7 islamiyorum 2011 sonbahar

Page 1

7

Sonbahar 2011

in te r n e t d e r g i s i - ü ç ay l ı k e - d e r g i

İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?

Kur’an’da Akıl Kavramı Hamdi TAYFUR

Anayasa Metin YILMAZ

Nükleer Enerji Tamer ATAÇ

Dünyadaki Misyonumuz


İçindekiler EDİTÖRDEN

Bu Sayıda.................................................................................................................... 3

DOSYA: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?

Tarih Boyunca Dinler, İdeolojiler ve Kurucu Fikirler / Yusuf İMAMOĞLU................................. 5

İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor? Bölüm 1 / Nuri YILMAZ...................................... 26

İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor? Bölüm 2 / Nuri YILMAZ...................................... 41

Adalet Üzerine / Kürşat ATALAR................................................................................... 57

Kur’an’da Adalet Kavramı / Nasr Hamid Ebu ZEYD................................................................... 62

Neden İslami Etik? / Halid ZAHİR.................................................................................. 72

İslam ve Çağdaşlık / Aliya İZZETBEGOVİÇ..................................................................... 78

Dünyadaki Misyonumuz / Malik B. NEBİ......................................................................... 84

İstikbal İslam’ındır / Seyyid KUTUB.............................................................................. 90

İslam’ın Vadettikleri / Roger GARAUDY........................................................................ 105

KAVRAMLAR

Kur’an’da Akıl Kavramı / Hamdi TAYFUR...................................................................... 118

GÜNDEM

Nükleer Enerji ve Enerjinin Geleceği / Tamer ATAÇ........................................................ 125

Anayasa / Metin YILMAZ............................................................................................ 129 KİTAP DEĞERLENDİRMESİ

Kuvveden Fiile: İslami Söylemde Kuvvetin Hakikatini İdrak / Asım ÖZ.............................. 138


EDİTÖRDEN

Bu Sayıda imza atmış, nihayetinde de insanlığı iflasın

Dünya değişiyor. Orta Doğu’da halk isyanları, Batı’da ekonomik

eşiğine getirmiş olan bir sistemdir.

kriz ve toplumsal isyan şeklinde kendisini

İslam’ı bir yaşam biçimi olarak algılayan ve

gösteren değişim rüzgarı, taşların yerinden

hayata dair iddialar taşıyan Müslümanlar ise

oynayacağının habercisi gibi. Gücün el

dar bakış açıları ve kısır çekişmeler içerisinde,

değiştirmeye başladığı tarihi anlardan birine

insanlığa katkı sağlayabilecek bir noktada

şahitlik ediyor olabiliriz. Son üç yüz yıldır

durmamaktalar. “Cahiliyenin yol açtığı sorunlar

insanlığa önderlik etmiş olan Batı medeniyeti,

bizim sorunumuz değildir” diyerek insanlığın

arkasında eşine zor rastlanır bir yıkım bırakarak

sorunlarını görmezden gelmekte, “bizim

çöküşe geçti. “Tarihin sonu” tezleriyle de iflasını

öncülüğümüzde olmayan gelişmeler bizden

ilan etmiş durumda. Artık insanlığa verecek bir

değildir” diyerek de her türlü gelişmeye burun

şeyi kalmadı.

kıvırmaktalar. Böylece hem büyük iddialar

Elbette insanlık bu kadar sorun içerisinde çaresiz ve çözümsüz kalmayacak. Er geç

ortaya koymakta, hem de “sorumsuz” bir duruş sergilemekteler.

değişik öneriler ortaya çıkacak ve onların günü

Halbuki imtihanımızın bir gereği olarak

başlayacak.

insanlığa karşı sorumluluğumuz var. Rahman’ın

Bununla birlikte gün, Müslümanların günü olabilir.

rahmetinden herkesin yararlanmasını sağlamalı ve tevhid ilkesiyle özetlenen adalet anlayışını tüm yeryüzünde yaygınlaştırmalıyız. Fakat

İnsanlığın önderliğini yeniden Müslümanlar devralabilir.

“Allah’ı tek ilah kabul et ve kurtul” şeklindeki kuru bir söylemle adalet yaygınlaşmaz. Bu ilkenin; idari ve siyasi sistemdeki, hukuk

Fakat bunun için önce “hazır” olmak gerekiyor. Ne var ki Müslümanlar henüz hazır

sistemindeki, ekonomideki ve hayatın diğer alanlarındaki karşılıklarını oluşturmak

görünmüyorlar.

zorundayız. Nasıl olursa adil hale gelmiş

Aslında İslam coğrafyası büyük bir süratle

önderliğine de gelemeyeceğiz.

olur? Bu soruya cevap veremedikçe insanlığın

İslam referanslı iktidarların eline geçiyor. Fakat şu ana kadar ortaya çıkan iktidarlar geleneksel Ehli Sünnet anlayışına sahip ve kişinin inancına/ibadetlerine müdahale etmeyen bir yönetim tarzını yeterli gördükleri için, insanlığın problemlerini çözmekten uzaklar. Çünkü hayata dair iddiası olmayan bir anlayışla, var olanı aynen taklide yöneliyorlar, alternatif geliştirmeye çabalamıyorlar. Taklit ettikleri

Dergimizin bu sayısında bu soruna eğilmeye çalıştık. “İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?” başlığı altında şu sorulara cevap aradık: -- İslam insanlığın sorunlarına çözüm üreten bir din midir? -- İslam’ın evrensel bir din olması, ilk ortaya

sistem ise teorik planda ufuk açıcı tecrübeler

çıktığı dönemdeki çözümlerin her dönem için

ortaya koymuşsa da, pratikte büyük bir zulme

geçerli olacağı anlamına gelir mi?

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

3


-- İslam tarihindeki farklı görüş ve ekollerin ortaya çıkmasında, İslam’ın değişen zamana ayak uydurmasını sağlamak gibi bir çabanın etkisinden bahsedilebilir mi? -- İslam’ın insanlığa hitap dili, zamana ve

-- Var olan İslam anlayışları ve İslami söylem günümüz dünyasına hitap edebiliyor mu? -- Mevcut anlayışlar ile İslam, günümüz dünyasındaki hastalıklara şifa olabilir mi? -- İnsanlığın günümüzde gelmiş olduğu gelişme seviyesi ve yaşadığı sorunlar göz önünde bulundurulduğunda, Müslümanlar bugün insanlığa hangi söylemlerle hitap etmeliler? Konunun ağırlığının ve genişliğinin farkındayız. Maksadımız bugüne kadar var olan ve bundan sonra da artarak devam etmesi umulan arayışlara kendi çapımızda bir katkı yapmaktır. Bu çerçevede, dosya konusuyla ilgili önerisi bulunan kimi isimlerin makalelerine de yer verdik. Bu yöndeki araştırma ve çalışmalarımız, bundan sonraki sayılarda da (mesela sonraki sayının konusu “İslam Modern Dünyaya Nasıl Müdahale Edecek?” şeklinde belirlenmiştir) devam edecektir… Gündem üzerine çalışan yazarlarımız, bu sayıda; anayasa ve nükleer enerji konularını ele aldılar. Bir yandan yeni anayasa hazırlıkları yapılırken; “Anayasa nedir? Anayasa fikri nasıl ortaya çıkmıştır? Niteliği nasıl olmalıdır?” gibi sorulara cevap aradılar, bir yandan da nükleer enerji konusuna ilkesel bir bakış açısı getirmeye çalıştılar. Bu sayıdaki tercüme yazılarımız dosya konusu çerçevesinde şekillendi. Ayrıca sayfalarımız arasında akıl kavramı üzerine bir inceleme de yer alıyor.

www.islamiyorum.com

coğrafyaya göre değişken nitelikte midir?

Yeni sayıda buluşuncaya kadar muhabbetle kalın.

4

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Dosya: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?

MAKALE 1 :

Tarih Boyunca Dinler, İdeolojiler ve Kurucu Fikirler Yusuf İmamoğlu Bilgi, insanın sahip olduğu en büyük güçtür

“Düşünceler neyi ifade eder? Bir takım

dersek sanıyorum yanılmış olmayız. Bilgiye

üstyapılar ya da izdüşümler, soyut ve arı bir

sahip olmadan ne dini ne dünyevi bir konuda

dünya değil, objektif bir var oluşa sahip olan

isabetli davranmamız mümkün olmaz. Neyin

ve uygarlıkları yaratıp şekillendiren dinamik

1

nasıl yapılacağını bilmeden ne doğru davranmak mümkündür ne de güç/kuvvet tek başına bir fayda sağlayabilir. Güce ve elde bulunan bütün imkânlara yön verebilecek; varlığı, vakıaları ve olguları doğru analiz etmemizi sağlayacak olan bilgidir. Daha iyi plan yapabilen, daha fonksiyonel düşünebilen, doğru öngörülere sahip olan, zayıf bile olsa, rakiplerine üstünlük sağlayabilir, sözünü geçirebilir, yönlendirebilir. Bilgiden söz ederek başlamaktan maksadımız, bilgiyi, onun faydalarını ve gerekli olduğunu

güçlerdir düşünceler. Evet, düşünceler özgün bir eylemsellikle donatılmış bir biçimde hareket eden birer varlık gibi davranırlar… Doğanın rekabetiyle ve kendi aralarındaki mücadelelerle karşı karşıya kalan insanlar, birtakım düşünceler geliştirmeden yaşayamazlardı… Düşünceler gerçekleri yakalar, fakat aynı zamanda insanları da yakalar ve onlara hâkim olur.”2 İnsanları peşinden sürükleyebilen ne baskı ne zorlama ne de tek başına, bir anlam yüklenmemiş çekici dünya güzellikleridir.

işleyecek bir yazıya giriş yapmak değildir.

Uğrunda eziyetlere katlanılan şeyler, özünde

Yeryüzünü imar ve icat etmek, bir konuyu izah/

bir düşüncedir. İnsanları hatta devletleri,

ispat etmek hatta savaş, mücadele gibi hususlar

milletleri karşı karşıya getiren şeyin, çatışmanın

nasıl bilgiyi gerektiriyorsa bu kavramla çok yakın

sebeplerinde derinleştikçe düşünceler olduğu

bir anlam akrabalığına sahip olan düşünce de

görülmektedir. “…bu iki düşman, fiziksel

insan hayatında belirleyici bir özelliğe sahiptir.

silahlardan ziyade, bütün bir uygarlığı peşinden

İmanın, doğruluğunda şüphe duyulmayan bir bilgi

1

olarak kabul edilmesi nedeniyle; insan için güç, bilgi ya

sürükleme gücüne sahip olduğu için her türlü Jacqueline Russ, Avrupa Düşüncesinin Serüveni Antik

2

da düşünce mi yoksa iman mı tartışmasına girmeden

Çağdan Günümüze Batı Düşüncesi, Doğubatı, Çev.

söylüyoruz bunu.

Özcan Doğan, S. 20

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

5


fiziksel silahtan daha güçlü olan düşünceler

zorunda kalır. İlgiler hangi yöne doğru

yoluyla birbiriyle savaştılar.”3 Çünkü fiziksel

değişiyorsa orayı aydınlatmalıdır. Yoksa gidilen

silah ve güçle elde edilen galibiyet, düşüncenin

yeri aydınlatacak ya da karartacak başka bir ışık

galibiyetine dayanmıyorsa hiçbir kalıcılığı ve bir

onun yerini dolduracaktır. Hayat boşluk kabul

anlamı yoktur. Onun içindir ki kalem kılıçtan

etmez. Bu duruma, düşüncenin şekillenmesinde

keskindir.

ihtiyaç faktörü denebilir.

Düşüncede bir devrim/değişim

Düşünce pratikten bağımsız gelişmez. Beşer

gerçekleştirmeden fiili durumda bir değişikliğin

için saf soyutluk söz konusu olamayacağı için

yapılması mümkün değildir. Çünkü o öncelikli ve

soyut bir dünya tasarlayarak orada bir düşünce

kurgulayıcıdır. Bu nedenle düşünce boyutunda

geliştirmekten söz edilemez. Somut verilerden

güçlü olmayanın varlık bulması, bulsa bile

ve hali hazırda ulaşılmış düşüncelerden yola

istikrar ve kalıcılık sağlaması söz konusu

çıkarak bir düşünce geliştiririz. Sonra da bunun

olamaz.

realize edilmesi yeni bir veri oluşturur. Ancak

Konfüçyüs diyor ki, “Eskiler, erdemin ışığıyla ortamın aydınlanması için önce devlet işlerini

düşüncenin somut verilere duyduğu ihtiyaç onu bir güç olmaktan çıkarmaz.

yoluna koyarlardı, devlet işlerini yoluna

Konu “düşünce” olduğunda, idealizm/realizm,

koyabilmek için önce ev işlerini yoluna

diyalektik, matematiksel/geometrik düşünce,

koyarlardı, ev işlerini yoluna koyabilmek için

teist/ateist yaklaşım biçimleri gibi konunun

önce kendi kendilerine çeki düzen verirlerdi,

birçok yönü karşımıza çıkmaktadır. Düşünce,

kendi kendilerine çeki düzen verebilmek için

düşünsel/teorik alt yapı, bütün insani eylemlerin

önce kendi içlerindeki düzeni yoluna koyarlardı,

öncülü olmakla birlikte biz bu makalede düşünce

kendi içlerindeki düzeni yoluna koyabilmek için

üzerine kavramsal bir incelemeyi, onu her

önce düşüncelerini yola koyarlardı, düşüncelerini

yönüyle irdelemeyi hedeflemiyoruz. Düşünceyi

yola koyabilmek için ise önce bilgi eksikliklerini

bir dünya görüşü olması, medeniyetleri

giderirlerdi.”

oluşturan kurucu fikir olması yönüyle ele almayı

4

Düşünceler bilgi gibi kesin yargılar ifade

hedefliyoruz.

etmez. Bilginin de doğru olanı yanlış

Tarih boyunca dinler, ideolojiler ve kurucu

olanı vardır elbette. Ama bilgilerden yola

fikirler insana ne vadetmiş, toplulukları

çıkarak düşüncelere varırız. Ve düşünceler

peşinden nasıl sürüklemişlerdi? Bu vaatlerini

davranışlarımıza egemen olur, toplulukları

yerine getirebildiler mi? Zaman ilerledikçe

peşinden sürükler. Tevhidin adaleti temin

nasıl değişimler yaşadılar? Değişimlerin altında

edeceği bir düşüncedir. Bu düşünce birçok

yatan sebep neydi? Düşüncedeki değişimler

bilgiye de dayanmaktadır. Ancak sonuçta oluşan

zamanın ilerlemesi ve toplumlarda görülen

vakıaya dair birçok itiraz duymak mümkündür.

değişimlerle izah edilebilir mi? Bir değişme

Belki de düşüncenin bizi cezp etmesi onu ispat

varsa bu değişimin yönü nereye doğrudur?

etme çabamızda saklıdır. Sahibi için ne kadar

İyiye mi kötüye mi? Değişimle toplumlar yeni

açık, seçik ve ispata gerek duymayan, bilgi

düşüncelere ulaşıp yeni formlar ve yaşam

niteliğinde olsa da düşünceler, kanaatlerimizi

biçimleri mi kazanıyor yoksa sürekli öncekileri

ifade ederler.

yeniden yorumlayarak geçmişi yeniden mi

Düşünce yenilenmeye ihtiyaç duyar. Dayandığı

üretiyor? Biz bu değişimin neresindeyiz?

temeller, delil aldığı bilgiler değişmese bile

Bu makalede bu sorulara cevap bulmak

farklılaşan durumlara göre kendini yenilemesi

amacıyla insanoğlunun karşılaştığı dünya

gerekir. Yoksa canlılığını yitirir, cazibe merkezi

görüşlerini/medeniyetleri anlamaya çalışacağız.

olmaktan çıkar, yerini bir başkasına bırakmak

Zira aralarındaki sıkı ilişkiden dolayı düşüncenin tarihi ile medeniyetlerin tarihinin iç içe geçmiş

Jacqueline Russ, A.g.e. S. 19

olduğu görülmektedir. Kurucu fikirlerin neler

R. İhsan Eliaçık, Adalet Devleti, Bakış Yayınları, 2.

vadettiğini ortaya çıkarmak kadar, nasıl bir seyir

3 4

Baskı, S.94

6

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


takip ettiğini de belirginleştirmeye çalışacağız.

güzel ve mükemmeldir.”5 ifadesinde olduğu

Bu nedenle geçmişe göz atıp analizler yapmak

gibi çağdaşlık, modernlik gibi terimlere yakın,

da ihtiyaç haline gelmektedir. Geçmiş, her

“gelişmişlik” anlamında da kullanılmaktadır.

bir medeniyetin öncekilerden bir şekilde

Burada medeniyet, gelişmiş teknolojinin

etkilenip sonrakileri de etkilemesiyle insanlığın

sağladığı imkânlardan öte, şehir hayatı ve

oluşturduğu birikimdir. Günümüz de dâhil her

ilişkilerinden kaynaklanan beşeri ilişkilerin belli

bir merhaleyi anlamak, onun arkasında duran

bir anlayışla düzenlenmiş şekli, adabı muaşeret,

birikime bakmayı da gerektirir.

nezaket vs. anlamındadır.

Sorduğumuz sorulara cevap veriş biçiminin,

Medeniyetin, gelişmişlik seviyesini ifade etmek

tarihin nasıl okunduğuyla doğrudan ilgili olduğu

amacıyla tüketim anlayışı ve miktarlarından

da atlanmaması gereken bir husustur. Lineer

yola çıkılarak ölçülmeye çalışıldığı da

anlayışla döngüsel yaklaşım gibi… Lineer

görülebilmektedir. Tuvalet kâğıdı kullanımı ve

tarih anlayışının ilericilik kompleksi, döngüsel

elektrik tüketimi gibi… Modanın ya da çıplaklığın

yaklaşımın da eskiye hayranlık zaafı taşıdığını

medeniyet ifadesi olarak kullanılması da dikkat

peşinen belirtelim.

çekicidir.

Bu çerçevede sorularımıza cevap bulmak

Belirtilmesi gereken bir problem noktası da

amacıyla:

medeniyet-kültür ilişkisidir. Birbirinden farklı

Önce medeniyet, kültür gibi kavramların düşünce ve kurucu fikirle ilişkisini kurmaya çalışacağız.

kültürel özellikler arz eden toplumlar aynı medeniyet içinde telakki edilebilir. Örneğin Batı medeniyeti içinde değerlendirilen Avrupa toplumlarının her birinin kendisine ait birer

Sonra tarihin nasıl okunabileceğini irdeleyeceğiz.

kültürü vardır. Konunun ayrıntısına dalmadan

Son olarak da iyiye mi yoksa kötüye mi veya

medeniyetlerin kültürlerden doğduğunu ama

başka yöne doğru mu gittiğimizi anlamak için

yeni kültürler üretebileceğini belirtmekle yetinip6

sürecin yönünü ele alacağız.

dikkatimizi medeniyetle medeniyetin ürünleri

kültür ile medeniyetin aynı şeyler olmadığını,

arasındaki ilişkiye yöneltelim.

Medeniyet Nedir? Medeniyet kavramı sözlüklerde genelde “uygarlık” ile karşılanmaktadır. Arapça, şehir anlamına gelen “medine” kelimesinden geldiği bilinmekte, şehircilik ya da şehirlilik anlamına gelmektedir. İngilizce karşılığı olan “civilization” teriminin de yine şehir anlamına gelen “city”den

Medeniyet denen şey iki tür eser ortaya çıkarır. -A. Ş. Hisar. http://www.tdkterim.gov.tr/bts/

5

Meselâ; “Batı medeniyeti” denildiği zaman, din

6

bakımından Hıristiyan toplulukların manevî-sosyal değerleri ile pozitif ilme dayalı teknik anlaşılır. Hâlbuki Batı medeniyetine bağlı milletlerden her biri ayrı bir kültür topluluğudur. Pozitif ilim sahasında benzer anlayış içinde olmalarına, “teknik”i ortaya koyma ve

türediğini savunanlar vardır. Uygar kelimesinin

kullanmada birbirlerine yakın yollar takip etmelerine

ise Türklerin “uygar devleti” “Uygur”dan geldiği

rağmen, bu milletler başka diller konuşurlar, âdetleri,

iddia edilmektedir.

gelenekleri, görenekleri, ahlâk anlayışları, edebiyatı, masalları, destanları, güzel sanatları, folkloru ve hatta

Medeniyetin ıstılahi bir tanımını yapmak ve bir medeniyetin nasıl değerlendirilebileceğini tespit etmek bu kadar kolay değildir. Şunun için: Medeniyetin, maddi verilerle tanımlanması ve değerlendirilmesi yaygın bir alışkanlıktır. Yine bununla paralel olarak; Medeniyet/Uygarlık; “Boğaziçi’nin böyle bir medeniyet çerçevesi içinde geçen hayatı ne

giyinişleri bir değildir. Hatta hepsi de Hıristiyan inancı içinde bulunmakla beraber, din karşısındaki tutumları da farklıdır. İşte bu ayrı inanış, eğilim, düşünce, kullanış ve davranış tarzları her milletin kültür unsurlarını teşkil eder. […] 1) Kültür karakter bakımından “özel”, medeniyet “genel”dir. 2) Medeniyet kültürlerden doğar. http://web.itu.edu.tr/~yayla/tkm.pdf : Türk Kültür ve Medeniyet Tarihi Ders Notları Öğr. Gör. Ali YAYLA

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

7


Birincisi kolayca görülebilecek nesnel ürünlerdir:

değerlendirilemez. Çünkü eserlerin ifade

Bina, heykel, araç-gereç gibi… İkincisi ise daha

ettiği gelişmişlik birçok etkene bağlıdır. Bir

zor görülebilecek sosyal ürünlerdir: Adalet,

medeniyetin ürünleri hiçbir konuda sıfırdan

kölelik, özgürlük, parlamento, hukuk, anayasa,

üretilmiş eserler değildir. O güne kadar

şiddet, mafya gibi… Eğer ürettiklerine bakarak

insanlığın oluşturduğu her türlü birikim bir

değerlendirilecekse, bunlardan hangisine

medeniyet için verili bir başlangıç noktasıdır.

bakarak bir medeniyet değerlendirilmelidir?

Ayrıca yerel ve doğal koşullar onu belli bir yöne

Diğer yandan bir medeniyetin gelişmişliğini

doğru kanalize eder. Daha da önemlisi eserler,

değerlendirmek için kullanacağımız ölçü ne

özellikle de birinci kategoridekiler, birer eser

olacak?

olması münasebetiyle medeniyetin niteliğini asıl

Piramitler, Ra, mevsimler, tarım, sulama sistemi denince Mısır medeniyeti; felsefe, sanat, tiyatro, parlamento, tanrılar deyince Yunan medeniyeti;

bir yönüyle dışa vurumudur. Eserlerin ne kadar büyük ne kadar sağlam ve ne kadar sanatsal, işlevsel, hayatı kolaylaştırıcı olduğundan yola

hukuk, kölelik, heykeller, arena denince

çıkılarak yapılan değerlendirmeler taraflı bir

Roma medeniyeti; bilim, deneysel yöntem,

bakış açısını yansıtmaktadır. Asıl belirleyici olan

aydınlanma, demokrasi, özgürlük denince Batı

ise medeniyetin dayandığı düşüncedir. İnsan,

medeniyeti akla gelmektedir. Örnekler, söz

kendisine verilen kabiliyet sayesinde dağlardan

konusu medeniyetlerin niteliğini yansıttığı için

evler oyarak, ağaçlardan kitaplar yaparak,

zihinlerdeki kalıcılığını korumaktadır.

elektriği ve elektroniği keşfederek bilim ve

Her medeniyet doğal olarak bir takım ürünler verir. Şehirler kurar, binalar yapar, icat ve keşiflerde bulunur. Ürünleri kendisinden bağımsız değildir. Dolayısıyla ürünlerine bakarak bir medeniyet hakkında bir fikir sahibi olunabilir, onun hakkında ürünleri üzerinden bir değerlendirme yapılabilir. Bir medeniyetin ürettiği her şey, bulunduğu coğrafyada kök salma çabasının bir sonucudur. Doğal olarak bu kök salma çabasını dayandığı düşünce doğrultusunda gerçekleştirir ve ürünlerine kendi rengi bulaşır. Kurduğu şehirler ona göre şekillenir. Halkı sınıflara ayırıyorsa statülere

teknolojide önemli gelişmeler katetmiş olabilir. Bütün bunlar varlığın doğasını keşfetmesine bağlı olarak gelişir. Ancak bunlar bir medeniyetin somut göstergeleri sayılsa bile bir medeniyet inşa etmeye yetmez. Çünkü medeniyeti kuran, bilim ve teknolojideki durum değil sahip olunan düşüncedir. Medeniyete kalite sıralamasında bir yer tespiti yapılmak istendiğinde de bu, esas olarak dayandığı şey yani dünya görüşü göz önünde bulundurularak yapılmalıdır. Dolayısıyla da değerlendirmeye konu olması gereken asıl husus işte bu dünya görüşü yani medeniyetin dayandığı düşüncedir.

denk düşen binalar üreterek bir mimari

Bir medeniyetin seviyesini veya niteliğini

geliştirir. Güzel sanatları inandığı değerlere

sadece eserlerinden yola çıkarak

göre şekillenir; insanları ve geçmişi ona uygun

değerlendiremeyeceğimizi kısaca belirttikten

sembolize eder. Mezarları ölüme ve hayata

sonra medeniyetle kendisini kuran düşünce

bakışına göre mimari bir özellik taşır; piramitler

arasındaki ilişkiye de kısaca değinmek

de ortaya çıkabilir isimsiz mezar taşları da…

gerekmektedir.

İkinci tür eserlerinde medeniyetin rengini

Medeniyetin dayandığı dünya görüşü, insanı,

görmek daha kolaydır. Bu da toplumun yapılanma biçiminde kendisini belli eder. Sınıfsal bir toplum mudur yoksa insani eşitliği mi esas almaktadır, adaletli midir yoksa zulmü mü yaygınlaştırmıştır, bir hukuk var mı yok mu? Gibi

8

belirleyen şey değildir. Onlar sadece niteliğin

insani ilişkileri, varlığı ve yaratıcıyı nasıl kurguladığıdır. Medeniyet, işte bu dünya görüşünün kendisini hayatta realize etmesinin bir sonucudur. Bu düşünce önce insanlar arasında kendisine bir yer bulur. Kerhen de olsa

birçok soru sorularak bu durum tespit edilebilir.

kabul edilmesine bağlı olarak önce sosyal hayatı

Ancak hangisinin diğerlerinden ne kadar

çabası teveccüh görmesine bağlı olarak başlayan

ileri olduğu sadece eserlerinden yola çıkarak

bir süreçtir.

tanzim eder. Bulunduğu coğrafyada kök salma

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Medeniyetle dünya görüşü arasında birebir

hevayı tetikleyen çılgınlıkla ölçülmesine karşı

ilişkiden söz edilemez. Medeniyetin bir dünya

temelli bir yaklaşımdır bu. O, medeniyetin

görüşüne dayandığı şüphesizdir. Ancak bir

inanç ve dünya görüşü olduğuna inandığı için

dünya görüşünün bir medeniyet oluşturması

bu sonuca varmaktadır. Gerçekten de insana

için insanlarca ona hayat kazandırılmış olması

yakışır bir medeniyeti oluşturabilecek tek dünya

gerekir. Bu, kendisine teveccüh gösterilmesi

görüşü İslam’dır. Ve eğer medeniyet ürünleriyle

diye de ifade edilebilir. Zira her peygamberin

değerlendirilecekse bu ürün her şeyden önce

getirdiği mesaj bir hayat görüşüdür. Ancak

insan olmalıdır. Toplumun en tepesindekinden

insanların büyük çoğunluğu tarafından fiiliyata

tarladaki çiftçiye kadar insan… Bir toplum

geçirilmek için çaba sarf edileni çok azdır.

doğru bir insan üretemiyorsa onun dışında ne

Ayrıca sadece teveccüh gösterilmesi de yetmez.

ürettiğinin hiçbir önemi yoktur. İnsani ilişkilerin

Toplumsal alanın bütün boyutlarına bu görüşten

adalet ve hayr üzere olabilmesi için önce doğru

yola çıkılarak yaratıcı bir yorum getirilmiş ve

bir insan üretilmesi gerekir. Bu da insan, varlık

bunlar fiili bir durum imkânı elde etmiş olmalıdır.

ve yaratıcı ile ilgili sağlıklı bir anlayışa sahip

Bu bir devlet kurmaktan farklı bir şeydir.

olmayı gerektirir. Bütün bunları İslam’dan başka

“Devlet medeniyet kuramaz, medeniyeti ancak

hangi dünya görüşü temin edebilir!

millet kurar.”7 Ayrıca medeniyet, medeniyet kurmak amacıyla yola çıkanların çabasının bir sonucu değildir. Bir düşüncenin realizasyonu doğrudan doğruya medeniyet olmayabilir. Çünkü Medeniyet evrensel değerler yaratabilen kültürdür.8 Medeniyet, milletlerarası ortak değerler seviyesine yükselen anlayış, davranış ve yaşama vasıtaları bütünüdür. Bu ortak değerlerin kaynağı ise kültürlerdir.9 Medeniyetin iki temel öğesinin olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi düşünce ikincisi ise yukarıda iki kategori halinde izah etmeye çalıştığımız eserler. Sadece eserlerden yola çıkılarak yapılan tanım ve değerlendirmenin yanında sadece dayandığı düşünceden yola çıkılarak yapılacak değerlendirmenin de yanlış olacağı kanaatindeyiz. İkincisi birincisine göre görece daha doğru olmakla birlikte taşıdığı bazı sakıncalar var.

Ancak medeniyet dünya görüşünden ibaret bir şey de değildir. Su, ateş ve toprağın bileşiminden ibaret bir şey sayılamasa da medeniyet insanın yarattığı bir şeydir. Bir dünya görüşünün ete kemiğe bürünmüş halidir. Bu nedenle medeniyet, ne bir devlet kurmakla oluşabilir ne de devlet otoritesi ve gücü ile… Onu toplumun bütünü yaratabilir. Ne sadece dünya görüşünü yorumlayan, revize eden ya da reformlar yapan, felsefeciler, din adamları, teorisyenler yaratabilir; ne sadece bilim adamları, ne sadece sanatçılar, mimarlar, edebiyatçılar, yazarlar… Bütün bunların bir araya gelip ortak çalışmasıyla da, öncekilerin ustaca kopyaları ile de bir medeniyet teşekkül etmez. Medeniyet bir dünya görüşünün oluşturduğu rüzgârla yaratıcı eylemlerin ortaya çıkmasına bağlı olarak bir toplumun yarattığı bir şeydir. Bu bakımdan “İslam Medeniyeti” ifadesinin doğru bir ifade olup olmadığı da sorgulanmalıdır.

“Bütün bu nedenlerden ötürü İslam’ın vahyettiği değer, ahlak ve sosyal güvenceler insana en yaraşan değerlerdir. Medeniyet de sadece İslam medeniyetidir. Değişim ve dönüşüme uğramayan sabit ölçütlere göre medeniyet seviyesine ulaşmış tek toplum “İslam Toplumu”dur.”10 diyor merhum Seyyid Kutub. Medeniyetin maddi verilerle, bilim ve teknoloji, enerji tüketim miktarı, moda ve Hüseyin ATAY, Medeniyeti Sivil Toplum Kurar

7

http://www.iibf.deu.edu.tr/dergi/1139575867_1.pdf

8

http://web.itu.edu.tr/~yayla/tkm.pdf

9

Peygamberler, felsefeciler, düşünürler vs. düşüncenin teşekkül etmesi bakımından bu rüzgârın başlangıcı sayılabilir. Ama bu sadece bir başlangıçtır. Bu başlangıç toplumun ve hayatın bütün alanlarını etkisi altına alamazsa ortaya devrimler de çıksa sonuç ancak başka bir medeniyetin tekrarından ibaret olabilir. Medeniyet ise hemen her alanda devrimler yapma gücüne ulaşma halidir. Bu devrimler siyasal sınırları tanımaz, önünde asker ve baskılar engelleyici bir güç olarak duramaz.

Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub, Pınar Yayınları, 7.

Toplumun tamamı buna katılmasa hatta karşı

Baskı, S:148

çıkanlar olsa bile uyandırdığı etki topluma

10

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

9


bambaşka bir renk verir. İşte düşünce böylesine

ilerlemesi olarak yorumlanmaktadır. Ona göre

güçlü bir şeydir.

uygarlıkların birbirini izlemesi bir kısır döngü

Medeniyeti kuran düşüncedir. Şüphesiz ki o, sıradan bir düşünce değil, bir dünya görüşüdür. O bir din olabileceği gibi dinin beşerileşmiş bir hali, felsefeye dayanan bir dünya görüşü veya biri ideoloji de olabilir. Niteliği her ne olursa olsun o kurucu bir fikirdir.

ulaşmak içindir. “Hegel’in düşünceyi maddenin önüne koyan (idealist) felsefesi, tarih anlayışını da etkisi altına almıştır. Onun tarihi “Us”un ilerlemesi olarak görmesinin temelinde de bu yatar.” İlerlemenin yöntemi ise diyalektik yöntemdir: “Hegel, başlangıcın sonucu kendinde

Buraya kadar kurucu fikir ve bu kurucu fikrin kendisini hayatta nasıl realize ettiğini, medeniyetle ilişkisi üzerinden anlamaya çalıştık. Tarih cetvelinde nerede durduğumuzu, medeniyetin neresinde bulunduğumuzu anlamak istediğimizde bakacağımız ilk şey kurucu fikirlerin oluşturduğu süreçtir. Çünkü kurucu fikir dediğimiz şey onu oluşturmak için belli bir niyetle çalışmanın sonunda oluşan bir şey değil, bir arayışın ürünüdür aslında. Kurucu olması, bir keşif olmasından değil dertlere, ihtiyaçlara bir çare olarak görülmesinden dolayıdır. Varılan sonuç hedefe uygun olmasa da o bir arayışın sonucudur. Bu nasıl bir arayıştır? Bu arayış insanı hangi köşelere, çıkmazlara ve yeni sorunlara savurmaktadır? Bu sürecin nasıl bir süreç olduğu, nereye hangi yöne doğru ilerlediği ve ondan hangi sonuçlara ulaşılabileceği Müslümanlardan başkalarının da ilgisini çeken bir husustur. Başkaları da bu konuda kafa yormakta duruma izahlar getirmeye veya bir şeyleri bu bakış çerçevesinde izah etmeye çalışmaktadırlar. Bunlar değişik tarih okumalarıdır.

taşıdığını, sonuca ulaşma ereğiyle harekete geçerek kendisini yadsıdığını ve sonra bu yadsımasını da yadsıyarak ereğine yani sonuca ulaştığını söylemiştir. Hegel tarihi ele alırken de aynı şablonu kullanmıştır.” “Kendi zamanını zihninde özgürlüğün gerçekleştiği dönem olarak kurgulamış ve daha sonra bu sonucu kendinde taşıyan bir başlangıç yaratmıştır. Bu başlangıcı Tin olarak adlandırmış ve Tin’in özünde özgürlüğü taşıdığını iddia etmiş ve tarihi Tin’in, özünü yani özgürlüğü gerçekleştirme ereği ile meydana getirdiği olguların bütünü olarak değerlendirmiştir. Hegel’e göre Tin, tarihte kendi gelişimi aracılığıyla kendisini tümleyen Öz’dür ve bu Öz’ün kendisini tümlemesi ile tarih son aşamaya erişmiş, bir bütün olarak ortaya çıkar.” “O’na göre dünya tarihine damgasını vuran dört büyük tarihsel uygarlık vardır; Doğu’lu, Yunan, Roma ve Hıristiyan-Cermen uygarlık… Hıristiyan-Cermen dünyasında herkesin özgür olduğunu söyler. Batı dünyasında insanlarda özgür olma bilinci vardır… Çöküş ve çıkışları özgürlüğe doğru bir ilerleme olarak açıklar. 19. yy.da bu ilerlemenin doruk noktasının Prusya devleti olduğunu belirtir.”11 Bu dönemi, tarihin ussal açıdan en olgun ve bu yüzden en son

Tarih Okumaları

dönemi olarak görmektedir.

Geçmişi aydınlatmak günümüze ışık tutabilecek bir şeydir. Bundan dolayı geçmiş, bugüne dair yorumun malzemesi olarak da kullanılmaktadır. Bunun için insan hayatına yön veren düşüncenin nasıl bir seyir izlediğine dair farklı yaklaşımlar söz konusudur. Bunlardan en çok bilineni lineer yaklaşım biçimidir.

Hegel’e göre gerçekliğin oluşması tarihsel bir süreçtir. Gerçekliğin anlaşılması tarihsel açıklamanın kategorilerinin anlaşılmasıyla mümkündür. Ona göre tarih doğrusal bir çizgi üzerinde evrimsel bir süreç izlemektedir. Bu evrimin sürekli gelişme ve ilerleme üzerine dayandığını düşünmektedir. “Hegel, 19. yüzyılın

Bu yaklaşımı felsefi düzeyde ele alan Friedrich Hegel (1770-1831) “Tarihi, Tin’in belirdiği, kendisini belirli araçlar vasıtasıyla gerçekleştirdiği ve sonuçta somut özgürlük olarak ortaya çıktığı üçlü bir bütün (Ganze) olarak ele alır.” Bu, tarihin özgürlüğe doğru

10

değil, daha ileri ve daha kapsamlı özgürlüklere

başında yaşarken, 16. yy.dan kendi dönemine kadar olan ilerlemenin büyüsüne kapılmışa http://www.yuzlesmedernegi.org/yazi.asp?ID=69 ve

11

HEGEL VE MARX’IN TARİH ANLAYIŞLARININ KARŞILAŞTIRILMASI, Yüksek Lisans Tezi, Ali Yalçın Göymen, Ankara-2007

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


benziyor!”

Aynı anlayışa Fukuyama da sahiptir ve bunu

Lineer yaklaşımın başka bir ismi de Auguste Comte’tur (1798-1857). Comte, üç hal kanunu ile bu anlayışı temsil etmektedir. Üç hal, tarihin sırasıyla teolojik aşama, metafizik aşama ve pozitivist aşama şeklinde seyretmesidir. Çok tanrıcılıktan ateizme doğru giden bir seyir

tarihin sonu ile izah etmektedir. “Fukuyama’nın ünlü ‘Tarihin Sonu’ tezi özellikle Sovyetlerin çökmesinden sonra sona eren iki kutuplu düzenin yerine, artık insanoğlunun en iyi düzen olarak Amerikan Liberalizmini benimsemesi ve liberalist düzende insanın arayışının artık sona ermesidir. Çünkü bundan daha iyi bir

olduğunu iddia etmektedir. Bütün insanların

düzen artık yoktur. Fukuyama, tezini duvarın

bu aşamalardan zorunlu olarak geçeceğini

çökmesiyle simgelenen sosyalist sistemlerin

savunmakta, pozitivist aşamayı zorunlu ve en

çöktüğü pozitif bir ortamda yazmıştır. Tarihin

mükemmel aşama olarak sunmaktadır. “Bu

sonu tezine karşı, milliyetçilik, faşizm ve

devrenin belirgin nitelikleri pozitif bilim ve

komünizmi gösterir, ama bunları ölü ideolojiler

endüstridir.” Bu aşamada bilim, dinin yerine

olarak yorumlar.”14

geçmektedir. Öncekilerin tamamı ilkel tarihsel aşamalardır. “Comte, bütün toplumların, bilginin birikmesi sonucu, aynı aşamalardan geçerek, sonunda bilimsel düşünce şekli ile belirlenen pozitif devreye ulaşacağını savunur. Pozitif evre, toplumsal evrimin sonudur.”12 Kendisinin Hıristiyanlık taklidi pozitivist bir din kurmaya çalıştığı da bilinmektedir.13 Bu anlayışın diğer önemli bir ismi ise Karl Marks’tır (1818-1883). Hegel’den önemli ölçüde etkilenen Marks, Hegel’deki diyalektiği tarihi materyalizm olarak dönüştürmüştür. Tarih diyalektik yöntemle gelişerek ilerlemekte, ilerlemenin özünde ekonomi/sermaye temeline dayalı sınıf çatışması yer almaktadır. İlkel komünizmden başlattığı süreç, sırasıyla feodalizm, kapitalizm, sosyalizm aşamalarından geçerek komünist aşamaya ulaşacaktır. Sonraki aşamalardan her biri öncekinden daha ileri, daha değerlidir.

Diğer bir tarih okuma biçimi ise döngüsel tarih anlayışıdır. İbn-i Haldun, Spengler, Toynbee gibi organizmacı sosyal değişim kuramı içinde telakki edilen sosyal bilimciler bu yaklaşımın örnekleri olarak sayılmaktadır. Organizmacı kuramlar, merkeze aldıkları ve gelişmenin temeli olarak gördükleri unsurun doğup geliştiğini ama bir ömrünün olduğunu savunmaktadır. İbn-i Haldun, yerleşik veya göçebe olarak yaşamayı, devlet ve tebaayı, Spengler kültürleri Toynbee ise toplumları canlı organizmalara benzetmektedir. Buna göre bir döngünün bitmesi ile yeni bir döngü başlamaktadır.15 Organizmacı yaklaşım, her bir organizmanın bütünüyle yok olduğunu, kendisinden sonrasına bir şey bırakmadığını her şeyin yeniden başlarken sıfırdan başladığını savunmaz. Ama evrimci ve diyalektik yaklaşım gibi gelişmenin düz perspektif bir şekilde ilerlediğini de kabul etmez. Filozof Ecclessastes “Güneşin altında yeni bir şey yoktur” diyerek döngünün yerinde saydığını savunmuş ve

Hegel’e göre de Marks’a ve Comte’a göre de son bir durum vardır ve son durum en iyisidir. Emre Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye

12

Gerçeği, Bilgi Yayınevi, S. 100-104 Pozitif bir din kurar. İnsanlık dini. Hatta Rus çarına

13

ve Osmanlı sadrazamına mektup yazarak onları bu dine davet eder. Comte artık peygamberdir ve dininin

tarihe nokta koymak istemişti. Döngüsel tarih anlayışının temsilcisi konumundaki organizmacı kuram, bunun gibi tarihe nokta koyma niyetinde değildir. Ancak hepsi olmasa da çoğunun, birbirini takip eden organizmaların birbirleriyle iletişimini kurmak gibi bir çabası da yoktur.

esaslarını belirler. Hatta şeytan yerine Napolyon’a

Tarih okumalarını sosyal değişim kuramları

lanet etmeye vaaz eder… Zihin çöküntüsü ve his

çerçevesinde ele aldık. Çünkü değişim

dalgalanmaları yoğunlaşır, kurduğu pozitif sisteme

ve gelişmenin hangi esaslar ve saikler

tamamıyla ters bir hareketle mistik ve metafizik olduğu kadar da garip bir din kuran Comte 5 eylül 1857 günü, insanlığın sembolü ve temsilcisi sayıp ulu varlık adını verdiği veremden ölen sevgilisinin masasının önündeki

doğrultusunda olduğunu sosyal değişim kuramları ele almaktadır. Ancak bu kuramların http://www.stratejikboyut.com/haber/tarihin-sonu-

14

son merasimini yaparken ölür. (http://tr.wikipedia.org/ wiki/Auguste_Comte)

tezi-coktu-mu--28431.html Emre Kongar, A.g.e.

15

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

11


asıl maksadı düşüncenin nasıl bir seyir izlediğini

teknolojiye bağlı olduğunu savunanların

izah etmek değildir. Onlar daha çok toplumun

aydınlanma sürecinde oluştuğuna dikkat

nasıl değiştiğini ya da geliştiğini anlamaya

edilmelidir. Bunların dine karşı duydukları

çalışmaktadırlar. Dolayısıyla yukarıdaki

tepki onları tepkisel davranmaya, toplumsal

paragraflarda biz, her medeniyetin bir

gelişmenin dinden bağımsız olduğunu

düşünceye dayandığını ve gelişmenin buradan

ispatlamaya itmiştir. Onlara verilebilecek haklılık

başladığını söylerken bu kuramlardan kimisi

payı bu durum göz önünde bulundurulduğunda

tam tersini savunmaktadır. Değişim modellerinin

mümkündür. Örneğin Comte’un üç hal

büyük bir kısmına toplumsal değişimin hatta

kanunu: Çok tanrıcılıktan ateizme giden bir

dini düşüncedeki değişmenin bilimsel/teknolojik

süreçten bahsetmektedir. İzahı ise insanın,

gelişmeye bağlı olduğuna dair bir fikir hâkimdir.

varlığın gerçekliğini keşfetmesidir. O’na göre

Artan nüfus ihtiyaçları artırmakta, bu da

insanın, tanrı zannettiği şeylerin gerçekte

teknolojiyi, iş bölümünü, farklılaşmayı, sınıfları

tanrı olmadığını anlaması, varlığın doğasını

ortaya çıkarmakta, düşüncenin olgunlaşmasını

anlamasına bağlıdır. Tarih boyunca insanın

sağlamaktadır. Bu yaklaşım sosyal “gelişmeyi”

karşısında duran İslam mesajı göz ardı

düşüncenin gelişmesine değil teknolojinin

edildiğinde bu doğru bir tespittir. Eğer tarihin

ilerlemesine bağlamaktadır. Bu durumda kendi

içinden İslam’ı ve etkisini çıkarıp olmak mümkün

savımızla ilgili tekrar şunu sormamız gerekir:

olsa doğru bir analiz ortaya çıkmaktadır.

Gelişim ve değişime kaynaklık eden düşünce

İnsan, varlığın doğasını keşfetmesi sayesinde

midir? Yoksa düşünce gelişmelere bağlı olarak

yıldızların, ayın ve güneşin, tahta ve ağaçlardan

mı değişmektedir?

yapılmış putların kendisine bir zararının veya

Düşüncede bir değişme olmadan pratikte bir değişmenin olması normal şartlarda beklenemez. Ancak düşüncenin değişmesine etki eden faktörlerden birisi de somut verilerdir. Somut veriler ise varlığın ve toplumun doğası ile ilgili oluşan birikim ve yeni ulaşılan keşiflerdir. Dolayısıyla genel olarak düşünce ve pratiğin birbirini tetikleyerek geliştiğini ama düşüncenin her zaman bir adım önde olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca beşeri keşifleri ilgilendiren alanda saf soyutluğun olduğu bir alan söz konusu değildir. Metafizik diye adlandırılan dini alanda ise insan doğrudan vahyin muhatabı olarak bulur kendisini. Medeniyeti oluşturan kurucu fikir ile genel olarak düşünce arasında da bir ayırım yapılmalıdır. Her düşünce kurucu fikir anlamına gelmez. Kendisinin değişmesi ile devrimleri başlatacak olan düşünce, sadece belli bir konuda açıklama getiren bir yenilik değil kurucu fikirdir. Kurucu fikir ise kendisinden sonra hayatın değişik alanlarında bu düşünceden hareket eden ama somut verilerle şekillenen birçok düşüncenin oluşmasına da kaynaklık eder. Kurucu fikrin oluşması dinlerde olduğu şekilde verili olabileceği gibi Batı medeniyetinde olduğu gibi felsefe, din, din karşıtlığı gibi etkenlerin

12

yararının olmadığını anlama imkânına ulaşmıştır. Böylece bu varlıkların tanrı olamayacağı bilgisini elde etmiştir. Ancak ne insanlık bu süreci Comte’un dediği gibi yaşamıştır ne de bugün bilimden haberdar olan insanların tümü putperestliği terk etmiştir. Eğer bilim ve teknoloji sayesinde insanoğlu ilah olmaya layık olmayanların durumunu keşfedebiliyorsa bilim ve teknolojinin daha katetmesi gereken çok yol var demektir. Çünkü İslam hevanın ilah edinilmesinden bahsetmekte ve bunun toplumların virüsü olduğunu söylemektedir. Oysa pozitivizm henüz bu aşamaya gelememiştir. *** İnsanlık bir arayışın peşindedir. İyinin ne ve nerede olduğunu aramaktadır. Fikir ve düşünce dediğimiz şey de işte bu arayışın özünü oluşturmaktadır. Düşünce, insanın, arayışında vardığı sonuçların en özlü bir şekilde ifade edilmesi çabasıdır. Kimi zaman hedefinin aksine davranmakta gözünün önündekini görmezden gelmekte/reddetmekte, kimi zaman da doğru diye yanlışın peşine takılıp gitmektedir. Bu arayışı ilk gününden beri sürdüren insanoğlu

tetiklediği bir süreç şeklinde de olabilir.

bugünün insanının karşısına bir birikim

Sosyal değişim kuramlarından değişmenin

olduğumuzu anlamamız, arayışın nereye doğru

oluşturmuştur. Bizim bu arayışın neresinde

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


gittiğini görmemiz için bakmamız gereken

alışverişin yoğunlaşması demekti.17 Diğer

önemli bir veri de medeniyetler, dünya görüşleri,

taraftan en önemlileri Atina ve Sparta olan bu

kurucu fikirlerin oluşturduğu süreçtir.

site devletleri döneminde özellikle doğudan gelen Pers saldırılarına karşı siteler birleşmiş,

Düşüncenin Seyri

Yunan kimliğinin oluşmasını sağlamıştır.

Bizler bugün Batı medeniyetinin egemen olduğu

Bilinen Yunan düşüncesinin oluşumunda en

bir dünyada yaşıyoruz. Kiliseyle çatışmadan galip ayrılarak değerleri dünya merkezli hale gelen, teknolojik alandaki gelişimiyle her şeyi kontrol altına almak için çalışan, ücra

etkin sayılan isimlerden Protagoras (M.Ö. 485 410), Sokrates (M.Ö. 470-399), öğrencisi Platon (Eflatun) (M.Ö. 429-347), Aristo (Aristoteles) (M.Ö. 384 - 322) gibi isimler18 M.Ö. 4. ve 5.

köşelerine kadar dünyaya nüfuz etmeyi başaran Batı medeniyetiyle… Batı medeniyeti denince çoğunluğun zihninde canlanan, Antik Yunanla başlayarak Roma’ya aktarılan, Orta Çağ’da duraklayan, “doğu”nun etkisiyle tekrar yükselişe geçerek modernizm, pozitivizm, hümanizm çerçevesinde dünya liderliğini ele geçiren Avrupa ve Amerika canlanmaktadır. Bunun doğruluk payı var. Ancak hayata yön veren düşüncenin oluşumu, seyri ve insanlığın birikimi bakımından birçok yanlışı da var. Çünkü “Yunan uygarlığının kökeninde Girit (Minos) uygarlığı, Girit ve Miken uygarlıkları kanalıyla da Orta Doğu uygarlıklarının üç bin yıllık birikimi yatmaktadır.” Buna basit bir örnek Yunan tanrılarının bilinen kaprisli özelliklerinin tam olarak Sümer tanrılarına benzemesidir.16 Yunan tarihini M.Ö. 7. bin’e kadar götürenler vardır. Burada yerleşimin özellikle kuzeyden gelen göçlerle başladığı sanılmaktadır. M.Ö. 2000 ila 8. yüzyıl arasında, Dorlar’ın hâkim olduğu Yunan Orta Çağı denen karanlık dönemin sona ermesinden sonra bölgede birbiri ardınca kurulan site devletleri dönemi başladı. Bu devletlerde monarşinin yerini oligarşinin alması, toprak sahiplerinin halk üzerinde baskıcı egemenlikler kurması, siteler arasında bitmek bilmeyen savaşlar ve bu savaşların yol açtığı

R. İhsan Eliaçık, A.g.e. S. 109

17

Miletli Thales MÖ 624–546, Sokrates öncesi dönemde

18

yaşamış olan Anadolulu bir filozoftur. İlk filozof olduğu için felsefenin ve bilimin öncüsü olarak adlandırılır. Parmanides, doğa filozoflarından sayılmakla birlikte, Antik Yunan felsefesinde rasyonalizm geleneğinin ilk filozoflarından biridir. M.Ö. 600 ile M.Ö. 500’lerde yaşadığı ve yalnızca düşünür olarak değil yasa koyucu ve devlet adamı olarak da rol oynadığı sanılmaktadır. Anaksagoras: M.Ö. 500-428, Klazomenai’li olup, Sokrates öncesi düşünürlerden bir tanesidir. Ana madde ve ilk hareket ettirici neden öğretisi vardır. Ksenophanes M.Ö. 570-480, Empedokles, M.Ö. 490430 Sokrates öncesi düşünürlerdendir. Samoslu Melissus ya da Elealı Melissus, (M.Ö. 490430), Elea Okulu’nun bilinen isimlerinden biri olmuş ve Sokrates öncesi düşünürler arasında yer almıştır. Elealı Zenon ya da Zenon, Parmenides’in izleyicisi olan Antik Yunan filozofudur. Elea Okulu’nun en önemli filozofları arasında yer alır. M.Ö. 490 - M.Ö. 430 yılları arasında yaşadığı rivayet edilse de doğum ve ölüm tarihi kesin değildir. Protagoras (M.Ö. 485 - 410) Yunanlı filozof ve sofist. Aspasia ya da Miletli Aspasia yak. M.Ö. 470–yak. M.Ö. 400, Miletli bir kadındır. Sokrates M.Ö. 470-399 Heykeltıraş Sophroniskos’un ve ebe Fenarete’nin oğlu. Yunan Felsefesinin kurucularındandır.

zulüm ve acılar, Anadolu’ya göç dalgalarını

Antisthenes: Kinizmin kurucusu M.Ö. 444-365 yıllarında

başlattı. Bu, doğu medeniyetleri ile kültürel

yaşamış ve Kinik okulu kurmuş olan Yunanlı düşünür. Aristippos, M.Ö. 435-386 yılları arasında yaşamış olan Yunanlı düşünür.

“… Mısır’daki yaşamın aksine, Mezopotamya,

16

belirsizliklerle birlikte yaşıyordu. Bu nedenle, Mezopotamya’da halk dini, bu çevresel şartları yansıtır. Değişimin çoğu kez hızlı ve zorlu olduğu bir dünyada, Mezopotamyalılar, kendi sosyal gerçekliklerine açıklama getirebilmek için, tanrıların kaprisli olduğu inancına yönelmiştir.” (Mark A. Kishlansky, Batı’nın Kaynakları, Açılım Kitap, Cilt 1, S. 39)

Platon(Eflatun) M.Ö. 427-347 çok önemli bir Antik/ Klasik Yunan filozofu olduğu gibi, matematikçi, felsefi diyaloglar yazarı ve Batı dünyasındaki ilk yüksek öğretim kurumu olan Atina Akademisi’nin kurucusuydu da. Ksenofon M.Ö. 430-355, Yunan filozof, yazar, tarihçi ve asker, Sokrates’in öğrencisi.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

13


yüzyıllarda yaşamıştır. Antik Yunan tarihinin Phyrrhon M.Ö. 365-275 yılları arasında yaşamış olan kuşkuculuğun kurucusu ünlü Yunanlı düşünür. Kıbrıslı Zenon M.Ö. 335-263 yılları arasında yaşamış olan, Stoa Okulu’nun kurucusu. Aristoxenus M.Ö. 4. yüzyıl. Taranto’lu bir Yunan filozofudur. Stilpon M.Ö. 4. yüzyılda yaşamış olan Yunanlı düşünür. Aristoteles M.Ö. 384-322 Antik Yunan filozofu. Theophrastus M.Ö. 370-287 Midilli adasında doğmuş, oradan Atina’ya geçerek çalışmalarını burada yürütmüştür.

M.Ö. 756-146 olduğunu da hatırlayalım. Bu ve benzeri Yunan düşünürleri bugünkü Batı medeniyetinin ve onun yakın dönem kaynağı olan aydınlanmanın kurucu düşünürleri olarak kabul edilmektedirler. Oysa Jacqueline Russ, “Bizler binlerce yıl önce Fırat ve Nil nehirleri arasında tohumları atılan iki ayrı evren tasavvurunun mirasçılarıyız… Batı düşüncesinin bütün macerası antik Yunan’da değil, doğu topraklarında başlar… Bugün var olan birçok kurum ve düşünceler, dört bin yıl önce yok olmuş bir halk olan Sümerler’le başlar”19 diyor.

Straton M.Ö. 335-270 yılları arasında yaşamış ve

***

Theophrastos’un ölümünden sonra Akademi’nin başına geçmiş olan Yunanlı filozof. Timon, M.Ö. 320-230 yılları arasında yaşamış olan Yunanlı kuşkucu düşünür. Arkesilaos: M.Ö. 315-241 yılları arasında yaşamış ve Krates’in ölümünden sonra, Akademi’nin başına geçmiş olan Yunanlı düşünür. Hem Stoacılığa hem

“Öyle anlaşılıyor ki şehirlerin anası Mekke’den, çoğalarak, değişerek, kültür ve dillerini oluşturarak dünyaya dağılan Âdem’in çocukları,20 Şeria, Dicle-Fırat, İndüs, Ganj, Nil gibi nehir boylarında Girit-Ege gibi havzalarda yerleşip

de Epikürosçuluğa karşı çıkmış olan Arkesilaos,

çoğalarak binlerce yıl yerel topluluklar halinde

Pyrrhon’unki kadar radikal olmayan bir kuşkuculuğu

yaşayıp, medeniyetler oluşturdular. Gerek bu

benimsemiştir.

medeniyetlerin birbiriyle olan iletişimi gerekse

Hrisippos Stoa Okulunun, M.Ö. 280-207 yılları arasında yaşamış olan üçüncü başkanı. Rodoslu Andronikos M.Ö. 1. yüzyılda yaşamış ve

bulundukları bölgede çoğalan milletlerin coğrafi, siyasi ve demografik değişiklikler sebebiyle başka bölgelere göç etmesi gibi etkenlerle

Aristoteles’in eserlerini tasnif edip, yorumlamış olan

medeniyetlerin birbirlerini etkilediği de bir

Peripatetik düşünür

vakıadır.

Poseidonius Orta Stoa’nın, M.Ö. 135-51 yılları arasında yaşamış olan etkili düşünürü. Epiktetos (55-135), Yunan stoacı filozof. Atinalı Athenagoras: Yaklaşık: 133-190 M.S. 2. yüzyılda yaşamış ve Hıristiyanları ahlaksızlık ve devlete itaatsizlikle suçlayan putperestlerin iddialarına karşı çıkmak ve Hıristiyan inancıyla ibadet ilkelerini Yunan ve Roma dünyasına yaymak için, 177 yılında bir apoloji kaleme almış olan Hıristiyan düşünürdür. Cassius Maximus Tyrius veya Tyreli Maximus, Milattan Sonra 2.yüzyılda, yani Antonine ve Commodus

Birinci göç dalgası ile oluşan Şeria Irmağı (Filistin), Dicle-Fırat (Mezopotamya), Nil (Mısır), Hazar-İndüs (Hint-İran), Orhun-Sarı Irmak (Türk-Çin), Girit-Ege (Yunan-Roma), Amerika (Maya) gibi belli başlı yerleşim bölgesi ve medeniyetlerden söz edilmektedir. Her bir bölge ve medeniyetin tarihini M.Ö. on binlere hatta on iki binlere götürenler varsa da bu tarihleri tam olarak bilme imkânına sahip değiliz. Orhun ırmağı (İ.Ö. 4. yy.) ve Hazar-İndüs havzası (İ.Ö.

zamanında yaşayan Antik yunan konuşmacı ve filozof.

1500) ile ilgili görece daha yeni tarihler telaffuz

Sözde Plâtoncu olmakla beraber aynı zamanda Eklektist

edilmekte, diğerleri için ise tarihler yaygın

ve Yeni Plâtonculuğun öncülerindendi. Epikuros (ya da Epikür), (341-270) Helenistik felsefenin en önemli düşünürlerinden birisidir. Sisam adası olarak bilinen Samos’da doğdu.

Plâtonizm in kurucusu antik filozof. Porphyrios M.S. 234-305. Yeni-Plâtoncu düşünür. http://tr.wikipedia.org/wiki/Kategori:Antik_Yunan_

Mantinealı Diotima’nın Arkadia’da bir rahibe olduğu varsayılmaktadır. Platon’un Şölen adlı diyalogunda

filozoflar%C4%B1 Jacqueline Russ, Avrupa Düşüncesinin Serüveni Antik

19

Çağdan Günümüze Batı Düşüncesi, Doğubatı, Çev.

geçmektedir ve Sokrates’in hocası olduğu bildirilmektedir Plotinus (Arapça: Şeyh-i Yunanî) (M.S. 205–270). Neo-

14

Özcan Doğan, S. 13, 24, 25 R. İhsan Eliaçık, Adalet Devleti, Bakış Yayınları, 2.

20

Baskı, S.89

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


kanaate göre M.Ö. 3000’lere götürülmektedir. Düşüncenin geriye doğru izlerini takip etmek istediğimizde diğerleri üzerinde ilk ve en derin etkiye sahip olanın Mezopotamya uygarlığı yani Sümerler olduğu yaygın kanaattir. Düşüncenin tarihi şüphesiz ki Sümerlerle başlamaz. Hayata yön veren düşünce insanlıkla yaşıt bir geçmişe sahiptir. Allah insanı yarattıktan sonra yeryüzüne indirirken kendisine tabi olmakla kurtuluşa ereceği hidayeti de beraberinde indirmiştir. İnsan, yolunu her kaybedişinde bu yol göstericiliği tekrar karşısında bulmuştur. Bir an bunu bir kenara bırakalım ve düşüncenin Sümerlerle başlayan serüvenini anlamaya çalışalım. Ayrıca ilahi yol göstericilik vakıası nedeniyle biz tarihi buradan başlatmasak da yukarıda saydığımız medeniyetlerin insanlık üzerinde kalıcı etkiler meydana getirdiği ispata gerek duymayan bir vakıadır.

Gerek eski dünyada gerekse diğer bölgelerde buradaki Sümer, Akkad, Babil şeklindeki kent devleti, bölgesel devlet ve imparatorluk seyrinin eş-zamansız yaşandığı görülmektedir.23 Bölgeler arasındaki bir başka benzerlik de her bir geçiş aşamasında düşünce ve siyaset alanında bir veya birkaç ismin öne çıkıp süreci başlatması ya da sürece öncülük etmesidir. Daha önemli nokta ise Sümer’in Mısır, her ikisinin de dünyanın geriye kalanı ve sonrası üzerinde meydana getirdiği etkidir. Beşeri siyasi ve dini düşünce üzerinde bu ikilinin gerçekten önemli bir etkisi vardır. İnsan doğasında bir karşılık bulmasaydı bu etkinin derin ve kalıcı tesirler meydana getiremeyeceği hususu da göz ardı edilmemesi gereken bir noktadır. “Mezopotamya Nemrutları kendilerini “Tanrı’nın temsilcisi” olarak görüyorlardı. Mısır Firavunları ise kendilerini bizzat “Tanrı’nın kendisi” olarak görmekteydiler.

“Milattan yaklaşık on bin yıl önce tarım

Her iki Tanrı-devlet geleneği eski dünyayı

devriminin gerçekleşmesiyle sosyal-kültürel

etkilemiş, kendilerinden sonra gelen Pers,

hayatta da önemli bir değişiklik meydana

Hitit, Grek ve Roma Tanrı-devletleri üzerinde

gelmiş, toprağa, belli bir yere bağlanan

derin etki bırakmışlardır.”24

insan yerleşik büyük kitleler oluşturmuş, şehirler doğmuştur. Bu aşamanın bizim açımızdan önemi, sosyal ilişkilerin fevkalade karmaşıklaşması ve ilişkileri düzenleyen ahlaki çerçevenin belirgin bir biçimde ön plana çıkmasıdır. Özel mülk, yönetim, hak, hukuk, adalet konularını ihtiva eden ahlaki boyut, artık insani ilişkilerin karmaşıklığına

Yerleşik hayata geçmek, şehirler kurmak, ihtiyaçları birlikte karşılamak, ırmak taşkınlarına karşı birlikte önlemler almayı, dışarıdan gelen tehditlere karşı birlikte hareket etmeyi gerektirmektedir. Sosyal ve doğal şartlar devlet, asker, vergi, hukuk, kanun, yasa gibi birçok soyut ve somut ihtiyacı ortaya çıkarıyor ayrıca

paralel olarak sürüp gidecektir.”21

bunların hepsi bir ahlak ve değerler sistemine

“Sümer kent devletleri Akkad kentinin

devlet şeklinde kurgulanan dini, siyasi ve ahlaki

asker kökenli kralı I. Sargon (M.Ö. 2350)

değerler toplumu baskı ile yöneten iktidarın

tarafından birleştirilmesiyle Sümerliler

dayanak ihtiyacını karşılamaktadır. İlginç bir

yıkılarak Akkad devleti kurulur. Akkad devleti

şekilde Sümer, Mısır, Türk, Yunan, İran vs.

ile bölgesel devlete geçiş başlamıştır…

düşüncesindeki politeizmin birbirine benzediği

Sümer’in kent, Akkad’ın bölgesel devlet

görülmektedir. Hepsinde de sayıları az veya

döneminden sonra Babil’in imparatorluk

çok bir panteon (tanrıların oluşturduğu birlik)

dönemi başlamaktadır. Bu dönemde tüm

dayanması gerekiyordu. Putperestlik ve Tanrı-

Nil havzasında, aşağı ve yukarı Nil olarak kurulan ve

23

Orta Doğu, Babil İmparatorluğu’nun çatısı

kent devletlere benzetilebilecek iki krallığı birleştirerek

altında birleştirilmiş, Mezopotamya havzası

imparatorluk dönemini başlatan yaklaşık olarak M.Ö. 3100’lerde yaşayan Menes’tir. Böylece kesintilere

o günkü dünyanın süper gücü haline

rağmen M.Ö. 4. yüzyıla kadar sürecek 2500 yıllık

gelmiştir.”22

firavunlar dönemi başlamış olmaktadır. (Eliaçık)

Mustafa Aydın, İlk Dönem İslam Toplumunun

21

R. İhsan Eliaçık, A.g.e. S. 54. “Eski dünyanın en güçlü

24

Şekillenişi, Pınar Yayınları, S.42.

tanrı-devleti olarak Firavun İmparatorluğu insanlığın

R. İhsan Eliaçık, Adalet Devleti, Bakış Yayınları, 2.

dini-siyasi muhayyilesini derinden etkilemiştir.” (R.

Baskı, S.44, 45

İhsan Eliaçık, A.g.e. S. 51)

22

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

15


vardır.25 Tanrılar, baba, eşi, çocukları ve bunların

resmi ideolojinin biçimi değişmemiş, din, halkı

akrabalarından oluşmaktadır. Bu miras Yunan’a

uyutan afyon olarak kullanılmıştır. Emevilerle

geldikçe daha sembolikleşmekte, Hıristiyanlığa

başlayan İslam referanslı imparatorluklardan,

geldiğinde sayı azalıp soyutluk iyice artmaktadır.

bu düşünüş biçiminden nasibini alanlar az

Ancak tanrılar, krallar ve halk üçgenindeki ilişki

değildir. Ancak insan vicdanının arayışı hiçbir

değişmemektedir.

zaman durmadı. Resmi ideolojiye karşı insanın

Kent devletleri, bölgesel devletler, ardından imparatorluklar şeklindeki bölgeler ve milletler

devam etti. İnsanın değerlerini, haysiyetini, emeğini sömüren, kula kulluktan başka bir

için birbiri ardınca tekrar edip duran süreç, bir

şey üretmeyen resmi ideolojinin yaptığı ifsat,

taraftan da bir dağılma ve tekrar toparlanma

insan vicdanından saklanabilecek şeyler

süreçleriydi. Dağılmanın sebepleri arasında

değildi aslında. Bu ifsattan kurtulmanın bir

“doğal koşullar” ve Allah’ın onlara kestiği ceza

yolunu bulmak gerekiyordu. Kurtuluş ise

en belirleyicisidir. Bu ikisiyle de ilintili olarak

halkın gerçeğin farkına varmasını sağlamakla

Hak ve doğrunun zalimlere haykırılıp halka

mümkündü. Bunun için tarihin her döneminde

duyurulması etkenlere şekil vermektedir. Bu ses

zulmün ne olduğunu, ne yaptığını, doğrunun ne

ile hâkim güç arasındaki çatışma yeni durumlar

olduğunu ve onun nasıl realize edilebileceğini

doğurarak ilerlemiş ve içinde bulunduğumuz

ortaya koymaya çalışan çabalar oldu. Bunlar

dağılma durumunu göz ardı edersek son

aynı zamanda soruna çözüm aramaktan yola

dağılma Orta Çağ’ın ardından yaşanmıştır.

çıkan düşüncenin farklı biçimlerde gelişim

*** İnsanoğlunun tarihi hidayet üzere bir başlangıca sahiptir. Ancak şeytanın vesvesesine tabi olanlar nedeniyle zulmün egemenlik sağlamasından sonra dinin, ahlakın, sosyal nizamın ifsat edildiği bir dönem başladı. Siyasi iktidar ve din adamları tarafından yaratılan tanrılar ve uydurulan dinler çerçevesinde oluşan, batıl din ve batıl değerler üzerine yükselen Tanrı devleti düşüncesi insana birçok eziyet yaşattı. Belli bir azınlığın hevaları uğruna toplumların çoğunluğu mahrum bırakıldı. Toplumu kontrol altında tutmak için, zulüm ve baskı kadar hakkı batıl, yanlışı doğru göstermek de bir yöntem olarak kullanıldı. Bu resmi ideoloji, bilinen imparatorlukların büyük bir kısmının kurucu düşüncesini oluşturdu. Hıristiyan Roma’da da “Bu bölgelerde ortaya çıkan dini-siyasi tasavvurlar

25

esas itibariyle birbirine benzemektedir. Hemen hemen tamamında siyasi muhayyile tanrı-devlet anlayışına dayanmaktadır: Bir yüce tanrı vardır (An, El, Anlil,

çizgileriydi. Örneğin mistisizm kendi çapında böyle bir şeydi. İnsanı ve toplumları bu duruma düşüren şeyin dünyaya eğilim olduğunu söylüyordu. Mistisizmin dünyaya doğudan yayıldığı düşünülmektedir. Dünyaya mistik bir yorum getirenlerin ilkleri Hint-Çin kökenlidir. Bugün Brahmanizm mistik bir içerik arz ediyor gibi görünse de başlangıcı mistik bir formda resmi ideolojiyi meşrulaştırmaktan ibarettir. İktidarın en güçlü dayanağı olan kast sistemi Brahmanizm’e dayanmaktadır. O da kendisini reenkarnasyon ile meşrulaştırmaktadır. Resmi ideolojinin din kanadını Doğu toplumu böyle kurgulamıştır. Buna tepki olarak doğan Upanişad teorisi dünyalıklara eğilimi kerih görmektedir ayrıca Brahmanizm’in kurduğu ruhların döngüsü teorisini yıkmaya çalışmıştır. Bu sebeple elit kesimin dini Brahmanizm iken halkın dini Upanişadlardır. Buda (M.Ö. 563483), Konfüçyüs (M.Ö. 551-479) gibi isimler

Marduk, Elohim, Ahura-Mazda, Zervan, İndira, Tao,

mistisizmin ilk isimleri olarak addedilir. Ancak

Tengri). Onun yeryüzünde oğlu veya temsilcisi olduğuna

bu gibi isimleri tam olarak tanıma imkânına

inanılan bir kişi veya aile (sülale, hanedan) dünyayı

sahip değiliz. Anlaşıldığı kadarıyla insanın

idareye yetkili kılınmıştır (Nemrut, Firavun, Kisra, Wang, Şanyu, Han). İnsanlarla tanrı veya kutsal ruhlar arasında ayin ve kurban törenleri icra ederek aracılık görevi üstlenen din adamları vardır. (Haham, Kohen,

16

arayışı her dönemde bir şekilde var olmaya

ahlaki yönüne vurgu yapan bir söyleme sahiptirler. Toplumun düzelmesini bireyin ahlaki düzelmesine bağlamışlar, bunun için dünyaya

Moğ, Haman, Brahman, Şaman) vb…” (R. İhsan Eliaçık,

bağımlı olmadan yaşamanın, iyilik ve erdem

A.g.e. S. 105)

üzere hareket etmenin gerektiğini öğretmeye

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


çalışmışlardır.

tartışmalar olmaktadır… Tanrı Zeus ‘devlet

Mistisizmin zulme karşı çözümü uzlete çekilmek olduğu için, zalimlere alan açan bir tabiatı olduğu bilinmektedir. Buda ve Konfüçyüs gibi isimler buna ne kadar malzeme verdi, sözleri ne kadar doğru anlaşıldı tam olarak bilinemez, ama insanın erdemliliğine vurgu yapan bu söylem biçiminin yeryüzünü kasıp kavuran beşerin hırs ve tamahına karşı ortaya çıktığı kesindir. Düşüncenin sağlıklı seyri bakımından insanın iç dünyasına doğru güçlü söylemler geliştirmeye çalışan çabaları göz ardı etmemek gerekir. Ancak iş ruhbanlığa dönüştüğünde tam aksi bir durum ortaya çıkmaktadır. Bunu en iyi Hıristiyan

bilgisini’ Hermes aracılığı ile tüm insanlara mı yoksa belirli bir zümreye mi vermiştir? Örneğin Protagoras gibi sofistlere göre bu bilgi tüm insanlara verilmiş olmalıdır. İktidar belirli bir zümrenin elinde tutulmuş olamaz… Herkes iktidarı kendisi için istemektedir. Oysa iktidar için lazım olan ‘erdem’dir. Ne vatandaşlar ne de yöneticiler erdem hakkında doğru dürüst bilgi sahibi değillerdir… Sokrat’a göre aristokratların sırf ‘Zeus bize yetki verdi’ diyerek devleti elinde tutmaları yanlıştır… Erdemli olmayanın devlet işlerini sırf bağlı olduğu zümre sebebiyle elinde tutması nasıl kabul edilebilir?”26

tarihinde görebiliriz. Ruhbanlığın icat edilmesi

Platon’un söyleminde devlet, ağırlıklı bir

onların Roma’nın oyuncağı olmalarına neden

yere sahiptir. Devletin adalet üzere olması

olmuştur. Kilisenin elinde bu ruhbanlık, insanlık

gerektiğini vurgular. Bu doğrultuda bir ütopya

tarihinin en büyük zulümlerinin aracısı haline

da geliştirmiştir. Devleti yöneten kesim ahlaklı,

gelmiştir.

dürüst, yetenekli olmalıdır. Yönetici kesimin

Beşeri hırs ve tamaha karşı ortaya çıkmış olsa da mistik eğilim denge oluşturabilecek bir tabiata sahip değildir. Bu sebeple resmi ideolojinin saltanatını sallama gücüne hiçbir zaman ulaşamamıştır. Bu güce ulaştığının sanıldığı durumlar kendi tabiatını terk edip temsilcilerinin dünyaya eğildiği durumlardır. Kilisenin elde ettiği güç ve azamet böyle bir şeydir.

başında bulunacak kişi ise “özel olarak eğitilmiş üstün nitelikli yönetici sınıfının içinden çıkacak bir filozof kral” olmalıdır. Monarşinin, oligarşinin, demokrasinin ve tiranlığın birbirini takip ettiğini söyler ve bunların yol açtığı problemlerden bahseder. O da Sokrat’ın vurgu yaptığı hususlara yani devletin erdemle yönetilmesi gerektiğine farklı bir şekilde vurgu yapar. Öğrencisi Aristo da devletle ilgili benzer fikirlere sahiptir. Ancak Eflatun, özel mülkiyetin, yöneticinin ahlakını

İnsana vadettikleri, hayatın gerçeklerine sırtını dönüp, kendine has bir dünyada, yapay hissiyatlarla yaşanan iç huzurundan ibarettir. İlham, keşif, Batınilik gizemleriyle oluşturulan kendine has bir tatmin dünyası vardır. Menkıbeler ve olağanüstü hadiselerle şekillenen bakış, gerçeklerden kaçışı meşrulaştırmaktadır. Felsefe de zulme karşı çıkışın ürünlerindendir. Felsefe deyince iki mekân akla gelmektedir. Hint ve Yunan felsefesi… Hint felsefesinden kasıt daha çok mistik dünya görüşünün felsefi bir formda ifadelendirilmesidir. Yunan felsefesi denince anlaşılan dünyayı ve insana ait olguları akıl yoluyla anlama çabasıdır. Zulmün yol açtığı sorunlar, çözümün nerede olduğunu düşündürtmektedir. Felsefenin de

bozacağını düşünürken Aristo tersine toplumda ilerleme olabilmesi için özel kazancın teşvik edilmesi gerektiğini düşünür. Yunan filozoflarının, Yunan düşüncesinin içinde bulunduğu genel durumdan azade olduğu söylenemez. Platon, tanrılar ve tanrılar arasındaki kavgalarla, Homeros gibi eserlerde yer alan yalancı efsanelerle ilgili birtakım itirazlar dile getirmekte, tevazu sahibi olmak, dünyaya bağımlı olmamak gerektiğinden söz etmektedir. Ancak hastalıklı insanları ölüme terk etmek gibi garip önerilere; Tanrı’nın, yöneticilerin mayasına altın, yardımcılarınınkine gümüş, çiftçi ve işçilerinkine demir kattığı gibi kast sistemine benzer iddialara sahiptir. Genel Yunan düşüncesinin filozofları da kuşattığı görülmektedir.

bu konuda çabaları vardır. “Atina’da devlet iktidarının kime ait olacağı konusunda yoğun

R. İhsan Eliaçık, Adalet Devleti, Bakış Yayınları, 2.

26

Baskı, S.112, 113

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

17


Filozofların değerlendirilmesi bir yana, felsefenin

alır hale geldi. “Özgürlük, birey, tarih gibi

de zulmün ilgası ve yerine insana yakışır bir

-aşkınlık düşüncesini olumsuzlayan ve yeryüzü

toplumsal yapının tesisi için kendine göre

mutluluğunu belirginleştiren- temel kavramlar

önerileri olmuştur. Bu bakımdan felsefe Yunan

Hıristiyan düşüncelerine hâkim olur (galebe

toplumunun vicdani arayışının bir ürünü olarak

çalar)… Deneyim bilginin merkezi ve gerçeğin

da görülmelidir. Ayrıca insanın, yaratıcının ve

kaynağı haline gelir… Doğa ve insan artık

varlığın doğasıyla ilgili üretmeye çalıştıkları,

bilginin ve erdemin temeli haline gelir… Hiçbir

yanlışlar içermekle birlikte düşünce alanında

şeyi kutsal olarak görmeyen akıl, muzaffer

mesafe kat edilmesine neden olmuş, yer yer de

bir savaşım verir. İnsanoğlu, sahip olduğu

katkıda bulunmuştur. Özellikle bilimsel alanın

güçleri kullanarak, her türlü aşkın nitelikten

gelişmesi ile ilgili attığı temeller daha sonraki

arınan ve var olan yegâne şey olan doğaya

dönemlerde önemli gelişmeler kat edilmesine

hükmedeceğine giderek daha fazla inanır.”

neden olmuştur.

Dinsel aşkınlıktan sıyrılmaya çalışan bu Avrupa

Sümer ve Mısır’dan aldığı mirasla şekillenen Yunan-Roma medeniyetiyle ortaya çıkan Orta Çağ zulmü, din kanadını kilisenin temsil ettiği bir dönemdir. Her yönden zulme uğratılan insan vicdanının bu dönemde farklı bir direnişi ortaya çıkmıştır. 12. yüzyıldan itibaren resmi ideolojinin kurguladığı din, bilim, siyaset, toplum anlayışı, düşünüş biçimi gibi her alana dair itirazlar yükselmeye başlamıştır. Bu itirazlar bir taraftan hayatın her alanına doğru yayılmış diğer taraftan da gittikçe derinleşmiştir. “Bruno kadar cesaretli olamayan, yakılarak idam edilmeyi kabul eden Bruno kadar kahraman olamayan Galileo tövbe kurumuna başvurmaya karar verir: Galileo söylediklerini geri alır, tövbe ederek geri kalan ömrünü gözetim altında geçirir.”

27

olsa da bilimsel konularda

kültürü Yunanların mirasıdır, “fakat artık sınırları belirsiz bir geometrik alanda yer alır… Bu dünya görüşü XIX. yüzyılda doruk noktasına ulaşır. XIX. yüzyıl tarihin, hümanizmin, aklın ve bilimin egemen olduğu bir yüzyıldır.”29 Hegel ile saltanatı sallanan Tanrı’nın ölümü Nietzsche (1844-1900) tarafından gürültülü bir şekilde ilan edilir. Düşüncenin son şeklini almasında Darwin (1809-1882) tarafından biyolojik, Freud (1856-1939) tarafından psikolojik, Marks (18181883) tarafından da sosyal bilim makyajları yapılarak işlem tamamlanır. Dolayısıyla XIX. yüzyıl, aydınlanmanın, geçmişiyle dini ahlaki bütün bağlarını kopararak yeni dünya görüşünü kurguladığı dönemdir. Batı, Roma’nın temsil ettiği resmi ideolojiyi oluşturan her ne varsa hepsine birden

bile direnişini hayatıyla ödeyenler az değildir.

top yekûn savaş açtığı için tepkisi ölçüsüz

Başlangıçta kilise değerlerine atıflarda bulunan,

biçimde gelişerek sınır tanımayan bir özellik

onlarla açıkça çelişmeyen söylemler söz

kazanmıştır. Bu niteliğe kavuşmasında denizaşırı

konusu iken bu açı zamanla genişlemiştir.

keşif ve yeni oluşan zengin sınıfın etkisi de

“Descartes (1596-1650) kendi felsefesinin

tepkiyi destekleyen bir işlev icra etmiştir.

vahiy yoluyla elde edilen verilerle örtüştüğünü

Savaş şüphesiz ki sadece değerler alanında

düşünüyordu. Ancak onun takipçileri geleneksel

yaşanmamış; siyaset, sosyal yapı ve resmi

inançları eleştirirler; otorite ilkesine ve

kurumlar gibi alanlarda da ciddi değişimler

Hıristiyan dogmalarına saldırırlar.” Bilim,

olmuştur. Bu tepki, kitleyi arkasına alarak

felsefe, sanat, edebiyat, sosyal bilimler gibi

mevzi kazanmakla başladığından, bireyin

alanlardan başlayan muhalefet teoloji alanına

özgürlüğünü sembolleştirmesinden dolayı halk

kadar uzanmıştır. “Spinoza, (1632-1677) …

hareketi özelliğine bürünmüştür. Siyasi ve

adlı eserlerinde, vahye dayalı dinlerin, Doğa

sosyal alanlardaki kazanımları da bu durumun

ile özdeş olan Tanrı sorunsalını çözmede

bir sonucudur. Cumhuriyet, demokrasi, insan

yeterli olmadıklarını...”28 iddia edebilmiştir. 18.

hakları, hukuk, hukuk devleti, sosyal devlet gibi

yüzyıldan itibaren aydınlanma çağıyla birlikte,

değerlerin itiraz edilemez bir zemin bulabilmesi

natüralist dünya görüşü, Hıristiyanlığı hedef

bu rüzgârın etkisiyle zaman içinde oluşmuş ve yerleşmiştir.

Jacqueline Russ, S. 139

27

Jacqueline Russ, S. 135

28

18

Jacqueline Russ, S. 16-17

29

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Sınırsız özgürlük, birey üzerindeki her türlü

bir sınır tanımamaktadır. Adı üstünde vahşidir.

yasaklama ve kısıtlamaların bir değer ve ahlak

Kapitalizmin vahşeti kral-kilise ortaklığındaki

olarak da reddedildiği, dinin ve ahlakın yerini

Tanrı devleti ideolojisini patron-siyasetçi

hevanın tatmin edilmesinin aldığı görülmektedir.

ikilisinde yeniden yaratmıştır. Piramitlerin

Bunlar Hıristiyan etiğinin bireysel özgürlükleri

yerini elektrik santrallerinin, tapınakların

kısıtladığı kadar adaletsizliğe, gelir dağılımdaki

yerini spor statlarının, ayinlerin yerini güzellik

haksızlığa da neden olması hasebiyle zemin

yarışmalarının alması gecikmemiştir. Bütün

bulmuştur.

bunlar yeni sisteme karşı oluşumların, işçi

Halk iradesinin yönetime, oluşum ve denetleme sürecinde yansıması, hukukun oluşumuna ve

hareketlerinin, komünizm gibi düşüncelerin doğmasına sebep olmuştur.

adaletin teminine daha çok imkân tanıyan bir

Kapitalizmin insana vadettiği, dünyadan

gelişmedir. Bu, düşüncenin sağlıklı bir zeminde

sınırsız istifade etmekten doğan mutluluk ve

gelişmesi için olumlu bir durumdur. Ancak,

özgürlüktür, o da ancak sömürgeci toplumların

hukuk, düşünce özgürlüğü, insan hakları gibi

geriye kalanları sömürmesiyle mümkün

adımların ne ortaya çıkaracağı, dayanılan

olmaktadır.

değerler sistemine bağlıdır. Oysa Batı ulaştığı durumları yeni bir din ve dünya görüşü olarak

Marksizm’in özel mülkiyeti reddedip, emekçilerin

kabullenmiş bulunmaktadır.

hâkimiyetinde, eşit gelir dağılımı teorisi ise

Din, ahlak ve metafizik gibi konular Batı için

yaşam tarzı üretememiştir. İnsana vadettiği

tepki duyulan hususlar haline gelmiştir. Bilim,

huzuru sağlama kapasitesine sahip olamadığı

deneyim ve deneysel yöntem yeni dünya

gibi dünyalık refahını da temin edememiştir. Bu,

görüşünün esaslarını belirleyen kriterlerdir.

teorisinin doğru uygulanmamış olmasından değil

Bu durum düşüncenin sağlıklı bir zeminde

teorinin materyalist bir tabiata sahip olmasından

oluşmasını ve gelişmesini kilitlemektedir.

kaynaklanmaktadır.

Çünkü bilim ve bilimsel yöntem yeni bir ideoloji hüviyetine bürünmüştür. Her şey buna göre değerlendirilip ölçülüp biçilmektedir. Din bile bilimin hakemliğine tabi olmak durumundadır. Üst değer bilim ve din karşıtlığıdır artık. Bunun zemin bulmasına imkân tanıyan genel kabul de sınırsız özgürlük saplantısıdır. Batı’nın dayandığı esaslar olan; bilim, deney, din ve metafizik karşıtlığı, özgürlük gibi değerler kilise-kral ortaklığındaki Tanrı-devlet ideolojisine karşı zafer kazanmasını sağlamış ama bugün içinde bulunduğu sonu da hazırlayan en temel sebepler olmuştur.

materyalist bir temele dayandığı için farklı bir

Eğer tarihin sonuna geldiysek bu sonun; ne Fukuyama’nın, ne Comte’un, ne de Marks’ın dediği son olmadığı kesin olarak belli olmuştur artık. Bu, global Batı imparatorluğunun dağılma dönemidir sadece. “Mutlak nitelikteki temel ilkeler (özellikle matematik biliminde) bulma arayışında olan insan aklı, XX. yüzyıla gelindiğinde, bu ilkelere hiçbir zaman tam olarak ulaşamayacağını görür… XX. yüzyılda insanın payına düşen şey genel bir belirsizliktir. Natüralizmin görünürdeki zaferi, paradoksal

Batı her ne kadar resmi ideolojiye; sanat, bilim, siyaset, ekonomi gibi birçok alanda güçlü tepkilerin bir araya gelerek oluşturduğu özgürlük hareketi gibi başlamış olsa da kendisi kısa süre sonra baskıcı bir resmi ideolojiye dönüşmüştür. Burjuva kesiminden çıkan patronların yeni krallardan bir farkı kalmamış, emirlerinde birçok köle/işçi barındırmışlardır. Sanayi devrimi aydınlanma felsefesinin sağladığı yeni bakış açısı sayesinde vücut bulmuştur. Kapitalizm, resmi ideolojinin yeni adıdır ve kar elde etmek için

bir biçimde, insan için yeni bir ‘cennetten kovulma’ ile sonuçlanır: Bilginin verdiği bir güçle bir Tanrı kadar güçlü olmak isteyen insan, aşkınlık düşüncesinin kendisine sunduğu ‘kesinlikler cennetini’ yitirdi; mutlak ve kökten bir belirsizlik içerisinde yolunu kaybetti… Akıl dışı olana duyulan büyük ilgi, bugün modern bilincin yaşadığı şaşkınlığın en önemli göstergesi değil midir?” “XX. yüzyılın sonuna gelindiğinde, yüzyıllar boyunca birbirine rakip iki dünya görüşü zayıflamış,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

19


melezleşmiş, birbirini yenmekten aciz ve

fitne çıkarmak, dinden dönmek, sapkınlık

kalıcı bir istikrarsızlık içerisinde birlikte

etmekle suçlamıştır. Kendisini tek doğru

yaşamaya mahkûm haldedirler.”

olarak görmekte başkasına tahammül

30

Zalim resmi ideolojiye karşı en sahih tepki, düşüncenin sağlıklı gelişmesini sağlayabilecek en doğru alternatif risalet çizgisi ve onların samimi takipçisi olan muvahhitlerdir. Nuh, İbrahim, Musa, Davut, Süleyman, İsa ve Muhammed… ve diğerleri… Her birisi de resmi ideolojinin bütün açıklarını ortaya sermiş, hakkın apaçık ortaya çıkması için ellerinden gelen hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır. Risaletin rehberlik ettiği çizgi düşüncenin sağlıklı oluşumunun en önemli dayanağını oluşturduğu gibi kimi dönemlerde hâkimiyet sağlayarak da rehberliğini pratik hale getirmiştir. Süleyman ve Yusuf gibi örnekler yönetimin adalet üzere nasıl gerçekleştirilebileceğine de rehberlik etmektedir. Allah insan fıtratına doğruyu bulabilecek ve zulmü seçebilecek bir özellik vermiştir. Ancak vahyin rehberlik etmediği adalet arayışları insanın hevasının tehdidi altındadır. İşte bu noktada risalet çizgisi çok önemli bir fonksiyon icra etmektedir. İnsani çıkışlara cesaret verip onlara kaynaklık ettiği kadar kontrol altında kalmak isteyen, ifrat ve tefritten uzak durmak isteyenlere yol göstermektedir. Düşünce, beşerin zulme karşı bir arayışı, doğrunun ne olduğunu bulma çabası ise, düşünceyi inşa edebilecek olan, resullerin rehberlik ettiği çizgidir. Zaten zulme karşı ortaya çıkıp da bu çizgiden etkilenmeyen bir örnekten bahsetmek mümkün müdür?

edememekte, diğerlerini tehdit olarak algılamaktadır. Ayrıca bu çizgi kendisini toplumun muhafız gücü olarak görmektedir. En eski metinlerden Gılgamış destanı, Yaratılış destanı gibi metinlerdeki31 kral kahramanlar bu düşüncenin birer temsilcisi olarak kendilerini dağılmış toplumu bir araya getiren, onları aç iken doyuran, birliği-dirliği sağlayan… bir kurtarıcı olarak anlatmaktadır. Dolayısıyla da kurtarıcı ve hami olarak görülen bu güce karşı çıkanların ne dediğine bakılmaksızın etkisiz hale getirilmesi meşru sayılmaktadır. Güçlünün bekasını sağlama fonksiyonu icra eden bu düşüncenin insanın bilgisizliğinden ve zaaflarından istifade etmeye çalıştığı görülmektedir. Putperestlik, tanrılar, doğal olayların politeist açıklamaları, fuhşun yaygınlaştırılması en çok bilinen örneklerdir. Bu ideolojinin beşere vaatleri de aldatmaca üzerinedir. Huzurun toplumsal birlikten ve dirlikten kaynaklandığını söyler. Aykırılığın toplumsal huzuru ifsat edeceğini onun için resmi ideoloji, din ve dünya görüşü ne ise ona sahip çıkmak gerektiğini savunur, aykırı hareket edenlere hayat hakkı tanımamasını buna dayandırır. Hayırlı görünse bile yeniliklere kapalıdır. Halka bir şey vadetmekten çok statükonun korunmasına endekslidir. ▪ Resmi ideoloji düşüncenin gelişimine ket vuran bir özelliğe sahip olduğu için, düşünce asıl olarak bu ideolojinin dışında

Düşüncenin Seyri İle İlgili Tespitler Sümerlerden bu yana değindiğimiz sürecin ayrıntılarına ve ayrıntılı değerlendirmelerine girmedik. Makalenin kapsamı buna izin vermemektedir. Ancak düşüncenin/insanın arayışının seyrini daha iyi anlamak için süreçle ilgili bazı tespitlerin yapılmasında fayda var. ▪ Düşüncenin gelişimini baskı altına alan en büyük etken resmi ideoloji olmuştur. Her türlü muhalif düşünceyi ifsat etmek, Jacqueline Russ, S. 17-18

30

20

bir çizgi halinde gelişmektedir. Hatta düşüncenin gelişebilmesi bir bakıma kendini resmi ideolojinin hâkimiyetinden kurtarmasına bağlıdır. Düşüncenin gelişimi bakımından resmi ideoloji, çevre faktörü veya verili ortam olarak da tanımlanabilir. Bu ortam içinde insanlığın arayışını temsil eden düşünce, bu ortamın insandan alıp götürdüklerini geri kazandırma mücadelesi vermektedir. ▪ İnsanın arayışını temsil eden düşünce Mark A. Kishlansky

31

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


örnekleri, sahip olduğu niteliğe bağlı olarak

saltanatın icaplarına uygun yorumlanması,

verili ortamın özelliklerinden etkilenir. Bu

tarihi sürecin genel durumunu anlamakla

etkilenme form bakımından olabileceği

ilgili numune bir manzara da ortaya

gibi içerik bakımından da olabilir. Mevcut

çıkarmaktadır.

durumun içine düştüğü hastalık, sapma, zulme neden olan yön ne ise buna karşı düzeltme çabası da doğal olarak aynı yöne ağırlık verecektir. Felsefenin hâkim olduğu bir ortamda ortaya çıkan bir düşüncenin felsefi bir forma benzemesi, mistisizmin hâkim olduğu ortamdakinin de mistisizme benzer bir söylem biçimine sahip olması mümkündür. Verili ortam sonuç itibariyle o ortamın ürettiği zihniyetin bir ürünüdür ve ortamda bulunan akıllar da doğal olarak ortamın sınırlılığı ile karşı karşıyadır. ▪ Daha önemli bir nokta ise statükoyu

▪ Düşüncenin gelişimi sürekli siyasetin baskısı altında şekillenmiştir. İslam düşüncesindeki iman-amel, büyük günah, Kur’an’ın mahlûk olup olmaması, kader gibi meseleler nasıl siyasetin baskısı altında tartışılıp durmuşsa; iyi, doğru, erdemlilik, adalet gibi birçok hususu tartışma biçimi de benzer sorunlar yaşamıştır. Bu durum doğru ifadelerin yanlış maksatlarla kullanılmasına neden olduğu gibi belli bir söylemle karşı karşıya kalan halkın söylemin ne dediğini anlamasını da gölgelemektedir. Amaç, sözün yalın anlamını ortaya çıkarmaktan çok belli bir

temsil eden düşünce ile onun yol açtığı

siyasi tercihin altını doldurma çabasına

olumsuzluklara karşı mücadele veren

dönüşmektedir. Bu da suret-i haktan

düşünce arasındaki ilişkidir. Bu ilişki bir

görünüşün ne kadar hak ne kadar batıl

mücadele şeklindedir. Mücadele tarafları

olduğunun anlaşılmasına engel olmaktadır.

keskinleştirmeye ya da yumuşatmaya doğru

Söyleme karşı tavır, ideolojik bir tutum

seyreder. Aynı zamanda her birisi diğerini

haline gelmektedir.

kendisine döndürmeye çalışmaktadır. Yeni düşünce statükoyu tahtından etmekle tehdit ettiği gibi, statüko da yeni düşünceyi sindirmenin dışında yanlış anlaşılmasını sağlamakla da tehdit etmektedir. Aradaki sürtüşme çoğunlukla tarafların birbirini törpülemesi şeklinde sonuçlanmaktadır. En çok bilinen örneği Hz. İsa’nın getirdiği İslam’ın putperestliğe dönüştürülerek Roma’nın hizmetine girmesidir. Materyalizme karşı çıkışın mistisizme dönüşmesi bile böyle bir şeydir. Zulme isyan eden düşüncenin istikamet kaybetmesi, kimi zaman karşı tarafın öyle veya böyle hizmetine girmesi kimi zaman da kendisinin ötekinden pek de farklı olmayan bir statükoya dönüşmesi şeklindedir. Putperest bir zulme karşı çıkışın yeni bir putperestliğe dönüşmesi gibi pozitivizm, deneysel düşünce, ateizm gibi “ideolojiler” Tanrı devlet fikrine temelden karşıt olarak çıkmışsa da zamanla farklı bir baskıcı ideoloji haline gelmiştir. Bunlar da beşer ve varlığın doğasına uygun bir düşüncenin gelişimini değişik yöntemlerle baskı altında tutmaya çalışmıştır. Zulmün her türüne karşı çıkan İslam’ın, daha sonra

▪ Hak-batıl, doğru-yanlış arasındaki mücadele baki olmakla beraber insanlığa söylenmiş bir söz gösterilmiş bir tecrübe insanlığın hafızasından bütünüyle silinip atılamaz. Gerek zulme isyan edenlerin sağladığı galibiyet gerekse her zaman diri tutulmaya çalışılan vicdanın sesi ve Rabbin hidayeti fuhşun, fesadın karşısında duruşuyla bir birikim oluşturmaktadır. Bu tecrübe bir kaba biriktirilmeye çalışılan kıymetli bir değer gibidir. İhtiyacı olan oradan faydalanabilir. Ancak bu birikim, onun aleyhine çalışanlar, doğal şartlar ve insani zaaflar sebebiyle kayba da uğratılmaktadır. Bu sebeple bu birikim bir taraftan biriktirilmeye çalışılırken diğer taraftan da sürekli tüketilmeye, imha edilmeye çalışılmaktadır. Dolayısıyla ağır bedellerle üstten doldurulmaya çalışılan bu birikim alttan da sürekli kayıp vermektedir. Bu kayba neden olan en önemli husus da şerre karşı ortaya çıkan çabaların eğilip bükülüp şerre hizmet eden bir sonuca ulaşması, ondan beklenen ümitlerin şüpheye uğraması ya da suya düşmesidir. Dolayısıyla kazanılan bir iyiliğin kalıcı hale gelmesi için uzun zamanlar harcanmaktadır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

21


Putperestliğin yıkılması uzun bir zaman

Aslında bu değerlendirme felsefe ve

almıştır. Bir zamanlar geçer akçe ve hiç

filozofların, toplumla ilişkilerini bilmemekten

sorgulanmadan kabul edilirken bugün genel

kaynaklanmaktadır. Matematik kadar soyut

bir durum olarak ifade edilememektedir.

bir iş bile nesnel karşılıklardan bütünüyle

Krallıkların yerine halk iradesinin kabul

bağımsız gelişmez. Maksadımız felsefe

edilen bir değer haline gelmesi de uzun bir

savunması yapmak değil. Ancak bir düşünce

sürecin sonucudur. Bunların dünya genelinde

değerlendirilirken verimli sonuçlar elde

reddedilen olgular haline gelmesine

etmek isteniyorsa, söyleminin doğru tahlil

kadar aksine bir görüş olmadığı tabii ki

edilmesi gerekir. Bunun için de içinde

söylenemez. Ancak putperestlik ve onun

bulunduğu şartlar ve bu şartlara karşı

üzerine yükselen krallık bir değer olmaktan

önerisi kendi bağlamında anlaşılmalıdır. Bir

ancak bir sürecin sonunda çıkmıştır. Bu,

düşünce bütünüyle soyut bir konu imiş gibi

şüphesiz ki bir birikimin sonucudur. Sürecin

ele alındığında onu doğru anlamanın imkânı

yavaş işlemesinin sebebi ise yukarıda söz

kalmaz. Oysa her düşünce kendi döneminin

ettiğimiz gibi birikimin kayıplara uğramasıdır.

sorunlarına bir çözüm arama çabasının

Sanki insanlığın zihninde yer eden değerler

ürünüdür. Önerileri yanlış olabilir. Haktan

başlangıçtan itibaren oluşmakta ancak kalıcı

uzaklaşmış hatta doğrudan batılı savunuyor

hale gelmesi için uzun bir zamana ihtiyaç

da olabilir. Ama zamanından, zamanın

duyulmaktadır.

sorunlarından bağımsız ne bir düşünce

▪ Belli bir dönemdeki insanlığın elinde bulunan değerlerin oluşumunda, o günkü dünyanın imkânlarına bağlı olarak o güne

olarak mümkün görünse bile yankı bulma imkânı söz konusudur.

kadar biriktirilmiş olan değerlerin toplamı

Bugün; krallıkların yerine halk iradesinin

bulunmaktadır. Bu değerlerin oluşmasında

hâkim güç olarak kabul edildiği, kamuoyu

birçok çabanın ve mücadelenin katkısı

denen şeyin sosyal bir güç haline geldiği,

vardır. İnsan zamanının çocuğudur. Bu

savaş suçu diye bir ifadenin kullanılabildiği,

kendi zamanının kayıtlarıyla kayıtlı olması

hukuk devleti gibi bir tanımlamanın olduğu,

demektir. Bu sebeple her düşünceyi kendi

kölelik sisteminin gayri insani bir şey olarak

ortam şartlarıyla değerlendirmek gerekir.

kabul edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Otuz

▪ Bu değerleri oluşturan birçok etkenden söz edilebilir. Uğradığı zulüm ve haksızlıklar bile insanın bir adım ileri gitmesi için ona imkân tanımaktadır. Çünkü gördüğü bir kötülük, yol açtığı sonuç anlaşıldığında o konudaki iyinin ne olduğunu anlama fırsatı sağlamaktadır. Ancak spesifik bir durumdan söz ettiğimizde o ortamın bir geriye dönüş anı olabileceğini de unutmamalıyız. Monarşiye karşı verilen mücadelelerde bir krallığın yıkılarak cumhuri bir idarenin tesisinden sonra yeni bir krallığın kurulması gibi... Bu bakımdan tarih lineer olarak okunduğunda bile zikzakların olduğu bir gerçektir.

yıl öncesi ile bile kıyasladığımızda “daha iyi bir konumda” olduğumuzu söyleyen birçok veriden söz edilebilir. Bugün bir düşünceyi savunmak o günkünden daha rahat ve engelsiz yapılabiliyor örneğin. Ancak kabul etmeliyiz ki bu yaklaşım belli bir bakış açısının okumasıdır. Çünkü aksine, ileri değil geriye gidiş olduğunu düşünenler de var. O halde hem insanlığın ve düşüncenin seyrini anlama bakımından hem de içinde bulunduğumuz ortamı doğru anlamak bakımından sormalıyız: Gelişiyor muyuz, geriliyor muyuz? Düşüncede Seyrin Yönü

▪ Düşünce soyut bir ortamda gelişemez. Düşüncenin gelişmesi somut veriler ışığındadır ve mevcut durumla ilişkin bir söylemin ürünüdür. Örneğin felsefe soyut bir düşünce yöntemi olarak bilinmektedir.

22

mümkündür ne de böyle bir şey teorik

Sosyal konulardaki gelişmeleri anlamak, izah etmek ve ispat etmek bilimsel konulardaki gelişmeyi anlamak kadar kolay değildir. Çünkü burası iyi ve kötünün söz konusu olduğu bir

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


alandır ve iyi ile kötü ancak sahip olunan değer yargılarına göre tanımlanabilir. Doğal olarak toplumların gelişmişliğini ölçmek için kullanılan argümanlar da bu değer yargılarından etkilenmektedir. Kimilerine göre gelişmişlik bireysel tercihlerin özgürlüğü ile izah edilebilirken, bir başkasına göre gelirin eşit dağıtılması ve farkların minimize edilmiş olması ile ölçülebilir.

gelmiştir. Ayrıca din ve vicdan özgürlüğü anayasalar tarafından garanti altına alınmıştır. Hiç kimsenin inandığı gibi yaşamasının önünde engel yoktur. Dinin hem engellenmemesi hem de siyasi malzeme haline gelmemesi için gerekli önlemler alınmış vaziyettedir. İnsan hakları üst değer olarak ülkelerce

Gelişmişliğin nelere bakılarak tespit edileceğine dair bile birbirinden çok farklı iddialar duymak mümkündür. Kimine göre siyaset yani toplumun nasıl yönetildiği, kimine göre ekonomi yani refah seviyesi, kimine göre fikir özgürlüğü, din özgürlüğü, özgürlük, sosyal ilişkilerdeki kalite, ahlak, düşüncenin vukufiyet ve derinliği vs. gelişmişliğin kendisini gösterdiği asıl konulardır. Bunlara göre de örneğin cumhuriyet ve demokrasi krallıktan, liberalizm diktatörlükten, şehir hayatı köyden daha ileridir. Gelinen noktaya kabaca baktığımızda gördüklerimizi şöyle sıralayabiliriz: Krallıklar devrildi. Halk iradesinin egemenliği genel kabul gören bir değer haline geldi, kamuoyu denen şey gerçek bir sosyal güç haline geldi. Artık hiçbir yönetim bunlara kayıtsız kalarak hüküm sürme olanağına sahip değildir. Artık ne putlardan ve putların hizmetçilerinden destek alarak iktidar olan otoriteler vardır ne de kendisini Tanrı’nın temsilcisi ya da akrabası olarak gördüğü için iktidar yetkisine sahip olduğunu savunan yönetimler vardır. Devletlere egemen olan şey belli kişi, grup ya da ortaklıklar değil hukuktur. Artık yönetimler meşruiyetlerini hukuktan almak durumundadır. Bu sebeple haklı bir iddiası olanların bu hukuka dayanarak iddialarını ortaya koyma şansı vardır. Kolluk güçleri onları keyfi davranışlarıyla engelleyemez. İktidarın bu iddiaya karşı duruş ve müdahalesi yasal olmak zorundadır. Herkes fikrini açıkça beyan etme fırsatına sahiptir. Bu da doğru düşüncenin yayılması için gerekli hatta ideal ortamı sağlamaktadır. Fırsat eşitliği, rekabetin adil olması, üretici ve tüketici hakları gibi kavramlar yaygın olarak kullanılan, referans gösterilen dayanaklar haline

kabul edilmiş ve dünya çapında mahkemesi bile kurulmuştur. Savaşlar bile bir hukuka bağlanmış, savaş suçları belirlenmiştir. Orantısız güç kullanarak bir tarafa saldırmak ihtişam alameti değil zalimlik olarak algılanmaktadır. Kölelik sistemi kaldırılmış, savaş esirlerinin köle ya da cariye olması literatürden çıkarılmıştır. Onların da bir hukuku vardır ve hiç kimse savaşta esir aldıklarına dilediği gibi davranamamaktadır. Bütün bunlar insanlığın bugüne kadar biriktirdiği değerlerin ortak kabuller haline gelmesinden kaynaklanmaktadır. Bunların ortak kabul haline gelmesi doğruyu izah etmekte ve savunmakta büyük kolaylık sağlamaktadır. Meşru olmayan iddia ve hakları reddetmek için bu ortak kabullere referans gösterilmesi yeterlidir. Böyle midir? Aynı manzaraya başka bir açıdan bakılamaz mı? Biçimler birbiriyle kıyaslandığında hedefe uygunluğu bakımından biri diğerlerinden daha tercihe şayan olabilir. Cumhuriyet ve demokrasi, adaletin tesisi için monarşik, oligarşik yapılardan daha çok şansa sahiptir. Ancak adalet, kararın çoğunluğa dayanmasına değil doğru olmasına bağlıdır. Doğru kararı bir kral da tek başına verebilir. Gelirin eşit dağılımını kral da adil yapma fırsatına sahiptir. Adaletsizliği, eşitsizliği hem de kasıtlı olarak üreten cumhuriyet örnekleri de az değildir. Halkın yönetime katılmasının, bütün taleplerin yönetimde yer bulmasının, her türlü hayat anlayışına toplumsal alanda hayat hakkı tanınmasının adalet ve doğru üreteceği garanti edilemez. Karşılıklı rızanın olması orada adaletin olduğu anlamına gelmez. Halk hareketleri kuvvetli bir sel gibidir. Önünde güç ve kuvvetle durulamaz. Hele bir de düşünsel

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

23


veya ideolojik bir arka planı varsa durum onun

yaşadığımızı sanıyor olabiliriz. Bilimsel

karşısında olanlar için iyice içinden çıkılmaz

hususlarda bile lineer bir gelişim çizgisini

bir hale gelmektedir. İletişimin yaygınlaştığı,

savunmayı zor durumda bırakan örnekler

haksızlıkların ve bunlara karşı yapılabileceklerin

bulunmaktadır. Piramitler, akupunktur, gök

kolayca paylaşılabildiği bir dönemde biriken

bilimleri, bazı sanatsal ürünler gibi hususlarda

tepkiler, aile mülkiyetine ve soy takibine dayalı

geçmişte ulaşılan noktaların bugün gerisinde

yönetimleri ortadan kaldırmıştır. Ancak aile

bulunmaktayız.

mülkiyetinin toplumları hem de denizaşırı ölçekte sömürmesinin yeni olanaklarını da yaratmıştır. Bir çok siyasi iktidar yaşıyor olmakla beraber global sermaye sınırları geçip ülkeleri yönetmekte, farklı biçimlerde köleleştirme ve cariyeleştirme devam etmektedir. Halkların zenginliklerinin sömürülüp değerlerinin ifsat edilmesi köleliğin yeni şeklinden başka nedir ki? Birçok şirketin sermayesi eski imparatorlukların mülk değerinden daha fazladır. Ne yapsın kral olmayı!

“İlk toplumdan beri insan toplulukları birbirine (nur-zulumat) dönüşmektedirler. Bu nedenle değişmeyi düz bir çizgi üzerinde değil de dairesel bir döngü etrafında görmek gerekir. Zira imtihan için yeryüzünde bulunan insanlar, ya şeytana uyup karanlıklara gömülecekler, ya da Allah’a uyup aydınlığa çıkacaktır. Her iki durum için de değişme yolu daima açıktır.”32 Siyasi, hukuki ve sosyal bakımdan ne kadar

Halkın oluşturduğu sel, karşısına geçerek değil daha uzun bir süreçte yönlendirilerek bir yöne daha kolay kanalize edilebilir. Geçmiş zihniyet, bu selin karşısında durmak ve sindirmek şeklinde idi. Bu yüzden iç çatışmalardaki kayıpların geçmişte daha fazla olduğu söylenebilir. Oysa bugünün yönetsel zihniyeti daha usta yöntemler kullanmaktadır. Çıkar sahiplerinin işine gelen hukuki, kanuni, sanatsal, sportif işler kitlenin talebi imiş gibi kolayca gösterilebilmekte ya da kitle önceden bunları savunur hale getirilebilmektedir. Gerçekte halk mı talep ediyor yoksa talep mi ettiriliyor ayırmak

gelişme kaydederse etsin insanoğlu bu döngüyü yaşamaktadır. Buradaki döngüden kasıt döngüsel tarih anlayışı çerçevesinde tarihin sürekli bir şeyi tekrar etmesi şeklinde değildir. İnsan, yönetsel ve sosyal bakımdan daha iyi olanı aramakta, bunun için keşifler yapmaya çalışmakta, geçmişten dersler çıkarmaktadır. Ancak katettiği her mesafe, ulaştığı her yenilik toplumsal cürümlerin “kalitesini” de artırmaktadır. Hukuk varsa onun nasıl delineceğinin bilgisi ve anahtarları da sistemlerin sahiplerine aittir. Herkese seçilme hakkı vardır, ama sistem sermaye sahipleri ile

zor.

ortak hareket etmeyi şart koşmaktadır. Dünya

Hukuk sadece bugüne ait bir olgu değildir.

imkânsız değilse bile öyle kolay bir iş değildir.

imparatorluğundan izin alınmadan bir hükümet

Sümerlerin de yazılı hukuku vardı. Roma, hukukun beşiği sayılmaktadır. Ayrıca Hz. Süleyman, Hz. Yusuf gibi örneklerle, diğer peygamberlerin getirdiği değerlerle hukukun bugün cari olandan daha adili insanın önüne konulmuştu. Aynı şekilde halkın iktidara katılması ile ilgili çok eski örnekler de bulunmaktadır. Halkın ne olduğu, kimlerin halk sayılması gerektiği ile ilgili doğru örnek ve

Düşünce her halükarda arayışına devam etmektedir. Modern ve post-modern zulümlere karşı da çare arayışı içindedir. Bunu yaparken de içinde bulunduğu ortamın verili doğru kabullerini argüman olarak kullanmasında bir sakınca yoktur. Verili doğru kabuller geçmiştekinden daha çok birikmiştir, ama bu her şeyin onlarla izah edilebileceği anlamına gelmiyor. Verili doğru

uygulamalar da tarihte öyle veya böyle vardı.

kabuller ne kadar artmışsa, verili saplantılar

Son dönemde gelişme adına saydıklarımız

insan fıtratının arayışıdır ve onu ancak doğruya

aslında Avrupa Orta Çağından bugüne kadarki

ulaşmış olma durumu tatmin edebilir.

da o kadar şekil değiştirmiştir. Fakat düşünce

sürecin izahıdır. Kadınıyla, erkeğiyle insanın, beşeri tercih ve iradenin, dinin öylesine ifsat edilmesinden sonra olağanüstü bir gelişmişlik

24

R. İhsan Eliaçık, İslam ve Sosyal Değişim, İnşa

32

Yayınları, S. 186

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


İnsan fıtratı, karşı karşıya kaldığı zulümlere çare olması için kalıpları ve içeriklerini irdeleyip yenilerini deneyerek arayışını sürdürmektedir. Ancak görünen odur ki, ne yönetimi tabana yaymak ne hakları ayrıntılarına varana kadar belirleyecek hukuku geliştirmek zulmü tefrite savrulup duruyor. Tanrı-devletlerinden pozitivizme savrulma akla gelmedik yeni zulümler, kölelik ve cariyelik şekilleri üretmiş, bugün yeni bir arayışı doğurmuştur. İslam nasıl, Hz. Süleyman, Hz. Yusuf gibi örneklerde krallıklardan bile adalet çıkaracak değerleri getirip başarılı olmuşsa bugünün dünyasını da elindeki daha çok imkânlarla nura çıkaracak değerlere sahiptir. Dünya, farkında olsa da olmasa da İslam’ın önerisine her geçen gün daha şiddetle ihtiyaç duymaktadır.

www.islamiyorum.com

ortadan kaldırmaya yetmiyor. Sürekli ifrattan

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

25


Dosya: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?

Makale 2 / Bölüm 1 :

İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor? Nuri Yılmaz Anonim hale gelmiş bir hikayeye göre adamın

tarafı, meşrebini veya mezhebini değiştiren

biri, hava karardıktan sonra sigara almak

bir kimse, bu defa aynı hararetle o fikrin

niyetiyle sokağa çıkar. Tam o sırada, bir

savunuculuğunu yapar. Aynı hararetle diğer

sarhoşun kullandığı frenleri bozuk bir araba,

görüşleri eleştirmeye ve dışlamaya devam eder.

çarparak onu öldürür. Kazanın olduğu yer bir virajdır ve yolun o bölümü bozuktur.

Bu durum biz Müslümanların, bin yılı aşkın

Soru şudur: Bu olayda adam hangi nedenden

birisidir. Ama artık devam etmemesi gerekiyor.

dolayı ölmüştür?

Bugün insanlık, güçlerin ve değerlerin yeniden

Cevap verenin durumuna bağlı olarak, birbirinden farklı ve zıtlık ölçüsüne varan cevaplarla karşılaşabiliriz. Olayda taraf olanlar, ön kabulleri veya önyargıları bulunanlar ve olayın tümünü bilmeyip sınırlı bir çerçeveden bakanlar, hep farklı cevaplar vereceklerdir. Hatta “tarafı” veya “açısı” değişen kimselerin yorumlarını da değiştirdiklerine sıklıkla şahit olabiliriz.

şekilleneceği tarihi anlardan birisinin eşiğinde bulunmaktadır. Son iki yüz yıldır dünyaya yön veren Batı değerleri, arkasında kötü bir miras bırakarak iflasın eşiğine gelmiştir. Sorunlara çözüm üretememekte, problemleri çözememekte ve en önemlisi bizzat kendisi birçok sorunun ve problemin kaynağı haline gelmiş bulunmaktadır. Yeni arayışların başladığı bugün insanlık, İslam’a en fazla ihtiyaç duyduğu tarihi anların birisinden geçmektedir.

Başlıkta sorduğumuz soru da, bu örnekteki duruma benzer.

Oysa Müslümanlar, insanlığın sorunlarına çözüm üretemiyorlar. Bugünün dünyasına bir

Aslında çözümü zor olmaması gereken bir mesele; herkes kendi meşrebinin ve mezhebinin gözlüğüyle baktığı ve bir taraf gibi davrandığı için bir türlü çözülemez. Zıtlıklara varacak ölçüde birçok farklı cevap ortaya çıkar. İşin ilginç

26

süredir devam eden kadim problemlerinden

şey öneremiyorlar. “İslam” diye sahiplendikleri düşünceler, bugünün diline ve bugünün ihtiyaçlarına yabancı. Belki kendi dönemleri için güzel ve doğru düşüncelerdi. Hatta ileri fikirlerdi. Ancak belli bir dönemin şartlarına çözüm olarak üretilmiş hiç bir düşünce evrensel

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


olamaz. İnsanlığın gelişen ve değişen ihtiyaçları

çekilip dışarıdan bakmaya başardığımızda,

karşısında eskir.

aslında cevapların ne kadar farklı olduğu

Müslümanlar bu durumu göremediler. Çünkü bir dönemin şartlarında ortaya çıkmış olan dili ve o dönemin problemlerine karşı üretilmiş çözümleri “din”in kendisi zannettiler. Dinin

gerçeğiyle karşı karşıya kalırız. Mesele üzerinde azıcık kafa yorunca, zihin netliğinin bilgiden değil tekrarlanıp duran ezberlerden kaynaklandığını görebiliriz.

evrensel değerleri ile bu değerlerin farklı zaman

Fakat bu ezberler bugün Müslümanları bir

ve coğrafyalarında ortaya çıkan uygulamalarını

sıkıntının eşiğine getirmiştir: Toplumların

birbirinden ayıramadılar.

anlayabileceği bir dil geliştiremiyoruz. Onların

Fakat artık bu problemin çözülmesi gerekiyor. İslam’ın bir özne ve bir aktör olarak yeniden dünyaya dönmesini engelleyen bu durumun ortadan kalkması gerekiyor. Bu sözler güzel bir niyeti ifade etmekle birlikte, çözümü de zor sözlerdir. Çünkü bu meselenin çözüm yolları üzerinde 1400 senelik bir birikim yatmaktadır. Bu birikimden güç alan derin ön kabuller, bu birikimden beslenen çok güçlü ön yargılar ve

kalplerini fethedemiyoruz. Çünkü onların sorunlarından habersiziz ve İslam’ın bu sorunlara nasıl çözüm ürettiğiyle ilgili bir fikrimiz yok. Her birimiz farklı gündemlerle büyülenmiş durumdayız. Sahip olduğumuz düşünce İslam tarihinin hangi döneminden kalma ise hala o dönemde yaşıyoruz; o günkü dili kullanıyor, insanlığın sorunlarını o günkünden ibaret sanıyoruz.

neredeyse beynin dokularında yer etmiş kalıplar,

Peygamber’in getirdiği din en fazla; ezilmişler,

ezberler bulunmaktadır.

yoksullar ve çaresizler arasında yankı bulmuştu.

Ama artık bu böyle süremez, sürmemeli... Biz bu makalemizde, İslam’ın günümüz dünyasına ne önerdiğini arayan çalışmalara kendi çapımızda bir katkı yapmayı hedefliyoruz.

Çünkü onların sorunlarıyla ilgileniyor ve Allah’ın yeniden hatırlattığı evrensel değerler çerçevesinde bu sorunlara güçlü çözümler üretiyordu. Bugün din diye anlatılanlar ise insanlığın ilgisini çekmiyor. Sadece grupların veya cemaatlerin birbirlerine üstünlük sağlamasına yol açıyor.

Bu çerçevede: - Birinci makalede, İslam’ın kendisinden öğrenildiği “temel” kaynağın (Kur’an), bugün bizler için ifade etmesi gereken anlamı tartışacağız - Devamı olan ikinci makalede ise “bugün İslam’ın nasıl anlaşılması gerektiği” sorusuna cevap arayacak ve günümüz dünyasına ne önerdiğini tespit etmeye çalışacağız. Zorunlu olarak mevcut anlayışların kökenlerine ineceğiz.

İnsanlığın İslam’a en fazla ihtiyaç duyduğu tarihi anlardan birisi olan günümüzde, İslam’ın hayat sahnesine yeniden çıkması nasıl mümkün olacaktır? Bu soruya sağlıklı cevap verebilmek için (maalesef) önce Müslümanların kendilerini en yeterli gördükleri konunun, yani “İslam nedir?” sorusunun cevabı üzerinde durulmalıdır. Bu noktadaki tartışmalar ise bizi ister istemez daha temel noktalara, yani İslam’ın kendisinden öğrenildiği kaynakların bugün için ne ifade

İslam’ın tarihe yeniden müdahale etmesini sağlayacak değerleri nasıl öğreneceğiz? (Kaynak sorunu) Cevabı herkesin zihninde gayet net olan bir soruyu başlık olarak seçmiş olduk. Hatta birçok kişi bu soruyu “gereksiz” bile bulabilir. Oysa bu bir algı yanılmasıdır. Çünkü biraz geri

ettiğini sorgulamaya itecektir. Kaynak sorunu, aslında Müslümanlar için çok derin bir sorundur. Bir makale sınırları içerisinde tartışılıp neticelendirilmesine imkan yoktur. Ancak biz, güncel tartışmalardan yola çıkarak (onlara katkı yapabilmek için) Kur’an’la ve Kur’an’ın bugün bizler için ifade ettiği anlamla ilgili düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz. Çünkü

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

27


bu konuya değinilmeden, İslam’ın günümüz

“gereksiz” diye damgalanmasını meşru kılmaz.

dünyasına ne önerdiğini tartışmak mümkün

Çünkü Kur’an’ın bağlayıcılığı ile ilgili meseleler,

olmayacaktır.

eninde sonunda bu sorulara verilecek cevapta düğümlenmektedir. Tartışmanın sorumluluğuna

Bu çerçevede;

ve namusuna sahip kimselerin, entelektüel

- Önce Kur’an hakkındaki güncel bazı tartışmalara işaret edeceğiz - Sonra bu tartışmaların tarihi arka planını araştıracağız

düzeyde bu sorulara cevap araması “gereksiz” görülmemelidir. “Kur’an her şeyiyle Allah kelamı mı, yoksa Cebrail’in veya Peygamber’in sözü mü?” merkezli tartışmalara baktığımızda; “Allah

- Sonra da günümüz için Kur’an’dan yararlanma yöntemi önermeye çalışacağız Bu yöntem aynı zamanda Kur’an’ın bizim için ne anlam ifade etmesi gerektiğini de ortaya koyar nitelikte olacaktır.

kelamıdır” diyenlerin de, “Allah vahyetmiş, Cebrail veya Peygamber ise insan lisanına çevirmiştir” diyenlerin de kendilerine ayetlerden destekler bulabildiklerini görürüz.1 Bunun yanında her iki şekilde düşünenler de, Kur’an’ın mushaf haline getirilmesi aşamasında yaşanan olayları, kendi tezlerini ispatlayan tarihi deliller

Kur’an’ın hayattaki yeri ve rolü hakkında var olan tartışmalar

olarak kullanabilmektedirler. Kısacası bu

Kur’an’la ilgili birikmiş sorunlu yaklaşımların

bulunmaktadır.

bir neticesi olarak, bugün Müslümanların; “hayatın oluşturulmasında Kur’an’ın yeri ve bağlayıcılığı nedir?” sorusuna cevap aradıklarını görmekteyiz. Fakat sorunlar o kadar birikmiş durumdaki, tartışmalar bin sene önceki konulara geri dönmüştür. İlk kaynağından itibaren tartışılmaya başlanmıştır: Kur’an her şeyiyle Allah kelamı mıdır? Yoksa vahyi taşıyan meleğin veya onu tebliğ eden Peygamber’in sözü

tezlerin hepsinin, kendi mantık bütünlükleri içerisinde güçlü ve dikkate değer açıklamaları

Birini kesin doğru olarak görüp diğerlerini yok saymak meseleyi aydınlığa kavuşturmak için uygun bir tavır değildir. Çünkü bu tartışma, farklı şekillerde ve farklı kavramlarla, neredeyse bin seneyi aşkındır sürüyor. “Tartışanların hepsi art niyetlidir” şeklinde toptancı bir yaklaşım sergilenemeyeceğine göre, bu kadar uzun süredir tartışılmasını; birincisi, meselenin

müdür?...

önemine, ikincisi, eldeki verilerin her iki sonucu

Tartışmanın bir diğer konusu da Kur’an’ın bugün

gerekir.

da çıkarmaya müsait olmasına bağlamak

için bağlayıcılığı ile ilgilidir. Gelişen bazı hadiseler karşısında; “Kur’an her şeyiyle evrensel ve her zaman aynı nitelikte bağlayıcı bir kitap mıdır; yoksa tamamı veya bir kısmı dönemsel nitelikler taşıdığı için, bağlayıcılık yönü tartışmaya açık bir kitap mıdır?” sorusu zihinleri kurcalamaya başlamıştır.

Peki, bu tartışmanın varlığı ve neticelendirilemiyor olması bizi, Kur’an’ın kaynağı ve içeriğiyle ilgili ciddi bir şüphe olduğu sonucuna mı götürmeli? “Kur’an Allah kelamıdır” diyenler açısından bu sorunun cevabı (tartışmasız bir şekilde)

Bu alanda yapılan bütün tartışmaların samimi ve iyi niyetten kaynaklandığını söylemek zordur. Kimi bireyler, modern yaşama ayak uydurmayla birlikte ortaya çıkan savrulmayı meşru gösterebilmek için, kimileri bir fantezi olarak, kimileri de orijinallik olsun diye bu tarz konuları diline dolayabilmektedir.

“hayır”dır. “Allah vahyetmiş, Cebrail veya “Allah kelamıdır” diyenler için, Kur’an’ın

1

vahyedilmesiyle ilgili bütün ayetler delil olabilirken, Peygamber kelimelere dönüştürmüştür diyenler: “Gördüklerinize de görmediklerinize de yemin ederim ki, o Kur’an şerefli bir elçinin getirdiği bir sözdür.” (Hakka 69/40) ve “Bu mesaj değerli bir elçinin getirdiği bir sözdür. Hükümranlık tahtının sahibi Allah katında

Fakat bu tarz kimselerin varlığı, bu tartışmaların

değeri olan çok güçlü bir elçinin...” (Tekvir 81/19-20) gibi ayetleri delil göstermektedirler.

28

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Peygamber ise insan lisanına çevirmiştir”

sunduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu

diyenler de Kur’an’ın; gönderildiği dönem için

iddia kolaylıkla doğrulanmış olur. Emirlere ve

ifade ettiği anlamı tartışmamaktadırlar. İlk

nehiylere indirgenmiş bir din evrenselliğini ve

geldiği sırada “Kur’an’a başka sözler karışmıştır,

dinamizmini yitireceği için, değişen çağlara yeni

güvenilir değildir” dememektedirler. Dolayısıyla

bir şey öneremez. İnsanoğlunun değişen ve

onlar açısından da Kur’an’ın kaynağı ve içeriğiyle

gelişen ihtiyaçlarına cevap veremez. Değişen

ilgili bir şüphe ortaya çıkmamaktadır.

şartlara rağmen hayatı inşa etmeye kalkıştığında

“Kaynak” konusunda ortaya çıkan tartışmaların temel sebebi, Peygamber sonrası dönemler

ise: - Ya Suudi Arabistan örneğinde olduğu gibi

için Kur’an’ın hayattaki rolünün ve

şeklen şeriatı uygulayan ama; zulüm,

öneminin ne olduğunu doğru bir şekilde

adaletsizlik, haksızlık gibi kavramları

belirlemektir. Bu çerçevede tartışmalar şu

bulunmayan bir model ortaya çıkar

şekilde açılım göstermektedir:

- Ya da Taliban örneğinde olduğu gibi dünyada

- Kur’an, tek bir harfi bile değiştirilemeyen ve

var olan problemlerle uğraşmamak için,

Allah tarafından koruma altına alınmış bir

bulunduğu coğrafyada 1400 sene önceki

kitap mıdır? Yoksa Peygamber’in insanlara

şartları yeniden oluşturmaya çalışan bir

duyurmasına kadar geçen sürede korunan

yaklaşım gelişir.

ama sonra (şayet Müslümanlar sahip çıkmazsa) daha önceki kitaplar gibi tahrif edilebilecek, kaybolabilecek bir kitap mıdır? - Kur’an kıyamete kadar ortaya çıkacak bütün problemlere ve ihtiyaçlara cevap içeren bir kitap mıdır? Yoksa (kısmen veya tamamen) Peygamber dönemine mahsus bir kitap mıdır?

Bugünün dünyasına söyleyecek bir sözü olmaz. Kur’an’ın hayattaki rolü ve önemi üzerine yapılan tartışmanın diğer tarafı olan, “Kur’an’ı koruyan Müslümanlardır; bu kitap kısmen veya tamamen gönderildiği döneme hitap eder” diyen yaklaşıma gelince... Bu bakış açısı da, tarih içerisinde bir takım

Bin yılı aşkın bir süredir tartışılan bu konunun yeniden tartışılır hale gelmesi, “İslam günümüz dünyasına ne öneriyor?” sorusuna cevap aranırken yaşanan “düşünce” problemlerinden kaynaklanmaktadır. Ön kabuller Müslümanların ellerini bağlamakta ve çözüm üretmelerini

problemlere kaynaklık etmiştir. Bu problemlerin en önemlisi, Kur’an’ın hafife alınmasına yol açmasıdır. Özellikle “Kur’an tamamen tarihseldir” diyenlerde daha net görüldüğü gibi, evrensel değerler; hayattaki karşılığı bireyin yorumuna kalan birer kavrama dönmektedir.

zorlaştırmaktadır.

Bu ise bireyin yorumunu fazlasıyla kıymetli

Bu ifadelerle ne kastettiğimizi daha açık ifade

açmaktadır.

hale getirmekte ve iki temel probleme yol

edebilmek için, kökü eskilere dayanan iki kadim bakış açısının, bugün Müslümanlar üzerinde

Birincisi bireye hayatı yönlendirecek değerleri

oluşturduğu etkileri ortaya koyabiliriz.

oluşturma ve belirleme gücü verilmesi

Bu tartışmanın iki tarafından “Kur’an

üzere yaratıldığı için, fıtratını kirletmemiş

korunmuştur ve kıyamete kadar ortaya

kimseler, “aklederek” fıtratlarındaki cevherleri

çıkacak bütün soruların cevabını içermektedir”

açığa çıkarabilirler. Yani İslam’ın evrensel

diyen bakış açısı, İslam tarihinde somut

doğrularını keşfedebilirler. Ancak Yüce Allah;

olarak görülebilen kimi problemlere kaynaklık

güç, akıl ve imkan gibi nimetleri her insana

etmiştir. Bu problemlerin en önemlisi, dinin bir

aynı oranda vermemiştir. Dolayısıyla “doğruları

yaşam biçimi olmaktan çıkarak, emirlerden,

bulmayı” sadece akıl ile irtibatlandırdığımız

yasaklardan ve ibadetlerden ibaret hale

zaman, kimilerine kapasitelerini aşan bir yük

gelmesidir. Ehl-i Sünnet’in genel mantığı ve

yüklemiş ve zulmetmiş oluruz. Hatta Allah’ın

bu ekol içerisindeki mezheplerin insanlığa ne

“akıl” nimetini bolca bahşettiği insanlar için

sonucunda ortaya çıkar. İnsanoğlu İslam fıtratı

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

29


bile; heva (aşırı istek ve tutkular), çevre şartları

yeryüzünde adaletin hakim olmasını sadece

ve zihniyetin baskısı gibi engelleyiciler vardır.

insanın keşfine bırakmamış, her dönemde

Bunların sonucu olarak fıtratını kirletmemiş

bir rehber ve hakem olarak peygamberler ve

akledebilen insanlar, farklı dönemlerde aynı

kitaplar göndermiştir.

performansı sürdüremezler. Kısacası, hayatı yönlendirecek değerleri oluşturma ve belirleme gücünün sadece insanda olduğunu kabul ettiğimizde, birçok insan için “adil” olmayacak

ikinci problem ise değerlerin nesilden nesile aktarımı ile ilgilidir: Değerlerin farklı zaman ve

bir karar vermiş oluruz.

coğrafyalardaki uygulamaları farklı olacağından,

Aklederek doğruya ulaşabilmek övülmesi

olmadığında, ya her nesil bir önceki neslin

gereken bir meziyet olmakla birlikte, yaşanan

öğretisini kutsallaştırıp bağlayıcı hale getirecek

tecrübeler; bu meziyetlere sahip kimselerde

ya da her nesil bu değerleri yeniden keşfetmek

gurur ve sarhoşluk eğilimi olduğunu

zorunda kalacaktır. Sonuçta ikisi de daha büyük

göstermektedir. Bu sarhoşluk, düşünebiliyor

problemlere kapı açacaktır.

temel değerleri hatırlatan bağlayıcı bir kaynak

olmanın kişide meydana getirdiği “ben biliyorum” sarhoşluğudur ve düşünmeyen veya düşünemeyen kimselere karşı bir hafife alma, bir umursamazlık ortaya çıkartır. “Ben aklettim buldum; onlar da akletsin, onlar da bulsun” yaklaşımıyla kişi, doğruları anlatmak için çaba gösterme ihtiyacı duymamaya başlar. Zamanla onları “bidon kafalılar” veya “göbeğini kaşıyan

Kısacası problemler yönünden bakıldığında; “Kur’an her sorunun cevabını içeriyor” diyen bakış açısı da, “Kur’an’ın bir kısmı veya tamamı tarihseldir” diyen bakış açısı da problem üretmeye yatkındır. Fakat bununla birlikte tam tersi bir iddia da doğrudur: Her iki bakış açısı da, bugüne kadar birçok hayrın ortaya

adamlar” olarak görme eğilimi artar.

çıkmasına kaynaklık etmiştir.

Bir diğer sıkıntı da, Kur’an yok sayılıp

Bu kadim tartışma, birinin birine tercih

sadece akıl veya vicdan merkeze alındığında yaşanacak “istikrar” ve “güven” sorunudur. Bu meseleyi daha iyi anlatabilmek için solcu ve liberallerin durumunu örnek verebiliriz. Onlar: “Müslümanlar Allah’tan korktukları için ahlaklı ve adil davranmaya çalışıyorlar, biz ise bunu kendi irademizle yapıyoruz. Dolayısıyla bizimki daha değerlidir” demektedirler. Gerçekten de hak, hukuk, doğru, adalet ve ahlak gibi kavramlarda; korkudan değil de kendi iradi tercihiyle bir duruş göstermek bir erdemdir. Fakat bunun sürekliliğini sağlayacak olan nedir? İkinci ve üçüncü şahısların buradaki akla veya vicdana güvenmeleri nasıl mümkün olacaktır? Çünkü onlar kendileri dışındaki olaylarda objektif ve adil olmayı başarsalar da, içinde kendilerinin bulunduğu olaylarda sağduyuyu ve tarafsızlığı yitirmektedirler. Bu noktada sürekliliği sağlamak ve güven hissini tesis etmek için tarafsız bir hakeme ihtiyaç vardır. Böyle bir hakem bulunabildiği takdirde görecelilik ve taraf olmanın meydana getirdiği yanlı bakış ortadan kalkar.

edilmesiyle çözümlenemez. Bu iki görüş tarih içerisinde birbirine “denge” görevi görmüştür. Birlikte var oldukları dönemlerde (aralarında düşmanlığa varan bir zıtlaşma yaşanmış olmasına rağmen), her iki bakış açısının ürettiği olumsuzluklar da en aza inmiş ve İslam dünyası çok üretken olmayı başarmıştır. Birinin tarih sahnesinden çekildiği dönemlerde ise diğerinin olumsuzlukları belirgin bir şekilde gün yüzüne çıkmış, üretkenlik yitirilmiştir. Kur’an’ın hayattaki yeri ve önemiyle ilgili tartışmaların serüvenine kısaca göz atmak, dikkate değer bazı sonuçlara ulaşmamızı kolaylaştıracaktır.

Tartışmanın serüveni: 1- İlk dönem Kur’an’ın canlı bir şekilde indiği ilk dönem, Kur’an’ın hayattaki rolünün hiç tartışmasız

Bu gerçeklerden dolayıdır ki Yüce Allah;

30

Kur’an’ı değersizleştiren yaklaşımın yol açtığı

en üst düzeyde olduğu dönemdir. Parça

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


parça ve gerektikçe inen Kur’an2, canlı bir

her şeyi savaşa katılanlar arasında pay ediyor,

şekilde bir toplumun hayatında yazılmaktadır.

beşte birlik kısmını da “beytülmal”den ihtiyaç

Problemlerine, sıkıntılarına, ihtiyaçlarına direk

sahiplerine ulaştırıyordu. Fakat ardı ardına gelen

çözümler içermektedir. Vahyi duyuran elçi

fetihler ve hızla genişleyen topraklar karşısında

hayattadır ve ayet lafızlarının anlaşılmasında

Hz. Ömer, Resulullah’ın uygulamasından

yaşanabilecek anlayış farklarına direk

farklı bir uygulamaya imza atar. Irak’ın

müdahale edebilmektedir. Bu yüzden insanlar,

fethinden sonra ganimet dağıtımını durdurarak

vahyin alanına girmeyen en teknik konularda

askerleri maaşa bağlar. Fethedilen toprakları

bile, Peygamber’e; “bu vahiy mi, yoksa

“Müslümanların ortak malı” ilan eder. Irak

senin görüşün mü?” diye sormadan görüş

topraklarının fethinden sonra kendisine bizzat

belirtmemektedirler.

gelip bu araziyi askerlere dağıtması konusunda

Bu vakıanın bir sonucu olarak “işittik, itaat ettik” şeklinde özetlenebilecek bir itaat mantığı

ısrar edenlere de, “sizden sonra gelecek Müslümanlara ne kalacak?” cevabını verir.5

gelişmiştir. Elçinin veya vahyin açıklamadığı

Diğer örnekte ise Hz. Ömer, bir Cuma

bir meselenin peşine düşmek hoş karşılanmaz.

hutbesinde mehir konusunda şöyle bir öneri

“Allah böyle murad etti” denilerek öylece kabul

getirir: “Bundan böyle evlenmelerde, dört yüz

edilir. Hz. Ebu Bekir’e nispet edilen şu söz,

dirhemden fazla mehir istenmesin!” Halbuki bu

yaklaşım mantığını açıklar niteliktedir: “Eğer

mesele; “Kadınlara mehirlerini cömertçe verin.

Kur’an hakkında kendi aklımca konuşur ya da

Ondan size gönül rızası ile bir şey bağışlarsa,

bilmediğim bir şeyi söylersem, ey yer beni

onu da afiyetle yiyin” (Nisa 4/4) ayetinde ifade

al, ey gök benden ışığını esirge.”3 Biraz geç

edilmiş ve Resulullah’ın uygulamaları ayetin

dönemde (Haccac döneminde) yaşamış olan,

ifade ettiği şekilde gerçekleşmiştir. Hz. Ömer ise

Ebu Vail Şakik b. Same ise kendisine Kur’an’dan

yüksek mehir bedellerinden dolayı evlenmekte

bir şey sorulduğu zaman şöyle der: “Allah onu

sıkıntı çeken kimseler için bir kolaylık ve bir

dileseydi, açıklardı. Allah onun arkasında yatan

çözüm olarak, mevcut uygulamayı değiştirmekte

anlamın araştırılmasını istemiyor.”

bir sakınca görmez. Onu caydıran ise, hesap

4

etmediği bir şeyi kendisine hatırlatan bir ihtiyar

2- Halifeler dönemi

kadının sözü olur: “Kur’an cömertçe mehir tayin etmeye izin vermiştir. Sen buna bir sınır

Fakat Resulullah’tan sonraki ilk dönemlerde

getiremezsin!” Kadının uyarısı, sınır getirmenin

ortaya çıkan bir yaklaşım biçimi, Kur’an’ın

yol açabileceği hoşnutsuzluk ve boşanmalar

hayattaki yeri ve önemi açısından oldukça dikkat

esnasında yol açabileceği problemlerle ilgilidir.

çekici bir nitelik taşır. Bu yaklaşım biçimi, herkes

Ve bunun üzerine Hz. Ömer, hesaba katmadığı

tarafından övgüyle bahsedilen bir yönetim

bu gerekçeden dolayı kararından vazgeçer.

göstermiş olan bir lidere, Hz. Ömer’e aittir. Hz. Ömer, hakkında açık ayet ve Resulullah’ın net uygulaması olan bazı konularda, Resulullah’ınkinden farklı uygulamalar gerçekleştirir. “Ganimetler” konusunu ve “mehir” meselesini, onun yaklaşımına örnek olarak verebiliriz. Savaş ganimetlerinin dağıtımında Resulullah: “Bilesiniz ki, ganimet olarak her ne ele geçirirseniz geçirin, bunun beşte biri Allah’a ve Peygamberine, yakınlara, öksüzlere, yoksullara ve yolu kesilmiş olanlara aittir.” (Enfal 8/41) ayeti çerçevesinde, ele geçirilen

İlk dönemlerde dikkat çeken bir diğer yaklaşım, tefsirde tartışmasız otorite kabul edilen isimlerin en eskisi olan (Resulullah’ın amcası Hz. Abbas’ın oğlu) İbn Abbas’a aittir. İbn Abbas, Resulullah vefat ettiğinde en fazla 10-13 yaşlarında idi. O bazı kıssaları daha iyi anlayabilmek için, Müslüman olmuş iki Yahudi’den (Ka’bu’l-Ahbar ve Abdullah b. Salem), bu kıssaların Tevrat’taki anlatımları konusunda bilgi almaktan çekinmez. Bunun yanında, tefsirde dilin ve kavramların önemini ilk gören müfessirlerdendir. Arap dilinde az kullanılan kelime ve deyimlerin anlamını

Furkan 25/32

2

Taberi, 1/26; Subki, 3/290,5

3

İbn Sa’d, 6/67

4

Belazüri. Futuhu’l-Buldan. S 375; Taberi. Tarih. IV 31-

5

34

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

31


çözebilmek için eski şairlerin şiirlerindeki kullanımlara bakar ve elde ettiği kelime bilgisini tefsirde kullanır.6 Ayrıca yabancı dillerden Arapçaya geçmiş kelimeleri de benzer bir

ve itaat ettik” tavrından farklıdır. Fakat Kur’an’ın mushaf haline getirilmesi ve çoğaltılmasına sebep teşkil eden gelişmeler:

araştırmaya tabi tutar.

Yani, İslam coğrafyasının çok hızlı ve kontrolsüz

Kısacası, (ilk dönemlerin mantığı ile

esnasında farklı kültürlerin etkisine açık hale

gerçekleşen) “işittik, itaat ettik” şeklindeki

gelmesi, “korumacı” bir refleksi harekete

sorgusuz itaat, her dönem geçerli olabilecek

geçirir. Yazılı kültür yerleşik olmadığı için

bir tutum değildir. Zamanın ilerlemesi ve

“rivayet” kültürü gelişmeye başlar. Bu kültür,

problemlerin değişmesi sonucu, dün adalet

Resulullah döneminin bilinciyle (yani “işittik

üreten bir uygulama sonraki dönemlerde

itaat ettik” tavrıyla) yetişmiş, fakat bununla

adaletsizliğe yol açabilir. Uygulamayı

birlikte Hz. Ömer gibi “dinamik yorum” anlayışı

kutsallaştırmak yerine, evrensel ilkeyi esas

geliştirememiş kimselerde daha farklı bir karşılık

alarak dönemsel uygulamalarda gerekli

bulur. Korumacılık refleksi her şeyi kuşatır ve

değişiklikleri yapabilmek gerekir. Evrensel

“işittik, itaat ettik” tavrı; “rivayetler aracılığıyla

olanla dönemsel olanı ayırabilmek için; “Allah

gelen her şeye mutlak teslimiyet” şeklini almaya

bununla neyi murad etti” sorusu önemli hale

başlar.

bir şekilde genişlemesi ve bu genişleme

gelmektedir. Ayetlerin indiği dönemsel şartlar bilinmeden, maksatları anlaşılmaz. Maksat anlaşılmayınca da kelimeler kutsallaşır ve mana donar. Kur’an’a böyle yaklaşanların zihninde ise vahiy evrenselliğini yitirir. Vahyi indiği dönem şartları çerçevesinde anlayabilmek için ise “dil”

Zamanla gelişen mantık özetle şöyle der; “Kur’an’ın en doğru yorumu Resulullah’ın yaptıklarını aynen tekrarlamaktır. Kur’an’ı anlamak için başvurulacak en doğru ve başarılı yöntem ise rivayete/nakle bağlı kalarak yapılan

ve “kavramlar” belirleyici bir rol oynar.

tefsirdir.”

Hz. Ömer’in ve Hz. Abbas’ın Kur’an’a yaklaşım

Artık “ilim” denince isnad zinciri yoluyla ilk

biçimleri; rivayet ve delil şartını aşan, dinamik ve Kur’an’ın ruhunu anlamaya dönük

rivayetçisine ulaşılabilen bilgi anlaşılmaya başlamıştır.

bir yaklaşım biçimidir. Kur’an’ın hayattaki yeri ve önemi açısından farklı ve oldukça önemlidir. İbn Abbas’ın tefsiri öncelikle öğrencisi Mücahid tarafından sonraki nesillere taşınır. Sonra da Vasıl b. Ata kanalıyla Mu’tezile ekolü üzerinden gelenek devam eder.

Hz. Ömer’in; ruhunu ve temel mesajını önceleyen Kur’an yaklaşımı, değişen hayat şartlarına rağmen ilkelerin dinamizmini yitirmemesi yönünden gerekli, ama günün bakış açısına göre “iddialı” kabul edilebilecek bir yaklaşım tarzıdır. Çünkü Kur’an’ın pratik hayatla ilgili düzenlemelerine, “hedefine uygun sonuçlar üretmediği zaman uygulama değiştirilebilir” gözüyle bakmaktadır. Bu şekliyle, Kur’an’ın ilk indiği dönemde haklı sebeplerle gelişen “işittik İbn Sa’d, 2/121, ks: 2, s 4

32

Problemlerin çözümü ve toplumsal ihtiyaçların karşılanmasında başvurulan “rivayet” yöntemi, zaman ilerledikçe sıkıntılarla karşılaşır. Resulullah döneminde yaşanmamış sıkıntılar,

3- İlk dönem tefsirinde “rivayet” eğilimi

6

4- Rey ekolü (kelami tefsir)

Resulullah döneminde karşılaşılmamış problemler ve Resulullah döneminde bulunmayan yeni imkanlar ortaya çıkar. Önceki dönemlerde gerçekleşmiş söylem ve uygulamaları aynen tekrarlayarak yeni durumları kuşatmak zorlaşır. Hele ki ilerleyen yıllarda İslam coğrafyasının farklı kültürlerle karşılaşması, zihinlerdeki soruların ve sorunların daha da şekil değiştirmesine yol açar. Nakle dayalı kültür, bu yeni tartışmalara çözüm üretmekte zorlanır. Akıldaki tüm soruları cevaplamak, mantıktaki tüm boşlukları gidermek ve inancın mantığını ortaya koyarak farklı kültürler karşısında onu güçlü kılmak ihtiyacı hasıl olur.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Nakil kültürünün karşılaştığı bu sıkıntı, İbn Abbas ve Mücahid kanalıyla yürüyen ve Vasıl b. Ata’dan itibaren bir ekole dönüşen Kur’an’dan yararlanma (tefsir) biçiminin rağbet görmesine yol açar. Bu ekol “Rey ekolü” olarak isimlendirilecek ve “Mu’tezile” üzerinden devam edecektir. Nakli tamamen yok saymamakla birlikte, “anlatılmak istenen nedir?” sorusunu

demiştir.8 Bu tartışmalar pek çok kişi için teferruat gibi görünebilir. Halbuki buralarda varılan sonuçlar, genel yaklaşım tarzlarını beslerler. Bu çerçevede, mesela Ehl-i Sünnet’in Kur’an’dan yararlanma tarzı; Kur’an’ı bir ilahiyat kitabına döndürmekte, dini ise efsanelere ve kutsallara

sormakta ve mantık aramaya girişmektedir.

boğmaktadır. İslam, anlaşılıp yorumlanacak

Rey ekolü, Kur’an’da mecaz, teşbih ve

edilecek bir din, bir teoloji, bir mitoloji haline

sembollerle anlatım olduğunu kabul eder.

gelmektedir.

Bu yüzden Kur’an’daki kimi anlatımların, sadece lafız göz önünde bulundurularak anlaşılamayacağını savunur. Ayet metinlerini dil bilgisi ve söz sanatları açısından tahlile tabi tutar.

bir din olmaktan ziyade, olduğu gibi kabul

Oysa Rey ekolü (ve Mu’tezile), gaybi konularda bile “anlatılmak istenen nedir?” sorusunu sorma cesareti gösterir, dini hayat içerisine çekerek “yaşam biçimi” yönünün daha fazla açığa çıkmasını sağlar.

Mesela, Ehl-i Sünnet imamları; “Yüzler ... O gün ışıl ışıl parıldar. Rabb’ine bakar.” (Kıyamet 75/22-23) ayetini, ahirette muttakilerin Allah’ı açıkça görecekleri şeklinde yorumlamışlardır. Halbuki Mücahid bu ifadeyi; “Allah’a rağbet ederler” ya da “O’nun ödülünü beklemeye can atarlar” şeklinde yorumlayıp, ardından da şu notu eklemiştir: “Yaratıklardan hiç biri O’nu göremez.”7 Mu’tezile imamları ise bunun mecazi bir anlatım olduğunu savunmuş, “Gözler O’nu göremez, O gözleri görür. O (görülmeyecek kadar) latif, (her şeyi görecek kadar da) haberdar olandır.” (En’am 6/103) ayetinden yola çıkarak; bu dünyada da, öteki dünyada da

İki ekol arasındaki en meşhur tartışmalardan biri olan “Kur’an mahluk mudur, yoksa ezeli ve ebedi midir?” konusu da, bu noktada örnek olarak verilebilir. Önceki dönemlerde tartışıldığına dair haberler olmayan bir konu, Hıristiyan ülkelerin fethedilmesi ve zamanla kültürel etkileşim içine girmesiyle tartışılmaya başlar. Ehl-i Sünnet ekolü, Hıristiyan teolojisinde “Allah’ın kelimesi” olarak nitelenen İsa figüründen esinlenerek, “O, korunmuş bir levhada (Levh-i Mahfuz’da) dır” (Buruc 85/22) ayetini; “Kur’an daha kainat yaratılmadan önce vardı; kıyamete kadar da Allah’ın koruması altındadır” şeklinde yorumlar.

gözler onu görmez sonucuna varmıştır.

Mu’tezile imamları ise bu şekildeki bir ele

Bundan başka “Alçak maymunlar olun!”

hayattan koparacağını, hem de Hıristiyanlıktaki

(Bakara 2/65) ifadesini mitolojik bir efsaneye

İsa yorumunun kabul edilmesi anlamına

dönüştürme eğilimindeki Ehl-i Sünnet’e karşılık,

geleceğini düşünerek bu yoruma itiraz ederler.

Mücahid (ve peşi sıra Mu’tezile imamları):

Onlara göre Kur’an ezeli ve ebedi değil, bir

“Cezalandırma fizyolojik olarak beden üzerinde

mahluktur. Sayfalardan ibaret bir kitap olarak

gerçekleşmedi; kalpleri, duygu ve düşünceleri

herhangi bir kutsiyeti yoktur. Önemi ve değeri

üzerinde gerçekleşti. Onlar bedenen insan

içerdiği mesajdan gelmektedir.

olarak kaldılar” demiştir. Mu’tezile imamlarından Nazzam “cin” isimli farklı bir varlığın bulunmadığını kabul etmiş, kelimeyi sözlük karşılığı olan “yabancı” anlamında kullanmıştır. Zemahşeri ise “cinler görülmez, insana ayan olmaz, beden olarak ortaya çıkmaz; dolayısıyla onları gördüğünü, onlarla hemhal olduğunu iddia eden yalancı ve şarlatandır” Taberi 28/104

7

alışın, hem Kur’an’ı erişilmez bir kitap yaparak

Fakat tarih, Ehl-i Sünnet ekolünün galibiyetine sahne olur. Böylece Kur’an; - Her türlü sorunun ve problemin cevabını içeren - Yeryüzünü Asr-ı Saadet’e döndürmek için Zemahşeri. Keşşaf. A’raf 7/27

8

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

33


gerekli her şeye sahip

Kur’an mesajını, en sonuncusu neredeyse bin

- Ve bu noktada herhangi bir yardımcıya ihtiyaç duymayan

görgüsü ile sınırlandırır. Bu durum bir yandan kitap üzerinde tekel oluştururken, bir yandan da

ezeli ve ebedi bir kutsal kitap olarak kabul edilmiş olur.

kitabın bugüne hitap etmesini engeller. Kur’an’ın günün meselelerine çözüm üretebilmesi için Kayıp İmam’ın gelip yeni yorumlar yapması gerekmektedir.

5- Batıni tefsir Hz. Ali ve Muaviye arasında başlayan siyasi ihtilaflar, Hz. Ali’nin haksızlığa uğradığını düşünen ve Resulullah’ın Ehl-i Beyt’ine sahip çıkmaya çalışan bir grubun ortaya çıkmasına

Ayrıca zahir-batın meselesi tarih içerisinde çok fazla istismar edilir ve bu kanaldan birçok hurafe İslam’a sokulur.

yol açar. Bu grubun, Muaviye ve ardından gelen

6- Tasavvufi tefsir (Te’vil)

Emevi iktidarına karşı sergilediği siyasi duruş

Sultanların hüküm sürdüğü dönemlerde ortaya

zamanla fikri bir boyut kazanır ve muhalif bir kültürün gelişmesine yol açar. Şia ismini alan bu ekol, ilk başlarda, yine kendisi gibi muhalif olan rey ekolüyle etkileşim içerisinde ilerler. Ancak özellikle “İmamiyye” mezhebinin ortaya çıkmasıyla, Batıni tefsir okumaları vücut bulur ve hızla kendisine farklı bir yol çizmeye başlar. Batın, “gizli, görünmeyen” anlamlarına gelir. Eflatun felsefesinden büyük oranda etkilenme vardır. Eflatun, çevremizde duyularla idrak ettiğimiz tüm varlıkları, hislerimizle idrak edemediğimiz başka hakiki varlıkların birer görüntüsü olarak niteler. Bu anlamda Batıniler de, her şeyin bir zahiri (görünen) bir de batıni (gizli, gerçek) boyutunun bulunduğunu köklü bir

çıkan gelir adaletsizliği ve zenginlerin aşırı bir şekilde lükse, eğlenceye dalmaları; fakirler ve ezilmişler arasında bir tepki doğmasına yol açar. Dünya nimetlerinden uzak durmaya dayalı bir zühd (ilgisiz davranma, rağbet etmeme) anlayışı gelişir. Fakat özellikle Hıristiyan ve İran kültürünün etkisiyle tasavvuf ekolüne dönüşür. Tasavvuf, hem Şia hem de Ehl-i Sünnet ekolleri içerisinde yer bulmayı başarmış bir yorumdur. İçerisinde yer bulduğu ekolün genel inanç ilkelerini aynen benimser. Kur’an’ın hayat içindeki yeri, önemi ve bağlayıcılığı konusunda da, içinde yer bulduğu ekolle aynı fikirlere sahiptir.

esas kabul ederek yeni bir söylem geliştirirler.

Kur’an’ı anlama ve yorumlama konusunda ise

Sıradan halk sadece zahiri görüntülere

Batıni tefsirden büyük oranda etkilenmiştir.

yönelir ve onu anlayabilir; fakat görüntülerin

Buna göre, zühd ve takvada ileri gitmiş olan

arkasındaki hakikati anlayamaz. Ancak seçkinler

insanlar “ilahi feyz (bolluk)”e nail olurlar. Allah’a

ve mütefekkirler, zahiri görüntünün gizli

duydukları şiddetli kavuşma arzusu ve ilahi

yönlerine yönelir ve onu anlamaya çalışırlar.

aşk sayesinde kendi kapasitelerinin zirvesine

Bu çerçevede Batıniler, Kur’an’ın te’vilini sadece Hz. Ali’ye tahsis etmişlerdir. Çünkü (inanışlarına göre) Resulullah, Kur’an’ın batıni

ulaşabilir ve sonra da sıradan insanların kullandığı zahiri anlamların çok ötesinde sınırsız manaları görebilirler.

sır ve anlamlarını, sadece Hz. Ali’ye öğretmiştir.

Ne var ki ilahi feyz makamındakilere nasip

Hz. Ali de kendi oğullarına, onun oğulları da

olduğunu iddia edilen bu bilgi, herhangi bir

kendi zürriyetlerine bildirmiştir; bu böyle

şekilde doğrulanabilir ve ispatlanabilir bir bilgi

devam edegelmiştir. Dolayısıyla Kur’an’ı gerçek

değildir. Rüyada görüldüğü, malum olduğu veya

anlamını sadece (Hz. Ali’nin soyundan gelen)

bir yolla bildirildiği iddia edilir.

masum imamlar bilirler.

34

sene önce yaşamış olan imamların bilgi ve

Bu tefsir şekli, dine bir sürü hurafenin girmesine

Bu tefsir anlayışıyla Kur’an’ı anlama ve açıklama

sebep olur ve dini farklı kültürlerin etkisine

hakkı sadece belli bir kesime verilmiş olur.

açık hale getirir. Ehl-i Sünnet ekolü içerisinde

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ise özel bir olumsuz etki oluşturur. “Her soruna cevap içeren ezeli ve ebedi kitap” algısı Batıni okumalar ile birleşince, bütün hurafeler dinden bir parça haline gelir ve Allah sözü gibi algılanmaya başlar.

sergiler. Dini hurafelerden arındırmak maksadıyla ortaya çıkan bu yaklaşımın o amaca ne kadar hizmet ettiği tartışmalıdır. Ama öte taraftan Ehl-i Sünnet ekolünde, kendisi gibi düşünmeyenleri

Değişen şartlar ve ihtiyaçlar karşısında Ehl-i Sünnet’in kendi içinde gerçekleşen açılımlar Zamanın ilerlemesiyle değişen problemler ve ihtiyaçlar ve yabancı kültürler karşısında yetersiz

din dışı sayan bir geleneği başlatır. Fıkıh kurallarından ibaret hale gelmiş ve insanlığa önerecek değerleri iyice azalmış olan din, kendisi gibi olmayanı dışlayan bir kimliğe bürünür. Yani eleştiriye, gelişmeye, düşünmeye kendisini kapatır.

kalan söylem, Ehl-i Sünnet ekolü içerisinde farklı açılımların ortaya çıkmasına neden olur. Bu açılımların en meşhurlarından birisi

Kur’an her türlü sorunun cevabını içermekte midir?

İmam Şafii’nin “kaynak” formülasyonudur.

Gelinen noktada Ehl-i Sünnet ekolü içerisinde

Şafii mezhebinin imamı, genel kabul gören

yer alan mutasavvıflar ve mezhep ehli açısından

formülasyonunda problemlerin çözümü için:

herhangi bir sorun yoktur. Çünkü onlar Kur’an’ı;

Kur’an, Sünnet, icma ve kıyas yöntemini

bir emir, nehiy, dua ve ibadet kitabı olarak

ortaya koyar. Buna göre herhangi bir problemle

görmektedirler. Dolayısıyla onların anladığı

karşılaşılınca önce Kur’an’a müracaat

İslam’ın bugüne hitap etmek gibi bir derdi

edilecektir; eğer Kur’an’da yoksa Resulullah’ın

yoktur

sünnetine bakılacak; onda yoksa sahabenin icmasına; onda da yoksa kıyas yöntemine

Ehl-i Sünnet ekolü içerisinde Kur’an’ı bir hayat

başvurulacaktır.

rehberi olarak gören kimseler ise Osmanlı

Ehl-i Sünnet’in karşı karşıya bulunduğu

dönemlerde derin açmazlarla karşılaşırlar. Uzun

tıkanıklığı aşmak için üretilmiş bu iyi niyetli

bir zamandan sonra ilk defa, İslam dünyası

formülasyon, Ehl-i Sünnet imamları açısından

haricindeki bir coğrafyadan (Batı’dan) yeni bir

belki rahatlatıcı bir rol oynar, ama beraberinde

takım değerler yükselmiştir. İnsanlara; özgürlük,

çok büyük bir olumsuzluğu da doğurur.

eşitlik, hak ve zenginlik vaat etmektedir. Bu

Artık “kutsal” sadece Kur’an değildir. Onunla

vaatleri yerine getirip getiremeyeceği ayrı

birlikte sünnet, sahabe uygulamaları ve alim

bir konudur. Ancak yüzyıllardır devam eden

görüşleri de kutsallaşır. Oysa sünnet ve sahabe

donukluktan dolayı, İslam dünyasının bu

uygulamaları rivayet yoluyla gelen bilgilerdir ve

vaatler karşısında sunacak bir şeyi kalmamıştır.

en titiz kaynaklarda bile doğrular ile yanlışlar

İslam dünyasını temsil eden güçlü bir devlet

iç içedir. Bu formülasyon ile rivayetler kanalıyla

olarak “Osmanlı” varlığı, sorunların üzerini

gelen bütün yanlışlar dinden bir parça haline

uzunca bir süre örtmüş, ama küllenmiş olan

dönüşür. Bir yandan İslam hurafelerle iyice

sorunlar, gerileme başlayınca güçlü bir yangına

karışır, bir yandan da din fıkıh kurallarından

dönüşmüştür. Coğrafyalar teker teker yitirilir,

yani sınırlı bir takım emir ve yasaklardan ibaret

ancak buna karşılık, ne gidişatı durduracak

hale gelir. Emir ve yasaklardan başka insanlığa

bir çare üretilebilir, ne de kalan toplumları

sunacak bir şeyi kalmaz.

kalmaya ikna edecek bir değer sunulabilir. İşte

İmparatorluğu’nun gerilemeye başladığı

Bu olumsuzluklar karşısında öğrencisi olan İmam Ahmed bin Hanbel, hurafelerin çoğalması karşısında özellikle “kıyas” yöntemine karşı çıkar. Kur’an ve sünneti temel referans haline getirerek, uymayan yöntemlere karşı,

o zaman, geçmişte yaşanmış ve küllenmiş olan bazı tartışmalar yeniden hatırlanır. Değişik coğrafyalarda ve değişik şahısların öncülüğünde yeniden tartışılmaya başlanır: - İslam insanlığa ne vaat ediyor?

onları küfürle itham edecek kadar katı bir tutum

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

35


- Zulme, haksızlığa, adaletsizliğe ve ahlaksızlığa karşı ne diyor? - Zulümle ve haksızlıkla nasıl mücadele

düzenlemesine terk etmez.”9 Seyyid Kutub ve Mevdudi’nin söylemleri, geleneksel Ehl-i Sünnet anlayışı karşısında

ediyor? Elbette ki bu sorulara, kimi geçmişteki ezberlerin tekrarı, kimi ise yeni birçok cevap verilir. Ancak getirdiği yenilik ve oluşturduğu etki bakımından dikkat çeken iki farklı yaklaşım vardır. Birincisi; modernist akımdır. İkincisi ise; kimileri tarafından radikal, kimileri tarafından devrimci, kimileri tarafından neoselefilik diye isimlendirilen akımdır. (Akım içerisinde her üç sıfatın da sahiplenenleri ve karşıtları bulunur. Hangisini kullansak birileri memnun, diğerleri rahatsız olacaktır. Ne var ki İslam tarihindeki karşılığı bakımından neo-selefilik daha uygun bir tanımlama gibi görünmektedir.)

bir devrim niteliğindedir. İslam’ı sadece bir inanç olmaktan çıkarmayı, hayata dair sözü, hayata dair hedefleri olan bir yaşam biçimine döndürmeyi hedefler. Dinin gerçek fonksiyonunu hatırlatır. Bu bakış açısının devamı olarak Seyyid Kutub “İslam toplumu ve cahiliye toplumu” kavramlarını yeniden ele alır. İslam coğrafyasında, emperyalistlerle işbirliği yapmış, halkına karşı ihanet içerisinde bulunan zalim yönetimleri “cahiliye toplumu” tanımlamasına dahil eder. “Bu toplumlar, yaşam biçimlerinde tek Allah’a kul olma ilkesini benimsemedikleri için bu sınıfa (cahiliye toplumu sınıfına) girerler. ... (Onlar) Uluhiyetin başta gelen özelliğini

Modernist akım temsilcileri, karşı karşıya bulunulan sorunlara (Batı kültürünü de dahil ederek) en geniş açıdan çözüm arayan kesim olmuştur. Ancak bu genişlik, uzun süredir uykuda olan İslam kültür havzasında şok etkisi oluşturur. Toplumlar söylemlerine hazır değildir. Tartıştıkları konular o günün gündemine denk düşmez ve kolayca damgalanırlar. Neo-Selefilik ise, Mısır’da Ihvan-ı Müslimin, Pakistan’da ise Cemaat-i İslami öncülüğünde gelişir. İz bırakan isimleri Seyyid Kutub ve Mevdudi’dir. Bunlar öncelikle İslam’ın unutulan veya unutturulan bir yönünü yeniden hatırlatarak işe başlarlar. İslam’ın bir yaşam biçimi olduğunu; haksızlıklarla, adaletsizliklerle ve ahlaksızlıkla mücadele etmek için geldiğini ve bunların olmadığı bir toplum inşa etmeyi hedeflediğini söylerler. Bu yaklaşımı Seyyid Kutub şöyle özetler:

(yeryüzü egemenliğini) Allah’tan başkasına yakıştırarak Allah’tan başkasının egemenliğini tanımakta ve sosyal düzenlerini, kanunlarını, değer hükümlerini, kriterlerini, geleneklerini, kültürlerini ve hemen hemen bütün sosyal kurumlarını bu yetkisiz egemenlik kaynağına dayandırmaktadırlar.”10 O dönemde İslam dünyası ya emperyalistlerin işgali altında bulunuyor, ya da onlar tarafından iktidara getirilmiş hain kukla yönetimler tarafından yönetiliyordu. Esarete boyun eğmek istemeyen halk kitleleri, İslam’ı bir inanç manzumesi olarak gördükleri için komünizme sığınmışlardı. İsyanlarını “sol” söylem ve yöntemlerle ifade etmeye çalışıyorlardı. Fakat Seyyid Kutub ve Mevdudi’nin söylemleri yeni bir mücadele fıkhı oluşturur. Esaret altında bulunan İslam dünyasında çok geniş bir yankı bulur. Böylece din, yüzyıllardır sıkışıp kaldığı

“İslam, yaşanan hayatın bütün sahalarından uzak, kişinin vicdanına hapsedilmiş bir inanç manzumesi değildir. Ayrıca inananların tek tek veya topluca yerine getirdikleri ayin ve merasimlerden ibaret bir din de değildir. Sadece ahirette cennet vadedip, dünya cennetinin kazanılmasını başka sistem ve ideolojilere

36

bırakmaz; bu işi başka din ve inançların

kalbin dokuları arasından çıkar ve hayat sahasına yeniden iner. İslam’ın mücadeleci yönünün henüz keşfedilmemiş olduğu dönemde “sol” kimlikle ortaya çıkan direniş hareketleri, Seyyid Kutub. İstikbal İslam’ındır. İslam bir hayat

9

nizamıdır. S 2 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Hayat metodu olarak

10

“La İlahe İllallah”. Hicret yayınları, s 62

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


sonrasında büyük bir hızla “İslami” kimliğe

Seyyid Kutub, İslam dünyasının esaret altında

bürünür. Elbette ki bütün direniş hareketlerinin

bulunduğu dönemde acil problemin esaretten

Seyyid Kutub’un istediği gibi olduğunu

kurtulmak olduğunu öngörmüş ve ona

söyleyemeyiz. Ancak direnişin İslami kimliğe

odaklanmıştı. Bu tür meselelerin tartışılmasını

bürünmesinde Seyyid Kutub’un etkisi asla göz

ise zamana bırakmıştı.

ardı edilemez.

“(İslam) toplum(u) meydana gelmeden önce

Günümüze gelindiğinde İslami muhalefet, kimi

fıkıh ve yönetim biçimi ile ilgili hükümler

coğrafyalarda iktidara gelmiş bulunmaktadır;

alanında çalışma yapmak, havaya tohum

kimi coğrafyalarda ise ya iktidar ortağı, ya da

serpmek gibi insanın kendini aldatmasıdır.

güçlü muhalefet konumundadır.

Tohum havada yeşermediği gibi, İslâm fıkhı da

Fakat İslam dünyası bu defa başka bir problemle

boşlukta gelişmez”11 Fakat bugün işte o gündür. İslam dünyasının,

karşı karşıya kalır. Batı kültür ve değerleri dünyaya çok büyük zararlar vermiş, bir sürü toplumsal problemin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İnsanlık acı çekmektedir, adaletsizlik ve zulüm içerisinde kıvranmaktadır. Acil çözüme ihtiyaçları vardır ve çözüm aramaktadırlar. Tam da Müslümanlara

“kurtarıcı” olarak ortaya çıkması gereken gündür. İnsanlığın problemleri için çözüm yolları sunması gereken gündür. Ama Müslümanlar bugün yeni bir tıkanıklık ile karşı karşıya bulunmaktadırlar.

ihtiyaç duyulan tarihi bir an gelmiştir. Ne var

Çözüm ne?

ki Müslümanlar yeni bir tıkanıklık ile karşı

Bugün için yeni olan “tıkanıklık” aslında İslam

karşıyadırlar. İktidarları, iktidar ortaklıkları veya muhalefetleri; kendilerine ideal edindikleri

tarihi için yeni değildir. Bu sorun:

Resulullah dönemindeki gibi bir toplumsal model

Kur’an her şeyiyle evrensel ve her zaman

ortaya çıkaramamaktadır. Yönetime geldikleri

aynı nitelikte bağlayıcı mıdır, yoksa tamamı

toplumların sorunlarını çözememekte ve

veya bir kısmı dönemsel nitelikler taşıdığı

dünyaya örneklik sergileyememektedirler.

için bugün aynı nitelikte bağlayıcı olmaktan

“Kur’an her türlü cevabı içeriyor” şeklindeki

çıkmış mıdır?

slogan bugün için artık yeterli değildir. O

şeklinde özetlediğimiz kadim problemin bugünkü

cevapların somut olarak ortaya konması

versiyonudur.

gerekmektedir. İslam’ın nasıl bir siyaset modeli öngördüğü; bu modelde yöneticinin nasıl belirlendiği, görev ve yetki alanlarının nasıl tanımlandığı, yönetim kurumlarının neler olduğu, bunların birbirleriyle ilişkisinin nasıl

Ve bugün; Kur’an’ın bir kısmının veya tamamının tarihsel, yani gönderildiği döneme mahsus olduğunu savunan Tarihselci ekol’ün bazı önerileri bulunmaktadır.

olduğu ortaya konmalıdır. İslam’ın nasıl bir ekonomik model önerdiği; bu modelde nasıl bir vergi sistemi uygulanacağı; nasıl bir maliye ve muhasebe sistemi takip edileceği; gümrük rejiminin nasıl olacağı; banka, borsa, çek, senet, hisse senedi, tahvil gibi kavramlara yaklaşımın ne olduğu belirlenmelidir. Ve bunun gibi eğitim alanında, sağlık alanında, askeri ve güvenlik alanında vs. nasıl çözümlerin bulunduğu somut olarak ortaya konmalıdır. Fakat Kur’an (ve sünnet ve sahabe uygulamaları vs.) bu sorulara açık cevaplar içermemektedir.

Hermenötik ve Tarihselci ekolün doğuşu Hermenötik, “tercüme etme veya yorumlama” mânâsına gelen Yunanca hermeneutike kelimesinden türemiştir. Yunan tanrılarının sözlerini insanlara tercüme eden ‘tanrı’ Hermes’e dayanır. İnanca göre bu yorumlama veya tercüme işi bir seferlik olmayıp, şartlar değiştikçe, anlayışlar farklılaştıkça ve dil geliştikçe sürekli yenilenir. Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55

11

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

37


Kavram, Orta Çağ’ın sonlarına doğru Avrupa’da

O, Kur’an’ın ahlâkî bir rehberlik belgesi olarak

yeniden ilgi görmeye başlamıştır. O döneme

okunması gerektiği söyledikten sonra şunları

kadar Hıristiyanlar, kutsal kitabı ezberlenmiş bir

ifade eder: “Kur’an her şeyden önce ne bir

öğreti olarak tekrarlayıp duruyorlardı. Kutsal

kanun kitabıdır ve ne de böyle bir amaç

kitapta yazanların yaşanan çağ için ne söylediği,

güder. O kendisini hüden li’n-nas (insanların

o çağ için ne anlamı olduğu tartışılmıyordu. Tam

yol göstericisi) diye adlandırır ve insanlardan,

tersine din; ibadetler, merasimler ve pratikte

koyduğu emirlere göre yaşamalarını ister. Fakat

karşılığı olmayan ön kabuller haline gelmişti.

bu emirler umumiyet itibariyle ve esas olarak

Metin tahlili ve yorum hoş karşılanmıyor,

hukukî olmayıp ahlâkîdirler.”12 “Bu itibarla,

olduğu gibi ezberlenmesi ve teslim olunması

müfessirler ve fakihlerin Kur’an’daki belli emir

isteniyordu.

ve yasakları son derece dikkate alıp ahlâkî

Fakat Orta Çağ’ın sonlarına doğru Martin Luther, “İncilleri okuyarak Hıristiyan inancını yeniden keşfetme”, başka bir ifadeyle “İncili günün diline

ilkelere oldukça az önem vermeleri ve bu ahlâkî ilkeleri emirden ziyade öğüt ya da tavsiye olarak telakki etmeleri esef verici bir hatadır.”13

çevirme” teklifinde bulunur. Böylece İncillere,

Dolayısıyla Fazlur Rahman ahlakın hukuka göre

teolojik prensipler mecmuası değil de, tarihî

öncelenmesi gerektiğini söyler.

ve sosyal şartlara cevap veren bir kitap olarak bakan Protestan mezhebi doğar.

Bu yaklaşımının sebebi Kur’an’daki hükümlerin,

Tarihselcilik, Kur’an’ın hayattaki yeri ve önemine

vahyedildiği düşüncesidir. Bugün aynen tatbik

dair kadim tartışmaların, Hıristiyanlık tarihinde

edilmesinin, indiği dönemde ürettiği sonuçları

yaşanan tartışmaların etkisiyle ortaya çıkan

üretemeyeceğini savunur. Lafza değil, lafzın

yeni boyutudur. Birçok temsilcisi bulunmaktadır.

ardındaki maksada ulaşmak gerektiğini söyler.

Farklı farklı tezler içermektedir. Kur’an’ı Peygamber sözü gibi görüp tamamen dönemsel kabul edenler de bulunmaktadır, evrensel olduğunu kabul edip tarihsel yönler içerdiğini

indiği dönemdeki bir duruma cevap olarak

İki etaplı bir yöntem önerir: Birincisi Kur’an’ı anlamak, ikincisi de yorumlamak... Bu yöntemin, Kur’an’ın mesajını anlamada keyfiliği

söyleyenler de bulunmaktadır.

ortadan kaldıracağını ve mesajın farklı tarihsel

Bu noktada sözü daha fazla uzatmadan,

kavranabileceğini söyler.

Kur’an’dan yararlanma noktasında meydana gelen tıkanıklık ve İslam’ın nasıl öğrenileceği konusunda üzerinde düşünmeye değer bir görüşü paylaşmak istiyoruz. Bu görüş, modernist ekol temsilcilerinden biri olarak görülen (ve kimilerine göre tarihselci olarak da nitelenen) Fazlur Rahman’a aittir. Hakkında fazlasıyla ön yargı bulunan bir ismin görüşlerini örnek göstermek, bazı kimselerin peşinen ilgisiz kalmasına yol açabilir. Düşünürün ismini zikretmeden, kendi ifadelerimizle bu görüşlere yer verebilirdik. Ancak herkesin fikrin gerçek sahibini bilmesinde fayda görüyoruz. (Bütün görüşlerine katılmamakla birlikte), düşünürün bu noktada fikirlerini önemli ve değerli buluyoruz Fazlur Rahman “İslâm ve Çağdaşlık” adlı

şartlarda uygulamaya imkan verecek şekilde

İlk etapta bugünden Kur’an’ın vahyedildiği döneme gidilerek her ayet kendi tarihselliği içinde anlaşılacaktır. Böylece ayetlerdeki özel hüküm ve buyruktan, vahyin genel ilke, değer ve hedeflerine ulaşılır. Bu anlama sürecidir. İkinci etapta ise nüzul döneminden modern zamana dönülür, Kur’an’ın temel gaye ve idealleri doğrultusunda “şimdi’nin soru ve sorunlarına cevap üretilir. Bu da yorumlama ve tatbik sürecidir. Fazlur Rahman, bu ikinci etabın, yani Kur’an’daki temel hedef ve maksatların bugünkü özel problemlere nasıl tatbik edileceğine ilişkin yorumların öznellik riskine açık olduğunu kabul etmekle birlikte anlama sürecinde nesnelliğin imkânına inanır.14 Fazlur Rahman. Allah’ın Elçisi ve Mesajı Makaleleri, çev.

12

eserinde farklı bir tefsir yöntemi önermektedir.

Adil Çiftçi. Ankara 1997. s. 110. Fazlur Rahman. Allah’ın Elçisi ve Mesajı, s. 55.

13

Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık, çev. Alpaslan

14

38

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Fazlur Rahman’ın önerdiği bu yöntem aslında

gösterici istikametler gösterilmiştir. Bunun

içtihadın işlerlik alanını maksimize etmeyi

nedeni de etkin olmak amacındaki hiçbir

hedeflemektedir. İslâm hukuk tarihinde içtihat,

ıslahatçının gerçek durumu görmezlikten

genellikle nassın suskun kaldığı alanlarda

gelemeyeceği ve sırf hayali bir takım buyruklar

işletilmiştir. Fazlur Rahman ise içtihadı; “kural

vazedemeyeceğidir. Bununla birlikte sonraki

içeren bir nassın veya geçmişteki emsal bir

Müslümanlar Kur’an’ın ortaya koyduğu bu yol

durumun manasını anlama ve o kuralı bugüne

gösterici istikametleri gözetmemiş ve gerçekte

hitap edecek şekilde teşmil, tahsis ya da aksi

onun amaçlarına ket vurmuşlardır.

halde tadil ederek değiştirme çabası”

15

olarak

tanımlar ve içtihadı nassın konuştuğu yerlerde de işletmeyi önerir. Çünkü ona göre Kur’an ve Sünnet ele aldıkları her konuda son adımı atmış değildir. Bu yüzden, Kur’an ve Sünnet’in adımlarını Müslümanların atacakları yeni

Kur’an’ın kölelik müessesesini ele alışı, aile müessesesini ele alışı ile paralellik göstermektedir. Bir ilk çözüm olarak Kur’an, hukuki sahada kölelik müessesesini kabul etmektedir. Başka seçenek de mümkün değildir,

adımların izlemesi gerekir.

çünkü kölelik toplumun bünyesinde iyice

Kur’an’daki yasama ruhu, hürriyet ve

kaldırılması, çözümü mutlak surette imkansız

sorumluluk gibi esaslı beşeri değerlerin

olan birtakım sorunların doğmasına yol açmış

(ihtiyaçlara göre) yeni bir yasama biçimine

olurdu. Sadece bir hayalci böylesine hayali bir

bürünmesi şeklinde açık bir yön çizer.16

ifadede bulunabilir. Fakat aynı zamanda köleleri

Resulullah zamanındaki fiili yasama o sırada

azat etmek ve köleliğin ortadan kalkmasını

mevcut olan toplumu, başvurulacak bir örnek

sağlayacak bir ortamı oluşturmak için her türlü

olarak kısmen kabul etmek zorunda kalmıştır.

hukuki ve ahlaki çaba gösterilmiştir. “Köle azat

Mesela kadınlar ve kölelik meseleleri bu

etmek” bir erdem olarak sadece övülmekle

nitelikteki örneklerdir. “Kur’an kadının durumunu

kalmamış; fakiri ve yetimleri doyurmakla

bir kaç yönde büyük ölçüde düzeltmiştir. Fakat

birlikte, köle azat etmenin, insanın geçmesi

bunlardan en temelli olanı, kadına tam bir kişilik

son derecede lüzumlu bir “sarp yol” olduğu da

sağlanmış olmasıdır. Karı-kocanın birbirlerinin

belirtilmiştir (Beled 90/10-16). Nitekim Kur’an

‘elbiseleri’ olduğu belirtilmiştir: Erkeğin karısı

Müslümanlara; eğer bir köle, kendi durumuna

üzerindeki hakları, kadına aynen tanınmıştır;

göre saptanacak bir meblağı taksitle ödemek

ancak erkek, ailenin geçimini sağladığı için, daha

suretiyle kendi hürriyetini kazanmak isterse,

üstün bir durumdadır. Sayısız kadınla evlenme

sahibinin böyle bir akde izin vermek zorunda

kesin bir şekilde kurala bağlanmış ve eşlerin

olduğunu, onu reddedemeyeceğini kesinlikle

sayısı dörtle sınırlandırılmıştır, ancak buna; eşler

belirtmiştir: “Kölelerinizden hür olmak için

arasında adaleti sağlayamayacağı korkusu içinde

bedel vermek isteyenlerin, onlarda bir iyilik

ise, sadece bir tek kadınla evlenmesi gerektiği

görürseniz, bedel vermelerini kabul edin.

şartı getirilmiştir. Bütün bunlara “adil hareket

Onlara Allah’ın size verdiği maldan verin.

etmeye ne kadar uğraşsanız, kadınlar arasında

Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek

adaleti hiçbir zaman sağlayamazsınız” (Nisa

için, iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa

3/129) şeklindeki genel ifade eklenmiştir. Bu

zorlamayın. Kim onları buna zorlarsa, bilsin

beyanların genel mantıki sonucu, normal şartlar

ki, Allah hiç şüphesiz onu değil, zorlanan

altında çok kadınla evlenmenin yasaklanmasıdır.

kadınları bağışlar ve merhamet eder” (Nur

Buna rağmen daha önceden mevcut olan bir

24/33) Burada da biz yine Kur’an’ın takındığı

müessese olarak çok kadınla evlilik hukuki

tutumla ilgili açık mantığın tarihin gerçek seyri

sahada kabul edilmiş; ancak zamanla sosyal

içinde Müslümanlarca göz önüne alınmadığı

şartlar daha uygun bir hale geldiğinde tek

bir durumla karşı karşıyayız. Kur’an’ın, “eğer

kadınla evliliğin tesis edilebilmesi için açık yol

onlarda bir iyilik görürseniz” şeklindeki sözleri,

kökleşmişti. Onun bir gecede tamamıyla ortadan

doğru bir şekilde anlaşıldığı takdirde, sadece Açıkgenç-M. Hayri Kırbaşoğlu. Ankara 1990, s. 72-82.

şu anlama gelir: Eğer bir köle geçimini temin

Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık, s. 77

etme gücünden yoksunsa, azat edilse bile, onun

15

Fazlur’rahman. İslam. Kur’an.

16

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

39


kendi ayakları üstünde durması beklenemez;

yeni adımların izlemesi gerekir” şeklindeki

dolayısıyla onun hiç değilse efendisinin

yaklaşımına tamamen uygundur.

himayesine sığınması daha iyi olabilir.”

17

Bugün İslam’ın tarih sahnesine yeniden dönebilmesi, Hz. Ömer’in uyguladığı ve Fazlur

Sonuç

Rahman’ın formülize etmeye çalıştığı Kur’an

Fazlur Rahman’ın Kur’an’ı iki aşamalı okuma önerisi, İslam tarihi boyunca birbirine karşı saf tutmuş iki bakış açısını bir arada buluşturan bir öneridir. Ne Kur’an’ın hayattaki yerini ve bağlayıcılığını hafife almakta, ne de aklı ve içtihadı (yani yorumu) devre dışı bırakmaktadır. Bir yandan aklı işlevselleştirip

yaklaşımıyla mümkün olabilecektir. Aksi takdirde din: - Ya teolojik bazı kabullerden ve bunların sonucu olan; emir, nehiy ve ibadetlerden ibaret olarak kalacak - Ya da her şeyi eleştirip dışlayan, ama hiçbir

insanı sorumluluğun merkezine çekerken,

konuda çözümü olmayan bir tavır içine

bir yandan da nassın (Kur’an’ın) rehberliğini

sıkışıp kalacaktır.

pekiştirmektedir. Böylece “Kur’an kıyamete kadar bağlayıcıdır ve tek rehberdir” diyen Ehl-i Sünnet’in hassasiyetlerini de; “Kur’an vahyedildiği dönemin şartlarından kaynaklanan hüküm ve ifadeler içerir; bunlar, Kur’an’ın temel mesajına uygun bir şekilde zamana göre yeniden yorumlanmalıdır” diyen Mu’tezile ve ardından gelen ekollerin hassasiyetlerini de dikkate almaktadır. Ama öte taraftan; Kur’an mesajının bin dört yüz sene önceki

İnsanlığın kurtuluşu olan din, “kurtarıcı” vasfını asla kazanamayacaktır. Hem de bütün insanlık çaresizlik içinde bocalamaya başlamışken... Hem de bir kurtarıcıya en fazla ihtiyaç duyulduğu dönemlerin birisinden geçiliyorken... Artık silkelenmenin vakti çoktan gelmiştir.

toplumsal şartlara sıkışıp kalması sonucunu

***

doğuran yaklaşımın da; Kur’an mesajını değersizleştirerek evrensel değerlerin sürekliliği sorununa yol açan yaklaşımın da olumsuzluklarını gidermektedir. Ayrıca bu öneri, aynı zamanda İslam tarihinde karşılığı olan bir öneridir. Değişen şartlar karşısında ganimetler konusundaki uygulamaları değiştiren, karşılaşılan bazı sorunlar sebebiyle mehri

İslam’ın hayat sahnesine tekrar dönmesi için, İslam’ı kimden nasıl öğrenileceği sorusuna cevap aramaya çalıştık. Ancak bundan sonra cevaplanması gereken çok önemli bir soru daha bulunmaktadır: “İslam günümüz dünyasına ne önermektedir?” Bu soruyu da takip eden makalede tartışacağız.

kaldırmayı teklif eden ama hesap etmediği bir yön kendisine hatırlatılınca önerisini geri çeken, kalpleri İslam’a ısındırılanlar (müellefe-i kulub) konusunda farklı bir tutum sergileyen

- BİTTİ -

Hz. Ömer, tam da Fazlur Rahman’ın anlatmaya çalıştığı şeyi yapmıştır. Hz. Ömer’in uygulamalar karşısında benimsemiş olduğu yaklaşım tarzı, Fazlur Rahman’ın; “Kur’an’daki yasama ruhu daha adil olana doğru bir yön izler. Kur’an ve Sünnet ele aldıkları her konuda son adımı atmış değildir. Bu yüzden, Kur’an ve Sünnet’in adımlarını Müslümanların atacakları Fazlur’rahman. İslam. Kur’an

17

40

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Dosya: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?

Makale 2 / Bölüm 2 :

İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor? Nuri Yılmaz Hayat uzun bir yol gibidir, sürekli farklı ortamlardan ve farklı şartlardan geçer. Ortam ve şartlar değiştikçe problemler de, ihtiyaçlar da değişir. Bir duraktaki ihtiyaçları karşılayan fikirler, bambaşka şartların olduğu bir sonraki durakta işe yaramaz hale gelebilirler. Hatta bizzat kendileri problemin sebebi haline dönüşebilirler. Bu durum, sıcak ortamın ihtiyaçlarını herkesi memnun edecek şekilde karşılayan bir tecrübenin, soğuk ortamda ısrarla sürdürülmesine benzer; ne kadar mükemmel olursa olsun şartların değişmesi onu işlevsiz kılmıştır. Yeni şartları karşılayacak yeni fikirlere

uymayan bir din midir? Bugüne kadar hep İslam’ı küçümsemek maksadıyla gündeme getirilen bir sorunun, bugün bizim tarafımızdan da gündeme getiriliyor olması yadırgatıcı bulunabilir. Ve peşinen “İslam evrensel bir dindir. İlk insandan itibaren insanlığa rehberlik etti ve kıyamete kadar da insanların dertlerine şifa olmaya, sorunlarını çözmeye devam edecektir” diye tepki gösterilebilir. Ancak bu tarz bir cevap sadece sorunu görmezden gelmek anlamı taşır. Halbuki biraz durup düşünüldüğünde İslam’dan ne

ihtiyaç vardır.

anlaşıldığına bağlı olarak, bu sorulara verilecek

Hayat görüşleri, yani dinler; insanlığın

açıkça ortaya çıkar.

cevapların da farklılık göstermesi gerektiği

problemlerini çözüp ihtiyaçlarını karşılayarak, onlara mutlu bir yaşam sağlamak için vardırlar. Hayatın içine girdikleri oranda “eskime” ve “zamana ayak uyduramama” tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Çoğunun ömrü bir veya birkaç nesil sürer. “Bin yıl sürecek” iddiasıyla kurulup, beş-on sene gibi kısa bir süre içinde kaybolan

Mesela din (yani İslam) deyince; belli zamanlarda yerine getirilen ibadetler ve hayatın sınırlı alanlarını ilgilendiren emirler ve nehiyler anlaşılıyorsa; o zaman nasıl bir rehberlikten bahsedebiliriz? Böyle bir din insanlığın hangi derdine derman olabilir, hangi sorunlarını

sistem ve düzenler de olmuştur.

çözebilir? Böyle bir din eskimese ne olur?

Peki, İslam da böyle midir?

Oysa bu din algısı, İslam’ı Hıristiyanlık ve

1400 sene önce inmiş ve bugünün şartlarına

bir algıdır. İslam yeryüzünde mutluluğu tesis

Yahudilik ile aynı niteliğe büründüren yanlış

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

41


etmek için gelmiştir; zulmü, kötülüğü, haksızlığı

Cehalet içerisindeki Arabistan’da İslam

ve ahlaksızlığı ortadan kaldırmayı, yerine

insanlığa ne öneriyordu?

adaleti, hakkı, hukuku ve ahlakı tesis etmeyi hedefler. Fakat ne yazık ki İslam, bin yılı aşkın bir süredir gerçek misyonunu tam olarak gerçekleştiremiyor. Belli yönleriyle etkilediği toplumlar olmuştur; etkilediği toplumla diğerleri arasında (etkinin boyutuna bağlı olarak) önemli farklar meydana getirmiştir. Ama neredeyse yüzyıldır böyle bir rol de oynayamıyor. O zaman kaçınılmaz olarak yukarıdaki sorular devreye giriyor: Ne oldu? Ne oldu da İslam artık toplumların yaşantısında belirleyici değil? Batı kaynaklı beşeri değerler karşısında niye bir şey öneremiyor? Yoksa İslam’ı hafife alan kimselerin dediği gibi mi oldu; İslam artık çağa ayak uyduramıyor mu? Gelişen ve değişen şartlara cevap veremiyor mu?

İslam’ın son olarak insanlığa gönderildiği ortam; putperestlik, kabile asabiyeti, ilaf1, faiz ve fuhuş kavramları üzerine oturan düzenin hakim olduğu bir dönemdi. Kabilecilik toplumun yazılmamış anayasası, putperestlik ise toplumun benimsenmiş dini idi. Herhangi bir kabileye mensup olmayanın veya kendi kabilesi sınırları dışında bulunanın, can, mal ve namus emniyeti kalmazdı; bu yüzden herkes bir kabile boyunduruğuna mecburdu. Putlar ise kendi başına konuşamaz, güçlüler tarafından konuşturulurdu; dolayısıyla gücü elinde bulunduran otorite ilahi bir destek kazanmış olurdu. Güçlüler, civar ülkelerle yaptıkları ticaret

Biz bu sorulara peşinen; “hayır! Asla!” diye cevap vereceğiz.

anlaşmaları (ilaf) vasıtasıyla daha da güçlü hale gelmişlerdi. Arabistan şartları tarım ve hayvancılık ile geçime imkan vermediği için

Aslında, çağı kuşatamama; günün insanına hitap

insanlar güçlülerden borç alarak geçinmeye

edememe; problemler, sorunlar ve ihtiyaçlar

çalışırdı. Ama aldıkları borcun faizini bile

karşısında bir şey önerememe problemleri

ödeyemez ve faiz girdabından kurtulabilmek

yaşanmaktadır. Fakat bu problemlerle yüz yüze

için, ya kendilerini ya da bir yakınını köle olarak

bulunan İslam değil, onu yeterince anlayamayan

vermek zorunda kalırlardı. Borca karşılık köle

Müslümanlardır. Uzun bir tarihin ardından

olan erkekler işçilik veya askerlik yapar, köle

İslam, Müslümanların zihnindeki belli kalıplara

olan kadınlar ise genelevlerde çalıştırılır, putları

hapsolmuş, dinamizmini yitirmiştir. Ve artık

ziyarete gelenlere ikram edilirlerdi.

insanlığa verecek bir şeyi kalmamıştır.

Toplumun beşte dördüne ulaşmış köle nüfusu

Eğer İslam’ın günümüz dünyasına ne önerdiğini

için bu düzen, kurtulması imkansız bir cendereyi

keşfetmek istiyorsak, kilit soru şu olmaktadır:

andırıyordu. Doğa şartlarının ve düzenin

İslam nedir?

kuşatması altında, zalime boyun eğmekten

Bugün bu soru üzerine yeniden düşünmek, İslam’ın ne olduğunu yeniden keşfetmek ihtiyacı hasıl olmuştur. Bu soruya doğru cevap

başka yol gözükmüyordu. Feryatlarını, acılarını, isyanlarını ve gözyaşlarını içlerine akıtmaktan başka çareleri yok gibiydi.

vermeden İslam’ın günümüz dünyasına ne

İşte böyle bir ortamda İslam insanlığa

önerdiğini de doğru tespit edemeyeceğimiz

zulmü ortadan kaldırmayı vadetti. Zalimlere

fikrinden hareketle, bu makalede;

meydan okudu. Adaleti tesis etmeyi ve

- Önce farklı İslam anlayışlarının hangi şartlarda ortaya çıktığına bir göz atmayı - Sonra da bugün nasıl anlaşılması gerektiği

böylece; güçlünün zayıfı ezmemesini, zenginin fakiri sömürmemesini önerdi. Bunu gerçekleştirebilmek için de önce haksız yollarla Ahid, antlaşma ve talebe binaen verilen beraat.

1

konusuna, gücümüz nispetinde katkı

“Kureyş’in ilafı; Kış ve yaz yolculuklarında güvenli

yapmayı hedefliyoruz.

seyahat etmelerini (ve böylece güvenli ticaret yapmalarını) sağlayan anlaşmalar sebebiyle, bu evin Rabbi için çalışıp kulluk etsinler. Ki O (böylece), kendilerini açlıktan doyurmuş ve korkudan emin kılmıştı.” (Kureyş suresi)

42

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


kurulan düzeni bozdu. Ardından da; yönetimin

Sonraki süreç

zulüm mekanizmasına dönmemesi, servetin ezici bir güce dönüşmemesi, ahlaksızlığın bir toplum düzeni haline gelmemesi için yollar gösterdi.

Hariciliğin ortaya çıkışı Hariciliğin ortaya çıkışı, bedevi kültürünün

Resulullah’ın ve Kur’an’ın öncülüğünde bütün vaatleri bir bir gerçekleşti. Bu dönemde yaşayan Müslümanlar için “İslam nedir?” sorusu, cevabı gayet basit bir soru idi ve “işte bu gördüğün!” denmesi yeterliydi. Parça parça ve gerektikçe indirilen Kur’an; sanki onların sorunlarını çözmek ve sanki onların ihtiyaçlarını karşılamak için gönderiliyormuşçasına yakın ve canlı idi. Bu yüzden, “İslam” dendiği zaman, Kur’an’da ortaya konmuş olan evrensel değerler ve bu değerler üzerine bina edilen o günkü uygulama

beslediği “tepkisel” bir çıkış olmakla birlikte, uygulamanın evrenselleştirilmesinin yol açtığı sıkıntıların da ilk örneklerindendir. Hz. Osman döneminde başlayan ve Hz. Ali döneminde devam eden iç karışıklıklar, Müslümanları birbirleriyle savaşma noktasına getirmişti. Gerçi Resulullah’ın son dönemlerinde ve Hz. Ebubekir’in hilafeti sürecinde isyan eden kabileler ile savaşlar olmuştu. Fakat Müslümanların birbirleriyle savaşa tutuşmaları (Cemel, Sıffin) ilk defa oluyordu. Yani öncekilere göre yeni bir durumdu.

birlikte anlaşıldı. Günün şeriatı ile Allah

Bu yeni durumun kendisine has fıkhı ve söylemi

tarafından vahyedilmiş olan din arasında (doğal

olması gerekirken, Hariciler; meseleye tamamen

olarak) bir fark görülmedi.

yüzeysel ve şekilsel bir bakış açısı getirmişlerdir.

Hz. Ömer’in, hakkında hüküm bulunan konularda sergilediği yaklaşım tarzı bize; o dönemin önde gelen isimleri tarafından uygulamanın evrenselleştirilmediğini, tam tersi “değişebilir” görüldüğünü ve değiştirildiğini

Sanki Müslümanlar ile kafirler savaşıyormuş gibi; düşüncelerine uymayan Müslümanları en uç niteleme sıfatı olan “kafir” kavramı içerisine sokmuşlar, ardından da aynı uç yaklaşımla “İslam” kavramını tanımlamışlardır.

gösterir. Birinci makalede bu konu üzerinde

Hariciliğe göre iman, Allah’ın kullarına farz

durulmuştur. Fakat gelişen tarihi olaylar, Hz.

kıldığı şeylerin hepsini yapmaktır. Günah işlemek

Ömer gibi öncülerin yeterince anlaşılamamasına

suretiyle Allah’a isyan eden kimse müşrik olur

ve ilk dönem doğal olarak ortaya çıkan

ve cehennemde ebediyen kalır.2 Hariciliğin farklı

yaklaşımın evrenselleştirilmesine sebep

ekolleri şu görüşler üzerinde ittifak etmişlerdir:

olmuştur. Nakil kültürü aracılığıyla o dönem, sonraki nesillere aynen taşınmaya çalışılmıştır. Fakat bu mümkün olmayan çaba beraberinde büyük bir sorunu doğurmuştur: - Şartların ve gelişmelerin dayatmasıyla yeni yeni fıkıhlar oluşmuş - Ne var ki bu değişikliklere Kur’an’dan veya sünnetten deliller getirilmiş

a. Mü’min muttaki olandır, büyük günah işleyen kafir olup ebedi azaba müstahaktır. b. Osman, Ali ve taraftarları kafirdir. c. Zalim imama karşı başkaldırı vaciptir3. Haricilerde iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak ilkesi, görüşlerinin temeli durumundadır. Fakat bu ilke sadece zalim idareciye karşı değil, (kendi görüşlerine göre)

- Kur’an ve sünnetle delillendirilebilen her

münker işleyen fertlere karşı da uygulanmış,

değişiklik ise “İslam” olarak görülmeye

hatta masum çocuk ve kadınları katletmek bu

devam etmiştir.

ilke ile meşrulaştırılmıştır.

Böylece herkes kendi görüşünü İslam ile özdeş olarak görmeye başlamış, farklı farklı İslam

2

tanımları ortaya çıkmıştır.

3

Eş’ari, Makalat (H.Ritter Neş.) s.110 Muhammed Ammâra, Mu’tezile ve İnsanın Özgürlüğü Sorunu (çev. Vahdettin İnce), İstanbul 1998, s. 67.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

43


Mürcie

imanlı bir kimseye de günahları zarar vermez.

Haricilerin keskin çıkışları ve Cemel ile Sıffin

Mürcie’nin iman tanımı, tekfirci harici yorumuna

savaşlarında taraf olanları “büyük günah”

karşı bir tepkidir. Ancak, Müslüman veya kafir

işlemekle suçlayıp kafir ilan etmeleri,

olmayı, ayetlerin lafzından hareketle belirlenmiş

Müslümanlar arasında “büyük günah” ve

sloganik söz ve tavırlara indirgeyen bir aşırılığın

“iman” üzerine tartışmalar yaşanmasına sebep

karşısına; zulmü, haksızlığı ve adaletsizliği

olmuştur.

görmeyen bir İslam anlayışı çıkarmışlardır.

Haricilere karşı Emevilerin desteklediği görüş Mürcie fırkasının görüşüdür. Mürcie, ilk çıkışı itibariyle aslında iyi niyetli bir arayıştır. Hz. Osman döneminde başlayan olaylar karşısında suskunluğu ve kenarda durmayı tercih eden Müslümanlar arasında gelişerek ortaya çıkmıştır. Onlar tavırlarını, şu hadise dayandırıyorlardı: “Hz. Peygamber, ‘ileride bir takım fitneler kopacak, o zamanda oturan, yürüyenden daha hayırlıdır, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Bu fitneler koptuğu zaman kimin devesi, koyunu varsa ona baksın, kimin arazisi varsa ona sarılsın’ dedi. Bunun üzerine bir adam sordu: ‘Yâ Resûlullah devesi, koyunu arazisi olmayan ne yapsın?’ Hz. Peygamber: ‘Kılıcını eline alsın, onun keskin yüzünü bir taşla ezsin, sonra eğer kurtulabilirse kurtulsun.’ dedi”4 Böylece onlar, Hz. Osman zamanında ortaya çıkan ve onun ölümüyle sonuçlanan olaylara müdahale etmekten çekinmişlerdir. Cemel’de ve Sıffin’de tarafsız kalmayı tercih etmişlerdir. Haricilerin aksine, hangi tarafın haklı olduğu konusunda kesin bir hükme varmayıp, kararı Allah’a havale etmişlerdir. Fakat Emeviler döneminde başlayan tartışmalar ve Emevilerin bilinçli müdahaleleriyle, bu iyi niyetli tavırdan bir ekol doğmuştur. Ve Emeviler,

böylece atılmış olmaktadır. Bu anlayış yine Emevi destekli bir başka ekol olan Cebriyye ile bir araya gelince, İslam tamamen itaatkar hale gelmiş, adaleti gerçekleştirmeyi ve zulmü ortadan kaldırmayı hedefleyen yönü tamamen yok olmuştur. Cebriyye, insanın yaptığı işlerde bir tercihinin olmadığını, yaptığı işleri zorunlu olarak yaptığını savunur. Yani insan mecburdur; yaptığından başkasını yapmaya gücü yoktur; yaprağın rüzgarın önünde savrulması gibi insanın yaptığı işleri de Allah takdir eder. İnsan sadece Allah’ın belirlediği kadere göre yaşar. İbadeti de günahı da, elinde olmaksızın işler. Mu’tezile Resmi din bu yönde şekillenmeye başlamışken, bu söyleme devrimci bir itiraz Mu’tezile’den yükselmiştir. Mu’tezile iman konusunda ne hariciler gibi keskin (tekfirci) bir yaklaşım benimsemiş, ne de Mürcie gibi her şeyi mübah gören bir tavır içerisine girmiştir. “Büyük günah işleyen ne mü’min ne kâfîrdir. İman ile küfür arasında bir noktadadır (el-menzile beyne’lmenzileteyn). Eğer tevbe etmeden ölürse ebedi

“olaylara müdahale etmeme, karışmama” tavrını

olarak cehennemde kalır”6 demiştir.

dinileştiren bu ekolü fazlasıyla kullanmıştır.

Bu anlamda Mu’tezile amel ile imanın bir arada

Zaman içinde değişik Mürcie kolları oluşmasına rağmen bütün kolların üzerinde anlaştıkları iman tarifine göre; Allah’a iman, Allah’ı bilmektir.5 Allah’ın birliğine inanmış bir kimsenin büyük günah işlemiş olması, onun imanına zarar vermez, o kişi yine de mü’min kalır. “Allah’tan başka ilah yoktur” diyen herkes cennete gidecektir. İnanmayan bir kimsenin yaptığı iyiliklerin kendisine bir fayda sağlamaması gibi, Ebu Bekre’den rivayet edilmiştir

4

Eş’ari, Makalat (H.Ritter Neş.) s.132.

5

44

Dinin “inançtan” ibaret görülmesinin temelleri

bulunmasını gerekli görmüştür. Mü’min ile kafir’in özelliklerini ortaya koyarken “mü’minin özelliği bütün bir imandır, kafirinki ise mutlak bir küfürdür” demiştir. Büyük günah işleyerek imanın bütününden çıkan bir şahıs iman ile küfür arasındaki “fısk” noktasında olur. Şayet ölünceye kadar günahından dönüp tövbe ederse, imanını kazanabilir ve temelli cehennemde kalmaz; ama tövbe etmezse, o zaman küfre varmış olur ve ebedi cehennemde kalır. Kadı Abdülcabbar, Şerh, s. 295 vd., Şehristânî, Milel,

6

1/62; Ebû Zehra, Mezhepler Tarihi, s. 177

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Mu’tezile kader konusunda ise “insanın olaylar

gibi olaylara imza atarken; Zeyd b. Ali, Yahya

üzerinde hiç bir rolü yoktur. Her şey Allah

b. Zeyd, Muhammed b. Ali gibi Zeydi liderler ise

tarafından takdir edilmiştir” diyen Cebriyye’nin

devrin iktidarlarına karşı isyan etmişlerdir.

tam zıddı bir görüş benimsemiştir. Ona göre “Allah adildir ve adaletinin bir gereği olarak bütün fiilleri de iyilik yönündedir. Kullarının hayrına olanı yaratır. İnsan ise fiillerinde serbesttir. İmtihanın bir gereği olarak kendi

Şia’nın İslam tanımı, “nübüvvet ve imamet” ilkesiyle Mu’tezile’den ayrılır. Ne var ki bu ilke “kayıp imam” teorisiyle birleşince, zaman içerisinde çok ciddi bir fark doğmasına yol

fiillerini kendisi oluşturur.”

açmıştır. Meşru imam karşısında sessiz ve

Mu’tezile’nin İslam tanımı: “1) Tevhid, 2) Adalet,

ise; “kayıp imam gelene kadar zaten hiçbiri

3) Va’d ve vaid (cennet ve cehennem) 4) el-

meşru olmayacak” anlayışından dolayı, tepkisiz,

menzile beyne’l- menzileteyn, 5) Emr bi’l-Ma’ruf

kayıtsız bir din anlayışı doğmuştur. Yani Şia’nın

ve’n-Nehy ani’l-Münker” olmak üzere beş temel

İslam anlayışı, peşinen zulmü kabullenmiştir.

ilkeyi içerir. (Değişik görüşler olmakla birlikte)

Bu durum 1979 yılında gerçekleşen İran İslam

Bu meseleler hakkındaki bakış açıları Vasıl b.

Devrimi’ne kadar sürmüştür. Devrimin öncüleri

Ata tarafından ifade edilmiş, sonraki dönemlerde

“imam gelecek ama biz beklemeyeceğiz”

öğrencileri tarafından Usûlü’l-Hamse ismiyle

diyerek ve “velayet-i fakih” teorisini geliştirerek

ilkelere dönüştürülmüştür.

zalim yöneticilere müdahalenin önünü

Mu’tezile’nin İslam tanımlamasında dikkat çeken iki önemli husus vardır. Birincisi, ibadetlerden ibaret bir din değil, tam tersi; tevhid, adalet ve maruf kavramlarıyla hayatın içerisinde yaşayan ve iddiası olan bir din anlayışı göze çarpar. İkincisi ise topluma; hayra çağırma, iyiliği emretme, kötülüğü yasaklama gibi aktif bir sorumluluk yükler. Böylece toplum (veya birey) ile İslam arasında vicdanları veya ibadetleri aşan bir köprü kurulmuş olur. Hayata dair hedefleri ve bu hedefleri gerçekleştirme iddiası olan bir din ve bu hedefleri hayata geçirmekle mükellef dinamik bir toplum ortaya çıkar.

itaatkar, meşru olmayan yönetimler karşısında

açmışlardır. Ama bu teori, kayıp imamın “zalim” vekiline karşı ne yapılacağı sorusuna çözüm içermemektedir. İmamın yerine vekilini koyarak pratik hayata müdahalenin önünü açmış ama imama olduğu gibi vekiline itaati de farz saymıştır. Vekile isyan da Allah’a isyan gibi anlaşılmaya devam etmektedir. Ehli Sünnet anlayışının doğuşu İslam tarihinde ortaya çıkmış farklı görüş ve ekoller içerisinde, günümüze kadar gelen en büyük ekol Ehli Sünnettir. İslam tarihine rengini verdiği gibi günümüz İslam anlayışlarında da az veya çok izi vardır.

Şia

Ehli Sünnet imamları farklı eğilim ve

İyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak

düşüncelerin birbirleriyle çekiştiği ilk dönemlerde

ilkesine önem veren bir diğer ekol, öğretisini

“orta yol” çizgileriyle dikkat çekerler. Sosyolojik

“imamet” inancı üzerine kuran Şia ekolüdür.

bir olgu olarak uç fikirler daha az taraftar

Şia içerisinde İmamiyye ve Rafizi kolu, imamın

topladığı için, mutedil orta yol çizgisi halkın

masum olduğu görüşünden hareketle, ilkenin

teveccühünü daha fazla kazanmıştır. Halkın

zâlim devlet başkanına karşı uygulanmasına

çoğunluğunun ilgisini çeken yönetici otoritenin

karşı çıkmıştır. Ve bu sorumluluğun sadece dille

de ilgisini çektiği için, çıkar amaçlı yönlendirme

yerine getirilmesini savunmuştur. İsmailiyye ve

faaliyetlerinin üzerinde yoğunlaştığı ekollerden

Zeydiyye ekolü ise ilkeyi daha fazla önemsemiş

birisi de Ehli Sünnet ekolü olmuştur. Yönetici

ve zalim idareciye karşı ayaklanmanın

otoritenin başarısıyla birlikte ise “devlet destekli

gerekliliğini savunmuştur. İsmailiyye mensupları,

dini söylem” bu ekol üzerinden devam etmiştir.

Fatımi ayaklanması, Karamite hareketi, Zenc

Zaten ekolün tarihi başarısının arkasında yatan

hareketi, Hasan Sabbah’ın Selçuklu devleti

temel etkenlerden birisi de budur.

döneminin adamlarına yaptırdığı terör eylemleri

Hz. Osman döneminde başlayıp Emeviler

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

45


döneminde devam eden toplumsal kargaşa,

Sünnet imamlarından Ahmed b. Hanbel, imanı;

ümmetin birlik ve dirliğini önceleyen Ehli Sünnet

inanmak ve amel olarak tanımlamıştır. Ona göre

imamlarının, iman konusunda Mürcie’ye yakın

iman, iyi amelle artar, kötü amelle de eksilir;

bir çizgiyi sürdürmelerine sebep olmuştur. Ebu

kişi imandan çıkabilir ama İslam’dan çıkmaz;

Hanife, Eş’ari ve Maturidi de dahil olmak üzere

tevbe edince yeniden imana döner.

Ehli Sünnet’in önde gelen birçok imamı, “dil ile söylemek, kalp ile tasdik” şeklindeki iman tanımı üzerinde uzlaşmaktadır. Fakat Mürcie’den farklı olarak, “Tevbe” kavramı söylemlerinde önemli bir yere sahiptir. Her günahı meşru gören bir tutum sergilemeyip; günahı günah sayan ama her türlü günahın tevbe ile affolunacağını kabul

İslam’ı ibadetlere ve hayatın sınırlı alanlarındaki emir ve nehiylere indiren din anlayışı ile birleşince, sadece taassubu körüklemiştir. Katı bir din anlayışının ortaya çıkmasına sebep olmuş, zamanla tekfirci mantığı beslemiştir. İbn

eden bir yaklaşım sergilemişlerdir.

Teymiyye’nin tevhid cümlesine yaptığı vurgu;

Bu iman tanımı “dışlamayan kucaklayan” bir

durumu değiştirmeye yetmemiştir. Çünkü İbn

yaklaşım tarzı olarak, belki o gün şartlara

Teymiyye’nin söyleminde yönetici otoriteyle ilgili

denk düşmekte ve sorun çözmekte idi. Ancak

yön boşlukta kalmıştır. “Zalim bile olsa, şeriatı

mezheplerin doğması ve “inanç kuralları” olarak

uygulayan yöneticiye itaat” şeklinde formülize

sonraki nesillere aynen aktarılmasıyla birlikte

ettiği siyaset fıkhı sebebiyle, İslam’ın; hayata

yıkıcı bir etki oluşmuştur. İslam’ın; Allah ile kul

müdahil ve hayatın içinde yaşayan bir din olarak

arasında kalan bir inanç veya hayatın sınırlı

algılanması mümkün olmamıştır.

alanlarındaki bazı emir, nehiy ve ibadetler olarak algılanmasına sebep olmuştur. Hayattaki yeri itibariyle Hıristiyanlık veya Yahudilikten farkı olmayan bir din anlayışı doğmuştur. Bu din anlayışı, Ehli Sünnet’in İslam tanımlamasına

şirke ve zulme karşı çıkan söylemi bile bu

Bu konudaki en ezber bozan yaklaşım yirminci yüzyılda yaşamış olan Mevdudi ve Seyyid Kutub’a aittir. Mevdudi, İbn Teymiyye’nin tevhid tanımındaki boşluğu giderecek tarzda; yoldan

bakıldığı zaman açıkça görülebilir.

çıkmış zalim yöneticilerin durumunu “uluhiyyet

Ehli Sünnet’in İslam tanımlamasının temelini,

İslam’ın bir kuru inanç veya ibadetler değil,

“İslam nedir” diye soran birisine karşı

bir hayat nizamı olduğunu; hayatın bütün

Resulullah’ın verdiği cevabı içeren Cibril hadisi

alanlarında ortaya çıkan problemlere dönük adil

oluşturur. Bu hadisten yola çıkarak İslam; “1-

çözümler içerdiğini ortaya koymuştur. İslam

Kelime-i şehadet getirmek, 2- Namaz kılmak,

görüntüsüyle bile ortaya çıksa zulme karşı

3- Zekat vermek, 4- Hacca gitmek, 5- Oruç

mücadele etmek gerektiğini söylemiş, mücadele

tutmak” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımdaki

ile iman arasında direk bir köprü kurmuştur.

dinin hayata dair bir hedefi yoktur. İnsanlığın problemlerini çözmek, onların mutlu bir şekilde yaşamalarını temin etmek gibi bir kaygısı yoktur. Bu tanımdaki din, dünya değil ahiret dinidir; dünya mutluluğunu değil ahiret mutluluğunu hedefler. Bu yüzden de hep ibadetleri ön plana çıkarır. Şartlar içerisinde yer alan zekat vurgusu bile; gelir adaletini sağlamaya, fakirliği ortadan kaldırmaya dönük bir iddia içermez. Sembolik kabul edilebilecek ölçülerle, zenginin gücünü

iddiası” olarak tanımlamıştır. Seyyid Kutub ise

Birbirini tamamlayan bu iki görüş kadim Ehli Sünnet kültürü karşısında birer fikir devrimi niteliğindedir. Dini; sınırlı bazı emirlere, ibadetlere, kalbe veya vicdana sıkışıp kalmaktan kurtaran ve hayat sahasına yeniden döndüren düşüncelerdir. Bu yönüyle kıymetinin bilinmesi ve takdir edilmesi gerekir. Ancak ne var ki Seyyid Kutub’un fikirleri (kendi dönem şartlarının bir sonucu olarak), dinin hayatın

meşrulaştırır.

problemlerine nasıl çözümler ürettiği konusunda

Dinin bir inanç manzumesi haline dönmesi ve

olmadığını söyler.

eksiktir; bu meselenin günün meselesi

pratik hayattaki olumsuz gelişmeler karşısındaki etkisizliği, zaman içerisinde farklı açılımların yapılmasını zorlamıştır. Bu çerçevede Ehli

46

Fakat Ahmet b. Hanbel’in bu iman tanımı,

Bugün ise insanlığın İslam’dan çözümler beklediği döneme gelinmiştir. Dolayısıyla

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


artık Müslümanların, bu nokta üzerinde kafa

toplumsal olaylar, diktatörlüklerin bir bir alaşağı

yormaları gerekmektedir.

olması ve sömürge dönemlerinden beri gelen sistemlerin yıkılması; İslam dünyasının bir “siyasi aktör” olarak tarih sahnesine yeniden

Modernist akım

dönüşünün ayak sesleridir. Artık insanlığa

Son dönem düşünürleri içerisinde, İslam’ın

verecek hiçbir şeyi kalmamış olan Batı

modern dünyaya ne önerdiği konusunu tartışan

medeniyeti hızla gerilerken, İslam dünyası ise

isimlerin sayısı da az değildir. Bu düşünürler,

hızla değişmektedir.

günümüze kadar gelen araştırmaların ve tartışmaların sonucunda dikkate alınması gereken bir birikim oluşturmayı başarmışlardır.

Fakat İslam dünyasındaki değişim, İslami referanslarla ve İslam öncülüğünde gerçekleşen bir değişim değildir. Toplumlar

Ne var ki modernist akım, Müslümanların

daha fazla demokrasi ve daha fazla özgürlük

zihninde iyi bir imaj oluşturamamıştır. Çünkü

söylemleriyle sokaklara dökülmüşlerdir. İslam

İslam dünyasının emperyalist saldırılar altında

dünyasındaki değişimin öncüsü ve motoru

olduğu dönemlerde, Batı değerlerinden alıntılar yaparak oluşturulmaya çalışılan çözümler hem günün ihtiyaçlarına denk düşmemiş, hem de bir nevi “teslimiyet” olarak algılanmıştır. Sonuçta modernistler, Batı değerlerini gönüllü olarak

konumundaki Türkiye’nin Başbakanı7, sahip olduğu siyasi çizgiyi “Muhafazakar Demokrat” olarak isimlendirmektedir. Yani bu değişim “muhafazakar”lar öncülüğünde gerçekleşen bir değişimdir. Halbuki İslam düşünce ekolleri

sahiplenen ajanlar durumuna düşmüşlerdir.

içerisinde Ehli Sünnet anlayışına denk düşen

Oysa soruna karşı çözüm arayışlarının ilk

çözmek, ihtiyaçlarını karşılamak, mutluluklarını

örnekleri (kaçınılmaz olarak), belli noktalarda aşırılıklar ve tepkisellikler taşır. Var olana karşıt olarak ortaya çıkmıştır ve her karşıtlık aşırılık içerir. Modernistlerin görüşleri de değişik noktalarda aşırılıklar içermektedir. Ancak, İslam’ın günümüz dünyasına ne önerdiği, insanlığın sorunlarını nasıl çözeceği konusunda alternatifler fazla değildir. Hatta Müslümanların bu konuda oldukça hazırlıksız olduklarını da söyleyebiliriz. Bu yüzden ya sıfırdan başlayıp çözümler üretmek, ya da (sıfırdan başlamaktansa) var olan birikime önyargılı yaklaşmamak ve doğrularından istifade etmeye çalışmak gerekir. Tarihselcilik, hermenötik, İslami sol, demokratik İslam gibi kavramlar modernist akım tarafından İslam dünyasındaki düşünce sorunlarına çözüm olarak üretilmişlerdir. Önyargılı bir bakış için İslam dışı değerlerin kolayca iktibas edilebildiğini gösteren örnekler gibi durmalarına karşın; incelemeye değer, dikkat çekici öneriler içermektedir.

bu kesim, İslam’ı; insanlığın problemlerini ve huzurlarını temin etmek için gönderilmiş bir yaşam biçimi olarak görmemektedir. Sürekliliği olmayan genel ahlaki ilkeler haricinde, İslam adına insanlığa sunabileceği bir şey yoktur. Hayata dair bir projesi olmadığı için de, demokratik sistemi ihya ve ıslah etmekten başka bir şey yapamamaktadır. İslam dünyasının siyasi bir aktör olarak yeryüzü sahnesine geri dönmesi, İslam’ın insanlık için ifade ettiği konumu geri kazanması anlamına gelmemektedir. İslam’ın insanlık için ifade ettiği konuma geri dönememesi ise Batı kaynaklı değerlerin insanlık üzerinde meydana getirdiği tahribatın sürmesine yol açacaktır. - İnanç, ahlak ve ilkeler üzerinde meydana gelen tahribat - Gelir dağılımı ve insanca yaşamak üzerinde meydana gelen tahribat - Nüfus, yerleşim ve toplum yapıları üzerinde meydana gelen tahribat

İslam insanlık sahnesindeki yerine nasıl dönecek?

- Dünya ve çevre üzerinde meydana gelen tahribat Recep Tayyip Erdoğan. Ak Parti 2. Olağan kurucular

7

Son dönemde İslam dünyasında yaşanan

kurulu toplantısı öncesinde yaptığı açıklama

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

47


devam edecektir.

bağlı olarak bir tarafta itaatkarlığı, bir tarafta

“Muhafazakar” da olsa İslam dünyasında var olan bazı hassasiyetler elbette ki bazı

Oysa İslam’ın hayattaki rolünün doğru bir

iyileşmeler olmasını sağlayacaktır. Ancak bu

şekilde anlaşılması, bu cümlenin ne ifade

durum hiç bir zaman zulüm düzenin tümden

ettiğinin doğru bir şekilde anlaşılmasına bağlıdır.

yok olması anlamına gelmeyecektir. Hatta yerine göre, İslam coğrafyasındaki güçler eliyle gerçekleştirilen haksızlıklara ve adaletsizliklere

İslam’ın bu cümle ile insanlara hitap ettiği ilk dönem, ya tanrısal bir güç olarak görülen, ya da

bile şahit olabiliriz.

varlığını tanrılara dayamayı başarmış güçlerin

İslam’ın insanlık tarihindeki konumuna yeniden

karşısında gücü de, sözü de ilahi olan (olduğu

dönebilmesi için, İslam’ı bir yaşam biçimi

düşünülen) yöneticiler vardı. Toplumsal

olarak gören Müslümanların silkelenmesine

yapılanma bakımından diğer coğrafyalara göre

ihtiyaç vardır. Bu kesim uzun bir dönemdir

daha geri durumdaki Arabistan çöllerinde bile,

kısır tartışmaların ve dar kalıpların içine

meşruiyetini putlardan alan bir hakim sınıf vardı.

sıkışmış bulunuyor. Hayatın gerçekleriyle

Otoriteye isyan tanrıya isyan ile eşdeğerdi. Bu

alakası kalmamış bir şekilde kendi ideolojik

yüzden, tanrıları karşısına almayı göze almadan

dünyasında yaşıyor. Hayata ve dünyaya o kadar

hiç kimse otoriteyi eleştirme ve ona başkaldırma

dar bir çerçeveden bakıyor ki, ne söyleminin

cüreti gösteremezdi.

hüküm sürdüğü bir dönem idi. Toplumun

yaşayan hayatta bir karşılık bulmadığının farkına varabiliyor ne de dünyadaki gelişmeleri,

İslam, “La İlahe İllallah – Allah’tan başka ilah

problemleri ve ihtiyaçları doğru okuyabiliyor.

yoktur” dediğinde; yeryüzü otoritesinin hiçbir

Bu Müslümanların düşünce dünyasında yeni bir

sahteliğini ifşa etmekteydi. Böylece Tanrılara

devrime ihtiyaç bulunmaktadır.

dayanarak oluşturulan otoriteyi, sorgulanabilir

Biz böyle bir devrimin gerçekleşebilmesi için bir takım konuların, yeniden ve önyargısız bir şekilde tartışılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu konular:

ilahi gücünün olmadığını, onlara atfedilen gücün

ve karşı çıkılabilir bir hale getirmekteydi. Ayrıca, “yeryüzünde adaletle hükmetmek” ilkesi çerçevesinde; egemenliği bir imtihan konusu yapmakta, bütün insanlığı bu ilkeden sorumlu tutmakta idi.

1. “Tevhid” cümlesinin ifade ettiği anlam 2. Hüküm ve ahlak kavramları 3. Dindeki sabiteler ve değişkenlerdir. Tevhid tanımını doğru yapmanın önemi İslam’ı bir inanç manzumesi değil de bir hayat dini, bir yaşam biçimi olarak algılayan Müslümanların ortak özellikleri “tevhid cümlesi”ne yaptıkları vurgu ve bu cümlenin içerdiği gerçeklere verdikleri önem olagelmiştir. Bütün İslam ekollerinde bu cümleye bir vurgu vardır. Ancak mesela Ehli Sünnet anlayışında söylendiği zaman kişiyi Müslüman yapan (bir nevi) sihirli kelimeler rolü oynarken, Hariciyye’nin anlayışında kafirleri ortaya çıkaran bir terazi görevi görmüştür. Yani getirilen tanıma

48

tekfirciliği beslemiştir.

Haricilik akımı, bu cümlenin siyaset felsefesindeki yerini tartışmaya açan İslam tarihindeki ilk ekoldür. Fakat onlar, “hüküm sadece Allah’a aittir” cümlesinden hareketle tamamen şekli bir yöneliş içine girmişlerdir. Herhangi bir sebeple başka hakimlere baş vuranı “kafir” olarak niteleyip (bazı fraksiyonları) onlarla savaşa tutuşmuşlardır. Dolayısıyla bir siyaset felsefesine dönüşemediği gibi İslam tarihinde “fitne” olarak isimlendirilen gelişmelerin kaynağı olmuştur. İslam’ı bir hayat görüşü olarak kabul eden günümüz Müslümanlarının genel tevhid algısı da buna benzer bir “şekilsel” yön içermektedir. “Allahtan başka ilah yoktur” cümlesinden ve ilgili ayetlerden hareketle “hakimiyetin Allah’a ait olduğu” yargısına ulaşılmış; fakat bununla neyin kastedildiği, bu sözün pratik karşılığının

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ne olduğu, nasıl bir yönetim modeli ile uygulanacağı netleştirilmemiştir. Yani bir siyaset felsefesi ortaya çıkarılmamıştır. Dolayısıyla bu “hakimiyet” biçiminde; yöneticinin nasıl belirleneceği ve görev alanlarının ne olacağı; hukuk, ekonomi, eğitim, sağlık ve askeriye gibi hayatın farklı şubelerinde nasıl bir sistem öngördüğü cevaplanamamaktadır. Sloganik olarak “Kur’an her şeyin cevabını içeriyor” “İslam hakim olunca bütün sorunlar çözülecek” denmektedir. Ama hakim olunca ne olacağı nasıl uygulanacağı sorusu cevapsızdır. Halbuki “Kur’an her şeyin cevabını içeriyor” şeklindeki sloganik kabul, “insanlığın ihtiyaç duyacağı meseleleri ilke ve prensipler olarak ortaya koyuyor” şeklinde anlaşıldığı zaman doğrudur. Aksini düşünürsek Kur’an kütüphanelere sığmayan bir kitap olurdu. İlke ve prensiplerin modellere, sistemlere ve kanunlara dönüştürülmesi ise insanlığın sorumluluğudur. Halife olarak yaratılmış olan insana biçilen rol, vahyin ilke ve prensiplerinden hareketle hayatı ve yeryüzünü imar etmesidir. Yönetecek olan insandır. Hakemlik ve hakimlik yapacak olan insandır. Kanunları belirleyecek olan insandır. Ve bu işleri Allah’ın razı olacağı ilkelere uygun bir şekilde yapanlar, Müslüman’dırlar. İnsan eksiklikleri ve kusurları bulunan bir varlık olduğu için, yaptığı işlerde “hata” meydana gelebilir. İşte tevhid cümlesi bize hiç bir otoriteyi ne İslam ile ne de bir başka dinle özdeşleştirmemeyi; kutsal ve sorgulanamaz görmemeyi; eleştirerek, sivil toplum baskısı kurarak hataları düzeltmeyi öğretir. Kısacası tevhid cümlesi bize Allah’ın hakimiyetini değil, insanların hakimiyetinin nasıl olması gerektiğini anlatır. Bu şekliyle, otoriteyi tek kişiden alıp insanlığın ortak sorumluluğu haline getiren bir adalet devrimidir. Ayrıca dinin en temel vurgusu bu cümle ile ifade edildiğine göre, dinin en temel rolü de “yeryüzünde adaleti tesis etmek” şeklinde karşımıza çıkar. Hüküm ile ahlak arasındaki ilişkiyi doğru kurmanın önemi

ama birçok tavsiye içerir. İslam’ı bir yaşam biçimi olarak gören Müslümanların genel eğilimi, apaçık hüküm (emir) içeren ayetleri esas alıp yaşamlarını onunla şekillendirmek şeklindedir. Bunun yanında tavsiye ve yol gösterme üslubuyla söylenmiş sözleri de birer emir gibi algılayıp uygulamaya çalışanlar da vardır. Fakat bu yöntem iki temel sakınca içermektedir: 1. Hüküm ayetleri, Resulullah döneminin ve Arabistan coğrafyasının renklerini taşırlar ve hayatın belli alanlarıyla sınırlıdırlar. Sadece lafza bağlı kalan bir anlayış, yaklaşık 1400 sene önce var olmuş şartları evrenselleştirmek anlamı taşır. Bu ise dinin hayattaki fonksiyonunun daralmasına, her geçen gün hayattan kopmasına ve her geçen gün insanlığın gerçeklerinden uzaklaşmasına sebep olur. 2. Tavsiye ve yol gösterme şeklindeki ayetleri de hüküm ayeti gibi anlamak, dinin hayattaki fonksiyonlarını işlevsel kılmak bakımından iyi niyetli bir çabadır. Ancak sadece lafza bağlı kalan yaklaşım tarzı (artan ayet sayısına ve çeşitliliğine bağlı olarak) dindeki kalıpların daha da kuşatıcı olmasına yol açar. Bu durumun götüreceği nokta ise ya dini kesin uyulması gereken emir ve yasaklar olarak gören baskıcı bir zihniyetin doğması, ya da 1400 sene önceki yaşam şartlarının (giyimiyle, teknolojisiyle, sosyal olgularıyla) günümüz dünyasında yeniden kurulmaya çalışılmasıdır. Hüküm ayetleri, vahyin ortaya koyduğu temel mantığın, vahyin indiği yaşam şartlarında nasıl uygulanacağına dair örneklemelerdir. (Makalenin birinci bölümünde değinildiği gibi) Hz. Ömer’in ganimet ve mehir konularında sergilediği yaklaşım, bize; bunların zamanla eskiyebileceğini gösterir. Kölelik, esirler, cariyeler gibi konularla ilgili ayetler, vahyin indiği dönemin toplumsal sorunlarına çözümler içeren ayetlerdir. Oysa bu meseleler günümüzde artık ya şekil değiştirmiş ya da ortadan kalkmış durumdadırlar. Eğer sadece lafza bağlı olarak

Üslup olarak Kur’an; emreden değil, tavsiyelerde bulunan ve yol gösteren bir kitaptır. Pek az emir

düşünürsek, temsil ettiğimiz dinin bugüne dair söyleyecek fazla bir şeyi kalmamış olacaktır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

49


Halbuki dinin esası; kavram, ilke ve prensipler

Bunlar aynı zamanda insanoğlunun kendisine

şeklinde ortaya konan ahlaki tavsiyelerde

uygun olarak yaratıldığı gerçeklerdir. Din

ortaya çıkar. Bunların tavsiye niteliği taşımaları

tahrifata uğramış olsa bile, “akledebilen”

“imtihan”ın bir gereğidir. Dinin nurundan

insanlar, dokularına kodlanmış olan bu

faydalanmak ve Allah’ın rızasını kazanmak

gerçekleri açığa çıkarabilirler. Fakat alemlerin

isteyenler bunları bir emir gibi algılayıp uymaya

Rabbi, zaaflarının ve güçlerinin farklı farklı

çalışırlar. Allah’ın rızasını kazanma kaygısı zayıf

olduğunu göz önünde bulundurarak insanları

olanlar kimilerine uyup kimilerine uymazlar.

kendi hallerine bırakmamıştır. Mütemadiyen

Hiç olmayanlar ise hiç birine uymazlar. Her

peygamberler ve kitaplar göndererek sürekli

tavsiyeye uymamak insanı dinden çıkarmaz,

hatırlatmıştır.

ama “takva”dan götürür. Bu ise hem dinin nurundan yararlanmayı kısıtlar, hem de Allah

Dinin değerlerinin, belli bir zaman ve belli

katında çeşitli mahrumiyetler ortaya çıkarır.

bir coğrafyada uygulanmasıyla ortaya çıkan

Ahlaki tavsiyeleri emir gibi algılamak demek,

edilmiştir. “Sizden her nebi için bir şeriat, bir

her birini bir kurala dönüştürmek değil;

yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi sizi bir

mantığını kavrayıp ona uygun yaşamayı

tek ümmet yapardı.” (Maide 5/48) ayetinde

alışkanlık haline getirmek demektir. Ahlak

belirtildiği gibi... Her peygamberin, kendi dönem

dinin evrensel yönüdür, hüküm ise zamanla

şartlarına, problemlerine ve ihtiyaçlarına göre

değişebilir. Dolayısıyla bir toplumda dinin

değişen şeriatları vardır. Şeriat dinden neşet

hakim olması demek, kurallarının birer yasaya

eder. Dolayısıyla dini meydana getiren bütün

dönüşmesi değil; evrensel değerlerinin o

ilke, değer ve kavramları içerir. Fakat ondan

topluma yerleşmesi demektir. Anayasasında

farklı olarak, değerlerin ve ilkelerin hayatta

İslam ile ilgili hiçbir vurgu olmasa ve yasalarında

ortaya çıkmasına dönük uygulamalar içerir.

İslam’ın kuralları yer alması bile; İslam’ın

Mesela, yeryüzünde adaletin tesis edilmesi

evrensel değerlerini ahlak ve alışkanlık haline

dindir ve din, hayatın farklı alanlarında bu

getirmiş olan bir toplum İslam toplumudur. Ama

hedefin gerçekleşebilmesi için hangi noktalara

anayasasında İslam’a dair güçlü vurgular olan,

dikkat edilmesi gerektiğini, kavram, ilke ve

hatta yasaları İslam’ın kurallarıyla oluşmuş ama

yönlendirmelerle ortaya koyar. Ancak adaleti

İslam’ın evrensel değerlerinin tersine zulümle

sağlayacak yönetim modelinin nasıl olduğu

haksızlıkla yoğrulmuş bir toplum İslam toplumu

ve adil bir gelir dağılımının hangi ekonomik

olamaz.

işleyiş ile gerçekleşebileceği gibi konular

Kısacası İslam, devlet veya anayasa zoruyla gerçekleşen bir din değil, insanlığın vicdanında karşılık bularak nurunu gösterebilen bir dindir. İnsanlığın vicdanında karşılık bulmanın yolu ise

durum ise Kur’an’da şeriat kavramıyla ifade

şeriattır. Zamana ve coğrafyaya göre farklılıklar gösterir. Hatta aynı zaman dilimindeki farklı coğrafyalarda farklı uygulamaların ortaya çıkması bile söz konusu olabilir.

kurallar dayatmak değil, insanlığın sorunlarına

Kısacası “din sabittir, değişmez ve evrenseldir;

adil ve ahlaki çözümler sunabilmektir. Günümüz

şeriat ise dinamiktir. Din ruh ise, şeriat

modern toplumlarında eksik olan ve şiddetle

bedendir; büyür, değişir, ihtiyarlar; Din deniz

ihtiyaç duyulan da esasen budur.

ise, şeriat akarsudur. Din kemik ise, şeriat ettir.”8 Ebu Hanife ise şöyle der: “Şeriatlar

Dindeki sabiteleri ve değişkenleri doğru belirlemenin önemi

emrettikleri din olsaydı; bu durumda Allah’ın emrettiklerinden herhangi birini terkeden, yahut

Hüküm ile ahlak ilişkisinin bir benzeri, genel olarak dindeki sabiteler ve değişkenler için de

nehyettiklerinden herhangi birini işleyen kimse, Allah’ın dinini terk etmiş ve kafir olmuş olurdu.”9

geçerlidir.

8

Din, Yüce Allah’ın insanlığı, ilk insandan beri

9

İlhami Güler. Sabit din, dinamik şeriat. Ankara Okulu

kendisine davet ettiği ortak değerlerin adıdır.

50

farz kılınan şeylerdir. Eğer Allah’ın bütün

Yayınları, 1999, s 25 Ebu Hanife, el-Alim ve’l-Mute’allim, s 16 (Bu kaynağa “İlhami Güler. Sabit din, dinamik şeriat. Ankara Okulu

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Günümüzde Müslümanların içine düştükleri en

veren kişinin zihnindeki Müslüman imajını

büyük yanılgılardan birisi, Resulullah’ın şeriatını

duymak memnuniyet verici olmayabilir, ama

veya sonraki dönemlerde şekillenmiş olan bir

Müslümanların namaz kıldıkları, oruç tuttukları,

anlayışı din zannetmeleridir. Sonraki dönemlerde

hacca gittikleri, başlarını örttükleri gibi temel

şekillenmiş anlayışların dinleşmesi fırkalaşmayı

unsurlar cevabın içerisinde yer alacaklardır.

doğurmuştur. Müslümanları paramparça etmiştir ve ortak değerler etrafında buluşmalarını engelleyip durmaktadır. Resulullah’ın şeriatının din ile özdeş hale gelmesi ise, (herkesin farklı yorumlaması bir kenara) bugünün meselelerini o günün çözümleriyle kuşatma sonucunu doğurmuştur. Literatürde “içtihat” gibi, dinin dinamik yapısını korumasını sağlayacak bir kavram bulunmasına rağmen, Müslümanlar ya bu kavramı belirli bazı tarihi şahsiyetlere has görmekte, ya da teorik olarak varlığını kabul edip pratikte rafa kaldırmaktadırlar. Oysa bu kavram şeriatın değişkenliği ilkesinden doğmuştur ve şeriatı dinamik kılma arayışlarının bir sonucudur. Bu kavramı işlevsiz kılmakla Müslümanlar, değişen ve gelişen ihtiyaçlar karşısında çözüm üretme imkanını da yitirmişlerdir. İslam’ın nurunu bütün insanlığa yayması için Müslümanların tarih sayfaları içerisinden çıkıp bugüne dönmeleri gerekmektedir. Bu noktada gerekli olan anahtarlar “içtihat” ve “şeriatın dinamikliği” kavramlarıdır. Bugünün problemlerine çözüm arayan bir yaklaşım biçimi, yeni içtihatlar ve Resul’ün rehberliğinde bugünün şeriatını oluşturma çabaları İslam’ın yeniden yeryüzüne dönmesini sağlayacaktır. Bunu yapmanın yolu ise dünyayı ve beşeri tecrübeleri doğru anlamaktan geçer. Allah’ın boyasıyla boyanmak demek (Resulullah döneminde olduğu gibi); iyiyi onaylamak ve sürdürmek, eksik olanı tamamlamak, kötü olanı ise ya Allah’ın razı olacağı şeyle değiştirmek ya da ortadan kaldırmak demektir.

Buna göre din nedir? Geride bıraktığı uzun bir tarihin ardından, bugün yeryüzünde İslam’ı duymayan neredeyse kalmamıştır. Çoğu kimse, “İslam nedir?” “Müslüman kimdir?” soruları karşısında verecek bir cevaba sahiptir. Cevabı Yayınları, 1999, s 25” kanalıyla ulaşılmıştır.)

Sorun şudur: İnsanlığın bugün İslam adına bilmediği ne var ki, Resulullah döneminde bütün ezilmişlerin “kurtarıcı” diye sarıldığı din bugün bu etkiyi oluşturmuyor? Zaman içinde eksilen, kaybolan ve bugün Müslümanların da, insanlığın da yeterince göremediği şey, İslam’ın adalet ve ahlak yönüdür. Bu din yeryüzündeki haksızlıklara ve adaletsizliklere son vermek için gelmiştir. Ama bugün var olan İslam tanımlarından - Bir kısmının, küfür, cahiliye, zulüm gibi kavramları yoktur. Bu kavramlarla ifade edilen sorumlulukları görmemekte, dini; vicdanlara, ibadetlere veya bazı teolojik kabullere hapsetmektedir. - Bir kısmı ise şirk ve küfür kavramlarını söyleminin merkezine yerleştirmiştir. Ama bu kavramları, zıddını üretmek için değil insanları damgalamak için kullanmaktadır. Dolayısıyla her iki kesimden de; insanlığın ilgisini bu dine çekecek, onu kurtarıcı olarak görmelerini sağlayacak bir şey çıkmamaktadır. Öte taraftan; Müslümanlar üzerlerine düşen görevleri yerine getirmiyor diye, insanlığın sorunları tamamen çözümsüz kalmamıştır. Dünya üzerinde ortaya çıkan bir takım fikirler ve değerler, hak ederek veya hak etmeyerek bu boşluğu doldurmaktadırlar. Üstelik bunlar eskisi gibi baskıcı, kendi fikrini dayatan, kendisi gibi olmaya zorlayan, kendi istediği şekilde yaşamaya mecbur bırakan öneriler değildir. Günün problemlerine; insan iradesini ve tercihini önemseyen, baskı ve dayatmanın olmadığı fikri çözümler getirebilmektedirler. Yani; “imtihanını yaşayabilmesi için, hiçbir yönlendiricinin etkisinde kalmadan iradesiyle baş başa kalması gereken insan” anlayışı, günümüz çözüm arayışlarının da temelini oluşturmaktadır. İnsanlığın gelmiş olduğu bu nokta, İslam’ın hedefleri açısından ümit verici bir noktadır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

51


Ulaşılan bu olgunluk seviyesi, yaratılışta dokulara işlenmiş olan değerlerin daha kolay bir şekilde açığa çıkarılmasına imkan vermektedir.

Adalet; zaman, coğrafya ve anlayışlara

Önyargısız bir şekilde bakıldığı zaman, hayatın

kavramdır. Her toplumun adalet ölçüsü sonuçta

değişik şubelerinde ortaya çıkan problemlerin

o toplumun kendine has düzenine ve değerlerine

birçoğuna; akla ve vicdanlara makul gelecek

uygun olarak tanımlanır. Ancak bununla birlikte

çözüm önerileri üretilmiş olduğunu görebiliriz.

ortak yönleri de çoktur. Ortak yönler fıtrattaki

Yönetimde adalet; tek merkezli ve baskıcı

cevherlerden gelir; farklılıklar ise zihniyetin,

otoriteleri ortadan kaldıran, halkın yönetime

zaafların ve çıkarların etkisiyle oluşur.

ve karar mekanizmalarına katılmasına imkan veren fikirlerle sağlanmaya çalışılmıştır. Hukukta adalet, bir milletin, bir dinin veya bir mezhebin kayrılmasına izin vermeyen; devleti değil bireyi önceleyen; herkese eşit mesafede durmak mantığıyla üretilmiş fikirlerle sağlanmaya çalışılmıştır. Eğitimde adalet, fırsat eşitliğini esas alan ve ideolojik eğitim dayatmasına karşı çıkan fikirlerle sağlanmaya çalışılmıştır. Fakat ekonomi, çevre ve nüfus gibi, adalet terazisinin

göre önemli ölçüde farklılık gösterebilen bir

“Adalet arayışı” evrensel bir kaygıdır. Ancak “Adalet”, elde edildikçe daha fazlası aranan bir değerdir. Toplumların tekamülüne uygun olarak gelişir ve olgunlaşır. Günümüz şartlarında her hangi bir konuda “adil çözüm budur!” diyebileceğimiz öyle hususlar vardır ki, geçmişteki farklı bir dönemde hayali bile kurulamazdı. Bu yüzden bir dönemin adalet arayışlarının sonucu olan çözümler, sonraki

çok fazla bozulduğu alanlar da yok değildir.

dönemlerde adaletsizlik üretmeye başlayabilirler.

Günümüz dünyasının en önemli kusuru,

olan çözümleri geçmişe götürmek mümkün

çözümlerin teorik ve fikri planda kalması,

olabilseydi, onlar da gittikleri yerlerde

pratikte asla idealize edildiği gibi

adaletsizliğe sebep olabilirlerdi. Kısacası her

uygulanamamasıdır. Farklı alanlara dönük olarak

dönemin ihtiyaçları ve her dönemin çözümleri

üretilen fikirler kolayca istismar edilmekte ve

farklı farklıdır. Bu çözümler insanlığın olgunluk

pratikte hedeflenen sonuçları üretememektedir.

seviyesinden ve zihniyetinden tamamen

Günümüz toplumları bu noktada çaresiz

bağımsız olamaz.

kalmışlar ve açmaz içine girmişlerdir. İnsanlığın baskıcı, otoriter yönetimlerden insan merkezli yönetim ve düşüncelere geçmesinin üzerinden neredeyse iki yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, bugün gelinen nokta tam bir iflas halidir. Modern toplumlar doğru fikirler üretmekte gösterdiği başarıyı uygulamada gösterememiştir. Çaresiz kaldığı için de, karşı karşıya bulunduğu açmazı “tarihin sonu” diye nitelendirerek kabullenmiştir. Tarihin sonu bir gün gelecekse de, insanların bu psikolojiyi yaşamaya başlaması acziyetlerinin

52

Adalet çağrısı

Hatta günümüz adalet arayışlarının sonucu

Nitekim vahyin ilk oluşturduğu topluma müdahale tarzı bu noktada yeterince fikir vermektedir. Kölelik meselesi, cariye meselesi, kadının şahitliği konusu ve kadınların durumunun iyileştirilmesi gibi sorun alanları bu tespitin örnekleridirler. Vahiy, karşı çıktığı bir ilişki tarzı olmasına karşın, toplumun çoğunluğunun köle olduğu bir toplumda, köleliği tamamen ortadan kaldırmaz. Kendi dönemine göre çok ileri kabul edilebilecek

işaretidir.

düzenlemeler yapar ve köleliğin kaldırılmasına

Batılıların “tarihin sonu” zannetmeye başladıkları

diğer örnekler için de geçerli olur. Şayet vahiy

tam da bu noktada, İslam’ın her tarafı

ideal olan yaklaşım tarzını o gün sergilemiş

aydınlatacak ışığı bulunmaktadır. Bu ışık anlayış

olsa idi, yani toplumun zihniyetinden bağımsız

ve ihtiyaçlara bağlı olarak, her dönemde farklı

bir adalet uygulaması ortaya koysa idi; bir

söylemler üzerinden parlamıştır. Temel ilke ve

sürü köle, ne yapacağını bilmez ve geçim

kavramların her döneme verdiği mesajlar farklı

imkanları bulunmayacak şekilde sokağa salınmış

olmuştur. Aynı ilke ve kavramların bugünün

olacaklardı. Bu ise adalet adına zulmetmek gibi

dünyasına vermesi gereken mesaj ise adalet ve

bir paradoks ortaya çıkmasına sebep olacaktı.

ahlak merkezli olacaktır.

Oysa vahiy; kullara kulluğun olmaması, gücün

giden yönü işaret eder. Aynı yaklaşım tarzı

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ve servetin zulüm aracı olarak kullanılmaması,

dönemlerde yaşayanlar, belli dönem şartlarında

haksızlık yapılmaması, hakka ve hukuka riayet,

oluşmuş nasları evrensel adalet ilkeleri olarak

aşırılıktan ve ahlaksızlıktan kaçınmak gibi temel

kabul edince de; o dönemin iyi niyetini,

ilkelerle adalet yaklaşımını ortaya koymuştur.

rekabetini ve çekişmelerini dinleştirmiş olurlar.

Doğru sonuçlar elde etmek için zihnin hangi yönde çalışması gerektiğini işaret etmiştir. Fakat bu ilkelerden doğacak uygulamaları değişken kılmıştır. Din ile şeriat arasındaki ilişkinin bir benzeri, adalet anlayışı ile dönemsel uygulamalar arasında da bulunmaktadır. İnsanlığın İslam’a en fazla ihtiyaç duyduğu tarihi anlardan birisi olan günümüzde, Müslümanlar henüz bütün insanlığı kuşatacak bir adalet çağrısı yapmaya hazır görünmemektedirler. Müslümanların büyük bir çoğunluğu, göreceli olarak daha ileri olan Batı adaletini sorgusuz kabul etme ve benimseme eğilimi içerisine girmiştir. İslam’ı hayatın her alanında rehber olarak gören ve bu yaklaşımı değiştirmesi beklenen Müslümanlar ise “Allah’sız adalet” olup olmayacağını tartışmakla meşguldürler. “Allah’sız adalet”; vahyin adalet ve zulüm hakkında kesin sınırları çizdiği ve bunları uygulanabilir emirler-nehiyler olarak bildirdiği ön kabulünden hareketle ortaya çıkmış bir slogandır. Oysa ne Kur’an’da ne hadislerde adalet kavramını oluşturan unsurların ne olduğunu yahut adaletin dünyada nasıl gerçekleştirileceğini bildiren özel ölçüler yoktur. Zaten böyle bir belirleme dinin evrenselliği ile açık bir şekilde çelişir. Gerçekler böyleyken, “Allah’sız adalet olmaz” cümlesiyle oluşturulan fiili durum, birilerinin veya bir görüşün, Allah adına adalet ölçülerini belirlemesine yol açacaktır. İslam’ın adalet kriterlerini belirlemeye girişenler kendi dönemlerinin ihtiyaçları ve aklı çerçevesinde tespitlerde bulunur ve yorumlar getirirler. Böylece İslam hukuk sistemi olarak kabul gören (İslam ile özdeşleşen) bir külliyat/şeriat ortaya çıkar. Oysa İslam ile özdeşleşen bu külliyat, samimi arayışlar yanında; dönemin siyasi rekabetlerinin, fikir çekişmelerinin, düşmanlıklarının ve çekememezliklerinin bir ürünüdür. Lafın nereye gittiği hesap edilmeden içine düşülen bu durum, daha baştan, tevhid ilkesiyle tespit edilmiş temel adalet kriterinin ihlal edilmesi anlamına gelir. Sonraki

Peki, adalet ile Allah ve adalet ile insan arasındaki ilişki nasıldır? Bu noktada İslam tarihinde üç tez ortaya çıkmıştır. Bunları şöyle kategorilendirebiliriz: 1. Allah’ın hükmü mutlak manada adaleti temsil eder (Cebriyye, Eş’arilik) 2. Adaletin beşeri düzlemde tayini de mümkündür (Kaderiyye, Mu’tezile) 3. Adaletin hem ilahi hem beşeri yönü vardır (Hasan Basri, Maturidi, Bakıllani) Birinci tez (ekol içerisinde farklı izahlar bulunmakla birlikte) adaletin insan ile ilgili yönünü yok sayma eğilimindedir. İkinci tez (ekol içerisinde farklı izahlar bulunmakla birlikte) adaleti tamamen insana hasretme eğilimindedir. Üçüncü tez ise sadece vahyin belirtmediği konularda insana yetki verme eğilimindedir. Kur’an “adil olun”, “adaletle hüküm ver” (Maide 5/42), “Allah adil olanları sever” (Hucurat 49/9, Maide 5/42), “Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliği sevk etmesin” (Maide 5/8) gibi ayetlerde, adaletin insanla ilgili bir yönünün bulunduğunu kesin olarak ortaya koymaktadır. Bu yön, yer yer uygulamayı da aşar. Adalet ile Allah ilişkisi ise “adl” sıfatında “adaletlilerin en adaletlisi” olarak belirlenmiş, “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler; işte onlar zalimdirler” (Maide 5/45) ayetiyle de belirleyici/ denetleyici rolüne işaret edilmiştir. Kısacası adalet kavramı içerisinde Allah; insanoğlunu adalete meyilli olarak yaratan, adil olmayı emreden ve sonra da ahirette hesap sorandır. Bununla birlikte değişik dönemlerde gönderdiği vahiyler ve peygamberler aracılığıyla, temel adalet kriterlerini hatırlatan ve öğretendir. İnsan ise doğasında bulunan ve vahiy aracılığıyla bildirilen kriterlere göre adaleti yeryüzünde uygulamakla sorumludur. Adaleti arar ve gerçekleştirmek için yöntemler geliştirir. Adalet anlayışını uygulanan sistemlere ve

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

53


yasalara dönüştürmek insanın işidir.

kısmını esaret altında tutuyor.

İnsanoğlu doğası gereği adalete meyilli olduğu

Bunun sebebi ne olabilir?

için, fıtratına işlenmiş cevherlere müracaat ederek adil yaklaşımlar sergileyebilmektedir. Bu gerçek, Müslüman olmadığı halde günümüz problemlerine kimi adil çözümler üretebilmiş kimselerin durumunu açıklamaktadır. Fakat çıkar, öfke, taşkınlık, şehvet gibi durumlar insanı kolayca şaşırtabilmektedir. Bu da teorik olarak isabetli çözümlerin pratikte neden aynı güzellikte uygulanamadığını açıklamaktadır. İbn Rüşd: “Doğal/beşeri bir adalet mümkündür, fakat bu ilahi adalet yanında kusurludur” demiştir. Bize göre bu tespit, adalet arayışlarında İslam’ın rolünü ortaya çıkarmaktadır. Müslümanlar kendi düşüncesini İslam olarak gören zihin bağlarından kurtulup, İslam’ın yeryüzündeki gerçek misyonunu kavradıklarında; insanlığın vicdanı haline geleceklerdir. Adalet arayışlarının öncüsü, adalet uygulamalarının denetleyicisi olacaklardır. - Adalet arayışlarına öncülük etmek - Ve adaletin gerçekleşmesini denetlemek Bu şüphesiz büyük ve tarihi bir sorumluluktur.

araya gelebilir? İşte insanlığın İslam’a muhtaç olmasını sağlayan bir diğer mesele, bu soruların ifade ettiği açmazda gizlidir: Modern toplumlar “akletmenin” önemi keşfetmişler ama “vicdan”larını yitirmişlerdir. Hak, hukuk ve adalet yolunda teorik olarak önemli ürünler ortaya çıkarabilmekte ama vicdansızlıktan/ ahlaksızlıktan dolayı uygulama sahasında asla başarı gösterememektedirler. Çünkü bu toplumların aklı keşfetmesi, “din düşmanlığı” ile birlikte gelişme göstermiştir. Tarihi olaylar, modern toplumların, dini anımsatan her şeye karşı düşman olmalarına yol açmıştır. Allah, din, ahlak ve namus gibi bu kavramlar, bu düşmanlıktan yeterince nasiplenmişlerdir. İnsan ulvi bir varlık olarak değil, (C. Darwin’in tarif ettiği gibi) “bir çeşit hayvan” olarak kabul görmüştür. Ahlak ve erdem, (S. Freud’un tarif ettiği gibi) “insanı içe kapanmaya zorlayan ve onu problemli bir varlık haline getiren psikolojik bağlar” olarak tanımlanmıştır. Sonuçta ortaya, sadece karnını doyurmaya ve ne pahasına olursa olsun yaşamını sürdürmeye odaklanmış

Ahlak çağrısı

bir insan tipi çıkmıştır. Ekmek kavgasına

Modern toplumlar, menfaat ve çıkar hislerini körükleyen maddeci eğilimlerin baskısına rağmen; insanlığın kimi sorunlarına adil çözümler üretebiliyorlar. Fakat teorik çözümler kimi yönleriyle gerçekten incelemeye değer bir nitelik taşırken, kimi yönleriyle ise ciddi

odaklanmış insanlar için merhamet, acıma, ahlak ve vicdan gibi kavramlar, ayak bağından başka bir şey değildir. Kısacası modern toplumlar, adalet arayışı ve hukuku olan ama ahlaksız toplumlardır.

problemler içerebiliyor. Pratikte ise en güzel

Peki, adalet ile ahlak arasında nasıl bir ilişki

çözümler bile, arzu edilen neticeleri veremiyor.

vardır? Ahlakı yitirmiş olmak ne sonuç doğurur?

Halkın yönetime katılması ve yönetimi

Ahlak, insanın doğasından gelen ölçü ve

denetlemesi gibi ileri bir ideal ortaya koyuyor. Ancak neredeyse bütün uygulamalarında güçlülerin temsilcileri iktidara geliyor ve halk denetimini kolayca boşa çıkarabiliyor. Fırsat eşitliği ve kazanç serbestliği gibi bir ideal ortaya koyuyor. Ancak sonuçta zayıflar güçlülerin kölelerine dönüşüyor. Hukuk karşısında herkesin eşit olduğunu söylüyor. Ancak dünyanın her tarafında “güçlünün hukuku” geçerli oluyor. Herkese özgürlük diyor, ama dünyanın büyük bir

54

Adalet arayışları ile bu çelişkili durumlar nasıl bir

merhamet duygusudur. Allah insanı rahmetiyle yaratmıştır. Özünde olanı kirletmemiş olan insanlar, kendisiyle yaratıldıkları rahmeti vicdanlarında bulup keşfederler. Böylece; iyilik, şefkat, sevgi, acıma, bağışlama, hoşgörü, anlayış gibi duygular oluşur. Bu duygular da insanda bir insaf, ölçü ve merhamet meydana getirir. İşte ahlak budur. “Adalet ahlaktan, ahlak vicdandan, vicdan da

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


rahmetten çıkar.”10 Dolayısıyla ahlaksız adalet

bir ayrıntının görülememesinin bir sonucudur.

eksiktir.

Emirler ve nehiyler, adalet arayışının bir sonucu

Akletmek insanı, adalet yolunda birçok doğru sonuca götürür; doğru tespitler yapmasına ve adil yasalar belirlemesine imkan verir. Ayrıca gerçek anlamda akıl, ahlaktan ayrı düşünülemez. Ancak günümüz modern toplumları, ahlaka temel teşkil eden duyguları birer zaaf, ahlakı da “insanı içine kapanmaya zorlayan bir bağ” olarak gördükleri için, aklı ahlaktan arındırdılar. Böylece aklın doğru çalışmasını engelleyecek bir ön kabul oluşturmuş oldular. Bu yüzden akıl her noktada doğru sonuçlar üretemiyor. İnsaf ve merhameti

olarak, ahlaka temel teşkil eden duygulardan fışkırırlar. Fakat her dönemin ihtiyaç ve zihniyeti çerçevesinde adalet anlayışı farklılık gösterebilir. Bu da doğal olarak emirlere ve nehiylere yansır. Dolayısıyla emir ve nehiyler, Kur’an’da ahlaki tavsiyeler şeklinde kendisini gösteren ilkelerin, günün koşullarında vücut bulmuş pratik uygulamalarıdır. İhtiyaçlar ve zihniyetler değiştiğinde onların da değişmesi kaçınılmazdır. Kısacası ahlaki tavsiyeler, aslında dinin evrensel yönünü oluşturan unsurlardan birisidir. Emirleri ve nehiyler ise içtihada açık olan alanı oluşturur.

pragmatizme kurban ederek aşırı bir bencillik

Ahlakın kaynağı meselesi ise dinin sabiteleri ve

ortaya çıkarıyor.

değişkenleri üzerinden tartışılması gereken bir

Teorik plandaki zaaf, uygulamada çok daha derin problemlere yol açıyor. Sistemlerin veya yasaların uygulayıcıları insan olduğu için, ahlakın yerini almış olan Pragmatizm ve bencillik, adil sonuçların ortaya çıkmasına imkan vermiyor. Hırs ve menfaat uğruna kolayca istismar ediliyor, boşluklarından yararlanılıyor, eğiliyor ve bükülüyor.

konudur. Herhangi bir dönemin adalet ve ahlak arayışının sonucu olarak vücut bulmuş emir ve nehiyleri evrenselleştirip başka bir dönemde aynen uygulamak; ne adalet ortaya çıkarır, ne de ahlak! Müslümanlar, vahiy tarafından ortaya konmuş evrensel ilkeleri özümseyip, vicdanlarındaki merhameti açığa çıkararak; günün problemlerini çözecek projeler üretirler. Bu projeler gösterilen samimiyet ve titizlik

Modern toplumların, karşısında çaresiz kaldıkları bu hastalığın ilacı İslam’dır. İslam adalet çağrısının yanında ahlak çağrısıyla da

oranında adalet ve ahlak unsurlarını bünyesinde taşırlar. O projelerin hakimiyetiyle (kabul görmesiyle) adalet ve ahlak hakim olmuş olur.

insanlığın problemlerini çözmeye, nurunu yeniden her tarafa yaymaya adaydır. Ancak günümüz Müslümanları bu noktada da iç tartışmalarını henüz aşabilmiş değillerdir. İki noktada yoğunlaşan problemlerin birincisi; İslam’ın ahlaki tavsiyelerde bulunan bir din olmasının küçümsenmesi, “emir ve nehiylerini hakim kılan din” söyleminin kimilerine daha sempatik gelmesidir. İkincisi ise (adalette de olduğu gibi) ahlakın kaynağı meselesidir ve “Ahlaklı bir toplum, İslam’ın emir ve yasaklarının uygulanmasının bir sonucu mudur, yoksa insanların çabasıyla oluşacak bir toplum mudur?” soruları çerçevesinde tartışılmaktadır. Ahlaki tavsiyelerde bulunan bir dinin yeterli görülmemesi, küçümsenmesi ve dinin emirleriyle nehiyleriyle hakim kılınmasının düşünülmesi; aslında İslam ile ilgili önemli R. İhsan Eliaçık. Adalet devleti. Bakış yayınları, Şubat

10

2003, s 451

Sonuç İslam, insanlığı doğru yola eriştirmek için gönderilmiş bir dindir. Haksızlıkların, adaletsizliklerin ve zulmün son bulacağı; mutluluk ve huzurun yeryüzüne gelmesini sağlayacak yolu aydınlatır. Değerleriyle, ilkeleriyle ve prensipleriyle rehberlik eder. Bu şekliyle insanoğlu için bir yol gösterici, bir nur ve her türlü problemi için bir şifadır. Fakat bu din; kendisine inanan, tavsiyelerini yönlendirmelerini sorumluluk edinen ve uğrunda çabalayan kimseler var olmadıkça nimetlerini açığa çıkaramaz, gösteremez. Cismani bir varlık değildir; kendiliğinden insanlığın arasına girip onların problemlerini çözemez, ihtiyaçlarını karşılayacak projeler üretemez, kendiliğinden haksızlıklarla mücadeleye tutuşamaz. O insanlar için gönderilmiştir ve ancak insanların çabalarına bağlı olarak yeryüzünü ışığıyla aydınlatabilir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

55


İslam’ın yol gösterici olabilmesi, onun mesajını doğru bir şekilde kavramış olan Müslümanların çabasına bağlıdır. Müslümanlar onun mesajını günün şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun bir dil ile insanlığa iletirler ve kullandıkları dilin ihtiyaçlara uygun düşmesi oranında doğru yol insanların zihninde belirir.

- Günün tecrübeleri iyi bir şekilde incelenmeli - Peşin ret veya peşin kabul gibi kolaycı yaklaşımlar bir kenara bırakılmalı - Ardından da; iyi olanı sürdürmek, eksik olanı tamamlamak ve yanlış olanı değiştirmek üzere her biri adalet ve ahlak süzgecinden

İslam’ın dertlere derman ve hastalıklara şifa olabilmesi de, Müslümanların çabalarına bağlıdır. İnsanlığın hastalıklarını ve problemlerini doğru bir şekilde tespit ettikleri ve bunlara çözümler ürettikleri oranda problemler, hastalıklar ortadan kalkar. İslam’ın zulmü ortadan kaldırması ve adaletin her yana yayılmasını sağlaması da Müslümanların çabalarına bağlıdır. Adil çözümler ürettikleri ve bunların hayatta gerçekleşmesi için mücadele ettikleri oranda zulüm son bulur,

geçirilmelidir. Resulullah “ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim” derken, bu yaklaşım tarzını teyit etmiştir. Yani yıkmaya değil olgunlaştırmaya doğru giden yönü işaret etmiştir. Bu başarılabildiği takdirde İslam insanlık tarihindeki rolüne geri dönecek, insanlığa yeniden rehberlik etmeye başlayacaktır. - BİTTİ -

adalet yaygınlaşır. Müslümanların, içindeki yaşadıkları toplumun ve genel olarak insanlığın problemleri hakkında; ayakları yere basan, ciddi projelerinin ve çözüm önerilerinin olması gerekmektedir. Peki, bu nasıl başarılacak? Bunun yolu, her şeye sıfırdan veya tarihin birkaç yüzyıl gerisinden başlamak değildir. İslam insanlığın tecrübe ve birikimlerini görmezden gelerek her şeye sıfırdan başlayan veya toplumun gerçeklerinden tamamen farklı bambaşka tecrübeler ortaya koyan bir din değildir. Evrensel mesajını toplumun gerçekleri içerisinde ve toplumun tecrübelerini kullanarak uygular. İyi olanları sürdürmek, eksik olanları tamamlamak ve yanlış olanları düzeltmek suretiyle toplumlara kendi rengini verir. Tamamen yabancı, bambaşka bir sistemi getirip bir toplumda yerleştirmeye çalışmak eşyanın tabiatına uygun değildir. Kaçınılmaz olarak bir toplumsal travmaya ve muhalefete sebep olur. Oysa İslam, işleyişi kökten değiştirmeyip sadece zulüm ve adaletsizlik üreten noktalara müdahale etmek suretiyle, -bırakın muhalefetitoplumun vicdanını fethetmiştir. Ezilmişlerin sesi, çaresizlerin çaresi ve kimsesizlerin kimsesi haline gelmiştir. Bugün de izlenmesi gereken yol aynıdır:

56

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Dosya: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?

Adalet Üzerine M. Kürşat Atalar “Bu makale yazarın, ‘On Tez’ isimli kitabından alınmıştır. İlk olarak ‘İktibas Dergisinde’ yayınlanmıştır.”

Adalet, felsefî ve siyasî tartışmaların merkezinde yer alan bir kavramdır. Bütün dinler, ideolojiler veya felsefî akımlar, insan modeli oluştururken veya siyasî ve sosyal düzenlerini kurarken, bu kavramı tanımlamak istemişlerdir. Temel mesele, “adalet nedir?” sorusuna cevap bulmaktır; ancak konu, ister istemez adaletin kaynakları, türleri ve nasıl gerçekleştirilebileceği gibi önemli sorunlar üzerinde odaklaşmayı da gerektirmektedir. Bu yazıda, kapsam dar tutulacak, Batı ve İslam düşünce tarihinde kavramın mahiyetine ilişkin farklı yaklaşımlar değerlendirilecek ve Kur’an’ın konu ile ilgili ayetleri özelinde bir “adalet” tanımına ulaşılmaya çalışılacaktır.

Adaletin Mahiyeti ve Kaynağı Sorunu Adalet, doğası gereği, “hak” ve “hakikat” kavramlarıyla ilgilidir. Dolayısıyla “adalet”i tanımlamak, aslında, insan eylemlerinin meşruiyeti üzerine konuşmak demektir. Bu yüzden, konu, ideal bir insan ve toplum/ devlet arayışıyla doğrudan alakalıdır.1 Fakat acaba, adalet, göreceli midir? Eğer öyle ise, sahici bir “adalet”ten söz edilebilir mi? Adalet hissi, insanda doğuştan mıdır, yoksa hukuki prosedürlerden mi kaynaklanır? “Adil” olan ile “eşit” olan aynı şeyler midir? Adalet, hissedilerek mi fark edilir, yoksa düşünülerek mi? Farklı adalet anlayışlarının kökeninde ne Adalet öylesine önemli bir kavramdır ki, hem “mülkün

1

temelidir” (Hz. Ömer), hem de “bütün erdemlerin içerisinde en yücesidir” (İbn-i Rüşd).

vardır ve bunlar aşılabilecek sorunlar mıdır? Bu türden sorulara, farklı kültürlerde farklı cevaplar verilmiştir. Bu yaklaşımları genel olarak 3 kategori altında incelemek mümkündür. 1. Görececi yaklaşım, 2. Realist yaklaşım, 3. Doktriner (mutlakçı) yaklaşım. Görececi yaklaşım, adaleti, adet, görenek ve beşeri münasebetler çerçevesinde tanımlarken, realist yaklaşım, toplumların kendilerine özgü hukuksal sistemlerini baz alarak, bunun objektif gerekçeleri olduğunu ileri sürer ve adaleti, hukuksal prosedür çerçevesinde tanımlar. Doktriner yaklaşım ise, diğer iki yaklaşımın aksine, adaletin evrensel ve mutlak standartları olduğunu ve her toplum için geçerli olabilecek bir adalet tanımı yapılabileceği düşüncesini savunur.2 Gerek Batı düşüncesi içerisinde gerekse “İslam düşüncesi” içerisinde her üç görüşün de taraftarları vardır. Batı’da, Yunan uygarlığından bu yana, “doğacı” yaklaşım pek çok taraftar bulmuştur. Eflatun ve özellikle Aristo’nun yazılarında “doğal hak”/“doğal adalet” kavramlarına rastlanmaktadır. Ama Rousseau, daha ateşli bir söylemle, insan aklına itimad edilemeyeceğini, aklın yerini “vicdan”ın alması gerektiğini ve çözümün “doğal adalet” Dinlerin ve özel olarak da İslam’ın adalet tanımı,

2

doktriner yaklaşım içerisinde değerlendirilebilir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

57


kavramında yattığını savunmuştur. Machiavelli

Bu yaklaşımda, ihtiyaçlar duyularla yakından

ve Hobbes ise, doğası gereği arzuların esiri

alakalıdır. İhtiyacın giderilmesi doğaldır; aksi

olduğu düşüncesinden hareketle, insanın iyi ile

takdirde adaletsizlik ortaya çıkar. Hisler de,

kötü, adil olan ile adil olmayan arasında tam bir

nihayetinde kaynakların elde edimine bağlıdır.

ayrım yapamayacağını ileri sürer. Buna göre, bir

Hisler ihtiyaçları, ihtiyaçlar da çevresel şartları

kontrol mekanizmasına ihtiyaç vardır ve sorun,

belirlemektedir.7 Özetle, bu yaklaşım, insanın

ancak bir yol göstericinin/kurumun düzenleyicilik

biyolojik özellikleri ile adalet hissi arasında bir

görevi üstlenmesi ile çözümlenebilir.3 Her iki

bağ kurar. Davranışların adalet standartlarını

yaklaşıma da karşı çıkan evrenselci görüş

belirlemede insan doğası, belirleyicidir.

ise, adaletin normlarının akılla bilinebileceğini ve bunların evrensel geçerlilik taşıdığı tezini savunur. Batı düşüncesinde en bariz şekliyle Kant ve Marx’ta görülen bu düşüncede, adaletin kaynağı, aklın şaşmaz ilkeleridir. Buna göre, adalet aklın zorunlu sonucudur.

4

Bu dönemde ortaya atılan tezlerden birisi de John Rawls’un “İnsaflılık Kuralı”dır. Burada saf akılcılık yerine, insaf kavramı öncelenmekte ve refah ekonomisi ve oyun teorileri bağlamında bir çözüm önerilmektedir. Buna göre, mutluluğa, tek başına değil, ortaklaşa ulaşılmalıdır.

Modern dönemde “ihtiyaçlar paradigması”

Model, “işbirliği içinde oynanan ve taraflardan

temelinde ortaya atılan “akılcı tercih modeli”

hiçbirinin tümüyle kaybının olmadığı bir oyun”u

ise, soruna analitik terimlerle çözüm araması

öngörmekte ve şu temel ilkeye dayanmaktadır:

nedeniyle, felsefi yaklaşımlardan ayrılır. Buna

“taraflar, daha önceden üzerinde fikir birliğine

göre, toplumsal ilişki ve etkileşimler, maliyet-kar

varılan ilkelere, sonucu kendi zararlarına bile

dengesi kavramıyla izah edilebilir.5 Yani farklı

olsa, uyacaklardır”. Rawls’a göre, ahlaklı (ya

davranışların temelinde akılcı bir neden yatar

da adil) olmak, önceden belirlenmiş ilkelere

ve davranışların izahında bireyin çıkarı, dolaylı

kesinkes uymaktır. Özetle Rawls, akılcılıktan

veya doğrudan karşılık bekleme, fedakarlık ve

çıkan bir kuralcı ahlakiliği önermektedir.

toplum yararı gibi unsurlar etkilidir. O halde,

Bu faydacı bir teoridir. Ona göre, adalet,

adalet hissi, insanlar, beklentilerine ters düşen

şekilde yapılmıştır: “Bir bebeğe istediği şeyi (ihtiyacı

durumlarla karşılaştıklarında ortaya çıkar.6

olanı) vermek, adalettir”. Bebeğe istediği verilmezse, kızar; çünkü hiddet, kazanılmış şeylerin tehdit altında

Bu yaklaşımda amaç, toplumsal düzenin sağlanmasıdır;

3

bu nedenle adalet özde evrensel değildir; olmak

olması durumunda ortaya çıkar. Bebeğin sahip

zorunda da değildir. Adalet görecelidir, yani toplumun

olduğu bir- şeyin elinden alınması sonucu kızması,

ihtiyacını karşıladığı sürece anlamlıdır.

ona “haksızlık” yapıldığını hissetmesin- dendir. Yine bebek, annesinden ayrıldığında kızar ve ağlar. Bunlar

Bu tanımlarda, doğa, hisler; akıl ve Tanrısal bilgi

4

bebeğin, kendisine yapılan “haksızlığa” karşı gösterdiği

(vaby) kavramları işlevsel öneme sahiptir.

tepkilerdir.

Michael T. Mc Guire’ın “Ahlaki Saldırganlık Yasası”

5

adını verdiği formüle göre, maliyetin, beklenen faydadan fazla olması durumunda, insan, “haksızlığa/

kanıtlar bulunmaya çalışılmıştır. Bu deneylerde

adaletsizliğe” uğrayacağı düşüncesine kapılır ve bu

hayvanların da, tıpkı insanlar gibi, “maliyet hesapları”

durumda insanın tepkisi, üzüntü, hiddet ve saldırganlık

yaparak, kızgınlık, korku ve utanç türü hislerini

şeklinde tezahür eder. Formül şöyledir: pMA = (ax -

kontrol edebildiği görülmüştür. Somut örnek olarak ise

bx) . T. Burada pMA, Ahlaki Saldırganlık ihtimalini; ax,

şempanzeler üzerinde yapılan deneyler verilmektedir.

A’nın, B’ye yardım etmesi karşılığında doğabileceğini

Buna göre, şempanzelerde de, tıpkı insan toplumlarında

tasarladığı maliyeti (ax = fizyolojik maliyet - yardımın

olduğu gibi, grup ilişkileri, hiyerarşik düzen, grup

psikolojik maliyeti - dolaylı menfaatlerin kaybı); bx,

normlarına itaat, iktidar ilişkileri, ahlaki saldırganlık ve

A’nın düşüncesine göre, B’nin, A’nın yaptığı yardımın

karşılık verme özellikleri vardır. Onların da hisleri vardır

karşılığı olarak yapacağı yardımı; T ise zamanı

ve çıkarları için koalisyon yapabilmektedirler. “Böl ve

göstermektedir (eğer ax - bx farkı 0’dan büyükse, T

yönet” taktiği uygulayabilmekte; intikam alabilmekte

önemlidir).

ve paylaşabilmektedirler. Adalet dağıtımını da, “göze

Buna göre, adalet hissi, kızma, hoşlanma, saldırma

göz, dişe diş” kuralınca yapmaktadırlar. Ayrıca “eşitlik”

ve üzülme gibi durumlarda tezahür eder. Eğer kişi,

ilkesi doğrultusunda, “misliyle mukabele” yapabildikleri

bir şeyden hoşlanıyorsa, orada adil bir paylaşımdan,

görülmüştür. Ancak tek fark, şempanzelerin bu

bir şeye de kızıyorsa, orada da bir haksızlıktan söz

davranışları, “iyi” ya da “kötü” yahut “adalet”

edilebilir. Nitekim bebek davranışlarını ölçmek için

veya “haksızlık” kavramlarına sahip olarak yapıp

yapılan deneylerden yola çıkarak adaletin tanımı şu

yapmadıklarının tespit edilememesidir.

6

58

Hayvanlar üzerinde yapılan deneylerden buna dair

7

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


görecelidir; kişiden kişiye ve toplumdan topluma

ilkelerinin, her toplum için geçerli adalet

değişebilir.

kriterlerini belirleyebileceğini savunur. Ancak

Rawls’un tezi, hukuksal prosedür ile adaletin tesisi arasındaki ilişkiyi tartışmak için iyi bir zemin oluşturmaktadır. Rawls, teorisini şu üç kurala dayandırır:

özellikle post-modernizmin etkisiyle birlikte, “aklın sınırları” olduğu anlayışının yaygınlaşması, doktriner yaklaşımın popülaritesini yitirmesine neden olmuştur. İlahi adalet tezi ise, bu yaklaşımla kimi benzerlikler göstermesine

1. Kanunsuz hiçbir insan toplumu düşünülemez,

rağmen, özde hem doğacı hem de akılcı adalet tanımlarını kabul etmez. Zira burada temel bir “kaynak” sorunu vardır. Vahy, doğrudan mutlak

2. Adalet ideali olmayan bir kanun düşünülemez, 3. Bilişsel ve hissi yetenekleri olmayan hiçbir insan toplumu düşünülemez. Buna göre, her toplumun bir “adalet tanımı” ve onu gerçekleştirecek hukuki mekanizmaları vardır. Fakat bu, adaletin tesisinin, hukuksal prosedüre bağlanmasını meşrulaştırır mı? Yani kanunların, toplumu oluşturan fertlerin ortak rızası (ya da çoğunluk kararı) ile oluşturulmuş olmaları, onların adil olduğunu gösterir mi? Ya da kanunlar, toplumun faydasına sonuçlar veriyorsa, zorunlu olarak orada mutlak anlamda bir adalet olduğu söylenebilir mi?8 Bu sorulara prosedürel adalet şu cevabı verir: Çıkarcı, ihmalci ve kötüye eğilimli insan doğası, hukuksal prosedürle iyiye yöneltilebilir. Yani, kanunlar, her türlü insani zaaftan arınmış, objektif kriterlerle hareket eden uzmanlar tarafından yapıldığı için adildir ve en iyiyi temsil eder. Adaletin evrensel ve mutlak standartları olduğunu savunan doktriner yaklaşım, hem doğacı hem de hukuksal prosedürü önceleyen yaklaşımları reddeder ve aklın şaşmaz

iyi ve Hakk olandan geldiği için, mutlak adaleti temsil eder; doğa ve akıl, bu konuda kriter olamaz. Ancak mesele, bununla bitmemektedir. Çünkü adaletin mahiyeti ve tezahürleri noktasında vahy, özel ölçülerden bahsetmez.9 Bu durumda, mesele içtihadi bir mahiyet arz eder. Şu halde “ne adalettir, ne değildir?” tartışmasını beşeri düzlemde yürütmek gerekir.

“İlahi Adalet” Adalet kavramı, gelenekte, Allah’ın iradesi ve kader kavramları ile birlikte tartışılmıştır. Temel tez şudur: “Allah’ın hükmü, mutlak manada adaleti temsil eder.” Bu, “İslam düşüncesi”nde hakim görüş olmakla birlikte, adaletin beşeri düzlemde de tayininin mümkün olduğunu savunanlar olmuştur.10 Özellikle Mutezile’nin benimsediği bu görüşte, akıl ile vahy görünür bir çelişki arz ettiği zaman, aklın ilkeleri baz alınarak bir adalet tanımı yapılmalıdır. Her iki görüşün eksik tarafları olduğu gerekçesinden hareket edenler ise, “ikili” bir adalet anlayışını önermektedirler. Bu noktada, Bakillani’nin yaklaşımı örnek olarak incelenebilir. O, adaleti, ilahî ve beşerî olarak iki kategoriye ayırır ve ilahi

Kanunların mevcudiyeti her zaman adaletin mevcudiyeti

8

anlamına gelmez. Zira insanların kanunlara itaat etmelerinin altında pek çok farklı neden yatabilir ve bunların adalet kavramıyla ilişkisi de bulunmayabilir. Mesela Galbraith’a göre, insan, kanunlara bir kimlik

adaletin kaynağını vahy olarak tespit ederken, beşeri adaletin kaynağının hem akıl hem de vahiy olabileceğini söyler.11 Akıl, ilahi bilgiyi tam olarak kavramakta yetersiz kaldığı için,

kazandırdığı, bir faydası olduğu için uyabileceği

insana bütünüyle yabancı olan ilahi konularda

gibi, cezai müeyyidesinden çekindiği için de itaatkar

söz söyleme imkanına sahip değildir. Ancak,

görünebilir. Rehbinder ve Pospisil de, benzer ifadelerle, kanunlara itaatin, yaptırım korkusu ve içselleştirmeden kaynaklandığını söylemektedir. Ayrıca bu teze, gecikmiş adaletin adalet olmayacağı; mahkeme kararının ya da kanun maddesinin gerçek adaleti temsil etmeyebileceği yönünde itirazlar da yöneltilmektedir. Nihayet, kanunlar, siyasal etkilere açıktır; hakimler kimi zaman baskın olan politik çizgiye uygun kararlar verebilmektedirler.

Macid Hadduri, İslam’da Adalet Kavramı, Çev:

9

Selahattin Ayaz, Yöneliş Yay. 1991, s 27 Cebriyye ve Eşarilik ilk görüşü, Kaderiye ve Mutezile ikinci görüşü benimsemiştir. Hasan Basri, Maturidi ve Bakillani gibi alimler ise orta yolu bulma çabası göstermişlerdir.

10

Ebubekir Bakillani, Kitabu’l-Tembid (Hadduri’nin İslam’da Adalet Kavramı kitabında) s.89.

11

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

59


fiiller söz konusu olduğunda, istem dışılık-

kavramları temelinde tanımlayanlar da olmuştur.

istemlilik ayrımından hareket eden Bakillani,

İbni Hazm, Maverdi ve Mağribi bunlar arasında

istem dışı (Allah’ın takdiriyle) gerçekleşen

sayılabilir. Buna göre, adalet, toplumda

sel, felaket, kaza vb. hallerde adaletsizlikten

gördüğü işlev itibarıyla önemli bir kavramdır.

bahsedilemeyeceğini, fakat istemli fiillerde

Bu düşünürler, adaletin mahiyeti problemiyle

zulmün söz konusu olduğunu ve sorumlusunun

ilgilenmemişler sadece onun işlevleri üzerinde

da o fiilin sahibi olduğunu söyler. Buna göre,

durmuşlardır. Sonuç itibarıyla, adaletin

vahyin, neyin adi neyin zulm olduğunu beyan

mahiyeti ve kaynağı sorunu ile ilgili olarak,

etmediği konularda akıl bir kriter olarak

İslam düşüncesinin, dualist bir yapı arz ettiği

alınabilir.12

söylenebilir. Bu ayrışmayı sağlayan iki kritik kavram “vahy” ve “akıl”dır.

Bu noktada filozofların yaklaşımına da değinilmelidir. Kindi, Farabi, İbni Sina, Ebubekir

Peki, bu görüşlerden hangisi tercihe şayandır?

Razi ve Miskeveyh gibi filozoflara göre, adaletin

Bu noktada, aklı merkeze oturtan yaklaşımın

tanımında akıl kriter olarak alınmalıdır.

13

İnsan,

aşırılığı kabul edilmelidir. Zira hakikati belirleme

doğası gereği adalete meyyaldir. Adaletsizlik,

noktasındaki zaafı bilinen aklın, vahyin önüne

sadece öfke, taşkınlık, şehvet gibi istisnai

geçirilmesi zulm olur.16 Fakat acaba Allah’ın,

durumlarda söz konusudur. Akim adil olanı

“adil olun” buyruğunu nasıl anlamak gerekir?

istemesi, doğasının gereğidir.

14

Bununla birlikte,

Örneğin, hakimin, bir davada vardığı hükmün

filozoflar, aklın vahiyle çatışmadığı gibi bir tezi

adil olup-olmadığı nasıl anlaşılacaktır? Ya da

de dillendirmişlerdir. Onların bu yaklaşımı, aklın

“bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk

vahye göre daha üst bir mevkiye yerleştirilmesi

etmesin” ayetinin gereği yerine getirilirken,

nedeniyle etkili olamasa da, İbn-i Rüşd’ün bu

hangi kriterlerden hareket edilecektir? Bu ve

konudaki çabası dikkat çekicidir. Zira o da, tıpkı

buna benzer sorular, bizi, adaletin beşeri bir

Bakillani gibi, felsefe ekolü içinde orta yolcu bir

veçhesi olduğu sonucuna götürür. Zira akıl,

çözüm bulmaya çalışmıştır. Ona göre, eşyanın

eşyanın özelliklerini kavrayabilir ve bu alanda

özünde iyilik/adalet olmadığı tezi, akla da

adaletin neliğine ilişkin bir hüküm verebilir. Bu

vahye de aykırıdır. Örneğin ateşin, kimi zaman

konuda, fıtrat kavramı yol gösterici olabilir. Yani

şerre de vesile olabilmesi, onun özünde hayır

Allah, hem vahyin göndericisi hem de yaratıcı

olmadığını göstermez. Eşyanın doğasındaki şerr,

olduğuna göre, vahiyle aklın paylaştığı bir

ancak hayra vesile kılınmak için yaratılmıştır.

ortak alan vardır. Ancak nefsi ve harici etkilerle

İbni Rüşd, buradan hareketle, doğal/beşeri bir

yanılma ihtimali daima söz konusu olduğu için,

adaletin mümkün olduğunu, fakat bunun, ilahi

akıl mutlaklaştırılamaz.

adalet yanında kusurlu olduğunu söyler. Ona göre adaletin pek çok veçhesi olabilir; zira bu, onun doğasından kaynaklanmaktadır.15

Ama acaba adalet, her durumda eşit davranmak mıdır, yoksa hakkı olana hak ettiği kadarını vermek midir?17 Yine acaba adalet, ne olursa

Bunun dışında adaleti, fayda ve görenek Alim Kul ile Musa (AS) arasındaki diyalogdan yola

16

çıkarak, aklın sınırlarına ilişkin bir tespitte bulunmak

Gazali’de de bir nevi ikili adalet anlayışı vardır ama o,

12

mümkündür. Burada Musa (AS), normal bir aklın

aklı, ilahi hikmetleri kavramada sadece bir araç olarak

düşüneceği şekilde, alim kulun görünürde/zahirde

görür. Ona göre, adaletin kaynağı sonuçta ilahidir.

haksızlık içeren fiillerine karşı çıkmaktadır. Ancak

Hadduri, “Felsefi Adalet”, İslam’da Adalet Kavramı, s. 126.

13

yanılan Hz. Musa’dır; zira kıssanın sonunda yapılan işin

Kindi’nin hüznün (üzüntünün) maddi ve psikolojik

sonucunun “hayr” olduğu görülmektedir. O halde aklın,

nedenleri üzerine yapmış olduğu yorumlar, modern

normal çalışması durumunda dahi isabet edemeyeceği

dönemde yapılan deneysel araştırmaların sonuçlarıyla

alanlar vardır. Nitekim musibetlerin hikmeti konusunda

14

akıl aciz kalır.

benzerlik arz eder. Bu durum, bu tür filozofların görüşlerinin “doğacı” bir karakteri olduğunu göstermektedir.

toplumsal avantajlar hiyerarşisi ve zarar/fayda görme

Yunan doğacılığını vahiyle uzlaştırmaya çalışan ibn-i

konularında (şans/talih alanında) eşitsizlik vardır ve

Rüşd, Gazali’nin vahiyci sentezi karşısında fazla etkili

kontrol edilememektedir. Nihayet genetik farklılıklar

olamamıştır.

vardır ve buradaki eşitsizlik de engellenememektedir.

15

60

Modern içeriği ile eşitlik (equality) adaletsizliktir. Zira

17

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


olsun kanunlara/kurallara uymak mıdır, yoksa

adalet tanımında, hakk kavramı belirleyici rol

bir başkasının yararı dokunacak bir iyilik yapmak

oynamaktadır. Haksızlık (zulm) adaletin zıddıdır.

mıdır? Ya da acaba adalet, doğruluğu konusunda

Mizan ve mülk, adaletle kaimdir. Zulm her

zihinde şüphe bulunmayan şey midir; yoksa

ikisini de ifsad eder. Mülkün devamını isteyenler,

“altın orta” ilkesi gereğince, her durumda itidalli

“insanlar arasında adaletle hükmetmelidirler.”

olmak mı adalettir? Burada “adalet” teriminin kök-anlamına müracaat edebiliriz. Adalet, en genel ifadesiyle “bir şeyin ait olduğu yere konulması” durumunda tecessüm eder. O halde, adalet, özde “hak” kavramıyla alakalıdır. Bu durumda adaleti, “hak edene hak ettiğinin verilmesi” ya da “haksızlık yapılmaması” olarak tanımlamak mümkündür. Bu anlam, adaletin hem vahyi hem de beşeri veçheleri için geçerlidir. “Allah kullarına zulmedici olmadığı” için, müminin Cennet’e, kafirin Cehennem’e girmesi adalettir. Beşeri veçhe noktasında da durum farklı değildir. Adalet, gelir düzeyleri farklı olanlardan farklı vergi alınması veya daha çok çalışana daha çok ücret ödenmesidir.18 Şu halde, her Bu ve buna benzer nedenlerle, eşitlik kavramı modifiye edilmiştir ve şu kriterler belirlenmiştir: 1) eşitlere eşit

YARARLANILAN KAYNAKLAR 1. Abdülbaki, Muhammed, Mucemu’l-Mufehres. 2. American Behavioral Science Retviev, 1991. Cilt: 29. s.317 389. 3. Bedau, Hugo. (1973). “Radical Egalitarianism”, / wsta; e and Equality, editör: Hugo A. Bedau. 4. Bilgin, Mehmet Fevzi. “John Rawls’un Adalet Kuramı ve İslam Hukuku Işığında Değerlendirilmesi”, Divan, Sayı:2, 1996. s.207215. 5. Hadduri, Macid. (1991). İslam’da Adalet Kavramı (Çev: Selahattin Ayaz), Yöneliş Yay. İstanbul. 6. Halsey, Robert P. (1965). “Equality”, A Dictionary

pay verilmelidir; 2) ihtiyaca göre eşitlik belirlenmelidir;

of the Social Sciences, editör: Julius Gould and

3) eşitsizliğe neden olan farklılıklara göre eşitsiz

W L. Kolb, The Free Press. s. 261-263.

paylaşım yapılmalıdır; 4) hak edişe göre paylaşım yapılmalıdır. Bunlar yerine getirildiğinde, ortaya çıkan şey eşitlik değil, adalet olur.

7. Hatemi, Hüseyin. (1989). Hukuk Devleti Öğretisi, İşaret Yay. İstanbul.

Adaleti, lügatlerin bazan ‘denklik’, bazan ‘ölçülülük’,

18

bazan da ‘doğruluk/dürüstlük’ olarak tanımlaması anlaşılabilir bir durumdur; zira bu tür kullanımlar, kavramın anlam alanının genişlemesinin sonucudurlar ve asli anlamla çelişmezler. Nitekim denklik, kimi yerde (örneğin kilo, yaş ve güçleri eşit kişilere eşit yük taşıtmak gibi) adaleti temsil eder. Ölçülü ve itidal üzere olmak da adalet kavramının içeriğinde vardır; zira ifrat ve tefrit noktaları aşırılıktır ve her aşırılıkta haksızlık durumu söz konusudur. Yine doğruluk/dürüstlük de bir anlamda adalettir; zira doğruda hakka isabet vardır ve bu özelliği nedeniyle bizatihi “hakk”tır. Kur’an; 28 yerde a-d-l kökünden türemiş terimler kullanmıştır. Kur’an, bu kökten türeyen kelimeleri, yukarıda sıralanan anlamlardan başka ‘fidye’ (En’am:70; Bakara:48,123)

8. Lucas, J.R. (1973). “Against Equality”, Justice and Equality, editör: H. A. Bedau, s. 139-151.. 9. Oppenheim, F.E. (1968). “Equality”, International Encyclo- paedia ofthe Social Sciences, editör: David L. Silis, The Macmillan Company and The Free Press, Cilt:4, s.102-107. 10. Rawls, John. (1971). A Theory of Justice. Cambridge University Pres. 11. Wolff, Robert P. (1974). Raıvti Theory of JusticeUnder- standing Rawls.

anlamında da kullanmıştır ve fidye, zarara denk bir karşılık olarak yine adaletin terimsel anlamına uygundur. Kur’an’da adalet kavramıyla ilgili ayetler şunlardır: înfitar:7; Şura: 15; Nisa:3; 58, 129,135;

ilginçtir; zira birbirleriyle çarpışan müminlerin ‘adaletle

Maide:8, 95 106; Enam:l, 70, 76, 115, 150, 156;

aralarının düzeltilmesi’ emrinden hemen sonra “ve

Araf:159,181; Neml:60; Bakara:48, 123, 282; Nahl:90;

aksitû” emri gelmektedir ki, bu, kist teriminin “adl”le

Hucurat:9; Talak:2. Bunun yanında Kur’an, 25 yerde

ortak paydası olduğunu gösterir. Bu arada belirtilmelidir

de ‘kist’ tabirini kullanır ki, bu terim ‘mizan’ı ayakta

ki, cevr, adaletin tam karşıtı değildir. Kur’an’da sadece

tutan şey anlamında (En’am:156, Hud:85, Enbiya:47,

1 yerde (Nahl:9) geçen bu kelime, adaletin değil, kasd

Rahman:9, Hadid:25) ve bir de ‘zulm’ün karşılığı

(ortayol)ın karşılığı olarak kullanılmıştır. Kur’an’a göre

olarak kullanmıştır (Yunus:47, 54). Hucurat:9. ayet ise

adim zıddı, zulm’dür.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

61


Dosya: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?

KUR’AN’DA ADALET KAVRAMI Nasr Hamid Ebu Zeyd iSLAMİ Yorum İçin Çeviren:

Fatih Peyma

Bu konuşma, “Kültürlerarası Felsefe Forumu 3 (2001)”te gerçekleştirilmiştir.

Adalet genellikle yasalar karşısında eşit olmayla

çalışma; fıkıh, ilahiyat, felsefe, tasavvuf ve

alakalı bir kavramdır. Bu, yasaların; sosyal,

hepsinden öte Kur’an tefsiri gibi hemen hemen

siyasal ve ekonomik konumları ne olursa olsun

bütün İslami disiplinlerde zorunlu olarak titizlik

kurallara ve örneklere bağlı kalan insanlara eşit

ve fazla mesai gerektirir. Kur’an’da açıklanan

bir şekilde muamele etmesi gerektiği anlamına

İslam’a yapılacak bir giriş, yine de bir tartışma

gelmektedir. Bu da, adalet kavramının hukuki

zemini oluşturmak için gereklidir.

çağrışımıdır. Bununla beraber kavram, ayrıca, adaletin onun hukuki çağrışımıyla sınırlı olmayan (ya da olmaması gereken) daha kapsamlı insan eşitliğini gerekli kılmaktadır. Gerçi, çoğunlukla

Kur’an 20 yıldan uzun bir sürede Muhammed’e

eşitlik kavramı; kültürel, sosyal ve bazen de

vahiy yoluyla gelmiş Allah kelamıdır. Kur’an için

siyasi ve dini örnekler tarafından tanımlanmış

kullanılan pek çok kelime vardır. Bunlardan biri

göreceli bir kavram olduğundan dolayı, adalet

“Kur’an” bir diğeri de “vahiy”dir. Fakat ben onu

kavramının da benzer şekilde göreceli olması

sadece Kur’an’ın vahyediliş şeklinden dolayı

beklenir. Son zamanlardaki insan haklarının

değil önceki kutsal kitapların da aynı şekilde

algılanışındaki değişimle beraber, kültürel

vahiy biçiminden dolayı “kanal” (channel) olarak

göreceliğe meydan okundu ve farklılıkları ne

ifade etmeyi tercih ediyorum. Etimolojik olarak

olursa olsun milletler ve bireyler arasında

“vahiy” “gizemli iletişim” anlamına gelir ve İslam

mutlak eşitlik üzerine inşa edilen insan adaleti

öncesi dönemde kullanımı, tıpkı Kur’an’daki

ile alakalı mesele, ilahiyatçıların olduğu kadar

kullanım şekli gibi iki yüce varlığın dahil olduğu

filozofların da dikkatini çeker hale geldi.

gizemli bir iletişim şeklinde karşımıza çıkar.

Bu makalede benim katkım, İslami adalet kavramını araştırmaktan öte Kur’ani adalet kavramını araştırmakla sınırlı olacaktır. Kur’ani bir kavramın araştırılması böylesine sınırlı bir yerde ve zamanda kolay bir iş olmamasına rağmen, İslami kavram üzerinde yapılacak bir

62

1. Kur’an

Kur’an’ın vahiy yoluyla gelişinde, 3 varlık bu sürecin içindedir. Vahyi gönderici olarak Allah, aracı olarak Cebrail, vahiyle muhatap olarak Peygamber. Fakat iletişim sürecinin gizemli yan-anlamı her zaman mevcuttur. Kur’an’a

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


göre, Allah, insanoğluna mesajını iletmesi için Muhammed’i elçisi olarak seçmiştir. Bu da Muhammed’i hem vahyi alan hem de insanlığa ulaştıran elçi konumuna sokmaktadır. Kur’an’ın bir diğer adı da “risale”dir. Fakat şu apaçık bellidir ki, vahiy nasıl iletim kanalını ifade ediyorsa risale de Kur’an’ın içeriğini ifade etmektedir. Kur’an için daha pek çok isim vardır. Bunlar; zikir, huda vb.dir. Fakat bunlar isimden daha çok sıfattır. Bu sıfatlar, Kur’an’ın da belirttiği gibi, önceki kutsal kitaplar için de

diğer dini olaylarda Kur’an’dan sureler okunur. İslam düşüncesi, Kur’an’ı incelemek için multidisipliner (birden çok disiplinli) bir yaklaşım sunan çeşitli ilim dalları geliştirmiştir. “Kur’an ilimleri (ulum el-Kur’an)” diye bilinen bu ilimlerden bazıları Kur’an metninin tarihsel formasyonuna odaklanırken, bazısı onun yapısına odaklanmış, bazısı da onun özelliklerini araştırmaya yönelmiştir. Onun manasını ve içeriğini analiz etmeye gelecek

kullanılabilmektedir.

olursak; fakihler kadar müfessirler, ilahiyatçılar

Kur’an’ın adına geri dönecek olursak, dil

Kur’an ilimlerinde uzmanlaşmak zorundadır (ki

bilimciler Kur’an kelimesinin ya toplamak,

bunlarda uzmanlaşmadan Kur’an’ı incelemek

meydana getirmek anlamına gelen “qarana”

imkansızdır). Bu yazı, bu türden ilim dallarının

fiilinden türediğini ya da okumak anlamına

önemini inkar edemez. Çünkü bendeniz sırf bu

gelen “qar’a” fiilinden türediğini iddia

konuya ayrılmış kitaplar kaleme aldım. Fakat

etmişlerdir. Ben burada bir kaç sebepten dolayı

günümüz şartlarında, yine de bu klasik ilim

ikinci anlamı tercih ediyorum. Birincisi, hiç

dallarının eleştirel bir kullanıma tabi tutulması

kuşku yok ki Kur’an Peygamber’e ilk planda

çok önemlidir. Böylesi bir eleştirel kullanım,

sözlü olarak gelmiştir. Cebrail’in başlangıçta,

onların sadece ifade ettiği şeyle yetinmekten

vahyi Peygamber’e her getirişinde bazı

daha çok onların ne anlama geldiğine bakmaya

ayetleri getirdiği/ilettiği ve hemen akabinde

dayalı olmalıdır. Bu çalışmada, metodolojik

Peygamber’in de bu ayetleri ashabına okuduğu

izahat hakkında fazladan bir ihtimama gerek

İslam tarihi kitaplarında sıkça karşımıza

duymadan bazı Kur’an ilimlerinin eleştirel

çıkmaktadır. Bu ayetler ya da kısımlar, surelere/

kullanımına dikkat edilecektir.

da etkili bir araç olarak kullanabilmek için bu

cüzlere ayrılmış ve kısmen bir çeşit yazılı forma dönüştürülmüştür. Peygamber’in vefatından sonra bu cüzler bir araya getirildi ve bir kitaba dönüştürüldü.

2. İslam ve İlahi Adalet Kur’an’a göre, İslam Araplara hitap etmek

İkinci sebep şu gerçektir ki, Kur’an yazılı şekle dönüştürülmesine rağmen ilk dönem İslam toplumunda günlük hayatta yazılı bir metin muamelesi görmedi. Bu şekilde algılanması için matbaa ile çoğaltılmasını beklemek gerekmiştir. Şu anda Kur’an, yazılı bir metin olsa da her Müslüman için önemli olan şey, Kur’an’ı ezbere bilme ve klasik tecvid kuralına göre onu ezbere okuma becerisidir.

için Muhammed’e gelmiş yeni bir din değildir. İslam, dünya yaratıldığından beri bütün peygamberler tarafından tebliğ edilen aynı özlü mesajın devamıdır. “Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye Nuh’a, emrettiğini, sana vahyettiğini, İbrahim’e Musa’ya ve İsa’ya emrettiğini size de din kıldı.” (42/13) “Biz Nuh’a ve ondan sonraki tüm peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Yine İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, Ondan

Son olarak, Müslümanların günlük hayatını etkileyen Kur’an dilinin sanatkarane özellikleri, çoğunlukla onun ezberden okunuşuyla alakalıdır. Onun en büyük sanatkarane etkilerinden biri de bireysel ya da toplu olarak okunduğunda şiirsel dilinin ortaya çıkmasıdır. Bu nedenle Kur’an’ın okunuşu bireysel hayat kadar toplum içinde de çok önemli bir uygulamadır. Hemen hemen her fırsatta mesela evlenirken, cenazelerde, bayramlarda, kutlamalarda, namazlarda veya

türeyen İsrailoğlu boylarına, İsa’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Süleyman’a da vahyettik (4/163164). Bu yüzdendir ki, bütün peygamberler Kur’an’daki ifadeye göre Müslüman’dır (bkz. 6/163; 7/143; 10/72,84,90; 27/31,38,42,91; 39/12; 46/15). Kelimenin lügavi anlamına uygun olarak, İslam alemlerin Rabbi olan Allah’a mutlak bir itaattir. Kur’an tekrar tekrar şu gerçeği vurgular. “Her

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

63


kim bütün varlığıyla görürcesine inandığı

Kurtulmamış ruhlar kendi kendilerine adil

Allah’a teslim olursa ancak o kişi Rabbi katında

olmamışlardır. Onlar kendi fıtratlarını layıkıyla

onun karşılığını bulacak, gelecek için kaygı,

bilememişlerdir. Bu yüzden de sorumluluk

geçmiş için üzüntü duymayacaktır (2/112).

kendilerine aittir.

“Bütün varlığıyla Allah’a adanan, sürekli iyilik yapan ve bir muvahhid olarak İbrahim’in iman ailesine -ki Allah İbrahim’den hoşnut ve razı olmuştu- tabi olan kimseden daha güzel dinli biri olabilir mi?” (4/125) Ama kim de bütün varlığıyla inandığı Allah’a teslim olursa işte o kopmaz bir halkaya sımsıkı yapışmış olur.” (31/22) İslam şu ayetlerde en güvenilir tutamak olarak tarif edilir. Bu, Allah ve insan arasında yapılmış kalubeladaki anlaşmanın teşbihi bir ifadesidir. Bu anlaşmayı hatırlatan ayet şöyledir. “Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı. Onları şahit tuttu ve dedi ki, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’. Onlar da ‘evet buna şahit olduk’ dediler.” (7/172) İnsanoğlu fiziksel olarak yaratılmadan önce Allah ve kulları arasında gerçekleşmiş bu anlaşma, insanın içinde halihazırda mevcut olan kendi kendinin farkında olmasından başka bir şey değildir. Ayrıca, bu anlaşma sadece Allah’ın varlığına fıtri olarak inanmayı değil aynı zamanda onun mutlak otoritesine de şahitliği beraberinde getirmektedir.

cennetten kovulmalarına yol açan olayların hem Adem’in hem de Havva’nın sorumluluğunda olduğunu bildirir. Bilindiği üzere Adem, meleklerin önünde secde etmekle emrolunduğu yüce bir konumdaydı. Fakat O, belli bir ağaçtan yemekten menolunduğu halde Allah’la yaptığı anlaşmayı bozmuştur (20/115). Kendi kendine zulmettiği için şöyle demiştir: “Her ikisi de dediler. Rabbimiz biz kendi kendimize zulmetmişiz, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan kesinlikle kaybedenler arasına gireriz.” (7/23) Daha sonra da, “Fakat Adem Rabbinden aldığı kelimelere sarıldı. Allah da onun tevbesini kabul etti. Çünkü O, evet O’dur tevbeleri kabul eden, her işinde merhamet sahibi olan.” (2/37) Yargılanma, keyfi otoriteye göre değil ancak ve ancak her bir bireyin ruhunda yerleşik olan, kendi kendinin farkında olmasının ya da kendinin farkında olmamasının sonucudur. Kur’an’da anlatılan Adem ve Havva kıssası bunun örneğidir. Kalubelada “urvetul vuska” üzerine tesis edilmiş olan bu temel fıtrat kavramı; ahirete giden yolda

İşte bu öz-farkındalık, fıtratı ya da her insan ruhunda doğuştan mevcut bulunan ilahi yasayı oluşturur. Bu yasaya göre her birey Allah tarafından oluşturulmuş doğru ve asıl dine sürekli ve içtenlikle yüzünü dönecektir. Bu yerleşik yasa, diğer yandan ahirette kendi kendini yargılamanın, kendi kendine şehadetin temeli olacaktır. Çünkü bu hayatta kendi fıtratlarını tanımayanlar için bu anlaşma, daha sonraki değerlendirmenin ölçütü olacaktır. Vakti geldiğinde “…bu anlaşmadan haberimiz yoktu…” (7/172) dememeleri için fıtratlarının sesine

64

Kur’an’da geçen Adem ve Havva kıssası,

insanoğlunun mutlak sorumluluğu ve mutlak ilahi adalet için en sağlam zemini oluşturur. Adem’in Rabbiyle anlaşmasını unutması, ilahi bir hatırlatma ihtiyacını meydana getirmiştir ki, bu da Adem’in Rabbinden aldığı kelimelerdir. Bu yüzden merhameti sonsuz Allah, insanı başarısızlığa sürükleyen kendi benliğiyle insanı tek başına bırakmamıştır. Allah, mesajlarıyla birlikte peygamberler göndererek insanların bu ebedi anlaşmayı hatırlamasına yardımcı olur. Bu tam olarak Allah’ın Adem’e dediği şeydir: “Oradan hep birlikte çıkıp inin, ne var ki benden

kulak vermelidirler.

bir rehberliğin size ulaşması şarttır. Her kim

İslam, her insan ruhunun Allah’ın tek bir Rab

onlar geleceğe dair kaygı, geçmişe dair hüzün

olduğuna şehadet ettiği, sonsuz anlaşma

duymayacaklardır.” (3/38-39) Muhammed

üzerine temellenmiş “asıl ve doğru” dindir. Her

dahil bütün peygamberler bu hatırlatmaların

insanın hayatı boyunca içkin, sonsuz anlaşmanın

temsilcileridir. Kur’an’ın bir diğer adı da zikirdir.

farkında olması o kişinin ruhunun kurtulması

Kur’an’da 52 defa geçer ve Muhammed

anlamına gelir. Bu da dolaylı olarak insanın

Kur’an’da bir ayette hatırlatıcı (mudhakkir)

kendi fıtratına adil ve samimi olduğu müddetçe

sıfatıyla anılır (88/21). Vahiy, kendine zulmettiği

kendi kendini kurtaracağı anlamını ima eder.

zaman, insanın sorumluluğunu ve Allah’ın

kendisine ulaşan rehberliğime uyarsa artık

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


sonsuz adaletini göstererek Allah’ın merhametini

kavramı ile çelişiyormuş gibi gözüken birkaç

izah eder. İnsanın nefsine zulmetmesi kavramı,

mesele var. Çok eşle evlilik, kadının durumu,

Kur’an’da daima ilahi adaleti sağlamlaştırmayla

din özgürlüğü, gayri Müslimlerin durumu

ve Allah’a atfedilen adaletsizliğin şiddetle

gibi meseleler sürekli olarak İslam ve Kur’an

reddedilmesi ile ilişkilidir (bkz. 2/57; 3/117;

hakkındaki tartışmalarda öne sürülür. Bu tür

9/36-70; 10/44; 16/33,118; 18/49; 29/40;

meseleleri cevaplamaya çalışan Müslümanların

30/9).

tavırları çoğunlukla özür diler tarzdadır. Fakat

Peygamberlerin mesajlarını kabul etmek ve onlara uymak demek, aslında, Yahudilik de olsa, Sabiilik de olsa, Hristiyanlık ya da İslam da olsa, Allah’ın asıl ve değişmez dinini takip etme ve fıtratında mevcut bulunan anlaşmanın tanınması, bilinmesi meselesinden başka bir şey değildir. Dinler arası farklılıklar sadece dinlerin şeriatlarından kaynaklanır, yani onların kanuni boyutları gelip geçicidir. Özdeki inanç boyutları aynı kalsa da zamana ve yere göre değişmeye meyillidir. Bu öz boyut Allah’a ve ahirete iman ve doğru olan şeyleri yapmaktır. “Çünkü bu mesaja inanan kimseler; Yahudiler, Sabiiler ve Hristiyanlardan Allah’a ve ahiret gününe inanan, ıslah edici iyi işler işleyen hiç kimse, gelecekten endişe ve geçmişten dolayı üzüntü duymayacaklardır.” (5/69) İnsanoğlu, yukarıda Kur’an’da bahsedilen İslami bakış açından dolayı 4 büyük kategoriye ayrılır. Birinci kategori, Allah’ın varlığını ve ahireti yalanlayan, sadece bu hayatın olduğunu, ölümden sonra başka hayat olmadığını iddia edenler. Bunlar ateistlerdir, Kur’an’ın tabiriyle kafirlerdir. İkinci kategori, Allah’a inanıp ona şirk koşanlar. Bunlar politeistler yani müşriklerdir. Üçüncü kategori, Allah’a ve ahirete inanıp Allah’ın kanunlarına uymayan, itaatsizler yani fasıklardır. Dördüncü kategori Allah’a ve ahirete inanan ve vahyedilmiş kanunlara göre yaşayanlar, yani müminlerdir. Şimdi şu soruyu sormak gerekir. Her hangi bir İslam toplumunda ateistlerin (kafirlerin) ve politeistlerin (müşriklerin) adaletten yararlanabilmeleri mümkün müdür? Bu soruya cevap Kur’an’a göre mümkündür. Bunun en başta delili de bütün kainatta hiçbir adaletsizliğe izin vermeyen kalubeladaki sonsuz anlaşma üzerine meydana gelmiş olan fıtrat kavramı içinde ima edilen “ilahi adalet”tir.

Kur’an’ı metinsel olarak vahyedildiği döneme göre yeniden incelememiz ve o dönemin genel şartlarını izah etmemiz, bizlere yukarıda bahsedilmiş meseleleri analiz etmede bir yöntem sağlayabilir. Çok eşlilik, tarihsel olarak konuşursak, İslam’dan önce topluluklarda popüler bir uygulamaydı. Bu yüzden çok eşlilik Kur’an tarafından şart koşulmuş, İslam vahyinin bir parçası gibi düşünülmesi büyük bir hatadır ve büyük bir akademik yanlıştır. Bu meselenin Kur’an’da bahsedildiği doğrudur. Fakat bu, İslami söylemi İslam öncesi ölçülere göre değerlendirmek yani Kur’an mesajını vahyedildiği döneme ve şartlara göre tahlil etmek çok daha önemlidir. Çok eşle evliliği şart koştuğu söylenen ayet, temel olarak, Uhud savaşında ailelerini kaybettikten sonra bakım ve korunmaya ihtiyaç duyan yetimler meselesinden bahsetmektedir. Bilindiği gibi Uhud savaşında Müslüman ordunun % 10’u şehit edilmiş, geride pek çok yetim çocuk kalmıştı. Ayetlerin siyaksibakı kadar tarihsel gerçekler de bize bildiriyor ki, verilen izin bir yetimin annesiyle evlenmek ya da bir bayan yetimle evlenmek içindir. Böyle bir evlilik özellikle, eğer onlardan herhangi biri bir mirasa konduysa ve düzgün bir şekilde mirası koruyamayacaklarına dair bir korku varsa gerçekleşebilecek bir evliliktir. “Eğer yetimlere adil davranamamaktan korkuyorsanız o zaman size helal olan diğer kadınlardan biriyle evlenin, hatta ikisi, üçü ve dördüyle. Ama onlara da adil davranamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir tanesiyle ya da meşru olarak sahip olduklarınızla yetinin. Bu, altına girdiğiniz sorumluluğu ihlal etmemeniz açısından daha uygundur.” (4/3) Bu tarihi gerçekler ve ayetler arasındaki siyaksibak ilişkisi içinde, adalet kavramı sadece bu ayette değil aynı zamanda akabinde gelen bütün ayetlerde yani bütün sure boyunca Kur’an’ın en

3. Eşitlik ve Adalet Modern bakış açısından kaynaklanan ve adalet

çok ilgilendiği konudur. Eşlerle ilgili bir de şu ayet vardır. “Ne kadar arzu etseniz de, eşleriniz arasında adaleti tam gerçekleştiremezsiniz.”

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

65


(4/129) Bu ayette bir kadından fazlasıyla evlenmeme iması bulunmaktadır. Asıl mesele şudur ki, İslam öncesi gelenekler, İslam fıkhında olduğu gibi Müslüman toplumlarda da hakim olmuş ve yaygınlık kazanmıştır. Surenin adı yanıltıcıdır. Çünkü Müslümanlar ona “nisa” adını vermeyi kararlaştırdıklarında, surenin içeriğinden daha çok, konunun önemli olduğunu idrak ettiler. Eğer içerik göz önüne alınsaydı,

Yukarıda açıklandığı gibi İslam, bütün peygamberlere vahyedilen ve bütün kitaplarda açıkça gösterilmiş “asıl ve tek”dindir. Eğer inancın temel unsurları tek bir Allah’a ve ahirete inanmaksa, inanan kişinin bir Yahudi, bir Hristiyan, ya da bir Sabii ya da başka bir dine inanca mensup olup olmadığı önemli değildir.

surenin adı “adalet” olurdu.

İslam’da inanç özgürlüğü garanti altındadır.

Eğer, bunun üstüne Kur’an’da ortaya konan

başka bir dine dönme özgürlüğü hatta ateizme

evlilik tasvirini eklersek bütün yanlış anlama

ya da politeizme dönme özgürlüğü bireyin

ortadan kalkacaktır. Evlilik konusu, yerin ve

kendi seçimine bırakılmıştır. Mantıklı olan da

göğün yaradılışı gibi Allah’ın ayetlerinden

budur. Eğer inanç özgürlüğü garanti altındaysa

biri sayılır. “Yine sizin için kendileriyle huzur

ve zorlamaya karşı güvencedeyse, bireyin

bulasınız diye kendi türünüzden eşler yaratması,

dinini değiştirme hakkı korunma altındadır.

aranızda sevgi ve merhamet yerleştirmesi

Fakat aynı zamanda, böylesi bir hareketin

de onun ayetlerinden biridir. Şüphesiz bütün

ahirette cezalandırılacak olması Kur’an gibi

bunlarda düşünen bir topluluk için alınacak

dini bir metinde olması beklenecek bir durum

bir ders mutlaka vardır.” (30/21) Ayrıca bkz.

olsa gerek. Kur’an’da, böyle bir hareket için

(16/72) Kur’an’da ifade edildiği şekliyle kadının

dünyada bir ceza söz konusu değildir. İnfaz ve

konumu, genel olarak göreceli bir şekilde

ceza olarak böyle bir ceza, fakihler tarafından

ve tarihsel olarak ilericidir. Kadının konumu,

dine sonradan sokulmuş ve imanın bir parçası

Kur’an’ın tarihsel ve metinsel manasını göz

olarak kurumsallaşmıştır. Kur’an şöyle der: “De

önüne almak suretiyle vahyin içeriğine bakarak

ki mutlak hakikate atıf olan bu mesaj Rabbinden

kolaylıkla yeniden yorumlanabilir. Vahyin ne

gelmektedir. Artık dileyen iman etsin, dileyen

Dinde zorlama yoktur. İslam’ı kabulden sonra

demek istediğini anlamak ve bundan dolayı,

inkar etsin.” (18/29) “Ey iman edenler içinizden

adalet kavramı içinde var olan asıl eşitlik

kim dininden dönerse iyi bilsin ki Allah zaman

prensibini teşvik etmek için böyle bir şey

içerisinde onun yerine başka bir topluluk

yapmak gereklidir.

getirir.” (5/54) “İman etmelerinin ardından

Spesifik durumdan çok daha tartışmalı insan hakları meselesine geçelim. Yukarıda da izah edilen Kur’an’daki ilahi adalet kavramını da

66

birçoğundan üstün kıldık.” (17/70)

inkara sapıp, sonra da inkarda ileri gidenlere gelince; onların tevbesi kabul olunmayacaktır. İşte asıl sapıklar onlardır.” (3/90)

akılda tutarak şu belirtilmeli ki, eşitlik prensibi

Hiçbir farkı dikkate almaksızın, insanlar

İslam’ın başlıca ve esas konularından biridir.

arasında eşitlik garanti altındadır. Bunun tek

Nisa (kadınlar) suresinin başında Kur’an’ın

istisnası elbette Müslümanlara karşı savaş ilan

açıkça ifade ettiği gibi Allah şöyle buyuruyor.

edilmesidir. Tarihte de uygulamaları olduğu

“Ey insanlık. Sizi bir tek canlı varlıktan yaratan,

üzere böyle bir durumdaki savaşın kuralları

ondan da eşini yaratan ve her ikisinden de

vardır. Bu savaş durumu, çoğunlukla tevbe

birçok erkek ve kadın var eden Rabbinize

suresinde yer alır. Sure Mekke müşriklerine

karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun.” (4/1)

savaş ilanıyla başlar. Bu yüzden bu şartlar,

Böylece erkek ve kadından meydana gelmiş

sadece istisnai tarihsel pratik öğretilerle

insanoğlu birbirini tanımak için milletlere ve

anlaşılmalıdır. Çünkü bir savaş hali boyunca bile

kabilelere ayrılmıştır (49/13). Bu eşitlik, öyleyse

korunma isteyenler için korunma sağlanması

seçim meselesi değildir. “İlahi Onur” tarafından

garanti altındadır. “Eğer müşriklerden biri

insana bahşedilmesi sayesinde oluşur. “Doğrusu

senden sığınma hakkı isterse ona sığınak ol.

biz ademoğullarına kat kat ikram ederek onu

Bakarsın Allah kelamına kulak verir. Sonunda

üstün ve şerefli kıldık. Karada ve denizde onlara

onu kendini güvende hissedebileceği bir

ulaşım imkanı sağladık temiz ve helal besinlerle

yere bırak.” (9/6) Cihat kavramı etimolojik

onları rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın

olarak “kutsal savaş” anlamına gelmez. Cihat

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


kavramı, Peygamber’in ölümünden sonra Arap

emrolunmamış aynı zamanda onlarla iyi ilişki

yayılmacılığı bağlamında dini bir görev olarak

içinde olmakla da emrolunmuşlardır.

gelişim gösterdi.

Vahyin iniş şartlarını ve o dönemi göz önünde

Kur’an surelerinin ve ayetlerinin hali hazırdaki

bulundurarak konulara bir yaklaşım metodu,

düzenlenmesi sebebiyle, bu ayetlerin vahyin

gayrimüslimlerin durumu için de uygulanabilir.

indiği dönemden ve içinde bulunduğu şartlardan

Örneğin, cizye şartı (yani gayrimüslimlerin

ayrı değerlendirilmesi ve siyak-sibaka gereken

ödemesi zorunlu olan ekstra vergi) esasında

önemin verilmemesinden dolayı pek çok Kur’ani

Kur’an tarafından başlatılmış bir uygulama

kavram yanlış anlaşılır oldu. Gerçekten de

değildir. Bu uygulama İran ve Roma gibi

Kur’an’da “nerede bulursanız müşrikleri öldürün”

dönemin bütün imparatorluklarında yaygın

ayeti vardır (2/191). Fakat sadece ayetlere

ekonomik ve siyasi bir uygulamaydı. Cizye,

bakarak, yani surenin dilsel ve iç anlatımını

Müslüman fakihlerin onu yorumladıkları şekilde

göz önüne alarak Kur’an’a yaklaşırsak, açıkça

azınlıklara korunma sağlamak için kullanıldı.

bunun bir tehdit anlamına geldiği düşünülebilir.

Eskiden cizye, bir tür küçük düşürme hareketi

Oysa ayetlerin geldiği şartlar ve durumlar,

ve mutlak boyun eğişi zorlamak için kullanılırdı

adaleti yerine getirmek ve zulmü kaldırmak

(9/29). Müslüman fakihler, genel olarak

için tek vasıta olarak savaşın gerektiğini dile

cizye doktrinini utandırma vasıtası olarak

getiriyor. Kur’an’da Kabe ve kutsal aylarla ilgili

görmediler, onu herhangi bir askeri göreve dahil

hiçbir şekilde haddi aşmaya müsaade yoktur.

olmamaları şartıyla ödeyecekleri ekstra vergi

“Size karşı savaş açanlarla siz de Allah yolunda

olarak uyguladılar. Onlar bu yüzden, bu vergiyi

savaşın, fakat saldırganlık yapmayın. Allah

kadınlara, çocuklara, hastalara, engellilere ve

saldırganlık yapanları sevmez. Onları savaşta

papazlara uygulamadılar. Onlar, hatta yalnız

gözünüze kestirdiğiniz her yerde öldürün. Sizi

Müslümanlar tarafından ödenen zekat payının,

sürgün ettikler her yerden siz de onları sürgün

gayrimüslimler arasında ihtiyaç sahibi ve

edin. İnanca yönelik zulüm ve baskı ölümden

fakirlere de verilmesi gerektiğini bile söylediler.

beterdir. Mescidi haram çevresinde onlar size

Bu da bize meseleyi, ilk dönem Kur’an vahyinde

savaş açmadıkça siz de onlara savaş açmayın,

sosyal adalet boyutuyla ele almamızı gerekli

eğer onlar size savaş açarsa onları öldürün. İşte

kılıyor.

kafirler böyle cezalandırılır. Eğer yaptıklarına bir son verirlerse şüphe yok ki Allah tarifsiz bağışlayıcıdır. Onlarla inanca yönelik zulüm ve

4. Ekonomik Adalet

baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah’a ait

Mekke vahyi, sürekli olarak ihtiyaç sahipleri

oluncaya kadar savaşın. Eğer yaptıklarına bir

ve fakirler arasında, yetimlerle ilgilenmenin

son verirlerse, zulmedenlerin haricindekilere

ve adalet üzerinde hareket etmenin önemini

düşmanlık da sona erecektir.” (2/190-193)

vurgular. Açıkça şu anlaşılmalı ki. 7. yy. boyunca

Müslümanların zorla ayrılmak zorunda kaldıkları ve 10 yıl boyunca ayak dahi basamadıkları Mekke fethedildiğinde, Peygamber’in davranış şekli, yukarıda iddia edilen anlayışı çürütecek en güzel delildir. Mekke’ye girildiğinde Peygamber’in yaptığı tek şey, sadece Mekke halkını affetmek ve onların affı için dua etmek olmuştur. Büyük İslam tarihi boyunca Müslüman fatihler tarafından gerçekleştirilmiş herhangi bir toplu öldürme vakası bildirilmemiştir. Bu da şu anlama geliyor ki, ilk dönem Müslümanlar, bu ayetleri mecburi dini bir görev olarak algılamadılar. Her şeye rağmen Müslümanlar, kendilerine karşı savaş başlatmayan gayrimüslimlere sadece adaletle davranmakla

Mekke’nin sosyo-ekonomik şartları içersinde ekonomik adalet ve buna uygun olarak sosyal adalet öncelikli bir ihtiyaçtı. Adaleti çağrıştıran “adl” kelimesi kullanılmıyor olsa da, açıkça adalet kavramının iması sezilebilmektedir. Bu pasajların birinde, çocukluğuna özel bir referansla Muhammed’e hitap edilmektir. Hz. Muhammed’in babası o doğmadan önce, annesi ise o daha altı yaşındayken vefat etmiş, yetim kalmıştı. Dedesinin himayesinde olsa da çocukluğundaki acı deneyimler, Mekke’deki sosyo-ekonomik adaletsizliğin örneklerini gözler önüne sermektedir. Asil ve zengin Hatice ile evlendikten sonra hayat onun için daha iyi hale geldi. Kur’an, bir ara vahiy süreci

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

67


durduğunda -o kısa periyotta- Allah’ın kendisini

Adaletsiz, kibirli, zengin bir insan tipolojisini

terk etiğini düşünen Muhammed’e “Rabbin seni

temsil eden Kur’an kıssaları, hemen hemen

terk etmedi. Cebrail vasıtasıyla senle iletişim

Kur’an’ın tamamında karşımıza çıkmaktadır. Bu

kurmayı bırakmadı” der. Sabırlı olmasını ister

kıssaların birinde, zengin adam kendini o kadar

ve gelecekte Allah’tan gelecek nimetlerin

müstağni görür ki, sahip olduklarını kendi başına

katlanarak çoğalacağını müjdeler. Bu bağlamda

elde ettiğini düşünür ve eğer bir ahiret varsa

Kur’an, fakir bir yetim olarak Muhammed’e

ahirette de daha fazlasını bulacağını zanneder.

çocukluğunu hatırlatır. O seni bir yetim bulup

Rabbine minnettar olacağı ve Allah’ın kendisine

sığınak olmadı mı? Yine O seni yolunu kaybetmiş

verdiklerinden bazılarını diğerleriyle paylaşmak

bulup doğru yola yöneltmişti, seni muhtaç bir

yerine, karşılıklı bir tartışmada arkadaşına

halde bulup doğru yola yöneltmişti.” (93/6-7)

şöyle der: “Benim malım seninkinden çok

İlk surelerden birinde, Mekke halkı, bahçelerine fakir girdiğinden dolayı onu kovan ve bu yüzden cezalandırılan eski bir milletle kıyaslanır. Kur’an bu örnekle o halkın kasten fakirleri bahçelerinden kovduklarını ima eder. Kur’an’daki ayette bahçe sahiplerinin kendi aralarında şöyle dedikleri bildirilir. “Bugün hiçbir yoksulun yanınıza sokulmaması gerekiyor.” (68/24) Aynı şekilde bu, Müddesir suresinde de tekrar edilir. Günahkarlara cennet ehli sorar. “Sizi cehenneme ne sürükledi?” Kur’an’da bizlere onların şöyle diyeceğini söyler: “Biz ne namaz kılanlardandık ne de fakiri doyuranlardandık.” (47/42-44) Maun suresinde yetimlere ve ihtiyaç sahiplerine kötü muamelenin inançsızlık belirtisi olduğu bildirilir.

“Nefsine zulmederek” bahçeye girmesi tasvir edilir. Şunu vurgulamak önemlidir ki zengin, kibirli insan tipolojisi, burada kendi nefsine zulmeden biri olarak takdim edilir. Haksız davranışı, o kişinin fıtratıyla çelişkili olduğu anlamına gelir. Yani kalubelada Allah’la yapmış olduğu anlaşmaya uymamaktadır. “Böylece kendi kendisine en büyük kötülüğü yapmış olan o adam şunları diyerek bahçesine girdi. ‘Bu bahçenin yok olacağını asla düşünmüyorum. Hoş, ben son saatin bir gün gerçekleşeceğini de düşünmüyorum ya. Fakat Rabbime döndürülecek olsam bile sonuçta bundan daha iyisini bulacağımdan eminim.” (18/35) Bu kıssada karşıt örnek, sahip olduğu her

Kur’an Fecr suresinde; zengin olsun, fakir olsun bencil insanı tekdir eder. Kur’an, eğer böylesi bencil bir insan zenginse, o kişinin gurur ve kibirle “Rabbim bana verdi” dediğini, fakirleştiğinde ise tepkisinin şikayet etmek olduğunu bildirir. Umutsuzluk içinde şöyle der: “Rabbim beni utandırdı.” (89/15) Her iki durumda da insan, yeryüzünde bir tek kendisi yaşıyormuş gibi davranır. O, özellikle zengin olduğunda ilgisine ve alakasına ihtiyacı olan diğer insanların farkında değildir. Kur’an açıkça, zengin olmanın seçilmiş, elit bir kesime Allah tarafından bahşedilmiş bir imtiyaz olmadığını ve fakir olmanın Allah’tan gelen bir zilletin işareti olmadığını ima eder. Aksine, zenginlik ve fakirlik insanları imtihan etmek için vardır. İnsanların böylesi bencil tavırları imtihanda mutlak başarısızlık demektir. Bencil insanların en büyük suçu yetimleri doyurmamaları ve fakirleri doyurmada bir diğerini cesaretlendirmemeleridir. Onlar aslında açgözlülükle mirası yerler ve aşırı sevgiyle serveti severler (89/17-20).

68

ve nüfusça da senden üstünüm.” (18/34)

ne varsa Allah tarafından verildiği gerçeğini bilen adil insanoğludur ve o bu yüzden adil ve minnettar olmak zorunda olduğunu bilmektetedir. Küstah arkadaşına cevabı şu şekildedir. “Kendisiyle söyleştiği adam ona şu cevabı verdi. Şimdi sen kalkmış, seni tozdan topraktan ve ardından bir damlacık döl suyundan yaratan, sonra da seni yarattığı amacı gerçekleştirecek bir donanıma sahip kılarak adam eden Allah’ı inkar ediyorsun öyle mi. Fakat bana gelince, şu kesinki O benim her şeyimi borçlu olduğum Allah’tır ve ben her şeyimi borçlu olduğum birine hiçbir kimseyi ortak koşmam. Oysaki senin, bahçene girerken Onun hayata müdahil olduğunu görüp bu, ‘Allah’ın yaratıcı iradesiyle olur. Bu irade ancak Allah sayesinde kullanılan bir güçle gerçekleşir’ diye düşünmen gerekmezmiydi. Gördüğün gibi, evlat ve malca senden daha güçsüz olsam da kim bilir belki Rabbim bana senin bahçenden daha yararlısını verir.” (18/37-40) Kafirliğe eş değer böylesi bir kibirin cezası ayette şöyle geçer: “Nihayet berikinin bütün serveti

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


mahvedildi. Kökü yerle bir olmuş bahçesinin

eklersek, cevabımız kesinlikle “evet” olacaktır.

karşısında durmuş, heba olan emeğine yanıp

Kur’an’ın faize dair sert eleştirisi, adalete

diyordu ki, ‘ah keşke Rabbime karşı kimseyi

dayalı sosyo-ekonomik bir sisteme varmak

ortak koşmasaydım.’ Artık onun Allah’tan gayrı

için temel bir zemin olarak zekatı mecbur hale

kendisine destek çıkacak hiç kimsesi yoktu.

getiriyor. Zekat ve faiz, bu iki mesele birbiriyle

Üstelik kendi başının çaresine bakacak durumda

bağlantılıdır ve Kur’an’da birbiriyle kıyaslanır.

da değildi.” (18/42-43) Bunun gibi kıssalarda

Sadaka veren insan tipolojisi (dikkatlice ve

vurgulanmak istenen gerçek şudur ki, Allah’ın

ihtiyaç sahiplerini incitmeden, utandırmadan

milletlere ve insanlara uyguladığı ceza, aslında

harcama yaparlar) ayette (2/273-280) kan

insanların kendi elleriyle işledikleri yüzündendir.

emiciler olarak tanımlanan faiz yiyenlerin

Şunu da belirtelim ki, Kur’an bu konuda

tipolojisiyle kıyaslanır.

yani fakirlere, ihtiyaç sahiplerine, yardıma

Son 30 yılda dünya genelinde faizsiz ekonomik

muhtaçlara ya da engellilere kötü muamalenin

sistemi yeniden sağladığını iddia eden pek çok

kınanması konusunda tek değildir. Bütün

İslami banka kuruldu. Fakat bu bankaların

semavi kitaplarda bu mevcuttur. Bu, herhangi

sistemi, son zamanlarda yayınlanmış

bir dini merhametin en temel parçasıdır. Yine

çalışmalara göre, faiz üzerinde temellenmiş

de Kur’an’ın bütün bunların üzerine ekleyecek

var olan bankacılık sistemiyle aynıdır. Bana

çok şeyi vardır. Kur’an zengin insanlara ait olan

göre sorun şu ki; fakihler, hukukçular faizin

şeyden fakirlerin de bir payı olmasını şart koşar.

yasaklandığı şartları ve doğasını tamamen

Böylece muhtemelen insan topluluklarında ilk

gözden kaçırıyorlar. Onlar aynı zamanda bu

sosyal refah sistemini kurmuştur. Mekke’de inen

yasağın amacını da tamamen görmezden

vahiylerin ilk dönemlerinde sıklıkla müminlerin

geldiler. Bu şekilde, Kur’an’daki durumun siyak-

mal varlıklarında ihtiyaç sahipleri ve fakirler

sibak ilişkisini ve geldiği çevreyi görmezden

için “belli bir payın” olduğu bildirilmiştir (51/9).

gelerek yapılan modern faiz tartışmaları, İslam

Fakat Medine’de ilk inen surelerin birinde zekat,

şeriatında kavramsallaşmış olan faizin yasal

kelime-i şehadet ve namazdan sonra İslam’ın 5

formunu takip etmek yerine, faiz hakkında

temel şartından biri olarak gelmiştir.

sadece yasak için mantığın olup olmadığına

Farz olarak zekattan yararlananlar şunlardır: Fakirler, ihtiyaç sahipleri, zekat işinde görevli olanlar, borç ve esaret altında olanlar; Allah yolunda olanlar ve yolda kalmış olanlar (9.60). Burada, gayrimüslimlerin hariç tutulduğuna dair ima ya da işaret yoktur. Bu sosyal refah sisteminde dini ayrımcılık yoktur. Aynı surede Kur’an, servet yığmayı şiddetle kınar: “Altın ve gümüşü toplayarak servet yapıp, hem de onu Allah yolunda sarf etmeye yanaşmayan kimseler var ya, işte onları yakıcı bir azapla müjdele.” (9/34) Dahası Kur’an açıkça, onun amaçlarından birinin de adil bir şekilde serveti dağıtmak olduğunu bildirir. Bu yüzden zekat “servet sırf zenginler arasında dolaşan bir güç ve iktidar aracına dönüşmesin” diye şart koşulmuştur. “Zekatın şart koşulması”nın sırf kendisi, ekonomiye dayalı bir adalet sistemi oluşturabilir mi? Eğer biz onun özellikle farz kılındığı sosyal şartları ve çevreyi göz önünde bulundurursak ve adaletin asıl amacını ayakta tutmak için Kur’an’da takdim edilen diğer önlemleri de buna

odaklanmaktadır. Meselenin böyle ele alınması ve tartışılmasıyla birlikte, bütün grupların çıkış noktaları aynı olduğundan dolayı adaletin ve adaletsizliğin farklı kavramları ortaya çıktı. Bahsi geçen bu çıkış yolunda, faizin hem ahlaki hem de yasal açıları, vahyin indiği çevre ve şartların arka planından yoksundur. Böylece asıl sorun, krediler ve bankaya yatırılan paralar üzerindeki banka faiz oranının faiz olup olmadığıyla sınırlı kalmıştır. Modernistler bu meseleyi, faiz kavramından hariç tutarken, geleneksel kesim ise dahil edilmesinde ısrar etmişlerdir. Bu şekilde bu, biçimsel, yasal bir mesele olmuş ve sonuç olarak Kur’an’daki merkezi adalet kavramından yoksun, İslamileşmenin sahte bir meselesi olup çıkmıştır.

5. Adalet (Adl ve Qist) Etimolojik olarak, kelimenin kökü Kur’an’da, fiil, sıfat, tekil, çoğul kısaca bütün çeşitleriyle kullanılmıştır. Tekil formda, hem isim hem de sıfat formu, tam olarak aynı anlamı taşımaz.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

69


İsim formu ise daima adalet anlamı taşır. Sıfat

Bu ayette adaleti çağrıştırmak için kullanılan

anlamında ise, doğrusal, adil, dengeli gibi

kelime, anlamı adaletle aynı olan “qist”tir.

anlamlara gelir. Bu, hem insanlara hem de

Adalet gibi “qist” de günahkarların ya da

eşyalara tatbik edilebilir. Kur’an’daki adalet

müşriklerin hareketlerini haklı çıkarmak için

kavramının köşetaşı, adaletin Allah tarafından

çabaladıkları şey değil, Allah’ın emridir? Aynı

emredilmiş ilahi şart olarak sunulduğu

surede ayet şöyle buyuruyor: “Ne zaman çirkin

bölümlerde bulunabilir. Analiz edilecek örnek

bir iş işleseler hemen, ‘biz atalarımızı da bu

ayet, adaletin ihsan kavramıyla iç içe olduğu

iş üzerinde bulduk. Demek ki bunu bize Allah

ayet (16/90)tir. İhsan kavramı, başkalarına

emretmiştir’ derler. Deki şu kesin. Allah çirkin

olduğu kadar kendine de mümkün olacak en iyi

bir şeyi emretmez yoksa siz hiç bilmediğiniz bir

ve güzel şekilde davranmayı ifade eder.

şeyi Allah’a mı yakıştırıyorsunuz.” (7/33)

Bu ayette dikkate değer nokta şudur ki, adaleti

Daha önce açıklandığı üzere, adalet ilahi bir

ve elinden gelenin en iyisini yapma emri direkt

kavramdır. Ahirette insanın varacağı yer Allah

erkek olsun ya da mümin olsun herhangi bir

tarafından önceden kararlaştırılmış değildir.

muhataba hitap edilmiyor. Diğer ayetlerdeki

Buna, gerçekten de insanın Allah’la kalubelada

örneklerde olduğu gibi kapsamlı ve oldukça

yapmış olduğu anlaşmanın farkında olması

evrensel bir emri bildirir. Gramatik olarak açıkça

ve onu tanımasındaki başarısına göre karar

belirtilmiş bir hedef olmaması, emretme fiiline

verilecektir. Kur’an’ın bize bildirdiğine göre,

semantik bir sonsuzluk alanı veriyor. Adaleleti ve

böyle bir “bilme ve farkında olma”, insanın kendi

ihsanı emretme, ayet içerisinde “fahşa”yı (utanç

iç dünyasını bilme ve farkında olmasından başka

verici hareketler), “münker”i (kabul edilemez

bir şey değildir. Bu ilahi adalet, yerden göğe

hareketler), “bağy”i (başkalarıyla ilişkilerde

bütün evreni kaplamaktadır. Çünkü O, sağlam

adaletsiz olma, sınırları aşma) yasaklamanın

bir şekilde adalet üzerine mukim olan Allah’tır

ardından geliyor. Çok daha detaylı örnekler, İsra

(qaim bil qist). “Allah, gerçekten kendisinden

suresinde (17/26-30), adil olan ve olmayan

başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve

amellerin (ki bunlar, Allah’a şirk koşmada

ilim sahipleri de O’ndan başka ilah olmadığına

kendi kendine adaletsiz olmaktan tutun, kişisel

adaletle şahitlik ettiler. Aziz ve Hakim olan

tasarruflarında yumuşak davranarak kendi

O’ndan başka ilah yoktur.” (3/18)

kendine adaletli olmaya kadar) ne olduğunu özetleyen bağy, münker, fahşa kavramlarını açıklamak için verilmektedir. Nahl suresinde (16/90), ihsan ve adalet arasındaki verilen ortak bağ, Peygamber tarafından ihsana verilen tanımında tam anlamını, önemini bulmak içindir. Tanıma göre ihsan, “Allah’ı görüyormuşsun gibi ona ibadet etmektir”. Gerçek şu ki, sen onu görmesen de O, seni görmektedir. Peygamber tarafından yapılan bu açıklama, ihsan kavramını Allah’a kullukta en yüce konuma koymaktadır. İhsan ve adalet bu kadar ilişkiliyse, ihsanın durumu anlamsal olarak adalete atfedilmelidir (ihsan ve onun varyasyonları için bkz.

“ayetü’l-kürsi”de (2/225) bahsedildiği gibi Allah, varlığın sonsuz mutlak tedarikçisidir. Adalet üzerine sağlam durmak (qaim bil qist), Allah’ın sıfatlarından biridir ki, Mutezile ekolü kendi en önemli 5 prensibinden biri olarak “ilahi adaleti” saymıştır. Onların tartışmalı düşünce sisteminde tevhit, 2. sıradadır. Allah’ın adaletinin ve “Qist”inin faaliyet alanı, Kur’an’da sürekli tekrarlanarak, yarattığı her şeye tam ve en iyi şeklini verdiğini dile getirilmesiyle belirtilir. Mükemmelliğin, adaletin ve “qist”in bütün evrende kendini göstermesi, O’nun ilahi bilgisine

2/178,229; 9/100; 55/60).

ve hikmetine göredir (15/16-25).

Diğer bir Kur’ani örnek de, adaletle davranmanın

Eğer bütün evren, en güzel ve mükemmel

emredildiği, kötülüklerin yasaklandığı şu ayettir: “Onlar, ’çirkin bir hayasızlık’ işlediklerinde: Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti derler. De ki: Şüphesiz Allah, ‘çirkin hayasızlıkları’ emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?” (7/28).

70

Kayyum, “esmau’l-hüsna”dan biridir ve meşhur

düzende yaratıldıysa, insan da en mükemmel surette -Müslüman sufilerin iddia ettiği şekilde Allah’ın suretinde- yaratılmıştır. Bu sebeple insanoğlundan, Allah’ın özelliklerini yansıtması dolayısıyla, bilinçli şekilde hareket etmesi beklenir. Eğer insanın her hareketi “kiramen

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


katibin melekleri” tarafından yazılıyorsa, bu

haksızlığa uğratılmaz. Hatta hardal tanesi kadar

Allah’ın kendi suretini seyretmesi anlamına

bir şey olsa, onu bile getiririz. Biz hesap görücü

gelmektedir. Eğer insan bu surete uymayacak

olarak yeter de artarız bile.” (21/47) “Ve kimin

şekilde hareket ederse ahiretteki ceza, sadece

iyilikleri tartıda ağır gelirse işte kuruluşa erenler

hak edilmiş olmakla kalmayacak, aynı zamanda

onlar olacaklardır. Ama kiminki de hafif gelirse

insanın şekli bozulmuş suretine de bu ceza

cehennemde yerleşip kalmak üzere kendilerini

uygulanacaktır. “Ey insanoğlu! Bu kadar yüce

harcayanlar da onlar olacaktır.” (23/102-3)

ve cömert olan Rabbine karşı bu gururun

(ayrıca bkz. 7/8-9, 101/6-8)

ne? O Allah ki seni bir amaçla yarattı, sana varoluş amacını gerçekleştirecek bir donanım ve dengeli bir tabiat verdi, yani hangi surette dilemişse seni öyle terkip etti. Yapmayın ama, hesap gününü yalanlama eğilimini hep içinizde taşıyorsunuz. Üstelik üzerinizde gözetleyip hafızaya kaydediciler olduğu halde. Onlar kaliteli kaydediciler. Sorumsuz davranan kötüler ise gözleri fal taşı gibi açacak bir ateşin içinde olacaklardır. Hesap günü oraya dikileceklerdir. Ondan kurtulmaları asla mümkün olmayacak. Sahi sen hesap günü nedir, bilir misin? Evet, sen hesap günü nedir bilir misin? Hiç bir insanın bir başka insana asla fayda sağlayamayacağı bir gündür. Zira o gün talimat vermek tamamen

Mizan-tartı teşbihi, her yerde vücut bulmuş ilahi ölçüleri sembolize eder. İlki, halı gibi yayılmış dünyanın yaradılışında vücut bulmuştur. Allah oraya sarsılmaz dağlar ve hareket etmez dağlar koymuştur ve bir ölçüye göre her çeşitten meydana getirmiştir. Allah servetinden dünyadaki insana rızık gönderir. “Hiçbir şey yoktur ki onun kaynağı bizim katımızda olmamış olsun. Fakat biz her bir şeyi tespit ve tayin edilmiş bir ölçüye göre indiririz.” (15/21) Rahman suresinde mizan, insanlar dengeyi-ölçüyü aşmasınlar diye gökyüzünün yükseltilmesi olarak şiirsel bir ifadeyle ortaya koyuluyor. Böylesi bir “şiirsel ima”nın amacı

Allah’a mahsustur.” (82/6-19)

şudur ki, mizan dünyada sadece adaleti

Burada sonuç olarak, Kur’an’da adaletin çok

çıkmış olan, ilahi adaleti sembolize eder. Bu

anlamlı katmanlarını ifade eden mizan-tartı

ima, mizan olarak Kur’an’ı tasvir etmede açıkça

benzetmesini tahlil etmek önemlidir. Her şeyden

ortaya serilmiştir. “Doğrusu biz elçilerimizi

evvel, Allah, Kur’an’da kullarına defaatle insan

hakikatin apaçık belgeleriyle gönderdik. Onlarla

ilişkilerinde sahtekarlığın her türlüsünden

birlikte kitabı ve insanlığı adaletle ayakta

kaçınmayı emretmiştir. “Mutaffifin” suresinde

tutsun diye.” (57/25) İlahi adalet, böylece

bu tür insanlar, Allah tarafından ahirette tehdit

vahiyde ifade edilmiş ve bütün evrende açığa

edilmiş ve şiddetle kınanmışlardır. “Yazıklar

çıkmıştır. Adalet, itaatsizlik özgürlüğü olan ve

olsun tartıda haksızlık yapanlara. Kendileri

bu şekilde, bu dünyada dengesizlik getiren

başkalarından alacakları zaman noksansız

insan hariç tutulursa, her şeyi dengede tutan

isterler. Ama başkaları için ölçüp tarttıkları

bir tartıdır. Adem ve Havva kıssasına dönecek

zaman hak yerler. Onlar sanmazlar mı ki tekrar

olursak, onların itaatsizlik hareketlerinden sebep

diriltileceklerdir. Dehşetli bir günde, o gün

olunmuş olan dengesizlik, vahyedilmiş Allah’ın

bütün insanlar alemlerin Rabbinin huzuruna

sözü tarafından yeniden dengeye kavuştu. Bu

dikileceklerdir.” (83/1-6) Şuara suresinde

tam olarak, peygamberlerin görevidir. Şimdi

(26/181-183) Şuayb Peygamber, doğru tartı ve

elimizde olan Allah’ın sözüdür. Dengesizliğe

terazi hakkında halkıyla tartışmaktatır. Ölçülerde

sebep olmak ya da dengeyi sağlamak artık, bize

ve tartılarda adaletin mecazen kozmolojik

kalmıştır. Bütün durumlarda, bu dünyada da

kavramdan bahsettiği daha pek çok ayet vardır

ahirette de varış yerimizi belirleyecek olanlar

(13/35, 55/9, 6/152, 7/85, 11/84-85).

yine bizleriz. Bu, Kur’an’ın adalet kavramıdır.

sembolize etmez, aynı zamanda her şeyde açığa

Tartının mecazi teşbihi, aynı zamanda kıyamet gününde, adaleti ifade etmek için de kullanılmıştır. Bu hayatta, melekler tarafından anında kaydedilen ameller, ahirette ölçülecek ve tartılacaktır. “Biz kıyamet günü dosdoğru tartılar kurarız da hiç bir kişi en küçük bir

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

71


Dosya: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?

Neden İslami Etik? Halid ZAHİR iSLAMİ Yorum İçin Çeviren:

Fatih Peyma

Bu makale, iş ve işle alakalı araştırmalara

girişilir ve buna karşılık etik davranış, bu hedefin

odaklanan bir akademik programda, İslami

takibinde sınırlamalar koyma eğilimine girer. Bu

etik üzerine bir araştırma düşüncesini

yüzden etik meseleler hakkında endişelenmek,

benimsemeyenlerin sorularına cevap vermek

iş etkinliğinin ruhuna aykırı görünür. Ticari

için kaleme alınmış bir makaledir. Pek çok

işletmeler çoğu durumlarda, aynı sebeplerle bir

önemli meseleyi gündeme getirdiği için bu konu

ülkenin kanununu takip etmekten bile kaçınırlar.

burada yeniden ele alınıyor.

Bununla birlikte kanun, devlet mekanizmasının

Bu makale beş bölüme ayrıldı. Birinci bölüm, neden etiğin incelenmesi gerektiğini anlatıyor. İkinci bölüm, bilhassa İslam etiğinin incelenmesinin ana prensiplerini irdeliyor. Üçüncü bölüm, iş dünyasında etik olarak davranmanın seküler ve İslami bakış açısından

kuvvet kolları tarafından desteklendiğinden dolayı, çoğu durumlarda gönülsüz de olsa iş dünyasında pratik bir kabul görmektedir. Etik kuralların, devletin gücü tarafından desteklenmezse, pratikte pek de başarılı olması muhtemel değildir.

ana prensiplerini; dördüncü bölüm, etik

İş etiğini incelemenin mantığı şu gerçek içinde

olanla olmayanı belirlemek için benimsenen

yatmaktadır ki, ticari teşebbüsler kâr elde etmek

metodolojinin nasıl olması gerektiğini ve son

gibi dar hedefleri takip ettikçe, başkalarının

bölüm, peygamberliğin, etik meselelerde en

menfaatlerini görmezden gelmeye başlarlar.

güvenilir mercii olduğunu ve bunun nedenlerini

Eğer onlar, kendi menfaatleri peşinde koşarken

açıklıyor.

başkalarının menfaatleri hakkında dikkatli olmaya layıkıyla yönlendirilmeyecek olurlarsa,

1. Neden Etik Bilimi İncelenmelidir?

toplum bariz bir kayba maruz kalacaktır.

Neden etik bilimi çalışmaları, “İş İdaresi”

Yavaş yavaş yozlaşma devreye girecek ve

programlarının parçası olmalıdır? Bu meselenin hem bireysel hem de toplumsal bakış açısıyla ilişkisi vardır. Bu bölümde, mesele toplumsal bakış açısından ele alınacaktır. Üçüncü bölümde ise konu, bireysel bakış açısından ele alınacaktır. Meselenin ardındaki endişe anlaşılabilir bir endişedir. Bir iş etkinliğine, öncelikli olarak

ardından gelen kaos ve huzursuzluk, başarılı işadamlarının bile işlerinden elde ettikleri kazançlardan reel, uzun vadeli menfaatlerini ellerinden alacaktır. Bu sebeple, her zaman bireysel işlerin büyümesine imkan verecek etik olarak hassas bir iş çevresine sahip olmak faydalıdır.

kazanmak ve çoğu durumlarda kârı artırmak için

72

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Etik bilimini araştırmanın bir diğer sebebi de

çalışmak demek, anlaşmazlık çıkarmak

şudur ki, etik olarak tutarlı bir toplumdaki ülke

anlamına gelirken, seküler seviyede etik

kanunu, ağırlıklı olarak hükümlerini o ülkenin

bilimin prensiplerini incelemek, birleştirici bir

etik meselelere verdiği yanıtlardan elde eder.

hareketmiş(!)

Yasaların temel alındığı pek çok prensip, doğası gereği etiktir. İş etiğini incelemek, bu yüzden, o ülkenin kanunlarının temel alındığı genel

Bir Müslüman’ın yine de, İslam etiğini seküler etiğe tercih etmesi oldukça mantıklıdır. Eğer

prensipleri inceleme girişimidir.

İslam etiğini tercih etmiyorsa, Müslümanlık

İş etiğinin neden ilgi-alaka hak ettiğinin bir

inceleme fikri bir yana, iddiasında bir sorun var

üçüncü sebebi şudur. Böyle bir inceleme,

gibi gözükmektedir. İslam mesajı, müminlerden

bireylerin kâr amacı gütmek gibi dünyevi

hayatın bütün alanlarında etik olarak

faaliyetlere başvururken bile daha iyi insanlar

davranmalarını ister. Aslında bir Müslüman

haline gelmesini sağlar. Çağdaş ekonomi

için İslam etiği üzerinde bir çalışma, inancının

eserlerinde bahsedilen ‘’iktisadi insan ’’ın

gerektirdiği şeyi bilmek ya da imanını yeniden

‘’rasyonel davranışı2’’ fikrinin altında yatan

diriltmek için memnuniyet verici bir fırsat

prensipler, abartılı bir şekilde sınırlıdır. İnsanlar

olmalıdır. Eğer doğru hareket üzerine, ayrıntılı

ticari faaliyetleriyle meşgul olurlarken bile kârı

olarak insanlığa rehber olmak için Allah’tan

artırmak gayesi güden ekonomik faillerden çok

geldiği iddiasında bulunan bir mesaja inanan

daha fazlasıdır. Onlar aynı zamanda etik olarak

müminler, başka kaynaklardan doğru davranış

davranmak için değişen derecelerde içten gelen

prensiplerini incelemeyi seçerlerse, bu ne

zorlayıcı isteklere ve dürtülere sahiptir. Başka

mantıklı ne de etik bir düşünce olur.

iddiası havada kalıyor demektir. İslami etiği

1

bir deyişle, insanoğlunun ticari teşebbüslerinde oldukça bencil olduğuna dair düşünce, yaygın kabul görmüştür. Bu gerçek, insan anlayışının sığlığından kaynaklandığı için, pratikte hiç bir zaman evrensel olarak uygulanabilir bir kaide olarak görülmemiştir. Bu yüzden, ekonomik davranış konusunda, yazarlardan gelen ve bunun aksini iddia eden baskın önerilere rağmen takip edilegelen (ya da edilmesi gereken) prensipleri incelemek çok daha mantıklıdır.

2. Neden İslami Etik? Bazen oldukça zorlama da olsa ortaya atılan bir başka mesele de, etik bilimin genel prensiplerinin yerine İslami etiği üzerinde çalışma fikrinin ardındaki yargı ile alakalıdır. Böyle bir amaç için genel olarak ortaya konan mantık şudur. Güya İslami etik üzerinde İktisadi insan; kendisine sunulan fırsata ilişkin

1

mevcut bilgi altında önceden belirlediği olası en iyiye ulaşmaya çalışan, çoğu aza tercih eden, sürekli kâr amacı güden, tercihlerinde tutarlı birey. 2 Rasyonel davranış; karar alıcıların kendilerine belirli bir amaç veya hedef belirleyerek, tercihlerini bu amaca ulaşmak yolunda yapmalarını, kendi çıkarlarına göre hareket etmelerini tanımlayan iktisadi terim.

İslam etiğinin, etik bilimi üzerinde bir üstünlüğe sahip olmasının diğer bir sebebi, onun sağlamlığıdır. Kur’an ve Sünnet’in değişmez mesajı üzerine kurulmuş olan İslam mesajı, gelecek bütün zamanlarda, içinden etik davranış için sonuç çıkarılacak sabit bir temel sunar. Bu, neyin kabul edilebilir, neyin edilemez olduğu hakkında insanlara güvence verir. Bunun aksine, seküler metodoloji, sadece davranış şekillerinde değişim göstermez, aynı zamanda bu davranışın ardındaki prensiplerde de değişim gösterir. Dün tamamen kabul edilemez olan bir şey, bugün tamamen kabul edilebilir hale gelebilir. Böylesi değişken durumlar, şüphelerden muaf bir şekilde hareketlerini yerine getirecek olanlara güvence vermez. İslami etiğin gayrimüslimleri bağlamayacağına dair düşünce oldukça haklı bir endişedir. Bununla birlikte, dini azınlık grubu olarak yaşayanlar daima zihinsel olarak kendilerini çoğunluğun fikrini tanımaya hazır hissederler. Herhangi bir topluluk, mensuplarının bir kısmından, kolektif ilişkilerinde tek bir hareket tarzını takip etmesini isterken, başkalarına da başka bir hareket tarzı sunamaz. Bu yüzden bütün vatandaşların, aynı fikirde olsalar da olmasalar da ülkenin kanunlarını takip etmeleri

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

73


gerekir. Kaldı ki zaten azınlıklardan, İslami etiği

belli bir standartta davranış tarzı bekler.

zorla kabul etmeleri teklif dahi edilmez. Bu

Alışılmışın dışında bir davranış topluluğun adına

sadece dünya meselelerine bakışlarında İslami

leke sürer. Bir topluluğa bağlı olma durumu,

bakış açısını kavramalarına yardımcı olur.

o topluluğun üyelerinin erdemli davranmaya

İslami çalışmaların bir başka kolu olacağına inandıkları için İslami etiğe ilgisizlik gösterenler

olmaktadır.

var. Bu yorumlar, yine de, pek fazla ilgi hak

Dini alanlarda motive edici 2 güç vardır, her ikisi

etmiyor, çünkü hem İslam’ın hem de etiğin

de aynı kaynaktan çıkar; bu da, Allah’a imandır.

doğasını kavramadan yapılan yorumlardır.

Allah’a imanla şekillenmiş düzgün bir İslami

Başka bir disiplin gibi, İslam etiği de kendilerine

anlayış, bir müminden, bir yandan Allah’ın

faydalı olacak yöntem için iştirakçilerinden az

rızasını kazanmak ve diğer bir yandan cennete

da olsa ilgi bekler. Bu ilgi, mesajın hakikatine

girmeyi hak edebilmek için erdemli ve etik

olan imandan ya da Müslümanların dünyevi

davranışlar sergilemesini gerekli kılar.

meseleleri yürütmek için doğru hareket tarzı olduğuna inandıkları şeyin ne olduğunu tanıyıpbilmelerindeki samimi bir çabalarından ortaya çıkabilir. Eğer birinci sebep eksikse, ikincisi ilgi yaratmak için denenebilir.

Kur’an bir müminin iyi davranışının daima Allah’ın rızasını kazanma saikinden doğması gerektiğinin altını çizer. Müslüman’ın amacı dünyevi menfaat kazanmak değildir. Bu tabii ki, dünyevi kazançlar elde etme hedefinin,

3. İnsan Neden Etik Olmalı? Meselenin tekrardan hem seküler hem de İslami bakış açısından ele alınması gerekmektedir. Hiçbir dişe dokunur/faydalı çaba güçlü bir motivasyonel his olmadan üstlenilmez. İnsanlar farklı faktörlerden motive olur. Motive edici etkenler listesinde maddi menfaatler en tepededir ve etik davranış bu menfaatleri elde etme amacına aykırıymış gibi görülmekte ve takip etmesi güç olarak kabul edilmektedir. Yine de, insanlar için dini alanlarda olduğu kadar seküler alanlarda etik davranmaları için sebepler vardır.

İslami olarak asla kabul edilemez olduğu anlamına gelmez. Yine de, bir hareketin etik ve erdemli olarak adlandırılması için, bu hareketin Allah’ın rızasını kazanma niyetiyle yapılması gerekmektedir. Bu niyetin sadece geleneksel olarak dini olduğu bilinen davranışlardan beslenmiş olması gerekmez, aynı zamanda etik olarak nitelenmiş olan bütün diğer davranışlarında da olması gereklidir. Etik olduğunu iddia eden ama farklı bir niyetten beslenmiş herhangi bir davranış, Allah katında reddedilecektir ve bu sebeple, Allah tarafından ödüllendirilmeye değer bulunmayacaktır. Bir mümin için diğer önemli motive edici güç,

Seküler bir alanda, erdemin kendi ödülünü beraberinde getirdiğini düşünen çok insan vardır. Başka bir deyişle, etik olarak iyi bir davranış, kendi içinde bir hedeftir. Bir insanın elde ettiği memnuniyetin zevki, etik olarak davranmaya devam etmek için yeterince güçlü

Allah tarafından bu dünyada değil ahirette ödüllendirilmektir. Bir mümin ahirette daha iyi ödüller bulacağına inanarak, etik olmayan hareketlerden gelen dünyalık kazanımların zevklerinden ve kazanımlarından feragat eder. Müminlerin bütün hayatı ahirette sonsuz nimeti

bir motivasyonel sebeptir.

elde etme düşüncesiyle doludur.

Etik olarak iyi davranışın neden arzulanabilir

Pek çok eleştirel insan, yine de, ahiretin kulağa

olarak görüldüğünün bir diğer sebebi de, çoğu durumlarda, onun maddi yönden yarar sağlamasındandır. İnsanlar, dürüstlükleriyle ve güvenilirlikleriyle bilinen iş adamlarıyla iş

74

kendilerini mecbur hissetmelerine sebep

bencil geldiğine inanır ve onun ahlaken kabul edilebilir motive edici faktör olduğu fikrini kabul etmezler. Bazılarına göre, Allah’ın rızasından başka herhangi bir amaç için hareket etmek

yapmak isterler.

çok sıradan bir şeydir. Yine bir başkalarına

Bir kimsenin ait olduğu topluluk, üyelerinden

etkili görünmemektedir. Onlara göre bir insan,

göre, Allah’ın rızasını kazanma düşüncesi hiçte

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


sadece başkalarına iyiliği dokunmak için erdemli

kaynaklı davranış fikrini destekleyecek bir diğer

olmalıdır. Etik davranışı motive eden diğer bütün

delil de budur. Eğer ahlaken doğru davranışa

hedefler gerçek “özgecilik” idealinin altındadır.

vadedilmiş bir cennet teşviki olmasaydı, böyle

3

Bu itiraza cevap olarak bir insan çıkıp, “en ‘özgeci’ davranışta bile iyilik yapanın, yaptığı iyiliğin başkaları tarafından takdir edilmesi arzusu vardır ve sonuç olarak iyilikte bulunan birey, bir tatmin duygusu hissetmektedir” diye iddiada bulunabilir. Eğer iyilikte bulunan kimse, erdemli bir davranışta bulunurken memnuniyet hissi bile duymuyorsa, o insanın bunu yapmaya devam etmesi mümkün müdür? Eğer bu soruya

bir davranış (yani ahlaken doğru davranış fikri) en mantıksız insanların dışında kimseye dert olmazdı. Diğer yandan, eğer etik olan bir davranış ödüllendirilse, ancak o zaman bu takip edilmeye değer olarak görülecektir. Ahirette başarı, etik olarak doğru davranış için Yaratıcı tarafından bir ödül vaadinden başka bir şey değildir.

elde etme saiki ve Allah’ın rızasını kazanma

4. Etik Olan Nedir, Etik Olmayan Nedir?

güdüsü de aynı zamanda bencil hedefler olarak

‘’Pratik önem’’ meselesi bir bireye ya da bir

cevap olumsuzsa, o zaman iç memnuniyet

görülmelidir. Eğer diğer yandan, bunlar haklımeşru hedeflerse (ki bir birey bunlar olmazsa hayırlı ameller yapmak için kendini mecbur hissetmez) o zaman diğer uhrevi hedefler de kabul edilmeye değer olarak görülmelidir. Ahirette cenneti elde etme saiki, hiç bir şekilde maddi, bencil ve sıradan olarak tanımlanmamalı. O aslında, Allah’tan gelecek ve ölümden sonra başlayacak ve devam edecek bir hayatta sunulacak bir ödül vaadi üzerine temellenmiş bir saiktir. Bencillik bu dünyaya ait bir kavramdır. Oysaki bu hayattan sonraki bir ödüle duyulan istek, öbür dünyaya ait bir saiktir. Böyle bir istek bu dünyada neden bencil olarak görülsün ki? Gerçekte bu, bir insanın ahiretin gerçek olup olmadığı konusundaki inancına bağlıdır. Eğer bir insanın düşüncesine göre, o gerçekse, sonsuz hayatta iyi bir yer elde etme için çabalaması en mantıklı davranış olacaktır. Eğer yine de, bu sadece insan hayal gücünün bir ürünü olsaydı, gerçekten de bu durumda, bir insanın bütün umutlarını buna endekslemesi çok saçma olurdu. Sonuç olarak bu, öncelikle bir insanın davranış şeklini ayarladığı hayatının doğru olduğuna, tüm kalbiyle inanması meselesinden başka bir şey değildir. Ölümden sonra bir hayatın olmadığını varsayarsak, ahlaken doğru davranış, yaratılışın genel amacıyla çelişkili görülecektir. İşte ahret Özgeci; çıkar gözetmeksizin başkalarının

3

iyiliği için özveride bulunmayı bir ilke olarak benimseyen kişi.

topluluğa neyin etik olduğuna, neyin olmadığına karar vermesine olanak sağlayan metodolojinin ve kaynakların tanımlanması ile ilgilidir. Aynı zamanda bu meseleyle bağlantılı olarak, seküler ve Müslüman topluluklar arasındaki yaklaşımda da büyük farklılıklar vardır. Seküler bir toplumda, bu mesele gelenek ve sağduyuyla cevap bulur. Daha yerleşikgeleneksel toplumlar, direngen bir şekilde atalarının geleneklerine bağlanıp-kalma eğilimi gösterirler. Yine de, daha az geleneksel toplumlar içinde, sağduyu ve pratik yarar mantığı üzerine kurulu delilleri ortaya çıkararak, etik hakkındaki geleneksel görüşlere itiraz etmek için güçlü bir eğilim bulunur. Değişim süreci genellikle hızlı değildir. Yine de, değişim bir kez başladı mı fikirlerin değişmesi zaman alır. Değişim süreci; bir dizi faktörlere, onları temsil eden bireyin popüler olmasına, onların başındaki lidere, toplum üyelerinin yeniliklere açık olmasına, sunumun etkinliğine, egemen şartlara vs. bağlıdır. Değişimi sağlayanların en başında filozoflar gelir. Onlar, geleneksel etik durumların temeline itiraz etmeye meyillidirler. Konuşma ve yazmadan ayrı olarak, değişimi meydana getirme amacı için benimsenen iletişim araçları, eldeki seçeneklere bağlıdır. Sürekli bir çabanın sonucu olarak, eski düşüncelerin yerini yenileri alır. Değişim süreci çeşitli dirençlerle karşılaşır. Yeni bakış açıları ve iletişim araçlarında sürekli haber olan bir tartışma, bu araçları kontrol

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

75


edenlerin sürekli desteğiyle yaygınlık kazanır.

Peygamberlerin karakterleri, mesajlarındaki

Eski görüşlere bağlılık ya ortadan kaybolur ya da

tutarlılık, getirdikleri mucizeler, kendilerinden

daha az popüler hale gelir.

sonra gelecek peygamberleri müjdelemeleri,

Bir kez, belli bir bakış açısı kabul görünce ve çoğunluğu etkilemeye başlayınca, ardından yeni görüşlerin kanunlaşması süreci gelir. Yine de bu, her zaman böyle olmaz. Bir etik prensibin yasal bir hal alması için, demokrasiyle idare edilen bir toplumda, milletvekillerinin çoğunluğunun onu, kendi menfaatlerine tehdit olarak görmeyip, ondan korkmamaları gerekmektedir. Yukarıdaki tartışma, seküler bir toplumda etik meselelerin ele alınış tarzının genel bir tarifini göstermektedir. Etik çözümlerin süreklilikten yoksun olduğu oldukça açıktır. Hiçbir ahlaki durum, uzun süre konumunu koruyamaz. Dün etik olarak kötü olan bir şey, bugün çok da kötü görünmeyebilir ve yarın ise mükemmel şekilde kabul edilebilir hale gelebilir. Dini bir toplumda sağduyu ve gelenek, etik sorulara karşı, tavırları etkilemede belli bir yere sahip olsa da, bunlar etik dünyaya hakim olan peygamberlik kaynağına boyun eğen şeylerdir. Bütün gelenekler ve sağduyu teklifleri, peygamberlerin öğretileriyle bağlantılıdır (ya da öyle olmalıdırlar). İslami bakış noktasından, bir insanın peygamberlik iddiasında bulunması, bazı belli başlı şeyleri gerektirir. Bunlardan en önemli olanı, kabul görmüş peygamberin, kendisine etik meselelere en doğru yaklaşım tarzını emretme hakkının verilmiş olmasıdır. Peygamberin konu hakkındaki öğretilerinin yorumlanması değişiklik gösterse de, peygamberliğin bilginin diğer kaynakları üzerinde nihai otoriteye sahip olması tartışılmaz bir gerçektir. Aslında dini bir toplumda, peygamberin öğretileri, Allah’ın öğretileridir ve bu yüzden diğer bütün öğretilere üstünlüğü tartışılmaz.

getirdikleri mesajlardaki etkinlik, peygamberlik göstergelerinden bazılarıdır. Onlara, bir toplumun geleneksel davranış şekillerinden ötürü saygı duyulmakla kalınmamış, aynı zamanda onlar pek çok ferasetli mümin tarafından Allah’ın iradesinin gerçek temsilcileri olarak kabul görmüşlerdir. Bir peygamberin karakteri daima dürüst ve erdemlidir. Allah’ın mesajını alır almaz aralarında yaşayageldiği halka ulaştırırlar. İnsanlar onun kusursuz bir karaktere sahip olduğunda hemfikirdir. Bir peygamberin görevine başlamasında bu ahlaki saygınlığın etkisi vardır. Hz. Muhammed, örneğin, halkı tarafından kendisinin en yüksek ahlaki seviyede olduğu doğrulanarak Safa tepesinden mesajını iletmeye başlamıştır. Peygamberler, Allah’tan özel bir yardımla geldikleri için (mesajlarında zaten bu farklılık kendini gösteriyor) bütün diğer insanlardan fevkalade farklıdır. Diğer insanlardan farklı olarak, peygamberler bir kez ilahi vahyi almaya başladılar mı, getirdikleri dinin ne temel içeriğinde ne de mesajlarının niteliğinde herhangi bir değişiklik olmaz. Başka bir deyişle; kelimelerinde, pratiklerinde, peygamberlerin öğretilerinde mükemmel tutarlılık söz konusudur. Hiçbir dahi bu şekilde olağanüstü tutarlılık gösterdiğini iddia edemez. Aslında dahiler yaşadıkları sürece bütün diğer ölümlüler gibi, yeteneklerinde ve başarılarında benzer bir tedrici gelişme çizgisine sahiptirler. Örneğin, Hz. Muhammed’in hayatı, vahiy öncesi ve vahiy sonrası dönem diye ikiye ayrılabilir. Önceki döneminde, zamanının edebi faaliyetleriyle ya da entelektüel meşgalelerle ilgilenmeden asil bir adam olarak yaşadı. İlahi vahyi aldığında 40

5. Neden Peygamberlik?

yaşında olan Hz. Muhammed, 23 sene boyunca

Dini bir toplumda, bir kişi, yeni nesiller

mesajı insanlara ulaştırmıştır. Böylece, Hz.

tarafından ona duyulan geleneksel saygıdan ötürü bir peygamber gibi tanınmaya başlanabilir. Ama sadece Allah’ın gerçek elçilerinin, sahip olduklarını iddia ettikleri ‘’statü’’ kabul edilebilir. Bunun neden böyle olması gerektiğine dair pek çok mantıklı sebep vardır.

76

edebi kalitesinden hiç bir eksilme olmayan ilahi Muhammed örneğinde, bizler, dahilerin aşamalı gelişim örneğinden farklı olarak, O’nun insanlara aktardığı şeyin, aldığı ilahi vahyin sonucu olduğu gerçeği dışında bugüne değin açıklanamaz olarak kalan bir saygınlık ve tutarlılık örneği buluyoruz.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Peygamberler, peygamberlik iddialarının doğruluğunu kanıtlamak için halklarına mucizeler göstermektedirler. Mucize, onu tecrübe edenleri şaşırtan, açıklanamaz bir olaydır. Peygamberin en son mucizesi Kur’an’dır. Peygamberin nübüvveti sonsuza olarak kalacaktır. Eski peygamberlerin mesajları bu dünyanın sonuna kadar uygulanması söz konusu olmadığından, onlar tarafından getirilen mucizeler o dönemlere ait mucizelerdi. Buna rağmen Kur’an, gelecek bütün zamanlar için değişmeden kalacağını 15. sure 9. ayette bildirmiştir. Okuma yazma bilmeyen ve daha önce edebi meşgalelere herhangi bir eğilim göstermemiş birinin (Hz. Muhammed’in), aniden, Allah’tan aldığını iddia ettiği bir mesajı kendilerine takdim ediyor olması Mekke halkı için sıra dışı bir olaydı. O’na düşman olan ve O’nun iddiasını çürütmek için ellerinden gelen her şeyi yapan insanlar, Allah’tan gelen ve “eğer bu Kur’an’ın bizden gelen vahiy olduğuna inanmıyorsanız, o zaman O’nun bir benzerini getirin” çağrısına hiç bir zaman karşılık verememişlerdir (2/23). Edebi yetenekleriyle aşırı gururlanan o dönemin şairleri, bu çağrıya sessiz kalmışlardır. Bugün aynı Kitap, ne biçimi ne de içeriği gereği eskimediğinden dolayı halen mucize olarak kalmaktadır. En azılı Kur’an düşmanları bile zaman içerisinde değişim gösteren gerçeklerin değişen algılanış biçimlerine bakarak, Kur’an’ın herhangi bir ayetinin değiştiğini iddia edememişlerdir. Pek çok peygamberin gelişleri, önceden müjdelenerek görevleri için hazır hale getirilmişlerdir. Aynı durum son Peygamber için de geçerlidir. Bu nedenle biz İncil’de, gelecekte Hz. Muhammed’in özelliklerini tanımlıyor gibi görünen birinin geleceğine dair referanslar buluyoruz (bkz. İncil, Deuteronomy 18/17-19 ve John 1/19-25). Son olarak, bu, bir insanın peygamberlerin

www.islamiyorum.com

kadar kalacağından Kur’an da sürekli mucize

mesajını samimi bir şekilde okumasıdır ki, bu okuma o insanı, Kur’an’ın yaratıcımızdan olduğu kabulüne götürmektedir. Peygambere bütün kalpleriyle inananlar çoğu kez Kur’an okurlarken, iman olarak söz edilen güven hissi duyduklarını iddia ederler.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

77


Dosya: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?

İslam ve Çağdaşlık Aliya İzzetbegoviç “İslam Deklarasyonu ve İslami yeniden doğuşun sorunları, Fide yayınları” isimli kitaptan alınmıştır.

Çağdaşlık nedir? Acaba o, dünyayı harekete

mümkündür ancak -göreceğimiz gibi- sadece

geçiren arzular ve fikirler birikimi mi, yoksa

okuyucuların katkısıyla.

gözlemlenen bir anında dünya durumunun toplamı mıdır? Veya her ikisi birden midir?

İslam’ın çağdaşlığı hususunda genelleyerek

Her halükarda çağdaşlık, uyumlu, mantıkî ve

belli bir hükmünün güncel olup olmadığı

içi bakımından barışık bir durum değildir. Bir

hakkında, daha doğrusu, onun herhangi bir

taraftan o, takibinde, refah toplumunun inşası,

hükmünün insanın ve gelişmekte olan insan

insanî, durağan ve kozmopolit fikirlerle karışık

toplumunun ihtiyaçlarıyla bariz bir karşıtlık

yazılı söz ve eğitimin gelişimi, sürekli devam

içinde olup olmadığı hususunda yapılabilir.

eden teknik bir devrimdir. Aynı zamanda o, ideolojilerin mücadelesi, 700 milyon yeteri kadar beslenemeyen insanın, standartların ideolojisidir. Şüphesiz bizim durumumuzda çağdaşlık, sanatta pop-art (pop sanat) ve felsefede ise saçmalığın fikridir. Bütün bu karşıtlıklar genelde çağdaşlık olarak adlandırdığımız şeyin parçalarıdır. Sert, neredeyse püriten Mao hareketi ve hippilerin aşırı serbest (utanmaz) nihilist hareketi birbirinin çağdaşıdır. Bu iki hareketten hangisi “çağdaş”tır? Acaba çağdaş dünya hiç “çağdaş” mıdır? Nasıl ölçü kullanalım? Bu sebeple şu belirsiz çağdaşlık kavramını idealize etmeyelim. Çünkü sonunda, bizim şu anki çağdaşlığımız, diğer bütün eskileri gibi sadece bir zamanın

İslam’ın temel, hatta en temel parolası “Allah’tan başka ilah yoktur” parolasıdır. Bu, her Müslüman’ın her gün en az birkaç defa söylediği o meşhur “La ilahe illallah”tır. Bu tanıklığı yorumlayan meşhur bir İslam yazarı, bunun, insanın hayatının hâkimi olan yalan tanrılardan kurtulması için devrimin habercisi olduğunu yazmıştır. O, insan hayatı ve ruhuna, ruhbaniyet, kabile reisleri, prens ve makam sahibi insanlar gibi hâkimiyet kuran her şeyden kurtuluş ve tahakkümünün sadece Allah’a izafe edilmesi demektir. Bu parola ve “İnsanlardan korkmayın, Allah’tan korkun” ayetiyle Kur’an pratikte teslimiyeti ortadan kaldırmıştır. Sahte

(hakikatler ve sapkınlıklar) toplamıdır.

büyüklükler ve otoritelere teslimiyet yerine

Onun için başlıkta saklı bulunan soruya cevap

farz kılmıştır. Allah’a olan bu teslimiyette Kur’an,

vermeye çalışsak daha iyi yapmış oluruz,

insan için özgürlük, onun her türlü teslimiyet ve

onun cevabı da büyük ihtimalle şudur: Acaba

korkudan beraatını inşa etti.

İslam gelişmiş ve zamanla aşılmış mıdır, o zamanın önünde mi arkasında mıdır ve bizim zamanımızdaki dünyaya önemli bir mesajı var mıdır? Bu soruya belli bir cevap vermek

78

konuşmak mümkün değildir. Tartışma, İslam’ın

Kur’an sadece bir tane -Allah’a olan teslimiyeti-

Sahte tanrılar -ki eskiden bunlar idoller, firavunlar, tanrı krallar- bugün ise çeşitli babalar ve vatan kurtarıcıları, en bilgili, tartışmasız, hatasız, büyük vs. özgürlükten refaha kadar

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


-ki çoğu zaman olmayan özgürlük ve olmayan

yolu gösteren kitaplar da indirdi...” (Bakara

refah- her şeyi sağlayan kimseler. Böylece,

2/213). “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir

büyük bir Asya ülkesinde, tarımdaki hasatlardan

erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle

karmaşık beyin ameliyat metotlarına kadar

tanışmanız için de sizi halklar ve kabilelere

bütün başarılar için büyük lidere müteşekkir

ayırmışızdır. Allah katında, kuşkusuz

olmak gerektiğine insanları ikna etmeye

en onurlu ve asil olanınız onun bilincine

çalıştılar, bazılarını ise ikna ettiler. Bu şükran

varanınızdır...” (Hucurat, 13).

ve tanıklığı herkesin her şartta öne çıkarması gerekir. Kısa bir süre evvel bir Avrupa ülkesinde, yine öylesine büyük ve bilgili, (resmi şairin de onu tarif ettiği gibi) “diğerlerinden bir baş daha uzun” olan biri, korkuya dayalı bir iktidarı hayata geçirdi ve kendi olağanüstü bilgeliğinde (!) milyonlarca insanı katletti. Şair ve bilim adamlarının ülkesi olarak bilinen başka bir Avrupa ülkesinde ise, halkını düşünme ve karar verme zahmetinden kurtaran bir başka lider! “Herkes için düşünen” ve “her şeyi bilen” bir lider olarak, en çok kendi halkına olmak üzere, başka halklara daha evvel görülmemiş acılar ve trajediler yaşattı. Örnekler daha çoktur, bunlar sadece en çarpıcı olanlardır. Şimdi sormak gerekir: Sahte tanrıların böylesine güçlü bir biçimde hüküm sürdüğü bir dünyada, insanların tanrı olmadıklarını, insanın ubudiyete layık olmadığını, Tanrı’nın sadece bir olduğunu, mülkün de sadece ona ait olduğunu, her insanın zayıf olduğu ve onun sahte tanrı olacağını

Burada, Kur’an’ın diğer çok sayıda önemli hükümleri yanında, insanların eşit oldukları hakkındaki düşüncenin sadece basit bir ilan olarak kalmadığını, belirtmek belki daha da önemlidir. Müslüman dünyasında, ırkı, milliyeti, maddi durumu ve kökeni ne olursa olsun, “insanların eşit değerde oldukları” hususundaki İslam prensibinin benimsenmesine rağmen, diğer çok sayıdaki İslam prensibinin yeteri kadar kabul görmediğinden ve günlük hayatlarının bir parçası olmadığından üzüntü duyabiliriz. Doğudaki bir camide, Cuma namazı esnasında, renk cümbüşü içinde, beyaz, zenci, fakir ve zenginlerle beraber oturma fırsatı elde eden bir kimse, bu eşitliğin ne kadar hakiki olduğundan emin olabilir. Onu burada hiç kimse özel olarak öne çıkarmıyor, çünkü onu doğal bir durum olarak kabul ediyor. Bu prensibe riayet edilen dünyanın başka yerlerinde ise bu durum öğretilmiştir, bazı yerlerde ise gösteriş veya tutumdur. Müslüman dünyasında bu, nefes

söyleyen İslam’ın söyleyecek bir şeyi var mıdır?

almak gibi; dünyayı algılama ve görme biçiminin

Sahte tanrılardan insanın özgürleşmesi

dayatılmayan bir tutumdur.

hakkındaki ifade edilen İslam prensibinin, her zaman güncel ve eskimez bir fikir olduğunu düşünmekteyiz.

bir parçası olarak nakledilen, tamamen doğal ve

İnsanların eşitliği konusu, dünyadaki bütün insanların açık düşüncelerinde aynı derecede hâkim olabilmiş midir?

Çok güncel olan ve sonsuza dek böyle kalacak olan böylesine bir fikrin başka bir örneği de, tüm insanların eşit ve kardeş oldukları hakkındaki düşüncedir. Kur’an bu düşünceyi açık ve belli bir şekilde ilan etmiştir:

Dünyanın geri kalmış bölgelerini, “çağdaşlık” tartışmasında da bir etkileri olmadığından dolayı bir kenara bırakalım. Dünyanın en medenî ülkelerinden biri, Amerika’da, kamu hayatında beyaz ve zenci insanların eşit olduklarını karara

“Ey insanlar! Sizi tek bir canlıdan yaratan,

bağlayan kanun ancak birkaç yıllık geçmişe

ondan eşini var eden ve her ikisinden de

sahiptir (1965 yılında ilan edildi). Ayrıca bu,

birçok erkek ve kadın türeten Rabbinizin

çok sayıda kimse tarafından itiraz gören, hala

bilincinde olun...” (Nisa 4/1). “İnsanlar

sadece bir kanundur. Zencilerin eşitsizliği ayan

(aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu

beyan ortadadır. Güney Afrika Cumhuriyeti

durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı

ve Rodezya’da ırkçılık kanunu, apartheyd

olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar

hâkimdir. XX. asrın 40’lı yıllarında Almanya’da

arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda

insanların eşit olmadıkları “bilimsel” olarak

hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak

ortaya konuluyordu. Bütün bunlar açık ırkçılık

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

79


örnekleridir. Peki, şeklen “eşitlik” taraftarı olan

Hatta başkaları bunu gizli tutmayı ve üzerini

çok sayıda ülkedeki gizli, kamufle edilen ancak

örtmeyi tercih etmektedirler. Dahası, ileri

hissedilen ırkçılık durumu nedir? Ve nihayet,

sürülen hadiseleri, daha az veya daha fazla

sadece ırksal ayırımla yetinilmemektedir. Ona

olarak, ülkenin “çağdaşlık” derecesine bağlı

millî, son zamanlarda ise sınıf, fikir ve siyasal

olarak, (yani ne kadar çağdaş ise o kadar

ayrımcılık katılmaktadır.

fazla) Avrupa’nın bütün ülkelerinde, hatta uzak

İnsanların eşitliğinin hala uzak bir rüya olduğu ve Allah’ın eşit olarak yarattığı insanların

mümkündür.

ayırımcılığa tabi tutulmasının rutin bir hal aldığı

Medeniyetin devam eden gelişimi, yükselen

bir dünyada, İslam’ın yapabileceği bir şey var

eğitim ve hayat standardına rağmen, din ve

mıdır? Şimdiki haliyle insanlık toplumu, İslam’ın

ahlak dışında, bu sonsuz sayıdaki sorunla başa

eşitlik ülküsünü aşmış mıdır yoksa tersine, İslam

çıkabilecek bir etmen var mıdır?

çok ilerde midir?

Eldeki veriler böyle bir beklentiye cesaret

Çağdaşlık hakkında konuşurken, insanlar onu,

vermemektedir. 1951 Yılında Amerika Birleşik

ilerleme, kültür, peşin hüküm ve dalaletlerden

Devletleri’nde 100.000 kişiye 3 cinayet, 1960

kurtuluş olarak algılamaya hazırdır. Gerçekte

yılında 6, 1967 yılında ise 9 cinayet tespit

ise çağdaş dünya çok ama çok eksik (gayr-ı

edilmiştir. Yani 16 sene içinde bu tip cinayetler

mükemmel) ve bu onun için söylenebilecek en

üçe katladı.

hafif bir ifadedir.

Böylesine mükemmel olmayan bir dünyada,

Onun belki “en çağdaş” kısmı şöyledir: 1960 yılında Kaliforniya’da boşanma sayısı % 50’ye ulaşmış, yani her iki nikâhtan birisi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Aynı ölçüde çocuk suçları, uyuşturucu ve ruhsal hastalıklar yayılmıştır. Amerika’nın Kamu Sağlığı Ajansı’nın tespitlerine göre (1968), her beşinci Amerikalı sinir krizi yaşamış veya yaşama noktasına gelmiştir. Amerika’daki her 1.000 kişiden dördü psikiyatri kliniklerinde bulunmaktadır. 1963 Yılında New York’ta eroin ve diğer ağır uyuşturucu kullanan 23.000 kişi tespit edilmiş, gerçek sayının ise 100.000’in üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. New York’taki Hanter kolejinde, talebelerin yarısından fazlasının marihuana kullandıkları ortaya çıkmıştır. 1964 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde her 12 saniyede bir suç, hemen hemen her saatte bir cinayet, beş dakikada bir saldırı, 25 dakikada bir tecavüz ve her dakikada bir araba hırsızlığı

80

Japonya ve Çin’in büyük şehirlerinde bulmak

İslam’ın söyleyebilecek ve yapabilecek bir şeyi var mıdır?

Kur’an’da şu cümleleri okuyoruz: “Doğu da Allah’ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır...” (Bakara 2/115). “De ki: ‘İçinizde olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde olanları da, yerde olanları da bilir. Allah her şeye kâdirdir.” (Ali İmran 3/29). “...Allah sana Kitap ve hikmet indirmiş, sana bilmediğini öğretmiştir. Allah’ın sana olan nimeti ne büyüktür.” (Nisa 4/113). “Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah’tır; ölüyü çıkarır... O, gökten su indirendir. Her bitkiyi onunla bitirdik, ondan bitirdiğimiz yeşilden, birbirine benzeyen ve benzemeyen yığın yığın taneler, hurmaların tomurcuklarından sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkardık. Ürün verdiklerinde ürünlerine, olgunlaşmalarına bir bakın. Bunlarda, inananlar için, şüphesiz, deliller vardır.” (En’am,

cereyan etmektedir (FBI’nin yıllık raporundan).

95-99). “Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı,

Ortaya konulan bütün bunları sadece

ve haddi aşmayı yasak eder. Tutasınız diye size

Amerika hadisesi olarak düşünmek yanlıştır.

öğüt verir. Ahitleştiğiniz zaman Allah’ın ahdini

Amerikalılar sadece, medeniyetlerinin bu tür

yerine getirin. Allah’ı kendinize kefil kılarak

karanlık taraflarının ilan edilmesinde daha

sağlama bağladığınız yeminleri bozmayın. Allah

açık davranmaktadırlar, diğerleri ise bunu

yaptıklarınızı şüphesiz bilir.” (Nahl, 90-91).

istemeksizin ve utanarak yapmaktadırlar.

“Gece ile gündüz, güneş ile ay Allah’ın varlığının

yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlığı, fenalığı

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


belgelerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin;

verdiğini gizlerler...” (Nisa, 36-37). “...O, büyüklük

eğer Allah’a kulluk etmek istiyorsanız, bunları

taslayanları asla sevmez.” (Nahl, 23). “Rabbinin

yaratana secde edin.” (Fussilet, 37). “Kupkuru

yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla

gördüğün yeryüzünün, Biz ona su indirdiğimiz

en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi

zaman harekete geçmesi, kabarması, Allah’ın

yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda

varlığının belgelerindendir. Ona can veren Allah

olanları da en iyi bilir.” (Nahl, 125). “Kitap’tan sana

şüphesiz ölüleri de diriltir. Doğrusu O her şeye

vahyolunanı oku; namaz kıl; muhakkak ki namaz

kâdirdir.” (Fussilet, 39). “...Allah’tan başkasına

hayasızlıktan ve fenalıktan alı kor...” (Ankebut,

kulluk etmeyin, anne babaya, yakınlara, yetimlere,

45). “Bu insanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün

düşkünlere iyilik edin, insanlarla güzel güzel

nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine,

konuşun, namazı kılın, zekâtı verin...” (Bakara,

yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı? Sen

83). “...Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Nerede

öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçüsün. Sen,

olursanız olun Allah sizi bir araya toplar...”

onlara zor kullanacak değilsin.” (Gaşiye, 17-22).

(Bakara, 148). “Yüzlerinizi doğudan yana ve

“...Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden

batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir;

önce geçenlerin sonlarının ne olduğunu

Lakin iyi olan, Allah’a, ahiret gününe, meleklere,

görsünler...” (Yusuf, 109). “Ey İnananlar! Kendiniz,

Kitap’a, peygamberlere inanan, O’nun sevgisiyle,

ana babanız ve yakınlarınız aleyhinde de olsa,

yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara,

Allah için şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin,

yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz

ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır.

kılan, zekât veren ve ahitleştiklerinde ahitlerine

O halde, adaletten ayrılmamanız için heva ve

vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında

heveslerinize uymayın!...” (Nisa, 135). “Yakınına,

sabredenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır ve

düşküne, yolcuya hakkını ver; elindekileri saçıp

sakınanlar ancak onlardır.” (Bakara. 177).

savurma.” (İsra, 26). “...Birbirinizden meydana

“Sevdiğiniz şeylerden sarf etmedikçe iyiliğe

gelen sizlerden, erkek olsun, kadın olsun, iş

erişemezsiniz...” (Ali İmran, 92). “Ey İnananlar!

yapanın işini boşa çıkarmam...” (Ali İmran, 195).

Akidleri yerine getirin... iyilikte ve fenalıktan

“... Erkeklere, kazandıklarından bir pay, kadınlara

sakınmakta yardımlaşın, günah işlemek ve aşırı

da kazandıklarından bir pay vardır...” (Nisa, 32).

gitmekte yardımlaşmayın ve Allah’tan sakının.”

“Ey inananlar! Eğer yoldan çıkmışın biri size bir

(Maide 1,2). “Ey inananlar! İçki, kumar, putlar ve

haber getirirse, onun iç yüzünü araştırın, yoksa

fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir, bunlardan

bilmeden bir millete fenalık edersiniz de sonra

kaçının ki kurtulura eresiniz.” (Maide, 90). “De

ettiğinize pişman olursunuz.” (Hucurat, 6). “Bir

ki: Gelin size Rabbinizin haram kıldığı şeyleri

haksızlığa uğradıklarında, üstün gelmek için

söyleyeyim: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın,

aralarında yardımlaşırlar. Bir kötülüğün karşılığı,

anaya babaya iyilik yapın, yoksulluk korkusuyla

aynı şekilde bir kötülüktür. Ama kim affeder ve

çocuklarınızı öldürmeyin, sizin ve onların rızkını

barışırsa, onun ecri Allah’a aittir. Doğrusu O,

veren biziz, gizli ve açık kötülüklere yaklaşmayın,

zulmedenleri sevmez. Zulüm gördükten sonra

Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın.

hakkını alan kimselere, işte onların aleyhine bir yol

Allah bunları size düşünesiniz diye buyurmaktadır.

yoktur. İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız

Yetim malına, erginlik çağına erişene kadar

yere taşkınlık edenlere karşı durulmalıdır. İşte,

en iyi şeklin dışında yaklaşmayın; ölçüyü ve

can yakıcı azap bunlaradır.” (Şura, 39-42). “Ey

tartıyı doğru yapın. Biz kişiye ancak gücünün

inananlar! Zannın çoğundan sakının, zira zannın bir

yeteceği kadar yükleriz. Konuştuğunuzda, akraba

kısmı günahtır. Birbirinizin suçunu araştırmayın;

bile olsa sözünüzde adil olun. Allah’ın ahdini

kimse kimseyi çekiştirmesin; hangi biriniz ölü

yerine getirin. Allah size bunları öğüt almanız

kardeşinin etini yemekten hoşlanır?...” (Hucurat,

için buyurmaktadır.” (En’am, 151-152). “...Ne

12). “Sizden, iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve

sarf edeceklerini sana sorarlar, de ki: ‘Artanı’

fenalıktan meneden bir cemaat olsun...” (Ali imran,

(bağışlamayı)...” (Bakara, 219). “...Allah, kendini

104). “Yerin yetiştirdiklerinden, kendilerinden

beğenip öğünenleri elbette sevmez. Onlar

ve daha bilmediklerinden çift çift yaratan Allah

cimrilik ederler, insanlara cimrilik tavsiyesinde

münezzehtir. Onlara bir delil de gecedir; gündüzü

bulunurlar, Allah’ın bol nimetinden kendilerine

ondan sıyırırız da karanlıkta kalıverirler. Güneş de

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

81


yörüngesinde yürüyüp gitmektedir. Bu, güçlü ve

Şüphesiz çağdaş ve modern ülke olan Fransa’da

bilgin olan Allah’ın kanunudur. Ay için de sonunda

bir yılda sadece şarap olarak 2 milyar litreden

kuru bir hurma dalına döneceği konaklar tayin

fazla içilmektedir. Bu konudan iyi anlayan

etmişizdir. Aya erişmek güneşe düşmez. Gece

kimse, bugün 500 çeşitten fazla alkollü içeceğin

de gündüzü geçemez. Her biri bir yörüngede

üretildiğini söyler ve ayrıca “alkollü içecek

yürürler.” (Yasin, 36-40). Vs., vs...

kültürü” tanımlaması da vardır. Bu içeceklerin,

Kur’an-ı Kerim’den çok sayıda enteresan cümle daha nakletmemiz mümkündür. İfade ettiğimiz cümleler çağ dışı görünüyor mu? Acaba bu cümleler, sadece binlerce sene öncesinde yaşayan insan ve toplumun problemleriyle alakalı ve günümüz insanını hiçbir şekilde alakadar etmez mi? Daha evvel ortaya

koyduğumuz bazı tespitler bu soruya cevap için yardımcı olabilir.

bilmek veya bilir gibi yapmak, onların aroma ve tat nüansları hakkında fikir sahibi olmak, “stil” işaretidir. Ayık bir Müslüman bu manada tam bir cahildir ve bu hususta neredeyse “barbarca” görünmektedir. Çağdaş insan çok enteresandır. O, adeta kendi fonksiyonlarına çözülmüş gibidir. Bir tarafta o her gün alkollü içeceklerin üretimini, nicelik ve

Fakat İslam’ın “çağ dışı” olduğu bazı konuların var olduğunu itiraf etmeli ve hatta bu iddianın savunucusu olmalıyız.

niteliğini iyileştirmeye gayret etmektedir. Aynı zamanda aynı çağdaş insan, diğer fonksiyonunu yerine getirerek, bilimsel metotları titiz bir şekilde kullanarak, alkolün zararlı olduğunu

Medenî bir ülkede -kendini öyle tanımlamaktadır

tespit edip, panik bir şekilde tehlikeye işaret

ve başkaları da onu öyle görmekteler- insanları,

etmektedir. Gazetelerde, her çağdaş insanın

onların inançları dolayısıyla takibata uğratıyorlar.

suptil kalitelerini tatması gereken Cezar veya

Bazı resmî gerçekler vardır ve bu gerçeklere

Bitter (şarap markaları) hakkında tavsiyeler

kamuoyu önünde itiraz edenler hapse girerler.

görme şansınız olacaktır, gazetenin hemen

Eğer bu çağdaşlık ise ki bazıları gelişmenin

arka sayfasında ise kalıcı sakatlığa mahkûm

uyuma ve ayniliğe, yani özgürlük ve bireyciliğin

olan çok sayıda alkolik insanın her geçen gün

sınırlandırılmasına doğru gittiğini ifade ederler, o

artan sayılarına işaret eden ifadeleri veya bütün

zaman İslam çağ dışıdır. İslam din özgürlüğü ve

suçların ve trafik kazalarının en az % 50’sine

ona bağlı olarak da vicdan (kanaat) özgürlüğü

alkolün sebep olduğuna dair tespitleri görmeniz

prensibini ilan etmiş ve genelde bu prensibe

mümkündür. Bunlar, insanların yaşamaktan çok

bağlı kalmıştır. Biz Müslümanlar için Kur’an’ın

fonksiyon görevi yaptıkları (işledikleri) bizim

tüm ayetleri aynı derecede yücedir, ancak bazı

“çağdaş” zamanımızın saçmalıklarıdır.

yabancılar din özgürlüğünü ilan eden ikinci surenin 256. ayetini en yüce ayeti olarak ilan ettiler. Bu olağanüstü ayet şöyledir: “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğru yol ile eğri yol artık birbirlerinden ayrılmıştır...”

Tam da çağdaş dünyamızdaki alkolün hükümranlığına bakarak, İslam’ın, bu defa gururla, çağdaş olmadığını söylemek zorundayız. Fakat diğer taraftan, 20. asrın otuzlu yıllarında uygulanan ve başarısız olan Amerika Birleşik

Vicdan özgürlüğü ve hoşgörü meselesi ahlakî

Devletleri’ndeki kesin ve tam yasaklamadan

bir sorundur ve her insan, bu iki zıt hükümden

başlayarak, bazı İskandinav ülkelerindeki kısmî

hangisinin taraftarı olduğunun cevabını kendi

yasaklamalara, çok sayıda ülkede süreli olarak

ruhu içinde aramak zorundadır. Tabii ki İslam,

getirilmeye çalışılan yasaklamalara, hatta son

tavizsiz olarak, özgürlük ve hoşgörü tarafında

zamanlarda bu hususta bizde yapılmaya çalışılan

durmakta ve maddeci evrimcilerin bütün

gayretlere kadar, bazı en ileri ülkelerdeki alkolü

karanlık kehanetlerine rağmen bu prensibin

yasaklama çabalarını göz önünde bulundurarak

zaferine inanmaktadır.

biz, haklı olarak, İslam’ın, geleceği evvelden

Veya İslam’ın, en sert şekilde yasakladığı alkol ve esrar meselesi konusundaki tavrı.

82

genelde hayal mahsulü isimlerinden çok sayıda

ifade ettiğini ve bu konuda bugünkü dünyanın çok ilerisinde bulunduğunu iddia etmek için gerekçelere sahibiz.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Belki bu konuda çağdaş dünya “çağ dışı”dır. İslam’ın “çağ dışılığı” hususunda çok sayıda örnek daha vardır. Bazı hesaplamalara göre, gelişmiş ülkeler sadece kozmetik ürünleri için yılda, (dünyada yeterince beslenemeyen yaklaşık 700 milyon insanın sorununu tamamen harcamaktalar. “Newsweek” dergisinin verdiği bilgilere göre ABD’de üretilen şahsî ürünlerin 2/5’i lükse yöneliktir. Eğer çağdaşlık buysa -ki birçoğu bu olduğunu düşünmektedir- İslam çağ dışıdır, çünkü hem yazısı hem de ruhuyla basitlik, dayanışma ve tevazu talep etmektedir. Az veya çok geçerli çok sayıda tespiti daha saymak mümkündür. Sonrasında enteresan ve dikkat çekici notlar da olabilir, ancak tam belirli sonuçlar olmaz. Çünkü konuyu bütünüyle ele alarak, İslam’ın çağdaşlığı (veya çağ dışılığı) meselesinin, gerçekte bizim şahsî tutum ve felsefemize bağlı olduğu gittikçe daha fazla ortaya çıkmaktadır. Bunun cevabı, okuyucunun ilerleme, medeniyet, insaniyet veya insan hayatının mahiyetinden ne anladığı, tek kelimeyle onun neye inandığına bağlıdır. Son olarak, okuyucuyu, burada ortaya konulan veya kendisinin bildiği başka tespitlere ve kendi kanaatine dayanarak, söz konusu ikilemi çözmeye davet etmek kalır. Tabiî ki böyle bir ikilem varsa eğer. (Mart, 1971)

www.islamiyorum.com

çözebilecek bir rakam olan) 15 milyar dolar para

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

83


Dosya: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?

Dünyadaki Misyonumuz Malik B. NEBİ Tercüme: Muharrem TAN Öğrenci kardeşlerim!

İnsanlık İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir

Bu ziyarette konuşma yapma fırsatım olacağını düşünmüyordum. Fakat beni sizlere takdim eden şu genç, tatlı diliyle beni öyle bir yakaladı ki, konuşma yapmamak gibi bir seçeneğim kalmadı. Konuşma için belli bir hazırlık yapmamış, hatta zihnimde özel bir konu

arasındaki yerini görebilmek için sahip oldu imkânları seferber etmek zorunda olacaktır. Bu da bizi, önümüze çıkan bir soruyla karşı karşıya bırakmaktadır: Bu yeni dünyada İslam toplumları olarak bizim kısmetimiz nedir?

belirlememiş olsam da, aklına gelen meseleyle

Kaldığınız bu yurda geldiğim anda belki radyo

ilgili görüş açısını arkadaşlarıyla paylaşan

dinliyor, Kahire, Londra, Washington veya

bir genç veya önüne çıkan fırsatı çocuklarına

Moskova gibi merkezlerden gelen haberlere

faydası olur ümidiyle öğüt vermek için kullanan

kulak veriyordunuz. Belki de o an başımızın

bir baba gibi konuşmaya çalışacağım. Doğrusu

üzerinden dünya çevresini günde on kez

öğüt ancak yaşanan gerçekliğin ruhundan

turlayan uydulardan biri geçiyordu.

doğduğu zaman fayda verir. Peki, bugün yaşadığımız gerçeklik nedir?

Doğusu, batısı, güneyi kuzeyiyle hakkında

Bu sorunun cevabını taşıyan sesin

ya da füze hızıyla ilerleyen işte böyle bir

gönüllerinizden, hepimizin gönüllerinden

yerdir. Bu olgunun, yirmi yıl önce hayal dahi

yükseldiğini duyar gibiyim: Bugünkü

edemeyeceğimiz sonuçları olmuştur.

gerçekliğimiz, birinci derecede Cezayir halkının özgürlük ve bağımsızlık uğrunda verdiği mücadeledir. Bu ziyaretimde hakkında konuşabileceğimiz en cazip konu bu gibi görünüyor. Çünkü konuştukça ruhlarımız titriyor, akıllarımız ve kalplerimiz bu şanlı mücadele önünde saygıyla eğiliyor. Fakat böylesine yakından izlenen bir başlık hakkında yapacağım konuşma, bildiklerinize yeni bir şey eklemeyecek gibi görünüyor. Bu düşünce de beni, konuşmak için başka bir gerçekliğe itiyor. Yapacağım konuşma, ilk konuyu da kayıtlara geçirecek bir konuşma olacak. Çünkü insanlığı bekleyen geleceğe dair konuşacağım.

84

çağa girmiştir. Bu yeniçağda her halk, diğerleri

sorular sorduğumuz yeni dünya, elektrik

Bugün artık sanki tüm halkların yaşadığı bir apartman gibi bir dünyada yaşıyoruz. Bu apartman, Kahire’nin göbeğindeki el-Mucamma gibi devasa boyutlarda bir yapı gibidir. Peki, bu binada yaşayan halkların dağılımı nasıldır dersiniz? Dudaklarımıza geliveren bu soru, aslında konuşmamızın konusu olarak belirlediğimiz ilk soruyu da farklı bir şekilde ifade etmektedir. Sorunun önemi, yaşadığı dünya üzerindeki yerini merak eden her halk için hayatî bir nitelik taşımaktadır. Dünya apartmanında yaşayan

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


halklar, dairelerine dağıldıklarında Cezayir halkı

Dolayısıyla belli bir ihtiyaca cevap vermeyen

olarak bizim kaldığımız daire acaba hangisidir?

bir meslek düşünemeyiz. Bunun bir anlamı

Binadaki diğer Müslüman halklarla birlikte

da bireyin toplumdaki konumunun mesleğinin

binanın hangi katında bulunmaktadır?

karşıladığı ve uzmanlığının cevapladığı ihtiyaca

Konuyu sade ve yalın bir şekilde ele almak üzere

belirlenmesidir.

el-Mucamma örneğini kullanarak biraz daha

Birey planında uzmanlık budur. Ancak bu

açalım. Şunu kesin olarak biliyoruz ki binada

konu artık belli nitellikte fertlerden oluşmaları

asıl gereken; odaların hangi esasa bağlı olarak

itibarıyla toplumları da ilgilendirir olmuştur.

sakinlere dağıtılacağı ve bunların kamu yararını

Bugün yaşadığımız dünyada insan yığınlarının

sağlayacak şekilde binanın neresinde yer

uzmanlaşması söz konusu olmaktadır.

alacağıdır. Odaların sayısı, elbette kuruluşundaki

Yani bu yığınlardan her biri, insanlığın

idarî amacın önemine uygun olmalı, binadaki

hayatının gerektirdiği belli bir ihtiyacı temsil

odaların sayı ve yerleri ihtiyaç veya yarar

etmektedir. Tarım Devrimi’nden sonra bireyleri

kıstaslarına göre belirlenmelidir.

uzmanlaşmaya zorlayan ihtiyaçların –tamamı

İdarî deyimle her tür ihtiyaç veya “yarar”, binanın kuruluşundaki genel yarara göre önem taşır.

diyemesek de- büyük bölümü maddî ihtiyaçlar olup belli teknik uzmanlıklar gerektirmekteydi. Çiftçilik, inşaatçılık, demircilik, marangozluk fırıncılık, terzilik vb. gibi... Günümüzde insan

Birinci katın belli bir bölümü herhangi bir amaca tahsis edildiğinde, orada oturması gerekenleri onuncu kata koymamız veya bunun tam tersini yapmamız arzu ve hevaya uymak olacaktır. El-Mucamma örneğinden çıkardığımız bu kıstası, konumuz için önemli bir ölçüt olarak kullanabiliriz. Günümüzde halklar devasa büyüklükte bir evrensel komplekste yaşıyor gibiler. Burada her halkın kısmeti, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan gelişmeler çerçevesinde insanlığın varmaya çalıştığı amaçta kendini gösteren genel yarar açısından o halkın sahip olduğu uzmanlığa göre belirleniyor. Tarihte uzmanlaşma konusuna biraz açıklık getirmemiz gerekiyor. Hayatımızdaki boyutu hakkında ancak o şekilde kesin bilgi sahibi olabiliriz. Bu düşüncenin tarihe girişi, altı veya yedi bin yıllık bir geçmişe sahip olup Tarım Devrimi’yle gerçekleşmiştir. Bu devrim, insanlığın daha önce yaşadığı sosyal statüleri tamamıyla değiştirmiştir. Tarım Devrimi’nin en önemli sonuçlarından biri de sosyoloji biliminde İş bölümü olarak bilinen şeydir. İş bölümü, zaman içinde meslekî uzmanlaşmayı doğurmuş ve her birey rızkını kazanabilmek için sahip olduğu yetenekler çerçevesinde elinin ve aklının erdiği bir meslek dalında ustalaşmıştır. Bu mesleği de onu toplum içinde belli bir yere koymuştur. Bilindiği üzere bu mesleklerin hepsi toplumdaki farklı ihtiyaçları ifade etmektedir.

yığınlarına uzmanlaşmayı dayatan ihtiyaçlar ise genelde maddî olmayan, manevî, tam ifadesiyle (fikrî/ideolojik) ihtiyaçlardır. İlk türdeki ihtiyaçlar bedenin ihtiyaçlarını ifade ederken ikinci türdekiler ruhla ilişkili ihtiyaçları yansıtmaktadır. Günümüzde insanlık siyasal hayatımızın temelini oluşturan anayasalarda ifade edilen birçok ihtiyacı hissetmekte, basında ve edebiyatta bunları ifade etmektedir. Günümüzde herhangi bir halkın hayatının esasını oluşturan herhangi bir anayasayı açtığımızda ilk satırlarda halkın kamu hayatı için esas alınmasını istediği, kendisinin de bağlı kalmayı taahhüt ettiği prensiplerin yer aldığını görürüz. Bunlar, toplumsal ve bireysel motivasyonları demokrasi sözcüğüyle ifade edilen ülkülerdir. Bu kelime, sanki tüm insanlık tarihinin gelişmişlik/geri kalmışlık temelli grupları dâhil bütün sınıfları açısından odağı hâline gelmiştir. Aralarındaki tüm farklılıklara rağmen bu toplumlar, o sözcüğe böyle heves ediyor ve şanını yüceltiyorlarsa, yirminci yüzyılda insanlığın en büyük ihtiyaçlarından birinin de bu olduğunu gösterir. Bugün uluslar arası arenada bilindiği üzere hemen her devlet demokratik düşünce bakımından dünyanın lideri olduğunu ifade etmekte, her siyasetçi de gerçek niyetleri ne olursa olsun iddialarında ona dayanmaktadır. Bu fikrin can düşmanları sayılan Hitler, Mussolini gibi diktatörler bile iddialarının en büyük

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

85


kanıtı olarak onu ileri sürmekteydiler. Çünkü

Sosyal eğilim (sosyalizm), yirminci yüzyılda

demokrasi kavramının halkın yüreklerinde sahip

kesin bir ihtiyacı ifade etmektedir. İnsanlığın

olduğu yerin hepsi bilmekteydi. Bu sözcüğe

bu ihtiyacı hissetmesi, demokrasiye yönelik

sarılarak halk kitlelerini arkalarında sürüklemeye

hissinden kesinlikle daha az değildir. O

devam ettiler.

sebepledir ki kısa sürede çok yaygın bir kelime

Burada demokrasi fikrinin tarihsel köklerine inecek değiliz. Fakat en azından Atina ve Roma Cumhuriyetleri döneminden geldiğini biliyoruz. Söylemek istediğimiz, yaşadığımız çağda İngiliz ve Fransız halklarının demokrasiyi monarşiye son vererek Cumhuriyet rejimine geçişi sağlayan devrimlere borçlu olduklarıdır. Yirminci yüzyılda demokrasi kavramının yeri ve önemi budur. Daha sonra gerçekleşen ihtilaller de ana temalarını bu tarihsel köklerden iktibas etmişlerdir. Bunu yaparken de, sırf bir iktibası değil duyulan bir ihtiyacı

bu ekonomik akımı, bütün ulusal sloganlarda, ekonomiyi yakından veya uzaktan ilgilendiren düzenlemelerde hemen görmekteyiz. Hitler’in Almanya’da kurduğu rejime Nasyonal Sosyalizm adını vermesi tesadüf değildir. Aynı şekilde bugün birçok Müslüman Arap ülkesinde kurduğumuz düzen de Kooperatifçi Sosyalizm karakterini taşımaktadır. İkinci Dünya Savaşı esnasında Hitler’in Nasyonal Sosyalist ordusuna karşı savaşan Rus askerlerinin Enternasyonal Sosyalizm uğrunda nasıl öldüklerini gördük.

karşılamaya çalışmışlardır. Demokrasi adını

Sosyalizmle ilgili ifade ve biçimler ülkeden

verdiğimiz bu ihtiyaç, yeni insan kişiliğinin

ülkeye farklılık gösterse de, sosyalist düşünce

yapılanması sürecinde iki asırdır yaşanan

yirminci yüzyılda insanlığın duyduğu ihtiyacın

gelişmenin eseridir. Yeni yapı, Fransız Devrimi’ni

karşılığıdır. Kelime, zaman içinde kitlelerin

hemen öncesinde ilân edilen İnsan ve Yurttaş

duygularını yönlendirme noktasında çok etkili

Hakları Deklarasyonu’nda yazılı olan bireysel

olmuştur. Zira sinirleri harekete geçiren, kalpleri

özgürlüklere dayanmaktaydı. Bunlar zaman

titreten bir özelliği vardır. Zaman içinde hızla

içinde o kadar güçlendiler ki, hiçbir siyasal

yayılmış ve dünya çapında demokrasi kadar

düzenin, anayasasında bu özgürlüklere yer

bilinen bir kavrama dönüşmüştür. Gerek iş

vermeme gibi bir lüksü kalmadı.

dünyasında, gerekse savaş meydanlarında

Demokrasi bu özgürlüklerin sosyal örgütlenmede, siyasal teşkilatlarda ve anayasada uygulanmasından başka bir şey değildir. Bunun yanı sıra otuz kırk yıldır ekonomi

insanların çabalarını bir araya getirmede kullanılan en büyük sloganlardan biri olmuştur. Kültür alanında da en yüksek değerlerden ve büyük ülkülerden biridir.

sahasında yaşanan gelişmelere baktığımızda

Siyaset sahasında açık bir delil, rehber ve

burada da eski ekonomilerde hiç bilinmeyen

burhandır. Sözcüğün yaydığı ışık kısa sürede

bir ilkeye dayalı yeni bir akımın hızla yayıldığını

tüm dünyaya yayılmış, İslam ve Arap ülkelerinde

görmekteyiz. Söz konusu akım, yirminci

de siyaset sahnesine girmiş, hatta düşünce

yüzyılın ayırt edici özelliklerinden biri hâline

hayatını yönlendirme hususunda etkili olmaya

gelmiş olup sosyalist mührünü hem ulusal,

başlamıştır.

hem de evrensel düzeyde vurmaktadır. Bu yeni akım, demokrasiyle de sıkı bir ilişki içindedir. Çünkü sosyalist (sosyal eğilimli) akım, bireysel özgürlüklerin ve ekonomik durumlarla ilgili neticesi ve son noktasıdır. Herhangi bir siyasal düzende bu özgürlüklerin istikrarlı biçimde devam edebilmesi uygun ekonomik şartlar ve kurumlar tarafından desteklenmelerine bağlıdır. Yani siyasal planda demokrasiye duyulan ihtiyaç, ekonomi sahasında sosyal (sosyalist) ekonomi modeline duyulmaktadır.

86

hâline gelmiştir. Sosyal değerlere ağırlık veren

Günümüz dünyasında en az demokrasi ve sosyalizm kadar önemli bir rol oynayan üçüncü bir fikir daha vardır. Bu fikir, dünyada ve yurtta barış fikridir. Artık hemen her yerde siyasetin kullandığı bir slogan, değişik ülkelerde fikir hayatının uyarıcısıdır. Barış sesinin hemen her vesilede biraz daha yükseldiğini görüyoruz. Fertler ve halklar onu kalpleri ürpererek dinliyorlar. Çünkü o da yirminci yüzyılda insanlığın büyük bir ihtiyacını yansıtıyor. Görünen tavır ve sözlerin ardındaki niyetler ne

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


olursa olsun günümüzde hemen her siyasetçi

kirli ve günahkâr olan sömürgecilik ruhunun

barış sancağını yükseltmektedir. O da artık

fışkırdığı ülkelerdir. Sosyalizmin ruhu ise ancak

siyaset ve edebiyat gibi alanlarda kendini

komünist ülkelerde bulunur. Bildiğimiz kadarıyla

dayatan bir ihtiyaçtır.

bazı İskandinav ülkeleri bireysel özgürlüklere

Günümüzde konuşmaya başlayan her dil, yazmaya başlayan her kalem, ister istemez barıştan bahsediyor. O kadar ki yurtta veya

yönelik herhangi bir kısıtlama veya kapalı rejim uygulamasında bulunmaksızın sosyalizmin en başarılı uygulamalarına sahne olmuşlardır.

dünyada barışı tehdit edenler dahi “barış”

Aynı şekilde Hint Yarımadası için de mutlak

için hareket ettikleri söylemini dillerinden

anlamda barış adası tanımını kullanamayız.

düşürmüyorlar.

Çünkü bu ülkede de zaman zaman Mahatma

İşte bugünün dünya gerçekliği budur. Bu baskın gerçeklik, insanlığın enerjisini ve tarihsel güçlerini Allah’tan başka kimsenin bilmediği bir sürece kanalize etmiş bulunmaktadır. Şimdi şunu sormamız gerekiyor: Peki, bu gerçeklik karşısında bizim tavrımız nedir? Buna bağlı olarak yeni dünyada yerimiz neresi olacaktır?

Gandi’nin şiddet içermeyen ruhuyla bağdaşmayacak fikirler gündeme gelmiş, Keşmir Sorunu gibi trajediler yaşanmıştır. Her şeye rağmen şunu inkâr edemeyiz ki insanlık, Yeni Delhi’de Nehru’nun, Birleşmiş Milletler’de Khrisna Minon’un yükselen seslerini dinlerken barışın sesine kulak verdiğini hissetmektedir. Çin politikalarının Hindistan sınırlarında yol açtığı son kriz insanlığın bu hissiyatında yanılmadığını göstermiştir. Çin askerleri topraklarını

Bu soruya verilebilecek cevabı mümkün olduğunca somut hâle getirmek için biraz düşünmemiz gerekiyor. Yukarıda söylediklerimize uygun bir coğrafî portre çizdiğimizde bu amaca rahatlıkla ulaşabiliriz. Araştırmamızın ortaya çıkardığı üç temel ihtiyaçtan her birini farklı bir renge boyayalım. Meselâ demokrasiyi mavi, sosyalizmi kırmızı, barışı da yeşille ifade edelim. Öncelik ilkesine dayanarak bu renkleri dünya haritasının üzerine koyduğumuzda tek bir yerde o bölgede yaygın olan ihtiyaca veya hâkim olan akıma uygun tek renk bulunduğunu görürüz. Sonra konuyla ilgili bilgilerimize, tarih ve gündelik basın kaynaklarına başvurduğumuzda var olan her rengin bulunduğu yerde istikrar bulduğunu görürüz. Cevabımız, dünya üzerinde söz konusu üç ilkeye uygun olarak ayrılmış belli ideolojik kümeleri belirleyecektir. Bu ideolojik kümeleri üstteki renklere boyadığımız zaman ortaya şöyle bir görüntü çıkar: Demokrasi rengi, coğrafya olarak Batı medeniyetinin egemen olduğu Batı Avrupa ve Amerika’da, kırmızı renk komünizmin hâkim olduğu bölgede, yeşil renk ise Hint Yarımadası’nda görülecektir. Tabiî bu, gerçek ve katıksız demokrasinin sadece Batı Avrupa ve Amerika’da bulunduğu anlamına gelmez. Zira bunlar, son derece

çiğnerken dahi Hindistan’ın Çin’e yönelik siyasetini değiştirmemesi ise herkesi şaşkınlığa düşürmüştür. İslam ülkelerinin yeni dünyada demokrasiyi temsil ettiklerini söylememiz yanlış bir değerlendirme olmayacaktır. Ancak bu temsilde göreceliği de belirtmemiz gerekir. Aynı şekilde komünist devletler de benzer bir görecelikle sosyalizmi temsil etmektedirler. Günümüz dünyasının gerçekliği budur. Şimdi bu dünyadaki yerimizi öğrenmek istiyorsak, çizdiğimiz ideolojik haritaya dönmemiz ve oradaki rengimize bakmamız gerekecektir. Söz konusu haritadaki yerimizi bulmamız fazla zor olmayacaktır. Çünkü on dokuzuncu yüzyılın diğer haritalarında olduğu gibi bu haritalarda da bizim coğrafyamız beyaz renkte olacaktır. Çünkü buralar henüz bilinmeyen yerlerdir. Coğrafyacıların gezip keşfetmedikleri ve gerekli taramaları yapmadıkları yerlerdir. İslam ülkeleri olarak bulunduğumuz bölgenin beyaz renkte olması, konuşmamızın mantığına göredir. Çünkü bu coğrafya, yirminci yüzyılda insanlığın en büyük ihtiyaçlarından herhangi birini temsil etmemektedir. Bizler yeni dünyada kayıp konumunda bulunuyoruz. Çünkü harita üzerinde varlığımızı gösteren bir renk göremiyoruz.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

87


Konuşmamızın başında zikrettiğimiz

maddeci medeniyet yolunda bizden önce

soruya cevap vermek istediğimizde dünya

giden toplumlar o amaca kesinlikle bizden

kompleksindeki yerimizin gayet önemsiz

önce ulaşacaklardır. Dolayısıyla bizler bu yolda

olduğunu itiraf etmemiz gerekir. Çünkü

gittiğimiz müddetçe, başkaları tarafından zaten

biz, evrensel öneme sahip bir yararı temsil

ulaşılmış bir amaç için yürümüş oluruz.

etmemekteyiz.

Hata açıktır. Biraz daha açık hâle getirmek için

Burada gündeme yeni bir soru geliyor: Bu

meseleyi düz mantık dairesinden, yaşanan

krizden çıkmanın bir yolu var mıdır? Yoksa

gerçeklik mantığına taşıyabiliriz. Görmüyoruz

karamsarlığa teslim olup bu acı gerçeklik

ki füze teknolojisine bizden önce ulaşan ve

karşısında başımızı eğmeli, dünya toplumunda

maddi hayat yolunda kendisini takip ettiğimiz

çöpçülük göreviyle ikna mı olmalıyız?

ülkeler, insanlığın amacını gerçekleştirmiş, bizim

Bence en doğrusu, bizi bu krizden çıkaracak araçlar üzerinde düşünmeden önce bizi buraya düşüren nedenler üzerinde düşünmektir. Şu an çıkmaya çabaladığımız bu krize bizi iten hayatın türlü faktörleridir. Bunlar, yarım asrı aşkın bir zamandır bizi buraya itmektedir. Müslüman halklar sömürge tehdidiyle uyandıklarında, bu ani uyanış onlarda bir canlılık etkisinde

karşılamışlardır. Hatta görüyoruz ki peşinden gittiğimiz güç, sağında füzeler, solunda nükleer bombalarla düşmanlarına tehditler savururken kendisi de sahip olduğu şeyler yüzünden korku içindedir. Durum böyle olunca, maddî medeniyet yolunda izini sürdüğümüz gücün kendine ya da insanlığa mutluluk getirdiğine inanabilir miyiz?

bulunduğu gibi aynı zamanda hataya düşme

İşlenen hata, psikolojik, ahlakî ve mantıksal

faktörü olmuştur. Örnekle açıklamak gerekirse

açıdan gayet açık ve nettir. Krize nasıl girdiğimiz

dört veya beşinci kattaki odasında yangınla

böylelikle açığa çıkmış oldu. Şimdi bundan nasıl

uyanan ve hiç düşünmeden kendini camdan

kurtulacağımız sorusunun cevabını araştırabiliriz.

atan adamın durumuna benzemektedir. Bizler de sömürgeden kurtulmak için hiç istemediğimiz hâlde taklit uçurumuna atladık. Kurtuluş meselesine dair çok karmaşık bir düşünceye sahibiz. Bilinçaltı faktörler, kendimizi kurtarmak için bizi habire sömürgeci medeniyeti taklide itiyor. Tabiî buna bağlı olarak Batılı devletlerin önümüze çizdikleri yolda yürümeye çağırıyor. Bu yolda gidersek, onların ulaştıkları seviyeye çıkacağımızı vadediyor. Hayatımızdaki gelişme ve zaman faktörlerini hesaba katmadan topyekûn bu yolda yürürsek, söyledikleri yere ulaşabiliriz. Fakat biz gelişirken taklit ettiklerimiz de gelişmeye devam edecekler. Dolayısıyla taklit prensibine bağlı kaldığımız müddetçe sonsuz kadar birilerini taklit etmeye devam edeceğiz. Bu yüzyılın başlarında bizleri yaşamaya çağıranlar, aynı zamanda temel bir hataya çağırıyorlardı. Dedikleri yolda yürümeye başladık. Çünkü bir konuda öncü olan ona daha layıktır. Nitekim taklit ettiklerimiz bu bağlamda bizden çok öndeydiler.

Yaptığımız açıklamalardan da anlaşılacağı üzere söz konusu krize düşmemiz, taklit yoluyla olmuştur. Çünkü uyandığımızda girdiğimiz yolu düşünmedik. Kendimiz bir şeyler bularak ve keşiflerde bulunarak değil taklitçilik yaparak devam ettik. Şu an görüyorum ki biraz nefesleniyor ve hâlimizi gözden geçiriyoruz. Buraya kadar zikrettiğim değerlendirme ve gözlemler, mevcut maddeci medeniyetin vardığı sonuçları tamamen dışlamamızı gerektirmez. Bunları yeni türden bir uzmanlık anlayışının geliştiği bir çağda kendi konumumuza göre değerlendiririz. Bu çağda eskiden olduğu gibi sadece maddî hayatın ihtiyaçlarına cevap vermek için çalışan fertler değil, insanlığın ideolojik hayatının içerdiği ihtiyaçlardan her birini karşılamak üzere insan grupları uzmanlaşıyorlar. Çünkü dünya kompleksinde ancak bu şekilde saygın bir yer edinebiliyorlar. Eğer füzeye sahipsek onu insanlığın hizmetinde kullanmaya varız. Fakat unutmayalım ki bu füze,

İnsanlığın nihai olarak varmak istediği amacı bir füzeye benzetirsek –ki böyle bir varsayıma ancak diyalektik bakımından inanabiliriz-

88

karşılamak istediğimiz büyük ihtiyaçları çoktan

bizden önce birilerinin eline de geçti. İnsanî ihtiyaçlardan herhangi birine cevap vermediği de görüldü.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Bu değerlendirmeler ışığında yapmamız

patlamanın çizdiği siluet ufukta göründüğü, bir

gereken kendimizi hesaba çekerek şu soruyu

şehir topyekûn yerle bir olduğu, parçalanmış ve

yöneltmemiz olacaktır: Çıkış yolu nedir? Manevî

yanmış cesetler dağ gibi yığıldığı zaman, işte

aktivitelerimizde, demokrasi, sosyal demokrasi,

bu korkunç ve bir o kadar da hazin manzaranın

barış gibi insanlığın ihtiyaç olarak kabul ettiği bir

ardında insanın yüzü, belki de çirkin bir

ihtiyacın karşılanması hedeflenebilir.

kahkahayla ortaya çıkmıştır. Zafer kazanan

Problemi bu şekilde koyduktan sonra geriye problemin bizim portrede bir çözüm yolu olup olmadığını öğrenmemiz kalıyor. Başka bir deyişle

kötülüğün attığı bu kahkahanın yankıları, belki de o bombayla şehri yok eden “kahraman”ın kulaklarına kadar varmıştır.

Arap halkları ve Müslümanlar olarak insanlığın

O pilot bu korkunç suratı görmemek için yüzünü

iyilik ve yararına olabilecek bir şeylere kaynaklık

çevirmiş, o incitici kahkahayı işitmemek için

edebilir miyiz?

kulaklarını tıkamış olabilir mi? Elbette hayır!

Bu soruya verilecek cevaplarda hata olabilir. Fakat bu, sorunun önemini azaltmaz. Ben de bu soru karşısında kişisel görüşümü belirtirken hata edebilirim. Ancak bu, meselenin genel görünümünü değiştirmez. Yürüttüğümüz aktivitelerde, insanlığın ihtiyaçlarından biri olarak görebileceği bir şey olmalıdır. İşte bu şey, bize dünya kompleksinde onurlu bir yeri garanti edecektir.

Bombayı bıraktıktan sonra uçağının hızını iyice arttırarak o manzaradan uzaklaşmış, kahkahanın yerini motor sesi almıştır. Peki, o katliam sahnesini hafızadan silmek, kulağında çınlamaya devam eden o çirkin sesi unutmak mümkün mü? Tabii ki hayır. O bunları benliğinde, fıtratında ve işlediği çirkinliği gördüğü zaman harekete geçen vicdanında ebediyen taşıyacaktır. İstediği kadar kaçsın, kaçmaya çalışsın. Yaptığı kötülükten dolayı yaşadığı duygulardan asla

Burada kendi kişisel görüşümü ifade edeceğim. Meselenin özünden kopmamak şartıyla başkaları daha güzel gördükleri fikirler getirebilirler. Bana göre insanlığın ihtiyacı tek başına ne sadece Batı’nın tekelinde görünen demokraside, ne komünist devletlerin kendileriyle özdeş gördükleri sosyalizmde, ne de bayraktarlığını Hindistan’ın yaptığı barış ilkesinde kendini

kurtulamayacak, enkaz yığınları üstünden kendisini izleyen kötülüğün o çirkin yüzünü ve yanık bedenleri titreten o çirkin kahkahayı hiçbir zaman unutamayacaktır. Ordudan kaçtı. Ailesinden kaçtı. Dostlarından, her türlü dünyevî zevkten kaçtı. Aradığı teselliyi bulmak ümidiyle bir manastıra sığındı.

göstermektedir. Dünyanın ideolojik renklerini

Bu olayda ders vardır. Bu ders, insanın ne kadar

yansıtan haritada bizim de kendimize özgü

kötülük içinde olursa olsun benliğinde var olan

bir renk ile temsil edilen bir yerimiz olabilir.

iyiliği yitirmediğidir. Çünkü yüreğinde asıl olan

İnsanlık, genel olarak kendisini iyiliğe (hayr) ve

iyiliktir. Kötülük ise gelip geçici bir durumdur.

her türlü kötülükten sakınmaya çağıran bir sese

Bütün bunların anlamı, iyiliğin de her canın

muhtaç durumdadır. Bence bu ihtiyaç diğerlerine

derin ve güçlü bir şekilde hissettiği bir ihtiyaç

göre çok daha hayatî ve acil bir ihtiyaçtır. Çünkü

olduğudur. Amerikalı pilotun Hiroşima’dan

insan, doğası gereği iyiliğe düşkündür. Fakat

döndükten sonra davranışlarına damgasını vuran

bazen sosyal, siyasal ve ekonomik şartlar gibi

da işte bu ihtiyaçtır.

engeller onu bundan yoksun bırakırlar. Bu yoksunluğu hisseden insan, kötü şartların da etkisiyle yalan söylemek, hırsızlık, zulüm, hatta

Eşyaları dikkatle incelediğimiz zaman demokrasi ya da barış düşüncesinin ifade ettiği psikolojik

cinayet gibi ağır suçlar işlemeye başlar.

faktörlerin esasen farklı biçimlerde görünen aynı

Hiroşima kentine ilk atom bombasını atan

benliklerde bulunan iyilik faktörleridir. Bunun

Amerikalı pilot, bunu başta vatanseverlik

anlamı, bu gözlemin doğruluğuna binaen iyilik

olmak üzere birçok motivasyonun etkisiyle

düşüncesinin de insan benliğinde ve ruhunda

yapmıştı. Bu motivasyonları oluşturan ise aldığı

önemli bir yerinin bulunuşudur. Dolayısıyla

kültür ve yetiştiği çevreydi. Ne var ki o devasa

çağımızda iyilik bayrağını kim yükseltirse,

faktörler olduğunu görürüz. Bunların hepsi farklı

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

89


insanlığın derinlerinde hissettiği önemli bir ihtiyaca cevap vermiş, kendisine de dünya kompleksinde onurlu bir yer hazırlamış olacaktır. Bu bağlamda bizim yapabileceğimiz, şu ayet-i kerimede çizilen role uygun hareket edebilmektir: “İçinizden iyiliğe çağıran bir

Bu ayet, genel olarak davranışlarımıza yansıyarak insanlığın ihtiyacı bakımından toplumumuza özgü bir cevaba dönüştüğünde, işte o zaman biz de evrensel ideoloji haritasında kendimize özgü bir renge sahip olabilir, dünya kompleksinin en onurlu sakinleri olabiliriz. İyiliği davranışla birleştirirken bunu kasıtlı olarak yapıyorum. Çünkü davranış, soyut iyiliğin anlamını sosyal gerçeklikte tahakkuk ettiren şeydir. İyilik, bildiğimiz yahut ifade ettiğimiz soyut bir hakikatten ibaret değildir. O, sadece akılların kabullendiği yahut insanların şirin görünmediği için bazen hoşlanmadıkları soyut bir gerçek değildir. Çünkü iyilik, bazen öyle negatif motivasyonlar oluşturabilir ki bunlar insanların benliklerindeki iyilik ihtiyacına cevap vermedikleri gibi yoksunluk hâline bile yol açabilirler. Kur’an-ı Kerim bu yöndeki öğütleri sıklıkla tekrarlamış ve bunlardan birinde Hz. Peygamber’e (sav) şöyle buyurmuştur: “Eğer sen haşin ve katı yürekli biri olsaydın, çevrenden dağılıp giderlerdi.” (Âl-i İmran, 3/159) Yine ona genel anlamda şöyle buyurmuştur: “Sen daha güzeliyle karşılık ver. Bu sayede seninle arasında düşmanlık olan samimi bir dost olup çıkıverir.” (Fussilet, 41/34) -Kanaatime göre- dünya kompleksine girişimizin şartı budur. Bu komplekse, hiç kimseyi taklit etmeksizin girdiğimizde, insanlığın en büyük ihtiyaçlarından birine cevap vermek suretiyle herkesin önüne geçmiş ve yeni dünyada kendimiz için de saygın bir yer edinmiş oluruz.

90

www.islamiyorum.com

topluluk bulunsun.” (Âl-i İmran, 3/104)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Dosya: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?

İstikbal İslam’ındır Seyyid Kutub “Bu makale yazarın ‘İstikbal İslam’ındır’ isimli kitabından derlenmiştir.”

Beyaz Adamın Devri Sona Erdi Asrımız, İngiliz filozoflarından Bertrand Russel diyor ki: “Beyaz insanın efendilik devri sona ermiştir. Beyaz insanın sonsuza dek efendi kalması da zaten tabii kanunun değişmez bir kuralı değildi. Öyle inanıyorum ki beyaz insan, dört asırdan beri gördüğü güzel günler gibi bir gün daha asla göremeyecektir. Şüphesiz Rusyalı, Asya’da istediği gibi nüfuzunu yayma fırsatı kendisine verilen tek beyaz insandır. Asya milletleri, -tecrübe etmedikleri içinKremlin’in sömürgecilik gayesinin varlığına inanmadan sömürgecilikten nefret ediyorlar. Çünkü onlar, asırlarca Batılı adamın otoritesi altında fakir düştüler. Başlarından geçen bu sömürge olayından nefret eder oldular. Bu sebeple Asya’da Batılı devletlerin eline bir fırsat daha geçeceğini zannetmiyorum. Yalnızca Hindistan’ın Avrupalılarla birlik ve uyum içinde yaşayabileceğine inanıyorum. Arap alemi ise -Mısır ve Pakistan dahil- Komünist Paktı’na meyledecektir.”

gelmez. Çünkü bu peşin değerler, onlara aykırı düşünmeyi, olayları etraflıca görmeyi başka açılardan bakmasına müsaade etmiyor. Olay bundan çok daha derindir. Beyaz adamın efendiliğini sürdüreceği asır sona ermiştir. Çünkü beyaz adamın medeniyetinin sınırlı sermayesi artık tükenmiştir. Elinde insanlığa sunabileceği, beşeriyetin idaresini düzenleyebileceği, insani esaslar içerisinde, insanca değerler ve insani bir hayat için onu hakkıyla ilerletip geliştirebileceği bir fikri, anlayışı, değer sermayesi kalmamıştır. Amerikan tecrübesi namıyla şöhret bulan ferdi hürriyetin, Fransız İnkılabı’nın ve İngiliz Magna Carta’sının doğumundan sonra kısırlaşmış -veya kısırlaşmasına çok az kalmış-tır. Bütün bunlar belli bir zaman için geçerli özel mevzulara, sınırlı hallere cevap veren değerlerdir. Bu sınırlı prensipleri, yaşadığı müddetten daha uzun bir süre yaşatmak

Bertrand Russel bu haberini 1950’de verdi. Görüldüğü gibi bu sözü takip eden olaylar, özellikle Çin’in Komünist Blok’un eline düşmesi bu düşüncenin esasını doğrulamıştı. Fakat biz bu düşüncenin bakış açısını dar, köklerini sathi, dayanağını maddi kabul ediyoruz. Zaten Batılı bir düşünürün, kendisini meşhur kılan mantıklı çalışması ne kadar değerli olursa olsun, muayyen bir kültürün, geleneklerin, medeniyetin ve aklının esiri olacağı bize garip

insanoğlu tarafından beklenemezdi. Bu prensiplerin hepsi de sosyal nizamların onsuz kurulamadığı, oradan fışkırmadıkça ve ona dayanmadıkça prensip ve değerlerin yaşamadığı büyük asıldan, varlığın genel anlamı, insanın bu anlam içindeki yeri ve insan olarak varlığının hedefini açıklayan inanç aslından kopuktu. Ayrıca bu prensiplerin hepsi mahdut ve muayyen, zamana bağlı değerlerdi. Çünkü bunlar esas itibarıyla ana kaynaktan kopmuş

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

91


değerlerdi. Asi bitkiler gibi insan karakterine uygun kökleri yoktu. Çünkü bunlar, insan fıtratının geldiği kaynaktan gelmiyorlardı.

Tehlike Feryatları Dr. Alexis Carrel, Arapçaya tercümesi orta büyüklükte, 376 sahifelik, “İnsan Denen

Bu kökten gelmediği, bu kaynaktan fışkırmadığı

Meçhul” adlı bir kitap yazdı. Kitap yürürlükte

için insan fıtratına ve hayatın fıtratına ters

olan medeniyetin, insana ait önemli özellikleri

düşen bir temel üzerine kurulmuşlardı. İnsanın

öldürdüğü gerekçesiyle ve tabi kanunlara

esasını oluşturan temelleri, ona sarılması

aykırılığı nedeniyle beşer neslini tehdit eden

gereken vesileleri, üzerinde yürümesi gereken

bu uygarlığın tehlikesine karşı ikaz çağrısında

yolu gözetmiyordu. İnsanın insan tabiatından,

bulunmakta, dinlemeyenlerin cezasız

yaratılışının temellerinden, fıtrat gerçeğinden

kalmayacağını, ayrıca bugünkü “ilmin” insan

oluşan gerçek ihtiyaçlarından hiçbirisine cevap

gerçeğini henüz kavramaktan aciz kaldığını ilan

vermiyordu. Onun -insanın insan oluş sebebi

etmektedir.

olan- en mühim temel unsurlarını korkunç kuvvet ve zorbalıkla söküp atıyordu.

Biz, bu ifadeden, bu tehlikeden kurtarma için yapılan feryatlardan ve bu kötü tehlikenin

Bütün bunlar, din ile dünyayı birbirinden ayıran

bertaraf edilmesi için ileri sürülen tavsiyelerden

uğursuz ayrılık sebebiyle meydana gelmişti.

bazı parçalar alacağız.

Bu medeniyet düşünülerek ve şuurlu olarak bile bile dine düşmanlık esası üzerine kuruldu. Aynı zamanda insan gerçeğine, insanoğlunun gerçek ihtiyaçlarına, insan hayatına şekil veren ve onu diğer varlıklardan üstün kılan sağlam değerlerine de aykırı olarak kuruldu.

“Bu kitabın hedefi, herkese, zamanımızda yaşadığımız kainatla ilgili bir takım bilgiler edinme hak ve salahiyeti vermektir. Uygarlığımızın zaafını anlamaya başlamış bulunuyoruz. Bugün birçok insan modern toplumun kendilerine verdiği peşin bilgilere esir

Bu nedenle, insan, aslen kendi mutluluğu, kendi

olmaktan kurtulmaya çalışıyor. Bu kitabımı işte

ilerlemesi ve kendine hizmet için kurulmuş

onlar için yazıyorum. Bu kitabı, -kendilerinde

-hiç olmazsa öyle olması gereken- medeniyet

sadece akli, siyasî ve sosyal bazı değişikliklerin

içerisinde acı meşakkatlerle yol almaya başladı.

yapılmasının zaruri olduğunu idrak etmeleri

Medeniyet, insanlığa aykırı gelmeye başlayınca

için değil- aynı zamanda makine medeniyetinin

bunun tabii sonucu olarak -kısa veya uzun- bir

yıkılıp yerine insanî ilerlemenin sağlanması

müddetten sonra insan da elem ve sıkıntılar,

için bir düşünce tarzının gerektiğini kavramaya

riskler ve acılar içinde medeniyetle boğuşmaya

yeterli cesareti olanlar için yazdım.” (Önsöz s.

başlayınca insanlığın medeniyete galip olması

11-12)

gerekir. Çünkü asıl olan insandır. Çünkü insanın yaratılışı sonradan ortaya çıkan medeniyet metotlarından daha köklü ve daha kalıcıdır. *** Hakimiyeti sürdürmenin ölçüsü bu olduğuna göre, Rusyalı olan kimse, İngiliz, Amerikalı, Fransız, İsveç ve İsviçreli ve diğer beyazlarla eşit şartlara sahip olup aynı hizada olacaklardır. Hayır, belki de Rus genelde ve özelde insan yaratılışıyla şiddetle çatıştığı için ve iğrenç polisiye tedbirleri, kan hamamları, temizlik hareketleri, şebekesi, tutuklama ve ölüm kampları ile daha geride kalmaktadır.

“Çağdaş uygarlık kendini zor bir durumda bulmaktadır. Çünkü o ilmî keşif hayalleri, insanların aşırı arzuları, vehimleri, görüşleri, eğilimleri altında doğmuş olduğu ve bu medeniyet, yaratılış karakterimizin gerçek yönlerinden habersiz olarak kurulduğu için bizim bünyemize uymuyor. O, bizim zoraki gayretlerimizle ortaya çıkarılmasına rağmen bizim bünyemize ve şeklimize uygun değildir.” (s. 38) “Teknolojik hayat düzenlenirken fabrikaların; işçinin fizyolojik, aklî yapısı üzerinde yapacağı tesirler, tamamen ihmal edilmiştir. Çünkü günümüzün teknolojisi, bir şahıs veya bir kaç şahısın en fazla malı elde edebilmeleri gayesiyle, en az külfetle en çok üretim prensibi üzerinde

92

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


kurulmuştur. Çağımız endüstrisi makineleri

vardır? Hakikaten, ahlakî çöküntümüze yol

yöneten beşer karakteri düşünülmeden,

açtıktan sonra insana has en güzel varlıkları

fabrikada çalışmak zorunda olan insanlar ve

mahvettikten sonra hayatın gelişmesi için en

onların nesli üzerinde yapabileceği etkiler hiç

küçük bir gayret bile sarf etmemeliyiz.” (s. 60)

nazara alınmadan geliştirilmiştir.” (s. 40)

“İnsan, genetik karakterlerinin, içinde yaşadığı

“Her şeyin ölçüsünün insan olması gerekirken,

ortamın ve modern toplumun kendisine empoze

vakıa bunun tam tersinedir. İnsan, icat

ettiği yaşama ve düşünme alışkanlıkların

ettiği makineler aleminde gariptir. Çünkü

bir sonucudur. Bu alışkanlıkların insanın

o, karakterine uygun bilgilerle donatılmış

duygu ve düşüncelerini nasıl etkilediklerini

olmadığı için kendi başına dünya işlerini tanzim

anlatmıştık. Teknolojinin insanın çevresinde

edemiyor. Bundan dolayı insanlığın içine düştüğü

yarattığı muhite göre onun kendi şahsiyetini

felaketlerden birisi de,- cansızlar üzerinde

oluşturmasının imkansız olduğu ve böyle bir

kaydedilen bilgilerin, hayat ilimlerine nazaran

ortamın insan şahsiyetinin çözülmesini sebep

çok daha göz kamaştırıcı bir tarzda gelişmiş

olduğunu öğrendik. İlim ve teknoloji insanın

olmasıdır. Aklımız ve buluşlarımızın yaratmış

bu durumundan sorumlu değildir. Suçlu olan

olduğu ortam takatimiz ve bünyemize uygun

yalnızca biziz. Çünkü biz, yasak olanla olmayanı

değildir. Biz hakikaten ahlaken ve aklen çökmek

ayırt etmeyi öğrenemedik. Tabii kanunlara

üzere olan şanssız bir toplumuz. Teknolojik

karşı geldik. Böylece en büyük günahı, hiç bir

açıdan en fazla kalkman ve ilerleyen topluluk

zaman cezasız kalmayan bir günahı işledik.

ve milletler, zayıflamaya en çok yüz tutan

İlim dininin ve endüstriyel kaidelerin kuralları,

topluluklar ve milletler olup, diğer milletlerden

biyolojik gerçeklerin baskısı karşısında yenik

ve topluluklardan daha süratle barbarlık

düşmüş bulunuyoruz. Hayat yasak topraklara

ve kargaşalığa döneceklerdir. Fakat onlar

girmek, isteyenlere daima aynı cevabı veriyor.

bunu idrak edemeyeceklerdir. Çünkü ilmin

O, kendisinden bir şey isteyen kimseyi güçsüz

bu toplumların etrafında yaptığı düşmanca

kılar. Bundan dolayı medeniyetimiz yıkılmaya

saldırılara karşı onları koruyabilecek bir şey

yüz tutmuştur. Çünkü cansız madde ilimleri bizi,

yoktur. İşin doğrusu bizim medeniyetimiz de

bize ait olmayan ülkelere sürüklemiştir. Onların

kendisinden önceki medeniyetler gibi hayat için,

bize arz ettiği hediyeleri körü körüne kabul

yaşamayı imkânsız bir hale getiren belirli şartları

ettik. Bu medeniyetin etkisiyle fert daralmış,

meydana getirmiştir. Bunun sebepleri, henüz

ihtisaslaşmış, ahlaksız, geri zekâlı, kendi kendini

anlaşılmamıştır. Çağdaş şehirlerde yaşayan

ve müesseselerini idare etmekten aciz bir

kimselerin sıkıntı ve ızdırapları siyasi, ekonomik

duruma gelmiştir.” (s. 322)

ve sosyal sistemlerinden kaynaklanmaktadır.” (s. 44)

“Uygar milletlerin, akıllarına üç asırdan beri

“Biz, mekanik buluşların çokluğundan hiç bir

kurtarmamız şüphesiz güç olacaktır.

hükmeden bu doktrinin pençesinden kendimizi

yarar sağlayamadık. Tabiat, astronomi ve kimya dalındaki bu pek çok buluşlara yenilerini eklemek için daha fazla gayret göstermemize gerek yoktur. Esasında gerçek ilmin bize doğrudan doğruya hiç bir zararı yoktur. Fakat, onun aldatıcı güzelliği akıllarımıza hükmetmeye, madde aleminde düşüncelerimizi köleleştirmeye başlayınca o artık tehlikeli olur. Bundan dolayı insanın artık kendi nefsine, aklî ve ahlakî aczinin sebeplerine önem vermesi gerekir. Medeniyetimizin büyüklüğü ve çapraşıklığı sebebiyle bizim aczimiz ondan yararlanmaya mani olduktan sonra, rahatın, konforun, güzellik ve manzaraların çokluğunun ne yararı

Öyleyse ilmî medeniyetin, gelişme asrından beri yürüdüğü yolundan vazgeçmesi ve cansız maddeleri basite alır bir tutum içine girmesi lazımdır. Böylece derhal çok garip olaylar meydana gelecektir. Madde hâkimiyetini kaybedecek, akli faaliyetler, fizyolojik faaliyetlere eşit olacak, ahlaki vazifeler ve dini kuralların öğrenilmesi, matematik, fizik ve kimya kurallarının öğrenilmesi gibi zaruri olacaktır. Eğitim araç ve gereçleri yetersiz görülecek,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

93


okullar ve üniversiteler programlarını

olmayacaktır. Freud, tarafgir mekanik bilgilerin

değiştirmek zorunda kalacaklardır.

meydana getirdiği zarardan daha büyük

Sağlık bilginleri, akla, sinirsel bozukluklara değil de, neden sadece organik hastalıklara ihtimam gösterdiklerinden, ayrıca ruh sağlığına neden tam ve mükemmel bir şekilde özen göstermediklerinden hesaba çekileceklerdir. Yine bulaşıcı hastalıklardan dolayı, hastaları, karantinaya alırken, aklî ve ahlakî hastalıklar saçan hastaları neden karantinaya almadıklarından sorulacaklardır. Neden bedensel sağlığa zararlı alışkanlıkları zararlı alışkanlıklar saydıkları halde, insanları, fesada, suça, deliliğe sürükleyen alışkanları zararlı alışkanlık saymadıklarından dolayı yargılanacaklardır. İktisatçılar, insanoğlunun düşünen, anlayan ve

zararlar meydana getirmiştir. İnsanı sadece aklî yönüyle ele almamız, onu sırf tabii yönüyle kimyevi yapısı ile ele almamız gibi tehlikelidir. İnsanın kandaki alyuvarlar, akyuvarlar ve protoplazmanın yakılabilmesi dengesi vs. gibi maddi yapısını mutlaka incelediğimiz gibi onu, rüyaları, şehevi arzuları, ibadetini psikolojik etkileri ve kelimelerin hatıraları yönleriyle de incelememiz kaçınılmazdır. Ancak ruhun madde ile değiştirilmesi maddi kalkınmanın işlediği hayatı düzeltmeyecektir. İnsanın maddeden uzaklaştırılması, akıldan uzaklaştırılmasından daha zararlı olacaktır. Ancak kurtuluş, bütün görüşlerden kaçınmakla mümkün olacaktır.” (s. 331-332)

üzülen bir varlık olduğunu ve bundan dolayı

***

onlara iş, yemek ve istirahattan başka şeylerin de verilmesi gerektiğini, onların fizyolojik

İşte bunlar Dr. Carrel’in ikazlarının özetidir. Onun

olduğu kadar ruhi ihtiyaçlarının da bulunduğunu

tavsiyeleri ve kurtuluş için tavsiye ettiği çareler

idrak edeceklerdir. Yine onlar, iktisadî ve

nelerdir? Kalkınma asrının -sırf- maddeye

malî sıkıntıların sebeplerinin manevî ve fikrî

inanma hatasının aynı zamanda maddenin

olabileceğini de anlayacaklardır.

ihmal edilmesi hatasına düşmeden orta yolu

Ve biz, büyük şehirlerin barbar şartlarını, fabrika ve büro azgınlıklarını, ekonomik fayda uğruna büyük manevî değerlerin feda edilmesini kabule zorlanmayacağız. Yine, insani gelişmeleri zorlaştıran mekanik buluşlardan da kaçınmamız gereklidir.

bütün sahalarını dikkate alarak tashih etmenin metodu nedir? İnsanı, ihmal etmeden onu doğru yoldan saptıran Freud psikolojisine düşürmeden, hayatı felce uğratan Orta Çağ ruhbanlığına yol açmadan onu maddeye hakim kılmanın metodu nedir?

Ekonomistler, her şeyde nihai söz sahibi olarak görünmeyeceklerdir.

Acaba o, insanoğlunu tehdit eden bu büyük tehlikeyi derin bir şekilde kavradıktan sonra;

İnsanın maddi bakımdan hürriyetine kavuşması olayı, hayatımızı birçok yönleriyle altüst edeceği, kesin bir hakikat olduğundan dolayı çağdaş toplum görüşlerimiz doğrultusundaki bu gelişmeye bütün gücüyle karşı koyacaktır.” (s. 329-331) “Bununla birlikte her ne olursa olsun maddenin başarısızlığının ruhî bir tepkiye yol açmaması için gerekli ihtiyatı tedbirleri

makine medeniyetinin değiştirilmesi ve insanlığı geliştirmek için başka bir düşünce şeklinin ortaya konması ve bu sahadaki bütün görüşlerden tamamen uzaklaşma zaruretine çağırmaktan başka ne istiyor? Biz onu hayretle dinliyor ve hayretle karşılıyoruz!

almalıyız. Çünkü teknoloji ve maddeye

Bizler cansızlar ilminden geride kalmış olan

mahkûmiyet başarılı bir sonuç vermeyince

hayat ilminin kurbanlarıyız.

ruhun ve maddenin başarısı da olmayacaktır. İnsanlar, zıt atmosferi, zıt fikri görüşleri seçmek için büyük bir düşkünlük hissederler. Psikolojinin tek başına hâkimiyeti, fizyoloji, tabiat ve kimyadan asla daha az tehlikeli

94

bulup insanın bütün yönlerini, insan hayatının

Bu yaygın hastalığın yegâne ilacı kendi hakkımızda çok derin bir bilgi edinmemizdir. Bu bilgi sayesinde, modern yaşayışın şuurumuza ve vücudumuza hangi mekanizmalarla zarar verdiğini öğrenmemiz mümkün olur. Böylece

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


çevremizdeki şartlarla nasıl intibak edeceğimizi, bunları nasıl değiştirebileceğimizi öğreneceğiz. Çünkü bunlarda bir devrim kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu bilgi, ne olduğumuzu, güçlerimizi ve bunları nasıl gerçekleştireceğimizi mümkün kılan bir metodu bulmamız için bize yol göstererek, fizyolojik zaafımızı fikri ve ahlakî hastalıklarımızı izah etmede bize yardımcı

tasavvurun tabii sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Yine teknik sistem ve üretim araçları bahsinde zikrolunan afetlerde ve insanın insanlığı, kıymetli özellikleri ile gerçek ihtiyaçları yönünden hiç bir önemi olmayan ancak ve sadece ahlakî edebi ve itikadi düşünceye aykırı düşünce ve metotlardan kaynaklanmakta, ahlaki düşüncenin itikadi hayat

olacaktır.

sistemlerini karıştırılmasıyla alay etmektedir.

Çeşitli organik ve ruhî faaliyetlerimize uymayan

Yine insanların sosyal, ekonomik, siyasi ve

kuralları öğrenmek için yasak olan şeyi, mubah şeylerden ayırt etmemiz ve nefsanî arzularımızın etkisi altında kalarak muhitimizde ve kendi nefsimizde adaletli davranmak için hür olmadığımızı anlamayı ancak bu ilimler

eğitim sistemlerini kurarken kendi az bilgilerine veya -Dr. Carrel’in dediği gibi- insan yaratılışı ve gerçeği hakkındaki cehaletlerine güvenmeleri de kendiliğinden meydana gelmemiş, bilakis Allah tarafından gönderilen her şeyiyle ilahî metoda

vasıtasıyla öğreniyoruz.

çağıran onlara insanın gerçek yönünü tanıtan

Hayatın tabu şartları, modern medeniyet

ortaya çıkmıştır. Bu medeniyetin üzerinde

tarafından ezildiği ve çiğnendiği müddetçe insan

kurulduğu bu düşmanlık, Avrupa’da ilimle

ilmi, bütün ilimlerin en zararlısı haline gelmiştir.

kilisenin uğursuz çatışması sonucu meydana

İşte, bu kahredici tehlikeyi bütün derinlikleriyle

her şeye düşmanlık ruhunun tabii sonucu olarak

gelmiştir.

idrakinden sonra dünyaca meşhur büyük alimin

Bu seri işaretlerden sonra olayın, dünyaca

dağarcığında olanların tümü bundan ibarettir.

meşhur bir büyük alimin tasavvur ettiği ve kısım

Dr. Carrel’in bu öneriyi vermesi ve onu problemin yegane -bu beşeriyetin insaniyetini muhafaza edecek bir şekilde ayakta kalabilmesi veya insaniyetin barbarlık ve vahşete yuvarlanması problemlerinin- çözümü, mümkün olan tek çözümü olması itibariyle insan ilimlerinin önemini çoğaltmaktadır. Bu görüş, -yukarıda belirttiğimiz gibi- bu medeniyetin, medeni milletlerin fikir ve tasavvurlarını şiddetle etkilediğine dikkati çeken açık bir olaydır. Şöyle ki; bu medeniyet, onları ilim ve olaylarla sınırlanmış (çevrelenmiş) ve bağından kurtulmaları mümkün olmayan demirden bir kafes içine hapseder. Yine bu görüşün verdiği sonuca göre çözüm oradan gelmeyecektir. Çünkü bu durum kafesin içinde değil kafesin

medeniyetin gölgesinde meydana gelen ve onun aklını çelen bağlar nedeniyle üzerinde ısrar ettiğinden daha derin olduğunu anlıyoruz. *** Dr. Carrel, insan güç ve yapısının teknik medeniyet karşısında tehlikede olduğu hususunu hissettiği gibi yine Amerika Dışişleri eski bakanlarından John Foster Dulles da ABD’nin ve Batı dünyasının, maddeci doktrin ve tarihi maddecilik üzerine kurulmuş temelinin komünizm rejimi karşısında tehlike içerisinde olduğunu hissetmiştir. Bay Dulles “Harp ve Sulh” adlı kitabında bu tehlikeden dolayı korkunç feryatlar ediyor ve tehlikenin bertaraf edilmesini istiyor. Ancak onun önerileri de yine

dışından gözetleyen bir gözcüye ihtiyaç vardır.

kısmi olup meseleyi kökten halledememektedir.

Beşeri ilimlerin, cansızlar ilminden geri kalmış

kilise ve toplum hayatında meydana gelen tarihi

olması -Dr. Carrel’in kitabında söylediği

olaylardan sonra, işgal ettikleri bu mevkileri

gibi- kendiliğinden ortaya çıkmış değil, bu

itibarıyla güçlerinin ve tabii durumlarının

medeniyetin daha kuruluşu esnasında insanı

kaldıramayacağı görevler istemiştir.

değerli sayan ve onu yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak gören doğru itikadi düşünceden ayrılarak bu medeniyetin üzerine kurulduğu bozuk

O, kilise adamlarından uzun zamandan beri,

“Ruhi ihtiyaçlarımız” bölümünde şöyle diyor: “Milletimizin içerisinde cereyan eden bazı

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

95


kötü şeyler vardır ki eğer onlar olmasaydı biz

sonuç olduğunu teşvik ettiğinden dolayı ve

-bu iyi halimizle birlikte- yine de zor duruma

itikatları güçlendireceği için; güzel olacaktır.

düşmezdik. Bu psikolojik durumda, içimize

Böylece nisanlar uzun vadeli teşebbüsler

derin bir korku sinmiş olduğu halde müdafaa

için gayret sarf etmekten kaçınacaklar ve

durumunda kalmamız bize hiç yakışmıyor. Bu

maddi menfaati elde etmek için mücadeleye

bizim tarihimizde yepyeni bir olaydır.”

girişeceklerdir.”

“İş madde ile ilgili değildir. Dünyanın maddi

“Bu değişikliklerle beraber gittikçe artan

bakımdan en yüksek üretimi bizdedir. Hiç

tehlike gelişir. Amerikalılar emniyeti güçte

şüphesiz yegane eksiğimiz, doğru ve güçlü bir

olsa mümkün olan tek yolla temin ettiler. Yani

imandır. Onsuz, bizde bulunan her şey yetersiz

büyük çalışmalar sonucu ancak temin ettiklerini

olacaktır.”

kastediyorum. Çalışmalarımızda eksiklik olacak

“Politikacıların, güçleri ne kadar yükselirse yükselsin, diplomatların maharetleri ne olursa olsun, âlimlerin, buluşları ne kadar çok olursa olsun, bombaların tahrip gücü ne olursa olsun, bu eksikliğimizi gideremeyeceklerdir.” “İnsanlar, maddî şeylere itimat etme düşüncesine kapıldıkları zaman onun kötü sonuçları da kaçınılmaz olur.” “Ülkemizde, sistemlerimiz, kendilerini savunmak için gerekli ruhî samimiyete sahip değiller. Akıllar, hayret içerisindedir, ruhlar bir birinin bugüne kadar keşfettiklerine göre milletimizi birbirine düşman kılan bir karışıklığa maruz bırakacak ve casuslukla mücadele eden hiç bir kuruluş bizi bu şartlarda koruyamayacaktır. Bu medeniyet, herhangi bir milletin karşılaşabileceği en sert deneylerle karşımıza çıkıyor. Bu deneylerde refah içinde yaşam tecrübesidir.”

bizden süratle uzaklaşacaktır. Ve durum daima böyle olacaktır. Zenginlik derecemiz ne kadar yükselirse yükselsin emniyetin herhangi bir para miktarı ile satın alınması mümkün olamaz. Ne beş milyon, ne de elli milyon emniyet için yetmez. Emniyet ve barış satın alınması mümkün olmayan iki şeydir. Gerileme devrinde Roma devletinin güçlüleri sulhu satın almaya yeltenmişlerdi. Ancak bu kendilerini yok etmek isteyenlerin iştahlarını artırmaktan başka bir işe yaramamıştır.” “Bizim nüfuzumuz ve emniyetimizin düşüş gösterdiği ölçüde komünist Rusya’nın nüfuz ve emniyeti yükselme kaydetmektedir. Bizim 19. asırda yaptığımız büyük Amerika denemesini taklit ederek onlar da bütün dünya halklarının akıllarını çelmek için tamamen büyük komünist Rusya denemesinin dalgasını taşıyan politikalarla nüfuzlarını kurabilirler. Hatta fiilen bu nüfuz uygulanmaktadır.”

“İsa (a.s.) demiştir ki, bu maddi eşyaları ancak Allah’ın emrettiği şeyler için çalışanlar ve onun adaletini gerçekleştirmek uğruna çalışanlar elde edecekler. Fakat durum böyle olunca büyük imtihan başlar. Çünkü bu maddi şeyler, -insanın korktuğu gibi- ruhlara işleyen bir pas olabilir.” “Yine elimizde bulunan örneklere göre en yüce varlığa karşı görevlerini hissedenler onun iradesinin gerçekleşmesi için uğraşırlar. Çünkü onlara, imanları kuvvet, fazilet ve geniş hikmet verir. Onlar, sadece bu günlerini değil, yarınlarını sırf kendi nefisleri için değil bütün insanlık için imar etmektedirler. Böyle bir temel üzerinde kurulan toplumda -eğer şartlar elverirse- servet ve refahın herkes için olacağı sonucuna varılır. Bu yan ürünler, ortaya çıkması, inancın beklenen

96

olursa ve emniyeti sonuç olarak ararsak emniyet

“Komünist düşüncelerin aldatıcı ve saptırıcı olduklarını biliyoruz. Yine biz biliyoruz ki, komünist Rusya kendi memleketinde gerçekleştirdiği tecrübeyle orada hür ve tarafsız olarak hüküm sürmeye asla kapılarını açmayacaktır. Yine biz biliyoruz ki; bu düşünce sisteminin sahte, düşürücü ve yanıltıcı pençesine düşen kimseler bu rejimle gerçek arasındaki farkı er geç idrak edeceklerdir. Örümcek, güneş ışıklarına karşı parlayan güzel bir ağ örer ve sinekleri salonuna davet eder. Komünizm propagandası da örümcek ağı gibi çekicidir. Onun ağına bir millet düştüğü zaman, istibdat o milletin ruhi güçlerini kemirir ve bitirir. Fakat buna rağmen komünizm, bir ümit gibi -Asya’nın her tarafında, Pasifik adalarında, Güney

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Amerika’da, Afrika’da ve hatta Batı Avrupa’da

satılmadıkça, toplumumuzu adilikten

bile- halk tabakalarından kabul görür.

ve imanın gelişmesine imkan vermeyen

“Stalin şöyle demiştir: Marksizm ve Leninizm’in güç ve hayatiyeti gizlidir. Şöyle ki, bu rejim toplumun maddi hayatının geliştirilmesine muhtaç olduğu için pratik faaliyetlerini bu sahada yoğunlaştırır.” “Anlaşılıyor ki; komünist olmayan bir çok ülke -Hıristiyan Batı ülkeleri dahil olmak üzeretoplumun maddi hayatının gelişmesine öncelik vermektedirler. Fertlerin, kendileri ile psikolojik durumlarını ikinci sıraya almaktadırlar.” “Komünistler Batı toplumlarının bile komünizmin maddi nazariyesini tatbik etmelerinin gerekli olduğunu ispatlamak için bu durumu misal gösterirler. Batı’nın ileri gelenleri, bunu inandırıcı bir şekilde reddedememektedirler. Böylece komünist Rusya’nın propagandası dünya çapında büyük ölçüde yükselmektedir.” “Bizim açımızdan zorluk, imanımıza ve imanımızla faaliyetlerimiz arasındaki alakaya karşı kapalı, donuk bir hal içinde oluşumuzdan kaynaklanmaktadır.”

değersiz hayat şartlarından kurtarmadıkça, toplumun değişmesini sağlayacak samimi işler yapmadıkça, dünya çapında Sovyet Rusya komünizmi ile mücadele etmemiz, onun yalan, terör ve zulüm üsluplarıyla başa çıkmamız imkansızdır.” “Dinsizlik ve maddeciliğe düşmeden, sosyal adaletin sağlanabileceği görüşümüzü ortalığı çınlatırcasına haykırdık. Bu bir ferdin diğer ferde karşı sosyal sorumluluklarını kabul etme veya ondan kaçmaya olan ihtiyari rağbetine dayanan bir şeydir.” “Bunun sonucu olarak dindar görünmemize rağmen dinimize olan inancımızı ve ibadetleri yapma alışkanlığımızı kaybettiğimiz gibi toplumumuzun büyük çoğunluğu hür bir ortam içerisinde imanlarını kaybettiler. Biz, dinle dini uygulamayı birbirinden ayırdık. Bununla birlikte imanın her zaman yeni olaylarla birlikte sürdürülebileceği inancımızı kaybetmedik. Fakat iman ile amel arasındaki ilişkiler kesildiği zaman dünyanın her tarafına yayabileceğimiz manevî kuvveti geliştirmemiz mümkün olmayacaktır.”

“Biz hürriyet ve kurtuluştan, insan haklarından, temel hak ve hürriyetlerden, ferdin değer, kıymet ve insanlığından güzel ve tesirli sözlerle bahsedebiliriz. Ancak konuşmalarımızın büyük bir kısmı toplumumuzun ‘ferdiyetçilik’ üzere olduğu zamanla ilgili olur. Bunun neticesi olarak da ferdiyetçiliğin ‘erken ölüm’ anlamına geldiği bir toplumda o konuşmalarımızın pek bir tesiri olmaz.”

“Bütün bunları değiştirmek zorundayız. Biz, ‘maddî şeyler önde gelir, ruh ona tabidir’ diyen Marksist nazariyeyi kolayca reddedebiliriz (Hatta reddetmek zorundayız). İstisnai bir şekilde olsa bile kulluk ve istibdadın tasvip edilmesi imkansızdır. İnsanlığın kurtuluş ve özgürlüğünde önce, imanı birinci dereceye koymaktan korkmamamız gerekir. Yüce Allah insanı maddî üretici olmaktan öteye daha önemli bir vazife

“Yine biz gerçekleştirdiğimiz maddi gelişmeden, toplu üretim üstünlüklerinden, vatandaşlarımızın malik olduğu araba, radyo ve televizyon sayılarından da mübalağa ile bahsedebiliriz. Fakat bizim bu maddi tasvirdeki mübalağamız bazı kimselere ruhi açıdan iflas ettiğimiz düşüncesini verir. Bazılarını da bize karşı kıskanç kılar ve toplumun maddi hayatın geliştirmesi için topluca sarf edilen gayretten dolayı komünizm toplumunun öğünmesini, daha fazla sevilmesini sağlar.”

için yaratmıştır. Ve onun yaratışının esas gayesi, cismani emniyetten başka bir şeydir. İnsanları dünyanın her yerinde ruhî, aklî ve kendisine mensup olduğu toplumun iktisadî refahlarını arttıracağı bahanesiyle durmadan artan iktisadî sıkıntılardan mutlaka kurtulması gerektiğine inanmanız gerektir diyen dini görüşe sarılmamız gerekir.” “Yine hür bir toplumun manası, içerisinde her ferdin kendi başına buyruk olduğu toplum demek olmayıp bilakis birbiriyle dayanışma

“Oluşmakta olan modern toplumumuzda iman gücü olmadıkça ve manevi vasıtalara

halinde bulunan bir toplum olduğunu açıkça bilmemiz lazımdır. Müslümanları birbirine

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

97


bağlayan bağlar her şeyden önce imandan

Allah (c.c.)’tan korkan her şahsın veya vatanını

gelen kardeşlik bağlarıdır. Çünkü insanlar Allah

seven herkesin önüne serdiği bu son çağrılara

(c.c.)’ın gözetiminde kardeşler olarak yaşamak

kolayca uyma imkanı yoktur.

için yaratılmışlardır.”

Mesele bundan daha da derindir. Kilisenin

Sonra bu faslı şu sözleriyle kapatıyor: “Bu görevin ortaya konması, her şeyden önce milletimiz içindeki rûhânî liderlerin görevleridir. Onların meselenin sırrına vâkıf olmaları, zararlı metotları ve komünist Rusya’nın hazırladığı

üçüncü olarak da kilisenin, konsüllerin ve papazların onu bozmasından sonra, insan hayatına kâmil ve kapsamlı bir şekilde temel teşkil edecek Hıristiyanlıktan eser kalmamıştır.

planlan barışçı yollarla bozmaktaki paylarının

Hıristiyanlık düşüncesinden geride kalan

büyük olmasını kolaylaştıracaktır.”

son kalıntıları da B. Dulles’ın ifade ettiği gibi

“Daha yüksek frekanslı Amerikan sesleri icat etmemiz de asla faydalı olmayacaktır. Ancak şimdiye kadar söylenenlerden daha çok aldatıcı söyleyeceğimiz bir şey varsa o başka!” “Vaiz ve öğretmenlerin birçoğu ilmi gelişmenin insanın zarar verme gücünü çok fazla artırdığından dolayı üzülüyorlar. Bilginin haddizatında kendisinden kaçınılması mümkün olmayan bir şey olduğunu kabul etmemiz gerekmez.”

Amerikan maddi uygarlığı yerine getiremiyor. Bu uygarlık önce aşırı ihtikarcı, faizci, kapitalist sistemi temsil eden sıkı ferdiyetçilik programı üzerine kurulmuştur. B. Dulles’ın kendisinin bile -tehlike zamanında bu çağrıda bulunurken- Hıristiyanlığın geride kalan fikirlerinin tatbik olunabileceği düşüncesine inandığını hiç sanmıyorum. Çünkü Hıristiyanlığa göre öncelikle yapılması gereken şey! Hıristiyanlığın, her semavi dinin ve her aklıselimin yasakladığı, insanlık ve materyalist

“Büyük maddi kuvvet, ruh asrında değil sadece madde devrinde tehlikeli olabilir. Aslında ilmî gelişmenin durdurulması veya gerilemesine teşebbüs etme yerine, rûhânî ibadetlerin gelişmesine önem verilseydi çok daha iyi olacaktı.”

medeniyetin sıkıntılarında ilk ve en büyük payı olan bu medeniyetin üzerine kurulduğu faizci sistemin ortadan kaldırılmasıdır. B. Dulles Hıristiyanlıktan, kendi ekonomik sisteminin özüne müdahale etmeyen, aynı zamanda komünizm felaketini def edici ve diğer

“Başkan Wilson ölümünden bir kaç hafta önce devrimci hareketlerin ve komünistlerin çalışmalarının tehdidini kapsayan bir makale yayınlamıştı. O, bu makalesini şu sözleriyle bitirmişti: Problemi bütünüyle özetlersek şöyle diyebiliriz; medeniyetimiz kendi ruhaniyetini tekrar elde etmedikçe, sırf maddî yönüyle daha uzun süre ayakta durmaya muktedir olamayacaktır.”

siyasî gayelerini gerçekleştirecek hayret verici bir şeklin gerçekleşmesini istemektedir. Hatta B. Dulles, dini düşünenin bütün yönleriyle hayatın özüne yerleştirilmesi görüşünde samimi olsa bile, unutulmamalıdır ki, Hıristiyanlık prensipleriyle, yaşanan hayat gerçekleri arasında geçilmesi ve üzerinde bir köprü kurulması mümkün olmayan bir uçurum vardır. Beş yüz yıldan beri devam etmekte olan din

“Bu, kiliselerimize, siyasî kuruluşlarımıza, kendi kapitalizmimize, Allah (c.c.)’tan korkan her ferde ve vatanını seven herkese karşı son bir çağrıdır.”

ile devlet arasındaki acı çatışma bu uçurumun kazılmasında ve derinleştirilmesinde görev almıştır. O, kilise erkanına ve ruhani liderlere güçlerinin

Ancak daha önce Dr. Carrel’in çağrılarında olduğu gibi B. Dulles’ın bu çağrısını kolayca kabul etmek mümkün olmadığı gibi Dulles’ın kiliselerine, siyasî ve kapitalist kuruluşlarına,

98

elinde, önce Pavlos’un sonra da Konstantin’in,

yetmeyeceği bir işi teklif ediyor. Ellerinde kalan Hıristiyanlığın bozuk kalıntıları ile kilise ve adamları din ve dindarlarla insanların vicdanları ve akılları arasına girmiş olan acı bir tarihe ve hayatın bütün yönleri, fikir ve düşüncenin

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


dine düşmanlık temeli üzerine kurulduğu

insanın özellikleri ve esas unsurları hakkında

faydasız bir ayrılıktan sonra onlardan bazı

tam bir bilgisizlik üzerine kurulmayan bir sistem

vazifeleri istiyor. Onları, güçlerinin yetmediği

arzuluyor.

bir konuda sorumlu tutuyor, diyorum. B. Dulles, onlardan bu bozuk kalıntıdan imanla amel, fertçilik ile toplumculuk, ruhla madde, ilmi gelişme ve bu gelişme üzerine ruhun etkisi ile toplum hayatının ruhani imanın hakimiyeti ile geliştirilmesinin aralarını birleştirecek bir sistem oluşturmalarını istiyor. Öyle bir sistem ki; din ile dinin uygulanması arasındaki farkı ayırt etmiyor. “Dinsizlik ve maddecilik olmadan sosyal adaletin sağlanması imkansızdır” sözünü reddediyor ve maddi şeylere öncelik tanınmasını veya kölelik ve istibdadın maddi üretimi artıracağını veya üretimi artırma uğruna aklî, ruhî ve iktisadî hürriyete tecavüzü reddediyor. Bu metot uğruna aklî, ruhî ve iktisadî hürriyete tecavüzü reddediyor. Bu metot, öyle bir metottur ki; din adına ilmi gelişmenin durdurulmasını istemiyor, ilim ve bilgide geriye dönmeyi dindarlık için yegane vesile saymıyor, hülasa bu metotta ibadet gelişir nihayet “çalışma” ibadetin bir şekli haline gelir. Bozuk bir düşüncenin kalıntısı acı bir tarih enkazı, aşılmaz ve üzerinde köprü kurulamaz bir boşluk, -bütün bu karışıklıklar içinde oluşan- dinleri ile genel olarak hayatın akışı ve özellikle de bu materyalist medeniyetin arasında böyle bir metodu nasıl bulabiliyorlar? Bu metodu ortaya koyacak kavim, başka bir kavimdir. Bu metodu en mükemmel suretiyle ihtiva eden din bugün kendi kavmi nazarında din namı ile anılan şey değildir. B. Dulles, Batı sistemlerini komünizm tehlikesinden korumak için dini, bir ordu gibi kullanmak istiyor. Fakat din bu küçük savaşta hiç bir şeyi yapma imkanına sahip değildir. Diğer bir ifade ile iki maddi sistem arasındaki savaşta dinin yapabileceği bir şey yoktur. O, isteyerek içine düşürüldüğü yürekler acısı bu durumu ile bir şey yapma imkanına sahip değildir. O insanların hayatından kötü bir şekilde uzaklaştırıldıktan sonra insanları müdafaa etme gücüne sahip değildir.

Sanayi kurulurken, fabrikaların işçilerin fizyolojik ve akli durumları üzerinde yapabileceği etkileri tamamen ihmal etmeyen aynı zamanda bir ferdin veya fert guruplarının üretimde mümkün olan en büyük payı alabilmeleri için en az külfetle en fazla üretim prensibini de tasvip etmeyen bir sistem arzuluyor. Sakat ve dar kafalı, aşağı mertebede kişilerin oluşmasına sebep olmayan, his, nezaket ve dini kaidelerin gelişmesini engellemeyen ve gizlemeyen, bizi ahlaken ve aklen düşük duruma düşmeye zorlamayan, değerlerimize ve toplumumuza aykırı bir çevre oluşturmayan bir sistem... Ferdin kişiliğini defterinden tamamen silmeyen, fakat aynı şekilde ferdin toplum hayatına olan ihtiyacını da unutmayan, “Koyun sürülerine benzeyen büyük sürüler halinde, besleniyor, yaşıyor ve çalışıyoruz” demeyen bir sistem... Erkeğin ve kadının kişiliğini ortadan kaldırmayan bir sistem... “Gerçekten ikisi arasındaki dengesizliği ihmal etmek çok tehlikeli bir iştir.” İnsanoğlunun hayatını, “Marks’ın, Lenin’in ve Freud’un hayalleri”, insanların hevesleri, arzuları, görüş ve eğilimleri önüne bir ganimet gibi terk etmeyen bir sistem... Fıtrat kurallarıyla çatışmayan, yasak topraklara girmeyi teşvik etmeyen, insanın hayat yapısının gerçekleriyle çatışmayan bir sistem... Son olarak, maddeciliğin çöküşünü, Avrupa’nın ruhbanlık sistemi olarak tanıdığı negatif ruhaniyetçiliğe ve Freud’un sapık psikoloji görüşüne bağlı olmayan bir sistem... Fakat Dr. Carrel, insan aklının tabiatı gereği insanı tanımaktan aciz olduğu sonucuna vardığı halde, bu meziyetlere sahip olan bu sistemin kuruluşunu “insanın ilmi”nden arzu etmektedir. Pekala, Mr. Dulles’ın arzu ettiği şey nedir?

Kurtarıcı Dr. Carrel, insanı “her şeyin ölçüsü” sayan, onu “kendi icat ettiği dünyasında garip” yapmayan,

O, ruhaniyete ikinci mertebeyi vermekle beraber, toplum hayatının gelişmesi için

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

99


maddeye mutlak öncülük vermeyen ve imanı

Yalnız, açıkça bilinmesi gereken şey şudur ki; ne

fertlerle ilgili ikinci derecede bir olay olarak

insan ilmi Dr. Carrel’in çağrılarına ne de kilise ve

kabul etmeyen bir sistem istemektedir.

onun ruhani papazları, Mr. Dulles’ın çağrılarına

İnsan ve onun canlı faaliyetlerle olan ilişkisine karşı kapalı bir tavır almayan bir sistem. Bazı durumlarda “erken ölüm” manasına gelen -Amerikan tecrübesinin tanımladığı gibi- mutlak ferdiyetçilik esaslarına dayanmayan bir sistem... Dinsizlik ve maddeciliğe düşmeden de sosyal adaletin sağlanabileceğini göstermek için -ağıt mırıldanırcasına- ses çıkarmayan bir sistem... Din ile dinin yaşanması konularının arasını açmayan, imanla amel arasındaki irtibatı kopar-mayan, imanın yeni ortamlarla birlikte yürüyemeyeceği iddiasında olmayan bir sistem...

Bu her iki bilginin kurtarıcı için aradıkları bu vasıflar hiç şüphesiz “Bu din”den başkasında bulunmamaktadır. Bu her iki bilgin tarafından vasfedilen sistem, insanoğlunun tanıdığı nizam, mezhep ve nazariyelerden yalnızca İslam ile uyuşmaktadır. -Ufkunun geniş ve ilminin derin olmasına rağmen- Dr. Carrel beyaz olduğu için bu kurtarıcıya yönelmemiş, o, bütün övgülerini beyaz ırka yöneltmiştir. Kitabını, beyaz ırkı uyarmak için yazmış, bütün ilgisini beyaz ırkı tehlike ve uçurumdan kurtarmaya yöneltmiştir. İslam, beyaz insan yapısı değildir. Bu sebeple

Maddî şeylere öncülük, ruhî şeylere de ona tabiliği ve -istisnaî durumlar için bile olsakölelik ve istibdadı doğru saymayı, insanı sadece bir üretim aracı olarak saymayı, ruhi ve akli hürriyetin zararına olduğu takdirde iktisadi refahı reddeden bir sistem... Bu sisteme göre kurulan toplumda fertler, din kardeşi olarak yaşıyorlar, kardeşlik bağları onları birbirine sımsıkı bağlayan bağlar olup toplumlarını bozuk ferdiyetçilikten ve yine bozuk toplumculuktan koruyan bir sistem... İmdadına gelen ruhun, ilmî kültüre hakim olmaya devam ettiği ilim ve marifetin sırf dini iman için tehlikeli oluyor diye onların ilerlemesinin durdurulmasının istenmediği bir sistem...

evrensel büyük alimin ona yönelmesi mümkün değildir. Yine Mr. Dulles da bu kurtarıcıya yönelemez. Çünkü beyaz insan olmaktan öteye bu dinle önemli bir ilgisi vardır. Asrımızda İslam’a karşı yürütülen savaşta en büyük payı olan, istisnasız dünyanın her tarafında bu dine karşı tuzaklar kurulmasında payı olan, İslam dininin yerine -onu kaldırarak- insan yapısı, başka düşünce ve değerler yerleştirmeye çalışan siyasi bir bilim adamıdır. Bütün bu çağrılara tek başına cevap verebilen bütün bu meziyetleri yalnız kendisinde toplayan, insanoğlunun şifası için gerekli “reçeteye” sahip olan din yalnız “Bu Din”dir. ***

Son olarak, inanç ile amel arasındaki ilişkiyi açıklığa kavuşturan, içinde ibadetin gelişerek nihayet çalışma ibadetin bir şekli haline geldiği bir sistemi özlüyor.

İslam, Avrupa’nın ve bütün dünyanın uğursuz ayrılık döneminden önce ve sonra tanıdığı sistemlerden ayrı, asil, temelli müstakil, kapsamlı ve tam bir sistemdir. Sadece mevcut

Ancak Mr. Dulles, Batı Kilisesi’nin tarihini, onun toplumla arasındaki faydasız çözülmeyi ve kilisenin içine düştüğü acıklı durum hakkındaki bilgilerine rağmen bu sistemi, Amerikan kilise erkânı ve kendi ülkesindeki ruhani liderlerden istiyor. ***

100

cevap vermeye muktedirler.

nizam ve kanunları değiştiren değil çalışma ve gerçek hayat için bir sistem olduğu gibi aynı zamanda düşünce ve inanç sistemidir. Buradan, hareketle İslam beşer hayatını yeni temel üzerinde tanzim etmeye gücü yeten yeterli, tek ve yegane yeni bir hayat sistemidir. Gerçekten, insanlık toplumu yolunu şaşırmıştır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Bu şaşırma insani bilgileri bir yana bırakıp

uygun olan diğer bir temel üzerine kuran,

cansızlar ilmi ile uğraşılmasından itibaren

kendisine ters düşen medeniyet fabrikalarında

olmamıştır. Bu şaşırma aletlerin kendi hayatına

imal edilen renkli ve suni pencerelerinden

hakim olmasına ve o hayatın, insan karakterine

görüldüğü şekliyle değil, hakikatte olduğu

aykırı biçimde şekillenmesine müsaade

gibi kâinat gerçeklerine uygun ciddi, hakiki ve

etmesinden itibaren de olmamıştır.

mükemmel yeni bir düşünce sistemine şiddetle

Bu şaşırma, siyasi, içtimai ve iktisadi sistemlerin

ihtiyaç vardır.

sömürücülerin insafına terk edildiği ve Dr.

İnsanın yapısı hakkındaki az ve sınırlı ilmimiz

Carrel’in dediği gibi onlar da bu sistemleri

veya dünyaca meşhur bu bilginin belirttiği gibi

insanlığın zararına ve onun gerçek ihtiyaçları

onunla ilgili tam bilgisizliğimiz, hayat yapısının

dışına yönelttikleri günden itibaren olmamıştır.

ilk ve temel projesini koyanın biz olmamıza

Hayır! Bunlar, esasta bozulan tarihin sonraki aşamalarıdır.

kesinlikle izin vermemektedir. Eğer küçük maddi bir cihaz hakkındaki ilmimiz

Esasen insanlık toplumu, diriliş asrı, aydınlık asrı, teknolojik kalkınma asrı ile birlikte gelen uğursuz karışıklıkların onun Allah’ın nizamından tümüyle uzaklaşmasından -sadece kilisenin düşüncelerinden değil- ve ilahi inanç düşüncesiyle sosyal hayat nizamı arasına faydasız ayrılığın düştüğü günden beri yolunu şaşırmıştır. Dr. Carrel’in zannettiği gibi “hayat bilgisine ve insan bilgisine ihtimam göstermek” suretiyle yapılan cüzi yamalama hiç bir fayda vermedi. Çünkü insanlar, hayatlarını, bildikleri uğruna yöneltmez, değiştirmezler, bilakis insanlar insanın insan olduğuna inandıkları için hayatlarını yöneltirler veya değiştirirler. Dr. Carrel, teknolojik medeniyetin değişmesinin ve yerine beşeriyetin ilerlemesi için başka fikirlerin doğmasının zorunlu olduğunu zikrederken; ondan tam sıçrayıp demirden, ilim kafesinden çıkmasını beklemiştim. Ancak o bu büyük sıçramayı başaramadı. Ve uçuruma yuvarlanır gördüğü zavallı insanlığa uyarı sesleri ile haykırarak kafesin içinde kaldı. Tehlike tehdidi altında olan insanlık hayatı, bu tam sıçramaya ve Allah’ın kendini yarattığı gerçek yaratılış karakterine dönmeye gerçekten muhtaçtır. Ancak bünyesinde tehlike taşıyan,

veya ilimsizliğimizin sınırı bu kadar olsaydı o cihazın sahibi, -montajı şöyle dursun- tamiri için bile onu bize bırakmaya güvenmeyecekti. Halbuki biz, bütün bu bilgisizliğimize rağmen yeryüzündeki her şeyden daha değerli ve kıymetli insan için bir nizam koymaya kalkışıyoruz. Ve bu nizamın işleyeceği suçlara da aldırmıyoruz. İnsan aklının maddi alemde yaptığı olağanüstü icatları görerek aldanıyoruz. Uçağı, füzeyi icat eden, atomu parçalayan, hidrojen bombasını yapan, tabiat kanunlarını da tanıyan ve bu icatlarında onlardan faydalanan insan zekasının, insanlık adına yeni bir hayat sistemi kurmak için düşünce, inanç kuralları, ahlak ve adap prensiplerini koymaya layık olduğunu zannediyoruz. Halbuki insanoğlu “maddi aleminde” çalışırken, bizi, kurallarıyla donatılmış olduğu için tanıdığı bir dünyada çalıştığını, ama “insan alemi” ile ilgili çalışırken başlangıçta kendisine göre büyük bir sahaya girdiğini, bu sahanın muazzam, gizli gerçeklerini anlamak için yeterince donatılmış olmadığını unutuyoruz. İşin en garip yanı da bu gerçeği ortaya koyan ve onu “insanlık ilmi”nden isteyen o şahsın dünyaca meşhur büyük bir alim olmasıdır.

ta baştan fıtrat esaslarına aykırı olarak kurulan

Bu büyük zanna karşılık diğer büyük bir zan

medeniyet düşüncesinden doğma prensip

daha vardır.

nazariye ve verileriyle gerçek benliğine kavuşmasına imkân ve ihtimal yoktur. Hayatın kuralını kökten değiştirip onları insan fıtratına çeviren, mükemmel insanın yapı karakterine

İnsanlardan bazıları, inanç sisteminin hayata hakim olması, maddi ilimlerin ve çağdaş sonuçlarının hayattan silinip atılmasını

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

101


gerektireceği zannına kapılmaktadırlar. Bu büyük olduğu kadar çirkin bir kuruntudur da. Hatta gülünç bir kuruntudur. Fakat maalesef, bu kuruntu Batı’da ve onun medeniyet tarihi boyunca yerleşmiş uzun bir tarihi gerçek olarak kalmış ve Mr. Dulles, “Harp ve Sulh” adlı kitabında geçen bölümde, kendisinden haykırmalarını ve çekişmelerini parçalar halinde naklettiğimiz “Ruhi İhtiyaçlarımız” bölümü gibi uzun bir bölümü bu konuya ayırma lüzumunu hissettirmiştir.

Şüphesiz İslam, beşer hayatının esaslı “planının” çizmesini; bu planı noksanlık ve havailikten uzak, kamil ve kapsamlı, ilme bırakıyor. Aynı şekilde kainat ve içindekileri onların kanunlarını ve güçlerini yaratan, bu geniş kainat içerisinde yapabileceği şeyler ve yetenekleri ile birlikte insanı yaratan Allah’ın ilmine havale edilmesini emreder. Çünkü insan yaradılışının bütün hakikatlerini ve kainatta olan her şeyin yapısındaki özellikleri yalnızca o bilir. İnsanın ferdi ve içtimai hayatının ve kainattaki diğer yaratıklarla olan münasebetlerdeki hayatının

Şu var ki; sağlam, ilahi nizam için de iş böyle değildir. Din, ilmin ve uygarlığın karşıtı değil, ilmin ve medeniyetin düşmanı da değildir. Ancak din, ilim ve medeniyet için bir çerçevedir, bir mihverdir. Hayatın bütün yönlerine hakim olan çerçeve ve mihverinin sınırları içinde ilim ve medeniyet için bir sistemdir.

nasıl olması gerekeceği hakkında bizim şiddetli bilgisizliğimize karşılık o, mutlak ilmiyle bir hayat sistemini kurmaya muktedirdir. Aynı zamanda -bir zamanlar kilisenin istediği gibiyüce Allah’ın tahrip ve ilga etmek için değil içinde çalışmak ve onu güzelleştirmek üzere insana bağışladığı beşer aklını ilga etmek için değil kendisini nefsi arzulardan, taşkınlıklardan

İslam bizatihi insan aklının, madde alemine,

ve kibirlenme fitnesinden, acz ve çöküntü

onun kanunlarına, güçlerine, birikimlerine karşı

zafiyetinden koruyan bir surla onu korur.

tam ve kapsamlı hürriyetinin ilan edilmesidir.

Allah’ın verdiği akıl, insanın istikametini düzeltip

Yine İslam, Rabbinin kendini halife kıldığı bu

onu yanıltmaz, ona doğru yolu gösterip onu

geniş mülkte çalışmak ve faydalanmak üzere

saptırmaz, ona hürriyet ve doğruluk nimetlerini

insan aklının serbest bırakıldığını bildiren genel

eşit olarak temin eden bir hayat nizamı kurar.

bir ilandır. Bu hakikat kainatta insanın yeri ve görevleri, kulun rabbiyle olan ilişkisi konusunda İslam düşüncesinin kapsadığı gerçeklerden biridir. Bundan dolayı İslam’ın gölgesinde, araç ve gereçlerin verdiği imkan sınırları çerçevesinde bütün yönleriyle mükemmel olan bir medeniyet gelişti. Araç ve gereçler daima gelişebilir ve ilerleyebilirler. İslam bu gelişmeyi her zaman

Böylece insanın ve maddenin yaratıcısı tarafından ortaya konulan nizamın güvencesi altında ayrıca Allah katındaki değerini, ve ona olan kulluğunu hissetme düşüncesi ile aynı zamanda bu geniş mülk içerisinde kendisinin halife olduğu hissi içerisinde insan maddeye hakim olur.

korur ve kollar vaziyettedir. Fakat İslam,

***

daima bunları fıtrat çerçevesinde muhafaza ederek, insan fıtratı ve değerli özellikleri

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki; Mr. Dulles’ın

ile çarpıştırmadan, onları yok etmeden ve

çağırdığı fakat kendisinin yönelmediği yegane

mahvetmeden -Dr. Carrel’ in çağdaş medeniyet

nizam İslam’dır. Beşeriyeti -Dr. Carrel’in dediği

için söylediği gibi- gelişmesini müdafaa ve

gibi- komünizmin tuzağından kurtaracak

kontrol eder.

yegane nizam da İslam’dır. Biz İslam nizamı

Prifalt ve Duiring gibi bizzat Avrupalı yazarlar tarafından ikrar edildiğine göre Endülüs

sahipleri -yalnız başına- o büyük hamleyi gerçekleştirebiliriz.

üniversitelerinden Avrupa’ya geçen ve “deney

Şüphesiz bugün beşeriyeti kuşatan bu makine

sisteminin babası” olarak isimlendirilen ve

medeniyeti kendisine bu hoş kolaylıkları

iftira yoluyla Roger Bacon ve Francis Bacon’un

sağlarken -her ne kadar bu kolaylıklar bazen

sistemi olarak bilinen sistemi -kendi gerçek

onun maddi yapısına eziyet veriyorsa da-

karakterleriyle- kuran yine İslam’dır.

dünyaca büyük bir alimin çeşitli vesilelerle değerli bir kitabında değindiği gibi insanın

102

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


yapısındaki en önemli karakterlerini

insanın değerli unsurları dengeleyecek biçimde

öldürmekte, insanın en yüce insani değerleri ile

üretim yollan ve iş nizamları değişecektir.

savaşmaktadır.

İslam’ın hayat nizamından yeni değer

İslam -kâinatın hakikati, insanın onun içindeki

ölçüleri ve düşüncelerin doğması halinde ve

yeri ile ilgili düşünce yapısıyla ve gerçek

bu doğuşun sonra inanmış insan ruhunun

nizama uygun derlenmiş karakteri gereğince

makine medeniyetinin neticesi olarak kendi

ne teknolojiye yönelip onu yok eder ne de

irade kudretine kavuşması durumunda,

sanayinin beşer hayatına sunduğu kolaylıklara

ancak insan ilimleri tam bir plan çerçevesinde

yönelip onları ortadan kaldırır!

hakiki kıymetine kavuşmuş olacaktır. Yine Mr.

Fakat İslam ilk önce uygarlığın görüş ve değer ölçülerini değiştirmeyi kasteder. Bu uygarlığa mübalağa ve basitlikten uzak gerçek değerlerini verir. Şöyle ki, bu uygarlık insana onun düşüncelerine, hislerine, durumlarına

Dulles’ın vasıf ve meziyetlerini anlattığı, ne kendisi ne kilisesi ve ruhani papalarının (kendisi de onlardan biridir) kavuşmaya muktedir olamadıkları sisteme kavuşmak da mümkün olacaktır.

ve düzenlerine hakim olamaz. Ancak inanmış

Şükürler olsun ki insanın zâti yaratılışı da

insanın ruhu bu uygunluğa hakim olur.

-Allah’ın yarattığı gibi- kainatın yaratılışı ile

Şüphesiz İslam, insanın devamı için onun kıymetini, yüceliğini, değerini ve gücünü ispatlayacaktır ve insan ruhunu Darwin, Karl Marks ve benzerlerinin düşürdüğü aşağılıktan kurtaracaktır. O vakit, insan aletlere, maddi icatlara ve uygarlığa kendisinin hakim olması gerektiğini anlayacaktır. İnançlı insanın ruhu, her şeye hakim olduğu zaman o -inancı çerçevesinde- hürriyetinden faydalanacaktır. İyi ile kötü arasında seçim yapma gücüne sahip olacaktır. İnsan ruh, aletler

uygunluk içerisindedir. Kainatın karakteri de insan karakteri gibi hareket, güzellik, gelişme unsurlarını ihtiva etmektedir. Bundan dolayı insan karakteri bu uygarlıklardan birçoğunun beklenen gerçek ihtiyaçlarına cevap verip onlara uygun olduğunu anlayacaktır. Ve insan karakteri ancak onun yapısına zarar veren medeniyet ve uygarlık nimetleriyle çatışacaktır. İşte kovulması ve yasaklanması gereken şeyler bunlardır. Allah’ın hayat nizamı, bunu sağlamayı taahhüt ediyor. İşte bu din, Batı’nın aradığı fakat bulunca da kabul etmediği kurtarıcıdır!

ve onların çalışmasından sonra ortaya çıkan düşünceler tarafından zorlanmış, yenilmiş ve onlara boyun eğmiş bir durumda iken onun aradığı en önemli unsur irade hürriyetidir.

İstikbal İslam’ındır Bugün biz, bütün kötülük ve iyilikleri ile çevremizdeki cahiliyetle aynı durumdayız. Ancak

İrade kudreti, inanmış insan ruhuna, bu

bizi kuşatan bu sahte görüntülere rağmen;

uygarlıklar içinde zararlı olan unsurları ortadan

gelmesi kesin olan sonuçtan, etrafımızdaki her

kaldırma gücünü verecek, insanın kendi

şeyin şehadet ettiği akıbetten ümit kesmemiz

yapısının gerçek ihtiyaçlarına uygun faydalı

caiz değildir.

unsurları geliştirecektir. Yine insan ruhunun hakimiyeti, insana; insani değerlere aykırı şeylerden, insanın değerli unsurlarının heder olmasına sebep olan iş nizamları ve üretim yollarından kurtulma fırsatını verecektir. Çünkü üretim yolları ve iş nizamları, mukaddes kanunlar değil, onlar, sadece insani unsurların zararına maddi üretim miktarlarının geliştirilmesi için kullanılan sömürü araçlarıdır. İnsanın maddi şeylerden daha üstün ve daha değerli olduğu kararlaştırılacak olursa, üretimdeki çokluk ile

Bugün beşeriyetin İslam nizamına olan ihtiyacı, ilk gönderildiği günkünden daha az değildir. Beşeriyetin elindeki diğer bütün sistemlerle kıyaslandığında da, değeri o günkünden az değildir. Bundan dolayı ilk gönderildiğinde meydana gelen olayın, bugün bir kere daha meydana geleceğinden şüphe duymamalıyız. Etrafımızda gördüklerimiz, dünyanın her tarafında İslami diriliş hareketlerine vurulan vahşi darbeler ve

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

103


maddeci medeniyetin gücü, kalplerimize şüphe

Onun seviyesine, beşer hayatının karakterini,

düşürmemeli. Olayı çözecek olan batılın güçlü

onun gerçek ve durmadan yenilenen ihtiyaçlarını

olması ve Müslümanlara vurulan darbenin

tecrübeyle anlayarak yükselebiliriz. Böylece bu

şiddeti değil, hakkın kuvveti ve onun bu

medeniyetten reddedeceğimizi reddederiz, hayat

darbelere karşı koyma derecesidir.

tecrübesinden bizim medeniyet tecrübelerimize

Biz tek başımıza değiliz. İnsan fıtratının özüne

denk olan kısmını alırız.

döndürme gücü ve bütün varlığın kendisine göre

İşte bu zor bir mücadeledir. Uzun bir

yaratıldığı gerçekler bizim lehimize çalışıyor.

mücadeledir... Fakat bu mücadele sürekli ve asil

Yaratılış gerçekleriyle örtüşmeyen talepleri ve

bir mücadeledir.

insan üzerinde oluşturduğu ağırlık, modern medeniyetin sonunu hazırlamaktadır. Medeniyet yaratılış gerçekleri ile çatıştığında, savaş ister uzun sürsün, ister kısa, zafer mutlaka yaratılış

“Allah bizimle beraberdir... “Allah dilediğini mutlaka yapar, fakat insanların birçoğu bilmezler.” (Yusuf 21)

gerçekleri (fıtrat) hanesine yazılacaktır. *** Bir şeyi devamlı hatırlamamız gerekir. yığınlarca problemden kurtarmak, sonra da onu bu problem yığınına galip kılmak gibi zor, meşakkatli ve uzun bir mücadele vardır. Uzun ve kendisi için tam olarak hazırlanmamız gereken bir mücadele... “Bu din”in seviyesine yükselmemiz için ona hazırlanmamız gerekir. Allah’ı gerçek anlamda tanıyarak ve O’na iman ederek “bu din”in seviyesine yükselebiliriz. Ancak O’nu tam olarak tanımadığımız zaman, O’na gerçek anlamda iman etme imkanımız da olamaz. Allah’a ibadet ederek “bu din”in seviyesine yükselebiliriz. Ancak O’nu tam olarak tanımadıkça, O’na gerçek anlamda ibadet etme imkanımız da olamaz. Etrafımızdakileri tam manasıyla anladığımız ve çağımızın üslubunu bildiğimiz takdirde “bu din”in seviyesine yükselebiliriz. Allah, zamanını tanıyan ve yolunu doğrultan kişiye merhamet etsin. Çağımızın kültür ve medeniyetini iyi

www.islamiyorum.com

Önümüzde, fıtratı, birbiri üzerine birikmiş

kavradığımız, bu kültür ve medeniyeti bilinçli ve uzman bir şekilde kullanabildiğimiz ölçüde onun seviyesine yükselebiliriz. Biz ona bilgi ve tecrübe ile iyice hakim olmadıkça ondan neyi almamız ve neyi terk etmemiz gerektiğini bilemeyiz. Biz sezme kudretini bilgi ve tecrübeden alacağız.

104

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Dosya: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?

İslam’ın Vadettikleri Roger GARAUDY Bu makale “Roger Garaudy. İslam’ın Vadettikleri. Pınar yay. 8. Baskı. ‘Sonuç’ bölümü”nden alınmıştır.

Bonaparte’ın 1798’de Mısır’ı istila etmesi,

İngiltere ile Fransa arasındaki yapılan sömürge

gelenek ile modernizm arasındaki ilişkiler

taksimlerinin bir mirasıdır.

problemini en kötü bir biçimde vazetmiştir. Bu istilayı Arap-İslâm dünyasında Rönesans’ın menşei olarak kabul etmek, bizim garip tarih anlayışımızın ortak noktalarından biridir. Buna göre düşünce ve eylemi donuklaştıran Osmanlı boyunduruğu altında asırlardan beri ezile gelen bir İslâm’da, o zaman bir gedik, bir yenilik,

Siyasi alanda modernlik, parlamenter sistemden, yani yapı ve kültürü tamamen farklı olan ülkelere, İngiltere ve Fransa’ya has tarihi şartlarda doğmuş olan ve siyasi müesseseler alanına kapitalizmin ilk dönemine ait (prensip olarak serbest) piyasa kaidelerini aktaran

modernlik ufku açılmış olmaktadır.

rejimlerin ihraç edilmesinden ibaret idi.

Böylece daha baştan modernleşme ile

Ekonomik alanda modernlik, Batı pazarına dahil

Batılılaşma arasında öldürücü bir karışıklık yaratılmış oldu ki, neticeleri bugün bile korkunç bir şekilde etkisini hissettirmektedir. Modernlik sadece Batı değil, fakat aynı zamanda, en kötü

olmaktı. Rekabetçilerin değil, aksine müşterilerin bulunmasına önem verildiği için ilk zamanlar, Batı üretim tarzının transferine (sanayileşme) yardımcı olunmamasına dikkat edildi. Fakat

şekilleri içinde güç, hem de askeri güçtü.

buna mukabil onun tüketim tarzının taklit

Bunun üzerine, önce Mısır’da sonra tüm Arap-

neticesi olarak, önce sömürgeleştirilen sonra da

İslâm aleminde ve yavaş yavaş diğer tüm

gayri adil mübadelelere maruz bırakılan ülkeler,

kıtalarda ve başka medeniyet bölgelerinde iki

hammaddelerini ve el emeklerini, elit olarak

düşünce akımı ortaya çıktı: Modernlik veya

vasıflandırılan bir azınlığın, yani işgal edenin ya

gelenekçilik.

da hakim olanın bir kaç aracısı ve işbirlikçisinin

1. Modernistlere göre, gelecek; Avrupa’nın taklit edilmesinden ibaretti. Başta milliyetçilik

edilmesi sıkı bir şekilde teşvik edildi. Bunun

bu tüketim tarzına katılmalarını sağlamak üzere vermek zorunda bırakılmışlardır.

olmak üzere, öncelikle onun hastalıkları

Kültür alanındaki modernlik ise, Batı tipi üstü

ithal edildi. Avrupa’nın sömürgeci milletleri

kapalı büyüme felsefesinin yani; tabiat ve

arasındaki anlaşmazlıklar, savaşlar ve rekabetler

insanlar üzerindeki gücün arttırılmasından

sömürgelere de sıçratıldı. İster Latin Amerika,

başka bir şey olmayan (sözüm ona) tekamülün

ister siyahi Afrika, isterse İslâm ülkeleri söz

benimsenmesinden başka bir şey değildi.

konusu olsun. “Milli devletlerin sınırları” bilhassa önceleri İspanya ile Portekiz ve sonraları

Bunun sonucu olarak:

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

105


1. Tüm aşkınlık reddedilmiştir; çünkü

ve sertliktir. Böylece o zaman herkes, geçmişteki

yerini almış ve onun fonksiyonunu icra

devirlerden bugünkü davranışlarını en iyi bir

etmiştir.

biçimde haklı çıkaran devri seçer.

2. Ferdiyetçilik yüceltilmiştir; çünkü

Oysa İslâm asla donuk bir entegrizm demek

kapitalizmin başlangıcından itibaren

değildir. Nitekim Kur’an-ı Kerim Allah’ın,

Hobbes’un da, yerinde olarak öngördüğü

her millete, herkese mesajı anlatabilecek

gibi, pazarlar arasındaki rekabet insanı

tarzda peygamberlerin gönderilmiş olduğunu

insanın kurdu haline getirmiştir.

çok defa tekrar eder. Aynı şekilde, her ne

3. Akıl araçların araştırılmasına indirgenmiştir. Çünkü gayeler, büyüme ve güç politikası ile tespiti zaten tespit edilmiş bulunmaktadır. O halde modernlik, modernizm, modernleşme, başka milletler tarafından (iyi ya da kötü) bir şekilde kendi ihtiyaçlarına cevap vermek üzere ortaya konan bir hayat tarzının naklinden başka bir şey değildi. Yabancı ihtiyaçların İslâm ülkelerine nakledilmesi Müslüman’ı, bizzat kendisine, yakınlarına, tarihine, kültürüne, kendi geleceğine yabancı bir hale getirmiştir. Demek ki, modernleşmesi için Arap İslâm dünyasına teklif edilen; onun dört asırdan bu yana Avrupa tarafından aşılan etapları yeniden aşması ve başkalarının geçmişini bizzat kendi geleceği gibi görmesiydi.

kadar Hz. Peygamber’e nazil olan vahiy son teşriî nübüvveti teşkil etse de, o, İslâm’ın yayılmasıyla, Medine cemaatinden farklı olan cemiyetlerin karşılaştıkları yeni problemlere, Kur’an-ı Kerim esas alınarak çözüm getirmek için gerekli içtihadın yapılmasına karşı çıkmaz. Nitekim Hulefa-ı Raşidin’in ve onlardan sonra, fıkhi mezheplerin yaptıkları ictihadlar bu hususu kanıtlar. İctihad kapısının kapanmasına yani, yeni problemleri Kur’an vahyinin ruhu içinde çözmek için karar verilmesinin yasaklanmasına imparatorluğun geliştiği bir dönemde siyasi şefler tarafından karar verilmiştir. Aslında bu kapatma anlayışı Kur’an-ı Kerim’in ruhu ve lafzıyla tam bir çelişki halindedir, Çünkü Hz. Peygamber kendini yeni bir dinin kurucusu olarak değil fakat Hz. İbrahim’in temel

2. Gelenekçilere göre, “Arap-İslâm dünyası, var olma hakkını nasıl kabul ettirebilir?” sorusu tamamen aksi bir cevabı gerektirir. Modernistler gibi, “bizi öldürenleri taklit ederek ve onlar gibi olarak” diyecekleri yerde, onlar öncelikle şu hususa dikkati çekmektedirler: Arap-İslâm dünyası çökmüşse bunun sebebi, Müslüman’ın dininden, selefin öğretisinden uzaklaşmış ve kendini Batı Şeytanı’nın iğvalarına bırakmak için geleneğinden kopmuş olmasıdır. Bu görüşten hareket eden gelenekçiler İslâm’ı, dışa açılan penceresi ve kapısı bulunmayan ve hatta göğe bile açılmayan bir kale içerisine kapamaya ve böylece Kur’an öğretisini, O’na sonradan çeşitli milletlerce yapılan ve O’nu çok defa boğan katkılardan ayırmak istemeden geleneği bir bütün halinde savunmaya karar verdiler.

imanının yeniden canlandırıcısı olarak göstermiş ve dolayısıyla Yahudilik ve Hıristiyanlığın katkısını kabul etmiştir. O halde bu sürekli katkıların artırılması1 ve önceki peygamberleri peygamberlik halkasının zincirleri kabul ederek tahriflerin ve sertliklerin yok edilmesi zaruridir. Bu araştırma kitap ehlinin de ötesinde tüm dünya hikmetlerinden beslenmektedir. Nitekim Hz. Peygamber’in de ifade etmiş olduğu gibi “Çin’de de olsa ilmi aramaya çıkmak gerekir.” İranlı bir ayetullah “İslâm kendi kendine yeter” diye haykırırken, onun, Batı’nın süprüntülerini veya sapıklıklarını bir bütün halinde reddettiği kolayca anlaşılmaktadır. Ancak bu yeterlikten kast olunan İslâm’ın diğerlerinden öğrenecek bir şeyi olmadığı ise, böyle bir anlayış İslâm’ın öğretisiyle taban tabana zıt düşer. Çünkü başlangıcından itibaren ve zirvesinde İslâm’ın büyüklüğü, yepyeni bir sentez yapmak ve daha

Bütün dinlerde tüm entegrizmler böyle ortaya çıkarlar. Entegrizm ise, imanın uzun tarihi boyunca alabilmiş olduğu kültürel ve kurumsal

106

şekliyle karıştırmaktan ibaret olan dogmatizm

teknokratik gücün bizatihi gayesi onun

yüksek bir seviyeye ulaştırmak üzere, öncelikle Bu konuda Michel Hayek’in şu kitabına bkz. Le Charist de

1

I’islam, Paris, Seuil yay., 1959.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


vahye dayanan eski dinlerin mirasına ve sonra

İşte Batı gelişme modelinin reddi için

da tüm kültürlerin en iyi yönlerine sahip çıkarak

gösterilen tepki buradan kaynaklandığı gibi,

onları bünyesinde eritmiş olmasındadır. Çöküşü

ne kapitalizmin ruhsuz kaosu ne de Sovyet

ise, bu anlayışa karşı çıktığı zaman başlamıştır.2

hapishanesi olmayan tam anlamıyla İslâmi bir

Aynı şekilde ne Kur’an-ı Kerim’de ne de Hz. Peygamber’in sünnetinde hiç bir dayanağı olmayan bir takım örf ve adetler “Gelenek” ile sürekli bir şekilde karıştırılmıştır. Mesela,

hayatın keşfedilmesine duyulan ümit de buradan kaynaklanmaktadır. Batı’nın çözüm yolları iflas etmiştir; donuklukların ortaya çıkıp varlıklarını sürdürmesi bunun en açık delilidir.

kadınlara peçe takmaları mecburiyeti

Eğer bazılarının imanı asırlarca süren egemenlik

getirilmiştir; oysa bu İslâm öncesi basit bir

ve zulmün yol açtığı pastan temizlenmez ve

örf ve adetten başka bir şey değildir ve bazı

başkalarının teknokrasisi de, insani anlam ve

Orta Doğu ülkelerine sonradan girmiştir. Bu

insani gaye problemini asla vazetmeyen bir

entegrizm, İslâm dininin ruhunu oluşturan

sistemin içerdiği temel bozukluğun bilincine

Tevhid’in ihlaline yol açar; çünkü T.S. Elliot’un

varmazsa, diyalog çıkmaza mahkum olmuş

“Batı’nın en büyük günahı” olarak ifşa ettiği

demektir.

düalizmi devreye sokar. O halde, bir cemiyette özel ilişkilerde dini en dar kalıpları içinde tut; sosyal hayatta ise çılgınca tüketim tarzından, iş bölümüne, hiyerarşisine ve medeni cemiyeti siyasi cemiyetten ayıran ferdiyetçiliğine varıncaya kadar Batı’nın tüm müesseselerini adapte etme iddiasından daha kötü bir düalizm var mıdır? Aşkınlık ve cemaat İslâm’dan ayrı düşünülemez. Öyle ise sentez yolunda mıyız yoksa birilerinin “modernliğinde” diğerlerinin ise gelenekçiliğinde kötü olan ne varsa onları bir

Batı’nın yani daha somut bir şekilde, Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri, Japonya gibi aynı büyüme sistemini uygulayan son derece sanayileşmiş ülkelerin oluşturduğu OECD (İktisadi Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı)’nın sorumluluğu ise daha geneldir. Dünyayı tek bir bütün olarak gören ve sadece Batı noktainazarını dikkate almayan kimse, tüm hayati problemlerimizin anahtarı durumunda olan şu temel gerçeği kavramakta güçlük

araya getirme çabasında mıyız?

çekmez: Bazılarının büyümesi diğerlerinin ise,

İngiliz tarihçi Toynbee “Doğu meselesinin”

birbirinden ayrılamayan iki veçhesinden başka

öncelikle bir “Batı meselesi” olduğunu

bir şey değildir.

söylüyordu. Batı Arap-İslâm ülkelerinde hakim olan donukluktan söz edilirken, Batı’nın bu konudaki sorumluluğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Tüm sömürgeleştirme veya protektora döneminde ve yeni sömürgecilik ve çok uluslu şirketlerle de günümüzde, karar verme ve güç merkezleri büyük ölçüde bugün olduğu gibi dışarıda idi. O halde ilk savunma tepkisi dışarı ile ilişkiyi kesip kendi içine kapanmaktı. Bu son on sene zarfında daha da açık bir şekilde ortaya çıkan ikinci sebep ise sadece hayata bir anlam ve gaye vermek hususunda değil fakat aynı zamanda dünyada ve her ülkenin içindeki eşitsizlikleri azaltmak hususunda da aciz kalan Batı tipi sözde gelişme modelinin başarısızlığa uğramasıdır.

az gelişmesi yeryüzünün kötü gelişmesinin

Batı’da, büyüme dediğimiz şey evren açısından az gelişmişliğin büyümesinden (yani, Gunter Franck’ın ifade ettiği gibi, az gelişmişliğin gelişmesinden) daha başka bir şey değildir; çünkü bu bir kaç ülkenin büyümesi ancak dünyanın dörtte üçünün maddi ve insani kaynaklarının yağma edilmesiyle mümkündür. Dünya çapında bilinçlenmenin ilk sonucu, az gelişmiş3 ülkelere bizim gelişme yolumuzu takip etmelerini teklif etmekten ibaret olan öldürücü yalan maskesinin düşürülmesidir; çünkü bir kaç ülkenin büyümesinin, dünyanın dörtte üçünün yağmalanmasını ve az gelişmesini gerektirdiği bir sistem bizzat prensip icabı olarak evrensel olamaz, yanı tüm evrene uygulanamaz.

Rönesans’tan beri yeni devrin ilmi ve sosyal

2

Başka bir yalan da onlara “gelişmekte olan ülkeler”

3

problemlerine kavramaktan aciz kalınca, Katolik kilisesi

demekten ibarettir; zira azgelişmişlikleri giderek

de aynı gerileme durumuna tanık olmuştur.

artmaktadır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

107


Bu bilinçlenmenin ikinci sonucu şudur: Bu

Açlıktan silahlanmaya, Batı’daki5 hayatın anlam

bilinçlenme sadece bizim büyüme teorimizin

ve gayesini yitirmesinden fertlerin, grupların

yalan olduğunu ortaya koymakla kalmaz

ülke içinde şiddet ve baskı hareketlerine

aynı zamanda, az gelişmiş ülkelerle olan

başvurmasına varıncaya kadar, yaşadığımız

ilişkilerimizdeki uygulamamızın da samimi

dünyadaki problemlerin tümünün temelinde

olmadığını, yalana dayandığını ortaya koyar:

Batı modeli büyüme yatmaktadır. Bu model,

Bizim büyümemiz, az gelişmişliğe neden

giderek daha hızlı, faydalı, faydasız zararlı ve

olmuş ve hatta onu daha da arttırmışsa,

hatta öldürücü (nükleer veya nükleer olmayan

bu duruma son verme hususunda tek çare

silahlanma), nasıl olursa olsun üretmekten ve

büyüme modelimizi değiştirmektir. Bu; Başkan

sonra da reklam ve pazarlama ile, fakat daha

Bumedyen’in 1974’te yayınlanan bir yazısında

çok sosyal eşitsizliklere yol açan iğrenç bir

belirtildiği gibi “dünya çapında yeni bir ekonomik

şekilde rekabete başvurarak herkesi bu üretilen

düzen”in ilk şartıdır.

şeyleri tüketmeye zorlamaktan ibarettir. Yine

Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne yapılacak başka her türlü yardım, aldatmacadır, öldürücüdür. Ancak bu, sadece az gelişmiş ülkeler için öldürücü olacaktır. Çünkü Ahmed bin Bella’nın ifade etiği gibi “tüm dünya felakete sürüklenircesine yönetilmektedir.”4

bu model Batı’yı mutluluk ve gelişmenin hayat seviyesi ve tüketilen maddelerin miktarıyla eş değer olduğuna inandırmıştır. Böylece o, içinde bulundukları sefaletten kurtulup düşlerinin gerçekleştiğini görmeleri için dünyadaki açların kafalarına bu yola girmelerinin mümkün ve hatta zaruri bile olduğu kuruntusunu iyice

Batı modeli büyümenin değiştirilmesi ahlâki bir vaaz konusu değildir, fakat dünyanın topluca intihara sürüklenmesini önlemek için kaçınılmaz bir zarurettir. Aksi halde hammaddelerin tükenmesi ve biyosferin (yani hava, su, toprak gibi hayatı mümkün kılan şartların tamamının) imha edilmesi sonucunda dünya intihara sürüklenmiş olacaktır.

sokmak amacıyla, onların sefalet ve düşlerini istismar etmektedir. Şimdi vereceğimiz bir kaç rakam dünyadaki bu kötü gelişme sisteminin, yeryüzünün kötü yönetiminin iflas ettiğini ve bunun sonucu ortaya çıkan felaketin ne boyutlara ulaştığını gözler önüne sermektedir. Öncelikle temel eşitsizlik: Sovyetler Birliği dahil olmak üzere Avrupa’nın,

O halde Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin sömürülmesine devam edilmesi sadece ahlâki bir problem olarak karşımıza çıkmamakta fakat aynı zamanda dünyanın geleceğini de ilgilendirmektedir. Yine Batı, sömürüsünü yardım adı altında riyakarca sürdürmektedir. Oysa söz konusu olan insanlığın tümünün hayatını devam ettirmesidir. Gelişmiş ve az gelişmiş ülkelerden bahsetmek öldürücü bir yanılgıdır; zira dünyada sadece hasta ülkeler ve aldatılmış ülkeler vardır. Batı ülkeleri gibi hasta ülkeler vardır: Çünkü bu ülkeler, ekonomik büyümelerinden, kültürlerinin az gelişmiş olmasından ve imanlarından dolayı hastadırlar. Bu sebeple bunlar, insani gayeler teklif edip onları gerçekleştirmekten acizdirler. Aldatılmış ülkeler vardır; çünkü onlar, Batı’nın büyüme modeli ile yardımının kendilerine mutluluk getireceğine inandırılmışlardır. Oysa

Kuzey Amerika’nın sanayileşmiş ülkeleri ile Japonya ve Avustralya, dünya nüfusunun %30’unu oluşturmaktadırlar. Hal böyle iken bu ülkeler, dünya üretiminin %82’sini ellerinde bulundurmakta ve silahlanmaya ayrılan miktarın %85’ini harcamaktadırlar. Buna mukabil, yarım milyar insan asgari olan beslenme sınırının çok altında yaşamakta ve hatta bu yüzden ölmektedir (günde iki bin kalori). Bir diğer yarım milyar insan ise mutlak fakirlik sınırının altında yaşamaktadır (yılda 70 santimden az).6 Gelişmiş ülkelerin silahlanma masrafları 380 milyar dolardır. “Tüm dünyanınki ise 450 milyar dolara ulaşmaktadır.” Oysa aynı sene Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne yaptıkları yardım, 1/3’ü silahlanmaya ayrılmak üzere 22 milyar dolardır. Batı ile Doğu, aynı büyüme modelini

5

benimsediklerinden kendilerini “terör dengesi” içinde

bu aldatmaca ile sadece onların yapılan ve kültürleri parçalanmaktadır. Ahmed Bin Bella, Interview au Monde, 4 Aralık 1980

4

108

bulmuşlardır. Takriben 20-25 Türk Lirasına tekabül etmektedir,

6

(mütercim)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Dikkat edilecek ikinci husus: Bu eşitsizlik ve

kompleksleri ile tespit edilen hedeflerden

-onun ayrılmaz parçası olan bağımlılık- giderek

açık bir şekilde farklıdır. Bu bakımdan o,

artmaktadır. Mesela, az gelişmiş ülkeler,

teknoloji transferlerini bir yandan yeni bir

1980 yılında borçlarının faizlerini ödemek için

egemenlik, diğer yandan da var olma ve

13,2 milyar dolar yani yapılan yardımın yarısı

düşünme modellerini aktarma vasıtası olarak

kadar parayı vermek zorunda kalmışlardır. Bu

tahlil etmekte ve şu sonuca ulaşmaktadır: “Bu

sistemde zenginler daima daha zengin fakirler

teknoloji yeniden gözden geçirilmedikçe gelecek

ise daha fakir olmaktadır. Egemen olanlar

olmayacaktır.”

daha egemen olmakta; eskiden sömürmüş olanlar ise daha çok sömürmektedir. Çünkü bu; Ahmed Bin Bella’nın biraz önce zikredilen mülakatta belirttiği gibi, hepsi de “eşit olmayan mübadele ve bağımlılığın sürdürülmesine” yardım etmekle görevli kuruluşların marifetiyle gerçekleşmektedir. Sadece bir misal ile yetinmek için şunu hatırlatalım ki Dünya Bankası ve şubesi IDA “Uluslararası Gelişme Ortaklığı” ile IMF “Uluslararası Para Fonu” gibi (oy sayısının yatırılan kapitalin miktarıyla orantılı olduğu) kuruluşlar fakir ülkelere ancak şu korkunç şartlarla borç para vermeye razı olmaktadırlar: - İhracat gelirlerini artırmak (bu, halkları

O halde, Arap-İslâm ülkelerinin petrol ihraç edip elde ettikleri gelirleri, ya Batı bankalarına yatırmak ya çok uluslu şirketlere yatırım yapmak ya da Avrupalıların fabrikalarını anahtar teslimi satın almak için kullanmalarının yeterli olduğuna inanmaları aldatıcı olduğu kadar öldürücü bir oyun olurdu. İran’ın servetine Amerika Birleşik Devletleri tarafından el konması, Batı bankalarına yatırılan paraların nasıl bir güvence içinde olduğunu gözler önüne sermiştir. Çok uluslu şirketler de bugün Üçüncü Dünya Ülkeleri’ni sömüren en önemli güçlerden biridir. Avrupa’nın fabrikalarını satın almanın da pek yararı yoktur; çünkü patentlerini,

temel ihtiyaç maddelerinden mahrum

teknisyenlerini ve teknokratlarını ellerinde

bırakmaktadır);

bulundurmaları sebebiyle, yerleştikleri ülkelere

- Yabancı yatırımları kolaylaştırmak (bu, yatırım yapanlara, bu ülkelerde elde ettikleri kazançların en büyük kısmını dışarı çıkarmalarına imkan vermektedir); - Sosyal politikanın zararına devletin masraflarını azaltmak; - Ücretleri kontrol altında tutmak (bu ise, milyonlarca işçiyi asgari hayat seviyesinin altına düşürmektedir). Bu siyasi egemenlik ve ekonomik sömürüyü sağlamak için başvurulan birçok mali yol

sosyal ilişkilerini hayat ve tüketim tarzlarını empoze etmekte, mahalli işbirlikçilerine para verip onları satın almakta ve yerleştikleri ülkenin temel ihtiyaçlarına hiç bir şekilde ilgi duymamaktadırlar. Sanayinin tüm dalları için da durum aynıdır. Enerji sektöründe Batılı büyük petrol şirketleri Arap ülkelerinde bulunmaz bir av yakalamışlardır. Üretici ülkelere gelince, basit bir mukayese ile geleceklerinin ne olacağını tasavvur etmek mümkündür: Şayet Avrupa, 18 ve 19. asırlarda kömür üretiminin hemen hemen tamamını ihraç etmiş olsaydı kalkınması nasıl

arasından sadece biridir.

olurdu?

Sanayileşme ve teknoloji transferleri de bir

Bu asla çözüm yolunun, üretici ülkelerin her

başka tuzaktır: Her ülke, yine Ahmed Bin Bella’nın ifade ettiği gibi “kendi hedeflerine varılmasını sağlayacak ilim ve teknolojiyi amaçlar.” Oysa Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin 7

ihtiyaçları Batı ülkelerinin askeri sanayi Ahmed Bin Bella’nın, İran’daki Ittılaat Gazetesi’nde

7

yayınlanan bu mülakatı “Jeune Afrique no 1014, 11 Haziran 1980” adlı dergide de kısmen Fransızca olarak neşredilmiştir.

türlü petrol satışını reddederek veya teçhizatları için yabancı ülkelere başvurmaktan kaçınarak kendi yağlarında kavrulmaları olduğu anlamına gelmez. Mühim olan problemler üzerinde düşünmek ve onları çözüme kavuşturmaktır. Ama bu çözüm yolu, sırf dünya pazarına katılmak, eski sömürgeciler ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından tespit edilen kurallara uymak suretiyle varılacak Batılı bir çözüm

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

109


olmamalıdır. Yine problemler, petrol kaynakları bakımından imtiyazlı olan ülkeler açısından da çözüme kavuşturulmamalıdır. Fakat problemler hem Arap-İslâm dünyası, hem de tüm dünyanın hayatını sürdürebilmesi açısından ele alınarak

yapımında kullanılmaktadır. Şimdi de tarım sahasındaki Batı tekniklerini ve Üçüncü Dünya Ülkeleri’ndeki etkilerini gözden geçirelim: Bangladeş’te 140 milyon

çözüme kavuşturulmalıdır.

dolara inşa ettirilen su gibi petrol harcayan

Bunu yaparken de, Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin

gübre miktarı 26 bin köy tarafından metanlı

ekonomik, sosyal ve kültürel bakımdan

teknelerde üretilebilir. Böylece aynı miktar

hayatlarını devam ettirecek seviyeye

gübre üretilmekle kalınmamakta aynı zamanda

ulaşmalarını sağlamaya öncelikle önem

yakacak, aydınlanma ve 130 bin kişiye iş imkanı

verilmelidir.

sağlanmakta ve üstelik bütün bunlar 140 milyon

Ahmed Bin Bella’ya sık sık başvuruyorsam bunun sebebi onun, Arap-İslâm temel değerlerinden hareket ederek, özerklik ve

ve bin işçi çalıştıran bir fabrikada elde edilen

yerine sadece 125 milyon dolara mal olmaktadır. İşte tipik bir teknoloji transferi örneği, ama kimin yararına?

bölgecilikten kurtularak uluslararası ilişkiler

Tarımın önde gelen problemlerinden biri

problemini global bir şekilde ortaya koymuş

de sulamadır. Aynı şekilde, gübre, ilaçlama

olmasıdır. O, kalkınmamız, öncelikle Üçüncü

ve hidrolik sistemin dışında ekilen hektar

Dünya Ülkeleri’nin kalkınmasıyla ilgili

başına 905 litre petrol tüketen Amerikan

problemlerin çözümünde İslâm’ın nasıl bir

çiftçilerinin kullandıkları sulama sisteminin

katkıda bulunabileceğini göstererek eşyaların

önemsenmesi de, bu yardımı alan ülkelerin

değil insanların, öncelikle ele alınması gereken

mahvolması demektir. Oysa bu konudaki

farklı hususların gerçek bir gelişmesini

gerçek yenilik suyun buharlaşmasını önleyerek

önermiştir.

İran’ın platolarını sulamaya imkan veren

Önce tarımı ele alalım. Rudolph Strahm, “fakirlerin yiyeceğinin hangi yollarla zenginlerin hayvanlarına verildiğini” gözler önüne sermiştir.8 Nüfusları dünya nüfusunun 1/6’sını teşkil eden sanayileşmiş ülkeler, dünya tahıl üretiminin %60’ını ellerinde bulundurmakta ve bunun 2/3’ünü de hayvanların beslenmesi

yeraltı kanallarının (kanat) yeniden inşa edilmesinden; IX. asırda Ağlebiler hanedanı zamanında toprakların sulanmasını sağlayan su kemerlerinin yeniden hizmete sokulmasından.10 Mürsiye bahçelerini efsaneleştirmiş olan su sevkiyatı sistemlerinin modernleştirilmesinden ibarettir.

için kullanmakta9 ve böylece Üçüncü Dünya

Tarıma bağlı sanayiler içinde de aynı problem

Ülkeleri’ndeki açlığı arttırmaktadırlar. Buna

söz konusudur: İhraç edilecek kahve veya süt,

mukabil ortak pazar ülkeleri 1974 yılında

ana sütüyle beslenmeyen binlerce çocuğun

130 milyon ton sığır etini yani şahıs başına 5

öldürülmesi pahasına da olsa, Nestle gibi çok

yıllık tüketim için 500 kilogram eti stok olarak

uluslu şirketlere bırakılmaktansa, uzun süre

ellerinde bulunduruyorlardı. Bu stoklama işi

dayanacak şekilde yerinde işlenebilirdi.

ise Ortak Pazar’ın tarım fonuna 28 milyar eski Frank’tan fazlaya mal oluyordu.

Ticari işlemler düzeyinde de aynı tutarsızlıklarla

Misalleri çoğaltmak mümkündür: 1 kg. soya

Ülkeleri’nde, üretici ülkelerin karteller meydana

insana, 3 kg. sığır eti, 10 litre süt veya 60

getirmesi şimdiye kadar sadece petrol üreticileri

yumurta kadar protein temin etmektedir.

(OPEC) bakımından bir başarı sağlamıştır;

Oysa dünya soya üretiminin ancak %3’ünden

çünkü operasyon ancak şu belli şartlar içerisinde

insanların beslenmesinde yararlanılmaktadır;

mümkün ve etkilidir:

gerisi ise hayvanlar için ya da sentetik iplik

karşı karşıya kalınmaktadır. Üçüncü Dünya

- Talep güçlü ise ve ürünün (petrol) yeri

Rudolph Strahm, Pourquoi sont-ils si pauvres?

8

Ayrıca soya, yerfıstığı küspesi ve balık ununu hesaba

9

katmıyoruz.

110

Türkler ve Fransızların işgaliyle birlikte bu topraklar çöl

10

haline gelmiştir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


doldurulamazsa;

hammaddelerin fiyatının Batı’dan gelen sanayi

- Üretici ülkelerin sayısı az ve dayanışma içinde iseler;

ürünlerine göre belirlenmesini empoze etmeleri yeterlidir. Bugün sadece onlar paralarını Batı bankalarına yatıracakları yerde dünya

- Ürün dayanıklı ve dolayısıyla üreticilerin uzun süreli bir boykotuna dayanabilecek durumda ise.

bankasının aksine politik şartlara bakmadan, Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne temel ihtiyaçlarını karşılamalarını sağlayacak parayı ödünç veren geleceğin bankasını kurabilir ve bilhassa Batı

Operasyonun geçersiz olması için yukarıdaki şartlardan birinin (mesela üçüncüsünün) yerine getirilmemesi yeterlidir. Nitekim bu durum; dünya ihracatının %44’ünü gerçekleştiren beş Orta Amerika ülkesini bir araya getiren (Muz İhraç Eden Ülkeler Birliği) UPEP’in başına gelmiştir. Yine bakırla ilgili girişimler için de aynı durum söz konusu olmuştur; çünkü bakırın yeri, bilhassa elektrik sanayinde kısmen başka metallerle, özellikle alüminyumla doldurulabilir. Bakırla ilgili işleri CIPEP (Bakır Üreten Ülkelerin Hükümetler Arası Konseyi) yürütmektedir. Bu anlattıklarımızdan şu sonuç çıkmaktadır: OPEC içinde oynadıkları kesin rol dolayısıyla, sadece Arap ülkeleri tüm Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin öncülüğünü yapabilir. Çünkü 1968’de bir tahminden öteye gitmeyen “büyüme için maddi sınırlar mevcuttur” yolundaki görüşün doğru olduğunun maddi kanıtını 1973’ten itibaren onlar, sadece onlar gösterebilmişlerdir. Bir kalkınma modelinin seçimi gibi temelinde bir kültür problemi bulunan bir problem hiçbir

boyunduruğunu ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramayan tek ürüne dayalı tarım lehine terk edilmiş olan yiyeceğe dayalı tarımların yeniden gelişmesini kolaylaştırabilirler. Bugün sadece onlar, Batı üstünlüğünün güç göstergesi haline gelmiş olan çok uluslu şirketlerde yatırım yapacakları yerde, yerli, modernleştirilmiş, dahili bir kalkınmayı sağlayabilecek işletmelerde yatırım yapabilirler. İşte o zaman bu ülkeler, dünya pazarından ve onların; 1- Hammaddelerini ve el emeklerini ucuza satan kimseler; 2- Amacı, halkın gerçek ihtiyaçlarını karşılamak olmayan bilakis, şehirlerdeki sözüm ona Batılılaşmış elit tabakasına fazla mallarını satmak üzere pazarlarına bir yenisini katmak olan Batılı işletmelerin müşterileri olmaya sürükleyen “Uluslararası iş bölümünün” pençesinden kendilerini kurtarabileceklerdir.

zaman, ekonomik planda bu kadar açık bir

Yatırımların; yeni enerji kaynaklarında, tarımda,

tarzda vazedilmiştir. İslâm bu noktada da,

biomas ve organik gübre yapımında, sulamada,

imanının ve gayelerinin Batı modeli büyümenin,

çok uluslu şirketlerin agro-alimanter veya kimya

ekonomik, siyasi ve ahlâki çöküntüye sevk ettiği

sanayilerine karşı, mahalli tabii zenginlikleri

bir dünyanın sıkıntılarına bir çare olduğunu

değiştirmeye sanayilerinde, tekstilden ilaç

gösterme hususunda tarihi bir şansa sahip

yapımına varıncaya kadar geleneksel tekniklerin

bulunmaktadır. Tıpkı vaktiyle doğduğu ve

modernleştirilmesinde yapılması gerekir.

yayıldığı sıralarda imparatorlukları dağılmaktan kurtardığı gibi...

Yine bu gün sadece onlar yalnız Batı ile ticari

Bugün OPEC ve bilhassa onun temelini

süpersonik uçaklar, lüks arabalar veya

oluşturan Arap ülkeleri sadece tüm Üçüncü

diğer araçlar alacakları yerde, Arap-İslâm

Dünya Ülkeleri adına, Batı’yı büyüme modelini

ülkelerinden ve onların da ötesinde Üçüncü

değiştirmeye zorlayabilecek bir oyun kaidesi

Dünya Ülkeleri’nden teşekkül edecek ve böylece

empoze edebilirler. Bu aynı zamanda Batı’nın

bizzat kalkınma ve kültür modelinin değişmesine

da yararına olacaktır. Bunu yapmak için de,

imkan verecek ortak bir pazar kurabilirler.

mübadelelerde bulunup petrol karşılığında

onların, Üçüncü Dünya’nın petrol üreten diğer kartelleri ile dayanışma içerisine girerek Üçüncü Dünya Ülkeleri’nden gelen diğer

Arap kuruluşları bir arada toplama fikri şöyle bir başlangıç ile ortaya çıkmıştır: 1953 yılında Arap ülkeleri arasında imzalanan bir ticaret

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

111


antlaşması gümrük tarifelerinin tedrici olarak

Tarihin kopukluk içinde bulunduğu şu anda,

indirilmesini tavsiye ediyordu. 1957 yılında Arap

ekonomi, kültür, politika ve din ile ilgili

Birliği’nin ekonomik konseyince benimsenen

problemler arasındaki ilişki tüm açıklığıyla

bir kararla birliğe bağlı ülkelerde, şahısların

ortaya çıktığı gibi Batı’nın körlüğü gerçek

sermayelerin, malların serbestçe dolaşması

problemler ortaya koyma konusundaki aczi de

esasının getirilmesi amaçlanıyordu. Ancak

ortaya çıkmaktadır.

1962 yılında ve üye ülkelerin sadece bir kısmı tarafından imzalandığı için, bu kararın uygulanması sınırlı olmuş dolayısıyla isteneni vermemiştir. Bu yüzden bu karar 1964 yılında serbest mübadele bölgesinin oluşturulmasını ve gümrüklerin birleştirilmesini öngören bir Arap Ortak Pazarı kurulması kararıyla değiştirildi. Ne var ki bu ekonomik birleşme girişimleri hiçbir zaman istenileni vermedi. Birleşme sadece ticari düzeyde düşünülmüştü. Alınan bu kararlara rağmen bu gün ticari sahada bile, mübadelelerini kendi aralarında yapacakları yerde, Arapların, dünya pazarlarına giderek

1979 yılında Batı, İran’da meydana gelen değişiklikteki temel gerçeği göremedi: Ordusu mükemmel bir şekilde teçhiz edilmiş ve dünyanın en büyük askeri gücü tarafından desteklenmiş olmasına rağmen, Batı’nın büyüme ve hayat tarzlarını bir millete empoze etme sevdasında olan bir rejim, sadece imanıyla silahlanmış elleri bomboş bir millet tarafından yıkıldı. Bunu, idareden aciz oldukları halde iktidara susamış gülünç mollalar devri izledi. Tıpkı Stalin’in Ekim, Termidoriyerlerin ise 1789 İhtilalini yozlaştırdıkları gibi bu mollalarda

daha fazla katıldıkları görülmektedir.

İslâm ihtilalini gözden düşürmektedirler. Solcu

Cezayir bağımsızlığa kavuştuğundan beri tıpkı

yazarı, modernleşmenin Batılılaşma olduğunda

Libya gibi Afrika’daki dünya pazarının etkisini

ısrar ettiği için İslâm hakkında şunları yazar:

azaltmak amacıyla bir takım tedbirler almıştır.

“Dünyadaki 600 milyon insan, modernliği,

Ahmed bin Bella daha o zamandan Arap-İslâm

ekonomik kalkınmayı ve onların kaçınılmaz bir

dünyasının Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin öncüsü

sonucu olan ahlâkın Batılılaşmasını bir anda

olabileceği görüşündeydi. Houari Bumedyen

reddedebilir mi?”

1974 yılında Batı’nın üstünlüğüne karşı “yeni ekonomik dünya düzeni” fikrini ortaya atmıştı. Bugün ise Başkan Şadli Bin Cedid ülkesinin Afrika boyutu üzerinde ısrar etmektedir. Bu sebeple, OPEC’e Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin kalkınması için büyük bir banka kurulması hususunda öneride bulunmakta ve Mali’de, Nijerya’da, Moritanya’da ve Mozambik’te gerçekleştirilen projelere Cezayir’i de iştirak ettirmektedir. Yine o, Afrika ülkelerine, kendi problemlerinden bir kısmını çözmelerine ve böylece Batı’ya olan bağımlılıktan kurtulmalarına imkan verebilecek bir “güney-kuzey” ortaklığının savunuculuğunu yapmaktadır.11 Dünyanın kaderi böylece değişebilir. Hem de hayat yönünde değişebilir. Bunu başarmak için, Arap ülkelerinin 30 yıllık petrolleri vardır. Bu ortak geleceğimizin inşa edilmesi hususunda İslâm’ın bulunacağı en büyük katkı olacaktır.

olduğunu söylenen haftalık bir derginin bayan

On yıl önce de, yine aynı yanlış ikilemin ve önyargıların tutsağı olan bir Katolik dergisi de, “Tevekkül anlamına gelen İslâm ile yoğun bir yaratma ruhu gerektiren kalkınma arasında bir uyumsuzluk olduğunu” ifade eden bir makale yayınlıyordu. Bu eserimizin, geleceğe götüren yollan kapayan bu gibi yanlış anlamaları ortadan kaldırmaktan başka gayesi yoktur. Biraz önce, ekonomi sahasında büyüme ile az gelişmişliğin aynı gerçeğin iki görünümünden başka bir şey olmadığını dolayısıyla problemlerin, ancak bu gerçek dikkate alındığı takdirde pratik bir çözüme kavuşturulabileceğini göstermiştik. Kısacası, kötü bir şekilde yönetildiği için, dünyamız kötü bir şekilde gelişmektedir. İman sahasında da problemler ortaya

Bkz. Le Monde 16 Mayıs 1981, “Başkan Şadli,

11

siyah kıta ile işbirliğini güçlendirmek istiyor.” Daniel

çıkmaktadır. Bu problemler çözülmez değildirler; yeter ki, bir yandan İslâm’ı sadece Hıristiyanlığın

Junqua’nin makalesi.

112

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


zıddı, düşmanı ve onun evrensellik (Katoliklik)

Tüm tarihi anlaşmazlıklar ve tüm doktrinler

iddialarına engel teşkil eden bir kuvvet gören bir

ihtilafların ötesinde, iman ve politika, Allah’ın

Hıristiyanlığın korkunç “maniheizmine”; diğer

hükümranlığı ve dünyanın değiştirilmesi gibi

yandan da Hıristiyanlığı, imanın bir anı ve teşkil

gerçek problemler ancak böyle bir yaklaşımla

edici bir unsuru kabul eden Kur’an öğretisini

ele alınabilir.

bazen unutan İslâm entegrizmine karşı çıkılsın.

İşte bu günün gerçek problemleri bunlardır: Bu

Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz.

sonuç bölümünde bunları saymakla yetineceğiz;

Muhammed’in uyanma veya yeniden uyanma

çünkü yaşayan İslâm hakkında tefekkürde

anlarını teşkil ettikleri tarihi, artık birleştirici bir

bulunurken, bu problemlerin çözümünde onun

görüşle anlayıp yaşamanın zamanı gelmiştir.

nasıl bir katkıda bulunabileceğini göstermiştik.

Helenleşmeden ve İznik’te Romenleşmeden

Acaba bir cemiyet sadece fertler veya onu

önceki asıl Hıristiyanlıkla bizim aramızda sadece

meydana getiren gruplar arasındaki kuvvet

sapık fırkalara karşı mücadele, ruhban sınıfıyla

ilişkileri üzerine mi kurulmuştur? Bu kuvvet

imparatorluk arasındaki rekabetler, skolastik

ilişkileri ise karşılıklı şiddet hareketlerine, terör

felsefe, Haçlı Seferleri, engizisyon mahkemeleri

dengelerine bir poker oyunundaki şantaj ya da

mevcut değildir. Fakat aynı zamanda Kur’an,

blöfü ifade etmek için kullanılan bir kelimeden

İbn’ül Arabi, tasavvuf ve karanlık devirlerimizde

başka bir şey olmayan caydırmalara yol açmakta

dünyayı aydınlatan büyük İslâm kültürü

mıdır? Yoksa cemiyet bir sözleşme ile mi insani

de vardır. Yine bu büyük İslâm kültürü,

vasfını elde etmektedir?

dünyayı, Joachim de Flore’lerin, Aziz François d’Assise’lerin, Üstad Eckhart’ların ve Aziz Jean de la Groix’ların farkına varıp bize naklettikleri

Yoksa o sadece insanı aştığı için insanî olan bir düzen gerçekleştirmek için şahsi ve hatta

nebevi ve mistik bir ışıkla aydınlatmıştır.

umumi çıkarları bile aşan ortak bir iman eylemi

Cami ve İbn Haldun’dan sonra bu ışığın

iradeye uygun yaşamaktadır?

kararmaya yüz tuttuğu doğrudur. Kiliselerimiz de, Rönesans’tan bu yana, bilimler sosyal uyanışlar ve ihtilaller karşısında sürekli bir şekilde geride savaşmakla daha mı iyi

ile mi gerçekten insanî olmakta, yani ilahi

Oran kanununa göre yaşayan milletlerle fertlerin ötesinde aşkınlıksız ve bu aşkınlığa inanmaksızın gerçekleşmesi mümkün olmayan

etmişlerdir?

gerçek bir cemaate belki de ancak bir suretle

Bu gün imanın içinde, hep aynı dini

çıkacağı yerde, gaye üzerine tefekküre, aşkınlık

entegrizmlerle, dışarıda ise hep aynı bilimci

ve imanın mümkün tezahürüne imkan vermek

ve teknokratik pozitivizmle, insani ve ilahi

üzere baştan aşağı yeniden gözden geçirilip

gaye gütmeyen bir büyümenin sapıkça

düzeltilmelidir.

ulaşabiliriz. O halde eğitim sistemimiz karşı

büyülemeleriyle karşı karşıya değil miyiz? Peder Lelong’un yaptığı gibi artık İslâm’la karşılaşmanın zamanı gelmemiş midir? Peder Lelong ortak araştırmadan söz ederken şu hususu ortaya koyar: Ayrım çizgisi belki de Müslümanlarla Hıristiyanlar arasından çok, vahyedilmiş gerçeğin çok eski bir formülüne bağlı kalan her iki cemaatin “gelenekçi müminleri ile” kutsal kitabı, hayatla karşılaştırarak yeniden okumaya son derece özen gösteren “arayış içindeki müminler” arasında meydana gelmiştir.12 Michel Lelong, L’ai rencontre I’tslam, Paris Cerf

12

yayınları. 1975. s. 39

İslâmi perspektif içerisinde yeni bir gözle düşünüp ele almamız gereken sadece millet, cemiyet ve cemaat değildir; inkılabı da düşünmemiz gerekir. İslâm inkılabı varmak istediği hedef bakımından -hangi ihtilali ve hangi muhafazakarlığı hedefleri dışında yargılamak mümkündür- ister, 1789 Burjuva Devrimi, isterse 1917 Ekim Sosyalist Devrimi söz konusu olsun, bizim Batı ihtilallerimizden tamamen farklıdır. Çünkü her iki durumda da, insanın maddi ihtiyaçlarını tatmin edecek bir büyümeye imkan vermek için üretici güçlerin serbest bırakılması gerekiyordu.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

113


Ama 1789’da Fransız Devrimi, politik yapıları,

İslâm İnkılabı üzerinde tefekkür, sadece

üretim vasıtalarını elinde bulunduran sınıf

yapıların yıkılmasını değil fakat aynı zamanda

tarafından hakim olunan ekonomik bir düzene

insanın da değişmesini amaçlayan gerçek bir

uydurmaktan ibaretti. Buna mukabil 1917

inkılap anlayışını bulmamıza imkan verir.

Rus İhtilali esnasında ise, ne üretim vasıtaları ne de onları herkesin hizmetine sunabilecek sınıf mevcuttu. O halde amaç, öncelikle henüz mevcut olmayan ya da embriyon halinde bulunan (işçiler 1917’de aktif halkın ancak 1/3’ünü teşkil ediyorlardı) bir sınıf adına politik iktidarı ele geçirmektir. Daha sonra da sosyalizmin ekonomik şartlarını tekniklerini, üretim ilişkilerini, ortaya koymak ve böylece onları harekete geçirebilecek proletarya sınıfının gelişmesine imkan vermek gerekecektir. En azından Lenin ve Troçki’nin varmak istedikleri

Avrupa’daki her türlü ihtilal fikrinin menşei Nebevi bir görüştür. Bu fikirlerden bir de Joachim de Flore’a aittir: Mülkiyetsiz, sınıfsız, devletsiz, kilisesiz bir cemiyetin meydana gelmesi, yeryüzünde Tanrı Krallığı’nın gerçekleşmesi, ona göre, Teslis’in tarihi gerçekleşmesinin son aşamasıdır. Böylece Baba ve Kanun’un saltanatından, Oğul ile aşk emirlerinin saltanatından sonra herkeste aynı olacak olan Ruhu’l-Kudüs’ün saltanatı gelecektir. Bu nebevi ihtilal görüşü, Jan Huns’un ve daha

hedef budur.

sonraları XVI. asırda Thomas Münzer’in de

İran’daki İslâmî İnkılap ise, öncelikle bir

adlı eserinde ve bizzat Marks, XIX. asrın

yadsıma dönemi içerir; içeride Batı modeli

ortalarına kadar yani, 1848 tarihli komünist

büyümenin-despotluğun, dışarıda ise çok küçük

manifestosuna kadar, Avrupa’nın tanıyabilmiş

bir azınlık yararına ona bu modeli empoze etmiş

olduğu en mükemmel komünizm şeklinin bu

olan emperyalizmin reddedilmesidir. Beni Sadr’ın

şahıslarda mevcut olduğunu kabul ediyorlardı.

görüşü olacaktır. Engels La guerre des Pasans

da ifade ettiği gibi İslâm Devrimi “Batı’nın reddedilmesidir” çünkü o her alanda başarısızlığı temsil etmektedir.”13

Kültür alanında da bugün İslâm’dan öğrenebileceğimiz onunla paylaşabileceğimiz neyimiz vardır?

Müspet şekliyle İran Devrimi sadece sınıflar arasındaki ilişkilerin değişmesi değil fakat aynı zamanda cemiyetin bizzat gayesinin değişmesi yeni bir tarihi aşamada, Medine’deki Nebevi cemiyetin sahip olduğu aşkınlık ve cemaat prensiplerine hayat verilmesi girişimidir. Ne Beni Sadr’ın, ne de Kaddafi’nin tarafında hiçbir şekilde “yeniden geçmişe dönmek” söz konusu değildir; aksine asırların döküntüsünden kurtulmuş bir dünya görüşü adına, geleceğin karşısına çıkmak söz konusudur. Mesela, Albay Kaddafi’nin; Sünnet’in yani Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarının hukuk kaynağı olamayacağını kabul ederek bazı gelenekçi Libyalı hukukçulara ters düşmekten çekinmemesi son derece anlamlıdır. Yine hepsi de iman, aşkınlık ve cemaat prensiplerine bağlılık izi taşıyan siyasi yazılarında da otorite deliline (taklid) başvurmaması daha da anlamladır; gerçekten Yeşil Kitap’ın üç cildinde de Kur’an’dan tek bir iktibas dahi yoktur. Beni Sadr, “La révolté de l’Iran in Peuples

13

İslâm’dan her sahada öğreneceğimiz şeyler vardır; ama öncelikle bizzat kendisini, bu kültüre ilham veren onu canlandırıp birleştiren imanını öğrenmeliyiz. Evet onu tanımak lazım ama bu, bizim İslâm’ı, deccal olarak takdim eden Orta Çağ’a ait zihniyet ve din anlayışımıza, düşünce ve realiteyi aşkınlık boyutlarından koparan ve her din gibi İslâm’ı da karanlıkçılığın (Obscurantisme) tezahürlerinden biri olarak gören aydınlanma çağının ilimci ve pozitivist safsatalarına son vermemizi gerektirir. Gerek Hıristiyan gerekse Hıristiyan olmayan çevreler İslâm hakkında ön yargılara dayanarak hüküm vermişlerdir. Ancak İslâm’ın Hıristiyanlık karşısında aynı yolu izlemediği görülmektedir: Daha başlangıcından itibaren Hz. İsa ve Hz. Meryem’den çok büyük bir saygı ile söz edilmiştir. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Peygamberlerin arkasından Meryem Oğlu İsa’yı kendinden önceki Tevrat’ı

mediterranees, Kasım, Aralık 1978. s. 113

114

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


tasdik etmesi için gönderdik. Ve ona hidayet

ne kadar Kur’an-ı Kerim, Hz. Meryem’in

ve nur kaynağı olan İncil’i verdik.”14 “Evet,

bakireliğini kabul etse de) “Allah’ın

Meryem Oğlu İsa Mesih, Allah’ın elçisi,

Annesinden” söz edilmesini kabul edemez.

Meryem’e ilkah ettiği kelimesi ve O’ndan bir ‘ruh’tur.”15 Daha sonraki devirlerde de büyük İslâm alimleri bu saygı ve aşkı ifade etmekten geri kalmamışlardır. Hıristiyanlık hakkında er-Reddü’l-Cemil adlı bir reddiye yazan elGazali’nin ve bilhassa Fususu’l-Hikem’inde Hz. İsa’yı velayetin mührü olarak gören ve Hz. İsa’nın yeniden dünyaya ineceğini haber veren İbn Arabi’nin de Hıristiyanlık karşısında son derece müsamahakâr davrandıkları görülür. Kısacası Hz. İsa ve Hz. Meryem’e duyulan saygı ve sevgi İslâm aleminde bir gelenek haline gelmiştir.

- İslâm Teslis’i reddeder. Bu doğanın Yunan felsefesi tarafından ortaya konan formüllerinin bu reddin sebebini açıkladığı doğru olsa bile, formülün ve şeklin ötesinde temel bir farklılık olduğu da gerçektir: İslâm’da aşk, Hıristiyanlıkta sahip olduğu mevkiye ve anlama sahip değildir. Aşk Kur’an-ı Kerim’de mesela Allah’ın isimlerinden ilki olan er-Rahman gibi ilahî bir isim değildir. Bu yüzdendir ki Allah başlangıçta Kendinde “başkasını” bizzat Kendisini bir başkası olarak taşıyan bir “cemaat” değildir.

Hz. Peygamber’in ara sıra polemiğe giriştiği Hıristiyanlık, zamanındaki Hıristiyanların temsil ettikleri Hıristiyanlıktır. Peder Michal Hayek bu hususu şöyle açıklamaktadır. “Bilhassa Efes Konsülü’nden (431) itibaren Suriye’deki Arap Hıristiyanlığı üzerinde yapılacak bir tarihi araştırma, İslâm Peygamberi’nin Hıristiyanlık karşısında takındığı tavrı açıklayabilir ve zamanındaki Hıristiyanların torunları tarafından ileri sürülen ve hatırasını karalayan bir çok

Bu derin ve köklü ayrılıklar, kendi hayatımızda Allah’ı yaşama tarzında ihtiva ettiği tüm hususlarla birlikte, İslâm’ın merkezi ve canlı ruhu olan Tevhid’i bizden gizleyemez. Tevhid; adına her türlü putperestliğin reddedildiği birlik, putperestlik ise bir Müslüman için ilk ve son günahtır. “Allah’tan başka ilah yoktur” İslâm akidesinin temelini oluşturan bu gerçek; büyüme ve tekamül fetişi, tekniğin ilimci

suçlamadan onu temize çıkarabilir.”16

fetişi, ferdiyetçilik fetişi, millet fetişi, silah ve

Bu çağrı hiçbir şekilde dini ihtilaf veya eklektizm

sembolleri ve ayinleriyle birlikte ortadan kaldırır:

fikri içermez. Çünkü iki taraf için de yararlı

İslâm bize “Allah’tan başka ilah” olmadığını

olacak bir diyalog için, hiçbir şey, bazı Batılı

ve O’nun en büyük olduğunu hatırlatır: Allahu

ve Doğulu diplomatların “tüm dinleri tek

Ekber

bir iman için kaynaştırmak yolundaki sakat iddialarından daha zararlı olamaz”17 Amaç derin olan farklılıkları ne gizlemek ne de azaltmaya çalışmaktır.

ordu fetişlerin tümünü hem de tabuları, kutsal

İmanımızın uzun zamandan beri artık büyük şeylere ve bilhassa kiliselerimizin daha ziyade takdis etme temayülünde bulundukları silahların ve milletlerin oluşturdukları öldürücü fetişlere

- İslâm, “çarmıh” hadisesini reddeder. Oysa o

karşı bir şey yapamazken, orduları durdurmuş

Hıristiyan için bir monark imajında olmaya

olan bu yakîn imanın yıkıcı ve özgürlüğe

devam eden Allah fikri konusunda bir ihtilali

kavuşturucu gücü bilinmektedir, İslâm ile

oluşturur.

yapılacak diyalog bizim kendi imanımızın,

- İslâm “hulul” hadisesini reddeder. Aşkınlığı tavizsiz bir şekilde kabul ettiği için İslâm, “Allah’ın Oğlu’ndan” ve hele hele (her

dağları yerinden oynatabilecek olan imanımızın mayasını yeniden canlandırma hususunda bize yardımcı olabilir. Bize onun tadını zahirde veya boş sözde yani saldırganın kolunu felç edebilecek yegane aktif ve militan güç olan

el-Maide 46

şiddetten kaçınma yoluna başvurulacağı yerde,

en-Nisa, 171

şiddet hareketine karşı sadece ahlâki bir

14 15

Michel Hayek, Le Christde l’Islam, Paris, Seuil Yay.,

16

1959. s. 10,11 a.g.e., s. 24

17

sızlanma ile yetinen boş sözde kaybetmememiz hususunda bize yardım edebilir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

115


Buradan itibaren, intihara sürükleyen tüm büyüme ekonomimiz, tüm aldatıcı “caydırma” hayalleri, geleceği şiddete ve açlığa, anlamdan

mes’ul tutulmuştur. Bu müşterek tefekkür mesela, enerji

mahrum bir tarihe bırakan her şey değişebilir.

problemlerini medeniyet ve anlam seçimi

Medeniyetlerin birbirleriyle diyaloga girmesiyle

Ne gelecek nesilleri ne de en ulvi gayeleri

mümkün kılınacak gerçek bir kültür değişikliği

düşünmeden fosil enerji stoklarını nereye

sayesinde, Batı kültürümüzü izafeleştirmek ve

varacağını hesaplamadan harcayacağımız

Batılı olmayan kültürlerdeki canlı olan hususları

yerde sudan, denizden güneşten, topraktan ve

yeniden keşfetmek suretiyle, tabiatla, insanlarla,

rüzgardan elde edilen ve tükenmek bilmeyen

gelecek ve imanla ilgili yeni ilişkileri düşünüp

enerjileri kullanmayı öğrenmeliyiz.

yaşamayı öğreneceğiz

açısından ortaya koymamıza imkan verebilir:

Tıp sahasında teknokratik ve mekanik bir

Gelin şöyle büyük bir düş kuralım: Batılı büyük

anlayışla yetineceğimiz yerde, burada da insanla

milletler ve öncelikle İslâm’ın kültür ve imanı

tabiatın birliğini, beslenme konusunda karşılıklı

sayesinde yükselen milletler bizzat geliştikleri

ilişkilerin dengesini, toprakla, suyla ve havayla

yerler olan Kurtuba’da, Palermo’da, Paris’te

teması yeniden keşfetmeliyiz. Aynı şekilde

buluşma, araştırma, formasyon merkezleri

er-Razi ve İbn Sina’nın düşünce biçimini esas

kursunlar ve yine yayın merkezleri de

alarak, insanın bizzat kendisiyle olan birliğini,

kurarak bugün İslâm’ın bize verebileceği, bize

Descartes’tan bu yana tasavvur edildiği gibi,

söyleyebileceği ve bizim de ona söyleyeceğimiz

bir mekaniğe ve kendinden ayrılmış bir ruha

şeyleri dünyaya yaysınlar.

benzeyen bir vücut olmayan, fakat bir bütün

İnsanın tabiatla olan ilişkilerinde Rönesans’tan bu yana bizi, onu bir savaş ve fetih ruhu içinde kullanmaya sevk eden ve böylece bizimle onun arasında “malik-mülk, efendi-köle” ilişkileri tesis eden tutumu değiştirmek gerekir: Aç gözlü, mülkünü ölçüsüz bir şekilde işletme hususunda arzuları tatmin edilemeyen malik; kölesini işi başında öldürmekten çekinmeyecek derecede zalim ve düşüncesiz efendi. Oysa Kur’an-ı Kerim’in öğretisi tamamen farklıdır: Bu bakımdan bizim, insanın kozmik boyutunu yeniden keşfetmemize yardımcı olabilir. İslâm’a göre insan, kâinattaki tüm varoluş derecelerini sinesinde barındırmaktadır

olan kamil insanın birliğini yeniden bulmalıyız. İnsanın bu bütünlüğü hakkında psikomatik tıp ve psikiyatrik araştırmalar, diğer hikmetler ve diğer mistikler tarafından uzun zamandan beri iyice araştırılmış olan bir sahada daha henüz ilk adımlarını atabilmişlerdir. Kurtuba’da, Palermo’da Montpellier’de ilimlere bu yeni yaklaşım tarzı artık ihtisasların dağılmasında değil fakat karşılıklı yararlanmaları mümkün kılan Tevhid’in birliğinde açıklanabilirdi. Bunlarında ötesinde bu birlik felsefesini, hikmetin ilimlerle olan birliği felsefesini, gayeler ve vasıtaların hazırlanması üzerindeki tefekkürün birliğini yeniden keşfetmek gerekir.

ve bu küçük alem vicdan ve iman sorumluluğu

Hayatın ve onu düşünen insanın yeni bir

gibi en ulvi sorumluluğu kabul etmiş olan

aşamasında aklı tam olarak kullanmayı

kimsedir: “Biz iman emanetini göklere yere

öğrenmek gerekir: Artık sadece sebepten

ve dağlara sunduk, onlar bu yükü taşımayı

sebebe veya şarttan şarta değil fakat aynı

reddettiler, ondan korkup titrediler. Onu

zamanda, her şeyin sonsuz olduğu, hem ezici

sadece insan yüklendi.”18 İşte bu sebepledir ki,

hem de yüceltici sorumluluktan -yani nihai

sonraları zalim ve cahil olduğu ortaya çıkmış

gayesini seçme hürriyetinden- insanı hiçbir

da olsa o, yeryüzünde Allah’ın halifesi tayin

şeyin muaf tutamayacağı şuuruna varılıncaya

edilerek dünyanın dengesini korumak ve her

kadar, gayelerden gayeleri, basit gayelerden ulvi

parçası Allah’ın varlığına delalet eden bir ayet

gayelere yükselmek icap eder.

olan tabiatta, her şeyi kaynağına ve gayesine bağlamakla görevlendirilmiş ve bütün bunlardan

Çünkü İslâm’a göre Allah kendini değil sadece Kelam’ını bildirir. İnsan ise onu ya reddetme ya

el-Ahzab, 72

18

116

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


da eyleminin yaratıcı prensibi kılma gibi ulvi bir hürriyete sahiptir. Yine başka bir alanda da, Doğu ile Batı arasındaki çatışmanın sembolü olarak gösterilmek istenen Poitiers’deki gülünç bir savaşın hatıralarını asla tazelemek için değil, Aquitaine Dükü Guillaume de Poitieers’in Haçlı Seferleri’nden dönüşünde sarayına İslâm şairlerinin özlemini getirdiği; küçük kızı Alienor d’Aquitane’in “Aşk Kursları” sırasında şiir yarışmaları yapılırken, Oksitanya şiirlerine Endülüs’ün (ve onunda ötesinde, Arabistan’la İran’ın, Uzr-Aşk’ı ile Bağdat Aşkı’nın Bağdatlı İbn Davud’dan sonra Kurtubalı İbn Hazm’ın Pireneler yoluyla temalarını Avrupa’ya soktuğu “asil aşk”) şiirlerinin de katıldığı Poitiers’de Filistinli şairlerin yazdıkları nebevi şiirin, Fransa ve tüm Batı’da insanlığı bir kere daha yeni bir şey getirecek bir sanatın ümidiyle yaşayanları karşılamaya çıkacağı yeni bir şiir yuvası kurmak gerekirdi. Batı modeli büyümemiz ile ona sevk eden pozitivist ve teknisyen kültürün; aşkın, yaratmanın ve imanın karşısına çıkardığı tüm engelleri aşmak için nebevi ruha olan bu karşılaşma yaratma ve aşk konusunda yeni bir iman yaratabilir; çünkü asrımızın en büyük Müslüman Şairi olan Muhammed İkbal’in de ifade ettiği gibi: “Kur’an-ı Kerim’in asıl amacı, insanda, Allah ve evren ile olan çok çeşitli ilişkilerinin daha ulvi bir şuurunu uyandırmaktır.”19

www.islamiyorum.com

fakat Oksitanyalı halk şairlerimizin ilki olan

Muhammed Ikbal, Reconstruire la pensee le pensee de

19

l’islam, Paris, Adrien- Maissonneuve, 1955, s.’ 15

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

117


Kavramlar

Kur’an’da Akıl Kavramı Hamdi TAYFUR “Akıl” Kelimesi

dair Arap dilinden pek çok örnek verilmektedir.

“Akıl/akletme” kelimesi Arapça “AYN-KAF-LAM” kökünden türemiştir. İsim olarak akıl, “akale”, “ya’kılu” fiilinin mastarıdır. Kelime Kur’an’da isim olarak değil fiil olarak geçmektedir. İsfehani, Müfredat’ta kelimenin kök anlamını şu şekilde vermektedir: “(Bir nesneyi) yakalamak veya bırakmamak üzere tutmak, alıkoymak, korumak veya ona yapışmak ve(ya) bunları istemek ya da bunlara yönelmek.”1 Örneğin, “devenin, ön baldırıyla kolunu katlayıp bunları kolunun ortasından köstek bağıyla ya da ipiyle (ıkalun) bağlanması (aklü el baırı bil ıkal) ve ilacın karnı sıkıca tutması, kavraması ele geçirmesi ya da yakalaması (akli eddeveei elbatne)” gibi. Aynı şekilde “dilin tutulması”, “saçın taranması” bu kelimeyle ifade edilir. Kaleye de “ma’kıl” denmiştir. Diyeti ve koyunkuzudan alınan yıllık zekatı ifade etmek için de kelimenin türevleri kullanılmaktadır.2 İlk Arap filologlarından Sa’leb kelimeye “imtina etmek” anlamını verirken, Cevheri ise “sığınak” manasını vermektedir.3

Biz bunların tümünü burada sıralamayacağız. Aslında yukarıda verilen örneklerle birlikte tüm kullanımlar temel iki anlama işaret etmektedir; bunlardan birincisi “bağlamak”, ikincisi ise “engellemek veya korumak” tır. Engelleme veya koruma olumsuz ve zararlı bir duruma karşı yapılır. Aslında her iki kök anlamının da birbirine yakın veya birbirini gerektiren anlamlar olduğunu söyleyebiliriz. “Bağlamak” bağlananın kendisine ve dışındakilere vereceği zarardan korunması ve engellenmesi amacıyla “tutulması”; “engellemek ve korumak” ise dışarıdakilerin içerdekilere vereceği zararı ortadan kaldırmak için “tutulması” anlamına gelmektedir. İp yani “ıkal” devenin hem kaçmasını hem de çevresindekilere zarar vermesini, kale yani “ma’kıl” ise dışarıdakilerin kale içindekilere zarar vermesini engeller. Kelimenin farklı dillerdeki kök karşılıkları da “akletme” kelimesini anlamamıza yardımcı olacaktır. Akıl Yunanca “nous”, Latince “ratio” ve “intellectus” kelimesinin karşılığıdır.4 Batı dillerinde aklı ifade eden kelimeler bu köklerden

Kelimenin kök anlamıyla ilgili kullanılışlarına

türemiştir. “Nous”, alemi idare eden akıldır. “ratio” saymak ve hesaplamak anlamına

Ragıb el-İsfehani, Müfredat, akıl maddesi

1

İsfehani, age

Süleyman Hayri Bolay, Türkiye Diyanet Vakfı İslam

2

4

Abdülbaki Güneş, İşlevsel Akla Verilen Değer, s.12

3

118

ansiklopedisi, “akıl” maddesi

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


gelir.5 Latince bir kelime olan “intellectus” Grekçe “selectus”tan gelir. Seçme ve ayıklama demektir.6 Görüldüğü gibi Batı’da aklı ifade eden kelimelerin kökünde hesaplama, sayma, seçme ve ayıklama anlamları vardır. Öz Türkçede akla karşılık gelen kelime “us” tur. Divan-ı Lügat-i Türk I, 36 da “us”, “hayır ve şerri ayırt ediş” olarak tanımlanmıştır. Aslında Kutadgu Bilig’in verdiği bu tanım bizi kelimenin köküne götürmemektedir. Kelimenin fonetiğinden “kontrol” anlamını çıkartmak mümkündür. Türkçede insanlara karşı kullanılan “sus!” kelimesi ve Anadolu’da çobanların hayvanları yönlendirmek için kullandıkları “ss, oss, uss” seslerinin kontrol amacına dönük oldukları düşünülürse, bunlara fonetik olarak benzeyen “us” kelimesinin hem kişinin kendisini, hem de dışındakileri kontrol etme amacını yerine getirmeyi ifade etmede bir isim olarak

mümkün olabilir.8 Kendisi bir seciye ve yeti olarak iyi-kötü, doğruyanlış, güzel-çirkin, önce-sonra, sebep-sonuç, özdeş-özdeş olmayan, mümkün-mümkün olmayan ayrımını yapamayacak bir akla Allah’ın sorumluluk yüklemesi ancak zulüm olabilirdi. Böylesi bir seciye insanda Allah’tan bir nur olarak yaratıldığından o sorumlu kılınmayı hak etmiştir. İşte bu yüzden Kur’an insana akıl seciyesi üzerinden hitap etmekte ve davetinde doğrudan aklı muhatap almaktadır. Hitabını insanın akletme yetisini açığa çıkarma ve akletmenin önündeki engelleri kaldırma esası üzerine kurmakta, metodunu insan aklının çalışma biçimi üzerinden oluşturmaktadır. Kur’an’ın tümünde aklın paralelinde yürüyen bu yöntemin işaretlerini görmek mümkündür. Direkt olarak akıl kelimesi ve bu kelimeye yakın

kullanılması anlamlıdır.

anlamlı kelimelerin geçtiği ayetlerin toplamının

Türkçe, Arapça ve Batı kökenli dillerde

onda birine yakındır. Bu bilgi, Kur’an’ın akla

kelimenin kökünde kontrol, bağlamak, korumak,

hitap yöntemini esas aldığına ve akletmeye

engellemek, saymak, hesaplamak, seçmek ve

engel perdeleri yok ederek insanın akletmesini

ayıklamak gibi anlamlar vardır. Aslında bunların

temin etmeyi amaçladığına dair tespiti

tümü insandaki “akletme” fonksiyonunda

güçlendirmektedir.

yer alan özelliklerdir. İnsan sadece akletme fonksiyonu sayesinde iyi ve kötü, faydalı ve zararlı olanı ayırt edebilir, kendini kontrol edebilir, değer biçebilir, öncelik ve sonralığı tespit edebilir, güzeli çirkinden temyiz edebilir. Böylelikle içinden ve dışarıdan gelecek

tüm ayetlere oranı neredeyse Kur’an ayetlerinin

Bu nedenle akıl ve akla yakın anlamlı kelimelerin geçtiği ayetlerde hangi özellikte insanlara hitap edildiği; nelerin akledilmesinin istendiği; akletmekle neyin amaçlandığı; hitabın ortamı/ bağlamı ve zamanı/dönemi gibi hususlar önem

tehlikelere karşı kendisini koruyabilir.

arz etmektedir. Akletmekle ilgili beş temel

Aklın terimsel anlamı üzerine pek çok tarif

tespit ederek oluşturduğumuz grafik (bkz. Tablo

yapılmış ve akıl birçok çeşitlere ayrılmıştır.

1) bize bu ayetlerin hangi ortamda ve ne amaçla

Ancak bize göre bunların içinde en kabule değer

indiklerine ilişkin bir fikir vermektedir.

kavramın geçtiği ayetlerin yaklaşık iniş yıllarını

olanı Haris el-Muhasibi’nin tarifidir. Ona göre akıl; akıl dışında başka bir şey değildir. Yani

Tablo 1:Yıllara göre inen ayet sayısı 30

Bunun dışında akıl şudur diye tarif edilen her

25

şey akletmenin sonuçlarıdır. Muhasibi aklı,

20

temelini insanın varlık yapısının bütünlüğü içinde bulan, insanın varlığı dışında kendisine varlık

AYET SAYISI

akıl, ancak bir seciye (garize) ve bir yetidir.

TEZEKKUR

15

AKIL

10

TEFEKKÜR

5

TEFEKKUH

olarak görür.7 Bu yüzden akıl kendini tanıyabilir,

0

TEDEBBUR

biset 1.yıl biset 2.yıl biset 3.yıl biset 4.yıl biset 5.yıl biset 6.yıl biset 7.yıl biset 8.yıl biset 9.yıl biset 10.yıl biset 11.yıl biset 12.yıl biset 13.yıl hicri 1.yıl hicri 2.yıl hicri 3.yıl hicri 4.yıl hicri 5.yıl hicri 6.yıl hicri 7.yıl hicri 8.yıl hicri 9.yıl hicri 10.yıl

yüklenemeyen ve doğuştan gelen bir kabiliyet böylece başka varlıklar hakkında da bilgisi Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü

5

TÜM AYETLER

YILLAR

İsmail Yakıt, “Doğru Bir Kur’an Tercümesinde Semantik

6

Metodun Önemi”, SDÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı 1 s.19 Hatice Cerrahoğlu, Kur’an’da Akıl ve Kalp, s:26

7

Haris el-Muhasibi, el-Akl ve fehmü’l Kur’an, s.157-158

8

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

119


Tablo dikkatle incelenirse görülecektir ki

kelimelerini10 içeren ayetlerde Müslümanları da

“akletme” ile ilgili kelimeler yıllara yaygın

muhatap almıştır.

bir şekilde kullanılmasına rağmen, özellikle bi’setin beşinci yılından itibaren kullanımda bir artış gözlenmekte ve bu yoğunluk hicri

“Akıl” Kelimesinin Kur’an’da Kullanılışı

ikinci yıla kadar sürmektedir. İlk yıllarda ise

Bu kelime Kur’an’da 49 ayette fiil olarak

daha çok tezekkür ve tefekkür kelimelerinin

geçer. Kelimenin sadece fiil olarak kullanılması

kullanıldığını görüyoruz. Tezekkürün hatırlatma

çeşitli araştırmacılar tarafından akletmenin

ve uyarılma yoluyla düşünme, tefekkürün de

fonksiyonel bir iş olması dolayısıyla böyle olduğu

duyularla algılanan deliller ve ayetler üzerine

şeklinde yorumlanmasına sebep olmuştur.

düşünme anlamına geldiği dikkate alınırsa,

Akletmenin fonksiyonel bir iş olması gerektiği

ilk yıllarda Mekke ve civarındaki insanlara

tespiti doğru olmakla birlikte, kelimenin

geçmiş olayların hatırlatılması ve tabiat üzerine

isim olarak kullanılmamasını sadece buna

tefekkür üzerinden düşünmeye çağrılarak

bağlamak yetersiz bir değerlendirmedir. Çünkü

mesajın iletildiği sonucunu çıkartabiliriz. Tabii

bir şeyin fonksiyonel olması onun isim olarak

bu sonraki yıllarda durmamış diğer kelimelerin

kullanılamayacağı anlamına gelmemektedir.

kullanılmasıyla daha da yoğunlaşmıştır.

Kur’an’da akıl kelimesinin isim olarak

Bi’setin beşinci yılından hicrete kadar geçen

kullanılmaması dilin günlük kullanımında da

süre en çetin mücadele yıllarıdır. Yoğun olarak

bunun böyle olmasından olmalıdır. Araplar

Habeşistan’a göç bi’setin beşinci yılında

akletmenin merkezini kalp11 olarak görüyorlar

olmuştur. Bu dönemde akletmeye davet

ve kalbi akılla özdeş tutuyorlardı. Kur’an da

eden ayetlerin muhatabı müşriklerdir. Hicrete

bunu aynen benimsedi. Araplar için akletmenin

kadar bu böyle sürmüştür. Hicretin birinci ve

kalbe nispeti görmenin göze, işitmenin kulağı

ikinci yılında inen ayetlerde “akletme” ile ilgili

nispeti gibiydi. Bu nedenle bir uzvun fonksiyonu

kelimelerin yoğunluğu devam etmiştir. Bu

olarak algıladıkları akletmenin dillerinde isimden

dönemde ayetlerin muhatabı Ehl-i Kitap ve

çok fiil olarak geçmesi ve akıldan bahsederken

özellikle Yahudiler ve kısmen de müşriklerdir.

fiilin mastarı yerine akletmenin uzvu olan kalbi

Medine’nin ilk yıllarında Yahudiler ve güneyden

kullanmaları gayet normal bir durumdur.

9

gelen Hıristiyan gruplarla yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Özellikle hicri birinci ve ikinci yıllarda inen Bakara ve Al-i İmran surelerinde doğrudan muhataplar Yahudiler ve Hıristiyanlar olmuştur. Akılla ilgili kelimeler de onlara karşı kullanılmıştır. Az sayıda da olsa münafıkları muhatap alan ayetlerde akletme kelimeleri mevcuttur. Hicretin ilerleyen yıllarında ve bazı Mekki ayetlerde hüküm, emir, yasaklama ve rehavete karşı uyarı bildiren bazı ayetlerin içinde akletme ile ilgili kelimeler geçmektedir. Bu ayetlerin muhataplarının kısmen müşrikler kısmen de Müslümanlar olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla Kur’an, davetinin bir parçası olarak akletmeye çağırırken müşrikleri, Ehl-i Kitap’ı ve münafıkları muhatap alır. Aynı zamanda hem onları rehavete kapılmaktan uzak tutmak

Kelime Kur’an’da olumsuz anlamda kullanılmaz. Akletmekten dolayı olumsuz bir durum veya sonuç ortaya çıkmaz. Kur’an’ın hiçbir ayetinde gerçekten aklettikleri için zemmedilen ve eleştirilen bir kimse ve durum söz konusu değildir. Tüm insanlar akletmeye teşvik edilir. “Siz aklettiniz de bu kötülük veya olumsuzluk ortaya çıktı” tarzında tek bir ayete rastlamak mümkün değildir. Bilakis kötülükler akletmemenin bir sonucu olarak gösterilir. Kur’an tüm mesajının kabulünü insanın akletmesine bağlamıştır. Bu nedenle Kur’an mesajı bir dayatma ve doğma değildir. Tüm çağrısını insanların düşünerek, bilerek ve anlayarak kabul etmesi üzerine bina etmiştir. Kur’an’ın hitap yöntemi budur.

ve kalplerinin katılaşmasını önlemek, hem de akıllarını kullanarak doğru hükümler koymanın

Akletme kelimeleri derken sadece ‘akıl’ kelimesini değil

10

yönteminde onlara rehberlik etmek için akletme

akletmeye yakın anlamlı tüm kelimeleri kastediyoruz. Kur’an’da kalp kelimesinin kullanımıyla ilgili ayrıntılı

11

Kasım Şulul, Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, s.157

9

120

bir çalışma için: http://www.islamiyorum.com/index. php?sayfa=makaledetay.php&mkid=231&sayi=65

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Şimdi “a-ke-le” kelimesinin kullanılış biçimine

mümkündür: 1-Tevhit,15 2-risalet,16 3-ahiret/

göre ortak yapıdaki ayetleri inceleyelim:

yeniden diriliş,17 4-tarih,18 5-tabiat,19 6-vahiy/

1) Efela ta’kilûn (Hâlâ akletmeyecek misiniz?): Kur’an’da 13 ayrı ayette bu soru ifadesi aynen geçmektedir.12 Bir ayette

kitap,20 7-amellerimiz/yapıp ettiklerimiz21. Tüm bunlar Kur’an’ın ele aldığı en temel hususlardır. Mesajın içeriği de bu hususların etrafında döner.

aynı anlamı ifade etmek üzere hitap üçüncü

2) La ya’kilûn (Akletmiyorlar): Bu ifade

şahıslara dönmekte ve ifade “Efela ya’kilûn

Kur’an’da 11 ayette geçmektedir.22 Aynı

(Hâlâ akletmeyecekler mi?)”

13

şeklinde

kullanılmaktadır. Bir ayette de “efelem tekûnû ta’kilûn (Akletmeli değil miydiniz?)”

14

ifadesiyle

anlamdaki başka bir ifade de “ma ye’kilûha (Onları akletmiyorlar)” biçimindedir ve “verilen misalleri alimlerden başkası akletmez” mealindeki tek bir ayette geçmektedir.23 İfadeleri

soru sorulmaktadır. Bir ayet hariç soruyu soran ya bizzat Allah’tır, ya da kavimlerini davet eden peygamberlerdir. Sadece Bakara suresi 76. ayette ikiyüzlü Yahudilerin kendi aralarında geçen konuşmalarında; Peygamber’le

kullanan Allah’tır. İfadenin muhatapları ise; altı ayette Mekkeli müşrikler, bir ayette Ehl-i Kitap ve kafirler, iki ayette münafıklar, bir ayette alimlerden başka herkes ve bir ayette de bedevilerdir.

tartışmalarında kitaplarındaki bilgileri açıklama

Ayetlerde “akletmiyorlar” denilen muhatapların

hususunda birbirlerine tedbirli olmayı/gizlemeyi

akletmedikleri hususlar şunlardır: Kur’an’ı

önerirlerken, Tevrat’taki bilgileri açık edenleri

Allah’ın indirdiği, vahyin hakikat olduğu ve

“aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?”

Muhammed tarafından uydurulmadığı; şirk

ifadesiyle azarlamaları şeklinde geçmektedir.

koşulan varlıkların hiçbir şey yaratma kudretine

Yahudilerin akıllı olmaktan anladıkları buydu.

sahip olmadıkları; Allah’tan başkasının şefaat

Kur’an da onların bu tavrını yaptıklarını yüzlerine

etme yetkisinin olmadığı; hamdin Allah’a

vurarak şiddetle eleştirmektedir.

yaraşır oluşu; yerlerde ve göklerdeki ayetlerle,

İfadenin muhatapları ise on ayette Mekkeli müşrikler, bir ayette Ad kavminin müşrikleri, bir ayette İbrahim kavminin müşrikleri, üç ayette de Yahudilerdir.

geçmiş kavimlerin başlarına gelenlerin pek çok ibrete vesile olduğu; salât’a/dine çağrının küçümsenecek ve alay edilecek bir husus olmaması; insan uydurması pek çok yargının aslında Allah tarafından konulmayan emir

“Hâlâ akletmeyecek misiniz?” diye sorulurken akledilmesi istenen hususlar ise şunlardır: Müşriklerin taptıkları nesnelerin acizliği, ahiretin dünyadan daha hayırlı olması, yeniden dirilmenin hak olduğu, Ehl-i Kitap’ın kitaplarındaki erdeme ilişkin öğütler ile insanı helakten kurtaracak ve onu şerefe erdirecek kitabın/Kur’an’ın uyarıları, Peygamber’in hak peygamber oluşu, Hz. İbrahim’in bir hanif/ muvahhit oluşu, geçmiş kavimlerin helaki, gece ve gündüzün art arda gelişi gibi tabiat ayetleri…

ve yasaklar olduğu; taklit edilen ataların da aslında akletmeyen güruhlar olabileceği ve sırf atalarımız diye onları taklit etmemek gerektiği; apaçık hakikatleri ve buna dair delilleri görmek için manevi körlük, sağırlık ve dilsizlikten kurtulmak gerektiği; bedevilerin yaptığının aksine toplum içi ilişkilerde saygı ve ölçü sınırlarını iyi bilmek ve buna göre davranmak gerektiği… Bunların yanı sıra alimlerden başkasının akletmeyeceklerine dair ayetin öncesinde misal olarak geçmiş kavimlerden 21/67

15

Soru formunda gelen ifadelerle Allah’ın

16

akletmemizi istediği hususları biraz daha

17

özelleştirirsek yedi ayrı başlık tespit etmemiz

18

10/16, 11/51, 12/109, 3/65 7/169, 28/60, 12/109, 6/32, 23/80, 36/68 12/109, 37/133-138 23/80

19

21/10, 2/44

20

Bu ifadenin geçtiği ayetler: 7/169, 28/60, 10/16, 11/51,

36/62, 2/44

12

21

37/138, 12/109, 6/32, 21/10, 21/67, 23/80, 2/44, 2/76, 3/65 13 36/68 14 36/62

22

Bu ifadenin geçtiği ayetler: 10/42, 10/100, 29/63, 5/58,

5/103, 2/170-171, 8/22, 59/14, 49/4, 39/43 29/43

23

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

121


örnekler -örneğin; Nuh kavmi, İbrahim’le kavmi

3) Le’allekum ta’kilûn (Umulur ki akıl

arasında geçenler, Lut kavmi, Medyen halkı,

erdirirsiniz): Bu ifade Kur’an’da sekiz ayette

Ad ve Semud kavimleri ile Firavun, Karun ve

geçmektedir.25 Benzer bir ifade de “in kuntum

Haman’ın helak edilişi- ayrıca örümcek ağı

ta’kilûn” (Eğer aklederseniz) şeklinde iki ayette

üzerinden Allah’tan başkasına sığınmanın ne

geçmektedir.26 Ayetlerde hitap eden -bir ayet

kadar dayanıksız bir yere sığınmak olduğu gibi

hariç- Allah’tır. Bir ayette hatip Hz. Musa’dır.

misaller verilmektedir. İşte bu gibi hususları

Muhataplar bir ayette müşrikler, iki ayette

ayetlerin muhatapları akletmemektedirler.

Musa’nın kavmi, üç ayette kitaba muhatap

Tüm bu hususlar 1.maddede belirlediğimiz yedi temel konunun içindeki hususlardır. Benimsediğimiz yöntem gereği ayetleri ayrı ayrı verip uzun açıklamalar yapmak yerine toplu değerlendirmeler ve ayetlerdeki ortak hususları tespit etmeye çalışıyoruz. Ancak “Akletmiyorlar” ifadesinin içinde geçtiği bir ayetle ilgili bir açıklama yapmak gerekiyor. Ayet şu şekildedir: “Hiçbir kişi Allah’ın izni olmadan inanamaz ve O, akletmeyenleri rezilliğe/ricse mahkum eder.”24

Ayetin sûre içindeki bağlamına baktığımızda önceki ayetlerde haklarında cezalandırılma

olan herkes, dört ayette de Müslümanlardır. Yani akıl erdirmesi umulanların kapsamına tüm insanlar girmektedir. Bir ayette insanın yaratılmasından, doğmasından olgunlaşıp yaşlanmasına ve ölmesine kadar geçen bir ömür verilmesi ve bazen de bu ömrün uzatılması, akıl etmek ve dolayısıyla doğru davranışlar içine girmek için verilmiş bir imkan olarak anlatılır.27 Gene bir ayette kitabın Arapça indirilmesinin28 ve ayetlerin/delillerin açıkça bildirilmesinin29 insanların akletmelerini temin etmek amacına dönük olduğu ifade edilmektedir.

hükmü kesinleşmiş olanların inanmaya artık

Akıl erdirilmesi umulan hususlar ise; Allah’ın

yaklaşmayacakları kesinleşenler olduğu (ayet

her şeyin Rabbi olduğuna, ölüleri diriltme

96), azap gelmek üzereyken iman edenin

gücüne, aklı kullanmadan verilen yargıların

imanının kendilerine fayda sağlamayacağı ve

yanlışlığı ile bunların doğrularının nasıl ortaya

bunun tek istisnasının Yunus kavmi olduğu

konacağına ilişkin konulan hüküm örneklerine

(ayet 98), Allah isteseydi yeryüzünde herkesin

ve Müslümanların düşmanlarıyla ilişkilerinde

mümin olacağı (ayet 99) söylendikten sonra bu

dikkatli olmalarına dairdir.

ayet iman etmeyi bir sünnete bağlamaktadır. O sünnet de “Allah’ın insanların iman etmesini dilemesinin onların akletmelerine bağlı olduğuna dair” sünnetidir. Allah iman etmesini dilemediklerinin üzerine rezilliği, pisliği, ayetin ifadesiyle ricsi boca eder. Bunun altında ezilen kişinin iman etmesi mümkün olmaz, çünkü o akletmemektedir. Bu pisliğin ortadan kalkmasının, yani Allah’ın o kişinin iman etmesini dilemesinin şartı da ayette açıkça ifade edilmiştir: Akletmek! Kişi akletmeye başlayınca üzerindeki rics kalkar ve iman etmenin önündeki engeller yıkılır. Ayetle açıkça ortaya çıkmaktadır ki, iman etmek için önce akletmek gerekmektedir. İman etmek akletmenin bir sonraki adımıdır. Bu nedenle aklı olmayanın imanı da olmaz. Allah akletmeyenlerin üzerlerine boca ettiği rics yüzünden iman etmelerinin mümkün olmayacağını böylece bir sünnet haline getirmiştir. Bu bir sünnetullahtır.

Allah 6/151, 2/240-242 ve 24/61 ayetlerinde kadınlara davranış biçimine, mirasa, sosyal ilişkilerdeki davranış hükümlerine, yasak ve farzlara ilişkin bir dizi emir ve tavsiyelerde bulunduktan sonra, ayetlerin sonunda tüm bunların verilmesinde insanların akletmesi amacının güdüldüğünü açıkça ifade etmektedir. Yani Allah hükümleri verip insan aklını tatile göndermeyi değil, bu hüküm örnekleri aracılığıyla aklın önünü açmayı hedeflemektedir. Böylece insan, önü açılmış akılla karşı karşıya kaldığı sorunlarda tıpkı ayetlerde Allah’ın yaptığına benzer biçimde hayatıyla ilgili hükümler koyacak; iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırarak adalete uygun kurallar ve yasalar ihdas edecektir. Eğer bu böyle olmayıp Bu ifadenin geçtiği ayetler: 49/4, 12/2, 6/151, 40/67, 43/3,

25

2/73, 2/242, 57/17, 24/61 26/28, 3/118

26

Mümin 40/67

27

Zuhruf 43/3

28

Yunus, 10/100

24

122

Hadid 57/17

29

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


da benzer ayetlerle verilen hükümlerdeki amaç

Ayetlerde akleden kavimler/topluluklar için

insan için son noktayı koymak olmuş olsaydı,

akıl edilmeye konu olan meseleler şöylece

aklı kullanmaya ihtiyaç bırakmayan kesinleşmiş

sıralanmaktadır: Şimşekler, bulutlar, gökten inen

hükümlerin peşinden bu hükümlerin verilmesiyle

su, rüzgarlar, yerin yağan yağmurla canlanması,

insanların akıl erdirmesinin umulduğu gibi bir

yeryüzündeki kıtalar, üzüm bağları, ekinler,

ifadenin gelmesi anlamsız olurdu.

hurmalıklar, gece, gündüz, gece ve gündüzün

İman edip doğru yola girdikten sonra sürdürülecek hayat, Kur’an hükümlerinin insana verdiği emniyet duygusuyla aklı tatile gönderecek ve onun fonksiyonelliğini ortadan kaldıracak bir hayat olmamalıdır. İman etmek için öncelikle akletmek gerektiği gibi, iman ettikten sonra yaşanan hayatta da akletmeyi sürdürmek gerekmektedir. Çünkü hayat sürdüğü sürece karşılaşılacak problemlerde doğru yargılar verebilmek için, Kur’an’ın önünü açmayı hedeflediği o akla ihtiyaç vardır. Düşmanlarını tanımaları, hesaplarını fark etmeleri ve dost edinmemeleri gerektiğine

peş peşe gelişi, güneş, ay, yıldızlar, göklerin ve yerin yaratılması, denizde yüzen gemiler, kavimlerin helaki ve helak edilmiş kavimlerden geriye kalanlar… İşte tüm bu hususlarda ve bunlara benzeyen diğer örneklerde akleden kavim için ayetler, deliller, çıkartılabilecek dersler ve ibretler vardır. Dikkat edilirse bu ifadede akletmeye konu olan hususlar daha önce isimlerini verdiğimiz akletmenin yedi alanından “tarih” ve “tabiat” hususlarıdır. Yani tarih ve tabiatta çok sayıda deliller, ayetler ve ibretler vardır. Ancak bunlar sadece aklını kullanan topluluklara fayda verir.

dair ayetteki uyarıların onların akletmelerini

5) Lehum kulûbun ya’kilûne bihâ (Onunla

temin etme amacıyla açıklandığının söylenmesi

akledecekleri bir kalbe sahip olsalar): İfade

de, sadece hayata dair hükümlerde değil tüm

bir ayette geçmektedir. Ayet mealen şöyledir:

ilişkilerde aklın fonksiyonel olması gerektiğini

“Yeryüzünü gezip dolaşmıyorlar mı? Bu sayede

ortaya koymaktadır.

30

Aynı zamanda kitaba

onunla akledecekleri bir kalbe ya da işitecekleri bir

muhatap olup iman ettikten sonra aradan geçen

kulağa sahip olurlardı. Ne var ki, asıl kör olan gözler

süreye bağlı olarak kalplerin katılaşmaması

değil, göğüslerdeki kalplerdir.”32 Yazımızın girişinde

ve yoldan çıkmamak için sürekli bir otokontrol

de belirttiğimiz gibi akletmenin kalbe nispeti

mekanizmasına yani aklı diri tutmaya ihtiyaç

görmenin göze nispeti gibidir. Nasıl görme

vardır. 56/16-17. ayetlerin bize öğrettiği husus

organımız göz ise, Arap dilindeki ifade biçimine

budur.

göre akletmenin organı da mecazen kalptir. Tabii

4) Li kavmi ye’kilûn (Akleden kavim/ topluluk için): Bu ifade Kur’an’da sekiz ayette geçmektedir31. Sekiz ayette de hitap eden Allah, mesajın muhatapları ise müşriklerdir. Ancak muhatapların müşrikler olduğunu söylerken, verilen veya açıklanan delillerin/ayetlerin müşrikler dışındakileri ilgilendirmediğini söylemek istemiyoruz. Tam tersine sadece aklını kullananlar bu ayetlerden dersler çıkartabilirler. Bu yüzden ayetler “li kavmi ye’kilûn” yani akleden kavim için indirilmiştir. Müşrikler mesajın muhatabıdırlar. Onlara Allah bu ifade ile “eğer ayetlerden faydalanmak istiyorsanız akıl yoluna dönmelisiniz, çünkü ayetler ancak aklını kullanan bir topluluğa fayda verir” demektedir.

kalbin tek fonksiyonu akletmek değildir. O pek çok fonksiyona sahiptir. Akletme fonksiyonunu yerine getirmesinden dolayı kalbe “akıl” ismi de verilmiştir. Kültürlerde kalp kelimesi daha çok maneviyata, ilhama, sezgiye dönük kullanıldığından onun akılla ilgisinden bahseden bu ayetten yola çıkılarak akletmenin sezgi ve ilhamla ilgisi kurulmaya çalışılmıştır. Oysa akıl kalp ilişkisi belirttiğimiz çerçevede anlaşıldığında bu tür zorlama yorumlara gitmeye gerek kalmamaktadır. Sezgi ve ilham da kalbin bir fonksiyonudur. Ancak kalp çok fonksiyonlu bir organımız olduğundan sezgi ve ilhamla akletme arasında doğrudan bir ilgi kurmaya çalışmanın fazla bir anlamı yoktur. Yeryüzünde gezip dolaşmak helak edilmiş kentlerin virane hallerini görmek ve bundan

Al-i İmran 3/118

30

İfadenin geçtiği ayetler: 30/46, 30/28, 13/4, 16/12, 16/67,

31

45/5, 29/35, 2/164

Hacc 22/46

32

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

123


dersler çıkarmak için yapılır. Yani gözleme

Son ifade, yani “na’kilu” ifadesi ise cehennem

konu olan dolayısıyla akledecek kalbe sunulan

bekçileri ile cehennemlikler arasındaki bir

deliller tarihten süzülüp gelen delillerdir.

konuşmada geçmektedir. Cehennemlikler

Bu ayet de bize akletmenin yedi alanından

kendilerine gelen uyarıya kulak vermedikleri

“tarih” alanına yönelmemizi emretmektedir.

ve akletmedikleri için büyük bir pişmanlık

Buradaki “tarih” ifadesi sadece bir bilim dalına

içindedirler.37 Dikkat edilirse son iki ayette

işaret etmemektedir. Geçmişi ve geleceğiyle,

de mesaja kulak vermek ve akletmek başat

iyi ve kötü yaptıklarıyla ve yapamadıklarıyla

koşullar olarak birlikte verilmektedir. “Mesaja

insanlığa ait ibret alınacak her şey bu ifadenin

kulak vermek” ve gerek mesajla gerekse dahili

kapsamı içindedir. Dolayısıyla yazılı tarih kadar

ve harici tüm yönlerden gelen ayet ve delillerle

“arkeoloji, antropoloji, sosyoloji, siyaset,

“akletmek” insanın kurtuluşu için vazgeçilmez

uluslar arası ilişkiler, görsel sanatlar ve hatta

bir gerekliliktir. İlk başta iman edebilmek için

psikoloji” bu ifadenin sınırları içindedir. Deve

nasıl akletmek gerekiyorsa, iyi bir sona nail

sırtında gezmekten başka imkanı olmayan

olabilmek için de akletmeyi terk etmemek

geçmiş dönem insanlarından çok daha fazla

olmazsa olmazlardandır. Yoksa önce akledip

imkan, günümüzde akleden kalplere ayetler

sonra da anladıkları kitabı tahrif etmeye kalkışan

sunmaktadır. Gün geçtikçe daha da artan bu

Yahudilere dönmemek mümkün değildir.

imkanlara gözlerin açık olması yani kalplerin

Çünkü akletmek anlamayı hayata taşımayı

akleder vaziyette tutulması zorunludur. Burada

gerektirmektedir.

gören gözle akleden kalp aynı şeydir. Gözün önündeki apaçık ayetler beyne gitmeyen ışık uyarılarından başka bir şey değilse gözün bakıyor olmasının bir kıymeti yoktur. O görmemektedir, kördür. Akıl bağlamında kalp de böyledir. Göze ve duyu organlarına gelen sonsuz sayıdaki ayet ve işarete rağmen kişi “rics”ten ve örtülerden kurtulup akledemiyorsa kalbi kör

Görüldüğü gibi Kur’an aklı, vahyi ve hayatı birbirinden ayırmamakta; hem kitabın sunduğu, hem de afaktan ve enfüsten gelen delillerin akledilmesiyle imanın, istikametin, hak üzere oluşun, doğru hükümler vermenin ve cehennemden kurtuluşun mümkün olabileceğini söylemektedir. Eğer akletmezsek

olmuş demektir.

Allah ricsi üzerimize boca eder; gözümüze

6) Diğer ifadeler: Sıraladığımız ifadelerin yanı

bulmamız asla mümkün olmaz. Kurak çöl ve

sıra, her biri birer ayette geçmek üzere üç ifade

kum yığınlarında kaybolmuş birisinin gözleri ve

daha vardır: “Akalûhu, ya’kilûn ve na’kilu”.

kalbi hidayetin aydınlığına açık değilse, yani o

Birinci ifade Allah’ın kelamını dinledikten sonra

akletmiyorsa gökten Cebrail inip eliyle doğru

onu tahrif eden Ehl-i Kitap için inmiştir. Oysa

yolu gösterse, o anlamayan hayvanlar gibi

onlar dinledikleri kelamı aklediyorlar yani

kaçmaktan başka bir şey yapmayacaktır.

perdeler, kalbimize ağırlıklar koyar. Doğru yolu

anlıyorlardı33. Tahrifatı da anladıktan sonra yapıyorlardı. Ayetteki “akalû” ifadesi “anlamak” anlamında kullanılmıştır. İkinci ifade, yani “ya’kilûn” ifadesi, resulü alaya alıp küçümseyen “tanrılarına sımsıkı sarılmakta direnen”34, hevalarını ilah edinen35 müşrikler için inmiştir. Hevaları ve tanrılarına olan bağlılıkları kalplerini çepeçevre kuşatmış bu müşriklerin mesaja kulak vermesi ve akletmesi mümkün değildir. Hayvan sürülerinden bile beterdirler.36

Bakara 2/75

33

Furkan 25/42

34

Furkan 25/43

35

Furkan 25/44

36

124

Mülk 67/10

37

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Gündem

Nükleer Enerji ve Enerjinin Geleceği Tamer ATAÇ Nükleer ya da bir başka deyişle atom kavramı,

nötronlarla bombardımanı sonucunda bu

insanlığın gündemine insanlığın acılarla

çekirdeklerin parçalanması sağlanabilir; bu

yoğrulmuş tarihinin insanlık açısından dip

tepkimeye “fisyon” adı verilmektedir. Her

yaptığı, insanlığın birbirine karşı en acımasız

bir parçalanma tepkimesi sonucunda açığa

yöntemlerle yok etme faaliyetinde bulunduğu, 2.

fisyon ürünleri, enerji ve 2-3 adet de nötron

Dünya Savaşı’nın bitim düdüğü olan 6 Ağustos

çıkmaktadır.

1945 tarihinde Japonya’nın Hiroşima, 9 Ağustos 1945’te Nagazaki kentlerine atılan bombalarla girdi. Bu iki saldırıda tam 360 bin kişi öldü yüz binlerce insan patlamadan kaynaklanan radyasyon sonucunda sakat kaldı. Onlarca yıl radyasyona bağlı çevre kirliliği ve buna bağlı olarak canlı yaşamda mutasyonlar gelişti. Nükleer enerji, ilk olarak 1896 yılında Fransız fizikçi Henri Becquerel tarafından kazara, uranyum maddesinin fotoğraf plakaları ile yan yana durması ve karanlıkta yayılan X-Ray

Uygun şekilde tasarlanan bir sistemde tepkime sonucu açığa çıkan nötronlar da kullanılarak parçalanma tepkimesinin sürekliliği sağlanabilir (zincirleme tepkime). Bunun haricinde hafif atom çekirdeklerinin birleşme tepkimeleri de büyük bir enerjinin açığa çıkmasına sebep olmaktadır. Bu birleşme tepkimesine “füzyon” adı verilmektedir. Bu tepkimenin sağlanabilmesi için atom çekirdeğinde bulunan artı yüklerin birbirini itmesinden kaynaklanan kuvvetin

ışınlarının fark edilmesi ile keşfedilmiştir.

yenilmesi gereklidir. Bu nedenle çok yüksek

Nükleer enerjinin esasını oluşturan atom eski

yüksek sıcaklıkta yüksek enerjiye ulaşan atom

Yunanca kökenli olup, parçalanmaz anlamına

çekirdeklerinin çarpışması ile füzyon tepkimesi

gelmektedir. Atom minerallerin en küçük parçası

sağlanabilmektedir. Fisyon ve füzyon tepkimeleri

olup, onun karakterini belirler ve kendisini

ile elde edilen enerjiye “çekirdek enerjisi” veya

oluşturan bir çekirdek ve onu çevreleyen

“nükleer enerji” adı verilmektedir.(1)

elektronlardan oluşur. Atom çekirdeklerinin parçalanması sonucunda büyük bir enerji açığa çıkmaktadır. Ağır atom çekirdeklerinin

sıcaklığa çıkılan sistemler kullanılmaktadır. Çok

Nükleer bomba ile nükleer enerji arasındaki farkları şöyle sıralayabiliriz.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

125


Nükleer bombayla nükleer enerji üretimi arasında var olan tek benzerlik her ikisinin de “fisyon olayı”na dayanmasındadır: Nükleer Bomba: * Patladığı yeri mahvetmeye yöneliktir. * Zincirleme reaksiyonu kontrolsüzdür. * Çevredeki etkisi kalıcı ve öldürücüdür.

Nükleer Enerjii: * Üretildiği ülke için enerji kaynağıdır. * Zincirleme reaksiyonu kontrol altındadır. * Çevreyi kirletme riski tartışılmaktadır.

* Üretimi ve kullanılması insanlığa karşı suçtur. Tüm ticari enerji kaynaklarını göz önüne

türü üretimi araştırmalarına büyük yatırımlar

aldığımızda, (fosil kaynaklar, nükleer enerji ve

yapmaktadırlar. Nükleer enerjide bu araştırma

yenilenebilir enerji kaynakları) dünyada her

ve uygulamalardan payını almaktadır. Dünyada

gün 230 milyon varil petrol eşdeğeri enerji

halen 30 ülkede, 438 nükleer santral reaktörü

tüketildiğini söyleyebiliriz. Bu tüketimin 200

enerji üretiminde kullanılırken, 42 nükleer

milyon varili fosil (hidrokarbon türevleri)

santral inşa aşamasında bulunuyor. Uluslararası

yakıtlardan karşılanıyor. Dünya enerji tüketimi;

Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) verilerine göre,

petrol, doğal gaz ve kömür birlikte düşünülürse,

küresel düzeyde kurulu gücü 371 bin 562

yüzde 90’lık oranın fosil kaynaklar olduğu

gigavat (gw) olan 438 nükleer santral, söz

görülür. 1950’den beri dünya nüfusu 2,5 kat

konusu 30 ülkenin ürettiği enerjinin yüzde

artarken, enerji talebi 7 kat arttı. Hem fosil

17,71’ini sağlıyor. Bir başka deyişle, nükleer

yakıtların fiyatlarında reel artış yaşandı, hem

santrale sahip ülkeler ürettiği enerjinin yüzde

de gittikçe artan insan nüfusu enerjiyi günlük

17,71’ini bu santrallerden elde ediyor.

yaşamında kullanmaya başladı.(2)

Dünyada kurulu 439 nükleer santralin 272’si

Farklı kuruluşların projeksiyonlarına göre

(yüzde 62) sanayileşmiş 7 ülkenin oluşturduğu

dünyada kalkınmacı ve büyümeye yönelik model

G-7 ülkelerinde yer alıyor. G-7 üyesi ülkelerden

devam ettiği sürece 2030 yılına kadar dünya

İtalya’da nükleer santral bulunmaz iken,

enerji talebinin mevcut tüketim seviyesinden

Fransa’da 58, Almanya’da 17, Japonya’da 54,

yüzde 40 kadar artması bekleniyor. Bu enerji

ABD’de 104, İngiltere’de 19 Kanada’da 18

ihtiyacının karşılanması daha fazla termik,

santral var. Sanayileşmiş 6 ülkede bulunan

hidroelektrik ve nükleer santrallerin kurulması

272 nükleer santralden elde edilen 254 bin

anlamına gelmektedir. Fosil yakıt olarak

365 mw enerji, dünyada kurulu gücü 371

isimlendirilen petrol rezervlerinin 2050, doğal

bin 562 mw olan 438 santralden elde edilen

gaz rezervle­ri­nin 2070 ve kömür rezervlerinin de

enerjinin yüzde 68’ini oluşturuyor. Söz konusu

2150 yılları civarında tükeneceği öngörülmekte

ülkelere Rusya’nın da eklenmesi halinde 7 ülke

olduğuna göre yeni enerji kaynakları olarak

toplam kurulu gücün yüzde 74,3’ünü elinde

nükleer enerji ve yenilenebilir enerji kaynakları

bulunduruyor. ABD, dünyada en fazla nükleer

önümüzdeki dönemlerde öne çıkacak olan enerji

santral reaktörü ve en fazla kurulu güce sahip

kaynakları olarak karşımızda durmaktadır.

ülke konumunda. ABD, 104 reaktör ile toplam

Stratejistler içinde bulunduğumuz yüzyıldaki

439 reaktörün yüzde 23,7’sini, 100 bin 583 mw

bütün savaşların kökeninde ülkelerin “birincil

olan kurulu güç ile toplam gücün yüzde 27,1’ini

enerji kaynakları rezervlerine ulaşma hedefi”

elinde tutuyor.

olduğunu tespit etmiş bulun­mak­tadırlar.. Ekonomik açıdan güçlü ülkelerse daha uzun vadede enerji kaynak­larını değil de enerji üretiminin tekelini ellerinde tutmak üzere ulusal stratejiler geliştirmekte ve yeni enerji

126

Dünyada elektrik enerjisi üretiminde nükleer enerjiden en fazla yararlanan ülke sıralamasında Fransa ilk sırada yer alıyor. Söz konusu 30 ülke arasında Fransa, ürettiği

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


enerjinin 76,18’ini nükleer enerjiden elde

eden sadece doğal felaketler değildir. Doğal

ederken, ikinci sırada yüzde 72,89’luk pay ile

felaketlerin dışında yaşanacak konvansiyonel

Litvanya bulunuyor. Halen küresel düzeyde 36

savaşlarda ülkelerin birbirlerinin enerji

bin 988 megavat (mw) gücünde 44 nükleer

kaynaklarını yok etmeye yönelik saldırıları

santralin inşasına devam ediliyor. Verilere göre,

sınırları aşan radyasyon kirlenmelerine yol

Arjantin, Finlandiya, Fransa, İran, Pakistan ve

açacaktır.

ABD’de birer reaktör, Bulgaristan, Japonya ve Ukrayna’da ikişer, Çin’de 11, Hindistan’da 6, Güney Kore’de 5 ve Rusya’da 8 nükleer reaktör inşa aşamasında bulunuyor.(3)

Nükleer Enerji Üretimi ve Çevresel Etki Değerleri Nükleer santrallerin çevre üzerindeki etkileri uranyum ve toryum çıkarma, yakıt hazırlama, zenginleştirme, üretim, kullanılan yakıtın yeniden işlenmesi, depolanması ve işletme ömrü bitip kapatılan reaktörlerin sökülmesi sırasında ortaya çıkmaktadır. Nükleer santrallerde kullanılan uranyum ve toryum cevherlerinin çıkarılması ve işlenmesi esnasında düşük ışımalı

Nükleer santraller belirli coğrafi özellik taşıyan yerlerde kurulmak zorundadırlar. Bu zorunluluk pazar ve soğutma suyuna yakınlıktır. Bu nedenle deniz ve göl kıyıları, haliçler, büyük akarsu kıyıları uygun coğrafi mekanlardır. Pazar konusunda ise sanayi bölgelerine yakınlık önemlidir Deniz ve akarsulara yakınlık yaşanan doğal felaket ve kaçaklarda nükleer kirliliğin bu alanlara bulaşmasıdır. Bu kirlilik bilindiği üzere gerek ışınlama ile gerekse bitki ve deniz ürünlerinin yenmesi sonucu besin zinciri içinde insanlara geçmektedir. Gerek ışınlama ile gerekse bitki ve deniz ürünlerinin yenmesi sonucu radyoaktif maddelerin (sezyum ve stronsiyum) yarı ömürleri uzun olup (28 yıldan

atıklar yayılmaktadır.(4)

fazla) vücuttaki tabi elementlerle kimyasal

Nükleer santrallerden çevreye olabilecek en

birikmesi söz konusudur. Örneğin, kalsiyumun

büyük etki bir kaza sonucu büyük miktarlarda

kemik oluşumunda potasyumun da çeşitli hücre

radyoaktif maddenin çevreye yayılmasıdır.

fonksiyonları ile ilişkisi bulunmaktadır. Kimyasal

Geri döndürülemez sonuçlar üretebilen bu

olarak da stronsiyum kalsiyum ile sezyum ise

kazalar insanlığın başına da ciddi sorunlar

potasyum ile olan benzerliklerinden dolayı bu

açmaktadır. Nükleer santrallerden yayılan gaz

maddeler, alınan besinlerle vücutta birikerek

ve sıvı radyoaktif atıklar önemli çevre sorunları

çeşitli kemik hastalıkları ve kemik kanserine

yaratmaktadır. Ancak, olası kaza durumunda

sebep olmaktadırlar. Radyoaktif serpintiler

radyasyonun çevreye olan etkileri kazanın

sonucu toprağın bu atıkları emmesi ve toprakta

şiddetine, reaktörün tipine ve reaktör dış

yetişen bitkilerin doğrudan yenilmesi veya

emniyet sistemine göre değişmektedir Bunun

bunları yiyen hayvanların et ve sütünün besin

yakın örneği Çernobil ve Fukushima Daiichi

olarak alınması ile insan vücudunda radyoaktif

nükleer santrallerinde yaşanmıştır. Arkasında

maddeler birikmiş olacaktır. Yine atmosfere

yüzlerce ölü ve binlerce yıl etkisini gösterecek

yayılan radyoaktif gazlar bulutlardan ışınlama

radyasyon kirliliği bırakan bu kazalar nükleer

ile veya gıda zinciri ile insanlara bulaşmakta ve

enerji üretiminin risk değerlerinin fosil yakıtlarla

insan sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir.(5)

yapılan üretimden düşük olduğu tezlerine ağır

benzerlikleri bulunduğundan insan vücudunda

darbe vurmuştur.

Dünyada büyük bir muhalefet dalgası nükleer

Nükleer santraller konusunda en başarılı

hareketi, Antinükleer hareketi gibi hareketler

olduğu söylenen bir ülkenin yaşanan bir doğa

nükleer enerjinin risklerinin büyük olduğu

felaketinde nükleer santrallerde kontrolü

nükleer santraller başta olmak üzere tüm

kaybetmeleri nükleer enerji taraftarları ve

nükleer faaliyetlerin ters giden bir durumda

lobilerini oldukça zora sokmuştur.

(Deprem, Tusunami, Kazalar, Savaşlar v.s)

karşıtlığını yürütmektedir. Greenpeace, Yeşiller

Nükleer santrallerde birinci önceliğin güvenlik olduğu muhakkaktır. Nükleer santralleri tehdit

geri döndürülemez felaketlere neden olacağını ifade etmektedirler. Ayrıca nükleer enerjinin hammadde yan sanayi ve yüksek teknoloji

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

127


ile bağımlılık zinciri oluşturacağı, bu zincirin

enerji ağı oluşturmaya müsait olmaması,

ise ülkeleri bağımsız hareket etmekten

küresel enerji politikalarının ibresini nükleer

alıkoyacağını, nükleer enerjiden vazgeçmekle

enerjiye doğru yöneltmektedir. Önümüzdeki

ortaya çıkacak boşluğun yenilenebilir enerji

süreçte tüm nükleer karşıtlarının çabasına

kaynaklarıyla doldurulabileceğini ifade

rağmen yenilenebilir enerji üretimi önündeki

etmektedirler.(6) Burada İran’a nükleerden

sorunlar, büyüme putu ve küresel enerji

vazgeçmesine yönelik baskının, önceleri nükleer

ağı egemenliği dolayısıyla nükleer enerji

enerjiyi düşünmeyen bölge ülkelerinin (Türkiye,

arayışları güç kazanacaktır. Nükleer enerji

Suudi Arabistan, Mısır) İran karşısında stratejik

taraftarları ve karşıtlarının enerji üretiminin

olarak kendilerini dengelemeye çalışmaları

ekonomiklik, sürdürülebilirlik açısından avantaj

sonucunda nükleer enerjiyi telaffuz etmeleri,

ve dezavantajlarını ortaya koyarken konunun

yeni dönemde bölgenin dünyanın enerji

zayıf ve güçlü yanları olmaktadır. Asıl burada

açısından fosil yakıtlardan çıkma sürecinde

sorun, sürdürülebilir kalkınma ve büyüme

tekrar küresel enerji ağına nasıl bağlandığını

modeli olduğu bir gerçektir. Nükleer enerji

da göstermektedir. İnsanoğlunun bir türlü

ile yenilenebilir enerji arasında gidip gelen

vazgeçmediği parametrelerden birisi de tüketilen

tartışmalar, artan enerji ihtiyacının daha nereye

enerjide görülen büyüme aşkıdır. Bu aşkın

kadar süreceğini gündem etmemektedirler. Sonu

ön kabulleri sorgulanmadan nükleer enerjiye

gelmez büyüme modelleri, masallarda anlatılan

karşılık ikame edilecek enerji kaynakları olarak

yedikçe büyüyen büyüdükçe daha fazla yiyen

yenilenebilir enerji kaynaklarını göstermek,

doymak bilmez bir canavarı andırmaktadır.

insan-enerji ilişkisinin uyuşturucu bağımlısı ile morfin arasındaki ilişkiye benzetmek mümkündür. Daha fazla enerji daha fazla mutluluk, daha fazla enerji daha fazla

Kaynakça

mutluluk ve sonuçta altın vuruşla yıkım ve geri

1. Türkiye Atom Enerji Kurumu (http://www.taek.

döndürülemez son. Özet olarak söylersek daha

gov.tr/bilgi-kosesi/nukleer-enerji-ve-reaktorler)

çok enerji demek daha fazla tahribat ve yok 2. (Özemre, Bayülken, Gençay 50 soruda

etme faaliyeti demektir.

Türkiyenin enerji sorunu)

Nedir bu yenilenebilir enerji kaynağı? Genel olarak, yenilenebilir enerji kaynağı; enerji kaynağından alınan enerjiye eşit oranda veya kaynağın tükenme hızından daha çabuk bir şekilde kendini yenileyebilmesi ile tanımlanır. Örneğin, güneşten elde edilen enerji ile çalışan bir teknoloji bu enerjiyi tüketir, fakat tüketilen enerji toplam güneş enerjisinin yanında çok küçük kalır. En genel yenilenebilir enerji şekli güneşten gelendir.

3. (International Atomic Energy Agency, http:// www.iaea.org/programmes/a2/) 4. Enerji Kaynaklarının Kullanımı Ve Çevreye Etkileri Say.6 Kadıoğlu, Tellioğlu 5. Enerji Kaynaklarının Kullanımı Ve Çevreye Etkileri Say.7 Kadıoğlu, Tellioğlu 6. Greenpeace.org.Nükleersiz Gelecek

Yenilenebilir enerji kaynakları olarak güneş enerjisi, rüzgar enerjisi, deniz dalgalarının enerjisi, Biomas gibi enerji kaynakları bulunmaktadır. Bu enerji kaynaklarının nükleer enerjiye nazaran çevre açısından daha risksiz olduğu bir gerçektir. Ancak üzerinde daha az çalışılmış olmasından dolayı bir takım teknik yetersizlikler yaşandığı muhakkaktır. Örneğin kesintili olması, depolanma ihtiyacı duyması gibi; ama burada asıl sorun, çeşitliliği ve bağımsızlılığı nedeniyle küresel

128

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Gündem

Anayasa Metin YILMAZ Anayasa konusu, Türkiye’de zihinleri en fazla

anayasa duvarına tosladı; özgürlük, eşitlik diyen

meşgul eden ve konuşulan/tartışılan konulardan

de. İnsanlar için anayasa, aşılamayan bir duvar

biri oldu her zaman. İlki 1921’de olmak üzere,

oldu; memleket de koskoca bir hapishane. O

1924, 1961 ve 1982 de dört kere yeniden

kutsaldı, karşı gelinemez, eleştirilemez, bazı

yazıldı, üzerinde onlarca kere de değişiklik

maddelerinin değiştirilmesi teklif bile edilemezdi.

yapıldı, ama bir türlü toplumu tatmin eden

Onları değiştirmeyi, düşünmek bile tek başına

bir nitelik kazanamadı. Aksine var olan çarpık

suçlu olmak için yeterli sebepti. İnsanlara,

devlet anlayış ve yapısının, toplum içindeki

itaatten, boyun eğmeden ve onun istediği gibi

etnik, dini, mezhebi ve siyasi çatışmaların,

olmaktan başka bir seçenek bırakılmadı.

devlet kaynaklı baskının, zulüm ve acıların müsebbibi olarak görüldü, görülmeye de devam

Devlet, yaptıklarında kendini o kadar anayasaya

ediyor.

yasladı, onu bir baskı ve sindirme aracı olarak

Bir kız öğrenci başını örterek okula girmek

kutsal bir nitelik kazandı. Devlet onunla

istediğinde, anayasa dikildi karşısına bir

özdeşleşti. Devlet adına anayasa dayatıldı,

engel olarak. Bir Müslüman dinini öğrenmek,

devleti korumak için anayasa öne sürüldü.

öğretmek ve yaşamak istediğinde de.

Halk onun belirlediği sınırlarda yaşamaya ve

kullandı ki; o, en kutsal metinden bile daha

Kürtler “Türklere hak olanlar bize de hak olmalı” dediğinde anayasayı buldu karşısında, Aleviler, Sünnilerin sahip oldukları hakları kendileri için talep edince yine anayasa çıktı karşılarına.

düşünmeye mecbur ve mahkum bırakıldı. En doğal farklılıklar ve en insani talepler bile “anayasaya aykırı” olarak nitelendi. Arkasından yasaklar geldi. Yasaklara uymayanlar için de yaptırımlar. Kitap toplatma, hapsetme, üzerine asker gönderme, legal ya da illegal yollarla başını ezme…

Rumlar ruhban okulu açmak istediğinde de, Birileri resmi ideoloji dışında fikre sahip olup da fikirlerini zikre döktüklerinde de, Velhasıl etnik, siyasi, dini, fikri her türlü farklılık

Hakların ve özgürlüklerin teminatı olarak tanımlanan, halkı/bireyi devlete karşı koruması ve kollaması gereken anayasa, devletin elinde bir sopaya, bir silaha dönüştü.

anayasayı buldu karşısında.

Bu durum bize İslam ülkelerinde zalim

En doğal ve insani talepler bile anayasa engeli

çabalarını hatırlatıyor. Oralarda hak arama

ile karşılaştı. Ana dilini konuşmak isteyen de, inancının gereklerini yerine getirmek isteyen de “anayasaya aykırı” ifadesini buldu karşısında. Hakkını arayan, hukuk ve adalet diyen de

diktatörlere karşı gerçekleşen hak arama çabalarının ve değişimin önünde diktatörler vardı, burada ise anayasa. Mevcut anayasanın sorun çözme kabiliyeti olmadığı açık. Kendisi sorunların kaynağını

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

129


oluşturuyor. Zira bu topraklara ait değil, dar

anayasayı gündemlerine aldılar ve hatta

geliyor, sıkıyor, bunaltıyor, can yakıyor, sorun

önerilerde bulundular.

üretiyor. O halde değişmeli. Ve bilinmeli ki; mevcut sorunların çözümü için anayasanın aradan çekilmesi ve değişmesi gerek, o değişmeden de sorunlar çözülemeyecek. 2006 seçimlerinden sonra AKP hükümeti yeni bir anayasa yapma girişiminde bulundu, ancak çok ciddi engellerle karşılaştı, başaramayacağını anlayınca da erteledi. Anayasa, mevcut sistemin teminatı olarak görüldüğü için sistem sahiplerince çok sıkı korunuyordu. Sivil bir meclisin/istenmeyen kişi ve grupların (hem de muhafazakar bir parti liderliğinde) onu değiştirememesi için her türlü tedbir alınmıştı. Başta anayasa mahkemesi olmak üzere, sistemden nemalanan kurumlar (asker, yargı, üniversiteler) partiler, dernekler ve medya; meclisin yasa yapma, değiştirme yetkisini kullanamaması için var güçleri ile harekete

Nerede ise yeni bir anayasa fikrine karşı duran kimse kalmadı. Nasıl değişecek ve ne değişecek ya da nasıl bir mantıkla yapılacak, nasıl bir içeriğe sahip olacak konuları tartışılmaya devam ediyor ve asıl kavga sebebini oluşturuyor. Zira anayasa değişikliğinden herkes aynı şeyi anlamıyor, aynı sonuca varmak istemiyor. Aslında herkes anayasayı kendisine göre değiştirmek istiyor, kendi emelleri için bir araç olarak görüyor, kendi anayasasını yapmak istiyor. CHP ve MHP mevcut anayasanın değişmez maddelerinin kalmasını ve değişimlerin olabildiğince sınırlı tutulmasını amaçlıyor. Atatürkçüler yine Atatürkçü/Kemalist bir anayasa istiyor. Devlet aygıtında kilit rol sahipleri pozisyonlarını değiştirmeyecek, İş adamları menfaatlerine hizmet edecek bir

geçmişti.

anayasa bekliyor. Liberaller liberal, Müslümanlar

Hükümet mevzi kazanıp muhalifler mevzi

herkes kendi dinini, meşrebini, mezhebini,

kaybettikçe, yeni anayasa konusunun

düşüncesini öne çıkarıyor, kendi haklarını/

gündemdeki ağırlığı arttı. Anayasanın yaşanan

çıkarını önceliyor. Türklerin Türklüğü, Kürtlerin

değişimlere karşılık veremediği, değişen

Kürtlüğü, Sünni ve Alevilerin mezhepleri;

toplumun değişen ihtiyaçlarını karşılayamadığı

Kemalistlerin, Liberallerin, Solcuların,

iyice anlaşıldı. 2011 seçimlerinde AKP’nin birinci

Müslümanların ideolojileri öne çıkıyor.

şeriatı öngören bir anayasa talep ediyor. Ve

vaadi olarak gündemin başköşesine yerleşti. Bunun AKP için önemi, yapmaya çalıştığı reformların ve açılımların anayasa değişikliği ile tamamlanacak ve ancak o zaman başarıya ulaşacak olmasındadır. Yoksa kazanılan mevziler ya da yapılan reformlar yarım kalacak ve

Yanlış yaklaşımlardan doğru bir sonuç çıkmayacağı açık. Mevcut anayasanın problemi bir grubun, bir kimliğin, bir ideolojinin kendini diğerlerini yok sayacak şekilde öncelemesi, yok sayması ve kendini dayatmasıydı. Şimdi

kolayca bir işe yaramaz hale getirilebilecektir.

ise öncelenenin kimliğini değiştirmek sorunu

Hükümetin bu yaklaşımı “anayasanın değişmesi

yerine”, “Ne mutlu Kürt’üm diyene, Ne mutlu

gerekir” diyen kesimlerin seslerinin daha da

Müslüman’ım” diyene öneriliyor. Öncelenen

yükselmesine ve özellikle halkta da anayasa

veya yok sayılan Türk değil de Kürt olduğunda,

değişimi beklentisinin artmasına sebep oldu.

Laikler değil Müslümanlar olduğunda, Sünniler

Bu beklenti ile AKP 12 Haziran seçimlerinde

değil Aleviler olduğunda sorun çözülmüş olacak

%50 oy alarak iktidara geldi. Sivil toplum

mı acaba? Belirleyenin kimliği değiştiğinde

kuruluşları da bu konuyu gündemlerine aldılar.

bütün sorunlar çözüme ulaşacak mı?

Yeni anayasanın nasıl olması gerektiğinin tartışıldığı platformlar oluşturuldu. Çeşitli sivil toplum kuruluşları TÜSİAD, TESEV, Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) hazırladıkları anayasa ve anayasa raporlarını toplumla paylaştılar. Öyle ki, muhalefet partileri bile halkın talepleri karşısında direnemediler, ister istemez yeni

130

çözecekmiş gibi yaklaşılıyor. “Ne mutlu Türk’üm

Hayır, sadece kayırılan ya da hakkı yenenler yer değiştirecek. Mağdurlar mağrur olacak, yeni mağdurlar ortaya çıkarılacak. Oysa bir toplumda birilerinin hakkı elinden

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


alınıyorsa orada kimse hak sahibi değildir.

belirlerler, teminat altına alır, gelişmesini

Birileri mutsuzsa kimse mutlu olamaz. Hak

sağlar. Anayasa bir toplumun hukuk sistemi

yemek, görmezden gelmek, yok saymak,

içindeki “en üstün” yasadır. Diğer bütün yasalar

üzere bir toplum inşa edilemez. İnkarcı ya da

onunla uyumlu olmak zorundadır. Hiçbir kanun

kayırmacı yaklaşımlarla sorunlar çözülemez

anayasaya aykırı olamaz. Kişi ve kurumlar ona

ancak yeni sorunlar üretilir.

aykırı uygulamalar/davranışlar içine giremezler.

Mantık değişmedikçe, egemen ideolojiyi/dini/

Anayasanın bir diğer tanımı ise onun toplumsal

mezhebi/etnik kimliği değiştirmekle sorunu

bir sözleşme olması şeklindedir. “Toplumu

çözmüş ve yeni bir anayasa yapmış olmazsınız.

oluşturan unsurların/bireyler ve grupların

Mesele adil, özgür ve eşit bir ortamda birlikte

beraber yaşamak için bir çerçeve çizmeleri

yaşamayı temin etmekse, bu ancak toplumsal

gerekir. Toplum doğal olarak çoğulcu bir yapıya

mutabakatla, herkesin aynı haklara, aynı

sahiptir. Dil, felsefi görüş, menfaat, kültür

derece ve aynı şekilde kullanma imkanına sahip

bakımından muazzam bir çeşitlilikle karşı

olması ile gerçekleşir. Yoksa yeni yanlışlar, yeni

karşıyadır. O zaman nasıl beraber yaşayacağız?

zulümler bizi beklemektedir.

Bir de siyasi yönetime ihtiyacımız var. Hepimizi

Yapılmak istenen yeni anayasada yanlışa düşmemek için her şeyden önce anayasanın ne olduğunu, tabiatını ve ruhunu bilmek gerekir. Biz de ilk yazımıza anayasanın tarifi ve tarihi ile başlayacak, Batı’da onu ortaya çıkaran dinamikleri tespit etmeye ve sonrasında da bizim topraklara nasıl geldiğini ortaya koymaya çalışacağız.

ilgilendirecek bazı ortak kararların alınması lazım. Cezalandıracak bir organizasyonun kurulması lazım. Bundan dolayı anayasa özü itibariyle toplumsal bir sözleşmedir,1 toplumun üzerinde anlaşmaya vardığı, tabi olmayı kabul ettiği temel ilkeleri ifade eden bir sözleşme. Görüldüğü gibi anayasanın iki temel konusu vardır. Birincisi yöneten güç, iktidar ya da devlettir. İkincisi ise yönetilen yani bireyler

İkinci yazımızda, Türkiye Cumhuriyeti anayasalarını masaya yatırarak sorunun kaynağını tespit etmeye ve sorunu gidermenin yollarını aramaya çalışacağız. Özellikle de Müslümanların anayasa ile ilişkilerini, “Kur’an bir anayasa mıdır? Din ile anayasa arasında nasıl bir ilişki vardır? Müslümanlar, yaşadıkları toplumlarda nasıl bir anayasaya ile razılaşabilirler?” vb. sorular ışığında tartışmak niyetindeyiz. Umarım hayırların çoğalmasına katkısı olur.

ve gruplar halinde bulunan halktır. Bu iki unsur sürekli bir çatışma halindedir. İktidar güçlüdür, korur, kollar, düzene koyar, yönetir, yönlendirir. Toplumda gücü kullanma hakkına sahip tek meşru makamdır. Vatandaş ise zayıftır, korunmaya, kollanmaya muhtaçtır. Devletin vatandaşına yaklaşımı ödev merkezlidir, ondan itaat etmesini, boyun eğmesini bekler. Vatandaşın yaklaşımı ise hak ve özgürlük merkezlidir. Hem korunmak ve kollanmak ister hem de hak ve özgürlük alanlarına dokunulmasın ve hatta genişlemesi sağlansın.

Anayasa Nedir? Anayasa, genel olarak siyasal ve toplumsal yapıya ilişkin temel tercihlerin açık kurallar halinde yer aldığı üstün hukuksal belge olarak tanımlanır. O, devleti ve devleti ifade eden kurumları/erkleri tanımlar; görevlerini, yetkilerini, sınırlarını, işleyişini, aralarındaki ilişkiyi belirler ve onları bağlayan temel hukuk kurallarını ortaya koyar. Ayrıca devlet karşısında vatandaşların, hem bireylerin hem de toplumsal grupların temel hak ve özgürlük alanlarını

Bu ilişki de sözü geçen, dilediğini gerçekleştiren taraf genelde iktidarlar, mağdur taraf ise halklardır. Zira iktidar ile birey/halk güçleri arasında bir orantısızlık vardır. Her türlü güce ve onu kullanma hakkına sahip iktidar karşısında birey çaresizdir. Tarihin ilk devirlerinde beri iktidar sahipleri güçlerini dilediklerince kullanmalarının önünde bir engel yokmuşçasına davrandılar, yönetenyönetilen ilişkisinin kurallarını yönetilenlere söz http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiS

1

ayilar&Goster=Yazi&YaziNo=971

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

131


hakkı vermeden belirlediler. Tabii ki belirlenen kurallar hep yönetenin lehineydi. Sahip oldukları güç ve iktidar onları şımarttı, azgınlaştırdı, keyfiliğe sevk etti, yönetilen üzerinde hakim, otorite ve belirleyici olmaya itti. Kur’an’da anlatılan Nemrut’un tebaasına karşı “Ben de öldürür ve diriltirim”, Firavun’un “Ben sizin en yüce Rabbiniz değil miyim” iddiası yönetenlerin sahip olduğu psikolojiyi ortaya koyan güzel iki örnektir. Güç sahibi/yöneten bazen bir kral ya da sultan oldu, bazen bir meclis, bazen de bir dini ve etnik kimlik. Nasıl kral kendini ve mensubu olduğu aileyi merkez alarak yönettiyse toplumu, hakim olan kimlik de kendini önceleyerek ve diğerlerini ya yok sayarak ya da köleleştirerek yönetmeyi tercih etti. Yönetilenlerde çoğu kere bu duruma rıza gösterdi, yöneteni tanrılaştırdı, kutsallaştırdı ve kalplerini onlara mahkum ve mecbur hissiyle doldurdu. Zira kendilerinin hak sahibi olduklarına dair bir bilinçleri yoktu. Yönetenin tanrılık ve egemenlik davasına kalkıştığı, yönetilenin de kulluk ve köleliğe razı olduğu sistemlerin yeryüzünde ortaya çıkardığı tek sonuç; hukuksuzluk ve zulmün artması oldu. Bu sorunu ilk fark edenler ve ilk çözüm arayanlar peygamberlerdi. Onlar, had bilmeyen güç ve iktidar sahiplerini sınırlama, kurala bağlama, adalet ve hukuku üstün kılma ve hak sahibi birey fikrinin bilinen ilk bayraktarları oldular. Son peygamber Hz. Muhammed de getirdiği ilkelerle yöneten-yönetilen, zalimmazlum, güçlü-zayıf ilişkisinde, yönetilenin, mazlumun, mustazafın yanında yer aldı; güçle şımarmanın, azgınlaşmanın, keyfiliğin karşısında durdu ve karşısında durmaya çağırdı; gücü hukuka bağlamanın yollarını önerdi. “Onlara eğer yeryüzünde iktidar, mevki verirsek namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emrederler, kötülüğü yasaklarlar” diyerek 2

yönetimi bir sorumluluk makamı olarak tanımladı.

sınırlarını çizdi. “Emri bil maruf ve nehyi anil münker” –iyiliği emr ve kötülükten nehy- ilkesi ile ve “cihadın en efdali zalim hükümdara söylenen hak sözdür” diyerek yönetileni yönetenden sorumlu kıldı. “Kanun karşısında eşitlik” ilkesi ile yönetenin ayrıcalıklarını ortadan kaldırdı ve gerçek manada hukukun üstünlüğünü ilan etti. İlan ettiği gibi uygulamaya da koydu. Bununla da kalmadı, “Medine vesikası” örneği ile etnik, dini ve fikri farklılıklarıyla insanların bir hukuk oluşturarak birlikte mutluluk ve huzur içinde yaşayabileceklerine dair örnek de sundu. 5 O gün için dünyanın yabancı olduğu “hak sahibi birey” ve “iktidardan üstün hukuk” fikri Müslümanları çağdaşlarının önüne geçirdi ve bu sayede hem kalpler hem de kapılar İslam’a açılıverdi. İnsanlar topluluklar halinde İslam’ı kabul etti, birçok belde/şehir de kendi iradeleri ile Müslümanların yönetimi altına girdi. Mesela Kudüs dindaşları yerine Müslümanların yönetimini tercih etti, şehrin anahtarları devrin halifesi Hz Ömer’e teslim edildi. Ancak Müslümanlar bu ilkelere sadık kalma ve geliştirme yerine kutsal yönetici, kutsal devlet fikrine geri dönünce; dini, mevcut durumu belirleyen değil onaylayan konumuna düşürünce; hayatın sosyal, siyasi, ekonomik alanlarından uzaklaştırıp ibadetlere ve “ahvali şahsiye”ye indirgeyince; belli bir dönemde İslam adına ortaya çıkan uygulamayı kutsallaştırınca; günü okuma ve güne uygun çözümler üretme, dolayısı ile de gelişme imkanını kaybettiler. Toplumlar değişti, yönetim anlayışları gelişti, ancak onlar yerlerinde saydılar, gelişen dünyanın gerisinde kaldılar. Anayasa fikrine ulaştıracak alt yapıya sahip olmalarına rağmen bu konuda M. Hamidullah, Medine vesikasını yazılı ilk anayasa

5

“Haddi aşmayın”3 diyerek onları kanunlara uymaya davet etti.

olarak kabul eder. “Devlet reisi ve vatandaşların vazife ve haklarının bir anayasa metni içerisinde ilk defa Müslümanlar tarafından bir araya getirildiğini

“Allaha isyanda itaat yoktur”4 ilkesi ile itaatin

söylemektedir. Bizzat devlet başkanı tarafından yazdırılan ilk anayasa, hicri birinci yılda okuma yazma dahi bilmeyen Hz. Peygamberin (a.s.) Medine’de

Hacc Suresi 41

kurduğu kent devlet tarafından ilan edilen elli üç

Maide Suresi 87

maddelik anayasadır.” M. Hamidullah, “İslam Anayasa

H.Ş

Hukuku”, s. 18

2 3 4

132

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


hiçbir mesafe katedemediler. Bireyi devlete karşı

Görüldüğü gibi yaşanan süreç esasta iktidarın

koruyacak mekanizmalar üretemediler. Uzun

paylaşımı ile ilgiliydi. Henüz devletin keyfi

yıllar sultanların/şahların egemenliği altında

gücünü sınırlama ve bireysel haklar ve

hak ve özgürlükleri olmadan, sınırlı hak ve

özgürlükler alanında kayda değer bir çalışma

özgürlüklerle yaşadılar.

yoktu. Zira siyasi iktidara karşı hak sahibi birey,

Batı ise bireyi devlete karşı koruma sorununun çözümü için anayasa fikrini üretti, geliştirdi ve insanlığa hediye etti. Kavram iktidar sahiplerinin ellerindeki güçle topluma ve toplumu oluşturan unsurlara, topluluk ve bireylere karşı keyfi davranış ve uygulamalarına engel olma, yöneteni sınırlama, denetleme ve kurala bağlama arayışlarının bir neticesi olarak ortaya çıktı. Yönetene karşı yönetilenin, devlete karşı bireyin hak/haklar sahibi olduğu fikri geliştikçe de gelişti.

özgür birey (bireysel özgürlük) henüz ortalıkta yoktu. Onlar bu fikre yabancıydılar. Bireye ait özel alan ya tanınmamış ya da küçümsenmişti. Özgürlük katılım demekti, birey devlete karşı sorumlu idi ve bu sorumluluklarını yerine getirmesi en üstün erdem kabul ediliyordu. Hukukun üstünlüğü alanındaki gelişmeler bireyi ya da her bireyi ilgilendirmiyordu. Mesela Roma İmparatorluğu’nda bütün kanunlar hak ve hukuk sahipliği Romalılara aitti. Hukuk üstündü, ama Romalılar içindi ve Romalılar daha üstündü. Geri kalan halklar ise Romalıların isteklerini yerine getirmek zorunda olan hizmetkarlardı/kölelerdi.

Modern Anayasanın Doğuşu

Ne hakları vardı, ne de hukukları.

Bugün insanlığın sahip olduğu siyasal alana ait

Batılı kaynaklarca kabul edilen ilk anayasal

fikirler, modern devlet anlayışları ve devletle

nitelikteki belge ”MAGNA CARTA” (1215

ilgili kavramlar, bu yazının konusu olan anayasa

Büyük Özgürlükler Sözleşmesi )’dır. Bu belge,

kavramı da dahil Batı tarafından üretildi,

toplum güçleri arasında bir paylaşımı, bir

tanımlandı, onun yaşadığı tecrübe ve gelişmeler

denge arayışını, kralın sonsuz olan yetkilerinin,

ışığında şekillendi. Ve doğal olarak onun

din adamları ile halk adına sınırlanmasını ve

sorunlarına, zaaflarına, hassasiyetlerine göre de

kanunlara uygun davranmasını, hukukun

biçim kazandı.

kralın arzu, isteklerinden daha üstün olduğunu

Batı dine ve özellikle de İslam’a karşı sahip olduğu “düşmanlık ruhu” ile Müslümanların tarihe yaptığı katkıyı yok saydı, “yöneteni sınırlama” arayışlarına Müslümanların katkılarını görmedi/görmek istemedi. Hal böyle olunca da Batı, anayasa kavramının köklerini atası bildiği Antik Yunan (Aristo’nun Politeiası)’da aradı. Bunun tek sebebi Aristo’nun hukukun üstünlüğüne yaptığı vurgudur. Hukukun üstünlüğü ilkesine Roma İmparatorluğu’nda iktidarı paylaşım çabaları eklendi. İktidar, konsüller, senato ve halk meclisleri arasında bölündü, İmparator yetkilerini meclisle paylaşmayı ve meclis denetimini kabul etti. Bu süreç feodal toplumun doğuşu ile devam etti. Zira feodal beyler kralın iktidarına ortak oldular. Feodallerle krallar arasında, kralın feodal beyleri korumak ve kollamakla yükümlü olduğu, feodal beylerin ise özellikle askeri alanda hizmet etmeyi taahhüt ettiği bir sözleşme vardı.

kabul etmesini de içeriyordu. Onun önceki dönemlerden farkı ise özgür ve hak sahibi bireyden bahsediyor olmasıydı. Magna Carta’nın 39. Maddesi şu şekildedir; “Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak ya da hapsedilmeyecek ya da mal ile mülkünden yoksun bırakılmayacak ya da kanun dışı ilan edilmeyecek ya da sürgün edilmeyecek ya da hangi biçimde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.” Ancak bu yazılanlar da halkı değil derebeylerini, bir avuç seçkini ilgilendiriyordu. Devletin iktidarını sınırlandırarak yönetimde keyfiliğin önlenmesi süreci küçük adımlarla devam ederken kilise, tarih sahnesine çıktı. Dini otoritesini kullanarak en üstün siyasi otorite oldu. Kralları bile kendine boyun eğdirdi, Avrupa’yı elindeki güç ve yetki ile haksız ve hukuksuzluğun hüküm sürdüğü bir karanlık dönemin içine soktu. Üstelik bu dönemde İnsan/

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

133


birey üzerindeki baskı meşrulaştı. Zira Hıristiyan

Ve bu alandaki gelişmeler yönetenin yönetilen

inancında “insan doğuştan günahkârdı, kötülüğe

tarafından seçildiği demokrasilerle zirveye ulaştı.

meyilliydi ve bu yüzden hareketlerinde serbest bırakılmamalıydı. Davranışları “iyilik” değil, “kötülük” belirlerdi. Siyasi otorite onun hareket alanını kısıtlayarak, onun kötülüğü işlemesine

Anayasa J. Locke’un “hak ve özgürlük sahibi birey” ve Montesquieu’nun “güçler ayrılığı” ilkelerini kendine merkez ve dayanak kılarak

engel olmalıydı.

tarihi yürüyüşüne başladı. Kavramın kullanılması

İşte modern anayasa böylesine sağlıksız bir

Avrupa’da devlet gücünün sınırlanması ve

zeminde, yaşananlara/dayatılana karşı ortaya

denetlenmesi için yollar aranırken ilk kez

konan tepkilerin gelişmesiyle ulaşılan bir sonuç

Amerikalılar 1787’de bu teknikleri anayasa

oldu.

olarak adlandırdılar;8 devletin temel organlarını,

ise daha yakın bir zamanda 18. yy.da başladı.7

Önce dinin hayattaki belirleyiciliğine ve din adamlarının siyasi iktidardaki etkinliğine son verildi. Bireyi yok sayan dini anlayışa karşı bireyi merkeze koyan yaklaşımlar öne çıktı. Liberal düşünceler gelişti ve dinin alternatif olarak kabul gördü. Kilisenin tanrısının yerine, insan/ birey kondu. Onun hakları olduğu, özgür olduğu, onu sınırlayan değer ve bağların olamayacağı kabul edildi. Din ve ahlak bir değer ve bağ olma vasfını kaybetti.

bu organların yetki ve görevlerini düzenleyen bir takım kuralları açıkça tespit edip bir araya getirerek yazılı bir metne dönüştürdüler ve adına da anayasa dediler. ABD Anayasası’nı Fransız İhtilali’nin ürünü olan 1791 Fransız Anayasası izledi.9 Onları 1789 yılında Hollanda Anayasası, 1812 İspanyol Anayasası, 1815 ve 1848 İsviçre Anayasaları, 1830 Belçika Anayasası, 1849 Danimarka Anayasası, 1850 Prusya Anayasası, 1867 Kuzey Almanya Birliği Anayasası takip etti. Amerika Kıtası’nda ise Meksika Anayasası

Dinin yerini alan liberal felsefelerin siyasi alanı belirlemesi, kapitalizm ve burjuvazinin yükselişi ile gerçekleşti. Kiliseden sonra ortaya çıkan iktidar mücadelesinde feodal beyler ve krallar yeni zengin sınıf karşısında tutunamadılar. Yeni zenginler, iktidarda söz/pay sahibi olmak için bu süreci kendi önlerini açacak şekilde yönlendirdiler, yeni iktidar anlayışının liberal yaklaşımların ışığında şekillenmesini sağladılar. Temel değişim, yaklaşım biçiminde oldu: İktidar merkezli yaklaşım yerini birey merkezli yaklaşıma bıraktı. “İnsan hak ve özgürlüklere (başlıca hayat, özgürlük ve mülkiyet hakları) doğal olarak henüz sosyal ve siyasal yapılar oluşmadan önce sahipti. Yönetim doğal haklara riayet etmekle yükümlü ve hatta onları korumak için var olmalıydı.6 Ve sadece riayet

1857’de, Arjantin Anayasası 1860’ta, Brezilya Anayasası 1891’de kabul edildi. Anayasa yapmak 1920’lerden sonra da bütün dünyada yaygınlaştı, varlığı gelişmişlik/çağdaşlık ölçüsü haline getirildiği için modalaştı.10 Bütün bu anayasalarda Amerikan-Fransız Anayasalarının etkisi ile liberal yaklaşım esas alındı. 1917 yılında Rusya’da gerçekleşen “Ekim Devrimi” ile yeni bir anayasal model ortaya çıktı. “Sosyalist anayasal model”. Bu anayasa modelini liberal anayasalardan ayıran temel unsur “merkezi planlama” ve “kamu mülkiyeti”ne dayanan ekonomik sistem tercihleridir. 1918 yılında Sovyetler Birliği’nde Teziç E., Anayasa Hukuku, Beta Yayınları, 1998 s.134

7

Tarihçiler, genel olarak, yönetsel ve politik bütünlüğü

8

sağlayacak bir dil oluşturan ilk anayasanın, 1638

etmek ve korumak değil iktidarın bireysel hak

Connecticut Temel Yönergeleri olduğu konusunda görüş

ve özgürlükleri tehdit etme ve çiğnemesinin

birliği içindedirler. Öte yandan, “anayasa” kelimesinin

önüne geçilmeli, tedbirler alınmalıydı. Bu kaygı

kullanıldığı ilk anayasa ise 1776 tarihli Virginia Anayasası’dır. http://turkish.turkey.usembassy.gov/

karşılığını Montesquieu’nun “kuvvetler ayrılığı” ilkesinde buldu ve bu ilke anayasanın olmazsa olmazları arasına girdi. Bu ilke ile güç ve yetki

media/pdf/anayasallasma.pdf Fransız Devrimi’nden hemen sonra aydınlar tarafından

9

“Anayasa dostları Cemiyeti” (Jakobenler) kuruldu. 1

farklı organlar arasında pay edilerek yasama,

Ekim 1791’den günümüze kadar uzanan bu hareket

yürütme ve yargı erkleri birbirlerinden ayrıldı.

anayasa bilincinin gelişmesine ve bütün dünyaya yayılmasına çalıştı.

John Locke

6

134

M. Erdoğan, Anayasal Demokrasi, shf 8

10

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ilan edilen bu anayasa, Soğuk Savaş yıllarında

devlete hem de çok olana karşı teminat altına

Sovyetler Birliği’nin etki alanına giren Doğu

alan hukuki bir belge olarak anlaşılmaktadır.

Avrupa ülkeleri Anayasalarını etkiledi ve

O tam anlamı ile toplumsal huzurun kendisine

Arnavutluk 1946, Bulgaristan 1947, Romanya

bağlı olduğu bir “toplumsal sözleşme”yi ifade

ve Çekoslovakya 1948, Macaristan 1949 ve

etmektedir.12 O, toplumun/toplumu oluşturan

Polonya 1952 yıllarında art arda anayasalarını

unsurların üzerinde anlaşmaya vardığı, tabi

ilan ettiler.

olmayı kabul ettiği temel ilkeleri ifade eden bir

11

II. Dünya Savaşı sonrasında milletlerarası

hukuki metindir.

alanda insan hakları konusunda önemli

Görüldüğü gibi anayasa kavramı iktidarı

ilerlemeler gerçekleşti. Uluslararası anlaşmalarla

sınırlandırma arayışları ile başladığı yolculuğuna

garanti ve uluslararası kurumlarla da koruma

bireysel hak ve özgürlük alanlarını genişletme

altına alınıp desteklenen “evrensel insan hakları”

ve güçlendirme ile devam etmiş ve birlikte huzur

anayasaların vazgeçilmezleri arasına girdi.

içinde yaşamak için gerekli alt yapıyı kurma

Böylece “liberal anayasal model”, özellikle II.

misyonu üstlenmiştir.

Dünya Savaşı sonrasında, Avrupa’da nihai olarak kabul edilen anayasal model oldu. 20. yüzyılın son çeyreğinde Sosyalist Blok’un çökmesi ile Batı tarzı demokrasileri tercih eden ülkeler bir biri ardına anayasalarını yaparken “liberal

Anayasa bir toplum için olmazsa olmazlar arasındaki yerini almış bulunuyor. Artık iktidarların meşruiyetini anayasa belirliyor. Yapılanlar/yapılacaklar için anayasaya uygunluk

anayasal model”i tercih ettiler.

aranıyor. İnsanlar hak ve özgürlük taleplerini

Anayasanın içeriği de süreçte gelişti. Önceleri

Yönetenlerin sınırlarını aşmaları karşısında

iktidar odaklı bir yaklaşımla iktidarı sınırlayan

halk anayasaya dayanak yaparak karşı çıkıyor,

bir belge olarak kabul edilirken zamanla bireysel

gücünü anayasadan alıyor. Anayasa iktidara çeki

haklar ve özgürlükleri merkez almaya başladı

düzen verirken toplumu belirliyor, yönlendiriyor,

ve bireye genişleyen, çeşitlenen ve güçlenen

sorunları çözüme kavuşturuyor.

özgürlük alanları yaratan, özgürlükleri teminat altına alan bir belge niteliğine büründü. Hak sahibi, özgür birey fikri geliştikçe, haklar arttıkça, özgürlük alanı genişledikçe ve toplumun bütün kesimlerine yaygınlaştıkça da

anayasaya dayandırma ihtiyacı hissediyor.

Anayasanın geçirdiği süreç ve geldiği nokta bize şunları anlatmaktadır: 1. Anayasanın gelişim süreci devam etmektedir. Yarın anayasanın daha farklı

adım adım gelişti.

misyonlar da üstlenmesi ve içerikler kazanması mümkündür.

Yakın zamanlarda ise anayasanın işlevleri arasına toplumsal bütünleşmeyi sağlama işlevi de eklendi. Toplumsal bütünleşme için

2. Anayasanın gelişimi siyasal alandaki gelişmelere, beşerin ufkuna bağlı ve

başlangıçta izlenen yol farklı olanı yok sayma,

paralel bir seyir izlemektedir. Dün insan

güç ve baskı ile farklılığını ortadan kaldırma

için hak olarak kabul edilmeyenler bugün

şeklinde iken; bugün farklılıkların birlikte barış

anayasaların en başında yazmaktadır.

içinde, eşit şartlar ve haklar çerçevesinde

Bireyin hak sahibi kabul edilmesi gibi;

birlikte yaşamasını temin etme şeklindedir.

insanların ırk, renk ve cinsiyet farklılıklarına

Anayasanın yeni misyonu farklı etnik, siyasi

rağmen eşit olması gibi, yönetimin bir

ve dini kimlik sahiplerinin birlikte huzur içinde

hizmet makamına dönüşmesi gibi.

yaşamalarını temin etmektir. Artık anayasa kavramı devlet iktidarını sınırlayan, devletin örgüt yapısını da gösteren, kişisel özgürlükleri

3. Anayasalar bir dönemin anlayışını, ufkunu ve tecrübe birikimlerini yansıtırlar. Her

güvence altına alan, farklılıklarına rağmen

anayasa kendi zamanının ve toplumun

bireyin, azınlıkların, hak ve hukukunu hem http://www.anayasaplatformu.net/s/anayasa-nedir-ne-

11

degildir

ihtiyaçları ve şartları ile sınırlıdır. İhtiyaç http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.

12

aspx?mid=344&makale=Anayasa Hukuku ve Gerçekliği

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

135


ve anlayışların değişmesi ile değişmeleri,

bağımsız ele alınamaz. Doğru ellerde, doğru

kendilerini yenilemeleri kaçınılmazdır. Bir

bir içerikle insanlık ve toplum adına hayırlar

döneme ait tanımlar ve çözümler başka

ortaya çıkarken; yanlış ellerde ise sadece

bir dönemdeki sorunlarının çözümünde

yıkıcı sonuçlar ve mağduriyetler ortaya çıkar

yetersiz kalabilir. Ya da ortaya çıkan yeni

doğal olarak. Nitekim anayasa kavramındaki

sorunlar için yeni çözümler gerekebilir,

gelişmelerin hak ve özgürlük alanındaki

problem eski bile olsa yeni ve daha etkili

kazanımlara katkısı ortadadır. Kavramın halklar

bir çözüm bulunabilir.

nezdinde kazandığı itibar ve gördüğü ilginin

4. Anayasalar değişmez kutsal metinler değildir. Değişmezlik belli maddeler

sebebi de budur. Ve bu kazanımların artması da mümkündür.

için bile kabul edilse sorunlar ortaya

Ne yazık ki kavramın halklar nezdinde gördüğü

çıkaracaktır. Değişen ve başkalaşan

itibar emperyal niyetlerle hareket edenler

ihtiyaçları, sorunları, değişmeyen kurallar

tarafından bir fırsat olarak görüldü ve onlar

karşılayamaz. Bu 3 yaşındaki bir çocuğu

tarafından dünyayı dizayn etme çabalarında

13 yaşında da aynı elbisenin içine sokmaya

kullanılan bir silaha dönüştü. Hedef toplumlarda

benzer ki bu mümkün değildir. Ya elbise

varoluş gerekçesi hilafına roller üstlendi. Hak

patlar ya da çocuk elbiseyi giyince hareket

ve özgürlükleri geliştirmesi gerekirken kısıtlama

edemez hale gelir.

işlevi gören, hukuku üstün kılıp iktidarları

5. Anayasalar toplumdan topluma da değişkenlik gösterir. Her toplumun anayasası öncelikle kendisi içindir, diğer toplumlara ya dar gelir ya da bol ki, bu ikisi de farklı sorunlar doğurur. Toplumlar birbirlerinin anayasasından ancak yararlanabilir.

sınırlandırması gerekirken, iktidarın her türlüsünü (seçileni, darbeciyi, zalimi, diktatörü) meşrulaştıran ve muhalefeti sınırlandıran bir metne dönüştü. Sorunlu devlet yapılarının oluşmasına, sorunlu toplumlar inşa edilmesine hizmet etti. Bir anayasa ile sorunların çözüleceğini bekleyenler hayal kırıklığına uğradılar.

Anayasa İhraç Çalışmaları

Bir kere anayasa, Batı’nın geçirdiği tecrübelerin, fikri, siyasi ve ekonomik gelişmelerin bir

Anayasa kavramı, insanın hak ve özgürlükler

sonucudur. Onun altında burjuva sınıfının elde

sahibi bir birey olarak kabul edilmesine, hak

ettiği gücü ve oluşturduğu kapitalist sistemi

sahibi değilken hak sahibi, söz sahibi değilken

iktidara karşı koruma güdüsü yatmaktadır. Ve bu

söz sahibi olmasına katkı yaptı. Cinsiyet,

sonuçlar Batı’ya hastır, başka toplumlara uymaz.

milliyet, renk ve din merkezli yaklaşımların ortaya çıkardığı ayrımcılığın sona ermesine, siyahların beyazlarla, kadınların erkeklerle aynı haklara sahip olmasına, insanın eşitliği ilkesine hizmet etti. İnsanın insan olması sebebi ile onur, hak ve özgürlük sahibi olması kabul edilen bir değere dönüştü. Kolay olmadı şüphesiz. Her hakkın ya da özgürlüğün kazanımı ancak uzun uğraşlardan sonra, adım adım gerçekleşti. Netice de bireyin hak sahibi olması ve iktidarların meşruiyeti için hukukun temel

İkincisi, Batı anayasa ihracında art niyet sahibidir. Amaç hak ve hukuk götürmek değil terbiye etmek, hizaya sokmak, sömürülebilir hale getirmektir. Nitekim O, söz sahibi olduğu ülkelerin coğrafi sınırlarını belirlediği gibi anayasalarını da belirlemeye, onlar için neyin iyi ve gerekli olduğuna karar vermeye kalkıştı. Bizzat yaparak13 ya da model olarak/ Amerikan sömürgeciliği, yüzyılın dönümünde, daha

13

geniş anayasallaşma hareketlerine yol açtı. Küba,

bir şart haline gelmesi anayasadaki gelişmelere

Panama ve Filipinler Amerikan tarzı ulusal anayasalar

paralel gerçekleşti.

yaptılar. Aynı sömürgecilik, Donanma Bakan Yardımcısı

Ancak bir kavram ne kadar iyi/doğru

Birinci Dünya Savaşı öncesi Haiti anayasasına da yol

Franklin D.Roosevelt tarafından yazılan metniyle,

misyon üstlense de sahip olduğu içerik ve onu kullananların/yapanların niyetlerinden

136

açtı… İkinci Dünya Savaşı’nın sonra ermesiyle birlikte, Amerikan etkisi, Batı Almanya ve Japonya’daki yeni temel yasaların hazırlıklarına da egemen olmuştur.”

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


önererek anayasa ihraç etti.14 Ve tabii ki yapılan

bakılmaksızın toplumlara giydirilmeye kalkışıldı.

anayasalarla, toplumun huzur ve barışı bulması

Ve tabi ki bunun sonuçlarını da Batı değil o

değil sorunlara boğulması ve sömürüye açık

toplumdakiler yaşadılar ve hala da yaşamaya

hale gelmesi amaçlandı. Batı’yı insan hakları

devam ediyorlar.

ve özgürlük alanındaki kazanımlar değil, ne olursa ve nasıl olursa sömürü çarkının işlemesi ilgilendirdi. Anayasalar, halkları terbiye ederek, menfaatlerini temsil eden iktidarları ayakta tutarak sömürü çarkının sürekliliğini sağlamak için yapıldı.

Özgür iradeleri ile kendi anayasalarını yapana kadar da, anayasa bir sorun olmaya ve sorunlar üretmeye devam edecek. - BİTTİ -

18 yy dan itibaren Batı tarafından önerilen anayasalar, milliyetçilik ideolojisinin gölgesinde oluşan faşizan anayasalardır. Bu dönemde bağımsızlık kazanan bütün devletler ulus-devlet, yazılan bütün anayasalarında faşizan bir nitelik taşıdılar. Milliyetçilik bir kimliğin öne çıkarak diğerlerinin yok sayılmasıdır. Bu halkların kardeşliğine, toplumların birlik ve bütünlüğüne ve birlikte yaşama imkanına indirilen esaslı bir darbe oldu. Onunla, bir yandan toplumların bölünüp yutması kolay parçalar haline gelmesi (Osmanlı’da olduğu gibi) öte yandan yeni sorunlar oluşması ve sorunların kangrene dönüşmesi sağlandı. Batı, güce sahip olur olmaz toplumların iradelerine ipotek koymaya ve kendine mahkum ve mecbur bırakmaya kalkıştı. Başarılı da oldu ki, kendi başlarına ayakta durma inançları kalmayan toplumlar anayasalarını da Batı’dan devşirdiler. Aslında bir anayasanın gerekli olduğuna da kendileri karar vermediler, esen rüzgara kapıldılar. Bir anayasa olması gerektiğine ikna edildiler. Yapılan anayasalar da toplumun ihtiyaçlarından, yapısından özelliklerinden hareketle gerçekleşmedi. Ölçü alınmaksızın dikilen elbisenin giydirilmeye çalışılması gibi bir yerlerde birileri tarafından hazırlanan anayasalar, dar veya bol oluşuna http://turkish.turkey.usembassy.gov/media/pdf/ anayasallasma.pdf Mesela Alman ve Japon anayasaları Amerikan işgal kuvvetlerinin gözetim ve denetiminde, dayatma altında yapılmıştır. ABD ANAYASASI, Amerika’nın en önemli ihracatıdır.

14

Yürürlüğe girdiği ilk günlerden bu yana, bu anayasanın etkisi bütün dünyada hissedilmektedir… Thomas Jefferson, Anayasa’yı, kalıcı bir anıt ve diğer insanlar için kalıcı bir örnek gözüyle görüyordu. http://turkish. turkey.usembassy.gov/media/pdf/anayasallasma.pdf

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

137


Kitap Değerlendirmesi

Kuvveden Fiile: İslami Söylemde Kuvvetin Hakikatini İdrak Asım ÖZ “Düşünce için güç, hareket için güç, hayat için

dış gücü/maddi dünyanın gerekliliklerini dışlayan

güç oluşturunuz. Hatta başkalarıyla yardımlaşmak

ve iç kuvvetin önemini vurgulayan dinamizmden

istesek bile başkalarıyla olan yardımlaşmalarımız

ve dirilikten uzak varsayımlar tarafından

güçlünün güçlüyle olan yardımlaşması biçiminde

belirlenen bu tartışmaların genel seyri aynı

olmalıdır. Çünkü sizler güçlünün zayıfla

zamanda Müslüman bilincin bölünmüşlüğünün

yardımlaşmasının ne anlama geldiğini biliyorsunuz.

de neticesidir aslında. Bu noktada düşünürlerin

Bu; ancak güçlünün zayıf üzerinde hâkimiyet

güç veya kuvvet meselesini nasıl ele aldıklarını

kurma kanunu gerçekleştirmek olur.”

karşılaştırmalı araştırmaların gündemine dâhil

Muhammed Hüseyin Fadlallah

sağlayacaktır. Tabii şunu da eklemeden

“Akıl; kavramak, idare etmek, düzenlemek ve

geçmemek gerekir: Kuvvet meselesinin

ayarlamaya çalışırken; idrak muayene eder,

düşünülme biçimini ele almak istediğimizde,

zihinde tutar, merak eder, teorize eder, eleştirir

bu düşüncelerin çoğu zaman genel olduğunu,

ve hayal eder. Akıl bir durumun halihazırdaki

düşünürlerin ise bu mevzuda metodik bir

manasını kavrar ve onu değerlendirir. İdrak ise

yönelim içine girmediklerini dolayısıyla

değerlendirmeleri değerlendirir ve durumun bir

ayrıntılarına inemediklerini de görürüz.

bütün olarak anlamlarını arar.”

Yapaylığa kaçmayan bir vakarın, yaltaklanmaya Richard Hosfstadter

Ne yandan bakılırsa bakılsın çağdaş Müslüman düşüncenin durumuna dair kültürel külliyatta veya güncel tartışmalar içerisinde güç ve kuvvet meselesi önemli bir yer tutmaktadır. Daha çok

138

etmek, pek çok noktanın anlaşılır olmasını

benzemeyen bir tevazuunun, uydurmaya dönüşmeyen bir esnekliğin ve açıklığın örneği olan Muhammed Hüseyin Fadlallah (19362010) son derece kültürlü, zeki, çok iyi bir okuyucu olmasının yanında, hem bölgesel

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


hem de dünyanın genel meseleleri etrafında

olsaydı, mutlaka bir hazırlık yaparlardı”(Tevbe,

bütün ayrıntılarına varıncaya kadar yerinde ve

9/46) çerçevesinde de düşünebiliriz. Öyle ya,

zamanında irdeleyen çok titiz bir araştırmacıdır.

bir şey yapmak isteyen insan, öncelikle bu işi

İnsan hayatını ilgilendiren herhangi bir alanda

gerçekleştirecek vasıtaları hazırlamaya çalışır.

gerekli bilgiye ve kültüre sahip oluşundan dolayı

Zira yapmak istediği şey için lazım olan ilmi

Mısırlı Muhammed Hasaneyn Heykel onun kişiliği

donanımı ve ardından bunun gerektirdiği araçları

için “Lenin’den çok daha üstün ve sistematik bir

hazırlamayan kişiler, bu tutumlarından dolayı

siyasal akla/düşünceye sahip olduğu” kanaatini

suçlanırlar. Fadlallah bu meselenin temellerine

belirtir. Fadlallah’ın olaylar ve olgularla ilgili

inerek Müslüman dünyanın aciz kaldığı noktalara

bütün ayrıntıları etraflıca kavrayan ve bu olay ve

nüfuz etmeye çalışır. Sorunun sadece samimiyet

olgulara karşı ortaya konulacak olan tedbirleri

ve iman eksikliğinden kaynaklanan bir sorun

son derece iyi bilmesinden dolayı çağdaş

olmadığını gerçekçi analizleriyle çözümler.

Müslüman siyasi düşüncenin önemli isimlerinden

Fadlallah’ın kuvvet teorisi, alternatif bir devrimci

birisi olarak kabul edilmesi gerekmektedir.

düşünce yapısı üretmeye ve kuvvet hakkındaki

Müslüman düşünce ister klasik dönemde

hakim fikirlerle hesaplaşmaya dayanır. Günümüz

olsun isterse günümüzde olsun Müslümanların

şartlarına ışık tutacak şekilde kuvvete ilişkin

kainat, insan ve hayatla ilgili genel kavramları

düşünceyi, bugünkü tarihî şartların farkında

dikkate alan ayrıntılı yaklaşımlar bağlamında

olarak sağlam biçimde kurmaya çalışır.

temel kaynak ve ilkelerden hareketle ortaya koydukları düşünsel çabaların genel adı olarak tanımlanabilir. Burada şuna özellikle dikkat edilmesi gerekliliği vardır: Müslüman düşünce bizatihi İslami hakikat olmayıp İlahi Kelam’ın ışığında ortaya konan insani düşüncelerdir. Bundan dolayı ister klasik dönemde isterse günümüzde olsun Müslüman düşünürler herhangi bir konuda fikirlerini belirttiklerinde, bazen doğruyu yakalayabilirler bazen de yanılabilirler. Bu yüzden İslami düşünce

Günümüz Müslüman dünyasına, kuvvetin bütünlüklü olarak kavranmasını gerektiğini açıkça hatırlatan bu kitabın kendisinden üç yıl sonra yayımlanan Cevdet Said’in Güç, İrade, Eylem (1979) kitabı üzerinde bile ciddi bir etkisinin olduğu ifade edilebilir. Cevdet Said, kitabında maddi ve akli güçler olmak üzere ikili bir güç tasnifi yapar. İçinde yaşadığımız şartlarda Müslüman dünyanın tek sorununun ilmi güç noksanlığı olduğu üzerinde durarak,

kavramının kullanımı doğru bir yaklaşım değildir.

akli güçlerle Müslüman dünyanın sahip olduğu

Bu çalışma, Türkçeye pek çok kitabı tercüme

sağlayacak yasaların bilinmesine yoğunlaşır.

edilen bir âlimin, Muhammed Hüseyin

Güç konusunu hakkıyla anlatmayı deneyen

Fadlallah’ın eylemin yerine getirilebilme imkanı

Said’in güç elde etme girişiminde bulunma

ve gücü olarak kuvvet teorisini, hem içsel

düşüncesini dile getirmesi, aynı zamanda

kuvvet olarak iman hem de ekonomik ve siyasi

Müslüman dünyanın zayıflığının giderilmesine

güç çerçevesinde ele alma niyetiyle yola çıkıyor.

dönük bir çıkış önerisidir. Fadlallah, kuvveti

Meşhur bir kuraldır: “Eğer bir meseleyi enine

İslami düşünüş dışında bırakan yahut Müslüman

boyuna bütün ayrıntılarıyla ifade edebiliyorsanız,

olmayı zayıflık biçiminde değerlendiren

bu meseleyi belli ölçüde biliyorsunuz demektir.”

yaklaşımları radikal biçimde eleştirir. Böylelikle,

Bu kuraldan hareketle şunu diyebiliriz:

iman ve amel temelinde kuvvet meselesini

Fadlallah’ın kaleme aldığı İslam ve Kuvvetin

düşünmeyi gerçekleştirir. Onun kuvvet

Mantığı (1976) kitabı kuvvetin neleri içerdiğini

teorisi, iman eden insanın varlığının güçle

akıl ve kainat yasaları yani sünnetullah

yeniden buluşmasını ve bu ikisini bir arada

çerçevesinde gayet açık ve bütünlüklü biçimde

düşünebilmeyi sağlayacak temel ölçütleri fark

ortaya koymaktadır. Bu kitabın ele aldığı sorun,

etmeyi mümkün kılar. Hepsinden önemlisi,

Müslüman dünyada derinlemesine kök salmış

Fadlallah, kuvvet teorisinde, kaybedilmiş olan

bir sorun olduğu için gündeme alınıp uzun

temel esasları gözler önüne serer. Bundan dolayı

uzadıya tartışılması gerekmektedir. Kitabın

kuvvet meselesini Muhammed Hüseyin Fadlallah

yazılış düşüncesini “Cihada gitmek niyetleri

dolayımında düşünmek, önemli noktalara işaret

maddi imkânların faaliyete geçirilmesini

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

139


etmesi bakımından, daha da önemlisi, bizzat

ölümünün ardından kurtuluş teolojisinin

kuvvet meselesinin anlamanın kaymaya uğramış

en önde gelen ismi olduğunun altını çizerek

yönlerine birer mim koymak olacağından da

Bayat’tan farklı bir yaklaşım ortaya koymaktadır.

gereklilik arz etmektedir. İslam’ın kuvvet olgusu

Bilgi analizlerini soyut ve alâkasız bir dogmaya

için öngördüğü hedefleri hem negatif çizgisiyle

hasretmeyip, bilâkis hem makul hem de

hem de pozitif çizgisi ile ele alan bir yöntem

devrimci bir dinî entelektüellik şekli sunmakta

takip eden Fadlallah’ın kuvvet teorisinde sadece

sebat eden Fadlallah, var olan olumsuz şartları

doktrin yahut kural değil, canlı ve dinamik

sökmeye başlamak için bilinçlendirmenin

bir tecrübe esastır. Yani onun kuvvet teorisi,

gerekli olduğunu düşünür. Sanırım Bayat’ın

kuvvet meselesinde yanlışları doğrultma, tahrif

burada iki noktada açmazı var: Dini olan ile

edilenleri değerlendirip düzeltmek için eleştirme

dünyevi olan arasında kesin bir ayrım yapmış

ve değerlendirme eylemidir.

olması ile zayıflık durumuna bizatihi anlam

İslam’ın, düşünce ve davet bağlamında insanla ilgili alanların tümüne egemen olması biçiminde tanımlayabileceğimiz İslamcılığın umut ilkesi çerçevesinde düşünüldüğünde; Fadlallah’ın genel olarak Müslümanların başka ülkelerin ve uygarlıkların boyunduruğundan kurtulma, ekonomik geri kalmışlık ve ezilmişlik psikozundan çıkarak kendine özgü değerler sitemini yeniden düşünmek suretiyle tekrar yeterli bir güç potansiyeline sahip olma, kendine ait temel ilkelerden ve düşünsel yöntemlerden hareket ederek kendi uygarlık dünyasının olumlu yönleriyle yeniden tanışmayı

yüklemesinden kaynaklanır bu açmazlar. Bu ayrımları yapabilmiş olsa kurtuluş teolojisini oldukça dar manada anlamlandırmazdı. Hizbullah’ın entelektüel lideri olarak Fadlallah, Müslümanların Lübnan’da maruz kaldıkları son derece ıstırap veren şartlara karşı kurtuluş teolojisini geliştirmiştir. Ezilenleri kuşatan objektif, sosyal, ekonomik, politik ve kültürel şartlarla ilgili yaptığı okumalara ve kendi Kur’an anlayışına dayandıran Fadlallah’ın kurtuluş teolojini aşan boyutlarının olduğunun da farkında olunması gerekir.

gerçekleştirdiklerinde ve buna uygun bir siyasal

Kur’an ve Kuvvet

sistemin kurulması konusunda yegâne umut

Müslümanlar dünyaya egemen olma vasfını

kaynağı olarak kendini ortaya koyan İslamcılığın kuvvet meselesini doğrudan doğruya gündemine taşımış olması son derece önemlidir. Fadlallah’ın hem kuvvet teorisi bağlamında ifade ettiği tezleri hem de Lübnan örneğinde ortaya koymuş olduğu mücadele örnekliğinin ötesine yaymış olduğu fikriyatının anlamlandırılmasında farklılıklar söz konusudur. Sözgelimi, Asaf Bayat Ortadoğu’da Maduniyet (2006) kitabında genel olarak İslamcı hareketlerin kurtuluş teolojisinden farklı olduğunu göstermeye çalışır. Bayat’a göre kurtuluş teolojisinin temel stratejik amacı yoksulun özgürleşimi olduğundan dini metinler bu çerçevede yeniden yorumlanmıştır. Fakat İslamcı hareketler, genellikle sadece ezilenlerden daha geniş toplumsal ve siyasal amaçlara sahip olduğundan seküler hedefler sadece en yüce amaç olan İslami düzenin kuruluşundan sonra gündeme alınır. Bayat’ın aksine Muhammed İbrahim Abu Rabi, İslami Hareketlerin Entelektüeller Kökenleri (1998)’nde Fadlallah’ın Muhammed Bakır es-Sadr’ın 1979’daki

140

yitirdikten sonra başkalarının tehdit ve saldırılarıyla yüz yüze kaldılar. Fadlallah’ın, Müslümanları onur kırıcı duruma düşüren zayıflık psikolojisinden sömürgeciliğe değin bir dizi olumsuzluğu en önemlisi de aşağılık kompleksini bertaraf etme noktasında yoğunlaştığı söylenebilir. Hiç kuşkusuz kuvvet üzerine düşünme ameliyesi kaba saba bir yığın yahut donuk bir kalıptan ibaret değildir; aksine etkin, hareketli ve sonuç verebilecek dinamik bir bakışa sahip olan Fadlallah’ın kuvvetin bütünselliğine yönelik olarak Kur’an’ın direktif ve işaretleri aracılığı ile bazı belirtilerini ve temel unsurlarını somut olarak tespit etmeye çalıştığı hemen fark edilir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kur’an Fadlallah’ın İslami güç teorisinde yararlandığı birinci metindir. Bir başka deyişle, kuvvet teorisi aynı zamanda bir tür tefsir çalışmasıdır. Müslümanlığın kurucu metniyle olan doğrudan ilişki onun yaklaşımlarının ayırt edici özelliğidir. Kur’an’da kuvvet konusuyla ilgili ayetleri çözümlerken aynı zamanda bu

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ayetlerin içinde bulunduğu özgün şartlarda

yıllarda İhvan-ı Müslimin örneği üzerinden

onunla nasıl konuştuğunu da görebiliriz.

eleştiren Fadlallah’ın güç teorisinin bu boyutları

Kimi zaman kıssalardan günümüze kadar

bugün hâlâ güncelliğini korumaktadır: “Bizim

tarihsel tecrübelere teferruatlı bir inceleme

hakkımızda çeşitli emeller besleyen ve birçok

sunulur. Yetmişli yılların sonunda Lübnan’da

hedefi de bizim hedeflerimizden farklı olan güç

düşmanı korkutacak, caydıracak büyük bir

odaklarına güvenip dayanmak; bizi, onların

güç yahut denk bir güç toplamak suretiyle

hedeflerinin gerçekleşmesi bağlamında kolay

saldırmasının önüne geçme düşüncesi, kuvvet

lokmalara dönüştürür. Ve biz hiçbir zaman kendi

teorisinin geliştiği somut şartları anlamak

hedeflerimize ulaşamayız. Daha doğrusu, onların

bakımından önemlidir. İslâm’ın, kendisine karşı

büyük ve ezici güçleri karşısında, hedeflerimizi

hayat ve inanç sistemi bazında savaş açmış

büsbütün yitiririz. Bu yüzden, bu tür durumlar

düşmanlardan korunmayı öngören güç olgusu

karşısında uyanık olmak zorundayız. Üstelik

her türlü ütopik hedeften uzak reel bir güç

hayatın pratiği böylesi işbirliklerini de zorunlu

oluşturması mesajı önde tutularak şu ayet

kılmamaktadır. Çünkü zayıfların güçlülerle

üzerinden temellendirilir: “Onlara karşı gücünüz

işbirliği yapmaları, çoğu zaman, antlaşma ve

yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp

ittifaklar adı altında zayıfların güçlüler tarafından

beslenen atlar hazırlayın. Bununla Allah’ın

kendi emelleri uğrunda kullanılmaları ile

düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka

sonuçlanır.” Kuvvet meselesini İhvan-ı Müslimin’i

sizin bilmediğiniz ve Allah ‘m bildiği (düşman)

yöntemsel olarak eleştirdiği yerlerde de

kimseleri korkutursunuz.” (Enfal, 8/60) Bütün

gündeme getiren Fadlallah, Hasan el-Benna’yı

enerjisini mevcut tüm imkânları kullanarak bir

eleştirdiği gibi Seyyid Kutub’u da eleştirir.

güç teorisi ve pratiği oluşturmaya harcayan

Kutub’un en önemli eseri Yoldaki İşaretler’de

Fadlallah, gücü sadece silahla sınırlandırmaz.

geniş boyutlu birtakım genel kavramları ele

Hayatın akışı içinde farklı güç alanları arasında

almanın ötesine geçemediğini, eserde Müslüman

birlikteliğin gerekliliği üzerine yoğunlaşarak

dünyanın karşı karşıya bulunduğu büyük

şunları ifade eder: “Konumunu güçlendirecek

saldırılar karşısında İslam’ın etkinlik göstereceği

ve hareket özgürlüğünü garanti edecek siyasal

ilmi temellere dayanan metodik bir düşüncenin

gücün bulunmuyorsa silahın tek başına bir

teşekkül etmediğini belirtir. Sahip oldukları

anlamı yoktur. Yine ekonomik gücün yoksa

gücü, zayıfları ezmek için kullanan zorba

tek başına siyaset de bir anlam ifade etmez.

yöneticilerin hallerini anlatan Kur’an ayetleri de

Ekonomik güç, birçok grubun, savaşın seyrini

hemen bütün boyutlarıyla çalışmada ele alınır.

değiştirecek şekilde müdahale etmesine imkân vermektedir.” İnanç ve hayatla ilgili hedefleri korumaya yönelik geliştirilen güç isteği, bu hedefleri ortadan kaldırmayı amaçlayanlardan güç edinmeye kalkışmak gibi bir çelişkiyi de beraberinde getirmemelidir. Kimi halkların kötü yönetimden ya da emperyalist bir güçten kurtulmak için başka bir emperyalist güçle işbirliğine girmeleri meselesi etrafında konuyu irdeleyen Fadlallah, bu noktada Arapların Osmanlı’nın kimi İslâm dışı uygulamalarından kaynaklanan zulüm yönetiminden kurtulmak için İngilizlerle işbirliği yapmış olmalarını eleştirmektedir. Hedefe engel teşkil eden bu işbirliği bir süre sonra İngiltere’nin veya Fransa’nın Arap bölgelerine egemen olmalarını beraberinde getirmiştir. İşbirliğini denk kılacak güçten yoksun siyasal yapıların ve cemaatlerin ittifak arayışlarını yetmişli

Zayıfların ezilmişlik ve yenilmişlik hislerini, kendilerini efendilerinin gönüllü ve içten gelen bir itaat şeklinde duyumsamalarının oluşturduğu sömürge bilinci noktasında yapmış olduğu analizler, temelde Kur’an’a, son Allah elçisinden aktarılan rivayetlere ve Şiiliğin önemli tarihsel figürlerine dayanmış olsa da çağdaşı olan Frantz Fanon’dan yahut aynı ölçüde Paulo Freire’den izler de taşımakta oluşu, Fadlallah’ın gerçekçi bilincinin etkileşim içinde olduğu eser ve kişiliklere dair bir fikir vermesi bakımından kayda değerdir. İslam’ın sosyalleşmesinde ve siyasallaşmasında belirgin bir tesiri olan Fadlallah’ın bu geniş birikimi hakkında İbrahim Abu Rabi’nin yapmış olduğu şu tespit oldukça önemlidir: “Fadlallah; Humeyni, Muntazari, Şeriati, el-Benna ve Seyyid Kutub’un fikirleri kadar Fanon, Freire ve hatta Marks’tan da

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

141


etkilenmiştir. Kutub sonrası dönemin bir

düzleme oturtarak ele alıyorlar. Bu algılama

fikir adamı olan Fadlullah, İslâm dünyasının

o kadar ileri düzeylere varır ki, İslamcılığın

karşılaştığı kimi çağdaş meselelere ilişkin olarak

doğuşundan yetmişli yıllara kadar bir biçimde

Kutub’un pek çok düşüncesini geliştirmiştir.”

gündem oluşturan kuvvet hazırlama düşüncesi eklektiklik olarak değerlendirildiği için gitgide

Kuramsal Meditasyonun Ötesi: Kuvvetin Bütünselliği

yadsınır. Bundan dolayı kuvvet meselesinin bu algılanma biçiminin değerli olup olmadığı üzerinde özellikle durulmalıdır. Zayıflığa dayalı

Ufukları bulanıklıktan arındıran, gücün dizginini

hayatın çökmeye başlayacağı, gerileyeceği ve

elinde tutan İslâmî bir kişilik yetiştirmeyi

sonunda çözüleceği muhakkaktır. İnsanların

önceleyen Fadlallah, İslamcılığı fikir ve hareket

enerjileri azalınca insan dar bir çerçevede

olarak algılar. İnsanı zayıf, aciz gösteren Kur’an

donmaya başlar. Zayıflar veya ezilmişler,

ayetlerinin muradının ne olduğu üzerinde

ancak kuvvet sağlayıcı etkenlere sahip olmaya

durarak özellikle materyalistlerin düşünsel

başladıklarında kendilerinden söz ettirebilirler.

mirası ile eleştirel bir hesaplaşma içerisine

Buna karşın genel olarak düşünce diye öne

girer. Kuvveti düşünmek, yalnızca onun

sürülen yaklaşımlarda yüzeyselliğin neticesi

birincil kavramsal kıyılarına dönmeyi değil,

olarak görebileceğimiz, geçip giden görkemli

bu mefhuma has eksik bakışın muğlaklıklar

maziye ve artık izi kalmamış eski güç ve

denizinden de geçmeyi gerekli kılar. Öncelikle

kudretin yasını tutmak baskındır.

sadece iç kuvvetten değil dış kuvvetten de söz etmekle önemli bir farklılığı belirginleştirir Fadlallah. Kuvveti tarif etme noktasında ortaya koymuş olduğu bütünsellik iç kuvvet ile dış kuvvet arasındaki gerilimi silmek anlamına da gelmektedir. Kuvvete duyulan ihtiyaç, ayakları yere sağlam basan, hem kendisinin, hem de hayatın dizginlerini ellerinde tuttuğu hissini veren bir kişilik oluşturmaya duyulan ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Tabii kuvvet mantığına odaklanıldığında İslam’ın önemsediği kuvvetin nasıl bir kuvvet olduğu meselesi üzerinde de durulması gerekir. Her şeyi mubah gören kuvvet telakkilerinden dolayı olumsuzlanan kuvveti bağışlama, af, sabır gibi iç kuvvet göstergeleri ile birlikte düşünür. Kuvvet meselesini sadece maddi kuvvet çerçevesinde değil; İslami varoluşun süreklilik ve sağlamlık yeteneğinde etkin bir rol oynayan tüm olguları içeren genel bir mesele olarak ele almıştır. Çünkü sadece maddi güce dayanan bir kuvvet anlayışı sorunlara çözüm bulamaz. Neden kuvvet meselesi üzerinde durulması

Çağdaş düşünürlerin çoğunda gördüğümüz değişen toplumsal ve tarihsel şartları hesaba katmayan “kuramsal meditasyon” çalışmalarının yansıması olan yeryüzündeki ayetlerin yadsınması düşüncesiyle de yüzleşen Fadlallah, kuvvet oluşturmaya duyulan ihtiyacın aynı zamanda, yeryüzünde, gökyüzünde ve denizlerde saklı bulunan enerji kaynaklarını verimli hale getirmeyi, insanlığın hizmetine ve hayrına sunmayı amaçlayan hayatın da ihtiyacı olduğunu düşünmektedir. Bilim gücüne, maddî güç kaynaklarına egemen olmayı sağlayacak teknoloji gücüne sahip olunmadığında, düşler kurup da bu düşlerini bir türlü gerçekleştiremeyen hayalperestler gibi, bunları uzaktan seyretmekle yetinileceğinin farkındadır. İçinde bulunulan duruma göre güç hazırlanmadığında, yeni ortaya çıkan sorunlara çözümler üretilemediğinde, inanılan temel değerler rakipleri karşısında kaçınılmaz olarak gerileyecektir. İşlevsel önemdeki bu farkındalığın açıklıkla belirlenebildiğini söylemek mümkündür. Bunda Fadlallah’ın

gerekir? Bu konu Müslümanların çağdaş

daha çok Hizbullah düzleminde Lübnan–İsrail

dönemdeki sorunlarını kavrayıp çözüm üretme

hattında meydana gelen çatışmalar ekseninde

sürecinde nasıl bir katkı sunar? Müslüman

hatırlanmış olmasının da bariz bir etkisi söz

aydınların genel yargısını eleştirme hedefine

konusudur. Bu sınırlı hatırlayış sözü edilen

dönük olarak bu konunun üzerinde durulması

düşüncelerin gerektiği ölçüde algılanamamasını

gerekmektedir. Çünkü bu isimlerin çoğunluğu

da beraberinde getirmiştir. Bütün bu

kuvvet meselesini Heideggerci zayıf düşünce

yaklaşımlardan hareketle Fadlallah’ın kuvvete

142

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ilişkin yeni bir perspektifi sunduğu açıktır.

Gerçekliği Kavramanın Gerekliliği

Devlet otoritesini anarşiden daha iyi veya

İslam’ın başka din ve ideolojilerle giriştiği

kötülük olarak daha az zararlı bulmasıyla Sünni

üstünlük mücadelesinin aynı zamanda bir

siyaset teorisine yakınlığı bulunan Fadlallah,

hâkimiyet meselesi olduğunu düşünen Fadlallah

Müslümanların vahdetlerinin bir kuvvet

hangi düşüncenin daha doğru, vakıada daha

olduğunu söyleyerek Müslümanların nübüvvete

etkili ve hayatta daha kapsamlı olduğunun

inanmada, Kur’an’a inanmada, ahiret gününe

mücadele sürecinde ortaya çıkacağının farkında

inanmada ittifak etmesinden oluşan esasların

olmak gerektiğini ifade eder. İkinci olarak,

Müslümanları tek kuvvet yaptığını da belirtir.

İslam’ın gerçeklik içindeki güç kaynaklarını

İhvan’ın Mısır’da bir gücünün olmadığını,

ortaya çıkarmaya çalışır. Bu bağlamda

ortamlarının siyasi bir ortam olmaktan çok

İslam’ın kendine ait özellikleri, Müslüman

kültürel bir ortam olduğunu, bundan dolayı

bireyin bilincinde İslam’ı özümsemesi İslam’a

da gittikçe güç kaybettiğini belirtmesi de

mensup oluşunun biçimi, din-mezhep ilişkisinin

kuvvet meselesine bakışının siyasi olduğunun

niteliğine bakışı ve bunun farklı mezheplere

göstergesi olarak okunabilir. Soğuk savaşın

bağlı Müslümanların ilişkilerine olumlu-olumsuz

sona ermesinin ardından ABD’nin tek güç oluşu

nasıl yansıdığını ele alır. İçtihat farklılıklarından

üzerinde durarak gerçekçi bir kuvvet analizi

dünya sisteminin Müslümanlar üzerindeki

yapar: İki türlü gerçeklik arasındaki ayrımı

etkilerine değin Müslümanların kuvveti üzerinde

ciddiyetle düşünmeyi önerir: Birinci gerçeklik,

duran Fadlallah, güç ve zayıflık olgularını

dünya güç dengelerinin daha güçlünün

düşüncenin öznel karakterinde saklı olan şeyler

çıkarına olacak şekilde feragat etmeyi zorunlu

olmayıp uygun atmosfere bağımlı olan olgular

kıldığı ve asli tavırlarımızdan vazgeçmemizi

olarak ele alır. Onun bu noktadaki yaklaşımı

gerektiren gerçekçiliktir. İkinci gerçeklik ise,

Malik Bin Nebi’nin medeniyetin oluşumunda

kendi cephesinde sahip olduğu güç unsurlarını

düşünce, zaman ve çabayı birlikte düşünmesini

toplamaya çalışıp bunları gücün gerçek vasıtasını

çağrıştırır. İslam’ın öz olarak hak olması ile

zafere götürecek şekilde nihai bir özgürlük

hakkaniyetten hareketle oluşturulan ilkelerin/

kararlılığı istikametinde kendini yönlendirmekte

kuralların gerçeklik düzleminde uygulama

göstermektedir. Bu tür gerçekçiliğe sahip olan

imkânı üzerine somut olarak herhangi bir çaba

insanlar çeşitli zamansal faktörlerin oluşturduğu

ortaya konulmadığında hakkaniyetin ilkeleri,

yeni boyutları aşamalı bir politika sürecinde

düşünce ve teori düzleminde kalacaktır. Oysa

kullanmayı öğreneceklerdir. Gelecek, zaferin

uygulama noktasında gerçekçi imkânlara sahip

sebeplerine sarılınması halinde fethin kesin

olunduğunda, düşünsel bakımdan güçlü olmayan

sonucuna ulaşılacak zamanı temsil etmektedir.

düşünceler bile kalıcı olabilir. Kudretlerdeki

Kuvvetin kaynaklarından söz ettiğinde temelde şu mesele üzerinde yoğun olarak durur: İlkin İslam’ın akide, şeriat, metot ve kavram planında düşünsel ve eylemsel boyutlu olumlu etkilerini ve insanlık medeniyeti içerisinde nasıl bir medeniyet hareketine temel oluşturduklarını ele alır. Böylelikle İslami harekette güç olgusu, insanın medeni ihtiyaçlarıyla ilişkisinde kendini gösterir. İnsan düşünce, ruh ve hayat boyutlarına sahip bir varlıktır. Bu yaklaşımda güç; birey ve toplumda sadece bireysel ibadetlerle sınırlı bir ilişki olarak algılanmadığından, Müslüman bireyin sorumlulukları kuvvetin sadece İslam’ın içsel bir özelliği olarak görülmez.

eksikliği dikkate almayan tamamen iradeye yoğunlaşan düşünceler ise eksikliğin getirdiği çıkmaz sokakta debelenip durur. Bu noktada yenilgiyle sonuçlanan 1967 tarihli Arap-İsrail savaşı üzerine yapılan yorumları hatırlamakta yarar var. Bu savaşta sadece irade üzerine odaklanan yaklaşımlar, yenilginin sebebini sadece imanın yokluğuna bağlamışlardır. Fadlallah, düşmanın sahip olduğu gücü hesaba katmayan bu yaklaşımın yüzeyselliğini bir başka olay örneğinde Müslümanların Bedir’de kazandıkları zafer üzerinden ele alır. Müslümanlar sayı, mal ve silâh bakımından zayıf tarafı; müşrikler de kuvvetli tarafı temsil ettiği düşünülen bu savaşı bütüncül kuvvet anlayışı doğrultusunda şöyle açıklar: “Hiç kuşkusuz biz,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

143


zafer ve savaş bağlamında maddî ve manevî

güçlü olurlarsa olsunlar insanda her zaman

kuvvetin önemini vurgularken, psikolojik

başarıya ve zafere ulaşmak için bir plan ve

gücün önemini göz ardı etmeyi veya savaşçıları

program dairesinde iş yapabilecek duruma

saran ilâhî lütufları görmezlikten gelmeyi

gelme gücünün bulunduğunu düşünür. Yetmişli

amaçlamıyoruz. İlahi lütuflar savaşanlara

yıllardan itibaren ikamet etmeye başladığı

yüksek bir moral kazandırır, konumlarını

Lübnan topraklarının kendine özgü düşünsel ve

güçlendirir. Büyük bir moral kazanırlar. Güçlerine

kültürel ortamı da onun donuklaşmayan düşünce

güç katılmış olur. Dolayısıyla onlar açısından

dünyasında etkili olan bir başka faktördür.

savaşın seyri zafere doğru olur. Çünkü yüksek

Bir anlamda Fadlallah, öncelikle Lübnan’daki

moral sahibi tek bir asker, moralmen çökmüş,

toplumsal yapının ıstırap veren çöküşüyle

psikolojik olarak hezimete uğramış büyük bir

ve bu çöküşün sıradan insanlar üzerindeki

gruba meydan okuyabilir. Çünkü manevî kuvvet

zayıflatıcı etkisiyle uğraşmaktadır. Dış güçlere

kişinin maddî gücüne güç katar. (…) Bundan

bağımlılık ve kolektif zayıflıkla mücadeleye karşı

sonra, savaşta kazançlı çıkmayı sağlayan iyi

önemli bir adım olarak İslâmcı sosyal bütünlük

bir taktik, düşman gücü ile aradaki silâh açığını

ideolojisini yeniden kurmak için fazlasıyla zaman

kapatmak gibi etkenleri göz ardı edemeyiz. (…)

harcamıştır. Öncesinde ise Muhammed Bakır

Bedir savaşı, önemli ölçüde gayb unsurunun

es-Sadr’ın ilgilenmiş olduğu temel meselelerin

belirleyici rol oynadığı bir çatışma olsa da, zafer

kimi noktalarının onun yazılarında öne çıkan

ve yardım sebepleri arasında yer alan objektif

düşünceler üzerindeki etkisi yadsınamaz.

etkenlerden tamamen bağımsız bir gelişme

Çağdaş insanın düşüncesiyle gerektiği gibi ilişki

değildir. Bu bakımdan Müslüman savaşçının

kurabilmek ve insanlarda İslam’ın lehine bir

kişiliğini güçlendiren ve arındıran iç nedenlerle,

kanaat oluşturabilmek için, içinde yaşadığı çağın

müşriklerin konumlarıyla ilintili ve onları zafer

düşünsel anlayışını ve düşünsel atmosferini çok

olgusundan uzaklaştıran dış nedenler arasında

yakından izleyen Fadlallah, İslami söylemi daha

önem bakımından herhangi bir fark yoktur.”

geniş ufuklara açmak için, kimi kavramların

Dolayısıyla teorik haklılığın güçle pratize edilmesinin gerekliliği onun düşünce dünyasının ayırt edici niteliklerinden biri olarak karşımıza çıkar. Tarihsel olumluluklara veya galibiyet zamanlarına yoğunlaşmak romantik bir nostaljiyi gündeme getirdiğinden, bugünün gerçekliğini kavrama ve bu doğrultuda yetkin çabalar ortaya konulmasını engellemekte ve İslam’ın kuvvet kaynaklarını genel anlamda aşırı idealist bir teoriye dönüştürmektedir. Kuvvetten yoksun bir iyilik ve hak cephesinin, kötülüğe karşı başarılı olabilme şansının olmadığını gücün, hak ve iyiliği koruma görevinde bulunduğunda iyiliğin ve hakkın bir güç olarak ortaya çıkabileceğini böylece gücün ilahi amaçların gerçekleştirilmesinde, yeryüzü mazlumlarının ve zayıf kimselerin zaferine bir vesile olacağını düşünen Malik Bin Nebi ile büyük oranda paralellikler taşımaktadır.

yönlerini yetkin biçimde sunabilmek için yoğun bir çaba harcamıştır. Çağdaş insana İslam’ın bütüncül bakışını anlatabilmek için büyük bir çaba harcadığı kuvvet sorununu çözümlerken Marksizm’i de eleştirel bir biçimde irdelemesi bu bağlamda değerlendirilebilir. Tarih ve hayatın hareketinde tek belirleyici unsurun sınıf mücadelesine olmadığını belirten Fadlallah, özellikle yetmişli yıllardan itibaren artan şiddet tartışmaları bağlamında Marksist yapıların ortaya koydukları şiddetle cihat anlayışı arasındaki farklılıkları belirginleştirmek için özel bir çaba harcar. Mesela şu örnek, bu noktada anılabilir: “Dinî düşünce sisteminde insanın, Allah karşısında zayıf bir pozisyonda oluşu, büyük ölçüde, onun, materyalist düşünce atmosferinde, hayat kaynağı olarak görülen hava, su ve gıda gibi doğal güçler karşısındaki zayıflığına benzer. Acaba toplumu ve etmenlerini

Müslümanların geleceğini karşılamayı, köklü hedeflere ulaşmayı önceleyen ümitsizlik ve kötümserlik psikolojisinin atalete uğratan olumsuzluklarından uzak olan düşüncelerinde bir bilinç uyanıklığı vardır. Başkaları ne kadar

144

bütün ayrıntılarını ekonomik, sosyal ve siyasi

bu tarz bir düşünceye göre yorumlama çabası içinde olan materyalist düşünürler, evrensel yasalara boyun eğen doğal ihtiyaçlar karşısında insanın duyumsadığı doğal zayıflığı, evren karşısında silikleşmesinin kaynağı olarak görüp

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


oradan hareketle, bunun evrendeki zorba

önemli bir yer tuttuğunu düşünür. Eğer ezilenler

güçler karşısında eziklik hissetmesine neden

içsel zayıflık halini süreklileştirdiklerinde,

olduğunu söyleyebilirler mi? Bu hususta

daha ilk anda yenilgiye uğrayacaklar ve uzun

verilecek cevabın herhangi bir reel dayanağının

yolun dayanılmaz aşamalarında birbirlerine

olabileceğine inanmıyoruz. Öyleyse kendi

kenetlenmeleri ve direnmeleri mümkün

düşünce sistemlerinin pek de uzak olmadığı bir

olmayacaktı.

husustan dolayı dinî düşünce sistemini ne diye suçluyorlar?”

Trajik Çatışmayı Düşünmek

Bunun akabinde şiddeti kuvvetin ahlakı, şiddeti dışlayan tavırları da zayıflığın ahlakı olarak öngören, ahlakî temellere eleştiriler yönelten ve böylece şiddeti yüksek ahlâkın göstergesi olarak sunan Nietzsche’yi de eleştirir. Hıristiyanlığın zayıflığı bir fazilet olarak kabul ettiğinden hareket ederek genel bir güç ahlakı geliştirmeye çalışan filozofun görüşlerinin aksine, kuvvetin insanın kusursuzluğunu ifade ettiğini, ancak kuvvetin ayrı bir şey, şiddet kullanımınınsa ayrı bir şey olduğunu ortaya koyarken kavramlar arasındaki ayrımlara ne kadar vakıf olduğunu gösterir: “Fazilet aslında, kişinin yapma ve yapmama gücüne sahip olduğu bir pozisyonda kendi isteğine bağlı olarak bir şeyi reddetmesidir. İtaate gelince, bu, düşünce açısından ikna olmaktan veya hayatî bir ihtiyaçtan dolayı sorumluluk duymaya bağlı olarak bir şeyi yapmak veya yapmamaktır. Her halükarda aşağılayıcı bir boyun eğme değildir. (…) Zayıf kölelerin sabrı (…) tepki gösterebilecekleri bir konumdayken sabretmelerinden dolayı sabır değil teslimiyettir. Tevazu ise, Nietzsche’nin getirdiği yorumdan çok uzaktır. (…) tevazu, kişinin başkalarının yeterliliğine denkliğine ve gücüne saygı duymakla birlikte kendi yeterliliğinin, denkliğinin ve gücünün gerçek boyutunu bilmesidir. Bu yüzden kendi nefsine saygınlık kazandırırken, başkasını da küçümsemez. (…) Fazilet, karşı tarafın seçimine karşı koyacak güçten yoksun olmanın etkisiyle beliren fiilî reddin veya hareket tarzının adı değildir. Tam tersine, fazilet, kişinin pozitif veya negatif tavır takınabildiği, ancak konumunun doğasına ve tercihte bulunduğu atmosfere uygun olarak ortaya koyduğu harekette somutlaşır.” Efendilerin ve kölelerin ahlakını irdeleyen Nietzsche’nin tümüyle olumsuzladığı iç zenginliği önemseyen Fadlallah, ezilenlerin birer özne haline gelmeleri sürecinde bu zenginliğin çok

Bununla birlikte eş zamanlı olarak Eşari kelamının eylem teorisi de eleştiri konusu edilerek insanın yapabilme iradesi yani kuvveti üzerine odaklanır. Derinlemesine bir tahlil, konuyu enine boyuna tartarak netliğe kavuşturma çabasıdır. Tepkisellik toplumu olmaktansa akıl toplumu olmayı, zayıf toplum olmaktansa iradeli bir toplum olmayı öne çıkaran Fadlallah, Allah’la insan arasındaki ilişkinin Kur’an’da da ifade edildiği gibi esasen kişilik verici olduğunun altını çizer. “Bu öyle bir gücün temel kaynağıdır ki, insana devamlı enerji verir, onu kendiliğinden, daimî güç ve canlandırma hareketine sevk eder; böylece insan, çevresindeki hayatı tazeler ve ileriye götürür.” Bununla beraber, Fadlallah, Müslümanların tarihi boyunca, Allah’ın soyut gücü ve takdiri adına, zenginlerin fakirlere yaptıkları eziyet ve sosyal adaletsizliği haklı çıkarmaya çalışan pek çok felsefe ve dünya görüşünün belirginlik kazandığını da bir tespit olarak sunar. Müslümanların tarihinde üç tip gücün daima, ezilmişliğin kurumlaşmasından sorumlu olduğunu savunur: İlki, statükonun korunması adına her devrime cephe alan, sosyal ve ekonomik olarak imtiyazlı seçkinlerdir. İkincisi, ayrımcılıkta başarılı olan din adamları ve yöneticilerdir. Üçüncüsü ise, ümmetin ahengini bozmak için dışarıdan taşınan gayri İslami inançlar ve ideolojilerdir. Bu ezilmişlik düzeninden çıkışın yolu Fadlallah’ın kanaatine göre, sorumlu alimler ile Müslüman düşünürlerinin sorumluluklarının farkına vararak sessiz ve mazlum çoğunluğun kötü durumlarını görmek, böyle bir sömürü ve sefalete karşı koyan itikadi ve ahlâkî İslâmcı tavra gözlerini açmaktır. İslamcılığın söyleminde sıklıkla karşımıza çıkan İslami diriliş, müstekbirlik, mustazaflık ve yönetim biçimi gibi temel konular aslında kuvvet

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

145


kavramıyla doğrudan ilgili olması bakımından

maruz kaldıkları zulmü bertaraf edebilecek bir

üzerinde durulmaya değer birkaç başlıktandır.

güç arayışı içine girmeyip, vurdumduymazlık

Müstekbirler/ezenler ve mustazaflar/ezilenleri

veya tembellikten dolayı hâlâ ezilme durumunu

kavramsal olarak yerli yerine oturttuğu

muhafaza eden ezilenleri eleştirmekten de geri

söyleşilerinde de güç/kuvvet meselesine

durmaz. Ezilmişliğin fasit dairesini kırmak için

değinen Fadlallah, İslami Söylem ve Gelecek

Kur’an tarafından göçe teşvik edilmeleri ya da

(2000)’te şunları söyler: “Müstekbirlik, hayatta

Allah’ın iradesi doğrultusunda, zafer için gerekli

kendisini diğerlerinden üstün, yüce, erdemli ve

olan sebeplere sarılmaları ve Allah tarafından

büyük görme temeli üzere hareket eden pratik

çizilen stratejileri uygulamaları gerekliliği

ve psikolojik bir tutum olarak tanımlanabilir.

üzerinde durulur. Firavun ve ordularının Allah’ın

Bu halet-i ruhiye içerisindeki kişi başka

iradesi doğrultusunda hareket eden bir topluluk

insanların çıkarlarını koruma ya da çıkarlarının

karşısında denizde boğularak yenilgiye uğramış

çiğnenmesine karşı çıkma gibi insani ödevlerini

oldukları hatırlatılır. Fadlallah ezilenleri, zalimlere

yerine getirmediği halde, başkalarından çıkar

karşı pozitif bir konumda bulunmalarının

elde etme hakkını kendinde görür, bu amaçla

gerekliliği konusunda bilinçlendirmeyi

müstekbirliğini dışa vurur. Müstekbirlik zulmü,

amaçlayarak onların, direnişe geçmelerini ve

azgınlığı başkalarını boyunduruk altına alma ve

zalimlerin güçlerini dağıtmalarını sağlamak ister.

hiçe sayma gibi öğeleri kendinde barındıran bir güçtür. Mustazaf ise kendi sınırları, konumu, düşüncesi ve tutumu içerisinde yaşarken, başka insanlar karşısında aşağılanmış bir insan konumunda gören insan demektir. Bir çeşit ezilmişlik, yenilmişlik ve aşağılanmışlık psikolojisi. Evet, mustazaf konumundaki kişinin birtakım güçleri vardır. Ancak ezilmişlik psikozunu yaşadığı zamanlarda kendindeki potansiyel gücü kuvveden fiile çıkarma gücünü bulamaz.” Genel olarak Fadllah’ın eserlerinde ezilenlerin tuttuğu yer, bu ikili bakış göz önünde tutulmaksızın gerçekçi bir biçimde değerlendirilemez. Ezilenlere sadece ezilmiş olduklarından dolayı özel bir önem atfetmez. Bu demek değildir ki ezilenleri gündemine almıyor. Ezilenleri gündeme alış şekli farklıdır. Ezilenleri bir bütün olarak değerlendirmesi yönüyle Humeyni ve Şeriati ile paralellikler taşır. Müslüman dünyanın maruz kaldığı ezilme durumunun sadece ekonomik ve sosyal sömürüyle sınırlanmayıp, kültürel ve entelektüel bağımlılığı da içine aldığını düşünen Fadlallah’a göre insanlık tarihi, “güçlüyle zayıf, mağrurla mazlum ve adaletle zulüm arasındaki daimi trajik çatışma”nın özetidir.

İslâm ümmetinin düştüğü handikap, Müslümanlar üzerinde artan baskılar, kendilerini kuşatan tehditlere kayıtsızlıkları savunmaya başvurmalarıdır. Gücün de zayıflığın da ezenler ile ezilenler arasındaki ilişkiyi tanımlayan iki anahtar dinamik olduğunu öne süren Fadlallah, İslâmcı güç teorisini her yöne hareket eden müfredat ve programlarla kapsamlı bir eğitim sürecine dönüştürmekten yanadır. Tehditler karşısında Müslümanlarda hâkim olan olumsuz ve kayıtsız tavırlar, mağrur güçlerin baskıları karşısında ümmete zayıflığı aşılamak oldukça risklidir. Güçten mahrum olmak, sadece savaşma iradesi ve sağ kalma arzusunu kaybetmek değil, başkalarının kopyası olmak anlamına da gelir. İnsanların gerçeği görmesini sağlayan güçlü düşüncelere olduğu kadar farklı görüşleri ayırt etme aracı olan kapsamlı bilgiyle kendilerini donatacak entelektüel yöntemlere muhtaç olduklarını da ifade eder. Güç kavramının insan düşüncesinde yerleşmesi ve İslami kavramlarla buluşabilmesi için eğitim faaliyetlerini gerekli bulan Fadlallah’ın temel tezleri yani ezilenlerin

Kuvvet olmaksın sadece düşüncenin hedefe ulaştıracağına inanmayan Fadlallah’ın değerlendirmelerindeki en mühim uğraklardan birinin ezenler ve ezilenler meselesi olduğunu ifade etmeliyiz. Müstekbirlik ve mustazaflık noktasında ezenleri eleştirdiği kadar, ezilenlerin

146

Güç meselesini ele alırken hareket noktası,

ezilmişliklerini fark edecek bir bilince ve güce ulaşmaları konusundaki yaklaşımları ile Ezilenlerin Pedagojisi (1991) yazarı Paulo Freire’in düşünceleri arasında bir yakınlık söz konusudur. Gayemiz kuvvet teorisini bütünüyle ortaya

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


koymak olsaydı Fadlallah’ın İslam ve Kuvvetin Mantığı eseri yanında kuvvetten doğrudan söz etmeyen ama bir biçimde ezen/ezilen karşıtlı, içinde kuvvet meselesine imalarda bulunan eserlerinin tamamının kapsamlı bir envanterini çıkarmak gerekecekti. Elbette sadece İslam kitaplarında ve söyleşilerinde de kuvvet meselesi üzerinde durmaktadır Fadlallah. Ama bütün bu değiniler erken tarihli olan İslam ve Kuvvetin Mantığı’nın yeniden yorumlanması veya hatırlatılması niteliğindedir. Kuvvet meselesini esaslı ama aynı zamanda hem iç hem de dış boyutuyla ilkesel bir tasavvur mahiyetinde ele alan bu kitapta ifade edilen yaklaşımların, Türkiye özelinde özellikle İsmet Özel’in Sosyalizmden İslam’a yeni geçtiği bir dönemde yazdığı Üç Mesele (1978) kitabının yayımlanmasından sonra kuvvet meselesinin dış boyutuna dudak bükerek yaklaşan egemen düşünce biçimi ile birlikte düşünülmesi, günün meselelerini kavramak bakımından oldukça önemli olacaktır. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: İtinalı bir Fadlallah okuyucusu ilkin, hiç şüphesiz kuvvet hakkındaki tasavvurunu ve düşüncelerini yeniden gözden geçirmek durumundadır. Bilhassa kendi entelektüel dünyamızda sıkça rastlanan siyasi ve teknolojik kuvvet eleştirilerini tekrar düşünmek mecburiyeti vardır. Tercih edelim yahut etmeyelim, insan olarak bizler modern araçların içine doğuyoruz. Bu araçların olmadığı bir dünyanın olabileceğini düşünmenin bizatihi kendisi oldukça soyuttur.

www.islamiyorum.com

ve Kuvvetin Mantığı kitabında değil başka

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

147


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.