7
Sonbahar 2011
in te r n e t d e r g i s i - ü ç ay l ı k e - d e r g i
İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?
Kur’an’da Akıl Kavramı Hamdi TAYFUR
Anayasa Metin YILMAZ
Nükleer Enerji Tamer ATAÇ
Dünyadaki Misyonumuz
İçindekiler EDİTÖRDEN
Bu Sayıda.................................................................................................................... 3
DOSYA: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?
Tarih Boyunca Dinler, İdeolojiler ve Kurucu Fikirler / Yusuf İMAMOĞLU................................. 5
İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor? Bölüm 1 / Nuri YILMAZ...................................... 26
İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor? Bölüm 2 / Nuri YILMAZ...................................... 41
Adalet Üzerine / Kürşat ATALAR................................................................................... 57
Kur’an’da Adalet Kavramı / Nasr Hamid Ebu ZEYD................................................................... 62
Neden İslami Etik? / Halid ZAHİR.................................................................................. 72
İslam ve Çağdaşlık / Aliya İZZETBEGOVİÇ..................................................................... 78
Dünyadaki Misyonumuz / Malik B. NEBİ......................................................................... 84
İstikbal İslam’ındır / Seyyid KUTUB.............................................................................. 90
İslam’ın Vadettikleri / Roger GARAUDY........................................................................ 105
KAVRAMLAR
Kur’an’da Akıl Kavramı / Hamdi TAYFUR...................................................................... 118
GÜNDEM
Nükleer Enerji ve Enerjinin Geleceği / Tamer ATAÇ........................................................ 125
Anayasa / Metin YILMAZ............................................................................................ 129 KİTAP DEĞERLENDİRMESİ
Kuvveden Fiile: İslami Söylemde Kuvvetin Hakikatini İdrak / Asım ÖZ.............................. 138
EDİTÖRDEN
Bu Sayıda imza atmış, nihayetinde de insanlığı iflasın
Dünya değişiyor. Orta Doğu’da halk isyanları, Batı’da ekonomik
eşiğine getirmiş olan bir sistemdir.
kriz ve toplumsal isyan şeklinde kendisini
İslam’ı bir yaşam biçimi olarak algılayan ve
gösteren değişim rüzgarı, taşların yerinden
hayata dair iddialar taşıyan Müslümanlar ise
oynayacağının habercisi gibi. Gücün el
dar bakış açıları ve kısır çekişmeler içerisinde,
değiştirmeye başladığı tarihi anlardan birine
insanlığa katkı sağlayabilecek bir noktada
şahitlik ediyor olabiliriz. Son üç yüz yıldır
durmamaktalar. “Cahiliyenin yol açtığı sorunlar
insanlığa önderlik etmiş olan Batı medeniyeti,
bizim sorunumuz değildir” diyerek insanlığın
arkasında eşine zor rastlanır bir yıkım bırakarak
sorunlarını görmezden gelmekte, “bizim
çöküşe geçti. “Tarihin sonu” tezleriyle de iflasını
öncülüğümüzde olmayan gelişmeler bizden
ilan etmiş durumda. Artık insanlığa verecek bir
değildir” diyerek de her türlü gelişmeye burun
şeyi kalmadı.
kıvırmaktalar. Böylece hem büyük iddialar
Elbette insanlık bu kadar sorun içerisinde çaresiz ve çözümsüz kalmayacak. Er geç
ortaya koymakta, hem de “sorumsuz” bir duruş sergilemekteler.
değişik öneriler ortaya çıkacak ve onların günü
Halbuki imtihanımızın bir gereği olarak
başlayacak.
insanlığa karşı sorumluluğumuz var. Rahman’ın
Bununla birlikte gün, Müslümanların günü olabilir.
rahmetinden herkesin yararlanmasını sağlamalı ve tevhid ilkesiyle özetlenen adalet anlayışını tüm yeryüzünde yaygınlaştırmalıyız. Fakat
İnsanlığın önderliğini yeniden Müslümanlar devralabilir.
“Allah’ı tek ilah kabul et ve kurtul” şeklindeki kuru bir söylemle adalet yaygınlaşmaz. Bu ilkenin; idari ve siyasi sistemdeki, hukuk
Fakat bunun için önce “hazır” olmak gerekiyor. Ne var ki Müslümanlar henüz hazır
sistemindeki, ekonomideki ve hayatın diğer alanlarındaki karşılıklarını oluşturmak
görünmüyorlar.
zorundayız. Nasıl olursa adil hale gelmiş
Aslında İslam coğrafyası büyük bir süratle
önderliğine de gelemeyeceğiz.
olur? Bu soruya cevap veremedikçe insanlığın
İslam referanslı iktidarların eline geçiyor. Fakat şu ana kadar ortaya çıkan iktidarlar geleneksel Ehli Sünnet anlayışına sahip ve kişinin inancına/ibadetlerine müdahale etmeyen bir yönetim tarzını yeterli gördükleri için, insanlığın problemlerini çözmekten uzaklar. Çünkü hayata dair iddiası olmayan bir anlayışla, var olanı aynen taklide yöneliyorlar, alternatif geliştirmeye çabalamıyorlar. Taklit ettikleri
Dergimizin bu sayısında bu soruna eğilmeye çalıştık. “İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?” başlığı altında şu sorulara cevap aradık: -- İslam insanlığın sorunlarına çözüm üreten bir din midir? -- İslam’ın evrensel bir din olması, ilk ortaya
sistem ise teorik planda ufuk açıcı tecrübeler
çıktığı dönemdeki çözümlerin her dönem için
ortaya koymuşsa da, pratikte büyük bir zulme
geçerli olacağı anlamına gelir mi?
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
3
-- İslam tarihindeki farklı görüş ve ekollerin ortaya çıkmasında, İslam’ın değişen zamana ayak uydurmasını sağlamak gibi bir çabanın etkisinden bahsedilebilir mi? -- İslam’ın insanlığa hitap dili, zamana ve
-- Var olan İslam anlayışları ve İslami söylem günümüz dünyasına hitap edebiliyor mu? -- Mevcut anlayışlar ile İslam, günümüz dünyasındaki hastalıklara şifa olabilir mi? -- İnsanlığın günümüzde gelmiş olduğu gelişme seviyesi ve yaşadığı sorunlar göz önünde bulundurulduğunda, Müslümanlar bugün insanlığa hangi söylemlerle hitap etmeliler? Konunun ağırlığının ve genişliğinin farkındayız. Maksadımız bugüne kadar var olan ve bundan sonra da artarak devam etmesi umulan arayışlara kendi çapımızda bir katkı yapmaktır. Bu çerçevede, dosya konusuyla ilgili önerisi bulunan kimi isimlerin makalelerine de yer verdik. Bu yöndeki araştırma ve çalışmalarımız, bundan sonraki sayılarda da (mesela sonraki sayının konusu “İslam Modern Dünyaya Nasıl Müdahale Edecek?” şeklinde belirlenmiştir) devam edecektir… Gündem üzerine çalışan yazarlarımız, bu sayıda; anayasa ve nükleer enerji konularını ele aldılar. Bir yandan yeni anayasa hazırlıkları yapılırken; “Anayasa nedir? Anayasa fikri nasıl ortaya çıkmıştır? Niteliği nasıl olmalıdır?” gibi sorulara cevap aradılar, bir yandan da nükleer enerji konusuna ilkesel bir bakış açısı getirmeye çalıştılar. Bu sayıdaki tercüme yazılarımız dosya konusu çerçevesinde şekillendi. Ayrıca sayfalarımız arasında akıl kavramı üzerine bir inceleme de yer alıyor.
www.islamiyorum.com
coğrafyaya göre değişken nitelikte midir?
Yeni sayıda buluşuncaya kadar muhabbetle kalın.
4
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dosya: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?
MAKALE 1 :
Tarih Boyunca Dinler, İdeolojiler ve Kurucu Fikirler Yusuf İmamoğlu Bilgi, insanın sahip olduğu en büyük güçtür
“Düşünceler neyi ifade eder? Bir takım
dersek sanıyorum yanılmış olmayız. Bilgiye
üstyapılar ya da izdüşümler, soyut ve arı bir
sahip olmadan ne dini ne dünyevi bir konuda
dünya değil, objektif bir var oluşa sahip olan
isabetli davranmamız mümkün olmaz. Neyin
ve uygarlıkları yaratıp şekillendiren dinamik
1
nasıl yapılacağını bilmeden ne doğru davranmak mümkündür ne de güç/kuvvet tek başına bir fayda sağlayabilir. Güce ve elde bulunan bütün imkânlara yön verebilecek; varlığı, vakıaları ve olguları doğru analiz etmemizi sağlayacak olan bilgidir. Daha iyi plan yapabilen, daha fonksiyonel düşünebilen, doğru öngörülere sahip olan, zayıf bile olsa, rakiplerine üstünlük sağlayabilir, sözünü geçirebilir, yönlendirebilir. Bilgiden söz ederek başlamaktan maksadımız, bilgiyi, onun faydalarını ve gerekli olduğunu
güçlerdir düşünceler. Evet, düşünceler özgün bir eylemsellikle donatılmış bir biçimde hareket eden birer varlık gibi davranırlar… Doğanın rekabetiyle ve kendi aralarındaki mücadelelerle karşı karşıya kalan insanlar, birtakım düşünceler geliştirmeden yaşayamazlardı… Düşünceler gerçekleri yakalar, fakat aynı zamanda insanları da yakalar ve onlara hâkim olur.”2 İnsanları peşinden sürükleyebilen ne baskı ne zorlama ne de tek başına, bir anlam yüklenmemiş çekici dünya güzellikleridir.
işleyecek bir yazıya giriş yapmak değildir.
Uğrunda eziyetlere katlanılan şeyler, özünde
Yeryüzünü imar ve icat etmek, bir konuyu izah/
bir düşüncedir. İnsanları hatta devletleri,
ispat etmek hatta savaş, mücadele gibi hususlar
milletleri karşı karşıya getiren şeyin, çatışmanın
nasıl bilgiyi gerektiriyorsa bu kavramla çok yakın
sebeplerinde derinleştikçe düşünceler olduğu
bir anlam akrabalığına sahip olan düşünce de
görülmektedir. “…bu iki düşman, fiziksel
insan hayatında belirleyici bir özelliğe sahiptir.
silahlardan ziyade, bütün bir uygarlığı peşinden
İmanın, doğruluğunda şüphe duyulmayan bir bilgi
1
olarak kabul edilmesi nedeniyle; insan için güç, bilgi ya
sürükleme gücüne sahip olduğu için her türlü Jacqueline Russ, Avrupa Düşüncesinin Serüveni Antik
2
da düşünce mi yoksa iman mı tartışmasına girmeden
Çağdan Günümüze Batı Düşüncesi, Doğubatı, Çev.
söylüyoruz bunu.
Özcan Doğan, S. 20
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
5
fiziksel silahtan daha güçlü olan düşünceler
zorunda kalır. İlgiler hangi yöne doğru
yoluyla birbiriyle savaştılar.”3 Çünkü fiziksel
değişiyorsa orayı aydınlatmalıdır. Yoksa gidilen
silah ve güçle elde edilen galibiyet, düşüncenin
yeri aydınlatacak ya da karartacak başka bir ışık
galibiyetine dayanmıyorsa hiçbir kalıcılığı ve bir
onun yerini dolduracaktır. Hayat boşluk kabul
anlamı yoktur. Onun içindir ki kalem kılıçtan
etmez. Bu duruma, düşüncenin şekillenmesinde
keskindir.
ihtiyaç faktörü denebilir.
Düşüncede bir devrim/değişim
Düşünce pratikten bağımsız gelişmez. Beşer
gerçekleştirmeden fiili durumda bir değişikliğin
için saf soyutluk söz konusu olamayacağı için
yapılması mümkün değildir. Çünkü o öncelikli ve
soyut bir dünya tasarlayarak orada bir düşünce
kurgulayıcıdır. Bu nedenle düşünce boyutunda
geliştirmekten söz edilemez. Somut verilerden
güçlü olmayanın varlık bulması, bulsa bile
ve hali hazırda ulaşılmış düşüncelerden yola
istikrar ve kalıcılık sağlaması söz konusu
çıkarak bir düşünce geliştiririz. Sonra da bunun
olamaz.
realize edilmesi yeni bir veri oluşturur. Ancak
Konfüçyüs diyor ki, “Eskiler, erdemin ışığıyla ortamın aydınlanması için önce devlet işlerini
düşüncenin somut verilere duyduğu ihtiyaç onu bir güç olmaktan çıkarmaz.
yoluna koyarlardı, devlet işlerini yoluna
Konu “düşünce” olduğunda, idealizm/realizm,
koyabilmek için önce ev işlerini yoluna
diyalektik, matematiksel/geometrik düşünce,
koyarlardı, ev işlerini yoluna koyabilmek için
teist/ateist yaklaşım biçimleri gibi konunun
önce kendi kendilerine çeki düzen verirlerdi,
birçok yönü karşımıza çıkmaktadır. Düşünce,
kendi kendilerine çeki düzen verebilmek için
düşünsel/teorik alt yapı, bütün insani eylemlerin
önce kendi içlerindeki düzeni yoluna koyarlardı,
öncülü olmakla birlikte biz bu makalede düşünce
kendi içlerindeki düzeni yoluna koyabilmek için
üzerine kavramsal bir incelemeyi, onu her
önce düşüncelerini yola koyarlardı, düşüncelerini
yönüyle irdelemeyi hedeflemiyoruz. Düşünceyi
yola koyabilmek için ise önce bilgi eksikliklerini
bir dünya görüşü olması, medeniyetleri
giderirlerdi.”
oluşturan kurucu fikir olması yönüyle ele almayı
4
Düşünceler bilgi gibi kesin yargılar ifade
hedefliyoruz.
etmez. Bilginin de doğru olanı yanlış
Tarih boyunca dinler, ideolojiler ve kurucu
olanı vardır elbette. Ama bilgilerden yola
fikirler insana ne vadetmiş, toplulukları
çıkarak düşüncelere varırız. Ve düşünceler
peşinden nasıl sürüklemişlerdi? Bu vaatlerini
davranışlarımıza egemen olur, toplulukları
yerine getirebildiler mi? Zaman ilerledikçe
peşinden sürükler. Tevhidin adaleti temin
nasıl değişimler yaşadılar? Değişimlerin altında
edeceği bir düşüncedir. Bu düşünce birçok
yatan sebep neydi? Düşüncedeki değişimler
bilgiye de dayanmaktadır. Ancak sonuçta oluşan
zamanın ilerlemesi ve toplumlarda görülen
vakıaya dair birçok itiraz duymak mümkündür.
değişimlerle izah edilebilir mi? Bir değişme
Belki de düşüncenin bizi cezp etmesi onu ispat
varsa bu değişimin yönü nereye doğrudur?
etme çabamızda saklıdır. Sahibi için ne kadar
İyiye mi kötüye mi? Değişimle toplumlar yeni
açık, seçik ve ispata gerek duymayan, bilgi
düşüncelere ulaşıp yeni formlar ve yaşam
niteliğinde olsa da düşünceler, kanaatlerimizi
biçimleri mi kazanıyor yoksa sürekli öncekileri
ifade ederler.
yeniden yorumlayarak geçmişi yeniden mi
Düşünce yenilenmeye ihtiyaç duyar. Dayandığı
üretiyor? Biz bu değişimin neresindeyiz?
temeller, delil aldığı bilgiler değişmese bile
Bu makalede bu sorulara cevap bulmak
farklılaşan durumlara göre kendini yenilemesi
amacıyla insanoğlunun karşılaştığı dünya
gerekir. Yoksa canlılığını yitirir, cazibe merkezi
görüşlerini/medeniyetleri anlamaya çalışacağız.
olmaktan çıkar, yerini bir başkasına bırakmak
Zira aralarındaki sıkı ilişkiden dolayı düşüncenin tarihi ile medeniyetlerin tarihinin iç içe geçmiş
Jacqueline Russ, A.g.e. S. 19
olduğu görülmektedir. Kurucu fikirlerin neler
R. İhsan Eliaçık, Adalet Devleti, Bakış Yayınları, 2.
vadettiğini ortaya çıkarmak kadar, nasıl bir seyir
3 4
Baskı, S.94
6
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
takip ettiğini de belirginleştirmeye çalışacağız.
güzel ve mükemmeldir.”5 ifadesinde olduğu
Bu nedenle geçmişe göz atıp analizler yapmak
gibi çağdaşlık, modernlik gibi terimlere yakın,
da ihtiyaç haline gelmektedir. Geçmiş, her
“gelişmişlik” anlamında da kullanılmaktadır.
bir medeniyetin öncekilerden bir şekilde
Burada medeniyet, gelişmiş teknolojinin
etkilenip sonrakileri de etkilemesiyle insanlığın
sağladığı imkânlardan öte, şehir hayatı ve
oluşturduğu birikimdir. Günümüz de dâhil her
ilişkilerinden kaynaklanan beşeri ilişkilerin belli
bir merhaleyi anlamak, onun arkasında duran
bir anlayışla düzenlenmiş şekli, adabı muaşeret,
birikime bakmayı da gerektirir.
nezaket vs. anlamındadır.
Sorduğumuz sorulara cevap veriş biçiminin,
Medeniyetin, gelişmişlik seviyesini ifade etmek
tarihin nasıl okunduğuyla doğrudan ilgili olduğu
amacıyla tüketim anlayışı ve miktarlarından
da atlanmaması gereken bir husustur. Lineer
yola çıkılarak ölçülmeye çalışıldığı da
anlayışla döngüsel yaklaşım gibi… Lineer
görülebilmektedir. Tuvalet kâğıdı kullanımı ve
tarih anlayışının ilericilik kompleksi, döngüsel
elektrik tüketimi gibi… Modanın ya da çıplaklığın
yaklaşımın da eskiye hayranlık zaafı taşıdığını
medeniyet ifadesi olarak kullanılması da dikkat
peşinen belirtelim.
çekicidir.
Bu çerçevede sorularımıza cevap bulmak
Belirtilmesi gereken bir problem noktası da
amacıyla:
medeniyet-kültür ilişkisidir. Birbirinden farklı
Önce medeniyet, kültür gibi kavramların düşünce ve kurucu fikirle ilişkisini kurmaya çalışacağız.
kültürel özellikler arz eden toplumlar aynı medeniyet içinde telakki edilebilir. Örneğin Batı medeniyeti içinde değerlendirilen Avrupa toplumlarının her birinin kendisine ait birer
Sonra tarihin nasıl okunabileceğini irdeleyeceğiz.
kültürü vardır. Konunun ayrıntısına dalmadan
Son olarak da iyiye mi yoksa kötüye mi veya
medeniyetlerin kültürlerden doğduğunu ama
başka yöne doğru mu gittiğimizi anlamak için
yeni kültürler üretebileceğini belirtmekle yetinip6
sürecin yönünü ele alacağız.
dikkatimizi medeniyetle medeniyetin ürünleri
kültür ile medeniyetin aynı şeyler olmadığını,
arasındaki ilişkiye yöneltelim.
Medeniyet Nedir? Medeniyet kavramı sözlüklerde genelde “uygarlık” ile karşılanmaktadır. Arapça, şehir anlamına gelen “medine” kelimesinden geldiği bilinmekte, şehircilik ya da şehirlilik anlamına gelmektedir. İngilizce karşılığı olan “civilization” teriminin de yine şehir anlamına gelen “city”den
Medeniyet denen şey iki tür eser ortaya çıkarır. -A. Ş. Hisar. http://www.tdkterim.gov.tr/bts/
5
Meselâ; “Batı medeniyeti” denildiği zaman, din
6
bakımından Hıristiyan toplulukların manevî-sosyal değerleri ile pozitif ilme dayalı teknik anlaşılır. Hâlbuki Batı medeniyetine bağlı milletlerden her biri ayrı bir kültür topluluğudur. Pozitif ilim sahasında benzer anlayış içinde olmalarına, “teknik”i ortaya koyma ve
türediğini savunanlar vardır. Uygar kelimesinin
kullanmada birbirlerine yakın yollar takip etmelerine
ise Türklerin “uygar devleti” “Uygur”dan geldiği
rağmen, bu milletler başka diller konuşurlar, âdetleri,
iddia edilmektedir.
gelenekleri, görenekleri, ahlâk anlayışları, edebiyatı, masalları, destanları, güzel sanatları, folkloru ve hatta
Medeniyetin ıstılahi bir tanımını yapmak ve bir medeniyetin nasıl değerlendirilebileceğini tespit etmek bu kadar kolay değildir. Şunun için: Medeniyetin, maddi verilerle tanımlanması ve değerlendirilmesi yaygın bir alışkanlıktır. Yine bununla paralel olarak; Medeniyet/Uygarlık; “Boğaziçi’nin böyle bir medeniyet çerçevesi içinde geçen hayatı ne
giyinişleri bir değildir. Hatta hepsi de Hıristiyan inancı içinde bulunmakla beraber, din karşısındaki tutumları da farklıdır. İşte bu ayrı inanış, eğilim, düşünce, kullanış ve davranış tarzları her milletin kültür unsurlarını teşkil eder. […] 1) Kültür karakter bakımından “özel”, medeniyet “genel”dir. 2) Medeniyet kültürlerden doğar. http://web.itu.edu.tr/~yayla/tkm.pdf : Türk Kültür ve Medeniyet Tarihi Ders Notları Öğr. Gör. Ali YAYLA
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
7
Birincisi kolayca görülebilecek nesnel ürünlerdir:
değerlendirilemez. Çünkü eserlerin ifade
Bina, heykel, araç-gereç gibi… İkincisi ise daha
ettiği gelişmişlik birçok etkene bağlıdır. Bir
zor görülebilecek sosyal ürünlerdir: Adalet,
medeniyetin ürünleri hiçbir konuda sıfırdan
kölelik, özgürlük, parlamento, hukuk, anayasa,
üretilmiş eserler değildir. O güne kadar
şiddet, mafya gibi… Eğer ürettiklerine bakarak
insanlığın oluşturduğu her türlü birikim bir
değerlendirilecekse, bunlardan hangisine
medeniyet için verili bir başlangıç noktasıdır.
bakarak bir medeniyet değerlendirilmelidir?
Ayrıca yerel ve doğal koşullar onu belli bir yöne
Diğer yandan bir medeniyetin gelişmişliğini
doğru kanalize eder. Daha da önemlisi eserler,
değerlendirmek için kullanacağımız ölçü ne
özellikle de birinci kategoridekiler, birer eser
olacak?
olması münasebetiyle medeniyetin niteliğini asıl
Piramitler, Ra, mevsimler, tarım, sulama sistemi denince Mısır medeniyeti; felsefe, sanat, tiyatro, parlamento, tanrılar deyince Yunan medeniyeti;
bir yönüyle dışa vurumudur. Eserlerin ne kadar büyük ne kadar sağlam ve ne kadar sanatsal, işlevsel, hayatı kolaylaştırıcı olduğundan yola
hukuk, kölelik, heykeller, arena denince
çıkılarak yapılan değerlendirmeler taraflı bir
Roma medeniyeti; bilim, deneysel yöntem,
bakış açısını yansıtmaktadır. Asıl belirleyici olan
aydınlanma, demokrasi, özgürlük denince Batı
ise medeniyetin dayandığı düşüncedir. İnsan,
medeniyeti akla gelmektedir. Örnekler, söz
kendisine verilen kabiliyet sayesinde dağlardan
konusu medeniyetlerin niteliğini yansıttığı için
evler oyarak, ağaçlardan kitaplar yaparak,
zihinlerdeki kalıcılığını korumaktadır.
elektriği ve elektroniği keşfederek bilim ve
Her medeniyet doğal olarak bir takım ürünler verir. Şehirler kurar, binalar yapar, icat ve keşiflerde bulunur. Ürünleri kendisinden bağımsız değildir. Dolayısıyla ürünlerine bakarak bir medeniyet hakkında bir fikir sahibi olunabilir, onun hakkında ürünleri üzerinden bir değerlendirme yapılabilir. Bir medeniyetin ürettiği her şey, bulunduğu coğrafyada kök salma çabasının bir sonucudur. Doğal olarak bu kök salma çabasını dayandığı düşünce doğrultusunda gerçekleştirir ve ürünlerine kendi rengi bulaşır. Kurduğu şehirler ona göre şekillenir. Halkı sınıflara ayırıyorsa statülere
teknolojide önemli gelişmeler katetmiş olabilir. Bütün bunlar varlığın doğasını keşfetmesine bağlı olarak gelişir. Ancak bunlar bir medeniyetin somut göstergeleri sayılsa bile bir medeniyet inşa etmeye yetmez. Çünkü medeniyeti kuran, bilim ve teknolojideki durum değil sahip olunan düşüncedir. Medeniyete kalite sıralamasında bir yer tespiti yapılmak istendiğinde de bu, esas olarak dayandığı şey yani dünya görüşü göz önünde bulundurularak yapılmalıdır. Dolayısıyla da değerlendirmeye konu olması gereken asıl husus işte bu dünya görüşü yani medeniyetin dayandığı düşüncedir.
denk düşen binalar üreterek bir mimari
Bir medeniyetin seviyesini veya niteliğini
geliştirir. Güzel sanatları inandığı değerlere
sadece eserlerinden yola çıkarak
göre şekillenir; insanları ve geçmişi ona uygun
değerlendiremeyeceğimizi kısaca belirttikten
sembolize eder. Mezarları ölüme ve hayata
sonra medeniyetle kendisini kuran düşünce
bakışına göre mimari bir özellik taşır; piramitler
arasındaki ilişkiye de kısaca değinmek
de ortaya çıkabilir isimsiz mezar taşları da…
gerekmektedir.
İkinci tür eserlerinde medeniyetin rengini
Medeniyetin dayandığı dünya görüşü, insanı,
görmek daha kolaydır. Bu da toplumun yapılanma biçiminde kendisini belli eder. Sınıfsal bir toplum mudur yoksa insani eşitliği mi esas almaktadır, adaletli midir yoksa zulmü mü yaygınlaştırmıştır, bir hukuk var mı yok mu? Gibi
8
belirleyen şey değildir. Onlar sadece niteliğin
insani ilişkileri, varlığı ve yaratıcıyı nasıl kurguladığıdır. Medeniyet, işte bu dünya görüşünün kendisini hayatta realize etmesinin bir sonucudur. Bu düşünce önce insanlar arasında kendisine bir yer bulur. Kerhen de olsa
birçok soru sorularak bu durum tespit edilebilir.
kabul edilmesine bağlı olarak önce sosyal hayatı
Ancak hangisinin diğerlerinden ne kadar
çabası teveccüh görmesine bağlı olarak başlayan
ileri olduğu sadece eserlerinden yola çıkarak
bir süreçtir.
tanzim eder. Bulunduğu coğrafyada kök salma
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Medeniyetle dünya görüşü arasında birebir
hevayı tetikleyen çılgınlıkla ölçülmesine karşı
ilişkiden söz edilemez. Medeniyetin bir dünya
temelli bir yaklaşımdır bu. O, medeniyetin
görüşüne dayandığı şüphesizdir. Ancak bir
inanç ve dünya görüşü olduğuna inandığı için
dünya görüşünün bir medeniyet oluşturması
bu sonuca varmaktadır. Gerçekten de insana
için insanlarca ona hayat kazandırılmış olması
yakışır bir medeniyeti oluşturabilecek tek dünya
gerekir. Bu, kendisine teveccüh gösterilmesi
görüşü İslam’dır. Ve eğer medeniyet ürünleriyle
diye de ifade edilebilir. Zira her peygamberin
değerlendirilecekse bu ürün her şeyden önce
getirdiği mesaj bir hayat görüşüdür. Ancak
insan olmalıdır. Toplumun en tepesindekinden
insanların büyük çoğunluğu tarafından fiiliyata
tarladaki çiftçiye kadar insan… Bir toplum
geçirilmek için çaba sarf edileni çok azdır.
doğru bir insan üretemiyorsa onun dışında ne
Ayrıca sadece teveccüh gösterilmesi de yetmez.
ürettiğinin hiçbir önemi yoktur. İnsani ilişkilerin
Toplumsal alanın bütün boyutlarına bu görüşten
adalet ve hayr üzere olabilmesi için önce doğru
yola çıkılarak yaratıcı bir yorum getirilmiş ve
bir insan üretilmesi gerekir. Bu da insan, varlık
bunlar fiili bir durum imkânı elde etmiş olmalıdır.
ve yaratıcı ile ilgili sağlıklı bir anlayışa sahip
Bu bir devlet kurmaktan farklı bir şeydir.
olmayı gerektirir. Bütün bunları İslam’dan başka
“Devlet medeniyet kuramaz, medeniyeti ancak
hangi dünya görüşü temin edebilir!
millet kurar.”7 Ayrıca medeniyet, medeniyet kurmak amacıyla yola çıkanların çabasının bir sonucu değildir. Bir düşüncenin realizasyonu doğrudan doğruya medeniyet olmayabilir. Çünkü Medeniyet evrensel değerler yaratabilen kültürdür.8 Medeniyet, milletlerarası ortak değerler seviyesine yükselen anlayış, davranış ve yaşama vasıtaları bütünüdür. Bu ortak değerlerin kaynağı ise kültürlerdir.9 Medeniyetin iki temel öğesinin olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi düşünce ikincisi ise yukarıda iki kategori halinde izah etmeye çalıştığımız eserler. Sadece eserlerden yola çıkılarak yapılan tanım ve değerlendirmenin yanında sadece dayandığı düşünceden yola çıkılarak yapılacak değerlendirmenin de yanlış olacağı kanaatindeyiz. İkincisi birincisine göre görece daha doğru olmakla birlikte taşıdığı bazı sakıncalar var.
Ancak medeniyet dünya görüşünden ibaret bir şey de değildir. Su, ateş ve toprağın bileşiminden ibaret bir şey sayılamasa da medeniyet insanın yarattığı bir şeydir. Bir dünya görüşünün ete kemiğe bürünmüş halidir. Bu nedenle medeniyet, ne bir devlet kurmakla oluşabilir ne de devlet otoritesi ve gücü ile… Onu toplumun bütünü yaratabilir. Ne sadece dünya görüşünü yorumlayan, revize eden ya da reformlar yapan, felsefeciler, din adamları, teorisyenler yaratabilir; ne sadece bilim adamları, ne sadece sanatçılar, mimarlar, edebiyatçılar, yazarlar… Bütün bunların bir araya gelip ortak çalışmasıyla da, öncekilerin ustaca kopyaları ile de bir medeniyet teşekkül etmez. Medeniyet bir dünya görüşünün oluşturduğu rüzgârla yaratıcı eylemlerin ortaya çıkmasına bağlı olarak bir toplumun yarattığı bir şeydir. Bu bakımdan “İslam Medeniyeti” ifadesinin doğru bir ifade olup olmadığı da sorgulanmalıdır.
“Bütün bu nedenlerden ötürü İslam’ın vahyettiği değer, ahlak ve sosyal güvenceler insana en yaraşan değerlerdir. Medeniyet de sadece İslam medeniyetidir. Değişim ve dönüşüme uğramayan sabit ölçütlere göre medeniyet seviyesine ulaşmış tek toplum “İslam Toplumu”dur.”10 diyor merhum Seyyid Kutub. Medeniyetin maddi verilerle, bilim ve teknoloji, enerji tüketim miktarı, moda ve Hüseyin ATAY, Medeniyeti Sivil Toplum Kurar
7
http://www.iibf.deu.edu.tr/dergi/1139575867_1.pdf
8
http://web.itu.edu.tr/~yayla/tkm.pdf
9
Peygamberler, felsefeciler, düşünürler vs. düşüncenin teşekkül etmesi bakımından bu rüzgârın başlangıcı sayılabilir. Ama bu sadece bir başlangıçtır. Bu başlangıç toplumun ve hayatın bütün alanlarını etkisi altına alamazsa ortaya devrimler de çıksa sonuç ancak başka bir medeniyetin tekrarından ibaret olabilir. Medeniyet ise hemen her alanda devrimler yapma gücüne ulaşma halidir. Bu devrimler siyasal sınırları tanımaz, önünde asker ve baskılar engelleyici bir güç olarak duramaz.
Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub, Pınar Yayınları, 7.
Toplumun tamamı buna katılmasa hatta karşı
Baskı, S:148
çıkanlar olsa bile uyandırdığı etki topluma
10
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
9
bambaşka bir renk verir. İşte düşünce böylesine
ilerlemesi olarak yorumlanmaktadır. Ona göre
güçlü bir şeydir.
uygarlıkların birbirini izlemesi bir kısır döngü
Medeniyeti kuran düşüncedir. Şüphesiz ki o, sıradan bir düşünce değil, bir dünya görüşüdür. O bir din olabileceği gibi dinin beşerileşmiş bir hali, felsefeye dayanan bir dünya görüşü veya biri ideoloji de olabilir. Niteliği her ne olursa olsun o kurucu bir fikirdir.
ulaşmak içindir. “Hegel’in düşünceyi maddenin önüne koyan (idealist) felsefesi, tarih anlayışını da etkisi altına almıştır. Onun tarihi “Us”un ilerlemesi olarak görmesinin temelinde de bu yatar.” İlerlemenin yöntemi ise diyalektik yöntemdir: “Hegel, başlangıcın sonucu kendinde
Buraya kadar kurucu fikir ve bu kurucu fikrin kendisini hayatta nasıl realize ettiğini, medeniyetle ilişkisi üzerinden anlamaya çalıştık. Tarih cetvelinde nerede durduğumuzu, medeniyetin neresinde bulunduğumuzu anlamak istediğimizde bakacağımız ilk şey kurucu fikirlerin oluşturduğu süreçtir. Çünkü kurucu fikir dediğimiz şey onu oluşturmak için belli bir niyetle çalışmanın sonunda oluşan bir şey değil, bir arayışın ürünüdür aslında. Kurucu olması, bir keşif olmasından değil dertlere, ihtiyaçlara bir çare olarak görülmesinden dolayıdır. Varılan sonuç hedefe uygun olmasa da o bir arayışın sonucudur. Bu nasıl bir arayıştır? Bu arayış insanı hangi köşelere, çıkmazlara ve yeni sorunlara savurmaktadır? Bu sürecin nasıl bir süreç olduğu, nereye hangi yöne doğru ilerlediği ve ondan hangi sonuçlara ulaşılabileceği Müslümanlardan başkalarının da ilgisini çeken bir husustur. Başkaları da bu konuda kafa yormakta duruma izahlar getirmeye veya bir şeyleri bu bakış çerçevesinde izah etmeye çalışmaktadırlar. Bunlar değişik tarih okumalarıdır.
taşıdığını, sonuca ulaşma ereğiyle harekete geçerek kendisini yadsıdığını ve sonra bu yadsımasını da yadsıyarak ereğine yani sonuca ulaştığını söylemiştir. Hegel tarihi ele alırken de aynı şablonu kullanmıştır.” “Kendi zamanını zihninde özgürlüğün gerçekleştiği dönem olarak kurgulamış ve daha sonra bu sonucu kendinde taşıyan bir başlangıç yaratmıştır. Bu başlangıcı Tin olarak adlandırmış ve Tin’in özünde özgürlüğü taşıdığını iddia etmiş ve tarihi Tin’in, özünü yani özgürlüğü gerçekleştirme ereği ile meydana getirdiği olguların bütünü olarak değerlendirmiştir. Hegel’e göre Tin, tarihte kendi gelişimi aracılığıyla kendisini tümleyen Öz’dür ve bu Öz’ün kendisini tümlemesi ile tarih son aşamaya erişmiş, bir bütün olarak ortaya çıkar.” “O’na göre dünya tarihine damgasını vuran dört büyük tarihsel uygarlık vardır; Doğu’lu, Yunan, Roma ve Hıristiyan-Cermen uygarlık… Hıristiyan-Cermen dünyasında herkesin özgür olduğunu söyler. Batı dünyasında insanlarda özgür olma bilinci vardır… Çöküş ve çıkışları özgürlüğe doğru bir ilerleme olarak açıklar. 19. yy.da bu ilerlemenin doruk noktasının Prusya devleti olduğunu belirtir.”11 Bu dönemi, tarihin ussal açıdan en olgun ve bu yüzden en son
Tarih Okumaları
dönemi olarak görmektedir.
Geçmişi aydınlatmak günümüze ışık tutabilecek bir şeydir. Bundan dolayı geçmiş, bugüne dair yorumun malzemesi olarak da kullanılmaktadır. Bunun için insan hayatına yön veren düşüncenin nasıl bir seyir izlediğine dair farklı yaklaşımlar söz konusudur. Bunlardan en çok bilineni lineer yaklaşım biçimidir.
Hegel’e göre gerçekliğin oluşması tarihsel bir süreçtir. Gerçekliğin anlaşılması tarihsel açıklamanın kategorilerinin anlaşılmasıyla mümkündür. Ona göre tarih doğrusal bir çizgi üzerinde evrimsel bir süreç izlemektedir. Bu evrimin sürekli gelişme ve ilerleme üzerine dayandığını düşünmektedir. “Hegel, 19. yüzyılın
Bu yaklaşımı felsefi düzeyde ele alan Friedrich Hegel (1770-1831) “Tarihi, Tin’in belirdiği, kendisini belirli araçlar vasıtasıyla gerçekleştirdiği ve sonuçta somut özgürlük olarak ortaya çıktığı üçlü bir bütün (Ganze) olarak ele alır.” Bu, tarihin özgürlüğe doğru
10
değil, daha ileri ve daha kapsamlı özgürlüklere
başında yaşarken, 16. yy.dan kendi dönemine kadar olan ilerlemenin büyüsüne kapılmışa http://www.yuzlesmedernegi.org/yazi.asp?ID=69 ve
11
HEGEL VE MARX’IN TARİH ANLAYIŞLARININ KARŞILAŞTIRILMASI, Yüksek Lisans Tezi, Ali Yalçın Göymen, Ankara-2007
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
benziyor!”
Aynı anlayışa Fukuyama da sahiptir ve bunu
Lineer yaklaşımın başka bir ismi de Auguste Comte’tur (1798-1857). Comte, üç hal kanunu ile bu anlayışı temsil etmektedir. Üç hal, tarihin sırasıyla teolojik aşama, metafizik aşama ve pozitivist aşama şeklinde seyretmesidir. Çok tanrıcılıktan ateizme doğru giden bir seyir
tarihin sonu ile izah etmektedir. “Fukuyama’nın ünlü ‘Tarihin Sonu’ tezi özellikle Sovyetlerin çökmesinden sonra sona eren iki kutuplu düzenin yerine, artık insanoğlunun en iyi düzen olarak Amerikan Liberalizmini benimsemesi ve liberalist düzende insanın arayışının artık sona ermesidir. Çünkü bundan daha iyi bir
olduğunu iddia etmektedir. Bütün insanların
düzen artık yoktur. Fukuyama, tezini duvarın
bu aşamalardan zorunlu olarak geçeceğini
çökmesiyle simgelenen sosyalist sistemlerin
savunmakta, pozitivist aşamayı zorunlu ve en
çöktüğü pozitif bir ortamda yazmıştır. Tarihin
mükemmel aşama olarak sunmaktadır. “Bu
sonu tezine karşı, milliyetçilik, faşizm ve
devrenin belirgin nitelikleri pozitif bilim ve
komünizmi gösterir, ama bunları ölü ideolojiler
endüstridir.” Bu aşamada bilim, dinin yerine
olarak yorumlar.”14
geçmektedir. Öncekilerin tamamı ilkel tarihsel aşamalardır. “Comte, bütün toplumların, bilginin birikmesi sonucu, aynı aşamalardan geçerek, sonunda bilimsel düşünce şekli ile belirlenen pozitif devreye ulaşacağını savunur. Pozitif evre, toplumsal evrimin sonudur.”12 Kendisinin Hıristiyanlık taklidi pozitivist bir din kurmaya çalıştığı da bilinmektedir.13 Bu anlayışın diğer önemli bir ismi ise Karl Marks’tır (1818-1883). Hegel’den önemli ölçüde etkilenen Marks, Hegel’deki diyalektiği tarihi materyalizm olarak dönüştürmüştür. Tarih diyalektik yöntemle gelişerek ilerlemekte, ilerlemenin özünde ekonomi/sermaye temeline dayalı sınıf çatışması yer almaktadır. İlkel komünizmden başlattığı süreç, sırasıyla feodalizm, kapitalizm, sosyalizm aşamalarından geçerek komünist aşamaya ulaşacaktır. Sonraki aşamalardan her biri öncekinden daha ileri, daha değerlidir.
Diğer bir tarih okuma biçimi ise döngüsel tarih anlayışıdır. İbn-i Haldun, Spengler, Toynbee gibi organizmacı sosyal değişim kuramı içinde telakki edilen sosyal bilimciler bu yaklaşımın örnekleri olarak sayılmaktadır. Organizmacı kuramlar, merkeze aldıkları ve gelişmenin temeli olarak gördükleri unsurun doğup geliştiğini ama bir ömrünün olduğunu savunmaktadır. İbn-i Haldun, yerleşik veya göçebe olarak yaşamayı, devlet ve tebaayı, Spengler kültürleri Toynbee ise toplumları canlı organizmalara benzetmektedir. Buna göre bir döngünün bitmesi ile yeni bir döngü başlamaktadır.15 Organizmacı yaklaşım, her bir organizmanın bütünüyle yok olduğunu, kendisinden sonrasına bir şey bırakmadığını her şeyin yeniden başlarken sıfırdan başladığını savunmaz. Ama evrimci ve diyalektik yaklaşım gibi gelişmenin düz perspektif bir şekilde ilerlediğini de kabul etmez. Filozof Ecclessastes “Güneşin altında yeni bir şey yoktur” diyerek döngünün yerinde saydığını savunmuş ve
Hegel’e göre de Marks’a ve Comte’a göre de son bir durum vardır ve son durum en iyisidir. Emre Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye
12
Gerçeği, Bilgi Yayınevi, S. 100-104 Pozitif bir din kurar. İnsanlık dini. Hatta Rus çarına
13
ve Osmanlı sadrazamına mektup yazarak onları bu dine davet eder. Comte artık peygamberdir ve dininin
tarihe nokta koymak istemişti. Döngüsel tarih anlayışının temsilcisi konumundaki organizmacı kuram, bunun gibi tarihe nokta koyma niyetinde değildir. Ancak hepsi olmasa da çoğunun, birbirini takip eden organizmaların birbirleriyle iletişimini kurmak gibi bir çabası da yoktur.
esaslarını belirler. Hatta şeytan yerine Napolyon’a
Tarih okumalarını sosyal değişim kuramları
lanet etmeye vaaz eder… Zihin çöküntüsü ve his
çerçevesinde ele aldık. Çünkü değişim
dalgalanmaları yoğunlaşır, kurduğu pozitif sisteme
ve gelişmenin hangi esaslar ve saikler
tamamıyla ters bir hareketle mistik ve metafizik olduğu kadar da garip bir din kuran Comte 5 eylül 1857 günü, insanlığın sembolü ve temsilcisi sayıp ulu varlık adını verdiği veremden ölen sevgilisinin masasının önündeki
doğrultusunda olduğunu sosyal değişim kuramları ele almaktadır. Ancak bu kuramların http://www.stratejikboyut.com/haber/tarihin-sonu-
14
son merasimini yaparken ölür. (http://tr.wikipedia.org/ wiki/Auguste_Comte)
tezi-coktu-mu--28431.html Emre Kongar, A.g.e.
15
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
11
asıl maksadı düşüncenin nasıl bir seyir izlediğini
teknolojiye bağlı olduğunu savunanların
izah etmek değildir. Onlar daha çok toplumun
aydınlanma sürecinde oluştuğuna dikkat
nasıl değiştiğini ya da geliştiğini anlamaya
edilmelidir. Bunların dine karşı duydukları
çalışmaktadırlar. Dolayısıyla yukarıdaki
tepki onları tepkisel davranmaya, toplumsal
paragraflarda biz, her medeniyetin bir
gelişmenin dinden bağımsız olduğunu
düşünceye dayandığını ve gelişmenin buradan
ispatlamaya itmiştir. Onlara verilebilecek haklılık
başladığını söylerken bu kuramlardan kimisi
payı bu durum göz önünde bulundurulduğunda
tam tersini savunmaktadır. Değişim modellerinin
mümkündür. Örneğin Comte’un üç hal
büyük bir kısmına toplumsal değişimin hatta
kanunu: Çok tanrıcılıktan ateizme giden bir
dini düşüncedeki değişmenin bilimsel/teknolojik
süreçten bahsetmektedir. İzahı ise insanın,
gelişmeye bağlı olduğuna dair bir fikir hâkimdir.
varlığın gerçekliğini keşfetmesidir. O’na göre
Artan nüfus ihtiyaçları artırmakta, bu da
insanın, tanrı zannettiği şeylerin gerçekte
teknolojiyi, iş bölümünü, farklılaşmayı, sınıfları
tanrı olmadığını anlaması, varlığın doğasını
ortaya çıkarmakta, düşüncenin olgunlaşmasını
anlamasına bağlıdır. Tarih boyunca insanın
sağlamaktadır. Bu yaklaşım sosyal “gelişmeyi”
karşısında duran İslam mesajı göz ardı
düşüncenin gelişmesine değil teknolojinin
edildiğinde bu doğru bir tespittir. Eğer tarihin
ilerlemesine bağlamaktadır. Bu durumda kendi
içinden İslam’ı ve etkisini çıkarıp olmak mümkün
savımızla ilgili tekrar şunu sormamız gerekir:
olsa doğru bir analiz ortaya çıkmaktadır.
Gelişim ve değişime kaynaklık eden düşünce
İnsan, varlığın doğasını keşfetmesi sayesinde
midir? Yoksa düşünce gelişmelere bağlı olarak
yıldızların, ayın ve güneşin, tahta ve ağaçlardan
mı değişmektedir?
yapılmış putların kendisine bir zararının veya
Düşüncede bir değişme olmadan pratikte bir değişmenin olması normal şartlarda beklenemez. Ancak düşüncenin değişmesine etki eden faktörlerden birisi de somut verilerdir. Somut veriler ise varlığın ve toplumun doğası ile ilgili oluşan birikim ve yeni ulaşılan keşiflerdir. Dolayısıyla genel olarak düşünce ve pratiğin birbirini tetikleyerek geliştiğini ama düşüncenin her zaman bir adım önde olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca beşeri keşifleri ilgilendiren alanda saf soyutluğun olduğu bir alan söz konusu değildir. Metafizik diye adlandırılan dini alanda ise insan doğrudan vahyin muhatabı olarak bulur kendisini. Medeniyeti oluşturan kurucu fikir ile genel olarak düşünce arasında da bir ayırım yapılmalıdır. Her düşünce kurucu fikir anlamına gelmez. Kendisinin değişmesi ile devrimleri başlatacak olan düşünce, sadece belli bir konuda açıklama getiren bir yenilik değil kurucu fikirdir. Kurucu fikir ise kendisinden sonra hayatın değişik alanlarında bu düşünceden hareket eden ama somut verilerle şekillenen birçok düşüncenin oluşmasına da kaynaklık eder. Kurucu fikrin oluşması dinlerde olduğu şekilde verili olabileceği gibi Batı medeniyetinde olduğu gibi felsefe, din, din karşıtlığı gibi etkenlerin
12
yararının olmadığını anlama imkânına ulaşmıştır. Böylece bu varlıkların tanrı olamayacağı bilgisini elde etmiştir. Ancak ne insanlık bu süreci Comte’un dediği gibi yaşamıştır ne de bugün bilimden haberdar olan insanların tümü putperestliği terk etmiştir. Eğer bilim ve teknoloji sayesinde insanoğlu ilah olmaya layık olmayanların durumunu keşfedebiliyorsa bilim ve teknolojinin daha katetmesi gereken çok yol var demektir. Çünkü İslam hevanın ilah edinilmesinden bahsetmekte ve bunun toplumların virüsü olduğunu söylemektedir. Oysa pozitivizm henüz bu aşamaya gelememiştir. *** İnsanlık bir arayışın peşindedir. İyinin ne ve nerede olduğunu aramaktadır. Fikir ve düşünce dediğimiz şey de işte bu arayışın özünü oluşturmaktadır. Düşünce, insanın, arayışında vardığı sonuçların en özlü bir şekilde ifade edilmesi çabasıdır. Kimi zaman hedefinin aksine davranmakta gözünün önündekini görmezden gelmekte/reddetmekte, kimi zaman da doğru diye yanlışın peşine takılıp gitmektedir. Bu arayışı ilk gününden beri sürdüren insanoğlu
tetiklediği bir süreç şeklinde de olabilir.
bugünün insanının karşısına bir birikim
Sosyal değişim kuramlarından değişmenin
olduğumuzu anlamamız, arayışın nereye doğru
oluşturmuştur. Bizim bu arayışın neresinde
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
gittiğini görmemiz için bakmamız gereken
alışverişin yoğunlaşması demekti.17 Diğer
önemli bir veri de medeniyetler, dünya görüşleri,
taraftan en önemlileri Atina ve Sparta olan bu
kurucu fikirlerin oluşturduğu süreçtir.
site devletleri döneminde özellikle doğudan gelen Pers saldırılarına karşı siteler birleşmiş,
Düşüncenin Seyri
Yunan kimliğinin oluşmasını sağlamıştır.
Bizler bugün Batı medeniyetinin egemen olduğu
Bilinen Yunan düşüncesinin oluşumunda en
bir dünyada yaşıyoruz. Kiliseyle çatışmadan galip ayrılarak değerleri dünya merkezli hale gelen, teknolojik alandaki gelişimiyle her şeyi kontrol altına almak için çalışan, ücra
etkin sayılan isimlerden Protagoras (M.Ö. 485 410), Sokrates (M.Ö. 470-399), öğrencisi Platon (Eflatun) (M.Ö. 429-347), Aristo (Aristoteles) (M.Ö. 384 - 322) gibi isimler18 M.Ö. 4. ve 5.
köşelerine kadar dünyaya nüfuz etmeyi başaran Batı medeniyetiyle… Batı medeniyeti denince çoğunluğun zihninde canlanan, Antik Yunanla başlayarak Roma’ya aktarılan, Orta Çağ’da duraklayan, “doğu”nun etkisiyle tekrar yükselişe geçerek modernizm, pozitivizm, hümanizm çerçevesinde dünya liderliğini ele geçiren Avrupa ve Amerika canlanmaktadır. Bunun doğruluk payı var. Ancak hayata yön veren düşüncenin oluşumu, seyri ve insanlığın birikimi bakımından birçok yanlışı da var. Çünkü “Yunan uygarlığının kökeninde Girit (Minos) uygarlığı, Girit ve Miken uygarlıkları kanalıyla da Orta Doğu uygarlıklarının üç bin yıllık birikimi yatmaktadır.” Buna basit bir örnek Yunan tanrılarının bilinen kaprisli özelliklerinin tam olarak Sümer tanrılarına benzemesidir.16 Yunan tarihini M.Ö. 7. bin’e kadar götürenler vardır. Burada yerleşimin özellikle kuzeyden gelen göçlerle başladığı sanılmaktadır. M.Ö. 2000 ila 8. yüzyıl arasında, Dorlar’ın hâkim olduğu Yunan Orta Çağı denen karanlık dönemin sona ermesinden sonra bölgede birbiri ardınca kurulan site devletleri dönemi başladı. Bu devletlerde monarşinin yerini oligarşinin alması, toprak sahiplerinin halk üzerinde baskıcı egemenlikler kurması, siteler arasında bitmek bilmeyen savaşlar ve bu savaşların yol açtığı
R. İhsan Eliaçık, A.g.e. S. 109
17
Miletli Thales MÖ 624–546, Sokrates öncesi dönemde
18
yaşamış olan Anadolulu bir filozoftur. İlk filozof olduğu için felsefenin ve bilimin öncüsü olarak adlandırılır. Parmanides, doğa filozoflarından sayılmakla birlikte, Antik Yunan felsefesinde rasyonalizm geleneğinin ilk filozoflarından biridir. M.Ö. 600 ile M.Ö. 500’lerde yaşadığı ve yalnızca düşünür olarak değil yasa koyucu ve devlet adamı olarak da rol oynadığı sanılmaktadır. Anaksagoras: M.Ö. 500-428, Klazomenai’li olup, Sokrates öncesi düşünürlerden bir tanesidir. Ana madde ve ilk hareket ettirici neden öğretisi vardır. Ksenophanes M.Ö. 570-480, Empedokles, M.Ö. 490430 Sokrates öncesi düşünürlerdendir. Samoslu Melissus ya da Elealı Melissus, (M.Ö. 490430), Elea Okulu’nun bilinen isimlerinden biri olmuş ve Sokrates öncesi düşünürler arasında yer almıştır. Elealı Zenon ya da Zenon, Parmenides’in izleyicisi olan Antik Yunan filozofudur. Elea Okulu’nun en önemli filozofları arasında yer alır. M.Ö. 490 - M.Ö. 430 yılları arasında yaşadığı rivayet edilse de doğum ve ölüm tarihi kesin değildir. Protagoras (M.Ö. 485 - 410) Yunanlı filozof ve sofist. Aspasia ya da Miletli Aspasia yak. M.Ö. 470–yak. M.Ö. 400, Miletli bir kadındır. Sokrates M.Ö. 470-399 Heykeltıraş Sophroniskos’un ve ebe Fenarete’nin oğlu. Yunan Felsefesinin kurucularındandır.
zulüm ve acılar, Anadolu’ya göç dalgalarını
Antisthenes: Kinizmin kurucusu M.Ö. 444-365 yıllarında
başlattı. Bu, doğu medeniyetleri ile kültürel
yaşamış ve Kinik okulu kurmuş olan Yunanlı düşünür. Aristippos, M.Ö. 435-386 yılları arasında yaşamış olan Yunanlı düşünür.
“… Mısır’daki yaşamın aksine, Mezopotamya,
16
belirsizliklerle birlikte yaşıyordu. Bu nedenle, Mezopotamya’da halk dini, bu çevresel şartları yansıtır. Değişimin çoğu kez hızlı ve zorlu olduğu bir dünyada, Mezopotamyalılar, kendi sosyal gerçekliklerine açıklama getirebilmek için, tanrıların kaprisli olduğu inancına yönelmiştir.” (Mark A. Kishlansky, Batı’nın Kaynakları, Açılım Kitap, Cilt 1, S. 39)
Platon(Eflatun) M.Ö. 427-347 çok önemli bir Antik/ Klasik Yunan filozofu olduğu gibi, matematikçi, felsefi diyaloglar yazarı ve Batı dünyasındaki ilk yüksek öğretim kurumu olan Atina Akademisi’nin kurucusuydu da. Ksenofon M.Ö. 430-355, Yunan filozof, yazar, tarihçi ve asker, Sokrates’in öğrencisi.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
13
yüzyıllarda yaşamıştır. Antik Yunan tarihinin Phyrrhon M.Ö. 365-275 yılları arasında yaşamış olan kuşkuculuğun kurucusu ünlü Yunanlı düşünür. Kıbrıslı Zenon M.Ö. 335-263 yılları arasında yaşamış olan, Stoa Okulu’nun kurucusu. Aristoxenus M.Ö. 4. yüzyıl. Taranto’lu bir Yunan filozofudur. Stilpon M.Ö. 4. yüzyılda yaşamış olan Yunanlı düşünür. Aristoteles M.Ö. 384-322 Antik Yunan filozofu. Theophrastus M.Ö. 370-287 Midilli adasında doğmuş, oradan Atina’ya geçerek çalışmalarını burada yürütmüştür.
M.Ö. 756-146 olduğunu da hatırlayalım. Bu ve benzeri Yunan düşünürleri bugünkü Batı medeniyetinin ve onun yakın dönem kaynağı olan aydınlanmanın kurucu düşünürleri olarak kabul edilmektedirler. Oysa Jacqueline Russ, “Bizler binlerce yıl önce Fırat ve Nil nehirleri arasında tohumları atılan iki ayrı evren tasavvurunun mirasçılarıyız… Batı düşüncesinin bütün macerası antik Yunan’da değil, doğu topraklarında başlar… Bugün var olan birçok kurum ve düşünceler, dört bin yıl önce yok olmuş bir halk olan Sümerler’le başlar”19 diyor.
Straton M.Ö. 335-270 yılları arasında yaşamış ve
***
Theophrastos’un ölümünden sonra Akademi’nin başına geçmiş olan Yunanlı filozof. Timon, M.Ö. 320-230 yılları arasında yaşamış olan Yunanlı kuşkucu düşünür. Arkesilaos: M.Ö. 315-241 yılları arasında yaşamış ve Krates’in ölümünden sonra, Akademi’nin başına geçmiş olan Yunanlı düşünür. Hem Stoacılığa hem
“Öyle anlaşılıyor ki şehirlerin anası Mekke’den, çoğalarak, değişerek, kültür ve dillerini oluşturarak dünyaya dağılan Âdem’in çocukları,20 Şeria, Dicle-Fırat, İndüs, Ganj, Nil gibi nehir boylarında Girit-Ege gibi havzalarda yerleşip
de Epikürosçuluğa karşı çıkmış olan Arkesilaos,
çoğalarak binlerce yıl yerel topluluklar halinde
Pyrrhon’unki kadar radikal olmayan bir kuşkuculuğu
yaşayıp, medeniyetler oluşturdular. Gerek bu
benimsemiştir.
medeniyetlerin birbiriyle olan iletişimi gerekse
Hrisippos Stoa Okulunun, M.Ö. 280-207 yılları arasında yaşamış olan üçüncü başkanı. Rodoslu Andronikos M.Ö. 1. yüzyılda yaşamış ve
bulundukları bölgede çoğalan milletlerin coğrafi, siyasi ve demografik değişiklikler sebebiyle başka bölgelere göç etmesi gibi etkenlerle
Aristoteles’in eserlerini tasnif edip, yorumlamış olan
medeniyetlerin birbirlerini etkilediği de bir
Peripatetik düşünür
vakıadır.
Poseidonius Orta Stoa’nın, M.Ö. 135-51 yılları arasında yaşamış olan etkili düşünürü. Epiktetos (55-135), Yunan stoacı filozof. Atinalı Athenagoras: Yaklaşık: 133-190 M.S. 2. yüzyılda yaşamış ve Hıristiyanları ahlaksızlık ve devlete itaatsizlikle suçlayan putperestlerin iddialarına karşı çıkmak ve Hıristiyan inancıyla ibadet ilkelerini Yunan ve Roma dünyasına yaymak için, 177 yılında bir apoloji kaleme almış olan Hıristiyan düşünürdür. Cassius Maximus Tyrius veya Tyreli Maximus, Milattan Sonra 2.yüzyılda, yani Antonine ve Commodus
Birinci göç dalgası ile oluşan Şeria Irmağı (Filistin), Dicle-Fırat (Mezopotamya), Nil (Mısır), Hazar-İndüs (Hint-İran), Orhun-Sarı Irmak (Türk-Çin), Girit-Ege (Yunan-Roma), Amerika (Maya) gibi belli başlı yerleşim bölgesi ve medeniyetlerden söz edilmektedir. Her bir bölge ve medeniyetin tarihini M.Ö. on binlere hatta on iki binlere götürenler varsa da bu tarihleri tam olarak bilme imkânına sahip değiliz. Orhun ırmağı (İ.Ö. 4. yy.) ve Hazar-İndüs havzası (İ.Ö.
zamanında yaşayan Antik yunan konuşmacı ve filozof.
1500) ile ilgili görece daha yeni tarihler telaffuz
Sözde Plâtoncu olmakla beraber aynı zamanda Eklektist
edilmekte, diğerleri için ise tarihler yaygın
ve Yeni Plâtonculuğun öncülerindendi. Epikuros (ya da Epikür), (341-270) Helenistik felsefenin en önemli düşünürlerinden birisidir. Sisam adası olarak bilinen Samos’da doğdu.
Plâtonizm in kurucusu antik filozof. Porphyrios M.S. 234-305. Yeni-Plâtoncu düşünür. http://tr.wikipedia.org/wiki/Kategori:Antik_Yunan_
Mantinealı Diotima’nın Arkadia’da bir rahibe olduğu varsayılmaktadır. Platon’un Şölen adlı diyalogunda
filozoflar%C4%B1 Jacqueline Russ, Avrupa Düşüncesinin Serüveni Antik
19
Çağdan Günümüze Batı Düşüncesi, Doğubatı, Çev.
geçmektedir ve Sokrates’in hocası olduğu bildirilmektedir Plotinus (Arapça: Şeyh-i Yunanî) (M.S. 205–270). Neo-
14
Özcan Doğan, S. 13, 24, 25 R. İhsan Eliaçık, Adalet Devleti, Bakış Yayınları, 2.
20
Baskı, S.89
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kanaate göre M.Ö. 3000’lere götürülmektedir. Düşüncenin geriye doğru izlerini takip etmek istediğimizde diğerleri üzerinde ilk ve en derin etkiye sahip olanın Mezopotamya uygarlığı yani Sümerler olduğu yaygın kanaattir. Düşüncenin tarihi şüphesiz ki Sümerlerle başlamaz. Hayata yön veren düşünce insanlıkla yaşıt bir geçmişe sahiptir. Allah insanı yarattıktan sonra yeryüzüne indirirken kendisine tabi olmakla kurtuluşa ereceği hidayeti de beraberinde indirmiştir. İnsan, yolunu her kaybedişinde bu yol göstericiliği tekrar karşısında bulmuştur. Bir an bunu bir kenara bırakalım ve düşüncenin Sümerlerle başlayan serüvenini anlamaya çalışalım. Ayrıca ilahi yol göstericilik vakıası nedeniyle biz tarihi buradan başlatmasak da yukarıda saydığımız medeniyetlerin insanlık üzerinde kalıcı etkiler meydana getirdiği ispata gerek duymayan bir vakıadır.
Gerek eski dünyada gerekse diğer bölgelerde buradaki Sümer, Akkad, Babil şeklindeki kent devleti, bölgesel devlet ve imparatorluk seyrinin eş-zamansız yaşandığı görülmektedir.23 Bölgeler arasındaki bir başka benzerlik de her bir geçiş aşamasında düşünce ve siyaset alanında bir veya birkaç ismin öne çıkıp süreci başlatması ya da sürece öncülük etmesidir. Daha önemli nokta ise Sümer’in Mısır, her ikisinin de dünyanın geriye kalanı ve sonrası üzerinde meydana getirdiği etkidir. Beşeri siyasi ve dini düşünce üzerinde bu ikilinin gerçekten önemli bir etkisi vardır. İnsan doğasında bir karşılık bulmasaydı bu etkinin derin ve kalıcı tesirler meydana getiremeyeceği hususu da göz ardı edilmemesi gereken bir noktadır. “Mezopotamya Nemrutları kendilerini “Tanrı’nın temsilcisi” olarak görüyorlardı. Mısır Firavunları ise kendilerini bizzat “Tanrı’nın kendisi” olarak görmekteydiler.
“Milattan yaklaşık on bin yıl önce tarım
Her iki Tanrı-devlet geleneği eski dünyayı
devriminin gerçekleşmesiyle sosyal-kültürel
etkilemiş, kendilerinden sonra gelen Pers,
hayatta da önemli bir değişiklik meydana
Hitit, Grek ve Roma Tanrı-devletleri üzerinde
gelmiş, toprağa, belli bir yere bağlanan
derin etki bırakmışlardır.”24
insan yerleşik büyük kitleler oluşturmuş, şehirler doğmuştur. Bu aşamanın bizim açımızdan önemi, sosyal ilişkilerin fevkalade karmaşıklaşması ve ilişkileri düzenleyen ahlaki çerçevenin belirgin bir biçimde ön plana çıkmasıdır. Özel mülk, yönetim, hak, hukuk, adalet konularını ihtiva eden ahlaki boyut, artık insani ilişkilerin karmaşıklığına
Yerleşik hayata geçmek, şehirler kurmak, ihtiyaçları birlikte karşılamak, ırmak taşkınlarına karşı birlikte önlemler almayı, dışarıdan gelen tehditlere karşı birlikte hareket etmeyi gerektirmektedir. Sosyal ve doğal şartlar devlet, asker, vergi, hukuk, kanun, yasa gibi birçok soyut ve somut ihtiyacı ortaya çıkarıyor ayrıca
paralel olarak sürüp gidecektir.”21
bunların hepsi bir ahlak ve değerler sistemine
“Sümer kent devletleri Akkad kentinin
devlet şeklinde kurgulanan dini, siyasi ve ahlaki
asker kökenli kralı I. Sargon (M.Ö. 2350)
değerler toplumu baskı ile yöneten iktidarın
tarafından birleştirilmesiyle Sümerliler
dayanak ihtiyacını karşılamaktadır. İlginç bir
yıkılarak Akkad devleti kurulur. Akkad devleti
şekilde Sümer, Mısır, Türk, Yunan, İran vs.
ile bölgesel devlete geçiş başlamıştır…
düşüncesindeki politeizmin birbirine benzediği
Sümer’in kent, Akkad’ın bölgesel devlet
görülmektedir. Hepsinde de sayıları az veya
döneminden sonra Babil’in imparatorluk
çok bir panteon (tanrıların oluşturduğu birlik)
dönemi başlamaktadır. Bu dönemde tüm
dayanması gerekiyordu. Putperestlik ve Tanrı-
Nil havzasında, aşağı ve yukarı Nil olarak kurulan ve
23
Orta Doğu, Babil İmparatorluğu’nun çatısı
kent devletlere benzetilebilecek iki krallığı birleştirerek
altında birleştirilmiş, Mezopotamya havzası
imparatorluk dönemini başlatan yaklaşık olarak M.Ö. 3100’lerde yaşayan Menes’tir. Böylece kesintilere
o günkü dünyanın süper gücü haline
rağmen M.Ö. 4. yüzyıla kadar sürecek 2500 yıllık
gelmiştir.”22
firavunlar dönemi başlamış olmaktadır. (Eliaçık)
Mustafa Aydın, İlk Dönem İslam Toplumunun
21
R. İhsan Eliaçık, A.g.e. S. 54. “Eski dünyanın en güçlü
24
Şekillenişi, Pınar Yayınları, S.42.
tanrı-devleti olarak Firavun İmparatorluğu insanlığın
R. İhsan Eliaçık, Adalet Devleti, Bakış Yayınları, 2.
dini-siyasi muhayyilesini derinden etkilemiştir.” (R.
Baskı, S.44, 45
İhsan Eliaçık, A.g.e. S. 51)
22
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
15
vardır.25 Tanrılar, baba, eşi, çocukları ve bunların
resmi ideolojinin biçimi değişmemiş, din, halkı
akrabalarından oluşmaktadır. Bu miras Yunan’a
uyutan afyon olarak kullanılmıştır. Emevilerle
geldikçe daha sembolikleşmekte, Hıristiyanlığa
başlayan İslam referanslı imparatorluklardan,
geldiğinde sayı azalıp soyutluk iyice artmaktadır.
bu düşünüş biçiminden nasibini alanlar az
Ancak tanrılar, krallar ve halk üçgenindeki ilişki
değildir. Ancak insan vicdanının arayışı hiçbir
değişmemektedir.
zaman durmadı. Resmi ideolojiye karşı insanın
Kent devletleri, bölgesel devletler, ardından imparatorluklar şeklindeki bölgeler ve milletler
devam etti. İnsanın değerlerini, haysiyetini, emeğini sömüren, kula kulluktan başka bir
için birbiri ardınca tekrar edip duran süreç, bir
şey üretmeyen resmi ideolojinin yaptığı ifsat,
taraftan da bir dağılma ve tekrar toparlanma
insan vicdanından saklanabilecek şeyler
süreçleriydi. Dağılmanın sebepleri arasında
değildi aslında. Bu ifsattan kurtulmanın bir
“doğal koşullar” ve Allah’ın onlara kestiği ceza
yolunu bulmak gerekiyordu. Kurtuluş ise
en belirleyicisidir. Bu ikisiyle de ilintili olarak
halkın gerçeğin farkına varmasını sağlamakla
Hak ve doğrunun zalimlere haykırılıp halka
mümkündü. Bunun için tarihin her döneminde
duyurulması etkenlere şekil vermektedir. Bu ses
zulmün ne olduğunu, ne yaptığını, doğrunun ne
ile hâkim güç arasındaki çatışma yeni durumlar
olduğunu ve onun nasıl realize edilebileceğini
doğurarak ilerlemiş ve içinde bulunduğumuz
ortaya koymaya çalışan çabalar oldu. Bunlar
dağılma durumunu göz ardı edersek son
aynı zamanda soruna çözüm aramaktan yola
dağılma Orta Çağ’ın ardından yaşanmıştır.
çıkan düşüncenin farklı biçimlerde gelişim
*** İnsanoğlunun tarihi hidayet üzere bir başlangıca sahiptir. Ancak şeytanın vesvesesine tabi olanlar nedeniyle zulmün egemenlik sağlamasından sonra dinin, ahlakın, sosyal nizamın ifsat edildiği bir dönem başladı. Siyasi iktidar ve din adamları tarafından yaratılan tanrılar ve uydurulan dinler çerçevesinde oluşan, batıl din ve batıl değerler üzerine yükselen Tanrı devleti düşüncesi insana birçok eziyet yaşattı. Belli bir azınlığın hevaları uğruna toplumların çoğunluğu mahrum bırakıldı. Toplumu kontrol altında tutmak için, zulüm ve baskı kadar hakkı batıl, yanlışı doğru göstermek de bir yöntem olarak kullanıldı. Bu resmi ideoloji, bilinen imparatorlukların büyük bir kısmının kurucu düşüncesini oluşturdu. Hıristiyan Roma’da da “Bu bölgelerde ortaya çıkan dini-siyasi tasavvurlar
25
esas itibariyle birbirine benzemektedir. Hemen hemen tamamında siyasi muhayyile tanrı-devlet anlayışına dayanmaktadır: Bir yüce tanrı vardır (An, El, Anlil,
çizgileriydi. Örneğin mistisizm kendi çapında böyle bir şeydi. İnsanı ve toplumları bu duruma düşüren şeyin dünyaya eğilim olduğunu söylüyordu. Mistisizmin dünyaya doğudan yayıldığı düşünülmektedir. Dünyaya mistik bir yorum getirenlerin ilkleri Hint-Çin kökenlidir. Bugün Brahmanizm mistik bir içerik arz ediyor gibi görünse de başlangıcı mistik bir formda resmi ideolojiyi meşrulaştırmaktan ibarettir. İktidarın en güçlü dayanağı olan kast sistemi Brahmanizm’e dayanmaktadır. O da kendisini reenkarnasyon ile meşrulaştırmaktadır. Resmi ideolojinin din kanadını Doğu toplumu böyle kurgulamıştır. Buna tepki olarak doğan Upanişad teorisi dünyalıklara eğilimi kerih görmektedir ayrıca Brahmanizm’in kurduğu ruhların döngüsü teorisini yıkmaya çalışmıştır. Bu sebeple elit kesimin dini Brahmanizm iken halkın dini Upanişadlardır. Buda (M.Ö. 563483), Konfüçyüs (M.Ö. 551-479) gibi isimler
Marduk, Elohim, Ahura-Mazda, Zervan, İndira, Tao,
mistisizmin ilk isimleri olarak addedilir. Ancak
Tengri). Onun yeryüzünde oğlu veya temsilcisi olduğuna
bu gibi isimleri tam olarak tanıma imkânına
inanılan bir kişi veya aile (sülale, hanedan) dünyayı
sahip değiliz. Anlaşıldığı kadarıyla insanın
idareye yetkili kılınmıştır (Nemrut, Firavun, Kisra, Wang, Şanyu, Han). İnsanlarla tanrı veya kutsal ruhlar arasında ayin ve kurban törenleri icra ederek aracılık görevi üstlenen din adamları vardır. (Haham, Kohen,
16
arayışı her dönemde bir şekilde var olmaya
ahlaki yönüne vurgu yapan bir söyleme sahiptirler. Toplumun düzelmesini bireyin ahlaki düzelmesine bağlamışlar, bunun için dünyaya
Moğ, Haman, Brahman, Şaman) vb…” (R. İhsan Eliaçık,
bağımlı olmadan yaşamanın, iyilik ve erdem
A.g.e. S. 105)
üzere hareket etmenin gerektiğini öğretmeye
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
çalışmışlardır.
tartışmalar olmaktadır… Tanrı Zeus ‘devlet
Mistisizmin zulme karşı çözümü uzlete çekilmek olduğu için, zalimlere alan açan bir tabiatı olduğu bilinmektedir. Buda ve Konfüçyüs gibi isimler buna ne kadar malzeme verdi, sözleri ne kadar doğru anlaşıldı tam olarak bilinemez, ama insanın erdemliliğine vurgu yapan bu söylem biçiminin yeryüzünü kasıp kavuran beşerin hırs ve tamahına karşı ortaya çıktığı kesindir. Düşüncenin sağlıklı seyri bakımından insanın iç dünyasına doğru güçlü söylemler geliştirmeye çalışan çabaları göz ardı etmemek gerekir. Ancak iş ruhbanlığa dönüştüğünde tam aksi bir durum ortaya çıkmaktadır. Bunu en iyi Hıristiyan
bilgisini’ Hermes aracılığı ile tüm insanlara mı yoksa belirli bir zümreye mi vermiştir? Örneğin Protagoras gibi sofistlere göre bu bilgi tüm insanlara verilmiş olmalıdır. İktidar belirli bir zümrenin elinde tutulmuş olamaz… Herkes iktidarı kendisi için istemektedir. Oysa iktidar için lazım olan ‘erdem’dir. Ne vatandaşlar ne de yöneticiler erdem hakkında doğru dürüst bilgi sahibi değillerdir… Sokrat’a göre aristokratların sırf ‘Zeus bize yetki verdi’ diyerek devleti elinde tutmaları yanlıştır… Erdemli olmayanın devlet işlerini sırf bağlı olduğu zümre sebebiyle elinde tutması nasıl kabul edilebilir?”26
tarihinde görebiliriz. Ruhbanlığın icat edilmesi
Platon’un söyleminde devlet, ağırlıklı bir
onların Roma’nın oyuncağı olmalarına neden
yere sahiptir. Devletin adalet üzere olması
olmuştur. Kilisenin elinde bu ruhbanlık, insanlık
gerektiğini vurgular. Bu doğrultuda bir ütopya
tarihinin en büyük zulümlerinin aracısı haline
da geliştirmiştir. Devleti yöneten kesim ahlaklı,
gelmiştir.
dürüst, yetenekli olmalıdır. Yönetici kesimin
Beşeri hırs ve tamaha karşı ortaya çıkmış olsa da mistik eğilim denge oluşturabilecek bir tabiata sahip değildir. Bu sebeple resmi ideolojinin saltanatını sallama gücüne hiçbir zaman ulaşamamıştır. Bu güce ulaştığının sanıldığı durumlar kendi tabiatını terk edip temsilcilerinin dünyaya eğildiği durumlardır. Kilisenin elde ettiği güç ve azamet böyle bir şeydir.
başında bulunacak kişi ise “özel olarak eğitilmiş üstün nitelikli yönetici sınıfının içinden çıkacak bir filozof kral” olmalıdır. Monarşinin, oligarşinin, demokrasinin ve tiranlığın birbirini takip ettiğini söyler ve bunların yol açtığı problemlerden bahseder. O da Sokrat’ın vurgu yaptığı hususlara yani devletin erdemle yönetilmesi gerektiğine farklı bir şekilde vurgu yapar. Öğrencisi Aristo da devletle ilgili benzer fikirlere sahiptir. Ancak Eflatun, özel mülkiyetin, yöneticinin ahlakını
İnsana vadettikleri, hayatın gerçeklerine sırtını dönüp, kendine has bir dünyada, yapay hissiyatlarla yaşanan iç huzurundan ibarettir. İlham, keşif, Batınilik gizemleriyle oluşturulan kendine has bir tatmin dünyası vardır. Menkıbeler ve olağanüstü hadiselerle şekillenen bakış, gerçeklerden kaçışı meşrulaştırmaktadır. Felsefe de zulme karşı çıkışın ürünlerindendir. Felsefe deyince iki mekân akla gelmektedir. Hint ve Yunan felsefesi… Hint felsefesinden kasıt daha çok mistik dünya görüşünün felsefi bir formda ifadelendirilmesidir. Yunan felsefesi denince anlaşılan dünyayı ve insana ait olguları akıl yoluyla anlama çabasıdır. Zulmün yol açtığı sorunlar, çözümün nerede olduğunu düşündürtmektedir. Felsefenin de
bozacağını düşünürken Aristo tersine toplumda ilerleme olabilmesi için özel kazancın teşvik edilmesi gerektiğini düşünür. Yunan filozoflarının, Yunan düşüncesinin içinde bulunduğu genel durumdan azade olduğu söylenemez. Platon, tanrılar ve tanrılar arasındaki kavgalarla, Homeros gibi eserlerde yer alan yalancı efsanelerle ilgili birtakım itirazlar dile getirmekte, tevazu sahibi olmak, dünyaya bağımlı olmamak gerektiğinden söz etmektedir. Ancak hastalıklı insanları ölüme terk etmek gibi garip önerilere; Tanrı’nın, yöneticilerin mayasına altın, yardımcılarınınkine gümüş, çiftçi ve işçilerinkine demir kattığı gibi kast sistemine benzer iddialara sahiptir. Genel Yunan düşüncesinin filozofları da kuşattığı görülmektedir.
bu konuda çabaları vardır. “Atina’da devlet iktidarının kime ait olacağı konusunda yoğun
R. İhsan Eliaçık, Adalet Devleti, Bakış Yayınları, 2.
26
Baskı, S.112, 113
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
17
Filozofların değerlendirilmesi bir yana, felsefenin
alır hale geldi. “Özgürlük, birey, tarih gibi
de zulmün ilgası ve yerine insana yakışır bir
-aşkınlık düşüncesini olumsuzlayan ve yeryüzü
toplumsal yapının tesisi için kendine göre
mutluluğunu belirginleştiren- temel kavramlar
önerileri olmuştur. Bu bakımdan felsefe Yunan
Hıristiyan düşüncelerine hâkim olur (galebe
toplumunun vicdani arayışının bir ürünü olarak
çalar)… Deneyim bilginin merkezi ve gerçeğin
da görülmelidir. Ayrıca insanın, yaratıcının ve
kaynağı haline gelir… Doğa ve insan artık
varlığın doğasıyla ilgili üretmeye çalıştıkları,
bilginin ve erdemin temeli haline gelir… Hiçbir
yanlışlar içermekle birlikte düşünce alanında
şeyi kutsal olarak görmeyen akıl, muzaffer
mesafe kat edilmesine neden olmuş, yer yer de
bir savaşım verir. İnsanoğlu, sahip olduğu
katkıda bulunmuştur. Özellikle bilimsel alanın
güçleri kullanarak, her türlü aşkın nitelikten
gelişmesi ile ilgili attığı temeller daha sonraki
arınan ve var olan yegâne şey olan doğaya
dönemlerde önemli gelişmeler kat edilmesine
hükmedeceğine giderek daha fazla inanır.”
neden olmuştur.
Dinsel aşkınlıktan sıyrılmaya çalışan bu Avrupa
Sümer ve Mısır’dan aldığı mirasla şekillenen Yunan-Roma medeniyetiyle ortaya çıkan Orta Çağ zulmü, din kanadını kilisenin temsil ettiği bir dönemdir. Her yönden zulme uğratılan insan vicdanının bu dönemde farklı bir direnişi ortaya çıkmıştır. 12. yüzyıldan itibaren resmi ideolojinin kurguladığı din, bilim, siyaset, toplum anlayışı, düşünüş biçimi gibi her alana dair itirazlar yükselmeye başlamıştır. Bu itirazlar bir taraftan hayatın her alanına doğru yayılmış diğer taraftan da gittikçe derinleşmiştir. “Bruno kadar cesaretli olamayan, yakılarak idam edilmeyi kabul eden Bruno kadar kahraman olamayan Galileo tövbe kurumuna başvurmaya karar verir: Galileo söylediklerini geri alır, tövbe ederek geri kalan ömrünü gözetim altında geçirir.”
27
olsa da bilimsel konularda
kültürü Yunanların mirasıdır, “fakat artık sınırları belirsiz bir geometrik alanda yer alır… Bu dünya görüşü XIX. yüzyılda doruk noktasına ulaşır. XIX. yüzyıl tarihin, hümanizmin, aklın ve bilimin egemen olduğu bir yüzyıldır.”29 Hegel ile saltanatı sallanan Tanrı’nın ölümü Nietzsche (1844-1900) tarafından gürültülü bir şekilde ilan edilir. Düşüncenin son şeklini almasında Darwin (1809-1882) tarafından biyolojik, Freud (1856-1939) tarafından psikolojik, Marks (18181883) tarafından da sosyal bilim makyajları yapılarak işlem tamamlanır. Dolayısıyla XIX. yüzyıl, aydınlanmanın, geçmişiyle dini ahlaki bütün bağlarını kopararak yeni dünya görüşünü kurguladığı dönemdir. Batı, Roma’nın temsil ettiği resmi ideolojiyi oluşturan her ne varsa hepsine birden
bile direnişini hayatıyla ödeyenler az değildir.
top yekûn savaş açtığı için tepkisi ölçüsüz
Başlangıçta kilise değerlerine atıflarda bulunan,
biçimde gelişerek sınır tanımayan bir özellik
onlarla açıkça çelişmeyen söylemler söz
kazanmıştır. Bu niteliğe kavuşmasında denizaşırı
konusu iken bu açı zamanla genişlemiştir.
keşif ve yeni oluşan zengin sınıfın etkisi de
“Descartes (1596-1650) kendi felsefesinin
tepkiyi destekleyen bir işlev icra etmiştir.
vahiy yoluyla elde edilen verilerle örtüştüğünü
Savaş şüphesiz ki sadece değerler alanında
düşünüyordu. Ancak onun takipçileri geleneksel
yaşanmamış; siyaset, sosyal yapı ve resmi
inançları eleştirirler; otorite ilkesine ve
kurumlar gibi alanlarda da ciddi değişimler
Hıristiyan dogmalarına saldırırlar.” Bilim,
olmuştur. Bu tepki, kitleyi arkasına alarak
felsefe, sanat, edebiyat, sosyal bilimler gibi
mevzi kazanmakla başladığından, bireyin
alanlardan başlayan muhalefet teoloji alanına
özgürlüğünü sembolleştirmesinden dolayı halk
kadar uzanmıştır. “Spinoza, (1632-1677) …
hareketi özelliğine bürünmüştür. Siyasi ve
adlı eserlerinde, vahye dayalı dinlerin, Doğa
sosyal alanlardaki kazanımları da bu durumun
ile özdeş olan Tanrı sorunsalını çözmede
bir sonucudur. Cumhuriyet, demokrasi, insan
yeterli olmadıklarını...”28 iddia edebilmiştir. 18.
hakları, hukuk, hukuk devleti, sosyal devlet gibi
yüzyıldan itibaren aydınlanma çağıyla birlikte,
değerlerin itiraz edilemez bir zemin bulabilmesi
natüralist dünya görüşü, Hıristiyanlığı hedef
bu rüzgârın etkisiyle zaman içinde oluşmuş ve yerleşmiştir.
Jacqueline Russ, S. 139
27
Jacqueline Russ, S. 135
28
18
Jacqueline Russ, S. 16-17
29
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Sınırsız özgürlük, birey üzerindeki her türlü
bir sınır tanımamaktadır. Adı üstünde vahşidir.
yasaklama ve kısıtlamaların bir değer ve ahlak
Kapitalizmin vahşeti kral-kilise ortaklığındaki
olarak da reddedildiği, dinin ve ahlakın yerini
Tanrı devleti ideolojisini patron-siyasetçi
hevanın tatmin edilmesinin aldığı görülmektedir.
ikilisinde yeniden yaratmıştır. Piramitlerin
Bunlar Hıristiyan etiğinin bireysel özgürlükleri
yerini elektrik santrallerinin, tapınakların
kısıtladığı kadar adaletsizliğe, gelir dağılımdaki
yerini spor statlarının, ayinlerin yerini güzellik
haksızlığa da neden olması hasebiyle zemin
yarışmalarının alması gecikmemiştir. Bütün
bulmuştur.
bunlar yeni sisteme karşı oluşumların, işçi
Halk iradesinin yönetime, oluşum ve denetleme sürecinde yansıması, hukukun oluşumuna ve
hareketlerinin, komünizm gibi düşüncelerin doğmasına sebep olmuştur.
adaletin teminine daha çok imkân tanıyan bir
Kapitalizmin insana vadettiği, dünyadan
gelişmedir. Bu, düşüncenin sağlıklı bir zeminde
sınırsız istifade etmekten doğan mutluluk ve
gelişmesi için olumlu bir durumdur. Ancak,
özgürlüktür, o da ancak sömürgeci toplumların
hukuk, düşünce özgürlüğü, insan hakları gibi
geriye kalanları sömürmesiyle mümkün
adımların ne ortaya çıkaracağı, dayanılan
olmaktadır.
değerler sistemine bağlıdır. Oysa Batı ulaştığı durumları yeni bir din ve dünya görüşü olarak
Marksizm’in özel mülkiyeti reddedip, emekçilerin
kabullenmiş bulunmaktadır.
hâkimiyetinde, eşit gelir dağılımı teorisi ise
Din, ahlak ve metafizik gibi konular Batı için
yaşam tarzı üretememiştir. İnsana vadettiği
tepki duyulan hususlar haline gelmiştir. Bilim,
huzuru sağlama kapasitesine sahip olamadığı
deneyim ve deneysel yöntem yeni dünya
gibi dünyalık refahını da temin edememiştir. Bu,
görüşünün esaslarını belirleyen kriterlerdir.
teorisinin doğru uygulanmamış olmasından değil
Bu durum düşüncenin sağlıklı bir zeminde
teorinin materyalist bir tabiata sahip olmasından
oluşmasını ve gelişmesini kilitlemektedir.
kaynaklanmaktadır.
Çünkü bilim ve bilimsel yöntem yeni bir ideoloji hüviyetine bürünmüştür. Her şey buna göre değerlendirilip ölçülüp biçilmektedir. Din bile bilimin hakemliğine tabi olmak durumundadır. Üst değer bilim ve din karşıtlığıdır artık. Bunun zemin bulmasına imkân tanıyan genel kabul de sınırsız özgürlük saplantısıdır. Batı’nın dayandığı esaslar olan; bilim, deney, din ve metafizik karşıtlığı, özgürlük gibi değerler kilise-kral ortaklığındaki Tanrı-devlet ideolojisine karşı zafer kazanmasını sağlamış ama bugün içinde bulunduğu sonu da hazırlayan en temel sebepler olmuştur.
materyalist bir temele dayandığı için farklı bir
Eğer tarihin sonuna geldiysek bu sonun; ne Fukuyama’nın, ne Comte’un, ne de Marks’ın dediği son olmadığı kesin olarak belli olmuştur artık. Bu, global Batı imparatorluğunun dağılma dönemidir sadece. “Mutlak nitelikteki temel ilkeler (özellikle matematik biliminde) bulma arayışında olan insan aklı, XX. yüzyıla gelindiğinde, bu ilkelere hiçbir zaman tam olarak ulaşamayacağını görür… XX. yüzyılda insanın payına düşen şey genel bir belirsizliktir. Natüralizmin görünürdeki zaferi, paradoksal
Batı her ne kadar resmi ideolojiye; sanat, bilim, siyaset, ekonomi gibi birçok alanda güçlü tepkilerin bir araya gelerek oluşturduğu özgürlük hareketi gibi başlamış olsa da kendisi kısa süre sonra baskıcı bir resmi ideolojiye dönüşmüştür. Burjuva kesiminden çıkan patronların yeni krallardan bir farkı kalmamış, emirlerinde birçok köle/işçi barındırmışlardır. Sanayi devrimi aydınlanma felsefesinin sağladığı yeni bakış açısı sayesinde vücut bulmuştur. Kapitalizm, resmi ideolojinin yeni adıdır ve kar elde etmek için
bir biçimde, insan için yeni bir ‘cennetten kovulma’ ile sonuçlanır: Bilginin verdiği bir güçle bir Tanrı kadar güçlü olmak isteyen insan, aşkınlık düşüncesinin kendisine sunduğu ‘kesinlikler cennetini’ yitirdi; mutlak ve kökten bir belirsizlik içerisinde yolunu kaybetti… Akıl dışı olana duyulan büyük ilgi, bugün modern bilincin yaşadığı şaşkınlığın en önemli göstergesi değil midir?” “XX. yüzyılın sonuna gelindiğinde, yüzyıllar boyunca birbirine rakip iki dünya görüşü zayıflamış,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
19
melezleşmiş, birbirini yenmekten aciz ve
fitne çıkarmak, dinden dönmek, sapkınlık
kalıcı bir istikrarsızlık içerisinde birlikte
etmekle suçlamıştır. Kendisini tek doğru
yaşamaya mahkûm haldedirler.”
olarak görmekte başkasına tahammül
30
Zalim resmi ideolojiye karşı en sahih tepki, düşüncenin sağlıklı gelişmesini sağlayabilecek en doğru alternatif risalet çizgisi ve onların samimi takipçisi olan muvahhitlerdir. Nuh, İbrahim, Musa, Davut, Süleyman, İsa ve Muhammed… ve diğerleri… Her birisi de resmi ideolojinin bütün açıklarını ortaya sermiş, hakkın apaçık ortaya çıkması için ellerinden gelen hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır. Risaletin rehberlik ettiği çizgi düşüncenin sağlıklı oluşumunun en önemli dayanağını oluşturduğu gibi kimi dönemlerde hâkimiyet sağlayarak da rehberliğini pratik hale getirmiştir. Süleyman ve Yusuf gibi örnekler yönetimin adalet üzere nasıl gerçekleştirilebileceğine de rehberlik etmektedir. Allah insan fıtratına doğruyu bulabilecek ve zulmü seçebilecek bir özellik vermiştir. Ancak vahyin rehberlik etmediği adalet arayışları insanın hevasının tehdidi altındadır. İşte bu noktada risalet çizgisi çok önemli bir fonksiyon icra etmektedir. İnsani çıkışlara cesaret verip onlara kaynaklık ettiği kadar kontrol altında kalmak isteyen, ifrat ve tefritten uzak durmak isteyenlere yol göstermektedir. Düşünce, beşerin zulme karşı bir arayışı, doğrunun ne olduğunu bulma çabası ise, düşünceyi inşa edebilecek olan, resullerin rehberlik ettiği çizgidir. Zaten zulme karşı ortaya çıkıp da bu çizgiden etkilenmeyen bir örnekten bahsetmek mümkün müdür?
edememekte, diğerlerini tehdit olarak algılamaktadır. Ayrıca bu çizgi kendisini toplumun muhafız gücü olarak görmektedir. En eski metinlerden Gılgamış destanı, Yaratılış destanı gibi metinlerdeki31 kral kahramanlar bu düşüncenin birer temsilcisi olarak kendilerini dağılmış toplumu bir araya getiren, onları aç iken doyuran, birliği-dirliği sağlayan… bir kurtarıcı olarak anlatmaktadır. Dolayısıyla da kurtarıcı ve hami olarak görülen bu güce karşı çıkanların ne dediğine bakılmaksızın etkisiz hale getirilmesi meşru sayılmaktadır. Güçlünün bekasını sağlama fonksiyonu icra eden bu düşüncenin insanın bilgisizliğinden ve zaaflarından istifade etmeye çalıştığı görülmektedir. Putperestlik, tanrılar, doğal olayların politeist açıklamaları, fuhşun yaygınlaştırılması en çok bilinen örneklerdir. Bu ideolojinin beşere vaatleri de aldatmaca üzerinedir. Huzurun toplumsal birlikten ve dirlikten kaynaklandığını söyler. Aykırılığın toplumsal huzuru ifsat edeceğini onun için resmi ideoloji, din ve dünya görüşü ne ise ona sahip çıkmak gerektiğini savunur, aykırı hareket edenlere hayat hakkı tanımamasını buna dayandırır. Hayırlı görünse bile yeniliklere kapalıdır. Halka bir şey vadetmekten çok statükonun korunmasına endekslidir. ▪ Resmi ideoloji düşüncenin gelişimine ket vuran bir özelliğe sahip olduğu için, düşünce asıl olarak bu ideolojinin dışında
Düşüncenin Seyri İle İlgili Tespitler Sümerlerden bu yana değindiğimiz sürecin ayrıntılarına ve ayrıntılı değerlendirmelerine girmedik. Makalenin kapsamı buna izin vermemektedir. Ancak düşüncenin/insanın arayışının seyrini daha iyi anlamak için süreçle ilgili bazı tespitlerin yapılmasında fayda var. ▪ Düşüncenin gelişimini baskı altına alan en büyük etken resmi ideoloji olmuştur. Her türlü muhalif düşünceyi ifsat etmek, Jacqueline Russ, S. 17-18
30
20
bir çizgi halinde gelişmektedir. Hatta düşüncenin gelişebilmesi bir bakıma kendini resmi ideolojinin hâkimiyetinden kurtarmasına bağlıdır. Düşüncenin gelişimi bakımından resmi ideoloji, çevre faktörü veya verili ortam olarak da tanımlanabilir. Bu ortam içinde insanlığın arayışını temsil eden düşünce, bu ortamın insandan alıp götürdüklerini geri kazandırma mücadelesi vermektedir. ▪ İnsanın arayışını temsil eden düşünce Mark A. Kishlansky
31
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
örnekleri, sahip olduğu niteliğe bağlı olarak
saltanatın icaplarına uygun yorumlanması,
verili ortamın özelliklerinden etkilenir. Bu
tarihi sürecin genel durumunu anlamakla
etkilenme form bakımından olabileceği
ilgili numune bir manzara da ortaya
gibi içerik bakımından da olabilir. Mevcut
çıkarmaktadır.
durumun içine düştüğü hastalık, sapma, zulme neden olan yön ne ise buna karşı düzeltme çabası da doğal olarak aynı yöne ağırlık verecektir. Felsefenin hâkim olduğu bir ortamda ortaya çıkan bir düşüncenin felsefi bir forma benzemesi, mistisizmin hâkim olduğu ortamdakinin de mistisizme benzer bir söylem biçimine sahip olması mümkündür. Verili ortam sonuç itibariyle o ortamın ürettiği zihniyetin bir ürünüdür ve ortamda bulunan akıllar da doğal olarak ortamın sınırlılığı ile karşı karşıyadır. ▪ Daha önemli bir nokta ise statükoyu
▪ Düşüncenin gelişimi sürekli siyasetin baskısı altında şekillenmiştir. İslam düşüncesindeki iman-amel, büyük günah, Kur’an’ın mahlûk olup olmaması, kader gibi meseleler nasıl siyasetin baskısı altında tartışılıp durmuşsa; iyi, doğru, erdemlilik, adalet gibi birçok hususu tartışma biçimi de benzer sorunlar yaşamıştır. Bu durum doğru ifadelerin yanlış maksatlarla kullanılmasına neden olduğu gibi belli bir söylemle karşı karşıya kalan halkın söylemin ne dediğini anlamasını da gölgelemektedir. Amaç, sözün yalın anlamını ortaya çıkarmaktan çok belli bir
temsil eden düşünce ile onun yol açtığı
siyasi tercihin altını doldurma çabasına
olumsuzluklara karşı mücadele veren
dönüşmektedir. Bu da suret-i haktan
düşünce arasındaki ilişkidir. Bu ilişki bir
görünüşün ne kadar hak ne kadar batıl
mücadele şeklindedir. Mücadele tarafları
olduğunun anlaşılmasına engel olmaktadır.
keskinleştirmeye ya da yumuşatmaya doğru
Söyleme karşı tavır, ideolojik bir tutum
seyreder. Aynı zamanda her birisi diğerini
haline gelmektedir.
kendisine döndürmeye çalışmaktadır. Yeni düşünce statükoyu tahtından etmekle tehdit ettiği gibi, statüko da yeni düşünceyi sindirmenin dışında yanlış anlaşılmasını sağlamakla da tehdit etmektedir. Aradaki sürtüşme çoğunlukla tarafların birbirini törpülemesi şeklinde sonuçlanmaktadır. En çok bilinen örneği Hz. İsa’nın getirdiği İslam’ın putperestliğe dönüştürülerek Roma’nın hizmetine girmesidir. Materyalizme karşı çıkışın mistisizme dönüşmesi bile böyle bir şeydir. Zulme isyan eden düşüncenin istikamet kaybetmesi, kimi zaman karşı tarafın öyle veya böyle hizmetine girmesi kimi zaman da kendisinin ötekinden pek de farklı olmayan bir statükoya dönüşmesi şeklindedir. Putperest bir zulme karşı çıkışın yeni bir putperestliğe dönüşmesi gibi pozitivizm, deneysel düşünce, ateizm gibi “ideolojiler” Tanrı devlet fikrine temelden karşıt olarak çıkmışsa da zamanla farklı bir baskıcı ideoloji haline gelmiştir. Bunlar da beşer ve varlığın doğasına uygun bir düşüncenin gelişimini değişik yöntemlerle baskı altında tutmaya çalışmıştır. Zulmün her türüne karşı çıkan İslam’ın, daha sonra
▪ Hak-batıl, doğru-yanlış arasındaki mücadele baki olmakla beraber insanlığa söylenmiş bir söz gösterilmiş bir tecrübe insanlığın hafızasından bütünüyle silinip atılamaz. Gerek zulme isyan edenlerin sağladığı galibiyet gerekse her zaman diri tutulmaya çalışılan vicdanın sesi ve Rabbin hidayeti fuhşun, fesadın karşısında duruşuyla bir birikim oluşturmaktadır. Bu tecrübe bir kaba biriktirilmeye çalışılan kıymetli bir değer gibidir. İhtiyacı olan oradan faydalanabilir. Ancak bu birikim, onun aleyhine çalışanlar, doğal şartlar ve insani zaaflar sebebiyle kayba da uğratılmaktadır. Bu sebeple bu birikim bir taraftan biriktirilmeye çalışılırken diğer taraftan da sürekli tüketilmeye, imha edilmeye çalışılmaktadır. Dolayısıyla ağır bedellerle üstten doldurulmaya çalışılan bu birikim alttan da sürekli kayıp vermektedir. Bu kayba neden olan en önemli husus da şerre karşı ortaya çıkan çabaların eğilip bükülüp şerre hizmet eden bir sonuca ulaşması, ondan beklenen ümitlerin şüpheye uğraması ya da suya düşmesidir. Dolayısıyla kazanılan bir iyiliğin kalıcı hale gelmesi için uzun zamanlar harcanmaktadır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
21
Putperestliğin yıkılması uzun bir zaman
Aslında bu değerlendirme felsefe ve
almıştır. Bir zamanlar geçer akçe ve hiç
filozofların, toplumla ilişkilerini bilmemekten
sorgulanmadan kabul edilirken bugün genel
kaynaklanmaktadır. Matematik kadar soyut
bir durum olarak ifade edilememektedir.
bir iş bile nesnel karşılıklardan bütünüyle
Krallıkların yerine halk iradesinin kabul
bağımsız gelişmez. Maksadımız felsefe
edilen bir değer haline gelmesi de uzun bir
savunması yapmak değil. Ancak bir düşünce
sürecin sonucudur. Bunların dünya genelinde
değerlendirilirken verimli sonuçlar elde
reddedilen olgular haline gelmesine
etmek isteniyorsa, söyleminin doğru tahlil
kadar aksine bir görüş olmadığı tabii ki
edilmesi gerekir. Bunun için de içinde
söylenemez. Ancak putperestlik ve onun
bulunduğu şartlar ve bu şartlara karşı
üzerine yükselen krallık bir değer olmaktan
önerisi kendi bağlamında anlaşılmalıdır. Bir
ancak bir sürecin sonunda çıkmıştır. Bu,
düşünce bütünüyle soyut bir konu imiş gibi
şüphesiz ki bir birikimin sonucudur. Sürecin
ele alındığında onu doğru anlamanın imkânı
yavaş işlemesinin sebebi ise yukarıda söz
kalmaz. Oysa her düşünce kendi döneminin
ettiğimiz gibi birikimin kayıplara uğramasıdır.
sorunlarına bir çözüm arama çabasının
Sanki insanlığın zihninde yer eden değerler
ürünüdür. Önerileri yanlış olabilir. Haktan
başlangıçtan itibaren oluşmakta ancak kalıcı
uzaklaşmış hatta doğrudan batılı savunuyor
hale gelmesi için uzun bir zamana ihtiyaç
da olabilir. Ama zamanından, zamanın
duyulmaktadır.
sorunlarından bağımsız ne bir düşünce
▪ Belli bir dönemdeki insanlığın elinde bulunan değerlerin oluşumunda, o günkü dünyanın imkânlarına bağlı olarak o güne
olarak mümkün görünse bile yankı bulma imkânı söz konusudur.
kadar biriktirilmiş olan değerlerin toplamı
Bugün; krallıkların yerine halk iradesinin
bulunmaktadır. Bu değerlerin oluşmasında
hâkim güç olarak kabul edildiği, kamuoyu
birçok çabanın ve mücadelenin katkısı
denen şeyin sosyal bir güç haline geldiği,
vardır. İnsan zamanının çocuğudur. Bu
savaş suçu diye bir ifadenin kullanılabildiği,
kendi zamanının kayıtlarıyla kayıtlı olması
hukuk devleti gibi bir tanımlamanın olduğu,
demektir. Bu sebeple her düşünceyi kendi
kölelik sisteminin gayri insani bir şey olarak
ortam şartlarıyla değerlendirmek gerekir.
kabul edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Otuz
▪ Bu değerleri oluşturan birçok etkenden söz edilebilir. Uğradığı zulüm ve haksızlıklar bile insanın bir adım ileri gitmesi için ona imkân tanımaktadır. Çünkü gördüğü bir kötülük, yol açtığı sonuç anlaşıldığında o konudaki iyinin ne olduğunu anlama fırsatı sağlamaktadır. Ancak spesifik bir durumdan söz ettiğimizde o ortamın bir geriye dönüş anı olabileceğini de unutmamalıyız. Monarşiye karşı verilen mücadelelerde bir krallığın yıkılarak cumhuri bir idarenin tesisinden sonra yeni bir krallığın kurulması gibi... Bu bakımdan tarih lineer olarak okunduğunda bile zikzakların olduğu bir gerçektir.
yıl öncesi ile bile kıyasladığımızda “daha iyi bir konumda” olduğumuzu söyleyen birçok veriden söz edilebilir. Bugün bir düşünceyi savunmak o günkünden daha rahat ve engelsiz yapılabiliyor örneğin. Ancak kabul etmeliyiz ki bu yaklaşım belli bir bakış açısının okumasıdır. Çünkü aksine, ileri değil geriye gidiş olduğunu düşünenler de var. O halde hem insanlığın ve düşüncenin seyrini anlama bakımından hem de içinde bulunduğumuz ortamı doğru anlamak bakımından sormalıyız: Gelişiyor muyuz, geriliyor muyuz? Düşüncede Seyrin Yönü
▪ Düşünce soyut bir ortamda gelişemez. Düşüncenin gelişmesi somut veriler ışığındadır ve mevcut durumla ilişkin bir söylemin ürünüdür. Örneğin felsefe soyut bir düşünce yöntemi olarak bilinmektedir.
22
mümkündür ne de böyle bir şey teorik
Sosyal konulardaki gelişmeleri anlamak, izah etmek ve ispat etmek bilimsel konulardaki gelişmeyi anlamak kadar kolay değildir. Çünkü burası iyi ve kötünün söz konusu olduğu bir
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
alandır ve iyi ile kötü ancak sahip olunan değer yargılarına göre tanımlanabilir. Doğal olarak toplumların gelişmişliğini ölçmek için kullanılan argümanlar da bu değer yargılarından etkilenmektedir. Kimilerine göre gelişmişlik bireysel tercihlerin özgürlüğü ile izah edilebilirken, bir başkasına göre gelirin eşit dağıtılması ve farkların minimize edilmiş olması ile ölçülebilir.
gelmiştir. Ayrıca din ve vicdan özgürlüğü anayasalar tarafından garanti altına alınmıştır. Hiç kimsenin inandığı gibi yaşamasının önünde engel yoktur. Dinin hem engellenmemesi hem de siyasi malzeme haline gelmemesi için gerekli önlemler alınmış vaziyettedir. İnsan hakları üst değer olarak ülkelerce
Gelişmişliğin nelere bakılarak tespit edileceğine dair bile birbirinden çok farklı iddialar duymak mümkündür. Kimine göre siyaset yani toplumun nasıl yönetildiği, kimine göre ekonomi yani refah seviyesi, kimine göre fikir özgürlüğü, din özgürlüğü, özgürlük, sosyal ilişkilerdeki kalite, ahlak, düşüncenin vukufiyet ve derinliği vs. gelişmişliğin kendisini gösterdiği asıl konulardır. Bunlara göre de örneğin cumhuriyet ve demokrasi krallıktan, liberalizm diktatörlükten, şehir hayatı köyden daha ileridir. Gelinen noktaya kabaca baktığımızda gördüklerimizi şöyle sıralayabiliriz: Krallıklar devrildi. Halk iradesinin egemenliği genel kabul gören bir değer haline geldi, kamuoyu denen şey gerçek bir sosyal güç haline geldi. Artık hiçbir yönetim bunlara kayıtsız kalarak hüküm sürme olanağına sahip değildir. Artık ne putlardan ve putların hizmetçilerinden destek alarak iktidar olan otoriteler vardır ne de kendisini Tanrı’nın temsilcisi ya da akrabası olarak gördüğü için iktidar yetkisine sahip olduğunu savunan yönetimler vardır. Devletlere egemen olan şey belli kişi, grup ya da ortaklıklar değil hukuktur. Artık yönetimler meşruiyetlerini hukuktan almak durumundadır. Bu sebeple haklı bir iddiası olanların bu hukuka dayanarak iddialarını ortaya koyma şansı vardır. Kolluk güçleri onları keyfi davranışlarıyla engelleyemez. İktidarın bu iddiaya karşı duruş ve müdahalesi yasal olmak zorundadır. Herkes fikrini açıkça beyan etme fırsatına sahiptir. Bu da doğru düşüncenin yayılması için gerekli hatta ideal ortamı sağlamaktadır. Fırsat eşitliği, rekabetin adil olması, üretici ve tüketici hakları gibi kavramlar yaygın olarak kullanılan, referans gösterilen dayanaklar haline
kabul edilmiş ve dünya çapında mahkemesi bile kurulmuştur. Savaşlar bile bir hukuka bağlanmış, savaş suçları belirlenmiştir. Orantısız güç kullanarak bir tarafa saldırmak ihtişam alameti değil zalimlik olarak algılanmaktadır. Kölelik sistemi kaldırılmış, savaş esirlerinin köle ya da cariye olması literatürden çıkarılmıştır. Onların da bir hukuku vardır ve hiç kimse savaşta esir aldıklarına dilediği gibi davranamamaktadır. Bütün bunlar insanlığın bugüne kadar biriktirdiği değerlerin ortak kabuller haline gelmesinden kaynaklanmaktadır. Bunların ortak kabul haline gelmesi doğruyu izah etmekte ve savunmakta büyük kolaylık sağlamaktadır. Meşru olmayan iddia ve hakları reddetmek için bu ortak kabullere referans gösterilmesi yeterlidir. Böyle midir? Aynı manzaraya başka bir açıdan bakılamaz mı? Biçimler birbiriyle kıyaslandığında hedefe uygunluğu bakımından biri diğerlerinden daha tercihe şayan olabilir. Cumhuriyet ve demokrasi, adaletin tesisi için monarşik, oligarşik yapılardan daha çok şansa sahiptir. Ancak adalet, kararın çoğunluğa dayanmasına değil doğru olmasına bağlıdır. Doğru kararı bir kral da tek başına verebilir. Gelirin eşit dağılımını kral da adil yapma fırsatına sahiptir. Adaletsizliği, eşitsizliği hem de kasıtlı olarak üreten cumhuriyet örnekleri de az değildir. Halkın yönetime katılmasının, bütün taleplerin yönetimde yer bulmasının, her türlü hayat anlayışına toplumsal alanda hayat hakkı tanınmasının adalet ve doğru üreteceği garanti edilemez. Karşılıklı rızanın olması orada adaletin olduğu anlamına gelmez. Halk hareketleri kuvvetli bir sel gibidir. Önünde güç ve kuvvetle durulamaz. Hele bir de düşünsel
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
23
veya ideolojik bir arka planı varsa durum onun
yaşadığımızı sanıyor olabiliriz. Bilimsel
karşısında olanlar için iyice içinden çıkılmaz
hususlarda bile lineer bir gelişim çizgisini
bir hale gelmektedir. İletişimin yaygınlaştığı,
savunmayı zor durumda bırakan örnekler
haksızlıkların ve bunlara karşı yapılabileceklerin
bulunmaktadır. Piramitler, akupunktur, gök
kolayca paylaşılabildiği bir dönemde biriken
bilimleri, bazı sanatsal ürünler gibi hususlarda
tepkiler, aile mülkiyetine ve soy takibine dayalı
geçmişte ulaşılan noktaların bugün gerisinde
yönetimleri ortadan kaldırmıştır. Ancak aile
bulunmaktayız.
mülkiyetinin toplumları hem de denizaşırı ölçekte sömürmesinin yeni olanaklarını da yaratmıştır. Bir çok siyasi iktidar yaşıyor olmakla beraber global sermaye sınırları geçip ülkeleri yönetmekte, farklı biçimlerde köleleştirme ve cariyeleştirme devam etmektedir. Halkların zenginliklerinin sömürülüp değerlerinin ifsat edilmesi köleliğin yeni şeklinden başka nedir ki? Birçok şirketin sermayesi eski imparatorlukların mülk değerinden daha fazladır. Ne yapsın kral olmayı!
“İlk toplumdan beri insan toplulukları birbirine (nur-zulumat) dönüşmektedirler. Bu nedenle değişmeyi düz bir çizgi üzerinde değil de dairesel bir döngü etrafında görmek gerekir. Zira imtihan için yeryüzünde bulunan insanlar, ya şeytana uyup karanlıklara gömülecekler, ya da Allah’a uyup aydınlığa çıkacaktır. Her iki durum için de değişme yolu daima açıktır.”32 Siyasi, hukuki ve sosyal bakımdan ne kadar
Halkın oluşturduğu sel, karşısına geçerek değil daha uzun bir süreçte yönlendirilerek bir yöne daha kolay kanalize edilebilir. Geçmiş zihniyet, bu selin karşısında durmak ve sindirmek şeklinde idi. Bu yüzden iç çatışmalardaki kayıpların geçmişte daha fazla olduğu söylenebilir. Oysa bugünün yönetsel zihniyeti daha usta yöntemler kullanmaktadır. Çıkar sahiplerinin işine gelen hukuki, kanuni, sanatsal, sportif işler kitlenin talebi imiş gibi kolayca gösterilebilmekte ya da kitle önceden bunları savunur hale getirilebilmektedir. Gerçekte halk mı talep ediyor yoksa talep mi ettiriliyor ayırmak
gelişme kaydederse etsin insanoğlu bu döngüyü yaşamaktadır. Buradaki döngüden kasıt döngüsel tarih anlayışı çerçevesinde tarihin sürekli bir şeyi tekrar etmesi şeklinde değildir. İnsan, yönetsel ve sosyal bakımdan daha iyi olanı aramakta, bunun için keşifler yapmaya çalışmakta, geçmişten dersler çıkarmaktadır. Ancak katettiği her mesafe, ulaştığı her yenilik toplumsal cürümlerin “kalitesini” de artırmaktadır. Hukuk varsa onun nasıl delineceğinin bilgisi ve anahtarları da sistemlerin sahiplerine aittir. Herkese seçilme hakkı vardır, ama sistem sermaye sahipleri ile
zor.
ortak hareket etmeyi şart koşmaktadır. Dünya
Hukuk sadece bugüne ait bir olgu değildir.
imkânsız değilse bile öyle kolay bir iş değildir.
imparatorluğundan izin alınmadan bir hükümet
Sümerlerin de yazılı hukuku vardı. Roma, hukukun beşiği sayılmaktadır. Ayrıca Hz. Süleyman, Hz. Yusuf gibi örneklerle, diğer peygamberlerin getirdiği değerlerle hukukun bugün cari olandan daha adili insanın önüne konulmuştu. Aynı şekilde halkın iktidara katılması ile ilgili çok eski örnekler de bulunmaktadır. Halkın ne olduğu, kimlerin halk sayılması gerektiği ile ilgili doğru örnek ve
Düşünce her halükarda arayışına devam etmektedir. Modern ve post-modern zulümlere karşı da çare arayışı içindedir. Bunu yaparken de içinde bulunduğu ortamın verili doğru kabullerini argüman olarak kullanmasında bir sakınca yoktur. Verili doğru kabuller geçmiştekinden daha çok birikmiştir, ama bu her şeyin onlarla izah edilebileceği anlamına gelmiyor. Verili doğru
uygulamalar da tarihte öyle veya böyle vardı.
kabuller ne kadar artmışsa, verili saplantılar
Son dönemde gelişme adına saydıklarımız
insan fıtratının arayışıdır ve onu ancak doğruya
aslında Avrupa Orta Çağından bugüne kadarki
ulaşmış olma durumu tatmin edebilir.
da o kadar şekil değiştirmiştir. Fakat düşünce
sürecin izahıdır. Kadınıyla, erkeğiyle insanın, beşeri tercih ve iradenin, dinin öylesine ifsat edilmesinden sonra olağanüstü bir gelişmişlik
24
R. İhsan Eliaçık, İslam ve Sosyal Değişim, İnşa
32
Yayınları, S. 186
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
İnsan fıtratı, karşı karşıya kaldığı zulümlere çare olması için kalıpları ve içeriklerini irdeleyip yenilerini deneyerek arayışını sürdürmektedir. Ancak görünen odur ki, ne yönetimi tabana yaymak ne hakları ayrıntılarına varana kadar belirleyecek hukuku geliştirmek zulmü tefrite savrulup duruyor. Tanrı-devletlerinden pozitivizme savrulma akla gelmedik yeni zulümler, kölelik ve cariyelik şekilleri üretmiş, bugün yeni bir arayışı doğurmuştur. İslam nasıl, Hz. Süleyman, Hz. Yusuf gibi örneklerde krallıklardan bile adalet çıkaracak değerleri getirip başarılı olmuşsa bugünün dünyasını da elindeki daha çok imkânlarla nura çıkaracak değerlere sahiptir. Dünya, farkında olsa da olmasa da İslam’ın önerisine her geçen gün daha şiddetle ihtiyaç duymaktadır.
www.islamiyorum.com
ortadan kaldırmaya yetmiyor. Sürekli ifrattan
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
25
Dosya: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?
Makale 2 / Bölüm 1 :
İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor? Nuri Yılmaz Anonim hale gelmiş bir hikayeye göre adamın
tarafı, meşrebini veya mezhebini değiştiren
biri, hava karardıktan sonra sigara almak
bir kimse, bu defa aynı hararetle o fikrin
niyetiyle sokağa çıkar. Tam o sırada, bir
savunuculuğunu yapar. Aynı hararetle diğer
sarhoşun kullandığı frenleri bozuk bir araba,
görüşleri eleştirmeye ve dışlamaya devam eder.
çarparak onu öldürür. Kazanın olduğu yer bir virajdır ve yolun o bölümü bozuktur.
Bu durum biz Müslümanların, bin yılı aşkın
Soru şudur: Bu olayda adam hangi nedenden
birisidir. Ama artık devam etmemesi gerekiyor.
dolayı ölmüştür?
Bugün insanlık, güçlerin ve değerlerin yeniden
Cevap verenin durumuna bağlı olarak, birbirinden farklı ve zıtlık ölçüsüne varan cevaplarla karşılaşabiliriz. Olayda taraf olanlar, ön kabulleri veya önyargıları bulunanlar ve olayın tümünü bilmeyip sınırlı bir çerçeveden bakanlar, hep farklı cevaplar vereceklerdir. Hatta “tarafı” veya “açısı” değişen kimselerin yorumlarını da değiştirdiklerine sıklıkla şahit olabiliriz.
şekilleneceği tarihi anlardan birisinin eşiğinde bulunmaktadır. Son iki yüz yıldır dünyaya yön veren Batı değerleri, arkasında kötü bir miras bırakarak iflasın eşiğine gelmiştir. Sorunlara çözüm üretememekte, problemleri çözememekte ve en önemlisi bizzat kendisi birçok sorunun ve problemin kaynağı haline gelmiş bulunmaktadır. Yeni arayışların başladığı bugün insanlık, İslam’a en fazla ihtiyaç duyduğu tarihi anların birisinden geçmektedir.
Başlıkta sorduğumuz soru da, bu örnekteki duruma benzer.
Oysa Müslümanlar, insanlığın sorunlarına çözüm üretemiyorlar. Bugünün dünyasına bir
Aslında çözümü zor olmaması gereken bir mesele; herkes kendi meşrebinin ve mezhebinin gözlüğüyle baktığı ve bir taraf gibi davrandığı için bir türlü çözülemez. Zıtlıklara varacak ölçüde birçok farklı cevap ortaya çıkar. İşin ilginç
26
süredir devam eden kadim problemlerinden
şey öneremiyorlar. “İslam” diye sahiplendikleri düşünceler, bugünün diline ve bugünün ihtiyaçlarına yabancı. Belki kendi dönemleri için güzel ve doğru düşüncelerdi. Hatta ileri fikirlerdi. Ancak belli bir dönemin şartlarına çözüm olarak üretilmiş hiç bir düşünce evrensel
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olamaz. İnsanlığın gelişen ve değişen ihtiyaçları
çekilip dışarıdan bakmaya başardığımızda,
karşısında eskir.
aslında cevapların ne kadar farklı olduğu
Müslümanlar bu durumu göremediler. Çünkü bir dönemin şartlarında ortaya çıkmış olan dili ve o dönemin problemlerine karşı üretilmiş çözümleri “din”in kendisi zannettiler. Dinin
gerçeğiyle karşı karşıya kalırız. Mesele üzerinde azıcık kafa yorunca, zihin netliğinin bilgiden değil tekrarlanıp duran ezberlerden kaynaklandığını görebiliriz.
evrensel değerleri ile bu değerlerin farklı zaman
Fakat bu ezberler bugün Müslümanları bir
ve coğrafyalarında ortaya çıkan uygulamalarını
sıkıntının eşiğine getirmiştir: Toplumların
birbirinden ayıramadılar.
anlayabileceği bir dil geliştiremiyoruz. Onların
Fakat artık bu problemin çözülmesi gerekiyor. İslam’ın bir özne ve bir aktör olarak yeniden dünyaya dönmesini engelleyen bu durumun ortadan kalkması gerekiyor. Bu sözler güzel bir niyeti ifade etmekle birlikte, çözümü de zor sözlerdir. Çünkü bu meselenin çözüm yolları üzerinde 1400 senelik bir birikim yatmaktadır. Bu birikimden güç alan derin ön kabuller, bu birikimden beslenen çok güçlü ön yargılar ve
kalplerini fethedemiyoruz. Çünkü onların sorunlarından habersiziz ve İslam’ın bu sorunlara nasıl çözüm ürettiğiyle ilgili bir fikrimiz yok. Her birimiz farklı gündemlerle büyülenmiş durumdayız. Sahip olduğumuz düşünce İslam tarihinin hangi döneminden kalma ise hala o dönemde yaşıyoruz; o günkü dili kullanıyor, insanlığın sorunlarını o günkünden ibaret sanıyoruz.
neredeyse beynin dokularında yer etmiş kalıplar,
Peygamber’in getirdiği din en fazla; ezilmişler,
ezberler bulunmaktadır.
yoksullar ve çaresizler arasında yankı bulmuştu.
Ama artık bu böyle süremez, sürmemeli... Biz bu makalemizde, İslam’ın günümüz dünyasına ne önerdiğini arayan çalışmalara kendi çapımızda bir katkı yapmayı hedefliyoruz.
Çünkü onların sorunlarıyla ilgileniyor ve Allah’ın yeniden hatırlattığı evrensel değerler çerçevesinde bu sorunlara güçlü çözümler üretiyordu. Bugün din diye anlatılanlar ise insanlığın ilgisini çekmiyor. Sadece grupların veya cemaatlerin birbirlerine üstünlük sağlamasına yol açıyor.
Bu çerçevede: - Birinci makalede, İslam’ın kendisinden öğrenildiği “temel” kaynağın (Kur’an), bugün bizler için ifade etmesi gereken anlamı tartışacağız - Devamı olan ikinci makalede ise “bugün İslam’ın nasıl anlaşılması gerektiği” sorusuna cevap arayacak ve günümüz dünyasına ne önerdiğini tespit etmeye çalışacağız. Zorunlu olarak mevcut anlayışların kökenlerine ineceğiz.
İnsanlığın İslam’a en fazla ihtiyaç duyduğu tarihi anlardan birisi olan günümüzde, İslam’ın hayat sahnesine yeniden çıkması nasıl mümkün olacaktır? Bu soruya sağlıklı cevap verebilmek için (maalesef) önce Müslümanların kendilerini en yeterli gördükleri konunun, yani “İslam nedir?” sorusunun cevabı üzerinde durulmalıdır. Bu noktadaki tartışmalar ise bizi ister istemez daha temel noktalara, yani İslam’ın kendisinden öğrenildiği kaynakların bugün için ne ifade
İslam’ın tarihe yeniden müdahale etmesini sağlayacak değerleri nasıl öğreneceğiz? (Kaynak sorunu) Cevabı herkesin zihninde gayet net olan bir soruyu başlık olarak seçmiş olduk. Hatta birçok kişi bu soruyu “gereksiz” bile bulabilir. Oysa bu bir algı yanılmasıdır. Çünkü biraz geri
ettiğini sorgulamaya itecektir. Kaynak sorunu, aslında Müslümanlar için çok derin bir sorundur. Bir makale sınırları içerisinde tartışılıp neticelendirilmesine imkan yoktur. Ancak biz, güncel tartışmalardan yola çıkarak (onlara katkı yapabilmek için) Kur’an’la ve Kur’an’ın bugün bizler için ifade ettiği anlamla ilgili düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz. Çünkü
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
27
bu konuya değinilmeden, İslam’ın günümüz
“gereksiz” diye damgalanmasını meşru kılmaz.
dünyasına ne önerdiğini tartışmak mümkün
Çünkü Kur’an’ın bağlayıcılığı ile ilgili meseleler,
olmayacaktır.
eninde sonunda bu sorulara verilecek cevapta düğümlenmektedir. Tartışmanın sorumluluğuna
Bu çerçevede;
ve namusuna sahip kimselerin, entelektüel
- Önce Kur’an hakkındaki güncel bazı tartışmalara işaret edeceğiz - Sonra bu tartışmaların tarihi arka planını araştıracağız
düzeyde bu sorulara cevap araması “gereksiz” görülmemelidir. “Kur’an her şeyiyle Allah kelamı mı, yoksa Cebrail’in veya Peygamber’in sözü mü?” merkezli tartışmalara baktığımızda; “Allah
- Sonra da günümüz için Kur’an’dan yararlanma yöntemi önermeye çalışacağız Bu yöntem aynı zamanda Kur’an’ın bizim için ne anlam ifade etmesi gerektiğini de ortaya koyar nitelikte olacaktır.
kelamıdır” diyenlerin de, “Allah vahyetmiş, Cebrail veya Peygamber ise insan lisanına çevirmiştir” diyenlerin de kendilerine ayetlerden destekler bulabildiklerini görürüz.1 Bunun yanında her iki şekilde düşünenler de, Kur’an’ın mushaf haline getirilmesi aşamasında yaşanan olayları, kendi tezlerini ispatlayan tarihi deliller
Kur’an’ın hayattaki yeri ve rolü hakkında var olan tartışmalar
olarak kullanabilmektedirler. Kısacası bu
Kur’an’la ilgili birikmiş sorunlu yaklaşımların
bulunmaktadır.
bir neticesi olarak, bugün Müslümanların; “hayatın oluşturulmasında Kur’an’ın yeri ve bağlayıcılığı nedir?” sorusuna cevap aradıklarını görmekteyiz. Fakat sorunlar o kadar birikmiş durumdaki, tartışmalar bin sene önceki konulara geri dönmüştür. İlk kaynağından itibaren tartışılmaya başlanmıştır: Kur’an her şeyiyle Allah kelamı mıdır? Yoksa vahyi taşıyan meleğin veya onu tebliğ eden Peygamber’in sözü
tezlerin hepsinin, kendi mantık bütünlükleri içerisinde güçlü ve dikkate değer açıklamaları
Birini kesin doğru olarak görüp diğerlerini yok saymak meseleyi aydınlığa kavuşturmak için uygun bir tavır değildir. Çünkü bu tartışma, farklı şekillerde ve farklı kavramlarla, neredeyse bin seneyi aşkındır sürüyor. “Tartışanların hepsi art niyetlidir” şeklinde toptancı bir yaklaşım sergilenemeyeceğine göre, bu kadar uzun süredir tartışılmasını; birincisi, meselenin
müdür?...
önemine, ikincisi, eldeki verilerin her iki sonucu
Tartışmanın bir diğer konusu da Kur’an’ın bugün
gerekir.
da çıkarmaya müsait olmasına bağlamak
için bağlayıcılığı ile ilgilidir. Gelişen bazı hadiseler karşısında; “Kur’an her şeyiyle evrensel ve her zaman aynı nitelikte bağlayıcı bir kitap mıdır; yoksa tamamı veya bir kısmı dönemsel nitelikler taşıdığı için, bağlayıcılık yönü tartışmaya açık bir kitap mıdır?” sorusu zihinleri kurcalamaya başlamıştır.
Peki, bu tartışmanın varlığı ve neticelendirilemiyor olması bizi, Kur’an’ın kaynağı ve içeriğiyle ilgili ciddi bir şüphe olduğu sonucuna mı götürmeli? “Kur’an Allah kelamıdır” diyenler açısından bu sorunun cevabı (tartışmasız bir şekilde)
Bu alanda yapılan bütün tartışmaların samimi ve iyi niyetten kaynaklandığını söylemek zordur. Kimi bireyler, modern yaşama ayak uydurmayla birlikte ortaya çıkan savrulmayı meşru gösterebilmek için, kimileri bir fantezi olarak, kimileri de orijinallik olsun diye bu tarz konuları diline dolayabilmektedir.
“hayır”dır. “Allah vahyetmiş, Cebrail veya “Allah kelamıdır” diyenler için, Kur’an’ın
1
vahyedilmesiyle ilgili bütün ayetler delil olabilirken, Peygamber kelimelere dönüştürmüştür diyenler: “Gördüklerinize de görmediklerinize de yemin ederim ki, o Kur’an şerefli bir elçinin getirdiği bir sözdür.” (Hakka 69/40) ve “Bu mesaj değerli bir elçinin getirdiği bir sözdür. Hükümranlık tahtının sahibi Allah katında
Fakat bu tarz kimselerin varlığı, bu tartışmaların
değeri olan çok güçlü bir elçinin...” (Tekvir 81/19-20) gibi ayetleri delil göstermektedirler.
28
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Peygamber ise insan lisanına çevirmiştir”
sunduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu
diyenler de Kur’an’ın; gönderildiği dönem için
iddia kolaylıkla doğrulanmış olur. Emirlere ve
ifade ettiği anlamı tartışmamaktadırlar. İlk
nehiylere indirgenmiş bir din evrenselliğini ve
geldiği sırada “Kur’an’a başka sözler karışmıştır,
dinamizmini yitireceği için, değişen çağlara yeni
güvenilir değildir” dememektedirler. Dolayısıyla
bir şey öneremez. İnsanoğlunun değişen ve
onlar açısından da Kur’an’ın kaynağı ve içeriğiyle
gelişen ihtiyaçlarına cevap veremez. Değişen
ilgili bir şüphe ortaya çıkmamaktadır.
şartlara rağmen hayatı inşa etmeye kalkıştığında
“Kaynak” konusunda ortaya çıkan tartışmaların temel sebebi, Peygamber sonrası dönemler
ise: - Ya Suudi Arabistan örneğinde olduğu gibi
için Kur’an’ın hayattaki rolünün ve
şeklen şeriatı uygulayan ama; zulüm,
öneminin ne olduğunu doğru bir şekilde
adaletsizlik, haksızlık gibi kavramları
belirlemektir. Bu çerçevede tartışmalar şu
bulunmayan bir model ortaya çıkar
şekilde açılım göstermektedir:
- Ya da Taliban örneğinde olduğu gibi dünyada
- Kur’an, tek bir harfi bile değiştirilemeyen ve
var olan problemlerle uğraşmamak için,
Allah tarafından koruma altına alınmış bir
bulunduğu coğrafyada 1400 sene önceki
kitap mıdır? Yoksa Peygamber’in insanlara
şartları yeniden oluşturmaya çalışan bir
duyurmasına kadar geçen sürede korunan
yaklaşım gelişir.
ama sonra (şayet Müslümanlar sahip çıkmazsa) daha önceki kitaplar gibi tahrif edilebilecek, kaybolabilecek bir kitap mıdır? - Kur’an kıyamete kadar ortaya çıkacak bütün problemlere ve ihtiyaçlara cevap içeren bir kitap mıdır? Yoksa (kısmen veya tamamen) Peygamber dönemine mahsus bir kitap mıdır?
Bugünün dünyasına söyleyecek bir sözü olmaz. Kur’an’ın hayattaki rolü ve önemi üzerine yapılan tartışmanın diğer tarafı olan, “Kur’an’ı koruyan Müslümanlardır; bu kitap kısmen veya tamamen gönderildiği döneme hitap eder” diyen yaklaşıma gelince... Bu bakış açısı da, tarih içerisinde bir takım
Bin yılı aşkın bir süredir tartışılan bu konunun yeniden tartışılır hale gelmesi, “İslam günümüz dünyasına ne öneriyor?” sorusuna cevap aranırken yaşanan “düşünce” problemlerinden kaynaklanmaktadır. Ön kabuller Müslümanların ellerini bağlamakta ve çözüm üretmelerini
problemlere kaynaklık etmiştir. Bu problemlerin en önemlisi, Kur’an’ın hafife alınmasına yol açmasıdır. Özellikle “Kur’an tamamen tarihseldir” diyenlerde daha net görüldüğü gibi, evrensel değerler; hayattaki karşılığı bireyin yorumuna kalan birer kavrama dönmektedir.
zorlaştırmaktadır.
Bu ise bireyin yorumunu fazlasıyla kıymetli
Bu ifadelerle ne kastettiğimizi daha açık ifade
açmaktadır.
hale getirmekte ve iki temel probleme yol
edebilmek için, kökü eskilere dayanan iki kadim bakış açısının, bugün Müslümanlar üzerinde
Birincisi bireye hayatı yönlendirecek değerleri
oluşturduğu etkileri ortaya koyabiliriz.
oluşturma ve belirleme gücü verilmesi
Bu tartışmanın iki tarafından “Kur’an
üzere yaratıldığı için, fıtratını kirletmemiş
korunmuştur ve kıyamete kadar ortaya
kimseler, “aklederek” fıtratlarındaki cevherleri
çıkacak bütün soruların cevabını içermektedir”
açığa çıkarabilirler. Yani İslam’ın evrensel
diyen bakış açısı, İslam tarihinde somut
doğrularını keşfedebilirler. Ancak Yüce Allah;
olarak görülebilen kimi problemlere kaynaklık
güç, akıl ve imkan gibi nimetleri her insana
etmiştir. Bu problemlerin en önemlisi, dinin bir
aynı oranda vermemiştir. Dolayısıyla “doğruları
yaşam biçimi olmaktan çıkarak, emirlerden,
bulmayı” sadece akıl ile irtibatlandırdığımız
yasaklardan ve ibadetlerden ibaret hale
zaman, kimilerine kapasitelerini aşan bir yük
gelmesidir. Ehl-i Sünnet’in genel mantığı ve
yüklemiş ve zulmetmiş oluruz. Hatta Allah’ın
bu ekol içerisindeki mezheplerin insanlığa ne
“akıl” nimetini bolca bahşettiği insanlar için
sonucunda ortaya çıkar. İnsanoğlu İslam fıtratı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
29
bile; heva (aşırı istek ve tutkular), çevre şartları
yeryüzünde adaletin hakim olmasını sadece
ve zihniyetin baskısı gibi engelleyiciler vardır.
insanın keşfine bırakmamış, her dönemde
Bunların sonucu olarak fıtratını kirletmemiş
bir rehber ve hakem olarak peygamberler ve
akledebilen insanlar, farklı dönemlerde aynı
kitaplar göndermiştir.
performansı sürdüremezler. Kısacası, hayatı yönlendirecek değerleri oluşturma ve belirleme gücünün sadece insanda olduğunu kabul ettiğimizde, birçok insan için “adil” olmayacak
ikinci problem ise değerlerin nesilden nesile aktarımı ile ilgilidir: Değerlerin farklı zaman ve
bir karar vermiş oluruz.
coğrafyalardaki uygulamaları farklı olacağından,
Aklederek doğruya ulaşabilmek övülmesi
olmadığında, ya her nesil bir önceki neslin
gereken bir meziyet olmakla birlikte, yaşanan
öğretisini kutsallaştırıp bağlayıcı hale getirecek
tecrübeler; bu meziyetlere sahip kimselerde
ya da her nesil bu değerleri yeniden keşfetmek
gurur ve sarhoşluk eğilimi olduğunu
zorunda kalacaktır. Sonuçta ikisi de daha büyük
göstermektedir. Bu sarhoşluk, düşünebiliyor
problemlere kapı açacaktır.
temel değerleri hatırlatan bağlayıcı bir kaynak
olmanın kişide meydana getirdiği “ben biliyorum” sarhoşluğudur ve düşünmeyen veya düşünemeyen kimselere karşı bir hafife alma, bir umursamazlık ortaya çıkartır. “Ben aklettim buldum; onlar da akletsin, onlar da bulsun” yaklaşımıyla kişi, doğruları anlatmak için çaba gösterme ihtiyacı duymamaya başlar. Zamanla onları “bidon kafalılar” veya “göbeğini kaşıyan
Kısacası problemler yönünden bakıldığında; “Kur’an her sorunun cevabını içeriyor” diyen bakış açısı da, “Kur’an’ın bir kısmı veya tamamı tarihseldir” diyen bakış açısı da problem üretmeye yatkındır. Fakat bununla birlikte tam tersi bir iddia da doğrudur: Her iki bakış açısı da, bugüne kadar birçok hayrın ortaya
adamlar” olarak görme eğilimi artar.
çıkmasına kaynaklık etmiştir.
Bir diğer sıkıntı da, Kur’an yok sayılıp
Bu kadim tartışma, birinin birine tercih
sadece akıl veya vicdan merkeze alındığında yaşanacak “istikrar” ve “güven” sorunudur. Bu meseleyi daha iyi anlatabilmek için solcu ve liberallerin durumunu örnek verebiliriz. Onlar: “Müslümanlar Allah’tan korktukları için ahlaklı ve adil davranmaya çalışıyorlar, biz ise bunu kendi irademizle yapıyoruz. Dolayısıyla bizimki daha değerlidir” demektedirler. Gerçekten de hak, hukuk, doğru, adalet ve ahlak gibi kavramlarda; korkudan değil de kendi iradi tercihiyle bir duruş göstermek bir erdemdir. Fakat bunun sürekliliğini sağlayacak olan nedir? İkinci ve üçüncü şahısların buradaki akla veya vicdana güvenmeleri nasıl mümkün olacaktır? Çünkü onlar kendileri dışındaki olaylarda objektif ve adil olmayı başarsalar da, içinde kendilerinin bulunduğu olaylarda sağduyuyu ve tarafsızlığı yitirmektedirler. Bu noktada sürekliliği sağlamak ve güven hissini tesis etmek için tarafsız bir hakeme ihtiyaç vardır. Böyle bir hakem bulunabildiği takdirde görecelilik ve taraf olmanın meydana getirdiği yanlı bakış ortadan kalkar.
edilmesiyle çözümlenemez. Bu iki görüş tarih içerisinde birbirine “denge” görevi görmüştür. Birlikte var oldukları dönemlerde (aralarında düşmanlığa varan bir zıtlaşma yaşanmış olmasına rağmen), her iki bakış açısının ürettiği olumsuzluklar da en aza inmiş ve İslam dünyası çok üretken olmayı başarmıştır. Birinin tarih sahnesinden çekildiği dönemlerde ise diğerinin olumsuzlukları belirgin bir şekilde gün yüzüne çıkmış, üretkenlik yitirilmiştir. Kur’an’ın hayattaki yeri ve önemiyle ilgili tartışmaların serüvenine kısaca göz atmak, dikkate değer bazı sonuçlara ulaşmamızı kolaylaştıracaktır.
Tartışmanın serüveni: 1- İlk dönem Kur’an’ın canlı bir şekilde indiği ilk dönem, Kur’an’ın hayattaki rolünün hiç tartışmasız
Bu gerçeklerden dolayıdır ki Yüce Allah;
30
Kur’an’ı değersizleştiren yaklaşımın yol açtığı
en üst düzeyde olduğu dönemdir. Parça
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
parça ve gerektikçe inen Kur’an2, canlı bir
her şeyi savaşa katılanlar arasında pay ediyor,
şekilde bir toplumun hayatında yazılmaktadır.
beşte birlik kısmını da “beytülmal”den ihtiyaç
Problemlerine, sıkıntılarına, ihtiyaçlarına direk
sahiplerine ulaştırıyordu. Fakat ardı ardına gelen
çözümler içermektedir. Vahyi duyuran elçi
fetihler ve hızla genişleyen topraklar karşısında
hayattadır ve ayet lafızlarının anlaşılmasında
Hz. Ömer, Resulullah’ın uygulamasından
yaşanabilecek anlayış farklarına direk
farklı bir uygulamaya imza atar. Irak’ın
müdahale edebilmektedir. Bu yüzden insanlar,
fethinden sonra ganimet dağıtımını durdurarak
vahyin alanına girmeyen en teknik konularda
askerleri maaşa bağlar. Fethedilen toprakları
bile, Peygamber’e; “bu vahiy mi, yoksa
“Müslümanların ortak malı” ilan eder. Irak
senin görüşün mü?” diye sormadan görüş
topraklarının fethinden sonra kendisine bizzat
belirtmemektedirler.
gelip bu araziyi askerlere dağıtması konusunda
Bu vakıanın bir sonucu olarak “işittik, itaat ettik” şeklinde özetlenebilecek bir itaat mantığı
ısrar edenlere de, “sizden sonra gelecek Müslümanlara ne kalacak?” cevabını verir.5
gelişmiştir. Elçinin veya vahyin açıklamadığı
Diğer örnekte ise Hz. Ömer, bir Cuma
bir meselenin peşine düşmek hoş karşılanmaz.
hutbesinde mehir konusunda şöyle bir öneri
“Allah böyle murad etti” denilerek öylece kabul
getirir: “Bundan böyle evlenmelerde, dört yüz
edilir. Hz. Ebu Bekir’e nispet edilen şu söz,
dirhemden fazla mehir istenmesin!” Halbuki bu
yaklaşım mantığını açıklar niteliktedir: “Eğer
mesele; “Kadınlara mehirlerini cömertçe verin.
Kur’an hakkında kendi aklımca konuşur ya da
Ondan size gönül rızası ile bir şey bağışlarsa,
bilmediğim bir şeyi söylersem, ey yer beni
onu da afiyetle yiyin” (Nisa 4/4) ayetinde ifade
al, ey gök benden ışığını esirge.”3 Biraz geç
edilmiş ve Resulullah’ın uygulamaları ayetin
dönemde (Haccac döneminde) yaşamış olan,
ifade ettiği şekilde gerçekleşmiştir. Hz. Ömer ise
Ebu Vail Şakik b. Same ise kendisine Kur’an’dan
yüksek mehir bedellerinden dolayı evlenmekte
bir şey sorulduğu zaman şöyle der: “Allah onu
sıkıntı çeken kimseler için bir kolaylık ve bir
dileseydi, açıklardı. Allah onun arkasında yatan
çözüm olarak, mevcut uygulamayı değiştirmekte
anlamın araştırılmasını istemiyor.”
bir sakınca görmez. Onu caydıran ise, hesap
4
etmediği bir şeyi kendisine hatırlatan bir ihtiyar
2- Halifeler dönemi
kadının sözü olur: “Kur’an cömertçe mehir tayin etmeye izin vermiştir. Sen buna bir sınır
Fakat Resulullah’tan sonraki ilk dönemlerde
getiremezsin!” Kadının uyarısı, sınır getirmenin
ortaya çıkan bir yaklaşım biçimi, Kur’an’ın
yol açabileceği hoşnutsuzluk ve boşanmalar
hayattaki yeri ve önemi açısından oldukça dikkat
esnasında yol açabileceği problemlerle ilgilidir.
çekici bir nitelik taşır. Bu yaklaşım biçimi, herkes
Ve bunun üzerine Hz. Ömer, hesaba katmadığı
tarafından övgüyle bahsedilen bir yönetim
bu gerekçeden dolayı kararından vazgeçer.
göstermiş olan bir lidere, Hz. Ömer’e aittir. Hz. Ömer, hakkında açık ayet ve Resulullah’ın net uygulaması olan bazı konularda, Resulullah’ınkinden farklı uygulamalar gerçekleştirir. “Ganimetler” konusunu ve “mehir” meselesini, onun yaklaşımına örnek olarak verebiliriz. Savaş ganimetlerinin dağıtımında Resulullah: “Bilesiniz ki, ganimet olarak her ne ele geçirirseniz geçirin, bunun beşte biri Allah’a ve Peygamberine, yakınlara, öksüzlere, yoksullara ve yolu kesilmiş olanlara aittir.” (Enfal 8/41) ayeti çerçevesinde, ele geçirilen
İlk dönemlerde dikkat çeken bir diğer yaklaşım, tefsirde tartışmasız otorite kabul edilen isimlerin en eskisi olan (Resulullah’ın amcası Hz. Abbas’ın oğlu) İbn Abbas’a aittir. İbn Abbas, Resulullah vefat ettiğinde en fazla 10-13 yaşlarında idi. O bazı kıssaları daha iyi anlayabilmek için, Müslüman olmuş iki Yahudi’den (Ka’bu’l-Ahbar ve Abdullah b. Salem), bu kıssaların Tevrat’taki anlatımları konusunda bilgi almaktan çekinmez. Bunun yanında, tefsirde dilin ve kavramların önemini ilk gören müfessirlerdendir. Arap dilinde az kullanılan kelime ve deyimlerin anlamını
Furkan 25/32
2
Taberi, 1/26; Subki, 3/290,5
3
İbn Sa’d, 6/67
4
Belazüri. Futuhu’l-Buldan. S 375; Taberi. Tarih. IV 31-
5
34
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
31
çözebilmek için eski şairlerin şiirlerindeki kullanımlara bakar ve elde ettiği kelime bilgisini tefsirde kullanır.6 Ayrıca yabancı dillerden Arapçaya geçmiş kelimeleri de benzer bir
ve itaat ettik” tavrından farklıdır. Fakat Kur’an’ın mushaf haline getirilmesi ve çoğaltılmasına sebep teşkil eden gelişmeler:
araştırmaya tabi tutar.
Yani, İslam coğrafyasının çok hızlı ve kontrolsüz
Kısacası, (ilk dönemlerin mantığı ile
esnasında farklı kültürlerin etkisine açık hale
gerçekleşen) “işittik, itaat ettik” şeklindeki
gelmesi, “korumacı” bir refleksi harekete
sorgusuz itaat, her dönem geçerli olabilecek
geçirir. Yazılı kültür yerleşik olmadığı için
bir tutum değildir. Zamanın ilerlemesi ve
“rivayet” kültürü gelişmeye başlar. Bu kültür,
problemlerin değişmesi sonucu, dün adalet
Resulullah döneminin bilinciyle (yani “işittik
üreten bir uygulama sonraki dönemlerde
itaat ettik” tavrıyla) yetişmiş, fakat bununla
adaletsizliğe yol açabilir. Uygulamayı
birlikte Hz. Ömer gibi “dinamik yorum” anlayışı
kutsallaştırmak yerine, evrensel ilkeyi esas
geliştirememiş kimselerde daha farklı bir karşılık
alarak dönemsel uygulamalarda gerekli
bulur. Korumacılık refleksi her şeyi kuşatır ve
değişiklikleri yapabilmek gerekir. Evrensel
“işittik, itaat ettik” tavrı; “rivayetler aracılığıyla
olanla dönemsel olanı ayırabilmek için; “Allah
gelen her şeye mutlak teslimiyet” şeklini almaya
bununla neyi murad etti” sorusu önemli hale
başlar.
bir şekilde genişlemesi ve bu genişleme
gelmektedir. Ayetlerin indiği dönemsel şartlar bilinmeden, maksatları anlaşılmaz. Maksat anlaşılmayınca da kelimeler kutsallaşır ve mana donar. Kur’an’a böyle yaklaşanların zihninde ise vahiy evrenselliğini yitirir. Vahyi indiği dönem şartları çerçevesinde anlayabilmek için ise “dil”
Zamanla gelişen mantık özetle şöyle der; “Kur’an’ın en doğru yorumu Resulullah’ın yaptıklarını aynen tekrarlamaktır. Kur’an’ı anlamak için başvurulacak en doğru ve başarılı yöntem ise rivayete/nakle bağlı kalarak yapılan
ve “kavramlar” belirleyici bir rol oynar.
tefsirdir.”
Hz. Ömer’in ve Hz. Abbas’ın Kur’an’a yaklaşım
Artık “ilim” denince isnad zinciri yoluyla ilk
biçimleri; rivayet ve delil şartını aşan, dinamik ve Kur’an’ın ruhunu anlamaya dönük
rivayetçisine ulaşılabilen bilgi anlaşılmaya başlamıştır.
bir yaklaşım biçimidir. Kur’an’ın hayattaki yeri ve önemi açısından farklı ve oldukça önemlidir. İbn Abbas’ın tefsiri öncelikle öğrencisi Mücahid tarafından sonraki nesillere taşınır. Sonra da Vasıl b. Ata kanalıyla Mu’tezile ekolü üzerinden gelenek devam eder.
Hz. Ömer’in; ruhunu ve temel mesajını önceleyen Kur’an yaklaşımı, değişen hayat şartlarına rağmen ilkelerin dinamizmini yitirmemesi yönünden gerekli, ama günün bakış açısına göre “iddialı” kabul edilebilecek bir yaklaşım tarzıdır. Çünkü Kur’an’ın pratik hayatla ilgili düzenlemelerine, “hedefine uygun sonuçlar üretmediği zaman uygulama değiştirilebilir” gözüyle bakmaktadır. Bu şekliyle, Kur’an’ın ilk indiği dönemde haklı sebeplerle gelişen “işittik İbn Sa’d, 2/121, ks: 2, s 4
32
Problemlerin çözümü ve toplumsal ihtiyaçların karşılanmasında başvurulan “rivayet” yöntemi, zaman ilerledikçe sıkıntılarla karşılaşır. Resulullah döneminde yaşanmamış sıkıntılar,
3- İlk dönem tefsirinde “rivayet” eğilimi
6
4- Rey ekolü (kelami tefsir)
Resulullah döneminde karşılaşılmamış problemler ve Resulullah döneminde bulunmayan yeni imkanlar ortaya çıkar. Önceki dönemlerde gerçekleşmiş söylem ve uygulamaları aynen tekrarlayarak yeni durumları kuşatmak zorlaşır. Hele ki ilerleyen yıllarda İslam coğrafyasının farklı kültürlerle karşılaşması, zihinlerdeki soruların ve sorunların daha da şekil değiştirmesine yol açar. Nakle dayalı kültür, bu yeni tartışmalara çözüm üretmekte zorlanır. Akıldaki tüm soruları cevaplamak, mantıktaki tüm boşlukları gidermek ve inancın mantığını ortaya koyarak farklı kültürler karşısında onu güçlü kılmak ihtiyacı hasıl olur.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Nakil kültürünün karşılaştığı bu sıkıntı, İbn Abbas ve Mücahid kanalıyla yürüyen ve Vasıl b. Ata’dan itibaren bir ekole dönüşen Kur’an’dan yararlanma (tefsir) biçiminin rağbet görmesine yol açar. Bu ekol “Rey ekolü” olarak isimlendirilecek ve “Mu’tezile” üzerinden devam edecektir. Nakli tamamen yok saymamakla birlikte, “anlatılmak istenen nedir?” sorusunu
demiştir.8 Bu tartışmalar pek çok kişi için teferruat gibi görünebilir. Halbuki buralarda varılan sonuçlar, genel yaklaşım tarzlarını beslerler. Bu çerçevede, mesela Ehl-i Sünnet’in Kur’an’dan yararlanma tarzı; Kur’an’ı bir ilahiyat kitabına döndürmekte, dini ise efsanelere ve kutsallara
sormakta ve mantık aramaya girişmektedir.
boğmaktadır. İslam, anlaşılıp yorumlanacak
Rey ekolü, Kur’an’da mecaz, teşbih ve
edilecek bir din, bir teoloji, bir mitoloji haline
sembollerle anlatım olduğunu kabul eder.
gelmektedir.
Bu yüzden Kur’an’daki kimi anlatımların, sadece lafız göz önünde bulundurularak anlaşılamayacağını savunur. Ayet metinlerini dil bilgisi ve söz sanatları açısından tahlile tabi tutar.
bir din olmaktan ziyade, olduğu gibi kabul
Oysa Rey ekolü (ve Mu’tezile), gaybi konularda bile “anlatılmak istenen nedir?” sorusunu sorma cesareti gösterir, dini hayat içerisine çekerek “yaşam biçimi” yönünün daha fazla açığa çıkmasını sağlar.
Mesela, Ehl-i Sünnet imamları; “Yüzler ... O gün ışıl ışıl parıldar. Rabb’ine bakar.” (Kıyamet 75/22-23) ayetini, ahirette muttakilerin Allah’ı açıkça görecekleri şeklinde yorumlamışlardır. Halbuki Mücahid bu ifadeyi; “Allah’a rağbet ederler” ya da “O’nun ödülünü beklemeye can atarlar” şeklinde yorumlayıp, ardından da şu notu eklemiştir: “Yaratıklardan hiç biri O’nu göremez.”7 Mu’tezile imamları ise bunun mecazi bir anlatım olduğunu savunmuş, “Gözler O’nu göremez, O gözleri görür. O (görülmeyecek kadar) latif, (her şeyi görecek kadar da) haberdar olandır.” (En’am 6/103) ayetinden yola çıkarak; bu dünyada da, öteki dünyada da
İki ekol arasındaki en meşhur tartışmalardan biri olan “Kur’an mahluk mudur, yoksa ezeli ve ebedi midir?” konusu da, bu noktada örnek olarak verilebilir. Önceki dönemlerde tartışıldığına dair haberler olmayan bir konu, Hıristiyan ülkelerin fethedilmesi ve zamanla kültürel etkileşim içine girmesiyle tartışılmaya başlar. Ehl-i Sünnet ekolü, Hıristiyan teolojisinde “Allah’ın kelimesi” olarak nitelenen İsa figüründen esinlenerek, “O, korunmuş bir levhada (Levh-i Mahfuz’da) dır” (Buruc 85/22) ayetini; “Kur’an daha kainat yaratılmadan önce vardı; kıyamete kadar da Allah’ın koruması altındadır” şeklinde yorumlar.
gözler onu görmez sonucuna varmıştır.
Mu’tezile imamları ise bu şekildeki bir ele
Bundan başka “Alçak maymunlar olun!”
hayattan koparacağını, hem de Hıristiyanlıktaki
(Bakara 2/65) ifadesini mitolojik bir efsaneye
İsa yorumunun kabul edilmesi anlamına
dönüştürme eğilimindeki Ehl-i Sünnet’e karşılık,
geleceğini düşünerek bu yoruma itiraz ederler.
Mücahid (ve peşi sıra Mu’tezile imamları):
Onlara göre Kur’an ezeli ve ebedi değil, bir
“Cezalandırma fizyolojik olarak beden üzerinde
mahluktur. Sayfalardan ibaret bir kitap olarak
gerçekleşmedi; kalpleri, duygu ve düşünceleri
herhangi bir kutsiyeti yoktur. Önemi ve değeri
üzerinde gerçekleşti. Onlar bedenen insan
içerdiği mesajdan gelmektedir.
olarak kaldılar” demiştir. Mu’tezile imamlarından Nazzam “cin” isimli farklı bir varlığın bulunmadığını kabul etmiş, kelimeyi sözlük karşılığı olan “yabancı” anlamında kullanmıştır. Zemahşeri ise “cinler görülmez, insana ayan olmaz, beden olarak ortaya çıkmaz; dolayısıyla onları gördüğünü, onlarla hemhal olduğunu iddia eden yalancı ve şarlatandır” Taberi 28/104
7
alışın, hem Kur’an’ı erişilmez bir kitap yaparak
Fakat tarih, Ehl-i Sünnet ekolünün galibiyetine sahne olur. Böylece Kur’an; - Her türlü sorunun ve problemin cevabını içeren - Yeryüzünü Asr-ı Saadet’e döndürmek için Zemahşeri. Keşşaf. A’raf 7/27
8
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
33
gerekli her şeye sahip
Kur’an mesajını, en sonuncusu neredeyse bin
- Ve bu noktada herhangi bir yardımcıya ihtiyaç duymayan
görgüsü ile sınırlandırır. Bu durum bir yandan kitap üzerinde tekel oluştururken, bir yandan da
ezeli ve ebedi bir kutsal kitap olarak kabul edilmiş olur.
kitabın bugüne hitap etmesini engeller. Kur’an’ın günün meselelerine çözüm üretebilmesi için Kayıp İmam’ın gelip yeni yorumlar yapması gerekmektedir.
5- Batıni tefsir Hz. Ali ve Muaviye arasında başlayan siyasi ihtilaflar, Hz. Ali’nin haksızlığa uğradığını düşünen ve Resulullah’ın Ehl-i Beyt’ine sahip çıkmaya çalışan bir grubun ortaya çıkmasına
Ayrıca zahir-batın meselesi tarih içerisinde çok fazla istismar edilir ve bu kanaldan birçok hurafe İslam’a sokulur.
yol açar. Bu grubun, Muaviye ve ardından gelen
6- Tasavvufi tefsir (Te’vil)
Emevi iktidarına karşı sergilediği siyasi duruş
Sultanların hüküm sürdüğü dönemlerde ortaya
zamanla fikri bir boyut kazanır ve muhalif bir kültürün gelişmesine yol açar. Şia ismini alan bu ekol, ilk başlarda, yine kendisi gibi muhalif olan rey ekolüyle etkileşim içerisinde ilerler. Ancak özellikle “İmamiyye” mezhebinin ortaya çıkmasıyla, Batıni tefsir okumaları vücut bulur ve hızla kendisine farklı bir yol çizmeye başlar. Batın, “gizli, görünmeyen” anlamlarına gelir. Eflatun felsefesinden büyük oranda etkilenme vardır. Eflatun, çevremizde duyularla idrak ettiğimiz tüm varlıkları, hislerimizle idrak edemediğimiz başka hakiki varlıkların birer görüntüsü olarak niteler. Bu anlamda Batıniler de, her şeyin bir zahiri (görünen) bir de batıni (gizli, gerçek) boyutunun bulunduğunu köklü bir
çıkan gelir adaletsizliği ve zenginlerin aşırı bir şekilde lükse, eğlenceye dalmaları; fakirler ve ezilmişler arasında bir tepki doğmasına yol açar. Dünya nimetlerinden uzak durmaya dayalı bir zühd (ilgisiz davranma, rağbet etmeme) anlayışı gelişir. Fakat özellikle Hıristiyan ve İran kültürünün etkisiyle tasavvuf ekolüne dönüşür. Tasavvuf, hem Şia hem de Ehl-i Sünnet ekolleri içerisinde yer bulmayı başarmış bir yorumdur. İçerisinde yer bulduğu ekolün genel inanç ilkelerini aynen benimser. Kur’an’ın hayat içindeki yeri, önemi ve bağlayıcılığı konusunda da, içinde yer bulduğu ekolle aynı fikirlere sahiptir.
esas kabul ederek yeni bir söylem geliştirirler.
Kur’an’ı anlama ve yorumlama konusunda ise
Sıradan halk sadece zahiri görüntülere
Batıni tefsirden büyük oranda etkilenmiştir.
yönelir ve onu anlayabilir; fakat görüntülerin
Buna göre, zühd ve takvada ileri gitmiş olan
arkasındaki hakikati anlayamaz. Ancak seçkinler
insanlar “ilahi feyz (bolluk)”e nail olurlar. Allah’a
ve mütefekkirler, zahiri görüntünün gizli
duydukları şiddetli kavuşma arzusu ve ilahi
yönlerine yönelir ve onu anlamaya çalışırlar.
aşk sayesinde kendi kapasitelerinin zirvesine
Bu çerçevede Batıniler, Kur’an’ın te’vilini sadece Hz. Ali’ye tahsis etmişlerdir. Çünkü (inanışlarına göre) Resulullah, Kur’an’ın batıni
ulaşabilir ve sonra da sıradan insanların kullandığı zahiri anlamların çok ötesinde sınırsız manaları görebilirler.
sır ve anlamlarını, sadece Hz. Ali’ye öğretmiştir.
Ne var ki ilahi feyz makamındakilere nasip
Hz. Ali de kendi oğullarına, onun oğulları da
olduğunu iddia edilen bu bilgi, herhangi bir
kendi zürriyetlerine bildirmiştir; bu böyle
şekilde doğrulanabilir ve ispatlanabilir bir bilgi
devam edegelmiştir. Dolayısıyla Kur’an’ı gerçek
değildir. Rüyada görüldüğü, malum olduğu veya
anlamını sadece (Hz. Ali’nin soyundan gelen)
bir yolla bildirildiği iddia edilir.
masum imamlar bilirler.
34
sene önce yaşamış olan imamların bilgi ve
Bu tefsir şekli, dine bir sürü hurafenin girmesine
Bu tefsir anlayışıyla Kur’an’ı anlama ve açıklama
sebep olur ve dini farklı kültürlerin etkisine
hakkı sadece belli bir kesime verilmiş olur.
açık hale getirir. Ehl-i Sünnet ekolü içerisinde
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ise özel bir olumsuz etki oluşturur. “Her soruna cevap içeren ezeli ve ebedi kitap” algısı Batıni okumalar ile birleşince, bütün hurafeler dinden bir parça haline gelir ve Allah sözü gibi algılanmaya başlar.
sergiler. Dini hurafelerden arındırmak maksadıyla ortaya çıkan bu yaklaşımın o amaca ne kadar hizmet ettiği tartışmalıdır. Ama öte taraftan Ehl-i Sünnet ekolünde, kendisi gibi düşünmeyenleri
Değişen şartlar ve ihtiyaçlar karşısında Ehl-i Sünnet’in kendi içinde gerçekleşen açılımlar Zamanın ilerlemesiyle değişen problemler ve ihtiyaçlar ve yabancı kültürler karşısında yetersiz
din dışı sayan bir geleneği başlatır. Fıkıh kurallarından ibaret hale gelmiş ve insanlığa önerecek değerleri iyice azalmış olan din, kendisi gibi olmayanı dışlayan bir kimliğe bürünür. Yani eleştiriye, gelişmeye, düşünmeye kendisini kapatır.
kalan söylem, Ehl-i Sünnet ekolü içerisinde farklı açılımların ortaya çıkmasına neden olur. Bu açılımların en meşhurlarından birisi
Kur’an her türlü sorunun cevabını içermekte midir?
İmam Şafii’nin “kaynak” formülasyonudur.
Gelinen noktada Ehl-i Sünnet ekolü içerisinde
Şafii mezhebinin imamı, genel kabul gören
yer alan mutasavvıflar ve mezhep ehli açısından
formülasyonunda problemlerin çözümü için:
herhangi bir sorun yoktur. Çünkü onlar Kur’an’ı;
Kur’an, Sünnet, icma ve kıyas yöntemini
bir emir, nehiy, dua ve ibadet kitabı olarak
ortaya koyar. Buna göre herhangi bir problemle
görmektedirler. Dolayısıyla onların anladığı
karşılaşılınca önce Kur’an’a müracaat
İslam’ın bugüne hitap etmek gibi bir derdi
edilecektir; eğer Kur’an’da yoksa Resulullah’ın
yoktur
sünnetine bakılacak; onda yoksa sahabenin icmasına; onda da yoksa kıyas yöntemine
Ehl-i Sünnet ekolü içerisinde Kur’an’ı bir hayat
başvurulacaktır.
rehberi olarak gören kimseler ise Osmanlı
Ehl-i Sünnet’in karşı karşıya bulunduğu
dönemlerde derin açmazlarla karşılaşırlar. Uzun
tıkanıklığı aşmak için üretilmiş bu iyi niyetli
bir zamandan sonra ilk defa, İslam dünyası
formülasyon, Ehl-i Sünnet imamları açısından
haricindeki bir coğrafyadan (Batı’dan) yeni bir
belki rahatlatıcı bir rol oynar, ama beraberinde
takım değerler yükselmiştir. İnsanlara; özgürlük,
çok büyük bir olumsuzluğu da doğurur.
eşitlik, hak ve zenginlik vaat etmektedir. Bu
Artık “kutsal” sadece Kur’an değildir. Onunla
vaatleri yerine getirip getiremeyeceği ayrı
birlikte sünnet, sahabe uygulamaları ve alim
bir konudur. Ancak yüzyıllardır devam eden
görüşleri de kutsallaşır. Oysa sünnet ve sahabe
donukluktan dolayı, İslam dünyasının bu
uygulamaları rivayet yoluyla gelen bilgilerdir ve
vaatler karşısında sunacak bir şeyi kalmamıştır.
en titiz kaynaklarda bile doğrular ile yanlışlar
İslam dünyasını temsil eden güçlü bir devlet
iç içedir. Bu formülasyon ile rivayetler kanalıyla
olarak “Osmanlı” varlığı, sorunların üzerini
gelen bütün yanlışlar dinden bir parça haline
uzunca bir süre örtmüş, ama küllenmiş olan
dönüşür. Bir yandan İslam hurafelerle iyice
sorunlar, gerileme başlayınca güçlü bir yangına
karışır, bir yandan da din fıkıh kurallarından
dönüşmüştür. Coğrafyalar teker teker yitirilir,
yani sınırlı bir takım emir ve yasaklardan ibaret
ancak buna karşılık, ne gidişatı durduracak
hale gelir. Emir ve yasaklardan başka insanlığa
bir çare üretilebilir, ne de kalan toplumları
sunacak bir şeyi kalmaz.
kalmaya ikna edecek bir değer sunulabilir. İşte
İmparatorluğu’nun gerilemeye başladığı
Bu olumsuzluklar karşısında öğrencisi olan İmam Ahmed bin Hanbel, hurafelerin çoğalması karşısında özellikle “kıyas” yöntemine karşı çıkar. Kur’an ve sünneti temel referans haline getirerek, uymayan yöntemlere karşı,
o zaman, geçmişte yaşanmış ve küllenmiş olan bazı tartışmalar yeniden hatırlanır. Değişik coğrafyalarda ve değişik şahısların öncülüğünde yeniden tartışılmaya başlanır: - İslam insanlığa ne vaat ediyor?
onları küfürle itham edecek kadar katı bir tutum
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
35
- Zulme, haksızlığa, adaletsizliğe ve ahlaksızlığa karşı ne diyor? - Zulümle ve haksızlıkla nasıl mücadele
düzenlemesine terk etmez.”9 Seyyid Kutub ve Mevdudi’nin söylemleri, geleneksel Ehl-i Sünnet anlayışı karşısında
ediyor? Elbette ki bu sorulara, kimi geçmişteki ezberlerin tekrarı, kimi ise yeni birçok cevap verilir. Ancak getirdiği yenilik ve oluşturduğu etki bakımından dikkat çeken iki farklı yaklaşım vardır. Birincisi; modernist akımdır. İkincisi ise; kimileri tarafından radikal, kimileri tarafından devrimci, kimileri tarafından neoselefilik diye isimlendirilen akımdır. (Akım içerisinde her üç sıfatın da sahiplenenleri ve karşıtları bulunur. Hangisini kullansak birileri memnun, diğerleri rahatsız olacaktır. Ne var ki İslam tarihindeki karşılığı bakımından neo-selefilik daha uygun bir tanımlama gibi görünmektedir.)
bir devrim niteliğindedir. İslam’ı sadece bir inanç olmaktan çıkarmayı, hayata dair sözü, hayata dair hedefleri olan bir yaşam biçimine döndürmeyi hedefler. Dinin gerçek fonksiyonunu hatırlatır. Bu bakış açısının devamı olarak Seyyid Kutub “İslam toplumu ve cahiliye toplumu” kavramlarını yeniden ele alır. İslam coğrafyasında, emperyalistlerle işbirliği yapmış, halkına karşı ihanet içerisinde bulunan zalim yönetimleri “cahiliye toplumu” tanımlamasına dahil eder. “Bu toplumlar, yaşam biçimlerinde tek Allah’a kul olma ilkesini benimsemedikleri için bu sınıfa (cahiliye toplumu sınıfına) girerler. ... (Onlar) Uluhiyetin başta gelen özelliğini
Modernist akım temsilcileri, karşı karşıya bulunulan sorunlara (Batı kültürünü de dahil ederek) en geniş açıdan çözüm arayan kesim olmuştur. Ancak bu genişlik, uzun süredir uykuda olan İslam kültür havzasında şok etkisi oluşturur. Toplumlar söylemlerine hazır değildir. Tartıştıkları konular o günün gündemine denk düşmez ve kolayca damgalanırlar. Neo-Selefilik ise, Mısır’da Ihvan-ı Müslimin, Pakistan’da ise Cemaat-i İslami öncülüğünde gelişir. İz bırakan isimleri Seyyid Kutub ve Mevdudi’dir. Bunlar öncelikle İslam’ın unutulan veya unutturulan bir yönünü yeniden hatırlatarak işe başlarlar. İslam’ın bir yaşam biçimi olduğunu; haksızlıklarla, adaletsizliklerle ve ahlaksızlıkla mücadele etmek için geldiğini ve bunların olmadığı bir toplum inşa etmeyi hedeflediğini söylerler. Bu yaklaşımı Seyyid Kutub şöyle özetler:
(yeryüzü egemenliğini) Allah’tan başkasına yakıştırarak Allah’tan başkasının egemenliğini tanımakta ve sosyal düzenlerini, kanunlarını, değer hükümlerini, kriterlerini, geleneklerini, kültürlerini ve hemen hemen bütün sosyal kurumlarını bu yetkisiz egemenlik kaynağına dayandırmaktadırlar.”10 O dönemde İslam dünyası ya emperyalistlerin işgali altında bulunuyor, ya da onlar tarafından iktidara getirilmiş hain kukla yönetimler tarafından yönetiliyordu. Esarete boyun eğmek istemeyen halk kitleleri, İslam’ı bir inanç manzumesi olarak gördükleri için komünizme sığınmışlardı. İsyanlarını “sol” söylem ve yöntemlerle ifade etmeye çalışıyorlardı. Fakat Seyyid Kutub ve Mevdudi’nin söylemleri yeni bir mücadele fıkhı oluşturur. Esaret altında bulunan İslam dünyasında çok geniş bir yankı bulur. Böylece din, yüzyıllardır sıkışıp kaldığı
“İslam, yaşanan hayatın bütün sahalarından uzak, kişinin vicdanına hapsedilmiş bir inanç manzumesi değildir. Ayrıca inananların tek tek veya topluca yerine getirdikleri ayin ve merasimlerden ibaret bir din de değildir. Sadece ahirette cennet vadedip, dünya cennetinin kazanılmasını başka sistem ve ideolojilere
36
bırakmaz; bu işi başka din ve inançların
kalbin dokuları arasından çıkar ve hayat sahasına yeniden iner. İslam’ın mücadeleci yönünün henüz keşfedilmemiş olduğu dönemde “sol” kimlikle ortaya çıkan direniş hareketleri, Seyyid Kutub. İstikbal İslam’ındır. İslam bir hayat
9
nizamıdır. S 2 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Hayat metodu olarak
10
“La İlahe İllallah”. Hicret yayınları, s 62
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
sonrasında büyük bir hızla “İslami” kimliğe
Seyyid Kutub, İslam dünyasının esaret altında
bürünür. Elbette ki bütün direniş hareketlerinin
bulunduğu dönemde acil problemin esaretten
Seyyid Kutub’un istediği gibi olduğunu
kurtulmak olduğunu öngörmüş ve ona
söyleyemeyiz. Ancak direnişin İslami kimliğe
odaklanmıştı. Bu tür meselelerin tartışılmasını
bürünmesinde Seyyid Kutub’un etkisi asla göz
ise zamana bırakmıştı.
ardı edilemez.
“(İslam) toplum(u) meydana gelmeden önce
Günümüze gelindiğinde İslami muhalefet, kimi
fıkıh ve yönetim biçimi ile ilgili hükümler
coğrafyalarda iktidara gelmiş bulunmaktadır;
alanında çalışma yapmak, havaya tohum
kimi coğrafyalarda ise ya iktidar ortağı, ya da
serpmek gibi insanın kendini aldatmasıdır.
güçlü muhalefet konumundadır.
Tohum havada yeşermediği gibi, İslâm fıkhı da
Fakat İslam dünyası bu defa başka bir problemle
boşlukta gelişmez”11 Fakat bugün işte o gündür. İslam dünyasının,
karşı karşıya kalır. Batı kültür ve değerleri dünyaya çok büyük zararlar vermiş, bir sürü toplumsal problemin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İnsanlık acı çekmektedir, adaletsizlik ve zulüm içerisinde kıvranmaktadır. Acil çözüme ihtiyaçları vardır ve çözüm aramaktadırlar. Tam da Müslümanlara
“kurtarıcı” olarak ortaya çıkması gereken gündür. İnsanlığın problemleri için çözüm yolları sunması gereken gündür. Ama Müslümanlar bugün yeni bir tıkanıklık ile karşı karşıya bulunmaktadırlar.
ihtiyaç duyulan tarihi bir an gelmiştir. Ne var
Çözüm ne?
ki Müslümanlar yeni bir tıkanıklık ile karşı
Bugün için yeni olan “tıkanıklık” aslında İslam
karşıyadırlar. İktidarları, iktidar ortaklıkları veya muhalefetleri; kendilerine ideal edindikleri
tarihi için yeni değildir. Bu sorun:
Resulullah dönemindeki gibi bir toplumsal model
Kur’an her şeyiyle evrensel ve her zaman
ortaya çıkaramamaktadır. Yönetime geldikleri
aynı nitelikte bağlayıcı mıdır, yoksa tamamı
toplumların sorunlarını çözememekte ve
veya bir kısmı dönemsel nitelikler taşıdığı
dünyaya örneklik sergileyememektedirler.
için bugün aynı nitelikte bağlayıcı olmaktan
“Kur’an her türlü cevabı içeriyor” şeklindeki
çıkmış mıdır?
slogan bugün için artık yeterli değildir. O
şeklinde özetlediğimiz kadim problemin bugünkü
cevapların somut olarak ortaya konması
versiyonudur.
gerekmektedir. İslam’ın nasıl bir siyaset modeli öngördüğü; bu modelde yöneticinin nasıl belirlendiği, görev ve yetki alanlarının nasıl tanımlandığı, yönetim kurumlarının neler olduğu, bunların birbirleriyle ilişkisinin nasıl
Ve bugün; Kur’an’ın bir kısmının veya tamamının tarihsel, yani gönderildiği döneme mahsus olduğunu savunan Tarihselci ekol’ün bazı önerileri bulunmaktadır.
olduğu ortaya konmalıdır. İslam’ın nasıl bir ekonomik model önerdiği; bu modelde nasıl bir vergi sistemi uygulanacağı; nasıl bir maliye ve muhasebe sistemi takip edileceği; gümrük rejiminin nasıl olacağı; banka, borsa, çek, senet, hisse senedi, tahvil gibi kavramlara yaklaşımın ne olduğu belirlenmelidir. Ve bunun gibi eğitim alanında, sağlık alanında, askeri ve güvenlik alanında vs. nasıl çözümlerin bulunduğu somut olarak ortaya konmalıdır. Fakat Kur’an (ve sünnet ve sahabe uygulamaları vs.) bu sorulara açık cevaplar içermemektedir.
Hermenötik ve Tarihselci ekolün doğuşu Hermenötik, “tercüme etme veya yorumlama” mânâsına gelen Yunanca hermeneutike kelimesinden türemiştir. Yunan tanrılarının sözlerini insanlara tercüme eden ‘tanrı’ Hermes’e dayanır. İnanca göre bu yorumlama veya tercüme işi bir seferlik olmayıp, şartlar değiştikçe, anlayışlar farklılaştıkça ve dil geliştikçe sürekli yenilenir. Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55
11
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
37
Kavram, Orta Çağ’ın sonlarına doğru Avrupa’da
O, Kur’an’ın ahlâkî bir rehberlik belgesi olarak
yeniden ilgi görmeye başlamıştır. O döneme
okunması gerektiği söyledikten sonra şunları
kadar Hıristiyanlar, kutsal kitabı ezberlenmiş bir
ifade eder: “Kur’an her şeyden önce ne bir
öğreti olarak tekrarlayıp duruyorlardı. Kutsal
kanun kitabıdır ve ne de böyle bir amaç
kitapta yazanların yaşanan çağ için ne söylediği,
güder. O kendisini hüden li’n-nas (insanların
o çağ için ne anlamı olduğu tartışılmıyordu. Tam
yol göstericisi) diye adlandırır ve insanlardan,
tersine din; ibadetler, merasimler ve pratikte
koyduğu emirlere göre yaşamalarını ister. Fakat
karşılığı olmayan ön kabuller haline gelmişti.
bu emirler umumiyet itibariyle ve esas olarak
Metin tahlili ve yorum hoş karşılanmıyor,
hukukî olmayıp ahlâkîdirler.”12 “Bu itibarla,
olduğu gibi ezberlenmesi ve teslim olunması
müfessirler ve fakihlerin Kur’an’daki belli emir
isteniyordu.
ve yasakları son derece dikkate alıp ahlâkî
Fakat Orta Çağ’ın sonlarına doğru Martin Luther, “İncilleri okuyarak Hıristiyan inancını yeniden keşfetme”, başka bir ifadeyle “İncili günün diline
ilkelere oldukça az önem vermeleri ve bu ahlâkî ilkeleri emirden ziyade öğüt ya da tavsiye olarak telakki etmeleri esef verici bir hatadır.”13
çevirme” teklifinde bulunur. Böylece İncillere,
Dolayısıyla Fazlur Rahman ahlakın hukuka göre
teolojik prensipler mecmuası değil de, tarihî
öncelenmesi gerektiğini söyler.
ve sosyal şartlara cevap veren bir kitap olarak bakan Protestan mezhebi doğar.
Bu yaklaşımının sebebi Kur’an’daki hükümlerin,
Tarihselcilik, Kur’an’ın hayattaki yeri ve önemine
vahyedildiği düşüncesidir. Bugün aynen tatbik
dair kadim tartışmaların, Hıristiyanlık tarihinde
edilmesinin, indiği dönemde ürettiği sonuçları
yaşanan tartışmaların etkisiyle ortaya çıkan
üretemeyeceğini savunur. Lafza değil, lafzın
yeni boyutudur. Birçok temsilcisi bulunmaktadır.
ardındaki maksada ulaşmak gerektiğini söyler.
Farklı farklı tezler içermektedir. Kur’an’ı Peygamber sözü gibi görüp tamamen dönemsel kabul edenler de bulunmaktadır, evrensel olduğunu kabul edip tarihsel yönler içerdiğini
indiği dönemdeki bir duruma cevap olarak
İki etaplı bir yöntem önerir: Birincisi Kur’an’ı anlamak, ikincisi de yorumlamak... Bu yöntemin, Kur’an’ın mesajını anlamada keyfiliği
söyleyenler de bulunmaktadır.
ortadan kaldıracağını ve mesajın farklı tarihsel
Bu noktada sözü daha fazla uzatmadan,
kavranabileceğini söyler.
Kur’an’dan yararlanma noktasında meydana gelen tıkanıklık ve İslam’ın nasıl öğrenileceği konusunda üzerinde düşünmeye değer bir görüşü paylaşmak istiyoruz. Bu görüş, modernist ekol temsilcilerinden biri olarak görülen (ve kimilerine göre tarihselci olarak da nitelenen) Fazlur Rahman’a aittir. Hakkında fazlasıyla ön yargı bulunan bir ismin görüşlerini örnek göstermek, bazı kimselerin peşinen ilgisiz kalmasına yol açabilir. Düşünürün ismini zikretmeden, kendi ifadelerimizle bu görüşlere yer verebilirdik. Ancak herkesin fikrin gerçek sahibini bilmesinde fayda görüyoruz. (Bütün görüşlerine katılmamakla birlikte), düşünürün bu noktada fikirlerini önemli ve değerli buluyoruz Fazlur Rahman “İslâm ve Çağdaşlık” adlı
şartlarda uygulamaya imkan verecek şekilde
İlk etapta bugünden Kur’an’ın vahyedildiği döneme gidilerek her ayet kendi tarihselliği içinde anlaşılacaktır. Böylece ayetlerdeki özel hüküm ve buyruktan, vahyin genel ilke, değer ve hedeflerine ulaşılır. Bu anlama sürecidir. İkinci etapta ise nüzul döneminden modern zamana dönülür, Kur’an’ın temel gaye ve idealleri doğrultusunda “şimdi’nin soru ve sorunlarına cevap üretilir. Bu da yorumlama ve tatbik sürecidir. Fazlur Rahman, bu ikinci etabın, yani Kur’an’daki temel hedef ve maksatların bugünkü özel problemlere nasıl tatbik edileceğine ilişkin yorumların öznellik riskine açık olduğunu kabul etmekle birlikte anlama sürecinde nesnelliğin imkânına inanır.14 Fazlur Rahman. Allah’ın Elçisi ve Mesajı Makaleleri, çev.
12
eserinde farklı bir tefsir yöntemi önermektedir.
Adil Çiftçi. Ankara 1997. s. 110. Fazlur Rahman. Allah’ın Elçisi ve Mesajı, s. 55.
13
Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık, çev. Alpaslan
14
38
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Fazlur Rahman’ın önerdiği bu yöntem aslında
gösterici istikametler gösterilmiştir. Bunun
içtihadın işlerlik alanını maksimize etmeyi
nedeni de etkin olmak amacındaki hiçbir
hedeflemektedir. İslâm hukuk tarihinde içtihat,
ıslahatçının gerçek durumu görmezlikten
genellikle nassın suskun kaldığı alanlarda
gelemeyeceği ve sırf hayali bir takım buyruklar
işletilmiştir. Fazlur Rahman ise içtihadı; “kural
vazedemeyeceğidir. Bununla birlikte sonraki
içeren bir nassın veya geçmişteki emsal bir
Müslümanlar Kur’an’ın ortaya koyduğu bu yol
durumun manasını anlama ve o kuralı bugüne
gösterici istikametleri gözetmemiş ve gerçekte
hitap edecek şekilde teşmil, tahsis ya da aksi
onun amaçlarına ket vurmuşlardır.
halde tadil ederek değiştirme çabası”
15
olarak
tanımlar ve içtihadı nassın konuştuğu yerlerde de işletmeyi önerir. Çünkü ona göre Kur’an ve Sünnet ele aldıkları her konuda son adımı atmış değildir. Bu yüzden, Kur’an ve Sünnet’in adımlarını Müslümanların atacakları yeni
Kur’an’ın kölelik müessesesini ele alışı, aile müessesesini ele alışı ile paralellik göstermektedir. Bir ilk çözüm olarak Kur’an, hukuki sahada kölelik müessesesini kabul etmektedir. Başka seçenek de mümkün değildir,
adımların izlemesi gerekir.
çünkü kölelik toplumun bünyesinde iyice
Kur’an’daki yasama ruhu, hürriyet ve
kaldırılması, çözümü mutlak surette imkansız
sorumluluk gibi esaslı beşeri değerlerin
olan birtakım sorunların doğmasına yol açmış
(ihtiyaçlara göre) yeni bir yasama biçimine
olurdu. Sadece bir hayalci böylesine hayali bir
bürünmesi şeklinde açık bir yön çizer.16
ifadede bulunabilir. Fakat aynı zamanda köleleri
Resulullah zamanındaki fiili yasama o sırada
azat etmek ve köleliğin ortadan kalkmasını
mevcut olan toplumu, başvurulacak bir örnek
sağlayacak bir ortamı oluşturmak için her türlü
olarak kısmen kabul etmek zorunda kalmıştır.
hukuki ve ahlaki çaba gösterilmiştir. “Köle azat
Mesela kadınlar ve kölelik meseleleri bu
etmek” bir erdem olarak sadece övülmekle
nitelikteki örneklerdir. “Kur’an kadının durumunu
kalmamış; fakiri ve yetimleri doyurmakla
bir kaç yönde büyük ölçüde düzeltmiştir. Fakat
birlikte, köle azat etmenin, insanın geçmesi
bunlardan en temelli olanı, kadına tam bir kişilik
son derecede lüzumlu bir “sarp yol” olduğu da
sağlanmış olmasıdır. Karı-kocanın birbirlerinin
belirtilmiştir (Beled 90/10-16). Nitekim Kur’an
‘elbiseleri’ olduğu belirtilmiştir: Erkeğin karısı
Müslümanlara; eğer bir köle, kendi durumuna
üzerindeki hakları, kadına aynen tanınmıştır;
göre saptanacak bir meblağı taksitle ödemek
ancak erkek, ailenin geçimini sağladığı için, daha
suretiyle kendi hürriyetini kazanmak isterse,
üstün bir durumdadır. Sayısız kadınla evlenme
sahibinin böyle bir akde izin vermek zorunda
kesin bir şekilde kurala bağlanmış ve eşlerin
olduğunu, onu reddedemeyeceğini kesinlikle
sayısı dörtle sınırlandırılmıştır, ancak buna; eşler
belirtmiştir: “Kölelerinizden hür olmak için
arasında adaleti sağlayamayacağı korkusu içinde
bedel vermek isteyenlerin, onlarda bir iyilik
ise, sadece bir tek kadınla evlenmesi gerektiği
görürseniz, bedel vermelerini kabul edin.
şartı getirilmiştir. Bütün bunlara “adil hareket
Onlara Allah’ın size verdiği maldan verin.
etmeye ne kadar uğraşsanız, kadınlar arasında
Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek
adaleti hiçbir zaman sağlayamazsınız” (Nisa
için, iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa
3/129) şeklindeki genel ifade eklenmiştir. Bu
zorlamayın. Kim onları buna zorlarsa, bilsin
beyanların genel mantıki sonucu, normal şartlar
ki, Allah hiç şüphesiz onu değil, zorlanan
altında çok kadınla evlenmenin yasaklanmasıdır.
kadınları bağışlar ve merhamet eder” (Nur
Buna rağmen daha önceden mevcut olan bir
24/33) Burada da biz yine Kur’an’ın takındığı
müessese olarak çok kadınla evlilik hukuki
tutumla ilgili açık mantığın tarihin gerçek seyri
sahada kabul edilmiş; ancak zamanla sosyal
içinde Müslümanlarca göz önüne alınmadığı
şartlar daha uygun bir hale geldiğinde tek
bir durumla karşı karşıyayız. Kur’an’ın, “eğer
kadınla evliliğin tesis edilebilmesi için açık yol
onlarda bir iyilik görürseniz” şeklindeki sözleri,
kökleşmişti. Onun bir gecede tamamıyla ortadan
doğru bir şekilde anlaşıldığı takdirde, sadece Açıkgenç-M. Hayri Kırbaşoğlu. Ankara 1990, s. 72-82.
şu anlama gelir: Eğer bir köle geçimini temin
Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık, s. 77
etme gücünden yoksunsa, azat edilse bile, onun
15
Fazlur’rahman. İslam. Kur’an.
16
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
39
kendi ayakları üstünde durması beklenemez;
yeni adımların izlemesi gerekir” şeklindeki
dolayısıyla onun hiç değilse efendisinin
yaklaşımına tamamen uygundur.
himayesine sığınması daha iyi olabilir.”
17
Bugün İslam’ın tarih sahnesine yeniden dönebilmesi, Hz. Ömer’in uyguladığı ve Fazlur
Sonuç
Rahman’ın formülize etmeye çalıştığı Kur’an
Fazlur Rahman’ın Kur’an’ı iki aşamalı okuma önerisi, İslam tarihi boyunca birbirine karşı saf tutmuş iki bakış açısını bir arada buluşturan bir öneridir. Ne Kur’an’ın hayattaki yerini ve bağlayıcılığını hafife almakta, ne de aklı ve içtihadı (yani yorumu) devre dışı bırakmaktadır. Bir yandan aklı işlevselleştirip
yaklaşımıyla mümkün olabilecektir. Aksi takdirde din: - Ya teolojik bazı kabullerden ve bunların sonucu olan; emir, nehiy ve ibadetlerden ibaret olarak kalacak - Ya da her şeyi eleştirip dışlayan, ama hiçbir
insanı sorumluluğun merkezine çekerken,
konuda çözümü olmayan bir tavır içine
bir yandan da nassın (Kur’an’ın) rehberliğini
sıkışıp kalacaktır.
pekiştirmektedir. Böylece “Kur’an kıyamete kadar bağlayıcıdır ve tek rehberdir” diyen Ehl-i Sünnet’in hassasiyetlerini de; “Kur’an vahyedildiği dönemin şartlarından kaynaklanan hüküm ve ifadeler içerir; bunlar, Kur’an’ın temel mesajına uygun bir şekilde zamana göre yeniden yorumlanmalıdır” diyen Mu’tezile ve ardından gelen ekollerin hassasiyetlerini de dikkate almaktadır. Ama öte taraftan; Kur’an mesajının bin dört yüz sene önceki
İnsanlığın kurtuluşu olan din, “kurtarıcı” vasfını asla kazanamayacaktır. Hem de bütün insanlık çaresizlik içinde bocalamaya başlamışken... Hem de bir kurtarıcıya en fazla ihtiyaç duyulduğu dönemlerin birisinden geçiliyorken... Artık silkelenmenin vakti çoktan gelmiştir.
toplumsal şartlara sıkışıp kalması sonucunu
***
doğuran yaklaşımın da; Kur’an mesajını değersizleştirerek evrensel değerlerin sürekliliği sorununa yol açan yaklaşımın da olumsuzluklarını gidermektedir. Ayrıca bu öneri, aynı zamanda İslam tarihinde karşılığı olan bir öneridir. Değişen şartlar karşısında ganimetler konusundaki uygulamaları değiştiren, karşılaşılan bazı sorunlar sebebiyle mehri
İslam’ın hayat sahnesine tekrar dönmesi için, İslam’ı kimden nasıl öğrenileceği sorusuna cevap aramaya çalıştık. Ancak bundan sonra cevaplanması gereken çok önemli bir soru daha bulunmaktadır: “İslam günümüz dünyasına ne önermektedir?” Bu soruyu da takip eden makalede tartışacağız.
kaldırmayı teklif eden ama hesap etmediği bir yön kendisine hatırlatılınca önerisini geri çeken, kalpleri İslam’a ısındırılanlar (müellefe-i kulub) konusunda farklı bir tutum sergileyen
- BİTTİ -
Hz. Ömer, tam da Fazlur Rahman’ın anlatmaya çalıştığı şeyi yapmıştır. Hz. Ömer’in uygulamalar karşısında benimsemiş olduğu yaklaşım tarzı, Fazlur Rahman’ın; “Kur’an’daki yasama ruhu daha adil olana doğru bir yön izler. Kur’an ve Sünnet ele aldıkları her konuda son adımı atmış değildir. Bu yüzden, Kur’an ve Sünnet’in adımlarını Müslümanların atacakları Fazlur’rahman. İslam. Kur’an
17
40
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dosya: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?
Makale 2 / Bölüm 2 :
İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor? Nuri Yılmaz Hayat uzun bir yol gibidir, sürekli farklı ortamlardan ve farklı şartlardan geçer. Ortam ve şartlar değiştikçe problemler de, ihtiyaçlar da değişir. Bir duraktaki ihtiyaçları karşılayan fikirler, bambaşka şartların olduğu bir sonraki durakta işe yaramaz hale gelebilirler. Hatta bizzat kendileri problemin sebebi haline dönüşebilirler. Bu durum, sıcak ortamın ihtiyaçlarını herkesi memnun edecek şekilde karşılayan bir tecrübenin, soğuk ortamda ısrarla sürdürülmesine benzer; ne kadar mükemmel olursa olsun şartların değişmesi onu işlevsiz kılmıştır. Yeni şartları karşılayacak yeni fikirlere
uymayan bir din midir? Bugüne kadar hep İslam’ı küçümsemek maksadıyla gündeme getirilen bir sorunun, bugün bizim tarafımızdan da gündeme getiriliyor olması yadırgatıcı bulunabilir. Ve peşinen “İslam evrensel bir dindir. İlk insandan itibaren insanlığa rehberlik etti ve kıyamete kadar da insanların dertlerine şifa olmaya, sorunlarını çözmeye devam edecektir” diye tepki gösterilebilir. Ancak bu tarz bir cevap sadece sorunu görmezden gelmek anlamı taşır. Halbuki biraz durup düşünüldüğünde İslam’dan ne
ihtiyaç vardır.
anlaşıldığına bağlı olarak, bu sorulara verilecek
Hayat görüşleri, yani dinler; insanlığın
açıkça ortaya çıkar.
cevapların da farklılık göstermesi gerektiği
problemlerini çözüp ihtiyaçlarını karşılayarak, onlara mutlu bir yaşam sağlamak için vardırlar. Hayatın içine girdikleri oranda “eskime” ve “zamana ayak uyduramama” tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Çoğunun ömrü bir veya birkaç nesil sürer. “Bin yıl sürecek” iddiasıyla kurulup, beş-on sene gibi kısa bir süre içinde kaybolan
Mesela din (yani İslam) deyince; belli zamanlarda yerine getirilen ibadetler ve hayatın sınırlı alanlarını ilgilendiren emirler ve nehiyler anlaşılıyorsa; o zaman nasıl bir rehberlikten bahsedebiliriz? Böyle bir din insanlığın hangi derdine derman olabilir, hangi sorunlarını
sistem ve düzenler de olmuştur.
çözebilir? Böyle bir din eskimese ne olur?
Peki, İslam da böyle midir?
Oysa bu din algısı, İslam’ı Hıristiyanlık ve
1400 sene önce inmiş ve bugünün şartlarına
bir algıdır. İslam yeryüzünde mutluluğu tesis
Yahudilik ile aynı niteliğe büründüren yanlış
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
41
etmek için gelmiştir; zulmü, kötülüğü, haksızlığı
Cehalet içerisindeki Arabistan’da İslam
ve ahlaksızlığı ortadan kaldırmayı, yerine
insanlığa ne öneriyordu?
adaleti, hakkı, hukuku ve ahlakı tesis etmeyi hedefler. Fakat ne yazık ki İslam, bin yılı aşkın bir süredir gerçek misyonunu tam olarak gerçekleştiremiyor. Belli yönleriyle etkilediği toplumlar olmuştur; etkilediği toplumla diğerleri arasında (etkinin boyutuna bağlı olarak) önemli farklar meydana getirmiştir. Ama neredeyse yüzyıldır böyle bir rol de oynayamıyor. O zaman kaçınılmaz olarak yukarıdaki sorular devreye giriyor: Ne oldu? Ne oldu da İslam artık toplumların yaşantısında belirleyici değil? Batı kaynaklı beşeri değerler karşısında niye bir şey öneremiyor? Yoksa İslam’ı hafife alan kimselerin dediği gibi mi oldu; İslam artık çağa ayak uyduramıyor mu? Gelişen ve değişen şartlara cevap veremiyor mu?
İslam’ın son olarak insanlığa gönderildiği ortam; putperestlik, kabile asabiyeti, ilaf1, faiz ve fuhuş kavramları üzerine oturan düzenin hakim olduğu bir dönemdi. Kabilecilik toplumun yazılmamış anayasası, putperestlik ise toplumun benimsenmiş dini idi. Herhangi bir kabileye mensup olmayanın veya kendi kabilesi sınırları dışında bulunanın, can, mal ve namus emniyeti kalmazdı; bu yüzden herkes bir kabile boyunduruğuna mecburdu. Putlar ise kendi başına konuşamaz, güçlüler tarafından konuşturulurdu; dolayısıyla gücü elinde bulunduran otorite ilahi bir destek kazanmış olurdu. Güçlüler, civar ülkelerle yaptıkları ticaret
Biz bu sorulara peşinen; “hayır! Asla!” diye cevap vereceğiz.
anlaşmaları (ilaf) vasıtasıyla daha da güçlü hale gelmişlerdi. Arabistan şartları tarım ve hayvancılık ile geçime imkan vermediği için
Aslında, çağı kuşatamama; günün insanına hitap
insanlar güçlülerden borç alarak geçinmeye
edememe; problemler, sorunlar ve ihtiyaçlar
çalışırdı. Ama aldıkları borcun faizini bile
karşısında bir şey önerememe problemleri
ödeyemez ve faiz girdabından kurtulabilmek
yaşanmaktadır. Fakat bu problemlerle yüz yüze
için, ya kendilerini ya da bir yakınını köle olarak
bulunan İslam değil, onu yeterince anlayamayan
vermek zorunda kalırlardı. Borca karşılık köle
Müslümanlardır. Uzun bir tarihin ardından
olan erkekler işçilik veya askerlik yapar, köle
İslam, Müslümanların zihnindeki belli kalıplara
olan kadınlar ise genelevlerde çalıştırılır, putları
hapsolmuş, dinamizmini yitirmiştir. Ve artık
ziyarete gelenlere ikram edilirlerdi.
insanlığa verecek bir şeyi kalmamıştır.
Toplumun beşte dördüne ulaşmış köle nüfusu
Eğer İslam’ın günümüz dünyasına ne önerdiğini
için bu düzen, kurtulması imkansız bir cendereyi
keşfetmek istiyorsak, kilit soru şu olmaktadır:
andırıyordu. Doğa şartlarının ve düzenin
İslam nedir?
kuşatması altında, zalime boyun eğmekten
Bugün bu soru üzerine yeniden düşünmek, İslam’ın ne olduğunu yeniden keşfetmek ihtiyacı hasıl olmuştur. Bu soruya doğru cevap
başka yol gözükmüyordu. Feryatlarını, acılarını, isyanlarını ve gözyaşlarını içlerine akıtmaktan başka çareleri yok gibiydi.
vermeden İslam’ın günümüz dünyasına ne
İşte böyle bir ortamda İslam insanlığa
önerdiğini de doğru tespit edemeyeceğimiz
zulmü ortadan kaldırmayı vadetti. Zalimlere
fikrinden hareketle, bu makalede;
meydan okudu. Adaleti tesis etmeyi ve
- Önce farklı İslam anlayışlarının hangi şartlarda ortaya çıktığına bir göz atmayı - Sonra da bugün nasıl anlaşılması gerektiği
böylece; güçlünün zayıfı ezmemesini, zenginin fakiri sömürmemesini önerdi. Bunu gerçekleştirebilmek için de önce haksız yollarla Ahid, antlaşma ve talebe binaen verilen beraat.
1
konusuna, gücümüz nispetinde katkı
“Kureyş’in ilafı; Kış ve yaz yolculuklarında güvenli
yapmayı hedefliyoruz.
seyahat etmelerini (ve böylece güvenli ticaret yapmalarını) sağlayan anlaşmalar sebebiyle, bu evin Rabbi için çalışıp kulluk etsinler. Ki O (böylece), kendilerini açlıktan doyurmuş ve korkudan emin kılmıştı.” (Kureyş suresi)
42
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kurulan düzeni bozdu. Ardından da; yönetimin
Sonraki süreç
zulüm mekanizmasına dönmemesi, servetin ezici bir güce dönüşmemesi, ahlaksızlığın bir toplum düzeni haline gelmemesi için yollar gösterdi.
Hariciliğin ortaya çıkışı Hariciliğin ortaya çıkışı, bedevi kültürünün
Resulullah’ın ve Kur’an’ın öncülüğünde bütün vaatleri bir bir gerçekleşti. Bu dönemde yaşayan Müslümanlar için “İslam nedir?” sorusu, cevabı gayet basit bir soru idi ve “işte bu gördüğün!” denmesi yeterliydi. Parça parça ve gerektikçe indirilen Kur’an; sanki onların sorunlarını çözmek ve sanki onların ihtiyaçlarını karşılamak için gönderiliyormuşçasına yakın ve canlı idi. Bu yüzden, “İslam” dendiği zaman, Kur’an’da ortaya konmuş olan evrensel değerler ve bu değerler üzerine bina edilen o günkü uygulama
beslediği “tepkisel” bir çıkış olmakla birlikte, uygulamanın evrenselleştirilmesinin yol açtığı sıkıntıların da ilk örneklerindendir. Hz. Osman döneminde başlayan ve Hz. Ali döneminde devam eden iç karışıklıklar, Müslümanları birbirleriyle savaşma noktasına getirmişti. Gerçi Resulullah’ın son dönemlerinde ve Hz. Ebubekir’in hilafeti sürecinde isyan eden kabileler ile savaşlar olmuştu. Fakat Müslümanların birbirleriyle savaşa tutuşmaları (Cemel, Sıffin) ilk defa oluyordu. Yani öncekilere göre yeni bir durumdu.
birlikte anlaşıldı. Günün şeriatı ile Allah
Bu yeni durumun kendisine has fıkhı ve söylemi
tarafından vahyedilmiş olan din arasında (doğal
olması gerekirken, Hariciler; meseleye tamamen
olarak) bir fark görülmedi.
yüzeysel ve şekilsel bir bakış açısı getirmişlerdir.
Hz. Ömer’in, hakkında hüküm bulunan konularda sergilediği yaklaşım tarzı bize; o dönemin önde gelen isimleri tarafından uygulamanın evrenselleştirilmediğini, tam tersi “değişebilir” görüldüğünü ve değiştirildiğini
Sanki Müslümanlar ile kafirler savaşıyormuş gibi; düşüncelerine uymayan Müslümanları en uç niteleme sıfatı olan “kafir” kavramı içerisine sokmuşlar, ardından da aynı uç yaklaşımla “İslam” kavramını tanımlamışlardır.
gösterir. Birinci makalede bu konu üzerinde
Hariciliğe göre iman, Allah’ın kullarına farz
durulmuştur. Fakat gelişen tarihi olaylar, Hz.
kıldığı şeylerin hepsini yapmaktır. Günah işlemek
Ömer gibi öncülerin yeterince anlaşılamamasına
suretiyle Allah’a isyan eden kimse müşrik olur
ve ilk dönem doğal olarak ortaya çıkan
ve cehennemde ebediyen kalır.2 Hariciliğin farklı
yaklaşımın evrenselleştirilmesine sebep
ekolleri şu görüşler üzerinde ittifak etmişlerdir:
olmuştur. Nakil kültürü aracılığıyla o dönem, sonraki nesillere aynen taşınmaya çalışılmıştır. Fakat bu mümkün olmayan çaba beraberinde büyük bir sorunu doğurmuştur: - Şartların ve gelişmelerin dayatmasıyla yeni yeni fıkıhlar oluşmuş - Ne var ki bu değişikliklere Kur’an’dan veya sünnetten deliller getirilmiş
a. Mü’min muttaki olandır, büyük günah işleyen kafir olup ebedi azaba müstahaktır. b. Osman, Ali ve taraftarları kafirdir. c. Zalim imama karşı başkaldırı vaciptir3. Haricilerde iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak ilkesi, görüşlerinin temeli durumundadır. Fakat bu ilke sadece zalim idareciye karşı değil, (kendi görüşlerine göre)
- Kur’an ve sünnetle delillendirilebilen her
münker işleyen fertlere karşı da uygulanmış,
değişiklik ise “İslam” olarak görülmeye
hatta masum çocuk ve kadınları katletmek bu
devam etmiştir.
ilke ile meşrulaştırılmıştır.
Böylece herkes kendi görüşünü İslam ile özdeş olarak görmeye başlamış, farklı farklı İslam
2
tanımları ortaya çıkmıştır.
3
Eş’ari, Makalat (H.Ritter Neş.) s.110 Muhammed Ammâra, Mu’tezile ve İnsanın Özgürlüğü Sorunu (çev. Vahdettin İnce), İstanbul 1998, s. 67.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
43
Mürcie
imanlı bir kimseye de günahları zarar vermez.
Haricilerin keskin çıkışları ve Cemel ile Sıffin
Mürcie’nin iman tanımı, tekfirci harici yorumuna
savaşlarında taraf olanları “büyük günah”
karşı bir tepkidir. Ancak, Müslüman veya kafir
işlemekle suçlayıp kafir ilan etmeleri,
olmayı, ayetlerin lafzından hareketle belirlenmiş
Müslümanlar arasında “büyük günah” ve
sloganik söz ve tavırlara indirgeyen bir aşırılığın
“iman” üzerine tartışmalar yaşanmasına sebep
karşısına; zulmü, haksızlığı ve adaletsizliği
olmuştur.
görmeyen bir İslam anlayışı çıkarmışlardır.
Haricilere karşı Emevilerin desteklediği görüş Mürcie fırkasının görüşüdür. Mürcie, ilk çıkışı itibariyle aslında iyi niyetli bir arayıştır. Hz. Osman döneminde başlayan olaylar karşısında suskunluğu ve kenarda durmayı tercih eden Müslümanlar arasında gelişerek ortaya çıkmıştır. Onlar tavırlarını, şu hadise dayandırıyorlardı: “Hz. Peygamber, ‘ileride bir takım fitneler kopacak, o zamanda oturan, yürüyenden daha hayırlıdır, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Bu fitneler koptuğu zaman kimin devesi, koyunu varsa ona baksın, kimin arazisi varsa ona sarılsın’ dedi. Bunun üzerine bir adam sordu: ‘Yâ Resûlullah devesi, koyunu arazisi olmayan ne yapsın?’ Hz. Peygamber: ‘Kılıcını eline alsın, onun keskin yüzünü bir taşla ezsin, sonra eğer kurtulabilirse kurtulsun.’ dedi”4 Böylece onlar, Hz. Osman zamanında ortaya çıkan ve onun ölümüyle sonuçlanan olaylara müdahale etmekten çekinmişlerdir. Cemel’de ve Sıffin’de tarafsız kalmayı tercih etmişlerdir. Haricilerin aksine, hangi tarafın haklı olduğu konusunda kesin bir hükme varmayıp, kararı Allah’a havale etmişlerdir. Fakat Emeviler döneminde başlayan tartışmalar ve Emevilerin bilinçli müdahaleleriyle, bu iyi niyetli tavırdan bir ekol doğmuştur. Ve Emeviler,
böylece atılmış olmaktadır. Bu anlayış yine Emevi destekli bir başka ekol olan Cebriyye ile bir araya gelince, İslam tamamen itaatkar hale gelmiş, adaleti gerçekleştirmeyi ve zulmü ortadan kaldırmayı hedefleyen yönü tamamen yok olmuştur. Cebriyye, insanın yaptığı işlerde bir tercihinin olmadığını, yaptığı işleri zorunlu olarak yaptığını savunur. Yani insan mecburdur; yaptığından başkasını yapmaya gücü yoktur; yaprağın rüzgarın önünde savrulması gibi insanın yaptığı işleri de Allah takdir eder. İnsan sadece Allah’ın belirlediği kadere göre yaşar. İbadeti de günahı da, elinde olmaksızın işler. Mu’tezile Resmi din bu yönde şekillenmeye başlamışken, bu söyleme devrimci bir itiraz Mu’tezile’den yükselmiştir. Mu’tezile iman konusunda ne hariciler gibi keskin (tekfirci) bir yaklaşım benimsemiş, ne de Mürcie gibi her şeyi mübah gören bir tavır içerisine girmiştir. “Büyük günah işleyen ne mü’min ne kâfîrdir. İman ile küfür arasında bir noktadadır (el-menzile beyne’lmenzileteyn). Eğer tevbe etmeden ölürse ebedi
“olaylara müdahale etmeme, karışmama” tavrını
olarak cehennemde kalır”6 demiştir.
dinileştiren bu ekolü fazlasıyla kullanmıştır.
Bu anlamda Mu’tezile amel ile imanın bir arada
Zaman içinde değişik Mürcie kolları oluşmasına rağmen bütün kolların üzerinde anlaştıkları iman tarifine göre; Allah’a iman, Allah’ı bilmektir.5 Allah’ın birliğine inanmış bir kimsenin büyük günah işlemiş olması, onun imanına zarar vermez, o kişi yine de mü’min kalır. “Allah’tan başka ilah yoktur” diyen herkes cennete gidecektir. İnanmayan bir kimsenin yaptığı iyiliklerin kendisine bir fayda sağlamaması gibi, Ebu Bekre’den rivayet edilmiştir
4
Eş’ari, Makalat (H.Ritter Neş.) s.132.
5
44
Dinin “inançtan” ibaret görülmesinin temelleri
bulunmasını gerekli görmüştür. Mü’min ile kafir’in özelliklerini ortaya koyarken “mü’minin özelliği bütün bir imandır, kafirinki ise mutlak bir küfürdür” demiştir. Büyük günah işleyerek imanın bütününden çıkan bir şahıs iman ile küfür arasındaki “fısk” noktasında olur. Şayet ölünceye kadar günahından dönüp tövbe ederse, imanını kazanabilir ve temelli cehennemde kalmaz; ama tövbe etmezse, o zaman küfre varmış olur ve ebedi cehennemde kalır. Kadı Abdülcabbar, Şerh, s. 295 vd., Şehristânî, Milel,
6
1/62; Ebû Zehra, Mezhepler Tarihi, s. 177
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Mu’tezile kader konusunda ise “insanın olaylar
gibi olaylara imza atarken; Zeyd b. Ali, Yahya
üzerinde hiç bir rolü yoktur. Her şey Allah
b. Zeyd, Muhammed b. Ali gibi Zeydi liderler ise
tarafından takdir edilmiştir” diyen Cebriyye’nin
devrin iktidarlarına karşı isyan etmişlerdir.
tam zıddı bir görüş benimsemiştir. Ona göre “Allah adildir ve adaletinin bir gereği olarak bütün fiilleri de iyilik yönündedir. Kullarının hayrına olanı yaratır. İnsan ise fiillerinde serbesttir. İmtihanın bir gereği olarak kendi
Şia’nın İslam tanımı, “nübüvvet ve imamet” ilkesiyle Mu’tezile’den ayrılır. Ne var ki bu ilke “kayıp imam” teorisiyle birleşince, zaman içerisinde çok ciddi bir fark doğmasına yol
fiillerini kendisi oluşturur.”
açmıştır. Meşru imam karşısında sessiz ve
Mu’tezile’nin İslam tanımı: “1) Tevhid, 2) Adalet,
ise; “kayıp imam gelene kadar zaten hiçbiri
3) Va’d ve vaid (cennet ve cehennem) 4) el-
meşru olmayacak” anlayışından dolayı, tepkisiz,
menzile beyne’l- menzileteyn, 5) Emr bi’l-Ma’ruf
kayıtsız bir din anlayışı doğmuştur. Yani Şia’nın
ve’n-Nehy ani’l-Münker” olmak üzere beş temel
İslam anlayışı, peşinen zulmü kabullenmiştir.
ilkeyi içerir. (Değişik görüşler olmakla birlikte)
Bu durum 1979 yılında gerçekleşen İran İslam
Bu meseleler hakkındaki bakış açıları Vasıl b.
Devrimi’ne kadar sürmüştür. Devrimin öncüleri
Ata tarafından ifade edilmiş, sonraki dönemlerde
“imam gelecek ama biz beklemeyeceğiz”
öğrencileri tarafından Usûlü’l-Hamse ismiyle
diyerek ve “velayet-i fakih” teorisini geliştirerek
ilkelere dönüştürülmüştür.
zalim yöneticilere müdahalenin önünü
Mu’tezile’nin İslam tanımlamasında dikkat çeken iki önemli husus vardır. Birincisi, ibadetlerden ibaret bir din değil, tam tersi; tevhid, adalet ve maruf kavramlarıyla hayatın içerisinde yaşayan ve iddiası olan bir din anlayışı göze çarpar. İkincisi ise topluma; hayra çağırma, iyiliği emretme, kötülüğü yasaklama gibi aktif bir sorumluluk yükler. Böylece toplum (veya birey) ile İslam arasında vicdanları veya ibadetleri aşan bir köprü kurulmuş olur. Hayata dair hedefleri ve bu hedefleri gerçekleştirme iddiası olan bir din ve bu hedefleri hayata geçirmekle mükellef dinamik bir toplum ortaya çıkar.
itaatkar, meşru olmayan yönetimler karşısında
açmışlardır. Ama bu teori, kayıp imamın “zalim” vekiline karşı ne yapılacağı sorusuna çözüm içermemektedir. İmamın yerine vekilini koyarak pratik hayata müdahalenin önünü açmış ama imama olduğu gibi vekiline itaati de farz saymıştır. Vekile isyan da Allah’a isyan gibi anlaşılmaya devam etmektedir. Ehli Sünnet anlayışının doğuşu İslam tarihinde ortaya çıkmış farklı görüş ve ekoller içerisinde, günümüze kadar gelen en büyük ekol Ehli Sünnettir. İslam tarihine rengini verdiği gibi günümüz İslam anlayışlarında da az veya çok izi vardır.
Şia
Ehli Sünnet imamları farklı eğilim ve
İyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak
düşüncelerin birbirleriyle çekiştiği ilk dönemlerde
ilkesine önem veren bir diğer ekol, öğretisini
“orta yol” çizgileriyle dikkat çekerler. Sosyolojik
“imamet” inancı üzerine kuran Şia ekolüdür.
bir olgu olarak uç fikirler daha az taraftar
Şia içerisinde İmamiyye ve Rafizi kolu, imamın
topladığı için, mutedil orta yol çizgisi halkın
masum olduğu görüşünden hareketle, ilkenin
teveccühünü daha fazla kazanmıştır. Halkın
zâlim devlet başkanına karşı uygulanmasına
çoğunluğunun ilgisini çeken yönetici otoritenin
karşı çıkmıştır. Ve bu sorumluluğun sadece dille
de ilgisini çektiği için, çıkar amaçlı yönlendirme
yerine getirilmesini savunmuştur. İsmailiyye ve
faaliyetlerinin üzerinde yoğunlaştığı ekollerden
Zeydiyye ekolü ise ilkeyi daha fazla önemsemiş
birisi de Ehli Sünnet ekolü olmuştur. Yönetici
ve zalim idareciye karşı ayaklanmanın
otoritenin başarısıyla birlikte ise “devlet destekli
gerekliliğini savunmuştur. İsmailiyye mensupları,
dini söylem” bu ekol üzerinden devam etmiştir.
Fatımi ayaklanması, Karamite hareketi, Zenc
Zaten ekolün tarihi başarısının arkasında yatan
hareketi, Hasan Sabbah’ın Selçuklu devleti
temel etkenlerden birisi de budur.
döneminin adamlarına yaptırdığı terör eylemleri
Hz. Osman döneminde başlayıp Emeviler
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
45
döneminde devam eden toplumsal kargaşa,
Sünnet imamlarından Ahmed b. Hanbel, imanı;
ümmetin birlik ve dirliğini önceleyen Ehli Sünnet
inanmak ve amel olarak tanımlamıştır. Ona göre
imamlarının, iman konusunda Mürcie’ye yakın
iman, iyi amelle artar, kötü amelle de eksilir;
bir çizgiyi sürdürmelerine sebep olmuştur. Ebu
kişi imandan çıkabilir ama İslam’dan çıkmaz;
Hanife, Eş’ari ve Maturidi de dahil olmak üzere
tevbe edince yeniden imana döner.
Ehli Sünnet’in önde gelen birçok imamı, “dil ile söylemek, kalp ile tasdik” şeklindeki iman tanımı üzerinde uzlaşmaktadır. Fakat Mürcie’den farklı olarak, “Tevbe” kavramı söylemlerinde önemli bir yere sahiptir. Her günahı meşru gören bir tutum sergilemeyip; günahı günah sayan ama her türlü günahın tevbe ile affolunacağını kabul
İslam’ı ibadetlere ve hayatın sınırlı alanlarındaki emir ve nehiylere indiren din anlayışı ile birleşince, sadece taassubu körüklemiştir. Katı bir din anlayışının ortaya çıkmasına sebep olmuş, zamanla tekfirci mantığı beslemiştir. İbn
eden bir yaklaşım sergilemişlerdir.
Teymiyye’nin tevhid cümlesine yaptığı vurgu;
Bu iman tanımı “dışlamayan kucaklayan” bir
durumu değiştirmeye yetmemiştir. Çünkü İbn
yaklaşım tarzı olarak, belki o gün şartlara
Teymiyye’nin söyleminde yönetici otoriteyle ilgili
denk düşmekte ve sorun çözmekte idi. Ancak
yön boşlukta kalmıştır. “Zalim bile olsa, şeriatı
mezheplerin doğması ve “inanç kuralları” olarak
uygulayan yöneticiye itaat” şeklinde formülize
sonraki nesillere aynen aktarılmasıyla birlikte
ettiği siyaset fıkhı sebebiyle, İslam’ın; hayata
yıkıcı bir etki oluşmuştur. İslam’ın; Allah ile kul
müdahil ve hayatın içinde yaşayan bir din olarak
arasında kalan bir inanç veya hayatın sınırlı
algılanması mümkün olmamıştır.
alanlarındaki bazı emir, nehiy ve ibadetler olarak algılanmasına sebep olmuştur. Hayattaki yeri itibariyle Hıristiyanlık veya Yahudilikten farkı olmayan bir din anlayışı doğmuştur. Bu din anlayışı, Ehli Sünnet’in İslam tanımlamasına
şirke ve zulme karşı çıkan söylemi bile bu
Bu konudaki en ezber bozan yaklaşım yirminci yüzyılda yaşamış olan Mevdudi ve Seyyid Kutub’a aittir. Mevdudi, İbn Teymiyye’nin tevhid tanımındaki boşluğu giderecek tarzda; yoldan
bakıldığı zaman açıkça görülebilir.
çıkmış zalim yöneticilerin durumunu “uluhiyyet
Ehli Sünnet’in İslam tanımlamasının temelini,
İslam’ın bir kuru inanç veya ibadetler değil,
“İslam nedir” diye soran birisine karşı
bir hayat nizamı olduğunu; hayatın bütün
Resulullah’ın verdiği cevabı içeren Cibril hadisi
alanlarında ortaya çıkan problemlere dönük adil
oluşturur. Bu hadisten yola çıkarak İslam; “1-
çözümler içerdiğini ortaya koymuştur. İslam
Kelime-i şehadet getirmek, 2- Namaz kılmak,
görüntüsüyle bile ortaya çıksa zulme karşı
3- Zekat vermek, 4- Hacca gitmek, 5- Oruç
mücadele etmek gerektiğini söylemiş, mücadele
tutmak” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımdaki
ile iman arasında direk bir köprü kurmuştur.
dinin hayata dair bir hedefi yoktur. İnsanlığın problemlerini çözmek, onların mutlu bir şekilde yaşamalarını temin etmek gibi bir kaygısı yoktur. Bu tanımdaki din, dünya değil ahiret dinidir; dünya mutluluğunu değil ahiret mutluluğunu hedefler. Bu yüzden de hep ibadetleri ön plana çıkarır. Şartlar içerisinde yer alan zekat vurgusu bile; gelir adaletini sağlamaya, fakirliği ortadan kaldırmaya dönük bir iddia içermez. Sembolik kabul edilebilecek ölçülerle, zenginin gücünü
iddiası” olarak tanımlamıştır. Seyyid Kutub ise
Birbirini tamamlayan bu iki görüş kadim Ehli Sünnet kültürü karşısında birer fikir devrimi niteliğindedir. Dini; sınırlı bazı emirlere, ibadetlere, kalbe veya vicdana sıkışıp kalmaktan kurtaran ve hayat sahasına yeniden döndüren düşüncelerdir. Bu yönüyle kıymetinin bilinmesi ve takdir edilmesi gerekir. Ancak ne var ki Seyyid Kutub’un fikirleri (kendi dönem şartlarının bir sonucu olarak), dinin hayatın
meşrulaştırır.
problemlerine nasıl çözümler ürettiği konusunda
Dinin bir inanç manzumesi haline dönmesi ve
olmadığını söyler.
eksiktir; bu meselenin günün meselesi
pratik hayattaki olumsuz gelişmeler karşısındaki etkisizliği, zaman içerisinde farklı açılımların yapılmasını zorlamıştır. Bu çerçevede Ehli
46
Fakat Ahmet b. Hanbel’in bu iman tanımı,
Bugün ise insanlığın İslam’dan çözümler beklediği döneme gelinmiştir. Dolayısıyla
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
artık Müslümanların, bu nokta üzerinde kafa
toplumsal olaylar, diktatörlüklerin bir bir alaşağı
yormaları gerekmektedir.
olması ve sömürge dönemlerinden beri gelen sistemlerin yıkılması; İslam dünyasının bir “siyasi aktör” olarak tarih sahnesine yeniden
Modernist akım
dönüşünün ayak sesleridir. Artık insanlığa
Son dönem düşünürleri içerisinde, İslam’ın
verecek hiçbir şeyi kalmamış olan Batı
modern dünyaya ne önerdiği konusunu tartışan
medeniyeti hızla gerilerken, İslam dünyası ise
isimlerin sayısı da az değildir. Bu düşünürler,
hızla değişmektedir.
günümüze kadar gelen araştırmaların ve tartışmaların sonucunda dikkate alınması gereken bir birikim oluşturmayı başarmışlardır.
Fakat İslam dünyasındaki değişim, İslami referanslarla ve İslam öncülüğünde gerçekleşen bir değişim değildir. Toplumlar
Ne var ki modernist akım, Müslümanların
daha fazla demokrasi ve daha fazla özgürlük
zihninde iyi bir imaj oluşturamamıştır. Çünkü
söylemleriyle sokaklara dökülmüşlerdir. İslam
İslam dünyasının emperyalist saldırılar altında
dünyasındaki değişimin öncüsü ve motoru
olduğu dönemlerde, Batı değerlerinden alıntılar yaparak oluşturulmaya çalışılan çözümler hem günün ihtiyaçlarına denk düşmemiş, hem de bir nevi “teslimiyet” olarak algılanmıştır. Sonuçta modernistler, Batı değerlerini gönüllü olarak
konumundaki Türkiye’nin Başbakanı7, sahip olduğu siyasi çizgiyi “Muhafazakar Demokrat” olarak isimlendirmektedir. Yani bu değişim “muhafazakar”lar öncülüğünde gerçekleşen bir değişimdir. Halbuki İslam düşünce ekolleri
sahiplenen ajanlar durumuna düşmüşlerdir.
içerisinde Ehli Sünnet anlayışına denk düşen
Oysa soruna karşı çözüm arayışlarının ilk
çözmek, ihtiyaçlarını karşılamak, mutluluklarını
örnekleri (kaçınılmaz olarak), belli noktalarda aşırılıklar ve tepkisellikler taşır. Var olana karşıt olarak ortaya çıkmıştır ve her karşıtlık aşırılık içerir. Modernistlerin görüşleri de değişik noktalarda aşırılıklar içermektedir. Ancak, İslam’ın günümüz dünyasına ne önerdiği, insanlığın sorunlarını nasıl çözeceği konusunda alternatifler fazla değildir. Hatta Müslümanların bu konuda oldukça hazırlıksız olduklarını da söyleyebiliriz. Bu yüzden ya sıfırdan başlayıp çözümler üretmek, ya da (sıfırdan başlamaktansa) var olan birikime önyargılı yaklaşmamak ve doğrularından istifade etmeye çalışmak gerekir. Tarihselcilik, hermenötik, İslami sol, demokratik İslam gibi kavramlar modernist akım tarafından İslam dünyasındaki düşünce sorunlarına çözüm olarak üretilmişlerdir. Önyargılı bir bakış için İslam dışı değerlerin kolayca iktibas edilebildiğini gösteren örnekler gibi durmalarına karşın; incelemeye değer, dikkat çekici öneriler içermektedir.
bu kesim, İslam’ı; insanlığın problemlerini ve huzurlarını temin etmek için gönderilmiş bir yaşam biçimi olarak görmemektedir. Sürekliliği olmayan genel ahlaki ilkeler haricinde, İslam adına insanlığa sunabileceği bir şey yoktur. Hayata dair bir projesi olmadığı için de, demokratik sistemi ihya ve ıslah etmekten başka bir şey yapamamaktadır. İslam dünyasının siyasi bir aktör olarak yeryüzü sahnesine geri dönmesi, İslam’ın insanlık için ifade ettiği konumu geri kazanması anlamına gelmemektedir. İslam’ın insanlık için ifade ettiği konuma geri dönememesi ise Batı kaynaklı değerlerin insanlık üzerinde meydana getirdiği tahribatın sürmesine yol açacaktır. - İnanç, ahlak ve ilkeler üzerinde meydana gelen tahribat - Gelir dağılımı ve insanca yaşamak üzerinde meydana gelen tahribat - Nüfus, yerleşim ve toplum yapıları üzerinde meydana gelen tahribat
İslam insanlık sahnesindeki yerine nasıl dönecek?
- Dünya ve çevre üzerinde meydana gelen tahribat Recep Tayyip Erdoğan. Ak Parti 2. Olağan kurucular
7
Son dönemde İslam dünyasında yaşanan
kurulu toplantısı öncesinde yaptığı açıklama
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
47
devam edecektir.
bağlı olarak bir tarafta itaatkarlığı, bir tarafta
“Muhafazakar” da olsa İslam dünyasında var olan bazı hassasiyetler elbette ki bazı
Oysa İslam’ın hayattaki rolünün doğru bir
iyileşmeler olmasını sağlayacaktır. Ancak bu
şekilde anlaşılması, bu cümlenin ne ifade
durum hiç bir zaman zulüm düzenin tümden
ettiğinin doğru bir şekilde anlaşılmasına bağlıdır.
yok olması anlamına gelmeyecektir. Hatta yerine göre, İslam coğrafyasındaki güçler eliyle gerçekleştirilen haksızlıklara ve adaletsizliklere
İslam’ın bu cümle ile insanlara hitap ettiği ilk dönem, ya tanrısal bir güç olarak görülen, ya da
bile şahit olabiliriz.
varlığını tanrılara dayamayı başarmış güçlerin
İslam’ın insanlık tarihindeki konumuna yeniden
karşısında gücü de, sözü de ilahi olan (olduğu
dönebilmesi için, İslam’ı bir yaşam biçimi
düşünülen) yöneticiler vardı. Toplumsal
olarak gören Müslümanların silkelenmesine
yapılanma bakımından diğer coğrafyalara göre
ihtiyaç vardır. Bu kesim uzun bir dönemdir
daha geri durumdaki Arabistan çöllerinde bile,
kısır tartışmaların ve dar kalıpların içine
meşruiyetini putlardan alan bir hakim sınıf vardı.
sıkışmış bulunuyor. Hayatın gerçekleriyle
Otoriteye isyan tanrıya isyan ile eşdeğerdi. Bu
alakası kalmamış bir şekilde kendi ideolojik
yüzden, tanrıları karşısına almayı göze almadan
dünyasında yaşıyor. Hayata ve dünyaya o kadar
hiç kimse otoriteyi eleştirme ve ona başkaldırma
dar bir çerçeveden bakıyor ki, ne söyleminin
cüreti gösteremezdi.
hüküm sürdüğü bir dönem idi. Toplumun
yaşayan hayatta bir karşılık bulmadığının farkına varabiliyor ne de dünyadaki gelişmeleri,
İslam, “La İlahe İllallah – Allah’tan başka ilah
problemleri ve ihtiyaçları doğru okuyabiliyor.
yoktur” dediğinde; yeryüzü otoritesinin hiçbir
Bu Müslümanların düşünce dünyasında yeni bir
sahteliğini ifşa etmekteydi. Böylece Tanrılara
devrime ihtiyaç bulunmaktadır.
dayanarak oluşturulan otoriteyi, sorgulanabilir
Biz böyle bir devrimin gerçekleşebilmesi için bir takım konuların, yeniden ve önyargısız bir şekilde tartışılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu konular:
ilahi gücünün olmadığını, onlara atfedilen gücün
ve karşı çıkılabilir bir hale getirmekteydi. Ayrıca, “yeryüzünde adaletle hükmetmek” ilkesi çerçevesinde; egemenliği bir imtihan konusu yapmakta, bütün insanlığı bu ilkeden sorumlu tutmakta idi.
1. “Tevhid” cümlesinin ifade ettiği anlam 2. Hüküm ve ahlak kavramları 3. Dindeki sabiteler ve değişkenlerdir. Tevhid tanımını doğru yapmanın önemi İslam’ı bir inanç manzumesi değil de bir hayat dini, bir yaşam biçimi olarak algılayan Müslümanların ortak özellikleri “tevhid cümlesi”ne yaptıkları vurgu ve bu cümlenin içerdiği gerçeklere verdikleri önem olagelmiştir. Bütün İslam ekollerinde bu cümleye bir vurgu vardır. Ancak mesela Ehli Sünnet anlayışında söylendiği zaman kişiyi Müslüman yapan (bir nevi) sihirli kelimeler rolü oynarken, Hariciyye’nin anlayışında kafirleri ortaya çıkaran bir terazi görevi görmüştür. Yani getirilen tanıma
48
tekfirciliği beslemiştir.
Haricilik akımı, bu cümlenin siyaset felsefesindeki yerini tartışmaya açan İslam tarihindeki ilk ekoldür. Fakat onlar, “hüküm sadece Allah’a aittir” cümlesinden hareketle tamamen şekli bir yöneliş içine girmişlerdir. Herhangi bir sebeple başka hakimlere baş vuranı “kafir” olarak niteleyip (bazı fraksiyonları) onlarla savaşa tutuşmuşlardır. Dolayısıyla bir siyaset felsefesine dönüşemediği gibi İslam tarihinde “fitne” olarak isimlendirilen gelişmelerin kaynağı olmuştur. İslam’ı bir hayat görüşü olarak kabul eden günümüz Müslümanlarının genel tevhid algısı da buna benzer bir “şekilsel” yön içermektedir. “Allahtan başka ilah yoktur” cümlesinden ve ilgili ayetlerden hareketle “hakimiyetin Allah’a ait olduğu” yargısına ulaşılmış; fakat bununla neyin kastedildiği, bu sözün pratik karşılığının
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ne olduğu, nasıl bir yönetim modeli ile uygulanacağı netleştirilmemiştir. Yani bir siyaset felsefesi ortaya çıkarılmamıştır. Dolayısıyla bu “hakimiyet” biçiminde; yöneticinin nasıl belirleneceği ve görev alanlarının ne olacağı; hukuk, ekonomi, eğitim, sağlık ve askeriye gibi hayatın farklı şubelerinde nasıl bir sistem öngördüğü cevaplanamamaktadır. Sloganik olarak “Kur’an her şeyin cevabını içeriyor” “İslam hakim olunca bütün sorunlar çözülecek” denmektedir. Ama hakim olunca ne olacağı nasıl uygulanacağı sorusu cevapsızdır. Halbuki “Kur’an her şeyin cevabını içeriyor” şeklindeki sloganik kabul, “insanlığın ihtiyaç duyacağı meseleleri ilke ve prensipler olarak ortaya koyuyor” şeklinde anlaşıldığı zaman doğrudur. Aksini düşünürsek Kur’an kütüphanelere sığmayan bir kitap olurdu. İlke ve prensiplerin modellere, sistemlere ve kanunlara dönüştürülmesi ise insanlığın sorumluluğudur. Halife olarak yaratılmış olan insana biçilen rol, vahyin ilke ve prensiplerinden hareketle hayatı ve yeryüzünü imar etmesidir. Yönetecek olan insandır. Hakemlik ve hakimlik yapacak olan insandır. Kanunları belirleyecek olan insandır. Ve bu işleri Allah’ın razı olacağı ilkelere uygun bir şekilde yapanlar, Müslüman’dırlar. İnsan eksiklikleri ve kusurları bulunan bir varlık olduğu için, yaptığı işlerde “hata” meydana gelebilir. İşte tevhid cümlesi bize hiç bir otoriteyi ne İslam ile ne de bir başka dinle özdeşleştirmemeyi; kutsal ve sorgulanamaz görmemeyi; eleştirerek, sivil toplum baskısı kurarak hataları düzeltmeyi öğretir. Kısacası tevhid cümlesi bize Allah’ın hakimiyetini değil, insanların hakimiyetinin nasıl olması gerektiğini anlatır. Bu şekliyle, otoriteyi tek kişiden alıp insanlığın ortak sorumluluğu haline getiren bir adalet devrimidir. Ayrıca dinin en temel vurgusu bu cümle ile ifade edildiğine göre, dinin en temel rolü de “yeryüzünde adaleti tesis etmek” şeklinde karşımıza çıkar. Hüküm ile ahlak arasındaki ilişkiyi doğru kurmanın önemi
ama birçok tavsiye içerir. İslam’ı bir yaşam biçimi olarak gören Müslümanların genel eğilimi, apaçık hüküm (emir) içeren ayetleri esas alıp yaşamlarını onunla şekillendirmek şeklindedir. Bunun yanında tavsiye ve yol gösterme üslubuyla söylenmiş sözleri de birer emir gibi algılayıp uygulamaya çalışanlar da vardır. Fakat bu yöntem iki temel sakınca içermektedir: 1. Hüküm ayetleri, Resulullah döneminin ve Arabistan coğrafyasının renklerini taşırlar ve hayatın belli alanlarıyla sınırlıdırlar. Sadece lafza bağlı kalan bir anlayış, yaklaşık 1400 sene önce var olmuş şartları evrenselleştirmek anlamı taşır. Bu ise dinin hayattaki fonksiyonunun daralmasına, her geçen gün hayattan kopmasına ve her geçen gün insanlığın gerçeklerinden uzaklaşmasına sebep olur. 2. Tavsiye ve yol gösterme şeklindeki ayetleri de hüküm ayeti gibi anlamak, dinin hayattaki fonksiyonlarını işlevsel kılmak bakımından iyi niyetli bir çabadır. Ancak sadece lafza bağlı kalan yaklaşım tarzı (artan ayet sayısına ve çeşitliliğine bağlı olarak) dindeki kalıpların daha da kuşatıcı olmasına yol açar. Bu durumun götüreceği nokta ise ya dini kesin uyulması gereken emir ve yasaklar olarak gören baskıcı bir zihniyetin doğması, ya da 1400 sene önceki yaşam şartlarının (giyimiyle, teknolojisiyle, sosyal olgularıyla) günümüz dünyasında yeniden kurulmaya çalışılmasıdır. Hüküm ayetleri, vahyin ortaya koyduğu temel mantığın, vahyin indiği yaşam şartlarında nasıl uygulanacağına dair örneklemelerdir. (Makalenin birinci bölümünde değinildiği gibi) Hz. Ömer’in ganimet ve mehir konularında sergilediği yaklaşım, bize; bunların zamanla eskiyebileceğini gösterir. Kölelik, esirler, cariyeler gibi konularla ilgili ayetler, vahyin indiği dönemin toplumsal sorunlarına çözümler içeren ayetlerdir. Oysa bu meseleler günümüzde artık ya şekil değiştirmiş ya da ortadan kalkmış durumdadırlar. Eğer sadece lafza bağlı olarak
Üslup olarak Kur’an; emreden değil, tavsiyelerde bulunan ve yol gösteren bir kitaptır. Pek az emir
düşünürsek, temsil ettiğimiz dinin bugüne dair söyleyecek fazla bir şeyi kalmamış olacaktır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
49
Halbuki dinin esası; kavram, ilke ve prensipler
Bunlar aynı zamanda insanoğlunun kendisine
şeklinde ortaya konan ahlaki tavsiyelerde
uygun olarak yaratıldığı gerçeklerdir. Din
ortaya çıkar. Bunların tavsiye niteliği taşımaları
tahrifata uğramış olsa bile, “akledebilen”
“imtihan”ın bir gereğidir. Dinin nurundan
insanlar, dokularına kodlanmış olan bu
faydalanmak ve Allah’ın rızasını kazanmak
gerçekleri açığa çıkarabilirler. Fakat alemlerin
isteyenler bunları bir emir gibi algılayıp uymaya
Rabbi, zaaflarının ve güçlerinin farklı farklı
çalışırlar. Allah’ın rızasını kazanma kaygısı zayıf
olduğunu göz önünde bulundurarak insanları
olanlar kimilerine uyup kimilerine uymazlar.
kendi hallerine bırakmamıştır. Mütemadiyen
Hiç olmayanlar ise hiç birine uymazlar. Her
peygamberler ve kitaplar göndererek sürekli
tavsiyeye uymamak insanı dinden çıkarmaz,
hatırlatmıştır.
ama “takva”dan götürür. Bu ise hem dinin nurundan yararlanmayı kısıtlar, hem de Allah
Dinin değerlerinin, belli bir zaman ve belli
katında çeşitli mahrumiyetler ortaya çıkarır.
bir coğrafyada uygulanmasıyla ortaya çıkan
Ahlaki tavsiyeleri emir gibi algılamak demek,
edilmiştir. “Sizden her nebi için bir şeriat, bir
her birini bir kurala dönüştürmek değil;
yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi sizi bir
mantığını kavrayıp ona uygun yaşamayı
tek ümmet yapardı.” (Maide 5/48) ayetinde
alışkanlık haline getirmek demektir. Ahlak
belirtildiği gibi... Her peygamberin, kendi dönem
dinin evrensel yönüdür, hüküm ise zamanla
şartlarına, problemlerine ve ihtiyaçlarına göre
değişebilir. Dolayısıyla bir toplumda dinin
değişen şeriatları vardır. Şeriat dinden neşet
hakim olması demek, kurallarının birer yasaya
eder. Dolayısıyla dini meydana getiren bütün
dönüşmesi değil; evrensel değerlerinin o
ilke, değer ve kavramları içerir. Fakat ondan
topluma yerleşmesi demektir. Anayasasında
farklı olarak, değerlerin ve ilkelerin hayatta
İslam ile ilgili hiçbir vurgu olmasa ve yasalarında
ortaya çıkmasına dönük uygulamalar içerir.
İslam’ın kuralları yer alması bile; İslam’ın
Mesela, yeryüzünde adaletin tesis edilmesi
evrensel değerlerini ahlak ve alışkanlık haline
dindir ve din, hayatın farklı alanlarında bu
getirmiş olan bir toplum İslam toplumudur. Ama
hedefin gerçekleşebilmesi için hangi noktalara
anayasasında İslam’a dair güçlü vurgular olan,
dikkat edilmesi gerektiğini, kavram, ilke ve
hatta yasaları İslam’ın kurallarıyla oluşmuş ama
yönlendirmelerle ortaya koyar. Ancak adaleti
İslam’ın evrensel değerlerinin tersine zulümle
sağlayacak yönetim modelinin nasıl olduğu
haksızlıkla yoğrulmuş bir toplum İslam toplumu
ve adil bir gelir dağılımının hangi ekonomik
olamaz.
işleyiş ile gerçekleşebileceği gibi konular
Kısacası İslam, devlet veya anayasa zoruyla gerçekleşen bir din değil, insanlığın vicdanında karşılık bularak nurunu gösterebilen bir dindir. İnsanlığın vicdanında karşılık bulmanın yolu ise
durum ise Kur’an’da şeriat kavramıyla ifade
şeriattır. Zamana ve coğrafyaya göre farklılıklar gösterir. Hatta aynı zaman dilimindeki farklı coğrafyalarda farklı uygulamaların ortaya çıkması bile söz konusu olabilir.
kurallar dayatmak değil, insanlığın sorunlarına
Kısacası “din sabittir, değişmez ve evrenseldir;
adil ve ahlaki çözümler sunabilmektir. Günümüz
şeriat ise dinamiktir. Din ruh ise, şeriat
modern toplumlarında eksik olan ve şiddetle
bedendir; büyür, değişir, ihtiyarlar; Din deniz
ihtiyaç duyulan da esasen budur.
ise, şeriat akarsudur. Din kemik ise, şeriat ettir.”8 Ebu Hanife ise şöyle der: “Şeriatlar
Dindeki sabiteleri ve değişkenleri doğru belirlemenin önemi
emrettikleri din olsaydı; bu durumda Allah’ın emrettiklerinden herhangi birini terkeden, yahut
Hüküm ile ahlak ilişkisinin bir benzeri, genel olarak dindeki sabiteler ve değişkenler için de
nehyettiklerinden herhangi birini işleyen kimse, Allah’ın dinini terk etmiş ve kafir olmuş olurdu.”9
geçerlidir.
8
Din, Yüce Allah’ın insanlığı, ilk insandan beri
9
İlhami Güler. Sabit din, dinamik şeriat. Ankara Okulu
kendisine davet ettiği ortak değerlerin adıdır.
50
farz kılınan şeylerdir. Eğer Allah’ın bütün
Yayınları, 1999, s 25 Ebu Hanife, el-Alim ve’l-Mute’allim, s 16 (Bu kaynağa “İlhami Güler. Sabit din, dinamik şeriat. Ankara Okulu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Günümüzde Müslümanların içine düştükleri en
veren kişinin zihnindeki Müslüman imajını
büyük yanılgılardan birisi, Resulullah’ın şeriatını
duymak memnuniyet verici olmayabilir, ama
veya sonraki dönemlerde şekillenmiş olan bir
Müslümanların namaz kıldıkları, oruç tuttukları,
anlayışı din zannetmeleridir. Sonraki dönemlerde
hacca gittikleri, başlarını örttükleri gibi temel
şekillenmiş anlayışların dinleşmesi fırkalaşmayı
unsurlar cevabın içerisinde yer alacaklardır.
doğurmuştur. Müslümanları paramparça etmiştir ve ortak değerler etrafında buluşmalarını engelleyip durmaktadır. Resulullah’ın şeriatının din ile özdeş hale gelmesi ise, (herkesin farklı yorumlaması bir kenara) bugünün meselelerini o günün çözümleriyle kuşatma sonucunu doğurmuştur. Literatürde “içtihat” gibi, dinin dinamik yapısını korumasını sağlayacak bir kavram bulunmasına rağmen, Müslümanlar ya bu kavramı belirli bazı tarihi şahsiyetlere has görmekte, ya da teorik olarak varlığını kabul edip pratikte rafa kaldırmaktadırlar. Oysa bu kavram şeriatın değişkenliği ilkesinden doğmuştur ve şeriatı dinamik kılma arayışlarının bir sonucudur. Bu kavramı işlevsiz kılmakla Müslümanlar, değişen ve gelişen ihtiyaçlar karşısında çözüm üretme imkanını da yitirmişlerdir. İslam’ın nurunu bütün insanlığa yayması için Müslümanların tarih sayfaları içerisinden çıkıp bugüne dönmeleri gerekmektedir. Bu noktada gerekli olan anahtarlar “içtihat” ve “şeriatın dinamikliği” kavramlarıdır. Bugünün problemlerine çözüm arayan bir yaklaşım biçimi, yeni içtihatlar ve Resul’ün rehberliğinde bugünün şeriatını oluşturma çabaları İslam’ın yeniden yeryüzüne dönmesini sağlayacaktır. Bunu yapmanın yolu ise dünyayı ve beşeri tecrübeleri doğru anlamaktan geçer. Allah’ın boyasıyla boyanmak demek (Resulullah döneminde olduğu gibi); iyiyi onaylamak ve sürdürmek, eksik olanı tamamlamak, kötü olanı ise ya Allah’ın razı olacağı şeyle değiştirmek ya da ortadan kaldırmak demektir.
Buna göre din nedir? Geride bıraktığı uzun bir tarihin ardından, bugün yeryüzünde İslam’ı duymayan neredeyse kalmamıştır. Çoğu kimse, “İslam nedir?” “Müslüman kimdir?” soruları karşısında verecek bir cevaba sahiptir. Cevabı Yayınları, 1999, s 25” kanalıyla ulaşılmıştır.)
Sorun şudur: İnsanlığın bugün İslam adına bilmediği ne var ki, Resulullah döneminde bütün ezilmişlerin “kurtarıcı” diye sarıldığı din bugün bu etkiyi oluşturmuyor? Zaman içinde eksilen, kaybolan ve bugün Müslümanların da, insanlığın da yeterince göremediği şey, İslam’ın adalet ve ahlak yönüdür. Bu din yeryüzündeki haksızlıklara ve adaletsizliklere son vermek için gelmiştir. Ama bugün var olan İslam tanımlarından - Bir kısmının, küfür, cahiliye, zulüm gibi kavramları yoktur. Bu kavramlarla ifade edilen sorumlulukları görmemekte, dini; vicdanlara, ibadetlere veya bazı teolojik kabullere hapsetmektedir. - Bir kısmı ise şirk ve küfür kavramlarını söyleminin merkezine yerleştirmiştir. Ama bu kavramları, zıddını üretmek için değil insanları damgalamak için kullanmaktadır. Dolayısıyla her iki kesimden de; insanlığın ilgisini bu dine çekecek, onu kurtarıcı olarak görmelerini sağlayacak bir şey çıkmamaktadır. Öte taraftan; Müslümanlar üzerlerine düşen görevleri yerine getirmiyor diye, insanlığın sorunları tamamen çözümsüz kalmamıştır. Dünya üzerinde ortaya çıkan bir takım fikirler ve değerler, hak ederek veya hak etmeyerek bu boşluğu doldurmaktadırlar. Üstelik bunlar eskisi gibi baskıcı, kendi fikrini dayatan, kendisi gibi olmaya zorlayan, kendi istediği şekilde yaşamaya mecbur bırakan öneriler değildir. Günün problemlerine; insan iradesini ve tercihini önemseyen, baskı ve dayatmanın olmadığı fikri çözümler getirebilmektedirler. Yani; “imtihanını yaşayabilmesi için, hiçbir yönlendiricinin etkisinde kalmadan iradesiyle baş başa kalması gereken insan” anlayışı, günümüz çözüm arayışlarının da temelini oluşturmaktadır. İnsanlığın gelmiş olduğu bu nokta, İslam’ın hedefleri açısından ümit verici bir noktadır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
51
Ulaşılan bu olgunluk seviyesi, yaratılışta dokulara işlenmiş olan değerlerin daha kolay bir şekilde açığa çıkarılmasına imkan vermektedir.
Adalet; zaman, coğrafya ve anlayışlara
Önyargısız bir şekilde bakıldığı zaman, hayatın
kavramdır. Her toplumun adalet ölçüsü sonuçta
değişik şubelerinde ortaya çıkan problemlerin
o toplumun kendine has düzenine ve değerlerine
birçoğuna; akla ve vicdanlara makul gelecek
uygun olarak tanımlanır. Ancak bununla birlikte
çözüm önerileri üretilmiş olduğunu görebiliriz.
ortak yönleri de çoktur. Ortak yönler fıtrattaki
Yönetimde adalet; tek merkezli ve baskıcı
cevherlerden gelir; farklılıklar ise zihniyetin,
otoriteleri ortadan kaldıran, halkın yönetime
zaafların ve çıkarların etkisiyle oluşur.
ve karar mekanizmalarına katılmasına imkan veren fikirlerle sağlanmaya çalışılmıştır. Hukukta adalet, bir milletin, bir dinin veya bir mezhebin kayrılmasına izin vermeyen; devleti değil bireyi önceleyen; herkese eşit mesafede durmak mantığıyla üretilmiş fikirlerle sağlanmaya çalışılmıştır. Eğitimde adalet, fırsat eşitliğini esas alan ve ideolojik eğitim dayatmasına karşı çıkan fikirlerle sağlanmaya çalışılmıştır. Fakat ekonomi, çevre ve nüfus gibi, adalet terazisinin
göre önemli ölçüde farklılık gösterebilen bir
“Adalet arayışı” evrensel bir kaygıdır. Ancak “Adalet”, elde edildikçe daha fazlası aranan bir değerdir. Toplumların tekamülüne uygun olarak gelişir ve olgunlaşır. Günümüz şartlarında her hangi bir konuda “adil çözüm budur!” diyebileceğimiz öyle hususlar vardır ki, geçmişteki farklı bir dönemde hayali bile kurulamazdı. Bu yüzden bir dönemin adalet arayışlarının sonucu olan çözümler, sonraki
çok fazla bozulduğu alanlar da yok değildir.
dönemlerde adaletsizlik üretmeye başlayabilirler.
Günümüz dünyasının en önemli kusuru,
olan çözümleri geçmişe götürmek mümkün
çözümlerin teorik ve fikri planda kalması,
olabilseydi, onlar da gittikleri yerlerde
pratikte asla idealize edildiği gibi
adaletsizliğe sebep olabilirlerdi. Kısacası her
uygulanamamasıdır. Farklı alanlara dönük olarak
dönemin ihtiyaçları ve her dönemin çözümleri
üretilen fikirler kolayca istismar edilmekte ve
farklı farklıdır. Bu çözümler insanlığın olgunluk
pratikte hedeflenen sonuçları üretememektedir.
seviyesinden ve zihniyetinden tamamen
Günümüz toplumları bu noktada çaresiz
bağımsız olamaz.
kalmışlar ve açmaz içine girmişlerdir. İnsanlığın baskıcı, otoriter yönetimlerden insan merkezli yönetim ve düşüncelere geçmesinin üzerinden neredeyse iki yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, bugün gelinen nokta tam bir iflas halidir. Modern toplumlar doğru fikirler üretmekte gösterdiği başarıyı uygulamada gösterememiştir. Çaresiz kaldığı için de, karşı karşıya bulunduğu açmazı “tarihin sonu” diye nitelendirerek kabullenmiştir. Tarihin sonu bir gün gelecekse de, insanların bu psikolojiyi yaşamaya başlaması acziyetlerinin
52
Adalet çağrısı
Hatta günümüz adalet arayışlarının sonucu
Nitekim vahyin ilk oluşturduğu topluma müdahale tarzı bu noktada yeterince fikir vermektedir. Kölelik meselesi, cariye meselesi, kadının şahitliği konusu ve kadınların durumunun iyileştirilmesi gibi sorun alanları bu tespitin örnekleridirler. Vahiy, karşı çıktığı bir ilişki tarzı olmasına karşın, toplumun çoğunluğunun köle olduğu bir toplumda, köleliği tamamen ortadan kaldırmaz. Kendi dönemine göre çok ileri kabul edilebilecek
işaretidir.
düzenlemeler yapar ve köleliğin kaldırılmasına
Batılıların “tarihin sonu” zannetmeye başladıkları
diğer örnekler için de geçerli olur. Şayet vahiy
tam da bu noktada, İslam’ın her tarafı
ideal olan yaklaşım tarzını o gün sergilemiş
aydınlatacak ışığı bulunmaktadır. Bu ışık anlayış
olsa idi, yani toplumun zihniyetinden bağımsız
ve ihtiyaçlara bağlı olarak, her dönemde farklı
bir adalet uygulaması ortaya koysa idi; bir
söylemler üzerinden parlamıştır. Temel ilke ve
sürü köle, ne yapacağını bilmez ve geçim
kavramların her döneme verdiği mesajlar farklı
imkanları bulunmayacak şekilde sokağa salınmış
olmuştur. Aynı ilke ve kavramların bugünün
olacaklardı. Bu ise adalet adına zulmetmek gibi
dünyasına vermesi gereken mesaj ise adalet ve
bir paradoks ortaya çıkmasına sebep olacaktı.
ahlak merkezli olacaktır.
Oysa vahiy; kullara kulluğun olmaması, gücün
giden yönü işaret eder. Aynı yaklaşım tarzı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ve servetin zulüm aracı olarak kullanılmaması,
dönemlerde yaşayanlar, belli dönem şartlarında
haksızlık yapılmaması, hakka ve hukuka riayet,
oluşmuş nasları evrensel adalet ilkeleri olarak
aşırılıktan ve ahlaksızlıktan kaçınmak gibi temel
kabul edince de; o dönemin iyi niyetini,
ilkelerle adalet yaklaşımını ortaya koymuştur.
rekabetini ve çekişmelerini dinleştirmiş olurlar.
Doğru sonuçlar elde etmek için zihnin hangi yönde çalışması gerektiğini işaret etmiştir. Fakat bu ilkelerden doğacak uygulamaları değişken kılmıştır. Din ile şeriat arasındaki ilişkinin bir benzeri, adalet anlayışı ile dönemsel uygulamalar arasında da bulunmaktadır. İnsanlığın İslam’a en fazla ihtiyaç duyduğu tarihi anlardan birisi olan günümüzde, Müslümanlar henüz bütün insanlığı kuşatacak bir adalet çağrısı yapmaya hazır görünmemektedirler. Müslümanların büyük bir çoğunluğu, göreceli olarak daha ileri olan Batı adaletini sorgusuz kabul etme ve benimseme eğilimi içerisine girmiştir. İslam’ı hayatın her alanında rehber olarak gören ve bu yaklaşımı değiştirmesi beklenen Müslümanlar ise “Allah’sız adalet” olup olmayacağını tartışmakla meşguldürler. “Allah’sız adalet”; vahyin adalet ve zulüm hakkında kesin sınırları çizdiği ve bunları uygulanabilir emirler-nehiyler olarak bildirdiği ön kabulünden hareketle ortaya çıkmış bir slogandır. Oysa ne Kur’an’da ne hadislerde adalet kavramını oluşturan unsurların ne olduğunu yahut adaletin dünyada nasıl gerçekleştirileceğini bildiren özel ölçüler yoktur. Zaten böyle bir belirleme dinin evrenselliği ile açık bir şekilde çelişir. Gerçekler böyleyken, “Allah’sız adalet olmaz” cümlesiyle oluşturulan fiili durum, birilerinin veya bir görüşün, Allah adına adalet ölçülerini belirlemesine yol açacaktır. İslam’ın adalet kriterlerini belirlemeye girişenler kendi dönemlerinin ihtiyaçları ve aklı çerçevesinde tespitlerde bulunur ve yorumlar getirirler. Böylece İslam hukuk sistemi olarak kabul gören (İslam ile özdeşleşen) bir külliyat/şeriat ortaya çıkar. Oysa İslam ile özdeşleşen bu külliyat, samimi arayışlar yanında; dönemin siyasi rekabetlerinin, fikir çekişmelerinin, düşmanlıklarının ve çekememezliklerinin bir ürünüdür. Lafın nereye gittiği hesap edilmeden içine düşülen bu durum, daha baştan, tevhid ilkesiyle tespit edilmiş temel adalet kriterinin ihlal edilmesi anlamına gelir. Sonraki
Peki, adalet ile Allah ve adalet ile insan arasındaki ilişki nasıldır? Bu noktada İslam tarihinde üç tez ortaya çıkmıştır. Bunları şöyle kategorilendirebiliriz: 1. Allah’ın hükmü mutlak manada adaleti temsil eder (Cebriyye, Eş’arilik) 2. Adaletin beşeri düzlemde tayini de mümkündür (Kaderiyye, Mu’tezile) 3. Adaletin hem ilahi hem beşeri yönü vardır (Hasan Basri, Maturidi, Bakıllani) Birinci tez (ekol içerisinde farklı izahlar bulunmakla birlikte) adaletin insan ile ilgili yönünü yok sayma eğilimindedir. İkinci tez (ekol içerisinde farklı izahlar bulunmakla birlikte) adaleti tamamen insana hasretme eğilimindedir. Üçüncü tez ise sadece vahyin belirtmediği konularda insana yetki verme eğilimindedir. Kur’an “adil olun”, “adaletle hüküm ver” (Maide 5/42), “Allah adil olanları sever” (Hucurat 49/9, Maide 5/42), “Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliği sevk etmesin” (Maide 5/8) gibi ayetlerde, adaletin insanla ilgili bir yönünün bulunduğunu kesin olarak ortaya koymaktadır. Bu yön, yer yer uygulamayı da aşar. Adalet ile Allah ilişkisi ise “adl” sıfatında “adaletlilerin en adaletlisi” olarak belirlenmiş, “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler; işte onlar zalimdirler” (Maide 5/45) ayetiyle de belirleyici/ denetleyici rolüne işaret edilmiştir. Kısacası adalet kavramı içerisinde Allah; insanoğlunu adalete meyilli olarak yaratan, adil olmayı emreden ve sonra da ahirette hesap sorandır. Bununla birlikte değişik dönemlerde gönderdiği vahiyler ve peygamberler aracılığıyla, temel adalet kriterlerini hatırlatan ve öğretendir. İnsan ise doğasında bulunan ve vahiy aracılığıyla bildirilen kriterlere göre adaleti yeryüzünde uygulamakla sorumludur. Adaleti arar ve gerçekleştirmek için yöntemler geliştirir. Adalet anlayışını uygulanan sistemlere ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
53
yasalara dönüştürmek insanın işidir.
kısmını esaret altında tutuyor.
İnsanoğlu doğası gereği adalete meyilli olduğu
Bunun sebebi ne olabilir?
için, fıtratına işlenmiş cevherlere müracaat ederek adil yaklaşımlar sergileyebilmektedir. Bu gerçek, Müslüman olmadığı halde günümüz problemlerine kimi adil çözümler üretebilmiş kimselerin durumunu açıklamaktadır. Fakat çıkar, öfke, taşkınlık, şehvet gibi durumlar insanı kolayca şaşırtabilmektedir. Bu da teorik olarak isabetli çözümlerin pratikte neden aynı güzellikte uygulanamadığını açıklamaktadır. İbn Rüşd: “Doğal/beşeri bir adalet mümkündür, fakat bu ilahi adalet yanında kusurludur” demiştir. Bize göre bu tespit, adalet arayışlarında İslam’ın rolünü ortaya çıkarmaktadır. Müslümanlar kendi düşüncesini İslam olarak gören zihin bağlarından kurtulup, İslam’ın yeryüzündeki gerçek misyonunu kavradıklarında; insanlığın vicdanı haline geleceklerdir. Adalet arayışlarının öncüsü, adalet uygulamalarının denetleyicisi olacaklardır. - Adalet arayışlarına öncülük etmek - Ve adaletin gerçekleşmesini denetlemek Bu şüphesiz büyük ve tarihi bir sorumluluktur.
araya gelebilir? İşte insanlığın İslam’a muhtaç olmasını sağlayan bir diğer mesele, bu soruların ifade ettiği açmazda gizlidir: Modern toplumlar “akletmenin” önemi keşfetmişler ama “vicdan”larını yitirmişlerdir. Hak, hukuk ve adalet yolunda teorik olarak önemli ürünler ortaya çıkarabilmekte ama vicdansızlıktan/ ahlaksızlıktan dolayı uygulama sahasında asla başarı gösterememektedirler. Çünkü bu toplumların aklı keşfetmesi, “din düşmanlığı” ile birlikte gelişme göstermiştir. Tarihi olaylar, modern toplumların, dini anımsatan her şeye karşı düşman olmalarına yol açmıştır. Allah, din, ahlak ve namus gibi bu kavramlar, bu düşmanlıktan yeterince nasiplenmişlerdir. İnsan ulvi bir varlık olarak değil, (C. Darwin’in tarif ettiği gibi) “bir çeşit hayvan” olarak kabul görmüştür. Ahlak ve erdem, (S. Freud’un tarif ettiği gibi) “insanı içe kapanmaya zorlayan ve onu problemli bir varlık haline getiren psikolojik bağlar” olarak tanımlanmıştır. Sonuçta ortaya, sadece karnını doyurmaya ve ne pahasına olursa olsun yaşamını sürdürmeye odaklanmış
Ahlak çağrısı
bir insan tipi çıkmıştır. Ekmek kavgasına
Modern toplumlar, menfaat ve çıkar hislerini körükleyen maddeci eğilimlerin baskısına rağmen; insanlığın kimi sorunlarına adil çözümler üretebiliyorlar. Fakat teorik çözümler kimi yönleriyle gerçekten incelemeye değer bir nitelik taşırken, kimi yönleriyle ise ciddi
odaklanmış insanlar için merhamet, acıma, ahlak ve vicdan gibi kavramlar, ayak bağından başka bir şey değildir. Kısacası modern toplumlar, adalet arayışı ve hukuku olan ama ahlaksız toplumlardır.
problemler içerebiliyor. Pratikte ise en güzel
Peki, adalet ile ahlak arasında nasıl bir ilişki
çözümler bile, arzu edilen neticeleri veremiyor.
vardır? Ahlakı yitirmiş olmak ne sonuç doğurur?
Halkın yönetime katılması ve yönetimi
Ahlak, insanın doğasından gelen ölçü ve
denetlemesi gibi ileri bir ideal ortaya koyuyor. Ancak neredeyse bütün uygulamalarında güçlülerin temsilcileri iktidara geliyor ve halk denetimini kolayca boşa çıkarabiliyor. Fırsat eşitliği ve kazanç serbestliği gibi bir ideal ortaya koyuyor. Ancak sonuçta zayıflar güçlülerin kölelerine dönüşüyor. Hukuk karşısında herkesin eşit olduğunu söylüyor. Ancak dünyanın her tarafında “güçlünün hukuku” geçerli oluyor. Herkese özgürlük diyor, ama dünyanın büyük bir
54
Adalet arayışları ile bu çelişkili durumlar nasıl bir
merhamet duygusudur. Allah insanı rahmetiyle yaratmıştır. Özünde olanı kirletmemiş olan insanlar, kendisiyle yaratıldıkları rahmeti vicdanlarında bulup keşfederler. Böylece; iyilik, şefkat, sevgi, acıma, bağışlama, hoşgörü, anlayış gibi duygular oluşur. Bu duygular da insanda bir insaf, ölçü ve merhamet meydana getirir. İşte ahlak budur. “Adalet ahlaktan, ahlak vicdandan, vicdan da
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
rahmetten çıkar.”10 Dolayısıyla ahlaksız adalet
bir ayrıntının görülememesinin bir sonucudur.
eksiktir.
Emirler ve nehiyler, adalet arayışının bir sonucu
Akletmek insanı, adalet yolunda birçok doğru sonuca götürür; doğru tespitler yapmasına ve adil yasalar belirlemesine imkan verir. Ayrıca gerçek anlamda akıl, ahlaktan ayrı düşünülemez. Ancak günümüz modern toplumları, ahlaka temel teşkil eden duyguları birer zaaf, ahlakı da “insanı içine kapanmaya zorlayan bir bağ” olarak gördükleri için, aklı ahlaktan arındırdılar. Böylece aklın doğru çalışmasını engelleyecek bir ön kabul oluşturmuş oldular. Bu yüzden akıl her noktada doğru sonuçlar üretemiyor. İnsaf ve merhameti
olarak, ahlaka temel teşkil eden duygulardan fışkırırlar. Fakat her dönemin ihtiyaç ve zihniyeti çerçevesinde adalet anlayışı farklılık gösterebilir. Bu da doğal olarak emirlere ve nehiylere yansır. Dolayısıyla emir ve nehiyler, Kur’an’da ahlaki tavsiyeler şeklinde kendisini gösteren ilkelerin, günün koşullarında vücut bulmuş pratik uygulamalarıdır. İhtiyaçlar ve zihniyetler değiştiğinde onların da değişmesi kaçınılmazdır. Kısacası ahlaki tavsiyeler, aslında dinin evrensel yönünü oluşturan unsurlardan birisidir. Emirleri ve nehiyler ise içtihada açık olan alanı oluşturur.
pragmatizme kurban ederek aşırı bir bencillik
Ahlakın kaynağı meselesi ise dinin sabiteleri ve
ortaya çıkarıyor.
değişkenleri üzerinden tartışılması gereken bir
Teorik plandaki zaaf, uygulamada çok daha derin problemlere yol açıyor. Sistemlerin veya yasaların uygulayıcıları insan olduğu için, ahlakın yerini almış olan Pragmatizm ve bencillik, adil sonuçların ortaya çıkmasına imkan vermiyor. Hırs ve menfaat uğruna kolayca istismar ediliyor, boşluklarından yararlanılıyor, eğiliyor ve bükülüyor.
konudur. Herhangi bir dönemin adalet ve ahlak arayışının sonucu olarak vücut bulmuş emir ve nehiyleri evrenselleştirip başka bir dönemde aynen uygulamak; ne adalet ortaya çıkarır, ne de ahlak! Müslümanlar, vahiy tarafından ortaya konmuş evrensel ilkeleri özümseyip, vicdanlarındaki merhameti açığa çıkararak; günün problemlerini çözecek projeler üretirler. Bu projeler gösterilen samimiyet ve titizlik
Modern toplumların, karşısında çaresiz kaldıkları bu hastalığın ilacı İslam’dır. İslam adalet çağrısının yanında ahlak çağrısıyla da
oranında adalet ve ahlak unsurlarını bünyesinde taşırlar. O projelerin hakimiyetiyle (kabul görmesiyle) adalet ve ahlak hakim olmuş olur.
insanlığın problemlerini çözmeye, nurunu yeniden her tarafa yaymaya adaydır. Ancak günümüz Müslümanları bu noktada da iç tartışmalarını henüz aşabilmiş değillerdir. İki noktada yoğunlaşan problemlerin birincisi; İslam’ın ahlaki tavsiyelerde bulunan bir din olmasının küçümsenmesi, “emir ve nehiylerini hakim kılan din” söyleminin kimilerine daha sempatik gelmesidir. İkincisi ise (adalette de olduğu gibi) ahlakın kaynağı meselesidir ve “Ahlaklı bir toplum, İslam’ın emir ve yasaklarının uygulanmasının bir sonucu mudur, yoksa insanların çabasıyla oluşacak bir toplum mudur?” soruları çerçevesinde tartışılmaktadır. Ahlaki tavsiyelerde bulunan bir dinin yeterli görülmemesi, küçümsenmesi ve dinin emirleriyle nehiyleriyle hakim kılınmasının düşünülmesi; aslında İslam ile ilgili önemli R. İhsan Eliaçık. Adalet devleti. Bakış yayınları, Şubat
10
2003, s 451
Sonuç İslam, insanlığı doğru yola eriştirmek için gönderilmiş bir dindir. Haksızlıkların, adaletsizliklerin ve zulmün son bulacağı; mutluluk ve huzurun yeryüzüne gelmesini sağlayacak yolu aydınlatır. Değerleriyle, ilkeleriyle ve prensipleriyle rehberlik eder. Bu şekliyle insanoğlu için bir yol gösterici, bir nur ve her türlü problemi için bir şifadır. Fakat bu din; kendisine inanan, tavsiyelerini yönlendirmelerini sorumluluk edinen ve uğrunda çabalayan kimseler var olmadıkça nimetlerini açığa çıkaramaz, gösteremez. Cismani bir varlık değildir; kendiliğinden insanlığın arasına girip onların problemlerini çözemez, ihtiyaçlarını karşılayacak projeler üretemez, kendiliğinden haksızlıklarla mücadeleye tutuşamaz. O insanlar için gönderilmiştir ve ancak insanların çabalarına bağlı olarak yeryüzünü ışığıyla aydınlatabilir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
55
İslam’ın yol gösterici olabilmesi, onun mesajını doğru bir şekilde kavramış olan Müslümanların çabasına bağlıdır. Müslümanlar onun mesajını günün şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun bir dil ile insanlığa iletirler ve kullandıkları dilin ihtiyaçlara uygun düşmesi oranında doğru yol insanların zihninde belirir.
- Günün tecrübeleri iyi bir şekilde incelenmeli - Peşin ret veya peşin kabul gibi kolaycı yaklaşımlar bir kenara bırakılmalı - Ardından da; iyi olanı sürdürmek, eksik olanı tamamlamak ve yanlış olanı değiştirmek üzere her biri adalet ve ahlak süzgecinden
İslam’ın dertlere derman ve hastalıklara şifa olabilmesi de, Müslümanların çabalarına bağlıdır. İnsanlığın hastalıklarını ve problemlerini doğru bir şekilde tespit ettikleri ve bunlara çözümler ürettikleri oranda problemler, hastalıklar ortadan kalkar. İslam’ın zulmü ortadan kaldırması ve adaletin her yana yayılmasını sağlaması da Müslümanların çabalarına bağlıdır. Adil çözümler ürettikleri ve bunların hayatta gerçekleşmesi için mücadele ettikleri oranda zulüm son bulur,
geçirilmelidir. Resulullah “ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim” derken, bu yaklaşım tarzını teyit etmiştir. Yani yıkmaya değil olgunlaştırmaya doğru giden yönü işaret etmiştir. Bu başarılabildiği takdirde İslam insanlık tarihindeki rolüne geri dönecek, insanlığa yeniden rehberlik etmeye başlayacaktır. - BİTTİ -
adalet yaygınlaşır. Müslümanların, içindeki yaşadıkları toplumun ve genel olarak insanlığın problemleri hakkında; ayakları yere basan, ciddi projelerinin ve çözüm önerilerinin olması gerekmektedir. Peki, bu nasıl başarılacak? Bunun yolu, her şeye sıfırdan veya tarihin birkaç yüzyıl gerisinden başlamak değildir. İslam insanlığın tecrübe ve birikimlerini görmezden gelerek her şeye sıfırdan başlayan veya toplumun gerçeklerinden tamamen farklı bambaşka tecrübeler ortaya koyan bir din değildir. Evrensel mesajını toplumun gerçekleri içerisinde ve toplumun tecrübelerini kullanarak uygular. İyi olanları sürdürmek, eksik olanları tamamlamak ve yanlış olanları düzeltmek suretiyle toplumlara kendi rengini verir. Tamamen yabancı, bambaşka bir sistemi getirip bir toplumda yerleştirmeye çalışmak eşyanın tabiatına uygun değildir. Kaçınılmaz olarak bir toplumsal travmaya ve muhalefete sebep olur. Oysa İslam, işleyişi kökten değiştirmeyip sadece zulüm ve adaletsizlik üreten noktalara müdahale etmek suretiyle, -bırakın muhalefetitoplumun vicdanını fethetmiştir. Ezilmişlerin sesi, çaresizlerin çaresi ve kimsesizlerin kimsesi haline gelmiştir. Bugün de izlenmesi gereken yol aynıdır:
56
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dosya: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?
Adalet Üzerine M. Kürşat Atalar “Bu makale yazarın, ‘On Tez’ isimli kitabından alınmıştır. İlk olarak ‘İktibas Dergisinde’ yayınlanmıştır.”
Adalet, felsefî ve siyasî tartışmaların merkezinde yer alan bir kavramdır. Bütün dinler, ideolojiler veya felsefî akımlar, insan modeli oluştururken veya siyasî ve sosyal düzenlerini kurarken, bu kavramı tanımlamak istemişlerdir. Temel mesele, “adalet nedir?” sorusuna cevap bulmaktır; ancak konu, ister istemez adaletin kaynakları, türleri ve nasıl gerçekleştirilebileceği gibi önemli sorunlar üzerinde odaklaşmayı da gerektirmektedir. Bu yazıda, kapsam dar tutulacak, Batı ve İslam düşünce tarihinde kavramın mahiyetine ilişkin farklı yaklaşımlar değerlendirilecek ve Kur’an’ın konu ile ilgili ayetleri özelinde bir “adalet” tanımına ulaşılmaya çalışılacaktır.
Adaletin Mahiyeti ve Kaynağı Sorunu Adalet, doğası gereği, “hak” ve “hakikat” kavramlarıyla ilgilidir. Dolayısıyla “adalet”i tanımlamak, aslında, insan eylemlerinin meşruiyeti üzerine konuşmak demektir. Bu yüzden, konu, ideal bir insan ve toplum/ devlet arayışıyla doğrudan alakalıdır.1 Fakat acaba, adalet, göreceli midir? Eğer öyle ise, sahici bir “adalet”ten söz edilebilir mi? Adalet hissi, insanda doğuştan mıdır, yoksa hukuki prosedürlerden mi kaynaklanır? “Adil” olan ile “eşit” olan aynı şeyler midir? Adalet, hissedilerek mi fark edilir, yoksa düşünülerek mi? Farklı adalet anlayışlarının kökeninde ne Adalet öylesine önemli bir kavramdır ki, hem “mülkün
1
temelidir” (Hz. Ömer), hem de “bütün erdemlerin içerisinde en yücesidir” (İbn-i Rüşd).
vardır ve bunlar aşılabilecek sorunlar mıdır? Bu türden sorulara, farklı kültürlerde farklı cevaplar verilmiştir. Bu yaklaşımları genel olarak 3 kategori altında incelemek mümkündür. 1. Görececi yaklaşım, 2. Realist yaklaşım, 3. Doktriner (mutlakçı) yaklaşım. Görececi yaklaşım, adaleti, adet, görenek ve beşeri münasebetler çerçevesinde tanımlarken, realist yaklaşım, toplumların kendilerine özgü hukuksal sistemlerini baz alarak, bunun objektif gerekçeleri olduğunu ileri sürer ve adaleti, hukuksal prosedür çerçevesinde tanımlar. Doktriner yaklaşım ise, diğer iki yaklaşımın aksine, adaletin evrensel ve mutlak standartları olduğunu ve her toplum için geçerli olabilecek bir adalet tanımı yapılabileceği düşüncesini savunur.2 Gerek Batı düşüncesi içerisinde gerekse “İslam düşüncesi” içerisinde her üç görüşün de taraftarları vardır. Batı’da, Yunan uygarlığından bu yana, “doğacı” yaklaşım pek çok taraftar bulmuştur. Eflatun ve özellikle Aristo’nun yazılarında “doğal hak”/“doğal adalet” kavramlarına rastlanmaktadır. Ama Rousseau, daha ateşli bir söylemle, insan aklına itimad edilemeyeceğini, aklın yerini “vicdan”ın alması gerektiğini ve çözümün “doğal adalet” Dinlerin ve özel olarak da İslam’ın adalet tanımı,
2
doktriner yaklaşım içerisinde değerlendirilebilir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
57
kavramında yattığını savunmuştur. Machiavelli
Bu yaklaşımda, ihtiyaçlar duyularla yakından
ve Hobbes ise, doğası gereği arzuların esiri
alakalıdır. İhtiyacın giderilmesi doğaldır; aksi
olduğu düşüncesinden hareketle, insanın iyi ile
takdirde adaletsizlik ortaya çıkar. Hisler de,
kötü, adil olan ile adil olmayan arasında tam bir
nihayetinde kaynakların elde edimine bağlıdır.
ayrım yapamayacağını ileri sürer. Buna göre, bir
Hisler ihtiyaçları, ihtiyaçlar da çevresel şartları
kontrol mekanizmasına ihtiyaç vardır ve sorun,
belirlemektedir.7 Özetle, bu yaklaşım, insanın
ancak bir yol göstericinin/kurumun düzenleyicilik
biyolojik özellikleri ile adalet hissi arasında bir
görevi üstlenmesi ile çözümlenebilir.3 Her iki
bağ kurar. Davranışların adalet standartlarını
yaklaşıma da karşı çıkan evrenselci görüş
belirlemede insan doğası, belirleyicidir.
ise, adaletin normlarının akılla bilinebileceğini ve bunların evrensel geçerlilik taşıdığı tezini savunur. Batı düşüncesinde en bariz şekliyle Kant ve Marx’ta görülen bu düşüncede, adaletin kaynağı, aklın şaşmaz ilkeleridir. Buna göre, adalet aklın zorunlu sonucudur.
4
Bu dönemde ortaya atılan tezlerden birisi de John Rawls’un “İnsaflılık Kuralı”dır. Burada saf akılcılık yerine, insaf kavramı öncelenmekte ve refah ekonomisi ve oyun teorileri bağlamında bir çözüm önerilmektedir. Buna göre, mutluluğa, tek başına değil, ortaklaşa ulaşılmalıdır.
Modern dönemde “ihtiyaçlar paradigması”
Model, “işbirliği içinde oynanan ve taraflardan
temelinde ortaya atılan “akılcı tercih modeli”
hiçbirinin tümüyle kaybının olmadığı bir oyun”u
ise, soruna analitik terimlerle çözüm araması
öngörmekte ve şu temel ilkeye dayanmaktadır:
nedeniyle, felsefi yaklaşımlardan ayrılır. Buna
“taraflar, daha önceden üzerinde fikir birliğine
göre, toplumsal ilişki ve etkileşimler, maliyet-kar
varılan ilkelere, sonucu kendi zararlarına bile
dengesi kavramıyla izah edilebilir.5 Yani farklı
olsa, uyacaklardır”. Rawls’a göre, ahlaklı (ya
davranışların temelinde akılcı bir neden yatar
da adil) olmak, önceden belirlenmiş ilkelere
ve davranışların izahında bireyin çıkarı, dolaylı
kesinkes uymaktır. Özetle Rawls, akılcılıktan
veya doğrudan karşılık bekleme, fedakarlık ve
çıkan bir kuralcı ahlakiliği önermektedir.
toplum yararı gibi unsurlar etkilidir. O halde,
Bu faydacı bir teoridir. Ona göre, adalet,
adalet hissi, insanlar, beklentilerine ters düşen
şekilde yapılmıştır: “Bir bebeğe istediği şeyi (ihtiyacı
durumlarla karşılaştıklarında ortaya çıkar.6
olanı) vermek, adalettir”. Bebeğe istediği verilmezse, kızar; çünkü hiddet, kazanılmış şeylerin tehdit altında
Bu yaklaşımda amaç, toplumsal düzenin sağlanmasıdır;
3
bu nedenle adalet özde evrensel değildir; olmak
olması durumunda ortaya çıkar. Bebeğin sahip
zorunda da değildir. Adalet görecelidir, yani toplumun
olduğu bir- şeyin elinden alınması sonucu kızması,
ihtiyacını karşıladığı sürece anlamlıdır.
ona “haksızlık” yapıldığını hissetmesin- dendir. Yine bebek, annesinden ayrıldığında kızar ve ağlar. Bunlar
Bu tanımlarda, doğa, hisler; akıl ve Tanrısal bilgi
4
bebeğin, kendisine yapılan “haksızlığa” karşı gösterdiği
(vaby) kavramları işlevsel öneme sahiptir.
tepkilerdir.
Michael T. Mc Guire’ın “Ahlaki Saldırganlık Yasası”
5
adını verdiği formüle göre, maliyetin, beklenen faydadan fazla olması durumunda, insan, “haksızlığa/
kanıtlar bulunmaya çalışılmıştır. Bu deneylerde
adaletsizliğe” uğrayacağı düşüncesine kapılır ve bu
hayvanların da, tıpkı insanlar gibi, “maliyet hesapları”
durumda insanın tepkisi, üzüntü, hiddet ve saldırganlık
yaparak, kızgınlık, korku ve utanç türü hislerini
şeklinde tezahür eder. Formül şöyledir: pMA = (ax -
kontrol edebildiği görülmüştür. Somut örnek olarak ise
bx) . T. Burada pMA, Ahlaki Saldırganlık ihtimalini; ax,
şempanzeler üzerinde yapılan deneyler verilmektedir.
A’nın, B’ye yardım etmesi karşılığında doğabileceğini
Buna göre, şempanzelerde de, tıpkı insan toplumlarında
tasarladığı maliyeti (ax = fizyolojik maliyet - yardımın
olduğu gibi, grup ilişkileri, hiyerarşik düzen, grup
psikolojik maliyeti - dolaylı menfaatlerin kaybı); bx,
normlarına itaat, iktidar ilişkileri, ahlaki saldırganlık ve
A’nın düşüncesine göre, B’nin, A’nın yaptığı yardımın
karşılık verme özellikleri vardır. Onların da hisleri vardır
karşılığı olarak yapacağı yardımı; T ise zamanı
ve çıkarları için koalisyon yapabilmektedirler. “Böl ve
göstermektedir (eğer ax - bx farkı 0’dan büyükse, T
yönet” taktiği uygulayabilmekte; intikam alabilmekte
önemlidir).
ve paylaşabilmektedirler. Adalet dağıtımını da, “göze
Buna göre, adalet hissi, kızma, hoşlanma, saldırma
göz, dişe diş” kuralınca yapmaktadırlar. Ayrıca “eşitlik”
ve üzülme gibi durumlarda tezahür eder. Eğer kişi,
ilkesi doğrultusunda, “misliyle mukabele” yapabildikleri
bir şeyden hoşlanıyorsa, orada adil bir paylaşımdan,
görülmüştür. Ancak tek fark, şempanzelerin bu
bir şeye de kızıyorsa, orada da bir haksızlıktan söz
davranışları, “iyi” ya da “kötü” yahut “adalet”
edilebilir. Nitekim bebek davranışlarını ölçmek için
veya “haksızlık” kavramlarına sahip olarak yapıp
yapılan deneylerden yola çıkarak adaletin tanımı şu
yapmadıklarının tespit edilememesidir.
6
58
Hayvanlar üzerinde yapılan deneylerden buna dair
7
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
görecelidir; kişiden kişiye ve toplumdan topluma
ilkelerinin, her toplum için geçerli adalet
değişebilir.
kriterlerini belirleyebileceğini savunur. Ancak
Rawls’un tezi, hukuksal prosedür ile adaletin tesisi arasındaki ilişkiyi tartışmak için iyi bir zemin oluşturmaktadır. Rawls, teorisini şu üç kurala dayandırır:
özellikle post-modernizmin etkisiyle birlikte, “aklın sınırları” olduğu anlayışının yaygınlaşması, doktriner yaklaşımın popülaritesini yitirmesine neden olmuştur. İlahi adalet tezi ise, bu yaklaşımla kimi benzerlikler göstermesine
1. Kanunsuz hiçbir insan toplumu düşünülemez,
rağmen, özde hem doğacı hem de akılcı adalet tanımlarını kabul etmez. Zira burada temel bir “kaynak” sorunu vardır. Vahy, doğrudan mutlak
2. Adalet ideali olmayan bir kanun düşünülemez, 3. Bilişsel ve hissi yetenekleri olmayan hiçbir insan toplumu düşünülemez. Buna göre, her toplumun bir “adalet tanımı” ve onu gerçekleştirecek hukuki mekanizmaları vardır. Fakat bu, adaletin tesisinin, hukuksal prosedüre bağlanmasını meşrulaştırır mı? Yani kanunların, toplumu oluşturan fertlerin ortak rızası (ya da çoğunluk kararı) ile oluşturulmuş olmaları, onların adil olduğunu gösterir mi? Ya da kanunlar, toplumun faydasına sonuçlar veriyorsa, zorunlu olarak orada mutlak anlamda bir adalet olduğu söylenebilir mi?8 Bu sorulara prosedürel adalet şu cevabı verir: Çıkarcı, ihmalci ve kötüye eğilimli insan doğası, hukuksal prosedürle iyiye yöneltilebilir. Yani, kanunlar, her türlü insani zaaftan arınmış, objektif kriterlerle hareket eden uzmanlar tarafından yapıldığı için adildir ve en iyiyi temsil eder. Adaletin evrensel ve mutlak standartları olduğunu savunan doktriner yaklaşım, hem doğacı hem de hukuksal prosedürü önceleyen yaklaşımları reddeder ve aklın şaşmaz
iyi ve Hakk olandan geldiği için, mutlak adaleti temsil eder; doğa ve akıl, bu konuda kriter olamaz. Ancak mesele, bununla bitmemektedir. Çünkü adaletin mahiyeti ve tezahürleri noktasında vahy, özel ölçülerden bahsetmez.9 Bu durumda, mesele içtihadi bir mahiyet arz eder. Şu halde “ne adalettir, ne değildir?” tartışmasını beşeri düzlemde yürütmek gerekir.
“İlahi Adalet” Adalet kavramı, gelenekte, Allah’ın iradesi ve kader kavramları ile birlikte tartışılmıştır. Temel tez şudur: “Allah’ın hükmü, mutlak manada adaleti temsil eder.” Bu, “İslam düşüncesi”nde hakim görüş olmakla birlikte, adaletin beşeri düzlemde de tayininin mümkün olduğunu savunanlar olmuştur.10 Özellikle Mutezile’nin benimsediği bu görüşte, akıl ile vahy görünür bir çelişki arz ettiği zaman, aklın ilkeleri baz alınarak bir adalet tanımı yapılmalıdır. Her iki görüşün eksik tarafları olduğu gerekçesinden hareket edenler ise, “ikili” bir adalet anlayışını önermektedirler. Bu noktada, Bakillani’nin yaklaşımı örnek olarak incelenebilir. O, adaleti, ilahî ve beşerî olarak iki kategoriye ayırır ve ilahi
Kanunların mevcudiyeti her zaman adaletin mevcudiyeti
8
anlamına gelmez. Zira insanların kanunlara itaat etmelerinin altında pek çok farklı neden yatabilir ve bunların adalet kavramıyla ilişkisi de bulunmayabilir. Mesela Galbraith’a göre, insan, kanunlara bir kimlik
adaletin kaynağını vahy olarak tespit ederken, beşeri adaletin kaynağının hem akıl hem de vahiy olabileceğini söyler.11 Akıl, ilahi bilgiyi tam olarak kavramakta yetersiz kaldığı için,
kazandırdığı, bir faydası olduğu için uyabileceği
insana bütünüyle yabancı olan ilahi konularda
gibi, cezai müeyyidesinden çekindiği için de itaatkar
söz söyleme imkanına sahip değildir. Ancak,
görünebilir. Rehbinder ve Pospisil de, benzer ifadelerle, kanunlara itaatin, yaptırım korkusu ve içselleştirmeden kaynaklandığını söylemektedir. Ayrıca bu teze, gecikmiş adaletin adalet olmayacağı; mahkeme kararının ya da kanun maddesinin gerçek adaleti temsil etmeyebileceği yönünde itirazlar da yöneltilmektedir. Nihayet, kanunlar, siyasal etkilere açıktır; hakimler kimi zaman baskın olan politik çizgiye uygun kararlar verebilmektedirler.
Macid Hadduri, İslam’da Adalet Kavramı, Çev:
9
Selahattin Ayaz, Yöneliş Yay. 1991, s 27 Cebriyye ve Eşarilik ilk görüşü, Kaderiye ve Mutezile ikinci görüşü benimsemiştir. Hasan Basri, Maturidi ve Bakillani gibi alimler ise orta yolu bulma çabası göstermişlerdir.
10
Ebubekir Bakillani, Kitabu’l-Tembid (Hadduri’nin İslam’da Adalet Kavramı kitabında) s.89.
11
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
59
fiiller söz konusu olduğunda, istem dışılık-
kavramları temelinde tanımlayanlar da olmuştur.
istemlilik ayrımından hareket eden Bakillani,
İbni Hazm, Maverdi ve Mağribi bunlar arasında
istem dışı (Allah’ın takdiriyle) gerçekleşen
sayılabilir. Buna göre, adalet, toplumda
sel, felaket, kaza vb. hallerde adaletsizlikten
gördüğü işlev itibarıyla önemli bir kavramdır.
bahsedilemeyeceğini, fakat istemli fiillerde
Bu düşünürler, adaletin mahiyeti problemiyle
zulmün söz konusu olduğunu ve sorumlusunun
ilgilenmemişler sadece onun işlevleri üzerinde
da o fiilin sahibi olduğunu söyler. Buna göre,
durmuşlardır. Sonuç itibarıyla, adaletin
vahyin, neyin adi neyin zulm olduğunu beyan
mahiyeti ve kaynağı sorunu ile ilgili olarak,
etmediği konularda akıl bir kriter olarak
İslam düşüncesinin, dualist bir yapı arz ettiği
alınabilir.12
söylenebilir. Bu ayrışmayı sağlayan iki kritik kavram “vahy” ve “akıl”dır.
Bu noktada filozofların yaklaşımına da değinilmelidir. Kindi, Farabi, İbni Sina, Ebubekir
Peki, bu görüşlerden hangisi tercihe şayandır?
Razi ve Miskeveyh gibi filozoflara göre, adaletin
Bu noktada, aklı merkeze oturtan yaklaşımın
tanımında akıl kriter olarak alınmalıdır.
13
İnsan,
aşırılığı kabul edilmelidir. Zira hakikati belirleme
doğası gereği adalete meyyaldir. Adaletsizlik,
noktasındaki zaafı bilinen aklın, vahyin önüne
sadece öfke, taşkınlık, şehvet gibi istisnai
geçirilmesi zulm olur.16 Fakat acaba Allah’ın,
durumlarda söz konusudur. Akim adil olanı
“adil olun” buyruğunu nasıl anlamak gerekir?
istemesi, doğasının gereğidir.
14
Bununla birlikte,
Örneğin, hakimin, bir davada vardığı hükmün
filozoflar, aklın vahiyle çatışmadığı gibi bir tezi
adil olup-olmadığı nasıl anlaşılacaktır? Ya da
de dillendirmişlerdir. Onların bu yaklaşımı, aklın
“bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk
vahye göre daha üst bir mevkiye yerleştirilmesi
etmesin” ayetinin gereği yerine getirilirken,
nedeniyle etkili olamasa da, İbn-i Rüşd’ün bu
hangi kriterlerden hareket edilecektir? Bu ve
konudaki çabası dikkat çekicidir. Zira o da, tıpkı
buna benzer sorular, bizi, adaletin beşeri bir
Bakillani gibi, felsefe ekolü içinde orta yolcu bir
veçhesi olduğu sonucuna götürür. Zira akıl,
çözüm bulmaya çalışmıştır. Ona göre, eşyanın
eşyanın özelliklerini kavrayabilir ve bu alanda
özünde iyilik/adalet olmadığı tezi, akla da
adaletin neliğine ilişkin bir hüküm verebilir. Bu
vahye de aykırıdır. Örneğin ateşin, kimi zaman
konuda, fıtrat kavramı yol gösterici olabilir. Yani
şerre de vesile olabilmesi, onun özünde hayır
Allah, hem vahyin göndericisi hem de yaratıcı
olmadığını göstermez. Eşyanın doğasındaki şerr,
olduğuna göre, vahiyle aklın paylaştığı bir
ancak hayra vesile kılınmak için yaratılmıştır.
ortak alan vardır. Ancak nefsi ve harici etkilerle
İbni Rüşd, buradan hareketle, doğal/beşeri bir
yanılma ihtimali daima söz konusu olduğu için,
adaletin mümkün olduğunu, fakat bunun, ilahi
akıl mutlaklaştırılamaz.
adalet yanında kusurlu olduğunu söyler. Ona göre adaletin pek çok veçhesi olabilir; zira bu, onun doğasından kaynaklanmaktadır.15
Ama acaba adalet, her durumda eşit davranmak mıdır, yoksa hakkı olana hak ettiği kadarını vermek midir?17 Yine acaba adalet, ne olursa
Bunun dışında adaleti, fayda ve görenek Alim Kul ile Musa (AS) arasındaki diyalogdan yola
16
çıkarak, aklın sınırlarına ilişkin bir tespitte bulunmak
Gazali’de de bir nevi ikili adalet anlayışı vardır ama o,
12
mümkündür. Burada Musa (AS), normal bir aklın
aklı, ilahi hikmetleri kavramada sadece bir araç olarak
düşüneceği şekilde, alim kulun görünürde/zahirde
görür. Ona göre, adaletin kaynağı sonuçta ilahidir.
haksızlık içeren fiillerine karşı çıkmaktadır. Ancak
Hadduri, “Felsefi Adalet”, İslam’da Adalet Kavramı, s. 126.
13
yanılan Hz. Musa’dır; zira kıssanın sonunda yapılan işin
Kindi’nin hüznün (üzüntünün) maddi ve psikolojik
sonucunun “hayr” olduğu görülmektedir. O halde aklın,
nedenleri üzerine yapmış olduğu yorumlar, modern
normal çalışması durumunda dahi isabet edemeyeceği
dönemde yapılan deneysel araştırmaların sonuçlarıyla
alanlar vardır. Nitekim musibetlerin hikmeti konusunda
14
akıl aciz kalır.
benzerlik arz eder. Bu durum, bu tür filozofların görüşlerinin “doğacı” bir karakteri olduğunu göstermektedir.
toplumsal avantajlar hiyerarşisi ve zarar/fayda görme
Yunan doğacılığını vahiyle uzlaştırmaya çalışan ibn-i
konularında (şans/talih alanında) eşitsizlik vardır ve
Rüşd, Gazali’nin vahiyci sentezi karşısında fazla etkili
kontrol edilememektedir. Nihayet genetik farklılıklar
olamamıştır.
vardır ve buradaki eşitsizlik de engellenememektedir.
15
60
Modern içeriği ile eşitlik (equality) adaletsizliktir. Zira
17
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olsun kanunlara/kurallara uymak mıdır, yoksa
adalet tanımında, hakk kavramı belirleyici rol
bir başkasının yararı dokunacak bir iyilik yapmak
oynamaktadır. Haksızlık (zulm) adaletin zıddıdır.
mıdır? Ya da acaba adalet, doğruluğu konusunda
Mizan ve mülk, adaletle kaimdir. Zulm her
zihinde şüphe bulunmayan şey midir; yoksa
ikisini de ifsad eder. Mülkün devamını isteyenler,
“altın orta” ilkesi gereğince, her durumda itidalli
“insanlar arasında adaletle hükmetmelidirler.”
olmak mı adalettir? Burada “adalet” teriminin kök-anlamına müracaat edebiliriz. Adalet, en genel ifadesiyle “bir şeyin ait olduğu yere konulması” durumunda tecessüm eder. O halde, adalet, özde “hak” kavramıyla alakalıdır. Bu durumda adaleti, “hak edene hak ettiğinin verilmesi” ya da “haksızlık yapılmaması” olarak tanımlamak mümkündür. Bu anlam, adaletin hem vahyi hem de beşeri veçheleri için geçerlidir. “Allah kullarına zulmedici olmadığı” için, müminin Cennet’e, kafirin Cehennem’e girmesi adalettir. Beşeri veçhe noktasında da durum farklı değildir. Adalet, gelir düzeyleri farklı olanlardan farklı vergi alınması veya daha çok çalışana daha çok ücret ödenmesidir.18 Şu halde, her Bu ve buna benzer nedenlerle, eşitlik kavramı modifiye edilmiştir ve şu kriterler belirlenmiştir: 1) eşitlere eşit
YARARLANILAN KAYNAKLAR 1. Abdülbaki, Muhammed, Mucemu’l-Mufehres. 2. American Behavioral Science Retviev, 1991. Cilt: 29. s.317 389. 3. Bedau, Hugo. (1973). “Radical Egalitarianism”, / wsta; e and Equality, editör: Hugo A. Bedau. 4. Bilgin, Mehmet Fevzi. “John Rawls’un Adalet Kuramı ve İslam Hukuku Işığında Değerlendirilmesi”, Divan, Sayı:2, 1996. s.207215. 5. Hadduri, Macid. (1991). İslam’da Adalet Kavramı (Çev: Selahattin Ayaz), Yöneliş Yay. İstanbul. 6. Halsey, Robert P. (1965). “Equality”, A Dictionary
pay verilmelidir; 2) ihtiyaca göre eşitlik belirlenmelidir;
of the Social Sciences, editör: Julius Gould and
3) eşitsizliğe neden olan farklılıklara göre eşitsiz
W L. Kolb, The Free Press. s. 261-263.
paylaşım yapılmalıdır; 4) hak edişe göre paylaşım yapılmalıdır. Bunlar yerine getirildiğinde, ortaya çıkan şey eşitlik değil, adalet olur.
7. Hatemi, Hüseyin. (1989). Hukuk Devleti Öğretisi, İşaret Yay. İstanbul.
Adaleti, lügatlerin bazan ‘denklik’, bazan ‘ölçülülük’,
18
bazan da ‘doğruluk/dürüstlük’ olarak tanımlaması anlaşılabilir bir durumdur; zira bu tür kullanımlar, kavramın anlam alanının genişlemesinin sonucudurlar ve asli anlamla çelişmezler. Nitekim denklik, kimi yerde (örneğin kilo, yaş ve güçleri eşit kişilere eşit yük taşıtmak gibi) adaleti temsil eder. Ölçülü ve itidal üzere olmak da adalet kavramının içeriğinde vardır; zira ifrat ve tefrit noktaları aşırılıktır ve her aşırılıkta haksızlık durumu söz konusudur. Yine doğruluk/dürüstlük de bir anlamda adalettir; zira doğruda hakka isabet vardır ve bu özelliği nedeniyle bizatihi “hakk”tır. Kur’an; 28 yerde a-d-l kökünden türemiş terimler kullanmıştır. Kur’an, bu kökten türeyen kelimeleri, yukarıda sıralanan anlamlardan başka ‘fidye’ (En’am:70; Bakara:48,123)
8. Lucas, J.R. (1973). “Against Equality”, Justice and Equality, editör: H. A. Bedau, s. 139-151.. 9. Oppenheim, F.E. (1968). “Equality”, International Encyclo- paedia ofthe Social Sciences, editör: David L. Silis, The Macmillan Company and The Free Press, Cilt:4, s.102-107. 10. Rawls, John. (1971). A Theory of Justice. Cambridge University Pres. 11. Wolff, Robert P. (1974). Raıvti Theory of JusticeUnder- standing Rawls.
anlamında da kullanmıştır ve fidye, zarara denk bir karşılık olarak yine adaletin terimsel anlamına uygundur. Kur’an’da adalet kavramıyla ilgili ayetler şunlardır: înfitar:7; Şura: 15; Nisa:3; 58, 129,135;
ilginçtir; zira birbirleriyle çarpışan müminlerin ‘adaletle
Maide:8, 95 106; Enam:l, 70, 76, 115, 150, 156;
aralarının düzeltilmesi’ emrinden hemen sonra “ve
Araf:159,181; Neml:60; Bakara:48, 123, 282; Nahl:90;
aksitû” emri gelmektedir ki, bu, kist teriminin “adl”le
Hucurat:9; Talak:2. Bunun yanında Kur’an, 25 yerde
ortak paydası olduğunu gösterir. Bu arada belirtilmelidir
de ‘kist’ tabirini kullanır ki, bu terim ‘mizan’ı ayakta
ki, cevr, adaletin tam karşıtı değildir. Kur’an’da sadece
tutan şey anlamında (En’am:156, Hud:85, Enbiya:47,
1 yerde (Nahl:9) geçen bu kelime, adaletin değil, kasd
Rahman:9, Hadid:25) ve bir de ‘zulm’ün karşılığı
(ortayol)ın karşılığı olarak kullanılmıştır. Kur’an’a göre
olarak kullanmıştır (Yunus:47, 54). Hucurat:9. ayet ise
adim zıddı, zulm’dür.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
61
Dosya: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?
KUR’AN’DA ADALET KAVRAMI Nasr Hamid Ebu Zeyd iSLAMİ Yorum İçin Çeviren:
Fatih Peyma
Bu konuşma, “Kültürlerarası Felsefe Forumu 3 (2001)”te gerçekleştirilmiştir.
Adalet genellikle yasalar karşısında eşit olmayla
çalışma; fıkıh, ilahiyat, felsefe, tasavvuf ve
alakalı bir kavramdır. Bu, yasaların; sosyal,
hepsinden öte Kur’an tefsiri gibi hemen hemen
siyasal ve ekonomik konumları ne olursa olsun
bütün İslami disiplinlerde zorunlu olarak titizlik
kurallara ve örneklere bağlı kalan insanlara eşit
ve fazla mesai gerektirir. Kur’an’da açıklanan
bir şekilde muamele etmesi gerektiği anlamına
İslam’a yapılacak bir giriş, yine de bir tartışma
gelmektedir. Bu da, adalet kavramının hukuki
zemini oluşturmak için gereklidir.
çağrışımıdır. Bununla beraber kavram, ayrıca, adaletin onun hukuki çağrışımıyla sınırlı olmayan (ya da olmaması gereken) daha kapsamlı insan eşitliğini gerekli kılmaktadır. Gerçi, çoğunlukla
Kur’an 20 yıldan uzun bir sürede Muhammed’e
eşitlik kavramı; kültürel, sosyal ve bazen de
vahiy yoluyla gelmiş Allah kelamıdır. Kur’an için
siyasi ve dini örnekler tarafından tanımlanmış
kullanılan pek çok kelime vardır. Bunlardan biri
göreceli bir kavram olduğundan dolayı, adalet
“Kur’an” bir diğeri de “vahiy”dir. Fakat ben onu
kavramının da benzer şekilde göreceli olması
sadece Kur’an’ın vahyediliş şeklinden dolayı
beklenir. Son zamanlardaki insan haklarının
değil önceki kutsal kitapların da aynı şekilde
algılanışındaki değişimle beraber, kültürel
vahiy biçiminden dolayı “kanal” (channel) olarak
göreceliğe meydan okundu ve farklılıkları ne
ifade etmeyi tercih ediyorum. Etimolojik olarak
olursa olsun milletler ve bireyler arasında
“vahiy” “gizemli iletişim” anlamına gelir ve İslam
mutlak eşitlik üzerine inşa edilen insan adaleti
öncesi dönemde kullanımı, tıpkı Kur’an’daki
ile alakalı mesele, ilahiyatçıların olduğu kadar
kullanım şekli gibi iki yüce varlığın dahil olduğu
filozofların da dikkatini çeker hale geldi.
gizemli bir iletişim şeklinde karşımıza çıkar.
Bu makalede benim katkım, İslami adalet kavramını araştırmaktan öte Kur’ani adalet kavramını araştırmakla sınırlı olacaktır. Kur’ani bir kavramın araştırılması böylesine sınırlı bir yerde ve zamanda kolay bir iş olmamasına rağmen, İslami kavram üzerinde yapılacak bir
62
1. Kur’an
Kur’an’ın vahiy yoluyla gelişinde, 3 varlık bu sürecin içindedir. Vahyi gönderici olarak Allah, aracı olarak Cebrail, vahiyle muhatap olarak Peygamber. Fakat iletişim sürecinin gizemli yan-anlamı her zaman mevcuttur. Kur’an’a
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
göre, Allah, insanoğluna mesajını iletmesi için Muhammed’i elçisi olarak seçmiştir. Bu da Muhammed’i hem vahyi alan hem de insanlığa ulaştıran elçi konumuna sokmaktadır. Kur’an’ın bir diğer adı da “risale”dir. Fakat şu apaçık bellidir ki, vahiy nasıl iletim kanalını ifade ediyorsa risale de Kur’an’ın içeriğini ifade etmektedir. Kur’an için daha pek çok isim vardır. Bunlar; zikir, huda vb.dir. Fakat bunlar isimden daha çok sıfattır. Bu sıfatlar, Kur’an’ın da belirttiği gibi, önceki kutsal kitaplar için de
diğer dini olaylarda Kur’an’dan sureler okunur. İslam düşüncesi, Kur’an’ı incelemek için multidisipliner (birden çok disiplinli) bir yaklaşım sunan çeşitli ilim dalları geliştirmiştir. “Kur’an ilimleri (ulum el-Kur’an)” diye bilinen bu ilimlerden bazıları Kur’an metninin tarihsel formasyonuna odaklanırken, bazısı onun yapısına odaklanmış, bazısı da onun özelliklerini araştırmaya yönelmiştir. Onun manasını ve içeriğini analiz etmeye gelecek
kullanılabilmektedir.
olursak; fakihler kadar müfessirler, ilahiyatçılar
Kur’an’ın adına geri dönecek olursak, dil
Kur’an ilimlerinde uzmanlaşmak zorundadır (ki
bilimciler Kur’an kelimesinin ya toplamak,
bunlarda uzmanlaşmadan Kur’an’ı incelemek
meydana getirmek anlamına gelen “qarana”
imkansızdır). Bu yazı, bu türden ilim dallarının
fiilinden türediğini ya da okumak anlamına
önemini inkar edemez. Çünkü bendeniz sırf bu
gelen “qar’a” fiilinden türediğini iddia
konuya ayrılmış kitaplar kaleme aldım. Fakat
etmişlerdir. Ben burada bir kaç sebepten dolayı
günümüz şartlarında, yine de bu klasik ilim
ikinci anlamı tercih ediyorum. Birincisi, hiç
dallarının eleştirel bir kullanıma tabi tutulması
kuşku yok ki Kur’an Peygamber’e ilk planda
çok önemlidir. Böylesi bir eleştirel kullanım,
sözlü olarak gelmiştir. Cebrail’in başlangıçta,
onların sadece ifade ettiği şeyle yetinmekten
vahyi Peygamber’e her getirişinde bazı
daha çok onların ne anlama geldiğine bakmaya
ayetleri getirdiği/ilettiği ve hemen akabinde
dayalı olmalıdır. Bu çalışmada, metodolojik
Peygamber’in de bu ayetleri ashabına okuduğu
izahat hakkında fazladan bir ihtimama gerek
İslam tarihi kitaplarında sıkça karşımıza
duymadan bazı Kur’an ilimlerinin eleştirel
çıkmaktadır. Bu ayetler ya da kısımlar, surelere/
kullanımına dikkat edilecektir.
da etkili bir araç olarak kullanabilmek için bu
cüzlere ayrılmış ve kısmen bir çeşit yazılı forma dönüştürülmüştür. Peygamber’in vefatından sonra bu cüzler bir araya getirildi ve bir kitaba dönüştürüldü.
2. İslam ve İlahi Adalet Kur’an’a göre, İslam Araplara hitap etmek
İkinci sebep şu gerçektir ki, Kur’an yazılı şekle dönüştürülmesine rağmen ilk dönem İslam toplumunda günlük hayatta yazılı bir metin muamelesi görmedi. Bu şekilde algılanması için matbaa ile çoğaltılmasını beklemek gerekmiştir. Şu anda Kur’an, yazılı bir metin olsa da her Müslüman için önemli olan şey, Kur’an’ı ezbere bilme ve klasik tecvid kuralına göre onu ezbere okuma becerisidir.
için Muhammed’e gelmiş yeni bir din değildir. İslam, dünya yaratıldığından beri bütün peygamberler tarafından tebliğ edilen aynı özlü mesajın devamıdır. “Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye Nuh’a, emrettiğini, sana vahyettiğini, İbrahim’e Musa’ya ve İsa’ya emrettiğini size de din kıldı.” (42/13) “Biz Nuh’a ve ondan sonraki tüm peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Yine İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, Ondan
Son olarak, Müslümanların günlük hayatını etkileyen Kur’an dilinin sanatkarane özellikleri, çoğunlukla onun ezberden okunuşuyla alakalıdır. Onun en büyük sanatkarane etkilerinden biri de bireysel ya da toplu olarak okunduğunda şiirsel dilinin ortaya çıkmasıdır. Bu nedenle Kur’an’ın okunuşu bireysel hayat kadar toplum içinde de çok önemli bir uygulamadır. Hemen hemen her fırsatta mesela evlenirken, cenazelerde, bayramlarda, kutlamalarda, namazlarda veya
türeyen İsrailoğlu boylarına, İsa’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Süleyman’a da vahyettik (4/163164). Bu yüzdendir ki, bütün peygamberler Kur’an’daki ifadeye göre Müslüman’dır (bkz. 6/163; 7/143; 10/72,84,90; 27/31,38,42,91; 39/12; 46/15). Kelimenin lügavi anlamına uygun olarak, İslam alemlerin Rabbi olan Allah’a mutlak bir itaattir. Kur’an tekrar tekrar şu gerçeği vurgular. “Her
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
63
kim bütün varlığıyla görürcesine inandığı
Kurtulmamış ruhlar kendi kendilerine adil
Allah’a teslim olursa ancak o kişi Rabbi katında
olmamışlardır. Onlar kendi fıtratlarını layıkıyla
onun karşılığını bulacak, gelecek için kaygı,
bilememişlerdir. Bu yüzden de sorumluluk
geçmiş için üzüntü duymayacaktır (2/112).
kendilerine aittir.
“Bütün varlığıyla Allah’a adanan, sürekli iyilik yapan ve bir muvahhid olarak İbrahim’in iman ailesine -ki Allah İbrahim’den hoşnut ve razı olmuştu- tabi olan kimseden daha güzel dinli biri olabilir mi?” (4/125) Ama kim de bütün varlığıyla inandığı Allah’a teslim olursa işte o kopmaz bir halkaya sımsıkı yapışmış olur.” (31/22) İslam şu ayetlerde en güvenilir tutamak olarak tarif edilir. Bu, Allah ve insan arasında yapılmış kalubeladaki anlaşmanın teşbihi bir ifadesidir. Bu anlaşmayı hatırlatan ayet şöyledir. “Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı. Onları şahit tuttu ve dedi ki, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’. Onlar da ‘evet buna şahit olduk’ dediler.” (7/172) İnsanoğlu fiziksel olarak yaratılmadan önce Allah ve kulları arasında gerçekleşmiş bu anlaşma, insanın içinde halihazırda mevcut olan kendi kendinin farkında olmasından başka bir şey değildir. Ayrıca, bu anlaşma sadece Allah’ın varlığına fıtri olarak inanmayı değil aynı zamanda onun mutlak otoritesine de şahitliği beraberinde getirmektedir.
cennetten kovulmalarına yol açan olayların hem Adem’in hem de Havva’nın sorumluluğunda olduğunu bildirir. Bilindiği üzere Adem, meleklerin önünde secde etmekle emrolunduğu yüce bir konumdaydı. Fakat O, belli bir ağaçtan yemekten menolunduğu halde Allah’la yaptığı anlaşmayı bozmuştur (20/115). Kendi kendine zulmettiği için şöyle demiştir: “Her ikisi de dediler. Rabbimiz biz kendi kendimize zulmetmişiz, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan kesinlikle kaybedenler arasına gireriz.” (7/23) Daha sonra da, “Fakat Adem Rabbinden aldığı kelimelere sarıldı. Allah da onun tevbesini kabul etti. Çünkü O, evet O’dur tevbeleri kabul eden, her işinde merhamet sahibi olan.” (2/37) Yargılanma, keyfi otoriteye göre değil ancak ve ancak her bir bireyin ruhunda yerleşik olan, kendi kendinin farkında olmasının ya da kendinin farkında olmamasının sonucudur. Kur’an’da anlatılan Adem ve Havva kıssası bunun örneğidir. Kalubelada “urvetul vuska” üzerine tesis edilmiş olan bu temel fıtrat kavramı; ahirete giden yolda
İşte bu öz-farkındalık, fıtratı ya da her insan ruhunda doğuştan mevcut bulunan ilahi yasayı oluşturur. Bu yasaya göre her birey Allah tarafından oluşturulmuş doğru ve asıl dine sürekli ve içtenlikle yüzünü dönecektir. Bu yerleşik yasa, diğer yandan ahirette kendi kendini yargılamanın, kendi kendine şehadetin temeli olacaktır. Çünkü bu hayatta kendi fıtratlarını tanımayanlar için bu anlaşma, daha sonraki değerlendirmenin ölçütü olacaktır. Vakti geldiğinde “…bu anlaşmadan haberimiz yoktu…” (7/172) dememeleri için fıtratlarının sesine
64
Kur’an’da geçen Adem ve Havva kıssası,
insanoğlunun mutlak sorumluluğu ve mutlak ilahi adalet için en sağlam zemini oluşturur. Adem’in Rabbiyle anlaşmasını unutması, ilahi bir hatırlatma ihtiyacını meydana getirmiştir ki, bu da Adem’in Rabbinden aldığı kelimelerdir. Bu yüzden merhameti sonsuz Allah, insanı başarısızlığa sürükleyen kendi benliğiyle insanı tek başına bırakmamıştır. Allah, mesajlarıyla birlikte peygamberler göndererek insanların bu ebedi anlaşmayı hatırlamasına yardımcı olur. Bu tam olarak Allah’ın Adem’e dediği şeydir: “Oradan hep birlikte çıkıp inin, ne var ki benden
kulak vermelidirler.
bir rehberliğin size ulaşması şarttır. Her kim
İslam, her insan ruhunun Allah’ın tek bir Rab
onlar geleceğe dair kaygı, geçmişe dair hüzün
olduğuna şehadet ettiği, sonsuz anlaşma
duymayacaklardır.” (3/38-39) Muhammed
üzerine temellenmiş “asıl ve doğru” dindir. Her
dahil bütün peygamberler bu hatırlatmaların
insanın hayatı boyunca içkin, sonsuz anlaşmanın
temsilcileridir. Kur’an’ın bir diğer adı da zikirdir.
farkında olması o kişinin ruhunun kurtulması
Kur’an’da 52 defa geçer ve Muhammed
anlamına gelir. Bu da dolaylı olarak insanın
Kur’an’da bir ayette hatırlatıcı (mudhakkir)
kendi fıtratına adil ve samimi olduğu müddetçe
sıfatıyla anılır (88/21). Vahiy, kendine zulmettiği
kendi kendini kurtaracağı anlamını ima eder.
zaman, insanın sorumluluğunu ve Allah’ın
kendisine ulaşan rehberliğime uyarsa artık
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
sonsuz adaletini göstererek Allah’ın merhametini
kavramı ile çelişiyormuş gibi gözüken birkaç
izah eder. İnsanın nefsine zulmetmesi kavramı,
mesele var. Çok eşle evlilik, kadının durumu,
Kur’an’da daima ilahi adaleti sağlamlaştırmayla
din özgürlüğü, gayri Müslimlerin durumu
ve Allah’a atfedilen adaletsizliğin şiddetle
gibi meseleler sürekli olarak İslam ve Kur’an
reddedilmesi ile ilişkilidir (bkz. 2/57; 3/117;
hakkındaki tartışmalarda öne sürülür. Bu tür
9/36-70; 10/44; 16/33,118; 18/49; 29/40;
meseleleri cevaplamaya çalışan Müslümanların
30/9).
tavırları çoğunlukla özür diler tarzdadır. Fakat
Peygamberlerin mesajlarını kabul etmek ve onlara uymak demek, aslında, Yahudilik de olsa, Sabiilik de olsa, Hristiyanlık ya da İslam da olsa, Allah’ın asıl ve değişmez dinini takip etme ve fıtratında mevcut bulunan anlaşmanın tanınması, bilinmesi meselesinden başka bir şey değildir. Dinler arası farklılıklar sadece dinlerin şeriatlarından kaynaklanır, yani onların kanuni boyutları gelip geçicidir. Özdeki inanç boyutları aynı kalsa da zamana ve yere göre değişmeye meyillidir. Bu öz boyut Allah’a ve ahirete iman ve doğru olan şeyleri yapmaktır. “Çünkü bu mesaja inanan kimseler; Yahudiler, Sabiiler ve Hristiyanlardan Allah’a ve ahiret gününe inanan, ıslah edici iyi işler işleyen hiç kimse, gelecekten endişe ve geçmişten dolayı üzüntü duymayacaklardır.” (5/69) İnsanoğlu, yukarıda Kur’an’da bahsedilen İslami bakış açından dolayı 4 büyük kategoriye ayrılır. Birinci kategori, Allah’ın varlığını ve ahireti yalanlayan, sadece bu hayatın olduğunu, ölümden sonra başka hayat olmadığını iddia edenler. Bunlar ateistlerdir, Kur’an’ın tabiriyle kafirlerdir. İkinci kategori, Allah’a inanıp ona şirk koşanlar. Bunlar politeistler yani müşriklerdir. Üçüncü kategori, Allah’a ve ahirete inanıp Allah’ın kanunlarına uymayan, itaatsizler yani fasıklardır. Dördüncü kategori Allah’a ve ahirete inanan ve vahyedilmiş kanunlara göre yaşayanlar, yani müminlerdir. Şimdi şu soruyu sormak gerekir. Her hangi bir İslam toplumunda ateistlerin (kafirlerin) ve politeistlerin (müşriklerin) adaletten yararlanabilmeleri mümkün müdür? Bu soruya cevap Kur’an’a göre mümkündür. Bunun en başta delili de bütün kainatta hiçbir adaletsizliğe izin vermeyen kalubeladaki sonsuz anlaşma üzerine meydana gelmiş olan fıtrat kavramı içinde ima edilen “ilahi adalet”tir.
Kur’an’ı metinsel olarak vahyedildiği döneme göre yeniden incelememiz ve o dönemin genel şartlarını izah etmemiz, bizlere yukarıda bahsedilmiş meseleleri analiz etmede bir yöntem sağlayabilir. Çok eşlilik, tarihsel olarak konuşursak, İslam’dan önce topluluklarda popüler bir uygulamaydı. Bu yüzden çok eşlilik Kur’an tarafından şart koşulmuş, İslam vahyinin bir parçası gibi düşünülmesi büyük bir hatadır ve büyük bir akademik yanlıştır. Bu meselenin Kur’an’da bahsedildiği doğrudur. Fakat bu, İslami söylemi İslam öncesi ölçülere göre değerlendirmek yani Kur’an mesajını vahyedildiği döneme ve şartlara göre tahlil etmek çok daha önemlidir. Çok eşle evliliği şart koştuğu söylenen ayet, temel olarak, Uhud savaşında ailelerini kaybettikten sonra bakım ve korunmaya ihtiyaç duyan yetimler meselesinden bahsetmektedir. Bilindiği gibi Uhud savaşında Müslüman ordunun % 10’u şehit edilmiş, geride pek çok yetim çocuk kalmıştı. Ayetlerin siyaksibakı kadar tarihsel gerçekler de bize bildiriyor ki, verilen izin bir yetimin annesiyle evlenmek ya da bir bayan yetimle evlenmek içindir. Böyle bir evlilik özellikle, eğer onlardan herhangi biri bir mirasa konduysa ve düzgün bir şekilde mirası koruyamayacaklarına dair bir korku varsa gerçekleşebilecek bir evliliktir. “Eğer yetimlere adil davranamamaktan korkuyorsanız o zaman size helal olan diğer kadınlardan biriyle evlenin, hatta ikisi, üçü ve dördüyle. Ama onlara da adil davranamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir tanesiyle ya da meşru olarak sahip olduklarınızla yetinin. Bu, altına girdiğiniz sorumluluğu ihlal etmemeniz açısından daha uygundur.” (4/3) Bu tarihi gerçekler ve ayetler arasındaki siyaksibak ilişkisi içinde, adalet kavramı sadece bu ayette değil aynı zamanda akabinde gelen bütün ayetlerde yani bütün sure boyunca Kur’an’ın en
3. Eşitlik ve Adalet Modern bakış açısından kaynaklanan ve adalet
çok ilgilendiği konudur. Eşlerle ilgili bir de şu ayet vardır. “Ne kadar arzu etseniz de, eşleriniz arasında adaleti tam gerçekleştiremezsiniz.”
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
65
(4/129) Bu ayette bir kadından fazlasıyla evlenmeme iması bulunmaktadır. Asıl mesele şudur ki, İslam öncesi gelenekler, İslam fıkhında olduğu gibi Müslüman toplumlarda da hakim olmuş ve yaygınlık kazanmıştır. Surenin adı yanıltıcıdır. Çünkü Müslümanlar ona “nisa” adını vermeyi kararlaştırdıklarında, surenin içeriğinden daha çok, konunun önemli olduğunu idrak ettiler. Eğer içerik göz önüne alınsaydı,
Yukarıda açıklandığı gibi İslam, bütün peygamberlere vahyedilen ve bütün kitaplarda açıkça gösterilmiş “asıl ve tek”dindir. Eğer inancın temel unsurları tek bir Allah’a ve ahirete inanmaksa, inanan kişinin bir Yahudi, bir Hristiyan, ya da bir Sabii ya da başka bir dine inanca mensup olup olmadığı önemli değildir.
surenin adı “adalet” olurdu.
İslam’da inanç özgürlüğü garanti altındadır.
Eğer, bunun üstüne Kur’an’da ortaya konan
başka bir dine dönme özgürlüğü hatta ateizme
evlilik tasvirini eklersek bütün yanlış anlama
ya da politeizme dönme özgürlüğü bireyin
ortadan kalkacaktır. Evlilik konusu, yerin ve
kendi seçimine bırakılmıştır. Mantıklı olan da
göğün yaradılışı gibi Allah’ın ayetlerinden
budur. Eğer inanç özgürlüğü garanti altındaysa
biri sayılır. “Yine sizin için kendileriyle huzur
ve zorlamaya karşı güvencedeyse, bireyin
bulasınız diye kendi türünüzden eşler yaratması,
dinini değiştirme hakkı korunma altındadır.
aranızda sevgi ve merhamet yerleştirmesi
Fakat aynı zamanda, böylesi bir hareketin
de onun ayetlerinden biridir. Şüphesiz bütün
ahirette cezalandırılacak olması Kur’an gibi
bunlarda düşünen bir topluluk için alınacak
dini bir metinde olması beklenecek bir durum
bir ders mutlaka vardır.” (30/21) Ayrıca bkz.
olsa gerek. Kur’an’da, böyle bir hareket için
(16/72) Kur’an’da ifade edildiği şekliyle kadının
dünyada bir ceza söz konusu değildir. İnfaz ve
konumu, genel olarak göreceli bir şekilde
ceza olarak böyle bir ceza, fakihler tarafından
ve tarihsel olarak ilericidir. Kadının konumu,
dine sonradan sokulmuş ve imanın bir parçası
Kur’an’ın tarihsel ve metinsel manasını göz
olarak kurumsallaşmıştır. Kur’an şöyle der: “De
önüne almak suretiyle vahyin içeriğine bakarak
ki mutlak hakikate atıf olan bu mesaj Rabbinden
kolaylıkla yeniden yorumlanabilir. Vahyin ne
gelmektedir. Artık dileyen iman etsin, dileyen
Dinde zorlama yoktur. İslam’ı kabulden sonra
demek istediğini anlamak ve bundan dolayı,
inkar etsin.” (18/29) “Ey iman edenler içinizden
adalet kavramı içinde var olan asıl eşitlik
kim dininden dönerse iyi bilsin ki Allah zaman
prensibini teşvik etmek için böyle bir şey
içerisinde onun yerine başka bir topluluk
yapmak gereklidir.
getirir.” (5/54) “İman etmelerinin ardından
Spesifik durumdan çok daha tartışmalı insan hakları meselesine geçelim. Yukarıda da izah edilen Kur’an’daki ilahi adalet kavramını da
66
birçoğundan üstün kıldık.” (17/70)
inkara sapıp, sonra da inkarda ileri gidenlere gelince; onların tevbesi kabul olunmayacaktır. İşte asıl sapıklar onlardır.” (3/90)
akılda tutarak şu belirtilmeli ki, eşitlik prensibi
Hiçbir farkı dikkate almaksızın, insanlar
İslam’ın başlıca ve esas konularından biridir.
arasında eşitlik garanti altındadır. Bunun tek
Nisa (kadınlar) suresinin başında Kur’an’ın
istisnası elbette Müslümanlara karşı savaş ilan
açıkça ifade ettiği gibi Allah şöyle buyuruyor.
edilmesidir. Tarihte de uygulamaları olduğu
“Ey insanlık. Sizi bir tek canlı varlıktan yaratan,
üzere böyle bir durumdaki savaşın kuralları
ondan da eşini yaratan ve her ikisinden de
vardır. Bu savaş durumu, çoğunlukla tevbe
birçok erkek ve kadın var eden Rabbinize
suresinde yer alır. Sure Mekke müşriklerine
karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun.” (4/1)
savaş ilanıyla başlar. Bu yüzden bu şartlar,
Böylece erkek ve kadından meydana gelmiş
sadece istisnai tarihsel pratik öğretilerle
insanoğlu birbirini tanımak için milletlere ve
anlaşılmalıdır. Çünkü bir savaş hali boyunca bile
kabilelere ayrılmıştır (49/13). Bu eşitlik, öyleyse
korunma isteyenler için korunma sağlanması
seçim meselesi değildir. “İlahi Onur” tarafından
garanti altındadır. “Eğer müşriklerden biri
insana bahşedilmesi sayesinde oluşur. “Doğrusu
senden sığınma hakkı isterse ona sığınak ol.
biz ademoğullarına kat kat ikram ederek onu
Bakarsın Allah kelamına kulak verir. Sonunda
üstün ve şerefli kıldık. Karada ve denizde onlara
onu kendini güvende hissedebileceği bir
ulaşım imkanı sağladık temiz ve helal besinlerle
yere bırak.” (9/6) Cihat kavramı etimolojik
onları rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın
olarak “kutsal savaş” anlamına gelmez. Cihat
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kavramı, Peygamber’in ölümünden sonra Arap
emrolunmamış aynı zamanda onlarla iyi ilişki
yayılmacılığı bağlamında dini bir görev olarak
içinde olmakla da emrolunmuşlardır.
gelişim gösterdi.
Vahyin iniş şartlarını ve o dönemi göz önünde
Kur’an surelerinin ve ayetlerinin hali hazırdaki
bulundurarak konulara bir yaklaşım metodu,
düzenlenmesi sebebiyle, bu ayetlerin vahyin
gayrimüslimlerin durumu için de uygulanabilir.
indiği dönemden ve içinde bulunduğu şartlardan
Örneğin, cizye şartı (yani gayrimüslimlerin
ayrı değerlendirilmesi ve siyak-sibaka gereken
ödemesi zorunlu olan ekstra vergi) esasında
önemin verilmemesinden dolayı pek çok Kur’ani
Kur’an tarafından başlatılmış bir uygulama
kavram yanlış anlaşılır oldu. Gerçekten de
değildir. Bu uygulama İran ve Roma gibi
Kur’an’da “nerede bulursanız müşrikleri öldürün”
dönemin bütün imparatorluklarında yaygın
ayeti vardır (2/191). Fakat sadece ayetlere
ekonomik ve siyasi bir uygulamaydı. Cizye,
bakarak, yani surenin dilsel ve iç anlatımını
Müslüman fakihlerin onu yorumladıkları şekilde
göz önüne alarak Kur’an’a yaklaşırsak, açıkça
azınlıklara korunma sağlamak için kullanıldı.
bunun bir tehdit anlamına geldiği düşünülebilir.
Eskiden cizye, bir tür küçük düşürme hareketi
Oysa ayetlerin geldiği şartlar ve durumlar,
ve mutlak boyun eğişi zorlamak için kullanılırdı
adaleti yerine getirmek ve zulmü kaldırmak
(9/29). Müslüman fakihler, genel olarak
için tek vasıta olarak savaşın gerektiğini dile
cizye doktrinini utandırma vasıtası olarak
getiriyor. Kur’an’da Kabe ve kutsal aylarla ilgili
görmediler, onu herhangi bir askeri göreve dahil
hiçbir şekilde haddi aşmaya müsaade yoktur.
olmamaları şartıyla ödeyecekleri ekstra vergi
“Size karşı savaş açanlarla siz de Allah yolunda
olarak uyguladılar. Onlar bu yüzden, bu vergiyi
savaşın, fakat saldırganlık yapmayın. Allah
kadınlara, çocuklara, hastalara, engellilere ve
saldırganlık yapanları sevmez. Onları savaşta
papazlara uygulamadılar. Onlar, hatta yalnız
gözünüze kestirdiğiniz her yerde öldürün. Sizi
Müslümanlar tarafından ödenen zekat payının,
sürgün ettikler her yerden siz de onları sürgün
gayrimüslimler arasında ihtiyaç sahibi ve
edin. İnanca yönelik zulüm ve baskı ölümden
fakirlere de verilmesi gerektiğini bile söylediler.
beterdir. Mescidi haram çevresinde onlar size
Bu da bize meseleyi, ilk dönem Kur’an vahyinde
savaş açmadıkça siz de onlara savaş açmayın,
sosyal adalet boyutuyla ele almamızı gerekli
eğer onlar size savaş açarsa onları öldürün. İşte
kılıyor.
kafirler böyle cezalandırılır. Eğer yaptıklarına bir son verirlerse şüphe yok ki Allah tarifsiz bağışlayıcıdır. Onlarla inanca yönelik zulüm ve
4. Ekonomik Adalet
baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah’a ait
Mekke vahyi, sürekli olarak ihtiyaç sahipleri
oluncaya kadar savaşın. Eğer yaptıklarına bir
ve fakirler arasında, yetimlerle ilgilenmenin
son verirlerse, zulmedenlerin haricindekilere
ve adalet üzerinde hareket etmenin önemini
düşmanlık da sona erecektir.” (2/190-193)
vurgular. Açıkça şu anlaşılmalı ki. 7. yy. boyunca
Müslümanların zorla ayrılmak zorunda kaldıkları ve 10 yıl boyunca ayak dahi basamadıkları Mekke fethedildiğinde, Peygamber’in davranış şekli, yukarıda iddia edilen anlayışı çürütecek en güzel delildir. Mekke’ye girildiğinde Peygamber’in yaptığı tek şey, sadece Mekke halkını affetmek ve onların affı için dua etmek olmuştur. Büyük İslam tarihi boyunca Müslüman fatihler tarafından gerçekleştirilmiş herhangi bir toplu öldürme vakası bildirilmemiştir. Bu da şu anlama geliyor ki, ilk dönem Müslümanlar, bu ayetleri mecburi dini bir görev olarak algılamadılar. Her şeye rağmen Müslümanlar, kendilerine karşı savaş başlatmayan gayrimüslimlere sadece adaletle davranmakla
Mekke’nin sosyo-ekonomik şartları içersinde ekonomik adalet ve buna uygun olarak sosyal adalet öncelikli bir ihtiyaçtı. Adaleti çağrıştıran “adl” kelimesi kullanılmıyor olsa da, açıkça adalet kavramının iması sezilebilmektedir. Bu pasajların birinde, çocukluğuna özel bir referansla Muhammed’e hitap edilmektir. Hz. Muhammed’in babası o doğmadan önce, annesi ise o daha altı yaşındayken vefat etmiş, yetim kalmıştı. Dedesinin himayesinde olsa da çocukluğundaki acı deneyimler, Mekke’deki sosyo-ekonomik adaletsizliğin örneklerini gözler önüne sermektedir. Asil ve zengin Hatice ile evlendikten sonra hayat onun için daha iyi hale geldi. Kur’an, bir ara vahiy süreci
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
67
durduğunda -o kısa periyotta- Allah’ın kendisini
Adaletsiz, kibirli, zengin bir insan tipolojisini
terk etiğini düşünen Muhammed’e “Rabbin seni
temsil eden Kur’an kıssaları, hemen hemen
terk etmedi. Cebrail vasıtasıyla senle iletişim
Kur’an’ın tamamında karşımıza çıkmaktadır. Bu
kurmayı bırakmadı” der. Sabırlı olmasını ister
kıssaların birinde, zengin adam kendini o kadar
ve gelecekte Allah’tan gelecek nimetlerin
müstağni görür ki, sahip olduklarını kendi başına
katlanarak çoğalacağını müjdeler. Bu bağlamda
elde ettiğini düşünür ve eğer bir ahiret varsa
Kur’an, fakir bir yetim olarak Muhammed’e
ahirette de daha fazlasını bulacağını zanneder.
çocukluğunu hatırlatır. O seni bir yetim bulup
Rabbine minnettar olacağı ve Allah’ın kendisine
sığınak olmadı mı? Yine O seni yolunu kaybetmiş
verdiklerinden bazılarını diğerleriyle paylaşmak
bulup doğru yola yöneltmişti, seni muhtaç bir
yerine, karşılıklı bir tartışmada arkadaşına
halde bulup doğru yola yöneltmişti.” (93/6-7)
şöyle der: “Benim malım seninkinden çok
İlk surelerden birinde, Mekke halkı, bahçelerine fakir girdiğinden dolayı onu kovan ve bu yüzden cezalandırılan eski bir milletle kıyaslanır. Kur’an bu örnekle o halkın kasten fakirleri bahçelerinden kovduklarını ima eder. Kur’an’daki ayette bahçe sahiplerinin kendi aralarında şöyle dedikleri bildirilir. “Bugün hiçbir yoksulun yanınıza sokulmaması gerekiyor.” (68/24) Aynı şekilde bu, Müddesir suresinde de tekrar edilir. Günahkarlara cennet ehli sorar. “Sizi cehenneme ne sürükledi?” Kur’an’da bizlere onların şöyle diyeceğini söyler: “Biz ne namaz kılanlardandık ne de fakiri doyuranlardandık.” (47/42-44) Maun suresinde yetimlere ve ihtiyaç sahiplerine kötü muamelenin inançsızlık belirtisi olduğu bildirilir.
“Nefsine zulmederek” bahçeye girmesi tasvir edilir. Şunu vurgulamak önemlidir ki zengin, kibirli insan tipolojisi, burada kendi nefsine zulmeden biri olarak takdim edilir. Haksız davranışı, o kişinin fıtratıyla çelişkili olduğu anlamına gelir. Yani kalubelada Allah’la yapmış olduğu anlaşmaya uymamaktadır. “Böylece kendi kendisine en büyük kötülüğü yapmış olan o adam şunları diyerek bahçesine girdi. ‘Bu bahçenin yok olacağını asla düşünmüyorum. Hoş, ben son saatin bir gün gerçekleşeceğini de düşünmüyorum ya. Fakat Rabbime döndürülecek olsam bile sonuçta bundan daha iyisini bulacağımdan eminim.” (18/35) Bu kıssada karşıt örnek, sahip olduğu her
Kur’an Fecr suresinde; zengin olsun, fakir olsun bencil insanı tekdir eder. Kur’an, eğer böylesi bencil bir insan zenginse, o kişinin gurur ve kibirle “Rabbim bana verdi” dediğini, fakirleştiğinde ise tepkisinin şikayet etmek olduğunu bildirir. Umutsuzluk içinde şöyle der: “Rabbim beni utandırdı.” (89/15) Her iki durumda da insan, yeryüzünde bir tek kendisi yaşıyormuş gibi davranır. O, özellikle zengin olduğunda ilgisine ve alakasına ihtiyacı olan diğer insanların farkında değildir. Kur’an açıkça, zengin olmanın seçilmiş, elit bir kesime Allah tarafından bahşedilmiş bir imtiyaz olmadığını ve fakir olmanın Allah’tan gelen bir zilletin işareti olmadığını ima eder. Aksine, zenginlik ve fakirlik insanları imtihan etmek için vardır. İnsanların böylesi bencil tavırları imtihanda mutlak başarısızlık demektir. Bencil insanların en büyük suçu yetimleri doyurmamaları ve fakirleri doyurmada bir diğerini cesaretlendirmemeleridir. Onlar aslında açgözlülükle mirası yerler ve aşırı sevgiyle serveti severler (89/17-20).
68
ve nüfusça da senden üstünüm.” (18/34)
ne varsa Allah tarafından verildiği gerçeğini bilen adil insanoğludur ve o bu yüzden adil ve minnettar olmak zorunda olduğunu bilmektetedir. Küstah arkadaşına cevabı şu şekildedir. “Kendisiyle söyleştiği adam ona şu cevabı verdi. Şimdi sen kalkmış, seni tozdan topraktan ve ardından bir damlacık döl suyundan yaratan, sonra da seni yarattığı amacı gerçekleştirecek bir donanıma sahip kılarak adam eden Allah’ı inkar ediyorsun öyle mi. Fakat bana gelince, şu kesinki O benim her şeyimi borçlu olduğum Allah’tır ve ben her şeyimi borçlu olduğum birine hiçbir kimseyi ortak koşmam. Oysaki senin, bahçene girerken Onun hayata müdahil olduğunu görüp bu, ‘Allah’ın yaratıcı iradesiyle olur. Bu irade ancak Allah sayesinde kullanılan bir güçle gerçekleşir’ diye düşünmen gerekmezmiydi. Gördüğün gibi, evlat ve malca senden daha güçsüz olsam da kim bilir belki Rabbim bana senin bahçenden daha yararlısını verir.” (18/37-40) Kafirliğe eş değer böylesi bir kibirin cezası ayette şöyle geçer: “Nihayet berikinin bütün serveti
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
mahvedildi. Kökü yerle bir olmuş bahçesinin
eklersek, cevabımız kesinlikle “evet” olacaktır.
karşısında durmuş, heba olan emeğine yanıp
Kur’an’ın faize dair sert eleştirisi, adalete
diyordu ki, ‘ah keşke Rabbime karşı kimseyi
dayalı sosyo-ekonomik bir sisteme varmak
ortak koşmasaydım.’ Artık onun Allah’tan gayrı
için temel bir zemin olarak zekatı mecbur hale
kendisine destek çıkacak hiç kimsesi yoktu.
getiriyor. Zekat ve faiz, bu iki mesele birbiriyle
Üstelik kendi başının çaresine bakacak durumda
bağlantılıdır ve Kur’an’da birbiriyle kıyaslanır.
da değildi.” (18/42-43) Bunun gibi kıssalarda
Sadaka veren insan tipolojisi (dikkatlice ve
vurgulanmak istenen gerçek şudur ki, Allah’ın
ihtiyaç sahiplerini incitmeden, utandırmadan
milletlere ve insanlara uyguladığı ceza, aslında
harcama yaparlar) ayette (2/273-280) kan
insanların kendi elleriyle işledikleri yüzündendir.
emiciler olarak tanımlanan faiz yiyenlerin
Şunu da belirtelim ki, Kur’an bu konuda
tipolojisiyle kıyaslanır.
yani fakirlere, ihtiyaç sahiplerine, yardıma
Son 30 yılda dünya genelinde faizsiz ekonomik
muhtaçlara ya da engellilere kötü muamalenin
sistemi yeniden sağladığını iddia eden pek çok
kınanması konusunda tek değildir. Bütün
İslami banka kuruldu. Fakat bu bankaların
semavi kitaplarda bu mevcuttur. Bu, herhangi
sistemi, son zamanlarda yayınlanmış
bir dini merhametin en temel parçasıdır. Yine
çalışmalara göre, faiz üzerinde temellenmiş
de Kur’an’ın bütün bunların üzerine ekleyecek
var olan bankacılık sistemiyle aynıdır. Bana
çok şeyi vardır. Kur’an zengin insanlara ait olan
göre sorun şu ki; fakihler, hukukçular faizin
şeyden fakirlerin de bir payı olmasını şart koşar.
yasaklandığı şartları ve doğasını tamamen
Böylece muhtemelen insan topluluklarında ilk
gözden kaçırıyorlar. Onlar aynı zamanda bu
sosyal refah sistemini kurmuştur. Mekke’de inen
yasağın amacını da tamamen görmezden
vahiylerin ilk dönemlerinde sıklıkla müminlerin
geldiler. Bu şekilde, Kur’an’daki durumun siyak-
mal varlıklarında ihtiyaç sahipleri ve fakirler
sibak ilişkisini ve geldiği çevreyi görmezden
için “belli bir payın” olduğu bildirilmiştir (51/9).
gelerek yapılan modern faiz tartışmaları, İslam
Fakat Medine’de ilk inen surelerin birinde zekat,
şeriatında kavramsallaşmış olan faizin yasal
kelime-i şehadet ve namazdan sonra İslam’ın 5
formunu takip etmek yerine, faiz hakkında
temel şartından biri olarak gelmiştir.
sadece yasak için mantığın olup olmadığına
Farz olarak zekattan yararlananlar şunlardır: Fakirler, ihtiyaç sahipleri, zekat işinde görevli olanlar, borç ve esaret altında olanlar; Allah yolunda olanlar ve yolda kalmış olanlar (9.60). Burada, gayrimüslimlerin hariç tutulduğuna dair ima ya da işaret yoktur. Bu sosyal refah sisteminde dini ayrımcılık yoktur. Aynı surede Kur’an, servet yığmayı şiddetle kınar: “Altın ve gümüşü toplayarak servet yapıp, hem de onu Allah yolunda sarf etmeye yanaşmayan kimseler var ya, işte onları yakıcı bir azapla müjdele.” (9/34) Dahası Kur’an açıkça, onun amaçlarından birinin de adil bir şekilde serveti dağıtmak olduğunu bildirir. Bu yüzden zekat “servet sırf zenginler arasında dolaşan bir güç ve iktidar aracına dönüşmesin” diye şart koşulmuştur. “Zekatın şart koşulması”nın sırf kendisi, ekonomiye dayalı bir adalet sistemi oluşturabilir mi? Eğer biz onun özellikle farz kılındığı sosyal şartları ve çevreyi göz önünde bulundurursak ve adaletin asıl amacını ayakta tutmak için Kur’an’da takdim edilen diğer önlemleri de buna
odaklanmaktadır. Meselenin böyle ele alınması ve tartışılmasıyla birlikte, bütün grupların çıkış noktaları aynı olduğundan dolayı adaletin ve adaletsizliğin farklı kavramları ortaya çıktı. Bahsi geçen bu çıkış yolunda, faizin hem ahlaki hem de yasal açıları, vahyin indiği çevre ve şartların arka planından yoksundur. Böylece asıl sorun, krediler ve bankaya yatırılan paralar üzerindeki banka faiz oranının faiz olup olmadığıyla sınırlı kalmıştır. Modernistler bu meseleyi, faiz kavramından hariç tutarken, geleneksel kesim ise dahil edilmesinde ısrar etmişlerdir. Bu şekilde bu, biçimsel, yasal bir mesele olmuş ve sonuç olarak Kur’an’daki merkezi adalet kavramından yoksun, İslamileşmenin sahte bir meselesi olup çıkmıştır.
5. Adalet (Adl ve Qist) Etimolojik olarak, kelimenin kökü Kur’an’da, fiil, sıfat, tekil, çoğul kısaca bütün çeşitleriyle kullanılmıştır. Tekil formda, hem isim hem de sıfat formu, tam olarak aynı anlamı taşımaz.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
69
İsim formu ise daima adalet anlamı taşır. Sıfat
Bu ayette adaleti çağrıştırmak için kullanılan
anlamında ise, doğrusal, adil, dengeli gibi
kelime, anlamı adaletle aynı olan “qist”tir.
anlamlara gelir. Bu, hem insanlara hem de
Adalet gibi “qist” de günahkarların ya da
eşyalara tatbik edilebilir. Kur’an’daki adalet
müşriklerin hareketlerini haklı çıkarmak için
kavramının köşetaşı, adaletin Allah tarafından
çabaladıkları şey değil, Allah’ın emridir? Aynı
emredilmiş ilahi şart olarak sunulduğu
surede ayet şöyle buyuruyor: “Ne zaman çirkin
bölümlerde bulunabilir. Analiz edilecek örnek
bir iş işleseler hemen, ‘biz atalarımızı da bu
ayet, adaletin ihsan kavramıyla iç içe olduğu
iş üzerinde bulduk. Demek ki bunu bize Allah
ayet (16/90)tir. İhsan kavramı, başkalarına
emretmiştir’ derler. Deki şu kesin. Allah çirkin
olduğu kadar kendine de mümkün olacak en iyi
bir şeyi emretmez yoksa siz hiç bilmediğiniz bir
ve güzel şekilde davranmayı ifade eder.
şeyi Allah’a mı yakıştırıyorsunuz.” (7/33)
Bu ayette dikkate değer nokta şudur ki, adaleti
Daha önce açıklandığı üzere, adalet ilahi bir
ve elinden gelenin en iyisini yapma emri direkt
kavramdır. Ahirette insanın varacağı yer Allah
erkek olsun ya da mümin olsun herhangi bir
tarafından önceden kararlaştırılmış değildir.
muhataba hitap edilmiyor. Diğer ayetlerdeki
Buna, gerçekten de insanın Allah’la kalubelada
örneklerde olduğu gibi kapsamlı ve oldukça
yapmış olduğu anlaşmanın farkında olması
evrensel bir emri bildirir. Gramatik olarak açıkça
ve onu tanımasındaki başarısına göre karar
belirtilmiş bir hedef olmaması, emretme fiiline
verilecektir. Kur’an’ın bize bildirdiğine göre,
semantik bir sonsuzluk alanı veriyor. Adaleleti ve
böyle bir “bilme ve farkında olma”, insanın kendi
ihsanı emretme, ayet içerisinde “fahşa”yı (utanç
iç dünyasını bilme ve farkında olmasından başka
verici hareketler), “münker”i (kabul edilemez
bir şey değildir. Bu ilahi adalet, yerden göğe
hareketler), “bağy”i (başkalarıyla ilişkilerde
bütün evreni kaplamaktadır. Çünkü O, sağlam
adaletsiz olma, sınırları aşma) yasaklamanın
bir şekilde adalet üzerine mukim olan Allah’tır
ardından geliyor. Çok daha detaylı örnekler, İsra
(qaim bil qist). “Allah, gerçekten kendisinden
suresinde (17/26-30), adil olan ve olmayan
başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve
amellerin (ki bunlar, Allah’a şirk koşmada
ilim sahipleri de O’ndan başka ilah olmadığına
kendi kendine adaletsiz olmaktan tutun, kişisel
adaletle şahitlik ettiler. Aziz ve Hakim olan
tasarruflarında yumuşak davranarak kendi
O’ndan başka ilah yoktur.” (3/18)
kendine adaletli olmaya kadar) ne olduğunu özetleyen bağy, münker, fahşa kavramlarını açıklamak için verilmektedir. Nahl suresinde (16/90), ihsan ve adalet arasındaki verilen ortak bağ, Peygamber tarafından ihsana verilen tanımında tam anlamını, önemini bulmak içindir. Tanıma göre ihsan, “Allah’ı görüyormuşsun gibi ona ibadet etmektir”. Gerçek şu ki, sen onu görmesen de O, seni görmektedir. Peygamber tarafından yapılan bu açıklama, ihsan kavramını Allah’a kullukta en yüce konuma koymaktadır. İhsan ve adalet bu kadar ilişkiliyse, ihsanın durumu anlamsal olarak adalete atfedilmelidir (ihsan ve onun varyasyonları için bkz.
“ayetü’l-kürsi”de (2/225) bahsedildiği gibi Allah, varlığın sonsuz mutlak tedarikçisidir. Adalet üzerine sağlam durmak (qaim bil qist), Allah’ın sıfatlarından biridir ki, Mutezile ekolü kendi en önemli 5 prensibinden biri olarak “ilahi adaleti” saymıştır. Onların tartışmalı düşünce sisteminde tevhit, 2. sıradadır. Allah’ın adaletinin ve “Qist”inin faaliyet alanı, Kur’an’da sürekli tekrarlanarak, yarattığı her şeye tam ve en iyi şeklini verdiğini dile getirilmesiyle belirtilir. Mükemmelliğin, adaletin ve “qist”in bütün evrende kendini göstermesi, O’nun ilahi bilgisine
2/178,229; 9/100; 55/60).
ve hikmetine göredir (15/16-25).
Diğer bir Kur’ani örnek de, adaletle davranmanın
Eğer bütün evren, en güzel ve mükemmel
emredildiği, kötülüklerin yasaklandığı şu ayettir: “Onlar, ’çirkin bir hayasızlık’ işlediklerinde: Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti derler. De ki: Şüphesiz Allah, ‘çirkin hayasızlıkları’ emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?” (7/28).
70
Kayyum, “esmau’l-hüsna”dan biridir ve meşhur
düzende yaratıldıysa, insan da en mükemmel surette -Müslüman sufilerin iddia ettiği şekilde Allah’ın suretinde- yaratılmıştır. Bu sebeple insanoğlundan, Allah’ın özelliklerini yansıtması dolayısıyla, bilinçli şekilde hareket etmesi beklenir. Eğer insanın her hareketi “kiramen
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
katibin melekleri” tarafından yazılıyorsa, bu
haksızlığa uğratılmaz. Hatta hardal tanesi kadar
Allah’ın kendi suretini seyretmesi anlamına
bir şey olsa, onu bile getiririz. Biz hesap görücü
gelmektedir. Eğer insan bu surete uymayacak
olarak yeter de artarız bile.” (21/47) “Ve kimin
şekilde hareket ederse ahiretteki ceza, sadece
iyilikleri tartıda ağır gelirse işte kuruluşa erenler
hak edilmiş olmakla kalmayacak, aynı zamanda
onlar olacaklardır. Ama kiminki de hafif gelirse
insanın şekli bozulmuş suretine de bu ceza
cehennemde yerleşip kalmak üzere kendilerini
uygulanacaktır. “Ey insanoğlu! Bu kadar yüce
harcayanlar da onlar olacaktır.” (23/102-3)
ve cömert olan Rabbine karşı bu gururun
(ayrıca bkz. 7/8-9, 101/6-8)
ne? O Allah ki seni bir amaçla yarattı, sana varoluş amacını gerçekleştirecek bir donanım ve dengeli bir tabiat verdi, yani hangi surette dilemişse seni öyle terkip etti. Yapmayın ama, hesap gününü yalanlama eğilimini hep içinizde taşıyorsunuz. Üstelik üzerinizde gözetleyip hafızaya kaydediciler olduğu halde. Onlar kaliteli kaydediciler. Sorumsuz davranan kötüler ise gözleri fal taşı gibi açacak bir ateşin içinde olacaklardır. Hesap günü oraya dikileceklerdir. Ondan kurtulmaları asla mümkün olmayacak. Sahi sen hesap günü nedir, bilir misin? Evet, sen hesap günü nedir bilir misin? Hiç bir insanın bir başka insana asla fayda sağlayamayacağı bir gündür. Zira o gün talimat vermek tamamen
Mizan-tartı teşbihi, her yerde vücut bulmuş ilahi ölçüleri sembolize eder. İlki, halı gibi yayılmış dünyanın yaradılışında vücut bulmuştur. Allah oraya sarsılmaz dağlar ve hareket etmez dağlar koymuştur ve bir ölçüye göre her çeşitten meydana getirmiştir. Allah servetinden dünyadaki insana rızık gönderir. “Hiçbir şey yoktur ki onun kaynağı bizim katımızda olmamış olsun. Fakat biz her bir şeyi tespit ve tayin edilmiş bir ölçüye göre indiririz.” (15/21) Rahman suresinde mizan, insanlar dengeyi-ölçüyü aşmasınlar diye gökyüzünün yükseltilmesi olarak şiirsel bir ifadeyle ortaya koyuluyor. Böylesi bir “şiirsel ima”nın amacı
Allah’a mahsustur.” (82/6-19)
şudur ki, mizan dünyada sadece adaleti
Burada sonuç olarak, Kur’an’da adaletin çok
çıkmış olan, ilahi adaleti sembolize eder. Bu
anlamlı katmanlarını ifade eden mizan-tartı
ima, mizan olarak Kur’an’ı tasvir etmede açıkça
benzetmesini tahlil etmek önemlidir. Her şeyden
ortaya serilmiştir. “Doğrusu biz elçilerimizi
evvel, Allah, Kur’an’da kullarına defaatle insan
hakikatin apaçık belgeleriyle gönderdik. Onlarla
ilişkilerinde sahtekarlığın her türlüsünden
birlikte kitabı ve insanlığı adaletle ayakta
kaçınmayı emretmiştir. “Mutaffifin” suresinde
tutsun diye.” (57/25) İlahi adalet, böylece
bu tür insanlar, Allah tarafından ahirette tehdit
vahiyde ifade edilmiş ve bütün evrende açığa
edilmiş ve şiddetle kınanmışlardır. “Yazıklar
çıkmıştır. Adalet, itaatsizlik özgürlüğü olan ve
olsun tartıda haksızlık yapanlara. Kendileri
bu şekilde, bu dünyada dengesizlik getiren
başkalarından alacakları zaman noksansız
insan hariç tutulursa, her şeyi dengede tutan
isterler. Ama başkaları için ölçüp tarttıkları
bir tartıdır. Adem ve Havva kıssasına dönecek
zaman hak yerler. Onlar sanmazlar mı ki tekrar
olursak, onların itaatsizlik hareketlerinden sebep
diriltileceklerdir. Dehşetli bir günde, o gün
olunmuş olan dengesizlik, vahyedilmiş Allah’ın
bütün insanlar alemlerin Rabbinin huzuruna
sözü tarafından yeniden dengeye kavuştu. Bu
dikileceklerdir.” (83/1-6) Şuara suresinde
tam olarak, peygamberlerin görevidir. Şimdi
(26/181-183) Şuayb Peygamber, doğru tartı ve
elimizde olan Allah’ın sözüdür. Dengesizliğe
terazi hakkında halkıyla tartışmaktatır. Ölçülerde
sebep olmak ya da dengeyi sağlamak artık, bize
ve tartılarda adaletin mecazen kozmolojik
kalmıştır. Bütün durumlarda, bu dünyada da
kavramdan bahsettiği daha pek çok ayet vardır
ahirette de varış yerimizi belirleyecek olanlar
(13/35, 55/9, 6/152, 7/85, 11/84-85).
yine bizleriz. Bu, Kur’an’ın adalet kavramıdır.
sembolize etmez, aynı zamanda her şeyde açığa
Tartının mecazi teşbihi, aynı zamanda kıyamet gününde, adaleti ifade etmek için de kullanılmıştır. Bu hayatta, melekler tarafından anında kaydedilen ameller, ahirette ölçülecek ve tartılacaktır. “Biz kıyamet günü dosdoğru tartılar kurarız da hiç bir kişi en küçük bir
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
71
Dosya: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?
Neden İslami Etik? Halid ZAHİR iSLAMİ Yorum İçin Çeviren:
Fatih Peyma
Bu makale, iş ve işle alakalı araştırmalara
girişilir ve buna karşılık etik davranış, bu hedefin
odaklanan bir akademik programda, İslami
takibinde sınırlamalar koyma eğilimine girer. Bu
etik üzerine bir araştırma düşüncesini
yüzden etik meseleler hakkında endişelenmek,
benimsemeyenlerin sorularına cevap vermek
iş etkinliğinin ruhuna aykırı görünür. Ticari
için kaleme alınmış bir makaledir. Pek çok
işletmeler çoğu durumlarda, aynı sebeplerle bir
önemli meseleyi gündeme getirdiği için bu konu
ülkenin kanununu takip etmekten bile kaçınırlar.
burada yeniden ele alınıyor.
Bununla birlikte kanun, devlet mekanizmasının
Bu makale beş bölüme ayrıldı. Birinci bölüm, neden etiğin incelenmesi gerektiğini anlatıyor. İkinci bölüm, bilhassa İslam etiğinin incelenmesinin ana prensiplerini irdeliyor. Üçüncü bölüm, iş dünyasında etik olarak davranmanın seküler ve İslami bakış açısından
kuvvet kolları tarafından desteklendiğinden dolayı, çoğu durumlarda gönülsüz de olsa iş dünyasında pratik bir kabul görmektedir. Etik kuralların, devletin gücü tarafından desteklenmezse, pratikte pek de başarılı olması muhtemel değildir.
ana prensiplerini; dördüncü bölüm, etik
İş etiğini incelemenin mantığı şu gerçek içinde
olanla olmayanı belirlemek için benimsenen
yatmaktadır ki, ticari teşebbüsler kâr elde etmek
metodolojinin nasıl olması gerektiğini ve son
gibi dar hedefleri takip ettikçe, başkalarının
bölüm, peygamberliğin, etik meselelerde en
menfaatlerini görmezden gelmeye başlarlar.
güvenilir mercii olduğunu ve bunun nedenlerini
Eğer onlar, kendi menfaatleri peşinde koşarken
açıklıyor.
başkalarının menfaatleri hakkında dikkatli olmaya layıkıyla yönlendirilmeyecek olurlarsa,
1. Neden Etik Bilimi İncelenmelidir?
toplum bariz bir kayba maruz kalacaktır.
Neden etik bilimi çalışmaları, “İş İdaresi”
Yavaş yavaş yozlaşma devreye girecek ve
programlarının parçası olmalıdır? Bu meselenin hem bireysel hem de toplumsal bakış açısıyla ilişkisi vardır. Bu bölümde, mesele toplumsal bakış açısından ele alınacaktır. Üçüncü bölümde ise konu, bireysel bakış açısından ele alınacaktır. Meselenin ardındaki endişe anlaşılabilir bir endişedir. Bir iş etkinliğine, öncelikli olarak
ardından gelen kaos ve huzursuzluk, başarılı işadamlarının bile işlerinden elde ettikleri kazançlardan reel, uzun vadeli menfaatlerini ellerinden alacaktır. Bu sebeple, her zaman bireysel işlerin büyümesine imkan verecek etik olarak hassas bir iş çevresine sahip olmak faydalıdır.
kazanmak ve çoğu durumlarda kârı artırmak için
72
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Etik bilimini araştırmanın bir diğer sebebi de
çalışmak demek, anlaşmazlık çıkarmak
şudur ki, etik olarak tutarlı bir toplumdaki ülke
anlamına gelirken, seküler seviyede etik
kanunu, ağırlıklı olarak hükümlerini o ülkenin
bilimin prensiplerini incelemek, birleştirici bir
etik meselelere verdiği yanıtlardan elde eder.
hareketmiş(!)
Yasaların temel alındığı pek çok prensip, doğası gereği etiktir. İş etiğini incelemek, bu yüzden, o ülkenin kanunlarının temel alındığı genel
Bir Müslüman’ın yine de, İslam etiğini seküler etiğe tercih etmesi oldukça mantıklıdır. Eğer
prensipleri inceleme girişimidir.
İslam etiğini tercih etmiyorsa, Müslümanlık
İş etiğinin neden ilgi-alaka hak ettiğinin bir
inceleme fikri bir yana, iddiasında bir sorun var
üçüncü sebebi şudur. Böyle bir inceleme,
gibi gözükmektedir. İslam mesajı, müminlerden
bireylerin kâr amacı gütmek gibi dünyevi
hayatın bütün alanlarında etik olarak
faaliyetlere başvururken bile daha iyi insanlar
davranmalarını ister. Aslında bir Müslüman
haline gelmesini sağlar. Çağdaş ekonomi
için İslam etiği üzerinde bir çalışma, inancının
eserlerinde bahsedilen ‘’iktisadi insan ’’ın
gerektirdiği şeyi bilmek ya da imanını yeniden
‘’rasyonel davranışı2’’ fikrinin altında yatan
diriltmek için memnuniyet verici bir fırsat
prensipler, abartılı bir şekilde sınırlıdır. İnsanlar
olmalıdır. Eğer doğru hareket üzerine, ayrıntılı
ticari faaliyetleriyle meşgul olurlarken bile kârı
olarak insanlığa rehber olmak için Allah’tan
artırmak gayesi güden ekonomik faillerden çok
geldiği iddiasında bulunan bir mesaja inanan
daha fazlasıdır. Onlar aynı zamanda etik olarak
müminler, başka kaynaklardan doğru davranış
davranmak için değişen derecelerde içten gelen
prensiplerini incelemeyi seçerlerse, bu ne
zorlayıcı isteklere ve dürtülere sahiptir. Başka
mantıklı ne de etik bir düşünce olur.
iddiası havada kalıyor demektir. İslami etiği
1
bir deyişle, insanoğlunun ticari teşebbüslerinde oldukça bencil olduğuna dair düşünce, yaygın kabul görmüştür. Bu gerçek, insan anlayışının sığlığından kaynaklandığı için, pratikte hiç bir zaman evrensel olarak uygulanabilir bir kaide olarak görülmemiştir. Bu yüzden, ekonomik davranış konusunda, yazarlardan gelen ve bunun aksini iddia eden baskın önerilere rağmen takip edilegelen (ya da edilmesi gereken) prensipleri incelemek çok daha mantıklıdır.
2. Neden İslami Etik? Bazen oldukça zorlama da olsa ortaya atılan bir başka mesele de, etik bilimin genel prensiplerinin yerine İslami etiği üzerinde çalışma fikrinin ardındaki yargı ile alakalıdır. Böyle bir amaç için genel olarak ortaya konan mantık şudur. Güya İslami etik üzerinde İktisadi insan; kendisine sunulan fırsata ilişkin
1
mevcut bilgi altında önceden belirlediği olası en iyiye ulaşmaya çalışan, çoğu aza tercih eden, sürekli kâr amacı güden, tercihlerinde tutarlı birey. 2 Rasyonel davranış; karar alıcıların kendilerine belirli bir amaç veya hedef belirleyerek, tercihlerini bu amaca ulaşmak yolunda yapmalarını, kendi çıkarlarına göre hareket etmelerini tanımlayan iktisadi terim.
İslam etiğinin, etik bilimi üzerinde bir üstünlüğe sahip olmasının diğer bir sebebi, onun sağlamlığıdır. Kur’an ve Sünnet’in değişmez mesajı üzerine kurulmuş olan İslam mesajı, gelecek bütün zamanlarda, içinden etik davranış için sonuç çıkarılacak sabit bir temel sunar. Bu, neyin kabul edilebilir, neyin edilemez olduğu hakkında insanlara güvence verir. Bunun aksine, seküler metodoloji, sadece davranış şekillerinde değişim göstermez, aynı zamanda bu davranışın ardındaki prensiplerde de değişim gösterir. Dün tamamen kabul edilemez olan bir şey, bugün tamamen kabul edilebilir hale gelebilir. Böylesi değişken durumlar, şüphelerden muaf bir şekilde hareketlerini yerine getirecek olanlara güvence vermez. İslami etiğin gayrimüslimleri bağlamayacağına dair düşünce oldukça haklı bir endişedir. Bununla birlikte, dini azınlık grubu olarak yaşayanlar daima zihinsel olarak kendilerini çoğunluğun fikrini tanımaya hazır hissederler. Herhangi bir topluluk, mensuplarının bir kısmından, kolektif ilişkilerinde tek bir hareket tarzını takip etmesini isterken, başkalarına da başka bir hareket tarzı sunamaz. Bu yüzden bütün vatandaşların, aynı fikirde olsalar da olmasalar da ülkenin kanunlarını takip etmeleri
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
73
gerekir. Kaldı ki zaten azınlıklardan, İslami etiği
belli bir standartta davranış tarzı bekler.
zorla kabul etmeleri teklif dahi edilmez. Bu
Alışılmışın dışında bir davranış topluluğun adına
sadece dünya meselelerine bakışlarında İslami
leke sürer. Bir topluluğa bağlı olma durumu,
bakış açısını kavramalarına yardımcı olur.
o topluluğun üyelerinin erdemli davranmaya
İslami çalışmaların bir başka kolu olacağına inandıkları için İslami etiğe ilgisizlik gösterenler
olmaktadır.
var. Bu yorumlar, yine de, pek fazla ilgi hak
Dini alanlarda motive edici 2 güç vardır, her ikisi
etmiyor, çünkü hem İslam’ın hem de etiğin
de aynı kaynaktan çıkar; bu da, Allah’a imandır.
doğasını kavramadan yapılan yorumlardır.
Allah’a imanla şekillenmiş düzgün bir İslami
Başka bir disiplin gibi, İslam etiği de kendilerine
anlayış, bir müminden, bir yandan Allah’ın
faydalı olacak yöntem için iştirakçilerinden az
rızasını kazanmak ve diğer bir yandan cennete
da olsa ilgi bekler. Bu ilgi, mesajın hakikatine
girmeyi hak edebilmek için erdemli ve etik
olan imandan ya da Müslümanların dünyevi
davranışlar sergilemesini gerekli kılar.
meseleleri yürütmek için doğru hareket tarzı olduğuna inandıkları şeyin ne olduğunu tanıyıpbilmelerindeki samimi bir çabalarından ortaya çıkabilir. Eğer birinci sebep eksikse, ikincisi ilgi yaratmak için denenebilir.
Kur’an bir müminin iyi davranışının daima Allah’ın rızasını kazanma saikinden doğması gerektiğinin altını çizer. Müslüman’ın amacı dünyevi menfaat kazanmak değildir. Bu tabii ki, dünyevi kazançlar elde etme hedefinin,
3. İnsan Neden Etik Olmalı? Meselenin tekrardan hem seküler hem de İslami bakış açısından ele alınması gerekmektedir. Hiçbir dişe dokunur/faydalı çaba güçlü bir motivasyonel his olmadan üstlenilmez. İnsanlar farklı faktörlerden motive olur. Motive edici etkenler listesinde maddi menfaatler en tepededir ve etik davranış bu menfaatleri elde etme amacına aykırıymış gibi görülmekte ve takip etmesi güç olarak kabul edilmektedir. Yine de, insanlar için dini alanlarda olduğu kadar seküler alanlarda etik davranmaları için sebepler vardır.
İslami olarak asla kabul edilemez olduğu anlamına gelmez. Yine de, bir hareketin etik ve erdemli olarak adlandırılması için, bu hareketin Allah’ın rızasını kazanma niyetiyle yapılması gerekmektedir. Bu niyetin sadece geleneksel olarak dini olduğu bilinen davranışlardan beslenmiş olması gerekmez, aynı zamanda etik olarak nitelenmiş olan bütün diğer davranışlarında da olması gereklidir. Etik olduğunu iddia eden ama farklı bir niyetten beslenmiş herhangi bir davranış, Allah katında reddedilecektir ve bu sebeple, Allah tarafından ödüllendirilmeye değer bulunmayacaktır. Bir mümin için diğer önemli motive edici güç,
Seküler bir alanda, erdemin kendi ödülünü beraberinde getirdiğini düşünen çok insan vardır. Başka bir deyişle, etik olarak iyi bir davranış, kendi içinde bir hedeftir. Bir insanın elde ettiği memnuniyetin zevki, etik olarak davranmaya devam etmek için yeterince güçlü
Allah tarafından bu dünyada değil ahirette ödüllendirilmektir. Bir mümin ahirette daha iyi ödüller bulacağına inanarak, etik olmayan hareketlerden gelen dünyalık kazanımların zevklerinden ve kazanımlarından feragat eder. Müminlerin bütün hayatı ahirette sonsuz nimeti
bir motivasyonel sebeptir.
elde etme düşüncesiyle doludur.
Etik olarak iyi davranışın neden arzulanabilir
Pek çok eleştirel insan, yine de, ahiretin kulağa
olarak görüldüğünün bir diğer sebebi de, çoğu durumlarda, onun maddi yönden yarar sağlamasındandır. İnsanlar, dürüstlükleriyle ve güvenilirlikleriyle bilinen iş adamlarıyla iş
74
kendilerini mecbur hissetmelerine sebep
bencil geldiğine inanır ve onun ahlaken kabul edilebilir motive edici faktör olduğu fikrini kabul etmezler. Bazılarına göre, Allah’ın rızasından başka herhangi bir amaç için hareket etmek
yapmak isterler.
çok sıradan bir şeydir. Yine bir başkalarına
Bir kimsenin ait olduğu topluluk, üyelerinden
etkili görünmemektedir. Onlara göre bir insan,
göre, Allah’ın rızasını kazanma düşüncesi hiçte
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
sadece başkalarına iyiliği dokunmak için erdemli
kaynaklı davranış fikrini destekleyecek bir diğer
olmalıdır. Etik davranışı motive eden diğer bütün
delil de budur. Eğer ahlaken doğru davranışa
hedefler gerçek “özgecilik” idealinin altındadır.
vadedilmiş bir cennet teşviki olmasaydı, böyle
3
Bu itiraza cevap olarak bir insan çıkıp, “en ‘özgeci’ davranışta bile iyilik yapanın, yaptığı iyiliğin başkaları tarafından takdir edilmesi arzusu vardır ve sonuç olarak iyilikte bulunan birey, bir tatmin duygusu hissetmektedir” diye iddiada bulunabilir. Eğer iyilikte bulunan kimse, erdemli bir davranışta bulunurken memnuniyet hissi bile duymuyorsa, o insanın bunu yapmaya devam etmesi mümkün müdür? Eğer bu soruya
bir davranış (yani ahlaken doğru davranış fikri) en mantıksız insanların dışında kimseye dert olmazdı. Diğer yandan, eğer etik olan bir davranış ödüllendirilse, ancak o zaman bu takip edilmeye değer olarak görülecektir. Ahirette başarı, etik olarak doğru davranış için Yaratıcı tarafından bir ödül vaadinden başka bir şey değildir.
elde etme saiki ve Allah’ın rızasını kazanma
4. Etik Olan Nedir, Etik Olmayan Nedir?
güdüsü de aynı zamanda bencil hedefler olarak
‘’Pratik önem’’ meselesi bir bireye ya da bir
cevap olumsuzsa, o zaman iç memnuniyet
görülmelidir. Eğer diğer yandan, bunlar haklımeşru hedeflerse (ki bir birey bunlar olmazsa hayırlı ameller yapmak için kendini mecbur hissetmez) o zaman diğer uhrevi hedefler de kabul edilmeye değer olarak görülmelidir. Ahirette cenneti elde etme saiki, hiç bir şekilde maddi, bencil ve sıradan olarak tanımlanmamalı. O aslında, Allah’tan gelecek ve ölümden sonra başlayacak ve devam edecek bir hayatta sunulacak bir ödül vaadi üzerine temellenmiş bir saiktir. Bencillik bu dünyaya ait bir kavramdır. Oysaki bu hayattan sonraki bir ödüle duyulan istek, öbür dünyaya ait bir saiktir. Böyle bir istek bu dünyada neden bencil olarak görülsün ki? Gerçekte bu, bir insanın ahiretin gerçek olup olmadığı konusundaki inancına bağlıdır. Eğer bir insanın düşüncesine göre, o gerçekse, sonsuz hayatta iyi bir yer elde etme için çabalaması en mantıklı davranış olacaktır. Eğer yine de, bu sadece insan hayal gücünün bir ürünü olsaydı, gerçekten de bu durumda, bir insanın bütün umutlarını buna endekslemesi çok saçma olurdu. Sonuç olarak bu, öncelikle bir insanın davranış şeklini ayarladığı hayatının doğru olduğuna, tüm kalbiyle inanması meselesinden başka bir şey değildir. Ölümden sonra bir hayatın olmadığını varsayarsak, ahlaken doğru davranış, yaratılışın genel amacıyla çelişkili görülecektir. İşte ahret Özgeci; çıkar gözetmeksizin başkalarının
3
iyiliği için özveride bulunmayı bir ilke olarak benimseyen kişi.
topluluğa neyin etik olduğuna, neyin olmadığına karar vermesine olanak sağlayan metodolojinin ve kaynakların tanımlanması ile ilgilidir. Aynı zamanda bu meseleyle bağlantılı olarak, seküler ve Müslüman topluluklar arasındaki yaklaşımda da büyük farklılıklar vardır. Seküler bir toplumda, bu mesele gelenek ve sağduyuyla cevap bulur. Daha yerleşikgeleneksel toplumlar, direngen bir şekilde atalarının geleneklerine bağlanıp-kalma eğilimi gösterirler. Yine de, daha az geleneksel toplumlar içinde, sağduyu ve pratik yarar mantığı üzerine kurulu delilleri ortaya çıkararak, etik hakkındaki geleneksel görüşlere itiraz etmek için güçlü bir eğilim bulunur. Değişim süreci genellikle hızlı değildir. Yine de, değişim bir kez başladı mı fikirlerin değişmesi zaman alır. Değişim süreci; bir dizi faktörlere, onları temsil eden bireyin popüler olmasına, onların başındaki lidere, toplum üyelerinin yeniliklere açık olmasına, sunumun etkinliğine, egemen şartlara vs. bağlıdır. Değişimi sağlayanların en başında filozoflar gelir. Onlar, geleneksel etik durumların temeline itiraz etmeye meyillidirler. Konuşma ve yazmadan ayrı olarak, değişimi meydana getirme amacı için benimsenen iletişim araçları, eldeki seçeneklere bağlıdır. Sürekli bir çabanın sonucu olarak, eski düşüncelerin yerini yenileri alır. Değişim süreci çeşitli dirençlerle karşılaşır. Yeni bakış açıları ve iletişim araçlarında sürekli haber olan bir tartışma, bu araçları kontrol
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
75
edenlerin sürekli desteğiyle yaygınlık kazanır.
Peygamberlerin karakterleri, mesajlarındaki
Eski görüşlere bağlılık ya ortadan kaybolur ya da
tutarlılık, getirdikleri mucizeler, kendilerinden
daha az popüler hale gelir.
sonra gelecek peygamberleri müjdelemeleri,
Bir kez, belli bir bakış açısı kabul görünce ve çoğunluğu etkilemeye başlayınca, ardından yeni görüşlerin kanunlaşması süreci gelir. Yine de bu, her zaman böyle olmaz. Bir etik prensibin yasal bir hal alması için, demokrasiyle idare edilen bir toplumda, milletvekillerinin çoğunluğunun onu, kendi menfaatlerine tehdit olarak görmeyip, ondan korkmamaları gerekmektedir. Yukarıdaki tartışma, seküler bir toplumda etik meselelerin ele alınış tarzının genel bir tarifini göstermektedir. Etik çözümlerin süreklilikten yoksun olduğu oldukça açıktır. Hiçbir ahlaki durum, uzun süre konumunu koruyamaz. Dün etik olarak kötü olan bir şey, bugün çok da kötü görünmeyebilir ve yarın ise mükemmel şekilde kabul edilebilir hale gelebilir. Dini bir toplumda sağduyu ve gelenek, etik sorulara karşı, tavırları etkilemede belli bir yere sahip olsa da, bunlar etik dünyaya hakim olan peygamberlik kaynağına boyun eğen şeylerdir. Bütün gelenekler ve sağduyu teklifleri, peygamberlerin öğretileriyle bağlantılıdır (ya da öyle olmalıdırlar). İslami bakış noktasından, bir insanın peygamberlik iddiasında bulunması, bazı belli başlı şeyleri gerektirir. Bunlardan en önemli olanı, kabul görmüş peygamberin, kendisine etik meselelere en doğru yaklaşım tarzını emretme hakkının verilmiş olmasıdır. Peygamberin konu hakkındaki öğretilerinin yorumlanması değişiklik gösterse de, peygamberliğin bilginin diğer kaynakları üzerinde nihai otoriteye sahip olması tartışılmaz bir gerçektir. Aslında dini bir toplumda, peygamberin öğretileri, Allah’ın öğretileridir ve bu yüzden diğer bütün öğretilere üstünlüğü tartışılmaz.
getirdikleri mesajlardaki etkinlik, peygamberlik göstergelerinden bazılarıdır. Onlara, bir toplumun geleneksel davranış şekillerinden ötürü saygı duyulmakla kalınmamış, aynı zamanda onlar pek çok ferasetli mümin tarafından Allah’ın iradesinin gerçek temsilcileri olarak kabul görmüşlerdir. Bir peygamberin karakteri daima dürüst ve erdemlidir. Allah’ın mesajını alır almaz aralarında yaşayageldiği halka ulaştırırlar. İnsanlar onun kusursuz bir karaktere sahip olduğunda hemfikirdir. Bir peygamberin görevine başlamasında bu ahlaki saygınlığın etkisi vardır. Hz. Muhammed, örneğin, halkı tarafından kendisinin en yüksek ahlaki seviyede olduğu doğrulanarak Safa tepesinden mesajını iletmeye başlamıştır. Peygamberler, Allah’tan özel bir yardımla geldikleri için (mesajlarında zaten bu farklılık kendini gösteriyor) bütün diğer insanlardan fevkalade farklıdır. Diğer insanlardan farklı olarak, peygamberler bir kez ilahi vahyi almaya başladılar mı, getirdikleri dinin ne temel içeriğinde ne de mesajlarının niteliğinde herhangi bir değişiklik olmaz. Başka bir deyişle; kelimelerinde, pratiklerinde, peygamberlerin öğretilerinde mükemmel tutarlılık söz konusudur. Hiçbir dahi bu şekilde olağanüstü tutarlılık gösterdiğini iddia edemez. Aslında dahiler yaşadıkları sürece bütün diğer ölümlüler gibi, yeteneklerinde ve başarılarında benzer bir tedrici gelişme çizgisine sahiptirler. Örneğin, Hz. Muhammed’in hayatı, vahiy öncesi ve vahiy sonrası dönem diye ikiye ayrılabilir. Önceki döneminde, zamanının edebi faaliyetleriyle ya da entelektüel meşgalelerle ilgilenmeden asil bir adam olarak yaşadı. İlahi vahyi aldığında 40
5. Neden Peygamberlik?
yaşında olan Hz. Muhammed, 23 sene boyunca
Dini bir toplumda, bir kişi, yeni nesiller
mesajı insanlara ulaştırmıştır. Böylece, Hz.
tarafından ona duyulan geleneksel saygıdan ötürü bir peygamber gibi tanınmaya başlanabilir. Ama sadece Allah’ın gerçek elçilerinin, sahip olduklarını iddia ettikleri ‘’statü’’ kabul edilebilir. Bunun neden böyle olması gerektiğine dair pek çok mantıklı sebep vardır.
76
edebi kalitesinden hiç bir eksilme olmayan ilahi Muhammed örneğinde, bizler, dahilerin aşamalı gelişim örneğinden farklı olarak, O’nun insanlara aktardığı şeyin, aldığı ilahi vahyin sonucu olduğu gerçeği dışında bugüne değin açıklanamaz olarak kalan bir saygınlık ve tutarlılık örneği buluyoruz.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Peygamberler, peygamberlik iddialarının doğruluğunu kanıtlamak için halklarına mucizeler göstermektedirler. Mucize, onu tecrübe edenleri şaşırtan, açıklanamaz bir olaydır. Peygamberin en son mucizesi Kur’an’dır. Peygamberin nübüvveti sonsuza olarak kalacaktır. Eski peygamberlerin mesajları bu dünyanın sonuna kadar uygulanması söz konusu olmadığından, onlar tarafından getirilen mucizeler o dönemlere ait mucizelerdi. Buna rağmen Kur’an, gelecek bütün zamanlar için değişmeden kalacağını 15. sure 9. ayette bildirmiştir. Okuma yazma bilmeyen ve daha önce edebi meşgalelere herhangi bir eğilim göstermemiş birinin (Hz. Muhammed’in), aniden, Allah’tan aldığını iddia ettiği bir mesajı kendilerine takdim ediyor olması Mekke halkı için sıra dışı bir olaydı. O’na düşman olan ve O’nun iddiasını çürütmek için ellerinden gelen her şeyi yapan insanlar, Allah’tan gelen ve “eğer bu Kur’an’ın bizden gelen vahiy olduğuna inanmıyorsanız, o zaman O’nun bir benzerini getirin” çağrısına hiç bir zaman karşılık verememişlerdir (2/23). Edebi yetenekleriyle aşırı gururlanan o dönemin şairleri, bu çağrıya sessiz kalmışlardır. Bugün aynı Kitap, ne biçimi ne de içeriği gereği eskimediğinden dolayı halen mucize olarak kalmaktadır. En azılı Kur’an düşmanları bile zaman içerisinde değişim gösteren gerçeklerin değişen algılanış biçimlerine bakarak, Kur’an’ın herhangi bir ayetinin değiştiğini iddia edememişlerdir. Pek çok peygamberin gelişleri, önceden müjdelenerek görevleri için hazır hale getirilmişlerdir. Aynı durum son Peygamber için de geçerlidir. Bu nedenle biz İncil’de, gelecekte Hz. Muhammed’in özelliklerini tanımlıyor gibi görünen birinin geleceğine dair referanslar buluyoruz (bkz. İncil, Deuteronomy 18/17-19 ve John 1/19-25). Son olarak, bu, bir insanın peygamberlerin
www.islamiyorum.com
kadar kalacağından Kur’an da sürekli mucize
mesajını samimi bir şekilde okumasıdır ki, bu okuma o insanı, Kur’an’ın yaratıcımızdan olduğu kabulüne götürmektedir. Peygambere bütün kalpleriyle inananlar çoğu kez Kur’an okurlarken, iman olarak söz edilen güven hissi duyduklarını iddia ederler.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
77
Dosya: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?
İslam ve Çağdaşlık Aliya İzzetbegoviç “İslam Deklarasyonu ve İslami yeniden doğuşun sorunları, Fide yayınları” isimli kitaptan alınmıştır.
Çağdaşlık nedir? Acaba o, dünyayı harekete
mümkündür ancak -göreceğimiz gibi- sadece
geçiren arzular ve fikirler birikimi mi, yoksa
okuyucuların katkısıyla.
gözlemlenen bir anında dünya durumunun toplamı mıdır? Veya her ikisi birden midir?
İslam’ın çağdaşlığı hususunda genelleyerek
Her halükarda çağdaşlık, uyumlu, mantıkî ve
belli bir hükmünün güncel olup olmadığı
içi bakımından barışık bir durum değildir. Bir
hakkında, daha doğrusu, onun herhangi bir
taraftan o, takibinde, refah toplumunun inşası,
hükmünün insanın ve gelişmekte olan insan
insanî, durağan ve kozmopolit fikirlerle karışık
toplumunun ihtiyaçlarıyla bariz bir karşıtlık
yazılı söz ve eğitimin gelişimi, sürekli devam
içinde olup olmadığı hususunda yapılabilir.
eden teknik bir devrimdir. Aynı zamanda o, ideolojilerin mücadelesi, 700 milyon yeteri kadar beslenemeyen insanın, standartların ideolojisidir. Şüphesiz bizim durumumuzda çağdaşlık, sanatta pop-art (pop sanat) ve felsefede ise saçmalığın fikridir. Bütün bu karşıtlıklar genelde çağdaşlık olarak adlandırdığımız şeyin parçalarıdır. Sert, neredeyse püriten Mao hareketi ve hippilerin aşırı serbest (utanmaz) nihilist hareketi birbirinin çağdaşıdır. Bu iki hareketten hangisi “çağdaş”tır? Acaba çağdaş dünya hiç “çağdaş” mıdır? Nasıl ölçü kullanalım? Bu sebeple şu belirsiz çağdaşlık kavramını idealize etmeyelim. Çünkü sonunda, bizim şu anki çağdaşlığımız, diğer bütün eskileri gibi sadece bir zamanın
İslam’ın temel, hatta en temel parolası “Allah’tan başka ilah yoktur” parolasıdır. Bu, her Müslüman’ın her gün en az birkaç defa söylediği o meşhur “La ilahe illallah”tır. Bu tanıklığı yorumlayan meşhur bir İslam yazarı, bunun, insanın hayatının hâkimi olan yalan tanrılardan kurtulması için devrimin habercisi olduğunu yazmıştır. O, insan hayatı ve ruhuna, ruhbaniyet, kabile reisleri, prens ve makam sahibi insanlar gibi hâkimiyet kuran her şeyden kurtuluş ve tahakkümünün sadece Allah’a izafe edilmesi demektir. Bu parola ve “İnsanlardan korkmayın, Allah’tan korkun” ayetiyle Kur’an pratikte teslimiyeti ortadan kaldırmıştır. Sahte
(hakikatler ve sapkınlıklar) toplamıdır.
büyüklükler ve otoritelere teslimiyet yerine
Onun için başlıkta saklı bulunan soruya cevap
farz kılmıştır. Allah’a olan bu teslimiyette Kur’an,
vermeye çalışsak daha iyi yapmış oluruz,
insan için özgürlük, onun her türlü teslimiyet ve
onun cevabı da büyük ihtimalle şudur: Acaba
korkudan beraatını inşa etti.
İslam gelişmiş ve zamanla aşılmış mıdır, o zamanın önünde mi arkasında mıdır ve bizim zamanımızdaki dünyaya önemli bir mesajı var mıdır? Bu soruya belli bir cevap vermek
78
konuşmak mümkün değildir. Tartışma, İslam’ın
Kur’an sadece bir tane -Allah’a olan teslimiyeti-
Sahte tanrılar -ki eskiden bunlar idoller, firavunlar, tanrı krallar- bugün ise çeşitli babalar ve vatan kurtarıcıları, en bilgili, tartışmasız, hatasız, büyük vs. özgürlükten refaha kadar
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
-ki çoğu zaman olmayan özgürlük ve olmayan
yolu gösteren kitaplar da indirdi...” (Bakara
refah- her şeyi sağlayan kimseler. Böylece,
2/213). “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir
büyük bir Asya ülkesinde, tarımdaki hasatlardan
erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle
karmaşık beyin ameliyat metotlarına kadar
tanışmanız için de sizi halklar ve kabilelere
bütün başarılar için büyük lidere müteşekkir
ayırmışızdır. Allah katında, kuşkusuz
olmak gerektiğine insanları ikna etmeye
en onurlu ve asil olanınız onun bilincine
çalıştılar, bazılarını ise ikna ettiler. Bu şükran
varanınızdır...” (Hucurat, 13).
ve tanıklığı herkesin her şartta öne çıkarması gerekir. Kısa bir süre evvel bir Avrupa ülkesinde, yine öylesine büyük ve bilgili, (resmi şairin de onu tarif ettiği gibi) “diğerlerinden bir baş daha uzun” olan biri, korkuya dayalı bir iktidarı hayata geçirdi ve kendi olağanüstü bilgeliğinde (!) milyonlarca insanı katletti. Şair ve bilim adamlarının ülkesi olarak bilinen başka bir Avrupa ülkesinde ise, halkını düşünme ve karar verme zahmetinden kurtaran bir başka lider! “Herkes için düşünen” ve “her şeyi bilen” bir lider olarak, en çok kendi halkına olmak üzere, başka halklara daha evvel görülmemiş acılar ve trajediler yaşattı. Örnekler daha çoktur, bunlar sadece en çarpıcı olanlardır. Şimdi sormak gerekir: Sahte tanrıların böylesine güçlü bir biçimde hüküm sürdüğü bir dünyada, insanların tanrı olmadıklarını, insanın ubudiyete layık olmadığını, Tanrı’nın sadece bir olduğunu, mülkün de sadece ona ait olduğunu, her insanın zayıf olduğu ve onun sahte tanrı olacağını
Burada, Kur’an’ın diğer çok sayıda önemli hükümleri yanında, insanların eşit oldukları hakkındaki düşüncenin sadece basit bir ilan olarak kalmadığını, belirtmek belki daha da önemlidir. Müslüman dünyasında, ırkı, milliyeti, maddi durumu ve kökeni ne olursa olsun, “insanların eşit değerde oldukları” hususundaki İslam prensibinin benimsenmesine rağmen, diğer çok sayıdaki İslam prensibinin yeteri kadar kabul görmediğinden ve günlük hayatlarının bir parçası olmadığından üzüntü duyabiliriz. Doğudaki bir camide, Cuma namazı esnasında, renk cümbüşü içinde, beyaz, zenci, fakir ve zenginlerle beraber oturma fırsatı elde eden bir kimse, bu eşitliğin ne kadar hakiki olduğundan emin olabilir. Onu burada hiç kimse özel olarak öne çıkarmıyor, çünkü onu doğal bir durum olarak kabul ediyor. Bu prensibe riayet edilen dünyanın başka yerlerinde ise bu durum öğretilmiştir, bazı yerlerde ise gösteriş veya tutumdur. Müslüman dünyasında bu, nefes
söyleyen İslam’ın söyleyecek bir şeyi var mıdır?
almak gibi; dünyayı algılama ve görme biçiminin
Sahte tanrılardan insanın özgürleşmesi
dayatılmayan bir tutumdur.
hakkındaki ifade edilen İslam prensibinin, her zaman güncel ve eskimez bir fikir olduğunu düşünmekteyiz.
bir parçası olarak nakledilen, tamamen doğal ve
İnsanların eşitliği konusu, dünyadaki bütün insanların açık düşüncelerinde aynı derecede hâkim olabilmiş midir?
Çok güncel olan ve sonsuza dek böyle kalacak olan böylesine bir fikrin başka bir örneği de, tüm insanların eşit ve kardeş oldukları hakkındaki düşüncedir. Kur’an bu düşünceyi açık ve belli bir şekilde ilan etmiştir:
Dünyanın geri kalmış bölgelerini, “çağdaşlık” tartışmasında da bir etkileri olmadığından dolayı bir kenara bırakalım. Dünyanın en medenî ülkelerinden biri, Amerika’da, kamu hayatında beyaz ve zenci insanların eşit olduklarını karara
“Ey insanlar! Sizi tek bir canlıdan yaratan,
bağlayan kanun ancak birkaç yıllık geçmişe
ondan eşini var eden ve her ikisinden de
sahiptir (1965 yılında ilan edildi). Ayrıca bu,
birçok erkek ve kadın türeten Rabbinizin
çok sayıda kimse tarafından itiraz gören, hala
bilincinde olun...” (Nisa 4/1). “İnsanlar
sadece bir kanundur. Zencilerin eşitsizliği ayan
(aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu
beyan ortadadır. Güney Afrika Cumhuriyeti
durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı
ve Rodezya’da ırkçılık kanunu, apartheyd
olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar
hâkimdir. XX. asrın 40’lı yıllarında Almanya’da
arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda
insanların eşit olmadıkları “bilimsel” olarak
hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak
ortaya konuluyordu. Bütün bunlar açık ırkçılık
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
79
örnekleridir. Peki, şeklen “eşitlik” taraftarı olan
Hatta başkaları bunu gizli tutmayı ve üzerini
çok sayıda ülkedeki gizli, kamufle edilen ancak
örtmeyi tercih etmektedirler. Dahası, ileri
hissedilen ırkçılık durumu nedir? Ve nihayet,
sürülen hadiseleri, daha az veya daha fazla
sadece ırksal ayırımla yetinilmemektedir. Ona
olarak, ülkenin “çağdaşlık” derecesine bağlı
millî, son zamanlarda ise sınıf, fikir ve siyasal
olarak, (yani ne kadar çağdaş ise o kadar
ayrımcılık katılmaktadır.
fazla) Avrupa’nın bütün ülkelerinde, hatta uzak
İnsanların eşitliğinin hala uzak bir rüya olduğu ve Allah’ın eşit olarak yarattığı insanların
mümkündür.
ayırımcılığa tabi tutulmasının rutin bir hal aldığı
Medeniyetin devam eden gelişimi, yükselen
bir dünyada, İslam’ın yapabileceği bir şey var
eğitim ve hayat standardına rağmen, din ve
mıdır? Şimdiki haliyle insanlık toplumu, İslam’ın
ahlak dışında, bu sonsuz sayıdaki sorunla başa
eşitlik ülküsünü aşmış mıdır yoksa tersine, İslam
çıkabilecek bir etmen var mıdır?
çok ilerde midir?
Eldeki veriler böyle bir beklentiye cesaret
Çağdaşlık hakkında konuşurken, insanlar onu,
vermemektedir. 1951 Yılında Amerika Birleşik
ilerleme, kültür, peşin hüküm ve dalaletlerden
Devletleri’nde 100.000 kişiye 3 cinayet, 1960
kurtuluş olarak algılamaya hazırdır. Gerçekte
yılında 6, 1967 yılında ise 9 cinayet tespit
ise çağdaş dünya çok ama çok eksik (gayr-ı
edilmiştir. Yani 16 sene içinde bu tip cinayetler
mükemmel) ve bu onun için söylenebilecek en
üçe katladı.
hafif bir ifadedir.
Böylesine mükemmel olmayan bir dünyada,
Onun belki “en çağdaş” kısmı şöyledir: 1960 yılında Kaliforniya’da boşanma sayısı % 50’ye ulaşmış, yani her iki nikâhtan birisi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Aynı ölçüde çocuk suçları, uyuşturucu ve ruhsal hastalıklar yayılmıştır. Amerika’nın Kamu Sağlığı Ajansı’nın tespitlerine göre (1968), her beşinci Amerikalı sinir krizi yaşamış veya yaşama noktasına gelmiştir. Amerika’daki her 1.000 kişiden dördü psikiyatri kliniklerinde bulunmaktadır. 1963 Yılında New York’ta eroin ve diğer ağır uyuşturucu kullanan 23.000 kişi tespit edilmiş, gerçek sayının ise 100.000’in üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. New York’taki Hanter kolejinde, talebelerin yarısından fazlasının marihuana kullandıkları ortaya çıkmıştır. 1964 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde her 12 saniyede bir suç, hemen hemen her saatte bir cinayet, beş dakikada bir saldırı, 25 dakikada bir tecavüz ve her dakikada bir araba hırsızlığı
80
Japonya ve Çin’in büyük şehirlerinde bulmak
İslam’ın söyleyebilecek ve yapabilecek bir şeyi var mıdır?
Kur’an’da şu cümleleri okuyoruz: “Doğu da Allah’ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır...” (Bakara 2/115). “De ki: ‘İçinizde olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde olanları da, yerde olanları da bilir. Allah her şeye kâdirdir.” (Ali İmran 3/29). “...Allah sana Kitap ve hikmet indirmiş, sana bilmediğini öğretmiştir. Allah’ın sana olan nimeti ne büyüktür.” (Nisa 4/113). “Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah’tır; ölüyü çıkarır... O, gökten su indirendir. Her bitkiyi onunla bitirdik, ondan bitirdiğimiz yeşilden, birbirine benzeyen ve benzemeyen yığın yığın taneler, hurmaların tomurcuklarından sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkardık. Ürün verdiklerinde ürünlerine, olgunlaşmalarına bir bakın. Bunlarda, inananlar için, şüphesiz, deliller vardır.” (En’am,
cereyan etmektedir (FBI’nin yıllık raporundan).
95-99). “Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı,
Ortaya konulan bütün bunları sadece
ve haddi aşmayı yasak eder. Tutasınız diye size
Amerika hadisesi olarak düşünmek yanlıştır.
öğüt verir. Ahitleştiğiniz zaman Allah’ın ahdini
Amerikalılar sadece, medeniyetlerinin bu tür
yerine getirin. Allah’ı kendinize kefil kılarak
karanlık taraflarının ilan edilmesinde daha
sağlama bağladığınız yeminleri bozmayın. Allah
açık davranmaktadırlar, diğerleri ise bunu
yaptıklarınızı şüphesiz bilir.” (Nahl, 90-91).
istemeksizin ve utanarak yapmaktadırlar.
“Gece ile gündüz, güneş ile ay Allah’ın varlığının
yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlığı, fenalığı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
belgelerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin;
verdiğini gizlerler...” (Nisa, 36-37). “...O, büyüklük
eğer Allah’a kulluk etmek istiyorsanız, bunları
taslayanları asla sevmez.” (Nahl, 23). “Rabbinin
yaratana secde edin.” (Fussilet, 37). “Kupkuru
yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla
gördüğün yeryüzünün, Biz ona su indirdiğimiz
en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi
zaman harekete geçmesi, kabarması, Allah’ın
yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda
varlığının belgelerindendir. Ona can veren Allah
olanları da en iyi bilir.” (Nahl, 125). “Kitap’tan sana
şüphesiz ölüleri de diriltir. Doğrusu O her şeye
vahyolunanı oku; namaz kıl; muhakkak ki namaz
kâdirdir.” (Fussilet, 39). “...Allah’tan başkasına
hayasızlıktan ve fenalıktan alı kor...” (Ankebut,
kulluk etmeyin, anne babaya, yakınlara, yetimlere,
45). “Bu insanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün
düşkünlere iyilik edin, insanlarla güzel güzel
nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine,
konuşun, namazı kılın, zekâtı verin...” (Bakara,
yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı? Sen
83). “...Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Nerede
öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçüsün. Sen,
olursanız olun Allah sizi bir araya toplar...”
onlara zor kullanacak değilsin.” (Gaşiye, 17-22).
(Bakara, 148). “Yüzlerinizi doğudan yana ve
“...Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden
batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir;
önce geçenlerin sonlarının ne olduğunu
Lakin iyi olan, Allah’a, ahiret gününe, meleklere,
görsünler...” (Yusuf, 109). “Ey İnananlar! Kendiniz,
Kitap’a, peygamberlere inanan, O’nun sevgisiyle,
ana babanız ve yakınlarınız aleyhinde de olsa,
yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara,
Allah için şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin,
yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz
ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır.
kılan, zekât veren ve ahitleştiklerinde ahitlerine
O halde, adaletten ayrılmamanız için heva ve
vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında
heveslerinize uymayın!...” (Nisa, 135). “Yakınına,
sabredenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır ve
düşküne, yolcuya hakkını ver; elindekileri saçıp
sakınanlar ancak onlardır.” (Bakara. 177).
savurma.” (İsra, 26). “...Birbirinizden meydana
“Sevdiğiniz şeylerden sarf etmedikçe iyiliğe
gelen sizlerden, erkek olsun, kadın olsun, iş
erişemezsiniz...” (Ali İmran, 92). “Ey İnananlar!
yapanın işini boşa çıkarmam...” (Ali İmran, 195).
Akidleri yerine getirin... iyilikte ve fenalıktan
“... Erkeklere, kazandıklarından bir pay, kadınlara
sakınmakta yardımlaşın, günah işlemek ve aşırı
da kazandıklarından bir pay vardır...” (Nisa, 32).
gitmekte yardımlaşmayın ve Allah’tan sakının.”
“Ey inananlar! Eğer yoldan çıkmışın biri size bir
(Maide 1,2). “Ey inananlar! İçki, kumar, putlar ve
haber getirirse, onun iç yüzünü araştırın, yoksa
fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir, bunlardan
bilmeden bir millete fenalık edersiniz de sonra
kaçının ki kurtulura eresiniz.” (Maide, 90). “De
ettiğinize pişman olursunuz.” (Hucurat, 6). “Bir
ki: Gelin size Rabbinizin haram kıldığı şeyleri
haksızlığa uğradıklarında, üstün gelmek için
söyleyeyim: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın,
aralarında yardımlaşırlar. Bir kötülüğün karşılığı,
anaya babaya iyilik yapın, yoksulluk korkusuyla
aynı şekilde bir kötülüktür. Ama kim affeder ve
çocuklarınızı öldürmeyin, sizin ve onların rızkını
barışırsa, onun ecri Allah’a aittir. Doğrusu O,
veren biziz, gizli ve açık kötülüklere yaklaşmayın,
zulmedenleri sevmez. Zulüm gördükten sonra
Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın.
hakkını alan kimselere, işte onların aleyhine bir yol
Allah bunları size düşünesiniz diye buyurmaktadır.
yoktur. İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız
Yetim malına, erginlik çağına erişene kadar
yere taşkınlık edenlere karşı durulmalıdır. İşte,
en iyi şeklin dışında yaklaşmayın; ölçüyü ve
can yakıcı azap bunlaradır.” (Şura, 39-42). “Ey
tartıyı doğru yapın. Biz kişiye ancak gücünün
inananlar! Zannın çoğundan sakının, zira zannın bir
yeteceği kadar yükleriz. Konuştuğunuzda, akraba
kısmı günahtır. Birbirinizin suçunu araştırmayın;
bile olsa sözünüzde adil olun. Allah’ın ahdini
kimse kimseyi çekiştirmesin; hangi biriniz ölü
yerine getirin. Allah size bunları öğüt almanız
kardeşinin etini yemekten hoşlanır?...” (Hucurat,
için buyurmaktadır.” (En’am, 151-152). “...Ne
12). “Sizden, iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve
sarf edeceklerini sana sorarlar, de ki: ‘Artanı’
fenalıktan meneden bir cemaat olsun...” (Ali imran,
(bağışlamayı)...” (Bakara, 219). “...Allah, kendini
104). “Yerin yetiştirdiklerinden, kendilerinden
beğenip öğünenleri elbette sevmez. Onlar
ve daha bilmediklerinden çift çift yaratan Allah
cimrilik ederler, insanlara cimrilik tavsiyesinde
münezzehtir. Onlara bir delil de gecedir; gündüzü
bulunurlar, Allah’ın bol nimetinden kendilerine
ondan sıyırırız da karanlıkta kalıverirler. Güneş de
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
81
yörüngesinde yürüyüp gitmektedir. Bu, güçlü ve
Şüphesiz çağdaş ve modern ülke olan Fransa’da
bilgin olan Allah’ın kanunudur. Ay için de sonunda
bir yılda sadece şarap olarak 2 milyar litreden
kuru bir hurma dalına döneceği konaklar tayin
fazla içilmektedir. Bu konudan iyi anlayan
etmişizdir. Aya erişmek güneşe düşmez. Gece
kimse, bugün 500 çeşitten fazla alkollü içeceğin
de gündüzü geçemez. Her biri bir yörüngede
üretildiğini söyler ve ayrıca “alkollü içecek
yürürler.” (Yasin, 36-40). Vs., vs...
kültürü” tanımlaması da vardır. Bu içeceklerin,
Kur’an-ı Kerim’den çok sayıda enteresan cümle daha nakletmemiz mümkündür. İfade ettiğimiz cümleler çağ dışı görünüyor mu? Acaba bu cümleler, sadece binlerce sene öncesinde yaşayan insan ve toplumun problemleriyle alakalı ve günümüz insanını hiçbir şekilde alakadar etmez mi? Daha evvel ortaya
koyduğumuz bazı tespitler bu soruya cevap için yardımcı olabilir.
bilmek veya bilir gibi yapmak, onların aroma ve tat nüansları hakkında fikir sahibi olmak, “stil” işaretidir. Ayık bir Müslüman bu manada tam bir cahildir ve bu hususta neredeyse “barbarca” görünmektedir. Çağdaş insan çok enteresandır. O, adeta kendi fonksiyonlarına çözülmüş gibidir. Bir tarafta o her gün alkollü içeceklerin üretimini, nicelik ve
Fakat İslam’ın “çağ dışı” olduğu bazı konuların var olduğunu itiraf etmeli ve hatta bu iddianın savunucusu olmalıyız.
niteliğini iyileştirmeye gayret etmektedir. Aynı zamanda aynı çağdaş insan, diğer fonksiyonunu yerine getirerek, bilimsel metotları titiz bir şekilde kullanarak, alkolün zararlı olduğunu
Medenî bir ülkede -kendini öyle tanımlamaktadır
tespit edip, panik bir şekilde tehlikeye işaret
ve başkaları da onu öyle görmekteler- insanları,
etmektedir. Gazetelerde, her çağdaş insanın
onların inançları dolayısıyla takibata uğratıyorlar.
suptil kalitelerini tatması gereken Cezar veya
Bazı resmî gerçekler vardır ve bu gerçeklere
Bitter (şarap markaları) hakkında tavsiyeler
kamuoyu önünde itiraz edenler hapse girerler.
görme şansınız olacaktır, gazetenin hemen
Eğer bu çağdaşlık ise ki bazıları gelişmenin
arka sayfasında ise kalıcı sakatlığa mahkûm
uyuma ve ayniliğe, yani özgürlük ve bireyciliğin
olan çok sayıda alkolik insanın her geçen gün
sınırlandırılmasına doğru gittiğini ifade ederler, o
artan sayılarına işaret eden ifadeleri veya bütün
zaman İslam çağ dışıdır. İslam din özgürlüğü ve
suçların ve trafik kazalarının en az % 50’sine
ona bağlı olarak da vicdan (kanaat) özgürlüğü
alkolün sebep olduğuna dair tespitleri görmeniz
prensibini ilan etmiş ve genelde bu prensibe
mümkündür. Bunlar, insanların yaşamaktan çok
bağlı kalmıştır. Biz Müslümanlar için Kur’an’ın
fonksiyon görevi yaptıkları (işledikleri) bizim
tüm ayetleri aynı derecede yücedir, ancak bazı
“çağdaş” zamanımızın saçmalıklarıdır.
yabancılar din özgürlüğünü ilan eden ikinci surenin 256. ayetini en yüce ayeti olarak ilan ettiler. Bu olağanüstü ayet şöyledir: “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğru yol ile eğri yol artık birbirlerinden ayrılmıştır...”
Tam da çağdaş dünyamızdaki alkolün hükümranlığına bakarak, İslam’ın, bu defa gururla, çağdaş olmadığını söylemek zorundayız. Fakat diğer taraftan, 20. asrın otuzlu yıllarında uygulanan ve başarısız olan Amerika Birleşik
Vicdan özgürlüğü ve hoşgörü meselesi ahlakî
Devletleri’ndeki kesin ve tam yasaklamadan
bir sorundur ve her insan, bu iki zıt hükümden
başlayarak, bazı İskandinav ülkelerindeki kısmî
hangisinin taraftarı olduğunun cevabını kendi
yasaklamalara, çok sayıda ülkede süreli olarak
ruhu içinde aramak zorundadır. Tabii ki İslam,
getirilmeye çalışılan yasaklamalara, hatta son
tavizsiz olarak, özgürlük ve hoşgörü tarafında
zamanlarda bu hususta bizde yapılmaya çalışılan
durmakta ve maddeci evrimcilerin bütün
gayretlere kadar, bazı en ileri ülkelerdeki alkolü
karanlık kehanetlerine rağmen bu prensibin
yasaklama çabalarını göz önünde bulundurarak
zaferine inanmaktadır.
biz, haklı olarak, İslam’ın, geleceği evvelden
Veya İslam’ın, en sert şekilde yasakladığı alkol ve esrar meselesi konusundaki tavrı.
82
genelde hayal mahsulü isimlerinden çok sayıda
ifade ettiğini ve bu konuda bugünkü dünyanın çok ilerisinde bulunduğunu iddia etmek için gerekçelere sahibiz.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Belki bu konuda çağdaş dünya “çağ dışı”dır. İslam’ın “çağ dışılığı” hususunda çok sayıda örnek daha vardır. Bazı hesaplamalara göre, gelişmiş ülkeler sadece kozmetik ürünleri için yılda, (dünyada yeterince beslenemeyen yaklaşık 700 milyon insanın sorununu tamamen harcamaktalar. “Newsweek” dergisinin verdiği bilgilere göre ABD’de üretilen şahsî ürünlerin 2/5’i lükse yöneliktir. Eğer çağdaşlık buysa -ki birçoğu bu olduğunu düşünmektedir- İslam çağ dışıdır, çünkü hem yazısı hem de ruhuyla basitlik, dayanışma ve tevazu talep etmektedir. Az veya çok geçerli çok sayıda tespiti daha saymak mümkündür. Sonrasında enteresan ve dikkat çekici notlar da olabilir, ancak tam belirli sonuçlar olmaz. Çünkü konuyu bütünüyle ele alarak, İslam’ın çağdaşlığı (veya çağ dışılığı) meselesinin, gerçekte bizim şahsî tutum ve felsefemize bağlı olduğu gittikçe daha fazla ortaya çıkmaktadır. Bunun cevabı, okuyucunun ilerleme, medeniyet, insaniyet veya insan hayatının mahiyetinden ne anladığı, tek kelimeyle onun neye inandığına bağlıdır. Son olarak, okuyucuyu, burada ortaya konulan veya kendisinin bildiği başka tespitlere ve kendi kanaatine dayanarak, söz konusu ikilemi çözmeye davet etmek kalır. Tabiî ki böyle bir ikilem varsa eğer. (Mart, 1971)
www.islamiyorum.com
çözebilecek bir rakam olan) 15 milyar dolar para
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
83
Dosya: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?
Dünyadaki Misyonumuz Malik B. NEBİ Tercüme: Muharrem TAN Öğrenci kardeşlerim!
İnsanlık İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir
Bu ziyarette konuşma yapma fırsatım olacağını düşünmüyordum. Fakat beni sizlere takdim eden şu genç, tatlı diliyle beni öyle bir yakaladı ki, konuşma yapmamak gibi bir seçeneğim kalmadı. Konuşma için belli bir hazırlık yapmamış, hatta zihnimde özel bir konu
arasındaki yerini görebilmek için sahip oldu imkânları seferber etmek zorunda olacaktır. Bu da bizi, önümüze çıkan bir soruyla karşı karşıya bırakmaktadır: Bu yeni dünyada İslam toplumları olarak bizim kısmetimiz nedir?
belirlememiş olsam da, aklına gelen meseleyle
Kaldığınız bu yurda geldiğim anda belki radyo
ilgili görüş açısını arkadaşlarıyla paylaşan
dinliyor, Kahire, Londra, Washington veya
bir genç veya önüne çıkan fırsatı çocuklarına
Moskova gibi merkezlerden gelen haberlere
faydası olur ümidiyle öğüt vermek için kullanan
kulak veriyordunuz. Belki de o an başımızın
bir baba gibi konuşmaya çalışacağım. Doğrusu
üzerinden dünya çevresini günde on kez
öğüt ancak yaşanan gerçekliğin ruhundan
turlayan uydulardan biri geçiyordu.
doğduğu zaman fayda verir. Peki, bugün yaşadığımız gerçeklik nedir?
Doğusu, batısı, güneyi kuzeyiyle hakkında
Bu sorunun cevabını taşıyan sesin
ya da füze hızıyla ilerleyen işte böyle bir
gönüllerinizden, hepimizin gönüllerinden
yerdir. Bu olgunun, yirmi yıl önce hayal dahi
yükseldiğini duyar gibiyim: Bugünkü
edemeyeceğimiz sonuçları olmuştur.
gerçekliğimiz, birinci derecede Cezayir halkının özgürlük ve bağımsızlık uğrunda verdiği mücadeledir. Bu ziyaretimde hakkında konuşabileceğimiz en cazip konu bu gibi görünüyor. Çünkü konuştukça ruhlarımız titriyor, akıllarımız ve kalplerimiz bu şanlı mücadele önünde saygıyla eğiliyor. Fakat böylesine yakından izlenen bir başlık hakkında yapacağım konuşma, bildiklerinize yeni bir şey eklemeyecek gibi görünüyor. Bu düşünce de beni, konuşmak için başka bir gerçekliğe itiyor. Yapacağım konuşma, ilk konuyu da kayıtlara geçirecek bir konuşma olacak. Çünkü insanlığı bekleyen geleceğe dair konuşacağım.
84
çağa girmiştir. Bu yeniçağda her halk, diğerleri
sorular sorduğumuz yeni dünya, elektrik
Bugün artık sanki tüm halkların yaşadığı bir apartman gibi bir dünyada yaşıyoruz. Bu apartman, Kahire’nin göbeğindeki el-Mucamma gibi devasa boyutlarda bir yapı gibidir. Peki, bu binada yaşayan halkların dağılımı nasıldır dersiniz? Dudaklarımıza geliveren bu soru, aslında konuşmamızın konusu olarak belirlediğimiz ilk soruyu da farklı bir şekilde ifade etmektedir. Sorunun önemi, yaşadığı dünya üzerindeki yerini merak eden her halk için hayatî bir nitelik taşımaktadır. Dünya apartmanında yaşayan
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
halklar, dairelerine dağıldıklarında Cezayir halkı
Dolayısıyla belli bir ihtiyaca cevap vermeyen
olarak bizim kaldığımız daire acaba hangisidir?
bir meslek düşünemeyiz. Bunun bir anlamı
Binadaki diğer Müslüman halklarla birlikte
da bireyin toplumdaki konumunun mesleğinin
binanın hangi katında bulunmaktadır?
karşıladığı ve uzmanlığının cevapladığı ihtiyaca
Konuyu sade ve yalın bir şekilde ele almak üzere
belirlenmesidir.
el-Mucamma örneğini kullanarak biraz daha
Birey planında uzmanlık budur. Ancak bu
açalım. Şunu kesin olarak biliyoruz ki binada
konu artık belli nitellikte fertlerden oluşmaları
asıl gereken; odaların hangi esasa bağlı olarak
itibarıyla toplumları da ilgilendirir olmuştur.
sakinlere dağıtılacağı ve bunların kamu yararını
Bugün yaşadığımız dünyada insan yığınlarının
sağlayacak şekilde binanın neresinde yer
uzmanlaşması söz konusu olmaktadır.
alacağıdır. Odaların sayısı, elbette kuruluşundaki
Yani bu yığınlardan her biri, insanlığın
idarî amacın önemine uygun olmalı, binadaki
hayatının gerektirdiği belli bir ihtiyacı temsil
odaların sayı ve yerleri ihtiyaç veya yarar
etmektedir. Tarım Devrimi’nden sonra bireyleri
kıstaslarına göre belirlenmelidir.
uzmanlaşmaya zorlayan ihtiyaçların –tamamı
İdarî deyimle her tür ihtiyaç veya “yarar”, binanın kuruluşundaki genel yarara göre önem taşır.
diyemesek de- büyük bölümü maddî ihtiyaçlar olup belli teknik uzmanlıklar gerektirmekteydi. Çiftçilik, inşaatçılık, demircilik, marangozluk fırıncılık, terzilik vb. gibi... Günümüzde insan
Birinci katın belli bir bölümü herhangi bir amaca tahsis edildiğinde, orada oturması gerekenleri onuncu kata koymamız veya bunun tam tersini yapmamız arzu ve hevaya uymak olacaktır. El-Mucamma örneğinden çıkardığımız bu kıstası, konumuz için önemli bir ölçüt olarak kullanabiliriz. Günümüzde halklar devasa büyüklükte bir evrensel komplekste yaşıyor gibiler. Burada her halkın kısmeti, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan gelişmeler çerçevesinde insanlığın varmaya çalıştığı amaçta kendini gösteren genel yarar açısından o halkın sahip olduğu uzmanlığa göre belirleniyor. Tarihte uzmanlaşma konusuna biraz açıklık getirmemiz gerekiyor. Hayatımızdaki boyutu hakkında ancak o şekilde kesin bilgi sahibi olabiliriz. Bu düşüncenin tarihe girişi, altı veya yedi bin yıllık bir geçmişe sahip olup Tarım Devrimi’yle gerçekleşmiştir. Bu devrim, insanlığın daha önce yaşadığı sosyal statüleri tamamıyla değiştirmiştir. Tarım Devrimi’nin en önemli sonuçlarından biri de sosyoloji biliminde İş bölümü olarak bilinen şeydir. İş bölümü, zaman içinde meslekî uzmanlaşmayı doğurmuş ve her birey rızkını kazanabilmek için sahip olduğu yetenekler çerçevesinde elinin ve aklının erdiği bir meslek dalında ustalaşmıştır. Bu mesleği de onu toplum içinde belli bir yere koymuştur. Bilindiği üzere bu mesleklerin hepsi toplumdaki farklı ihtiyaçları ifade etmektedir.
yığınlarına uzmanlaşmayı dayatan ihtiyaçlar ise genelde maddî olmayan, manevî, tam ifadesiyle (fikrî/ideolojik) ihtiyaçlardır. İlk türdeki ihtiyaçlar bedenin ihtiyaçlarını ifade ederken ikinci türdekiler ruhla ilişkili ihtiyaçları yansıtmaktadır. Günümüzde insanlık siyasal hayatımızın temelini oluşturan anayasalarda ifade edilen birçok ihtiyacı hissetmekte, basında ve edebiyatta bunları ifade etmektedir. Günümüzde herhangi bir halkın hayatının esasını oluşturan herhangi bir anayasayı açtığımızda ilk satırlarda halkın kamu hayatı için esas alınmasını istediği, kendisinin de bağlı kalmayı taahhüt ettiği prensiplerin yer aldığını görürüz. Bunlar, toplumsal ve bireysel motivasyonları demokrasi sözcüğüyle ifade edilen ülkülerdir. Bu kelime, sanki tüm insanlık tarihinin gelişmişlik/geri kalmışlık temelli grupları dâhil bütün sınıfları açısından odağı hâline gelmiştir. Aralarındaki tüm farklılıklara rağmen bu toplumlar, o sözcüğe böyle heves ediyor ve şanını yüceltiyorlarsa, yirminci yüzyılda insanlığın en büyük ihtiyaçlarından birinin de bu olduğunu gösterir. Bugün uluslar arası arenada bilindiği üzere hemen her devlet demokratik düşünce bakımından dünyanın lideri olduğunu ifade etmekte, her siyasetçi de gerçek niyetleri ne olursa olsun iddialarında ona dayanmaktadır. Bu fikrin can düşmanları sayılan Hitler, Mussolini gibi diktatörler bile iddialarının en büyük
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
85
kanıtı olarak onu ileri sürmekteydiler. Çünkü
Sosyal eğilim (sosyalizm), yirminci yüzyılda
demokrasi kavramının halkın yüreklerinde sahip
kesin bir ihtiyacı ifade etmektedir. İnsanlığın
olduğu yerin hepsi bilmekteydi. Bu sözcüğe
bu ihtiyacı hissetmesi, demokrasiye yönelik
sarılarak halk kitlelerini arkalarında sürüklemeye
hissinden kesinlikle daha az değildir. O
devam ettiler.
sebepledir ki kısa sürede çok yaygın bir kelime
Burada demokrasi fikrinin tarihsel köklerine inecek değiliz. Fakat en azından Atina ve Roma Cumhuriyetleri döneminden geldiğini biliyoruz. Söylemek istediğimiz, yaşadığımız çağda İngiliz ve Fransız halklarının demokrasiyi monarşiye son vererek Cumhuriyet rejimine geçişi sağlayan devrimlere borçlu olduklarıdır. Yirminci yüzyılda demokrasi kavramının yeri ve önemi budur. Daha sonra gerçekleşen ihtilaller de ana temalarını bu tarihsel köklerden iktibas etmişlerdir. Bunu yaparken de, sırf bir iktibası değil duyulan bir ihtiyacı
bu ekonomik akımı, bütün ulusal sloganlarda, ekonomiyi yakından veya uzaktan ilgilendiren düzenlemelerde hemen görmekteyiz. Hitler’in Almanya’da kurduğu rejime Nasyonal Sosyalizm adını vermesi tesadüf değildir. Aynı şekilde bugün birçok Müslüman Arap ülkesinde kurduğumuz düzen de Kooperatifçi Sosyalizm karakterini taşımaktadır. İkinci Dünya Savaşı esnasında Hitler’in Nasyonal Sosyalist ordusuna karşı savaşan Rus askerlerinin Enternasyonal Sosyalizm uğrunda nasıl öldüklerini gördük.
karşılamaya çalışmışlardır. Demokrasi adını
Sosyalizmle ilgili ifade ve biçimler ülkeden
verdiğimiz bu ihtiyaç, yeni insan kişiliğinin
ülkeye farklılık gösterse de, sosyalist düşünce
yapılanması sürecinde iki asırdır yaşanan
yirminci yüzyılda insanlığın duyduğu ihtiyacın
gelişmenin eseridir. Yeni yapı, Fransız Devrimi’ni
karşılığıdır. Kelime, zaman içinde kitlelerin
hemen öncesinde ilân edilen İnsan ve Yurttaş
duygularını yönlendirme noktasında çok etkili
Hakları Deklarasyonu’nda yazılı olan bireysel
olmuştur. Zira sinirleri harekete geçiren, kalpleri
özgürlüklere dayanmaktaydı. Bunlar zaman
titreten bir özelliği vardır. Zaman içinde hızla
içinde o kadar güçlendiler ki, hiçbir siyasal
yayılmış ve dünya çapında demokrasi kadar
düzenin, anayasasında bu özgürlüklere yer
bilinen bir kavrama dönüşmüştür. Gerek iş
vermeme gibi bir lüksü kalmadı.
dünyasında, gerekse savaş meydanlarında
Demokrasi bu özgürlüklerin sosyal örgütlenmede, siyasal teşkilatlarda ve anayasada uygulanmasından başka bir şey değildir. Bunun yanı sıra otuz kırk yıldır ekonomi
insanların çabalarını bir araya getirmede kullanılan en büyük sloganlardan biri olmuştur. Kültür alanında da en yüksek değerlerden ve büyük ülkülerden biridir.
sahasında yaşanan gelişmelere baktığımızda
Siyaset sahasında açık bir delil, rehber ve
burada da eski ekonomilerde hiç bilinmeyen
burhandır. Sözcüğün yaydığı ışık kısa sürede
bir ilkeye dayalı yeni bir akımın hızla yayıldığını
tüm dünyaya yayılmış, İslam ve Arap ülkelerinde
görmekteyiz. Söz konusu akım, yirminci
de siyaset sahnesine girmiş, hatta düşünce
yüzyılın ayırt edici özelliklerinden biri hâline
hayatını yönlendirme hususunda etkili olmaya
gelmiş olup sosyalist mührünü hem ulusal,
başlamıştır.
hem de evrensel düzeyde vurmaktadır. Bu yeni akım, demokrasiyle de sıkı bir ilişki içindedir. Çünkü sosyalist (sosyal eğilimli) akım, bireysel özgürlüklerin ve ekonomik durumlarla ilgili neticesi ve son noktasıdır. Herhangi bir siyasal düzende bu özgürlüklerin istikrarlı biçimde devam edebilmesi uygun ekonomik şartlar ve kurumlar tarafından desteklenmelerine bağlıdır. Yani siyasal planda demokrasiye duyulan ihtiyaç, ekonomi sahasında sosyal (sosyalist) ekonomi modeline duyulmaktadır.
86
hâline gelmiştir. Sosyal değerlere ağırlık veren
Günümüz dünyasında en az demokrasi ve sosyalizm kadar önemli bir rol oynayan üçüncü bir fikir daha vardır. Bu fikir, dünyada ve yurtta barış fikridir. Artık hemen her yerde siyasetin kullandığı bir slogan, değişik ülkelerde fikir hayatının uyarıcısıdır. Barış sesinin hemen her vesilede biraz daha yükseldiğini görüyoruz. Fertler ve halklar onu kalpleri ürpererek dinliyorlar. Çünkü o da yirminci yüzyılda insanlığın büyük bir ihtiyacını yansıtıyor. Görünen tavır ve sözlerin ardındaki niyetler ne
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olursa olsun günümüzde hemen her siyasetçi
kirli ve günahkâr olan sömürgecilik ruhunun
barış sancağını yükseltmektedir. O da artık
fışkırdığı ülkelerdir. Sosyalizmin ruhu ise ancak
siyaset ve edebiyat gibi alanlarda kendini
komünist ülkelerde bulunur. Bildiğimiz kadarıyla
dayatan bir ihtiyaçtır.
bazı İskandinav ülkeleri bireysel özgürlüklere
Günümüzde konuşmaya başlayan her dil, yazmaya başlayan her kalem, ister istemez barıştan bahsediyor. O kadar ki yurtta veya
yönelik herhangi bir kısıtlama veya kapalı rejim uygulamasında bulunmaksızın sosyalizmin en başarılı uygulamalarına sahne olmuşlardır.
dünyada barışı tehdit edenler dahi “barış”
Aynı şekilde Hint Yarımadası için de mutlak
için hareket ettikleri söylemini dillerinden
anlamda barış adası tanımını kullanamayız.
düşürmüyorlar.
Çünkü bu ülkede de zaman zaman Mahatma
İşte bugünün dünya gerçekliği budur. Bu baskın gerçeklik, insanlığın enerjisini ve tarihsel güçlerini Allah’tan başka kimsenin bilmediği bir sürece kanalize etmiş bulunmaktadır. Şimdi şunu sormamız gerekiyor: Peki, bu gerçeklik karşısında bizim tavrımız nedir? Buna bağlı olarak yeni dünyada yerimiz neresi olacaktır?
Gandi’nin şiddet içermeyen ruhuyla bağdaşmayacak fikirler gündeme gelmiş, Keşmir Sorunu gibi trajediler yaşanmıştır. Her şeye rağmen şunu inkâr edemeyiz ki insanlık, Yeni Delhi’de Nehru’nun, Birleşmiş Milletler’de Khrisna Minon’un yükselen seslerini dinlerken barışın sesine kulak verdiğini hissetmektedir. Çin politikalarının Hindistan sınırlarında yol açtığı son kriz insanlığın bu hissiyatında yanılmadığını göstermiştir. Çin askerleri topraklarını
Bu soruya verilebilecek cevabı mümkün olduğunca somut hâle getirmek için biraz düşünmemiz gerekiyor. Yukarıda söylediklerimize uygun bir coğrafî portre çizdiğimizde bu amaca rahatlıkla ulaşabiliriz. Araştırmamızın ortaya çıkardığı üç temel ihtiyaçtan her birini farklı bir renge boyayalım. Meselâ demokrasiyi mavi, sosyalizmi kırmızı, barışı da yeşille ifade edelim. Öncelik ilkesine dayanarak bu renkleri dünya haritasının üzerine koyduğumuzda tek bir yerde o bölgede yaygın olan ihtiyaca veya hâkim olan akıma uygun tek renk bulunduğunu görürüz. Sonra konuyla ilgili bilgilerimize, tarih ve gündelik basın kaynaklarına başvurduğumuzda var olan her rengin bulunduğu yerde istikrar bulduğunu görürüz. Cevabımız, dünya üzerinde söz konusu üç ilkeye uygun olarak ayrılmış belli ideolojik kümeleri belirleyecektir. Bu ideolojik kümeleri üstteki renklere boyadığımız zaman ortaya şöyle bir görüntü çıkar: Demokrasi rengi, coğrafya olarak Batı medeniyetinin egemen olduğu Batı Avrupa ve Amerika’da, kırmızı renk komünizmin hâkim olduğu bölgede, yeşil renk ise Hint Yarımadası’nda görülecektir. Tabiî bu, gerçek ve katıksız demokrasinin sadece Batı Avrupa ve Amerika’da bulunduğu anlamına gelmez. Zira bunlar, son derece
çiğnerken dahi Hindistan’ın Çin’e yönelik siyasetini değiştirmemesi ise herkesi şaşkınlığa düşürmüştür. İslam ülkelerinin yeni dünyada demokrasiyi temsil ettiklerini söylememiz yanlış bir değerlendirme olmayacaktır. Ancak bu temsilde göreceliği de belirtmemiz gerekir. Aynı şekilde komünist devletler de benzer bir görecelikle sosyalizmi temsil etmektedirler. Günümüz dünyasının gerçekliği budur. Şimdi bu dünyadaki yerimizi öğrenmek istiyorsak, çizdiğimiz ideolojik haritaya dönmemiz ve oradaki rengimize bakmamız gerekecektir. Söz konusu haritadaki yerimizi bulmamız fazla zor olmayacaktır. Çünkü on dokuzuncu yüzyılın diğer haritalarında olduğu gibi bu haritalarda da bizim coğrafyamız beyaz renkte olacaktır. Çünkü buralar henüz bilinmeyen yerlerdir. Coğrafyacıların gezip keşfetmedikleri ve gerekli taramaları yapmadıkları yerlerdir. İslam ülkeleri olarak bulunduğumuz bölgenin beyaz renkte olması, konuşmamızın mantığına göredir. Çünkü bu coğrafya, yirminci yüzyılda insanlığın en büyük ihtiyaçlarından herhangi birini temsil etmemektedir. Bizler yeni dünyada kayıp konumunda bulunuyoruz. Çünkü harita üzerinde varlığımızı gösteren bir renk göremiyoruz.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
87
Konuşmamızın başında zikrettiğimiz
maddeci medeniyet yolunda bizden önce
soruya cevap vermek istediğimizde dünya
giden toplumlar o amaca kesinlikle bizden
kompleksindeki yerimizin gayet önemsiz
önce ulaşacaklardır. Dolayısıyla bizler bu yolda
olduğunu itiraf etmemiz gerekir. Çünkü
gittiğimiz müddetçe, başkaları tarafından zaten
biz, evrensel öneme sahip bir yararı temsil
ulaşılmış bir amaç için yürümüş oluruz.
etmemekteyiz.
Hata açıktır. Biraz daha açık hâle getirmek için
Burada gündeme yeni bir soru geliyor: Bu
meseleyi düz mantık dairesinden, yaşanan
krizden çıkmanın bir yolu var mıdır? Yoksa
gerçeklik mantığına taşıyabiliriz. Görmüyoruz
karamsarlığa teslim olup bu acı gerçeklik
ki füze teknolojisine bizden önce ulaşan ve
karşısında başımızı eğmeli, dünya toplumunda
maddi hayat yolunda kendisini takip ettiğimiz
çöpçülük göreviyle ikna mı olmalıyız?
ülkeler, insanlığın amacını gerçekleştirmiş, bizim
Bence en doğrusu, bizi bu krizden çıkaracak araçlar üzerinde düşünmeden önce bizi buraya düşüren nedenler üzerinde düşünmektir. Şu an çıkmaya çabaladığımız bu krize bizi iten hayatın türlü faktörleridir. Bunlar, yarım asrı aşkın bir zamandır bizi buraya itmektedir. Müslüman halklar sömürge tehdidiyle uyandıklarında, bu ani uyanış onlarda bir canlılık etkisinde
karşılamışlardır. Hatta görüyoruz ki peşinden gittiğimiz güç, sağında füzeler, solunda nükleer bombalarla düşmanlarına tehditler savururken kendisi de sahip olduğu şeyler yüzünden korku içindedir. Durum böyle olunca, maddî medeniyet yolunda izini sürdüğümüz gücün kendine ya da insanlığa mutluluk getirdiğine inanabilir miyiz?
bulunduğu gibi aynı zamanda hataya düşme
İşlenen hata, psikolojik, ahlakî ve mantıksal
faktörü olmuştur. Örnekle açıklamak gerekirse
açıdan gayet açık ve nettir. Krize nasıl girdiğimiz
dört veya beşinci kattaki odasında yangınla
böylelikle açığa çıkmış oldu. Şimdi bundan nasıl
uyanan ve hiç düşünmeden kendini camdan
kurtulacağımız sorusunun cevabını araştırabiliriz.
atan adamın durumuna benzemektedir. Bizler de sömürgeden kurtulmak için hiç istemediğimiz hâlde taklit uçurumuna atladık. Kurtuluş meselesine dair çok karmaşık bir düşünceye sahibiz. Bilinçaltı faktörler, kendimizi kurtarmak için bizi habire sömürgeci medeniyeti taklide itiyor. Tabiî buna bağlı olarak Batılı devletlerin önümüze çizdikleri yolda yürümeye çağırıyor. Bu yolda gidersek, onların ulaştıkları seviyeye çıkacağımızı vadediyor. Hayatımızdaki gelişme ve zaman faktörlerini hesaba katmadan topyekûn bu yolda yürürsek, söyledikleri yere ulaşabiliriz. Fakat biz gelişirken taklit ettiklerimiz de gelişmeye devam edecekler. Dolayısıyla taklit prensibine bağlı kaldığımız müddetçe sonsuz kadar birilerini taklit etmeye devam edeceğiz. Bu yüzyılın başlarında bizleri yaşamaya çağıranlar, aynı zamanda temel bir hataya çağırıyorlardı. Dedikleri yolda yürümeye başladık. Çünkü bir konuda öncü olan ona daha layıktır. Nitekim taklit ettiklerimiz bu bağlamda bizden çok öndeydiler.
Yaptığımız açıklamalardan da anlaşılacağı üzere söz konusu krize düşmemiz, taklit yoluyla olmuştur. Çünkü uyandığımızda girdiğimiz yolu düşünmedik. Kendimiz bir şeyler bularak ve keşiflerde bulunarak değil taklitçilik yaparak devam ettik. Şu an görüyorum ki biraz nefesleniyor ve hâlimizi gözden geçiriyoruz. Buraya kadar zikrettiğim değerlendirme ve gözlemler, mevcut maddeci medeniyetin vardığı sonuçları tamamen dışlamamızı gerektirmez. Bunları yeni türden bir uzmanlık anlayışının geliştiği bir çağda kendi konumumuza göre değerlendiririz. Bu çağda eskiden olduğu gibi sadece maddî hayatın ihtiyaçlarına cevap vermek için çalışan fertler değil, insanlığın ideolojik hayatının içerdiği ihtiyaçlardan her birini karşılamak üzere insan grupları uzmanlaşıyorlar. Çünkü dünya kompleksinde ancak bu şekilde saygın bir yer edinebiliyorlar. Eğer füzeye sahipsek onu insanlığın hizmetinde kullanmaya varız. Fakat unutmayalım ki bu füze,
İnsanlığın nihai olarak varmak istediği amacı bir füzeye benzetirsek –ki böyle bir varsayıma ancak diyalektik bakımından inanabiliriz-
88
karşılamak istediğimiz büyük ihtiyaçları çoktan
bizden önce birilerinin eline de geçti. İnsanî ihtiyaçlardan herhangi birine cevap vermediği de görüldü.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Bu değerlendirmeler ışığında yapmamız
patlamanın çizdiği siluet ufukta göründüğü, bir
gereken kendimizi hesaba çekerek şu soruyu
şehir topyekûn yerle bir olduğu, parçalanmış ve
yöneltmemiz olacaktır: Çıkış yolu nedir? Manevî
yanmış cesetler dağ gibi yığıldığı zaman, işte
aktivitelerimizde, demokrasi, sosyal demokrasi,
bu korkunç ve bir o kadar da hazin manzaranın
barış gibi insanlığın ihtiyaç olarak kabul ettiği bir
ardında insanın yüzü, belki de çirkin bir
ihtiyacın karşılanması hedeflenebilir.
kahkahayla ortaya çıkmıştır. Zafer kazanan
Problemi bu şekilde koyduktan sonra geriye problemin bizim portrede bir çözüm yolu olup olmadığını öğrenmemiz kalıyor. Başka bir deyişle
kötülüğün attığı bu kahkahanın yankıları, belki de o bombayla şehri yok eden “kahraman”ın kulaklarına kadar varmıştır.
Arap halkları ve Müslümanlar olarak insanlığın
O pilot bu korkunç suratı görmemek için yüzünü
iyilik ve yararına olabilecek bir şeylere kaynaklık
çevirmiş, o incitici kahkahayı işitmemek için
edebilir miyiz?
kulaklarını tıkamış olabilir mi? Elbette hayır!
Bu soruya verilecek cevaplarda hata olabilir. Fakat bu, sorunun önemini azaltmaz. Ben de bu soru karşısında kişisel görüşümü belirtirken hata edebilirim. Ancak bu, meselenin genel görünümünü değiştirmez. Yürüttüğümüz aktivitelerde, insanlığın ihtiyaçlarından biri olarak görebileceği bir şey olmalıdır. İşte bu şey, bize dünya kompleksinde onurlu bir yeri garanti edecektir.
Bombayı bıraktıktan sonra uçağının hızını iyice arttırarak o manzaradan uzaklaşmış, kahkahanın yerini motor sesi almıştır. Peki, o katliam sahnesini hafızadan silmek, kulağında çınlamaya devam eden o çirkin sesi unutmak mümkün mü? Tabii ki hayır. O bunları benliğinde, fıtratında ve işlediği çirkinliği gördüğü zaman harekete geçen vicdanında ebediyen taşıyacaktır. İstediği kadar kaçsın, kaçmaya çalışsın. Yaptığı kötülükten dolayı yaşadığı duygulardan asla
Burada kendi kişisel görüşümü ifade edeceğim. Meselenin özünden kopmamak şartıyla başkaları daha güzel gördükleri fikirler getirebilirler. Bana göre insanlığın ihtiyacı tek başına ne sadece Batı’nın tekelinde görünen demokraside, ne komünist devletlerin kendileriyle özdeş gördükleri sosyalizmde, ne de bayraktarlığını Hindistan’ın yaptığı barış ilkesinde kendini
kurtulamayacak, enkaz yığınları üstünden kendisini izleyen kötülüğün o çirkin yüzünü ve yanık bedenleri titreten o çirkin kahkahayı hiçbir zaman unutamayacaktır. Ordudan kaçtı. Ailesinden kaçtı. Dostlarından, her türlü dünyevî zevkten kaçtı. Aradığı teselliyi bulmak ümidiyle bir manastıra sığındı.
göstermektedir. Dünyanın ideolojik renklerini
Bu olayda ders vardır. Bu ders, insanın ne kadar
yansıtan haritada bizim de kendimize özgü
kötülük içinde olursa olsun benliğinde var olan
bir renk ile temsil edilen bir yerimiz olabilir.
iyiliği yitirmediğidir. Çünkü yüreğinde asıl olan
İnsanlık, genel olarak kendisini iyiliğe (hayr) ve
iyiliktir. Kötülük ise gelip geçici bir durumdur.
her türlü kötülükten sakınmaya çağıran bir sese
Bütün bunların anlamı, iyiliğin de her canın
muhtaç durumdadır. Bence bu ihtiyaç diğerlerine
derin ve güçlü bir şekilde hissettiği bir ihtiyaç
göre çok daha hayatî ve acil bir ihtiyaçtır. Çünkü
olduğudur. Amerikalı pilotun Hiroşima’dan
insan, doğası gereği iyiliğe düşkündür. Fakat
döndükten sonra davranışlarına damgasını vuran
bazen sosyal, siyasal ve ekonomik şartlar gibi
da işte bu ihtiyaçtır.
engeller onu bundan yoksun bırakırlar. Bu yoksunluğu hisseden insan, kötü şartların da etkisiyle yalan söylemek, hırsızlık, zulüm, hatta
Eşyaları dikkatle incelediğimiz zaman demokrasi ya da barış düşüncesinin ifade ettiği psikolojik
cinayet gibi ağır suçlar işlemeye başlar.
faktörlerin esasen farklı biçimlerde görünen aynı
Hiroşima kentine ilk atom bombasını atan
benliklerde bulunan iyilik faktörleridir. Bunun
Amerikalı pilot, bunu başta vatanseverlik
anlamı, bu gözlemin doğruluğuna binaen iyilik
olmak üzere birçok motivasyonun etkisiyle
düşüncesinin de insan benliğinde ve ruhunda
yapmıştı. Bu motivasyonları oluşturan ise aldığı
önemli bir yerinin bulunuşudur. Dolayısıyla
kültür ve yetiştiği çevreydi. Ne var ki o devasa
çağımızda iyilik bayrağını kim yükseltirse,
faktörler olduğunu görürüz. Bunların hepsi farklı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
89
insanlığın derinlerinde hissettiği önemli bir ihtiyaca cevap vermiş, kendisine de dünya kompleksinde onurlu bir yer hazırlamış olacaktır. Bu bağlamda bizim yapabileceğimiz, şu ayet-i kerimede çizilen role uygun hareket edebilmektir: “İçinizden iyiliğe çağıran bir
Bu ayet, genel olarak davranışlarımıza yansıyarak insanlığın ihtiyacı bakımından toplumumuza özgü bir cevaba dönüştüğünde, işte o zaman biz de evrensel ideoloji haritasında kendimize özgü bir renge sahip olabilir, dünya kompleksinin en onurlu sakinleri olabiliriz. İyiliği davranışla birleştirirken bunu kasıtlı olarak yapıyorum. Çünkü davranış, soyut iyiliğin anlamını sosyal gerçeklikte tahakkuk ettiren şeydir. İyilik, bildiğimiz yahut ifade ettiğimiz soyut bir hakikatten ibaret değildir. O, sadece akılların kabullendiği yahut insanların şirin görünmediği için bazen hoşlanmadıkları soyut bir gerçek değildir. Çünkü iyilik, bazen öyle negatif motivasyonlar oluşturabilir ki bunlar insanların benliklerindeki iyilik ihtiyacına cevap vermedikleri gibi yoksunluk hâline bile yol açabilirler. Kur’an-ı Kerim bu yöndeki öğütleri sıklıkla tekrarlamış ve bunlardan birinde Hz. Peygamber’e (sav) şöyle buyurmuştur: “Eğer sen haşin ve katı yürekli biri olsaydın, çevrenden dağılıp giderlerdi.” (Âl-i İmran, 3/159) Yine ona genel anlamda şöyle buyurmuştur: “Sen daha güzeliyle karşılık ver. Bu sayede seninle arasında düşmanlık olan samimi bir dost olup çıkıverir.” (Fussilet, 41/34) -Kanaatime göre- dünya kompleksine girişimizin şartı budur. Bu komplekse, hiç kimseyi taklit etmeksizin girdiğimizde, insanlığın en büyük ihtiyaçlarından birine cevap vermek suretiyle herkesin önüne geçmiş ve yeni dünyada kendimiz için de saygın bir yer edinmiş oluruz.
90
www.islamiyorum.com
topluluk bulunsun.” (Âl-i İmran, 3/104)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dosya: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?
İstikbal İslam’ındır Seyyid Kutub “Bu makale yazarın ‘İstikbal İslam’ındır’ isimli kitabından derlenmiştir.”
Beyaz Adamın Devri Sona Erdi Asrımız, İngiliz filozoflarından Bertrand Russel diyor ki: “Beyaz insanın efendilik devri sona ermiştir. Beyaz insanın sonsuza dek efendi kalması da zaten tabii kanunun değişmez bir kuralı değildi. Öyle inanıyorum ki beyaz insan, dört asırdan beri gördüğü güzel günler gibi bir gün daha asla göremeyecektir. Şüphesiz Rusyalı, Asya’da istediği gibi nüfuzunu yayma fırsatı kendisine verilen tek beyaz insandır. Asya milletleri, -tecrübe etmedikleri içinKremlin’in sömürgecilik gayesinin varlığına inanmadan sömürgecilikten nefret ediyorlar. Çünkü onlar, asırlarca Batılı adamın otoritesi altında fakir düştüler. Başlarından geçen bu sömürge olayından nefret eder oldular. Bu sebeple Asya’da Batılı devletlerin eline bir fırsat daha geçeceğini zannetmiyorum. Yalnızca Hindistan’ın Avrupalılarla birlik ve uyum içinde yaşayabileceğine inanıyorum. Arap alemi ise -Mısır ve Pakistan dahil- Komünist Paktı’na meyledecektir.”
gelmez. Çünkü bu peşin değerler, onlara aykırı düşünmeyi, olayları etraflıca görmeyi başka açılardan bakmasına müsaade etmiyor. Olay bundan çok daha derindir. Beyaz adamın efendiliğini sürdüreceği asır sona ermiştir. Çünkü beyaz adamın medeniyetinin sınırlı sermayesi artık tükenmiştir. Elinde insanlığa sunabileceği, beşeriyetin idaresini düzenleyebileceği, insani esaslar içerisinde, insanca değerler ve insani bir hayat için onu hakkıyla ilerletip geliştirebileceği bir fikri, anlayışı, değer sermayesi kalmamıştır. Amerikan tecrübesi namıyla şöhret bulan ferdi hürriyetin, Fransız İnkılabı’nın ve İngiliz Magna Carta’sının doğumundan sonra kısırlaşmış -veya kısırlaşmasına çok az kalmış-tır. Bütün bunlar belli bir zaman için geçerli özel mevzulara, sınırlı hallere cevap veren değerlerdir. Bu sınırlı prensipleri, yaşadığı müddetten daha uzun bir süre yaşatmak
Bertrand Russel bu haberini 1950’de verdi. Görüldüğü gibi bu sözü takip eden olaylar, özellikle Çin’in Komünist Blok’un eline düşmesi bu düşüncenin esasını doğrulamıştı. Fakat biz bu düşüncenin bakış açısını dar, köklerini sathi, dayanağını maddi kabul ediyoruz. Zaten Batılı bir düşünürün, kendisini meşhur kılan mantıklı çalışması ne kadar değerli olursa olsun, muayyen bir kültürün, geleneklerin, medeniyetin ve aklının esiri olacağı bize garip
insanoğlu tarafından beklenemezdi. Bu prensiplerin hepsi de sosyal nizamların onsuz kurulamadığı, oradan fışkırmadıkça ve ona dayanmadıkça prensip ve değerlerin yaşamadığı büyük asıldan, varlığın genel anlamı, insanın bu anlam içindeki yeri ve insan olarak varlığının hedefini açıklayan inanç aslından kopuktu. Ayrıca bu prensiplerin hepsi mahdut ve muayyen, zamana bağlı değerlerdi. Çünkü bunlar esas itibarıyla ana kaynaktan kopmuş
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
91
değerlerdi. Asi bitkiler gibi insan karakterine uygun kökleri yoktu. Çünkü bunlar, insan fıtratının geldiği kaynaktan gelmiyorlardı.
Tehlike Feryatları Dr. Alexis Carrel, Arapçaya tercümesi orta büyüklükte, 376 sahifelik, “İnsan Denen
Bu kökten gelmediği, bu kaynaktan fışkırmadığı
Meçhul” adlı bir kitap yazdı. Kitap yürürlükte
için insan fıtratına ve hayatın fıtratına ters
olan medeniyetin, insana ait önemli özellikleri
düşen bir temel üzerine kurulmuşlardı. İnsanın
öldürdüğü gerekçesiyle ve tabi kanunlara
esasını oluşturan temelleri, ona sarılması
aykırılığı nedeniyle beşer neslini tehdit eden
gereken vesileleri, üzerinde yürümesi gereken
bu uygarlığın tehlikesine karşı ikaz çağrısında
yolu gözetmiyordu. İnsanın insan tabiatından,
bulunmakta, dinlemeyenlerin cezasız
yaratılışının temellerinden, fıtrat gerçeğinden
kalmayacağını, ayrıca bugünkü “ilmin” insan
oluşan gerçek ihtiyaçlarından hiçbirisine cevap
gerçeğini henüz kavramaktan aciz kaldığını ilan
vermiyordu. Onun -insanın insan oluş sebebi
etmektedir.
olan- en mühim temel unsurlarını korkunç kuvvet ve zorbalıkla söküp atıyordu.
Biz, bu ifadeden, bu tehlikeden kurtarma için yapılan feryatlardan ve bu kötü tehlikenin
Bütün bunlar, din ile dünyayı birbirinden ayıran
bertaraf edilmesi için ileri sürülen tavsiyelerden
uğursuz ayrılık sebebiyle meydana gelmişti.
bazı parçalar alacağız.
Bu medeniyet düşünülerek ve şuurlu olarak bile bile dine düşmanlık esası üzerine kuruldu. Aynı zamanda insan gerçeğine, insanoğlunun gerçek ihtiyaçlarına, insan hayatına şekil veren ve onu diğer varlıklardan üstün kılan sağlam değerlerine de aykırı olarak kuruldu.
“Bu kitabın hedefi, herkese, zamanımızda yaşadığımız kainatla ilgili bir takım bilgiler edinme hak ve salahiyeti vermektir. Uygarlığımızın zaafını anlamaya başlamış bulunuyoruz. Bugün birçok insan modern toplumun kendilerine verdiği peşin bilgilere esir
Bu nedenle, insan, aslen kendi mutluluğu, kendi
olmaktan kurtulmaya çalışıyor. Bu kitabımı işte
ilerlemesi ve kendine hizmet için kurulmuş
onlar için yazıyorum. Bu kitabı, -kendilerinde
-hiç olmazsa öyle olması gereken- medeniyet
sadece akli, siyasî ve sosyal bazı değişikliklerin
içerisinde acı meşakkatlerle yol almaya başladı.
yapılmasının zaruri olduğunu idrak etmeleri
Medeniyet, insanlığa aykırı gelmeye başlayınca
için değil- aynı zamanda makine medeniyetinin
bunun tabii sonucu olarak -kısa veya uzun- bir
yıkılıp yerine insanî ilerlemenin sağlanması
müddetten sonra insan da elem ve sıkıntılar,
için bir düşünce tarzının gerektiğini kavramaya
riskler ve acılar içinde medeniyetle boğuşmaya
yeterli cesareti olanlar için yazdım.” (Önsöz s.
başlayınca insanlığın medeniyete galip olması
11-12)
gerekir. Çünkü asıl olan insandır. Çünkü insanın yaratılışı sonradan ortaya çıkan medeniyet metotlarından daha köklü ve daha kalıcıdır. *** Hakimiyeti sürdürmenin ölçüsü bu olduğuna göre, Rusyalı olan kimse, İngiliz, Amerikalı, Fransız, İsveç ve İsviçreli ve diğer beyazlarla eşit şartlara sahip olup aynı hizada olacaklardır. Hayır, belki de Rus genelde ve özelde insan yaratılışıyla şiddetle çatıştığı için ve iğrenç polisiye tedbirleri, kan hamamları, temizlik hareketleri, şebekesi, tutuklama ve ölüm kampları ile daha geride kalmaktadır.
“Çağdaş uygarlık kendini zor bir durumda bulmaktadır. Çünkü o ilmî keşif hayalleri, insanların aşırı arzuları, vehimleri, görüşleri, eğilimleri altında doğmuş olduğu ve bu medeniyet, yaratılış karakterimizin gerçek yönlerinden habersiz olarak kurulduğu için bizim bünyemize uymuyor. O, bizim zoraki gayretlerimizle ortaya çıkarılmasına rağmen bizim bünyemize ve şeklimize uygun değildir.” (s. 38) “Teknolojik hayat düzenlenirken fabrikaların; işçinin fizyolojik, aklî yapısı üzerinde yapacağı tesirler, tamamen ihmal edilmiştir. Çünkü günümüzün teknolojisi, bir şahıs veya bir kaç şahısın en fazla malı elde edebilmeleri gayesiyle, en az külfetle en çok üretim prensibi üzerinde
92
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kurulmuştur. Çağımız endüstrisi makineleri
vardır? Hakikaten, ahlakî çöküntümüze yol
yöneten beşer karakteri düşünülmeden,
açtıktan sonra insana has en güzel varlıkları
fabrikada çalışmak zorunda olan insanlar ve
mahvettikten sonra hayatın gelişmesi için en
onların nesli üzerinde yapabileceği etkiler hiç
küçük bir gayret bile sarf etmemeliyiz.” (s. 60)
nazara alınmadan geliştirilmiştir.” (s. 40)
“İnsan, genetik karakterlerinin, içinde yaşadığı
“Her şeyin ölçüsünün insan olması gerekirken,
ortamın ve modern toplumun kendisine empoze
vakıa bunun tam tersinedir. İnsan, icat
ettiği yaşama ve düşünme alışkanlıkların
ettiği makineler aleminde gariptir. Çünkü
bir sonucudur. Bu alışkanlıkların insanın
o, karakterine uygun bilgilerle donatılmış
duygu ve düşüncelerini nasıl etkilediklerini
olmadığı için kendi başına dünya işlerini tanzim
anlatmıştık. Teknolojinin insanın çevresinde
edemiyor. Bundan dolayı insanlığın içine düştüğü
yarattığı muhite göre onun kendi şahsiyetini
felaketlerden birisi de,- cansızlar üzerinde
oluşturmasının imkansız olduğu ve böyle bir
kaydedilen bilgilerin, hayat ilimlerine nazaran
ortamın insan şahsiyetinin çözülmesini sebep
çok daha göz kamaştırıcı bir tarzda gelişmiş
olduğunu öğrendik. İlim ve teknoloji insanın
olmasıdır. Aklımız ve buluşlarımızın yaratmış
bu durumundan sorumlu değildir. Suçlu olan
olduğu ortam takatimiz ve bünyemize uygun
yalnızca biziz. Çünkü biz, yasak olanla olmayanı
değildir. Biz hakikaten ahlaken ve aklen çökmek
ayırt etmeyi öğrenemedik. Tabii kanunlara
üzere olan şanssız bir toplumuz. Teknolojik
karşı geldik. Böylece en büyük günahı, hiç bir
açıdan en fazla kalkman ve ilerleyen topluluk
zaman cezasız kalmayan bir günahı işledik.
ve milletler, zayıflamaya en çok yüz tutan
İlim dininin ve endüstriyel kaidelerin kuralları,
topluluklar ve milletler olup, diğer milletlerden
biyolojik gerçeklerin baskısı karşısında yenik
ve topluluklardan daha süratle barbarlık
düşmüş bulunuyoruz. Hayat yasak topraklara
ve kargaşalığa döneceklerdir. Fakat onlar
girmek, isteyenlere daima aynı cevabı veriyor.
bunu idrak edemeyeceklerdir. Çünkü ilmin
O, kendisinden bir şey isteyen kimseyi güçsüz
bu toplumların etrafında yaptığı düşmanca
kılar. Bundan dolayı medeniyetimiz yıkılmaya
saldırılara karşı onları koruyabilecek bir şey
yüz tutmuştur. Çünkü cansız madde ilimleri bizi,
yoktur. İşin doğrusu bizim medeniyetimiz de
bize ait olmayan ülkelere sürüklemiştir. Onların
kendisinden önceki medeniyetler gibi hayat için,
bize arz ettiği hediyeleri körü körüne kabul
yaşamayı imkânsız bir hale getiren belirli şartları
ettik. Bu medeniyetin etkisiyle fert daralmış,
meydana getirmiştir. Bunun sebepleri, henüz
ihtisaslaşmış, ahlaksız, geri zekâlı, kendi kendini
anlaşılmamıştır. Çağdaş şehirlerde yaşayan
ve müesseselerini idare etmekten aciz bir
kimselerin sıkıntı ve ızdırapları siyasi, ekonomik
duruma gelmiştir.” (s. 322)
ve sosyal sistemlerinden kaynaklanmaktadır.” (s. 44)
“Uygar milletlerin, akıllarına üç asırdan beri
“Biz, mekanik buluşların çokluğundan hiç bir
kurtarmamız şüphesiz güç olacaktır.
hükmeden bu doktrinin pençesinden kendimizi
yarar sağlayamadık. Tabiat, astronomi ve kimya dalındaki bu pek çok buluşlara yenilerini eklemek için daha fazla gayret göstermemize gerek yoktur. Esasında gerçek ilmin bize doğrudan doğruya hiç bir zararı yoktur. Fakat, onun aldatıcı güzelliği akıllarımıza hükmetmeye, madde aleminde düşüncelerimizi köleleştirmeye başlayınca o artık tehlikeli olur. Bundan dolayı insanın artık kendi nefsine, aklî ve ahlakî aczinin sebeplerine önem vermesi gerekir. Medeniyetimizin büyüklüğü ve çapraşıklığı sebebiyle bizim aczimiz ondan yararlanmaya mani olduktan sonra, rahatın, konforun, güzellik ve manzaraların çokluğunun ne yararı
Öyleyse ilmî medeniyetin, gelişme asrından beri yürüdüğü yolundan vazgeçmesi ve cansız maddeleri basite alır bir tutum içine girmesi lazımdır. Böylece derhal çok garip olaylar meydana gelecektir. Madde hâkimiyetini kaybedecek, akli faaliyetler, fizyolojik faaliyetlere eşit olacak, ahlaki vazifeler ve dini kuralların öğrenilmesi, matematik, fizik ve kimya kurallarının öğrenilmesi gibi zaruri olacaktır. Eğitim araç ve gereçleri yetersiz görülecek,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
93
okullar ve üniversiteler programlarını
olmayacaktır. Freud, tarafgir mekanik bilgilerin
değiştirmek zorunda kalacaklardır.
meydana getirdiği zarardan daha büyük
Sağlık bilginleri, akla, sinirsel bozukluklara değil de, neden sadece organik hastalıklara ihtimam gösterdiklerinden, ayrıca ruh sağlığına neden tam ve mükemmel bir şekilde özen göstermediklerinden hesaba çekileceklerdir. Yine bulaşıcı hastalıklardan dolayı, hastaları, karantinaya alırken, aklî ve ahlakî hastalıklar saçan hastaları neden karantinaya almadıklarından sorulacaklardır. Neden bedensel sağlığa zararlı alışkanlıkları zararlı alışkanlıklar saydıkları halde, insanları, fesada, suça, deliliğe sürükleyen alışkanları zararlı alışkanlık saymadıklarından dolayı yargılanacaklardır. İktisatçılar, insanoğlunun düşünen, anlayan ve
zararlar meydana getirmiştir. İnsanı sadece aklî yönüyle ele almamız, onu sırf tabii yönüyle kimyevi yapısı ile ele almamız gibi tehlikelidir. İnsanın kandaki alyuvarlar, akyuvarlar ve protoplazmanın yakılabilmesi dengesi vs. gibi maddi yapısını mutlaka incelediğimiz gibi onu, rüyaları, şehevi arzuları, ibadetini psikolojik etkileri ve kelimelerin hatıraları yönleriyle de incelememiz kaçınılmazdır. Ancak ruhun madde ile değiştirilmesi maddi kalkınmanın işlediği hayatı düzeltmeyecektir. İnsanın maddeden uzaklaştırılması, akıldan uzaklaştırılmasından daha zararlı olacaktır. Ancak kurtuluş, bütün görüşlerden kaçınmakla mümkün olacaktır.” (s. 331-332)
üzülen bir varlık olduğunu ve bundan dolayı
***
onlara iş, yemek ve istirahattan başka şeylerin de verilmesi gerektiğini, onların fizyolojik
İşte bunlar Dr. Carrel’in ikazlarının özetidir. Onun
olduğu kadar ruhi ihtiyaçlarının da bulunduğunu
tavsiyeleri ve kurtuluş için tavsiye ettiği çareler
idrak edeceklerdir. Yine onlar, iktisadî ve
nelerdir? Kalkınma asrının -sırf- maddeye
malî sıkıntıların sebeplerinin manevî ve fikrî
inanma hatasının aynı zamanda maddenin
olabileceğini de anlayacaklardır.
ihmal edilmesi hatasına düşmeden orta yolu
Ve biz, büyük şehirlerin barbar şartlarını, fabrika ve büro azgınlıklarını, ekonomik fayda uğruna büyük manevî değerlerin feda edilmesini kabule zorlanmayacağız. Yine, insani gelişmeleri zorlaştıran mekanik buluşlardan da kaçınmamız gereklidir.
bütün sahalarını dikkate alarak tashih etmenin metodu nedir? İnsanı, ihmal etmeden onu doğru yoldan saptıran Freud psikolojisine düşürmeden, hayatı felce uğratan Orta Çağ ruhbanlığına yol açmadan onu maddeye hakim kılmanın metodu nedir?
Ekonomistler, her şeyde nihai söz sahibi olarak görünmeyeceklerdir.
Acaba o, insanoğlunu tehdit eden bu büyük tehlikeyi derin bir şekilde kavradıktan sonra;
İnsanın maddi bakımdan hürriyetine kavuşması olayı, hayatımızı birçok yönleriyle altüst edeceği, kesin bir hakikat olduğundan dolayı çağdaş toplum görüşlerimiz doğrultusundaki bu gelişmeye bütün gücüyle karşı koyacaktır.” (s. 329-331) “Bununla birlikte her ne olursa olsun maddenin başarısızlığının ruhî bir tepkiye yol açmaması için gerekli ihtiyatı tedbirleri
makine medeniyetinin değiştirilmesi ve insanlığı geliştirmek için başka bir düşünce şeklinin ortaya konması ve bu sahadaki bütün görüşlerden tamamen uzaklaşma zaruretine çağırmaktan başka ne istiyor? Biz onu hayretle dinliyor ve hayretle karşılıyoruz!
almalıyız. Çünkü teknoloji ve maddeye
Bizler cansızlar ilminden geride kalmış olan
mahkûmiyet başarılı bir sonuç vermeyince
hayat ilminin kurbanlarıyız.
ruhun ve maddenin başarısı da olmayacaktır. İnsanlar, zıt atmosferi, zıt fikri görüşleri seçmek için büyük bir düşkünlük hissederler. Psikolojinin tek başına hâkimiyeti, fizyoloji, tabiat ve kimyadan asla daha az tehlikeli
94
bulup insanın bütün yönlerini, insan hayatının
Bu yaygın hastalığın yegâne ilacı kendi hakkımızda çok derin bir bilgi edinmemizdir. Bu bilgi sayesinde, modern yaşayışın şuurumuza ve vücudumuza hangi mekanizmalarla zarar verdiğini öğrenmemiz mümkün olur. Böylece
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
çevremizdeki şartlarla nasıl intibak edeceğimizi, bunları nasıl değiştirebileceğimizi öğreneceğiz. Çünkü bunlarda bir devrim kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu bilgi, ne olduğumuzu, güçlerimizi ve bunları nasıl gerçekleştireceğimizi mümkün kılan bir metodu bulmamız için bize yol göstererek, fizyolojik zaafımızı fikri ve ahlakî hastalıklarımızı izah etmede bize yardımcı
tasavvurun tabii sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Yine teknik sistem ve üretim araçları bahsinde zikrolunan afetlerde ve insanın insanlığı, kıymetli özellikleri ile gerçek ihtiyaçları yönünden hiç bir önemi olmayan ancak ve sadece ahlakî edebi ve itikadi düşünceye aykırı düşünce ve metotlardan kaynaklanmakta, ahlaki düşüncenin itikadi hayat
olacaktır.
sistemlerini karıştırılmasıyla alay etmektedir.
Çeşitli organik ve ruhî faaliyetlerimize uymayan
Yine insanların sosyal, ekonomik, siyasi ve
kuralları öğrenmek için yasak olan şeyi, mubah şeylerden ayırt etmemiz ve nefsanî arzularımızın etkisi altında kalarak muhitimizde ve kendi nefsimizde adaletli davranmak için hür olmadığımızı anlamayı ancak bu ilimler
eğitim sistemlerini kurarken kendi az bilgilerine veya -Dr. Carrel’in dediği gibi- insan yaratılışı ve gerçeği hakkındaki cehaletlerine güvenmeleri de kendiliğinden meydana gelmemiş, bilakis Allah tarafından gönderilen her şeyiyle ilahî metoda
vasıtasıyla öğreniyoruz.
çağıran onlara insanın gerçek yönünü tanıtan
Hayatın tabu şartları, modern medeniyet
ortaya çıkmıştır. Bu medeniyetin üzerinde
tarafından ezildiği ve çiğnendiği müddetçe insan
kurulduğu bu düşmanlık, Avrupa’da ilimle
ilmi, bütün ilimlerin en zararlısı haline gelmiştir.
kilisenin uğursuz çatışması sonucu meydana
İşte, bu kahredici tehlikeyi bütün derinlikleriyle
her şeye düşmanlık ruhunun tabii sonucu olarak
gelmiştir.
idrakinden sonra dünyaca meşhur büyük alimin
Bu seri işaretlerden sonra olayın, dünyaca
dağarcığında olanların tümü bundan ibarettir.
meşhur bir büyük alimin tasavvur ettiği ve kısım
Dr. Carrel’in bu öneriyi vermesi ve onu problemin yegane -bu beşeriyetin insaniyetini muhafaza edecek bir şekilde ayakta kalabilmesi veya insaniyetin barbarlık ve vahşete yuvarlanması problemlerinin- çözümü, mümkün olan tek çözümü olması itibariyle insan ilimlerinin önemini çoğaltmaktadır. Bu görüş, -yukarıda belirttiğimiz gibi- bu medeniyetin, medeni milletlerin fikir ve tasavvurlarını şiddetle etkilediğine dikkati çeken açık bir olaydır. Şöyle ki; bu medeniyet, onları ilim ve olaylarla sınırlanmış (çevrelenmiş) ve bağından kurtulmaları mümkün olmayan demirden bir kafes içine hapseder. Yine bu görüşün verdiği sonuca göre çözüm oradan gelmeyecektir. Çünkü bu durum kafesin içinde değil kafesin
medeniyetin gölgesinde meydana gelen ve onun aklını çelen bağlar nedeniyle üzerinde ısrar ettiğinden daha derin olduğunu anlıyoruz. *** Dr. Carrel, insan güç ve yapısının teknik medeniyet karşısında tehlikede olduğu hususunu hissettiği gibi yine Amerika Dışişleri eski bakanlarından John Foster Dulles da ABD’nin ve Batı dünyasının, maddeci doktrin ve tarihi maddecilik üzerine kurulmuş temelinin komünizm rejimi karşısında tehlike içerisinde olduğunu hissetmiştir. Bay Dulles “Harp ve Sulh” adlı kitabında bu tehlikeden dolayı korkunç feryatlar ediyor ve tehlikenin bertaraf edilmesini istiyor. Ancak onun önerileri de yine
dışından gözetleyen bir gözcüye ihtiyaç vardır.
kısmi olup meseleyi kökten halledememektedir.
Beşeri ilimlerin, cansızlar ilminden geri kalmış
kilise ve toplum hayatında meydana gelen tarihi
olması -Dr. Carrel’in kitabında söylediği
olaylardan sonra, işgal ettikleri bu mevkileri
gibi- kendiliğinden ortaya çıkmış değil, bu
itibarıyla güçlerinin ve tabii durumlarının
medeniyetin daha kuruluşu esnasında insanı
kaldıramayacağı görevler istemiştir.
değerli sayan ve onu yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak gören doğru itikadi düşünceden ayrılarak bu medeniyetin üzerine kurulduğu bozuk
O, kilise adamlarından uzun zamandan beri,
“Ruhi ihtiyaçlarımız” bölümünde şöyle diyor: “Milletimizin içerisinde cereyan eden bazı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
95
kötü şeyler vardır ki eğer onlar olmasaydı biz
sonuç olduğunu teşvik ettiğinden dolayı ve
-bu iyi halimizle birlikte- yine de zor duruma
itikatları güçlendireceği için; güzel olacaktır.
düşmezdik. Bu psikolojik durumda, içimize
Böylece nisanlar uzun vadeli teşebbüsler
derin bir korku sinmiş olduğu halde müdafaa
için gayret sarf etmekten kaçınacaklar ve
durumunda kalmamız bize hiç yakışmıyor. Bu
maddi menfaati elde etmek için mücadeleye
bizim tarihimizde yepyeni bir olaydır.”
girişeceklerdir.”
“İş madde ile ilgili değildir. Dünyanın maddi
“Bu değişikliklerle beraber gittikçe artan
bakımdan en yüksek üretimi bizdedir. Hiç
tehlike gelişir. Amerikalılar emniyeti güçte
şüphesiz yegane eksiğimiz, doğru ve güçlü bir
olsa mümkün olan tek yolla temin ettiler. Yani
imandır. Onsuz, bizde bulunan her şey yetersiz
büyük çalışmalar sonucu ancak temin ettiklerini
olacaktır.”
kastediyorum. Çalışmalarımızda eksiklik olacak
“Politikacıların, güçleri ne kadar yükselirse yükselsin, diplomatların maharetleri ne olursa olsun, âlimlerin, buluşları ne kadar çok olursa olsun, bombaların tahrip gücü ne olursa olsun, bu eksikliğimizi gideremeyeceklerdir.” “İnsanlar, maddî şeylere itimat etme düşüncesine kapıldıkları zaman onun kötü sonuçları da kaçınılmaz olur.” “Ülkemizde, sistemlerimiz, kendilerini savunmak için gerekli ruhî samimiyete sahip değiller. Akıllar, hayret içerisindedir, ruhlar bir birinin bugüne kadar keşfettiklerine göre milletimizi birbirine düşman kılan bir karışıklığa maruz bırakacak ve casuslukla mücadele eden hiç bir kuruluş bizi bu şartlarda koruyamayacaktır. Bu medeniyet, herhangi bir milletin karşılaşabileceği en sert deneylerle karşımıza çıkıyor. Bu deneylerde refah içinde yaşam tecrübesidir.”
bizden süratle uzaklaşacaktır. Ve durum daima böyle olacaktır. Zenginlik derecemiz ne kadar yükselirse yükselsin emniyetin herhangi bir para miktarı ile satın alınması mümkün olamaz. Ne beş milyon, ne de elli milyon emniyet için yetmez. Emniyet ve barış satın alınması mümkün olmayan iki şeydir. Gerileme devrinde Roma devletinin güçlüleri sulhu satın almaya yeltenmişlerdi. Ancak bu kendilerini yok etmek isteyenlerin iştahlarını artırmaktan başka bir işe yaramamıştır.” “Bizim nüfuzumuz ve emniyetimizin düşüş gösterdiği ölçüde komünist Rusya’nın nüfuz ve emniyeti yükselme kaydetmektedir. Bizim 19. asırda yaptığımız büyük Amerika denemesini taklit ederek onlar da bütün dünya halklarının akıllarını çelmek için tamamen büyük komünist Rusya denemesinin dalgasını taşıyan politikalarla nüfuzlarını kurabilirler. Hatta fiilen bu nüfuz uygulanmaktadır.”
“İsa (a.s.) demiştir ki, bu maddi eşyaları ancak Allah’ın emrettiği şeyler için çalışanlar ve onun adaletini gerçekleştirmek uğruna çalışanlar elde edecekler. Fakat durum böyle olunca büyük imtihan başlar. Çünkü bu maddi şeyler, -insanın korktuğu gibi- ruhlara işleyen bir pas olabilir.” “Yine elimizde bulunan örneklere göre en yüce varlığa karşı görevlerini hissedenler onun iradesinin gerçekleşmesi için uğraşırlar. Çünkü onlara, imanları kuvvet, fazilet ve geniş hikmet verir. Onlar, sadece bu günlerini değil, yarınlarını sırf kendi nefisleri için değil bütün insanlık için imar etmektedirler. Böyle bir temel üzerinde kurulan toplumda -eğer şartlar elverirse- servet ve refahın herkes için olacağı sonucuna varılır. Bu yan ürünler, ortaya çıkması, inancın beklenen
96
olursa ve emniyeti sonuç olarak ararsak emniyet
“Komünist düşüncelerin aldatıcı ve saptırıcı olduklarını biliyoruz. Yine biz biliyoruz ki, komünist Rusya kendi memleketinde gerçekleştirdiği tecrübeyle orada hür ve tarafsız olarak hüküm sürmeye asla kapılarını açmayacaktır. Yine biz biliyoruz ki; bu düşünce sisteminin sahte, düşürücü ve yanıltıcı pençesine düşen kimseler bu rejimle gerçek arasındaki farkı er geç idrak edeceklerdir. Örümcek, güneş ışıklarına karşı parlayan güzel bir ağ örer ve sinekleri salonuna davet eder. Komünizm propagandası da örümcek ağı gibi çekicidir. Onun ağına bir millet düştüğü zaman, istibdat o milletin ruhi güçlerini kemirir ve bitirir. Fakat buna rağmen komünizm, bir ümit gibi -Asya’nın her tarafında, Pasifik adalarında, Güney
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Amerika’da, Afrika’da ve hatta Batı Avrupa’da
satılmadıkça, toplumumuzu adilikten
bile- halk tabakalarından kabul görür.
ve imanın gelişmesine imkan vermeyen
“Stalin şöyle demiştir: Marksizm ve Leninizm’in güç ve hayatiyeti gizlidir. Şöyle ki, bu rejim toplumun maddi hayatının geliştirilmesine muhtaç olduğu için pratik faaliyetlerini bu sahada yoğunlaştırır.” “Anlaşılıyor ki; komünist olmayan bir çok ülke -Hıristiyan Batı ülkeleri dahil olmak üzeretoplumun maddi hayatının gelişmesine öncelik vermektedirler. Fertlerin, kendileri ile psikolojik durumlarını ikinci sıraya almaktadırlar.” “Komünistler Batı toplumlarının bile komünizmin maddi nazariyesini tatbik etmelerinin gerekli olduğunu ispatlamak için bu durumu misal gösterirler. Batı’nın ileri gelenleri, bunu inandırıcı bir şekilde reddedememektedirler. Böylece komünist Rusya’nın propagandası dünya çapında büyük ölçüde yükselmektedir.” “Bizim açımızdan zorluk, imanımıza ve imanımızla faaliyetlerimiz arasındaki alakaya karşı kapalı, donuk bir hal içinde oluşumuzdan kaynaklanmaktadır.”
değersiz hayat şartlarından kurtarmadıkça, toplumun değişmesini sağlayacak samimi işler yapmadıkça, dünya çapında Sovyet Rusya komünizmi ile mücadele etmemiz, onun yalan, terör ve zulüm üsluplarıyla başa çıkmamız imkansızdır.” “Dinsizlik ve maddeciliğe düşmeden, sosyal adaletin sağlanabileceği görüşümüzü ortalığı çınlatırcasına haykırdık. Bu bir ferdin diğer ferde karşı sosyal sorumluluklarını kabul etme veya ondan kaçmaya olan ihtiyari rağbetine dayanan bir şeydir.” “Bunun sonucu olarak dindar görünmemize rağmen dinimize olan inancımızı ve ibadetleri yapma alışkanlığımızı kaybettiğimiz gibi toplumumuzun büyük çoğunluğu hür bir ortam içerisinde imanlarını kaybettiler. Biz, dinle dini uygulamayı birbirinden ayırdık. Bununla birlikte imanın her zaman yeni olaylarla birlikte sürdürülebileceği inancımızı kaybetmedik. Fakat iman ile amel arasındaki ilişkiler kesildiği zaman dünyanın her tarafına yayabileceğimiz manevî kuvveti geliştirmemiz mümkün olmayacaktır.”
“Biz hürriyet ve kurtuluştan, insan haklarından, temel hak ve hürriyetlerden, ferdin değer, kıymet ve insanlığından güzel ve tesirli sözlerle bahsedebiliriz. Ancak konuşmalarımızın büyük bir kısmı toplumumuzun ‘ferdiyetçilik’ üzere olduğu zamanla ilgili olur. Bunun neticesi olarak da ferdiyetçiliğin ‘erken ölüm’ anlamına geldiği bir toplumda o konuşmalarımızın pek bir tesiri olmaz.”
“Bütün bunları değiştirmek zorundayız. Biz, ‘maddî şeyler önde gelir, ruh ona tabidir’ diyen Marksist nazariyeyi kolayca reddedebiliriz (Hatta reddetmek zorundayız). İstisnai bir şekilde olsa bile kulluk ve istibdadın tasvip edilmesi imkansızdır. İnsanlığın kurtuluş ve özgürlüğünde önce, imanı birinci dereceye koymaktan korkmamamız gerekir. Yüce Allah insanı maddî üretici olmaktan öteye daha önemli bir vazife
“Yine biz gerçekleştirdiğimiz maddi gelişmeden, toplu üretim üstünlüklerinden, vatandaşlarımızın malik olduğu araba, radyo ve televizyon sayılarından da mübalağa ile bahsedebiliriz. Fakat bizim bu maddi tasvirdeki mübalağamız bazı kimselere ruhi açıdan iflas ettiğimiz düşüncesini verir. Bazılarını da bize karşı kıskanç kılar ve toplumun maddi hayatın geliştirmesi için topluca sarf edilen gayretten dolayı komünizm toplumunun öğünmesini, daha fazla sevilmesini sağlar.”
için yaratmıştır. Ve onun yaratışının esas gayesi, cismani emniyetten başka bir şeydir. İnsanları dünyanın her yerinde ruhî, aklî ve kendisine mensup olduğu toplumun iktisadî refahlarını arttıracağı bahanesiyle durmadan artan iktisadî sıkıntılardan mutlaka kurtulması gerektiğine inanmanız gerektir diyen dini görüşe sarılmamız gerekir.” “Yine hür bir toplumun manası, içerisinde her ferdin kendi başına buyruk olduğu toplum demek olmayıp bilakis birbiriyle dayanışma
“Oluşmakta olan modern toplumumuzda iman gücü olmadıkça ve manevi vasıtalara
halinde bulunan bir toplum olduğunu açıkça bilmemiz lazımdır. Müslümanları birbirine
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
97
bağlayan bağlar her şeyden önce imandan
Allah (c.c.)’tan korkan her şahsın veya vatanını
gelen kardeşlik bağlarıdır. Çünkü insanlar Allah
seven herkesin önüne serdiği bu son çağrılara
(c.c.)’ın gözetiminde kardeşler olarak yaşamak
kolayca uyma imkanı yoktur.
için yaratılmışlardır.”
Mesele bundan daha da derindir. Kilisenin
Sonra bu faslı şu sözleriyle kapatıyor: “Bu görevin ortaya konması, her şeyden önce milletimiz içindeki rûhânî liderlerin görevleridir. Onların meselenin sırrına vâkıf olmaları, zararlı metotları ve komünist Rusya’nın hazırladığı
üçüncü olarak da kilisenin, konsüllerin ve papazların onu bozmasından sonra, insan hayatına kâmil ve kapsamlı bir şekilde temel teşkil edecek Hıristiyanlıktan eser kalmamıştır.
planlan barışçı yollarla bozmaktaki paylarının
Hıristiyanlık düşüncesinden geride kalan
büyük olmasını kolaylaştıracaktır.”
son kalıntıları da B. Dulles’ın ifade ettiği gibi
“Daha yüksek frekanslı Amerikan sesleri icat etmemiz de asla faydalı olmayacaktır. Ancak şimdiye kadar söylenenlerden daha çok aldatıcı söyleyeceğimiz bir şey varsa o başka!” “Vaiz ve öğretmenlerin birçoğu ilmi gelişmenin insanın zarar verme gücünü çok fazla artırdığından dolayı üzülüyorlar. Bilginin haddizatında kendisinden kaçınılması mümkün olmayan bir şey olduğunu kabul etmemiz gerekmez.”
Amerikan maddi uygarlığı yerine getiremiyor. Bu uygarlık önce aşırı ihtikarcı, faizci, kapitalist sistemi temsil eden sıkı ferdiyetçilik programı üzerine kurulmuştur. B. Dulles’ın kendisinin bile -tehlike zamanında bu çağrıda bulunurken- Hıristiyanlığın geride kalan fikirlerinin tatbik olunabileceği düşüncesine inandığını hiç sanmıyorum. Çünkü Hıristiyanlığa göre öncelikle yapılması gereken şey! Hıristiyanlığın, her semavi dinin ve her aklıselimin yasakladığı, insanlık ve materyalist
“Büyük maddi kuvvet, ruh asrında değil sadece madde devrinde tehlikeli olabilir. Aslında ilmî gelişmenin durdurulması veya gerilemesine teşebbüs etme yerine, rûhânî ibadetlerin gelişmesine önem verilseydi çok daha iyi olacaktı.”
medeniyetin sıkıntılarında ilk ve en büyük payı olan bu medeniyetin üzerine kurulduğu faizci sistemin ortadan kaldırılmasıdır. B. Dulles Hıristiyanlıktan, kendi ekonomik sisteminin özüne müdahale etmeyen, aynı zamanda komünizm felaketini def edici ve diğer
“Başkan Wilson ölümünden bir kaç hafta önce devrimci hareketlerin ve komünistlerin çalışmalarının tehdidini kapsayan bir makale yayınlamıştı. O, bu makalesini şu sözleriyle bitirmişti: Problemi bütünüyle özetlersek şöyle diyebiliriz; medeniyetimiz kendi ruhaniyetini tekrar elde etmedikçe, sırf maddî yönüyle daha uzun süre ayakta durmaya muktedir olamayacaktır.”
siyasî gayelerini gerçekleştirecek hayret verici bir şeklin gerçekleşmesini istemektedir. Hatta B. Dulles, dini düşünenin bütün yönleriyle hayatın özüne yerleştirilmesi görüşünde samimi olsa bile, unutulmamalıdır ki, Hıristiyanlık prensipleriyle, yaşanan hayat gerçekleri arasında geçilmesi ve üzerinde bir köprü kurulması mümkün olmayan bir uçurum vardır. Beş yüz yıldan beri devam etmekte olan din
“Bu, kiliselerimize, siyasî kuruluşlarımıza, kendi kapitalizmimize, Allah (c.c.)’tan korkan her ferde ve vatanını seven herkese karşı son bir çağrıdır.”
ile devlet arasındaki acı çatışma bu uçurumun kazılmasında ve derinleştirilmesinde görev almıştır. O, kilise erkanına ve ruhani liderlere güçlerinin
Ancak daha önce Dr. Carrel’in çağrılarında olduğu gibi B. Dulles’ın bu çağrısını kolayca kabul etmek mümkün olmadığı gibi Dulles’ın kiliselerine, siyasî ve kapitalist kuruluşlarına,
98
elinde, önce Pavlos’un sonra da Konstantin’in,
yetmeyeceği bir işi teklif ediyor. Ellerinde kalan Hıristiyanlığın bozuk kalıntıları ile kilise ve adamları din ve dindarlarla insanların vicdanları ve akılları arasına girmiş olan acı bir tarihe ve hayatın bütün yönleri, fikir ve düşüncenin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
dine düşmanlık temeli üzerine kurulduğu
insanın özellikleri ve esas unsurları hakkında
faydasız bir ayrılıktan sonra onlardan bazı
tam bir bilgisizlik üzerine kurulmayan bir sistem
vazifeleri istiyor. Onları, güçlerinin yetmediği
arzuluyor.
bir konuda sorumlu tutuyor, diyorum. B. Dulles, onlardan bu bozuk kalıntıdan imanla amel, fertçilik ile toplumculuk, ruhla madde, ilmi gelişme ve bu gelişme üzerine ruhun etkisi ile toplum hayatının ruhani imanın hakimiyeti ile geliştirilmesinin aralarını birleştirecek bir sistem oluşturmalarını istiyor. Öyle bir sistem ki; din ile dinin uygulanması arasındaki farkı ayırt etmiyor. “Dinsizlik ve maddecilik olmadan sosyal adaletin sağlanması imkansızdır” sözünü reddediyor ve maddi şeylere öncelik tanınmasını veya kölelik ve istibdadın maddi üretimi artıracağını veya üretimi artırma uğruna aklî, ruhî ve iktisadî hürriyete tecavüzü reddediyor. Bu metot uğruna aklî, ruhî ve iktisadî hürriyete tecavüzü reddediyor. Bu metot, öyle bir metottur ki; din adına ilmi gelişmenin durdurulmasını istemiyor, ilim ve bilgide geriye dönmeyi dindarlık için yegane vesile saymıyor, hülasa bu metotta ibadet gelişir nihayet “çalışma” ibadetin bir şekli haline gelir. Bozuk bir düşüncenin kalıntısı acı bir tarih enkazı, aşılmaz ve üzerinde köprü kurulamaz bir boşluk, -bütün bu karışıklıklar içinde oluşan- dinleri ile genel olarak hayatın akışı ve özellikle de bu materyalist medeniyetin arasında böyle bir metodu nasıl bulabiliyorlar? Bu metodu ortaya koyacak kavim, başka bir kavimdir. Bu metodu en mükemmel suretiyle ihtiva eden din bugün kendi kavmi nazarında din namı ile anılan şey değildir. B. Dulles, Batı sistemlerini komünizm tehlikesinden korumak için dini, bir ordu gibi kullanmak istiyor. Fakat din bu küçük savaşta hiç bir şeyi yapma imkanına sahip değildir. Diğer bir ifade ile iki maddi sistem arasındaki savaşta dinin yapabileceği bir şey yoktur. O, isteyerek içine düşürüldüğü yürekler acısı bu durumu ile bir şey yapma imkanına sahip değildir. O insanların hayatından kötü bir şekilde uzaklaştırıldıktan sonra insanları müdafaa etme gücüne sahip değildir.
Sanayi kurulurken, fabrikaların işçilerin fizyolojik ve akli durumları üzerinde yapabileceği etkileri tamamen ihmal etmeyen aynı zamanda bir ferdin veya fert guruplarının üretimde mümkün olan en büyük payı alabilmeleri için en az külfetle en fazla üretim prensibini de tasvip etmeyen bir sistem arzuluyor. Sakat ve dar kafalı, aşağı mertebede kişilerin oluşmasına sebep olmayan, his, nezaket ve dini kaidelerin gelişmesini engellemeyen ve gizlemeyen, bizi ahlaken ve aklen düşük duruma düşmeye zorlamayan, değerlerimize ve toplumumuza aykırı bir çevre oluşturmayan bir sistem... Ferdin kişiliğini defterinden tamamen silmeyen, fakat aynı şekilde ferdin toplum hayatına olan ihtiyacını da unutmayan, “Koyun sürülerine benzeyen büyük sürüler halinde, besleniyor, yaşıyor ve çalışıyoruz” demeyen bir sistem... Erkeğin ve kadının kişiliğini ortadan kaldırmayan bir sistem... “Gerçekten ikisi arasındaki dengesizliği ihmal etmek çok tehlikeli bir iştir.” İnsanoğlunun hayatını, “Marks’ın, Lenin’in ve Freud’un hayalleri”, insanların hevesleri, arzuları, görüş ve eğilimleri önüne bir ganimet gibi terk etmeyen bir sistem... Fıtrat kurallarıyla çatışmayan, yasak topraklara girmeyi teşvik etmeyen, insanın hayat yapısının gerçekleriyle çatışmayan bir sistem... Son olarak, maddeciliğin çöküşünü, Avrupa’nın ruhbanlık sistemi olarak tanıdığı negatif ruhaniyetçiliğe ve Freud’un sapık psikoloji görüşüne bağlı olmayan bir sistem... Fakat Dr. Carrel, insan aklının tabiatı gereği insanı tanımaktan aciz olduğu sonucuna vardığı halde, bu meziyetlere sahip olan bu sistemin kuruluşunu “insanın ilmi”nden arzu etmektedir. Pekala, Mr. Dulles’ın arzu ettiği şey nedir?
Kurtarıcı Dr. Carrel, insanı “her şeyin ölçüsü” sayan, onu “kendi icat ettiği dünyasında garip” yapmayan,
O, ruhaniyete ikinci mertebeyi vermekle beraber, toplum hayatının gelişmesi için
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
99
maddeye mutlak öncülük vermeyen ve imanı
Yalnız, açıkça bilinmesi gereken şey şudur ki; ne
fertlerle ilgili ikinci derecede bir olay olarak
insan ilmi Dr. Carrel’in çağrılarına ne de kilise ve
kabul etmeyen bir sistem istemektedir.
onun ruhani papazları, Mr. Dulles’ın çağrılarına
İnsan ve onun canlı faaliyetlerle olan ilişkisine karşı kapalı bir tavır almayan bir sistem. Bazı durumlarda “erken ölüm” manasına gelen -Amerikan tecrübesinin tanımladığı gibi- mutlak ferdiyetçilik esaslarına dayanmayan bir sistem... Dinsizlik ve maddeciliğe düşmeden de sosyal adaletin sağlanabileceğini göstermek için -ağıt mırıldanırcasına- ses çıkarmayan bir sistem... Din ile dinin yaşanması konularının arasını açmayan, imanla amel arasındaki irtibatı kopar-mayan, imanın yeni ortamlarla birlikte yürüyemeyeceği iddiasında olmayan bir sistem...
Bu her iki bilginin kurtarıcı için aradıkları bu vasıflar hiç şüphesiz “Bu din”den başkasında bulunmamaktadır. Bu her iki bilgin tarafından vasfedilen sistem, insanoğlunun tanıdığı nizam, mezhep ve nazariyelerden yalnızca İslam ile uyuşmaktadır. -Ufkunun geniş ve ilminin derin olmasına rağmen- Dr. Carrel beyaz olduğu için bu kurtarıcıya yönelmemiş, o, bütün övgülerini beyaz ırka yöneltmiştir. Kitabını, beyaz ırkı uyarmak için yazmış, bütün ilgisini beyaz ırkı tehlike ve uçurumdan kurtarmaya yöneltmiştir. İslam, beyaz insan yapısı değildir. Bu sebeple
Maddî şeylere öncülük, ruhî şeylere de ona tabiliği ve -istisnaî durumlar için bile olsakölelik ve istibdadı doğru saymayı, insanı sadece bir üretim aracı olarak saymayı, ruhi ve akli hürriyetin zararına olduğu takdirde iktisadi refahı reddeden bir sistem... Bu sisteme göre kurulan toplumda fertler, din kardeşi olarak yaşıyorlar, kardeşlik bağları onları birbirine sımsıkı bağlayan bağlar olup toplumlarını bozuk ferdiyetçilikten ve yine bozuk toplumculuktan koruyan bir sistem... İmdadına gelen ruhun, ilmî kültüre hakim olmaya devam ettiği ilim ve marifetin sırf dini iman için tehlikeli oluyor diye onların ilerlemesinin durdurulmasının istenmediği bir sistem...
evrensel büyük alimin ona yönelmesi mümkün değildir. Yine Mr. Dulles da bu kurtarıcıya yönelemez. Çünkü beyaz insan olmaktan öteye bu dinle önemli bir ilgisi vardır. Asrımızda İslam’a karşı yürütülen savaşta en büyük payı olan, istisnasız dünyanın her tarafında bu dine karşı tuzaklar kurulmasında payı olan, İslam dininin yerine -onu kaldırarak- insan yapısı, başka düşünce ve değerler yerleştirmeye çalışan siyasi bir bilim adamıdır. Bütün bu çağrılara tek başına cevap verebilen bütün bu meziyetleri yalnız kendisinde toplayan, insanoğlunun şifası için gerekli “reçeteye” sahip olan din yalnız “Bu Din”dir. ***
Son olarak, inanç ile amel arasındaki ilişkiyi açıklığa kavuşturan, içinde ibadetin gelişerek nihayet çalışma ibadetin bir şekli haline geldiği bir sistemi özlüyor.
İslam, Avrupa’nın ve bütün dünyanın uğursuz ayrılık döneminden önce ve sonra tanıdığı sistemlerden ayrı, asil, temelli müstakil, kapsamlı ve tam bir sistemdir. Sadece mevcut
Ancak Mr. Dulles, Batı Kilisesi’nin tarihini, onun toplumla arasındaki faydasız çözülmeyi ve kilisenin içine düştüğü acıklı durum hakkındaki bilgilerine rağmen bu sistemi, Amerikan kilise erkânı ve kendi ülkesindeki ruhani liderlerden istiyor. ***
100
cevap vermeye muktedirler.
nizam ve kanunları değiştiren değil çalışma ve gerçek hayat için bir sistem olduğu gibi aynı zamanda düşünce ve inanç sistemidir. Buradan, hareketle İslam beşer hayatını yeni temel üzerinde tanzim etmeye gücü yeten yeterli, tek ve yegane yeni bir hayat sistemidir. Gerçekten, insanlık toplumu yolunu şaşırmıştır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Bu şaşırma insani bilgileri bir yana bırakıp
uygun olan diğer bir temel üzerine kuran,
cansızlar ilmi ile uğraşılmasından itibaren
kendisine ters düşen medeniyet fabrikalarında
olmamıştır. Bu şaşırma aletlerin kendi hayatına
imal edilen renkli ve suni pencerelerinden
hakim olmasına ve o hayatın, insan karakterine
görüldüğü şekliyle değil, hakikatte olduğu
aykırı biçimde şekillenmesine müsaade
gibi kâinat gerçeklerine uygun ciddi, hakiki ve
etmesinden itibaren de olmamıştır.
mükemmel yeni bir düşünce sistemine şiddetle
Bu şaşırma, siyasi, içtimai ve iktisadi sistemlerin
ihtiyaç vardır.
sömürücülerin insafına terk edildiği ve Dr.
İnsanın yapısı hakkındaki az ve sınırlı ilmimiz
Carrel’in dediği gibi onlar da bu sistemleri
veya dünyaca meşhur bu bilginin belirttiği gibi
insanlığın zararına ve onun gerçek ihtiyaçları
onunla ilgili tam bilgisizliğimiz, hayat yapısının
dışına yönelttikleri günden itibaren olmamıştır.
ilk ve temel projesini koyanın biz olmamıza
Hayır! Bunlar, esasta bozulan tarihin sonraki aşamalarıdır.
kesinlikle izin vermemektedir. Eğer küçük maddi bir cihaz hakkındaki ilmimiz
Esasen insanlık toplumu, diriliş asrı, aydınlık asrı, teknolojik kalkınma asrı ile birlikte gelen uğursuz karışıklıkların onun Allah’ın nizamından tümüyle uzaklaşmasından -sadece kilisenin düşüncelerinden değil- ve ilahi inanç düşüncesiyle sosyal hayat nizamı arasına faydasız ayrılığın düştüğü günden beri yolunu şaşırmıştır. Dr. Carrel’in zannettiği gibi “hayat bilgisine ve insan bilgisine ihtimam göstermek” suretiyle yapılan cüzi yamalama hiç bir fayda vermedi. Çünkü insanlar, hayatlarını, bildikleri uğruna yöneltmez, değiştirmezler, bilakis insanlar insanın insan olduğuna inandıkları için hayatlarını yöneltirler veya değiştirirler. Dr. Carrel, teknolojik medeniyetin değişmesinin ve yerine beşeriyetin ilerlemesi için başka fikirlerin doğmasının zorunlu olduğunu zikrederken; ondan tam sıçrayıp demirden, ilim kafesinden çıkmasını beklemiştim. Ancak o bu büyük sıçramayı başaramadı. Ve uçuruma yuvarlanır gördüğü zavallı insanlığa uyarı sesleri ile haykırarak kafesin içinde kaldı. Tehlike tehdidi altında olan insanlık hayatı, bu tam sıçramaya ve Allah’ın kendini yarattığı gerçek yaratılış karakterine dönmeye gerçekten muhtaçtır. Ancak bünyesinde tehlike taşıyan,
veya ilimsizliğimizin sınırı bu kadar olsaydı o cihazın sahibi, -montajı şöyle dursun- tamiri için bile onu bize bırakmaya güvenmeyecekti. Halbuki biz, bütün bu bilgisizliğimize rağmen yeryüzündeki her şeyden daha değerli ve kıymetli insan için bir nizam koymaya kalkışıyoruz. Ve bu nizamın işleyeceği suçlara da aldırmıyoruz. İnsan aklının maddi alemde yaptığı olağanüstü icatları görerek aldanıyoruz. Uçağı, füzeyi icat eden, atomu parçalayan, hidrojen bombasını yapan, tabiat kanunlarını da tanıyan ve bu icatlarında onlardan faydalanan insan zekasının, insanlık adına yeni bir hayat sistemi kurmak için düşünce, inanç kuralları, ahlak ve adap prensiplerini koymaya layık olduğunu zannediyoruz. Halbuki insanoğlu “maddi aleminde” çalışırken, bizi, kurallarıyla donatılmış olduğu için tanıdığı bir dünyada çalıştığını, ama “insan alemi” ile ilgili çalışırken başlangıçta kendisine göre büyük bir sahaya girdiğini, bu sahanın muazzam, gizli gerçeklerini anlamak için yeterince donatılmış olmadığını unutuyoruz. İşin en garip yanı da bu gerçeği ortaya koyan ve onu “insanlık ilmi”nden isteyen o şahsın dünyaca meşhur büyük bir alim olmasıdır.
ta baştan fıtrat esaslarına aykırı olarak kurulan
Bu büyük zanna karşılık diğer büyük bir zan
medeniyet düşüncesinden doğma prensip
daha vardır.
nazariye ve verileriyle gerçek benliğine kavuşmasına imkân ve ihtimal yoktur. Hayatın kuralını kökten değiştirip onları insan fıtratına çeviren, mükemmel insanın yapı karakterine
İnsanlardan bazıları, inanç sisteminin hayata hakim olması, maddi ilimlerin ve çağdaş sonuçlarının hayattan silinip atılmasını
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
101
gerektireceği zannına kapılmaktadırlar. Bu büyük olduğu kadar çirkin bir kuruntudur da. Hatta gülünç bir kuruntudur. Fakat maalesef, bu kuruntu Batı’da ve onun medeniyet tarihi boyunca yerleşmiş uzun bir tarihi gerçek olarak kalmış ve Mr. Dulles, “Harp ve Sulh” adlı kitabında geçen bölümde, kendisinden haykırmalarını ve çekişmelerini parçalar halinde naklettiğimiz “Ruhi İhtiyaçlarımız” bölümü gibi uzun bir bölümü bu konuya ayırma lüzumunu hissettirmiştir.
Şüphesiz İslam, beşer hayatının esaslı “planının” çizmesini; bu planı noksanlık ve havailikten uzak, kamil ve kapsamlı, ilme bırakıyor. Aynı şekilde kainat ve içindekileri onların kanunlarını ve güçlerini yaratan, bu geniş kainat içerisinde yapabileceği şeyler ve yetenekleri ile birlikte insanı yaratan Allah’ın ilmine havale edilmesini emreder. Çünkü insan yaradılışının bütün hakikatlerini ve kainatta olan her şeyin yapısındaki özellikleri yalnızca o bilir. İnsanın ferdi ve içtimai hayatının ve kainattaki diğer yaratıklarla olan münasebetlerdeki hayatının
Şu var ki; sağlam, ilahi nizam için de iş böyle değildir. Din, ilmin ve uygarlığın karşıtı değil, ilmin ve medeniyetin düşmanı da değildir. Ancak din, ilim ve medeniyet için bir çerçevedir, bir mihverdir. Hayatın bütün yönlerine hakim olan çerçeve ve mihverinin sınırları içinde ilim ve medeniyet için bir sistemdir.
nasıl olması gerekeceği hakkında bizim şiddetli bilgisizliğimize karşılık o, mutlak ilmiyle bir hayat sistemini kurmaya muktedirdir. Aynı zamanda -bir zamanlar kilisenin istediği gibiyüce Allah’ın tahrip ve ilga etmek için değil içinde çalışmak ve onu güzelleştirmek üzere insana bağışladığı beşer aklını ilga etmek için değil kendisini nefsi arzulardan, taşkınlıklardan
İslam bizatihi insan aklının, madde alemine,
ve kibirlenme fitnesinden, acz ve çöküntü
onun kanunlarına, güçlerine, birikimlerine karşı
zafiyetinden koruyan bir surla onu korur.
tam ve kapsamlı hürriyetinin ilan edilmesidir.
Allah’ın verdiği akıl, insanın istikametini düzeltip
Yine İslam, Rabbinin kendini halife kıldığı bu
onu yanıltmaz, ona doğru yolu gösterip onu
geniş mülkte çalışmak ve faydalanmak üzere
saptırmaz, ona hürriyet ve doğruluk nimetlerini
insan aklının serbest bırakıldığını bildiren genel
eşit olarak temin eden bir hayat nizamı kurar.
bir ilandır. Bu hakikat kainatta insanın yeri ve görevleri, kulun rabbiyle olan ilişkisi konusunda İslam düşüncesinin kapsadığı gerçeklerden biridir. Bundan dolayı İslam’ın gölgesinde, araç ve gereçlerin verdiği imkan sınırları çerçevesinde bütün yönleriyle mükemmel olan bir medeniyet gelişti. Araç ve gereçler daima gelişebilir ve ilerleyebilirler. İslam bu gelişmeyi her zaman
Böylece insanın ve maddenin yaratıcısı tarafından ortaya konulan nizamın güvencesi altında ayrıca Allah katındaki değerini, ve ona olan kulluğunu hissetme düşüncesi ile aynı zamanda bu geniş mülk içerisinde kendisinin halife olduğu hissi içerisinde insan maddeye hakim olur.
korur ve kollar vaziyettedir. Fakat İslam,
***
daima bunları fıtrat çerçevesinde muhafaza ederek, insan fıtratı ve değerli özellikleri
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki; Mr. Dulles’ın
ile çarpıştırmadan, onları yok etmeden ve
çağırdığı fakat kendisinin yönelmediği yegane
mahvetmeden -Dr. Carrel’ in çağdaş medeniyet
nizam İslam’dır. Beşeriyeti -Dr. Carrel’in dediği
için söylediği gibi- gelişmesini müdafaa ve
gibi- komünizmin tuzağından kurtaracak
kontrol eder.
yegane nizam da İslam’dır. Biz İslam nizamı
Prifalt ve Duiring gibi bizzat Avrupalı yazarlar tarafından ikrar edildiğine göre Endülüs
sahipleri -yalnız başına- o büyük hamleyi gerçekleştirebiliriz.
üniversitelerinden Avrupa’ya geçen ve “deney
Şüphesiz bugün beşeriyeti kuşatan bu makine
sisteminin babası” olarak isimlendirilen ve
medeniyeti kendisine bu hoş kolaylıkları
iftira yoluyla Roger Bacon ve Francis Bacon’un
sağlarken -her ne kadar bu kolaylıklar bazen
sistemi olarak bilinen sistemi -kendi gerçek
onun maddi yapısına eziyet veriyorsa da-
karakterleriyle- kuran yine İslam’dır.
dünyaca büyük bir alimin çeşitli vesilelerle değerli bir kitabında değindiği gibi insanın
102
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
yapısındaki en önemli karakterlerini
insanın değerli unsurları dengeleyecek biçimde
öldürmekte, insanın en yüce insani değerleri ile
üretim yollan ve iş nizamları değişecektir.
savaşmaktadır.
İslam’ın hayat nizamından yeni değer
İslam -kâinatın hakikati, insanın onun içindeki
ölçüleri ve düşüncelerin doğması halinde ve
yeri ile ilgili düşünce yapısıyla ve gerçek
bu doğuşun sonra inanmış insan ruhunun
nizama uygun derlenmiş karakteri gereğince
makine medeniyetinin neticesi olarak kendi
ne teknolojiye yönelip onu yok eder ne de
irade kudretine kavuşması durumunda,
sanayinin beşer hayatına sunduğu kolaylıklara
ancak insan ilimleri tam bir plan çerçevesinde
yönelip onları ortadan kaldırır!
hakiki kıymetine kavuşmuş olacaktır. Yine Mr.
Fakat İslam ilk önce uygarlığın görüş ve değer ölçülerini değiştirmeyi kasteder. Bu uygarlığa mübalağa ve basitlikten uzak gerçek değerlerini verir. Şöyle ki, bu uygarlık insana onun düşüncelerine, hislerine, durumlarına
Dulles’ın vasıf ve meziyetlerini anlattığı, ne kendisi ne kilisesi ve ruhani papalarının (kendisi de onlardan biridir) kavuşmaya muktedir olamadıkları sisteme kavuşmak da mümkün olacaktır.
ve düzenlerine hakim olamaz. Ancak inanmış
Şükürler olsun ki insanın zâti yaratılışı da
insanın ruhu bu uygunluğa hakim olur.
-Allah’ın yarattığı gibi- kainatın yaratılışı ile
Şüphesiz İslam, insanın devamı için onun kıymetini, yüceliğini, değerini ve gücünü ispatlayacaktır ve insan ruhunu Darwin, Karl Marks ve benzerlerinin düşürdüğü aşağılıktan kurtaracaktır. O vakit, insan aletlere, maddi icatlara ve uygarlığa kendisinin hakim olması gerektiğini anlayacaktır. İnançlı insanın ruhu, her şeye hakim olduğu zaman o -inancı çerçevesinde- hürriyetinden faydalanacaktır. İyi ile kötü arasında seçim yapma gücüne sahip olacaktır. İnsan ruh, aletler
uygunluk içerisindedir. Kainatın karakteri de insan karakteri gibi hareket, güzellik, gelişme unsurlarını ihtiva etmektedir. Bundan dolayı insan karakteri bu uygarlıklardan birçoğunun beklenen gerçek ihtiyaçlarına cevap verip onlara uygun olduğunu anlayacaktır. Ve insan karakteri ancak onun yapısına zarar veren medeniyet ve uygarlık nimetleriyle çatışacaktır. İşte kovulması ve yasaklanması gereken şeyler bunlardır. Allah’ın hayat nizamı, bunu sağlamayı taahhüt ediyor. İşte bu din, Batı’nın aradığı fakat bulunca da kabul etmediği kurtarıcıdır!
ve onların çalışmasından sonra ortaya çıkan düşünceler tarafından zorlanmış, yenilmiş ve onlara boyun eğmiş bir durumda iken onun aradığı en önemli unsur irade hürriyetidir.
İstikbal İslam’ındır Bugün biz, bütün kötülük ve iyilikleri ile çevremizdeki cahiliyetle aynı durumdayız. Ancak
İrade kudreti, inanmış insan ruhuna, bu
bizi kuşatan bu sahte görüntülere rağmen;
uygarlıklar içinde zararlı olan unsurları ortadan
gelmesi kesin olan sonuçtan, etrafımızdaki her
kaldırma gücünü verecek, insanın kendi
şeyin şehadet ettiği akıbetten ümit kesmemiz
yapısının gerçek ihtiyaçlarına uygun faydalı
caiz değildir.
unsurları geliştirecektir. Yine insan ruhunun hakimiyeti, insana; insani değerlere aykırı şeylerden, insanın değerli unsurlarının heder olmasına sebep olan iş nizamları ve üretim yollarından kurtulma fırsatını verecektir. Çünkü üretim yolları ve iş nizamları, mukaddes kanunlar değil, onlar, sadece insani unsurların zararına maddi üretim miktarlarının geliştirilmesi için kullanılan sömürü araçlarıdır. İnsanın maddi şeylerden daha üstün ve daha değerli olduğu kararlaştırılacak olursa, üretimdeki çokluk ile
Bugün beşeriyetin İslam nizamına olan ihtiyacı, ilk gönderildiği günkünden daha az değildir. Beşeriyetin elindeki diğer bütün sistemlerle kıyaslandığında da, değeri o günkünden az değildir. Bundan dolayı ilk gönderildiğinde meydana gelen olayın, bugün bir kere daha meydana geleceğinden şüphe duymamalıyız. Etrafımızda gördüklerimiz, dünyanın her tarafında İslami diriliş hareketlerine vurulan vahşi darbeler ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
103
maddeci medeniyetin gücü, kalplerimize şüphe
Onun seviyesine, beşer hayatının karakterini,
düşürmemeli. Olayı çözecek olan batılın güçlü
onun gerçek ve durmadan yenilenen ihtiyaçlarını
olması ve Müslümanlara vurulan darbenin
tecrübeyle anlayarak yükselebiliriz. Böylece bu
şiddeti değil, hakkın kuvveti ve onun bu
medeniyetten reddedeceğimizi reddederiz, hayat
darbelere karşı koyma derecesidir.
tecrübesinden bizim medeniyet tecrübelerimize
Biz tek başımıza değiliz. İnsan fıtratının özüne
denk olan kısmını alırız.
döndürme gücü ve bütün varlığın kendisine göre
İşte bu zor bir mücadeledir. Uzun bir
yaratıldığı gerçekler bizim lehimize çalışıyor.
mücadeledir... Fakat bu mücadele sürekli ve asil
Yaratılış gerçekleriyle örtüşmeyen talepleri ve
bir mücadeledir.
insan üzerinde oluşturduğu ağırlık, modern medeniyetin sonunu hazırlamaktadır. Medeniyet yaratılış gerçekleri ile çatıştığında, savaş ister uzun sürsün, ister kısa, zafer mutlaka yaratılış
“Allah bizimle beraberdir... “Allah dilediğini mutlaka yapar, fakat insanların birçoğu bilmezler.” (Yusuf 21)
gerçekleri (fıtrat) hanesine yazılacaktır. *** Bir şeyi devamlı hatırlamamız gerekir. yığınlarca problemden kurtarmak, sonra da onu bu problem yığınına galip kılmak gibi zor, meşakkatli ve uzun bir mücadele vardır. Uzun ve kendisi için tam olarak hazırlanmamız gereken bir mücadele... “Bu din”in seviyesine yükselmemiz için ona hazırlanmamız gerekir. Allah’ı gerçek anlamda tanıyarak ve O’na iman ederek “bu din”in seviyesine yükselebiliriz. Ancak O’nu tam olarak tanımadığımız zaman, O’na gerçek anlamda iman etme imkanımız da olamaz. Allah’a ibadet ederek “bu din”in seviyesine yükselebiliriz. Ancak O’nu tam olarak tanımadıkça, O’na gerçek anlamda ibadet etme imkanımız da olamaz. Etrafımızdakileri tam manasıyla anladığımız ve çağımızın üslubunu bildiğimiz takdirde “bu din”in seviyesine yükselebiliriz. Allah, zamanını tanıyan ve yolunu doğrultan kişiye merhamet etsin. Çağımızın kültür ve medeniyetini iyi
www.islamiyorum.com
Önümüzde, fıtratı, birbiri üzerine birikmiş
kavradığımız, bu kültür ve medeniyeti bilinçli ve uzman bir şekilde kullanabildiğimiz ölçüde onun seviyesine yükselebiliriz. Biz ona bilgi ve tecrübe ile iyice hakim olmadıkça ondan neyi almamız ve neyi terk etmemiz gerektiğini bilemeyiz. Biz sezme kudretini bilgi ve tecrübeden alacağız.
104
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dosya: İslam Günümüz Dünyasına Ne Öneriyor?
İslam’ın Vadettikleri Roger GARAUDY Bu makale “Roger Garaudy. İslam’ın Vadettikleri. Pınar yay. 8. Baskı. ‘Sonuç’ bölümü”nden alınmıştır.
Bonaparte’ın 1798’de Mısır’ı istila etmesi,
İngiltere ile Fransa arasındaki yapılan sömürge
gelenek ile modernizm arasındaki ilişkiler
taksimlerinin bir mirasıdır.
problemini en kötü bir biçimde vazetmiştir. Bu istilayı Arap-İslâm dünyasında Rönesans’ın menşei olarak kabul etmek, bizim garip tarih anlayışımızın ortak noktalarından biridir. Buna göre düşünce ve eylemi donuklaştıran Osmanlı boyunduruğu altında asırlardan beri ezile gelen bir İslâm’da, o zaman bir gedik, bir yenilik,
Siyasi alanda modernlik, parlamenter sistemden, yani yapı ve kültürü tamamen farklı olan ülkelere, İngiltere ve Fransa’ya has tarihi şartlarda doğmuş olan ve siyasi müesseseler alanına kapitalizmin ilk dönemine ait (prensip olarak serbest) piyasa kaidelerini aktaran
modernlik ufku açılmış olmaktadır.
rejimlerin ihraç edilmesinden ibaret idi.
Böylece daha baştan modernleşme ile
Ekonomik alanda modernlik, Batı pazarına dahil
Batılılaşma arasında öldürücü bir karışıklık yaratılmış oldu ki, neticeleri bugün bile korkunç bir şekilde etkisini hissettirmektedir. Modernlik sadece Batı değil, fakat aynı zamanda, en kötü
olmaktı. Rekabetçilerin değil, aksine müşterilerin bulunmasına önem verildiği için ilk zamanlar, Batı üretim tarzının transferine (sanayileşme) yardımcı olunmamasına dikkat edildi. Fakat
şekilleri içinde güç, hem de askeri güçtü.
buna mukabil onun tüketim tarzının taklit
Bunun üzerine, önce Mısır’da sonra tüm Arap-
neticesi olarak, önce sömürgeleştirilen sonra da
İslâm aleminde ve yavaş yavaş diğer tüm
gayri adil mübadelelere maruz bırakılan ülkeler,
kıtalarda ve başka medeniyet bölgelerinde iki
hammaddelerini ve el emeklerini, elit olarak
düşünce akımı ortaya çıktı: Modernlik veya
vasıflandırılan bir azınlığın, yani işgal edenin ya
gelenekçilik.
da hakim olanın bir kaç aracısı ve işbirlikçisinin
1. Modernistlere göre, gelecek; Avrupa’nın taklit edilmesinden ibaretti. Başta milliyetçilik
edilmesi sıkı bir şekilde teşvik edildi. Bunun
bu tüketim tarzına katılmalarını sağlamak üzere vermek zorunda bırakılmışlardır.
olmak üzere, öncelikle onun hastalıkları
Kültür alanındaki modernlik ise, Batı tipi üstü
ithal edildi. Avrupa’nın sömürgeci milletleri
kapalı büyüme felsefesinin yani; tabiat ve
arasındaki anlaşmazlıklar, savaşlar ve rekabetler
insanlar üzerindeki gücün arttırılmasından
sömürgelere de sıçratıldı. İster Latin Amerika,
başka bir şey olmayan (sözüm ona) tekamülün
ister siyahi Afrika, isterse İslâm ülkeleri söz
benimsenmesinden başka bir şey değildi.
konusu olsun. “Milli devletlerin sınırları” bilhassa önceleri İspanya ile Portekiz ve sonraları
Bunun sonucu olarak:
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
105
1. Tüm aşkınlık reddedilmiştir; çünkü
ve sertliktir. Böylece o zaman herkes, geçmişteki
yerini almış ve onun fonksiyonunu icra
devirlerden bugünkü davranışlarını en iyi bir
etmiştir.
biçimde haklı çıkaran devri seçer.
2. Ferdiyetçilik yüceltilmiştir; çünkü
Oysa İslâm asla donuk bir entegrizm demek
kapitalizmin başlangıcından itibaren
değildir. Nitekim Kur’an-ı Kerim Allah’ın,
Hobbes’un da, yerinde olarak öngördüğü
her millete, herkese mesajı anlatabilecek
gibi, pazarlar arasındaki rekabet insanı
tarzda peygamberlerin gönderilmiş olduğunu
insanın kurdu haline getirmiştir.
çok defa tekrar eder. Aynı şekilde, her ne
3. Akıl araçların araştırılmasına indirgenmiştir. Çünkü gayeler, büyüme ve güç politikası ile tespiti zaten tespit edilmiş bulunmaktadır. O halde modernlik, modernizm, modernleşme, başka milletler tarafından (iyi ya da kötü) bir şekilde kendi ihtiyaçlarına cevap vermek üzere ortaya konan bir hayat tarzının naklinden başka bir şey değildi. Yabancı ihtiyaçların İslâm ülkelerine nakledilmesi Müslüman’ı, bizzat kendisine, yakınlarına, tarihine, kültürüne, kendi geleceğine yabancı bir hale getirmiştir. Demek ki, modernleşmesi için Arap İslâm dünyasına teklif edilen; onun dört asırdan bu yana Avrupa tarafından aşılan etapları yeniden aşması ve başkalarının geçmişini bizzat kendi geleceği gibi görmesiydi.
kadar Hz. Peygamber’e nazil olan vahiy son teşriî nübüvveti teşkil etse de, o, İslâm’ın yayılmasıyla, Medine cemaatinden farklı olan cemiyetlerin karşılaştıkları yeni problemlere, Kur’an-ı Kerim esas alınarak çözüm getirmek için gerekli içtihadın yapılmasına karşı çıkmaz. Nitekim Hulefa-ı Raşidin’in ve onlardan sonra, fıkhi mezheplerin yaptıkları ictihadlar bu hususu kanıtlar. İctihad kapısının kapanmasına yani, yeni problemleri Kur’an vahyinin ruhu içinde çözmek için karar verilmesinin yasaklanmasına imparatorluğun geliştiği bir dönemde siyasi şefler tarafından karar verilmiştir. Aslında bu kapatma anlayışı Kur’an-ı Kerim’in ruhu ve lafzıyla tam bir çelişki halindedir, Çünkü Hz. Peygamber kendini yeni bir dinin kurucusu olarak değil fakat Hz. İbrahim’in temel
2. Gelenekçilere göre, “Arap-İslâm dünyası, var olma hakkını nasıl kabul ettirebilir?” sorusu tamamen aksi bir cevabı gerektirir. Modernistler gibi, “bizi öldürenleri taklit ederek ve onlar gibi olarak” diyecekleri yerde, onlar öncelikle şu hususa dikkati çekmektedirler: Arap-İslâm dünyası çökmüşse bunun sebebi, Müslüman’ın dininden, selefin öğretisinden uzaklaşmış ve kendini Batı Şeytanı’nın iğvalarına bırakmak için geleneğinden kopmuş olmasıdır. Bu görüşten hareket eden gelenekçiler İslâm’ı, dışa açılan penceresi ve kapısı bulunmayan ve hatta göğe bile açılmayan bir kale içerisine kapamaya ve böylece Kur’an öğretisini, O’na sonradan çeşitli milletlerce yapılan ve O’nu çok defa boğan katkılardan ayırmak istemeden geleneği bir bütün halinde savunmaya karar verdiler.
imanının yeniden canlandırıcısı olarak göstermiş ve dolayısıyla Yahudilik ve Hıristiyanlığın katkısını kabul etmiştir. O halde bu sürekli katkıların artırılması1 ve önceki peygamberleri peygamberlik halkasının zincirleri kabul ederek tahriflerin ve sertliklerin yok edilmesi zaruridir. Bu araştırma kitap ehlinin de ötesinde tüm dünya hikmetlerinden beslenmektedir. Nitekim Hz. Peygamber’in de ifade etmiş olduğu gibi “Çin’de de olsa ilmi aramaya çıkmak gerekir.” İranlı bir ayetullah “İslâm kendi kendine yeter” diye haykırırken, onun, Batı’nın süprüntülerini veya sapıklıklarını bir bütün halinde reddettiği kolayca anlaşılmaktadır. Ancak bu yeterlikten kast olunan İslâm’ın diğerlerinden öğrenecek bir şeyi olmadığı ise, böyle bir anlayış İslâm’ın öğretisiyle taban tabana zıt düşer. Çünkü başlangıcından itibaren ve zirvesinde İslâm’ın büyüklüğü, yepyeni bir sentez yapmak ve daha
Bütün dinlerde tüm entegrizmler böyle ortaya çıkarlar. Entegrizm ise, imanın uzun tarihi boyunca alabilmiş olduğu kültürel ve kurumsal
106
şekliyle karıştırmaktan ibaret olan dogmatizm
teknokratik gücün bizatihi gayesi onun
yüksek bir seviyeye ulaştırmak üzere, öncelikle Bu konuda Michel Hayek’in şu kitabına bkz. Le Charist de
1
I’islam, Paris, Seuil yay., 1959.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
vahye dayanan eski dinlerin mirasına ve sonra
İşte Batı gelişme modelinin reddi için
da tüm kültürlerin en iyi yönlerine sahip çıkarak
gösterilen tepki buradan kaynaklandığı gibi,
onları bünyesinde eritmiş olmasındadır. Çöküşü
ne kapitalizmin ruhsuz kaosu ne de Sovyet
ise, bu anlayışa karşı çıktığı zaman başlamıştır.2
hapishanesi olmayan tam anlamıyla İslâmi bir
Aynı şekilde ne Kur’an-ı Kerim’de ne de Hz. Peygamber’in sünnetinde hiç bir dayanağı olmayan bir takım örf ve adetler “Gelenek” ile sürekli bir şekilde karıştırılmıştır. Mesela,
hayatın keşfedilmesine duyulan ümit de buradan kaynaklanmaktadır. Batı’nın çözüm yolları iflas etmiştir; donuklukların ortaya çıkıp varlıklarını sürdürmesi bunun en açık delilidir.
kadınlara peçe takmaları mecburiyeti
Eğer bazılarının imanı asırlarca süren egemenlik
getirilmiştir; oysa bu İslâm öncesi basit bir
ve zulmün yol açtığı pastan temizlenmez ve
örf ve adetten başka bir şey değildir ve bazı
başkalarının teknokrasisi de, insani anlam ve
Orta Doğu ülkelerine sonradan girmiştir. Bu
insani gaye problemini asla vazetmeyen bir
entegrizm, İslâm dininin ruhunu oluşturan
sistemin içerdiği temel bozukluğun bilincine
Tevhid’in ihlaline yol açar; çünkü T.S. Elliot’un
varmazsa, diyalog çıkmaza mahkum olmuş
“Batı’nın en büyük günahı” olarak ifşa ettiği
demektir.
düalizmi devreye sokar. O halde, bir cemiyette özel ilişkilerde dini en dar kalıpları içinde tut; sosyal hayatta ise çılgınca tüketim tarzından, iş bölümüne, hiyerarşisine ve medeni cemiyeti siyasi cemiyetten ayıran ferdiyetçiliğine varıncaya kadar Batı’nın tüm müesseselerini adapte etme iddiasından daha kötü bir düalizm var mıdır? Aşkınlık ve cemaat İslâm’dan ayrı düşünülemez. Öyle ise sentez yolunda mıyız yoksa birilerinin “modernliğinde” diğerlerinin ise gelenekçiliğinde kötü olan ne varsa onları bir
Batı’nın yani daha somut bir şekilde, Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri, Japonya gibi aynı büyüme sistemini uygulayan son derece sanayileşmiş ülkelerin oluşturduğu OECD (İktisadi Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı)’nın sorumluluğu ise daha geneldir. Dünyayı tek bir bütün olarak gören ve sadece Batı noktainazarını dikkate almayan kimse, tüm hayati problemlerimizin anahtarı durumunda olan şu temel gerçeği kavramakta güçlük
araya getirme çabasında mıyız?
çekmez: Bazılarının büyümesi diğerlerinin ise,
İngiliz tarihçi Toynbee “Doğu meselesinin”
birbirinden ayrılamayan iki veçhesinden başka
öncelikle bir “Batı meselesi” olduğunu
bir şey değildir.
söylüyordu. Batı Arap-İslâm ülkelerinde hakim olan donukluktan söz edilirken, Batı’nın bu konudaki sorumluluğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Tüm sömürgeleştirme veya protektora döneminde ve yeni sömürgecilik ve çok uluslu şirketlerle de günümüzde, karar verme ve güç merkezleri büyük ölçüde bugün olduğu gibi dışarıda idi. O halde ilk savunma tepkisi dışarı ile ilişkiyi kesip kendi içine kapanmaktı. Bu son on sene zarfında daha da açık bir şekilde ortaya çıkan ikinci sebep ise sadece hayata bir anlam ve gaye vermek hususunda değil fakat aynı zamanda dünyada ve her ülkenin içindeki eşitsizlikleri azaltmak hususunda da aciz kalan Batı tipi sözde gelişme modelinin başarısızlığa uğramasıdır.
az gelişmesi yeryüzünün kötü gelişmesinin
Batı’da, büyüme dediğimiz şey evren açısından az gelişmişliğin büyümesinden (yani, Gunter Franck’ın ifade ettiği gibi, az gelişmişliğin gelişmesinden) daha başka bir şey değildir; çünkü bu bir kaç ülkenin büyümesi ancak dünyanın dörtte üçünün maddi ve insani kaynaklarının yağma edilmesiyle mümkündür. Dünya çapında bilinçlenmenin ilk sonucu, az gelişmiş3 ülkelere bizim gelişme yolumuzu takip etmelerini teklif etmekten ibaret olan öldürücü yalan maskesinin düşürülmesidir; çünkü bir kaç ülkenin büyümesinin, dünyanın dörtte üçünün yağmalanmasını ve az gelişmesini gerektirdiği bir sistem bizzat prensip icabı olarak evrensel olamaz, yanı tüm evrene uygulanamaz.
Rönesans’tan beri yeni devrin ilmi ve sosyal
2
Başka bir yalan da onlara “gelişmekte olan ülkeler”
3
problemlerine kavramaktan aciz kalınca, Katolik kilisesi
demekten ibarettir; zira azgelişmişlikleri giderek
de aynı gerileme durumuna tanık olmuştur.
artmaktadır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
107
Bu bilinçlenmenin ikinci sonucu şudur: Bu
Açlıktan silahlanmaya, Batı’daki5 hayatın anlam
bilinçlenme sadece bizim büyüme teorimizin
ve gayesini yitirmesinden fertlerin, grupların
yalan olduğunu ortaya koymakla kalmaz
ülke içinde şiddet ve baskı hareketlerine
aynı zamanda, az gelişmiş ülkelerle olan
başvurmasına varıncaya kadar, yaşadığımız
ilişkilerimizdeki uygulamamızın da samimi
dünyadaki problemlerin tümünün temelinde
olmadığını, yalana dayandığını ortaya koyar:
Batı modeli büyüme yatmaktadır. Bu model,
Bizim büyümemiz, az gelişmişliğe neden
giderek daha hızlı, faydalı, faydasız zararlı ve
olmuş ve hatta onu daha da arttırmışsa,
hatta öldürücü (nükleer veya nükleer olmayan
bu duruma son verme hususunda tek çare
silahlanma), nasıl olursa olsun üretmekten ve
büyüme modelimizi değiştirmektir. Bu; Başkan
sonra da reklam ve pazarlama ile, fakat daha
Bumedyen’in 1974’te yayınlanan bir yazısında
çok sosyal eşitsizliklere yol açan iğrenç bir
belirtildiği gibi “dünya çapında yeni bir ekonomik
şekilde rekabete başvurarak herkesi bu üretilen
düzen”in ilk şartıdır.
şeyleri tüketmeye zorlamaktan ibarettir. Yine
Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne yapılacak başka her türlü yardım, aldatmacadır, öldürücüdür. Ancak bu, sadece az gelişmiş ülkeler için öldürücü olacaktır. Çünkü Ahmed bin Bella’nın ifade etiği gibi “tüm dünya felakete sürüklenircesine yönetilmektedir.”4
bu model Batı’yı mutluluk ve gelişmenin hayat seviyesi ve tüketilen maddelerin miktarıyla eş değer olduğuna inandırmıştır. Böylece o, içinde bulundukları sefaletten kurtulup düşlerinin gerçekleştiğini görmeleri için dünyadaki açların kafalarına bu yola girmelerinin mümkün ve hatta zaruri bile olduğu kuruntusunu iyice
Batı modeli büyümenin değiştirilmesi ahlâki bir vaaz konusu değildir, fakat dünyanın topluca intihara sürüklenmesini önlemek için kaçınılmaz bir zarurettir. Aksi halde hammaddelerin tükenmesi ve biyosferin (yani hava, su, toprak gibi hayatı mümkün kılan şartların tamamının) imha edilmesi sonucunda dünya intihara sürüklenmiş olacaktır.
sokmak amacıyla, onların sefalet ve düşlerini istismar etmektedir. Şimdi vereceğimiz bir kaç rakam dünyadaki bu kötü gelişme sisteminin, yeryüzünün kötü yönetiminin iflas ettiğini ve bunun sonucu ortaya çıkan felaketin ne boyutlara ulaştığını gözler önüne sermektedir. Öncelikle temel eşitsizlik: Sovyetler Birliği dahil olmak üzere Avrupa’nın,
O halde Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin sömürülmesine devam edilmesi sadece ahlâki bir problem olarak karşımıza çıkmamakta fakat aynı zamanda dünyanın geleceğini de ilgilendirmektedir. Yine Batı, sömürüsünü yardım adı altında riyakarca sürdürmektedir. Oysa söz konusu olan insanlığın tümünün hayatını devam ettirmesidir. Gelişmiş ve az gelişmiş ülkelerden bahsetmek öldürücü bir yanılgıdır; zira dünyada sadece hasta ülkeler ve aldatılmış ülkeler vardır. Batı ülkeleri gibi hasta ülkeler vardır: Çünkü bu ülkeler, ekonomik büyümelerinden, kültürlerinin az gelişmiş olmasından ve imanlarından dolayı hastadırlar. Bu sebeple bunlar, insani gayeler teklif edip onları gerçekleştirmekten acizdirler. Aldatılmış ülkeler vardır; çünkü onlar, Batı’nın büyüme modeli ile yardımının kendilerine mutluluk getireceğine inandırılmışlardır. Oysa
Kuzey Amerika’nın sanayileşmiş ülkeleri ile Japonya ve Avustralya, dünya nüfusunun %30’unu oluşturmaktadırlar. Hal böyle iken bu ülkeler, dünya üretiminin %82’sini ellerinde bulundurmakta ve silahlanmaya ayrılan miktarın %85’ini harcamaktadırlar. Buna mukabil, yarım milyar insan asgari olan beslenme sınırının çok altında yaşamakta ve hatta bu yüzden ölmektedir (günde iki bin kalori). Bir diğer yarım milyar insan ise mutlak fakirlik sınırının altında yaşamaktadır (yılda 70 santimden az).6 Gelişmiş ülkelerin silahlanma masrafları 380 milyar dolardır. “Tüm dünyanınki ise 450 milyar dolara ulaşmaktadır.” Oysa aynı sene Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne yaptıkları yardım, 1/3’ü silahlanmaya ayrılmak üzere 22 milyar dolardır. Batı ile Doğu, aynı büyüme modelini
5
benimsediklerinden kendilerini “terör dengesi” içinde
bu aldatmaca ile sadece onların yapılan ve kültürleri parçalanmaktadır. Ahmed Bin Bella, Interview au Monde, 4 Aralık 1980
4
108
bulmuşlardır. Takriben 20-25 Türk Lirasına tekabül etmektedir,
6
(mütercim)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dikkat edilecek ikinci husus: Bu eşitsizlik ve
kompleksleri ile tespit edilen hedeflerden
-onun ayrılmaz parçası olan bağımlılık- giderek
açık bir şekilde farklıdır. Bu bakımdan o,
artmaktadır. Mesela, az gelişmiş ülkeler,
teknoloji transferlerini bir yandan yeni bir
1980 yılında borçlarının faizlerini ödemek için
egemenlik, diğer yandan da var olma ve
13,2 milyar dolar yani yapılan yardımın yarısı
düşünme modellerini aktarma vasıtası olarak
kadar parayı vermek zorunda kalmışlardır. Bu
tahlil etmekte ve şu sonuca ulaşmaktadır: “Bu
sistemde zenginler daima daha zengin fakirler
teknoloji yeniden gözden geçirilmedikçe gelecek
ise daha fakir olmaktadır. Egemen olanlar
olmayacaktır.”
daha egemen olmakta; eskiden sömürmüş olanlar ise daha çok sömürmektedir. Çünkü bu; Ahmed Bin Bella’nın biraz önce zikredilen mülakatta belirttiği gibi, hepsi de “eşit olmayan mübadele ve bağımlılığın sürdürülmesine” yardım etmekle görevli kuruluşların marifetiyle gerçekleşmektedir. Sadece bir misal ile yetinmek için şunu hatırlatalım ki Dünya Bankası ve şubesi IDA “Uluslararası Gelişme Ortaklığı” ile IMF “Uluslararası Para Fonu” gibi (oy sayısının yatırılan kapitalin miktarıyla orantılı olduğu) kuruluşlar fakir ülkelere ancak şu korkunç şartlarla borç para vermeye razı olmaktadırlar: - İhracat gelirlerini artırmak (bu, halkları
O halde, Arap-İslâm ülkelerinin petrol ihraç edip elde ettikleri gelirleri, ya Batı bankalarına yatırmak ya çok uluslu şirketlere yatırım yapmak ya da Avrupalıların fabrikalarını anahtar teslimi satın almak için kullanmalarının yeterli olduğuna inanmaları aldatıcı olduğu kadar öldürücü bir oyun olurdu. İran’ın servetine Amerika Birleşik Devletleri tarafından el konması, Batı bankalarına yatırılan paraların nasıl bir güvence içinde olduğunu gözler önüne sermiştir. Çok uluslu şirketler de bugün Üçüncü Dünya Ülkeleri’ni sömüren en önemli güçlerden biridir. Avrupa’nın fabrikalarını satın almanın da pek yararı yoktur; çünkü patentlerini,
temel ihtiyaç maddelerinden mahrum
teknisyenlerini ve teknokratlarını ellerinde
bırakmaktadır);
bulundurmaları sebebiyle, yerleştikleri ülkelere
- Yabancı yatırımları kolaylaştırmak (bu, yatırım yapanlara, bu ülkelerde elde ettikleri kazançların en büyük kısmını dışarı çıkarmalarına imkan vermektedir); - Sosyal politikanın zararına devletin masraflarını azaltmak; - Ücretleri kontrol altında tutmak (bu ise, milyonlarca işçiyi asgari hayat seviyesinin altına düşürmektedir). Bu siyasi egemenlik ve ekonomik sömürüyü sağlamak için başvurulan birçok mali yol
sosyal ilişkilerini hayat ve tüketim tarzlarını empoze etmekte, mahalli işbirlikçilerine para verip onları satın almakta ve yerleştikleri ülkenin temel ihtiyaçlarına hiç bir şekilde ilgi duymamaktadırlar. Sanayinin tüm dalları için da durum aynıdır. Enerji sektöründe Batılı büyük petrol şirketleri Arap ülkelerinde bulunmaz bir av yakalamışlardır. Üretici ülkelere gelince, basit bir mukayese ile geleceklerinin ne olacağını tasavvur etmek mümkündür: Şayet Avrupa, 18 ve 19. asırlarda kömür üretiminin hemen hemen tamamını ihraç etmiş olsaydı kalkınması nasıl
arasından sadece biridir.
olurdu?
Sanayileşme ve teknoloji transferleri de bir
Bu asla çözüm yolunun, üretici ülkelerin her
başka tuzaktır: Her ülke, yine Ahmed Bin Bella’nın ifade ettiği gibi “kendi hedeflerine varılmasını sağlayacak ilim ve teknolojiyi amaçlar.” Oysa Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin 7
ihtiyaçları Batı ülkelerinin askeri sanayi Ahmed Bin Bella’nın, İran’daki Ittılaat Gazetesi’nde
7
yayınlanan bu mülakatı “Jeune Afrique no 1014, 11 Haziran 1980” adlı dergide de kısmen Fransızca olarak neşredilmiştir.
türlü petrol satışını reddederek veya teçhizatları için yabancı ülkelere başvurmaktan kaçınarak kendi yağlarında kavrulmaları olduğu anlamına gelmez. Mühim olan problemler üzerinde düşünmek ve onları çözüme kavuşturmaktır. Ama bu çözüm yolu, sırf dünya pazarına katılmak, eski sömürgeciler ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından tespit edilen kurallara uymak suretiyle varılacak Batılı bir çözüm
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
109
olmamalıdır. Yine problemler, petrol kaynakları bakımından imtiyazlı olan ülkeler açısından da çözüme kavuşturulmamalıdır. Fakat problemler hem Arap-İslâm dünyası, hem de tüm dünyanın hayatını sürdürebilmesi açısından ele alınarak
yapımında kullanılmaktadır. Şimdi de tarım sahasındaki Batı tekniklerini ve Üçüncü Dünya Ülkeleri’ndeki etkilerini gözden geçirelim: Bangladeş’te 140 milyon
çözüme kavuşturulmalıdır.
dolara inşa ettirilen su gibi petrol harcayan
Bunu yaparken de, Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin
gübre miktarı 26 bin köy tarafından metanlı
ekonomik, sosyal ve kültürel bakımdan
teknelerde üretilebilir. Böylece aynı miktar
hayatlarını devam ettirecek seviyeye
gübre üretilmekle kalınmamakta aynı zamanda
ulaşmalarını sağlamaya öncelikle önem
yakacak, aydınlanma ve 130 bin kişiye iş imkanı
verilmelidir.
sağlanmakta ve üstelik bütün bunlar 140 milyon
Ahmed Bin Bella’ya sık sık başvuruyorsam bunun sebebi onun, Arap-İslâm temel değerlerinden hareket ederek, özerklik ve
ve bin işçi çalıştıran bir fabrikada elde edilen
yerine sadece 125 milyon dolara mal olmaktadır. İşte tipik bir teknoloji transferi örneği, ama kimin yararına?
bölgecilikten kurtularak uluslararası ilişkiler
Tarımın önde gelen problemlerinden biri
problemini global bir şekilde ortaya koymuş
de sulamadır. Aynı şekilde, gübre, ilaçlama
olmasıdır. O, kalkınmamız, öncelikle Üçüncü
ve hidrolik sistemin dışında ekilen hektar
Dünya Ülkeleri’nin kalkınmasıyla ilgili
başına 905 litre petrol tüketen Amerikan
problemlerin çözümünde İslâm’ın nasıl bir
çiftçilerinin kullandıkları sulama sisteminin
katkıda bulunabileceğini göstererek eşyaların
önemsenmesi de, bu yardımı alan ülkelerin
değil insanların, öncelikle ele alınması gereken
mahvolması demektir. Oysa bu konudaki
farklı hususların gerçek bir gelişmesini
gerçek yenilik suyun buharlaşmasını önleyerek
önermiştir.
İran’ın platolarını sulamaya imkan veren
Önce tarımı ele alalım. Rudolph Strahm, “fakirlerin yiyeceğinin hangi yollarla zenginlerin hayvanlarına verildiğini” gözler önüne sermiştir.8 Nüfusları dünya nüfusunun 1/6’sını teşkil eden sanayileşmiş ülkeler, dünya tahıl üretiminin %60’ını ellerinde bulundurmakta ve bunun 2/3’ünü de hayvanların beslenmesi
yeraltı kanallarının (kanat) yeniden inşa edilmesinden; IX. asırda Ağlebiler hanedanı zamanında toprakların sulanmasını sağlayan su kemerlerinin yeniden hizmete sokulmasından.10 Mürsiye bahçelerini efsaneleştirmiş olan su sevkiyatı sistemlerinin modernleştirilmesinden ibarettir.
için kullanmakta9 ve böylece Üçüncü Dünya
Tarıma bağlı sanayiler içinde de aynı problem
Ülkeleri’ndeki açlığı arttırmaktadırlar. Buna
söz konusudur: İhraç edilecek kahve veya süt,
mukabil ortak pazar ülkeleri 1974 yılında
ana sütüyle beslenmeyen binlerce çocuğun
130 milyon ton sığır etini yani şahıs başına 5
öldürülmesi pahasına da olsa, Nestle gibi çok
yıllık tüketim için 500 kilogram eti stok olarak
uluslu şirketlere bırakılmaktansa, uzun süre
ellerinde bulunduruyorlardı. Bu stoklama işi
dayanacak şekilde yerinde işlenebilirdi.
ise Ortak Pazar’ın tarım fonuna 28 milyar eski Frank’tan fazlaya mal oluyordu.
Ticari işlemler düzeyinde de aynı tutarsızlıklarla
Misalleri çoğaltmak mümkündür: 1 kg. soya
Ülkeleri’nde, üretici ülkelerin karteller meydana
insana, 3 kg. sığır eti, 10 litre süt veya 60
getirmesi şimdiye kadar sadece petrol üreticileri
yumurta kadar protein temin etmektedir.
(OPEC) bakımından bir başarı sağlamıştır;
Oysa dünya soya üretiminin ancak %3’ünden
çünkü operasyon ancak şu belli şartlar içerisinde
insanların beslenmesinde yararlanılmaktadır;
mümkün ve etkilidir:
gerisi ise hayvanlar için ya da sentetik iplik
karşı karşıya kalınmaktadır. Üçüncü Dünya
- Talep güçlü ise ve ürünün (petrol) yeri
Rudolph Strahm, Pourquoi sont-ils si pauvres?
8
Ayrıca soya, yerfıstığı küspesi ve balık ununu hesaba
9
katmıyoruz.
110
Türkler ve Fransızların işgaliyle birlikte bu topraklar çöl
10
haline gelmiştir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
doldurulamazsa;
hammaddelerin fiyatının Batı’dan gelen sanayi
- Üretici ülkelerin sayısı az ve dayanışma içinde iseler;
ürünlerine göre belirlenmesini empoze etmeleri yeterlidir. Bugün sadece onlar paralarını Batı bankalarına yatıracakları yerde dünya
- Ürün dayanıklı ve dolayısıyla üreticilerin uzun süreli bir boykotuna dayanabilecek durumda ise.
bankasının aksine politik şartlara bakmadan, Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne temel ihtiyaçlarını karşılamalarını sağlayacak parayı ödünç veren geleceğin bankasını kurabilir ve bilhassa Batı
Operasyonun geçersiz olması için yukarıdaki şartlardan birinin (mesela üçüncüsünün) yerine getirilmemesi yeterlidir. Nitekim bu durum; dünya ihracatının %44’ünü gerçekleştiren beş Orta Amerika ülkesini bir araya getiren (Muz İhraç Eden Ülkeler Birliği) UPEP’in başına gelmiştir. Yine bakırla ilgili girişimler için de aynı durum söz konusu olmuştur; çünkü bakırın yeri, bilhassa elektrik sanayinde kısmen başka metallerle, özellikle alüminyumla doldurulabilir. Bakırla ilgili işleri CIPEP (Bakır Üreten Ülkelerin Hükümetler Arası Konseyi) yürütmektedir. Bu anlattıklarımızdan şu sonuç çıkmaktadır: OPEC içinde oynadıkları kesin rol dolayısıyla, sadece Arap ülkeleri tüm Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin öncülüğünü yapabilir. Çünkü 1968’de bir tahminden öteye gitmeyen “büyüme için maddi sınırlar mevcuttur” yolundaki görüşün doğru olduğunun maddi kanıtını 1973’ten itibaren onlar, sadece onlar gösterebilmişlerdir. Bir kalkınma modelinin seçimi gibi temelinde bir kültür problemi bulunan bir problem hiçbir
boyunduruğunu ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramayan tek ürüne dayalı tarım lehine terk edilmiş olan yiyeceğe dayalı tarımların yeniden gelişmesini kolaylaştırabilirler. Bugün sadece onlar, Batı üstünlüğünün güç göstergesi haline gelmiş olan çok uluslu şirketlerde yatırım yapacakları yerde, yerli, modernleştirilmiş, dahili bir kalkınmayı sağlayabilecek işletmelerde yatırım yapabilirler. İşte o zaman bu ülkeler, dünya pazarından ve onların; 1- Hammaddelerini ve el emeklerini ucuza satan kimseler; 2- Amacı, halkın gerçek ihtiyaçlarını karşılamak olmayan bilakis, şehirlerdeki sözüm ona Batılılaşmış elit tabakasına fazla mallarını satmak üzere pazarlarına bir yenisini katmak olan Batılı işletmelerin müşterileri olmaya sürükleyen “Uluslararası iş bölümünün” pençesinden kendilerini kurtarabileceklerdir.
zaman, ekonomik planda bu kadar açık bir
Yatırımların; yeni enerji kaynaklarında, tarımda,
tarzda vazedilmiştir. İslâm bu noktada da,
biomas ve organik gübre yapımında, sulamada,
imanının ve gayelerinin Batı modeli büyümenin,
çok uluslu şirketlerin agro-alimanter veya kimya
ekonomik, siyasi ve ahlâki çöküntüye sevk ettiği
sanayilerine karşı, mahalli tabii zenginlikleri
bir dünyanın sıkıntılarına bir çare olduğunu
değiştirmeye sanayilerinde, tekstilden ilaç
gösterme hususunda tarihi bir şansa sahip
yapımına varıncaya kadar geleneksel tekniklerin
bulunmaktadır. Tıpkı vaktiyle doğduğu ve
modernleştirilmesinde yapılması gerekir.
yayıldığı sıralarda imparatorlukları dağılmaktan kurtardığı gibi...
Yine bu gün sadece onlar yalnız Batı ile ticari
Bugün OPEC ve bilhassa onun temelini
süpersonik uçaklar, lüks arabalar veya
oluşturan Arap ülkeleri sadece tüm Üçüncü
diğer araçlar alacakları yerde, Arap-İslâm
Dünya Ülkeleri adına, Batı’yı büyüme modelini
ülkelerinden ve onların da ötesinde Üçüncü
değiştirmeye zorlayabilecek bir oyun kaidesi
Dünya Ülkeleri’nden teşekkül edecek ve böylece
empoze edebilirler. Bu aynı zamanda Batı’nın
bizzat kalkınma ve kültür modelinin değişmesine
da yararına olacaktır. Bunu yapmak için de,
imkan verecek ortak bir pazar kurabilirler.
mübadelelerde bulunup petrol karşılığında
onların, Üçüncü Dünya’nın petrol üreten diğer kartelleri ile dayanışma içerisine girerek Üçüncü Dünya Ülkeleri’nden gelen diğer
Arap kuruluşları bir arada toplama fikri şöyle bir başlangıç ile ortaya çıkmıştır: 1953 yılında Arap ülkeleri arasında imzalanan bir ticaret
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
111
antlaşması gümrük tarifelerinin tedrici olarak
Tarihin kopukluk içinde bulunduğu şu anda,
indirilmesini tavsiye ediyordu. 1957 yılında Arap
ekonomi, kültür, politika ve din ile ilgili
Birliği’nin ekonomik konseyince benimsenen
problemler arasındaki ilişki tüm açıklığıyla
bir kararla birliğe bağlı ülkelerde, şahısların
ortaya çıktığı gibi Batı’nın körlüğü gerçek
sermayelerin, malların serbestçe dolaşması
problemler ortaya koyma konusundaki aczi de
esasının getirilmesi amaçlanıyordu. Ancak
ortaya çıkmaktadır.
1962 yılında ve üye ülkelerin sadece bir kısmı tarafından imzalandığı için, bu kararın uygulanması sınırlı olmuş dolayısıyla isteneni vermemiştir. Bu yüzden bu karar 1964 yılında serbest mübadele bölgesinin oluşturulmasını ve gümrüklerin birleştirilmesini öngören bir Arap Ortak Pazarı kurulması kararıyla değiştirildi. Ne var ki bu ekonomik birleşme girişimleri hiçbir zaman istenileni vermedi. Birleşme sadece ticari düzeyde düşünülmüştü. Alınan bu kararlara rağmen bu gün ticari sahada bile, mübadelelerini kendi aralarında yapacakları yerde, Arapların, dünya pazarlarına giderek
1979 yılında Batı, İran’da meydana gelen değişiklikteki temel gerçeği göremedi: Ordusu mükemmel bir şekilde teçhiz edilmiş ve dünyanın en büyük askeri gücü tarafından desteklenmiş olmasına rağmen, Batı’nın büyüme ve hayat tarzlarını bir millete empoze etme sevdasında olan bir rejim, sadece imanıyla silahlanmış elleri bomboş bir millet tarafından yıkıldı. Bunu, idareden aciz oldukları halde iktidara susamış gülünç mollalar devri izledi. Tıpkı Stalin’in Ekim, Termidoriyerlerin ise 1789 İhtilalini yozlaştırdıkları gibi bu mollalarda
daha fazla katıldıkları görülmektedir.
İslâm ihtilalini gözden düşürmektedirler. Solcu
Cezayir bağımsızlığa kavuştuğundan beri tıpkı
yazarı, modernleşmenin Batılılaşma olduğunda
Libya gibi Afrika’daki dünya pazarının etkisini
ısrar ettiği için İslâm hakkında şunları yazar:
azaltmak amacıyla bir takım tedbirler almıştır.
“Dünyadaki 600 milyon insan, modernliği,
Ahmed bin Bella daha o zamandan Arap-İslâm
ekonomik kalkınmayı ve onların kaçınılmaz bir
dünyasının Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin öncüsü
sonucu olan ahlâkın Batılılaşmasını bir anda
olabileceği görüşündeydi. Houari Bumedyen
reddedebilir mi?”
1974 yılında Batı’nın üstünlüğüne karşı “yeni ekonomik dünya düzeni” fikrini ortaya atmıştı. Bugün ise Başkan Şadli Bin Cedid ülkesinin Afrika boyutu üzerinde ısrar etmektedir. Bu sebeple, OPEC’e Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin kalkınması için büyük bir banka kurulması hususunda öneride bulunmakta ve Mali’de, Nijerya’da, Moritanya’da ve Mozambik’te gerçekleştirilen projelere Cezayir’i de iştirak ettirmektedir. Yine o, Afrika ülkelerine, kendi problemlerinden bir kısmını çözmelerine ve böylece Batı’ya olan bağımlılıktan kurtulmalarına imkan verebilecek bir “güney-kuzey” ortaklığının savunuculuğunu yapmaktadır.11 Dünyanın kaderi böylece değişebilir. Hem de hayat yönünde değişebilir. Bunu başarmak için, Arap ülkelerinin 30 yıllık petrolleri vardır. Bu ortak geleceğimizin inşa edilmesi hususunda İslâm’ın bulunacağı en büyük katkı olacaktır.
olduğunu söylenen haftalık bir derginin bayan
On yıl önce de, yine aynı yanlış ikilemin ve önyargıların tutsağı olan bir Katolik dergisi de, “Tevekkül anlamına gelen İslâm ile yoğun bir yaratma ruhu gerektiren kalkınma arasında bir uyumsuzluk olduğunu” ifade eden bir makale yayınlıyordu. Bu eserimizin, geleceğe götüren yollan kapayan bu gibi yanlış anlamaları ortadan kaldırmaktan başka gayesi yoktur. Biraz önce, ekonomi sahasında büyüme ile az gelişmişliğin aynı gerçeğin iki görünümünden başka bir şey olmadığını dolayısıyla problemlerin, ancak bu gerçek dikkate alındığı takdirde pratik bir çözüme kavuşturulabileceğini göstermiştik. Kısacası, kötü bir şekilde yönetildiği için, dünyamız kötü bir şekilde gelişmektedir. İman sahasında da problemler ortaya
Bkz. Le Monde 16 Mayıs 1981, “Başkan Şadli,
11
siyah kıta ile işbirliğini güçlendirmek istiyor.” Daniel
çıkmaktadır. Bu problemler çözülmez değildirler; yeter ki, bir yandan İslâm’ı sadece Hıristiyanlığın
Junqua’nin makalesi.
112
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
zıddı, düşmanı ve onun evrensellik (Katoliklik)
Tüm tarihi anlaşmazlıklar ve tüm doktrinler
iddialarına engel teşkil eden bir kuvvet gören bir
ihtilafların ötesinde, iman ve politika, Allah’ın
Hıristiyanlığın korkunç “maniheizmine”; diğer
hükümranlığı ve dünyanın değiştirilmesi gibi
yandan da Hıristiyanlığı, imanın bir anı ve teşkil
gerçek problemler ancak böyle bir yaklaşımla
edici bir unsuru kabul eden Kur’an öğretisini
ele alınabilir.
bazen unutan İslâm entegrizmine karşı çıkılsın.
İşte bu günün gerçek problemleri bunlardır: Bu
Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz.
sonuç bölümünde bunları saymakla yetineceğiz;
Muhammed’in uyanma veya yeniden uyanma
çünkü yaşayan İslâm hakkında tefekkürde
anlarını teşkil ettikleri tarihi, artık birleştirici bir
bulunurken, bu problemlerin çözümünde onun
görüşle anlayıp yaşamanın zamanı gelmiştir.
nasıl bir katkıda bulunabileceğini göstermiştik.
Helenleşmeden ve İznik’te Romenleşmeden
Acaba bir cemiyet sadece fertler veya onu
önceki asıl Hıristiyanlıkla bizim aramızda sadece
meydana getiren gruplar arasındaki kuvvet
sapık fırkalara karşı mücadele, ruhban sınıfıyla
ilişkileri üzerine mi kurulmuştur? Bu kuvvet
imparatorluk arasındaki rekabetler, skolastik
ilişkileri ise karşılıklı şiddet hareketlerine, terör
felsefe, Haçlı Seferleri, engizisyon mahkemeleri
dengelerine bir poker oyunundaki şantaj ya da
mevcut değildir. Fakat aynı zamanda Kur’an,
blöfü ifade etmek için kullanılan bir kelimeden
İbn’ül Arabi, tasavvuf ve karanlık devirlerimizde
başka bir şey olmayan caydırmalara yol açmakta
dünyayı aydınlatan büyük İslâm kültürü
mıdır? Yoksa cemiyet bir sözleşme ile mi insani
de vardır. Yine bu büyük İslâm kültürü,
vasfını elde etmektedir?
dünyayı, Joachim de Flore’lerin, Aziz François d’Assise’lerin, Üstad Eckhart’ların ve Aziz Jean de la Groix’ların farkına varıp bize naklettikleri
Yoksa o sadece insanı aştığı için insanî olan bir düzen gerçekleştirmek için şahsi ve hatta
nebevi ve mistik bir ışıkla aydınlatmıştır.
umumi çıkarları bile aşan ortak bir iman eylemi
Cami ve İbn Haldun’dan sonra bu ışığın
iradeye uygun yaşamaktadır?
kararmaya yüz tuttuğu doğrudur. Kiliselerimiz de, Rönesans’tan bu yana, bilimler sosyal uyanışlar ve ihtilaller karşısında sürekli bir şekilde geride savaşmakla daha mı iyi
ile mi gerçekten insanî olmakta, yani ilahi
Oran kanununa göre yaşayan milletlerle fertlerin ötesinde aşkınlıksız ve bu aşkınlığa inanmaksızın gerçekleşmesi mümkün olmayan
etmişlerdir?
gerçek bir cemaate belki de ancak bir suretle
Bu gün imanın içinde, hep aynı dini
çıkacağı yerde, gaye üzerine tefekküre, aşkınlık
entegrizmlerle, dışarıda ise hep aynı bilimci
ve imanın mümkün tezahürüne imkan vermek
ve teknokratik pozitivizmle, insani ve ilahi
üzere baştan aşağı yeniden gözden geçirilip
gaye gütmeyen bir büyümenin sapıkça
düzeltilmelidir.
ulaşabiliriz. O halde eğitim sistemimiz karşı
büyülemeleriyle karşı karşıya değil miyiz? Peder Lelong’un yaptığı gibi artık İslâm’la karşılaşmanın zamanı gelmemiş midir? Peder Lelong ortak araştırmadan söz ederken şu hususu ortaya koyar: Ayrım çizgisi belki de Müslümanlarla Hıristiyanlar arasından çok, vahyedilmiş gerçeğin çok eski bir formülüne bağlı kalan her iki cemaatin “gelenekçi müminleri ile” kutsal kitabı, hayatla karşılaştırarak yeniden okumaya son derece özen gösteren “arayış içindeki müminler” arasında meydana gelmiştir.12 Michel Lelong, L’ai rencontre I’tslam, Paris Cerf
12
yayınları. 1975. s. 39
İslâmi perspektif içerisinde yeni bir gözle düşünüp ele almamız gereken sadece millet, cemiyet ve cemaat değildir; inkılabı da düşünmemiz gerekir. İslâm inkılabı varmak istediği hedef bakımından -hangi ihtilali ve hangi muhafazakarlığı hedefleri dışında yargılamak mümkündür- ister, 1789 Burjuva Devrimi, isterse 1917 Ekim Sosyalist Devrimi söz konusu olsun, bizim Batı ihtilallerimizden tamamen farklıdır. Çünkü her iki durumda da, insanın maddi ihtiyaçlarını tatmin edecek bir büyümeye imkan vermek için üretici güçlerin serbest bırakılması gerekiyordu.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
113
Ama 1789’da Fransız Devrimi, politik yapıları,
İslâm İnkılabı üzerinde tefekkür, sadece
üretim vasıtalarını elinde bulunduran sınıf
yapıların yıkılmasını değil fakat aynı zamanda
tarafından hakim olunan ekonomik bir düzene
insanın da değişmesini amaçlayan gerçek bir
uydurmaktan ibaretti. Buna mukabil 1917
inkılap anlayışını bulmamıza imkan verir.
Rus İhtilali esnasında ise, ne üretim vasıtaları ne de onları herkesin hizmetine sunabilecek sınıf mevcuttu. O halde amaç, öncelikle henüz mevcut olmayan ya da embriyon halinde bulunan (işçiler 1917’de aktif halkın ancak 1/3’ünü teşkil ediyorlardı) bir sınıf adına politik iktidarı ele geçirmektir. Daha sonra da sosyalizmin ekonomik şartlarını tekniklerini, üretim ilişkilerini, ortaya koymak ve böylece onları harekete geçirebilecek proletarya sınıfının gelişmesine imkan vermek gerekecektir. En azından Lenin ve Troçki’nin varmak istedikleri
Avrupa’daki her türlü ihtilal fikrinin menşei Nebevi bir görüştür. Bu fikirlerden bir de Joachim de Flore’a aittir: Mülkiyetsiz, sınıfsız, devletsiz, kilisesiz bir cemiyetin meydana gelmesi, yeryüzünde Tanrı Krallığı’nın gerçekleşmesi, ona göre, Teslis’in tarihi gerçekleşmesinin son aşamasıdır. Böylece Baba ve Kanun’un saltanatından, Oğul ile aşk emirlerinin saltanatından sonra herkeste aynı olacak olan Ruhu’l-Kudüs’ün saltanatı gelecektir. Bu nebevi ihtilal görüşü, Jan Huns’un ve daha
hedef budur.
sonraları XVI. asırda Thomas Münzer’in de
İran’daki İslâmî İnkılap ise, öncelikle bir
adlı eserinde ve bizzat Marks, XIX. asrın
yadsıma dönemi içerir; içeride Batı modeli
ortalarına kadar yani, 1848 tarihli komünist
büyümenin-despotluğun, dışarıda ise çok küçük
manifestosuna kadar, Avrupa’nın tanıyabilmiş
bir azınlık yararına ona bu modeli empoze etmiş
olduğu en mükemmel komünizm şeklinin bu
olan emperyalizmin reddedilmesidir. Beni Sadr’ın
şahıslarda mevcut olduğunu kabul ediyorlardı.
görüşü olacaktır. Engels La guerre des Pasans
da ifade ettiği gibi İslâm Devrimi “Batı’nın reddedilmesidir” çünkü o her alanda başarısızlığı temsil etmektedir.”13
Kültür alanında da bugün İslâm’dan öğrenebileceğimiz onunla paylaşabileceğimiz neyimiz vardır?
Müspet şekliyle İran Devrimi sadece sınıflar arasındaki ilişkilerin değişmesi değil fakat aynı zamanda cemiyetin bizzat gayesinin değişmesi yeni bir tarihi aşamada, Medine’deki Nebevi cemiyetin sahip olduğu aşkınlık ve cemaat prensiplerine hayat verilmesi girişimidir. Ne Beni Sadr’ın, ne de Kaddafi’nin tarafında hiçbir şekilde “yeniden geçmişe dönmek” söz konusu değildir; aksine asırların döküntüsünden kurtulmuş bir dünya görüşü adına, geleceğin karşısına çıkmak söz konusudur. Mesela, Albay Kaddafi’nin; Sünnet’in yani Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarının hukuk kaynağı olamayacağını kabul ederek bazı gelenekçi Libyalı hukukçulara ters düşmekten çekinmemesi son derece anlamlıdır. Yine hepsi de iman, aşkınlık ve cemaat prensiplerine bağlılık izi taşıyan siyasi yazılarında da otorite deliline (taklid) başvurmaması daha da anlamladır; gerçekten Yeşil Kitap’ın üç cildinde de Kur’an’dan tek bir iktibas dahi yoktur. Beni Sadr, “La révolté de l’Iran in Peuples
13
İslâm’dan her sahada öğreneceğimiz şeyler vardır; ama öncelikle bizzat kendisini, bu kültüre ilham veren onu canlandırıp birleştiren imanını öğrenmeliyiz. Evet onu tanımak lazım ama bu, bizim İslâm’ı, deccal olarak takdim eden Orta Çağ’a ait zihniyet ve din anlayışımıza, düşünce ve realiteyi aşkınlık boyutlarından koparan ve her din gibi İslâm’ı da karanlıkçılığın (Obscurantisme) tezahürlerinden biri olarak gören aydınlanma çağının ilimci ve pozitivist safsatalarına son vermemizi gerektirir. Gerek Hıristiyan gerekse Hıristiyan olmayan çevreler İslâm hakkında ön yargılara dayanarak hüküm vermişlerdir. Ancak İslâm’ın Hıristiyanlık karşısında aynı yolu izlemediği görülmektedir: Daha başlangıcından itibaren Hz. İsa ve Hz. Meryem’den çok büyük bir saygı ile söz edilmiştir. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Peygamberlerin arkasından Meryem Oğlu İsa’yı kendinden önceki Tevrat’ı
mediterranees, Kasım, Aralık 1978. s. 113
114
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tasdik etmesi için gönderdik. Ve ona hidayet
ne kadar Kur’an-ı Kerim, Hz. Meryem’in
ve nur kaynağı olan İncil’i verdik.”14 “Evet,
bakireliğini kabul etse de) “Allah’ın
Meryem Oğlu İsa Mesih, Allah’ın elçisi,
Annesinden” söz edilmesini kabul edemez.
Meryem’e ilkah ettiği kelimesi ve O’ndan bir ‘ruh’tur.”15 Daha sonraki devirlerde de büyük İslâm alimleri bu saygı ve aşkı ifade etmekten geri kalmamışlardır. Hıristiyanlık hakkında er-Reddü’l-Cemil adlı bir reddiye yazan elGazali’nin ve bilhassa Fususu’l-Hikem’inde Hz. İsa’yı velayetin mührü olarak gören ve Hz. İsa’nın yeniden dünyaya ineceğini haber veren İbn Arabi’nin de Hıristiyanlık karşısında son derece müsamahakâr davrandıkları görülür. Kısacası Hz. İsa ve Hz. Meryem’e duyulan saygı ve sevgi İslâm aleminde bir gelenek haline gelmiştir.
- İslâm Teslis’i reddeder. Bu doğanın Yunan felsefesi tarafından ortaya konan formüllerinin bu reddin sebebini açıkladığı doğru olsa bile, formülün ve şeklin ötesinde temel bir farklılık olduğu da gerçektir: İslâm’da aşk, Hıristiyanlıkta sahip olduğu mevkiye ve anlama sahip değildir. Aşk Kur’an-ı Kerim’de mesela Allah’ın isimlerinden ilki olan er-Rahman gibi ilahî bir isim değildir. Bu yüzdendir ki Allah başlangıçta Kendinde “başkasını” bizzat Kendisini bir başkası olarak taşıyan bir “cemaat” değildir.
Hz. Peygamber’in ara sıra polemiğe giriştiği Hıristiyanlık, zamanındaki Hıristiyanların temsil ettikleri Hıristiyanlıktır. Peder Michal Hayek bu hususu şöyle açıklamaktadır. “Bilhassa Efes Konsülü’nden (431) itibaren Suriye’deki Arap Hıristiyanlığı üzerinde yapılacak bir tarihi araştırma, İslâm Peygamberi’nin Hıristiyanlık karşısında takındığı tavrı açıklayabilir ve zamanındaki Hıristiyanların torunları tarafından ileri sürülen ve hatırasını karalayan bir çok
Bu derin ve köklü ayrılıklar, kendi hayatımızda Allah’ı yaşama tarzında ihtiva ettiği tüm hususlarla birlikte, İslâm’ın merkezi ve canlı ruhu olan Tevhid’i bizden gizleyemez. Tevhid; adına her türlü putperestliğin reddedildiği birlik, putperestlik ise bir Müslüman için ilk ve son günahtır. “Allah’tan başka ilah yoktur” İslâm akidesinin temelini oluşturan bu gerçek; büyüme ve tekamül fetişi, tekniğin ilimci
suçlamadan onu temize çıkarabilir.”16
fetişi, ferdiyetçilik fetişi, millet fetişi, silah ve
Bu çağrı hiçbir şekilde dini ihtilaf veya eklektizm
sembolleri ve ayinleriyle birlikte ortadan kaldırır:
fikri içermez. Çünkü iki taraf için de yararlı
İslâm bize “Allah’tan başka ilah” olmadığını
olacak bir diyalog için, hiçbir şey, bazı Batılı
ve O’nun en büyük olduğunu hatırlatır: Allahu
ve Doğulu diplomatların “tüm dinleri tek
Ekber
bir iman için kaynaştırmak yolundaki sakat iddialarından daha zararlı olamaz”17 Amaç derin olan farklılıkları ne gizlemek ne de azaltmaya çalışmaktır.
ordu fetişlerin tümünü hem de tabuları, kutsal
İmanımızın uzun zamandan beri artık büyük şeylere ve bilhassa kiliselerimizin daha ziyade takdis etme temayülünde bulundukları silahların ve milletlerin oluşturdukları öldürücü fetişlere
- İslâm, “çarmıh” hadisesini reddeder. Oysa o
karşı bir şey yapamazken, orduları durdurmuş
Hıristiyan için bir monark imajında olmaya
olan bu yakîn imanın yıkıcı ve özgürlüğe
devam eden Allah fikri konusunda bir ihtilali
kavuşturucu gücü bilinmektedir, İslâm ile
oluşturur.
yapılacak diyalog bizim kendi imanımızın,
- İslâm “hulul” hadisesini reddeder. Aşkınlığı tavizsiz bir şekilde kabul ettiği için İslâm, “Allah’ın Oğlu’ndan” ve hele hele (her
dağları yerinden oynatabilecek olan imanımızın mayasını yeniden canlandırma hususunda bize yardımcı olabilir. Bize onun tadını zahirde veya boş sözde yani saldırganın kolunu felç edebilecek yegane aktif ve militan güç olan
el-Maide 46
şiddetten kaçınma yoluna başvurulacağı yerde,
en-Nisa, 171
şiddet hareketine karşı sadece ahlâki bir
14 15
Michel Hayek, Le Christde l’Islam, Paris, Seuil Yay.,
16
1959. s. 10,11 a.g.e., s. 24
17
sızlanma ile yetinen boş sözde kaybetmememiz hususunda bize yardım edebilir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
115
Buradan itibaren, intihara sürükleyen tüm büyüme ekonomimiz, tüm aldatıcı “caydırma” hayalleri, geleceği şiddete ve açlığa, anlamdan
mes’ul tutulmuştur. Bu müşterek tefekkür mesela, enerji
mahrum bir tarihe bırakan her şey değişebilir.
problemlerini medeniyet ve anlam seçimi
Medeniyetlerin birbirleriyle diyaloga girmesiyle
Ne gelecek nesilleri ne de en ulvi gayeleri
mümkün kılınacak gerçek bir kültür değişikliği
düşünmeden fosil enerji stoklarını nereye
sayesinde, Batı kültürümüzü izafeleştirmek ve
varacağını hesaplamadan harcayacağımız
Batılı olmayan kültürlerdeki canlı olan hususları
yerde sudan, denizden güneşten, topraktan ve
yeniden keşfetmek suretiyle, tabiatla, insanlarla,
rüzgardan elde edilen ve tükenmek bilmeyen
gelecek ve imanla ilgili yeni ilişkileri düşünüp
enerjileri kullanmayı öğrenmeliyiz.
yaşamayı öğreneceğiz
açısından ortaya koymamıza imkan verebilir:
Tıp sahasında teknokratik ve mekanik bir
Gelin şöyle büyük bir düş kuralım: Batılı büyük
anlayışla yetineceğimiz yerde, burada da insanla
milletler ve öncelikle İslâm’ın kültür ve imanı
tabiatın birliğini, beslenme konusunda karşılıklı
sayesinde yükselen milletler bizzat geliştikleri
ilişkilerin dengesini, toprakla, suyla ve havayla
yerler olan Kurtuba’da, Palermo’da, Paris’te
teması yeniden keşfetmeliyiz. Aynı şekilde
buluşma, araştırma, formasyon merkezleri
er-Razi ve İbn Sina’nın düşünce biçimini esas
kursunlar ve yine yayın merkezleri de
alarak, insanın bizzat kendisiyle olan birliğini,
kurarak bugün İslâm’ın bize verebileceği, bize
Descartes’tan bu yana tasavvur edildiği gibi,
söyleyebileceği ve bizim de ona söyleyeceğimiz
bir mekaniğe ve kendinden ayrılmış bir ruha
şeyleri dünyaya yaysınlar.
benzeyen bir vücut olmayan, fakat bir bütün
İnsanın tabiatla olan ilişkilerinde Rönesans’tan bu yana bizi, onu bir savaş ve fetih ruhu içinde kullanmaya sevk eden ve böylece bizimle onun arasında “malik-mülk, efendi-köle” ilişkileri tesis eden tutumu değiştirmek gerekir: Aç gözlü, mülkünü ölçüsüz bir şekilde işletme hususunda arzuları tatmin edilemeyen malik; kölesini işi başında öldürmekten çekinmeyecek derecede zalim ve düşüncesiz efendi. Oysa Kur’an-ı Kerim’in öğretisi tamamen farklıdır: Bu bakımdan bizim, insanın kozmik boyutunu yeniden keşfetmemize yardımcı olabilir. İslâm’a göre insan, kâinattaki tüm varoluş derecelerini sinesinde barındırmaktadır
olan kamil insanın birliğini yeniden bulmalıyız. İnsanın bu bütünlüğü hakkında psikomatik tıp ve psikiyatrik araştırmalar, diğer hikmetler ve diğer mistikler tarafından uzun zamandan beri iyice araştırılmış olan bir sahada daha henüz ilk adımlarını atabilmişlerdir. Kurtuba’da, Palermo’da Montpellier’de ilimlere bu yeni yaklaşım tarzı artık ihtisasların dağılmasında değil fakat karşılıklı yararlanmaları mümkün kılan Tevhid’in birliğinde açıklanabilirdi. Bunlarında ötesinde bu birlik felsefesini, hikmetin ilimlerle olan birliği felsefesini, gayeler ve vasıtaların hazırlanması üzerindeki tefekkürün birliğini yeniden keşfetmek gerekir.
ve bu küçük alem vicdan ve iman sorumluluğu
Hayatın ve onu düşünen insanın yeni bir
gibi en ulvi sorumluluğu kabul etmiş olan
aşamasında aklı tam olarak kullanmayı
kimsedir: “Biz iman emanetini göklere yere
öğrenmek gerekir: Artık sadece sebepten
ve dağlara sunduk, onlar bu yükü taşımayı
sebebe veya şarttan şarta değil fakat aynı
reddettiler, ondan korkup titrediler. Onu
zamanda, her şeyin sonsuz olduğu, hem ezici
sadece insan yüklendi.”18 İşte bu sebepledir ki,
hem de yüceltici sorumluluktan -yani nihai
sonraları zalim ve cahil olduğu ortaya çıkmış
gayesini seçme hürriyetinden- insanı hiçbir
da olsa o, yeryüzünde Allah’ın halifesi tayin
şeyin muaf tutamayacağı şuuruna varılıncaya
edilerek dünyanın dengesini korumak ve her
kadar, gayelerden gayeleri, basit gayelerden ulvi
parçası Allah’ın varlığına delalet eden bir ayet
gayelere yükselmek icap eder.
olan tabiatta, her şeyi kaynağına ve gayesine bağlamakla görevlendirilmiş ve bütün bunlardan
Çünkü İslâm’a göre Allah kendini değil sadece Kelam’ını bildirir. İnsan ise onu ya reddetme ya
el-Ahzab, 72
18
116
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
da eyleminin yaratıcı prensibi kılma gibi ulvi bir hürriyete sahiptir. Yine başka bir alanda da, Doğu ile Batı arasındaki çatışmanın sembolü olarak gösterilmek istenen Poitiers’deki gülünç bir savaşın hatıralarını asla tazelemek için değil, Aquitaine Dükü Guillaume de Poitieers’in Haçlı Seferleri’nden dönüşünde sarayına İslâm şairlerinin özlemini getirdiği; küçük kızı Alienor d’Aquitane’in “Aşk Kursları” sırasında şiir yarışmaları yapılırken, Oksitanya şiirlerine Endülüs’ün (ve onunda ötesinde, Arabistan’la İran’ın, Uzr-Aşk’ı ile Bağdat Aşkı’nın Bağdatlı İbn Davud’dan sonra Kurtubalı İbn Hazm’ın Pireneler yoluyla temalarını Avrupa’ya soktuğu “asil aşk”) şiirlerinin de katıldığı Poitiers’de Filistinli şairlerin yazdıkları nebevi şiirin, Fransa ve tüm Batı’da insanlığı bir kere daha yeni bir şey getirecek bir sanatın ümidiyle yaşayanları karşılamaya çıkacağı yeni bir şiir yuvası kurmak gerekirdi. Batı modeli büyümemiz ile ona sevk eden pozitivist ve teknisyen kültürün; aşkın, yaratmanın ve imanın karşısına çıkardığı tüm engelleri aşmak için nebevi ruha olan bu karşılaşma yaratma ve aşk konusunda yeni bir iman yaratabilir; çünkü asrımızın en büyük Müslüman Şairi olan Muhammed İkbal’in de ifade ettiği gibi: “Kur’an-ı Kerim’in asıl amacı, insanda, Allah ve evren ile olan çok çeşitli ilişkilerinin daha ulvi bir şuurunu uyandırmaktır.”19
www.islamiyorum.com
fakat Oksitanyalı halk şairlerimizin ilki olan
Muhammed Ikbal, Reconstruire la pensee le pensee de
19
l’islam, Paris, Adrien- Maissonneuve, 1955, s.’ 15
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
117
Kavramlar
Kur’an’da Akıl Kavramı Hamdi TAYFUR “Akıl” Kelimesi
dair Arap dilinden pek çok örnek verilmektedir.
“Akıl/akletme” kelimesi Arapça “AYN-KAF-LAM” kökünden türemiştir. İsim olarak akıl, “akale”, “ya’kılu” fiilinin mastarıdır. Kelime Kur’an’da isim olarak değil fiil olarak geçmektedir. İsfehani, Müfredat’ta kelimenin kök anlamını şu şekilde vermektedir: “(Bir nesneyi) yakalamak veya bırakmamak üzere tutmak, alıkoymak, korumak veya ona yapışmak ve(ya) bunları istemek ya da bunlara yönelmek.”1 Örneğin, “devenin, ön baldırıyla kolunu katlayıp bunları kolunun ortasından köstek bağıyla ya da ipiyle (ıkalun) bağlanması (aklü el baırı bil ıkal) ve ilacın karnı sıkıca tutması, kavraması ele geçirmesi ya da yakalaması (akli eddeveei elbatne)” gibi. Aynı şekilde “dilin tutulması”, “saçın taranması” bu kelimeyle ifade edilir. Kaleye de “ma’kıl” denmiştir. Diyeti ve koyunkuzudan alınan yıllık zekatı ifade etmek için de kelimenin türevleri kullanılmaktadır.2 İlk Arap filologlarından Sa’leb kelimeye “imtina etmek” anlamını verirken, Cevheri ise “sığınak” manasını vermektedir.3
Biz bunların tümünü burada sıralamayacağız. Aslında yukarıda verilen örneklerle birlikte tüm kullanımlar temel iki anlama işaret etmektedir; bunlardan birincisi “bağlamak”, ikincisi ise “engellemek veya korumak” tır. Engelleme veya koruma olumsuz ve zararlı bir duruma karşı yapılır. Aslında her iki kök anlamının da birbirine yakın veya birbirini gerektiren anlamlar olduğunu söyleyebiliriz. “Bağlamak” bağlananın kendisine ve dışındakilere vereceği zarardan korunması ve engellenmesi amacıyla “tutulması”; “engellemek ve korumak” ise dışarıdakilerin içerdekilere vereceği zararı ortadan kaldırmak için “tutulması” anlamına gelmektedir. İp yani “ıkal” devenin hem kaçmasını hem de çevresindekilere zarar vermesini, kale yani “ma’kıl” ise dışarıdakilerin kale içindekilere zarar vermesini engeller. Kelimenin farklı dillerdeki kök karşılıkları da “akletme” kelimesini anlamamıza yardımcı olacaktır. Akıl Yunanca “nous”, Latince “ratio” ve “intellectus” kelimesinin karşılığıdır.4 Batı dillerinde aklı ifade eden kelimeler bu köklerden
Kelimenin kök anlamıyla ilgili kullanılışlarına
türemiştir. “Nous”, alemi idare eden akıldır. “ratio” saymak ve hesaplamak anlamına
Ragıb el-İsfehani, Müfredat, akıl maddesi
1
İsfehani, age
Süleyman Hayri Bolay, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
2
4
Abdülbaki Güneş, İşlevsel Akla Verilen Değer, s.12
3
118
ansiklopedisi, “akıl” maddesi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
gelir.5 Latince bir kelime olan “intellectus” Grekçe “selectus”tan gelir. Seçme ve ayıklama demektir.6 Görüldüğü gibi Batı’da aklı ifade eden kelimelerin kökünde hesaplama, sayma, seçme ve ayıklama anlamları vardır. Öz Türkçede akla karşılık gelen kelime “us” tur. Divan-ı Lügat-i Türk I, 36 da “us”, “hayır ve şerri ayırt ediş” olarak tanımlanmıştır. Aslında Kutadgu Bilig’in verdiği bu tanım bizi kelimenin köküne götürmemektedir. Kelimenin fonetiğinden “kontrol” anlamını çıkartmak mümkündür. Türkçede insanlara karşı kullanılan “sus!” kelimesi ve Anadolu’da çobanların hayvanları yönlendirmek için kullandıkları “ss, oss, uss” seslerinin kontrol amacına dönük oldukları düşünülürse, bunlara fonetik olarak benzeyen “us” kelimesinin hem kişinin kendisini, hem de dışındakileri kontrol etme amacını yerine getirmeyi ifade etmede bir isim olarak
mümkün olabilir.8 Kendisi bir seciye ve yeti olarak iyi-kötü, doğruyanlış, güzel-çirkin, önce-sonra, sebep-sonuç, özdeş-özdeş olmayan, mümkün-mümkün olmayan ayrımını yapamayacak bir akla Allah’ın sorumluluk yüklemesi ancak zulüm olabilirdi. Böylesi bir seciye insanda Allah’tan bir nur olarak yaratıldığından o sorumlu kılınmayı hak etmiştir. İşte bu yüzden Kur’an insana akıl seciyesi üzerinden hitap etmekte ve davetinde doğrudan aklı muhatap almaktadır. Hitabını insanın akletme yetisini açığa çıkarma ve akletmenin önündeki engelleri kaldırma esası üzerine kurmakta, metodunu insan aklının çalışma biçimi üzerinden oluşturmaktadır. Kur’an’ın tümünde aklın paralelinde yürüyen bu yöntemin işaretlerini görmek mümkündür. Direkt olarak akıl kelimesi ve bu kelimeye yakın
kullanılması anlamlıdır.
anlamlı kelimelerin geçtiği ayetlerin toplamının
Türkçe, Arapça ve Batı kökenli dillerde
onda birine yakındır. Bu bilgi, Kur’an’ın akla
kelimenin kökünde kontrol, bağlamak, korumak,
hitap yöntemini esas aldığına ve akletmeye
engellemek, saymak, hesaplamak, seçmek ve
engel perdeleri yok ederek insanın akletmesini
ayıklamak gibi anlamlar vardır. Aslında bunların
temin etmeyi amaçladığına dair tespiti
tümü insandaki “akletme” fonksiyonunda
güçlendirmektedir.
yer alan özelliklerdir. İnsan sadece akletme fonksiyonu sayesinde iyi ve kötü, faydalı ve zararlı olanı ayırt edebilir, kendini kontrol edebilir, değer biçebilir, öncelik ve sonralığı tespit edebilir, güzeli çirkinden temyiz edebilir. Böylelikle içinden ve dışarıdan gelecek
tüm ayetlere oranı neredeyse Kur’an ayetlerinin
Bu nedenle akıl ve akla yakın anlamlı kelimelerin geçtiği ayetlerde hangi özellikte insanlara hitap edildiği; nelerin akledilmesinin istendiği; akletmekle neyin amaçlandığı; hitabın ortamı/ bağlamı ve zamanı/dönemi gibi hususlar önem
tehlikelere karşı kendisini koruyabilir.
arz etmektedir. Akletmekle ilgili beş temel
Aklın terimsel anlamı üzerine pek çok tarif
tespit ederek oluşturduğumuz grafik (bkz. Tablo
yapılmış ve akıl birçok çeşitlere ayrılmıştır.
1) bize bu ayetlerin hangi ortamda ve ne amaçla
Ancak bize göre bunların içinde en kabule değer
indiklerine ilişkin bir fikir vermektedir.
kavramın geçtiği ayetlerin yaklaşık iniş yıllarını
olanı Haris el-Muhasibi’nin tarifidir. Ona göre akıl; akıl dışında başka bir şey değildir. Yani
Tablo 1:Yıllara göre inen ayet sayısı 30
Bunun dışında akıl şudur diye tarif edilen her
25
şey akletmenin sonuçlarıdır. Muhasibi aklı,
20
temelini insanın varlık yapısının bütünlüğü içinde bulan, insanın varlığı dışında kendisine varlık
AYET SAYISI
akıl, ancak bir seciye (garize) ve bir yetidir.
TEZEKKUR
15
AKIL
10
TEFEKKÜR
5
TEFEKKUH
olarak görür.7 Bu yüzden akıl kendini tanıyabilir,
0
TEDEBBUR
biset 1.yıl biset 2.yıl biset 3.yıl biset 4.yıl biset 5.yıl biset 6.yıl biset 7.yıl biset 8.yıl biset 9.yıl biset 10.yıl biset 11.yıl biset 12.yıl biset 13.yıl hicri 1.yıl hicri 2.yıl hicri 3.yıl hicri 4.yıl hicri 5.yıl hicri 6.yıl hicri 7.yıl hicri 8.yıl hicri 9.yıl hicri 10.yıl
yüklenemeyen ve doğuştan gelen bir kabiliyet böylece başka varlıklar hakkında da bilgisi Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü
5
TÜM AYETLER
YILLAR
İsmail Yakıt, “Doğru Bir Kur’an Tercümesinde Semantik
6
Metodun Önemi”, SDÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı 1 s.19 Hatice Cerrahoğlu, Kur’an’da Akıl ve Kalp, s:26
7
Haris el-Muhasibi, el-Akl ve fehmü’l Kur’an, s.157-158
8
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
119
Tablo dikkatle incelenirse görülecektir ki
kelimelerini10 içeren ayetlerde Müslümanları da
“akletme” ile ilgili kelimeler yıllara yaygın
muhatap almıştır.
bir şekilde kullanılmasına rağmen, özellikle bi’setin beşinci yılından itibaren kullanımda bir artış gözlenmekte ve bu yoğunluk hicri
“Akıl” Kelimesinin Kur’an’da Kullanılışı
ikinci yıla kadar sürmektedir. İlk yıllarda ise
Bu kelime Kur’an’da 49 ayette fiil olarak
daha çok tezekkür ve tefekkür kelimelerinin
geçer. Kelimenin sadece fiil olarak kullanılması
kullanıldığını görüyoruz. Tezekkürün hatırlatma
çeşitli araştırmacılar tarafından akletmenin
ve uyarılma yoluyla düşünme, tefekkürün de
fonksiyonel bir iş olması dolayısıyla böyle olduğu
duyularla algılanan deliller ve ayetler üzerine
şeklinde yorumlanmasına sebep olmuştur.
düşünme anlamına geldiği dikkate alınırsa,
Akletmenin fonksiyonel bir iş olması gerektiği
ilk yıllarda Mekke ve civarındaki insanlara
tespiti doğru olmakla birlikte, kelimenin
geçmiş olayların hatırlatılması ve tabiat üzerine
isim olarak kullanılmamasını sadece buna
tefekkür üzerinden düşünmeye çağrılarak
bağlamak yetersiz bir değerlendirmedir. Çünkü
mesajın iletildiği sonucunu çıkartabiliriz. Tabii
bir şeyin fonksiyonel olması onun isim olarak
bu sonraki yıllarda durmamış diğer kelimelerin
kullanılamayacağı anlamına gelmemektedir.
kullanılmasıyla daha da yoğunlaşmıştır.
Kur’an’da akıl kelimesinin isim olarak
Bi’setin beşinci yılından hicrete kadar geçen
kullanılmaması dilin günlük kullanımında da
süre en çetin mücadele yıllarıdır. Yoğun olarak
bunun böyle olmasından olmalıdır. Araplar
Habeşistan’a göç bi’setin beşinci yılında
akletmenin merkezini kalp11 olarak görüyorlar
olmuştur. Bu dönemde akletmeye davet
ve kalbi akılla özdeş tutuyorlardı. Kur’an da
eden ayetlerin muhatabı müşriklerdir. Hicrete
bunu aynen benimsedi. Araplar için akletmenin
kadar bu böyle sürmüştür. Hicretin birinci ve
kalbe nispeti görmenin göze, işitmenin kulağı
ikinci yılında inen ayetlerde “akletme” ile ilgili
nispeti gibiydi. Bu nedenle bir uzvun fonksiyonu
kelimelerin yoğunluğu devam etmiştir. Bu
olarak algıladıkları akletmenin dillerinde isimden
dönemde ayetlerin muhatabı Ehl-i Kitap ve
çok fiil olarak geçmesi ve akıldan bahsederken
özellikle Yahudiler ve kısmen de müşriklerdir.
fiilin mastarı yerine akletmenin uzvu olan kalbi
Medine’nin ilk yıllarında Yahudiler ve güneyden
kullanmaları gayet normal bir durumdur.
9
gelen Hıristiyan gruplarla yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Özellikle hicri birinci ve ikinci yıllarda inen Bakara ve Al-i İmran surelerinde doğrudan muhataplar Yahudiler ve Hıristiyanlar olmuştur. Akılla ilgili kelimeler de onlara karşı kullanılmıştır. Az sayıda da olsa münafıkları muhatap alan ayetlerde akletme kelimeleri mevcuttur. Hicretin ilerleyen yıllarında ve bazı Mekki ayetlerde hüküm, emir, yasaklama ve rehavete karşı uyarı bildiren bazı ayetlerin içinde akletme ile ilgili kelimeler geçmektedir. Bu ayetlerin muhataplarının kısmen müşrikler kısmen de Müslümanlar olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla Kur’an, davetinin bir parçası olarak akletmeye çağırırken müşrikleri, Ehl-i Kitap’ı ve münafıkları muhatap alır. Aynı zamanda hem onları rehavete kapılmaktan uzak tutmak
Kelime Kur’an’da olumsuz anlamda kullanılmaz. Akletmekten dolayı olumsuz bir durum veya sonuç ortaya çıkmaz. Kur’an’ın hiçbir ayetinde gerçekten aklettikleri için zemmedilen ve eleştirilen bir kimse ve durum söz konusu değildir. Tüm insanlar akletmeye teşvik edilir. “Siz aklettiniz de bu kötülük veya olumsuzluk ortaya çıktı” tarzında tek bir ayete rastlamak mümkün değildir. Bilakis kötülükler akletmemenin bir sonucu olarak gösterilir. Kur’an tüm mesajının kabulünü insanın akletmesine bağlamıştır. Bu nedenle Kur’an mesajı bir dayatma ve doğma değildir. Tüm çağrısını insanların düşünerek, bilerek ve anlayarak kabul etmesi üzerine bina etmiştir. Kur’an’ın hitap yöntemi budur.
ve kalplerinin katılaşmasını önlemek, hem de akıllarını kullanarak doğru hükümler koymanın
Akletme kelimeleri derken sadece ‘akıl’ kelimesini değil
10
yönteminde onlara rehberlik etmek için akletme
akletmeye yakın anlamlı tüm kelimeleri kastediyoruz. Kur’an’da kalp kelimesinin kullanımıyla ilgili ayrıntılı
11
Kasım Şulul, Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, s.157
9
120
bir çalışma için: http://www.islamiyorum.com/index. php?sayfa=makaledetay.php&mkid=231&sayi=65
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Şimdi “a-ke-le” kelimesinin kullanılış biçimine
mümkündür: 1-Tevhit,15 2-risalet,16 3-ahiret/
göre ortak yapıdaki ayetleri inceleyelim:
yeniden diriliş,17 4-tarih,18 5-tabiat,19 6-vahiy/
1) Efela ta’kilûn (Hâlâ akletmeyecek misiniz?): Kur’an’da 13 ayrı ayette bu soru ifadesi aynen geçmektedir.12 Bir ayette
kitap,20 7-amellerimiz/yapıp ettiklerimiz21. Tüm bunlar Kur’an’ın ele aldığı en temel hususlardır. Mesajın içeriği de bu hususların etrafında döner.
aynı anlamı ifade etmek üzere hitap üçüncü
2) La ya’kilûn (Akletmiyorlar): Bu ifade
şahıslara dönmekte ve ifade “Efela ya’kilûn
Kur’an’da 11 ayette geçmektedir.22 Aynı
(Hâlâ akletmeyecekler mi?)”
13
şeklinde
kullanılmaktadır. Bir ayette de “efelem tekûnû ta’kilûn (Akletmeli değil miydiniz?)”
14
ifadesiyle
anlamdaki başka bir ifade de “ma ye’kilûha (Onları akletmiyorlar)” biçimindedir ve “verilen misalleri alimlerden başkası akletmez” mealindeki tek bir ayette geçmektedir.23 İfadeleri
soru sorulmaktadır. Bir ayet hariç soruyu soran ya bizzat Allah’tır, ya da kavimlerini davet eden peygamberlerdir. Sadece Bakara suresi 76. ayette ikiyüzlü Yahudilerin kendi aralarında geçen konuşmalarında; Peygamber’le
kullanan Allah’tır. İfadenin muhatapları ise; altı ayette Mekkeli müşrikler, bir ayette Ehl-i Kitap ve kafirler, iki ayette münafıklar, bir ayette alimlerden başka herkes ve bir ayette de bedevilerdir.
tartışmalarında kitaplarındaki bilgileri açıklama
Ayetlerde “akletmiyorlar” denilen muhatapların
hususunda birbirlerine tedbirli olmayı/gizlemeyi
akletmedikleri hususlar şunlardır: Kur’an’ı
önerirlerken, Tevrat’taki bilgileri açık edenleri
Allah’ın indirdiği, vahyin hakikat olduğu ve
“aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?”
Muhammed tarafından uydurulmadığı; şirk
ifadesiyle azarlamaları şeklinde geçmektedir.
koşulan varlıkların hiçbir şey yaratma kudretine
Yahudilerin akıllı olmaktan anladıkları buydu.
sahip olmadıkları; Allah’tan başkasının şefaat
Kur’an da onların bu tavrını yaptıklarını yüzlerine
etme yetkisinin olmadığı; hamdin Allah’a
vurarak şiddetle eleştirmektedir.
yaraşır oluşu; yerlerde ve göklerdeki ayetlerle,
İfadenin muhatapları ise on ayette Mekkeli müşrikler, bir ayette Ad kavminin müşrikleri, bir ayette İbrahim kavminin müşrikleri, üç ayette de Yahudilerdir.
geçmiş kavimlerin başlarına gelenlerin pek çok ibrete vesile olduğu; salât’a/dine çağrının küçümsenecek ve alay edilecek bir husus olmaması; insan uydurması pek çok yargının aslında Allah tarafından konulmayan emir
“Hâlâ akletmeyecek misiniz?” diye sorulurken akledilmesi istenen hususlar ise şunlardır: Müşriklerin taptıkları nesnelerin acizliği, ahiretin dünyadan daha hayırlı olması, yeniden dirilmenin hak olduğu, Ehl-i Kitap’ın kitaplarındaki erdeme ilişkin öğütler ile insanı helakten kurtaracak ve onu şerefe erdirecek kitabın/Kur’an’ın uyarıları, Peygamber’in hak peygamber oluşu, Hz. İbrahim’in bir hanif/ muvahhit oluşu, geçmiş kavimlerin helaki, gece ve gündüzün art arda gelişi gibi tabiat ayetleri…
ve yasaklar olduğu; taklit edilen ataların da aslında akletmeyen güruhlar olabileceği ve sırf atalarımız diye onları taklit etmemek gerektiği; apaçık hakikatleri ve buna dair delilleri görmek için manevi körlük, sağırlık ve dilsizlikten kurtulmak gerektiği; bedevilerin yaptığının aksine toplum içi ilişkilerde saygı ve ölçü sınırlarını iyi bilmek ve buna göre davranmak gerektiği… Bunların yanı sıra alimlerden başkasının akletmeyeceklerine dair ayetin öncesinde misal olarak geçmiş kavimlerden 21/67
15
Soru formunda gelen ifadelerle Allah’ın
16
akletmemizi istediği hususları biraz daha
17
özelleştirirsek yedi ayrı başlık tespit etmemiz
18
10/16, 11/51, 12/109, 3/65 7/169, 28/60, 12/109, 6/32, 23/80, 36/68 12/109, 37/133-138 23/80
19
21/10, 2/44
20
Bu ifadenin geçtiği ayetler: 7/169, 28/60, 10/16, 11/51,
36/62, 2/44
12
21
37/138, 12/109, 6/32, 21/10, 21/67, 23/80, 2/44, 2/76, 3/65 13 36/68 14 36/62
22
Bu ifadenin geçtiği ayetler: 10/42, 10/100, 29/63, 5/58,
5/103, 2/170-171, 8/22, 59/14, 49/4, 39/43 29/43
23
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
121
örnekler -örneğin; Nuh kavmi, İbrahim’le kavmi
3) Le’allekum ta’kilûn (Umulur ki akıl
arasında geçenler, Lut kavmi, Medyen halkı,
erdirirsiniz): Bu ifade Kur’an’da sekiz ayette
Ad ve Semud kavimleri ile Firavun, Karun ve
geçmektedir.25 Benzer bir ifade de “in kuntum
Haman’ın helak edilişi- ayrıca örümcek ağı
ta’kilûn” (Eğer aklederseniz) şeklinde iki ayette
üzerinden Allah’tan başkasına sığınmanın ne
geçmektedir.26 Ayetlerde hitap eden -bir ayet
kadar dayanıksız bir yere sığınmak olduğu gibi
hariç- Allah’tır. Bir ayette hatip Hz. Musa’dır.
misaller verilmektedir. İşte bu gibi hususları
Muhataplar bir ayette müşrikler, iki ayette
ayetlerin muhatapları akletmemektedirler.
Musa’nın kavmi, üç ayette kitaba muhatap
Tüm bu hususlar 1.maddede belirlediğimiz yedi temel konunun içindeki hususlardır. Benimsediğimiz yöntem gereği ayetleri ayrı ayrı verip uzun açıklamalar yapmak yerine toplu değerlendirmeler ve ayetlerdeki ortak hususları tespit etmeye çalışıyoruz. Ancak “Akletmiyorlar” ifadesinin içinde geçtiği bir ayetle ilgili bir açıklama yapmak gerekiyor. Ayet şu şekildedir: “Hiçbir kişi Allah’ın izni olmadan inanamaz ve O, akletmeyenleri rezilliğe/ricse mahkum eder.”24
Ayetin sûre içindeki bağlamına baktığımızda önceki ayetlerde haklarında cezalandırılma
olan herkes, dört ayette de Müslümanlardır. Yani akıl erdirmesi umulanların kapsamına tüm insanlar girmektedir. Bir ayette insanın yaratılmasından, doğmasından olgunlaşıp yaşlanmasına ve ölmesine kadar geçen bir ömür verilmesi ve bazen de bu ömrün uzatılması, akıl etmek ve dolayısıyla doğru davranışlar içine girmek için verilmiş bir imkan olarak anlatılır.27 Gene bir ayette kitabın Arapça indirilmesinin28 ve ayetlerin/delillerin açıkça bildirilmesinin29 insanların akletmelerini temin etmek amacına dönük olduğu ifade edilmektedir.
hükmü kesinleşmiş olanların inanmaya artık
Akıl erdirilmesi umulan hususlar ise; Allah’ın
yaklaşmayacakları kesinleşenler olduğu (ayet
her şeyin Rabbi olduğuna, ölüleri diriltme
96), azap gelmek üzereyken iman edenin
gücüne, aklı kullanmadan verilen yargıların
imanının kendilerine fayda sağlamayacağı ve
yanlışlığı ile bunların doğrularının nasıl ortaya
bunun tek istisnasının Yunus kavmi olduğu
konacağına ilişkin konulan hüküm örneklerine
(ayet 98), Allah isteseydi yeryüzünde herkesin
ve Müslümanların düşmanlarıyla ilişkilerinde
mümin olacağı (ayet 99) söylendikten sonra bu
dikkatli olmalarına dairdir.
ayet iman etmeyi bir sünnete bağlamaktadır. O sünnet de “Allah’ın insanların iman etmesini dilemesinin onların akletmelerine bağlı olduğuna dair” sünnetidir. Allah iman etmesini dilemediklerinin üzerine rezilliği, pisliği, ayetin ifadesiyle ricsi boca eder. Bunun altında ezilen kişinin iman etmesi mümkün olmaz, çünkü o akletmemektedir. Bu pisliğin ortadan kalkmasının, yani Allah’ın o kişinin iman etmesini dilemesinin şartı da ayette açıkça ifade edilmiştir: Akletmek! Kişi akletmeye başlayınca üzerindeki rics kalkar ve iman etmenin önündeki engeller yıkılır. Ayetle açıkça ortaya çıkmaktadır ki, iman etmek için önce akletmek gerekmektedir. İman etmek akletmenin bir sonraki adımıdır. Bu nedenle aklı olmayanın imanı da olmaz. Allah akletmeyenlerin üzerlerine boca ettiği rics yüzünden iman etmelerinin mümkün olmayacağını böylece bir sünnet haline getirmiştir. Bu bir sünnetullahtır.
Allah 6/151, 2/240-242 ve 24/61 ayetlerinde kadınlara davranış biçimine, mirasa, sosyal ilişkilerdeki davranış hükümlerine, yasak ve farzlara ilişkin bir dizi emir ve tavsiyelerde bulunduktan sonra, ayetlerin sonunda tüm bunların verilmesinde insanların akletmesi amacının güdüldüğünü açıkça ifade etmektedir. Yani Allah hükümleri verip insan aklını tatile göndermeyi değil, bu hüküm örnekleri aracılığıyla aklın önünü açmayı hedeflemektedir. Böylece insan, önü açılmış akılla karşı karşıya kaldığı sorunlarda tıpkı ayetlerde Allah’ın yaptığına benzer biçimde hayatıyla ilgili hükümler koyacak; iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırarak adalete uygun kurallar ve yasalar ihdas edecektir. Eğer bu böyle olmayıp Bu ifadenin geçtiği ayetler: 49/4, 12/2, 6/151, 40/67, 43/3,
25
2/73, 2/242, 57/17, 24/61 26/28, 3/118
26
Mümin 40/67
27
Zuhruf 43/3
28
Yunus, 10/100
24
122
Hadid 57/17
29
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
da benzer ayetlerle verilen hükümlerdeki amaç
Ayetlerde akleden kavimler/topluluklar için
insan için son noktayı koymak olmuş olsaydı,
akıl edilmeye konu olan meseleler şöylece
aklı kullanmaya ihtiyaç bırakmayan kesinleşmiş
sıralanmaktadır: Şimşekler, bulutlar, gökten inen
hükümlerin peşinden bu hükümlerin verilmesiyle
su, rüzgarlar, yerin yağan yağmurla canlanması,
insanların akıl erdirmesinin umulduğu gibi bir
yeryüzündeki kıtalar, üzüm bağları, ekinler,
ifadenin gelmesi anlamsız olurdu.
hurmalıklar, gece, gündüz, gece ve gündüzün
İman edip doğru yola girdikten sonra sürdürülecek hayat, Kur’an hükümlerinin insana verdiği emniyet duygusuyla aklı tatile gönderecek ve onun fonksiyonelliğini ortadan kaldıracak bir hayat olmamalıdır. İman etmek için öncelikle akletmek gerektiği gibi, iman ettikten sonra yaşanan hayatta da akletmeyi sürdürmek gerekmektedir. Çünkü hayat sürdüğü sürece karşılaşılacak problemlerde doğru yargılar verebilmek için, Kur’an’ın önünü açmayı hedeflediği o akla ihtiyaç vardır. Düşmanlarını tanımaları, hesaplarını fark etmeleri ve dost edinmemeleri gerektiğine
peş peşe gelişi, güneş, ay, yıldızlar, göklerin ve yerin yaratılması, denizde yüzen gemiler, kavimlerin helaki ve helak edilmiş kavimlerden geriye kalanlar… İşte tüm bu hususlarda ve bunlara benzeyen diğer örneklerde akleden kavim için ayetler, deliller, çıkartılabilecek dersler ve ibretler vardır. Dikkat edilirse bu ifadede akletmeye konu olan hususlar daha önce isimlerini verdiğimiz akletmenin yedi alanından “tarih” ve “tabiat” hususlarıdır. Yani tarih ve tabiatta çok sayıda deliller, ayetler ve ibretler vardır. Ancak bunlar sadece aklını kullanan topluluklara fayda verir.
dair ayetteki uyarıların onların akletmelerini
5) Lehum kulûbun ya’kilûne bihâ (Onunla
temin etme amacıyla açıklandığının söylenmesi
akledecekleri bir kalbe sahip olsalar): İfade
de, sadece hayata dair hükümlerde değil tüm
bir ayette geçmektedir. Ayet mealen şöyledir:
ilişkilerde aklın fonksiyonel olması gerektiğini
“Yeryüzünü gezip dolaşmıyorlar mı? Bu sayede
ortaya koymaktadır.
30
Aynı zamanda kitaba
onunla akledecekleri bir kalbe ya da işitecekleri bir
muhatap olup iman ettikten sonra aradan geçen
kulağa sahip olurlardı. Ne var ki, asıl kör olan gözler
süreye bağlı olarak kalplerin katılaşmaması
değil, göğüslerdeki kalplerdir.”32 Yazımızın girişinde
ve yoldan çıkmamak için sürekli bir otokontrol
de belirttiğimiz gibi akletmenin kalbe nispeti
mekanizmasına yani aklı diri tutmaya ihtiyaç
görmenin göze nispeti gibidir. Nasıl görme
vardır. 56/16-17. ayetlerin bize öğrettiği husus
organımız göz ise, Arap dilindeki ifade biçimine
budur.
göre akletmenin organı da mecazen kalptir. Tabii
4) Li kavmi ye’kilûn (Akleden kavim/ topluluk için): Bu ifade Kur’an’da sekiz ayette geçmektedir31. Sekiz ayette de hitap eden Allah, mesajın muhatapları ise müşriklerdir. Ancak muhatapların müşrikler olduğunu söylerken, verilen veya açıklanan delillerin/ayetlerin müşrikler dışındakileri ilgilendirmediğini söylemek istemiyoruz. Tam tersine sadece aklını kullananlar bu ayetlerden dersler çıkartabilirler. Bu yüzden ayetler “li kavmi ye’kilûn” yani akleden kavim için indirilmiştir. Müşrikler mesajın muhatabıdırlar. Onlara Allah bu ifade ile “eğer ayetlerden faydalanmak istiyorsanız akıl yoluna dönmelisiniz, çünkü ayetler ancak aklını kullanan bir topluluğa fayda verir” demektedir.
kalbin tek fonksiyonu akletmek değildir. O pek çok fonksiyona sahiptir. Akletme fonksiyonunu yerine getirmesinden dolayı kalbe “akıl” ismi de verilmiştir. Kültürlerde kalp kelimesi daha çok maneviyata, ilhama, sezgiye dönük kullanıldığından onun akılla ilgisinden bahseden bu ayetten yola çıkılarak akletmenin sezgi ve ilhamla ilgisi kurulmaya çalışılmıştır. Oysa akıl kalp ilişkisi belirttiğimiz çerçevede anlaşıldığında bu tür zorlama yorumlara gitmeye gerek kalmamaktadır. Sezgi ve ilham da kalbin bir fonksiyonudur. Ancak kalp çok fonksiyonlu bir organımız olduğundan sezgi ve ilhamla akletme arasında doğrudan bir ilgi kurmaya çalışmanın fazla bir anlamı yoktur. Yeryüzünde gezip dolaşmak helak edilmiş kentlerin virane hallerini görmek ve bundan
Al-i İmran 3/118
30
İfadenin geçtiği ayetler: 30/46, 30/28, 13/4, 16/12, 16/67,
31
45/5, 29/35, 2/164
Hacc 22/46
32
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
123
dersler çıkarmak için yapılır. Yani gözleme
Son ifade, yani “na’kilu” ifadesi ise cehennem
konu olan dolayısıyla akledecek kalbe sunulan
bekçileri ile cehennemlikler arasındaki bir
deliller tarihten süzülüp gelen delillerdir.
konuşmada geçmektedir. Cehennemlikler
Bu ayet de bize akletmenin yedi alanından
kendilerine gelen uyarıya kulak vermedikleri
“tarih” alanına yönelmemizi emretmektedir.
ve akletmedikleri için büyük bir pişmanlık
Buradaki “tarih” ifadesi sadece bir bilim dalına
içindedirler.37 Dikkat edilirse son iki ayette
işaret etmemektedir. Geçmişi ve geleceğiyle,
de mesaja kulak vermek ve akletmek başat
iyi ve kötü yaptıklarıyla ve yapamadıklarıyla
koşullar olarak birlikte verilmektedir. “Mesaja
insanlığa ait ibret alınacak her şey bu ifadenin
kulak vermek” ve gerek mesajla gerekse dahili
kapsamı içindedir. Dolayısıyla yazılı tarih kadar
ve harici tüm yönlerden gelen ayet ve delillerle
“arkeoloji, antropoloji, sosyoloji, siyaset,
“akletmek” insanın kurtuluşu için vazgeçilmez
uluslar arası ilişkiler, görsel sanatlar ve hatta
bir gerekliliktir. İlk başta iman edebilmek için
psikoloji” bu ifadenin sınırları içindedir. Deve
nasıl akletmek gerekiyorsa, iyi bir sona nail
sırtında gezmekten başka imkanı olmayan
olabilmek için de akletmeyi terk etmemek
geçmiş dönem insanlarından çok daha fazla
olmazsa olmazlardandır. Yoksa önce akledip
imkan, günümüzde akleden kalplere ayetler
sonra da anladıkları kitabı tahrif etmeye kalkışan
sunmaktadır. Gün geçtikçe daha da artan bu
Yahudilere dönmemek mümkün değildir.
imkanlara gözlerin açık olması yani kalplerin
Çünkü akletmek anlamayı hayata taşımayı
akleder vaziyette tutulması zorunludur. Burada
gerektirmektedir.
gören gözle akleden kalp aynı şeydir. Gözün önündeki apaçık ayetler beyne gitmeyen ışık uyarılarından başka bir şey değilse gözün bakıyor olmasının bir kıymeti yoktur. O görmemektedir, kördür. Akıl bağlamında kalp de böyledir. Göze ve duyu organlarına gelen sonsuz sayıdaki ayet ve işarete rağmen kişi “rics”ten ve örtülerden kurtulup akledemiyorsa kalbi kör
Görüldüğü gibi Kur’an aklı, vahyi ve hayatı birbirinden ayırmamakta; hem kitabın sunduğu, hem de afaktan ve enfüsten gelen delillerin akledilmesiyle imanın, istikametin, hak üzere oluşun, doğru hükümler vermenin ve cehennemden kurtuluşun mümkün olabileceğini söylemektedir. Eğer akletmezsek
olmuş demektir.
Allah ricsi üzerimize boca eder; gözümüze
6) Diğer ifadeler: Sıraladığımız ifadelerin yanı
bulmamız asla mümkün olmaz. Kurak çöl ve
sıra, her biri birer ayette geçmek üzere üç ifade
kum yığınlarında kaybolmuş birisinin gözleri ve
daha vardır: “Akalûhu, ya’kilûn ve na’kilu”.
kalbi hidayetin aydınlığına açık değilse, yani o
Birinci ifade Allah’ın kelamını dinledikten sonra
akletmiyorsa gökten Cebrail inip eliyle doğru
onu tahrif eden Ehl-i Kitap için inmiştir. Oysa
yolu gösterse, o anlamayan hayvanlar gibi
onlar dinledikleri kelamı aklediyorlar yani
kaçmaktan başka bir şey yapmayacaktır.
perdeler, kalbimize ağırlıklar koyar. Doğru yolu
anlıyorlardı33. Tahrifatı da anladıktan sonra yapıyorlardı. Ayetteki “akalû” ifadesi “anlamak” anlamında kullanılmıştır. İkinci ifade, yani “ya’kilûn” ifadesi, resulü alaya alıp küçümseyen “tanrılarına sımsıkı sarılmakta direnen”34, hevalarını ilah edinen35 müşrikler için inmiştir. Hevaları ve tanrılarına olan bağlılıkları kalplerini çepeçevre kuşatmış bu müşriklerin mesaja kulak vermesi ve akletmesi mümkün değildir. Hayvan sürülerinden bile beterdirler.36
Bakara 2/75
33
Furkan 25/42
34
Furkan 25/43
35
Furkan 25/44
36
124
Mülk 67/10
37
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Gündem
Nükleer Enerji ve Enerjinin Geleceği Tamer ATAÇ Nükleer ya da bir başka deyişle atom kavramı,
nötronlarla bombardımanı sonucunda bu
insanlığın gündemine insanlığın acılarla
çekirdeklerin parçalanması sağlanabilir; bu
yoğrulmuş tarihinin insanlık açısından dip
tepkimeye “fisyon” adı verilmektedir. Her
yaptığı, insanlığın birbirine karşı en acımasız
bir parçalanma tepkimesi sonucunda açığa
yöntemlerle yok etme faaliyetinde bulunduğu, 2.
fisyon ürünleri, enerji ve 2-3 adet de nötron
Dünya Savaşı’nın bitim düdüğü olan 6 Ağustos
çıkmaktadır.
1945 tarihinde Japonya’nın Hiroşima, 9 Ağustos 1945’te Nagazaki kentlerine atılan bombalarla girdi. Bu iki saldırıda tam 360 bin kişi öldü yüz binlerce insan patlamadan kaynaklanan radyasyon sonucunda sakat kaldı. Onlarca yıl radyasyona bağlı çevre kirliliği ve buna bağlı olarak canlı yaşamda mutasyonlar gelişti. Nükleer enerji, ilk olarak 1896 yılında Fransız fizikçi Henri Becquerel tarafından kazara, uranyum maddesinin fotoğraf plakaları ile yan yana durması ve karanlıkta yayılan X-Ray
Uygun şekilde tasarlanan bir sistemde tepkime sonucu açığa çıkan nötronlar da kullanılarak parçalanma tepkimesinin sürekliliği sağlanabilir (zincirleme tepkime). Bunun haricinde hafif atom çekirdeklerinin birleşme tepkimeleri de büyük bir enerjinin açığa çıkmasına sebep olmaktadır. Bu birleşme tepkimesine “füzyon” adı verilmektedir. Bu tepkimenin sağlanabilmesi için atom çekirdeğinde bulunan artı yüklerin birbirini itmesinden kaynaklanan kuvvetin
ışınlarının fark edilmesi ile keşfedilmiştir.
yenilmesi gereklidir. Bu nedenle çok yüksek
Nükleer enerjinin esasını oluşturan atom eski
yüksek sıcaklıkta yüksek enerjiye ulaşan atom
Yunanca kökenli olup, parçalanmaz anlamına
çekirdeklerinin çarpışması ile füzyon tepkimesi
gelmektedir. Atom minerallerin en küçük parçası
sağlanabilmektedir. Fisyon ve füzyon tepkimeleri
olup, onun karakterini belirler ve kendisini
ile elde edilen enerjiye “çekirdek enerjisi” veya
oluşturan bir çekirdek ve onu çevreleyen
“nükleer enerji” adı verilmektedir.(1)
elektronlardan oluşur. Atom çekirdeklerinin parçalanması sonucunda büyük bir enerji açığa çıkmaktadır. Ağır atom çekirdeklerinin
sıcaklığa çıkılan sistemler kullanılmaktadır. Çok
Nükleer bomba ile nükleer enerji arasındaki farkları şöyle sıralayabiliriz.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
125
Nükleer bombayla nükleer enerji üretimi arasında var olan tek benzerlik her ikisinin de “fisyon olayı”na dayanmasındadır: Nükleer Bomba: * Patladığı yeri mahvetmeye yöneliktir. * Zincirleme reaksiyonu kontrolsüzdür. * Çevredeki etkisi kalıcı ve öldürücüdür.
Nükleer Enerjii: * Üretildiği ülke için enerji kaynağıdır. * Zincirleme reaksiyonu kontrol altındadır. * Çevreyi kirletme riski tartışılmaktadır.
* Üretimi ve kullanılması insanlığa karşı suçtur. Tüm ticari enerji kaynaklarını göz önüne
türü üretimi araştırmalarına büyük yatırımlar
aldığımızda, (fosil kaynaklar, nükleer enerji ve
yapmaktadırlar. Nükleer enerjide bu araştırma
yenilenebilir enerji kaynakları) dünyada her
ve uygulamalardan payını almaktadır. Dünyada
gün 230 milyon varil petrol eşdeğeri enerji
halen 30 ülkede, 438 nükleer santral reaktörü
tüketildiğini söyleyebiliriz. Bu tüketimin 200
enerji üretiminde kullanılırken, 42 nükleer
milyon varili fosil (hidrokarbon türevleri)
santral inşa aşamasında bulunuyor. Uluslararası
yakıtlardan karşılanıyor. Dünya enerji tüketimi;
Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) verilerine göre,
petrol, doğal gaz ve kömür birlikte düşünülürse,
küresel düzeyde kurulu gücü 371 bin 562
yüzde 90’lık oranın fosil kaynaklar olduğu
gigavat (gw) olan 438 nükleer santral, söz
görülür. 1950’den beri dünya nüfusu 2,5 kat
konusu 30 ülkenin ürettiği enerjinin yüzde
artarken, enerji talebi 7 kat arttı. Hem fosil
17,71’ini sağlıyor. Bir başka deyişle, nükleer
yakıtların fiyatlarında reel artış yaşandı, hem
santrale sahip ülkeler ürettiği enerjinin yüzde
de gittikçe artan insan nüfusu enerjiyi günlük
17,71’ini bu santrallerden elde ediyor.
yaşamında kullanmaya başladı.(2)
Dünyada kurulu 439 nükleer santralin 272’si
Farklı kuruluşların projeksiyonlarına göre
(yüzde 62) sanayileşmiş 7 ülkenin oluşturduğu
dünyada kalkınmacı ve büyümeye yönelik model
G-7 ülkelerinde yer alıyor. G-7 üyesi ülkelerden
devam ettiği sürece 2030 yılına kadar dünya
İtalya’da nükleer santral bulunmaz iken,
enerji talebinin mevcut tüketim seviyesinden
Fransa’da 58, Almanya’da 17, Japonya’da 54,
yüzde 40 kadar artması bekleniyor. Bu enerji
ABD’de 104, İngiltere’de 19 Kanada’da 18
ihtiyacının karşılanması daha fazla termik,
santral var. Sanayileşmiş 6 ülkede bulunan
hidroelektrik ve nükleer santrallerin kurulması
272 nükleer santralden elde edilen 254 bin
anlamına gelmektedir. Fosil yakıt olarak
365 mw enerji, dünyada kurulu gücü 371
isimlendirilen petrol rezervlerinin 2050, doğal
bin 562 mw olan 438 santralden elde edilen
gaz rezervlerinin 2070 ve kömür rezervlerinin de
enerjinin yüzde 68’ini oluşturuyor. Söz konusu
2150 yılları civarında tükeneceği öngörülmekte
ülkelere Rusya’nın da eklenmesi halinde 7 ülke
olduğuna göre yeni enerji kaynakları olarak
toplam kurulu gücün yüzde 74,3’ünü elinde
nükleer enerji ve yenilenebilir enerji kaynakları
bulunduruyor. ABD, dünyada en fazla nükleer
önümüzdeki dönemlerde öne çıkacak olan enerji
santral reaktörü ve en fazla kurulu güce sahip
kaynakları olarak karşımızda durmaktadır.
ülke konumunda. ABD, 104 reaktör ile toplam
Stratejistler içinde bulunduğumuz yüzyıldaki
439 reaktörün yüzde 23,7’sini, 100 bin 583 mw
bütün savaşların kökeninde ülkelerin “birincil
olan kurulu güç ile toplam gücün yüzde 27,1’ini
enerji kaynakları rezervlerine ulaşma hedefi”
elinde tutuyor.
olduğunu tespit etmiş bulunmaktadırlar.. Ekonomik açıdan güçlü ülkelerse daha uzun vadede enerji kaynaklarını değil de enerji üretiminin tekelini ellerinde tutmak üzere ulusal stratejiler geliştirmekte ve yeni enerji
126
Dünyada elektrik enerjisi üretiminde nükleer enerjiden en fazla yararlanan ülke sıralamasında Fransa ilk sırada yer alıyor. Söz konusu 30 ülke arasında Fransa, ürettiği
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
enerjinin 76,18’ini nükleer enerjiden elde
eden sadece doğal felaketler değildir. Doğal
ederken, ikinci sırada yüzde 72,89’luk pay ile
felaketlerin dışında yaşanacak konvansiyonel
Litvanya bulunuyor. Halen küresel düzeyde 36
savaşlarda ülkelerin birbirlerinin enerji
bin 988 megavat (mw) gücünde 44 nükleer
kaynaklarını yok etmeye yönelik saldırıları
santralin inşasına devam ediliyor. Verilere göre,
sınırları aşan radyasyon kirlenmelerine yol
Arjantin, Finlandiya, Fransa, İran, Pakistan ve
açacaktır.
ABD’de birer reaktör, Bulgaristan, Japonya ve Ukrayna’da ikişer, Çin’de 11, Hindistan’da 6, Güney Kore’de 5 ve Rusya’da 8 nükleer reaktör inşa aşamasında bulunuyor.(3)
Nükleer Enerji Üretimi ve Çevresel Etki Değerleri Nükleer santrallerin çevre üzerindeki etkileri uranyum ve toryum çıkarma, yakıt hazırlama, zenginleştirme, üretim, kullanılan yakıtın yeniden işlenmesi, depolanması ve işletme ömrü bitip kapatılan reaktörlerin sökülmesi sırasında ortaya çıkmaktadır. Nükleer santrallerde kullanılan uranyum ve toryum cevherlerinin çıkarılması ve işlenmesi esnasında düşük ışımalı
Nükleer santraller belirli coğrafi özellik taşıyan yerlerde kurulmak zorundadırlar. Bu zorunluluk pazar ve soğutma suyuna yakınlıktır. Bu nedenle deniz ve göl kıyıları, haliçler, büyük akarsu kıyıları uygun coğrafi mekanlardır. Pazar konusunda ise sanayi bölgelerine yakınlık önemlidir Deniz ve akarsulara yakınlık yaşanan doğal felaket ve kaçaklarda nükleer kirliliğin bu alanlara bulaşmasıdır. Bu kirlilik bilindiği üzere gerek ışınlama ile gerekse bitki ve deniz ürünlerinin yenmesi sonucu besin zinciri içinde insanlara geçmektedir. Gerek ışınlama ile gerekse bitki ve deniz ürünlerinin yenmesi sonucu radyoaktif maddelerin (sezyum ve stronsiyum) yarı ömürleri uzun olup (28 yıldan
atıklar yayılmaktadır.(4)
fazla) vücuttaki tabi elementlerle kimyasal
Nükleer santrallerden çevreye olabilecek en
birikmesi söz konusudur. Örneğin, kalsiyumun
büyük etki bir kaza sonucu büyük miktarlarda
kemik oluşumunda potasyumun da çeşitli hücre
radyoaktif maddenin çevreye yayılmasıdır.
fonksiyonları ile ilişkisi bulunmaktadır. Kimyasal
Geri döndürülemez sonuçlar üretebilen bu
olarak da stronsiyum kalsiyum ile sezyum ise
kazalar insanlığın başına da ciddi sorunlar
potasyum ile olan benzerliklerinden dolayı bu
açmaktadır. Nükleer santrallerden yayılan gaz
maddeler, alınan besinlerle vücutta birikerek
ve sıvı radyoaktif atıklar önemli çevre sorunları
çeşitli kemik hastalıkları ve kemik kanserine
yaratmaktadır. Ancak, olası kaza durumunda
sebep olmaktadırlar. Radyoaktif serpintiler
radyasyonun çevreye olan etkileri kazanın
sonucu toprağın bu atıkları emmesi ve toprakta
şiddetine, reaktörün tipine ve reaktör dış
yetişen bitkilerin doğrudan yenilmesi veya
emniyet sistemine göre değişmektedir Bunun
bunları yiyen hayvanların et ve sütünün besin
yakın örneği Çernobil ve Fukushima Daiichi
olarak alınması ile insan vücudunda radyoaktif
nükleer santrallerinde yaşanmıştır. Arkasında
maddeler birikmiş olacaktır. Yine atmosfere
yüzlerce ölü ve binlerce yıl etkisini gösterecek
yayılan radyoaktif gazlar bulutlardan ışınlama
radyasyon kirliliği bırakan bu kazalar nükleer
ile veya gıda zinciri ile insanlara bulaşmakta ve
enerji üretiminin risk değerlerinin fosil yakıtlarla
insan sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir.(5)
yapılan üretimden düşük olduğu tezlerine ağır
benzerlikleri bulunduğundan insan vücudunda
darbe vurmuştur.
Dünyada büyük bir muhalefet dalgası nükleer
Nükleer santraller konusunda en başarılı
hareketi, Antinükleer hareketi gibi hareketler
olduğu söylenen bir ülkenin yaşanan bir doğa
nükleer enerjinin risklerinin büyük olduğu
felaketinde nükleer santrallerde kontrolü
nükleer santraller başta olmak üzere tüm
kaybetmeleri nükleer enerji taraftarları ve
nükleer faaliyetlerin ters giden bir durumda
lobilerini oldukça zora sokmuştur.
(Deprem, Tusunami, Kazalar, Savaşlar v.s)
karşıtlığını yürütmektedir. Greenpeace, Yeşiller
Nükleer santrallerde birinci önceliğin güvenlik olduğu muhakkaktır. Nükleer santralleri tehdit
geri döndürülemez felaketlere neden olacağını ifade etmektedirler. Ayrıca nükleer enerjinin hammadde yan sanayi ve yüksek teknoloji
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
127
ile bağımlılık zinciri oluşturacağı, bu zincirin
enerji ağı oluşturmaya müsait olmaması,
ise ülkeleri bağımsız hareket etmekten
küresel enerji politikalarının ibresini nükleer
alıkoyacağını, nükleer enerjiden vazgeçmekle
enerjiye doğru yöneltmektedir. Önümüzdeki
ortaya çıkacak boşluğun yenilenebilir enerji
süreçte tüm nükleer karşıtlarının çabasına
kaynaklarıyla doldurulabileceğini ifade
rağmen yenilenebilir enerji üretimi önündeki
etmektedirler.(6) Burada İran’a nükleerden
sorunlar, büyüme putu ve küresel enerji
vazgeçmesine yönelik baskının, önceleri nükleer
ağı egemenliği dolayısıyla nükleer enerji
enerjiyi düşünmeyen bölge ülkelerinin (Türkiye,
arayışları güç kazanacaktır. Nükleer enerji
Suudi Arabistan, Mısır) İran karşısında stratejik
taraftarları ve karşıtlarının enerji üretiminin
olarak kendilerini dengelemeye çalışmaları
ekonomiklik, sürdürülebilirlik açısından avantaj
sonucunda nükleer enerjiyi telaffuz etmeleri,
ve dezavantajlarını ortaya koyarken konunun
yeni dönemde bölgenin dünyanın enerji
zayıf ve güçlü yanları olmaktadır. Asıl burada
açısından fosil yakıtlardan çıkma sürecinde
sorun, sürdürülebilir kalkınma ve büyüme
tekrar küresel enerji ağına nasıl bağlandığını
modeli olduğu bir gerçektir. Nükleer enerji
da göstermektedir. İnsanoğlunun bir türlü
ile yenilenebilir enerji arasında gidip gelen
vazgeçmediği parametrelerden birisi de tüketilen
tartışmalar, artan enerji ihtiyacının daha nereye
enerjide görülen büyüme aşkıdır. Bu aşkın
kadar süreceğini gündem etmemektedirler. Sonu
ön kabulleri sorgulanmadan nükleer enerjiye
gelmez büyüme modelleri, masallarda anlatılan
karşılık ikame edilecek enerji kaynakları olarak
yedikçe büyüyen büyüdükçe daha fazla yiyen
yenilenebilir enerji kaynaklarını göstermek,
doymak bilmez bir canavarı andırmaktadır.
insan-enerji ilişkisinin uyuşturucu bağımlısı ile morfin arasındaki ilişkiye benzetmek mümkündür. Daha fazla enerji daha fazla mutluluk, daha fazla enerji daha fazla
Kaynakça
mutluluk ve sonuçta altın vuruşla yıkım ve geri
1. Türkiye Atom Enerji Kurumu (http://www.taek.
döndürülemez son. Özet olarak söylersek daha
gov.tr/bilgi-kosesi/nukleer-enerji-ve-reaktorler)
çok enerji demek daha fazla tahribat ve yok 2. (Özemre, Bayülken, Gençay 50 soruda
etme faaliyeti demektir.
Türkiyenin enerji sorunu)
Nedir bu yenilenebilir enerji kaynağı? Genel olarak, yenilenebilir enerji kaynağı; enerji kaynağından alınan enerjiye eşit oranda veya kaynağın tükenme hızından daha çabuk bir şekilde kendini yenileyebilmesi ile tanımlanır. Örneğin, güneşten elde edilen enerji ile çalışan bir teknoloji bu enerjiyi tüketir, fakat tüketilen enerji toplam güneş enerjisinin yanında çok küçük kalır. En genel yenilenebilir enerji şekli güneşten gelendir.
3. (International Atomic Energy Agency, http:// www.iaea.org/programmes/a2/) 4. Enerji Kaynaklarının Kullanımı Ve Çevreye Etkileri Say.6 Kadıoğlu, Tellioğlu 5. Enerji Kaynaklarının Kullanımı Ve Çevreye Etkileri Say.7 Kadıoğlu, Tellioğlu 6. Greenpeace.org.Nükleersiz Gelecek
Yenilenebilir enerji kaynakları olarak güneş enerjisi, rüzgar enerjisi, deniz dalgalarının enerjisi, Biomas gibi enerji kaynakları bulunmaktadır. Bu enerji kaynaklarının nükleer enerjiye nazaran çevre açısından daha risksiz olduğu bir gerçektir. Ancak üzerinde daha az çalışılmış olmasından dolayı bir takım teknik yetersizlikler yaşandığı muhakkaktır. Örneğin kesintili olması, depolanma ihtiyacı duyması gibi; ama burada asıl sorun, çeşitliliği ve bağımsızlılığı nedeniyle küresel
128
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Gündem
Anayasa Metin YILMAZ Anayasa konusu, Türkiye’de zihinleri en fazla
anayasa duvarına tosladı; özgürlük, eşitlik diyen
meşgul eden ve konuşulan/tartışılan konulardan
de. İnsanlar için anayasa, aşılamayan bir duvar
biri oldu her zaman. İlki 1921’de olmak üzere,
oldu; memleket de koskoca bir hapishane. O
1924, 1961 ve 1982 de dört kere yeniden
kutsaldı, karşı gelinemez, eleştirilemez, bazı
yazıldı, üzerinde onlarca kere de değişiklik
maddelerinin değiştirilmesi teklif bile edilemezdi.
yapıldı, ama bir türlü toplumu tatmin eden
Onları değiştirmeyi, düşünmek bile tek başına
bir nitelik kazanamadı. Aksine var olan çarpık
suçlu olmak için yeterli sebepti. İnsanlara,
devlet anlayış ve yapısının, toplum içindeki
itaatten, boyun eğmeden ve onun istediği gibi
etnik, dini, mezhebi ve siyasi çatışmaların,
olmaktan başka bir seçenek bırakılmadı.
devlet kaynaklı baskının, zulüm ve acıların müsebbibi olarak görüldü, görülmeye de devam
Devlet, yaptıklarında kendini o kadar anayasaya
ediyor.
yasladı, onu bir baskı ve sindirme aracı olarak
Bir kız öğrenci başını örterek okula girmek
kutsal bir nitelik kazandı. Devlet onunla
istediğinde, anayasa dikildi karşısına bir
özdeşleşti. Devlet adına anayasa dayatıldı,
engel olarak. Bir Müslüman dinini öğrenmek,
devleti korumak için anayasa öne sürüldü.
öğretmek ve yaşamak istediğinde de.
Halk onun belirlediği sınırlarda yaşamaya ve
kullandı ki; o, en kutsal metinden bile daha
Kürtler “Türklere hak olanlar bize de hak olmalı” dediğinde anayasayı buldu karşısında, Aleviler, Sünnilerin sahip oldukları hakları kendileri için talep edince yine anayasa çıktı karşılarına.
düşünmeye mecbur ve mahkum bırakıldı. En doğal farklılıklar ve en insani talepler bile “anayasaya aykırı” olarak nitelendi. Arkasından yasaklar geldi. Yasaklara uymayanlar için de yaptırımlar. Kitap toplatma, hapsetme, üzerine asker gönderme, legal ya da illegal yollarla başını ezme…
Rumlar ruhban okulu açmak istediğinde de, Birileri resmi ideoloji dışında fikre sahip olup da fikirlerini zikre döktüklerinde de, Velhasıl etnik, siyasi, dini, fikri her türlü farklılık
Hakların ve özgürlüklerin teminatı olarak tanımlanan, halkı/bireyi devlete karşı koruması ve kollaması gereken anayasa, devletin elinde bir sopaya, bir silaha dönüştü.
anayasayı buldu karşısında.
Bu durum bize İslam ülkelerinde zalim
En doğal ve insani talepler bile anayasa engeli
çabalarını hatırlatıyor. Oralarda hak arama
ile karşılaştı. Ana dilini konuşmak isteyen de, inancının gereklerini yerine getirmek isteyen de “anayasaya aykırı” ifadesini buldu karşısında. Hakkını arayan, hukuk ve adalet diyen de
diktatörlere karşı gerçekleşen hak arama çabalarının ve değişimin önünde diktatörler vardı, burada ise anayasa. Mevcut anayasanın sorun çözme kabiliyeti olmadığı açık. Kendisi sorunların kaynağını
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
129
oluşturuyor. Zira bu topraklara ait değil, dar
anayasayı gündemlerine aldılar ve hatta
geliyor, sıkıyor, bunaltıyor, can yakıyor, sorun
önerilerde bulundular.
üretiyor. O halde değişmeli. Ve bilinmeli ki; mevcut sorunların çözümü için anayasanın aradan çekilmesi ve değişmesi gerek, o değişmeden de sorunlar çözülemeyecek. 2006 seçimlerinden sonra AKP hükümeti yeni bir anayasa yapma girişiminde bulundu, ancak çok ciddi engellerle karşılaştı, başaramayacağını anlayınca da erteledi. Anayasa, mevcut sistemin teminatı olarak görüldüğü için sistem sahiplerince çok sıkı korunuyordu. Sivil bir meclisin/istenmeyen kişi ve grupların (hem de muhafazakar bir parti liderliğinde) onu değiştirememesi için her türlü tedbir alınmıştı. Başta anayasa mahkemesi olmak üzere, sistemden nemalanan kurumlar (asker, yargı, üniversiteler) partiler, dernekler ve medya; meclisin yasa yapma, değiştirme yetkisini kullanamaması için var güçleri ile harekete
Nerede ise yeni bir anayasa fikrine karşı duran kimse kalmadı. Nasıl değişecek ve ne değişecek ya da nasıl bir mantıkla yapılacak, nasıl bir içeriğe sahip olacak konuları tartışılmaya devam ediyor ve asıl kavga sebebini oluşturuyor. Zira anayasa değişikliğinden herkes aynı şeyi anlamıyor, aynı sonuca varmak istemiyor. Aslında herkes anayasayı kendisine göre değiştirmek istiyor, kendi emelleri için bir araç olarak görüyor, kendi anayasasını yapmak istiyor. CHP ve MHP mevcut anayasanın değişmez maddelerinin kalmasını ve değişimlerin olabildiğince sınırlı tutulmasını amaçlıyor. Atatürkçüler yine Atatürkçü/Kemalist bir anayasa istiyor. Devlet aygıtında kilit rol sahipleri pozisyonlarını değiştirmeyecek, İş adamları menfaatlerine hizmet edecek bir
geçmişti.
anayasa bekliyor. Liberaller liberal, Müslümanlar
Hükümet mevzi kazanıp muhalifler mevzi
herkes kendi dinini, meşrebini, mezhebini,
kaybettikçe, yeni anayasa konusunun
düşüncesini öne çıkarıyor, kendi haklarını/
gündemdeki ağırlığı arttı. Anayasanın yaşanan
çıkarını önceliyor. Türklerin Türklüğü, Kürtlerin
değişimlere karşılık veremediği, değişen
Kürtlüğü, Sünni ve Alevilerin mezhepleri;
toplumun değişen ihtiyaçlarını karşılayamadığı
Kemalistlerin, Liberallerin, Solcuların,
iyice anlaşıldı. 2011 seçimlerinde AKP’nin birinci
Müslümanların ideolojileri öne çıkıyor.
şeriatı öngören bir anayasa talep ediyor. Ve
vaadi olarak gündemin başköşesine yerleşti. Bunun AKP için önemi, yapmaya çalıştığı reformların ve açılımların anayasa değişikliği ile tamamlanacak ve ancak o zaman başarıya ulaşacak olmasındadır. Yoksa kazanılan mevziler ya da yapılan reformlar yarım kalacak ve
Yanlış yaklaşımlardan doğru bir sonuç çıkmayacağı açık. Mevcut anayasanın problemi bir grubun, bir kimliğin, bir ideolojinin kendini diğerlerini yok sayacak şekilde öncelemesi, yok sayması ve kendini dayatmasıydı. Şimdi
kolayca bir işe yaramaz hale getirilebilecektir.
ise öncelenenin kimliğini değiştirmek sorunu
Hükümetin bu yaklaşımı “anayasanın değişmesi
yerine”, “Ne mutlu Kürt’üm diyene, Ne mutlu
gerekir” diyen kesimlerin seslerinin daha da
Müslüman’ım” diyene öneriliyor. Öncelenen
yükselmesine ve özellikle halkta da anayasa
veya yok sayılan Türk değil de Kürt olduğunda,
değişimi beklentisinin artmasına sebep oldu.
Laikler değil Müslümanlar olduğunda, Sünniler
Bu beklenti ile AKP 12 Haziran seçimlerinde
değil Aleviler olduğunda sorun çözülmüş olacak
%50 oy alarak iktidara geldi. Sivil toplum
mı acaba? Belirleyenin kimliği değiştiğinde
kuruluşları da bu konuyu gündemlerine aldılar.
bütün sorunlar çözüme ulaşacak mı?
Yeni anayasanın nasıl olması gerektiğinin tartışıldığı platformlar oluşturuldu. Çeşitli sivil toplum kuruluşları TÜSİAD, TESEV, Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) hazırladıkları anayasa ve anayasa raporlarını toplumla paylaştılar. Öyle ki, muhalefet partileri bile halkın talepleri karşısında direnemediler, ister istemez yeni
130
çözecekmiş gibi yaklaşılıyor. “Ne mutlu Türk’üm
Hayır, sadece kayırılan ya da hakkı yenenler yer değiştirecek. Mağdurlar mağrur olacak, yeni mağdurlar ortaya çıkarılacak. Oysa bir toplumda birilerinin hakkı elinden
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
alınıyorsa orada kimse hak sahibi değildir.
belirlerler, teminat altına alır, gelişmesini
Birileri mutsuzsa kimse mutlu olamaz. Hak
sağlar. Anayasa bir toplumun hukuk sistemi
yemek, görmezden gelmek, yok saymak,
içindeki “en üstün” yasadır. Diğer bütün yasalar
üzere bir toplum inşa edilemez. İnkarcı ya da
onunla uyumlu olmak zorundadır. Hiçbir kanun
kayırmacı yaklaşımlarla sorunlar çözülemez
anayasaya aykırı olamaz. Kişi ve kurumlar ona
ancak yeni sorunlar üretilir.
aykırı uygulamalar/davranışlar içine giremezler.
Mantık değişmedikçe, egemen ideolojiyi/dini/
Anayasanın bir diğer tanımı ise onun toplumsal
mezhebi/etnik kimliği değiştirmekle sorunu
bir sözleşme olması şeklindedir. “Toplumu
çözmüş ve yeni bir anayasa yapmış olmazsınız.
oluşturan unsurların/bireyler ve grupların
Mesele adil, özgür ve eşit bir ortamda birlikte
beraber yaşamak için bir çerçeve çizmeleri
yaşamayı temin etmekse, bu ancak toplumsal
gerekir. Toplum doğal olarak çoğulcu bir yapıya
mutabakatla, herkesin aynı haklara, aynı
sahiptir. Dil, felsefi görüş, menfaat, kültür
derece ve aynı şekilde kullanma imkanına sahip
bakımından muazzam bir çeşitlilikle karşı
olması ile gerçekleşir. Yoksa yeni yanlışlar, yeni
karşıyadır. O zaman nasıl beraber yaşayacağız?
zulümler bizi beklemektedir.
Bir de siyasi yönetime ihtiyacımız var. Hepimizi
Yapılmak istenen yeni anayasada yanlışa düşmemek için her şeyden önce anayasanın ne olduğunu, tabiatını ve ruhunu bilmek gerekir. Biz de ilk yazımıza anayasanın tarifi ve tarihi ile başlayacak, Batı’da onu ortaya çıkaran dinamikleri tespit etmeye ve sonrasında da bizim topraklara nasıl geldiğini ortaya koymaya çalışacağız.
ilgilendirecek bazı ortak kararların alınması lazım. Cezalandıracak bir organizasyonun kurulması lazım. Bundan dolayı anayasa özü itibariyle toplumsal bir sözleşmedir,1 toplumun üzerinde anlaşmaya vardığı, tabi olmayı kabul ettiği temel ilkeleri ifade eden bir sözleşme. Görüldüğü gibi anayasanın iki temel konusu vardır. Birincisi yöneten güç, iktidar ya da devlettir. İkincisi ise yönetilen yani bireyler
İkinci yazımızda, Türkiye Cumhuriyeti anayasalarını masaya yatırarak sorunun kaynağını tespit etmeye ve sorunu gidermenin yollarını aramaya çalışacağız. Özellikle de Müslümanların anayasa ile ilişkilerini, “Kur’an bir anayasa mıdır? Din ile anayasa arasında nasıl bir ilişki vardır? Müslümanlar, yaşadıkları toplumlarda nasıl bir anayasaya ile razılaşabilirler?” vb. sorular ışığında tartışmak niyetindeyiz. Umarım hayırların çoğalmasına katkısı olur.
ve gruplar halinde bulunan halktır. Bu iki unsur sürekli bir çatışma halindedir. İktidar güçlüdür, korur, kollar, düzene koyar, yönetir, yönlendirir. Toplumda gücü kullanma hakkına sahip tek meşru makamdır. Vatandaş ise zayıftır, korunmaya, kollanmaya muhtaçtır. Devletin vatandaşına yaklaşımı ödev merkezlidir, ondan itaat etmesini, boyun eğmesini bekler. Vatandaşın yaklaşımı ise hak ve özgürlük merkezlidir. Hem korunmak ve kollanmak ister hem de hak ve özgürlük alanlarına dokunulmasın ve hatta genişlemesi sağlansın.
Anayasa Nedir? Anayasa, genel olarak siyasal ve toplumsal yapıya ilişkin temel tercihlerin açık kurallar halinde yer aldığı üstün hukuksal belge olarak tanımlanır. O, devleti ve devleti ifade eden kurumları/erkleri tanımlar; görevlerini, yetkilerini, sınırlarını, işleyişini, aralarındaki ilişkiyi belirler ve onları bağlayan temel hukuk kurallarını ortaya koyar. Ayrıca devlet karşısında vatandaşların, hem bireylerin hem de toplumsal grupların temel hak ve özgürlük alanlarını
Bu ilişki de sözü geçen, dilediğini gerçekleştiren taraf genelde iktidarlar, mağdur taraf ise halklardır. Zira iktidar ile birey/halk güçleri arasında bir orantısızlık vardır. Her türlü güce ve onu kullanma hakkına sahip iktidar karşısında birey çaresizdir. Tarihin ilk devirlerinde beri iktidar sahipleri güçlerini dilediklerince kullanmalarının önünde bir engel yokmuşçasına davrandılar, yönetenyönetilen ilişkisinin kurallarını yönetilenlere söz http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiS
1
ayilar&Goster=Yazi&YaziNo=971
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
131
hakkı vermeden belirlediler. Tabii ki belirlenen kurallar hep yönetenin lehineydi. Sahip oldukları güç ve iktidar onları şımarttı, azgınlaştırdı, keyfiliğe sevk etti, yönetilen üzerinde hakim, otorite ve belirleyici olmaya itti. Kur’an’da anlatılan Nemrut’un tebaasına karşı “Ben de öldürür ve diriltirim”, Firavun’un “Ben sizin en yüce Rabbiniz değil miyim” iddiası yönetenlerin sahip olduğu psikolojiyi ortaya koyan güzel iki örnektir. Güç sahibi/yöneten bazen bir kral ya da sultan oldu, bazen bir meclis, bazen de bir dini ve etnik kimlik. Nasıl kral kendini ve mensubu olduğu aileyi merkez alarak yönettiyse toplumu, hakim olan kimlik de kendini önceleyerek ve diğerlerini ya yok sayarak ya da köleleştirerek yönetmeyi tercih etti. Yönetilenlerde çoğu kere bu duruma rıza gösterdi, yöneteni tanrılaştırdı, kutsallaştırdı ve kalplerini onlara mahkum ve mecbur hissiyle doldurdu. Zira kendilerinin hak sahibi olduklarına dair bir bilinçleri yoktu. Yönetenin tanrılık ve egemenlik davasına kalkıştığı, yönetilenin de kulluk ve köleliğe razı olduğu sistemlerin yeryüzünde ortaya çıkardığı tek sonuç; hukuksuzluk ve zulmün artması oldu. Bu sorunu ilk fark edenler ve ilk çözüm arayanlar peygamberlerdi. Onlar, had bilmeyen güç ve iktidar sahiplerini sınırlama, kurala bağlama, adalet ve hukuku üstün kılma ve hak sahibi birey fikrinin bilinen ilk bayraktarları oldular. Son peygamber Hz. Muhammed de getirdiği ilkelerle yöneten-yönetilen, zalimmazlum, güçlü-zayıf ilişkisinde, yönetilenin, mazlumun, mustazafın yanında yer aldı; güçle şımarmanın, azgınlaşmanın, keyfiliğin karşısında durdu ve karşısında durmaya çağırdı; gücü hukuka bağlamanın yollarını önerdi. “Onlara eğer yeryüzünde iktidar, mevki verirsek namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emrederler, kötülüğü yasaklarlar” diyerek 2
yönetimi bir sorumluluk makamı olarak tanımladı.
sınırlarını çizdi. “Emri bil maruf ve nehyi anil münker” –iyiliği emr ve kötülükten nehy- ilkesi ile ve “cihadın en efdali zalim hükümdara söylenen hak sözdür” diyerek yönetileni yönetenden sorumlu kıldı. “Kanun karşısında eşitlik” ilkesi ile yönetenin ayrıcalıklarını ortadan kaldırdı ve gerçek manada hukukun üstünlüğünü ilan etti. İlan ettiği gibi uygulamaya da koydu. Bununla da kalmadı, “Medine vesikası” örneği ile etnik, dini ve fikri farklılıklarıyla insanların bir hukuk oluşturarak birlikte mutluluk ve huzur içinde yaşayabileceklerine dair örnek de sundu. 5 O gün için dünyanın yabancı olduğu “hak sahibi birey” ve “iktidardan üstün hukuk” fikri Müslümanları çağdaşlarının önüne geçirdi ve bu sayede hem kalpler hem de kapılar İslam’a açılıverdi. İnsanlar topluluklar halinde İslam’ı kabul etti, birçok belde/şehir de kendi iradeleri ile Müslümanların yönetimi altına girdi. Mesela Kudüs dindaşları yerine Müslümanların yönetimini tercih etti, şehrin anahtarları devrin halifesi Hz Ömer’e teslim edildi. Ancak Müslümanlar bu ilkelere sadık kalma ve geliştirme yerine kutsal yönetici, kutsal devlet fikrine geri dönünce; dini, mevcut durumu belirleyen değil onaylayan konumuna düşürünce; hayatın sosyal, siyasi, ekonomik alanlarından uzaklaştırıp ibadetlere ve “ahvali şahsiye”ye indirgeyince; belli bir dönemde İslam adına ortaya çıkan uygulamayı kutsallaştırınca; günü okuma ve güne uygun çözümler üretme, dolayısı ile de gelişme imkanını kaybettiler. Toplumlar değişti, yönetim anlayışları gelişti, ancak onlar yerlerinde saydılar, gelişen dünyanın gerisinde kaldılar. Anayasa fikrine ulaştıracak alt yapıya sahip olmalarına rağmen bu konuda M. Hamidullah, Medine vesikasını yazılı ilk anayasa
5
“Haddi aşmayın”3 diyerek onları kanunlara uymaya davet etti.
olarak kabul eder. “Devlet reisi ve vatandaşların vazife ve haklarının bir anayasa metni içerisinde ilk defa Müslümanlar tarafından bir araya getirildiğini
“Allaha isyanda itaat yoktur”4 ilkesi ile itaatin
söylemektedir. Bizzat devlet başkanı tarafından yazdırılan ilk anayasa, hicri birinci yılda okuma yazma dahi bilmeyen Hz. Peygamberin (a.s.) Medine’de
Hacc Suresi 41
kurduğu kent devlet tarafından ilan edilen elli üç
Maide Suresi 87
maddelik anayasadır.” M. Hamidullah, “İslam Anayasa
H.Ş
Hukuku”, s. 18
2 3 4
132
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
hiçbir mesafe katedemediler. Bireyi devlete karşı
Görüldüğü gibi yaşanan süreç esasta iktidarın
koruyacak mekanizmalar üretemediler. Uzun
paylaşımı ile ilgiliydi. Henüz devletin keyfi
yıllar sultanların/şahların egemenliği altında
gücünü sınırlama ve bireysel haklar ve
hak ve özgürlükleri olmadan, sınırlı hak ve
özgürlükler alanında kayda değer bir çalışma
özgürlüklerle yaşadılar.
yoktu. Zira siyasi iktidara karşı hak sahibi birey,
Batı ise bireyi devlete karşı koruma sorununun çözümü için anayasa fikrini üretti, geliştirdi ve insanlığa hediye etti. Kavram iktidar sahiplerinin ellerindeki güçle topluma ve toplumu oluşturan unsurlara, topluluk ve bireylere karşı keyfi davranış ve uygulamalarına engel olma, yöneteni sınırlama, denetleme ve kurala bağlama arayışlarının bir neticesi olarak ortaya çıktı. Yönetene karşı yönetilenin, devlete karşı bireyin hak/haklar sahibi olduğu fikri geliştikçe de gelişti.
özgür birey (bireysel özgürlük) henüz ortalıkta yoktu. Onlar bu fikre yabancıydılar. Bireye ait özel alan ya tanınmamış ya da küçümsenmişti. Özgürlük katılım demekti, birey devlete karşı sorumlu idi ve bu sorumluluklarını yerine getirmesi en üstün erdem kabul ediliyordu. Hukukun üstünlüğü alanındaki gelişmeler bireyi ya da her bireyi ilgilendirmiyordu. Mesela Roma İmparatorluğu’nda bütün kanunlar hak ve hukuk sahipliği Romalılara aitti. Hukuk üstündü, ama Romalılar içindi ve Romalılar daha üstündü. Geri kalan halklar ise Romalıların isteklerini yerine getirmek zorunda olan hizmetkarlardı/kölelerdi.
Modern Anayasanın Doğuşu
Ne hakları vardı, ne de hukukları.
Bugün insanlığın sahip olduğu siyasal alana ait
Batılı kaynaklarca kabul edilen ilk anayasal
fikirler, modern devlet anlayışları ve devletle
nitelikteki belge ”MAGNA CARTA” (1215
ilgili kavramlar, bu yazının konusu olan anayasa
Büyük Özgürlükler Sözleşmesi )’dır. Bu belge,
kavramı da dahil Batı tarafından üretildi,
toplum güçleri arasında bir paylaşımı, bir
tanımlandı, onun yaşadığı tecrübe ve gelişmeler
denge arayışını, kralın sonsuz olan yetkilerinin,
ışığında şekillendi. Ve doğal olarak onun
din adamları ile halk adına sınırlanmasını ve
sorunlarına, zaaflarına, hassasiyetlerine göre de
kanunlara uygun davranmasını, hukukun
biçim kazandı.
kralın arzu, isteklerinden daha üstün olduğunu
Batı dine ve özellikle de İslam’a karşı sahip olduğu “düşmanlık ruhu” ile Müslümanların tarihe yaptığı katkıyı yok saydı, “yöneteni sınırlama” arayışlarına Müslümanların katkılarını görmedi/görmek istemedi. Hal böyle olunca da Batı, anayasa kavramının köklerini atası bildiği Antik Yunan (Aristo’nun Politeiası)’da aradı. Bunun tek sebebi Aristo’nun hukukun üstünlüğüne yaptığı vurgudur. Hukukun üstünlüğü ilkesine Roma İmparatorluğu’nda iktidarı paylaşım çabaları eklendi. İktidar, konsüller, senato ve halk meclisleri arasında bölündü, İmparator yetkilerini meclisle paylaşmayı ve meclis denetimini kabul etti. Bu süreç feodal toplumun doğuşu ile devam etti. Zira feodal beyler kralın iktidarına ortak oldular. Feodallerle krallar arasında, kralın feodal beyleri korumak ve kollamakla yükümlü olduğu, feodal beylerin ise özellikle askeri alanda hizmet etmeyi taahhüt ettiği bir sözleşme vardı.
kabul etmesini de içeriyordu. Onun önceki dönemlerden farkı ise özgür ve hak sahibi bireyden bahsediyor olmasıydı. Magna Carta’nın 39. Maddesi şu şekildedir; “Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak ya da hapsedilmeyecek ya da mal ile mülkünden yoksun bırakılmayacak ya da kanun dışı ilan edilmeyecek ya da sürgün edilmeyecek ya da hangi biçimde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.” Ancak bu yazılanlar da halkı değil derebeylerini, bir avuç seçkini ilgilendiriyordu. Devletin iktidarını sınırlandırarak yönetimde keyfiliğin önlenmesi süreci küçük adımlarla devam ederken kilise, tarih sahnesine çıktı. Dini otoritesini kullanarak en üstün siyasi otorite oldu. Kralları bile kendine boyun eğdirdi, Avrupa’yı elindeki güç ve yetki ile haksız ve hukuksuzluğun hüküm sürdüğü bir karanlık dönemin içine soktu. Üstelik bu dönemde İnsan/
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
133
birey üzerindeki baskı meşrulaştı. Zira Hıristiyan
Ve bu alandaki gelişmeler yönetenin yönetilen
inancında “insan doğuştan günahkârdı, kötülüğe
tarafından seçildiği demokrasilerle zirveye ulaştı.
meyilliydi ve bu yüzden hareketlerinde serbest bırakılmamalıydı. Davranışları “iyilik” değil, “kötülük” belirlerdi. Siyasi otorite onun hareket alanını kısıtlayarak, onun kötülüğü işlemesine
Anayasa J. Locke’un “hak ve özgürlük sahibi birey” ve Montesquieu’nun “güçler ayrılığı” ilkelerini kendine merkez ve dayanak kılarak
engel olmalıydı.
tarihi yürüyüşüne başladı. Kavramın kullanılması
İşte modern anayasa böylesine sağlıksız bir
Avrupa’da devlet gücünün sınırlanması ve
zeminde, yaşananlara/dayatılana karşı ortaya
denetlenmesi için yollar aranırken ilk kez
konan tepkilerin gelişmesiyle ulaşılan bir sonuç
Amerikalılar 1787’de bu teknikleri anayasa
oldu.
olarak adlandırdılar;8 devletin temel organlarını,
ise daha yakın bir zamanda 18. yy.da başladı.7
Önce dinin hayattaki belirleyiciliğine ve din adamlarının siyasi iktidardaki etkinliğine son verildi. Bireyi yok sayan dini anlayışa karşı bireyi merkeze koyan yaklaşımlar öne çıktı. Liberal düşünceler gelişti ve dinin alternatif olarak kabul gördü. Kilisenin tanrısının yerine, insan/ birey kondu. Onun hakları olduğu, özgür olduğu, onu sınırlayan değer ve bağların olamayacağı kabul edildi. Din ve ahlak bir değer ve bağ olma vasfını kaybetti.
bu organların yetki ve görevlerini düzenleyen bir takım kuralları açıkça tespit edip bir araya getirerek yazılı bir metne dönüştürdüler ve adına da anayasa dediler. ABD Anayasası’nı Fransız İhtilali’nin ürünü olan 1791 Fransız Anayasası izledi.9 Onları 1789 yılında Hollanda Anayasası, 1812 İspanyol Anayasası, 1815 ve 1848 İsviçre Anayasaları, 1830 Belçika Anayasası, 1849 Danimarka Anayasası, 1850 Prusya Anayasası, 1867 Kuzey Almanya Birliği Anayasası takip etti. Amerika Kıtası’nda ise Meksika Anayasası
Dinin yerini alan liberal felsefelerin siyasi alanı belirlemesi, kapitalizm ve burjuvazinin yükselişi ile gerçekleşti. Kiliseden sonra ortaya çıkan iktidar mücadelesinde feodal beyler ve krallar yeni zengin sınıf karşısında tutunamadılar. Yeni zenginler, iktidarda söz/pay sahibi olmak için bu süreci kendi önlerini açacak şekilde yönlendirdiler, yeni iktidar anlayışının liberal yaklaşımların ışığında şekillenmesini sağladılar. Temel değişim, yaklaşım biçiminde oldu: İktidar merkezli yaklaşım yerini birey merkezli yaklaşıma bıraktı. “İnsan hak ve özgürlüklere (başlıca hayat, özgürlük ve mülkiyet hakları) doğal olarak henüz sosyal ve siyasal yapılar oluşmadan önce sahipti. Yönetim doğal haklara riayet etmekle yükümlü ve hatta onları korumak için var olmalıydı.6 Ve sadece riayet
1857’de, Arjantin Anayasası 1860’ta, Brezilya Anayasası 1891’de kabul edildi. Anayasa yapmak 1920’lerden sonra da bütün dünyada yaygınlaştı, varlığı gelişmişlik/çağdaşlık ölçüsü haline getirildiği için modalaştı.10 Bütün bu anayasalarda Amerikan-Fransız Anayasalarının etkisi ile liberal yaklaşım esas alındı. 1917 yılında Rusya’da gerçekleşen “Ekim Devrimi” ile yeni bir anayasal model ortaya çıktı. “Sosyalist anayasal model”. Bu anayasa modelini liberal anayasalardan ayıran temel unsur “merkezi planlama” ve “kamu mülkiyeti”ne dayanan ekonomik sistem tercihleridir. 1918 yılında Sovyetler Birliği’nde Teziç E., Anayasa Hukuku, Beta Yayınları, 1998 s.134
7
Tarihçiler, genel olarak, yönetsel ve politik bütünlüğü
8
sağlayacak bir dil oluşturan ilk anayasanın, 1638
etmek ve korumak değil iktidarın bireysel hak
Connecticut Temel Yönergeleri olduğu konusunda görüş
ve özgürlükleri tehdit etme ve çiğnemesinin
birliği içindedirler. Öte yandan, “anayasa” kelimesinin
önüne geçilmeli, tedbirler alınmalıydı. Bu kaygı
kullanıldığı ilk anayasa ise 1776 tarihli Virginia Anayasası’dır. http://turkish.turkey.usembassy.gov/
karşılığını Montesquieu’nun “kuvvetler ayrılığı” ilkesinde buldu ve bu ilke anayasanın olmazsa olmazları arasına girdi. Bu ilke ile güç ve yetki
media/pdf/anayasallasma.pdf Fransız Devrimi’nden hemen sonra aydınlar tarafından
9
“Anayasa dostları Cemiyeti” (Jakobenler) kuruldu. 1
farklı organlar arasında pay edilerek yasama,
Ekim 1791’den günümüze kadar uzanan bu hareket
yürütme ve yargı erkleri birbirlerinden ayrıldı.
anayasa bilincinin gelişmesine ve bütün dünyaya yayılmasına çalıştı.
John Locke
6
134
M. Erdoğan, Anayasal Demokrasi, shf 8
10
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ilan edilen bu anayasa, Soğuk Savaş yıllarında
devlete hem de çok olana karşı teminat altına
Sovyetler Birliği’nin etki alanına giren Doğu
alan hukuki bir belge olarak anlaşılmaktadır.
Avrupa ülkeleri Anayasalarını etkiledi ve
O tam anlamı ile toplumsal huzurun kendisine
Arnavutluk 1946, Bulgaristan 1947, Romanya
bağlı olduğu bir “toplumsal sözleşme”yi ifade
ve Çekoslovakya 1948, Macaristan 1949 ve
etmektedir.12 O, toplumun/toplumu oluşturan
Polonya 1952 yıllarında art arda anayasalarını
unsurların üzerinde anlaşmaya vardığı, tabi
ilan ettiler.
olmayı kabul ettiği temel ilkeleri ifade eden bir
11
II. Dünya Savaşı sonrasında milletlerarası
hukuki metindir.
alanda insan hakları konusunda önemli
Görüldüğü gibi anayasa kavramı iktidarı
ilerlemeler gerçekleşti. Uluslararası anlaşmalarla
sınırlandırma arayışları ile başladığı yolculuğuna
garanti ve uluslararası kurumlarla da koruma
bireysel hak ve özgürlük alanlarını genişletme
altına alınıp desteklenen “evrensel insan hakları”
ve güçlendirme ile devam etmiş ve birlikte huzur
anayasaların vazgeçilmezleri arasına girdi.
içinde yaşamak için gerekli alt yapıyı kurma
Böylece “liberal anayasal model”, özellikle II.
misyonu üstlenmiştir.
Dünya Savaşı sonrasında, Avrupa’da nihai olarak kabul edilen anayasal model oldu. 20. yüzyılın son çeyreğinde Sosyalist Blok’un çökmesi ile Batı tarzı demokrasileri tercih eden ülkeler bir biri ardına anayasalarını yaparken “liberal
Anayasa bir toplum için olmazsa olmazlar arasındaki yerini almış bulunuyor. Artık iktidarların meşruiyetini anayasa belirliyor. Yapılanlar/yapılacaklar için anayasaya uygunluk
anayasal model”i tercih ettiler.
aranıyor. İnsanlar hak ve özgürlük taleplerini
Anayasanın içeriği de süreçte gelişti. Önceleri
Yönetenlerin sınırlarını aşmaları karşısında
iktidar odaklı bir yaklaşımla iktidarı sınırlayan
halk anayasaya dayanak yaparak karşı çıkıyor,
bir belge olarak kabul edilirken zamanla bireysel
gücünü anayasadan alıyor. Anayasa iktidara çeki
haklar ve özgürlükleri merkez almaya başladı
düzen verirken toplumu belirliyor, yönlendiriyor,
ve bireye genişleyen, çeşitlenen ve güçlenen
sorunları çözüme kavuşturuyor.
özgürlük alanları yaratan, özgürlükleri teminat altına alan bir belge niteliğine büründü. Hak sahibi, özgür birey fikri geliştikçe, haklar arttıkça, özgürlük alanı genişledikçe ve toplumun bütün kesimlerine yaygınlaştıkça da
anayasaya dayandırma ihtiyacı hissediyor.
Anayasanın geçirdiği süreç ve geldiği nokta bize şunları anlatmaktadır: 1. Anayasanın gelişim süreci devam etmektedir. Yarın anayasanın daha farklı
adım adım gelişti.
misyonlar da üstlenmesi ve içerikler kazanması mümkündür.
Yakın zamanlarda ise anayasanın işlevleri arasına toplumsal bütünleşmeyi sağlama işlevi de eklendi. Toplumsal bütünleşme için
2. Anayasanın gelişimi siyasal alandaki gelişmelere, beşerin ufkuna bağlı ve
başlangıçta izlenen yol farklı olanı yok sayma,
paralel bir seyir izlemektedir. Dün insan
güç ve baskı ile farklılığını ortadan kaldırma
için hak olarak kabul edilmeyenler bugün
şeklinde iken; bugün farklılıkların birlikte barış
anayasaların en başında yazmaktadır.
içinde, eşit şartlar ve haklar çerçevesinde
Bireyin hak sahibi kabul edilmesi gibi;
birlikte yaşamasını temin etme şeklindedir.
insanların ırk, renk ve cinsiyet farklılıklarına
Anayasanın yeni misyonu farklı etnik, siyasi
rağmen eşit olması gibi, yönetimin bir
ve dini kimlik sahiplerinin birlikte huzur içinde
hizmet makamına dönüşmesi gibi.
yaşamalarını temin etmektir. Artık anayasa kavramı devlet iktidarını sınırlayan, devletin örgüt yapısını da gösteren, kişisel özgürlükleri
3. Anayasalar bir dönemin anlayışını, ufkunu ve tecrübe birikimlerini yansıtırlar. Her
güvence altına alan, farklılıklarına rağmen
anayasa kendi zamanının ve toplumun
bireyin, azınlıkların, hak ve hukukunu hem http://www.anayasaplatformu.net/s/anayasa-nedir-ne-
11
degildir
ihtiyaçları ve şartları ile sınırlıdır. İhtiyaç http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.
12
aspx?mid=344&makale=Anayasa Hukuku ve Gerçekliği
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
135
ve anlayışların değişmesi ile değişmeleri,
bağımsız ele alınamaz. Doğru ellerde, doğru
kendilerini yenilemeleri kaçınılmazdır. Bir
bir içerikle insanlık ve toplum adına hayırlar
döneme ait tanımlar ve çözümler başka
ortaya çıkarken; yanlış ellerde ise sadece
bir dönemdeki sorunlarının çözümünde
yıkıcı sonuçlar ve mağduriyetler ortaya çıkar
yetersiz kalabilir. Ya da ortaya çıkan yeni
doğal olarak. Nitekim anayasa kavramındaki
sorunlar için yeni çözümler gerekebilir,
gelişmelerin hak ve özgürlük alanındaki
problem eski bile olsa yeni ve daha etkili
kazanımlara katkısı ortadadır. Kavramın halklar
bir çözüm bulunabilir.
nezdinde kazandığı itibar ve gördüğü ilginin
4. Anayasalar değişmez kutsal metinler değildir. Değişmezlik belli maddeler
sebebi de budur. Ve bu kazanımların artması da mümkündür.
için bile kabul edilse sorunlar ortaya
Ne yazık ki kavramın halklar nezdinde gördüğü
çıkaracaktır. Değişen ve başkalaşan
itibar emperyal niyetlerle hareket edenler
ihtiyaçları, sorunları, değişmeyen kurallar
tarafından bir fırsat olarak görüldü ve onlar
karşılayamaz. Bu 3 yaşındaki bir çocuğu
tarafından dünyayı dizayn etme çabalarında
13 yaşında da aynı elbisenin içine sokmaya
kullanılan bir silaha dönüştü. Hedef toplumlarda
benzer ki bu mümkün değildir. Ya elbise
varoluş gerekçesi hilafına roller üstlendi. Hak
patlar ya da çocuk elbiseyi giyince hareket
ve özgürlükleri geliştirmesi gerekirken kısıtlama
edemez hale gelir.
işlevi gören, hukuku üstün kılıp iktidarları
5. Anayasalar toplumdan topluma da değişkenlik gösterir. Her toplumun anayasası öncelikle kendisi içindir, diğer toplumlara ya dar gelir ya da bol ki, bu ikisi de farklı sorunlar doğurur. Toplumlar birbirlerinin anayasasından ancak yararlanabilir.
sınırlandırması gerekirken, iktidarın her türlüsünü (seçileni, darbeciyi, zalimi, diktatörü) meşrulaştıran ve muhalefeti sınırlandıran bir metne dönüştü. Sorunlu devlet yapılarının oluşmasına, sorunlu toplumlar inşa edilmesine hizmet etti. Bir anayasa ile sorunların çözüleceğini bekleyenler hayal kırıklığına uğradılar.
Anayasa İhraç Çalışmaları
Bir kere anayasa, Batı’nın geçirdiği tecrübelerin, fikri, siyasi ve ekonomik gelişmelerin bir
Anayasa kavramı, insanın hak ve özgürlükler
sonucudur. Onun altında burjuva sınıfının elde
sahibi bir birey olarak kabul edilmesine, hak
ettiği gücü ve oluşturduğu kapitalist sistemi
sahibi değilken hak sahibi, söz sahibi değilken
iktidara karşı koruma güdüsü yatmaktadır. Ve bu
söz sahibi olmasına katkı yaptı. Cinsiyet,
sonuçlar Batı’ya hastır, başka toplumlara uymaz.
milliyet, renk ve din merkezli yaklaşımların ortaya çıkardığı ayrımcılığın sona ermesine, siyahların beyazlarla, kadınların erkeklerle aynı haklara sahip olmasına, insanın eşitliği ilkesine hizmet etti. İnsanın insan olması sebebi ile onur, hak ve özgürlük sahibi olması kabul edilen bir değere dönüştü. Kolay olmadı şüphesiz. Her hakkın ya da özgürlüğün kazanımı ancak uzun uğraşlardan sonra, adım adım gerçekleşti. Netice de bireyin hak sahibi olması ve iktidarların meşruiyeti için hukukun temel
İkincisi, Batı anayasa ihracında art niyet sahibidir. Amaç hak ve hukuk götürmek değil terbiye etmek, hizaya sokmak, sömürülebilir hale getirmektir. Nitekim O, söz sahibi olduğu ülkelerin coğrafi sınırlarını belirlediği gibi anayasalarını da belirlemeye, onlar için neyin iyi ve gerekli olduğuna karar vermeye kalkıştı. Bizzat yaparak13 ya da model olarak/ Amerikan sömürgeciliği, yüzyılın dönümünde, daha
13
geniş anayasallaşma hareketlerine yol açtı. Küba,
bir şart haline gelmesi anayasadaki gelişmelere
Panama ve Filipinler Amerikan tarzı ulusal anayasalar
paralel gerçekleşti.
yaptılar. Aynı sömürgecilik, Donanma Bakan Yardımcısı
Ancak bir kavram ne kadar iyi/doğru
Birinci Dünya Savaşı öncesi Haiti anayasasına da yol
Franklin D.Roosevelt tarafından yazılan metniyle,
misyon üstlense de sahip olduğu içerik ve onu kullananların/yapanların niyetlerinden
136
açtı… İkinci Dünya Savaşı’nın sonra ermesiyle birlikte, Amerikan etkisi, Batı Almanya ve Japonya’daki yeni temel yasaların hazırlıklarına da egemen olmuştur.”
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
önererek anayasa ihraç etti.14 Ve tabii ki yapılan
bakılmaksızın toplumlara giydirilmeye kalkışıldı.
anayasalarla, toplumun huzur ve barışı bulması
Ve tabi ki bunun sonuçlarını da Batı değil o
değil sorunlara boğulması ve sömürüye açık
toplumdakiler yaşadılar ve hala da yaşamaya
hale gelmesi amaçlandı. Batı’yı insan hakları
devam ediyorlar.
ve özgürlük alanındaki kazanımlar değil, ne olursa ve nasıl olursa sömürü çarkının işlemesi ilgilendirdi. Anayasalar, halkları terbiye ederek, menfaatlerini temsil eden iktidarları ayakta tutarak sömürü çarkının sürekliliğini sağlamak için yapıldı.
Özgür iradeleri ile kendi anayasalarını yapana kadar da, anayasa bir sorun olmaya ve sorunlar üretmeye devam edecek. - BİTTİ -
18 yy dan itibaren Batı tarafından önerilen anayasalar, milliyetçilik ideolojisinin gölgesinde oluşan faşizan anayasalardır. Bu dönemde bağımsızlık kazanan bütün devletler ulus-devlet, yazılan bütün anayasalarında faşizan bir nitelik taşıdılar. Milliyetçilik bir kimliğin öne çıkarak diğerlerinin yok sayılmasıdır. Bu halkların kardeşliğine, toplumların birlik ve bütünlüğüne ve birlikte yaşama imkanına indirilen esaslı bir darbe oldu. Onunla, bir yandan toplumların bölünüp yutması kolay parçalar haline gelmesi (Osmanlı’da olduğu gibi) öte yandan yeni sorunlar oluşması ve sorunların kangrene dönüşmesi sağlandı. Batı, güce sahip olur olmaz toplumların iradelerine ipotek koymaya ve kendine mahkum ve mecbur bırakmaya kalkıştı. Başarılı da oldu ki, kendi başlarına ayakta durma inançları kalmayan toplumlar anayasalarını da Batı’dan devşirdiler. Aslında bir anayasanın gerekli olduğuna da kendileri karar vermediler, esen rüzgara kapıldılar. Bir anayasa olması gerektiğine ikna edildiler. Yapılan anayasalar da toplumun ihtiyaçlarından, yapısından özelliklerinden hareketle gerçekleşmedi. Ölçü alınmaksızın dikilen elbisenin giydirilmeye çalışılması gibi bir yerlerde birileri tarafından hazırlanan anayasalar, dar veya bol oluşuna http://turkish.turkey.usembassy.gov/media/pdf/ anayasallasma.pdf Mesela Alman ve Japon anayasaları Amerikan işgal kuvvetlerinin gözetim ve denetiminde, dayatma altında yapılmıştır. ABD ANAYASASI, Amerika’nın en önemli ihracatıdır.
14
Yürürlüğe girdiği ilk günlerden bu yana, bu anayasanın etkisi bütün dünyada hissedilmektedir… Thomas Jefferson, Anayasa’yı, kalıcı bir anıt ve diğer insanlar için kalıcı bir örnek gözüyle görüyordu. http://turkish. turkey.usembassy.gov/media/pdf/anayasallasma.pdf
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
137
Kitap Değerlendirmesi
Kuvveden Fiile: İslami Söylemde Kuvvetin Hakikatini İdrak Asım ÖZ “Düşünce için güç, hareket için güç, hayat için
dış gücü/maddi dünyanın gerekliliklerini dışlayan
güç oluşturunuz. Hatta başkalarıyla yardımlaşmak
ve iç kuvvetin önemini vurgulayan dinamizmden
istesek bile başkalarıyla olan yardımlaşmalarımız
ve dirilikten uzak varsayımlar tarafından
güçlünün güçlüyle olan yardımlaşması biçiminde
belirlenen bu tartışmaların genel seyri aynı
olmalıdır. Çünkü sizler güçlünün zayıfla
zamanda Müslüman bilincin bölünmüşlüğünün
yardımlaşmasının ne anlama geldiğini biliyorsunuz.
de neticesidir aslında. Bu noktada düşünürlerin
Bu; ancak güçlünün zayıf üzerinde hâkimiyet
güç veya kuvvet meselesini nasıl ele aldıklarını
kurma kanunu gerçekleştirmek olur.”
karşılaştırmalı araştırmaların gündemine dâhil
Muhammed Hüseyin Fadlallah
sağlayacaktır. Tabii şunu da eklemeden
“Akıl; kavramak, idare etmek, düzenlemek ve
geçmemek gerekir: Kuvvet meselesinin
ayarlamaya çalışırken; idrak muayene eder,
düşünülme biçimini ele almak istediğimizde,
zihinde tutar, merak eder, teorize eder, eleştirir
bu düşüncelerin çoğu zaman genel olduğunu,
ve hayal eder. Akıl bir durumun halihazırdaki
düşünürlerin ise bu mevzuda metodik bir
manasını kavrar ve onu değerlendirir. İdrak ise
yönelim içine girmediklerini dolayısıyla
değerlendirmeleri değerlendirir ve durumun bir
ayrıntılarına inemediklerini de görürüz.
bütün olarak anlamlarını arar.”
Yapaylığa kaçmayan bir vakarın, yaltaklanmaya Richard Hosfstadter
Ne yandan bakılırsa bakılsın çağdaş Müslüman düşüncenin durumuna dair kültürel külliyatta veya güncel tartışmalar içerisinde güç ve kuvvet meselesi önemli bir yer tutmaktadır. Daha çok
138
etmek, pek çok noktanın anlaşılır olmasını
benzemeyen bir tevazuunun, uydurmaya dönüşmeyen bir esnekliğin ve açıklığın örneği olan Muhammed Hüseyin Fadlallah (19362010) son derece kültürlü, zeki, çok iyi bir okuyucu olmasının yanında, hem bölgesel
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
hem de dünyanın genel meseleleri etrafında
olsaydı, mutlaka bir hazırlık yaparlardı”(Tevbe,
bütün ayrıntılarına varıncaya kadar yerinde ve
9/46) çerçevesinde de düşünebiliriz. Öyle ya,
zamanında irdeleyen çok titiz bir araştırmacıdır.
bir şey yapmak isteyen insan, öncelikle bu işi
İnsan hayatını ilgilendiren herhangi bir alanda
gerçekleştirecek vasıtaları hazırlamaya çalışır.
gerekli bilgiye ve kültüre sahip oluşundan dolayı
Zira yapmak istediği şey için lazım olan ilmi
Mısırlı Muhammed Hasaneyn Heykel onun kişiliği
donanımı ve ardından bunun gerektirdiği araçları
için “Lenin’den çok daha üstün ve sistematik bir
hazırlamayan kişiler, bu tutumlarından dolayı
siyasal akla/düşünceye sahip olduğu” kanaatini
suçlanırlar. Fadlallah bu meselenin temellerine
belirtir. Fadlallah’ın olaylar ve olgularla ilgili
inerek Müslüman dünyanın aciz kaldığı noktalara
bütün ayrıntıları etraflıca kavrayan ve bu olay ve
nüfuz etmeye çalışır. Sorunun sadece samimiyet
olgulara karşı ortaya konulacak olan tedbirleri
ve iman eksikliğinden kaynaklanan bir sorun
son derece iyi bilmesinden dolayı çağdaş
olmadığını gerçekçi analizleriyle çözümler.
Müslüman siyasi düşüncenin önemli isimlerinden
Fadlallah’ın kuvvet teorisi, alternatif bir devrimci
birisi olarak kabul edilmesi gerekmektedir.
düşünce yapısı üretmeye ve kuvvet hakkındaki
Müslüman düşünce ister klasik dönemde
hakim fikirlerle hesaplaşmaya dayanır. Günümüz
olsun isterse günümüzde olsun Müslümanların
şartlarına ışık tutacak şekilde kuvvete ilişkin
kainat, insan ve hayatla ilgili genel kavramları
düşünceyi, bugünkü tarihî şartların farkında
dikkate alan ayrıntılı yaklaşımlar bağlamında
olarak sağlam biçimde kurmaya çalışır.
temel kaynak ve ilkelerden hareketle ortaya koydukları düşünsel çabaların genel adı olarak tanımlanabilir. Burada şuna özellikle dikkat edilmesi gerekliliği vardır: Müslüman düşünce bizatihi İslami hakikat olmayıp İlahi Kelam’ın ışığında ortaya konan insani düşüncelerdir. Bundan dolayı ister klasik dönemde isterse günümüzde olsun Müslüman düşünürler herhangi bir konuda fikirlerini belirttiklerinde, bazen doğruyu yakalayabilirler bazen de yanılabilirler. Bu yüzden İslami düşünce
Günümüz Müslüman dünyasına, kuvvetin bütünlüklü olarak kavranmasını gerektiğini açıkça hatırlatan bu kitabın kendisinden üç yıl sonra yayımlanan Cevdet Said’in Güç, İrade, Eylem (1979) kitabı üzerinde bile ciddi bir etkisinin olduğu ifade edilebilir. Cevdet Said, kitabında maddi ve akli güçler olmak üzere ikili bir güç tasnifi yapar. İçinde yaşadığımız şartlarda Müslüman dünyanın tek sorununun ilmi güç noksanlığı olduğu üzerinde durarak,
kavramının kullanımı doğru bir yaklaşım değildir.
akli güçlerle Müslüman dünyanın sahip olduğu
Bu çalışma, Türkçeye pek çok kitabı tercüme
sağlayacak yasaların bilinmesine yoğunlaşır.
edilen bir âlimin, Muhammed Hüseyin
Güç konusunu hakkıyla anlatmayı deneyen
Fadlallah’ın eylemin yerine getirilebilme imkanı
Said’in güç elde etme girişiminde bulunma
ve gücü olarak kuvvet teorisini, hem içsel
düşüncesini dile getirmesi, aynı zamanda
kuvvet olarak iman hem de ekonomik ve siyasi
Müslüman dünyanın zayıflığının giderilmesine
güç çerçevesinde ele alma niyetiyle yola çıkıyor.
dönük bir çıkış önerisidir. Fadlallah, kuvveti
Meşhur bir kuraldır: “Eğer bir meseleyi enine
İslami düşünüş dışında bırakan yahut Müslüman
boyuna bütün ayrıntılarıyla ifade edebiliyorsanız,
olmayı zayıflık biçiminde değerlendiren
bu meseleyi belli ölçüde biliyorsunuz demektir.”
yaklaşımları radikal biçimde eleştirir. Böylelikle,
Bu kuraldan hareketle şunu diyebiliriz:
iman ve amel temelinde kuvvet meselesini
Fadlallah’ın kaleme aldığı İslam ve Kuvvetin
düşünmeyi gerçekleştirir. Onun kuvvet
Mantığı (1976) kitabı kuvvetin neleri içerdiğini
teorisi, iman eden insanın varlığının güçle
akıl ve kainat yasaları yani sünnetullah
yeniden buluşmasını ve bu ikisini bir arada
çerçevesinde gayet açık ve bütünlüklü biçimde
düşünebilmeyi sağlayacak temel ölçütleri fark
ortaya koymaktadır. Bu kitabın ele aldığı sorun,
etmeyi mümkün kılar. Hepsinden önemlisi,
Müslüman dünyada derinlemesine kök salmış
Fadlallah, kuvvet teorisinde, kaybedilmiş olan
bir sorun olduğu için gündeme alınıp uzun
temel esasları gözler önüne serer. Bundan dolayı
uzadıya tartışılması gerekmektedir. Kitabın
kuvvet meselesini Muhammed Hüseyin Fadlallah
yazılış düşüncesini “Cihada gitmek niyetleri
dolayımında düşünmek, önemli noktalara işaret
maddi imkânların faaliyete geçirilmesini
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
139
etmesi bakımından, daha da önemlisi, bizzat
ölümünün ardından kurtuluş teolojisinin
kuvvet meselesinin anlamanın kaymaya uğramış
en önde gelen ismi olduğunun altını çizerek
yönlerine birer mim koymak olacağından da
Bayat’tan farklı bir yaklaşım ortaya koymaktadır.
gereklilik arz etmektedir. İslam’ın kuvvet olgusu
Bilgi analizlerini soyut ve alâkasız bir dogmaya
için öngördüğü hedefleri hem negatif çizgisiyle
hasretmeyip, bilâkis hem makul hem de
hem de pozitif çizgisi ile ele alan bir yöntem
devrimci bir dinî entelektüellik şekli sunmakta
takip eden Fadlallah’ın kuvvet teorisinde sadece
sebat eden Fadlallah, var olan olumsuz şartları
doktrin yahut kural değil, canlı ve dinamik
sökmeye başlamak için bilinçlendirmenin
bir tecrübe esastır. Yani onun kuvvet teorisi,
gerekli olduğunu düşünür. Sanırım Bayat’ın
kuvvet meselesinde yanlışları doğrultma, tahrif
burada iki noktada açmazı var: Dini olan ile
edilenleri değerlendirip düzeltmek için eleştirme
dünyevi olan arasında kesin bir ayrım yapmış
ve değerlendirme eylemidir.
olması ile zayıflık durumuna bizatihi anlam
İslam’ın, düşünce ve davet bağlamında insanla ilgili alanların tümüne egemen olması biçiminde tanımlayabileceğimiz İslamcılığın umut ilkesi çerçevesinde düşünüldüğünde; Fadlallah’ın genel olarak Müslümanların başka ülkelerin ve uygarlıkların boyunduruğundan kurtulma, ekonomik geri kalmışlık ve ezilmişlik psikozundan çıkarak kendine özgü değerler sitemini yeniden düşünmek suretiyle tekrar yeterli bir güç potansiyeline sahip olma, kendine ait temel ilkelerden ve düşünsel yöntemlerden hareket ederek kendi uygarlık dünyasının olumlu yönleriyle yeniden tanışmayı
yüklemesinden kaynaklanır bu açmazlar. Bu ayrımları yapabilmiş olsa kurtuluş teolojisini oldukça dar manada anlamlandırmazdı. Hizbullah’ın entelektüel lideri olarak Fadlallah, Müslümanların Lübnan’da maruz kaldıkları son derece ıstırap veren şartlara karşı kurtuluş teolojisini geliştirmiştir. Ezilenleri kuşatan objektif, sosyal, ekonomik, politik ve kültürel şartlarla ilgili yaptığı okumalara ve kendi Kur’an anlayışına dayandıran Fadlallah’ın kurtuluş teolojini aşan boyutlarının olduğunun da farkında olunması gerekir.
gerçekleştirdiklerinde ve buna uygun bir siyasal
Kur’an ve Kuvvet
sistemin kurulması konusunda yegâne umut
Müslümanlar dünyaya egemen olma vasfını
kaynağı olarak kendini ortaya koyan İslamcılığın kuvvet meselesini doğrudan doğruya gündemine taşımış olması son derece önemlidir. Fadlallah’ın hem kuvvet teorisi bağlamında ifade ettiği tezleri hem de Lübnan örneğinde ortaya koymuş olduğu mücadele örnekliğinin ötesine yaymış olduğu fikriyatının anlamlandırılmasında farklılıklar söz konusudur. Sözgelimi, Asaf Bayat Ortadoğu’da Maduniyet (2006) kitabında genel olarak İslamcı hareketlerin kurtuluş teolojisinden farklı olduğunu göstermeye çalışır. Bayat’a göre kurtuluş teolojisinin temel stratejik amacı yoksulun özgürleşimi olduğundan dini metinler bu çerçevede yeniden yorumlanmıştır. Fakat İslamcı hareketler, genellikle sadece ezilenlerden daha geniş toplumsal ve siyasal amaçlara sahip olduğundan seküler hedefler sadece en yüce amaç olan İslami düzenin kuruluşundan sonra gündeme alınır. Bayat’ın aksine Muhammed İbrahim Abu Rabi, İslami Hareketlerin Entelektüeller Kökenleri (1998)’nde Fadlallah’ın Muhammed Bakır es-Sadr’ın 1979’daki
140
yitirdikten sonra başkalarının tehdit ve saldırılarıyla yüz yüze kaldılar. Fadlallah’ın, Müslümanları onur kırıcı duruma düşüren zayıflık psikolojisinden sömürgeciliğe değin bir dizi olumsuzluğu en önemlisi de aşağılık kompleksini bertaraf etme noktasında yoğunlaştığı söylenebilir. Hiç kuşkusuz kuvvet üzerine düşünme ameliyesi kaba saba bir yığın yahut donuk bir kalıptan ibaret değildir; aksine etkin, hareketli ve sonuç verebilecek dinamik bir bakışa sahip olan Fadlallah’ın kuvvetin bütünselliğine yönelik olarak Kur’an’ın direktif ve işaretleri aracılığı ile bazı belirtilerini ve temel unsurlarını somut olarak tespit etmeye çalıştığı hemen fark edilir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kur’an Fadlallah’ın İslami güç teorisinde yararlandığı birinci metindir. Bir başka deyişle, kuvvet teorisi aynı zamanda bir tür tefsir çalışmasıdır. Müslümanlığın kurucu metniyle olan doğrudan ilişki onun yaklaşımlarının ayırt edici özelliğidir. Kur’an’da kuvvet konusuyla ilgili ayetleri çözümlerken aynı zamanda bu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ayetlerin içinde bulunduğu özgün şartlarda
yıllarda İhvan-ı Müslimin örneği üzerinden
onunla nasıl konuştuğunu da görebiliriz.
eleştiren Fadlallah’ın güç teorisinin bu boyutları
Kimi zaman kıssalardan günümüze kadar
bugün hâlâ güncelliğini korumaktadır: “Bizim
tarihsel tecrübelere teferruatlı bir inceleme
hakkımızda çeşitli emeller besleyen ve birçok
sunulur. Yetmişli yılların sonunda Lübnan’da
hedefi de bizim hedeflerimizden farklı olan güç
düşmanı korkutacak, caydıracak büyük bir
odaklarına güvenip dayanmak; bizi, onların
güç yahut denk bir güç toplamak suretiyle
hedeflerinin gerçekleşmesi bağlamında kolay
saldırmasının önüne geçme düşüncesi, kuvvet
lokmalara dönüştürür. Ve biz hiçbir zaman kendi
teorisinin geliştiği somut şartları anlamak
hedeflerimize ulaşamayız. Daha doğrusu, onların
bakımından önemlidir. İslâm’ın, kendisine karşı
büyük ve ezici güçleri karşısında, hedeflerimizi
hayat ve inanç sistemi bazında savaş açmış
büsbütün yitiririz. Bu yüzden, bu tür durumlar
düşmanlardan korunmayı öngören güç olgusu
karşısında uyanık olmak zorundayız. Üstelik
her türlü ütopik hedeften uzak reel bir güç
hayatın pratiği böylesi işbirliklerini de zorunlu
oluşturması mesajı önde tutularak şu ayet
kılmamaktadır. Çünkü zayıfların güçlülerle
üzerinden temellendirilir: “Onlara karşı gücünüz
işbirliği yapmaları, çoğu zaman, antlaşma ve
yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp
ittifaklar adı altında zayıfların güçlüler tarafından
beslenen atlar hazırlayın. Bununla Allah’ın
kendi emelleri uğrunda kullanılmaları ile
düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka
sonuçlanır.” Kuvvet meselesini İhvan-ı Müslimin’i
sizin bilmediğiniz ve Allah ‘m bildiği (düşman)
yöntemsel olarak eleştirdiği yerlerde de
kimseleri korkutursunuz.” (Enfal, 8/60) Bütün
gündeme getiren Fadlallah, Hasan el-Benna’yı
enerjisini mevcut tüm imkânları kullanarak bir
eleştirdiği gibi Seyyid Kutub’u da eleştirir.
güç teorisi ve pratiği oluşturmaya harcayan
Kutub’un en önemli eseri Yoldaki İşaretler’de
Fadlallah, gücü sadece silahla sınırlandırmaz.
geniş boyutlu birtakım genel kavramları ele
Hayatın akışı içinde farklı güç alanları arasında
almanın ötesine geçemediğini, eserde Müslüman
birlikteliğin gerekliliği üzerine yoğunlaşarak
dünyanın karşı karşıya bulunduğu büyük
şunları ifade eder: “Konumunu güçlendirecek
saldırılar karşısında İslam’ın etkinlik göstereceği
ve hareket özgürlüğünü garanti edecek siyasal
ilmi temellere dayanan metodik bir düşüncenin
gücün bulunmuyorsa silahın tek başına bir
teşekkül etmediğini belirtir. Sahip oldukları
anlamı yoktur. Yine ekonomik gücün yoksa
gücü, zayıfları ezmek için kullanan zorba
tek başına siyaset de bir anlam ifade etmez.
yöneticilerin hallerini anlatan Kur’an ayetleri de
Ekonomik güç, birçok grubun, savaşın seyrini
hemen bütün boyutlarıyla çalışmada ele alınır.
değiştirecek şekilde müdahale etmesine imkân vermektedir.” İnanç ve hayatla ilgili hedefleri korumaya yönelik geliştirilen güç isteği, bu hedefleri ortadan kaldırmayı amaçlayanlardan güç edinmeye kalkışmak gibi bir çelişkiyi de beraberinde getirmemelidir. Kimi halkların kötü yönetimden ya da emperyalist bir güçten kurtulmak için başka bir emperyalist güçle işbirliğine girmeleri meselesi etrafında konuyu irdeleyen Fadlallah, bu noktada Arapların Osmanlı’nın kimi İslâm dışı uygulamalarından kaynaklanan zulüm yönetiminden kurtulmak için İngilizlerle işbirliği yapmış olmalarını eleştirmektedir. Hedefe engel teşkil eden bu işbirliği bir süre sonra İngiltere’nin veya Fransa’nın Arap bölgelerine egemen olmalarını beraberinde getirmiştir. İşbirliğini denk kılacak güçten yoksun siyasal yapıların ve cemaatlerin ittifak arayışlarını yetmişli
Zayıfların ezilmişlik ve yenilmişlik hislerini, kendilerini efendilerinin gönüllü ve içten gelen bir itaat şeklinde duyumsamalarının oluşturduğu sömürge bilinci noktasında yapmış olduğu analizler, temelde Kur’an’a, son Allah elçisinden aktarılan rivayetlere ve Şiiliğin önemli tarihsel figürlerine dayanmış olsa da çağdaşı olan Frantz Fanon’dan yahut aynı ölçüde Paulo Freire’den izler de taşımakta oluşu, Fadlallah’ın gerçekçi bilincinin etkileşim içinde olduğu eser ve kişiliklere dair bir fikir vermesi bakımından kayda değerdir. İslam’ın sosyalleşmesinde ve siyasallaşmasında belirgin bir tesiri olan Fadlallah’ın bu geniş birikimi hakkında İbrahim Abu Rabi’nin yapmış olduğu şu tespit oldukça önemlidir: “Fadlallah; Humeyni, Muntazari, Şeriati, el-Benna ve Seyyid Kutub’un fikirleri kadar Fanon, Freire ve hatta Marks’tan da
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
141
etkilenmiştir. Kutub sonrası dönemin bir
düzleme oturtarak ele alıyorlar. Bu algılama
fikir adamı olan Fadlullah, İslâm dünyasının
o kadar ileri düzeylere varır ki, İslamcılığın
karşılaştığı kimi çağdaş meselelere ilişkin olarak
doğuşundan yetmişli yıllara kadar bir biçimde
Kutub’un pek çok düşüncesini geliştirmiştir.”
gündem oluşturan kuvvet hazırlama düşüncesi eklektiklik olarak değerlendirildiği için gitgide
Kuramsal Meditasyonun Ötesi: Kuvvetin Bütünselliği
yadsınır. Bundan dolayı kuvvet meselesinin bu algılanma biçiminin değerli olup olmadığı üzerinde özellikle durulmalıdır. Zayıflığa dayalı
Ufukları bulanıklıktan arındıran, gücün dizginini
hayatın çökmeye başlayacağı, gerileyeceği ve
elinde tutan İslâmî bir kişilik yetiştirmeyi
sonunda çözüleceği muhakkaktır. İnsanların
önceleyen Fadlallah, İslamcılığı fikir ve hareket
enerjileri azalınca insan dar bir çerçevede
olarak algılar. İnsanı zayıf, aciz gösteren Kur’an
donmaya başlar. Zayıflar veya ezilmişler,
ayetlerinin muradının ne olduğu üzerinde
ancak kuvvet sağlayıcı etkenlere sahip olmaya
durarak özellikle materyalistlerin düşünsel
başladıklarında kendilerinden söz ettirebilirler.
mirası ile eleştirel bir hesaplaşma içerisine
Buna karşın genel olarak düşünce diye öne
girer. Kuvveti düşünmek, yalnızca onun
sürülen yaklaşımlarda yüzeyselliğin neticesi
birincil kavramsal kıyılarına dönmeyi değil,
olarak görebileceğimiz, geçip giden görkemli
bu mefhuma has eksik bakışın muğlaklıklar
maziye ve artık izi kalmamış eski güç ve
denizinden de geçmeyi gerekli kılar. Öncelikle
kudretin yasını tutmak baskındır.
sadece iç kuvvetten değil dış kuvvetten de söz etmekle önemli bir farklılığı belirginleştirir Fadlallah. Kuvveti tarif etme noktasında ortaya koymuş olduğu bütünsellik iç kuvvet ile dış kuvvet arasındaki gerilimi silmek anlamına da gelmektedir. Kuvvete duyulan ihtiyaç, ayakları yere sağlam basan, hem kendisinin, hem de hayatın dizginlerini ellerinde tuttuğu hissini veren bir kişilik oluşturmaya duyulan ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Tabii kuvvet mantığına odaklanıldığında İslam’ın önemsediği kuvvetin nasıl bir kuvvet olduğu meselesi üzerinde de durulması gerekir. Her şeyi mubah gören kuvvet telakkilerinden dolayı olumsuzlanan kuvveti bağışlama, af, sabır gibi iç kuvvet göstergeleri ile birlikte düşünür. Kuvvet meselesini sadece maddi kuvvet çerçevesinde değil; İslami varoluşun süreklilik ve sağlamlık yeteneğinde etkin bir rol oynayan tüm olguları içeren genel bir mesele olarak ele almıştır. Çünkü sadece maddi güce dayanan bir kuvvet anlayışı sorunlara çözüm bulamaz. Neden kuvvet meselesi üzerinde durulması
Çağdaş düşünürlerin çoğunda gördüğümüz değişen toplumsal ve tarihsel şartları hesaba katmayan “kuramsal meditasyon” çalışmalarının yansıması olan yeryüzündeki ayetlerin yadsınması düşüncesiyle de yüzleşen Fadlallah, kuvvet oluşturmaya duyulan ihtiyacın aynı zamanda, yeryüzünde, gökyüzünde ve denizlerde saklı bulunan enerji kaynaklarını verimli hale getirmeyi, insanlığın hizmetine ve hayrına sunmayı amaçlayan hayatın da ihtiyacı olduğunu düşünmektedir. Bilim gücüne, maddî güç kaynaklarına egemen olmayı sağlayacak teknoloji gücüne sahip olunmadığında, düşler kurup da bu düşlerini bir türlü gerçekleştiremeyen hayalperestler gibi, bunları uzaktan seyretmekle yetinileceğinin farkındadır. İçinde bulunulan duruma göre güç hazırlanmadığında, yeni ortaya çıkan sorunlara çözümler üretilemediğinde, inanılan temel değerler rakipleri karşısında kaçınılmaz olarak gerileyecektir. İşlevsel önemdeki bu farkındalığın açıklıkla belirlenebildiğini söylemek mümkündür. Bunda Fadlallah’ın
gerekir? Bu konu Müslümanların çağdaş
daha çok Hizbullah düzleminde Lübnan–İsrail
dönemdeki sorunlarını kavrayıp çözüm üretme
hattında meydana gelen çatışmalar ekseninde
sürecinde nasıl bir katkı sunar? Müslüman
hatırlanmış olmasının da bariz bir etkisi söz
aydınların genel yargısını eleştirme hedefine
konusudur. Bu sınırlı hatırlayış sözü edilen
dönük olarak bu konunun üzerinde durulması
düşüncelerin gerektiği ölçüde algılanamamasını
gerekmektedir. Çünkü bu isimlerin çoğunluğu
da beraberinde getirmiştir. Bütün bu
kuvvet meselesini Heideggerci zayıf düşünce
yaklaşımlardan hareketle Fadlallah’ın kuvvete
142
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ilişkin yeni bir perspektifi sunduğu açıktır.
Gerçekliği Kavramanın Gerekliliği
Devlet otoritesini anarşiden daha iyi veya
İslam’ın başka din ve ideolojilerle giriştiği
kötülük olarak daha az zararlı bulmasıyla Sünni
üstünlük mücadelesinin aynı zamanda bir
siyaset teorisine yakınlığı bulunan Fadlallah,
hâkimiyet meselesi olduğunu düşünen Fadlallah
Müslümanların vahdetlerinin bir kuvvet
hangi düşüncenin daha doğru, vakıada daha
olduğunu söyleyerek Müslümanların nübüvvete
etkili ve hayatta daha kapsamlı olduğunun
inanmada, Kur’an’a inanmada, ahiret gününe
mücadele sürecinde ortaya çıkacağının farkında
inanmada ittifak etmesinden oluşan esasların
olmak gerektiğini ifade eder. İkinci olarak,
Müslümanları tek kuvvet yaptığını da belirtir.
İslam’ın gerçeklik içindeki güç kaynaklarını
İhvan’ın Mısır’da bir gücünün olmadığını,
ortaya çıkarmaya çalışır. Bu bağlamda
ortamlarının siyasi bir ortam olmaktan çok
İslam’ın kendine ait özellikleri, Müslüman
kültürel bir ortam olduğunu, bundan dolayı
bireyin bilincinde İslam’ı özümsemesi İslam’a
da gittikçe güç kaybettiğini belirtmesi de
mensup oluşunun biçimi, din-mezhep ilişkisinin
kuvvet meselesine bakışının siyasi olduğunun
niteliğine bakışı ve bunun farklı mezheplere
göstergesi olarak okunabilir. Soğuk savaşın
bağlı Müslümanların ilişkilerine olumlu-olumsuz
sona ermesinin ardından ABD’nin tek güç oluşu
nasıl yansıdığını ele alır. İçtihat farklılıklarından
üzerinde durarak gerçekçi bir kuvvet analizi
dünya sisteminin Müslümanlar üzerindeki
yapar: İki türlü gerçeklik arasındaki ayrımı
etkilerine değin Müslümanların kuvveti üzerinde
ciddiyetle düşünmeyi önerir: Birinci gerçeklik,
duran Fadlallah, güç ve zayıflık olgularını
dünya güç dengelerinin daha güçlünün
düşüncenin öznel karakterinde saklı olan şeyler
çıkarına olacak şekilde feragat etmeyi zorunlu
olmayıp uygun atmosfere bağımlı olan olgular
kıldığı ve asli tavırlarımızdan vazgeçmemizi
olarak ele alır. Onun bu noktadaki yaklaşımı
gerektiren gerçekçiliktir. İkinci gerçeklik ise,
Malik Bin Nebi’nin medeniyetin oluşumunda
kendi cephesinde sahip olduğu güç unsurlarını
düşünce, zaman ve çabayı birlikte düşünmesini
toplamaya çalışıp bunları gücün gerçek vasıtasını
çağrıştırır. İslam’ın öz olarak hak olması ile
zafere götürecek şekilde nihai bir özgürlük
hakkaniyetten hareketle oluşturulan ilkelerin/
kararlılığı istikametinde kendini yönlendirmekte
kuralların gerçeklik düzleminde uygulama
göstermektedir. Bu tür gerçekçiliğe sahip olan
imkânı üzerine somut olarak herhangi bir çaba
insanlar çeşitli zamansal faktörlerin oluşturduğu
ortaya konulmadığında hakkaniyetin ilkeleri,
yeni boyutları aşamalı bir politika sürecinde
düşünce ve teori düzleminde kalacaktır. Oysa
kullanmayı öğreneceklerdir. Gelecek, zaferin
uygulama noktasında gerçekçi imkânlara sahip
sebeplerine sarılınması halinde fethin kesin
olunduğunda, düşünsel bakımdan güçlü olmayan
sonucuna ulaşılacak zamanı temsil etmektedir.
düşünceler bile kalıcı olabilir. Kudretlerdeki
Kuvvetin kaynaklarından söz ettiğinde temelde şu mesele üzerinde yoğun olarak durur: İlkin İslam’ın akide, şeriat, metot ve kavram planında düşünsel ve eylemsel boyutlu olumlu etkilerini ve insanlık medeniyeti içerisinde nasıl bir medeniyet hareketine temel oluşturduklarını ele alır. Böylelikle İslami harekette güç olgusu, insanın medeni ihtiyaçlarıyla ilişkisinde kendini gösterir. İnsan düşünce, ruh ve hayat boyutlarına sahip bir varlıktır. Bu yaklaşımda güç; birey ve toplumda sadece bireysel ibadetlerle sınırlı bir ilişki olarak algılanmadığından, Müslüman bireyin sorumlulukları kuvvetin sadece İslam’ın içsel bir özelliği olarak görülmez.
eksikliği dikkate almayan tamamen iradeye yoğunlaşan düşünceler ise eksikliğin getirdiği çıkmaz sokakta debelenip durur. Bu noktada yenilgiyle sonuçlanan 1967 tarihli Arap-İsrail savaşı üzerine yapılan yorumları hatırlamakta yarar var. Bu savaşta sadece irade üzerine odaklanan yaklaşımlar, yenilginin sebebini sadece imanın yokluğuna bağlamışlardır. Fadlallah, düşmanın sahip olduğu gücü hesaba katmayan bu yaklaşımın yüzeyselliğini bir başka olay örneğinde Müslümanların Bedir’de kazandıkları zafer üzerinden ele alır. Müslümanlar sayı, mal ve silâh bakımından zayıf tarafı; müşrikler de kuvvetli tarafı temsil ettiği düşünülen bu savaşı bütüncül kuvvet anlayışı doğrultusunda şöyle açıklar: “Hiç kuşkusuz biz,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
143
zafer ve savaş bağlamında maddî ve manevî
güçlü olurlarsa olsunlar insanda her zaman
kuvvetin önemini vurgularken, psikolojik
başarıya ve zafere ulaşmak için bir plan ve
gücün önemini göz ardı etmeyi veya savaşçıları
program dairesinde iş yapabilecek duruma
saran ilâhî lütufları görmezlikten gelmeyi
gelme gücünün bulunduğunu düşünür. Yetmişli
amaçlamıyoruz. İlahi lütuflar savaşanlara
yıllardan itibaren ikamet etmeye başladığı
yüksek bir moral kazandırır, konumlarını
Lübnan topraklarının kendine özgü düşünsel ve
güçlendirir. Büyük bir moral kazanırlar. Güçlerine
kültürel ortamı da onun donuklaşmayan düşünce
güç katılmış olur. Dolayısıyla onlar açısından
dünyasında etkili olan bir başka faktördür.
savaşın seyri zafere doğru olur. Çünkü yüksek
Bir anlamda Fadlallah, öncelikle Lübnan’daki
moral sahibi tek bir asker, moralmen çökmüş,
toplumsal yapının ıstırap veren çöküşüyle
psikolojik olarak hezimete uğramış büyük bir
ve bu çöküşün sıradan insanlar üzerindeki
gruba meydan okuyabilir. Çünkü manevî kuvvet
zayıflatıcı etkisiyle uğraşmaktadır. Dış güçlere
kişinin maddî gücüne güç katar. (…) Bundan
bağımlılık ve kolektif zayıflıkla mücadeleye karşı
sonra, savaşta kazançlı çıkmayı sağlayan iyi
önemli bir adım olarak İslâmcı sosyal bütünlük
bir taktik, düşman gücü ile aradaki silâh açığını
ideolojisini yeniden kurmak için fazlasıyla zaman
kapatmak gibi etkenleri göz ardı edemeyiz. (…)
harcamıştır. Öncesinde ise Muhammed Bakır
Bedir savaşı, önemli ölçüde gayb unsurunun
es-Sadr’ın ilgilenmiş olduğu temel meselelerin
belirleyici rol oynadığı bir çatışma olsa da, zafer
kimi noktalarının onun yazılarında öne çıkan
ve yardım sebepleri arasında yer alan objektif
düşünceler üzerindeki etkisi yadsınamaz.
etkenlerden tamamen bağımsız bir gelişme
Çağdaş insanın düşüncesiyle gerektiği gibi ilişki
değildir. Bu bakımdan Müslüman savaşçının
kurabilmek ve insanlarda İslam’ın lehine bir
kişiliğini güçlendiren ve arındıran iç nedenlerle,
kanaat oluşturabilmek için, içinde yaşadığı çağın
müşriklerin konumlarıyla ilintili ve onları zafer
düşünsel anlayışını ve düşünsel atmosferini çok
olgusundan uzaklaştıran dış nedenler arasında
yakından izleyen Fadlallah, İslami söylemi daha
önem bakımından herhangi bir fark yoktur.”
geniş ufuklara açmak için, kimi kavramların
Dolayısıyla teorik haklılığın güçle pratize edilmesinin gerekliliği onun düşünce dünyasının ayırt edici niteliklerinden biri olarak karşımıza çıkar. Tarihsel olumluluklara veya galibiyet zamanlarına yoğunlaşmak romantik bir nostaljiyi gündeme getirdiğinden, bugünün gerçekliğini kavrama ve bu doğrultuda yetkin çabalar ortaya konulmasını engellemekte ve İslam’ın kuvvet kaynaklarını genel anlamda aşırı idealist bir teoriye dönüştürmektedir. Kuvvetten yoksun bir iyilik ve hak cephesinin, kötülüğe karşı başarılı olabilme şansının olmadığını gücün, hak ve iyiliği koruma görevinde bulunduğunda iyiliğin ve hakkın bir güç olarak ortaya çıkabileceğini böylece gücün ilahi amaçların gerçekleştirilmesinde, yeryüzü mazlumlarının ve zayıf kimselerin zaferine bir vesile olacağını düşünen Malik Bin Nebi ile büyük oranda paralellikler taşımaktadır.
yönlerini yetkin biçimde sunabilmek için yoğun bir çaba harcamıştır. Çağdaş insana İslam’ın bütüncül bakışını anlatabilmek için büyük bir çaba harcadığı kuvvet sorununu çözümlerken Marksizm’i de eleştirel bir biçimde irdelemesi bu bağlamda değerlendirilebilir. Tarih ve hayatın hareketinde tek belirleyici unsurun sınıf mücadelesine olmadığını belirten Fadlallah, özellikle yetmişli yıllardan itibaren artan şiddet tartışmaları bağlamında Marksist yapıların ortaya koydukları şiddetle cihat anlayışı arasındaki farklılıkları belirginleştirmek için özel bir çaba harcar. Mesela şu örnek, bu noktada anılabilir: “Dinî düşünce sisteminde insanın, Allah karşısında zayıf bir pozisyonda oluşu, büyük ölçüde, onun, materyalist düşünce atmosferinde, hayat kaynağı olarak görülen hava, su ve gıda gibi doğal güçler karşısındaki zayıflığına benzer. Acaba toplumu ve etmenlerini
Müslümanların geleceğini karşılamayı, köklü hedeflere ulaşmayı önceleyen ümitsizlik ve kötümserlik psikolojisinin atalete uğratan olumsuzluklarından uzak olan düşüncelerinde bir bilinç uyanıklığı vardır. Başkaları ne kadar
144
bütün ayrıntılarını ekonomik, sosyal ve siyasi
bu tarz bir düşünceye göre yorumlama çabası içinde olan materyalist düşünürler, evrensel yasalara boyun eğen doğal ihtiyaçlar karşısında insanın duyumsadığı doğal zayıflığı, evren karşısında silikleşmesinin kaynağı olarak görüp
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
oradan hareketle, bunun evrendeki zorba
önemli bir yer tuttuğunu düşünür. Eğer ezilenler
güçler karşısında eziklik hissetmesine neden
içsel zayıflık halini süreklileştirdiklerinde,
olduğunu söyleyebilirler mi? Bu hususta
daha ilk anda yenilgiye uğrayacaklar ve uzun
verilecek cevabın herhangi bir reel dayanağının
yolun dayanılmaz aşamalarında birbirlerine
olabileceğine inanmıyoruz. Öyleyse kendi
kenetlenmeleri ve direnmeleri mümkün
düşünce sistemlerinin pek de uzak olmadığı bir
olmayacaktı.
husustan dolayı dinî düşünce sistemini ne diye suçluyorlar?”
Trajik Çatışmayı Düşünmek
Bunun akabinde şiddeti kuvvetin ahlakı, şiddeti dışlayan tavırları da zayıflığın ahlakı olarak öngören, ahlakî temellere eleştiriler yönelten ve böylece şiddeti yüksek ahlâkın göstergesi olarak sunan Nietzsche’yi de eleştirir. Hıristiyanlığın zayıflığı bir fazilet olarak kabul ettiğinden hareket ederek genel bir güç ahlakı geliştirmeye çalışan filozofun görüşlerinin aksine, kuvvetin insanın kusursuzluğunu ifade ettiğini, ancak kuvvetin ayrı bir şey, şiddet kullanımınınsa ayrı bir şey olduğunu ortaya koyarken kavramlar arasındaki ayrımlara ne kadar vakıf olduğunu gösterir: “Fazilet aslında, kişinin yapma ve yapmama gücüne sahip olduğu bir pozisyonda kendi isteğine bağlı olarak bir şeyi reddetmesidir. İtaate gelince, bu, düşünce açısından ikna olmaktan veya hayatî bir ihtiyaçtan dolayı sorumluluk duymaya bağlı olarak bir şeyi yapmak veya yapmamaktır. Her halükarda aşağılayıcı bir boyun eğme değildir. (…) Zayıf kölelerin sabrı (…) tepki gösterebilecekleri bir konumdayken sabretmelerinden dolayı sabır değil teslimiyettir. Tevazu ise, Nietzsche’nin getirdiği yorumdan çok uzaktır. (…) tevazu, kişinin başkalarının yeterliliğine denkliğine ve gücüne saygı duymakla birlikte kendi yeterliliğinin, denkliğinin ve gücünün gerçek boyutunu bilmesidir. Bu yüzden kendi nefsine saygınlık kazandırırken, başkasını da küçümsemez. (…) Fazilet, karşı tarafın seçimine karşı koyacak güçten yoksun olmanın etkisiyle beliren fiilî reddin veya hareket tarzının adı değildir. Tam tersine, fazilet, kişinin pozitif veya negatif tavır takınabildiği, ancak konumunun doğasına ve tercihte bulunduğu atmosfere uygun olarak ortaya koyduğu harekette somutlaşır.” Efendilerin ve kölelerin ahlakını irdeleyen Nietzsche’nin tümüyle olumsuzladığı iç zenginliği önemseyen Fadlallah, ezilenlerin birer özne haline gelmeleri sürecinde bu zenginliğin çok
Bununla birlikte eş zamanlı olarak Eşari kelamının eylem teorisi de eleştiri konusu edilerek insanın yapabilme iradesi yani kuvveti üzerine odaklanır. Derinlemesine bir tahlil, konuyu enine boyuna tartarak netliğe kavuşturma çabasıdır. Tepkisellik toplumu olmaktansa akıl toplumu olmayı, zayıf toplum olmaktansa iradeli bir toplum olmayı öne çıkaran Fadlallah, Allah’la insan arasındaki ilişkinin Kur’an’da da ifade edildiği gibi esasen kişilik verici olduğunun altını çizer. “Bu öyle bir gücün temel kaynağıdır ki, insana devamlı enerji verir, onu kendiliğinden, daimî güç ve canlandırma hareketine sevk eder; böylece insan, çevresindeki hayatı tazeler ve ileriye götürür.” Bununla beraber, Fadlallah, Müslümanların tarihi boyunca, Allah’ın soyut gücü ve takdiri adına, zenginlerin fakirlere yaptıkları eziyet ve sosyal adaletsizliği haklı çıkarmaya çalışan pek çok felsefe ve dünya görüşünün belirginlik kazandığını da bir tespit olarak sunar. Müslümanların tarihinde üç tip gücün daima, ezilmişliğin kurumlaşmasından sorumlu olduğunu savunur: İlki, statükonun korunması adına her devrime cephe alan, sosyal ve ekonomik olarak imtiyazlı seçkinlerdir. İkincisi, ayrımcılıkta başarılı olan din adamları ve yöneticilerdir. Üçüncüsü ise, ümmetin ahengini bozmak için dışarıdan taşınan gayri İslami inançlar ve ideolojilerdir. Bu ezilmişlik düzeninden çıkışın yolu Fadlallah’ın kanaatine göre, sorumlu alimler ile Müslüman düşünürlerinin sorumluluklarının farkına vararak sessiz ve mazlum çoğunluğun kötü durumlarını görmek, böyle bir sömürü ve sefalete karşı koyan itikadi ve ahlâkî İslâmcı tavra gözlerini açmaktır. İslamcılığın söyleminde sıklıkla karşımıza çıkan İslami diriliş, müstekbirlik, mustazaflık ve yönetim biçimi gibi temel konular aslında kuvvet
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
145
kavramıyla doğrudan ilgili olması bakımından
maruz kaldıkları zulmü bertaraf edebilecek bir
üzerinde durulmaya değer birkaç başlıktandır.
güç arayışı içine girmeyip, vurdumduymazlık
Müstekbirler/ezenler ve mustazaflar/ezilenleri
veya tembellikten dolayı hâlâ ezilme durumunu
kavramsal olarak yerli yerine oturttuğu
muhafaza eden ezilenleri eleştirmekten de geri
söyleşilerinde de güç/kuvvet meselesine
durmaz. Ezilmişliğin fasit dairesini kırmak için
değinen Fadlallah, İslami Söylem ve Gelecek
Kur’an tarafından göçe teşvik edilmeleri ya da
(2000)’te şunları söyler: “Müstekbirlik, hayatta
Allah’ın iradesi doğrultusunda, zafer için gerekli
kendisini diğerlerinden üstün, yüce, erdemli ve
olan sebeplere sarılmaları ve Allah tarafından
büyük görme temeli üzere hareket eden pratik
çizilen stratejileri uygulamaları gerekliliği
ve psikolojik bir tutum olarak tanımlanabilir.
üzerinde durulur. Firavun ve ordularının Allah’ın
Bu halet-i ruhiye içerisindeki kişi başka
iradesi doğrultusunda hareket eden bir topluluk
insanların çıkarlarını koruma ya da çıkarlarının
karşısında denizde boğularak yenilgiye uğramış
çiğnenmesine karşı çıkma gibi insani ödevlerini
oldukları hatırlatılır. Fadlallah ezilenleri, zalimlere
yerine getirmediği halde, başkalarından çıkar
karşı pozitif bir konumda bulunmalarının
elde etme hakkını kendinde görür, bu amaçla
gerekliliği konusunda bilinçlendirmeyi
müstekbirliğini dışa vurur. Müstekbirlik zulmü,
amaçlayarak onların, direnişe geçmelerini ve
azgınlığı başkalarını boyunduruk altına alma ve
zalimlerin güçlerini dağıtmalarını sağlamak ister.
hiçe sayma gibi öğeleri kendinde barındıran bir güçtür. Mustazaf ise kendi sınırları, konumu, düşüncesi ve tutumu içerisinde yaşarken, başka insanlar karşısında aşağılanmış bir insan konumunda gören insan demektir. Bir çeşit ezilmişlik, yenilmişlik ve aşağılanmışlık psikolojisi. Evet, mustazaf konumundaki kişinin birtakım güçleri vardır. Ancak ezilmişlik psikozunu yaşadığı zamanlarda kendindeki potansiyel gücü kuvveden fiile çıkarma gücünü bulamaz.” Genel olarak Fadllah’ın eserlerinde ezilenlerin tuttuğu yer, bu ikili bakış göz önünde tutulmaksızın gerçekçi bir biçimde değerlendirilemez. Ezilenlere sadece ezilmiş olduklarından dolayı özel bir önem atfetmez. Bu demek değildir ki ezilenleri gündemine almıyor. Ezilenleri gündeme alış şekli farklıdır. Ezilenleri bir bütün olarak değerlendirmesi yönüyle Humeyni ve Şeriati ile paralellikler taşır. Müslüman dünyanın maruz kaldığı ezilme durumunun sadece ekonomik ve sosyal sömürüyle sınırlanmayıp, kültürel ve entelektüel bağımlılığı da içine aldığını düşünen Fadlallah’a göre insanlık tarihi, “güçlüyle zayıf, mağrurla mazlum ve adaletle zulüm arasındaki daimi trajik çatışma”nın özetidir.
İslâm ümmetinin düştüğü handikap, Müslümanlar üzerinde artan baskılar, kendilerini kuşatan tehditlere kayıtsızlıkları savunmaya başvurmalarıdır. Gücün de zayıflığın da ezenler ile ezilenler arasındaki ilişkiyi tanımlayan iki anahtar dinamik olduğunu öne süren Fadlallah, İslâmcı güç teorisini her yöne hareket eden müfredat ve programlarla kapsamlı bir eğitim sürecine dönüştürmekten yanadır. Tehditler karşısında Müslümanlarda hâkim olan olumsuz ve kayıtsız tavırlar, mağrur güçlerin baskıları karşısında ümmete zayıflığı aşılamak oldukça risklidir. Güçten mahrum olmak, sadece savaşma iradesi ve sağ kalma arzusunu kaybetmek değil, başkalarının kopyası olmak anlamına da gelir. İnsanların gerçeği görmesini sağlayan güçlü düşüncelere olduğu kadar farklı görüşleri ayırt etme aracı olan kapsamlı bilgiyle kendilerini donatacak entelektüel yöntemlere muhtaç olduklarını da ifade eder. Güç kavramının insan düşüncesinde yerleşmesi ve İslami kavramlarla buluşabilmesi için eğitim faaliyetlerini gerekli bulan Fadlallah’ın temel tezleri yani ezilenlerin
Kuvvet olmaksın sadece düşüncenin hedefe ulaştıracağına inanmayan Fadlallah’ın değerlendirmelerindeki en mühim uğraklardan birinin ezenler ve ezilenler meselesi olduğunu ifade etmeliyiz. Müstekbirlik ve mustazaflık noktasında ezenleri eleştirdiği kadar, ezilenlerin
146
Güç meselesini ele alırken hareket noktası,
ezilmişliklerini fark edecek bir bilince ve güce ulaşmaları konusundaki yaklaşımları ile Ezilenlerin Pedagojisi (1991) yazarı Paulo Freire’in düşünceleri arasında bir yakınlık söz konusudur. Gayemiz kuvvet teorisini bütünüyle ortaya
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
koymak olsaydı Fadlallah’ın İslam ve Kuvvetin Mantığı eseri yanında kuvvetten doğrudan söz etmeyen ama bir biçimde ezen/ezilen karşıtlı, içinde kuvvet meselesine imalarda bulunan eserlerinin tamamının kapsamlı bir envanterini çıkarmak gerekecekti. Elbette sadece İslam kitaplarında ve söyleşilerinde de kuvvet meselesi üzerinde durmaktadır Fadlallah. Ama bütün bu değiniler erken tarihli olan İslam ve Kuvvetin Mantığı’nın yeniden yorumlanması veya hatırlatılması niteliğindedir. Kuvvet meselesini esaslı ama aynı zamanda hem iç hem de dış boyutuyla ilkesel bir tasavvur mahiyetinde ele alan bu kitapta ifade edilen yaklaşımların, Türkiye özelinde özellikle İsmet Özel’in Sosyalizmden İslam’a yeni geçtiği bir dönemde yazdığı Üç Mesele (1978) kitabının yayımlanmasından sonra kuvvet meselesinin dış boyutuna dudak bükerek yaklaşan egemen düşünce biçimi ile birlikte düşünülmesi, günün meselelerini kavramak bakımından oldukça önemli olacaktır. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: İtinalı bir Fadlallah okuyucusu ilkin, hiç şüphesiz kuvvet hakkındaki tasavvurunu ve düşüncelerini yeniden gözden geçirmek durumundadır. Bilhassa kendi entelektüel dünyamızda sıkça rastlanan siyasi ve teknolojik kuvvet eleştirilerini tekrar düşünmek mecburiyeti vardır. Tercih edelim yahut etmeyelim, insan olarak bizler modern araçların içine doğuyoruz. Bu araçların olmadığı bir dünyanın olabileceğini düşünmenin bizatihi kendisi oldukça soyuttur.
www.islamiyorum.com
ve Kuvvetin Mantığı kitabında değil başka
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
147