Yaz 2010
i n t e r n e t d e r g i s i - ü ç ay l ı k e - d e r g i
EDİTÖRDEN
Bu sayıda
DOSYA-DİN VE DEVLET
Cahiliyeden İslam’a Siyasette Değişenler ve Değişmeyenler / Hamdi TAYFUR
İktidar Talebi ve İslam’da Devlet / Yusuf İMAMOĞLU
“Medine İslam Devleti”: Bir Model mi, Bir Örnek mi? / Nuri YILMAZ
Nasıl Bir Devlet? / Nuri YILMAZ
Çağdaş İslam Siyaset Düşüncesi: Üç Evrilme / R.İhsan ELİAÇIK
Hz. Muhammed’in Medine’deki Siyasi Pozisyonu / W.Montgomery WATT
İslam ve Siyasi Aksiyon: Siyaset Dinin Hizmetinde / Fazlurrahman
İslam’da Siyaset Anlayışı / Ebu’l-A’lâ el-MEVDUDİ
ARAŞTIRMA-İNCELEME
Akıl Savunması-2 / Zihniyetlerin Zindanından Akletmenin Özgürlüğüne / Hamdi TAYFUR
SÖYLEŞİ
www.islamiyorum.com
Post - Teokratik Bir Devlet, Fıkhı Aşan Ahlaki Bir Devlettir
/
Abdülkerim SURUŞ
GÜNDEM
Bir Depremin Hatırlattığı Ülke: Haiti / Metin YILMAZ
Meal Savaşları (mı)? / Muhammed YILDIZ
Kutlu Doğum ve “Peygamber” Algısında Ortaya Çıkan Tahribat / Esra SÜZEN
BİYOGRAFİ
Ahmet el-Katip Mehdi Beklemeyen Bir Şii / Hamdi Et-TAHAVİ
KİTAP DEĞERLENDİRMESİ
Şiilik Sünnilik - Ahmet el-Katip / Latif KINATAŞ
Demokratik Hilafete Doğru - Ahmet el-Katip / Zakir AYDIN
2
İçindekiler EDİTÖRDEN
Bu sayıda....................................................................................................... 4
DOSYA-DİN VE DEVLET
Cahiliyeden İslam’a Siyasette Değişenler ve Değişmeyenler / Hamdi TAYFUR.......................... 6
İktidar Talebi ve İslam’da Devlet / Yusuf İMAMOĞLU.............................................................. 22
“Medine İslam Devleti”: Bir Model mi, Bir Örnek mi? / Nuri YILMAZ...................................... 41
Nasıl Bir Devlet? / Nuri YILMAZ.............................................................................................. 54
Çağdaş İslam Siyaset Düşüncesi: Üç Evrilme / R.İhsan ELİAÇIK........................................... 72
Hz. Muhammed’in Medine’deki Siyasi Pozisyonu / W.Montgomery WATT................................ 89
İslam ve Siyasi Aksiyon: Siyaset Dinin Hizmetinde / Fazlurrahman........................................ 95
İslam’da Siyaset Anlayışı / Ebu’l-A’lâ el-MEVDUDİ............................................................... 103
ARAŞTIRMA-İNCELEME
Akıl Savunması-2 / Zihniyetlerin Zindanından Akletmenin Özgürlüğüne / Hamdi TAYFUR.... 111
SÖYLEŞİ
Post - Teokratik Bir Devlet, Fıkhı Aşan Ahlaki Bir Devlettir / Abdülkerim SURUŞ.................. 124
GÜNDEM
Bir Depremin Hatırlattığı Ülke: Haiti / Metin YILMAZ............................................................ 134
Meal Savaşları (mı)? / Muhammed YILDIZ............................................................................ 143
Kutlu Doğum ve “Peygamber” Algısında Ortaya Çıkan Tahribat / Esra SÜZEN....................... 147
BİYOGRAFİ
Ahmet el-Katip Mehdi Beklemeyen Bir Şii / Hamdi Et-TAHAVİ........................................ 152
KİTAP DEĞERLENDİRMESİ
Şiilik Sünnilik - Ahmet el-Katip / Latif KINATAŞ.................................................................... 156
Demokratik Hilafete Doğru - Ahmet el-Katip / Zakir AYDIN.................................................. 159
www.islamiyorum.com
EDİTÖRDEN
Bu Sayıda Kendimizi tanıtmak amacıyla “Sorumluluk”
kadar tüm insanlık için geçerli olacak bir model
ana başlığı ile çıkarttığımız ve nasıl bir dergi
olma niteliğine sahip midir?
çıkartacağımız hakkında bir fikir vermesi amacıyla “Kur’an’ı Yeniden Okumak” ana konusu etrafında bir dosyaya ve muhtelif araştırma ve gündem yazılarına yer verdiğimiz “İlkbahar2010” sayısı beklediğimizin çok üstünde bir ilgiyle karşılandı. Bunda tabii ki bulundukları ortamlarda dergimizi tanıtan dostlarımızın ve sayfalarında derginin çıktığına dair haberlere yer veren kardeş sitelerin büyük bir payı oldu. Buradan hepsine teşekkürü bir borç biliyoruz. Ayrıca sitemize dünyanın birçok ülkesinden ziyaretlerin olması ve hemen hemen tüm illerden siteye girişlerin bulunması, internet dergiciliğinin okuyucuya her yerde ulaşmak için en hızlı yol olduğu konusundaki kanaatimizi pekiştiren bir durum oldu. Eğer basılı dergicilik yolunu seçseydik bu kadar çok okuyucuya ulaşmamız ve bu okunma oranlarını yakalamamız mümkün olmayacaktı. Tüm okuyucularımıza ve gerek özel e-mailleri aracılığıyla ve gerekse başka yollardan ulaşarak yapıcı eleştirileri ve tavsiyeleriyle bizi teşvik eden dostlarımıza da teşekkür ediyoruz. “Yaz-2010” sayısının ana konusunu “Din ve Devlet” olarak seçtik. Bu kadim problemi belli sorular ve sorunlar etrafında tartışmaya çalıştık.
4
Peygamber sonrası kurulan devletler birer din devleti midir? “Şii İmamet Teorisi”, “Sünni Hilafet Modeli”, “İslam Devleti veya Nizamı”, “Teo-demokrasi”, “Adalet Devleti”, “Demokratik Hilafet” gibi devlet sistemi önerilerinin günümüz için geçerliliği nedir ve bunlar ne kadar İslamilik vasfı taşımaktadır? Bir taraftan yazar arkadaşlarımız, bu ve benzeri birçok soruya yazılarıyla cevaplar bulmaya çalışırken, bir taraftan da konuyu değişik boyutlarıyla tartışan farklı bakış açılarına sahip yazar ve araştırmacılara ait, hem bilgilendirici hem de fikir verici alıntı ve tercüme yazılara yer verdik. Çağdaş dönemdeki İslami siyasi düşüncenin geçirdiği üç evrenin anlatıldığı İhsan Eliaçık’a ait yazı ile Peygamberin Medine’deki siyasi pozisyonunun zannedilenden oldukça farklı olduğunu anlatan Montgomery Watt’a ait tercüme yazı konuyla ilgili ufuk açıcı bilgiler içeriyor. Mevdudi’ye ve Fazlurrahman’a ait yazılar karşılaştırılarak okunursa iki ayrı uçtan “din ve devlet” meselesine farklı yaklaşım biçimlerine ilişkin fikirler edinmek mümkün
Dinin sabit bir devlet sistemi önerisi var mıdır?
olacaktır.
Devlet dini bir vacibat mıdır, yoksa akli bir
Abdülkerim Sûruş’la yakın zamanlarda yapılan
gereklilik midir?
bir söyleşinin tercümesi konumuzla ilgili çok
Hz. Peygamber kurduğu devlette neleri esas
teokratik devlet ” kavramsallaştırması ve İran
aldı ve niçin kendisinden sonrası için siyasi
ve Hameney’le ilgili söyledikleri oldukça dikkat
önerilerde bulunmadı?
çekici.
Yine Hz. Peygamberin kurduğu devlet, kıyamete
Gündeme ilişkin yazıların yanı sıra, bu sayının
önemli tespitler içeriyor. Sûruş’un “post-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ana konusu olan “din ve devlet” meselesine Şia’nın ve Ehl-i Sünnet’in yaklaşımına dair eserlere imza atan ve Türkiye’de yeni tanınmaya başlanan Ahmet el-Katip’in tanıtıldığı bir yazıya ve Türkçedeki iki ayrı kitabının değerlendirmesinin yapıldığı yazılara e-dergi
“İlkbahar-2010” sayısındaki yazıların içinde tartışmalara yol açan yazılardan olan “Akıl Savunması” yazı dizisinin ikincisi de sayfalarımızda yerini aldı. Sonraki sayıda aynı konuyu, “Din, Devlet ve İslamofobi” başlığı ile tartışmaya devam edeceğiz. Yeni sayıda buluşmak dileği ile muhabbetle kalın.
www.islamiyorum.com
sayfalarından ulaşabilirsiniz.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
5
Dosya: Din ve Devlet
Cahiliyeden İslam’a
Siyasette Değişenler ve Değişmeyenler Hamdi Tayfur I-GİRİŞ
dini bir mevzu olarak tartıştı.
Kişilerin kendi inisiyatifleri üzerinden, özgün tarihsel koşullarına bağlı olarak yerine getirdikleri uygulamalar ve ürettikleri ilişki biçimlerinin, onlara halef olanlar tarafından değişmez değerler haline dönüştürülmesi, insanlığa büyük zararlar verdiği halde, çoğunlukla terk edilmesi zor zihinsel bir alışkanlık olagelmiştir. Bu olgudan Müslümanlar da çokça muzdarip oldu. Üstelik bu durum en çok ‘siyaset’ gibi değişkenliğin asla inkıtaa uğramaması gereken bir alanda olunca, ortaya çıkan tablo daha da vahimleşmiştir. Hz. Muhammet dönemi de dahil olmak üzere, yönetim ve yönetimle ilgili ortaya çıkan olaylar, anlaşmazlıklar, kendi koşulları içinde üretilen sonuçlar ve uygulamalar tarihi bir mevzu iken,
6
Yakın dönemlerde hilafetin kaldırılmasıyla büyük bir boşluğa düşen İslam Dünyası’nın bazı öncüleri, acil ‘İslam Devleti’ talebini meşrulaştırmak için, Allah’a itaat, Allah’ın hükmetmesi, Allah’ın yerde ve gökte ilah olması gibi mevzuları siyasi bir konu olarak gündeme taşıdı. Allah’ı ilah edinmenin, O’nu sadece göklerde ilah edinmek anlamına gelmeyeceğini, O’nun yerde ilah olmasının aynı zamanda yönetim işlerinde de tek hükmeden olması anlamına geldiğini ve yönetimde Allah’ı tek söz sahibi kabul etmeyenin O’na şirk koştuğunu iddia etti. Hatta bu dinin ilk insandan beri, insanlık için kabul ettirmeye çalıştığı en önemli davasının siyasi alanda Allah’ın mutlak hakim olması davası olduğunu söyledi.
sonraları çoğunlukla dinin aslından bir mesele
Eğer reel durum bu söylemin ifade ettiğine
haline getirildi. Hatta daha da ileri gidilerek
uygun, yani Allah’ın siyasi alandaki uygulama
itikâdi mevzulardan bir cüz haline dönüştürüldü.
biçimlerine ilişkin emirlerinin inişinde bir
Hilafet, halifenin seçim şekli, hilafette hak
süreklilik mekanizması, inen hükümlerin her
sahibi olma, imamet, biat, imama tabi olma
devrin ayrıntılı problemlerini içerecek bir
gibi hususlar dinsel mevzularla birlikte tartışıldı,
genelliği ve genişliği olmuş olsaydı, o zaman
dine ait kaynaklardan deliller getirilerek
Allah’ın siyasi alanda hükmetmesinden,
temellendirilmeye çalışıldı. Bazı durumlarda
Allah’ın yerde de ilah/yönetici olmasından
siyasi mevzular inanç konusu haline getirildi.
bahsedebilirdik. Öylesi bir tabloda gerçek
Sadece imameti imanın olmazsa olmaz bir cüzü
teokrasi, yani ‘Tanrı Devleti’ de mümkün
haline getiren Şia değil, Ehli Sünnet de siyaseti
olabilirdi.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Oysa realitede Allah’ın indirdiği kitaptaki
çıkılarak da bir döneme ait siyasi yaklaşım
uygulamalar oldukça sınırlıdır ve kitabın çok
biçimi, uygulamaları ve ortaya çıkan sistem
cüz’i bir kısmını oluşturmaktadır. Bu yüzden
dinselleştirilmiş ve ebedileştirilmiştir.
Allah’ın hükmetmesi, din adına yetkili kılınan bir güruhun, problemler için ürettikleri uygulamalarını ve çözümlerini başta Kur’an olmak üzere bir grup dini kaynağa dayandırarak hükümler çıkarması yoluyla olmaktadır. Yani Allah bizatihi hükmetmemekte, özel bir sınıf veya hakim kişi O’nun adına, oldukça sınırlı delillerden yaptığı çıkarımlarla hükümler ihdas etmekte ve bunun ismi de ‘Allah’ın adıyla hükmetmek’ olmaktadır. Daha da ilginci, tarihi süreçte kartopu gibi yuvarlanarak büyüyen bu hükümlerden ortaya çıkartılan muhtelif sistemler dinin kendi sistemi olarak takdim edilmektedir. Bu sistemlerden bir tanesi de konumuz olan İslami siyasi sistem alanındadır. Böylelikle, tarihte muhtelif dönemlere ait uygulamalar, İslam’ın siyasi sistemi diye insanlara dayatılmaktadır.
Oysa siyaset ve benzeri alanlarda vahyin insana söyleyeceği ve onu yönlendireceği/hidayete sevk edeceği değişmeyen hususlar amaçsal, ilkesel ve ahlakidir. Hatta daha ileri giderek diyebiliriz ki; siyasi alanla ilgili vahyin önerdiği tüm amaçlar, ilkeler ve ahlaki kurallar bu alana özgü kılınmak için sıralanmış da değildir. Olgusal gerçeklik veya bağlam bunu gerektirdiği için, bu amaç ve ilkelerin serdedilmesi siyasi alandaki meseleler üzerinden yürümüştür. Örneğin ‘istişare’, özü itibariyle siyasi değil, ahlaki bir ilkedir. Sadece siyasi alana özgü bir ilke olsun diye zikredilmemiştir. Ancak çoğunlukla tarihte ve günümüzde ‘istişare’ denilince yönetimsel bir ilke algısı yerleşik hale gelmiş ve bu ilkenin ahlakiliği ve pek çok alana özgülüğü ihmal edilmiştir. ‘Adalet’ ilkesi
Oysa dinin/vahyin siyasetle ilişkisi ve bu alana ait söylediği şeyler, insanı ilgilendiren diğer hususlardan çok da fazla değildir. Vahiy değişken her alan da olduğu gibi, siyasi alanda da katı sınırlar koyma konusunda çok az şey söyler ve bu alandaki düzenlemeleri insana bırakır. Çünkü insan Allah tarafından, siyasetin de içinde yer aldığı, düzenlenmesi kendisine ait bir çok alanda gösterdiği performans, doğruluk veya takva üzerinden imtihana tabi tutulmaktadır. Tamamıyla Allah’ın söz hakkının olduğu ve insana açık bir alanın bırakılmadığı bir sahada onun imtihan edilmesi zaten irrasyoneldir. İnsana yapılan böylesi bir teklif, Allah’ın adil oluşuyla denk düşmeyen bir tekliftir. Ayrıca vahyin, reel bir Dünya’ya iniyor olmasının kaçınılmaz bir sonucu olarak, o güne ait gerçekliğe cevaplar içeriyor olması da sonrası dönemlerde, İslam’ın tarih üstü bir siyasi sistem/model önerdiği, hatta bunu vacip kıldığı gibi bir algının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kur’an’ın siyasi alanda, kendisinden bir sistem devşirilemeyecek kadar az sayıda ayet içeriyor olmasının bir sonucu olarak, peygamberin sözleri, siyasetle ilişkisi ile ilk dönem Müslümanlarının siyasi tecrübesi, İslam’ın nasıl bir siyasi sistem önerdiği sorununa cevap üreten argümanlar olarak kullanılmıştır. Buradan yola
de benzeri bir özellik taşımaktadır. İnsaninsan, insan-varlık ilişkisinde eğer adalet ihmal edilirse ortaya zulümden başka bir şey çıkmaz. Bu nedenle ‘adalet’ siyasi bir ilke olmaktan önce ahlaki bir ilkedir. İnsanın varlıkla ve toplumla ilişkisinin olduğu her alanda adalet ihmal edilemez ve o sadece siyasi alana indirgenmemesi gereken genel ahlaki bir ilkedir. Ancak çoğunlukla adalet denildiğinde algılar siyasi alan üzerinde kesifleşmektedir. Örnekler çoğaltılabilir ve siyasetle ilgili Kur’an’dan çıkartılan her bir ilke için yaklaşık aynı şeyler söylenebilir. Kur’an’dan çıkartılabilen pek çok ilke siyasetin de içinde yer aldığı pek çok alan için geçerlidir. Bu ilkelerin bir kısmı belli alanlar için daha merkezi bir öneme sahipken, diğer alanlardaki önemi daha sınırlı olabilir. Diğer yandan vahiy insana öylesi amaçlar öngörür ki, bu amaçların gerçekleştirilmesi için yola çıkan insanın, siyasi alanın dışına çıkarak bunlara ulaşması pek mümkün görünmemektedir. Bu nedenle siyasi alanın içinde kalmak dinen gösterilen bir hedef ve farziyet olmamasına rağmen, pek çok değişmez sorumluluk alanı siyaseti de zorunlu hale getirmektedir. Bu nedenle siyasetten şeytandan kaçar
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
7
gibi kaçmak, aynı zamanda vahyin insanı
Bunun için metodolojiler geliştirilmiş ve
sorumlu tuttuğu pek çok vacibattan da
olmazsa olmaz yeni menşeiler üretilirken veya
kaçınmak anlamına gelmektedir. Bu yüzden bir
tabii kaynaklar dogmalaştırılırken, uygulama
toplumun yönetilmesinin kurumsal bir biçimde
ve inançlara sağlam (!) delil teşkil edilecek
yapılması anlamına gelen devletin gerekliliği,
vesikalar uydurulmaktan da çekinilmemiştir.
Mutezile’nin savunduğu gibi, dinen bir emir/farz olmaktan çok aklen bir zorunluluktur. İnsanlar, kurallara ve bu kuralların uygulanması için gerekli kurumsal yapılara ihtiyaç duymadan sorumluluklarını yerine getiren bir olgunluk ve seviyede olsaydılar devlete de ihtiyaç
Bu durumdan çokça zarar gören veya zarar görmekten öte menfaat devşiren kimdir, sorusu önemlidir. Dinden ve öncekilerin uygulamalarının dinselleştirilmesiyle oluşan yapıdan aktarılan kanıtlarla yürütülen siyaset
duyulmayacaktı. Ama bu ütopik bir durumdur.
tabiidir ki en çok despotik yönetimlerin
Herkes siyaset alanının içinde birer yönetici
yaramıştır. Yöneticide aranması gereken
olamayacağına göre genelin sorumluluğu, siyasi
şartlar öylesine dinileştirilmiştir ki, emir,
alanı denetleme üzerindendir. Çünkü siyasi
halife veya imam olarak atanması gereken
erki eline geçirmek aynı zamanda zulme yol
şahısa neredeyse peygamberliğe yakın bir
açabilecek bir çok imkana kavuşmak anlamına
karizmatik özellik atfedilmiş ve onlar siyasi
da geleceğinden, iktidar sahipleri halka
makamlarının kaçınılmaz hak sahipleri haline
hesap verebilmenin baskısını her an üzerinde
dönüştürülmüşlerdir.
hissetmeli ve insanların çoğunun sorumluluğu bunun denetlenmesi üzerinden olmalıdır. Yani yönetici erk öncelikle halka karşı sorumludur. Sorumluluğunun Allah’a karşı olduğunu ve Allah adına ve O’ndan alınan bir yetkiyle hükmetmesi nedeniyle hesabını Allah’a vereceği tarzındaki bir mazeretle, halkın denetiminden kaçma hakkına sahip değildir.
kendi konumlarını sağlamlaştırmalarına
Despotik/totaliter saltanat rejimlerinin yöneticileri, himayelerine aldıkları dini otoriter sınıfın dinden ürettikleri delillerle geliştirdiği saltanat/hilafet fıkhının sayesinde istibdatlarını gayet meşru bir zeminde sürekli hale getirme imkanına kavuşmuşlardır. Artık onların her türlü zalimane davranışı dinin doğal bir gereğidir, sorgulanamaz. Üstelik halktan değil, semavi
Ancak tarihte uygulama bu anlayış üzerinden yürümemiş, pek çok iktidar sahibi yönetim hakkını kendisine ait özel bir hak olarak görmüş, hatta her dönem kendine ait yorum ve uygulamayı meşrulaştırabilmek için dini deliller arama peşine düşmüştür. Hz. Peygamberin, kendi özel misyonu/risaleti ile siyasi amaçları birbirine karıştırmamak için yürüttüğü olağan üstü hassasiyet, kendisinden sonra yeteri kadar takdir görmemiş ve vefatının hemen akabinde, kendi arkadaşları, uygulamalarını haklı kılmak için az ya da çok dini deliller arama peşine düşmüşlerdir. Onların halefleri ise,yorumlarındaki farklılığa rağmen ya Hz. Peygamberin sağlığındaki uygulama ve sözlerinden ya da sonrasında ortaya çıkan uygulamalardan kendilerince yeterli dini deliller çıkartmakta çok da fazla zorlanmamışlardır. Tarihi uygulama, tartışma, çatışma ve yorumlar; devam eden zamanın
güçlerden ve Allah’tan aldıkları yetkilerle hareket ettiklerinden, onlara isyan etmek Allah’a isyan etmek anlamına gelmektedir. Çünkü bu otoriter güçler yetkiyi Allah’tan aldıklarından yalnızca Allah’a hesap verirler, halka değil. İşte bu anlayış, sadece İslam Dünyasını değil, doğusuyla batısıyla tüm Dünyayı siyasi alanda neredeyse tarih boyunca tesiri altında tutan en önemli yaklaşım biçimidir. Bu sayede despotik idareler din adına, Allah adına, sema adına insanlığı boyunduruk altında tutup, bundan büyük menfaatler devşirmişlerdir. Bu anlayıştan zarar görenler ise tüm insanoğlu olmuştur. Allah adına hareket ettiği için ulaşılmaz bir makam olan yönetim sahası, toplumun ilgisinin dışında kalmış ve bu işlerde ümmetin hiçbir rolü, denetimi ve müdahalesi olamayacağı inancı dinsel gerekçelerle yaygın bir anlayış olarak süregelmiştir.
uygulamaları için din haline dönüştürülmüştür.
8
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Oysa hiçbir insanın, bulunduğu makamda
biçimlenmiş bir İslam aliminin bu teorinin
verdiği hükmün veya hükmetme biçiminin
ötesinde söyleyebileceği ne olabilir? Raşit
Allah’ın kelimesinden veya Allah’tan gelen bir
halifeler döneminde tüm siyasi seçim
yetkiden kaynaklandığını iddia etme ve bu
modellerinin ortaya konduğuna ve yönetici
yolla denetim dışı olduğunu söyleme hakkı
tipinde bulunması gereken özelliklerin dinen
yoktur. Eğer bir iddia ortaya atılacaksa bu iddia
belirlendiğine ve ‘hilafet’ modelinin olmazsa
‘dini otorite’, ‘Allah’tan alınan yetkiler’, ‘Allah
olmaz tek İslami model olduğuna inanan bir
adına hükmetme’ üzerinden değil, üretilen
Sünni İslam alimi niçin yeni bir model arayışı
çözümlerin insanların umumi faydasına,
içine girsin ve bunu önersin? Aynı şekilde,
Kur’an’ın insanları kendisine çağırdığı ahlaki
tarihte insani uygulamalar/içtihatlarla ortaya
ve genel ilkelere uygunluğuna veya eğer varsa
çıkan biçimi ‘İslam nizamı’ zanneden bir ‘İslam
insanlar arasındaki ilişkiyi belirleyen geçerli özel
devleti’ davetçisinin insanlık tarihi boyunca
anlaşmalara denkliği üzerinden yürütülmelidir.
siyaset felsefesi üzerine yapılan çalışmalara
Böyle yapıldığında herkes denetleme ve
kapısını kapamasından ve insanlığın siyaset
sorgulama konusunda eşit konuma yükselecek
alanında elde ettiği ortak olumlu gelişmelerden
ve birilerinin Allah adına zulmetmesinin önüne
istifade etmeyi ‘dinden çıkma’, ‘Allah’tan
geçilecektir.
başkasını ilah edinme’ veya ‘şirk’ olarak
İlk dönem uygulamalarından yola çıkarak
isimlendirmesinden daha normal ne olabilir.
İslam’ın tüm çağlara yaygın siyasi bir modelinin
Siyasi model anlamında İslam’ın tarihin sonunu
olduğuna dair yaygın yanlış anlayışın ürettiği
getirdiğine ve en mükemmeli önerdiğine olan
diğer bir olumsuzluk da, toplumsal dirliği
inanç nedeniyle İslam Dünyasında ‘siyaset
sağlamada insanlığın ilerlemesine paralel
felsefesi’ üzerine kayda değer hiçbir ürün ortaya
olarak sürekli geliştirilmesi gereken siyaset
çıkmamış, çıkanlar da otorite sahiplerince tarihin
alanının dumura uğraması ve bu alanda
derinliklerine gömülmüştür.
yapılabilecek müspet çalışmaların önüne ket vurulmasıdır. “Özellikle siyaset ilmi, hakimiyetin şekillerini, ayırt edici özelliklerini ve usullerini konu edindiğinden, padişahların nazarında en tehlikeli ilim sayılmış, bu nedenle de bu ilmi ortadan kaldırmak için her yola başvurulmuştur. Müslümanların yükselme devirlerinde siyaset işiyle meşgul olmamalarının ve İslam alimlerinin bu ilimle ilgili eserler yazmamalarının diğer bir
Kabul etmeliyiz ki, batı dünyası siyaset felsefesinin gelişimi ve insanlığın ortak olarak kabul edip uygulayabilecekleri modeller üretebilmeleri açısından İslam Dünyasından çok daha hızlı bir gelişme göstermiştir. Oysa bu bayrağı insanlık adına Müslümanlar taşımalıydı. İnsanlığı siyaseten kendi şemsiyeleri altında toplayabilecekleri ortak değerler üzerine kurulu
sebebi de budur.”1
reddedilemez modeller üretebilmeliydiler. Batı
Siyaset ilminin gelişmemesinde, otoritelerin
evrensellik iddiasıyla ve daha da öte kendi
kendi varlıklarına tehlike saydıkları için, bu alan
gücünü pekiştirmek için ürettiği bazı özgün
üzerine yapılan çalışmaları engellemeleri ve bu
uluslararası ilişki biçimleri bile, batının karanlık
konuda iddiaları olanları baskı altına almalarının
yüzünü oluşturan emperyalist, sömürgeci,
etkisi kadar önemli diğer bir etken yukarıda
işgalci, faşizan, totaliter ilişki biçimlerine ve
vurguladığımız husustur. Yani bu alanda çalışma
İslam Dünyasının Allah adına hareket ettiğini
yapacak entelektüellerin/alimlerin algısında
iddia eden despotik saltanatlarına veya
siyasi alan zaten olmuş bitmiş bir alandır.
seçilmiş/masum imamlardan aldığı yetkiyle
İslam’ın siyasi modeli bellidir. Üstelik bu model
faşizan uygulamalara imza atan iktidarlara
ilahidir. Öyleyse yeni bir model üretmek için
göre çok daha ümit vericidir. Bugün BM
zihinsel ve bilimsel çaba göstermenin ne anlamı
gibi bir teşkilat, hem projelendirme hem de
vardır?
uygulama açısından Müslümanların öncülük
medeniyetinin sadece kendisini merkeze alan
Siyaset algısı ‘Şia imamet teorisi’ üzerine Ali Abdırrazık, İslam’da İktidarın Temelleri, s:48
1
yapmalarına çok daha yakın olması gerekirdi. Çünkü bu dinin mensuplarına önerdiği amaçlar ve yüklediği sorumluluk, varlık ve insanlık
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
9
adına BM türünden projelerin çok daha ileri
şekilde yorumlanması olmalıdır. Tarihi
düzeyde olanlarını üretmelerini ve uygulamaya
değerlendirmelerde genelde yapılan, olayların
koymalarını gerektirmektedir.
ve kişilerin ya yüceltilmesi ya da alabildiğince
Oysa bugün Müslümanların teori ve pratikte insanlığın faydasına sunabilecekleri neleri vardır? Siyasi alanda bir model olması açısından hemen hemen hepsi sorunlu ve günümüzde uygulanması imkansız olan ve bir elin parmaklarını geçmeyen sayıdaki modelin dışında ne üretebilmişlerdir? ‘Hilafet modeli’, ‘Sünni saltanat/hilafet modeli’, ‘Şia İmamet doktrini’, karizmatik otoriteyi ümmete yayarak2 aslında çağına göre devrim sayılabilecek bir görüşe sahip olduğu halde ‘hakimiyet Allah’ındır’ sloganını içi boşaltılmış bir şekilde rakiplerine yöneltip bir silah gibi kullandığı
yerilmesidir. Tarihi şahsiyetler hakkında bize gelen olayların doğruluk veya yanlışlığına, kişiler hakkında oluşmuş sabit kanaatler üzerinden karar verilmektedir. Bu da baştan beri eleştirdiğimiz, tarihsel olaylar üzerinden dinsel algılar ve inançlar üretme hastalığına yol açmaktadır. Ayrıca, genelde kabul edilmeye eğilimli rivayetler dikkate alınarak diğerleri görmezlikten gelinmektedir. Bu yöntem, kişileri veya olayları yüceltmeye, ya da tersine değersizleştirmeye kapı aralamaktadır.
için tarihten silinip giden ‘Harici görüş’,
Oysa “Farklı görüşleri bir arada sunmak, tarihi
devletin tüm uygulamalarının tarihte çözülmüş
olayın sadece bir yönüyle yetinmeyip rivayetleri
ve ‘İslam Nizamı’ olarak belirlenmiş olduğu
etraflıca irdelemek ve olayı tüm boyutlarıyla
iddiasıyla problemi sadece ‘İslam Devleti’nin
görebilmek için derinlemesine düşünmek
kurulmasında gören ‘Siyasal İslam modeli’
zorundayız. Tarihi hüküm ve tarihi tercih de
dışında Müslümanlar insanlığın ortak olarak
bundan sonra gelmelidir. Hiçbir zaman önce
kabul edebileceği hangi modeli önerebilirler?
değil… Tarihi bir olayın analizinde karşı ekol
Sıraladığımız bu modeller öylesine problemlidir ki, ‘bu da bizim insanlığın ortak mirasına katkımızdır’ denilerek ortaya sunulmayı asla hak etmemektedirler. Diğer taraftan bu modellerin savunucularının zihninde İslami model olarak başka da bir şey canlanmadığından ileriye dönük yeni modellerin üreyebileceğine dair
rivayetlerini sunmak, olayın bütünlüğünü tümüyle ortadan kaldırmaz. Olayların oluşum ve alanlarını sihirbazca işaretlerle kökünden değiştirmez. Hatta deyim yerindeyse, sadece olayın renginde bir değişiklik meydana getiren bu ‘etraflı bakış’ okuyucuya gerçeğe en yakın ve olumlu renk tonları seçme fırsatını verecektir.”3
ümitler yeşermemektedir. Bunun olabilmesi
İşte bu nedenlerle biz bu yazımızda, siyasi/
için öncelikle zihinlerde yerleşmiş geçmiş
dini modeller diye takdim edilen görüşlerin
algısının yıkılması gerekmektedir. İşe başladığı
kendilerine dayanak yaptıkları ilk dönem tarihi
noktadan girmek bir zorunluluktur. İslam’ın
olaylarının yorumlanmasına bir giriş denemesi
sabit bir siyaset modeli önermediği ve var olan
yapacağız. Amacımız, zannedildiğinin aksine
modellerin tarihte, özgün koşullar içinde, o
o dönemlerde ortaya konan tecrübenin ebedi
zamanın çocukları tarafından dine ve olaylara
dinsel bir model üretmek veya var olan böylesi
getirdikleri yorumlar üzerinden üreyen modeller
bir modeli uygulamak amacına dönük olmaktan
olduğu hakikatinin açıklık kazanabilmesi için,
çok, sahip oldukları bilgi, tecrübe ve algılarıyla
tüm modellerin kendilerine referans kıldıkları ilk
siyasi alanı biçimlendirdiklerini; bunda İslam’ın
dönem siyasi olaylarının yeniden bir okumaya
etkisi olduğu kadar, İslam öncesi dönemden
tabi tutulması mutlaka gereklidir.
gelen bilgi ve uygulamaların, çevresel, kabilevi,
Yapılması gereken tarihi yeniden yazmaya çalışmak değil; tarihte olmuş olayları, kişileri, çatışmaları bize ulaşan doğru deliller ve belgeler üzerinden olduğu gibi görmeye çalışmak ve bunun ardından da bugüne fayda sağlayacak
kişisel etkilerin de olduğunu ortaya koymaktır. O döneme ait böyle bir analizi yapmaktaki amacımız, tümüyle reddedip, karalayıp üzerini çizmek değildir. Ya da İslam öncesi dönemi İmadüddin Halil, İslam Tarihi bir yöntem araştırması,
3
Hamid Dabaşi, İslam’da Otorite, s. 198
2
10
s11
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
abartarak hak etmediği şekilde yüceltmek
Muhammet’in siyasi ilişkilerinde dikkate aldığı
de değildir. Ancak kabul etmek zorundayız
saiklerin ortaya çıkması, gerekse vefatından
ki, o dönemin insanları kendi zamanlarının
sonra ortaya konan siyaset etme biçimlerinin
çocuklarıydılar. İslam’ın önerdiği amaçlar
dayanaklarının açıklığa kavuşması açısından
ve ilkeler doğrultusunda yeni uygulamalara
önemlidir.
adımlar attıkları ve yeni kurumsal yapılar ürettikleri halde, İslam öncesi dönemden bir çok bilgi, tecrübe ve uygulamayı İslami döneme taşıdılar. Dolayısıyla, kendi zamanlarını aşacak,
II-RİSALET ÖNCESİ ARAP TOPLUMUNUN SİYASİ YAPISI
insanlıklarının üzerine çıkacak, kendilerinden
Miladi 7. yüzyılda Arap yarımadasındaki siyasi
sonraki tüm zamanlarda geçerliliğini koruyacak
yapıyı anlamanın hem Hz. Muhammet’in siyasi
bir modeli üretmelerini onlardan beklemek ham
ilişkilerindeki saikleri, hem İslami dönemdeki
bir hayal olacaktır.
değişim ve sürekliliğin hangi alanlarda cereyan
Hatta taşınanlar arasında sadece olumlu ve faydalı uygulamalar yoktu, aynı zamanda bir çok menfi tesir ve uygulama da İslami döneme taşındı ve bunların etkisi kendisini gösterdi.
ettiğini, hem de ondan sonra ortaya çıkan siyasi ilişki ve çatışmaları doğru anlayabilmek için gerekli olduğunu ifade etmiştik. Ancak bu döneme ‘cahiliye dönemi’ mantığıyla yaklaşıldığı için, çoğunlukla küçümseyici ve yerici bilgiler
Ehl-i sünnetin, sonraki tüm zamanlar için geçerli
ön plana çıkartılmakta ve bu dönemden İslami
kılmak amacıyla o döneme ait uygulamaları
döneme sarkan olumlu ve olumsuz etkiler göz
‘icma’ adı altında dini kaynaklar arasına
ardı edilmektedir. Bu nedenle o zamanla ilgili
yerleştirmesi büyük bir yanılgıydı. Şianın
ortalama bir bakış açısına sahip kişiler, cahiliye
imamlara verdiği masumiyet vasfını Ehl-i
döneminin her şeyiyle terk edilip üzeri örtülen
Sünnet tüm ümmete yükledi ve ‘ümmetin yalan
ve bir daha asla dönmemecesine gömülen bir
üzerine birleşemeyeceği’ tezi üzerinden, ilk
dönem olduğu zannına sahiptirler.
dönemlerde peygamber ashabının siyasi alanda yaptıkları uygulamaları, üzerinde birleştikleri birer ‘icma’ olarak kabul etti. Madem ki ümmet yalan üzerine birleşmezdi, öyleyse ilk dönem uygulamaları, üzerinde icma edilmiş hususlar olarak dinin değişmez kuralları olmalıydı.
Oysa iki dönem pek çok sosyal uygulama itibariyle birbirinin devamı niteliğindedir. Cahili toplum yapısı bir çok adet, gelenek, uygulama ve ilişki biçimi ile İslami dönemde de varlığını sürdürmüştür. İslam cahili döneme ait bazı uygulamaların sürmesine izin vermiştir. Hz.
Oysa basit bir tarih bilgisi bile, halifelerin
Muhammed’in vahyin onu yönlendirmesiyle
seçiminde asla icma oluşmadığını, hiçbir
o toplumun yapısında meydana getirdiği
halifenin seçim şeklinin diğerine benzemediğini
değişimler, daha çok öze ve niteliğe ait
ortaya çıkartacaktır. Aynı şekilde, peygamberin
değişimlerdir. Şekle ve uygulamalara ait
arkadaşları ve aile fertleri siyasi tartışmalar
değişiklikler ise daha az sayıdadır. Ayrıca cahili
yüzünden büyük savaşlara imza atmışlar,
dönemde var olan husumetler, kısmen küllense
peygamber döneminde müşriklerle yapılan
de İslami dönemde de varlığını sürdürmüş ve
savaşlarda dökülen kanın kat be kat mislini
ortaya çıkan bazı çatışmalara kaynaklık etmiştir.
kendi aralarında dökmüşler, peygamber döneminde koparttıkları müşrik kellelerinden çok daha fazlasıyla birbirlerinin kellelerini kopartmışlardır. Dolayısıyla ashap yıldızlar gibi, hangisine uysak bizi doğru yola ulaştıramamıştır. Aynı şekilde onlar her türlü dini/dünyevi uygulamada icma da etmemiştir.
Cahili yapıdan İslami döneme varlığını devam ettiren ve İslami siyasi yapının şekillenmesine kaynaklık eden önemli bir durum da o döneme ait siyasi yapıdır. Gerek peygamber döneminde, gerekse Devr-i Nebi’den sonraki süreçte ortaya çıkan siyasi yapı şekillenirken, o devrin insanları, cahiliyeden beri var olan siyasi tecrübe
Müsteşriklerce önemsenen, İslam tarihçileri
ve idare mekanizmalardan faydalanmaktan
açısından ise adet üzere bir değiniden
çekinmemişlerdir. Ortaya çıkan düzen ve siyasi
ibaret olan İslam öncesi dönem, gerek Hz.
sistem, vahyin yönlendirmelerinin etkisini
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
11
taşıdığı gibi, önceden beri var olan tecrübe ve
mallarına, hem otlatma bölgelerine el koyar,
birikimlerin de etkisiyle şekillenmiştir.
erkeklerini köleleştirir, kadınlarını cariyeleştirirdi.
İslami siyasi yapının şekillenişini daha iyi
Peygamberden önce Araplar arasında, çevre
anlayabilmek için o dönemin yapısını özlü bir
topraklarda olduğu gibi politik bir birlik
şekilde ortaya koymamız gerekiyor.
kurmanın gerekliliğine dair fikirlerin oluşmaya başladığının kimi işaretleri ortaya çıkmaya
Peygamberin tebliğe başladığı o toplumda ortalama bir Arap zihnen, bırakalım bugünkü ‘devlet’ kavramını, aynı yüzyılda Dünyanın başka topraklarında yaşayan bir insanın sahip olduğu ‘devlet’ algısına bile sahip değildi. Bilindiği üzere Arap yarımadası, kuzeyden o dönemin süper güçleri olan Doğu Roma imparatorluğu ve Sasani imparatorluğu ile güneyden Habeşistan ve Yemen krallıklarıyla çevriliydi. O bölgelerde yaşayan insanlar Araplara göre, merkezi bir
başlamıştır.5 Ama çoğunlukla Araplar, ‘siyasi birlik’, ‘merkezi otorite’, ‘devlet’ gibi kavramların ortaya çıkardığı bir bilinçten uzaktılar.
Siyasi Hayatın Temel Belirleyicisi: Kabile İslam öncesi Arap siyasi yapısını anlamaya çalıştığımızda karşımıza çıkan ilk olgu; kabile ve kabileciliktir. O dönemde “Arapların büyük
otoriteye bağlı bir yönetim anlayışını kabul edebiliyorken, onlar bunu asla kabul etmezler, hatta bunu anlayamazlardı. Yarımadayı kuşatan büyük devletler için Arap çölleri geçiş bölgesi olması dışında bir özelliğe sahip değildi. Hiçbir zenginliği barındırmıyordu. Üstelik geniş çöl toprakları nedeniyle kontrol altında tutulması çok zor bir bölgeydi. Bu nedenle yüzyıllar boyunca bölge zaman zaman işgallere uğrasa da, asla bir imparatorluk veya krallık otoritesinin boyunduruğuna girmedi.
çoğunluğunun, kabileden başka herhangi bir siyasi yapı tecrübesi yoktu.”6 Kabilenin üzerine yükseldiği temel ise akrabalık ve kan bağı idi. Kan bağı ile birbirine bağlı gruplar kabileler halinde bir arada yaşıyor ve birbirleriyle dayanışarak varlıklarını sürdürüyorlardı. “Tek başına kan ilişkisi Bedevilerin hayat yörüngesini belirler, aileleri aşiretlere, aşiretleri kabilelere bağlar. Büyük kabile federasyonu dahi geçmişini görünür bir kan bağı ile izleyerek tüm halkını bir şecere sistemi içinde toplar.”7
Buna rağmen Arapların kendi aralarında -bir
“Her kabilenin kendi yaşlılarından oluşan
iki kısa süreli deneme ve girişimler istisna
bir meclisi (mele) vardı. Bu meclisin başına
tutulursa- siyasi bir birlik kuramamalarında
aralarından seçtikleri kişiyi geçirirlerdi. Ancak bu
Arabistan yarımadasının ortasındaki arazinin
kişinin otoritesi de sınırlıydı.”8 Yani Arap zihniyeti
genişliği, tabiatın sertliği, sıcak çöl koşulları,
kabile içi mutlak otoriteyi de kabul etmezdi. Bu
çölde ulaşımın zorluğu ve bedevi kabilelerin çok
nedenle kabile reislerinin/seyyidlerin gevşek
yaygın bir yerleşime sahip oluşları ve sürekli
bir otoritesi vardı. “Genel olarak seyyid kabile
yer değiştirmeleri etkili olmuştur. Bu tarza
üyelerine emir veremez, fakat sadece onları
uygun yaşamaya alışkın Arap kabilelerinin
ikna edebilirdi. Yerleşmiş bir örfün bulunmadığı konular genellikle kabile meclisi veya
birleşerek bir devlet ortaya çıkarmaları ve yerleşik bir siyasi yapı üretmeleri imkansızdı.
4
konseyinde karara bağlanırdı. Burada seyyidin
Geniş çöllerde özgürce yaşamaya ve sürekli göç
şahsiyeti -ki çoğu kez yaşlı bir kimse idi- ve
ederek hayvancılık yapmaya alışkın bedeviler
genellikle sahip olduğu hitabet kabiliyeti istediği
için önemli olan kendi bölgesi içindeki otlatma
kararı aldırmasını sağlayabilirdi.”9
hakları idi. O sınır kavramını anlayamazdı,
5
çölde dilediği gibi göç eder ve hayvanlarını
6
Prof A.Aziz Duri, age, s.72 W. Montgomary Watt, İslam’da Siyasal Düşüncenin
otlatabileceği bir yer bulur ve oraya konardı. Bulamadığında başkalarının otlatma bölgelerini ele geçirmek için savaşa tutuşurdu. Bu nedenle
Oluşumu, s.29 Hamid Dabaşi, İslam’da Otorite, s.42
7
Prof. Dr Ahmet Akbulut, Hz. Muhammed sonrası ilk
8
siyasi krizin teolojik yansımaları,Kelam Araştırmaları
sık sık kabile savaşları yaşanır, savaşların sonunda kazanan taraf, karşı kabilenin hem Prof A.Aziz Duri, İlk Dönem İslam Tarihi, s.69
4
12
4:2 (2006) s.4 W.Montgomery Watt, İslam’da Siyasal Düşüncenin
9
Oluşumu, s.70
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Seyyid genelde dış kabilelere karşı bir temsilci
katkıda bulunurlar ve onu öderlerdi. Görüldüğü
ve kabile içi ilişkilerde bir hakem fonksiyonu
gibi kabilelerin bu şekilde dayanışmasında
üstlenirdi. Kabilenin kutsal sembollerinin
ve kan bağı üzerine bir birlik oluşturmasında
muhafızı da kabilenin seyyidi idi.10 Çoğunlukla
anahtar kelime ‘güvenlik’ kelimesidir. Her Arap
savaşlarda komutanlık bile yapmazdı.
kendi güvenliğini sağlama almak için kendi
Ancak savaş emîrini o seçer ve kabilesinin
kabilesinin içinde kalmak ve dışlanmamak
erkeklerinden oluşan ordusunu seçtiği emîrin
zorundaydı. Çünkü o günkü Arap toplumunda
komutanlığında savaşa gönderirdi.
insanların güvenliğini sağlayan bir üst yapı veya
Kabile seyyidliği babadan evlada geçen bir miras olarak görülmezdi. Seyyid ölünceye kadar bu görevde kalır, öldüğünde kabilenin yaşlıları bir araya gelerek içlerinden birini yeni seyyid olarak seçerlerdi. Diğer kabile üyeleri de yaşlıların seçtiği yeni seyyide biat ederdi. Biat etmemek genelde kabileden kovulmak
bir kolluk kuvveti yoktu. Daha da kötüsü bir kabilenin güvencesi altında olmayan birisinin başına gelecek bir zarar, uğrayacağı bir haksızlık veya zulüm nedeniyle hakkını aramak için müracaat edebileceği bir adliye teşkilatı da yoktu. Her problem kabile ilişkileri çerçevesinde çözülüyordu.
veya kabileye savaş ilan etmek anlamına
Kabile ilişkisi olmayan bir şahsın güvenliğinin
geliyordu. Bu nedenle seçilen yeni seyyide biat
tehlikeye girmesinin en temel nedeni, “Arapların
etmeyi reddedenleri bekleyen şey kellelerinin
bir şahsı öldürmeyi bizatihi (ahlaken) yanlış bir
uçurulmasıydı.
davranış olarak telakki etmemeleriydi. Yanlış
Görüldüğü gibi kabile içi otoriteyi tesis eden esas unsur, seyyidin otoritesi olmaktan çok, kabile mensuplarının, dışlanma veya kabilenin güvencesini yitirme korkusuydu. Bunun anlamı ise ölmekten başka bir şey değildi. Bu nedenle kabile içinde müthiş bir dayanışma vardı. Kabile mensupları kabileyi ilgilendiren her ortak faaliyete katılmak zorundaydılar. Bu nedenle kabileyi tehdit eden bir dış sebep ortaya çıktığında tüm kabile birleşerek ona karşı çıkar, gerekirse savaşırdı. Böylesi durumlarda haklılık ya da haksızlık önemli değildi. Kabile üyelerinden birisi bir dış tehdide maruz kalmışsa haklı ya da haksız olmasına bakılmaksızın o kişi hemen topluca savunulurdu. Eğer kabile üyelerinden birisi başka bir kabile tarafından öldürülürse, meselenin doğrusunu yanlışını
olan, o şahsın kendi akraba veya müttefik grubunun üyesi olmasıydı.”12 Kendi grubunun üyesini öldüremediği gibi, bir kabileye mensup veya onların koruması altındaki bir şahsı da öldüremezdi. Bunu yanlış bulurdu. Ama bunu çoğunlukla ahlaken bir hata olarak görmezdi. “İslam öncesi Arabistan’ında, bir başka şahsa karşı, onun bir insan olması gerçeğine dayalı genel bir sorumluluk duygusu yoktu. Genel olarak, çölde karşılaştığınız bir adamı öldürmekte bir hata veya günah söz konusu değildi.”13 Yani bir Arabın vicdanı kabilesiydi. Kabileciliğin belirlediği sınırlar neye müsaade ediyorsa bir Arabın vicdanı da ona müsaade etmektedir. Çünkü bundan daha ötede Arapları fiziken bağlayan veya engelleyen bir etmen de bulunmuyordu.
sormaksızın onun intikamı alınırdı. Topluluğun
Bu tarz durumların önüne geçmek, güvenliği
diğer üyelerine ‘yardım’ etmek ve gerekirse
sürekli kılmak için kabileler arası veya aileler
onların ölümünün intikamını almak, topluluğun
arası ilişkilerde yerleşmiş bir kural vardı. Bu da
her bir üyesi için kutsal bir görevdi. Bazen
‘kısas’ kuralıydı. ‘Göze göz, dişe diş, cana can’
öldüren kabileden diyet talep edilirdi. Bu
şeklindeki kısas ibaresi, toplumsal güvenliği
genellikle küçümsenen bir uygulamaydı.11
sürdürmenin en etkili yoluydu. “Kısası göze
Bir kabile diyet ödemek zorunda kaldığında öncelikle ailesi diyeti öder, ailenin gücü diyeti ödemeye yetmiyorsa tüm üyeler mallarından
almadan herhangi bir kişi güçlü bir kabilenin üyesini öldüremezdi. Bununla beraber, diğer durumlarda öldürmemek için herhangi bir neden
M.G.S. Hodgson, İslam’ın Serüveni-1, s.87
12
W.Montgomery Watt, İslam’da Siyasal Düşüncenin
13
10
11
Oluşumu, s.22
W.Montgomery Watt, Hz. Muhammed’in Mekkesi, s.40 W.Montgomery Watt, İslam’da Siyasal Düşüncenin Oluşumu, s.21
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
13
yoktu.”14
himayeyi alanlar o kabilenin komşuları olarak uzun süre, kabilenin güvenlik haklarından
‘İlaf’ Kavramı ve Siyasi Hayatı Belirleyen Diğer Ticaret ve Güvenlik Anlaşmaları
faydalanırlar ve hiç kimse onların zayıflığından faydalanarak saldırıda bulunma cesaretini gösteremezdi. ‘Mevali’ ve ‘car’ kelimeleri hem himaye edenleri hem de himaye edilenleri
O günkü Arap toplumunda Arap olmayanlar ve
tanımlamak için kullanılırdı. ‘Mevali’ veya ‘car’
zayıf kabilelere mensup olanlar da vardı. Ayrıca
sistemiyle bir kabilenin himayesine giren birisi
her kabile mensubu kabile içi bir çatışmada
artık o kabileden kabul edilir. Ona yapılan her
dışlanmak ve kabilenin güvenlik şemsiyesinden
türlü muamele himayesindeki kabileye karşı
çıkarılmak tehlikesiyle karşı karşıya idi. Zayıf
yapılmış addedilirdi. Dolayısıyla himayeye alan
kabileler ve muhtelif nedenlerle bir kabileye
kabile himayesindeki ‘mevla’ veya ‘car’ının
mensup olmayanlar açık bir tehditle karşı
kanından sorumlu olur, onu korurdu.
karşıyaydılar. Arap siyasi yapısı bu tür durumlar için merkezinde kabileciliğin ağırlığının ortadan kalkmadığı başka uygulamalara da sahipti.
kabile arasında veya güçlü kabile mensubu ile
Bu uygulamaların başında ‘himaye’ sistemi
mensup olanlar arasında yürütülen ilişki
gelmekteydi. Bir kabile veya akraba topluluğu
biçimleriydi.
kendi içinde dayanıştığı gibi, kendisine göre daha zayıf akraba kabilelerini himayesine alabilir, onları da koruması altında tutardı. Ancak bu konuda çok da bağlayıcı bir etken yoktur. Genellikle mertlik, sığınanı koruma, misafirperverlik gibi daha üst ahlaki ilkeler zayıf akraba kabileleri himaye etme dürtülerini
hiç kabilesi olmayan ya da zayıf bir kabileye
İslam öncesi Arap siyasi yapısında bir de denkler arasında yürütülen ilişki biçimleri vardı. Bu ilişki ‘hilf’ olarak isimlendirilen siyasi ortaklık ilişkisiydi. Çeşitli bireyler veya topluluklar bir amaç için hilfler oluştururlardı. Kişiler kendi aralarında bu tarz birlikleri
artırırdı.
kurabildikleri gibi kabileler özel antlaşmalarla
Himayenin bir diğer şekli ise bir tür yanaşma
oluşturabilirlerdi. Bunlara bir çeşit ittifak
olarak isimlendirilebilecek mevali (tekili
antlaşması da denilebilir. Hilfin özel bir şekline
Mevla) uygulaması idi. Arap olmadığı için hiçbir
örnek olarak Hz. Muhammed’in peygamberlikten
kabileye mensup olmayanlar veya kabilelerinden
önce üyesi olduğu ve mensubu olmaktan
dışlanmış olanlar başka bir kabileden birisinden
hep gurur duyduğu ‘hilf-ul fudûl’ anlaşması
hamilik isterler ve kabul görürlerse kabile
verilebilir.
hilflere üye olabilirler ve güçlü siyasi birlikler
mensubu onun mevlası olurdu. Çoğunlukla bu sistem özgürlüğüne kavuşan köleler için uygulanırdı. Bir köle özgürlüğüne kavuştuğunda genellikle artık onun mevlası olarak isimlendirilen geçmişteki sahibinin yanaşması olurdu.15 Mevali sisteminin biraz genişletilmiş şekli ise ‘car’ sistemi idi. ‘Car’ komşuluk demektir. Kısa veya uzun bir süre birisinin kabilesine bağlanmak zorunda kalan kişiye verilen himayeye ‘car’, bir şahıs veya gruptan himaye edilmiş komşuluk talebinde bulunmaya ‘isticare’, bu himayeyi vermeye ise ‘ecare’ denirdi.16 Bu W.Montgomery Watt, Hz. Muhammed’in Mekkesi, s.40
14
W.Montgomery Watt, İslam’da Siyasal Düşüncenin
15
Oluşumu, s.23 W.Montgomery Watt, Hz. Muhammed’in Mekkesi, s.40,
16
14
Himaye, mevali, car ilişkisi güçlü kabile ile zayıf
İslam öncesinde Arapların hayatında önemli bir unsur da ticaretleriydi. Arapların bedevileri genelde çobanlıkla geçimlerini sağlarlarken, daha büyük şehirlerde yaşayanlar çoğunlukla ticaretle uğraşırlar ve uzun ticari yolculuklara çıkarlardı. Arap yarımadasını bir ucundan diğer ucuna kat ederek kuzeye ve güneye doğru yapılan bu ticari yolculuklardaki en büyük tehlike yol güzergahındaki güvenlik problemiydi. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, bir Arabın zihniyeti, çölde ticaret için yolculuk yapan birisinin kendisine kısas uygulayacak veya diyet talep edecek bir kabilesi olmadıktan sonra ahlaken onu öldürmekte ve mallarını gasp etmekte bir mahsur görmezdi. İslam’da Siyasal Düşüncenin Oluşumu, s.24
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Hz. Muhammed’in dördüncü kuşaktan dedesi
kabileler için Kureyşin önemi biraz daha arttı.
olan Kusay bin Kilab, Mekke’nin siyasi tarihinde
“Kureyş dışı kabilelerle yapılan anlaşmalarla
adı bilinen en eski liderlerindendir. Onun soy
(ilaf) Haşim yalnızca Mekke kervanlarının
kütüğünü Arapların atası Adnan’a ve oradan da
ticaret yolu üzerindeki emniyetli geçişini
Hz. İsmail’e kadar uzatırlar. Hz. Peygamberin
sağlamakla kalmadı, aynı zamanda Mekkelilere
doğumundan yaklaşık birbuçuk asır önce,
silahlı koruma (güvence) sağlayan diğer Arap
miladi beşinci asırda yaşadı.
17
İmza attığı
uygulamalarla Mekke’ye dirlik, düzen ve zenginlik getirdi.
kabilelerini de yeni oluşan ticari teşkilatlanmaya dahil etti.”21 Tüm Arabistan yarımadasındaki kabileler
“Kusay’ın oğlu Abd-i Menaf, Mekke’nin
Kureyşle yaptıkları ‘hilf ittifakları’ ile car/civar/
yabancılarla olan siyasi ve iktisadi
komşuluk anlaşmaları yapıyor ve bu sayede
münasebetlerini geliştirerek şehrin itibar ve
‘ilaf’ güzergahındaki güvenlikli yolculuk hakkını
nüfuzunu sağlam esaslara oturttu: Bizans,
elde etmiş oluyorlardı. Bunlar ‘ilaf’ güzergahı
İran ve diğer ülkelerin imparatorları ona,
üzerinde olmayan ama bundan yararlanmak
kendi ülkelerine ticari kervanlar sürmesi
isteyen Kureyş dışındaki kabilelerdi.
için izin verdiler.”
18
Abd-i Menaf’ın Bizans
imparatorluğundan, Sasani İmparatorluğundan, Habeşistan Necaşisi’nden ve Yemen Himyeri Kralı’ndan ayrı ayrı aldığı ticari izin belgeleriyle, tüm Arabistan yarımadasında ticaret üzerinden yürüyen siyasi bir üstünlük kurma fırsatı yakaladı.19 Ancak ticari güzergahın güvenliğinin sağlanması gerekiyordu. Bunu ise oğlu Haşim
Haşim İbn Abd-i Menaf ‘mudarebe’ adı altında Arap ticaretine yeni bir düzenleme getirdi.Bu sistemde tüccarlar bir arada ya da işbirliği içinde girişimlerde bulunuyor, böylelikle risklerini en alt düzeye indirirken karlarını da en üst düzeye çıkarabiliyordu.22
gerçekleştirdi.
Mekke ve Kabe’nin Önemi
Hz. Muhammed’in birkaç kuşak öteden
Kureyş suresinde ‘ilaf’, ‘ticari yolculuklar’ ve
dedesi olan Haşim’in Kureyş kabilesinin lideri
‘güvenlik’ meselesi dışında Kabe’ye de atıf
olduğu sıralarda, babası zamanında Suriye
yapılır. “Kureyşin ilafı için, Kış ve yaz (ticari)
ve Yemen’e doğru başlatılan ticari hamlenin
yolculukları ilafı için”23 denilirken Haşim’in
mükemmelleştirilebilmesi için, Kureyş ile batı
başlattığı ‘ilaf’ anlaşmasına atıf yapılmaktadır.
Arabistan (Necd) ticaret yolu üzerindeki diğer
Aynı şekilde “Onları her türlü korkudan emin
kabileler arasında varılan bir anlaşma (‘ilaf)
kılana (ibadet etsinler)”24 ayetinde de bu tarz
ile Mekke ticaret kervanlarına Suriye ile Yemen
anlaşmalarla sağlanan güvenlik ortamına
ticaret merkezleri arasında güvenli geçiş hakkı
işaret edilmektedir. “Bu beytin Rabbine kulluk
(hafara) tanındı.20 Kuranda Kureyş suresinde
etsinler.”25 ayeti de Kabe’nin özelde Kureyş,
bu anlaşmaya (ilaf) ve Suriye ile Yemen’e
genelde ise Arap toplumu açısından önemini
düzenlenen ticari yolculuklara atıflar yapılır.
ortaya koymaktadır. Bu sûre İslam öncesi Arap
Uzun bir ticari güzergahı güvenli hale getiren
toplumu siyasi yapısının özeti gibidir.
‘ilaf’ anlaşması bir anda Arapların ticari hayatına
Arapların ticari ve güvenlik anlaşmalarıyla
yön veren ve siyaseten yeni ilişkilerin ortaya
oluşturdukları siyasi yapıda, tüm bu kurumları
çıkmasına yol açan bir anlaşma oldu. Kureyşin
bir arada tutan şey, simgesel ve dini bir merkez
Mekke ve Kabe’den kaynaklanan merkezi
olan Kabe idi. Ebrehe’nin Mekke’yi ele geçirmek
önemine bir ikincisi daha eklenmiş oldu. ‘İlaf’
ve Kabe’yi yıkmak için yaptığı girişim, Allah’ın
nedeniyle tüm Arabistan yarımadasındaki
müdahalesi ile tam bir felaketle sonuçlanınca
Muhammed Abid el-Cabiri, Arap-İslam Siyasal Aklı,
17
s.99
buranın Araplar nezdindeki manevi değeri bir Hamdi Dabaşi, age, s.54
21
Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi-1, s.35
22
Muhammed Hamidullah, Aziz Kur’an, s.750, 3 no.lu
23
18 19
dipnot
Kureyş suresi, 106/1-2 Kureyş suresi, 106/4
24
Hamid Dabaşi, age, s.52
20
Hamdi Dabaşi, age, s.54
Kureyş suresi, 106/3
25
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
15
kat daha arttı. Kur’an’daki sıraya göre Kureyş suresinden bir önceki sure olan ‘Fil Suresi’nde bu olaya işaret edilmektedir. Bu iki surenin Kur’an’da peş peşe yer alması tesadüfi değildir. Bu sureler İslam öncesi Arap toplum yapısı göz önünde bulundurularak, ancak birlikte ele alındığında anlaşılabilir olmaktadır. Aksi
Haşim’in dedesi olan Kusay tarafından kurulan Daru’n-nedve işlerin görüşüldüğü bir merkez niteliğindeydi. Yaşı kırkı geçenler bu meclisin doğal üyesiydi. Umumi bir mesele olduğunda bunlar Daru’n-Nedve’de toplanır, meseleyi
takdirde pek çok meal sahibinin yaptığı gibi ‘ilaf’
istişare ederler ve bir karara bağlarlardı.
kelimesine ‘kolaylık, alıştırma’ anlamları verilir
Mekke’nin Daru’n-nedve merkezinde
ve ayetlere “Kureyşi alıştırdığı(!) için…” gibi
bugünkülerle karşılaştırılamasa da bir tür
ucube mealler verilir.
hükümet etme mekanizmasına sahip olduğunu
Allah’ın Beyti, ilahi müdahalelerle korunuyordu ve orası ‘harem’ yani dokunulmazdı. Arapların zihninde Kabe hakkında oluşan bu tasavvur, Kabe özelinde Mekke’nin ve tabii ki Kureyş’in siyasi önemini ve üstünlüğünü kat be kat perçinliyordu.
vardı. “Bütün Mekke kabilelerin putları, Kabe’de toplanmıştı; böylece birçok değişik ibadet şekli, tek bir tarzda şekillenmişti.. Ortak putperest ibadetinin mabedi olarak Kabe’nin oynadığı özel rol, Mekke’lilere münhasır kılınmamıştı. Mekke kabilelerinin putlarının yanı sıra, Kureyş müttefiki olan kabileler de kendi put ve fetişlerini getirmeye, böylece ortak bir kutsiyete katılmaya teşvik edilmişti.”26 Üç büyük put olan Lat, Menat ve Uzza ise hemen hemen tüm Arapların tapındığı putlardı. Hac mevsiminde Mekke’ye gelerek Kabe’yi ve oradaki büyük putlarla, kendi kabilelerinin putunu ziyaret eden Araplar, salat ve tavaf ile dinsel görevlerini yerine getiriyorlar, dualarıyla ve kestikleri kurbanlarla putlardan bereket ve kötülüklerden ve belalardan uzak durma talep ediyorlardı. Hac ayları aynı zamanda ‘haram aylar’ olarak kabul ediliyor ve bu aylarda tüm savaşlara son verilerek, güvenli bir şekilde hac ve diğer ticari faaliyetler sürdürülebiliyordu. Diğer Arap kabilelerine göre oldukça aristokratik olan Kureyşliler, ‘Harem’ in muhafızlarıydılar. Kabe nedeniyle Mekke, diğer Arap yerleşim merkezlerine göre daha gelişmiş bir siyasi mekanizmaya sahipti. Onları farklı kılan ise, Kabe’nin muhafızları olmaları nedeniyle ‘Muhrimun’ kurumuna sahip olmalarıydı. Bu kurum, Kabe’nin hizmetleri çerçevesinde bir dizi M.G.S. Hodgson, age, s.94
26
söyleyebiliriz. Çok bağlayıcılığı olmayan, daha çok, Hac organizasyonu ve birkaç sefirlik, anlaşmazlıkları çözme ile anlaşmaları yürütme üzerine kurulu bir tür gevşek bakanlık görev paylaşımı söz konusuydu. Bunlardan ‘sefir’ (münafir), diğer kabilelerle görüşmeleri yürütürdü; ‘Eşnak’, haksızlığa uğrayanların hak
Kabe’nin dini anlamda çok büyük bir önemi
16
görevin paylaşılması esası üzerine kuruluydu.
ettikleri tazminat miktarlarını belirler; ‘Meşura’, Daru’n-Nedve’de alınan kararları onaylardı; ‘Rifade’ işini üstlenen kişi, vergi toplar ve bunları hac esnasında izzet ve ikram ve ihtiyaç sahipleri için kullanırdı; aynı şekilde bazıları da askerlerin ve sancağın düzenlenmesi işiyle ilgileniyordu.27 Ayrıca hacla ilgili, Mabedin idaresi, Kabe’nin muhafazası, kutsallığının korunması ve anahtarlarının taşınması, Kabe perdedarlığı, hacılara su temini, hacılara yiyecek ve diğer ihtiyaçlarda yardımcı olma gibi vazifelendirmeler de vardı. Tüm bu görevler, birer görev ve sorumluluk olmanın ötesinde, diğer kabile ve ailelere karşı bir üstünlük ve onur vesilesi olarak görülürdü. Gerek peygamberin davetini yürüttüğü sürede, gerekse daha sonraki dönemlerde önemini yitirmeyen bir diğer müessese ise hakemlik müessesesi idi. Arapların kendi aralarında çıkan problemleri çözmek için bugünkü anlamda bir adliye teşkilatları yoktu. Anlaşmazlıklar karşılıklı çözülmeye çalışılır, olmazsa kabilenin reisine veya varsa ‘mele’ sine -yani ihtiyarlar heyetine veya Mekke özelinde Daru’n-Nedve’yegötürülürdü. Bazen bu bile sorunu çözmek için yeterli olmazdı. O zaman tek çare kılıçların çekilmesine kalırdı. Ama bunun önüne geçmek için Arapların kullandığı bir yöntem daha vardı ki, o da ‘hakemlik’ sistemiydi. İki tarafın da onayladığı bir hakem ihtilafları Muhammed Hamidullah, İslam Tarihine Giriş, s.48
27
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
örfi teamüllere göre çözerek karara bağlardı.
çekimser ve tarafsız kalıp sonrada hızlı bir
Ancak, hakemlerin aldığı kararı destekleyip
şekilde İslam’a girmeye başlamalarında oynadığı
uygulatacak somut bir müessese veya kolluk
roldü.
kuvveti olmadığından, hakemlik mevzularda güçlüler aleyhlerine alınan kararı genelde onaylamazlar ve adaletsizlikler sürüp giderdi. Böylesi durumlarda işi çözmek gene kılıca kalırdı. İslami dönemde de bu müessese zaman zaman kullanılmış ama etkisi ve faydası cahiliye
Kureyş peygamberin davetine, çoğunlukla doğruluğu veya yanlışlığı üzerinden değil, kabileciliğin verdiği hamaset duygularıyla karşı çıkıyordu. Peygamber ise siyaseten Kureyşin tüm Arap kabileleri üzerindeki tesirinin
dönemindeki gibi sınırlı kalmıştır.
farkındaydı ve Kureyşe üstün gelmeden
Mekke’yi önemli kılan bir diğer husus da,
üzerinde tesirli olamayacağını gayet iyi biliyordu.
burada hac mevsiminde kurulan pazarlar
Diğer yandan güvenlik açısından kabileciliğin
ve panayırlardı. Arabistan yarımadasının
tüm dar kurallarının sınırlarını aşması mümkün
dört bir yanından gelen Araplar, burada hem
değildi ve bunları göz önünde bulunduran bir
yanlarında getirdikleri ürünlerini satarlar,
siyaset gütmeden davasında başarılı olamazdı.
hem ihtiyaçlarını satın alırlar, hem de diğer
Bu nedenle davası için kabileciliğin tüm
kabilelerle kültürel, siyasi bilgi alış-verişinde
imkanlarını kullanmaya dönük bir siyasetle
bulunurlardı. Mekke hac mevsiminde bir
hareket etti.
tür kabileler konfederasyonuna dönüşürdü. Hz. Muhammed’in atalarının kurduğu ‘Ukaz pazarı’ “kabileler arası ticari bir fuar olmanın çok ötesinde, merkezi öneme sahip kültürel, dini, siyasi, sosyal ve ekonomik bir olaydı. Buraya tacirler mallarını getiriyor, şairler şiir okuyor, hacılar ibadetlerini yapıyor,kabile şefleri güçlerini pekiştiriyor, aşiretler dayanışmalarını sağlamlaştırıyor ve her şeyin üzerinde Kureyş’li Mekkeliler otoritelerini icra ediyorlardı.. ‘Ukaz’ Kureyş’in dini ve siyasi otoritesinin en güzide ifadesi idi. Aynı zamanda İslam-öncesi Arap kültürünün küçük bir evreniydi.”28
Arabistan yarımadasındaki diğer kabilelerin
Kureyşin dışındaki Arapların gözü -her ne kadar peygamberin davetini cevapsız bırakıyor olsalar da- Müslümanlarla Kureyşliler arasındaki bu çatışmadaydı. Bunu peygamberlik üzerinden yürüyen bir tür kabile içi çatışma olarak görüyorlar ve kesin galip gelenin yanında yer almak için tetikte bekliyorlardı. Ne zaman ki peygamber, Arapların gözünde Kureyşle eşit düzeyde anlaşmalar yapan ayrı bir kabile görüntüsü vermeye başladı, Arap kabileleri de art arda Medine’ye heyetler göndermeye başladılar. Olayın ‘ilaf’, ‘güvenlik’ ve ‘Arabın cana ve mala
III-İSLAM-ÖNCESİ ARAP SİYASİ YAPISININ İSLAM DÖNEMİNİ ANLAMADA ÖNEMİ: SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİM İslam-öncesi Arap toplumunun siyasi yapısıyla ilgili ortaya çıkan tabloda birkaç hususun etkisi İslam döneminde süreklilik ve değişim açısından önemli rol oynadı.
da önemi büyüktü. Kureyşliler peygamberin davetini muhtemelen, ‘ilaf’ üzerinden oluşturdukları ticari/siyasi düzene karşı bir tehdit olarak algılıyorlardı. Çünkü ‘ilaf’ı ayakta tutan esasen ‘Arabın cana ve mala kastetmede dikkate aldığı zihniyet’ti. Bu zihniyet tüm Arap yarımadasında müthiş bir güvenlik zafiyeti ortaya çıkarıyor ve ‘ilaf’a girmeyen kabilelerin
Bunlardan bir tanesi, kabilecilik ve kabilecilik merkezinde önemli etkiye sahip güvenlik meselesinin, gerek Kureyşlilerin peygamberin davetini ısrarla reddetmelerinde, diğer yandan peygamberin ise inatla Kureyşe İslam’ı kabul ettirmede gösterdiği olağanüstü çaba sadedinde, gerekse diğer kabilelerin bu davaya uzun süre Hamid Dabaşi, age, s.56
28
kastetmede dikkate aldığı zihniyet’ açısından
ticaret yapması ve büyük güvenlik önlemleri almadan yolculuk yapması imkansız hale geliyordu. Bugüne benzeterek konuşursak, günümüzdeki cuntacı baskı rejimlerinin kendilerini haklı kılmak için terör olgusundan meşruiyet devşirmeleri gibi, o günkü ‘ilaf’ sistemiyle tüm Arabistan yarımadasında üstünlük kuran Kureyş düzeni, vicdanı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
17
kabileciliğin bağlayıcıyla sınırlı olan ve bunun
Eğer Kur’an ayetleri ve peygamberin daveti
ötesinde herkesi öldürmede ve malını gasp
ortaya koyduğumuz bu tablo üzerinden
etmede kendini haklı bulan Arap zihniyetinden
okunursa, o topluma değişim anlamında neyi
meşruiyet devşiriyordu.
önerdiği de ortaya çıkacaktır. Örnek olması
Oysa peygamberin daveti, bu zihniyeti yıkan bir içeriğe sahipti. Cahili zihniyet, canı dokunulmaz/ haram kabul etmez, sadece kabilevi koşullar bunu gerektirdiği zaman cana dokunmaktan
açısından, veda hutbesinde peygamberin kullandığı birkaç ifadeyi alıntılamamız bunu delillendirmemiz açısından kifayet edecektir: “Şahitlik ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur. O
uzak dururdu. Aynı şekilde evladını, karısını,
birdir. O’nun eşi ve ortağı yoktur.”29
kölesini dilediğince tasarruf edebileceği
“Gününüz haram olan, dokunulmazlığı olan
malı gibi görür ve öyle de yapardı. Kendi
bir gündür. Ayınız haram olan, dokunulmazlığı
evladını diri diri toprağa gömmekten, kölesini
bulunan bir aydır. Beldeniz haram olan,
öldüresiye dövmekten, eşini/karısını bir meta
dokunulmazlığı bulunan bir beldedir. Ey insanlar!
gibi görmekten ve bazen onu başka erkeklerin
Kanlarınızı ve mallarınız da yüce Rabbinize
koynuna atmaktan çekinmezdi. Bu durumlardan
kavuşacağınız güne kadar, bu gününüz, bu
rahatsızlık duyan ve bu tür uygulamalardan
ayınız ve bu beldeniz gibi birbirinize haram ve
kaçınan önemli bir kesimin mevcudiyetine
dokunulmazdır.”
rağmen o günkü zihniyetin ürettiği siyasi düzen bunların gerçekleştirilmesine engel değildi. Peygamberin davetinin özü, tüm bunları ortadan kaldırıcı nitelikteydi. Onun davetinin özü, cahili toplumu ayakta tutan ve ona karakterini veren temel özelliklere karşı net bir duruşu ve karşı çıkışı ifade ediyordu. Bu anlamıyla, bugünün
“Kimin yanında sahibine iade etmediği bir emanet varsa onu sahibine versin.” “Cahiliye dönemine ait bütün kan davaları kaldırılmıştır.” “Artık cahiliye döneminde geçerli olan bütün faizler de kaldırılıp geçersiz kılınmıştır.”
kavramlarıyla ifade edecek olursak, cahili
“Kadınların hakları konusunda Allah’tan korkun.
toplumun temel niteliklerini ortadan kaldırmayı
Şüphe yok ki, sizin onların üzerinde hakkınız
hedef edinme ve ona meydan okuyucu bir
vardır. Onların da sizin üzerinizde hakları vardır.”
retoriğe sahip olması açısından devrimciydi. İlk inen ayetlerden başlamak üzere, peygamberin veda hutbesine kadar, tüm Kur’an ayetleri ve peygamberin insanlara yaptığı tebliğde ve verdiği öğütlerde, cahili toplumun yapısını şekillendiren temel niteliklere açık meydan
“Kişiye gönlünden vermediği sürece kardeşinin malı helal olmaz. Zorla alarak kendinize zulmetmeyin. Benden sonra sakın cahiliye uygulamalarına dönüp birbirinizin boynunu vurmayın.”
okuyuşun ve bunları kökten değiştirmeye dönük
“Hepinizin Rabbi birdir, babası birdir. Hepiniz
devrimci duruşun izlerini görmek mümkündür.
Adem’in çocuklarısınız. Adem’de topraktandır. Allah katında en şerefliniz en muttaki olanlardır.
İfade ettiğimiz gibi İslam’dan önceki dönemde
Arabın arap olmayana bir üstünlüğü yoktur.
o toplum, Mekke ve putlarla donatılmış Kabe
Üstünlük ancak takva iledir.”
merkezinde bir put düzeni ile Kureyşe hizmet
“Kölelerinize karşı iyi davranın. Onlara
eden; can güvenliğini ve mal emniyetini kabile vicdanına hapseden ve onların haramlığını/ kutsallığını kabileler arası anlaşmalar dışında hiçbir ahlaki ilkeye bağlamayan bir sosyal ilişki biçimine sahip olan; kadınları ve köleleri birer meta olarak gören; ticareti gücü yettiğinin hakkını elinden alma, tartı ve teraziye hile karıştırma, faiz sistemi üzerine kuran bir yapıya sahipti.
yediklerinizden yedirin, giydiklerinizden giydirin. Onlara azap vermeyin, işkence yapmayın. Size amir tayin edilen kimselere, bir köle bile olsa, Allah’ın kitabına göre idare ettiği sürece itaat edin.”
Görüldüğü üzere peygamberin veda hutbesinde Hz. Peygamberin veda hutbesinden yaptığımız bu
29
alıntılar, Buhari, Megazi 77, Bedü’l Halk 2 de, Müslim, Kasame 29 da geçmektedir.
18
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
söyledikleri tüm hayatı boyunca, o toplumun yapısına karşı kökten meydan okuduğu söyleminin bütün unsurlarının özeti gibidir. Tevhid ilkesiyle put düzenine; canların ve malların haram olduğunu, kan davalarının son bulduğunu söyleyerek kabilecilik ideolojisine ve basit kabile vicdanına; faize, malların gasp edilerek veya başka hileli yollarla el konulmasına karşı çıkarak adaletsiz ekonomik düzene; kadınların, kölelerin, Arap olmayanların haklarını savunarak ve üstünlüğü takva esası üzerinde sabitleyerek o günün eşitliksiz sosyal düzenine; kölelerin bile başa geçebileceğini söyleyerek, Kureyşin veya aristokratların yönetim üzerindeki üstünlük hakkını savunan siyasi sistemine meydan okuyor ve cahili toplumun temellerini sarsan devrimci bir duruş sergiliyordu. O, her canın eşit olarak dokunulmaz olduğunu ve cana kastetmenin Allah katında büyük bir cezayı gerektiren sorumluluğu bulunduğunu söylüyordu. Bu söylem, Kureyşin, can güvenliği zafiyeti üzerine kurulu ‘ilaf’ düzenini tehdit eden bir tezdi. Bu nedenle Kureyş’in bunu onaylaması
Arap kültürünün unsurları kullanılmıştır.”30 Süreklilik açısından düşündüğümüzde, peygamberin vefatı sonrası ortaya çıkan siyasi düzen yani hilafet sistemi ve bunun uygulanışı, İslam-öncesi dönemin kabile siyaseti ve danışma/istişare kurulları üzerinden yürüyen sistemin bir devamı niteliğindeydi. Peygamber dönemi bile, risalet görevinin getirdiği özel uygulamaları ve İslam’ın ruhuyla uyuşmayan gelenekleri istisna tutarsak bunun dışında olmadı. Ne peygamberin, ne de inen Kur’an ayetlerinin sırf eskiye muhalefet olsun diye o günün müspet ve faydalı uygulamalarına bir karşı çıkışı olmadı. Onlar olduğu gibi bırakıldı. Mümkünse geliştirildi. Değişim açısından düşündüğümüzde ise, peygamber davetinde kabileciliği oluşturan kan bağı esasının yerine iman kardeşliğini ve kabile vicdanı yerine Allah’a takva ve ahirete uzanan cezai sorumluluk ilkesini yerleştirdi. Bu, kabilenin tümüyle sonu anlamına gelmiyor; kabile, iman ve takva esasları üzerinden
mümkün değildi.
yeniden tanımlanarak, eski kabileciliğin yerine
‘ilaf’ olayı gibi Kabe’deki put düzenini yıkıcı
topluluk karşıtlığı ikame ediliyordu. Bu anlamda
bir söylemi, yani tevhidi öngören bu davet
kabilelerin tümüyle ortadan kalkmadığını ama
nedeniyle Kureyş peygambere karşı çıkmaktan
İslami etkinin kabilevi etkiyi baskı altına alarak
başka bir yol bulamadı. Belki de Kabe’nin
sürekliliğin sağlandığını görüyoruz.
iman esası üzerinden kabile veya ayrı bir
putlarla dolu olması ve bu yolla oluşan put düzenine muhalefeti nedeniyle peygamber Medine’nin ilk dönemlerinde bile yüzünü Kudüs’e, arkasını Mekke’ye dönerek namaz kıldı. Bunda Yahudilerle ilişkisinin seyri de rol oynadığı halde, peygamberin siyaseten Mekke’nin rolünü azaltmak için böyle davrandığını düşünmemek için bir sebep yoktur. ‘ilaf’ güzergahındaki Kureyş’in ticari kervanlarına düzenlenen saldırılar da esasen, Mekke’nin ‘ilaf’ üzerinden yürüyen ticari/siyasi düzenine bir darbe niteliği taşıyordu.
İslam aynı zamanda kan davası, otlak, su ve ganimet için savaşmak yerine Allah için savaş kavramını ikame ederek, dar kabile ilişkisinden Dünyaya nizam vermeye (marufu emredip, münkerden sakındırmaya) dönük bir vizyon ortaya koydu. Ancak devam eden süreçte, kabilecilik ve ganimet tutkusu Arap zihninde her zaman etkisini gösteren unsurlar olarak kalmaya devam etti. Zaman zaman İslami etki güçlenirken, çoğu durumda kabilevi akım ve ganimet tutkusu
Diğer yandan “İslam siyasi kültürü öncesi ve sonrası devirler arasında süreksizlikler olduğu gibi, birçok süreklilik de mevcuttur. İki kültürel yapı arasındaki en önemli bağlantı, kalıcı ve evrensel olan hiyerarşik -yasaklayıcı, bağışlayıcı ve sınırlayıcı- bir otorite düzeninin asli şeklidir. Ancak, yeni bir hiyerarşik otorite düzeninin, yani İslam’ın inşasında dahi, yeri alınan düzenin, yani
etkisini arttırdı. Kabilecilik ve İslam-öncesi dönemden kalan kabile sürtüşmeleri, kabileler arası rekabet ve kan davaları yeniden hortladı. Hatta, devr-i Nebi’den sonra ortaya çıkan siyasi ihtilafların ,büyük savaşların ve kavgaların geri planında kökeni cahiliye dönemine kadar uzanan bu etkiler mevcuttur. Hamid Dabaşi, age, s.83
30
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
19
Peygamberin vefatından üçte bir asır gibi
değiştirmeye dönük bir dinamizmi ortaya
bir zaman geçtiğinde, İslam’a en son giren
çıkartmayan bir mesaj olur.
Kureyş temsilcilerinin elinde kabilevi etki tekrar siyaseti sarmalına aldı. Üstelik İslam’ı ve bu dinin etkisiyle ortaya çıkan yeni otorite mekanizmalarını da yedeğine almıştı. Bu nedenle kabilevi akımın temsilcileri, iktidarı ele geçirince asla put düzenine geri dönmeyi talep etmedi. Arabistan yarımadasından pagan dini ve putların hakimiyetindeki düzen günümüze kadar hiç geri dönmemecesine tarihe karıştı. Çünkü kabilevi akımın temsilcileri siyasi otoritesini bu dinden aldığı kavramlarla kalıcı kılabiliyor, artık putlar adına değil ama Allah adına insanlara hükmedebiliyordu. Bu ise İslam’ın değiştirmek için geldiği şeyin bizatihi kendisiydi. Ancak yaklaşık otuz yıllık süreçte bile İslamöncesi döneme ait etkiler ne İslami akımın temsilcilerinin uygulamalarından ne de onlara muhalefet edenlerden uzak olmadı. Ortaya çıkan siyasi model, İslam-öncesi bilinen ve tecrübe edilen kimi müspet yönleri içerdiği gibi aynı zamanda İslam’ın tesiriyle ortaya çıkan yeni uygulamaları da içermekte idi. Bunu üretenler ise başta peygamber olmak üzere, hem alışageldikleri uygulamaların tesiriyle hem de İslam’ın onlara sunduğu vizyonla hayata yeniden biçim vermeye çalışan o dönemin insanlarıydı. Ortaya onların algı ve bilgi sınırlarını ve kendi zamanlarının koşullarını aşmayan bir siyasi model çıktı. Bu model, bu dinin tüm insanlık tarihine önerdiği tek ve değişmez bir siyasi sistem değildi. Çünkü, o dönemin kendine has koşullarıyla şekillenmişti. Ancak en azından bu siyasi sistemin şekillenişi, sonraki dönemlerdeki insanlar için önemli örnekler barındırmaktadır. Bu örneklik sistemin kendisi üzerinden değil, şekillenişindeki kimi
karşıya olduğumuz ‘kapitalist sistem’in temel dinamiklerini, kişilerin malla ilişkilerinde sabitleştirdikleri kotları, sosyal ve siyasi ilişkileri belirleyen unsurları iyi bir okumaya tabi tutup tahlil edemezsek ve köklü bir eleştiri ve alternatif bir söylemle bunlara meydan okuyamazsak, yapacağımız tüm İslami davetler ve gayretler boşa çıkacaktır. İslam’ı kapitalist sistemin olumsuz yönlerine bir ilaç veya bir yama gibi göstermek de sorunun çözümü olmayacaktır. Sistemin kokuşmuş, çürümüş yönlerini ayıklayıp yerini İslam’la onarmak ve böylece kapitalist sistemden bir İslami siyasi veya ekonomik sistem çıkacağını ummak boş bir hayal olacaktır. Çünkü, peygamber dönemi toplumunun şekillenişi de böylesi bir tarzda olmamıştır. Ancak öncelikle kapitalist sistemin temel nitelikleri ve onu ayakta tutan değişmez unsurları iyi tespit ederek bunlara meydan okuyucu devrimci bir söylemle yola çıkılırsa, bu nitelikler ortadan kalktığında kapitalist sistem de ortadan kalkacak ve yerine ikame edilecek yeni unsurlarla İslamın gösterdiği hedeflere uygun yeni bir sistem inşa edilecektir. Bu yeni sistemde kapitalist sistemde var olan kimi faydalı unsurlar sürekliliğini devam ettirse de, özellikle varlığını kapitalizmin ruhundan alan pek çok kurumun yerinde yeller esecektir. Aynı şekilde yeni dönemde öylesine yeni uygulama ve kurumlara ihtiyaç hissedilecektir ki, bunların geliştirilmesi ve uygulamaya konulmasıyla olgunlaştırılan yapı asla İslam’la yamanmış kapitalist siyasi-ekonomik sistem görüntüsü
unsurlar üzerinden olmalıdır.
vermeyecektir. Bu sistemde kapitalizm
Çıkartabileceğimiz sonuçlardan bir tanesi,
varlığını devam ettirmesine rağmen bu böyle
yaşanılan toplumun veya karşı karşıya olunan
algılanmayacaktır.
sistemin karakterinin iyi tespit edilmesi üzerinedir. Eğer sistemin temel karakteri iyi anlaşılmazsa İslam o topluma, pek çoklarının yaptığı gibi, tek tip veya sabit bir mesajla ulaştırılmaya çalışılır. Bu ise çoğunlukla topluma kökten tesir eden ve temel niteliklerini
20
Günümüz açısından düşünürsek, karşı
döneminde de var olan bir çok faydalı uygulama
Benzer bir tecrübe İslam-öncesi dönem ile İslam’dan sonraki dönemde de yaşandı. İslam’ın meydan okuyuşu, o dönem toplumunu temel nitelikleriyle öylesine değiştirdi ki, eski dönem bir bütün olarak cahiliye toplumu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olarak isimlendirildi. Cahiliye toplumundan İslami döneme varlığını sürdüren sayı olarak oldukça önemli bir yekun tutan pek çok uygulama da asla cahiliye dönemi uygulaması olarak algılanmadı. Oysa vakıa buydu. Aynı şey kapitalist sistemin dönüşümünde de vuku
Ancak, değişimi sadece kapitalizmin eksiklikleri olan kimi ahlaki davranışlarla sınırlarsak, kapitalist sistemden bu yönleri ayıkladıktan sonra sistemi bir bütün halinde koruyarak ahlaki yönünün İslam’dan, ekonomik ve siyasi yönünün kapitalizmden seçilip alındığı eklektik bir yapı üretmiş oluruz ki bu İslamın önerdiği hedefler açısından asla işlerliği olan bir yapı olmayacaktır. Öncelikle kapitalist sistemde, sadece birer uygulama gibi gözüken kimi yapılar aslında onun ruhunu yansıtan veya ondan kaynaklanan yapılardır. İkinci olarak, kapitalist sistemin kabuğu -içi İslam’ın maneviyatıyla doldurulsa bile- bu dinin mensuplarına gösterdiği hedefleri uygulamak için kesinlikle yeterli gelmeyecek, bu öneri kapitalizmin manevi yöndeki eksikliklerini onaran ve -İslam’ın değil- kapitalizmin devamlılığını sağlayan bir proje olacaktır. Yani ortadan kaldırılması gereken kokuşmuş bir sistem İslam’ın maneviyatıyla onarılmış olacaktır. Oysa, kapitalizmin köklerini ve üzerine dayandığı temel dinamikler iyi tespit edilip bunlara karşı geliştirilecek ve bunları batıl kılacak meydan okuyucu ve devrimci İslami söylemle, kapitalizmin sadece olumsuz manevi ve ahlaki unsurları değil, kendi mantalitesinden kaynaklanan pek çok kurumsal yapı ve uygulama da boşa çıkacak ve anlamsızlaşacaktır. Geriye, oluşan dinamiklerle İslami hedeflerin gerçekleştirilmesi için, kapitalist dönemden kalan kimi faydalı veya zararsız uygulamalarla birlikte yeni kurumsal yapıların üretilmesine kalacaktır. Bunun yönteminin nasıl olacağı
www.islamiyorum.com
bulabilir.
konusu ise ayrı bir tartışma konusudur. Bu nedenle bu konuya girmeden yazımızı burada noktalıyoruz. -BİTTİ-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
21
Dosya: Din ve Devlet İktidar Talebi ve İslam : Makale - 1
İktidar Talebi ve İslam’da Devlet Yusuf İmamoğlu Devlet, genelde “belirli bir ülkede, üstün bir
de insan hayatının her boyutuna kendi rengini
iradenin hakimiyetine tabi olarak yaşayan
verebilecek esaslara ve sosyal, ekonomik,
insanlar topluluğunun teşkil ettiği, ayrı ve
siyasi, dini… bütün alanları; bireysel, toplumsal,
müstakil şahsiyete mâlik, hukuki bir kurum”
dünyevi ve uhrevi boyutta kuşatacak bir görüş
biçiminde tanımlanmaktadır. Hukuki olması,
ve yönlendirmeye sahip bir dünya görüşü. Bütün
millete kabul ettirdiği, kendisini de bağlayan
alanları ve boyutlarıyla hayatın, Allah’ın dilediği
hukukun idarecisi/sahibi olmasından; müstakil
ve razı olacağı şekilde yaşanmasını sağlayacak
bir şahsiyete sahip olması ise millet/vatandaş
niteliktedir. Dünyada ve ahirette huzura ve
ve millet desteğinin ötesinde sevk ve idare etme
barışa kavuşmanın, zulümden kurtulup adaleti
gücüne sahip tüzel bir kişilik olmasındandır.
sağlayabilmenin garantisi, Allah’ın indirdiği
Sosyal yapılanmaların en organik/örgütlü ve
dine uygun hareket etmektir. Bu, hayatı O’nun
en üst düzey biçimidir. Hayata, topluma dair
istediği şekilde dönüştürmeyi gerektirir.
1
bir düşüncesi olan hiçbir dünya görüşünün kendisinden bigane kalamayacağı bir yapı ve güçtür. Hemen her dünya görüşünün kendisini yaşanılır kılmak, hayatta gerçekleştirmek, hakim ideoloji olabilmek için başvurduğu bir araçtır.
başlar. Allah’ın vahyini insanlara duyurmaya çalışan peygamberlerde ve onun davetini yeniden diriltmeye çalışan salihlerin örnekliğinde
Çünkü devlet, toplumun hakim gücüdür.
görüldüğü gibi. İslam’a inanan ve O’nu
İslam da bir dünya görüşü olduğuna,
duyurması/paylaşmasıyla gerçekleşen iletişim,
sosyal hayatın her alanıyla ilgili hedefleri,
karşılıklı gelişmeyi, hayrın çoğaltılmasını sağlar.
gerçekleştirilmesini istediği esasları ve
Hakkın kendilerinde yankı bulduğu kimselerle
prensipleri, insan hayatını değiştirmek ve
bireysel dönüşüm toplumsal bir dönüşüme
dönüştürmek gibi gayeleri olduğuna göre O’nun
doğru yol alır. Yanlış anlayışların düzeltilmesi,
da bir iktidar talebi var mıdır?
doğruların paylaşılarak çoğaltılmasıyla İslam,
Allah’a ve Resulü Muhammed’e gereği gibi inanan bir bireyle başlayan İslamî dönüşümün, genelde siyaseti, özelde ise devleti göz ardı ederek düşünülmesi İslam’ın doğasına uygun değildir.
Talip Türcan, Devletin Egemenlik Unsuru ve
1
Egemenlikten Kaynaklanan Yetkileri, Ankara Okulu Yayınları, S:23
gereği gibi anlayan bireylerin, etrafına hayrı
toplumu dönüştürmeye başlamış demektir. Vahyin doğru anlaşılma çabası kitlelere yayıldıkça hayrı, adaleti talep ve temsil eden bir topluma doğru yürüyüş başlamış olur. Müslüman bireyler temiz ahlakı, dürüst ve güvenilir kişiliği ile söylediklerinin örnekliğini yapmak, Rabbi ile
Şüphesiz ki İslam bir dünya görüşüdür. Hem
22
Dönüşüm öncelikle bunu kabul eden bireyden
olan bağı da bu örnekliğin gücü ve referansı olmak durumundadır. Ahlak, sosyal ilişkiler, ekonomi, siyaset gibi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
alanlarda fahşayı, münkeri ve zulmü ortadan
gelmesi kaçınılmazdır. İyilik ile kötülük
kaldırıp adaleti ve marufu ikame etmeye
arasındaki çatışma, hayır ve adalet uğrunda
çalışmak, bu dönüşümün esasını teşkil eder.
mücadele edenlerin yardımlaşma ve dayanışma
İslam ahlaksızlığa, yaratıcıya isyana izin
içinde olmalarını zorunlu kılar. Organik bir yapı
vermediği gibi başkalarına zulmetmeye, hakka
halinde fahşayı ve zulmü icra edenlere karşı
tecavüz etmeye de müsaade etmez. Allah’ın,
birer birey olarak duranların ona karşı direnme
hesap gününün ardından zalimleri ve müşrikleri
güçleri olamaz. İnsani gelişimin ve toplumsal
cezalandırmasından kurtulabilmek, dünyayı da
dönüşümün doğası gereği, ferdiyetçilik esasına
cennet bir mekan haline getirmenin çabasıyla
dayanan duruşlar, bulunduğu yapı içinde
mümkündür. Hayrın, adaletin ve huzurun
erimeye mahkumdur. Bir tek birey olarak,
esası olan tevhidi yaygınlaştırma çabası aynı
İslam’ı kabul etmek, hayatını O’na göre
zamanda zulme engel olma çabasıdır da. Bunun
tanzim etmekle, kendisine ve başkalarına
bir dünya görüşü olarak uygulandığı toplum,
zulmetmekten kurtulmuş olsa da zulmün pasif
adaletin egemen olduğu, herkesin başkasından
bir destekçisi olmaktan kurtulmuş olamaz. Hem
memnun olduğu bir ortam haline gelir. Zira
sağlam bir birey olabilmek hem de zulme galip
İslam, bireysel hayatın, evin, ibadethanelerin
gelmek için Allah’ın ipine el birlik olarak sarılmak
duvarlarına hapsolunmak üzere değil bütün bir
gereklidir.
hayatın dinamiği olmak üzere indirilmiştir.
Müslümanlar, bütün samimiyetleri, gayretleri
İslam’ı hayrın ve iyiliğin kaynağı olarak görmek
ve yardımlaşmalarıyla hakkın ve hayrın
ve O’nun istediği değişimi gerçekleştirmek
yaygınlaşması için mücadele ederken,
üzere yola çıkmak, bir mücadeleyi ve bu
şer odakları da fesadın sabit kalması ve
mücadelenin gerektirdiği gibi davranmayı
yaygınlaşması için sürdürdükleri mücadeleyi
kabul etmek anlamına gelir. İyiliği yapmak onu
bırakmayacaklardır. Müslümanların
emretmeyi yani onu yaygınlaştırma çabasını,
mücadeleleri, zalimlerin bastırma, saptırma
münkeri yapmamak onu nehyetmeyi yani
ve maniple tehditleriyle karşı karşıyadır.
ona engel olma çabasını da beraberinde taşır.
Seslerinin bastırılması, zor kullanılarak
Müslümanların, kendilerinden hayırdan başkası
engellenmeleri, yoldan çıkaracak oyunlarla
beklenmeyecek, elinden ve dilinden herkesin
karşı karşıya gelmeleri, topluma farklı şekillerde
razı ve memnun olduğu kimseler olması,
tanıtılmaları… karşılarında bulunan gücün doğası
zulme engel olmak için mücadele etmelerinin
gereğidir. Bu, kitlelere ulaştırmaya çalıştıkları
başka bir ifadesidir. Zalimlere karşı verilen
vahyin mesajının sürekli hakim güçlerin tehdidi
mücadelenin, bizzat zalimlerin hayrını istemekle
altında bulunması demektir. Zira taşıdıkları
ilişkin bir davranış da olduğu atlanmaması
mesaj, zalimlerin, milleti sömüren odakların
gereken önemli bir noktadır. Ancak zulümden
çıkarlarına zarar verecek, onların düzenlerini
ve münkerden faydalananlar her zaman vardır,
altüst edecek niteliktedir.
bitmemesi için onlar da bir mücadeleyi her zaman göze almaktadırlar. Tarih zaten zulümden istifade edenlerle onlara karşı direnenlerin
Beşeri ideolojilere dayanan devletler birer çıkar örgütlenmesidir. Statükolarını korumak onlar
mücadelesinden ibaret değil midir!?
için vazgeçilmez bir konudur. İnsan hakları,
İslam’ı bireysel ve toplumsal her türlü alanda
tek gerçek, meşruiyet kazanabilmektir. Onlardan
adaletin garantisi olarak görmek, bunun gereği
ne adalete rıza göstermelerini ne de adalet
gibi davranmanın bir mücadele gerektirdiğini,
taleplerini hoş görmelerini beklemek gerçeğe
zalimlerin ise buna karşı ellerinden geleni
uygun değildir. Yaşanan gerçeklik bu olduğuna
yapacaklarını bilmek, Müslümanlar için ne anlam
göre:
ifade eder!?
adalet, demokrasi söylemlerinin altında yatan
İktidar gücüne sahip olmayan bireyler ister
Hayır ve iyilik yönünde gerçekleşmekte olan
birey olarak kalsınlar isterse çeşitli şekillerde
değişim ve dönüşüm sürecinin engellemelerle
örgütlenmiş olsunlar, zulmün ortadan
karşılaşması, bir çatışma ile karşı karşıya
kaldırılmasını ve hayrın önündeki engellerin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
23
bertaraf edilmesini tam olarak başaramazlar.
için öncelikle iktidarı oluşturanların bunun
Hayır yolunda yardımlaşma ile ulaşılabilecekler
için bir irade ortaya koymaları gerekir. Kendi
elbette bireylerin tek başına ulaşabildiklerinden
çıkarlarını düşünmeyen, hayır, iyilik ve adalet
daha fazla ve daha güçlüdür. Daha geniş
için kendini görevli sayanlar bu gücü kontrol
bir alanda daha kalıcı etkiler meydana
etmedikçe iktidar, sadece sahibine hizmet eden
getirmeye daha yakındır. Ancak bu tür
bir araç haline gelmekten kurtulamaz.
çabalar, ne kadar samimi ve fedakar olurlarsa
***
olsunlar ulaşabildikleri, kendi kapasiteleri ve karşılaştıkları engellerle sınırlıdır. Hayır için yardımlaşanların sayı, güç ve kapasiteleri ne kadar ise ulaşabildikleri de o nispette olur. Bütün güç ve imkanlarıyla doğrunun ve yanlışın ne olduğunu anlatmış, hatta zulme ve şerre karşı fiili mücadele içine girmiş de olsalar durum böyledir. Verdikleri mücadelenin kalıcılığı ise başka bir sorundur. Ulaştıkları sonuçlar, başardıkları hususlar her an yok edilme tehdidiyle karşı karşıyadır. Bir toplumda marufun, adaletin kalıcı hale gelebilmesi için toplumsal güçlerin bunlara sahip çıkması gerekir. İktidar ise bu güçlerin önemli ve vazgeçilmez unsurlarından biridir. Nasıl ki, yardımlaşma ile bir araya gelen bireylerin gücü tek tek sahip oldukları gücün toplamından daha fazla bir anlam ifade ediyorsa, toplumsal kurumların bir şeye destek vermesi de öyledir. Sadece belli bir coğrafya ve sınırlı bir toplum içinde değil bütün bir dünyada vahyin sesini duyurmak için de otorite, göz ardı edilemeyecek bir araçtır. Dolayısıyla Allah’ın insanlar için indirdiği hayrı insanlar arasında yaygınlaştırma, beşeri otoritelerden kaynaklanan her türlü zulmü ortadan kaldırma, adaleti hakim kılma, doğru ve gerçeğin alabildiğine bir açıklık içinde duyurulabilmesi ve tercih edilebilmesi için devlet, yolların bir gün mutlaka kendisinden geçeceği bir aşamadır.
etmenin gerektirdiği dönüşümün ulaştığı bir nokta olmasının yanında farklı açılardan da savunulabilir. ▪ Hayat nihayetinde birey olarak yaşanan ve hesabı da bireysel olarak verilecek bir imtihan sürecidir. Allah’ın razı olacağı gibi yaşamayı seçmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmak, bu seçimi kolaylaştıracak bir hayırdır. Toplumsal yapılanmada bu engeller bireylerden çok toplumun önderlerinden, idarecilerinden yani iktidarı elinde bulunduran güç ve çıkar sahiplerinden kaynaklanmaktadır. İslami talep ve tercihleri bir tehlike olarak gören otorite, bunların oluşmaması, oluşanların da bertaraf edilmesi için bir dizi tedbir almaktadır. Eğitimden siyasete, kamusal alandan ekonomiye kadar hemen her alan ve hususta İslami tercihlerin engellenmesine dair uygulamalarla karşılaşmak mümkündür. Bu engelin kaldırılması ancak yerine hayırlısını yani İslam’a uygun olanını koymakla mümkündür. ▪ İnsan halife olarak yaratılmıştır. Bu, yeryüzünü imar ve ıslah etmek demektir. Zulmü bertaraf etmek, hiç kimsenin haksızlığa uğramayacağı şekilde adaleti tesis etmek bu sorumluluğun gereğidir.
Toplumda zulmün ortadan kalkması ve adaletin topluma egemen olması ancak iktidarın güç yetirebileceği bir husustur. Resmi ve sivil yapılanmalarla oluşan ilişkilerden kaynaklanan zulmü ortadan kaldırmaya güç yetirebilecek güç, iktidarı elinde bulunduran güç yani devlettir. Sivil birey ve yapılanmalar adaleti ne kadar talep edip onun için çalışıyor olsa da topluma egemen olan bu güç, adaleti gerçekleştirmek, zulme engel olmak için gerekli azim ve iradeye sahip olmadıkça topluma adalet egemen olamaz. İktidarın adaleti gerçekleştirebilmesi
24
İktidar talebi, hayra ulaşma ve adaleti tesis
Zira haksızlıklara sessiz kalmanın mazereti yoktur. Zalimlerin zulmüne ortak olmamak için sessizliği tercih etmek, zulme engel olmak için bir duruş anlamına gelmez, tam aksine gelişip serpilmesi için ihtiyaç duyduğu ortamı sağlamaya yarar. Zulmü ortadan kaldıracak bir duruş ve ıslah etme çabası olmadıkça onun kendiliğinden kalkıp gitmesi beklenemez. Zulmü ve fesadı ortadan kaldırma çabası, zulüm ve fesat odaklarıyla her aşamada ve boyutta mücadeleyi gerektirir. Bunu yapabilmek ise
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
güç gerektirir. Böylesi bir güç, nihayetinde
bilinmektedir. İslam’ın toplumsal dönüşüme
en üst düzeyde toplumsal örgütlenmeye yani
ve toplumsal alanın ıslahına dayalı
devlete ihtiyaç duyar.
prensiplerinin hayat bulabilmesi için güce
▪ Dünya görüşleriyle iktidar arasındaki ilişki, dünya görüşünün sosyal hayatı yönlendirecek esaslarıyla ilişkin bir husustur. Sosyal hayatın yönlendirilmesine kayıtsız kalmayan bir dünya görüşü, başarmak istediği yönlendirmede otorite ve iktidar konusundan bağımsız davranmamaktadır. İktidarı, toplumsal alanın sevk ve idaresinde, ideolojisini gerçekleştirmekte bir araç olarak kullanmaktadır. Diğer yandan her
ihtiyaç vardır. Adaletin güçten bağımsız gerçekleştirilemeyeceği gibi… Yeryüzünün fesada uğramaması için Allah’ın kullarını birbiriyle savmasında Müslümanlara da görev düşmektedir. İslam’ın, yeryüzüne ilişkin taleplerinin karşısında dikilenlere galebe çalabilmesi, adaleti hakim kılabilmesi, toplumsal alana ilişkin prensiplerinin hayat bulabilmesi iktidar imkanına ulaşmakla mümkündür.
iktidarın dayandığı bir dünya görüşü vardır.
Devleti bir güç olarak görmek, devletin
Zira her dünya görüşü egemen olmak için
dayandığı asıl güç olan halkı bu gücün
vardır. Mevcut durum da mevcut iktidarla
dışında tutmak anlamına gelmez. Devlet
hakim görüşün birleştiği noktadır. Dünya
sonuçta soyut bir kişiliktir ve varlığını bu
görüşünün iktidar olabilmesinde anahtar
soyutun görüşlerini destekleyen güçlerden
kelime ise güçtür. Bir dünya görüşü için
alır. Yasama, kolluk güçleri vs. bu örgütün
iktidar, belli bir noktaya ulaşmış olan gücün
asli yapısı iken asıl dayandığı güç, çoğunluğu
farklı bir organizeye dönüşmüş biçimi olarak
ve zemini oluşturan halktır. Halkın istemediği
nitelenebilir. Bu, bir görüşün, destek ve
bir şeye boyun eğmesi, organize hareket
yetenek bakımından diğerlerine egemenlik
etme kabiliyetine sahip olamamasındandır.
sağlaması anlamına gelir. Bunu başarmış
Dışarıdan ve genel olarak bakıldığında
olan toplumsal güç yani iktidarın öncelikli
devlet, halkı da içine alan bir yapıdır. Ancak
amacı kendini yaşatmaktır. Bunu da başka
yapının içinden bakıldığında devlet, halkın
iktidar taleplerine karşı kendisini koruyacak
ötesinde ve üstünde duran bir yapı haline
bir donanıma sahip olmakla başarabilir.
gelir. Bu üst yapının içinden bakıldıkça da
İktidarın, kendisini nispet ettiği dünya
gittikçe küçülen bir örgütlenme şeklini
görüşü ile diğer görüşlere karşı mesafesi
alır. Sistemin devamını sağlayan fikirlerin
işte bu noktada bir sorun olarak karşımıza
üretildiği kişilere doğru daralır ve derinleşir.
çıkmaktadır. Diğerlerini doğrunun temsilcisi
İdare içerden dışarıya doğru genişlerken
olarak görmemesi aynı zamanda kendi
her çember için devlet, kendisinden daha
iktidarı için bir tehdit olarak algılaması,
içerdekilerdir.
onları ötekileştirmesi ve dar bir alana mahkum etmesi ile sonuçlanmaktadır. Toplumsal alanın tamamına hükmetmeye çalışması da bununla ilgilidir. İslam’ı hem yeryüzüne ilişkin talepleri olan bir dünya görüşü ve adaletin gereği olarak görmek hem de iktidar konusundan bağımsız düşünmek çelişkidir. İslam elbette dünya görüşü, iktidar ve güç denklemini, maksadı egemenlik ve egemenlik aracılığıyla hedeflerini dayatmak olan bir dünya görüşü gibi kurmaz. Ancak İslam’ın toplumsal dönüşümle ilgili hedefleri olduğu muhakkaktır. Bu dönüşümün karşısında dikilecek güçler olduğu ve olacağı da
▪ İslam, inanca, ahirete ilişkin direktif ve esaslara sahip olduğu kadar yeryüzüne ilişkin esaslar ve hükümlere de sahiptir. İnancın ayakta kalabilmesi, ahiretin kurtulabilmesi öncelikle dünya ile ilişkin olanların uygulanmasına/uygulamak için gerekli çabanın ortaya konmasına bağlıdır. İslam’ın toplumsal alanla ilgili prensipleri, uygulanabilmek için belli bir ortama ihtiyaç duyan prensiplerdir. Örneğin helallerin ve haramların gerektiği gibi uygulanması, bunlara inanan bir toplumu, böyle bir toplumun taleplerini karşılamaya çalışan bir yönetimi gerektirir. İslam’ın eğitimden siyasete, ahlaktan ibadetlerden ekonomiye
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
25
kadar hayatı yönlendirecek değerlerinin
ötesindekileri tali dereceden konular olarak
gerçekleştirilebilmesi iktidarla, toplum
görmektir. Böyle olunca devletin ahkamı
idaresi ile ilişkin hususlardır. İslam, belli
dayatan bir mekanizma haline gelmesi,
yönleriyle uygulanmak üzere indirilmiş bir
istibdadı meşrulaştırması gayet doğaldır.
din değildir. O’na inananların sorumluluğu,
Böyle bir yapıdan ve bu yapıyı hedefleyen
O’nu parçalara ayırmadan bir bütün olarak
bir hareketten dünyada İslam’ın sesi ve
inanıp uygulamaya çalışmaktır. İslam’ı
gücü olmasını beklemek mümkün değildir.
bütün değer ve prensipleriyle uygulamak
Böyle olunca devlet, bir hedef olarak bir an
Müslüman olmanın gerek şartı olduğuna
önce kurulması gereken bir kurum haline
göre O’nun bütün esaslarıyla birlikte
gelmektedir. Böylesi bir anlayışın devleti
uygulanabileceği bir ortamı oluşturmak
toplumsal dönüşümün araçlarından birisi
Müslümanların üzerine borçtur. İslam’ın
olarak gören bir anlayışla bir hayli farkı
insandan ve toplumdan istediklerini bir
olduğu açıktır. Oysa insanların hayrını ve
bütün olarak hayata aktarmak, ancak
kurtuluşunu arzu edenlerin nihai amacı bir
Allah’ın ipine toptan el birliğiyle sarılarak
otorite tesis etmek olmadığı gibi bir otorite
gerçekleşebilir, beşeri sistemlerin
tesis etmekle değişikliğe de uğramaz.
dayatmalarının oluşturduğu zulüm ve
Otorite, kurtuluşu amaçlayan bir dönüşüm
saptırmalardan kurtulmak vahye dönmekle
için gerekli ise sağladığı şey araçsallıktan
mümkün olabilir.
ibarettir. Ne ona ulaşanlar ne de ona itaat
▪ Daha da önemlisi İslam’ın, insanların karşısında ete kemiğe bürünmüş olarak durmasına ihtiyaç vardır. İslam’ın değerlerini insanlara tavsiye ederken kendisi bir
edenler bundan dolayı kurtulmuş sayılmaz. Devlet ve otorite sürecin bir noktasındadır ve daha ileriye gidebilme imkanı vermektedir.
örneklik ortaya koymayan bireyler nasıl bir etki meydana getiremezse, İslam’ın sosyal içeriklerinden teorik olarak söz edip durmaktan beklenebilecek sonuçlar oldukça da sınırlıdır. Sadece mazlumların değil zalimlerin de kurtuluşu olan İslam’ın bir sosyal düzenle insanların karşısına çıkması, ne demek istediğini anlatmanın en iyi yoludur. İslam’ın sesinin en anlaşılır ve dengeli bir şekilde duyurulabilmesi, yanlış anlayışların önüne geçilebilmesi, engelleri ortadan kaldırmak kadar müşahhas hale gelebilmesine de bağlıdır. ▪ Her şeye rağmen insan güç yetirebildiğinden sorumludur. Samimi çabaları nasıl değerlendireceğini ve onları neye
Hz. Peygamberden bu yana devlet anlayışı farklı şekillerde tartışılmış, gerekli olduğuna veya aslında İslam’ın bir devlet talebinin olmadığına dair birçok şey söylenmiştir. İslami kaynaklarda devletin delili arandığında peygamberin uygulamasından ve Kur’an’dan nasıl sonuçlara ulaşılabilir? İslam peygamberi Muhammed’in davetle başlayan hareketinin süreç içinde bir yönetim olarak başarıya ulaşması, kimilerine göre ayrıntılarına varana kadar bir devlet modeli anlamına gelirken kimileri için de şartların getirdiği bir sonuçtan ibarettir. Bunlara göre O’nun daveti bir devlet kurma ve iktidar
ulaştıracağını Allah daha iyi bilir.
iddiasından uzak, sadece dini hayatı düzenleme
İktidar talebi ile ilgili sayılabilecek
ilgilendiren konularda müdahil olmuş, dünya
gerekçelerden yapılacak tercih, bu otoritenin
işlerini ise ehline bırakmıştır. Devlet ve yönetim
nasıl olduğu ile ilgili algıdan kaynaklanarak
işleri de bir çeşit dünya işidir.
ona giden yöntem üzerinde doğrudan bir etkiye sahiptir. Örneğin devleti, ahkamı uygulama amacının bir aracı olarak görmek, devletin işini bundan ibaret saymanın sonucudur. Ahkamın uygulanmasının
26
***
çabasıdır. O, bireyin hayatına sadece dini
Nasıl örnek alınacağı üzerinde durulması gereken bir konu olmakla beraber, Peygamberin Medine’de kurduğu yapı öyle veya böyle bir devlettir denebilir. Bugünkü tanımlamalarla
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
değil, belki zamanının tanımlamasıyla bile bir
yüklediği kelimelere de Veraset, Hilafet, Şûra ve
devlet formunun bir çok unsurunu kendine has
Emanet kelimeleri örnek olarak verilebilir.”3
ölçeğinde taşımaktadır. Ancak şurası açıktır ki, bu yapı davetin önderinin ve O’nun arkasından yürüyen Müslümanların talebinin bir çeşit sonucudur.
Doğrudan doğruya ifadeler arandığında Kur’an’ın bir devlet kurmak şeklinde bir direktifini bulmak mümkün değildir. Ancak buradan Müslümanlara böyle bir hedef göstermediği çıkarılamaz.
Devletle ilgili Kur’an’a baktığımızda ne
Hayatın bütününü kuşatacak şekilde bir dünya
görüyoruz:
görüşü sunan Kur’an’ın toplumların yönetimi ile ilgili belirlediği ilkeler, Müslümanların yolunu
Kur’an’da Devlet
aydınlatmaya yeterlidir. Zulme, münkere, fahşaya nasıl bir tavır takınılması gerektiğini
Kur’an’ın devlet kavramını kullanmadığı, imamet
ortaya koyması, içinde yaşanan mevcut yapıyla
ve hilafet gibi terimleri de organize bir devlet
ilişkinin ne olması gerektiğini belirlemektedir.
anlamına gelecek şekilde anlamlandırmadığı
Bunun gibi hayatın ifsadını doğuran unsurların
bilinmektedir. Dolayısıyla Kur’an’da devletle
yerine ikame edilmesi gerekenler ise
ilgili aranacak şeylerde karşımıza çıkan durum
Müslümanların toplumsal düzeyde hedeflerini
devleti kavramsal olarak detaylı bir tanımlama
belirlemektedir.
yapmaya yetmez.
“Fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya
“Bununla birlikte doğal olarak Kur’an, hukuki
kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse
kavramını ifade eder biçimde devlet kelimesini
zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (Bakara
kullanmadığı gibi, bir devlet tanımı ya da bir devlet
2/193)
teorisi de vermez. Bu, Kur’an’ın kendisine mahsus üslubundan kaynaklanmaktadır. Kur’an’ın bahse konu özelliği, devlet kavramının özünü teşkil eden iktidar konusuyla ilgilenmediği anlamına gelmemektedir. Esasen birey ve toplum hayatının tüm normatif alanlarını kendi ilke, prensip ve değer yargılarıyla kuşatma iddiası, Kur’an’ın en temel ve evrensel vasfıdır. Bu itibarla Kur’an’ın yönetim ve iktidar olgusuyla ilgilenmesi bu tavrın doğal ve zaruri bir gereğidir. Nitekim Kur’an zikredilen doğrultuda, yani insan toplumlarının sosyal ve siyasi ihtiyaçları doğrultusunda düzenleyici bir kısım genel prensipler
“Allah’ın, (fethedilen) ülkeler halkından Peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” (Haşr 7) “Allah’a ve Resul’üne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra direncinizi yitirirsiniz kuvvetiniz kalmaz. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle
öngörmüştür. Bunlardan hareketle Kur’an’ın devlet
beraberdir.” (Enfal 8/46)4
telakkisini ortaya koymak ve yönetimle ilgili genel
“İşte bunun için sen (bütün insanlığı tevhide)
yaklaşımını tespit etmek mümkündür.”2
çağır ve emrolunduğun gibi erdemli ve dürüst ol.
“Kur’an, yönetim ve iktidarla doğrudan ya da dolaylı biçimde ilgili olan çeşitli kelimeler kullanmaktadır. Bunlardan siyasi anlamı asıl olanların yanı sıra Kur’an tarafından böyle bir anlam yüklenenleri de vardır. Söz gelimi Kur’an, Hükm, Mülk, Ümmet, Velayet, İtaat, Biat, İmamet, Emr ve Ulu’l-emr gibi esasen siyasi anlam taşıyan kelimeleri kendi yaklaşımı doğrultusunda bir dünya görüşünün unsurları olarak
Onların heveslerine uyma ve de ki: Ben Allah’ın indirdiği kitaba inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O’nadır…” (Şura 42/15) Talip Türcan, Devletin Egemenlik Unsuru ve
3
Egemenlikten Kaynaklanan Yetkileri, Ankara Okulu
zikretmektedir. Kur’an’ın doğrudan politik bir anlam
Yayınları, S:25 Talip Türcan, Devletin Egemenlik Unsuru ve
2
(İnsanlar) kendi aralarında (din ve devlet) işlerinin
4
Egemenlikten Kaynaklanan Yetkileri, Ankara Okulu
birliğini bozdular. Halbuki hepsi bize döneceklerdir.
Yayınları, S:24
(Enbiya: 93)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
27
İslam’ın gerçekleştirilmesini istediği adaletin,
isyan söz konusu olmadıkça yetki verdiklerine
gelir dağılımdaki dengenin, bir otorite
itaat eder, ortak güçlerini zaafa uğratacak
tesisi olmadan da uygulanması mümkün
davranışlardan kaçınırlar. İşi en iyi yapmanın
sayılabilir. İnsan elbette öncelikle bizatihi
yollarını bulmak için istişare ederler, en iyi
kendi yaptıklarından sorumludur. Her kime
yapanın önünü kesmezler, toplumsal hayırları
haksızlık yapmışsa onun hesabını verecek,
kişisel zafiyetlere kurban etmezler.
yaptığı iyiliklerin de mükafatını görecektir. Elinin uzandığı yerde, sahip olduğu imkanlarda adil davranmayı her zaman başarabilir; en azından kendisini kurtaracak bir çabanın içinde olabilir. Ancak bu, fitneyi ortadan kaldırmaya yetmez.
“Eğer anlaşma yaptıktan sonra antlaşmalarını korumaz, üstelik dininize saldırıya kalkarlarsa küfrün öncüleriyle savaşın. Çünkü onlarda ‘sözün namusu’ diye bir şey yoktur. Belki böylece akılları
Böyle davranmakla adalet, birlik olmak ve zulme
başlarına gelir.” (Tövbe 9/12)
karşı mücadele gerçekleşmiş olmaz.
“Verdikleriyle denemek için sizi yeryüzünün
“Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür.”
halifeleri kılan ve kiminizi kiminize derecelerle üstün yapan O’dur. Doğrusu Rabbinin cezalandırması süratlidir. Şüphesiz O bağışlar merhamet eder.” (En’am 6/165)6 “Biz ise o ülkede ezilenlere lütufta bulunmak,
(Nisa 4/58) “Sizden Hayra çağıran, iyiliği emreden kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler bunlardır.” (Al-i İmran 3/104)5 “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin, sizden olan emir sahiplerine de. Sonra bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Peygamberine götürün, eğer Allah’a ve ahiret gününe gerçekten iman ediyorsanız bu hem hayırlı hem de sonuç alma bakımından daha güzeldir.”
onları önderler yapmak ve Firavun’un yerine geçirmek istiyorduk.” (Kasas 28/5)7
Adaleti gerçekleştirmek, dünyalıkların belli ellerde bir güç haline gelmesine engel olmak ve bunların adaletsiz hakimiyetini ortadan kaldırmak, barış ve huzuru sağlamak, hayra çağırıp marufun önderleri ve örnekleri olmak, küfrün öncüleriyle savaşmak… bir devlet çatısı olmadan başarılacak işlerden değildir.
(Nisa 4/59)
Yedinci asrın terminolojisinde bugünkü anlamıyla
“Onlar Rablerinin davetini kabul ederler ve canı
devlet kavramının olmaması zamanın sosyal
gönülden namaz kılarlar. İşlerini aralarında danışarak yürütürler. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan başkaları için de harcarlar.” (Şura 42/38)
Sadece sınırlı alanlarında değil bütün yeryüzünde iyiliğin hakim olmasını arzu eden Müslümanlar, marufun örnekliğini yapmak,
yapı özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Zamanın süper güçlerinden söz edilebilir. İran ve Roma imparatorlukları ve daha önceki devletlerin üzerinden yüzyıllar geçmiş ve insanlık belli bir devlet tecrübesi kazanmıştır. Hatta gerek doğuda gerekse batıda devlet felsefesi Sonra onların ardından, nasıl davranacağınıza bakmak
6
için sizi yeryüzünde onların yerine geçirdik. (10, Yunus:
münkeri engellemek için mücadele etmek durumundadır. Bunu, yaptıklarının en iyisini yapmaya çalışarak yaparlar. Çıkarlarını, kaprislerini, hırslarını işe karıştırmamanın çarelerini düşünmek zorundadırlar. Düzenli ve disiplinli davranmak zorundadırlar. Allah’a
14) Her türlü hatırlatmayı yaptıktan sonra Zebur’da da
7
yazmıştık ki; yeryüzüne benim salih kullarım varis olacaktır. (21, Enbiya: 105) Güçlüklere göğüs gerdikleri ve ayetlerimize sımsıkı sarıldıkları takdirde, içlerinden emrimizle yol gösteren böyle halk önderleri çıkarmıştık. (32, Secde: 24) Sonra onlara karşı size gene devlet ve kudret verdik,
Sizden önceki çağlarda, halkı, yeryüzünde
5
28
mallar, oğullar ihsan ederek yardım ettik size ve
bozgunculuktan vazgeçirmeye çalışan idrak ve ibadet
sizi, topluluk bakımından da pek çoğalttık. (İsra: 6)
ehli bir bölük halk bulunsaydı ne olurdu; halbuki
Dediler ki: “Bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz
içlerinden kurtardıklarımız pek azdı ve zulmedenler,
yoldan döndüresin de yeryüzünde hâkimiyet (devlet)
yalnız kendilerine verilmiş olan devlete uydular ve suçlu
ikinizin eline geçsin diye mi bize geldin? Biz ikinize de
oldular. (Hud: 116)
inanmıyoruz.” (Yunus: 78)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
üzerine birçok şeyin yazılıp konuşulduğu da
yapmaya yeterlidir. Siyasi ya da ekonomik
bilinmektedir. Ancak bütün bunlar bugünün
güçle ahlak ve erdemi bir araya getirebilen
devlet anlayışlarıyla kıyaslandığında daha
çok az insan vardır. Hem güçlü hem de ahlaki
dar alanlarla ilgili konulardır. Çoğunlukla
ilkeleri koruyan iktidarlar ise daha da azdır.
yönetim kademesinin adaleti, yetkileri ve
Bu nedenle zengin ve güçlülerden beklenen
özellikleriyle sınırlıdır. Oysa bu tartışmalar
standartlar daha düşüktür, daha kolay mazur
bugün bunlardan çok daha geniş bir alanda
görülebilmektedirler. Oysa asıl olan ve kalıcılık
sürmektedir. Milliyetçiliğin, ulus ve ulus-
sağlayan güç, kuvvet ve ihtişam değil ahlaki
devletlerin ortaya çıkışı, uluslar arası ilişkiler ve
ilkelere sadakattir. Erdem olan hakim olabilmek
uluslar arası sermaye vs. konuya farklı boyutlar
değil insan fıtratına uygun değerleri her şart
kazandırmıştır. Yönetime katılma biçimleri,
altında koruyabilmektir. Güç, kuvvet ve mülkle
karşı çıkanların örgütlenmeleri, otoritenin
beraber ahlaki değerleri koruyabilmek için
meşruiyetinde yeni arayışlar doğurmuştur.
İslam’ın önderliğine ve örnekliğine insanlığın
Karmaşıklaşan insani ilişkiler devletin müdahil
ihtiyacı vardır. Bu da Kur’an’ın sosyal yapıya
olması gereken alanları genişletmiş, adaletin
ilişkin esaslarının canlı hale gelmesiyle
tesisi çok daha titiz çalışmaları gerektirir
mümkündür.
hale gelmiştir. Elbette insanın asli yapısı değişmemiştir ve değişmeyecektir de. Ancak değişenleri göz ardı etmek, değişkenleri sabitler haline getirmeye neden olmakta, zamanın gerisinde kalmayı kaçınılmaz kılmakta ve başarı
En azından yukarıdaki Kur’ani ifadelerle konu ele alındığında bunların ancak organize bir toplum eliyle gerçekleştirilebilecek sorumluluklar olduğu anlaşılmaktadır. Buradan
şansını yok etmektedir.
bakıldığında Müslümanların neden önderler
Kur’an şüphesiz ki, Miladi 7. asrın
onların varis kılınması, yeryüzünün zulme ve
terminolojisiyle hem de bir devlet anlayışının
fesada uğramasından ancak Allah’a gereği
oldukça zayıf olduğu Arap literatürüyle
gibi inananların eliyle kurtulabileceğindendir.
konuşmaktadır. O, devletin formuna, yapacağı
Bunun için de onların birlik ve beraberliklerini
icraatların şekline değil dayanması gereken
bozmamalarına, böyle yaparlarsa ihtilaftan
dinamiklerin ne olması gerektiğine dair
dolayı güçlerinin yok olacağına dikkat
yönlendirmelerde bulunur. Bunlar hem otorite
çekilmektedir. Bu organize toplum, işlerini
talebinin varlığına hem de doğruya ulaşmak
aralarında istişare ile, danışarak, en doğrusunu
isteyenler için yol göstermeye yeterlidir.
bulmaya çalışarak yürütürler. İşi ehline
Vahyin yönetim ve devlet anlayışının zamanın
teslim etmekte sıkıntı duymazlar. Zira onlar
şartları içinde icra edilişinin bir örneği olarak
işin en doğrusunu en sağlam ve başarılı bir
da Medine Sözleşmesi’ne bakıldığında; yapısal
şekilde yerine getirmek zorunda olduklarının
ve kurumsal profesyonellik bakımından basit
bilincindedirler. Yoksa zalimlerin acıması yoktur.
bulunabilir. Ancak dayandığı ilkelerin zamanın
Üç kuruşluk menfaatleri için dünyayı yakmaya
çok ilerisinde olduğu muhakkaktır.8 Bu ilkeler,
hazırdırlar. Bundan dolayı bağlanıp beslenen
uygulayıcılarını her zaman dünyanın önderleri
atlar hazırlamak ve fitne kalmayıp din yalnız
“Medine Sözleşmesi feodal çağın karanlıkları içinden
8
bir güneş gibi doğarak gelecek kuşakları aydınlatan, çağının çok ilerisinde bir devlet anlayışının siyasi belgesidir. İ.Ö. 350’lerde Atina’da Eflatun ve Aristo’nun böylesi yazılı anayasaya benzer bir metin kaleme
kılınmak istendiği anlaşılabilir. Zalimlerin yerine
Allah’ın oluncaya kadar mücadele etmek yeryüzünü cennet bir mekan haline getirmek için şarttır. Zamanın terminolojisi ve anlayışı gereği
aldıklarını daha önce görmüştük. Fakat onlarınki Medine
Kur’an bir devletten ve onun şekil ve
Sözleşmesi ile kıyaslanamayacak kadar geridedir.
ayrıntılarından bahsetmiyor olsa da toplumsal
Totaliter, eşitsizlikçi, insafsız birçok yönleri vardır.
bir örgütlenmeden ve bu örgütlenmenin esas ve
Üstelik hayata geçirilmiş de değildir. Birer ütopya olarak kalmıştır. Hz. Peygamber’in Medine Sözleşmesi ise özgürlük ve adalet ruhuyla hazırlanmış üstelik yürürlüğe konarak uygulanmıştır…” R. İhsan Eliaçık, Adalet Devleti, Bakış Yayınları, 2. Baskı, S: 170
amaçlarından bahsettiği açıktır. İnsanların belli ilkeler ve amaçlar doğrultusunda örgütlenme biçimi devlet olmaktan ibaret değildir. Müslümanların da hayrı ayakta tutarak adaleti,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
29
ahlakı ve güvenliği sağlayacak toplumsal
akım olarak. İslam’ın siyasi görüşü, devletin
organizasyonları klasik veya modern bir devlet
nasıl olması gerektiği gibi konular sürekli bu
şeklinde gerçekleştirmesi ihtiyaçların ortaya
yaygın anlayışın baskısı altında kalmıştır. Otorite
çıkardığı bir sonuçtur.
kutsanmış, kıyamlar fitnecilikle damgalanmış,
Kur’an’ın siyasi düşünce ile ilgili ortaya
anlayış statikleşmiştir.
koydukları genel olarak ahlak, adalet, meşveret,
İlki hilafetin saltanata dönüştürücüsü olan
ıslah gibi kavram ve konulardan da ibaret
Emevilerden sonra İslam adına birçok devlet
değildir. Ahlaki suçlardan ekonomik suçlara,
kurulmuştur. Çıkar çatışmaları, görüş ayrılıkları
idari konulardan ayrıntılı miras hukukuna kadar
ve milliyet asabiyetinden kaynaklanan
birçok konuda doğrudan hükümler getirdiği
birçok farka sahip olmalarına rağmen süreç
de bilinmektedir. Doğrudan hüküm ihtiva eden
içinde kurulan bu devletlerin birbirine çok
veya bir iyilik veya kötülük şeklinde ortaya
da benzedikleri görülmektedir. Bu, devlet
konan hususlar, ilkeler, hükümlerin bugün
anlayışında korkuları nedeniyle geliştirici
nasıl anlaşılıp uygulanması gerektiği tartışma
düşüncelere kapalı kalmalarının bir sonucudur.
konusu olmakla beraber Kur’an’ın sosyal hayata
Bu devletlerin anlayışlarına kaynaklık eden
müdahalesini ifade etmektedir. Sosyal hayatın
ekollere kısa bir göz atalım:
önemli ve vazgeçilemeyen bir parçası olan otorite ve devlet konusuna doğrudan doğruya bir müdahaledir bu. Bunun günümüz dünyasındaki anlamı Allah’ın insana yüklediği sorumlulukları yerine getirirken devletin kaçınılmaz bir araç, aşama veya sorumluluk olduğudur. Ancak buna güç yetirilebildiği, hak edildiği, daha ilerisi için bir imkan olabildiği… zaman.
İlk dönemden beri Müslümanların çoğunluğunun bir devlet anlayışına, diğer bir ifade ile bir devletin gerekli olduğuna inandıklarını söyleyebiliriz. Bunu, bir devlet ve devlet reisliğine ihtiyaç olmadığını, Müslümanların gerek duyduklarında meselelerini bir araya gelerek istişare edip çözebileceklerini savunan
***
Haricilerin, Peygamberin amacının bir devlet kurmak olmadığını, O’nun dünya işlerini “ehline”
Peygamberin başlattığı davetin süreç içinde
bıraktığını düşünenlerin varlığını bilmemize
bir toplum oluşturması ve bu toplumun kendi
rağmen söyleyebiliriz. Orta Asya’dan Avrupa’nın
iktidarını sağlayacak bir yapıya ve imkana
içlerine, Afrika’nın birçok bölgesine kadar
kavuşarak başarıya ulaşması, peygamberden
geniş bir coğrafyada Emevilerden bu yana
sonra da yönetimin öyle veya böyle devam
kendini öyle veya böyle İslam’a nispet eden
etmesi, Müslümanlar için en temel devlet
birçok devlet kurulmuştur. Halkının büyük
gerekçesi olagelmiştir. Ancak hilafetin saltanata
bir kısmının kendisini İslam’a nispet etmesi
dönüşmesiyle en başta ve en çok tahrifata
sebebiyle özellikle Orta Doğu’da kurulan
maruz kalan da toplum yönetimine ilişkin
devletlerin söyleminde İslami bir idare olma
konular olmuştur. İslam’ın geneline ilişkin inhiraf
iddiasını gözlemek mümkündür. Bu devletlerin,
zamanla idari yapı ile ilgili konuları/sorunları
Müslüman vatandaşlarına Cuma, bayram, hac
unutturmuştur. Var olanın meşruluğuna dair
gibi konularda müsamaha göstermekten şer’i
kabuller, dini inanç konusu haline gelmiştir. Hem
hükümlerin sıkı sıkıya uygulanmasına kadar bir
İslam’ın genel olarak ihyası hem de yönetimin
yelpaze çizdiği görülmektedir. Bu devletlerin
zulmüne kıyam şeklinde ortaya çıkan öze dönüş
içinde yaşayan Müslümanların da bu otoritelerle
talep ve çabaları maalesef somut ve kalıcı bir
ilişkisi İslam anlayışları ve devlet hakkındaki
galibiyete ulaşamamıştır. İslam kılıfı giydirilmiş
düşünceleriyle şekillenmektedir.
krallıkların halka uyguladığı zulüm ve bunların etkisi altındaki dini otoritelerin ihtiyaç duyulduğu şekliyle yeniden ürettiği İslam, günümüze kadar varlığını korumuştur. Hem de en yaygın
30
İslam Tarihinde Devlet Anlayışları
Bu coğrafyada, Peygamberin toplumundan ve Raşit Halifelerden bu yana özellikle yönetim bazında geçen sürece çok kabaca baktığımızda yakın tarihteki kıpırdanmaların dışında sürekli
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bir düşüş olduğunu söyleyebiliriz. Söz konusu coğrafyanın yönetim uygulamaları, özünden sürekli uzaklaşarak gelmiştir. Önce istişari idare saltanata dönüşmüş, hükmetme yetkisi, ilke ve ümmetin iradesinden güç sahibi ailelerin eline geçmiştir. İktidarlara sürekli ilahi bir kılıf bulunmaya çalışılmıştır. Ya sultanlar Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olarak tanıtılmış ya da mevcut durumun kader/Allah’ın böyle irade etmesinin bir sonucu olduğu savunulmuştur. İç ve dış etkenlerle İslami ilkeler zayıflatılmış, halkın hassasiyetleri köreltilmiş, iktidarı ele geçirenin istediğini yapacağı ortamlar oluşmuştur. Rönesans ve aydınlanma ile gelişen Batı’ya dönülmesi hem değerlerin erozyonunu hızlandırmış hem de bir din olarak İslam’ın yönetimden daha fazla soyutlanmasına neden olmuştur. Bir hayat görüşü olarak İslam’dan
şöyle özetler: İslam siyaset düşüncesinde başlıca üç ana akım ortaya çıkmıştır; 1- Hilafet/devlet ilahi bir kurumdur. Bu ilahi ve şer’i bir emir olduğu için bundan vazgeçmek imkansızdır (Sünni saltanat/Şii imamet görüşü) 2Halifelik (devlet) sadece zaruret akıl ve maslahat meselesidir (Mutezili görüş) 3- Böyle bir kuruma (devlete) ihtiyaç yoktur (Harici görüş)… …İslami literatürde bu meselenin ‘hilafet veya imamet (devlet) farz, vacip, caiz, mubah veya merdut mu?’ vs. şeklinde tartışıldığını görüyoruz. Devlet (hilafet, imamet) denilen kurum etrafında yürütülen bu tartışmalar yeni dünyanın siyasi birikimi adına siyaset felsefesine çok büyük katkılar sağlamıştır. Bu canlı tartışmaların yapıldığı sıralarda batı dünyası derin bir sessizlik ve cehalet içindeydi…”9
söz edilmesinin gericilik sayıldığı günler geride
Günümüze kadar varlığını koruyan bu ana
kalmaya, modernizmin iflası her geçen gün
akımların, hilafetin saltanata dönüşmesinden
daha bariz görünmeye başlasa da henüz güç
hemen sonra oluşmaya başladığı
ve iktidar Müslümanlara geçmiş değildir. Bu
gözlenmektedir. Dönemin kargaşası, iktidar
durumun farkına varan Müslümanların son
uğruna tahrif edilen değerler, Müslümanların
150 yıldır kat etmeye çalıştıkları mesafe
maruz kaldığı eziyet ve katliamlar bu
azımsanmamalıdır. İran, Sudan, Bosna gibi
anlayışların oluşması üzerinde önemli bir etkiye
ülkelerde devlet teşebbüsü veya denemesi;
sahiptir. Devletin tanımı, içeriği ve devlet
Mısır, Türkiye gibi ülkelerde hareket bazında
tartışmalarına konu olan hususlar dönemin
kat edilen mesafeler, İslam’ın hem dünyaya
sorunlarından etkilenmiştir. Örneğin imam,
duyurulması hem de bugün ne yapılması
imamın iktidara gelme yöntemi vs. ümmetin
gerektiği konusuna ışık tutması açısından
onayı olmadığı halde zorla iktidarı ele geçirme
önemlidir.
hadiselerinden etkilenmiş ve en çok tartışılan
Dünyanın kısıtlı ve zor şartlarında da olsa iktidar şansı ele geçiren Müslümanların tecrübeleri bir devletin nasıl olması gerektiğini tartışma imkanı ve bakış açısını sağlamıştır. Ancak: Aradan geçen 14 asra rağmen devlet anlayışı, felsefesi ve uygulaması bakımından zengin bir mirasa sahip olunduğu da söylenemez. Son dönemlerde dünyanın değişik coğrafyalarında daha farklı devlet anlayışları tartışılıyor ve birer tecrübe olarak nispeten farklı modeller denenmeye çalışılıyorsa da İslam tarihindeki ana çizgilerin değiştiğini iddia etmek oldukça zordur. Bu çizgiler üç sınıfa ayrılmaktadır: “Sünni saltanat ideolojisi/Şii imamet mitolojisi ile Harici anarşist felsefesi arasında üçüncü bir anlayışı savunan ana akım Mutezili siyaset felsefesidir. Muhammed İkbal bu durumu İbn Haldun’dan nakille
konu olmuştur. Dönemin vakıası çerçevesinde geçen tartışmalar içinde zalim, despot ve gaspçı iktidarı eleştirenler olduğu gibi destekleyen ve buna kılıf bulmaya çalışanlar da olmuştur. Ana akımların iktidar karşısındaki tutumlarının her zaman müntesiplerinin tavrını ifade etmediğini belirtmek gerekir. Genel tutumu itibariyle iktidar destekçisi olan akımlar içinden iktidarı zulümlerinden dolayı eleştirenler olduğu gibi, genel tutumu iktidarın zulmünden dolayı onu reddetmek olan akım içinden iktidar içinde bir biçimde yer alanlar da olmuştur. Ehl-i Sünnet ve Şia’yı çeşitli gerekçelerle iktidara yakın bir konumda görmekte iken Mutezile’nin genel tutumu muhalefet olmuştur. Bu tutumları doğal olarak devletten ne anladıklarının ürünüdür. R. İhsan Eliaçık, A.g.e. S: 200
9
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
31
Haricileri sadece görüşlerini genel olarak
çok daha önemli olduğunu düşünerek zulmün
ifade etmekle yetinelim. Hariciler Sünni-
önüne geçmek gerektiğini seslendirmekte iken
Şii ayrışmasının başlangıcı sayılan Sıffin
bazıları da bunun meydana getireceği, kargaşayı
vakasındaki her iki taraftan da uzak duran
tırmandırma etkisini daha çok önemsemekte
tutumları düz mantık sonucudur. Kur’an
idiler. Kargaşayı dindirmek, güç sahipleri
sayfaları ve Hakem Olayındaki tutumları devlet
tarafından uğranılan katliamları azaltmak için
konusunda da kendini göstermektedir. İnsani
sessizliği öneren görüş, zalim ve gaspçı iktidar
otorite ile olan zorunlu ilişkisi nedeniyle devleti,
tarafında durmak gibi ciddi bir yanlışlık içindedir.
hüküm konusundaki düz mantıklarından dolayı
Bu tavır başlangıçta her ne kadar Müslümanların
reddettikleri söylenebilir.
uğradıkları sıkıntıları bertaraf etmek için bir siyaset güttüğünü düşünse de zamanla kalıcı bir
Sünni ve Şii Devlet Anlayışı: İktidarı/devleti/hilafeti dinin itikadî esaslarından saymamakla beraber10 mutlaka yerine getirilmesi gereken bir emir olarak gören Ehl-i Sünnet daha çok iktidar sahiplerinin yanında yer almıştır. Devletin zorunlu bir görev ve sorumluluk olarak temellendirilmesi daha çok meşruiyet zemini arayan sultanların işine yaramaktadır. Devletin zorunlu olduğu düşüncesiyle beraber öne sürülen tek otorite, tek halife, ihtilafın münker olması gibi hususlar, var olanı desteklemek gerektiğini ispat etmek için üretilmiş bir argümandır. Mesela Ehl-Sünnet
tavır haline gelmiştir. “Ehl-i Sünnet ise, istibdat ve baskıyı yalnızca teorik olarak reddetmekle yetinmiştir. Şia’dan İmamiyye’nin de desteklediği bu tutum, Ehl-i Sünnet arasında Hadisçiler, Maturidiyye ve Eş’ariyye gibi fırkalar tarafından da hoş karşılanmıştır. Bunlar her ne kadar baskı rejimlerini hoş görmemişlerse de halkın yaşama düzeninde bir sarsıntı olmaması gibi pratik gerekçelerden kalkarak bu tür olgulara meyletmişlerdir. Vakıanın ayrılmaz bir parçasını oluşturmuş baskı unsuru da onları bu tür gerekçeleri ön planda değerlendirmeye zorlamıştır. Böylece baskı rejimlerinin uyguladığı her hükme imza atmaktan
imamlarından İbn-Hanbel’in görüşü şöyledir:
kaçınmamışlardır. Zira onların yasallıklarını tanımış,
“Müslümanların, yönetimi ele geçirmiş olan, ister adil,
rejime başkaldırmayı engellemişlerdir. Ehl-i Sünnet
ister fâcir olsun her yöneticiye itaat etmesi gerektiğini
fırkalarının tutumları arasında belirli bir farklılık
söyler. Ona göre adalet, imametin şartlarından biri
gözlenmişse de bu farklılık, zorba yönetime teslim
değildir. İmama başkaldırmak münkerdir. Her hal ve
olmakta ılımlı davranmaktan ya da daha kararlı
şartta adil de olsa fâcir de olsa o, mü’minlerin emiri
görünmekten uzağa gitmemiştir.”12
konumundadır… İbn-i Hanbel’e göre eğer birkaç zorba iktidarı ele geçirmek için mücadele ederlerse ve halk bu çatışma içinde saflara ayrılırsa, galip gelen desteklenir ve Cuma namazı onun arkasında kılınır.”11
Dönemin kargaşası içinde bir tarafta tahrif
isyan, silahlı ayaklanma veya çatışma yoluyla
Bu anlayışın ürettiği (saltanatın İslam dünyasına ilk ithalini sağlayan Muaviye tarafından kullanılan) kadercilik, başa gelenin katlanılması gereken bir durum olduğunu öğütlemektedir. Zalim olsalar bile sultanlar da bunun bir
edilen İslami değerler, özellikle de iktidar ve
parçasıdır. “Bunlar (Hadisçiler ve Ehl-i Sünnet), zalim
hilafet konusu, diğer tarafta da zulme karşı
sultana kılıçla karşı koymayı reddetmişlerdir. İmamlar
gelmekle katliama uğrayan Müslümanlar yer
insanlara hakaret edip köleleştirseler, hatta öldürseler
almaktadır. Art niyetliler göz ardı edildiğinde
bile onlara karşı konulamaz demişler ve bununla fasık
kimi görüş sahipleri istikametin bozulmamasının
ve fâcir imamların yönetimine taraftar olduklarını
Ehl-i Sünnet’e göre hilafet yahut imamet dinin itikadî
10
değil, fıkhî yönüyle ilgilidir. Bu bakımdan devlet yönetimiyle ilgili hususlar akaid ve kelam kitaplarında değil, fıkıh kaynaklarında işlenmiştir. (İlyas Üzüm,
göstermişlerdir.”13
İktidar sahipleri tarafından desteklenmeleri, Muhammed Ammara, Mutezile ve Devrim, Ekin
12
İslam’da Devlet Yönetimini Yeri, Köprü Dergisi, 58.
Yayınları, Çev: İbrahim Akbaba, İbrahim Güneş, 2.
Sayı)
Baskı, S: 31-32
Muhammed Ammara, Mutezile ve Devrim, Ekin
11
32
Muhammed Ammara, Mutezile ve Devrim, Ekin
13
Yayınları, Çev: İbrahim Akbaba, İbrahim Güneş, 2.
Yayınları, Çev: İbrahim Akbaba, İbrahim Güneş, 2.
Baskı, S: 33
Baskı, S: 49
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
iktidarın nimetlerinden faydalanmaları ile
da Ehl-Sünnetin hilafet anlayışına benzer
iktidar yanındaki yerleri sağlamlaşan bu tavır,
özelliklere sahiptir. Ehl-i Beyt’in Emevi ve Abbasi
gittikçe statik şeyleri savunan bir devlet anlayışı
zulmüne karşı kıyamlarını Şia geleneğine mal
üretmeye başlamış, sultanların ihtiyaç duyduğu
etmek mümkün olsa bile İmam Muhammed el-
teoriler geliştirme çabası içine girmişlerdir.
Mehdi’nin küçük yaşta gizliliğe çekilmesinden
Bunalımlı dönemlerinden nasıl çıkacaklarına dair
(gaybet) sonra Şia’nın tavrı pasifleşmiş, her şeyi
sultanlara sunulan siyasetnameler, Halifenin
kayıp imamın zuhuruna bağlamıştır.
Kureyş’ten olması gerektiği gibi düşünceler buna örnek olarak verilebilir. Ehl-i Sünnetin temsil ettiği bu anlayışa göre devlet, oluşturulması gereken bir farz olarak görülmekte ancak diğer yandan da her yönetime itaat salık verilmektedir. İslami belli emirlerin yerine getirilmesini yasaklamayan, engel olmayan her otorite sahibine itaatin gerekli olduğunu savunan bir yaklaşımı vardır. Günümüz dünyasında bu serbestiyi Müslüman olmayan ülkelerin Müslüman olmayan yöneticileri dahi sağlamaktadır. Böylece Ehl-Sünnet anlayışına göre devlete itaat dini bir vecibedir. Zalim de olsa adil de olsa otoriteye itaat etmek gerektiğine göre Müslümanların başka bir oluşum, devlet veya imam peşine düşmeleri gerekmez.
“Şia’dan İmamiyye, bu konuda Ehl-i Sünnet ile ittifak etmiş ve şöyle demiştir: ‘Zorba yönetici, ümmetin yönetimini zorbalık ve zulüm ile ele geçirmiş ise, buna karşı ümmet takiyye ile sakınmaya çalışmalı, onu devşirmeye çalışmak gibi faydasız şeylerden kaçınmalıdır. Bu durumdaki yöneticinin davranışları şer’i hükümler gibidir.’ İmamiyye, zalim yöneticiye boyun eğmeyi takiyyeye dayanarak böyle haklı görür, direniş ve ayaklanmanın ancak beklenilen gaip imamın arkasında olacağı inancını besler. Ehl-i Sünnet ve Şia arasında birçok ihtilaf bulunmasına rağmen, bu konu üzerinde ittifak, taraflar arasında bir anlaşma zemininin oluşmasına yardımcı olmuştur.”16 “Şia’nın ‘Gaybet’ (imamların yokluğu) dönemi için geçerli olmak üzere geliştirdiği ‘Velayet-i Fakih’ teorisi, XII. İmam Muhammed el-Mehdi (ö.260/873) yeniden
Sünni ve Şii görüş, korku ve zafiyetleri veya maslahat gerekçeleriyle var olanı kerhen de olsa desteklemiş, yerine yenisini inşa etme mücadelelerini meşru saymamıştır. Örneğin Ehl-i Sünnetin önde gelen isimlerinden Eş’ari, Maverdi, Gazali gibi isimler içinde yaşadıkları iktidarları desteklemiş ve mevcut iktidara karşı her türlü isyan ve tepkinin etkisini zayıflatacak tutumlar içinde olmuşlar, muhalefeti tekfir etmişlerdir. Halifelerin, Şia’nın iddia ettiği gibi masum olduğunu söylememişlerdir ancak halifeye üstün özellikler atfetmişlerdir.14 Sünni Saltanat İdeolojisi iktidara her halükarda itaati salık vermektedir.15 Şia’nın imamet anlayışı
dönünceye kadar iktidara fukahanın (müctehidlerin) niyabet edeceğini öngörmektedir. Bu itibarla velayet-i fakih anlayışı teokratik olmaktan daha çok, ‘hukukçular oligarşisi’ denilebilecek bir yönetim biçimini göstermektedir.”17 “Şia’ya gelince, onlara göre devlet yönetimi— literatürlerindeki ifadesiyle—imamet, dinin fıkhî yahut amelî yönüyle ilgili olmayıp doğrudan iman esaslarıyla ilgilidir ve imanın şartlarındandır. Zira imamet nübüvvetin devamıdır. Peygamberlik nasıl temel iman esaslarından birisi ise, onun uzantısı ve devamı olan imamet de bir iman esasıdır. Onlara göre iman esasları tevhid, adalet, nübüvvet, imamet (yönetim) ve mead18 olmak üzere beştir... Hatta Muhammed Bakır’a
R. İhsan Eliaçık, Adalet Devleti, S: 220
(114/733) nispet edilen bir rivayette imametin namaz,
İbn Cema’a’dan (öl. 733/1333) naklen: “Bir dönemde
oruç, zekat ve hacdan daha üstün olduğu belirtilir.
imam yoksa imamet şartlarını taşımayan biri çıkıp
Yine onlara göre yöneticilerin tayini Allah tarafından
14 15
gücüyle ve askerleriyle biatsiz ve atamasız insanlara boyun eğdirirse, Müslümanların dirlik ve düzeni için biati gerçekleşmiş ve itaat edilmesi gerekli
gerçekleştirilir. Nasıl ki peygamberleri Allah seçiyorsa Muhammed Ammara, Mutezile ve Devrim, Ekin
16
olmuş demektir. Fasık oluşu daha sahih görüşe göre
Yayınları, Çev: İbrahim Akbaba, İbrahim Güneş, 2.
itiraz gerekçesi olarak öne sürülemez. Kim gücü ve askerleriyle yönetimi ele geçirirse, önceki (devrik
Baskı, S: 35 Talip Türcan, Devletin Egemenlik Unsuru ve
17
iktidar) görevden alınmış demektir. Zorla yönetimi
Egemenlikten Kaynaklanan Yetkileri, Ankara Okulu
ele geçiren, Müslümanların maslahatı ve birliği gibi belirttiğimiz sebeplerle artık meşru imamdır.” R. İhsan Eliaçık, Adalet Devleti, S: 226
Yayınları, S: 131 (Kıyamet,Hüküm Günü): Allah’ın kıyamet günü
18
insanları diriltmesi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
33
imamları da O seçer. Allah’ın Peygamberin vefatından
çizgide bulunan sufiler genellikle devlet yönetimiyle
sonra imam olarak seçtiği kimseler, ilki Hz. Ali olmak
ilgilenmemiş, kendi dünyalarında geliştirdikleri
üzere on iki kişidir. Bunlar tıpkı peygamberler gibi
yapılanmaya göre hareket etmişler; fakihlerin bir
masum sıfatına sahip olup asla günah işlemezler.
kısmı resmi sulta ile iç içe olmanın getirdiği zaafları
Onlara itaat peygambere itaat, peygambere itaat da
nazariyelerine yansıtmış, kimileri ise ideal anlayışlara
Allah’a itaattir…”19
bağlı kalarak hareket etmişlerdir. Keza Şiî dünyada
“Şia, ümmetin disiplin ve azletmedeki yetkisinin imam yetkisinin üstünde olmasına karşı çıkar.”20
İnsan hayatının özellikle sosyal boyutuna dair Kur’ani direktiflerin genel prensipler düzeyinde olması ictihadı zorunlu kılmaktadır. Kaldı ki, doğrudan hükmü açık olan konularda bile ictihad gereklidir. İçki, kumar, faiz gibi konularda uygulamaların hangi boyutlarıyla bu kapsama girdiği, üzerinde çalışılması gereken hususlardır. Ancak ictihadların doğruluk kadar yanılma ihtimali de vardır. Belli bir amaçla
da üçüncü asırdan itibaren on ikinci imamın gizliliğe geçtiğine inanılmasından sonra yönetimle ilgili hususlarda Usulî-Ahbarî21 ihtilafı baş göstermiş, Safevilerle birlikte Şia’nın iktidara gelmesiyle teorik anlayışlarda birtakım değişmeler olmuş, bilahare velâyet-i fakih nazariyesi vb. telakkiler ortaya çıkmıştır. Ayrıntıya girmeden genel vasfını söylemek gerekirse, Sünniler sosyal karışıklıklar çıkmaması düşüncesinden hareketle sabır ve resmi otoriteye isyan etmeme düşüncesiyle, Şiîler ise gizlendiğine inandıkları Muhammed Mehdi’nin zuhurunu beklemeye dayalı bir felsefe ile hareket edegelmişlerdir.”22
yapılan ictihadlar üzerinde her türlü itiraza karşı çıkarak ısrar edilmesi art niyet belirtisidir, açık hükümlere dayanmadıkça belli hırsların emaresini taşımaktadır. Konu devlet olunca bu durum, üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir husus haline gelmektedir. Zamanın tanrı-yönetici düşüncelerinden etkilenmişe benzer Sünni ve Şii iktidar modelleri de belli çıkarları gözeten bir çıkarsama sayılabilir. Halifeyi/İmamı sırtını Allah’a dayamış bir otorite olarak tanımlamak devleti de dokunulmaz hale getirmektedir. Hem devleti kurmak zorunludur, hatta Şii anlayışa göre imanın şartı olarak farzdır; hem de otoriteye isyan fitnedir ya da küfürdür.
Mutezilenin Devlet anlayışı Emevi saltanatının hüküm sürdüğü dönemde ortaya çıkan Mutezile’nin devlet anlayışı, hukuk devletine oldukça yakın bir anlayıştır. Hilafetin saltanata dönüşmesi, devlet idarecisi olan sultanların seçilme biçimi, bu sultanların ve onların vali ve yardımcılarının halka uyguladığı zulümler Mutezile’nin de ortaya çıkış sebepleri arasında sayılabilir.23 Mutezile, Emevi ‘tecditciler-muhafazakarlar’
21
Köprü, Üç Aylık Fikir Dergisi, Bahar 97, 58. Sayı
22
Muhammed Ammara, Mutezile ve Devrim, Ekin
23
Yayınları, Çev: İbrahim Akbaba, İbrahim Güneş, 2. Baskı, Emeviler’e Karşı Oluşan Muhalefet Bölümü. Mutezilenin çıkışı her ne kadar itikadî tartışmalara
Biriken geleneğin dışına çıkmayı da reddeden
dayandırılmakta ve adı daha çok tartışmalarda akılcı
bu yaklaşım Müslümanların bugüne kadar
tutumlarıyla anılmakta ise de Muhammed Ammara’ya
önünü tıkayan en önemli iç faktörlerdendir. Müslümanların zihinlerinde problemlerinin çözümüne dair yaratıcılığın katili, bu geleneğin kutsanmasıdır.
Tevhid ve Adalet Ehli olarak tavır koymalarından kaynaklanmaktadır. A.g.e. 2. Bölüm. “Asabiyet-Ganimet-Kader ve buna silahsız muhalefete serbestlik çerçevesine oturtulan Emevi resmi söylemi
“Devlet yönetiminin dindeki yeriyle ilgili mezheplerin
yaklaşık yüz yıl hüküm sürmüştür. O çağda ortaya çıkan tüm kelami tartışmaları bu çerçevede anlamak icabeder.
yaklaşımı böyle olmakla beraber, tarih boyunca
Hiç bir kelami tartışma bu resmi söylemden bağımsız
Ehl-i Sünnet ve Şia’ya mensup alimler temel
değildir. İman, cebir, irca, ilahi sıfatlar, Kur’an’ın mahluk
bakış açılarına uygun olarak yönetimle ilgili birçok
oluşu, menziletü beynel menzileteyn vb. siyasetle
nazariye geliştirmişlerdir. İtikadî bakımdan Sünni
ilgisiz gibi görünen tüm tartışmalar bu siyasi iktidar söyleminin etkisi ve tepkisiyle oluşmuştur. Çünkü kelam
İlyas Üzüm, İslam’da Devlet Yönetiminin Yeri, Köprü
soyuttur, onu siyasetin somut çerçevesine oturttuğumuz
Dergisi, Bahar 97, 58. Sayı
zaman asıl mahiyeti ortaya çıkar…” (R. İhsan Eliaçık,
Muhammed Ammara, Mutezile ve Devrim, Ekin
Adalet Devleti, Bakış Yayınları, 2. Baskı, S: 190)
Yayınları, Çev: İbrahim Akbaba, İbrahim Güneş, 2.
Ayrıca bkz. Fethi Kerim Kazanç, Gazali Öncesi Ehl-i
Baskı, S: 37
Sünnet Kelamında Ahlak Düşüncesi, Ankara Okulu
19
20
34
göre asıl sebep, dönemin siyasi olaylarına karşı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
saltanatının yaptığı zulümleri, ahlaksızlıkları,
denilen kurum etrafında yürütülen bu tartışmalar yeni
İslam’a muhalefet ettiği hususları sadece
dünyanın siyasi birikimi adına siyaset felsefesine çok
eleştirmekle kalmamış baskı ve zulme karşı
büyük katkılar sağlamıştır…”27
direniş hareketlerini bizzat organize etmiş ya
Mutezile’nin devlet anlayışında adaletin
da direniş hareketlerinin içinde yer almıştır.
ve maslahatın esas alındığı görülmektedir.
“…H. 122 yılında Mutezile’nin Emevi idaresine karşı
Buradan çıkacak sonuç; devletin şartlar ve
gerçekleştirdiği direnişler başlamıştır. Bilindiği
ihtiyaçlar çerçevesinde değişebilecek bir form
üzere daha önceleri onların muhalefeti, eleştiri ve
ve işleyişe sahip olabileceğidir. Daha dinamik
kınamadan öteye gitmemişti.”24
ve fonksiyonel görünen bu anlayışı, örneğin bir Ehl-i Sünnet anlayışı gibi pratiğiyle birlikte
Mutezile’ye göre “Belirli niteliklere sahip olan insanların imamlık için aday gösterilip seçilmeleri tam
görme şansına sahip değiliz. Zira Mutezilenin
anlamıyla bir ‘anayasal sözleşme’ örneği oluşturur.”
devlet anlayışı, herhangi bir ortamda uygulama
25
Gerek imamın/liderin seçilmesinde gerekse
şansını elde edememiştir. Mutezile’den Cahiz,
toplumsal başka konularda şûraya dikkat
(H.160-255 M. 776-868) “Şeriatın zaman göre
çeken Mutezile, yönetimi, yasama, yürütme
değişebileceğini ileri sürecek kadar cesurdur. Fakat
ve yargı olarak üçe ayırmaktadır. Dönemin
hükümet ve yöneticiye her zaman ihtiyaç vardır.”28
şartlarında bunlardan seçime konu olan
Zamanla diğerleri gibi otoriteye eklemlenen
imamın, yürütmeyi ifade ettiğini, diğerlerinin
fırkaları olduğu gibi iktidara muhalefet ve
imam tarafından atanacağını söylemektedir.
kıyamlarında zaman zaman haricilerle iş birliği
Ancak imamın yasama ve yargıya müdahil
içinde hareket ettiğini de not etmek gerekir.
olmasına da karşı çıkmaktadır. Örneğin atadığı bir kadıyı belli şartlar tahakkuk etmedikçe azletme yetkisi yoktur. Merkezi otoriteye güçlü
Bu Anlayışlardan Günümüze Ne Kaldı?
vurgusunun yanında imamın görevlerini net
İslam’ı iktidar hırslarına alet edenlerin ve
bir şekilde tanımlamıştır. İmamın ictihadı,
bunların dini teorik alt yapısını oluşturan
müctehidlerden birinin ictihadı olmaktan
“imam”ların oluşturduğu birikim günümüzde
ibarettir. Onun ictihadının diğerlerinden daha
etkisini halen sürdürmektedir. Otoriteye
üstün veya öncelikli bir konumu yoktur. İmamın
kayıtsız şartsız itaat, hilafetin birliği gibi
ümmet tarafından her zaman kontrol edilmesi
hususlar halen değişik şekillerde yaşamaya
gerektiğini, azledilmeyi gerektirecek bir fiil
devam etmektedir. Aradan geçen yüzyıllara
işlediğinde azledilmesi gerektiğini savunur.
rağmen gittikçe yüzeyselleşen birlik, beraberlik,
Devlete/hilafete yaklaşımı daha çok maslahat gereğidir. “İkbal’in de fark ettiği gibi Mutezili görüş, devleti, dini bir farz veya ilahi bir emir olarak değil bir zaruret, akıl ve maslahat meselesi olarak gören ana akımdır. Onlara göre dini farz veya ilahi emirle gösterilen devlet (imamet, hilafet) kurumu değil adaletin ikamesidir. Adalet bir otorite olmadan ikame edilemeyeceği için, alken ve maslahat icabı devlet denilen kuruma ihtiyaç hasıl olmaktadır. Hatta eğer insanlar kendi aralarında adaleti sağlayabilseler devlete bile gerek yoktur. İslami literatürde bu
güçlülük halen dayanak olarak kullanılmaktadır. Gelinen noktanın vahameti, değerlerin göz ardı edilerek maslahat fikrinin esas alınmasından kaynaklanmakta, bu fikrin arkasında duran külliyat, mesnet olarak kullanılmaktadır. Bu külliyat birçokları için bir çeşit delil olarak kullanılırken, diğer kesimin zihin yapısının oluşumunda da etkinliğini gizliden gizliye devam ettirmektedir. “İslam coğrafyası”nda ezici çoğunluğu oluşturan Ehl-i Sünnet, itikadî ve ameli bakımdan halen saltanat ideolojisini Devamı: “Genellikle (bir dönem hariç) oluşum süreci
27
meselenin ‘hilafet veya imamet (devlet) farz,
boyunca muhalefette kalan Mutezili düşünce Sünni
vacip, caiz, mubah veya merdut26 mu?’ vs. şeklinde
saltanat ideolojisi ve Şii imamet mitolojisine karşı
tartışıldığını görüyoruz. Devlet (hilafet, imamet)
adalet, ehliyet ve meşveret ilkelerini, Harici anarşizmine karşı da maslahatı yani emr-i bil maruf nehy-i ani’l-
Yayınları, S: 70-73
münker yapacak bir adil otoritenin gerekliliğini
Muhammed Ammara, A.g.e. S: 89
savunmuştur.” R. İhsan Eliaçık, Adalet Devleti, Bakış
24
Yayınları, 2. Baskı, S: 200
Muhammed Ammara, A.g.e. S: 11
25
Reddedilmiş, kovulmuş, uzaklaştırılmış.
26
R. İhsan Eliaçık, Adalet Devleti, S. 204
28
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
35
üreten imamlarının direktifleri doğrultusunda
hareketinin geliştirmeye çalıştığı anlayış,
hareket etmektedirler. Sultanlar döneminde
alternatifler üretme peşindedir. İran devrimini
üretilen kaderci anlayış varlığını korumakta,
de içine alan bu gelişim süreci dünyanın değişik
halifenin Kureyşliliği gündem olabilmektedir.
bölgelerinde devlet denemelerine varacak
Birliğin bozulmaması, ihtilaf ve nifak çıkmaması
kadar bir seviyeye gelmiş bulunmaktadır.
için zalim de olsa iktidara itaat, dini bir vecibe
Cemaatçi, hizipçi, grupçu anlayışlardan tam
olarak görülmektedir. Bu zihniyetin mevcut
olarak kurtulamamış hareketlerin kat ettiği bu
durumu değiştirmeye çalışmak, kötü gidişata
mesafelerin bu anlayışlardan bağımsızlaşarak
engel olmak gibi bir derdi yoktur. Uğradıkları
yoluna devam etmesi, umulması uzak olmayan
bütün haksızlıklara rağmen mevcut durumlarını
bir durumdur. Dünya vakıasını ve kendi
da kaybetme endişesi, bunları hareketsiz kılmak
gerçekliğini her geçen gün daha gerçekçi
için yeterlidir. Dolayısıyla seçmen sandığı dışında
okuyan İslamî hareketin her zaman olduğu gibi
devlet diye bir dertleri de yoktur.
bugün de bir devlet talebi vardır. Ve bu talebini
Şia, İran devrimi ile bir sıçrama gerçekleştirdi. Ancak Ehl-i Sünnet, tarihten gelen kalıplarını kırmakta ne kadar başarısız ise Ehl-i Şia da
her geçen gün daha berraklaştırmakta, isteğinin ne ve nasıl bir şey olduğunu, neye yarayacağını gün geçtikçe rafine etmektedir.29 ***
farklı bir konumda değildir. Velayet-i Fakih düşüncesi Şia’ya aktif olma, muhalefetini dile getirme ve otorite talebini realize etme imkanı sağlamıştır. Özel şartları içinde gerçekleşen devrimin yoluna devam edebilmesi için geçmişten beri ürettiği statik düşüncelerini değerlendirebilmesi gerekir. Aksi takdirde devrimin statikleşme süreci kaçınılmazdır. Anlaşılan odur ki, Sünni dünyanın daha geniş bir coğrafyada yaşadığı ihtilaf/farklı sesler meselesini Şia, İran içinde yaşamaktadır. Dışarıdan gelen müdahalelere, manipülasyonlara direnç geliştirebilmesi, devrimci ruhunu korumasına, kalıplarını kırarak daha geniş bir perspektife kavuşmasına bağlı gibi görünüyor. Dünyanın ve bölgenin sorunlarına gösterdiği ilgi ve batıya karşı duruşu takdire şayan olmakla beraber bütün bunları Şii kalıplarının dışına çıkarak yapabilirse İslam’ın sesinin daha etkin
kalıcı etkileri vardır. Uzun bir süreç içerisinde oluşan anlayışlar, aslı ile ayırt edilemez biçimde karşımızda (hatta içimizde) durmaktadır. Medine İslam toplumu ile geleceğe sağlam temeller atmak isteyen hareket, sonrakiler tarafından anlaşılmaz hale getirilmiştir. Peygamberin ve O’ndan sonraki halifelerin bu geleneği yaşatmak için verdikleri mücadelenin yanında sonrakilerden de her türlü inhirafa engel olmak için varını yoğunu ortaya koyanların olduğu muhakkaktır. Ancak Peygamberin oluşturmaya çalıştığı şey, bizzat O’nun yapmaya çalıştığı şey üzere yürütülmesi gerekirken, Roma, Pers ve Yunan gelenekleri bu topluma sızdırılmaya çalışılmıştır. Hilafet ve imametin meşruiyeti ve mahiyeti konusunda, otoritenin gerekliliği
dillendirme kapasitesine ulaşacağı açıktır.
veya fonksiyonları konusunda çıkan tartışma
Samimi bir çaba ile vahyin doğrularını ortaya
vardır. Emirlerin dokunulmaz bir şekilde mutlak
koymaya çalışanların dışında külliyatın bize
itaat edilmesi gereken otoriteler haline gelmesi
getirdikleri; her şeyi değişmez belli kalıplar
dış dünyadan alınan teokrasilerin uzantısıdır.
içinde değerlendirmektir. Birçok fırka ve her
Bu gelişim daha sonraları otoritenin bekası
birinin de kendine has kalıpları oluşmuştur. Tek
için kardeş katlini meşru sayan fetvaların
başına “itikadî mezhep” ifadesi bile durumun
verilmesine kadar uzanmıştır.
vahametini anlatmaya yeterlidir. Her şey önceden belirlenmiş ve tarihin sonu gelmiştir. Yapılacak şey öncekileri tekrar etmekten ibarettir. Devlet ve otorite ile ilgili anlayış da bundan nasibini almıştır.
ve kavgalarda bu sızdırmaların önemli bir payı
“İslam coğrafyası” milletlerinin kendi geçmişine sahip çıkma duygusuyla hareket ettikleri gözlenmektedir. Bütün sorunlarına rağmen geçmişe sahip çıkma gayretinin/hamasetinin altında yatan sebepler vardır elbette. Bunlar
Afgani ile başlayan İslami bilinçlenme
36
Bugün sahip olduklarımızda şüphesiz ki geçmişin
R. İhsan Eliaçık, Adalet Devleti
29
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kimi zaman asabiyetten, kimi zaman da
▪ Terimin kapsamı ile ilgili farklı yaklaşımlar
zafiyetten kaynaklanır. Geçmişi devam ettirmek
söz konusudur. Kapsamı geniş tutanlar,
işin en kolay yoludur. Kısa vadede kayıpları
İslam’ın sosyal hayata dair bütün prensip,
da daha azdır. Bunun yanında milli ve dini
anlayış, değer ve düşüncesinin bu kavramla
geçmişe leke sürdürmeme hamaseti de önemli
ifade edildiğini düşünmektedir. Burada
bir etkendir. Yakın tarihten ecdada sahip
şeriat, dinin inanç konularının dışında
çıkma gayretkeşliği, onların hatalarını hatta
kalan ameli yönünü ihtiva etmektedir, yerel
dini katletmelerini görmezden gelmeye kadar
içtihatlarla birlikte hukuk sisteminin tamamı
varmaktadır. İktidarı ele geçirdikten sonra hiçbir
kast edilmektedir. Bunun dışında şeriatı
toplantısında Allah için bir iş yaptığına dair
kesin hüküm şeklinde Kur’an’da yer alan
beyanatı olmayan Muaviye bile Peygamberin
meselelerle sınırlandıranlar da vardır. Bu
yanında görünmüş olması nedeniyle maruz
anlayışta ise Kur’an’da, hakkında bir hüküm
gösterilmeye çalışılmaktadır.
ve ceza olan konular kavramın içeriğine
Geçmiş elbette önemlidir. Hem örnek hem de ibret almak için… Saygı duyulması gereken tonlarca yönü olan bir insan, bir olay veya vakıaya bile hamasetle yaklaşmak, doğruları görmemizi engeller. Süreç içinde oluşan şeylerin bizlerde birer değer haline gelmesine neden
girmektedir. Hırsıza, zaniye vs. uygulanması gereken hükümler gibi. Yaygın kanaatin daha çok sosyal hayata ilişkin emirler, yasaklar ve dolayısıyla cezalarla ilgili olduğu söylenebilir. ▪ Şeriat, hükmü kesin olan hususlarla ilişkin
olur. Bunun içindir ki, hilafet sorgulanamaz bir
olarak kullanılmaktadır. Her eylem veya
makam, liderlik kutsanmış bir konum haline
suça takdir edilmiş bir sonuç vardır. Bunun
gelmiştir. Ağır sorumluluklarıyla tanımlanması
esnetilmesi, farklı şekilde yorumlanması
gereken makamlar ulvi özellikleriyle tanımlanır
mümkün değildir. Her suçun bir cezası,
olmuş, ayrıcalık konusu sayılmıştır. Bugün
her eylemin bir sonucu vardır, başka
şeriatın bir devlet modeli olarak algılanması ve
amiller bu eylem ve sonuç ilişkisine
şeriatın içeriğinin tanımlanmasında da sürecin
müdahale edemez. Bir nevi sebep-sonuç
ürettiklerinin önemi dikkatten kaçırılmamalıdır.
şeklinde tanımlanabilecek bu durumlar
Büyük bir çoğunluğun kafasında, İslami devlet yahut İslam devleti denilince anlaşılan, şeriatın uygulayıcısı olan devlettir. Bu da “İslam Devleti” ifadesinin “şeriat devleti”
arasında kurulan bu ilişkinin duruma göre değişmemesi adalet olarak da algılanmaktadır. ▪ Toplumsal problemler ve hastalıkların
şeklinde de ifade edilmesine neden olmaktadır.
şeriatı uygulamakla çözülebileceğine
Arada kurulan ilişki rastgele olmaktan çok
dair algı da oldukça önemlidir. Hemen
bir anlayışın sonucudur. Bu algılayışa göre
bütün kesimler tarafından İslam’ın ameli
devletle şeriat arasında kurulan birebir ilişkinin
yönünün temelinde inanç ve düşüncenin
dayanaklarından birincisi İslam devletine
yattığı kabul ediliyor olmasına rağmen
atfedilen görev ve misyonun şeriatı uygulamak
şer’i hükümlerin uygulanması ile sosyal
olmasıdır. İkincisi de şeriatın, istenen devletin/
problemlerin çözülebileceği anlayışı;
toplumun bütün ihtiyaçlarını karşılayacağına,
İslam’ın dünya görüşünün bu hükümler
toplumun her türlü derdine deva olacağına
içine sığdırılmaya çalışılmasından,
inanmaktır. Devletin görev ve misyonunun
uygulanma biçimindeki kat’i davranışın
şeriatı uygulamak olduğunu düşünmenin
adaletsizlikleri ortadan kaldıracağına dair
altındaki sebep olarak, şeriatı uygulamakla her
algıdan kaynaklanmaktadır. Toplum, şer’i
türlü sosyal sorunun çözüleceğini düşünmek
hükümleri itirazsız uygulayacak bir ortam
olduğu da söylenebilir.
haline geldiğinde ıslah olmuş sayılmakta;
Şeriat, bir devlet modeli olarak tanımlanmak istendiğinde dikkat edilmesi gereken hususlar vardır:
astığı astık, kestiği kestik olan, kimseye pozitif veya negatif ayrımcılık yapmayan bir otoritenin acımasız davranması sosyal problemlerin çözümü olarak görünmektedir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
37
Hükümler her ne kadar değerlere dayanıyor
çıkardığı sonuç, devleti belli kanunların bekçisi
olsa da toplumun ulaşması gereken
haline getirmektedir. Tarafsızlık elbette önemlidir
nokta ve kat etmesi gereken dönüşümü
ve gereklidir ancak şeriatın, esnekliği olmayan
hükümlere bağlı olarak düşünmek mekanik
kesin bir uygulama olarak anlaşılmasının altında
bir işleyişi yansıtmaktadır. Dolayısıyla
yatan sebebin istibdatla, baskıcı yönetimlerle
şeriattan bahsedildiği durumların onun
ilişkisi doğru kurulmalıdır. Günümüzde ve
uygulanmasındaki üstten gelen baskı
geçmişte İslam’a hiç uymadığı halde krallıklar
eğilimini de içerdiği söylenebilir. Bu durumda
meşru sayılırken bunların şeriatı uygulamaya
şeriatın sosyal problemlere deva olması,
çalışması bu meşruiyetlerinin nedeni olarak
mekanik bir işleyiş ve uygulama biçimiyle
gösterilmektedir.
alakalı hale gelmektedir. Bugün şer’i hükümler dendiğinde süreç
uygulanması değil onların altında yatan
içinde oluşan bir çok uygulama ve ictihad
değerlere teslimiyettir. Zira her türlü sosyal
bu içeriğe dahil edilebilmektedir. Sadece
problemin altında yatan gerçek, uygulamaların
Kur’an’da geçen hükümlerin bugün
dayandığı ilkelerle ya da dayatmaların karşısında
uygulanması ile ilgili olarak da farklı
duran kitlelerin sahip olduğu değerlerle ilgilidir.
çevrelerin farklı anlayışları vardır. Kimileri
Toplumu sosyal problem denebilecek şeylerden
aynen uygulanmak üzere indirilmiş
ancak İslami değerler yönünde gösterdiği
evrensel hükümler olarak anlamakla birlikte
dönüşüm kurtarabilir. Toplumun İslami yönde
kimileri de asıl olanın maksat olduğunu,
değişim ve dönüşümünü sağlayacak şey
bugün bu maksadın farklı uygulamalarla
de değerlerdir. Toplumsal huzuru, barışı,
gerçekleşebileceğini dolayısıyla
güveni ve adaleti sağlamakta değerlerin
değiştirilebileceğini hatta değiştirilmesi
içselleştirilmesinden geçmeyen yöntemlerin
gerektiğini düşünmektedir. Farklı anlayışlar
kalıcı hale gelmesi mümkün değildir. Hükmü
göz ardı edilmiş olsa bile yukarıda dikkat
uygulayan gücün bir gün zaafa uğraması
çekmeye çalıştığımız hususların ortaya
muhtemeldir. Oysa dönüşüm ve kalıcılık güçle
çıkardığı iki nokta önemlidir. Birincisi
değil bireylerin dönüşmesiyle mümkündür.
devlet ve otorite talebinin, İslam’ın siyasi görüşünün hedefi olarak ahkamı uygulamak olması, ikincisi de şeriatı uygulamakla sosyal problemlerin çözüleceğidir. Kavramın muhtevası geniş tutulmuş olsa bile devletle şeriat arasında kurulan birebir ilişkinin doğuracağı sakıncalar yeterince irdelenmek zorundadır. Devlet eğer şeriatın uygulanması için kurulacak bir mekanizma olarak algılanılırsa bir istibdadın doğması kaçınılmazdır. Zira bu durumda amacı hükümleri uygulamaktır, başarısı da bununla ölçülecektir. Zor ve baskı ile de olsa ahkamı uygulamak bu anlayışın doğal sonucudur. Ahkamı uygulamak devletin varlık sebebi, ahkamın varlığı da devletin oluşum gerekçesi haline gelmiş olur. Bizatihi kendileri adaletin aracı olması gereken hükümler birer hedef haline gelmektedir. Yeryüzündeki yegane görevin bir devlet kurmak olarak algılanması, ahkamı insanlara dayatma anlayışını da beraberinde taşımaktadır. Bu anlayışın, Taliban ve Suud örneklerinde görüldüğü gibi ortaya
38
Toplumların derdine deva olacak şey ahkamın
Şer’i hükümlerin bir toplumda uygulanıyor olması orada adaletin hakim kılındığı anlamına gelmez. Bunu en bariz şekilde Emevi iktidarının başlangıç dönemlerinde görmek mümkündür. İslam’ın devletten anladığı şey mekanik bir işleyişten ibaret değildir. Eğer öyle olsaydı özellikle adalet, istişare, işi ehline teslim etme üzerine vurgu yapmazdı. Oysa İslami toplum dinamik bir toplumdur. Dayandığı esasları sürekli bir hassasiyetle başının üstünde tutan bir yapıdır. Belli hükümlerin başka bir adaletsizliğe yol açmasına karşı sürekli tetiktedir. Tıpkı Ömer’in gelir dağılımdaki hassasiyeti, açlıktan hırsızlık yapanların ellerinin kesilemeyeceğini, onların hırsızlık yapmasının aç bırakanların suçu olduğunu belirtmesi gibi. Daha temelde olan ilkeler her zaman onun üstüne bina edilecek ilkeleri ve uygulamaları belirler. Devleti Şeriat hükümlerini uygulayacak bir araç olarak görmek onu hem mekanikleştirerek
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
zamanın ihtiyaçlarına cevap verebilir olmaktan
sahip olmalarına bağlı olmadığı gibi böyle bir
çıkarmakta hem de Müslüman’ın yeryüzündeki
imkana kavuşmakla da nihayete ermez. Yeni
asıl misyonunu göz ardı etmektedir. Bunun
durum sadece sahip oldukları yeni bir imkandır.
yanında devleti İslami sorumlulukların yerine
Her türlü imkanı kendi çıkarları için kullanmak
getirilebileceği tek mekan olarak tanımladıktan
suretiyle zulmün sebebi olanlara karşı hayrı
sonra bir an önce tesis edilmesi gereken kurum
ve adalet yaygınlaştırmak için elde ettikleri
olarak görmek bütünüyle ona endeksli hareket
yeni bir imkandır. Zira zulme karşı mücadele
etmeyi doğurmaktadır. Devleti hedeflerden
etmek güç gerektirir. Ve toplumsal otorite de bu
bir hedef olarak görüp yolun bir gün, hak
güçlerden bir güç olarak bir imkandır. Zulmün
edildiğinde, hazır olunabildiğinde ulaşılacak
aracı olan otoriteler, dünya görüşleri kendilerini
bir yer olarak değerlendirmekle bir an önce
kabul ettirebilmek için iktidar olmakta, güç
ulaşılması gereken bir hedef olarak görmek
haline gelmektedirler. İslam’ın da bir güç haline
arasında önemli farklar vardır. Birincisi daha
gelmesi ve bunu zalimlere galebe çalmak için
istikrarlı ve temelli değişim ve dönüşümleri
kullanması yadırganabilecek bir durum değildir.
hedefleme imkanı sağlarken, ikincisi planların onun üzerine bina edilmesini kaçınılmaz kılar. Ona gereğinden fazla ehemmiyet vermek, kendisi olmadan yeryüzündeki sorumluluğun gerçekleşmeyeceğini düşünmek hata yapma ihtimalini artırır. Acelecilik hata yapmanın en kolay yoludur. Acil bir hedef ve o olmadan başka şeyler olmaz diye düşünüldüğünde onun için terk edilmeyecek şey kalmaz. Örgütlü yapıların oluşması, biz ve ötekiler ayrımının yapılması, bu hedefe inananlar ve inanmayanlar diye ayrışma, hatta çatışma kaçınılmaz olur. Para onun için kazanılır. İlişkiler onun için kurulur. Hedefe kilitlenme ve hedefin ali ve acil olması bazı şeylerin göz ardı edilmesini meşrulaştırır. Her şeyin kendisi için harcanacağı bir hedef varsa o da Allah’ın rızasıdır. Ki o da kendisi için nelerin harcanması ve feda edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Elinden ve dilinden razı ve memnun olunan şahıslar olmak başka şeylere feda edilmemelidir.
Mesele öncelikle ve asli olarak adaleti sağlamaksa; Diyelim ki İslami hiçbir söylemi, amacı ve hatta niyeti olmayan ama gerçekten adil olan bir devletin hüküm sürdüğü bir ortamda onu da İslami esasları uygulaması için dönüştürmeye ve ona karşı mücadele etmeye gerek var mıdır? Yeryüzünde bu tanıma uygun bir ortamın bugüne kadar görüldüğüne dair bir bilgi yoktur. Ancak her yapının kendisini adaletin savunucusu olarak tanıttığı ve itaat edenlerin de itaat ettikleri merciyi adil olarak gördükleri unutulmamalıdır. Bu noktada mesele İslamsız bir adaletin var olup olamayacağı meselesidir. Allah’tan gelen değerlere dayanmadıkça adaletin tesis edilebilmesi insan doğasına aykırıdır. Çünkü o haris, tamahkar ve kendi çıkarlarını önceleyen bir yapıya sahiptir. Eğer beşeri yapıların adaletinden söz edilebilirse bu ancak adaletten eserler taşıyabileceği şeklindedir.
Bir sistemin sürekliliğini ve kalıcılığını sağlayabilecek tek şey adalettir. Hem insanların talep ve desteklerinin devamı hem de Allah’ın onlara olan nimet ve desteğinin devam etmesi anlamında bu böyledir. Bu esas İslam için kurulan yapı ve devletler için de geçerlidir. Ne şer’i hükümlerin uygulanması ne de başka bir şey kalıcılığı sağlamaz. Ancak, adaletin İslami yapının temeli olduğunu söylemek uygulamadaki İslam’ın kendine has hükümlerini reddetmek anlamına gelmez.
Diğer yandan adalet sadece geliri ortadan ikiye bölmek, yorulana dinlenmesi için izin vermek değildir. İşte bu noktada Şer’i hükümlere gelince; Bilindiği üzere ahkam Medine döneminde gelmiştir ve de hepsi birden değil tedricen indirilmiştir. Bunun anlamı sadece Mekke’de bunları uygulayacak bir ortamın bulunmaması değildir. Ahkam için söylenebilecek en kısa izahat, onlar ancak toplum onları uygulamaya, maksadını anlamaya, faydasını idrak etmeye
İslam ile küfür arasında sürekli bir çatışma ve mücadele olduğuna göre Müslümanların bu mücadele içindeki konumları, devlet imkanına
hazır olduğunda indirilmiş olmasıdır. Eğer böyle olmasaydı ahkamın her biri bir gelişim sağlamak yerine karşıt tepkilerin oluşmasına
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
39
zemin hazırlardı. Bunun en bariz örneği içkinin
tahrif edilmiş, bizimle bu örnekliğin arasına
yasaklanmasında izlenen süreçtir. Bu anlamda
kalın duvarlar çekilmiştir. Bu gün bu örnekliğin
bugün için de aynı şey geçerlidir. Devletin
her yönüyle doğru anlaşılmasına ihtiyaç vardır.
vazifesi ahkamı uygulamak veya onların
Zira Müslümanların bugün hissettikleri otorite
bekçiliğini yapmak değildir derken burada
ihtiyacının doğrusunu en iyi görebileceğimiz tek
denmek istenen, bunların artık modası geçmiş
adres orasıdır.
hükümler olarak tanımlanması ve yeni cezalar geliştirmek gerektiği değildir. Allah en doğru ve en adil hükmü vermeye çok daha layıktır.
Sonuç
Hırsıza ve zaniye Allah’ın verdiği cezadan daha
Müslümanların, yaşadıkları alanı saadet yurdu
adili ile hükmetmek insana düşmez. Ancak
haline getirmeleri en doğal özellikleri olması
Allah’a gereği gibi inanan insanlara düşen O’nun
gerekirken çeşitli oyun ve aldatmalarla bu
hükümleri ile insanlar arasına girmemektir.
misyondan sürekli uzak kalmışlardır. Mesele
Eğer bir ortamda gereği gibi İslami bir eğitim
ya çeşitli tartışmalarla saptırılmış, altından
izlenirse toplum her konuda en adil olanı talep
kalkılamayacak bir iş olarak büyütülmüş ve
etme veya ona tahammül etme ve bu sayede
herkesin kendi kabuğuna çekilmesi sağlanmış ya
dünyaya örneklik edecek bir gelişimi kat etme
da karşıt kamplar halinde birbirleriyle mücadele
özelliğine kavuşacaktır. Ancak asli görevini
ederek güçlerini harcamış ve içinde bulundukları
yerine getirmeyen bir idare, değil ahkamı
ortama egemen olacakları bir güç olmaktan
mecelleyi de yutsa faydası yoktur.
mahrum olmuşlardır.
Adalet böyle bir yapıdan beklenecek en önemli
Oysa yeryüzünde adaletin tesis edilebilmesi
husus olmakla beraber bütün iş ve fonksiyonu
İslami değerlere göre oluşmuş güçlerin varlığına
adaletten ibaret de sayılamaz. İnsanın
bağlıdır.
sınavı için en rahat ortamı sağlaması, bunun yanında insanı Allah’ın azabından kurtarmayı hedeflemesi de gerekir. Yeryüzü bir sınav alanıdır. Ve oraya şeytanın dostları ne kadar egemen olmuşsa hür tercihleri yapmak o kadar zor olur. Müslümanların görevi, gerçeği bütün açıklığı ile insanların önüne sererek şeytanın oyunlarını bozmaktır. Ne zorla kabul ettirmek ne de gerçeği saptırmak onların işi değildir. Ancak şeytanın, Allah’ın yoluna giden engellerini bertaraf etmek Müslümanların boynunun borcudur. Bu engeller teorik alanda fikirlerin ve gerçeklerin çarpıtılması ise hakikati
Meseleyi ayrıntıdaki külliyatın dayatması ile oluşmuş kalıplar çerçevesinde konuları tartışarak boğmak yerine işin özünde yer alması gerekenler üzerine giderek burayı zenginleştirmek gerekir. Bu konuda samimiyetle fikir üreten aydınların daha doğru zeminlerde tartışmasına imkanlar sağlanmalıdır. Bugüne kadar sahip olunana ön yargı ve asabiyetten sıyrılarak bakabilmek, klasik kalıpların dışında yeni açılımlara açık olmak gerekir.
ortaya koymak, fiili alanda ise fiili engelleri ortadan kaldırmak gerekir. Vatandaşlarının mal ve can güvenliğini sağlamak, huzuru temin etmek, ahlakın deformasyona uğramaması için gerekli tedbirleri almak da otoritenin zorunlu görevlerindendir. Hatta varlık sebebidir. Devletin Müslümanlara sağlayabileceği birçok imkan, kolaylık ve açılımlardan söz etmek mümkün olmakla beraber ona ulaşmanın zorlu ve eziyetleri yolları çoğu için caydırıcı olmaktadır. Saltanatın yerleşmesiyle Medine Toplumunun oluşturduğu, toplum idaresinin amacı ve ilkelerine dair temeller gün be gün
40
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dosya: Din ve Devlet İktidar Talebi ve İslam : Makale - 2
“Medine İslam Devleti”: Bir Model mi, Bir Örnek mi? Nuri YILMAZ İmtihanı sadece, dua, zikir, ibadet gibi dini
coğrafyada ardı ardına İslami devlet modelleri
merasimlerin yerine getirilmesi olarak algılayan
ve denemeleri ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla,
tasavvuf ekolünü saymazsak, İslam tarihinde
bugün bile cevaplamaktan kaçınmakta
ortaya çıkmış bütün fikir ekollerinin bir “devlet”
zorlandığımız “nasıl bir devlet?” sorusu, yarın
hedefi ve anlayışı olagelmiştir. Kimisi “yerine
belki de en öncelikli problemlerimizden birisi
getirilmesi gereken bir farz” olarak nitelemiştir.
haline gelecektir.
Kimisi “dini bir farz değil, insani ve toplumsal bir ihtiyaç” olarak tanımlamıştır. Kimisi ise “varlığı memnuniyet verici, ama illa da şart değil” demiştir.
İşte bu makale kadim probleme, Resulullah’ın öncülüğünde ortaya çıkan uygulama modelini inceleyerek bir katkı yapmayı amaçlamaktadır. Bakış açısını oluşturan ana soru ise şudur:
Devlet tanımları farklı olunca, doğal olarak,
Resulullah döneminde ortaya çıkan devlet yapısı,
“nasıl bir devlet?” sorusunun cevabı da
birçok kimsenin peşinen kabul ettiği gibi, bugün
tartışmalı hale gelmiştir. Hele ki Resulullah
aynen uygulanacak bir model olabilir mi?
döneminden sonra, üzerinde “genel kabul” bulunan bir uygulama modelinin ortaya çıkmadığı göz önünde bulundurulduğunda, “nasıl bir devlet?” sorusuna verilecek cevabın önemi
Aslında Resulullah dönemini inceleyen bir sürü araştırma ve çalışmanın olduğu bir gerçektir. Siyer kitabı, fıkıh araştırmaları ve
daha da artmaktadır.
hadis düzenlemeleri şeklinde kaleme alınmış,
Bundan 10 sene önce “nasıl bir İslam devleti?”
bulunmaktadır. Fakat biz bu makale ile “İslam’da
diye sorulsa, (öyle olmamasına rağmen) birçok
devlet” konusunun Resulullah’ın uygulamasıyla
kişi, “bu soruyu tartışmanın vakti değil!” deyip
ortaya çıkan delil ve kurallarını araştırmayı
sorunu erteleyebilirdi. Ancak günümüzde
değil;
bu soru “ertelenemez” hale gelmiştir. Çünkü İslam dünyası yeni bir dönemin eşiğinde bulunuyor. İslam dünyası, uzun bir esaret döneminin ardından, yeniden küresel bir aktör olma gerçeğiyle karşı karşıyadır. Birçok
kimileri gerçekten çok değerli birçok örnek
1- Resulullah’ın içinde yaşadığı ortam ve toplumu doğru bir şekilde tahlil etmeyi 2- Bu ortam ve şartlar içerisinde Resulullah’ın; nasıl bir mantıkla, neler
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
41
yaptığını tesbit etmeyi 3- Resulullah’ın yöntem ve mantığı çerçevesinde baktığımızda; o günkü uygulama modelinden hangi noktalarda yararlanıp, yararlanamayacağımızı görmeyi hedeflemekteyiz. Bu çerçevede; önce o dönemin en gelişmiş merkezi olan Mekke şehrindeki devlet modelini inceleyerek o günkü toplumsal yapılanmayı anlamaya çalışacağız. Sonra Resulullah’ın uygulamalarına ev sahipliği yapan Medine şehri aracılığıyla, günün toplumsal yapılanmasına İslam’ın getirdiği katkıyı görmeye gayret edeceğiz. Daha sonra da o gün ile bugünü kıyaslayarak, zihnimizi ve ufkumuzu aydınlatacak yansımaları elde etmeye uğraşacağız.
önce, Resulullah’ın dördüncü kuşaktan dedesi olan Kusay b. Kilab, Hz. İsmail’in soyunun devamı olan ve çoğunlukla şehrin kenar semtlerinde oturan dağınık haldeki Kureyşliler arasında öne çıkmaya başladı. Keskin zekaya sahip, güçlü ve yöneticilik kabiliyetlerine sahip birisi idi. O dönemlerde Bizans, Mekke’ye ilgi duymaya başlamıştı. Huzaa kabilesi dikkatini Bizans üzerinde yoğunlaştırınca, boşluktan yararlanarak Kureyş kabilelerini birleştirdi. Dikkatli bir siyasetle Bizans’ın desteğini aldı ve 440 yılında şehrin tüm kontrolünü ele geçirdi. Ardından da başarılı bir şekilde Bizans’ın nüfuzu dışında kaldı ve onların bölgesel ilgilerine aldırmadı.3 Daha sonra Kusay, Mekke’ye topladığı kavmini bir yerleşime tabi tuttu.4 Kureyş’in zenginlerini, soylularını ve yakın akrabalarını Mekke’nin en
Kabile/Şehir devleti MEKKE Mekke şehri Hz. İsmail tarafından kurulmuş ve hayatta olduğu müddet zarfında onun tarafından yönetilmiştir. Fakat ondan belli bir
merkezi yerine yerleştirirken, zenginlik ve statü bakımından daha geride olan kabileleri ise Mekke vadisinin dışına yerleştirdi.5 Huzaalıları ise şehirden uzaklaştırdı ve onların civar bölgelerde oturmalarına izin verdi.6
müddet sonra, Yemen’den gelerek Mekke’ye yerleşen ve kızlarını Hz. İsmail’le evlendirmek suretiyle onunla akraba olan Curhumiler, zamanla Mekke’nin yönetiminde etkili oldular.1 Hz. İsmail’in mirasına gerektiği gibi sahip çıkmayarak, hac için Mekke’ye gelenlere zulmetmeye ve ellerindeki malları almaya başladılar. Bu durum miladi ikinci yüzyılın başlarına kadar sürdü. Bu tarihlerde Yemen’den göç ederek gelen Huzaa kabilesi Mekke’ye yerleşmek için Curhumilerden izin istedi. Ret cevabı alınca da onlarla savaşarak 207 yılında Mekke yönetimini ele geçirdi ve onları kovdu. Hz. İsmail’in soyundan gelenler savaşta tarafsız kaldıkları için, onlara dokunmadılar. Etkisiz hale getirerek civarda yerleşmelerine izin verdiler.
Siyasi yapı: Kusay, şehrin kontrolünü ele aldıktan sonra krallık kurmayı tercih etmedi. Aksine (bir tür şehir meclisi olan) Dar’un-Nedve’yi kurdu. Bütün kabilelerin soyluları burada bir araya gelir ve birlikte karar alırlardı. Yapı itibariyle meclis, temsil edilen hiç bir kabilenin diğerlerinden daha etkili olmadığı bir nitelik taşıyordu ve bu meclisin üzerinde bir kral veya başka bir idari kurum yoktu. (Ancak bu bütün kabilelerin eşit
olduğu anlamına da gelmiyordu. Teorik olarak bütün kabileler eşit temsil hakkına sahipseler M. Hamidullah, “The City State of Mecca”, Islamic
3
culture, cilt 12, s. 256-257 (Bu kaynağa “Muhammed
Huzaalılar, Mekke’nin denetimini ele geçirince,
Mustafa el-A’zami. Kur’an tarihi. İz yayıncılık. S.49”
Hz. İbrahim’in dininden geride kalanla kendi kültürlerini birleştirmeye başladılar. Böylece
vasıtasıyla ulaşılmıştır) Kusay’ın yapmış olduğu diğer icraatlar için bkz. İbn
4
Hişam, I, 135-139; İbn Sa’d, I, 69-70; Taberî, II,
Hz. İbrahim’in dininde bozulma hızlandı, büyük
16-19; İbn Kesir, Ebu’l-Fida el-Hâfız, el-Bidâye ve’n-
sapmalar oldu. Putperestlik yaygınlaştı. Hubel
Nihâye, thk., A. Ebû Müslim- A.Necib Adva, Beyrut trz.,
adında bir put dikip ona tapınmaya başladılar.2 Resulullah’ın doğumundan yaklaşık iki yüz yıl
II, 192-196. İbn Sa’d, I, 69-70; Ebû Yâkub el-Ya’kûbî, Tarihu’l-
5
Y’akubî, thk., Abdulemir Mühenna, Beyrut 1413/1993, I, 240
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t Tarih, Beyrut 1979, I, 103-104
1
İbn Hacer, el-Askalanî, Fethu’l-Bâri, Mısır 1959, V, 359
2
42
Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 32.
6
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
de, alınan kararlarda hiç kimse, zengin ve güçlü
Şehir meclisinde bir kabilenin diğerine göre
kabilelerle karşı karşıya gelmek istemezdi.)
üstünlüğü söz konusu değilse de, şehrin idaresi
Kabileleri bir araya getiren; ortak bir anayasa veya zorlayıcı bir güç değildi. Ancak Arabistan’da yaygın olan kabilecilik anlayışı çerçevesinde; fertler ailelere, aileler ise kabilelere sımsıkı bağlanıyorlardı (daha doğrusu bağlanmak zorunda kalıyorlardı). Arabistan’da, bir başka şahsa karşı, onun bir insan olması gerçeğine dayalı genel bir sorumluluk yoktu. Genel olarak çölde karşılaştığınız bir adamı öldürmekte bir hata veya günah söz konusu değildi. Sadece güvenlik endişesi ve kısasla bağlantılı bazı hususlar sizi onu öldürmekten alıkoyabilirdi.7 Topluluğun üyelerinden biri öldürülür veya bir zarara uğrarsa, diğerleri onun intikamını almak üzere derhal harekete geçerlerdi. Diğer üyelere yardım etmek ve gerekirse onların intikamını almak, topluluğun her bir üyesi için kutsal bir görevdi. Zarar görenin haklılığı veya haksızlığı
ve ihtiyaçların giderilmesi amacıyla oluşturulan kimi kurumların sorumluluğunu üstlenmiş olan kabileler, diğerleri arasında daha etkin ve saygın bir konumda olmaktaydılar. Şehirde (bir kısmı Kusay tarafından kurulmuş olan) şu kurumlar bulunuyordu:9 Şehir Meclisi (Nedve), Danışma meclisi (Meşure), Liderlik (Kıyade), Mabedin idaresi (Sedana), Kabe’nin muhafazası (Hicabe), Hacılara su temin etme (Sikaye), Kabe’nin kutsallığının çiğnenmemesini sağlama (İmaratulbeyt), Bir ayinde ilk harekete izin verenler (İfada), Takvim ayarlama kurumu, Bazı acil durumlar için bağış çadırı kurma (Kubbe), Fakir hacıları beslemek için toplanan vergi (Rafada), Nakdi ödeneklere değer biçme (Eşnak), Mekke dışında temsilcilik (Sifare), Sancak taşıyan (Ukab), Bayrak (Liva) ve seferberlik bağışı (Hulvannunnefr).
bile sorulmazdı. Cana karşı can temel kuraldı.
Resmi olan bu kurumlardan başka, “dışarıya
Kısacası herhangi bir kabileye bağlı olmayan
karşı savunma ve içerideki hak arama ihtiyacı
“birey” düşünülemezdi.
çerçevesinde doğmuş”10 olan “hilf/ antlaşma,
Bireyi kabileye sımsıkı bağlayan güç, aynı zamanda kabileleri de birbirine bağlıyor veya düşman ediyordu. Diğer kabilelere karşı kendi kabilesini korumak isteyenler, uzlaşabilecekleri başka kabilelerle birlik oluşturup güçlerini artırmak zorunda idiler. Aksi halde başka kabilelerin saldırılarına uğrayıp, hem zenginliklerini, hem de köle olarak kullanılmak üzere kadın ve çocuklarını kaybedebilirlerdi.
akit yemin” teşkilatları da bulunmaktaydı. Abdümenaf kabilesi ve müttefikleri arasında birbirlerini kollamak ve korumak için oluşturulan anlaşmaya Hilfu’l-Mutayyibin; Abduddar kabilesi ve Suheym kabilesi arasındaki anlaşmaya Hilfu’lAhlaf; haksızlık, zulüm ve her tür hak ihlallerine karşı, Resulullah’ın da içerisinde bulunduğu bir grup tarafından oluşturulan birliğe ise Hilfu’lFudul adı verilmişti.
Dolayısıyla, Kusay tarafından oluşturulan Dar’un-Nedve, gücünü bu toplumsal yapıdan alıyordu. Şehir meclisindeki kabileler, ortak menfaatleri için anlaşmak ve dayanışmak zorunda idiler. Ne kadar başarılı bir dayanışma gerçekleştirirlerse o kadar güçlü, o kadar başarılı ve o kadar zengin olabilirlerdi. “Buna göre Mekke toplumu; et ve kemikler üzerine, et ve kan üzerine kurulu bir devlet, yani soya dayalı bir yapı idi. Bireyleri devlette bir araya getiren ve onları bir birlik yapan şey aile bağlarıydı. Bu onlar için devletin dini ve onun uzlaşılmış ve kabul edilmiş yasası idi.”8
Ekonomik yapı: Orta Çağ boyunca en yaygın geçim vasıtalarından olan ziraat ve hayvancılık, aşırı derecedeki sıcaklık ve su yetersizliği nedeniyle Mekke şehri ve civarında yapılamıyordu. Ancak Kabe’nin varlığı, şehrin insanları önünde büyük imkanların ve fırsatların oluşmasını sağlamıştı. Kabileler, senenin belli vakitlerinde Kabe’yi ziyaret etmek için akın akın Mekke’ye gelirlerdi. M. Hamidullah, “The City State of Mecca”, Islamic
9
culture, cilt 12, s. 261-276 (Bu kaynağa “Muhammed Mustafa el-A’zami. Kur’an tarihi. İz yayıncılık. S.51”
W. Montgomary Watt. İslam’da siyasal düşüncenin
7
vasıtasıyla ulaşılmıştır.)
oluşumu. Hz. Muhammed döneminde İslam devleti. İslam öncesi Medine ve kabile devleti. İbni Hişam. Sire. Cilt 3-4. S. 315
8
R. İhsan Eliaçık. Adalet devleti. Dünyanın siyasi
10
birikimi. 1- Hilfu’l-Fudul faaliyeti. S.157
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
43
O dönemler dışında bile Kabe’de insan trafiği
Hâşim ve kardeşleri tarafından Îlâf vasıtasıyla
eksik olmazdı. Bu insan trafiği ise tarım ve
elde edilen ticari imtiyazlar sayesinde
hayvancılığın yapılamadığı şehirde, ticaret gibi
Kureyşliler, değişik bölgeler arasında ticaret
yeni bir fırsat doğmasına yol açıyordu.
köprüsü olma imkanı elde ettiler.15 Mekke’de
Kusay’ın oluşturduğu siyasi birlikten sonra belli bir döneme kadar Mekkeliler, içe kapalı bir ticaret izlediler. Mekke dışından gelen tüccarların mallarını alır ve hac için gelen yabancılara satarlardı. Mekke’de üretilen az sayıdaki mamul istisna edildiğinde ticaretleri tamamen Mekke’ye gelen yabancı tüccarlara bağımlı idi. Mekke’nin coğrafi konumundan ve Kureyş’in bölge ülkeleri ve kabileleri üzerindeki saygınlığından istifade ederek, ticaretin bağımlılıktan kurtarılması için gerekli ilk adım Peygamberimizin dedelerinden Hâşim b. Abdumenaf ve kardeşleri tarafından atıldı. Hâşim ve kardeşleri, bölgelerinde bulunan
üretilen deriyi; Taif’in kuru üzümünü; Benu Süleym maden ocaklarından elde edilen altın ve gümüşü; Afrika’dan gelmiş olan altın tozu ve fildişini; Yemen pazarlarından satın alınan Hint mahsulleri ve Çin ipeklikleri ile en önemli yükler arasında sayılan güzel kokuları değişik pazarlara ulaştırmaya başladılar. Hac zamanları kurulan Mekke pazarlarına ise Akdeniz bölgesi ülkelerinin sanayi mahsulleri olan pamuklu, yünlü ve ipekli dokumaları ve parlak kumaşları; Basra ve Suriye’nin silah, hububat ve nebatî yağlarını taşıyorlardı. Bu sayede hızla zenginleştiler ve bölgede itibarları iyice arttı.
kabileler ve ülkelere seyahatler düzenleyerek
Zenginliğin artmasına paralel olarak para
serbest ticaret yapabilmek için antlaşmalar
ticareti de yapmaya başladılar. Hicaz kabileleri
yaptılar.
11
Mekke asilleri ile komşu devletlerin
arasında güvenli bir diplomatik konuma ve
başkanları arasında gerçekleşen bu antlaşmalar,
caydırıcı bir güce sahip olmak için, kabilelerin
İlaf (ahit, antlaşma ve talebe binaen verilen
ileri gelenlerini kendilerine borçlandırdılar.16
beraat) ismiyle anıldı.12
Ticaret yapma imkanı veya becerisi olmayanlara
Îlâf sonucu yapılan antlaşmalarla Kureyşliler, senenin dört mevsiminde mal alım ve satımı için diledikleri ülkelere izin almaksızın gidip gelebilme imtiyazını elde ettiler. Antlaşmaya razı olan kabile ve ülkeler, Mekkelilerin kendi ürettikleri veya satışını yaptıkları malları aracısız ve doğrudan onlardan aldıkları için daha ucuza temin etmiş olacaklardı.13 Böylece bir yandan bu kabileler ticaret yolculuklarının zorluklarından kurtulup oturdukları yerde kazanç sağlarken, diğer yandan Kureyş’in dış ticaretini güvence altına almış olacaklardı. Arap kabileleriyle
da sıkıntıya düştüklerinde yüksek faizli borç para veriyorlardı. Borcunu ödeyemeyenler, kendilerine borç verenin takdir ettiği kadar bir süre; ya ailesinden bir ferdi köle olarak vermek, ya da kendisi köleliği kabul etmek zorunda idiler. Köle olarak verilen kadınlar fuhşa zorlanır ve elde ettiği gelirle borcu ödemesi sağlanırdı. Bir gün bu duruma düşme korkusuyla kimse kız çocuğuna sahip olmak istemezdi (Tabii tek gerekçe bu değildi. Nitekim Kur’an, kız çocuğu ile güçlülük/zayıflık arasında doğrudan Joseph Chelhod Mekke’deki ticaretin hacmi ile ilgili
15
olarak şöyle bir tahminde bulunmaktadır: “Kendi kendine
yapılan bu antlaşmalar, karşılıklı yardım ve
yetinemeyen Mekke, ihtiyaçları için tahıl, hurma, meyve, şarap
koruma mükellefiyetleri getirmeyip, aksine o
ve diğer besin maddelerini, mübalağasız bir kişiye günde
güne kadar bilinmeyen bir usul olan müşterek
en az 100 g. Olarak tahmin ettiğimiz kadar malı ithal etmek
ticari çıkarlar esasına dayanıyordu. Zira bu
zorundaydı. Şimdi Kureyş konfederasyonunun başlıca on iki
işbirliği neticesinde daha istikrarlı kârlara nail
kabile ihtiva ettiği, ayrıca Mekke’de “halif”lerin, mültecilerin, kölelerin ve yabancıların da bulunduğu bilinirse, yüzdeye dahil
olacakları gibi Mekke’ye korkusuzca girecekler
olanların tümüyle, nüfusunun 20 veya 25 bin olduğunu (Uhud
ve itibar göreceklerdi.14
savaşında 3,000 Mekkeli savaşçı olduğu tahmin ediliyor) kestirmenin mümkün olabileceğine inanıyoruz. Şu halde,
İbn Sa’d, I, 72, 75
11
günlük olarak onlara en azından 2-3 bin kg azık gerekliydi ki,
Cengiz Kallek, “Mekke İktisadıyla İlgili Müesseseler”,
20 deve yükü eder.” (Bu da senede 750 - 1,100 ton,
12
Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm, ed. Vecdi Akyüz,
yani 7,500 deve yükü) Joseph Chelhod, “Hicret Öncesi
İstanbul 1994, III, 406.
Mekke’de Kapitalizm”, s.131 (Bu kaynağa “İzzet Er, Din Sosyolojisi, Akçağ, 1998, Ank.” vasıtasıyla ulaşılmıştır),
İbn Sa’d, I, 78.
13 14
M. J. Kister, “Makka and Tamim (Aspects of their Relations)”, Jornal of the Economic and Social History of the Orient VIII
44
M. G. S. Hodgson. İslam’ın serüveni. İz yayıncılık. Cilt
16
1. S. 93
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ilişki kurduklarını anımsatarak, olayın farklı
yerleşim yeri” olarak tanımlanabilir.
sosyolojik yönlerine de dikkat çekmektedir). Kız çocuğu olanlar ise çocuklarını diri diri gömerlerdi. Borçluluk meselesi o kadar büyük bir toplumsal yaraya dönüşmüştü ki, ileride borç yüzünden elinden alınacağı korkusuyla kız
Kısacası: 1- Nüfus olarak o dönemin Mekke’si, Türkiye ölçülerine göre ortalama
çocuğunu öldüren bir babayı kimse ayıplamaz ve
bir kasaba veya ilçe büyüklüğü
kınamazdı.
göstermektedir. 2- Temelleri Kusay tarafından atılan ve
Nüfus ve sosyal yapı:
zaman içinde gelişen idari sistem, bugünün ihtiyaç ve şartlarına göre
Hz. Muhammed’in Peygamber olarak gönderildiği sırada Mekke’nin nüfusunun ne kadar olduğuna dair farklı tahminler
oldukça sınırlı ve yetersizdir. 3- Bir hukuk sisteminden ve adaleti sağlamak için oluşturulmuş kurumlardan
yapılmaktadır. W. Montgomery Watt; “bin civarında eli silah tutan erkek ve belki de beş binin
bahsetmenin imkanı yoktur. En geçerli
üzerinde toplam nüfus” , Joseph Chelhod ise;
kural “kısas”tır.
17
“tahminen 20-25 bin civarında” 18 demektedir. Dolayısıyla en az beş bin, en fazla da 20–25
4- Sahip olduğu ticaret hacmi, geçimin tarım ve hayvancılık ile sağlandığı
bin’lik bir nüfusa sahip olduğunu söyleyebiliriz.
toplumlar için “yüksek” sayılabilecekse de, sanayi toplumlarının ticaret hacmiyle
O dönemin Mekke’sinde ortaya çıkan sosyal
kıyaslanacak boyutta değildir. Oluşan
yapıyı tanımlamaya kalktığımızda ise, kolayca
ekonomik kurumlar ise (o günün
neticeye varmak mümkün görülmemektedir.
ihtiyaçları için yeterli olmakla birlikte
Sosyolog Louis Wirth’in sosyal yapı kriterleri
bugünkü bir kasabadan daha yetersizdir.
çerçevesinde bakarsak, Mekke’yi bir “şehir devleti” olarak tanımlayabiliriz. Çünkü o bir
5- Tarihi kayıtlarda eğitim, sağlık vb.
yaşam biçimi olarak şehirliliğe: “a) Çeşitlilik içeren
sosyal kurumların varlığına dair bir bilgi
nüfus yapısına (yerlilik, yabancılık, birçok aile soyu
bulunmamaktadır.
vb.) sahip olması b) Farklı kurumlara sahip toplumsal örgütlenme sistemi bulunması c) Bünyesinde sosyal davranışlar, fikirler ve kişilikler kümesi barındırması”
gibi genel kriterler çerçevesinde bakmaktadır.
Yeni bir toplumsal örgütlenmenin merkezi: MEDİNE
Şehirlilik için: “a) Kale, b) Pazar, c) Kendine ait bir mahkemesi veya hiç değilse kısmen özerk bir hukuk, d) İlgili bir öbek şekli, e) En azından kısmi özerklik
Resulullah’tan önceki durum:
ve seçime dayalı kendi kendine yönetim” kriterlerini
Medine arazisi oldukça geniş düzlükleri olan
ortaya koyan Sosyolog Max Weber ise Mekke’nin
bir vadidir.20 Vadinin etrafı dağlarla çevrilidir.
Hz. Muhammed zamanındaki şehirli niteliğini
Vaktiyle fışkıran volkanlar, lavlarıyla bu bölgenin
bile zorlanarak kabullenmiş görünmektedir.19
bir bölümünü kaplamış durumdadır. İklimi tatlı,
Onun ölçülerine göre Mekke daha çok “kırsal bir
toprağı bereketlidir. Kuyu suları serin ve boldur.
W. Montgomary Watt. İslam’da siyasal düşüncenin
17
Hurma bahçelerinden elde edilen ürünler yüksek
oluşumu. Hz. Muhammed döneminde İslam devleti. Hz.
nitelikli, çeşidi bol ve çok büyük miktarlardadır.
Muhammed’in siyasi başarıları.
H.1. yüzyılda, Medine Suriye’ye buğday ihraç
Joseph Chelhod, “Hicret Öncesi Mekke’de Kapitalizm”,
ederdi. Buraya Mekke’de olduğundan daha
18
s.131 (Bu kaynağa “İzzet Er, Din Sosyolojisi, Akçağ, 1998, Ank.” Vasıtasıyla ulaşılmıştır.) Weber, Max, Şehir, Modern Kentin Oluşumu, Editör:
19
Martindale Don ve Gertrud Neuwirth, çev. Musa Ceylan,
çok ve sık yağmur yağar ve Mekke’nin güney doğusunda uzanan Taif’in Vecc vadisinin suları Genişliğine ölçü olarak şu örnek verilir: Deve sırtında
20
Bakış, İst.2000 (Martindale Don’un “Ön söz” yazısı),
Kuzeyden Güneye, ya da Doğudan Batıya yolculuk bir
s.59.
gün çeker.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
45
Medine’den geçerek Kızıl Deniz’e dökülür. Medine şehrinin oluşumu, Evs ve Hazreç isimli iki kardeşe dayanır. Onların soyundan gelenler,
vardır: “Resulullah bize şöyle dedi: ‘İslam’ı kabul eden herkesin adını yazıp bana getiriniz.’ Ve biz, kendisine bin beş yüz kişinin adını yazıp getirdik.”28
iki rakip kabile olarak Medine’yi oluşturdular.21
“İslam tarihindeki bu ilk nüfus sayımında
Hicretten yaklaşık altı yedi yıl önce meydana
kaydedilen 1500 Müslüman’ın yanı sıra,
gelen ve bu iki kabile arasında yapılan Bu’âs
Medine’de henüz İslam’ı kabul etmemiş olan
savaşında, Hazreçliler galip geldiler ve şehirdeki
Arap kabileleri de bulunmaktaydı. Bunlardan
Yahudilerle ittifak anlaşması yaptılar.
22
Buna
ayrı olarak, neredeyse Araplarla aynı sayıda olan
karşılık Evs kabilesi ise, Mekkeli Kureyşlilerle
Yahudiler de vardı. Bu durumda, Medine’de H.1
bir ittifak anlaşması yaparak dengeyi korumaya
yılında on binden fazla bir nüfusla karşı karşıya
çalıştı. Fakat ne var ki, her iki kabile de bu
olduğumuz söylenebilir.”29
kardeş savaşlarından bıkıp usanmışlardı.
23
Arap olsun, Yahudi olsun her kabile, bağımsız
Hicrete yakın dönemlerde Hazreçliler,
bir hukuksal birlik oluşturmakta ve kendi
kendilerine bir kral seçmeye karar vermişler ve
kabile başkanı haricinde hiçbir siyasi otorite
bu makam için de Abdullah ibn Ubey’i uygun
tanımamaktaydı. Bu kabile başkanlarının seçiliş
görmüşlerdi. Hatta Resulullah’ın Medine’ye
tarzları hakkında fazla bir şey bilinmemektedir.
geldiği günlerde, Medineli tüccarlara, bir tac
Yahudi Beni Nadîr kabilesinin durumuna
bile sipariş etmişlerdi.24 Fakat Hazreçli birisi, ne
bakarak30 denilebilir ki, her Yahudi kabilesinin,
Evslilerce, ne de (muhtemelen) Yahudilerce kral
savaş vb. gibi beklenmedik harcamalar için
olarak kabul edilemezdi. Dolayısıyla Medine’de
kabile mensuplarının katkılarıyla oluşturulmuş
ansızın gündeme gelen İslam, birçok kişi için bir
bir halk sandığı vardı. Arap kabileleri arasında
çözüm fırsatı niteliği taşımış oldu.
ise bir tür sosyal güvence kurumu vardı. Bu
Evs ve Hazreç kabileleri haricinde Medine’nin diğer önemli kabileleri Yahudi Beni Kaynuka, Beni Nadîr ve Beni Kurayza kabileleri25 idi. Beni Kaynuka Hazreçlilerle, Beni Kurayza ise Evslilerle ittifak halindeydi.26 Yahudiler içinde de bir takım iç çatışmalar herhalde vardı ki, bunlardan bazıları bir Arap kabilesinin müttefiki olduğunda, diğer bazıları, birincinin hasmı durumundaki başka bir Arap kabilesi ile ittifak anlaşması yapıyordu.27 Nüfusla ilgili olarak Huzeyfe’den şöyle bir nakil Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi.
21
İbn Hişâm, s. 286; Ayrıca bk. 387
22
İbn Hişam, s. 287; Buhârî, 63/I, No 7; İbn Sa’d, 1/1,
23
s. 147. İbn Hanbel, V, 427. İbn Hişâm, s. 413, 727; Taberî, Tarih, I, 1511; Buhârî,
24
kurum, bir üyesi öldürülen aileye “kan diyeti” ödenmesini sağlayarak kan davalarını önlemeyi hedefliyordu.31 Fakat bu uygulama aynı kabileye mensup aileler arasında söz konusu olabilirdi. Suçluyla kurban farklı kabilelere mensup iseler, adaleti sağlamak için tek yol, güç ve kuvvetin desteğinde yapılan müzakereler olurdu. Güçlü kabileye ödenmesi gereken kan diyeti, zayıf bir kabileye ödenmesi gereken kan diyetiyle aynı olmazdı. İstilacı ve saldırgan güçlere karşı savunma amacıyla her kabilenin belli bir sayıda müstahkem kalesi vardı. Çok sınırlı sayıda erkek okuma ve yazma biliyordu.
79/20 “Kaynuka kuyumcu, Nadîr yaprakların tazeliği (yani
25
bunların ziraatla uğraştıklarını göstermekte), Kurayza ise deri tabaklayan kimselerin kullandığı bir bitki demektir. Muhtemelen onların asıl meslekleri de buydu. Veya en azından bu Yahudi kabilelerinin Medine’ye gelip
Kısacası: 1- Siyâsî hayat ve sosyal yapı itibarıyla Medine, Mekke’den bile geri bir şehir
yerleştikleri sırada öyle oldukları söylenebilir. Ticaret alanında ise ithalatçı, tahıl maddeleri satıcısı ve banker
28
olarak çalışmaktaydılar.” (Muhammed Hamidullah, İslam
29
Peygamberi)
30
Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, 334
46
Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi. Şe’mi, Sîre Gazvetu’s-Sevîk (C. 4) s. 259.
İbn Hişâm, s. 546, 554, 688.
26 27
Buhârî, 56: 181, No I.
Muhammed Hamidullah, “Corpus des documents sur la
31
diplomatie musulmane” adlı makale, No 1, s 4-11.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
durumundadır.
gözeterek gerçekleşen ispat), insandaki iyilik
2- Kabileleri bir araya getiren ortak, idari, hukuki ve sosyal kurumlar bulunmamaktadır.
ve ahlak damarını harekete geçirir. Böylece o kimse (imanı özümseyebildiği ölçüde) kimseye zulmetmez; haksızlık yapmaz; hiçbir konuda aşırı gitmez; yalan söyleme, kandırma ihtiyacı
3- Temel geçim kaynağı tarımdır. Bunun yanında sınırlı miktarda hayvancılık ve ticaret yapılmıştır.
hissetmez; kendisinden sadece iyilik ve güzellik yayılır. Tevhid ilkesinin ilk yarısı olan “Allah’tan başkasına itaat etmeme – La İlahe” ilkesiyle
İslam neleri değiştirdi?
İslam, hem aşırı istek ve tutkularının esiri olmuş
Doğaldır ki, “İslam neleri değiştirdi?” sorusuna,
de diğer insanların onlara uyarak kendilerine
böyle bir makale içinde kapsamlı ve tatmin edici bir cevap vermenin imkanı yoktur. Biz bu soruyu; “sosyal ve toplumsal yapılanma şekli bakımından neleri değiştirdi?” anlamında sorduk. Maksadımız, toplumsal yapılanmayı değiştirirken İslam’ın nasıl bir tarz ve yöntem ile hareket ettiğini anlamaya çalışmaktır. Bu çerçevede, başlığı oluşturan soruyu; fazla teferruata girmeden ama genel mantığı da anlamamızı sağlayacak şekilde cevaplamaya
insanların çevrelerine zulmetmelerini, hem zulmetmelerini engeller. Bu ise adaletin dışa dönük yüzüdür. “Kendisine göre yaratıldığımız yaratılış gerçeklerinden uzaklaştıracak hiç bir saptırıcıya kanmama ve boyun eğmeme” şeklinde özetlenebilecek bir yaşam biçimini ifade eder. Herhangi bir toplumda veya yeryüzünde adaleti sağlamanın tek yolu; hevalarının esiri olan güçleri reddedip (yani varlığına son verip), sadece Allah’a itaat etmekten geçer.
çalışacağız.
Böylece, İslam’ın Resulullah öncülüğünde
Doğası gereği İslam, önce kafaları değiştirerek
konusunda kendisini gösterir. Medine’de oluşan
işe başlar. Tevhid inancı çerçevesinde yeni bir zihniyet inşa eder. Bu zihin yapısının en temel karakteri adalet (tevhid)dir. Adalet, “düzeltmek, doğrultmak, değiştirmek, denkleştirmek, eşitlemek vb.” gibi birçok anlama gelir. Düzelterek, doğrultarak, değiştirerek, denkleştirerek... yaratılış gerçeklerine uygun olana döndürmeyi ifade eder. Kendisine göre yaratıldığımız gerçeklerden ayrı ve uzak düştüğümüz her noktada, adaletsizlik; yani kötülük, zulüm ve acı baş gösterir. Bu çerçevede İslam, “yalnızca Allah’a iman İllallah”, yani “yalnızca Allah’ın rızasını kazanmak
için yaşamak” ilkesini getirerek insanın kendi nefsine zulmetmesini engeller. Hayatının
her anında Allah’ın rızasını arayan bir kimse, fıtratında var olan aşırı istek ve tutkuların (heva) esiri olmaktan kurtulur. Aşırı istek ve tutkularını dizginleyebildiği ölçüde de fıtratına uygun, mutlu bir yaşam sürmüş olur. Adaletin insan nefsinde açığa çıkan hali ahlaktır.
32
“Yalnızca Allah’a
iman” (ve hayatının her anında O’nun rızasını İhsan Eliaçık. Adalet Devleti. Adalet, Rahmet, vicdan,
32
ahlak, adalet ve hukuk kavramları.
gerçekleştirdiği ilk ve en önemli değişim, inanç toplumsal yapı, hem toplumun dini inancı niteliğindeki putperestliğin son bulduğu, hem de toplumu kendi menfaatlerinin esiri haline getirmiş olan çetelerin ve güçlerin sisteminin bozulup yerine adaletin tesis edildiği bir yapı olarak karşımıza çıkar. Peki, zulüm ve adaletsizlik sistemine son veren müdahaleler nelerdir? Hüküm ve otoriteye (siyasete) müdahale: İslam
düşüncesinin temelini oluşturan Tevhid ilkesinin en belirgin bir şekilde kendisini hissettirmesi gereken alan, toplumsal adaletin veya zulmün kendisi aracılığıyla gerçekleştirildiği hüküm ve otorite alanıdır. İslam bu alana dönük müdahalelerine, güç (hüküm, otorite, yönetim) ile emanet arasında ilişki kurarak başlar. Sahip olduğumuz bütün imkanlar Allah’ın bizi denemek için verdiği emanetlerdir. Onları Allah’ın rızasına uygun bir şekilde kullanmakla sorumluyuz. Dünya emanete sadakatin sınandığı bir imtihan yeridir. Emanete karşı gösterilecek tavır ahirette, ya sonsuz bir mükafat ya da sonu gelmeyen bir azap olarak karşılığını bulur.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
47
İslam çerçeveyi bu şekilde çizdikten sonra,
Bu çerçevede, bir emeğin karşılığı olmaksızın
emanetin (gücün, otoritenin) insanı yoldan
paradan elde edilen kazancı, yani faizi38 yasaklar.
çıkarmaması için ehliyet
33
ilkesini ortaya koyar.
Malın sadece zenginler arasında dolaşan ve
Böylece hem yönetime talip olanlarla Allah
halkın nasiplenemediği bir güç39 olmasının
arasında, hem de halk ile yöneticiler arasında bir
engellenmesini ister. Malın, kimseye bir faydası
sorumluluk bağı kurar. Yönetime talip olanların
olmayacak şekilde ve sınırsızca biriktirilip
Allah’a karşı sorumluluğu, O’nun emrine ve
saklanmasını (kenz)40 yasaklar. Böylece kişiyi
adaletine uygun bir şekilde34 yönetmektir. Halka
malın esiri olmaktan kurtarıp, emanetçisi haline
düşen sorumluluk ise emanet etmek için ehil
getirir.
olanları seçmektir.
Tasarruf ederken ise en temelde israftan41
Yönetici ile halk arasında kurulan bir başka önemli bağ ise müşavere
35
(danışma) kavramıyla
(gereksiz yere harcama, savurganlık) sakınılmasını emreder. Ve hem israfı önlemek,
ifade edilir. İstişare (danışmak), şura (danışma
hem de emaneti Allah’ın rızasına uygun bir
kurulu) ve meşveret (fikir danışma) aynı kökten
şekilde kullanabilmek için, her biri paylaşmanın
türemiştir. İslam emanete talip olanların, hem
değişik yolları ve araçları olan; infak, sadaka ve
keyfi ve kendi burnunun dikine davranmasını
zekat kavramlarını ortaya koyar.
engellemek, hem de emanetin ağırlığını tek başlarına yüklenmek zorunda bırakmamak için böyle bir tedbir getirir. Yönetici ile halk arasında bir danışma ve onay köprüsü kurar.
Hukuka müdahale: İslam’ın hukuk anlayışının
temelini adalet ilkesi oluşturur. İnsanlar gerçek anlamda vicdanlarına yönelebildikleri zaman, kendisine göre yaratıldıkları gerçeklere
Ekonomiye müdahale: İslam, ekonomik alana
uygun kararlar verebilirler; yani adil olmayı
dönük müdahalelerine “mülk Allah’ındır”36
başarabilirler. Fakat “zayıf yaratılmış”42 olan
gerçeğiyle başlar. Fakat Allah mülkünü, sebep-
insanın vicdanı da farklı etkilere açıktır. Bu
sonuç ilişkisine uygun kazanç yolları vasıtasıyla
yüzden de adaletin tek gerçek yolu tevhiddir.
insanlara emanet etmektedir. Ve bu güç ile Allah’ın rızasını arayıp aramadıklarını sınamakta; yeryüzünü güzellikle imar edip etmediklerini denemektedir. Emaneti Allah’ın rızasına uygun bir şekilde kullanmanın; kazanırken ve tasarruf ederken uyulması gereken sınırları vardır.
Allah hile37 ile elde edilen kazancı temiz görmez. Doğru ve dürüst yollardan kazancı emreder.
“Sadece Allah’ı razı etme” hedefiyle çırpınan gönüller: 1- “Takva örtüsü”ne43 bürünerek Allah’ın münker ve yasak kıldığı şeylere bakmaz ve yönelmezler, 2- Sadece kendi çıkar ve menfaatini düşünenler gibi güç yetirebildikleri kimselerin hakkına44 tecavüz etmezler. “Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı
38
kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, “Zaten alış veriş de faiz gibidir” demelerindendir. Oysa Allah alış verişi helal, faizi haram kıldı.” (Bakara 2/275) Ayrıca
Allah, size mutlaka emanetleri ehil olanlara vermenizi
33
bkz. (Bakara 2/278, Al-I İmran 3/130) vs.
ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa 4/58)
“Allah’ın peygamberine, diğer memleketlerden
39
“Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu
savaşsız ele geçirmesini sağladığı o gelirler, içinizden
ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma.”
sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlete
(Maide 5/48) Ayrıca bkz. (Maide 5/44, 45, 47)
dönüşmesin diye Allah’a, peygamberine, muhtaç
“... Onların işleri, aralarında danışma iledir.” (Şura
yakınlarına, öksüzlere, yoksullara ve yolu kesilmişlere
34
35
aittir.” (Haşr 59/7)
42/38), “... İş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven.” (Al-i İmran
“Durmadan mal istif ederek biriktirenin vay haline.
40
3/159)
Sanır ki malı kendisini sonsuza kadar yaşatacak.” (Hümeze 104/2-3)
“Mülkün sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verirsin.
36
…” (Al-i İmran 3/26), “Göklerin ve yerin mülkü
“Yiyin için fakat israf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri
41
O’nundur. …” (Buruc 85/9)
sevmez.” (A’raf 7/31)
“Bir şeyi ölçtüğünüz zaman, ölçüyü tam tutun,
37
doğru teraziyle tartın. ...” (İsra 17/35), “Ölçüyü tam
“İnsan zayıf yaratılmış olduğundan ...” (Nisa 4/28)
42
“Ey İnsanoğulları! Ayıp yerlerinizi örtecek giyimlikle
43
yapın, eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın.
sizi süsleyecek elbiseler gönderdik. Takva örtüsü ise
İnsanların hakkını azaltmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” (Şuara 26/181-183)
48
bunlardan daha hayırlıdır.” (A’raf 7/26) “Birbirinizin malını haksızlıkla yemeyin. Bazı insanların
44
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Haksızlık yapıp aşırı giden çetelerin engellendiği
rehberliğini bütün çağları kuşatacak
toplumlar ise; adaletsizliğin en önemli sebebi
hale getirmiştir. İnsanoğluna düşen,
olan, çıkar ve menfaatlere göre dizayn edilmiş
akl-ı selim ile vahyi kavramak ve günü,
yasa ve düzenlemelerden kurtulmuş olurlar.
onun ilke ve değerlerine uygun hale
Ardından da helaller, haramlar, kadın hakları,
getirmektir.
miras, kölelik vb. konularda vahyin mantığına uygun güncel düzenlemelerle, Allah rızası ve adaletin öncelendiği yasalara kavuşurlar. *** Başlangıçta da ifade ettiğimiz gibi bu çok kısa analiz, İslam’ın değiştirdiği her şeyi ortaya koymayı hedeflememektedir. Zaten bu denli kısa bir makaleyle böyle bir sonuca ulaşmak mümkün olamazdı. Hatta makalenin kendi hedefine dönük (hüküm ve otorite, ekonomi, hukuk gibi) alan tasniflerinde bile ne derece yeterli açılımlar yapıldığı tartışılabilir. Ancak bu kadarı bile İslam’ın meselelere yaklaşımıyla ilgili bir fikir vermiş olmalıdır.
Resulullah önderliğinde oluşan “Medine İslam Toplumu” Mescid-i Nebevi’nin İnşası ve yeni yönetimin oluşturulması:
Resulullah’ın Medine’ye ulaşmasıyla birlikte ilk yapılan işlerden birisi, yeni bir liderlik ve yeni bir yönetimi temsil etmesi amacıyla oluşturulmuş merkez, yani Mescid-i Nebevi’nin inşa edilmesidir. Mescit, ücreti ödenerek alınan bir arsa üzerine yapılmış45 ve Resulullah inşaatta bizzat çalışmıştır.46 Yeni oluşan toplumda; “liderlik, liderin nasıl belirleneceği, görev ve yetkilerinin ne olacağı” gibi problemler olmamıştır. Resulullah toplumun
Yaptığımız çıkarımları şöyle özetleyebiliriz: 1- İslam, hayatın değişik alanlarına dönük sabit uygulama modelleri ve sistemler önermemektedir. Kur’an’dan yola çıkarak, “İslam şöyle bir idari sistem öneriyor”, “Şöyle bir ekonomik model sunuyor”, “Hukuk sistemi şudur” şeklinde net değerlendirmeler yapılamaz.
doğal lideridir ve yetki alanları, yönetme biçimi “peygambere özgü” bir nitelik taşımıştır. Bu yönüyle, kendisinden sonrası için birebir uygulanacak bir örneklik ortaya çıkmaz. İslami devlet sistemi için sloganik bir şekilde bayraklaştırılan “hilafet devleti” modelindeki idari yapı, Resulullah döneminde ortaya çıkmış değildir. Gerek yöneticinin “halife” kavramıyla ifadelendirilmesi, gerekse yöneticinin belirlenme biçimi, Resulullah’tan sonra, Müslümanların
2- İslam’ın meselelere yaklaşımı, o konuyla ilgili ilke, kavram ve değerleri sunmak şeklindedir. Günün şartlarına uygun
tercih ve içtihatlarıyla gerçekleşmiştir. Muhacirlerin sorunlarının çözülmesi:
uygulama modelleri oluşturmak ise,
Yeni oluşan toplum, ciddi bir göç olayının
günü ve Kur’an’ı anlamış akılların işidir.
(hicret) ardından vücut bulduğu için, göç
3- “Sabit model ve sistem önermemek” işi zorlaştırmak için değil, evrenselliğin ve insanoğlunun imtihanının gereğidir. İnsanların ve toplumların ihtiyaç ve yapılanmaları sürekli değişim gösterdiği için, belli bir dönem için çok faydalı ve isabetli olan bir model bir dönem sonra dar ve yetersiz kalabilir. Oysa Yüce Allah meseleleri kavram, ilke ve değerler olarak ortaya koymak suretiyle, vahyin
edenlerin yerlileştirilmesi gibi bir problemi çözerek işe başlamak zorunda kalmıştır. Medine’nin yerli halkı (ensar)’nın da olumlu yaklaşımları sonucunda her bir muhacir ailesi, ensardan bir aile ile kardeş ilan edilmiştir. Kardeş olan aileler ise toprak ve mekan paylaşımı yapmışlar, böylece evsizler eve, topraksızlar toprağa kavuşmuştur. Ne var ki bu ilişki biçimi, benzer şartlar oluşursa M. Hamidullah. İslam Peygamberi. Mescidi Nebevi’nin
45
inşası
mallarını haksızlıkla yemek için onu bile bile güç sahiplerine aktarmayın.” (Bakara 2/188)
İbni Hişam
46
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
49
uygulanabilecek bir örneklik niteliği taşısa da, hukuk sistemi bakımından evrensel bir nitelik taşımaz. Döneme veya şartlara özgü
maddeler) 3- Toplumun üyeleri, suça karşı tam bir dayanışma gösterecek ve suçlu
bir uygulama olduğu, sonraki dönemlerde
yakın bir akraba bile olsa ona destek
indirilen miras hukuku ayetleriyle de açıklığa
olmayacaktır. (13, 21. maddeler)
kavuşmuştur.
4- Toplumun üyeleri, inanmayanlara karşı
Medine Vesikası:
savaşta, barışta ve himayeyi yerine
Resulullah tarafından oluşturulan yeni toplumsal
getirme hususunda tam bir dayanışma
ve idari yapı hakkında fikir sahibi olmak için,
gösterecektir. (14, 15, 17, 19, 44.
Kur’an haricinde, “Medine Vesikası” adı verilen
maddeler)
bir belge bulunur. Bu belge iki farklı bölümden oluşmaktadır: 1 ila 23. paragraflar arasındaki
5- Çeşitli topluluklardan Yahudiler toplumun üyesidir ve kendi dinlerinde
ilk bölüm Müslümanlarla ilgili konuları, 24 ila
serbesttirler. Onlar ve Müslümanlar,
47. paragraflar ise Yahudilerle ilgili konuları
ihtiyaç halinde bir diğerine (gerekirse
ele almaktadır. Kaynaklara göre47 sözleşme,
askeri) yardım sunacaklardır. (24 – 35,
Resulullah’ın Medine’ye gelişinden kısa bir
37, 38, 46. maddeler)50
süre sonra, H. 1. yılda yürürlüğe konulmuştur. Bununla birlikte, Yahudilerin nasıl ve niçin sahip oldukları bağımsızlıktan kendi iradeleriyle vazgeçip, Yahudi olmayan, kendilerince meçhul, hatta iktidar bakımından güçsüz bir yabancının egemenliğini kabul etmiş olduklarını düşündüğümüzde; farklı iki dönemde kaleme alınmış, ancak tarihin bunları birbiri içerisinde kaynaştırarak bize bir tekmiş gibi sunduğu iki belge olduğunu kabul etmemiz gerekir.48 Ve ikinci belgenin üç büyük Yahudi kabilesinin sürgün edilmiş olduğu 627’den sonraki bir tarihe ait olduğunu düşünmek için yeterli sebep vardır.49 Sözleşmede geçen Yahudiler ise o tarihten sonra Medine’de kalan küçük Yahudi gruplarıdır.
Anlaşılacağı üzere Medine Vesikası bir siyaset teorisi veya bir toplumsal yapılanma modeli tezi değildir. Aksine belge, belge metninde geçen “geçmişte olduğu gibi (ma’âkileheme’l-ûlâ)” deyiminden de anlaşılacağı gibi, o dönemin bir takım eski töre ve adetlerini göz önünde bulunduran51 ve bunları adalet ölçüsü ve mantığıyla ıslah eden bir yaklaşıma sahiptir. Yaptığı düzenlemeler, adaletin dağıtımı ve uygulanması konusunda kendi dönemi için gerçek bir devrim niteliği taşır. Artık kabile asabiyetine dayalı toplumsal yapı değişmekte, yerini; kendi kabilesi, ailesi ya da akrabalarının aleyhine bile olsa, merkezî
Bu belgede, (Allah ve Resulünün yeni oluşan siyasi yapı üzerindeki etki ve konumları belirlendikten sonra) devletin yapısını belirleyen temel noktalar şöyle ortaya çıkmaktadır: 1- Mü’minler ve onlara tabi olanlar tek bir toplum (ümmet) oluşturmaktadırlar. 2- Toplumdaki her bir kabile veya kabile kolu, kendi mensupları adına kan diyeti ve fidyelerden sorumludur. (2 – 11.
iktidara destek olunan bir yapıya bırakmaktadır (madde 13). Önceden kabilelerin kendisi tarafından uygulanan ve sıklıkla kan davalarına yol açan “kısas”ın uygulanması merkezi idareye bırakılmakta ve öte taraftan kısas yerine kan diyeti özendirilmektedir. Asla bir caniye sığınma hakkı tanınmayacaktır (madde 22). Eskiden akrabalık esasına dayanan kabile yapısı yerini, kişinin rıza ve iradesine dayalı mensubiyete dayanan ümmet anlayışına bırakmaktadır. Eskiden “Araplar yabancıların, asıl kabile üyeleri
Ebu Ubeyd, s 518.
47
M. Hamidullah. İslam Peygamberi. İslam devleti
48
W. Montgomary Watt. İslam’da siyasal düşüncenin
50
anayasası.
oluşumu. Hz. Muhammed döneminde İslam devleti. Medine anayasası
W. Montgomary Watt. İslam’da siyasal düşüncenin
49
oluşumu. Hz. Muhammed döneminde İslam devleti. Medine anayasası
50
M. Hamidullah. İslam Peygamberi. İslam devleti
51
anayasası.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ile aynı haklara sahip olmaksızın kendi kabile
görev yapan hakimler yoktu: Bir anlaşmazlık
topluluklarına katılmaları usulünü (mevlalık)
durumunda, aralarından seçtikleri soylu biri
öteden beri uyguluyorlardı. Ancak en ince
davalarını hallederdi. Belirgin bir yasa da
ayrıntısına varıncaya kadar tüm parçalarının
mevcut değildi; hakemin tek rehberi sağduyusu
yeni baştan oluşturulduğu bir kabile anlayışı
idi ve verdiği kararı temyiz edecek bir üst
o güne kadar duyulmamış bir şeydi. Hiç
makam da yoktu. 54
kuşkusuz ‘İslam milliyeti’ (ümmet) ağacı, işte bu küçük fideden yetişerek boy atmıştır. Diğer toplumlarda gördüğümüz, ırk, ten rengi, dil ya da doğum yeri birliği gibi değiştirilmesi mümkün olmayan ve tamamen insanın irade ve seçimi dışındaki bir takım kavramlar yerine, İslam; kendi milliyetçilik anlayışına temel olarak bireyin kendi hür iradesine dayalı seçim birliğini esas kabul etmiştir.”52
İslâm ise, bireylerin ve kabilelerin kendi haklarını kendilerinin araması ve savunması usulünü kaldırdı. Yetkiyi merkezi otoriteye (Resulullah’ın uygulamasında devlet başkanına) verdi. Aynı zamanda, yargı kararlarının adil bir şekilde infaz edilmesinden de merkezi otoriteyi sorumlu tuttu. Çoğunluğu Yahudi olan Gayrimüslim tebaaya
Hukuk sistemi:
ise hukuki yasaların uygulanmasında tam
Resulullah tarafından oluşturulan “Medine
ilgili davalar; Yahudi hukuku çerçevesinde
modeli”nde, günümüzde olduğu tarzda
Yahudi mahkemelerinde görülmekteydi.
mahkemeler ve hukuki birimler (adalet
Anlaşamadıkları ya da Müslüman bir hakim
bakanlığı, hakimler savcılar yüksek kurulu,
tarafından yargılanma konusunda anlaştıkları
hakim, savcı, avukat vs.) göze çarpmaz. Farklı
taktirde Resulullah’a müracaat ediyorlardı.
bir özerklik tanıdı. Buna göre, Yahudilerle
isimlerle de olsa, tarihi kayıtlarda geçen bir sistem yoktur. “Peygamberin” varlığı, bu tür kurumlara duyulacak ihtiyacı ortadan kaldırmış gibidir. Dolayısıyla Resulullah’ın uygulamalarına baktığımızda bir sistem veya model ile değil, günün ihtiyaçlarına getirilen adil çözümler ile karşı karşıya kalırız.
İslam, hukuk anlayışına bazı temel yorumlar getirdi. Buna göre: 1- Niyet: Kasıtlı olarak yapılmış fiiller ile istenmeden işlenen suçlar aynı değildir. Uygulanacak ceza da aynı olmaz. “Ameller (fiil ve eylemler) niyetlere göredir.”55
“Çözümler” getirilirken başvurulan yöntem ise tamamen yıkıp, yerine sıfırdan kaide ve kurallar getirmek değildir. Resulullah; güzel ve faydalı yönlerini muhafaza edip, zulme ve adaletsizliğe yol açan kısmını ise tamamen ortadan kaldırarak veya yeniden yorumlayarak, günün işleyen
2- Suçta sorumluluk: Herkes kendi işlediği suçtan sorumludur. Hiç bir kimse (anası, babası bile olsa) bir başkasının işlediği suçtan dolayı sorumlu tutulamaz ve ceza çekemez.
sistemini kullanmıştır. Nitekim bir hadiste bu durum şöyle ifade edilmiştir: “Cahiliye dönemine ait erdemli davranışların (fezâil)
“Hiçbir nefis bir başkasının yükünü çekemez.”56
3- Şüphe: Kesin delil bulunmayan durumlarda, sanığın lehine karar verilmelidir.
İslâm’da da uygulanmasına devam edilecektir.”53
“Şüpheli bir durum varsa cezayı kaldırınız.”57
İslâm’dan önceki adalet sisteminin en eksik
“(Kesin delil bulunmaması halinde) mümkün
yönlerinden birisi; anlaşmazlık halinde bir
olduğu kadar Müslümanlara uygulanacak cezaları
hakemin doğru ve haklı olan şeyi sadece
kaldırınız: Cezaya çarptırılmama ihtimali varsa,
açıklamakla yetinmesi, ancak hükmün uygulanmasının, lehine karar verilen kişinin güç ve kuvvetine bağlı olması idi. Sürekli
(sanığı) serbest bırakınız. Zira bir Başkanın yanlışlıkla M. Hamidullah. İslam Peygamberi. Adalet teşkilatı.
54
Veda Hutbesinden. Suheyli, II, 226; Buhârî’den naklen;
55
İbn Hişâm, s. 741
M. Hamidullah. İslam Peygamberi. İslam devleti
52
anayasası. İbn Hişâm, s. 668.
53
Taberî, I, 1531. Ayrıca bkz. Konuyla ilgili ayetler.
56
İbn Hişâm, s. 741.
57
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
51
cezalandırmaktansa, yanlışlıkla affetmesi daha
Kısacası:
hayırlıdır.”58
4- Yargı karşısında eşitlik: Adalet karşısında hiç kimse, ırk, renk, din, cinsiyet ve makamından dolayı kayırılmaz. (Daha önce, gerek Arap, gerekse Yahudilerden güçlü kabileler; kan diyeti gibi örf ve adetle belirlenmiş tazminatların
1- Medine’de Resulullah öncülüğünde oluşan idari ve sosyal yapı, bir uygulama biçimi olması bakımından Müslümanlar için çok değerli ve önemlidir. 2- Fakat önemi, birebir taklit etmek
ancak yarısını öderlerdi)
noktasında değil, İslam’a uygun bir
Ekonomik sistem:
edildiğini görmek noktasındadır.
sosyal yapı oluştururken nasıl hareket
Daha çok bir tarım ve hayvancılık toplumu olduğu için, ekonomik sistem ifadesi Medine’de yeterli bir karşılık görmemektedir. Sınırlı miktardaki ticaret ve şehrin pazarı Yahudilerin elinde bulunmaktaydı. Resulullah’la birlikte ise “ekonomik sistem” ifadesini anlamlı kılacak boyutta bir değişiklik göze çarpmamaktadır. Ekonomik alanda atılan en önemli adımlardan birisi, ticaret üzerindeki Yahudi tekelinin kırılabilmesi için alternatif bir pazarın kurulması ve Müslüman müteşebbislerin de ticaret yapabilmesine imkan tanınmasıdır. Müslümanların dürüstlükleri, zamanla bu pazarın daha da gelişip güçlenmesine yol açmış, hatta Yahudilerden bile alışverişini bu pazardan yapanlar olmuştur.
3- Medine’deki sistem mevcut her şeyi alaşağı edip, yerine o güne kadar görülmemiş apayrı bir model getiren bir sistem değil, bir nevi günün devamı; yani mevcut işleyişin İslam’a göre yeniden yorumlanmasından ibarettir. Elbette ki çok önemli değişiklikler vardır. Ancak fikir ve düşünce planındaki değişimler ile günlük yaşantıyı düzenleyen idari ve sosyal yapıyı birbirine karıştırmamak gerekir. Sosyal yapı ve idareyle ilgili sistem ve kurumlar doğrudan inançla ilgili konular değil, tecrübeyle ilgili teknik konulardır. 4- Resulullah da günün tecrübelerini yok saymamış, onları İslam’ın değer ve
Sermaye alanındaki haksız kazancın ortadan kaldırılması ve tekelin kırılması için faiz kaldırılmış ve Müslümanlar için zekat, gayrimüslimler için vergi zorunluluğu
getirilmiştir.
kavramlarıyla daha da geliştirmiştir. SONUÇ: Aslında makalede yapılmaya çalışılan şey, “vakıa”ya ışık tutup görülmesini sağlamaktan
Kabilecilik anlayışına son veren merkezi otorite yapısının bir devamı olarak, toplumun değişik ihtiyaçlarında kullanılmak üzere bir çeşit maliye sistemi kurulmuş ve adına beyt-ül mal denmiştir. Savaşlardan elde edilen ganimetlerin bir kısmı, toplanan zekat ve vergiler burada toplanmış ve devletin bütçesi oluşmuştur.
ibarettir. Çünkü ön yargılarla yaklaşmayan kimseler için, vakıa kendisini yeterince anlatmaktadır. Ancak bununla birlikte düşünceleri tetiklemek için sadece bir kaç noktaya dikkat çekmek istiyoruz: 1- Birçok meseleyi kavram, ilke ve değerler şeklinde ele alması yönüyle İslam
Para hareketleri günümüzle kıyaslanabilecek
“evrensel” bir dindir. Ancak, evrensel
ölçüde olmadığı için; halkın gelirlerini
olanın belli bir dönem ve coğrafyada
denetleyen, vergilendiren ve usulsüzlükleri
uygulanmaya çalışılması ister istemez
cezalandıran sistem ve kurumlara, para hareket
“yerel” sonuçlar ortaya çıkarır. Çünkü
ve transferlerine imkan veren birimlere,
uygulama, günün ve toplumun şartları
gümrüklere ve bütün bunları denetleyen idari
ve ihtiyaçlarından bağımsız olamaz.
kurumlara ihtiyaç olmamıştır.
Böyle olunca da bir toplumda iyi sonuçlar veren bir uygulama bir başka
Buhârî, 64: 37, Nº 28; İbn Kesîr, Bidâye, IV, 173.
58
52
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
toplumda yeterince işe yaramayabilir.
hukuk, ekonomi, eğitim vs. gibi)
Bir dönem çok başarılı olan bir
hayatın farklı alanlarına dönük evrensel
uygulama bir dönem sonraki ihtiyaçları
uygulama modelleri çıkarılması gereken
kuşatamayabilir.
bir “nas” gözüyle bakmaktadır. Oysa ön yargısız bir şekilde bakıldığında
2- Aynı bunun gibi Resulullah da,
bunun mümkün olmadığı, yukarıdaki
Medine’deki idari ve sosyal yapıyı
anlatımlarla net bir şekilde ortaya
oluştururken, çağları aşan ve her
çıkmaktadır. Resulullah’ın yaşadığı
dönemde birebir uygulanabilecek bir
toplumun idari ve sosyal sistemini
sistem veya model getirme çabası
oluşturan model, kurum ve uygulamalar,
içinde olmamıştır. Çağları aşan ilke ve
günümüz ölçeğinde bir ilçenin bile
değerleri, kendi içinde bulunduğu zaman
ihtiyaçlarını karşılamaya60 yeterli
ve mekana uygun bir şekilde hayata
gelmez.
geçirmeye çalışmıştır. 3- Resulullah’ın bu çabasında evrensel
6- Şu halde yapılması gereken taklit değil, Resulullah’ı örnek edinmektir. Aynı onun
olan, oluşturduğu düzen/sistem/model
yaptığı gibi;
değil, bu sistemi oluştururken ortaya
a. Vahyi doğru bir şekilde anlamak
koyduğu yaklaşım biçimi ve örnekliktir. Yani; “örnek” olan uygulamanın
b. Resulullah’ın vahyi hayata
sonuçları değil, Resulullah’ın uygulamayı
geçirirken ortaya koyduğu
ortaya çıkarırken sergilediği hareket
tutum ve dikkat ettiği hassasiyet
mantığıdır.
noktalarını kavramak
4- Bu mantığının en dikkat çeken yönü,
c. İçinde bulunduğumuz ortamı ve
vahyin rol ve fonksiyonunu algılama
şartları (günü) doğru bir şekilde
biçimidir. Resulullah Kur’an’ı; yönetim,
tahlil etmek
siyaset, ekonomi, hukuk vs. gibi alanlarda her dönemde aynı şekilde
d. Kafamızı çalıştırarak, içinde
uygulanması gereken59 modeller sunan
bulunduğumuz şartlara en
bir kitap olarak değil, bir değerler
uygun uygulama modellerini
kitabı olarak görmüştür. Bu yüzden de
oluşturmak
(anlatımlarda net bir şekilde görüldüğü gibi), var olanı tamamen yıkıp yerine
e. Ve bunu yaparken de günün
sıfırdan yenisini kurmak gibi bir çaba
tecrübelerinden yararlanmak
içerisinde olmamıştır. Var olanı vahyin
zorundayız.
değerlerine uygun hale getirebilmek için
Ancak böyle olursa vahye uygun ve
kimi uygulamaları ortadan kaldırmış,
günün ihtiyaçlarına cevap veren doğru
kimilerini yeniden yorumlamış (kölelik,
uygulamalar ortaya koyabiliriz.
cariye, kısas vb. meselelerde olduğu gibi), kimilerini ise aynen sürdürmüştür.
- BİTTİ -
5- Resulullah’ın bütün söz, fiil ve davranışlarını sünnet kabul eden yaygın mantık, Resulullah’ın bütün uygulamalarına “evrensel” gözü ile bakma eğilimi içerisindedir. Bu yüzden de hadis ve sünnete, (yönetim, siyaset, Okuyucunun buradaki maksadı karıştırmaması gerekir.
59
Evrensel olan, her dönemde uygulanması gereken
Maksadın küçümsemek olmadığına dikkat ediniz.
60
demektir. Ancak buradaki kasıt uygulama modelleriyle
Tam tersi “örneklik” doğru bir şekilde tanımlanmaya
ilgilidir.
çalışılıyor.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
53
Dosya: Din ve Devlet
İktidar Talebi ve İslam : Makale - 3
Nasıl Bir Devlet? Sovyetler Birliği’nin dağılmasının1 ve “komünist”
arayış içerisinde ki, kimi fikir yapıcılar o modeli
ideolojinin dünya siyaset arenasından
bile örnek olarak dünyaya sunabiliyorlar.2
çekilmesinin ardından, “kapitalist” sistemin de çatırdamaya başladığı ve kendisini yeniden yapılandırmaya çalıştığı bir süreçten geçiyoruz. Komünizmin çöküşüyle birlikte, bu ideolojinin hakim olduğu topluluklar nasıl dağıldı, sıkıntılar yaşadı, açlıkla, yoklukla burun buruna geldiyse; şimdi benzer bir tehlike, ferdi mülkiyete sınırsız özgürlük tanıyan kapitalist ülkeleri de kuşatmaya başladı. Devasa şirketler batıyor, ülke ekonomileri iflas ediyor, işsizlik hızla yükseliyor, aç ve yoksul insan sayısı gün geçtikçe çoğalıyor, ama buna karşılık hiç kimse bir şey yapamıyor.
Peki, ama dünya bu kadar ihtiyaç içerisinde iken ve bazı insanlar kendiliklerinden İslam’ın tezlerini araştırmaya girişmişken, Müslümanların dünyadaki sorunları çözmeye dönük tezleri niye
bulunmuyor? Bu soruya; “Müslümanlar esaret altında bulunuyorlar ve henüz İslam’ın çözümlerini sunma, uygulama imkanı bulamadılar” şeklinde cevap vermek, muhtemelen birçok kişinin tercihi olacaktır. Oysa bu cevap vakıayı izah eden samimi bir cevap değildir. Çünkü Müslümanların karşı karşıya bulunduğu sıkıntı, uygulama
Bu süreci atlatmanın yollarından birisi, dünyayı yöneten güçlerin sıkıntıdan kurtulması ve dünyaya farklı/yeni bir şekil vermeleridir. Bu seçeneğin (özellikle Müslümanlar açısından) ne kadar tercih edilir bir seçenek olduğunu tartışmaya zannederim gerek bulunmamaktadır. Üstelik bu seçeneği tercih etmeyenler sadece Müslümanlar değildir. Dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan aklı selim “fikir
imkanı bulamamaktan çok daha derin bir problemdir. Bugün dünya üzerinde azımsanmayacak sayıda İslam devleti modeli bulunuyor: - Ehl-i Sünnet düşünce ekollerinden Selefiyye’nin Vahhabi yorumu, Suudi Arabistan modelinin ortaya çıkmasını Bu konuya örnek olarak, Vatikan’ın resmi yayın
2
yapıcılar” da bu seçeneğe saplanıp kalmış
organı günlük “L’Osservatore Romano” gazetesini
gibi görünmemektedirler. Bunlar içerisinde
vermenin yeterli olduğunu düşünüyorum (Yani orada
zorlama ve yönlendirme olmaksızın, İslami ekonomik düzen hakkında araştırma yapanlar bulunmaktadır. Fakat araştırmacıların işinin kolay olmadığını belirtmek zorundayız. Çünkü
bile örnek gösteriliyor olması daha fazla söze ihtiyaç bırakmıyor). Gazetede 4 Mart’ta yayınlanan ve İtalyan ekonomi uzmanları Loretta Napoleoni ve Claudia Segre’nin kaleme aldığı makalede, krizden çıkış yolu olarak “İslamî bankacılık” sistemi tavsiye edildi. İslamî
bugün dünya üzerinde başarıyla işleyen somut
bankacılığın dayandığı etik kuralların, kapitalist finans
uygulama olarak bir tek, İslam’a uygunluğu
sistemine güven ve nakit para akışı sağlayacağına
tartışmalı olarak görülen “faizsiz bankacılık sistemi”nden bahsedebiliyoruz. Dünya o kadar 1991
1
54
Nuri Yılmaz
dikkat çekildi. İslam’a uygun yatırım araçlarının suni ekonomi balonlarının oluşmasını engellediği, faizi, aşırı borçlanmayı, finans piyasalarında manipülasyon ve spekülasyonları yasakladığı ifade edildi.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
sağlamıştır. Selefiyye’nin farklı bir yorumu
ekonomi, ahlak, eğitim vs. gibi alanlarda,
Afganistan’da Taliban modeliyle temsil
küresel sistemle işbirliği içerisinde ve onlara
edilmiş, bir başka yorumu ise Filistin’de
uyumlu hareket etmekten geri kalmamaktadır.
Hamas yönetimiyle bir model ortaya
Taliban3 modeli ise tam tersi; dünyadaki sisteme
koymaktadır. Türkiye ise Ak Parti ve
tümden karşı, o sistemle ve problemleriyle işi
Fethullah Gülen Cemaati öncülüğünde,
olmayan, kendi içine kapanma eğilimi gösteren
Ehl-i Sünnet’in devlet konusundaki hakim
bir yaklaşım izlemektedir.
görüşüne uygun bir İslam devleti modeline doğru gitmektedir. - Ehl-i Sünnet’in farklı yorumları bu kadar
(Filistin’deki) Hamas iktidarı, henüz ne yapacağını gösterme imkanı bulamamış bir denemedir. Tıkanmış ve kronik hale gelmiş
uygulama imkanı bulmuş ve bu kadar model
problemler ile uğraşıp durmaktadır. Hamas’ın
ortaya çıkarmışken, Şii imamet düşüncesi
uygulamaya geçebilmesi için, öncelikle İsrail’in
de İran’da bir devlet modeli oluşturmuştur.
yok olması gerekmektedir. Kendi elini, bu ön
Ayrıca Hizbullah tarafından Lübnan’da
şart ile bağlamıştır.
koalisyon ortağı olarak farklı bir açılım yapılmaya çalışılmaktadır. - Bunlar haricinde daha modern yorumlar
İran’daki model ise kendi resmi mezhebi haricindeki görüşlere geçit vermeyen baskıcı bir yönetim haline dönüşmüştür. Diğer İslami
olarak; Hasan Turabi’nin Sudan denemesi,
devlet modellerine göre daha bağımsız ve
Aliya İzzetbegoviç’in (tamamlamaya fırsat
örnek uygulamalar başarmak için daha şanslı
bulamadığı) Bosna projesi sayılabilir.
olmasına rağmen, kendi mezhep taassubunu
- Hatta İslam devleti denemelerine; Pakistan, Malezya gibi modeller eklenebilir.
Yukarıdaki sıralamalar yapılırken zihinlerde; “Buna da İslam devleti mi diyorsun?” “Bunu da İslami model olarak mı sayıyorsun?” gibi soruların, hatta daha ileri giderek “Yuh artık!” gibi itirazların oluştuğunu tahmin etmek zor değildir. Tahminin zor olmaması itirazların haklılığından ziyade; Müslümanların kendileri dışındakini beğenmeme, anında eleştirecek bir yön bulup mahkum etme ve dışlama alışkanlıklarından kaynaklanmaktadır.
aşamamaktadır. Bin yıl önce yapılmış içtihatlarla bugünün meselelerini kuşatmaya çalıştığı için, güçlü tezler ile değil şartların dayatmasıyla ilerleyen bir mekanizmaya sahip olmuştur. Diğer devlet modelleri ya henüz tamamlanmamış, ya da kısa sürmüş olduğu için üzerine söylenecek fazla söz bulunmamaktadır. Ancak ortaya çıkan genel görünüm dikkate alınırsa, İslam adına ortaya çıkan modellerin dünyaya verdikleri görüntü şöyledir: 1. Baskıcı ve zorlayıcı 2. Farklı düşünce ve algılayışlara karşı
İtirazların haklılığı haksızlığı yönünden baktığımızda ise hepsinin sorunlu modeller olduğunu teslim etmek zorundayız. Resulullah
tahammülsüz 3. Özellikle kadın hakları başta olmak üzere bireyin hak ve özgürlükleri konusunda
zamanında ortaya çıkan uygulama bütün
sıkıntılı ve adil bir hukuk sisteminden uzak
dünyanın övdüğü ve beğendiği bir uygulama iken, bugün dünyanın dikkatini üzerine çekebilen başarılı bir uygulamadan bahsedemiyoruz. Suudi Arabistan ve Afganistan’daki model,
4. Ekonomik olarak sorunlu ve başarısız 5. En yüksek harcamalarını askeri alana yapan
“İslam devleti = şeriatın uygulandığı devlet” denklemiyle hareket etmekte ve şeriat kurallarını gerekirse zorla uygulamaya
6. Eğitim seviyesi düşük, sağlık sisteminin yetersiz ve bozuk olduğu
çalışmaktadır. Ama diğer taraftan Suudi Arabistan modeli, hakkında açık şer’i kural bulunmayan; idari ve siyasi sistem, hukuk,
Kabil’in denetimi ele geçirdiği 1996 yılından, ABD’nin
3
saldırısına uğradığı 2001 yılına kadar iktidarda kalmıştır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
55
birer üçüncü dünya ülkesi... Peki, neden kendilerine en çok ihtiyaç duyulduğu dönemlerin birisinden geçildiği halde Müslümanlar, çağın ihtiyaçlarına çözüm üretemiyor ve hep başarısız uygulamalara imza atıyorlar? Bu sorunun cevabı Müslümanlarla ilgili kadim bir problemde gizlidir. Müslümanlar, kökeni tarihin derinliklerine kadar uzanan ve çağın problemlerini çözebilecek nitelikte uygulamalar ortaya çıkarmalarını engelleyen çok güçlü bağlara sahiptirler. Makalenin başlığını oluşturan “Nasıl bir devlet?” sorusuna verilecek cevap üzerinde dahi, uzlaşabilir ve anlaşabilir durumda değildirler. Bugünkü anlayışlar, en yenisi neredeyse bin yıl önce şekillenmiş olan “devlet” algılamalarına göre şekillenmektedir. Böyle olunca da tartışma ve uygulamalar, dünyanın karşı karşıya bulunduğu ihtiyaç ve problemlere denk düşmemektedir.
- Ardından da günün ihtiyaç ve problemlerini çözebilecek bir devlet modelinin nasıl vücuda getirilebileceğiyle ilgili görüşlerimizi ifade edeceğiz.
(Dün – bugün) “Devlet” sorunu, kimin sorunu? Farklı ekoller ve eğilimler olarak bütün Müslümanlar, Resulullah dönemini tartışmasız bir şekilde “asrı saadet” olarak kabul etmişlerdir. (Şia’nın kimi itirazlarını göz ardı edersek) Ardından gelen dört halife dönemini de asrı saadetin bir devamı olarak görmüşlerdir. Hz. Ali’den sonra yönetimi ele geçiren Emevi iktidarı ise “saltanat” geleneğinin başladığı dönemi oluşturur. Emevi saltanatına karşı kimileri (Emeviler döneminde uydurulmuş olan), “benden sonra hilafet 30 senedir. Daha sonra emirler gelir ve sevimsiz saltanat dönemi başlar”4
hadisine dayanarak “meşru olmasa da kader
İnsanlığın İslam’a şiddetle ihtiyaç duyduğu ve tezlerini sunduğunda eskisinden çok daha dikkatle dinlenebileceği bugün, Müslümanların öncelikle en temel meseleyi tartışmak zorunda kalmaları üzüntü verici olsa da, maalesef çözüm buradan geçmektedir. Ve bu kadim problemi çözebildikleri zaman, günün ihtiyaç ve problemlerine çözümler üretmek Müslümanlar için çok kolay hale gelecektir. Çünkü ne de olsa ellerinde “vahiy” gibi bir rehber bulunmaktadır. Bu makaleyle, Müslümanlar için her geçen
gün daha zaruri hale gelen “nasıl bir devlet?” sorusunu cevaplamaya katkı yapacak genel bir perspektif oluşturmayı hedeflemekteyiz. Bu çerçevede;
budur” deyip itaati seçmiştir. Kimileri “sizden olan emir sahiplerine itaat edin”5 ayetini yorumlayarak
meşru olmasa da itaatin şart olduğunu söylemiştir. Ama tavır ne olursa olsun, Emevi yönetimi hakkındaki genel kanaat olumsuzdur. Nitekim olumsuz kanaatini “başkaldırı” olarak ifade eden birey, grup ve fikir hareketleri de eksik olmamıştır. Ama günümüze kadar gelen etkin görüş, “olumsuz olsa da itaat etmek gerekir” diyen görüştür. Genel eğilimin “itaat” yönünde şekillenmesi, dört halifeden sonra “örnek” bir yönetim modelinin oluşmasını engellemiştir. Bir iki bireysel tecrübeden6 bahsetmek mümkün ise de, bunlar; kıymeti anlaşılamayan, destek bulamayan, bu yüzden de bir geleneğe
- Önce, İslam fikir ekollerinden çoğunun
dönüşemeyen tecrübeler olarak kalmışlardır.
“İslam devleti” diyebileceği bir devlet
Direniş ve karşı çıkma olmayınca, yanlışlar
varken, bu meselenin gerçek anlamda
varlıklarını hep sürdürmüşlerdir.
kimler için problem olduğunu ve bu kesimin
***
bu probleme nasıl yaklaştığını kısaca tanımlamaya çalışacağız.
Tirmizi, Fiten, 48; Ebu Davud, Sünnet, 8; Müsned-i
4
Ahmed, 5:220–221; Suyuti, Camiü’s-Sağir, 2:13
- Sonra Resulullah’ın ortaya çıkardığı örnek
“Ey iman edenler, Allah’a, peygambere ve kendi
5
ellerinizle iş başına getirdiğiniz yöneticilere itaat edin.”
model ve bu modele nasıl yaklaşılması gerektiğiyle ilgili bir bakış açısı sunmayı deneyeceğiz.
(Nisa 4/59) Ömer b. Abdülaziz (d.682 – ö.720) ve Nureddin Zengi
6
(d.1118 – ö.1174) dönemleri bu yönden incelemeye değerdir.
56
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
İslam düşünce ekollerinden Şia; Muaviye’ye
müddetçe devlet ve ümmetin yönetimi, halkın
karşı Hz. Ali, Yezid’e karşı Hz. Hüseyin ve Hişam
çoğunun tanıdığı ve liderliğini kabul ettiği adil, takva
bin Abdülmelik’e karşı Zeyd bin Ali örneklerinde
sahibi, çağı bilen, cesur, tedbirli ve yönetici fakihe ait
olduğu gibi, sapmaya karşı ret tavrı sergileyen
olacaktır” diyerek Şia’ya yeni bir yorum getirmiş,
ve baş kaldıran bir geleneğe dayanmaktadır. Ne
Şia’nın iktidar ve yönetimle yeniden ilgilenmeye
var ki sonradan bu özelliğini yitirmiş, “imamet”
başlamasını sağlamıştır. Bu ilginin sonucunda da
nazariyesi çerçevesinde dogmatik bir düşünceye
İran’da, bir Şii-İslam8 devleti kurulmuştur.
dönüşmüştür.
***
Şia’ya göre imamet nübüvvetin devamıdır. Peygamberlik nasıl temel iman esaslarından birisi ise, onun uzantısı ve devamı olan imamet de bir iman esasıdır. Bunlara iman etmeyen, Müslüman bir Şii olamaz. Peygamberleri Allah’ın seçmesi gibi, imamları da Allah seçer. Peygamberin vefatından sonra imam olarak seçilen kimseler, ilki Hz. Ali olmak üzere on iki kişidir. Bunlar tıpkı peygamberler gibi masum sıfatına sahip olup asla günah işlemezler.7 Şii imamet anlayışına göre on bir imam tarih sahnesindeki yerlerini almış ve görevlerini yerine getirmişlerdir. Fakat onlardan sonra hep meşru olmayan yönetimler iş başına gelmişlerdir. Bu durum on ikinci imamın zuhuruna kadar devam edecektir. On ikinci imam ise “Kayıp İmam” Mehdi’dir. İnsanoğlunun kendisine en fazla ihtiyaç duyduğu bir anda, Yüce Allah tarafından görevlendirilecek ve onun eliyle Müslümanların muzaffer olmasını sağlayacaktır. Bu yüzden Mehdi gelene kadar ortaya çıkacak bütün yönetimler gayri meşrudur. Onlara karşı, hep muhalefet edilmesi gerekir.
Ehl-i Sünnet’in “devlet” düşüncesi “hilafet” nazariyesi çerçevesinde oluşmuştur. Bu nazariyeye göre hilafet, dinin itikadi değil fıkhi yönüyle ilgilidir. Allah ve Peygamberi kimlerin imam olacağı konusunda herhangi bir açıklamada bulunmamış, bunu ümmetin düzenlemesine bırakmıştır. Dolayısıyla yönetici belirlemek Allah’a değil, ümmete gereklidir. Ümmet Kur’an ve sünnetin genel prensipleri doğrultusunda yönetici belirler. Seçilen kişi başta adalet ve şura olmak üzere İslam’ın genel prensipleri içerisinde görev yapar. Bu görevler; Müslüman halkla ilgili dini hükümlerin infazı, cezaların uygulanması, düşmanlara karşı ülke sınırlarının korunması, ordu teşkil edilmesi, zekat ve vergi gibi mali düzenlemelerin yapılması, zorbalık ve soygunculuğun engellenmesi, insanlar arasındaki ihtilafların çözülmesi vb. toplumsal hayatla ilgili görevlerdir. Bu görevleri yerine getiren bir yöneticinin ne kadar inancına bağlı ve ne kadar ahlaklı olduğunu sorgulamak gerekmez. İnanç ve ahlak herkesin kendi bireysel meseledir. Topluma
Şii dünyada on ikinci imamın gizliliğe geçtiği
düşen, ne kadar ahlaksız ve zalim olsa da,
anlayışı, üçüncü asırdan itibaren ortaya
görevini yerine getiren yöneticiye itaat etmektir.
çıkmıştır. Ve bu tarihten itibaren Şia için: - Zulme karşı baş kaldırmak - Yeryüzünde adaleti tesis etmek için güç/ devlet oluşturmak gibi bir problem kalmamıştır. “Mehdi gelene kadar ortaya çıkacak bütün yönetimler kötüdür” diyerek “kötülüğü” peşinen kabullenmişler ve “kötü” ile birlikte yaşamakta bir sakınca görmemişlerdir. Bu durum ancak, 20. Yüzyılda ortaya çıkan Velayet-i Fakih nazariyesiyle değişmiştir. Ayetullah Humeyni, “İmam Mehdi kayıp bulunduğu Muhammed Rızâ el-Muzaffer, Akâidü’l-İmâmiye, Tahran
7
ts., s. 34
Dolayısıyla, Ehl-i Sünnet düşüncesine sahip bir kimse için: - İbadetlere engel olmadığı - Dini hükümlerin uygulanmasına müsaade ettiği - Asayiş ve düzeni sağladığı müddetçe, bütün yönetimler/devletler meşrudur. Ayrıca “İslam devleti” gibi bir talebi olmaz. Ehl-i Sünnet ekolü içerisinden sufiler; devlet yönetimiyle ilgilenmeyip, kendi dünyalarında geliştirdikleri uygulama ve merasimlere göre Devlet anayasa tarafından “Şii” olarak
8
tanımlanmaktadır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
57
hareket ederek, o alana tamamen ilgisiz
yönetilenlerin ıslah edilmesi için “şeriata
kalmışlardır.
dayalı siyaset” fikrini ortaya atmıştır. Bu
Mu’tezile ise Emevi iktidarının dayatmaya
çalıştığı, “biz sizin kaderiniziz!” şeklindeki anlayışa karşı “hür irade” ve “adalet” fikriyle ortaya çıkmış ve “Emevi zulmüne” muhalif bir tutum sergilemiştir. Ancak kendi desteğiyle kurulan Abbasi iktidarının dışlaması karşısında siyasi taleplerinden vazgeçip daha çok fikri
bin Kalkavun’a hitaben yazdığı es-Siyasetu’şŞer’iyye fi Islahi’r-Ra’i ve’r-Raiyye adlı siyasetname türü eserinde ortaya çıkar. Buna göre, hayalindeki şeriata dayalı siyaset veya “şeriat devleti” projesinin esasları şöyledir: 1. İktidarın önemi: “İnsanların işlerini
alana kaymıştır. Harun Reşid döneminde ise
üstlenmenin (velayet) dini farzların en
iktidarla iyi ilişkiler geliştiren bir kol ortaya
büyüklerinden olduğunun, hatta dinin
çıkmış ve Mu’tezile “devrim”ci özelliğini zamanla
ayakta durmasının ancak onunla mümkün
yitirmiştir. Abbasilerden sonraki dönemlerde
bulunduğunun bilinmesi gerekir. ... Hadiste
ise Mu’tezili düşünce, Ehl-i Sünnet ekolleri
geçtiği gibi “sultan yeryüzünde Allah’ın
karşısındaki etkisini gittikçe yitirmiştir.
gölgesidir.” (s. 147)
Mu’tezile’ye karşı bir tutum sergileyen ve
2. Devletin görevleri: “Allahu Teala iyiliği emredip
Ehl-i Sünnet ekolünün genel düşünce yapısını
kötülüğü yasaklamayı farz kılmıştır. Bunun
savunan Ahmed ibni Hanbel (781-855),
gerçekleşmesi ise ancak güç, kuvvet ve devlet
hayatın kendisine göre oluşturulacağı kaynaklar
ile mümkündür. Aynı şekilde cihat, adalet, hacc,
konusunda; iyi niyetli, ama zamanla olumsuz
Cuma ve bayram namazları, mazluma yardım,
etkileri görülecek bir tez ortaya atmıştır. O,
had cezalarının uygulanması gibi, Allah’ın vacib
“akıl” ve “nakil” tartışmaları arasında mutlak
kıldığı öteki işler de böyledir.” (s. 149 -150)
9
nakli seçmiş, Kur’an’da yazılanlar ya da hadisler dışında hiçbir kaynağa ihtiyaç olmadığını söylemiştir. Bütün ihtiyaç ve problemlere dair çözümlerin bu iki kaynakta bulunduğunu ifade etmiştir. Hicri 7. asırda ibn Teymiye, “inanç konularıyla ilgili bir tez” niteliği taşıyan görüşleri, siyaset de dahil olmak üzere hayatın farklı alanlarındaki uygulamalara taşımıştır. Böylece Sünni gelenek içerisinde bir “devlet talebi” fikri gelişmiştir. Makalemizin konusu açısından İbn Teymiyye’nin devlet ve devlet yönetimi ile görüşleri önem taşımaktadır.
Sünni gelenek içerisinde bir talep, “şeriat devleti” 10: İbni Teymiyye, devlet yönetiminin ve Ahmet bin Hanbel tarafından ortaya konup savunulan
9
bu görüşe Selefiyye denmiştir. Aslında Selefiyye, inanç konularında; Kur’an’da ve hadiste yer alan hususları olduğu gibi kabul eden, teşbih ve tecsime (benzetme
“... Devletin adaletle hükmetmesi iyiliğin emredilip, kötülüğün yasaklanmasıyla mümkündür. İyiliği emretmek namaz, zekat, oruç, hacc, doğruluk, emanet, ana babaya iyilik, akraba ile bağlılık ve komşularla iyi geçinme vb.dir. Devletin vazifesi, herkese farz namazları yerine getirmesini emretmektir. Bu namazları terk edenler, Müslümanların icmaı ile cezalandırılır; terk edenler bir grup halindeyseler, Müslümanların icmaı ile onlarla savaşılır. Aynı şekilde zekatı, orucu vb. terk eden ve evlenilmesi haram olanlarla evlenen, yeryüzünde bozgunculuk yapan vb. icma ile sabit olan açık haramları helal kabul edenlerle de savaşılır. Mütevatir ve açık hükümlerden herhangi birini yerine getirmeyen her topluluğa karşı, alimlerin ittifakıyla, din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar savaşmak gerekir. Namazı terk eden kimse Müslümanların icmaıyla kafir olur. Eğer namazı terk eden bir tek kişiyse kılana kadar dayak ve
ve cisimlendirmeye) karşı olan, te’vile (yoruma) de
hapisle cezalandırılır veya (cumhura göre) tevbe
basvurmayan Ehl-i Sünnet’in genel niteliği olarak
etmesi istendikten sonra kılmaktan kaçınırsa
kullanılmıştır. Fakat Hanbeli mezhebinin ortaya
öldürülür. Farzların terk edilmesi ve haramların
çıkmasıyla, daha çok bu mezhebin görüşlerine sahip
yapılması yüzünden ceza vermek Allah yolunda
kimseleri ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır. Bu başlık altında ele alınan konu için: “R. İhsan Eliaçık.
10
Adalet devleti. Dünyanın siyasi birikimi. İbn Teymiye”
58
konudaki fikirleri Memluk sultanı Muhammed
cihadın bir gayesidir. ... Devletin kötülüğü kitabından yararlanılmıştır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
yasaklaması ise adam öldürmek, yaralama, isyan ve yol kesicilik, hırsızlık, zina ve içki içme, zina iftirası gibi cezası Kitap ve sünnetle belirlenmiş olan suçları menetmek ve haklarında Allah’ın belirlediği kısas, el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, el kesme, kırbaç ve taşlayarak öldürme (recm) cezalarını şartlarına riayet ederek uygulamaktır. Kitap ve sünnette belirli bir ceza öngörülmeyen ve kefareti bulunmayan suçları da tazirle cezalandırmaktır.” (s. 75-113)
Görüldüğü gibi İbn Teymiyye, yüzyıllarca varlığını sürdürmüş olan klasik Sünni tutumu sarsmakta ve bir “devlet talebi” ortaya koymaktadır. Şüphesiz “devlet talebi” ile ortaya çıkan ilk kişi veya fikir grubu o değildir. Ancak yaygın Sünni anlayış karşısında kendisine bir yol bulup ilerleyebilen ve farklı düşünürlerin katkısıyla gelişerek, günümüze kadar varlığını
Devlet talebinde yeni bir boyut, “cahiliyye toplumu” tanımı: Sultanların hakimiyetlerini “din” unsurunu kullanarak pekiştirdikleri dönemlerde, İbn Teymiyye’nin devlet talebiyle ilgili bir sıkıntının yaşanması beklenmezdi. Çünkü İbn Teymiyye’nin tarif ettiği yönetim tarzı, sonuçta sultanların da işine yarayabilirdi. Ancak Batı dünyasının yeni bir çağa başlangıç yaptığı “aydınlanma” dönemi, (başlangıçta kimse anlayamasa da) İslam dünyası için sıkıntılı bir dönemin başlangıcı oluyordu. Batı, “dini inkar ve hayat sahnesinden uzaklaştırma” temeli üzerinde çok süratli bir ilerleme ve gelişme kaydetmeye başladı. Bu da güç dengesinin hızla Batı’ya doğru kaymasına yol açtı. Şeriat ile özdeş, yüzlerce
sürdürebilen görüş onun görüşü olmuştur.
yıl önce olmuş, bitmiş ve tamamlanmış
O zamana kadarki yaygın kanaat, sultanlara
dünyasının kendisini geliştirmesinin önünde
istedikleri gibi yönetme imkanı verirken;
bir engel olarak dikilmeye başladı. Taklitçi ve
Es-Siyasetu’ş-Şer’iyye isimli eserinde İbn
donuklaşmış mantık, dinsizlik temelinde gelişen
Teymiye buna itiraz etmekte ve itaat edilecek
modern düşünce ve sistemler karşısında kendi
sultanla ilgili nitelikler sıralamaktadır. İbn
yorumunu getiremedi. “Ret” cevabından başka
Teymiyye’nin itirazı sultanların işledikleri
verecek cevap bulamadı. Cevap bulmaya
zulüm ve içine düştükleri aşırılıklar noktasında
çalışan kimselerin yer yer dengeyi tutturamayan
olmamıştır. Onun talebi “şeriatın uygulanması”
söylemleri ise yüzlerce yıllık kabuller karşısında
noktasındadır. Eğer sultan şeriatı harfiyen
kolayca dışlandı ve damgalandı.
uygularsa Allah ondan razı olacak ve iki dünyada mutlu olmasını sağlayacaktır. Aksi halde Allah’ın
kurallar bütünü şeklindeki din anlayışı, İslam
İslam dünyasının kendi içindeki çözümsüzlüğü,
gazabına uğrayacaktır.
hakimiyetlerini bir şekilde sürdürme telaşındaki
“Devlet talebi” ile ilgili olarak ise iki nokta göze
yöneltti. Artık din ve şeriatı uygulama fikirleri
çarpmaktadır:
önemini yitiriyor, bu da İbn Teymiyye’nin şeriat
Birincisi: İbn Teymiyye’nin sultandan şeriat
adına talep ettiği uygulamalar, doğrusu tam bir “din devleti”, başka bir ifadeyle bir “dini diktatörlük” görüntüsü vermektedir. İkincisi: “Öyle görülüyor ki İbn Teymiyye’nin
zihninde hukuk (şeriat); olmuş, bitmiş, tamamlanmış bir kurallar bütünüdür. Üstelik ilahi olduğu için hiçbir şekilde değiştirilemez. Sultana düşen asırlar önce bitmiş, tamamlanmış, noktası konulmuş bu hukuk kurallarını alıp ihlasla uygulamaktan ibarettir.”11
kimi sultanları, Batı’yı aynen taklit etmeye
devleti talebini uygulanamaz hale getiriyordu. Başka bir ifadeyle, sultanın zulüm ve aşırılıklarını görmezden gelen bu tezin, aslında ne kadar kaygan bir zeminde yükseldiği ortaya çıkıyordu. Nitekim sultanlar dönemi sona erdiğinde, İslam dünyasında bir sürü ulus devlet türedi ve bunların ortak özelliği; dinin dışlanması, hayat sahasından uzaklaştırılması noktasında, Batı’yı aynen taklit etmek idi. Artık (Suudi Arabistan haricinde) şeriatı uygulayan bir devlet kalmadı. İşte böyle bir dönemde, kendisinden önce
İhsan Eliaçık. Adalet devleti. Dünyanın siyasi birikimi.
temelleri atılmaya başlayan düşünceleri Seyyid
İbn Teymiyye
Kutub olgunlaştırdı. İçinden geçilen döneme
11
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
59
uygun bir şekilde devlet talebini yeniden
olursa olsun, İslam’a “fiili bir varlık” kazandıramaz.
yorumladı. İşe önce, geleneksel Sünni anlayışın
Cahiliyye cemiyetinin bünyesi içerisine karışmış,
çıkmazları ve tıkandığı noktalar karşısındaki
“teorik yönden Müslüman” fertler, bu organik
teşhisiyle başladı:
toplumun isteklerine uymaya her zaman kesinlikle
“Ben, içine düştükleri bu çıkmazın başlangıç
mecbur kalacaklardır.”14 “Cahiliyye, hiç bir zaman mücerret bir nazariye
noktasını biliyorum. Bu çıkmazın başlangıç noktası, içinde yaşadığımız cahiliyye toplumunu Müslüman toplum sanmalarıdır. İslâm düzeninin ve fıkhi kurallarının, bugünkü organik yapısı ile sahip olduğu ahlâk ve değer yargıları ile bu cahiliyye toplumunda uygulanabileceğini sanmalarıdır!”12 “Cahiliyye toplumu, İslam toplumunun dışında kalan her çeşit toplumdur! Objektif bir tarif yapmak istersek deriz ki: Cahiliyye toplumu, yalnız başına Allah’a kul olma esasına dayanmayan, bu esasa samimiyetle bağlanmayan her toplumun adıdır. Bu objektif tanımla cahiliyye toplumu çerçevesi içerisine (Komünist, putperest, Yahudi ve Hıristiyan toplumları saydıktan sonra) ...kendilerini “Müslüman” sanan toplumlar da girer. Bu toplumların cahiliyye toplumu çerçevesi içine girmeleri, Allah’tan başkasının uluhiyyetine inandıkları için değildir. Allah’tan başka ilahlara tapındıkları için de değildir. Fakat bu toplumlar, hayat düzenlerinde yalnız Allah’a kulluk esasına boyun eğmedikleri için bu çerçeveye giriyorlar.”13
Böylece, İbn Teymiyye’nin tezindeki problemli kısımlardan birisi olan “sultanı (otoriteyi) hesap dışı bırakma” tavrını değiştirdi. Düşüncede devrim sayılabilecek şekilde, “cahiliyye toplumu” kavramını yeniden tanımladı.
şeklinde ortaya çıkmamıştır. Hatta çoğu dönemlerde şu veya bu ölçüde hiç bir nazariyeye sahip olmamıştır. Yine o toplumun önderliğine, düşüncelerine, değer ölçülerine, duygularına, anlayışlarına geleneklerine ve adetlerine boyun eğen bir kitle halinde temsil edilir. ... Mücerret bir nazariye olarak değil, harekete dönük böylesine bir toplumsal mekanizma tarafından temsil edildiği için, bu cahiliyyeyi iptal etmek ve insanları bir kere daha Allah’a bağlamak davasının mücerret bir nazariyede temsil edilmesi ne doğrudur, ne de yararlıdır. ... (Bu davanın) fertleri arasındaki bağlılık, yakınlık ve tutkunluk bakımından; fiilen yürürlükte bulunan cahiliyye cemiyetlerinden daha güçlü, aksiyoner ve organik bir toplumda temsil edilmesi şarttır.”15
Seyyid Kutub, “Günün değişen ve gelişen şartları karşısında, toplumsal ihtiyaçlara ve problemlere İslam bakış açısıyla yeniden çözümler üretme”nin gerekliliğini görüyordu.
İçtihat kapısının kapanmasını, din adamlarının hakimiyetini ve şeriatın sadece “had”ler (kural ve kaideler) olarak algılanmasını eleştirdi. Ancak “ne yapmalı” sorusunun da, günün sorusu olmadığını ifade etti: “(İslam) toplum(u) meydana gelmeden önce fıkıh ve yönetim biçimi ile ilgili hükümler alanında çalışma yapmak, havaya tohum serpmek gibi
Ardından da devletin gerekliliğini hatırlatıp,
insanın kendini aldatmasıdır. Tohum havada
Müslümanları; kendi devletlerini kurmak için
yeşermediği gibi, İslâm fıkhı da boşlukta
mücadele etmeye davet etti:
gelişmez.”16
“(İslam) Sadece inanç olarak benimsenmeye, ibadetlerin bir alışkanlık eseri olarak yerine getirilmesine, sonra da bağlılarının fiilen yürürlükte olan ve hareket halinde bulunan cahiliyye cemiyetinin bünyesi içerisinde bir uzuv ve bir fert olarak devam edip gitmesine rıza göstermez. Zira onların bu şekildeki varlığı, sayıları ne kadar çok
Bu yaklaşım, günün şartları çerçevesinde bakıldığında “haklı” bir düşünce olarak kabul edilebilir. Çünkü o gün için böyle bir tartışma, “olmayan bir şeyi tartışmak” anlamı taşıyacaktır. Ancak Seyyid Kutub bununla da sınırlı kalmaz. Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Müslüman cemiyetin
14
doğuşu ve özellikleri. Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55
12
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Müslüman cemiyetin
15
doğuşu ve özellikleri.
Seyyid Kutub. Yoldaki işaretler. La İlahe İllallah bir
13
hayat metodudur.
60
Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55
16
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
“Kültür” tanımlaması ile Müslümanları sınırlayan
yöntemleridir. İnsanların birbirini tanımadığı,
bir tutum sergiler:
yeterlilik, dürüstlük ve güvenirlilik terazisi
“Gerçek odur ki bir Müslüman; gerek inanç gerçekleri ile ilgili konularda, gerekse bilumum varlıklarla ilgili genel düşüncede; gerek ibadet ile gerekse ahlak ve davranış prensipleri ile ilgili; gerek değer ve ölçülerle ilgili, gerekse siyasi, ekonomik ve sosyal ilkeler ve prensiplerle ilgili; yahut insani gelişmelerin faktörlerini açıklamak ve insanlık tarihinin hareket seyrini beyan etmekle ilgili olsun, bu meselelerin tümünde, sadece Rabbani kaynağa dayanır. Rabbani kaynaktan başka hiç bir kaynağa dayanma yetkisine sahip değildir. Müslüman bu konuların hepsinde; dinine sadakatini, takvasını ve inancını pratik hayatıyla ispatlayan diğer Müslümanlardan bilgi alabilir. Fakat Müslüman pozitif ilimlerde hem Müslümanlardan hem de Müslüman olmayanlardan bilgi alabilir.”17
ile ölçme imkânına sahip bulunmadığı içinde yaşadığımız bu toplumda nasıl olacak bu durum? Yine devlet başkanının seçilme yöntemi de onları şaşırtmaktadır. Devlet başkanını bütün halk mı seçecek, yoksa yüksek danışmanlar kurulu mu aday gösterecek? Yüksek danışmanlar kurulunu -kendi propagandalarını yapmayacakları ve kendilerini aday göstermeyecekleri için- devlet başkanı seçeceğine göre, bu adamlar nasıl tekrar dönüp devlet başkanını seçecekler? Bu durum değerlendirme yaparken etkisini göstermeyecek midir? Bunlar dönüp imamı seçeceklerine, birini aday göstereceklerine göre, en büyük sorumluluk sahibi devlet başkanı üzerinde etkinlikleri olmayacak mı? Bu durum devlet başkanını kendisine taraf olanları seçmeye, bu seçimi yaparken öncelikle bunu göz önünde bulundurmaya zorlamayacak mı?
“Felsefe” çalışmalarının tamamı, “tarih yorumu” çalışmalarının tamamı, genel yorum karakteri taşımayan bazı gözlem ve görüşler dışında “psikoloji ilmi”nin tamamı, “ahlak” konularının tamamı, “karşılaştırmalı dinler tarihi” konusundaki incelemelerin tamamı, bazı gözlem ve istatistiğe dayalı olarak doğrudan elde edilen veriler hariç “sosyal doktrinler”in tamamı, istatistik ve gözlemlerden hareketle bazı genel tahminler yürütmek, sonuçlar çıkarmak ve bunlarla ilgili yorumların tamamı... Bütün bu branşlar, İslam dışı olan cahili düşüncenin sınırları içinde, eskisi ve yenisi ile cahiliyyenin inanç ve düşüncelerinin doğrudan doğruya etkisi altındadırlar ve bu düşüncelere dayanırlar.”18
... Faize dayalı banka işlemleri, faize göre belirlenen kuralları ile sigorta şirketleri... Nüfus planlaması ve daha bilmem neler?.. Araştırmacılar bu ve benzeri “problemlerle” uğraşıp durmaktadırlar, bu “problemler”e ilişkin karşılaştıkları fetva istemlerine cevap yetiştirmeye çalışmaktadırlar.” 19
Çözüm önerisini ise şöyle ifade eder: “Günü gelince -cahiliyye karşısında oluşumunu gerçekleştirdikten, hayat içinde harekete geçtikten sonra- bu özel toplum; bankalara, sigorta şirketlerine, nüfus planlamasına ihtiyaç duyabilir de duymayabilir de... Çünkü biz daha şimdiden bu toplumun ihtiyacının aslını, boyutunu ve
Devlete bu kadar vurgu yapıyorken, devletin
şeklini belirleyemeyiz. Bu yüzden bu ihtiyaçlara
nitelikleri ve çözmek zorunda olduğu
göre kurallar da koyamayız. Aynı şekilde bu dinin
problemlerle ilgili tartışmaları ise erteler.
elimizde bulunan hükümleri cahiliyye toplumlarının
Öncelikle problemleri şöyle sıralar:
ihtiyaçlarına uymazlar, onlara cevap verecek
“İslâm düzeni kurallarının, devlet yapısının ve fıkhi hükümlerinin uygulanması için çözüm yollarını araştıran yazarları en başta yanılgıya düşüren şey, yüksek danışmanlar kurulu (ehl’i hal ve’l akd) üyelerinin ya da şura ehlinin; kendilerini aday göstermeden, propaganda yapmadan seçilme
nitelikte değildirler. Çünkü bu din daha baştan bu toplumların varlığını meşru saymıyor, onların varlıklarını sürdürmelerinden hoşnut değildir. Bu yüzden cahiliyye toplumu oluşundan kaynaklanan ihtiyaçlarını tanımak zorunlu değildir. Bunlara cevap vermek gereğini de duymaz.”20
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. İslam düşüncesi ve
Görüldüğü gibi Seyyid Kutub’un ortaya
kültür.
koyduğu düşünceler, geleneksel Sünni gelenek
17
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. İslam düşüncesi ve
18
kültür.
Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55
19
Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55
20
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
61
karşısında “devrim” sayılabilecek türden
anlatımla; devrimciler devlet istemektedirler,
düşüncelerdir. Devletin ne anlam ifade ettiği,
ama devlete ulaşınca ne yapacaklarını
neden gerekli olduğu, nasıl ulaşılabileceği gibi
bilmemektedirler.
sorular açısından oldukça net cevaplar içerir. Kendi dönem şartları içerisindeki problemleri iyi tahlil etmiş ve bunlara tatmin edici cevaplar
Oysa problemlerin bu şekilde çözülemeyeceği açıktır.
verebilmiş olmasından dolayıdır ki, “emir sahiplerine itaat” şeklinde özetlenebilecek Sünni anlayışa ısrarla sahip çıkanlar haricinde kalan kesimde çok büyük etkileri olmuştur.
“Devlet modeli” konusunda tarihi bir yanılgı vardır. Birçok kimse zannetmektedir ki, hayatta
Sonuç:
gerçekleştirilmesi gereken devlet modeli
Bu değerlendirmelerle, konunun başlığını oluşturan; “devlet sorunu kimin sorunu?” sorusu cevabını bulmuş olmaktadır. Devlet talebine sahip olan fikri çizgi, İbn Teymiye ile başlayıp, Hasan el-Benna, Takiyüddin en-Nebhani, Mevdudi şeklinde bir hat takip etmiş, en son Seyyid Kutub tarafından olgunlaştırılmıştır. Devlet ideali peşinde koşan ve bu iş için en fazla çaba gösteren Müslümanlar bu fikir ekolünün etkisi altındaki Müslümanlardır. Günümüzde, bu fikir ekolünden gelen Müslümanlar farklı eğilimler göstermeye başlamışlardır. Bunlardan kimileri değişen şartlar karşısında enerjilerini yeni fikirler geliştirmeye harcarken, kimileri ise “acil devlet” düşüncesiyle bir an önce bir devlete sahip olmak için uğraşıp durmaktadırlar: Yeni arayışları “başarısızlığın suçunu inanca yükleyip, onu yeniden yorumlamaya girişmek” olarak algılamakta ve bir çeşit sapma olarak nitelemektedirler. Bu yüzden de yeni arayışlar karşısında eski düşüncelerine daha da sıkı sarılma eğilimi göstermektedirler. Oysa bu durum Müslümanların önüne, bu defa da Seyyid Kutub taklitçiliğinin bir engel olarak dikilmesine yol açmaktadır. Dünya değişmiş, gelişen olaylar İslam’ı insanlık için kaçınılmaz bir alternatif haline getirmiş, farklı coğrafyalarda farklı başarısız denemeler ortaya çıkmış olmasına rağmen; Müslümanlar meseleyi hala “cahiliyye toplumu” ve “acil devlet” kavramları çerçevesinde ele almakta ısrar etmektedirler. Bunun sonucunda da “devleti” en fazla isteyenler, ironik bir şekilde, devletin nasıl olacağı konusunda kafa yormaya en kapalı kesim haline gelmektedirler. Daha öz bir
62
“Nasıl bir devlet” sorusuna tarihin derinliklerinden gelen cevap?
Kur’an’da belirlenmiş ve Resulullah tarafından da bizzat hayata geçirilerek örneklendirilmiştir. Oysa bu yargı her yönüyle gerçeği yansıtmaz. Birincisi Kur’an; hayatın değişik alanlarına
dönük sabit uygulama modelleri ve sistemler öneren bir kitap değildir. Ondan yola çıkarak, “İslam şöyle bir idari sistem öneriyor”, “Şöyle bir ekonomik model sunuyor”, “Hukuk sistemi şudur” şeklinde net değerlendirmeler yapmak mümkün değildir. Kur’an’ın meselelere yaklaşımı, o konuyla ilgili ilke, kavram ve değerleri sunmak şeklindedir. Günün şartlarına uygun uygulama modelleri oluşturmak ise, günü ve Kur’an’ı anlamış akılların işidir. “Sabit model ve sistem önermeme”nin sebebi işi zorlaştırmak için değil, evrenselliğin ve insanoğlunun imtihanının gereğidir: İnsanların ve toplumların ihtiyaç ve yapılanmaları sürekli değişim gösterdiği için, belli bir dönem çok faydalı ve isabetli olan bir model bir dönem sonra dar ve yetersiz kalabilir. Oysa Yüce Allah meseleleri kavram, ilke ve değerler şeklinde ortaya koymak suretiyle, vahyin rehberliğini bütün çağları kuşatacak hale getirmiştir. İnsanoğluna düşen, akl-ı selim ile vahyi kavramak ve günü, onun ilke ve değerlerine uygun hale getirmektir.21 İkincisi Resulullah: Medine’deki idari ve
sosyal yapıyı oluştururken, çağları aşan ve her dönemde birebir uygulanabilecek bir sistem veya model getirme çabası içinde olmamıştır. Evrensel olanın belli bir dönem ve coğrafyada uygulanmaya çalışılması, kaçınılmaz olarak “yerel” sonuçlar ortaya çıkarır. Çünkü uygulama, Tarihi gerçekler ışığında daha geniş bilgi ve analizler
21
için bkz. “Nuri Yılmaz. Medine İslam Devleti: Bir model mi, bir örnek mi?” başlıklı makale
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
günün ve toplumun şartları ve ihtiyaçlarından
Genel kanaatin aksine, Hz. Peygamberin ve
bağımsız olamaz. Böyle olunca da bir toplumda
Kur’an’ın işaret ettiği gerçek devlet anlayışı,
iyi sonuçlar veren bir uygulama bir başka
asıl Hz. Ömer döneminde inşa edilmiştir (sınırlı
toplumda yeterince işe yaramayabilir. Bir dönem
bazı yönleri Hz. Ebubekir döneminde). Küçük
çok başarılı olan bir uygulama bir dönem sonraki
çaplı bir şehir devleti olmaktan çıkış ve değişik
ihtiyaçları kuşatamayabilir. Dolayısıyla Resulullah
birim ve kurumlarıyla büyük bir devlet formuna
da, çağları aşan ilke ve değerleri, kendi içinde
dönüş, Hz. Ömer zamanında gerçekleşmiştir.
bulunduğu zaman ve mekana uygun bir şekilde hayata geçirmeye çalışmıştır. 22
Hz. Ömer döneminde ihdas edilen kurumlar ve
Resulullah’ın bütün söz, fiil ve davranışlarını
kayıtlara göre kırk beş24 civarındadır. Bu
sünnet kabul eden yaygın mantık, Resulullah’ın
kayıtlara göre:
bütün uygulamalarına “evrensel” gözü ile bakma eğilimi içerisindedir. Bu yüzden de hadis ve sünnete, (yönetim, siyaset, hukuk, ekonomi, eğitim vs. gibi) hayatın farklı alanlarına dönük evrensel uygulama modelleri çıkarılması gereken bir “nas” gözüyle bakmaktadır. Oysa tarihi süreç içerisinde İslam’ın öngördüğü model olarak ön plana çıkan “şeriat devleti”, Resulullah döneminde olgunlaşıp ortaya çıkmış bir model değildir. Mesela:
göze çarpan en önemli icraatlar tespit edilebilen
İslam siyasi düşüncesinde “meşveret” anlayışının gelişip kurumsallaşması yolunda ilk adımı Hz. Ömer atmıştır.25 Altı kişilik bir şura belirlemiş, kabilesinden kimseyi şuraya dahil etmemiş, kendi oğlunun ise sadece danışman olarak şuraya katılmasını istemiş, şurayı oluştururken Mekke’nin kabile dengelerini gözetmiştir. Bizzat Resulullah tarafından kontrol edilen ve mekan olarak ya evin ya da mescidin bir odasının kullanıldığı Beytülmal,
- İslam devleti denince ilk akla gelen
Hz. Ömer zamanında ciddi bir kurumlaşma
“hilafet” kavramının yöneticiyi ifade edecek
süreci geçirmiştir. Öncelikle bir mekan tahsis
şekilde kullanılması, Resulullah döneminde
edilmiş; kaydedilmesi, dağıtılması ve korunması
gerçekleşmiş değildir. Hiçbir tarihi kayıtta
için maaşlı memurlar tayin edilmiş; uzak
Resullullah “halife” olarak anılmamış ve
coğrafyalarda şubeleri kurulmuştur. Hatta
tanıtılmamıştır. Kavram zaten “ardından
dağıtımların adil bir şekilde gerçekleşmesi
gelen” anlamında, Resulullah’tan sonrakiler
için nüfus sayımı yapılarak, aileler kayıt altına
için geçerlidir.
alınmıştır. Resulullah’ın bizzat kendisi tarafından
- Resulullah’ın iş başına geliş şekli, İslam devletinde yöneticilerin nasıl iş başına gelecekleri ile ilgili örneklik sunmaz. Çünkü peygamber doğal liderdir. Seçimle veya bir başka yolla iş başına gelmez. - Resullullah’ın liderliği, İslam devletinde liderin görev ve yetkileri açısından da örnek oluşturmaz. Çünkü Resulullah, hem lider hem de peygamberdir. Bu konuyla ilgili daha pek çok örnek23 verilebilir. ***
gerçekleştirilen hakimlik, Hz. Ömer zamanında kurumlaşmış, mahkemeler tesis edilmiş ve hakimler tayin edilerek onlara maaş verilmeye
başlanmıştır. Hapishaneler kurulmuş, cezalar için kırbaç kullanımı başlatılmış, güvenlik için maaşlı gece devriyeleri görevlendirilmiştir. Okullar açılmış, okullarda görev yapan eğitmen
ve öğretmenlere maaş bağlanmıştır. Kimsesiz çocukların bakım ve terbiyesi için tedbirler alınmıştır. Camilerde görev yapan imam ve müezzinlere maaş bağlanmış, vaazlar tanzim edilmiştir. Harp dairesinin teşkilatlandırılması, arazi varidat dairesinin teşkilatlandırılması, Kufe, Basra, Kahire ve Musul gibi şehirlerin kurulması, fethedilen ülkelerin vilayetlere ayrılması,
Tarihi gerçekler ışığında daha geniş bilgi ve analizler
22
için bkz. “Nuri Yılmaz. Medine İslam Devleti: Bir model mi, bir örnek mi?” başlıklı makale
gümrük vergilerinin konulması vs. hep Hz. Ömer Şibli Numani. el-Faruk (Bütün yönleriyle Hz. Ömer ve
24
Devlet İdaresi. Çev: Talip Yaşar Alp) 395-397
Tarihi gerçekler ışığında daha geniş bilgi ve analizler
23
için bkz. “Nuri Yılmaz. Medine İslam Devleti: Bir model mi, bir örnek mi?” başlıklı makale
İhsan Eliaçık. Adalet Devleti. Dünyanın siyasi birikimi.
25
Hz. Ömer
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
63
zamanında gerçekleştirilmiştir.26
sonra kendisine bizzat gelip bu araziyi askerlere
İslam devlet anlayışı açısından çok büyük adımlar atmış ve bunu yaparken de bütün İslam ekollerinin övgüsünü kazanmış olması sebebiyle,
dağıtması konusunda ısrar edenlere de, “sizden sonra gelecek Müslümanlara ne kalacak?” cevabını vermiştir.28
Hz. Ömer’in anlayışı ve hareket tarzının doğru
Bir başka örnekte Hz. Ömer, bir Cuma
tahlil edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu
hutbesinde, yürürlüğe koymayı düşündüğü
sayede, “devlet” meselesine yaklaşımlarla ilgili
yeni bir uygulamayı şöyle duyurmuştur:
çok önemli prensiplere ulaşabiliriz.
“Bundan böyle evlenmelerde, dört yüz dirhemden
Hz. Ömer’in anlayış ve hareket tarzı ile ilgili ipuçları veren birkaç olay şöyledir: Savaş ganimetlerinin dağıtımında Resulullah: “Bilesiniz ki, ganimet olarak her ne ele geçirirseniz geçirin, bunun beşte biri Allah’a ve peygamberine, yakınlara, öksüzlere, yoksullara ve yolu kesilmiş olanlara aittir.” (Enfal 8/41) ayeti çerçevesinde,
ele geçirilen her şeyi savaşa katılanlar arasında pay ediyor, beşte birlik kısmını da “beytül mal”dan ihtiyaç sahiplerine ulaştırıyordu. Fakat ardı ardına gelen fetihler ve hızla genişleyen topraklar karşısında Hz. Ömer, Resulullah’ın uygulamasından farklı bir uygulamaya imza attı. Irak’ın fethinden sonra bölge genel valisi Sa’d b. Ebi Vakkas’a yazdığı mektupta, bu uygulamasını şöyle ilan etmiştir: “Anlattığına göre halk senden, elde ettikleri ganimetleri ve Allah’ın fey olarak ihsan ettiği malları aralarında taksim etmeni istemişler. Benim mektubum sana ulaşınca, mal, hayvan ve eşya olarak insanların sana celbettikleri ganimetleri topla. Bunları Müslümanlardan hazır bulunanlara bölüştür. Arazi ve nehirleri işleyicilerine bırak ki,
fazla mehir istenmesin!” Halbuki bu mesele;
“Kadınlara mehirlerini cömertçe verin. Ondan size gönül rızası ile bir şey bağışlarsa, onu da afiyetle yiyin” (Nisa 4/4) ayetinde ifade edilmiş ve
Resulullah’ın uygulamaları ayetin ifade ettiği şekilde gerçekleşmiştir. Hz. Ömer ise yüksek mehir bedellerinden dolayı evlenmekte sıkıntı çeken kimseler için bir kolaylık ve bir çözüm olarak, mevcut uygulamayı değiştirmekte bir sakınca görmemiştir. Onu caydıran ise, hesap etmediği bir şeyi kendisine hatırlatan bir ihtiyar kadının sözü olmuştur: “Kur’an cömertçe mehir tayin etmeye izin vermiştir. Sen buna bir sınır getiremezsin!” Kadının uyarısı, sınır getirmenin
yol açabileceği hoşnutsuzluk ve sebep olabileceği aile problemleriyle ilgilidir. Ve bunun üzerine Hz. Ömer kararından vazgeçmiştir. Bu örneklerin bize verdiği mesaj nedir? Birincisi: Sünni anlayışın genel mantığı
Resulullah’ın uygulamalarını birebir taklit etmek olmasına rağmen, Resulullah’tan sonraki ilk uygulamanın sahibi olan Hz. Ömer “taklit” mantığıyla hareket etmemiştir.
bunların gelirleri umum Müslümanların maaşlarına
İkincisi: Hz. Ömer, küçük bir şehrin
dahil olsun. Çünkü eğer sen arazi ve nehirleri
ihtiyacını ancak karşılayan uygulama ve
halen orada bulunanlara taksim edersen, onlardan
kurumlarla koskoca bir devleti yönetmek
sonra geleceklere bir şey kalmaz.”
zorunda kalmamak için, kendisinden önceki
27
Halife bu gerekçeden yola çıkarak, fethedilen bölgelerin topraklarını gazilere taksim etmek yerine, onlara elde edilen gelirlerden maaş vermeye başlamış, bu toprakların Müslümanların ortak malı olduğunu, Yemen’de bulunan bir çobanın dahi buralarda hakkının bulunduğunu söylemiştir. Halife, Irak topraklarının fethinden “Şibli Numani. el-Faruk (Bütün yönleriyle Hz. Ömer ve
26
Devlet İdaresi. Çev: Talip Yaşar Alp) 395-397” alınan
uygulamaları, baş gösteren yeni ihtiyaçlar çerçevesinde yeniden yorumlamaktan ve değiştirmekten çekinmemiştir. Ancak yapılan değişiklikler, İslam’ın yeryüzünde gerçekleştirmeye çalıştığı ana esaslara, yani; iyilik ve hayrın yaygınlaştırılması ve adaletin tesisi ilkelerine ters düşen değişiklikler değildir. Bilakis; değişen şartların problemli hale getirdiği ve adaletsizliğe yol açmaya başlayan uygulama ve hükümleri yeniden asıl hedefine döndürmeye
bilgilerle düzenlenmiştir. Ebu Yusuf. Kitabu’l Harac, s 26. Belazüri; Belazüri,
27
Futuhu’l-Buldan. S 370-371
64
Belazüri. Futuhu’l-Buldan. S 375; Taberi. Tarih. IV 31-
28
34
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
dönük değişiklikler olmuştur. Üçüncüsü: Hz. Ömer’in hareket tarzı ve
yaptığı değişiklikler, Kur’an’ın hukuk anlayışı çizgisine de uygundur. Kur’an’daki yasama ruhu, hürriyet ve sorumluluk gibi esaslı beşeri değerlerin (ihtiyaçlara göre) yeni bir yasama biçimine bürünmesi şeklinde açık bir yön çizer.29 Resulullah zamanındaki fiili yasama o sırada mevcut olan toplumu, başvurulacak bir örnek olarak kısmen kabul etmek zorunda kalmıştır. Mesela kadınlar ve kölelik meseleleri bu nitelikteki örneklerdir. Kur’an kadının durumunu bir kaç yönde büyük ölçüde düzeltmiştir. Fakat bunlardan en temelli olanı, kadına tam bir kişilik sağlanmış olmasıdır. Karı-kocanın birbirlerinin “elbiseleri” olduğu belirtilmiştir: Erkeğin karısı üzerindeki hakları, kadına aynen tanınmıştır; ancak erkek, ailenin geçimini sağladığı için, daha üstün bir durumdadır. Sayısız kadınla evlenme kesin bir şekilde kurala bağlanmış ve eşlerin sayısı dörtle sınırlandırılmıştır, ancak buna; eşler arasında adaleti sağlayamayacağı korkusu içinde ise, sadece bir tek kadınla evlenmesi gerektiği şartı getirilmiştir. Bütün bunlara “adil hareket etmeye ne kadar uğraşsanız, kadınlar arasında adaleti hiçbir zaman sağlayamazsınız” (Nisa
3/129) şeklindeki genel ifade eklenmiştir. Bu beyanların genel mantıki sonucu, normal şartlar altında çok kadınla evlenmenin yasaklanmasıdır. Buna rağmen daha önceden mevcut olan bir müessese olarak çok kadınla evlilik hukuki sahada kabul edilmiş; ancak zamanla sosyal şartlar daha uygun bir hale geldiğinde tek kadınla evliliğin tesis edilebilmesi için açık yol gösterici istikametler gösterilmiştir. Bunun
nedeni de etkin olmak amacındaki hiçbir ıslahatçının gerçek durumu görmezlikten
kökleşmişti. Onun bir gecede tamamıyla ortadan kaldırılması, çözümü mutlak surette imkansız olan birtakım sorunların doğmasına yol açmış olurdu. Sadece bir hayalci böylesine hayali bir ifadede bulunabilir. Fakat aynı zamanda köleleri azat etmek ve köleliğin ortadan kalkmasını sağlayacak bir ortamı oluşturmak için her türlü
hukuki ve ahlaki çaba gösterilmiştir. “Köle azat etmek” bir erdem olarak sadece övülmekle kalmamış; fakiri ve yetimleri doyurmakla birlikte, köle azat etmenin, insanın geçmesi son derecede lüzumlu bir “sarp yol” olduğu da belirtilmiştir (Beled 90/10-16). Nitekim Kur’an Müslümanlara; eğer bir köle, kendi durumuna göre saptanacak bir meblağı taksitle ödemek suretiyle kendi hürriyetini kazanmak isterse, sahibinin böyle bir akde izin vermek zorunda olduğunu, onu reddedemeyeceğini kesinlikle belirtmiştir: “Kölelerinizden hür olmak için bedel vermek isteyenlerin, onlarda bir iyilik görürseniz, bedel vermelerini kabul edin. Onlara Allah’ın size verdiği maldan verin. Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için, iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları buna zorlarsa, bilsin ki, Allah hiç şüphesiz onu değil, zorlanan kadınları bağışlar ve merhamet eder” (Nur
24/33) Burada da biz yine Kur’an’ın takındığı tutumla ilgili açık mantığın tarihin gerçek seyri içinde Müslümanlarca göz önüne alınmadığı bir durumla karşı karşıyayız. Kur’an’ın, “eğer onlarda bir iyilik görürseniz” şeklindeki sözleri,
doğru bir şekilde anlaşıldığı takdirde, sadece şu anlama gelir: “Eğer bir köle geçimini temin etme gücünden yoksunsa, azat edilse bile, onun kendi ayakları üstünde durması beklenemez; dolayısıyla onun hiç değilse efendisinin himayesine sığınması daha iyi olabilir.” 30
gelemeyeceği ve sırf hayali bir takım buyruklar
Sonuç olarak, günün ihtiyaç ve problemlerini
vazedemeyeceğidir. Bununla birlikte sonraki
iyilik ve adaletle kuşatan ve İslam’a uygun
Müslümanlar Kur’an’ın ortaya koyduğu bu yol
çözümler üreten bir “devlet” uygulamasının
gösterici istikametleri gözetmemiş ve gerçekte
nasıl gerçekleşeceği; tarihin derinliklerinde Hz.
onun amaçlarına ket vurmuşlardır.
Ömer’in örnekliğinde böyle cevap bulmaktadır.
Kur’an’ın kölelik müessesesini ele alışı, göstermektedir. Bir ilk çözüm olarak Kur’an,
Günün şartlarına uygun bir devlet projesi nasıl ortaya çıkar?
hukuki sahada kölelik müessesesini kabul
Günün gelişen ihtiyaç ve problemlerine İslam’a
aile müessesesini ele alışı ile paralellik
etmektedir. Başka seçenek de mümkün değildir, çünkü kölelik toplumun bünyesinde iyice Fazlur’rahman. İslam. Kur’an.
29
uygun çözümler üretebilen bir devlet projesi Fazlur’rahman. İslam. Kur’an
30
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
65
için ilk şart, vahyin ortaya koyduğu ve her
İslam düşünce ekolleri içerisinde devlet
dönem için geçerli olan katı/sabit bir model
ihtiyacını en fazla dile getiren ve bu uğurda
bulunmadığı üzerinde uzlaşmaktır. İnsanların
en fazla çaba gösteren kesim (ki makalenin
sayısı durmadan artıyor, teknoloji gelişiyor,
ilgili bölümünde İbn Teymiyye – Seyyid
toplumların problem ve ihtiyaçları sürekli
Kutub çizgisi olarak ele alınmıştı), bu istek ve
değişiyorken; “evrensel” olan vahyin sabit
çabasının karşılığında en aydın fikre sahip kesim
bir model önermesini beklemek, eşyanın ve
olmalıyken, ne yazık ki bunu başaramıyor.
varlığın tabiatını anlayamamak anlamına gelir.
Bunlar enerjilerini, kendilerinden çok da farkları
Evrenselliğine uygun olarak Kur’an, bir zihin
bulunmayan başka Müslümanlarla rekabet
inşa ederken ve bu zihin yapısının hayatın
ederek tüketmektedirler. Kısır çekişmelerden
değişik alanlarında kendisini nasıl göstereceği
dolayı büyük tabloyu görememektedirler.
ile ilgili belirlemeler yaparken; değerler,
Kendileri veya hareketleri dışında kimseyi
kavramlar ve ilkelerden yola çıkar. İnsanlık için
beğenmemekte, İslam adına kendileri
her dönemde zararlı olarak gördüğü çok sınırlı
dışında kimsenin doğru işler yapamayacağını
kimi meselelerde (faiz, içki, domuz vs.) kesin
düşünmektedirler. “Küçük olsun bizim olsun”
belirlemelere gitmişse de, genel tarzı bu değildir.
anlayışı içerisinde hayatın gerçeklerinden
Tek tek çözümler sunmak yerine; bir mantık, bir
uzaklaşıp gitmektedirler.
bakış açısı ve sınırlar oluşturmaya çalışır. Öyle ki, İslam’ın değerlerini kavrayan ve mantığıyla donanan bir kimse, hangi şartlarda ve ortamda bulunursa bulunsun, aklını kullanarak karşılaştığı
zorlamasıyla ortaya çıkmaz. Çıksa da “zor” kullanılarak yapılan bir iş, problemlerden
ihtiyaç ve problemleri çözebilir.
kurtulamaz. Bir toplumun değişmesi, o toplum
“Resulullah’ın oluşturduğu devlet” veya
(bir kesim öncülük yapıyorsa bile) genel olarak
“şeriat devleti” gibi tanımlamalar, gerçekte
toplumun istemesi ve katılımıyla gerçekleşir.
içi doldurulamayan hamasi iddialardır. Resulullah her dönemi kuşatan bir devlet modeli ortaya koymaya uğraşmamıştır. Resulullah’ın arkadaşları, onun uygulamalarını asla değiştirilemeyen uygulamalar olarak görmemişlerdir. Mesela, övgüye layık görülen döneme ait devlet yapılanmasının mimarı olan Hz. Ömer, değişen ve gelişen ihtiyaçlar karşısında, ayetleri ve Resulullah’ın uygulamalarını yeniden yorumlamaktan geri durmamıştır. Dikkat ediniz! Çarpıtmaktan, eğip bükmekten bahsetmiyoruz. Karşılaşılan yeni problemler ve ihtiyaçlar çerçevesinde, mevcut ilke ve prensipleri yeniden anlamaya çalışmayı kastediyoruz.
içerisinden küçük bir kesimin zorlamasıyla değil,
“Bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah da onların halini değiştirmez.” (Enfal 8/53)
Dolayısıyla, bir toplumun iyilik ve hayır yönünde değişim gösterebilmesi için, mümkün olan bütün toplum kesimlerinin ikna edilmesi ve o sürece katılımının sağlanması gerekir. Bu ise sadece eksik ve kusurları görüp dışlayarak değil, “belli yönleriyle iyi olan birisinin iyiliklerini nasıl artırabilirim?” diye sorup ilişki kurarak, yakınlaşarak ve paylaşarak gerçekleşir. Değişik toplum kesimlerini ikna edebilmenin yolu ise; sert, hamasi ve sığ söylemlerden vazgeçip, söylemlerin altını doldurmaktan geçer.
Ve bugün, (birçok alanda olduğu gibi bu alanda da) eski algılamaları yeniden gözden geçirmeye, vahyin ilke ve kavramlarını yeniden anlamaya şiddetle ihtiyacımız vardır.
Değişik kesimlerin dikkatini çekecek ve onları ikna edecek hayat projelerine ihtiyaç vardır. Bir toplumdaki herkes Müslüman olmayacağına ve problemler Müslümanca bir dayanışma içerisinde kendiliğinden çözümlenemeyeceğine
***
66
Devlet, küçük bir grubun istemesi ve
göre, değişik niteliklerdeki insanlar neyle memnun edilecek, neyle mutlu olacaklardır?
Güne uygun bir okuma yapılabilmesi için,
İslam nasıl bir yönetim vadetmektedir; Bu
dar pencerelerden bakmayı bırakmak, sığ
yönetim şeklinin (sadece Müslümanlara değil)
okumalardan kendimizi kurtarmak zorundayız.
insanlığa kazandıracakları nelerdir? Nasıl bir
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
hukuk sistemi vadetmektedir ve bunun insanlığa
önerileri de insanlığın ihtiyaçlarına denk
kazandıracakları nelerdir? Nasıl bir ekonomik
düşmez.
sistem, nasıl bir eğitim sistemi, nasıl bir sağlık sistemi, nasıl bir sosyal güvence, nasıl bir güvenlik vadetmektedir? Ve hayatın değişik alanlarında ortaya çıkan problemlere dönük çözümleri nelerdir?
Günün problemlerini doğru teşhis edebilmek için dünyayı doğru anlamış olmak gerekir, ama doğru çözümler üretebilmek için bir şeye daha ihtiyaç vardır: İnançlarından taviz vermeden, hayatın değişik alanlarında
Bütün bu sorular çözüm bulduğunda, keskin
başarıyı yakalamış olmak... Ancak böyle kişiler,
ve hamasi söylemler yerini ikna edici tezlere
sorumluluk üstlenmenin ne demek olduğunu
bırakacak, bu durum birçok kişinin İslam’a farklı
bilirler. Oturduğu yerden teşhisler yapmaya ve
gözle bakmasına sebep olacağı gibi Müslüman
çözümler üretmeye çalışan insanın durumu,
olmadığı halde birçok kişinin desteğini de
uygun bir kaldıraç bulduğu takdirde dünyayı
kazanacaktır. Ve Müslümanlar, herkesi “müşrik”
kolayca yerinden oynatabileceğini düşünen bilim
gözüyle görüp dışlamanın bir faydasının
adamının31 durumuna benzer. Böyle bir şey
olmadığını, ortak noktalar ve müşterekler
teorik olarak mümkündür. Gerçek hayatta ise
oluşturmak gerektiğini göreceklerdir.
insan, orta boy bir taşı bile yerinden oynatmakta
Peki, insanların dikkatini çekecek ve dünyanın problemlerine çözüm olacak projeler nasıl yapılacaktır?
zorlanır. İşte bu misalde olduğu gibi, taşları oynatmanın ne demek olduğunu yaşayarak görmüş olan bir kimse, hayaller peşinde koşmaz. Bir şeyi “yapıyorum, onarıyorum”
*** Bu projelerin oturduğumuz yerden yapılmasının
derken başka dengeleri bozmaz. Bir adaletsizliği engellemeye çalışırken, başka adaletsizliklere sebep olmaz.
mümkün olmadığı açıktır. Günün problemlerine ve ihtiyaçlarına çözüm getirebilmek için, öncelikle bu problemlerin ve ihtiyaçların neler olduğunu bilmek; yani, günü doğru bir şekilde anlamış olmak gerekir.
Dünyaya geniş bir çerçeveden bakabilen kimseler, gerçek problemleri görme imkanı elde ederler. Meydana gelen olayların iç yüzünü anlayabilir, perde gerisinde cereyan eden gelişmeleri okuyabilirler. Ne olup bittiğini okuyabildikleri oranda da, sorunların üzerine doğru teşhis ve yöntemlerle gitme fırsatı yakalarlar. Dünyayı kendi dar pencerelerinden gördükleri kadar zanneden insanların durumu, yel değirmenlerini düşman zannedip savaş açan roman kahramanının durumuna benzer. Sınırlı bilgi ve sınırlı bakış açılarının sonucu olarak hayali düşmanlar üretir. Çünkü problemler, problemlere karşı getirilen çözümler ve başvurulan araçlar, herkesin dünyası kadardır. Dünyası küçük olan insanlar, kendisiyle aynı safta olan insanları bile, kendi dar penceresinden düşman gibi görürler. Dolayısıyla, ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, dünyası küçük olan insanların teşhisleri de, çözüm
Günün siyaset teorileri ve devlet modellerine yaklaşım İslam’dan ne kadar uzak olursa olsun bütün hayat görüşleri ve hayatın değişik alanlarında boy gösteren bütün uygulama modelleri, insanlığa bir takım vaatlerde bulunarak ortaya çıkarlar. Mutluluk ve adaletin kendi işaret ettikleri yolun sonunda olduğunu, bu yolda yürüyenlerin üzülmeyeceğini söylerler. Vaatler, bir hayat görüşü veya modelin vitrinidir. İlgi görmesi veya görmemesi, sunduğu vaatlerin çekiciliğine bağlıdır. Bir vaadin çekici olabilmesi için de, hitap ettiği insanların ihtiyaçlarına denk düşmesi gerekir. Hatta diyebiliriz ki, bir hayat görüşü veya bir model, insanlığın ihtiyaç ve problemlerini ne kadar doğru teşhis etmişse, o kadar ilgi çeker. Ne var ki “doğru teşhis” doğru çözüm anlamına gelmez. Beşer kaynaklı hayat görüşlerinin amacı yeryüzünde adaleti tesis ederek insanlığın mutluluk ve huzurunu sağlamak değil; insanları kandırıp, birilerinin çıkar ve menfaatleri uğrunda köleleştirmektir. Archimedes. Suyun kaldırma kuvveti ve kaldıraçlar
31
konusunda önemli keşifler yapmış olan bilim adamı.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
67
İhtiyaç ve problemler hakkındaki doğru
başka düşüncelere ihtiyaç duymaz.
teşhisleriyle insanları etkilerler ve sonra da
Sebep oldukları adaletsizlik, yol açtıkları
çıkar ve menfaatlerinin esiri haline getirirler.
mutsuzluk ve tesis ettikleri zulüm
Çoğu zaman insanlar köleleştiklerini fark
karşısında; eleştirici, reddedici bir tutum
etmezler. Çünkü onları yönlendiren akıl öyle
takınır. Müslümanları zulüm ve adaletsizliğe
isabetli teşhislerle karşılarına çıkmıştır ki, sıkıntı
rıza göstermemeye çağırır. Bununla da
yaşamaya başladıklarında kabahati ilerledikleri
sınırlı kalmayarak; zulme ve adaletsizliğe
yolda değil, kendilerinde ararlar. Kandırıldıklarını
karşı tüm insanlığı uyarmaya ve adil olanı
düşünmezler.
tüm insanlığa anlatmaya davet eder.
İslam ise tevhid ve fıtrat dinidir: Çıkar, hırs
Fakat İslam’ın; zihinleri inşa ederken
ve menfaat gibi insana özgü kusurlardan uzak
takındığı devrimci, yanlış ve kötü
olan Allah katındandır
32
ve insanların kendisine
göre yaratıldıkları gerçeklerle mükemmel bir uyum
33
içerisindedir. Dolayısıyla ne insanları
“uyarma” ve “anlatma konusunda nispeten değişir. “Anlaşılması” ilkesine uygun
birbirinin kölesi haline getirir, ne de özellik ve
olarak muhatabın durumuna göre İslam’ın
kabiliyetleriyle ters düşen önerilerde bulunur.
çağrısı; kimisi için müjde olur, kimi için
İslam’ın temelini oluşturan “tevhid” ve en belirgin özelliği olan “fıtrata uygunluk”, onu beşer kaynaklı düşünce ve uygulamalardan tamamen uzaklaştırır. Aralarında; adalet ve zulüm, mutluluk ve hüzün, selamet ve anarşi gibi taban tabana zıt bir ayrılık meydana getirir. İslam olmadıkça ne adalet, ne huzur ve ne de mutluluk ortaya çıkmaz. Dolayısıyla İslam’ın, yeryüzü kaynaklı bütün düşünce ve uygulama modellerine karşı söyleyecek sözü vardır. Bu
inzar (uyarı); kimisi için öğüt olur, kimi için beyan (açıklama); kimisi için davet (çağrı) olur, kimi için tebliğ (bildiri); kimi için irşat (doğru yolu gösterme) olur, kimi için eylem; ve kimi için barış olur, kimi için savaş... Ortamın ve muhatabın durumuna göre değişen farklı yöntemlerle; haksızlık ve zulme karşı durur, doğruluk ve adaleti anlatır. 2. Doğruluk ve adaletin yeryüzünde tesis
sözü insanlığa duyurmak Müslümanlar için bir
edilmesi ise, “zihin” inşa edilirken ve
sorumluluk, bu söze kulak vermek ise insanlık
“yanlış” ifade edilirken takınılan tutumdan
için bir zorunluluktur.
daha farklıdır:
Kulak verip vermemek, sonuçta insanoğlunun
Birincisi, başlangıç noktasına göre
kendi imtihanıdır, dinlerler veya dinlemezler;
farklılıklar arz eder: Müslüman olan birey
ama Müslümanlar, sorumluluklarını yerine
(Hz. Yusuf, Hz. Davut ve Hz. Süleyman
getirmeye çalışırken iki noktaya dikkat etmek
örneklerinde olduğu gibi) toplumun en
zorundadırlar:
tepe noktası olan iktidar makamında
1. İslam, zihinleri inşa ederken devrimci, yanlış ve kötü karşısında uzlaşmasızdır. Adil olanı tespit ederken ve yaratılış gerçekleriyle uyumlu çözümler önerirken, Yüce Allah Kur’an’da, sadece kendisine itaat eden bir
32
insanla, kendisinden başkalarına itaat eden bir insanın karşılaşacağı durumu şöyle örneklendirir: “Allah, istekleri farklı birçok kişiye hizmet eden bir adamla, tek kişiye hizmet eden bir adamı örnek verir. Hiç bunların durumu bir olur mu?” (Zümer 29/29) “Öyleyse sen, Allah’ı bir kabul eden olarak dine yönel:
33
veya sıradan bir vatandaş konumunda bulunabilir. İslam, zulme baş kaldırmak ve adaleti tesis etmek için her duruma ve her konuma uygun çözümler içerir. Hakkın ifadesi ve zulmün reddi konusunda aralarında bir ayrılık olmamakla birlikte, her durumun ve her konumun yöntemi diğerine göre farklılıklar taşıyacaktır. İkincisi, doğruluk ve adaletin tesis
edilme yöntemine göre farklılık arz
İnsanların kendisine göre yaratıldığı gerçeklere...
eder: Devrim şeklinde gelen değişim ve
Allah’ın yaratışında bir değişiklik yoktur. İşte dosdoğru
bu esnada takınılacak tutum ile yavaş
din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum
yavaş gerçekleşen değişim ve bu esnada
30/30)
68
karşısında takındığı uzlaşmasız tutum,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
takınılacak tutum birbirinden farklı olur. Devrimle gelen değişim, toplumda benimseme ve hazmetme problemine sebep olan bir değişim şeklidir. Ancak söylemde ve tavırlarda net ve keskin olma imkanı verir. Hedeflenen sonuçlara daha kısa sürede ulaştırır ve değişime öncülük eden kesimin daha kolay tatmin edilmesini sağlar. Yavaş değişimler ise toplumun benimsemesi ve hazmetmesi için faydalı bir değişim şeklidir. Ancak dikkatli bir üslup gerektirir. Sertliğe ve keskinliğe imkan vermez. Değişime öncülük eden kesimin tahammül sınırlarını zorlar. *** Sorumluluklarını yerine getirirken Müslümanların göz önünde bulundurmaları gereken hususlar olarak dile getirdiğimiz bu saptamalar, beraberinde şöyle bir soruyu zorunlu
şeklinde olsun... Fakat bu noktada esas göz önünde bulundurulması gereken husus, toplumun gerçekliğine hangisinin uyduğu meselesidir.
Toplumun gerçekleriyle örtüşmeyen hiç bir değişim taban bulamaz. Toplumsal taban bulamayan hiç bir değişim ise kalıcı olamaz. Zemin olmadığı halde topluma dayatılan değişim biçimleri, er geç başarısız olmaya mahkumdur. Her ortam için geçerli olabilecek sabit bir değişim modeli düşünülemez. Değişim şeklinin, toplumda var olan kültürel olgunluğa ve akla uygun düşmesi gerekir. Darbelere alıştırılmış ve
baskıcı yöntemlerle yönetilen bir toplum nasıl serbest propaganda ve halkın seçimi ile kolay kolay değiştirilemeyecekse; demokratik kültürü özümsemiş ve uç görüşlerin bile kendisini ifade etmesini hazmedebilen bir toplum da darbeyi veya devrimi kolayca kabullenmez. Oysa İslam, her ortamda kendisine uygun bir
kılmaktadır: İslam’ın zihinleri inşa ederken çok açık ve net
değişim süreci gerçekleştirebilir.
bir söylem dili kullanması ve devrimci bir üslup
Baskıcı toplumlarda, gizli saklı yöntemler
takınması gayet yerinde ve anlaşılır bir tutum
kullanır. Zalimleri tanımlayarak ve zulmün
olmakla birlikte, söylemin hayatta gerçekleşmesi
nasıl son bulacağını anlatarak, zulme boyun
esnasında nasıl bir tutum izleneceği neye göre
eğmeyen zihinler inşa eder. Sonra da zalimlerin
belirlenecektir?
zulümlerini gerçekleştirmesine ve kalıcı hale
Bu soruya kestirmeden, “elbette ki en açık ve en net tutum” cevabını vermek, muhtemelen herkese daha sevimli ve kolay gelecektir. Nitekim devlet ideali peşinde koşan ve bu iş için
gelmesine imkan veren kurumlara denk düşecek kurumlar; kullanılan araçlara denk düşecek araçlar vasıtasıyla toplumda hayırların yaygınlaşmasını sağlamaya çalışır.
en fazla çaba gösteren Müslümanlar (yani İbni
Demokratik toplumlarda, demokrasi
Teymiye ile başlayıp Seyyid Kutub ile olgunlaşan
düşüncesinin arka planında yatan art niyetleri
fikri çizgi) bu tutumu savunmuşlar, olası diğer
deşifre eder. Bütün düşüncelerin kendisini
tutumları “uzlaşmacı” olarak görmüşlerdir. En
ifade etme imkanı bulması bir özgürlük gibi
uzlaşmasız kimlik olması bakımından kendilerini,
görünse de; aslında bu sistemde güçlülerin
“devrimci” olarak tanımlamakta bir sakınca
borusunun öttüğünü ortaya koyar. Halkın
bulmamışlardır.
tercihinin; medya, ordu müdahalesi ve türlü
Bu noktada “devrim mi iyi ve hayırlıdır, yoksa diğer yöntemler mi?” meselesini tartışmak istemiyoruz. Çünkü makalemizin ana fikri bu tartışma için uygun bir zemin teşkil etmiyor. Burada İslam’ın, iyi niyet ve samimiyet içeren her değişim sürecini (Allah’ın izniyle) iyilik ve hayra ulaştırmaya muktedir olduğunu söylemekle yetineceğiz: İster devrim, ister darbe, ister fetih, isterse halkoyuyla seçim
türlü tertiplerle yönlendirildiğini anlatır. Yol açtığı adaletsizliklere karşı adaleti, sebep olduğu iki yüzlülük ve menfaatçiliğe karşı ahlakı savunur. Zihinlerde tevhid ve adalet ekseninde bir devrim gerçekleştirmeye çalışır. Ve toplumun hazmedebileceği usul, yöntem ve araçlarla (ki buna temsil ettiği değerlerle çelişmemesi halinde; siyasi propaganda, parti, seçim, meclis sandalyeleri ve bu yolla iktidara talip olma gibi araçlar da dahil olabilir) iyilik ve hayrın
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
69
yaygınlaşması için çalışır.
uygulamak mümkündür.
Kısacası toplumlara kendi değerlerini açık bir
Elbette ki yukarıdaki açıklamalarla bu model ve
şekilde anlatır ve hayırların yaygınlaşması
sistemlerin bütün sıkıntılı yönlerini hallettiğimizi
için; toplumun alışık olduğu, özümsediği
iddia edemeyiz. Sadece bir yaklaşım biçimi
araçlardan kendi düşüncesine ters düşmeyenleri
örneklemesi yapmaya çalıştık. Realizasyon
kullanmaktan çekinmez.
aşamasında çok daha titiz inceleme ve
Toplumun değişim yöntemleri açısından durum buyken, hayatın değişik alanlarında ortaya çıkan uygulama modellerinde de benzer bir yaklaşım öngörebiliriz.
sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi için her alanın uzmanlarıyla çalışmak icap eder. Çünkü zararsız gibi görünen bir uygulamanın bile olumsuz fikirlere zemin hazırlama ihtimali bulunabilir.
Mesela kapitalist ekonomi modelinin uygulandığı bir toplumda İslam’ın; kapitalizmin ürettiği adaletsizlikten zulme, ahlaksızlıktan vicdansızlığa varıncaya kadar söyleyecek birçok sözü vardır: Bireye sınırsız özgürlük fikrinin onu nasıl ihtiraslarının esiri haline getirdiği, ihtiraslarının esiri olan bir insanın nasıl yoldan çıkıp güç yetirebildiği herkese zulmetmeye başladığı, ahlaksızlığın doğal bir sonuç değil bir tercih ve bir sapma olduğu, malın bir mükafat değil bir imtihan olduğu, ahirette herkesin Allah’ın huzuruna çıkıp hesap vereceği vs... Öngördüğü ekonomik sistemde
Biz ise sadece, bu konuda çalışabilecek uzmanların önünü açmak istedik. İnancın bir parçası olduğu zannedilen yanlış ön kabulleri ve kalıpları yıkmaya, böylece araştırmacı ve üretken akılların serbest kalmasını sağlamaya
çalıştık. Bütün dünyanın İslam’ın çözümlerine ve önerilerine ihtiyaç duyduğu bir dönemde, çözümleri ve önerileri keşfedecek Müslümanların bağlardan ve kalıplardan kurtulmaya ihtiyaçlarının olduğunu düşünüyoruz. Bu başarılabildiğinde, arkasının kolayca geleceğine inanıyoruz.
ise yer alamayacak birçok uygulaması vardır:
Araştırmacı ve üretken akılları teşvik ederken
Faiz ve rant gelirleriyle bireyin sınırsız servete
birkaç gerçeği ısrarla vurgulamak ihtiyacı
sahip olması, aşırı tüketim nedeniyle büyük bir
duymaktayız:
israfın ortaya çıkması, kazanma hırsı nedeniyle toplumda yardımlaşma ve dayanışma ruhunun son bulması, gelir adaletsizliği, açlık, yoksulluk vs... Bütün bunlar bir vakıa olmakla birlikte İslam, ekonomik alanda adaleti; var olan her şeyi yıkarak, sıfırdan her şeyi yeniden tasarlayarak ve inşa ederek yapmaz. Elbette yıkacağı ve yeniden tasarlayacağı şeyler olabilir ama her noktada böyle davranmaz. Aksine faydalı olan tecrübeleri korumaya çalışır. Mesela üretim sistemleri, fabrika tasarımları, kurumlar, kurumların işleyiş modelleri, şirket yapılanmaları, muhasebe sistemi, kalite sistemleri, denetim kurumları, mevcut teknoloji, makine ve araçlar bu kabildendir. İslam bu tecrübelerin içerisinde kapitalizmin zulmüne hizmet eden unsurları ayıklar, sonra da kalan birikim ve tecrübeyi ya kullanır ya daha da geliştirir.
1. Bir modelin (veya sistemin) İslam’a uygunluğundan bahsedilebilir, ama hiç bir uygulama modeli İslam ile özdeş hale getirilemez. Bir modeli İslam ile özdeş hale getirmek, o alandaki gelişmelerin önünün kapanması anlamı taşır. Oysa hayat nasıl tekamül içerisindeyse, hayatın değişik alanlarındaki ihtiyacı karşılamak için geliştirilmiş olan sistemlerin de tekamül içerisinde olması gerekir. Farklı toplumsal ortamlarda, İslam’a uygun ama birbirinden farklı uygulama modellerinin ortaya çıkması mümkündür. Bir ortamda gelişen model o toplum için idealken, başka bir toplumda problem ve sıkıntılara yol açabilir. 2. Hiç bir şeyin birdenbire ortaya çıkmaması gibi, toplumun İslami bir inanç ve düzene sahip olması da birdenbire
Örnekleri artırmak ve hayatın değişik alanlarında ortaya çıkmış tez, model ve sistemlere
70
araştırmalar yapmak gerekir. Ve bunların
gerçekleşmez. Vahyin ilk indiği dönemlerde olduğu gibi Yüce Allah’ın direkt uyarı ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
yönlendirmelerinden bahsedemeyeceğimize göre, insan gayret ve çabasıyla ortaya çıkan şeyin kusurlarının bulunması kaçınılmazdır. 3. Her kusuru olan şeyi peşinen reddetmek yerine, iyiye doğru bir gelişme olup olan gelişmeleri desteklemek, kötü olanların karşısında durmak; bunu da tevhid/şirk ekseninde değil “marufu emredip, münkerden alıkoyma” ekseninde yapmak (ki bugün ihtiyaç budur); bireyi seyirci olmaktan çıkarıp olaylar içerisinde bir aktör haline getirir. Herkese gücü nispetinde olayları yönlendirme imkanı sunar. Olaylar ve gelişmeler içerisinde hamasi ve genellemeci bir tavırla değil, doğru duruşuyla yer alan kişi SORUMLULUK sahibi olur. Hamasetten, soyut söylemlerden uzaklaşır. “Hiç bir şeyi beğenmeyen, ama kendisi de hiç bir şey yapamayan” bir birey olmaktan kurtulur.
Sonuç: Bu yazıyla ulaşmak istediğimiz sonuç, günün şartlarına uygun bir devlet modeli oluşturmak için gereken fikri ve zihni alt yapıyı oluşturmaya çalışmak idi. Mevcut anlayışlar göz önünde bulundurulduğunda, modeller üzerinde çalışabilecek uzmanların ve ekiplerin önünün açılması bile çok önemli bir adım niteliği taşımaktadır. Ne var ki olumlu sonuçlar elde edebilmek için sadece güçlü tezler içeren makaleler yazmak yeterli gelmez. Okuyucunun da ön yargısız olması ve yanlışlıkları sorgulamaya kendisini açması gerekir. Yüzyıllar boyunca oluşmuş kanaatlerin (birçok kimse için) bir anda ortadan kalkabileceğini düşünmüyoruz. Ancak okuyucuyu akletmeye davet ediyoruz: Gelin hep birlikte düşünelim.
www.islamiyorum.com
olmadığına bakmak gerekir. İyiye doğru
“Ezberlerimizi” yeniden sorgulamaya açalım. Ön kabullerimizi bir an olsun terk edelim ve duyduklarımıza “acaba böyle olabilir mi?” şüpheciliğiyle yaklaşmayı deneyelim. Ve kararımızı aklederek verelim. - BİTTİ -
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
71
Dosya: Din ve Devlet
Çağdaş İslam Siyaset Düşüncesi:
Üç Evrilme
R. İhsan Eliaçık (Bu makale, R. İhsan Eliaçık tarafından kaleme alınmış olan ‘Adalet devleti’ kitabının aynı başlıklı bölümünden, bazı çıkarmalar yapılarak oluşturulmuştur. Yapılan çıkarmalar, ilgili yerlere parantez içi uyarılar konmak suretiyle belirtilmiştir.)
“Devletler hürriyeti, adaleti ve
Gazzali-Efgani arasındaki dönemde İslam
meşveret prensiplerini esas
dünyası tasavvuf, Eş’arilik ve selefiliğin vektörel
almalıdırlar. Din, hurafelerden
bileşkesinden oluşan “irrasyonelin”, Cabiri’nin
temizlendiği gibi devletler
deyimiyle “hermetik atıl aklın” hakimiyeti altına
de istibdat ve zulümlerden
girmiştir.1 Cabiri bu durumu “bürhana” karşı
arındırılmalıdır. Kanunlar
“beyan ve irfan”ın zaferi olarak tanımlar.2 Yani
sultanların iradesiyle değil halkın
epistemolojik olarak “akla” karşı, “naklin”, “keşf
hür iradesiyle yapılmalıdır... İslam
ve ilhamın” zaferi... Keza Tufi ve Şatıbi’ye göre
Birliği kurulmalıdır. Önce Osmanlı
de maksat ve maslahatlar göz ardı edilmiş,
Hilafetine bağlı olarak Anadolu,
ayrıntıya gömülünmüştür. İbni Haldun’da ise
Balkanlar, Yemen; Hicaz, Ortadoğu
durum “tecrubi sosyolojiye karşı melahim ve
gibi on kadar eyaletin katılacağı
hadesat”ın zaferidir.3 Şah Veliyyullah Dehlevi
bir birlik oluşturulmalı, sonra
de durumu metodolojik olarak “ictihada karşı
Afganistan, İran ve Hindistan’ın da katılımıyla İslam
taklidin” zaferi olarak değerlendirir.4 Molla
Birliği’ne geçilmelidir...”
Sadra’nın sisteminde ise durum bizatihi varlığın-
İslam düşüncesinin yükseliş çağı genel olarak İslam medeniyetinin yükseliş çağıyla birlikte en parlak dönemini yaşamıştır. Bu dönem yaklaşık beş asır sürmüştür. Gazzali (öl. 505/1111) bu
varoluşun değil mahiyetin öncelenmesidir. Yani asalet-i vucud’a karşı asalet-i mahiyet’in egemen olmasıdır.5 Yine Muhammed İkbal Cabiri; Arap Aklının Oluşumu (çev. İbrahim Akbaba),
1
yükseliş çağının bitiş siması olmuş, ondan sonra İslam düşüncesi sürekli gerilemiştir. Endülüs ve İran havzasında İbni Haldun ve Molla Sadra vb. simaların çıkışı, Anadolu’da Osmanlı’nın siyasi ve
ist., 1997, s. 259-307 Cabiri; Arap-İslam Kültürünün Akıl Yapısı (çev. Bürhan
2
Köroğlu-Hasan Hacak-Ekrem Demirli), ist., 2000, s. 691 İbni Haldun; Mukaddime (çev. Suleyman Uludağ), c. 1,
3
s. 781. Melahim (predictions) ve Hadesan (frocasting)
askeri olarak yükselişi düşüncedeki gerilemeyi
genel olarak dünyanın, alemin ve kainatın, özel olarak
durduramamıştır. Geçen bin yılın ilk yüzyılında
kehanet, nücum, tahmin, cifr, keşf ve ilhamla açıklama
girerken yaşayan Cemaleddin Efgani (öl. 1897)
demektir. İbni Haldun bunlara karşı tecrübi sosyolojiyi
arasındaki yaklaşık sekiz yüz yıl, geçen bin yılın tezahürü olup bu dönemde İslam kültür ve medeniyeti esas itibariyle kendini tekrar etmiştir...
72
ta dinlerin, devletlerin ve toplumların geleceğini
yaşayan Gazzali (öl. 1111) ve son yüzyılına
savunmuştur. İçtihad, Taklid ve Telfik Üzerine Dört Risale (haz.
4
Hayreddin Karaman), ist., 2000, s. 116-117 Ahmed Ahmedi; İcmali Ez Seyr-i Felsefe-i İslami Bal’d-
5
ez İbni Rüşd – İbni Rüşd’den Sonra İslam Felsefesinin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
durumu ontolojik olarak “bu dünyacılığa karşı
Hemen önceki Dehlevi’den devraldıkları
öbür dünyacılığın”, epistemolojik olarak da
erken yenilikçi argümanları devam ettirip
dini yıkacağı endişesiyle rasyonelin dışlanarak
geliştirmişlerdir. Temel kaynaklara dönüş,
irrasyonelin egemenliği olarak yorumlar.6
taklidi terk, ıslahat, yenilik, direniş, aklı ve
Hasan Hanefi ise durumu “antropolojiye karşı
bilimi esas alma, İslami hadaret, İslam Birliği
teolojinin” egemenliği olarak görür...7
vs. bayraklaştırılan temel sloganlardır. Dönemin
Geçen bin yılın son yüzyılına (20. yüzyıl) girerken kopuşun ilk izleri Cemaleddin Efgani ile başlamaktadır. Bu nedenle Efgani’yi çağdaş İslam düşüncesinin başlangıç siması olarak değerlendiriyoruz. Bu nedenle araştırmamız, Efgani’nin yaşadığı dönemden itibaren
günümüze kadar gelen son 150 yıldaki İslam “siyaset düşüncesi” ile sınırlanmıştır.
önemli simalarının siyaset düşüncelerini dikkatle okuduğumuzda, İslam/Osmanlı tecrübesinden çok önemli sonuçlar çıkardıklarını görmekteyiz. Bu dönemde monarşiye (saltanat) ve oligarşiye (hanedanlık) karşı çıkan ve cumhur (ümmet) iradesini savunan, İslam’ın ilk yıllarındaki (Emevi-Abbasi) saltanat karşıtı tavır alışları çağrıştıran bir siyasi tutum vardır. Saltanat, mülk, hilafet, imamet gibi aslında ikinci dereceden olan siyasi kavramlar yerine,
Üç evrilme
adalet, meşveret, ehliyet, musavat,, maslahat
Cemaleddin Efgani ile başlayıp günümüze
çıkarmaktadırlar. Osmanlı’nın tarih sahnesinden
kadar gelen 150 yıllık döneme “Çağdaş İslam Düşüncesi” diyoruz. Bu sürecin siyaset düşüncesi boyutunu değerlendirdiğimizde birbirinin içinden çıkan üç tür evrilme yaşandığını görmekteyiz... Birinci evrilme; Cemaleddin Efgani, Seyyid Ahmed Han, Muhammed Abduh, Tunuslu Hayreddin Paşa, Ahmed Cevdet Paşa, Filibeli Ahmed Hilmi, Said Halim Paşa, Seyyid Bey, Mehmet Akif Ersoy, Muhammed İkbal, Elmalılı Hamdi Yazır, İsmail Hakkı İzmirli vb.
örneklerinde temayüz eden siyasi muhayyiledir. 19. yy. son yarısı ile 20. yüzyılın ilk yarısını kapsamaktadır. Bu dönemin temel özelliği Osmanlı’nın çöküş yılları olmasıdır. Tanzimat, I. ve II. Meşrutiyet ve I. Cumhuriyet’in kuruluşu, Ali Şeriati’nin tabiriyle İslam’ın “gücünün tecelli merkezi” Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilişi bu dönemin en önemli siyasi olaylarıdır. Bu sebeple olsa gerek dönemin İslamcı muhayyilesinde temel siyasi vurgu “devleti kurtarma” ana teması etrafında şekillenmiştir.
gibi birinci dereceden siyasi kavramları öne çekildiği yıllarda yaşayan bu simaların siyasi görüşlerine “içeriden” bir bakış, bu ilk evrilmenin sanıldığı gibi bir batı etkilenmesi değil, tarihi, fikri ve felsefi derinliğe sahip, çok çok gecikmiş bir hesaplaşma olduğunu açıkca görecektir. Zira soydan devire dayalı monarşi ve oligarşi uygulaması Araplar’da bile yokken ilk olarak Muaviye ile başlamıştır. Emevi-Abbasi-FatımiSelçuklu-Memluk-Osmanlı tarihsel zamanı, bu açıdan Muaviye ile başlayan tek bir “tarihi blok”tur ve tümüyle sultanların tarihidir. Bu yönüyle İslam medeniyeti siyasi tecrübe alarak Cabiri’nin tabirleriyle “Şii İmamet Mitolojisi” ve “Sunni Saltanat İdeolojisi”nden başka bir şey görmemiştir. Her ikisi de aşılmadıkça İslam siyaset muhayyilesi sıçrama yapamayacaktır. İşte birinci evrilme bu aşma ve sıçrama çabasının potansiyel imkanlarını da bünyesinde barındırmaktadır. İkinci evrilme; Hasan el-Benna, Seyyid Kutup, Mevdudi, Humeyni Muttahhari ve Ali Şeriati vb.
temayüz eden siyasi anlayışlardır. Bunlarda ise
Gelişimine İlişkin Kısa bilgi- Henry Corbin İslam
temel siyasi vurgu devleti kurtarmaktan ziyade
Felsefesi Tarihi (çev. Hüseyin Hatemi), ist., 1994, s.
“devlet kurma”ya evrilmiştir. Çünkü ortada
440-444
kurtarılacak devlet kalmamış, İslam dünyası tam
Muhammed İkbal; İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden
6
İhyası (çev. Dr. N.Ahmet Asrar, Birleşik, tarihsiz, s. 204205 Hasan Henefi-A.A.Balek; Renasence da Monde Arabe,
7
bir çöküş yaşamaktadır. Israrla İslam’ın dünya dışına itilmesi ve sadece vicdanlara hapsedilmesi şeklindeki laikçi dayatma karşısında, İslam’ın
Duculot, Belçika, 1972, s. 233-261. (Makale Dr. Said
siyasi ve dünyevi bir din olduğu, devlete
Yazıcıoğlu imzasıyla Türkçe’ye çevrilmiş ve AÜİFD’inde
söyleyecekleri bulunduğu, sadece uhrevi
yayınlanmıştır.)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
73
meselelerle sınırlandırılamayacağı, yaygın
kadar geçtikten sonra özeleştiriler başlamış,
işgal ve yağmalara karşı harekete geçilmesi
İslam devleti kurulduğu halde neden hala
gerektiği, cemaat, örgüt, parti vs. kurarak
sorunların bir türlü çözülemediği sorgulanmaya
mücadele edilmesi lazım geldiği, gerekirse
başlanmıştır. Keza gelinen nokta da Sovyetler
ayaklanma (kıyam) ve devrim hareketleriyle
dağılmış, Berlin duvarı çökmüş, soğuk savaş
zalim iktidarların devrilmesi ve İslami
bitmiştir. Artık özellikle 1990’lardan sonra
hükümetlerin kurulmasının bir görev olduğu
gelişen siyasi söylem “devlet kurma”yı değil
teması baskındır. Haliyle ikinci evrilmede
“devletin ne olduğunu” tartışmaya başlamıştır.
muhayyile devlet katından, biraz da amatör bir
Artık ne olursa olsun “acilen devlet” değil
ruhla muhalefet katına inmiş, devrimci siyasi
“nedir bu devlet” sorusu ön plana çıkmıştır.
vurgu ağırlık kazanmıştır. Zira asırlardır dünyaya
Radikalizm giderek realizme dönüşmüştür.
hükmeden Müslümanlar başsız kalmışlar, hiç
Metod tartışmaları önemini yitirmiş amaç
de alışık olmadıkları bir yenilgiyle dünyadan
üzerine yoğunlaşılmaya başlanılmıştır. Özellikle
adeta silinmişlerdir. Bir yandan yenilgiye
11 Eylül’den sonra, Afganistan’daki Taliban
tahammül edemeyen medeniyet gururu, diğer
deneyimi, bu guruptaki düşünürlerin çoğunda,
yandan tekrar eski hale gelmek için “acil
İslam’da devlet meselesini yeniden ve kökten
devrim” arzusu bu dönem İslamcılarını iyice
ele almak gerektiği fikrini teyid etmiştir.
siyasileştirmiş ve radikalizm gelişmiştir. İslam’ın
Sanıldığı gibi üçüncü evrilme de, dışarının
siyasi alan dışındaki ilgileri ikincil derecede
(batının) bir dayatması değil, içerinin, yaşadığı
önem kazanmıştır. Daha çok faaliyetçi, pratikçi,
tecrübeleri sorgulaması sonucu şekillenmektedir.
acilen devlet isteyen siyasi bir tarz gelişmiştir
Ve bu süreç halen de devam etmektedir.
el-Benna’nın faaliyetçi teşkilatlanmasına, Mevdudi’nin aynı tarzdaki çalışmalarına ve
“İslam’da Hükümet” kitabına, Humeyni’nin “Velayet-i Fakih” teorisine, Mutahhari’nin İran devrimi yıllarında üstlendiği devrimci ideolog misyonuna, Ali Şeriati’nin Şii İran’da, Seyyid Kutup’un Sünni Mısır’da geliştirdiği çoşkulu
devrimci söylemlere baktığımızda, niçin bunlara
74
Üçüncü evrilme simalarında önceki iki dönemin mirasını genel olarak devralmalarına rağmen daha rafine bir söylem gözlemlenmektedir. Savunma değil sorgulama, araç değil amaç, doğu-batı ikilemi değil insanlığın birliği tezi, medeniyetler çatışması değil medeniyetler diyaloğu (yarışması), model değil değerlerin
“ikinci evrilme” dediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.
önceliği, adalet, özgürlük, insan hakları,
Üçüncü evrilme; Fazlurrahman, Necefabadi,
çıkışı evrilmenin ana çizgileridir. Bence bu
demokrasi, hukuk vs. temalarının ön plana
Fadlullah, A. Suruş, Turabi, Gannuşi,
Efgani’den beri gelen 150 yıllık çağdaş
Abdullah el-Efendi, Muhammed Ammara,
İslamcılığın kendini yeniden üretmesi, geçen
Hasan Hanefi, Muhammed Abid el-Cabiri
bin yılın askeri tarım imparatorlukları dini-
vb. simalardan oluşmaktadır. Bu dönemde
siyasi muhayyilesi olan Şii İmamet Mitolojisi
siyasal dilde devleti kurtarmak veya bir devlet
ve Sunni Saltanat İdeolojisi’nden kopuş
kurmak değil “devletin ne olduğu” sorusu
çabalarının İslam dünyasındaki yansımasından
baskındır. Fazlurrahman’ın İslami Yenilenme,
başka bir şey değildir. İslam dünyası bu
Necefabadi’nin Hükümet-i Salihan, el-Efendi’nin
noktada, Katolik Kilise Mitolojisi ve Ortodoks
Nasıl Bir Devlet?, Ammara’nın Laiklik ve Dini
İmparatorluk İdeolojisi’inden kopuş sürecini
Fanatizim Arasında İslam Devleti, Turabi’nin
reform ve rönesans hareketleriyle birlikte
Özeleştiri Sorumluluğumuz, Cabiri’nin Yeniden
yaşayan batı siyaset düşüncesinin en az üç
Yapılanma, Hasan Hanefi’nin et-Turas ve’t-
yüz yıl gerisindedir. İslam dünyası, geçen bin
Tecdid adlı kitaplarındaki fikirler bu yönelişin
yılda, Şii ve Sunni siyaset muhayyilesi ile, aynı
tipik örnekleridir. Zira Pakistan, İran, Afganistan
dönemde batıdaki Katolik ve Ortodoks siyasi
ve Sudan’da İslam devletleri kurulmuş, Mısır,
muhayyileden çok çok ileride olmasına rağmen,
Cezayir, Tunus ve Türkiye gibi ülkelerde
bunları aşma konusunda ne yazık ki başarılı
yenilgiyle sonuçlanan iktidar deneyimleri
olamamıştır. Bunun içerinden ve dışarıdan
yaşanmıştır. İran devriminin üzerinden on yıl
kaynaklanan bir çok özel sebebi bulunmaktadır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Çağdaş İslam siyaset düşüncesi kendi bünyesi
onların ilerlemesini sağlamak değildir. Doğu
içinde kimi farklılaşmaları da beraberinde
ülkelerinin kapılarını çalarken insan hakları,
getirmiştir. Cemaleddin Efgani’nin önce Seyyid
adalet, eşitlik, hürriyet, medeniyetin ilerlemesi,
Ahmed Han sonları da yakın dostu Abduh
istikrar vs.den bahsederler. Fakat bunların hepsi
ile ayrışması bunun tipik örneğidir. Çağdaş
aldatmacadır; amaç sömürmek, parçalamak ve
İslamcılığın iki farklı siyasi duruşu günümüze
yutmaktır. Sömürgeciler bu hususta batıda tahsil
kadar hep tartışılmıştır. Ne yapmalı? sorusuna
görmüş ancak ileri ve güçlü olmanın sırlarını
iki tür cevap verilmişti; Urvetu’l-Vüska gibi
kavrayamamış dejenere edilmiş gençlerden
direnişçi teşkilatlar kurmak veya Aligarh Koleji
faydalanırlar. Bunlar ileri saydıkları batının bütün
gibi okullar açmak. İlki Efgani’nin, ikincisi
rezil yönlerini almış, kendi halkına yabancılaşmış
Seyyid Ahmed Han’ın stratejisiydi. İlki dışa karşı
yarı aydınlardır... Efgani, İslam dünyasının
savunma, ikincisi içeriyi sorgulama üzerine
din asabiyetini kaybettiği için gerilediği
bina edilmişti. İslam’ın son yüzyıl oluşumları
kanaatindedir; İslam’ın ilk doğuş yıllarında dini
hep bu ikisi arasında gidip geldiler. Urvetul-
asabiyete sarılan Müslümanlar yükselmiş ve
Vüska ile Aligarh Koleji arasındaki farkı anlamak
dünyaya hükmetmişlerdir. Bu din insanlara akıl,
Efgani ile Seyyid Ahmed Han’ın (ve Abduh’un),
bilgi, ahlak, erdem, birlik ve dayanışma gibi
Fazlurrahman ile Mevdudi’nin, Seyyid Kutup ile
bir çok yüce hasleti kazandırmıştı. Ancak ne
Turabi’nin, Hamaney ile Hatemi’nin arasındaki
zamanki bunlar terkedildi, bid’at ve hurafeler
farkı anlamak demektir. Her ikisi de çağdaş
yayıldı, akıl dışlandı, cebriyeci kader anlayışı
İslamcı muhayyilenin iki kanadı olan bu
benimsendi, hilafet saltanata dönüştü, sultanlar
anlayışların zaman zaman Abduh’tan sonra Ali
birbirine girdi, bilim, ahlak ve erdemler
Abdürrazık’ta olduğu gibi laikliğe, Reşit Rıza’da
terkedildi işte o vakit çöküş kaçınılmaz oldu.
olduğu gibi selefi gelenekçiliğine kaydığı da
Çünkü Allah’ın fıtrat yasası budur. Tekrar diriliş
görülmüştür.
için ümmetin ilk doğuş yıllarındaki kaynaklara,
Her üç evrilmeyi üç ana başlıkta şöylece tanımlamak mümkündür; Birinci evrilme; Şii İmamet Mitolojisi ve Sunni Saltanat İdeolojisi’nden kopuş çabaları. İkinci evrilme; Şii İmamet Mitolojisi ve Sunni Saltanat İdeolojisini yeniden üretme, Üçüncü evrilme; Şii İmamet ve Sunni Saltanat İdeolojisi’nden kopuş çabalarını sürdürme. Bu yazıda ilk evrilme simalarının siyasi görüşleri üzerinde duracağız...
anlayışa ve dini asabiyete dönüş kaçınılmazdır... Ona göre devletler hürriyeti, adaleti ve meşveret prensiplerini esas almalıdırlar. Din, hurafelerden temizlendiği gibi devletler de istibdat ve zulümlerden arındırılmalıdır. Kanunlar sultanların iradesiyle değil halkın hür iradesiyle yapılmalıdır... İslam Birliği kurulmalıdır. Önce Osmanlı Hilafetine bağlı olarak Anadolu, Balkanlar, Yemen; Hicaz, Ortadoğu gibi on kadar eyaletin katılacağı bir birlik oluşturulmalı, sonra Afganistan, İran ve Hindistan’ın da katılımıyla
Birinci evrilme; Şii İmamet ve Sunni Saltanat İdeolojisi’inden kopuş çabaları
İslam Birliği’ne geçilmelidir... Bu hedefi
(Bu başlık altında ele alınan isimlerden Cemaleddin Efgani ve
birer araç olarak iyi kullanılmalıdır. Zira bu
Muhammed Abduh haricindekiler çıkarılmıştır.)
özellikler birliği saylayıcı araçlar olarak başka
İlk olarak Cemaleddin Efgani’nin (öl. 1897) siyasi görüşlerine baktığımızda birinci evrilmenin temel izlerini görürüz. Efgani’ye göre batılılar, doğululardan daha zeki ve kabiliyetli değildir. Ancak onlar gücün ve hakimiyetin sırrını keşfetmişler ve bunu yerli yerinde kullanmışlardır. Bunların başında düzen, sabır ve sebat gelir. Batılıların maksadı doğuluların reşit hale gelmesini beklemek ve
gerçekleştirecek üç temel faktör Müslümanlarda mevcuttur; din bağı, hacc ve hilafet. Bunlar harekete geçirilmeli, İslam Birliği’ne giden yolda
milletlerde neredeyse yoktur...8 Görüldüğü gibi Cemaleddin Efgani, 20 yy. İslam Siyaset Düşüncesi’nin ilk evrilmesini çağrıştırır görüşler ileri sürmektedir. Kanunların sultanların iradesine değil, halkın hür iradesine dayalı olması gerektiği görüşü bir askeri tarım Efgani; Hatırat; s. 222-225, Macit Fahri, s.301, DİA, c.
8
10, s. 462-463, Karaman, s.35, Urvetu’l-Vuska. s. 4446
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
75
imparatorluğu olan Osmanlı’nın cumhuriyete
ile ilgili olarak kanunla sınırlanan, danışmaya
dönüşmesi anlamına gelmektedir. Bu fikirler
(meşveret) önem veren, ümmetin yönetimi
Osmanlı’nın içinde cumhuriyet yanlısı İslamcı
denetleme ve doğruya yönlendirme vazifesinin
bir kuşağın doğuşuna zemin hazırlamıştır.
olduğu bir yönetim istemektedir. Mutlakiyeti ve
Sanıldığının aksine cumhuriyet düşüncesi,
istibdatı reddetmektedir. Bu yönetim ilkelerinin
esas itibariyle batıcı değil İslamcı bir projeydi.
nasıl uygulanacağını ise zamanın şartlarına ve
Sonradan batıcılığa ve laikçiliğe kaydırıldı.
gelişmelere bırakmıştır...9
Üstelik bu fikirleri savunan Efgani vefat ettiğinde (1898) 20. yy’a girilmemişti bile... Efgani, İslam düşünce tarihi içinde genel olarak Gazali’den sonra sürekli gerileyen İslam’ın
yenilikçi damarlarını canlandırmaya çalışmıştır. İslam dünyasındaki anti-sömürgeci tepkiyi siyasal dile çevirmiş, kaynaklara dönüş, bid’at ve hurafelerden arınma, akıl ve bilimi esas alma, İslam Birliği, batı karşıtlığı gibi dilinden düşürmediği bir çok sloganı çağdaş İslamcılığın muhayyilesine sokmuştur. Ontolojik olarak Şah
Yirminci yüzyıl İslam siyaset düşüncesinde ikinci evrilme simalarından seçtiğimiz ve bu bölümde ele alacağımız şahsiyetler Hasan el- Benna (öl. 1948) Seyyid Kutup (öl. 1967) Mevdudi (öl. 1979) Humeyni (1989), Mutahhari (öl. 1980) ve Ali Şeriati (1978) dir.
10
Veliyyullah’tan devralınan tabiata yoğunlaşma,
Birinci evrilme simaları İslam (Osmanlı)
doğa kanunlarını sünnetullah veya fıtrat olarak
medeniyetinin çöküş dönemi kuşağıydılar.
yorumlama çizgisini sürdürmüş, Müslüman
Osmanlı’nın çöküşüyle birlikte yepyeni bir
aklın aleme yoğunlaşma sürecini hızlandırmıştır.
dönemi de girilmiş oldu. Bu dönemin en önemli
Epistemolojik olarak kesin bir dille aklı
özelliği İslam medeniyetinin dünya sahnesinden
savunmuş, dinin baştan aşağı makul olduğunu
silinmesi, bütün İslam coğrafyasının sömürge
söylemiş, Müslümanları, İslam düşünce tarihinin
haline getirilmesi, Müslüman halkların başına da
akli-felsefi eğilimlerini diriltmeye çağırmıştır.
batıcı yönetimlerin çöreklenmiş olmasıydı.
Metodolojik olarak içtihad kapısının açık olduğunu söylemiş, daha çok akli delillere dayalı içtihadı teşvik etmiş, taklidin terkedilmesini savunmuştur. Batı karşıtlığı ve monarşik yönetimler karşısındaki muhalif duruşuyla ilk evrilmedeki muhalefet dilin oluşmasında çok
Filibeli Ahmet Hilmi’nin 1914’lerde yaptığı dünya analizine göre İslam dünyasında üç büyük devlet vardı; Hindistan, İran ve Osmanlı Devleti. Hindistan 1848’den beri İngiliz işgali altındaydı. İran İngiliz nüfuzuna girmiş, 1925’lerde Pehlevi
önemli bir misyon üstlenmiştir...
hanedanı işbaşına gelmişti. Osmanlı Devleti
İlk evrilmenin bir başka önemli siması
birinci dünya savaşı sonrası parçalanmış, yerine
Muhammed Abduh’a (öl. öl. 1905) göre
Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu.
İslam’ın siyaset anlayışı teokrasi ve laiklikten farklıdır. Teokrasi, ortaçağ boyunca kilisenin Tanrı’dan aldığı yetkiyle insanların hayatına sorgusuz süalsiz hükmettiği bir yönetim anlayışıdır. Laiklik ise toplum hayatını dinin düzenlemesine izin vermez. İslam’da din adamı ve ruhani lider yoktur, devlet adamı da yetkisini Allah’tan almış değildir. İslam’da devlet başkanı (halife) iktidarını ümmetten meşveret yoluyla alır ve onun denetimine tabidir. Halifenin vazife alanı ise Allah’a yönelik iman ve ibadetler değil, dünya hayatını ait düzen ve ilişkilerdir. Şu halde hilafet dini değil dünyevi bir iktidardır. İslam, devlet yönetimi
76
İkinci evrilme; Sunni Saltanat İdeolojisi ve Şii İmamet Mitolojisi’nin modern görünümleri
ise 1914-1918 yılları arasında cerayan eden
Geçen bin yılın büyük bölümü boyunca Hindistan’da Türk kökenli Babürlüler, İran’da yine Türkmen aşiretlerinden Safeviler, Kaçarlar vs., Anadolu’da ise Oğuz boylarından Osmanlılar hüküm sürmüştü. 1930’lara gelindiğinde bunların hiç birisi yoktu. Geçen bin yılda yükselen Türk-İslam hakimiyeti artık tarihe karışmış, bu çöküşle birlikte İslam medeniyeti adeta tarih sahnesinden çekilmişti. Karaman; a.g.e., s. 99 vd.
9
İkinci evrilme İslamcılığı için her ne kadar bunlar
10
seçilmişse de Said Havva, Abdülkadir Udeh, Muhammed Kutup vb. simalara da bu bölüm boyunca yer yer değinilecektir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
İşte bu siyasi ve sosyal atmosfer ikinci evrilme
İkinci evrilmeyi daha yakından anlayabilmek
simalarını derinden etkilemiş, düşüncelerinin
için Said Havva’nın genel manzarayı okuyuşu
oluşmasında etkin rol oynamıştır. Şu halde
sanırım söylemek istediklerimi daha iyi
dönemin zihni muhayyilesinin “Bütün her şeye
anlatacaktır;
sıfırdan başlama” olduğunu söyleyebiliriz. Hatta öyle ki İslam’ı “temelden” yeniden yorumlamak için kollar sıvanmış, işe “ilah, rabb, ibadet, din” terimlerinden bile başlanmıştır. Mevdudi’nin bu kavramları içeren Kur’an’a Göre Dört Terim adlı kitabı bunun tipik örneğidir. Bu sebepten olsa gerek dönemin bütün simalarında radikalizm (köktencilik) egemendir. Siyasi vurgu ilk evrilmede olduğu gibi “devleti kurtarma” değil acilen “devlet kurma”ya dönüşmüştür. Mevdudi’nin İslam’da Hükümet, Humeyni’nin Velayet-i Fakih, Abdülkadir Udeh’in İslam ve Siyasi Durumumuz adlı eserleri dönemin tipik devlet anlayışını yansıtır; “İslam, hilafet, imamet veya şeriat” kavramlarının öne çıkarıldığı köktenci bir dini siyaset algılayışı temel özelliktir. İlk dönem simalarında gördüğümüz “adalet, musavat, meşveret” vb. siyasal kavramlar biraz geriye atılmış veya ihmal edilmiş, yerine doğrudan dini kavramlar öne çıkarılmıştır. Bu, az önce söylediğim gibi işe sıfırdan başlamanın
“Müslümanların oldukça güçsüz, parçalanmış ve ezilmiş oldukları bir sırada hicri ondördüncü yüzyıla (miladi yirminci yüzyıl) girildi. Öte yandan batı toplumu teknik ve maddi açıdan bir tırmanış içerisindeydi. İslam alemi bir şeyler yapmak istiyordu ama çoğu iç ve bir kısmı dış sebeplerle genellikle kendini aciz buluyor, başarıya ulaşamıyordu. Birinci dünya savaşı sonrasında daha da kötü bir duruma düşüldü. Batı emperyalizminin tehdidi altında bulanan bazı Müslüman ülkeler komünizm hareketiyle aldatılmış, kızıl emperyalizmin ağına düşmüşlerdi. İslam dünyasının haritasına şöyle bir kuşbakışı baktığımızda Avrupa’nın ortalarından ta Asya ve Afrika’nın hemen hemen tamamına yakınının çeşitli ideolojilerin sömürgesi küçük devletçikler haline dönüşmüş olduğunu görürüz. Buna “reaksiyon” olarak gerek önceleri gerekse sonraları bir çok hareket ortaya çıktı. Bütün bu hareketler arasında,
getirdiği doğal bir sonuçtur.
İslamcı hareketin gerçek doğuşu ve İslam için
Yine bu dönemde uluslar arası arenadan
el-Benna’nın başında bulunduğu harekettir.
tümden silinmenin doğurduğu bir sonuç olarak,
İslam’ı, “bütün” yönleriyle ihya etme hedefine
acilen bir devlet kurma ve bunun için gerekli
sadece o sahiptir. Müslümanların problemleriyle
araçlara sahip olma eğilimi öne çıkmıştır. Bu da
içinde yaşadığımız dünyayı bilen ve çözüm
haliyle cemaat, parti, teşkilat, devrim, kıyam,
yollarını en güzel şekilde takdim eden odur...”11
ayaklanma gibi kavramların öne çıkmasına neden olmuştur. Benna’nın kurduğu İhvan-ı Muslimin teşkilatı, Mevdudi’nin Cemaat-i İslami’si, İran’da Ali Şeriati’nin, Mısır’da Seyyid Kutup’un devrimci söylemleri bunun tipik
“kapsamlı” bir “yenilik” hareketi, üstad Hasan
Görüldüğü gibi Said Havva içine girilen çağın bir “çöküş” çağı olduğunu, İslam aleminin baştan başa “sömürge” haline getirilerek emperyalizmin ağına düşürüldüğünü söylemektedir. Bu
örnekleridir.
durumda yapılacak iş bu duruma karşı çıkmak,
Öte yandan ikinci evrilme simaları önceki
başlatmaktır. Bu hareket İslam’ı “bütün”
dönemden tümüyle de kopmuş değillerdi.
yönleriyle “ihya” edecek ve arzulanan hedefe
Kendilerinden önceki kuşağın mirasını genel
ulaşarak İslam dünyasını kurtaracaktır. Said
olarak devralmışlar fakat yaşanan çöküş, onları
Havva’ya göre bunu başlatan ilk kişi de “üstad”
her şeye sıfırdan başlama gibi oldukça ağır
Hasan el-Benna ve kurduğu teşkilat olan İhvan-ı
bir sorumluluğun altına itmiştir. Osmanlı’nın
Muslimin’dir.
“şumullü” bir “yenilik (tecdid) hareketi
son döneminde yakalanan siyasi muhayyilenin daha da gerisine gidilerek devlet öncesi amatör dönem yaşanmaya başlanmıştır. Bu durum İran Devrimi tecrübesinin sonrasına kadar devam edecektir.
Öyle anlaşılıyor ki Said Havva’nın zihninde oluşan bu çerçeve tüm ikinci evrilme İslamcıları tarafından devam ettirilmiştir. Şu halde ikinci Said Havva; Tartışmalar (çev. M. Said Şimşek), İlim,
11
İst., 1986, s. 9
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
77
evrilme simalarının siyaset muhayyilesi
anlayışında “amatörlüğün” bütün izlerini görmek
belirlenmiş oluyor; İslam’ı topyekün “ihya”
mümkündür.
etmek ve tarih dışına itilmeye “itiraz”. Gelinen noktada bir durum değerlendirmesi yapıp “hareket, cemaat, devrim, devlet” vb. kavramlar etrafında bir faaliyet ortaya koymak bu evrilmenin temel karakteristiğidir.
Hasan el-Benna, Muhammed Abduh’un vefatından (1905) hemen sonra dünyaya gelir (1906). Babası dindar bir adamdır ve ailenin geçimini saatçilik yaparak sağlamaktadır. Hasan, babasından ilk eğitimini alır. Küçük yaşlarda
Said Havva’ya göre bu dönemde ilk “tecdid”
zihnini şekillendiren eserler Malik’in Muvattası,
(yenilik) hareketi Hasan el-Benna ile başlamıştır.
Şafii ve Ahmed bin Hanbel’in Müsned’leridir.
Başlattığı hareket, İslam (Osmanlı) medeniyetini
Daha küçük yaşta mahalle arkadaşlarıyla “iyiliği
çökerten o günkü dünya sistemine ilk
yayma ve kötülüklerle mücadele” cemiyeti
büyük “itiraz”dır. Bu hareket aynı zamanda
kurarlar. Erkeklerin “altın takmamalarını” ve
Seyyid Kutup’lara kadar uzanan ve geniş bir
“ipek giymemelerini” talep eden bir bildiri
coğrafyada etkili olmuş büyük bir “ikinci evrilme
yayınlarlar. Bildiriyi cami kapılarına asılar ve
İslâmî hareket” tecrübesidir. Dolayısıyla bu
şehrin önde gelenlerine dağıtırlar.
tecrübeden seçtiğimiz altı sima dönemin siyaset muhayyilesini ortaya koyacaktır. Bunlardan ilk üçü Sunni kanattan Hasan el-Benna, Mevdudi ve Seyyid Kutup, Şii kanattan da Humeyni, Mutahhari ve Ali Şeriatidir...
Hasan, dindar bu muhitte yetişmenin getirdiği havayla çocukluk yıllarını camilerde ezan okuyarak, mahalle halkını namaza kaldırarak, üç aylarda oruç tutarak, sürekli Kur’an ezberleyerek geçirir. Onaltı yaşına geldiğinde
(Bu başlık altında ele alınan isimlerden Hasan el-Benna ve
babası onu öğretmen yetiştiren bir okul olan
Seyyid Kutub haricindekiler çıkarılmıştır.)
Daru’l-Ulum’a verir. Okumak için Kahire’ye gelir.
Hasan el-Benna (öl. 1948) öğrenci, işçi ve
esnaflardan oluşan “altı kişiyle” İhvan-ı Muslimin Teşkilatı’nı bir gecekondu mahallesinde
Bu sırada tarihler birinci dünya savaşının hemen sonrası, Osmanlı’nın yıkılış yıllardır (19231927).
kurduğunda tarihler 1930’ları gösteriyordu. Bu
Türkiye’de esen rüzgarlar Mısır’da da
girişim, İslam dünyasını paramparça eden o
esmektedir. Hasan el-Benna’nın bu dönemde
günkü dünya sistemine “itiraz ve isyan” anlamı
reddiye mahiyetinde yazdığı iki kitap onun zihin
taşıyan yepyeni bir faaliyetti. İsmi, kuruluş
dünyasını yansıtması bakımından önemlidir.
biçimi ve çalışma tarzıyla yeni çağın izlerini
İlki Taha Hüseyin’in vahiy ve hadise saldırdığı
taşıyordu.
İslam Öncesi Şiir kitabına, ikincisi de Ali
Dünyaya asırlarca hükmetmiş, devlet ve medeniyet olmanın getirdiği yüksek kültüre
Abdurrazık’ın İslam ve Hükümet İlkeleri adlı kitaba reddiyedir.12
alışmış İslam dünyası için Mısır’ın bir
Taha Hüseyin vahyin ve hadisin mümkünlüğü
mahallesinden altı gönüllüyle başlatılan bir
konusunda Ebu Bekir Razi’yi andırır fikirler ileri
hareket, gerçekten her şeye sıfırdan başlamanın
sürmektedir, Ali Abdurrazık’da İslam’ın bir devlet
bir göstergesidir. Durum, bir ömür boyu
görüşünün olmadığı temel iddiasına dayalı laik
biriktirdiği her şeyini, bir felaket sonrasında
görüşleri savunmaktadır. Hasan el-Benna’nın
tümden kaybetmiş, her şeyi tarumar edilmiş bir
bu dönemde, Reşit Rıza’nın Abduh ekolünü,
tüccarın haline benzemektedir. Şimdi hayatta
Taha Hüseyin ve Ali Abdurrazık’a karşı tepki
tek başına kalmış, bütün her şeye sıfırdan
biçimlenmesine girerek selefiliğe kaydırmasına
başlayacaktır. Hasan el- Benna, koşudan
paralel bir süreç yaşadığı görülüyor. Bu,
sonra da koşmaya devam eden bir at, felaket
Osmanlı’da Şeyhulislam Mustafa Sabri’nin,
sonrasında üzerinden dumanlar tüten harabenin
Abdullah Cevdet gibilerine bakarak selefiliğe
küllerine üfleyen, yeniden alev çıkarmaya,
kaymasına benzemektedir. Çünkü bu dönemde
ocağı söndürmemeye çalışan yeni bir soluk gibidir. Bu açıdan dünya görüşü ve yenilik
78
Ali Abdurrazık’ın kitabının değerlendirmesi için “Seyyid
12
Bey” bölümünün sonuna bakınız.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
“yenilik, ıslahat, tecdid” denilince “laiklik”
gönüllülük ve hasbilik esasına dayalı, tümüyle
anlaşılmakta, buna karşı çıkacağız derken iyice
faaliyetçi, teorik birikimi son derece zayıf, dini
gelenekçiliğe kayılmaktadır. Abduh’tan sonra
ve ahlaki vurgusu güçlü, peygamberin başladığı
Reşit Rıza’nın yaşadığı süreç tamı tamına budur.
yerden başlama eğiliminde, köktenci ve selefi
Hasan el-Benna 1927’de Daru’l-Ulum’dan
bir karakterdedir...
birincilikle mezun olduğunda henüz 21
Hasan el-Benna ve arkadaşları o günkü
yaşındadır. İsmailiye şehrine öğretmen olarak
Mısır’ın İngiliz işgali altında olmasına ve İslam
tayin edildiğinin ertesi yılında “altı arkadaşıyla”
dünyasının çöküşüne “itiraz” etmektedirler.
İhvan-ı Muslimin Teşkilatını kurduğunda ise
Siyasi olarak da, o günlerde çok hızlı bir şekilde
22-23 yaşlarında bir gençtir. Tarih 1930’ları
esen “laiklik” rüzgarlarına karşı çıkılmakta,
göstermektedir.
İslam’ın dünyaya ve devlete söyleyeceklerinin
Teşkilatın amacı, kuruluş ilkeleri ve vasiyeti Hasan el-Benna’nın zihin dünyasını anlamak için önemli bir ipicudur. Bu manifestoya bakıldığında
olduğu, vicdanlara hapsedilemeyeceğ ısrarla vurgulanmaktadır. Hasan el-Benna şöyle demektedir;
“işe sıfırdan başlama” ruhunun tümüyle hakim
“Ben danışman ve eğitimci olacağım. Vaktimin
olduğu görülür;
çoğu öğrencilerin olacak, ama onların babaları ile
“Gayemiz; Allah, Önderimiz; Peygamber, Rehberimiz; Kur’an, Yolumuz; Cihad, Allah yolunda ölmek en büyük emelimizdir...”13
konuşmayı da ihmal etmeyeceğim. Yazılar yazacağım, konferanslar vereceğim ve gezeceğim. İlk görevimi şükür ve yimserlikle, ikincisini sebat ve fedakarlıkla yerine getireceğim. Bu benim Allah ile olan gizli
Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın peygamber olduğuna inanmak, namaz
bir mukavelemdir ki sayın hocam, yegane şahidim siz olacaksınız. Ve muhakkak kim Allah için bir şey
kılmak, zekat vermek, oruç tutmak, hacca gitmek, iyi
yaparsa, karşılığını alacaktır.”16
muamelede bulunmak, iyi bir eğitim görmek; Kur’an’ın
Çoşkulu bir faaliyet olarak başlayan hareket
okumak ve okutmak...14 “1- Şartlar ne olursa olsun ezanı duyduğun an namaza kalk 2- Kur’an’ı oku, incele veya dinle. Azıcık zamanını bile zararsız işlere ayırma. 3- Düzgün Arapça konuşmaya çalış, çünkü bu Müslüman olmanın belirtisidir. Kur’an en güzel şekilde Arapça ile anlaşılır. 4- Hiçbir konuda aşırı tartışmaya girme, zira gösteriş hiçbir zaman yarar sağlamaz. 5- Fazlaca gülme, çünkü Allah’a bağlı olan gönül sakin ve vakarlı olur. 6- Maskaralık yapma, çünkü mücahid bir millet ciddiyetten başka bir şey tanımaz. 7- Dinleyicinin işiteceğinden fazla sesini yükseltme, çünkü bu bencillik ve eziyet demektedir. 8- Kişileri çekiştirmek
adeta ulu orta feryat etmekte, kahve kahve dolaşarak yeni bir heyecan dalgası estirmektedir. Kısa sürede hızla büyüyen İhvan hareketi, bu dönemde merkezini Kahire’ye taşıyarak çevreden merkeze doğru yürüyüşünü hızlandırır. Hasan el-Benna tüm ülke çapında uygulanmak üzere İslami bir “ıslahat” programı hazırlar. 1936’lara gelindiğinde Mısır Kralı’nı mektuplar yazarak programını açıklar. Bu mektuplar onun İslami yenilikten ne anladığını da gösterir önemli belgelerdir. Hasan el-Benna, Kral’dan şunları talep etmektedir;
ve tavırları küçümsemekten kaçın, Hayırdan başka
“Batı taklitçiliği terk edilmelidir. Kadın ve erkek
bir şey konuşma. 9- Karşılaştığın kardeşlerine senden
karışık toplantılar düzenlenmemeli, içki, kumar, şans
istenmese de tanışmaya bak. 10- Görevler vakitlerden
oyunları, gece kulüpleri ve sinemalar yasaklanmalı,
fazladır. Vakitten yararlanmak için başkasına yardımını
gazetelerde kadınların resimlerinin basılmasına son
esirgeme. Yapacak bir görevin varsa, onu en kısa
verilmeli, namaz kılınmalı, evlerde yabanca dil yerine
yoldan bitirmeye çalış...”15
Arapça konuşulmalı, çocuklara Avrupalı mürebbiler
Görüldüğü gibi hareket amatör bir ruhla, M. Nezir; Çağdaş Müslüman Önderler (çev. Ubeydullah
13
Dalar) Seçkin, İst., trs., s. 23
tutulmamalı ve yabancı okullarına gönderilmemelidir. İslami eğitim uygulanmalı, kız-erkek karışık eğitime İshak Musa Huseyni; İhvan-ı Muslimin, Beyrut, 1956,
16
M. Nezir; a.g.e., s. 10
s. 7-8, Meryem Cemile; İslam ve Çağdaş Öncüleri (çev.
M. Nezir; a.g.e., s. 24
Selehattin Ayaz) Bir, İst., 1986, s. 230
14 15
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
79
son verilmeli, kız ve erkeklerin eğitim müfredatları
Hasan el-Benna’nın asıl etkisi vefatından sonra
ayrı ayrı belirlenmelidir. Tabii bilimler materyalist
olur. Tüm İslam-Arap alemine yayılan “İhvan
telkinlerden arındırılmalıdır... ”
ruhu” ikinci evrilme İslamcılığını derinden
17
İkinci dünya savaşı sonunda İhvan-ı Muslimin Teşkilatı artık neredeyse devlet içinde devlet durumuna gelir. Mısır’ın her yanı teşkilatın okulları, camileri ve ticaret kurumlarıyla dolar. Çıkardıkları gazete ve dergiler tiraj üsteni tiraj yapar. Sadece Mısır değil başka ülkelerin gençleri de akın akın Hasan el-Benna’nın çağrısına icabet ederler. Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin, Fas ve Tunus’da şubeler açılır. Hasan el-Benna kendisinden önceki Cemaleddin Efgani’nin siyasi misyonunu devam ettirir. İngiliz emperyalizmine “cihad” ilan eder. İngilizlerin Suveyş kanalından çekilmelerini ister. 1948’de İsrail’in kurulmasıyla birlikte Filistin’e gönüllü İhvan birlikleri gönderir. Ancak Filistin macerası hüsranla sonuçlanır, çünkü hükümetle işbirliği halinde gönderilen birliklere hükümet bozuk ve işe yaramaz silahlar vermiştir. İhvan-i Muslimin Teşkilatı çok değil yirmi yıl içinde Mısır yönetimini tehdik eder hale gelir. Hukümet İsrail Devleti’nin resmen kurulduğu 1948’de Hasan el-Benna’nın İhvan-ı Muslimin hareketini “yasadışı” ilan eder. Yüzlerce İhvan mensubu tutuklanarak, mallarına el konulur, sürek avı başlatılır. İki ay geçmeden 12 Şubat 1949’da Hasan el-Benna uğradığı süikast sonucu 43 yaşında olduğu halde şehid edilir... İhvan, Arap milliyetçileriyle Mısır’ın kurtuluşu ve Arap Birliği konusunda mutabıktır. Ancak onlar bu ki meseleyi amaç değil araç olarak kabul etmektedirler. Mısır’da Kral Faruk’u deviren 23 Temmuz 1952 ihtilali milliyetçi ve laik bir devlet görüşü ile gerçekleştirilir. İhvan’ın devletle olan ilişkilerinde bir değişme olmaz. Başkan Cemal Abdunnasır şunları söylemektedir; “İhvan Başkanı ile görüştüm. Benden bazı talebleerde bulundular. İlki, kadınların peçe takması, sonra sinema ve tiyatroların kapatılması. Bence bunlar hayatı zindan haline getirmeye yönelik şeyler. Takdir edersiniz ki, kendisine bu konularda bir söz vermedim.”18 Meryem Cemile; a.g.e., s. 232 Muslim News Dergisi, Şubat 1966, Karaçi, Meryem Cemile; a.g.e., s.139
80
neredeyse tamamı Hasan el-Benna’nın başlattığı bu hareketin izlerini taşırlar... Hasan el- Benna’nın siyaset ve devlet anlayışı görüldüğü gibi tipik bir “din devleti” görünümündedir. Esas olarak İbni Teymiyye’nin es-Siyaset’u-Şer’iyye’sindeki fikirlerin yeniden üretilmesine dayanmaktadır. “Dinin hamisi adil sultan” teorisine dayanan sunni saltanat ideolojisinin Maverdi, Gazzali ve İbni Cemaa ile birlikte en önemli mimarları arasında yer alan İbni Teymiyye’nin devlet ve siyaset anlayışının ikinci evrilmede oldukça etkili olduğunu göreceğiz. Seyyid Kutup (öl. 1967) Hasan el-Benna’nın ikinci evrilmeye kattığı “faaliyetçi ruhun” Seyyid Kutup’da “devrimci ruha” dönüştüğünü görüyoruz. Hasan el-Benna’nın kafasında bir “İslam Devleti” fikri vardı, bunun için yoğun bir faaliyet içine girmiş, gece gündüz durmadan çalışırken süikast sonucu öldürülmüştü. “İslam Devleti” kavramı Benna’nın kafasında genel olarak oluşmuş, üzerinde iyice çalışmış değildi. Ama şuna inanıyordu; “Yeryüzünde Müslümanlar devletsiz kalmış, yabancıların boyunduruğuna girmiştir. Bu nedenle yapılması gereken acilen yabancı boyunduruğundan kurtulmak ve kendi devletimizi kurmak için çalışmaktır.” Seyyid Kutup da ise bu düşünce daha çok “devrim” olayına dönüşmüştür. Hasan el-Benna’da “faaliyet”, Seyyid Kutup’da “yöntem” söyleminin daha baskın olması bundan dolayıdır. Seyyid Kutup’da öne çıkan “siyasi” vurgu çağdaş İslamcılık tarihi açısından önemli bir aşama olarak kabul edilmelidir. Çünkü o “yöntem” üzerine yaptığı ısrarlı vurguyla İslam siyaset felsefesinin oluşumuna çok önemli katkılar sağlamıştır. Esasında Benna, Seyyid Kutup ve Mevdudi’yi çalışmamıza almamızın en önemli sebebi “İslam Devleti” kavramının oluşumuna her birinin yaptığı özel katkılar sebebiyledir. Çünkü Benna İslam devleti idealinin “doğuşu”,
17 18
etkiler. Bu dönemde ortaya çıkan hareketlerin
Seyyid Kutup “yöntemi”, Mevdudi de “şekli” üzerine yoğunlaşmıştır. Orta dönem boyunca gelişen İslamcı hareketlerin çoğunun siyasi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
muhayyilesi bu üç simanın izlerini taşımaktadır. Seyyid Kutup “rabbani yöntem” veya “peygamberi metod” adıyla geliştirdiği siyasi projeyle daha çok İslam devletinin “ne olduğu” değil “nasıl kurulacağı” üzerinde kafa yormuştur. Yani “amaç” üzerinde değil daha çok “araç” üzerinde yoğunlaşmıştır. “Bu din rabbani bir din olduğu gibi onun çalışma yöntemi de rabbanidir”19 meşhur sözüyle bir dizi ilke belirlemiş, buna “rabbani hareket metodu” demiştir. Bununla kasdettiği “gerçekçi, ciddi, olumlu, dinamik, aşamalı, davayı önceleyen, hedefi net, kolay, tevekkül üzere bir İslami hareket.”20 anlayışıdır. Seyyid Kutup’a göre bu niteliklere sahip bir İslami hareket, “devlete” şu adımlardan geçerek ulaşacaktır;21
bir kimsenin saklanmasına, gizlenmesine imkan vermemektedir. Böylesi bir topluluğun hareket halinde olması kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü hareketlilik onun akidesindedir, kanındadır, organik toplumun oluşumundadır...”23 Yeni topluluğun temel nitelikleri şunlar olacaktır; akide bağı etrafında toplanmak ve organik cemaat niteliği kazanmak. Zira ancak böylesi
bir cemaat büyük hedefleri gerçekleştirebilir, geniş çaplı ıslahatlar yapabilir. Fakat bu hedefe giderken esasa yönelmek ve ayrıntılara takılmamak gerekir...”24 Yeni topluluğun eğitim sistemi (yol azığı) ve beslenme kaynakları tıpkı ilk Kur’an neslinde olduğu gibi Kur’an ve sünnet olacaktır. Cemaat insanlarını bu iki
kaynakla yetiştirecektir...”25 İslami hareket cahiliyeyi ortadan kaldırıp İslam’ı hakim kılmak için “beyan” ve “hareket” aşamalarını takip edecektir. Bunun anlamı şudur; Yeni topluluk,
“Önce özel niteliklere sahip İslami bir cemaat oluşturulacaktır. İslam’a iman edilmesinin hemen ardından pratik, müşahhas, görünen, dinamik ve organik bir topluluğun ortaya çıkması zorunludur. Canlı bir organizma olan “cahiliye”ye karşı ona denk canlı bir İslam toplumu çıkmak zorundadır. Yoksa her şey sadece teoride kalınmış olacaktır...”22 Böylesi bir camaatın oluşumu aynı zamanda kaçınılmazdır. Çünkü bu din (İslam) kendisine inanan üç kişi olduğunda şunu demektedir; ‘Şu anda sizler bir toplumsunuz; bağımsız bir toplum. Bu akideyi kabul etmeyen cahili toplumdan ayrı bir toplumsunuz. Bu akidenin temel değerlerinin egemen olmadığı
toplumdan ayrı bir toplumsunuz... İşte bu takdirde Müslüman toplum fiilen ortaya çıkmış demektir. Üç on, on yüz, yüz bin, bin oniki bin olacaktır. Böylelikle İslam toplumunun varlığı ortaya çıkacak ve kesinlik kazanmış olacaktır. Fakat İslam akidesinin karakteri hiç Fizilal, VII, s. 91, M. Berekat; a.g.e., s. 33
19
Berekat; a.g.e., s. 55- 88
20
Seyyid Kutup’un jargonunda “devlet, devrim,
21
ayaklanma, örgüt, strateji, oportinizm, revizyonist”
esastan (tevhid: lailahe illallah) başlayarak
İslam’ı açık ve canlı bir şekilde topluma anlatır, tebliğ eder. Daha sonra cahiliyenin maddi gücüne denk bir İslami güçle karşı koyar, fiilen hareket geçer... “26 Zafere ulaşmak için sabırlı, dirençli, Allah ile daima bağlantılı, ihtilaf ve iç çekişmelerden uzak, sağlam karakterli
olunacaktır. Dava davetçiden önce gelecektir. Davanın menfaati adına rabbani metoddan uzaklaşılmayacaktır. Cahiliyeden koparak bağımsız olunacaktır...”27
Seyyid Kutup, görüldüğü gibi “Allah’ın hakimiyetinin” sağlandığı bir “İslam devleti” için gerekli çalışma stratejisi üzerine yoğunlaşmaktadır. Onda derin felsefi analizler ve teorik birikimden ziyade siyasi pratiğe yönelik çoşkulu bir “faaliyetçi” söylem vardır. Bu söylemin etkisiyle İslam dünyasının değişik yerlerinde ondan ilham alan bir çok hareket ikinci evrilme boyunca “devrimci” oluşumlar meydana getirmişlerdir. Seyyid Kutup “devletin” felsefi temelinin ne olması gerektiği konusunda üç kavram kullanmaktadır; İslam şeriatına bağlılık,
vs. türden kavramları pek geçmez Bunların yerine “cahiliye toplumu, İslam toplumu, Allah’ın hakimiyeti,
23
rabbani metod, organik cemaat, cahileyeye denk güç
24
oluşturma, şehadet, tağutları yıkma” vs. tabirleri geçer.
25
Bunları siyaset felsefi açısından yorumladığımızda ne
26
Mealimu fi’t-Tarik; s. 116-117, Berekat; a. g. e., s. 106 Mealimu fi’t-Tarik; s. 85, Berekat; a. g. e., s. 112-130 Berekat; a. g.e., 131-140 Mealimu Fi’t-Tarik; 30, 148, 158, Fizilal; XIII, 142,
anlama geleceği açıktır. Mealimu fi’t-Tarik; s. 46-47, Berekat; a. g. e., s. 97
22
Berekat; a.g.e., 141-153 Berekat; a. g.e., s. 170-186
27
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
81
adalet ve şura. Şu halde İslam devleti “Allah’ın
daha çok siyasi-felsefi meselelerdeki yenilik
şeriatına bağlılığı, adaleti ve meşvereti” temel
arayışlarını temsilen üç sima daha seçilmiştir;
değer olarak kabul eden bir devlettir. Bunun
Muhammed Ammara, Hasan Hanefi ve
ayrıntısını ise buna inanmış Müslümanlar
Muhammed Abid Cabiri... Böylece Fazhurrahman
geliştirecektir.
ile başlayıp Cabiri ile biten üçüncü evrilme
28
Hasan el-Benna, Mevdudi ve Seyyid Kutup’a
simaları toplam 13 kişiden oluşmaktadır...
ayırdığımız bu bölüm boyunca gördük ki İslam
Bu döneme neden “üçüncü evrilme” dediğimize
düşüncesi Osmanlı sonrası dönemde yeni
gelince... Bunun birkaç sebebi bulunmaktadır;
simalarla yoluna devam etmektedir. Daha önce söylediğimiz gibi bu dönemin en önemli özelliği işe sıfırdan başlama gibi zor bir noktada olmaları ve bunun getirdiği siyasi ruhtur. Bu sebeple daha çok bu yönleri üzerinde durulmuş, felsefi yönleri fazla irdelenmemiştir.29 Dikkat edilirse bu süreçte Osmanlı’nın son döneminde gördüğümüz, altı yüzyıllık birikim üzerine geliştirilen devlet perspektifi pek yoktur. Bu perspektif, İran devrimi tecrübesinden on yıl kadar sonra, 1990’lardan sonraki üçüncü evrilmede tekrar yakalanacaktır.
Üçüncü evrilme; Şii İmamet Mitolojisi ve Sunni Saltanat İdeolojisi’nden kopuş için yeni sıçramalar Çağdaş İslam siyaset düşüncesinin üçüncü evrilme simaları ikinci evrilmeden gözle görülür bir sıçrama yapma eğilimindedirler. Fazlur Rahman ile başlayan üçüncü evrilme simaları,
ikinci evrilmenin şii ve sünni kanadından çıkmış üçer sima ile sürecektir; Necefabadi-FadlullahAbdülkerim Suruş ve Turabi- Gannuşi- Abdullah el-Efendi... Bunlar Humeyni-Mutahhari-Ali
Şeriati ve Hasan el-Benna-Mevdudi-Seyyid Kutup kuşağının sonrasındaki “evrilmeyi” ifade etmektedirler. Mevdudi’den sonra Fazlur Rahman, Humeyni’den sonra Necefabadi, Mutahhari’den sonra Fadlullah, Ali Şeriati’den sonra Abdülkerim Suruş, Hasan el-Benna’dan sonnra Turabi, Seyyid Kutup’dan sonra Gannuşi ve Abdullah el-Efendi... Keza bunlara Hatemi, Begoviç ve Garaudy’yi eklemek de mümkündür.
Üçüncü evrilmenin siyasi meselelerdeki yenilik arayışını temsilen seçilen bu simalardan sonra,
Birincisi, İslam siyaset düşüncesi tarihi, son 150 yılda yeni bir döneme girmiştir. Bu döneme yirminci yüzyıl İslam siyaset düşüncesinde üç evrilme demiştik. Bu dönemi kendi içinde üç alt döneme daha ayırmıştık; İlk evrilme Cemaledden Efani ile başlayıp İzmirli İsmail Hakkı ile bitmişti. İlk evrilmede 13 sima
üzerinde durmuştuk. İkinci evrilme; Hasan elBenna ile başlayıp Ali Şeriati ile bitmişti. Bu dönem de 6 sima yer almıştı. Üçüncü evrilme; Fazlur Rahman ile başlayıp Cabiri ile bitmektedir. Halen devam etmekte olan bu dönemde, Fazlur Rahman hariç tamamı hayatta olan 13 sima yer almaktadır. İkincisi, ilk evrilme (1750-1930); esas itibariyle İngilizlerin Hindistan’a girişi ile başlamakta Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ile bitmektedir. İkinci evrilme (1930-1990) Osmanlı İmparotorluğu’nun çöküşü ile başlamakta Sovyetlerin Afgnistanistan’dan çekilişi, ardından çöküşü ve İran İslam Devrimi’nin üzerinden on yılın geçmesiyle bitmektedir. Üçüncü evrilme ise (1990- ? ); Sovyetlerin Afganistan’dan çekilişi, ardından çöküşü, İran Devrimi’nin üzerinden on yılın geçmesiyle başlamakta ve halen devam etmektedir. Üçüncü evrilmenin siyasi muhayyilesi köklerini Fazlur Rahman’ın Pakistan İslam Cumhuriyeti’ni eleştirmesinden, Muntezeri ve Necefabadi’nin İran İslam Cumhuriyeti’ni eleştirmesiyle beslenmektedir, Fadlullah’ın Lübnan, Turabi’nin Sudan, Gannuşi’nin Tunus, Begeviç’in Bosna, Ammara ve Hasan Hanefi’nin Mısır, Cabiri’nin Fas tecrübesiyle gelişmektedir. Üçüncü evrilme simalarının siyasi muhayyilesinin son tahlilde Osmanlı’yı eleştiren Tunuslu
İslam Toplumuna Doğru, s. 161-165
Hayreddin Paşa, Filibeli Ahmed Hilmi, Seyyid
Zaten çağdaş sünni orta dönemindeki Hasan el-
Bey vb. simalarla örtüştüğü görülmektedir. Bu
Benna, Seyyid Kutup ve Mevdudi’nin gelen bölümde
yarım asırlık bir “ikinci evrilme” kesintisinden
28 29
ele alacağımız çağdaş şii orta dönemindeki simalar Humeyni, Mutahhari ve Ali Şeriati kadar felsefi derinliği
sonra yakalanan oldukça ileri bir noktadır.
sahip oldukları da söylenemez.
82
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Üçüncüsü, her üç dönemde de “Kaynaklara
Zimmet esasında güvenlik sağlama demektedir.
dönüş, yeniden diriliş, ayağa kalkış, gelenek
Gayr-i müslimler devlette görev alabilirler,
eleştirisi, batı modernizmiyle hesaplaşma,
hatta bir Hıristiyan seçildiği takdirde devlet
hayata, akla, bilime, içtihada, felsefi köklere
başkanı bile olabilir. İslam devletinde mürtedin
dönüş temel argümanlardır. İlk evrilmede bu
öldürülmesi diye bir şey yoktur. Mürted dinden
dönüş yeni bir ontoloji, epistemoloji, metodoloji
dönen değil devlete başkaldıran ve yabancılar
ve siyaset inşa etmekle sağlanmaya çalışılırken,
lehine vatana ihanet kanunu suçunu işleyen
ikinci evrilmede bu dönüş iyiden iyiye siyasete
kimse demektedir. İslam devletinde bir ateist,
yoğunlaşmış, üçüncü evrilmede ise ikincide
tanrısızlık propagandası yapabilir, fikirlerini
üretilen siyaset düşüncesini sorgulamayla
şiddete başvurmadan açıklayabilir, buna yine
birlikte tekrar ontoloji, epistemoloji ve
fikirle karşılık verilir. İslam devletinde partiler
metodoloji inşasına evrilmiştir. İlk evrilmede
değil partizanlık yoktur. Devlet, partilerin
temel siyasi vurgu “devleti kurtarmak” iken,
varlığını resmen tanımasa da, çalışmalarına
ikincide “bir devlet kurmak”, üçüncüde de “nedir
engel olmamalıdır...”30
bu devlet?” vurgusu ön plana çıkmıştır...
Turabi, Sudan için hazırlanan 146 maddelik
İşte bu gelişmeler yirminci yüzyıl İslam
yeni anayasada “tevhid (Allah’a kulluk) adalet,
siyaset düşüncesinde üçüncü evrilme diye
özgürlük, meşveret-icma esaslarına dayalı bir
adlandırabileceğimiz bir dönemin oluştuğunu
hukuk devleti” öngörmektedir. Anayasa’nın
(veya oluşmakta olduğunu) göstermektedir.
4. maddesinde “el-Hakimiyyetü lillah ve’s-
(Bu başlık altında ele alınan isimlerden Hasan Turabi ve Raşid el Ganuşi haricindekiler çıkarılmıştır.)
Hasan Turabi’ye göre İslam devletinde Allah
yegane hakimdir ve mutlak yetkiye sahiptir. Her kim iktidarda bulunuyorsa Allah’ın kanunlarına boyun eğmek durumundadır. Bu, aynı zamanda anayasal devlet sisteminin öngörüldüğü
anlamına gelmektedir. Bir ülkeyi yönetme fiili dinin ayrılmaz bir parçasını teşkil eder. Hz. İbrahim zürriyetinden yönetici imamlar çıkması için dua ettiğinde Allah zülmedenlerin yönetici olamayacağını söyledi. Hz. Peygamber kendisinden sonra hiç kimseyi yönetici olarak tayin etmedi. İslam’da yönetim miras yoluyla geçmez; monarşi, oligarşi, diktatörlük, teokrasi, kilise vb. yönetimler İslam’da yoktur. İslam devletinde yöneticiler meşveret ve icma ilkesi gereğince halk tarafından belirlenir. Halkın seçtiği milletvekilleri oy kullanarak yasamada bulunurlar ve ülkeyi idare ederler. Biat, halkla yönetim arasında gerçekleşen bir toplumsal sözleşmedir. İktidar meşruiyetini buradan alır. İslam’da din ile devletin birbirinden ayrılması anlamına gelen laiklik yoktur. Devlet yöneticisi de Allah’ın bir kuludur ve icraatlarından Allah’a hesap verecektir. Kendisinin Allah ve melekler tarafından gözetildiğini hiç bir zaman unutmamalıdır. İslam toplumunda gayr-ı Müslimler güvenlik ve barış içinde yaşarlar.
Siyadetü li’ş-Şaabi’l-Sudani” (Hakimiyet Allah’ın Egemenlik-önderlik Sudan halkınındır) ilkesini vaz ederek yıllardır “Allah’ın hakimiyeti mi milletin hakimiyeti mi?” şeklinde tezahür eden tartışmaya yeni bir açılım getirmektedir. Buna göre külli hakimiyet, hayatın temel nizamlarını belirleme hakkı yüce Allah’a aittir. Ancak bu hakimiyeti bir kral veya hanedan veya sosyal bir sınıf Allah adına kullanamaz. Siyasal iktidarı halk belirler ve bu meşveret-icma kuralı ile yani seçimle ortaya çıkar... Burada ifade edilen devlet anlayışı, görüldüğü gibi geçmişteki saltanata dayalı İslam devletlerine hiç benzemiyor. Örneğin Turabi’nin Sudan anayasasında devletin dini ve mezhebi belirlenmezken “tevhid, adalet, hürriyet (özgürlük), meşveret, icma ve örfe dayalı hukuk devleti” öngörülüyor. Bu haliyle Sudan anayasasının, İran İslam Cumhuriyeti anayasasından daha ileri bir anlayışla hazırlandığı söylenebilir. Özellikle devlete resmi bir din ve mezhep belirlenmemesi oldukça dikkat çekicidir. Buradan anlaşılıyor ki özellikle Turabi, resmi din ve mezhep dayatmacısı geçmiş saltanat modellerini dışlıyor fakat batılı laik modellere de pirim vermiyor. Kur’an’ın sadece siyasi değerlerini (adalet, ehliyet, hürriyet, meşveret, maslahat) öne çıkaran, çağdaş bir Turabi; İslâm Dünyanın Geleceği; s. 71 vd. , 85 vd., 93
30
vd., 103 vd.,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
83
adalet devleti projesi geliştirmeye çalışıyor.
seviyesi artırılmalıdır .. Aslında icma düşüncesini
Bunu yaparken de Kur’ani değerleri özellikle
günümüzde refarandumla veya dolaylı icma
ismen zikrediyor. Örneğin demokrasi demiyor;
sayılabilecek çağdaş parlementer sistemle ifade
ısrarla meşveret, icma gibi kavramları kullanıyor.
edebiliriz. Müslümanların hür seçimle seçtikleri
Londra’da master, Paris’te doktora yapmış bir
planı olabilir. Dolasıyla Kur’an ve Sünnet’e
hukukçu olan Turabi’nin şura-icma ilkesiyle ilgili ileri sürdüğü fikirler Fazlurrahman’ın
uymayan bir icma olmaz..”31
geliştirmeye çalıştığı siyasi meşveret yorumunu
“Hiç korkmaksızın İslam’ın özgürlük anlayışını
çağrıştırıyor;
uygulamalıyız. İslam’ın özgürlük anlayışından
“İcma, tarihi belli şartlar nedeniyle sapmaya uğradı. İcma’nın zorunluluk olduğunu ifade eden ayette “mü’minler”den bahsedilir. Örneğin Nisa suresinin 115. ayetinde insanlar müminlerin yoluna uymaya çağrılıyor. Şura’yı emreden ayet ise şurayı muminlere has kılıyor. “Onların işleri aralarında şura iledir” ayeti bağlayıcı bir emirdir. “Ümmetim delalette toplanmaz”, “Müslümanların güzel gördüğü, Allah katında da güzeldir..” gibi çok sayıda hadis cemaata bağlanmaya çağırır. Cemaat belli kişilerden oluşmaz, Müslümanların cemaatıdır, o da halktır.. Müslümanlar, tarihte, dini bilmeyen kavimlerin İslam’a girdikleri dönemler yaşadı, çoğaldılar, öyle bir konuma geldiler ki istişare edebilme şartları ortadan kalktı, yüzbinlerce, hatta milyonlarca Müslüman nasıl istişare edecekti? Müslümanlar yeryüzünün doğu ve batısında yaşıyorlar, aralarındaki ulaşım deve
bahsettiğimizde insanlar korkuyorlar ve “Her şey anarşiye dönüşür” diyorlar. Halbuki bizler İslam düşüncesinin uzun süredir donuklaştığını biliyoruz, çözüm insanları özgürlüğe itmektir, kapsamlı bir devrim yapmaktır. İçtihat kapısını kapatmamalıyız. İnsanlar düzen ve özgürlük arasındaki dengeyi korumalıdır. Donuklaşma dönemlerinde düzene değil özgürlüğe çağrı yapılmalıdır. Dini düşünce özgürlüğünü sağlamaktan başka çare yok. ‘Bazı sapık düşünürlere özgürlük verirsek ekolleri yaygınlaşabilir’ endişesi yersizdir. Ümmetin delalet Üzerine birleşeceğini hiç sanmıyorum. Eski İslam fıkhı özgür ortamda gelişmiştir, baskının olduğu yerde donuklaşmıştır, bunu yenilememiz gerekir. Müslümanlar içtihat yapan yüzlerce insandan niçin dördü üzerinde yoğunlaştılar? Bu kendiliğinden oluşan bir meseledir...”
32
sırtlarında gerçekleşiyordu. Doğudan batıya
Yüksek sesle ve açıkca İslam düşüncesinde
gitmek için aylar gerekiyordu. Hz. Peygamber
“yenilik” çağrısı yapan; ‘alemde nasıl hareket
döneminde meşveret kolaydı. Hz. Ebubekir’in
varsa din de aynen böyledir’ diyen; son
hilafetinde bu kolaylık kalkmış müslümanların
peygamberden sonra şeriatın yenilenmesi
toplanmaları zorlaşmıştı. Tüm halkla değil
görevinin ümmete ve ilimde derinleşen
siyasal temsilcilerle toplanılmak zorunda
müçtehidlere verildiğini söyleyen; “sürekli
kalınmıştı. Bunun için de şura, alimler arasında
içtihadı” ayet ve hadis metinlerini zamana
yapılmak zorunda kalınmıştı. O zaman da icma
uyarlama girişimi olarak gören; bu ictihadın
alimlerin icması oldu. Halbuki bu, o günkü
tahsis, beyan ve tadil yoluyla yapılacağını
şartlar sonucu oluşmuş bir zaruretti. Asıl olan
söyleyen; kadının devlet başkanı olabileceğini,
icma müslümanların icmasıdır. Belki bu noktada
gayr-i müslim için de bu yolun açık olduğunu,
söylediklerime itiraz edilerek ‘Siz meseleyi
mürtedin öldürülemeyeceğini, hazırladığı
başıboşluğa itiyorsunuz, avama aktarıyorsunuz,
anayasanın sloganik değil muhteva olarak
insanların heva ve hevesleriyle konuşmalarına
İslâmi olduğunu, devletin “zorla” başörtüsü
fırsat tanıyorsunuz’ diyenler olabilir. Aslında hiç
taktırma gibi bir görevinin bulunmadığını,
de başı boşluk yoktur; tıpkı namazda olduğu
icmanın “referandum”, şuranın “toplumsal
gibi... Her müslüman namaz kılmak zorundadır;
istişare”, biatın “toplumsal sözleşme” anlamına
‘Bazı müslümanlar avamdır namazın idrakini
geldiğini söyleyen Turabi, açıkca anlaşılmış
kavrayamazlar dolayısıyla onların namaz kılması
olmalı ki çağdaş İslâm düşüncesinin en önemli
gerekmez” diye bir şey olmaz, bilakis insanlara öğretmeli, müslümanların kültür ve bilgi
84
parlemento meclisi müslümanların toplumsal
Turabi; İslam Düşüncesinin İhyası, s. 25-26
31
Turabi, İslam Düşüncesinin İhyası, s. 24
32
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
simalarından birisidir. Bu açıdan Turabi’nin Sudan deneyimi İslâm düşüncesi için önemli bir bir misyon yüklenmektedir. Turabi’nin yukarıda aktardığımız temel görüşlerinin daha önce ele aldığımız simalarla büyük oranda örtüştüğü farkedilmiş olmalıdır. İkinci evrilmenin içinden çıkan ve fakat onu aşan dinamik bir beyinle karşı karşıya olduğumuz apaçık ortadadır... Gannuşi, bu son dönemin olaylarını bizzat
yaşayan bir düşünce ve hareket adamı olarak, Turabi’den sonra düşünceleriyle dönemin yeni muhayyilesinin oluşmasına büyük katkılar sağlayan en önemli simalardan birisidir... Turabi ve Gannuşi’yi ele aldığımız bu bölümde üçüncü evrilmeyi etkileyen bazı yeni gelişmelerle karşılaştığımızı göreceğiz. Daha önce ikinci evrilmenin (1930-1990) bitişi olarak “İran devriminin üzerinden on yılın geçmesi” tabirini kullanmıştık. Gerçekten 1990’lı yılların iki yıl öncesi ve iki yıl sonrasındaki bir kaç yıla bakıldığında İslam dünyasını (düşüncesini) ve dünyayı etkileyen önemli gelişmelerin olduğunu görüyoruz; İran-Irak savaşı sona ermiştir (1986), Humeyni vefat etmiştir (1989), İran’da Munteziri, Necefabadi ve Abdülkerim Suruş vb. simalar “iç sorgulama” başlatmıştır (198791), Sovyetler Birliği dağılmış, Berlin duvarı yıkılmıştır (1989-90). Körfez’de savaş çıkmıştır (1991). Bunlarla birlikte Sudan, Cezayir ve Tunus’daki İslâmcı yükselişlerin de bu döneme denk geldiğini görüyoruz; Sudan’da Turabi General Beşir darbesiyle işbaşına gelmiştir (1989), Tunus’da Gannuşi liderliğindeki Nahda hareketi seçimlerden zaferle çıkmıştır (1989), Cezayir’de Abbas Medeni liderliğindeki İslami Selamet Cephesi yerel seçimlerde büyük bir patlama yaparak zafer kazanmıştır (1990),
yılda olduğu görülüyor. Cezayir ve Tunus’da yükselen İslâmcı hereketler dramatik bir şekilde bastırılmış, demokrasi rafa kaldırılmış, sandıktan batıcıların istediği sonuç çıkmayınca adeta sandığa “tekme” vurulmuştur. İşte bu gelişmeler İslam dünyasının dört bir yanında yeni bir “sorgulama” dönemi başlatmış, İslâmcılığın “ne olduğu”, “ne istediği”, “neyi başardığı”, “olması gerekenin bu mu olduğu” veya “ne yapmak lazım geldiği” tartışmalarını başlatmıştır. Böylece çağdaş İslâm düşüncesinde yeni bir dönem başlamıştır. Biz buna ikinci evrilmeden (19301990) sonraki üçüncü evrilme diyoruz... Gannuşi’ye göre İslam dünyası uzun asırlar “tevhid, adalet ve özgürlük” yolunda insanlığa büyük katkılarda bulunmuştur. Esasında İslâm’ın özü de bu değerlerden ibarettir. İslâm medeniyetinin çöküşünde etkili olan iç amiller; meşveretin yerine ferdi sulta ve otoritenin egemen olması, cebriyeci kedercilik inancı, sufi teslimiyetçiliği ve fukahanın donuklaşmış zihniyetinin yaygınlaşmasıdır. Dış amiller ise Moğol ve Haçlı saldırılarıdır...33 Gannuşi’ye göre dinin karşısındaki tehlike felsefe değildir. Ona göre dinin karşılaştığı tehlike “uyuşturulmak” ve “dondurulmaktadır”. Akılların uyuşturulması ve peşinen teslimiyettir. İnsan kendisinin mahiyeti, değerler, kurallar ve kainatın gidişi hakkında “sorular” sormaya başladığı andan itibaren felsefe ve sanata doğru yola koyularak “Allah’a” olan yolculuğa çıkmış olur. Bunun için felsefe, din ve sanat gibi yüce değerler, akılların uyanık olmasının, hayrette kalmasının ve insanoğlunun sürekli araştırmasının bir meyvesidir. Onun için dinin, felsefenin, sanatın ve diğer yüce çabaların karşısında “tembellik”, “donukluk” ve “uyuşukluk” en büyük tehlikedir.34
genel seçimlerin birinci turuna Abdülkadir
Gannuşi’nin çağdaş kimi simaları ve İslâmi
Haşani liderliğinde giren İslâmi Selamet Cephesi
hareketleri değerlendirişi de “içeriden” bir
yine patlama yapmıştır (1991). Üstelik doğu
bakışı yansıtmaktadır. Ona göre “Çağdaş İslâmi
blokunun çökmesiyle birlikte bir anlamda “işsiz”
Hareket” kavramı Özellikle Osmanlı’nın yıkılıp,
kalan NATO üyesi batıcı blok bütün dikkatini
İslâm dünyasının dünya siyaset sahnesinden
İslam dünyasına çevirmiş, komünizme karşı
çekilmesinden sonra ortaya çıkan “yeniden
“yeşil kuşak” teorisi adeta “yeşil tehdit”e
diriliş” ve “tecdid” (yenilik) hareketlerini
dönüşmüştür.
ifade eder. Bu hareketler İslami bir toplum ve
Bütün bunların 1990’ların başlarındaki bir kaç
İslâmi Yöneliş; 96, 122
33
Söyleşiler; 166-167
34
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
85
İslam devleti kurmak için çalışan faaliyetler
mevcut düzeni kabullenmeyip kurumlarını kaldırmayı
ve örgütlerdir. Gannuşi bu noktada üç simaya
ve istiklalini hareketin önderleri eliyle gerçekleştirmeyi
özellikle dikkat çekiyor; Hasan el-Benna,
isteyen “devrimci” yolda “Parlamento Benna’ya”
Mevdudi ve Humeyni. Ona göre çağdaş İslâmi
sloganı mı? Hasan el-Benna istibdatın kök saldığı bir
hareket kavramı bu “yenilikçi” simaların
ülkede demokratik olmayı yeğledi. Halbuki demokrasi
başlattığı hareketleri ifade etmektedir; İhvan-ı
böyle yerlerde sadece halkı uyuşturan bir araçtır. Bu
Muslimin, Cemaat-i İslâmi ve İran İslam
sorun önemine rağmen hala açıklığa kavuşmamıştır;
Devrimi...
çünkü görüldüğü kadarıyla Mısır’daki atmosfer devrim
Her üç hareketin de ortak noktalarını tespit etmeye çalışan Gannuşi’ye göre bu ortak noktalar; 1-“Kapsamlı” düşünceye dayanmaları -ki bu inanç, kanun, ibadet, din, devlet ve siyaseti birbirinden ayırmamaktır-. 2- “Vatan” sorununa önem vermeleri -ki bu İslâm’ın evrenselliği ile asla çelişmez-, 3- “Sosyal ve ekonomik” sorunlara önem vermeleri, 4- “Batı” kültüründen kurtulmaya çalışmaları, 5- “Selefi” karakterli olmaları -ki bu Vehhabilik’ten ayrıdır- 6- “Tevekküle” önem vermeleri, 7“Halkçı” olmaları, 8- “Örgütlenmeye” önem vermeleridir.35
için oldukça elverişliydi. Fakat Benna kitlelerin devrimci arzularını kırmıştır. Belki de onu bu yöne sevkeden klasik sünni geleneğin “fitneden kaçınma” anlayışıdır...”36
Gannuşi’nin teori ve pratiğinden anlaşılan “yöntem ne olmalı” sorusuna tıpkı Fadlullah gibi “yaşadığın yere ve zamana göre değişir” cevabını vermektedir. Bu üçüncü evrilme simalarının yakaladığı önemli bir noktadır. Daha önce benzer görüşleri Turabi’de de görmüştük. Gannuşi’nin Tunus tecrübesi ile ilgili olarak çıkardığı dersler oldukça önemli tespitler içermektedir. Ona göre Tunus’daki çatışma
Gannuşi her üç hareketi de analiz ederek bazı sonuçlar çıkarıyor. Bunlardan en önemlisi Mısır’da Hasan el-Benna’nın seçimlere katılmasının engellenmesi karşısında kalabalıkların öfkelenerek miting yapmaları sırasında atılan sloganlarla ilgili değerlendirmesidir; Hasan el-Benna’yı dinleyen kalabalıklar “Benna parlamentoya” diye bağırınca başka bir gurup “Parlamento Benna’ya” diye bağırır. Bu olayı ele alan Gannuşi, bütün orta dönem boyunca tartışılan “yöntem” sorunu hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır;
ortamı yalnızca Bin Ali rejimiyle Nahda hareketi arasında olan bir şey değildir. Bu sorunun görünen kısmı ve resmi açıklamaların yansımasıdır. Bu açıklamalara göre Tunus’ta ortaçağa dönmeye çağıran gerici radikal bir hareketle ilerici ve demokratik bir rejim arasında çatışma vardır. Oysa gerçekte çatışma bütün çabalamasına rağmen marjinalleşen, baskı uygulayan, toplumu ifsad eden ve kurumları yok eden polis rejimiyle; diğer tüm halklar gibi adaleti, özgürlüğü, ilerlemeyi, demokrasiyi ve insan haklarını isteyen, Arap-İslâm kimliğiyle bütünleşmeyi, hayatı ahlak boyasıyla boyamayı arzulayan halk arasında sürmektedir.37
“Hakimiyeti elde etmek için birbiriyle çelişen iki ayrı tarzı gösteren bu sloganlardan hangisi halk için yararlıydı acaba? “Demokratik” tarzda “Benna Perlementoya” mı yoksa Humeyni’nin yaptığı gibi
Gannuşi’ye göre İslâm’ın sosyo-politik sistem anlayışı liberal ve sosyalist anlayışlardan farklıdır. İslâm bireysel mülkiyeti tanıma ve
A.g.e., s. 130-142. Gannuşi’nin “selefilik” diye
girişimciliği teşvik etme gibi bazı noktalarda
bahsettiği şey bugün anlaşılan anlamından tamamen
liberal sisteme benzese de özü bakımından
farklıdır. Ona göre Selefilik “Allah’ın hükmünü kitaptan
farklıdır. Felsefi ve ahlaki çerçevede İslâm
35
ve sünneten almak, mezhep propagandası ve taassubu içinde olmamak, İslam kardeşliğini ayrıntıların üstünde tutarak muhaliflerine karşı hoşgörülü ve birleştirici olmak demektir. (a.g.e., s. 135). Görüldüğü gibi
önceliği bireye değil topluma, kâra değil ahlaka vermektedir. Liberal sistemde önemli olan bireycilik, kâr elde etme ve çıkarcılıktır. Emek,
Gannuşi’nin selefilik yorumu bugünkü Taliban ve
adalet, sosyal güvenlik vs. gibi değerlere
Vehhabi selefiliğinden oldukça farklıdır, hatta tam
fazla önem vermez. Sosyalist sistem ise
tersidir. Gannuşi’nin bu sözleri kendi çıkardığı el-Marife
86
dergisinde 1.4. 1979’da söylediği unutulmamalıdır.(el-
36
Marife; sayı 4, 1.4.1979, Tunus)
37
İslâmi Yöneliş; s. 144 Söyleşiler; s. 236-237
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tam tersi devlet kapitalizmi üretmekte, özel
hatalıdır da demiyoruz. Sürekli doğru yaptığımızı
mülkiyeti yasaklayarak o da İslâm’a ters
da söylemiyoruz. Ancak şunları da söylemeliyim
düşmektedir. Sanki İslâm örneğin emeğin
ki ilk günlerde Bin Ali’yi desteklemekle hata
hakkını korumak için faizi yasaklayarak,
yaptığımızı sanmıyorum. Seçimlere hile
zekat öngörerek sosyalizme benzemektedir.
karıştırılmasıyla ona olan güvenimizi geri
Öte yandan özel mülkiyeti tanıma ve ticareti
çekmemiz hata değildi. Belki de onun işlediği
teşvik etmekle liberal sisteme benzemektedir.
bu ağır suç partimiz (Nahda) tarafından tek
Fakat esasında her ikisinden de özü itibariyle
bir bildiri ile geçilmemeliydi. Hareket illegal
farklıdır. Gannuşi’ye göre İslâm’a aykırı olan
olarak da olsa seçimlere müdahale etmeli
demokrasi değil diktatörlüktür. Demokrasi
ve sayımları kontrol etmeliydi. Bu, sadece
esas itibariyle İslâm’ın ruhunda vardır. İslam
matematiksel olarak bir alıştırma yapmak
meşveret sistemini getirmiştir. Batılılar bunu
değildi. Bunlar ülkenin kaderini etkileyecek
alarak bir sistem haline getirdiler. Atina’da
önemli olaylardı. Ya seçim sonuçlarına saygı
varolan demokrasi azınlığın, seçilmişlerin
duyulacak veya tavla altüst edilip atılacaktı.
katıldığı bir demokrasi idi. Hz. Peygamber
Ne yazık ki hareketimiz böyle yapmadı. Çünkü
ise bütün ümmetin katılımını esas almıştı.
seçimlere kazanma ve çoğunluğu elde etme
Gannuşi Müslümanların demokrasi karşıtlığını
niyetiyle girmemişti. Aksine bütün gayesi
anlamsız bulmakta ve esas diktatörlük ve
siyasi alıştırma yapmak ve parlementoya
totaliterizmle mücadele edilmesi gerektiğini
yerleştireceği beş on milletvekili ile yasallığını
söylemektedir. Ona göre “Bazı gelenekçi
temellendirmekti. Ama seçimlerden sonra ortaya
alimlerin saltanata değil de demokrasiye küfür
çıkan sonuç hareketin kitle desteğini tahmin
fetvası vermeleri” son derece düşündürücüdür.
etme konusunda yanıldığını ortaya koymuştu.
Gannuşi’ye göre İslamcıların demokrasiden
Herkes sistemin partisi olan Düstur (Anayasa)
değil asıl diktatörlük rejimlerinden şikayetçi
Partisi’ne büyük bir oy çıkacağını bekliyordu.
olmaları ve bulundukları ülkelerde demokratik
Ancak bizim oylarımızı %20-25 civarında tahmin
kazanımların daha da genişletilmesi için
etmekle büyük hata yaptığımız ortaya çıktı.
mücadele etmeleri gerekir. Öte yandan
Bizim desteklediğimiz adaylar büyük oylar
demokrasiye bir müddet sonra kaldırılıp atılacak
topladılar. Özellikle başkentteki oylarımız %
bir araç gibi görmek de son derece yanlıştır.
60’lara dayanmıştı. Bu sonuç bizimle birlikte
Bu düşüncede olanlar kendilerinin ezildiğini,
hiç kimsenin beklemediği bir sonuçtu. Bizim
ellerine geçen ilk iktidar fırsatında ise rakiplerini
hatalı değerlendirmemiz dengelerimizi kurmada
ezeceklerini düşünmektedirler ki bu da son
ve tavırlarımızı belirlemede önemli tereddütler
derece yanlıştır. İslam’ın sözün, diyaloğun,
yaşamamıza neden oldu. Ayrıca adaylarımız
özgürlüğün bulunduğu ortamlarda yenilmesi
da halka gerekli umudu veremediler. Belki
mümkün değildir. Bu nedenle özgürlükten ve
de adayların birbirinden uzaklaşmasında ve
demokrasiden çekinmenin hiç bir anlamı yoktur.
danışma unsurunu ihmal etmemiz en önemli
Demokrasiyi metaryalist felsefeden soyutlayarak
faktördü. Adaylarımızın tavırlarındaki çelişkiler
kendi manevi değerlerimizle donatabiliriz, bu
de halkın gözünde bize bir hayli zarar verdi...
açıdan bizdeki demokrasi deneyimi hiç bir
Hesaplarımızı yanlış yapmanın bir de dış faktörü
zaman batıdaki laik ve maneviyattan arındırılmış
vardı. Hiç beklemediğimiz bir şekilde Körfez
bir demokrasi olmayacaktır...
savaşı patlak verdi. Bin Ali rejimi bundan çok iyi
38
Gannuşi, 1989 seçimlerinde kazanılan başarının ardından oynanan demokrasi oyununa son verilerek sandığa adeta “tekme” vurularak başlatılan bir nevi “Tunus 28 Şubatı” diyebileceğimiz son derece ağır baskı ve tasfiye süreci hakkında şu değerlendirmeyi yapıyor; “Kendimizi aklamıyoruz. Bizim dışımızda herkes Söyleşiler; s. 87 vd.
38
yararlanarak dikkatleri savaşa çevirdi. Bu arada Nahda hareketine ağır darbeler vuruluyordu ama halk bundan haberdar olmuyordu. Irak’ın yanında yer alıyor gibi görünerek bizi sanki Amerika müttefiki gibi gösteriyordu. Öte yandan Bin Ali rejimi batılılara da sürekli olarak “Yardım etmezseniz radikal İslamcılar Tunus’u ele geçirecek” diyerek korku salıyor ve böylece onlardan büyük destekler alıyordu. Böylece
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
87
Tunus’da başlattığımız Nahda hareketi iç ve dış
uğrayıp, oyuna getirilerek zaferle çıktıkları
bir çok faktörün bir araya gelmesiyle baltalandı
seçim sandıklarından “muktedir” olarak
ve akamete uğratıldı...”
çıkamamışlardır. Cezayir ve Tunus deneyimi
39
Gannuşi’nin dünyanın geleceği ve kurulacak dünya düzeni hakkındaki görüşleri de genel düşüncesine paraleldir: “Esasında bugünkü dünya “tek” medeniyet merkezciliğini kaldıramaz. Batı ve Avrupa medeniyeti veya İslam medeniyetinin “tek merkez” kabul edilmesinde ısrar etmek dünyayı krize sürekler. Demokrasi ilkesinin, yani dünyada “çok sesli” medeniyet merkezlerinin kabul edilip uygulanması gerekir. Her taraf, birbirine karşıt düşman gözüyle bakmayıp, karşı tarafı bir kültürel zenginlik ve çeşitlilik olarak değerlendirmelidir. Kainat düşmanlık üzerine değil sevgi ve barış üzerine kurulmuştur.
çağdaş İslami hareketler için çok derin derslerin çıkarılacağı önemli örneklerdir. Bugün Tunus ve Cazayir’deki İslami hareketler üzerinde korkunç bir baskı ve sindirme ortamı hüküm sürmektedir. Cezayir ve Tunus olaylarının başlama tarihleri bizim aynı zamanda üçüncü evrilme olarak değerlendirdiğimiz 1990’lı yılların başlarıdır. Gannuşi, o günlerde, bu dönemin ne gibi gelişmelere yol açabileceğini dile getirirken şöyle demekteydi; “ABD-Sovyet soğuk savaşında arada unutulan İslami hareketler biraz rahat nefes alıyordu. Şimdi Sovyetler çöktü, batı (NATO) için yeni tehlike bizler olacağız, şimdi bir çok şeyi yeniden düşünmemiz lazımdır...”41 - BİTTİ -
Batı ile doğu arasında ezeli düşmanlığın varolduğuna inanmak doğru bir düşünce değildir ve dünyanın geleceğini olumlu yönde etkilemez. Bu düşünce tarihin objektiflik ilkesine aykırıdır. Çünkü uygarlık tarihine baktığımızda birbirine yakın iki medeniyet İslam ve batı medeniyetidir. Her ikisinin de kökü esas itibariyle “İbrahimi” dinlere dayanır. Her ikisi de akli düşünceyi esas almışlardır. Çin, Hind, Japon gibi doğu medeniyetleri böyle değildir. Batı medeniyeti ahlak ve maneviyat açısından İslam medeniyetine muhtaçtır. İslam medeniyeti de demokrasi, üretim, teknoloji bilgisi ve aklileştirme noktalarında batıdan yararlanmalıdır. Her iki medeniyet de geçmişten gelen hataları tekrar etmemeli, yanlışlarını gözden geçirmeli, çatışma yerine diyalog yolunu açmalıdır...”40 Pakistan deneyiminden Fazlur Rahman’ın, İran deneyiminden Necefabadi, Fadlullah ve Suruş’un, Sudan deneyiminden Turabi’nin çıkardığı sonuçlardan sonra, şimdi de Tunus ve Cazayir deneyiminden Gannuşi’nin çıkardığı sonuçlar çağdaş İslamcığın üçüncü evrilme muhayyilesini beslemektedir. İşte Gannuşi bunun için önemli bir üçüncü evrilme simasıdır. Tunus ve Cezayir tecrübesinde İslami hareketler demokratik yollardan iktidara gelmeyi denemişler fakat büyük bir haksızlığa Söyleşiler; s. 250-253
39
Söyleşiler; s. 211-213
40
88
Söyleşiler; s.251-254
41
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dosya: Din ve Devlet
Hz. Muhammed’in Medine’deki Siyasi Pozisyonu Montgomery Watt İslami Yorum için Çeviren: Medine vesikası,
Fatih Peyma
başına onun gücünü artıramazdı.
Muhammed’in 622’de Medine’ye geldiğinde elde
Medine döneminin ilk yarısında bazı olaylar,
ettiği siyasi pozisyonunu
Muhammed’in siyasi pozisyonunun teorik
gösteren kesin bir delil
zayıflığını gösteriyor. Abdullah bin Ubey’in bizzat
değildir. Fakat vesikaya
yaydığı ve Ayşe’nin iffetine iftira niteliğinde olan
göre onun yetkileri
“ifk” hadisesinden sonra, Muhammed, Ubey’e
o kadar kısıtlıydı ki o
karşı direkt harekete geçmedi. Ensarla bir
yetkilerin Muhammed’in
araya geldi, İbni Ubey’e karşı harekete geçmek
Medine deki ilk yıllarında
isteyenlere izin almak için ensarla görüştü.
gerçekleşme ihtimali
Bu durumda, isteyerek yada istemeyerekte
pek de yüksek değildi.
olsa Muhammed gayesine ulaşmış, Evs ve
Vesikanın açıkça beklediği
Hazreç arasındaki husumet alevlenmiş ve İbni
şey bütün anlaşmazlıkların
Ubey’in haysiyeti azalmıştı.Benzer şekilde,
Muhammed’e götürülmesi gerektiğiydi.
sadakatsizliğinden dolayı Beni Kurayzanın
(23.,42. Madde) Ayrıca önsözde “Muhammed
cezalandırılması meselesi ortaya çıktığı
Peygamber”dir ifadesi yer alır ve muhacirlerin
zaman, Muhammed kendi başına bir karar
Medine deki kabilelerle aynı statüde görülmesi
almadı. Çünkü o, kan dökülmesini emretseydi,
muhacirlerin lideri olarak Muhammed’in
Müslüman olsalar bile bazı Beni Kurayza
tıpkı diğer kabile liderleri gibi algılanması
müttefikleri, onurlarının kırıldığını düşünüp
gerektiğini ifade eder. Beklide muhacirler en
intikam almaya yönelebilirlerdi. Cezalandırma
başta zikredildiğinden dolayı, Muhammed
kararı, bu yüzden, müttefikleri oldukları
kabile liderleri arasında bir üstünlüğe sahip
kabilelerin liderlerine bırakıldı.
oluyordu. Fakat o, Medine de kesinlikle otokratik bir hükümdar olmaktan çok uzaktı. Sadece Medine’nin ileri gelenlerinden biriydi. Medine deki ilk yıllarında birkaç kabile lideri, muhtemelen Muhammed’den daha etkili konumdaydı. Eğer, Muhammed genel bir mutabakat sağlamada yeterli diplomatik beceriye sahip olmasaydı, anlaşmazlıkların o’na götürülmesini emreden vesika maddesi, tek
Bunlar, Medine de kabile liderlerinin nasıl güçlerinin bir kısmını koruduklarını ve bu şekilde Muhammed’in otoritesini nasıl sınırlı hale getirdiklerini gösteren örneklerdir.Bütün örnekler bunlar değildir. Muhammed’in Yahudiler üzerine harekete geçmesinin sebebini anlamak için kabileler arası ilişkilerinin eskiye ait arka planını bilmek gerekir ve bu kabileler arası ilişkiler her
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
89
zaman için Muhammed vekil belirleyeceği zaman
daha fazla beyatlarda bulunuldu. Bunlardan
göz önünde bulundurulmuştur. Muhammed,
biriside “beyat el-harp” olarak bilinen
birkaç küçük muhalefeti saymazsak, genelde
“savaşma sözüydü”. İbni İshak’ın rivayetine
işbirliğinden yana grupların lideri olarak
göre “El bera bin marur” Muhammed’e senin
görülmekteydi.
hak ile gönderene yemin olsun ki kendimizi
Her türlü anlaşmazlığın Muhammed’e götürülmesi, onun peygamber olarak kabul edilmesiyle yakından ilişkilidir. Vesika her türlü anlaşmazlığın “Allah’a ve Muhammed’e götürüleceğini” bildiriyordu. Bir peygamberin görevi, Kur’an’da da bildirildiği gibi adaleti sağlamaktır. “Her toplum için mutlaka bir elçi gönderilmiştir. Ancak her toplumun elçisi geldikten ve tebliğini yaptıktan sonra, aralarında adaletle hükmolunur.” Onlara hiç haksızlıkta bulunulmaz.” (10/47) Bu husus, şüpheye yer bırakmadan, Medineliler tarafından Muhammed’in peygamberliği tasdik edildikten sonra gerçekleşmiştir. Muhammed’in, Medineliler tarafından benimsenmesini sağlayan şey Onun Medine deki hayatı çekilmez hale getiren iç çekişmelere bir son vereceğine inanmalarıydı. Eğer Medineliler, Muhammedi peygamber olarak kabul ettiklerinde ve ona kapılarını açtıklarında, aralarındaki anlaşmazlıklarda onu hakem olarak görmeyi açıkça kabul etmedilerse bile, Allah’tan gelen vahiyle onu “hakem” olarak görmeleri gerektiği bildirilmiş olsa gerek. Bunun anlamı şuydu. Anlaşmazlılar Allah’tan Muhammed’e gelen vahiyle giderilecektir. Ama, şüphesiz pratikte, Muhammed, vahyin inmediği herhangi
diyerek biat etmiştir. Muhammed’in peygamber oluşuna atıfta bulunmak haricinde, bu sözlerde Medineliler ve Muhammed arasında ki ittifakı diğer ittifaklardan ayırt etmek çok zordur. Bir gün Ebu el-Haysem bin et-Tihan, Muhammed’e, “biat ettikten sonra, Allah senin dönmeni emreden bir ayet gelirse, ne yapacağını” sorar. İşte Muhammed’in cevabında da aynı şey söz konusudur. Muhammed “ben sizdenim, sizde bendensiniz. Savaştığınız kimselerle savaşır, barış yaptığınız kimselerle barış yaparım” demiştir. Bu askeri bir ittifaktır. Gelen rivayetler bizlere Medine devletinde, Muhammed’in bir peygamber olarak kabul gördüğünü gerçeğinden başka, onun siyasi pozisyonu hakkında bir şeyler söylemiyor. Bu da tahmin edilebilir bir şey. Muhammed Medine’ye gidene kadar peygamberliğinin tasdiki ile yetiniyordu ve bundan başka ayrıcalık talep etmiyordu (tabi onunla görüşmek için gelen kabile liderlerinin ricalarında bir şeyler belirsizse, anlaşılmamasını saymazsak). Muhammed, peygamberliği kabul edildiği oranda, gücünü ve yetkilerini artırmaya başlayabileceği bir başlangıç noktası elde edebilecekti.
bir meselede Allah’ın hükmünün ne yönde
Muhammed Medine’ye geldiğinde onun siyasi
olabileceğini en iyi bilen olarak kabul edilecekti.
pozisyonunun en gizemli tarafı askeri alandı.
“Her ne zaman aranızda bir anlaşmazlık olsa”
“Savaş beyatı” ile alakalı cümleler sadece
(4/59) ayeti Medine vesikasının 23. maddesiyle
savunmaya yönelik hareketlerden bahseder. Ve
birebir örtüşür. Söz konusu madde, çok da net
o cümleler saldırıya yönelik hareketlerden hiç
değildir komşular arsındaki anlaşmazlıklardan
bahsetmez. Savunma durumunda ve savunma
tutunda, siyasetteki geniş kapsamlı fikir
anında kimin liderlik yapacağı belli değildir. Şu
ayrılıklarına kadar her yerde uygulanabilir.
bir gerçek ki, ilk “seferler” kervanlarına pusu
Bu gibi konular, vesikada ifade edildiği, Muhammed’in siyasi pozisyonunun göstergesidir ve bunlar Medine de, onun ilk yıllarını tasvir etmektedir. Bu siyasi pozisyonun Akabe Biatında hangi boyutlarda kabul gördüğünü söylemek imkansız. Kadınların beyatta bulunması (beyat en-nisa) meselesi Hudeybiye’den sonra inen vahiylerde karşımıza çıkmaktadır. Ve Muhammed’e verilen sözün gerçek anlamına delil olarak kabul edilemez. 2. Akabe Beyatında,
90
koruduğumuz şeylerden senide koruyacağız”
kurup ganimet elde etmek umuduyla yapılan seferlerdi. Bu seferlere Medinelilerin katılıp katılmadığını bilmiyoruz ama muhtemelen katıldılar. Böylesi seferlerde lider ya Muhammed idi yada onun görevlendirdiği bir muhacirdi. Bunun sebebi şuydu. Muhacirler seriyyelere komutanlık etmenin yanında seriyyeleri organize eden olduğundan, Ensar sadece iştirakçi konumundaydı. 623’de Uşeyre seferi için, Muhammed gönüllü olanlara seslenmiş, onları
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
davet etmiştir. Bu seferler, Bedir’e yapılan bile
sonuçlarını kabul etmeye ikna etmiştir.
ganimet elde etme amaçlı akınlardır. Ensar
Herkes Mekkelilerin intikam güdeceğinin
için hedef hayati tehlike kaygısı gütmeden
farkındaydı. Daha makul düşünenler ise
ganimet elde etmektir. Muhammed bedir için
Mekkelilerin bir dahaki sefere bu kadar kolay
nasıl adam topladıysa, seferler içinde aynı
yenilmeyeceklerini düşünüyorlardı. Yinede,
yöntemle adam toplamıştır. Ama görünüşe göre
belirsiz geleceğe rağmen Ensar genelde eskiye
onun peygamberliğine gönülden inanan herkes
oranla Muhammed’i daha çok destekliyordu.
seferlere iştirak etmemişlerdir. Rivayetlere
İnananların azmini güçlendirmek için “Fitne
göre iştirak etmeyenler hiçbir şekilde
kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya
kınanmamışlardır. Kaynaklarda Muhammed’in
kadar” (8/39) Mekkelilerle savaşmayı emreden
davet ve teşvik yoluyla 300 civarı adam
ayetler geliyordu. Bu da Kureyşe karşı hitap
bulduğuna rastlıyoruz.
eden maddelerin ve aynı zamanda savaşta
Bedir’le elde edilen ganimet, Muhammed’in istediği şekilde taksim edildi. Bu da tabiri caizse bu seferin başkalarını katılmaları için davet ettiği özel bir sefermiş gibi göründüğü iddiasını doğrular niteliktedir. Savaştan önce, Muhammed’in, öldürenlere veya düşman yakalayanlara belli ödüller vaat ettiği rivayet ediliyor. Muhammed söz verip de onu yerine getirenleri gördükten sonra (ve tahminen kendi kullanımı için bir kısmını ayırdıktan sonra) ganimetin geri kalanını iştirakçiler arasında eşit bir şekilde bölüştürdü. Muhammed sonrasında, bu şekilde savaşmayı ve ganimet bölüştürmeyi tatmin edici bulmamış olabilir. Herhalde Bedir’den sonraki aylarda Beni Kaynuka’ya karşı sefere kadar, bütün ganimetlerin beşte birinin yani Muhammed’e gideceği emredilmiştir. (8/41) Bu değişiklik, daha başka birkaç değişiklik anlamına gelir. Öncelikle bu değişiklik Muhammed’in ümmetine lideri olarak görüldüğünü kanıtlar. Arabistan’da bir kabilenin lideri için ganimetin çeyreğini almak adettendi. Bunu kısmen kendi kullanımı için kısmen de kabilenin adına belli işleri yerine getirmek, misafirleri ağırlamak ve fakirlere bakmak için kullanırdı. Çeyreklik paydan beşte birlik (humus) değişime geçiş Muhammed’in kabile liderinden öte ümmetin başı olduğu gerçeğini gösteriyor. Beşte birlik payı (humusu) emreden ayet (ki muhtemelen Bedirden sonra inmiştir) humusun, bahsettiğimiz halka yönelik amaçlar için Muhammed tarafından kullanılmak için ayrıldığını bildiriyor.
ve barışta ümmetin bütünlüğünü vurgulayan diğer şeylerin vesikaya dahil edilmesi için elverişli dönemdi. Mekke ile halihazırda hiçbir anlaşmazlık yokken bu türden maddeleri Ensar’ın nasıl erkenden kabul etmeye yanaştığını anlayabilmek hiç kolay değil. İbni Ubey şüphesiz toplum içinde sivri bir tip olduğundan ona karşı bir muhalefet söz konusuydu. Bazıları ise neden bir sure inmiyor diye sormaktaydı. Bu talepleriyle, sadece Muhammed’in sözüyle değil, Allah’tan gelecek vahiyle hareket etmeye hazır olduklarını ima ediyorlardı. Ama “apaçık şekilde bir sure” geldiğinde, sözlerinin arkasında durmuyorlardı. (bakınız, Muhammed suresi 20. ayet) Bedr ve Medine kuşatması arasındaki süre, Muhammed Medine’de nüfuzunu tesis etmeye uğraşırken zor geçmiş olmalı. Kur’an da, “Allah’a ve Elçisine uyun” ayeti ve benzeri ayetler 40 küsur yerde geçer ve çoğu Uhud savaşından önceki ve sonraki aylara tekabül eder. “Allah ve Elçisine itaat edin” ayetleri muhataplara seslendiği kısımlarda önceki peygamberlere ait bir dizi kıssalar anlatılır. Allah’a ve Elçisine uyanların cennete gireceği (4/13) ve itaat etmeyenlerin ise cehenneme gireceği (33/66) bildirilir. Bazı bölümler ise belli başlı hususları dile getirir (mesela ganimetlerin taksimi, şarabın ve şans oyunlarının yasaklanması gibi) ki Uhud savaşı zamanındaki şartlarla açıkça bir bağlantı yoktur. Bazı ayetler ise daha sonraki dönemlere aitmiş gibi görünmektedir. (9/71) Bununla birlikte pek çok ayet Bedr’den sonraki
Bu tür düzenlemeler, (ümmetin başı olarak Muhammed’in kabul edilmesinin yanında) gösteriyor ki o, zaferden sonraki olumlu havanında etkisiyle, ümmetin çoğunu Bedrin
günlerde Muhammed’in ve devletin karşılaştığı muhalefetle alakalıdır. Bunlar ya genel konularda yada Muhammed’e anlaşmazlıkların getirilmesi veyahut Mekkelilerle savaş gibi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
91
belli başlı hususlar hakkında olmuştur. Bu da
mensuplarına sadece Ced bin Kays’ı azletmeleri
Muhammed’in özel siyasi pozisyonunu devam
konusunda bir ima da olmuş olabilir (belki de
ettirmesi için gerektiği anlamına geliyordu.
Bişr’e sadece iltifatta olabilir.) Bu resmen bir
Bununla birlikte Muhammed bu tür ayetleri
kabile liderini azletmenin ilginç bir yöntemi gibi
emir olarak değil de, teşvik-tavsiye olarak
görünmektedir. her şeye rağmen kanaatimizce
görmüş gibi görünüyor. Çünkü vesika itaati
bu resmi bir azildir. Eğer böyleyse, bu
şart koşmuyor. Uhud’dan sonra İbni Ubey ve
Muhammed’in otoritesinin bir yansımasıdır.
destekçilerin kınanmalarının sebebi itaatsizlik
Gerçektende bu olay O’na karşı itaat beyatıyla
değil, korkakça davranmalarıydı. Bu sebeple,
yakından alakalıdır ve muhtemelen akabinde
bu dönemde Muhammed’e karşı varolan genel
derhal görev değişimi gerçekleşmiştir. Ced bin
itaatin (Kur’anın spesifik emirlere, feraize
Kays Hudeybiyede bulunmayı reddeden biriydi.
itaatsizlikten ayrı olarak) açıkça emredilmediği
Akabe biatında “savaşma sözü” veren ama
sonucuna varabilir.
hicrette vefat eden Beni Seleme kabilesinin
Bu gibi durumların en azından mart 628’deki Hudeybiye seferine kadar böyle ettiğini varsayabiliriz. Mayıs 627’deki Ebu Lubabe’nin cezalandırılma meselesi sadece Muhammed tarafından değil aynı zamanda Ebu Lubabe’nin bizzat istemesiyle gerçekleştirilmiş bir olaydır. Serbest bırakılması ise sadece Muhammed’in emriyle değil, aynı zamanda Allah’tan gelen vahiyle gerçekleşmiş gibi görünmektedir. Ama ayet mutlak surette Ebu Lubabe için inmiştir diyemeyiz. Bu “savaş beyatı” daha önce bahsettiğimiz gibi, peygambere itaat etmek için Muhammed’in emrettiği her bir şeyi yapmaya verilen bir sözdü. İtaatin bütün Müslümanlardan mı beklendiği yoksa sadece söz verenlerden mi beklendiği tam açık değil. Fakat beyatta bulunmamış Medineliler Muhammed’e itaat etmekle yükümlü olmasalar bile, onlar için Muhammed’e muhalefet etmek artık eskisi kadar kolay olmayacaktı. Muhammed gittikçe güçleniyor kendisine beyatta bulunulmasını istiyordu. Muhammed’in kararlarına uyulmasını emreden bir ayet vardır (33/36) ve muhtemelen 628 yılına aittir. Surenin büyük bir çoğunluğu 627 yılına aittir. Richard Bell bu ayetin bu sureye sonradan eklendiğini varsaymaktadır. Hudeybiyeden sonraki günlerde, Muhammed’in otoritesinin boyutlarına ışık tutacak bir olay maalesef pekte net değildir. Muhammed’in Beni Seleme kabilesindeki bazı kimselere, “kabilenizin lideri kimdir” diye sorulduğu rivayet edilir. Akabinde onlar, “Ced bin Kays” derler, peygamber ise, “hayır sizin kabilenizin lideri Bişr bin Bera bin Maruzdur” der. Bu bir kabile liderinin resmi bir azli olabilir. Fakat aynı zamanda Muhammed’e sadık kabile
92
lideri El-Bera bin Marur’un oğlu olan Bişr kabile liderliği için en uygun insandı. Bişr, Hayberin fethi sırasında yediği zehirli bir balıktan dolayı öldü. Bahsi geçen bu örnek Muhammed’in otokratik gücünü kullanmasına bir örnektir ve Hudeybiye beyatından sonraki günlere tekabül ediyor. Ama eğer bütün bunlar sadık kabile mensuplarına üstü kapalı bir mesajsa, o zaman, Muhammed’in hiçbir resmi yetkisinin olmadığı yerlerde bazı konularda istediği kararları nasıl elde ettiğini gösteren ilginç bir örnektir. 631 yılındaki bir olay, o vakte kadar Muhammed’e itaat edildiğini gösteriyor. Kab bin Malik ve diğer iki kişi herhangi geçerli bir mazeret olmadan Tebük seferinden geri kaldıklarında, onlar Müslümanlar tarafından kendileriyle konuşulmama ve onlara ilişkileri kesme cezasıyla cezalandırılmışlardır. Ve Muhammed tarafından gelen bir emirle gerçekleşmiştir. Bu üç Müslüman’ın cezalarının kaldırılmaları kararı ise Muhammed’inde belirttiği gibi Allah’tan gelmiştir. (Bknz:9/119119) Münafıkların dışlanmaları muhtemelen Muhammed’in emriyle değil, vahiyden kaynaklanmıştır. İbni Sad’ın bize ulaştırdığı mektuplar ve anlaşmalar, çoğunlukla Muhammed’in son yıllarına aittir. “Allah’ın ve Muhammed’in himayesi” ve “Allah’ın ve Muhammed’in güvencesinden kuşku yoktur” gibi ifadelerle beraber Muhammed’in adının Allah’la yan yana zikredildiğini görmek hiç şaşırtıcı değildir. Muhammed’e itaat etme mecburiyeti birkaç belge dışında karşımıza çıkmaz. Fakat bahsedilmemiş olsa da, sık sık üstü kapalı ima edilir. Eldeki belgeler Muhammed’in Mekke
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
fethinden önceki dönemde, dini meselelerde
görevlendirmeler zaruri hale geldi. Böylece
olduğu gibi siyasi meselelerde de toplumun
Hayberde elde edilen ganimetler bölüşüldükten
tartışmasız lideri olarak hareket ettiği görüşünü
sonra bile, yıllık mahsulün yarısını almak ve
doğrulamaktadır. Muhammed’in Hudeybiyeden
değerini belirlemek için bir müfettiş tayin etmek
sonra komşu devletlerin liderlerine mektuplar
zaruri hale geldi. Rivayetlerde Vadil Kura’da
yazması (geleneksel rivayetler yanlış görülse
ve Taymada ki Yahudi yerleşim yerlerinde
bile), Muhammed’in yüz yüze kaldığı bütün
valiler olduğundan bile bahsedilir. Medine
ciddi muhalefetleri bertaraf ettiğinin farkında
civarındaki kabilelerle ilişkilerde, Muhammed
olduğunu kanıtlar gibidir. Muhammed’in
kendine yakın olan kabile liderlerinden istifade
mektuplarda “Muhammed peygamber” ve
etmiştir. Bu liderlere emanet edilen görevlerden
“Allah’ın Elçisi” gibi ünvanlar kullanması, İslam
biride, Tebük ve Mekke’nin fethi gibi seferlere
öncesi geleneklere uygun olarak peygamberin
kabile üyelerini çağırmaktı. Vergi (ve zekat)
siyasi bir liderlik iddiasına sahip olduğu
toplama görevi Muhammed’in belirlediği ileri
anlamına gelebilir.
gelenlere aitti. Örneğin Eslem, Cüheyne ve
Muhammed’in otokratik gücünün boyutlarını, ömrünün son 2-3 senesinde, çeşitli alanlarda onun adına hareket etmeleri ve idari görevlerde bulunmaları için vekil tayin etmesinde bariz bir şekilde görebiliriz. En başından beri, Muhammed sorumlu olduğu çeşitli görevleri yerine getirmesi için bazı kimseleri görevlendirmiştir. Bu şekilde o bizzat iştirak edemediği seferlere komutan atamıştır. O, Bedre kadar muhacirlerin başı olarak böyle hareket etmiş olabilir, fakat daha sonra, liderlerden bazıları Ensar’dan ve hatta bedevi kabilelerden olduğu için, bir bütün olarak Müslüman toplum adına hareket etmiştir. Bazen Muhammed’in düşmanına karşı husumet besleyen bir kimseye, İslam toplumu adına bir seferi organize etme görevi verilebiliyordu. Bu şekilde “kabul görmüş” bir lider, şüphesiz ganimetin beşte birini (humusu) Muhammed’e ödemek için razı oluyordu. Mesela, Uyeyne Müslüman olmadan önce Tamin kabilesine karşı bir seferi yönetmiştir. Medine İslam devletinde ilk dönem görevlendirilmelerden
Kab kabilelerinde bu şekilde olmuştur. Eslem için vergi (yada zekat) toplayan biri aynı zamanda Gifar kabilesi içinde bu işi yapmıştır. Muhammed’le ittifak içinde olmayan kabilelere, Kureyş’e yada Ensar’a ait olan vergi-zekat tahsildarları gönderilmiştir. Bunlara örnek olarak Suleym, Fezareh ve El Mutalik gibi kabileleri verebiliriz. Ama Ensar’dan
birinin Muzeyneye
gönderilmesi muhtemelen farklı bir durumdu. Bu durum belki de gönderilen kişinin Evs kabilesinden ve eski bir müttefik olmasındandı. Bunun sebebi, Muzeyne kabile mensupları arasında sorumluluk yüklenebilecek kimsenin olmamasındandır. Hatta liderleri Bilal b.el-Harid Muhammed’in savaş atlarına mera bulmak gibi sıradan bir sorumluluk verilmiştir. Tekrarlayacak olursak, Muhammed komşu kabilelerden becerikli insanlardan istifade etmiştir. Bu insanlar kabilelerinde yüksek pozisyonlarda bulunduğundan ve Mekke de ve Medine de idari yeteneğe sahip olduğundan dolayı başka kabilelere vekil olarak görevlendiriliyorlardı.
biride Muhammed Medine de bulunmadığı
Arabistan’ın kuzey doğusunda ve merkezindeki
zamanlarda vekil tayin etmesiydi. Bedr
güçlü kabileler Muhammed’le ittifaka girdikçe,
seferi boyunca, beklide bölgenin çoğunlukla
liderleri yada en azından lider olmak isteyenler
gayrimüslim olmasından dolayı Kuba’da başka
aracılığıyla görüştüler. İlk başlarda, onlar Medine
bir vekil görevlendirilmişti. Bir diğer ilk dönem
hazinesine ödeme yapmadılar. Bu yüzden vergi
görevlendirilmelerden biride mahkumlara
meselesi gündeme gelmedi. Gündeme geldiği
ve ganimetlere göz kulak olacak birilerinin
zamanda bundan lider sorumlu olacaktı. İşte
atanmasıydı. Bütün bunlar, meseleleri halletmek
bu sebeple, vilayete dayalı idari bir sistem
için Muhammed’in söz sahibi olduğu konulara
tesis etmek için doğu ve kuzeybatı Arabistan
giriyordu. Vesikanın 36. maddesi gazvelerde
uygundu. Muhammed bazıları dost bazıları
Muhammed’in onayı gerektiğini söylüyor.
düşman olan pek çok küçük birliklerle uğraşmak zorunda kaldı. Etki gücü yüksek, nüfuzlu
Muhammed’in etkisi arttıkça, daha geniş çapta
insanlardan yararlandı. Ancak çoğunlukla
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
93
Mekkeli ve Medineli vekiller görevlendirmeyi
Daha sonraki gelişmeler Muhammed’in kurduğu
tercih etti.
devletin bir imparatorluğa genişleyebilme
Bunlardan bazıları, açıkça düzeni sağlamada ve
becerisine sahip olduğunu kanıtlamıştır.
her biri belli alanlarda, Muhammed’e ödenecek verginin toplanmasından sorumluydu. Mesela Muaz bin Cebel, başka vekillere tahsis edilmiş
- BİTTİ -
bölgelerde yani Yemende ve Hadramut’ta görevlerde bulunmuştur. Bu görevler arasında İslam’ı yaymak-öğretmek ve en azından bazı bölgelerde vergi tahsil etmekte vardı. Fakat bahsedilmiyor. Ridde savaşları boyunca bu “vekiller” Medine den gelen küçük birliklere komutanlık etmişlerdi. Bundan önce, onların normalde Medine ve Mekke vatandaşı olan sadece 15-20 kişilik askeri destek birimleri vardı. Gerekli olduğu takdirde, onlar her bir bölgede Medine yanlısı yardıma başvurabilmeleri mümkündü. Mekke özel bir konumdaydı. Daha önce fark edildiği gibi Muhammed, Abduşşems kabilesinden genç bir adamı yani Attab bin Esed’i oraya vali olarak atamıştı. Fakat biz sadece onun oradaki görevlerini tahmin edebilecek konumdayız. Aynı zamanda Mekke detali görevlerde söz konusuydu. Mesela bir kişi pazarları teftiş etmekle, başka biri kutsal alanların sınırlarını belirlemekte görevliydi. Bir başkası ise tam belli olmayan görevlerde sorumluydu. İşte bu şekilde, Muhammed’in idari görevlendirmelerde bulunması onun gücünün boyutlarını ve doğasını gösteriyor. Teoride, O sadece birbirine eşit olan müttefikler arasında en önde gelendi. Onun üstünlüğü onun peygamber oluşundan ve müttefiklerinin çoğunun ona itaat için söz vermesinden kaynaklanıyordu. Onun çeşitli görevleri icra etmesi için kabilelere, vilayetlere gönderdiği insanlar, sadece devlet görevlileri değil, aynı zamanda Muhammed’in vekilleriydiler. Muhammed’in yapmakla yükümlü olduğu şeyleri yapmakla yükümlüydüler. Onlar büyük bir ihtimalle baskıdan çok imanla işlerini görmüşlerdi. Muhammed yaşadığı müddetçe, onun tesiri ve nüfuzu ashap arasında, yapıyı
www.islamiyorum.com
yerel vekilleri denetleyip denetlemediğinden
bir araya getiren çimento gibiydi. Fakat yapı göründüğünden çok daha sağlam temelliydi ve çok azı Muhammed’in şahsiyetine bağımlıydı.
94
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dosya: Din ve Devlet
İslam ve Siyasi Aksiyon:
Siyaset Dinin Hizmetinde
Fazlurrahman Bu makale “İslam’da Siyaset Düşüncesi, Derleme, İnsan Yayınları, 1995” isimli kitabın 7-23 sayfalarından alıntılanmıştır.
Muhammed 610’da
ettiği imanı kabul edeceklerini bildirdiler. Bu
peygamberlik vazifesine
teklifleri reddeden Kur’ân ise, sert uyarılarda
başladığı zaman,
bulundu ve tabiî ki, Peygamber de bu teklifleri
misyonunun önemli bir
geri çevirdi.3
kısmını, müreffeh ve tüccar Mekke toplumunda sosyo-ekonomik açıdan zayıf ve baskı altındaki sınıfların—fakirler, yetimler, kadınlar, köleler, vs.—güç lendirilmesiyle ilgili sosyal reformlar oluşturuyordu. Gerek kendisi, gerek muhalifleri, bu ölçüdeki bir sosyal reformun, siyasî iktidarı üstlenmeyi gerektirdiğini biliyorlardı ve karşısındaki muhalefetin hatırı sayılır bir kısmının bu durumdan kaynaklandığında şüphe yoktu. Bu muhalefetin kökleri, kısmen, kabileler arasındaki şiddetli rekabete dayanıyordu: Peygamber, Kureyş kabilesinin Benî Haşim kolundan gelirken, diğer kabileler, Muhammed’i siyasî lider olarak tanımanın, Benî Haşim’in hakimiyetini beraberinde getirmesinden korkuyorlardı1 Onu mutlak bir dinî-siyasî lider olarak tanımaktan ziyade, Mekke’nin şehir meclisinde etkili bir mevki teklif ettiler, ama o, bu teklifi reddetti2 Medine’ye hicretten önce, Mekke’deki son yıllarında, Mekke’nin tüccar eşrafı, fakir ve zayıf takipçilerini başından atması şartıyla, onun teklif İbn lshak, Sırat Rasal Allah, c. 1, (Kahire, 1963), s.
1
622 Eylül’ünde Medine’ye ulaştıktan sonra, Muhammed, dinî ve siyasî lider görevini üstlendi. Tek ve benzersiz olan Allah’a kulluğu tebliğ dışında, fakirlerin durumunu düzeltmek, onları kronik borç yükünden kurtarmak, savunma gücünü ve diğer sosyal hizmetleri geliştirmek için zenginlere zekât mükellefiyeti getirerek; kadınların miras haklarını tanzim ederek, evlilik ve boşanmayı düzenleyerek, v.s. sosyal reform programını uyguladı.4 Barış anlaşmaları imzaladı, savaşlar yönetti, kanunları uyguladı ve yüksek hakim sıfatıyla dâvaları sonuca bağladı. 630’da, Mekke ona direnişsiz teslim oldu ve bunu, Arap kabilelerini temsilen gelen heyetlerin aralıksız akını izledi. 632’de vefat ettiği zaman, Muhammed tüm Arap yarımadasının fiilî ve etkin peygamber-yöneticisi idi. Burada sunulan şema, Peygamber devrinde “din” ve “devlet” arasındaki ilişkiye açıklık getiriyor olmalıdır. Konu, “din” ve “devlet”in kardeş olduğu değildir. Bunların birbirleriyle “işbirliği” halinde oldukları da söylenemez. Devlet bizatihi kendi başına bir anlam taşımaz, A. Yusuf Ali, ed. ve çev., The Holy Quran, (Lahore,
3
208 Age, s. 189.
2
1934, 1959), 18,28; 6,52 Kur’ân, 9,60.
4
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
95
İslâm’ın ahlâkî ve manevî değerlerinin bir
suretiyle ahlâkî bir sosyopolitik düzen kurmak
yansımasıdır. Devlet dinin bir “uzantı”sı değildir;
için, “Allah’a inanmak, ibadetleri yerine
İslâm’ın bir aracıdır—ona itibar edildiğinde
getirmek, zekât vermek, mârufu emir ve
kendiliğinden kaybolan şeffaf bir araç—. Pey
münkeri nehyetmek”9 olarak formüle edilmiştir.
gamber hiçbir zaman yönetici olma iddiasında
Bu âlemşümul görevi başarmak için, toplum
bulunmadı; hattâ peygamberliğinin altında
“cihad” olarak adlandırılan zarurî bir vasıta ile
yöneticilik iddiasıyla da ortaya çıkmadı; yalnızca
teçhiz edilmiştir.10 Cihad, “Allah yolunda” tam
bir peygamber olduğunu söyledi. Yöneticiliği,
ve amansız gayret anlamına gelir.
peygamberlik görevini ifa ediş biçimiydi. “İslâm’da din ve devlet ayrımı yoktur” sözü çok iyi bilinir. Gerçek durum ise şudur: İslâm’da haddizatında devlet olamaz; devlet yalnızca “din”in bir yansıması ve şeffaf bir aracıdır. Bu yüzden din, insan hayatının bütün alanlarına doğrudan nüfuz eder ve yönetir, İslâm, camide ve savaş meydanında olduğu gibi pazarda, okulda ve meclis salonunda da mevcuttur. Bütün
üyeleri fertler olarak şekillenmek durumundadır. Bu olmadan, bu görevi üstlenebilecek bir toplumun teşekkülü düşünülemez. O halde fert, Kur’ân’ın “takva” olarak adlandırdığı temel üzerinde şekillenmelidir. Takva, kişinin doğru ile yanlışı ayırt edebilmesini ve ona uygun gayret içinde olmasını sağlayan bir tavır, bir şuur
bu alanlar İslâmî değerleri açıklar ve yorumlar.
özelliğidir, insan, kendisini yargılayacak kanunun
Burada, siyasî aksiyonun, İslâm’ın ve onun
farkında olarak davranma görevini üstlenir.
kamu hayatını düzenleyen değerlerinin
“Şuur” olarak tercüme edebileceğimiz takva,
bir bölümü, açıklaması ve gerekli bir aracı
şuurun sübjektif olarak idrak edilemeyeceğini
olduğunu belirtmemiz gerekir. Peygamberin
şart koşarken, bu kanunun objektifli
hayatını bir yana bırakarak, yaklaşık 23 yıl
ğinin ve kendi dışında hazırlandığının tam
boyunca Muhammed’e vahyedilen Allah
olarak farkındadır. Bir diğer ifadeyle, etkin
kelâmı olan Kur’an’ın, gelecekteki meselelerin
bir şeffaflık fikri, takvanın temelidir. Ahlâkî
halli için Müslümanlara neler söylediğini
sübjektiflikten objektifliğe, fertten cemiyete
bilmek zorundayız; çünkü Peygamberin vahiy
çıkış noktası şudur: “Üç kişinin gizli konuşması
tecrübesinin tekrarı söz konusu değildir, ilâhî
olunca, dördüncüleri mutlaka Allah’tır.
mesajı tamamlamanın temel bir aracı olarak,
Beş kişinin de altıncıları mutlaka Allah’tır.
“iman kardeşleri” şeklinde tanımlanan bir
Bunlardan az da olsalar, çok da olsalar, nerede
Müslüman ümmet teşekkül etmiştir. Kur’ân bu
bulunurlarsa bulunsunlar, mutlaka Allah onlarla
ümmetten, davranışlarını iyi niyet (tevazu)5
beraberdir.”(Kur’ân, 58:7)
ve yardımlaşma6 temeli üzerine düzenlemesini istemiştir. Herkes kardeş olarak Allah ve kanun önünde eşittir. Siyasî, ekonomik ve sosyal sömürü yasaktır. Veda Hutbesinde Peygamber “bütün insanların Âdem’in çocukları olduğunu, Âdem’in de topraktan yaratıldığını; Arabın Arap olmayana, beyaz ve esmerin kızıl veya siyah deriliye üstünlüğü olmadığını” söylemiştir. Her halükârda, orijin veya fizikî menşe ayırımı,
kendi eseri değil, kendisi dışında hazırlandığının
Takvanın getirdiği bu sorumluluk hissine sahip fertler bulunmadıkça, kayda değer bir toplum inşa etme ümidi mevcut değildir. Muhammed bu ahlâkî donanıma sahip bir çekirdek kadro yetiştirmeyi başardı. Bu insanları Prof. Dr. H.A.R. Gibb, “hepsine tesir eden maya” olarak tanımlar.11 İslâmî yönetimin düzgün bir çizgide gelişmesini engelleyen ve saptıran sebep,
Kur’ân tarafından kesinlikle reddedilmiştir.7
Müslüman Arapların birkaç yıl içinde kendilerini
Bu ümmetin görevi, “dünyayı yeniden
sokan ve ümmetin nüfusunu yüz milyonlara
düzenlemek ve yolsuzlukların kökünü kazımak”8
ulaştıran şaşırtıcı sür’atteki siyasî başarısı idi.
büyük bir imparatorluğun sorumluluğu altına
Her şeyden önce, Kur’ân’ın kazandırdığı ve
Kur’ân, 90, 17; 103, 3.
5
Kur’ân, 5, 2
9
Kur’ân, 49, 11-13, bilhassa 13. âyet
10
Kur’an, 26, 152; 27, 48; 2, 11, 193, 251.
Kur’ân, 3, 104, 110, 114; 22, 41. Kur’ân, 22, 39-40;
11
6 7 8
2, 193
96
Maamafih, “dünyayı düzenlemek” için, toplum
Kur’ân, 22, 39-40; 2, 193 H.A.R. Gibb, Mohammedanism, (Londra: Oxford University Press, 1964), s. 30
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Peygamberin yirmi yılı aşkın bir zaman süresince
Şûranın ilk sınavı, Muhammed’in vefatından
kendi çevresine getirdiği etkin ahlâk eğitiminin
hemen sonra yerine kimin geçeceği
aniden İslam’a katılan geniş kitlelere başarılı
meselesinde yaşandı. Peygamber vefatından
bir şekilde intibak ettirilmesi düşünülemezdi,
önce, ümmetteki—bilhassa hicretten sonra
ikincisi, büyük bir imparatorluğun tesisiyle
Medine’ye yerleşen Mekkeliler ile, Peygambere
birlikte, yeni teşekkül eden Müslüman
ve Mekkeli takipçilerine ev sahipliği yapan
entellektüel sınıf (ulemâ), bu imparatorluğun
Medineliler arasındaki—hassas dengelere göre,
idaresi için İslâmî bir hukuk sistemi oluşturup
bu mukadder meseleyi çözmek için uygun
geliştirme göreviyle karşı karşıya kalmıştı, ilk
bir fırsat aradı, ama karar verme imkânı
hukukçular yalnızca zeki değil, aynı zamanda
bulamadı. Benî Saide kabilesinde yapılan bir
sadakat ve takva örneği idiler ve görevlerini
müzakereden sonra, Mekkeli yaşlı devlet adamı
olağanüstü bir başarıyla yerine getirdiler. Fakat
ve Muhammed’in sadık sahabîsi Ebu Bekir,
bu olurken, hukukla ahlâk aynı şey değildi! Ve
yönetimin, geride bir erkek evlât bırakmamış
islâm hukuku özel bir karakter geliştirmekle
olan Peygamberin Ehl-i Beytinde kalması
beraber—mahkemede zorlama konusu
gerektiğini düşünen Peygamberin amcasının
yapılamayacak olan, ama yalnızca vicdan
oğlu ve damadı Ali ile destekleyicilerinden gelen
mahkemesi için elverişli temel ahlâkî unsurları
gizli muhalefete rağmen, ilk halife olarak seçildi.
korumaya çalışırken—hukuk, zahirî davranışlarla
Bu grup ve daha sonraki takipçileri Şia oldu.
ilgilenir. Bu çelişme sebebiyle, Kur’ân’ın öngördüğü ahlâk eğitimi gerilemiştir. Bir asır sonra, ruh gelişmesinin tesiri kendisini yeniden öne sürdüğünde, bunu sufizm şeklinde büyük bir güçle ortaya koydu. Tasavvuf, ihtiyatlı bir entegrasyon sürecinin başladığı onuncu yüzyıla kadar, yolunu, kimi zaman bilinçli ve istekli bir muhalefet de sergileyerek, hukuktan bağımsız
Sınav başarılıydı. Fakat İslâm tarihinde ilk ve son kez olarak ümmetin karar merciindeki temsilcileri bir araya geldiler; ümmeti zaaf ve sapmaların meydana getirebileceği bölünme ve parçalanmadan korudular. Şûra, ilk dört halife döneminde, Emevi yönetimine kadar gayri resmî olarak işlemeye devam etti. Emevi
bir şekilde çizdi.
döneminde hanedan yönetiminin başlamasıyla
islâm ve politika konusuna devam edelim.
klikler aldı. Gerçekte şûra hiçbir zaman bir
Kur’ân, mü’minler topluluğunu teşekkül ettirip
kurum haline gelmemişti. Eğer öyle olsaydı,
onlardan karşılıklı işbirliği içinde çalışmalarını
gerek siyasî, gerekse dinî, İslâm tarihi çok daha
istediği zaman, karar alma sürecini düzenleyen
farklı olur ve gayrimüslim dünya için de önemli
temel bir prensibi de vermiş oluyordu. Bu, şûra,
sonuçlar getirirdi. Şûra yerine inkişaf eden
istişare, danışma prensibi idi: “Onların işleri,
kavram, “ehl-i hail ve akd” kavramı idi. Bunlar,
aralarında istişare iledir.” (Kur’’ân, 42: 38)
iç ve dış politikaların oluşturulmasında istişare
Bu prensibi Kur’ân ortaya çıkarmadı; istişare,
maksadıyla yönetici otorite tarafından seçilen,
Arap kabilelerinde uygulanan ve Kur’ân’ın
halk nezdinde nüfuz ve itibar sahibi insanlardı,
onayladığı demokratik bir karar alma prensi
içlerinde ordu mensupları, ulema, ve tabiatıyla,
biydi. Savaş, barış ve göç gibi önemli konularda
sorumluluk üstlenmiş bakanlar da bulunuyordu.
birlikte, şûranın yerini rejimin desteklediği
karar verirken, kabilenin tamamını etkileyecek dahilî ve haricî anlaşmazlıkları çözümlerken, kabile reisi kendi başına hareket etmez, son sözü söyleyecek bir yaşlılar meclisini toplardı. Kur’ân, Peygamberin mutlak otoritesine rağmen, şûranın önemine dikkat çekerken, “Onlarla iş hususunda istişare et”(Kur’ân, 3:159) tavsiyesinde bulunur. Kur’ân’ın yaptığı temel değişiklik, şûrayı bir kabile kurumundan bir ümmet kurumuna dönüştürmesi, böylece kan bağının yerini inanç bağının almış olması idi.
Şüphe yok ki bu, despot bir yönetimden daha iyi idi. Her halükârda İslâm’da despot bir mutlakıyet gelişemezdi, çünkü, göreceğimiz gibi, yönetici daima şeriatın altında görülürdü, üstünde değil. Bu yüzden, onun iktidarını sınırlayan müşahhas sınırlar vardı. Kur’ân’a göre, şûra, tek bir kişinin, uygun gördüğü belirli kişilerin tavsiyelerini alması ve bunları kabul edip etmemekte kendisini serbest addetmesi değildir. Açıktır ki, Kur’ân tek bir şahıs veya gru bun değil, ümmetin işlerini düşünür. Yönetim,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
97
ümmetin ortak meselesidir, ikinci olarak,
oldu. “Yönetimin zor kullanarak ele geçirilmesi
Kur’ân’ın ifadesi, “aralarında istişare”dir. Bu,
meşrudur”13 fikri buradan ortaya çıktı. Ve son
bir kişinin kendi görevlendirdiği, ümmeti temsil
olarak, eski İran’ın adalet görüşü, Kur’ân’ın
etmeyen, ümmet tarafından seçilmemiş veya
adalet görüşü değildi; tabiatıyla, ümmetin
görevlendirilmemiş kişilere “danışma” sı halini
yönetime katılmasından ve yeryüzünün ye
reddeder. Kur’ân’daki şûra âyetinin yorumu,
niden tanziminden söz edemezdi. “Büyük adalet
yalnızca Kur’ân’ın ifadelerinden çıkan bir sonuç
dairesi” olarak adlandırılan bu görüş, öncelikle
olmakla kalmaz, aynı zamanda kabilelerdeki
sosyal sınıflar—ordu, köylüler, sanatçılar ve
karar alma süreci de bu yorumu destekler. Bu
din adamları—arasındaki dengeyi korumakla
yüzden, hiç şüphe yok ki, İslâm’ın ortaçağdaki
ilgiliydi; toplum için gıda üreten köylülerin
uygulaması, Kur’ân öğretisinden ciddî bir
refahına özel bir vurgu yapıyordu.
ayrılma ve mutlak bir sapma teşkil eder.
teorisyenleri, yöneticinin şeriat kanunlarına
prensibi terk edilmekle birlikte, Sünnî İslâm,
uyması gerektiği ve şeriatı ihlâl eden bir yö
en azından teoride, halifenin seçimi ve
neticinin görevden alınabileceği konusunda
yönetiminin biat yoluyla halk tarafından kabulü
ısrar ederler. 14. yüzyılın güçlü Hintli yöneticisi
ilkelerinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir.
Alâaddin Hilci, ayaklanmalarından şüphelendiği
Devlet başkanını seçecek ehl-i hail ve akd
Hindu tebaasına vergi koymak istedi.
heyetinin sayısı veya seçim şekli üzerinde
Şeyhülislâm, aşırı vergilendirmenin şeriata
bir mutabakat bulunmamakla beraber, seçim
uygun olmadığı gerekçesiyle buna izin vermedi.
prensibi hiçbir zaman terk edilmemiştir. Siyasî
Bunun üzerine sultan, hakimiyetini güçlü
sürecin gelişmesini geciktiren sebep, tabiî
temeller üzerine bina etmek istediği zaman,
ki, merkezdeki halifenin zayıflaması ve diğer
kendisine bunun şeriata aykırı olduğunun
bölgelerdeki emîr ve sultanların yükselişidir.
söylendiğinden şikâyetçi oldu. Yine 16. yüzyıl
Onuncu yüzyıldan sonra cesur, zeki ve müstehzi
başında Osmanlı sultanı I. Selim, Hıristiyan
siyasî maceracılar, İslâm dünyasının farklı
tebaasının Müslümanlaştırılması için talimat
bölgelerinin fiilî yöneticileri oldular. Bunlar
vermek istediğinde, Şeyhülislâm Hıristiyan ve
halifenin siyasî nüfuzunu sıfırlarken, kendi yöne
Yahudilerin himaye altında oldukları (zimmî) ve
timlerini meşrulaştırmak için, onun manevî
bu sebeple İslâm’ı kabule zorlanamayacakları
otoritesini kullandılar ve korudular. Bu yarı
gerekçesiyle, bunu yapmaktan men etti.
otokratik fetihçi yöneticilerin ortaya çıkmasıyla birlikte şûra yönetiminden söz etmek iyice
Bilhassa birbirine muhalif olan Şia ve Sünnîler,
zorlaştı.
tavırlarını kendi mantıkî sonuçlarına doğru
Sultanların kanun ve nizamı koruyan ve adalet
dünyanın dışına itip “dönüş”ünü beklemeye
dağıtan etkin yöneticiler oldukları tartışılmaz.
başlarken (Humeynî’nin yönetim kavramındaki
Fakat yönetim ve adalet idealleri, eski Iran
reaksiyon tavrı), Sünnîler buna, ümmetin
fikirlerinin tesirinde idi. “Allah’ın desteklediği
mutabakatını (icma) daha fazla vurgulayarak
hükümdar” ve “Bir günlük siyasî kaos ve
karşılık verdiler. Bu mutabakatı gerçekleştirecek
kanunsuzluk, otuz yıllık tiranlıktan daha
bir mekanizma ortaya koyamasalar da. Ayrıca,
kötüdür12 fikirleri bunlardan gelir. Yönetimin
yöneticinin görevlerini yerine getirmekten
önemli bir hata yaptığı takdirde alaşağı
sorumlu olduğunu, aksi halde “emanet”in
edilmesi gerektiğini savunan Haricî fanatiklerin
ümmete geri verileceğini; tavsiye ve ikazları
korkutucu iç savaş ve ihtilâl tecrübelerinden
dinlemediği takdirde ise yetkilerinin zor
dolayı, Ehl-i Sünnet bile bu doktrinle meşgul
kullanarak alınabileceğini ısrarla belirttiler.14
götürdüler. Böylece Şia, masum imamı bu
Bu versiyon için bkz. Fazlurrahman, islam, (Chicago:
İslâm’ın ilk iki buçuk asrında İslâm hukukunun,
University of Chicago Press, 1979), s. 239; ve aynı
bazı zeki şahısların elinde geliştiğini daha önce
12
eserin 2 ve 3. bölümlerindeki siyasî hadisin tam bir
98
Bütün bunlarla beraber, Sünnî anayasa
Fakat Kur’ânî şûrayı temsil eden demokrasi
tahlili için, Islamic Methodology in History, (Lahore,
13
Pakistan: Islamic Research Institute, 1965).
14
Rahman, Islamic Methodology Rahman, islam, s. 259
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
belirtmiştik. Şûra halkın bir müessesesi haline
bu ısrarı, yakın çağlardaki çok sayıda modernist
gelmediği için İslâm hukuku bu özel kişilerin
Müslüman reformcu üzerinde çok etkili olmuştur.
elinde gelişti, devlet kanun yapamadı, halk,
Ümmet üzerindeki vurgu, tabiatıyla, Müslüman
devlet başkanlarının ve yönetimlerin çıkaracağı
toplumlarda demokratik hükümet şekillerini öne
kanunlara güvenmedi. 10. ve 11. asırlarda hu
sürmek isteyen reformculara yardımcı olmuştur.
kukun bu özel gelişmesi durdu, çünkü “içtihad kapısı”nın kapandığı uydurması hakim oldu. Bununla beraber, daha sonraki Müslüman yöneticiler döneminde, toplumlar gelişmeyi sürdürdüler ve hükümetler kendi kanunlarını yürürlüğe koydular. Bu yasama faaliyeti özellikle Osmanlılar tarafından sistematik olarak gerçekleştirildi. Müeyyideler şeriat hukukunun esasları içinde yer aldığından, bu kanunların laik olduğu söylenemez; ancak Türkiye’de laik hukukun ortaya çıkışını hazırladıkları da göz ardı edilemez.
Müslüman modernist düşünce süreci, 19. yüzyıl ortalarında başladı. Bu yöndeki öncüler Cemaleddin Afganî (ö. 1897) ve Türk düşünür Namık Kemal (ö. 1886) idi. Namık Kemal şûra üzerine bir dizi makale yazdı.15 O ve diğer modernistler, şûrayı, halk iradesini temsil eden ve halkın kendi meseleleri için verilecek kararlara aktif katılımını sağlayan temsilî hükümet anlamında doğru yorumladılar. Namık Kemal’in gayretleri, Osmanlı Türkiye’sinde anayasal bir demokrasinin ortaya çıkmasında önemli rol oynadı. Benzer şekilde, Cemaleddin
Ulema, hukukta yeni düşünceler üretmeyi
Afganî de Iran ve Mısır’da anayasa kurumuna
durdurmuştu; şûra mevcut değildi; bu yüzden,
doğrudan veya dolaylı olarak katkıda bulundu.
hükümetlerin önünde açık olan yegâne yol,
Bununla beraber Türkiye, Atatürk yönetiminde,
kendi kanunlarını çıkarmaktı. Bu ise, ilk asırlarda
1924’te İslâm ve şeriatı hukuk temeli olmaktan
Abbasî Halifesi Harun Reşid gibi bir hükümdar
çıkaran laik ve Batılı bir modele yöneldi.
için bile imkânsızdı. Modern çağlara geldiğimiz
Hiçbir İslâm ülkesi bu modele uymadı, aksine,
ve İslâm, demokrasi, İslâm devletinde yasama
İslâmî fundamentalism, aralarında Türkiye’nin
hakkının kime ait olduğu gibi tartışmalara
de bulunduğu, İslâm dünyasının her yerin
baktığımız zaman, bu yasa düalizminin
de güçlendi ve İran’da şaşırtıcı bir devrimi
sonuçlarını da kısaca göreceğiz.
sonuç verdi. Gerçekte, İslâm fundamentalismi,
Bu konuya gelmeden önce, 1257’de Bağdat’taki İslâm halifeliğinin Moğollar tarafından tahribini takiben İslâm siyasî düşüncesinde ortaya çıkan bir temel eğilime işaret etmeliyiz. Bu olaydan
geçici de olsa, İslâm Modernizmini batırdı. Bu gelişmeyi hesaba katmadan önce, kısaca,İslâm ve demokrasi tartışması ve İslâm Modernizminin bu alandaki başarısı üzerinde durmalıyız.
sonra iki önemli siyaset düşünürü yetişti:
Her şeyden önce, çok sayıda Batılı sosyal
Arap İbni Teymiyye (ö. 1328) ve Hintli Şah
bilimcinin, özellikle siyaset bilimcilerin, kısmen
Veliyullah Dehlevî (ö. 1763). Bu iki düşünüre
bilgisizlikten, ama büyük ölçüde de öyle
göre, Müslümanlar artık merkezî bir hükümete
düşünmeye istekli oldukları için aynîleştirdikleri
sahip olmadıklarından, şeriat ve İslâm ümmeti,
İslâm modernizmi ile laikliğin aynı şey
hükümetten daha fazla önem kazandı. İbni
olmadıkları belirtilmelidir. Batılıların, mo
Teymiyye Müslümanların tek bir halifenin idaresi
dernizasyonu laiklikten ibaret gören faraziyeleri,
altında global bir hükümete sahip olmalarının
İslâm söz konusu olduğunda gerçek dışıdır.
gerekmediğini, ama Müslüman hükümetlerin
Müslüman bir modernist herşeyi ile İslami’dir.
birbiriyle yakın ilişki içinde olmasının önem
Müslüman modernist, İslâm’ın, hayatın
taşıdığını belirtir. Fakat İslâm toplumuna ve
bütününe uygulanabileceği ve “ulema”nın
İslâm şeriatının uygulanmasına özel bir önem
kabul ettiği gibi bazı ibadetler, aile huku
atfeder. Şah Veliyullah’ın öncelikleri ise farklıdır:
ku ve Kur’ân’ın bazı ceza hükümleriyle sınırlı
Şeriat ve ümmet onda da merkezî konumda
olmadığı fikrini yeniden formüle eden kişidir
bulunmakla beraber, Veliyullah millî, mahallî
ve böyle yaparak, sanki “laik” gibi olmuştur.
İslâm devletlerinin tâbi olacakları milletler arası bir İslâm siyasî düzeninin gerekliliğini vurgular. Bu iki düşünürün ümmet ve şeriattaki
Bunların bir kısmını lngilizceye çevirdim ve mümkün
15
olan en yakın zamanda tercümeyi tamamlamayı ümit ediyorum.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
99
Oysa gerçek şudur ki: İslâm Modernizmi İslâm
letinin yönetimini güçleştireceğidir. Bu itiraz,
liberalizmini temsil eder. Modern Batının bazı
gayrimüslim azınlıkların geçmişte muhatap
anahtar liberal ve sosyal değerlerini kabul etmiş
oldukları cizye gibi mükellefiyetlerin bugün
ve bir sosyal bilimcinin çok meraklı olduğu
mevcut olmadığı görüşüyle aşağı yukarı bertaraf
“meşrulaştırma”nın da ötesinde, Kur’ân’ı, bu
edilmiştir. Mazide gayrimüslimlerin İslâm için
değerleri doğrulayacak tarzda yorumlamıştır.
savaşmaları beklenmediğinden, onun yerine
Kur’ân’ı ve Peygamberin Sünnetini yeniden
vergi ödemekle mükellef kılınmışlardı. Modern
anlama süreci içinde, Müslümanın yalnızca aklı
devlette ise bütün vatandaşlar her bakımdan
değil, imanı da işin içine girmiştir. Bu durum
eşittir ve Müslümanlarla eşit muamele gören
karşısında, Müslüman modernist, Batılı sosyal
gayrimüslimlerin sadakatinden şüphelen
değerlerin bütünlüğünü kabul etmez. Bazılarını
meye gerek yoktur. Bu görüş, en muhafazakâr
ise reddeder. Meselâ, kadınların hürriyetini
dindarlar tarafından bile kabul edilmiştir.
benimserken, Batıda yeni seks ahlâkı adına,
Gerçekte Kur’ân, Yahudi ve Hıristiyanların
aile kurumunda meydana getirilen tahribatı
sadece vahiy belgelerinin (5: 48) değil, ibadet
görmezlikten gelmez.
yerlerinin de himayesini, cihadın öncelikli gayesi
Demokrasi konusunda modernist, demokrasinin,
olarak benimser:
Kur’ân’ın gereklerine ortaçağ yönetim
“Kendilerine zulmedildiği için onlarla savaşılan
biçimlerinden—ister halifelik olsun, is
mü’minlere savaş izni verildi. Şüphesiz ki, Allah,
ter saltanat—çok daha iyi hizmet edeceği
onlara yardım etmeye kâdirdir. Onlar ki, yalnızca
kanaatindedir. Eski yönetim biçimlerini o
‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere
günler için geçerli çözümler olmakla birlikte,
memleketlerinden çıkarıldılar. Eğer Allah’ın, bazı
Müslüman ümmeti geri bırakan sapmalar olarak
insanları diğer bazılarıyla savunması olmasaydı,
görür. Haklıdır, çünkü Kur’ân’daki delillerin de
içlerinde çokça Allah’ın ismi zikredilen manastırlar,
gösterdiği gibi, İslâmî görevler tek bir şahsın
havralar ve mescitler yıkılırdı” (22: 39-40).
veya sınıfın değil, bütün İslâm ümmetinin üzerine yüklendiği için, herhangi bir sınıfın veya elit zümrenin hak iddiasında bulunması söz konusu olamaz. Dahası, Kur’ân, ümmetin—veya temsilcilerinin—istişare ile karar vermelerini ister. Bu yüzden, demokrasinin benimsenmesi, “meşrulaştırma” değil, gerçek bir yeniden keşiftir.
bir süre sonra, hükümetin izni olmadan gayrimüslimlerin mabed açmasına müsaade etmeyen bir kanun çıkarıldı. Oysa dinin açıklanması hürriyeti konusunda Kur’ân, benzeri olmayan bir şekilde ilânatta bulunmuş tur: “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan, iman küfürden ayrılıp netleşmiştir”
Modernistin, demokratik reformunda, İslamcı muhafazakârlardan karşılaştığı muhalefet iki çeşittir. Demokrasiye karşı öne sürülen ilk ve en ürkütücü delil, kitlelerin cahil, gelişmemiş, doğru ile yanlışı ayıracak muhakemeden yoksun oldukları ve bu sebeple İslâm devletinin yönetiminin onlara bırakılamayacağıdır. (Bu problem, çözülmüş olmaktan uzaktır.) Onlar kanun yapacak ve yönetecek temsilcileri seçme kabiliyetine de sahip değillerdir. Özellikle yasama, hassas bir meseledir. Çünkü Kur’ân’ın ışığında teklif edilen bir kanunla hükmetmek, ne kitlelerin, ne de temsilcilerinin sahip olmadıkları bir uzmanlığı gerektirir. Bu yüzden, yasama, İslâmî öğretilerde uzman olan ulemaya emanet edilmelidir. Daha az önem taşıyan ikinci itiraz ise, gayrimüslim azınlıkların, İslâm dev
100
İslâm hükümranlığının kurulmasından kısa
(2: 256). Kur’ân’ın, peygamberliği bölünmez bir makam olarak kabul ettiği, bazı peygamberleri reddedip bazılarına inanmamayı men ettiği ve semavî dinleri bir politeizm şekli olarak gördüğü doğrudur. Ancak dinî hoşgörüye vurgu yaptığı ve aralarında çoğulculuğa izin verdiği de aynı derecede doğrudur. Kitlelerin cehaleti argümanına cevap verirken, Namık Kemal, Türkiye’de savaş ve barış, vergi ve eğitim meselelerini anlayacak idrake sahip insanların bulunduğunu, bunların hükümeti yönetebileceğini söyler ve bir toplumu yönetmek için “teknik” ilahiyat bilgisine ihtiyaç bulunmadığına işaret eder. Bu cevap günümüz yazarına da doğru görünmektedir. Eğer kendisini “insanların rehberi” olarak adlandıran Kur’ân bu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kadar güç bir teknik mesele ise, insanlığa hitap
göre, “yüz bin yıl sürecek olan”16 gaybet
edemez. Bir hukuk kitabı olmayan Kur’ân’ın
zamanında, vekil imamın görevi planlanmıştır.
temel hedefi, insanlarda bir şuur meydana
Fakat tarihte bu unvanın verildiği şahısların
getirmek, manevî enerjiyi en üst seviyeye
tümü dinî şahsiyetlerdir ve hiçbiri doğrudan
çıkarmak ve bu enerjiyi uygun kanallarda
siyasî bir role sahip olmamıştır. Bu yüzden,
kullandırmaktır. Kur’ân’ı teknik bir kitap olarak
Humeynî’nin öğretisi, tarihî Şia görüşüne
gördüğümüz ölçüde şuurumuz körelir. Meselâ,
dahi aykırıdır. Ulema yönetimi için dayandığı
İran’daki din adamları hükümetinin vatandaşlar
gerekçe, “peygamber vârisleri” olan ulemânın
arasında “İslâm adına” sebebiyet verdiği şuursuz
siyasî iktidar mirasına da sahip olması ge
ve kontrolsüz cinayetler dalgası buna şahittir.
rektiğidir. Kur’ân’da ruhban idaresinin temeli
Ve bu yönetime Humeynî “dinî yönetim, din
bulunmadığından, Peygamberin çok az sayıdaki
adamları yönetimi” demektedir.
hadislerine dayanır. Çok iyi bilinmektedir ki,
Eğer İslâm ümmetini oluşturan kitleler İslâm’dan habersizse, bu hata kimindir? Sorumluluk Müslüman hükümetlere, özellikle de Müslümanları eğitmeyi ihmal eden dinî liderlere aittir. Kur’ân’ın bir elit zümre ya da özel imtiyazlı bir sınıf tanımadığını, yalnızca mü’minler topluluğuna hitap ettiğini tekrarlayalım. Kur’ân her gruptan bazı insanların ve ümmetin bir
sadece Batılı İslâm uzmanları arasında değil, eğitimli İslâmî çevrelerde de, gerek Şiî, gerekse Sünnî kaynaklı siyasî hadislere şüpheyle bakılır. Bunun da ötesinde, İslâm otoriteleri bir hadi sin Kur’ân’la çatıştığı durumlarda, hadisin ya reddedilmesi ya da Kur’ân’a uygun şekilde yorumlanması gerektiği prensibini vaz et mişlerdir.
bölümünün, imanı derinliğine kavrayarak
Humeynî’nin “ruhban yönetimi”yle ilgili tavrı,
diğerlerine öğretmesi, böylece bütün ümmetin
Kur’ân’la çeliştiği gibi, geleneksel Şiî siyasî
yeterli bir İslâm anlayışı geliştirmesi gerektiğini
düşüncesinin de ihlâli mahiyetindedir. Bu kadar
belirtir (9: 122). Bu yüzden, Kur’ân’ın
dar—ve saptırılmış—bir temele dayanarak,
getirdiği sorumluluğun yüklenicileri bütün
Humeynî’nin İran devrimini Sünnî İslâm
Müslümanlardır, ümmettir. Eğer bu ümmet
ülkelerine ihraç ümitleri beslemesi şaşırtıcıdır.
Kur’ânî vazifelerinden habersizse, doğru ile
Onun yaptığı şey, şahın baskıcı politikalarına
yanlışı ayıramıyorsa, Müslüman bir ümmetin
reaksiyon olarak, Şiî ulemayı siyasî aksiyona ve
gerçekte mevcut olmadığı itiraf edilmelidir. O
şiddete tahrik etmektir. “Dinî eğitim merkezleri
halde, İslâmî bilgi ve anlayışa sahip olduğunu
uyanık olmalı ve kendilerini, olup bitenleri
iddia edenlere düşen ilk vazife, Müslümanları
kontrol edecek organizasyon ve güçle teçhiz
öğretim ve vaazla aydınlatmaya, bilgi ve yaşayış
etmelidirler.”17 “Ulemâ, kanunları icra, orduya
seviyelerini yükseltmeye çalışmaktır, liderlik
kumanda, toplumu yönetme, ülke savunması,
iddiasıyla itaat istemek değil. Çünkü herhangi
dâvaları hükme bağlama ve adaletin tevzii
bir şahıs veya elitler zümresi, ümmete ait hak
konularında peygamberlerle aynı itibara sahip
ve görevlere sahiplik iddiasında bulunamaz.
olmalıdırlar”18. Ve son olarak, Humeynî’nin
Kur’ânî ölçülerden sapma, başka hiçbir yerde Humeynî’nin İran’ında olduğundan daha açık ve sansasyonel olmamıştır. Şia siyasî teorisi, muhtemelen eski İran’a ait İlâhî Hükümdar kavramının da etkisiyle, masum gaib imam doktrinini geliştirmiştir. Öncelikle, bu doktrinin, 12. ve son imamın gizlenmesinden hemen sonra geliştirildiği belirtilmelidir: En azından altıncı imam Cafer Sadık’tan itibaren bütün Şiî imamlar siyasî iktidar peşinde olmaktan kaçınmış, görevlerini tamamen din ve eğitimle ilgili görmüş ve hiçbiri masumiyet iddiasında bulunmamıştır. Humeynî’ye
siyasî muhalefetle ilgili düşüncesi de şöyledir: “Bu yüzden, İslâm toplumun selâmeti için birçok insanı öldürmüş, toplum çıkarlarını korumak gayesiyle pek çok kişiyi mahvetmiştir. Topluma zararlı olan ve bozulma tohumları eken bütün grupları yok etmiştir”.19 Humeynî bu olaylara örnek vermez. Şüphesiz, İran’da birçok grubu katletmesi, Hz. Muhammed’in, yirmi yıl boyunca kendisine zulmeden, takipçilerine işkence eden, kendisiyle savaşan Mekke’ye, 630’da zaferle Vilâyet-i Fakih (Farsça), s. 30.
16
Age, s. 85.
17
Age, s. 91.
18
Age, s. 111.
19
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
101
girdiği zaman ilân ettiği genel afla çelişmektedir. Peygamberin bazı sahabîleri düşmanlarından intikam almak istediklerinde ise, Kur’ân mani olmuştur: “Başka bir topluma kızmanız, sizin adalet göstermemenize sebep olmasın. Âdil davranın. Bu,
Humeynî’nin görüşlerine ve toplumun devlet yönetimine demokratik katılımını ister dinî, isterse başka karakterde olsun, bir tür elitizm hesabına reddeden devlet kavramına dair bu tenkidin amacı, Kur’ân’ı kendi terimleriyle, asırların getirdiği geleneklerin, çıkarların ve arzuların rengine boyamadan anlayıp yorumlamanın ne kadar zor olduğunu göstermektir. Kur’ân’ın yeryüzünde kurulu bir sosyopolitik düzeni istediğinde, karakterini ve temel yasasını bu makalede tanımladığımız bir toplum yetiştirmeyi arzu ettiğinde, bu yüzden, siyasî aksiyonun İslâm’ın özüyle ilgili bir hadise olduğunda ve İslâmî ideallere tâbi olmayan bir siyasetin düşünülemeyeceğinde şüphe yoktur. Buna cihad, “Allah yolunda cehd etmek” denir. Cihad barışçı da olabilir, ama gerekirse savaştan da kaçınılmamalıdır, İslâm bir şiddet dini olmaktan uzaktır; hedefi yeryüzünde âdil ve barışçı bir düzen kurmaktır; bu yüzden, ahlâk düzenini kurmak için şiddet yolunu takip etmez. Ancak, böyle bir düzen kısmî şiddete başvurmadan kurulamayacaksa, şiddetten de kaçınmaz. 19. ve 20. yüzyıllarda, İslâm beldelerinin büyük kısmı Batılı sömürgecilerin hakimiyetine girdiği zaman, bu ülkelerin ço ğunda kurtuluş hareketlerinin yeniden bağımsızlığa kavuşmak için etkili bir şekilde cihada müracaat ettikleri ve Cezayirlilerin bu uğurda nüfuslarının yüzde 10’unu kaybettiği kaydedilmelidir.
- BİTTİ -
102
www.islamiyorum.com
sizin korunmanız için daha uygundur” (9:8).
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dosya: Din ve Devlet
İslam’da Siyaset Anlayışı Ebu’l A’lA el-Mevdudi Bu makale yazarın 1939 yılında Pencap Üniversitesinde sunduğu “İslam Hukuku ve Anayasası” konusundaki tebliğinden alınmıştır. Merhum Prof. Dr. Erol Güngör’ün tercümesinden yararlanılmıştır.
Bazı kimseler
zıt tarifler yapan kör adamlar misâlinde olduğu
arasında
gibi davranıyorlar. Belki de bunlar İslâm’a,
İslâmiyeti
ancak zamana hâkim bir inancın koruyucu
zamanın mo
ihtimamını ve himayesini kazanmak suretiyle
dası olan şu
yaşayabilecek bir yetim gözüyle bakmaktadırlar.
veya bu sistemle
Bazı kimselerin İslâmiyet namına savunmalara
bir tutmak
girişmesinin sebebi budur. Gerçekten, bu
âdet olmuş
tavır bir aşağılık, kompleksinden, bizim
tur. Bununla
Müslümanlar olarak dinimizi modern inanç
da İslâmiyet
sistemlerine benzer göstermediğimiz ve onun
ile şimdiki
çağdaş ideolojilerin pek çoğuyla mutabakat
Batı’da moda olan demokrasi arasında bir
halinde bulunduğunu ispat edemediğimiz
fark bulunmadığı fikrine varan kimseler
takdirde şeref ve haysiyet kazanamayacağı
bulunuyor. Bazıları komünizmin en iyi ve en
mız inancından doğuyor. Aslında bu adamlar
uygun İslâm anlayışı olduğunu, Müslümanların
İslâm’a büyük bir ihanet içindedirler. Onlar
Sovyet Rusya’daki komünizm tecrübesini
İslâm’ın siyası görüşünü bir muammaya, bir
taklid etmelerinin çok uygun olacağını telkin
hokus-pokus haline çevirmişlerdir. İslâm’ı,
etmektedirler. Bazıları da vardır ki, İslâm’da
içinden istenilen şeyi çıkarabilen bir sihirbaz
diktatörlük unsurunun mevcut bulunduğunu,
çantasına benzetmişlerdir. Belki de içine
«liderlere tapma» adetini diriltmemiz gerektiğini
düştükleri bu acıklı durum yüzündendir ki, ba
fısıldamaktadır. Yanlış ve ters yönde bir
zı kimseler İslâm’ın kendine ait bir iktisâdi
coşkunlukla İslâm davasına hizmet ettiklerini
veya siyasî sistemi bulunmadığını, ona her
zanneden bütün insanlar, İslâm’ın bütün bu
şeyin uydurulabildiğini söylemeye başlamış
çağdaş sosyal ve siyasî düşünce ve davranış
bulunuyorlar.
lara ait unsurlar taşıdığını ispat etmek yolunda çok büyük gayretler içindedirler. Bu yola atılan kimselerin pek çoğu İslâmi hayat tarzı hakkında açık bir fikre sahip değildirler. Üstelik İslam’ın siyasi nizâmı -İslâmda demokrasinin, sosyal adaletin, eşitliğin yeri ve mâhiyeti- hakkında sistemli bir araştırma yapmış olmadıkları gibi, bunu yapmayı denemiyorlar da. Böyle yapacak yerde filin bacaklarına, kimi kamına, ki mi hortumuna, kimi de sadece kulaklarına dokundukları için fil hakkında birbirine tamamen
Her şeyden önce şurası açıkça bilinmelidir ki, İslâmiyet birbiriyle ilgisiz fikirler ve birbiriyle tutarsız hareket tarzlarından ibaret karmaşık bir yığın değildir. O, gayet açık-seçik esaslara dayanan düzenli bir sistem, istikrarlı bir bütün teşkil eder. İslâm’ın temel prensipleri gibi teferruatlı davranış kaideleri de hep onun esaslarından çıkarılmış olup, bu esaslarla mantıkî bağlantı içindedir. İslâm’ın insan hayatının çeşitli sahaları için koymuş olduğu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
103
bütün kaideler ve nizâmlar özleri ve ruhları
«Allah’tan başka ilah yoktur» deseler, bütün
itibariyle bu dinin ilk esaslarının genişletilmesi,
şer kuvvetlerinin onların aleyhinde birleşmiş
yorumlaması ve mantıkî sonuçları olarak
olmasıdır. Eğer bu sadece insanları mukaddes
karşımıza çıkar. İslâmi hayat ve faaliyetin çeşitli
yerlerde tek bir Tanrı önünde boyun eğmeğe ve
safhaları bu temel postülâlardan tıpkı bir bitkinin
o yerler dışında hangi kuvvet varsa onlara da
tohumdan fışkırması gibi çıkar. Ve yine tıpkı bir
boyun eğmek ve irâdelerini yerine getirmekte
ağacın bütün yönlerde dal-budak salmasına
serbestçe hareket etmeye davet manâsına
rağmen bütün dallarının ve yapraklarının köke
gelseydi, idareci zümrelerin kendi sâdık
sağlamca bağlı kalması ve kökten beslenmesi
teb’alarını onların mevcut rejime bağlılıklarını
gibi, İslâm’ın bütün hayat şeması da onun
hiç bozmayacak böyle basit bir meseleden
temel postülalarından çıkar. Şu halde İslâm
dolayı baskı altında tutmaları pek büyük
ideolojisinin hangi tarafını incelemek istersek
aptallık olurdu. Şu halde peygamberlerle on
isteyelim, her şeyden önce temellere gitmek ve
ların muhalifleri arasındaki anlaşmazlığın özünü
temel prensiplere bakmak zorundayız. Ancak
araştırmamız gerekiyor.
o zaman İslâm ideolojisi ve onun özellikleri hakkında gerçekten doğru ve tatminkâr bir anlayışa varabilir, İslâm’ın ruhunu ve tabiatını gerçekten değerlendirebiliriz.
Peygamberin vazifesi: Bir peygamberin vazifesi İslâm’ı yaymak, Allah’ın öğrettiklerini nakletmek ve bu maddî (beşeri) âlemde Allah’ın rehberliğini tesis etmektir. İnsanın dünyada ilk görünüşünden Muhammed (AS)’ın zuhuruna kadar gelen ve ilâhi vahye mazhar olan bütün peygamberlerin vazifesi bu idi. Aslında bütün peygamberler tek ve aynı görevi yapmışlardır: İslâm’ı öğretmek. Muhammed Peygamber ise bunların sonuncu sudur. Peygamberlik onunla sona ermiş ve insan hayatında rehber olarak bütün esaslar eksiksiz bir şekilde ona vahyedilmiştir. Bütün peygamberler kendilerine vahyedilen esasları insanlığa aktarmışlar ve insanlardan Allah’ın mutlak hükümranlığını tanımalarını, ona mutlak suretle itaat etmelerini istemişlerdir. Peygamberlerin herbirine verilen vazife bu idi.
Kur’an’da bir çok âyetler vardır; buralarda açıkça belirtildiğine göre Peygambere muhalefet eden kâfirler ve putperestler de Allah’ın varlığını, onun göklerin ve yerin ve insanların yegâne yaratıcısı olduğunu, bütün tabiatın Allah’ın emir ve iradesine göre işlediğini, yağmuru O’nun yağdırdığını güneşi, ayı, yeri ve , her şeyi onun kontrol ettiğini inkâr etmiş değillerdi. Kur’an şöyle diyor: «De ki, kime aittir bu dünya ve onun içindekiler, eğer biliyorsanız? Allah’ındır diyecekler. De ki, o halde düşünmüyor musunuz? Deki, yedi göğün Rabbi, büyük arş’ın Rabbi kimdir? Allah’tır, diyecekler. De ki, o halde nasıl büyüleniyorsunuz?»1 «Onlara gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim kendilerine tayin edilen vazifeye koştu, dersen, ‘Allah’ derler. O halde nasıl (ondan) döndürülüyorlar? Ve onlara kim gökten suyu yere indirdi ve böylece yeri öldükten sonra diriltti, diye sorarsan ‘Allah’ derler.»2 «Ve kendilerini kimin yarattığını sorarsan muhakkak ki, ‘Allah’ derler. O halde nasıl ondan döndürüldüler?»3 Bu âyetler açıkça gösteriyor ki, tartışmanın esası Allah’ın varlığı veya onun yer ve göklerin yaratıcısı ve
Bu vazife ilk bakışta pek basit ve ehemmiyetsiz
Rabbi olup olmadığı meselesi değildir. Herkes,
görünür. Ama biraz derine iner ve ilâhî
bu hakikatleri kabul etmiştir. Şu halde herkesin
hükümranlık ve tevhîd kavramının mantıkî ve
zaten kabul etmiş olduğu şeyler üzerinde bir
pratik neticelerini tam manasıyla inceleyecek
ihtilâf bahis konusu olmazdı. O halde, istisnasız
olursanız, meselenin öyle ilk bakışta göründüğü
her peygamberin Allah’tan başka ilâh yoktur
gibi basit olmadığını, kâfirlerde bunca şiddetli
dediği zaman karşılaştığı şiddetli muhalefetin
muhalefet ve devamlı düşmanlık uyandıran
sebebi ne idi? Kur’an’in ifadesine göre bütün
bu doktrinde inkılâp yapan bir hususiyetin bu
anlaşmazlık peygamberlerin kâfirlerden Yaratıcı
lunması gerektiği anlaşılır. Uzun peygamberler
Kur’an, 29/61-63
1
tarihi içinde bizim dikkatimizi en çok çeken
2
nokta, ne zaman Allah’ın bu hizmetkârları
3
Kur’an, 43/87 Bu kelimaler ve kavramlar için Mevdudi’nin «Kur’anda Dört Terim» kitabına bakınız.
104
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
diye kabul ettikleri varlığı Rab (hükümdar) ve
hibine rabb-üd-dar denir. Bir kimsenin rabbi,
ilâh (efendi ve kanun koyucu) olarak da tanıma
onun geçimini sağlayan ve kendisini himaye
larını, hiç kimseyi Allah’ın yerine koymamalarını
eden olarak gördüğü kimsedir; kendisinden lütuf
istemeleri etrafında doğmaktadır. İnsanlar
ve külfet beklediği, şeref, ilerleme ve huzur için
peygamberlerin bu taleplerini kabul etmeye
başvurduğu, hoşnutsuzluğun kendisi, hayatı ve
hazır değillerdir.
saadeti bakımından kötü neticeler doğuracağına
Şimdi bu talebin reddedilmesinin gerçek sebebi ni, ilâh ve rab kelimelerinin ne manaya geldiğini bulmaya çalışalım. Ayrıca, acaba peygamberler
inandığı, kendisinin sahip bulunduğu, efendisi ilân ettiği ve nihayet takip ve itaat ettiği kimsedir.4
niçin rab ve ilâh olarak sadece Allah’ın tanınması
Bu ilâh ve rab kelimelerinin gerçek manalarını
gerektiği üzerinde ısrar ediyorlardı? Ve niçin
göz önünde tutunca, insanın ilâhı ve rabbı olma
bütün dünya onların pek basit görünen bu
iddiasına kimin hakkı bulunduğu ve dolayısıyla
talebine karşı çıkmıştı?
kimin ondan hizmet, itaat ve ibadet bekleyeceği
Arapça’da «ilâh» kelimesi kendisine tapılan (mabûd) manasına gelir, bu da abd yani hizmetkâr veya köle manasına gelen bir kelimeden türemiştir. İnsan ile ilâh arasındaki münasebet tapan ile tapılan arasındaki münasebettir. İnsan ilâha ibadet etmek (tap mak) ve onun abd’i (hizmetkârı, kulu) olarak yaşamak zorundadır. İbâdet (tapma) ise sadece merasim veya herhangi özel bir dua şekli demek değildir. Bu bir kölenin efendisi karşısındaki durumu gibi, hayat boyu devamlı hizmet ve kayıtsız şartsız itaat manasına gelir. Bir kimsenin hizmetine girmek, onun yüksek mevkiini tasdik etmek manasında önünde baş eğmek, onun emirlerini itaatla yapmak, isteklerini yerine getirmek ve bu sırada karşılaşılan her türlü sıkıntıya memnuniyetle tahammül etmek, efendinin huzurunda kendini hakir duruma sokmak, ne isterse arz etmek, emirlerine boyun eğmek, onda hoşnutsuzluk yaratan şeyleri engellemek, hatta eğer onun hoşuna gidecekse hayatını fedâ etmek; İşte ibâdet (tapınmak veya kulluk) tabirlerinin gerçek sonuçları bunlardır ve bir in sanın hakikî mabudu onun işte bu şekilde ibadet ettiği kimsedir.
kolayca anlaşılır. Ağaçlar, taşlar, ırmaklar, hayvanlar, güneş, ay ve yıldızlar, hiçbiri insana nispetle bu mevkii alma iddiasında bulunamaz. Ancak insandır ki, kendi hemcinslerine karşı böyle bir iddiaya kalkabilir ve kalkmıştır. Tanrılık arzusu ancak insanın zihninde yer alabilir. Sadece insanın aşırı iktidar hırsı ve istismar arzusudur ki, onu başkaları üzerinde tanrı gibi görünmeye ve başkalarından itaat istemeye iter, onları kendi önünde huşu ile boyun eğmeye zorlar ve insanları kendi nefsinin yücelmesi için vasıta haline getirir. Tanrı olarak görünme zevki, insanın bugüne kadar keşfedebildiği bütün zevk ve nazlardan daha büyüleyici, daha cazip birşey olmalıdır. Kim iktidar veya ser vet yahut akıl veya bir başka yüksek meleke sahibi olursa kendi tabiatını ve mâkul hudutlarını aşmak, tesir sahasını genişletmek, oldukça zayıf, fakir, az zekâlı veya herhangi şekilde kusurlu olan hemcinslerine kendi tanrılığını kabul ettirmek hususunda kuvvetli bir arzu beslemeye başlar. Bu şekilde görülüyor ki tanrılığa özenenler iki cinstir ve iki değişik hareket tarzı takip ederler. Bir kısmı oldukça cüretkardır veya üzerinde hâkimiyet kurdukları kimselere kendi iradelerini zorla kabul ettirmek ve dolayısıyla onların tan rıları olduklarını iddia edebilmek için gerekli zorlama vasıtalarına sahiptirler. Meselâ Firavun
Rab kelimesinin manası nedir? Rab kelime olarak besleyen, ayakta tutan, düzenleyen, mükemmelleştiren» demektir. İnsanın ahlâki vicdanı kendisini besleyen, ayakta tutan, ve ihtiyaçlarını karşılayan kimsenin ondan bağlılık, sadâkat görmesini gerektirdiğine göre, rab kelimesi de efendi veya sahip manasında kullanılmaktadır. Bu yüzden Arapçada ev sa
imparatorluğuyla o kadar mağrurdu ki, Mısır halkına «Ben sizin en yüksek rabbinizim» demişti. Musa Peygamber ondan kendi halkının hürriyete kavuşturulmasını talep ettiği ve onun da Âlemlerin Rabbi’ne teslim olması gerektiğini söylediği zaman Firavun kendisinin Musa’yı hapse attıracak gücü bulunduğunu söyleyerek Kur’an, 26/29, 28/38, 79/24
4
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
105
karşılık vermişti.5
hiçbir İranlı kendi Kral’ına âlemlerin Rabbi
Bunun gibi, bir başka Kral da İbrahim Peygam berle tartışmıştı; Kur’an’ın bu hâdiseyi naklederken kullandığı kelimeler üzerinde dikkatle durmalıyız:
(şımararak) Rabbi hakkında İbrahim’le tartışanı görmedin mi? İbrahim ‘Benim Rabbim O’dur ki, yaşatır, öldürür’ demişti. (Hükümdar) ‘Ben de yaşatır, öldürürüm’ dedi. İbrahim Allah güneşi doğudan doğdurur, sen de onu batıdan doğdur bakalım, deyince, inkâr eden adam şaşırdı kaldı.»6
varlığını inkâr ettiği için değil. O kainatın hâkiminin Allah olduğuna, güneşi doğduranın ve batıranın O olduğuna inanıyordu. Tartışılan mesele güneşi, ayı, kâinatı kimin kontrol edeceği değil, insanların kimin hükmünü tanıyacakları meselesi idi. Tabiat kuvvetlerini kimin kontrol edeceği değil, insanlardan itaat istemeye kimin hakkı olduğu tartışılıyordu? Hükümdar kendisinin Allah olduğunu iddia etmedi. Onun istediği şey kendisinin halk üzerinde sahip bulunduğu mutlak iktidara hiç kimsenin itiraz etmemesiydi. Hükümdar olarak sahip bulunduğu yetkilere karşı çıkılmamalıydı. Bu iddianın temeli ise iktidar mevkiini elinde bulundurmasıydı. Halkın hayatına ve malına istediğini yapabilirdi. Halkını ölümle cezalandırmak veya affetmek hususunda mutlak kudreti vardı. Bu yüzden İbrahim’in de kendisinin efendisi olarak kabul etmesini, kendisine hizmet etmesini istedi. Ama İbrahim sadece âlemlerin Rabbine itaat ve hizmet edeceğini, ondan başkasını tanımadığını söyleyince hükümdar şaşırıp kaldı, böyle bir adamı nasıl kendi emri altına alacağını bilemedi. Firavun’un ve Nemrut’un bu şekilde Allahlık id dia etmeleri sadece onlara ait bir şey değildir. Dünyanın her yerinde eski ve yeni zamanlarda hükümdarlar böyle iddialarda bulunmuşlardır. İran’da Hûda (efendi) ve Hüdâvend (Tanrı) kelimeleri Kral için umumiyetle kullanılan tabirlerdi; hükümdarın karşısında kulluk ifade eden her türlü merasim yapılıyordu. Halbuki
Kur’an, 2/258
6
106
Hindistan’da idareci hanedanlar tanrı soyundan geldiklerini iddia etmişlerdir, güneş ve ay Raja’ya andata (rızık veren) denmiştir ve halk onu Allah olarak tanımadığı halde önünde secde etmiştir. Bütün diğer ülkelerde durum buna pek benziyordu, hâlâ da öyledir. İlâh ve Rab kelimeleriyle eş manalı kelimeler hâlâ birçok ülkelerde hükümdarlardan bahsedilirken kullanılır. Böyle bir şeyin âdet olmadığı yerlerde bile hükümdarlarına karşı
İnkarcı hükümdar niçin şaşırdı kaldı? Allah’ın
Kutsi hadîs
disini Allah diye göstermiyordu. Aynı şekilde,
hanedanları bugüne kadar bilinen şeylerdir.
«Allah kendisine hükümdarlık verdi diye
5
yani Allah nazarıyla bakmıyordu, Kralda ken
tavırları bu iki kelimenin taşıdığı manaya çok benzemektedir. Allahlık iddia eden bir kimsenin kendisini açıkça ilah veya Rab olarak ilan etmesi şart değildir. Bir insan grubu üzerinde kayıtsız şartsız hakim olan, kendi iradesini onlara kabul ettiren, onları alet gibi kullanan ve tıpkı Firavun ile Nemrut’un kudretlerinin zirvesinde iken yaptıkları gibi onların kaderlerine hükmetmek isteyen herkes aslında Allahlık iddia ediyor demektir; bu iddia zımnî kapalı veya açıkça iddia edilmemiş olsa da. Ve onlara kulluk eden, itaat edenler de açıkça ifade etmeseler bile onların Allahlığını kabul ediyorlar demektir. Tanrılıklarının doğrudan doğruya kabul edilmesi ne çalışan bu adamların dışında bazıları da var ki, kendilerini Allah veya Rab olarak kabul ettirebilecek vasıtalara veya kudrete sahip değildirler. Ama onlarda halktan kimselerin zihinlerini ve kalplerini büyüleyecek kadar becerikli ve marifetlidirler. Gayet mahirane metotlar kullanarak ortaya ilâh karakterli bir ruh, put, mezar, nebat veya ağaç çıkarırlar ve halktan insanları bu şeylerin kendilerine zarar veya fayda verebilecek kudrette olduğuna inandırırlar; bunlar ihtiyaçları karşılayacağı, duaları kabul edeceği, etraflarını çeviren kötülüklere karşı kendilerine sığınmak veya himaye sağlayabileceği hususunda halkı inandırırlar. Halka şöyle derler: «Eğer hoşnut etmezseniz size kıtlık, bulaşıcı hastalık ve felâket getirirler. Ama onlara münasip şekilde yaklaşır ve yardımlarını isterseniz size yardım ederler. Onların lütuflarına mazhar olmanın, onları hoşnut etmenin yollarını biz biliriz. Bu ilâhlara nasıl ulaşılacağını ancak bizler biliriz.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Şu halde bizim üstünlüğümüzü tanıyın, bizi
eğer Allah’a inanmıyorsanız, düşünce ve
memnun edin, hayatınızı, servetinizi ve haysiye
davranışlarınızda onun yerini sunî bir ilâh
tinizi bize emanet edin.» Pek çok budala bu
alacaktır. Hatta bir tek gerçek ilâh yerine birçok
tuzağa kapılmış ve böylece sahte ilahların
sahte tanrıların, ilâh ve rablerin size kendilerini
maskesi arkasında, rahiplerin ve kutsal yer
kabul ettirmeleri bile mümkündür.
muhafızlarının Allahlığı, üstünlüğü tesis edilmiştir.
Bugün bile insan birçok sahte tanrıların kölelik
Bu kategoriye dahil olan bazıları da var ki,
veya Amerika’da, ister İtalya’da, Yugoslavya’da,
falcılık, astroloji, büyü, sihir, ilh. sanatlarını
İngiltere’de veya Çin’de olsun, insan umumiyetle
kullanırlar. Bazıları ise Allah’a inanmakla
bir siyasî partinin, bir hükümdarın, bir liderin
birlikte, insanın Allah’a doğrudan doğruya
veya grubun, bir para babasının veya benzerinin
ulaşamayacağını iddia ederler. Onlara göre
hükmü altındadır. Öyle ki, insanın insan
insan Allah’ın eşiğine ancak onların aracılığıyla
üzerindeki hâkimiyeti, insanın insan üzerindeki
yaklaşabilir, bütün merasimler onlar va
nezareti olduğu gibi devam etmektedir. Modern
sıtasıyla icra edilmelidir; insanin doğumundan
insan tabiata tapmaktan vazgeçmiştir, ama hâlâ
ölümüne kadar bütün dînî merasimler ancak
insana tapmaktadır. Kısacası, gözlerinizi nereye
kendileri tarafından yapılabilir. Bir kısmı da
çevirirseniz göreceksiniz ki, bir millet öbürüne
var ki,
hükmediyor, bir sosyal sınıf öbürünü tahakkümü
zincirleriyle bağlı bulunuyor. İster Rusya’da
Allah’ın kitabını kendilerinin taşıdığını
söyledikleri halde, halkın bu kitabın manâ
altında tutuyor veya iktidarı tam olarak ele
ve muhtevasını
geçiren bir siyasî parti kendini insan kaderinin
öğrenmesine kısmen engel
olurlar. Kendilerini
Tanrı’nın sözcüsü olarak
hâkimi gibi görüyor. Hatta bazı yerlerde bir
kabul ettiren bu adamlar bundan sonra halka
diktatör bütün kudreti kendi elinde topluyor ve
neyin haram, neyin helâl olduğunu bildirmeye
kendini halkın efendisi, sahibi gibi gösteriyor.
başlarlar. Bu sayede onların sözleri kanun
Hiçbir yerde insan Allahsız olmadan yapamıyor.
olur ve halkı Allah’ın emirleri yerine kendi emirlerine itaat etmeye zorlarlar. Brahmanlık ve
Papalığın aslı budur. Bu müesseseler en
eski zamandan günümüze kadar dünyanın her yerinde çeşitli adlar altında ortaya çıkmışlar ve neticede belli bir takım aileler, ırklar ve sınıflar büyük kitleler üzerine kendi irade ve otoritelerini
İnsanın insana hükmetmesinin, insanın Allah rolü oynamaya kalkmasının sonunda neler olmaktadır? Ahlâksız ve kabiliyetsiz bir adam polis komiseri yapılınca veya cahil, dar kafalı bir politikacı başbakanlık mevkiine getirilince ne olursa o! Her şeyden önce, tanrılığın o kadar
empoze etmişlerdir.
sarhoş edici bir tesiri vardır ki, bu kuvvetli
Meseleye bu açıdan bakacak olursanız
kontrol edemez. Kendini kontrol imkânı mevcut
göreceksiniz ki, dünyadaki bütün kötülüklerin
olsa bile, tanrılık görevlerini yerine getirmek
temeli, doğrudan veya dolaylı olarak, insanın
için gereken geniş bilgi, derince düşünüp
insan üzerine hakimiyet kurmasıdır. İnsanlığın
taşınma, tam tarafsızlık ve mükemmellik bir
bütün felâketlerinin sebebi bu olmuş ve şimdide
insana hiçbir zaman nasip olmayacaktır. İnsanın
aynı şey insanlığa hadsiz hesapsız sefalet
insan üzerine hakimiyetinin (ilâhlık veya rablık)
getirmiş bulunan bedbahtsızlıkların ve kötü
kurulduğu her devirde tiranlığın, despotluğun,
lüklerin başlıca sebebi olarak durmaktadır. Allah
sefahatin, sömürgeciliğin ve eşitsizliğin hüküm
şüphesiz insan tabiatının bütün sırlarına vâkıftır.
sürmesine sebep budur. Böyle hallerde insan
Ama şu müşahedenin doğruluğu da binlerce
ruhu ister istemez hürriyetinden mahrum
yıllık tecrübeyle desteklenmiş ve insanlığa
kalmıştır; insanın zihni ve kalbi, doğuştan
göstermiştir ki, insan şu veya bu kimseyi
getirdiği kabiliyet ve melekeleri öylesine sıkıcı
Allah, rab veya ilâh olarak kabul edip hayatının
tenkitlere uğrar ki, şahsiyetin normal büyüme
karmaşık, muammalı olayları karşısında
ve gelişmesi durur. Peygamber nasıl da doğru
onun yardım ve rehberliğini istemeden, ona
müşahade ediyor: «Cenâb-ı hak buyuruyor ki
boyun eğmeden duramamıştır. Tarih bize
«Ben insanları esnek bir tabiatta yarattım, sonra
hiçbir şüpheye yer vermeden gösteriyor ki,
İblis geldi, onları imândan saptırdı, kendilerine
iksirden bir defa tadan kimse bir daha kendini
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
107
emrettiğim şeylerden onları alıkoydu.»7
berlik verdiklerimizdir.»14
Yukarda işaret ettiğimiz gibi, bütün insanlık ta
«Hiçbir insan için mümkün değil ki, Allah ona kitap,
rihi boyunca insana ızdırap vermiş olan her türlü sefalet ve çatışmaların yegâne kaynağı budur. İnsan terakkisine asıl engel budur. Onun
hüküm ve peygamberlik versin de, o da kalkıp halka Allah yerine bana itaat edin, desin. Böyle biri ancak ‘Sadece Allah’a tabi olun’ diyebilir.»15
ahlâki, zihni, siyasi ve iktisadi hayatının can
Yukarıda anlatılanlardan açıkça anlaşılıyor ki
damarlarını yiyip tüketen, onu insan yapan ve
İslâmiyet, siyaset felsefesi açısından bakınca,
hayvanlardan ayıran bütün değerlerini tahrip
laik Batı demokrasisinin tam tersine bir anlayışa
eden hastalık budur. Uzak geçmişte da budur.
sahiptir. Batı demokrasisinin felsefî temeli
İslamın esasına göre insanların, fert ve cemiyet
halkın hükümranlığıdır. Batı demokrasisinde
olarak, başkaları üzerindeki her türlü efendilik,
bu tip bir mutlak teşriî kuvvet -davranışların
kanun koyma ve yetki kullanma haklarından
düzenlenmesi, kaide ve kıymetlerin tayin
vazgeçmeleri lazımdır. Hiç kimsenin kendi
edilmesi- halkın elindedir. Kanun yapmak
namına emir ve kumanda mevkiine geçmesine
onların kanaatlerine ve temayüllerine uygun
müsaade edilmemeli, hiç kimse bu türlü emir
düşmelidir. Eğer halk kitleleri belli bir kanunun
ve kumandaya uymak zorunda olmamalıdır. Hiç
çıkmasını isterlerse, bu kanun dînî veya
kimse kendi yetkisiyle kanun koyma hakkına
ahlâkî açıdan ne kadar kötü olursa olsun, bu
sahip değildir. Ve hiç kimse bunlara uymakla
konuda harekete geçilmesi ve istenen kanunun
mükellef değildir. Bu hak sadece Allah’a aittir.
çıkarılması gerekir. Eğer halk herhangi bir
«Hüküm yalnızca Allah’ındır. O yalnız kendisine boyun eğmenizi emretmiştir. İşte doğru yol budur.»8
ne kadar adaletli olursa olsun, o kanunun da kaldırılması icâb eder. İslâm’da durum böyle değildir. Bu konuda İslâm’da Batı demokrasisine
«Biz de hüküm sahibi miyiz, diye sorarlar. De ki,
hiçbir benzerlik bulunamaz. İslâm daha evvel
bütün hüküm sadece Allah’ındır.»
açıkladığımız gibi, halkın hakimiyeti prensibini
9
«Dillerinizle yanlış olarak şu helâldir, şu haramdır, demeyin.»10
meder, işte onlar Kâfirdir.»11
Bu teoriye göre hükümranlık Allah’a aittir. Sâde ce O kanun yapıcıdır. Hiç kimse, peygamber bile olsa kendi namına başkalarına şu veya bu şeyi yapmalarını emretme hakkına sahip değildir. «Ben sadece bana bildirileni yaparım.»12
Başkalarının peygambere itaat etmesi lâzımdır, çünkü peygamber kendisinin değil, Allah’ın emir ve kumandasını nakletmektedir. «Biz hiçbir peygamberi Allah’ın emriyle kendisine itaat edilmekten başka maksatla göndermedik.»13 «İşte onlar kendilerine kitap, hüküm ve peygam Kutsi hadîs
7
Kur’an, 16/116
8
Kur’an, 5/144
9
Kur’an, 6/50
10
Kur’an, 3/79
11
de reddeder ve kendi
hakimiyeti ve insanın halifeliği esası üzerine
İslâm’ın siyasi yolu hakkında daha iyi bir isim bulunmak istenirse, buna İngiliz dilinde Teokrasi tabiriyle ifade olunduğu şekilde, «Allah’ın hükümranlığı» denilebilir. Ama İslâm teokrasisi Avrupa’nın acı bir tecrübe geçirdiği tipteki teokrasiden de farklıdır. Avrupa teokrasisinde halkın geri kalan kısmından kesin bir şekilde ayrı olan ruhban sınıfı kontrolsüz bir hakimiyet sürüyordu ve kendi yaptığı kanunları Allah’ ın kanunu diye kabul ettiriyor, böylece aslında halk üzerinde ulûhiyet ve Allahlık rolü oynamış oluyordu. Böyle bir hükümet sistemi ilâhi değil, şeytanîdir. İslâm’daki teokrasi, bunun aksine, belli bir dinî sınıf tarafından değil, içine en alt tabakadan
halk, devleti Allah’ın kitabına ve peygamberin sünnetine göre idare eder. Eğer yeni bir tabir koymama müsâade olunursa, ben bu türlü idare 14
Kur’an, 4/64
15
13
insanları da olan bütün İslâm
cemaati tarafından yürütülür. Bütün Müslüman
Kur’an, 6/50
12
politikasını Allah’ın
dayandırır.
«Kim ki Allah’ın bildirdiğinden başka yolda hük
108
kanundan hoşlanmaz ve onun lağvını isterse,
Kur’an, 6/90 Kur’an, 3/79
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tarzına «teo-demokrasi» diyeceğim. Burada bir
artık maneviyata ve ahlâka fazla veya hiç değer
ilâhî demokratik idare söz konusudur, çünkü
vermemeye başlamışlardır. Şu da, bir vakıadır
Müslümanlara Allah’ın hükümranlığı altında
ki, en üst mevkilere gelen kimseler servetleri,
sınırlı bir hakimiyet tanınmıştır. Bu sistemde
kudretleri ve aldatıcı propagandaları ile kitleleri
icra kuvveti
iğfal edebilirler. Gerçi bu temsilciler halkın
Müslümanların umumî iradesine
göre teşekkül eder, yine onların iradesiyle
reyleriyle işbaşına gelirler, ama kısa zamanda
yerinden alınabilir. Şeri’atte apaçık bir hükmü
kendi otoritelerini tesis ederler ve birer ilâh rolü
bulunmayan her türlü idari meselelerde ve sair
takınırlar. Çok defa kendilerini iktidara getiren
işlerde Müslümanların rey ve ittifakıyla hüküm
halkın menfaati için değil de, kendi bölge ve
verilir. İslâm’ı hukuk meselelerinde sağlam bir
sınıf menfaatlerini gözeterek kanun yaparlar.
kanaat beyan etme kabiliyetine ve niteliğine
İdare ettiklerinin kendilerine verdiği otoriteye
sahip
dayanarak halk üzerine kendi iradelerini
bulunan
her Müslüman, mecburiyet
görüldüğü yerde, Allah’ın kanununu yorumlama
empoze ederler. İngiltere’de, Amerika’da ve laik
hakkına sahiptir. Bu manâda İslâm siyâseti bir
demokrasinin beşiği olduğu iddia edilen bütün
demokrasidir. Ama yukarıda açıklandığı üzere,
memleketlerde halkın durumu budur.
Allah’ın ve peygamberinin apaçık bir emrinin mevcut bulunduğu hallerde hiçbir Müslüman lider veya teşriî meclis veya hiçbir hukuk âlimi kendi başına hiçbir karar veremediği, hatta bütün dünyanın Müslümanları bir araya gelseler Allah’ın ve peygamberinin kanununda en ufak bir değişiklik yapamayacakları için, İslâm idaresi
İşin bu tarafına fazla önem vermesek ve bu ülkelerde kanunların halkın iradesine göre yapıldığını kabul etsek bile, tecrübeler göstermiştir ki, geniş halk kitleleri kendi gerçek menfaatlerini görebilecek kabiliyette değildirler. İnsan,
tabiatındaki bu zaaftan dolayı, kendi
bir teokrasidir.
hayatî meselelerinin pek çoğunda gerçeğin
Daha ileri açıklamalara geçmeden önce,
katamaz. Verdiği hükümler ekseriyetle tek
İslâm’da halk hakimiyetine niçin tahdit ve
taraflıdır, heyecan ve arzularına o kadar kapılır
kısıtlamalar konduğu hususunda, bu tahditlerin
ki önemli meselelerde ancak nadiren ilmî
ne mahiyette olduğu hakkında birkaç kelime
muhakemenin tarafsızlığı ve objektifliği ile karar
söylemem gerekiyor. Denilebilir ki, Allah, bu
verebilir. Çok defa sırf kendi ihtiraslarına ve
tahditlerle, benim iddia ettiğim gibi insan
arzularına aykırı düştüğü için aklin gösterdiği
zihninin ve zekâsının hürriyetini koruyacak
yolu reddeder. Bu fikrimi desteklemek üzere
yerde, bu hürriyeti ortadan kaldırmaktadır. Buna
pek çok misal gösterebilirim, ama sözü uzatma
şöyle cevap verebiliriz: Allah, kanun koyma
mak için sadece bir misalle yetineceğim;
hakkını, insanı tabii hürriyetinden mahrum
Amerika’daki içki yasağı kanunu. İçkinin sıhhate
bırakmak için değil, o hürriyeti korumak
zararlı
için kendi elinde tutmuştur. Onun maksadı
melekelerini tahrip ettiği, insan cemiyetinin
insanın doğru yoldan sapmasına, kendi kendini
bozulmasına yol açtığı akılla ve mantıkî yolla
mahvetmesine engel olmaktır.
ispat edilmiştir. Amerikan halkı bu gerçekleri
sadece bir yanını görür, öbür yanlarını hesaba
Batılı laik demokrasi denen şeyi biraz tahlil edersek bu noktayı iyice anlayabiliriz. Bu tip demokrasinin halk hakimiyetine dayandığı iddia edilir. Ama herkes bilir ki, bir devletin bütün halkı ne teşri kuvvetine, ne de icraya katılır. Onlar kendi hükümranlık haklarını seçtikleri temsilcilere vermek zorundadırlar, temsilciler onlar namına kanun koymak ve idare etmekle görevlidirler. Bu maksatla bir seçim sistemi kon muştur. Ama siyasetle din birbirinden ayrıldığı
olduğu, insanın zihnî ve entelektüel
kabul etmiş ve İçki yasağı kanununun çıkarılma sına razı olmuştur. Böylece kanun ekseriyetle kabul edilmiştir. Ama kanun yürürlüğe konduğu zaman onun kabulü için rey veren aynı halk yine bu kanuna isyan etmiştir. En kötü cinsten şaraplar gayri meşrû bir şekilde imal edilmiş ve kullanılmış, üstelik eskisinden daha çok içilmiştir. Suç sayısı artmıştır. Ve nihayet daha evvel yasak kanunu çıkaran aynı halkın oylarıyla içki yasağı kaldırılmıştır.
için, bu laikleşme sonucu olarak cemiyet ve
Halkoyundaki bu anî değişme yepyeni bir
özellikle onun siyasi bakımdan faal elemanları
ilmî buluşun, veya yasak kanununun faydasız
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
109
olduğunu gösteren yeni vakıaların eseri değildi, halk sadece eski alışkanlıklarının tamamen esiri olduğu ve sarhoşluğun zevklerini unutamadığı için böyle yaptı. Kendilerindeki hükümranlığı içlerinde yuva yapan şer kuvvetlerinin emrine verdiler ve kendi arzularını, ihtiraslarını üzerine daha önceden pekâlâ doğru ve makul bildikleri bir kanunun aleyhinde oy verdiler. İnsanın mutlak bir kanun koyucu olma kabiliyetine sahip bulunmadığını gösteren daha pek ç ok böyle misaller vardır. İnsan başka ilâhlara hizmet etmekten kurtulsa bile kendi hasis menfaatlerinin esiri olmakta ve içindeki şeytanı yüce tanrı mertebesine yükseltmektedir. İnsan hürriyetine konan sınırlar, onu bütün inisiyatifinden mahrum bırakmamak şartıyla, insanın kendi menfaati için tamamen zaruri bir şeydir. Allahın İslâm terminolojisinde «hudûdullah» denilen sınırları koymasının sebebi işte budur.
- BİTTİ -
110
www.islamiyorum.com
kendilerine ilâh yaparak, o ilâhların daveti
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ARAŞTIRMA - İNCELEME Akıl Savunması - 2
Zihniyetlerin Zindanından Akletmenin Özgürlüğüne Hamdi Tayfur Cabiri “Arap Aklının Oluşumu” isimli eserine
olguya işaret ettiğini hemen ortaya çıkaracaktır.
“Aklın eleştirilmesi, her yeniden yapılanma projesinin öncelikli ve ayrılmaz bir parçasını
Ne demek istediğimizi daha iyi açıklayabilmek
oluşturur. Hiç silkinip kalkmamış bir akılla;
için Cabiri’nin, Lalande’dan ödünç alarak yaptığı
daha doğrusu işleyiş biçimi, kavramları, genel
akıl tasnifi ile kelamcıların akıl tasnifinden
tasavvurları ve dünya görüşü kapsamlı bir
bahsetmemiz gerekiyor:
şekilde yeniden ele alınmamış bir akılla bu yeniden yapılanmayı gerçekleştirmek mümkün
Lalande “akıl”ı “oluşturucu veya fail akıl”,
müdür?” diye sorarak başlar.
“oluşturulmuş veya egemen akıl” olarak ikiye
Değişimden, dönüşümden, oluşumdan
araştırma ve inceleme yaparken gerçekleştirdiği,
1
ve yeni projelerle yeniden yapılanmadan bahsederken önceliğin aklın eleştirilmesine verilmesinin önemini vurgulamak için sorulan bu soru kadar önemli olan başka bir soruyu, bir durum saptaması yapmak için sormamız gerekmektedir. Henüz aklın ne olduğu, akletmenin ne anlama geldiği, akletme ile insana ait fonksiyonların ilişkisinin ne olduğu, insani davranışlarda akletmenin önceliğinin ne olduğu, niçin akletmemiz gerektiği, akletmekle bilginin ilişkisinin ne olduğu, daha da önemlisi aklın tanımının ne olduğu gibi hususlar açıklığa kavuşturulmadan “aklın eleştirisi”nden bahsedebilir miyiz? Dikkatli bir okuyuş, Cabiri’nin sorusunda geçen “akıl eleştirisi”ndeki “akıl” kelimesi ile sorduğumuz sorudaki “akıl” kelimesinin iki ayrı
ayırmıştır. Oluşturucu akıldan kasıt, düşüncenin kavramlar bulan ve ilkeler koyan zihni faaliyettir. Başka bir ifadeyle, “İnsandaki, varlıklar arasındaki ilişkilerden herkes tarafından aynı kabul edilen külli/tümel ve determinist ilkeleri çıkarsayabilme melekesidir.” İkincisi yani Oluşturulmuş Akıl ise “Çıkarsamalarımızda dayandığımız kural ve ilkelerin toplamıdır.” Bunlar değişmezmiş gibi görünmelerine karşın çağlar içinde farklılaşmalar arz ederler. Hatta bireyler arasında dahi farklı farklı olabilir. Lalande der ki: “Oluşturulmuş ve belli ölçülerde dahi olsun değişebilir olan akıl, belli bir tarih diliminde var olan akıldır. Bu akıldan tek başına ‘akıl’ şeklinde söz ettiğimizde ondan, bizim zamanımızda ve bizim uygarlığımızda temel alınan akıl anlaşılmalıdır”. Başka bir ifadeyle o; “herhangi bir dönemde onaylanan, kabul gören ve o dönemde kendisine mutlak değer izafe
Muhammed Abid el-Cabiri Arap-İslam Aklının Oluşumu
1
sf:7
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
111
edilen kurallar dizgesidir.”2 Görüldüğü gibi, “akıl”dan bahsederken daha işin başında Lalande’ın adlandırdığı gibi “oluşturucu akıl” ve “oluşturulmuş akıl” şeklindeki iki ayrı olgunun varlığının farkında olmamız gerekmektedir ki, neyin savunmasını neyin de eleştirisini yaptığımız net bir şekilde ortaya çıksın. Kelamcılar da aklı genel olarak ikiye ayırırlar; asıl/garizi akıl ve füru/müktesep akıl3. Asıl akıl; garizi akıl, fıtri akıl, matbu akıl, bilkuvve akıl, kuvve-i müdrike, müfekkire, mümeyyize şeklinde de isimlendirilmektedir. Füru aklın ise; müktesep yani kazanılmış akıl, mesmu akıl,
iyi ve kötüyü, güzel ve çirkini, faydalı ve zararlı olanı bilir ve ayırt eder. Bu yeteneğe sahip olma açısından hiç kimse diğerinden farklı değildir. Tüm insanlar eşittir. Herkes bu yeteneğe sahiptir. Herhangi bir nedenle bu yeteneğini yitirenler veya buna sahip olmayanlar -örneğin çocuklar ve deliler- teklifin ve sorumluluğun muhatabı değildirler. Arap dilindeki kelime anlamıyla örtüşen ve Kur’an’daki kullanımlarına denk düşen bu akıl tanımı, bizim yazı dizimiz boyunca benimseyeceğimiz ve aksini ifade etmedikçe “akıl” veya “akletmek” kelimesini kullandığımızda kastettiğimiz anlam olacaktır.
bilfiil akıl, müstefad akıl, tecrübi akıl şeklinde
Kelamcıların genel akıl tasnifinde ikinci akıl
farklı isimlendirilmeleri vardır.
çeşidi olarak ifade ettikleri “kazanılmış akıl” ise,
Asıl/garizi akla ekollerin getirdiği farklı tanımlar vardır. Bunların ayrıntısına girmeden garizi aklın ne olduğunu ortaya koyabilmek için bu kavramın Kur’an’da kullanılışına en uygun tanımı yaptığını düşündüğümüz Haris el-Muhasibi’nin tanımını vermekle yetineceğiz:
daha çok bilgi ile alakalıdır. İnsan akledebildiği yaşa geldiğinde kendi gayretiyle edindiği bilgiler, çevresinin ve içinde yaşadığı toplumun ona verdiği bilgiler, toplumsal yargılar veya dayattığı hususlar ve oluşan ön yargılarla oluşan referans sistemine dayanarak hayatını biçimlendirmesini “kazanılmış aklı” sayesinde gerçekleştirir.
Muhasibi aklı, temelini insanın varlık yapısının bütünlüğü içinde bulan, insanın varlığı dışında kendisine varlık yüklenemeyen4 ve doğuştan gelen bir kabiliyet olarak görür.5 Akıl, bilginin kendisinde meydana geldiği ve Allah’ın insanların tabiatına koyduğu bir garize/ yetenektir. Her insan bu içgüdüyü doğuştan getirir. Ergenlik çağına gelen ve imtihana tabi tutularak kendilerine bir takım sorumluluklar
Kazanılmış akıl, ne kadar “garizi akıl”ın sesine kulak veren ve onu işleten bir akılsa, aynı oranda varlığının amacına uyan bir yaşamı sürdürme imkanını da elde edebilir. Görüldüğü gibi “fıtri akıl”/“kazanılmış akıl” ayrımları Cabiri’nin Lalande’dan ödünç alarak yaptığı “oluşturucu akıl”/“oluşturulmuş akıl” ayrımlarına çok benzemektedir.
yüklenecek olan kimselere Allah, akılları
Bir vakıa olması bakımından bu ayrıma özde bir
yönünden hitap eder, akıllarından dolayı onlara
itirazımız olmamasına rağmen, Kur’an’da geçen
vaat ve vaidde bulunur, emreder, nehyeder,
“akıl” kelimesinin anlaşılmasını zorlaştırdığı için
bazı şeyleri tavsiye ve bazı şeyleri de teşvikte
ikinci çeşit olarak belirtilen “kazanılmış akıl”
bulunur.6
veya “oluşturulmuş akıl” çeşitlemesinin “akıl”
Görüldüğü gibi Muhasibi aklı bir yetenek, kendisi olmadan teklifin gerçekleşemeyeceği bir özellik, insanın Allah’ı bilmesini ve O’na şahitlik etmesini sağlayan ve buna göre kendisine yararlı ve zararlı olan şeyleri bilmesini sağlayan bir kabiliyet olarak görmüştür. İnsan, içindeki bu garize/yetenek sayesinde Allah’ın birliğini, Muhammed Abid el-Cabiri age. Sf:18
2
Ramazan Altıntaş, age, s:151
kelimesiyle terkip yapılarak oluşturulması, benimsemediğimiz bir adlandırmadır. Çünkü Kur’an’da olumsuz anlamıyla kullanılmayan nadir kelimelerden olan “akletmek”, bu ayrımdaki isimlendirmeden kaynaklanan karışıklık nedeniyle günlük dilde olumsuz anlamlarda kullanılmakta ve hatta birinci çeşit olan “fıtri akıl” zemmedilip küçümsenebilmektedir.
3
Dolayısıyla bir cevher olmayan…
4
Hatice Cerrahoğlu, Kur’an’da Akıl ve Kalp, s:26
5
Ramazan Altıntaş, age, s:133
6
112
Cabiri’nin “Arap Aklının Eleştirisi” ve Arkoun’un “klasik İslami akıl”7 diye isimlendirip eleştirdiği Muhammed Arkoun, İslami Akıl Kavramı, Söz ve Adalet
7
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
husus, yukarıdaki ayrımdan ikinci çeşide
daha anlaşılır hale gelecektir.
yani “kazanılmış/oluşturulmuş akıl” çeşidinin eleştirilmesine girer. Bu çeşidi, aklın bir çeşidi olarak görmek yerine akılla alakası olan ama daha farklı bir olgu olarak görmek gerekmektedir. Bu olguyu ortaya koyan en uygun ifadelendirme, yukarıdaki isimlerin hepsinin ötesinde “zihniyet” kavramıdır. Yani bizce, aklın ikinci çeşidi olarak söylenen “kazanılmış/oluşturulmuş akıl”, aklın bir çeşidi değildir. “Akletmek” kendi başına, ikinci bir çeşidi olmayan, insana ait tek bir olgu veya özelliktir. Aklın ikinci çeşidi olduğu söylenen “kazanılmış/oluşturulmuş akıl” ise, “akıl” değil “zihniyet”tir.
“Akletmek”le ilişkisi bakımından “zihin” ve “zihniyet”ten ne anlaşılmalıdır? “Zihin” kelimesinin ifade ettiği anlamı, Mehmet Yolcu “Kur’an’ın Zihniyeti Değiştirmesi” isimli kitabında özlü bir biçimde ortaya koymaktadır: “Türkçe sözlüklerde kuvve-i müfekkire, düşünme ve anlama kuvvet ve istidadı diye tanımlanan ‘zihin’; anlayış, kavrayış, bilinç, dimağ, bellek, hafıza gibi anlamlarının yanında yaşantıları, öğrenilen konuları, bunların geçmişle ilişkisini bilinçli olarak zihinde saklama gücü
“Akletmek” derken neyi kastettiğimizin daha
anlamına da gelmektedir.”9
iyi anlaşılabilmesi için “zihniyet” kelimesinden
“’Akıl(akletme)’ ve ‘zihin’ ya da ‘anlama yetisi’
ne anladığımızı öncelikle ortaya koymamız
genel olarak insanın tinsel iki özelliği olarak
gerekmektedir. Çünkü zihniyet ve akletmek
kabul edilmektedir. Çoğunlukla aynı anlamda
birbirleriyle çok yakından ilgili kelimeler
kullanılan bu ifadeler, aslında birbirinden
olmalarına rağmen çoğunlukla karıştırılmakta
farklı fonksiyonlara sahiptirler; bunlardan akıl
ve birbirlerinin yerine kullanılmaktadır.
(akletmek), ‘insanın en yüksek tinsel gücü’
Çoğunlukla, “zihniyet” kelimesiyle anlatılması
olarak görülürken, zihin ise, onun mantıksal
veya eleştiri konusu yapılması gereken pek
düşünmesini ya da objeleri tam/bilinçli olarak
çok olgu, içinde “akıl” kelimesi geçen ifadelerle
idrak etmeğe yarayan bağlantıları-ilişkileri
isimlendirilerek veya aslında zihniyetteki
kuran bir meleke/yetisi olarak karşımıza
yanlışlıklar nedeniyle üretilen hatalı düşünce
çıkmaktadır.”10 Zihin ile akletmenin birbirinden
ve tavırlar “akıl”a hamledilerek kavramlar
farklı iki ayrı sürece işaret ettiğine dair Kant’a
karıştırılmaktadır. Kavramlardaki karışıklık
ait bu tespitten çok daha öncesinde Nazzam ve
olguların da karıştırılmasına yol açmakta, karşı
Kadı Abdulcebbar gibi İslam kelamcıları benzeri
çıkılması ve eleştirilmesi gereken pek çok husus
görüşleri öne sürmüşlerdir. Meselenin detayları
şiddetle savunulmakta, olmazsa olmaz insani bir
önemli olmakla birlikte, biz ana konumuzdan
faaliyet olan “akletme” işi küçümsenmekte ve
uzaklaşmamak için sadece “zihin” ve “zihinsel
eleştirilmektedir.
süreç”ten ne anlamamız gerektiğinden kısaca
Örneğin yukarıda bahsettiğimiz Cabiri’nin
bahsedeceğiz.11
İslam coğrafyasında ortaya çıkan ana zihniyet
“Akletme” ile “zihin” ya da “zihinsel faaliyet”in
yapılarını8 eleştirirken “Arap Aklının eleştirisi”
birbiri ile karıştırılması, akletmeye karşı olumsuz
tabirini, Arkoun’un da “klasik İslami akıl”
yaklaşımların ortaya çıkmasının geri planında
tabirini kullanması, kastettikleri “fıtri akıl”ın
yatan önemli sebeplerdendir. “Akletmek”,
eleştirilmesi olmadığı ve özde doğru bir eleştirel
zihinsel faaliyetin zirvesi veya Kant’ın ifadesiyle
yaklaşım olduğu halde, isimlendirme nedeniyle
“insanın en yüksek tinsel gücü”dür. Zihin veya
okuyucunun zihnini yanlış yönlendirmektedir. Oysa önerdiğimiz doğru isimlendirme, “Arap zihniyeti” ve “klasik İslami zihniyet” tarzındaki
Mehmet Yolcu, Kur’an’ın Zihniyeti Değiştirmesi, s:41
9
Özcan Taşcı ,“Kant’ın vernunft (akıl) ve verstand (zihin)
10
arasında yaptığı ayrımın kelamdaki izlerine dair bir
tabirlerdir. Zihniyetten ne anladığımızı ve bunun
araştırma”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi VI
akletmekten farkını ortaya koyarsak iddiamız
(2006), Sayı: 1 Daha fazla bilgi edinmek isteyenler Özcan Taşçı’nın
11
dergisi sayı 6-7 s:38 8 Beyan, İrfan, Burhan ve siyasal akıl
“Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi VI (2006), Sayı:1”de yayınlanan ilgili yazısına müracaat edebilirler.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
113
zihinsel faaliyet ise duyu organları vasıtasıyla
süreci yavaş işleyen sıradan zekalı bir insan
elde edilen algıların insanın iç alemine
bir “dahi”den çok daha akıllı olabilir. Aşağıda
aktarılması (algı) ve, ya bir tasavvur haline
“Akletme” konusuna tekrar geri döneceğiz.
dönüşmesi ya da zihinde var olan tasavvurlarla
Şimdi “zihniyet” kelimesinden ne anlaşılması
yeni algının karşılaştırılması (tasavvur) suretiyle
gerektiğini açıklayalım.
bir denkliğin kurulması (anlama), böylece bir bilginin üretilmesi veya var olan bilgiden yeni bir bilgiye gidilmesi (bilme) ve bunun zihinde
“Türkçe sözlüklerde, bir toplum ve gruptaki fertlerin alışkanlıklarıyla inançlarının tümü,
depolanmasıdır (hafıza).
zihin durumu, düşünce ve kafa diye tanımlanan
Görüldüğü gibi “zihin” veya “zihinsel faaliyet”
veya topluluktaki bireylerde görüş ve inanış
dediğimiz de mutlaka bilmemiz gereken
etmenlerinin etkisiyle beliren düşünme yolu,
hususlar; algı, tasavvur, anlama, bilme ve
düşünüş biçimi’ ve ‘Belirli bir görüş, inanış ve
hafıza kelimeleridir. Algı; duyu organlarımız
alışkanlıkların tesiriyle oluşan düşünme tarzı,
aracılığıyla nesnelerden elde ettiğimiz verilerin
kafa’ şeklinde tanımlandığı gözlemlenmektedir.”
seçilmesi suretiyle zihne aktarılmasıdır.
Belli davranış, tutum, yaklaşım ve inançların
Duyu organlarımıza gelen her veri algıya
altında yatan temel düşünceyi bir zihniyet olarak
dönüşmeyebilir. Tasavvur; algıladığımız şeylerin
değerlendirebiliriz.12
‘zihniyet’in bir takım nüanslarla ‘Bir toplum
zihindeki karşılıklarıdır. Eğer algıladığımız şeyle ilk defa karşılaşıyorsak bu, tasavvurun oluşma aşamasıdır. Eğer tasavvur belleğimizde zaten mevcutsa var olan tasavvurla dışarıdan gelen algıları karşılaştırırız ve bir denklik kurarız. İşte bu da “anlama” olarak isimlendirilebilir. “Tasavvur” kelimesinin dildeki karşılığı “terim”dir. Bizler zihnimizdeki “tasavvurlar” ve dildeki “terimler” aracılığıyla düşünürüz. Bunlar arasındaki ilişkileri kurarız. Düşünerek sebep-sonuç, öncelik-sonralık, eser-müessir, amaçlılık, özdeşlik, çelişmezlik vs. gibi ilişkileri oluştururuz veya bu tür düşünce ilkelerinden yararlanarak sonuçlar çıkartırız. Çıkarttığımız bu sonuçlar ürettiğimiz veya edindiğimiz bilgilerdir. Böylece kavramış ve bilmiş oluruz. Bunun sonucunda üreyen bilgiler, edindiğimiz tasavvurlar ve bunların dildeki karşılığı olan terimler belleğimizde depolanır. Bu da zihnin en önemli özelliklerinden olan “hafıza” özelliğine karşılık gelir.
“’Zihniyet’, bir toplumsal grubun örtük referans sistemidir. Buna göre, söz konusu edilen toplumsal grup, paylaşılan ortak anlayış sayesinde türdeş olacaktır. Doğal olarak referans sistemi, eşyanın ve olayların belli bir biçimde görülmesini dolayısıyla bu anlayışla uyumlu tepkiler ve davranışlar gösterilmesini öne çıkaracaktır.”13 Görüldüğü gibi zihniyet, zihnin çalışmasına alt yapı oluşturan ve kendisine dönülerek yargılar ve belli davranış biçimleri üretilmesini sağlayan bir tür referans sistemi olarak anlaşılmalıdır. İnsanın bakış açısını belirleyen, yargılarına kaynaklık eden ve davranışlarında itici rol oynayan zihniyet, ait olunan toplum tarafından ya öncekilerden devralınarak veya gelişmelere ve koşullara göre genel kabule bağlı olarak yeniden üretilmesi suretiyle oluşturulur. Bir toplumun bireyleri, doğduklarında bir referans sistemi olması itibariyle baskın bir zihniyeti
Öz olarak “zihin”; “anlama”, “bilme” ve “bellek” kuvvetidir. Zihinsel faaliyetin hızı zekanın derecesini gösterir. Eğer zihinsel süreç çok hızlı gerçekleşiyorsa bu durum “üstün zeka”ya, inanılmaz bir hıza karşılık geliyorsa “deha”ya
hazır olarak bulurlar. Çok azı dışında çoğunluk bu zihniyeti sessizce onaylar, kabullenir ve artık sonraki her türlü zihinsel faaliyetinde ve davranışında buradan yaptığı referanslarla kendine yol çizer, toplumsal ilişkilerine biçim
işaret eder. “Akletmek”, zihinsel faaliyeti de
verir.
içeren ama onu aşan, insanın en yüksek tinsel
Dikkat edilirse burada bireyin düşünce ve
gücü ya da daha ötede bir faaliyeti olduğundan,
davranışlarında doğruluk ve yanlışlık için ölçü
her “üstün zekalı” veya her “dahi” aynı zamanda
olan, kabullendiği zihniyetin doneleridir. Bunlar
insanların en akıllıları demek değildir. Yani “dahi olmak” akıllı olmak anlamına gelmez. Zihinsel
114
Mehmet Yolcu, age, s:42
12
Mehmet yolcu, age, s:45
13
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kendilerini söz ve deyimler halinde ya da telkin
bir BİOS’u, bir belleği, bir işletim sistemi ve
yoluyla ifade eder. Zihniyetin doneleri çoğu
bunların üzerinde çalışan programları vardır.
zaman ezbere tekrarlanan kaide ve kuralların
Çok küçük bir kapasiteye sahip olan BİOS
toplamından ibarettir.14
bilgisayarın en temel bilgilerini barındıran
Zihniyet insanın iç dünyasına yerleşen ve düşünce ve davranışlarda çoğunlukla farkında olunmayacak bir biçimde kendisini refere eden bazı ön kabullerin toplamı olarak da ifade edilebilir. İnsan düşünürken bu ön yargılar, insanın iç dünyasında, arkalarda bir yerde düşünceyi biçimlendirecek bazı veriler halinde kişinin zihninde uçuşur. Bu verileri insan her seferinde tekrar tekrar hatırlayıp bunları doğru mu, yanlış mı diye değerlendirmeye tabi tutmaz. Bunların o andaki düşünceye etkisi genellikle bilinç dışıdır. Kişi düşünürken sadece davranış ve yargısının üzerinde yoğunlaşır. Karar verme mekanizmasını etkileyen bilinç dışı olarak çalışan zihinsel faaliyetleri ve bu yolla gelen ön kabulüne mazhar ön yargıları düşünmez ve değerlendirmeye tabi tutmaz. Böylece yargılar önceki yargıların paralelinde yeniden üretilir ve davranışlar biçimlenir. Aynı zihniyete mensup kişilerin davranışları da birbirine benzer şekilde tezahür eder.
bir yongadır. BİOS’u, insan fıtratına Allah tarafından yazılmış olan değişmez doğrulama özelliğine ve bunlar aracılığıyla doğru ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü ayırt etme yeteneğine (fıtri akıl) benzetebiliriz. Dolayısıyla BIOS’u olmayan bilgisayar, bilgisayar olma özelliğini kazanamayacağı gibi, fıtri akla sahip olmayanlar da -çocuklar ve deliler gibi- teklife muhatap olup sorumlu birer insan kabul edilemezler. Bilgisayar’ın belleğini insan hafızasına, işletim sistemini beynin de içinde yer aldığı sinir sistemine, ön yüzde çalışan ve kullanıcının faydasına sonuçlar üreten programları da, hakkında karar vermek zorunda olduğumuz meseleleri çözmek için düşünmemize benzetebiliriz. Nasıl, bir bilgisayarda bir programı çalıştırıp bir hesap yaparken, arka planda çalışan programların ve söz konusu programın kodlama sisteminin farkında olmazsak; aynı şekilde düşünürken, iç dünyamızdaki hareketin ve bilinç dışı zihnimize üşüşen ön verilerin farkında olmayız, bunları
Zihniyetin akletmekle ilişkisine ve birbirlerinden farkının ne olduğuna geldiğimizde, akletmek; insan varlığının derinliklerinde yatan ve varlığın özüyle uyumlu, değişmez hakikatleri seçebilme yeteneğini harekete geçirmek suretiyle yargılarda bulunmak ve davranışları bu yolla biçimlendirmektir. İnsanın iç dünyasının derinliklerinde bir yerlere Allah, doğru ile yanlışı ayırt etme yetisini yazmış ve yerleştirmiştir. Akleden insan, iç dünyasının derinliklerindeki bu ayırt etme yeteneğinin farkında olan, bunları kullanma iradesini gösteren ve karşılaştığı her durumda bu yeteneğini harekete geçirerek önündeki meseleleri çözüme bağlayan insandır. Oysa zihniyetin zindanlarından çıkamayan ve zihniyet tarafından oluşturulmuş ön yargıları kendisine referans alarak düşünen birisi, meseleleri iç dünyasındaki değişmez doğrulama mekanizmalarıyla bağlayamadığı için akledemeyen veya akletmeyen bir insandır. Meseleyi bilgisayar örneği üzerinden izah etmeye çalışalım: Bilindiği üzere bilgisayarın
tahlil etmeyiz ve bunları kullanarak bir karar veriveririz. Oysa çalışan programların veya onların arkasında çalışan art programların ve sonucu üreten kodlama sisteminin içinde bir hatanın olması mümkündür ve bu BİOS’la uyumlu değildir. Oysa biz bunu ancak bilgisayar iflas edip çalışmadığında fark ederiz. Aynı şekilde insan, zihniyet şeklinde zihnimizi işgal etmiş olan ve BİOS’umuz yani fıtratımızdaki doğrulama sistemiyle uyum sağlamayan ön yargıları akletmediği sürece fark etmez ve kati hakikatler gibi bunlara sarılır ve bunlara göre kararlar verir. İşte Kur’an’ın bizden istediği akletmek eylemi, zihniyetimizden kaynaklanan tüm ön yargıları yıkarak iç dünyamızın derinliklerinde bir yere yerleştirilmiş olan doğru ve yanlışı belirleme merkezince onaylanan hakikatlere dönme eylemidir. Aynı cümleyi bilgisayar örneği üzerinden kurarsak akletmek; BIOS’la uyumlu olmayan programları işleterek yanlış sonuçlar üreten programların hatalı programlar olduğunun bilincine erip, bunları silerek, BIOS’a uygun programları
Mehmet Yolcu, age, s:45
14
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
115
yeniden üretme eylemidir.
toplumsal zihniyetin tekrar üretilmesinin ve inşa
Bu nedenle Kur’an, insanı bir taraftan akletmeye çağırırken diğer taraftan zihniyetlerin refere ettiği ön yargı ve yanlış bilgileri yıkmaya, asılsız ve temelsizliklerini ortaya koymaya dönük deliller sunar. Bu çağrıya katılan insan akletmiş olurken, katılmayan ise sefih ve hevasının esiri olmuş olur. Akletmeyen de en az akleden kadar zihinsel faaliyetlerde bulunduğu halde bu eylem Kur’an tarafından asla akletmek olarak isimlendirilmez.
edilmesinin mücadelesinin örneğini gösterdi. Ancak sonraki süreçlerde ilk döneme ait inşa edilmiş bu zihniyet, yeni koşullara göre kendisini yeniden üretemeyince akletmenin önünde engel olan toplumsal bir zihniyete dönüştü. Arkoun’un “klasik İslami akıl”, Cabiri’nin “Arap/ İslam aklı” diye isimlendirdiği husus işte bu zihniyete işaret etmektedir. Yüzyılların ağırlığı, akletmeden bu zihniyete yeni referanslar kattı. Ve bu zihniyet bugün çok büyük bir kısmıyla işlevsel olmayan ve eleştiriye tabi tutulup
Burada yanlış değerlendirmelere yol açmamak için bir hususu aydınlığa kavuşturmamız gerekmektedir; zihniyetlere eleştirel bir
aklederek yeniden üretilmedikçe insanlığa hiçbir fayda sağlamayacak olan bir durumu temsil etmektedir.
bakış açısıyla yaklaşmak akletmenin en
Bu zihniyetin mensupları, zihniyetin
önemli koşullarından birisidir. Ancak bu, tüm
yıkılacağı korkusundan “akletme”yi hiç hoş
zihniyetlerin kötü olduğu veya zihniyetler
karşılamamakta ve ne zaman akledilmekten
tarafından insan zihnine yerleştirilen ön verilerin
bahsedilse küçümseyici ve dudak büken bir
tümünün kötü olduğu anlamına gelmez.
tavırla saldırıya geçmektedir. Bizim çalışmamıza
Çünkü bilgi sürekli üretilen bir şeydir. Sadece
“akıl savunması” ismini vermemizin en temel
insan fıtratında mevcut kendiliğinden var olan
gerekçesi budur. Evet, akıl savunulmaya muhtaç
değişmez hakikatleri kullanarak sürekli değişen
bir haldedir. Asıl eleştirilmesi gereken durum
koşullara çözüm üretmek mümkün değildir.
ise akletmek değil zihniyetlerin zindanında esir
Önemli olan ürettiğimiz bilginin bu değişmez
olmaktır.
temel onaylama merkeziyle bağlantısının koparılmaması ve onunla çelişmemesidir. Bu şart sağlandığında üretilen bilgi, belli koşul ve
“Akletmek”ten ne anlaşılmalıdır?
durumların bir ön verisi ve referansı olabilir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi “zihinsel faaliyet
Ancak belli koşullarda doğruluğu ve faydası
süreci ile akletmek süreci aynı süreçler değildir
onaylanmış ve işe yararlığı kanıtlanmış bir
ve her zihni faaliyet akletmek değildir”.
verinin değişen koşullarda hala bir ön veri
“Akletmek”, içinde birçok zihinsel faaliyetin yer
olarak kullanılmaya devam edilmesi, zihniyetin
aldığı bir süreçtir. Bu sürecin zirve noktasıdır.
aklın önüne geçmesi ve bir engele dönüşmesi
Bu süreç ancak belli bir tarzda sonuçlanırsa ve
anlamına gelecektir.
hedefine ulaşırsa bu olgu “akletmek” olarak
Bu nedenle değişen koşullara göre değerlendirmeye konu her verinin tekrar tahlil edilip üretilmesi, ön verilerin kendi içinde öncelik ve sonralık sırasının dikkate alınması ve bu silsile içinde en iç noktadaki onaylama merkezine kadar götürülerek bağların kurulması, akletme faaliyetinin olmazsa olmaz koşullarıdır. Akletmek de ancak böyle mümkün olacaktır.
akletmekle sonuçlanmaması durumunda bir bilgi üretimi söz konusu olsa da, bir yargı ve sonuç üretilse de, üretilen netice, fıtri aklın ortaya çıkarak doğru ile yanlışın ayırt edilmesini, eldeki verilerin doğruluk ve yanlışlık olarak kritiğe tabi tutulmasını ve kişiyi kendisi için zararlı olan hususlardan korumasını ve faydalı olan şeylere yöneltmesini sağlamadığı için, zihinsel faaliyetler aktif olduğu halde, “akletmek” olarak
Kur’an indiği dönemde topluma hakim olan zihniyetle hesaplaştı ve boş ve batıl temellerine esaslı darbeler indirerek insanı akletmeye çağırdı. Peşi sıra, peygamber özelinde
116
isimlendirilebilir. Aksi durumda, yani bu sürecin
adlandırılamaz. Zihinsel süreç kişinin duyu organları aracılığıyla elde ettiği verilerle düşünmesi, sonuçlar ve bilgiler üretmesidir. Ancak akletme sürecinde
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tüm bu faaliyetlerin yanı sıra akletmeye konu
değil inkar yönünde ortaya çıkacaktır. Görüldüğü
olan husus sadece duyusal verilerle sınırlı
gibi burada akletme, muhtelif zihinsel süreçlerin
değildir. Konu, somut hususlarla birlikte çok
olumlu bir şekilde sonuçlanması ile kendini
daha soyut meseleleri de içerir. Toplumsal
göstermektir. Bu zihinsel süreçlerin varlığına
ilişkilerden ontolojik ve varoluşsal problemlere
rağmen iradenin muhtelif nedenlerle inkar
kadar uzanır. İşin içine irade, sorumluluk,
yönünde ortaya çıkması, ya kişinin bu sebeplerin
ahlak, takva, menfaat gibi hususlar da girer.
baskısından kurtulamayarak akletmemesi, yani
Problem, teknik bir sorunun çözülmesi değil
kendisi için nihai noktadaki fayda ve zararın ne
bir varoluş problemidir. Basit bir zihinsel
olduğunu tam olarak idrak edemeyip/etmeyip
faaliyetin ötesinde “akleden” insan sadece
meseleyi buna bağlayamaması veya daha
düşünme mekanizmalarıyla hareket etmemekte,
baştan ön yargıları nedeniyle akletme sürecini
bir yönüyle ahlaki zorunluluklar, takva ve
bile başlatmamasından kaynaklanmaktadır.
sorumluluklar; diğer bir yönüyle de uzak ve yakın menfaatler, hırs, ego, heva, iç ve dış baskılar, çevresel faktörler ve daha da önemlisi zihniyet yapısı kişiyi etki altında bırakmaktadır. İş, bir zihinsel problem veya bilimsel bir araştırmanın sonuçlarını değerlendirmekten ötede her türlü olumsuz etkinin karşısında irade gösterebilme meselesidir. Bu nedenle “akledebilmek” aynı zamanda ahlaklı olmayı, takvayı ve sorumluluk bilincini gerektirdiği gibi, tüm dış ve iç etkenlere karşı kesin bir irade ile kararlılık göstermeyi göze alabilmeyi de
Gramatik açıdan “akletme” kelimesi Kur’an’da özel bir dil formuna sahiptir. Akıl kelimesi Arapçada temel iki anlama işaret eder; bunlardan birincisi “bağlamak”, ikincisi ise “engellemek veya korumak”tır.15 Bağlamak ve korumak/engellemek kelimelerinin ifade ettiği anlam, derinlemesine düşünüldüğünde her iki kelimenin aslında ortak bir yöne işaret ettiği görülmektedir. Bağlamak, zaten ya bağlananı engellemektedir/korumaktadır veya bağlananın karşısında yer alan bir şeyi engelleyip
gerektirir.
korumaktadır. Örneğin, Arap dilinde devenin
Bu savımızın en temel gerekçesi, “akıl”
kelimesi ile ifade edilir.
bağlandığı ip veya devenin bağlanması, akıl
kelimesinin Kur’an’da kullanılan anlam çerçevesidir. Çünkü Kur’an insanlara olan davetini akıl üzerinden yürütür. Muhataplarından öncelikle akletmelerini ister. İman etmenin birinci koşulunu akletmeye bağlar. Muhatap öncelikle ayetlerin kendisine sunduğu delilleri kalbinin derinliklerine, yani iç dünyasına yerleştirilmiş olan saf ve esaslı doğrulama merkeziyle karşılaştırmaya sevk edilerek doğru-yanlış, iyi-kötü, hak-batıl, güzelçirkin ikilemlerinden birisini tercih etmekle karşı karşıya bırakılır. Akletmenin buradaki fonksiyonu, sunulan delillerin hakikatinin kalbin derinliklerinde yer tutmuş olan fıtri ön kabullerle bağlantısını kurmaktır. Sonraki fonksiyonu ise, kişiyi ayan beyan ortaya çıkarttığı hakikatin getireceği en son noktadaki fayda ve zarar açısından tercihe yönlendirmektir. İşte tam bu noktada akletmeye engel hususlar kişinin tercihini olumsuz yönde etkilemezse irade, iman etme veya kabul edip onaylama ve buna göre hayatına yön çizme yönünde ortaya çıkacaktır. Aksi halde iradi tercih, iman ve kabul yönünde
Muhasibi’nin “garizi akıl” tanımını aktarırken ifade ettiğimiz gibi akletmek, insanı insan yapan özgün bir yetenektir. Bu yetenek sayesinde insan, hakla batılı, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, faydalı olan ile zararlı olanı ayırt edebilir ve seçebilir. Bu anlamda akıl bir ölçü aletidir. Temel bir insani özellik olması hasebiyle tüm reşit insanlarda eşit olarak var olan akletme yeteneği, kişinin onu kullanmayı irade etmesiyle işlevsel hale gelir ve eğer insan akletme sürecini sonuna kadar tamamlama iradesini gösterirse iyiden, güzelden, faydadan, haktan yana olan doğru yargı/hikmet ortaya çıkar ve kişi bu yargının gereği ameli (salih amel) işlemeye yönelir. Akletme sürecinde insan, değişik şekillerde kendisine ulaşan bilgileri, düşünmenin süreçlerini gerçekleştirerek muhtelif zihinsel faaliyetlerle değerlendirmeye alır; ya yeni bilgiler üretir veya var olan bilgileri, fıtratında yazılı olan doğrulama merkeziyle karşılaştırarak Ragıb el-İsfehani, Müfredat, ilgili madde
15
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
117
yani dışarıdan aldığı veriyi iç derinliklerinde
akledecek, yolunu seçecek, soru ve sorunlarına
yatan hakikatlere bağlayarak doğru-yanlış,
cevaplar üretecek, bilgiyi üretecek, doğru ve
iyi-kötü, hak-batıl, güzel-çirkin yargılarında
yanlışı ayırt edecek, hikmete uygun hükümler
bulunur. Ardından irade ortaya çıkarak, verilen
verecek, yeryüzünü imar ve ıslah edecek ve
yargıya göre dış dünyadaki hareket tarzına veya
böylece varoluşunu, daha doğru bir ifadeyle
nasıl bir eylem içinde olacağına karar verip bunu
varoluş amacını gerçekleştirmiş olacaktır.
uygulamaya başlar.
Allah’ın insan için yeryüzündeki planı böyledir.
Sıraladığımız bu süreci reşit olan her insan, kendi iç dünyasında gerçekleştirebilecek yani akledip doğruyu bulabilecek bir yetenekte yaratılmıştır.
etkenlerle gelen bilgi ve verileri alma, bunları sentez, analiz, kıyas, tümdengelim, tümevarım, tahlil ve mantık kurallarına vurma gibi yöntemlerin kullanılmasıyla değerlendiren, dış ve iç etkenlerin etkisinden sıyrılarak asli olanla irtibatını kurup bağlayarak ve nihai noktadaki faydayı gözeterek karara varmayı içerir. Örneğin İbrahim peygamberin ayı, yıldızları ve güneşi gözlemlemesi ve ardından tüm bunların Rab ve ilah olamayacağına karar verip ortaksız Rabbin Allah olduğunu söyleyerek meseleyi Allah’a bağlaması, ardı sıra da babası ve toplumuna karşı onların alışılagelmiş davranış biçimlerinden beraat etmek suretiyle yeni bir eylem şeklini tercih etmesi, tipik bir akletme sürecidir.
formda ve fiil olarak kullanılır. Kur’an kelimeleri içinde “akletmek”, olumsuzuyla kullanılmayan istisna kelimelerden birisidir. Kur’an şeytanın vahyetmesinden16 bahseder ve “vahiy” kelimesini bile şeytanın vahyetmesi örneğindeki gibi bazen olumsuz olarak kullanır; ama akletme kelimesini asla olumsuz formda kullanmaz. Örneğin, şeytanın veya kafirlerin akletmesinden bahsetmez. Şeytanın ve kafirlerin yaptıkları şeyleri akıllarına uydukları için yaptıklarını söylemez. Aksine, özellikle sapkın insanların akletmemelerini zemmeder, kötüler ve eleştirir. Bunun böyle olması, insanın insan olarak varlığını, varoluşunun amacına uygun olarak sürdürmesinin ve yeryüzündeki fonksiyonunu icra edip sorumluluğunu yerine getirmesinin yolunun akletmekten geçmesidir. İnsan
118
ortaya çıkabilmesi yani insanın seçebilmesi için seçeceği şeylerin iyilik ve kötülüğünün, doğruluk net olabilmesi akledebilmesi sayesinde mümkün olacaktır. Kişiyi amellerinin sonucundan sorumlu tutabilmek de ancak akledebilme yetisinin varlığı ile mümkündür. İnsanın Kur’an’da sürekli akletmeye, düşünmeye, çaba ve gayret göstermeye, yani yetenek ve imkanlarını seferber etmeye teşvik edilmesinden de anlıyoruz ki Allah, söz konusu özelliklerle donatarak yeryüzüne gönderdiği ve orada kendisine bir misyon biçtiği kuluna güvenmektedir. Çünkü insan bu misyonunu gerçekleştirmesi, varoluş amacına ulaşabilmesi için gerekli her türlü donanıma sahiptir ve bu özellikler onun için yeterlidir. Tam bu noktada sorulması gereken önemli bir soru vardır: Mademki insan özellikleri itibariyle yeterli bir donanıma sahiptir ve
Kur’an’da “akletme” kelimesi, tamamıyla olumlu
Enam, 6/121
özelliktir. Çünkü insanın özgür iradesinin
ve yanlışlığının kendisi açısından ayan beyan ve
Akletmek; gözlem, düşünme, duyular ve diğer
16
Bu planda akıl veya akletmek en merkezdeki
bunlarla misyonunu tamamlayıp amacını gerçekleştirebilir, öyleyse Allah niçin peygamberler göndermiş ve vahiy indirmiştir? Bu soru özlü bir biçimde cevaplanmadan “akletme”nin mahiyeti anlaşılamayacağından burada kısaca bu soruya cevap vermeye çalışacağız. Bu yazı dizisinin devamındaki yazılarda akıl-vahiy konusunu daha geniş olarak ele alacağız.
Akıl varken vahiy niçin indi? Öncelikle bilmemiz gerekir ki; Allah hiç peygamber göndermeseydi ve hiç vahiy indirmeseydi, aklı ve yaratılışındaki özellikler sebebiyle insanlığın bir kısmı gene de sorumlu bir varlık olma özelliğini koruyacak ve hem Rabbini ortaksız olarak bilmek ve onaylamak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
konusunda, hem de yeryüzünde ıslaha dönük
halde, insanın varlığı çocuklarını diri diri
olumlu ve iyi işler/salih ameller yapmak
toprağa gömmemeyi gerektiren bir sorumluluğu
konusunda mesuliyetine uygun davranışlar
içermektedir.
sergileyecekti. Nasıl, vahiy indiği halde ve vahye muhatap olmalarına rağmen insanların büyük bir kısmı varoluş amacının dışında hareket ediyor ve insanlık dışı davranışlar sergiliyorsa, vahyin hiç inmediğini farz ettiğimiz bir durumda da özlerine uygun davranışlar sergileyen bazı insanlar mevcut olacağı gibi, böyle davranmayan insanlar da var olacaktı. Çünkü imtihanın tabiatı bunu gerektirmektedir. Ama zannedilenin aksine, bu asla tüm insanların şaşkın ve yolunu bilmez bir vaziyette toptan, insanlığının dışında, tamamıyla hayvani bir kütleye dönüşecek biçimde bir davranışın içine gireceği manasına gelmeyecektir. Farz edelim ki vahiy hiç gelmedi, böyle bir durumda insanlığın hali asla ormandaki hayvan topluluklarının oluşturduğu vahşi ve bilgisizliğin doruk noktaya çıktığı gayri medeni bir şekilde olmayacak, insanlık tarihsel gelişiminde belli bir düzey tutturacaktı. Çünkü insanlık, diğer varlıklardan farkı olan “akletme” yeteneği nedeniyle gelişme göstermekte ve esasen “akletme” ile birlikte bir dizi özelliği nedeniyle teklife muhatap olmakta veya sorumluluk sahibi
Vahyin inmesiyle yerine getirdiği fonksiyon, akletmesi ve fıtratında var olan özellikleri kullanarak varoluş amacını gerçekleştirmesi gereken insana, aklederek ve kendi cehti ile ürettiği, farkına vardığı akla uygun değerlere bir alternatif üretmek değildir. Bu değerler zaten vardır. Vahyin inişiyle bunlar yeniden üretilmiş olmaz. Vahiy akla rağmen ve aklın değerini düşürmek için inmiş değildir. Ne akıl vahyin rakibidir, ne de vahiy aklı ortadan kaldırmak için inmemiştir. İslam düşünce tarihinin en büyük talihsizliklerinden birisi, akılla vahyi karşı karşıya getiren ve sanki aklı vahyin, vahyi de aklın rakibiymiş gibi gösteren tartışmalardır. Oysa vahiy tam da akla yani akletmenin icra merkezi olan kalbe inmiştir. “O alemlerin Rabbinin bir indirişidir. Onu Ruhul Emin uyaranlardan olasın diye senin kalbine indirdi.”17 Vahiy baştan sona insan aklına bir hitaptır, fıtrata uygun insani fonksiyonların icra edilmesini sağlamak için bir uyarıdır. Doğru
olmaktadır.
davranışların, zaten insanın özü itibariyle
Vahyin inişi, ne bu sorumlulukların startını veren
nedenle vahiy zikir olarak da isimlendirilir.
onayladığı hakikatlerin bir hatırlatmasıdır. Bu
noktadır, ne de insana vahyin inişiyle fıtratında var olan özellikler ilk defa yüklenmektedir. Bu nedenle vahyin inişini sorumluluğun gerekçesi kılmak, meseleye özünden yaklaşmak değildir. Çünkü işin özü insanlığın varlığı, özellikleri, fonksiyon ve amaçları ile ilgilidir. Bizler vahiy indiği için sorumlu birer varlık haline dönüşmedik. Sorumluluğumuz varlığımızla alakalı bir meseledir. Vahyin inmesi veya inmemesiyle değil. Vahyin yaptığı husus, inerek bizi sorumlu varlıklar haline dönüştürmek değil, fıtratımızda ve varlığımızda zaten var olan sorumluluk duygusunu bize hatırlatmaktır. Allah vahyi, dişi aslan yavrularıyla ilgileniyor, kendisinden ilgiyi kesti diye kendi yavrularını parçalayan erkek aslana değil, çocuklarını diri diri toprağa gömen insana indirdi. Neden? Çünkü aslanın varlığı, yavrularını parçalamamayı gerektiren bir sorumluluk duygusunu içermediği
Vahiy bu hatırlatma işini insan tarafından zaten yapılması gereken fonksiyonları hızlandırmak suretiyle yerine getirir. Bu fonksiyonların merkezinde akletmek vardır. Bu nedenle vahiy akletmeye çağırır. Yaptığı şey akla sınırlama getirmek değildir. Aklın önünü olabildiğince açmak, onu özgürleştirmek ve daha iyi işlemesini sağlamaktır. Bunun için ona gözünün önünde var olan örnekleri birer birer sıralar, afaktan ve enfüsten deliller getirir. Bunları derinliklerde yani fıtratta var olan doğrulama merkeziyle bağ kurdurup burayı canlandırmak suretiyle akletmeyi sağlayarak ve hızlandırarak yapar. Üzeri örtülmüş ve susmuş olan iç dünyayı uyandırmaya çalışır. İnsanın kendisinden, nazar ettiği tüm dış dünyadan, alışageldiği için artık normal ve olmazsa olmaz kabul ettiği ahenkli işleyişten, geçmiş topluluklardan apaçık örnekler Şuara, 26/192-194
17
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
119
vererek, bunlarla düşünmeye teşvik eder.
türlü etkeni ortadan kaldırıp aklı özgürleştirmek
Ve verdiği her delilin ardından sorar; “Hala
için inmiştir. Vahiy aklı özgürleştirmeyi,
akletmeyecek misiniz?”
onun üstünü kapatan, çalışmasını ve işlevsel
18
Olay sadece imana konu olan meseleleri hatırlatmakla sınırlı değildir. Toplumsal konularda da, doğru bir davranış ve ilişki biçiminin ve adaletin ortaya çıkması, sağlıklı ilişki temeli üzerinden yürüyen bir toplumsal yapının ortaya çıkması için, akletmeden verilen hükümlerin hükmünü batıl kılacak gerekli delilleri insana sunar, bazen de doğru hüküm vermenin örneklendirmesini yapmak için hükümler indirir. Bunları açıkladığında da hemen ardından da şunu söyler; “Bunlar Rabbinizin tavsiyesidir. Umulur ki akledersiniz.”19
hale gelmesini engelleyen tüm etkenlerle hesaplaşarak yapar. Bunların her biri ortadan kalktığında insan, aklıyla doğru yargılarda bulunur ve en temelli mesele olan iman konusunda inkar yerine tasdik etmeyi seçerek, doğru işler/salih ameller işlemeye koyulur. Bu noktada vahiy akla sunulan delillerden/ ayetlerden ibarettir. Ve aynı ayetler insan nazarına her taraftan sunulmaktadır. Önemli olan, insanın bu ayetleri/delilleri görmeyi bilmesi ve aklederek değerlendirmeye almasıdır. Vahyin sunduğu delillerin/ayetlerin bu delillerden farkı; Allah’tan gelen deliller olması hasebiyle
Akletmek, doğru yargılarda bulunmak için
kesin sonuca daha kolay ve hızlı bir şekilde
yapılan bir eylem olduğuna göre, zaten açık
ulaştırmasıdır. Ancak bilmek gerekmektedir ki,
olan hükümler Rabbimiz tarafından ayetlerde
akla sunulan vahiy bile, bu vahyin Allah’tan
sıralandıktan sonra, bunların insanın “akletme”si
gelip gelmediğinin kabulü veya inkarı açısından
umularak açıklandığının söylenmesi, bizi
aklın değerlendirmesine muhtaçtır. İnsan vahyin
önemli bir noktaya getirmektedir: Akletmek
kendisine sunduğu delillerden ikna olur ve sonra
ve aklederek toplumsal veya bireysel yargılar
da bunun Allah’tan gelen bir vahiy olduğunu
üretmek insanca bir davranıştır ve esas önemli
kabul eder. Bu nedenle Kur’an hiçbir hakikati
olan, varılan yargıların varlığın özüne aykırı
insan aklını yok sayarak öne sürmez.
yargılar olmamasıdır. Bunu, yani yargıların doğru ve yanlışlığını ortaya koyabilmek
İslam düşünce tarihinin en büyük
ve doğru yargıları üretebilmek ise insanın
talihsizliklerinden birisinin, vahiyle aklı karşı
akletmesi ve söz konusu yargıların varlığın
karşıya getiren ve adeta birbirlerinin rakibi
özüyle uygunluğunu ortaya çıkarabilmesiyle
olarak gören anlayışların yerleşmesine sebep
mümkündür. Allah bazı hükümleri Kur’an’da
olan akıl-vahiy tartışmalarının yapılması
beyan ederek, insan aklının doğru yargılar
olduğunu söylemiştik. İnsanla kendi nefsi,
üretmesinin örnekliğini göstermekte ve aklın
insanla yaratıcısı, insanla evren, insanla toplum
önünü açmaktadır. Hükümleri Kur’an’da verilen
arasında kurulacak doğru ilişkilerin temelinin
hükümlerle sınırlamak ve aklın yeni yargılar
kurulmasını vahyin inişine bağlayan ve bu
üretmesini engellemek gibi bir amaç olsaydı,
ilişkinin hakikatini, yaratılmış evrenle sınırlı
Allah ayetlerin arkasından insanın akletmesinin
olan insan aklı aydınlatamaz diyerek ne aklın
umulduğu yönünde esaslı vurgular yapmazdı.
ne de vahyin fonksiyonlarını tam olarak takdir
Yani Allah Kur’an’da hükümler koyarken bile,
edemeyen yaklaşım biçimleri, akılla vahiy
bu örneklerle insanın akletmesini ummuştur.
arasında kesin hatlı çizgiler çizmekte ve akılla
“Umulur ki akledersiniz” ifadesi bunu
vahyi ayrı kategoriler olarak görmektedir.
anlatmaktadır.
Bu yanlışlık, vahyin adeta insana sınır çizmek,
Kısacası vahiy akla bir rakip olsun diye inmemiş,
onu kendine hapsetmek, aklı dizginlemek
aklını kullanmayan insanı akletmeye teşvik
için geldiği gibi bir izlenimi beraberinde
etmek, düşünmesini sağlamak, akletmesi ve
getirmektedir. “Öncelikle Kur’an’ı en ince
öğüt alması için ona deliller sunmak, daha da
detayına kadar kavrayıp hem bir inanç hem de
önemlisi akletmeyi engelleyici ve onu örten her
bir hüküm kaynağı haline getirdikten sonra buna
Örn: Enam, 6/32
18
Enam, 6/151-153
19
120
göre akletmek” gibi bir sınırlama ve kategori oluşturma, vahyin çağırdığının aksine bizi “önce
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
sorgusuz iman etmek, sonra da akletmek” gibi
vahye de muhatap olarak önemli bir imkana
hristiyanvari bir noktaya sürüklemektedir. Oysa
daha kavuşmuştur. Bu adeta nur üstüne nurun
Kur’an önce akletmeye çağırır ve en temelli
yağması gibidir.
imani konularda bile akla hitap eder. Çünkü akletmenin iman etmekten başka gidebileceği bir nokta yoktur. Yani imanın şartlarını saymak istersek, birinci şart Allah’a iman etmek değil,
Buradaki anahtar kelime “Rahmetullah” kelimesidir. Bir açıdan baktığımızda Allah öylesine büyük bir rahmetin sahibidir ki,
önce akletmek sonra da Allah’a iman etmektir.
varlıklarına rahmet yağdırmanın arkasını asla
“Vahyin bilgisine bağlı kalmayan akıl, akletme
yetinin”, deyip geri çekilmemektedir. Başka bir
fonksiyonlarını yitirir” tarzındaki bir tespit,
açıdan ise “tevhit”, “kesret” ve “sorumluluk”
kendi içinde tuzak yanılgıları barındıran bir
kelimeleri niçin bunun böyle olduğuna ilişkin
önermedir. Akleden bir insanın veya akıl sahibi
ciddi açılımlara kapı aralamaktadır. “Allah’ta
olan ve bunu kullanma niyetindeki bir insanın
aslolan tevhit iken, alemde aslolan kesrettir.”20
bu faaliyetiyle ulaştığı neticelerin vahiyle derin
Yani çokluktur. Ama bu çokluk anarşiyi getiren
bir çelişki içinde olacağı gibi bir algıyı üreten
bir çokluk değil, sürekli etkileşim ve iletişim ile
bu tarz fikirler, vahyin ancak akledebilen
mükemmel bir harmoniyi meydana getirmesi
insanlara tesir edebileceğini ihmal etmektedir.
gereken bir çokluktur. Buradaki anahtar kelime
Oysa vahiy insan aklına bir sunumdur. Vahyin
de, kesret halindeki varlıkların her bir bireyinin
yaptığı şey belirttiğimiz gibi, aklı faaliyete
var olma hakkını kendisine veren adil davranışı
geçirmeye çalışmaktır. Aklı hep vahiyden
esas alan “sorumluluk” kelimesidir. Her bir varlık
koptuğunda, yaramaz bir çocuk gibi olmadık
birer özne olarak diğer varlığın var oluş hakkına
işlere imza atacak bir şey olarak görenler,
riayet edecek bir sorumluluk anlayışıyla hareket
sürekli aklı vahyin kuyruğuna bağlama çabası
etmelidir.
içerisindedirler.
kesmemektedir. “Size akıl verdim, onunla
Bu anlamda varlıklar içinde “mutlak varlık”
Vahiy-akıl ikileminde öylesine bir izlenim ortaya
olan Rabbimiz Allah’ın sorumluluğu, sadece
çıkmaktadır ki, sanki vahyin indiği süreçte akıl
onları yaratarak geri çekilmek değil, kevniyatta
devre dışıdır ve orada akıl susmakta vahiy
sürekli bir iş üzerinde olması gibi, insanlığın
konuşmaktadır. Oysa vahyin indiği dönemlerdeki
var oluş sürecinde de onlara yol göstermek,
kadar, -sonucu ne olursa olsun- insanların
onların sorunlarına bigane kalmamak, etkileşim
akla ve sağduyuya yöneltildikleri hiçbir dönem
halindeki diğer varlıklara karşı üzerine düşeni
olmamıştır.
yapmaktır.21 Yani Allah, kainatı yaratıp, insanı
Akla rağmen vahiy niçin gönderildi sorusunun cevabını birazda Rabbimizin insanın yeryüzündeki fonksiyonlarını yerine getirebilmesi için ihtiyaç duyacağı her
yeryüzüne gönderdikten sonra, Yunan tanrıları gibi tatile çıkmamıştır. Tarihe ve kevniyattaki oluşa karşı müdahale ederek sorumluluğunu devam ettirmektedir.
türlü donanımla donatmasında aramak
Allah’ın diğer varlıklarla açılan bir penceresinin
gerekmektedir. Rabbimiz insanı, imtihanını
olmadığını ileri sürerek, gök katına hapsetmek
gerçekleştirebilmesi için her türlü ihtiyacını
O’na yapılmış en büyük saygısızlıktır. Tanrı’nın
karşılayacak imkanları önüne sermiştir.
var olma hakkını yok saymaya kalkışmaktır.
Yeryüzünü onun hizmetine sunmuş, kendisine
Vahyin neden gerekli olduğunun cevabı
akıl, kudret ve yetenekler bahşetmiştir. İnsanda
burada saklıdır. Vahiy, Allah’ın insan aklını
var olan akıl ve fıtri yetenekler asgari ölçüde
yok saydığının, akla rağmen gönderildiğinin
yeryüzündeki fonksiyonlarını icra etmesi için
veya aklın kötü etkilerini ortadan kaldırmak
yeterli olmasına rağmen, üstüne rahmetinin bir
için indirildiğinin değil, Allah’ın yeryüzünün
işareti olarak vahyini de indirmiştir. Bu, insanın
sorunlarına ve insanlığın çektiği acılara bigane
amacını gerçekleştirmesi için Allah’ın gerekli her
kalmadığının göstergesidir. Adeta insanlıkla
şeyi eksiksizce verdiğinin bir göstergesidir. Akıl gibi aydınlatıcı bir nura sahip olan insanoğlu,
İhsan Eliaçık, Adalet Devleti, s:442
20
İhsan Eliaçık, age, s.434
21
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
121
birlikte yürümektir. Allah, vahyi indirerek
hem vahyin hem de aklın Kur’an tarafından
düşünen, akleden, özgürlük sahibi bir varlık
kullanılışına bile saygı gösterilmeden, eksik
türü olarak insanoğlunu uyanışa çağırmakta
ve yanlış öncüllerle oluşturulmuş ve söylene
ve onu uyarmaktadır.22 Kısacası Rabbimiz,
söylene galat-ı meşhur haline gelmiş bir
vahyi indirerek varlığın varoluş sürecine Tanrı
safsatadır.
olarak katılmaktadır. Ancak bunu, aklı ezerek ve susturarak değil, onu işlevselleştirerek yapmaktadır. Çünkü çağrının özü, İnsanlık tarafından hiç bilinmeyen şeylerin inen vahiyle
Vahyin iniş amaçlarından bir tanesini ve bu inişin başlangıcındaki insanlığın içinde bulunduğu koşulları aşağıdaki ayet ortaya koymaktadır:
yeniden üretilmesi değil, çeşitli sebeplerle
“İnsanlar tek bir ümmetti. (Sonra ayrılığa
örtülmüş hakikatlerin üzerindeki örtüleri
düştüler) Allah (da), müjdeciler ve uyarıcılar
kaldırmaktır.
olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde,
Görüldüğü gibi vahyin iniş gerekçelerinin hiç birinde vahyi aklın alternatifi kılmak, insanı aklın güya kötü tesirlerinden uzaklaştırmak, akılla vahyin arasını ayırmak yoktur. Aklı değersizleştirme çabasına girerek, “akıl yeterli olsaydı vahiy indirilmezdi” türünden temelsiz önermeler öne sürenler, vahyin inmesini aklın fonksiyonlarına indirgemek gibi ciddi bir yanılgının içine düşmektedirler. Oysa buraya kadar sıraladığımız ve aşağıda da vereceğimiz gerekçeler üzerine dikkatle düşünülürse bunların hiç birisinin “aklın yetersizliği” gibi bir sebebe dayanmadığı açıkça görülecektir. Üstelik aslı safsata olan bu tarz önermeler kurarak vahyin inmesinin de gereksiz olduğunu, vahiy tarafından emredilen şeylerin lüzumsuzluğunu ispat eden(!) önermeler kurmak mümkündür.
insanları hidayete çağırmak için inmiştir.” İkinci önermemiz de şu olsun: “Vahye muhatap olan pek çok insan hidayete ermemiştir.” Bu iki önermeden de şöyle bir yargıya varalım: “Öyleyse vahiy insanları hidayete erdirme konusunda yetersizdir(!), yani vahiy yetersizdir. (!)” Mantık kurallarına göre iki öncül cümleden çıkartılan üçüncü yargı cümlesi doğru bir cümledir. Ancak, bu mantıksal dizgede atlanan ve yargıyı safsataya dönüştüren asıl husus, insanların hidayete ermesi için birçok farklı fonksiyonun rol oynaması ve mantıksal dizgede bunlara hiç yer verilmemesidir. İşte yukarıdaki “akıl yeterli olsaydı vahiy indirilmezdi” yargısı da aslında ne aklın fonksiyonunu, ne de vahyin indiriliş amaçlarını hiç dikkate almadan, hatta İhsan Eliaçık, age, s.435
122
konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar(vahiy) indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan ‘azgınlık ve kıskançlıkları’ yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir. Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, kimi dilerse onu doğruya yöneltir.”23
Ayette insanların tek bir ümmet oldukları dönemle kastedilen, aralarında ihtilafların ortaya çıkmadığı ilk dönemler olmalıdır. Muhtelif sebeplerle ihtilaf etmeleri ve bu ihtilafların insanlar için zarar oluşturacak şekilde problemlere yol açması ilahi rahmetin harekete geçmesine, yani kitaplarla birlikte peygamberlerin gönderilmesine yol açmıştır. Ancak bu da yeterli olmamış apaçık ayetler karşısında bile “aralarındaki azgınlık ve
Örneğin şöyle bir önermede bulunalım: “Vahiy
22
insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler
kıskançlık” nedeniyle anlaşmazlıklarını sürdürmüşlerdir. Oysa kitap zaten tam da bu anlaşmazlıklara son vermek için inmişti. Görüldüğü gibi ayette, vahyin gönderilmesine aklın kullanılmasının oluşturduğu zararlar gibi bir gerekçe değil, insanların ihtilaf etmeleri ve sonrasında da azgınlıkları nedeniyle anlaşmazlıklarını sürdürmeleri sebep olarak gösterilmiştir. İhtilaf durumunda iki taraf vardır ve genellikle bir taraf haklı olmaya diğeri ise haksız olmaya daha yakındır. Haklı olanlar akledenler, haksız olanlarsa akletmeyenlerdir. Demek ki vahyin asıl amacı, haksız olanların haksızlıklarını açığa çıkarmak, haklı olanlara da destek vermektir. Burada açık bir biçimde vahiy ile aklını kullananlar arasında bir paralellik ve birliktelik göze çarpmaktadır. Vahiy akledenlerin Bakara, 2/213
23
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
yanında, aklını kullanmayanların karşısındadır.
koymak şartıyla, özellikle kainatın ve insanın
Öyleyse vahyin akla rağmen ve ona ket vurmak,
ilk defa yaratılması, varlıkların ve insanoğlunun
onu sınırlamak için indiğini iddia etmek ayetin
akıbeti, ölüm sonrası gerçekler, ilaveten cennet
kendisiyle de çelişen ve vahyin iniş amaçlarını
ve cehennemin nasıl olduğu hakkında verilen
kavramaktan aciz akılsızca bir yaklaşım tarzıdır.
bilgiler gibi hususların insanın tecrübe ve
Vahyin iniş amaçları arasında saymamız gereken diğer önemli bir konu da, Rabbimizin vahyi indirerek insanların hesaba çekilecekleri günde “kendilerinin açıktan uyarılmadıkları” gibi bir mazereti öne sürmelerinin önüne geçilmesidir. “Eğer kendilerine bir uyarıcı gelirse, bütün toplumların en doğruları olacaklarına dair olanca güçleriyle Allah’a yemin ettiler.”24 “Yaptıklarından dolayı, başlarına bir felaket geldiğinde: ‘Rabbimiz, keşke bize bir resul gönderseydin de, senin ayetlerine uysaydık ve müminlerden olsaydık’ demesinler diye (seni gönderdik)”25
bilgiler olduğu hususuna katılıyoruz. Böylelikle Rabbimiz bizi gerekli tüm bilgilerle donatarak emanet teklifine muhatap kılmıştır. Böylece eksiksiz ve geçerli hiçbir mazeretin söz konusu olamayacağı bir imtihan süreci yaşanacaktır. Tüm bu sıraladığımız sebeplerin yanı sıra akıl bağlamında vahyin gönderilişinin en temel sebebi, aklın uyarılarak harekete geçirilmesi ve akletmenin önündeki engellerin ortadan kaldırılmasıdır. Vahiy indiği her toplumda baskın zihniyetle hesaplaşır ve aklın üstüne bir perde çekmeye çalışan bu zihniyetleri alabildiğince eleştirerek, kişi ile aklı arasına giren bu engelleri
“Bütün resulleri, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik ki, resullerden sonra insanların Allah’a karşı bir hüccetleri kalmasın. Allah Azizdir, Hakimdir.”
müşahede yoluyla elde edemeyeceği gaybi
26
kaldırıp akletmeye davet eder. Vahyin bunu nasıl yaptığını daha iyi anlayabilmek için akletmenin önündeki engellerin neler olduğunu sıralamamız gerekiyor ki böylece Kur’an’ın bu engelleri ortadan kaldırma yöntemi ortaya çıkabilsin.
Ayetlerde ifade edildiği gibi Rabbimizin vahiy göndermedeki amaçlarından bir tanesi de hesap esnasında ortaya çıkabilecek tüm mazeretlerin
Akletmenin önündeki engellerin konumlandığı merkez kalptir. Akletmek de Kur’an’ın ifadesiyle
bertaraf edilmesidir.
kalple mümkün olmaktadır. Bu nedenle “aklın
Vahyin indirilmesinin diğer önemli amaçlarından
olumsuz etkisi” meselesini izah etmeye
bir tanesi ise, insanın yaratılmış bir varlık olarak
geçmeden kalp kavramının ne anlama geldiğini
sınırlılığı nedeniyle, bilgisine ulaşamayacağı
ve akletmedeki fonksiyonunun ne olduğunu izah
bazı hususların bu yolla bildirilmesi olduğunu
etmemiz gerekmektedir.
önündeki engeller ve zihniyetin akletmeye
söyleyebiliriz. “Kainatın yaratılış prosesi,
(Devam edecek)
Dünya’mızın ve ilk insanın var edilmesi, varoluşun hikmet ve gayesi, varlıkların ve insanların akıbeti, ölüm ötesi gerçekler… Bütün bunlar, yaşamakta olan insan için tecrübe ve
NOT: Bir sonraki yazı başlığı: “Çoklu Etkilerin Mücadele Sahası: KALP”
müşahedesi imkansız olan konulardır. Ve işte bütün bunlar yaratıcımızın ilminde olan (gaybi) gerçeklerdir ve ancak O’nun, peygamberlerine -vahiy yoluyla- bildirdikleri kadarını bilebiliriz.”27 Hikmet Zeyveli’den yaptığımız bu alıntıda, “varoluşun hikmet ve gayesini” anlama noktasının vahiy olmadan akıl tarafından anlaşılmayacağı iddiasına bir muhalefet şerhi Fatır, 35/42
24
Kasas, 28/47
25
Nisa, 4/165
26
Hikmet Zeyveli, Akıl ve Nakil Üzerine
27
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
123
SÖYLEŞİ
Post - Teokratik Bir Devlet, Fıkhı Aşan Ahlaki Bir Devlettir Abdülkerim Suruş
ile söyleşi
/ Ferid Edib-Haşimi
İslami Yorum için Çeviren:
Fatih Peyma
SORU:Öncelikle İki
göstergeler var. Çünkü eğer Hamaney,
ay önce Hamaney’e
kontrolü ele geçirir ve serbestçe hareket
yazdığınız açık mektuptan
ederse (elbette o, daima düşmanın buna izin
bahsedelim. O zamandan
vermediğinden yakınıyor) kendi gibi düşünen,
beri, İran’da çok anlamlı ve
İslam’ı kendi anlayışıyla algılayan ve dünyayı
kapsamlı gelişmeler oldu.
kendi gibi gören insanlardan oluşan bir İran
Hamaney İran’ı nereye
yaratacaktır. Elbette bu gerçekleşirse çok yazık
sürüklüyor?
olacaktır. Çünkü Hamaney’in son 20 yıldaki
Hamaney Kendi Gibi Düşünen ve Dünyayı Kendi Gibi Gören Bir İran İstiyor CEVAP: Madem, Hamaney İran’ı nereye götürüyor diye soruyorsunuz, bu sorunuza “fizik”ten bahsederek cevap vereyim. Fizikte ve jeolojide, artezyen kuyuları diye bilinen bir fenomen/olay vardır. Artezyen, zemin seviyesinden yüksek olan kaynaklardan su ile dolan kuyuları ifade eder. Su, bu kuyulardan dışarı çıktığında, havaya fışkırır. Jeologlar bize, suyun sadece suyun kaynağı kadar yükseğe fışkırabileceğini ve bundan daha yükseğe asla çıkamayacağını söylerler. Şimdi, Hamaney’in durumu da böyledir. O, İran’ı kendisinin gücü, kaynağı kadar yükseğe çıkarmak istiyor. Bu yüzden sorunuza cevaben; Hamaney’in düşünce dünyasına, dünya görüşüne, onun bilgi ve görüşlerinin sınırlarına ve boyutlarına bakmak zorundayız. Hesaba katılması gereken
124
Ocak 2010
geçmişi, onun meseleler hakkında dengesiz ve yanlışlıkla dolu algı dünyasına sahip olduğunu göstermiştir. Eğer Hamaney, bir konferansta konuşmacı ya da bir camide imam olsaydı, sorun olmazdı; ama konumu ve kendisine benzer bir İran oluşturmak istemesi gerçeği itibariyle, onun düşünce anlayışı yanlışlıklarla doludur. Bu, Hamaney’in İslam anlayışının Seyyid Kutub’unkine benzer oluşundandır. Hamaney temel olarak görüşlerini Seyyid Kutub’dan almıştır. Hamaney hemen hemen hiçbir şey yazmamıştır. Sadece onun çalışmalarından biri, Seyyid Kutub’un bir kitabının tercümesidir. Seyyid Kutub (Allah rahmet eylesin) gayretli ve sağlam duruşlu biriydi. O bir müfessirdi ve bazı konularda Hamaney’den üstündü. Onun dünya görüşü, modern çağın cahiliye devrini yaşadığı ve bunun da öncüsünün Batı medeniyeti olduğu yönündeydi. Seyyid Kutub, bu cahiliyenin Müslümanlar tarafından takip edilmeye
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
layık olmadığını ve reddedilmesi gerektiğini
Bu algının ve metodun zararı, toplumun
söylemektedir. Bunun yanında Hamaney,
devrim ateşini ve sevincini taşıdığı ilk günlerde
aynı zamanda Muhammed İkbal’e de hayran
görünür değildi ve devrim aşkı ve şevki
olduğunu söylüyor. Ama İkbal’in öğretisinden ve
ile beraber ilerliyordu. Maalesef toplumda,
dünya görüşünden hiç de bir şey almamıştır.
Hamaney’in uygunsuz davranışları için teorik
Eğer Hamaney Batı ve Doğu felsefesini İkbal’in algıladığı gibi algılasaydı, ülkemizin kaderi farklı şekillenirdi. Fakat ne yazık ki, durum hiç de böyle değildir. Hamaney’in algıladığı İslam ve Hamaney’in gördüğü dünya, tamamen Seyyid Kutub’un fikirlerinin ürünü
destek sağlayan (Dr. Davari, Misbah Yezdi gibi) bazı filozoflar da vardı. Fakat tedricen, bölünmeler ve çatlaklar ortaya çıktı ve İran halkı, özelllikle gençler ve eğitimli insanlar bu dünya görüşünün bizi bir yere götürmeyeceğini algıladılar.
ve benzeri konumundadır. Hamaney, tasavvuf
Eminim ki Hamaney, ne liberalizmi ne de
hakkında da çok az bilgiye sahiptir. O, dünyayı
Marksizmi tam doğru bir şekilde anlayabilmiştir.
mutasavvıfların gördüğü gibi görmüyor ve
Ne Batı felsefesini ne de Doğu felsefesini
mutasavvıfların peygamberle paylaştıkları ruhsal
bilmektedir. Birisinin bunları bilip-bilmemesi çok
yakınlığı paylaşmıyor. Ve maalesef o, velayeti
da önemli değildir. Doğu’da ve Batı’da bu tür
fakih makamını elinde bulundurmak istediğinden
şeyleri bilmeyen çok lider vardır. Ama bilmeyen
dolayı, fakihlerin temel özeliklerini üstlenmiş
biri eğer, bunlar hakkında gelişigüzel yargılarda
durumdadır ve fıkıhtan, sadece zevahiri
bulunup fikir beyan ediyorsa, kendi peşinden
kurtarmak için bölük-pörçük kısımlar almıştır.
bir ülkeyi sürüklüyorsa, muhaliflerine işkence
Bütün bunlar, bize şunu anlatmaktadır ki eğer Hamaney’in yeteri kadar gücü olsa (şimdiye kadar buna sahip olmuştur) o evvela, bütün dünya ile bizi kavgalı hale getirmek isteyecektir. Zaten çoktan bunu büyük oranda başarmıştır. İkinci olarak, İran’da İslam’ın yüzeysel olarak anlaşılmasını ve uygulamasını yerleştirecektir. Bunu da büyük oranda çoktan başarmıştır. Üçüncü olarak, Safevi dönemine ilişkin tarih anlayışı yüzünden, elit bir insan grubu ile etrafı çevrili bir temel üzerinde İran’ı yönetmesi gerektiğine inanıyor. Ve Hamaney bu elit insanları bir araya getirmiştir. Bu grubun bir kısım üyesi hatip/ konuşmacıdır ve az bilgiye sahip bu insanlar (Rahimpur Azkadi, Haddad Adil, Sadıki Reşad ve Haeri Şirazi gibi) Hamaney’in şakşakçıları konumundadırlar. Bunlar tam da Hamaney’in ihtiyacı olan insanlardır. Ve onlara gönül rahatlığıyla güvenebilir. Bu grubun diğer üyeleri ise zorbalığın, kas gücünün temsilcileridir. Bununla “Besic” üyelerini, sivil milis güçlerini ve Devrim Muhafızlarını kastediyorum. Bu insanlar, aydınları (yani kendi görüş açılarına göre “sorun çıkaranları”) susturmaya ve baskı altına almaya çalışmaktadırlar.
edip bilim adamlarını kovuşturuyorsa, akabinde “neden bir ülke yıllardır bu çarpık beyanların ve algının sonuçlarına maruz kalmak zorunda” diye ciddi bir itiraz elbette ortaya çıkacaktır. Dinin Siyasete Reel ve Meşru Müdahalesi SORU: Diğer sorum; dinin, genel olarak da İslam’ın siyasete, hükümete ve devlete müdahalesi hakkındadır. 1990’larda siz, demokratik dini devlet fikrini ortaya attınız. Liderlere son mektubunuzda, dini aşan bir devletten bahsettiniz. Muhacerani, Kediver, Bazergan ve Genci beyefendilerle beraber yapmış olduğunuz müşterek beyanatta sizler, adil olmayan, mutlak “velayet”e karşı çıktınız. Nasıl bir devlet öngörüyorsunuz? Dini mi yoksa dini aşan bir devlet mi? Amerika’nın anladığı gibi seküler bir devlet mi yoksa Fransa’nın anladığı gibi laik bir devlet mi? Sizin felsefi sekülerizmi eleştirdiğinizi biliyoruz. Fakat siz, ne ölçüde siyasi ve sosyolojik sekülerizmi benimsiyorsunuz? CEVAP: Kanımca, siyasete müdahale edebilen din anlayışında iki şekil mevcuttur: Reel müdahale ve yasal müdahale. Reel müdahalenin kaçınılmaz olduğuna inanıyorum. Yani, din
Hamaney’in benimsediği bu metot, tamamen onun düşünce ve algı dünyasının ürünüdür.
daima dünyanın her yerinde siyasete müdahale etmiştir ve etmektedir. Reel müdahale şu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
125
anlama gelir ki eğer din, kelimenin gerçek
siyasi sekülerizmden bahsediyorum. Bence
ve doğal anlamı içerisinde, toplumun içinde
siyasi sekülerizim iyi bir şeydir. Yani modern
mevcutsa, kaçınılmaz olarak siyasette de rol
dünya bize, bu reel bağlantıyı resmen kabul
oynayacaktır. Başka bir deyişle, insanları belli bir
etmemiz gerektiğini ve özgürce işlemesi için
yöne yöneltecek, akıllarına belli fikirler sokacak
ona olanak sağlamamız gerektiğini göstermiştir.
ve belli şeyleri yapmalarını sağlayacaktır.
Aslında onu kabul etmekten başka bir
Bence, dinin özel bir alana ait olduğu fikri, yanlış ve saçmadır. Elbette inanç ve iman kalpte yer alır ve kimse bunları bilemez. Fakat inanç üstüne inşa edilen din, yani toplumda kökleşmiş olan, kitapların konusu haline gelen, etrafında tesis edilmiş kurumları olan ve inanları bir araya getiren din fikri, artık özel bir mesele olamaz. Tamamen sosyal bir olgudur ve kendi sosyal etkilerini gösterecektir.
seçeneğimiz de yok. Ancak meşru bağlantıyı koparırsak, en hayırlı hareket bu olacaktır. Başka bir deyişle dini çoğulculuk temelinde ilerlemeli, bütün vatandaşlara siyasette eşit fırsatlar vermeli ve yasama konusunda bütün dinlerden faydalanmalıyız. Fakat dini aşan bir devletten bahsettiğim zaman, şunu demek istiyorum ki bizler, dinden daha geniş ve daha kapsamlı bir kimlik ve damar bulmalıyız ve devleti ona göre idare etmeliyiz. Bence bu daha
Günümüzde dünya üzerindeki dini kavgalara bir bakın! Bunlar özel bir meseleden mi kaynaklanıyor? Eğer din özel bir mesele ise, hiçbir şey şu anda olduğu gibi olmazdı. Şimdi, biri din adına başka birini öldürüyor. Başka biri, din adına cami inşa ediyor. Başka biri, din adına hayırseverlik hareketi başlatıyor. İnsanlar dini fikirlerine bağlı olarak birbirine dost ya da düşman oluyorlar. Bunlar dinin sosyal etkileridir ki, aynı zamanda siyasete de mutlak manada etkileri vardır. Bu yüzden, dinin siyasetle ilişkisi ve bağlantısı vardır. Bu hep böyle olmuştur ve hep böyle olacaktır.
kapsamlı damar ise ahlaktır. Şunu da belirtmeliyim ki meşru bağlantı, değişmez bir bağlantı değildir. Eğer bir toplumda, din çok güçlü olursa ve meseleleri tekelleştirmeye meylederse bu, meşru bir bağlantının olmayışını aşındırır durur. Seküler ya da seküler olmama durumu mutlak şeyler değildir. Az ya da çok seyreltilik gösterebilirler. İngiltere sekülerdir ve resmi bir dini yoktur. Aynı zamanda kraliçe kilisenin başıdır ve o, gerektiğinde Hristiyanlığın savunucusu olabilmektedir.
Son günlerde haberlerde çıkan İsviçre’deki
Teokrasi Sonrası (Post Teokratik) Bir
minareler hakkındaki tartışmalar, dinin ne kadar
Devlet, Fıkhı Aşan Ahlaki Bir Devlettir
sosyal bir olgu olduğunu gösteren örneklerdir. Kavganın sebebi, dinin sosyal yönünden kaynaklanmaktadır. Demek istiyorum ki, dinin duadan, oruçtan müteşekkil olduğuna inanan insanlar bile dinin sosyal bir olgu olduğuna inanırlar. Çünkü dua etmek için insanların birer sosyal tesisler olan camiye ya da kiliseye ihtiyaçları vardır. George W. Bush kiliseye gidenlerin oylarını almıs, bu şekilde başkan seçilmiştir. İşte bu yüzden ben, din ve siyaset arasında kaçınılmaz bir ilişki vardır diyorum. Fakat din ve siyaset arasındaki meşru bağlantı farklı bir meseledir. Burada sorun, bizim dine kanun yapma ve yasama konusunda öncelik verip vermeyeceğimiz sorunudur. Din, devletin yasama organında temel alınmalı mı alınmamalı mı? Bunlar din ve devlet arasındaki meşru bağlantıya karar verecek sorulardır. İşte burada
126
SORU: Diğer sorum dini entelektüalizm ve geleneksel fıkıh hakkında. Geleneksel İslam anlayışını ve ulemayı eleştiriyorsunuz. Aynı zamanda sizin Ayetullah Muntezeri ve son zamanlarda Kediver gibi ulema ile iyi ilişkileriniz var. Birbirinizi eleştiriyorsunuz, ama arkadaşsınız. Dini entelektüalizm ve fıkıh arasındaki ilişki nedir ve ahlak, şeriatın ve kanunların yerini alabilir mi? CEVAP: Pek çok ulema dostum var. Çok iyi insanlardır. Onlarla hiç bir sorunum yok. Ulemalık diğer meslekler gibi, bünyesinde iyi, samimi insanlar ve aynı zamanda kötü niyetli insanlar da barındırıyor. Bu bakımdan ulema ve doktorlar, marangozlar, mühendisler arasında fark görmüyorum. Bunların hepsi birer meslek ve onların kendi çıkarları vardır. Fakat
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ulemalık önemli bir noktada, diğer meslek
kalkışmayın. Bu sadece size zarar vermez, aynı
gruplarından farklıdır. Ulema din adlı bir ürün
zamanda dine ve ülkenize de zarar verir.
satar ki bu, dini bir toplumda çok önemli bir şeydir. Şimdi eğer meslekler, kusurlu ürünler satarlarsa insanlar hala hayattayken onun kusurlu olduğunu anlayacaklardır. Eğer bir doktor ehil değilse, birkaç hastaya baktıktan ve yanlış tedavi uyguladıktan sonra insanlar ondan uzak duracaktır. Aksini düşünürsek, eğer bir doktor ehilse insanlar hastalandıklarında akın akın ona gideceklerdir. Aynı şey diğer meslekler için de geçerlidir. Yani onların performansları tecrübe yoluyla test edilebilir. Fakat ulema örneğinde, eğer sattıkları din yorumları kusurlu ise, bunu anlamak insanlar için zor olacaktır. Ulema “şunu, bunu yapın işte o zaman mutluluğa erişirsiniz” der. Fakat onların dediklerinin doğru ya da yanlış olduğunu kıyamet gününe kadar bilemezsiniz. Bu bakımdan, ulema ve diğer meslekler arasında büyük bir fark vardır. İşte bu nedenle şunu diyorum ki, yaptıkları işin içeriği yüzünden ulema, maaş almamalıdır. Onların geçimi din olmamalıdır. Çünkü sattıkları şey kesin, belirgin bir şey değildir.
Fıkıh hakkında görüşüme gelince, yazılarım fıkıh konusu hakkında açıklamalarla doludur. Bir noktada fıkhı oldukça övmüştüm. İnsanlarımızın ve ulemamızın sahip olduğu fıkıh-odaklı zihniyet, onları kanunlara saygılı olmaya yaklaştırıyor. Küçük bir mesele olmaktan öte bu, demokrasi için faydalı olan çok değerli bir özeliktir. Fakat önemli nokta şudur ki, fıkıh, görev-odaklı bir agrega1dır. Tamamen görev-odaklı olmak bizi, haklar için endişelenmekten uzaklaştırır. Bu, üzerinde çok durduğum bir dikotomidir: Yani haklara karşı görevler dikotomisi. Ve bu temel üzerine açıkladım ki, modern dünya hak-odaklı bir dünyadır; oysaki geleneksel dünya, görevodaklı bir dünyadır. Bu dikotomide pek çok hususlar görebiliyorum. Fıkıh kanun-odaklıdır, fakat onun alakadar olduğu kanunlar, haklara değil görevlere odaklanır. İçerisinde hiç haklara dair işaret yoktur demek istemiyorum, fakat miktarı çok azdır. Bizler fıkhı daha iyi hale getirmek için, bunun içine hak-odaklı ilkeler katmak zorundayız. İşte bu anlamda, fıkıhın ciddi bir eksikliği vardır.
İkinci husus şudur ki, eğer bu ulema, bu temel üzerine iktidar elde ederse büyük bir zarara sebebiyet verecektir. Çünkü siyasette de insanlara “yaptığımız ve söylediklerimiz Allah’tan gelmektedir, bu yüzden bunları sorgusuz sualsiz kabul edin” diyeceklerdir. Başka bir deyişle, siyasette de ulema, tecrübe yoluyla test edilmeye istekli değildir. Örneğin cezai kanunların uygulanması, istenen etkiden farklı bir etkiye sahip olursa, ulema halihazırda onları terk etmeye istekli olmayacaktır. Bu nedenle, eğer ulema iktidara gelirse, iyilikten çok zararı dokunacaktır.
Fakat fıkhın ikinci eksikliği şu ki, dinin ahlak ve fıkıhtan oluşan bir agrega olduğunu akılda tutalım, tek basına fıkha dayanmak ve ahlakı göz ardı etmek çok zararlıdır. Bence devrimden sonra İran’daki ciddi kusurlardan biri, feci şekilde yerle bir edilen ahlak olmuştur. Normalde, toplum içinde pek çok şey ahlakı yıkar; mesela bencillik ve açgözlülük. Fakat bizler, onun fıkıh tarafından da yıkılmasına müsaade etmemeliyiz. Ama maalesef bugün olan işte budur. Ahlak dışı hareketlerin bütünü, toplumumuzda fıkıh adına ve fıkha uygun olarak işlenmektedir. Bu durdurulmalıdır.
Elbette, ferdi olarak alimler özgür ve adil seçimlerde yer alabilirler. Ve rakiplerine karşı kazanabilirler. Fakat onlara mutlak imtiyaz
Ahlaki bir dine inanıyorum ve bence dinin dükkanından alabileceğiniz en iyi ürün ahlaktır.
vermek tatsız sonuçlara neden olabilir.
Peygamber, “Ben güzel ahlakı tamamlamaya
Yazılarımda tekrar tekrar onlara söyledim:
geldim” dememiştir.
Ulema! Şimdi, gücün, iktidarın dizginlerini elinizde tutuyorsunuz, iktidar ve güç ipliğiyle mantığınızdaki delikleri yamamaya kalkışmayın. Yani muhataplarınızı ikna etmede başarısız olursanız, onları susturmak için güç kullanmaya
geldim” demiştir; “Ben fıkhı tamamlamaya
Fıkıh-odaklı agregada, ahlak benzeri görülmemiş şekilde ayaklar altına alınmaktatır. Ahlaka Agrega: Benzer olmayan maddelerden oluşmuş bütün,
1
katışmaç - TDK
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
127
layık olduğu değer verilmelidir ve adilane
aydın ya da yenilikçi bir dindar düşünür olarak
davranılmalıdr. Teokrasi sonrası devletten
tanımlıyorsunuz. Günümüz dünyasında din
kastım işte budur, yani ahlaki bir devlet. Demek
hakkında yeni neler söyleyebilirisiniz? Dindar
istediğim, fıkha dayandığından daha çok ahlaka
kelimesine neden çok fazla vurgu yapıyorsunuz?
dayanan bir devlet anlayışıdır. Meselenin
Hem geleneksel Müslümanlar hem de Müslüman
özü, bugün İran’da dini bir devletten
olmayanlar tarafından eleştirildiğiniz için bunu
bahsettiklerinde, onlar ”fıkıh-temelli bir
sormak ihtiyacı duyuyorum.
devlet”i kastediyorlar ve başka bir şekilde anlaşılmıyor. Bu yüzden ben “dini aşan bir devletten” bahsettiğimde, “fıkhı aşan bir devleti” kastediyorum. Ve “fıkhı aşmaktan” kastım,
CEVAP: Sorunuzu 2 kısımda cevaplandıracağım: Birincisi, neden “dini entelektüalizm” kavramını kullanıyorum; ikincisi, din konusunda yeni
“ahlaki” olmaktır.
olarak ne söylüyorum?
İran toplumunda, din ahlakın kaynağı ve deposu
Ben, dindar aydının meşru ve kabul edilebilir
olarak takdim edilmelidir; yani layıkıyla değer biçilmiş ve layıkıyla temiz hale getirilmiş bir ahlak, eski psikoloji üzerine temel alınmış, çelişki yumağı olmuş ve bazen de kürsüden vaaz edilen ahlak değil. Bence dinin ahlaki yönü güçlendirilmeli ve insanlar dinin etik yönünden faydalanmalıdır. Eğer bu gerçekleşirse her şey
bir kavram olduğu görüşündeyim. Daha önce başka yerlerde söylediğim gibi, eğer biz dindar olmayan aydınlara sahip olabiliyorsak, pekala dindar aydınlara da sahip olabilmeliyiz. Daha açık ifade edecek olursak, ne dinin olmayışı, dini olmayan entelektüalizmi meydana getirir; ne de dinin oluşu, dini entelektüalizmi meydana getirir
bizim için olumlu yönde gelişecektir.
diyebiliriz.
SORU: ABD’de yayımlanan Foreign Policy (Dış
Dini entelektüalizm dindar insanların,
Politika) adlı dergide en etkili 100 düşünürden biri seçildiniz. Siz, Dr. Zehra Rahnavard ve Bayan Şirin Ebadi ile beraber 2009’un zirvedeki 3 İranlı temsilcisinden birisiniz. Bu, İran adına uluslararası alanda prestij getirdiğiniz ilk örnek değil. Bu sıralama hakkında neler
yani düşünce üretmek isteyen insanların entelektüalizmidir. Ben entelektüalizmin bir tür fikir üretme ve mantıklı düşünme biçimi olduğunu ve bu mantıklı düşünmenin de tenkitçi/eleştirel bir şekilde olduğunu düşünüyorum. Yazılarımda, entelektüalizm
hissediyorsunuz?
için bir dizi tanımlayıcı özellik sıraladım.
CEVAP: Neredeyse hiçbir şey hissetmedim
Ben şuna inanıyorum ki eğer dindar bir insan,
desem inanır mısınız? Elbette hiçbir şey ifade
aynı zamanda bir düşünür ise ve eğer bir
Bunlardan en önemlisi eleştirel düşüncedir.
etmediğini söylemek istemiyorum. Benden
düşünür olarak kapasitesi oranında eleştirel
daha üstte, fakat eserleri, çalışmaları çok fazla
olmaya özel bir önem verme gayretindeyse ve
tanınmayan insanların olduğunu biliyorum.
eleştirel olmanın metotlarıyla ve teknikleriyle
Bu yüzden, listeyi yapanlar açıkçası bireylerin
tanışık ise o birey, layıkıyla dindar aydın olarak
şöhretini baz alarak karar vermiş ve bu şekilde
tanımlanabilir. Benzer şekilde, dindar olmayan
hareket etmişler diyebiliriz. Fakat bendeniz ve
biri, aynı zamanda bir düşünür ise ve eğer
Bayan Rahnavard ve Ebadi gibi arkadaşlarım,
bir düşünür olarak eleştirelliği benimsiyorsa
sizin de dile getirdiğiniz gibi İran’a prestij
o insan, dindar olmayan aydın olarak
getirdiysek bundan elbette mutluluk duyarız.
tanımlanabilir.
Fakat gerçekten de bu liste hakkında söyleyecek çok da bir şeyim yok.
Entelektüalizmin, modernizmin ürünü olduğu
Dindar ve Dindar Olmayan Aydınlar
modernizmden anladığım, onun en önemli
söylenir ve bu iddia doğrudur. Fakat benim
SORU: Diğer sorum, bir kavram olarak ve ayırt edici bir nitelik olarak “dini entelektüalizm” hakkında olacak. Siz kendinizi dindar bir
128
tanımlayıcı özelliklerinden ve unsurlarından birinin “ikinci derece bakış açısı (second order perspective)”na sahip olmuş olmasıdır. Modern
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
dünyada meta-felsefe2, ahlak bilimi, dinsel
farklı bir bakış açısıyla ele alırlar. Bu nedenle
teori ve epistemoloji3 kapsamına giren her şey
bizler hem dindar aydınlara, hem de dindar
neredeyse eski dünyada var olmayan “ikinci
olmayan aydınlara sahip olabiliriz. Bu kavramı
derece bakış açısı” içerir. Modern cağın
kullanmada en ufak bir sakınca görmüyorum ve
özelliklerinden biri de bu üstün bakış açısıdır.
inanıyorum ki dindar olmayan aydınlara sahip
Yani başka bir deyişle Kant’ın felsefesinde
olabildiğimiz gibi dindar aydınlara da sahip
“deneyüstü (transandantal)” olarak adlandırılan
olabiliriz.
bakış açısı. Bazı insanlar bunu, “deneyüstü” olarak çevirse de ben, “ikinci derece bakış açısı” olarak çevirmeyi uygun görüyorum. Kant’ın felsefesi temelde “ikinci derece felsefe”dir. Baska bir deyişle o, metafizik değildir. Yani onun felsefesi, modern dünya öncesindeki felsefe algısına benzer felsefe değildir. Meta-felsefedir. Bu nedenle, “eleştirel felsefe”4 adıyla bilinir. Biz, bir dizi eleştirel bilgi alanına sahibiz. Bu da Kant’ın eleştirel felsefesine benzer bir şeydir. Aynı şey din alanında da meydana gelmiştir. Dinin psikolojik, sosyal ve felsefi kritiği gibi fikirlerin hepsi modern çağa aittir. Onların hepsi, etki itibariyle modernitenin ürünleridir. Bu temel üzerinden, entelektüel çalışmalar -genel anlam itibariyle- ikinci derece aktivitelerdir. Yazılarımdan birinde aydınları, “sırlara vakıf” insanlar olarak tanımlamıştım. Yani onlar sorunları “birinci derece düşünürler”den Meta-Felsefe: Felsefenin konusunun, metotlarının ve
2
amaçlarının felsefesidir. Yani felsefenin felsefesidir. http://tr.wikipedia.org
SORU: Fakat bazı insanlar bu dini entelektüalizmin bir kavram kargaşasından başka bir şey olmadığını iddia ediyorlar. CEVAP: Bence bunu iddia edenler dar görüşlülüklerinden, cehaletlerinden ve bazen de düşmanlıklarından dolayı böyle yapıyorlar. Söylediklerim bir kavram kargaşası olmaktan öte, tamamen ahenkli ve uyumludur. İkinci olarak, bizler akıldan yola çıkarak dış dünyaya varamayız. Yapılması gereken, dış dünyadan yola çıkarak akla ulaşmaktır. Etrafımıza bakmak ve dindar aydınların var olup olmadığını görmek zorundayız. Eğer varlarsa o zaman, böyle bir şeyin var olabileceği ve bunun bir kavram kargaşası olmadığı açıklık kazanır. “Süt ve Şeker” adlı makalemde, birisinin çıkıp zihin dünyasında, sütün süt ve şekerin de şeker olduğunu söyleyebileceğini belirtmiştim. Süt, şeker olamaz ve şeker de süt olamaz. Bu iki şey tamamen farklıdır. Fakat bu insanın, dış dünyaya bir bakmasına ve sütle şekerin karışıp karışmayacağını görmesine müsaade
Epistemoloji: Bilginin doğası, kapsamı ve kaynağı
edin. Eğer biz entelektüalizmin bir şey, dinin de
ile ilgilenen felsefe dalıdır. Bilgi felsefesi olarak da
başka bir şey olduğunu, hem aklımızda hem de
3
adlandırılmaktadır. Eleştirel felsefe (kritik felsefe): Kant, zihnimizin bilgi
4
edinmek için giriştiği çabayı; deneylerimizin nereden geldiğini; neleri bilmemizin mümkün olduğunu temel
hayal dünyamızda bu iki şeyin karışmayacağını söyleyerek başlarsak, onlar muhtemelen dış dünyada da karışmazlar. Bence bu tür iddialar,
problemler olarak ele almıştır. Bundan ötürü, Kant
dış dünyaya bakarak yapılmamış bir illüzyon,
felsefesi, önce bilginin incelenmesiyle ve eleştirilmesiyle
öznelcilik (sübjektivizm) ve idealizm çeşididir.
başlar; amacı, bilme gücümüzün incelenmesi, irdelenmesi ve eleştirilmesidir. Kant’ın felsefesine
“Kendi adıma ne tür bir yeni fikre sahibim?”
«eleştirici» (kritik) felsefe denmesi, bundan ötürüdür.
sorusuna gelelim. Bence asıl önemli nokta da
Ayrıca, Kant, insan aklının kendisi ile dış dünya arasındaki ilişkiler üzerinde düşünmesine “deneyüstü” düşünme der. Transandantal bilgi «nesnelerle değil, bu nesneleri biliş tarzlarımızla ilintili» olan bilgidir. Yani
burasıdır. Bu soruya cevap vermek benim için hiç de kolay değil. Bunu cevaplamak, kendimi övmek anlamına geleceğinden benim için her
bilgi teorisidir. Kant felsefesinin amacı, bu bilgiyi ortaya
zaman zor olmuştur. Önerebileceğim şey şudur
koymaktır. Bundan ötürü Kant’ın felsefesine «deneyüstü
ki, ben bir dizi dikotomi5 (ikili karşıtlık) tespit
felsefe» de denir. Görüldüğü gibi, Kant, felsefesine
ettim. “Din” ve “dini bilgi” arasında ayırım
temel olarak bilgi teorisini almakta, «bilginin nasıl ortaya çıktığını, sınırının ve değerinin ne olduğunu» araştırmaktadır. http://dusundurensozler.blogspot.com
Dikotomi: Birbirinin zıttı olan ancak biri olmadan
5
diğerinin anlam ifade etmeyeceği şeyleri anlatan sosyal ve siyasal bilim terimi. Gece ve gündüz zıttır. İşte bu zıtlık birbirine anlam kazandırır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
129
yaptım. “Minimalist6 din” ve “maksimalist din”
bilimi, felsefe, sosyoloji gibi sosyal bilimleri
ayrımını belirledim. Epistemolojideki “neden” ve
kovuşturmakla hayli meşgul gibi görüntü
“sebep” meselesine özel bir anlam yükledim. Ve
sergiliyor. İran’da ve ABD’de sosyal bilimler
aynı zamanda “kimlik olarak İslam” ve “hakikat
konularında dersler vermiş biri olarak, bugün
olarak İslam” arasındaki ayrımı da ortaya
İran’daki sosyal bilimlerin konumunu nasıl
koydum. Bunun yanı sıra “görev merkezli”
değerlendiriyorsunuz? İran İslam Cumhuriyeti
insanlar ve dönemler ile “hakikat merkezli”
liderlerinin basiretsizlikleri ışığında nereye yol
insanlar ve dönemler arasındaki farklılığı ortaya
alıyoruz?
koymaya çalıştım. Prensip olarak, azami ilgi ve alaka ile kendimi bu ayrımları belirlemeye
CEVAP: Bu hazin ve trajik bir konudur. 30 yıldır
adadım diyebilirim.
bu sorunla karşı karşıyayım ve aynı zamanda
Bahsettiğim bütün bu dikotomiler, uzun süreli
hakkında düşünüp duruyorum. Ve şimdi bütün
tefekkürün ve bilhassa insanları aldatan pek
bunlara ek olarak, acı çekiyor ve bu sorundan
çok safsata denebilecek görüşlerin inceden
dolayı gözyaşı döküyorum. Bence, devrimden
inceye tetkikinin ürünleridir. Ben bütün bu
sonraki yıllarda sosyal bilimler İran’ın en büyük
safsatalardan kendimizi kurtarabileceğimiz bir
ve en kanlı kurbanı olmuştur. Hamaney’in,
yol bulmak istedim. İşte bu temel üzerinde, bu
ev hanımlarına seslendiği bir konuşmasında,
dikotomilere ulaştım ve inanıyorum ki aydınlatıcı
Kur’an’dan sosyal bilimlerin prensiplerini
olacaklardır.
çıkaralım dediğini duyduğumda bu beni kahretti.
30 yıldır bu meseleyi yazıyorum ve bu mesele
Din ve dini bilgi arasındaki farkı açıklama yoluyla, ben sunu söyleyebilirim ki, bizler bir yanda dine sahibiz, diğer yanda dini bilgiye sahibiz. Müminler, bu dinin komple ve yanılgılardan uzak bir din olduğuna inanırlar. Fakat dini bilgi yanılabilir. O, değişken özelliktedir ve gelişmeye müsaittir. Bu, dinin
Hamaney’in sosyal bilimlerden anlamadığını zaten biliyordum. Ama Kur’an bilgisinden de yoksun olduğunu yeni öğrendim. Şunu anladım ki İran, adaletsizliğine ek olarak, cehaletini de ulusa zorla kabul ettiren bir lidere sahiptir. O, en küçük düşünce kırıntısı bile içermeyen beyanatlarda bulunup durmaktadır.
yorumlanması meselesinde formüle ettiğim
Ben biliyorum ki Hamaney teoloji ve felsefe
pek çok kavramların ve fikirlerin başlangıç
alanında pek bilgili biri değildir. Hakkında
noktası olmuştur. Ben, bir çeşit epistemolojik
bilgisi olabilecek sosyal bilimler, sadece
ve sosyolojik yorum bilim ortaya koydum.
edebiyat ve tarihten ibarettir. Fakat tarih
Dinin farklı yönlerde yorumlanabileceği ve çeşit
alanında bile eksikleri vardır, yani tarih felsefesi
çeşit okumalara sahip olabileceğini gösterdim.
öğrenimi bile görmemiş ve o konuda hiçbir
Bu şekilde, dini bilgi aracılığıyla insanlara ait
şey bilmemektedir. İnsanın kanını donduran
bilgi alanlarına ve din arasındaki ilişkiye dikkat
böylesi ağır beyanatlarda bulunmasını sağlayan
çekmek istedim.
işte bu cehalettir. Kur’an’dan sosyal bilimlerin
Dikkat çekmek istediğim bir diğer farklılık ise “fıkha göre yönetim” ve “bilime göre yönetim” arasındaki farklılıktır.
ilkeleri çıkarılmalı diyor ve Haddad Adil, Keçuyan ve benzerleri onun beyanatlarını övmeyi ve desteklemeyi kendilerine meslek edinmişlerdir. Bu şakşakçıların sayısı hızla
Bu dikotomiler sayesinde, ben hem teorik hem de pratik sorunları çözmeye çalıştım. İnşallah bir bakıma da olsa başarılı olmuşumdur.
artmaktadır ve şimdi, Kültürel Devrim Yüksek Şurası’nda 30’dan fazla böylesi insan vardır. Onlar bu beyanatları, cehaletlerinden ya da gizli gündemlerinden dolayı destekliyorlar
Sosyal Bilimler: En Kanlı Kurban
ve liderlerini neşeye boğuyorlar. Ama maalesef
SORU: Bugünkü İran’ın durumuna geri dönelim.
çıkan sıkıntıya katlanmak zorunda kalan İran
İran İslam Cumhuriyeti mahkemeleri, siyaset Minimalist: En azı içeren / maksimalist: En çoğu
6
içeren
130
sosyal bilimlerin geri kalmışlığına ve ortaya ulusu oluyor. İran İslam Cumhuriyeti liderinin “veli-yi fakih”
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olduğu ve “velayet-i fakih” teorisi temeline göre
yapılmış büyük gelişmelerin farkında olan
onun sadece fıkıh ve siyaset meselelerinde
ve aynı zamanda bu konularda
yorum yapma, fetva ve hükümler yayımlama
yöneltilen eleştirilere vakıf olan insanlar.
hakkına sahip olduğu gerçeği anlaşılmayacak
Başka bir deyişle, sosyal bilimlerle tanışık olan
kadar zor bir nokta mıdır? Onun, sosyal
insanlar yani daha önce bahsettiğimiz “ikinci
bilimlerde hükümler bildirme hakkı yoktur.
derecede bakış açısı”na sahip insanlar. Diğer
Hamaney’in ya da o görevi dolduran herhangi
mesele şudur ki, böyle bir çalışma aslında şimdi
birinin, şu ya da bu felsefi teorinin doğruluğunu
yerine getiriliyor. Demek istediğim,
ya da yanlışlığını söylemeye hakkı yoktur.
sosyal bilimlerin yanı sıra “bilim felsefesi” genel
Örneğin, O bundan böyle, “varlığın aslı
başlığı altında toplanan bilgi alanları da vardır.
(asalet-i vücut)”na bağlı kalmalıyız, “özün
Onların görevi sosyal bilimlere değer biçmek ve
aslı (asalet-i mahiyet)”nı terk etmeliyiz ya
eleştirmektir. Bu alanlar (metotlarından ve görüş
da bu böyle olmalı, şu şöyle olmalı diyemez.
açılarından tutun da ilkeleri ve teorilerine kadar
Bu, ne onun uzmanlık alanına girer, ne de yargı
değişiklikler gösterir), sosyal bilimleri mercek
yetkisine girer. Bu türden cahilce ve uygunsuz
altına koymuş ve onlara değer biçip onları
beyanatların, ülkemizdeki bilgili insanları ve yeni
eleştirmiştir. Eğer Hamaney bu şeyler hakkında
şeyler öğrenme yolundakileri nasıl etkileyeceğini
muntazam bilgiye sahip olsaydı ve onun
sadece Allah bilir.
danışmanları ona layıkıyla yardım etselerdi,
Buna göre, sosyal bilimler ilkelerinin Kur’an’dan çıkarılacağının söylenmesi, tıp alanındaki ilkelerin ya da matematik, kimya, fizik, astronomi ve jeoloji ilkelerinin de Kur’an’dan elde edilmesi gerektiğini söylemekten farksızdır (ve ben biliyorum ki pek çok insan bunu böyle yapma arzusu gütmektedir). Bu beyanatlar arasında hiç bir fark yoktur. Onların hepsi aynı derecede tuhaf ve cahilcedir. Onlar, bu bilimlerin bir dizi ahlaki emir olduğunu ya da
o, İran’da sosyal bilimlerin güçlendirilmesi gerektiğini bilirdi. Bu, yerine getirilmesi gereken güzel bir temennidir. Son 30 yıldır, canla başla bu gayeye ulaşmak için çabaladım. Devrim sonrası ilk yıllarda, İran üniversitelerinde sosyal bilimler felsefesi ve doğa bilimleri felsefesi dersleri verdim. Tarih felsefesi hakkında sayısız konferanslar verdim. Söylemekten mutluluk duyuyorum ki, bu fikirlere aşina olan bir öğrenci nesline hocalık yaptım.
felsefi düşünce ile aynı düzeyde olduğunu
Sosyal bilimler meselesi ve sosyal bilimler
düşünüyorlar. Onların deneysel (ampirik)
felsefesi akademisyenler tarafından icra
boyutlarına hiç dikkat etmiyorlar. Yine de onlar,
edilmelidir. Bilim, gizemli şekilde, gizli bir
sosyal bilimlerin deneysel alanlar olmadıgını,
köşede dikilip, daha sonra insanlara giydirilecek
onun iletilen/aktarılan alanlar olduğunu
bir cüppe değildir. Üniversitelerimiz, dikişin
düşünüyorlar. Hatırlıyorum da bir keresinde
yapıldığı yerlerdir. Akademisyenlerimiz,
Ayetullah Cevadi Amuli, nasıl gemi yapılacağını
korkusuzca bilimlerini üretebilmeli ve kritik
Kur’an’ın Nuh hakkındaki kıssasından almamız
edebilmelidirler. Eleştiri, bilimleri daha sağlıklı
gerektiğini ya da tarımla ilgili yapılması
ve daha düzgün bir hale getirir. Bizler, Batı’dan
gerekenleri şu veya bu kıssalardan elde
geldi ve Batı hayranı oluruz diye sosyal bilimleri
etmemiz gerektiğini söylemişti. Bu, bir zamanlar
almayı reddedemeyiz. Öğrenme ve düşünme,
Hz. Meryem’in tecrübelerinden yola çıkarak
herhangi bir topluluğa, döneme ve nesle ait olan
matematikle ilgili bilgiler elde etmeye çalışan
bir nimet değildir. Allah’ın bütün kulları düşünce
İngiliz rahibin çabalarına benzemektedir. Sizin
üretebilir. Eğer üniversitelerimizin kapılarını
sorunuza cevap olacağına inandığım birinci
açarsak, eğer korkudan ve tehditten muaf bir
nokta budur ve en büyük sıkıntı buradan
ortamı profesörlerimiz için oluşturabilirsek, o
kaynaklanmaktadır.
zaman, biz bu bilimlere katkıda bulunabiliriz.
Fakat apaçık ortada olan ikinci nokta, yalnızca
Son bir kaç asırdır, sosyal bilimler alanında
sosyal bilimlerde uzman olan insanların bu
insanlık tarafından yapılmış kazanımları
konularda bir şeyler söylemeye yetki
reddetmek, gerçekten küstah ve saygısızca
sahibi olduklarıdır. Yani bu alanlarda
bir davranıştır ve bu küstahlık da yalnız cahil
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
131
insanların sahip olabileceği bir özelliktir. Benim önerim şudur ki, sosyal bilimle uğraşan bilim adamları bu alanları özgürce öğretebilmeli ve sosyal bilimler filozofları bu alanların eleştirel felsefesini yine özgürce öğretebilmelidir. Onlar, bu işe girişirlerken dindar teorisyenlerden de faydalanabilmeli ve Kur’an’ı, kıssaları, tarihi ve hadisleri de kaynak olarak kullanabilmelidirler. Sorunuza cevaben bahsedeceğim bir diğer mesele şu: Neden bu beyler son zamanlarda sosyal bilimleri aniden düşünür oldular? Devrimden bu yana 30 yıl geçti ve ulema, 30 yıldır (hayır 100’lerce yıl diyelim) Kur’an’ı inceliyor ve ondan teoriler çıkarıyor. Şimdiye kadar bunu yapmaktan ulemayı kimse engelledi mi? Bugün, bu nedenle mi onlara Kur’an’dan bilimsel ilkeler çıkarmaları tavsiye ediliyor? İnsanların dini katkılarından ve hükümete ait olan ya da olmayan kaynaklardan istifade
için bir araya gelecek bir grup insanın, kaşlarını çatıp kendilerini teori üretmek için zorlamalarını düşünmek, bir grup insanın şiir ortaya koyma fikriyle bir araya gelmesine benzer. Güzel şiirler, şairler tarafından ortaya çıkar. Yani güzel şiiri, kaşlarını çatıp kendilerini zorlayarak “güzel şiir yazacağım” diyen şairler yazamaz. Şiir insanın içinden gelmek zorundadır ve bu, şair tarafından ortaya koyulan yılların çabası ve deneyimine bağlıdır. Bu beyler, bilim tarihini ve bilimsel teorilerin ne şekilde doğduğunu bilmiyorlar. Bilimle dalga geçmemeleri gerektiğinin farkında değiller. Bilimle yanlış şekilde haşir neşirler. Bilimde kestirme yollara başvuramazsınız. Bilime tevazu ile yaklaşmak zorundasınız. Eğer yeteneğiniz varsa, bilgi dünyasına kendi küçük katkınızı yapmalı ve bilim kervanına yardımda bulunmalısınız.
eden ulemanın bundan başka görevi yok mu?
Şimdi işler öyle bir noktaya geldi ki, Sadıki
Neden onlar şu ana kadar, herhangi bir teklifle
Reşad adlı cahil bir ulemaya, Dr. Davari
ortaya çıkmadılar? Eğer herhangi bir faydalı,
tarafından 40 sene önce yazılmış “Farabi’nin
bilimsel teklif ortaya koysalardı, şüphesiz onlar
Felsefesi” adlı çalışmasından dolayı Farabi özel
insanların akıllarında yer edinirlerdi ve bilgi
ödülü veriyorlar.
dünyasında gururla yer alırlardı. Bana öyle geliyor ki, eğer Hamaney’in tavsiyesine göre hareket edilirse, İran’ın kültür ve eğitim dünyasında karanlık bir çağ başlayacaktır. Sofu medreselerden gelen pek çok deneyimsiz, Arapça ve birkaç hadis bilen bir sürü cahil insan ortaya çıkacak ve üniversite profesörlerini yıldıracaklardır. Profesörlerin yaptıkları her öneriye onlar, bazı noksan ve konuyla alakası olmayan alıntılarla cevap vereceklerdir ve akabinde “bütün dünyayı
Foucault7’nun Düşüncesindeki Gizli Yıkıcılık Burada, başka bir meseleye daha dikkat çekmek istiyorum. Ülkemizde bazı insanlar, mesela Michel Foucault”nunki gibi Batı’ya ait bazı sosyal bilim teorilerini ve düşüncelerini ele alıyorlar ve bu Batılı sosyal bilimlerin, taraflı ve hepsinin güç/iktidar tarafından yozlaştırılmış olduğunu ileri sürerek kullanmayı reddediyorlar. Dayanakları ise Foucault”nun sosyal bilimlerin güç, iktidar
avucumuzun içine aldık” diye böbürleneceklerdir.
gölgesinde temayüz ettiğini ve onunla yakın
Son bir kaç yıldır, Hamaney’in teşvikiyle İran’da
Bu şekilde onlar, Batı kaynaklı sosyal bilimlerin
“teori kurma kürsüsü ve yazılım hareketi” olarak
başarılarını yok saymış oluyorlar. Daha sonra,
bilinen bir gelişmeye tanık olduk. Gerçekten
zafer kazanmış edasıyla bir araya gelip “artık
anlamıyorum; teori ortaya koymak için nasıl
onların başarısız olduğu ortaya çıktığına göre,
kürsü kurabiliyorsunuz?! Yani kasten ve zorla
bizim yeteneklerimizi ortaya koyma zamanı
aklınızdan teori üretebilmek mümkün müdür?
geldi” diyorlar. Ne yazık ki, bu tavırları ucuz
Uzun yıllar boyunca düşünce ve araştırma ile
ve kolaya kaçan bir tavırdır. Bu ancak, cahil ve
özgürce meşgul olan bilim adamları, aniden
oportünist (fırsatçı) insanlara geçici bir teselli
bir fikre sahip olabilirler ve daha sonra yeni bir
sağlar.
teori olarak bilim camiası tarafından kabul görür ve öyle takdim edilir. Fakat teoride bulunmak
132
ilişki içinde olduğunu dile getirmiş olmasıdır.
Bütün bunlarda başka, Foucault’nun teorisi Michel Foucault (Mişel Fuko) 1926-1984
7
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
çok da ciddiye alınmamalıdır. Çünkü sadece
başka bir yerde gözler önüne serilmemiş bir
ben değil, aynı zamanda onun felsefesini
hareket olduğundan bu beyanatları yayımlama
eleştirenler de onun fikirlerinde oldukça yıkıcı
ihtiyacı hissettik. Musevi henüz beyanatını
bir görecelik yattığını söylemektedirler. Eğer
yayımlamadığı bir zamanda, biz bir araya
sadece tartışma, beyin fırtınası uğruna bu
gelmiştik zaten. Bu yüzden Musevi beyanatını
problemleri görmezden gelir ve bunu ciddiye
yayımladıktan sonra biz arkadaşlarla yollarımızı
alırsak, o zaman, Foucault’nun teorisinin sadece
ayırmadık, beraber hareket ettik. Musevi’nin
Batı bilimini içermekle kalmayıp aynı zamanda
söylemediği bazı şeyler dile getirdik. Bence
İslam fıkhını, İslam felsefesini ve ilahiyatı da
biz, hem Musevi’nin beyanatına tamamen sadık
içerdiğini kabul etmemiz gerekecek. Bunun
kaldık, hem de bu Yeşil Hareketin hatlarını
yanında, bütün bu alanların itibarı sarsılacaktır.
aydınlattık.
Onlar, Batı sosyal bilimlerini geçersiz kılmak ve kullanımını uygunsuz göstermek için Foucault’nun teorisini kullanmak istediklerinde, amaçları insanları aldatmaktan başka bir şey olmayacaktır (“aldatma” kelimesini burada bilerek kullanıyorum). Eğer onun teorisi gerçekse, o zaman onun yıkıcı etkisi aynı zamanda İslam’ın bilgiye dair alanlarını da yıkıp geçecektir. Yani şu ana kadar elde edilmiş bilgiyi değil aynı zamanda gelecekte ortaya çıkacak bilgileri de etkileyecektir. Hiç bir bilgi alanı güvenilir kalmayacak, buna bu beylerin oluşturduklarına inandıkları bilimler de dahil
Bu tür beyanatlara devam etmek niyetindeyiz. Ve bu çabalarımızın yerini bulacağına inanıyorum. Şimdilik, bu çabamıza bir isim vermeyelim. Think-tank ya da Yeşil Hareketin yurt dışı liderliği gibi isimlerle çağırmayalım. Bu grup başka işler gerçekleştirdiğinde, başka örnekler ortaya koyduğunda ve başka beyanatlar yayımladığında, yavaş yavaş grubun ne olduğu, Yeşil Hareket içinde ne pozisyon yüklendiği ve ismi netlik kazanacaktır.
olacaktır. Beş Dindar Aydının Müşterek Beyanatları
- BİTTİ -
SORU: Son sorum, Yeşil Hareketin talepleri doğrultusunda sizden başka dört dindar aydınla beraber yayımladığınız müşterek beyanat hakkında olacak. Bana beyanatın bizzat kendisi, içeriği ve zamanlaması çok şaşırtıcı geldi. Beş imza sahibi de geçmişte farklı duruş ve fikirleri olan kişiler. Böyle bir müşterek beyanat yayımlama ihtiyacını düşünmenize ne sebep oldu? Beyanatınız Mir Hüseyin Musevi’nin ifadesinin yayımlanmasından sonra ki iki güne denk geldi. Müşterek beyanatlara devam edecek misiniz? Yeşil Hareketin yurt dışı ayağının doğumuna mı, yoksa Yeşil Hareket için yeni bir “think-tank”a mı şahitlik ediyoruz? CEVAP: Beşimiz bir bakıma din adamları gibiyiz; geçmişte dini risaleler yazdık ve onları geri alamıyoruz. Bu beyanatları imzalayan arkadaşlarım başka başka konularda farklı görüşe sahipler. Fakat onların hepsi, hareket içerisinde başlayan asgari noktalara inanıyorlar. Yeşil Hareket sokaklarda aksiyoner bir hareket olmuş, fakat teorik çerçevesi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
133
GÜNDEM
Bir Depremin Hatırlattığı Ülke :
Haiti
Metin Yılmaz Tarih 12 Ocak 2010.
ve Cap Haitien’e ciddi hasar veren 1887 ve
Günlerden Salı.
1904 depremleri, Nagua bölgesinde bir Tsunami
Saat 16.53
yaratan 1946 depremi bunlara örnektir”2. Her deprem sonrasında olduğu gibi konunun uzmanları değerlendirme yarışına giriştiler. Depremin ortaya çıkardığı yıkımın nedenleri üzerinde uzun uzun analizler yaptılar. “Deprem öldürmez, ihmal öldürür” dediler. “Bu deprem Japonya gibi, Amerika gibi depreme dayanıklı evlerin/inşaatların yapıldığı bir ülkede bu kadar vahim sonuçlar ortaya çıkarmazdı” nakaratını tekrarladılar. Yıkımın faturasını, depremin
Haiti 7 şiddetinde bir depremle sarsıldı ve tam
olacağı bilgisine rağmen tedbirler geliştirmeyen
anlamı ile bir yıkım yaşadı. İki milyon insanın
Haitililere kesmeye ve ortaya çıkan vahim
yaşadığı dünyanın en büyük gece kondu
tabloyu cehalete, vurdumduymazlığa ve hatta
şehirlerinden biri olan başkent Port-au-Prince
adadaki batıl inançlara bağlamaya kalktılar.
yerle bir oldu. Binlerce ev oturulamaz hale geldi. 200 binin üzerinde insan enkazların altında kaldı ve hayatını kaybetti. On milyon nüfuslu ülkede 3 milyondan fazla insanın yaralanmasına ve evsiz kalmasına yol açtı.
yer aldığı Hispaniola Adası1 deprem riski yüksek bir bölge idi ve her elli altmış yılda bir ciddi depremler yaşanmaktaydı. Haiti Kamu İşleri Bakanlığı’na bağlı olan Haiti Maden ve Enerji bürosunun internet sitesinde şunlar yazılıdır. “Geçtiğimiz yüzyılların hepsinde Hispaniola’da en azından bir ciddi deprem gerçekleşmiştir. 1751 ve 1771’de Port-au-Prince’in yıkılışı, 1842’de Cap Haitien’in yıkılışı ve Port-au-Prince Haiti ve Dominik Cumhuriyeti’nin paylaştıkları adanın ortak adıdır.
134
bulunmaktaydı. Nitekim 27 Şubatta Şili’de daha şiddetli bir deprem -şiddeti 10 kat daha fazlaolduğu halde hem maddi yıkım daha azdı hem de ölü sayısı.
Bu hiç de sürpriz değildi. Zira Haiti’nin de içinde
1
Görünürde söylediklerinde doğruluk payı da
Ama kimse sormadı, Haiti neresidir, orada kimler, nasıl yaşar? Ne yer, ne içer ve nasıl geçim temin ederler? İmkanları ve hayat standartları neye elverir? Neye güçleri yeter? Neden gelmesi kuvvetle muhtemel bir felakete karşı önlem almadılar? Almadılar mı, alamadılar mı? Alamadılarsa bu durumu neye borçlular? Ne yazık ki, bu sorular sorulmadı, cevapların peşine düşülmedi. http://tr.internationalism.org/dunya-devrimi-2010/
2
dunya-devrimi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
İnsanlar küçük dünyalarında kendine has
kıtlığı, topraklarının verimsizliği ya da
problemlerle uğraşırken Haiti büyük bir
insanlarının tembelliği değil emperyalist güçlerin
depremle sarsıldı. Birçoğu günlük hayatına
sömürgeci yaklaşımları bulunmaktadır.3 Onlar
bir şey olmamış gibi devam etmeyi hatta
el ele vererek bu cennet adanın halkını ölüme,
haberlerde karşısına çıkınca morali bozulmasın
açlığa, zayıflığa ve fakirliğe mahkum ettiler.
diye kanal değiştirmeyi tercih etti. Depremzede
İliklerine kadar onları sömürdüler.
ülkeye ve depremzedelere ilgi bir türlü istenen seviyelere çıkmadı, çıkamadı. Haber değeri kalmayınca basının gündeminden de düştü. Ve
Oysa bundan dört yüz yıl öncesine kadar Haiti mutlu insanların ülkesi idi. Bu durum beyaz
Haiti kendi sorunlarına, yalnızlığına terk edildi.
adam/Avrupalılar adaya gelene dek sürdü.
Oysa duymak bir sorumluluktur. Haberdar olmak
görmedi.
bir sorumluluk paylaşımını doğurmalıdır. Dertler paylaşılırsa azalır, sorunlar el ele verilirse daha kolay aşılır. Ve aynı mekan/dünyada birlikte yaşayan insanların elde olanı paylaşma, dertlere ortak olma, adalet ve barış için dayanışma, iyilik ve hayırları çoğaltma zemininde bir ilişki tasavvur etmeleri ve bu tasavvur üzere yürümelerinden daha doğal ne olabilir ki? Hele asırlar öncesinde evrenselliği ilan eden İslam’a mensup olanların dünyada olan bitene kayıtsız kalmaları düşünülemez. Onlardan haberdar olmaları ve başkalarını haberdar etmeleri, katkı yapmaları, katkı yapmanın yollarını araştırmaları ve bu konularda da önde ve öncü olmaları beklenir. İşte bu niyetle, biz de karınca kararınca katkı yapmak, bu ve benzeri olaylara yaklaşımda bir emsal oluşturmak için Haiti depremini
O günden sonra da Haiti bir daha gün yüzü
Önce adanın asıl sahipleri vahşice yok edildi. “Kolomb adaya 1492’de ayak bastığında, Haiti’de bir milyona yaklaşan yerli nüfus yaşıyordu. Bu insanların hemen hepsi 50 yıl geçmeden ya katledildiler ya da Avrupalıların getirdikleri bulaşıcı hastalıklar yüzünden öldüler.4 “17. ve 18. yüzyıllarda Haiti, Fransız deniz korsanlarının eline geçti. Fransızlar burayı önce İspanyol ve İngiliz gemilerini taciz etmek için kullandılar. Daha sonra, bu verimli topraklarda şeker ve kahve üretimine başladılar. Ancak adada gerçekleşen soykırımdan dolayı yeterli iş gücü kalmamıştı. Emek ihtiyacını karşılamak ve maliyetleri düşük tutmak için Afrika’dan köle getirmeyi bir yol olarak benimsediler.5 18. yüzyılda Afrika’dan sadece Haiti’ye getirilen
değerlendirmeye değer bulduk.
köle sayısı, 1 milyona yakındı. Eğer köleler
veya intihar etmezlerse, adaya vardıklarında
*** Haiti dünyanın açlık ve sefalete mahkum edilen ülkelerinden biri, öyle ki, Kuzey Yarım Küre’nin en fakiri. Nüfusun %75’i günde 3 TL’nin altında, %56’sı ise günde 1,5 TL ile yaşamaya çalışıyor. Yaşam standardı denilen şey bu kadar. Ve bu gelir, onların ancak tek odalı, derme çatma, baraka türü evlerde barınabilmelerine ve günde tek öğün yemek bulmalarına imkan veriyor.
Atlantik’i geçerken hastalıktan ölmezlerse plantasyonlarda çalışmaya başlıyorlardı. Günde 18 saate yakın çalıştırılan, her türlü işkence ve aşağılanmaya maruz kalan bu köleler sayesinde, Haiti dünyanın en büyük şeker ve kahve üreticisi haline geldi, Avrupa’da tüketilen şekerin %40’ı, kahvenin ise %60’ı burada üretiliyordu. Afrikalı özgür insanlar köleliği içlerine İngiliz gazetesi Guardian “Şimdi Haiti’ye ‘insani
3
yardım’ gönderme işine girişmiş olan soylu ‘uluslararası
Fakirlik ve sefalet en ileri düzeyde yaşanıyor. Halbuki üzerinde yaşadıkları bereketli topraklar sayesinde bir zamanlar dünyanın en büyük
topluluk’ şu anda dindirmeyi amaçladığı acılardan büyük ölçüde sorumludur.” Bartolome De Las Casas’ın “Kızılderili katliamı”
4
adlı kitabında Haiti’de gerçekleşen katliamlarda
şeker ve kahve üreticisi olmuşlardı ve bu yüzden Antiller’in incisi olarak anılıyorlardı. Haiti’nin sefaletinin arkasında; kaynaklarının
anlatılmaktadır. Şeker üretiminde köleler kullanılmasaydı çok pahalı
5
olurdu…” Montesquieu, Yasaların Ruhu, 15. Kitap, Bölüm 7 ve 5
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
135
sindiremediler, kölelik ve sömürü düzenine
satmıyor, onlardan da kimse bir şey almıyordu.
karşı direndiler ve farklı direniş yöntemleri
Eski tarla sahipleri Haiti’nin işgal edilmesini,
geliştirdiler. İntihar bunlardan biriydi. Böylece
halkının tekrar köleleştirilmesini talep ediyordu.
hem sahiplerine zarar veriyor hem de ölümden
Fransız Devleti bunun yerine yeni cumhuriyetin
sonra “ruhlar Afrika’ya dönüyordu”. Bir diğer
kanını iliklerine kadar emmeyi tercih etti.
yöntem dağlara kaçmaktı. Bu dağlardan isyanlar
Bağımsızlığını tanıma karşılığında Haiti’den
başlatılıyor, düzlüklere inilip plantasyonlar
150 milyon Fransız altını istedi.7 Kraliyet
yağmalanıyordu.
Fermanı, 150 topu olan 12 Fransız savaş
Bu direnişler 1804’te Haiti’nin bağımsızlığıyla sonuçlandı. Tarihte ilk defa köleler efendilerine ve sömürgeciliğe karşı bağımsızlık mücadelesinde başarıya ulaşıyorlardı.6 Özgürlükleri çalınan insanların özgürlük talebi ile Haiti kuruldu.
gemisiyle desteklendi. Talepler pazarlığa açık değildi. Çiçeği burnunda cumhuriyet razı oldu, zira başka seçeneği yoktu. Haiti özgürlüğünün bedelini ödemek zorundaydı ve sonraki 122 yılda ödeye ödeye helâk oldu. Bu devasa borcu ödemek için Haiti ABD, Almanya ve Fransa bankalarından fahiş faizlerle borç aldı. Bütçenin
Kölelerin efendilerine baş kaldırmaları ve sahiplerini alt ederek özgürlüğe kavuşmaları kabul edilebilir bir şey değildi. Hele burada yanan özgürlük ateşi, köleliğin yaygın olduğu diğer yerlere de sıçrayacak olursa tam bir felaket olurdu. Çünkü beyaz adam sistemini kölelerin varlığı ve karın tokluğuna, efendilerine hizmet etmeleri üzerine kurmuştu. Bu yüzden efendilerine baş kaldıranlar ibreti-alem olacak şekilde cezalandırılmalı, süründürülmeli ve asla başarılı olmalarına izin verilmemeliydi. Özgürlüğüne kavuştuktan sonra Haiti’nin başına gelenleri izah etmek ancak bu zeminde mümkündür.
yüzde 80’i borca gitti. Bu mali yükün altında ezilen Haiti, daha doğarken neredeyse iflas etmişti. 1900’de bütçesinin yüzde 80’i hâlâ borç ödemeleri tarafından yutuluyordu. İstikrarlı bir ekonomi için harcanabilecek olan para yabancı bankalara gidiyordu. Borç ödemeleri ancak 1947’de bitti. O güne gelindiğinde Haiti’nin ekonomisi iflah olmaz derecede bozulmuş, toprakları çoraklaşmış, sefalet ayyuka çıkmış, siyasi ve ekonomik istikrarsızlık başını alıp gitmişti. ABD ise, kölelerine kötü örnek olur diye uzun yıllar Haiti’yi tanımadı.8 19. Yüzyıl boyunca Haiti’ye ambargo uygulandı. 20. yüzyılda ise
Özgür adaya ilk darbeyi Fransa vurdu. Şeker ve kahve tarlalarını imha etti. Vahşi bir ticaret ablukası devreye soktu. Kimse onlara bir şey “Herhangi bir ansiklopediyi aç. Köleliği ilk kaldıran ülke
6
hangisi olduğuna bak. Ansiklopedinin vereceği yanıt
Haiti’yi “arka bahçesi” olarak değerlendirmeye ve sürekli müdahalelerde bulunmaya başladı. 1915’te Haiti’yi “vahşi yaşama yönelik doğuştan gelen eğiliminden ve Medeniyete yönelik fiziki Bu meblağ hakkında bir fikir oluşması için şu
7
bellidir: İngiltere.
bilgiyi aktaralım: Fransa 1803’te, Haiti’nin 74 katı büyüklüğündeki Louisiana Bölgesi’ni ABD’ye 60 milyona
Gerçekten de, dünya köle ticareti şampiyonluğunu kimseye bırakmayan Britanya İmparatorluğu günün birinde, insan eti satışının artık eskisi kadar getirimli olmadığını anlayınca fikir değiştirir. Londra köleliğin kötü bir şey olduğunu 1807’de keşfetmiştir, ancak kararı yeterince ikna edici bulunmamış olsa gerek, otuz yıl sonra bunu ilk kez yinelemek zorunda kalır. Fransız Devrimi’nin sömürgelerdeki kölelere özgürlüklerini verdiği de bir gerçektir, ancak ölümsüz diye adlandırılan özgürleştirici karar kısa süre sonra Napolyon Bonapart tarafından katledilerek öldürülmüştür.
136
satmayı kabul etti. “Onu resmen tanıyan (yüksek bir bedel karşılığı
8
kabul eden Fransa’dan) başka ülke olmadı. Her şeyini ona borçlu olmasına rağmen Simon Bolivar’ın Büyük Kolombiya’sı bile onu resmen tanımadı. Oysaki Haiti Bolivar’a gemi, silah ve asker verirken, öne sürdüğü yegâne koşul onun kölelere özgürlüklerini vermesiydi, ama böyle bir düşünce Kurtarıcı’nın kafasından geçmemişti bile. Bolivar bağımsızlık savaşını kazandı, ama bir süre sonra düzenlenen yeni Amerikan ulusları kongresine Haiti’yi davet etmeye karşı çıktı. Haiti
İlk özgür ülke, gerçek anlamda özgür ülke Haiti
Amerikaların cüzamlısı olarak kalmayı sürdürdü.
olmuştur. Köleliği İngiltere’den üç yıl önce, yeni
Thomas Jefferson daha başından beri hastalığı o adada
kazandığı bağımsızlığını kutlarken ve unutulmuş yerli
hapsetmek gerektiği konusunda uyarıda bulunmuştu,
ismini tekrar elde ederken, şenlik ateşlerinin aydınlattığı
zira orası kötü bir örnek teşkil ediyordu.” Eduardo
bir gecede kaldırmıştır.” Eduardo Galeano “Aynalar”
Galeano, Aynalar s. 195-96
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
yetersizliğinden ötürü kendi kendini yönetme kapasitesine sahip olmadığı”9 gerekçesi ile işgal
mecburen katlandığı bir ülkeye dönüşür.
etti ve orada on dokuz yıl kaldı.
Neticede ellerindeki güç alınır, imkanları ve
Adayı terk ederken de idareyi emirleri
Açlık ve sefalete mahkum edilirler. Açlığın
doğrultusunda hareket edecek diktatörlere
dayanılmaz noktalara geldiği 2008 yılında aç
teslim etti. Diktatörler yoksulluk ve sefalet
halk kitleleri, “çamur kurabiyeleri” değil, insana
içindeki halka kan ağlattılar. Onlar vasıtası
yaraşır yiyecekler yemek talebi ile marketlere
ile Haiti halkı cezalandırılmaya devam edildi.
akın ederek yiyeceklere el koyar. Bunun üzerine
Halk, her ne kadar diktatörlere razı olmasa ve
harekete geçen BM, 47 ülkeden 9 bin asker
onlardan kurtulmanın yollarını arasa da bir türlü
ve polisin oluşturduğu askeri kuvvetle ABD’nin
kendi düzenini kuramadı. Kitlesel gösteriler,
çıkarları doğrultusunda ülkeyi fiilen işgal eder.
sokak çatışmaları, grevler hiç eksilmeden
“Barış Gücü” adı altında Haiti’ye giren BM işgal
devam etti. Generallerin kendi aralarındaki
gücü, ayaklanmaları bastırır ve egemenler
iktidar çatışmaları, tekrarlanan ama derde deva
lehine düzeni yeniden sağlar.10
kaynakları sömürülür, zayıf kalmaları sağlanır.
olmaktan uzak seçimler, kısa süreli iktidarlar… Hiçbiri adanın sorunlarına çözüm olmadı. Bu çözümsüzlükte efendilerin Haiti’ye olan kin ve öfkesi de etkili oldu. Onların çektiği eziyet ve çilelerden adeta mutluluk duydular ve onların hayatlarında gerçekleşecek küçük iyileşmelere bile razı olmadılar. Jean-Bertnard Aristide’nin deyimiyle “mutlak sefaletten onurlu açlığa geçişi yönündeki bütün çabalar şiddetle ve bilinçli olarak ABD hükümetleri ve onun kimi müttefiklerince engellendi.” Mesela 2004 yılında seçimle iş başına gelen Bertnard Aristide’nin ABD tarafından organize edilen bir darbe ile iktidardan uzaklaştırılmasının iki temel nedeni vardı: 1- Yoksul halkın sağlık, eğitim vs. ihtiyaçlarına ve özellikle asgari ücreti iyileştirmeye dönük girişimleridir. Asgari
Deprem olduğu anda Haitililer; -- Amerikan çıkarları doğrultusunda BM barış gücünün işgali altında idiler. -- İşsizdiler. -- Çalışanlar da Latin Amerika’nın en ucuz iş gücünü oluşturuyordu. -- Günlük 2 dolar ve altında bir rakamla Karayipler’in en fakir ülkesi Haiti, sömürgecilik, kölelik
10
ve diktatör rejim gibi sorunlarının yanı sıra açlık kriziyle mücadele etmektedir… Kriz nedeni ile daha da fakirleşen halk, yüksek gıda ve enerji fiyatları nedeniyle ölümlere varan bir kaos ortamında yaşam mücadelesi veriyor. Kasım ayı verilerine göre ülkede açlıktan ölen 26 kişi tespit edildi. “Sınır tanımayan doktorlar”
ücretin 40 dolar (Latin Amerika ülkelerindeki en
kuruluşunun verilerine göre yetersiz beslenmeden
düşük ücret) olduğu ada çok uluslu şirketler
ötürü 65 çocuğun tedavi gördüğü bildirildi… Açlığın
için bir ucuz emek cenneti idi. 2- Haiti’nin bağımsızlığının 200’üncü yıl dönümüne yaklaşırken, Fransa’nın sömürgeci tarihini sorgulayıp Fransa’ya karşı 21 milyar dolarlık bir
boyutu ekmek bulamadığı için çamur yiyenlerin görüntüleriyle kendini gösteriyor… Ayrıca Haiti’de çocuk kaçakçılığı ve istismarı da had safhada. 173 bin Haitili çocuk görünürde ev işleri yapmak karşılığında eğitim almak maksadı ile yurt dışına gönderiliyor, gerçekte
“iade” davası açma planıydı. Bu talep de sadece
ise bu çocukların büyük bölümü ömürleri boyunca
Fransa’yı çileden çıkarmakla kalmadı, başta ABD
mahrumiyete ve istismara mahkum edilirken, pek azı
olmak üzere kölelik ve sömürgecilik tarihi olan ülkeleri ciddi bir şekilde ürküttü ve hemen darbe yapıldı.
okula gidebiliyor… Haiti’den Amerika’ya para karşılığı satılan çocukların sayısı yüz binlerle ifade ediliyor. Ayrıca BM insani yardım kuruluşları çalışanları ve barışı koruma görevlisi askerlerin görev yaptıkları yerlerde
Darbeler, yolsuzluk ve suiistimaller, dayatılan IMF politikaları ile adada sefalet daha da katlanılamaz hale gelir. Haiti, kaçamayanların
çocuk istismarları gerçekleşiyor. Söz konusu kişilerin çocuklara cinsel saldırıda bulundukları, çocukları seks işçisi olarak kullandıkları ve bu işin ticaretini yaptıkları ortaya çıktı. (İngiltere merkezli “save the children” isimli çocuk hakları örgütünün mayıs ayı sonunda
Robert Lansing’in ABD hükümeti adına yaptığı
9
yayınladığı rapordan alınmıştır.) Mazlumder İstanbul
açıklamadır. Eduardo Galeano, Aynalar Sel Yayıncılık,
şubenin hazırladığı 2008 “Dünya İnsan Hakları Raporu”
2009
sayfa 59-62
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
137
hayatlarını devam ettirmek zorunda idiler.
zerre kadar taviz vermeyerek tarihe geçecek bir
Bu para ile ancak 1 öğün yemek yiyebiliyor,
duyarsızlık örneği gösterdiler.
güçleri ancak yaşamak için derme çatma barakalar oluşturmaya el veriyordu. Başkent Port-au-Prince en büyük gecekondu şehri olmuştu.
Tarihin ibret sayfalarına yazılacak bir örneği de Kanadalı kurtarma ekibi ortaya koydu. Kurtarılacak Kanadalı bulamayınca ekipmanlarını toplayıp geri döndüler. Kanadalı kendilerinden,
-- Ve durumlarının iyileşmesine sürekli engel olunuyordu.
Haitililer ise ötekilerdendi. Ve onlar, insanları değil kendilerinden olanı, Kanadalıları
*** Deprem sonrasında yaşananlar daha az dramatik değildi maalesef. Aynı göğün altında yaşamalarına rağmen, insanların çok azı hariç yaşanan bu drama duyarsız ve ilgisiz kalmayı tercih ettiler. Aslında bu bir tercih de değildi. 20. yy insanı yalnızdı, dünyası kendinden ibaretti ve kendinden olmayana ne zihninde ne de hayatında yer yoktu. Kendi onun için ya menfaatini, ya aynı kanı taşıdıklarını ya da aynı topraklar üzerinde yaşadıklarını ifade ediyor, insanın nefsinden, ailesinden, köyünden ya da toplumundan/milletinden öte gitmiyor, fakat bir türlü insanı ya da insanlığı kuşatamıyordu. Başkasının dert ve sorunları ilgi çekmiyor ve bir türlü sorumluluk alanı içerisine girmiyordu. Bir ülkenin işgali, bir kıtanın açlık ve sefaleti, bir adanın depremle yaşadığı trajedi onu asla ilgilendirmiyordu. Kendi dünyaları onları o kadar meşgul etmekte idi ki, bu gariban adanın sıkıntıları, dertleri, garipliği hiç ilgilerini çekmedi. Zihinlerin uzaklığına mesafelerin uzaklığı da eklenince garip, garipliği ile kaldı. Ünlü bir ses sanatçısının Haiti için düzenlenen yardım gecesine katılmamasını eleştirenlere “Ben bu
kurtarmaya gelmişlerdi. Bu yüzden enkaz altında Kanadalı olmadığını öğrenince yerin altında can çekişen ve çığlıklarıyla kurtarılmayı bekleyen Haitilileri bırakıp dönmeyi tercih ettiler. Giderken, yardım bekleyen insanlara bir de akıl veriyorlardı: “Yardım istiyorsanız, gelen yabancı ekiplere yıkıntıların altında yabancı uyruklu insanların olduğunu söylemelisiniz...”12 Ne yazık ki onlar kimsenin umurunda olmadılar, kimse onları kurtarmaya da gelmedi. Ya niçin geldiler? Reklam için, imaj düzeltmek için, sonrasında tekrar Haiti üzerinde söz sahibi olmak için. Yaptıkları küçük şeyleri o kadar abartarak ortaya koydular ki, olayı takip edenler Haiti için her şeyin yapıldığını zannetti. Haiti’nin açlık ve sefaletinden sorumlu olanlar bu yarışta başı çektiler. Üstelik yapılan her şeyi kendileri yapmış gibi ortaya koymaktan da geri kalmadılar. Örneğin, Amerikan medyası deprem bölgesine ancak 15 gün sonra ulaşabilen askeri hastane gemisini bölgedeki tek hastane gibi ortaya koyarken, Küba’nın depremden sadece 3 saat sonra başkent Port-au-Prince’e 334 doktor ve 1000 kişilik hemşire ordusu indirmesini görmezden gelmiştir.13
yardım işini anlamıyorum. Abuk sabuk yerlere
Yapılan yardımlarla ilgili gerçekler hiç de
yardım etme hevesi başladı. Bana ne Haiti’den,
abartıldığı gibi değildi. Menfaatleri söz konusu
kendi insanım teneke çatının altında ölüyor.
olduğunda milyar dolarları harcayan devletler
Açlıktan ağzı kokuyor. Adam Haiti’ye yardım
yoksul Haitililerin günlerce sokakta aç ve
ediyor.’’ şeklinde verdiği cevap adeta genel
açıkta yaşamasına seyirci kaldılar. Yardımların
yaklaşımı ifade ediyordu.11
enkaza dönmüş yerleşim bölgelerindeki tüm
İnsanlar o kadar kendi hayatlarına gömülmüşlerdi ki, yaptıkları tatil programlarını bile ertelemeye gerek duymadılar, hiçbir şey olmamış gibi lüks gemilerle Haiti sahillerinde gezmeye, eğlenmeye devam ettiler. 90 mil uzaklarında insanlar enkaz altında ya da açlık ve sefaletten can çekişirken eğlencelerinden
afetzedelere erişmesi bir hafta, hatta bir haftadan da uzun sürdü. Ülkeyi işgal altında tutmak için 5 yıl boyunca 3,5 milyar dolar masraf yapmaktan kaçınmayan BM, Haiti’ye sadece 10 milyon dolar yardım gönderdi. Yıllarca Haiti’yi haraca bağlayan Fransa’dan gelen resmi www.dunyabulteni.net
12
http://www.acikgazete.com/editorden/2010/01/30/
13
http://webtv.hurriyet.com.tr/?cid=1&vid=4878.
11
138
kubali-doktorlari-goren-yok.htm?aid=33420
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bağışlar ise Britanya’dan gelenlerin yarısından
dönemlerini kullanmaları, nerede ise bir
azına tekabül ediyordu. Yaşananlar tam bir iki
gelenek haline gelmiştir14. Haiti de gerçekleşen
yüzlülüktü.
felaketi de Amerika’nın, eline geçen bir fırsat
Aslında hemen hemen her felakette yaşanan trajedi burada da ortaya çıkıyordu. İnsan, insan olduğu için değil, renginden, mal varlığından, milletinden, dininden dolayı değerli idi. Ve bir birinci sınıf insan vardı, bir de ikinci. İkinci sınıf kabul edilen insanlar hep ölüme terk edildiler. 2 yıl önce ABD’de gerçekleşen Katrina
olarak gördüğüne ve değerlendireceğine dair güçlü sinyaller gelmektedir. Depremin hemen ardından askeri hazırlıklara başlaması, 10 bin asker sevk etmesi, Kanada’nın 1000 askerle bu harekâta katılması ve Haiti’de yapılan ilk işin hava alanının işgali olması buna işaret eden olaylardır.15
kasırgasında zenginler, beyazlar kurtarılırken
İhtiyaçları mı var? Haitililerden daha mı
fakirler, zenciler ölüme terk edilmediler mi?
muhtaçlar, daha mı fakirler? Hayır, kesinlikle
Haitililer hem fakirdi hem de zenci. Üstelik
hayır! Aksine zenginler, dünya nüfusunun
efendilerine de isyan etmişlerdi. O halde
1/20’si oldukları halde toplam tüketimin
kurtarılmaları gerekmezdi. Kurtarmaya
1/3’nü yapacak kadar bolluk ve zenginlik
çalışıyormuş gibi, yardım ediyormuş gibi
içindeler. Ama ellerindeki onları tatmin etmeye
yapmak yeterdi. Ve nitekim öyle oldu.
yetmiyor, açlıklarını gidermiyor. Hep daha
Bundan daha da adisi olmaz diye düşünürken yaşanan felaketi fırsata çevirme girişimleri basına yansımaya başladı. Ana babalarını kaybeden sahipsiz yetimleri kaçırma girişimleri ortaya çıktı.
fazlasını istiyorlar. Ödenen bedel umurlarında değil, çünkü sadece kendi menfaatlerine odaklanmışlar. İnsanlar can çekişirken, nasıl yapar da bu işten karlı çıkarız hesabındalar. Belki bir el atsalar birileri daha kurtulacak, ama ölmeleri daha karlı. Biraz yardım etseler
Ve ABD… Depremi fırsat bilerek Haiti’yi işgal hazırlıklarına başladı. Yardım maksadı ile diğer ülkeler yardım kuruluşlarını ve STK’ları gönderirken O, askeri birliklerini adaya gönderdi. Amerikan medyası işgale zemin olsun diye deprem sonrasındaki yağmalama ve şiddet olaylarını abartılı bir şekilde gündeme taşıdı. Halbuki yağma olayları, Haitili fakirlerin kendi aralarında gösterdikleri güçlü dayanışmanın yanında sadece bir ayrıntıydı. İster bir birey olsun isterse bir devlet, materyalist insanın yegane derdi menfaatidir. Menfaatçiliğin ortaya çıkaracağı tek sonuç da emperyalizmdir. O ise insanın insanlığını bir kurt gibi kemirir. Ne akıl kalır, ne vicdan, ne de iyilik yapma istek ve arzusu. Çıkarcılık her an her yerde ortaya çıkan içgüdüsel bir davranışa dönüşür. Felaketler bile ele geçen bir fırsat olarak görülmeye başlar. Birilerinin en zayıf ve yardıma muhtaç olduğu anlar, onlar için açılan yeni kapılar, öne çıkan yeni imkanlardır. Ve hemen değerlendirmek için harekete geçerler.
kanayan yaralar iyileşecek, ama kangren olması daha çok işlerine geliyor. Paylaşabilmeyi becerseler, bırak Haiti’yi dünyada açlık ve sefalet kalmayacak, ama o kadar açlar ki bir türlü doymak bilmiyorlar. Neticede yapılabilecek çok şey vardı belki, ama hiçbir şey yapmamayı tercih ettiler. Önümüzdeki tabloya baktığımızda bu tabloyu oluşturanlarla hemcins olmaktan utanmaya başlıyoruz. Olan biteni yakıştıramıyoruz insana. Yaşananları arka arkaya koyduğumuzda hayal kırıklığı, karamsarlık, ümitsizlik kara bulutları kaplıyor dört bir yanımızı. Ve istemeden soru takılıyor zihnimize. Ne olacak bu dünyanın, bu insanlığın hali? Bütün bu olumsuzluklara rağmen yüreğimize su serpen, ümitlerimizi yeşerten güzel örneklerde ortaya çıktı. Birçok ülke yardım kuruluşlarını ve STK’larını gönderdi. Nakdi ve maddi yardımlar ulaştırdı. Seyyar hastaneler, aşevleri kuruldu. Bu tespit Naomi Klein’e aittir. “Şok Doktrini: Felaket
14
Kapitalizminin Yükselişi” kitabında bu konuyu ele
Özellikle 1970’lerden sonra egemen güçlerin, her şey normal giderken kabul ettiremedikleri politikalarını kabul ettirmek için kriz ve felaket
almaktadır. Sedef Arat Koç - Haiti: Adı konmayan darbe,
15
deprem felaketi ve “felaket emperyalizmi”(i) Radikal 23.01.2010
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
139
Gönüllü doktor ve hemşireler bin bir zahmete
paylaştı. Büyüklerin akledemediğini küçükler
rağmen oralara kadar gitti. Yetimler için
akletti. Vicdan sahipleri ellerinden geldiğince
bakım evleri kuruldu… Oradaki insanlar “İHH,
yardım için seferber oldu, ama yetmedi,
Deniz Feneri, Yardım Eli, Kimse Yok Mu” gibi
yeterli gelmedi. Yapılabileceklerin yanında
kuruluşların bu çalışmaları vasıtası ile beyaz
yapılanlar çok cılız kaldı. Haiti hala açlık ve
ellerin kendilerine belki de ilk defa yardım için
sefaletle, depremin açtığı yaralarla boğuşuyor.
uzandığına tanık oldu.
Hala yardıma muhtaç, hala acziyet içerisinde.
Yapılan yardım çalışmalarından özellikle iki tanesi hatırlanmaya ve ders çıkarmaya
Ve birileri acıları azaltmak yerine yeni acılar oluşturma planı ve gayreti içerisinde.
değer nitelikte. Bunlardan ilki; yokluk içinde boğuşurken, elinde avucunda olanı paylaşarak süt, battaniye ve gıda maddesini Haiti’ye göndermesi için Kızılhaç yetkililerine teslim eden Gazze’dir. Orası yıllardır İsrail ambargosu altında yıkım üstüne yıkım yaşamış bir bölge, orada/Gazze’de yaşayanların can güvenliği yok, ibreler açlık sınırının çok altında bir düzeyi işaret etmekte. Orası, hayata ilişkin en büyük fantezisi onuruyla ölmek ve o zaman gelene kadar hayatta kalmak olan insanlardan mürekkep. Toplanan yardımlar doğal olarak sembolik düzeyde. “Yok”u “yok”tan çıkardığında geride ne kalmışsa... Kuşatma altında olduğu için o sembolik yardımın Haiti’ye ulaştırılabilmesi bile bir sorun. “İşgali Kır” Komitesi başkanı Cemal Kudary, “Bizim yardım toplamamız insanlara şaşırtıcı gelebilir. Ama biz sürekli İsrail depremi yaşadığımız için depremin ne olduğunu iyi biliyoruz, Haitililerin acısını anlayabiliyoruz” diyor16
ve ellerinden geleni büyük bir duyarlılık
17
göstererek yapmaya çalışıyorlar. Normalde kendilerine bile yetmeyecek olanı paylaşabilme erdemini göstererek önümüzü aydınlatan bir ışık olup, insanlığın onurunu kurtarıyorlar. Diğeri ise büyüklerin yapamadığını yapan küçükler. İngiltere’de yedi yaşındaki bir çocuk, Haiti’deki depremzedeler için bir günde 72 bin sterlin topladı. Türkiye’de bir ilköğretim okulu öğrencisi arkadaşlarına “simit paralarını Haiti’ye ayıralım” diyerek açtığı kampanya ile kısa sürede 528 TL topladı. Her iki para da depremzedeler için açılan hesaplara yatırıldı. Bilmediğimiz benzer başka olaylar mutlaka gerçekleşmiştir.
sahiplerinin paylaşamadığını yokluk içindekiler N. Bengisu Karaca - Habertürk
16
Salı, 19 Ocak 2010 Dünya Bülteni
140
Dünya üzerinde sadece bir belde/köy/şehir/ ülke bile bu halde iken, kimsenin “bana ne, benim derdim değil” deme lüksü yoktur. Ve hele bu tablonun büyük kısmı insanların hırs ve zaaflarının neticesi olarak ortaya çıkıyorsa hiç yoktur. Zira yeryüzünde, insanların yaptıkları yüzünden bozulan denge ve düzen yine insanların çabaları ile tesis edilecektir. İnsanların sebep olduğu açlık, sefalet, zulüm, sömürü, işgal, katliam, anarşi vb. her ne kadar problem var ise, yine insanların eli ile çözülecektir. Dünya artık eski dünya değil. Gelişen imkanlar sayesinde mesafeler anlamını yitirdi, uzak yerler yakın, eller konu komşu oldu. Toplumlar arası iletişim ve ona bağlı olarak da etkileşim öyle arttı ki, bir fikir çok kısa sürede her yere ulaşıyor. Yapılan bir yanlışa anında ve aynı anda dünyanın birçok yerinden tepkiler yükseliyor. Bir felakete anında en uzak yerlerden bile çok kısa sürede yardım eli uzanıyor. Bir yerdeki ekonomik kriz başka yerlerdeki krizleri tetikliyor, bir bölgedeki ürün bolluğu/darlığı bütün dünyadaki fiyatları belirliyor, birilerinin haksız zenginliği başkalarının açlık ve sefaletine sebep oluyor. Birileri öksürürse diğerleri nezle oluyor.18 Bir yerlerde esen rüzgar başka yerlerde fırtınalar kopartıyor. Artık sorunlarımız yerel değil küresel, yerel gözükenlerin bile arkasına bakabilenler küresel boyutların varlığını görebiliyor. Haiti’deki açlık ve sefaleti araştırdığımızda karşımıza Amerika ve Fransa çıkıyor. Beyaz adamın nasıl zenginleştiğini araştırdığımızda karşımıza, başta Afrika olmak üzere yer altı ve yer üstü kaynakları, emekleri sömürülen halklar çıkıyor.
Zenginlerin yapamadığını fakirler yaptı, varlık
17
***
Dünyanın küçülmesi, şayet insanların dünyaları Mesela, “Amerika öksürürse Türkiye nezle olur” deyimi
18
sıkça kullanılan bir deyimdir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
büyürse bir anlam ifade eder. Artık bütün
İlham aldığı din, şu dönemin, bu coğrafyanın
dünyada olan bitenden haberdar olmak çok
ya da belirli bir milletin dini değil evrensel olan
daha kolay ve çok daha hızlı gerçekleşiyor.
İslam’dır. Kendisi belli bir coğrafyada değil
Küçülen dünya, insanların farklı coğrafyalarda da
yeryüzünde halifedir ve sorumluluğu belirli
bulunsalar dayanışmalarını, yardımlaşmalarını,
yerlerde değil, hiçbir yerde fitne, fesat ve zulüm
birlikte hareket etmelerini, el ele, omuz omuza
kalmayıncaya kadar cehd etmektir. İnsana karşı
vermelerini mümkün kılıyor. Yeter ki insan,
sorumluluğu şu insana, bu insana değil sadece
alıcılarını açık tutsun ve sorumlu olduğunu
insanadır, bütün insanlaradır.
unutmasın.
İlke ile vakıa arasında bir uyumsuzluk var.
Dün insan ne kadar evrensel düşünse de
İslam’ın evrenselliği ile dünyaya bakışımız
imkanları sınırlı olduğu için olan bitenden
örtüşmüyor. Bu durum dünyaya bakışımızı ve
haberdar olması, ona ulaşması, katkı yapması
ilişkimizi gözden geçirmemizi kaçınılmaz kılıyor.
zor, hatta imkansızdı. Ama bugün isteyen için
İslam’ın evrenselliğini, “yeryüzünden fitne
dünya gerçekten küçük. Filistin nere, Haiti
kalkıncaya kadar cehd” hedefini anlamaya ve
nere. Ama bir bakıyorsunuz, onlar depremi
içselleştirmeye ihtiyacımız var. Küçülen dünyada,
duyar duymaz harekete geçiyor ve Haiti’ye
dünyamızı büyütmekten ve sınırları aşıp dünya
yardım ulaştırmaya çalışıyor. Dünyanın
vatandaşı bir Müslüman olmaktan başka çare
birçok coğrafyasında vicdan sahiplerinde
yoktur. İki dünya yok, kendi dünyamızı gerçek
bir hareketlenme başlıyor ve yanı başındaki
dünya ile aynılaştırmak durumundayız. Filistin’in
ABD’den çok daha önce depremzedelerin
derdi derdimiz olmalı, Irak ve Afganistan işgali
imdadına yetişiyorlar.
karşısında kendimizi işgal edilmiş hissetmeli,
Öte yandan çağın vebası olan materyalist düşünce, insanları bencillik ve menfaat duvarları içine öyle bir hapsetmiş ki, kulakları var ama duymuyorlar, gözleri var ama görmüyorlar, güçleri ve imkanları var ama menfaatlerinden ve zevklerinden başka bir gerekçe ile harekete geçirmiyorlar. Kendilerinden başkasıyla ilgilenmiyor, kendi sorunları, idealleri, hayalleri, zevk ve eğlencelerinin peşinde ömür tüketiyorlar.
Afrikalı aç ve yetimleri yetimlerimiz kabul etmeli, Haiti’nin ve sefalet içindeki halkların sefaleti yiyeceklerin boğazımızdan geçişini zorlaştırmalı, uykularımızı kaçırmalı… Duydun, o halde kayıtsız kalamazsın, haberdar oldun bana ne diyemezsin. Gerçekler karşısında sağır, kör ve dilsiz kalmak diye bir tercih olamaz. Tam tersine bütün alıcılar sonuna kadar açık tutulmalı ve hayırların çoğalması adına güçler seferber edilmelidir. Dünya ile öyle bütünleşmeli ki, herhangi bir yerde zulüm varsa adaleti
Dünya küçük ama insanların etraflarına ördüğü duvarlar öyle kalın, sınırlar öyle katı ki, onları aşıp da duymak ve görmek ne mümkün. Yerellikten kurtulamayan bu insanlar kendi köylerinin, mahallelerinin, ülkelerinin, soydaşlarının, dindaşlarının, grup ve topluluklarının sınırları dışına çıkamıyor, çıkmaya da çalışmıyor. Başkalarının ne sorunları, ne problemleri, ne de güzellikleri onların ilgisini çekmiyor. Kendi sorunları, kendi gündemleri onlara yetiyor.
haykırmak, dertli varsa derman olmak, problem varsa çözüm üretmek sorumluluğumuz olmalı. Emperyal niyetleri gerçekleşsin diye yeryüzünün ateşe verildiği, güçlü olanın zayıfı ezdiği, sömürdüğü, zayıf bıraktığı ve zaaflarından kurtulmamaları için her türlü düzeneğin kurulduğu günümüzde; olan bitenden haberdar olup da ilgisiz kalmak tam bir sorumsuzluk örneği ve hesabını veremeyeceğimiz bir durumdur. “Komşusu açken tok yatmamak” şiarı yeryüzünün her neresinde olursa olsun açlık ve
Ne yazık ki, Müslümanların durumu da bu tablonun bir parçası olmaktan uzak değil. Oysa onun bütün kalbi ile iman ettiği Allah, şunun bunun değil bütün alemlerin Rabbidir.
sefaletten kendimizi sorumlu hissetmek şeklinde anlaşılmalı ve gereği yerine getirilmelidir. Filistinli kardeşlerimiz kendilerine bile yetmeyeni paylaşma erdemi göstererek ne de güzel örnek oluyor ve materyalist dünyaya ne de büyük bir mesaj veriyorlar. Böyle güzelliklere hem bizim
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
141
hem de dünyanın ne de çok ihtiyacı var. Öte yandan Kur’an nasıl bir sorumluluğa sahip olduğumuzu şöyle ortaya koyuyor: “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir
eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” Nisa 4/75
Savaşmak ele silah almak değildir her zaman. Bir yetime sahip çıkmak, bir yoksulun elinden tutmak, bir yara sarmak, bir muhtacı ilan etmek, bir kötülüğü ifşa etmek, zalimin oyununu bozmak, zalime “dur” demek, hakkı haykırmak, kimden gelirse gelsin kötülüğe engel olmak, insanların ve toplumların köleleştirilip sömürülmesinin önüne geçmek de bu savaşın bir parçasıdır. Dünyanın bu savaşı verecek vicdanlara ihtiyacı var. Müslümanlar ise buna aday ve bunu hakkı ile yerine getirebilecek yegane topluluk. Zira sahip oldukları alt yapı (din) onlara tam da bunu söylüyor. Üstelik onlar yaptıklarına karşılık beklemeyen (Allah rızası onlara yeter) bir ahlaka sahipler. Dünyanın vicdanı olmak, olan bitene karşı duyarlı olmak ve kendini sorumlu hissetmekle, evrensel doğrular çerçevesinde; kimden gelirse gelsin doğruya doğru ve kimden gelirse gelsin yanlışa yanlış demekle gerçekleşebilir. Cahiliye adını verdiği her şeye muhalif, cahil adını verdiklerinden ne gelse karşı olan bir tavırla değil. Zira bu tavırda bencilik/bizcilik var. Kendi sorunlarını merkeze alan ve ancak bizim yaptığımız doğrudur diyen yaklaşımların esaretinden kurtulmak şart. Müslümanlar ancak kendilerini sınırlandıran suni duvarları yıktıklarında dünyanın vicdanı olmayı başarabileceklerdir. Ancak bunu başardığımızda vicdanlarına ses olunan insanların bu duruşumuza destek
www.islamiyorum.com
veli (koruyucu sahip) gönder, bize katından bir yardım
vermeye başladığı, yani vicdanlarının sesi olmamızı kabullendiklerini görebiliriz.
- BİTTİ -
142
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
GÜNDEM
Meal Savaşları
(Mı)? Muhammed Yıldız
Newsweek Türkiye Dergisi’nde Adem Demir’e
Yazar tezini kuvvetlendirmek için bu kavganın
ait “Cemaatler arası meal savaşı” başlıklı bir
tarafları arasına ilahiyatçıları ekleyiveriyor: “Bu
haber-yorum yazısı yayınlandı. Yazıda cemaatler
üslupta olmasa da İslamoğlu gibi meal yazarlarına
arasında bir meal savaşı gerçekleştiğinden
ilahiyatçıların tepkisi de büyük.”
hareketle, cemaatlerin “para ve güç için Kur’an meali yazma yarışında” olduğu iddia ediliyordu. Bu savaşa bir örnek olarak da Cübbeli Ahmet’in Mustafa İslamoğlu’na karşı yürüttüğü tek taraflı
Bu kavganın yeni olmadığını söyleyen yazar şöyle devam ediyor: “Aslında
meal
tartışmaları
1970’lerden
beri
savaş örnek veriliyordu:
yapılıyor, fakat bugün farklı ve daha sarsıcı bir
“İstanbul Fatih’te bir apartmanın zemin katı.
her cemaat kendine has bir meal oluşturmaya
Kamuoyunda
başladı.”
Cübbeli
kavga söz konusu. İlahiyatçılara göre Türkiye’de Ahmet
Hoca
olarak
bilinen Ahmet Mahmut Ünlü’nün mescidi burası. Erkenden gelenler ona yakın olmak için ön safları zorluyor. Her cuma namaz vaktinde olduğu gibi adım atacak yer yok. Cübbeli Ahmet, kürsüde kendine has üslubuyla vaaz ederken cemaatin iyi tanıdığı bir ismi sert sözlerle eleştiriyor. Bu kişinin düşüncelerinin ‘sapkın ve tehlikeli olduğunu’ belirtip
insanları
uyarıyor.
Namaz
çıkışında
kapıdaki görevliler cemaatin eline birer broşür tutuşturuyor.
Broşürün
İslamoğlu’nun
Bidatlerine
kapağında
‘Mustafa
Reddiye:
HAKSÖZ’
ifadeleri dikkat çekiyor. Cübbeli Ahmet Hoca’nın biraz önce isim vermeden eleştirdiği kişiyle ilgili sert sözlerin yer aldığı metni insanlar okuya
Ve bu kadar çok mealin arkasında yatan asıl nedeni de şöyle izah ediyor: “Tahminen Türkiye’de yılda 650 - 700 bin adet meal okuyucuyla buluşuyor. Cep, orta, büyük boyları bulunan bu meallerin fiyatlarının 25 ila 100 lira arasında değiştiğini söylersek işin ticari boyutu ortaya çıkmış olur. ‘Meal Kültürümüz’ isimli kitabın yazarı Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Mustafa Öztürk, mealin her dönemde okuyucu bulduğunu, dolaşımdaki her mealin az ya da çok rağbet gördüğünü belirtiyor. Meal basma ve satma faaliyeti yürüten onlarca
okuya ev ve işlerine gidiyorlar.”
yayınevi, bastırdıkları mealin ne kadar sattığına
“Her hafta dozajı artan kavganın ardında AKABE
vergi öderken beyan ettikleri rakamları düşük
Grubu’nun lideri Mustafa İslamoğlu’nun yazdığı
tutmaları olabilir. Yine de farklı kaynaklardan
bir Kur’an meali var. İsmailağa cemaatinin
teyit ettiğimiz bilgilere göre uzun süredir
veliaht
lideri
Cübbeli,
İslamoğlu’nun
ilişkin rakam vermiyor. Bunun sebebi, devlete
‘Hayat
piyasada olan Elmalı Hamdi Yazır ve Ömer
Kitabı Kur’an/Gerekçeli Meal’ kitabıyla İslam ve
Nasuhi Bilmen’in mealleri, birer milyondan
Müslümanlara büyük zarar verdiğini söylerken,
fazla sattı. Yarım milyonu deviren meallerin
tarikat mensupları onun melun (Allah tarafından
sayısı da azımsanamaz. İşaret Yayınları’nın bir
lanetlenmiş) olduğunu savunuyor.”
yetkilisi, Muhammed Esed’in ‘Kur’an Mesajı’
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
143
mealinin 500 binden çok sattığını söylüyor.
yapılması mümkün görülmediği için, onun
Yaşar Nuri Öztürk’ün ‘Kur’an-ı Kerim Meali
imkân nispetinde, aslına yakın bir şekilde,
(Türkçe çeviri)’ kitabı 150 baskı yaptı. Bu da
biraz noksanıyla ifade edilmesi; yani tefsirinin,
500 bin civarında bir satışa tekabül ediyor.
tercümesinin yapılması uygun görülmüş, bazı
Prof. Suat Yıldırım ve Prof. Süleyman Ateş’in
yorum ve eklerle, anlamı mümkün olduğu kadar
mealleri de çok satanlardan. Bu arada devletin
tam aktarmayı ifade eden daha iddiasız bir
en yüksek dini kurumu Diyanet İşleri Başkanlığı
kavram olan “meâl” kelimesi tercih edilmiştir.
da farklı kişilere meal yazdırıyor. Bir heyet tarafından kaleme alınan ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından çıkarılan ‘Kur’an-ı Kerim Meali’ ve yine Diyanet tarafından bastırılan Prof. Dr. Halil Altuntaş ile Dr. Muzaffer Şahin imzalı aynı adlı eser de çok satanların başında.”
Elmalılı Hamdi Yazır, “Hak Dini Kur’an Dili Yeni Mealli Türkçe Tefsir” adlı eserinin önsözünde meali “bir kelamın manasını her veçhile aynen değil de biraz noksanıyla hasılına göre ifade etmek” olarak tanımlar. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından basılan “Kur’an-ı Kerim
Yazı, kim hangi meali okuyor tasnifi ile sona
Meali” adlı eserde; “Meal, bir şeyin özü,
ererken, kafalarda “meal ve savaş” kavramlarına
hülâsası, varacağı sonuç demektir. Yani meal,
dair soru işaretleri ve endişeler kalıyor. Ve bize,
Kur’an nazmının eksiksiz bir aktarılışı değil,
zaafların insanların ve toplumların en büyük
sonuç itibarıyla mütercimin Kur’an nazmından
düşmanı olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.
anladığı şeydir.” şeklinde tanımlanır.
Zaaflar zayıflıktır, zayıf bırakır, yapması gerekenden alıkoyar, başarmanın önüne geçer. Üstelik saldırılara açık hale getirir. Önü alınmazsa yeni zaafların ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Bulaşıcı bir hastalık gibi; bir başlamaya görsün, bütün vücuda yayılır, arazlar ortaya
Meal, kişinin Kur’an’dan anladığını, Kur’an kelimelerinin kendi dilinden karşılıklarını bularak ifade etme hadisesidir. Mustafa Yıldız’ın ifadesi ile “Çeviri, kaynak dildeki bir anlamın amaç dilde yeniden üretilmesidir. Bir
çıkarır ve en nihayetinde vücudu bitirir.
çeviriyi başarılı kılan en önemli kriter, çevrilen
Ümmet olarak zaaflarımız var ve bunlar Allah ile
uyandırdığı etkiyi ‘amaç dildeki’ muhatapların
Kur’an’la ilişkimizde başlıyor, yaptığımız her işte
üzerinde de uyandırmasıdır.”
olduğu gibi mealler konusunda da ayan beyan ortaya çıkıyor. Gün geliyor, zaaflarımız namlusu bize çevrilen bir silaha dönüşüveriyor ve birileri zaaflarımızı bize karşı hoyratça-acımasızca kullanıyor. İşte örnek; içimizi acıtan bir şekilde meal yapmak için ortaya konan çabalar makam ve iktidar çabasına indirgenirken, meallerin çokluğu ve farklılığı bir savaş aracına dönüşüveriyor ve bir meal savaşı icat ediliyor.
metnin ‘kaynak dildeki’ muhataplarının üzerinde
Bir eseri başka bir dile aynen aktarmak mümkün değildir. Hem her dil, aynı zenginliğe sahip değildir; hem de tercüme edenlerin anlama derinliği ve aktarma becerileri, yani dile vukufiyetleri farklı farklıdır. Söz konusu Allahın kelamı olduğunda, bu imkânsızlık daha da bir gerçeklik kazanır. Çünkü Kur’an ilahidir. Üslup, edebiyat ve içerik olarak mükemmeldir. Tercüme eden ise anlama ve anlatma da yetersizliklerinden dolayı yanlış ve hatalar
***
“Meâl” kelimesi, lügatte “e-v-l” kökünden “rücu etmek, aslına döndürmek” manasında bir mimli mastardır. “Bir şeyin ulaşacağı gaye” anlamında ism-i mekan da olur. Meâl, te’vilin neticesi olup, “bir şeyi eksiltme” manasına da gelir. Bu nedenle ıstılahta; bir sözü, her yönüyle aynen değil de biraz noksanıyla ifade etmeye meâl denmiştir. Dilimizde mânevî
yapabilme potansiyeline sahip olan insandır. Ve neticede her meal, bir ya da bir grup insanın Kur’an’dan anladığını başarabildiği kadarıyla ifade etme çabasından ibarettir. Ve bundan dolayı meallerde hatalar olması, yetersizlikler bulunması, aralarında farklılıklar olması, birbirlerine göre üstün-iyi yönlerinin bulunması doğaldır.
ve tefsîrî tercümenin karşılığı olarak kullanılır.
“Her meal, müterciminin anlayış ve birikimini
Kur’ân’ın tercümesinin tam ve eksiksiz olarak
yansıtır. O, Kur’an değildir, Kur’an’ın yerini
144
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tutmaz. Ve bir meali kutsallaştırmak ve daha
önce anlaşılmasına bağlıydı. Fakat bir sorun
iyisinin olamayacağını iddia etmek yanlış bir
vardı. Kur’an Arapça idi, muhataplarının çoğu
tutumdur. Bu, meal olarak nitelemenin ruhuna
ise Arapça bilmiyordu. Ve herkesin Arapça
da aykırıdır. Çünkü meal, nihai anlam değil
öğrenmesi de mümkün değildi. Bu sorunun fark
yaklaşık anlamdır. Ayrıca Kur’an’ın bir kelime
edilmesi, çözümü de beraberinde getirdi ve meal
veya bir ayetinin beşer eliyle bir başka dilde
çalışmaları başladı ve artarak gelişti. Mesela
dondurulması, anlamının o çeviri kalıbı içinde
Kur’an-ı Kerim’den bir surenin Farsçaya
sınırlandırılması ve diğer muhtemel, zengin
çevrilmesi İslam’ın ilk dönemlerinde gerçekleşti.
ve kapsamlı anlamlardan koparılması demek
Muhammed Hamidullah’ın verdiği bilgiye göre,
olacağından başka herhangi bir metin için
Avrupa’da ilk meal çalışmaları 1141’de başlamış
bu mümkün olsa bile, Kur’an-ı Kerim için söz
ve Kur’an bu tarihlerde Latinceye çevrilmiştir.
konusu olamaz.” (Ali Bulaç)
İtalyancaya 1513, Almancaya 1616, Fransızcaya
Mealler Kur’an olmadığı içindir ki, eleştiriye açıktır. Halis niyetlerle ortaya konan çabalar, halis niyetlerle değerlendirildiğindeeleştirildiğinde ortaya birçok hayrın çıkmasını sağlar ki bunların başında meallerin kendi içinde gelişme göstermesi gelir. Her meal sahibi de
1647 ve İngilizceye de 1648’de tercüme edilmiştir. Bugün için, yaklaşık olarak Almancada 47, İngilizcede 51, Fransızcada 31, Latincede 36, Urducada 100’e yakın ve Farsçada 100’ün üstünde meal bulunmaktadır. Türkçede 65 civarında meal olduğu söylenebilir.
Kur’an’ı insanlara daha iyi ifade etme arayışı
Bir sorunun çözümüne katkı yapmak için
içinde olmalıdır ki, çabalar ileri götürülebilsin ve
başlayan-yapılan meal çalışmaları ne yazık ki
okuyanlara daha faydalı olsun.
zamanla ümmetin sahip olduğu zaafları taşır
Meal, Kur’an’ı anlama çabasına yapılan bir
hale geldi.
katkıdır. Meallerin çokluğu bir tefrika nedeni
Makam için, kariyer için, şan için ya da maddi
değil ancak bir zenginliktir. Olabildiğince
menfaat için meal çalışması yapanlar çıktı.
istifade etmek gerekir. Birini değil birçoğunu karşılaştırarak okumak faydalı bir yaklaşımdır. Birisinde yakalanmayan anlamı bir diğerinde bulmak ya da birinde olmayan derinliği diğerinde yakalamak mümkündür. Onlar sayesinde birçok insan, Kur’an’la tanışarak hidayete ermiş, Kur’an’ı anlayarak onu hayata geçirmenin uğraşına girişmiştir. Kur’an tozlu raflardan ceplere ve kafalara inmiştir. Belli gün ve gecelerde okunan bir kitap olmaktan kurtulup, anlamak için okunan ve yaşanan bir kitaba dönüşmüştür. Batılı toplumlarda bile birçok insan, mealini okuduğu Kur’an’ın mesajından etkilenerek İslam’ı tercih etmiştir. Rabbim çaba sahiplerini ödüllerin en güzeli ile mükâfatlandırsın ve çabalarını bereketli kılsın. ***
Kur’an, insana ve hayata rehberlik etmek için, karanlıkları aydınlatan bir nur, hasta kalpleri iyileştiren bir şifa ve bilmemenin şaşkınlığını sona erdiren bir memba olarak nazil olmuştu. Söz konusu edilen fonksiyonların ve daha fazlasının gerçekleşmesi ise her şeyden
Meal konusunda gayri ciddi çabalar da var olageldi. Bunlardan birini Serdar Demirel “Daru’l-Hikme”de yayınlanan bir anısında şöyle anlatıyor: “Kur’an tercümesinin ne kadar ayaklara düşürüldüğünü izah sadedinde; bir defasında bir ilahiyat fakültemize ziyarete gitmiş, bir hocanın ofisinde ağırlanmıştım. Masanın üzerinde açık olan 4-5 farklı meal çalışması vardı. Ev sahibimiz, başka bir arkadaşıyla beraber Kur’an tercümesi yapıyordu. Önce tercümesi yapılacak âyetin orijinal metni tilâvet ediliyor, sonra da masa üzerindeki mealler sırasıyla okunuyordu. O meallerden hangisi onların algı dünyasındaki anlama yakın geliyor ise, onu tercih edip kendi meallerine alıyorlardı. Bazen masadaki tercümeleri birleştirip kendi orijinal tercümelerini oluşturuyorlardı! Kes, yapıştır ameliyesi anlayacağınız... İnanın, onların yaptığı, piyasadaki birçok meal çalışmasından daha ciddi sayılır. Hiç olmazsa ‘copy-paste’ sağlam meallerden yapılıyordu...” Ayrıca ümmet, birlik ve bütünlükten yoksun;
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
145
fırkalaşma-grupçuluk almış başını gidiyor. Fırkanın fikri dinin önüne geçmiş. Nasıl her fırkanın bir lideri, kendine göre bir fikri, hedef ve yöntem anlayışı var ise meali de var. Ve meal, grup ya da cemaatin sahip olduğu görüşü destekliyor, onaylıyor. Ve nasıl her grup kendi yanında olanla yetiniyor, kendi lideri ve düşüncesi ile büyüleniyorsa meal konusunda da tercih ettiği bir iki mealden başkasına itibar etmiyor ve başkasından yararlanmaya, istifade etmeye çalışmıyor. Üstelik diğer mealler eleştirilirken -Müslümanların birbirini eleştirirken yaptığı gibi- grup asabiyeti devreye giriyor, haddi aşan, ölçüsüz değerlendirmeler yapılabiliyor. Zemin müsait, fırkalaşma ve fırkalar arası yanlış bir rekabet var. Mealler de bundan payına düşeni alıyor. Ve birileri de kalkıyor alın kaşırcasına bir savaş icat ediyor, zaaflarımızı kaşıya kaşıya bünyemizde onulmaz yaralar oluşturmaya çalışıyor. Tarih boyunca zaaflarımızdan dolayı başımıza gelen bela bir kez daha geliyor. Ve zenginliklerimiz karşımıza bir tefrika ve savaş nedeni olarak çıkarılmaya çalışılıyor. Dün mezhep, toprak, kabile savaşlarına mecbur edilen bizler şimdi de meal savaşı yapmaya itiliyoruz. Konu bir durum-vakıa tespitinden ibaret olsa, vakıa tanımlanırken hakkaniyet gözetilse ve hatta eleştirilse buna karşı bir şey demek uygun olmazdı. Ama konu abartılıyor, yanlış ifade ediliyor ve adeta savaş tamtamları çalınıyor. Yoksa eleştiri ve özeleştiri, İslam’ın “emr-i bil-maruf” ile yerleştirmeye çalıştığı temel bir ilkedir. Ancak eleştirme ile tahrik farklı şeylerdir. Zaafların telafisi, ortadan kaldırılması, tekerrürünün önlenmesi ve daha iyiye ulaşılması, eleştirinin sağlıklı bir şekilde uygulanmasıyla mümkün iken; tahrikler, ancak bu zaafların büyümesine, pirenin deve olmasına ve yeni zaafların ortaya çıkmasına sebep olur. Bu tür çabalar sürekli olacaktır. Başkalarının alın kaşımasına, tahrik etmesine, tefrika çıkarma faaliyetlerine engel olamayız. Ama tahriklere kapılmayarak, oyunlara gelmeyerek kendimize sahip olabiliriz. Zenginliklerimizi zaafa dönüştürme çabalarına karşı durabiliriz. Evet, her grubun kendi meali şeklinde bir görüntü var; ama bu onaylanacak bir durum değil, telafi edilmesi gereken bir durumdur. Farklılıklar
146
zenginliğimizdir. Halis niyetlerle ve ciddiyetle, emek sarf edilerek yapılan her meal Kur’an’ı anlamaya yapılan bir katkıdır, istifade edilmesi gereken çalışmalardır. Yanlışını eleştirelim, eksiğini tamamlayalım ve kardeşçe, dostça, emeğe saygı duyarak ele alalım. Meal savaşı çıkarmaya çalışanları utandıralım. Masamızda meal değil mealler olsun. Yenileri çıktıkça onları da yanlarına koyalım. Okuyalım, istifade edelim. Kur’an ortak buluşma noktamız. Mealler ise bir kardeşimizin-kardeşlerimizin onu anlama ve ifade etme çabası. Arapça bilmeyenlerimiz için Kur’an’la aramızdaki köprü. Her birinin kıymetini bilmek gerek. Bununla beraber 11 Eylül ve 28 Şubat süreçleri camiaları birbirine nasıl yaklaştırmaya başladıysa, meal alanında da; “şahısların değil, komisyonların hazırladığı ortak mealler” süreci pek ala başlatılabilir. Diyanetin öncülüğünde ya da bağımsız akademisyenlerden oluşan komisyonlarca hazırlanan mealler mevcut. Ancak ihtiyaç, farklı camiaların bu konuda dayanışma içine girmesidir. Bu, hem camialar arasındaki dayanışmayı, hem de birden çok mealden faydalanma süreçlerini dolayısı ile “senin-benim mealim” görüntüsünün ortadan kalkmasını hızlandıracaktır ki; bu tür vesilelerin aradaki duvarların yıkılmasına, buzların erimesine ve ümmetin kucaklaşmasına katkı yapması umulur. Dünyanın birçok coğrafyasında insanlar Kur’an bile bulamazken, anlamak istemelerine rağmen okuyacak veya anlatacak birilerini ararken… Zenginliğimizin farkına varıp şükretmemiz ve zenginliklerimizi arttırmanın yollarını aramamız gerekir. Anlamak isteyenin önünde o kadar çok imkan var ki, yeter ki zaaflarımızın esiri olmayalım. -BİTTİ-
Kaynakça: 1. http://www.timeturk.com/yazardetay. asp?Newsid=14042/Serdar Demirel / Daru’lHikme 2. Din bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı:3 3. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili Yeni Mealli Türkçe Tefsir 4. Newsweek Türkiye dergisi sayı 36
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
GÜNDEM
Kutlu Doğum ve “Peygamber” Algısında Ortaya Çıkan Tahribat Esra SÜZEN Susuz topraklara rahmet indi seninle
şiir daha sunuldu seyircilere içersinde türlü
Annenden sonra anne halime sevindi seninle
gizemli hadiseleri konu edinen. Şaşkın şaşkın
Yağmura mı ihtiyaç var?
izliyordu Ayşe: “Demek Ebu Bekir böyle dua
Kaldır şahadet parmağını,
etmiş ha? Demek cehennemi kaplayacak kadar
Yağmurları salsın Allah.
büyük olacak da biz giremeyeceğiz… vay canına!
Sonra tut ağacın yaprağını,
Aa Hz Muhammed’in tükrüğü şifa mıymış? Her
Köklerini çıkarttırıp yanında yürütsün Allah.
şeyi rahmet peygamber, ne güzel. Ben de o
Yeter ki sen iste,
dönemde yaşasaydım keşke, şimdi hiç bir şey
Sen iste ya Rasulallah
eskisi gibi değil. Hem değneğiyle bir değerdi,
…
dünya neşeyle dolardı.”
Diyordu Ayşe, kutlu doğum etkinliklerinde ona da bir
Ayşelerin değnek hayaline, ağabeylerin ablaların
şiir vermişti idare. Ağlamaklı ses tonu coştursun diye
da şefaat hayallerine destek veren seremoniler…
milleti.
Kıvamı kulak memesi yumuşaklığında, gül özlü söylemlerden güzel bir kurabiye yapılır, afiyetle
…
yenir. Bir süreliğine damakta tat kalır, zamanla
Ey Rabbimiz! Rasulünü anışımızdan haberdar et! Bizi de affet O’nun hatrına affet Zatının hatrına Affet1
geçer ve ne yendiği de unutulur. Derken, özel bir gün daha. Yaşasın kurabiyeler! Yiyiciler mekânlarda hazır. Yiyin (ama afiyet olmasın). Programları bu şekilde özetlemek üzücü elbet.
Dedirtiyorlardı Ayşe’ye. Acaba bu
Ancak menşeine inilince görülecektir ki, bu
söylediklerinden bir şey anlıyor muydu küçük
kısırlık çıktığı ilk günden itibaren, ve hatta
kız? Programların en popüler şiirlerinden birini
çıkış gerekçe ve biçiminde var kutlu doğum
okuduğunun farkındaydı, ancak neden popüler
haftasının.
olduğunu biliyor muydu?
Kutlu doğum kutlamalarının mimarı Diyanet
Sırasını savdıktan sonra devam eden etkinlikleri
işleri başkanlığına bağlı Diyanet vakfı
izlemeye başladı. Slayt gösterileri oldu
heyetidir. Bu heyet 1989 yılında dönemin
akabinde, gülleri tanıtan, ilahiler ve de birkaç
mevcut koşullarıyla anlaşma yaparak, tepki
Dursun Ali Erzincanlı-Sen Yoktun
1
çekmeyecek, muhaliflikten son derece uzak,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
147
siyasi riskler barındırmayan, oldukça yumuşak
olsa saygı gördüler. Sn. Bolay dinadamlarının
tabirler geliştirerek peygamberi, peygamber
ağzından mutluluklarını şöyle aktarıyor. “Birçok
sevgisini gündem etmeye karar verdi. İlk dört
müftü bana ulaşarak şöyle dedi ‘Var olduğumuzu
yıl boyunca mevlit kandili gününde yapılan
yeni anladık, çünkü artık bize tepeden bakan
etkinlikler için daha sonra peygamberimizin
kaymakam, vali, garnizon komutanı, emniyet
miladi doğum günü kabul edilen 20 Nisan
müdürü telefon edip ‘bize de konuşma vakti
seçilmiş ve aynı gün, gül günü ilan edildi.
ayırın’ diye taleplerde bulunuyor”.
Haftaya, kutlu doğum tabirinin isnad edilmesi ile peygamberimizin doğumu kutsandı ve nur-i
Halkın gösterdiği ilgi karşısında devlet erkanı
Muhammed inanışı ortaya kondu.
başta olmak üzere siyasiler de bu haftaya
Kutlu doğum haftası etkinliklerini başlatan
çıkar devşirmek için kullanılan bir metaya
ilk isim Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay bu
dönüştürüldü. Hatta 28 Şubatın mimarları
haftanın amacını şöyle özetliyor. “Halk ile
bile bu kutlu haftadan nasiplenmek için
bütünleşmek, devlet erkânı ile bütünleşmek ve
seferber oldular. 2010 yılı kutlu doğum haftası
cami cemaatinin de dışına çıkmak”. Yine Bolay’ın
kutlamalarına CHP lideri Deniz Baykal’ın
ifadeleri, bu faliyetlerin yaygınlığını da gözler
konuşması damgasını vurdu.
önüne seriyor. “Amerika birleşik devletleri de dâhil dünyanın neresinde ‘Türkçe’ konuşan bir Müslüman varsa orada kutlu doğum haftası kutlanmaktadır.” Bu rağbetin neticesidir ki, diyanetin mimarı olduğu bu faliyetlere devlet de sahiplendi, 13 Şubat 2010 tarihinde resmi gazetede yayınlanan ‘kutlu doğum haftası’ yönetmeliği ile resmi bir hüviyet kazandıılrdı. Her yıl 14-20 Nisan tarihinin kutlu doğum haftası olarak kutlanması, yurt içinde ve yurt dışında yapılacak etkinliklerde dini bilgiler yanında Kuran kursu öğrencilerine yönelik yarışma ve çalışmalar düzenlenmesi karara bağlandı.
karşı ilgisiz kalamadı ve bu hafta siyasi
Bir yalan vardır o günde; herkes Müslüman’dır, herkes peygambere âşık. Sahte olan her sevgi gibi bunda da çıkar gözetilir. Savurganlık mesabesinde tüketilen kelimelerle yapılır edebiyat: “İyi ki doğdun ey gül yüzlü… Kâinat senin için yaratılmış… Tüm peygamberler sana secde etmiş… Ey barış elçisi… Gel, ne olur gel…” vs… Eskilerin tabiriyle iki hoş beş altı boş. Sevgi tüketimi... Hâlbuki peygamberi sevmek yürek ister.2 Seyir esnasında zirvelere varıp, sonrasında eskiye dönen, bitimlik, koku gibi esen geçen bir sevgi ne emek ister ne de yürek! Dökülen gözyaşları sevginin derecesini
Günün anlam ve önemi herkeste ayrı ayrı
belirliyorsa, akan her damla haz verir ve
tezahür etti elbet.
programdan çıkan haz almış, tatmin olmuş
28 Şubatın baskıcı ortamında her ne yaparlarsa
bir ‘anmak’tır artık. Peygamberin kendilerini
insanların, ödevi; hayatlarına bulaşmayan
sorun olan ve engellenen dindarlar, bu organizasyonu kendilerini ifade edebilecekleri ve “biz de varız” diyebilecekleri bir platform olarak sahiplendiler ve her yıl daha da artan bir çoşku ile kutlamaya başladılar. Olabildiğince siyasi
2
Allah Resulü vefat edip gitmiştir, şimdi biz Ona sevgimizi sahabe gibi ifade etmeye kalksak bile edemeyiz. O halde, bizim sevgimizin de ‘yakın’ (bedeli ödenmiş, hesabı verilmiş, lafta kalmamış) vasfını kazanması için ne yapmamız gerek?
ve muhalif söylem ve taleplerden uzak olarak
Sahabe-i Kiram durduk yerde sevgi edebiyatı
Peygamberi hatırladılar, sevgilerini ve saygılarını
yapmadı. Mesela Zeyd ve Huseyb din öğretmek için Hz
ifade ettiler, gözyaşları döktüler. Sorumluluk doğurmayan duygusallıklar yaşayıp evlerine, hayatlarına hiç peygamberi hatırlamamış gibi geri döndüler.
peygamber’in görevlendirmesiyle yola düştü ve şehit edildi. O asılayım da sevgim ispat edeyim de demedi. Yaptığı İslam’ı öğretmek için ölümü göze almaktı. O da onu yaptı. Peki, şimdi dini öğretme görevi Müslümanların
Kutlu doğumun mimarı olan diyanet işleri
omuzlarından kalktı mı? Elbette kalkmadı. O halde Hz Huseyb’in sevgisinin çağımızdaki karşılığı, ucunda
çalışanları ve din adamları kendilerince ciddi
ölüm dahi olsa, İslam’ı öğretmek için hiçbir fedakârlıkta
kazanımlar elde ettiler. Yılda bir hafta da
çekinmemektir. Bu Rasulullah’ı sevmenin bedelini
148
ödemektir. (Mustafa islamoğlu-Peygamberi Sevmek 2)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
işittiğine itimat ederek mersiyeler düzerler,
kalkınca da ağaçlar tekrar yerine gitmiş… Hz.
salâvatlar çeker, ruhuna fatihalar gönderirler
Ali’nin gözüne tükürmüş ve gözü iyileşmiş…
ve bu bağlamda belli sayısal çokluklara
Bir çocuğun koluna kaynar tencereden su
ulaşmanın verdiği yeterlilik psikolojisiyle
dökülmüş; peygamberimiz çocuğun kolunu
anma sorumluluğunu yerine getirmiş olma
tükürüğü ile iyileştirmiş… Ölmüş kızı çağırmış ve
eminliği, aşklarının hatırına, kendilerine şefaat
kız dirilip ona buyur (lebbeyk) demiş… Ölmüş
edileceğine inanmalarını sağlar.
adam kalkmış yanında Hz. Enes olduğu halde
Sürekli ilerisi için yardım umulan peygamber…
peygamberle yemek yemiş.3
Yardım kazanmak için geliştirilen asılsız
Bugün Müslümanlar kutlu doğum
sorumluluklar… Oysa O, dünyalarımıza rahmet
merasimlerinde peygamberin bedenine
olarak, insanlığımıza ışık olarak gönderilmemiş
odaklanıp, Ona yücelikler atfettikleri müddetçe,
miydi? Vahyi nasıl anlayacağımızı bize anlatacak
misyonunu öldürecek, mesajını gömeceklerdir.
olan, nasıl ‘insan’ olunur bize gösterecek olan
Peygamberi beşerüstüleştirdikleri, hem
bir örnek değil miydi? Neden inşa olmak için
eksilterek hem çoğaltarak kafalarındaki
değil de şefaat almak için O’na başvuruyoruz?
imaja kondurdukları takdirde hayatlarından
Bu çarpıklığı niçin görmüyoruz?
dışlayacak, model almak sorumluluğundan
Sakalının teline, mesajından öte kıymet verenler de mevcut, elbisesinin parçasına, ayak izine vs… peygamber algımız onun fiziki varlığında odaklanır da, çağlar ötesi mesajı/mirası örtülür ise bedenleşen peygamber tasavvurlarıyla karşılaşırız. 571-632 yılları arasında yaşamış fâni bedeninin, o zaman ve mekânla sınırlı hal
muaf(!) olacaklardır. Nuh kavmi, Semud ve Ad kavimlerinin inkârı, sorumluluk almak, dünya sevgisiyle dolup taşan hayatlarından vazgeçmek korkusu ile peygamberlerinin kendileri gibi bir insan olmasını istemeyişleri sebebiyle değil miydi? Melek olsaydı diye bahaneler üretmişlerdi.4
ve tavırlarının, hadsizce katkılar yapılarak, insan
Müşrikler de Allah’ı göklere öyle bir
olmanın ötesine geçirilerek halka anlatıldığını
hapsetmişlerdi ki, kendileri gibi ölümlü bir
görürüz. Mesela başındaki bulut, sırtındaki
insanla iletişim kurmasını istemediler. Yahut
mühür… Peygamberin başında bulut olduğunu
zamanın ileri gelenlerinden biri peygamber
varsayalım, 2010 yılında yaşayan birine bunun
olmalıydı dediler. Bahaneleri çoktu. Zira
ne faydası var?
bulundukları konumdan, bağlandıkları hayattan
“Ey Muhammed! Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya 107)
Âlemlere rahmet olarak gönderilme sebebi; ahlâkı, ortaya koydukları, yaşantısı, model örnekliği değil de, bedeni miydi? Rahmet oluşu onun tükürüğünün şifalı olması mıydı?! Bir kap yemeğe elini dokunmuş ve 300 kişi doymuş… Parmaklarından sular akıtıp orduyu doyurmuş… Bir keçinin sadece ciğer ve böbreklerini bir kaba koymuş ve ondan 130 sahabe doymuş… Hz. Cabir borcunu ödeyemiyormuş; peygamberimiz tarlasında gezmiş ve o yıl mahsul öyle artmış ki Cabir’in hiç borcu kalmamış… Çölde susuz kalınca
vazgeçme korkusu taşıyorlardı. Hıristiyanlar da Hz İsa’nın mesajını öldürmüşlerdi, Onu insan olmaktan çıkarıp, ilahlaştırdıklarında. Günümüzde de tıpkı Hz İsa’nın misyonun maruz kaldığı katliam yaşanıyor. Hz Muhammed, ümmetini bu anlamda uyarmıştı “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı yücelttikleri gibi siz de beni aşırı yüceltmeyin. Ben sadece bir kulum. O halde Allah’ın kulu ve elçisi deyin.”(Buhari Enbiya 3484) Müslümanların ‘ilk’i olmakla görevli Hz Muhammed’i insan olmaktan çıkarınca (Said Nursi; Risale-i Nur Külliyatı, Ondokuzuncu
3
Mektup; Mucizat-i Ahmediye, Hadis kitapları; El-Fiten
bir kap suya üfürmüş, elini sokup çıkarınca
Ve’l-Melâhim bölümleri, Suyuti; Hasaisu’l-Kübra, 3 cilt
çeşmeden akar gibi şarıl şarıl su akmış… Def-i haceti için bir yere oturmuş; civardaki iki ağaç hemen gelerek onun üzerini örtmüş
birada)(İhsan Eliaçık-Hanginiz Muhammed) (İsra 17/94 Şuara 26/154 Müminun 23/24 Fussilet
4
41/14)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
149
Müslümanların ‘sonuncusu’ yaptılar! Yaşantısını
ümit eden ve Allah’ı çok zikreden kimseler için
görüp de ‘İslam, peygamber gibi yaşanmalı’
Allah’ın Resulü’nde güzel bir örnek vardır.” (Ahzap
diyemeyip ‘ Biz kimiz ki!’ dediler.
21)
Hangimiz parmağıyla ayı yarabiliyor? Hangimiz Allah’ın habibi. Dünyaya ayak basmayan, uzayda mı dünyada mı belirsiz iki arada bir derede uçan, bizler arasından dışlanmış, yalnızlaştırılmış, fani bedeninin öldüğü şüpheli, bir yerde bekleyen bu esnada bizi de duyan ve de duasıyla nidalarımıza cevap veren, yakarışlarımızı işitip Allah’tan bizim için torpil isteyen, melek mi tanrı mı karar veremediğimiz bir varlık O. Biz kimiz ki(!) Sorumluluğu üzerimizden atmak işte bu kadar kolay. Fakat zahmet gerek. Öncesinde beynimizi köreltmemiz, eleştirme yetimizi kaybetmemiz lazım ki bu safsatalarla mutmain olabilelim. Aksi halde vicdan bir yerde ter döküp durur, ter kokuları da rahatsızlık verir. Mesela hiç soru sormayacağız, sorgulayan zihniyetlerden beri duracağız, birileri bir takım Müslümanları marjinalleştiriyor mu biz de eşlik edeceğiz, yanlış manlış bir düşman belirlemek şart, bu düşman iman kardeşimiz bile olsa! Ee bu iş kolay değil bir bedeli var. Geçim dünyasında bir yer bulup, gül gibi geçinip giderken pasif dindarlığımıza zarar verenler dışında herkese hoşgörülü olmak lazım. Özel gün ve geceleri aman aksatmamak lazım, binlerce salat-ı tefriciyeler okuyarak sabahlarız, hayır mübarek günün feyzinden sağanak sağanak alırız, tamamdır!
Hz Muhammed geldiği dünyanın insanlarına, kendi nefislerinde bulunanı iyiye, güzele dönüştürebilmenin mümkünlüğünü gösteren timsaldir. O, değişimleri ‘ol’ diyerek gerçekleştirmedi, basit bir işaret ile her şeyi güzelleştirme yeteneğine sahip değildi. Peki, kutlu doğum programlarda ortaya konan Muhammed’i kim örnek alabilir? Kutlu doğum haftalarında peygamberi anlamak yerine, rivayetler, hurafeler ortaya dökmek Müslümanlara ne kazandırır? Gül gibi yumuşak sembollerle anlatılan, bütüncül bakış gayesi taşımaksızın hoşgörü odaklı bir peygamber tavrı ortaya koymak (ki peygamberimiz İslam düşmanlarına karşı sert ve tavizsiz iken) Ortadoğu da bağırları yanan kardeşlerimize ne sağlar? Merhameti vicdan rahatlatmaya evirilen Müslümanlar arasında, Gazze’nin boğuluşu seyrediliyor. Sınırları Türkiye-Filistin arasında çizili yardım konvoyları merhametimizi tüketiyor. Adaletimizi tüketiyor. Gıda, giyecek, para derken vicdanlarımız rahatlıyor, bu hususta rahatlayan vicdan demek tükenen merhamet demektir. Siyonistleri titretecek, dünyayı sarsacak nitelikte bir siyasi yardım neden ortaya konamıyor! Pasifize ede ede kendilerini, hayattan, birlikten el etek çekmiş İslam dünyası(!) neden batının hâkimiyetini, gücünü doruklarında hissediyor? Peygamber duruşuyla ortaya çıkıp adalet yayacağına neden gül yayıyor kutlu doğum
İşte Ramazan Müslümanı, işte kandil
cemaati? Peygamberî duruşu 21. Yüzyıla
Müslümanı, işte cami cemaati olmaktan
taşımadıkları sürece uyandırmaz uyuturlar.
çıkan cemaat(!) Ve şimdi de, peygamberimizi
Kurabiyeleri götürürken sevgi baloncuğu
analım, anlayalım sloganıyla oluşup, Onu insan
olan, işlerine gelmediği anda patlayan sahte
değilmiş gibi tanıtmayı düstur edinen kutlu
Müslümanlar yaratırlar.
doğum cemaati! Ara ara kurabiye yiyip doyan, rahatlayan ahali!
İnsanlar uzun yıllardır nisan ayını peygamberi hatırlama ayı olarak hissetmek durumundadırlar.
Peygamberimizi yanlış anlıyoruz. Kuran’a
Zamanla zihinlerde böyle bir bağlantı
başvurmadığımız sürece bu değişmeyecek.
kurulagelmiştir. Özellikle karikatür krizinden
Birileri ilahlaştırırken birileri sekülerleştirecek.
sonra daha bir heyecanla peygamberimize
Bu ifrata karşı, ‘O olmasa da olur ‘ zihniyeti
tutunma doğal süreciyle karşılaşıldı.
tefrit olmaktan öteye geçmeyecek. Çünkü biz
Bu durumun çok iyi değerlendirilmesi
Kuran’ı peygamber olmadan anlayamayız.
sorumluluğuyla karşı karşıyayız. Bilhassa
“Sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı
150
‘kutlu’ sıfatını peygamberimizin doğumundan beri tutarak, kitlesel bağlamda etkiye sahip
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
peygamber platformlarının yönü değiştirilmelidir.
-BİTTİ-
Bütün hurafelerden, yanlış algılardan 3sıyrılmak mecburidir. Allah, örnek alınamayacak bir şeyi örnek göstermekten münezzehtir. Allah Muhammed’i önümüze, hayatın içinde, aktif olarak sunduysa, tutabiliriz demektir. Nasıl mı? Onu hayatımızın her safhasına getirerek, şimdimize davet ederek. Örneğin şuan içinde bulunduğumuz durumda O olsaydı ‘ne yapardı?’ diyerek, yahut ‘neyi yapmazdı? ’kimle konuşur, kimle savaşırdı?’ sorularını sorarak. Anma programları anlama, hayatımıza aktarma formatına dönüşmeli, peygamberi doğru anlatma devrine geçilmelidir. Kıyamete kadar yaşayacak olan Kuran’ın pratiği Hz Muhammed (sav) gereği gibi çağımıza taşınmalı, bugünün dünyasında söz sahibi olmalıdır ve çağlar üstü mesajını öldürme çabaları artık bir son bulmalıdır. Zira peygamberi anlattığını sanan, anladığını sananlar “gel ne olur” yakarışlarını yaptıkları esnada peygamber gelmiş olsa, “sen de kimsin” deyip tanımadıkları bu insana sırt dönerler yahut kutsal sakalını yolarlardı. Belki de kimileri şefaat et diye tehdit ederken kimileri de utancından karşılaşmamak için şehri terk ederdi. Bir gerçek de var ki, bıraktığı ümmeti sayıca dünyanın yaklaşık 4’te 1’i ettiği halde, konuşan değil susturulan, adalet yayan değil, zulmü alkışlayan olmuş İslam’ın kendisine ait bir gündemi, kendisine ait yapıları, algıları, yaklaşımları ve sorunları olduğunu unutmuş. Modern zamanların / yapıların gündemine mahkûm olduklarını sanmış.5 İslam’ı dünyadan almış maneviyata koymuş, Kalbim temizci, babanem türbanlıcı olmuş. Özünde ne kadar değer varsa tüketim dünyasının modasına kapılıp ata ata kıtlığa düşmüş, elinde hiç miras kalmayınca peygamberini tanımaz hale gelmiş. Bir asalak
www.islamiyorum.com
günümüze taşıyabiliriz demektir, mirasını canlı
gibi yaşamak modern dünyanın sünneti olmuş. Bomboş gelip de aç kurtlar gibi şefaat almayı kendilerine bir hak, peygambere görev isnad etmiş. Kabul etmeseler de, belki de, Peygamber’in gelmesini en çok istemeyen kendileridir. Atasoy Müftüoğlu-Kötülükleri Kanıksamak
5
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
151
BİYOGRAFİ
Ahmet el-Katip
Mehdi Beklemeyen Bir Şii Hamdî et-Tahâvî İslami Yorum için Çeviren: Uzun yıllar aşırı katı Şii
takdirde “dinden dönmüş”, “kafir”, “mürted”
akımlarının etkisinde kalmış
şeklinde damgalanmakla tehdit edilmesine
olan Ahmet el-Katip 1979 İran
rağmen yine de bildiğinden vazgeçmedi.
devriminden önceki yıllarda
Düşüncelerini yazdı ve yayınladı. Kendisine karşı
Kerbela’da Seyyid Muhammed
çıkanlardan tek istediği şey, karşıt düşünceleri
Hasan eş-Şirâzî’nin izinden
delillendirmeleri idi. Ancak onun araştırmalarına
gitmekteydi. Devrimden
karşı cevap niteliğinde herhangi bir ilmi çalışma
sonra aynı tecrübenin ülkesi
ortaya konulmadı.
Irak‘ta da gerçekleşmesi için çalıştı. İmamet ve yönetim konuları üzerine yoğunlaştığı dönemlerde İran devriminin baş aktörü ve manevi lideri Humeyni’nin “velayeti fakih” teorisini inceledi. Bu teoriye göre Humeyni bir fakih/din adamı olarak, Şiilerin bin yılı aşkın süredir bekledikleri “Kayıp İmam”ın vekili idi. Humeyni’ye göre velayeti fakih sisteminde “fakih”, yani devlet başkanı, “Kayıp İmam”ın vekili olduğu için her şeyin üstünde idi; halkın, şura meclisinin, cumhurbaşkanının… Yazarımız 1000 küsur yıllık Şii imamet teorisini iyiden iyiye inceledikten sonra “beklenen mehdi”, “on iki imam” vb. gibi inançların asılsız olduğu kanaatine ulaştı. Bu durum onun düşünce dünyasında büyük bir sarsıntıya neden olmuştu. Düşüncelerini kime açtıysa bu konulara fazla dalmaması gerektiği nasihatini aldı. Hocaları da öyle diyordu. Ancak o gerçeği söylemek ve yazmaktan başka bir seçenek düşünemiyordu. Düşüncelerinde ısrar ettiği
152
Muhammed Coşkun
Doğrusu yazarın düşünceleri Şii-Sünni uçurumunu kapatma noktasında son derece yararlı olabilecek niteliktedir. Bu bağlamda onun önemli fikirlerinden birisi “velayeti fakih” yani fıkıhçının yönetimi yerine “velayeti ümmet”, yani toplum yönetimi anlayışını getirmektir. Bu teori yasama dili ile fıkıh dilini yakınlaştırma ve Müslümanlar arası kaynaşma yollarını açma noktasında önemlidir ve Şii düşünürler içerisinde bir başkası tarafından bu ölçüde cesurca ortaya konulmuş değildir. Ahmet el-Katip Şia’nın temel inançlarından olan “İmamet”, “On İki İmam”, “Velayeti Fakih”, “Takiyye”, “Beklenen İmam” gibi fikirleri reddetmekle, aslında Şii düşüncesinin bütün otoritelerini karşısına almış, bütün bir Şii tarihi ile çatışmaya girmiş, siyasi-toplumsal ve ideolojik temellere dayalı bu köklü geleneği
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
sarsmış oluyordu.
İslam’ı temsil ettiğini düşünüyordu. Nitekim
Bu düşüncelerin Şia geleneğinden beslenen çevrelerde kabul görmesi pek kolay değildir. Büyük Şii din otoritelerinin bu düşüncelere hiçbir zaman kapı aralamayacakları ise kesindir. Çünkü
kendisi, o günlerde Sünni bir komşusuna öfkelendiğini ve “neden Ehli Beyt mezhebine girmemekte ısrar ediyorlar!” diye düşünüp hayret ettiğini kaydetmektedir.
bu fikirler onların tarih boyunca sahip oldukları
Nihayet Irak siyasi değişimler yaşadı ve Baas
konum ve ayrıcalıklarını yok saymaktadır. Ancak
rejimi yönetimi ele geçirdi. Kerbelâ’da Şirazî
el-Katip’in düşünceleri çağdaş İslamî siyasi
ve Necef’te Bakır el-Hakim liderliğindeki Şiilere
hareketlere sağlıklı bir rota çizme konusunda
yönelik baskı yapmaya başladı.
yardımcı olacak, geleneğin başımıza musallat ettiği ve ümmetin birlik ve özgürlüğünü yok eden asılsız inançlardan ve hurafelerden kurtulmayı arzulayan Müslümanların hedeflerine
O dönemde el-Katip “Hüseyin: Adalet ve Özgürlük mücadelesi”1 adlı bir kitap yazdı. Bu eserinde
halk arasında Hüseyin’in mazlum olarak
destek olacak niteliktedir.
öldüğünü anlatan ve onu sadece acınacak birisi
1953 yılında Irak’ın Kerbelâ şehrinde doğdu.
yaklaşmayı deniyordu. Onun yorumu daha çok
Gerçek adı Abdurresul Abduzzehre Abdulemir
Hüseyin’in devrimciliği ve silahlı ayaklanma
b. el-Hac Habîb el-Esedî’dir. Ahmet el-Katip ismi
yapması üzerine yoğunlaşıyordu.
ise kendisine Saddam karşıtı “İslamî çalışma örgütü” ile birlikte hareket ettiği yıllardan kalmış
olarak lanse eden söylemlere farklı bir açıdan
İkinci kitabı “İki Direniş Deneyimi”2nde ise adalet
olan takma bir isimdir.
ve hürriyet konularını işliyor ve 1971’de İran’da
Doğup büyüdüğü Kerbelâ şehri hep dini
isyanını örnek olarak ele alıp bu olaylarda dini
törenlerle ve kalabalık ziyaretçilerle dolu olduğu
liderlerin ve alimlerin rolünü inceliyordu.
için ticarete uygun bir yapısı vardı. Nitekim yazarımızın dedesi, Kerbelâ toprağından yapılan ve Şiilerin namazda secde ettikleri yere koydukları Hüseynî toprak denen taşlardan yapıp satıyordu. Şehirde ilmi ders halkaları kuruluyor, hatipler çeşitli yerlerde konuşmalar yapıyor, mersiyeciler Ehli Beyt ile ilgili ağlamaklı şiirler okuyup ağlıyorlardı. Kerbelâ’da ve genel olarak Şiilerde yeryüzünü adaletle dolduracak “kayıp imam”ın gelişini bekleme atmosferi hakimdi.
yaşanan Tönbek isyanını ve Irak’taki “yirmiler”
Hocası Şirazî hapse girmesinden bir süre sonra 1973’te Kuveyt’e gitti ve hoca-öğrenci orada buluştular. O sıralar ülkede dine ve ulema sınıfına karşı koyup laik bir sistemi savunan yönetime öfke kusuyordu. O dönemde iki kitap yazdı: “İmam Sadık: İnsan eğiticisi”3 ve “On yanlıştan bir doğru çıkmaz”4. Bu son kitapta “imamet” rüknü olmadıktan sonra imanın geçerli olmayacağını, sıfıra eşit olacağını savunuyordu. El-Katip Kuveyt’te hayatının yeni bir dönemine
İşte yazarımız bu ortamda doğup büyüdü. Babası onu beklenen mehdinin ordusunda bir asker olsun diye yetiştiriyordu. Şehirde Mescidu’l-Abbas’ın hemen köşesinde yer alan küçük bir yerde Şeyh Abdülkerim’den ilk derslerini alıp hafızlığını tamamladı, ardından dini okula gitmeye başladı. 13 yaşına geldiğinde hocası eş-Şirazî’nin yönlendirmesi ile başına sarık sardı ve din adamlarına has giysiyi giyinmeye başladı. Buna en çok sevinen ise anne-babası olmuştu.
adım atmış, mezhebinin propagandasını yapmaya başlamıştı. Bu amaçla Suriye, Sudan ve Lübnan’a gitti. 1977’de Lübnan’da evlendi. “Yarınki Irak”5 adlı Baas rejimi karşıtı bir gazete çıkarmak ve ülke yönetimine muhalif siyasi hareket oluşturmak suçlarından kendisi ve hocası Şirazî hakkında Irak’ta gıyabî idam kararı verildi. 1979’da İran devrimi olduktan sonra İran’a Orijinal adı: “el-Huseyn, Kifahun fî Sebîli’l-Adl ve’l-
1
Hurriye” Orijinal adı: “Tecrubetân fi’l-Mukaveme”
2
El-Katip o zamanlar Şii İsna Aşeriyye mezhebinin tek hak mezhep olduğunu ve gerçek
Orijinal adı: “el-İmam es-Sadık, Muallimu’l-İnsan”
3
Orijinal adı: “Aşeretu Nakıs Vahid Yüsâvî Sıfr”
4
“Irâk el-Ğad”
5
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
153
inen ilk uçağın içerisinde Ahmet el-Katip de
Anayasayı Koruma Meclisi üyeleri bu karara
vardı. Hayatı boyunca düşünü kurduğu “velayeti
itiraz ettiler. Bunun üzerine Humeyni çok
fakih” yönetiminin gerçekleştiğini sevinçle
önemli bir konuşma yaptı ve konuşmasında
gözlemliyor ve aynı şeyin Irak’ta da yaşanması
velayeti fakih sistemini açıklayıp “kendi
için dua ediyordu. Bir grup arkadaşı ile birlikte
yönetiminin Allah’ın, Peygamberin ve masum
Tahran’dan yayın yapan bir radyo kurdu ve
imamların yönetiminden bir parça olduğunu
İran rejimini Irak’a ithal etmek için Irak halkını
ve ister halk isterse başkası kabul etmiş olsun,
etkileyecek yayınlar yapmaya başladı. Bu durum
ülkenin yararına ters gördüğü her kanunu
İran-Irak arasında gerilime neden olmuştu.
iptal etmeye, her kanunu geçirmeye hakkı ve
1982’de “Irak İslam Devrimi Tecrübesi”� adlı kitabını yazdı ve bu kitabında Humeyni’nin aktif hareket yöntemini övüp Irak İslami hareketini, Irak’taki dini otoriteleri ve özellikle de hocası Şirazi’yi tenkit etti.
yetkisi olduğunu” söyledi. Bu sözler Ahmet elKatip’in artık kendi görüşleri doğrultusunda velayeti fakih düşüncesini temel kaynaklara inerek araştırmaya başlamasına sebep oldu. Yüzlerce klasik Şii kaynağını okudu ve Şia’nın bu konulardaki düşüncelerinin takiyye,
O yıllarda İran-Irak savaşı iyice kanlı hale gelmeye başlamıştı. Bu durum karşısında eşŞirazî tarafları savaşı durdurmaya çağırıyor ve kendi taraftarlarına İran’ı terk etmelerini söylüyordu. Yazarımız ise o yıllarda kendisini yeniden ilmi araştırmalara verdi. 1985 yılında Seyyid el-Müderrisi’nin çağrısı üzerine, içerisinde Suud, Körfez ülkeleri, Irak, Afganistan ve diğer ülkelerden gelen kimselerin yer aldığı bir eğitim grubuna katıldı. Doğu Tahran’ın Mamazend adlı bölgesinde yapılan bu eğitim çalışması ilmi bir çalışmadan ziyade bir tür örgüt kampı çalışması gibiydi.
beklenen mehdi ve velayeti fakih teorilerine dayandığı kanaatine ulaştı. Velayeti fakih teorisinin yaklaşık iki yüz yıllık bir zaman dilimi içerisinde oluştuğunu ve ilk kez Safeviler döneminde Ali Abdulâlî el-Kürkî (vf.940/1533) tarafından uygulamaya koyulduğunu, bundan önceki dönemlerde ise Şii dünyada genel olarak “takiyye” ve “kayıp imamı bekleme” teorilerinin yaygın olduğunu fark etti ve her iki teori arasında (beklenen imam ve velayeti fakih) büyük çelişkiler olduğunu gördü. Çünkü küçük gaybet denen ve yaklaşık yetmiş sene süren dönemde Şiiler velayeti fakih yönetimi kurmamışlardı ve bu velayeti fakih sistemini
Bu dönem el-Katip’in hayatında oldukça önemlidir. Zira bu dönemde, o zamana kadar hayranlıkla izlediği ve bir gün Saddam Hüseyin’i devirince Irak’ta da benzerini kurmayı hayal ettiği velayeti fakih sistemi üzerine düşünmeye ve sorgulamaya başlamıştı. Çünkü o sıralar yaşanan şu ilginç olay onun düşüncelerinde değişimin adeta başlangıcı olmuştu:
klasik Şii alimlerinden hiçbirisi dillendirmiyordu. İşte bu noktada yazarımız “on ikinci imam” diye bir kişinin var olup olmadığını sorgulamaya, yani onca yoğun Şii atmosferde yetişmiş ve on iki imam inancı üzerine kitaplar yazmış olmasına rağmen o noktada “kayıp imam” diye bir kişinin gerçekten var olup olmadığını sorgulamaya başladı. Şöyle demektedir: “1398/1977 yılında
1988 yılında Şura Meclisi, Çalışma Bakanlığı ve
Muhammed Kazım el-Kazvînî, Kerbelâ’da
Anayasayı Koruma Meclisi arasında bir kriz çıktı.
parmağını bize doğru sallayıp kendinden emin
Konu şuydu: Hükümet son sekiz yıl boyunca
bir şekilde, beklenen imamın gelmesine on iki
sekiz kez “İş Kanunu”nu mecliste onaylamış ve
sene kaldığını söylemişti. Bu sebeple 1400/1979
yasalaştırmış, ancak “Anayasayı Koruma Meclisi”
yılında Mekke’de mehdinin çıkması ile ilgili
her seferinde bu yasayı iptal etmişti. Gerekçe
haberleri takip ettim. O sene Muhammed b.
ise yasanın İslami kurallara aykırı olması idi. Bu
Abdullah el-Kahtani ve Cuheyman el-Uteybi adlı
noktada çalışma bakanı Humeyni’den destek
iki kişi böyle bir girişimde bulundular ve Suud
istedi ve Humeyni de “işçiler sol ve komünist
yönetimi Cuheyman ve 71 arkadaşını idam
akımlara kapılmasınlar” diye bu yasa taslağının
etti… Bunu üzerine İsna Aşeriyye mezhebi din
nihai onayı almadan uygulamaya konulmasını
adamları arlarında ihtilaf ettiler ve Şeyh Mufid,
istedi. Ancak Cumhurbaşkanı Ali Hamaney ve
Seyyid Murtaza, Numani ve Tusi gibiler açıkça
154
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
”İmam Hasan Askerî”nin oğlu var olduğuna dair herhangi bir delil bulunmadığını ve bu oğlun varlığı kabul edilmedikçe imamet düşüncesinin ayakta kalamayacağını, dolayısıyla bu oğlun varlığını kabul etmek veya imamet düşüncesini reddetmek arasında özgür olduğumuzu
anlayışının temellerini atmıştır. Tarihin yazarımız hakkında hangi yargıya varacağı bilinmez, ancak onun görüş ve yaklaşımlarının bugünün Tahran sokaklarında açık ve net izlerini görmek mümkündür.
söylediler.” Artık içine şüphe düşen yazarımız yaptığı
- BİTTİ -
araştırmalar sonucunda “beklenen imam” teorisinin kelamcıların ürünü olduğu sonucuna varır. Ona göre Ehli Beyt imamlarının gerçek anlayışları Şura temellidir. İlahi imamet teorisi ise Kur’an ayetlerinin zorlama tevilleri ile desteklenmektedir. Nitekim hicri ikinci ve üçüncü yüzyıllarda Şiiler içerisinde çok küçük bir
Kaynaklar: 1.
Müzekkerat Ahmed el-Katib: Siretî el-Fikriyye ve’sSiyasiyye min Nazariyyeti’l-İmamae,.. ile’ş-Şura,
Batıni grup dışında “imamet” teorisini savunan
Bkz: http://www.alkatib.co.uk/seerati.htm
olmamıştır.
Bütün bu çalışmaları sonucunda yazarımız sonuçları iki açıdan değerlendirir: “Şii-Sünni ayrılığının temelinde yatan ‘Ehlibeyt’in yöneticiliği hak ettiği ve diğerlerinin onu gasp ettikleri’ şeklindeki teorilerin asılsız olduğu ortadadır. Dolayısıyla bu meseleden kaynaklanan ayrılık giderilirse İslam ümmeti yeniden birlik olabilir.
2.
http://uk.youtube.com/watch?v=psKtQylsawo
Ahmed el-Katib, Tatavvuru’l-Fikir’s-Siyasi eş-Şi’î mine’şŞura ila velayeti’l-Fakîh, Üçüncü baskısının önsözü.
3.
Humeynî, el-Hukumetu’l-İslamiyye, s.51-52
4.
Humeynî, Kitabu’l-Bey’, s.467
5.
Kayhan gazetesi, sayı: 13223, Tarih(Hicri)16 cemaziyülevvel 1408 http://mdarik.islamonline.net/servlet/Satellite?c=A
Başlangıçta velayeti fakih, imamet gibi
rticleA_C&cid=1256033959592&pagename=Zone-
düşünceleri benimserken daha sonraları
Arabic-MDarik%2FMDALayout#ixzz0k3cNsKZH
Şura, halk egemenliği, yöneticinin yetkilerinin sınırlandırılması gibi temelden farklı düşüncelere ulaştım.” Doğrusu Ahmet el-Katip tarafsız duruşu ve nereden gelirse gelsin hakikate bağlı oluşu, karşıtlarının tehditlerine aldırmadan görüşlerini cesurca yayması ve muarızlarını ilmi diyaloga çağırması gibi özellikleri ile araştırmacılar için ideal bir örnektir. Humeyni Şii düşüncesinden “takiyye” ve “mehdi bekleme” düşüncelerini temizlemiş olduğu gibi Ahmet el-Katip de “on iki imam” ve “velayeti fakih” düşüncesi sarsmış ve mezhebine meşrebine bakmaksızın bütün Müslümanları kapsayabilecek demokratik bir İslami sistem kurmanın, dinine, ırkına, mezhebine, cinsiyetine vs. bakılmaksızın her insanın güvenliği, özgürlüğü ve refahını hedefleyen ve Şura ve çoğulculuk temeline dayanan bir siyaset
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
155
KİTAP DEĞERLENDİRMESİ
“Sünnilik - Şiilik” Kitabı Üzerine Latif Kınataş Günümüz dünyasında
var. Peki, bunların karşısında İslam’ı ve İslam
küreselleşmenin
medeniyetini temsil eden güç/otorite kim?
avantajlarını-
S.Arabistan mı, İran mı, Türkiye mi, F.Gülen
dezavantajlarını/
mi veya Dünya Âlimler Birliği mi? Bu soruya
müspet ve menfi
olumlu bir cevap verilemediğinde dinler arası
etkilerini görmekte ve
diyalog söylem ve arayışlarının da bir anlamı ve
yaşamaktayız. Bilim ve
meşrutiyeti kalmaz. Çünkü diyalogun bir tarafı
teknolojideki gelişmelerle
yok demektir.
küreselleşmenin doğurabileceği muhtemel küresel felaketleri önleyebilmek için çeşitli söylemler ve projeler geliştirilmektedir; medeniyetler arası ittifak ve barış, dinler arası diyalog söylemleri ve arayışları sürüyor. Bu ittifak ve diyalogların olmayışı veya bundan sonra gerçekleşmemesi küresel felakette ne denli etken olur bilinmez. Belki zaman, bu ihtilafın tarafları arasında devreden günlerle devam ediyor. Her şeye rağmen bu söylem ve arayışlar devam ediyorsa bunun temelinde yatan beklenti ve tehlike algılarını görmek gerekir. Bunların haklı dayanaklar olduğu farz edilirse o zaman da gerçekliğini sorgulamamız gerekir. Hem işin doğası hem de tarafların durumu açısından. Burada özellikle Müslümanların durumunu gözden geçirmeliyiz. Zira laik Hristiyanlığı temsil eden otorite olarak Vatikan, milli devlet dini Yahudiliği temsil eden İsrail var. Her ikisi ve bunlarla beraber ateizmle sentezlenen Batı medeniyetini temsil eden ABD ve AB
156
Diğer yandan diyalogu, amaç ve ilkelerden soyutlayarak bir yöntem sorunu, bir üslup konusu olarak değerlendirdiğimizde bu, diyalog değil kendini yenilemektir; illa diyalog denilecekse, millet ve camianın kendisi ile diyalogu olabilir. Kendi yitikleri ile buluşması. Diyalog, kavramsal değil de lugavi olarak kullanıldığında, yok sayılan (yok mesabesinde olan) ötekilerin muhatap görülmesi, muhatap alınması kastedilir ki bu da bizi Kuran’daki “taaruf” /tanıma-tanışma-tanıtma ilkesine götürür. İşin özü de budur. (Bu ise ayrı bir konudur.) Anlamlı ve öncelikli olan ise, dinler arası diyalog yerine “din içi diyalog” yani mezhepler arası diyalogdur; diyalog da değil Din’de birliktir. Prensip olarak kimsenin reddetmediği, hamasi olarak Müslümanların zihninden ve gündeminden eksik olmayan ama somut olarak da hiçbir ilerlemenin olmadığı bu birliğin gerçekleşmesi nasıl olur? Bunun için öncelikle fırkalaşmanın temellerine inilerek irdelenmesi gerekir. Devr-i Nebi’den hemen sonra İslam toplumunda
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
meydana gelen siyasi depremin oluşturduğu çatlaklar ve özellikle de Şiiler-Sünniler arasında oluşan o büyük fay hattı, asırlar geçtikçe silinmesi gerekirken derinleşmiştir. Kabul/ itiraf edelim ya da etmeyelim, birbirinden uzaklaşmış, soğumuş; birbirine bigâne kalmış hatta düşman olmuş veya düşman gösterilmiştir. Aynı ilaha, aynı kitaba, aynı resule inandıkları halde; aynı kıbleye yöneldikleri ve aynı temel ilkeleri benimsedikleri halde iki ayrı dinin mensuplarıymış gibi iki ayrı (veya daha çok) dünya kurmuşlardır ayrıntılar üzerine. Öyle ki, mescitler ayrışmış; bir mezhebin mensubu diğer mezhep imamının arkasında namaz kılmaz olmuştur.
derinleştiren etkenler araştırılmalıydı. Tevhid inancından bir toplum doğacaksa, bu ancak vahdet ve adalet toplumu olabilir. Doğal olan bu iken nasıl oluyor da bu kadar parçalanmış, insaf sınırlarını bu kadar zorlamış bir toplum oluşmuş, bu sorgulanmalıydı. Din’in sabitatı ve değişkenleri tespit edilerek İslam toplumunun durumu bu açıdan değerlendirilmeli; parçalanma-fırkalaşma, dini mi, siyasi mi veya tarihi mi ve bu tarihi ayrılık ilelebed sürmeli mi diye sorulmalıydı… Buraya kadar dile getirmeye çalıştıklarım, benim gibi birçok kimsenin zihnini meşgul eden tespit, soru ve ihtiyaçlardı. Ancak ben bunları daha
Bununla beraber bu parçalanmanın kaygısını taşıyanlar, acı ve ızdırabını yaşayanlar da var olmuştur sürekli. Fakat onlar, uyarıcı seslerini yükseltmeye çalışsalar da kalabalıkların gürültüsünü ve taassup duvarını aşamamışlar, çok cılız kalmışlardır. Zaman zaman, İslam düşmanlarının emperyalist güçlerin saldırıları karşısında “İslam’da Birlik”, “Mezheplerin Yakınlaşması” düşüncesi depreşmiş ve bu yolda girişimler de olmuştur. (Onları saygıyla ve hayırla anarız.)
derli toplu ve sistematik şekliyle; ayrıntılı cevap ve açıklamalarıyla Ahmed El Katib’in “SünnilikŞiilik; Dinde Birlik, Tarihi ve Siyasi Ayrılık” kitabında buldum. Okurken altını çizdiğim ve buraya almak istediğim paragraflar o kadar çok ki kitapta kalsa daha iyi olacak. Ancak kitabın içeriğini kısaca ifade edebilirim; o, Sünnilik-Şiilik nedir, Sünni kimdir, Şii kimdir sorularına cevap arayarak başladığı kitabını, bu iki toplumun/ ekolün ayrıldığı ve birleştiği hususları -biraz da ayrıntılı- anlatarak sürdürüyor. İkinci bölümde tarihi arka plan değerlendiriliyor. Üçüncü
Ancak bu çağrılar ve girişimler pek etkili olmamıştır. Zaten başarı şansları da yoktu. Çünkü bunlar problemin kaynağına inmemiş; onun yerine problemin olumsuz sonuçlarını telafi etmeye dönük yapılmış girişimler olarak görünmektedir. Taraflar kendi mezheplerinin düşünce ve esaslarını ciddi şekilde sorgulama ve gelenekleriyle yüzleşme eylemini gerçekleştirmemişlerdir (hatta bu yüzleşmeyi yapanlar dışlanmıştır). Bu şekilde yapılan girişimlerde ise ön yargıdan sıyrılıp bağımsız ve cesur adımlar atılamazdı. Oysa bu düşünce ve girişimler; manzaramızın daha geniş ve daha gerçekçi görülebilmesi için mezheplerin-fırkaların içinden değil de dışarıdan/yukarıdan gözlemle yapılmalıydı. Dönemsel ve siyasi bir çaba olmanın ötesine taşınmalı, “Dini düşüncenin yeniden ihyası”nın parçası olarak görülmeliydi. Suni değil gerçekçi olmalıydı. Ciddi sonuca götürecek şekilde derinleştirilmeli ve ayrılıkların kökenine inilmeliydi. Bu ayrılıkları besleyen kaynaklar ve
bölümde ise birlik yolunda atılacak adımlar ve buna dair kendi önerileri zikrediliyor. Bu kitabı okuyan tutucu ve ön yargılı Sünniler, “Şii bakış açısıyla yazmış”; tutucu Şiiler de, “Şia’ ya ihanet etmiş Ehli Sünnet ajanı” diyebilirler. Yazarın da dediği gibi onlara söyleyecek bir şey yok; çünkü sözün ve beyanın yararı yok. Fakat mevcut hali kanıksamış, sorumsuz ve ümitsiz bir şekilde “İyi de bunlar hayal, onlar ayrı biz apayrı bir toplumuz. Tarih boyunca ayrı kalmış ve hatta birbiriyle savaşmış; birleşmesi mümkün mü? Boş uğraş…” diyenler olabilir. Onlara söylenecek çok şey var ama kısaca şunu söyleyelim: Birleştiren de ayıran da Allah’tır; her şey O’nun rahmet ve gazabıyla, O’nun yönetme ve yönlendirmesi ile gerçekleşir. Ancak, O’nun rahmet ve gazabını kullar çeker. Rahmeti mi istiyoruz gazabı mı? Onu düşünmeli ve ona göre davranmalı değil mi? Kim derdi ki, bir yetimin çağrısı ile parçalanmış Araplar yirmi yılda birleşir; kim derdi ki, rengârenk yüz binler
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
157
kardeş olur… Bu birliğin öyküsü ve formülü bir olan Allah’ın ayetinde mevcuttur; “Allah’ın rahmetiyledir ki sen onlara yumuşak davrandın; şayet sen kaba ve katı kalpli birisi olsaydın çevrenden dağılıp giderlerdi…” (Al-i İmran, 159) İki ayrı toplumu bir araya getirerek siyasi bir kurutacak adımları atmaktır esas olan. İlk adım atılmadıkça devamı da gelemez. Bu bilincin oluşmasına katkı sağlayacak sosyal kültürel her tür çaba takdire değerdir. İşte Ahmed El Katib’in kitabını da bu yolda atılmış önemli bir adım olarak görüyorum. İslam Medeniyeti’nin Şii kültür havzasında da beni kardeş bilen, benimle aynı kaygı ve hassasiyetleri taşıyan kardeşlerin olduğunu görmek ne kadar sevindirici ve ümit verici! Okuduğumda Şunu düşündüm:
Artık halklar
arasına örülmüş kalın duvarlarda gedikler açılıyor. Selamlaşma başlamıştır. İnanıyorum ki, dar mezhebi anlayışın ve taassubun dışına çıkarak, iyi niyet ve samimiyetle okuyanlar aynı duyguları hissedecek ve yararlanacaklardır.
- BİTTİ -
KİTABIN KÜNYESİ Adı: Sünnilik Şiilik - Eylül 2009 Yazar: Ahmet el-Katip Orijinal adı: Es Sünne veş Şia Çeviri: Muharrem TAN Yayınevi: Mana Yayınları Daha fazla bilgi için: www.ilimyurdu.com
158
www.islamiyorum.com
blok oluşturmak yerine, tefrikanın tohumlarını
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Kitap Değerlendirmesi
Demokratik Hilafete Doğru /Ahmet el-Katip Zakir Aydın “Ne zaman siyasetin üzerindeki
başlamak üzere Raşit Halifelerin siyasal
kutsallık gömleği çıkarılır ve
deneyimini, hilafetin saltanata dönüşmesini
tekrar medeni haline dönerse
ve sonrada saltanata dini kimlik kazandırma
o zaman din adamlarının
çabalarını değerlendirerek ortaya koyar. Saltanat
egemenliği sona erecek ve
hilafet karışımı Sünni siyaset anlayışının
İslam dünyasının önünde
kendisini dinen temellendirirken kullandığı iki
demokratikleşme ufukları
temel öğe “hadisler” ve “icma”dır. Bu yüzden
açılıverecektir.” (Kitaptan)
Katip, bir yandan tarihsel gelişimi ortaya
Ahmet el-Katip’i, Kitabiyat’tan çıkan “Şia’da Siyasal Düşüncenin Gelişimi” ve Mana Yayınlarından çıkan “Şiilik-Sünnilik Nedenleri Tarihte Kalmış Siyasi Ayrılık” kitaplarıyla tanıyorduk. Yine Mana Yayınlarından henüz yeni çıkan “Demokratik Hilafete Doğru” isimli bu eseri diğer iki eserini tamamlayan bir devam çalışması niteliğini taşıyor. “Şia’da siyasal düşüncenin gelişimi” kitabında önceleri mensubu olduğu ancak sonraları eleştirdiği Şii toplumunda yaşanan demokratik/siyasi gelişimi ele alıp analiz eden Katip, bu son çalışmasında aynı analizi Sünni toplum için yapıyor. Katip’in kitabı boyunca savunduğu ve ortaya koymaya çalıştığı temel düşüncesi; Sünniliğin siyasi düşüncesi olan “hilafet” anlayışının savunulanın aksine dini hiçbir temelinin olmadığı ve hicri II. yüzyıldan başlamak üzere V. yüzyıla kadarki siyasi gelişmelere bağlı olarak dinileştirildiği düşüncesidir. Ahmet el-Katip bu savını, Hz. Peygamberin siyasal deneyiminden
koyarken bir yandan da Sünni düşüncenin kendisine dayanak yaptığı bu iki unsuru dikkatle analiz eder ve çoğu uydurma olan hadislere ve ilk dönem uygulamalarının icma adı altında değerlendirilmesiyle üretilen naslara dayandırılan “hilafet” anlayışının dine dayandığı iddiasına karşı çıkar. 20. Yüzyılın başında Osmanlı’nın çöküşüyle siyaset sahnesinden tamamen çekilen hilafetin bu iflasının geri planında totaliter anlayışın olduğunu düşünen Katip’e göre tek çözüm, bu totaliter anlayışları terk ederek halkın yönetime katılımı, denetimi ve istişare esasına dayanan demokratik hilafet anlayışına dönmekten geçmektedir. Demokrasiye giden bu yol ise hilafet düşüncesinin eleştirisinden geçmektedir. Hilafet düşüncesinin eleştirisi de bu düşüncenin kaynağını, doğuşunu, tarihsel evrimini iyi tanımaktan geçmektedir. İşte Katip kitabı boyunca bunu yapmaya çalışır. Onun savunduğu bu görüşü, son dönemlerde birçok Sünni düşünür de savunmakta ve tarihsel
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
159
Sünni Hilafet anlayışından vazgeçmektedir.
göstermiştir. Bazı siyaset adamları ve fıkıh
Katip, kitabının ilerleyen sayfalarında bu
bilginleri de İslam’ın kendine mahsus bir
düşünür ve ilim adamlarından birçok örnekler
siyasi düzeninin olduğunu, bunun dini bir emir
verir.
olduğunu ısrarla vurgulamışlar ve Osmanlı’nın
Eleştirilerimizi sonraya bırakarak öncelikle kitabın bir özetini sunalım.
Kitap’ta Ne Anlatılıyor? İslam ile demokrasi kavramlarını bir araya getirmede zorlanan ve hatta demokrasiye şirk gözüyle bakanlara Katip şu soruyu sorarak kitabına başlıyor: “İslam’a ve toplumsal adaleti
ardından hilafeti tekrar hayata geçirmek için çaba göstermişlerdir. Oysa tamamlanmış bir din olan İslam, ilkeleri koyarak siyasi düzenin yapısını Müslümanlara bırakmıştır. Siyaset sahası içtihat ve gelişmeye açıktır. İlkelere uymak şartıyla siyaset alanında farklı deneyimlerden ve gelişmelerden yararlanmak her zaman mümkündür. “Hilafet” düzeni denen düzen ise İslam’ın bu ilkelerine tam olarak dayanmayan
sağlamaya hangisi daha yakındır? Totalitarizm mi,
bir düzendi. Demokratik düzen ise İslam’ın
demokrasi mi?” Cevap ona göre gayet açıkken
temel ilkelerine göre incelenip uygulanabilir
Sünni fıkıh alimlerinin çoğu totalitarizme meyilli cevaplar verirler. Oysa bu tür yönetimler
bir nizamdır. Yapılması gereken onu yüzde yüz almak değil, İslam ile uzlaşan yönlerini almaktır.
toplumda adaletin temellerini yerle bir
“Halkın yönetimi, Batı’da olduğu gibi dini hayattan
etmektedirler. Kur’an’ın adaleti emreden ayetleri
koparma veya ateist laisizme sarılma biçiminde olmak
gayet açıkken fıkıh alimleri bunları görmezlikten
zorunda değildir. İslamiyet’te halkın yönetimi, dinle
gelerek totaliter saltanat yönetimlerini
mücadeleden çok totaliter rejimler ve diktatörlükle
demokratik yönetimlerden daha fazla İslami bulurlar. Hadisleri, adaleti emreden ayetlerin üzerine çıkararak zalim hükümdarları “adalet ayetleri” kapsamının dışına taşırlar, onları gaspçı olarak nitelemekten kaçınırlar. Tarihte çoğu uydurma hadislerin ön plana çıkartılıp adaletle ilgili ayetlerin ihmal edilmesiyle “saltanat veya hilafet fıkhı” adı altında yeni bir fıkıh anlayışı türetilmiştir. Halifelere veya sultanlara tanınan geniş yetki alanı ve onların eleştirilip değiştirilmesini engelleyen fıkhi yorumlar, dini bir emir gibi sunulmuş ve bu totaliter düşünce Müslümanların geri kalmalarına ve çöküşlerine yol açmıştır. Fıkhi yorumlarla iktidar anlayışı mutlaklaştırılıp, denetim ve değiştirme ile ilgili hiçbir anayasal ilke üretilemeyince, iktidara karşı memnuniyetsizlikler ve muhalefetler için tek çıkar yol olarak şiddet yöntemi kalmış ve İslam tarihi adeta kanlı iktidar savaşlarının tarihine dönüşmüştür.
Sünni siyasal düşüncesinin böylece demokratik yönde evrilmesinin önündeki en büyük engel; siyasi konularda Hz. Peygambere dayandırılan hadisler ile sahabe, Tâbiûn ve sonrakilerden devir alınan tarihsel deneyimlerdir. Bunlar icma haline getirildiği, peygamberin ve sonrakilerin siyasi tecrübesi değişmez son dini siyasi tecrübe olarak görüldüğü için, Sünni düşünce mensupları yeni siyasi fikirlere kendilerini kapatmışlardır. Aynı zamanda tarihteki mezhep çatışmalarının da geri planında bu despotik siyasi anlayışların etkisi bulunmaktadır. İşte bu durum, Sünni hilafet düşüncesinin eleştirisini zorunlu hale getirmektedir. Katip, yaptığı bu girişin ardından “İslam’a göre devlet dinin bir parçası mıdır, yoksa insan aklına terk ettiği hususlardan biri midir?” sorusuna cevap verebilmek için peygamberin dini nitelikte bir devlet kurup kurmadığını incelemeye çalışır. Konuyu Akabe Biati’nden başlayarak
19. yüzyıldaki Osmanlı aydınlarının demokratik ıslahat talepleri saltanat tarafından karşılık görmemiş, tersine Abdülhamit bu düşüncenin iktidarının temellerine vuracağı darbeyi fark ederek, “hilafet” sloganını tüm İslam topraklarında yaygınlaştırmak için çaba
160
mücadeleyi gerektirir.”
ele alır. Akabe Biati ile Medineli Müslümanların peygambere mutlak bir yetki vermediklerini, karşılıklı hak ve sorumlulukları yükleyen bir tür sözleşme yaptıklarını söyler. Bu sözleşme nedeniyle peygamber Medine’de yaptığı tüm işleri mutlak bir otorite edasıyla değil, Medineli Müslümanlarla istişare ederek yapmıştır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Peygamber aynı şekilde daha sonra İslam’ı
büyük bir titizlikle hareket etmişlerdir. Çünkü
kabul eden kabilelerin iç siyasi düzenlerine
onlar bulundukları makamın sahibi değildirler.
de karışmamıştır. Hemen hemen tüm kral
“Ümmetin sözcüsü ve emanetçisi” olduklarına
ve liderlere yazdığı mektuplarda onlara
inanırlardı. Adalette herkese eşit davranırlardı.
davetini kabul etmeleri halinde devletlerine
Muhalefet hakkını ümmetin hakkı olarak
dokunulmayacağı sözünü vermiştir. İslam’ı
görürler, kendilerinin düzeltilmesinden büyük bir
kabul eden kabilelere valiler atamamış,
memnuniyet duyarlardı.
sadece eğitimciler ve zekatlardaki Allah’a ve Resulüne ait olan payı tahsil eden görevliler göndermiştir. Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olan kabileler iç işlerinde bağımsız olmuşlar, başlarındaki liderlere dokunulmamıştır. Peygamberin son günlerindeki devlet, bir tür
Katip, Raşit halifelerdeki olumlu yönleri değerlendirdikten sonra, ilk dönemdeki bu siyasal deneyimdeki anayasal boşlukları da ele alır. Bunlar, hilafetin Kureyş’le sınırlandırılması; Hz. Ömer’in Ebu Bekir tarafından emirle
kabileler federasyonu görünümündeydi.
halifeliğe tayini; Ebu Bekir Sakife’de Evs ve
“Tüm bunlar, Allah Resulü’nün kurulu siyasal düzenleri
bizim vezirlerimizsiniz” demesine rağmen
değiştirerek yeni bir devlet kurmayı İslamiyet’i yayma
sonraki dönemde onları hiçbir yönetim
konusu kadar önemsemediğini göstermektedir. Belki
işine bulaştırmaması ve şura heyetinde yer
de bu sebeple kendinden sonraki idare şekliyle ilgili
almamaları (Hz. Ömer’in kendisinden sonraki
bir anayasa koymamış, iktidarın değişim usulü, devlet
halifeyi seçmek için oluşturduğu altı kişilik şura
başkanının seçimi ve yetkileri hakkında kayda değer
heyetinde Ensardan hiç kimsenin yer almadığı
hiçbir şey söylememiştir.”
hatırlanmalıdır); seçilen şura heyetinin halifeyi
Siyasi sistemdeki bu belirsizlik nedeniyle, Ebu Bekir’in seçiminde birçok sorun yaşanmıştır. Sahabe, başlarına bir başkan/halife seçmeyi dini bir emrin gereği olarak değil, bunun zaruretini akıllarıyla idrak ederek bilmişlerdir. “Sahabenin attıkları bu adımın ve Hilafetin din yahut rivayet temeline dayandığına ilişkin hiçbir dini hüküm yoktur.”
Katip daha sonra Beni Saide’de Ebu Bekir’in seçimini anlatır ve burada gerek Evs ve Hazrec’in gerekse Muhacir Müslümanların o güne kadar kabile geleneğinden, örflerinden gelen siyasi tecrübelerini bu seçime nasıl yansıttıklarını ve dini hiçbir referansa dayanmadıklarını ortaya koyar. Burada dini olarak nitelenebilecek ve tüm halifelerin de üzerine basarak dikkat çektikleri husus, halkın halifeyi seçme hakkının olduğuna dair husustur. Ebu Bekir ve sonrasında gelen Raşit Halifelere biatin şartı ve onlara itaatin sınırı da şeriatın sınırları ve genel olarak halkın menfaatleri ile çizilmiştir. Bu iş ancak gönüllü yapılırsa kıymeti olacaktır. “Biat süreci herhangi bir korku veya baskı sebebiyle şaibeli kılındığında biatin geçersiz olacağı varsayılırdı.”
Raşit halifeler kamu malı hususunda çok
Hazrec kabilelerine “biz yöneticileriz, siz de
seçtikten sonra denetleme ve istişare görevine devam etmemesi, halifeleri denetleyecek ve onları sınırlayacak hiçbir üst kurumun olmaması; Hz. Osman’ın hilafeti kendinde bir emanet olarak değil bir hak olarak görmesi; Hz. Ali’nin kendisini mutlak yetki veya tek söz sahibi olarak görmesi ve yönetimde istişareyi ihmal etmesi; halife seçme hakkının sadece merkezdeki Medine halkına ait olması ve Medinelilerin biatinin diğer beldeler için de bağlayıcı olması; Hz. Ali’nin “Tuleka”nın (Fetihten sonra Müslüman olanlar) istişare hakkının ve halife olarak seçme seçilme hakkının olmadığını iddia etmesi gibi olumsuzluklar bu ilk dönemin bir süre sonra çalışmaz hale gelmesine yol açmış ve büyük fitneye hem zemin hazırlamış hem de fitnenin hızla yayılıp büyümesine yol açmıştır. Katip’e göre ilk dönemdeki bu anayasal boşlukların yol açtığı “Hz. Osman’a karşı gerçekleşen isyan, özü itibariyle Ensar, diğer Arap boyları, Mısır, Irak ve Hicaz bölgelerindeki Arap asıllı olmayan Müslümanların yönetimdeki Kureyş tekeline yönelik bir isyanı idi. İsyan, ümmetin/halkın karar mekanizmasından dışlanış ve göz ardı edilişine karşı bir tür şahitliği ve bu sürece itirazının somutlaşmış haliydi.”
Yine ona göre, başlayan ve hızla büyüyen
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
161
bu fitne hareketinde, -o dönemin söz sahibi
Şia’dan etkilenen Abbasilerin onlara benzer bir
Osman, Ali, Talha, Zübeyr gibi öncüleri
yol izleme çabasıdır. Emevilerin aksine Abbasiler
tarafından- mevcut anayasal kurallar gözden
Hz. Peygamberin yakın akrabalarıydılar.
geçirilip ıslah edilebilseydi büyük fitnenin
Uydurma hadislerin de yardımıyla iktidarlarının
çıkmasına meydan verilmezdi. Örneğin Tuleka
dini bir hak olduğu düşüncesini yerleştirmeye
olmasına bakılmaksızın Muaviye gibi kişiler
çalıştılar. Örneğin Halife Mansur kendisini
Şura Heyeti seviyesine yükseltilebilir, bir
“Allah’ın yeryüzündeki Sultanı” olarak
halifenin ölünceye kadar değil sınırlı bir süre
vasıflandırıyordu.
için seçilmesi şartı konabilir, şura meclisi sırf halife seçme göreviyle sınırlı kalmaz, yönetimle ilgili her şeyin danışılıp karara bağlandığı bir devlet meclisine dönüştürülebilir, Kureyşli olup olmamasına bakılmaksızın birçok kişi kabilesini veya bölgesini temsilen bu mecliste yer alabilir, halifeleri denetlemek için farklı kurumsal yapılar
Abbasilerin Büveyhilerin ve Selçukluların döneminde zayıflamaları nedeniyle, etkinliklerini halifelik üzerinden yürütme istekleri sembolik de olsa Abbasi Hilafetinin dini bir nitelik olarak iyice perçinlenmesine yol açmıştır. Bağdadi’nin hilafet ve imameti dinin temel esaslarından biri olarak
oluşturulabilirdi.
kabul etmesi, Maverdi’nin hilafeti “din ve dünya
Katip’in tüm bunları ortaya koymaktaki amacı
bir kurum” sayması ve hilafet makamına kutsi
bölümün son cümlesinde gizlidir. Raşit halifeler
bir görünüm atfederek onu dini bir makama
dönemindeki hilafet, daha sonraları bazılarının
dönüştürmek için şer’i yolla farz olduğunu
zihinlerinde şekillendirdiği gibi ideal ve kutsal
iddia ederek akli bir gereklilik olduğunu inkar
dini bir düzen değil, o dönemin insanlarının
etmesi, hilafetin dini niteliğe bürünmesinin
akıl ve geleneklere göre, kamu yararı veya
resmileşmesine yol açmıştır.
umûru bakımından vazgeçilmez nitelikte zorunlu
özel hesaplar dahilinde sürdürdükleri beşeri bir düzendi.
Bu dönemde Ebu Ya’la el-Ferra, Şehristani,
Sonraki bölümde Katip, Muaviye ile başlayan
hilafetin nakli yolla farz olduğunu, biatin dini
saltanat dönemini inceler ve bu dönemin Raşit
bir zorunluluk olduğunu, halifenin Allah’ın
Halifeler döneminden farklarını ortaya koyar.
yeryüzündeki gölgesi olduğunu ifade eden
Hilafetin saltanata dönüşmesi, Yezid için zorla
görüşler öne sürmüşlerdir. Halifelerin ahlaki
biat alınması, iktidarın idarecinin tekelinde bir
durumlarına, halkın rızasını alıp almadıklarına,
hak olarak görülmesi ve bunun sonucunda
adil olup olmadıklarına bakmaksızın zorla da
ortaya çıkan haksız ve adaletsiz uygulamalar
olsa alınan bir biatle tüm sultanları kendilerine
bu bölümde ele alınan konulardır. Katip’e göre
itaatin dini bir vecibe olduğu birer halife
bu dönemi önemli kılan asıl husus, yönetimde
yapan görüşleriyle bu alimler, ilk dönem
meşruiyet arayışlarının sonucu olarak hilafete
alimlerinin hilafeti 30 sene sayan görüşlerinden
dini bir kimlik kazandırma çabalarıdır. Bu
ayrılıyorlardı.
Kurtubi, Teftazani, Gazali gibi Sünni alimler
çabalar daha geç bir döneme, Abbasilerin ikinci dönemine rastlar. “Bu dönemde Abbasi sultanları, yönetimlerini dini bir kimliğe büründürmeye çalışmış, bazı fıkıhçılar da bunun teorik temelini hazırlayarak Allah Resulü’nün vefatından o güne kadar yaşamış bütün hükümdarları şu veya bu derecede ‘halife’ saymış, hilafet zincirinin kıyamet gününe kadar devam etmesinin zorunlu olduğunu ileri sürmüşlerdir.” Hatta
bazı Sünni alimler bu zincirin kırılmaması için Emevilerin Yezid gibi bazı zalim sultanlarını aklama çabasına bile girişmişlerdir. Hilafet kavramının Abbasiler döneminde dinileştirilme çabasının önemli bir nedeni de
162
Abbasilerce savunulan hilafet teorisi aynı zamanda fethedilen yeni ülkelerin medeniyetleriyle karışmanın bir sonucu olarak Hristiyanlıktaki ilahi hak teorisi gibi bazı düşünce ve inançlardan etkilenmenin de bir sonucudur. Katip, Sünni ekolün ortaya çıkışını anlattığı üçüncü bölümde, hilafetin diniliğinin kendisine dayandırıldığı hadisler konusu ile icmanın ortaya çıkışını ve temellerini açıklar. Siyasi hadisler çoğunlukla uydurma hadisler veya siyasete yorumlanan hadislerdir. İcma ise özde “sahabenin adaleti teorisi”ne dayanmaktadır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Oysa bu teori peygamberin en yakınları bile
zorunluluk olarak gösterdiğini, güçlü olana
olsalar üstünlüğü takvaya dayandıran ayetlere
itaatten başka bir seçenek bulunmadığını
ve sahih hadislere aykırı bir teoridir. Ahmed
ispat etme ile uğraştığını, bir kişinin biatinin
b. Hanbel’in sahabe neslini eleştiri üstü bir
bile yöneticiyi meşru hale getirdiğine ve
konuma yükseltmesi, onların masumiyet ve
toplumun genelinin görüşünün alınmasına
kutsiyete yakın bir hale getirilmelerine yol açmış
gerek olmadığına dair anlayışa sahip olduğunu,
ve onlar hakkındaki eleştiri kapıları sonuna
istişarenin hükümdarların seçtiği sınırlı sayıda
kadar kapatılmıştır. Üstelik sahabe tanımı da
kişiden oluşan “ehlü-l hal ve akd” denen
peygamberi gören herkesi içine alacak kadar
danışma kurulunun bağlayıcılığı olmayan
genişletilince ashaba dayandırılan her hadis
görüş beyan etme işine indirgendiğini, bu
sahih ve dinde delil haline dönüştürülmüştür.
kurulun toplumu temsil etmeyip hükümdarları
Sahabenin söylediği ve yaptığı her şey
meşrulaştırma aracı olduğunu, zorla yönetimi
peygamberin sünnetinin bir parçası olarak kabul
ele geçirmenin meşru dayanaklarının
edilmiştir.
oluşturulduğunu, bu anlayış çerçevesinde
Böylece “Sünni ekol, Allah Resulü’nün ameli/fiili sünneti ile yetinmediği gibi kavli/sözlü sünnetiyle de yetinmemiş, bunlara sahabenin sünnetini de eklemiştir. Sahabenin sünneti, özellikle Emevi ve Abbasi hükümdarlarının birçok icraatını meşrulaştırmak için geniş bir kapı açmış, Allah Resulü’nün temas etmediği birçok husus Sahabenin sünneti üzerinden (dini) çözüme bağlanmıştır.”
Kitap ve sünnetin nesh edilme ihtimali yüzünden bunlarla icma hükümlerinin çelişmesi durumunda icmanın esas alınması gerektiğini öne sürecek kadar ileri giden Sünni görüş, icma olarak kayıt altına aldığı görüşlerle hilafet teorisini sağlam(!) dini delillere bağlamıştır. “İcma nas gibi nesh veya tahsis edilme olasılığı taşımadığı için de her zaman geçerlidir.” Örneğin
Cüveyni “Hilafet konusu, Kur’an ve sahih sünnette, hakkında nas bulunan bir mesele olmayıp sırf akli, dünyevi ve örfe ait bir mesele olmasına rağmen o, icmanın rivayet esasına dayalı şer’i bir delil olduğu görüşünü doğru varsayar ve böylece yönetim işini şer’i kapsama alarak konu ile ilgili nazariyesini dini bir kisveye büründürmüş olur.” Kur’an’a, sahih
sünnete, akla aykırı bir sürü rivayetin hadis diye kabul edilmesi ve icma ile ilk döneme ait yalan yanlış birçok uygulamanın şeriatın sınırları dahilinde gösterilmesiyle, tarihteki birçok totaliter sistemin egemenlikleri din kisvesi adı altında meşrulaştırılmıştır.
halkın nasıl yönetime ilgisinin ortadan kaldırılıp depolitize edildiklerini örnekleriyle anlatır. Aynı zamanda Sünni hilafet düşüncesi saltanat sistemlerine yaranmak için babadan oğla veliaht tayin etmenin dini dayanaklarını bulmakta da zorlanmamıştır. Ebu Bekir’in kendinden sonra Ömer’i halife tayin etmesi ve kendisi de bir sahabe olan ve bu yüzden yaptıkları sorgulanamaz nitelikte kabul edilen Muaviye’nin oğlu için daha sağlığında biat alması, veliaht tayininin caiz olduğuna dair dini deliller olmuştur. Böylece “despot bir tiranlık sisteminin önü açılmış ve yöneticinin hatasız olduğu ve her konuda ona itaat edilmesi gerektiği düşüncesi fiili olarak neredeyse benimsenmiştir. Ehl-i Sünnet’in fıkıh ve kelam alimleri, kapsamlı bir diktatörlüğe dönüşmekte olan bu siyasi gidişata katkıda bulunmuşlar ve devlet aygıtının yürütülmesi ve kararların alınması konusunda toplumun payını sıfıra indirip yöneticinin rol ve yetkilerini iyice genişletmişlerdir.” Bunu
da halifeler hiç de şeriata uymadıkları halde “hadis” ve “icma” ya dayandırdıkları delillerle hilafeti ve halifeye itaati dini bir zorunluluk olarak göstererek yapmışlardır. İlk dönemdeki uygulamalardan deliller devşirilmesi ile farklı hiçbir alternatife kapı aralanmadığı için de halife sultanlara yasama-yürütme-yargı alanlarında tek elden sınırsız yetkiler verilmiştir. “Ehl-i Sünnet fıkıhçıları egemenliğin temelde toplumdan kaynak bulduğunu ve aslında gerçek güç ve yetki sahibinin ‘toplum’ olduğunu, halifenin ise bu gücü toplum adına
İşte 4. bölümde Katip, hilafet adı altında
ve ona vekaleten kullandığını ve dolayısıyla toplumun
dinileştirilen Sünni siyasi düşüncenin totaliter
bu yetkileri sınırlandırma, bölme yahut belirli kayıtlar
yönetimleri ve statükoyu nasıl meşrulaştırdığını, toplumu uyuşturup sindirdiğini, yönetimi zorla ele geçirenleri onaylattığını ve itaati dini bir
altına alma hakkı bulunduğunu gözden kaçırmışlardır.”
Bu düşüncenin en ileri noktası “halifenin vermiş
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
163
olduğu hüküm, bütün Müslümanlar için, o konuda
ve büyük günah işleyenler de dahil diliyle
Allah’ın vermiş olduğu hükümdür” tarzındaki
iman eden herkesin Müslüman olduğu kabul
düşüncedir.
ediliyordu. Aynı zamanda fitneden ve kan
“Şura”nın bağlayıcılığının ilk dönemden getirilen delillerle yok farz edilmesi, halifenin bir kişi olarak verdiği kararın çoğunluğun kararına göre daha doğru ve muteber bir karar olarak addedilmesi, imama tanınan sınırsız yetkiler
akıtmaktan kaçınmak için eve kapanmayı ve olaylara karışmamayı tercih eden önemli bir güruh da Emevilerin ekmeğine yağ sürüyordu. Kalben razı olmasa da sessiz kalmayı tercih etmenin gönüllü itaatten bir farkı olmuyordu.
çerçevesinde ona ait görüşlerin herkes
Fırka-i Naciye hadisi gibi bazı hadislerle Ehl-i
tarafından kabul edilmesi gereken son görüşler
Sünnet’in dışındaki tüm fırkalar ve görüş
olduğu anlayışı yüzünden toplumdaki farklı
sahiplerinin sapık fırka olarak damgalanması
görüşlerin baskı altına alınması ve böylece
da farklı düşünenleri engellemiş ve siyasal
dingin ilmi diyalog ortamının yok edilmesi,
olarak gelişmeyi sağlayacak çoğulculuğun
tepeden mezhep dayatmacılığı yapılması,
ortaya çıkmasına mani olmuştur. Ehl-i Sünnet
liderin yaşam boyu iktidarda kalması, koşulsuz
mensupları düşüncelerini savunurken kendi
otoriteye koşulsuz itaat düşüncesiyle zorba
düşüncelerini “sünnet”, rakiplerinin düşüncelerini
yöneticilere karşı fasık ya da zalim bile olsalar
ise “bidat” olarak kategorize etmeleri tartışma
sessizce teslim olmayı öngören ve onlara
ve farklı düşünme hakkını tamamen ortadan
karşı çıkmayı haram sayan genel bir yaklaşımı
kaldırmış ve tartışmaları “kurtulmuş fırka”-
üretmesi, sonraları sembolik bir makam haline
“cehennemlik fırka” münakaşasına çevirmiştir.
gelen halifeliğin yetki devri ile hükümdarların meşruiyetinin zemini haline gelmesi, hatta saçma uygulamalarla bir oyuncağa dönüştürülmesi Sünni siyasi düşüncenin büyük
Ehl-i Sünnet siyasi düşüncesindeki tek halifeye biat zorunluluğu ne bir Kur’an ayetine, ne de mütevatir bir hadise dayanmaktadır. İcmaya
hatalarındandır.
dayandırılan bu görüş farklı topraklarda ortaya
Ehl-i Sünnet düşüncesindeki bu boşluklar ve
hilafetleri altına alma isteklerinin gerekçesini
mensuplarını “Kadere, hayır ve şerrin Allah’tan
oluşturmuş ve böylece yüzyıllar boyunca
geldiğine inanmak” gibi aslı olmayan inanç
devletler arasında bitmez tükenmez savaşlar
türlerine iman etmeye zorlaması gibi sebeplerle
yaşanmıştır. Kendini meşru hilafet gören
yüzyıllara yaygın bir teslimiyet kültürünün
her devlet, tek halifeye biat zorunluluğunu
oluşmasına yol açmıştır. Kötü idarenin alın yazısı
gerekçe göstererek diğerlerinin tepesine
olduğuna dair bu inancın kökleri Emevilerin
çökmüştür. Herkes bunu meşru bir gerekçe
çıkan İslami devletlerin diğerlerini kendi
ilk dönemlerine kadar gitmektedir. Halkın
olarak kullanmıştır. “Müslümanların siyasi birliğinin
çoğunluğu bu inanç nedeniyle devlet başkanının
sağlanması elbette ki istenen bir şey olmakla beraber
sorgulanmasının ya da cezalandırılmasının söz
bu durum bütün Müslümanların zorla tek bir diktatör
konusu olmadığına inanmaktaydı. Aynı şekilde
yönetim altına toplanması demek değildir.”
halifelerin kötü yönetimine boyun eğmelerinden dolayı Allah’ın kendilerini cezalandırmayacağını düşünürlerdi. “Emevi fanatikleri şöyle derlerdi: Allah bir kişiyi halife olarak başa geçirdi mi artık onun kötülüklerini affeder ve iyiliklerini kabul eder, hatta
Aynı şekilde ilk dönemlerin sosyal yapısının bir sonucu olarak kadının siyasi alanda yer alamaması ilkesi bir icma haline getirilmiş ve seçme-seçilme hakkı, istişare hakkı gibi
onu hesaba bile çekmez.”
tabii haklarına günümüze gelene kadar
Emeviler döneminde cebr düşüncesinin yanı
yöneticiliğine karşı çıkmayan belki de tek siyasi
sıra, “irca” düşüncesi de ön plana çıkartıldı
grup Hariciler olmuştur.
engel olunmuştur. İslam tarihinde kadının
ve devletin dini meşruiyetini ve otoritesini sağlamak için kullanıldı. İrca düşüncesine göre iman kalp ile onaylamaktan ibaretti. Böylece ameller imanın hakikatinden çıkartılıyor
164
Hilafet tüm bu olumsuz yönleriyle tarih boyunca din ve dünya işlerini yürüten bir kurum olmaktan çok diktatörlerin otoritelerini
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
meşrulaştırdıkları, kötü amaç sahiplerinin
denetlemeler ve danışma aracılığıyla siyasi
bu sayede hedeflerine ulaştıkları bir araca
yaşama katılması, kamusal sorumluluk üstlenmesi,
dönüşmüştür.
örgütlenme, siyasi rekabet, muhalefet ve eleştiri
Hilafetin buraya kadar ortaya konan olumsuzlukları, çöküşünün de sebepleri olmuştur. Toplumdan ve Şura sisteminden
haklarına sahip olması ve yönetimi değiştirme imkanının olması” demokratik hilafetin kapsamı
altındadır.
kopuk; kendini denetim, kontrol ve eleştiriden
“İşte ‘halifelik’ ve ‘demokrasi’yi bir potada eriten
bağımsız gören; güç ve baskı yoluyla yönetimi
‘demokratik hilafet’, yani yöneticilerin değil
ele geçirip, veraset yoluyla el değiştiren ve
toplumun hilafeti ilkesini geliştiren İslami demokrasi
istismarın makamı haline dönüşen bu kurum,
düşüncesinin vurguladığı nokta budur. Burada artık
İslam topraklarının yabancılar tarafından
halifelik yöneticilerin değil, toplumun egemenliği
hegemonyası için gerekli zemini de hazırlamıştır.
olacaktır. Diğer bir deyişle artık, ‘şura’yı bir kenara
Ahmet el-Katip, kitabının son bölümünde son yüzyılda Sünni dünyada hilafet sisteminin eksiklik ve hatalarına dönük eleştirilerden örnekler verir. 20. Yüzyılın başında hilafetin kaldırılmasıyla ortaya çıkan boşluk değişik tepkiler doğurmuştur. Bazıları hilafeti tekrar kurmanın dini bir sorumluluk olduğuna inanırken, bazıları da Sünni siyasi düşünceye -yani hilafet düşüncesine- dönük çaplı bir eleştiri hareketi başlatmıştır. “Bu çerçevede başta halifelik sisteminin İslamiliği olmak üzere, din-siyaset ilişkisi, mutlakıyetçi otoriter yönetim sistemi, yeni ve demokratik bir siyasi düşünce inşası gibi birçok husus eleştirel bir gözle ele alındı.” Bu eleştirel
yaklaşım aynı zamanda Sünni düşüncenin temeli olan hadis ve icmaya da dönük oldu. Katip devam eden kısımlarda Ali Abdurrazık, Said elAşmavi, Reşid Rıza, es-Senhuri, Hasa el-Benna, Ziyauddin er-Rayyıs, Ebu Zehra, Avde, Halid Muhammed Halid, Muhammed Gazali, Mevdudi, Kardavi, Abdülkerim Zeydan, Gannuşi, Turabi gibi pek çok ismin bu konuyu temellerini ele alarak tartıştıkları yazılarından örnekler verir. Bunların pek çoğunun çareyi Sünni siyaset anlayışını demokratik bir biçimde yeniden yorumlamakta bulduğunu iddia eder. Katip’e göre “İslami demokrasi” düşüncesi tarihte uygulanmış halifelikten temelde farklıdır. Hatta bu düşünce Sünni siyasi düşüncesine bir başkaldırıdır. “Çünkü ‘İslami demokrasi’ düşüncesinde yönetim sivil ve her türlü kutsallıktan ve dini kisveden uzak bir olgudur.” Hilafet meşruiyetini
halktan aldığı zaman geçerli olacaktır. Toplum kendi işlerini daha pratik ve düzgün çözebilmek için bazı vekillere yetkilerini devreder. “Aynı şekilde Müslüman bireyin ve toplumun seçimler,
bırakan ve tarih boyunca toplumu pasifleştiren onun elinden ‘Allah’ın yeryüzündeki halifesi olma’ gücünü ve her türlü haklarını alan formalite halifelik değil, gerçek halifelik söz konusudur. Artık çağdaş İslami akımlar ‘demokrasi’ kelimesine kapılarını açmışlar ve insanlara ahlaki değer ve kurallar vazedip siyasi alanı insan aklının tarihsel ve bölgesel şartlara göre yapacağı seçimlere bırakan İslam dininin diğer kültürlerden gelen siyasi-idari mekanizmaları alıp kullanmakta bir sakınca görmeyeceğini vurgulamışlardır.”
Değerlendirme: Ahmet el-Katip’in tezini, kitabı boyunca oldukça iyi bir sistematikle ortaya koyduğunu ve sağlam delillerle temellendirdiğini söyleyebiliriz. Açık veya eksik kalan bazı hususlar olmasına rağmen konu oldukça iyi işlenmiş ve okuyucuya geniş bir perspektif sunulmuş. Ancak kitabın en büyük zafiyetini demokrasi kelimesini kullanış biçimi oluşturuyor. Demokrasi ve hilafet kelimelerini tek bir terkip içinde “Demokratik Hilafet” olarak kullanmasının nedenlerini kitabın başından sonuna kadar aramamıza rağmen dikkate değer bir cevabı ancak son sayfalarda bulmak mümkün oldu. Katip “sonuç” bölümünde hilafet kavramını halkçı ve demokratik olarak nasıl yorumladığını “büyük hilafet” ve “küçük hilafet” ayrımını yaparak açıklıyor. Büyük hilafet “Allah’ın insanı yeryüzünde halife kılması ve İslam ümmetinin halifeliğidir. Yöneticilik anlamındaki hilafet ise ‘küçük hilafet’tir ve anlamını ve meşruiyetini toplumdan alır. Yöneticilik anlamındaki halifelik (küçük hilafet), insanın yeryüzündeki halifeliğine (büyük hilafet) karşıt değil paralel istikamette seyreder.” İşte büyük
hilafet, insanın yeryüzündeki sorumluluğu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
165
anlamına geldiği için yönetim anlamındaki
Katip icmayı değerlendirirken ilk dönemlerdeki
küçük hilafeti de kapsayacak şekilde, tüm
kullanılışını biraz göz ardı etmektedir. İcma
insanlığın ortak bir sorumluluk alanı olmaktadır.
kelimesi ilk dönemlerde yani Şafii’den önceki
Demokrasi de halkın halk tarafından halk için
imamlar tarafından “yorumlanmış sünnet” ile
yönetilmesi olduğuna göre İslami anlamdaki bir
eş değerde görülüyordu. Hatta Fazlurrahman’a
hilafet ancak “demokratik bir hilafet” olabilir.
göre icma ilk dönemlerdeki demokratik
Çünkü büyük hilafet ancak o zaman işlerlik
sürecin adıydı. Ancak Şafii icmayı ayrı
kazanır.
görüşlere imkan tanımayan görüş birliği olarak
Demokrasiyi halkın halk tarafından yönetilmesi anlamında kısır bir tanımla ele aldığımızda bu yaklaşım biçimi için söylenebilecek fazla bir şey kalmıyor. Ancak belirttiğimiz gibi Katip, demokrasi kelimesini kullanırken bu kelimeyi evrensel, tartışılmaz, herkesin üzerinde uzlaştığı bir üst ilke gibi sunuyor. Kelimeyi tartışmıyor ve peşin bir ön kabulle kullanıyor. Oysa demokrasi
tanımladı. Tehlike o aşamadan sonra başladı. İşte Katip, icmayı bu aşamadan sonrası için değerlendirdiğinden tümüyle olumsuzluyor. Oysa “icma” kavramı Fazlurrahman’ın da yaklaşımıyla çoğunluğun görüşünün dikkate alınması olarak yorumlanabilir ve gelenekten gelen bu kavram, Batı’dan gelen demokrasi kelimesine göre çok daha işlevsel ve faydalı olarak kullanılabilir.
“totalitarizm” kadar olmasa da olumsuz bir
Katip’in tarihte hilafetle kendine meşruiyet
geçmişi olan bir kelimedir. Demokrasinin
zemini bulan totaliter düşünceyi, Müslümanların
günahlarını, tarihte ve günümüzde ürettiği kara
geri kalışlarının ve çöküşlerinin neredeyse tek
tabloları ve açıklarını görmeden böylesi bir
nedeni gibi sunması da kitaptaki indirgemeci
peşin kabulle “demokratik hilafet” önerisinde
yaklaşımlardan birisini oluşturuyor. Oysa bu dev
bulunmak biraz fazla iyi niyetli olmak anlamına
çöküşün tek bir şeye indirgenemeyecek kadar
gelmektedir.
çok sayıda etkenin kompleks bileşkesinden
Katip bu çalışmasında en azından demokrasinin ortaya çıkışını, kökenlerini, farklı kullanılış
oluşan sebepleri vardır. Hilafet düşüncesi ve totalitarizm bunlardan sadece birisidir.
biçimlerini, zafiyetlerini, bu kelime etrafında
Siyasi görüşlerin dinden alınan referanslarla
Batı’da ve İslam dünyasında yapılan tartışmaları
meşrulaştırma çabasının başlangıcının hicri
ortaya koyabilmeli ve kendi kullandığı anlamı
II. yüzyıl olarak gösterilmesi de bizce fazlaca
tüm bu olumsuzluklardan nasıl temyiz ettiğini
geç bir tarihtir. Bu tür çabaları Hz. Ebu Bekir’e
açıklayarak bir öngörüde bulunabilmeliydi. Bu
kadar götürmek bile mümkündür. Bilindiği üzere
olmadığı için Katip kitabı boyunca, demokrasiyi
Hz. Ebu Bekir kendisini peygamberin halifesi
tartışmak istemeyen ve bunu peşinen kabul
yani arkasından gelen olarak isimlendirmiştir.
eden birisi görünümünü veriyor.
Hz. Peygamberin ölümüyle onunla yapılmış
Oysa demokrasi de sonuçta tıpkı hilafet gibi, insan düşüncesinin bir ürünüdür. Hilafet nasıl eksiklikleri, anayasal boşlukları, ortaya çıkardığı sonuçlar, tarihsel geçmişi ve dayanaklarıyla tartışılıp değerlendiriliyor ve ona göre bir kabul veya redde konu oluyorsa; demokrasi de böylece tartışılmalı, eksileri ve artıları ortaya konmalı, felsefi arka planı gayet iyi analiz edilmeli ve zafiyetleri nasıl aşılabilir sorusuna tatmin edici cevaplar bulunarak faydaya ve önerilere sunulmalıdır. Ancak Ahmet el-Katip
anlaşmaları feshedilmiş kabul eden ve Medine’den gelen görevlilere zekat vermeyi reddeden kabilelere peygamberin ardından gelen halife olduğunu söyleyerek önceki tüm anlaşmaların geçerli olduğunu söyledi. Aslında bu, dini otorite olan peygambere dayanarak siyasi alanda bir meşruiyet arayışıydı. Hz. Osman da kendisinden halifeliği bırakmasını isteyen isyancılara “Bu gömleği bana Allah giydirdi. Ancak o çıkarttırabilir.” diyerek bir tür dini meşruiyet arayışına girişmişti.
en azından bu kitabında bunu yapmadan
Benzer şekilde Haricilerin “Hüküm ancak
demokrasiyi tarihsel hilafetin bir alternatifi
Allah’ındır” ayetini sloganlaştırmaları da
olarak önerebilmektedir.
benzeri bir algının eseridir. Katip’in, hilafetin dinileşmesinde tarihsel etkilere, Şiiliğin ve
166
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Hristiyanlığın etkisine değinmesine rağmen Hariciliğin etkisine değinmemesi de bir eksiklik olarak görülüyor. Ehl-i Sünnet’in, Şia ve Hariciliğe göre siyasi alanda oldukça serbest denebilecek esnek yaklaşımları vardır. Buna rağmen görüşlerine dini temeller aramalarında Şiiliğin o katı imamet görüşleriyle ortaya çıkan tehlikeli muhalefete cevap arama isteklerinin yanı sıra, hariciliğin rijit hakimiyet anlayışlarının ilk dönemde toplumda oluşturduğu baskının etkisi de olmuştur. Katip’in, olayı Sünnilikle ve katı otoriter yönetimlerle bağdaştırarak izah etme çabası, böylesi unsurları yeteri kadar görmemesine yol açıyor. Bu türden bazı küçük olumsuzluklarına rağmen Ahmet el-Katip’in bu kitabı yeni açılımlara kapı aralamaya ve farklı tartışmalara yol açmaya, ya da var olan tartışmalara katkı sağlamaya aday bir kitap olarak görünüyor.
- BİTTİ -
KİTABIN KÜNYESİ Adı: Demokratik Hilafet’e Doğru- MAYIS 2010 Yazar: Ahmet el-Katip Orijinal adı: Tetavvurül Fikris Siyasiyyis Sünni Nahve Hılafetin Demokratıyye Çeviri: Muhammed Coşkun Yayınevi: Mana Yayınları Daha fazla bilgi için: www.ilimyurdu.com
www.islamiyorum.com
sultanların otoritelerini sağlama alma çabaları ile
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
167
www.islamiyorum.com