş ve eylemlerinde “İslam’a uygunluk”

ki adalet herkes tarafından sevilmez; azgınlar

vasfını arayan; yeryüzündeki sorunların üzerine

ve kendi çıkarlarının esiri haline gelen insanlar,

“İslam” bakış açısı ile gitmeye çalışan ve

adaleti bir engel ve tehdit gibi algılarlar. Onun

problemlerinin çözümünü “İslam düşüncesinde”

olduğu yerde çıkarlarını gerçekleştiremezler,

arayan Müslümanlar, her dönemde var oldular.

haksız düzenler kuramazlar. Bu yüzden de el

Nitekim günümüzde de varlar...

birliği yaparak onu ortadan kaldırmaya çalışırlar.

Kimileri kaygılarını, bireysel duyarlılığı gösteren

“çıkar” üzerine kurulduğu durumlarda zulüm

niyetlerle açığa vuruyorlar; kimileri ise tek

egemen olur. Bu düzen pek az kişinin faydasına,

başına “niyet”i yeterli bulmayıp organize

çoğunluğun ise aleyhine çalışmaya başlar.

faaliyetlere girişiyorlar.

Haksızlık ve sömürü her tarafa yaygınlaşır.

Pratiğe dönüşmeyen bir niyet, filizlenmemiş

Çıkar odakları menfaatlerine uygun olanı

tohum gibidir; belki çok faydalı cevherler, belki

gerçekleştirebilmek için güç birliği yaparken ve

muazzam bir potansiyel içerir. Ama toprağa düşmeyen tohumun kendindeki cevherleri açığa çıkaramaması gibi, uygulama sahasına inmeyen niyetin de bir faydasını algılayamayız. Hatta kimi durumlarda sahibine tatmin duygusu yaşatıp, atalete sürükleyen bir rol bile üstlenebilir. Yeryüzünde (ve dolayısıyla ahirette) mutlu bir yaşam sürmek; zulmün son bulması ve adaletin her alana yaygınlaşmasıyla mümkün olur. Ne var

26

Adaletin son bulduğu ve toplumsal düzenin

organize bir şekilde hareket ederken, zulme son vermek; sadece “dilemek” ve “temenni etmek” ile gerçekleşmez. Bir şeyi engellemenin veya değiştirmenin yolu, ona denk bir güç ortaya koymaktır. Gerçi Yüce Allah, çaba gösterenlerle birlikte olacağını belirtmiştir1. Ancak bu vaat, Allah’ın ordularını göndermesi ya da zalimleri kendi elleriyle helak etmesi anlamına gelmez. Bu insanın sorumluluğudur. Bütün olayların Ankebut 29/69

1

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


gerisinde işlemekte olan ilahi plan2 haricinde her

biz, İslami mücadelelerdeki “yapılaşma”

şey sebep ve sonuç ilişkisine göre işler. İnsan

problemini gündemimize alacak ve meseleyle

sadece çalıştığının karşılığına ulaşır.

ilgili tartışmalara bu noktadan katkı sunmaya

Organize olmuş ve kendisini koruyacak

çalışacağız.

organları oluşturmuş bir zulüm düzenine

Yapılaşma (veya yapısal) problemler

muhalefet edebilmek ve nihayetinde onunla

dediğimizde; 1- Lider vesayetini, 2- Hiyerarşik

başa çıkabilmek için, organize mücadele vermek

yapılanma düzenini, 3- Birey iradesinin yok

kaçınılmazdır.

edilmesini kastediyoruz. Ve bu makalemizde, bu

Fakat bu noktada Müslümanlar, önemli bazı problemlerle karşı karşıya bulunmaktadırlar. Günümüzün İslami oluşum ve organizasyon anlayışı, esaret dönemlerinin veya soğuk savaş

noktadaki problemlerin nasıl çözülebileceğine dair düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz. Meseleyi tartışırken; - Önce “Kolektiflik” ve “bireysellik” kavramları

dönemlerinin zihniyetini temsil etmektedir.

çerçevesinde birey–toplum ilişkisini

Kendisini “din” ile özdeş gören, kendi din

değerlendirmeye çalışacağız

anlayışını bayraklaştırıp yaymaya çalışan ve nihayetinde iktidar gücünü ele geçirip kendi anlayışına uygun bir toplum düzeni kurmayı hedefleyen bir zihniyete sahiptir. Kendisinden olmayanı dışlar, kendi faaliyetleri haricindeki faaliyetleri önemsemez. Bu bakış açısı İslami oluşumları, ulaşılmak isteneni bırakıp, oraya ulaşmak isteyenleri rakip edinmek gibi bir

- Sonra İslam tarihinde kendisini gösteren tek merkezli, otoriter, dayatmacı kültürü ele alacak ve bunun İslami oluşumlara yansımasını değerlendireceğiz - Sonra da bu noktadaki sorunları aşabilmek için önerilerimizi ortaya koyacağız.

kısır döngüye sürüklemiştir. “Zulüm düzenini nasıl olsa sona erdireceğiz. Gerçek problem o değil, İslam’ı yanlış anlatarak önümüze engel çıkaran diğerleridir!” zihniyeti, kendisiyle aynı kaygıyı paylaşan diğerlerini düşman edinmeye götürmektedir. Bir araya gelip gerçek hedefe odaklanamadıkları gibi, bu zihniyetin doğal sonucu olarak küçük meselelerden dolayı kavgalar baş göstermekte, var olanlar da küçük parçalara ayrılmaya devam etmektedir. Bu problemler, “sivil toplum örgütü” mantığıyla kurulmuş ve eski zihniyeti aşmaya çalışan günümüz organizasyonlarında dahi az veya çok kendisini göstermektedir. Bu anlayışla zulmü engellemek ve adaleti yaygınlaştırmak mümkün olmadığı için, bu problemlere mutlaka çözüm bulmamız gerekiyor. Ancak bu kadar derin ve çok boyutlu bir konunun, bir makale ölçeğinde ele alınmasına imkan bulunmamaktadır. Bu yüzden de konuyu sınırlamak icap etmektedir. Bu makalemizde Bu plan insan tarafından görülemez ve bilinemez,

2

dolayısıyla onun çabasının niteliğini de etkilemez. Ancak

Kolektiflik ve Bireysellikten başka seçeneğimiz yok mu? Bireyselliğin karşıtını düşündüğümüzde, ilk akla gelen kavram “Kolektiflik” değil; “toplumsallık” olmalıdır. Fakat bununla birlikte, geçmiş dönemlerden günümüze miras kalmış yapılaşma geleneği “kolektif” kavramıyla ifade edilmeye daha uygundur. Kelime manası olarak kolektif; “birçok kişinin bir araya gelmesiyle oluşan kurum ve ortaklıklar”ı ifade eder. Yani belirli sayıdaki bireyin farklı katılımlarla vücuda getirdikleri ilişki ve ortaklık, herkesi eşit hale getiren bir isim altında toplanmış olur. Birçok kişinin katkısı ve ortaklığıyla oluşan bir yapılaşmanın tek bir birim veya isim olarak anılması kimi durumlarda elbette ki gereklidir. Ama isimlendirmede yaşanan durum, aynı zamanda sosyolojik bir gerçeklik olarak karşımıza çıkar. Merkeziyetçi, baskıcı ve otoriter zihniyet; bireyden korkar. Onu, uyum ve düzenin karşıtı olarak görür. Bu yüzden de herkesi aynılaştırmaya, toplum

her şeyin gerisinde işleyip giderek, olayları bir menzile

içindeki bir nefere ve sayıya dönüştürmeye

doğru götürür.

çalışır. Farklılıkları yok ettiği oranda da kendisini

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

27


başarılı sayar.

sonuçlar üretecek olan kavramlar, birbirlerine

Fakat toplum, kendi aklı ve kendi hareket kabiliyeti olan canlı bir varlık değildir. Hiç bir şeyi kendi bağımsız varlığıyla yapmaz. Bireyden korkanlar ve herkesi aynılaştırmaya çalışanlar, toplumu yönlendirme gücünü elinde bulunduran

alıp diğerlerini yok sayan bir zihniyet ve baskıcı, otoriter, dayatmacı, tek merkezli bir siyasi yapı ortaya çıkarmıştır. Sivil toplum yapılanmaları bile aynı zihniyetten beslenmiştir.

seçkin bireylerdir. Yani toplum demek,

Bahsini ettiğimiz dönemlerde (Orta Çağ),

yönetici(ler) demektir. Toplum içinde erimek

İslam dünyası ile dünyanın diğer coğrafyalarını

demek, toplumu yönlendiren insanlar karşısında

kıyasladığımız zaman karşılaşacağımız tablo,

birer nesneye dönüşmek demektir.

bizlere daha insani, daha adil gelebilir. Yani

İnsanlık; derebeylerin, ağaların, kralların ve padişahların hüküm sürdüğü uzun dönemler boyunca hep böyle yönetilmiş, hep böyle toplumsal yapılaşma örnekleri görmüştür. İnsanlık tarihinin bu genel görüntüsünü bozan en temel itiraz İslam’dan gelmektedir. İslam, “irade” konusuna yaptığı vurguyla farklılaşır ve imtihan dünyasında herkesin kendi iradesiyle karar vermesini sağlamaya çalışır. İnsan üzerinde baskı oluşturarak karar vermesini engelleyen veya kararını yönlendirmeye çalışan her türlü baskı unsuruna ve otoriteye karşı çıkar. Gerektiği durumlarda zalim güç ve otoritelerle savaşmaktan çekinmez. Dünyada ve ahirette mutlu bir yaşam sürmenin yapılan tercihle ilişkisini sıklıkla vurgulamakla birlikte,

gördüklerimizle avunabiliriz. Ama maksat problemleri görüp çözüm aramak ise, tarihi süreç içerisinde, İslam’ın kendi zihniyetiyle her noktada uyuşmayan bir pratik oluştuğunu görmek zorundayız. Zira günümüz tarikat, cemaat ve sivil toplum kuruluşları tarih içerisinde oluşan o zihniyetin izlerini taşımaktadırlar; lider merkezli, hiyerarşik ve bireyin iradesini eriten bir yapılanma biçimine sahiptirler. Oysa tarih içerisinde ortaya çıkan bu tablo; dinin temel yaklaşımlarıyla örtüşen ve günümüz dünya şartlarında sürdürebileceğimiz bir tablo değildir. Peki, tarihin bu mirasını nasıl değiştirecek ve dinin irade konusundaki yaklaşımını işler hale nasıl getireceğiz?

hiç kimseyi “övdüğü” tercihe zorlamaz. Ve hatta

Kadim kültürümüzde maalesef bununla ilgili

bağlılarını (Müslümanları) iyilik, doğruluk ve

yeterli örnek ve arayış ortaya çıkmamıştır.

adalet için mücadeleye yönlendirdiği halde;

Hatta modern dönemlere kadar İslam

zorla bir fikri veya yaşam biçimini kabul

coğrafyasında bu yönde bir gündem oluştuğunu

ettirmeyi asla onaylamaz.

da göremiyoruz. Çünkü 18. yüzyıla kadar

Buna mukabil, tarih sürecinde ortaya çıkan pratik uygulama, İslam’ın bu yaklaşımıyla her noktada örtüşmemiştir. Farklı İslam ekollerinin çoğu, irade göstermeyi, karşı çıkmayı, muhalefeti ve eleştiriyi kötü görmüş; itaati, suskunluğu ve razı gelmeyi övmüştür. Sistem, düzen, hakikat ve ümmet gibi kavramlar yüceltilmiştir. Sistemin kutsallaştırılması devleti toplumdan daha değerli hale getirmiştir; düzenin kutsallaştırılması muhalefetin kötü

28

tercih edilmişlerdir. Böylece, kendisini merkeze

İslam coğrafyası çoğunlukla refah içerisinde ve çoğunlukla insanlığın öncüsü durumunda olmuştur. Kısacası halinden memnundur. Fakat gerilemeye başlayıp sıkıntıyla karşılaşınca, üstelik bu sıkıntının kaynağı da “merkezi otorite” olunca; eleştiri, muhalefet, irade, birey, çözüm önerileri gibi kavramlar ihtiyaç haline gelmeye başlamıştır. Ne var ki tarihi süreç içerisinde bu kavramlar yok edildiğinden, çöküş ve esaret engellenememiştir.

görülmesine ve yok edilmesine sebep olmuştur;

Sonraki dönemlerde “sivil toplum” bilinçlenmiş,

hakikatin kutsallaştırılması tek bir yorumun

kurtuluş ve direniş mücadelesine girişmiş, bu

kabul edilmesini diğerlerinin ise dışlanmasını

çerçevede farklı kurum ve organizasyonlar

doğurmuştur; ümmetin kutsallaştırılması ise

oluşturmaya başlamış; ancak merkeziyetçi,

toplumun bireye tercih edilmesine yol açmıştır.

otoriter zihniyeti değiştirememiştir. Oluşturduğu

Yani bir dengede yürüdüğü takdirde faydalı

yapılaşmalar, eski dönemin yapılaşma

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


zihniyetini yansıtmaktadır. Geçmişin birçok

şöyle tanımlar: “Ferde fert olarak saygı

hatalı uygulaması “din” olarak anlaşıldığı için,

göstermek; kanaat ve zevklerinin ne kadar dar

eleştirilememekte ve sorgulanamamaktadır.

olursa olsun, kendi sahası içinde kendine ait bir

Arayışlar “kutsal” duvarına çarpıp geri

mesele olduğunu kabul etmek; insanların ferdî

dönmektedir. Bir ret söz konusu olduğunda

kabiliyet ve temayüllerini inkişaf ettirmelerinin

din reddedilmiş gibi; eleştiri yapıldığında din

arzuya şayan olduğuna inanmak.”3

eleştirilmiş gibi tutum takınılmaktadır.

Bireyciliğin Yükselişi

Liberalizm, bireyi ele alış biçimi ve ona biçtiği rol açısından “irade sahibi insan” profiline yaklaşan bir görüntü oluşturmaktadır. Fakat yaptığı

İslam coğrafyası yönetimde ve sivil

tanımlamayla “bireysel kanaat ve zevklerin

yapılaşmalarda kolektif zihniyetin ayak bağı

bir sınırı var mıdır, yok mudur?” tartışmasını

ile boğuşup dururken ve eleştiri, muhalefet,

başlatmıştır. Kimi düşünürler bu sorunu,

irade, birey, çözüm gibi kavramları aslına

“başkalarının özgürlük alanına girmedikçe”

döndürememenin sıkıntılarını yaşarken; Batı

kayıt ve şartıyla çözmeye çalışmışlardır. Bu

dünyasında ilgi çekici gelişmeler olmaktadır.

şartın yeterli olup olmadığı da tartışma götürür

Rönesans ve Reform süreçlerinin ardından

bir konudur. Fakat kanaatimizce liberalizmin

baskıcı ve otoriter zihniyet terk edilmiştir.

temel sıkıntısı; “toplumsal sorumluluk”

Yönetime karşı muhalefet, toplumun ve

yönünden içerdiği zaaftır. “Birey-toplum

hiyerarşinin ezici rolüne karşı ise birey hak ve

ilişkisi nasıl olmalı? Birey toplumu için kendi

hürriyeti kavramları ortaya çıkmıştır. Modern

özgürlüklerinden hangi durumda vazgeçmeli,

sosyoloji; birey, bireyin toplum içerisindeki yeri

hangi durumda vazgeçmemeli? Birey merkezli

ve birey toplum ilişkisine dair farklı kuramlar

bir kuramda, bireyin kendi dışındaki insanları

geliştirmiştir.

düşünmesi ve onlar için fedakarlık yapması

Bu kuramlardan biri anarşizmdir. Eski Yunancada an “-sız, (olumsuzluk eki)” ve archos “yönetici”

sözcüklerinden türetilmiş olan anarşizm “toplumsal otoritenin, tahakkümün, erkin ve hiyerarşinin tüm biçimlerini bertaraf etmeyi; her koşulda her türlü otoriteyi reddetmeyi; merkezi politik yapıları, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve ekonomik kurumlar yerine toplumsal ilişkilere dayanan gönüllü etkileşim ve özyönetimi savunmayı; özgürlük ve otonomi ile karakterize edilen bir toplumu arzulamayı” ifade eder. Fakat bu kuramın temel bir problemi vardır: Anarşistler genellikle karşı oldukları şeyler ve karşı oluş biçimleri üzerinden tanımlanırlar. Ya nasıl olması gerektiğine dair bir önerileri yoktur ya da önerilerinin nasıl gerçekleştirileceğine dair bir tezleri bulunmaz. Ütopik bir geleceği işaret ederler.

nasıl mümkün olabilir?” gibi bir dizi soruya tatminkar cevaplar verilememiştir. Nitekim liberal toplumların ortak sıkıntısı, kanunla belirlenmiş konularda (kanun sebebiyle) fedakarlık yapan ama kanunlarla belirlenmemiş konularda fedakarlık yapmayı reddeden vatandaş olgusudur. Gerçi anarşistlere göre yaşanan süreç gayet doğaldır ve zaten böyle olması gerekir. Toplum yapılanmaları her geçen gün daha da gevşemelidir ki otoriteye ihtiyaç olmadan yaşanabilen bir sürece geçilebilsin. Oysa liberalizmin ürettiği bireyler anarşistlerin beklentilerine uygun bireyler değildir. Çünkü onlar başkalarıyla uyumlu yaşamayı ve başkaları için fedakarlık yapmayı değil, kendi yaşamlarının otoritesi olmayı istemektedirler. Günümüz siyaset anlayışında “kendi yaşamının otoritesi” haline gelen bireyler yasalarla denetlenmekte ve kişisel tercih ve arzularının başkaları için yıkıcı olması engellenmektedir. Yasa koyucunun

Bir başka kuram da liberalizmdir. Önde gelen

olmadığı bir ortamda bunun nasıl sağlanacağı

liberal düşünürlerden Hayek, bireyciliğin

tamamen belirsizdir. Bu meseleyi düşünürken,

Hristiyanlıktan ve klâsik eski çağdan

İngiliz düşünür John Acton’un sözünü de zihinde

beslendiğini, Rönesans’ta tam bir gelişme

canlı tutmakta fayda vardır: “Güç yoldan çıkarır,

gösterdiğini ve Batı medeniyetini yaratanın da bu bireycilik olduğunu ifade ederek bireyciliği

3 F.A. Hayek, Kölelik Yolu, çev., Turhan Feyzioğlu-Yıldıray Arsan, Ankara, Liberte Yayınları, 1999, s. 19

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

29


mutlak güç mutlaka yoldan çıkarır.”

Sonuç olarak bireyciliğin yükselişe geçtiği tecrübelerde ortaya çıkan tablo şudur: İslam coğrafyasında toplum kutsanıp birey ihmal ediliyorken, modern Batı’da ise birey kutsanıp toplum ihmal edilmeye başlanmıştır. Bencillik sınırında gidip gelen bir bireysellik ortaya çıkmış, insanlar evliliklerini bile sürdüremez olmuşlardır. Kendisini düşünen ve kendisi için yaşayan nesiller ortaya çıkmıştır. Peki, hem bireysel farklılıkları yok etmeyen, hem de farklılıkları bir araya getirmeyi başarmış bir yapılaşma nasıl mümkün olacaktır? Konumuzu şimdilik burada noktalayıp, bir diğer yapılaşma problemine geçmek ve “nasıl mümkün olacak” sorusunun cevabını o konudan sonra aramak istiyoruz.

başladığında da benzer bir durum ortaya çıktı. İlk başlarda yönetim anlayışı buna uygun bir şekilde oluşturulmaya çalışılırken, kısa süre sonra güçlünün hakim olduğu yönetim anlayışına geri dönülebildi. Ve bu yönetim anlayışı “İslami yönetim anlayışı” olarak kabul ettirilebildi. Bu yüzdendir ki bugün, sivil İslami oluşumlarda bile, lider merkezli bir yönetim anlayışı geçerliliğini sürdürüyor. Tarikat, cemaat veya sivil toplum kuruluşlarında kurucular; kendilerini o toplumsal yapının sahibi gibi görüyorlar. Otoritelerini tartışmayan bir çevre oluşturmaya çalışıyorlar. Kimsenin kendilerini geçmesine müsaade etmiyor, sözlerinin üstüne söz söylenmesini istemiyorlar. Eleştirilere karşı en fazla tahammül gösterenler bile kendilerine kırmızı çizgiler oluşturmuş durumdalar. Bu çizgileri aşanları veya aşmakta ısrar edenleri

Tek merkezli, hiyerarşik ve otoriter yönetim anlayışından başka seçeneğimiz yok mu? Son birkaç yüzyıla kadar insanlık, güçlünün sözünün geçtiği ve kendi hedefleri doğrultusunda kitleleri hakimiyeti altına alan yönetimlere şahitlik etti. Tabii böyle yönetimler otoritelerini paylaşmaya yanaşmıyor, hatta bunu “gücün zaafa uğraması” olarak görüyorlardı. Her şeyin en iyisini onlar bildiği (!) için de; halkın görüşüne, aklına ve becerisine ihtiyaçları yoktu. Bireyin bedenen güçlü olması yeterliydi. En iyi vatandaş, savaş zamanı gidip kahramanca savaşan, savaş olmadığı zamanlarda ise dönüp kendi işine bakan kimse idi. Tarih boyunca, bazı istisnai örnekler haricinde

kolayca dışlıyorlar. Böylece yapılaşmalar kurucularıyla veya yöneticileriyle özdeş hale geliyor. Onları geçecek bir akıl ve onlarınkinden daha ileri bir beceri, o toplumsal yapı içerisinde barınamıyor. Aslında şura veya istişare heyeti gibi organları bütün İslami organizasyon ve yapılaşmalarda görmek mümkündür. Fakat ne var ki mevcut zihniyet, şura veya komite gibi isimlerle oluşturulan istişare heyetlerini işlevsizleştiriyor. Varlığı lideri güçlendiren ama proje ve kararlarda neredeyse hiç tesiri bulunmayan sembolik organlara dönüştürüyor. Çünkü bu heyetler, lidere veya cemaate olan sadakatini ispatlamış bireylerden veya iddiası olmayan kimselerden seçilmektedir. Liderin görüşlerini onaylamaktan başka, fazlaca bir

hep aynı tip yönetim anlayışı yaşayageldi.

şey yapamazlar. Bu heyetlerdeki bireyler için

Gücü elinde bulunduranın mutlak hakim olduğu

kelimeleri ondan önce söyleyebilmektir. Akıl

dönemlerde, bu yönetim anlayışını haklı ve

ve becerilerinin çoğunu liderin aklından geçeni

gerekli gören bir zihniyet de hakimdi. Eski

okumak için kullanırlar.

Yunan site devletlerinde farklı bir yönetim anlayışı gelişmeye başladığında, dönemin en değerli filozofları (mesela Platon) bile bu yeniliğe

30

kullanması ilkesini hayata geçirmeye

en büyük onur, liderin ağzından dökülecek

En modern İslami sivil toplum kuruluşlarında dahi böyle bir tabloya rastlıyor olmak, olayın

itiraz edebilmişlerdi.

vahametini göstermesi bakımından yeterlidir.

Nitekim İslam, hiçbir baskı ve yönlendirme

değişiyor; ama kadim zihniyet bir türlü

altında kalmadan herkesin iradesini özgürce

değişemiyor.

Yüzyıllar geçiyor, nesiller değişiyor, toplumlar

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Bu durum bütün Müslümanlar için bir sıkıntı

Gerçek şu ki, doğası itibariyle insanoğlu,

kaynağıdır. Allah rızası için adaleti yeryüzünde

kendisini toplumdan soyutlamış olarak

gerçekleştirmek gibi bir hedefe sahip ve

tamamıyla bireysel bir hayat yaşayamaz. Birey

neredeyse kendisini bu hedefe adamış olan

ile toplum arasında bir “karşılıklı mecburiyet”

geniş bir kitle, bu uğurda; malını, enerjisini ve

ilişkisi vardır; birey varlığını sürdürebilmek

vaktini sarf ediyor, hatta canını ortaya koyuyor.

için topluma, toplum oluşabilmek için bireye

Ama (masallardaki gibi) bir arpa boyu bile yol

ihtiyaç duyar. Fakat bu zorunlu ilişki, eski

gidilemiyor. Bu durum depodaki suyun ince bir

zamanlardan beri toplumun lehine sonuçlar

boru aracılığıyla binaya dağılmasına benzer.

vermiştir. Bir yandan birey “kendisi” olmaya

Depoda ne kadar su bulunursa bulunsun,

çalışırken, diğer yandan toplum kendini bireye

sonuçta aktarım o ince borudandır; boru ne

kabul ettirmeye çalışmıştır. Bir yandan toplum

kadar genişse, ihtiyaç duyanların eline de o

oluşmak için insana ihtiyaç duyarken, diğer

kadar su ulaşır. Bir tarikat, cemaat veya sivil

yandan oluşumu için bireyden bir şeyler almıştır.

toplum kuruluşunun iş yapabilme becerisi

Dolayısıyla insanın topluma yönelmesi demek,

de lideriyle (veya lider kadroyla) sınırlıdır.

kendisinden fedakarlık yapması anlamına

Toplumsal tabanı ne kadar geniş olursa olsun

gelmiştir. Tabii toplumsallığın olduğu yerde

fark etmez; mevcut zihniyetten dolayı tabanın

yönetim, organizasyon ve yapılaşma kaçınılmaz

akıl ve enerjisi liderinin çapı kadar bir sonuç

olduğu için, toplumsallaşmak demek; dönemin

doğurur.

zihniyetine uygun bir lidere ve onun kurduğu

Bu yüzdendir ki azımsanmayacak bir kitlenin

düzene tabi olmak olarak da tanımlanabilir.

varlığına, niyete ve kararlılığa rağmen havanda

Kısacası “toplum”un daha avantajlı olduğu

su dövülüp duruluyor. Bir türlü gelişme

bir ilişki ile karşı karşıya bulunmaktayız. Öyle

kaydedilemiyor. Genişlemeye ve farklı kimseleri

ki, hiyerarşi netleştiği ve otoriter tavır arttığı

bünyesine dahil etmeye başlayan bir yapılaşma,

oranda, bireyin kaybı da o kadar artar.

5–10 yıl gibi kısa süreler içerisinde bölünmenin eşiğine geliyor. Liderin önüne geçmesine müsaade edilmeyen akıllar çareyi kopmakta buluyor ve yollarına öyle devam etmek zorunda kalıyorlar. Böylece bir yandan cemaat kendisini daha ileri taşıyabilecek akılları bir bir yitirirken, diğer yandan kopanlar çevrelerine yeterince fayda sağlayamayacak şekilde yalnızlaşıyor.

Peki, toplumsallaşmak zorunlu mudur? Anarşizm ve komünizm kuramları “otoritesiz toplum” diyerek, bilinen anlamıyla toplumsallaşma olmadan yaşanabileceğini bize göstermeye çalışmışlardır. Fakat ideal olarak ifade edilen durumun nasıl gerçekleşeceğine dair tatminkar açıklamalar yapamamışlar, gelecek

Peki, başka seçeneğimiz yok mu? Her biri

dönemleri işaret ederek “ileriki dönemlerde

yönettiği toplumsal yapının, derneğin, vakfın

gerçekleşecek” demişlerdir.

sahibi gibi olan liderlik anlayışına mahkum muyuz? Liderinin çapından daha fazla büyüme şansı bulunmayan toplumsal yapılaşmalar içinde, akıl ve enerjimizi tüketmekten başka bir alternatifimiz olamaz mı?

olgunluğa erişip erişemeyeceğini veya ileriki dönemlerin otoritesizliğe imkan verip vermeyeceğini bilemiyoruz. Eğer böyle bir durum gerçek olursa, otoritelerle birlikte yaşamaya alışmış Müslümanların ciddi sıkıntı

Ne yapmalı?

yaşayacakları bir gerçek. Ama “Allah’tan başka

Ucunu açık bıraktığımız iki soru sormuş olduk: - Kolektiflik ve bireysellikten başka seçeneğimiz yok mu? - Lider merkezli yapılaşmalara mahkum muyuz?

İnsanoğlunun gerçekten otoritesiz yaşayacak

otoriteleri” reddeden İslam, böyle bir tablo karşısında hiç de sıkıntı yaşamayacak ve o günün şartlarına hitap edebilen yeni yorumları kolayca doğuracaktır. Fakat biz günümüzden mesulüz. Bugünün gerçekleri çerçevesinde baktığımızda ise

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

31


“toplumsallaşmak” hala insanoğlunun

eleştirmek dini eleştirmek ve cemaatten

vazgeçilemez bir gerçeği olarak karşımızda

ayrılmak dinden ayrılmak gibi yorumlanmıştır.

duruyor. O halde bizim odaklanmamız gereken nokta, toplumsallaşmanın adil ve kabul edilebilir hale gelmesi için çareler düşünmek olmalıdır.

olarak görmesi, müntesiplerinde; “insanlığın kurtuluşu için cemaatin doğrularını gerekirse

Bu açıdan bakıldığında bireyler, toplumu

zorla hakim kılmak” anlayışı geliştirmiştir.

yansıtan bir ayna gibidir. Bireyin tercih,

Herkes kendi dini yorumunu iktidarda görmek

beceri ve özelliklerinin bir potada eritilmesi

istemekte ve herkes ancak bu gerçekleştiğinde

başlangıçta “toplumu güçlü kılan bir unsur”

toplumun selamete ulaşabileceğini

gibi algılanabilir ve aynada “uyumlu” bir yapı

düşünmektedir.

görüntüsü oluşmasını sağlayabilir. Ama “tek tipleştirilmiş” bireylerden oluşan bir yapılaşma, kendisini “sınırlılığa” mahkum etmiş demektir. Tercih, beceri ve özelliklerini kaybeden bireyler, kendilerine söyleneni yapmaktan başka toplumlarına bir yarar sağlayamazlar. Toplum tek bir kişinin veya kadronun; aklına, tercihlerine ve becerilerine sıkışıp kalır.

Dernek, vakıf ve sivil toplum örgütü gibi daha modern İslami yapılaşmalar, bu problemin aşılmasını sağlayacak arayışlar olarak görülebilirler. Ama bu yapılaşmalar Müslümanlardaki bir zihniyet dönüşümünün sonucu olmaktan ziyade, modern şartların dayatmasıyla ortaya çıkmışlardır. Dolayısıyla “kimse kendisini dinin tek temsilcisi olarak

Oysa her bir birey farklı kabiliyet ve özelliklere

görmemelidir” diyen organizasyonlarda

sahiptir. Farklılık ve toplumsallık bir araya

bile söylenenin tam tersi refleksler ortaya

gelmesi zor iki kavram olmasına karşın;

çıkabilmektedir.

farklılıklardan korkmayıp, onları koruyarak bir araya getirmeyi başaran bir yapılaşma, muazzam bir sinerji yakalamış olur. Her bir unsurundan ayrı ayrı güç alan bir mekanizmaya dönüşür. Hiç bir zaman kendisini tekrarlama sıkıntısına düşmez, sürekli yeni açılımlarda ve üretimlerde bulunabilir.

Sorunun temel sebebi düşünsel olduğu için, çözümün zihniyet değişiminden geçtiğini görmek zorundayız. “Hakikat” olgusuna yaklaşım tarzımızda ve “hakikat” olgusu ile kurduğumuz ilişkide problem bulunmaktadır. Herkes kendi elindekini hakikat olarak görmekte, kendisine yakın olanları eksik veya kusurlu, uzak olanları

Peki, hem bireysel farklılıkları yok etmeyen, hem de bunları bir araya getirmeyi başarmış bir yapılaşma nasıl mümkün olacaktır? 1. Ne yaptığı değil var olması önemsenen

ise fitne veya küfür olarak isimlendirmektedir. Oysa mutlak manada hakikat sadece Allah’a aittir. “Tanrı” haline gelmedikçe insanların mutlak hakikate ulaşması mümkün değildir. Hakikati bulduğumuza inandığımız an o

ve varlığı İslam ile özdeşleşen yapılaşma

artık kendi hakikatimize, yani bize ait bir

anlayışını terk etmeliyiz

yoruma dönüşür. Hakikatin farklı yorumları

Günümüz tarikat ve cemaatlerinin en yenisi, neredeyse yüz yıllık bir geçmişe sahiptir. Bunlar ortaya çıktıkları dönemin lider merkezli, kendi düşüncesini dayatan yönetim anlayışı içerisinde doğmuşlardır; kendi İslam yorumlarını tek doğru yorum, hatta dinin kendisi gibi görürler. Bu yüzden cemaatin varlığı, dinin varlığıyla özdeşleşmiştir. Cemaatin yok olması halinde

32

Bir yapılaşmanın kendisini dinin tek temsilcisi

olan görüşlerin hepsi hakikatten bir parça içerirler. Ama hakikatin kendisi olamazlar. Her birinde dönem şartlarından ve zihniyetinden kaynaklanan dönemsellikler veya yanlışlıklar mevcuttur. Zamanın ve ihtiyaçların değişmesiyle hepsi misyonunu tamamlar, yerini başka yorumlar alır. Hakikat arayışı hiç bir zaman bitmez.

dini temsil eden bir gücün kalmayacağına dair

İslam’ın evrensel oluşunu sağlayan da

var olan inanç, cemaatin varlığı ve bekası için

temelde budur. Bu sayede farklı zaman ve

yapılan her işin ibadet olarak algılanmasına

coğrafyalarda yaşayan tüm insanlığın yolunu

yol açmıştır. Tabii diğer bakış açısıyla, cemaati

aydınlatabilmektedir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Her hakikat arayışının denge noktada

kalmasın” diye kutsanır ve ebedileştirilmeye

durduğunu ve hepsinin hakikate aynı yakınlıkta

çalışılırsa anlamını yitirir. Çatısı altında toplanan

olduğunu söylemek mümkün değildir. Bazen

bireyler için bir yük ve bir ayak bağı olmaya

çok uç ve birbirine zıt görüşler de ortaya

başlar.

çıkabilmektedir. Fakat bir görüşü eleştirmek ve ona karşı kendi hakikatini savunmak başka bir şeydir, onu din dışı ilan etmek başka bir şeydir. Kendi görüşünü mutlaklaştırmadan eleştirme ve kendi görüşünü savunma şeklinde ortaya çıkan rekabet, İslam düşüncesinin ve Müslümanların sürekli diri kalmasını sağlar. Tartışma ve rekabet ortamında düşünce sürekli gelişir. Ama kendi görüşünü din sayan, diğerlerini din dışı veya kusurlu ilan eden yaklaşım Müslümanları bölüp parçalar, birbirlerine düşman haline getirir.

Her dönemin mücadele anlayışı, araçları ve imkanları farklı olduğu için yapılaşma anlayışları da değişmek zorundadır. Ömrünü tamamlamış, kendisini yenileyemeyen ve geliştiremeyen bir yapılaşmayı ısrarla devam ettirmeye çalışmak, hem müntesipleri için anlamsız bir yük oluşturur hem de ardından gelmesi muhtemel daha dinamik çabaların önünü kapatır. Dinamizmini yitirmiş, hedeflerini gerçekleştiremeyen yapılaşmaların gerektiğinde son bulması; o yapılaşma içerisinde rutin faaliyetler gösteren müntesiplerin kendi gerçekleriyle yüzleşmesini

Sonuç olarak: Doğru olduğuna inandığı bir düşüncenin savunuculuğunu yapmak ve onu yaygınlaştırmaya çalışmak herkesin doğal

sağlar. Onların daha ileri düşünceler ve projeler geliştirmesine imkan vermiş olur. 2. Oluşturduğu yapılaşmanın sahibi haline

hakkıdır. Bireyi canlı tutar ve toplum içerisinde

gelen ömür boyu liderlikten, otoritesini

yok olmasını engeller. Ona bir kimlik ve

paylaşan liderliğe geçmek zorundayız

şahsiyet kazandırır. Aynı doğruları paylaşan bireylerin güçlerini birleştirerek organize olmaları ve kurumsal bir faaliyet içinde olmaları da bir haktır. Hatta organize olmuş toplumsal yapılanma içerisinde, bireylerin kendilerini daha etkin bir şekilde ifade edebilmeleri için gereklidir.

Bir cemaat veya organizasyonun, bir lider veya kadronun mülkü haline gelmemesinin en etkin yolu, “belli aralıklarla değişmesi” şeklindedir. Köklü yapılaşmalarda, liderin (veya kadronun) değişmemesini haklı gösterecek birçok gerekçenin yedekte tutulduğunu tahmin

Ancak ulaşılan bir düşünceyi “tek doğru” veya “ulaşılabilecek son nokta” olarak görmek, yanlış bir hakikat anlayışına sahip olmaktan başka; bireyi nesneleştirir, aklını işlevsiz hale getirir ve kimliğini elinden alır. Çünkü bu anlayıştaki bir bireyin kendi düşüncesi olamaz. O ancak tam bir adanmışlık içerisinde kendisine öğretilen fikrin taşıyıcılığını yapar.

etmek zor olmasa gerekir. Çünkü hiyerarşik bir nitelik taşıyan eski tarz yapılaşma zihniyeti, hiyerarşinin farklı basamaklarındaki herkesi; maaşını ve gücünü o düzen sayesinde elde eden birer memura çevirmektedir. Memurlar ellerindeki gücün kaybolmasını istemezler. Zaman zaman eleştirseler ve hatta bırakıp gidecekleri izlenimi verseler de, statükoyu tehdit eder boyuttaki değişimlere direnirler.

Dolayısıyla aynı fikri paylaşanların oluşturacakları kurumların da “dinin teminatı” olarak görülmemesi gerekir. Bunlar dinin değil, sadece temsil ettiği düşüncenin temsilcisi olabilirler. Bir kurumun bir düşünceyi temsil edebilmesi için, kurucularının o düşünceden olması yeterli gelmez. O düşüncenin yaygınlaştırılması ve o düşünceye uygun düşmeyen uygulamalara muhalefet için ortaya koyduğu projelerle mümkün olur. Yeni projeler geliştiremeyen bir kurum, “düşünce temsilcisiz

Dolayısıyla lider ile kadro arasında psikolojik bir yardımlaşma doğar. Bu tarz bir yapılaşmanın İslam ile irtibatlandırılamayacağı ortada olmasına rağmen, herkesin kendi cemaatini/kurumunu dinin tek temsilcisi gibi görmesi sebebiyle, bu ilişki tarzı dini bir meşruiyet kazanmaktadır. Hiç kimse sorgulamaya ve değiştirmeye yanaşmamaktadır. Oysa günümüz siyaset felsefesi, liderine

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

33


endeksli olmayan yapılaşmaların mümkün

Sonra bireylerin karşısına çıkarak kendilerini

olduğunu ve “işleri aralarında danışma iledir”4

ifade eder, onları ikna edebilirlerse yönetimi

ilkesinin daha etkin bir şekilde işletilebileceğini

devralırlar. Koltuk hiç kimsenin tekelinde

açıkça göstermiştir. Yönetim gücünün

olmayacağı için, o konumda oturmaya devam

yasama, yürütme, yargı şeklinde farklı erklere

etmek isteyenler veya koltuğu mevcutlardan

bölünmesi; bunların kendi görev tanımları

devralmak isteyenler, büyük bir gayretle

içerisinde bağımsız ama sonuçta birbirlerini

çalışmak zorunda kalırlar. Liderlik çalışma ve

denetleyecek şekilde hareket etmeleri; icraat

üretme makamına dönüşür. Üretkenliği biten

yetkisini elinde bulunduran yürütme organının

veya yorulan yerini, ardından gelen daha taze

halkın oyuyla ve belirli bir süre için seçilmesi;

beyinlere ve genç bedenlere bırakır.

o sürenin sonunda yine halkın karşısına çıkarak icraatlarının hesabını vermesi ve halkı ikna edebildiği takdirde yeniden seçilip, ikna edemediğinde yerini başkalarına terk etmesi, sözü edilen başarının temel dayanaklarıdır. Elbette günümüz siyaset felsefesiyle ortaya çıkan bu durum “sorunsuz” değildir ve insanlığın ulaşabileceği son nokta olarak da görülemez. Ancak İslam’ın yeryüzünde gerçekleştirmeye çalıştığı ilkeler açısından da bakınca, üzerinde çalışmaya değer bir nitelik arz etmektedir. Gücünü farklı erklerle paylaşan, ulaşılabilir ve hesap sorulabilir liderlik; bireylerin karşısında çaresiz kaldığı, sorgulanamaz liderlik anlayışına göre daha adil ve kabul edilebilirdir. Belirli dönemler için bireyler tarafından seçilen liderlik; bir kere elde edince ömür boyu o konumda kalan liderlik anlayışına göre, bireyin iradesini yansıtmaya daha yakındır. Yöneticinin icraatlarından ve tasarruflarından dolayı hesap vermek zorunda olması ve bireylerin de hesap sorabilme imkanlarının bulunması ise yapılaşmayı sürekli canlı tutar. Eski tarz yapılaşma anlayışında; yapılanları yetersiz gören ve daha iyi olduğuna inandığı farklı düşünceleri bulunan bireyler, bu düşüncelerini gerçekleştirmeye kalktıklarında ya engellenirler ya da toplumlarından dışlanırlar. Belli ölçülerde büyüyüp büyüyüp sonra da parçalara ayrılmak, bu yapılaşmaların bir kaderi gibidir. Ayrıca kısa sürede statüko oluştuğu için toplumsal yapı hantallaşır, rutini sürdürmekten başka bir şey yapamaz hale gelir. Oysa değişebilen liderlik anlayışında farklı düşünceler, kopmak yerine seçim anına kadar beklerler. Şura 42/38

4

34

Kısacası, oluşturduğu yapılaşmanın sahibi haline gelen ve statükocu yönetim anlayışına son vermenin yolu (en azından bugün bilinen yöntemlerle) şöyle özetlenebilir: 1. Liderliğin birbirini denetleyen parçalara ayrılması 2. İcra yetkisini elinde bulunduran fiili liderliğin seçimle belirlenmesi ve belli dönemlerle sınırlı olması 3. Bireyler tarafından denetlenmesine imkan veren organlar oluşturulması Bu sayılanlar, aslında tamamen yeni ve orijinal öneriler değildir. Günümüz siyaset felsefesi içerisinde sivil toplum kurumları için öngörülmüş yapılaşma modeli bu unsurları yeterli şekilde içermektedir. 3. Tebaa olmaktan vazgeçip, düşüncemizin ve irademizin takipçisi olmak zorundayız

Tarih boyunca insanoğlu, kendisinden üstün güçlere boyun eğme eğilimi göstermiş, kulluk boyutuna varan bir sadakate razı olabilmiştir. Üstün bir güce sığınma eğilimi; menfaat, kolaycılık, korku ve sevgi gibi gerekçelerle izah edilebilir. Menfaat, sevgi ve nispeten kolaycılık, (sığınılacak güç hakkında) bilinçli olmayı gerektiren gerekçeler iken, hışmından korku duymak için zulmüne şahit olmak yeterli gelebilmektedir. Geçmişin siyaset felsefeleri içerisinde iktidar ve zulüm çoğunlukla birbirinden ayrılmaz bir ikili olduğu için, halk daima; ya ölümü göze almak ya da zalime boyun eğmek gibi iki seçenekle karşı karşıya kalmıştır. Günümüz siyaset felsefesi içerisinde halkın

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


sadece iki seçeneği bulunmuyor. İtiraz etmek,

“Kurtuluşu” bir topluma intisap etmekte gören

direnmek ve kendi görüşünü savunmak eskisine

bir birey, onunla birlikte olduğunda istediğini

göre daha mümkün. Halkın iradesi ve becerisi

elde etmiş olmaz. O toplum gerçekten iyi ve

toplumun gidişatında daha etkin olabiliyor. Bu

hayırlı bir topluluk olsa bile, bireyin ondan

sayede toplumlar, farklı akıl ve becerilerin aktif

nasibi; toplumun iyilik ve hayrına yaptığı katkı

hale gelmesinden doğan bir sinerjiyle hızla

oranında gerçekleşir.

gelişebilmektedir. Zeki, karizmatik ve etkin bir liderin başarıyı getirdiği dönemler artık geride kalmıştır. Etkin ve karizmatik bir lider,

Kısacası en mükemmel yöntem dahi, bireyler o zihniyette olmadıkça bir işe yaramaz.

sadece takımın yıldız oyuncusu olabilmektedir. Günümüz şartları takım oyununu zorunlu kılmaktadır.

Sonuç Bireysellik-kolektiflik meselesi ve hükmedici

Günümüzde çok daha belirgin hale gelmiş bir

liderlik anlayışı sadece İslami oluşumların değil,

gerçeklik olarak bir toplumun başarısı, kendisini

bütün insanlığın ortak bir problemi olagelmiştir.

oluşturan bireylere bağlıdır. Fakat bu bağlılığın rakamsal değil niteliksel olduğu ortadadır. Niteliğin; yani zeka, kültür ve becerinin faydalanılabilir hale gelmesi ise bireyin kendisini ifade etmekte göstereceği kararlılıkla direk ilgilidir.

Yöneten yönetilen çatışmaları ve bu alanda ortaya çıkan gelişmeler, aynı zamanda bu probleme dönük çözüm arayışlarının tarihini oluştururlar. İnsanlık zorlu bir sürecin sonunda; mutlak hakimiyet anlayışından, sivil toplum ile yönetimi dengeleyen yönetim anlayışına;

Tebaa olmaya razı, kendi halinde bir yaşamı tercih eden bir birey; becerileri ne kadar üst düzey olursa olsun kendisinden başkasına fayda sağlamaz. Düşüncesinin ve iradesinin takipçisi olan, kararlı bir birey ise bulunduğu ortamlara gücü nispetinde katkı yapar. İslami yapılaşmalardaki liderlik anlayışının ve statükoculuğun son bulması için çözümün bir yönü “yeni bir liderlik” ve “yeni bir yönetim anlayışı” tanımı yapmaktan geçiyorsa, diğer bir yönü de bireyin tutumunun değişmesinden geçmektedir. Çünkü her lider despot olmayı hedeflemez; bazen çok samimi niyetlerle hareket eden bir lider tebaanın yanlış yaklaşımlarıyla despotlaşabilir. “Şeyh uçmaz mürit uçurur” cümlesi, bu yanlış ilişki tarzının kadim bir ifadesidir. Gücü elinde bulundurması

mutlak güç sahibi yöneticilerden, otoritelerini paylaşmak zorunda kalan yöneticilere geçiş yapmayı başarmıştır. İslam dünyası ise şartların dayatmasıyla ilerleyen bir değişim sürecini yaşamakla birlikte, bütün farklı görüşlerin üzerinde ittifak ettiği yeni bir yönetim anlayışına henüz ikna olmamıştır. Teorik meşruiyet oluşmadan ortaya çıkan gelişmeler ise “İslamilik” ve “İslam dışılık” ekseninde tartışmalara sebep olmaktadır. İslam ve küfür ekseninde yapılan sert tartışmalar zihniyetlerin dönüşümü önünde bir engel oluşturduğu için; yeni bir yönetim anlayışına ikna olduğu izlenimi veren İslami yapılaşmalarda bile eski liderlik ve yönetim zihniyeti terk edilememektedir. Dernek, vakıf, sivil toplum örgütü, gazete, dergi, yayınevi, TV, radyo vs.

ve esas belirleyici olması bakımından ilk

gibi İslami kurumlaşmalarda bile cemaatçi ve

vurgunun liderliğe yapılması ve orada

grupçu refleksler gözlemlenmektedir.

değişiklikler önerilmesi gayet normaldir; ancak tek başına yeterli gelmez. İkinci vurgunun da, tebaanın/toplumun zihniyetine yapılması gerekmektedir.

Bu yapılaşma anlayışı günümüz insanlığının ihtiyaç ve beklentilerine cevap veremediği için, Müslümanların; bu zihniyeti sürdürerek insanlığa örnek olmaları ve olası bir gelecekte insanlığa

Allah katında hiç bir topluluk, tek bir vücut

öncü olmaları mümkün değildir. Bu zihniyette

gibi kabul edilerek hep birlikte sorgulanmaz.

ısrar ettikçe Müslümanlar, bırakın insanlığa

Herkes kendi yaptıklarının rehinidir ve herkes

örnek olmayı, kendi çevrelerindekileri bile

yaptıklarının karşılığını mutlaka görecektir.

kaybetmektedirler.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

35


İnsanlığın taleplerini görmek ve yapılanmalarımızı ona uygun hale getirmek zorundayız. Bunu başaramayan yapılanmalar, tarihin eleğinde elenmekten kurtulamazlar. Direnenler her geçen gün küçülmeye ve marjinalleşmeye mahkumdurlar. Zihniyet anlayışını değiştirebilenler ise başlangıçta Müslümanlar için, sonrasında da tüm insanlık için bir ümit ışığı olabilirler. Bireyin iradesini yok etmeyen, onun enerji ve birikiminden azami yararlanma imkanı sunan yapılaşma tarzları oluşturmayı başarmalıyız.

36

www.islamiyorum.com

dönüşümüyle birlikte yönetim ve yapılaşma

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Dosya: İslami Cemaat ve Organizasyonlarda Yapılaşma Problemleri

Müslümanların Toplumsal Yapılanmalarının Trajik Serencamı Otoriter Düşünce ile Baskıcı Yapılar Arasındaki İlişki Üzerine Mehmet Yaşar SOYALAN GİRİŞ Bir önceki sayıda “İslamcılık”ın,

Batınilik-Zahirilik arasında sıkışmışlık yanında, doğrudan Allah algılarıyla ilişkisi bulunan irade hürriyeti ve adalet algısı yoksunluğudur.

sorunlarının bugüne özgü

Bu yapıların, zihinsel kodları ve akideleri,

olmadığını, doğasından

daha kadim dönemlerde bu iki temel (irade

kaynaklandığını ve

hürriyeti ve adalet ilkesi) ilkeyi devre dışı

kadim bir özelliğe sahip

bırakacak şekilde inşa edilince, ortaya çıkan

olduğunu ifade etmiştim.

davranışlar da hem bireysel hem de toplumsal

Kendilerini Müslüman

anlamda bu gerçekliğe uygun olarak tezahür

olarak isimlendirenlerin

etmiştir. Yani bu yapı ve oluşumların Allah ile

varoluşlarını

ilgili tasavvurları, dünya ile ilgili tasavvur ve

sürdürebilmek için yaptıkları mücadeleyi,

beklentilerini de şekillendirmiştir. Bu farklı Allah

ister “cihad”, ister “İslami Mücadele” isterse

tasavvurları tercih edilen hayatla yakından

“İslamcılık” olarak isimlendirsinler, ortaya

ilgilidir. Dolayısıyla bir taraftan bakıldığında

koyulan ilke ve uygulamaların, Kur’an’ın temel

teori pratiği belirlemiştir, başka bir noktadan

ilke ve hedefleri ile kıyaslandığında, bu temel

bakıldığında ise pratik teoriyi ortaya çıkarmıştır.

ilke ve hedeflerle ciddi çelişki ve çatışmalara

Sürekli birbirini tetikleyen bir durum söz

işaret ettiğini ifade etmiştim. Çok özet olarak

konusudur. Çünkü sözünü ettiğimiz bu teoriyi

şunu söyleyebilirim: Hem hâkim Sünni İslami

oluşturan şey, İslam öncesinin geleneği ile Resul

hem de Şii İslami oluşumlarda ve bunların türevi

sonrası ilk on yıllarda yaşananlardır. Bu açıdan

yapılardaki temel problemin, İslam algılarındaki

herhangi bir bireyin/kişinin dünyası bu şekilde

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

37


oluşunca, içinde bulunduğu toplumsal yapılar da

bölgelerden elde edilen ganimetlerden

aynı algı çerçevesinde şekillenmek durumunda

oluşuyordu. Bunlar galip toplumların halklarını

kalmış, mevcut örnekler de bu durumu teyit

bir müddet göreceli bir refah içerisinde

etmiştir.

yaşatırken, mağluplar, mal, can, namus

Öncelikle şu tespiti yapmak durumundayız; İslam’ın hem ortaya çıktığı hem de dünyaya yayıldığı/fetihlerin yaygınlaştığı dönemlerde yeryüzündeki, egemen algı ve uygulamalar da bu yöndeydi. Yani, hem zihni algılar (teorik yapı) hem toplumsal yapılanmalar, yönetim şekilleri, hiyerarşik yapılanmaları hem de ortaya koyulan uygulamalar otoriter ve kişi merkezli bir durum

dâhil her türlü değerlerini kaybediyor, bütün özgürlükleri ellerinden gidiyordu. Toprakları işgal edilmese, bir şekilde ellerinde kalsa bile mağlup olmanın ekonomik ve sosyal faturasını yöneticilerden çok halkın kendisi çekiyordu. Modern zamanlar dâhil sanki bu kısır döngü yeryüzünün kaderi haline getirilmişti.

arz ediyordu. Müslümanların, egemen dünya ile

İslam’ın Tezi

aynı noktaya gelmiş, aynı şekilde düşünüyor ve

İşte bunun için ilahi irade zaman zaman/

yaşıyor olması, İslam’ın bu eski dünyaya yeni ne

gerektiğinde devreye girerek, insanoğlunun

getirdiği sorusunu akla getiriyor.

bu yapıp ettiklerine yönelik farklı bakış açıları getirerek, bozulan denge ve düzeni aslına

İslam’ın Totaliter Yapı ve Anlayışlara Bir Cevap Olarak Gelmesi Hâlbuki İslam bir bütün olarak, bu egemen otoriter, baskıcı yapı ve anlayışlara bir cevap olarak gelmişti. Çünkü bu yapılar kişinin özgür iradesini kullanmasını ve seçme hürriyetini engellediği gibi bireysel ve toplumsal adaletin önündeki en büyük engeli de oluşturuyordu. Aynı zamanda bu yapıların egemen olduğu düzenlerde toplumun tümüne yayılmış bir refahtan söz etmek de mümkün değildi. Bu yapılar doğaları gereği toplum arasında sınıfların oluşmasını ve oluşan sınıflar arasındaki çatışmaların da daimiliğini sağlıyordu. Bu durum doğal olarak, toplumsal refahı ve adaleti ortadan kaldırdığı gibi, hem evrendeki doğal dengeyi ve düzeni bozuyor, hem de yaratıcının evreni yaratmadaki amacı ve ilahi adalet ile de çelişiyordu.

38

döndürmeye çalışıyordu. İşte İslam da bu tür yapılara karşı verilmiş yeni (bugün için bile) bir cevaptı. O dönemin müktesebatı ve algısı çerçevesinde, o dönemin dili ve kültürünün sınırları içerisinde bir özgürlük, adalet ve refah talebi olarak ortaya çıkmıştı. Bu açıdan Kur’an’ın ve Resul’ün ilk yaptığı şey geldiği toplumun zihinsel kodlarını yeniden inşa etmek oldu. Toplumsal yapılanmalardaki dikey hiyerarşik yapıyı yıkarak, ilişki biçimini yatay olarak ve sorumluluk merkezinde yeniden kurdu. Kabile asabiyesi yerine adalet üzere bir millet var etmeye çalıştı. İlk yıllarda bunun muhteşem örnekliklerini de ortaya koydu. Bu yeni yapı kişileri, hangi inanç ve etnik yapıdan gelirse gelsin ve hangi anlayış üzerinde bulunursa bulunsun zulmetmeleri dışında onları asla ötekileştirip düşman ilan etmedi. Düşüncesini, akletme, irade ve tercih edebilme hürriyeti, adalet ve ahlak/sorumluluk üzerine

İstisnai bazı küçük yapılanmalar hariç,

inşa eden İslam, toplumsal ilişkilerinin

devletlerin ve egemen güçlerin asıl ekonomik

merkezine de sorumluluk/ahlak/hesap

kaynağı savaş ve çatışmalardı. Zengin ve güçlü

verebilirlik, istişare ve adaleti koymuştu.

devletlerin zenginlik kaynakları tarım, sanayi

Bireyler arasındaki denge ve adalet, onların hak

ve doğal kaynaklar değildi, zenginliğin asıl

ve hukukları da bu ilkelerin içselleştirilmeleriyle

nedeni savaş sonrası oluşan doğrudan veya

mümkün olacaktı. Onun için akletme ve

dolaylı olarak el koyulan, gasp edilen mağlup

sorumluluk bu anlayışın en temel iki sütununu

ve mağdur toplumları zenginlik kaynaklarıydı.

oluşturuyordu. İçselleştirilmemiş ve başkasına

Bu durum otoriter yapıları beslediği gibi,

ait olduğu düşünülen bir anlayışı uygulamak

halkı/tebaayı da otoriteye ve otoriter yapıya

ne kadar mümkün olurdu. Bu durum olsa olsa

mahkûm etmişti. Toplumun geçim ve zenginlik

münafıkların sayısının artmasını sağlardı. Bu

kaynağı savaşlardan ve işgal edilen/fethedilen

nedenle Kur’an’da iman, olmuş bitmiş bir olgu

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


olarak değil, bir süreç olarak ifade edilmiştir. “Ey

ancak Kureyşli şu Hayy’e (cemaate) tanırlar.

iman edenler, iman ediniz” (Nisa:4/136) ayeti

Onlar Arapların neseb ve mevki bakımından

tam da bu durumu ifade etse gerektir.

ortada olanıdır.” Yani, “Kureyşliler kendilerinden

Resulün sağlığında bu ilkeler hayata geçirildi, tüm renkleri içine alan, kabile asabiyesinin ve etnik yapının bir ayrıcalık ve üstünlük oluşturmadığı, ekonomik ve siyasi güce itibar edilmeyen ve hak, hukuk, sorumluluk/takva, ahlak ve özgürlüklerin merkeze alındığı, kimlik ve kişilik sahibi eşit bireylerden meydana gelen yeni bir millet oluşturuldu. Adına da İslam Milleti denildi. Bu millet adından da anlaşıldığı gibi barışı ve sadece Allah’a kulluğu/yönelmeyi amaçlıyordu. Resul sonrası ilk on yıl içinde insanın doğasından kaynaklanan bazı sorunlar yaşansa da temel hedeften uzaklaşılmadı. Özellikle, ilk halifenin seçilmesi sırasında yaşanan tartışmalar, oluşan küskünlükler ve bu süreçte ortaya çıkan “Ridde Savaşları/Olayları” hem toplumsal yapıda hem de temel algıda ciddi kırılmalar meydana getirse de Hz. Ömer dönemi uygulamaları ile bu sorunların önemli bir kısmı telafi edildi.

olmayan birisine itaat etmezler” sözü1 üzerine Hz. Ömer’in bu kargaşa ortamında, hemen Kureyş’in en zayıf kollarından birine ait olan Hz. Ebu Bekir’e biat ederek onun halife seçilmesini sağladı. Bu seçimle, o dönemin şartları içerisinde “en makul olanının” yapıldığı ifade edilse de, sonraki yıllarda bu “makul olan durum” kalıcı ve “zorunlu” bir örneklik olarak karşımıza çıktı ve bu “makul olan durum”dan “Kureyş’in İmamlığı” teorisi icat edildi. Öyle ki bu, sıradan bir söz ve uygulama olarak değil, reddi veya tartışılması kişiyi dinden çıkarabilecek bir konuma oturtularak, Resulullah’ın “mütevatir/sahih bir sünneti” olarak sunuldu. Çok geçmeden hem topluklar, hem ulema hem de egemenler tarafından kabul gördü ve temel İslami ilkeye dönüştü. Böylece bu anlayışı savunanlar tarafından “Kureyş’in imamlığı” meselesi, dinin temel ilkesi haline getirildi. Karşı çıkanlar, sapık, zındık, uç, marjinal grup ve kişiler olarak lanse edildi. Ve bu algı sonraki

Kabile Asabiyesine Dönüş ve Sürekli Savaş Hali veya “Ganimet Kültürü” Ancak bu ilk on yılda kesintisiz devam eden fetih hareketi bu kırgınlıkların unutulup, yaraların sarılmasında önemli bir işlev gördü ise de asıl olumsuz yansımaları sonraki yıllarda ortaya çıktı. Ayrıca bu sürekli savaş/“cihad” hali toplumsal sorunların nedenlerinin ve çözüm yollarının etraflı bir şekilde konuşulup tartışılmasına da imkân vermedi. Bu yolla bilinçli veya bilinçsiz temel bazı sorunların üstü örtülmüş oldu. Müslüman coğrafyadaki bu sürekli savaş ve “cihad” hali, diğer pek çok toplumda olduğu gibi, Müslüman bireylerin geçiminin de “ganimet” olgusu üzerinden karşılanması sonucunu doğurdu ve Müslüman topluluklar askeri bir topluma dönüştü. Böylece yaşam biçimi farklı sınıfsal katmanların ortaya çıkmasına ve bir “ganimet kültürü”nün oluşmasına neden oldu. Hz. Ömer dönemi ile birlikte “ganimet” artık özellikle Arap Yarımadası kökenli Müslümanların yegâne geçim kaynağı haline geldi. Aynı şekilde, özellikle ilk halife seçimi sırasında Ebu Bekir’in “...Araplar bu Emr’i (reislik işini)

yıllardaki, toplumsal yapılanmanın ve devlet idaresinin en temel sorunun ve ayrışmaların da kaynağını oluşturdu. Bu seçim, çöldeki isyanın boy gösterdiği bir ortamda Müslüman toplumu lidersizlikten kurtarmışsa da, İslam’ın en temel hedeflerinden birisi, hatta varlık nedeni olan kabile asabiyesini ortadan kaldırıp, Müslümanları bir millet ve ümmet olarak olan yeniden inşa projesinin akamete uğramasının da en önemli sebeplerinden birisi olmuştur. İşte bu ilk uygulamalar, sonraki dönemlerdeki egemen otoriter ve baskıcı yapıların –hatta günümüzdeki Müslüman coğrafyadaki tüm tek tipleştiren/ otoriter ve zulüm üreten devlet yapısı ile kurum ve sivil oluşumların da- şekilsel ve bir görüntü olarak İslam boyasıyla boyanıp, İslam ile meşrulaştırılmalarında –veya İslam’ın, İslam Hatiboğlu M. Said, İslam’da İlk Siyasi

1

Kavmiyetçilik Hilafetin Kureyşîliği, Otto Yayınları, Ankara. Akbulut Ahmet Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkisi, Birleşik yayıncılık, Ankara, Bakkal Ali, Ebu Bekir’in Halife Seçilmesinde İmamlar Kureyş’tendir” Hadisinin Rolü Üzerine İstem, Yıl:3, Sayı:6, 2005, s. 87 104

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

39


algısının otoriterleşmesinde- etkili oldu. Ve bu

yönetimi, yöneticilerin, sorumlulukları, yönetim

durum, İslami bir gereklilik ve bir gelenek olarak

şekilleri ve hiyerarşik ve otoriter yapılarla ilgili

toplumsal hayatın içinde kök saldı.

söyledikleri hakkında hangi bilgiye sahibiz. En

Sonraki on yıllar ve yüz yıllardaki otoriterleşmenin, adaletten uzaklaşılmasının,

önemlisi bu itiraz ve karşı görüşlerin metinleri kütüphanelerimizde bulunmakta mıdır?

istişarenin/şuranın anlamsızlaştırılıp içinin

Maalesef, Müslümanlar olarak ne biz

boşaltmasının, hatta gereksiz olarak

bunlardan haberdarız, ne de bu metinler

görülmesinin, irade özgürlüğünün ve

kütüphanelerimizde mevcuttur. Çünkü ilk iki

bireyin tercihinin reddedilmesinin en temel

yüzyıla ait Rey Ehli’ne, dolayısıyla ilk dönem

sebeplerinden biri, bu ilk on yılda kabile

Mutezile ekolüne ait metinler, hicri 250’lerden

asabiyesine kapı aralanması ve “fetihçi/savaşçı”

itibaren bilinçli ve planlı bir şekilde hayatın

uygulamalar ile arkadan gelen birkaç on yıldaki

bütün aşamalarından yok edilmiştir. Bu

Kur’an’ın ruhuna aykırı uygulamalardır. Çünkü

nedenle, bu ekollerden ele alınıp okunabilecek

sonraki yıllardaki her bir uygulama ve davranış

ve bir sonraki nesle aktarılacak hiçbir metin

bu dönemdeki İslam algısı ve uygulamaları

bulunmamaktadır. Örneğin pek çok kitap ve

üzerine inşa edilmiştir. Yapılan pek çok yanlış

risale yazdıkları halde ne Hasan Basri’den

ve haksız uygulamaya bu dönemlerden gerekçe

(Emevi sultanına yazdığı bir mektubu dışında),

üretilmiştir.

ne Ebu Hanife’den (kendisine ait olduğu şüpheli on sayfalık bir metin dışında), ne Vasıl b.

Sorunlu Din Algısı, Sorunlu Dönemlerde Üretildi

Ata’dan, ne İbn Ubeyd’den, ne Nazzam’dan ne

Ancak sonraki Müslüman kuşaklar açısından

egemen algıya kaynaklık eden Zahiri, Batıni,

daha önemlisi, İslam Dininin farklı boyutlarıyla tedvinin bu sorunlu yıllarda, üstelik bu ilk on yıllardaki algı, anlayış ve uygulamalar esas alınarak yapılmış olmasıdır. Kavgaların, çatışma ve savaşların, kutuplaşmaların, ayrışmaların, küskünlüklerin, düşmanlıkların, dışlamaların, ötekileştirmenin, dünyevileşmenin, tepkiselleşmenin, Zahirileşmenin, Batınileşmenin, içe kapanmanın, her türlü zıtlığın ve ümitsizliğin zirve yaptığı bir dönemde, olanlardan etkilenmeden bir zihin, fikir, din, dil, anlayış ve yapı inşa edebilmek ne kadar mümkündür? Ben mümkün olmayacağı ve olmadığı kanaatindeyim.

40

de Hallaf’tan bir yazılı metnin bize ulaşmasına izin verilmemiştir. Ancak o dönemde yazılan Ehl-i Hadis ekollerine ait metinler pek çok versiyonu ile elimizde mevcuttur. İmam Şafi’nin, Mukatil b. Süleyman’ın, İbni Kuteybe’nin, Ahmet İbni Hanbel’in ve İmam Yusuf’un kitapları buna örnek verilebilir. O dönemle ilgili “bilgi”leri, ya çok sonraki yıllardaki, “filozoflaşmış”, toplumsal sorunlardan uzaklaşarak marjinalleşmiş, yahut “ehlileşmiş/ mutedilleşmiş”, Ali Cübai, Kadı Abdül Cebbar ve Zamahşeri gibi Ehl-i Rey ve Mutezile ekolü taraftarlarının yazdıkları üzerinden ya da karşıtlarının aktarımları ve tanımlamaları (el Bağdadi, İbn Kuteybe, İmam Şafii ve Müfessir Razi gibi…) üzerinden elde ediyoruz.

İşte bu dönemde tedvin edilen algı, anlayış, fikir

Günümüzde bu Ehl-i Rey eksenli muhalif

ve metinler bugün din olarak yaşadığımız ve din

anlayışlarla ilgili çalışmalar yapanlar da

olarak gördüğümüz şeylerdir. Bu tedvin edilen

buralardan yararlanarak bazı tespitlerde

dinin, Resul dönemi uygulamalarıyla birlikte,

bulunmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla yapılan tüm

Kur’an’ın temel ilke, hedef, nüzul seyri, nüzul

okumalar, sizi bir noktaya kadar getiriyor ve

ortamı ve bütünlüğü esas alınarak bir sağlaması

ondan sonra kendi yorum ve çıkarımlarınızla

ve kritiği yapılabilmiş midir? Yapılmışsa bile

karşı karşıya kalıyorsunuz. Çünkü çok kısıtlı

yüzyılımızın Müslüman’ı bunlardan ne kadar

ve yönlendirilmiş metinler bundan sonra

haberdardır? İlk iki yüzyılda bu algı, anlayış

size kılavuzluk yapamıyor. Bundan sonra

ve uygulamalara köklü eleştiriler getiren Rey

kılavuzluğu, kendi birikiminize, tecrübenize

Ehli’nin itirazlarından ve karşı argümanlarından

ve aklınıza devretmeniz gerekiyor. Böyle

ne kadar haberdarız? Bunların iktidar, devlet

yapmayıp, metinlerin tükendiği noktadan sonra

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


konuşmayı hala bu yönlendirilmiş metinler

Bu alanlarda bugün bizim dilimizden

üzerinden sürdürmek, sizi egemen dile ve

düşürmediğimiz mevaliden bazı alimler de

mantığa mahkûm ediyor. Böyle yaptığınızda

temayüz etmişti. Öyle ki bugün bizim İslam

yeni ve doğru bir şey söylemiş olmadığınız

Medeniyetinin güzel örnekleri diye gururla

gibi egemen anlayışın arzusu yönünde, onun

her platformda ortaya koymaya çalıştığımız

değirmenine su taşımış oluyorsunuz. Bu da

bu ilim adamları kendi dönemlerinde önemli

özgürlüklerin önünün kesilmesi, otoriter ve

sıkıntılar yaşamış, geleneksel anlayışın dışında

baskıcı yapıların kutsanması anlamına geliyor.

bir anlayışa sahip oldukları için, “zındıklık”la

Bundan dolayıdır egemen İslam’ın temsilcilerinin

suçlanarak pek çoğunun ölümü normal yollardan

bu muhalif yapıları nasıl dinin dışına çıkarıp

olmamıştır. Bu dışarıda kalma durumu,

yok saydığı, onlarla ilgili ipe sapa gelmez pek

Müslümanların hayatın dışında kalmalarına da

çok yaftalamalar yaptığı çoğu okuyucunun

neden olmuş. Özellikle bu durum, üretimin

malumudur.

dışında kalmalarında ve tembelleşmelerinde de önemli rol oynamıştır. Hatta bu tembelleşme

Fetihçi/Cihadçı Anlayışların ve Asker Bir Millet Olmanın Toplumsal Yansımaları

öyle bir hal almıştır ki, tek yaptıkları şey olan

Aynı şekilde sonraki dönemlerde Müslüman

Öyle ki, ganimetlerin, işgal edilen/fethedilen

zihnin şekillenmesine bu “fetihçi/savaşçı ve

bölge halkının mallarına el konulmasının ve

ganimet eksenli” yaşam biçiminin de önemli

sultandan elde edilen bazı ayrıcalıkların ortaya

etkisi olmuş, Müslüman kuşaklar cepheden

çıkardığı zenginleşme, İslam coğrafyasında

cepheye koşarken ve bunu kendileri için bir

bir aristokrasinin oluşmasına neden oldu.

ayrıcalık/üstünlük olarak görürken, kendilerini

Aniden zenginleşen, zenginleşmeleriyle birlikte

hayatın bazı alanlarının dışında tutmuşlardır.

siyasi güçleri de artan bu ailelerde geleneksel

Özellikle tarım, ticaret ve zanaat büyük ölçüde

yaşam biçimleri yerine yeni yaşam biçimleri,

gayri Müslimlerin veya İslam’ı özümseyememiş

yeni alışkanlıklar oluşmaya başladı. Özellikle

mevaliden “yeni Müslümanların” tekeline

başkentte ve bazı büyük şehirlerde zengin

geçmiştir. Bu durum bir ölçüde “zımmileri”

aileler arasında, lükse ve tüketime dayalı bir

de memnu etmiş, onlar kendilerine ayrılan

yarış ortaya çıktı. Büyük saraylar inşa edilerek

alanlarda eski egemenliklerini biraz daha

buralarda “bin bir gece masalları” yaşanmaya

pekiştirerek devam ettirmişler. Zaman zaman

başlandı. Bu yaşam biçimi zaman içerisinde

bu alanlardaki üstünlüklerini siyasete de

kendi kültürünü ve edebiyatını da oluşturdu.

taşımışlardır.

Devletin adı İslam’dı, ülkede sözde şeriat

Müslümanlar asker bir millet olarak aslında dünya işlerinden ellerini ayaklarını çekmişiler ve mistik yapılanmalara meyleder olmuşlardır.2 Osmanlı deneyimi bunun en ilginç örnekleriyle doludur. Aynı şey ilim/bilim, felsefe, edebiyat ve sanat için de söz konusu olmuştur. Dar

“cihad/kıtal” için bile yerlerine, mevaliden ücretli adamlar göndermeye başlamışlardır.

hâkimdi. Müftüler fetvalarını veriyorlardı, ama bu aristokratik yapı da istediği şekilde lüks ve şatafat içerisinde, helal haram sınırlarını önemsemeden yaşamaya devam ediyordu. Adalet ve mütevazılığın girmediği bu saraylardaki hayat bir şekilde kendi

çerçeveli dini ilimler dışındaki bütün alanlar

meşruiyetlerini elde etmişti.

gayri Müslimlere bırakılarak, bir anlamda

Oysa Resul dönemi uygulamalarında, Müslüman

egemenliklerini de onlara teslim etmişlerdir. Türklerin asker millet olmaları da biraz da bu

2

algı ve tecrübe ile ilgili olsa gerektir. Çünkü bilmekteyiz ki, Abbasilerin son 150 yılında asker olarak Türkler önemli hizmetler görmüşler, bunun bir yansıması olarak, diğer küçük devletler yanında Selçuklu ve Osmanlı tecrübesi bu dönemdeki tecrübenin bir devamı olarak ele alınmalıdır.

hayatın mütevazılığı, onun örnek olmasının en belirgin yanını oluştururken, Müslümanların, hayatın her aşamasında ve her yerinde Müslüman sorumluluğu ve hassasiyetiyle var olduklarını gösteriyordu. Kur’ani ifadeleri de onları sorumlu davranmaya ve mütevazı olmaya yöneltiyordu. Müslümanlar hayatın bütün alanlarında var olmakta, kendilerini

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

41


geliştirmekte, eksik ve yetersiz oldukları

adlandırabileceğimiz ulus devletlerin birey ve

alanlarda eksiklerini gidermek için çaba sarf

toplum üzerindeki yansıması da bundan farklı

etmekteydiler. Eksiklerini giderecek makamın/

değildir. Bu nedenle ulus devletler dâhil, bu tür

kaynağın, Müslim ve gayri Müslim olması onlar

yapılanmalardan birey değil, birer nefer, fedai ve

açısından bir önem arz etmemekteydi. Ancak

emir eri çıkmaktadır.

sonraki yıllarda iktidarda olmanın verdiği kibir ve üstünlük algısı Müslümanları pek çok konuda hayatın gerçekliğinden koparmış, bir yabancılaşma ve tembelliği de ortaya çıkarmıştı. Bu “fetihçi/savaşçı” anlayışın oluşturduğu en temel sorunlardan birisi de gerçek anlamda bir “şehir”in kurulamamış olmasıdır. Çünkü hem yeni kurulan şehirler, hem de eski şehirlere yapılan ekler ve yerleşim biçimi, savaşların bir yansıması olarak kabile merkezli olmak durumunda kalmıştı. Eskiden, cahiliye döneminde, vahasında veya çöldeki beldesinde bir kabile hiyerarşisi ve kültürü çerçevesinde, dolayısıyla kendi aralarında bir bütün olarak yaşayan kabileler, bu hiyerarşik yapılarını ve mevcut geleneklerini kendilerine ayrılan mahallelerde yaşamaya devam etmişlerdi. Her kabileye ayrı mahalleler tahsis edilmiş, buralarda çöldeki yaşam biçimlerini devam ettirmişlerdi. Böylece Arap Yarımadası’ndan/ çölden kadim dünyaya/Mezopotamya’ya, Suriye’ye, İran’a, Mısır’a inip, buraların önemli ve tarihi şehirlerine yerleşen kabileler, bu

Risalet öncesi Mekke’deki yerleşim durumu da tam böyle bir manzara arz ediyordu. Her kabilenin kendine özgü mahallesi vardı. Ancak risalet sonrasında kabile asabiyesi ve kabile kardeşliği yerine “İslam Milleti/ümmeti” ve “İslam kardeşliği” ilkesinin yerleştirilmesi bu yerleşim düzenini ve hiyerarşik yapıyı alt üst etti. Farklı etnik ve inanç kökeninden gelen insanlar aynı mahallelerde birlikte yaşamaya başladılar. Bunda Müşriklerin psikolojik baskılarının önemli bir katkısı olsa da kaynaşmak, paylaşmak, örnek olmak, farklı din ve kültürler ile bir arada herkesin kendisi kalarak yaşamaya çalışması ve farklılık içinde birlikte, gettolar oluşturmadan yaşamak Müslümanların bilinçli bir tercihiydi. Çünkü bunlar Müslüman olmanın en temel şiarlarıydı. Ancak burada tüm bunlar bir zorlamayla değil, ihtiyaçların yönlendirmesi esas alınarak, tedricilik içerisinde oluşturulmaya çalışılmıştır.

yeni gettolarında/vahalarında diğer kabilelerle

Aynı şeyin Hicret sonrası Medine’sinde de

ve şehrin yerlileriyle tanışıp kaynaşmadan,

yaşandığını görüyoruz. Mekke’den gelen

kendileri kalarak, dışarıdakini de ötekileştirerek yaşamaya devam etmişlerdi. Bugüne geldiğimizde de benzer bir manzara ile karşılaşıyoruz. Bütün teknolojik yeniliklere, “siyasi ve sosyal devrimler”e rağmen şehirlerin yapısında, daha çok şişmesi dışında fazla bir değişiklik olmamıştır. Özellikle göçün devasa

muhacirlerin imkânlar dâhilinde şehrin çeşitli bölgelerine dağılarak yerleşimleri yapılmış. Bu durum Medine’de İslam öncesi dönemden kalma Evs-Hazreç kabilelerinin hem ayrışmasına hem de rekabetine son vererek, mahallelerin birbiriyle kaynaşmasına, insanların birbiri ile daha yakından tanışıp kaynaşmalarına vesile

boyutlara ulaştırdığı bugünün metropollerindeki

olmuştur.

manzaranın bu geçmiş dönemdeki şehirlerin

Bu durum sadece Mekke’den gelen

yapısından pek de farklı olmadığı görülmektedir.

42

İlk İslami Uygulamalar

muhacirlerle sınırlı kalmamış, ilk dönem İslam

Bundan dolayıdır, ataerkil kabilesel anlayışların

coğrafyasındaki tüm bölgelerden gelenler için

ve otoriter hayat algısının devam ettiği bu

de söz konusu olmuştu. Medine, özellikle Resul

yerleşim birimlerinde özgür düşünceli ve

döneminin son yıllarında bölgenin en kozmopolit

sorumluluk sahibi bireyler yetişmemektedir.

ve çok kültürlü şehrine dönüşmüştü. Bölgenin

Kendisini, kendi fikir ve eylemleri ile değil

bütün renkleri Medine sokaklarında kendisine

kabile/aşiret, cemaat aidiyeti üzerinden

yer bulabiliyordu. Çöldeki bedeviden, Necranlı

tanımlamakta, kendisini bu yapılar ve bu

ve Habeşistanlı Hıristiyanlara, Bahreynli ve

yapıların ürettikleri üzerinden var kılmaktadır.

Şamlı tüccarlardan, dinini öğrenmek isteyen

Günümüzde modern kabileler olarak

yeni Müslümanlara kadar her kesimden insana

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


kucağını açmıştı. Yahudiler zaten şehrin asli

tercihleri bulunan bir birey inşa edilememiştir.

unsurlarıydılar. Bu renklilik ve çok kültürlülük

Başta İslam’ın (Kur’an ve Resul’ün) inşa ettiği,

içinde her şey konuşulup tartışılıyordu.

sorumluluk sahibi bu birey, daha sonraki algı,

Bu tartışmalar yeni yapının temellerini de

anlayış ve uygulamalar sonucunda hakkın

yükseltiyordu. Medine, bir siyasi merkez

rahmetine kavuşmuştur. Onu diriltme çabaları

olmasının yanında bir ticari merkez olduğu gibi

her dönemde söz konusu olmuş ise de bugüne

aynı zamanda da bir ilim merkeziydi de. Medine

kadar önemli bir başarı elde edilememiştir.

aynı zamanda kimler olduğu bilindiği halde

Aslında toplumların, devletlerin, cemaatlerin

münafıkları içinde barındıracak kadar da bir

hikâyeleri de bunlardan ibarettir.

hoşgörüye de sahipti.

Öyle ki, sürekli fetih ve savaş içerisinde olmak,

Diğer tüm farklı unsurların kendilerini diledikleri

onların sorgulama ve öğrenme duyularının

gibi ifade etme imkân ve araçları varken

dumura uğramasına neden olmuş, bunun

münafıklara da herhangi bir mahalle baskısı

sonucu olarak cephe gerisinde ve evlerinde

uygulanmıyordu. Onlar bile sivri dillerini

bulundukları dönemlerde bile bir asker gibi

sakınmadan kullanabiliyorlardı. Bölgenin

düşünmeye başlamışlardır. Otoriter yapı, ast-üst

yönetiminde de herhangi bir kabile ve etnik

ilişkisi ve dikey hiyerarşik yapılanma onlar için

yapının özel bir ayrıcalığı söz konusu değildi.

hayatın doğal bir yansıması olarak algılanmaya

Görev dağılımında yetkinlik ve katılımcılık esas

başlanmıştır. İşte Müslüman zihnindeki ve

alınıyordu. Resul’ün yakın çevresinde, zencisi,

toplumsal yapılanmasındaki bu otoriter ve

Rum’u, Fars’ı dâhil her kesimden, her kabileden

baskıcı yapının önemli bir nedeni de İslami bir

insan vardı. Daha sonraki yıllarda Medine’nin

şart olarak ortaya konan bu “sürekli cihad/

özgür düşüncenin merkezi olmasında bu fiziki

sürekli savaş” içinde yaşama durumudur.

yapının ve buradaki özgün tecrübenin de önemli bir katkısı olmuştur.

Cihadın, kıtal ve savaş olarak algılanıp anlatılması, mücadele, cehd ve cihad

Kadir İnsandan Muktedir Topluluklara Ancak daha sonraki yıllardaki, savaş konseptinin oluşturduğu güvenlik endişesi ve asimilasyon korkusu, kabile asabiyesinin kutsanması, Resul

kavramlarının içinin boşaltılmasına, dolayısıyla esas cihadın Müslümanca yani İslam’ın amaçlarını kavrayıp ona uygun olarak mütevazı bir şekilde yaşamak olduğunun unutulmasına/ unutturulmasına neden olmuştur.

sonrasında ilk dönem Müslümanlarının cahiliye/

Baştan beri anlatmaya çalıştığımız pek çok

kabile yerleşim, şehirleşme konseptine geri

olay ve durum, Müslümanları, İslam’ın bilinç,

dönmelerine neden olmuştur. Daha sonraki

sorumluluk ve özgürlük üreten ortamından

yıllarda bu konsepte dini bir anlam yüklenmesi,

uzaklaştırarak, tepkisel, içe dönük, kendine

bu konseptin İslami bir modelmiş gibi

güvenmeyen, öteki üreten ve ürettiği bu ötekiyi

algılanması sonucunu doğurmuştur. Dolayısıyla

sürekli kendisine düşman gören bir algının

bu durum, metropol boyutundaki şehirlerde bile,

oluşmasını sağlamış. Bu nedenle bu algı, onun

toplumların birbirinin yabancısı olarak ve öteki

güvenlik eksenli ve otoriter merkezli bir dünyaya

üreterek hayatlarını devam ettirmelerine yol

kaymasına neden olmuştur. Böyle bir dünyada

açmıştır.

yaşamak durumunda kalmalarının ve birbirini

Böylece her toplum çölde olduğu gibi değişmeden, kendisi olarak kalmış, kaynaşma

tetikleyen bu yapılanmanın temel iki nedeninden söz edilebilir.

ve dayanışma oluşmamış, en önemlisi de bu

Birincisi yeniden kabile asabiyesine dönüş,

toplumsal/kabilesel yapı içerisinde bireyler/

ikincisi ise İslam’la birlikte ortaya çıkan “fetihçi/

kişiler kabilenin bir dolgu malzemesi, bir

cihadçı”, “sürekli savaş/cihad” anlayışıdır. Hem

neferi, savaşçısı olmaları dışında bir görev

kabile asabiyesine dönüş, hem de “kesintisiz

üstlenememişlerdir. Elde edilen zenginlikte bu

cihad” anlayışı, insan algısının yeniden otoriter

kabile algısı ve geleneği içerisinde tüketilmiştir.

bir biçimde şekillenmesine neden olmuştur. Öyle

Yani gerçek anlamda, sorumluluk sahibi, kendi

ki, İslam’la birlikte şekillenen ve çevresiyle barış

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

43


içinde yaşayan ve sorumluk sahibi insandan,

kalacağını bilirlerdi. Çünkü İslam toplulukları

çevresine hükmeden, ahlak ve adaleti değil

değil, bireyi, bireyin huzur ve mutluluğunu,

gücü ve mülkü önemsemeyen, kadir-i mutlak

onun özgür gelişimini esas alır. Bu nedenle

insana dönüşmüştür. İlk dönemde üretilen,

toplumsal yapıyı da böyle bir insanı ortaya

“insanın Allah’ın halifesi olması” tezi de bu

çıkaracak ve yaşatacak şekilde dizayn eder.

kadir-i mutlak insanın tezahüründen başka bir

Bundan dolayıdır ki ilk örneğine bakıldığında

şey değildi . Bu geriye doğru evirilme sadece

bu yapılanma, çevresindeki topluluklarca da

insanın zihinsel serüveniyle sınırlı kalmamış,

korkunun değil adaletin ve barışın temsilcileri

yapıp ettiklerine yansıdığı gibi, kurduğu yapılar,

olarak algılanırlardı. Çevrelerinin karanlık olması

ortaya çıkardığı ürünler de bu yönde olmuştur.

onların da kararmalarına neden olmaz, aksine

Üstelik tüm bunlar, insana irade ve seçme hakkı

kendi aydınlıklarından çevreleri de yararlanırdı.

3

vermeyen, adaletinden değil, gücünden emin olamayacağımız kadir-i mutlak Allah anlayışını merkeze alan, mutlak itaatçi ve bireyin iradesini yok sayan Cebriyeci bir anlayışın gölgesinde olup bitmiştir.

örneklikleri ile doludur. O dönem, Kur’an’ın rehberliğinde, yani Kur’an esas alınarak okunduğunda bize böyle bir fotoğraf sunar. Bu örneklik sadece Resul’ün şahsında

Bu nedenle böyle bir anlayıştan ve böyle bir

değil, toplumun tümünü içine alacak genel

ortamdan özgür irade ve sorumluluk sahibi bir

toplumsal bir model sunulduğu görülür ve

birey değil, kalabalığı/orduyu tamamlayan bir

sadece seçkinleri, çok zekileri, çok zahitleri

nefer, bir asker çıkmıştır. Doğal olarak onların

değil sıradan, ortalama bir insanı hedef aldığı

toplumsal yapılanmaları ve yapılanma biçimleri

görülür. Medine döneminde pek çok savaşın

de tepeden aşağıya/dikey/piramitsel olarak

oluyor görünmesi, Biraz Mekke hanedanlığının

şekillenmiştir. Bu yapılanmalar doğal bir sürece

hazımsızlığı sonucu yaşanmak durumunda

değil zora dayandığı için, yapılanmaları da

kalmış daha çok savunma refleksiyle olmuş

kaçınılmaz olarak bu şekilde gerçekleşmiştir.

bitmiş şeylerdir. Biraz da Mekke ile olan

Oysa doğal ve sorumluluk eksenli bir yapılanma, ast-üst şeklinde değil, yatay ve iş bölümünü esas alarak inşa edilirdi, dolayısıyla öteki ve düşman da üretmezdi. Düşman üretmediği gibi, kendini düşman olarak tanımlayanlara da ayna olarak, kendilerine bakmalarını ve öz eleştiri yapmaları imkânını sağlar, adil olmaktan kimseye zarar gelmeyeceğini bir süreç

sürtüşmeleri aile içi kavgalar olarak okumak gerekir. Bununla birlikte sonraki dönemin savaş merkezli hayat algısına göre oluşturulan tarih algısı bu olayları olduğundan fazla büyüterek, sonraki yıllardaki fetihçi anlayışın dayanağı haline getirmişler ve savaşçı bir resul portresi oluşturmuşlardır. Bu algı Resulün Medine’yi barış ve huzurun merkezi yapma mücadelesinin

içinde onlar da öğrenirlerdi. Çünkü İslam’ın

örtülmesine neden olmuştur.

kendileriyle bir sorunu olmadığını, toplumsal

Çünkü sonraki dönemlerin üretilmiş tarihinden

adaleti, bireyin özgürlüğünü ve mutluluğunu hedeflediğini, zalim olmayanlara İslam’dan bir zarar gelmeyeceğini, zalimlere dokunacak olan zararın da zulümlerinin engellemesiyle sınırlı Oysa Kur’an’da çok açık bir biçimde “İnsanın

3

yeryüzünün halifesi” yani yeryüzünün en son yaratılanı, bir anlamda sorumlusu, yeryüzünün onun yaşamasına hazır hale gelmesinden sonra insanın yeryüzündeki serüveninin başlaması meselesinden söz etmiştir. “Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife (ona sahip çıkacak birini) yaratacağım” demişti” Bakara:2/30), “Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. İnsanlar arasında hak ile hüküm ver. Nefis arzusuna uyma, yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır.” (Sad:38/26)

44

Resul dönemi uygulamaları bunun en güzel

kalkılarak bir okuma yapıldığında farklı bir resul ve farklı bir “asr-ı saadet” ile karşılaşırız. Böyle bir okumaya göre Resulullah Muhammed, barış ve özgürlüğün değil savaşın ve ganimetin peygamberidir. Üstelik sonraki dönemde cereyan eden olayların da başlatıcısı ve ilk uygulayıcısıdır. Bir elinde kılıç bir elinde Kur’an, “imparatorluklar dönemi”nin kadir-i mutlak devletini inşa etmiştir. Dolayısıyla böyle bir devlet içinde ortaya çıkan olaylardaki sorumluluğun da sahibidir. Ancak bu okuma pek çok açıdan bünyesinde problemler barındırmaktadır. Çünkü bu okuma, Kur’an’ın resul anlatımı ve ona yüklediği misyonla ve en önemlisi de Kur’an’ın temel

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


hedefleriyle çok açık biçimde çelişmektedir.

olma, ötekileştirme ve bireyin iradesizliği zaten

Ancak bu okumalarda bu açık çelişki

olması gereken bir şeydir. Bunlar egemen

görülemediği gibi var olan da tabu haline

İslam algısının da özünü oluştururlar. Bizim

getirilerek, tartışma dışında bırakılmıştır.

de içinde bulunduğumuz azınlığı temsil eden

Oysa aynı tarihi veriler ve olaylar, Kur’an’dan

insanlar için ise durum probleme işaret eder

bağımsız olarak, önyargısız biçimde ve çapraz

ve iki boyutludur. Geçmişteki ve günümüzdeki

bir okumaya tabi tutularak okunduğunda da

mevcut yapılanmaların böyle oldukları doğrudur,

geleneksel olandan farklı sonuçlar ortaya

ancak bu durum, olması gereken olmadığı

çıkabilmektedir.4

gibi İslami olan da değildir. Yani bunlar

Ancak ne yazık ki daha sonraki yıllarda bir kısmını makale içerisinde ifade ede geldiğimiz pek çok sebepten dolayı Müslüman toplumun resul algısı tamamen değiştiği gibi, Kur’an’ın temel ilke hedeflerinin onlar açısından bağlayıcılığı da kalmamıştı. Lider ve ulemanın

toplumsal sorunlarımızın en problemli alanlarını oluştururlar. Yazının önceki bölümlerinde İslam algısının ve Müslümanların toplumsal yapılanmalarının bu hale gelmesinin nedenlerini ve nasıl olması gerektiğini az çok konuştuğumuz kanaatindeyim.

öncelikleri Kur’an’ın öncelikleri haline gelmiş,

Bu güne geldiğimizde günümüzdeki

böylece yeni bir birey ve toplum ortaya çıkmıştır.

yapılanmaların hiyerarşilerindeki katılık ve lider

En acı olanı ise Peygamberimizle aynı havayı

sultası tüm teknolojik yeniliklere ve dünyanın

teneffüs eden sahabelerin bile bu yeni yapıdan

bireylerin avuçları içerisinde olmalarına rağmen

paylarını alarak yeni insanlara dönüşmüş

eskisini aratacak düzeyde olduğunda şüphe

olmalarıdır. İşte bu yeni insan, yeni Müslüman

yoktur. Tüm bu teknolojik yenilikler şeffaflığı ve

günümüzdeki Müslüman’dır. Resul sonrası ilk

özgürlüğü değil, bağımlılığı ve sorgulanmazlığı

yirmi yıldan sonradır da, -yani yaklaşık olarak

tetiklemektedir. Liderler ve cemaatlerin

1500 yıldır- aynı Müslüman’dır.

önderleri de bu durumdan sonuna kadar yararlanmaktadırlar. Bu açıdan baktığımızda

Bugün Ne Durumdayız? Bugüne geldiğimizde kendilerini İslam ile ilişkilendiren yapılanmaların, devletlerin, cemaatlerin, grupların hepsinin; 1. Lider merkezli, hiyerarşik/piramitsel/dikey yapılanmaları ve istişareden uzak oluşları, 2. Ötekileştiren ideolojik nitelikleri ve 3. Bireyin iradesini ortadan kaldırmaları Konusunda tüm Müslümanlar hemfikirdir.

modern görünümlü pek çok sivil toplum örgütlerindeki yapılanmaların da geleneksel hiyerarşi içerisinde oluştuğunu görürüz. Modern bir görüntü arz eden onlarca komite, komisyon ve çalışma grubu, doğal bir iş bölümüne ve bir istişarenin varlığına işaret etmez. Bu komiteler daha çok emir komuta zincirinin bir parçası olarak, emri hayata geçirmek için vardırlar. Dolayısıyla buralardan çıksa çıksa en iyimser haliyle, lideri, ya da cemaat veya yapıyı kutsayan, bir arı kolonisindeki işçi arılar ve işçi arılar düzeni çıkar.

Ancak bu hemfikirliliğin ne anlama geldiği

Günümüzde belki eskisinden farklı olarak

konusunda Müslümanlar hemfikir değillerdir.

cemaat/yapı ve müntesip/üye ilişkilerini,

Şöyle ki; bu üç şıkta ifade edilen durum,

onların aidiyetini, algı ve doğmalardan çok

Müslümanların kahir ekseriyetince, doğal ve

dünyevi çıkarların belirliyor olmasıdır. Yapı ve

olması gereken bir durumdur, üstelik onlara

cemaatlerin bu özelliği, onların üye bulmalarını

göre İslami olan da budur. Yani, lider merkezli

ve üyelerin onları sahiplenmelerini kolaylaştırdığı

Kur’an’ın Resul algısı konusunda daha

4

derinlemesine bilgi sahibi olmak için, bu konuyu etraflıca tartıştığımız, Vahiy Savunması –Kur’an Dışı Vahyin İmkansızlığı- (Ağaç Yayınları) isimli kitabımızın, “Bir Resul/Nebi ve Beşer olarak Hz Mumammed” başlıklı VI. bölümüne bakabilirsiniz.

bir gerçektir. Ancak bu sahiplenmelerin nitelikten çok bir niceliğe işaret ettiği de başka bir gerçek olsa gerektir. Üyelerdeki bu dünyevileşme talebi, cemaat ve yapılar çok dünyevileştiği için mi ortaya çıkmıştır, yoksa üyelerin böyle bir yaklaşım

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

45


içinde olmaları mı cemaati bu noktaya

ötesinde bir şeydir. Aynı şekilde tam olarak bir

getirmiştir? Bu gerçekten tartışmalı bir

metodolojik yenileşmeden de söz etmiyorum.

durumdur. Bu durum biraz yumurta-tavuk

Bu iki durumu da içine alacak şekilde hem

ilişkisine benzemektedir. Dolayısıyla hem üye

bir düşünme ameliyesi içine girmekten, hem

cemaati bu noktaya itmekte, hem de cemaat

de sorumluluğunun bilincinde, adaleti ikame

doktrini üyeyi böyle bir talep konusunda

etmeyi ve paylaşmayı esas alan bir hayata talip

tetiklemektedir. Aslında bu, sonuç açısından

olmaktan, yani kadir-i mutlak olan Allah’ı, aynı

o kadar da önemli bir durum değildir, sonuçta

zamanda rahman rahim olarak yeryüzünde de

cemaat üyeden, üye cemaatten memnun

aramaktan ve bunu yeni bir metodoloji ile ona

bir şekilde birbirlerini taşımaya devam

yönelerek, onu okuyarak Kur’an’dan yeniden

etmektedirler. Günümüzdeki sivilinden resmisine

keşfetmekten söz ediyorum. İman ve tövbe

mevcut durum aynen böyledir.

arasındaki kapının aracısız olarak tüm kullar için

“Bu dünyevileşme talebi, kendisini ve içinde bulunduğu yapıyı sorgulamaya mı neden olur yoksa onu bulunduğu yere daha da bağımlı hale mi getirir?” sorusunun bu yapı içerisinde fazla anlamlı olmadığını düşünüyorum. Ancak iletişim araçlarının artması insanların

bir arınma değil, bir diriliş olmasından da söz ediyorum. Sanırım böyle bir algıyla hem zihinsel bir arınma ve yenilenme içerisine gireriz, hem de bu arınma bize daha örnek alınabilir bir hayat yaşamamıza imkân verir.

etkileşimine bazı yeni imkânlar sağlayabilir

Çok kültürlülük içinde tevhidin, zulmün

ümidi, zaman içerisinde bir sorgulamanın ortaya

egemenliğine rağmen adaletin şahitliğini

çıkmasına zemin oluşturma ihtimalini de akla

yapabilmenin imkânlarını ortaya koyabiliriz.

getirmektedir. Bunu yaşayıp göreceğiz veya

Savaşı değil, barışı, öldürmeyi değil diriltmeyi,

yaşayanlar görecektir. Ancak biz şunu çok açık bir şekilde görüyoruz ki, doğrudan bir dünyevileşme/zenginleşme talebi olmayan, çalışmaları böyle bir sonuç doğurmayan, örneğin hak ve adaleti savunan sivil yapılar üye bulmakta zorlandıkları gibi, diğer yapılar tarafından da dışlanıyorlar. Bunun böyle olmasında, kendi hatalarının olup olmadığının bu yapılar açısından bir öz eleştiri konusu yapılması zorunluluğu inkâr edilemez. Ancak sorumluluğa ve özgürlüğe talip olmak, insanlık tarihi göstermiştir ki çok matah bir şey değildir ve insanlar düşünmek ve sorumluluk almaktan genel olarak korkmaktadırlar. Egemen yapıların bu muhalif grupçukları dışlamalarını elbette sadece bugüne özgü görmemek gerekir. Gücü ve otoriteyi merkeze alan yapıların genel durumudur bu ve kadim dönemlerden bu yana da hep böyledir.

biriktirmeyi değil paylaşmayı esas alıp, kendin için istediğini başkaları için de istemeyi temel akidevi bir gereklilik olarak gördüğümüzde bir başlama ve değişim noktasını da oluşturmuş oluruz. Ama bunun pek çok odak tarafından tüm bir dünyaya, özellikle de İslam olarak adlandırılan dünyaya karşı başlatılan bir meydan okuma olarak kabul edileceğini peşinen kabul etmemiz gerekir. Biz, sıradan şeyler düşünüp, sıradan bir hayat yaşadığımızı varsaysak da, dini ve siyasi egemenlerle, mevcudun takipçileri, bu küçücük, sıradan yeniden varoluş denemelerini kendi devasa dünyaları için büyük bir tehlike olarak görebilirler. Ve bu sıradan denemeleri daha doğduğunda lanetli ilan edip, sahiplerini “ashab-ı uhdud” kuyusuna atma yarışına girebilirler. Ama bu sıradan denemeler, yılmadan tekrarlandığında, en azından mevcudun takipçileri, bunların kendileri için bir tehdit değil rahmet olduğunu zaman içerisinde

Ne Yapmalıyız?

46

her daim açık olmasından ve tövbenin sadece

anlayacaklardır. Bunun için bu sıradan

Peki, ne yapmalıyız? Aslında yapacak fazla

denemelerin, “ben kimseyi takmam” diyen,

bir şey yok. “Ey iman edenler, iman ediniz”

sorumluluktan kaçan, “anarşist/başıboş”

ayetini hayatımıza geçirmemiz yeterli olacaktır.

bir tavırla değil, (Çünkü anarşist/başıboş,

Ama bu ne demektir? İman edilecek şey

serseri tavırda çevresindekini yok sayan onu

nedir? Söylemeye çalıştığım iman tazelemenin

dışlayan ve bazen kendisini merkeze alan,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


bazen de kendisini de dışlayan, belirsizliğin

onun ikram ettiği kadar dünya nimetlerine

egemen olduğu bir yapı söz konusudur.) zalim

kavuşurlardı. Malları, canları her şeyleri kral

olmayan herkesi “kardeşi” olarak kabul eden

içindi. Gerektiğinde toprakta çalışır, gerektiğinde

bir anlayış içerisinde olması gerekir. Aynı

onun için savaşırlardı. Çöldeki durum biraz daha

şekilde bu denemelerin, kurtarıcı, benbilirimci,

adil olsa da sonuçta kabile üyesi birisi, kabilenin

benmerkezci, tebliğci, tepeden bakan,

bir neferiydi ve kabile reisinden habersiz, kendi

dolayısıyla dışlayıcı ve ötekileştirici bir özellik

başına bir iş yapması mümkün değildi.

taşımaması gerekir. Ortaya konan örnekliğin, aynı düzlem içinde ve yatay ilişkiler şeklinde cereyan etmesi zaten işin olmazsa olmazı olmalıdır.

İşte böyle bir ortamda Resulullah Muhammed, Kuzey Arabistan’ın ticari merkezi olan Mekke’de vahiyle muhatap oldu. O, öncelikle, insanın özgür, irade ve sorumluluk sahibi bir varlık

Bu usule yönelik ilkelerin, fikri alt yapısını akıl-

olduğunu söyledi. İnsanın kaderinin krallar

vahiy, irade serbestîsi, sorumluluk bilinci, adalet

ve yöneticiler tarafından değil kendi özgür

ve ahlak ile adil, âlim ve rahman-rahim olan bir

seçimiyle belirlenmesi gerektiğini söyledi.

Allah anlayışının merkeze alındığı bir düşünce

Yer altı ve yer üstü kaynakları da insanlığın

sistemi ile hayat bulması, er geç yeni insanı/

tümüne aitti. Her şeyin sahibi ve hâkimi olan

Müslüman’ı ve yeni toplumu ortaya çıkaracaktır.

Allah, yeryüzündeki nimetlerini herhangi bir

İşte buradan kalkarak öncelikle insanı ve

ayırıma tabi tutmadan tüm insanlığın hizmetine

İslam’ı yeniden keşfettiğimizde ve bireyi bu

sunmuştu. Birilerinin devlet ve kabile gücünü

yeni İslam’la yeniden inşa ettiğimizde ve zaman

kullanarak insanları bu nimetlerden mahrum

içerisinde;

etmesi zulümdü. Hiçbir insanın bir başkasına

- Lider merkezli baskıcı zihniyetlerin,

üstünlüğü yoktu. Ayrımcılığın her türlüsü ayaklarının altındaydı. Devlet idaresi dâhil

- Bireyin iradesini yok sayan algı ve düzenin,

insanları ilgilendiren işler istişare ile yapılmak

- Kendinden olmayanı yok sayan ve dışlayan

bırakılması fitne ve zulmün egemenliğine yol

zihniyetin

durumundaydı. İstişarenin/şuranın devre dışı açardı. Soy sop, dil, din farklılığı bir üstünlük ve

Yerini bu yeni yapılara terk edeceği de görülecektir.

ayrıcalık nedeni olamazdı. Herkes kazandığının karşılığını almak durumundaydı. Adalet, ahlak, sorumluluk ve hakşinas olmadan yana daha pek

Çünkü emek ve çaba karşılıksız kalmaz.

çok söyledi. Bunun için ayrımcılığı temelden ortadan

Sonuç

kaldırabilmek için kabile asabiyesini ortadan

Tarihler miladi 610’ları gösterdiğinde, Arap Yarımadası’ndaki çöllerde kabile asabiyesine dayalı bağımsız kabile toplulukları, şehir merkezlerinde ise yine kabile asabiyesi üzerine kurulu site şehir devletleri egemenliklerini sürdürüyordu. O yıllarda, dünyanın farklı bölgelerindeki, Bizans, Roma, İran, Çin, Hindistan gibi ülkeler de krallıklarla yönetiliyordu. Tüm bu yapılarda yönetim kişi merkezliydi, devlet ve devlete ait topraklar kralın mülküydü. Yönetim de babadan oğla geçiyordu, halkın yönetim üzerinde herhangi hakkı ve etkisi söz konusu değildi. Çölde de son sözü her zaman kabile reisi söyler, reisin

kaldırarak, Müslümanların kardeşliği ilkesini getirdi. Böylece kabile asabiyesi yerine İslam ümmetini/milletini ikame etti. Tüm insanlar Allah’ın kuluydu ve onun yanında hepsi eşitti. Bu eşitliği, adaletten uzaklaşıp, ayrıcalıklı davranarak, zulümler işleyerek bozan da insanın kendisiydi. Bu yaptığı şeyin adı nankörlüktü. Bundan dolayı insanın iyiye yönelmesi ve kazandığını, imkânı olmayanlarla paylaşması gerekiyordu. 23 yıllık nübüvvet hayatında söylediklerinin pek çoğunu gerçekleştirdi. Eksik bıraktıklarının da tamamlanmasını Müslümanlara vasiyet etti. Onlara rehber ve hakem olarak da Kur’an’ı bıraktı.

emirleri yasa yerine geçerdi. Bireyler, kralların

Ama Müslümanlar, çok geçmeden siyasi

adalet algısı kadar bir adaletten nasiplenir,

çekişmelerin ve kabile tarafgirliğinin kurbanı

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

47


olarak cahiliyedeki kabile asabiyesini yeniden ihya ettiler. İslam Milletini, Arap milletine dönüştürdüler. Kureyş’i ve Kureyşli olmayı kutsayarak yüzlerce yıl yönetimi hak edip etmediğine bakmadan, “hakkıdır” diyerek Kureyş’e teslim ettiler. Sonuçta yeni idealler, üzerine kurulu bir anlayış ve bu anlayışa dayalı devletler/imparatorluklar kurdular. Ancak hem Resul’ün başlattığı yürüyüşü devam ettirmediler hem de Kur’an onların bu dünyalarını yönlendiren bir düstur olmaktan çıktı. Ancak Resul’ü ve Kur’an’ı kendi anlayışlarına uygun olarak yeniden yorumlayarak, kendi anlayış ve uygulamalarını meşrulaştıran bir araca dönüştürdüler. İşte bugün pek çok pozitif gelişmeye rağmen, toplumsal yapılanmamız ve önceliklerimiz olarak hala aynı noktadayız. Ve pek çoğumuzun da bu durumdan pek bir şikâyeti yok. Şikâyeti olanlarsa küçük bir azınlık olarak ne yapmak istediklerini tam olarak ortaya koyamadılar. Ancak bu yapılanma göreceli bir refah sunsa da adaleti sağlayıp, zulüm ve haksızlığı ortadan kaldıramadılar. Aksine yapılanmanın kendisi, zulümler üreterek zalim bir mekanizmaya dönüştü. Bunu rahmet ve adalet üreten bir mekanizmaya döndürmek için yeniden Müslüman/mümin olmayı denemek Müslümanlara ağır geliyor. Bu modern Ebu Talip kompleksi, Kur’an’ı parçalara ayırıp, sahipsiz, öksüz, mahcur, Resul’ü ümmetsiz bırakmaya devam ediyor.5

www.islamiyorum.com

yeni hedefler belirleyerek, fetih ve ganimet

“İşte onlar, (şimdi) Kur’an’ı da tutarsız,

5

insicamsız bir anlam (demeti) olarak göstermek istiyorlar” (Hicr:15/91) “Ve (o gün) Rasul: “Ey Rabbim!” diyecek, “Kavmimden (bazıları) bu Kur’an’ı gözden çıkarılacak bir şey olarak gördü!” (Furkan:25/30)

48

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Dosya: İslami Cemaat ve Organizasyonlarda Yapılaşma Problemleri

İslami Mücadele ya da Yola Koyulmadan Uçuruma Düşmek Ali ÖNER

“Nadanlar eder sohbet-i nadanla telezzüz Divanelerin hemdemi divane gerektir.” Ziya Paşa

Havada bir sis bulutu var. Bir metre ön, ya görünüyor ya görünmüyor. Buna rağmen ulaşılması gereken yerler var. Yol tekin değil. Her an bir uçurum kucağına alabilir. Sis yetmiyormuş gibi, gidilen yol sığ ormanlıklarla kaplı. Tabiri caiz ise balta girmemiş bir yer var. Yolu şaşırmak bu ormanlara dalmaktır. Daldığında burada asıl olana ulaşmak zor görünüyor. Onun için uyarılar peş peşe geliyor. Her bir uyarı bir meşrebin temsilcisi. Onun için tavsiyeler çeşitlilik göstermekte. Bazen tavsiyeler tasfiyeye rahatlıkla dönüşebilmekte. Bu metinler, içinden çıkılmak üzere verilmiş. Onun için iyi tetkik edilmeli. Üzerinde konuşulacağı ya da yazılacağı bir şey, telafisi mümkün olmayan bir maceraya sürükleyebilir. Yol tekin değil dendi ya, bunu biraz açmak

gerek. Girilen yol, sonunun belli olmamasından kaynaklanıyor. Bir yol var, ama bir metre sonrasında bu, bin yola ayrılmakta ve yüründükçe de ayrışmalar baş gösterip, her bir yol yine yüzlerce yola dönüşmektedir. Böyle uzayıp gitmektedir. İlk adım, cennet bahçelerinden bir bahçeye çıkacağı gibi, cehennem çukurlarından bir çukura da sürükleyebilir. Kafanın karışıklığı gibi, sunulan bilginin karışıklığı ve yanlışlarla hercümerç edilmesi de yolculuğu bir tehlike haline getirmektedir. Bunun içindir durgunluklar. Bunun içindir birçok mesele içinden çıkılmaz bir sorun olarak önümüzde durmaktadır. Ezbere söylev bir maharetmiş gibi, ortalığı kavurduğundan, hakikatler ortalıkta bir betona dönüşmektedir. Yapılmaya çalışılan şey, gerçekliğin etrafından dönmektir. Bunu sonraları bir tavafa muadil görmeye başlayanlar var. Sonra herkesin kutsalı, anlam ve yer kaymasına uğramaktadır. Önemli olan gerçeklik değil zaten. Ezber, hayatın merkezine oturunca,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

49


vahyin kendisi uzaklaşmaktadır. Sonra birileri onu ulaşılmaz kabul etmeye, diğerleri ise, sırf kullanım açısından ona yaklaşmayı uygun görmektedir. Paradigma bu şekilde olunca, yolcu yolun neresinden gideceğini bilmez ve şaşkın bir şekilde etrafında dönüp durmaktadır. Yol sadece sis değil. Karlı ve soğuk hava nedeniyle buza dönüşmüş. Adım atılacak gibi değil. Ama yürümek gerek. Gerek diyorum, çünkü yürünmesi isteniyor. Bu kadar metnin masaya konmasının sebebine gelince; bu metinler yolun kullanma kılavuzu olarak görülmesi istenmesindendir. Bir baskıdır başını alıp gidiyor. Herkes bunu farklı mahallelere çekiyor. Güçlü taraf, haklı taraf olarak kendini gördüğünden, tüm baskı ve dayatmalarını hafifçe göz ardı ettiriyor. Bilim saptırıldığından, okuyanın “vali olup”, “adam olmadığından” ortaya konan argümanlar, rahatlıkla manipüle edilebiliniyor. Cehalet dediğimiz şey, kendini kaybetmekle kalmadığı gibi, isim değiştirerek bilimsel bilgiye dönüşmesi yetmediği gibi, nefsi arzu ve istekler bilimsel yayınlar olarak önümüze konmaktadır. Televizyonlarda arzı endam eden beyefendi ve hanımefendilerin konuşmaları ve sık boğazlamalarını gördükçe cehaletin nasıl bir sınıf atladığına şahit olmaktayız. Cehalet, bilginin bilgisizleştirilmesinin yanında, nadan bir duruş sergilemenin ön adı olmuştur. Bu kendini bilmezlik alıp başını gitmiştir. Bu tartışmalara bakıldığında aklı başında olanların neden her oturuma katılmadıklarını anlayabiliyor. İsimlerini önüne birçok sıfat konmuş olmasına rağmen, kaba saba kişilerle iki laf edilemeyeceğini Ziya Paşa ne güzel ifade etmiştir: “Nadanlar eder sohbet-i nadanla telezzüz / Divanelerin hemdemi divane gerektir.” Yani; haddini bilmez ve kaba kişi ile sohbette aynı özellikteki kişi lezzet alır. Böyle olunca da delilere yakın arkadaş/dost deli gerektir.” Halk arasındaki cahil tabir edilen kişi, içinde bulunduğu durumun farkındadır. Okuyamamıştır. Ama nasıl oturup kalkacağını bilir. Oysa Kur’an-ı Kerim cahil kavramını farklı şekilde kullanmaktadır. Ebu Cehil, okuryazardır ve Mekkelileri yönlendirecek kapasiteye sahiptir. Ona bu özelliği sağlayan şey, gerçekler karşısında kabalaşması, inatlaşması ve gerçekliği yok etmek için baskı oluşturmasıdır.

50

Böylece cehaletin babası olma unvanını almıştır. Bugün onun yolunu bilimsel bilgi adına yürüten nice cahilcikler vardır. Kafalarını deve kuşu misali kuma gömmüş ve toprağın üzerinde ne olup bittiğinden haberleri yoktur. Yapmaya çalıştıkları tek şey, yerin üstünden, yerin altına gelen seslerden hareketle fikir yürütmektir. Bunu bazı temiz kelimeleri kirleterek ve anlam kaybına uğratarak yapmaktadırlar. Bunun için çeşitli yollar arşınlanmakta ve de arşınlatmaya çalışmaktadırlar. Bunun o mahallede veya bu mahallede olması fark etmez. Mahalle çokluğuyla boğuşmanın yorgunluğunu günden güne taşıyarak, bir oda dolusu endişe taşımaya başlamamız bundandır. Birileri, mahalle arası geçirgenliğin yoksandığı çığırı açarak bir mevzi edinme uğraşısında basamak atlamanın meydan okumalarını yapmaktadır. Böylece boz bulanık suda balık avlanmayacağını bilenler kenara çekilecek ve arena boşalacaktır. Boşalan yer için yeni kurallar yazılacağından, bu kuralları yazmakta, orada bulunanlara kalacaktır. Böyle olunca da yola koyulmadan uçuruma düşmek yakamıza yapışmaktadır. Yakaya yapıştırılan bu kirin çıkartılması çok kolay görünmemektedir. Nedenine gelince; her mahallenin çıkarı gereği başkasına hayat hakkı tanımama gibi bir misyon yükletilmesinden kaynaklanmış olmasıdır. Mahalle bireyleri yan yana geldiklerinde kaynaşma sorunu yaşamadıkları halde, kazılan mevzilere yerleştirildiklerinde, ağızlar barut kokmaya ve kelimeler birer kurşun gibi çıkmaya başlamaktadır. Olay kızıştırılmaya çalışıldıkça, mahalleli galeyana gelmeye başlamakta ve ağızlarından çıkanı kulakları duymamaktadır. Yıllarca ve kibarca komşuluk yaptığı Ayşe teyze bir düşüncenin veya ideolojinin militanı gibi görmek ve onun bertaraf etmek için bütün yollar mubah görünmeye başlamaktadır. Ne oldu da böyle bir hezeyanın içindeyiz. Bu genel anlamda orada yaşayanların düşünceleri değildi. Herkes herkesin ne düşündüğünü ve nasıl yaşadığını bilmekte idi. Fakat bu seferde birilerin işi tıkırında gitmiyordu. Güneşi balçıklamak ve ayı taşlamak gerekiyordu. Bunun için geceleri karabasanlardan bir ordu oluşturuldu ve bütün rüyalar basılmaya başlandı. İlginç rüyalar ve yeni yorumcular mahallenin altını üstüne getirmişti. Artık kim kimdir bilinmiyor ve kim nerede durmakta karıştırılıyordu. Bir

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


tartışmadır alıp başını gidiyordu, o sakin ve durağan mahallede. Böyle olunca da her biri bir mahallede bir gece kondu edinmeye başladı.

etmekte buldu kendini. Onun için konuşulanlar netleşmiyor. Anlamaktan aciz bir şekilde bakılıyor gözlerimizin içine.

Bütün bu tartışmalar sosyal bilimler üzerinde yürütüldüğünden, kimin algısındaki sosyal bilimler sorusu sorulmadan edilemez. On sekizinci yüzyıl kafasıyla bugünün değerlendirilemeyeceği söyleyen batılı sosyal bilimcilerin varlığı “taraf olmayan bertaraf edilir” anlayışına sahip tipleri rahatsız etmektedir. İman ettikleri değerler, kendilerinin oluşturmuş oldukları modern cahili algılamalarına ters düştüğünde, saldırganlaşmaya ve “vali olma” durumunu sergilemenin bir adım ötesine geçememektedir. Bu doğmanın içinde kısılıp kalmalarının temel nedeni hayatı ve zamanı anlayabilecek kapasiteye ulaşmamalarından kaynaklanmaktadır. Mahalle horozluğunu sürekli üstlenmenin ve bunu cebren elde etmenin mutluluğunu yaşarken, buna gelebilecek eleştirilerin sesi yükseldiğinde ise, birilerine görevi ihale edip, balans ayarı çekmektedirler. Böylece oynayan taşlar sabitleştirilip, yerinde oynamamaları sağlanmaktadır. Diğerleri ise; bir seçimlik güçlerin arkasına sığınarak “kutsal devlet” paranoyasına sığınarak özgürlükleri görmezlikten gelip, urganın boyunlarına geçmesini beklemektedir.

Yolculuğun berrak bir havada olmaması temennisi, önlerini görebilecek insanları istememelerinden kaynaklanmaktadır. Tavsiyelerin ortaya çıkması bundandır. Bazı zevatların bu sisli havada bazı şeyleri ortaya atmaları ve toplum mühendisliğine oynamaların altında yatan gerçeği hiçbir zaman konuşmamaları, kendi zavallılıklarındandır. Bu zavallılıklar, dönüşmedikleri, bu dönüşmemelerinin temel kaynağı da inanmadıkları bir şeyin savunusuna kapılmalarıdır. Bir sürü şeyin ortalığı kavurması, çeteler ve çetecilerin zirve yaptığı bu dönemde meydanın sislerle kaplı olması kadar doğal bir şey yoktur.

Oyuncu sürekli değiştirilmektedir. Olmadı oyunda değiştirilir. Tavsiye üretilir. Tavsiye kendi özelliğini yetirdiğinden olacak ki, emir telakki edilerek, “leş bırakmaktan” konuşulmaya başlanır. Mesele bir fiilin yapılıp yapılmaması hakkında kanaat belirtmenin çok ötesine taşmış durumdadır. Kan ve para üzerine yeni tozlanmış beyaz imparatorlukların oluşmasına engel teşkil edecek olan her şeyin tasfiye edilmesi sürecinin başlatılmasıdır. Mahalleli mahallesinden uzaklaştırılmaktadır. Bu bazen fiziki, bazen de duygusal olarak gerçekleştirilmektedir. Gereksinimleri belirlemek başkaların elinde olduğundan yüreksiz bir yaşamın süründürülmesinden başka bir şey değildir artık hayat.

Benzememek ve benzeşmemek, farklılığımızda yatmamaktadır. Bunun en temel özelliklerinden biri de kuracağımız iletişimin düzeyli olmasıdır. Kim hangi dili kullanırsa kullansın, bize vazedilen dilin dışına çıkılmamalı, çıkılmaması gerekir. Bunu dışına çıkıldığı vakit eleştirilen, düzeysiz olarak nitelendirilenden fark ne olacak. Bu mahalle bunu hoşuna giden bir unsur olarak kabul edebilir ve bu mahallenin çocuğu olunabilir. Eleştiriler adaletsiz olmamalı, ikisine de yanlışlarında eşit mesafede olunmak zorundadır. Hatta kendi evindekilere daha acımasız davranılmalı ki, kendini bulabilsin yanındaki.

Oysa tasfiye; saf hale getirmekti yüreği ve temizlemek ve arındırmaktı tüm kötülüklerden. Nefsanî ve şeytani tüm istek ve arzulardan uzak olmak tasfiye olarak nitelendirilirdi. Oyda çıktığı yolculukta, uğradığı saldırı onu nereden nereye getirdi. Nefsanî ve şeytani arzulardan uzak olmaktan çıkıp hayata karşı kişiyi diskalifiye

İki yönlü olaylar yürümektedir. Kullanılan dilin düzeysizliği bizde ve onlarda hesabı yapılarak sineye çekilmektedir. Eleştirilen ve yanlış telakki edilen şeye dönüşme başlamış ve fark edilmemektedir. Bizdendir anlayışının yanlışlığı burada yatmaktadır. Seviyesiz dili hangi mahalle kullanırsa kullansın, karşı çıkması gerekenler, sahip oldukları kanaatleri, karşı çıkışlarını engellemektedir.

Bugün içinde bulunduğumuz duruma bakılırsa, mahallelinin ipinin ucunun kaçtığı rahatlıkla söylenebilir. Birileri iple oynağında, bir bakıyorsunuz meydanlarda insanlar inanmadıkları naralar atmaya başlamaktadır. İp başka bir şekilde çekildiğinde meydanlar boşalmakta ve karşı çıktıkları emperyalizmin kucağında kendilerini bulmaktadırlar. Bağırıp çağıranlar ağızlarından çıkan sloganların kime

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

51


hizmet ettiğinin bilmiyorlar. Bilgisizliğin bu kadar ayağa düştüğü bir başka zaman olmasa gerektir. İnsanın bilgiye ulaşmak için zahmet etmediği ve her şeyin bir tuşa dokunmak kadar kolay olduğu bu zamanda, üniversitelilerin konuşmaları, sulu kule sokağını aşmadığı görünmektedir. Bütün bu hengâmenin içinde iki mahallenin de çok nezih bir ortam oluşturduğu söylenemez. Baskıyı dillendirme cesaretini gösterenlere rastlamak çok azdır. Bunu dillendirdiklerinde, sel baskınına uğrarlar. Tipiye yakalanır ve bu felaketlerin, bir gerçeği ifadelendirmenin sonucunu nasıl etkilediğine şaşırırlar. Böyle olunca da, adımlar ona göre atılır. Asıl baskının bu olduğunu da artık kimse korkudan dile getirmez. Güçlünün baskısının tadı bir başka oluyor tabi. Bütün yazılı ve görsel iletişim araçlarına sahip olununca ve orada her köşeye bir tetikçi yerleştirilince işler böyle yürüyor. Diğer tarafta hukuk ayaklar altında heba olup gitmekteyken kimseden ses çıkmıyor. Objektif davranmaları gerekenler, en militan tutumlarını sergileyerek, bedenlerine bağladıkları bombaları gittikleri her ortamda patlatıyorlar. Arkalarında binlerce ölü bırakarak mahalleyi şaşkına çeviriyorlar. Tetikçiler ve canlı bombacılar el ele verince, mahalleli ne yapacak, kafasına doğrultulmuş namlunun arkasındakinin ağzından çıkana “evet” anlamında kafa sallamak başka. Bilgi sahibi olmadan kanaat sahibi bu mahalle bunu hakkı olarak kabul ediyor. Bilgiyi kaynağından değil, üçüncü ve dördüncü anlatanın algısıyla anlıyor. Bundandır militanlığı, kıblesi olarak gördüğü yere, işine gelmediğinde tükürmesi de bundandır. O mahalle böylede, öbür mahalle bundan farklı mı davranıyor. Her cephenin kendine mahsup kutsalları vardır. Herkes bu kutsalların beşinden koşarken, öbürünün kutsalına saldırıyı bir şeref olarak telakki etmektedir. Söylenenin ne olduğu önemini kaybetmeye ve kimin söylediği önem kazanmaya başladı. Bilgi bir uğraş ve zaman gerektiğinden, kimsenin bu kadar zamanı olmadığından birilerin sipariş verdiği kanaate konmak daha kolay gelmektedir. Çünkü bunun için düşünmen gerekmeyecek, birilerin seni yönlendirmesi ve sokağı göstermesi yetecektir. Sloganlar kavi, destekçiler renkli ve güçlü olunca gerisi yalan.

düşünme biçimleri, analitik şekli ve bağırma ve çağırmadaki ses tonajları dahi ayni. Bu mahalle diğerine, öbürü buna kendini beğendirme peşinde koşup durmaktadır. Güç kimdeyse haklı olan o olmaktadır. Hani mazlumun yanında olunacaktı ya da hani ezilmişlerin yanında dik durulacaktı. Söz sahibi siz olmayınca ve ip başkasının elinde olunca değişen bir şey olmayacaktı. Olmadı da. Üniversitedeki akademisyenlerin konuşmalarına bakın kaçı bilimsel diye sığındıkları değerleri içeriyor. Herkes bulunduğu yerden yani mahallesinden atıp tutuyor ve onun için konuşulanlar değersiz ve içi boş. Birileri bulunduğu mahallenin değerlerini teğet geçtiği zamanda topa tutulmaktadır. Nasıl olurda böyle konuşur. Rektörler dahi “mahalle baskısından” istediği davranamamaktan ve konuşamamaktan şikâyetçi. Tavsiyeler çerçevesinde hareket etmediği zaman tasfiye edileceğini biliyor. İnanılmayan şeyler ortalıkta dolandığından, kimin neyi savunduğu da tartışma götürmektedir. O zaman şu söylenebilir. Bırakın “bilim böyle söylüyor”u ve yine “din böyle emir buyuruyor”u, siz neye inanıyorsunuz ve nasıl bir davranış ortaya koyuyorsunuz. Bu davranışlarınızı ne belirliyor/düzenliyor. Onu konuşalım. Bundan hareketle hangi mahallenin içinde top koşturduğunu anlayabilelim. Çünkü konuşulan bilgiye değil, kanaate dayanarak ortalığı velveleye veriyor. Kol kırılır yen içinde kalır mantığının öldüğünü ve beraberinde bizi de tükettiğini bilelim. Atlar koşturuyor bu mahalleden öteki mahalleye. Öteki bir ontolojik değer gibi zihinlerde yer buldu. Böylece katılmadığını ötekileştirerek yağ gibi su üstüne çıkma maharetini en çok kim gösterecekse, “en” o olacaktır. Yapılmaya çalışılan bütün olay bu. Onun için kenarda seyreylemekteyim. Onun için sizi seyirci kılmaya çalışmam. Beni, seni çekmeye çalışmaları bizim yararımıza değil, aynileştirmek, farklılığın olmadığını, aynı basitlikte bir dile ve davranışa sahip olduğumuzu ifadelendirmek içindir. Bu bir oyundur. Oyunun kuralları yeni değil uzun süre önce bir mühendislik projesi olarak hazırlanmış ve karşı çıkanlar tasfiye edilmişti.

“Böyle çıktık meydanlara ve yürüdük, yürüdük” bir de ne göreyim. Her şey aynı,

52

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Dosya: İslami Cemaat ve Organizasyonlarda Yapılaşma Problemleri

İslamcılık ve Laiklik (Ayrılma ve Buluşma Noktaları Prof. Dr. Hasan HANEFİ KELAM ARAŞTIRMALARI DERGİSİ’nden alıntılanmıştır.

1. Metot Farklılığı İslamcıların (selefîlerin) kullanmış oldukları “Hâkimiyet Allah’ındır”,

Çeviren:

Dr. Ramazan YILDIRIM

Bu ihtilaflardan birincisi metot farklılığından kaynaklanmaktadır. İslamcılar (el-menhecu’nnâzil) dogmatik yöntemi kullanıyor. Bu yöntem, literaldir ve nass’tan olguya doğru hareket eder, mutlak hakikati cüz’i olguya

“Çözüm İslam’dadır”,

tatbik etmek için nassın lafzından alır. Buna

“Tek yol İslam” ve “İslam

göre hakikat peşinen verilmiştir ve önceden

şeriatının uygulanması”

gelen nassın içinde bulunmaktadır, tarihin,

gibi sloganlar muhteva

zamanın ve mekanın dışındadır, yoruma ihtiyaç

bakımından tahlil

duymayacak kadar apaçıktır ve açıklandığı için

edildiğinde bunların,

de te’vile ihtiyaç yoktur. Üzerinde düşünmeyi

Laiklerin kullandıkları sloganlarla amaçladıkları hususlardan fazla farklı olmadığı görülür. Aynı zamanda laiklerin kullandığı “akıl”, “ilim”, “insan”, “özgürlük”, “toplum”, ve “ilerleme” gibi sloganlar incelendiğinde bunların da anlam itibariyle geleneksel İslam kültür mirasında yer aldıkları görülür. O halde laiklik ile İslamcılık arasında süregelen ve Mısır, Cezayir ile Bahreyn gibi ülkelerde birbirine düşman kardeşler arasında kanlı bir çatışmayla sonuçlanan, Suriye ve Irak’ta bir tarafı tamamen ortadan kaldıran, Tunus, Kuveyt, Yemen, Ürdün ve Arap

ve incelemeyi gerektirmez. Hepsi muhkemdir, içinde müteşâbih yoktur. Çünkü bu nass kulların fiilleriyle ilgilidir, içinde şüphe barındırmayan hükümler ortaya koyar. Açıkçası bu yöntem, ilkesel olarak doğru olmasına rağmen olgu ve olguya uygulanış bakımından incelenmeye ve açıklanmaya ihtiyaç duymaktadır. Hakikatler yalnızca ilkelerden ve peşinen belirlenmiş öncüllerden istinbat edilmez, aksine olgudan çıkarılır ve olgunun her bir parçasından da elde edilebilir. Tümevarım, hüküm çıkarma faaliyetinin tamamlayıcısı, yöntemi ve destekleyicisidir. Te’vil veya deneysel (emprical) yöntem, tenzilin yani

yarımadasının diğer bazı ülkelerinde karşılıklı

dogmatik yöntemin diğer bir yüzüdür. Şeriat,

diyalog sonucu barışçıl bir karakter kazanan bu

hikmetin kardeşidir ve kadîm filozofların dediği

ihtilafların kaynağı nedir?

gibi din felsefeyle ittifak halindedir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

53


Nassın kendisi yalnız başına zaman, mekan,

erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve

bağlam ve insan anlayışı dışında yegâne kaynak

size din olarak İslam’ı seçtim”(5:3)

değildir. Nassın sebeb-i nüzûlü vardır. Nass, olgunun sorduğu soruya ed-Din ve’s-sekâfe ve’s-siyâse fivatani’lArabî, Kahire-1998, s. 287-317 bir cevaptır ve insan bu soruya cevaplar bulmak için ictihad eder. İnsanlar, cevaplar arasında gidip gelince vahiy bunlardan birini doğrulamak için gelir. Genellikle de Hz. Peygamberin övdüğü Hz. Ömer’in görüşü vahiy tarafından tasdik edilir. Kur’an’ın metodu budur. Dolayısıyla soru vakıa (olgu)dan gelir ve vahiy buna cevap verir. Bunun için de birçok ayet içki, kumar, ruh hakkında “sana sorarlar” lafzıyla gelirken cevaplar da “de ki:” lafzıyla başlar. İşte bu parça parça ve peyderpey inen İslam vahyinin ayırt edici bir özelliğidir ki insanlar onu sindire sindire okusunlar.

yapılan yanlışlardan birisidir. Nass, bütünün (küllî) bir parçası (cüz)dir. Herhangi bir nass, ancak diğer nasslarla birlikte bağlamından koparılmadan anlaşılabilir. Hükümler konusundaki nasslar, bütün nassların küçük bir parçasıdır. Nassların tamamı cezâ ve mükafat vadeden emir ve yasaklar manzumesi değildir. Rahmeti, şefkati, yumuşaklığı, acımayı, iyi muameleyi ve hoş geçinmeyi teşvik eden ve kabalığı, katılığı, kötü muameleden, gıybetten, başkasına çirkin lakap takmaktan, ölü kardeşinin etini yemekten sakındıran nasslar da vardır. Nass, bir dildir. Dil ise anlaşılmaya, te’vile ve yoruma muhtaçtır. Dilin, hakikâti-mecazı,

Kafirler, Kur’an’ın topluca ve bir kerede nâzil olmasını arzu ediyorlardı ki vakıaya hitap etmesin ve art arda gelen sorulara cevap teşkil etmesin. Nass ve olgu aynı şeyin iki yüzüdür. İslamcılık akımının anladığı gibi olgusuz nass boşu boşuna harcanmış bir enerjidir. Aynı zamanda laiklik akımının anladığı gibi nassız

zâhiri-müevveli, muhkemi-müteşabihi, mücmelimübeyyeni, mutlakı-mukayyedi vardır. Kitap konuşmaz, insanlar onu konuşturur. Bunun için de eskiden Mutezile, filozoflar ve sûfiler amaç ve gayelerini anlatmak için Kur’an’ın literal anlamının ötesine bakmışlardır. Nassın ruhu, eskilerin deyimiyle hitabın fehvâsı, nassın

olgu da parçacılığı beraberinde getirir.

harfinden daha çok anlama delalet eder.

Dogmatik yöntemin diğer bir kusuru da olguyu

Dogmatik yöntemin, nasscı metodun, literal

yok etmek, reddetmek, ortadan kaldırmak

yorumun ve nasslara parçacı yaklaşımın

hatta değiştirmek için kullanılmasıdır. Buna

bu şekilde anlaşılmasıyla İslamcılar laiklere

göre hak ile batıl, iman ile küfür hidayet

yaklaşmış olurlar ve laikler de İslamcılardan

ile delalet, İslam ile cahiliyye arasında bir

uzaklaşmamış olurlar. Her iki grubun da nassı ve

antlaşmanın olması mümkün değildir. Bu husus,

olgusu vardır. Dolayısıyla ihtilaf başlangıçtadır,

Müslümanların Hindistan’da maruz kaldıkları

sonuçta değil.

baskılar bağlamında kaleme alınmış Mevdudi’nin kitaplarında ve hapishanede gördüğü baskı ve işkencelerin koşulları altında yazılan Seyyid Kutup’un son eserlerinde açıkça görülmektedir. Kaldı ki olgu, tamamen yanlış, yalan, iftira ve sahte değildir.

54

Nassı ait olduğu bağlamın dışına çıkarmak da

Laikler, olgudan, istatistikten, tümevarımdan, bireysel ve toplumsal tecrübelerin analizinden tarihsel olayları incelemeden başlayan deneysel yöntemi (el-menhecu’s-sâid) kullanırlar. Rakamların dili en anlaşılır dildir ve istatistik dili söz ve yazıdan daha fazla ikna etme kabiliyetine

Olgu bazı yönleriyle fıtrat, sağlam duyu, iyi

sahiptir. Tümevarım sağlam duyuya dayanır.

karakterdir. Olgu, tamamen ortadan kaldırılmaya

İstatistiksel analiz için rakamları kullanır ve

değil tamamlanmaya, yıkıma değil ıslaha ihtiyaç

akl-ı selime ulaşır. Olgular bir araya getirilip

duyar. Ortadan kaldırma yerine geliştirilmeye

aklın analizinden geçirildiğinde ortaya delilin

muhtaçtır. Arap yarımadasının koşullarıyla,

doğruluğu ve kesinliği çıkar. Bu yöntem peşin

olgusuyla, Yahudilerle, Hıristiyanlarla, Haniflerle

hükümlerden başlamaz ve sonuçları peşinen

muamelesinde ve İbrahim’in dinini tamamlama

nasslardan çıkarmaz, incelemeye ve araştırmaya

ve geliştirme bakımından İslam’ın başvurduğu

dayanır, toplumsal yasaları olgudan elde eder,

metot buydu. “Bugün size dininizi kemale

bunları rakamlarla, şekillerle, aralarındaki

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


bağlantıyı kurarak ve pratik analizini yaparak ortaya koyar.

müsaade eder. Bu metotsal birlik eskilerin ortaya koyduğu

Doğrusu bu yöntem olguyu tasvir etmede

gibi “metot usûlü” yoluyla gerçekleşmiştir.

faydalıdır ve yazı ile sözü nicelik ve rakamlara

Bazı çağdaş düşünürler de bu yöntemi ortaya

dönüştürür. Bununla birlikte istatistik eksik

koymuşlardır. Öyle ki “usûlî metot” asl ile fer’i

yapıldığında veya örneklemede isabet

tümdengelim ile tümevarımı, dogmatik yöntem

edilmediğinde rakamlar da hata verir. Rast gele

ile deneysel yöntemi, nass ile olguyu bir araya

seçilen bir örnekleme bütünü temsil etmeyebilir.

getirmiştir. “Asl” hüküm ve illet bakımından

İstatistik tümevarım gibi eksik olabilir çünkü

bilinen nasstır ve bu nassın dil, sebeb-i nüzûl,

bütünü saymak mümkün değildir ve istatistik

nesh ve illet bakımından incelenmesiyle bilinir.

bütünün bir parçasını eksene almakla yetinir.

“Fer’” ise dış etken olarak etkili bir faktör olan

Aynı zamanda niteliksel analiz, niceliksel analiz

illetin analizi, tecrübe edilmesi ve gözleme tabi

olmadan yeterli olmaz. Bu durumdaki analiz

tutulması yoluyla bilinir. Şayet tümdengelimle

hata yapabilir ve ortaya birçok analiz ve okuma

bilinen ve “asl”da mevcut olan illet, tümevarımla

şekilleri çıkar. Bu durumda analiz ve okumaları

tanınan ve “fer’”de bulunan illetle aynı ise fer’,

yönlendirmede siyasi ideolojiler ve düşünce

“asl” hakkındaki hükmün illetini alır.

ekolleri devreye girer. Sanki bilgi, bir nassa veya bir kaynağa ya da bazı öncül faraziyelere ihtiyaç duyuyor gibidir. Ayrıca gözlem tanımlamaya, tahlil etmeye, anlaşılmaya başvurmadan yeterli gibi görülebilir. Bunun aksini de iki buçuk asırdan beri Muhammed bin Abdulvehhab gibi nakilci ıslah ve davet önderlerinin yaptığı gibi değişim için nassı hiç yorumlamaksızın veya olguyu meydana getiren faktörler üzerinde gözlem yapmaksızın nassı vakıaya olduğu gibi uyarlama çabalarında bulunanlar yapmaktadır. İslamcıların kullanmakta olduğu dogmatik yöntem ile laiklerin kullandıkları deneysel yöntem toplumun kültürünü oluşturan iki ana akım arasındaki ihtilafların bir sebebidir.

Bunun için de usulcüler kıyası aralarındaki illet benzerliğinden dolayı hakkında şer’i nass bulunmayan (fer’i) meseleyi hakkında şer’i nass bulunan (aslî) meseleye ilhak etmek şeklinde tarif etmişlerdir. Her bilgi iki asli hususa muhtaçtır: Sabit ve değişken. Filozoflar, sabitelerin çeşitlerinin dini nasslar, mantık kaideleri, mezheplere ait literatür ve kıyasî önermelere göre neler olduğu hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir. Sosyal bir realite olan değişimin gerçekleştiği şüphe götürmeyen bir husustur. Hem İslamcıların hem de laiklerin sosyal bir realite olarak gözlemledikleri hususlar hep aynıdır.

“Tenzîl” ve “Te’vîl” yani dogma ile yorum birbirini

Sömürgecilik, geri kalmışlık, baskı-zulüm,

tamamlayan bir metodun iki aksiyonu ise, her

böbürlenme, parçalanma, fesat, kimlik kaybı,

iki grup arasında millî, siyasî ve kültürel bir

kitlelerin olumsuz yönde sürüklenişi gibi

diyalogun gerçekleşmesi imkan dahilindedir.

hususların anlaşılması ve tedavi etme yollarının

Bu iki metottan her birinin kendine özgü

neler olduğu bu iki grup arasındaki ihtilafların

üstünlükleri vardır. Ama her ikisi de birbirini

kaynağını oluşturmaktadır. Yöntemlerin çokluğu

tamamlayan bir bütündür. Tenzîl, te’vîle ihtiyaç

göz önünde bulundurulduğunda yöntem

duyarken te’vîl de tenzîle muhtaçtır. Bu iki

konusunda ihtilaf etmek kaçınılmazdır, ama

metottan her biri diğerini kendi içinde barındırır

belirli bir yönteme körü körüne bağlanmak

ve ona dayanır. Birinci yöntem ikinci yöntemin

konuya zarar verir. Önemli olan sonuç ve

diğer yüzüdür. Düşünce birliğinin şartı ve

değişimin dinamikleridir. Yöntem konusundaki

birbiriyle çatışan iki grup arasındaki düşmanlığı

farklılık doğaldır ancak bunlar arasındaki

kaldırmanın yolu, metot-yöntem birliğidir. Çünkü

çatışma ümmetin kültürüne zarar vermektedir.

her ikisi de aynı vatanda bir şeyler yapmak

Bunun için de metotların birbirini tamamlayıp bir

için uğraşıyor belki de millî çıkarın sağlanması,

kısmının diğer bir kısmını tashih etmesi gerekir.

her iki yöntemin birbirini tamamlamasından

Sonuçta yöntem bir bakış açısıdır ve olgu

geçmektedir, birbiriyle çelişmesinde değil. Hedef

yakınlaşma yoludur. Yöntem araçtır gaye değil,

ve amaç birliği yol ve yöntem çoğulluğuna

vesiledir sonuç değildir. Yöntem konusundaki

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

55


ihtilaf, düşmanlık ve kavgayı değil birbirini

doğan, oluşan gelişen ve kemâle eren ancak

tamamlamayı ve her birinin kendine göre farklı

son yedi asır boyunca hiçbir değişime, gelişime,

üstünlüklerin ortaya çıkarılmasını esas almalıdır.

yenilenime uğramaksızın gelen İslamî ilimlerin

Kur’an “Herbirinize bir yol ve yöntem verdik”

kullandığı sözcüklerdir. İman, küfür, şirk gibi

(5:48) demiştir.

bu lafızları ancak Ezher kolejlerinde, ilahiyat

Dolayısıyla ümmetin yöntemi nass ile olgunun tenzîl ile te’vîlin arasını birleştirmek olmalı. O halde bu ihtilaflar, bu düşmanlıklar ve çatışmaların sebebi nedir?

fakültelerinde ihtisas yapmış hocalar ve din alimleri anlayabiliyor. Bu lafızlar, yeni yeni anlamlar kazandıklarından dolayı tekrar incelenmeye muhtaçtır. “Allah” dışındaki bir varlığa “iman” kötü bir şeydir, Tağutu inkar etmek “küfür” iyi bir şeydir. Allah’ın

2- Dil Farklılığı

yanı sıra otoriteyi, makamı, mevkiyi, dünya

Nasstan olguya doğru dogmatik yöntemi

koşmak “şirk” çirkin bir şeydir. İnsanlıkta

kullanan İslamcılar ile olgudan nassa doğru deneysel yöntemi kullanan laikler arasındaki farklılıktan sonra birbiriyle çatışan bu iki grup arasındaki diğer ihtilaf da “dil” hususunda sahip oldukları farklılıktır. Dil, çeşitli fırkalar ve insanlar arasındaki ayrılıkların ve birleşmelerin dış adresidir. Diyalog sürecinde olanlar arasındaki buluşma ve ayrılma aracıdır. Çoğu zaman dile birbiriyle zıt olan yaygın anlamlar yüklenir, her grup kendi ayrı yöntemiyle bunu anlar ve ayrılıklar sürüp giden düşmanlıklara hatta çatışmalara kadar varır ve İslamcılar, laikleri küfürle, laiklerde İslamcıları ihanetle suçlar. Dil, bir düşünce ve düşünceyi ifade biçimidir. Çoğu kere düşüncede birlik mümkün olmaz. Ama düşüncenin mümkün olabilmesi için diyalog, dil üzerinde de bir birliğin oluşmasını

toplumda ve bireyde tevhidi gerçekleştirmek iyi olabilir. Dolayısıyla bu tür kavramları anlamlarını açıkça ortaya koymadan kullanmak İslamcı söylemi laiklerin modern söylemi karşısında gelenekçileştirmektedir. İki söylem arasındaki bin yılı aşan zaman mesafesi göz önünde bulundurulduğunda diyalog mümkün olamamaktadır. Bazen kullanılan lafızlar, kesin inanç konularıyla ilgili olup diyalog kabul etmeyecek şekilde kapalıdır. İslam ve din kavramları gibi aklı ve düşünceyi devre dışı bırakarak herhangi bir sorgu ve tartışmaya mahal bırakmadan mutlak teslimiyeti, itaat etmeyi ve iman etmeyi isteyen lafızlar bu türdendir. Mesela genellikle din kavramı dünyanın zıddı-mukabili

talep eder.

gibi anlaşılmış ve gayb alemiyle ilgilendiği

Dil, her iki grup tarafından da kullanılan

din İslamî anlamıyla dünyayı, görünen alemi,

sözcüklerin toplamıdır. Cümleler, sözcüklerden

vakıayı, toplumu, insanı, maslahatı ve laiklerin

oluşur ve sözcükler yakınlaşmak ve uzaklaşmak

kendisinden bahsettiği her şeyi kapsamaktadır.

hoş görmek veya hor görmek anlamlarını

Aynı zamanda İslam kullanımdaki şekliyle

yüklenirler. Sözcükler elbiseyse anlam da

peygamberlerin sonuncusu tarafından getirilen

bedendir. Birçok defa eski bir lafızla yeni

din anlamına gelir ve bunun içindir ki bu dine

bir anlam ifade edilir veya yeni bir lafızla

iman edenlere “Müslüman” adı verilmiştir.

kadar bu dünyayla ilgilenmemiştir. Oysa ki,

(sözcük) eski bir anlam anlatılır. Sözcüklerin anlamları asırlar ve nesiller boyu değişime uğrar. Dolayısıyla lafızlar hayattır, ölümdür ve diriliştir. O halde toplum hayatında birbiriyle çatışma halindeki iki grup olan İslamcılar ile laikler, arasındaki diyalog için sözcüklerin analiz edilmesi, anlam ve işaret ettikleri şeylerle ilgili

56

zevklerini malı-mülkü ve şöhreti ona ortak

Oysaki İslam, tabiri aklî, genel fıtrat dini anlamına da gelir. Hz. Adem’den, Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’ya, İsa’ya ve Muhammed’e kadar gelen tek din, yani beraatu asliye (tabiî fıtrat) dinidir. Bu aynı zamanda Allah’a iman edip salih amel işleyen herkesi içine alır. Ayrıca

bağının kurulması bir zorunluluktur.

İslam’ın içeriği öyle geniştir ki, içinde Doğu

İslamcılar geleneksel, kültürel kadîm lafızları

de kapsar. O halde İslam herhangi bir cemaatin,

kullanıyorlar. Bu lafızlar ilk yedi asır içerisinde

fırkanın, mezhebin dini değil tüm beşeriyetin

dinleri olmak üzere kendi dışındaki diğer dinleri

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


dinidir. Laiklerin de yakınlaşmaya çalıştıkları

söylemde tevekkül, takva, huşu, korku, zühd,

husus budur.

sabır, rıza, kanaat gibi geleneksel tasavvuf

Bazen de kullanılan lafızlar (sözcük-kavram) bu dünyadan daha çok âhiret alemiyle, dünya işlerinden çok âhiret işleriyle, ölmeden önce insanı ilgilendiren hususlardan daha çok öldükten sonra insanı ilgilendiren konularla ilgili olabiliyor. Bu durumda cin, melek, şeytan, mizân, havz, cennet, cehennem, a’raf gibi konular daha çok konuşulur. Bu tür konular hakkında fazlaca konuşmaya dalmak İslamcı söylemi toplum ve realiteyi ilgilendiren işlerden uzaklaştırırken laikleri de dünyanın krizde olduğu Filistinlilerin katledildiği, Çeçenlerin şehid olduğu, açların öldüğü bir ortamda gayb ile ilgili konularda konuşmanın önemini sorgulamaya sevk etmektedir ve onlar zulüm, adalet, düşmanlık ve direniş gibi hususları konuşmayı tercih etmektedirler. Kaldı ki, bu konular anlam itibariyle İslamcıların kullanmakta olduğu ve öte dünyanın sembolleriyle ifade ettikleri bazı kavramlarda vardır.

kültürünün kavramları yaygınlık kazanır. Bu kavramlar laik söylem üzerinde olumsuz bir etki yapmıştır ve laik söylem buna karşı tepkisel bir tavır göstererek karşıt kavramlarla çalışmaya, çaba ve gayret sarf etmeye, uğraşmaya, özgüvene, hakları talep etmeye çağırmıştır ki bunlar çağdaş sözcüklerle dile getirilen İslamî içerikli kavramlardır. Laik söylem tepkisel olarak Batı kültüründen gelen ve anlamları İslamcıların kavramlarından fazlaca da farklılık göstermeyen modern kavramlar kullanır. Seçkin bir zümre bu kavramları kullanır ve ardında da kültür çevrelerinde yaygınlık kazanır. Bu kavramlar (dil) başta Edebiyat ve Hukuk fakülteleri olmak üzere Üniversitelerde, basın-yayında, kültürel ve siyasi çevrelerde yaygın olarak kullanılan bir dil haline gelmiştir. Bu kavramlar genç kuşağın ilgisini çeken, içeride ve dışarıda diyaloga çağıran açık kavramlardır ve nispeten de

İslamcıların kullandıkları sözcükler, bazen de fıkhî ıstılahlar olup, sorgusuz-sualsiz tatbik etmeyi, tereddütsüz itaat etmeyi gerektiren farz ve vacib hükmü taşıyan şeriat (kanun-hüküm) ve farz anlamındadır, çünkü her emir vücûbiyet bildirir. Hadleri uygulamaktan kaçış yoktur. Bu söylem, bazen devlete ve insanlara karşı bir baskı ve teröre kadar varıp siyasi otoriteyi ve halkı korkutmaya kadar ulaşır. Oysa ki bu kavramlar insanın özgürlüğünü ve özgürce seçimini göz ardı etmez, fıtratı ve fıtratın kabullenmesini göz önünde bulundurur. Vâcib (farz), ibadetlerin vaktinde yapılması gibi hususların insan tarafından gönüllüce kabul edilmesi nehiy de nefsin taşıyabileceği ve ruhu daraltmayan şeylerdir. Şeriatın tatbiki, görevlerin yerine getirilmesini istemeden önce hakları verir. İşte burada bu şekliyle kavramların anlamları büyük ölçüde laik söyleme yaklaşmış olmaktadır.

evrenselliği ve genelliği içerir. Yine bu kavramlar, insanlığın dili, insanlığın kültürü haline gelen evrensel dilin ve evrensel kültürün bir prototipi olacak seviyede bütün kültürlerde yaygınlık kazanmıştır. Bu kavramlar, gelişmeye, üretime, planlamaya, yenileşmeye, değişime ve ıslaha işaret eden modern kavramlardır. Bu kavramlar, laiklikle İslamcılık arasındaki buluşma halkası olan modern ıslahatçı dini düşüncenin yabancısı olmadığı kavramlardır. Islah hareketi devletin zayıfladığı gibi zayıflayınca İslamî söylem ile laik söylem arasındaki karşıtlık ve milli devletin iki ana kanadını oluşturan bu söylemler arasındaki çatışma da ortaya çıktı. Bu kavramlar, düşünmeye, ilerlemeye, incelemeye çağıran delil, burhan ve mantığa başvurmayı talep eden aklî (mantıkî) kavramlardır. Bunlar sayesinde birbirini küçümsemeden ve yok farz etmeden

Kullanılan kavramlar, bazen da kişiye dönük

insanlar arasındaki diyalogun gerçekleşmesini

olumsuz bir içe kapanma anlamlarındadır. Bu

sağlayan ortak bir dil oluşur. Kaldı ki bu

anlamlara göre dışarıdaki sorunların kaynağı

kavramlar, İslamcı söylemin ilk temellerindeki

içeridedir ve toplumun değişmesi bireyin

öze bir çağrıdır ve Kur’an, aklı çalıştırmaya ve

değişmesiyle sağlanır. Bunun ardından İslamcı

burhanı talep etmeye teşvik eder.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

57


Bu kavramlar fakirlik, açlık, yoksulluk,

birliği konusundaki bir diyalog daha başarılı

kıtlık, baskı, sindirme, mahrum etme,

ve sonuç vericidir. Kadîm filozofların yaptıkları

marjinalleştirme, dışlama, adalet, milli gelir

da buydu. Onlar yeni ile eskiyi birleştirmeyi

ve ücretlerin dağılımı, barınma, plansız

geleneksel olan ile modern olanı bir araya

yerleşim, kırsal alan, ulaşım, su gibi insanların

getirmeyi sağlayan üçüncü bir söylemi

maslahatlarından bahseden reel sosyal

oluşturmak, düşüncedeki paradoksu gidermek,

kavramlardır. Bu kavramlarla kastedilen

kültür birliğini savunmak için kültürel mirasın

anlamlar ve durumlar İslamcı söyleme ve sosyo-

bir parçası olan geleneksel anlamı ifade etmek

siyasal İslam’ın çok mu uzağındadır? Yasamanın

amacıyla yaygınlaşan ve günlük kültürel

(teşri’) temeli maslahat değil midir?

hayatta kullanılır bir hal alan yeni kavramları

Bu kavramlar, insanın ve toplumun özgürlük ve bağımsızlık gibi arzusunu dile getiren doğal, fıtri kavramlardır. Beşeriyetin tabiatını, olgusunu ve insanın temel ihtiyaçlarını ortaya koyar. Bu kavramlar, can, akıl, din, namus ve mal emniyetini korumayı şeriatın maksatlarına yabancı mıdır? İslam şeriatı doğal, fıtri bir şeriat değil midir? Usul alimleri bu maksatları dile getiren “zaruretler mahzuratı mübah kılar”, “güç yetirilmeyen şeyleri teklif caiz değildir” “kötülüklerin ortadan kaldırılması, maslahatı sağlamaktan önce gelir” gibi ilkeler

kullanmışlardır. Aslî anlam değişmediği sürece İbn Sina’nın dediği gibi “kavramlarda şüphe olmaz, kavramlar şüphe kabul etmez”. Kavramlar bir elbise gibidir ve değişir. Bunun inanç ve şeriat açısından bir sakıncası yoktur. Mesala “Allah” için vacibu’l-vücûd, zât, illetu’l-ûla, muharriku’l-evvel ve mahza sûret gibi kavramlar kullanılmıştır. Yeni olan kavramların Arap diline aktarımı mümkün olduğu sürece bir zarar teşkil etmez. Çağdaş kültürüm üzde yer alan demokrasi, liberalizm gibi kavramların

belirlememişler midir?

Arapçalaştırıldığı gibi mühendislik, müzik, felsefe

Sonuç olarak bu kavramlar, direnişe, imar

çıkmış ve kullanılır olmuştur. O halde laikler ile

etmeye, çalışmaya, üretmeye çağıran olumlu

İslamcılar arasındaki ihtilaf, söylem dilinden ve

kavramlardır ve anlam olarak cihad, amel, sa’y,

anlamları birbiriyle yakın olabilen ama birbiriyle

sıkı sıkı çalışma, ictihad, yeryüzünde halife olup

uzak gibi görünen kavramlardan doğmaktadır.

onu imar etme gibi eski geleneksel kavramların

Çatışmanın barışa, ihtilafın ittifaka, düşmanlığın

muhtevasında mündemiçtir. Dolayısıyla

diyaloga dönüşmesi için lafızdan anlama ve

İslamcılık ile laiklik arasındaki mesafe

dilden amaca geçmek mümkün müdür?

ve coğrafya alanlarının da kavramları ortaya

birbirinden uzak ve birbiriyle çelişkili değildir. Aynı zamanda hem İslamcı hem de laik olup diyaloga ihtiyaç duymayan üçüncü bir dil de vardır. Bu her iki akımın da temelinde var olan toprak, halk, millet, fiil, amel, akıl, ilim, tabiat, fıtrat, gericiliğe karşı cihad, yeryüzüne yöneliş

İslamcılar ile laikler metot (olguları tekrar tekrar inceleyerek tümevarımla hükme ulaşan deneysel metot ile hükümleri direk olarak nasstan çıkaran dogmatik metot) ve dil, (kapalı, şeriat ve

ve karar kılış gibi müşterek bir dildir. O halde

inanç dili ile açık, akli beşeri dil) konularındaki

neden her söylem dilin alt sınırını almıyor da

ihtilaflardan sonra öyle görünüyor ki amaç

üst sınırını alıyor? Ve neden aradaki mesafeyi

konusunda da ihtilaf halindeler.

artıran kavramları kullanıyor da diyalog ve hoşgörüyü öngören yakınlaştırıcı kavramları terk

58

3- Amaç Farklılığı

Amaç, hedef ve gaye anlamındadır. Bir düşünce

ediyor.

amacı, gayesi ve hedefiyle anlam kazanır.

Diyalogun şartlarından biri tüm tarafların

belirleyen ana eksen ve özdür. Amaç düzeydir,

anlamdan bir şeye doğru adım atmak gibi

düşünce ve tefekkürün düzeyini belirler. Buna

lafızdan anlama intikal etmeyi mümkün kılıcı

göre düşüncenin yönü üste (semavî) yani

müşterek bir dilin bulunmasıdır. Doğrusu,

ilahiyat (metafizik) veya alta (dünyevî) yani

söylem düzeyinden daha çok düşünce ve dil

tabiata ya da öne yani insani ilimlere göre

Amaç düşünmenin merkezini, kalbini ve akışını

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


şekil alır. Amaç aynı zamanda bakış açısı ve

biçimini öngören dikey işleyen tasavvurdur. Kim,

görüş anlamına gelir. Düşünce, herhangi bir

Allah’a kul olmayı, emirlerine itaat etmeyi ve

bakış açısının amaç etrafında oluşan genel bir

cezasından sakınmayı reddedebilir?

tasavvur ortaya koyan görüşün belirlenmesidir. Siyasi ve fikri ekoller arasındaki ihtilaf genel

İslamcı söylem, izzet, yücelik, otoriterlik ve

anlamıyla bu amaç hakkındaki ihtilaftır.

güçlülük söylemidir. Kim kendi dininde alçaklığı-

İslamcı söylem, yazılı olan eserlerden ve sözlü

eğer iman etmişseniz üstün olan sizlersiniz”

kültürden açıkça anlaşıldığı üzere “Allah”ı

(3:199)

savunarak onun etrafında dönüp dolaşan, onun adıyla konuşan, onun hukukunu ilan eden, sanki o insanın, beşeriyetin, olgunun

zilleti kabul edebilir ki? “Gevşemeyin üzülmeyin

Laik söyleme genellikle bunun tersi egemen olur. Bu söylem insan, toplum ve beşeri tarih

ve tarihin karşısındaymış gibi hareket eden

çerçevesinde odaklaşır.

bir söylemdir. İslamcı, bir otoritenin veya bir

“İnsan Hakları ve Vatandaşlık Evrensel

gücün merkezinden konuşur. Allah’ın güç ve

Beyannamesi”ne dayanır. Bu dünyadan başlayan

kuvvetinden daha büyük bir güç ve otorite

laik söylemdir, Allah’tan başlayan teokratik,

olmadığına göre onun adına konuşana itiraz

lahûti, dinî söylem değildir ve kimi zaman din

etmek mümkün değildir, aksi takdirde Allah’a

adına kimi zaman da devlet adına çiğnenen

itiraz edilmiş olunur. Onunla tartışmak veya

insan haklarını savunur.

onu sorgulamak, imanın zayıf olduğu ve inanca kuşkuların bulaştığı anlamında yorumlanır. Onun getirdiği yoruma alternatif bir yorum getirmek mürtedlik ahkamını uygulamayı gerektiren küfür

Laik söylem geleneksel İslamcı söylemde olduğu gibi iki tarafın karşıtlığına dayanan düalist yapıya dayanmaz ve tekli söylemi esas alır. Hukuk,

ve ilhad olarak algılanır.

toplum, vatandaş, ahlak ve siyaset gibi tek

Bu söylem düalist yapılı olup varlığın tamamını

daha mükemmel, daha üstün ve daha şerefli

Allah-alem, ahiret-dünya, hayat-ölüm, hak-

şeklinde ikiye ayırmaz. Her birini teker teker

batıl, doğru-yanlış, iman-küfür, İslam-cahiliyye,

ele alır. İnsan beden ve ruha ayrılmadan tek

helal-haram, erkek-kadın, hidayet-delalet,

başına insandır, olgu hak ve batıl şeklinde ikiye

başarı-başarısızlık, itaat-isyan, cennet-

ayrılmadan tek başına olgudur, davranışlar

cehennem, sevap- günah, mükafat-ceza

helal ve harama ayrılmaksızın davranış olduğu

şeklinde ikiye ayırır. İslamcı, kendisini iyi taraf olan birinci tarafa koyarken, insanları da kötü olan diğer tarafa koyar. Artık bu durumda diyaloğun gerçekleşmesi mümkün değildir. Çünkü birinci tarafın ister barış, ister savaş, zorla veya isteyerek, kılıçlı ya da kılıçsız

yönlü kavramlar kullanır. Dünyayı biri diğerinden

itibariyle davranıştır. Bu söylem dünyayı baştan aşağı doğru dizayn edici piramitsel tasavvuru reddeder. Dinî, sosyal, siyasî, hukukî, tarihî, düşünsel, edebî ve sanatsal her görünümü aynı düzeyde analize tabi tutar.

karşı tarafı kuşatması, ya tamamen ortadan

Bunun için de laik söyleme dünyayı yatay

kaldırması ya da tamamen hükmü altına

tasavvurla anlama biçimi egemen olmuştur.

alması gerekmektedir. Bu düalist karakter

Tarafları alt-üst şeklinde değil de ön-arka

artarak devam eder ve dünyayı piramitsel bir

şeklinde eşit seviyede ele alır. Bunlara aynı

tasavvurla ele alarak en üsttekiler-en alttakiler,

eşit seviyede meşruiyet tanır ve çok üstün-az

zirve-temel, en iyi-en kötü, mükemmel-eksik

üstün, mükemmel-eksik, iyi-kötü şeklindeki

gibi algılamaya başlar. Bu durum cemaatlerin

değerlendirmeden kaçınır. Eğer İslamcı söylem,

örgütlenmesinde başvurdukları salkım

dikeyci tasavvurla ebedîliği ve sonsuzluğu

yönteminde açıkça görülmektedir.

keşfetmişse buna mukabil laik söylem de yataycı

Bunun için de İslamcı söylemin egemen

tasavvurla tarihi keşfetmiştir.

karakteri yöneten-yönetilen, efendi- köle,

Şimdi amaçlarındaki bu farklılıkla birlikte İslamcı

hakim-mahkum, imam-cemaat, amir-memur,

söylem ile laik söylem arasında bir diyalog

şeklinde iki taraf arasında baştan aşağı bir ilişki

gerçekleştirmek nasıl mümkün olacaktır?

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

59


Aralarındaki mesafe aşılamayacak kadar

bağlamında ele alınarak hadler tatbik edilmeden

fazlamıdır? Yoksa aynı alanda aynı fikri

önce bilinmesi sağlanmıştır. Mesela açlık, işsizlik

atmosferde buluşmayı kolaylaştıracak kadar kısa

ve fakirlik durumlarında hırsızın eli kesilmez.

mıdır?

Bu cezayı uygulamanın şartı insanın temel tüm

Hiç şüphesiz “Allah” merkezli İslamcı söylem insanın iç huzurunu sağlayabilir. Allah,

adaletli davranmaktır.

anlaşılmasını kolaylaştırmak için kendisinden,

İnsani boyut, aynı zamanda İbn Arabi ve

fiillerinden zâtından ve sıfatlarından

Cîlî’nin insan-ı kâmil nazariyesinde olduğu

bahsederken beşeriyetin kullandığı dili

gibi tasavvufta da görülür. “Makamlar” ve

kullanmıştır.

“haller” şeklinde ortaya konulan bu durum,

Kendi zâtını ilim, kudret, hayat, semi, basar, kelâm ve irâde sıfatlarıyla nitelemiştir. Bunlar aynı zamanda insani sıfatlardır ve Allah’ın zâtında mutlak olarak insanda ise nisbî olarak bulunur. Allah’ın doksan dokuz isminin tamamı adalet, rahmet, izzet, celâl, kıst, kerem ve iyilik gibi genel insani değerlerdir. Vahyin kendisi bile Allah’ın peygamber diliyle insanlığa

insanın duygularını ve tavırlarını tahlil etmeye çalışır. İlahi sevginin tecelli ettiği insani sevgide ve insani sembollerin dilinde bu boyut üzerinde durulmuştur. Allah, kişi de izhar eder ve o insana şah damarından daha yakındır, gibi hususlar o kadar çok işlenmiştir ki tasavvufçulardan bazıları “hulûl” ve “ittihad” derecesine kadar işi ileri götürmüşlerdir.

ilettiği kelamdır. O (vahiy), Allah’tan insana

Naklî ilimlerde de insani boyut açıkça görülür.

doğru gerçekleşen bir amaçtır ve söylemdir.

İnsan, Kur’an-ı Kerim’deki hitabın konusudur:

Bu hususların tamamı tenzihi zedelemeden ve

“Ey insan” (82:6; 84:6). Hadislerde de insanı

teşbihe de düşmeden kelâm ilminin konuları

savunan ve ona merhamet edilmesinden

içinde açıklanmıştır.

bahseden hususlar ağırlıktadır ve Allah, bir

İnsani boyut, İslam’ın tüm aklî ve naklî ilimlerinde açık bir şekilde görülür. İslam

annenin ciğerparesine olan merhametinden daha çok kullarına karşı merhamet sahibidir.

medeniyeti kadar insanın ruhunu ve eylemlerini

Özellikle de İmam Muhammed Abduh’un

gereği gibi tahlil eden başka bir medeniyet

öğretileri doğrultusunda hareket eden Reşid

yoktur. İnsani boyutun ortaya çıkarılması,

Rıza’nın “Tefsiru’l Menar”ı gibi ıslahatçı düşünce

nebatât, hayvanât ve cemadâttan oluşan tabiat

içerisinde yer alarak insani ve toplumsal

üzerindeki etkisi, beslenme, büyüme ve üreme

esaslara dayalı birçok tefsir kaleme alınmıştır.

güdüsünün, idrak ve hareket etme, irade ve

Mesela Seyyid Kutup, insanın edebî, belaği

konuşma gibi yeteneklerinin belirlenmesi bu

boyutunu “Fî Zilâli’l-Kur’an” isimli tefsirinde

tahlil içerisinde yer almıştır. Bunların tamamı da

açıklamıştır. Siyer ilminde de çağdaş yazarlar

en güzel şekilde İhvan-ı Safâ’nın risalelerinde

Hz. Muhammed’in hayatını insani bir bakış

ortaya konmuştur.

açısıyla ele almışlar ve Muhammed Hüseyin

İnsani boyut, şeriatın beş temel maksadını (can, akıl, din, namus, mal) belirleyen fıkıh usulünde de açıkça ortaya konulmuştur. Fıkıh metodolojisi ilmi, insan hayatının düzenlenmesini şeriatın en yüce amacı olarak kabul etmiş ve “zarara uğrama ve uğratma yoktur” “güç yetirilemeyenler teklif edilemez”, “zorluğun kaldırılması”, “kötülüğü ortadan kaldırmak maslahatı sağlamaktan önce gelir”, “şüphe halinde hadler uygulanmaz” gibi prensipler ortaya koymuştur. Aynı zamanda insan fiilleri sebep, şart, mâni (engel) gibi faktörler

60

ihtiyaçlarını karşılamak bu uğurda çalışmak ve

Heykel “Muhammedin Hayatı” ile “Vahyin Evinde” isimli kitapları, Taha Hüseyin “Ala Hamişi’s-Sîre-(Siyretin Kıyısında)”, kitabını, Abdurrahman Şarkavî “Özgürlük Peygamberi Muhammed” isimli kitabı ve Abbas Mahmut Akkad “Muhammed’in Dehâsı” kitabını bu çerçevede kaleme almışlardır. Fıkıh ilminde de muamelat, ibadetlerden daha az önemli değildir. Muamelat yatay boyutu temsil ederken ibadetler de dikey boyutu temsil eder. Sonuçta fıkıh, toplumun, beşerin ve insanların fıkhedilmesidir. O halde İslamcıdan beklenen laik söylemin

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


temellerini ve geleneksel söylemindeki

devletin zayıflamasıyla, her birinin kendi

amacını keşfetmesidir ki aralarında bir perde

başına nefes alan bir akciğere dönüşmeden ve

varmışçasına laik söylem bir vadide İslamcı

birbirinden tamamen uzaklaşmadan her ikisinin

söylem de başka bir vadide yer almasın.

de amaçlarını birleştirecek olan üçüncü bir

Laik söylemdeki insani amacın da gözden geçirilmesi gerekmektedir. Temellerini Batı’dan alan laik söylemde yer alan insan, değişken bir birey olan, enaniyet ve gururuna kapılmış insandır, vatan, millet ve ırk sınırlarını aşan genel anlamdaki evrensel insan değildir. Pisagor’un insan her şeyin ölçüsüdür şeklindeki safsatası, laik söylemin temellerini dayandırdığı

söylemi var kılmaya çalışan ıslahatçı düşüncenin kusuru neydi? İslamcı ve laik söylemin yapması gereken duran kalbe ve durgun bedene hayatiyet verecek olan akciğerleri tekrar yerine koymak ve bedenin içinde nefes almayı sağlamak değil midir?

4-Kaynak Farklılığı

Batı medeniyetinin sloganı haline gelmiştir. Ölçü

İslamcılar ile laikler arasındaki metot, dil ve

kaybolmuştur, değer yitirilmiştir ve karışıklık

amaç farklılığından sonra gelen diğer ayırıcı

her tarafı sarmıştır. İzafîlik (rölativite) her şeye

bir faktör de kaynak problemidir. İslamcılar

hakim olmuş, sonuçta şekilcilik, şüphecilik,

geleneksel eski kaynaklara başvururken laikler

hiççilik (nihilizm) ortaya çıkmıştır ve artık ne

de modern yeni kaynakları kullanmaktadır.

ilah vardır ne de insan, hiçbir şey yoktur. Alman

Başta usul ve akaid ilmi olmak üzere Kur’an,

Fransız’ı öldürmüş, Avrupalı Rus’la savaşmış,

hadis, tefsir, siyer, fıkıh gibi aklî ve nakli ilimler

Batı Afrika’yı, Asya’yı ve Amerikalı yerlileri

konusunda önceki kuşakların geriye bıraktıkları

sömürge altına almıştır. İnsanın bencilliği, Batı

geleneksel eski ilim mirası İslamcıların ilk

medeniyetinde Erasmus’la birlikte iki yüzyıldan

kaynağıdır. Bu ilim mirasının tamamına selefi

itibaren had safhaya ulaşmış, “varoluşçuluk

akım egemen olmuştur. Akaid ilminde Eş’arilîk,

(egzistansiyalizm), insanın felsefesidir”

usul ilminde Şafiîlik, rivayet tefsiri, selef ehlinin

anlayışıyla sona doğru yaklaşmış, kuruluş ve

kültürü, hadis ve sünnet ehli ve fırka-i nâciye

kuruluş sonrası dönemde, çözülme ve post

(kurtuluşa eren grup) gibi hususlar geleneksel

modernizmle birlikte tamamen gizli kalmıştır.

kaynakların temellerini oluşturur.

Buna göre hiçbir şey yoktur, eğer bir şey varsa o da yokluktur.

Başta günümüzdeki çağdaş selefi hareket olmak üzere her kesim, Gazali’den, Ahmed b.

O halde laik, kendi kültürünün derinliklerinde,

Hanbel’den, İbn Teymiye’den ve Suyûti’den bol

tamamen ve kısmen inkara başvurmadan

bol delil getirir ve bu ümmeti, ilk zamanlarında

amacı hakkında yeniden bir araştırma yapmayı

ıslah eden hususların son zamanlarında da ıslah

başarabilecek mi? Tamamen veya kısmen

edeceğini ileri sürer.

taklit etmeden beslendiği Batı kültürünü eleştirebilecek mi?

Batı kültürü laiklerin ilk kaynağıdır. Bu, iki asırdan beri Arap uyanışının başlamasıyla

Hem İslamcı hem de laik söyleme yöneltilen

birlikte tercüme, özet, yorum, telif olarak

soru şudur: Din bir araç mıdır yoksa amaç

yüz yüze kaldığımız bir kültürdür. Bu çağdaş,

mıdır? Din yalnız başına bir amaç değildir,

modern, bilimsel, akli, ilerlemeci ve medeni

o beşeriyetin mutluluğu ve insanlığın

kültür peşinden gidilen bir prototip meydana

maslahatlarını gerçekleştirmek için bir vesiledir.

getirmiş ve evrensel bir karakter kazanmıştır.

Din, geleneksel toplumlardaki diriliğini hâlâ

Çoğunluk geleneksel eski mirası kabul etti ve

koruyor ve laik söylemde yer alan genel

bunu kimliğini savunma, tarihteki varoluşunu

maslahatlar ile şeriatın genel maksatlarını

devam ettirme ve modern yeni karşısında

gerçekleştirmeye güç yetirir bir durumdadır.

taklitçilik ve Batılılaşma tehlikesinden korunma

İnsanların, beşerin ve olgunun dilinden başka

yolu olarak gördü. Öte taraftan azınlık olan

bir dil var mıdır? O halde bu kuşağın laikleri

bir kesim de Batı kültürünü benimseyerek

ile İslamcıları vatanın bedeni ve kalbi olan

çağdaşlığı yenileşmeyi ve modernleşmeyi onda

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

61


gördü, gericiliğin tehlikeleri, geçmişe dönüş ve

Yalnızca çeviri yapmakla da yetinmediler,

içe kapanış tehlikelerine karşı onu bir kalkan

ilavelerde bulundular ve yorumlar yaptılar.

olarak kabul etti, evrenselliği ve medeniyetle

İki defa naklettiler. Birinde lafzı muhafaza

buluşmayı savundu.

etmek adına Yunanca metne sadık kalmak

Her iki akım da kendi asırları olmayan bir

diğerinde de anlamı korumak için Arapça

asırdan nakil yapıp duruyorlar. İslamcıların yaptığı gibi ne geçmiş şimdinin çağıdır ve ne de laiklerin yaptığı gibi gelecek şimdinin çağıdır. Eski kültürel miras şimdiki asrımız olmayan geçmiş zamanda kalmış bir çağda ortaya çıkmıştır. Modern yeni kültür de yine asrımız olmayan bizim için gelecek olan bir çağın birikimidir. İşte her iki akım arasındaki ihtilaf bu hususlardan doğmaktadır.

ardından filozoflar şerh, özet, telif ve sunumda bulundular, ardından da dışarıdan gelen kültürün içinde kaybolmaksızın saf Arap üretimi olan özgünlük aşamasını gerçekleştirdiler Biz hâlâ iki yüzyıldan beri devam ede gelen nakletme aşamasındayız. Ulaştığımız düzey ister İslamcıların yaptığı gibi geleneksel eski kültürden ister laiklerin yaptığı gibi

Doğrusu Yeni Çağ’ın kendine göre eski ile yeninin harmanlandığı bir medeniyeti vardır. Yanlış olan taklitçiliktir. İslamcıların geçmişi, laiklerin de geleceği taklit etmesi. Her iki taraf da kolaycılığa kaçıyor, birbirinden farklı olan kaynaklardan hazır reçeteler aktarıyor ve hem eski kültür mirasından hem de modern yeni kültürden istifade ederek bu çağa uygun bir bakış açısı getirmek için çalışmıyor. Her ikisi de ictihad etme hakkından vazgeçiyor, mevcut durumun özelliklerini ve kendine özgü karakterini görmezden geliyor, hem eskileri hem de yenileri aşarak yeni bir şey üretme ve ortaya koyma imkanını kendinde görmüyor. İlk filozoflar bunun en güzel biçimini ortaya koymuşlardır. Mütercimler Doğu-Batı ayrımı yapmadan Batı lehine Doğu’yu yok farz etmeden, Batı’dan Yunan ve Roma, Doğu’dan Fars ve Hint kültürünün tamamını tercüme etmişlerdir. Bizler de iki asırdan beri, Arap uyanışından bu yana Batı’dan öncelikli olarak Avrupa’dan ikinci olarak da Amerika’dan tercümeler yapıyoruz, ama bunu yaparken kimi zaman bilim adına, kimi zaman özgürlük ve demokrasi adına kimi zaman da Doğu’ya sırt çevirmek adına Batı’ya, Batı’nın kültürüne ve medeniyetine meftun bir şekilde yapıyoruz. Doğuludan daha çok Batılı olduk. Buna coğrafya olarak Batı’dan daha çok Doğu’ya yakın olan

62

metni güzelleştirerek amacını güttüler. Bunun

Batı kültüründen aktararak tekrardan öteye geçmeyen, bağımsız orijinal bir Arap düşüncesi ortaya koyamayan şerh, özet ve sunuş merhalesidir. Bu durumda Şafî böyle dedi, İbn Teymiyye şöyle dedi ile Marks şöyle dedi, John böyle dedi şeklindeki ifadeler arasında hiçbir fark yoktur. İlk dönem tercüme faaliyeti Huneyn b. İshak’ın nesli ile İshak b. Huneyn’in nesli olmak üzere iki kuşak boyu sürmüştür. II. asrın yarılarında Kindî bağımız bir filozof olarak ortaya çıkmıştır. Oysaki son dönem tercüme faaliyeti önceki asırda iki, şimdiki asırda da iki olmak üzere tam dört kuşak boyu sürmüştür. Tercüme hâlâ devam etmekte ve sunum (arz) hâlâ varlığını korumaktadır. Eskiden nakil ve ibda (orijinal bilgi) taklide dayalı olmayan edebiyat alanından daha çok düşünce alanında gerçekleşiyordu. Araplar, şair ve hatip insanlardı, dil ve beyan ehliydi. Şiir ve tiyatrodan ziyade ilim ve düşünceye muhtaçlardı. İlim ve düşüncede nakil ve yorum aşamasından sonra orijinal birikimler ortaya koydular. Biz de bir önceki asırdan itibaren ilim, edebiyat ve düşünce nakline başladık. Edebiyat alanında şiir roman, hikaye ve tiyatro alanında orijinal eserler ortaya koyduk ama eskilerin yaptığı gibi düşünce alanında kendimize özgü yeterli miktarda yeni bir şey üretemedik. Belki de bu durum, riyaziyât ilimlerinden olan geometri, mühendislik, astronomi, müzik ve

Körfez bile dahildir.

tabiîyât ilimleri arasında yer alan tıp, eczacılık,

Eskiden Hıristiyan mütercimler Yunancadan

vicdanına hasretmemizden kaynaklanmaktadır.

tercümeler yaparken modern dönemde de

Ne İslamcılar bunları taklit etti ne de laikler

Şam Hıristiyanları Fransızcadan çeviri yaptılar.

geliştirdi. Bu ilimler, İslamcılarda durağan bir hal

kimya, fizik ve zooloji gibi saf aklî ilimleri Arap

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


aldı ve laikler de bunları Batı bilim birikimiyle

elbisesinden kurtarıp onun tüm eski boyutlarını

değiştirdiler.

verecek şekilde yeni bir elbiseye büründürmekle

Çözüm nedir? Gelenek ile çağdaş şeklinde ortaya çıkan kaynak ikilemi karşısında ve laikler ile İslamcılar arasındaki kaynak sorununu aşacak bir diyalogu gerçekleştirmek için ne yapılmalı? Her iki kaynağı bir araya getirip millî kültür birliğini sağlamak mümkün müdür? Yeni bir millî kültürün ortaya çıkması için içinde yaşanmakta olduğumuz çağ, geleneksel ile modern olanın birbiriyle akraba olduğu ortak bir platform olamaz mı? Kadim filozoflar, bunun örneğini aslı koruyup

birbiriyle çatışan iki grup arasındaki diyalogu sağlayacak yeni millî bir kültür meydana getirebilir. Eski dönem filozofları ihtiyaç duydukları muhtevayı (mazmun) kelamcılardan ve fıkıhçılardan alarak bunları Yunanlıların kavramlarıyla ifadelendirmişlerdir. Böylece de ümmeti, eski ile yeni arasında gidip gelen kaynak ikilemine düşmekten korumuşlardır. Ve selefî kelamcılar, itikadî anlamlarını laik Yunan destekçileri de kavram ve sözcüklerini içinde buldukları felsefe veya hikmet ilmi ortaya çıkmıştır.

fer’i yenileyerek kimliğe sıkı sıkıya bağlı kalıp,

Durum yalnızca şekilsel bir değişiklikten ibaret

çağa göre düzenleyerek ve anlamı yeni lafız

değildir. Geleneksel lafızların değiştirilmesi

içerisinde belirginleştirerek geleneksel olanın

içeride ve dışarıda birçok insana hitap etmeyi,

anlamını yeni dilde ortaya koymuşlardır.

yenileşmeyi ve gelişmeyi sağlar. Yeni modern

Geleneksel olanın değeri, şeklinde (lafız) değil

lafızları ödünç almak, gerek ufukları genişletmek

içeriğindedir. Yeni olanın da değeri anlamda

gerek parçacı tasavvuru tamamlayarak veya

(içerik) değil şeklindedir. Filozoflar, “Allah”

birbiriyle çelişkili olan iki düşünceyi geniş tek

isminin anlamını ve tevhidin içeriğini (mazmun)

tasavvurda bir araya getirmek suretiyle onların

Yunanca olan yeni sözcüklerle ifade etmişlerdir.

içeriğine eleştirel yaklaşmamızı mümkün kılar.

İlk akıl, ilk illet, ilk muharrik, vacibul-vücûd,

Eski filozoflarımızın kullandığı “ilk illet” kavramı

zâtıyla kâim gibi kavramları İslamî içeriği feda

alemin yaratıcısı ve müdebbiri anlamındayken

etmeden kullanmışlardır. Buna göre ilk illet,

Yunanlıların nazarında bu anlamlarda değildi.

Yunancadaki lafzı ve Yunanca olan içeriğinden

Akıl-his, misâl-vakıa (hayal-gerçek), ve nefs-

farklı olarak alemin yaratıcısı ve müdebbiri

beden aynı şeyin iki ayrı yüzleriydi. Ama

anlamına geliyordu.

Yunanlılara göre böyle değildi. Bunun içindir

Şimdi durum değişmiş eski Yunan kültürünün yerini modern Batı kültürü almıştır. Artık “mutlak”, “sonsuz” ve “sınırsız” kavramları yaygınlaşmıştır. Çağdaş düşünürlerimiz hâlâ

ki Farabî, Eflatun ile Aristoteles’i bir araya getirebilmiştir. İbn Rüşd, Sokrat’ın inşâ ettiği, Eflatun’un geliştirdiği felsefenin Aristo’yla kemâle erdiğini açıklamıştır.

geleneksel kültürü modern kültürün diliyle ifade

Doğrusu İslamcılar ile laiklerin içinde yaşamakta

etmekte tereddüt ediyorlar. İslamcı düşünür,

oldukları bu çağ, geleneksel ile modern olanı

geleneksel lafzı geleneksel anlamıyla kullanırken laik düşünür de modern lafzı modern anlamıyla birlikte kullanmaktadır. İster İslamcı ister laik herhangi çağdaş bir düşünür, geleneksel olan muhtevayı modern olan lafızlarla ifade edebilir

buluşturmaya geçmişin hâlâ canlı ve diri olduğu ve geleceğe doğru hareket etmek istediği şimdiki çağı ifadelendirecek yeni milli bir kültürü oluşturmaya güç yetirebilir. Mevcut çağ, İslamcıların sıkı sıkıya sarıldığı geçmiş ile

mi?

laiklerin peşinden gittikleri gelecek üzerindeki

Herhangi bir düşünür İslamcılar ile laikler

halihazırdaki çağ, İslamcının geçmişte kalarak

arasındaki mesafeyi geleneksel muhtevaya bağlı

laiklerin de geleceğe takılarak yabancılaştıkları

kalarak modern bir şekilde ifade etmek suretiyle

durumu ortadan kaldıracaktır.

zorunlu etkisini hissettirerek sürdürüyor ve bu

atlayabilir mi? Veya başkalarının üzerinden geçebileceği bir köprü kurabilir mi?

Eski geleneksel kültür, kendi döneminin

Geleneksel muhtevayı kendisine dar gelen

çağının realitesinden ortaya çıkmıştır. Her ikisi

şartlarından doğmuştur ve Batı kültürü de kendi

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

63


de geçmiş ve çağdaş tarihi çağımızın realitesi

olan düşmanlık, çatışma ve dışlama yerine

içerisinde yaşamıştır. Bu durum da, düşünürün

karşılıklı hoşgörüyü, dayanışmayı ve ortaklaşa

eski geleneğin yapısını mevcut çağa uygun bir

hareket etmeyi sağlayacak olan medeniyetler

şekilde yeniden inşâ etmesini gerektirmektedir

arası diyalog bu şekilde meydana gelebilir.

ki eski kaynak çağdaş yeni kaynağa dönüşsün

Aynı zamanda çağdaş Arap kültürünün içinde

ve bakış açısı yenilensin. İslamcıların zannettiği

bulunduğu ikilem, olumsuz bir unsur olmaktan

gibi geleneksel miras kutsal değildir aksine

olumlu bir unsura, karşılıklı çatışma ve güç

eskilerin yaptığı içtihatların genel toplamı

kaybından birbiriyle etkileşim ve buluşmaya

ve kendi çağlarının sorunlarına verdikleri

dönüşebilmesi bu şekilde sağlanır. Böylece

cevaplardır.

birbirinden farklı kaynakları olan çok yönlü

Aynı zamanda çağdaş düşünürden beklenen başka çağdaş bir asırda oluşan Batı kültür binasını kendi çağına uygun bir şekilde inşa etmesidir. Laiklerin de zannettiği gibi Batı kültürü kutsal değildir aksine Batılıların yok olma endişesi taşımadan veya her iki kaynaktan da korkmadan kendi çağlarının sorularına cevap olarak yaptıkları içtihatlar toplamıdır. Her çağın kendine göre bir içtihadı ve kendine göre insanları vardır.

çoğulculuğu bir araya getirir ve belki de yeni bir Arap uyanışının temel etkenlerinden bir olur.

5- İktidar Mücadelesi İslamcılar ile laikler arasındaki ihtilaflar dil, yöntem amaç ve kaynak konularından ibaret değildir. Bu ihtilaflar düşünsel ihtilaflardır. Bunların yanı sıra bir de iktidar mücadelesi vardır. Düşünce bir güçtür, otoritedir. Siyasal

Bu durumda ister geleneksel kültürün inşâsında, ister Batı kültürünün yeniden yapılandırılmasında ve ister çağdaş yeni bir kültürün meydana getirilmesinde günümüz çağı, hem İslamcının hem de laiklerin ilk kaynağı olmaktadır. Çağdaş düşünürün

düşünce bir ekolden ibaret değildir aynı zamanda bir devlet düzenidir. Düşünce otoritenin meşruiyet temeli, otorite de düşüncenin gerçekleşmesidir. Her iki akımın da otoriter düşünceye sahip oldukları görülmektedir. İslamcılara göre

geleneksel kültürü kendi çağının şartlarına

hakimiyet, otoriteyi talep etmek beşerin

göre yorumlaması veya Batı kültürünü

otoritesini Allah adına ele geçirmek ve bu

çağının şartlarına cevap verecek şekilde ele

otoritenin kendileri tarafından kullanılmasını

alıp değerlendirmesi yeterli değildir. Bunların

sağlamaktır. Çünkü Allah bizzat kendi

ötesinde bu iki kaynağa ilave edecek yeni

başına hükmetmez insan aracılığıyla bunu

çağdaş bir kültür ortaya koyması gerekir.

gerçekleştirir. İslam şeriatının tatbik edilmesi,

Çağdaş düşünür aynı anda hem İslamcı hem de laiktir, katıksız İslamcının yaptığı gibi ikinci kaynağı dışlayarak yalnızca birinci kaynağı ve katıksız laikin yaptığı gibi de birinci kaynağı dışlayarak yalnızca ikinci kaynağı almaz.

hukukun otoritesine son verip onun yerine şeriatı ikame etmek anlamında anlaşılmaktadır ve iktidar bunun aracı olarak görülmektedir. İmam, şeriatı gerçekleştirmekle mükelleftir. Ve imamsız şeriatın uygulanması mümkün değildir.

O, Sokrat ve Farabî gibi özgür-bağımsız bir

Otoriteyi talep etmenin yöntemi İslam’dadır.

düşünürdür, mevcut olanla muamele eder ve her

Bu otorite, karar alma ve alınan kararları

kaynağı ötekinin diliyle ifade eder. Geleneksel

teknokratlar-bürokratlar hegemonyasına karşı

olanı geliştirmek amacıyla modern olanın diliyle,

yürürlüğe koyma mekanizmasıdır.

modern olanı da temsil etmek ve tamamlamak

64

yeni bir Arap kültürü oluşur, tek yapılılık ile

için geleneksel olanın diliyle ifade eder.

Laiklerin sloganları da iktidar alanı üzerinedir.

İşte bu yöntemle çağdaş kültürümüzün iki

otoritesini, cehaletin egemenliğine karşı bilgi

ana unsurunu oluşturan geleneksel kültür ile

otoritesini ağızlara gem vuran, susturan ve baskı

modern kültür arasındaki etkileşim sağlanır.

altında tutan otoriteye karşı insanı ve insan

Halklar arasındaki bir çatışmanın öncüsü

özgürlüğünü dile getiren otoriteyi toplumsal

Onlar da hurafelerin otoritesine karşı aklın

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


zulümlerin, devletin baskıcı organlarının ordu,

İşte burada siyasi otoritenin her türlü içerikten

polis ve güvenlik birimlerinin askeri darbelerin

yoksun olduğu görülmektedir. Sanki iktidara

veya geleneksel krallıkların, diktatörlüklerin

gelmek başlı başına bir amaç, geçici bir faktör

otoritesine karşı da sosyal adaletin insan

ve önceki rejimin faaliyet alanını daraltmakmış

haklarının ve toplumsal sözleşmenin otoritesini

gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. İktidar

ileri sürerler.

erken gelmiş ve İslamcı akım yönetmeye hazır

Devletin zayıflayıp, asli görevinden vazgeçmesi

oluşumunu sağlayacak, gelirleri dağıtacak,

başkasının otoritesine geçmesi bağımsızlığını

ücret politikasını belirleyecek, sanayi ve

insanlara düşmanca tavır sergileyip vatandaşına

tarımı ilerletecek, realiteye uygun istatistikler

karşı zorbalaşmaya vardıracak kadar abartması

yapabilecek ayrıntılı siyasi programların

ve başkasının haklarını gözetmeyecek seviyede

eksikliği ortadadır. İşte bu yönüyle sloganların

bozulması durumunda İslamcılarla laikler

olumsuzluğu ve olumlu olanlara dönüşme

arasındaki iktidar mücadelesi ortaya çıkar.

acziyeti ortaya çıkmaktadır.

İşte bu durumda mevcut iktidara muhtemel

Hilafet devletinin yıkılışından bu yana iktidar

vâris durumunda olan iki farklı alternatif ortaya

laiklerin elindedir. İnsanlar modernleşmek için

çıkar ve bunlardan her biri krize son vereceğini

laik, liberal, Marksist ve milliyetçi ideolojileri

değildir. Devleti idare edecek, sosyal tabakaların

devletin bağımsızlığını ve vatandaşların özgürlüğünü koruyacağını sosyal adaleti gerçekleştirip bozuk düzene son vereceğini

denedi. Bazı kazanımlar elde edilmesine rağmen günbegün devam ederek artan kayıplar hâlâ gözler önündedir. Herkes diğerini eleştiriyor,

söyleyerek kendisini insanlara takdim eder.

kınıyor ve kendisini fırka-i nâciye olarak görüyor.

Ama devlet, güçlü olup insanların kendisine

mutlak hakikate şartlanmış, küçülten ve yok

olan bağlılığını kazanınca Cemal Abdunnasır ve

eden bir tavırla çağdaşlaşmayı gerçekleştirmeye

ondan önce de Mehmet Ali Paşa dönemlerinde

çalışan laik ideolojilerdir.

olduğu gibi İslamcıları ve laikleri iki kanadı altında toplayabilir. Ya da yine C. Abdunnasır’ın İhvan’ın bazı kesimlerine ve komünistlere yaptığı gibi devlet, her iki akımı ya devlet içerisinde temsil yoluyla kuşatıp halk üzerindeki etkinliğini zayıflatacak veya devlet dışında tutarak ülke içinde yalnızlığa terk edecek veya ülke dışına itecektir. Nasır döneminde sağlanan sosyal adalet gibi tek taraflı bir başarı bile, genel özgürlükler gibi bazı haklardan vazgeçilmesini beraberinde getirmesine rağmen İslamcılık ve komünizm olarak ortaya çıkan iki akımın halkın gözünde alternatif olmasını engeller. Ama özgürlük ve adalet konusundaki tüm kazanımlar

Bunlar İslamcıların mantalitesiyle aynı olup

Mısır diğer bazı Arap ülkeleriyle birlikte liberalizmi denedi ve yönetimde demokrasi, bireysel özgürlük gibi alanlarda genel başarılar gerçekleştirdi. Ancak sosyal adalet insanların eğitim ve genel hizmetlerden eşit yararlanma hakkı gibi alanlarda gereğiyle bir başarı sağlayamadı. Ardından yapılan son Arap devrimleri, kayıpları kazanca dönüştürmek, sosyalizmi gerçekleştirip bedava eğitimi sağlamak için çalıştı. Ancak bunlar da kazanımları kayıplara dönüştürdü, genel özgürlükler ve yönetimde demokrasi ortadan kalktı.

yitirilince her iki akım da insanlardan destek

Güney Yemen gibi bazı Arap ülkeleri adalet

alır ve ülkenin kurtarıcısı olarak görülür, mevcut

özgürlük ve sosyalizm-demokrasi gibi iki iyi

düzene alternatif bir konuma yükselirler.

hedefi bir araya getirmek için Marksizm’i tatbik

İslamcıların Sudan ve İran gibi yerlerde iktidara

etmeye çalıştı. Ama gerçekleştirmek istediği her iki hedef de birden başarısızlıkla sonuçlandı

gelmesi, İslamcıların sloganları sayesinde oluşan

ve ortadan kalktı. Suriye ve Irak’ta uygulandığı

karşı koyuş, öfke ve protesto meydana gelmiş

şekliyle sosyalizm, bazı milliyetçi rejimlerle

olur. Peki, olumlu yönler nelerdir? İnsanların

aynı pakt içerisinde yer almışsa da bunun hiçbir

taleplerini gerçekleştirecek olan ekonomik,

etkisi olmamış ve iktidarda bulunmanın ötesinde

siyasi ve sosyal projeler nelerdir?

bir anlam ifade etmemiştir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

65


Zayıf olmasına rağmen devlet, hala ayaktadır

bölgelerindeki yönetimin bazı alanlarına karşı

ve en azından tarihsel birliği, sosyal bütünlüğe

olan liberal muhalefet de önderlik düzeyinde

ve milli dayanışmayı temsil etmektedir. Hem

dışarıda olduğundan dolayı çok az bir etkinliğe

İslamcıların hem de laiklerin bu devlete vâris

sahiptir ve kendisini mevcut düzenin mutlak

olabilmelerinin önündeki yollar kapalıdır.

alternatifi gibi görmektedir. Zaman geçiyor,

Çünkü devlet, baskı organları sayesinde bu iki

devlet ile bir kanadı arasındaki tüm köprüler

düşmanını kuşatmaya hâlâ muktedirdir. Ve hâlâ

atılmış, her biri mutlak kurtuluşun kendi elinde

genel kurumlar polis, ordu ve emniyet teşkilatı

olduğuna inanarak bir diğerini gözetlemektedir.

gibi organlar, aşağıdan yukarıya sembolleri aracılığıyla devletin varlığını aynı anda temsil etmektedir.

kadar aynı anda her iki akımı da bir araya getiren ulusal muhalefet grupları, taleplerini

Her ne kadar milli bir devlet tesis etmeye

adalet ve özgürlük olarak dile getirmektedir.

muktedir değilse de mevcut olan alternatifler

Buna rağmen hâlâ dışlanmış, dış güçlerle

varlığını hâlâ sürdürmektedir. Bunun örnekleri

işbirliği yapmakla itham edilmiş, uzaklaştırılmış

çoktur. Cezayir, Mısır, Suriye, Irak, Tunus ve

ve yakın bir gelecekte de fiilî olarak mevcut

Libya’daki İslamî muhalefet yerinde kalmaya

devlete alternatif olamayacak bir durumdadır.

devam ediyor. Ne bu muhalefet iktidara gelebildi ne de kendisine bir alternatif oluşturabildi. Cezayir’deki kanlı çatışma sürmekte her iki taraftan da hem insan hakları hem de İslamî prensipler adına aynı anda birçok suçsuz hayatını kaybetmektedir. Her iki durumda da kaybeden taraf halk olmaktadır. Dört yıldan beri binlerce insan hiç yere ölmektedir. Aynı şeyler otoriter yapısı ve silahlı direnişin varlığı sebebiyle daha az miktarda da olsa Mısır’da yaşanmaktadır.

Lübnan’da hem milliyetçi hareketlerden hem de İslamî halk hareketlerinden oluşan alternatif oluşumlardan meydana gelen canlı bir ortam vardır. Bu oluşumlar fiili direniş hareketlerine dönüşür, insanları bir araya getirir, devlet adına devletin fonksiyonunu icra eder ve bazen de devlete alternatif olurlar. Lübnan coğrafya olarak küçük ama etkinliği bakımından büyüktür. Hâlâ bütün Arap ülkeleri içinde temelde bir çelişkiye düşmeden her iki

Suriye ve Irak’ta ise İslamî muhalefetin tamamı dışarıda gerek yalnız başına gerekse diğer muhalif liberal kanatlarla hiçbir etki gösterememektedir. Devlet doğru veya yanlış hâlâ güçlüdür ve muhalefete karşı

kanadıyla kimi zaman uyumlu kimi zaman da uyumsuz ama ilişkisini devam ettiren devletin en güzel örneğini sergilemektedir. Burada toplum, devletten daha güçlüdür ve devlet de toplumla uyum içindedir.

direnmektedir. Mevcut devlet, geleceğin

Her birinin kendisini mevcut iktidarın meşru

muhalefetine hâlâ bir alternatiftir. Güç, acziyetin

vârisi olarak gördüğü İslamcılar ile laikler

mevcut durum da İslamcıların geçmişine ve

arasındaki bu üç boyutlu çatışma denklemenin

laiklerin geleceğine karşı en güçlü alternatif

çözümü nedir?

olarak durmaktadır.

66

Arap dünyasının en doğusundan en batısına

Çözüm, devleti güçlendirmek ve korumaktır.

Tunus’ta ve Libya’da da muhalefetin durumu

Mevcut olanı korumak alternatif çözümler

diğerlerinden farklı değildir. Tunus’un barışçıl

adına daha sonra inşa edilmesi zor olanın

muhalefeti Tunus dışındayken, Libya’daki dar bir

yıkılmasından daha iyidir. Bu devlet, ulusal

çerçevede de olsa bazı silahlı güçlerden oluşan

iradesini ekmek, buğday, yardım veya askeri-

muhalefet Libya içindedir. Her iki durumda

siyasi güvenlik antlaşması adına ipotek altına

da liderlik ve düşünsel olarak güçlü olan yine

almayan bir devlettir. Bu devlet, özellikle de

devlettir. Eldeki tavuk damdaki kazdan iyidir.

bölgesinde etkili bir devlet konumunu haiz ve

Halihazırdaki güvenlik gelecekteki şiddetten

çevresi üzerinde etkili bir devlet ise gücünü dış

daha iyidir.

değil iç dinamiklerden alan devlettir.

İran Sudan ve Arap yarımadasının iç

Bu devlet, insanların gönül huzuruyla bağlılık

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


göstermesi için iktidarın kitlenin katılımıyla yapılan özgür seçimlerle işbaşına geldiği demokratik devlettir. Böyle bir devlet, fiilî olarak sokakta var olan İslamcı, liberal ve milliyetçi siyasi akımların taleplerini dillendiren devlettir. Yoksa her türlü içerikten yoksun içi boş şekilsel bir demokrasi için kitlesi ve etkinliği bulunmayan devlet icadı siyasi partilere dayanan bir devlet değildir. Bu devlet, çağdaş tarih boyunca fiili varlığı diyalog kurabilen devlettir. Devlet, vatandaşlar arasında gerçekleştirilmiş toplumsal bir sözleşmedir ve hepsini temsil eder. Bir grubu diğer bir gruba tercih etmeksizin çoğulculuğu gerçekleştirebilecek tek otorite, devlettir. Bu devlet; bölmeyen, bütünleştiren düşmanlık yapmayan diyalog kuran, dışlamayan kucaklayan nefret ettirmeyen sevdiren bir devlettir. Bu devlet, seçilmiş halk otoritesi olarak gerçekleşen ulusal birliktir. Her iki akım da (İslamcılar-laikler) kalbin alternatifi değildir ve baş da akciğersiz yapamaz. Bunun da ötesinde bizim yaşadığımız bölgede devlet İslamcı ve laiklerden oluşan her iki kanadıyla diyaloga geçmeden hayat bulamaz. İşte bundan dolayı da şehitlerin kanlarıyla verilmiş milli bağımsızlık hareketinin vârisi bağımsız milli devlet adına hem mevcut devlet ile düşmanları arasında hem de aynı anda birbirlerinin düşmanı olan laikler ile İslamcılar arasında tarihi bir barışın zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Bu, muhalefeti göz ardı ederek mevcut düzenlere sağlanmış bir destek anlamına gelmez. Aksine, Araplara düşman olanların arttığı bir zamanda tüm dinamiklerini bir araya

www.islamiyorum.com

bulunan tüm siyasi güçlerle ve fikir akımlarıyla

toplayan ve onları heder etmeyen yeni siyasal bir hayatın başlangıcını sağlamaktır. İçerde savaş sürüp giderken, dışarıda barış için bir diyalog geliştirmeye çalışmak mümkün değildir. İçerdeki milli diyalogun gerçekleştirilmesi dışarıdaki siyasal diyalog için gerekli olan bir şarttır. Barış parçalanamaz. Dostuyla arkadaşıyla diyalog yapabilen düşmanlarıyla da diyalog kurmaya muktedirdir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

67


Dosya: İslami Cemaat ve Organizasyonlarda Yapılaşma Problemleri

Çağdaş İslami Hareketlerde Eksik Boyutlar Taha Cabir el-ALVANİ İslam Düşüncesinin Bugünkü Meseleleri, Taha Cabir Alvani, Sayfa 332-394 arasından kısaltılarak alıntılanmıştır.

Giriş

Âdem’i Allah yarattığı, tüm kavramları ona

Bu Tebliğ, birçok çağdaş İslâmî hareketin teorik yapısında veya hayata geçirilmesinde kısmen veya tamamen eksik kaldığına inandığımız değişik boyutları ele almaktadır. Öncelikle, bu hareketlerin yirminci yüzyılın başında sömürgeci sızma ve hegemonyaya karşı direnerek ümmetin kimliğini korumaya çalışmada öncü bir rol üstlenen reform ve bağımsızlık hareketlerinin birer uzantıları olduğu konusunda haklarını teslim ederiz. Tebliğ, kimi eksik boyutları hatırlatma teşebbüsünü “hatırlatmanın mü’minlere birçok faydası vardır” ve “hikmet mü’minin yitiğidir, nerede bulursa alır” sözleri zemininde yapmaktadır. Kurtuluş ve ümmetin kimliğini koruma safhasını ifade eden söylem ile daha olgunlaştırılmış bir şekilde yeniden izah edilmesi gerekli olan sömürge sonrası dönem arasında ki çok açık farklılığın tamamıyla farkındayım. Bu durum, günümüzde İslâmî üslupta eksik kalan veya az vurgulanan boyutları incelemenin kayda değer bir çaba olduğunu ve çok özenli bir dikkat ve objektiflik gerektirdiğini imâ eder.

68

öğrettiği ve onu yeryüzünde halife yaptığı için insanlık tarihi Yaratıcı tarafından takdir edilen hedefine doğru ilerlemektedir. Bu arada insanlar iki gruba ayrılmıştır: Birincisi, vahyin öğretisine göre hayatlarını düzenleyenler. İkincisi, kendi düşünceleri, arzuları, görüşleri ve atalarından miras aldıkları düşüncelere göre hayatlarını yönlendirenler. Birinci grup tarihi, Allah, insanlık ve kâinat arasında kutlu bir diyalektiğin ürünü olarak görürken, ikinci grup insanlık ve tabiat arasındaki mücadelenin bir sonucu olarak görür. Bunun bir sonucu olarak ikinci grup Allah’ın kendi kutlu plânındaki merkezî konumunu inkâr, ihmal veya göz ardı eder, ya da Allah-benzeri roller biçtikleri sahte ilahlara taparlar. İslâm, bu insanların yanlış inançlarını düzeltmek, görüş açılarını yeniden biçimlendirmek, zihnen huzur bulmalarına yardımcı olmak ve aslî sorularına nihâî cevaplar sağlamak için çabalar.

İktidara Ulaşma Çare mi, Çözüm mü? Siyasî gücü ele geçirmek tek başına ne ümmetin

Bu çalışmada İslâmî üslûbun gelişmesine ve

problemlerini çözer ne de ıslâhat için bir

mükemmelliğine katkıda bulunma ümidi içinde

metodoloji sağlayabilir. Hukuk sistemi mirasımızı

söz konusu eksik boyutları açıyoruz.

tatbik edebilmek için iktidar arayışı, bu

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


meselenin son derece basitleştirilmesidir. Eğer

değerlendirmeye ve düzeltmeye ihtiyaçları

sorunlarımız hemen Batı’nın işgali ve halifeliğin

vardır. Geçmişle gereği kadar nisbî bir etkileşim

ortadan kalkmasıyla başlamış olsaydı, çözüm

içinde olunabilir, ancak ruh ve beden olarak

olarak siyasî iktidarı ele geçirme arayışının

geçmişi diriltmeye kalkışmak boşadır.

zayıf da olsa bir meşrûiyeti olurdu. Ne var ki krizimiz ondan çok daha önce ve muhtelif İslâmî rejimler altında başlamıştır. Yedi yüzyıl kadar önce eşzamanlı olarak ortaya çıkan doğudan Moğol işgali ve batıdan Haçlılar, sonrasında beş yüzyıl kadar önce İspanya’dan Müslümanların sürülmesi ve -çok yakın zamanda da- Filistin ve Afgan bağımsızlık mücadeleleri gibi çağdaş davaların acılı sonuçları içteki bir başarısızlığın görüntülerinden başka bir şey değildir, her ne kadar bunlar hilâfet ve saltanat gibi ihtişamlı

Ümmetin Zevalinin Sebepleri O halde soru, ümmetin muhteşem canlılık ve yaratıcılığının nasıl durduğu ve kendisiyle ilâhî ilhamlı rolü arasında uçurumun nasıl oluştuğudur? Bu durum hilâfetin mevcûdiyetine ve dış baskının nispeten zayıflığına rağmen ortaya çıkmış ve daha sonraki çöküşün tohumlarını ekmiştir.

isimlerle örtülmüş olsa dahi.

Laiklik ve Reform Karşı Karşıya

Buna göre, siyasî gücü ele geçirmek tek

Müslüman dünyasındaki laikler aşkınlık/müteâl

başına ıslâhat için bir başlangıç teşkil etmez. Çünkü ıslâhat, ancak çöküşümüze yol açan problemleri ele almamızla başlayabilir. Bu anlamda, tedaviye odaklanma ıslâhat zeminini hazırlamalıdır. Bununla birlikte, krizin -gerek Müslümanlar ve gerekse gayrimüslimler tarafından çoğunlukla yanlış anlaşılmakta olanKur’ân ve Sünnet’in hakikî öğretilerinden sapan düşünce ve amelimizde kök salmış bulunduğunu hatırlamalıyız.

fikrinin beşerî işlerin haricine çıkarılmasını savunurlar. Muhtemelen bu birkaç yanlış faraziyeye dayanıyor, meselâ: Kur’ân amacına hizmet etmiştir ve artık ondan kazanılacak bir şey yoktur, Sünnet tümüyle tüketilmiştir ve artık hiçbir sûrette modern hukuk ondan istifade edemez. Ayrıca Kur’ân ve Sünnet çalışmalarının dayandığı insânî gayret artık genişleyemez veya kendini yenileyemez. Bu görüşün ürettiği bir üçleme/teslis ilâhî plân araçlarının doğrudan

Müslümanların niçin ayağa kalkmaları

karşısına yerleşerek daha fazla gerileme ve

gerektiğini açıklamaya ilişkin şimdiye kadar

çöküşü beraberinde getirir oldu.

çok şey yazılmıştır, ancak bozulma ve

Laik üçleme, ümmetin ilk dönemki refahının

çöküşümüzün altında yatan sebeplere dair çok az araştırma vardır. Çoğu yazar, Müslümanların inişe geçtiğini, çünkü Allah’ın kanunu ile ilişkilerini kestiklerini ve Rasûlullah’ın, “Bu ümmetin son dönemlerindeki iyiliği ona başta iyiliği getiren şeylere dayanmakla olacaktır” şeklindeki sözünü belirtmekten öteye nâdiren geçmektedir. Bu doğrudur, ancak ümmete başta iyiliği getiren sebepleri bilmeliyiz ki günümüze bunları uygulayalım. Diğer bir ifade ile, bu kavrayışı günümüze tatbik edilebilecek geçerli bir metodolojiye nasıl dönüştürebileceğimizi bilmeye ihtiyacımız vardır.

muhtelif unsurlarıyla karşılaştırılabilir. Birincisi, “birleşik kalpler ve ruhlar” mefhumuna zıt olarak İslâm-öncesi bölünme kendini kabilecilik, bölgecilik, ırkçılık, mezhepçilik ve sınıfçılık sûretinde yeniden gösterdi. Bunun bir sonucu olarak, Müslümanlar birbirine zıt mezhepler ve hareketler sûretinde bölündüler, öyle ki bunu diğerlerini hainlikle suçlama ve kendi hiziplerinin hakikat ve kurtuluşun yegâne temsilcisi olduğunu iddiaya kadar vardırdılar. Halbûki bu Müslümanlar şu Kur’ânî uyarıya kulak asmamaktadırlar: “Allah ile yaptığınız ahdi yerine getirin. Allah’ı şâhit tutarak ettiğiniz sağlam yeminleri

Yanlış Kıyas

bozmayın. Allah sizin bütün yaptıklarınızdan

Kendilerini geçmişteki modellerle karşılaştırarak

haberdardır. İpliğini zahmet çekerek eğirip

zaman ve diğer farklı unsurları göz ardı

büktükten sonra onu bozan kadın gibi olmayın.

eden ancak yine de aynı sonuçlar bekleyen

Bir topluluk başka bir topluluğu, üstünlük

İslâmî hareketlerin perspektiflerini yeniden

sağlayıp fayda elde etmek için yemin ederek

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

69


aldatmasın. Halbuki Allah sizi bu ahidlerle

oldukları hâlde, acaba Allah başta yaptığı gibi

denemektedir. Hakkında ihtilâfa düştüğünüz

onları kalpleriyle ve ruhlarıyla bir araya getirir

şeyleri Allah size, Kıyamet gününde muhakkak

mi?

açıklayacaktır.” (16:91-92)

mesûliyetlerini bütünüyle idrak etmelidirler.

evrenselliğinden ve birlik ihtiyacından çıkarak

Bununla birlikte ilâhî metnin bütünlüğünde ve

çatışan kabileler seviyesine düştüler.

hakikatle ilişkisinde üstün oluşu esasına dayalı

İkincisi, Kur’ân’ın otoritesine ve Sünnet’in vahyin kapsayıcı çerçevesi içindeki reddedilmez otoritesine rağmen Müslümanlar Kur’ân âyetlerine ve hadislere oldukça seçici bir tarzda yaklaşır oldular. Vurgulamak istedikleri şeyleri vurguladılar ve meşrûiyetlerini dayandırdıkları dar ve geçici çıkarlar uğruna göz ardı edilmesini uygun gördükleri noktaları göz ardı ettiler. Başka bir ifâde ile, Kur’ân’a, uzun zaman önce İsrâiloğulları’nın Tevrat’a yaklaştığı gibi yaklaştılar: “...ki, siz onu parça parça ediyor, bir kısmını açıklayıp çoğunu gizliyordunuz; ...” (6:91) Bunun ardından Müslümanlar Kur’ân’ın kapsamlı bütünlüğü ve metodolojisini görüş alanlarından çıkarmış olarak hakikat ile münasebet kurma ve Kur’ân’ın bizden istediği şekilde zaman ve şartlardaki kaçınılmaz değişiklikleri kontrol etme fırsatını kaybettiler. Bunun yerine şartları Kur’ân ve Sünnet’i yönlendirir hâle getirdiler; yukarıda bahsedilen seçme yoluyla da bu sapmayı meşrulaştırdılar. Şartları veya durumu ilâhî mesajın bütünlüğüne dönüş ile düzeltmek yerine, onu mevcut şartlara uydurdular ve şartları ilâhî mesaja başvurma ile meşrulaştırdılar. Ancak bu teşebbüs, ilâhî mesaj, hakikatin üzerine yansıtıldığında bu,

bir şâhitlik ahdi gelmelidir. Fakat bu ne anlama gelmektedir ve nasıl fiiliyata dökülecektir? İhtiyaç duyulan şey “beşerî bir eylemdir.” İlâhî plânı yürürlüğe sokan ve Vahiy, Rasûl ve ilk Müslümanlar vasıtasıyla insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkaran “ilâhî eylem” ile “şuurlu” bir temas kurmaktır. Fakat İslâm’ın ilk yıllarında tatbik edilen içtihâdın (yasama ve diğer konularda gayretin) meyvelerini devşirerek yeniden hayata geçirmek mümkün müdür? Yoksa ortada yeni içtihad yapmayı gerektiren keyfiyet olarak farklı bir durum mu vardır? Yeni dönem içtihadlar için uygun ortamı nasıl ihdas edebiliriz? Yeni (ve değişen) şartlar fiilen ne ölçüde yeni zorluklar getirecektir? Yalnızca kıyas (analojik akıl yürütme) ile çözülemeyecek problemler hangileridir? O tür problemler kaçınılmaz olarak Kur’ân ve Sünnet’teki İlâhî vahyin bütünlüğüne yeni bir müracaat gerektirecektir. Burada bir soru daha gündeme geliyor: Daha önce hiç ortaya konmamış yeni problemlere hangi ölçüde vahiy vasıtasıyla cevap verebiliriz? Bu mesele Kur’ânî anlamda nisbî ve değişken fikrinin tefekkür edilmesini gerektirir. Kur’ân her zaman ve mekâna tatbik edilebilir, sosyal ve tarihî değişime rehberlik eden ebedî ışıktır.

onu meşrûlaştırmak için değil, daha ziyade

Modern dünyada gerçekleşen değişim

değiştirmek, iyileştirmek ve nihâî olarak ıslâh

keyfiyetten ziyade kemiyete taallûk etseydi,

etmek için yapılır şeklindeki tabii önermeye

yâni özden ziyâde dereceye ait değişiklikler

aykırıdır. Şartları ilâhî metnin efendisi yapmak

olsaydı, yukarıdaki tüm sorular alâkasız olacaktı.

şeklindeki mevcut tasarruf açık biçimde

Zira bu durumda araştırma metotları yanı

hatalıdır.

sıra tümevarım (istikra) ve tümdengelimde

Bu olumsuz faktörlerin etkileşimi Müslümanların inanç ve medeniyet düzenlerini hemen tümüyle darmadağın etti. İlâhî metni öylesine kötüye

70

Müslümanlar İslâm’a ve ümmete yönelik

Diğer bir ifadeyle, Müslümanlar İslâm’ın

(istidlal), ayrıca beşerî ve tabiî vak’aların tetkikinde hep kemiyete ilişkin bir değişiklik gerekecekti.

kullandılar ki, Allah’ın kendilerine emanet ettiği

Maddî dünyadaki değişikliklerin kemiyete

insanlığa şâhitlik yapma maksadını dahi gözden

ait olduğunu iddia edenler esâsen zaman ve

kaybettiler. Esasen, her şeyin üzerinde hamd

mekândaki değişikliklere kayıtsız ve onlardan

ve senâya mahsus Yüce Rab ile teması da

etkilenmeyen sabit bir görüş benimsiyorlar.

kaybettiler. Kendilerini uzaklaştırmış ve dinî ve

Kendilerinin entelektüel faaliyeti analojik

kültürel şâhitliğin gerekleri ile bağlarını koparmış

akıl yürütmenin ötesine katiyetle geçmez,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


zira geleneksel problem çözme metotlarını

dilciler, sosyologlar, tarihçiler ve çağdaş bilimin

modern problemlere tatbik etmeyi sürdürürler,

bilgi kuramı çıkmazları üzerinde araştırmalar

tümevarım ve tümdengelimle ilgili olarak

yapanlar var. Buna göre, belli bir metnin

da kadim kurallara başvururlar. Kendilerinin

kalbine nüfûz eden ve bir veya daha fazla tarihî

araştırmaları tümdengelim yöntemi ile gerçekler

çerçeve içinde yorumlanmasını ve kullanımını

bütününden daha çok tek tek vak’aların dışına

değerlendiren bir dilci, zirâî toplumların

çıkmaz, bunlar üzerinde de Kur’ân ve Sünnet’in

kültürlerini tetkîk eden bir araştırmacı, geçmiş

geniş açıklamalarından kesilip alınan belli

medeniyetlerin tecrübelerini çalışan bir tarihçi

prensiplerle yorum yapılır.

ya da arkeolog, bunların hepsi birlikte kolektif

Bu yaklaşım gerçek dünyayı somut bütünlüğü içinde tetkik etme metoduyla olduğu gibi, Kur’ân’ın kapsayıcılığı ve Sünnet’in metodolojik prensiplerine de ters düşer.

içtihadı zenginleştirebilir. Bu minvalde İbn Batûta ve İbn Haldûn’un içtihâda yaptıkları önemli katkıları hatırlıyoruz. Bu bizim ortaklaşa içtihad için yaptığımız çağrıyı desteklemektedir. Tabiî bu, araştırmacıların

Günümüz İslâmî Faaliyetlerinin Çıkmazları

ferdîliği ve kendilerine mahsus becerilerinin

Neler gerektiğini teşhis etmiş olarak şimdi hızla

ziyade tüm bilgi dallarının kapsamlı bir çerçeve

değişen dünyadaki problemlerimizi ve bunları nasıl çözebileceğimize bakalım. Bu problemler hicretin ilk asırlarından hemen

kurban edileceğini îmâ etmez, zira herkes gayretinin karşılığını alacaktır. Bu mefhum daha içinde ve sistematik olarak bir araya getirilerek başlatılacak yeni “teşebbüsün” beşerî ve tabiî vak’alar ile daha etkin biçimde uğraşabileceğini

sonra, Milâdî onuncu asrın başlarında kendini

öngörmektedir.

gösterdi. Ancak bu genel tahmin hilâfet, siyasî

Kapsamlı mantığının mahiyeti itibarıyla bu

sistemin yapısı, belgelendirme, muhtelif fıkıh okulları ve mezheplerin niçin ortaya çıktığı gibi, Hz. Peygamberlerin vefâtından kısa bir süre sonra sahne alan sorunları dışlamaz. Şayet Müslüman ıslâhatçı ve mücedditlerin karşılaştığı problem türlerini ayrıntılı bir tablo hâlinde ortaya koyarsak hukukî, tarihî, siyasî, içtimâî, felsefî, iktisâdi ve hattâ lisana dair olsun bütün meselelerin düşüncemizin köklerinde olduğunu görürüz. Kültürel körelmemiz, İbn Haldûn’dan alıntı yapacak olursak, tek bir kaynaktan gelmeyip daha ziyade çok-boyutlu

metodoloji çeşitliliği ve araştırma verilerinin başarılı bir birleşimini öngörür, böylelikle objektif gerçekliği olduğu gibi teşhis edebilecek ve metnin ehemmiyetini daha bir anlayabilecek, yanı sıra ilgili geleneği eleştirel ve ilmî bir tarzda yeniden canlandırabilecek ve ilâhî metin içeriden anlatılabilecektir. Bu yolla UIDE, muhtelif bilimsel girişimleri bir havuzda toplayarak hayatın tüm problemlerine cevap ve psikoloji, iktisat, sosyoloji ve tabiî bilimler gibi alanlarda Bilginin İslâmîleştirilmesine destek veren toplu bir hasat elde etmeyi ümit eder.

sorunlar getiren çok-boyutlu bir aczin neticesidir.

Daha önce belirttiğimiz gibi, bilimlerin (Kur’ân

Kolektif İçtihad ve Kolektif Faaliyet

İslâmîleştirildikten sonra bu bilimlerin Kur’ân ve

Yüzyıllar boyu kimi ıslâhatçılar Kur’ân’ın

yöneltmek arasında bir alışveriş imkânı vardır.

tefsiriyle ilgili meselelerle uğraştılar. Tevrat

Bu yaklaşımda bilimler problemlerine Vahiyden

ve İncil kaynaklı uydurmaları, kıssa ve

çözümler türetmeli ve İslâmî metinle iştigâl

efsâneleri ayıkladılar. Kimisi siyasî baskı üzerine

eden âlimler de metni (bilimlerin) epistemolojik

yoğunlaşırken, kimisi hükümetlerin yapısı ve

boyutları ve bilimsel gözlemlerinden

siyasî düzenlere eğildi.

yararlanarak daha iyi idrak etmelidir.

Ne var ki, araştırma ve entelektüel gayretleri

Düşünce metotlarını ıslâh, selef âlimlerinin

İslâmî düşünce yapısının reformuna katkıda

Kur’ân ve Sünnet’e yaklaşım zeminlerini ya

bulunması gereken âlimler henüz metodolojide

da o sırada hâkim olan içtihad kurallarını

reform arayışında olmadılar. Bu âlimler arasında

araştırmakla sınırlı değildir. Zira bu kurallar,

ve Sünnet tabanında) İslâmîleştirilmesi ile, Sünnet’in yorumlanmış bir okuyuşuna yeniden

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

71


epistemoloji usûllerinin ve araştırma vasıflarının

Kur’ân’da belli şart ifâde eden faktörler de

gelişimine binaen ciddi bir şekilde değişmiştir.

zikredilmektedir:

Buna insanın bilgi edinmesiyle ilgili araçlar da dahildir. Gerçekten kimi araştırmacılar eşyayı, çokluğu, kutupluluğu veya tekliğiyle idrak eder. Aynı tarzda bazıları da aynı eşyayı tarif edici yorumla algılarken başkaları da epistemolojik

ve fenâlıktan meneden bir cemaat olsun. İşte başarıya erişenler yalnız onlardır.” (3:104)

İlk rehber ilke şunu şart koşar:

analizi kullanır.

“Toptan Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın.

Gerçek hayatın tüm unsurlarını ve epistemoloji

Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Birbirinize

usûllerini kapsayabilen kolektif içtihad oldukça

düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı da

karmaşık şimdiki dünya içinde münhasıran veya

onun nimeti sâyesinde kardeş oldunuz. Bir ateş

hâkim biçimde siyasî ve iktisâdi çabalarla ıslâhat

çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı.

yapılabileceği gibi bir yanlış anlayıştan bizi

Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece

kurtarmalıdır.

âyetlerini açıklar.” (3:103)

Açıkçası, UIDE bünyesinde on yılı aşkın bir süredir entelektüel seviyede sürdürdüğümüz dayanışmacı çalışma ümmetin krizinin ne kadar derin ve geniş olduğunu ortaya koymuş ve kolektif içtihâda şiddetli bir ihtiyaç olduğu noktasında bizi kanaat sahibi yapmıştır. Sadece seviyede düzlemdeki bu tecrübe ile birlikte, karmaşık ve sürekli değişen bölgesel ve uluslararası ortamda siyasî, entelektüel ve sosyo-ekonomik dengelerde statükoyu değiştirmek için gerekli çabanın büyüklüğü ve yoğunluğu karşısında insan hayretler içinde kalıyor.

Bunu ikinci rehber ilke takip eder: “Kendilerine belgeler geldikten sonra ayrılan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın. Büyük azâb onlaradır.” (3:105)

Bütün ümmeti tek başına temsil iddiası Kur’ân ve Sünnet tarafından emredilmemiştir. Esasen her iki kaynak da bölücü tabiatları yüzünden bu tür eğilimlere karşı uyarıda bulunurlar. “İyi niyet” bu tür eğilimler için bir bahane olarak getirilmemelidir. Bunun yerine tüm iyi niyetlerin Ümmet arasındaki yapıcı alışveriş çerçevesi içinde faaliyet göstermesi sağlanmalıdır. Her gruba gerekli saygının gösterildiği bu

Tek Başına Hareketin Zorlukları

zenginleştirici ve tamamlayıcı çaba genel siyaset ve gâye olmalıdır. Bu, birlik ve karşılıklı sevgiye

Siyasî olsun, entelektüel olsun tekelci

yönelik ilâhî teşviklerle uyum içindedir. Burada

veya tek-boyutlu teşkilât anlayışı ümmete

ehemmiyetle belirtilmesi gereken bir nokta,

anlatılamayacak ölçüde zarar vermiştir.

yukarıda zikredilen âyetlerde “ümmet” terimi

Yapıları böylesi teşkilâtları ümmetin irâde ve

ile ifâde edilen cemaat bir fraksiyon değildir,

şuûrunu tecessüm ettirdikleri şeklinde nereye

fakat tüm bir ümmet olarak tavsif edilmiştir,

varacağını kavrayamadıkları hatalı bir anlayışa

yâni şuurunda evrensel ümmetin yüce arzularını

sürüklemiştir. Böylesi teşkilatlar ümmetin

ve kaygılarını taşıyan ve onları yerine getirmek

müşterek gayretinin yerine ikâme olamazlar.

için çalışan bir topluluktur. Bizzat ümmet terimi

Bunun yerine ancak geçmiş ve günümüzde

kendisinden türediği ümm (anne)ye dolaylı

hasım gruplardan oluşan uzun listedeki

atıfta bulunarak ideal anne-çocuk ilişkisi yanı

fraksiyonlardan biri olurlar.

sıra çocuklar arasındaki ilişkilere de işâret eder.

Allah bizi hem ferdî hem de ictimâî seviyelerde dar görüşlü tekelci eğilimin tehlikelerine karşı

72

“Sizden, iyiye çağıran, doğruluğu emreden

Böyle bir ümmetin mensupları toplu ve uyumlu bir faaliyetle ümmeti ıslah çabasında olmalılar.

uyarmıştır. Buna uygun biçimde bize doğru olanı

Kur’ân, hizipçiliği ve bölücülüğü ciddî ahlâkî ve

emreden ve yanlış olanı nehyeden bir topluluk

ictimâî şerler olarak değerlendirir. Bunlar insan

(ümmet) teşkil etmemiz talimatını verir. Bu

psikolojisini ve topluluğun kendisini kirletir.

talimat ümmet-çapındaki birlik ve kolektif

Taraftarlık, fanatizm, ikiyüzlülük ve dürüst

düşünce ve eylem doğrultusundaki başka iki

olmayış gibi birçok hastalık bunun sonuçları

güçlü teşvikle uyum içindedir. Bununla birlikte,

arasındadır. O yüzden böylesi çukurlara götüren

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


yollar açıkça işâretlenerek yasaklanmış ve İslâmî mesajla uyumsuz olarak yerilmiştir. “İyi niyetle” bile olsa fraksiyonculuğu onaylama ve meşrûlaştırmada ısrâr edenler -zaman zaman istemeyerek de olsa- büyük bir bozgunculuğa iştirak etmektedirler: “Dünyâ hayatına dair konuşması senin hoşuna giden, pek azılı düşman iken, kalbinde olana Allah’ı şâhid tutan, işbaşına geçince yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yok etmeye çabalayan insanlar vardır. Allah bozgunculuğu sevmez. Ona: “Allah’tan sakın” denince, gururu kendisine günâh işletir... Ey İnananlar! Hep birden barışa girin, şeytana ayak uydurmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır.” (2:204-208)

Toplu faaliyet için formül keşfi ve uygulaması Müslümanların arayışı olmalıdır, zira bu kendilerini Allah’ın emrine uygun olarak tüm kalpleriyle İslâm’a (barışa) kavuşmaya muktedir kılacaktır. Böyle toplu bir çabanın neticesinde kendini iç ve dış zorluklara karşı enerjik ve akıllı bir biçimde hazırlayan tutarlı, yaşamaya ve gelişmeye muktedir bir Ümmet ortaya çıkması gerekir.

Dışlayıcı Düşüncenin Doğuşu Dışlayıcı düşünce mevcut ahvâli yalnızca kendisinin reforme etmek üzere seçilmiş bulunduğu yönünde hatalı bir kanaatten gelir. Bu basitçe mefhum, içinde tüm hakikate sahip olduğu şeklinde yanlış bir inancı taşır. Çoğu vak’ada bu, gerçekliğin karmaşıklığı yanı sıra bizzat hakikatin mahiyeti hakkında bilgisizlikten kaynaklanır. Hatalı kanaat potansiyel cemaatin faydası için aşırı basitleştirilmiş bir ıslâhat programı ortaya konmasına sebep olur, daha esaslı konular için daha olgun bir program ise hep çok uzakta yıldızların olduğu yerde bir noktaya ertelenir. Bu durumda “teşkilât”, fikirden önce gelir. Gayretkeş zihnî ve eğitim çabalarının yerini yüzeysel ve basite indirgemeci “talimatlar” ve mekanik öğrenme alır. Ana meseleler salt sloganlara odaklanan şeklî “programlar” altına alınır. Bu tercihler ise mecbûrî olarak mevcut yaygın kaynaklardan hazır fikirleri almayı, yanı sıra bayağı bir teslimiyet ve taklit ruhu geliştirmeyi beraberinde getirir, tüm bunlar ise Allah’ın emrine zıttır:

Müslümanların yüzleşmekte olduğu karmaşık krizler yine karmaşık ve toplu hazırlanmış çözümler gerektirmektedir. Günümüzde beşerî bilimler metodolojileri ve araştırma araçlarıyla tüm içtimâi ve beşerî vak’alara nüfûz edecek mâhârette uzmanlaşmışlardır. Bu durum, ansiklopedik bir âlimin, devrinin tüm tıp, astronomi, matematik ve felsefesine hâkim olduğu zamanlara tam bir tezat teşkil eder. O zamanlarda böyle ulemâ edinmiş oldukları ilim hakkında nihâi otorite olarak kabul görüyordu. Bugün ise bilgi kaynakları branşlaşmış, birbirini tamamlar hâle gelmiş ve bunun neticesinde müşterek gayret için sorgulanamaz bir ihtiyaç hâsıl olmuştur. Dahası, kültürel düzenler bilimsel disiplinlerle öylesine yakınlaşmıştır ki meseleler ve alternatifler tek bir organizasyonun kapsama alanında tutulamayacak şekilde global bir nitelik kazanmıştır. Bu veriler ışığında, mümeyyiz vasıflar ve kabiliyetleri göz ardı etmeksizin, ortaklaşa faaliyeti vurguluyoruz. Bununla beraber, teşkilât ve faaliyette tek başına davranma eğilimi, “iyi niyetlerle” de olsa ortak gâyelerimizin önünde ciddî bir tehdit olarak kalmaya devam etmektedir.

“Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.” (17:36)

Bunun neticesinde metodolojik eleştiri ve yaratıcılık potansiyeli kaybolurken, kör taklit kurumsallaşır; hareketin unsurları kemiyetten ibâret bir kütleye indirgenir; düşünce ve tefekkürün yerini makûl olmayan ve mutlak şaşmaz kabûl edilir sûrette bir liderlik mefhumu alır: Bu hâl yalnızca fanatizme kapıyı ardına kadar açmakla kalmaz, lideri de takipçiyi de saptırır. Sadece kendisinin ilim ve meşrûiyete mâlik olduğu iddiasındaki böyle bir teşkilat, ümmetin tüm mensuplarını soğutur, onları irtidat ve cehâletle suçlar. Tüm tarih ve geçmişini göz ardı ederek İslâm’ı dünyaya yeni baştan tanıttığı şeklinde yanlış bir kaziye ile işe başlar. On dört yüzyıllık geçmiş ve birçok Müslüman neslin tecrübesi tek bir grup, parti ya da teşkilât içinde toplanamaz. Aksini iddia etmek bir entelektüel şiddet eylemi olup, fiîlî şiddeti başlatır ve meşrûlaştırır. Zayıflıkları veya sapmaları ne kadar belirgin

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

73


olursa olsun, Müslümanların çoğu, sadece asgarî gerekleri karşılasalar da İslâm’ı yaşarlar ve gereğince amel ederler. Hiçbir grup veya fert ümmetin yegâne temsilcisi olduğunu veya hakikat üzerinde tekeli olduğunu iddia edemez.

Hâlihazırdaki İslâmî hareketlerin mevcut ve eksik olan ayırıcı vasıfları aşağıdaki gibi özetlenebilir:

Ne hükümetlerin ve ne de muhalefet gruplarının

İslâmî hareketler hizipçi zihniyetle lekelenmiş

şiddete başvurmak için meşrûiyetleri olamaz.

olup, hâlihazırda ümmetin yüce menfaatleri

Bütün yapılıp söylenenler ortaya konduğunda

ile uyumsuz durumdadır. Herhangi bir sûrette

görünür ki, Allah hiçbir bir fert veya hizbe

müşterek bir çalışma ortaya koyamadıklarından,

ümmete hükmetme gücü vermemiştir. Kimi

kendilerini izole ve imhâ etmek isteyenlerin

hikmetli ve sorumlu İslâmî hareketlerin şiddeti

kolay hedefi hâline gelmişlerdir.

reddetmesi bu yüzden en sıhhatli tutumdur.

Bu hareketlerden bazıları ilâhî metinleri bu

Ne var ki, hakikate sahip olduğunu iddia eden kimi hareketler gençlerinde ve etkileyebildikleri taraftarlarında ümmetin diğer mensuplarıyla temaslarında şiddet kullanmanın meşrû olduğuna dair bir anlayış yerleştirirler. Hatta böyle hareketlerin kurucu/icracı mensupları dahi herhangi bir noktada liderlikle ayrı düşse aforoza uğrayabilir, dışlanabilir. Bu, çeşitliliği ve serbest görüş alışverişini yok eden bir entelektüel dar elbiseye girmektir. Kısaca ifade edecek olursak, İslâm, mükemmel bir metne sahip, benzersiz, evrensel mesajı olan, müsamahalı ve müşfik bir Şeriat’ı vazeden bir vahiydir. Böylesine bileşik bir hakikatin gerçekleşmesi kolektif bir şuur ve irâde gerektirmektedir. Hepsi dehşetli ve karmaşık bir krizin pençesinde olan günümüz Müslümanları yine tabiatı gereği bileşik olması gereken gayretlerini eldeki vazifeye odaklamalıdırlar. Burada hizipçiliğe veya dışlayıcı tavırlara yer

metinlere dayalı olarak yapılan içtihadlardan türetilen fıkıhla ve beşerî yorumlarla karıştırmışlardır. İlâhî ile beşerî olanı karıştırmak bu hareketlerden bazılarının hakikatin sadece kendilerinde mündemiç olduğu iddiasına varmaları ve kendi beşerî düşünce ve içtihadlarında temel metinlerin kutsallığını varsaymaları sonucunu getirmiştir. Buna ilâveten, ümmetin tarihî başarılarını kendilerine mal etmiş ve kendilerinin de o tarihî hakikatin yegâne devamı veya mücessem hâli olduklarını iddia ile itibar kazanmaya çalışmışlardır. Kimi hareketler Kur’ân ve Sünnet varken herhangi bir zihnî faaliyet olmaksızın faaliyet gösterebilecekleri şeklinde hatalı bir kanaate sahiptirler. O yüzden, İslâmî metin ile reel dünya arasında bağ kurmakta acze düşerler ve imanı tahakkuk ettirmeye muktedir olamazlar.

yoktur.

Bunlardan kimisi düşünce dünyalarını tespit

Dikkat Çeken Eksiklikler

dört başı mamur “organizasyonlar” olarak

Özetleyecek olursak, mevcut İslâmî hareketlerin

ve günlük faaliyetlerinin ihtiyaçlarına cevap

bakış açılarında eksik kalan boyutları incelerken

verebilmek için sıhhatli ve makûl muhâkeme

âlimlerimiz ümmetin kimi temel hususiyetlerini

ile yürüyeceklerine, reel dünyadan ve İslâmî

dikkate almalıdır. Bu hususiyetler şöyle

gelenekten rastgele mefhumlar seçerler.

veya reforme etmezden önce kendilerini

toparlanabilir: Kaynağı ilâhî ve otoritesi yüce Kur’ân; peygamberlerin sonuncusu olarak Hz. Muhammed’e iman; evrensel bir üslup; çok yönlü ve âdil bir Şeriat; Vahiy ve kâinatın birleşik okunması. Bu beş karakteristik ümmete her bir karakteristikle ilgili ihtiyaçların ve

74

vazifesini yüklemektedir.

piyasaya sürerler. O yüzden, teşkilâtlarının

Diğer grupları dışlayarak, teşkilât ve mensubiyet bakımından tüm ümmeti bünyelerinde tecessüm ettirdiklerini iddia ederler. Bu, entelektüel hamlıktan, tekelci ve gösteriş yapmaya yönelik olgunlaşmamış arzulardan başka bir şey değildir.

bunların hepsinin İslâmî harekete ve yanı

Kur’ân ve Sünnet’e bağlılıklarını şifâhen

sıra daha genel çerçevede beşerî çabalara ve

yorulmaksızın tekrarlamalarına rağmen, söz

realiteye yansıtılması için gereken vasıtaların

konusu hareketler herhangi bir program ortaya

şuurunda olan toplu bir irâde geliştirme

koyamamışlardır, zira o takdirde mensuplarının

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


İslâmî öğretilerin ve Şeri’at’ın metodolojik

yer etti. Entelektüel veya tartışma alanlarında

temellerine ilişkin kavrayışlarının ne kadar zayıf

birçok katkılar yapılmasına rağmen, bunlar

olduğu görülecektir. Bildiğimiz gibi, metodoloji

büyük çapta söz konusu değer dizilerinin

İslâm’ın nihâî hedeflerini tatbîk edecek kapsamlı

tesirinde kaldı. Üst üste birkaç Müslüman nesil

bir İslâmî üslubun geliştirilmesinde köşe taşı

bu katkıları ümmetin bütünlüğü ve hayatta

durumundadır.

kalması için elzem telakki ederek, meşrû

Batı ile modern zamanlardaki temasların başlamasından beri İslâmî üslup gel-gitler arasında, ilerleme ve gerileme arasında sıkışmış durumda. Bir dış tehlikeyi savuşturmak için

görülsün veya görülmesin, herhangi bir gözden geçirme ve sorgulamaya tâbi tutmaksızın bunların tamamına bağlanılmasına ve savunulmasına taraftar oldular.

çaba ve kaynakların umûmî seferber edilmesi

Kaybeden genellikle kazananı taklide ilgi duyar.

gerektiğinde sahne aldığı hâlde, inşa ve

Aynı zamanda kaybedenin davranışı salt bir

gelişme zamanlarında İslâmî üslup hemen

tepki sûreti de kazanır, özellikle bugün kaybeden

her yerde üzüntü verici biçimde canlılık ve

ümmetin durumunda olduğu gibi bir müzmin

bütünlükten mahrum görünmektedir. Her ne ise,

zihniyet buhranı hâlinde yaşıyorsa. Bu, Kur’ânî

hâlihazırdaki İslâmî üslubun belirgin vasıfları

medeniyet modelini bir alternatif olarak sunma

üzerinde yapılacak bir tahlil, üslubu entelektüel

sürecini en

ve diğer zorluklarla dolu bir çağda daha geçerli

zorlu bir vazife hâline getirmiştir.

hâle getirebilmek için şekil ve muhtevâsını ıslâha yönelik olarak bizde daha fazla bir şuur uyandırmalıdır.

Batı Evrenselliğine Karşı İslâmî Evrensellik

İslâmî Evrensellik Yolundaki Engeller

Geçerli Batı evrenselciliği veya

Tarihî model Müslüman zihninde İslâmî

aşağıdaki gibi özetlenebilir: İnsanlığın eleştirel

genişlemenin ilk dönemlerinde kullanılan belli

ve analitik düşünce potansiyelini (tümüyle

kalıpları yerleştirmiş bulunuyor. Müslüman

olmasa bile) başarılı bir biçimde harekete

ümmetin Hz. Peygamber tarafından Medine’de

geçiren bilimsel metodoloji tarafından geliştirilen

kurulanın benzeri bir devlet kurmaları ve

ve korunan pozitivist bir evrenselciliktir.

Müslümanların bu rüyanın gerçek olması

İlâveten, insanlığa seçme ve tercih özgürlüğünü

için sürekli bir seferberlik içinde olmaları

etkileyen ne varsa reddetme şeklinde bir

doğrultusunda mefhumlar geniş kabul

eğilim telkin etmiştir. Bu evrenselcilik tüm

görmektedir. Çağdaş İslâmî üslup, bugünün

dünyaya yayılmış, tüm dünyayı kendi tesir

dünyasına ve ileriye yönelik düşünmeye

sahası olarak kullanarak kendini, değerlerini

yeterince özen göstermek yerine bu arzuya ve

ve ürünlerini herkese empoze etmiştir. Ayrıca

buna bağlı tasavvur edilen senaryoların esiri

Orta Çağ Katolik kilise modelini bir felâket

olmaktadır. Her şeyi bir tarafa bırakarak siyasî

uyarısı mahiyetinde ortaya koyarak dine ve

güç elde etme ve “devlet kurma” arzusu hâkim

dinî kurumlara ait ne varsa bunlar hakkında

olmuştur. Bu ise o hedefi, mantığa aykırı gibi

şüphe duyulmasını teşvik etmiştir. Bu senaryo

gösterirken, (ama tahmin edilebilir biçimde)

önümüzde iken, İslâm ve onun ilâhî kitabı

daha da uzaklaştırmıştır.

alternatif bir kültür kaynağı olarak nasıl

Osmanlı Cihan Devleti’nin çöküşü (veya

merkeziyetçiliğinin entelektüel karakteristikleri

sunulabilir?

dağılması) tüm Müslüman toplulukların dinî

İslâm’ın hâlihazırda Müslümanların ve İslâmî

inançları dahil tüm imkânlarını sömürgecilik

dinî hareketlerin yaptığı gibi sunulması hâlinde

ve hegemonyaya karşı direniş için harekete

global cevap sadece ret ve hattâ baskı olur.

geçirmeleri sonucunu getirdi. Bu durum

Bunun ötesinde, kendisi ihtida etmiş bağlıları,

geleneğin statü ve rolünü keskin biçimde

temsilcileri ve (kadîm bir çerçeve içinde gelen)

güçlendirirken, düşmanla özdeşleştirilen her

tarih ve kültür mirasının vârisleri bir tarafa, eğer

şeyin reddi hâleti rûhiyesini de pekiştirdi. Bu

İslâm Müslümanların bugün yaşadığı coğrafi

değer dizileri modern Müslüman zihninde esaslı

alan için kapsamlı bir tabela olarak sunulacak

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

75


olursa, bu durumda Yahûdilik ve Hıristiyanlığın

yatkındır, hele o reformasyon dinî (özellikle

çarpıtılmış bir imajı olarak görülecektir. Her

de İslâmî) düşünceden neşet ediyorsa.

ne kadar onların kimi olumsuz unsurlarından

Bunun sebebi, Batı’nın dogmaya karşı uzun

âzad ve halkın rûhî ve diğer ihtiyaçlarını

tarihî direnişine İslâm’a karşı çatışmayla

karşılayabilecek fonksiyonel bir

yoğrulmuş toplumsal hafızasının eşlik ediyor

din sunsa da.

olmasıdır. Esasen, laik bir perspektiften

Her ne ise, İslâm mütemadiyen kendi büyüklüğü ve potansiyelini karşılamayan bir sûrette sunulmaktadır. Nakledilen fıkhın sıkı ağları içinde sunulmakta ve bu da zamanımızın karmaşık gerçekliklerinden ziyade basit bir ziraat toplumu ve o toplumun temel fayda değişimlerine ancak hitap edebilir mâhiyettedir. Bu mirasın modern toplumların ve ekonomilerinin kompleks ihtiyaçlarına cevap verebileceğine

öğretileri ayırt etmek oldukça güçtür. Buna ilâveten, Batı’nın kültürel düzeni özellikle Sovyetler’in çökmesinden sonra kendisininkiyle uyumlu olmayan herhangi bir değer sistemi lehinde yapılan çağrıları reddetmektedir. Sovyetler’in çöküşünün Batılı liberal sisteme bir sağlık sertifikası kazandırdığı ve duruşunun doğruluğunu teyit ettiği kabûl edilmiştir.

kânî olmuş olsak bile, bu durumda kendisine

Burada üç teşebbüs söz konusu edilebilir.

kaldıramayacağı bir yük yüklemiş oluruz. Bu,

Öncelikle, Batı’nın analitik ayrıştırmasının

İslâm ve İslâm’ın evrenselliği üzerinde kötü

ardından yeniden-kurmadaki acziyle ortaya

ve olumsuz bir biçimde yansır. O kadar ki,

çıkan kronik kriz önümüzde dururken,

cihanşümûllüğünü yalanlar ve İslâm’ın ancak

Müslümanlar kendilerini Kur’ân’ın epistemolojik

basit ziraat toplumlarına uygulanabilir olduğu

metodolojisi ile donatmalı, sonrasında da

izlenimini yaratır.

Batı’nın tüm eğilim ve yönelimlerden analitik

Böyle bir şey son derece üzüntü vericidir, zira İslâm’ın rûhuna ve öğretilerine zıt bir izlenimdir. Bu ayrıca fiili tarihe de aykırıdır; çünkü tarihi boyunca İslâm Atlantik’ten Pasifik’e dallanıp budaklanmış ve Asya, Afrika ve Avrupa’yı birleştiren merkezî bir konuma sahip olmuş ve muhtelif medeniyetleri, kültürleri ve ırkları tek bir beşeri çerçevede bir araya getirmiştir. İslâmî evrensellik her zaman global alışveriş gücünü temsil etmiş ve ısrarlı biçimde sınırları ortadan kaldırmaya yönelmişken, laik evrensellik kavramına sadece ulusal veya bölgesel krizler

okulları ile yakın ilişkiler kurmalıdır. Felsefî, entelektüel ve kültürel temelleri üzerinde bu okullar büyümeye devam eder ve insanlığın faydası için epistemolojik düzeyde Batı ile sağlıklı bir temasın kapışım aralar. İkincisi, Müslümanlar tabiat bilimlerine rehberlik etmenin yanı sıra beşerî ve sosyal bilimlerin yeniden-kurulması bakımından Bilginin İslâmîleştirilmesine mümkün olan tüm desteği vermelidir. Bu ilimlerin evrensel bütünlüğü içinde geliştirilmesi, çoğu Batılı bakımından zihinlerini bizim metodolojimize açarak keşfetmeleri ve

patladığında ve bölgesel düzenler dağılma ve

kullanmaları için bir muharrik olacaktır.

yok olma işâretleri verdiğinde başvurulur. İslâmi

Üçüncüsü, müteâkiben ilmî metodolojik bir

evrenselliğin ise iyilik ve birliğe yönelik düzeni ilâhî vaat ve düzen tarafından desteklenmekte olup, her ikisi de beşerî vekillikle icrâ edilme makâmındadır.

çerçevede diyalog hâsıl olabilir ve burada Müslümanlar Kur’ân şuurlarını evrensel yasalarla ilgili şuurlarıyla birlikte arz edebilirler. Şartların izin verdiği ölçüde yeni İslâmî evrensellik usûl ve bilgi kuramı esaslarına dayanacaktır; küresel

Faaliyet Planı

ölçekte daha açık ve ikna edici olarak faaliyet

İslâm’ın evrenselliği ve Batı arasında faydalı bir etkileşim hâsıl etmek için Müslümanlar ne yapmalıdır? Vazife kolay değildir, fakat mümkündür.

76

bakıldığında Hıristiyan teolojisi ile İslâmî

gösterecektir. Süreç boyunca Müslümanlar duyarlı konuları veya Batı’nın tarihî hafızasını harekete geçirecek meseleleri gündeme getirmekten (veya bunun tuzağına düşmekten) kaçınmalıdırlar. Bunun yerine, Kur’ân’ın

Kolay değildir, zira Batı herhangi bir

epistemolojik usûlü ve Hz. Peygamber’in

reformasyona karşı güçlü bir direniş göstermeye

Sünneti temelinde günümüz meselelerini,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


krizlerini ve problemlerini sorgulayan araştırma

erteliyorlar. Ya da alternatif olarak, değişimi

ve ilmî çalışmalara yönelmelidirler.

gerçekleştirmek için siyasî gücü ele geçirerek

Fakat çağdaş İslâmî hareketler bu önemli vazifeyi hangi ölçüde kavrayabilir (veya üstlenebilir)?

ilâhî gözetim altında idâreci olarak bir din adamı tayin edebilirler ve Allah Azîmüşşân’ı teskîn etmek için İslâm ceza hukukunu uygulayabilirler. İslâm’ın bu sûrette aşırı basitleştirilmesi -esasen

Müslüman Zihninde Krizin Belirleyicileri

bayağılaştırılması- ortamında söz konusu hareketler İslâm adına konuştukları, temsil ve beyanda bulundukları iddiasını desteklemek için

Tarihî ve kültürel gâyelerle yola çıkan İslâmî

siyasî programlar ortaya koyarlar.

hareketler zihinlerini ve görüş açılarını İslâmî

Dünya bu tür İslâmî hareketleri bünyesinde

geçmişle kayıtlamakta ve bu yüzden özellikle kriz ve emniyetsizlik zamanlarında günümüzün gerçeklerinden kaçmaktadırlar. İslâmî mirası kendilerinin günümüzdeki durumlarına yansıttıklarında bunu Kur’ân metninin husûsiyetlerine ve zamandan münezzeh umûmî beyânâtına çok az dikkat gösteren durgun bir zihniyetle yaparlar. O yüzden, Kur’ân ve Sünnet’i belli usûl ve epistemolojik baskılar altında ve hattâ zaman zaman ancak çok kısıtlı miktarda yazılı malzeme ile çalışabilen önceki ulemâ nesillerinin tasnif ettiği sınırlı bir çerçeveye hapsederler. Bu yaklaşım söz konusu sınırlamalar üzerinde beşerî etkileşim ile tesirde bulunabilecek müthiş değişiklikleri ya da tarihî

faaliyet gösterdikleri ülkelerdekiler de dahil olmak üzere ve siyasî meşrûiyetlerinin İslâm hukukundan türeyip türemediğine bakmaksızın tüm hükümet biçimlerini ve tüm rejimleri değiştirmeye çalıştığı kanaatindedir. Bununla birlikte söz konusu İslâmî hareketler de kendi aralarında hangisinin en meşrû olduğuna dâir didişirler. Diğer hareketleri ve sistemleri İslâmî anlayış ve uygulamaları sebebiyle utandırmaya ve sahne dışına itmeye çalışırlar. Liberal çoğulculuğa tavizsiz muhalefete yeminli olduklarından, böyle bir niteliği olan veya diğerlerine böyle bir anlayış imkânı sağlayan sistem ve rejimleri gayrimeşrû ilân ederler. Buna uygun olarak, iktidar elde etme düşlerinin sihirli

değişim yasaları ile birlikte zaman ve mekân

tesiri altında evrensellik anlayışını ve bunun

değişkenlerini fark etmek veya hesaplamak

başarılması için gereken araç ve metodolojileri

üzere o sınırlamaları ve mükemmeliyetsizlikleri

de göz ardı ederler. Böylelikle İslâmî tebliğin

tahlil etmeye çalışmaz. Halbûki öyle bir tahlil

temel bir yönünü gözden uzak tutmuş olurlar.

bölgesel ve uluslararası alışverişin değerine ve

Dar siyasî hedeflere olan tutkuları, ne ölçekte

hacmine serbest ve tutarlı bir ortamda derinlik

olursa olsun elde edilen herhangi bir siyasî

kazandıracaktır.

güç ile başarıyı özdeşleştirmelerine yol açar.

Batı’nın krizi Allah, aşkınlık ve vahiy mefhumlarını dışlaması sebebiyle yeniden inşa yapamayan ayrıştırmacı tarzın bir neticesidir. Müslüman dünyasındaki kriz ise hakikaten

Kimileri bunun evrensellik için bir sıçrama tahtası olduğunu savunur, ancak bu sebepsonuç münasebetlerini göz ardı eden oldukça düşüncesizce bir yaklaşımdır.

kapsamlı mahiyetteki mirası ele alma usûlünde,

Birçok İslâmî hareket bazı İslâmî hedeflere

durgun bir zihniyetle yorumlamaya kalkışmakta

ulaştı, ne var ki bu hedefleri sosyal değişim

ortaya çıkmaktadır.

kanunları ve yollarına bağlayacak bir model inşâ

Bu usûlün günümüzün hızlı dünyasının kavram

edemediler. Ardından, yeni mensuplar kazanarak

ve usûlleriyle muhatap olabilmesi mümkün

yatay genişleme yapmayı tercih eder oldular,

değildir. İslâmî hareketler bir İslâmî bilgi kuramı

zira kendilerinin değişim telakkisi sayıca büyük

usûlü vasıtası ile değişimi gerçekleştirmek

bir cemaat oluşturmaktan ibaretti. Sosyal ve

yerine diğerlerini “mürted” olarak yaftalama

tarihî ilerleme, değişimin kanunları ve normları,

şeklinde ahlâkî bir şiddete başvuruyorlar; erken

yanı sıra kültürel ve entelektüel gelişmeler ve

dönem İslâm tarihinin muzaffer unsurlarına

bunların evrensel yönelimlerine bakacak olursak

sarılıyorlar ve dünya, beşeriyet ve kâinat

bunların hepsi söz konusu hareketlerin ilgi

arasında etkileşimi kabûl eden İslâmî usûlü

alanı dışındadır, çünkü düşünce ve bilimi kendi

göz ardı ederek meseleleri Gayb âlemine

şerefleriyle mütenasip saymadıkları gibi bunları

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

77


imâna da aykırı kabul ederler. Bununla birlikte, bu çıkmazı aşmak ve Müslüman zihnini söz konusu kısır döngülerden kurtarmak

(İslâm’a davet edilmesi gereken toplum) olarak sınıflandırabiliriz.

için şimdiye dek muhtelif teşebbüsler de

Râzî, Kaffâl ve el-Kâsım b. Muhammed Ebû’l-

olmadı değil. Ne var ki söz konusu teşebbüsler

Hasan el-Kaffâl eş-Şâşî (öl. 1010) gibi âlimlerin,

krizi aşmak için yeterli muharrik gücü henüz

İslâm’ın evrenselliğini göz ardı ettiğinden veya

sağlayabilmiş değiller. Usûl-ü fıkh (hukuk

habersiz olduğundan İslâm’ı mahdut coğrafi

kaynaklarını) veya bizatihi fıkhın kendisini ıslâh

alanlarla sınırlayan birçok günümüz İslâmî

etmeye, ilm-i kelâm (skolastik felsefe) gibi

hareket liderine kıyasla, İslâm’ın öğretileri

disiplinleri canlandırmaya ve modernize etmeye

ve kaynaklarıyla, yanı sıra gerçek evrensellik

yönelik hamleler ilâhî metindeki kati beyânatla

anlayışıyla daha uyumlu oldukları anlaşılıyor.

tarihî değişimin kânunları ve zaman ve mekânın

Şimdikiler “Doğu ve Batı” gibi etiketleri

özgünlükleri arasındaki bağlantıyı kurabilmiş değiller. Ismarlama fetvaların ne gevşek ve ne de katı oluşları bu çerçevede bir fayda sağlayabilmekte olup, sadece karmaşa ve uydurmayı artırmaktadır. İşler bu safhaya geldiğinde, siyasî gücü ele geçirme fikri entelektüel metodolojilerin hitap edemediği bir krizden çıkış için bir yol veya çekici bir çözüm olur. Söz konusu fikir tüm çabaların ulaşılması için odaklandığı bir hedef ve ulaşıldığında da yine tüm çabaların korunmasına odaklandığı bir mevzi olur. Burada faraziyenin temelini oluşturan: “Eğer düşünce başarısız olmuşsa, niye sopa kullanmayalım?” anlayışıdır. İnsanlığı muhatap alan ilâhî tebliğ Muhammedi vazifeden önce de tutarlıydı, zorlukları göğüslüyordu ve beşeri toplumların tarihî gelişiminin ardında kalmıyordu. Şimdi eğer beşeriyet evrenselliğe doğru hızla ilerliyorsa, nihâî evrensel mesajın söylemi nasıl olur da bölgecilik, ulusçuluk veya diğer dar ilgilere geri çekilebilir? Ne bu olabilir, ne de arzu edilen evrensel birlik ilâhî kanunlar ve kalıplarla ilgili bir şuur olmaksızın hayat bulabilir. Muhammed b. Ömer Fahreddîn er-Râzî (öl. 1210) tefsirinde Abdullah b. Ahmed Ebû Bekr el-Kaffâl el-Marrûzî (öl. 1027)’ye dayanarak fakihlerin dünyayı dârü’l-İslâm (İslâm ülkesi), dârü’I-harb (savaş bölgesi) ve dârü’l-ahd (anlaşma bölgesi) olarak tasnif ve taksim etmelerinin artık kabûl

78

(İslâm’ı sahiplenmiş toplum) ve ümmet-i dâvet

kullanarak bütün bir imkânlar dünyasını kapatmaktadır. Bu evrensel boyutun eksikliği Müslüman zihni üzerinde çok büyük bir tahribat yapmış durumdadır. Eğer İslâmî hareketler bu eksik boyutu daha önce dikkate almış olsalardı, birçok zayıf ve bilgisiz düşüncenin önüne geçilmiş olurdu. Bu arada laikler de Yeni Dünya Düzeni çerçevesinde evrensellik çağrısı yapmaktalar. Bu çağrı da maalesef kör taklit ve tâbî olma zihniyetine aşağılık bir teslimiyeti, yanı sıra tümüyle asimile olmaya hazır oluşu temsil etmektedir. Daha dengeli İslâmî evrensellik ise bilgi patlaması ve gelişen teknolojinin daha sıhhî boyutları da dahil olmak üzere beşerî zekânın yakın dönemdeki meyvelerine yatırım yapma gayreti içinde olacaktır. Müslümanlar küreselleşmeye doğru istikrarlı hareketin ve buna eşlik eden tartışmaların içinde olmalıdırlar ki, bunu tatbikin en iyi yolunu keşfedebilsinler. Modern teknoloji, beşer medeniyetinin yaratılıştan gelen ve Allah vergisi kabiliyetlerin bir ifâdesi olarak kadim zamanlardan beri üreterek geldiği uzun tarihî bir gelişim sürecinin ürünüdür. İslâm’daki evrensel eğilim (ve tecrübe) söz konusu yaratılıştan gelen eğilimlerin tahakkukunu kesinlikle teşvik etmiştir. Beşer medeniyetine İslâmî katkının çekirdeğinde bu vardır.

edilebilir olmadığını belirtir. Kendisine göre

Sahip olduğu tarihî güvenilirlikle İslâmî

artık dünyayı dârü’l-İslâm ve dârü’d-dâvet

evrenselliğin Batılı merkeziyetçilik tarafından

(dâvet ehli) olarak değerlendirmek tercih

alt edilebileceğine dair herhangi bir korkusu

edilmelidir. Biz de şimdi dünyayı Müslüman

olamaz, zira ikincisi zaten gerçek anlamda

ümmet ve gayrimüslim uluslar olarak ayırma

bir evrensellik de değildir. Aksine, insanlığı

yerine ikâme olarak insanlığı ümmet-i icâbet

eşitlikçi ve organik olarak birleştirmek için

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


gerekli olan bütünleşme hâlini üretemeyen bir merkeziyetçiliktir. Batı tabiat biliminin metodolojilerini evrensel hudutlarına ve felsefî gayelerine uzatmadığı

Kapanış Notları Artık meşhur olan “Medeniyetler Çatışması” makalesinde1 Samuel P. Huntington medeniyetler arası çatışma problemi üzerinde

için krizi ısrarla sürmektedir. Batı medeniyeti,

yazdı ve önümüzdeki on yılların modern

tabiat bilimlerinin perisini en görünür biçimde

dünyada çatışmaların ortaya çıkması ve

serbest bıraktığı halde, onunla meşguliyetini

gelişmesi bakımından son safhaya şahitlik

sadece sınırlı ve pozitivist felsefelerle

edeceğini öngördü. Batılı emperyal hırsların

yapmaktadır. Marksizm, Batı düşüncesine

hedefi olmaktan başka bir şey teşkil etmeyen

felsefî gayeler kazandırmaya çalıştı; ne var ki

kimi Batılı-olmayan ulusların da şimdi Batı ile

Marksizm’in kendi buhranının ölçeği, sunmak

birlikte muharrik bir güç olduğuna da işâret

ister göründüğü çözümden daha büyüktü.

eder. Huntington yaptığı projeksiyonlarda

Marksizm’in çöküşünün ve buhrânın çok daha

geleceğin dünyasının yedi medeniyet arası

büyük bir ölçekte devam etmesinin sebebi

karşılıklı etkileşim ile oluşabileceğini ifâde

budur. Batı’nın mevcut kültürel düzeni kötü durumunun girdabından kurtulamaz. Sovyetler Birliği çöküp de ölüm senedi ilân olunduğunda kapitalist Batı, gelişmeyi kendi düşünce ve metodolojisinin bir zaferi olarak gördüğünden, coşkulu biçimde kutlama yaptı, ne var ki krizin orijinali kendisinden neşet ediyor olmasa idi Marksizm’in zaten hiç ortaya çıkmayacağını unutuyordu. Allah’ı devre dışı bırakmaya çalışan herhangi

eder ki bunlar: Batılı, Konfüçyen, Japon, İslâmî, Hindû, Yunan Ortodoks ve Latin Amerika medeniyetleri olup, Afrika medeniyeti de muhtemelen bu diziye katılabilir. İslâm medeniyetinin alt sınıflamasında ise Arap, Türk ve Malay boyutlarını belirtirken İran, Hint ve diğer bazı ulusları göz ardı eder. Batı medeniyetini Avrupa ve Amerika diye ikiye ayırırken, tüm medeniyetler arasındaki temel farklılıkları da vurgular. Bunlar arasında çatışmaya en fazla zemin hazırlayanın din

bir pozitivistik yaklaşımın aynı sona mahkûm

farklılığı olduğunu savunur. Ayrıca incelemeye

olduğunu kavrayamadı. Kâinat ve ilâhî irade

değer teklifte muhtelif kültürel vak’aları da

ile uyum içinde olan beşerî diyalektiğin, tarihî

tartışır.

gelişimine karşılık veremeyen herhangi bir sistemi sona erdirme doğrultusunda çalıştığını da teşhis edemediler. Bu, sistemin tabiatı ister kâinatın yasalarını göz ardı eden ruhbanlık mâhiyetli olsun, isterse insanlığı üretim makinesinde bir dişli çarka dönüştüren seçici pozitivistik nitelikli olsun, doğrudur. Dünyadaki muhtelif krizlerin diğerleriyle olan etkileşimleri göz önüne alındığında, evrensel çözümlerin araştırılması ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Herhangi bir krize sadece mahallî veya bölgesel faktörlerin sebep olması çok nâdirdir. Bilgi patlamasının meydana getirdiği iktisâdi, ekolojik, stratejik, siyasî ve kültürel

Huntington’un makalede atladığı unsurlar kendisinin İslâm, İslâm kültürü ve medeniyeti hakkında bilgisizliğini, gafletini ve kavrayış noksanlığını ortaya koyar. Üzülerek belirtelim ki, bu durum Huntington’u geleneksel bir müsteşrik çerçevesine yerleştirerek medeniyetin ve dinin müsteşrikleri çeken hasmâne ve egzotik unsurlar dışındaki yönlerini görmekten mahrum eder. Bir de bu medeniyetlere ilişkin tarihî haritaları okumasından sanki on altıncı yüzyılda yaşayan biri izlenimi vermektedir. Kendisinin günümüz (ve gelecek) bilgi ve diğer teknolojinin insanlığa sunduğu çok geniş faydaları kullanma noktasında pek özenli olmadığı görülüyor.

etkileşim muayyen kültür sistemlerini evrensel

Huntington iktisâdi ve ekolojik faktörlerle

global bir yapı oluşturmak üzere bir araya

ilgili derin analizler yapma hususunda veya

getirdi. Bu kesişme, ister insanların irâde ve

gezegenimizin yüzleştiği ortak ekolojik

arzularıyla, isterse hiçbir bölge ya da halkı

problemleri müzakere etmek üzere toplanan

çevrede olup bitenlerden tecrit edilmiş hâlde

Yeryüzü Zirvesi’nin ehemmiyetini dikkate

bırakmayan diyalektik tesirin amansız mantığı ile meydana gelsin, bir şey fark etmemektedir.

Samuel P. Huntington, “The Clash of Civilizations?”

1

Foreign Affairs (Summer 1993) s. 22-49.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

79


alma noktasında da zaaf göstermektedir.

Batı’nın krizlerinin halli doğrultusunda bir

Batılı değerler sisteminin dünyanın geri

girizgâh oluşturabilir.

kalanı üzerinde artan tesirini dahi dikkate almamaktadır. Basitçe (ve dürüst olmayan bir sûrette) İslâm ve Batı arasındaki ihtilâfa odaklanmakta, Batı’nın İslâm karşısında gelecekteki muharebeyi nasıl kazanacağına ve müttefikleri nasıl harekete geçireceğine ilişkin ipuçları sunmaktadır. Maalesef Huntington medya ve müsteşrik kaynaklarından derleme çarpıtılmış bir imajın dışında İslâm hakkında çok az bir şey bilmektedir. Bu kaynaklar daha ihtiyatlı bir eleştiriye tabi tutulmuş olsaydı, bayağı açıkları bulunan bu analiz farklı sonuçlara ulaşabilirdi. Eğer dünya tekel olmaktan ziyade bir câzibe direği olarak duran, ticârî veya kavmi çıkarlarla şartlanmak yerine geniş değerleri evrensel olarak paylaşılan açık bir medeniyetin çevresinde birlik için uygun zemini bulamazsa işte o zaman Huntington’un projeksiyonu gerçek

kültürel devrim içeren bir vizyonu (esâsen programı) şöyle özetler: Batı üniversiteleri ve okullarının müfredâtında Batılı-olmayan medeniyetler Batı medeniyetiyle eşit biçimde yer almalıdır; felsefî düşünce yeniden incelenmeli ve bu çerçevede teorik ve felsefî çalışmalar bilimsel ve teknolojik çalışmalara kıyasla alt derecede değerlendirilmemelidir; estetiğe bir bilim olarak özen gösterilmelidir; geleceğe yönelik çalışmalara daha fazla önem verilmeli ve bu çalışmalar sırasında cihan tarihine sürekli müracaat edilmelidir. Burada Şafii’nin Bağdat’ta kaleme aldığı elHüccet adlı eserini Ahmed b. Hanbel (ö. 855), İbrâhim b. Hâlid Ebû Sevr el-Kelbî (ö. 854) ve el-Hüseyn b. Alî b. Yezîd el-Karâbisî (ö.862)

olur.

gibi Bağdat âlimlerine okuduğunu hatırlamamız

Kur’ân’ın ve İslâm’ın değerleri içlerindeki iyiliği

çalışmalarını ve görüşlerini on üç mesele dışında

izlemelerine ve iyilik kapasitesini kullanmalarına imkân vermek üzere insanlara hak olanı (hayırlı olanı) yapmayı ve şer olandan kaçınmayı ilham eder. Yine insanlara temiz ve helâl olan şeylerden nasiplenmeye izin verirken kötü ve haram şeyleri de onlara yasaklar; bu arada onları şirkin yüklerinden ve boyunduruğundan kurtarır. Bu yolla beşeriyet, Allah’ın kutlu evi yeryüzünde (O’nun halifesi olur ve tüm insanlar kardeşlik bağıyla ve ortak kader telâkkisiyle birbirine bağlanır. İslâm’ı derinliğine çalışmış ve husûsiyetlerini anlamış bulunan Roger Garaudy, medeniyetler arasında evrensel anlayışa zemin hazırlamak için bir diyalog öngörür. Kendisinin Pour un Dialogue Des Civilisations (Medeniyetler Diyalogu) isimli eserinin girişinde, bugün, “Batı” tabiriyle ifâde edilen oluşumun esâsen binlerce yıl önce Mezopotamya ve

80

Garaudy aynı zamanda muhtemel küresel

yerinde olacaktır. Kahire’ye gittiğinde ise fıkhî tümüyle yeniden gözden geçirdi. Diğer bir ifâde ile, iki farklı fıkıh versiyonu üretmiş oldu. Bu, sadece elli sene yaşayan bir âlimin tecrübesi idi? O zamanlar Bağdat ve Kahire arasındaki kültürel farklılık şimdi diyelim günümüzün Çin ve Amerika’sı arasındaki fark kadar belirgin olamazdı. Ne var ki, günümüzün fıkıh âlimleri Müslümanları hicrî ikinci yüzyılda Hicaz ve Kufe okullarında formüle edilen fıkha dayalı kültürel bir düzene uygun olarak yaşatmak için uğraşıyorlar. Bunun neticesi olarak ortaya çıkan sıkıntılar kendilerinin İslâm’ın evrenselliğini, fantezi ve önyargılarla şekillenen değerler değil de, hakikî ebedî değerler çerçevesinde muhtelif kültürel düzenleri bünyesine alabilme kapasitesini yeteri kadar anlayamamalarından ileri gelmektedir.

kadim Mısır’da doğduğunu belirtir. Batı’yı da,

İslâm’ın evrenselliği salt slogan olarak

özelde İslâm medeniyeti, genelde de diğer

kullanılacak bir mefhumdan çok daha derin ve

medeniyetlerin özellikleri ve mâhiyeti konusunda

önemlidir. Ehemmiyetli ve çok etkili metodolojik

câhillikle eleştirir. Kendi yaptığı gibi, Batı’yı da

bir giriş olup, mirasımızı oldukça eleştirel, ciddî

kendi çıkarı için İslâm medeniyetinin evsâfını

biçimde ve tam olarak gözden geçirmemize;

keşfetmeye çağırır. İslâm’a girmezden önce

söz konusu mirası metodoloji ve epistemolojiye

kendi ferdî krizinin (mikro anlamda) Batı’nın

uygun olarak okumamıza; değer dizilerini ayırt

krizine benzediğine ve büyük çapta da ondan

etmemize, bizi, Kur’ân ve Sünnet ve bunların

kaynaklandığına açıkça işaret eder. Buradan yola

usûlleri ve maddî dünyaya yansıtılmış hâlleri

çıkarak söyleyebiliriz ki, hakîki İslâm’ı keşfetmek

ışığında yeniden sınıflamaya ve değerlendirmeye

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Kur’ân’ın zikrettiği gibi, söz konusu yasaların

sevk eder. Bu vazifenin yüzlerce kurum ve üniversite bünyesinde veya paralelinde çalışacak, Kur’ân’ın bilgi nazariyesi ve Sünnet’in uygulamalı metodolojileri ile aydınlanmış binlerce zeki, becerikli ve gayretli zihne ihtiyacı vardır. Bu sağlandığında Müslümanlar miras olarak devraldıkları ilimlerin birçok cephesinin yenilenmesi, ıslah edilmesi veya güncellenmesi, günümüz ve istikbaldeki zorluklarla başa çıkmak için bu sapasağlam mirasın üzerine yeni şeyler inşâ edilmesi ve genişletilmesi gerektiğini göreceklerdir.

ilâhî tatbîki önceki kavimlerin Muhammed ümmeti ile değiştirilmesine yol açmıştır ki insanlık evrenselliğe doğru harekete başlayabilsin. Bu, “topluluk” mefhumunun yerini alan “dünya milleti” mefhumu ile bir “mihver ümmet” inşâsı ve “tüm insanlık için rahmet” olarak gönderilen Rasûl ile başladı. Bununla birlikte değişik gelişim kademelerinde insanlığa hizmet edecek yeterlilikte akılcı, geniş ve müsamahalı bir yasama sistemi sunuldu; doğrudan ilâhî cezalandırma “hesap günü”ne dek ertelendi; Allah’ın doğrudan müdahalesi ile yönetimin yerine de Kur’ân’ın otoritesi kondu.

Kimileri sorabilir: “Niye bunu dert edineceğiz?” Bunun cevabı basitçe şudur: Bu, ümmetin kaderi ve sorumluluğu, varlık sebebi ve beşeriyete yönelik şerefli misyonudur. Hz. Muhammed, nebilerin mührü (sonuncusu) ve Zât-ı Zülcelâl’in bir elçi göndermeksizin kimseye azap etmeyeceğine dair va’di olduğundan (17:15) bu ümmet beşeriyet için bir sorumluluk yüklenmiş bulunuyor. Âlimleri ve aydınları, kadîm İbrâni peygamberleri gibi, Allah’ın mesajını gaflet içindeki bir dünyaya ulaştırma emânetini üstlenmiş bulunuyorlar. Bu mesajı taşımak (ve ihya etmek) bir tercih hakkı değildir, zira Müslümanlar İslâmî üslûbu sürekli

Gökyüzünden yiyecek indirme ve Kızıldeniz’i yarma gibi şuurunun belli bir büyüme döneminde insanlık üzerinde tesiri olan mucizeler yerine şimdi insanlık Kur’ân’a ve Hz. Muhammed’in Sünneti’ne itimat eden akıllı bir varlık ve Allah’ın halifesi olarak evrensel nizam içinde yerini ve mutluluğu bulmak üzere yaratılışın merkezine konmuştur. O yüzden insanlığın Kur’ân’ı ve Kur’ân’ın tüm kâinata muhatap oluşunu yeniden keşfetmesi zaruridir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, kâinatı ve hareketlerini kontrol eden kurallara benzer bir epistemolojik usûl ihtiva etmektedir.

gözden geçirmek ve herkes için anlaşılır kılmak

İnsanlık bu modelin ekseni olup, çabası da

zorundadır. Bunu yapmazlarsa vazifesini terk

uygulamanın temelidir. İnsanlık hem Kur’ân’ın

eden resulün başına gelene (bkz. 7:175-77)

hem de kâinatın okuyucusudur. O yüzden bizim

mâruz kalırlar.

Kur’ân’ın yüce otoritesini ve beşerî uygulamasını

Allah’ın lütfu ile “yükseltilebilecek” iken “dünyaya eğilim gösteren ve kendi hevalarının, boş arzularının peşinde koşan” kişi, Allah’ın âyetlerini alan fakat onları terk eden bir kavmin sembolü olabilir. Bu öyle bir kavim ki, dünyanın ahlâkî zirvesi ve modeli olmak yerine dünyevî menfaatler ve maddî rahat tercihinden dolayı kendi kendini alt sıralara itmiştir.

anlamamız hayâtî derecede önemlidir. Bu anlamda, müctehid eğer içtihâdında isâbetli ise iki defa, hatalı ise bir defa (Allah tarafından) mükâfatlandırılır. Yine, İslâm insanlığı halifelik vazifesi ile şereflendirir, bu süreçte insanoğlu tüm fertleri ile kaynaşır ve barış bulur. İnsanlığın yeryüzündeki rolünün bu boyutu ancak insanlığın kendi aleyhine olarak göz ardı edilebilir.

Şu iki ilâhî kanunun çok iyi şuurunda olmaları Müslümanlara anlatılmalıdır, bunlar: “... Eğer O’ndan yüz çevirirseniz sizi ortadan kaldırır, sizin gibi olmayacak bir milleti yerinize getirir (yestebdil)” (47:38) âyetinde işâret olunan istibdâl (bir kişi ya da topluluğu diğeriyle değiştirme); ve “... bu günleri bazen lehe, bazen de aleyhe döndürüp duruyoruz (fcüdâvilüha)...” (3:140) âyetinde işâret olunan tidvâl (sırayı değiştirme, vardiya)’dır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

81


Dosya: İslami Cemaat ve Organizasyonlarda Yapılaşma Problemleri

Yeni İslami Söylemin Yapısı Dr. Abdulvahab M. el-Messiri Ayn Şems Üniversitesi, Kahire, 15-23 Şubat 1997, 21. Century Trust. Orijinali Arapça olan bu metin, Azzam Tamimi’nin İngilizceye çevirisinden, Murat Erten tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir.

Bazı insanlar İslâm’ı, tek

etmezler fakat Batılılaşma süreci, ümmeti dini

yapılı (monolitik) veya

ve kültürel mirasından soyup geriye hiçbir şey

tek boyutlu bir varlığa

bırakmamakta ve toplumda sadece sömürgeci

sahip gibi göstermek

hegemonya ve sınıfsal kutuplaşmaya neden

eğilimindedir. İslam

olmaktadır. Neredeyse İslam’a yapışıp kalmış

şüphesiz, aşkın monoteizm

bir biçimde, bu geniş kitleler, kendilerini

inancıdır, insana ve doğaya aşkın (bir ve tek tanrı) Allah’a imandır. Ancak monoteizm monizmi zorunlu kılmaz, tersine farklılığa ve çokluğa öncülük eder. Çünkü gündelik bir İslamî bakış açısıyla, Tanrı dışında, her şey bir çokluk içinde var olur. Bu anlamda, tek bir İslamî söylem değil oldukça çok sayıda söylem Müslümanların farklı çabalarını (içtihat) ifade eder ve belli bir zaman ve mekân bağlamında dünyayı anlamak ve Kur’an’ı yorumlamak çabasındadır. Günümüzde geçerli olan İslami söylemler şu

kurtuluş umuduyla Allah’a yalvarmağa başlarlar. Ancak yeni fikirler ileri sürmekte veya bazı yeni politik hareketler oluşturmak konusunda beceriksizdirler. Bir söylem olarak kendisini sık sık ve spontane biçimlerde ifade eder ve zaman zaman da radikal Batılılaşma ve sömürgeci saldırıların her biçimine karşı protesto amaçlı şiddet eylemlerine başvurur. Fakat daha çok hem bireysel seviyede (fakirlere para vermek gibi) hem de toplumsal düzeyde (cami, hastane ve okul yaptırmak ve özellikle Ramazan’da yiyecek dağıtmak gibi) insancıl formlar altında kendisini ifade eder. Popülist söylem temelde,

şekilde sınıflanabilir:

yoksulların ve marjinal kesimlerin söylemi

1. Popülist kurtuluşçu “Mesihçi” söylem: Bu;

mirasının değerini bilen ve onu kaybetmenin

olmakla birlikte sahip olduğu İslamî kültür

Müslüman toplumlarda ezici çoğunlukların/ kitlelerin içgüdüsel yönelimlerini ifade ederek, modernleşme, sekülerleşme ve küreselleşme sürecinin ümmeti (Müslüman toplumu)

82

İslami kültürel mirasın içine kapatıp yardım ve

aslında her şeyi kaybetmek anlamına geleceğini sezinleyen zengin kesimlerin de benimsediği söylemdir.

daha iyiye götürmediğini ve gerçek bir

2. Politik söylem: Bu; Müslüman toplumu

reform getirmediğini ileri sürer. Bu kitlelerin

korumaya yönelik İslamî bir hareketin

gözlemlerine göre bu süreçler hiçbir öz ihtiva

gerekliliğine inanan bazı orta sınıf

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


profesyonellerin, akademisyenlerin, öğrencilerin

iki söylemi, birbirlerinden farklı iki gövde olarak

ve tüccarların benimsediği bir söylemdir. Bu

ayıran iki radikal konu vardır:

insanlar politik faaliyetin, amaçlarına ulaşmanın anlamını teşkil ettiğini, şiddeti tasfiye ettiğini ve eğitim veya gençlerle ilgili faaliyet kollarına sahip olabileceğini fark etmişlerdir. Bu söyleme sahip çıkan bazıları, bir keresinde, merkezi hükümeti de etkisi altına alan bir illüzyon yaratmış ve bunlardan bazıları paramiliter organizasyonlar oluşturup silahlı kuvvetlere sızmaya çalışıp, güce güçle karşılık vermeye çalışmışlardı. Ancak 1965 gibi, daha sonra işaret edileceği üzere, yasal politik kanallar yoluyla varlığı sürdürmeğe çalışmak üzere genel bir eğilim oluştu. Şimdilerde ise politik söylemin savunucuları, faaliyetlerini politik ve/veya eğitsel alanda yürütmek temayülündedirler. 3. Entelektüel söylem: Bu ise, öncelikle kuramsal ve entelektüel çıkışlarla meşgul olmak

1. Kendilerine has tutumlarının karşılığı Batı medeniyetidir. 2. Her iki söylemin de çeşitli seviyelerde geliştirdikleri temel bakış açıları mevcuttur. Bu yazı ilk olarak eski ve yeni İslamî söylemlere ve daha alt dereceden de politik söyleme odaklanacak, yeni söylemin dikkat çeken karakterini tanımlayacaktır. Daha sonra, yeni söylemin öne çıkan bazı özelliklerini tanımlamaya çalışacaktır. Her hangi bir entelektüel veya politik hareket zaman zaman etkinliğine ara verip kendi kendisine eleştirel bir gözle bakmalı, ortaya çıkan yeni niteliklerini ayrı ayrı ele alıp performansını değerlendirmeli ve tutarlı bir sistem içinde billurlaştırarak bir yol

gerektiğini ileri süren söylemdir.

haritası çizmelidir.

Bu sınıflamadan, adı geçen her birinin diğerinin

İlk kuşak Müslüman reformcuların Batılı kültürel

dışında, izole biçimde varlığını sürdürdüğü düşünülmemelidir. Gerçekte, popülist ve politik söylemler, biri diğerinden daha az olmamak üzere, berikiyle birleşir ve bu durum politik ve entelektüel söylem için de geçerlidir. Birlikte durdukları ortak zemini paylaşmalarını yararlı bulduğumuz bu üç söylem, analitik bir bakış

formasyonla temasa geldikleri çağ, birçok bakımdan oldukça zor ve şimdikine oranla önemsizdir. Şu bir tartışma konusu edilebilir ki, Batılı insanın vicdanında merkezi dayanak noktası oluşturan ve onun evrene bakışını biçimlendiren; zeminini köktenci paradigmanın oluşturduğu Batılı kültürel formasyonun

açısından yine de birbirinden bağımsız olarak

geniş kapsamlı seküler paradigmasıdır. Şu da

var olduğunu farz eder.

söylenebilir ki, Batı modernitesinin emperyalist

Bu senkronize sınıflama sistemine ek olarak kronolojik, art zamanlı (diyakronik) bir sınıflama da bu yazının durduğu noktaya daha uygun bulunabilir.

yönleri en başından beri kendilerini çok açık bir biçimde ortaya koymuştur. Tüm bu gerçeklere rağmen Batı medeniyeti kendisini hümanist, insan merkezli ve zaman zaman da, her ne kadar pratikte olmasa da vizyon olarak,

1. Eski İslamî söylem: Bu söylem, Müslüman dünyanın, sömürgeleştirme çabalarına karşı verdiği doğrudan ve kesin bir tepki olarak ortaya çıkmış ve 1960’ların ortalarından itibaren yükselmiştir.

bir denge ifadesi ve mutlak moral ve insani değerler bakımından bir inanç medeniyeti olarak göstermek istemektedir. Yapısal düzeyde Batılı toplumlar uzun zamandır, üst düzeyden bir sosyal tutarlılık ve dayanışmacı toplum örgüsünü devam ettirmekteydiler. Aile değerleri seçim

2. Yeni İslamî söylem: İlk olarak belirsiz ve

zamanı akla gelen, unutulmuş ve içi boş sözler

marjinal bir periyot sonunda ortaya çıkan bu

olmaktan uzak, somut sosyal gerçeklerdi.

söylem, 1960’ların ortasından itibaren daha kesinlikli bir biçimde görülmeye başlanmış ve

Fakat zaman içinde bazı şeyler değişti.

merkeze doğru tedrici bir ilerleme göstermiştir.

Bu anlamda sekülarizmin, tamamlanmış

İki söylem de modernizasyon ve sömürgeleşme

olarak ilerleyip sınırlarına ulaşmış olmayan,

dolayımında ortaya çıkan sorunlara, İslamî bir

dinamik paradigmatik bir süreç olarak tahayyül

cevap oluşturma çabasıdır. Bununla beraber bu

edilmesi faydalı olabilir. On dokuzuncu yüzyılın

olmaktan çok, zaman ve mekânda düzenli

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

83


sonlarında, bu süreci oluşturan halkaların

savaşı” denmişti. “Barış” zamanında ise dünya

birçoğu henüz tam olarak materyalleşmiş

çılgın bir silah yarışının içine sokuldu. Daha

olmadığı da söylenebilir. Kişinin özel yaşamı ve

güçlü ve otoriter merkezî ulus devlet, insan

toplumsal hayatının birçok yönü hala seküler

hayatının en özel taraflarına yayılmış, ulaşmış ve

süreçlerin menzili dışında bulunmaktaydı.

insanların yüksek güvenlik ve eğitim araçlarını

Başka deyişle, Batılı insan, toplumsal yaşamının

sağlama konusunda yurttaşlarına “rehberlik”

yalnız bazı kısımlarında seküler, bununla birlikte

etmeye çalışmıştı. Batı modernitesinin bir başka

özel yaşamında hem ahlakî ve insanî hem de

yan ürünü olan medya, yurttaşların yaşamlarına

bundan az olmamak kaydıyla Hıristiyan dinsel

en geniş biçimde saldırdı, standardizasyon

değerleri ve etiğine bağlı yaşamaktaydı. Bu

sürecini hızlandırdı ve tüketim arzusunu arttırdı.

modern kültürel formasyonla karşılaşan ilk

O arada eğlence sektörü, erotik ütopyalar

nesil İslamî reformistler, eski İslamî söylemin

ve pornografi satmak yoluyla, insanların

yükünü taşıyanlar daha kapsamlı olmaktan çok

hayallerini kontrol edecek denli güçlendi. Sosyal

nispeten eksik bir sekülerleşme ile etkileşime

bir müessese olan aile, baskılara daha fazla

girdiler. Hâlbuki kısmi sekülerleşme değerlerin

dayanamadı ve boşanma oranları fırladı, daha

önemini ve yürürlükte olmasını ahlakî, tümlük

önce ulaşılan seviyelere nadiren ulaşılır oldu.

idesini ise epistemolojik düzeyde tanımlarken,

Anlama problemi, epistemolojik kriz, anomi,

daha kapsamlı olan bunları, daha aşkın bir ide

yabancılaşma ve maddileştirme daha sık telaffuz

için reddeder. Batı modernitesinin olumsuz

edilmeye başlandı. Liberal kapitalizm projesi,

yönlerinin birçoğu ki, sonradan iyi kötü

yıkıcı başarı öyküsü olma yolunda duraklarken

dönüşmüş modeller ve merkezi fenomenler

sosyalizm denemesi de çöktü ve kredibilitesini

olmuşlardır, kolaylıkla görmezden gelinebilecek

tümüyle kaybetti. Faşizm, Nazizm, Siyonizm

bazı marjinal olay veya durumları izole etmiştir.

ve Yapısalcılık gibi anti hümanist düşünceler

Ayrıca modernite ve Aydınlanma’nın Batılı eleştirisi, karşıt görüşlerin giderek güçlenmesine rağmen henüz yetkinleşmiş değildi. Batılı romantik yazın, örneğin, Batı modernliğine karşı protest bir öze sahiptir. Edmund Burke gibi muhafazakâr bazı düşünürlerin yazıları, sonradan moderniteye yönelik Batılı eleştirel söylem tarafından geliştirilmiş olan birçok başlığa göndermeler içerir. Bununla beraber modern Batı uygarlığının, ister teorik ister pratik seviyede olsun bazı eksikleri vardır ve bu konular üzerine çalışanlar için bu eksiklikler

84

ise modernizm sonrası düşünce akımları olarak bir zirve arayışına girdiler. 1960’ların ortalarına doğru moderniteye yönelik eleştirel Batılı söylem kristalleşti ve Frankfurt Okulu düşünürlerinin çalışmaları geniş etkiler bırakmaya ve popüler olmaya başladı. Aydınlanma çağının eleştirel çalışmalarının hemen tamamı basıldı. Batılı modernliğin sonuçlarından standardizasyon ve onun tek boyutlu bireyi hakkında Herbert Marcuse, modern Batı uygarlığının tümüne yayılmış yapısal bir eksikliğin varlığını, bu uygarlığın geleneksel sosyalist-kapitalist

henüz net değildir.

kamplaşmasının ötesine uzanan bir eksikliğin

Yeni İslamî söylemin savunucularına göre

birçok tarihçi modern Batı uygarlığının tarihini

ise durum tam olarak böyle değildir. Birçoğu

yeniden yazarken, Asya ve Afrika toplumlarına

eğitimlerini 1950’lerde tamamlamış ve modern

karşı işlenmiş suçların ve koloni dönemi

Batı uygarlığı ile ilk karşılaşmalarını 1960’larda

yağmalamalarının altını çizmeye çalışmıştır.

yaşamıştır. Bu dönem, Batı modernitesinin

Gelişmeci teorilere yönelik köktenci eleştirilerin

zaten krize girdiği ve birçok Batılı düşünürün

birçoğu da bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu

bu kriz ve çıkmazın boyutlarını anlamaya

itibarla Yeni Sol Hareket anlamlı bir yardımda

başladıkları bir dönemdi (bkz. Introduction to

bulunmuştur. Böylece, yirminci yüzyılın

the Demonstruction of the Secular Discourse,

ortalarında, üzerine çalışmakta olan İslamî

c. 4, Kahire, Aralık 1997). Yeni İslamî söylemin

söylem taraftarları için Batı modernitesinin, ister

savunucuları Batılı modernliğin karanlık yanlarını

teorik ister pratik düzeyde olsun kusurlarını

daha başlangıçta fark ettiler. Batı iki savaşıyla

görmek hiç de zor olmamıştı. Onlar için, ilk

tüm dünyayı işlemişti ve bu savaşlara, tüm

nesil aydınların yaşadıkları naif ateşîn deneyimi

dünyayı mücadele alanına çektiği için “dünya

deneyimlemek daha fazla mümkün değildi.

varlığını kanıtlamak çabasındadır. Revizyonist

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Batılı modernlik diye bildikleri, deneyledikleri

teknolojisini kullanan hayvanca bir kolonyal

ve çalıştıkları şey, öncü nesil tarafından bilinen,

saldırının hedefi olan Cezayirli şeyhler, yalnız

deneylenen ve çalışılandan birçok yönden

ateşin öfkesini görmüş ve patlayan bombaların

farklıydı.

sesini duymuş olmalıdır. Bu şeyhlerden biri

Şu nokta vurgulanmalı ki, ne yeni ne de eski Müslüman aydın nesil, güvenilir entelektüel sistemlerini özellikle İslamî dünya görüşü üzerine inşa etmiş değillerdi. Batı modernliği ile etkileşimleri, beklendiği üzere önemli şekillendirici bir unsurdu. Bununla beraber, bu uygarlık; ekonomik ve askeri başarıları, dünya görüşünü her zaman her yerde tüm insanlığın görüşü olarak sunması, bilgisini tüm toplumlar tarafından uygulanabilir kesin bir bilgi olarak önermesi ve tüm bunları herkesin hesaplaşmak zorunda kalacağı bir meydana okuma olarak tesis etmesiyle merkeziyet kazanmış bir uygarlıktır. Bu hesaplaşma, meydan okumaya ve onun keskinliğine göre değişen bir tipoloji göstermekteydi. İlk dönem reformcular, Batı modernliğinde çok sayıda olumlu taraf bulmuşlardı. Hatta bununla vecde geldikleri bile ileri sürülebilir. Bu da Şeyh Muhammed Abduh’un sık alıntılanan “Batı’da İslamsız Müslümanlar bulunduğunda, Doğu’da da Müslümansız İslam’ın bulunduğu”

bir keresinde, Fransız birliklerinin Cezayir’e aslında Batı uygarlığı ve modernliğini getirmek için girdiklerini söylemişti. Ve buna cevabı ironik olduğu kadar manidardır: “Peki, yanlarında bu kadar barutu neden getirdiler?” Tıpkı bu Cezayirli şeyh gibi yeni söylemin savunucuları da barutun kokusunu duydular, yakıcı ateşi gördüler, top seslerini dinlediler ve her şeyin “kolonici” atların toynakları altında parçalandığını gördüler. Ve sonra bu barutun her an her yerde bulunmaya başladığını ve yakıp yıkan her türden silaha dönüştüğünü izlediler: Bombalar, mermiler, biyolojik ve nükleer silahlar, vs. dev bütçeler, bu silahların üretilmesi veya satın alınması için tahsis edilmeye başlandı; önce Batılı sonra Doğulu, sonra Güneyli ve Kuzeyli devletler tarafından. Gerçek şu ki aydınlanmış ve rasyonel zamanımızın en önde gelen endüstrisi kitle imha silahları endüstrisidir ve homo sapiens, tarihinde ilk defa yiyecek üretiminden daha büyük fonları silah üretimi için tahsis etmiş durumdadır.

ifadesinin kanıtıdır. Demek istediği, Batı’da

Eski İslamî söylem, Batı modernitesini

Müslüman olmadıkları halde davranışlarını bu

savunması bakımından ne tek, ne de izoleydi;

ideal üzerine temellendiren insanları gördüğü

o bir anlamda Üçüncü Dünya’nın, bu yüzyılın

halde, İslam dünyasında İslam’a inandığı halde

başından bu yana hâkim olan genel görüşün bir

davranışlarının inançlarını inkâr ettiği insanların

parçasıydı. Çabalar tümüyle, Batı’yı yakalamaya

olduğudur. Sonuç olarak, eski İslamî söylemin

ve onunla kendi terimleri ile rekabet etmeye

savunucularının çoğu için çıkış; İslam’ın Batılı

yönelikti. Liberaller, modern Batılı dünya

modernlikle telif edilmesi, onunla ayağa

görüşünün tümüyle kabulünü “hem acı hem tatlı

kaldırılması ve onun standart ve değerlerine

tarafları olduğu” biçiminde adlandırıyorlardı.

göre yaşaması idi. İşte 1960’ların ortasına kadar

Marksistler usulca başkaldırdılar ve Üçüncü

hâkim düşünce olan Muhammed Abduh’un

Dünya halklarının, Batı’nın vaat edilmiş

düşüncesinin özü budur.

topraklarına Marksizm ve sosyal adalet

Şeyh Muhammed Abduh’un Batı modernitesi ile teması farklı olsaydı, bu ifadelerini kullanmadan ve projesini önermeden çok önce bir tereddüt yaşayabilirdi. Aşağıdaki olay bu noktayı daha açık kılabilir. Batı uygarlığına olan hayranlığı iyi bilinen Şeyh Rifa’a el-Tahtavi 1830’da Paris’teydi. Aynı yıl Fransız topları Cezayir şehir ve köylerini dövmekte, taş taş üstünde bırakmamaktaydı. Şeyh el-Tahtavi yalnız Paris’in parlak ışıklarını görmüş ve modern Batı’nın kibar ve sofistike ritimlerini duymuş olmalı iken, öte yandan dönemin en yüksek

kapılarından girecekleri fikrini ortaya attılar. İslamcılar kendi açılarından Batılı dünya görüşünün benimsenmesinin, daha iyisi İslam’ın ona adapte edilmesinin mümkün olduğunu tasavvur ettiler. Fakat şu ilginç noktanın not edilmesi gereklidir ki, sahip oldukları ideolojik temayüller ve sosyal ve etik arka planları dikkate alınmaksızın tüm bu eğilim ve hareketlerin, ister dini ister seküler olsun hepsi, sessiz fakat nihai bir referans noktası olarak Batı’ya dönmüşlerdi. Batılı modernliğin bu durumunun sonucu olarak

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

85


İslamî dünya görüşü geriledi, ebatları küçüldü

trendin parçasıdır. Batılı modernliğin aleni

ve kapsamlı yapısını kaybetti. Modern çağda

krizleri dünyanın farklı yerlerinde farklı

Müslümanlara referans olacak İslamî bir ışıltı

biçimlerde ortaya çıkmıştır. İslam dünyasında bu

tedarik edileceğine mesele, Batı modernitesinin

kavrayış İslamî bir form alır. Bununla beraber

belli bazı yönlerinin nasıl “İslamileştirileceği”ne

yeni İslamî söylemin modernite eleştirisi

döndü. Birçok açıdan İslamîleştirme sürecinde,

karakteri bakımından diğer eleştirilerden

Batılı modernliğin İslam hukuku açısından

farklıdır. Bir kere, Batı modernliği ile Batı

haram sayılan bu yönleri, “unutkanlık” sonucu,

emperyalizmi arasındaki karmaşık bağların

herhangi bir ekleme veya yenilik yapılmadan ve

farkına varıp bunları vurgulamaktadır. Bundan

altı çizilmek suretiyle bu kez helal sayıldı. Batı

başka bizim modernite ile ilk temasımız

modernliğinin bu yönlerinin İslamî dünya görüşü

emperyalizm iken, sonuncusu Filistin’deki

içinde araştırılması sürecinde, kıyas yoluyla Batı modernliği içinde bazı görüşler de bulundu. İslamî dünya algısının bu görüşlerinin muhtemel körelmesinin kaçınılmaz anlamı, modern Batılı görüşle kıyaslanacak bir tarafının olmamasıdır. Fakat ne ironiktir ki bu görüşler, İslamî dünya görüşünün kendine has esas ve kaynağını tesis etmiştir.

modernitenin nihilist ve pesimist Batılı eleştirisine zıt bir şekilde, İslamî eleştiri, bir reform projesi sunmuş olmak gerçeğinin erdemiyle optimisttir. II Şu kadarı söylenebilir ki, eski ve yeni söylemler

Yeni İslamî söylem sahipleri ise Batılı modernliğe

arasında anlaşmalı veya ihtilaflı birçok nokta

aynı hayranlığı beslemektedirler. Aslında Batı

olsa da Batı modernliğine yönelik tavır ve İslamî

modernliğine yöneltilmiş radikal eleştirilerden

paradigmanın kapsamının seviyesi, başta da

biri, onların da temel muhalefet noktalarından

işaret edildiği gibi, adı geçen bloklaşmanın

birini teşkil eder. Onlar da eleştirilerinde yalnız

temelini oluşturan farklılaşmanın aslıdır. Her

veya izole değillerdir çünkü ne moderniteyi

iki söylemin temel olarak ayrıldığı hususlar şu

yeni biçimler altında dönüştürmeye çalışan

iki köklü konudan neşet etmiştir ve şöylece

günümüzün Üçüncü Dünyası’nın birçok düşünür

özetlenebilir:

ve siyasal hareketleri ile ne de içine doğdukları modernliği eleştiren Batılı önemli düşünürlerle aralarında fark yoktur. Marksizm, eleştirisinde ilerleyip derinleşmiş, Frankfurt Okulu’nun dışında gelişmiş ve moderniteye yönelmiş bir eleştiri biçimidir. Benzer şekilde romantik yazın da, erken dönem işaretleri bakımından, aynı hedefe yönelmiş protest bir söylemdir. Ancak modernist literatürün protestosu şiddetli ve radikal olsa da, nedensellik zincirinin tümüyle kırıldığı yahut insanın yok olduğu yerde tümüyle katılaştığı somut modern dünyanın temsiline çalışmaktadır. Saçmanın sahne aldığı bu zemin, insanoğlunun içine yuvarlandığı ve artık sona yaklaşan Batı modernliğine yönelen protestonun bir parçasıdır. Çok yakın zamanlara dek dini köktencilik, bu entelektüel trendin popülist bir uzantısı olarak ortaya çıkmıştır. Tüm bu trendler öyle veya böyle, Batı modernliğinin insanı hususiyetinden soyup özünden kopardığını zımnen de olsa fark ettiklerinde bir yükseliş

86

Siyonist kolonyalist yerleşimciliktir. Ayrıca

1. Yeni İslamî söylemin savunucuları ne özür dilemekte ne de nefs-i müdafaa içindedirler. Onlar, İslam’ ın imajının “düzeltilmesi” hususunda yoğun enerji harcama veya kendilerini “meşrulaştırma” konusuna değil dünyaya bir “mesaj” verme konusuna odaklanırlar. 2. Yeni söylemciler Batı’yı eleştirmeksizin ne kabul ne reddetmek taraftarı değillerdir. Tuhaftır, tümden ret de tümden kabul gibi Batı’yı, telaffuz edilmemiş bir referans olarak daha işin başında kabul etmektir. Yeni İslamî söylemin reddettiği şey sonuçta, Batı’nın hem öngörülen merkezîliği hem evrenselliği hem de sözü edilen merkezîlikle yakından ilişkilendirilen emperyalizmidir. Onlar geçmişten gelen ancak günümüzde geçmişteki halinden daha az zalim olmayan Batı kolonyalizmi eliyle işleyen baskıcı, yağmacı ve kokuşmuş uygulamaları

gösterirler.

reddetmektedirler. Ayrıca reddettikleri, Batı

Yeni İslamî söylem daha geniş küresel bir

bunlardan çıkan tüm sorunlardır.

modernliğinin olumsuz addettikleri yönleri ve

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Batı modernliğinin buhranlarının

Öte yandan yeni söylem savunucuları ise Batılı

farkındalıklarına, başkalarının hatalarını

modernite tarafından ortaya atılan sorulara

tekrarlamaya mahal olmadığını veya çıkmaz

yine Batı’dan ithal hazır cevaplardan memnun

bir yolda ilerlemenin yanlışlığını anlamalarına

olmamaktadır. Onlar ne İslam’ ı Batı modernliği

rağmen yeni İslamî söylem savunucuları,

ile telif çabasıyla, ne de bu ikisi arasındaki zıt

barutun kesif kokusu dışında Batılı modernliğe

(veya benzer) noktaları araştırmakla meşgul

özgü başka hiçbir şey görmemiş olan o Cezayirli

olmaksızın radikal, araştırmacı ve üretken bir

şeyhe de benziyor değillerdir. Aslında onlar

söylem geliştirdiler. Dahası, Batı modernitesine,

Eliot’ın Boş Topraklar’ını, Becket ve Camus

onun ana konularını araştırmanın ötesinde

‘un absürt oyunlarını ve Derrida’nın nihilist yazılarını okumuşlardı ve Batı; materyalist altyapısını -iddia edildiği gibi “kapitalist birikimciliğe” değil “emperyalizme” öncülük eden- yağmalama süreci sonunda inşa etmiştir diye düşünüyorlardı. Ancak aynı zamanda Batılı mimari kuramlarının, bilgisayar teknolojilerinin oluşturulmasının, çeşitli yönetim kuramlarının ve geniş ufukların Batı modernitesi eliyle oluşturulduğunu da biliyorlardı. Onlar modernitenin avantajları olduğu kadar tahripkâr olduğunu da bilmektedirler. Batı modernliğinin sonsuza dek cevapsız kalmayacak bazı keskin sorular sorduğunu; Müslüman aklın boş bir sayfa olmadığını, dolayısıyla İslam çağının başladığı anın farazi (hipotetik) bir sıfır noktası olmadığını da bilmektedirler. O halde Batı modernliğinin sahip olduğu değer sistemini kabul etmeksizin elde ettiği başarıları taklit etmek, onunla işbirliği ve karşılıklı etkileşim gerekli hatta zorunludur. Kısaca yeni İslamî söylem taraftarları, Batılı modernliğin kendi bütünlüğü ile kabul edilmesi için hiçbir haklı sebep görmemektedirler. Bunun yerine onlar üzerinde durdukları İslam zemininden Batı’ya bakar, ona karşı harekete geçip, aynı zamanda hem eleştirir hem de ondan etkilenirler. Bu tam da, Batılı modernliğin “olumlu”-niteliksiz kabulünün veya “olumsuz”-niteliksiz reddinin zıddı olan ve “interaktif eleştirel tepki” diye adlandırılan düşünceyle ilişkilendirilebilir: Eski söylemin arasında salındığı iki uç nokta. Eski İslamî söylem; Batılı dünya görüşü ile ilgilerini sorgulamaksızın Batı’dan ithal öğelerle, İslamî dünya görüşü ile ilgilerini anlamadan İslamî dini-kültürel formasyonun kurucu öğelerini benimseyen eklektik ve kümülatif bir söylemdir. Birbirlerinden uzak bu iki, İslamî ve Batılı kurucu öğeleri birbirlerine “eklemeye” çalışan eski söylem, bir bütünden çok bir karışım yaratmıştır.

radikal ve yeterince dengeli bir eleştiri armağan ettiler. Fakat aynı zamanda yeni söylemciler İslam dünyasına, ona has tüm dini, etik ve medeni değerlere geri dönerler. Bunları araştırıp bunlardan epistemolojik bir paradigma elde etmeye çalışırlar ve Batılı modernliğin öne sürdüğü sorunlara cevapları bu değerlerden hareketle üretirler. Kimi çevreler modern teşebbüsleri, bu üretken yaklaşımlar bağlamında fıkhın yerine koymayı önermektedir. Batı’nın analitik kategorilerini İslamî dünya algısına yüklemekten ziyade yeni İslamî söylem taraftarları, onun temel kategorilerini keşfetmeye çalışırlar. Yeni İslamî söylemin, İslamî bir iskelete dayanmak suretiyle, hem modern Batılı bakış açısını hem de İslam’ın dini ve kültürel mirasını dik- kat nazarına alarak içtihat kapısını açtığı rahatlıkla söylenebilir. Sözü edilen bu radikal ve üretken yaklaşımlardan sonra yeni İslamî söylem zorunluluk arz etmektedir. Yeni İslamî söylem popüler düzeyde “çözüm İslam’da” sloganını kullanırken felsefi seviyede daha kompleks olarak “İslam bir dünya görüşüdür” sözünü kullanır. Onlarınki farklı etik, politik, ekonomik ve estetik sistemlerden doğmuş etraflı bir dünya görüşünden köklenmiş bir söylemdir. Bu, mimarlık, sevgi, evlilik, ekonomi, şehir planlaması, hukuk ve tarih felsefesi, analiz ve düşünce türleri vs. ile ilgilenen İslamî bir söylemdir. Bütün ve nihai olan kadar gündelik, direkt ve politik olanla da ilgilenir. Aslında yeni İslamî söylem yalnız Müslümanlara değil “tüm insanlığa” hitap etmek iddiasındadır. Başka deyişle önerdiği reform projesi, Batılı modernitenin sebep olduğu krizin çözümü olmak iddiasındadır. Bu anlamda öne sürülen iddia, Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında hüküm süren İslamî söylemin benimsediği iddiaya benzerlik arz etmektedir. Batı modernitesine sonu açık eleştirel ve

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

87


etkileşimsel yaklaşımlarına binaen yeni

çabasıdır, dolayısıyla özgür değer demokratik

İslamî söylem savunucuları, bu modernitenin

süreçleri referans yapıya dönüşmez ve bunu

girdabına kapılmadan ondan yaratıcı bir fayda

nihai bir değer statüsüne yükseltmez.

elde edebilmiştir. Sınıf ayrımı, kaynakların adil dağıtımı, cinsiyet gibi konular ile çevrenin insanın kişiliğinin şekillenmesindeki etkisi daha önce Müslümanlar arasında tartışma konusu olmuştu. Ancak yeni söylemin hassasiyeti ve yüksek duyarlılığı bizatihi bu konuları gündeme getirmişti; Batılı modernite ile girilen karşılıklı etkileşime şükran duymak gerekir. Söylem sahipleri, ne bu sorunlara önerilen çözümlerin ne de çözümlerin kendilerinin mekanikliğini dikkate alıp moderniteden elde edilecek faydalara itiraz etmemektedir, meğer ki bu çözümler İslamî paradigma ile çelişmesinler. Modern Batılı dünya algısına açılıp onunla eleştirel bir etkileşime girmesi yeni söyleme, bu konuların anlaşılması bakımından karşılaşılacak zorluklar konusunda uyarılar içermiştir. Batılı modernite tarafından dillendirilen uluslar arası ilişkiler, küreselleşme, bireye yönelmiş medya ve merkezi hükümet tehdidi, gündelik insanın gittikçe artan boş zamanı ve bireyin seviyelendirilip standartlaştırılması gibi konular, geçmişte insanlık tarafından dillendirilmiş olmadığı gibi eski İslamî söylem tarafından da ifade edilmiş değildi.

nötral olmadığını düşünen yeni İslamî söylem savunucuları bu bilimlerin, farklı pek çok insanî eğilimi içermek suretiyle doğa bilimlerinden temelli biçimde farklı olduğunu anlamışlardır. Ne var ki doğa bilimleri bu kesinlik ve nötralite eksikliği dolayısıyla değerini yitirmemektedir. Tam tersine onların insan fenomenine nüfuz etme yeteneği bu yolla yükselmektedir. İnsan bilimleri ile doğa bilimleri arasındaki farklılık, insan bilimlerinin temel nesnesi olan insanın kendi bütünlüğü içinde doğalmateryal bir sisteme indirgenemeyeceği gerçeğinden çıkmaktadır. İnsanın gerçekliği, varlığını doğal-maddesel dünyada sürdürüyor olsa da, maddenin gerçekliğinden tümüyle farklıdır. Böylece yeni söylemciler sonuçta doğa bilimlerinden ana öncülleri, prensipleri, istek ve kriterleri ile farklı insan bilimlerini; insanî öğeleri dışta bırakmayan bir bilim olarak kurma gayretine girmişlerdir. İnsan bilimlerinin temel karakteri özgür değer olmadığı (olamadığı) ve burada konumuz olan Müslüman değer sistemi gibi bir değer sistemi ile birleştirilmek zorunda olduğudur. Bu da aslında bilginin

Yeni söylemin Batı modernitesine açılması ve onunla eleştirel ve etkileşimsel bir biçimde çalışmaya başlaması, sonraları modernitenin krizlerinin doğasını ve büyüklüğünü anlayacak olan Müslümanların dikkatini keskinleştirmiştir. Sonuçta bu, Müslümanların adı geçen konulara ilişkin bilgilerini ve güvenlerini arttırabilir ve aynı şekilde İslamî dünya görüşünün yaratıcı ve üretken potansiyelini de keşfedebilirler. Yeni söylem taraftarları insanî değerler ile bilim, teknoloji ve demokratik süreçler arasındaki ayrılığı doğuran derin boşluğu görmüş ve bu konuya eğilmişlerdir. Örneğin bilim ve teknoloji meselesinde Batı modernliğinin bilimsel ve

88

İnsanî bilimlerin ne tam ne de evrensel veya

İslamîleştirilmesi veya İslamî bilginin tesis edilmesi projesinin temel öncülüdür. Yeni İslamî söylemi savunanlar belirsizlik gibi kavramlar içeren ve on dokuzuncu yüzyıl biliminin iş gördüğü kozalite/sebep-sonuç ilişkisi gibi zor kavramlarla iş görmeyen “yeni bilim” sözü ile neyin kastedildiğinin kesinlikle farkındadırlar. Şunu anladılar ki Batı dilinin terimleri basit değildir çünkü, kavramsal anlam temellerini aldıkları kompleks bir kültür sözlüğünün köklü parçalarıdır. Örneğin akl sözü İslamî bağlamda özel ve mutlak İslamî bir manaya sahiptir. Modern Batı uygarlığının baskısı altında kalan ve kültürel terkiplerinin

teknolojik gelişmişliğinden faydalanırken, onun

mana inceliğinde ustalaşamaması sonucunda,

dünya görüşünü benimseyip bilimsel nötralite ve

önceki neslin zihninde modern Batılı felsefi

özgür değerler önerilerini kabul etmemişlerdir.

gramerde yer alan “akıl” kelimesi, İslam dilinin

Yukarıda bu gelişmeleri İslamî değer sistemi

“akl” kelimesi ile yakın anlamlı olarak yer

ile birleştirme çabasından söz edildi. Benzer

almıştır. Buna sebep de Batı’nın rasyonalitesine

durum demokrasi için de geçerlidir. Demokrasi

ve Aydınlanma’ya duyulan yüksek takdir ve

ile şuranın (danışma) ayrımı çabası, demokratik

hatta derin hayranlıktır. Diğer yanda yeni

süreçlerin İslamî değer sistemi ile birleştirilmesi

söylemciler, Batı lügatinin, zihnin kategorilerine

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ilişkin karmaşık yapının ve bunun içinde yer

yemekleri için de geçerlidir. Bu ticari kolların

alan zıtlığın bilgisine de sahiplerdi. Kaldı ki

kusursuzca zararsız görünen kültürel boyutları

onlar, “araçsal akıl”, “eleştirel akıl”, “işlevsel

kesinlikle helaldir ve saf dinsel bakış açısından

akıl”, “emperyalist akıl”, “mücerret akıl” vs.

tümüyle temizlenerek, İslam’ın zorunlulukları

gibi bölümlere ayrılan Batılı akıl eleştirisine de

ve dünya görüşü ile ayrılık içinde olan bir dünya

yabancı değillerdir. Bu eleştiri aynı zamanda

görüşünün organik bir parçası haline gelir.

“aklın inkârı”, “aklın imhası”, “aklın yapısökümü” ve “aklın merkezden uzaklaştırılması” gibi kavramların da ifade bulduğu bir söylemdir. Böylece “akl” sözcüğünün İslam lügatindeki anlamının “zihin” kelimesinin Batı dilindeki varlığı ile yakın olduğu önerisi, daha fazla tutulur değildir. Batı’da irrasyonel tandansların, saçmanın ortaya çıkması ile madde, hem açık hem de daha kristalize bir hal almıştır. Yeni söylem taraftarları insan fenomeninin, dini de içermek kaydıyla faklı kültürel boyutlarının farkındadır. Eski söylem ise helal ile haram ayrımında kalmıştır. Araba ve hamburger şüphesiz helaldir ki bu, domuz eti ihtiva etmediği takdirde konserve et için de geçerlidir. Fakat söylemin önderleri, ticaretin kültürel boyutlarını ve onların kapsamlı bir dünya görüşüne uzanan köklerini kavrayamadılar. Burada şu da eklenebilir ki, ticaretin doğasının Batılı entelektüellerin büyük kısmı tarafından, kültürel bir ürün olarak gerçek boyutlarıyla anlaşılması, bugün bile tam bir ilkellik ve hamlık ifade eder. Örnek olarak arabayı kullanırsak: Sürücü kontak anahtarını çevirdiğinde onun, kendisini bir yerden başka bir yere götürecek basit bir makine olduğundan öte bir şey düşünmez. Oysaki bu bir yanılgıdır. Araba kullanmak, kendisini hususi bir yaşam stili olarak ortaya koyan bütün bir dünya algısını ifade eden bir eylemdir. Gereklilikleri arasında sayısız kuralın talim edilmesi ile birlikte yeterli benzin de bulunur. Dev petrol tankerlerinin taşıdığı dev maliyetlerdeki petrol, okyanusları aşarak benzin içen arabalar ve aşırı sıcak evlere ulaşır. Bu da elbette atmosferde, karada ve denizde kirlenmeye sebebiyet verir. Askeri birlikler, ucuz enerji akışını garanti altına

Yeni söylemin tüm fenomenlerin kültürel boyutları bakımından önemlerinin kısmen farkına varması, kabul ettikleri ulusalcı düşünceler içinden bir manifesto ve bununla ilişkili olarak zıt bir tavır takınmasına yönelik bir reddiyedir. İslamî değer sistemi çerçevesi içinde kültürel çoğulculuğu kabul ettikleri gibi, ulusalcı öğelerle, otonomiyi, kendine has var oluşu ve mutlak değer ve aşkınlığı kökünden sökmeye çalışan hegemonya ve globalleşme karşıtı güçlerle bir birlik oluşturmanın öneminin farkına varırlar. Yeni söylem savunucuları, çevre ve ekolojik problemlerin de kesinlikle farkındadırlar. Batı modernliğinde merkezî bir konum işgal eden “sonsuz ilerleme” gibi kavramlar onlar tarafından, sınırlara dolayısıyla insan, doğa ve elbette Tanrı düşüncesine yönelik düşmanca bir tavır olarak algılandı. Benzer şekilde, yalnız dini anlamda değil epistemolojik insanî duygulanımı anlamında estetik gibi kavramlar da... Böylece yeni söylemciler ısrarlı biçimde, yeni gelişme teorileri ve ilerleme kavramları aramaya başlamışlardır. İleri sürdükleri görüşlere göre İslamî gelişme teorileri, “uluslar arası” kurumlar tarafında pazarlanan genellemeci Batılı teorilerden kökünden farklı olması gerekliydi. Çünkü bazı teoriler ispatlarında yanılmış, çevresel problemlere yol açmış ve kitlelerin yoksullaşmasına neden olmuştur. Bu, tüketicinin korunmasına ilişkin (tüketimin yükseltilmesi, yükselen beklentilerin devrimi, vs.nin daveti) yeni söylemin devam eden eleştirelliğine ve çevresel tehlikelere, doğal kaynaklara ve insanın psikolojik ve sinir sistemine dair farkındalıklarına bağlanır.

almak ve müşterilerinin “ulusal güvenliklerini”

Yeni İslamî söylem, temel felsefi probleminin,

sağlamak üzere yayılırlar. Hızlı sürüş tekniği,

nihilizme öncülük eden epistemolojik rölativizm

gittikçe insan olmanın ve şehir planlamasının

probleminin de farkındadır. Bu kavramın yerine,

tek ölçütü haline gelir. Şehirler hızlı araba

“İslamî rölativizm” diye ifade edilebilecek,

kullanmayı kolaylaştıracak biçimde planlanır

yalnız bir tek mutlak kudretin varlığını, Kadir-i

ve sonuçta eski, geleneksel muhitler ve binalar

Mutlak’ ı ileri süren bir kavramı koyar. Ancak

tahrip edilip yıkılır. Aynı durum hamburgerle ev

O’nun mutlaklığı tüm diğer şeylerin rölativizmini

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

89


içerir. Mutlak bir Tanrı, bağıl zamanın dışındaki

fetva konusu olarak ele aldıkları insan doğasına

varlığı dolayısıyla, evrenin merkezi olur ve

bakış açılarının farklılığından kaynaklanır. Bu

ona varlık sebebini ve anlamını bahşeder. Bu

çok önemli bir konudur çünkü post-modernizm

da şu anlama gelmektedir ki, dünya kendisi

istikrarlı veya normatif ve mutlak temelleri olan

bakımından bağıl iken, yeniden rölativizme

her şeye karşı bir saldırı ve reddiye içindedir.

düşmeyeceği gibi anlamsız da olmayacaktır. İslamî rölativizm, “rölatif rölativizmdir”, mutlak rölativizm değildir. Burada maddenin gerçeğinin

söylemi Batı modernitesinden ayıran ve

ve bağıllığının indirgenemezliliğine ve bazı

birbirinden kopuk iki kutbun arasında deyim

yönlerinin sü- reksizliğine yönelik eş zamanlı bir

yerindeyse iştahla salınan orta seviyede analitik

farkındalık vardır. Başka deyişle mutlakın nihilist

kategorilerin keşfedilmesine yönelik müşterek

inkârından zorunlu olarak çıkmayan mutlak

bir çabaya giriştiklerine inanıyorum. Batı

ile rölatif olanın karşılıklı kat’ i bağımlılığına

modernliği söylemi; hem mutlak kesinlik veya

ilişkin bir farkındalıktır. Müslümanların

mutlak şüphe, hem (maddenin karasızlığını ve

söylemlerini de içeren herhangi bir insanî

deneyin sürekliliğini reddettikleri) ya dünyaya

söylem; önünde sonunda, insanoğlu tarafından

tümüyle hükmeden bir akıl veya akla tümüyle

şevkle kullanılan, zaman ve mekânın dışında

hâkim olan bir dünya ve son olarak hem de

yaşayan, insanî ve doğal dünyayı anlayan ve

(post-modernist dilin kullanımı bakımından)

bunların her biri için kutsal metni yorumlayan

tam bir varlık veya tam bir yokluk talebindedir.

bir tanzim teşebbüsüdür. Fakat yeni söylemin

O, katı materyalist bir rasyonaliteden, eşit

de savunacağı üzere, insanî hermenötik kutsal

katılıkta materyalist bir irrasyonaliteye geçiş

metinden farklıdır.

söylemidir. Öte yandan yeni İslamî söylem,

Tüm bunlar, ihtilaf (tedafu) değişme (tedavul) ve dünyadaki dinamizme öncülük eder. İhtilafta, arada bir bu şekilde görünse de çekişme anlamı zorunlu değildir. Değişme ise Tanrı’nın süreklilik özelliğini ihtiva eder ve geriye kalan her şey değişir. Bu, aynı zamanda dünyanın sadece bizim olmadığını da ima eder. İnsanî var oluş seviyesinde bunun anlamı, birlikte var olunan “diğerinin” ve ortak bir zemin arayışının kabulüdür. Azınlıklara ait modern fıkhın ortaya çıkışı, ister İslam toplumlarındaki gayri Müslim azınlıklara ister gayri Müslim toplumlardaki Müslüman azınlıklara ait olsun, bundan dolayıdır. Bu fıkıh, köklerini İslam’ın adalet ve eşitlik kavramlarından alır.

Batı modernliğinin materyalist tefritinin ötesine geçen insanî bir alan yaratmaya çalışır. İnsanî meselelerde kanıtlar kesin ve etraflı, tüm ihtimalleri kapsayıcı, tüm boşlukları dolduracak biçimde ve nedensellik zinciri de organik ve sıkı olmak zorunda değildir. Uygun delillerin sıralanması yeterlidir ve neden ve sonuç, katı bilimsel ve materyalist bir tarzda bağlanmak ihtiyacında değildir. Buna Arapçada “sababiyahfadfadah” denir. “Fadfadah” kelimesinin en yakın karşılığı, “bol” veya “geniş”tir ancak bunlardan hiçbiri, bu kelimenin gerçek anlamını çağrıştıran; “zorunlu olarak tutarsızlığı ve çözülmeyi getirmeyen bir özgürlüğe ruhsat veren bir düzeyde tolerans

Yeni İslamî söylemciler, kendisini tüm insanlara ve tüm kutsal metinlere karşı şiddetli bir saldırı ile ifade eden post-modernizmin doğurduğu tehlikenin farkındadırlar. Örneğin Kur’an, belirli durum ve olaylara göndermeler yoluyla tümüyle yorumlanabilecek türden bir tarih

90

Yeni İslamî söylem savunucularının İslamî

ve katı organik bütünlüğün kaybını” ifade etmemektedir. Bana göre bu kozalite İslamî dünya algısının özüdür; A’nın yeknesak ve kesinlikli biçimde B’yi gerektirmeyeceğini fakat bunun ancak Tanrı’nın isteğiyle gerçekleşeceğini ileri sürer. “Tanrı’nın isteği”, yaratıcı ile yaratılanı

kitabı olarak görünür. Kadı Tarık el-Bişri’nin

birbirinden ayıran mesafeyi ifade eder. Bu

bu alanda büyük çapta yardımı dokunacak

mesafe ise gerçek bir insanî alanı, orada insanın

bir çalışma gerçekleştirdiğine inanıyorum. Bu

özgürlüğünü ve aklını sınadığı ve giderek saygı

çalışmada o, kutsal metinlerin kararlılığını ileri

değer ve güven verici bir yaratıcıya dönüştüğü

sürmüştür. Birçok meselede din hukukçuları

bir alanı ifade eder. Bu, İslam hukukunda beyn

arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar onların

kökünden gelen ve “arasında” anlamındaki

kutsal metni yorumlama farklarından değil, bir

beyniyyenin teyididir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Dr. Beşir Nafi, geleneksel İslam toplumlarındaki

epistemolojik bir paradigmaya varmaktır.

İslamî söylemin en önemli noktasının şeriat

Böyle bir paradigma hiyerarşik olmalıdır, taç

olduğunu işaret eder. Şeriat en temelde eski ve

pozisyonunda Allah’tan başka tanrı olmadığı

yeni İslamî söylemlerdir. Ancak yeni söylem,

tanıklığıdır; başarısı İslam’ın temeli olan adalet

benim “dildeki ikilik” diye adlandırmayı tercih

ve eşitlik anlayışı ve çeşitli tali uygulamalar

ettiğim sorunun çözümüne gayret gösterir.

yoluyladır. Sonra İçtihadın faaliyet alanı yoldan

Müslümanların inancına göre şeriat, açık

çıkma korkusu olmaksızın yayılmış olabilir.

ve gerek Müslüman bireyin gerekse İslam

Hepsinden öte içtihat, (aralıksız devam eden

toplumunun tarih boyunca yüzleştiği kolektif

bir içtihat süreci dolayımında) Kur’an ve

ve en önemli sorunlara cevap üretebilme yeteneğindedir. Fakat şeriatın dili, kolonyal saldırılar dolayısıyla tarihsel ve kültürel süreksizleşme sonucu birçok kimse için ulaşılmaz olmuştur. Yeni söylemciler bu dili deşifre etmek arzusundadırlar dolayısıyla onda saklı doğal hikmetin dışarı çıkarılabileceğini ve modern gerçekliğin buna uygulanabileceğini mümkün görürler. Müslüman âlimin yaptığı tam olarak budur ve bu da İslam terminolojisinde güç paylaşımı probleminin dışa vurumu olarak “iyiyi sevmek ve kötüyü yasaklamak” olarak tanımlanır. Fakat bununla Batı ve İslam retoriğinin benzer olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Müslüman âlimin tam olarak açıklamaya çalıştığı şey, modern retorikte ortaya çıkan bu modern sorunun bir benzerinin kendi terminolojisi ile İslam geleneğinde de ifade edilmiş olduğudur. Böyle bir içtihadın, geleneksel dini dünya görüşünün üretici gücünün yükselmesine ve Müslümanlara kendilerine ait doktriner bir zemin üzerinde sağlam bir şekilde durmalarına yardım edeceği şüphesizdir. Politik ve sosyal gerçeklikten izole edilmesi sürecinde, birçok Müslüman şeriatı, birbiriyle ilgisiz karar ve düşünceler dizgesi olarak görmeye başlamıştı. Ancak yeni durumlara cevap üretme süreci, şeriatı teşkil eden bileşenlerin karşılıklı etkileşimi ve bütünlüğünün, aynı zamanda bir dünya algısının ifadesi de olan bir tür farkında olmayı gerektirmekteydi. Bu, tam da yeni söylemin başarmaya çalıştığı şeydir. Geleneksel bir disiplin olan “makasıd”da bu çıkarımla hiç şüphesiz uyum içindedir. Bu disiplinin, bütün ile parça, kesin olan ile geçici olan, zorunlu olan ile koşullu olan, sürekli olan

sünnetten özümsenmiş hiyerarşik epistemolojik paradigma çerçevesinde yer alacaktır. Sözü edilen paradigma, fıkıhçıların koyduğu ve yeni yorumcuların formüle ettiği tek temel norm olacaktır. Yeni İslamî söylemin en belirgin özelliklerinden biri, savunucularının; güç sorunsalının kompleks boyutlarının, muhtelif muğlak mekanizmlerinin ve uluslararası ilişkiler ile yerel gerçeklik arasındaki ilişkinin farkında olmalarıdır. Aynı şekilde modern devletin karmaşıklığı kadar onun gücü ve bireyin özel yaşamına karışmak ve onu domine etmek konusundaki yeteneğinin de farkındadırlar. Kendi nicel mantığıyla, İslamcılar, Marksistler veya liberaller olarak bu mantığı benimseyenlerin isteklerini öteledikçe bir ahtapota dönüştüğünü de bilirler. Karar mekanizmasında ve kanun koyucunun amaçları ve istekleri bakımından manipülasyonunda bürokrasinin rolü onlara göre oldukça açıktır. Benzer biçimde devletin kitleler üzerinde eğlence endüstrisi eliyle kurduğu sıkı hâkimiyet, enformasyon ve şarkılar yoluyla toplumun bombardımanı ve tarihin yeniden yazılması gibi çeşitli güvenlik araçlarının olduğunu da görmektedirler. Bu anlamda devleti ele geçirmek bazı eski söylem savunucularının tahayyül ettiği üzere Müslümanların sorunlarını çözmez. Konunun özü devletin sınırlarının tesis edilmesi ve çivilerinin, vekâlet rolünün geri verilmesi bakımından “ümmet”i muktedir kılacak biçimde sağlamlaştırılmasının gerekliliğidir. Dolayısıyla da onların ümmet algısı ve evkafın (dini donanım) rolüne ve sivil topluma ilişkin yükselen dikkati, yeni devlet ve hükümet teorilerine yönelik büyüyen ilgileri.

ile süreksiz olan ve mutlak ile bağıl arasında bir

Evrenselliği, fenomenal insanın kültürel

ayrım yaptığı doğrudur. Bu geleneksel disiplinin

boyutlarına ilgisi ve geniş kapsamlı bir dünya

geliştirilmesi için gerekli olan şey, Kur’an’dan

görüşü olarak kendiliğinin farkında olması

(Müslümanların kutsal metni) ve sünnetten

hasebiyle yeni söylem, estetiğe büyük bir

(Peygamber’ in uygulamaları) çıkarılmış İslamî

dikkatle yaklaşır. Zira o, konusu bakımından

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

91


helal-haram kategorizasyonuna tabi değildir.

bakış açısı sunmak konusunda başarılı oldu. Bu

Aslında yeni söylem taraftarları sanata,

onun, diğer tarihçilerin genellikle ya üstünkörü

İslamî dünya algısı temelinde yükselen fakat

bakıp geçerek ya da bilinçli bir biçimde hakir

daha geniş kapsamlı bir bakış geliştirmek

görerek ele aldıkları bu sekülerist geleneğin,

çabasındadırlar. Bundan hareketle yeni teorik

sufizm ve sufi cemiyetinin rolüne verdiği önemi

formülasyonlar ve mimarlık ve diğer başka

ifade eder. Onlar sufizmi tümüyle hurafe gibi

sanat dallarındaki farklı uygulamalar ortaya

görmektedir. Hâlbuki Dr. Beşir Nafi, sufizmi

çıkmıştır. Yeni İslamî söylemin bu yönü, onun

ve sufi okullarının, İslam tarihini anlamaya

Batı modernliğine dönük yaratıcı eleştirel,

yönelmiş asli bir ilk çaba olduğunu bulmuştur.

geleneğe dönük üretici yaklaşımının bir

Bazı çalışmalarında kadı Tarık el-Bişri Mısır

dışa vurumudur. Modern çağdaki pek çok

tarihinin anlaşılması için sufi toplulukları üzerine

Müslüman sanatçı ister Doğu’da ister Batı’da

çalışılmasının önemini anlatır.

çalışsınlar, yalnızca Batı tarzı sanat görüşü ve metodolojisine maruz kalmıştır. Bununla beraber yine birçoğunun bu algı dünyasından kurtulmanın yollarını aradığı da görülmektedir. Bir yandan gereken bilgileri alıp ondan faydalanır ve bir yandan eleştiri oklarını bu algı tarzına yönlendirirken, diğer yandan kendilerini İslamî bir tarzda tercüme ettikleri İslamî sanat ve yapı geleneğinin içinden çıkarsadıkları ve modern çağın ihtiyaçlarına cevap veren kriter ve normlar üretme çabasındadırlar. Not edilmesi gereken noktalardan biri de bu sanatçılar İslam mirasını farklı açılardan ele aldılar ve Batı’dan öğrendikleri analitik yöntemleri kullanmak suretiyle bu mirası ve onun teoretik temellerini yeniden keşfettiler. Bunun yanında klasik İslam eserlerine de ilgi göstermeye başladılar.

92

Yeni İslamî söylemin destekçisi veya taraftarı olan bazı isimler olarak, Malik Bin Nebi, Nakıb el-Attas, Fehmi Huvaidi, Raşid Gannuşi, Münir Şefik, Adil Hüseyin, Tarık el-Bişri, Dr. Abdulhalim İbrahim Abdulhalim, Dr. Rasim Badran, Dr. Salim el-Avva, Dr. Beşir Nafi, IIIT grubunun kurucuları olarak Dr. İsmail Raci el-Faruki, Dr. Taha Cabir el-Ulvani, Dr. Abdulhamid ebu Süleyman, Dr. Hişam el-Talib ve Dr. Cemal el-Berzinci sayılabilir. Ayrıca bu isimlere Dr. Muna Ebulfadl, Dr. Seyf Yusuf, Dr. Nasr Arif, Dr. Usame el-Keffaş, Bayan Hiba Rauf, Dr. ElBeyumi Ganim, Fuad Said, Hişam Cafer, Dr. Ali Goma ve Dr. Luay el-Safi. Aynı şekilde elMüslim el-Muasır’da da yazıları çıkan Dr. Cemal Atiye, Müslüman Dünyaya Özgürlük grubu ile birlikte

Yeni söylemin en önemli yönlerinden bir de

Azam Tamimi ve el-İnsan grubuyla birlikte el-

taraftarlarının tarih okuyor olmalarıdır. Burada

Habib el-Mukni de bu söylemin destekleyicileri

nihai bir bitim noktasının varlığına ilişkin ve tüm

olarak eklenebilir. Şüphesiz ki Arap dünyasının

insanlığın kendisine doğru hareket ettiği bir

içinden ve dışından, yeni söylemin kristalleşmesi

“telos”un tasarımı bağlamında dizisel kavramlar

için çalışan başka isimler de mevcuttur.

düşüncesine yönelik bir reddiye vardır. Tüm

Batı’daki İslamî azınlık gruplarına dâhil birçok

insanlık tarihine bakışı tek bir bakış açısından

entelektüelin yeni İslamî söylemi yaratıcı bir

izlemeyi ve bir ve sabit zorunlu standarda

şekilde destekledikleri de not edilmelidir. Bu

göre yargılamayı getirir. Fakat gerçekte bu tek

kategoride Seyyid Hüseyin Nasr, Ziyauddin

bakış açısı ve değişmez standart iddia edildiği

Serdar, Ali Mazrui ve Pervez Manzur isimlerinin

gibi evrensel değil, aslında yalnızca modern

de sayılabileceği bu listenin kapsamlı bir liste

Batılı insanın bakışı ve standardıdır. Ben, Dr.

olduğu düşünülmemelidir. Çalışma konularını

Beşir Nafi’nin bize, kendisinden hareket le bir

buna tahsis etmiş araştırmacıların böyle bir

İslam tarihi okuması hazırlayarak ve sisteme

listesi, bir araştırma enstitüsü tarafından

dışarıdan analitik kategoriler ithal etmeyerek bu

derlenebilir. Ancak belki de şu an yapılması

dizisel tarihin reddine ilişkin müspet bir örnek

gereken, bu söylemin merkezî öncüllerine

sunduğuna inanıyorum. Sözü edilen okuma

ilişkin bilgimizin ve anlama faaliyetimizin

başlangıçta açıklayıcı, eleştirel ve empatiktir.

derinleştirilmesi ve söylemi destekleyen

Dr. Beşir, Batılı tarihçilerin henüz okumadığı

isimler ve onların yayınları dolayımında

veya okudukları halde önemsiz addedip kenara

bir epistemolojik yoğunlaştırma sürecinin

ittikleri belgeleri okudu. Böylece de yeni bir

başlamasıdır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Dosya: İslami Cemaat ve Organizasyonlarda Yapılaşma Problemleri

Üç Tarz-ı Siyaset Yusuf AKÇURA Zoya Köyü (Rusya), 15 Mart 1904, AKÇURAOĞLU YUSUF

—1— Osmanlı ülkelerinde, Garp’tan feyz alarak, kuvvet kazanmak ve terakki arzuları uyanalı, belli başlı üç siyası yol tasavvur ve takip (ebaucher) edildi sanıyorum: Birincisi, Osmanlı Hükümeti’ne tâbi muhtelif milletleri temsil ederek ve birleştirerek bir Osmanlı milleti vücuda getirmek. İkincisi, hilâfet haklarının Osmanlı Devleti hükümdarlarında olmasından faydalanarak, bütün İslâmları söz konusu hükümetin idaresinde siyaseten birleştirmek (Frenklerin “Panislâmisme” dedikleri). Üçüncüsü, ırka dayanan siyasî bir Türk milleti teşkil etmek.

din ve soy ihtilaflarına rağmen yekdiğerine karıştırarak ve temsil ederek, Amerika Birleşik Hükümetleri’ndeki Amerikan milleti gibi müşterek vatanla birleşmiş yeni bir milliyet, Osmanlı milleti meydana çıkarmak ve bütün bu zor ameliyatın neticesi olarak da, Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’yi aslî şekliyle yani eski hudutlarıyla muhafaza eylemekti. Ekseriyeti İslâm ve mühim bir kısmı Türk olan bir devletin bekasında ve kuvvetinin çoğalmasında, bilcümle Müslümanlar ve Türkler için fayda olmakla beraber, bu siyasî yol onlara doğrudan doğruya taallûk etmiyordu. Bu cihetle, Osmanlı hududu haricindeki Müslümanlar ve Türkler bununla o kadar meşgul olamazlardı. Mesele mahalli ve dahili bir mesele idi. Osmanlı milleti yaratmak siyaseti, ciddî olarak İkinci Mahmut zamanında doğdu1. Bu padişahın: “Ben tebaamdaki din farkını ancak cami, havra ve kiliselerine

Bu yollardan ilk ikisinin, bir zamanların Osmanlı

girdikleri zaman görmek isterim.”dediği

Devleti umumî siyasetine mühim tesiri oldu.

meşhurdur. Milâdî on dokuzuncu asır başlangıç

Sonraki ise, ancak bazı muharrirlerin yazılarında

ve ortalarında bu siyasetin Osmanlı ülkelerinde

görüldü.

itibar kazanması, kabili tatbik zan olunması tabiî

Osmanlı milleti vücuda getirmek arzusu, pek yüksek bir hayalî gayeye, pek yüksek bir ümide doğru yücelmiyordu, asıl maksat, Osmanlı memleketindeki Müslim ve gayrimüslim ahaliye aynı siyasî hakları tanımak ve vazifeleri yüklemek, böylece aralarında tam müsavat husule getirmek; fikirlerce ve dince tam serbesti vermek; bu müsavat ve serbestiden faydalanarak, söz konusu ahaliyi aralarındaki

idi. O zamanlar Avrupa’da milliyet düşünceleri, Fransız Büyük İhtilâli’yle, soy ve ırktan çok vicdanî isteğe dayanan Fransız kaidesini milliyet esası kabul ediyordu. Sultan Mahmut ve onu Birinci Selim’e kadar, bu doktrinin bazı Osmanlı

1

padişahları tarafından tabii bir tarzda takip olunduğu iddia edilebilirse de, bu takip Avrupa taklidiyle olmayıp, belki ortam gereğinden ve İslâm’ın henüz iyice kökleşmemi; olmasından çıkmakta idi, binaenaleyh bahsimizden hariçtir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

93


takip edenler, iyice anlayamadıkları bu kaideye

İslâmiyet politikası meydan aldı2. Avrupalıların

aldanarak, devletin ırk ve dini farklı tebaasını

Panislâmizm dedikleri bu fikir son zamanlarda

serbestlik ve müsavat ile emniyet ve karşılıklı

Genç Osmanlılık’tan yani Osmanlı milleti teşkili

dostluk ile meze ve terkip edip tek bir millet

siyasetine kısmen iştirak eden fırkadan doğdu.

haline sokmanın

Evvelleri en ziyade “Vatan” ve “Osmanlılık” yani

imkânına inanıyorlardı.

vatanda meskûn bilcümle halktan mürekkep bir

Avrupa’da milliyetler teşekkülü tarihinde görülen bazı misaller de itimatlarını arttırdı. Filhakika, Fransız milliyeti Cermen, Kelt, Lâtin, Grek ve daha bazı soyların birleşmesinden husule gelmemiş midir? Alman milliyetinde birçok Slav unsuru yutulmamış mıdır? İsviçre, ırk ve din farklarına rağmen bir millet değil midir? Adı geçen yüksek kişilerin, bu sıralarda bir siyasî birlik vücuda getirmeye çalışan Alman ve İtalyanların hareketlerini de, yanlış bir nazarla, doktrinlerinin doğruluğunu ispata hizmet eden vakalardan addetmiş olmaları dahi, gayri muhtemel değildir.

şairlerinin ve siyasetçilerinin birçoğunun duruş noktası “İslâmiyet” oldu. Avrupa içinde bulunmak, Garp fikirlerini yakından görmek, onların bu değişimine en kuvvetli sebepler idi. Adı geçenler Şark’ta bulundukları zaman, başlarını on sekizinci asır siyasî ve içtimaî felsefesiyle pek çok doldurmuşlar (içlerinden birisi Rousseau mütercimi idi) ve fakat soy ve dinlerin ehemmiyet derecesini tamamen idrak eylememişler ve özellikle yeni bir milliyet teşkili için zamanın pek geciktiğini, Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altında bulunan muhtelif unsurların, menfaatleri değilse bile, arzularının böyle bir

Osmanlı milleti fikri, en ziyade Âlî ve Fuat Paşalar zamanında geçerli idi. Fransız kaidesinin; plebisit ile milletler teşkil etmenin resulü Üçüncü Napolyon, bu Garplılaşmış paşalara kuvvetli destek oluyordu. Sultan Abdülaziz devrindeki Fransızvari ıslahat ve bu ıslahatın timsali Mekteb-i Sultanî, hep bu sistemin “Alamod” olduğu zamanların meyveleridir. Vakta ki milliyet kaidesi, Almanlar tarafından hakikî vakalara daha yakın bir surette, milliyetlerin esası ırk olmak üzere tefsir olundu ve bu tefsirin galebesi demek, evvelâ 1870-71 seferiyle Napolyon ve Fransa İmparatorluğu tekerlendi, işte o zamandan itibaren Osmanlı milleti denilen siyasi görüş, biricik dayanağını kaybetmiş oldu.

ittihat ve imtizaçta olmadığını ve binaenaleyh Fransız milliyet kaidesinin Şark’ta tatbiki imkânsızlığını, tamamen anlayamamışlardı. Ecnebi diyarda iken, ekserisi memleketlerini uzaktan daha kavrayışlı bir nazarla görmeye, din ve ırkın Şark için gittikçe artan siyasî ehemmiyetini ve bu cihetle Osmanlı milleti ihdası arzusunun beyhudeliğini anlamaya muvaffak oldular. Artık, var kuvveti pazıya verip İslâm unsurlarını -evvela Osmanlı ülkelerindekileri, sonra bütün kürei arzdakileri- soy farklarına bakmaksızın dindeki ortaklıktan istifade ile tamamen birleştirmeye, her Müslim’in en küçük yaşında ezberlediği “din ve millet birdir” kaidesine uyarak bütün Müslümanları, son zamanların millet kelimesine verdiği manâ ile bir tek millet haline koymaya çalışmak lüzumuna

Vakıa Mithat Paşa, isimleri yukarda geçen iki

kani oldular. Bu, bir cihetten Osmanlı ülkeleri

ünlü vezirin bir dereceye kadar takipçisi idiyse

sakinleri arasında ayrışmaları ve farklılaşmaları

de, Mithat’ın siyasî programı onlarınkine nispetle

davet edecekti, Müslim Osmanlı tebaası ile

daha karışık ve pek gelip geçici olduğundan

gayrimüslimler artık ayrılacaktı. Lâkin diğer

ve Mithat’ı izleyen şimdiki Genç Osmanlılar’ın

cihetten, büyük bir imtizaç ve ittihada sebep

programları ise hayli müphem bulunduğundan

olacaktı. Bütün Müslümanlar birleşecekti. Bu

Osmanlı milleti teşkili hayalinin Fransa İmparatorluğu ile beraber ve onun gibi tekrar

94

Osmanlılık nidalarıyla işe başlayan Genç Osmanlı

Bu siyaset birkaç asır evvel de, Osmanlı hükümeti

2

tarafından takip olunmuştu. Yıldırım Bayezid, Fatih

dirilmek üzere, öldüğüne hüküm olunsa, hata

Mehmet ve Sokullu Mehmet bu fikre hizmet etmişlerdir.

edilmemiş olur sanırım.

Bitirici Selim’in ise, hemen her hareketinde İslâm

Osmanlı milliyeti siyasetinin başarısızlığı üzerine

makalenin zemininden hariçtir.

âlemini birleştirmek arzusu görülür, lâkin o zamanlar bu

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


yol, geçen yola nazaran, daha geniş, yeni

Müslüman ahalisi kalabalık olan Afrika içlerine

bir deyim ile alemşümul (mondiale) idi. İlkin

ve Çin diyarına elçiler gönderildi. Bu siyasetin

sırf nazarî olup yalnız matbuat sahifelerinde

en sağlam icra vasıtası olmak üzere Hamidiye

görülmekte olan bu fikir, gitgide tatbik olunmak

Hicaz Demiryolu’nun inşasına başlanıldı. Lâkin

istenildi. Abdülaziz’in son devirlerinde,

işbu siyasî doktrin ile Osmanlı Devleti, Tanzimat

“Panislâmizm” sözü diplomatik konuşmalarda

devrinde terk etmek isteğini dinî devlet (Etat

işitilir oldu, bazı Asya İslâm hükümdarlarıyla

theocratique) şeklini tekrar alıyordu. Artık

münasebet istihsaline uğraşıldı. Mithat Paşa’nın

vicdan ve fikir serbestliğini, siyasî serbestliği,

düşmesinden, yani Osmanlı milleti ihdası

keza müsavatı, din ve ırk müsaviliğini, siyasî

fikrinin hükümetçe büsbütün terk olunmasından

müsaviliği, medenî müsaviliği terk etmeye

sonra, Sultan İkinci Abdülhamid de bu siyaseti

mecbur kalıyordu. Binaenaleyh Avrupavarî

tatbike çalıştı. Bu padişah Genç Osmanlılar’ın

meşrutî hükümete veda etmek, devletin tebaası

amansızca karşısında olmakla beraber, bir

arasında cins ve din ihtilâfından, içtimaî vaziyet

dereceye kadar onların siyasetlerinin talebesidir.

ihtilâfından çıkarak öteden beri mevcut olan

Hukuk müsavatı ve tam serbestlik temin olunsa

sevişmezlik ve zıddiyetin artmasına ve bunun

bile gayrimüslim tebaanın Osmanlı siyaset

neticesi olmak üzere de ayaklanma ve isyanların

topluluğunda bulunmayacağını anladıktan

çoğalmasına, Avrupa’da Türklüğe düşmanlığın

sonra, Genç Osmanlılar adı geçen tebaaya ve

şiddetlenmesine katlanmak iktiza ediyordu4...

onların koruyucusu olan Hıristiyan Avrupa’ya

Filhakika öyle de oldu.

düşmanlık göstermeye başlamışlardı. Padişahın günümüzdeki siyaseti3 şu değişmeden sonraki Genç Osmanlılar’ın fikirleriyle pek büyük bir benzerlik gösterir.

Irk üzerine müstenit bir Türk siyasî milliyeti husule getirmek fikri pek yenidir. Gerek şimdiye kadar Osmanlı Devleti’nde, gerekse gelip geçen diğer Türk devletlerinin hiç birisinde bu fikrin

Günümüzdeki hükümdar, sultan, padişah

mevcut olduğunu zannetmiyorum. Cengiz ve

lakapları yerine halife dinî sıfatını koymaya

Moğollar’ın tarafını tutan müverrih Lcon Kahon,

çalıştı; genel siyasetinde din, İslâm dinî

o büyük Türk hanının bütün Türkleri birleştirmek

mühim bir mevki tuttu. Nizamî mekteplerin

gibi yüce bir maksatla Asya’yı baştan başa

tedrisatında dinî maddelere ayrılan zaman

fethettiğini yazıyorsa da, bu iddiasının tarihçe

arttırıldı. Tedrisatın esası dinîleştirilmek istendi.

tamamen tevsik edildiği hakkında bir şey

Dindarlık, müttekîlik -velev zâhirî ve riyakârane

diyemem.

olsun- hilafetpenahinin teveccühünü celbetmeye en kavi vesileler haline geçti. Yıldız saray-ı hümayunu; hocalar, imamlar, seyyitler, şeyhler, şerifler ile doldu. Bazı mülkî memurluklara sarıklılar tayin edilir oldu. Dinde sağlamlık belki de hilâfet makamına, hilâfet makamından ziyade o makamı işgal eden zata şiddetli merbutiyet ve kulluk, gayrimüslim kavimlere karşı nefret telkin etmek üzere halk arasına vaizler gönderildi. Her tarafta tekkeler, zaviyeler, camiler yapım ve tamirine çalışıldı. Hacılar ehemmiyet kazandı. Hac mevsiminde hilâfet evine uğrayan hacılar, Müslümanların önderinin lütuflarına ve inayetine mazhar edilerek gerek kendilerinin ve gerekse memleketlerindeki diğer Müslümanların hilâfet makamına celp ve kalplerinin raptına çalışıldı. Yakın zamanlarda Makalenin yedi sene evvel yazıldığı unutulmasın.

3

Tanzimat ve Genç Osmanlılık hareketlerinde de, Türkleri birleştirmek fikrinin varlığına dair hiçbir belirtiye rast gelmedim. Bilmeni, merhum Vefik Paşa, lehçesiyle saf Türkçe yazmak arzusuyla bu yüksek hayal arkasında biraz olsun dolaşmış mıdır? Şu muhakkak ki, son zamanlarda İstanbul’da Türk milliyeti arzu eden bir mahfel, siyasî olmaktan ziyade ilmî bir mahfel teşekkül etti. Bu mahfelin teşekkülünde, Osmanlılarla Almanların münasebetinin artmasının, Alman lisanını ve bahusus Almanların tarih ve lisan ilimleri hakkındaki tetkikatını Türk gençlerinin bilir olmasının hayli tesiri olmuştur sanıyorum. Maksadım yanlış anlaşılmasın: Muhtelif unsurlar

4

arasındaki düşmanlığın ve Avrupa ile Osmanlı Devleti arasındaki çekişmelerin muhtelif sebepleri vardır;

(Dolayısıyla makale günümüzden 68 yıl önce yazılmış

yukarıda söylenen sebep, söz konusu muhtelif

bulunuyor, d.n.).

sebeplerden yalnız birini teşkil eder.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

95


Çünkü bu genç mahfelde, Fransız izleyicileri

tatbikinde de bütün insaniyetin faydalanacağını

de olduğu gibi bazı hafif ve “declamatoire”

ispat eylemek ve daha sonra, zikrolunan üç

edebiyattan ve siyasiyattan ziyade, sessiz,

yoldan bir veya birkaçının gelecek şartlara sahip

sabırlı ve inceleyici şekilde elde edilmiş sağlam

olan yol veya yollarla ayniyetini göstermek

bir ilim mevcuttur.

gereklidir. Bu ise, sanmam ki şimdi mümkün

Şemsettin Sami, Türkçe Şiirler’in muhterem müellifi, (Mehmet Emin) Necip Asım, Veled Çelebi ve Hasan Tahsin bu mahfelin göze

siyasî yol veya yolları, henüz insanlık bilgisi bulamamıştır.

görünen azası olup, İkdam bir dereceye kadar

Yukarıdaki usulü takip etmeyip de, üç yoldan

düşüncelerinin benimseyicileridir. Günümüzdeki

bir veya birkaçının Osmanlı, Müslüman veya

hükümetin, bu doktrine iyi bakmamasından

Türklere tatbikiyle tüm insanlığa menfaat

olacak ki, hareketleri pek yavaş oluyor .

ispatına kalkışılsa usulün noksanlığından dolayı

5

Osmanlı ülkelerinin, İstanbul’dan başka yerlerinde bu fikrin taraftarları olup olmadığını bilmiyorum. Lâkin Türklük siyaseti de, tıpkı İslâm siyaseti gibi umumîdir; Osmanlı hudutları

netice pek çok hatalı olur. Ekseri içtimaî ve siyasî işlerde bu hatalı usulün kullanılması itiyad edilmiş ise de, hakikatte bir nevi safsata olduğundan vazgeçiyorum.

ile mahdut değildir. Binaenaleyh, kürenin Türkler

Meseleyi biraz tahdit edelim, teşekkül etmiş

ile meskûn diğer noktalarına da göz atmak iktiza

beşerî bir heyete diyelim.

eder

Yine de pek umumî bir meseleye çatıyoruz:

En çok Türklerle meskûn Rusya’da Türklerin

Muayyen bir cemiyetin menfaatleri neden

birleşmesi fikrinin pek müphem bir surette

ibarettir? Buna cevap vermeden, falan veya

varlığını tahmin ediyorum. Henüz doğmuş “İdil

falan siyasî yolun falan cemiyete faydalı olduğu

Edebiyatı” Müslüman olmaktan ziyade Türk’tür.

hallolunamaz.

Dış tazyikler olmasa, bu fikrin kolaylıkla gelişmesine Osmanlı ülkelerinden fazla müsait muhit, Türklerin en kalabalık bulunduktan Türkistan ile Yayık ve İdil havzaları olurdu.

Malûm bir cemiyetin menfaatlerinin neden ibaret olduğunu tayin etmek siyasî bir meseledir. Yani “Siyaset” denilen ve henüz mevzu ve usulü katî olarak kararlaştırılamamış natamam bir

Kafkasya Türklerinde de bu fikir mevcut olsa

ilmin mühim meselelerinden biridir. Siyaset

gerek. Azerbaycan’a Kafkas’ın fikrî tesiri olmakla

ilminin meseleleri hakkında, tâlil (tümdengelim-

beraber, şimalî İran Türklerinin ne derecelere

deduction) ve istikra (tümevarım-induction)

kadar Türklerin birleşmesi taraftarı olduklarını

taraftarları arasında münakaşa ve çekişme

bilmiyorum.

devam etmektedir. “Birinciler derler ki, siyasî

Ne olursa olsun, ırka müstenit siyasî bir millet türetmek fikri henüz pek turfandadır, pek az yaygındır.

kaideler sırf fikrîdir (ideal), söz konusu kaideler tıpkı riyaziyenin mütearifeleri (belit-axiome) peşince (â priori) vazolunur. Hükümet ricali bu kaideleri, mimarın hendese kaidelerini tatbiki gibi cemiyete tatbikle mükelleftir. İkinciler ise,

—2—

cemiyetler itaat ettikleri kaideleri zâtında ihtiva

İmdi, bu üç siyasetten hangisinin yararlı ve kabil-i tatbik olunduğunu araştıralım. Yararlı dedik; lâkin kime ve neye yararlı?

edip yetişme ve gelişmeleri ile ortaya kovarlar: Bu cihetle siyaset ilmi, beşerî faaliyete hayalî bir gaye tayininden sarf-ı nazar eylemeksizin, vakalardan tarihî ve içtimaî kaideler çıkarmaya,

Önce bütün insaniyete denilebilir. Bu halde,

muhit, ahval, kuruntular ve ihtirasları gözden

insaniyetin menfaatine hizmet eden siyasî yol

kaçırmamaya çalışmalıdır, derler6”.

veya yolları tarif ve sonra o yol veya yolların muayyen ve mahdut bir kısım insaniyete Yanılmıyorsam, Türk tarihinin ikinci cildinin

5

neşrolunmasına hükümet müsaade etmedi.

96

olsun. Zira bahsedilen şartları ihtiva eden

Siyaset ilminin usulünde olan bu ihtilâf, ona müteallik meselelerinde ekserisinde katî bir hal sureti bulmaya mani oluyor. Beşerî cemiyetlerin Liard: Logique. Methode des Sciences Morales, s. 185.

6

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


hakikî menfaatleri, içtimaî ilimler mensuplarınca

bir kısmının (gayrimüslim olanların) sonunda

pek çok tartışmayı davet ettiği halde, henüz

kaybını ve bu cihetle Osmanlı Devleti’nin

karara varılmamış meselelerdendir.

günümüzdeki topluluğundaki bir parçasının yok

Bu kararsızlık ile beraber, her cemiyet kendi menfaatini elde etmek ümidiyle bilfiil daimî değişme halindedir. Yani yukarda zikredilen

olmasını mucip olacağı gibi, Türklüğün Müslim ve gayrimüslim dinî anlaşmazlığıyla bölünmesine ve binaenaleyh kuvvetsizlenmesine sebep olur7.

içtimaî mesele, amelî olarak her zaman, her

Türklüğün menfaatine gelince o da, ne Osmanlı

mahalde hallolunmaktadır. Bu devamlı değişme

Devleti’nin ve ne de İslâm’ın menfaatine

esnasında menfaat diye fiile getirilen şey

büsbütün uygun gelemez. Zira İslâm toplumunu

hayattır. Hayat ise kuvvetle devam ettiğinden,

Türk ve Türk olmayan kısımlarına bölerek

hayatın varlığı kuvvetin varlığını gerektirir.

zayıflatır ve bunun neticesi olarak Osmanlı

Demek oluyor ki, her cemiyet menfaatini hayatta, yani kuvvet kazanmakta ve kuvvetini arttırmada buluyor. Bu cihetle, cemiyetler arasında, kâinatın varlık peşinde dolaşan bütün unsurları arasında olduğu gibi, daimî bir savaşma görülüyor. Biz de bu hal suretini kabul etmek mecburiyetindeyiz. Her cemiyetin menfaati; varlığında, binaenaleyh kuvvetli

tebaanın Müslümanları arasına da nifak salıp Osmanlı Devleti’nin kuvvetsizlenmesini mucip olur. Bunun içindir ki, her üç cemiyete mensup bir şahıs, Osmanlı Devleti menfaatine çalışmalıdır. Lâkin Osmanlı Devleti’nin menfaati, yani kuvvet kazanması, şimdiye kadar mevcut olup

olmaktadır.

bahsimizin mevzuunu teşkil eden Üç Tarz-ı

Lâkin hangi cemiyetin menfaatine çalışmalıyız?

hangisi Osmanlı ülkelerine kabil-i tatbiktir?

Bu sualin mantıkî bir cevabı verilemez. Filhakika neden Türkler veya Müslümanlar menfaatine hizmet edelim de, meselâ Slavlar

Siyasi’den hangisini takiptedir? Ve bunlardan

—3—

veya Ortodoksların faydası için uğraşmayalım?

Osmanlı milleti teşkili, Osmanlı ülkelerini şimdiki

Bahusus, bir cemiyetin menfaati, ekseri

hudutlarıyla muhafaza için yegâne çaredir.

hallerde, diğer birisinin zararı ile kaim

Fakat, Osmanlı Devleti’nin hakikî kuvveti,

olduğundan, hangi makul sebebe istinat ederek,

günümüzdeki coğrafî şeklini korumakta mıdır?

beşeriyetin bir kısmına zarar vermekte haklı olduğumuzu gösterebiliriz?

Osmanlı milletinin ortaya çıkmak halinde, devletin farklı din ve cinslere mensup

Bu suali ancak tabiî meylimiz, diğer tabirle

tebaasından, serbestlik ve hukukî müsavat

aklımızın henüz tahlil edemediği, hak veremediği

üzerine kurulmuş karma bir millet hasıl olacak,

hissimiz cevaplandırabilir. Ben Osmanlı ve

bunlar sırf vatan (Osmanlı ülkesi) ve millet

Müslüman bir Türk’üm. Binaenaleyh Osmanlı Devleti, İslâmiyet ve bütün Türkler menfaatine hizmet etmek istiyorum. Lâkin siyasî, dinî ve soya dayalı olan bu üç cemiyetin menfaatleri müşterek midir? Yani birisinin kuvvetlenmesi, diğerlerinin de kuvvetlenmesini mucip olur mu? Osmanlı Devleti’nin menfaati, bütün Müslümanların ve Türklerin menfaatlerine aykırı değildir. Zira tebaası olan Müslümanlar ve Türkler onun kuvvetlenmesiyle kuvvetlenmiş demek olduğu gibi, diğer Müslüman ve Türkler de, kuvvetli bir destek bulmuş olurlar. Fakat İslâm’ın menfaati, Osmanlı Devleti’nin ve Türklüğün menfaatlerine tamamen uymaz. Zira İslâm’ın kuvvet kazanması, Osmanlı tebaasından

(Osmanlı milleti) fikriyle birleşerek, din ve kavimlerin hayatlarından doğma ihtilâflar ve kavgalar kalmayacak ve bu esnada Rumlar, Ermeniler gibi Türkler, Araplar da eriyecek... Osmanlı Devleti’nin kurucuları olan Osmanlı Türkleri, ancak ilk önderleri Osman Bey’in namını vatana ve millete vermenin ve bilhassa analarının, babalarının himmetiyle vücuda gelen imparatorluğun daha ziyade parçalanmadığını görmenin manevî faydaları ile yetinecekler. Belki Osmanlı namından da uzak kalacaklar: Ekseriyeti hâkimiyet altındaki eski milletlerden (Müslim ve gayrimüslim) meydana gelmiş Gayrimüslim Türkler pek az olduğundan bu son mahzur

7

ehemmiyetsizdir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

97


bu serbest devlette, ekseriyetin arzusuyla,

kadar âdeta inhisara aldıkları memurluğa ve

eski mahkûmiyeti gösteren Osmanlı namı bile

askerliğe reayayı da iştirak ettirmek, diğer bir

ortadan kaldırtacak...

tabirle, nispeten az müşkül, aristokratlarca

Mamafih Osmanlı Türkleri uzun bir maziden beri icra ettikleri hâkimiyetin tesiri ile belki mahdut bir istikbalde de maddî nüfuzlarını devam

olmadıkları ve hakir gördükleri sanayi ve ticarete girmek lâzım gelecekti.

ettirebilirler. Lâkin atalet hassasının içtimaî

2. İslâm istemiyordu. Zira katılanların hakikî

işlerdeki bu tecellisi, diğer tabiî durumlarda

menfaatlerini pek maddî ve beşerî bir nokta-i

olduğu gibi pek az sürer.

nazardan gözeten bu kuvvetli din, Müslim

Osmanlı milletinde bulunacak bilûmum Müslümanlara gelince: Ekseriyeti teşkil edecekleri cihetle, memleketin idaresinde bütün hâkim kuvvetin onlar eline geçmesi ve binaenaleyh manen ve maddeten İslâm unsurunun bu karma toplulukta en çok faydalanır olması gerekir gibi görünürse de, bu istifadeyi tasavvur ile beraber Osmanlı milletinde dinî ihtilâfın kalkmamış, hakikî bir müsavatın ortaya çıkmamış, farklı unsurların cidden erimemiş olduğunu düşünmüş oluyoruz... Osmanlı milletinin ortaya çıkmasında, ona dahil olacak Türk ve Müslümanların nüfuz ve kuvvetleri artmayacak demek, Osmanlı Devleti’nin kuvveti eksilecek demek değildir. Halbuki asıl meselemiz devletin kuvvetinde idi. Bu kuvvet elbet artacaktır. Muntazam, sıkı, hulâsa modadaki bir tâbir ile “Bloc” teşkil eden bir millet ahalisi, daimî ihtilaf ve kavga halinde bulunup, ayrışmakta olan anarşik bir devletten şüphesiz daha kuvvetlidir. Lâkin asıl mühim mesele, muhtelif cins ve dine mensup olup şimdiye kadar birbirleriyle kavga ve savaştan halî kalmayan unsurların, şimdiden sonra kaynaşmalarının mümkün olup olmadığıdır. Yukarda görüldü ki bu babdaki tecrübe

ve gayrimüslimin hukuken tam müsavatını kabul etmiyor, gayrimüslimleri daima ikinci kademede bırakıyordu. Serbestliğe gelince: İslam her cihetten dinlerin en hürriyetperveri olmakla beraber, din bulunması itibariyle menşei fevkalbeşer olduğundan, mutlak hakikatlerden ibaret esas ve kaidelerinden hariç her kaideyi doğru yola aykırı görecek ve binaenaleyh insanlığın saadet kazanması maksadıyla tam bir fikir ve vicdan serbestliğini kabul etmeyecekti. 3. Gayrimüslim tebaa da istemiyordu. Zira cümlesinin son zamanlardaki terakkileriyle şaşalandırılan mazileri, istiklâlleri, hükümetleri vardı. Müslümanlar ve bilhassa Türkler o istiklâli bitirmiş, o hükümetleri mahvetmişti. Osmanlı hâkimiyeti altında ise, iddialarına nazaran, ekseriya adalet değil zulüm, müsavat değil hakaret, rahat değil azap görmüşlerdi. Hatta haysiyet ve namusları bile bazen ayaklar altına alınmıştı. Miladî on dokuzuncu asır, bir taraftan bunlara mazilerini, hallerini, haklarını, milliyetlerini öğretti; diğer taraftan da, hâkimlerini, Osmanlı Devleti’ni zayıflattı. Bir derecede ki, hüküm altındaki arkadaşlarından bazıları istiklâl bile kazanabildi. Bu aralık, zayıflamış hâkimleri mecburen ve fakat daima mütereddit şekilde dostluk elini

muvaffakıyetsizlikle sonuçlanmıştır.

uzattılar, hâkimiyeti arada taksim etmek,

Bundan böyle muvaffakiyet kabil olup

hukuku birleştirmek istediler. Görme basiretleri

olmadığını anlamak için, geçmiş tecrübenin

ekseriyetle hâkimlerinkinden açık bulunan bu

muvaffakıyetsizlik sebeplerini, tafsilatlı olarak

kuvvetlenmiş mahkûmlar, uzatılan ellerden

gözden geçirelim:

bazılarının pek samimî ve sadık olduğunu

1. Bu karışma ve uyuşmayı Müslümanlar ve bilhassa Osmanlı Türkleri istemiyordu. Zira altı yüz yıllık hâkimiyetleri hukuken bitecek ve bunca yıllar hükümleri altında görmeye alıştıkları

98

şerefli zan olunan bir çalışma yerine alışık

güzelce bilmekle beraber, bu yeni siyasette garbın tesirini, Osmanlı Devleti’nin varlığında kendi kazançlarını gören bazı Garp devletlerinin zorlamalarını da gözden kaçırmadılar.

reaya ile müsavat derecesine ineceklerdi. Bunun

Belki bazılarının menfaatleri, Osmanlı milletinin

en yakın ve maddî bir neticesi olarak, o zamana

teşekkülünde idi. Lâkin onlar da soğuk

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


akıllarından ziyade heyecana gelen hislerine

O zamanlar henüz siyasî hayat kazanmış Sırp ve

tâbi oluyorlardı. Hiçbirisi, ama hiçbirisi geçmiş

Yunan devletleri ise, “Türk boyunduruğu altında

istiklâlleriyle harbeden bir kavim ile beraber,

kalan millettaşlarını” arttırmak isterlerdi. Bunun

onunla karışarak, eriyerek yeni bir millet husule

için de Osmanlı tebaasının ayrılık halinde olması

getirmeye razı değildi.

menfaatleri icabındandı ve ona çalışırlardı.

4. Osmanlıların büyük düşmanı Rusya ile onun

5. Avrupa kamuoyunun bir kısmı da

köle ve pişdarları olan küçük Balkan hükümetleri

istemiyordu. Zira Avrupa kamuoyunu ihdas

istemiyordu. Zira Rusya; boğazlara, Anadolu ve Irak’a, İstanbul ve Balkanlara, mukaddes topraklara malik olmak, böylece siyasî, iktisadî, millî ve dinî maksadına erişmek peşinde idi. Boğazları elde etmekle, donanmasına Karadeniz gibi mahfuz ve büyük bir liman temin edecek, beynelmilel en mühim ticaret yollarından sayılan Akdeniz’e serbestçe çıkacak ve sonra o muhkem pusudan istediği zaman atılarak zamanımızın Hint kervanlarıyla onların muhafızları olan İngiliz ticaret ve harp gemilerine taarruz ile Birleşik Krallık’ın en zengin sömürgesinin yolunu kesebilecek, kısacası öteden beri göz diktiği Hind’i, garbından bir derece daha kuşatmış olacak, Anadolu’ya sahip olmakla dünyanın en münbit ve mahsuldar kıtasını hükmü altına alacak, Irak’a kadar sarkarak

edenlerin bazıları hâlâ Müslümanlık-Hıristiyanlık din kavgasından, Ehl-i Salip muharebesi ananelerinden kurtulamamış olduklarından, Hıristiyanları İslâm hâkimiyetinden kurtarmak, haçın hattâ ufak bir köşesini bile hilâl altında bulundurmamak, gayrimüminleri (infidâles) Avrupa toprağından, Nasârâ ülkesinden (Kudüs) sürüp çıkarmak arzusunda idi. Bazıları ise, sırf insaniyet ve ilim açısından muhakeme ederek “her türlü terakkiye istidatlı Avrupalı milletleri, yan barbar, zulümkâr, harp ve kavgadan başka maharetleri görünmeyen Turanîler boyunduruğundan” kurtarmak ve bu Asyalıları geldikleri Asya sahrasına kovmak isterlerdi. Lâkin ekseriya bu iki fikir birbirine karışır ve hangisi hangisinden çıktığı anlaşılamayacak kadar karışık bir halde tecelli ederdi.

bütün garbî Asya’yı eline geçirdiği gibi Hind’in

Demek ki, Osmanlı milletini, Osmanlı

garp kapılarına dayanmış olacak ve belki,

ülkelerindeki bütün kavimlerin arzusu

uzaktan uzağa ta o zamanlar beliren Rusya ve

hilâfına, haricî manilere rağmen, Osmanlı

İngiltere’nin İslâm topluluğu ve binaenaleyh

hükümetinde işbaşında bulunan birkaç kişi,

İslâm’ın mukaddes topraklan hakkındaki rekabetlerinde de kendi faydasına muvazeneyi bozacak, velhasıl, boğazları, Osmanlı Asya’sının mühim bir kısmını elde etmekle Rusya büyük

bazı Avrupa devletlerine (bilhassa Üçüncü Napolyon Fransa’sına) dayanarak meydana getireceklerdi. Bu iş, gayr-i mümkün denecek kadar müşküldü. İşbaşında bulunan zatların

siyasî ve iktisadî meyveler derlemiş olacaktı.

hepsi, dâhilerden olsa, yine bunca mânilere

Balkanları geniş imparatorluğuna ilhak ile

iş muvaffakiyetsizlikle bitti.

şimal ve cenup Slavlarını birleştirecek, böylece Ayasofya kubbesine haç dikerek Ortodoksluğun meydana geldiği beşiği, yani Rusların dinlerinin çıktığı yeri, Mescid-i Kamame’yi idareleri altına alarak, Hıristiyanlığın menbaını memleketinden sayılır kılacak ve bu suretle, hemen hepsi fazlasıyla dindar tebaasının kalp ile diledikleri en yüksek bir emellerini, dinî ve ruhî bir emeli gerçekleştirecekti.

katlanabilmeleri pek az muhtemeldi. Gerçekten Zikrolunan mâni sebepler, o zamandan beri eksilmedi, arttı, büyüdü. Abdulhamid’in siyaseti, Müslim ve gayrimüslim arasındaki nifak ve zıddiyeti arttırdı. Gayrimüslim tebaanın bir kısmı daha istiklâl kazanarak, diğerlerinin şevklerini çoğalttı. Rusya’nın gittikçe kuvvet ve şevketi arttığından, Osmanlı Devleti’ne olan zararlı tesirleri çoğaldı. Sırp, Yunan, Bulgar, Karadağ tesirleri peyda oldu. Avrupa efkârı

Bu maksatlarının kolaylıkla elde edilmesi,

daha ziyade Türkler aleyhine çevrildi. Osmanlı

Osmanlı Devleti’nin kuvvetsizliğine, Osmanlı

milleti siyasetinin en kuvvetli taraftarlarından

tebaasının devamlı nifak ve kavga halinde

Fransa, Paris Muahedesi devrindeki azametini

bulunmasına bağlı idi. Binaenaleyh, Rusya asla

kaybederek, Rusya’nın yardakçısı oldu. Hulâsa,

bir Osmanlı milleti teşekkülüne razı olmazdı.

memleketin dahilinde ve haricinde bu siyasete

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

99


büsbütün karşı bir muhit doğdu. Binaenaleyh,

esas kaidelerinden biri “din ve millet birdir”,

zannımca, artık Osmanlı milleti meydana

düsturuyla ifade olunur. İslâm, mümin olan

getirmekle uğraşmak, beyhude bir yorgunluktur.

kimselerin cinsiyet ve milliyetlerini bitirir;

Şimdi, İslâm birliği politikasının Osmanlı Devleti’ne yararlı olup olmadığını, tatbik kabiliyeti bulunup bulunmadığını tetkik edelim:

lisanlarını kaldırmaya çalışır, mazilerini, ananelerini unutturmak ister: “İslâm, kuvvetli bir değirmendir ki, farklı cins ve din müntesiplerini öğütüp, dinen, cinsen bir,

Yukarıda imâ olunduğu üzere, bu siyasetin

aynı haklara sahip, yekdiğerinden hiç farksız

tatbiki halinde Osmanlı tebaası arasında

Müslümanlar çıkarır...”

dinî nifak ve düşmanlığın artması, böylece gayrimüslim tebaa ile onların ekseriyetle meskûn oldukları memleket kısımlarının kaybı ve binaenaleyh Osmanlı Devleti’nin kuvvetinin azalması gerekecekti. Bundan başka, umumiyetle Türkler arasına Müslim ve gayrimüslim farkı girecek, soydan doğma kardeşlik din ihtilafları ile bozulacaktı. Lâkin bu mahzurlara mukabil, Osmanlı Devleti idaresindeki bütün Müslümanlar ve binaenaleyh onun bir parçası olan Türkler, pek güçlü bir bağ ile sımsıkı birleşecekler, böylece farklı cins ve dinden oluşmuş “Osmanlı milleti”ne nispetle, pek ziyade sıkı ve bu sıkılığı cihetiyle, mülkçe, adetçe, arazice, servetçe olan noksanlıklarına rağmen daha kuvvetli bir topluluk, İslâm topluluğu, meydana getireceklerdi. Daha mühimi, yeryüzündeki bütün Müslümanların gittikçe kuvvetlenmek üzere birleşmesi ve böylece Anglo-Sakson, Cermen, Slav, Latin ve belki sarı ırkın birleşmeleriyle meydana gelecek büyük kuvvetler arasında varlığını muhafaza eyleyebilecek, din üzerine müstenit bir kuvvetin doğması için hazırlanacaktı. Bu yüksek emele varana değin, şüphesiz hayli zaman geçecek, ilk devirlerde yalnız şimdiden mevcut manevî münasebetler

İslâm’ın meydana çıkışında, güçlü, muntazam siyasî teşkilatı vardı. Kanun-u esasîsi Kur’an idi. Resmî dili Arapça idi. İntihap edilmiş bir reisi, mukaddes bir riyaset merkezi vardı. Lâkin diğer dinlerin tarihinde görülen değişmeler, İslâm’da dahi bir dereceye kadar müşahede olunur: Irk tesirleri ve muhtelif vakalar neticesi, dinin teşkil ettiği siyasî birlik kısmen bozuldu. Hicretten henüz bir asır geçmemiş idi ki, Arap ve Acem milliyetleri zıddiyeti, Emeviye ve Haşimiye hanedanları arasındaki nefret tarzında tecelli ile İslâm birliğine kapanma bilmez bir yara açtı, Sünnî ve Şiî büyük ihtilâfını ortaya çıkardı. Daha sonraları, Arap ve Acem unsurlarına Türk, Berber vesaire gibi muhtelif unsurlar da karıştı. Bunlar İslâm’ın düzeltmek, birleştirmek ve temsildeki şiddetine rağmen, millî his ve ihtiraslarını kısmen muhafaza eylemiş olduklarından, İslâm’daki fikir ve siyaset birliği daha ziyade bozuldu. Şark’ta da, tıpkı Garp’ta olduğu gibi tavaif-i mülük hasıl oldu. Hilâfet, manevî riyaseti bir dereceye kadar muhafaza etmekle beraber, pek geniş Darü’lİslâm, her tarafta türeyen küçük küçük ve geçici emirlikler, saltanatlar, şahlıklar, padişahlıklar ile parça parça oldu. Bizzat hilâfet de ikileşti, hattâ üçleşti. Resmî ve dinî lisan da birliğini kaybetti.

takviye olunarak, müstakbel topluluğun ancak

Acemce, Arapça kadar hak iddiasına kalkıştı.

müphem bir taslağı yapılacak ve fakat gitgide

Bir zaman geldi ki, İslâm’ın kuvveti en aşağı

hatları ve şekli daha çok belirecek, müspet,

noktasına doğru inmeye başladı. İslâm

katî ve henüz zikri geçen büyük, korkunç

ülkelerinin bir kısmı, gitgide büyük kısmı,

manevî eşhasla boy ölçüşebilmeğe muktedir,

dörtte üçünden fazlası, Hıristiyan devletlerinin

Asya’nın büyük bir kısmıyla Afrika’nın yarısından

hâkimiyeti altına geçerek İslâmiyet’in birliği

ziyadesine hâkim manevî bir şahıs yaratılmış

delik deşik oldu.

olacaktı.

Yakın zamanlarda ise, Garp fikirlerinin tesiriyle,

Lâkin bu tarz-ı siyasetin, Osmanlı Devleti’nde

İslâmiyet’in arzusuna rağmen tamamıyla

muvaffakiyetle tatbiki mümkün müdür?

mahvedemediği kavim ve milliyet taassubu, pek

İslâm, siyasî ve içtimaî işlere pek çok ehemmiyet veren dinlerden biridir. İslâm’ın

100

az da olsa, baş göstermeye başladı. Kuvvetine halel veren bunca vakalar ile

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


beraber, İslâm hâlâ pek güçlüdür. Müslim’in

Osmanlı ülkelerindeki Türkler hem dinî, hem

arasına, dinlerinde şüphelilik veya daha beteri

ırkî bağlar ile pek sıkı, yalnız dinî olmaktan

olan imansızlık henüz girmemiş denebilir.

sıkı birleşecek ve esasen Türk olmadığı halde

İslâm’ın hemen bütün tabileri, din yolunda her

bir dereceye kadar Türkleşmiş sair Müslim

fedakârlığı göze alacak, muti, dini ile heyecanlı,

unsurlar daha ziyade Türklüğü benimseyecek

dini bütün kimselerdir.

ve henüz hiç benimsememiş unsurlar da

Bazı Müslüman devletlerin yeni kanunları İslâm

Türkleştirilebilecekti.

şeriatından ayrılmakla beraber, esası yine İslâm

Lâkin asıl büyük fayda; dilleri, ırkları, âdetleri ve

kaideleri gibi gösterilmektedir. Hâlâ, Arapça

hattâ ekseriyetinin dinleri bile bir olan ve Asya

yegâne din lisanıdır. Hattâ birçok yerlerin

kıtasının büyük bir kısmiyle Avrupa’nın şarkına

Müslümanları için ilmî ve edebî lisandır da.

yayılmış bulunan Türklerin birleşmesine ve

İslâm okulları-müstesna bölümleri sarfınazar-

böylece diğer büyük milliyetler arasında varlığını

aynı program ile aynı lisan üzere (Arapça dili)

muhafaza edebilecek büyük bir siyasî milliyet

öğretime devam etmektedir. Hulasa, İslâm

teşkil eylemelerine hizmet edilecek ve işbu

medeniyeti, evvelki birliğiyle devam ediyor

büyük toplulukta Türk toplumlarının en güçlü ve

denilebilir.

en medenileşmişi olduğu için Osmanlı Devleti

Hâlâ her Müslüman’ın, Türk veya tranîyim

en mühim rolü oynayacaktı. Son vakaların

demekten evvel, “Elhamdü-lillâh Müslüman’ım” diyor. Hâlâ İslâmiyet dünyasının büyük kısmı, Osmanlı Türkleri hakanını İslâm’ın halifesi tanıyor. Hâlâ bütün Müslümanlar, günde beş defa Mükerrem Mekke’ye yüz çeviriyor ve

fikre getirdiği uzakça bir istikbalde, meydana gelecek beyazlar ve sarılar âlemi arasında bir Türklük cihanı husule gelecek ve bu orta dünyada Osmanlı Devleti, şimdi Japonya’nın sarılar âleminde yapmak istediği vazifeyi üzerine

Kâbe’ye yüz sürüp Hacer-i Esved’i öpmek için,

alacaktı.

büyük bir heyecan ile kürenin her tarafından

Bu faydalara mukabil, Osmanlı ülkelerinde

muhtelif sıkıntıya katlanarak koşuyorlar. Hiç korkmadan tekrar olunabilir ki İslâm henüz pek güçlüdür. Bunun üzerine tevhid-i İslam siyasetinin tatbikinde, dahilî maniler az güçlük ile katlanılabilecek surettedir. Lâkin haricî maniler pek kuvvetlidir. Gerçekten, bir taraftan

meskûn, Müslim olup da Türk olmayan ve Türkleştirilmesi de mümkün bulunmayan kavimlerin Osmanlı Devleti elinden çıkması ve İslâmiyet’in Türk ve Türk olmayan kısımlarına ayrılarak, artık Osmanlı Devleti’nin Türk olmayan Müslümanlar ile ciddî bir münasebeti

İslâm devletlerinin hepsi Hıristiyan devletlerinin

kalmaması mahzurları vardır.

nüfuzu altındadır. Diğer taraftan bir iki

Türkleri birleştirmek politikasının tatbikindeki

müstesnası dışında, bütün Hıristiyan devletleri Müslüman tebaaya maliktir.

dahilî müşkülât İslâm siyasetine nazaran ziyadedir. Her ne kadar, garbın tesiriyle Türkler

Tabiiyetlerinde bulunan Müslümanların, hattâ

arasında milliyet fikirleri girmeye başlamış ise

kuvvetlice manevî bir vasıta ile olsun, hudutları

de, yukarıda söylenildiği gibi, bu vaka henüz

haricindeki siyasî merkezlere bağlılıklarını

pek yenidir. Türklük fikirleri, Türk edebiyatı,

istikbalde, mühim neticeleri çıkabilecek umumî

Türkleri birleştirmek hayali henüz yeni doğmuş

bir fikre hizmetlerini menfaatlerine aykırı

bir çocuktur. İslâmiyet’te gördüğümüz o

gördüklerinden ortaya çıkmasına her suretle

kuvvetli teşkilattan, o pür hayat ve pür heyecan

karşı koymak isterler ve bütün İslâm devletleri

hissiyattan, hulâsa sağlam bir ittihadı meydana

üstündeki nüfuz ve iktidarları sayesinde bu

getirebilecek madde ve hazırlıktan hemen hiç

istediklerini icra da edebilirler. Binaenaleyh,

birisi Türklükte yoktur. Bugün ekseri Türkler

zamanımızda en kuvvetli İslâm devleti olan

mazilerini unutmuş bir halde bulunuyorlar.

Osmanlı Devleti’nin bile ciddî bir surette İslam birliği siyasetini tatbike kalkışmasına, belki de muvaffakiyetle, karşı koyarlar. Türk birliği siyasetindeki faydalara gelince,

Lâkin şu da unutulmamalıdır ki, zamanımızda birleşmesi muhtemel Türklerin büyük bir kısmı Müslüman’dır. Bu cihetle, İslâm dini, büyük Türk milliyetinin teşekkülünde mühim bir unsur

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

101


olabilir. Milliyeti tarif etmek isteyenlerden

Asya, Avrupa ve Afrika’nın mühim birer kısmını

bazıları, dine bir âmil (factuer) gibi

kaplayan büyük ırkın efradından herhangi bir

bakmaktadırlar. İslâm, Türklüğün birleşmesinde

Türk olmayıp, ancak Osmanlı Devleti tebaası

şu hizmeti yerine getirebilmek için, son

olan bir Garp Türk’üdür. “Türk” yalnız onları

zamanlarda Hıristiyanlıkta da olduğu gibi, içinde

görüyor, onları biliyor. Ve hem de ancak

milliyetlerin doğmasını kabul edecek şekilde

milâdî on dördüncü asırdan beri –ve Fransız

değişmelidir. Bu değişme ise hemen hemen

menbalarına nazaran- biliyor. Ve binaenaleyh,

mecburidir de: Zamanımız tarihinde görülen

şu zamanda aynı devletin tebaası olup Müslim

umumî cereyan ırklardadır. Dinler, din olmak

veya gayrimüslim ve fakat diğer cinsten bulunan

bakımından, gittikçe siyasî ehemmiyetlerini,

cemaatler ve haricî milletlere karşı yalnız

kuvvetlerini kaybediyorlar. İçtimaî olmaktan

onların “hukukunu muhafaza” etmek istiyor.

ziyade şahsileşiyorlar. Cemiyetlerde vicdan

Türk için Türklüğün askeri, siyasî ve medenî

serbestliği, din birliğinin yerini alıyor. Dinler,

geçmişi yalnız Hüdavendigâr’lardan, Fatih’lerden

cemiyetlerin ek işleri olmaktan vazgeçerek,

Selim’lerden, İbni Kemal’lerden, Nefî’lerden,

kalplerin hâdi ve mürşitliğini deruhte ediyor,

Bâkî’lerden, Evliya Çelebi’lerden, Kemâl’lerden

ancak Halik ile mahlûk arasındaki vicdanî rabıta

teşekkül ediyor; Oğuz’lara, Cengiz’lere,

haline geçiyor. Dolayısıyla dinler ancak ırklarla

Timur’lara, Uluğ Bey’lere, Farabi’lere, İbni

birleşerek, ırklara yardımcı ve hattâ hizmet

Sina’lara, Taftazani ve Nevâî’lere kadar

edici olarak, siyasî ve içtimaî ehemmiyetlerini

varamıyor:

muhafaza edebiliyorlar8.

Arada sırada İslâmiyet, hilâfet politikalarına da

Haricî engeller ise, İslâmiyet siyasetine

yaklaşır gibi oluyor da, birleşebilecek Türklerin

nispetle daha az kuvvetlidir. Çünkü Hıristiyan

hemen cümlesi Müslüman olmak cihetiyle

devletlerden yalnız birisinin, Rusya’nın

esasen mühim noktalarda ortaklıkları bulunan

Müslüman Türk tebaası vardır. Bu cihetten,

İslâm ve Türk siyasetlerinin ikisini birlikte

menfaatleri gereği, Türklerin birleşmemesine

desteklemek istediği zannolunuyor; lâkin bunda

çalışacak yalnız bu devlettir. Başka Hıristiyan

da çok kalmıyor, ısrar etmiyor9.

devletlere gelince, ihtimal ki bazıları, Rusya menfaatlerine zararlı olduğu için, bu siyaseti desteklerler bile.

Hulâsa, öteden beri zihnimi işgal edip de, kendi kendimi ikna edecek cevabını bulamadığım sual yine önüme dikilmiş cevap bekliyor:

Yukarıdaki mütalâalardan şu neticeler çıkıyor:

Müslümanlık, Türklük siyasetlerinden hangisi

Osmanlı milleti yaratılması, Osmanlı Devleti için

Osmanlı Devleti için daha yararlı ve kabil-i

faydalara sahipse de, gayr-i kabil-i tatbiktir.

tatbiktir?

Müslümanların veya Türklerin birleşmesine dönük siyasetler. Osmanlı Devleti hakkında eşit denilebilecek menfaat ve mahzurlar ihtiva etmektedir. Tatbikleri cihetine gelince, kolaylık ve zorluk yine aynı derecede denilebilir. Bu halde hangisinin tatbikine çalışılmalıdır? Türk gazetesinin ismini işittiğim zaman, nihayet beni rahatsız eden şu suale cevap bulacağımı ümit ve ismine nazaran o cevabın da Türklük siyaseti olacağını zanneylemiştim. Lâkin gördüm ki, “hukuku muhafaza” olunacak, zihinleri temizlenecek, fikirleri sevindirilecek Türk, sandığım gibi şimdi bile Hanbalık’tan, Karadağ’a, Timur Yarımadası’ndan Karalar iline kadar 8

Rusya’da Ortodoksluk, Almanya’da Protestanlık, İngiltere’de Anglikanlık, muhtelif memleketlerde

Makamı Celil-i Hilâfet” Türk, 18 Kânunuevvel 1319

9

(1903).

Katoliklik.

102

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Araştırma - inceleme

Kudüs Nasıl Kutsallaştırıldı? Hamdi Tayfur Kutsal şehir Kudüs!

dinin -Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın- bu

Tarihin en eski şehirlerinden birisi… Binlerce yıllık bir geçmişe sahip… Kudüs birçok medeniyet, din ve krallığa

şehirde birçok eserleri ve manevi hatıraları bulunmaktadır. Pagan Romalılar bile Kudüs’ü işgal ettiklerinde buraya kendi dinlerine ait bir mabet inşa etmişlerdi. Bu yüzden Kudüs’ü,

merkezlik yapmış; tarihteki önemi asla

dünyanın muhtelif bölgelerinden farklı dinlere

azalmamış ve değerini günümüze kadar

mensup birçok dindar insan hac amacıyla ziyaret

taşımayı başarmış ender bölgelerden birisidir.

etmektedir.

Bu şehrin asıl değeri siyasi ve stratejik bir

Şehrin bu manevi ve dini önemi ona verilen

bölge olmasının ötesinde, dinsel ve manevi

isimlerde de açığa çıkmaktadır. Onlarca ismi

anlamda taşıdığı özelliklerde ortaya çıkmaktadır.

vardır bu şehrin. Şehrin ismi çoğunlukla bu

Siyasi, stratejik ve jeopolitik konumunun

şehirdeki mabedin ismiyle özdeşleştirilmiştir.

önemi tartışılamaz. Ama tarih boyunca burası

Yaklaşık 5000 yıl önce burada kurulan ilk

konumundan çok dini ve manevi değeri ile ön

mabede en büyük Tanrı kabul edilen “SALEM”in

planda oldu. Siyaseten buraya ihtiyaç duyanlar

adı verildi. Şehir Ulu Tanrı SALEM adıyla

da dini sembolleri kullanarak bu şehri kontrolleri

anılmaya başlandı. “Eski İbrani paralarında

altında tutmaya çalıştılar.

Yerushalayim olarak geçen isim, Aramice

Bronz çağının başlangıcında (yaklaşık MÖ 3000) Kenaniler bu şehri inşa ettiklerinde çok büyük bir tapınak yaptılar. İbrahimi gelenekten gelen peygamberlerden buraya ilk mabedi Süleyman Peygamber inşa etti. Seleflerinin güçlerini yitirmesiyle burayı işgal edenlerin ilk işleri, insanların hafızalarındaki bu manevi değeri silmek için, var olan mabedi yıkmak oldu. Onun yerine yeni mabetler inşa ettiler.

Yerushlem, Süryanice Urishlem ve Asurca Urusalim şekillerinde geçmektedir. Görüldüğü gibi Eski Ahit ve bu dönemin kaynaklarında şehrin ismi Salem, İbranice Şalim köküne dayanmaktadır ki, bugün o Yeruşalim olarak okunmaktadır. Ön ek olan Uri ve Yeru zaman zaman yer değiştirmektedir. İbranice Şalim Arapça Salem ile aynı kökten müştak olup; ikisi de barış anlamına gelmektedir.”1

Onlar gitti yerine gelenler eski mabetlerini

Grekler zamanında şehre verilen ismin

hem fiziki olarak hem de manen yeniden

kökündeki barış anlamı değişmedi. Onlar şehre

diriltmek için uğraş verdiler. Tarih boyunca

Hierusalem, Hierosolyma ismini verdiler.2

kimin yolu bu şehre düştü ise ve kimler bu

“Salem” ve “solyma” önceki isimlerindeki gibi

şehrin hâkimiyetini ele geçirdiyse yaptıkları ilk işlerden birisi kendi dinlerine ait bir eseri bu şehre kazandırmak oldu. Bu yüzden üç büyük

Muammer Gül, Kudüs ve Tarih İçinde Aldığı İsimler,

1

Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:11 sayı:2 Muammer Gül, agm.

2

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

103


“barış anlamına geliyordu. “hieru/hiero” ise

Şerif isimleriyle anılmaya başlanmıştır.5 İsmin

“kutsal” demekti.3 Önceleri “Salem” kökü ve

pratikteki kullanımı ise “Kudüs” şeklindedir.

türevleri “uri, uru, yeru, jeru” gibi, “ülke, şehir, yurt” anlamlarına gelen kelimelerle tamlanarak söylenirken, artık kelime “kutsal” anlamına gelen kelimelerle tamlanarak söylenmeye başlandı.

Şehrin ismi üzerine yaptığımız bu kısa yolculuk bize gösteriyor ki başlangıçta “Salem” yani “barış” adıyla anılan şehir bir-iki kelimenin birbirini tamlamasıyla uzun süre kullanıldıktan sonra barış/salem kısmı kaybolmuş ve

İsimlendirmede başlangıçtaki amacı tahmin

günümüzde artık sadece kutsal anlamına gelen

etmek güç değildir. En büyük Tanrıya “Salem”

“Kudüs” ismiyle anılır olmuştur.

yani “barış/esenlik” ismini veren Kenaniler,

Başlangıçtaki amaç Barış Tanrısı adına barışı

insanlığın o gün için en büyük problemi olan can, mal, nesil, inanç güvenliğini, Barış Tanrısı adına yaptıkları ve merkezine de büyük bir mabet inşa ettikleri bu şehirde sağlamayı amaçlamışlardı. İnsanlar bu harem bölgeye girdiklerinde kimsenin canına, malına, namusuna dokunmadan özgürce yaşayıp, inançlarının gereği olan ibadetlerini yerine getirebileceklerdi. İlginçtir; adı “barış” olan bu şehir tarihi boyunca hep savaşların, işgallerin, ölümlerin ve zulümlerin üzerinden hiç eksik olmadığı bir bölge oldu. Bu şehrin bilinen 5000 yıllık tarihinin Süleyman Peygamber’in ve Osmanlıların hâkim

egemen kılmaktı. Ama egemenler Tanrı’nın adını ve kutsalı araçsallaştırdılar. Kutsal, zalim egemenlerin silahına dönüştü. Barış gelmedi. Esenlik bir hayale dönüştü. Dinler ve kutsallar adına yüzyıllarca bitmeyen acı yüklü savaşlar yapıldı. Canlar kutsallar adına feda edildi. Barışın, selamın, esenliğin adı unutuldu. Kutsalın adı zirveye taşındı. “Salem” “Kudüs” oldu. Günümüzde de aynı yerde kutsallar adına kutsal savaşlar yürütülmeye devam ediliyor. Bir tarafta Yahudiler vadedilmiş topraklarına –Sion/Zion’ahâkim olmanın çılgınlığı ile kendilerine en büyük tehdit olan Filistinli Müslümanlara yaşama hakkı vermiyorlar. Karşılarında yer alan Filistinli

olduğu küçük bir dönemi –toplam tarihinin

Müslümanlar da burayı kendi kutsal toprakları

yüzde onundan daha az bir süre- istisna

olarak görüyorlar. Filistinli İslami örgütler

tutarsak burası “barış yurdu” olmaktan çok

kuruluş bildirgelerine “Filistin’in herhangi bir

“savaş yurdu” oldu.

parçasını suiistimal etmek direkt olarak dinin

Şehre verilen farklı isimler şunlardır: Jebus, Yebus, Hakikat Şehri, Oholiba, Sion ya da Zion, Davud Şehri, Ir Davud. Romalılar şehri işgal ettikten sonra isim Roma imparatorunun ismine atfen İlya olarak anılmaya başlandı. Ömer zamanında şehir fethedildiğinde bu isim kullanılıyordu. Şehrin sakinleriyle yapılan antlaşmada “İlya/İlia” ismi geçmektedir. Araplar şehir fethedilinceye kadar buraya “İlya”

bir kısmıyla çelişir. İslami Direniş Hareketi’nin milliyetçiliği onun dininin bir parçasıdır. Hareket’in üyeleri bundan beslenmektedir”6 şeklinde maddeler koyarak davalarını kutsal ve dini bir dava halinde ifade etmektedirler. Her iki tarafın da kutsalı ortak… Yani Kudüs… Herkes aynı kutsala egemen olmanın kavgası

veya “Medinetü Beyti’l Mukaddes” diyorlardı.

içinde…

Pratik kullanım ise “İlya” veya “Beytül Makdis”

Kavganın görünen iki tarafı Filistinli Müslümanlar

şeklindeydi.4 İlk dönem kaynaklarında Arapçada bu isimlerin dışında kullanım yer almamaktadır. Daha sonraları el-Ardü’l-Mukaddes, Darü’sSelam, Medinetü’s-Selam ve Karyetü’sSelam, Mescid-i Aksa isimleri de kullanılmıştır. Memluklular zamanından itibaren ise şehir artık daha çok Al-Kuds veya el-Kudsu’ş TDV İslam Ansiklopedisi, “Kudüs” maddesi.

3

Muammer Gül, agm.

4

104

ve Yahudiler iken, dünyanın ve bölgenin Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Şii, Sünni tüm büyük aktörleri bir şekilde bu kavganın içinde yer alıyor. Kutsal, bir araç olmuş ve her aktör bu araç üzerinden egemenlik savaşını yürütmenin kavgasını veriyor. Muammer Gül, agm.

5

http://habermerkezi.wordpress.com/2009/01/05/dilin-

6

dini-ve-hamas%E2%80%99in-kurulus-bildirgesi

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Taraflar kutsal üzerinden yürüttükleri tavizsiz

ordusu burayı fethettiğinde de bu halde

iddialarını sürdürdükleri sürece bu topraklara

bulunuyordu.7 Kaynaklar bize Ömer’in Süleyman

ve genel olarak dünyaya barışın gelmesi

Peygamber’in hemen hemen yıkılmış mescidinin

boş bir hayal gibi görünüyor. Oysa taraflar

bulunduğu yeri temizletip, duvarları kalmış

kutsallarından vazgeçerek veya kutsallarından

ve kullanılmayan bir alanın üzerini kalaslarla

taviz vererek, söz konusu toprakları yeniden

kapatarak oradaki orduların namaz ihtiyacı için

birlikte ve eşit olarak yaşadıkları barış yurduna

3000 kişilik bir mescit yaptığını söyler. Ancak

yani Darüsselam’a/Yeruşalim’e/Jeruşalem’e

Ömer Ehl-i Kitab’ın halen kullandıkları yerlere

dönüştürebilirler. “Kudüs” yeniden “Salem”

dokunmamış ve buralara el koymamıştır. Hatta

olabilir.

Ömer’in kendisinden sonra âdet olur da mescide

Sorunun çözümü biraz da kutsalların ürediği tarihi arka planı açığa çıkarmaktan geçmektedir. Her din kendi adına kendi kutsalının hangi

çevrilir endişesiyle Ehl-i Kitab’ın kullandığı bir mabette namaz kılmaktan imtina ettiği rivayet edilmiştir.

tarihi koşullarda ortaya çıktığını ve değerini

O günlere ait az sayıdaki orijinal belgede

sorgulamalı ve yeniden yoruma tabi tutmalıdır.

Mescid-i Aksa ismi hiç geçmemektedir. Fetihten

Çünkü kutsal olan şeyler barışa, iyiliğe,

sonra Kudüs’te bir mescit bulunduğuna dair

adalete hizmet ettiği sürece değerlidir. Ama

en eski bilgi ise yaklaşık 50 yıl sonrasına aittir.

kutsallar iyilik yerine kötülük, adalet yerine

Bu da bir Hıristiyan gezgine aittir. Bu haberde

zulüm üretiyorsa ve farklı inanç ve düşüncelere

de oradaki bir kilisenin bir bölümünde namaz

mensup insanların barış içinde bir arada

kıldıklarından bahsedilmektedir.8 Buranın tam

yaşamaları yerine çatışmalarına ve birbirlerini katletmelerine ve egemenlerin bu kutsallar üzerinden otoritelerini sürdürmelerine yol açıyorsa, o kutsalların değerini sorgulamanın zamanı gelmiş demektir. Bu nedenle burada diğer dinlerin değerlendirmelerini kendilerine bırakmak şartıyla, kısaca İslam tarihinde Kudüs’ün dinsel ve kutsal değerinin oluşumu/oluşturulması ve bunun nasıl siyasi amaçlara hizmet ettiği üzerine bir değerlendirme yaparak yazıyı sonlandıracağız.

yeri belli değildir. Peygamber’den rivayet edilen hadislerde bile burasının ismi Mescid-i Aksa olarak değil, Beytül Makdis olarak geçmektedir. Çok az rivayette Mescid-i Aksa geçse bile bunların sonradan karıştırılarak böyle kullanıldığı oldukça açıktır. Miraca ilişkin çok sayıdaki hadislerde burası Mescid-i Aksa olarak değil Beytül Makdis olarak isimlendirilmektedir.9 Kudüs İslam’ın ilk kıblesi olduğu halde Müslümanların oldukça uzun bir süre burası hakkında aldırmaz bir tutum içinde olmalarının

İslam Tarihinin İlk Dönemlerinde Kudüs

sebebi ne olabilir? Ne Ömer’in fetihten sonra Peygamber’in üzerinden miraca çıktığı rivayet edilen “Hacer-i Muallak” taşını aratma, ne de

Ömer döneminde fethedilen Filistin ve Kudüs bir

Mescid-i Aksa diye bir mabedi tespit edip burayı

süre Müslümanların ilgisinin dışında kaldı. Ömer

tamir ya da inşa etme çabası içine girdiğine

buranın halkıyla bir antlaşma imzaladı. Onları

dair bir rivayet vardır.10 Üstelik Kur’an’da İsra

dinlerinde ve ibadetlerinde özgür bıraktı. Kısa

Suresi’nde bu mescitten bahsedilmektedir.

bir süre önce Romalıları yenen Sasaniler burayı işgal edip Kutsal Haç’a el koymuş ve Kudüs’ü harabeye çevirmişti. İslam ordularının işgalinden önce Romalılar Sasanileri tekrar mağlup edip Kutsal Haçı geri aldılar, ama şehir hala virane haldeydi. Şehrin bu viraneliği sadece Sasanilerin işgaliyle olan bir durum değildi kuşkusuz. MS. 70. yılda Titus katliamında buradaki mabed zaten yerle bir edilmişti. Bu yer de Hıristiyanlar tarafından çöplük haline getirilmişti. İslam

Bu sorunun tek bir cevabı olabilir; burayı fetheden Müslümanların burasının Mescid-i Aksa olduğuna, Peygamber’in Kur’an’da bahsedilen isra yani geceleyin yürütülmesi hadisesinin Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, İsra suresi 5

7

no.lu dipnot TDV İslam Ansiklopedisi, Mescid-i Aksa maddesi

8

Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak Mekke Yılları,

9

s.145 Mehmet Azimli, age. s.148-149

10

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

105


Kudüs’e doğru mucizevî bir şekilde yapıldığına

tamamıyla arındırıldı. Artık Müslümanların

ve “Hacer-i Muallak”ın üzerinden miraca

Yahudilerden tamamen farklı bir şeriatları ve

çıktığına dair hiçbir bilgileri yoktu. Eğer olsaydı

ibadet sistemleri vardı. Kıbleleri de Mekke

böylesine önemli bir durum karşısında yapılacak

idi. Kudüs fethedildiğinde zihinlerdeki bu

ilk şey derhal Hacer-i Muallak’ın yerinin tespiti

hatıralar capcanlıyken bir süre Kudüs’ün kıble

ve Mescid-i Aksa’nın Kur’an’da geçen mescit

olmasından yola çıkarak buraya önem vermek

olduğunun ilan edilmesi olurdu. Ama öyle

herhalde o günkü Müslümanlardan beklenen

olmamıştır.

bir tavır olmazdı. Üstelik İslam ordularının

Bu durum öncelikle Kudüs’ün ilk kıble oluşunun o dönemdeki Müslümanlar nezdinde ne kadar az bir öneme sahip olduğunu gösterir. Bu önemsiz görme aynı zamanda Yahudiliği önemsiz görmenin de bir parçası olmalıydı. Kudüs’e ilk kıblemiz diye sahip çıkmak Yahudiliği Müslümanlar nezdinde tekrar önemli hale

fetihleriyle yeni yerlere ulaşan Müslümanlar orada karşılaştıkları Ehl-i Kitap mensuplarıyla kendilerini peygamberlerin üstünlüğü üzerinden yeni bir tartışmanın içinde buldular. Buna rağmen kıble meselesi üzerinden Kudüs’ün değerini yükseltmek kendileriyle tartışan Yahudilere prim vermek anlamına gelirdi.

getirmek anlamını içermekteydi. Peygamber’in Medine’ye hicretinin ilk yıllarına

Mescid-i Aksa Neresi?

kadar Ehl-i Kitab’la ilişkisine çok önem

Durum böyle ise, Kur’an’da bahsi geçen İsra

verdiği bilinen bir husustur. Hatta Peygamber

hadisesinin aslı nedir? Kur’an’da bahsedilen

kendisinin gönderilmiş ve haberi Ehl-i Kitab’ın

Mescid-i Aksa neresidir? Kur’an’da geçmediği

kaynaklarında geçen peygamber olduğunun

halde çok sayıda hadiste yer alan Miraç

ispatını biraz da Ehl-i Kitab’ın kendisini

hadisesinin aslı nedir? Bu sorulara kısaca cevap

onaylamasında buluyordu. Ehl-i Kitab’ın

verdikten sonra Kudüs’teki Mescid-i Aksa’nın

kaynaklarında “Ahmet” sıfatıyla tanıtılan

İslam tarihinde Kur’an’da adı geçen Mescid-i

peygamberin kendisi olduğunu söylüyor ve Medine’deki ve çevresinden gelen Ehl-i Kitap dinlerine mensup din adamlarının onun peygamberliğini onaylamaya davet ediyordu. Böyle bir onay, Ehl-i Kitap mensuplarınca

Aksa ile nasıl aynileştirildiğini ortaya koyacağız. Mescid-i Aksa’nın neresi olduğuna dair ilk kaynaklardan “Megazi”de Vakidi şu bilgileri vermektedir:

resmi olarak ilan edilseydi, Peygamber

“Hz. Peygamber’in Mekke civarındaki Cirane’ye Zil-

davetini kısa sürede yaymak için çok büyük bir

Ka’de’nin son beş gününde, perşembe günü gelip

imkâna kavuşacaktı. Bu nedenle Peygamber

orada on üç gece kaldıktan sonra, karşı yakada

Yahudi şeriatının ve ibadetlerinin bir kısmını

bulunan Mescid-i Aksa’ya (Uzak Mescit) geçmiş

uygulamaktan çekinmedi. Örneğin Kudüs’e

orada ihrama girmiştir. Mescid-i Edna (Yakın

doğru namaz kıldı. Onlar gibi Muharrem ayının

Mescit) adını taşıyan mescidi ise, Kureyşli bir adam

ilk on günü oruç tuttu, onların şeriatlarına göre

yapmıştır; Resulullah, Cirane vadisini ihramsız

hükümler verdi vs.

geçmemiştir.”

Ama bu strateji çok işe yaramadı. Yahudiler Peygamber’e ihanet ettiler. Verdikleri sözleri tutmadılar, anlaşmaları ihlal ettiler. Peygamber

Ezraki mescit listelerini “Ahbaru Mekke”de verirken şunları söyler:

de Yahudilere karşı stratejisini değiştirdi.

“Mücahid’le birlikte Cirane’de vadinin arka

Yönünü/kıblesini Kudüs’ten Mekke’ye çevirdi.

tarafından ihrama girmiş olan Muhammed ibn

Allah da onun isteğine uygun ayetler indirdi.

Tarık, Hz. Peygamber’in de buradan ihrama

Medine’de güçlendikçe oradaki Yahudi

girdiğini söylemiş ve demiştir ki: ‘Ben Cirane’de

kabileleriyle teker teker hesaplaştı. Kimini

birlikte ihrama girdiğim Mücahid bana dedi

sürdü ve mallarına el koydu, kimini de toptan

ki: Mescid-i Aksa, vadinin öte yakasında,

ölüme mahkûm etti. Sonunda Ömer’in halifeliği

Peygamber’in namaz kıldığı yerdir. Bu Mescid-i

zamanında Hayber’deki Yahudiler de sürgüne

Edna(yakın Mescid) ise Kureyşli bir adamın bir

gönderilerek Arap Yarımadası Yahudilerden

duvar çevirerek yaptığı namazgâhtır.”

106

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


“Bu ifadelerden ortaya çıkıyor ki: Hz. Peygamber

bazı tespitler yapacağız. Miraçla ilgili hadislerin

ve Müslümanlar Mekke döneminde yasaklı

tamamı uydurmadır. Çünkü bu hadisler

yıllarda gizlice ibadet edebilmek için dağ

Kur’an ayetleriyle çeliştiği gibi Peygamber’in

başlarına, vadilere gizlice ibadet etmeye

davet metoduyla da uyuşmamaktadır.

gidiyorlardı. Bazen de uzaklaşıp uzun süre

Müşrikler Peygamber’den şu tarzda taleplerde

gelmiyorlardı. Bu dönemde değişik yerlerde

bulunmuşlardır:

namaz kılmayı adet haline getirdikleri mescit yerleri oluşmuştu. İşte bu mescitlerden en uzakta bulunanına da “en uzak mescit” anlamında Mescid-i Aksa denildi. Sahabeler uzaklaşarak namaz kıldıkları bu mescitlerin çoğu hicretten sonra ihtiyaç kalmadığı için terk edildi. Mescid-i Aksa da bu şekilde terk edilip ancak teberrüken ziyaret edildi. İşte Hz. Peygamber, H. 8 yılda Mekke’ye 8 km uzaktaki bu yerde ihrama girdi.

“Nitekim diyorlar ki, “Bize, yerden pınarlar fışkırtmadıkça yahut hurma ağaçlarıyla ve asmalarla dolu bir bahçen olmadıkça ve onların arasından çağıl çağıl dereler akmadıkça yahut tehdit edip durduğun gibi göğü parça parça üzerimize düşürmedikçe yahut Allah’ı ve melekleri bizimle yüz yüze getirmedikçe yahut altından yapılmış bir evin olmadıkça yahut göğe yükselmedikçe sana inanmayacağız; kaldı ki göğe yükselsen bile bize oradan kendi gözlerimizle

İsra olayı da Kur’an’ın nekre bir ifade ile

okuyabileceğimiz bir kitap getirmedikçe yine

belirttiği şekilde ne zaman olduğu belli olmayan

inanmayız. De ki onlara: “Bütün, bunlara

ve Mekke dönemi yıllarında bir gece Mescid-i

muktedir olan kudret ve yüceliğinde sınır olmayan

Haram’dan Cirane’deki Mescid-i Aksa’ya

Rabbimdir; ben ölümlü bir elçiden başka bir şey

götürülmesi olayıdır. “Götürme” tabiri Kur’an’da

değilim.” (17/90-93)

zaman zaman kullanılan, işlerin Allah’a izafesi anlamında Kur’an’ın benimsediği bir üsluptur. Nitekim buna benzer bir ifade, Hz. Peygamber’in Bedir Savaşı’na çıkması ile irtibatlı olarak kullanılmıştır: “Nitekim Rabbin seni hak uğrunda evinden savaş için çıkarmıştı.” (8/5)

Diğer ifadeleri bir kenara bırakalım müşriklerin “Allah ve meleklerle yüz yüze gelme” ve “Peygamber’in göğe yükselmesi” talebi onun tarafından ayetle reddedilmiş ve bunun Allah dilemedikçe mümkün olmadığı söylenmiştir. Aynı Peygamber aynı surenin (İsra Suresi) başlarında

Sonuç olarak Hz. Peygamber’in bir gece

yer alan isra (güya geceleyin Mekke’den

Mekke’den çıkıp 8 km uzaktaki Mescid-i Aksa

Kudüs’teki mescide yürütülme) ve oradan da

adı verdikleri mescide gitmesi olayı mucizevî

miraca çıkma hadisesini açıklamış olmaktadır.

rivayetlerle bezenerek abartılı anlatımlara

Aynı sûrede sûrenin başında bir mucize

dönüştürüldü ve esasen birbirinden ayrı olan

açıklanıyor ve sûrenin ilerleyen ayetlerinde

Miraç olayı ile birleştirildi.”

müşrikler bu mucizeyi sanki daha önce hiç

11

Azimli’den aynen alıntıladığımız bu ifadeler Mescid-i Aksa’nın Kudüs’teki Beytül Makdis veya günümüzde Mescid-i Aksa olarak ifade edilen mescit olmadığını ve Peygamber’in mucizevî bir tarzda götürülmediğini kendi ayakları ile 8 km veya 8 millik bir mesafeyi yürüyerek Mekke civarında ismi Mescid-i Aksa olan bir mescide gittiğini göstermektedir. İsra suresindeki ilk ayetler de buna işaret etmektedir.

de daha önce gerçekleştirdiği bir mucizeyi gerçekleştirmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Bu büyük bir çelişki değil midir? Eğer İsra’yı Kudüs’e yürütülme olarak anlarsak ve miraçla ilgili hadisleri gerçek kabul edersek, Kur’an kendisiyle çelişmiş olacaktır! Bu mümkün olmadığına göre İsra hadisesini yukarıdaki alıntılarda ifadelendirildiği şekilde onaylamak ve Miraç’la ilgili hadislerin uydurma olduğunu kabul etmekten başka bir çıkar yol kalmamaktadır.

Miraç Hadisesi Asıl konumuz Miraç hadisesinin aslını araştırmak olmadığı için ayrıntılara girmeden ve bu konuda rivayet edilen hadisleri aktarmadan kısaca Mehmet Azimli, age, s.154-155

11

olmamış gibi talep ediyorlar ve Peygamber

Diğer bir açıdan Peygamber tüm daveti boyunca açıklama ve akla hitap etme yöntemini kullanmıştır. Peygamber’in davet yönteminde mucizelere başvurma yöntemi yoktur. Yukarda naklettiğimiz ayet ve bunun gibi bir dizi ayet de

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

107


bunu göstermektedir. Peygamber müşriklerin

ve bu mitolojilerin kaynağının ne olduğunu

mucize taleplerini geri çevirmiştir. Çünkü

açıklayacağız.

mucize bile olsa onlar iman edecek değildiler. Bu nedenle Peygamber’e dönük tüm mucize hikâyeleri birer uydurmadır. İçinde onlarca olağan dışı anlatımın yer aldığı Miraç hadisesi ise resmen bir mucizeler geçididir. Bunun Peygamber’in davetinde ne işe yarayacağını veya -farzı muhal olduğunu kabul edelim- ona ne kazandıracağını bir sorgulayalım. Cevabın bir hiç olacağı çok açıktır. Çünkü mucize olarak sunulan hadise insanların gözü önünde cereyan etmemiştir. İnsanların gözleriyle tanık olmadıkları bir mucizenin inkâr etmekte ısrarcı olan müşriklere ne faydası olacaktı? Sadece Peygamber’in görüp, Peygamber’in tecrübe ettiği bir mucizeye mucize denebilir mi? O zaman Peygamber’in davetine bunun faydası

1- İsra ve Miraç’a ilişkin hadislerdeki en büyük çelişki yarım asırdan daha fazla süre sonra inşa edilecek olan bir mescide bu yolculuğun nasıl yapıldığına ilişkindir. Çünkü Miraç olayı gerçekleşirken Kudüs’te bu isimde bir mescit henüz mevcut değildi. Bazıları bu çelişkiyi gidermek için Mescid-i Aksa’nın Kudüs’e inşa edilecek mescit değil semavi bir mescit olduğunu iddia etmiştir. Bazıları ise bu mescidin ileride inşa edileceğinin Kur’an’da mucizevî bir şekilde haber verildiğini söylemiştir. Yani bir durum kurtarılmaya çalışılırken yeni mucizeler icat edilmiştir. İşin ilginci gelen rivayetlere göre Peygamber müşriklerin mescit hakkında sorduğu her soruya cevap vermiştir. Hatta pencerelerin

nedir, bunun cevabının verilmesi gerekir.

sayısına kadar bu soruları cevaplandırmıştır.

Miraç konusundaki yoğun hadis bombardımanı

için sürekli yolculuk yapan müşriklerden hiç

karşısında bazı düşünür ve âlimler de farklı rivayetlere sığınarak Mirac’ın Peygamber’in bedenen yaşadığı bir hâdise olmadığını, gördüğü bir rüya veya manen geçirdiği bir tecrübe olabileceğini söylemektedirler. Oysa bunu kabul ettiğimizde onlar yukarıda sûre içinde ayetlerin birbirini nakzetmesi veya çelişki ortaya çıkması hadisesi ile Mirac’a ilişkin rivayetlerdeki çok

Oysa hepsi tüccar olan ve o bölgelere ticaret birisi “Orası bir viranelik ve çöplük, orada mescit yok, mescit olmayan bir yerdeki hangi mescide gittin?” diye sormayı akıl edememiştir! Bu da bir mucize olsa gerek! 2- Medine’de indiği kesin olan bazı ayetlerin Miraç sırasında indiği rivayet edilmiştir. Oysa Miraç hadisesinin hicretten önce olduğu rivayet

sayıdaki çelişkiyi, Kur’an’la çelişen yönleri

edilmektedir.

ve davetin yöntemiyle uyumsuzluğunu da

3- Bu hadislerde Peygamber’in Miraç’a yatsı

onaylamış olmaktadırlar. Biz Peygamber’in bazı manevi tecrübeler geçirdiğini biliyoruz. Ama tüm bu tecrübeler sübjektiftir. Sadece Peygamber’in kendisini ilgilendirir. Bizi bağlamaz. Bize bir sorumluluk yüklemez. Risaletin ilk yıllarında bu tarz tecrübelerin vuku bulduğu ayetlerle sabit olmasına rağmen, bu tecrübelerin mahiyetini Peygamber en yakınlarına dahi tam olarak açıklamamıştır. Bu konuda birbiriyle çelişen rivayetlerden bunu çıkartmak mümkündür.

namazından sonra çıktığı rivayet edilmiştir. Oysa bu rivayetler bize beş vakit namazın Miraç esnasında farz kılındığını söylemektedir. Öyleyse Peygamber farz olmayan yatsı namazını nereden bilip de kılmıştır? 4- Beş vakit namazın farz kılınmasına dair hikâye ise tam anlamıyla bir komedidir. Sanki Allah kulları için neyin ağır gelip neyin kolay geleceğini bilmiyormuş gibi her inişte Musa,

Üstelik bunun Peygamber’in davetiyle hiçbir

Peygamber’i uyarmış o da geri dönerek namaz

ilişkisi de yoktur. Oysa Miraç’a ilişkin hadislerle

vakitlerinden iskonto istemiştir. Yani Musa

resmen büyük bir külliyat oluşturulmuştur.

Allah’tan daha iyi bilmektedir!

Çok sayıda hadisle karşı karşıyayız ve daha da önemlisi Peygamber güya bunu Mekkeli müşriklere karşı kullanmaya çalışmıştır. Bunlar kabul edilmesi zor iddialardır.

5- Miraç hadisesi Allah’ın mekândan ve zamandan münezzeh olduğu, her yerde hazır ve insana yakın olduğu, gözlerin asla onu göremeyeceği gibi Kur’an tarafından da

Miraç’la ilgili hadislerde yer alan çelişkilerden

ifade edilen hakikatlere ters düşmektedir.

bazı örnekler verdikten sonra bu hadislerin

Hamidullah’ın ifadesiyle şayet Allah’ın bizimle ve

uydurulmasına neden gerek duyulduğunu

bize çok yakın olmadığı ve O’nun gökyüzündeki

108

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Arş’ı üzerinde aramak gerektiği öne sürülürse,

peygamber olduğunu iddia ediyorlardı. Çünkü

bu anlayış Allah’ın Arş’tan, Arş’ın göklerden,

İsa Allah’a yükselmiş, Musa ise Allah’la

göklerin de bu kâinattan daha küçük olduğu

konuşmuştu. İslam’a yeni giren ve eski

anlamına gelir.

12

Peygamber’in Sidretül

dinlerine ait mitolojiler zihinlerinde hâlâ canlı

Münteha’da Allah’ın cemalini keyfiyetsiz,

olarak duran mevaliye mensup Müslümanlar

kemiyetsiz, mâniasız ve perdesiz bir şekilde

iyi niyetle veya kasıtlı olarak, Muhammed’in

gördüğü iddia edilmektedir. Allah’ın göklerde

tüm peygamberlerden üstün olduğunu ispat

olmasının bir tür yükseklik anlamına gelmesi

etmek için eski mitolojik anlatıları Muhammed

de o günün kozmoloji anlayışına uygun bir

Peygamber için uyarlayıp bunları hadis diye

anlayıştır. Oysa Kudüs’te ayakta duran bir insan

rivayet etmiş olmalılar.

için yükseklik ve üst anlamına gelen gökyüzü,

Özellikle Mecusiliğe ait bazı efsaneler Miraç

dünyanın tam tersi yönde duran bir insan için yükseklik ve üst değil, alçaklık ve alt anlamına gelmektedir. O zaman Allah yüksekte mi aşağı da mı olmaktadır?

hadisesine çok benzemektedir. Hicretten 400 yıl önce yazılan “Arta Viraf Namak” adlı Farsça bir kitapta Arta Viraf’ın göğe yükselişi anlatılmaktadır. Arta Viraf’ın Saroş adlı bir

6- Miraç esnasında Muhammed hariç tüm peygamberler ölü olduğu halde, hadislerde göğün değişik katmanlarında yaşıyor olarak gösterilmektedir. Biz sadece hadislerde göze çarpan açık çelişkilerden bazı örnekler seçtik. Hadislerde çok daha fazla çelişkilere ve Kur’an’ın mesajı ve dinin temel inançlarıyla çelişen olaylar mevcuttur.

meleğin eşliğinde yaptığı gökyüzü yolculuğu Tanrı Ormazd’ın huzuruna varıncaya kadar çeşitli katmanlara uğrayarak sürer. Burada Arta Viraf Ormazd ile sohbet eder. Bazı öğütler alarak geri döner. Arapçalaştırılan ve İslam’ın kavramlarına uyarlanan kısımları dikkate almazsak Miraç hadisesi ile Arta Viraf’ın gökyüzüne çıkışı hemen hemen aynıdır. Mecusilikten İslam’a geçen bazı yeni Müslümanlar veya onlardan bu tür mitolojileri öğrenmiş olan bazı Müslümanlar

Miraç hadisesinin iç yüzü böyle olduğuna ve tamamen uydurma hadislere dayandığı oldukça açık olduğuna göre şu soruyu sormamız gerekiyor: Bu hadislerin uydurulmasına neden gerek duyulmuştur ve bu hadisler uydurulurken hangi kaynaklardan ilham alınmıştır? Bu soruların cevabı oldukça açıktır. İslam ordularının yaptığı fetihlerde kısa sürede çok geniş bir dünyaya yayılan Müslümanlar buralarda farklı kültürlerle yüz yüze geldiler. Aynı zamanda yeni bölgelerden insanlar hızla İslam’a intisap etti. Eski kültürlerinde ve dinlerinde mevcut olan anlayış, düşünce, problem ve anlatılarını yeni dinlerine uyarlamaya çalıştılar. Beraberinde yeni tartışmalar da ortaya çıktı. Peygamber sağken ve İslam’ın ilk yayılışında karşılaşılmayan yeni sorular sorulmaya ve dine farklı saldırılar yapılmaya başlandı. En büyük tartışmalardan birisi Ehl-i

Ehl-i Kitab’a karşı Muhammed Peygamber’in üstünlüğünü ortaya koyabilmek için Zerdüşt dinindeki bu mitolojiyi Miraç’a dönüştürmüş olmalılar. Böylece İsa öldükten sonra göğe yükseltilmişken Muhammed Peygamber hayattayken göğe yükselmiş ve üstelik İsa gibi gökte kalmamış geri de dönmüştür. Musa gibi sadece Allah’la konuşmakla kalmamış bir de O’nun cemalini temaşa etmiştir. Böylece Muhammed’in hem İsa’dan hem de Musa’dan daha üstün olduğu ispat edilmiş olmaktadır! İsra Suresi’nde bahsedilen Mescid-i Aksa’nın gerçek yeri ve İsra ile Miraç hadisesinin aslını böylece ortaya koyduktan sonra şimdi bu yalanların ve mitolojik hadislerin kullanılarak Kudüs’ün İslam tarihinde kutsal bir şehir haline getirilişinin geri planındaki siyasi amaçları açıklayabiliriz.

İsa’nın en üstün peygamber olduğunu

İslam Tarihinde Kudüs’ün Kutsallaştırılmasının Ardındaki Siyasi Maksatlar

savunurken, Yahudiler Musa’nın en büyük

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Kudüs’ün

Kitab’la Müslümanlar arasında peygamberlerin üstünlüğü üzerinden yapılıyordu. Hıristiyanlar

Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, 260

12

fethinden sonra Müslümanlar uzun bir süre

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

109


buraya sıradan bir yer gözüyle bakmışlardır.

eklendiği kuvvetle muhtemeldir. Buhari’de geçen

Fetihten yaklaşık 50 yıl geçtikten sonra buradaki

bu hadisin ravisi olan Kazae b. Haruş, rivayette

yapı Mescid-i Aksa olarak algılanmaya başladı.

verilen senette geçtiğine göre, Emevilerin Kufe

Peygamber’in üzerine basarak yükseldiği rivayet

valisi Ziyad b. Ebih’in kölesidir.

edilen taşın üzerine (Hacerül Muallak) Kubbetüs Sahra isimli sekiz köşeli kubbeli bir yapı inşa edildi. Eğer söz konusu bölgede bir mescit

İbni Kesir’in tarihinde olay şu şekilde anlatılmaktadır:

vardıysa bu mescit yeniden görkemli bir şekilde

“Bu senede Abdülmelik b. Mervan, Kudüs’te

inşa edilerek buna Mescid-i Aksa ismi verildi.

Mescid-i Aksa’daki kayanın üzerine bina

Böyle bir mescidi ilk yapanın Emevi halifesi

yaptırmaya ve Mescid-i Aksa’yı onarmaya

Abdülmelik bin Mervan olduğu kaynaklarda

başladı. Bu onarım işi hicretin yetmiş üçüncü

geçmektedir. Mescidin ilk defa I.Velid zamanında

senesinde tamamlandı. Bunun sebebi de şu idi:

yapıldığına dair zayıf bir rivayet bulunsa da

Abdullah b. Zübeyr, Mekke’yi istila ettiği zaman

çoğunluk görüş mescidi ilk defa yapıp ona

Mina ve arefe günlerinde insanların Mekke’de

Mescid-i Aksa ismini verenin Abdülmelik bin

ikamet ettiği günlerde hutbe irad ediyor,

Mervan olduğu doğrultusundadır. Mescidin

hutbesinde Abdülmelik’in aleyhinde konuşuyor

muhtelif zamanlarda tadilattan geçtiğini

ve Mervanoğullarının kötülüklerini anlatıp

düşünürsek Hıristiyan bir kaynaktan gelen

şöyle diyordu: Peygamber (s.a.v.), Hakem’e

I.Velid rivayetinin bu tür bir tadilatla ilişkisi

(Abdülmelik’in dedesi) ve onun nesline lanet etti.

olması muhtemeldir.

Peygamber onu kovdu ve lanetledi.

O güne kadar hiçbir bahsi yokken Abdülmelik

Abdullah b. Zübeyr, insanları kendisine bey’ata

bin Mervan zamanında hem Kubbetüs Sahra’nın

davet ediyor, çok fasih konuşuyordu. Şamlıların

yapılması, hem de mescidin görkemli bir şekilde

büyük çoğunluğu ona meylettiler. Abdülmelik,

inşa edilerek Mescid-i Aksa isminin verilmesi o

bunu duyunca insanları hacdan menetti. Hacca

dönemdeki siyasi olaylarla yakından ilgilidir.

gitmelerine müsaade etmeyince insanlar ona

“Hicaz’daki Mekke ve Medine gibi iki kutsal şehri ve buralardaki mescitleri elinde bulundurup Şam’daki Emevi halifeliğine karşı mücadele eden sahabeden Abdullah b. Zübeyr’e karşı Emevi halifesi Abdülmelik, kendi bölgesindeki insanların hac için gittikleri Mekke’de siyasi rakibi tarafına geçmelerinden endişe ederek bir diğer kutsal yer olarak Kudüs’ün öne çıkarılmasını sağlamıştır. Bunun için oradaki kilisenin yerine Mescid-i Aksa’yı inşa etmiş, böylece hac merkezini değiştirmeye gayret ederek hatta bir müddet burada tavaf yapılmasını sağlamıştır.”13 Bu amacını gerçekleştirmek için de etrafına topladığı ulemadan yardım almıştır. İsra ve Miraç’la ilgili uydurulmuş hadisleri de kullanmıştır. Hatta Kudüs’ün kutsiyetini ve önemini artırmak için; “(Namaz ve ibadet için) hiçbir mescide sefer edilmesi doğru değildir. (Ziyade sevab umarak) yalnız (şu) üç mescide sefer edilir: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa.” tarzında hadislerin onun zamanında uydurulduğu veya hadise Mescid-i Aksa’nın Mehmet Azimli, age. s.150

13

110

kızdılar. Bundan sıkıntı duymaya başladılar. O da Mescid-i Aksa’daki kayanın üzerine kubbe yapmaya ve Aksa mescidini inşa etmeye başladı ki, bu sayede insanları hacca gitmekten alıkoysun ve gönüllerini Kudüs’e yöneltsin. Nihayet insanlar inşaatın tamamlanmasından sonra Kudüs’e gidip kayanın etrafında, tıpkı Kâbe etrafında tavaf eder gibi dönüp tavaf etmeye başladılar. Bayram gününde orada kurban kesiyor, saçlarını tıraş ediyorlardı… Abdülmelik, Beyti Makdis’i tamir etmek istediği zaman oraya bol miktarda para ve işçi gönderdi. Onarım işini de Reca b. Hayve ile Yezid b. Selam adındaki azatlısına tevdi etti. Memleketin çeşitli yerlerinden sanatkârları toplayıp Beyti Makdis’e gönderdi. Ayrıca bol miktarda da para gönderdi. Reca b. Hayve ile Yezid’e, bu iş için tereddütsüz olarak bol masraf yapmalarını emretti. Onlar da büyük miktarda para harcadılar. Kubbeyi inşa ettiler, çok güzel bir yapı meydana geldi. Orayı renkli mermerlerle döşediler. Kubbenin üzerine de biri kış mevsimine mahsus olmak üzere kırmızı maden filizinden, diğeri de yaz mevsimine mahsus olmak üzere deriden iki örtü yaptılar.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Kubbeyi çeşitli perdelerle çevrelediler. Oraya

azından Emevî saltanatının devamını sağlamak

hizmetçiler tahsis ettiler, çeşitli kokular, miski

için kullanılmıştır.

amber ve safranları oraya saçtılar. Çok masraf yapıyorlar, geceleyin kubbeyi ve mescidi buğurlarla tütsülüyorlardı. Altın ve gümüşten kandiller, altın ve gümüşten zincirler asarak orayı süslediler. Miskle kaplı, ay parçasını andıran dallarla süslediler. Mescidi ve kayanın üzerine yapılan kubbenin üstüne renkli sergiler serdiler. Buhurları tütsüledikleri zaman kokusu uzak mesafeden hissediliyordu. Burayı ziyaret eden bir kimse dönüp memleketine vardığında kendisinden günlerce misk, tütsü ve güzel kokular saçılıyordu ve onun Mescid-i Aksa’daki kayalığa gittiği ve Kudüs’ten geldiği anlaşılıyordu. Mescid-i Aksa’da çok sayıda hizmetçi ve kayyum vardı. O gün yeryüzünde ondan daha güzel bir bina ve kayalığın üzerindeki kubbeden daha göz alıcı bir kubbe yoktu. Öyle ki insanlar, Ka’be’ye haccetmeye gitmeyip oraya gelmeye başladılar. Hac mevsiminde ve diğer zamanlarda Mescid-i Aksa’dan başka bir yere gitmez oldular. İnsanlar böylece büyük bir fitneye düştüler. Her taraftan insanlar Mescid-i Aksa’ya geldiler.

İşin günümüzle ilgili boyutuna tekrar dönelim. Aynı topraklarda hem Yahudiler, hem de Filistinli Müslümanlar Kudüs topraklarının ve orada mevcut olan mabetlerinin kutsallığından yola çıkarak onlarca yıldır savaş hali içinde yaşamaya çalışmaktadırlar. İsrail’in buradaki zulmünü ve Filistinlilere uyguladığı şiddetli baskıları inkâr etmiyoruz. İsrail bu konuda son derece haksızdır ve Filistinli Müslümanlar kendilerine uygulanan İsrail baskısı ve zulmüne karşı çıkmakta son derece haklıdır. Ama davalarını dayandırdıkları nokta itibariyle her iki taraf da haksızdır ve her iki tarafın kutsallar üzerinden yürüttükleri bu dava işi çıkmaza sürmektedir. Filistinlilerin burada gördükleri zulmün, Suriye’de, Irak’ta, Afganistan’da, Çeçenistan’da veya dünyanın başka bir bölgesindeki Müslüman veya başka bir dine mensup bir insanın çektiği zulümden veya gördüğü baskıdan bir farkı yoktur. Hem Filistin’de hem de dünyanın her bir yerinde insanlar o topraklar üzerinde yaşadıkları için değil, bir zulme maruz kaldıkları ve atalarından

Abdülmelik ve adamları, Mescid-i Aksa’da ve kayalığın kubbesinde ahretteki manzaraları andıran yalancı işaretler ve alametler koydular. Sırat köprüsünün, Cennet kapısının, Rasülullah’ın mübarek ayağının ve Cehennem vadisinin tasvir ve resimlerini Mescid-i Aksa’nın kapılarına ve birçok yerine yaptılar. Böylece insanlar aldandılar. Bu aldanış zamanımıza kadar sürmüştür. Kısaca diyeceğimiz şudur ki Beyti Makdis’teki kayalığın üzerine yapılan kubbenin inşaatı tamamlandığında, yeryüzünde o kubbe kadar güzel ve göz alıcı başka bir kubbe yoktu. Oraya birçok taş, mücevher ve mozaik yerleştirdiler. Göz alıcı birçok şeyleri taktılar.”

devraldıkları o topraklarda özgürce yaşama hakkına sahip oldukları için haklıdırlar. Yoksa yeryüzündeki hiçbir toprak kutsal değildir. Eğer bir kutsallık verilecekse yeryüzünün her karış toprağını kutsal ilan etmek gerekir. Binlerce yıldan beri olduğu gibi bugün de Kudüs ve Filistin topraklarında Müslümanların da Yahudilerin de yaşama hakkı vardır. Doğruluğu ve yanlışlığı bir tarafa herkes kendi dinine ait hatıraları o bölgede canlı tutabilir, kendi kutsal yerlerine sahip çıkabilir ve bunun için orta yollar bulunabilir. Bir arada yaşamanın ve herkesin kendi kutsal tecrübelerini burada yâd etmesinin önü açılabilir. Ama bunun yolu kutsalları savaş ve siyasi amaçlara alet etmekten

Bu alıntı olayı o kadar net ortaya koymaktadır

geçmemektedir. Kutsalların zannedildiği gibi

ki, hiçbir yorum ve açıklamaya gerek

kutsal olmadığının anlaşılması, bunların tarihte

kalmamaktadır. Emevi halifesi Abdülmelik’in

siyasi veya farklı amaçlarla üretilen/uydurulan

siyasi amaçları uğuruna Kur’an’daki bir ayet ve

mitlerden ibaret olduğunun hakkının teslim

uydurulmuş birçok hadisi kullanılarak –belki de

edilmesi bu anlamsız kavga, savaş ve zulümlere

bazı hadisler uydurtarak- Kudüs kutsallaştırılmış

son verebilir.

ve burada inşa edilen mescide Kur’an’da geçen bir mescit ismi verilerek, Kâbe ve Medine’deki Peygamber’in mescidinin yanı sıra İslam’ın üçüncü kutsal mescidi ilan edilmiştir. Bu ise Abdülmelik’in iktidarını meşrulaştırmak veya en

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

111


Araştırma - inceleme

Felsefe Yapmanın İmkanı Olarak Mutlak Algısı Abuzer DİŞKAYA Bir medeniyetin

meydana gelmektedir. Böyle medeniyetlerde

felsefi ufkunu mutlak

mutlak olanla mukayyet olanın çakıştığı ve

hakkındaki algısı belirler.

ontolojik olarak birbirlerinin varlığını tehdit

Medeniyetlerin mutlak

ettiği bir durumla karşı karşıya kalınmaktadır.

algısı somutlaştıkça

Bu ontolojik çakışma kaçınılmaz olarak

felsefi ufukları da bununla

epistemolojik bir boşluğun da oluşmasına sebep

ters orantılı olarak daralır.

olmaktadır.

Çünkü mutlak algısı somut veya somuta yakın olan medeniyetlerde aklın çalışabileceği alan gittikçe daralmaktadır. Başka bir deyişle medeniyetlerin mutlak algısının somutluğuyla akıl tarafından

Böyle bir ontolojik çakışma meydana geldiğinde ortaya mutlak bir düalizm çıkmakta ve bu da taraflardan birinin, diğerinin var olabilmesi için ya görmezlikten gelinmesine ya da itibarsızlaştırılmasına sebep olmaktadır.

işlenebilecek varlık alanının genişliği arasında

Bazen bu durum taraflardan birinin diğeri

ters orantı bulunmaktadır. Buna karşılık

adına tamamen ortadan kaldırılmasıyla bile

herhangi bir medeniyetin mutlak algısı

sonuçlanabilmektedir. Bu olduğunda ise ya

soyutlaştıkça felsefi ufku da genişlemekte ve bu

tamamen materyalist ya da idealist olan

da sınırsız felsefi imkanlar olarak akla sonsuz

medeniyet ve kültürler ortaya çıkmaktadır.

bir çalışma alanı sunmaktadır. Başka bir deyişle mutlak algısının soyutluğuyla felsefi ufkun genişliği arasında doğru orantı bulunmaktadır.

Ontolojik çakışmanın diğer önemli bir sonucu da bizim epistemolojik boşluk olarak adlandırdığımız bir duruma sebebiyet

Doğal olarak bu somutluk ve soyutluğun farklı

vermesidir. Bu epistemolojik boşluk, insanın

mertebeleri bulunmaktadır. Mesela mutlak algısı

bilme yetileri arasında amansız bir mücadele ve

duyuları aşıp akli alana sirayet edecek kadar

birbirini dışlama şeklinde tezahür etmektedir. Bu

somutlaşan medeniyetlerde bizim ontolojik

yüzden özellikle Batı düşünce tarihinde birbirini

çakışma diye adlandırdığımız bir durum

dışlayan farklı epistemolojik yaklaşımlarla

112

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


karşılaşmaktayız. Bu epistemolojik boşluk

algısı tersinden panteizmle sonuçlanmış ve

bilginin kaynakları konusunda da kendisini

sonuçta olanı aşamayan veya olana kaynaklık

göstermekte ya o ya da bu şeklinde indirgemeci

edemeyecek kadar zayıf bir mutlak algısının

bir tavra sebep olmaktadır. Bunun sonucunda

ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Doğal olarak

bilginin tek kaynağı olarak ya duyuları ya da

bu medeniyet ve kültürlerde gerçek anlamıyla

aklı esas alan epistemolojik yaklaşımlarla

bir felsefi etkinlik ortaya çıkamamış ve bu da

karşılaşmaktayız.

bunların olan ile olması gereken arasında net

Dolayısıyla medeniyetlerin felsefi ufuklarının genişliği ve darlığının ne kadar olduğunun belirlenmesinde elimizde sağlam bir kıstas bulunmaktadır. Bu da mezkûr medeniyet ve kültürlerin mutlak algılarının nasıl olduğuna

bir ayırım yapamamalarıyla sonuçlanmıştır. Bu tür medeniyetlerde ortaya en fazla pratik ahlaki tavsiyelerden ibaret olan ahlaki sistemler çıkmış ve bunlarda felsefi ufku görünür doğanın ötesine taşıyamamışlardır.

bakmaktır. Bu algı somutlaştıkça felsefi ufuk

Bunun karşıtı bir durumu Mezopotamya

da bununla ters orantılı olarak daralacak ve

ve Yunan Medeniyetlerinde görmekteyiz.

soyutlaştıkça da doğal olarak felsefi ufuk da

Bunlarda da yukarıda yaşananın tam tersi

bununla doğru orantılı olarak genişleyecektir.

bir durum ortaya çıkmış ve bu sefer ontolojik

Çünkü somutlaşma ve soyutlaşma doğrudan

çakışmanın kazanan tarafı maddi ve mukayyet

insan aklının çalışabileceği alanın sınırlarının ne

olan olmuştur. Bu medeniyetlerde mutlak

kadar olacağıyla alakalıdır. Buradan hareketle

olan her zaman mukayyet ve sınırlı bir varlık

bir medeniyetin mutlak algısı somutlaştıkça

veya varlıklar şeklinde tasvir edilmiş ve bu

aklın çalışma alanının daraldığını ve bunun

da olanın yani maddi âlemin bütün yönleriyle

tersine soyutlaştıkça da aklın çalışma alanının

mutlaklaştırılmasıyla sonuçlanmıştır. Ancak

bu soyutluğun şiddeti oranında genişlediğini

yukarıdakinin aksine burada mutlak algısı

rahatlıkla söyleyebiliriz.

aklı ve duyuları kuşatacak şekilde tamamen

Şimdi bu kıstas doğrultusunda insanlık tarihinde karşılaştığımız medeniyet ve kültürlerin felsefi ufuklarının nasıl olduğu konusunu ele alabiliriz. Çok genel olarak insanlık tarihine bir göz attığımızda şöyle bir manzarayla karşı karşıya kalıyoruz. Mesela uzak doğu başlığı altında ele alınan medeniyet ve kültürlerin bu ontolojik çakışmanın en şiddetli yaşandığı alanları oluşturduğunu görmekteyiz. Bu medeniyet ve kültürlerdeki mutlak algısının somutluğu o kadar geniş bir alana yayılmıştır ki sonuçta bütün mümkün ve sınırlı varlıklar alanını ele geçirmiş ve içerdiği her şeyle birlikte maddi âlemi tamamen itibardan düşürmüştür. En bariz örneğini klasik Çin ve Hindistan da gördüğümüz bu durum yukarıda bahsettiğimiz mutlak algısının somutluğunun sebep olduğu ontolojik

somutlaşmış ve kendisine ancak sınırlı bir varlık olarak evrende bir yer edinebilmiştir. Tabi bu söylediklerimiz özelikle Mezopotamya ve mitolojilerin hâkim olduğu kadim Yunan için geçerlidir. Çünkü Yunan’da felsefe başladıktan sonra süreç başka bir şekilde işlemeye başlamıştır. Ancak buna rağmen bahsettiğimiz ontolojik çakışma ortadan kaldırılamamıştır. Bu dönemlerde yani mutlağın sınırlı bir ontolojik gerçeklik olarak algılandığı felsefe öncesi zamanlarda insan aklı kendisine hiçbir şekilde çalışma alanı bulamamıştır. Doğada olup bitenlerle ilgili yapılacak her türlü akli araştırma mutlak olduğu kabul edilen sınırlı bir şeye çarpıyor ve bu da akli yolculuğun başlamadan bitmesine sebep oluyordu. Çünkü insan aklı, sınırlı da olsa mutlak olanın ötesine geçemez.

çakışmanın kaçınılmaz sonucu olarak ortaya

Yunan düşüncesi mitostan logosa geçtiğinde

çıkmıştır. Genel olarak uzak doğu medeniyetleri

dahi bu ontolojik çakışma tamamen ortadan

olarak adlandırılan bu havzalarda mutlak

kaldırılamamıştır. Doğa filozofları olarak

algısının somutluğu hem duyular hem de akıl

adlandırılan ilk Yunan filozofları aklı kullanarak

alanını ele geçirmiş ve sonuçta mukayyet

doğayı mitolojik varlıklardan temizlemeyi

varlıkları tamamen sahadan silerek kendi mutlak

başarsalar da mutlak algıları hala akli bir ilke

egemenliğini ilan etmiştir. Somutluğundan

görevi görecek kadar soyutlaşmamıştı. Çünkü

dolayı akli bir ilke seviyesine ulaşamayan mutlak

reddedilen tanrı ve tanrısal güçler mitolojinin

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

113


insan şeklinde tasvir edilen doğa güçleridir

epistemolojik boşluğu dolduramamışlardır. Hatta

ve evrenin varlık sebebi olarak “mutlakla”

bir yönüyle bu epistemolojik boşluğu daha

henüz karşılaşılmamıştır. Aslında uzun yüzyıllar

derinleştirdikleri bile söylenebilir.

Yunanda felsefe adına yapılan şey doğada sınırlı olarak hapsedilmiş bulunan mutlağın doğadan ayrılarak akıl adı altında insana nakledilmesi olmuştur. Bu önemli adım ilk Yunanlı filozoflara maddi evrenin yine maddi temellere dayanan bir açıklamasını yapma fırsatı vermiş olsa da bilme süreci hala iki sınırlı varlık arasında gidip gelmeye devam etmiştir. Çünkü bilme sürecinin bir tarafında doğa diğer tarafında da insan bulunuyordu. Ve bunların her ikisi de mutlak değil sınırlı varlıklardı. Değişen tek şey daha önce doğada mündemiç bulunan ilahi güçlerin logosa aktarılarak yani akıl haline getirilerek insana devredilmesi oldu. Ancak bu önemli adıma rağmen logos hala sınırlı bir varlık şeklinde tasavvur ediliyordu ve bu yüzden de sadece maddi evrenin yine maddi olan bir

Batı düşüncesi, Hıristiyanlığın tarih sahnesine çıkmasıyla yeni bir döneme girmiş oldu. Hıristiyanlık özünde mutlak olan Tanrı’nın sınırlı olan insan (İsa) suretinde tarihte tezahür ettiği inancına dayanıyordu. Yani bizler yine mutlak olanla mukayyet olanın ontolojik olarak çakıştığı bir durumla karşı karşıya bulunmaktayız. C. G. Jung’un belirttiğine göre bu durum insan varlığının Tanrı tarafından ontolojik olarak tehdit edildiği anlamına gelmektedir. Yani eğer insan var olmak istiyorsa kendi ontolojik var olma alanını işgal eden Tanrıdan bir şekilde kurtulmak zorundadır. Ancak bütün ortaçağ boyunca güç kilise ve dinden yana olduğundan insan kendi ontolojik varlığını tehdit eden bu insan Tanrı karşısında hiçbir şey yapamamıştır.

açıklamasını yapabiliyordu.

Dolayısıyla biz yine mutlak olanın mukayyet

Bu durumun değişmesi için Eflatuna kadar

bir durumla karşı karşıya bulunmaktayız.

beklemek gerekecekti. Eflatun da mutlak ve

Ancak sonunda kaçınılmaz son gerçekleşmiş ve

mukayyet birbirinden tamamen ayrıldı. Ancak Eflatun da mutlak olanı mukayyet olandan ontolojik olarak ayırdığından mutlak olan metafizik bir ilke haline gelerek bütün bu varlık

kılığında mümkün varlıklar evrenini işgal ettiği

hümanizmle birlikte insan mutlak özgürlüğünü ilan ederek bu insan Tanrı’dan kurtulmuştur. Sonucu Nietche ilan edecekti; “Tanrı öldü!”

alanını açıklayabilme şansını kaybetti. Çünkü

Burada bizim açımızdan önemli olan mutlak

Eflatun’un mutlağını oluşturan ideaların bu

algısının somutluğundan kaynaklanan ontolojik

mümkün varlıklar âlemiyle hiçbir alakası yoktu

çakışma meydana geldiğinde kaçınılmaz

ve bu yüzden de bunların neden bu şekilde var

olarak taraflardan birinin diğerinin varlık

olduklarının bir açıklamasını sunamıyorlardı.

alanını ele geçirerek onu etkisizleştiriyor

Dolayısıyla ilk defa Eflatun’da mutlak bir

veya ortadan kaldırıyor olmasıdır. Dolayısıyla

ontolojik düalizmle karşılaşmış oluyoruz ki

burada yapılabilecek tek şey var olabilmek

bunun sebep olduğu epistemolojik boşluğun

için diğerinden kurtulmaktır. Ve bu durum da

etkisi günümüze kadar devam etmektedir. Aristo

dönüşümlü olarak gerçekleşmiştir. Ya uzak

her ne kadar bu ontolojik düalizmi ortadan

doğu medeniyetlerinde gördüğümüz gibi sınırlı

kaldırmaya çalışsa da yine de sonuç aynı

olarak tasavvur edilen mutlak, mümkün varlıklar

olmuştur. Zira onun da maddi evrenin kaynağı

âlemini ele geçirmiş ya da mukayyet olan

olarak gördüğü mutlağın bu evrenle hiçbir ilişkisi

mutlak olanı tamamen kendisine benzeterek onu

bulunmuyordu. Başka bir deyişle Aristo’nun

mutlaklığından etmiştir. Modern Batı düşüncesi

mutlağı evrendeki hareketi açıklayabilmek için

bu ikinci şıkkın gerçekleşmesiyle başlamıştır.

ihtiyaç duyulan atıl bir ilkeden başka bir şey

Bu dönemde mutlak olan ontolojik olarak

değildi. Bahsettiğimiz ontolojik çakışmanın

tamamen dışlanmış ve ona sadece epistemolojik

epistemolojik sonuçlarını bu iki Yunanlı

bir açıklama olarak başvurulmuştur. Tamamen

filozofta da görmekteyiz. Başka bir deyişle

materyalist olan ekoller mutlağın bu

Eflatun ve Aristo ontolojik anlamda mutlak

epistemolojik değerini dahi inkâr ederek maddi

olanla mukayyet olanın çakışmasını ortadan

temeller üzerine dayanan bir bilgi anlayışı ortaya

kaldırmış olsalar da bu durumun sebep olduğu

koymaya çalışmışlardır.

114

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Mutlak olanla mukayyet olanın ontolojik

olana indirgemiş olurken sadece akli bilginin

çakışmasının sebep olduğu düalizm modern

kaynağı olarak kabul edenler de maddi evrenin

düşüncenin bütün alanlarına sirayet etmiştir.

varlığını bir şekilde yadsıyıp mutlak olanı bütün

Bunun sonucu olarak modern düşünce bütün

varlığa egemen hale getirmişlerdir. Günümüzde

şekillerinde ya düalist ya da indirgemeci

dahi batılı filozofların ya deneyci ya da akılcı

olmuştur. Ya da Hegel’de olduğu gibi yine

olarak adlandırılmalarının temel sebebi bu

taraflardan birinin ortadan kaldırılmasıyla

ontolojik çakışmanın sebep olduğu epistemolojik

sonuçlanmıştır. Bu karşıtlık Descartes’te iki

boşluk ve ayrışmadır. Yunan’dan günümüze

farlı cevher olarak, Kant’ta numen ve fenomen

Batı düşüncesinde mutlakla mukayyet olanın

olarak varlığını devam ettirmiştir. Yukarıda da

ontolojik çakışmasının sebep olduğu bu

belirttiğimiz gibi bu durum Hegel’de ayrımın

epistemolojik boşluğu doldurmaya çalışan bütün

mutlak olan lehine ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanmıştır. Haideger’in vücut ile mevcut ayrımı da esasında bu tarihi arka plandan beslenmektedir. Zira bütün bu ayrımlarda bir birine karşıt iki durum ya birbirini ontolojik olarak dışlamakta ya da epistemolojik olarak bilinmezliğe terk ederek devre dışı bırakmaktadır.

filozoflar mevcut taraflardan birini en azından görmezlikten gelmek zorunda kalmışlardır. Mesela Kant, mutlak olanın ontolojik varlığını kabul ettiği halde onu epistemolojik olarak numen haline getirip bilinemezliğe terk etmiş ve bütün varlık alanını mukayyet olan fenomene bırakmıştır. Buna karşılık Hegel ise fenomenler dünyasını numende tamamen eritmiş ve böylece

Konuyu daha fazla uzatmamak için bu ontolojik çakışmanın özellikle Batı düşüncesinde sebep olduğu epistemolojik boşluktan da biraz bahsedelim. Daha önce de söylediğimiz gibi mutlak algısının somutluğunun sebep olduğu ontolojik çakışma ortaya epistemolojik bir boşluk çıkarmakta ve bu da insanın bilme yetilerinin birbirinden ayrışmasıyla sonuçlanmaktadır.

mukayyet olanı mutlak içinde hem ontolojik hem de epistemolojik olarak eriterek varlıklarını itibarsızlaştırmıştır. Buraya kadar anlattıklarımız Batı düşüncesinin başlangıcından günümüze kadar mezkur ontolojik çakışmanın sebep olduğu felsefi sorunlarla boğuştuğunu ve bu durumun hala bu şekilde devam ettiğini göstermektedir. Başka bir ifadeyle batılı aklın tarihi boyunca

Bu ontolojik çakışmanın iki önemli epistemolojik sonucu bulunmaktadır. Bunlardan birincisi insanın bilme yetilerinin birbirini dışlamasına sebep olması diğeri de kavramsal düalizmin sebep olduğu bir indirgemeciliği ortaya çıkarmasıdır. Mutlak ve mukayyet ayrımının insana tekabül eden kısmı duyular ve akıl düzeyinde ortaya çıkar. Buna göre varlığın mukayyet kısmını algılayan duyular insanın somut ve sınırlı kısmını oluştururken varlığın soyut ve mutlak kısmını idrak eden akıl da

bu ontolojik çakışmanın sebep olduğu olumsuz sorunları çözebilmek için amansız bir çaba göstermek zorunda kaldığını söyleyebiliriz. Ancak sonuçta sorunları ne ontolojik düzeyde ne de epistemolojik düzeyde çözmeyi başarabilmiş ve bunun sonucu da günümüzde dile getirilen metafizik boşluk olmuştur. Ontolojik düalizm ortadan kaldırılsa ya idealizm ya da materyalizm tuzağına düşülmekte, ontolojik düalizm muhafaza edilmek istediğinde ise epistemolojik bir boşluğa düşülmekte ve sonuçta ister istemez

insanın mutlak tarafını oluşturmaktadır. İşte

indirgemeci bir bakış açısına hapsolunmaktadır.

nasıl ki bu ontolojik çakışma birbirini dışlayan

Batı düşüncesinde bu her iki şıkkın da farklı

iki varlık türünün ortaya çıkarıyorsa bunun

zamanlarda denendiğini bilmek gerekir.

insandaki yansıması da aynen bu şekilde

Günümüzde ise bu sorunun sebep olduğu

olmakta ve duyularla aklın birbirini dışladığı

ontolojik sorunlar tamamen görmezden

bir epistemolojik yaklaşımın ortaya çıkmasına

gelinerek bütün dikkatler epistemolojik alana

sebep olmaktadır. Buna göre bütün Batı düşünce

çevrilmiştir. Başka bir deyişle modern Batı

tarihi boyunca bilginin kaynağı ya duyular ya da

düşüncesi tutarlı epistemolojik teorilerin

akıl olarak kabul edilmiştir. Bilginin kaynağını

doğuracağı kurgusal bir ontoloji üretmeye

duyular olarak kabul edenler mutlak olanı somut

çalışmaktadır. Bunu tatmin edici bir şekilde

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

115


başaramayınca da ortaya metafizik boşluk

aklın çalışma alanı daralmakta ve bu da mezkûr

olarak adlandırılan bir durumun çıkmasına

medeniyet ve kültürlerin felsefi ufkunun

sebep olmaktadır. Zira oldukça kaygan

daralmasına sebep olmaktaydı. Ancak sahip

olan epistemolojik alandan ontolojik alana

olduğu soyut mutlak algısı sayesinde İslam

geçebilmenin başlangıçta sanıldığı kadar kolay

düşüncesi hiçbir zaman böyle bir sorunla karşı

olmadığı iyice görülmüştür.

karşıya kalmamıştır. Böylece hiç çekinmeden şu

Şimdi mezkûr kıstasımız doğrultusunda İslam düşüncesi ve medeniyetine bakalım ve durumun İslam düşüncesi açısından nasıl olduğunu anlamaya çalışalım. İslam düşüncesinin saf bir tevhit anlayışı üzerine inşa edildiğini kimse inkâr edemez. Aynı şekilde İslam’daki mutlak algısının tamamen soyut olduğu da izahtan vareste bir durumdur. Bu da Müslümanların tamamen soyut olan bir mutlak algısına sahip oldukları anlamına gelmektedir. Müslümanların mutlak algısı tamamen soyut olunca diğer medeniyet ve kültürlerde yaşanan ontolojik çakışma İslam düşüncesinde yaşanmamış ve bunun sonucu olarak da İslam felsefesinde herhangi bir epistemolojik boşluk meydana gelmemiştir.

sonuca varabiliriz. İslam düşüncesinin üzerine inşa edildiği mutlak algısının tamamen soyut olmasının epistemolojik anlamı bu “mutlağın” hiçbir felsefi veya bilimsel sorunun cevabını oluşturmuyor olmasıdır. Çünkü tıpkı evrendeki her şey gibi felsefi sorular da sınırlıdır ve bu yüzden de mutlak bir cevaplarının bulunabilmesi mümkün değildir. Bu yüzden de tamamen soyut olan mutlak bu mutlaklığından mukayyet hale getirilerek indirgenmedikçe herhangi bir felsefi soru veya cevabın yerini alamaz. Başka bir ifadeyle mutlak algısı soyutlaştıkça mutlağın kendisi ontolojik olarak mukayyet varlıklar alanından çekilmekte ve çekildiği alanlar da insan aklının çalışma zeminini oluşturmaktadır.

Çünkü İslam’ın kabul ettiği “mutlak” soyut

Dolayısıyla İslam düşüncesine kaynaklık eden

olduğundan hiçbir şekilde mukayyet olan

soyut mutlak algısı yani saf tevhid, İslami akla

başka bir varlığın ontolojik var olma alanını

epistemolojik imkanlar olarak geri dönmekte

tehdit etmemiştir. Başka bir deyişle İslam

ve İslami akıl bu sayede varlık alemine dair

düşüncesinde bir mutlak algısı ve inanıcının

soru sorarak makul bir cevap elde edebilme

bulunuyor olması epistemolojik olarak insanda

imkanına kavuşmaktadır. Bu da varlık alemine

herhangi bir ayrışmaya sebep olmadığından

yönelik olarak İslami aklın önünde ontolojik

insanın bilme yetileri arasında herhangi bir

anlamda hiçbir sınır ve engelin olmadığı

çatışma ortaya çıkmamıştır. Bu durum ontolojik

anlamına gelmektedir. Oysa mutlağın somut

düalizmin önüne geçtiği gibi epistemolojik

olarak algılandığı kültürlerde bunun tam tersi bir

olarak da Müslüman filozofları deneyci veya

durum yaşanmış ve sınırlı olarak tasavvur edilen

akılcı olma indirgemeciliğinden kurtarmıştır.

mutlak, akli soru ve cevapların yerini almıştır.

Bu yüzden olsa gerek biz İslam düşüncesinde

Mutlağın ötesi olamayacağından akıl bu sınırlara

salt deneyci ya da salt akılcı olan herhangi bir

çarptığında etkinlik alanı da sona ermiştir. Akıl

felsefi akıma rastlamıyoruz. Bunun yerine bilgi

ancak bu ilişki soyut lehine genişledikçe hareket

üretiminde duyularla aklın işbirliği yaptığı bir

etme alanı bulmuş ve bu oranda ortaya felsefe

bilme sürecinde varlık sahip olduğu süreklilik

ve bilim koyabilmiştir.

içinde kavranmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla İslam düşüncesinde akıl tarafından felsefi kurgularla doldurulması gereken herhangi bir epistemolojik

Bu soyut mutlak algısının ontolojik sonucu ise mukayyet olanla mutlak olan arasında herhangi

boşluk bulunmamaktadır.

bir çatışma alanının yaşanmaması olmuştur.

Bu durumun önemli olan başka bir epistemolojik

mutlak tamamen soyut ve mukayyet varlıklar da

sonucu daha bulunmaktadır. Buna göre İslam

somut olduklarından bunlar arasında herhangi

düşüncesindeki mutlak algısının soyutluğu

bir ontolojik çatışma yaşanmamaktadır. Böylece

mutlağı aklın önünde bir engel olmaktan

İslam medeniyetinin felsefi ufkunu oluşturan

çıkarmıştır. Daha önce de gördüğümüz gibi

soyut mutlak algısı mukayyet varlıkların

ontolojik çakışmanın yaşandığı medeniyet ve

ontolojik var olma zeminiyle birlikte bunların

kültürlerde bu çakışmanın şiddeti oranında

açıklanabilmesinin epistemolojik imkanlarını

116

Çünkü İslam düşüncesine kaynaklık eden

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


oluşturmaktadır. Başka bir deyişle İslam düşüncesinde mutlakla mukayyet olanın iç içe geçtiği bir ontolojik çakışma yaşanmadığından mutlak algısı metafizik bir ilke haline gelerek epistemolojik bir açıklama işlevi görebilmektedir. Yani mezkur ontolojik çakışmanın olmaması İslam düşüncesine mutlağı metafizik bir ilke haline getirerek bütün epistemolojiyi bunun

da aslında budur. Yani ister Yunan medeniyetinden isterse de klasik Hint ve İran’dan İslam dünyasına aktarılan felsefi düşünceler böyle bir ontolojik çakışma ve epistemolojik boşluk üzerine inşa edilmişlerdi. İslam düşünce ve felsefesi bu kadim miraslardaki ontolojik ve epistemolojik

üzerine kurabilme imkânı sunmaktadır.

arizaları giderebildiği oranda bunları kendi

Dolayısıyla İslam düşüncesi açısından mutlağın

durumlarda ise bunları bünyenin dışına itiyordu.

ontolojik olarak soyut olması gerçek anlamda

Hatta islam düşüncesini oluşturan temel

bir epistemoloji yapabilmeyi mümkün hale

ekoller olan kelam, felsefe, irfan ve fıkıh usulü

getiren bir imkan olarak ortaya çıkmaktadır.

arasındaki temel çatışmalar da bu asıl kaynağa

Çünkü ontolojik olarak soyut olan bu mutlak,

indirgenerek daha iyi anlaşılabilir. Dış bir

hiçbir akli soru ve cevabın yerini almayarak

felsefi düşünceye bağlılık oranı artıkça mezkûr

ortaya gerçek anlamda bir epistemoloji

ontolojik çakışmanın sebep olduğu ontolojik

çıkmasının yani bilgi üretilmesinin yolunu

ve epistemolojik sorunlar artmakta ve bu da

açmıştır. Bu sayede Müslümanların inandığı

tamamen bambaşka bir mutlak algısından

mutlak, mümkün varlıkların ontolojik var

beslenen İslam düşünce ve felsefesiyle sorunlar

olma zeminini oluşturarak –çünkü mutlağın

ve çatışmalar yaşanmasına sebep olmaktaydı.

soyut olması onlara varlık alanına çıkma şansı vermektedir, aksi takdirde varlıkları mutlak tarafından ortadan kaldırılacağından aslında hiç var olmayabileceklerdi- bunlar hakkında soru sorarak makul bir cevap beklemenin ontolojik

yapısına katıyor ve bir ıslahın mümkün olmadığı

Şimdi başa dönerek söylediklerimizi tekrarlıyoruz. Medeniyetlerin felsefi ufkunu belirleyen, mutlak hakkındaki algılarıdır. Mutlak algısı somut olan medeniyetlerde bizim

zemini haline gelmiştir. İslam düşüncesindeki

adına ontolojik çakışma dediğimiz bir durum

anlamıyla mutlağın, hiçbir felsefi soru ve

yaşanmakta ve bu da epistemolojik bir boşluğun

cevabın yerini almamasının yani hiçbir sorunun

ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Daha önce

cevabı olmamasının anlamı da işte budur.

de söylediğimiz gibi bütün Batı düşünce tarihi

Bu açıklamalardan sonra İslam medeniyetinin neden diğerlerinden çok daha geniş bir felsefi ufka sahip olduğunu rahatlıkla anlayabiliyoruz. Başta da söylediğimiz gibi medeniyetlerin felsefi ufkunu belirleyen şey bunların mutlak algısıdır. Bu algı somutlaştıkça felsefi ufuk daralmakta,

aslında bu ontolojik çakışmanın sebep olduğu epistemolojik boşluğu doldurma çabasından ibarettir. Batı düşüncesi özellikle Descartes’ten sonra bu boşluğu adına yöntem veya metodoloji denen şeyle doldurmaya çalışmaktadır. Sanırım bu noktanın biraz açılması gerekmektedir.

soyutlaştıkça ise genişlemektedir. İşte İslam

Bildiğimiz gibi klasik paradigma varlık eşittir

medeniyeti diğer bütün medeniyetlerden daha

düşünce ve o da eşittir dil birliği esasına

soyut bir mutlak algısına sahip olduğu için

dayanıyordu. Bu yüzden ontolojik bir sorun hem

felsefi ufku da bu soyutluğun şiddeti oranında

epistemolojik hem de dilsel bir sorun olarak

diğerlerinden daha geniştir. Zira tarihi boyunca

tezahür ediyordu. Hatta görünüm şekilleri farklı

İslami aklın savaşmak zorunda olduğu bir

olsa da aslında klasik paradigma açısından

ontolojik çakışma ve bunun sebep olduğu bir

bunlar arasında herhangi bir fark bulunmuyordu.

epistemolojik boşluk hiç olmamıştır. Bu yüzden

Ancak Descartes varlığı düşünceye tabi kılıp

İslami aklın yaptığı ontolojik anlamda soyut olan

epistemolojiyi ontoloji karşısında daha avantajlı

mutlağı, epistemolojik bir imkân olarak kullanıp

durumu getirince metodoloji de ontolojinin

bütün varlığı bir süreklilik içinde açıklamaya

sebep olduğu felsefi sorunların çözümünde

çalışmak olmuştur. Genelde İslam düşüncesinin

önemli bir rol oynamaya başladı. Başka bir

özelde de İslam felsefesinin diğer felsefi

deyişle epistemolojik tutarlılığın dış alemde

medeniyet ve kültürlerle yaşadığı temel sorun

kendisine mutabık olan ontolojik tutarlılığı

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

117


ortaya çıkarabileceği bir varsayım olarak kabul

doğruluğunu daha doğrusu işlevselliğini

edilmeye başlandı. Bu noktadan sonra klasik

göstermektedir. Ancak bizim açımızdan önemli

dönemde ontolojik olan bütün ayrım ve sorunlar

olan başından beri böyle bir ontolojik çakışma

modern dönemde birer epistemolojik sorun

ve dolayısıyla epistemolojik boşluk yaşamayan

ve meselelere dönüşmüş oldu. Böylece klasik

tam tersine soyutluğundan dolayı mutlak olanın

dönemin ontolojik çakışması epistemolojik bir

mukayyet olanın ontolojik var olma zeminini

mesele ve soruna dönüşmüş oluyordu.

ve epistemolojik olarak da açıklanma imkânını

Başka bir deyişle bu sorun daha önce sahip olduğu ontolojik anlamını tamamen kaybederek bir epistemolojik icat olan yöntem ve metodoloji tarafından çözülebilecek kurgusal bir soruna

oluşturduğu bir düşünce sisteminde hermonötik de dahil modern düşüncenin bütün metodolojik imkanlarının neye tekabül ettiğini ortaya koyabilmektir.

dönüştü. İşte metodoloji tam bu noktada devreye girmektedir. Bundan sonra düşüncenin varlığı belirleyeceği hatta bir adım daha ileri atıp neyin var olacağına düşüncenin karar vereceği bir aşamaya geçildi. Başka bir deyişle var olmak artık kurgulanabilir bir şeye dönüştü. Ya da neyin var olacağını düşünsel kurgunun karar verebileceği yeni bir dönem başlamış oldu. Yani ontoloji veya var olmak artık kurgulanacaktı. İşte bizim adına kurgusal varlık veya hakikat dediğimiz bu yeni varlık tarzı modern düşüncenin ta kendisini oluşturmaktadır. Bu da klasik mutlak ve mukayyet ayrımının artık kurgusal olarak tasarlanacağı anlamına geliyordu. Bu yüzden günümüzde bazı Müslüman düşünürlerin modern Batı düşüncesinin metodolojik imkanlarını kullanarak İslam düşüncesini okumaya ve anlamaya çalışmalarını bir de metot ve yöntemin kazandığı bu yeni anlamıyla değerlendirmek gerekir. Mesela bazı Müslüman düşünürlerin Kur’an ve Sünneti anlamak için başvurdukları modern hermenötik böyle bir felsefi arka plana dayanmaktadır. Bu metodoloji epistemolojik olarak metin ve mana diye birbirinden ayrılmış ama ontolojik olarak aslında tek bir şey olan bir sorunu çözmeye yönelmiştir. Bu da klasik anlamda mutlak olanla (metin) mukayyet olanın (mana) ontolojik çakışmasının modern anlamda epistemolojik karşılığını oluşturmaktadır. Doğrusu hermonötik de dâhil modern Batı düşüncesinin metodolojik imkânlarını oluşturan yaklaşımların bahsettiğimiz anlamda bir ontolojik çakışma ve epistemolojik boşluk üzerine inşa edilen felsefi paradigmaların ortaya çıkardığı sorunları çözmede etkin bir rol oynayabilecekleri kuşkusuzdur. Zaten düşünce tarihi de bunun

118

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Araştırma - inceleme

Alemin Nebevi Yorumu Muhammed Müctehid ŞEBUSTERİ Peygamber Kelamı

Tarihi kaynaklarda da Kur’an ayetlerinden anlaşılan budur. Ki, Peygamber’in “ayetler”

Tarihi kaynaklarda Kur’an

hakkındaki yorumu anlattığım gibi olmuştur.

metninin incelenmesi,

Peygamber bu ayetlerin “söz ve mana” olarak

metinde peygamberliği

Allah tarafından geldiğini ve sadece onun kıraat

vurgulanan insanın

ettiğini iddia etmiyordu. Bir Kur’an karisinin

iddiasını öyle bir şekilde

(okuyucusunun) Kur’an’ın sözleri ve manası ile

göstermektedir ki, halka

bağlı hiç bir rolu yoktur, sadece Kur’an’ı tilavet

duyurduğu ve kabul

eder (ezbere okur). Ya da bir ses kanalı, sesi

etmelerini istediği Kur’an’ın metni onun söylediği sözler olsa da, ilahi kaynağa dayandırılmaktadır. Peygamber bu sözlerin ona ait olmadığını söylememiştir. Bu ince konuya dikkat etmek gerekir ki, sadece “sözler”le kelam oluşmadığı gibi, “İnsan kelamı”, yalnız “manalarla” da kelam sayılmaz. İnsan kelamı, dil olarak isimlendirilen “beyan sistemi” içinde “manalar ve sözler” bütününden ibarettir. Yalnız mana, ya da söz bir insana ait kabul edilirse, buna kelam denilemez.

değiştirmeden yayınlar. Peygamber bu şekilde yapmamıştır. Kur’an’ın birçok tarihi tanıklarından burada izahlar getireceğim. Bu tanıklardan yararlanmak Kur’an’ın manasını kavramak için Kur’an ayetlerinden istifade etmek anlamında değildir. Biz tarihi bir soruya cevap bulmak için bu tanıklardan sadece tarihi anlamda istifade edeceğiz. Soru şudur: Kur’an kelamı ile ilgili İslam Peygamberinin iddiaları ne olmuştur?

Peygamber, kelamın ona ait olduğunu

Kur’an’ı tarihi bir metin gibi okuyan herkes,

söylediğinde hem mananın, hem de sözlerin

açıkça Peygamber ve onun kavmi arasında

kendisine mensup olduğunu kabullenmiştir. O,

gerçekleşen bir diyaloga tanık olacaktır. Çeşitli

mütekellim (konuşan) sıfatı ile nitelenmiştir ve

yöntemlerle devam eden diyalog... Peygamber

mütekellimdir. O, bu konuşmanın kendisine ait

23 yıl süresince muhtelif durumlarda çeşitli

olmadığını söylememiştir. Onun tecrübesinin

yollarla kendi peygamberliğinin tebliği ile

Tanrı tarafından seçildiğini ve ona “gayplardan

uğraşmış ve toplumu bir olan Allaha (tevhide)

yardım” geldiğini söylemiştir. Gayptan gelen

iman etmeye çağırmıştı. Hicaz ahalisini,

bu yardım “vahy” olarak nitelenmiştir. O, bu

putperestinden tutun da Yahudi’sine ve

vahy dolayısıyla mütekellimliğe, yani anlamlı

Hıristiyan’ına kadar İslam’a davet etmişti. Bu

sözler söylemeye kadir olmuştu. Bu yüzden de

doğrultuda Kur’an ayetleri ile de onlara delil

bu tekellümde (konuşmada) kıraat edilenler

getirmişti. Bu yolda büyük irade ve kararlılıkla

“Allah’ın ayetleri” olarak bilinir. Yani Allah’tan

yorulmadan faaliyet gösteriyordu. Bu ayetler

kaynaklandığı için Allahın sözleri sayılmıştır.

ve delillerde insanların dikkatini doğada ve

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

119


tarihte meydana gelmiş olaylara yönlendirirdi.

Beyan türlerinden bir sistem olarak dil, beş

Kavimlerin ve eski peygamberlerin başlarından

eksen üzerinde sürekliliğini sürdürür: 1- Dilin

geçenler, ahlaki davranışlar üzerine konuşur ve

kaynaklandığı “konuşan eksen”. 2- Dilin

muhtelif örnekler ve düşüncelerle, gelecekle

yöneldiği adres olarak “dinleyen eksen”. 3- Dilin

ilgili müjdeler verirdi. Bu davetin kabulü

yatağı olan “metin ekseni”. 4- Ortak iletişim ve

ve onun yasaklarının uygulanması ile Hicaz

anlatışım mekanı olarak halk ekseni. 5- Dilin

ahalisinin gerçek toplumsal yaşamında büyük

beyan ettiği içerik ekseni.2

değişiklikler ortaya çıkmıştı. Öyle ki, bu değişiklikler büyük bir medeniyetin doğuşuna olanak sağlamıştı. Bu tarihi gerçekleri göz önünde bulundurarak şöyle bir soru ortaya çıkar: Bütün bu oluşumlar bir insanın kendine ait bilmediği, sadece kıraat ettiği kelamdan kaynaklanabilir mi? Başka bir ifade ile sormamız gerekirse: Böyle bir kelam (Onu kelam diye adlandırmak mümkünse ki, mümkün değildir) kendi muhatapları tarafından anlaşılabilir miydi ki, muhalif, taraftar, mümin ve kâfir de olsunlar? Anlaşılmayan bir kelam uğrunda cihada, büyük medeni, tarihi ve toplumsal değişikliğe yol açabilir mi? İnsanın konuşması ve insanlar arası anlaşma şekli gösterir ki, İslam Peygamberi kendisini meleklerin ona getirdiği intizamlı sesleri (bazı Mutezile kelamcılarının anlattığı gibi) topluma ulaştıran bir mikrofon, ya da bir ses kanalı gibi gösterse idi, o zaman onun söyledikleri muhatapları tarafından anlaşılmazdı. Muhatapların anlayamadığı kelam ise, tarih ve medeniyet yaratamazdı. Şöyle olsaydı, yeni peygamber sadece işittiği sesleri topluma ulaştırsaydı, o zaman peygamber ve toplum arasında diyalog kurulamazdı. Bu iddianın manası derinden ve iyice anlaşılsın diye, burada felsefi bakımdan dilin anlamına dikkat etmemiz gerekecek. Bugün dil filozofları arasında çok yaygın olan dil üzerine bir tanımlama yapacağım. Bu tanım, konunun anlaşılmasına yardımcı olabilir. Bu tanım hem dilin doğasını aydınlığa kavuşturur, hem de kesin doğruları beyan eder. Alman filozof Albert Keller yazıyor:

Filozoflar arasında en çok kabul edilen dil üzerine bu felsefi yaklaşım dilin kolektif insani bir fenomen (antropolojik) olduğunu vurgular. Değişik kuralları ve unsurları olan dil, yalnız bu kuralların ve unsurların gerçekleştiği yerde vardır. Kuralların ve unsurların olmadığı yerde dil tamamen ortadan kalkmış olur. Bu konu üzerine derin ve geniş düşünen Wittgenstein felsefi araştırmalarının ikinci evresinde şöyle karara varmıştı ki, konuşmak insan hayatının bir şekli ve davranışın ayrılmaz önemli parçasıdır. Buradan yola çıkarak da filozof “dil oyunları” teorisini ortaya attı. Ondan sonra ise, Austin Wittgenstein’ın teorisini kendi “Konuşma hareketi” teorisi ile bütünleştirdi. Bu tanıma göre bir şahıs muayyen sözler ve manaların ona melekler gibi vasıtalarla okunduğunu söyleyip bunları muhataplarına sanki bir mikrofonla yansıtırcasına yansıtabilir. Aynı insan daha sonra bu cümleleri söyleyen ben değilim derse, böyle bir durumda usul ilminin mantığına göre “tasdik delili” olmayacaktır. Bu kelamın muhataplara “söyleyici”si olmadığından bu cümlelerin gerisinde hiç bir ciddi irade görünmemektedir. Bu cümleleri (ki, onları cümle de adlandırmak olmaz) hiç bir şekilde inceleyip açıklamak mümkün olamaz. Bu cümleleri kıraat etmek olmaz. Bu tür cümleler sadece söyleyicisi olmamakla yetinmez, hem de daha önce söylediğimiz gibi, kendini gerçekleştirmek için dilin beş ekseninden de yoksun olur. Böyle cümleleri Arap dilinin örnekleri gibi kabul

Dil insan aracılığı ile yaratılmış ve evrilmiş

etmek olmaz. Burada dilin birinci eksenini

“beyan” biçimlerinden oluşan bir sistemdir.

oluşturan kelamın söyleyicisinden amacımız

İnsan bu sistemi kendisini beyan etmek,

sesleri mikrofon gibi yansıtan araç değildir.

kendisini anlatmak ve başkalarını anlayabilmek

Söyleyiciden maksat düşünebilen insandır ki,

amacı ile icat etmiştir. İnsan dil yolu ile

onun sözlerini anlamak ve bu sözleri ona ait

tanımlarını düzenleyip başkalarına sunar ve

bilmek mümkündür. Bu durumda “bu sözü

değişik yollarla gerçeklerle yüzleşir.

filan şahıs söylemiştir” demek mümkün olur.

1

46-25.

Verlag Karl Alber Freiburg/ Alber Keller. Sprach

1

Phllesophie. 1. barbeitete Aoflage 1989 Münche. S. 42-

120

Aynı kaynak.

2

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Seslerin Peygamber aracılığı ile yansıması teorisi

dili”ndedir şeklinde söylenmiştir. Acaba, İslam

ile ilgili bunlar düşünülebilir: “Bir insan Tanrı

Peygamberi kimsenin kelamı olmayan bu sözleri

katından ona cümlelerin kıraat edildiğini ve o

kendi muhataplarından sadece ibadet yolu ile

da aynı cümleleri muhataplarına yansıttığını

anlamalarını ister miydi? Acaba, Peygamber

iddia ediyor.” Anlamlı iddia olarak böyle bir iddia

davetinin bu kadar akıl dışı olması mümkün

araştırılabilir. Ancak bu durumda muhataplarına

müdür? Acaba, Kur’an metninde mevcut olan ve

yansıtılan bu cümleler, dilin gerçekleşmesi

ayetleri anlamlı kılıp akli açıklamalara tabi tutan

için gereken eksenlerden yoksun olduğundan

çeşitli yorumları görmemeli miyiz? Kur’an’ın 47.

kimsenin kelamı gibi sayılamaz ve bu yüzden

suresinin 24. ayetinde denir ki: “Neden Kur’an

de hiç bir anlamı olamaz. Ayrıca, bu cümleler

üzerine düşünmüyorsunuz?” Kur’an’da Kur’an

muhataplar tarafından de anlaşılıp araştırılamaz.

için şifa, hidayet, basiret, açıklama, delil gibi

Böyle bir durumda söyleyicinin Tanrı olduğunu

özellikler sayılmıştır. Delil esası ibadete dayanan

tasavvur edip dilin diğer gerçekleşim eksenleri

bir metinden böyle özellikler beklemek mümkün

bu yolla mümkün olmuştur görüşüne varmak

olur mu? Acaba, Hz. Muhammed’in vefatından

olur. Ancak bu, doğru bir tasavvur değildir.

sonra Müslüman alimler tarafından Kur’an

Dikkat edecek olursak, kendi tecrübesinden

üzerine yapılan açıklamaların hepsi anlamsız

kaynaklanarak Peygamber’in muhataplarına

mıdır? Neden Müslümanlar bu açıklamaları

ulaştırdığı bu sözlerin bir söyleyicisinin var

yaptılar? Çünkü Kur’an’ı düşünülen, açıklanması

olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu da Tanrı, ya da

mümkün olan metin gibi anlıyorlardı. Acaba,

melektir. Ancak Peygamber’in muhatapları için

bugün biz Kur’an üzerine açıklamalar yaparken

bu cümlelerin söyleyicisi yoktur. Muhataplar

anlamsız ve batıl işlerle mi uğraşıyoruz?

Peygamber’in iç dünyasında nelerin olduğunu

Ayrıca, 17. surenin 88. ayetinde Kur’an’ın

anlayamazlar. Kimse Peygamber’le konuşur

benzersiz kitap olduğu vurgulanmaktadır.

mu? Kimdir Peygamber’le konuşan? Nasıl

Sadece ibadet ve iman üzerine dayalı olan

konuşur? Bütün bunların hepsi Peygamber’in

cümleleri Peygamber halka götüren bir kanal

şahsi tecrübesi ve iddiasıdır ki, yalnız kendisi

olsaydı, o zaman bu vurgunun bir anlamı

bu konuda bilgiye sahip olabilir. Ancak

olur muydu? Kur’an’ın başka tarihi tanığı

Peygamber’in kendi bilgisi bile, bu konuda

da şudur ki, Kur’an’da İslam Peygamberi iç

insan bilgileri niteliğinde olamaz. Bu durumda

basiretle ahireti müjdelemekle, Tanrı rahmetini

böyle bir iddiada bulunan Peygamber, bu

dile getirmekle, Tanrı azaplarından insanları

cümleleri muhataplarına okuyup ve onlardan

sakındırmakla, doğru yola hidayet etmekle,

bu sözlere sırf Tanrı kelamı olduğu için iman

insanların tevhit konusundaki ihtilaflarına

getirmelerini isterse, aslında bir şekilde halktan

hakemlik etmekle insanları Tanrı’ya inanmaya

anlamayarak iman getirmeyi talep etmiş olur.

davet etmiştir. Sadece Tanrı katından gelen

Öyle ise, muhatabın anlayıp iman etmesi için

sesleri intikal etmekle görevli olan bir insana

Peygamber bu cümleleri bir bir açıklamalı ve bu

bu kadar sıfat ve faaliyetleri yüklemek mümkün

cümlelerin onun Peygamberlik tecrübesinde ne

müdür? İnsanlık hayatını bu kadar derinden

anlama geldiklerini izah etmelidir. Peygamber’in

etkileyen böyle bir insan için bu kadar basit rol

ortaya koyduğu bu kadar diyalogu, mücadele,

düşünmek mümkün olur mu? Bütün bu işleri

muhalefet ve destek, cihat ve toplumsal

Peygamber birinci sırada Kur’an’ı halka okuyarak

değişiklikleri, medeni, siyasi yükselişleri

halkın ferdi ve sosyal hayatına bu manaları

açıklamak nasıl mümkün olur? Peygamber

dahil ederek yerine getirmemiş mi? Kur’an

kendi muhataplarına böyle söylemiş olabilir mi

Peygamber’in kelamı olmasaydı ve Peygamber’in

ki, hiç bir kelam özelliği taşımayan bu sözler

işi sadece meleklerden işittiği bir sürü cümleleri

gerçekten Tanrı kelamıdır ve bu kelamın manası

dinleyicilerine ulaştırmak olsaydı, o zaman

var, siz bu kelamı kabul edip iman getirin ve

bu kadar tarihi derinliği olan işleri Peygamber

manasını da benden sorun! Böyle bir şeyi iddia

yerine getirebilir miydi? Ayrıca, Kur’an’da

ve tasavvur edip tasdiklemek mümkün olur mu?

Peygamber hakkında denilmektedir ki, O bir

“Kur’an apaçık Arap dilinde”dir cümlesi Kur’an’ın

“elçi”dir. Elçilik yükseltilmişlik anlamındadır.

birçok yerinde beyan edilmiştir. Ya da “kavminin

Kur’an’ın tarihi verileri ve Hz. Muhammed’in

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

121


23 yıllık mücadelesi gösterir ki, “biset”den,

ile bu sözleri söyleme salahiyetine ermiştir.

yani yükseltilmişlikten sonra Peygamber’in çok

Söz söyleme kudreti Kur’an’da “vahy” kavramı

derin hayat biçimi olmuştur. Yorulmadan ve

ile tanımlanmıştır. Kur’an’dan anlaşıldığı üzere

sarsılmadan kendi inancı yolunda inanılmaz

Peygamber’in söyledikleri vahy idi. Bu anlamda

çabalar göstermiştir. Onun Peygamberliği

ki, O, vahy neticesinde bu sözleri söyleme

heyecanlı ve coşkulu olmuştur. Peygamber

yetkisine ulaşmıştır. Kur’an’da vahy Tanrı’nın

iddia etseydi ki, ben sadece işittiğim sesleri

işareti ve tahriki anlamındadır. Bu işaret ve

sizlere duyuruyorum o zaman bu işin bisetle

tahrik, yalnızca peygamberlere mahsus değildir.

ve onun coşkusu ile hiç bir ilgisi olmazdı. Bu,

Örneğin bal arısının içgüdüsel hareketi de

Peygamber’in kelamı değil ve Peygamber

Kur’an’da “Tanrı vahyi” olarak tanımlanmıştır.

sadece onu meleklerden alıp halka iletmek

Kur’an’ın değişik ayetlerinden de anlaşıldığı

için bir mikrofon rolünü ifa etmişse, o zaman

gibi, vahy Tanrı’nın İslam Peygamberi ile

bu coşku neredendir? Mikrofonun ki coşkusu

tekellümüdür, konuşmasıdır. Bu tekellüm

olmaz. Kur’an üzerine başka tarihi deliller de

Peygamber’in bisetine sebep olmuş, yani

var. İslam muhalifleri Peygamber’e diyorlardı ki,

Peygamber’in kelam söylemesine, Kur’an

sen sihirbaz, şair ve kahinsin. Peygamber Kur’an

ayetlerini okumasına imkan sağlamıştır. Bir

okuyarak kendi muhataplarını etkileyip onların

sözle “Kur’an ayetleri vahyin özü değil, vahyin

imana gelmelerine sebep olduğunda İslam

mahsulüdür”. Tanrı vahy yoluyla Peygamber’e

muhalifleri ona bu sözleri söylüyorlardı. Neden

bu kelamı söyleme hakkı vermiştir.

Peygamber’e sihirbaz, şair ve kahin diyorlardı? Çünkü o zaman, yalnız bu tür insanların kendi muhataplarını etkileyebileceklerine inanılırdı. Eğer Kur’an Peygamber’in kendi kelamı olmasaydı ve Peygamber sadece ona gelen sesleri duyuran bir araç gibi görünseydi, o zaman ona bu sıfatları da takmazlardı. Çünkü sihirbaz, kahin ve şair kendileri bir işler ederler ve başkası tarafından yönlendirilmezler. Peygamber de kendi kelamını söylediği için ona bu gibi sıfatlar takmaktaydılar. Kur’an okumak Peygamber’in kendi kelamı olmasaydı, o zaman ona sihirbaz ve kahin de demezlerdi. Kur’an üzerine bu gibi incelemelerimizi sürdürürsek, daha çok açık örneklerle Kur’an’ın Hz. Muhammed’in kelamı olduğunu gösterebiliriz. Bu örnekler gösterir ki, günümüzde Kur’an’da mevcut olan ayetler söz ve mana olarak halka duyurulmak için Tanrı tarafından Peygamber’e gönderilmemiştir. Hem söz, hem de mana Peygamber’in kendine ait olmuştur. Ancak bu arada Peygamber Tanrısını da kendi öğretmeni gibi tecrübe etmişti. Tanrı’yı öğretmen gibi tecrübe etme süreci vahy olarak nitelenmiştir.

Tanrının vahy yoluyla İslam Peygamberi ile tekellümü (konuşması) bir tür dil ilişkisi dolayısıyla ilahi eğitim gibi sanılabilir. Ancak gerçek olan şudur ki, Tanrının konuşması, dilinsan ilişkisi yoluyla olmamıştır. Çünkü o alanda dil-insan ilişkisine giriş izni verilmemiştir. Bu yüzden de o konuşmanın (vahyin) hakikati ile ilgili tasavvurlarımız olamaz. Allame Tabatabai bu konuda şunları söyler: “Vahy bilinci bizim için sırdır. Biz vahyin neliğini ve nasıllığını bilmiyoruz. Ayrıca, vahyin hakikatine nasıl ulaşılacağı konusunda da bilgimiz yoktur. Burada ahlak düzeni, maarif ve kanunları içeren gerçek ilişkiler bütünü söz konusudur. Bunlar bizim düşüncemiz için belli değildir. Çünkü bu ilişkiler arasında var olan şuur bizim bildiğimiz olsaydı, o zaman vahy şuuru bizim fikri şuurumuza eşit olurdu. Ancak böyle değildir. Bu halde şöyle düşünebiliriz ki, Peygamber şuur ve vahy yolu ile bu gizemli ilişkileri anlamış ve anladıklarını anlatmak için kendi dili ile bizimle konuşmuştur. Çünkü muhatapları ile konuştuğunda onların

Biz bu araştırmada şöyle bir sonuca vardık

düşünce düzenini ve anlama olanaklarını göz

ki, Kur’an’ın getiricisi olan Peygamber

önünde bulundurmuştur.”3 Anlaşıldığı gibi

Kur’an’ı kendi kelamı gibi takdim etmiştir.

Allame Tabatabai de açıkça Kur’an’ın insan

O zaman muhaliflerin kabul etmedikleri ne

kelamı olduğunu söylemektedir. Bu kelamın

idi? Peygamber iddia ediyordu ki, o, özel bir insandır. Tanrı tarafından seçilmiş ve vahy yolu

122

Üstad Allame, Seyyid Muhammed Hüseyin Tabatabai,

3

“İslami Araştırmalar” s 249.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ilahi kaynağı olsa da, ancak onun söyleyicisi

dolayı Peygamber’in kendi muhatapları ile bu

Peygamber’in kendisidir. Burada çok önemli

metin kaynaklı dilsel ilişkisi bir dilsel-insansal

bir konuya işaret etmek gerekecek. Kur’an’da

ilişki olmuştur. Bu nedenle de Kur’an üzerine

doğa fenomenlerinin Tanrı ayetleri olarak

araştırma yapmak için dil üzerine mevcut olan

adlandırılması bu fenomenlerin kendi doğal

bütün bilimsel araştırmalardan yararlanabiliriz.

sebeplerine mensup olmadığı anlamına

Kur’an’ı anlayabilmemiz için mevcut olan dil

gelmez. Kur’an ayetlerini de Tanrı ayetleri

felsefesi, dilcilik, yani hermenötik, tarihsel

olarak adlandırmak bu metnin Peygamber’e

eleştiri ve bu gibi yöntemlerin verilerinden

ait olmadığı anlamına gelmez. Nasıl ki,

yararlanmak gerekir. İnanç ve itikad açısından

Kur’an’a göre başka fenomenlerle ilgili de Tanrı

bu iş için hiç bir engel yoktur. Tam tersine bu

bu fenomenlerin uzunluğunda yer almıştır,

yöntemden başka bir seçeneğimiz mevcut

genişliğinde değil. Kur’an fenomeni konusunda

değildir.

da Tanrı sebeplerin uzunluğunda ve uzayışında mevcuttur, eninde ve genişliğinde değil. Bu yüzden de Kur’an’da geçen “inzal-i vahy” (vahyin inişi) veya “inzal-i kitab” (kitabın inişi) gibi söylemler bu kitabın Peygamber’in kelamı olma özelliğini inkar etmez. Örneğin 48. surenin 25.i ayetinde denilir ki: “Gökten temiz su nazil ettik (indirdik)” Bu ayet hiç de yağışın

yağmasının doğal sebeplerini inkar etmez. Tanrı katından “vahy inzali” (vahyin inişi) veya “kitap inzali” buna benzemektedir. Yani “inzal”ler Kur’an ayetlerini onun doğal sebebi olan Peygamber’den istisna etmez ve bu metnin Peygamber’e ait olmadığına sebebiyet vermez. Bana göre Kur’an’da ayetlerin Peygamber’in kelamı olması ile ilişkili muhkem deliller vardır. Öyle muhkem deliller var ki, Kur’an’ı Peygamber’in kelamı olarak anlamamızdan başka seçenek bırakmamaktadır. Ayrıca, “Kur’an’ın kıraat şeklinin tarihi” gösterir ki, bazı Kur’an tabirleri değişime uğramışlar. Bir beyan şeklinden başka beyan şekline doğru biçim değiştirmişler. Şüphesiz ki, Kur’an’ın kıraat tarihinde bu gibi tarihi araştırmaları derinleştirmek her zaman alimlerin dikkatini celp etmiştir. Bu araştırmalar Kur’an metninin anlaşılmasına imkanlar oluşturmuş ve metnin birçok dil sorunlarını ortadan kaldırmıştır. Elbette bu, elimizdeki Kur’an’ı bu araştırma olmadan anlamak olmaz anlamına gelmez. Bu konuya tekrar döneceğiz.4 Anlattığımız üzere Kur’an Peygamber’in kelamı olduğundan “Mukaddes Kitap”ın (hem eski ve hem yeni ahitin)

4

kıraati ila ilgili net araştırmalar “Mukaddes kitap”ın anlaşılmasına çok yardımcı olmuştur. Klaus Kouk araştırma nitelikli eserinde gösterir ki, “Mukaddes

Varlığın Nebevi Yorumu Dini bir metin olarak Kur’an üzerine araştırmalar gösterir ki, bu metin bütün doğa ve tarih olaylarını Tanrı’nın fiilleri gibi anlatmaktadır. Bu metin her şeyden önce okuyucunun aklında varlıkla ilgili dini mana oluşturmaya çalışmaktadır. Kur’an’da karşılaştığımız tecrübe şöyledir ki, İslam Peygamberi varlık hakkında dini açıklamalar vermektedir. Peygamber’in tecrübesinde varlığı anlamak onu açıklamaya (tefsir etmeye) eşittir. Kur’an metni Peygamber’in “şeyler” hakkında muhataplarına bilgi verdiğini göstermez. Peygamber’in “nelerle” ilişkide olduğunu gösterir. Peygamber varlığın “Nasıl” olduğu hakkında bilgi vermemektedir. O, varlığı “Nasıl gördüğü” hakkında bilgi vermektedir. O, kendi dünya görüşünü açıklıyor. O, varlığı okumaktadır. Kur’an varlığın okunuşudur/yorumudur. Varlığın Nebevi olarak anlaşılıp açıklanmasıdır. Arap dilinde gerçekleşen bu kıraat bir “amel”dir. Peygamber bu ameli kendi tecrübe ve iddiasına dayanarak vahyin tesiri ile yerine getirmektedir. Kur’an ayetleri “haber” getiren ve dinleyicileri bu haberi dinlemeye davet eden Peygamber’in sözlü fiilleridir. Peygamber kendi muhataplarından bu haberi onaylamalarını istemektedir. O “haber” de şudur ki, bütün varlık ve olaylar Tanrı’nın fiilleridir. Kur’an’da 400’den fazla yerde “ayet” kelimesi tekrar edilmiştir. Benim araştırmama göre Kur’an’da 1200 kereden fazla geçen Allah sözüne bu sözler eklenmiştir. Peygamber’in varlık hakkındaki okuması (anlama tefsiri) bazen öylesine derinleşir ki, varlığı açıklama sınırlarını

kitabın kıraat tarihinin şekli tarihi” araştırmacılar için

aşarak Tanrı’nın sıfatlarını anlatmaya başlar.

yeni anlama ufukları açmıştır.

Bu merhalede Tanrı göklerin ve yerin nuru gibi

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

123


tecrübe edilir. 24. Surenin 35. ayetinde “Allah

tabirlerin beyan edildiği anlarda ortaya çıkmaz.

göklerin ve yerin nurudur” denildiği gibi...

Tecrübe kutsallıkla iç içe girdiğinde varlıkla ilgili

Bu teorinin anlaşılması için Kur’an’ın metnine istinat etmeden önce, tefsiri ve ayeti anlamanın ne olduğunu anlatmam gerekecek. Kur’an’da “ayet”in anlamı nedir? “Felsefe Ansiklopedisi”nde söylendiği gibi “ayet” “fenomen” sözüne eşittir. “Felsefi Kavramların Tarihi Ansiklopedisi”nde

tecrübenin nefsi dini özelliğine bürünür. Böyle bir durumda dünyada var olan her bir “gerçek” ve dünyanın kendisi “kendi bütünlüğünde” iki istikametli tezatlı aspektde (görünüşte) görünmüş olur: 1- Sürekli sebatsızlık. 2- Her an ve sürekli olarak yenilenme.”6

“fenomen” hakkında şunlar yazılıdır: “Fenomen

Bu anlatıdan sonra bütün mevcudatın fenomen

doğal bir veridir. İnsanın zaman ve mekan

gibi görünmesini Kur’an metninde sezmek

bağlamında karşılaştığı şeydir. Ama insan bilir

kolaydır. Kur’an’a derin bir istinatla bunu

ki, bu “şey” son gerçeklik değildir. Ancak az-çok

anlamak mümkündür. Ancak önceden bir konuya

bu şey varlıkta varoluşunu göstermektedir.”5

dikkat etmemiz gerekir ki, varlığı bütüncül

Bu anlatının karşılığı Arap dilinde “ayet” olarak

olarak gören sistematik bir dünya görüşü

geçer. Bir insan var olanları Tanrı ayetleri gibi

Kur’an’da mevcut değildir. Kur’an’da “külli şey”

görürse o, bütün var olanları gizli bir gerçekliğin

(bütün şey) ifadesi var. Göklerden, yerlerden,

ayetleri gibi görmektedir. Bu gizli gerçekliğe

güneşten, ay ve yıldızlardan, alemlerden,

ulaşmak mümkün olmasa da, ancak var

hayvanlardan, insandan, dağlardan, bitkilerden,

olanlarda onun tezahürü açıkça sezilir. Bu ince

kavimlerden ve şahıslardan, belalardan ve

noktaya da dikkat etmeliyiz ki, var olanların

nimetlerden, eşyadan ve yüzlerce bu gibi

“ayet olma”ları, var olanların “ayet görünmeleri”

konulardan söz edilmektedir. Yalnız her şey ayrı

demektir. Bu tür dünya görüşü varlıkla ilgili

ayrı anlatılmıştır. Bu önemli konuyu dikkate

hermenötik idrak anlamındadır. Var olanları

aldıktan sonra bütün doğa olaylarının fenomen

Tanrı’nın ayetleri gibi tecrübe eden insanın

(Tanrı fiilleri) gibi görünmesini daha geniş ve

algılayışı (idrak etmesi) tefsirin (açıklamanın)

derin bakışla inceleyebiliriz. Sonra aynı konuyu

özüdür. Yani idrak tefsire ve açıklamaya eşittir.

insan, kavimlerin yazgısı, tarih ve toplumsal

Bu makamda idrak, tefsir ve ayet bir tek

gerçeklikler bağlamında ele alacağız. Konunun

gerçeği görmekten başka bir şey değildir. Bu,

uzayıp çığırından çıkmaması için başvurulan

dünya ile ilgili tek bir “vahit nispet”dir. Richard

her ayetin, yalnız içeriği üzerinde durmaya

Schiller -çağdaş Katolik filozof- “açıklama ve

çalışacağız. Bütün bunlara karşın gene de bazı

ayete eşit olan idrak” hakkında önemli bilgiler

istinatlar daha uzun ve tekrar gibi görünebilir.

vermektedir. Onun bu bilgisi varlığın hermenötik

Bu konuda başka seçeneğimiz yoktur. Çünkü

idraki ile ilgili bize yardımcı olabilir. O der ki:

bu bahse girmiş olan okuyucuyu tartışmanın

“Hermenötik, “kazanılmış tecrübenin manası”

ortamına sevk etmek zorundayız. İslam

üzerine soru sormakla başlamaz. Hermenötik

Peygamberinin yaşadığı ve Kur’an’a yansımış

tecrübenin kendisinin nasıllığı ile başlar. Şeyler

olan o manevi ortamda bulunmaya çabalamadan

üzerine dikkatimiz, şeyleri algılamamız (idrak

konu üzerine odaklanmak mümkün değildir.

edişimiz) ve bilgi belgelerimizi tabir ettiğimiz

Bu da Kur’an’dan birçok ayete başvurmamızla

her şey bir “bakış açısı”na bağlıdır. Bu bakış

mümkün olabilir.

açısı bizim varlığa bakışımızı yönlendirir. Bu bakış açısı her zaman “şeyin” anlaşılması için bir “ön bakış” olarak ortaya çıkar. Bu yolla

Doğa Olaylarından Örnekler:

da her konuda mümkün olan açıklamayı

“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece

biçimlendirir. Bu ön bakış “tecrübi etkilenme”yi

ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara

şekillendirir. Bu genel kural insanın varlık

yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden

hakkında dini açıklamalarına da aittir. Varlıkla

gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle

ilgili dini açıklama, varlık hakkında şekillenmiş

ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde

Yoachim Ritter Band 2 Histiorisches Worterbuch der

5

Philosophie. Herasgegben von 14 Erscheinung.

124

Karl Alber 1973, S, 166- Richard Schaeffler Religion

6

und Kritisches Bewustsein, Verlag 167

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle

“oluş” sebebidir. O, kesintisiz olarak faaldir ve

yer arasındaki emre amade bulutları evirip

her an yaratmaktadır. Bu peygamberi bakış,

çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için

anlamaya ve açıklamaya eşittir. Örnek olarak

ayetler vardır.” (2/164)

sunduğumuz ayetler haberi veya felsefi cümleler

“İnsanı bir nefisten yaratan Allah’tır ve bu nefisten kadınlar ve erkekler üremiştir.” (4/1) “İnsanları geceleri uyutup ve gündüzleri kazandıklarınızı bilen Tanrı’dır. Bütün kullar O’nun emrine tabidir. İnsanların canını alan O’nun bekçileri ve gönderdikleridir. İnsanı çöllerin ve denizlerin karanlıklarından kurtaran Tanrı’dır.”

değildir. Onlar hermenötik (açıklama içerikli) cümlelerdir. İslam Peygamberinin dünyasında bilinen doğa, olaylar üzerine getirilen açıklamalardır. Bu olaylar bütünüyle Tanrı’nın fiilleri gibi sunulmaktadır. Kur’an’da geçen bu Nebevi okuma ve açıklama, yalnızca doğa olayları ile sınırlı değildir. İnsan ve kavimlerden söz edilirken, onlar da tamamen Tanrı’nın

(6/60-65)

yarattığı ameller gibi anlaşılıp açıklanmıştır.

“Çekirdeğin ve tohumun yarıcısı Tanrı’dır. Diriyi

ortaya çıkışları, hem dünyevi hayatı yaşamaları

ölüden, ölüyü diriden var eden O’dur. Tanrı

ve hem de sonraki Dünyaya ait oluşları hepsi

sabahın yaratıcısıdır. Geceyi dinlenme vakti ve

bir yerde Tanrı’nın iradesi ve fiili gibi tanımlanıp

ayla güneşi hesaplama aracı gibi yaratmıştır.

açıklanır. İnsan ve kavimlerden söz edilirken

Çöllerde ve denizlerde yol bulmanız için yıldızları

Tanrı etkin ve fail (özne) olarak kendi varlığını

yaratmıştır. Gökten su göndermiş ve yerde bitkileri

göstermiştir. Öznenin (mübtedanın) fiilleri

canlandırmıştır. Gökleri ve yeri yokluktan yarattı.

üzerine açıklamalar verilir. Tanrı’nın insan veya

Her şeyin yaratıcısı O’dur.” (6/94-99)

kavimlerle ilgili nasıl davrandığından söz edilir.

İnsanların ve kavimlerin kaderi (talihi); hem

“Sizin Tanrınız gökleri ve yeri altı güne yaratmıştır. Güneşe ışık ve aya nur veren O’dur. Ayları ve yılı hesaplayabilmeniz için aya ve güneşe menzil veren de O’dur. Gecenin ve gündüzün hareketinde, göklerde ve yerde yarattıklarında takva sahipleri için kesin ayetler vardır. Sizi çölde, denizde ve sahrada seyrettiren Tanrı’dır. Sizi denizlerin korkunç fırtınalarından kurtaran O’dur. Gökten ve yerden sizin gıdanızı temin eder... Diriyi ölüden ve ölüyü diriden vücuda getiren O’dur. Dünya işlerinin

Tanrı böyle etmiş, böyle ediyor veya böyle edecektir gibi sözler açıklığa kavuşur. Hatta insan doğasının özellikleri söz konusu olduğunda Tanrı’nın insanla etkileşimi üzerine açıklık getirilir. Bu konu ile ilgili başka önemli açıklayıcı ayetlerden örnekler getirerek araştırmayı değerli okuyuculara bırakmak istiyorum.

İnsanın Kaderi ile İlgili Nebevi Okuyuşlardan Örnekler:

sevk ve idaresini O yapıyor .” (10/3-10, 21-23,

“Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan,

31-32)

şekillendirilmiş bir balçıktan yarattık.” (15/26).

“Tanrı gökleri yeryüzüne düşmesin diye yörüngelerinde tutmaktadır.” (22/65) “İnsanı ilk olarak yaratan Tanrı, onları yeniden diriltmeye de kadirdir. O Tanrı ki, size yemyeşil ağaçtan ateş çıkarmıştır. Bir şeyi yaratmak istediğinde ona sadece ‘ol’ der ve o hemencecik oluverir.” (36/76-82)

Bu ayetler “tabiatla ilgili görüş” ifade eden Kur’an’daki ayetlerden örneklerdir. İslam Peygamberinin dünyasında ve açıklamalarında bütün doğa olaylarının esasında kendisi

“İnsanı nutfeden yarattı.” (4/16) “Her insanın amelini boynuna yükledik. “Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter” denilecektir.” (17/13-14) “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” (33/72) “İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.” (55/3-4)

görünmeyen Tanrı ve O’nun iradesi durmaktadır.

“Ey insan! Şüphesiz, sen Rabbine (kavuşuncaya

Ancak O, bütün bu ayetlerin (fenomenlerin)

kadar) didinip duracak ve sonunda didinmenin

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

125


karşılığına kavuşacaksın.” (84/6) “O, insanı ‘alak’tan yarattı.” (96/2) “O,insana bilmediğini öğretendir.” (96/5)

“Tanrı batılı “hak”la ortadan kaldırır.” “Tanrı’nın kulları göklerin ve yerin yaratılışı ile bağlı olarak düşünür ve anlıyorlar ki, Tanrı onları “batıl” olarak yaratmamıştır.” Burada dünyanın “eğlence” olarak yaratılmaması, dünya

“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip

yaratılışının haklılığı, “yaratılışın batıl olmayışı”

ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten

gibi yorumlar varlığın hermenötik kavrayışını

sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki,

göstermektedir. Abes olmamak, haklılık, batıl

nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” (91/8)

olmamak gibi cümleler bir gerçeklikle ilgili

Bu ayetler ve benzerleri İslam Peygamberinin insan yazgısı ile ilgili esas kavrayışını ve açıklamasını oluşturmaktadır. Bu ayetlerdeki cümleler de haberi ve felsefi cümleler değildir. Bu cümleler tefsiridir, hermenötiktir ve açıklayıcıdır. İnsanın halini ve yazgısını açıklayan cümlelerdir. Öyle ki, İslam Peygamberinin dünyasında Tanrı ve insan etkileşim (karşılıklı tesir) içinde görülmektedirler. Hatta insanların diriliş günü ile ilgili en önemli ayetler de insan yazgısı ile ilgili olarak hermenötik bir tecrübe olarak sunulmaktadır. Örneğin Kur’an’ın birçok yerinde denilir ki, ölmüş insanları toprağın bağrından hayata getirmek kıştan sonra ağaçların dirilişi gibi gerçekleşecektir. Bu, Peygamber’in açıklamasıdır. Yani Peygamber kendi bakış açısına göre insanları yazın canlanıp dirilen ve kışın da ölen ağaçlar ve bitkiler gibi gördüğünden bu şekilde açıklama yapmıştır. İnsanın topraktan yaratılışının tekrarlanışı ve insanın yeryüzünde bulunup çoğalması, yeniden yere gelmesi ve yeniden yerden hayata dönmesi örneğin 30. surenin 19. ayetinde söz konusu edilmiştir. Buradaki cümleler haber özelliği taşımazlar. İnsanın yazgısı ve geleceği ile ilgili kavrayış/açıklama tecrübelerini içeren

felsefi yorum olmaktan daha çok kavrayış/ açıklama yorumlarıdır. Eğer “herhangi bir şahsın filan ameli abes ya da batıl değildir veya onun haklılığı vardır” diye bir söz söylersek, bu durumda onun davranışı ile ilgili açıklamalarda bulunmuş oluruz. Dünyanın yaradılışı hakkında da böyle bir yorumda bulunmakla dünya hakkında açıklayıcı bir anlam ortaya konmuş olur. İslam Peygamberi dünyanın gayriabesliğini, gayri-batıllığını ve meşruluğunu görüp anladığı için O’nun görüşünde her şey “Tanrı’dan”, “Tanrı mülkü” ve “Tanrı’ya doğru” olarak düşünülmüştü. Doğal olarak insan da Peygamber’in bu bakış açısı içinde yer almıştır. İnsanın da yaratıcısı Tanrı olmuş ve insanın yönü, yazgısı Tanrı’ya doğru hareket biçiminde yaratılmıştır. İnsanın yönü ve sonu Tanrı’ya taraf olmasaydı, onun yaratılışı abes ve anlamsız olurdu. İnsan sonunda Tanrı’nın yanında hazır olacak ve bunun dışında insanı başka tür düşünmek mümkün değildir. Aşağıdaki ayetlerin içeriğine dikkat edin: “Ey insan! Şüphe yok ki, sen Tanrı’na karşı çaba üstüne çaba göstermektesin; sonunda O’na varacaksın.” (84/6)

cümlelerdir. Kur’an’da insanın topraktan

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin

yaratılışı dirilerin ölümden hayata dönmesi

hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi

gibi yorumlanmıştır. İnsan üzerine bu gibi

sandınız?” (23/115)

açıklamaların esası 44. surenin 38-42 ayetlerinde beyan edilmiştir:

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder. O dökülen meniden ibaret az bir su değil

“Biz, gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları,

miydi? Sonra bu, bir “alaka” oldu. Derken Allah

eğlenmek için yaratmadık. Biz onları ancak hak

onu yaratıp güzelce şekillendirdi. Nihayet ondan

ve hikmete uygun olarak yarattık. Ancak onların

da erkek ve dişi iki eşi var etti. Şimdi, bunları

çoğu bilmezler. Şüphesiz, hüküm günü, hepsinin

yapan Allah’ın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?”

bir arada buluşacağı zamandır. O gün dostun dosta hiç bir faydası olmaz. Kendilerine yardım

126

(75/36–40)

da edilmez. Yalnız Tanrı’nın yardım ettiği kimseler

“Bütün insanların Tanrı huzurunda bulundukları

bunların dışındadır. Şüphesiz O, mutlak güç

zaman kafirler bulunmayacaklarını mı sanırlar?”

sahibidir, çok merhamet edendir.”

(83/5-6)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


“Diriliş gününde herkes kendi amellerinin neticesini

ederiz. Tanrı Nuh olayından sonra birçok halkı

görecek. Zerre kadar kötü iş görmüşse, cezasını

suçları yüzünden helak etti.” (7/15-17)

alacak ve zerre kadar yararlı iş görmüş olanlar da

ödüllenecekler.” (99/7-8) İnsanın çok zorluklarla Tanrı’ya doğru gitmesi,

“Zulüm eden birçok ülkelerin sakinlerini helak edip yerlerine başka halkları yerleştirdik. Tanrı isterse, sizi götürüp yerinize başkasını getirir.” (4/133)

insanın kendi başına bırakılmadığı, Tanrı’nın onu yeniden diriltmeye kadir oluşu, “ahiret” dünyasında cezalanıp veya ödülleneceği gibi yaklaşımlar insanla ilgili dini hermenötik kavrayışlardır. Bu, “hermenötik eksenli bakış” esasında dünyanın abes ve batıl olmaması, meşru olmasının açıklanmasıdır. O “ön bakış” bu bakışı yönlendirir. Bu iddiayı doğrulayan başka bir durum da Kur’an’da kıyamet günü ve insanın dirilişi ile ilgili geçen isimlerdir: 44. sure 40. ayette “yevm-ül fasl/karar günü”, 24. sure 35. ayette geçen “yevm-ül hesab/hesap günü”, 64. sure 9. ayette keçen “yevm-ül teğabun/ ziyanların ifşa olunduğu gün” gibi isimlerin hepsi kıyamet gününün adlarıdır. Hakkın batıldan ayrılması, insandan hesap sorulması, ziyanlar hakkında bilgilenme gibi yorumlar insanın geleceği ile ilgili eski hermenötik açıklamalardır. Biraz dikkat edersek açıkça ortaya çıkmaktadır ki, Kur’an’da onlarca kez tekrarlanan “elyevm-ül aher/ahiret günü” ifadesi bir kavrayış/ açıklama biçimidir. Dünya hayatının “birinci gün” ve ahiret hayatının “sonraki gün” olması insanın macerası ve yazgısı ile ilgili hermenötik kavramadır. Bu yorumlar felsefe yapmak veya gaybtan haber vermek anlamında değildir. Şimdi biraz da halkların tarihi üzerine Nebevi okuma ve açıklama üzerinde duralım. Kur’an’da halkların tarihi ile bağlantılı yorumlar da doğa ile ilgili olan yorumlara benzemektedir. Tanrı halkların yazgısında oluşan olayların kaynağı gibi gösterilir. Tarihte de her şey Tanrı ile insanların arasında etkileşim halinde görünmektedir. Bu konu ile ilgili olan örnek ayetlerin içeriğine bakalım: “Andolsun, Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zebur’da da, ‘Yere muhakkak benim iyi kullarım varis

Toplumsal Gerçeklikler Üzerine Nebevi Okuyuş: Burada önemli bir konuyu da açıklamam gerekecek. Doğa olayları, insanın macerası ve yazgısı, halkların tarihi üzerine açıklamalardan başka Kur’an metni Hicaz halkının toplumsal yaşamları üzerine de hermenötik kavrayış tecrübesine dayanarak açıklama getirmiştir. Kur’an’ın ahlaki usulü ve dini ahkamı da bu tecrübenin ürünüdür. Tanrı toplumsal gerçekliklerin her yönünde insanlarla etkileşim halindedir. Faal Tanrı iradesi ile uyum içinde olmayan toplumsal yaşam sevimsiz hayat biçimi olarak nitelenir. Çünkü insan yaşamının yazgısı ve sonu, hatta toplumsal gerçekliklerin ve değişimlerin her yönünde Tanrı iradesi ile yönlendirilir. O zaman “toplumsal gerçeklikler” bu irade ile uyum içinde olmalıdır. İşte bu ortamda Nebevi okuyuş, ibadet ve muamelat sahasında Hicaz ahalisindeki toplumsal gerçeklikleri değiştirmeyi talep eder. Bu değişim ise tevhit esasında gerçekleşmelidir. Yani kötülüklerden vazgeçme ve takva ile dolu olan bir yaşam biçimi. Yalnızca dünyaya bakış ve dünyayı anlama makamında değil, hem de dünyada yaşama ve gerçek hayatta da mutlak faile teslim olmak istenmiştir. Kur’an’da bu tür yaşam şeklinin yaygın adı “ubudiyet”, yani “kulluk” tur. Bu konu üzerine de Nebevi okuyuş getirilmiştir. İlişkiler ortamında ahlak dışı süreçten ahlaki sürece doğru ilerleme olmuşsa, örneğin zulümden adalete doğru ilerleyiş sağlanmışsa, burada Tanrı’nın iradesine uyumlu biçimde davranılmıştır. Kur’an’da ibadetler ve işlemler konusunda var olan hükümlerin hepsi bu durumdan kaynaklanmıştır. Toplumsal ilişkiler ve gerçeklikler üzerine hermenötik

olacaktır’ diye yazmıştık.” (21/105)

kavrayışlar böylece Tanrı iradesine dayanmıştır.

“Tanrı elçi göndermeden önce bir halkı

bir şey var. İnsanların birbiri ve Tanrı ile

cezalandırmaz. Bir ülkenin halkını helak etmek

ilişkileri üzerine mevcut olan yargıları her

isterken onların itiraz edenlerini uyarırız. Ancak

zaman belli bir toplum ortamında anlamlı

onlar kötü yolları seçerler ve biz o halkı helak

olmuştur. Örneğin Kur’an’da Hicaz ahalisi

Bu önemli konuda dikkat etmemiz gereken

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

127


göz önünde bulundurulmuştur. Hicaz

sınırlarını bilme”, “nefse zulüm etmeme”,

ahalisinin koşulları üzerine açıklamalar

“va’z”, “arınmış ve temiz amel”, “başkasına

yapılmıştır. Örneğin putperest toplumda

zarar vermeme”, “birbiri ile maslahatlaşma”,

kendilerine özgü bir ibadet türü var. Bu ibadet

“bağış” gibi anlamlar ifade edilmiştir. Bu

türünün tevhide dayanarak değiştirilmesi

anlamlar erdem (fazilet-takva) örnekleri gibi

istenilmiştir. Ya da belli bir toplumda zulme

anlatılmıştır. Kur’an’ın çeşitli ayetlerinde keçen

dayalı aile ilişkileri olmuş ve bu ilişkilerin yine

“kıtal/savaş” ayetlerinde savaş hakkında olan

de tevhide dayanılarak düzeltilmesi istenmiştir.

hükümler “saldırmazlık”, “barış”, “fitne ortadan

Bu yargılar belli bir toplumun ilişkilerinde

kaldırılıncaya kadar savaş” gibi ifadeler kavrama

yaygın olan adalet ve zulüm anlayışları üzerine

açıklamalarına göre düzenlenmiştir. Bu konular

bina edilmiştir. Bu yargılar mahkemede belli

üzerine belli yargı içerikli yaklaşımdan dolayı

olaya belli zaman ve mekanda tanık olan bir

onlara hüküm denilmiştir. “Hüküm” genelde

yargıcın yargılarına benzemektedir. Yargıcın

yargıda kullanılan bir sözdür. Bu durumda 5.

bu konuda yargıları ve hüküm çıkarması

surenin 44. ayetinin sonunda geçen “Kim Allah’ın

onun yasa üzerine açıklamalarına dayandığı

indirdiğine göre hüküm etmezse...” cümlesinin

gibi, belli toplumsal ilişkilerin adaletli veya

de manası anlaşılmış olur. Bütün bunlar açık/

adaletsiz olarak nitelenmesi de zulüm ve

aydın tarihi tanıklar olarak Kur’an’ın şer’i

adalet üzerine açıklamalara dayanmaktadır.

hükümlerinin Hicaz toplumunun gerçekleri

Açıklamalarda zulüm ve adalet anlamlarına

üzerine kavrayışlarını ve açıklamalarını

açıklık getirilmelidir. Toplumdaki durumları da

göstermektedir. Bu kavrayış ve açıklamaların

bu açıklamalar aydınlığa kovuşturabilir. Burada

amacı Hicaz ahalisinin birbiri ve Tanrı ile olan

önerilen “gerek” var olan belli insani ilişkilere

ilişkilerini tevhit esaslarına dayanarak aydınlığa

veya insanların Tanrı ile ilişkilerine yöneldiğinden

kavuşturmak olmuştur. Tanrı iradesine uygun

her zaman “var olanın” karşısında durmaktadır.

olmayan Hicaz toplumunun toplumsal ilişkilerini,

“Var olan” doğru değildir, tevhide dayanan

ibadet biçimlerini Tanrı istemine uygun olan bir

duruma göre ilişkilerin şekillenmesi “gerek”ir.

yatkınlığa kavuşturmak söz konusu olmuştur. Bu

Bu nedenle de önerilen “gerek” belli toplumsal

nedenle de bu hükümlerin o zamanki koşullara

durumu değiştirmek istediğinden belli gerçekliğe

göre ortaya çıkışı kesinlikle bütün çağlar ve

yönelmelidir. “Var olanın” yerine önerilen

zamanlar için geçerli olduğu anlamına gelmez.

“gerek”, yalnız belli tarihi gerçekler ortamında

İslam’ın ilk yüz yılında Müslümanların fıkıh

mümkün olabilir. Değişik tarihi dönemlerde

ilmini icat etmeleri ve fıkıh ilmine göre kendi

mevcut koşullara göre adalet ve zulüm üzerine

ihtiyaçlarını ve hükümetlerinin ihtiyaçlarını

açıklamalar yapılabilir. Bu açıklamalar daha

gidermeleri tamamen başka bir mevzudur.

önceki açıklamalarla benzersizlik de oluşturabilir.

Kur’an metninden, yalnız anlattığım kadar

Bütün bu açıklamalar hermenötik kavrayış

anlaşılmaktadır.

içermektedir. 2. surenin 178 ve 179. ayetlerinde geçen

Nebevi Okuyuş ve Oluş Halleri:

kısas hükümleri “bağışlama”, “ihsan”, “yaşam”,

Kur’an’ın önemli bölümünde insanın Tanrı

“maruf/bilinen”, “saldırı” üzerine hermenötik

karşısında davranışlarının inceliklerine işaret

kavrayışlar olarak sunulmuştur. Bu ayetlerin

edilmiştir. “Dua”, “ibtihal/sitayiş”, “şükr”, “sebr”,

hemen ardından vasiyet hükmü ile ilgili ayetler

“tevekkül/güven”, “inabe/Tanrı’ya dönüş”,

gelmektedir. Bu ayetlerde “hayır”, “maruf”,

“tövbe”, “istiğfar/bağış talebinde bulunma”,

“takva” kavramları sıkça geçmektedir. Toplumda

“tezerrü/yalvarış”, “salavat”, “rüku”, “secde”,

ıslahat yapmak amacı ile bu kavramlar

“iman”, “nefse güven”, “gam”, “ümitsizlik”,

üzerine de hermenötik açıklamalar yapılmıştır.

“acelecilik” ve bunlara benzerler ortaya

2. Surenin 22-42 arasındaki ayetlerde de

çıkmıştır. Bütün bunların hepsi insanın Tanrı

“tövbe”, “doğru ahlak”, “takva”, “halk arasında

etkinliğine (faaliyetine) uyum sağlama zarureti

ıslahatla uğraşmak”, “bir insanın başka insan

esasında kavranarak açıklanmıştır. İnsanın

karşısındaki hakkı”, “maruf”, “ihsan”, “Tanrı’nın

Tanrı karşısında bu davranışları tevhit olarak

128

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


kavranılmıştır. Kur’an’ın bu gibi açıklamalarına istinat eden Müslüman arifler insanın Tanrı’ya doğru yolculuk “halleri” ve “makamları”nı düzenlemişler ve “tarikat”ın açıklamalarını yapmışlardır. Bu durumlarda Kur’an’ın yorumları

şöyle söylenir: “Tanrı, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da

Peygamber’in varlıkla ilgili “hermenötik

sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da,

tecrübelerini” açıkça ortaya koyar. Bu yorumların

batıya da nispet edilemeyen mübarek bir ağaçtan,

varoluşu (existence) “vahyin” Peygamber

yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun

ruhunun derinliklerini nasıl hareketlendirdiğini,

yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese bile, ışık

Peygamber’in temel insani kaygılarını nasıl da

verir. Bu, nur üstüne nurdur. Tanrı dilediği kimseyi

onun deneyimi düzeyine ulaştırarak onu sakinlik

nuruna eriştirir. Tanrı insanlara bak böyle temsiller

bilmeyen coşkulu insana dönüştürdüğünü

getirir. Tanrı her şeyi bilendir.”

gösterir. “Tanrı’ya iman” Peygamber’in Kur’an’daki esas çağrısıdır. Maddeden “güven”dedir ve “güven” de insanın “varoluşçu güven”i anlamındadır. Bu güvenlik varoluşçu kaygının karşısındadır. Birçok ayetlerde “Tanrı’ya iman, yani Tanrı dolayısıyla güven kazanma” yorumu yapılmıştır. Bu da, “kaygı” ve “güvenlik” gibi varoluşçu durumların nasıl hiç bir şekilde

Dünya üzerine bu dini hermenötik açıklamada çeşitli misaller, tasvirler, öyküler ve hikmetlerden yararlanılmıştır. Ayrıca, Kur’an müelliflerin telif ettiği zümreden değildir. Telif nazmı yoktur. Kur’an nazım değil nesirdir. Kur’an varlık hakkında Nebevi bir okuyuştur. Bu okuyuşun her yerinde Peygamber’in

Peygamber’i rahat bırakmadığını gösterir.

erdemi açık ve gizli biçimde görülmektedir.

Bu Nebevi okuyuşta Tanrı’nın tecrübesi varlığın

yaparak vahyin konuşturduğu Peygamber’in

hermenötik kavrayışı ile birleşir. Tanrı dünya

psikolojisini anlamak mümkün olabilir. Cennet

gerçekliklerinin ayetlerinde sezilir. Bütün varlık

ve cehennemin nitelikleri, bazı ayetlerin

O’ndan imler (işaretler) olarak görünür. Bu

merhametli veya gazaplı oluşu, kafirlere karşı

durumda Tanrı hakkında düşünmek ayetler ve

sert tutum ve Kur’an’ın bu gibi birçok özellikleri

imler hakkında düşünmekten ayrı görünmüyor.

İslam Peygamberinin ahlak ve keyfiyetinin

İmler hakkında düşünmek Tanrı’yı düşünmeyi

aynasıdır.

gösterir. Varlığı ve dünyayı açıklamak Tanrı hakkında konuşmak anlamına gelir. Kur’an’da dünyayı dini olarak anlama ile hermenötik anlama eşittir, aynıdır. Âlemin bu biçim okunuşunda (kıraatinde)

Kur’an metni üzerine psikolojik bir inceleme

Sunulan Teorilerin Bazı Sonuçları Sözümün sonunda bu tartışmadan ortaya çıkan bazı sonuçlara işaret etmek istiyorum:

Tanrı’nın varlığı onun kesintisiz etkinliği

1- Bu konuda ortaya koyduğum teoriler

(faaliyeti) gibi ortaya çıkar. Tanrı hazırdır, çünkü

Müslümanların temel din kitabı olan Kur’an

her an gerçekliği mümkün kılar. Bu metinde

üzerine rasyonel olarak, özgürce ve doğmalara

(Kur’an) Tanrı doğasının nitelikleri söz konusu

dayanmayan bir kıraattir/bir okuyuştur. Bu

değildir. Tanrı’nın sürekli ve kesintisiz etkinlik

rasyonel okuyuş bu metnin “dini” mesajı olarak

nitelikleri O’nun birinci ve başlangıç nitelikleri

bilinen “tevhidi” yorumlamaktadır. Bu yorum

gibi algılanır. Çünkü sürekli ve kesintisiz olarak dünyayı icat ve yok etmektedir. Dünya Tanrı’nın kendini gösterdiği ayetlerdir. Bu ayetler Tanrı’nın gücünü aynı zamanda hem açıklıyor, hem de saklıyor. 57. surenin 2. ayetinde “O evveldir, O ahirdir, O zahirdir, O batındır” olarak belirtilen mana da bu anlamdadır. Bu okuyuş tecrübesi

“bu metin vahye dayalıdır” gibi bir ön veriden uzaktır ve yalnızca rasyonelliğe dayanmaktadır. Kur’an İslam Peygamberinin “tevhid”ini beyan eden metindir. Peygamber bu şekilde dünyaya bakmış, dünyayı kavramış, Kur’an’da anlatıldığı gibi yaşamıştır.

bazen öylesine yükselir ki, tecrübe sahibi

2- Kur’an metni varlıktan hermenötik bir

dünyanın ötesine varır ve Tanrı varlığını ışık

kavrayış olarak bir “ayet”tir, bir “fenomen”dir.

olarak tecrübe eder. 24. Surenin 35. ayetinde

Ayet ve fenomen olan her şey, yalnız yeniden

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

129


açıklanma ile kavranılır. Bu kavrama ise

Ebunasır Siraç Tusi’nin yazdığı “Tasavvufta

fenomenin (ayetin) bütün boyutlarını içermez,

Işık” eseridir. Seçkin Müslüman ariflerin tevhid

belli boyutlarını içerir. Söylemek istediğim

üzerine kıraatleri Kur’an’ın tevhid merkezli

şudur ki, İslam Peygamberinin varlık üzerine

kavrayışı doğrultusunda yeni ufuklar açtı.

okuyuşu, yalnızca bir okuyuş olduğundan

Ariflerin tevhid üzerine arifane okuyuşları

Kur’an’daki bütün “ilahi hakikatleri” içermiş

da son söz olarak nitelenemez. Bu arada

olmayabilir. Yani vahyin hakikati Peygamber’in

Müslüman ariflerin başka irfanlardan esinlenerek

açıklamalarından üstündür. Biz insanlar bu

geliştiklerini de söylemeliyiz.

metinle karşılaştığımızda bu tür okuyuşun, hem zahir ve hem batın olan bir gerçeklikle bağlantılı olduğunu anlıyoruz. Bu yüzden de bu metnin anlatmak istediği bütün mesajları anlayabilecek kabiliyette değiliz. Tam olarak bu noktada hermenötik bir kavrayış zarureti ortaya çıkmaktadır. Kesinlikle hermenötik kavrayış da metinde var olan hakikati tam olarak anlatamayacaktır. “Zahir” ve “batın” gibi iki özellik hermenötik anlamada bizden ayrılmayacaktır. O zaman bu incelemenin ne gibi yararı olabilir? 1- Kur’an’ın öz mesajı, yani İslam Peygamberinin tevhidi son bir önerme gibi ortaya çıkmaz ve Kur’an’ın ilahi doğruları ile bağlı son kıraat diye bir şey olmaz. 2- Kur’an mesajını açıklayacak makamda olan başka

Müslüman düşünürlerin bu gün karşılaştıkları esas soru şudur: Çağımızda Kur’an’ın tevhit odaklı (merkezli) okunuşunu nasıl kavrayıp açıklayabiliriz? Çağımızda dünya hakkında nasıl tevhit kaynaklı düşünebilir ve tevhit yönlü yaşayabiliriz? İnsanın doğaya hakim olduğu ve tarihi belli ölçüde öz bilinçli iradesinin kontrolünde tuttuğu bir ortamda varlık üzerine tevhit kaynaklı kavrayış nasıl mümkün olabilir? Kısacası Tanrı’ya inanan diğerleri gibi çağımız Müslümanlarının da esas sorunu “Tanrı”dır ve başka şey değildir. Kur’an’da nübüvvet ve vahyin “tarikatı” var, “öznelliği/subjektifliği” yoktur. Esas amaç tevhidi ortaya koymak olmuştur. Kur’an’a göre İslam Peygamberi

hermenötik yorumlarda bulunmak mümkün olur.

daha önceki peygamberlerin tasdiklediği

3- Nebevi okuyuşun kavrayışı ve açıklanması

katılımcılarından biridir. Bu durumda benim

için ön kural ve ön yasadan yararlanmak

teolojik bir tahkimde bulunmam gerekirse,

mümkün değildir. Her açıklamanın açıklama olup

şunu söyleyebilirim: Müslümanlığın ana amacı

olmadığını açıklayıcı özü göstermelidir. Mevlana

tevhit eksenli varlığın okunuşuna katkıda

Celaleddin Rumi’nin bu konuda açıklamaları var.

bulunmaktır. 1400 yıl içinde İslam adına edilmiş

Bir fili karanlık yerde gördüklerini sanan adamlar

bütün açıklamaları çağımızda varlık üzerine

dışarıya çıktıklarında filden parçalar anlatırlar.

tevhit eksenli okunuşa göre değerlendirmek

Arap’ın, Fars’ın, Yunan’ın ve Türk’ün üzüm adı

gerekir. Bana göre çağımızda dini ıslahat denilen

üzerinde anlaşamadıkları bu tür açıklamalardan

anlayış da bundan başka bir şey değildir. Bu,

örnek olarak sunulmuştur. Mevlana Tanrı’nın

kimliksel İslam’ın karşısında duran hakiki

tufanlı dalgaları içeren etkinlikleri karşısında

İslam’dır. Hakikat tam olarak insan tarafından

direnmemeyi ve her kesin Tanrı’nın iradesine

anlaşılamadığından tevhid eksenli bu diyalog

teslim olmasını istemesi bu hermenötik

da durmak bilmez. Bu diyalog sonsuza kadar

kavrayışın bir türüdür. Mevlana bu hermenötik

sürüp gider. Bizim işimiz sürekli açıklamalarda

kavramalarda hiç bir ön kurala ve ön yasaya

bulunmaktır. Şu önemli konuya da işaret etmem

uymamıştır. Bütün var olanları “Tanrı’nın fiilleri”

gerekir ki, Müslümanlar İslam dünyasında

olarak algılayan Molla Sadra da açıklamalarında

mevcut olan hermenötik tecrübelerin ötesinde

hiç bir ön kurala ve ön yasaya uymamıştır.

bir de başka dinlerin ve inançların hermenötik

Gerçek olan şudur ki, Müslüman arifler Kur’an’ın

“varlık üzerine tevhid eksenli okunuşun”

tecrübelerinden yararlanmaya çalışmalıdırlar.

tevhid gönderisi üzerine daha çok çalışmışlardır.

4- Dil hakkında yazının başında işaret edildiği

Onlar ayetlerde bazı yorumlar üzerine özel

gibi, sözlerin ve cümlelerin anlamları ve hatta

incelemelerde bulunmuşlardır. İrfani tecrübeler

dilin grameri tarihi süreç içinde değişime uğrar.

düzenini “haller” ve “makamlar” adı altında

Bu bakımdan hiç bir cümleyi onun dışındaki

tasvir etmişlerdir. Bu eserlerin en düzenlisi

bilgiler olmadan anlamak mümkün olmaz.

130

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Yani o cümleyi şekillendirmiş olan ortam da

Arapçasındaki anlamalara göre izah edilmiştir.

incelenmelidir. Bir sözün veya bir cümlenin

Ancak Kur’an metni öylesine manalar açıklamak

bütün tarih boyunca aynı anlam taşıdığı

istemiş ki, o zaman ve daha önceki zamanlarda

olmamıştır. Modern dil felsefesinde bu, bir ana

da Arap dilinin bu konuda tecrübesi olmamıştı.

kural olarak kabul edilmiştir. Kur’an’da geçen

O da “tevhid” mesajı ve tecrübesidir. İslam

sözler ve cümlelerin anlamlarının değişmeyerek

Peygamberinin dünyası ile bizim dünyamızın

Kur’an’ın şekillendiği dönemdeki anlamları

farklı olduğu kesindir. Onun dünyası çok sade

taşıdığına tanık olmaktayız. Bu manalara

ve basittir. O’nun dünyasında ne “atom” var,

ulaşmak çetin olsa da, ancak bu gerçeği

ne galaktika, ne ışık yılı, ne uzay gemileri, ne

kabul etmeliyiz ki, Kur’an’da geçen sözlerin

demokrasi, ne insan hakları ve ne de bu gibi

ve cümlelerin bugünkü anlamı ile Kur’an’ın

birçok şeyler. 4. Surenin 82. ayetinde şöyle

şekillendiği dönemdeki anlamı aynı değildir.

denilir:

Günümüzde gökler, yer, cin, melek, ölülerin

“Hele de Kur’an üzerinde gereği gibi

dirilişi, adalet vs. sözler Kur’an’ın şekillendiği

düşünmeyecekler mi? O, Tanrı’dan başkası

dönemdeki gibi anlaşılmaktadır. Kur’an

tarafından gelmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık

metnindeki manaları çağımızın bilimsel ve

bulurlardı.”

felsefi nailiyetlerine uydurmak için o sözlere ve cümlelere farklı manalar yüklemek doğru olmaz. Daha önce açıkladığım İslam Peygamberinin varlık üzerine hermenötik deneyimleri Arap dilinde edilmiş ve Arapça beyan edilmiştir. Arapçanın kendisine özgü eksiklikleri ve sınırlılıkları var. Peygamber göklerden, yerden, güneşten, aydan veya tarihi olaylardan, ya da insanın yazgısı ve geleceği hakkında hermenötik açıklamalarda bulunduğunda bu sözleri o zamanın Arapçasının imkanlarına göre anlamıştır. Bu sözlerden o zamanki Arapçada yaygın olan anlamları anlamıştır. Peygamber’in varlık üzerine hermenötik deneyimi Arapçanın anlamına ve kavramlarına göre gerçekleşmişti. Günümüz bilimsel ve felsefi verilerinden yola çıkarak Kur’an’ı incelersek, mitoloji olarak adlandırabileceğimiz konulara rastlayabiliriz. Ya da doğa ve tarih hakkında bazı konulara rastlayabiliriz ki, onlar bu günün bilimine uygun gelmemektedir ve ters görünmektedir. Hatta Kur’an’ın dilinin mitoloji dili olduğunu da söyleyebilirler. Bunların hiç birisi Kur’an metni verilerinin tevhit eksenli algılanışına zarar vermez. Varlığın tasviri üzerine bu Nebevi okuyuş o zamanki kıraat olanaklarına göre olmuş, bu açıklamalar, tasvirler üzerine ayrıntılı bilimsel ve felsefi önermeler ileri sürmeyi

Bu ayette de Kur’an’da tutarsızlığın olmadığı vurgulanmaktadır. Tutarsızlığın olmaması o demektir ki, Kur’an metninde bütün var olanlar, “Peygamberî Dünya”nın bütün fenomenleri istisnasız olarak Tanrı ayetleridir. Kur’an metninde bütün ayetler arasında, yalnızca bir tek uyumlu hale getirici kavram var. O da birlemedir, “tevhid”dir. Bu, Kur’an metninde ilme ve felsefeye karşı hiç bir şeyin olmadığı, ya da Kur’an’da mitolojinin olmadığı anlamına gelmez. Tevhid yollarında yürümüş olan en büyük Müslüman arifler bile, eski gökbilime (kozmolojiye) inanırdılar. Onların göğü “korunan çatı” idi. Günümüzde birçok düşünür ve filozof Mevlana ve Hafız’ın hayranıdırlar. Ancak günümüz düşünür ve filozoflarının gökleri Mevlana’nın ve Hafız’ın gökleri gibi “korunan çatı” değildir. Günümüz düşünürlerinin gökleri sonsuzdur, yerin üstünde duran sonlu çatı değildir. Her ulusun dünyası bütün çağlarda onun diline yansımıştır. O zamanki Arapçada “korunan çatı”7 ifadesi ile Tanrı gücünü anlamak mümkün idiyse, günümüzde de “sonsuz gökler” ifadesi ile Tanrı’nın sonsuz gücü anlaşılmaktadır. Hem “korunan çatı”, hem de “sonsuz uzaylar” ifadeleri ile “Tanrı’nın ayeti” gibi varlık hakkında açıklamalarda bulunmak mümkündür.

amaçlamamıştı. Kur’an’da bütün bu ayrıntılar

5- Kur’an’ın şeri hükümleri söylediklerimizin

Arap dili ve kültüründe yaygın olan anlamlara

dışında değildir. Bu konuda da istisna yoktur.

göre yapılmıştır. Dünya üzerine yapılmış olan

Peygamber’in çağdaşları zamanında uyumsuz

hermenötik açıklamalarda kullanılan kavramlar Arapçanın olanaklarına dayanmıştır. O zamanın

Enbiya suresi 32. ayet: Biz, gökyüzünü korunan çatı

7

gibi yarattık…

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

131


durumu şeri hükümler uyumlu duruma

yöntemler, yalnız dini despotizm doğurmuştur

getirmişti. Bu da Tanrı’nın dünyadaki kesintisiz

ve günümüzde buna tanık olmaktayız.

etkinlikleri sonucunda gerçekleşmişti. Bazı şeri

Bu, fıkıh ilmini tam olarak tarihin dışına

hükümler belli çağlarda agresif görünürse,

çıkarmak anlamında değildir. Eski fakihlerin

bunu anlamamız gerekir ki, “agresifliğin” tarih

bu doğrultudaki sunumları İslam hukuk

ötesi bir tanımı söz konusu olamaz. Yani bu

tarihinde araştırma konusu olarak kalabilir.

şekilde değildir ki, belli İslam dönemlerinde

Onların araştırma çabaları da bu bağlamda

agresiflik olmuşsa, bu agresif durum sonsuza

takdir edilmelidir. Ancak bu, demokrasinin,

kadar devam etmelidir. Adaletin ve zulmün

insan haklarının modern algılanışına engel

tarih ötesi tanımı olmadığı gibi, agresifliğin de

olmamalıdır. Zamansallık açısından geçerliliğini

tarih ötesi tanımı yoktur. Belli davranışlar belli

ve kapsayıcılığını yitirmiş bir düzenekle çağdaş

çağlarda ve belli toplumlarda agresif olarak

dünya toplumlarını yönetmek mümkün değildir.

görünebilir. Ancak aynı davranışlar başka çağ

Sonucu despotizmden başka bir şey olamaz. Hiç

ve toplumda agresif olarak görülmeye de bilir.

şüphe etmiyorum ki, İslam dünyasında insan

Belli toplumlarda ve çağlarda Tanrı hukukunun

haklarına ve demokrasiye karşı çıkmaların politik

gerçekleşmesi adına agresif davranmış

nedenleri var. Bunlar despotizmi kurmak ve

olabilirler. Yine de başka bir toplumda buna

korumak içindir. Oysaki insan haklarına uymak,

tanık olmaya da biliriz. Çağımızda İslamiyet’in

demokrasiyi İslam dünyasında da uygulamak

ilk çağlarında agresif görünen davranışları

tamamı ile mümkündür.

8

terk etmek insanlığın ve İslamiyet’in kendi yararınadır. Bu hükümlerin ayetleri zamansallık açısından çağımızda geçerli olamaz. Bu konuyu birçok kere açıkladım. Kur’an’da geçen ceza mekanizmalarının bütün zamanlar için geçerli olmasını savunmak kesinlikle doğru değildir. Çağımızda Müslümanların toplumsal gerçeklerini düzenleme eylemleri ahlak üzerine açıklamalarla yaşamsallık kazanmalıdır. Şöyle bir soru yanıtlanmalıdır: Hangi toplumsal gerçeklik ahlaka ters, hangisi ahlaka yatkındır? Müslümanların siyasi, iktisadi ve politik işlemleri bu açıklamalara göre şekillenmelidir. Eskimiş fıkhi delillerle çağımızda iktisadi, siyasi ve hukuki düzen oluşturmak mümkün değildir. Bu konuda da “İman ve Özgürlük”, “Resmi Dini Söylemin Eleştirisi”, “Dine Bağlı İnsancıl Okuma Üzerine Düşünceler” adlı kitaplarımda geniş açıklamalar yaptım. Kur’an üzerine buradaki açıklamalarım Kur’an metni üzerine açık ve anlaşılan bir çerçeve oluşturmaktadır. Bu çerçevede Müslümanların modern hukuku, temel insan hak ve özgürlüklerini, demokrasiyi anlama olanakları açıklanmıştır. Kitap ve sünnetten, aksak insan hakları ve demokrasi çıkarmaya özenmek yerine benim açıkladığım

6- Kur’an’da Peygamber’in ismetinin ne olduğu bu açıklamalardan belli olsa gerek. Peygamber ismetinin anlamı şudur ki, o, Tanrı’nın yardımı ile varlığı tevhid eksenli kavrayıp açıklama yolunda hiç bir zaman sapmamıştır. Yalnız Tanrı’ya iman etmeye davet etmişti. O, Peygamberliğinde ve görevinde ismetlidir, masumdur. Onun Peygamberliği varlığı görüş şeklinde ve görüşünü topluma duyurmakta olmuştur. Varlığın bilimsel ve felsefi açıdan nasıl olduğunu anlatmak Peygamber’in görevi olmamıştır. 7- Buraya kadar anlattıklarımız elimizdeki Kur’an’da “kıraat vahdeti/okunuş birliği” olduğunu göstermektedir. “Okunuş birliği”nin anlamı bu olmalıdır ki, onu burada incelediğimiz gibi inceleyebilelim. Bu metin müelliflerin yaygın olan teliflerine benzemese de, dini bir metin olarak kıraat birliğinin bir parçasıdır. Bu metin üzerine tarihi eleştiri ve değerlendirme yapılırsa, biz daha dakik bir kıraata, daha doğru bir okuyuşa varmış oluruz. Ancak bunun anlamı şu değildir: Bu değerlendirme olmazsa, bu metni okuyamayız. “Upanişadlar”ın okunduğu gibi Kur’an’ı da okuyabiliriz.

verilere dayanarak çağdaş ihtiyaçları ve insan

8- Kur’an metni üzerine açıklamalarımızdan

haklarını anlayıp uygulamak mümkündür. Eski

anlaşılmış oldu ki, Kur’an’ın kavranışı ve hatta

“Agresif” kelimesini yazar, bazı ceza hükümlerinin

8

132

onun mesajını kabul etmek vahyin marifetini

günümüz dünyasında aşırı bulunmasının karşılığı olarak

ispat etme üzerine kurulu değildir. Kur’an’ın

kullanıyor olmalı. (Sadeleştiren)

metni kavranılır ve kıraat edilirse, vahyin

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


özüne ulaşmak mümkün olmasa da onu kıraat

tarihi belgeleri aydınlığa kavuşmalı idi, hem

etmeliyiz. Çünkü vahyin ne olduğunu hiç bir

de marifetşinaslığın delilleri gibi ne “ussal”

zaman beşer anlayacak kapasitede olmayacaktır.

ve ne de “duygusal” olan bu özel marifetin

Kur’an’ın söylemek istediği şudur ki, insanlar

“neliği” belirlenmeli idi. Ancak daha sonra

kendi bakış açılarında köklü bir değişim yaparak

“Kutsal Kitap”ın tarihi eleştirisinin gerekliliği

varlığın bütün fenomenlerini Tanrı’nın ayetleri

anlaşılsa da, bu yöntemin tek başına yeterli

gibi görsünler. Teori ve pratikte tevhidi örnek

olmayacağı tespit edildi. Bu nedenle de

alsınlar. Vahdet halinde yaşasınlar. Bu durumda

“Kutsal Kitap”ın tarihi tenkidinden sonra, Kitap

şöyle bir soru ortaya çıkar: Niye vahdet halinde

üzerine değişik hermenötik açıklamaların da

yaşamalıyız? Bu “niye” sorusu İslam tarihinde

incelenme zarureti ortaya çıktı. Klaus Berg Horst

müminlerin esas sorusu olmuştur ve olacaktır.

bütün bunları kendi değerli eserinde ele alıp

Ancak bu soru ile uğraşmak vahyin anlamının ne

açıklamasını yapmıştır.9 Ancak Kur’an Tanrı’nın

olduğu ve onun itibarının nereden kaynaklandığı

kendi kavmi ile tarihi etkileşimi olmadığından

ile ilişkili değildir. Bu sualin vahyin ne olması ve

onun kavranılması tarihi değerlendirme ile

itibarının nereden kaynaklanması ile bağlılığı

mümkündür. Kur’an varlık üzerine Nebevi bir

yoktur. Benim açıkladıklarım vahyin ne olduğunu

okuyuştur. Anlattığım gibi, fiili metinden ilmi

anlamak ve anlatmak için değildir. Ya da “vahyi

kavrayış çıkarmak olanaklıdır. Müslümanların

çeşitli şekilde anlamak mümkündür” fikrini de

dini inançlarına başvurmadan tanıklar ve

anlatmak istemedim. Benim anlatmak istediğim

delillerle bu metnin varlık üzerine bir okuyuş

şudur ki, vahyin hakikatinin ne olduğunu

olduğu gösterilebilir. Hiç şüphesiz ki, bu metnin

bilmeye gerek olmadan Kur’an metnini ve

tarihi değerlendirilişi metnin daha doğruca

onun söylemek istediklerini biz insan olarak

anlaşılmasına yardımcı olabilir.

kavrayabiliriz. Çünkü bu metin kavranılmak içindir, kavranılmamak için değildir. 9- Hıristiyanlık kelamında mevcut olan vahyin manası ile Kur’an’daki vahyin manası farklıdır. Hıristiyanlık kelamında Hıristiyanlar vahyin ürününden çok vahyin özü ile uğraşmışlardır. “Kutsal Kitap” “Tanrı’nın kendi kavmi ile etkileşimi hakkında bilgi” vermektedir. Burada vahiyden maksat tarihi etkileşimden başka bir şey değildir. Yeni Çağ’da bu tarihi etkileşim üzerine yaygın bilimsel yöntemlerle düşünmek isterken “Kutsal Kitap”ı tarihi açıdan eleştirip değerlendirme zarureti ortaya çıktı. Tarihsel eleştiri verilerinden yola çıkarak “Kutsal Kitap”ta geçen Tanrı’nın kendi kavmi ile etkileşimi ve karşılıklı diyalogu incelenmek istendi. Bu tarihin nasıl şekillendiğini anlamak için bilimsel yöntemden yararlanmak istendi. Bu işle uğraşan Hıristiyan kelamcıların ön verileri şöyle idi: Tanrı’nın kendi kavmi ile tarihi etkileşiminde ne “ussal” (rasyonel), ne de “duygusal” olan özel bir marifet Tanrı tarafından insana verilmiştir. “Kutsal Kitap”ı tarihi planda araştırarak o özel marifeti (bilgiyi) “yeniden kurmak” mümkün olur. “Vahyani marifet” olarak adlandırdıkları bu bilgiyi elde etmek için hem “vahyin kendisi” olarak bilinen Hz. İsa’nın “Kutsal Kitap”ının

Religions Philosphie. Weier Religion als Selbstfindung

9

Grundlegung einer Existezanalytische. Winfled verlag Schoning 1991.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

133


Araştırma - inceleme

Evrensel Ahlak Beyannamesi İslami Yorum İçin Çeviren:

Fatih Peyma

Dünya Dinleri Parlamentosu Konseyi’nin (The Council For a Parliament Of The World’s Religions) 4 Eylül 1993 tarihinde ABD, Chicago’da yayınladığı beyannamenin bir özetidir.

Giriş

yaygın bir dizi ilkelerin, dinlerin öğretilerinin

Dünya ıstırap içinde. Bu ıstırap öylesine kaçınılmaz ve yaygın ki bu acının boyutlarının daha net anlaşılması için onun belirtilerinin adını koymak zorundayız.

bulunduğunu ve bunların evrensel bir “ahlâk” için temel sağladığını biliyoruz. Bizler bu gerçeğin çok uzun zamandır bilindiğini fakat kalpte ve fiiliyatta yaşanmayı beklediğini beyan ediyoruz. Bizler, dinler için, milletler için, ırklar için, toplumlar için, aileler için hayatın tüm alanları için geri dönülmez, kayıtsız şartsız ilkeler, ölçüler var olduğunu beyan ediyoruz.

Barışa bir türlü ulaşamıyoruz. Gezegenimiz yok ediliyor. Komşular korku içinde. Erkekler ve kadınlar birbirinden soğumuş durumda.

Sürdürülebilir bir dünya düzeni için şart olan ve dünya dinlerinin öğretilerinde bulunan ve insana davranışlarında yol gösterecek eski bir

Çocuklar ölüyor.

rehberliğin var olduğunu biliyoruz. Şunun iyice

Bunlar kabul edilecek türden şeyler değil.

birimizin refahı bütün bir toplumun refahına

Dünyanın eko-sisteminin kötüye kullanılmasını,

bağlıdır ve bu yüzden bizlerin insanoğluna,

hayatın potansiyelini boğan yoksulluğu, insan

hayvanlara ve bitkilere karşı; dünyanın,

bedenini zayıflatan fakirliği, yıkımla pek çok

havanın, suyun ve toprağın korunmasını için

aileyi tehdit eden ekonomik eşitsizliği kınıyoruz.

sorumluğumuz vardır.

bilinmesini istiyoruz ki bizler bağımsızız, her

Sosyal düzensizliği, halka bir türlü adaletle davranılmamasını, toplumumuzu bastıran anarşiyi, şiddetten dolayı çocukların ölümünü kınıyoruz. Özellikle, din adına yapılan düşmanlığı ve saldırıları kınıyoruz. Bu ıstırabın olmaması gerekir, çünkü evrensel bir “ahlâk” için temel ilkeler, ölçüler elimizde mevcuttur. Bu “ahlâk”, daha iyi bir birey ve evrensel düzen için olanak sağlayacak ve bireyleri umutsuzluktan,

Yaptığımız her şey için bireysel sorumluluk alıyoruz. Bütün kararlarımız, hareketlerimiz ve başarısızlıklarımızın sonuçları vardır. Bize nasıl davranılmasını istiyorsak biz de başkalarına öyle davranmalıyız. Bu yüzden istisnasız herkesin insanca muamele görmesi için hayata ve haysiyete, bireye ve çeşitliliğe saygı duymak için söz verdik. Sabırlı olmalıyız ve başkalarına

toplumları kaostan uzaklaştıracaktır.

karşı müsamaha gösterebilmeliyiz. Geçmişten

Bizler, dünya dinlerinin uygulamalarını ve

almasına izin vermeden affedici olabilmeliyiz.

ilkelerini benimsemiş insanlarız. Bizler,

Kalbimizi birbirimize açarak, birliktelik ve ilişki

134

ders alarak, ama asla nefretin bizi esir

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


kültürü tesis ederek, dünyanın daha iyi bir yer

yerde gözlemlenmektedir. Dünyamızda yüz

olabilmesi için farklılıklarımızı sorun yapmaktan

milyonlarca insan, her geçen gün artarak,

vazgeçmeliyiz.

işsizlikten, açlıktan, ailelerin yıkımından dolayı

İnsanlığı ailemiz olarak görüyoruz. Birbirimize karşı nazik ve eli açık olmak için çabalamalıyız. Sadece kendimiz için yaşamamalı; yalnızları, mültecileri, acı çekenleri, fakirleri, yaşlıları, çocukları asla unutmaksızın, başkalarına da yardımcı olmalıyız. Hiç kimse ikinci sınıf vatandaş olarak görülmemeli ve öyle muamele edilmemeli ya da herhangi bir şekilde sömürülmemelidir. Kadınlar ve erkekler arasında eşit bir ortaklık olmalıdır. Herhangi bir cinsel ahlâksızlık suçu işlememeliyiz. Fesadın ve tahakkümün her türünü gerimizde bırakmalıyız. Kendimizi şiddetsizliğe, saygıya, adalete ve barışa adamalıyız. Farklılıkları giderme aracı olarak şiddeti terk ederek, diğer insanları öldürmeyeceğimize, işkence etmeyeceğimize, yaralamayacağımıza, baskı altına almayacağımıza söz veriyoruz. Bir insan olarak herkesin tam potansiyeline ulaşması için eşit şansa sahip olduğu, adaletli sosyal ve ekonomik bir düzen için çabalamalıyız. Nefret ve önyargıdan kaçarak ve her şeye adaletle yaklaşarak, merhametle ve doğru bir şekilde

acı çekmektedirler. Kalıcı bir barış için umut ellerimizden kaçıp gidiyor. Kadınlar-erkekler ve nesiller arasında bir gerginlik var. Çocuklar ölüyor, öldürüyor ve öldürülüyorlar. Her gün artarak pek çok ülke, iş dünyasında ve siyasette yolsuzlukla sarsılıyor. Şehirlerimizde sosyal, radikal ve etnik çatışmalar, uyuşturucu kullanımı, organize suçlar ve anarşi yüzünden huzurlu yaşamak zor hale geldi. Hatta komşular bile birbirlerinden korkarak yaşıyorlar. Gezegenimiz kuralsız bir şekilde yağmalanıyor. Ekosistemin çöküşü bizi tehdit ediyor. Defalarca bizler, dini liderlerin ve din mensuplarının yabancı düşmanlığını, nefreti, fanatizmi, saldırıyı körüklediğini; hatta şiddetli ve kanlı çatışmalara ön-ayak olduklarını ve bunu makulmüş gibi gösterdiklerini görüyoruz. Din sık sık, savaş da dâhil, bütünüyle güçsiyaset hedefleri için yanlış kullanılıyor. Nefretle doluyuz. Bütün bu felaketleri kınıyoruz ve böyle olmaması gerektiğini vurgulamak istiyoruz. Evrensel sıkıntıya cevap verebilen dünyanın dini öğretilerinin içinde bin yıllardır mevcut bulunan

konuşmalı ve hareket etmeliyiz. Adil ve barışçıl

bir “ahlâk” vardır. Elbette bu “ahlâk”, dünyanın

bir dünya oluşturma adına çalışmalıyız. Öncelikle

bitmek bilmeyen sorunlarının hepsine doğrudan

bireylerin vicdanları değişmedikçe dünyanın

çözümler sunmaz, ama daha iyi bir birey ve

daha iyi bir yere dönüşmesi mümkün değildir.

evrensel düzen için ahlâki temel sağlayabilir.

Pozitif düşünceyle, duayla, meditasyonla,

Yani erkekleri ve kadınları umutsuzluktan

zihinlerimizi disipline ederek, bilincimizi

uzaklaştıracak ve toplumu kaostan kurtaracak

artırmaya söz veriyoruz. Risk almadan

bir vizyon. Bizler, dünyanın dinlerinin ilkelerine

ve kendimizi feda etmeye hazırlamadan,

ve uygulamalarına kendimizi adamış insanlarız.

durumumuzda hiçbir değişim olamaz. Bu yüzden

Bizler, evrensel “ahlâk” için temel oluşturan

bu evrensel “ahlâk”a, birbirimizi anlamaya ve

dinler arasında çoktan bir fikir birliğinin var

sosyal olarak faydalı, barışı benimseyen, doğa

olduğunu tasdik ediyoruz.

dostu hayat şekillerine kendimizi adamalıyız. Dindar olsun ya da olmasın bütün insanlığı bunun aynısını yapmaya davet ediyoruz.

Evrensel “Ahlâk”ın İlkeleri Dünyamız köklü bir krizle karşı karşıya: Evrensel siyasette, evrensel ekolojide, evrensel ekonomide bir kriz söz konusu. Büyük bir vizyon eksikliği, çözülmemiş sorunlar yumağı, siyasi felç, anlayışsızlık ve genelde kamu yararı için kılını dahi kıpırdatmama her

1. Yeni Evrensel Bir “Ahlâk” Olmadan, Yeni Evrensel Bir Düzen Olmaz Biz dünyanın çeşitli dinlerinden ve bölgelerinden gelen kadınlar ve erkekler, bu yüzden bütün dünya insanlarına, dindarlarına ve ateistlere sesleniyoruz. Ortak noktamız olan görüşlerimizi ifade etmek istiyoruz: - Hepimizin daha iyi bir evrensel düzen için sorumluluklarımız vardır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

135


- Dünyanın korunması ve adalet, barış,

ideallerin ve standartların korunabildiğini,

müdahalemiz mutlak surette gereklidir.

temellendirilebildiğini ve yaşanabildiğini

- Bizim farklı dini ve kültürel geleneklerden geliyor olmamız, insanlık dışı her tür uygulamaya karşı gelişimizi ve daha yüce değerler için çalışmamızı engellememelidir. - Bu evrensel “ahlâk” içinde ifade edilen ilkeler, dini temelli olsun ya da olmasın “ahlâk” görüşleri olan herkes tarafından kabul edilebilir.

göstermek adına sorumluluk taşıyanların inanç toplulukları olduğundan eminiz. Bu, özellikle modern devlette böyledir. Din ve vicdan özgürlüğü garantisi gereklidir, ama bu garantiler dinlerine, dillerine, deri rengine, cinsiyetine, sosyal kökenlerine bakılmaksızın bütün dünya için geçerli olan ilkelerin, görüşlerin ve bağlayıcı değerlerin yerine geçmezler. Dünyada insanlık ailesinin kökten birliğine inanmış

- Dini ve ruhani kişiler olarak, hayatlarımız

kimseleriz. 1948 Birleşmiş Milletler İnsan

“Mutlak bir Gerçekliğe” dayalıdır ve bu

Hakları Deklarasyonu’nu hatırlayalım. Resmi

“Gerçeklik”ten güvenle, duayla, kelimelerle,

olarak haklar konusunda ilan edilmiş olan

sessizliğimizle umut ve manevi güç alıyoruz.

şeyi, bizler “ahlâk” perspektifinden burada

Dünyanın bakımı ve bütün insanlığın

dile getirmek ve açıklamak istiyoruz. O da

refahı için özel sorumluluğumuz var. Bizler

şudur: İnsanoğlunun itibar ve izzetinin tam

kendimizi diğer insanlardan daha üstün

bir şekilde gerçekleşmesi, bütün insanlığın

görmüyoruz. Fakat biz dinlerimizin eski

esasında elden çıkarılamaz özgürlüğü ve

hikmetinin gelecek için yol gösterebildiğine

eşitliği ve bütün insanlığın birbiriyle gerekli

inanıyoruz. İki dünya savaşı ve soğuk savaşın sonrasında, faşizmin ve Nazizm’in çöküşünden, komünizmin ve koloniliciliğin sarsılmasından sonra insanlık tarihinin yeni bir safhası başladı. Bugün daha iyi bir evrensel düzen ortaya koymak için yeterli

olan dayanışması ve birbirine bağlılığının tam idraki. Gezegenimizin sıkıntılı tarihinden ve kişisel tecrübelerin temelinde bizler şunları öğrendik: - Daha iyi bir evrensel düzen tek başına

derecede ekonomik, kültürel ve manevi

kanunlarla, emirlerle, toplantılarla yaratılmaz

kaynaklara sahibiz. Fakat eski ve yeni etnik,

ve desteklenemez.

ulusal, sosyal, ekonomik ve dini gerginlikler daha iyi bir dünyanın barışçıl inşasını tehdit etmektedir. Her zamankinden daha çok boyutta teknolojik gelişme yaşamaktayız, ama görüyoruz ki dünya genelindeki yoksulluk, açlık, çocukların ölümü, işsizlik, cimrilik ve doğanın yıkımı azalmadı, aksine arttı. Pek çok insan ekonomik yıkım, sosyal düzensizlik, siyasi marjinalleşme, ekolojik felaket ve ulusal çöküş ile karşı karşıya. Böylesine dramatik evrensel durumda, insanlığın barışçıl şekilde bir arada yaşama vizyonuna, ahlâki ve etnik gruplara ve dünyanın bakımının sorumluluğunu paylaşan dinlere ihtiyacı vardır. Böylesi

136

başarısızlıklarına rağmen) böylesi umutların,

özgürlük, insan haklarının oluşması için

- Barışın, adaletin, gerçekleşmesi ve dünyanın korunması adaletle davranacak kadınların ve erkeklerin hazır olmasına ve onu kavramasına bağlıdır. - Özgürlüklerin ve hakların lehine yapılacak bir fiil, sorumluluk ve görev bilincini gerektirir ve bu yüzden insanların hem akıllarına hem de kalplerine seslenilmelidir. - “Ahlâk” olmadan haklar, uzun soluklu değildir ve evrensel “ahlâk” olmadan daha iyi bir evrensel düzen de olmayacaktır. - Evrensel “ahlâk”tan kastımız, var olan

bir vizyon umutlara, hedeflere, ideallere,

dinlerin ötesinde tek bir çatı altında birleşmiş

standartlara dayanmaktadır. Fakat bütün

bir din ya da evrensel bir ideoloji değildir.

dünya genelinde, bunlar ellerimizden

Ve kastımız kesinlikle bir dinin diğer dinler

kayıp gitmiştir. Buna rağmen bizler,

üzerinde hâkimiyeti de değildir. Evrensel

(onların sık sık yanlış kullanmaları ve

“ahlâk”tan kastımız, kişisel tavırlar, kesin

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


standartlar, bağlayıcı değerler konusunda

sunabilir. Elbette dinler; dinin bizzat kendinden,

kökten bir fikir birliğidir. “Ahlâk” konusunda

ayrıştırıcı karşılıklı kibirden, güvensizlikten,

köklü bir fikir birliği olmadan, er ya da geç

önyargıdan ve hatta düşmanca görüntülerden

her toplum kargaşa ve diktatörlük tarafından

kaynaklanan çatışmaları yok ettiğinde ve bu

tehdit edilecektir ve bireyler umutsuzluğa

sayede farklı düşünen insanların ibadetlerine,

düşeceklerdir.

bayramlarına, kutsal mekânlarına ve geleneklerine saygı gösterdiğinde inanılır

2. Köklü Bir Talep: Her İnsana İnsanca Muamele Edilmeli Hepimiz hataya düşebilen, kusurları ve sınırları olan insanlarız. Kötülüğün gerçekliğini biliyoruz. Kesinlikle bu yüzden, biz, evrensel refahın gerçekleşmesi için evrensel “ahlâk”ın köklü unsurlarının (bireyler kadar toplumlar ve organizasyonlar için, dinlerin kendisi kadar devletler için de) ne olması gerektiğini ifade etmeye mecburuz. Bizler, bizim bin yıllık eski dinlerimiz ve ahlâki geleneklerimizin; dindarlar ve ateistler, iyi niyetli insanlar için ikna edici ve

olacaktır. Günümüzde, önceden de olduğu gibi, kadınlara ve erkeklere dünya üzerinde insanlık dışı bir şekilde davranılıyor. Onlar, özgürlüklerinden ve fırsatlarından mahrum bırakılıyorlar. Onların insan hakları ayaklar altında eziliyor. Onurları çiğneniyor. Bütün insanlık dışılığa karşın, dini ve ahlâki görüşlerimiz her insanoğlunun insanca davranılmasını talep ediyor. Bu şu anlama gelmektedir ki yaşına, cinsiyetine, ırkına, deri rengine, fiziksel ve akıl kabiliyetlerine, diline, dinine, politik görüşüne ya da milli ya da sosyal

uygulanabilir olan bir “ahlâk”ı sağlayacağına

kökenine bakılmaksızın her insanın dokunulmaz

inanıyoruz.

ve vazgeçilmez onuru, izzeti vardır ve herkes,

Aynı zamanda bizler, çeşitli dini ve ahlâki geleneklerimizin insanlığa neyin yardımcı olduğuna ve neyin yardımcı olmadığına, neyin doğru olduğuna ve neyin doğru olmadığına, neyin iyi neyin kötü olduğuna dair çok farklı temeller sunduğunun da farkındayız. Biz, bireysel dinler arasında ciddi farklılıkları göz

devlet kadar birey, bu izzeti onurlandırmaya ve onu korumaya mecburdur. İnsanlar daima hakların özneleri olmalıdırlar, tarafı olmalıdırlar; asla sadece araç, ya da asla ekonomide, siyasette, araştırma enstitülerinde ve sanayi şirketlerinde endüstrileşmenin ya da çok para kazanmanın objesi olmamalıdırlar.

ardı etmek ya da örtbas etmek istemiyoruz.

Hiç bir insanoğlu, hiç bir sosyal sınıf, hiç bir

Fakat bu farklılıklar ortak olarak sahip

ordu, hiç bir kartel, hiç bir polis, yani hiç bir şey

olduğumuz şeyleri açıkça dile getirmemizi ve

ya da hiç kimse kendini üstün görmesin. Bilakis

her biri, bizim kendi dinimizin temeline ya da

mantığa ve vicdana sahip her insan, gerçekten

“ahlâk” temellerimize dayalı olan ve müşterek

de insana yaraşır şekilde iyilik yapmaya ve

olarak doğruladıklarımızı açıklamaktan bizi

kötülükten kaçınmaya mecburdur. Bunun

alıkoymamalıdır. Biliyoruz ki, dinler dünyanın

ne anlama geldiğini açıklamak bu evrensel

sosyal, siyasi, ekonomik, çevresel sorunlarını

“ahlâk”ın amacıdır. Bu evrensel “ahlâk” içindeki

çözemez. Fakat dinler, tek başına yasal

kesin, şartsız ilkeleri hatırlatmak niyetinde

düzenlemelerin, siyasi programların, ekonomik

olmalıyız. Bu ilkeler, engelleyici unsurlar

planların gerçekleştiremeyeceği şeyleri

olmamalı, hayatlarının yönlerini, değerlerini,

gerçekleştirebilir: İç huzurda, zihniyette,

yönelmelerini ve anlamını bir kez daha bulmak

insanların kalplerinde bir değişim ve yanlış

ve anlamak için destek ve yardımlar olmalıdır.

yoldan dönüşü sağlama gibi. İnsanlığın acilen

İnsanoğlunun binlerce yıllık ahlâki ve dini

sosyal ve ekolojik reformlara ihtiyacı var.

geleneğinde var olan bir prensip vardır. “Kendine

Fakat insanlığın öncelikli olarak manevi bir

yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına da

yenilenmeye ihtiyacı vardır. Dindar insanlar

yapma.” Ya da daha olumlu tabirle, kendine

olarak bizler, bu görevi üstleniyoruz. Dinlerin

yapılmasını istediğin bir şeyi başkasına da yap.

manevi güçleri; köklü bir güven hissi, anlam,

Bu dinler, milletler, ırklar toplumlar, aileler,

kesin-nihai standartlar ve manevi bir sığınak

hayatın bütün alanları için kesin ölçü olmalıdır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

137


Bencilliğin her şekli reddedilmelidir. Bireysel

yana, fiziksel olarak ya da psikolojik olarak

ya da kolektif olsun, kast düşüncesi, ırkçılık,

yaralamaya, işkence etmeye hakkı yoktur ve

milliyetçilik, ya da cinsel ayrımcılık şeklinde

hiç kimsenin, hiç bir devletin, ırkın, dinin nefret

de gelse bütün bencillikler reddedilmelidir. Biz

uyandırmaya, ayrımcılık yapmaya, arındırmaya,

bunları, insanoğlunu insan olmaktan alıkoyduğu

sürgün etmeye; farklı inanç sahiplerini ya

için kınıyoruz. Kişinin kendini kanıtlaması ya

da davranışı farklı yabancı azınlığı ortadan

da ulusların kendi geleceğini belirlemesi (self-

kaldırmaya hakkı yoktur.

determinasyon) evrensel sorumluluktan ve kişinin kendi sorumluluğundan yani dünyaya karşı ve hemcinslerine karşı sorumluluktan uzaklaştırmadığı sürece tamamen meşrudur.

b) Elbette, insanın olduğu yerde çatışma olacaktır. Bu türden çatışmalar, yine de, adalet çerçevesi içinde şiddete başvurulmadan giderilmelidir. Bu bireyler için geçerli olduğu

Bu ilke, biz insanların sıkı sıkıya bağlanmamız

kadar devletler için de geçerlidir. Siyasi gücü

gereken somut standartları içermektedir ve bu

elinde bulunduranlar adil bir düzen çerçevesi

ilke içinden, dünya dinlerinin çoğunda bulunan

içinde çalışmalıdırlar ve kendilerini muhtemel

insanlık için 4 tane büyük öneri doğar.

olan barışçı, şiddet içermeyen çözümlere adamalıdırlar ve onlar bunun için, şiddeti uygulayanlara karşı savunma ve koruma

3. Kesin Emirler

ihtiyacına sahip olan uluslararası barış düzeni

I) Hayata Saygıya ve Şiddetsizlik Kültürüne

içinde çalışmalıdırlar. Silahlanma yanlış bir

Karşı Sorumluluk

yoldur. Kimse kimseyi aldatmasın: Evrensel

Dünya genelinde her dinden insan bencillik tarafından değil de, etraflarındaki dünyaya ve hemcinslerine karşı sorumlulukla belirlenmiş bir hayat yaşamaya çabalamaktadır. Buna rağmen bütün dünyada bizler, sadece bireyler arasında değil aynı zamanda sosyal ve etnik gruplar, sınıflar, ırklar, milletler ve dinler arasında da bitmek bilmeyen nefret, kıskançlık, şiddet,

barış olmadan insanlık için yaşam yoktur. c) Gençlerin, evde ve okulda muhatapları ile anlaşmazlıklarını gidermede şiddetin bir araç olamayacağını öğrenmeleri gerekmektedir. Sadece bu şekilde şiddetsizlik kültürü yaratılabilir. d) Her bir insan son derece değerlidir ve

bulmaktayız.

kayıtsız şartsız korunmalıdır. Fakat aynı şekilde

Sık sık yeni teknik imkânlarla donanımlı şiddetin

bitkilerin hayatları da korunmaya ve ilgiye

kullanımı, uyuşturucu trafiği ve organize suçlar

layıktır. Doğal yaşam kaynaklarının sınırsız

evrensel ölçeklere varmış durumda. Pek çok

israfı, yeryüzünün acımasızca tahrip edilmesi,

yer, halen yukarıdan terörle yönetilmekte.

evrenin silah ve deney aracı olarak kullanılması

Diktatörler kendi halklarına işkence etmekte,

insanlığın ayıbıdır. Bizler insanlar olarak

kurumsal şiddet her yerde. Hatta bireysel

dünyaya ve evrene; havaya, suya ve toprağa

özgürlükleri korumak için var olan kanunların

karşı özel bir sorumluluğumuz vardır. Bu

olduğu bazı ülkelerde, mahkûmlara işkence

evrende hep beraber iç içe geçmiş durumdayız

ediliyor, erkekler ve kadınlar kötürüm bırakılıyor,

ve hepimiz birbirimize bağlıyız. Her birimizin

rehineler öldürülüyor.

refahı bir diğerine bağlıdır. Bu yüzden evren

bizimle bu gezegeni paylaşan hayvanların ve

a) İnsanlığın eski dini ve ahlâkİ geleneğinde bizler, şu emri bulmaktayız: Öldürmeyeceksin! Ya da daha olumlu tabirle: Hayata saygı

ve doğa üzerinde insanlığın hâkimiyeti teşvik edilmemelidir. Bunun yerine biz, doğa ve evrenle uyum içinde yaşamaya çalışmalıyız.

duyacaksın! Bu eski emrin sonuçları hakkında

e) Bizim dini ve ahlâki geleneklerimizdeki

yeniden düşünelim: Bütün insanların, diğer

gibi bir insan olmak, özel hayatta olduğu

insanların hakkını ihlal etmediği sürece emniyet,

kadar kamu hayatında da, yardıma hazır

hayat ve özgürce kişilik gelişimi hakkı vardır.

ve başkalarına ilgili olmamız anlamına gelir.

Hiç kimsenin bir diğer insanı öldürmek bir

Asla zalim ve kaba olmamalıyız. Her insan,

138

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


her ırk, her din bir diğerine hoşgörü ve saygı

c) Gençler, evde ve okulda mal-mülk sahibi

göstermelidir. Azınlıklar radikal, etnik ya da dini

olmanın beraberinde bir sorumluluk getirdiğini

olsalar da korunma ve desteğe ihtiyaçları vardır

ve aynı zamanda onun kamu yararına kullanılmasının gerektiğini öğrenmelidirler.

II) Adil Bir Ekonomik Düzen ve Kültür Dayanışmasına Karşı Sorumluluk Dünya genelinde her dinden insan, hayatlarını bir diğeriyle dayanışma içinde yaşamaya ve görevlerini olması gerektiği şekilde yerine getirmeye çalışmaktadırlar. Yine de, bütün dünya genelinde, sayısız açlık, eksiklik ve ihtiyaçla karşılaşmaktayız. Sadece bireyler değil, aynı zamanda özellikle adaletsiz kurumlar ve yapılar bu trajedilerden sorumludur. Milyonlarca insan işsiz. Milyonlarcası çok az maaşla sömürülmekte, yıkılmış gelecek ihtimalleriyle toplum dışına itilmektedir. Pek çok ülkede fakirler ve zenginler arasındaki, güçlüler ve güçsüzler arasındaki uçurum devasa boyuttadır. Biz, azgın kapitalizm kadar totaliter devlet sosyalizminin de pek çok ahlâki ve ruhani değerlerin içini boşalttığı bir dünyada yaşıyoruz. Materyalist mantık, sınırsız kar için ve sonu gelmez yağmalama için açgözlülük doğurmaktadır. Bu taleplerin sonu gelmemektedir. Yozlaşmanın kanserli kötülüğü, gelişmekte olan ülkelerde ve gelişmiş ülkelerde aynı şekilde artmaktadır. a) İnsanlığın eski dini ve ahlâki geleneklerinde, bizler bir emir bulmaktayız: Çalmayacaksın! Yani daha olumlu tabirle: Dürüstçe ve adaletle davranmalısın! Bu eski emrin sonuçlarını yeniden düşünelim. Hiç kimsenin her ne şekilde olursa olsun bir diğerini ya da ülkeyi soymaya ya da malını elinden almaya hakkı yoktur. Dahası, hiç kimse dünyanın ve toplumun ihtiyaçları için endişelenmeden bir başkasının malını kullanma hakkı yoktur.

Sadece bu şekilde adil bir ekonomik düzen inşa edilebilir. d) Eğer bu gezegende milyarlarca fakir insanın çilesi, özellikle de kadınların ve çocukların zor durumunu iyileştirecekse, dünya ekonomisi adaletli bir şekilde yeniden yapılandırılmalıdır. Bireysel iyi ameller ve yardımcı projeler, her ne kadar vazgeçilmez olsalar da yetersizdir. Adil ekonomik kurumlar kurmak için bütün devletlerin iştirakine ve uluslararası organizasyonların otoritesine ihtiyaç vardır. İkinci dünya ve hatta üçüncü dünya ülkelerinin fakirliğinin çözülmesi ve borç krizinin giderilmesi adına bütün taraflar tarafından destek görecek bir çözüm arayışına gidilmelidir. Elbette çıkar çatışmaları olacaktır. Gelişmiş ülkelerde mutlak surette; gerekli ve sınırsız tüketim arasında, mülkiyetin sosyal olarak faydalı ve faydasız kullanımları arasında, doğal kaynakların haklı ve haksız kullanımı arasında ve sadece kar amacı güden ve sosyal olarak yararlı ve ekolojik-odaklı piyasa ekonomisi arasında bir ayrım yapılmalıdır. Her nerede iktidardakiler halkı baskı altına alarak tehdit ederler, her nerede kurumlar kişileri tehdit ederler, her nerede güç, haklı olanı ezerse, işte biz şiddete başvurmadan en uygun şekilde orada direnmeliyiz e) Bizim, dini ve ahlâki geleneğimizin ruhuna uygun insan olmak şu anlamlara gelir: - Kuralsız savaşlarda, ekonomik ve siyasi gücü yanlış kullanmak yerine insanlığa hizmet için kullanmalıyız. Bizler, çocuklar, yaşlılar, engelliler, mülteciler ve evsizler için

b) Aşırı yoksulluğun olduğu bir yerde yardıma muhtaç olma hali ve umutsuzluk yaygındır ve hayatta kalmak için tekrar tekrar hırsızlıklar görünür. Gücün ve zenginliğin acımasızca biriktirildiği toplumlarda kıskançlık duygusu, öfke ve ölümcül nefret ve isyan kaçınılmaz olarak kendi yoksullarını ve marjinal kesimini yaratır. Bu da şiddetin ve karşı şiddetin kısır döngüsüne yol açar. Kimse kimseyi aldatmasın: Evrensel adalet olmadan evrensel barış olmaz.

özel bir ilgiyle acı çekenlerle şefkat ruhu geliştirmeliyiz. - Biz, yalnızca sınırsız güce ve kaçınılmaz rekabetçi kavgalara yönelmek yerine, mantıklı bir çıkar dengesine ulaşmak için karşılıklı saygı ve nezaket bilinci geliştirmeliyiz. - Biz, dindirilemez şekilde açgözlülük, tüketim çılgınlığı, prestij kavgası yerine bir

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

139


itidal ve tevazu hissine değer vermeliyiz.

- Sanatçılar, yazarlar ve bilim adamları için ki;

Açgözlülükte insan, ruhunu, özgürlüğünü,

biz onlara sanatsal ve akademik özgürlüğü

duruşunu, iç huzurunu, yani onu insan

vermişiz. Onlar genel ahlâki standartlardan

yapan bütün değerlerini kaybeder.

muaf değillerdir ve gerçeğe hizmet etmek zorundadırlar.

III) Doğrulukla Dolu Bir Hayata ve Hoşgörü Kültürüne Karşı Sorumluluk Bütün bölgelerden ve dinlerden sayısız insan dürüstlük ve doğrulukla dolu hayat yaşamaya çalışmaktadır. Yine de, bütün dünyada bizler, sayısız yalanlar ve aldatma, dolandırıcılık, ikiyüzlülük, ideoloji ve demagoji buluyoruz: - Başarıya giden yolda bir araç olarak yalanı kullanan siyasetçiler ve iş adamları; - Doğru haber yerine ideolojik propaganda, bilgi yerine dezenformasyon, gerçeğe

partileri ki; biz onlara kendi özgürlüklerimizi emanet ediyoruz. İnsanların yüzlerine karşı yalan söylediklerinde, gerçeği maniple ettiklerinde, ya da içişlerinde, dışişlerinde insafsızlık veya rüşvetle suçlandıklarında güvenilirliklerini kaybediyorlar ve böylece makamlarını ve oylarını da kaybetmeyi hak ediyorlar. Buna karşılık, kamuoyu her zaman insanlara gerçeği söyleme cesareti bulan politikacıları desteklemelidir. - Son olarak, din temsilcileri için gereklidir.

sadakat yerine toplumsal değerleri hiçe

Farklı inanç mensuplarına karşı önyargıyı,

sayan bir yayın gerçekleştiren medya;

nefreti, düşmanlığı körüklediklerinde ya

- Ahlâki yanı sorgulanması gereken ideolojik, siyasi ya da ekonomik faaliyetlere dahil olup ahlâki değerleri yerle bir eden bilim adamları ve araştırmacılar;

da dini savaşları haklı gösterdiklerinde veya körüklediklerinde, onlar insanlığın kınamasını ve savunucuların kaybını hak ederler. Şunu herkes bilsin ki, doğruluk ve insaniyet olmadan evrensel adalet olmaz.

- Diğer dinlere saygı ve anlayış göstermek yerine onları değersiz gören, fanatizm ve hoşgörüsüzlük vazeden din temsilcileri. a) İnsanoğlunun eski dini ve ahlâki geleneklerinde biz şu emri buluyoruz: Yalan söylemeyeceksin! Ya da daha olumlu ifadeyle: Doğru bir şekilde konuşmalı ve hareket etmelisin! Bu eski emrin sonuçlarını yeniden düşünelim. Hiçbir kimse, hiçbir kurum, hiçbir devlet ya da kilise veya dini kurumun diğer insanlara yalanlar söylemeye hakkı yoktur. b) Bu özellikle şunlar için geçerlidir: - Medyada çalışanlar için ki, biz onlara gerçeğin hatırına haber yapma özgürlüğünü ve böylece gerçeğin takipçisi olma makamını vermişiz. “Ahlâk”ın üstünde değiller. İnsan onuruna, haklarına, köklü değerlere saygı duymak zorundadırlar. Onların görevi, objektiflik, adalet ve insan şerefinin korunmasıdır. İnsanların özel hayatlarına

140

- Ülkelerin liderleri, siyasetçileri, siyasi

c) Gençler evde ve okulda doğru bir şekilde düşünmeyi, konuşmayı öğrenmelidirler. Hayatlarını şekillendirecek kararları verebilmeleri için eğitime ve bilgiye hakları vardır. Ahlâki bir biçimlenme olmaksızın, önemsiz olandan önemli olanı zar zor ayırt edebilmektedirler. Günlük bilgi bombardımanında ahlâki standartlar; fikirler gerçek olarak sunulduğunda, eğilimler abartılı hale dönüştüğünde ve gerçekler çarpıtıldığında gençlere yol gösterecektir. d) Bizim büyük dini ve ahlâki geleneğimizin ruhunda “insan” olmak demek şu anlamlara gelir: - Keyfilikle özgürlüğü ya da gerçeğe kayıtsızlıkla çoğulculuğu karıştırmamalıyız. - Bütün ilişkilerimizde eyyamcılık, ikiyüzlülük, sahtekârlık yerine doğruluğu benimsemeliyiz. - İdeolojik ve partizan yarı gerçekleri yaymak

girmeye, kamuoyunu maniple etmeye ya da

yerine dürüst samimiyetin ve gerçeğin

gerçeği çarpıtmaya hakları yoktur.

peşinde olmalıyız.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


- Cesaretle gerçeğe hizmet etmeliyiz ve

sadece partnerlerin bir diğerinin mutluluğunu

hayatın oportünist fırsatlarına boyun eğmek

önemseme sorumluluğunu kabul ettiğinde etkili

yerine sebatkâr ve güven telkin eden kişiler

olabilir.

olarak kalabilmeliyiz.

IV) Erkekler ve Kadınlar Arasında Paylaşıma ve Eşit Haklar Kültürüne Karşı Sorumluluk

d) Kadınlar ve erkekler arasındaki ilişki, baskıcı davranışla ya da istismarla değil, sevgiyle birliktelikle, dürüstlükle tanımlanmalıdır. İnsanın memnuniyeti cinsel zevkle özdeş değildir. Cinsellik, eşit partnerler tarafından yaşanan

Dünya üzerinde her dinden insan; hayatlarını aşk, cinsellik ve aile alanlarında sorumluluk duyarak ve o birliktelik ruhu içinde yaşamaya çalışmaktadır.

sevgi dolu bir ilişkiyi ifade etmeli ve bunu güçlendirmelidir. e) Evlilik Kurumu, bütün kültürel ve dinsel farklılıklarına rağmen aşkla, sadakatle,

Ama buna rağmen bütün dünyada kınanması gerekecek boyutta ataerkillik, çocukların ve kadınların istismarı, bir cinsin diğeri üzerinde baskısı, kadın teşhirciliği, zorla yaptırılan fahişelik her yana yayılmış durumdadır. Sık

devamlılıkla özdeştir. Çocuğa, eşe ve kocaya karşılıklı desteği ve güvenliği garanti etmelidir. Bütün aile üyelerinin haklarını korumalıdır. Bütün ülkeler ve kültürler, evlilik ve aile hayatını insanoğlu için özellikle de yaşlı insanlar için

sık sosyal ve ekonomik adaletsizlik, özellikle

değerli hale getirecek ekonomik ve sosyal

az gelişmiş ülkelerde kadınları ve hatta

ilişkileri geliştirmelidirler. Çocukların eğitim alma

çocukları hayatta kalma aracı olarak fahişeliğe

hakları vardır. Aileler çocuklarını, çocuklar da

zorlamaktadır.

ailelerini suiistimal etmemelidir. Onların ilişkileri

a) İnsanlığın büyük eski dinlerinde ve ahlâki

karşılıklı saygıyı, ilgiyi ve takdiri yansıtmalıdır.

geleneğinde bizler bir emir bulmaktayız:

f) Bizim büyük dini ve ahlâki geleneğimizin

Ahlâksız cinsel ilişki suçu işlemeyeceksin!

ruhuna uygun şekilde “insan” olmamız şu

Ya da daha olumlu ifadeyle: Birbirilerinize

anlamlara gelir:

saygı duymalı ve sevmelisiniz! Bu eski emrin sonuçlarını yeniden düşünelim. Hiç kimsenin sırf cinsellik objesi olarak diğerlerini küçük duruma düşürmeye, onları cinsel sömürü aracına dönüştürmeye ve onları o durumda tutmaya hakkı yoktur.

- Ataerkil hâkimiyet ve bozulma yerine (ki bunlar şiddetin ifadeleridir ve karşı şiddeti meydana getiririler) karşılıklı saygıya, birlikteliğe ve anlayışa ihtiyacımız var. - Cinselliğin yanlış kullanımı ve önüne

b) İnsanı alçaltmanın en kötü şekillerinden biri olarak cinsel istismarı ve cinsel ayrımcılığı kınıyoruz. Bizlerin, birinin diğerine cinsel olarak hâkimiyetine cevaz verilse bile buna karşı gelmek gibi bir görevimiz vardır. Her nerede

geçilemez şehvet yerine karşılıklı ilgiye, müsamahaya, uzlaşmaya hazır halde olmaya ve sevgiye ihtiyacımız vardır. Sadece kişisel ve ailevi ilişkilerde tecrübe edilmiş şeyler, devletler ve dinler için de tecrübe edilebilir.

cinsel istismar müsamaha edilirse, nerede fahişelik benimsenirse ya da çocuklar istismar edilirse, buna karşı çıkma görevimiz vardır. Kimse kendini aldatmasın. Birlikte ve beraberce yaşam olmadan gerçek bir insanlık olamaz.

4. Bir Bilinç Değişimi Tarihsel deneyim şunu göstermiştir ki, bizler kamu hayatında bireylerin bilincinde bir değişim başarmadıkça dünya da daha

c) Gençler evde ve okulda cinselliğin

yaşanılır bir yere dönüşmeyecektir. Değişim

olumsuz, yıkıcı ya da istismar edilecek bir

olasılıkları son 10 yılda köklü değişimlerin yer

şey olmadığını, olumlu ve yapıcı bir şey

aldığı alanlarda; yani savaş, barış, ekonomi

olduğunu öğrenmelidirler. Toplumun hayat

ve ekoloji gibi alanlarda çoktan ortaya çıktı.

belirleyen şekillendiricisi olarak cinsellik,

Bu değişim aynı zamanda “ahlâk” ve değerler

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

141


alanında da gerçekleşmek zorundadır. Her

kendimizi evrensel “ahlâk”a, birbirimizi daha

bireyin bir iç haysiyeti ve devredilemez hakları

iyi anlamaya adamalıyız. Dindar olsun ya da

vardır ve her bireyin aynı zamanda yaptığı ve

olmasın bütün insanları aynısını yapmaya davet

yapmadığı şeyler için kaçınılmaz sorumlulukları

ediyoruz.

vardır. Bütün kararlarımız ve fiillerimiz, hatta ihmallerimiz ve başarısızlıklarımızın da sonuçları onu derinleştirmek ve onu gelecek nesillere götürmek dinlerin özel görevidir. Bu konsensüste başardığımız şey hakkında gerçekçiyiz ve aynı zamanda aşağıda sayacağımız şeylerin gözlemlenmesini de ısrarla tavsiye ediyoruz: a) Pek çok tartışılmış ahlâki sorunlarda evrensel bir fikir birliğine varılması güç olacaktır. Yine de, pek çok tartışmalı sorunlar için bile uygun çözümler burada işbirliği ile gerçekleştirdiğimiz köklü ilkelerin ruhuna uygun şekilde elde edilebilir nitelikte olmalıdır. b) Hayatın pek çok alanında yeni bir ahlâki sorumluluk bilincine gereksinim vardır. Bu yüzden mümkün olduğunca çok meslek; mesela fizikçiler, bilim adamları, iş adamları, gazeteciler ve siyasetçiler “ahlâk” anlayışının modern kodları üzerinde çalışmalıdırlar. c) Her şeyden öte, çeşitli inanç grubundaki insanların kendi belli “ahlâk” anlayışlarını ortaya koymalarını tavsiye ediyoruz. Her bir inanç geleneği; örneğin hayatın ve ölümün anlamı, acıların sürekliliği, suçluların affı, özverili şekilde kendini feda etmenin ve feragatin gerekliliği ve şefkat hakkında ne söylemektedir. Bunlar zaten gayet net olan evrensel “ahlâk”ı daha da belirgin hale getirecek ve derinleştirecektir. Sonuç olarak, yeryüzündeki bütün insanlara mesajımız şudur: Her bir birey kendini değiştirmedikçe bu gezegen de daha iyi bir hale dönüşmeyecektir. Bireysel ve kolektif bilinç içinde böylesi bir değişim için, düşünme,

www.islamiyorum.com

vardır. Bu sorumluluk bilincini canlı tutmak,

meditasyon, dua ya da pozitif düşünce vasıtasıysa manevi yanımızın uyanışı ve kalbimizin değişimi için çalışacağımıza söz veriyoruz. Beraberce dağları bile yerinden oynatabiliriz. Risk almada ve “kendini adama”da, istek olmadan bizim durumumuzda hiçbir köklü değişim olamaz. Bu yüzden,

142

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Araştırma - inceleme

İnsan Hakları ve Entelektüel İslam Muhsin KEDİVER İslami Yorum İçin Çeviren: Yazarın Önsözü: Bu makaledeki insan hakları düşüncesinden kastedilen, 1948 yılında yayınlanan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde; Ekonomik,

Fatih Peyma

bu çatışma sünnet, Kur’an ve insan hakları düşüncesi arasındaki çatışma meselesidir. İnsan hakları fikriyle ilk kez muhatap olacak

Sosyal ve Kültürel Haklara

Müslümanlar, bu yeni misafir, zihinlerine

İlişkin Uluslararası Sözleşme’de

adım attığında başa çıkmaları gerekecek olan

ve 1966 yılında yayınlanan

epistemik karışıklığın ve derin çatışmaların

Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’de

farkında olmalıdırlar. “İnsan hakları” belirli

belirlenmiş düşüncelerdir.

epistemik ve felsefi temellere, karinelere ve

Tarihsel İslam’dan ve geleneksel

insanoğlu hakkında belirli fikirlere dayanan

İslam’dan kastedilen ise Sünniler

bir düşüncedir. İnsan hakları düşüncesi, bu

için el-Ezher’de ve Şia için Necef ve Kum’da temsil edilen İslam’dır. Geleneksel İslam’ın

temelleri ve maddeleri kabul etmeden kabul

kaynakları şunlardır: Tavzih’ul-Mesail, el Urvet’ul-Vuska,

edilemez. İnsanoğlunun insanlığından daha

Tahrir’ul-Vesile, Minhac’ul-Salihin, Cevahir’ul-Kelam,

çok dine ve inançlara ya da insanlıklarından

el-Mekasib, Serahsi’nin el-Mebsut’u,İbni Kudame’nin el-

daha çok onların erkek ya da dişi olmalarına

Muğna’sı ve Şavkani’nin Nil’ul-Evtar gibi eserlerdir.

öncelik veren ya da kölelere sahip olmayı

Bazı düşüncelerin insan haklarıyla çatışma ihtimalinin olması bir sorun değildir. Fakat geleneksel İslam’ın meşhur görüşlerinin ya da ittifaka ve karşılıklı anlaşmaya dayalı fikirlerinin insan haklarıyla çatışma ihtimali ciddi biçimde

tanıyan bir kanun; evvela, belirli bir şekilde insanoğlunu ve evreni tanımlamış ve daha sonra da insanoğlu ve evren anlayışı temelinde haklar konusunda farklılıkları gündemine almıştır. Böylesi sonuçlara varmak, şüphesiz bu türden

sorun teşkil etmektedir.

epistemolojik tutarlılık olmadan imkânsız olurdu.

İnsan hakları düşüncesi ve geleneksel İslam

konuyla bağlantılı olan epistemolojik ilkelerden

düşüncesi arasındaki çatışma sorunu fikirler

biri de, çelişkilerden kaçınma ilkesidir. İnsan

alanından çok daha öteye gitmektedir. Çatışma,

aklı aynı anda hem çelişkili ve hem de çatışan

İslam hukuku konusunda uzmanların ya

önerileri kabul edemez. Bu yüzden insan

da ilahiyatçıların fikirleriyle sınırlı değildir;

hakları düşüncesinin, insan haklarına zıt olan ve

Farklı kanunları ve düşünceleri ele alırken,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

143


onlarla çatışan öncüllere ve temellere dayanan

bir duruş sergilemektedir. Eğer bu konular

kanunlarla yan yana olamayacağını söylemeye

gerçekten de insan mutluluğunda bir rol

gerek yoktur.

sahibiyse ve özü itibariyle doğru ve geçerliyse,

Geleneksel İslam da, “epistemik bir topluluk”1 olarak, kendi temelleri ve öncülleri ile belirli bir haklar sistemine sahiptir. Bu topluluk Kitap’ı ve sünneti, fakihlerin görüşlerini, tarih boyunca, Müslümanların ve şeriat konusunda uzmanların

şüphesiz, Müslümanların ilahi görevlerinde ve şeriat hükümlerinde hiç tereddütsüz ve tam anlamıyla göz önünde bulundurulmalıdırlar. Eğer insan mutluluğunda gerçek anlamda rol sahibi değillerse, geçersiz olmaya mahkûmdurlar. Bütün gerekli olan şey insanların gerçek

uygulamalarını bünyesinde barındırmaktadır.

haklarını ihtiva eden, Allah’ın Kitabı’nı ve

Geleneksel İslam, öncelikle az önce değinilen

hikmetini göz önüne almaktır.

üç alanda insan hakları düşüncesiyle çatışmanın söz konusu olduğunu ve kesinlikle bu yüzden, insan hakları düşüncesinin yanlış ve kabul edilemez olduğunu savunmaktadır. Bazı düzeltmelerle ilk önermeyi kabul etmek ya da onunla aynı fikirde olmak mümkündür. Bence tarih boyunca ve hatta günümüzde Müslümanların ve şeriat konusunda uzmanların uygulamalarında insan haklarıyla çatışan bir hayli nokta vardır; ikinci olarak, dini otoritelerin fetvaları ve hükümleri insan haklarıyla çatışan pek çok düşünce içermektedir ve üçüncü olarak, Kur’an’daki (az da olsa) ayetlerde ve (ama çoğunlukla) Peygamber’e atfedilen pek çok hadiste ve Şii imamlara atfedilen pek çok sözde insan haklarıyla çatışan hususlar mevcuttur. Dahası geleneksel İslam ve insan hakları arasında çatışma küçük ya da yüzeysel değildir; ciddi ve köklüdür. Çatışmanın iki tarafından her hangi birini kabul etmek ya da tercih etmek,

İslam toplumlarında, insan hakları düşüncesinin her geçen gün çoğalan kabulü karşısında, İslami otoriteler iki yol tercih etmişlerdir: Onlar, bir yanda ellerinden geldiği kadarıyla insan haklarıyla çatışan dini hükümlerin göze batan kısımlarını asgariye indirerek bir şekilde onları haklı çıkarmaya çalışmakta, diğer bir yandan da İslami metinlerde insan haklarını destekleyen hususları bulmaya ve onlara dikkat çekmeye çalışmaktadırlar. Ve böylelerinin bütün gayesi, İslam’ı insan hakları temelli eleştirinin ateş hattından uzaklaştırmaktır. Dürüst olmak gerekirse, bizler, (bu şekilde kabul edilen)“gerçek insan hakları”nın (uluslararası platformda kabul edilen) “insan hakları” düşüncesinden farklı olduğunu söylemek zorundayız. Geleneksel İslam’ın insan hakları düşüncesiyle nasıl bir çatışma içinde olduğu a posteriori (deneyime dayalı)

göz ardı edilmemesi gerekecek derecede önemli

araştırmaya dayanılarak saptanmıştır; yani,

doğal sonuçlar doğurmaktadır.

geleneksel İslam’ın hükümleri İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ve diğer uluslararası

Tarihsel İslam ve İnsan Hakları Arasındaki Çatışmanın Teorik Temelleri

antlaşmaların maddeleriyle kıyaslandı ve

Tarihsel İslam’da, insanoğlu tartışmanın merkez

birazdan ayrıntılı olarak değinilecektir-çev.)

noktası değildir. Merkez nokta Allah’tır. Ve

olduğu görüldü. Bence tarihsel İslam’ın

şeriat; ilahi görevler ve din ekseni etrafında

savunucularının bu çatışmayı inkâr etmesi

döner. Geleneksel İslam’ın meşguliyeti

mümkün değildir. Kendilerini bu açmazdan

şeriat hükümleri olarak bilinen bu görevleri

kurtarmak için, onlar “gerçek insan hakları’’

tanımlamak ve onlara saygı göstermektir. İnsan

fikrini a priori (hiçbir deneye ve gözleme

hakları, demokrasi, sivil toplum gibi modern

dayanmadan) perspektiften savunmaktadırlar.

çağın fenomenlerini ve doğal sonuçlarını ele

Bence, eğer biz “gerçek insan hakları teorisini’’

almada tarihsel İslam genel ve değişmez Epistemik Topluluk: Kendi gibi düşünen aydınlar

1

topluluğu ya da diğer bir tanıma göre rejimden yana

144

araştırmanın sonucuna göre en azından altı çatışma alanı (bu 6 çatışmanın ne olduğuna

araştırır ve etraflıca ortaya serersek, o zaman tarihsel İslam’ın temelini oluşturan insanoğlu ve din hakkındaki epistemik temeller ve

ya da karşı siyasi tutumlar için gerekli teorileri üreten,

teoriler açıklığa kavuşacaktır: Bu bahsettiğimiz

yayılmaya hazır hale getiren uzman toplulukları.(çev.)

temeller ve teorileri şu şekilde sıralayabiliriz.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


“Gerçek insan hakları, şeriat hükümlerinin net

bilebilir mi? Mutezile ve Şia tarafından rasyonel

ifadesinde, tamamen Allah tarafından dikkate

iyinin ve kötünün kabulü, olumlu bir cevaba

alınmış fıtri ihtiyaçların bir parçasıdır. Bu haklar

zemin hazırlamış olabilir. Bu temelde, akıl

değişmez; farklı coğrafyalarda, insanlığın

adaletsizliğin kötülüğünü ve adaletin yüceliğini

gelişen hayatının değişik aşamalarında, ya

anlamaya kadirdir ve akıl ne konuda hüküm

da zaman içerisinde değişime uğramaz. Bu

verirse, şeriat da ona hüküm verecektir. Bu

hakların yaratıcısı insanoğlunun yaratıcısıdır. Bir

yüzden akıl neyi doğru bulursa dini olarak

insanın şeriat hükümlerini ve görevlerini yerine

zorunlu olmalıdır ve akıl neyi yanlış bulursa o

getirmesi insanın gerçek haklarına uymasının en

da dinen yasaklanmalıdır. Bu rasyonel yaklaşım

kesin yoludur’’.

fıkıh da fazla bir yansıma bulmamıştır. Seyyid

Şimdi şu soru gündeme gelmektedir: İnsanoğlunun gerçek haklarının neler olduğunu nasıl bileceğiz? Tek geçerli yol, vahye ve Peygamber’in sünnetine başvurmaktır. Bu yüzden, insanların gerçek haklarını öğrenmenin en güvenilir metodu, Kuran ve sünnettir. Şii bakış açısına göre, icma2 müstakil bir kaynak değildir; yani bu, sünneti ortaya koyma/ ispatlama yoludur. Şeriat hükümlerinin bir kâşifi olarak, akıl da, bizi bir şeriat hükmünden ilk hükmün yan sonucu olan ikinci bir şeriat hükmüne götürebilir

Muhammed Bakır El Sadr’ın (1935-1980) elFetav’el Vaziha kitabının önsözünde yazdığı gibi; insan, aklın egemenliğinde yardımcı kaynak aramaya ihtiyaç duymadan “fıkh-ı istidlal3”de takip edilecek yola ulaşabilir. Neden? Çünkü küçük meseleleri ve gizli tehlikeleri tamamıyla kavramak insan aklı için imkânsızdır. Aklın kararları ya belli ve mutlak ya da varsayıma dayalıdır. “Gerçek insan hakları” da dâhil meselelerin faydalarının ve zararlarının kesin ve mutlak olarak anlaşılması imkânsızdır. Ve varsayıma dayalı ve kesin olmayan anlayış nafiledir ve güvenilmezdir. Bu yüzden, insan

Asıl problem, şeriatın, vahyin ve sünnetin yardımı olmadan, insan aklını kullanarak insanların gerçek haklarını keşfetme olanağında yatmaktadır. İnsanoğlu kendi gerçek haklarını İcma: “Şer’i ve fer’i bir hükümde İslam müctehidlerinin ittifak etmeleri” diye tarif edilen icma, İslam hukukunun üçüncü önemli kaynağıdır. Tarifteki “şer’i”, dini ve hukuki demektir. “Fer’i” ise itikada değil, amele ibadete, hukuka vb. ait, bununla ilgili hükümler manasındadır.

2

“İcmâ müstakil bir kaynak mıdır, yoksa bir nassı belli bir manada anlamak ve uygulamak hususunda meydana gelen ittifak olarak nassa mı bağlıdır?” konusu tartışılmıştır. Bir nassı (âyet veya hadisi) bütün müctehidler aynı şekilde anlar, bundan aynı hükmü çıkarır ise icma müstakil bir kaynak olmaktan ziyade nassa dayalı, nassın delâletini kesinleştiren; başka bir deyişle delaletin kesin olduğunu ortaya koyan bir vasıta olmaktadır. Bu takdirde bağlayıcı kaynak yine Kitap veya sünnettir. İcmanın bu çeşidinde ittifak vardır; yani bütün müctehidler bu manada icmayı bağlayıcı olarak kabul etmişlerdir. Konu ile ilgili bir nassın bulunup bulunmadığına bakmadan icmayı müstakil bir kaynak olarak kabul edenlere göre icmâ, reylerin, ictihadların birleşmesinden de meydana gelmiş olabilir yahut biz bilmesek de icmâya temel teşkil eden bir nas vardır; bu sebeple de icmâ her hal ve kârda bağlayıcıdır. İmam Şafi’ye göre, bildiğimiz bir nassa dayanmayan icma, dayanan kadar kuvvetli olmayıp, ahad yolla rivayet edilen hadisten de sonra gelen bir kaynaktır. Böyle bir icma için “dinin kesin hükmünü aksettiriyor” demek yerine “bir nassa aykırı olması mümkün olmayan hüküm» diyebiliriz; çünkü birkaç müctehidin gözünden kaçan bir nass (meselâ hadis) bütün müctehidlere meçhul kalmaz.(çev.)

aklıyla “gerçek insan haklarını’’ keşfetmek imkânsızdır ve bu hakları belirlemek için tek yol şeriata ve sünnete başvurmaktır; başka bir yol yoktur. Geleneksel İslam’da “gerçek insan hakları” İstidlal; delillendirme demektir. Bir mantık terimi olup birden çok önermelerle akıl yürüterek sağlıklı ve doğru çıkarımlar ve sonuçlar elde etmek anlamına gelir. İlm-i kelâmda istidlal “bir hükmün ve kavramın” doğru ve yanlışlığını ispat etmek için zihnin yaptığı faaliyete denmektedir. Dinde bir delilden kaynaklanmayan ve delile dayanmayan bir bilginin gerçeklik değeri yoktur. Bir delilden ve bir emareden kaynaklanmayan bilgiler vehim ve hayalden öte bir anlam ifade etmez.

3

Delil, lügatte yol gösterme, rehberlik etme anlamına gelir. İstidlal ise bir önermeyi ispat etmek için deliller arama ve iddiayı ispat etme ve sonuçlandırma anlamına gelir. Daha öne doğruluğu bilinen bir hükümden hareketle bilinmeyeni ispat etme anlamını da içerir. Buna mantık dilinde “kıyas” adı verilir. Dumanın ateşe delaletine tikelden/cüzden tümele/genele delalet olup “delil-i inni” ateşin dumana delaleti ise tümelden/ genelden tikele/cüz’e delalet olup buna da “delil-i limmi” denir. İstidlal kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de geçmemekle beraber “delil” yani “akıl yürütme” anlamında “dele” kelimesi (Sebe, 34:14) geçmektedir. İstidlale yakın manalarda “tedebbür, tekebbür, taakkul, tefekkür” gibi kelimeler çok sık kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerim “sultan, beyine, burhan, hüccet” gibi kelimelerle delillere verdiği önemi göstermiştir. Delile dayanmayan, zan ve tahmine dayanan bilgilerin bir değerinin olmadığın açıkça ifade eder. (Necm,53:28)(çev.)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

145


insanoğlunun dini görevleri ya da şeriat

“kusurlu’’luğundan sonuç olarak çıkan ikinci ilke

hükümlerine indirgenir. Bu “gerçek hakların’’

bu dünya hayatı için kanun yapma yetersizliğidir.

neler olabileceği, insan mantığının ve anlayışının

“Kusurlu insan aklı’’ kanun yapmaya ehil

ötesinde değişmez bir taslak üzerine yazılmış

değildir. İnsanın en temel ihtiyaçlarını ve gerçek

içkin bir meseledir. Fakat ilahi gerçeklere ve

mutluluğunu her yönüyle kuşatmada yetersiz

şeriat hükümlerine kuran ve sünnet sayesinde

olduğu ve insanın bedensel arzularından ve

ulaşılabilir. “Gerçek insan hakları” tartışılmaz,

iştahı tarafından savrulduğu için, insan yapımı

fakat şeriat hükümleri en azından din

kanunlar sosyal kan davalarına ve çatışmalara

konusunda uzmanlar tarafından tartışılabilir.

yol açabilir. Barışı ve sükûneti tesis etmek

Bu temel üzerinde, “gerçek insan hakları’’

için, dönülecek tek merci Allah’tır, yani şeriat

hakkında konuşmayı bir kenara bırakalım ve

ve kanun yapıcı olan Allah. Bu ilkenin delili

şeriat hükümleri meselesine odaklanalım.

olarak da, “peygamberlerin gönderilmesi’’

Şu bir gerçektir ki Şeriat uygulamaları ve

gösterilmektedir ve bu delil pek çok Müslüman

dini hükümler, bir insanın dinine, inancına,

ilahiyatçı ve hatta pek çok Müslüman filozof

özgürlüğüne ya da esaretine bağlı olarak

tarafından dile getirilmiştir. Üçüncü olarak, şeriat

ve hatta fakih olup olmadığına bağlı olarak

hükümlerinin her şeyi bilen Allah tarafından

değişiklik göstermektedir. Elbette, geleneksel

belirlendiğini ve insan kanunlarının ise kusurlu

İslam düşüncesine göre, bu farklılıklar her ne

ve sınırlı insan zekâsı ürünü olduğu gerçeği göz

şekilde olursa olsun ayrımcılık anlamına gelmez;

önünde bulundurulduğunda, ilahi görevlerin ve

hatta bilakis, onlar “adaletin temeli’’ olarak bile

şeriat hükümlerinin (insan hakları konusundaki

algılanırlar. Yani, her hüküm ondan faydalananın

kararlarda dâhil) insan kanunlarına üstünlüğü

temel hakkıyla bağlantılıdır. Allah adil ve hikmet

otomatikman ortaya çıkmaktadır. Bu üstünlük

sahibi olduğundan dolayı, her bir şeriat hükmü

öyle bir ayardadır ki asla onu test etmeye

de sorgulanmaz bir şekilde adil ve hikmetlidir.

gerek yoktur, çünkü insan aklının içyapısı bu

Geleneksel İslam’ın insan aklını ve mantığını sınırlı olarak gördüğü inkar edilmez bir gerçektir. Onlara göre İnsan aklı, insanoğlunun gerçek haklarını anlayamaz. İnsan hayatında neyin önemli, neyin önemsiz olduğunu belirlemede insan aklının yetersizliği ve doğuştan kusurlu olması, bu tarihsel düşünce sisteminin temelini oluşturmaktadır. Bu düşünce sistemine göre akıl “kusurlu”dur ve insan aklı adaleti oluşturan ve oluşturmayan şeyin ne olduğunu belirleyebilecek konumda değildir. Yani bu mantığa göre, adalet ve adaletsizlik sadece kanun koyucu olan Allah’tan gelen ayetler sayesinde uygulamada saptanabilir. İnsan aklı bir hükmün adil mi olup olmadığını anlayamadığı zaman, adalet, zorunlu olarak Allah’ın adil olarak tanımladığı şeydir, aynı şekilde adaletsiz olan şey Allah’ın adaletsiz olarak tanımladığı şeydir. Başka bir deyişle, geleneksel İslam, uygulamada Eşariler4’in yaklaşımını kabul etmiştir. Aklın Eş’ariyye veya Eş’arilik: İslam itikadi mezheplerinden birisidir. Ebu’l-Hasen el-Eş’ârî’nin (324/935-36) öncülüğünü yaptığı, kelâm metodunu benimseyen kelâm ekolüdür. Çoğulu “Eşâ’ira”dır. Ehl-i Sünnet’te, Maturidilik ile birlikte yaygın olan ikinci mezheptir. Aklı Mu’tezile kadar önemsememekle birlikte, Selefiyye kadar da küçük çapta ele almaz.

4

146

alanda bir hakem olarak yetersiz kalır ve bu Genellikle itikadda aklın yeri hususunda orta bir konumda olsa da, sıklıkla Selefiyye ucuna Mu’tezile ucundan daha yakındır. Ebu Hasan Eş’ari’nin (ölüm: MS 935) kurduğu bu okul, aklın hiçbir zaman gerçeğe ulaşamayacağını, kulların ancak kayıtsız şartsız inanmakla mutlu olabileceklerini ileri sürer. Doğal olaylar, nedenleri bilinmeyen ve belki de asla bilinemeyecek olan salt bir Tanrısal ilkenin ürünüdürler ve bu ilkece yönetilirler. Bu anlayışa göre akıl, pek güçsüz bir veridir. Kaldı ki aklın bugün bilemediğini yarın da bilemeyeceği söylenemez. İnsan, bugün ulaşamadı diye belki de yarın ulaşabileceği gerçekler üstünde inancını yitirmemelidir. Bununla birlikte Eş’ariyye, özellikle de Selefîyye gibi akımlar ele alındığında daha orta yoldadır ve akla da hüküm verirken yer verir. Eş’ariliğin en büyük tenkitçilerinden birisi de ünlü filozof İbn-i Rüşd’dür. Aslında genel olarak kelâm ve kelâmcılara karşı çıkmış olsa da İbn-i Rüşd tenkitlerini en çok Gazzali ve Eş’ariyye üzerinde yoğunlaştırır. Eş’ârîyye Mezhebi, Mu’tezile’ye karşı bir anti-tez olarak doğmuş ve selef akidesini esas almıştır. Fakat akaid meselelerinin ele alınışında kelâmı bir istidlâl kullanılmış, te’vile yer verilmiştir. Eş’ariyye’ye mensup kelâm âlimleri zamanla te’vile daha çok yer vermişler, zaman zaman da kelamda yenilikler yaparak, Kelam ilmini felsefe ile meselelerini tartışabilecek bir güce kavuşturmuşlardır. Gazzâlî’nin faaliyetleri bu hususun en canlı örneği olarak ele alınabilir. Kısacası, Eş’ârî kelâmında aklın büyük önemi vardır. Zira ortaya çıkışındaki ortamda bunun böyle olmasını zorunlu kılıyordu.(çev.)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


üstünlük Allah’ın hikmetini kabulünün gerekli bir

kendini adamamalı ve kendini bunla

sonucudur.

sınırlandırmamalıdır. Önemli olan şey ahirette

Geleneksel İslam’ın bir diğer iddiası da şudur ki, İslam; insan hayatındaki pek çok değişimi göz önünde bulundurmaksızın, geçmişin basit şartlarından günümüzün komplike şartlarına

mutluluğu bulmaktır ve bu dünya hayatı ahirete hizmet ettiği oranda önemlidir. Bu yüzden bu dünyalık işlerin ikinci dereceden önemli olması şaşırtıcı değildir.

hiçbir değişim göstermeyecek, sabit kanunlar

Yukarıdaki tartışmalı bilgiler; din, insan doğası

koyabilir. Çünkü Allah insanın tüm zamanları

ve evren düşünceleri açısından tarihsel İslam’ın

kuşatan ihtiyaçlarını bilmektedir. Aynı şekilde,

temellerinin kısa bir analiziydi. Şimdi, insan

Peygamber’in sünnetinde ve masum imamların

hakları düşüncesini destekleyen ilkelerle

uygulamalarında var olan şeriat hükümlerinin

geleneksel İslam’ın delillerini kıyaslayalım.

çoğu fıkıh alanında değişmeyen, sonsuz

Bu düşünce; ihtiyaçları, çıkarları ve zararları

ilkeler olarak kabul edilmektedir. Bu kabulün

anlamada insan mantığının ya da aklının

iki olumsuz sonucu vardır: Birinci olarak;

“nisbi yeteneği’’ inancına dayanmaktadır.

fıkıh alanının, İslami ilimler arasında önem

Kendini haklı çıkarmaya çalışan eleştirel akıl

bakımından en üst sıralarda yer alması olmuştur

(self-justifiying critical reason), modernitenin

ve Müslüman âlimlerin ürettiği eserler onların

temelidir ve insan hakları düşüncesi de onun

diğer İslami alanlarda; mesela ahlak, ilahiyat,

ürünlerinden biridir. Bu açıdan, insan aklı,

şerh, tarih, felsefe, tasavvuf gibi ürettikleri

insan haklarını tanımlamaya ve hazırlamaya

eserleri geçmiştir. Ve fakihlere tarih boyunca

muktedirdir ve eserini kusursuz ve değişmez

aşırı bir itibar ve önem atfedilmiştir. İkinci

olarak görmez. İnsanoğlu yeni deneyimler

olarak; rasyonel ve deneysel alanlardan daha

kazandıkça hükümlerini değiştirmeye ve

çok rivayet-temelli ve şeriat-temelli alanlara

tamamlamaya hazırdır. İnsan hakları kararları

daha fazla önem verilmiştir.

çağdaş insanoğlunun kolektif aklının en son

Geleneksel İslam’da, insan, potansiyel olarak

bu insan hakları ilkelerini benimserse, bütün

asil yapıda yaratılmış olsa da gerçek manada asalete ve haysiyete sahip değildir. Biraz

deneyimlerinin ürünüdür. Ve böyle bir akıl, insanlık daha fazla huzura ve barışa sahip olacaktır. Bu düşünce sistemi, insan aklının

daha açacak olursak insan, asalet ve haysiyet

adaleti oluşturan ve oluşturmayan şeyi

ekseninde ne kadar hareket ederse, onun

keşfetmeye muktedir olduğunu ve bu kolektif

statüsü o kadar artar ve bu ilahi eksenden

aklın, insan ilişkilerinin ve kanunlarının adaleti

ne kadar uzaklaşırsa, derecesi o kadar düşer.

ve adaletsizliği belirleyebildiğini savunur. Bu

Bu yüzden insanoğlunun tabiatı, Allaha ve

bakımdan, insanoğlu kendi toplumunu ve kendi

O’nun dostlarına yakın olmak ve dört ayaklı

çevresini idare etmek için kanunlar yapabilecek

hayvanlardan daha aşağı olan yaratıkların

potansiyele sahiptir. İnsan hakları kararları,

en kötüsü olmak arasında değişiklik gösterir.

çağdaş insanın kolektif aklı tarafından yaratılmış

İnsanoğlunun statüsü, kendisinin ilahi değerlere

uluslararası kanunlarının en güzel örnekleridir.

ve mükemmelliğe olan yakınlığına göre değişir. Buna dayanarak, insanoğlunun gerçek hakları, iman ve din açısından duruşlarına göre değişir. Bu yüzden, kadın ya da erkek, Müslüman ya da gayrimüslim, köle ya da özgür olsun herkes için insan haklarından ve eşit şartlardan bahsetmek

İnsan hakları düşüncesi, toplumlar arasında inançların ve dinlerin çeşit çeşit olması ve o dinlerin takipçilerine belli haklar verilmesi hasebiyle, kamu alanında ( bütün dinlere ve inançlara saygı duyup dinin insan özel

anlamsız ve haksızdır.

yaşamında ki yerine saygı duysa da ) dine ve

Bu fakihlerin ve âlimlerin görüşlerine göre,

insan hakları, insanlar belli bir dine ya da

dini inanca karşı nötrdür; başka bir deyişle,

dünya, ancak ahiret göz önünde tutularak

inanca inanmadan önce, insan olduğu için

anlaşılmak zorundadır. Bu dünyada iyi

hazırlanmıştır. Böylece, bireylerin dinleri ve

kararlar, ahiret göz önünde tutularak

inançları hiçbir şekilde haklarını değiştirmez

alınmalıdır. Ve insanoğlu dünyalık endişelere

ve insan hakları ilkeleri her hangi bir dine

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

147


araştırmacılar olarak ve sağduyulu bir şekilde ve

dayandırılamaz. İnsan hakları düşüncesinin a posteriori (deneyime dayalı) yaklaşımla saptandığına

özgürce normatif (olması gereken) bir sonuca varmaya çalışmalıyız.

dikkat etmek gerekir. Başka bir deyişle, insan

İkinci olarak başlangıç niteliğindeki husus

hakları düşüncesi, bu yaklaşımın en iyi yaklaşım

şudur ki, önceki bölümdeki tartışma göz önüne

olmasını sağlamak için insan deneyimlerine

alındığında, çatışma akıl ve nakil mücadelesi

ve çeşitli yaklaşımların uygulamalı bir

olarak görülebilir. Tarihsel ve geleneksel İslam

mukayesesine dayanmaktadır. İnsan hakları

nakil’e, insan hakları sistemi ise akla inanır.

düşüncesi insan idraki ötesinde olan saklı

Çatışmayı nakil’e karşı akıl olarak görmek,

gizemlere dayanmaz. Bu yüzden o, kolayca

vahye karşı akıl ya da dine karşı akıl olarak

rakip yaklaşımlar üzerinde üstünlüğünü

görmekten daha gerçekçidir.

kanıtlayabilir ve uygulamada başarısını gösterebilir. İnsan haklarına saygı duyulduğu sürece, bireyler, otonom ve özgür bir şekilde hayatlarını nasıl uygun görüyorlarsa yaşama fırsatını bulurlar. “İnanan biri’’ ya da “ateist’’ olarak yaşamak onların kendi kararına bağlıdır; fakat insan hakları düşüncesi ne ateisttir ne de

Üçüncü olarak; bu çatışmanın iki tarafı arasında karar verirken, çatışma tam olarak a posteriori (deneyime dayalı) bir yaklaşımın kullanılması yüzünden ortaya çıktığı için, a priori (hiçbir deneye ve gözleme dayanmayan) bir tahlil hiç uygun görünmüyor. Pek çok

tek tanrıcıdır.

dini hükümlerin ve görevlerin insan hakları

Tarihsel İslam düşüncesinin ve insan hakları

bir a priori metoda başvurmak pek de ikna

düşüncesinin temelleri konusunda yapılacak bir

edici ve doğru bir yöntem olmazdı. Başka

kurallarını ihlal ettiği söyledik ve bu yüzden,

mukayese, bu ikisi arasındaki farkın derin ve köklü olduğunu göstermektedir. Bunlardan birini kabul etmesi diğerinin reddini gerektirir.

bir deyişle, kararımızı belirleme aşamasında muhatabımızın konumuna güvenip de “madem ortaya koyduğun delillerdeki sözler Allah ya da Peygamber tarafından geliyor, o halde,

Tarihsel İslam’ın Görüşüne Tercih Edilebilir İnsan Hakları Düşüncesi

sözlerinin geçerliliğini tartışmaya gerek yoktur’’

Tarihsel İslam ve insan hakları düşüncesi

olduğunu anlayabilmek için iki iddiayı kendi

arasındaki derin ve köklü farklılıklar karşısında ne yapacağız? Bu ikisinden hangisini kabul etmeliyiz? Diğerine yaklaşımımız nasıl olacak? Bu sorulması gerekli olan soruların kolay bir cevabı yoktur. Bir cevap vermeye çalışmadan

demek doğru bir yaklaşım değildir. A posteriori yaklaşım, hangisinin doğru hangisinin yanlış değerinde kıyaslamamızı gerektirir. Çağdaş dünyada, şeriat hükümleri “kıyaslanabilir çözümler’’den daha iyi, daha adil ve rasyonel oldukları için savunulmak zorundadır.

önce, bazı başlangıç niteliğindeki hususlara

Dördüncü husus şudur ki, insan hakları sistemi

değinelim.

modern çağa aittir ve eski çağlarda mevcut

Öncelikle, çatışmanın bir tarafı olan tarihsel İslam ya da geleneksel İslam, mutlak manada İslam’ın kendisi değildir. Tarihsel İslam Allah’ın dininin belli bir yorumudur. Onu eleştirmek ya da muhtemelen onu reddetmek, İslam’ın reddi ya da eleştirisi anlamına gelmez. Bir insan Müslüman olabilir, Tanrı’nın tekliğine, kıyamet gününe, Hz. Muhammed’in risalet

değildi. Tarihsel İslam, modern çağa ait bir olgudur. Modern çağ öncesinde, İslam’ın geleneksel yorumu ile “insan hakları düşüncesi’’ arasında çatışma olarak bilinen bir sorunla karşılaşılmamıştı. Başka bir deyişle, bu tartışma modern çağa ait yeni bir sorundur. Tarihsel İslam, eski çağlarda ortaya çıkmış sorunlarla son derece başarılı bir şekilde mücadele etmiştir.

görevine inanabilir; fakat tarihsel ve geleneksel

Ve son husus şudur ki, bu çatışma gelenek

okumadan farklı bir okumaya da sahip olabilir.

ve modernite arasındaki tartışmanın alt

Bu yüzden, düşüncesizce ve yanlı bir şekilde

bölümlerinden biridir. Burada, “tarihsel İslam’’,

veya dogmatistler olarak değil, tarafsız

geleneği temsil ederken; ‘insan hakları

148

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


düşüncesi’’ de moderniteyi temsil etmektedir. Şimdi tarihsel İslam ve insan hakları düşüncesi arasında bir yargıda bulunmaya çalışalım. Mümkün olduğunca dikkatli bir şekilde ilerlemek için sırasıyla çatışmanın altı alanından her birini ele almamız daha sağlıklı olacaktır. İlk alanla ilgili olarak; yani Müslümanlar ve gayrimüslimler arasındaki eşitsizlikle ilgili olarak şunu söyleyebiliriz ki, geleneksel İslam’ın görüşü, çağdaş dünyada savunulacak bir görüş değildir.

için fırsatlar ve kaynaklar sağlıklı bir yarışın gerçekleşebilmesi adına sağlanmalıdır. Kadınlar; ne mantık yönünden, ne öğrenme yeteneği, ne mesleki becerilerde, ne de siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda erkeklerden aşağı değildir. Özetle, kadınlara erkeklere verilenden daha az hakların verilmesi mantığa, adalete ve dürüstlüğe sığmaz. Çünkü doğru olan, cinsiyetine bakılmaksızın herkes için eşit şartlar vermektir.

Din ve inanç, yasal ayrımcılığa yol açmamalıdır.

Üçüncü alana, yani özgür insanlar ve

Gerçek bir dine inanmak ve iyi amellerde

köleler için farklı haklar konusuna gelecek

bulunmak Allah’ın yargılaması sonucunda

olursak, ayrımcılığın bu türü mantıktan çok

ahirette karşılığını bulacaktır. Fakat bu dünyada,

uzak olduğundan, akıl buna karşıdır. Nasıl

din ve inanç temelinde ayrımcılık yapmamak

“yeryüzünde farklı dinler olmamalı ve sadece

ve herkes için eşit haklar talep etmek en adil

erkek cinsinden başka bir cins olmamalı” diye

ve doğru olan tutumdur. Herkes kendini doğru

düşünmüyorsak, kölelik düşüncesini de yok

yolda ve başkalarını sapık yolda görüyor ve

etmemiz gerekmektedir. Ve zaten bu kurum

kendi takipçilerine özel haklar veriyor. İşte farklı

günümüzde geleneksel şekliyle mevcut değildir.

din ve inançların takipçileriyle dolu olan böyle

Sağduyu, adalet ve dürüstlük köleliğin varlığına

bir dünyada, en adil yol, bütün özel hakları

tahammül edemez ve daha ziyade, köleler

reddetmek ve insan haklarına dini inançları

ve özgürler arasındaki ayrımcılığa tahammül

dâhil etmemektir. Eğer Allah fark gözetmeden ya da ayrımcılık yapmadan dünyanın nimetlerini herkese eşit bir şekilde sunduysa, neden biz de aynı temelde ilerlemeyelim? Din ve imana dayanan ayrımcılığı hangi mantık haklı

edemez. Ayrımcılık yapan hakları bertaraf etmede ve köleliği ortadan kaldırmada insan hakları düşüncesinin doğruluğu hakkında hiç şüphe yoktur.

çıkarabilir? İnsanlar, eşitliğin olduğu durumlarda,

Dördüncü alan ise fakihler ve sokaktaki

bu dünyanın geçici lezzetlerine yenilmeden

vatandaş arasındaki eşitsizliktir. Önceki üç

en doğru kararla ve büyük samimiyetle dine

alanın aksine, geleneksel İslam içinde bu

yönelecekler. Tarihsel İslam’ın dini argümanlarını

mesele hakkında görüş ayrılıkları vardır ve

akla uygun bir şekilde Müslümanların ve

ayrımcılığın bu şekli dini otoriterler arasında

gayrimüslimlerin “diğer hakları’’ lehine

açık bir gereklilik olarak kabul edilmemektedir.

yargılamamız-eleştirmemiz gerekmektedir. İşte

Eleştiri getirenler, bunun desteklenecek hiçbir

o zaman din sahasında ayrımcılıktan uzaklaşıp

dini ve mantıklı delilin olmadığı görüşündedirler.

adalete daha da yakınlaşacağımızdan kimsenin

Ve en önemlisi, buna karşı delilleri bile vardır.

şüphesi olmasın.

Neden kamu alanı ve siyasi arena fakihlere

İkinci alana, yani kadınlar ve erkekler arasındaki hakların eşitsizliği konusuna gelecek olursak şunları söyleyebiliriz: İnsanlar arasında cinsiyete üstünlük vermenin bir mantığı yoktur. Neden psikolojik ve biyolojik farklıklar haklarda farklılıklara sebep olsun ki? Eğer ırksal farklar haklarda farklılıklara sebep olmuyorsa, neden cinsiyet farklıkları öyle olsun ki? Kadınlara daima ast ve erkeklere de daima üst olarak davranılması her hangi bir mantıklı

emanet edilsin ki ve neden onların görüşleri halkın düşüncesi üzerine öncelik verilsin ki? Neden fakihler ve ulema kilit noktalarda özel haklara sahip olsun ki ve toplumun bütün siyasetini düzenlesin ki? Bilim ve mantığa dayanan siyasete karşı fıkıha dayanan siyasetin desteklenmesinde hangi deliller yer almaktadır? Şu bir gerçektir ki; demokrasi, bir fakihin ya da bir ulemanın idaresine ya da mutlak idareye tercih edilir.

gerekçeden yoksundur. Ahirette üstünlük kriteri

Beşinci alan yani din ve düşünce özgürlüğü ve

takvadır, cinsiyet değil. Bu dünyada herkes

din değiştirmenin cezalandırılması meselesidir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

149


Düşünce ve din özgürlüğü herkes için eşit

Çatışmayı Gidermede Tarihsel İslam’ın Çözüm

şartların ve din temelinde ayrımcılığın reddinin

Yolları

olmazsa olmazıdır. Düşünce ve din özgürlüğü, bir kimsenin inançlarını ifade etme, dini eylemleri ve törenleri yerine getirme ya da tam tersi; dini törenlere katılmama, bir kimsenin dinini ya da fikirlerini değiştirme ve bir kimsenin dinini ve düşüncesini tebliğ etme özgürlüğü hepsi bu çerçeveye girer. Akıl, din özgürlüğünü destekler ve bir kimsenin din değiştirmesinden dolayı bu dünyada cezalandırmasını doğru bulmaz. Din özgürlüğünü reddetmek ya da sınırlandırmak ve din değiştirmeden dolayı ceza vermek (buna idam ve hapis de dâhil) geleneksel İslam’ı mantıksız ve zayıf göstermektedir. İnananların imanını koruma yolu, onların dini bilgilerini güçlendirmekten geçer, onları din ve düşünce özgürlüklerinden mahrum ederek değil. Din ve düşünce özgürlüğünün desteklenmesinde insan hakları düşüncesinin mantıken tercih edilebilir olduğundan hiç şüphe olamaz. Altıncı alan, mahkeme-dışı cezalar, şiddetli cezalandırmalar ve işkence konusudur. Günümüzde, insan aklı mahkemeye çıkarılmadan ya da suçlanan kimsenin savunma hakkı verilmeden idam edilmesini ya da cezalandırılmasını kabul etmemektedir. Suçluların cezalandırılmasında ana hedef, suçu ortadan kaldırmak ve insanları suç işlemekten caydırmaktır. Şiddetli cezalandırmalar pek çok örnekte bu açıdan etkinliğini kaybetmiştir.

Geleneksel İslam kendini bu ikilemden kurtarabilir mi? Bu çatışmayı, yeni düşünceler ortaya koymak (içtihat) için kullanılan metotlara ve geleneksel fıkhın kriterlerine dayanarak çözmek mümkün mü? Cevap, olumsuzdur. Geleneksel İslam, kendi kurallar sistemini ortaya koyan son derece zorlayıcı standartlara ve kriterlere sahiptir. Ve bu kriter ve standartlara bağlı kalmak çatışmayı çözümsüz kılmaktadır. Öncelikle, bu problemli hükümlerin bazılarının desteklenmesinde dile getirilmiş olan dini deliller Kur’an-ı Kerim ayetlerinden oluşmaktadır. Geleneksel İslam bu ayetlerin asla yürürlükten kalkmayacak mutlak ve değişmez ilkeler sunduğunu iddia eder. Doğruyu söylemek gerekirse bu ayetleri dış görünüşüne göre değerlendirdiğimizde; bizler için, pek çok örnekte, erkekler ve kadınlar, Müslümanlar ve gayrimüslimler için eşit olmayan hakların; özgür ve köle insanlar için eşitsizliğin; şiddetli cezaların uygulanmasında adaletsizliğin olduğunu kabul etmekten başka seçeneğimiz kalmaz. Geleneksel bir fakihin, insan hakları ile çatışan şeriat hükümlerine boyun eğmekten başka seçeneği yoktur. İkinci olarak, insan haklarıyla çatışan şeriat hükümlerini desteklemek adına ortaya konan dini deliller, Peygamber’in sünnetinden ve Şia imamlarının sözlerinden oluşmaktadır. Bu

Bugünün dünyası, bilgi almak için ve bir

hadislerin çoğu fıkhın kabul edilmiş kriterlerine

mahkûmun direncini kırmak için işkence

dayanan belgeli, güvenilir, geçerli hadislerdir.

kullanımını yasaklamaktadır. Eğer geleneksel

İlgili hadislerin net, açık anlamları, bugün

İslam’da ceza hükümleri dindarlığın gerekliliği

insan hakları ihlali olarak düşünülen hükümlere

olarak görülmüyorsa, yukarıda bahsedilen üç

yol açmaktadır. Geleneksel İslam, bu geçerli

alanda cezai işlemler yapılırken insan hakları

hadislerin bizlere değişmez ve sürekli hükümler

düşüncesine öncelik verilmelidir.

bildirdiğine ve “Muhammed tarafından caiz

Bütün bunlardan dolayı, bahsedilen altı alanda, yani herkes için eşit şartlar, din, cinsiyet, kölelik ve dini otorite temelinde ayrımcılığın reddi, aynı zamanda din ve düşünce özgürlüğü ve işkencelerin reddi gibi konularında insan hakları kanunları daha savunulabilir, çok daha tercih edilebilirdir ve tarihsel İslam’ın bu meseledeki

görülen şeyin sonsuza kadar caiz kalacağına ve Muhammed tarafından yasaklanan şeyin kıyamete kadar yasaklı kalacağına’’ hükmetmektedir. Bunun yanında bazı küçük örneklerde, bazı hadislere dayanan meşhur karşıt fikirler vardır. Mesela kızların yetişkin oldukları yaşa ilişkin örnek.

hükümleri günümüz dünyasında kabul edilebilir

Üçüncü olarak, insan haklarıyla çatışan şeriat

değildir.

hükümlerinin çoğu karşılıklı mutabakata

150

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


(icma) dayalıdır. Bu hükümlerin çoğunda birbiriyle çatışan düşünceler yok denecek kadar azdır ve bu düşünceler üzerinde bir fikir birliği vardır. Bu düşüncelerin pek çoğu şeriat hükümler lehindedir ve herkesçe malumdur. Ve en önemlisi, insan haklarıyla çatışan bazı hükümlerin fıkhın ya da dinin esas unsurları olduğu düşünülmektedir. Geleneksel fıkıhta bu türden hükümler değişmez. Bu kritere böyle sıkı sıkıya bağlıyken insan haklarıyla çatışmayı çözmek nasıl mümkün olabilir ki? Dördüncü olarak, eğer muamelatla5 alakalı Muamelat: Muameleler, insanın iş ve pratiğe yönelik amelleri. İslam’da fiili ibadet hükümleri dışında kalan ve insanların birbiriyle veya ferdin toplumla yahut da toplumların birbiriyle olan hukuki, idari, mâli, iktisadî ve beşeri münasebetlerini düzenleyen hükümleri ifade eden bir fıkıh terimi. Âmele fiilinin mastarı «muâmele» olup, çoğulu «muâmelât»tır.

5

Kur’an-ı Kerim ve sünnette yer alan hükümler genel olarak üç grupta toplanabilir:

4/92; Keffâret» maddesi) de ibadet niteliğindedir. b) Muamelat: İbadetin dışında kalan hukuki tasarruflar, akitler, suç, ceza ve benzeri hükümlerdir. Bunlar; ferdin fertle, ferdin toplumla veya toplumların birbiriyle olan ilişkilerini düzenleyen kaidelerdir. Muamele hükümlerini aşağıdaki şekilde kısımlara ayırmak mümkündür: Aile hukuku: İslâm hukukunda aileye ilişkin hükümler, başka konulara ait olanlardan daha ayrıntılıdır. Evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, iddet, miras, nesep bu hükümler arasında sayılabilir. Medeni hukuk: İnsanlar arası muamelelere ilişkin hükümler olup, alışveriş, kiralama, trampa, rehin, kefalet, ortaklık, borçlanma ve taahhütte bulunma gibi fertler arasında malı ilişkileri düzenlemeyi ve hak sahibi olan herkesi korumayı amaç edinen prensiplerdir. Ceza hukuku: Ferdin işleyeceği suçlar ve bunlara verilecek cezalar bu gruba girer. Ceza hükümleri; mal, can, ırz, nesep ve aklı korumayı amaç edinir. Hırsızlık, yol kesme, içki kullanma gibi suçlar için Ayet ve hadisle belirlenen cezaya «had» denir. İslâm Devleti’nin toplumun yararı ve kamu düzeninin sağlanması için koyacağı uyarma, dayak, sürgün ve hapis cezası gibi cezalara ise «ta’zîr» denir.

I) Inanç hükümleri: Allah Teâlâ’ya, meleklere, kitaplara, âhiret gününe; hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmak gibi akide esasları bu guruba girer. İnanç esasları ile ilgili âyetler daha çok Mekke döneminde gelmiş, insanların önce yanlış kanaat, inanç ve hurafelerden arındırılması temin edilmiştir.

Kaza hükümleri: Davaların görülmesi, şahitlik, yemin, hüküm gibi insanlar arasında adaleti gerçekleştirmek için gerekli icraatı düzenlemeyi amaç edinir. Klâsik İslâm hukuku kaynaklarındaki ibâdât, muâmelât ve ukûbât şeklindeki üçlü taksimde «ukûbât» ceza hukuku yerindedir.

II) Ahlaki hükümler: İnsandaki imanın güçlenmesine, ihlâs, takvâ ve fazilet sahibi olmasına, beşeri münasebetlerinde en güzel davranışları kazanmasına yönelik hükümler, ibretli peygamber kıssaları, özendirme veya sakındırma anlamı taşıyan nasslar bu gruba girer. Bu hükümler dürüst, üstün, olgun ve kâmil mü’minler yetiştirmek gayesine yöneliktir. İslâm’da, Hz. Peygamber ahlâkın sembolüdür, Kur’an-ı Kerim’de «Şüphesiz sen en üstün ahlâk üzerindesin» (el-Kalem, 68/4), «Şüphesiz Allah’ın Resulünde sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardı” (el-Ahzâb, 33/21) buyrulmuştur. Diğer yandan Hz. Aişe’ye Resulullah (s.a.s.)’ın ahlâkı sorulduğunda; « O’nun ahlakı Kur’ân ahlâkından ibarettir» diye cevap vermiştir.

İdare edenlerle idare edilenler arasındaki ilişkiler: Bu hükümler; adalet, şûrâ, maslahat, yardımlaşma ve koruma gibi esaslara dayanır. Adâlet, bir devlet yönetiminin en başta gözetmesi gereken bir prensiptir. Kur’ân-ı Kerim’de adaleti emreden âyetler vardır: «Şüphesiz ki, Allah size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder” (en-Nisâ, 4/58), «Allah, şüphesiz ki, adaleti, iyilik yapmayı ve akrabaya yardım etmeyi emreder» (en-Nahl 16/90). Şûrâ prensibi de, devlet yönetiminde en güzel yöntemleri belirlemede yardımcı olur; keyfi yönetim isteklerini engeller. Âyetlerde şöyle buyurulur: «Onların işleri, aralarında şûrâ (danışma) iledir» (eş-Şura, 42/38). «Iş konusunda onlarla istişare et. Bir kere karar verince de artık Allah’a dayan» (Âlu Imran 3/159). Yukarıdaki ilk âyet, metinden anlaşılan anlamıyla İslâm idaresinin, Müslümanlar arasında şûrâ esasına dayandığını ifade etmektedir. Diğer yandan işaret yoluyla da; Müslüman toplumun, İslâm devlet başkanını kontrol edecek ve devlet işlerini düzenlemede ona yardımcı olacak bir topluluğu seçip iş başına getirmesi gereğini bildirmektedir (Ebû Zehra, Usûlü’l-Fıkh, 1377/1958, y.y. s. 100,101,141,142; Abdulvahhâb Hallâf, İlm-u Usûlü’lFıkh, (Terc, Hüseyin Atay), Ankara, 1973, s. 176).

III) Amelî hükümler: Bunlar, mükellefin söz, fiil ve akitler gibi diğer insanlarla olan ilişkilerini ve tüm toplum hayatını düzenleyen pratiğe yönelik hükümlerdir. Ameli hükümleri de ibadetler ve muâmelât hükümleri olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür: a) İbadetler: Kur’an-ı Kerim farzları kısa anlatımla emretmiş, uygulama şekil ve ayrıntıyı sünnete bırakmıştır. Namaz, oruç, hac, zekât, adak, yemin gibi ibadetlerin yapılış şekilleri Allah’ın Resulü tarafından bizzat yaşanmış ve ümmetine gösterilmiştir. Şu hadisler, ibadetlerdeki uygulamanın Hz. Peygamber’den alınması gerektiğini açıkça ifade eder: «Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın» (Buhârî, Ezân,18, Edeb, 27, Ahâd 1.). «Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden alınız» (İbn Hanbel, III, 318, 366). Diğer yandan ibadet veya muamelelerdeki eksik veya hatayı telafi etmek için öngörülen; zıhâr (bk. el-Mücadele, 58/1-4; «Zıhâr» maddesi) yemin (bk. el-Maide, 5/89, yemin maddesi») ve başkasını hata yoluyla öldürme kefaretleri (el-Nisa,

Devletler hukuku: Kur’an-ı Kerim, gayrimüslim ülkelerle olan ilişkileri de düzenleyici esaslar getirmiştir. Âyetlerde, devletler arası anlaşma yapılırsa, buna uyulması istenir (bk. En-Nahl, 16/91). İslâm devleti karşısında, gayrimüslimler üç statüde bulunabilir: a) Zimmi ve muahedeler (antlaşmalılar); b) Müste’menler (pasaportlular); c) Muharipler. Bu sonunculara «harbi» adı da verilir. İktisat ve mâfiye hukuku: Zenginin malında yoksulun

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

151


şeriat hükümleri (ibadetle alakalı hükümler gibi)

azından çatışmanın beşinci ve altıncı alanlarıyla

gizli ihtiyaçlara ya da menfaatlere dayanıyorsa,

ilgili olarak (Şia arasında) 12. masum

bağımsız akıl bu ihtiyaçları anlayamayacaktır.

imamın yokluğu müddetince dini cezaların

Bu yüzden, geleneksel bir fakih bu arenada

uygulamasını durdurmak olacaktır. Bu cezaların

aklı insan hakları lehine karar verici bir ölçü

durdurulmasıyla bu çatışma alanları çözülebilir.

olarak kullanamaz, çünkü ona göre, akıl bu

Fakat bu türden çözümlerin bizi fazla bir yere

örnekler üzerinde hükümde bulunamaz. Ve

götürmeyeceği ortadadır. İnsan haklarıyla

rasyonel yaklaşıma karşı, şeriat hükümlerin

çatışan şeriat hükümlerinin çoğunluğu, evlilik

temelini oluşturan ayetlerin sahibi olan Allah

anlaşmasındaki şartları içermesi sayesinde

yasak koymaktadır; ayetlerde ve sünnette

ya da “zaruret ve baskı’’ ilkesine başvurarak

şeriat hükümlerinin örnekleri verilmiştir. İnsan

düzeltilmeye uygun değildir. İslam’ın itibarını

aklı, (Allah tarafından açıkça ifade edilmedikleri

zedelememe düşüncesi ise çok zordur. Eğer bu

müddetçe) şeriat hükümlerin temelini oluşturan

çeşit ikinci türden aksiyomlara ve düşüncelere

kriterleri anlayamayacağından, adaletin böylesi durumlarda ne emredeceğini kesin olarak belirlemek de imkânsızdır. Kesinlikle, küçük çapta yüzeysel düzeltmeler mümkündür. Örneğin, kadınlar konusunda insan haklarını gözeten bazı hükümler (tamamen antlaşmayı geçersiz hale getirmedikleri müddetçe) evlilik anlaşmasına dâhil edilebilirler. Örneğin, kadın bir boşanma işlemi başlatabilir. İkinci bir düzeltme yolu, “zaruret ve baskı’’6 ilkesine başvurmaktır. “Zaruret ve baskıyı” kanıtlayarak, kadın kocasının rızası olmadan boşanabilir. “İslam’ın itibarını zedelememe düşüncesi”ni kullanmak küçük çapta yapılacak düzeltmeler ve iyileştirmelere bir diğer örnektir. Örneğin, İslam’ın itibarını zedeleyeceği düşünüldüğünden “taşlama’’

bel bağlama rutin bir uygulamaya dönüşürse ve eğer onlar ‘asıl hükümler’’den daha sıklıkla uygulanırsa, “asıl hükümler’’in içeriğinde ters giden-yanlış bir şeyler olduğu anlamı ister istemez gündeme gelecektir. Geleneksel fıkıh, hükümlerin değişebilen ve değişmez hükümler diye tasnifi iddiasında bulunur. Bunun yanı sıra, aynı zamanda fıkıh alanında tartışılan hükümlerin tamamen değişmez hükümler olduğunu da savunmaktadır. Aslında, geleneksel fıkhın günümüzde yüz yüze kaldığı problem, yani insan hakları düşüncesiyle uyumsuzluk, tam olarak geleneksel İslam’ın değişmez olarak gördüğü hükümler alanına girmektedir. Bu yüzden, hükümleri değişen ve değişmeyen diye iki kategoriye ayırmak problemi çözmüyor.

cezası sık uygulanmaz. Ya da ara sıra bazı dini

Çağdaş problemleri çözmek için geleneksel

cezalar, özellikle kırbaçlama, aynı sebeplerle

metotları ve geleneksel fıkhın yetersizliğini

halk önünde uygulanmaz. Dördüncü yol, en

doğru şekilde fark etmiş ve durumu değiştirmek

hakkı; gelir ve giderin hesaplanması ile ilgili ve benzeri hükümler bu gruba girer. Sonuç olarak muâmelât hükümleri, İslâm’ın toplum hayatına ve pratiğe yönelik esaslarını ifade eder. İnanç ve ibadetlerle olgunlaşan, Allah’a ve insanlara karşı sorumluluk duygusu güçlenen mü’min günlük işleri, ticaret, sanat, tarım vb. meslekleri yaparken, içindeki ahlâk, fazilet ve dürüstlüğü işine yansıtır.(çev.) 6 “Zaruret ve baskı” için bkz. http://www.belgeler. com/blg/1hae/İslam-devletlerinde-toplumsal-cinsiyetve-hukukiran-ve-misir-ornekleri-gender-and-law-inİslamic-states-examples-of-iran-and-egypt İran boşanma kanununun ilgili maddesine göre koca, hiçbir sebep göstermeden boşanma davası açabilirken, medeni kanunun 1982 yılında değiştirilen 1130. maddesinde kadınların belirli şartlar altında boşanma davası açmasına izin verilmiştir. İran medeni kanununun 1130. maddesine göre “kadın, evliliğin devamının kendisi için güçlük ve baskı yarattığını ispat ederse, hakim kocayı boşanmaya zorlayabilir” bu yapılmazsa boşanma hakimin izniyle yapılacaktır.(çev.)

152

için maslahat unsurunu ve zaman ve mekanın ihtiyaçları ilkesini kullanmaya çabalamış insanlardan biri Ayetullah Humeyni’ydi. Ona göre, ilahiyat fakültelerinde yapılan tartışmaların seviyesi ve teorilerin çerçevesi problemi çözemezdi. Satrancın caiz olduğu hakkındaki fetvasına sert muhalefet geldiğinde şöyle demiştir: “Sizin hadis ve sünnet okumalarınızı temel alırsak, modern medeniyet yerle bir edilmeli ve insanlar çadırlarda yaşamalı ya da sonsuza kadar çöllerde kalmalıdır.” Ayetullah Humeyni aradığı çözümü fıkhı kullanarak devletin vasiliği (velayet-i fakih) ya da devletin mutlak hâkimiyetinde buldu. Onun düşüncesine göre, İslami bir devlet böyle hareket ettiği müddetçe İslam’ın menfaatleriyle çatışan

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


(ibadetle alakalı olsun ya da olmasın) her şeyi

belirlenmiş hükümleri kabul etmek, şu

engelleyebilirdi. O açıkça, İslami devletin, bazı

ana kadar baktığımız dört çözümden daha

şeriat hükümlerini (mesela, ekin paylaşım

etkilidir, çünkü bu türden bir fıkıh, devletin

sistemi olan mukataa7 ve komanditer ortak8 yatırımcılar gibi) ortadan kaldırmaya hakkı olduğunu söylemiştir. Ayetullah Humeyni, şeriat hükümlerinin dolaylı hedef olduğunu ve devleti idare etmede ve adaleti yaymada vasıtalar olduğuna inanmaktaydı. Bu bakımdan, Yönetici Fakih zamana ve mekâna uygun düşmeyen şeriat hükümlerini ya da devletin çıkarlarını yerine getirmeyen şeriat hükümlerini iptal edebilir ve aynı zamanda devletin çıkarlarını yerine getiren ya da zamana ve mekâna göre talep gören yeni hükümler koyabilir. Şimdi bir an için, Ayetullah Humeyni’nin teorisine uygun bir tarzda kurulmuş ve “insan haklarına saygıyı” devletin çıkarlarına ve politikalarına uygun ya da “insan haklarına saygı”yı devletin varoluş süreci için gerekli olarak gören bir devlet hayal edelim. Böyle bir devlet insan haklarına zıt olan hükümlerin uygulanmasını engelleyebilir mi? Şüphesiz, engelleyebilirdi. Maslahat9-temelli bir fıkıh ve devlet tarafından Mukataa: Kesişmek, birbirinden kesilmek manasına mastar bir kelime; devlete ait bir gelirin bir bedel karşılığında kiralanması, yâni geçici olarak temliki (mülk olarak verilmesi) anlamında bir Fıkıh terimi.(çev.) 8 Komanditer Ortak: Bir işyerinin yönetiminde aktif bir rol oynamayan, sadece sermayesiyle katkıda bulunan ortak.(çev.) 9 Maslahat: Faydalı olanı elde edip, zararlı olanı defetme. İslâm dininin maksadı; insanların faydasına olanları gerçekleştirmek, bunları korumak ve insanlardan zararı uzaklaştırmaktır. Buna maslahat denir. Ancak maslahatlara insanların istediklerine göre değil, Allah’ın koyduğu çerçeve dahilinde itibar edilir. 7

Maslahatları üçe ayırmak mümkündür: 1. Zarurîyyat: Ümmetin bütünü ve birimleriyle elde etmek zorunda olduğu maslahatlardır. Bu maslahatlar zemin edilmediğinde düzen bozulur, ümmetin hali fesat ve çöküşe gider. Bu maslahatları elde etmeyenler ahirette azaba uğrarlar. Bundan dolayı bu maslahatlar bütün ilâhî dinlerde mevcuttur. Zarurî maslahatlar beş kısma ayrılır: a) Dini muhafaza, b) Nefsi muhafaza, c) Nesli muhafaza, d) Aklı muhafaza, e) Malı muhafaza. Bu maslahatları korumak iki şekilde mümkündür: a) Erkân ve adabına göre ikame etmek suretiyle, b) Kendilerine arız olan zararı defetmek suretiyle. 2. Hâciyyât: Zorluk ve meşakkati ortadan kaldırmak, genişliği temin etmek için insanların muhtaç oldukları maslahatlardır. Bu maslahatlar gözetilmediğinde ümmetin bir kısmı sıkıntıya düşer. Seferde ruhsat, alışveriş imkânı ve şekilleri bu gruba girer. 3. Tahsiniyyât: İnsanların hal ve durumlarının yüksek

menfaatleriyle uyuşmadığı müddetçe, ibadettemelli ya da başka türlü hükümler olsun bütün şeriat hükümlerini engelleyebilir. Dahası devlet, kendi menfaatine olduğunu düşündüğü her an yeni hükümler koyabilir. Bu yüzden, eğer yönetici fakih(yani müctehid derecesinde hukuk alimi ) ya da onun görevlendirdiği kişiler, insan haklarına saygının devletin menfaatine uygun edep ve sağlam ahlâkî temellerin gerektirdiği şekilde olmasını temin eden maslahatlardır. Güzel giyinmek, adab-ı muaşerete riayet vb. bu gruptandır (Şâtibî, el-Muvafakât (Nşr. A. Dıraz), Kahire, ts., II, 8-12; Karâfi, el-Furuk, Kahire 1347, IV, 33; Tâhir b. Âşûr, Mukasıdü’ş-şerîatil-İslâmiyye, Tunus 1978, s. 78-96; H. Karaman, Fıkıh Usulü, İstanbul 1982, s. 91). Şariin hüküm koyarken itibar ettiği maslahatlara “maslahat-ı mutebere” denir. Meselâ aklın muhafazası Şariin istediği bir maslahattır. Bunun için şârî sarhoş edici içkileri haram kılmıştır. Çünkü içki sarhoşluk vermek suretiyle aklı ifsad eder. O halde aklı izale eden bütün içkiler haramdır ve şârî tarafından yasaklanmıştır. Kıyası hüccet kabul eden bilginler, bu tür manalara göre tahlil yapılabileceği ve bunlar üzerine hüküm kurulabileceğine müttefiktirler. İslâm’ın kabul etmeyip iptal ettiği ve ortadan kaldırdığı maslahatlara da “maslahat-ı merdûde» veya «maslahat-ı mulgât» denir. Şer-î hükümlere aykırı olan herhangi bir maslahat, esasında mefsedettir. Düşmana teslim olmak, bazen faydalı bir çözüm olarak düşünülebilir. Zira bu çözüm, öldürülmeyi ve hatta bazen esir edilmeyi malların telef olup gitmesini önleyen bir yoldur. Fakat şârî bu faydaya itibar etmemiş, düşmanla savaşılmasını ve ülkenin savunulmasını emretmiştir. Çünkü bu daha üstün faydayı sağlamaktadır. O da Müslümanların varlık ve şerefinin korunmasıdır. Hükmün kendisine bağlanması ve üzerine hüküm bina edilmesi, insanlara bir fayda sağlayan veya onlardan bir zararı gideren, fakat muteber veya geçersiz sayıldığına dair belirli bir delil bulunmayan manaya «maslahatı mürsele» denir (Zekiyüddin Şaban, İslâm Hukuk İlminin Esasları, Trc. İ. Kâfi Dönmez, Ankara 1990, s. 149-151; F. Atar, Fıkıh Usulü, İstanbul 1988, s. 80-81). İslâm uleması ibadetlerde mesâlihi mürsele ile amel edilemeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Muamelât konusunda ise delil olup olmaması hususu ihtilâflıdır. Hanefîler ve Şafiîler nazariyatta mürsel maslahatı bir delil olarak kabul etmemelerine rağmen, fıkıh kitaplarında maslahat esasına dayanan ictihadların bulunduğu görülmektedir. Malikî ve Hanbelîler ise “mesâlih-i mürsele”yi müstakil bir delil olarak kabul etmektedirler. Bunun yanı sıra Gazzalî ve Beyzâvî gibi bazı âlimler zarurî, kat’î ve küllî olması şartıyla “maslahat-ı mürsele”yi hüccet olarak kabul ederler. Malikî ve Hanbelîler de hakkında nas bulunmayan meselelerde “mesâlih-i mürsele”nin müstakil bir delil olabilmesi için, maslahatın şer’î bir delile aykırı olmamasını kat’î olmasını ve küllî (umumî) olmasını şart koşmaktadırlar (F. Atar, a.g.e., s. 82-85).(çev)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

153


olduğunu düşünürlerse, şeriat hükümlerini yani

önceki, değişmez hükme tekrar uyacaklardır.

insan haklarıyla çatışan geleneksel İslam’ın

Devlet hükümleri, insan hakları ile çatışmayı

“değişmeyen hükümlerini” ve hatta fıkhın ya da

kesin olarak çözüme kavuşturacak bir şey

dinin esas unsurları olduğu düşünülen hükümleri

değildir. Bu daha çok onu tedavi etmek yerine

bile iptal edebilirler. Şüphesiz, bu yenilik

çatışmayı hafifleten geçici bir ağrı kesici gibidir.

geleneksel İslam ve insan hakları arasındaki çatışmayı çözerdi.

İkinci olarak, maslahat-temelli fıkıh; fıkhı, siyasi gücün ve devletin kontrolü altına sokacaktır.

Fakat bu saygın çözümün bir kaç sorunu vardır:

Koruyucu devletin mutlak gücü, şeriat

Onun en önemli problemi, geleneksel İslam

hükümlerini devletin maslahatına ve siyasi güce

çerçevesinden ve kabul edilen içtihat (fikir

tabii hale getirecek ve bu şeriat hükümlerini,

ortaya koyma) metodundan ayrılmasıdır. Pek

devlet çıkarlarının bir türlü sonu gelmez

çok gelenekselci fakih, şeriatta velayet-i fakih

değişikliklerine mahkûm edecektir. Dahası, insan

teorisini destekleyecek geçerli delilin olmadığına

haklarına uymayı menfaatine uygun olduğunu

inanmaktadır. Fıkıhtan yararlanarak devletin

düşünen bir devlet; fakihlerin, siyasette ve

mutlak otorite olması, sadece onun halefleri

kamu alanında her hangi bir özel hakkı olduğunu

ve öğrencileri tarafından savunulmaktadır;

peşinen reddetmiş olacaktır. Başka bir deyişle,

geleneksel fakihler arasında bu görüş kabul

böylesi menfaatleri belirlemek, koruyucu

görmemektedir. Geleneksel fıkıh her türlü risk

devletin yetkisizleşmesine neden olacaktır. Bir

ihtimalinden kaçınır ve (Humeyni’nin görüşünün

devlet düşünün ki, vatandaşlarına aslında sahip

aksine)ne çıkarların ve ihtiyaçların açıkça

olduğu haklarını kullanamayacağını söylüyor,

anlaşılabileceği görüşünde ne de maslahata ve

böyle bir şey mümkün olabilir mi? İnsan hakları

çıkarlara dayanan hükümlerin şeriat hükümleri

düşüncesi esasen maslahat temelli fıkıhla ve

(özellikle ibadetle ilgili olanlar) üzerinde öncelik

fakihler tarafından yönetilen koruyucu, atanmış,

sahibi olabileceği görüşündedir. Eğer maslahata

mutlak devlet teorisi ile uyumlu değildir.

dayalı çözüm ya da “devlet fıkhı’’ düşüncesi doğruysa, geleneksel fıkhın çerçevesi içinde ya da dışında olsun hiç fark etmez, o zaman kabul edilmelidir. Fakat maslahata dayalı fıkıh tarafından sunulan çözüm, probleme geleneksel İslam’ın cevabı olarak görülemez. Devletin menfaatlerine başvurmak, geleneksel İslam’ın kendi kriterlerini insan haklarıyla içinde bulunduğu çatışmayı çözmek adına terk etmesi anlamına gelir.

Üçüncü olarak, bir an için toplum menfaatlerinin pek çok şeriat hükmünün geçici iptaline bağlı olduğunu ve devlet hükümlerinin sayısının sürekli arttığını düşünelim. Eğer bu sayı ve bu menfaatler yıllar içerisinde hiç durmadan artmaya devam ederse, o zaman, bizlerin ilk planda değişmez şeriat hükümlerini belirlerken bazı köklü hatalar yaptığımız gibi bir anlam çıkmaz mı? Diğer taraftan, neden biz sürekli vazgeçilmiş maddelere ve sonsuz yamalara

Böyle olsa da, maslahata dayalı fıkıh, yine de problemi çözmeyecektir. Öncelikle devlet hükümlerini ya da maslahata dayalı hükümleri belirlemek geçici bir çözümdür, çünkü değişmeyen şeriat hükümleri dinen geçerli olmaya devam edecektir. Eğer yönetici fakih ve görevlendirdiği kişiler böyle yapmanın devlet çıkarına olduğunu benimserlerse,

ihtiyaç duyalım ki? Ayetullah Humeyni’nin fikri eleştiriye açık olsa da, geleneksel fıkhı eleştirmedeki cesareti övgüye değerdir. Modern dünyanın problemleriyle uğraşmaya gelindiğinde, fıkıhta yeni düşünceler ortaya koymadaki metotları etkisiz kaldı.

değişmez bir hüküm (dini geçerlilik zemininde

Tarihsel İslam -özellikle geleneksel

değil, uygulama zemininde) iptal edilecektir.

fıkıh-, metotlarını ve temellerini yeniden

Ve inananlar o hüküm geçerli oldukça onun

değerlendirmeden bu açmazdan çıkamaz.

yerine devlet hükmüne göre hareket etme

Öyle görünüyor ki, ikinci derecede dini

sorumluluğuna sahip olacaklardır. Devlet artık

ilkelerde (füru) içtihat, tarihsel hayatta

uygun olan hükmün geçerli olmadığına karar

miadını doldurmuştur. Geleneksel fıkhın ve

verdiğinde, onu iptal edecektir ve inananlar

onun metotlarının günümüzde etkisiz kalması,

154

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


geçmişte onun sunduğu hizmetler için minnettar

köleler ve özgür insanlar arasındaki ayrımcılığı

kalmaktan bizi alıkoymamalı. Yeni metotların,

ve köleliği yasaklamada büyük bir adımı temsil

seleflerine minnet borcu vardır. Dahası,

etmektedir. Madde 11 şöyledir: “İnsanlar

hükümler çıkarmanın geleneksel metodu halen

özgür doğarlar ve hiç kimsenin insanları

namaz, oruç, hac gibi ibadetler için geçerlidir.

köleleştirmeye, utandırmaya, baskı altına

Çünkü akıl, ibadet alanına giremez ve bu alanda

almaya ya da sömürmeye hakkı yoktur ve

insan haklarıyla çatışma söz konusu değildir.

Allah’tan başka hiç kimseye boyun eğilmez.”

İnsan Haklarını ve Geleneksel İslam’ı Uzlaştırmak İçin Uluslararası ve Ulusal Çabalar

Kahire Deklarasyonu ve diğer deklarasyonlar, geleneksel İslam ve insan hakları anlayışı arasındaki çatışmanın diğer beş alanını ele

Son 25 yıldır uluslararası platformda, Avrupa

almada tamamen başarısızdılar ve aradaki

İslam Konseyi (1980 ve 1981), Kuveyt

çatışmayı bir şekilde doğrulayarak genel ifadeler,

Konferansı (1980) ve İslam Konferansı

belirsizlik, kısalık ya da sessizlikle kendilerini

Organizasyonu (1979 ve 1981) tarafından İslam

sınırladılar. Örneğin Kahire Deklarasyonu’nun

ve insan hakları konusunda altı deklarasyon

10. maddesi şöyle der: “İslam bozulmamış

ve taslak deklarasyon yayınlanmıştır.

fıtratın dinidir. İnsana herhangi bir türden

İnsan haklarının en son ve en resmi İslami

zorlama ya da onu başka bir dine ya da ateizme

deklarasyonu (bir taslağı da Tahran’da hazırlanmış olan), “İslam’da insan hakları” konusunda Kahire Deklarasyonu10 adı altında 1990 yılında Kahire’de 19. Dışişleri Bakanlığı İslam Konferansı’nda yayınlandı. Müslümanlar arasında insan haklarının genel bakış açısının tarifi olan bu deklarasyonlardan ayrı olarak, İslam ülkeleri bu konuda herhangi bir bağlayıcı kararı, ya da antlaşmayı onaylamamışlardır. Her ne olursa olsun, bu deklarasyonlar bile başlı başına umut vericidir. Bizler bunları, İslami toplulukların insan haklarını bir ihtiyaç olarak görmeye başladıklarının bir işareti olarak görmeliyiz. Bu deklarasyonlar, geleneksel İslam’a uygun olan uluslararası insan hakları kararlarındaki hususlara ışık tutmaya, İslam öğretilerinin dağılmış parçalarından destek

döndürmek için onun fakirliğini ya da cehaletini sömürmek yasaktır.” Birini, Müslüman olarak kalması için zorlamaya ne dersiniz? Buna izin var mı? Ne olursa olsun, bu deklarasyon din özgürlüğünü geleneksel İslam’ın özelliklerine yakın olduğu için tanımamıştır ve resmen dine dayalı ayrımcılığa hak tanımıştır. Yani, din konusunda nötr olan uluslararası insan hakları toplantılarından farklı olarak; Kahire Deklarasyonu, “kadınlar insan onuru konusunda erkeklere eşittir ve iş yapma hakkına, kendi sivil varlığına, finansal bağımsızlığa, kendi adını ve soyadını devam ettirme hakkına sahiptir (madde 6)” demekten fazla ileri gidememiştir. Madde 24 şöyle der: “Bu deklarasyonda var olan bütün haklar ve özgürlükler İslam şeriatına bağlıdır.’’

çıkarmaya ve İslam’ın insan haklarına saygıda

Kahire Deklarasyonu insan hakları alanında

öncüsü olduğunu kanıtlamaya çabalamışlardır.

geleneksel İslam’ın çabalarının zirvesidir ve

Uluslararası insan hakları konferanslarına kıyasla

çatışmanın beş alanını çözmede başarısız

Kahire Deklarasyonu’ndaki yenilikçi hususlar;

olmuştur. Deklarasyon, öncelikle dini haklar

köleliliğin “en kötü şekillerinden biri” olarak

ve hoşgörü; ikinci olarak cinsiyet ayrımcılığı;

koloniliciliğe karşı mücadele etme hakkının

üçüncü olarak kamu alanındaki ayrımcı haklar

onaylanması (madde 11), herkesin ahlak

(elbette deklarasyon, fakihlerin özel hakları

erozyonundan ve ahlaksızlıktan uzak, temiz ve

meselesinde sessiz kalmıştır ve kendini, “şeriat

kişinin kişisel gelişimine katkıda bulunacak bir

hükümlerine göre kamu görevi üstlenmek

çevrede yaşama hakkının olduğu ve genel olarak

herkesin hakkıdır” demekle sınırlamıştır);

bu hakkı sağlamanın devletin ve toplumun

dördüncü olarak, düşünce ve din özgürlüğüne

üzerine vazife olduğunun tanınması gibi

hak tanımadaki başarısızlığı ve beşinci olarak

hususlardır (madde 17). Kahire Deklarasyonu,

da küçük düşürücü, şiddetli ve yargılanmadan

Kahire Deklarasyonu’nun tam metni için bkz. http://

yapılan cezalandırmaların tanınması alanında

www1.umn.edu/humanrts/instree/cairodeclaration.html

ayrımcıdır.

10

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

155


İran İslam Cumhuriyeti Anayasası, insan hakları

Anayasası madde 517, 5718, 10919 ve 11020’da

alanında geleneksel Şii İslam’ın anlayışının

kamu alanında vatandaşlar ve fakihler arasında

zirvesidir. Anayasa resmen, madde 12 ,13 11

12

ve

ayrımcılığı alenen tanımıştır ve bu konuda

1413’te Müslümanlar ve gayrimüslimler, Şiiler ve

bayraktar niteliğindedir. Madde 2321 ve 2422

Sünniler arasında ayrımcılığı tanımıştır. Erkekler

din değiştirme dâhil, bir kimsenin kendi dinini

ve kadınlar arasında ayrımcılık madde 2014

tebliğ etme hakkı, din ve fikir özgürlüğünü

ve 21 ’e ustalıkla dâhil edilmiştir. Madde 4 ,

tanımasına rağmen, madde 4’te “şeriat mutlak

bütün geleneksel İslam’ın şeriat hükümlerine

manada anayasanın ve bütün diğer kanunların

başvurma için zemin sağlarken kölelik meselesi

ve düzenlemelerin maddelerine hükmeder’’

sessizce es geçilmiştir. İslam Cumhuriyeti

denmektedir. Madde 3823, işkencenin bütün

15

16

Madde 5: Hz. Mehdi’nin gaybeti döneminde İİC’de ümmetin imamlığı görevi; adil, takvalı, zamanın sorunlarını bilen, cesur, tedbirli, idareci bir fakihin uhdesindedir. Bu fakih bu görevi madde 107 gereğince üstlenir.(çev.) 18 Madde 57: İİC’de hâkimiyeti temsil eden organlar; yasama, yürütme ve yargı organlarından ibarettirler. Bunlar doğrudan doğruya Rehber Veliy-i Fakih’in gözetimi altındadırlar. Bu organlar birbirlerinden bağımsızdırlar.(çev.) 19 Madde 109: Rehberde aranan şartlar ve vasıflar: 1. Fıkhın çeşitli bölümlerinde fetva vermeye gerekli olan ilmi salahiyete sahip olmak. 2. İslâm ümmetinin rehberliği için gerekli olan takva ve adalete sahip olmak, 3. Rehberlik için kâfi derecede siyasi ve içtimai görüşü tedebbürü, cesareti, kudreti ve idareciliği bulunmak. Bu şartlara sahip birden fazla fakih olursa, fıkhi ve siyasi açıdan görüşü güçlü olan mukaddemdir.(çev.) 20 Madde 110: Rehberlik makamının vazife ve yetkileri: 1. Nizamın maslahatını belirleme kuruluna danışarak İslâm Cumhuriyeti nizamının genel siyasetini belirlemek, 2. Genel siyasetin tam olarak icrasına nezaret etmek, 3. Referandum yapılmasını emretmek, 4. Savaş barış ve umumi seferberlik ilanı, 5. Şu makamların tayin azil istifasının kabulü yetkisi: Anayasayı Koruma Şurası’nın fakihlerinin, Yargı organının en yüksek makamının, İİC Radyo-TV Kurumu başkanının, Genelkurmay Başkanının, İslâm İnkılâbı Muhafızları Ordusunun başkomutanının, Askeri güçlerin ve emniyet güçlerinin yüksek komutanlarının. 6. Yasama, yargı ve yürütme arasında olan ihtilafları gidermek ve bunların birbirleriyle olan bağlantılarını düzenlemek, 7. Normal yollardan halledilemeyen askeri sorunları halletmek, 8. Halk tarafından seçildikten sonra cumhurbaşkanının mazbatasını imzalamak, cumhurbaşkanlığına istekli olanların cumhurbaşkanlığı şartları yönünden salahiyetlerinin ilk dönemde rehberliğin onayından geçmesi gerekir, 9. Cumhurbaşkanını azletmek 10. Yargı organı başkanının teklifinden sonra İslâmi ölçüler çerçevesinde mahkûmların cezalarını affetmek ya da hafifletmek. 17

Madde 12: İran’ın resmi dini İslâm’dır ve mezhebi de Caferi’dir. Bu madde hiçbir surette ve hiçbir zaman değiştirilemez. Diğer İslâm mezhepleri tam bir hürmete sahiptirler. Bu mezhep mensupları kendi fıkıhlarına göre dini hususları icra etmekte serbesttirler. Dini eğitim öğretimde; şahıs ve aile (evlenme boşanma veraset vasiyet) hukukunda ve bununla ilgili davalarda, mahkemelerde resmiyetleri vardır. Bu mezheplerden birinin mensuplarının çoğunlukta olduğu bir bölgede mahalli mevzuat; şuraların salahiyetleri dâhilinde kalmak ve diğer mezhep mensuplarının hakkını korumak şartıyla o mezhebe göre yapılır.(çev.) 12 Madde 13: Yalnızca; Musevi Zerdüşt ve Hıristiyanlar dini azınlık olarak tanınırlar. Bunlar; kanunlar dâhilinde kendi dini merasimlerini uygulamakta serbesttirler. Şahıs ve aile hukukunda ve dini eğitimde kendi usullerince (kültürlerince) hareket ederler.(çev.) 13 Madde 14: “Sizinle din hususunda savaşmamış ve sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmanızı ve onlara adaletli davranmanızı Allah size yasaklamaz. Çünkü Allah adaletli davrananları sever.” ayeti kerimesi hükmünce; İİC Devleti ve Müslümanlar, gayrimüslim fertlere karşı güzel ahlak ve İslâmi adaletle davranmalı ve onların insani haklarına riayet etmelidirler. Bu madde İslâm ve İİC aleyhine komplo ve herhangi bir teşebbüste bulunmayanlar için geçerlidir.(çev.) 14 Madde 20: Kadın ya da erkek bütün İran vatandaşları kanun önünde eşit şartlara sahiptir ve İslami kriterlerle uygun olarak bütün insani, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel haklara sahiptir.(çev.) 15 Madde 21: Hükümet, İslami kriterlere göre, her konuda kadınların haklarını sağlamak zorundadır ve aşağıdaki amaçları başarmak zorundadır: 11

1. Kadının kişiliğinin gelişmesi ve haklarının yenilenmesi için maddi ve manevi uygun ortamın yaratılması, 2. Özellikle hamilelik ve bebek büyütme zamanında annelerin korunması, koruyucu olmayan çocukların korunması, 3. Ailenin devam etmesi ve korunması için uygun ortamın yaratılması, 4. Dullar, yaşlı kadınlar ve destek görmeyen kadınlar için özel sigorta tedarik etmek ve 5. Çocuklara olan ilginin korunması adına, yasal bir bakıcı mevcut olmadığında, değerli annelerin çocuk bakımı ile ödüllendirilmesi.(çev.) 16 Madde 4: Medeni, cezai, mali, iktisadi, idari, kültürel, askeri, siyasi ve diğer bütün kanunlar ve mevzuatın İslâmi ölçü ve kanunlara uygun olması gerekir. Bu madde anayasanın ve diğer bütün kanunların geneline hâkimdir. Bu hususun teşhisi Anayasayı Koruma Şurası fakihlerinin görevidir.(çev.)

156

Madde 23: İnsanların inançlarının araştırılması

21

yasaktır ve belli bir inanca sahip olunması için kimse zorlanamaz.(çev.) Madde 24: Kamu haklarının ya da İslam temel hükümlerine zarar vermesi hariç yayınlar ve basın ifade hürriyetine sahiptir. Bu istisnanın ayrıntıları kanun tarafından açıkça belirtilecektir.(çev.) 23 Madde 38: İtiraf ettirmek veya bilgi almak amaçlı her çeşit işkence yasaktır. Tanıklık etmek, itiraf etmek, 22

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


çeşitlerini alenen yasaklamıştır ve madde 3624,

düşmanlarının ve kafirlerin eserlerini kullanarak

mahkeme dışı cezalandırmaları kaldırmış ve

bunu telafi etmeye çalışmak zorundayız” denilir.

“sadece yetkili mahkemeler karar verme ve onu icra etme yetkisine sahiptir” denmiştir. Bu yüzden, çatışmanın altı alanında yani cezalar konusunda diğer dört alandan daha iyidir. Şiddetli ve küçük düşürücü cezalar sessizce es geçilmesine rağmen işkence ve mahkeme dışı

Bu itirazlara bir dizi cevaplar vardır. Genellikle esef verici olan şudur ki, bu türden yüzeysel itirazların sanki din ve iman, insan hakları düşüncesiyle çatışma halindeymiş gibi gösterilerek din adına dile getirilmiş olmasıdır.

cezalandırmalar yasaklanmıştır. Buna rağmen

İlk itiraza şöyle bir cevap verebiliriz. “Gelişmiş

madde 4, etkili bir şekilde bu türden cezaların

ülkeler” diğer ülkelerdeki insan hakları

başvurulmasına açık kapı bırakmaktadır. İran

konusunda çok hassas olmasalar da, insan

İslam Cumhuriyeti kanunları arasında, İslami

hakları kuralları “gelişmiş ülkeler’’den daha çok

Ceza Kanunu insan hakları kurallarını ihlal etme

“gelişmekte olan ülkeler’’de ihlal edilmektedir.

açısından en problemlisi sayılır.

Eğer onların çıkarları gelişmekte olan ülkelerdeki

Geleneksel İslam’ın temelinde, insan hakları açısından İran İslam Cumhuriyeti ve Kahire Deklarasyonu’ndan daha beteri olamazdı herhalde. Bu iki belgeyi incelemek, geleneksel İslam ve insan hakları kuralları arasındaki uyumsuzluğun belgeleridir. Fakihlere sadece temel dini ilkelerde içtihatta bulunma izin verilmedikçe ve onların düşüncelerinde köklü değişim olmadıkça, İslam ülkelerinin ve insan haklarının arasındaki çatışma yukarıda bahsettiğimiz alanlarda çözümsüz kalmaya mahkûmdur.

insan haklarıyla çatışırsa, onlar asla kendi çıkarları temelinde hareket etmede tereddüt göstermezler. İnsan hakları düşüncesi sağlıklı bir dünya için gerekli bir durumdur; ama bu yeterli değildir. İnsan haklarına saygı, bağlayıcı mekanizmalar gerektirir. Biz asla bir çiçekle bahar gelecek demedik ve insan haklarına inanmak çağdaş insanlığın bütün problemlerini çözecek de demedik. Çok daha mütevazı bir iddiada bulunduk: İnsan haklarına saygı, çağdaş insanoğlunun bazı sorunlarını çözecektir. Dahası, her şeyi istismar etmek isteyenler mutlaka olacaktır. Tarih boyunca din, binlerce

İnsan Haklarının Kötüye Kullanılması ve Bunun Nedenleri

defa istismar edilmedi mi? Zorba devletler,

İnsan hakları düşüncesinin muhalifleri genellikle

kullanmadılar mı? İnsan hakları düşüncesi de,

bir dizi itiraz dile getirirler. Bunlardan biri, insan haklarının ABD ve Avrupa Birliği tarafından gelişmekte olan ülkeler, özellikle İslam ülkeleri üzerinde baskı uygulamak için kullanılan siyasi

rahmet kaynağı olan dini kendi güçlerini haklı çıkarmak ve sağlamlaştırmak için bir alet olarak istismar edilebilir. Fakat bu türden istismarlar hiç bir şekilde insan hakları ve dinin arzu edilmesi noktasında bizleri alıkoymamalıdır.

bir araç olduğu ve insan hakları ihlallerinin

İkinci itiraza gelecek olursak, sunu söyleyebiliriz

özellikle İsrail gibi müttefikleri tarafından

ki insan hakları, kendi içinde ya doğrudur ya

yapılınca görmezden gelindiğidir. Başka bir

da yanlıştır. Coğrafya, onun doğruluğu ya da

itiraz ise, insan haklarının Batı toplumlarında

yanlışlığı üzerinde bir rol oynamaz. Bir fikrin

ve onların yaşam şekilleri ile uyum içinde olduğu ve onları kabul etmenin onlara teslim olmak anlamına geleceğidir: “Biz Müslümanlar, kafirlerin dünyasının araçlarına ihtiyacımız yok, dinimizde yanlış bir şey mi var ki bizler İslam yemin ettirmek için bireylerin zorlanması kabul edilemez ve zorlama altındaki her türlü tanıklık, itiraf ve yemin doğru ve değerli kabul edilemez. Bu maddenin çiğnenmesi kanunlar doğrultusunda cezalandırılır.(çev.) 24 Madde 36: Bir cezanın icrası sadece ehliyetli mahkeme tarafından ve kanuna uygun şekilde uygulanacaktır.(.çev.)

Doğu’da ortaya çıkmış olması onu doğru yapmaz, bir fikrin Batı’da çıkmış olması da onu yanlış yapmaz. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ya da sivil, siyasi, ekonomik ve kültürel haklar konusundaki uluslararası anlaşmalardan hiçbiri sadece Batı toplumları için belirlenmemiştir. “İnsan hakları Batı’da ortaya çıktı’’ denilerek reddetmek yerine haklı, mantıklı ve adaletle, doğrulukla ortaya bir şey koyduğu için savunulmalıdır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

157


Tarih boyunca, benzer itirazlar mantığa ve

doğumuna ve gelişimine şahit oldular. Müslüman

felsefeye karşı dile getirilmiştir. Bir zamanlar

seçkinler arasında İslam’ın yeni imajını temsil

“mantığa başvuran bir kimse kâfirdir” bile

etmek, sünneti yeniden okumak, vahye ve

denmiştir. Politeizm ya da monoteizm ve

sünnete yeni bir bakış açısı sunmak için farklı

genel mantık arasında bir bağ olmadığının

çabalar başladı. Bu hareket, entelektüel

netleşmesinden önce yüzyıllar geçmesi

İslam ve İslami modernizm olarak bilinir. Ve

gerekmiştir. Yüzyıllar boyunca, felsefe

Entelektüel İslam, vahyin sonsuz mesajına

Yunanistan’da ortaya çıktığı için “kâfirlerin

bağlı kalmaya devam etmektedir. Entelektüel

saçmalığı” olarak reddedilmiştir. Bugün açıktır

İslam’a göre geleneksel İslam anlayışı içinde

ki, hiç bir düşünce sistemi -buna dini öğrenme

kutsal mesaj, vahyin geldiği çağın adet ve

de dâhil- mantıklı olarak açıklanmadan kendine yapılan eleştirilere cevap veremez. İnsan hakları düşüncesini kabul etmek Batıya teslim olmak değildir. O, mantığa ve adalete teslim olmaktır. Din belli-başlı insan ihtiyaçlarına cevaptır, insanoğlunun ihtiyacı olan her şeye cevap değildir. Bir zamanlar, dinin tıbbi sorunlara cevap verebileceğine bile inanılıyordu. Bugün kimse dinden tıbbi reçeteler sunmasını beklemiyor. Eğer biz dinden fizik ya da kimya hakkında cevaplar vermesini beklemiyorsak, neden ondan ekonomi, siyaset ve kanunlarla ilgili cevaplar vermesini bekleyelim ki. Dinden bizim dini ihtiyaçlarımıza cevaplar vermesini beklemeliyiz. Bu konunun detaylı bir ele alınışını başka bir zamana bırakalım. Ne olursa olsun, din adına insan hakları düşüncesine direnmek dine ve imana en büyük darbelerden birini vurmakta ve dine karşı olan insanlara mükemmel bir bahane sunmaktadır.

gelenekleriyle karışmıştır ve bu sebeple modern çağda geleneksel İslam’ın problemlerinin hepsi geleneksel İslam’ın; törelerden, toplumun adetlerinden aldığı kısımdan kaynaklanmaktadır. Tüm bu olumsuzluklara karşı kutsal mesaj büyük bir gururla savunulmaya devam edilmelidir. Feraset sahibi dini otoritelerin ve ulemanın temel görevi kutsal mesajı ortaya çıkarmak ve zamana maruz kalmış adetlerin artıklarını bir yana süpürmektir. Bu yüzden bu çözüm, geleneksel İslam ve insan hakları arasındaki çatışmayı çözmekle sınırlı değildir; o, aynı zamanda geleneksel İslam’la demokrasi, bilim ve akıl arasındaki çatışmaları da çözecektir. İslam’ın öğretileri dört parçaya ayrılabilir: Birincisi, iman ve inanç meseleleri; örneğin Allah’a, ahirete, kıyamet gününe, Hz. Muhammed’e ve O’nun Risâletine iman gibi. İkinci olarak, ahlak meseleleri; örneğin insanın kendini arındırması ve kendini ahlaki değerlerle ve Peygamber’i her yönden örnek alması

Geleneksel İslam ve İnsan Hakları Arasındaki Çatışmaya Entelektüel İslam’ın Çözümü

gibi. Üçüncü olarak, ibadetle ilgili meseleler;

Şimdi, bütün bu tanımlardan, analizlerden

bilinen ve sivil kanun, ticaret kanunu, ceza

ve yargılamalardan sonra bir çözüm yolu sunma zamanı geldi. Tarihsel İslam ve insan hakları düşüncesi arasındaki çatışmanın çözüm yolu nedir? İslam, insan hakları düşüncesini kabul etmekle birlikte, geleneksel İslam’ın yerine dindar aydınlara ne teklif etmektedir? Entelektüel İslam nelerden oluşmaktadır? Onun

örneğin Allah’a itaatin ve kulluğun en önemli göstergeleri olarak namaz, oruç, hac, zekât. Dördüncü olarak, “muamelat fıkhı’’ olarak kanunu, kamu ve özel uluslararası kanun, esas kanun, yiyecek ve içecekle ile ilgili ilkelerle ve ibadetle alakası olmayan şeriat ilkeleri. Kur’an’ın yüzde 98’sinden fazlası ilk üç temel konu ile ilgilenir. Yani iman, ahlak, ibadet ve sadece yüzde 2‘si sosyal muamelatın fıkhına

özellikleri nelerdir?

ayrılmıştır. Hadislerdeki ibadetle alakası olmayan

Müslümanlar insan hakları ve demokrasi de

olmasına rağmen, yine de hadislerin yüzde

dâhil modernite ve onun tuzaklarına karşı tavır

10’unu oluşturmaktadırlar. Fakat geleneksel

takındığından beri (ve geleneksel İslam’ın

İslam’da dördüncü bölüm yani “muamelat fıkhı’’,

cevaplarının yeterli olmadığı anlaşıldığında)

aşırı bir öneme sahip olmuştur. Öyle bir noktaya

dünya Müslümanları yeni bir hareketin

gelinmiştir ki imanla, ahlakla, ibadetle, alakası

158

ilkelerin oranı, ayetlerdeki olan miktardan fazla

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


olan dinin bölümlerini gölgede bırakmıştır. Ve

adalettir. Bu yüzden, şeriat hükümleri adalet ve

aynı zamanda ibadetle alakalı ilkelerde, onların

doğrulukla uyumlu bir şekildedir.

fıkıh temelli şekli dinin bu en temel bölümünün diğer boyutları üzerine gölge düşürmüştür. Karşıt olarak, İslami modern okumaların temel tanımlayıcı özelliği, dikkatin Allah’ın dininin ana gövdesi olan imana, ahlaka, ibadete odaklanmış olmasıdır. Modern okumayla geleneksel okuma arasındaki ana fark dördüncü bölüm üzerindedir. Yani “muamelat fıkhı’’ konusundadır. Modernist İslam, İslam kanununu ve fıkıh ihtiyacını inkâr etmez, fakat tarihsel İslam’ın ve fıkhın

Bir şeriat hükmü insan türünün menfaatlerini yerine getirdiği müddetçe geçerli kalacaktır. Bu temele dayalı olarak, iki çeşit şeriat hükmü vardır: Birinci tür, sürekli olarak insanın menfaatleriyle ya da zararıyla ilintili olan hükümler; başka bir deyişle, bu hükümler sürekli aynı nitelikte kalmaya devam edecekler ve bu nitelik de farklı zamana ve yere göre değişmeyecektir. Adaletli olma, Allah’a hamd

eleştiricisidir. Ve sayısız ilkelerde, geçmişte

etme, adaletsizliğin ve ihanetin yasaklanması,

fakihler tarafından benimsenmiş örneklerle

emanete sadık kalma ve bir sözü yerine getirme

ayrı düşünmektedir. Bu yüzden o, yeni bir fıkıh

sorumluluğu, yalanın yasaklanması vb. şeyler

sunmaktadır. Ve bu yeni fıkıh bazı ilkelerde

gibi ilkeler hiçbir zaman değişmeyecektir. İkinci

geleneksel fıkıhla ortak duruşa sahip olmasına

tip hükümler, iyiliğin ve kötülüğün niteliği

rağmen, bazı konularda mesela insan haklarıyla

değişebilecek hükümlerdir. Muamelatla alakalı

çatışan şeriat hükümlerinde olduğu gibi ciddi

şeriat hükümlerinin çoğu bu ikinci tipe girer.

farklılıklara sahiptir. Ayrıntılı, ciltler dolusu kitaplar konusunda ise, yeni fıkıh geleneksel fıkıhtan daha küçüktür ve içtihat, onun metotlarını temellendirme kriterinde geleneksel

Başka bir deyişle, insanların hayrına olan şeylerle uyumludurlar ve doğru oldukları sürece geçerlidirler. Bu iki tip şeriat hükümlerinin

fıkhın ilkelerinden ayrılır.

varlığı konusunda hiç şüphe yoktur. Bu, fıkıh

İbadetle alakası olmayan her bir şeriat hükmü

pek çok kitapta ortaya konmuş bir ayrımdır.

vahyin indiği çağda üç belirli özelliğe sahipti:

Şeriat hükümleri ve tartışmakta olduğumuz

1- Zamanın şartlarına göre mantıklı olarak

insan hakları düşüncesi asla birinci tip hükümler

kabul ediliyordu. 2- Zamanın şartlarına göre

arasında olmaz; başka bir deyişle sürekli

adil olarak kabul ediliyordu. 3- Diğer dinler

olarak faydalarla ve zararlarla ilintili olan şeriat

ve yöntemler tarafından konulmuş ilkelerle

hükümlerinin hiç biri insan haklarıyla çatışmaz.

kıyaslandığında daha iyi bir çözüm olarak kabul

Çatışma şeriat hükümlerinin ikinci tipiyle

ediliyordu. Bu üç özellik ışığında, bütün bu

alakalıdır.

ilkeler vahyin ilk indiği dönemlerde ileri düzeyde çözümlerdi ve başarılı dini bir sistem için zemin sağlıyordu. Kolektif insan aklı o zaman daha iyi çözümlere sahip değildi ve o dönemdeki akılcı davranış bu ilkeleri destekledi ve onları adaletsiz, vahşi, utandırıcı ve mantıksız olarak düşünmemiştir. Başka bir deyişle, bütün şeriat hükümleri Allah tarafından kulların hayrına ve ihtiyaçlarına uygun olarak konmuştur. İnsan türünün menfaatleri (masalih al naw’iyya) şeriatın emirlerinin temelini oluşturmuştur ve insan türüne konulmuş yasaklar şeriatın temelini

hükümleri ve ilahiyat hakkında kaleme alınmış

İşin aslı şudur ki birinci tipteki hükümler, bütün zamanları kapsar. Fakat kanun koyucu olan Allah ikinci tipteki hükümleri (hangi şekilde, zamana ve mekâna göre değiştiğini, şartların ve hareketlerin potansiyelini herkesten daha iyi bildiğinden) “koşulların devamı” şartına bağlamıştır. Başka bir deyişle, bazı durumlarda faydalı ve bazı durumlarda zararlı olabilen hareketlerle ilgili hükümler, sürekli ve değişmez hükümler olarak belirlenmemiştir; en başlangıçtan, bu hükümler ilgili “koşulların devamı’’ şartına bağlanmışlardır.

şekillendirmiştir. Ve insan türünün çıkarlarını ve

Fakat geleneksel İslam taraftarlarına göre,

zararlarını düşünmeden konulmuş, doğruluğu

neredeyse bütün şeriat hükümleri (yani

tartışmasız bir ilke bulmak imkânsızdır. İnsan

ikinci tip hükümler) mutlak manada, bütün

türünün çıkarının en önemli işaretlerinden biri

zamanları kapsayan hükümlerdir. Aslında

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

159


“koşullara bağlı ve geçici’’ olan hükümler için

Ve o ihtiyaç-fayda bittiğinde o da biter. Bir şeriat

bir zaman belirlememenin kendine özgü bir

hükmünün Kur’an temelli olması, onun ihtiyaca-

faydası vardı: Çünkü insanlar için “geçici ve

faydaya dayanan bir “sürekli hüküm’’ olduğu

duruma bağlı’’ olan bir hükme göre değil de

anlamına gelmez. Değişken ihtiyaca-faydaya

“sürekli’’ bir hükme göre hareket etmek daha

dayanan şeriat hükümlerinin çoğu Kur’an

kolaydır. Bu yüzden, ilgili koşulların geçerlilik

temellidir. Aslında, bir hükmün başka bir hüküm

süresi sona ermeden evvel bir hükmün “geçici’’

tarafından neshi ya da bir hükmün diğer bir

olduğuna karar vermek mantıksız olurdu “Asıl

hükmün yerine geçmesi fikri Kur’an ilimlerinde,

süre”(hükmün ilk belirlendiği zaman) ve

ilahiyatta ve fıkıhta yer alan tartışmaların

“sonraki süre’’ (hükmün etkisini kaybettiği

en önemli konularındandır. Nesh25, değişmez

zaman) içindeki koşullar değiştiği için, eğer

bir şeriat hükmünün dönemi bittiği için iptali

kanun koyucu olan Allah “sonraki süre”ye

demektir.

dayanarak hükümler koymuş olsaydı, bu hükümler “asıl süre,’’içinde bulunan ihtiyaçlara hitap edemeyecekti. Fakat eğer kanun koyucu olan Allah “asıl süre” için hükümler koysaydı ve insanların “sonraki süre’’ içindeki ihtiyaçlarına hitap etmediğinde iptal edilmesini yasaklasaydı bu, Allah’ın insanlardan, ihtiyaçları zararına olan bir şeyi emredeceği anlamına gelirdi(ki böyle bir şey elbette düşünülemez). Bu yüzden, farklı koşullara uygun olan ve olmayan hareket türleriyle ilgili olarak, “geçici’’ hükümler koymaktan başka çare yoktur. Bu türden hareketlerin “sürekli’’ hükümler tarafından yönetilmesi uygun değildir. Eğer bir hareketin iyiliği ya da kötülüğü “geçici’’ koşullara-olaylara bağlıysa, tek çözüm, insanların ihtiyaçlarıyla uyumlu oldukları sürece kendi içlerinde geçerli olan geçici hükümler belirlemektir. Ve geleneksel düşüncedeki fakihler için, “mutlak’’ ve “şartlara göre değişmeyen’’ hükümler belirlemek daima daha iyi olarak kabul edilmiştir. Zaman ve mekân açısından “hiçbir zaman değişmeyecek’’ olarak belirlenmiş bütün hükümler bu şekilde konmuştur. Fakat büyük akılcı fakih Şeyh el-Taifa Tusi (1068’de vefat etmiştir) şöyle demiştir: “Dindar bir insan Şeriat hükümleriyle karşı karşıya kaldığında, yasaklara ve emirlere kendi ihtiyaçları ve hayrına olduğu müddetçe bağlı kalmalıdır.” Başka bir deyişle, (ikinci türden) bütün şeriat hükümleri aslında “şarta bağlıdır ve geçicidir’’; onları insanların ihtiyaçlarıyla yan yana tutan şartlar var oldukça onlar da vardır. Kur’an’da ve Sünnette bulduğumuz emirlerin, hükümlerin ve yasakların çoğu ikinci tiptedir. Yani, gerçekte ve kendi içlerinde kanıt dili, şarta bağlı olmamasına rağmen, onlar şarta bağlıdır ve temel ihtiyacın-faydanın devamına bağlıdır.

160

Neshin olmazsa olması kuralı, neshedilmiş hükmün ikinci tip hükümlerler olması gerektiğidir. Yani sürekli ihtiyaçlara-faydalara ya da sürekli zararlarla ilişkili olmayan hükümler değil, zaman ve mekanda değişime uğrayan ihtiyaçlarla-faydalarla ve zararlarla ilişkisi olan hükümlerdir. Bu yüzden nesih, birinci tip hükümlere uygun düşmez, ikinci tipe uygun düşer ve aslına bakacak olursak bunlar, geçmişte meydana gelmiş şeylerdir. Söylemeye gerek yok ki, Kur’an’a dayanan bir hükmün neshi, kıraatın neshi değil hükmün neshi anlamına gelir. Başka bir deyişle nesh edilmiş ayetin Allah tarafından Peygamber’e vahyedildiğini ve Kur’an’ın ebediyen bir parçası olacağını ve Kur’an’ın mucizeliğine ve kıraatına dâhil edileceğini kabul etmemize rağmen, ilgili hüküm başka bir ayet tarafından neshedilir ya da sonraki, öncekinin yerine geçer. Başka bir deyişle, birinci ayet geçici ve şarta bağlı hüküm sunmuştur. Mutlak bir dille ifade edilmiş olmasına rağmen biz farkındayız ki, (ikinci ayetin gelişiyle) birinci hüküm döneminin sonuna gelmiştir, artık bizim çıkarımıza uygun değildir ve artık bizim görevimiz ikinci ayete yani neshedilen ayete uymaktır. İmam Ali’ye göre, neshedilmiş bir hüküm ve nesheden bir hüküm arasındaki farkı ayırt edemeyen bir kimse, azaba mahkûmdur ve başkalarını da azaba sürükleyecektir. Ne olursa olsun, nesh konusu tefsir alanında esas unsurlardan biridir. Kur’an’da neshin en önemli örnekleri şu ayetlerdir: (Mücadele, 58/12 Nesh hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. http://sbe. erciyes.edu.tr/dergi/sayi_21/31-%20(543-564.%20 syf.).pdf ve http://www.suleymaniyevakfi.org/ arastirmalar/nesih-ve-recim-cezasi.html (çev.)

25

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ve 13. ayetler26); savaşçıların sayısının neshi

2/142 ve 150. ayetler31). Kur’an çalışmaları

(Enfal, 8/65 ve 66. ayetler27); dullar için hüküm

hakkında kitaplara başvurmak ve nesih-mensuh

(Bakara, 2/240 ve 234. ayetler ); şehevi

ayetleri çalışmak, Kur’an’a ve sünnete dayanan

hareketler için ceza hükmü (Nisa, 4/15 ve 16.

şeriat hükümlerinin bile neshedilebilirliğine hiç

28

ayetler ); iman temelinde miras hükmü (Enfal,

şüphe bırakmayacaktır ve bu gerçekten de belli

8/72 ve Ahzab, 33/6. ayetler30) ve kıblenin

örneklerde meydana gelmiştir. Tek bir sünnete

Kudüs’ten Mescid-i Haram’a çevrilmesi (Bakara,

dayanan bir şeriat hükmü de neshedilebilir.

29

58/12: “Ey iman edenler! Peygamber ile gizli (özel) bir şey konuşacağınız zaman bu konuşmanızdan önce bir sadaka veriniz. Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet sadaka verecek bir şey bulamazsanız, Allah bağışlayan, esirgeyendir.”

26

58/13: “Gizli konuşmanızdan önce sadaka vermenizden korktunuz mu? Çünkü yapmadınız. Allah sizi affetti. Artık namaz kılın, zekat verin, Allah’a ve Resulüne itaat edin! Allah yaptıklarınızı haber alandır.” 27 8/65: “Ey Peygamber, mü’minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden yirmi sabırlı kişi olursa bunlar iki yüz kâfiri yenerler. Eğer sizden yüz kişi olsa, bunlar bin kâfiri yenerler. Çünkü onlar anlayışsız, bilinçsiz bir güruhtur.” 8/66: “Allah, bundan böyle, bu konudaki yükünüzü hafifletti ve bünyenizde bir zaaf belirdiğini bildi. Buna göre eğer sizden yüz sabırlı kişi olursa, bunlar iki yüz kâfiri yenerler. Eğer sizden bin sabırlı kişi olursa, bunlar Allah’ın izni ile iki bin kâfiri yenerler. Allah sabırlılarla beraberdir.” 28 2/240: “Aranızdan vefat edip de geride eşlerini bırakanlar, bir yıl boyunca evden çıkmalarına ihtiyaç bırakmayacak (oranda bir meta’ı) eşlerine vasiyyet etsinler (bıraksınlar veya varislerine havale etsinler.) Eğer kadınlar kendiliklerinden evden çıkarlarsa kendileri ile ilgili yapacakları meşru bir davranıştan dolayı size sorumluluk düşmez. Hiç şüphesiz Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir.” 2/234: “Aranızdan ölenlerin geride bıraktıkları eşleri dört ay, on gün kendilerini gözetim altında tutarlar. Bu sürelerini doldurduklarında meşru olarak yaptıklarından dolayı siz sorumlu tutulmazsınız. Hiç şüphesiz ne yaparsanız Allah onu bilir.” 29 4/15: “Zina suçu işleyen kadınlarınızın aleyhinde dört kişinin şahitliklerine başvurunuz. Eğer dört kişi aleyhte şahitlik ederse o kadınları, ölünceye kadar ya da Allah kendileri hakkında başka bir yol gösterinceye kadar evlerinizden dışarı salmayınız.” 4/16: “Zina suçu işleyen çiftin her ikisini de eziyetli cezaya çarptırınız. Fakat eğer tevbe eder de uslanırlarsa artık yakalarını bırakınız. Çünkü Allah tevbeleri kabul eder ve merhametlidir.” 30 8/72: “İman edip Medine’ye göçenler ve Allah yolunda canları ile malları ile cihad edenler ile bu göçmenlere barınak sağlayanlar ve yardım edenler birbirlerinin yandaşları, koruyucularıdırlar. İman edip Medine’ye göç etmeyenlere gelince, bunlar göç etmedikçe kendilerine karşı hiçbir yandaşlık, koruyuculuk yükümlülüğünüz yoktur. Eğer böyleleri sizden, aranızda saldırmazlık antlaşması bulunmayan bir topluma karşı din konusunda yardım isterlerse kendilerine yardım etmekte yükümlüsünüz. Allah yaptığınız her şeyi görür.” 33/6: “Peygamber mü’minlere canlarından ileridir. O’nun eşleri de mü’minlerin anneleridir. Akraba olanlar miras hususunda Allah’ın Kitabı’na göre birbirlerine muhacirlerden ve ensardan daha yakındır. Dostlarınıza yapacağınız uygun bir vasiyet bunun dışındadır. Bunlar Kitap’ta yazılmıştır.”

Ayetlerin, bir kez ya da defaatle uygulanmış sünnetin neshe maruz kaldığı ve gerçekleşmiş bu olayların tartışılmaz derecede tarihsel bir vaka olduğu bir gerçektir. Tartışma, neyin neshedici olarak hizmet ettiği üzerinedir. Nesheden ayetin delili ve argümanı mensuh olandan daha zayıf olamaz. Bir ayeti nesheden, başka bir ayet ya da defalarca yapılmış sünnet olmak zorundadır. Defaatle gerçekleşmiş sünnetin de iptal edicisi bir ayet olabilir ya da başka bir defaatle gerçekleşmiş sünnet olabilir. Kabul edilen tek bir sünnet uygulaması, çoklu sünnetleri ya da bir ayeti neshetmez. Şimdi şu soruyu soralım. Kuşkusuz/kesin aklın kanıtı ve argümanı, bir şeriat hükmünü iptal etmeye yetkili midir? Soruyu şu şekilde de sorabiliriz: Rivayet edilen kanıtla akli kanıt arasında bir uyumsuzluk varsa ne yapılacak? Eğer akli kanıt kesin, kat’i ise, rivayet edilmiş kanıtın açık anlamını tekrar değerlendirmek için ölçü olarak hizmet edebilir. Başka bir deyişle, rivayet edilmiş kanıt, akli kanıtın ışığında yorumlanır ya da, daha kesin ifade edecek olursak, akli kanı, rivayet kanıt üzerine kabul edilir. Bu ister Mutezile isterse Şii olsun Ulema Adliye’nin ortak görüşüdür. Bu değerli görüşün doğal sonucu şudur ki, rivayete dayanan şeriat hükümleri akla dayanan şeriat hükümleri tarafından iptal edilebilir. İslam otoriteleri aklı, şeriatla bağlantıda dört meşru kanıttan biri olarak gördükleri için şunu açıkça ifade edebiliriz rivayete dayanan bir şeriat hükmü akla dayanan bir şeriat hükmü 2/142: “İnsanlardan bazı beyinsizler; ‘Onları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?’ diyecekler. De ki; Doğu da Batı da Allah’ındır. O dilediğini doğru yola iletir.”

31

2/150: “Nereden yola çıkmış olursan ol, yüzünü Mescidi Haram’a doğru çevir. Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa çevirin ki, insanların elinde aleyhinizde kullanacakları bir bahane bulunmasın. Yalnız, zalimler başka. Onlardan da korkmayın, benden korkun. O tarafa dönün ki, size vereceğim nimeti tamama erdireyim ve böylece doğru yolu bulasınız.”

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

161


tarafından neshedilebilir. Eğer ikinci türdeki

ve her şeyi hatta geçmişte sorgulanamaz olan

bütün şeriat hükümleri aslında ilgili çıkarların

şeyleri bile sorgulamaya başlamıştır. Çağdaş

sürekliliğinde şarta bağlılar ve bu yüzden

insan geçmişte gizemin kuşattığı pek çok şeyi

geçicilerse ve kesin anlamda ilgili çıkarların

kavramıştır. Bu modern insanın her şeyi bildiği

vaktinin dolduğuna hükmedebilirse, ilgili şeriat

ve hiç bir şeyin insanoğluna bilinmez kalmadığı

hükmü açıkça akıl tarafından neshedilebilir. Ve

anlamına gelmez; aksine, bilgi alanları arttıkça,

bir kez akıl böyle karara vardı mı, önceki şeriat

cehaletlerinin derinliği ve boyutu da artmaktadır.

hükmü artık aktüel bir görev teşkil etmez. Eğer

Cesur sorular soruyorlar ve mütevazı cevaplar

akıl, bir şeriat hükmünü saptayabiliyorsa, aynı

veriyorlar. Hiçbir dindar âlim; “analiz eden

zamanda, şüphesiz bir şeriat hükmünün miadını

anlam metotları, metinleri yorumlama

doldurduğunu saptamaya da ehildir. Aklın bir

(hermenötik) metotları, din sosyolojisi, din

neshedici olarak hizmet edebileceği düşüncesi,

psikolojisi, tarih metodolojisi, felsefe, hukuk,

aklın açık bir şekilde, şeriat hükümleri üzerinde

ahlak vb. gibi yeni rasyonel çalışmalara gerek

“zaman sınırlandırmaları’’ koyabileceği anlamına

duymuyorum’’ dememeli. İtirazlar ve eleştiri

gelir.

sadece, bütün muamelat hükümlerinin Allah’a

İlahiyat, fıkhın ilkeleri ve Kur’an tefsiri konusundaki var olan geleneksel düşüncenin, aşağıdaki noktayı savunmak haricinde bu tartışmanın çeşitli safhalarıyla hiçbir problemi yokmuş gibi görünüyor. Bu nokta da şudur: Eğer akıl böyle bir anlayışa ulaşırsa, onun sonuçları bağlayıcıdır, fakat mutlak akıl bel bağlayacağımız bir anlayışa henüz ulaşmadı. Aslında, bu gelenekselci âlimler ile olan tartışma büyük alanlar üzerinde değil, küçük alanlar üzerinde olacaktır. Başka bir deyişle, onlarla olacak olan anlaşmazlık prensipler üzerinde değil, fiili, somut örnekler üzerinde olacaktır. Bu tartışmada her ne duruş alırsak alalım, sonuç daha derin sonuçlara sahip olacaktır. Eğer biz, bu sorunun kökenindeki sebepleri araştırırsak, ikinci asra kadar rivayet temelli tartışmalar ve akıl temelli tartışmalar arasında hiçbir tartışmanın olmadığını görürüz. Dahası, fakihler eskiden dönemlerinin sorunlarına aradıkları cevapları

hizmet içinde olduğunu söyleyerek ya da gizli ihtiyaçlara-faydalara ve zararlara başvurularak kapatılamaz. Çağdaş insan, köle sahibi olmanın adaletsizce, mantıksız ve zararlı olduğundan emindir. Onlar din ve cinsiyete dayanan ayrımcılığı adil ve rasyonel tutum olarak görmezler. Onlar fakihlerin ve ulemanın kamu alanında, özel haklara sahip olmasını onun adaletsizce ve mantık dışı olduğunu düşünürler. Onlar dine yapılacak bir sınırlandırmanın doğuştan gelen insan haklarına bir kısıtlama olacağını söylerler. Onlar vahşi cezalandırmaları tahammül edilemez bulurlar. Akıl bir hükmü anladığında ve tanıdığında, o bağlayıcıdır. Çağdaş insan bu meselelerde anlayış güçlerinde hiçbir şüpheye sahip değildir. Eğer halen bu anlayış seviyesine ulaşmamış insanlar varsa, onların günümüzün rasyonel düşüncelerini ve başkalarının anlayışlarını reddetmeye hakkı yoktur.

Kur’an ve sünnet anlayışlarında bulurlardı, bu

Çağdaş Müslümanların akılcılığı, geleneksel

yüzden onlar akıl temelli tartışmalara başvurma

İslam’ın şeriat hükümlerinin bazı rivayet-temelli

ihtiyacı duymuyorlardı. Hatta akılcıların anlayışı

kanıtlarıyla aynı fikirde değildir, aslında çatışma

(ki aklın aynı zamanda bağlayıcı güç olduğuna

halindedir. Akıl, bugün rivayet temelli kanıtları

inanırlardı) gelenekselcilerinkinden esasen ayrı

yeniden değerlendirmede, onların geçiciliğini

olmuyordu. Örneğin bir Eşarici olan Gazali’nin,

keşfetmede ve bir ölçü olarak hizmet etmede

bir Mutezili olan İbni Ebi el-Hadid’in, bir

yeterince güçlüdür. Bugün, akıl hakkındaki

gelenekselci olan Şeyh Yusuf el-Behrani’nin,

tartışmalar, aklın iyi ve kötü üzerinde bağımsız

bir akılcı olan Sahib Cevahir (Şeyh Muhammed

yargı yapıp yapamadığı hakkında geçmişin

Hasan el-Necefi)’in görüşlerine bakmamız, şeriat

sınırlı tartışmalarından daha derin ve daha

hükümlerinin kökeninde aklın ne kadar küçük

geniş olmaktadır. Bu konuyu detaylı bir şekilde

bir rol oynadığını gösterecektir.

araştırmayı başka bir yere bıraksak daha iyi

Modern çağın ayırıcı özelliği aklın gelişmesidir. Eleştirel akıl her hangi bir kırmızı çizgi tanımaz

162

olacak. Her ne olursa olsun çağdaş Müslümanlar Kitap

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ve sünnette iki düşünce yöntemi çizgisini

hükümleri günün akil adamlarının konsensüsüyle

görüyorlar: Birincisi insan haklarıyla uyumlu

bu üç şartı karşılamalıdır. Günümüzde aklın

olan ve iki tip düşünceden oluşan yani insan

gerektirdikleri ve bir hüküm arasında belirgin

hakları düşüncesiyle çatışmayan ve insanların

bir anlaşmazlık, ya da günümüzün adalet

sadece insan olmaları nedeniyle haklara sahip

kurallarıyla bir çatışma, ya da modern çağda

olduğunu açıkça doğrulayan düşünce. Bu türden

tercih edilebilir çözümlerin varlığı, ilgili

düşünceler, Mekke ayetlerinde ve Peygamber’in

hükmün sürekli olmadığını ve o hükmün

Mekke’deki davranışlarında ve İmam Ali’nin

neshedildiğini ortaya çıkarır. Başka bir deyişle,

halifelik döneminde bulunabilir. İkinci olarak,

bu hükümler vahyin indiği dönemin ihtiyaçlarına

insan haklarıyla uyumlu olmayan düşünme

uygundu; kanun koyucu olan Allah’ın

çizgisi. Bunlar, insan haklarıyla alenen çatışma

“sürekli’’, “değişmeyen’’ kanunları arasında

halinde olan düşünceler, ifadeler ve köle olsun

yer almıyordu. İnsanlar “değişen zamanın ve

olmasın, fakih olsun olmasın insanoğlunun

şartların etkileri’’nden ve bunların “oynadığı

dinine, cinsiyetine bağlı olarak farklılıklarında

rolü’’ gündeme getirdiklerinde, böyle bir şey,

metinsel desteği din özgürlüğün reddini,

onların bir şeriat hükmünün geçici olabileceği

şiddet ve küçültücü cezaya desteği ihtiva

fikrini kabul ettikleri anlamına gelir. “Zaman ve

eder. Bu türden düşünce çeşitleri, Medine’de

şartların etkileri’’ ve “oynayacağı rol’’ değişebilir

inen ayetlerin bazılarında, Peygamber’in

ve farklılık gösterebilir. Bu hükümlerin Kitapta

davranışlarında, bazı Şii imamların sözlerinde

ve sünnette olmasının sebebi, vahyin geldiği

açık deliller şeklinde bulunur.

dönemdeki ve benzer durumlardaki sorunları

Bu iki düşünce yöntemiyle karşı karşıya kaldığında, geleneksel İslam ikinci görüşün daha güçlü delilleri olduğuna kanaat getirdi ve onu savunmaya başladı. Çünkü ilki için deliller ya geneldir, belirsizdir ya da kısadır; oysaki ikincisi için deliller belirgin ve detaylıdır. Özetle, geleneksel İslam belirgin ve detaylı olan delillere öncelik verir ve bu temelle, bütün şeriat hükümleri (birinci gruptan ya da ikinci gruptan olsun) değişmez ve sürekli olarak görülür. Delil toplama metodu günümüzde insan hakları düşüncesiyle çatışmaya girmektedir. Önerdiğimiz

çözme ihtiyacıydı. Eğer Allah, Peygamber’in dönemin adetlerini, içinde bulunduğu şartları ve zamanı hesaba katmasaydı ve insanları kendi metotlarıyla baş başa bıraksaydı bu, Allah’ın hikmetine uygun düşmezdi. Vahyin geldiği dönemde kolektif aklın sınırları göz önüne alındığında bu türden hükümler için ne denli bir ihtiyaç olduğu ortaya çıkmaktadır. Mükemmelliklerine rağmen Peygamber, (Allah’ın direkt yardımı olmadan) dini organize etmeyle alakalı sayısız sorunu çözebilemez ve toplumu idare edebilemezdi.

çözümde, birinci grubun rivayet-temelli delilleri,

Peygamber çoğu kez, Allah’tan vahiy gelmesini

mantık-temelli deliller ile güçlendirilir. Ve mantık

ve gelecek olan vahiyle sorularına cevap bulmayı

temelli-deliller ikinci grubun hükümlerinin

ümit etmiştir. Bu yüzden, insanların hayrına-

süresini belirlemede bir ölçü olarak kullanılır.

ihtiyacına olan geçici hükümleri (değişmeyen ve

Akıl bunların artık uygulanmasının çıkarlara-

sürekli şeriat hükümleri yanında) belirlemekten

faydalara uymadığını ve günümüzde miadını

ve onları Kitap’a ve sünnete dâhil etmekten

doldurduğunu keşfeder. Daha doğrusu, birinci

başka seçenek olamazdı.

grubun rivayet temelli delilleri tarafından desteklenmiş olan aklın argümanı, ikinci grubun insan haklarıyla çatışan ve onların miadının dolduğunu bildiren rivayet-temelli delillerini nesheder. Çatışan delillerin sona ermesiyle ve

Fikirler ortaya koymak (içtihat) şeriatın değişmez ve sabit hükümlerinden; vahyin indiği dönemin şartları, zamanın ve mekânın ihtiyaçları ile uyumlu olarak belirlenmiş olan

neshiyle, çatışma kendi kendine kökten çözülür.

hükümleri anlamak, ayırt etmek anlamına gelir.

Diğer dinler tarafından sunulan çözümlerden

ve sünnetin bütün hükümlerini her zaman, her

daha iyi, adil ve rasyonel olmanın üç ön-koşulu

yerde uygulanabilir ve değişmez olarak görmek;

sadece vahyin indiği döneme ait değildi. Her

dinin anlamını, peygamberlik görevini ve şeriatın

dönemde, ibadetle alakası olmayan şeriat

amaçlarını doğru şekilde anlamamak demektir.

Bu iki çeşit hükmü birbirine karıştırmak, vahyin

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

163


Dinin amaçları ve hedefleri üzerinde uygulamalı

geleneksel İslam takipçisi olan okuyucularım)

şekiller ve ikinci derecede hükümler bina etmiş

lütfen beni eksiklikler ve kusurlar konusunda

insanlar ve şeriatın yüce hedefleri ve dinin

bilgilendirsinler. Tartışma, şüphesiz fikirlerin

kutsal amaçlarını görmezden gelerek vahyin

alışverişi ve eleştiri ışığında daha ikna edici

indiği dönemin adetlerine kutsallık atfeden

olacaktır. Selamun aleykum.

insanlar, yeni düşünceler ortaya koymada doğru yoldan tamamen uzak konumdadırlar. Sürekli olarak geçmişte verilmiş fetvaları tekrarlamak ve onları sürekli en doğru görüşler olarak kutsamak yeni düşünceler ortaya koymada seleflerimizi taklit etmekten başka bir anlama gelmez. Şeriat hükümleri ikinci derece önemlidir, oysaki dinin yüce amaçları özü itibariyle ilk sırada yer alır. Başka bir deyişle şeriat hükümleri dinin temel, kutsal amaçlarına varmanın vasıtası ya da ikinci yoludur. Bir yol, sadece varılacak yere götürdükçe makbuldür. Yol hedef değil, bir araçtır. Eğer biz, bir hükmün artık doğru yol olmadığına ve onun temellendiği hayırların artık mevcut olmadığına emin olursak, onun artık geçersiz olduğunu söylemeye gerek yoktur. Eğer ferasetli müçtehitlerimiz, çok bilgili fakihlerimiz ve İslam âlimleri, bu zor sorunu başarılı bir şekilde ele almazlarsa, dini ve kültürel ciddi sorunların, dini ve şeriatı gölgede bırakacağını bilmeleri gerekir. Hangi hükmün, değişebilir hayırlar konusunda “şarta bağlı “olduğunu ve hangilerinin değişmez ve sürekli olduğuna karar vermek, vahiy ve sünnette derin bilgi gerektiren, diğer bir yandan aklın modern başarılarına aşinalık gerektiren “uzman işi’’ olduğunu söylemeye gerek yoktur. Dahası, hükümleri destekleyen gerçek hayırlar ve zararlar tamamen Ayetullah Humeyni’nin maslahata dayalı fıkıh ya da devlet-temelli fıkıh fikrinde başlattığı devlet menfaatlerinden farklıdır. Önceki durumda, “insanlığın menfaatleri’’ meselesi söz konusudur. Oysaki sonraki durumda mesele o siyasal rejimin menfaati meselesidir ya da idarecinin, inanların hayrı için ne uygun gördüyse odur. Devletin menfaatleri ayırt etmesi, devlet adamlarının ve idarecilerin sorumluluğunda iken ‘insanlığın menfaatleri’’nin ayırt edilmesi dini otoritelerin sorumluğudur. Öncekiler şeriat hükümlerini belirlemede ehildiler. Oysaki sonrakiler, devlet emirleri ve devlet hükümleri yayınlamak durumundadırlar. Yukarıdaki yazılarımla ilgili eleştiri ve teklifi olan okuyucularım (özellikle

164

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Gündem

İslamcılık Tartışması Yusuf TANRIVERDİ Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı

Modern zamanda İslami

seküler ideoloji üzerine kurgulandığı bir

kesimin siyasal alanda

birliktelikti.

kendini ifade dili “İslamcılık” kavramı üzerinden oldu. Kavramın kullanılmasıyla birlikte kavram üzerinde tartışmalarda başlamış oldu. Ali Bulaç, Hamza Türkmen gibi İslamcı aydınlar kavramın kullanımını Eşari ve Gazali dönemine kadar götürürler. İslamcılık kavramının kullanımına içerden eleştiriler olduğu gibi dışarıdan eleştirilerde gelmektedir. En sert eleştirilerin dışarıdan yapıldığını da söylemek gerekir. 20. yüzyıl Laikliğin dinler üzerindeki baskısıyla geçti. Laiklik devlet erkini kullanarak dinler üzerindeki baskısını hayatın her alanında sürdürdü. Bunun en katı örnekleri de ülkemizde yaşandı. Devletin tepesindekilerden “dinin vicdan işi olduğu ve oradan dışarı asla çıkmaması gerektiğini” kutsallığını koruma (!) adına çok işittik. Aynı şekilde dinin yaşama akseden tezahürlerinin görünürleşmesinin “toplumsal birliğin” ve “birey özgürlüğünün”

İslamcılık söylemine karşı en sert eleştiriler sekülarizmi dünya görüşü olarak benimsemiş kesimlerden gelmektedir. Henüz bu kesimlerle İslamcılar sağlıklı bir zeminde tartışma imkanına sahip değillerdir. Seküler kesimin İslamcılık konusunda iki tür tavır alışı var. Birinci kısmı, İslam’a ve tüm değerlerine karşı dışlayıcı ve yok sayıcı bir tutum izlediği gibi İslamcılığı “yobazların iktidara gelme projeleri” olarak nitelendirerek tartışmaya ya da anlamaya ihtiyaç duymuyorlar. İkinci kısım ise İslamcılığı, İslamcılardan daha iyi bildiği iddiasındadır. İslamcılık üzerine tezler yazarlar, makaleler yazarlar. Ancak İslamcılık eleştirileri aklın; bir olguyu anlama, çözümleme ve eleştirme çabasından çok, bir yandan oryantalistlerin bir yandan kendi ideolojilerinin doğrulanması üzerinden yürütülmektedir. Bu kesimle yapılan tartışmalarda makul eleştiriler ve tespitlerin olduğunu doğrusu söylemek gerekir. İkinci kesim İslam aidiyeti iddiasındadırlar. Ancak hayata, insana, varlığa, siyasete, hukuka, devlete, bireye, özgürlüklere

ihlali anlamına geldiğini de yine bu kesim

ilişkin tutumlarının temelini Kur’an ve Sünnet

tarafından çokça terennüm edildiğini,

oluşturmadığı gibi, dinin oluşturması tekliflerine

algılarımızın bu yönde tutulmaya çalışıldığını

şiddetle karşı çıkarlar. Dinin bu alanlarda en

da biliyoruz. Onların tasarladığı toplumsal

fazla teolojik düzlemde müdahale etmeyen kısmi

birliktelik; dinin vicdanlara hapsedildiği (din

varlığının meşruiyetine inanırlar. Seküler dünya

özgürlüğü), siyasal ve sosyal tüm değerlerin

görüşü bunu gerektiriyor. Bu kesimin İslamcılık

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

165


eleştirisini aynı zamanda Laiklik savunusu olarak

eserlerine konu edinmedikleri varsayımı

da okuyabiliriz.

doğru olmayacaktır. Meşhur fakihlerin, İslam

İslamcılığın modern döneme ait bir siyaset olduğu söylencesi bir kısım İslamcılar tarafından teyit edilirken bir kısım İslamcılar tarafından kökleri Eşari’ye ve Gazali dönemine kadar indirilir. Modern zamanda ortaya çıkan soruna karşı Müslümanların verdiği cevap ya da tavır üretmeleri “modernlik damgası” vurularak anlamsızlaştırılmaya çalışılması bir kere akli bir önerme de değildir. Ancak asıl tartışılması gereken bu değildir. Tartışılması gereken

düşünürlerinin hemen hepsi tartışmalıda olsa kendini bir şekilde İslam’a nispet eden iktidarlar döneminde yaşadılar. Ulemanın genel tavrı devletluyla aralarına mesafe koyarak onları yaptıkları işlerde adalete çağırmak ve zulümden kaçındırmak yönünde olmuştur. Bu görevlerini yaparken çok ağır bedelleri göze almaktan da sakınmamışlardır. Bu tavrı o dönem ulemasının İslami sorumluluğun ve bilincin yüklediği siyasal duruşları olarak okumak gerekir.

İslamcılığın, İslam’ın neresine tekabül edip

Daru’l İslam’ın emperyalistler tarafından işgal

etmediği üzerinden yapılmalıdır.

edilip, İngilizlerin talebiyle, Osmanlı bakiyesi

Vahiy değişmez mutlak hükümler irad eder. İslamcılık düşüncesi ise sürekli dinamik, yenilenen ve kendini temel kaynaklara bağlayarak yeniden inşa eden bir karaktere sahiptir. Bu meyanda İslam düşüncesinin kendini ifade etmeye ve de tanımlamaya yönelik yeni kavramlar üretmesinde bir beis olmadığı gibi, bundan kaçınılması durumunda düşünce donması yaşayacaktır. Hayrettin Karaman’ın “bir İslamcılık biter, yeni bir İslamcılık başlar” sözü tam da bu noktada anlam kazanmaktadır. Değişen şartlar ve koşullar siyasal söylemin ve stratejisinin de yeniden gözden geçirilmesini

üzerine kurulan Cumhuriyet hilafeti kaldırmıştı. Daru’l İslam tel örgülerle laik, milliyetçi ve Batıcı karakterde inşa edilen ulusçuklarla param parça edilmişti. Emperyalist işgale ve işgal sonrasında emperyalistler tarafından yapılan tüm dayatmalara karşı Müslüman bilinç direnç göstermiştir. Emperyalizme, sömürüye, işgale ve Batıcı kadroların Daru’l İslam’ı, Daru’l İslam olmaktan çıkartmaya yönelik politikalarına karşı İslami direniş kendi fıkhını pratik içinde üretmiştir. Bu fıkıh siyasal alana mebnidir. Bu babın adı da İslamcılıktır. İslamcılık, ümmetçiliğin siyasal dilidir. Müslümanlar içinde bulundukları duruma ilişkin

zorunlu kılar. Müslüman kavramının anlam kaymasına uğradığı için İslamcılık kavramının kullanıldığı iddiası kabul edilemez bir yanlıştır. İslamcılık kavramı asla Müslüman kavramının eş değeri olamaz. Müslüman kavramı Kur’ani bir kullanımdır. Allahın verdiği bir isimdir. Tanımı, tarifi içeriği vahiyle net olarak belirtilmiştir. İslamcılık kavramı ise böyle değildir. Fakihler pek çok kavram üretmişlerdir. İslamcılık kavramını da İslam düşüncesinin/fıkhının ürettiği bir kavramdan öte değildir. İslamcılık Müslümanlık kavramını kuşatamaz. Aksine İslamcılığı Müslümanlık kavramının altında düşünmek gerekir. Eğer malum nedenlerle İslam düşüncesi inkıtaa uğramamış olsa idi, dönemimiz alimleri yazmış oldukları fıkıh

doğal olarak farklı önermelerde bulunmuşlardır. Örneğin bir kesim yapılması gerekenin ıslah çalışması olduğunun altını çizmiş ve o yönde çalışmalara ağırlık vermiştir. Ümmet halinde olmayı ve birliği korumanın zaruretine vurgu yapan kesim ise örgütlü siyasal kuşatmaya karşı, örgütlü siyasal mücadeleyle cevap verilebileceği tezini savunmuştur. İslamcılık “öze dönüş” çağrısıyla Kur’an ve Sünnet eksenli, bidat ve hurafelerden arınmayı insanı, hayatı, siyaseti, ekonomiyi arınmış bir bilinçle yeniden okumaya vurgu yaparak salt siyasal mücadeleyle de kendini sınırlandırmama iddiasını taşımaktadır. Ancak bu iddianın zaman zaman kimi İslamcı çevrelerde içinin boşaldığını da görmekteyiz.

kitaplarının siyaset bölümüne bir İslamcılık babı

İslamcılık bir yandan sosyalizm, kapitalizm,

açarlardı. İlk dönem alimlerin böyle bir bab

liberalizm ve pozitivizm gibi ideoloji ve

açmamış olmaları, onların bugün İslamcılık diye

felsefelere karşı kendini konumlandırırken

kastedilen konuları kendi kavram ve lisanlarıyla

doğal olarak mücadele verdiği şeyin formuna

166

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


bürünmekten kendini alamadı. İslamcılık karşımıza bir ideoloji olarak ortaya çıktı. Bu noktada sormamız gereken sorular var! Kendisinden türetilmiş, türetilirken zaman, mekan, şartların etkisiyle ete kemiğe bürünmüş bir siyasal düşünme biçimi, üretildiği şeyin yani İslam’ın yerine konabilir mi? İslamcılık kendini temel kaynaklara refere ederek Müslüman aklın ürettiği siyasal ideolojik bir form olarak gördüğümüzde İslam’ın ve de Müslümanlık kavramının neden eş değeri olamayacağı daha bir açıklık kazanacaktır. Ancak kimi İslamcı söylemler doğru bir tanım ortaya koyamadıkları için İslamcılık eşittir “ed-din” yani İslam’ın kendisi olarak algılama yanlışına düştüler. Dini bir ideolojik kalıba ve söyleme indirgediler. Günümüzde siyasetin öneminin ve belirleyiciliğinin öneminin farkında olmakla beraber bir dinin salt ideolojik kalıpta algılanması onu sıradanlaştırır. Hayatın ve insanın siyasal olmayan pek çok yönü vardır ki bütün bunları ıskalayan bir din irad edilmiş olunur.

de ortaya çıkaran saiktir. İslamcı kesim pek çok korku ve endişenin sahibidir haklı olarak. Bir İslamcılık bitip, diğeri başlarken; başlanılan yer gerçekten temel kaynaklar ve birikimlerimiz mi, yoksa egemenin dili ve düşünceleri mi? Bu konu endişelenmeyi haklı olarak gerektirir. İnsanlık tarihinde mağlupların, galiplerin dilini ve düşüncesini kullanmaya evirildikleri öykülerine sıkça rastlarız. Bu haklı endişe İslamcı kesimi iki tür tavır alışa itmektedir. Birinci tavır; tarihe ve geleneğe dönerek korunma iddiasındadır. İnsan yaşamındaki değişiklerin bir anlam ifade etmediği, tarihin hep tekerrürden ibaret olduğu, kendimizi Peygamber’in, sahabenin ve tebe’uttabiinin döneminde bulduğumuz düşünce ve formla sınırlandırarak modern sapmalardan koruyabilirizi savunmaktadır. İkinci tavır; Kur’an ve Sünnet’in aydınlığında İslamcı düşüncenin kendisini sürekli yenilemesi gerektiğini düşünür. Yenilenmede eğer doğru bir usul ortaya konamazsa bu yenilenme

Bütün bir İslamcı kesimi totaliterlikle nitelendirmek basit bir indirgemecilik olur. Bu cümle iddia sahibinin samimiyetsizliğini ve kendi politik ön yargılarıyla konuştuğunu gösterir. Her ideoloji muarızlarının düşünsel saldırıları altındadır. İslamcı düşüncede; özgürlükçü, adaleti önceleyen, temel insan haklarının garantisi diyen bir sosyaliste, liberale, kapitaliste rastlayamazsanız. Böyle düşünmesi zaten onu İslamcı yapar. Aynı şey tersi için de

olmaktan çıkıp bir sapmaya dönüşeceği endişesi hakimdir. Onun için bu kesim sürekli usul vurgusu yapar. Bir liberal için, komünizm literatürüyle konuşmak nasıl ki bir sapmaysa ya da bir komünist için liberal literatürle konuşmak nasıl bir sapmaysa İslamcılar için de dünya görüşsel farklılıkları olan diğer ideolojilerin argümanlarıyla konuşmak ve kendini ifade etmeye çalışmak doğal olarak bir sapma hatta başkalaşma olacaktır.

geçerlidir. Ancak kimi İslamcılar totaliter bir

Burada da sıkıntı, insanlığın tecrübe ve

dil ve düşünceye sahiptir iddiası yadsınamaz

birikiminden kendini uzak tutarak bir

bir gerçekliktir. Türkiye’yi baz alırsak; tek bir

tür bilgisizliğe saplanma endişesi ortaya

İslamcılıktan bahsedemeyiz. Farklı yöntem, dil

çıkarmaktadır. İslami bilgi geleneğinde usulün

ve stratejilere sahiptir İslamcılar. Cemaatler

(tefsir usulü, fıkıh usulü, hadis usulü) öneminin

şeklinde daha çok yapılanmaktadırlar. Birbirine

farkında olan İslamcı kesim konuya usulü

dokunmadan, iletişim kurmadan yaşayan

yaklaşarak “ideolojik öznel olan” kavram

İslamcı çevreler/cemaatler vardır. Daru’l İslam’ın

ve önermelerin İslamcı düşünce tarafından

yeniden İslamlaşması iddiası güçlü bir şekilde

içselleştirilmesinin ve kullanılmasının düşünsel

her bir cemaatte yaşatılmaktadır. Bu ortak

sapmayı getireceği kanaatindedirler. İdeolojik

paydadır. Ancak bu hedefi gerçekleştirmeye

öznel olmayan, insani değer ve kavramların

yönelik siyasal stratejileri farklılıklar arz ettiği

hatta tecrübelerin ve formların içselleştirilerek

gibi bu konuda hiçbir siyasal strateji ya da

kullanılmasını önemserler. Örneğin, insan

düşünceye sahip olmayan İslami kesimlerin

hakları, özgürlük, çok kültürlülük, ifade ve

varlığı da bilinmektedir. Zaten bu kesimlerin

vicdan hürriyeti kavramlarının, Müslüman akıl

varlığı İslamcı kavramını kullanmanın zaruretini

tarafından işlenerek kullanması hem Kur’an ve

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

167


Sünnet açısından bir zaruret, hem düşünceyi geliştirme ve hem de hayata müdahil olma adına kazanımlar sağlar düşüncesindedirler. Temel prensipse hikmeti ıskalamamaktır.

İslamcılık, Tek Tip Düşünce Dayatması mıdır? İslamcılığın tek tipçi bir yorumu dayattığı varsayımını ileri sürenler, diğer taraftan

Bir taraftan Müslümanlıkla, İslamcılık

İslamcılığın tek ve kapsamlı bir formunun

çatıştırılmak istenmektedir. Dindarlığın

olmadığı, pek çok tanım ve yaklaşımın

kendi içinde çoğulcu bir yapı oluşturduğu, İslamcılığın ise tek tipleştirici olduğu savı ileri sürülmektedir ki, bu doğrulanmaya muhtaç iddialardan biridir. Aslında bu eleştirinin kendisi tek tipçidir. Son yıllarda geliştirilen “dindarlık” kavramı içine dine hapsetmek ve dondurmak istemektedirler. Bu kesim bir Müslümanlık iddiası içindedirler. Şüphesiz ki Müslümanlıklarını sorgulamak kimsenin haddi değildir. Ama algılarını eleştirmek ve etkisi altında kaldıkları seküler ideolojiye yaslanarak ürettikleri dindarlık kavramı ve kavrayışıyla, İslamcılık gibi farklı okumalara asla müsamaha göstermeyerek dayattıkları tek tipçiliği göstermekte olayla ilgi ve bilgi sahibi herkesin hem haddi hem de görevidir. Dini teolojik bir okumayla sınırlandırdılar. Din hakkında yüceltici ve kutsallaştırıcı genel ifadeler kurarlar. Bu kesimlerle İslamcıların dine yaklaşımlarıyla ilgili temel farklılıklarını şöyle izah edebiliriz; bu kesim okudukları Batı felsefesi, sosyolojisi ve siyaset tarihi etkisiyle din hakkındaki yargılarını mutlaklaştırarak ve tek tipleştirerek söylerler. Ama açıp dinin içine bakmazlar. Din evreni, insanı, yaratılışı ve gayesini nasıl tanımlıyor? Kur’an Müslüman’ı nasıl tanımlıyor, Müslümanlar arasında uhuvvet ve velayet ilişkisini nasıl kuruyor? Yine “din, ümmet kavramı üzerinden inananlarını nasıl bir sosyolojik ve siyasal bütünlük çerçevesinde dünyada yaşanan zulme ve haksızlıklara karşı “bünyanum mersus” olmaya çağırıyor” konularını Kur’an’a sormazlar. İslamcılar ise bilginin ve insanın yeryüzündeki sorumluluklarının bilgisinin

olduğunu söyleyerek farkında olmadan kendi çelişkilerini ortaya koymaktadırlar. İslamcılık konusunda pek çok tarif, yaklaşım ve içeriğin olması kadar doğal bir durum yoktur. Çünkü İslamcılık ictihad alanına giren bir konudur. Müslüman aklın temel kaynaklarından hareketle, hayatı, siyaseti ve bunlara ilişkin hem kendi tecrübesi, hem de insanlığın tecrübelerinden yararlanarak ürettiği Müslüman akıldır. Dünyadaki Müslüman adedi kadar İslamcılık tarifi yapılması teorik olarak mümkündür. Ancak bunlardan kendisini hem kaynaklara dayandırmada, hem de yaşanan dönemi iyi tahlil ederek siyaset ve politikalar üreten İslamcılık algıları öne çıkacak taraftar bulacak ve yaygınlaşacaktır. Bu durum bizatihi İslamcılığın kendi içinde çoğulcu, özgürlükçü, hayırda yarışı esas olan, aşağıdan yukarı doğru kendini inşa eden yapısıyla “İslamcılık tek bir dini yorum dayatmasıdır” iddiasını tartışmasız bir şekilde çürütmektedir. İslamcılığın form olarak ideoloji olduğu bir realitedir. Müslüman aklın ürettiği bir ideolojidir. Diğer ideolojilerin manifestosunun yayınlandığı bir el kitabı vardır. İslamcılığın böyle olması bekleniyor; 1- Var olduğundan yola çıkılarak diğer ideolojilerdeki katılık ve donukluk İslamcılığa da atfediliyor. 2- Yine böylesi bir el kitabı olmadığı için bütüncül bir doktrine sahip olmadığı gerekçesiyle muğlâklık ve belirsizlikle suçlanıyor. Bu iki yaklaşım da ezberci ve genellemeci mantığın düştüğü bir hatadır. Bir ideoloji olarak İslamcılığın el kitabı bu zamana kadar olmadı, bundan sonrada olmayacaktır. Bu yönü İslamcılığı diğer ideolojilerden farklı kılan en temel

kaynağı olarak Kur’an ve Sünnet’i koyarlar.

özelliğidir. Çünkü İslamcılık sürekli değişime,

Laik ideolojiye zihnini kaptırmış Müslümanlar

yenilenmeye ve kendisini yeniden üretme

İslam’ı teolojiye ve salt mistisizme indirgerken,

potansiyeline sahip dinamik bir ideolojidir.

İslamcılar buna itiraz yükseltirler. Müslüman

İslamcı ideoloji, konuya ilgi duyan ve konu

birey hayatta karşısına çıkan her olgu ve olayı

hakkında görüşler üreten tüm Müslümanların

İslam’ın süzgecinden geçirerek bir tavır almak

akıl ve tecrübelerinin beslemesiyle sürekli bir

yükümlülüğünde olması gerektiği İslamcıların

oluşum içindedir. Evrensel bir dinden Müslüman

temel inanışıdır.

aklın ürettiği İslamcılık ideolojisi de evrensel

168

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


nitelikte olmak durumundadır. Bir kişi ya da

Korunmacı reflekse sahip cemaat algıları yeni

grubun aklıyla mukayyet kılınamazlığı yönüyle

düşünce ve eleştirilere karşı oldukça kuşkulu bir

biriciktir. İslamcılık ideolojisi iki kapağın arasına

şekilde yaklaşıyordu. Bu da düşünsel gelişimi

sığdırılamayacak denli insana ait, her an

engel teşkil ediyordu. İkinci olarak cemaat

yaşanan, hayatın içinde Müslümanların tecrübe

yapıları Anadolu tecrübesinin tarikat/dergah

ve bilgileriyle sürekli üretilen bir ideolojidir.

formundan etkilenerek genelde bilgisine,

Yaklaşık iki yüz yıldır Daru’l İslam Batı emperyalizminin askeri, siyasi ve kültürel saldırı ve işgali altındadır. Emperyalist kuşatma ve işgallere karşı teslim olmayıp direnerek Daru’l İslam’ın yeniden Müslümanların özgür yurtları olması için siyasal bir dil ve duruş sahibi olan Müslümanlara İslamcı denmektedir.

zühd ve takvasına güvenilen bir veya birkaç kişinin etrafında dönüyordu. Cemaat önderleri o cemaatin adeta varlık nedeniydi. Cemaat liderlerinin yokluğu bütün bir cemaatin yokluğu anlamına geliyordu. Bilginin üretiminde cemaat liderlerinin dışındaki mensuplarının katkısı ya hiç yok ya da oldukça zayıf düzeydeydi. Ülkemizde şehirleşmenin artmasıyla birlikte İslam yeniden şehre döndü. İletişim kaynakları devletlerin

Batı karşısında yenilgiyle birlikte, ilk dönem

kontrol edemeyeceği bir tarzda zenginleşti.

İslamcılar daha çok içe kapanarak savunmacı ve

Şehirli İslamcılar bir yandan kendi kaynaklarını

var olanı koruma yönünde bir tavır geliştirdiler.

okuma yönünden daha bir zenginleşirken diğer

Bu tavır söylem, eylem ve yapılanma tarzlarını

yandan Batı düşüncesini de eleştirel bir dille

etkiledi. Batıcı laik iktidarların baskı ve

okuma imkanı buldular. Bu İslamcılar açısından

işkenceleri de bu içe kapanma ve var olanı

yeni bir dönemin başlangıcını doğurdu. Yeni

koruma stratejisinin benimsenmesinde uzun

dönemde İslamcılar başta kendileri olmak

bir dönem etkili oldu. Bilgiyi üretme ve üretilen

üzeri her şeye karşı eleştirel bir okuma

bilgiyi ve tecrübeyi paylaşma konusunda

geliştirdiler. İslamcıların “öze dönüş” iddiası,

alabildiğine imkânsızlıklar ve kısıtlamalar

iddia olmaktan çıkıp bu dönemle birlikte ete

altında kaldılar. Modern devlet formları siyaseti

kemiğe bürünmeye başladı. Siyasal düşünceleri

hayatın her alanına müdahale eden bir forma

farklı coğrafyalardaki İslamcı aydınların bilgi

büründürdü. Toplumu değiştirip dönüştürmede

ve tecrübeleriyle buluşma imkânına kavuştu.

bu denli etkili olan siyasete Müslümanların

Yeni dönemde İslamcılar kazandıkları önemli bir

duyarsız kalmaları onların var olana teslim

değerde öz güvendi. İçe kapanık ve savunmacı

olmalarından başka bir anlama gelmeyeceği

stratejiler terk edilmeye başlandı. Hayata

aşikardır. Kur’an’ın insan hayatının her alanına

ilişkin her ne varsa yüzleşmeye başladılar.

müdahil olduğu bilgisine ulaşan Müslümanların

Yaşadıkları ve kendilerine ait olan Daru’l İslam’ın

elbette siyasal alanda söylemeleri gereken

topraklarında bir azınlık olma psikolojisinden

sözleri ve eylemleri olacaktı. Müslümanların

çıkarak güven ve inançla siyasette dahil hayatın

karşısında duran sorun; bu söz ve eylemleri

her alnında öz güven içinde varlıklarını izhar

nasıl söyleyecekleri ve eyleyeceklerinin

ettiler. İslamcılar “bizim topraklarımız, insan

fıkhını yani İslamcı düşünceyi yaşanılan hali

ve yer üstü, yer altı kaynaklarımız emperyalist

tahlil ederek yeniden üretmekti. İlk dönem

Batı’nın sömürge alanı olamaz” söylemini

İslamcılar bu konuda daha çok savunma ve

dillendirmeye başladıklarında yeni saldırıları da

korunma temelli bir dil, strateji ve sosyalleşme/

göğüslemek zorunda kaldılar. Bir yandan Batı

yapılanma içinde oldular. Hurafe ve bidatlerle

emperyalizmi ve entelejansiyası diğer yandan

yoğrulmuş, temel kaynaklarından kopmuş bir

Batı’yla kader birliği yapmış iktidarlar ve laik

din algısını yeniden temel kaynaklarla bağını

aydınların amansız saldırıları başladı. İslamcı

kurarak düşüncede arınmaya çabalarken,

düşünce “kökü dışarıda, dini siyasete alet etme,

diğer yandan devlet baskısı ve şiddetiyle,

modernistlik vb.” pek çok kara propaganda

bir diğer yandan da egemen laik ideolojinin

malzemesiyle çökertilmeye çalışıldı. Bütün

fikri saldırılarına karşı sınırlı bilgi, tecrübe

engellemelere rağmen yatay ve dikey anlamda

ve araçlarla mücadele veriyorlardı. Kendine

İslamcılık halk arasında yaygınlaştı. Bugünün

yeten küçük cemaat formları benimsenmişti.

Türkiye’si özgürlükler ve ekonomik gelişmişliğini

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

169


İslamcılığın ortaya çıkarttığı enerjiye borçludur. İslamcıların iktidarla tanışması kendileri adına her ne kadar sıkıntılı devam etse de ortaya çıkarttığı enerjinin olumlu yansımaları bir gerçek olarak ortada durmaktadır. Laik ideolojilerin ve milliyetçi ideolojilerin, varlıkları Daru’l İslam’da iyiden iyiye zayıflamaktadır. Müslümanları ve inançlarını iktidardan ve devletten uzak tutma çaba ve söylemleri gerilemektedir. İçe kapanık cemaat yapılarını bir taraftan aşarken, siyasal araçları kullanma noktasında ki düşünsel tutukluklarını aşıp, ötekiyle yüzleşerek adaleti ve özgürlüğü temel alan, çok kültürlü, çoğulcu, insanı öne alan, insan elinden çıkmış tüm araçları başta devlet olmak üzere yeryüzünde insanın şerefli bir şekilde yaşamasına amade kılan İslamcı düşüncenin yeni bir medeniyete gebe olduğunu söylemek hakikatin dillendirilmesinden başka bir şey değildir.

170

www.islamiyorum.com

totaliter krallıkların devlet zoruna dayalı

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Gündem

İnsani Değişimin İnsanca Bir Yolu Yok mu? Metin YILMAZ Firavun: “Adamlarını topladı ve onlara ‘Sizin en

Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra 1925’in Nisan ayında

yüce Rabbiniz benim!’ dedi.”1 Halkını küçümsedi,

Başbakan İsmet İnönü şu açıklamayı yapmıştır:

onlar da ona itaat ettiler.”

“Biz içtenlikle milliyetçiyiz… Ve milliyetçilik bizi

2

“Halk padişahın dinindendir.”3

bir arada tutan tek etkendir. Türk ço­ğunluk karşısından diğer unsurlar hiçbir şekilde etkiye

1870’lerde İtalya’da yaşayan etnik gruplar

sahip değildir. Ne pahasına olursa olsun, ülkemizde

birleşerek Fransız işgaline son verdiler. Bir İtalyan

yaşayan insanları Türkleştirmek zorundayız ve

ulusu yoktu ortada, Fransız zulmünden bıkmış

Türklere ya da Türkçülüğe (le turcisme) muhalefet

insanların meşru müdafaası vardı. Ama o dönemin

edenleri ortadan kaldıracağız.6

Avrupa’sında yükselen değer halk değil ulusdevlet idi. “Problemin” farkında olan Milli Kurtuluş Hareketi liderleri şöyle diyorlardı: “İtalya’yı yarattık, sıra İtalyanları yaratmaya geldi!”4 “Sosyalizm de ısrar insan olmakta ısrardır. Savaşımızın temel gerekçesi, yeni insan kişiliğini yaratmaktır. Yeni insan, doğru insan, güzel insan sosyalist insandır.”5

Bülent Ecevit; “Fransızlar farklı ulus ve halklardan bir Fransız ulusu yarattıklarında sesini çıkartmayanlar biz aynı şeyi yaptığımızda neden kıyameti koparıyorlar!” diyerek Avrupalılara çıkışmıştı.7 Türkmenbaşı, Ruhnama’sında şöyle demektedir. “Şu anda sadece devlet kurmak değil, millet yaratmak da gerekmektedir.”8 Ebû Hüreyre(r.a) diyor ki: Rasûlullah (s.a) şöyle

Naziat, 79/23-24

1

Zuhruf, 43/54

http://ataum.gazi.edu.tr/e107_files/sayi9/Murat_

2

6

Alakel.pdf

İbni Haldun

3

Massimo Taparelli d’Azeglio, 1798-1866, İtalyan

4

http://www.mesop.net/osd/?app=izctrl&archiv=220&iz

7

ressam, yazar ve politikacı http://www.zaman.com.tr/ haber.do?haberno=213299&title=ocu-3&haberSayfa=0 Abdullah Öcalan

5

seq=izartikel&artid=1968 Ruhnama, 2001:57). http://www.akademikbakis.

8

org/17/7kimlik.pdf

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

171


buyurmuştur. “Dünyaya gelen her çocuk fıtrat üzere doğar. Onu ana babası Yahudi, Hıristiyan, Mecusi veya Müslüman yapar.”

İnsan sürekli biçimlendirilme çabalarına muhatap. Hemcinsi tarafından belirlenmeye, bir kalıba sokulmaya, bir nefere, bir askere,

gerçekleşiyor. Kim ne plan yaparsa yapsın ancak insanın benimsemesi ile uygulama imkanına sahip oluyor, başarıya ulaşıyor ve bir sisteme dönüşüyor.

bir tebaaya, bir mümine, bir dava adamına

Yeryüzünde başarılı olmanın yolu insanı

dönüştürülmeye çalışılıyor. Dinler ve ideolojiler

belirlemekten, onu istenen şekil ve kalıba

müminleri; cemaatler, örgütler ve devletler

sokabilmekten geçiyor. Bu yüzden her din,

iyi elemanları, iyi militanları, iyi vatandaşları;

devlet, cemaat, lider (sıradan insan bile gücü

yöneticiler ve liderler itaatkar kulları olsun

nispetinde); insanın peşinde, onu kendi insanına

istiyor. Ebeveynler bile çocuklarını dizlerinin

dönüştürme derdinde.

dibinden ayrılmayan/ayrılmayacak bir evlat olarak yetiştirme derdinde.

Ancak hiç biri karşısında akleden, düşünen,

Neden?

itiraz eden, eleştiren bir insan istemiyor.

Çünkü insan, sahip olduklarıyla yeryüzünün en değerlisi, en güçlüsü. Aklı ile düşünme, araştırma, üretme, hedef koyma, plan yapma, sorgulama; hakikati, daha iyiyi, daha güzeli, daha ileriyi arama; imar ve icatta bulunma; havaya, toprağa ve suya biçim verme, kendine tabii kılma imkanına sahip. İradesi ile de karar verme, tercihte bulunma, tercihi doğrultusunda güç ve imkanlarını seferber etme, zorluk ve engellere rağmen mücadele ederek sonuca ulaşma imkanına. Üstelik bu güç gelişken bir özellik de taşıyor, güce güç, imkanlara imkanlar katmak mümkün. Ulaşılan nokta ne olursa olsun göz hep bir ileri noktaya bakıyor. İşte bu güç ve imkanlarla insan, dünyayı şekillendiriyor, geliştiriyor ve yapıp etmeleri ile bir cennet ya da cehenneme çeviriyor. Yaptıkları ve yapmadıkları ile söz ve fiilleri ile tarihi, o oluşturuyor, o yazıyor.

Onu belirlemek, belirlenene tabi kılmak, tebaalaştırmak, nesneleştirmek istiyor. Onun “kendi” olmasına karşı çıkarken “kendi insanı” olmasını amaçlıyor. İyi insan deyince, iyi vatandaş, iyi mümin, iyi mürit, anlaşılıyor. Herkese kendi insanı makbul ve herkesin insanı gerçek insan. Ya diğerleri! Onlar düzeltilmesi gereken imalat hataları, hizaya sokulması gereken azgınlar, yola konulması gereken yoldan çıkmışlar, törpülenmesi gereken aşırılar, hidayete ulaştırılması gereken sapıklar, öğretilmesi gereken cahiller, iyileştirilmesi gereken hastalar… Dolayısıyla ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Bir tarafta doğru, gerçek ve hakkın kendisi var, diğer tarafta dalaletten, yanlıştan kurtarılması

Kabileler, cemaatler, devletler, medeniyetler onun akıl ve emeğiyle kuruluyor, şekilleniyor, gelişip güçleniyor, varlığını devam ettiriyor. Dinler ve ideolojiler onunla, kitap sahifelerinde soyut bir nazariye olmaktan kurtulup varlık kazanıyor, bir yaşam biçimine, sosyal ve siyasi bir projeye dönüşüyor ve rakiplerine galebe çalıyor.

gerekenler. Bir tarafta kurtarıcılar var, diğer tarafta kurtarılması gerekenler. Bir taraf her şeyi düzgün olanlar/düzgün yapanlar var, diğer tarafta düzeltilmesi gerekenler. Bir tarafta değişimi belirleme ve gerçekleştirme

Bir ya da bir grup insanın öne çıkması, güç ve iktidara ulaşması, liderlik, önderlik, başkanlık makamlarına yükselmesi, onun desteği ile

172

irade ortaya koyan, karar veren, sorgulayan,

hakkına sahip olanlar var, diğer tarafta ise değişmesi gerekenler. Ve tabii çoğunlukla arka planda da menfaatler.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Bir grup insanın, diğerlerini belirleme ve biçimlendirme çabaları bu zeminde başlıyor. Ve çoğunlukla din ve ideolojiler, liderlerin veya devlet, cemaat gibi kurumsallaşan yapıların menfaatlerini maskelemek maksadı ile öne sürülüyor. Ya da güç sahipleri din ve ideolojilere de sirayet ederek onları da belirliyor ve menfaatlerine hizmet eder hale dönüştürüyorlar. Netice de insan üzerinde onu belirlemek

insanın küçüldüğü bir süreç yaşanır. Mesela lider, ne hikmetse asla sıradan bir insan olmaz. Ya başkaları ile kıyaslanamayacak kadar zekidir, ya kimsenin sahip olmadığı bilgi ve ön görüye sahiptir ya da Allah ile onun adına konuşacak kadar bir özel ilişki içindedir. Karşısında uygulamak için emir bekleyen bir asker gibi durmaktan başka seçenek yoktur.

için verilen kıyasıya bir savaş var. Dinler,

Fikir, din ve ideoloji mutlaka mutlak doğrudur.

ideolojiler, devletler, cemaatler ve liderler

Her türlü çözümü ihtiva eder. Ne tartışmaya

bu savaşın tarafları. Hepsi gücü yettiğince

ne de sorgulamaya açıktır. Tek yoldur. Tek

insana/çok insana hükmetmek istiyor. Hem

doğrudur. Tek çözümdür. Anlamasan da, ikna

de muhataplarına/insana söz ve tercih hakkı

olmasan da iman etmen gerekir.

bırakmadan.

Cemaat, grup, fırka, Fırka-i Naciye’dir. Her türlü

Bu yüzden hepsi aynı cevabın peşinde; İnsan nasıl tebaalaştırılabilir? İnsan nasıl müminleştirilebilir? İnsan nasıl müritleştirilebilir? Ve nasıl “benim insanıma” dönüştürülebilir?

kurtulunması gerekenden kurtulmak isteyenlerin ondan başka seçeneği yoktur. Ona dahil olup halkalarından bir halka olmak gerekir. Devlet ise zaten kutsaldır. Çiçero’nun söylediği gibi, “her şeyden mühimdir.” Ona nazaran “birey” ise “hiçbir şey”dir.”9 Mutlaklaştırılan güçlerle insan arasında, insana değer veren ve onun iradesine, aklına ve

*** Soruya cevap verenler çok ve farklı, ancak verilen cevaplar ve izlenen yöntemler birbirinin aynısı.

potansiyeline saygı duyan bir ilişki gelişmez. Çünkü güç büyüdükçe büyürken muhatap küçülür de küçülür, güç müstağnileşirken muhatap mecbur ve mahkumlaşır. Ne söz ve sorgulama hakkı kalır ne de tercih. Liderlerin

Şöyle ki:

büyütülmesi, fikirlerin mutlaklaştırılması,

Önce insanın maslahatı iddiası ile bir güç ortaya

cemaatlerin olmazsa olmazlaşması, devletin

çıkar. Bu bazen bir fikir, din ve ideoloji olur,

kutsallaştırılması itaati garanti altına almak

bazen de bir kişi (lider, önder, imam, başkan,

içindir.

şeyh…) ya da kurumsallaşan bir yapı (grup, cemaat, tarikat, devlet).

Evet, gücün mutlaklaşması insana boyun

Bu güçlerin tümü, insan için olma iddiasındadır.

her zaman mutlak itaattir. Güç sahibi ortaya

Üstelik hem var olmak hem de gelişmek

koyar insan kabul eder, güç sahibi belirler insan

için ona muhtaçtırlar. İnsandan/tabilerinden

yapar, güç sahibi yol gösterir insan yürür. İtalya

almaktadırlar bütün güçlerini. Bu durumun

ulusunu yaratma sürecinde Mussolini halkından

onlar da muhataba/insana değer verme,

beklentileri bu ilişkinin özeti gibidir: “İnan ve

onun potansiyeline, aklına ve iradesine saygı

itaat et”.

gösterme gibi bir sonuç ortaya çıkarması

eğmekten başka seçenek bırakmaz. İstenen

beklenir. Ancak güç sahibi muhtaç olan kendi

Güç sahibi karşısında insana belirlenen konum,

değil de insanmış gibi davranır. Muhatabını değil

efendi karşısında köle, çoban karşısında koyun

kendini önemser ve büyütür. İnsan için var

gibi olmasıdır.

olduğu halde her şeyi kendisi için ister ve yapar. Netice de güç sahibinin büyüdüğü buna karşın

http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/columnistDetail_

9

getNewsById.action?newsId=3581

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

173


Gücü mutlaklaştırmanın insanı boyun eğmeye

kullandığı ikinci argüman, sopa devreye girer.

mahkum ve mecbur bırakmak yanında bir diğer

Ve insanın kafasına inmeye başlar. Tatlı dilden

gerekçesi de, insanı belirleme çabalarında

anlamayanlar için devreye girmeye hazırdır her

yapılanları meşrulaştırmak, insana dilediği gibi

an. Hak ve imkanlardan mahrum bırakma (işten

yaklaşmanın önünü açmaktır. Amaç bellidir, onu

atılma, konumunu kaybetme), özgürlükleri

belirlemek, belirli bir kalıba sokmak. Bunun nasıl

sınırlama (hapis), fiziki baskılar (şiddet,

başarılacağı ise önemli değildir. Yeter ki amaç

işkence, eziyet), psikolojik baskılar (dışlanma,

hasıl olsun.

ötekileştirme) gibi birçok şekilde ortaya çıkar. Onunla asi başlar ezilir, tatlı dille olmayan,

***

zorla baskıyla gerçekleştirilmeye çalışılır.

Güç sahibi tarafından yönetilen ve ulaşılacak sonucun baştan belli olduğu, insanı belirleme süreci bu zeminde başlar.

İnsanın korku ve kaygılarını muhatap alan cezai uygulamalarla bir korku imparatorluğu yaratılır. Daha da olmazsa asi başların varlığına son verilerek problem giderilir.

Güç sahipleri insanın aklına değil, istek ve arzularına, korku ve kaygılarına hitap ederler. Çoban kavalı ile koyunları nasıl yola koyuyor ise onlar da nefse hoş gelecek teklifler fısıldayarak insanı yola koymaya çalışırlar. Onlara, ilgilerini çekecek süslü vaatlerde bulunurlar. Mevcut sorunlardan kurtulmanın ve daha rahat, daha varlıklı, daha güvenli ve daha iyi bir hayatın ancak kendisi ile mümkün olacağını iddia eder, huzur, adalet, barış, eşitlik, özgürlük gibi onun kendini önemli hissetmesini sağlayacak ne kadar argüman varsa hepsini gerçekleştireceğini vadederler. Gerçekleri gizleyerek, kendi fikirlerini gerçeğin kendisi olarak ortaya koyarlar. Göz boyarlar, günün eğlence ve oyunlarıyla oyalarlar, insanı alkol uyuşturucu vb. vasıtalarla hoş tutarak sorunlardan ve düşünmeden uzaklaştırırlar, suni sorun ve gündemlerle zihinleri sürekli meşgul ederler, tabular yaratarak, kutsallar oluşturarak düşünmeye sınır ve ket vururlar. Hayat ve dünya ile ilgili sorunları insani hassasiyetleri uyandırmayacak ve hatta zayıflatacak şekilde ele alır ve nasıl düşünüleceğini, hangi psikoloji ile hareket

Bunlar da gizli kapaklı değil özellikle herkesin önünde gerçekleşir ki, ibreti alem olsun, kalpler korku ile dolsun. İnsan için çıkılan yolda varılan nokta insanın kolayca feda edilmesidir. Tarih, dinini devletini cemaatini ve kendini dayatanların ortaya çıkardığı zulümleri yazmaktadır. Bir örnek lider Firavun; Firavun yeryüzünde (Mısır’da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu.10… Musa’ya iman eden sihirbazlara “Demek, ben size izin vermeden önce O’na inandınız, öyle mi! Şimdi andolsun, sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve mutlaka sizi hurma dallarına asacağım. Hangimizin azabı daha şiddetli ve daha kalıcıymış, mutlaka göreceksiniz.”11 Bir din/mezhep, Hristiyanlar;

edileceğini bile belirlemeye kalkışırlar. Tatlı söz,

Katolik kilisesi Fransa’da bulunan Katharlar’a12

örgün yaygın eğitim kurumları ile basın yayın

farklı inançlarından dolayı savaş açar ve

organları ile internet ile desteklenir. Ekonomisti,

1209’da Haçlı orduları Biziers şehrine girer.

siyasetçisi, din adamı, entelektüeli el ele verir.

10

Muhalif sesler kısılır ve hatta kesilirken, yoğun

11

bir propaganda ile adeta beyinler yıkanır. Devlet,

12

cemaat insan törpüleyen, adamını yetiştiren birer düzeneğe dönüşür.

Tâ-Hâ suresi, 71 Kathar’ın anlamı “Temiz Ruhlular” demektir. “Kathar” adı, sözcük anlamıyla “arınmış” anlamına gelir. Katharcılık Orta Çağ’da Fransa’nın Albi bölgesinde ortaya çıkan, 12. ve 13. yüzyıllarda Avrupa’nın batı

İnsan bu sürece kendi rızası ile girer ise sorun yok, direnmeye kalkışır ve uyum göstermek istemezse o zaman çobanın koyunlara karşı

174

Kasas Suresi, 4

kısmındaki ülkelerde etkili olan Katolik Kilisesinin birçok görüşüne karşı çıkan, reenkarnasyonu kabul eden bir tarikattır. Katolik kilise, dogmalarını kabul etmeyen Kathar inancını “sapkınlık” olarak görmüştür.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Halk korku ile katedrale sığınır ancak haçlı

[...] isyanlar sonucunda binlerce kişi tutuklandı.

askerleri katedrale de saldırırlar. Ancak bir sorun

Tutukluları yargılamak üzere ilgili bölgelere

vardır: O kalabalığın arasında kim Kathar, kim

gönderilen gezici İstiklal Mahkemeleri, (içlerinde

Hıristiyan, nasıl ayırt edeceklerdir... Kılıçlarından

ulemanın da bulunduğu) çok sayıda insanı şapka

kan damlayan kuzeyli Baronlar, Başpapaz’ın

kanununa muhalefet gerekçesiyle idam etti.14

huzurunda diz vurup sordular: “Kathar sapkınları çoluk çocuk Biziers katedraline sığınmış. Onları korumak isteyen halk, Katoliğiyle, Yahudi’siyle aralarına karışmış, Tanrının kullarını şeytana tapanlardan nasıl ayıracağız Peder.” Katharlar üstüne haçlı seferlerini Roma adına yöneten Başpapaz yanıtladı: “Hepsini öldürün. Tanrı kendi kullarını ayırır.”13

Fransız edebiyatçı- yazar Anatole France, konuyu ne de güzel özetliyor. “Bir halkı, devlet gücüyle iyiden yana, bilge, özgür, ılımlı ve adil yapmak istediğinizde herkesi öldürmekten başka çareniz yoktur!” Tek doğru, tek lider, tek devlet, tek cemaat, tek kurtarıcı ile çıkılan yolda varılacak sonuç

Bir devrim;

tek tip insandır, farklılıklara yer olmayan

Fransız Devrimi teorisyenlerinden Saint-Just,

dayatan dogmatik fikirler, eleştiriye kapalı,

Halk Kurtuluş Komitesi adına yazdığı bir raporda

rakip ve muhalefet istemeyen kutsal liderler/

şöyle diyordu: “Halk egemenliği birlik ve teklik

diktatörlerdir. Ve tabii onların kendilerini

ister. Bütün farklılıklar egemenliğe bir hücumdur.

gerçekleştirmek için yaptığı zulümlerdir. Farklı

Vatansever devrimi var gücüyle destekleyendir.

olanın yaşama hakkı kalmamıştır. İnsan için

Kayıtsız kalanlar veya kısmen destekleyenler

yola çıkan kişi, fikir ve kurumlara insan kurban

ise karşı çıkanlar kadar haindir.” Sonuçta yüz

edilmiştir. Ve hala da kurban edilmeye devam

binlerce insan devrim için kurban edilir.

edilmektedir.

Lenin de 1922 Mayıs’ında Sovyet ceza kanunu

***

homojen toplumlar, gelişmeye kapalı, kendini

hazırlanırken devrimini korumak için şunu teklif etmiştir:

İnsanı biçimlendirme arayış ve gayretlerinin

“Sovyet hukuk sistemini tanımayan, uluslararası

ve yöntemler daha sinsi, daha aldatıcı ve daha

burjuva fraksiyonuna yarayacak biçimde

profesyonel, dolayısıyla da daha etkili. Hedef

propaganda yapan herkes idam edilecektir.”

sadece şurası veya burası değil bütün dünya.

Sonuç kurbanların sayısının milyonlara

Yaşanan küreselleşmeyle küçülen dünyamız tek

ulaşmasıdır.

tip insan üreten bir fabrikaya dönüştürülmek

zirve yaptığı bir dönemde yaşıyoruz. İzlenen yol

isteniyor. Bu maksatla kafa yoran, projeler ve

Modern bir devlet;

deneyler yapan mühendisler türedi. Toplum

Mustafa Kemal, Kastamonu’daki konuşmasında “Bu serpuşun adına şapka denir‟ şeklindeki meşhur ilanını yaptıktan hemen sonra [...] aşağıdaki sözleri sarf etmişti: “Keskin bir gerçek olarak söylüyorum [...] İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca ulaşabilmek için gerekirse bazı kurbanlar da verelim. Bunun önemi yoktur.” … Şapka Kanunu’nun yürürlüğe konma sürecinde ve sonrasında Kayseri, Sivas, Maraş, Rize, Giresun ve Erzurum başta olmak üzere

mühendisleri deniyor onlara. Onların işi, insana etki eden yollar bularak, farklılıkları törpüleyip yontarak, onu küresel çarkın/sistemin uyumlu bir dişlisi haline getirmek. Ve bunu da çaktırmadan yapmak. Yani onu özgür olduğuna inandırarak köleleştirmek, düşündüğünü zannederken düşündürtmek, kendisini gerçekleştirdiğini zannederken sistemin uyumlu bir parçası haline getirmek. Sonuç o kadar başarılı ki, dünyanın dört bir yanında aynı insanı görmek mümkün. Sahip olunan yerel kimlikler anlamını yitirdi. Ne etnik

(22 Temmuz Biziers Katliamı) http://blog.milliyet.

13

com.tr/katharlar/Blog/?BlogNo=143884 http://www. birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=151

http://www.derindusunce.org/2008.02.08/humeyni-

14

lenini-dover-mi-ulus-devlet-bolum-iii/

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

175


aidiyet, ne din ve ideoloji ne de gelenek ve

arkasından ister istemez geliyor kandırmalar,

kültür bir fark oluşturmaya yetmiyor. Küresel

baskılar, ölümler ve katliamlar.

sistem karşısında bir direnç ortaya koyamıyor. Müslüman’la Hristiyan veya Yahudi, Doğulu ile

Bu kalıp insan için gerçekten iyi ve hayırlı bile

Batılı arasında bir fark kalmadı artık.

olsa, Allahın dini bile olsa sonuç değişmiyor.

Dünyanın neresinde olursa olsun çağdaş insan

kolay meşrulaşıyor ve daha da pervasızlaşıyor.

“haz ve hız”dan başka bir şey bilmiyor. Daha hızlı yaşamanın ve daha fazla haz almanın peşinde koşuyor durmadan. İnsan, kanaat etme özelliğini yitirdi, yavaşa tahammülü kalmadı, hep “daha”nın peşinde, koşuyor da koşuyor, tüketiyor da tüketiyor. İşin garibi dini ile ideolojisi ile gidişat arasında bir çelişki de görmüyor, tam tersine “özgürleştiğine, kendini gerçekleştirdiğine, dolu dolu yaşadığına” ikna olmuş durumda. Bu sonuca nasıl ulaşılıyor? Onca profesyonel çalışmanın yanında tabii ki ölümlerle, işgallerle, katliamlarla, soykırımlarla, Guantanamo ve Ebu Gureyb’lerle. Daha çok insan feda edilerek, daha

Üstelik Allah adına olunca baskı ve zorbalık daha

Bu kısır döngüden kurtulmanın bir yolu yok mu? İnsanın insanca muhatap alınarak değişmesi/ değiştirilmesi mümkün değil mi? Değişimde insan dışı herhangi bir unsur özne olabilir mi? Ya da insani değişimin öznesi kim? İnsan mı, davetçi mi, kendisine davet edilen mi? Bu sorular özellikle Müslümanların cevap vermesi gereken önemli sorular. Ya herkesin yaptığı gibi (insanı koyunlaştıranlar gibi) kaval ve sopayı ellerinden düşürmeyecekler ya da bu sorunun cevabını bulacaklar. İnsanın

çok insan öldürülerek, daha çok zulmedilerek…

insan kalarak değişmesinin yolunu bulacaklar.

Bir elden kaval, diğer elden sopa eksik olmuyor

Hem kendi selametleri, hem gelecek nesillerin

bir türlü. Hangisini seçersen.

selameti hem de insanlığın selameti için.

Bir kısır döngüdür gidiyor. Mevcut zulümden

(Bu soruna çözümün ne olacağını bir sonraki

rahatsız olanlar adalet adına kendi egemenlikleri

sayıda tartışacağız inş.)

peşinde koşuyor. Dayatılana karşı kendilerini topluma/dünyaya egemen kılma, kendi liderlerini liderleştirme, kendi devletlerini kurma peşindeler. Zihinlerin arkasında varılmak istenen nokta aynı: “Ben”in (fikir, lider, devlet…) hakimiyetinde boyun eğen, itaatkar insanlar üretmek ve onlardan homojen bir toplum oluşturmak. Peki, yol ve yöntem ne? Kaval ve sopa. Fikirlerin mutlaklaştığı, fırkaların Naciyeleştiği, liderlerin kutsallaştığı durumların insanı götüreceği başka bir sonuç yok. Bir halkı devlet veya başka bir güçle değiştirmek istediğinizde, baskı ve zoru kullanmaktan ve en azından itaat etmeyenleri öldürmekten başka çareniz kalmıyor. İnsanları aynı kalıba

www.islamiyorum.com

dayatmak istiyor. Kendi fikirlerini ve düzenlerini

sokmaya çalışmayı istemekle başlıyor zulüm ve

176

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Gündem

Zenginliğin Ardındaki Sefalet: Dubai Celal NADİR Zaman ve mekan değişse de insanlığın kaderi

efendiydi, işçiler köle. Daha fazla servet sahibi

değişmiyor. Hep daha fazlasına sahip olma

olma arzusunun, gözlerini ve gönüllerini

arzusu ve ihtirası kaçınılmaz olarak toplumu,

kârdan başka bir şey göremez hale getirdiği

ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen

bu insanlar, çalışanları sadece “kâr etme” aracı

sınıflarına ayırıyor. Sınıflar arasındaki gelir

olarak gördüler. Ve onlar üzerinden “daha fazla”

ve imkan eşitsizliğini de artırdıkça artırıyor,

taleplerini gerçekleştirmenin derdine düştüler.

iki sınıf arasındaki uçurumu derinleştirdikçe

“Daha çok artı değer üretsin, daha çok kâr

derinleştiriyor. Bu uçurumdan, kağıt üzerinde

getirsin” …den ibaret bir bakış açısıyla hareket

ve kitap sahifelerinde biten kölelik, en modern

ettiler. Muhatabın durumu, hangi şartlarda

şekliyle, yeni yüzüyle, birçok yerde işçi-

çalıştığı hiç de umurlarında olmadı.

işveren, patron-işçi ilişkisi şeklinde yeniden hortluyor. Görünürde birileri birilerine iş imkanı oluşturuyor, istihdam yaratıyor. İşçinin hakları var. Çalışıp çalışmamak serbest, emeğinin karşılığı olarak belirlenen ücreti alıyor, istediği

İnsanlığa yakıştıramadığımız bu durum, bu ilişki biçimi ne yazık ki çağımızın bir gerçeği. Bir insanın bile ellerinden imkanlar alınarak mecbur ve mahkum bırakılması, köleleştirilmesi

zaman işi bırakma hakkı da cabası. Görünmeyen

vicdanları sızlatmaya yetecekken, bugün halklar

kısımda ise mecburiyetler, mahkumiyetler,

bu durumda ve her gün daha zor, daha sınırlı

insanın emeğiyle, yeteneğiyle, potansiyeli ile

şartlara zorlanıyorlar. Bu tabloda bizi daha

sömürülmesi ve yaşadığı dramlar var.

da üzen şey ise muztazaflardan yana olan ve

Yeryüzüne egemen olan kapitalist sistem, mülkün belli ellere transferini gerçekleştirirken

adaleti, sosyal adaleti bayraklaştıran İslam’ın müntesiplerinin de bu durumda olması.

birçoklarını mülksüzleştirdi, yoksulluğa mahkum

Bu dinin peygamberi köleliğe, efendi-köle

ve mecbur etti. Mülksüzleşen insanlara mülk

ilişkisine karşı duran ve köle azat etmeyi teşvik

sahiplerinin işini yapmaktan, fantezilerine

eden bir peygamberdi. Malın tekel haline

hizmet etmekten, işçisi olarak çalışmaktan

gelmemesini öğütleyen, paylaşmayı, infak

başka seçenek bırakmadı. İşçi-işveren ilişkisi

etmeyi, vermeyi teşvik eden bir peygamberdi.

güçlü (patronlar) tarafından belirlendi. Hem

Zulme ve sömürüye karşı adalet sancağı açan

de bir sahip, bir efendi, bir tanrı psikolojisiyle.

ve sosyal adaleti önceleyen bir peygamberdi.

Onlar müstağniydi, işçiler muhtaç; onlar

Ne sarayları vardı, ne de lüks içinde yaşayan,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

177


lükse tamah eden bir yanı. Hem komşusunun aç

söz konusu. Buna yerli Arap halkın elit işler

yatmasına razı olmadı, hem gelir adaletsizliğine

dışında işlerde çalışmaması eklenince, ortam

hizmet eden faiz, karaborsa, biriktirme

tam anlamı ile emeğine ihtiyaç duyulan bir köle/

gibi haksız kazanç yolarının önünü kesti.

işçi bölgesine dönüşüveriyor. Öyle ki sokaklarda,

İnsanın metalaşmasının, nesneleşmesinin,

AVM’lerde yerli halktan insanlar ile çok az

araçlaştırılmasının ilk günden karşısında durdu.

karşılaşıyorsunuz. Karşılaştıklarınız ise ya lüks

Allah’ın arzusu onun da arzusuydu.

arabalar içinde yoldan geçenler ya da alışverişe

“Biz ise istiyoruz ki mustazaflara lütfedelim. Onları önderler yapalım. Onları varisler kılalım.” (Kasas/5)

hizmetçileri ile gelmiş; kendisi önde hizmetçileri arkalarında kendilerini takip eden kadınlar. Önceleri Dubai bir balıkçı kasabasıymış, yerli

Bu peygamberin tabilerine ne kölelik yakışır ne de köleleştirmek. Ne varlıkta, zenginlikte şımarmak yakışır; ne de yoklukta zengine ram

halk geçimini balıkçılık ve inci ticareti ile temin edermiş. Zaten sadece çölden oluşan ve denize kıyısı olan böylesi bir yerde başka da öyle bir

olmak. Ne muhtaçlıktan istifade etmek, düşene

şey yapılacak bir imkan mevcut değil. Ancak

vurmak yakışır; ne de muhtaç olunca izzet ve

petrol buraya bir değer katmış, sonrasında da

onuru terk etmek. Onlara yakışan İslam olmak

burasının bir serbest ticaret bölgesi ve turizm

ve insan, izzet ve onurunu her daim korumaktır.

merkezi haline dönüştürülmesi bu değeri daha

Zulme karşı adalet için, efendi-köle ilişkisine ve

da arttırmış. Bu bakımdan petrol olduğu halde

onun tüm biçimlerine karşı insan için, mülkün

ekonomisi, tamamı ile petrole dayanmayan

ölçüsüzce paylaşımına sosyal adalet için ve

herhalde tek Arap bölgesidir. Esasen şunu

hepsine Allah rızası için karşı durmaktır.

kabul ve takdir etmek gerekiyor. Burayı yani

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahip) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nisâ/75)

***

çölün ortasını bir ticaret ve turizm merkezine dönüştüren akıl, muazzam bir akıl. Bu sayede şehir, petro-dolarlara bağımlılıktan kurtulup modern bir şehre, bir cazibe merkezine dönüşüvermiş. Bu durum oradaki yerli halka rüya(!) gibi bir yaşam imkanı oluşturmuş. Dünyevi her türlü imkana burada fazlası ile sahipler. Lüks araçlar, lüks evler, lüks oteller…

Bize bu duyguları yeniden yaşatan ve bunları yeniden düşündüren, bir vesile ile yolumuzun Dubai’ye düşmesi oldu.

Onların evleri bizim standartlarımızda birer malikane ya da saray. Şehir çölün ortasında bir vaha gibi, ihtişamlı ve etkileyici, hep “en”ler hakim. En yüksek binalar orada, en büyük

Arap Yarımadası’ndaki bir şehir, emirlik; Dubai. Birleşik Arap Emirlikleri’ni oluşturan yedi emirlikten bir tanesi. Başkent Abu Dabi emirliğinden sonra ülkede en söz sahibi, milli ekonomiye de yine Abu Dabi emirliğinden sonra en çok destek veren emirlik pozisyonunda (ülke içindeki payı %25).

alışveriş merkezleri, en lüks oteller ve en ihtişamlı binalar da. Başta hizmet olmak üzere her şeyin en lüksüne ulaşmak mümkün. Adeta çölde yaratılan bir cennet bahçesi. Şehirde çoğunluğu oluşturan yabancı işçilerin durumu ise tam tersi; bu insanlar şehir merkezi dışında altı yedi kişinin bir arada

Dubai’nin nüfusunun yaklaşık 2 milyona yakın

kaldığı odalarda yaşıyorlar. Şehrin tüm yükünü

olduğu tahmin ediliyor. Yerli halk, nüfusun

taşımalarına, tüm pis işlerini yapmalarına

sadece %10’unu oluşturuyor. Nüfusun geri

rağmen karınlarını doyurmak ve gurbette olan

kalanı (% 90’ı), başka ülkelerden çalışmaya

ailelerine geçimlik temin etmek dışında hiçbir

gelen işçilerden veya iş yapmak için orada olan

kazanımları yok. Geldikleri ülkelerdeki (Çin,

Batılı şirket temsilcilerinden oluşuyor. Şehrin

Hindistan, Pakistan, Afganistan, Bangladeş gibi

halihazırda inşası bir taraftan devam etmekte

ülkeler) şartlar göz önünde bulundurulduğunda,

olduğundan muazzam bir insan gücü ihtiyacı

bu bile büyük bir kazanım onlar için.

178

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Bir mahkumiyet ve mecburiyet var. Dubaili

şaşkınlıkla hem de hayranlıkla karşılıyorlar. Biz

Efendiler de bu durumu en iyi şekilde

de burada meydana gelen bu değişime itiraz

değerlendirmişler kendi adlarına. Bindiğimiz

etme durumunda değiliz, zira yeryüzünün imarı

taksilerin şoförleri ile konuşuyoruz. Tablo

bağlamında takdir edilebilecek bir gelişme.

net, günde 12 saat çalışan, senelik izni

Ancak bu inşanın neler üzerine, ne pahasına

sadece 10 gün olan, bunun dışında sürekli

yükseldiğini hatırladığımızda, ortaya çıkan

çalışmaya mahkum bir insan var karşımızda.

zenginliğin paylaşımındaki adaletsizliği fark

Sebep, ailelerinin kendi memleketlerinde aç

ettiğimizde ve buraları inşa eden insanların

kalmamaları. Bu nedenle var olana razılar

yaşam imkan ve şartlarını gördüğümüzde içimiz

ve çok da şikâyetçi değiller. “Aileleriniz niçin

burkuluyor, yapılan anlamsızlaşıyor, değer mi/

Dubai’de değil?” diye sorduğumuzda bunun

değiyor mu demekten kendimizi alamıyoruz.

nedenlerini şöyle özetliyorlar: Birincisi, hayat

Birilerinin cennet hayatı yaşaması için illa

pahalı ve ailesi ile beraber orada yaşayacak kadar para kazanamıyorlar. Bu insanların bir yıllık kazançları, buralardaki sıradan otellerde bir haftalık tatil ücreti kadar bile değil. İkincisi, emirliğin yabancılara oturum izni vermemesi sebebi ile hiçbir sosyal hakları mevcut değil. Böyle olunca okul, ev, hastane kısacası her şey

birilerinin hayatının cehenneme mi dönüşmesi gerekiyor? Bunlar, insan kurban edilmeden, köle düzeneği kurulmadan yapılamaz mı? Sonuç karşısında feda edilen o kadar büyük ve değerli ki, ancak lüks ve zenginliğin kör ettiği gözler bunu görmüyor.

para ile. Oysa tüm bunlar yerli halka karşılıksız

Her gökdelen bize; piramitleri, geçmişte

sunuluyor.

firavunlar, kisralar, padişahlar, krallar için yapılan

Dubai’de çalışan insanların ne sesleri, ne hakları var. Onlardan tek istenen köle gibi çalışmaları, kendilerine söylenenleri yapmaları, “işleri” bittiği zaman da paralarını alıp defolup gitmeleri. Her şeye rağmen bu insanlar, çok daha kötü şartlardan geldikleri için Dubai Emiri’ne duacılar. Zira açlıktan kurtulup karınlarını doyuracak imkana kavuşmuşlar. Ancak karşılaştıkları

debdebeli sarayları, mezarları ve mabetleri hatırlattı. Dün nasıl bu ihtişamlı eserler, hiç değer verilmeyen kölelerin emek ve alın teri ile zor şartlar altında ortaya çıktı ise bugün de bütün debdebe ve şatafat, muhtaç insanların çelimsiz omuzlarında yükseliyor. Ve dün piramitleri yükseltenler gibi onların da hiçbir değeri yok.

ezici muamelenin de farkındalar. Fakat

Bu durumu fark edince, merhum Ali Şeriati’nin

yapabilecekleri bir şeyleri yok.

piramitler karşısındaki hisleriyle dolduk:

İnsani ilişkiler ve psikoloji; mülke, zenginlik ve

“Altısı küçük üçü büyük bu piramitlerin yapılması

servete göre şekillenir olmuş. Yerli halk sahip

için sekiz yüz milyon taş kütlesini Assuan’dan

olduklarından dolayı ekabirleşirken, işçiler

Kahire’ye köleler taşımış. Sekiz yüz milyon taş

ezikleşmiş. İşçiler adam yerine konmuyor,

kütlesi, içine mumyalanmış firavun cesetleri

muhatap alınmıyor, insanca muamele

konması için 980 millik bir yerden getiriliyor…

görmüyorlar. Bir emir kulu olarak görülüyorlar. Bu iki sınıf arasındaki uçurum ilişkilere o kadar etki etmiş ki, konuştuğumuz insanlar, yerli halkı kastederek onlarla konuşamazsınız bile diyorlar. Sizi muhatap bile almazlar. Oysa Dubai, işçilerin omuzlarında karın tokluğuna yükselttiği lüks ve şatafatı dünyaya satıyor. Oraya giden insanlar, mimari olarak kenti Amerika’nın gökdelenleri ile meşhur şehirlerine benzetiyorlar. Hele bulunduğu coğrafya düşünüldüğünde insanlar burada böyle bir şehrin inşa edilmiş olmasını, hem

Yüz millerce uzaklıktan ağır taşları getiren bu otuz bin köleden bir günde yüzlercesi, bu ağır yükün altında eziliyormuş. Onların mezarları yok. Rehberimden beni yalnız bırakmasını istedim. Sonra köle mezarlarının yanına varıp oturdum, bu hendeklere gömülen insanları öylesine yakın buluyordum ki kendime… Yeniden baktım piramitlere, bütün görkemli görünümlerine rağmen öylesine yabancı ve uzaktım ki onlara! Bir başka deyişle tarih boyunca benden önce

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

179


gelenlerin kemikleri üzerinde yükselen büyük

olan bir duyarlılık ortaya çıkmalı. İnanıyoruz

medeniyet anıtlarına karşı korkunç bir nefret

ki bu, insana zor da değil, zira insani olan ve

duydum.”

insanın fıtratında var olan budur. İhtiyacımız

Firavunların, Kisraların insanı köleleştiren her kim varsa bu yaptıkları yanlış bir kere. Ve bunu bize hatırlatan piramit, mabet, saray, gökdelen, Avm, lüks, israf ne varsa karşısında hüzne kapılmamamız mümkün de değil. Bunun, İslam gibi insana değer veren ve adaleti/sosyal adaleti önceleyen bir dinin yeşerdiği ve hala İslam iddiasının geçerli olduğu bu topraklarda gerçekleşiyor olması, daha da hüznümüzü arttıran bir durum. Bu tabloyla insanlara, İslam ve Müslümanlar adına hangi mesajı vermiş oluruz? Verdiğimiz mesaj insanlık adına, hayır adına neyi ihtiva ediyor? Ben bir şey bulamadım… Tam tersine örnek olması, insana değer vermesi, paylaşmayı bilmesi, insanlığın

olan da. Kulelerden önce duyarlılıkların yükseldiği, Bencilliğin paylaşıma yenildiği, İnsanın yüksek kulelerden daha değerli olduğu, İnsanın madde için değil, maddenin insan için feda edildiği, Güçlünün zayıfı daha da zayıflatmayıp elinden tutarak destek olduğu günlerin bir an önce gelmesi, Ve buna da Müslümanların titreyip kendilerine gelerek ön ayak olmaları dileğiyle.

dertlerine çözümler üretmesi, hak ve adaletin peşinde olması gerekenlerin; piramitlerini inşa etme derdinde olmaları, en yüksek binayı üzüntümüzü arttırmaktan başka bir sonuç ortaya çıkarmıyor. Yeryüzünde sayısız nimet varken ve bunlar herkese yetecek kadar çokken böylesine yıkıcı düzenler inşa etmek zorunda mıyız? Müreffeh bir hayata ulaşmak için insanın köleliğinden başka yolu yok mu? Birileri zenginleşirken illa birilerinin yoksullaşması mı gerekiyor? Ya da illa birilerini mahkum ve mecbur, sonra da köleleştirecek kadar zengin olmak zorunda mıyız? Daha adil bir paylaşım ve daha insani, daha yaşanır bir dünya mümkün değil mi? Bizce mümkün. Bunun için gözü tok, kanaatkar, paylaşan, paylaşmayı bilen insanlara ihtiyaç var.

www.islamiyorum.com

yapma, en lükse talip olma çabası içine girmeleri

Başkalarının mutsuzluğunda saadet aramayan, başkalarının yoksulluğunu kendi zenginliğine çevirmeyen, başkalarının muhtaçlığını ve mecburiyetini fırsat olarak görmeyen örneklikler gerekli. Komşusu açken tok yatmaktan rahatsız

180

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.