8 islamiyorum 2011 kış

Page 1

8

Kış 2011

Soruşturma

in te r n e t d e r g i s i - ü ç ay l ı k e - d e r g i

Anayasa Soruşturması Hüsnü AKTAŞ - Ümit AKTAŞ - M. Kürşat ATALAR - Muharrem BALCI Mehmet DURMUŞ - M. Önal MENGÜŞOĞLU - Hüseyin SARIGÜL Hamza TÜRKMEN - S. Bülent YILMAZ

İslam Modern Dünyaya Nasıl Müdahale Edecek? Cemaat Diktatörlerinin Psikanalizi Hamdi TAYFUR

Türkiye’de Anayasalar Metin YILMAZ


İçindekiler EDİTÖRDEN

Bu Sayıda...........................................................................................................................3

DOSYA: İslam Modern Dünyaya Nasıl Müdahale Edecek?

Din ve İdeolojilerin Hayata Müdahale Biçimleri / Nuri YILMAZ....................................................5

Müslümanlardan Modern Dünyaya Öneriler / Yusuf İMAMOĞLU................................................ 17

İslam (Müslümanlar) Günümüz Dünyasına Nasıl Müdahale Edecek? / Nuri YILMAZ. .................... 45

Bilginin İslamileştirilmesi / İsmail R. FARUKİ......................................................................... 56

Düşüncenin Okullaştırılması ve 21. Yüzyılda Müslümanların Geleceği / M. Kürşat ATALAR............ 67

ARAŞTIRMA - İNCELEME

Cemaat Diktatörlerinin Psikanalizi / Hamdi TAYFUR................................................................ 73

Malik Bin Nebi’nin Düşünceleri ve Türkçe Kültür Dünyasındaki Seyri / Asım ÖZ........................... 85

“Tek Bir ümmet” Neden Sadece Duygusal Bir Slogan Olarak Kalıyor? / Asghar Ali Engineer ....... 96

ANAYASA SORUŞTURMASI

Hüsnü Aktaş................................................................................................................... 104

Ümit Aktaş..................................................................................................................... 109

M. Kürşat Atalar.............................................................................................................. 112

Muharrem Balcı............................................................................................................... 115

Mehmed Durmuş............................................................................................................. 117

M. Önal Mengüşoğlu........................................................................................................ 120

Hüseyin Sarıgül............................................................................................................... 125

Hamza Türkmen.............................................................................................................. 129

S. Bülent Yılmaz.............................................................................................................. 134

GÜNDEM

Türkiye’de Anayasalar / Metin YILMAZ .............................................................................. 139

Somali’nin Hatırlattığı Gerçekler: İnsanlığın Ölümü / Celal NADİR................................................. 149

“Tanrı Yok! Tanrı’ya Yemin Ediyorum ki Tanrı Yok!...” / Abdulkerim SURUŞ. .............................. 156

SÖYLEŞİ

ŞEBUSTERİ: Kur’an vahyin kendisi değil, onun eseridir / İslamiYorum . .................................. 160


EDİTÖRDEN

Bu Sayıda İslam sadece kuru bir inanç veya ibadetlerden

bu yaklaşım tarzlarıyla yeniden yorumlandı.

ibaret bir din değildir. İnsan için gönderilmiştir

Devrimci bir bakış açısı baskın olarak ortaya

ve hayata dair iddiaları vardır.

çıktı. (Doğal olarak) İmar etmek değil yıkmak,

Bu iddialar, Resulullah öncülüğünde oluşan bir toplum tarafından, o günün şartlarına ve imkanlarına uygun bir şekilde temsil edilebilmişti. Fakat sonraki dönemlerde gelişen

ihya etmek değil devirmek hedeflendi. Dost ve düşman tanımları çok net ve saflar çok belirgin hale geldi. Belli ölçülere uymayanlar kolayca karşı safta görülebiliyordu

siyaset teorileri, devleti kutsallaştırdı ve

Geleneksel İslam anlayışlarından ümidini kestiği

yöneticiyi “Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi”

için, emperyalizme karşı direnişini “sol” kimlikle

haline getirdi. “İmtihan edilmekte olan

vermeye çalışan bütün direniş hareketleri,

sorumlu insan” yerini, “itaatkar Müslüman”a

sonuçta “İslami” kimliğe bürünmüşse; bu,

bıraktı. İslam’ın yeryüzündeki iddialarını

o söylemin başarısındandır. Bugün İslam

gerçekleştirmek, Allah’ın yeryüzündeki

coğrafyasında neredeyse hiç sol kimlikli bir

temsilcisinin işiydi. Topluma düşen ise zalim

direniş örgütü kalmamıştır.

bile olsa yöneticiye itaat... Böylece İslam belli bir dönem sonra, teolojik tartışmalardan, fıkhi kurallardan veya ibadetlerden ibaret bir din haline geldi.

Fakat bugün bir sorunla karşı karşıyayız! Ortaya çıktığı dönemde göz ardı edilemeyecek etkileri olmuş yeni mücadele dili, bugün bir

Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri, yeryüzünde Allah’ı temsil eden makamın sorgulanmasını gerektiren bir süreç doğurdu. Çünkü uzun bir uykunun ardından yeniden uyanan Batı medeniyeti hızla yayılmakta ve halife-sultan (bırakın bu gidişata karşı bir şeyler yapmayı) oradaki kültürü

takım sorunlar üretiyor. İnsanlığın İslam’a en fazla ihtiyaç duyduğu tarihi bir dönemeçte Müslümanlar; insanlığın derdine derman ve problemlerine ilaç olacakları yerde, hala savaş ve direniş psikolojisiyle hareket ediyorlar. Kendileri gibi olmayanı kolayca karşı safa yerleştiriyor, hala devrim yapacakları günün

ülkesine taşımaya çalışmakta idi.

hayaliyle yaşıyorlar.

Bunun üzerine Müslüman bireyler

Doğrusu gerçekten bu mudur?

sorumluluklarını yeniden hatırladılar. Önce imparatorluğu ayakta tutmak için, sonra da ülkelerini emperyalist istilasından kurtarabilmek için mücadeleye giriştiler. Bu iyi niyetli mücadele süreci içerisinde “İslam’ın yeryüzündeki iddialarını” günün diliyle yeniden ortaya koydular. Ne var ki gün, savaş ve

İslam’ın evrensel iddialarını, bulundukları zaman ve coğrafyada gerçekleştirmekle sorumlu olan Müslümanlar bu iddiaları nasıl hayata geçirecekler? ***

direniş günü idi. Müslümanların uyandırılması

Bu sayımızda; “İslam günümüz dünyasına nasıl

ve sorumluluklarını yeniden üstlenmelerinin

müdahale edecek?” sorusunu dosya konusu

sağlanması gerekiyordu. Böylece çok sert ve

haline getirdik. İslam’ın sahip olduğu iddiaların

keskin söylemler gelişti. Prensipler ve kavramlar

hayata nasıl geçirileceğini tartıştık. Ve bu

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

3


çerçevede: - Müdahale nedir, gerekli midir? - “Zorlama yoktur” diyen bir din açısından “müdahale” nasıl bir anlama gelmektedir?

hangi yollarla gerçekleştirmektedirler? - İslam’ın sadece kendine has bir müdahale yöntemi var mıdır? - Mevcut müdahale örnekleri olarak; “İslam’ı/ şeriatı hakim kılma” eksenli ve “İslam’ı modern değerlere uydurma” eksenli müdahale tarzlarının problemleri nelerdir? - Doğru müdahale yöntemi nasıl ve neye göre belirlenecektir? - Müslümanlar tarafından ortaya konmuş farklı müdahale önerileri var mıdır? gibi sorulara cevap aradık. İslam’ın iddialarını hayata geçirme konusunda ortaya atılmış kimi projelere sayfalarımız arasında yer verdik. Ayrıca bu sayımızda, “Anayasa” konulu bir soruşturmaya da yer verdik. Toplumun geleceği açısından stratejik önemi bulunan bir konuda, camianın önde gelen kimi değerli isimlerinden ve hukuk alanında ihtisası bulunan bazı Müslüman uzmanlardan görüş aldık. Bu soruşturma, bir yandan yeni anayasa konusunda farklı ve değerli yorumlar ortaya çıkmasını sağlamış, bir yandan da Müslümanların günümüz dünyasına müdahale konusunda farklı bakış açılarını örneklemiş oldu. Gündem yazarlarımız bu sayıda anayasa konusunu ve Somali’deki açlık probleminin düşündürdüklerini ele aldılar. Araştırma inceleme köşemizde “Cemaat Diktatörlerinin Psikanalizi” başlıklı bir makale bulunuyor.

www.islamiyorum.com

- İddiası olan hayat görüşleri, bu iddialarını

Yeni sayıda buluşuncaya kadar muhabbetle kalınız.

4

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Dosya: İslam Modern Dünyaya Nasıl Müdahale Edecek?

MAKALE 1 :

Din ve İdeolojilerin Hayata Müdahale Biçimleri Nuri Yılmaz Din ve ideoloji, insanın yaşamıyla ilgili sorunları

çok az olduğunu da belirtmek gerekir.

çözmek üzere ortaya çıkmış veya aranıp

Bazen öyle durumlar ortaya çıkar ki; tek bir

bulunmuş yollardır. İnsan içindir ve insanla

düşüncenin, izledikleri yöntem sebebiyle

ilgilidir. Cismani bir varlığı yoktur. Bireyin (ve

birbirinden ayrılmış ve rekabet eden bir sürü

ilgi görürse toplumun) zihninde karşılık bulur.

temsilcisi var olur.

Kendisini sahiplenenler sayesinde de “temsiliyet” şeklinde bir varlık edinmiş olur.

Peki, bir tohumun kendiliğinden (insan

Dolayısıyla din ve ideolojiler hayata müdahale

umulmadık bir yerde filizlenmesi gibi; bir

edemezler. Onlar sadece hayata dair öneriler

düşünce de kendiliğinden (insan müdahalesi

içerirler. Bu öneriler kimi akıllarda karşılık

olmaksızın) kalplere düşüp, yavaş yavaş

bulur. Fakat bu karşılık dinin veya ideolojinin

yayılamaz mı? Ve zamanla bütün toplumu

bizatihi kendisi değil, onu sahiplenen aklın

saramaz mı?

kavrayışı ve yorumudur. Kişi hayatla ilgili sorunların çözümünü onda görür; doğruluğuna inanır. Ardından da kendi kabulünün toplumsal bir kabule dönüşmesi için bir çaba ve gayret içerisine girer. Böylece dinin veya ideolojinin

müdahalesi olmaksızın) toprağa düşüp, hiç

Bu soruya, “müdahalesiz evrim” teziyle İngiliz düşünür Herbert Spencer; “teknolojinin belirleyiciliğinde ortaya çıkan evrim” teziyle Avustralyalı Gordon V. Childe; “nüfus artışı ve

hayata ve topluma müdahalesi başlamış olur.

iş bölümündeki değişmeye bağlı evrim” teziyle

Fakat kişilerin anlayışı dinin veya ideolojinin

Dinler ise bu durumu “her şeyin ötesinde

bizatihi kendisi değil, bir yorumu olduğu için;

var olan ilahi irade ve ilahi program” ile izah

müdahalenin biçimi çoğu zaman müdahaleyi

etmişlerdir. Gerçekten de, bir bölgede yaşanan

yapanlarca belirlenir. Eğer din veya ideoloji,

amansız bir kıtlık veya geniş çaplı bir yıkım

düşünce bütünlüğü içerisinde müdahale

gibi doğal afetler; nüfusun aniden artması

biçimiyle ilgili yönler de içeriyorsa, o zaman

veya azalması gibi gelişmeler; teknoloji ve

istisnalar ortaya çıkar. Tabii bunun örneklerinin

imkanlarda ortaya çıkan ani ilerleme veya

Fransız Emile Durkheim, “evet!” demektedirler.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

5


gerileme, toplumda bu tarz bir gelişmeye zemin

çalışan ve aynı verilerle hareket eden birden

hazırlayabilmektedir.

fazla aklın, birbirinden farklı yöntemler

Ancak din ve ideoloji, insan için ve insanla ilgili olduğuna göre, esas olan insanoğlunun istemesi ve hak etmesiyle gerçekleşen

aynı isabet oranına sahip olamaz ve birbirlerine göre farklı üstünlükleri bulunabilir.

değişimdir. Nitekim “ilahi irade ve ilahi

İmkan ise sorunu çözecek olan akla sağlanmış

program” tezlerine kaynaklık eden İslam dini

olan veriler, olanaklar ve araçlar olarak

de aynı esası vurgular: “Bir millet kendi özünde

tanımlanabilir. Veriler, ulaşılmış olan bilgi

olanı değiştirmedikçe, Allah da onların durumunu

ve yaşanmış olan tecrübelerden oluşurlar.

değiştirmez.” (Ra’d 13/11)

İnsan varlığın ve eşyanın tabiatını keşfettikçe

Bir dinin veya bir ideolojinin ortaya çıkmasında, yayılmasında doğal olan; anlayarak ve ikna olarak kabul etmektir. Anlama ve ikna olma gibi kavramlar ise, anlatacak ve ikna edecek failleri zorunlu kılarlar. İlahi düşünceler bile, anlatan ve ikna etmeye çalışan peygamberler ve kitaplar aracılığıyla indirilmişlerdir. Yani doğasına uygun olan, düşüncenin onu sahiplenenler aracılığıyla anlatılmasıdır.

önünde yeni imkanlar oluşur; metali işlemeyi öğrenir ve daha zor şartlara dayanabilen araçlar yapar; yanıcı maddeleri keşfeder ve onunla motorları çalıştırır... Bu sayede daha önce yerinden oynatamadıklarını oynatmaya, kaldıramadıklarını kaldırmaya başlar. Her yeni bilgi ve gelişme, daha önce yapılamamış işleri mümkün hale getirir, insanın önünde yeni ufuklar açar. İmkanların kullanılarak sorunlara çözüm üretilmesi ve bunun sonraki nesillere

Fakat insanların insanlara müdahalesi çoğu zaman böyle gerçekleşmez; samimi iman sonucu olarak veya menfaatleri onu gerektirdiği için bir fikre odaklananlar, kendi fikirlerini herkese dayatmayı bir hak olarak görürler. Samimi iman içinde bulunanlar “kalanları kurtarmak” gibi bir gerekçeye sahiptirler. Menfaat peşinde olanlar ise emellerine bir an önce ulaşabilmeyi isterler. Bu durumda da “ikna” önemini yitirir, farklı yöntemler devreye girmeye başlar.

taşınmasıyla tecrübe oluşur. Dolayısıyla her yeni nesil, hem yeni buluşlar ve hem de geçmişten miras kalan tecrübe ile daima daha ileri çözümler üretme imkanı elde eder. Akıl; veri, olanak ve araçlardan bağımsız çalışamaz. Günün imkanlarından bağımsız olarak üretilen düşünceye hayal denir. Hayallerin, yeni ufuklar oluşması noktasında bir önemi vardır. Ancak bunlar ileri dönüktürler, günün sorunlarının çözümüne katkı yapmazlar. Günün sorunları mümkün olan imkan ve

***

araçlarla çözülebilirler. Akıl imkanlardan

Bu makale fikri yayma yöntemlerini, yani; dini veya ideolojiyi kabul ettirmek için topluma yapılan müdahale yöntemlerini araştırmayı hedeflemektedir.

bağımsız olarak üretim yapamadığına göre; belli bir dönemin verilerinin, olanaklarının ve araçlarının, o dönemin aklını oluşturduğunu söyleyebiliriz. İnsanoğlu durağan olmadığı için, gelişmelere veya gerilemelere bağlı olarak her

Müdahale yöntemleri nasıl oluşur? Yöntem, bir amaca erişmek için izlenen yol ve usul anlamına gelir. Kendisini üreten akılla ve bu aklın ulaşabildiği imkanlarla sıkı bir ilişkisi vardır. Akıl, her insanda aynı şekilde işleyen bir özellik

değildir. İnsanların zeka düzeyleri ve zeka biçimleri birbirinden farklıdır. Bunun sonucu olarak üretmiş oldukları akıl da kişiden kişiye değişkenlik gösterir. Aynı sorunu çözmeye

6

geliştirmesi işte bu yüzdendir. Tabii her yöntem

dönemin bir havsalası (anlama ve kavrama sınırı/yetisi) oluşur. Dönemin veri ve imkanları havsalanın sınırlarını meydana getirir. Gününden çok ileri veya çok geri düşünebilen insanlar her dönemde var olmuştur. Bu insanlar sebebiyle havsalanın genişlemesi veya daralması için, üretilen düşüncenin, günün imkan ve şartları ile gerçekleştirilebilir olması gerekir. Aksi takdirde; ileri akıl da, geri akıl da marjinalleşir. Akıl, havsalanın sınırları içinde düşünce üretir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Veriler ve imkanlar değiştikçe havsala değişir;

dönemin olanak ve araçlarıyla hayata geçirilecek

havsala değiştikçe de aklın vardığı sonuçlarda

çözümler sunamazlar.

farklılıklar ortaya çıkar. Yöntem akıl tarafından üretilmiş bir çözüm olduğuna göre, akıl ve imkanlarla ilgili yaptığımız tespitleri yöntem için de aynen tekrarlayabiliriz: 1. Yöntem, günün akıl ve bilgisiyle direkt irtibatlıdır.

Evrensel olanın bir zaman ve coğrafyada nasıl gerçekleşeceği meselesi, esas itibariyle insanın meselesidir. İnsan, içinde bulunduğu zaman ve coğrafyanın durum ve şartlarına göre yorumlayarak, onun hayatta gerçekleşmesini sağlar. Bunu yaparken de (başta söylediğimizi

2. Farklı dönemlerde farklı yöntemler ortaya çıkabilir.

bir kez daha tekrarlarsak): 1. Günün akıl ve bilgisiyle sınırlı olur.

Peki, din ve ideolojiler, hayata müdahale yöntemi ile ilgili hiç mi yönlendirme içermezler?

Din ve ideolojiler, kendilerine işlerlik kazandırmaya çalışan insanlar için, hayata müdahale yöntemiyle ilgili yönlendirmeler içerebilirler. Mesela Komünizm ideolojisinin (geciken evrim karşısında) devrimci müdahaleye dönük unsurlar barındırması veya İslam dininin; “Bir millet kendi özünde olanı değiştirmedikçe, Allah da onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d 13/11)

diyerek toplum tercih ve iradesini esas alması (yani tepeden inmeci olmayan yöntemlere yönlendirmesi) bu kabildendir. Hatta kimi ideolojiler, yaşam içerisinde karşılaşılan belli bir soruna dönük olarak ortaya çıktıkları için, o sorunun çözümüyle ilgili daha detaylı yöntem bilgileri içerebilirler. Hayata müdahale yöntemiyle ilgili yönlendirme içermeyen ideolojiler, genellikle çıkar ve menfaat çatışması içeren ideolojilerdir. Bunlar iktidardaki çıkar grubunu devirip, yerine kendilerini veya başka bir çıkar grubunu geçirmek isterler. Hedeflerine ulaşmak için de her türlü pragmatist (fayda sağlayan) ve Makyavelist (hedefe götüren her yöntem ve aracı meşru gören) yola başvururlar.

2. Aynı coğrafyada bile farklı yöntemler ortaya çıkabilir. *** İnsanoğlunun tarihi serüveni göz önünde bulundurulduğunda genel olarak şu tabloyla karşılaşırız: İletişim ve ulaşım imkanlarının çok sınırlı olduğu, coğrafyaların birbirine uzak ve kültürlerin de birbirine yabancı olduğu eski dönemler; korunma içgüdüsünden beslenen güç ve şiddet dilinin yaygın olduğu dönemlerdi. Toplumlar, kendi yaşam alanlarını ve kültür havzalarını korumak veya başkalarının zenginliklerini ele geçirmek için bu dile sıkça başvururlardı. Tek merkezli ve otoriter yönetim modelleri makbuldü. Farklılıklar zenginlik olarak görülmez, birliği ve beraberliği tehdit eden unsurlar olarak algılanırdı. Statüko tarafından desteklenen resmi din veya ideoloji haricindeki herhangi bir düşünce, peşinen düşman muamelesi görürdü. “Ne diyor? Ne anlatmaya çalışıyor? Haklı mıdır, haksız mıdır?” diye bakılmazdı. Birlik ve bütünlüğe zarar vermemesi için derhal susturulmaya ve yok edilmeye

Hayatta nasıl gerçekleşeceği “olanak” ve

çalışılırdı. Dolayısıyla, statükonun desteklediği

“araçlarla” izah edilmiş bir düşünce, evrensel

düşünceye rağmen bir iddia ortaya koymak, bir

olamaz. Şartların değişmesiyle, hem hayatta

çatışma ve savaşı göze almak demekti.

karşılık geldiği sorunlarla ilgili güncelliğini hem de hayatta gerçekleşme biçimiyle ilgili geçerliliğini yitirir.

Böyle dönemlerde, hayata dair iddiası olan bir düşüncenin temsilcilerine, güç ve şiddet yöntemlerine başvurmaktan başka çare

Evrensellik iddiası olan ideoloji veya din ise

kalmıyordu. Ya halk isyanı, ya darbe, ya da

hem hayattaki sorunların çözümü, hem de

dışarıdan bir güçle iş birliği yaparak savaş

bu çözümlerin hayatta nasıl gerçekleşeceği

yoluyla elde etme gibi alternatifler vardı. Gerçi;

ile ilgili ilke ve prensipler içermek zorundadır.

uzun bir yayılma döneminin ardından Roma

Bütün dönemleri hedefledikleri için, belli bir

İmparatorluğu’nun İseviliğe boyun eğmesi veya

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

7


belli bir davet ve yayılma döneminin ardından

bu kavramla ifade edilen unsurların, sistem

Arap Yarımadası’nın İslam’ı kabullenmek

içinde kurumsal olarak var olması sağlanmıştır.

zorunda kalması gibi örnekler yok değildi.

Günümüzde artık her düşünce kendisini özgürce

Ancak bunlar bile kansız ve çatışmasız

ifade edebiliyor, örgütlenebiliyor ve iktidar için

gerçekleşmediler.

mücadele edebiliyor. Halk desteğini elde ettiği

Günümüzde ise artık birbirinden bağımsız kültür havzalarından ve toplumlardan bahsetmeye imkan kalmamıştır. Kültürler, çıkarlar, milliyetler iç içe geçmiştir. Artık bir apartman ölçeğinde bile farklı kültürlere, milliyetlere rastlamak

kendilerine muhalif düşünce ve organizasyonları kolaylıkla düşman ilan edemiyorlar ve en sert yöntemleri kullanarak yok edemiyorlar. Anayasal sınırlar içerisinde davranmak zorunda kalıyorlar.

mümkündür. Toplumlar ve bireyler arasında

Günümüz siyaset teorileri insanlığın önüne

karşılıklı menfaat köprüleri oluşmuş, yerine göre

böylesine bir tablo koyuyor.

bir toplumun veya bireyin varlığı, kendisi gibi olmayan diğerininkine bağımlı hale gelmiştir. Artık hiç bir toplum tek tip değildir. Yüzlerce, binlerce farklılığı bünyesinde barındırmaktadır. Yönetim anlayışları değişmiş, insanların

Fakat realiteye döndüğümüzde, idealize edilen bu siyaset anlayışının hiç bir ülkede tarif edildiği gibi uygulanamadığı gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Çünkü bu siyaset teorisi (demokrasi) çok

farklılıklara toleransı gelişmiştir.

olumlu ve dikkate alınması gereken görüşlerinin

Bu özelliklere sahip günümüz şartlarında, bir

propaganda gücünü elinde bulunduranlara

düşüncenin topluma müdahalesi ve bir toplumun yaşamında karşılık bulabilmesi nasıl mümkün olacaktır?

yanında çeşitli açmazlara da sahiptir. Para ve karşı tedbirleri çok zayıftır. Bu yüzden de hemen hemen bütün uygulamalarında, sermayedarlar ve medya patronları tarafından

Bu soru çerçevesinde baktığımız zaman, gelişen şartlara ve imkanlara uygun düşecek şekilde birçok toplumsal müdahale ve değişim yönteminin de vücut bulduğu görülür. Toplumlara müdahale ve toplumların değişim yöntemleri, çoğunlukla statükonun (mevcut idari yapının) tutumuna göre şekillendiği için, biz de konuyu detaylandırmaya statükonun direnme yöntemlerinden başlamalıyız.

Müdahaleye direnç (statükoyu koruma) yöntemleri Günümüz siyaset algısı; tek merkezli, otoriter ve baskıcı zihniyetlerin geçerli olduğu dönemlere göre çok değişmiştir.

8

zaman da iktidarı devralabiliyor. İktidarlar artık

istismar edilmektedir. Böylece, halk tarafından seçilerek geldiği ve anayasal sınırlar içerisinde hareket ettiği görüntüsü veren bir devlet mekanizmasının içerisinde, çıkar ve menfaat gruplarının oluşturduğu bir diktatörlük gizlenmektedir. Bu derin yapı, bu gizli devlet, bu kirli organizasyon herhangi bir anayasal denetime ve herhangi bir kanuna bağlı değildir; çünkü “yok”tur. Fakat “yok” olan bu güç, görünen yapıyı oluşturan siyasetçileri ve bürokratları, yerine göre satın alarak (ki en makbulü odur), yerine göre tehdit ederek yönlendirmektedir. Desteklediği adayları “melek”, istemediği adayları “şeytan” gibi göstererek, yalan haber ve kampanyalarla halk iradesine (seçimlere) müdahale etmektedir. Ekonomiyi bloke

Artık iktidar gücü çeşitli anayasal kurumlar

edebilme, siyaseti yönlendirebilme, orduyu

arasında (yasama, yürütme ve yargı

göreve davet edebilme, yargıyı harekete

şeklinde) bölüşülmüş vaziyettedir ve her bir

geçirebilme ve illegal örgütlere eylem

güç bir diğerinin hukuksuz davranışlarını

yaptırabilme güçleri sayesinde, istemediği

denetlemektedir. Artık “iktidar” kavramının

bir iktidar ortaya çıktığında kısa sürede onu

yanına, iktidardan hoşnut olmayan kesimlerin

devirebilmektedir. En kötü ihtimal “darbe”

varlığının anayasal teminat altına alınmasını

veya “suikast” yöntemlerini kullanarak yolunun

sağlayan “muhalefet” kavramı yerleşmiştir. Ve

üzerindeki engelleri ortadan kaldırabilmektedir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Kimi ülkelerde Gladio, kimi ülkelerde Ergenekon

yöntem etkili oluyor; o zaman bu işleyişe neden

olarak uç gösteren bu derin yapı, demokrasi

müdahale edilmesin! Neden yönetilebilir ve

ile yönetilen bütün ülkelerde bulunmaktadır.

yönlendirilebilir bir “öteki” oluşturulmasın!

En güçlü ülkeden başlayarak zayıfa doğru inen piramit basamakları şeklinde bir yapılanma ile küresel bir hegemonya ağını andırmaktadır. Anayasal devlet görüntüsünün perde arkasında yer alan sermaye imparatorluğu...

Ve böylece diyalektik mantığı tersinden okumaya başlamışlardır: Toplumları bir noktaya getirmek istiyorsan (sentez), önce değiştirmek istediğin (tez) noktayı belirle, toplumu getirmek istediğin noktanın ötesinde bir talep oluştur

Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra iyice

(antitez), toplum getirmek istediğin noktaya

belirginleşen bu güç, günümüzde büyük bir kriz

(sentez) kendiliğinden gelsin...

ile karşı karşıya bulunmakta ve artık kendisini eskisi gibi gizleyememektedir. Fakat hala dünya siyasetine yön verebilmekte ve gelişmelere müdahale edebilmektedir. Bu derin yapının siyaseti ve toplumları dizayn yöntemi, ironik bir şekilde Hegel felsefesinden

Bu ters okumada işin “püf” noktası, “toplumu getirmek istediğin noktanın ötesinde bir talep oluşturmak” kısmıdır. Çünkü burada doğal olmayan yöntemler devreye girmektedir. Bu alan kirli senaryoların, kirli ilişkilerin, illegal yöntemlerin ve bunlar aracılığıyla zorlamaların

ilham almıştır.

alanıdır. Konu olarak da “komplo teorisi” olarak

Hegel belki de felsefe tarihinde bir ilk olarak

zorlanacakları bir konudur. Fakat mesela Türkiye

bilincin ve tarihin oluşumunda “öteki”nin

coğrafyasında yaşayan insanlar ise bu yöntemi

altını çizmiştir. Ona göre bilinç veya tarih,

belki de hiç yadırgamayacaklar, söylenenleri

sadece hükmedenin yaptıklarıyla veya onun

orijinal bir tespit olarak bile görmeyeceklerdir.

öncülüğünde oluşmuyor. En az onun kadar;

Çünkü özellikle 1992 yılından beri çok yoğun

karşıtının, zıddının veya başka bir ifadeyle

bir şekilde (yani göstere göstere) “toplumsal

ötekinin zorlamasıyla gerçekleşiyor. Güçlü olan

dizayn” bombardımanına maruz kalmışlar;

(ki iktidar, patron, efendi vs. gibi konumlara

kirli yöntemlere, hayata geçirilme biçimlerine,

sahiptir), kendi çıkar ve menfaatlerine göre

sermayedarın, siyasetin, medyanın, askeri ve

bir dizayn gerçekleştiriyor; fakat zayıf olan

hukuki bürokrasinin bu senaryolardaki rolüne

(ki muhalefet, işçi, köle vs. gibi konumlara

yakinen şahit olmuşlardır.

nitelemeye uygun ve insanların kabullenmekte

sahiptir), bir süre sonra bu dizayna karşı sesini yükseltiyor ve itiraz ediyor; bunun üzerine bir çatışma doğuyor ve orta bir çözüm oluşuyor. Orta çözümle oluşan tez ilk anda kabul görse de, belli bir zaman sonra ona karşı da hoşnutsuzluk gelişiyor. Bu defa bu tezi sürdürmek isteyenlerle karşıtları arasında çatışma doğuyor ve bunların talepleri yeni bir orta çözüm oluşmasını sağlıyor. Böylece tarih ve bilinç gelişip gidiyor. Hegel’in kurduğu bu sisteme “diyalektik mantık” denir ve “tez, antitez, sentez” kavramlarıyla

Askerin yetki alanını daraltacak bir yasanın çıkarılmasını engellemek mi istiyorsun; kirli ilişkileri kullanarak bir terör saldırısında belli sayıda askerin ölmesini sağla! Hükümetin demir yollarına yatırım yapmasını engellemek mi istiyorsun; bir iki tren kazası tezgahla! Bir ülkeyle yakınlaşmanın önüne geçmek mi istiyorsun; o ülke kaynaklı olduğu izlenimi veren bir kaos oluştur! Bir partinin seçimleri kazanmasını engellemek mi istiyorsun; bir yandan o parti hakkında yalan ve iftira

formülize edilir.

kampanyası başlat, diğer yandan desteklediğin

Efendiye karşı kölenin, patrona karşı işçinin

Toplum kesimlerinden birinin (mesela İslami

önemine işaret eden bu tez, efendiye ve patrona

kesim) üzerine gitmek mi istiyorsun; sahte

yeni bir ilham vermiştir. Mademki tarih, “tez” ile

şahitler ve yalan haberler aracılığıyla karalama

“antitez”in çatışması ve sonunda bir “sentez”e

kampanyası başlat, evlerinden birine silah ve

ulaşılması gibi bir yöntemle oluşuyor; mademki

patlayıcı yerleştir, sonra da bir baskınla bunları

toplumların gelişimi ve değişiminde böyle bir

ortaya çıkararak toplumun tedirgin olmasını

partilerin oy oranını artıracak olaylar düzenle!

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

9


sağla! Vs. vs.

Marksist tecrübe:

Biz, Türkiye’de yaşayan birisi olarak, derin

Toplumların değişimine devrimci müdahale

güce ilham veren “diyalektiği tersten

fikrinin en ünlü temsilcisi Marks’tır; proletarya

okuma” meselesine örnek bulmakta hiç

devrimini gündeme getirmiştir. Aslında Marks

zorlanmadık. Eminiz ki, okuyucu da anlamakta

temelde evrimci bir fikre sahiptir. Ona göre

zorlanmayacak ve hatta ona “basit tespitler”

toplum, temel birimlerini “kurumların” değil

gibi gelecektir. Fakat aşikar olan şudur: Derin

“sınıfların” oluşturduğu, denge noktasında

güç kirli yöntemlerle mütemadiyen toplumları

ilerleyen bir organizma gibidir. Sınıflar arasında

dizayn ediyor. Özgürlükçü siyaset teorilerine

cereyan eden çatışma, çekişme ve rekabete

ve anayasal teminatlara rağmen kendi

bağlı olarak toplumlar kendiliğinden değişir

hegemonyasını koruyor. Hem de bu işi çok

ve gelişirler. Sınıflar arasındaki çatışmayı

sinsice ve zalimce yapıyor.

körükleyen temel belirleyici, üretim araç ve

Bütün bunlardan sonra, farklı fikirlerin kendisini özgürce ifade etmesi, örgütlenebilmesi ve toplumda karşılık bulduğunda iktidarı devralabilmesi gibi bir sürecin “kolay” olmadığını ifade etmemiz gerekmektedir. Bu süreç kavgasız gürültüsüz bir süreç değildir; toplumun kendi iradesiyle baş başa olduğu bir süreç

şekilleridir. Teknoloji gelişip yeni imkanlara yol açtıkça, insanların geçim yöntemleri çeşitlenip geliştikçe; yeni paylaşım kavgaları ortaya çıkar. Bu kavgalar ise yeni yeni toplum yapılarının oluşmasını sağlar. Köleci, feodal ve kapitalist toplum yapılarının ardından komünist topluma ulaşılır.

değildir ve doğru bir düşüncenin kendiliğinden

Fakat Marks, (diğer evrimcilerden farklı olarak)

yayılabileceği ve taraftar toplayabileceği bir

evrimin müdahaleler ile çabuklaşacağına

süreç değildir. Bu süreç bir mücadeleyi göze

inanmıştır. Proletaryanın yönetimi ele

almaktır; kirli planlar ve sinsi oyunlar içerisinde

geçirebilmesi için, öncü güçler tarafından

temiz kalarak, organize olarak, birlik ve

sınıf çatışmasının körüklenmesi gerektiğini

beraberlik içerisinde özveriyle bir mücadeleye

düşünmüştür. Öncü müfreze devrimci sınıfları

girmeyi gerektirir.

kendi tarafına çekerek ileriye fırlar, statükonun

Statükonun bu savunma ve dizayn yöntemlerine karşı, muhalif düşünce ve çıkar grupları da kendilerine göre yöntemler geliştirmişlerdir. Ve bunlar da kendi içinde çeşitlilik arz eder.

baskı ve gücünü devrimci şiddet ile bertaraf eder. Böylece eski devlet mekanizması parçalanarak, proletaryanın hegemonyası kurulur. Kendi iktidarına uygun alt yapı düzenlemelerine geçerek, sınıfsız topluma kadar devrimi sürekli kılar.

(Muhalif) Müdahale yöntemleri

teorinin ilk uygulayıcısı olan Lenin’de daha

1- Devrimci müdahale

belirgindir. Lenin, Marksizm’in evrimci yönünde

Kendisini korumaya çalışan güçlü bir statükonun egemen olduğu bir toplumun, “ancak içeriden bir meydan okumayla değişebileceği” fikrine dayanır. Bu yöntemi benimseyenler; kendisini korumak için kirli yöntemleri ve çatışmayı göze alan bir yapının, çatışma ve kavga olmaksızın değiştirilemeyeceğine inanırlar. Günümüze kadar farklı tecrübe ve kuramlar ortaya çıkmıştır. Bunlardan en dikkat çekenleri, belirleyici yönüyle Marksist tecrübe, kuramsal farklılık yönüyle Toynbee’nin1 görüşleridir. Arnold Joseph Toynbee (1889–1975), İngiliz tarihçi.

1

10

“Proletaryanın öncü müfrezesi” fikri, Marksist

problemler görmüş ve teorisini daha çok öncü müfreze üzerine kurmuştur. Böylece Marksizm’in evrimci yönü, yerini tamamen devrime bırakmış; öncü ve örgütlü kadrolar, kavga, gerilla, silahlı propaganda gibi kavramlar belirleyici hale gelmiştir. Makyavelist bir yaklaşım benimsenerek; hedefe götüren yolda, sınıf bilinci oluşmasını sağlayacak her türlü yöntem meşru görülmüştür. Lenin, işçi sınıfını harekete geçirecek siyasal bilincin, gündelik hayat mücadeleleri içinde kendiliğinden doğmayacağına inanır. Siyasal

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


mücadele bilincinin oluşması ve örgütlülüğün

çerçevesinde ortaya çıkmış en belirleyici gelenek

sağlanabilmesi için, yorulmak bilmeksizin

olan Marksizm, belli bir ideoloji/bilinç ve bu

çaba sarf eden ve Marksist teoriyle donanmış

ideoloji temelinde oluşmuş örgütlü mücadele ile

bir öncü örgütlenmeye ihtiyaç görür. İşçi

toplumların değişmesi esasına dayanır.

sınıfına önderlik yapılabilmesi içinse, işçilerin ekonomik mücadelesinden siyasal mücadelesine kadar her sorununda yanında olunmasını, yol gösterilmesini ve örgütleyici olunmasını önerir. Sendikal faaliyetlerin gerekliliğine vurgu yapar.

Devrimci değişim fikrinin savunucularından Toynbee ise değişimi, herhangi bir ideoloji veya sınıfa bağlamamıştır. Talepleri toplumda yankı bulan herhangi bir toplum kesiminin, içerden bir meydan okumayla toplumsal yapıyı

Leninist gelenek, farklı ülkelerde yaşanan

değiştirebileceğini öngörür. Tezini üç aşamalı

tecrübelerle gelişme göstererek, toplumların

olarak özetle şöyle ortaya koyar: “a) Yönetici

değişimine devrimci müdahale fikrinin ve yöntemlerinin neredeyse tek belirleyicisi haline gelir. Sendika örgütlenmeleri, medya propaganda faaliyetleri, gençlik örgütlenmeleri ve dernek gibi yapılanmalar aracılığıyla mücadelelere girişilir. II. Dünya Savaşı sürecinde ise, güçlü ve disiplinli bir işgal ordusuna karşı

azınlık yaratıcı niteliğini kaybeder; b) Çoğunluk, yönetici azınlıktan ümidini keserek onu izlemeyi bir kenara bırakır; c) Başka bir azınlığın meydan okumasına yönelen çoğunluk, kuvvetle ayakta durmaya başlayan yönetici sınıfı zorla (devrimle) yerinden atar.”

küçük-hareketli birliklerle yapılan savaşın

Toynbee’nin kuramından hareket ettiğimizde,

avantajları keşfedilir. Kırlarda ya da şehirlerde

devrim kavramını, “bir ideoloji öncülüğünde

işgal ordularını yıpratan, onları gerileten ve

gerçekleşen değişim” olarak sınırlayamayız;

hatta yenilgiye uğratan eylem tarzı; Marksist-

yöneticinin zulmünden bıkmış olan halkın en

Leninist devrimci hareketlerin en vazgeçilmez

sonunda patlaması ve kitlesel bir isyan ile

hareket tarzlarından biri haline gelir. Dünyanın

yöneticiyi devirmesi bir halk devrimi olarak

birçok coğrafyasında “halk orduları” adı verilen

karşımıza çıkar. Veya mevcut durumdan rahatsız

gerilla faaliyetleri başlar; silahlı propaganda

olan bir halk kesiminin (toplumsal bir sınıf, bir

yöntemi devreye girer. Silahlı propagandanın

fikir grubu veya bir etnik milliyet) isyan edip

amacı, bir yandan egemen devlet gücünü moral

zorla yönetim gücünü ele geçirmesi bir devrim

ve askeri olarak darbelemek, bir yandan da

olarak kabul edilebilir.

emekçilere, hakları uğruna savaşı göze almış bir gücün olduğunu göstermektir. Böylece hem

“Halk devrimi”, bir ideolojiden ziyade bir

emekçilerde özgüven artışı sağlanması, hem de

rahatsızlığa dayandığı için; (çoğunlukla)

haklarını savunan devrimcilerin safına kaymaları

önceden belirlenmiş bir yöntem ve strateji

hedeflenir.

etrafında gerçekleşmez. Bir “patlama” halidir

Gerilla faaliyetleri ve silahlı propaganda, Marksist-Leninist devrimci örgütlerde iki farklı şekilde ortaya çıkar: Bir kesim, kırlarda örgütlenme, gerilla savaşı verme ve orada

güçlenip şehre inme fikrini benimser, bir kesim ise şehirlerde örgütlenme fikrini benimser. Şehirlerde örgütlenenlerden bir kısmı gerilla faaliyetini şehirde gerçekleştirmeye çalışırken, bir kısmı ise sendikal faaliyet, propaganda, gösteri ve dernek faaliyetlerini daha fazla önemser.

ve patladığı anda nasıl bir yol bulabildiyse o kanaldan devam eder. Sonuca ulaşabilmek için çoğunlukla her türlü yol denenir ve ilk hedef gerçekleştiğinde, sonrasına dönük bir boşluk oluşur. İlk hedefe ulaşarak gücünün farkına varmış olan halk kesimleri, daha önce planlamadığı süreçlerle karşılaştığında taleplerini sürdürmek ister. Ancak ilk hedef için gücünü birleştirmeyi başarmış olan kitle, sonraki süreçte fikir ayrılıkları yaşamaya başlar ve bölünür. Böylece ya talebini sürdüremez hale gelir, ya da kendi içinde çatışma çıkar. Dolayısıyla, halk

Toynbee ve Halk isyanı:

Toplumların değişimine devrimci müdahale fikri

devrimlerinin neyle sonuçlanacağını kestirmek güçtür. Yıkıma, tahribata ve zararlara yol açabilir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

11


Devrimci müdahalenin niteliği:

2- Askeri müdahale

“Devrim”, ezilmiş halklar için, son iki yüzyılın

Askeri müdahale dendiği zaman ilk anlaşılan

belki de en sempatik kavramlarındandır.

şey, statükonun tehdit altında olduğunun

Baskıcı yönetimler karşısında kendisini ifade

düşünüldüğü durumlarda silahlı kuvvetler

etmek isteyen pek çok fikir grubu ve haksızlığa uğradığını düşünen pek çok sınıf, bu değişim yöntemine başvurmuştur. Fakat bu yolla başarıya ulaşanlar, başvuranlar kadar çok değildir.

tarafından yapılan darbelerdir. Devletin emrindeki resmi askeri kurumlara mensup kişi ya da kişilerin, anayasal olmayan yollarla ani olarak görünen iktidarı (hükümeti) devirmesi ve iktidarı gerçek sahiplerine (derin

Bu güne kadar ortaya çıkan örnekler incelendiğinde; adı ister Marksist, ister İslami, ister milli olsun, hepsinde ortak bir yön göze çarpar. Devrimci müdahale Makyavelisttir! Niccolo Machiavelli 1513’te yazdığı principe (hükümdar) adlı eserinde, Batı kaynaklı siyaset bilim teorilerinin ilk örneklerinden birini ortaya koymuş ve prensin, iktidarını sürdürmek için her türlü ahlak kuralından bağımsız, sert siyasal yöntemler kullanması gerektiğini söylemiştir. Onun bu teorisi, “hedefe götüren her yol mübahtır” cümlesiyle meşhur olmuştur. Elindeki gücü kaybetmek istemeyen her iktidar, bilerek veya bilmeyerek bu yöntemi kullanıp durmaktadır.

devlete) devretmesine darbe denir. Sistemin zayıfladığı, muhalif fikir ve hareketler karşısında gerilemeye başladığı dönemlerde yapılır. Kanun ve yasalara bağlı olmadığı için her türlü gayri meşru sindirme ve yok etme yöntemlerine imkan verir. Bu sayede bir yandan muhalefetin bütün kazanımları elinden alınmış, bir yandan da statükonun kendisini yeniden tazelemesi sağlanmış olur. Darbeler tarihi, tâ antik Yunan ve Roma dönemlerine kadar uzanır. Statükonun varlığını korumak açısından kesin bir yöntem olduğu için, menfaat ve çıkar düzeni kuranların olduğu her dönemde başvurduğu bir yöntem olmuştur. 20. Yüzyıl ise bu yöntemin belki de en sık kullanıldığı tarih dilimidir. Amerikan imparatorluğu, kontrolünü yitiren yerel

“Statükonun baskı ve gücünün devrimci şiddet ile bertaraf edilmesi” şeklinde özetleyebileceğimiz Marksist-Leninist müdahale

işbirlikçilerini yeniden güçlendirmek için; Güney Amerika, Afrika ve Akdeniz havzasındaki birçok ülkede bu yöntemi sıkça kullanmıştır.

yöntemi, “düşmana kendi silahıyla karşılık

Derin devletin/statükonun kendisini korumak

verme” anlayışını beslemektedir. Bunun

için başvurduğu bu yöntem, devrimci düşünceye

sonucunda da, kendi varlığını korumak için her yolu mübah gören iktidarlara karşı, onları bertaraf etmek için her yola başvuran; bomba patlatan, askerlere pusu kuran, polisleri öldüren, haraç toplayan, soygun ve hırsızlık yapan, halkı kepenk kapatmaya, gösterilere ve boykotlara

de ilham kaynağı olmuştur. Ordunun müdahale gücünden hareketle; ordu bürokrasisi içine sızma, taraftar edinme ve yeterli güce ulaşınca da darbe yoluyla devrimi gerçekleştirme düşüncesi ortaya çıkmıştır. Böylece darbeler tarihinin yanına cunta faaliyetleri de eklenmiştir.

katılmaya zorlayan bir muhalefet doğmuş

Cunta faaliyetlerinin Türkiye örneği “milli

olmaktadır.

demokratik devrim” fikrini savunan sol gruplar olmuştur. Orta Doğu’daki bazı ülkelerde ise

Bir toplumsal değişim yöntemi olarak, ne gibi

İslam devrimi fikrini savunan kimi grupların

olumlu ve olumsuz yönler içerdiği meselesi ise

bu yola başvurdukları görülür. Bu yönteme

ayrı bir araştırma konusudur.

başvuranlar halk desteğine ihtiyaç duymazlar.

2

Bu konuyla ilgili olarak bkz: www.islamiyorum.com.

2

12

Hatta Türkiye’deki örneğine bakıldığında

Sayı 4. Dosya: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak

bu yönteme başvuranların, halkı “aptal” ve

DEVRİM.

“yönlendirilmesi gereken bir sürü” olarak

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


gördükleri anlaşılır. Halk bir sürü olduğuna göre

bulamaz oldu. Çaresiz kalan hükümet sonunda

onlardan kendileri için hayırlı olanı bilmeleri

pes ederek, sınır ihlalini hapisle cezalandırma

beklenemez. Şu halde devrimciler onlar için

kanununu iptal etmek zorunda kaldı.3

hayırlı olanı, zorla ve gerekirse kafalarına vura vura gerçekleştirmelidirler.

Gandhi’nin Güney Afrika’da uyguladığı

İşte cunta devrimi, tam da bu düşünceye

sürede Hindistan’ın dört bir köşesine yayıldı.

sahip olanların yöntemidir. Halksız ve halka

Gandhi, ülkesinden gelen karşı konulmaz istek

rağmen, tepeden inmeci bir değişim öngörür.

doğrultusunda, hareketi yönlendirmek üzere

Tek sorun darbenin başarılması noktasındadır. O

Hindistan’a döndü. O dönemde Hindistan

başarıldıktan sonra zaten düşüncelerinin önünde

İngiliz işgali altında bulunuyordu ve İngilizler,

hiçbir engel kalmamış olur. Gerekirse kan

yaşanan şiddetli kıtlığa rağmen halktan ağır

dökerek düşüncelerini yerleştirebilirler.

vergiler alıyorlardı. Halktan istedikleri vergiyi

Tabii cunta faaliyetlerinin sadece kimi fikir gruplarının başvurdukları bir yöntem olduğu söylenemez. Bu yöntem, iktidarı ele geçirmek isteyen ordu içerisindeki her çıkar grubuna bekledikleri imkanı sunmaya açıktır.

yöntemin etkinliği konusundaki söylentiler kısa

toplamakta zorlanınca, kazançlı bir tekel oluşturmak amacıyla tuz yapımını yasakladılar. Bunun üzerine Gandhi, takipçilerini deniz kıyısına götürdü ve bir tas dolusu deniz suyunu buharlaştırarak tuz üretti ve yasayı simgesel olarak çiğnedi. Bunun üzerine tam da umduğu gibi tutuklandı ve hapse atıldı. Ancak İngiliz

3- Pasif direniş ve sivil itaatsizlik Sivil itaatsizlik, Henry David Thoreau’nun

literatüre kazandırdığı bir kavramdır. 1900’lü yıllarda Mohandas K. Gandhi tarafından geliştirilerek, baskıcı yönetime karşı uygulanan etkili bir yönteme dönüşmüştür. Gandhi’nin sivil itaatsizlik felsefesine katkısı, itaatsizliğin eyleme dönüşme yöntemi olan pasif direniş anlayışı ile gerçekleşmiştir. Gandhi pasif direnişi, kendileri bizzat şiddet kullanmasalar bile şiddete maruz kalma riskini göze alabilen toplulukların gösterdiği mücadele şekli olarak tanımlamıştır.

yönetimi bu tutumun sorunu çözmediğini görmekte gecikmedi. Binlerce kişi harekete katılarak Gandhi’nin yaptığı eylemi tekrarladı ve İngiliz yönetimi Gandhi’yi serbest bırakmak zorunda kaldı. İngiliz yönetiminin bu tutumu otoritesinin zayıfladığının bir kanıtı haline geldi ve kamuoyu yasayı kaldırması yönünde yönetimi zorlamaya başladı. Bunun ardından Gandhi, eylemini haksızlık dolu diğer yasalara yöneltti ve Gandhi’nin önderliğinde Thoreau’nun sivil itaatsizlik yöntemini kullanan Hindistan, 1945 yılında bağımsızlığına kavuştu.4

Ve bu eylemi yaşamı boyunca çeşitli şekillerde

Böylece sivil itaatsizlik, egemen gücün yanlış

hayata geçirmiştir. Mesela, Güney Afrika’da

uygulamalarına karşı zaman zaman başvurulan

avukatlık yaptığı gençlik yıllarında, Hintli

bir müdahale tarzı olarak literatürdeki yerini

göçmenlere hayatı zindan eden Güney Afrika

almış oldu. Farklı dönemlerde değişik muhalefet

hükümetine karşı enteresan bir pasif direniş

hareketleri tarafından kullanıldı. Mesela,

ortaya koymuştur. Güney Afrika hükümeti henüz

kendisinden kat kat üstün silahlarla donanmış

pasaport kullanımının başlamadığı yıllarda,

İsrail güçlerine karşı “taşla” mücadeleyi seçen

Asyalı göçmenlerin sınırdan izinsiz girmesini

Filistin İntifadası, sivil itaatsizliğin farklı bir

yasaklayan ve bunu hapisle cezalandıran bir

türü olarak kabul edilebilir. Hapishanelerde

kanunu uygulamaya başlamıştı. Gandhi, binlerce

kendilerine yapılan zulmü engellemek ve

taraftarını sınırı kasten ve büyük kitleler halinde

“C.Can Aktan, D.Dileyici ve Ö.Saraç. “Sivil İtaatsizlik”

3

geçmek için teşvik etti. Kasten Güney Afrika

içinde: Vergi, Zulüm ve İsyan. Thoreau & Gandhi.

topraklarını terk ediyor ve sonra izin almadan

Ankara, Phoenix Yayınevi, 2003, s.32-35” isimli

içeri giriyorlar ve bu yüzden hapse atılıyorlardı. Sayısız insanın bu suretle yaptığı sınır ihlali yüzünden öyle bir an geldi ki, Güney Afrika hükümeti insanları hapsedecek hapishane

kitaptan yararlanılmıştır. “C.Can Aktan, D.Dileyici ve Ö.Saraç. “Sivil İtaatsizlik”

4

içinde: Vergi, Zulüm ve İsyan. Thoreau & Gandhi. Ankara, Phoenix Yayınevi, 2003, s.32-35” isimli kitaptan yararlanılmıştır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

13


kamuoyuna duyurmak için ölüm orucu yapan

serbesttir. Benzer düşünceye sahip olanlar

mahkumlar veya İsrail zulmüne destek olan

bir araya gelerek, sivil toplum kuruluşları

firmaların mamullerini almayarak onları boykot

veya partiler aracılığıyla daha organize bir

eden toplum kesimleri de farklı birer örnek

şekilde düşüncelerini toplumla paylaşabilirler.

olarak karşımıza çıkarlar.

Hatta siyasi partiler kanalıyla mevcut iktidara

Bütün bu örneklere rağmen, sivil itaatsizlik eylemi, her durumda ve şartta netice alınmasını

muhalefet edip, halkın ilgi göstermesi halinde o makama gelebilirler.

sağlayacak bir müdahale yöntemi olarak

Kısacası bu siyaset felsefesi teorik olarak,

görülmemelidir. Alınacak sonuç ile şartların

farklı düşüncelerin kendisini ifade etmesi

denk düşmesi arasında çok yakın bir ilişki vardır.

noktasında oldukça açık davranmıştır. Farklı

Zamanlama çok iyi ayarlanır ve gelişen şartlara denk düşürülebilirse umulmadık sonuçlar alınabilir. Ama zamanlama ve şartlar denk düşmezse, egemen gücün işini kolaylaştıran bir müdahale biçimine de dönüşebilir. Gandhi’nin tarihi başarısı, II. Dünya Savaşı şartlarının bir sonucudur. Egemen güç olan İngiltere bu savaşta çok zor duruma düşmüş, ABD’nin yardımı karşılığında onun liderliğine boyun eğmiştir. ABD ise yardım ettiği ülkeleri, sömürge olarak yönettikleri ülkelere bağımsızlık vermeye zorlamıştır. Dolayısıyla bir yandan Gandhi önderliğinde yapılan boykotlar, bir yandan savaş sırasında İngiltere’nin içine düştüğü zorluk, diğer yandan ABD’nin baskısı, sonuçta Hindistan’a bağımsızlık getirmiştir. Hindistan örneğinde olduğu gibi, nice mahkum dışarıdakilerin haberi olmadan yok edilebiliyorken, “ölüm oruçlarının” işe yaramasını sadece eylemin kendisine bağlamak doğru bir okuma olmayacaktır. Eylemin başarısı, oluşturacağı kamuoyuyla fazlasıyla irtibatlıdır. Şartlar denk düşmediği takdirde, Hegel’in diyalektik tarih tezini tersinden okuyan ve varlığının devamı için etkin bir yönteme dönüştüren zihniyet, pasif direniş eylemlerini kolayca yönlendirebilir.

düşünce grupları rahatça dernekleşebilmekte ve propaganda araçlarını kullanarak kendilerini topluma anlatabilmektedirler. Sendikalar, iş adamları dernekleri, tüketici dernekleri, engelli dernekleri vs. gibi çıkar grupları ise iktidara karşı haklarını savunabilmekte ve koruyabilmektedirler. Fakat bu siyaset felsefesinin dünyanın değişik coğrafyalarındaki pratik uygulamaları, felsefenin teorisi ile aynı açıklıkta olmamıştır. Her devlet kendisine göre temel değerler tanımlamış ve bu değerler çerçevesinde dar veya geniş “geçilemez” çizgiler oluşturmuştur. Bu ise muhalefetin de sınırları olması anlamı taşımaktadır. Bu siyaset felsefesinin kimi uygulamalarında sınırlar, anayasada açıkça (teoriyle çelişecek şekilde) belirtilmiştir. Hatta kimi uygulamalarında değiştirilmesi teklif bile edilemeyen maddelerle koruma altına alınmıştır. Kimi uygulamalarında ise görünürde aşılamaz çizgiler bulunmaz. Her türlü muhalefete açık olunduğu imajı verilir. Ancak demokrasinin “güçlüler” karşısında kimi açmazları vardır. Gücü elinde bulunduranlar (ki günümüz güç mantığına göre bu sermayedarlardır); bir yandan (siyaset, bürokrasi, medya gibi)

4- Demokratik müdahale Günümüz siyaset felsefelerinin imkan verdiği legal müdahale tarzıdır. Bu felsefe, “iktidar” kavramına yaptığı vurgu kadar, “muhalefet” kavramına da vurgu yapmış ve muhalefeti iktidarın dengeleyicisi olarak görmüştür. Bu yüzden varlığını anayasa ile teminat altına almış,

14

sistemin farklı noktalarına nüfuz edebilmekte, diğer yandan da nüfuzlarını kendi çıkar ve menfaatleri için harekete geçirebilmektedirler. Bu durum görünen yapı içerisinde bir “derin” yapının oluşması demektir ve demokrasinin hakim olduğu bütün toplumlarda böyle bir yapı bulunmaktadır.

sistem içi (legal) bir kurum olarak tanımlamıştır.

Derin yapı kendi çıkar ve menfaatlerini önceler.

Buna göre herkes düşüncelerini ifade etmekte

Güçlerini mevcut sistem ile elde ettikleri için,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


sistemin devamı ile menfaatler örtüşür. Mevcut

Tabii bu güç ve nüfuz genişlemesinin er geç

sistemi kökten değiştirecek veya menfaatleri

gelip derin devletin sınırlarına dayanması

ile uyuşmayacak bir iktidar oluşma ihtimali

kaçınılmazdır. Oraya vardığında, ya uzlaşma

belirdiğinde hemen harekete geçer ve önce

ve boyun eğme yolunu seçmek, ya da sınırları

karalama/dezenformasyon yoluyla halkın ilgisini

zorlamak gibi iki seçenekle karşı karşıya

engellemeye çalışırlar. Buna rağmen seçilen

kalınır. Boyun eğmesi durumunda bir sıkıntı

yönetimleri ekonomik, siyasi ve bürokratik

yaşanmaz, ama iddialar feda edilmiş olur.

güçleriyle abluka altına alır ve işleyemez hale

Sınırlar zorlandığında ise demokratik mücadele

getirirler, kendilerine itaate zorlarlar. Eğer

yöntemine benzer bir durumla, yani derin

seçimle gelen iktidar baskıya boyun eğerse

devletin engelleme ve yok etme faaliyetleriyle

sorun kalmaz, ama eğmezse bu defa işi tehdide

yüz yüze gelinir. Oluşan güç bu saldırılar

kadar götürürler. Onun da işe yaramadığı noktada ya askeri darbe, ya da hukuk kanalıyla

karşısında farklı bir yapıya evrilebilirse, süreç ıslahatçı olmayan farklı bir karakterde devam

iktidarı alaşağı ederler.

etmiş olur.

Sonuç olarak demokratik müdahale, rejim

Bu tarz müdahale, bilinç inşa etmek bakımından

değiştirmeye varmayan talepler için günün şartlarına en uygun müdahale yöntemidir. Ama rejim değişikliğine varan müdahalelerde, derin devlet ile halk iradesinin çatışması kaçınılmaz olur. Bu çatışma çoğunlukla derin devlet tarafından kazanılmıştır. Ancak belki de bir ilk olarak Türkiye örneğinde, demokratik yöntemler kullanılarak devlet sisteminin değiştirilmesi süreci yaşanmaktadır. 2003 Yılında başlayan bu süreç boyunca yaşanan çatışma ve kavgalar, elde edilen başarı veya başarısızlık, yeni bir tecrübenin örneği olabilir. 5- Islahatçı müdahale Toplum mühendisliğini değil, toplumların ikna olmasını ve değişime hazır hale gelmesini önceleyen müdahale yöntemidir. Kavgacı ve hasmane bir tutum takınmaz. Görünüşte sistemi karşısına almaz. Eğitim ve sosyal kurumlar aracılığıyla halkı bilinçlendirmeye, yetiştirmeye ve kazanmaya çalışır. İllegaliteye yönelmeyen tarzıyla demokratik mücadele yöntemine benzetilebilir. Ancak ıslahatçı yöntem sadece demokratik ortamlarda değil, her tür ortamda benzer bir tarza sahip olagelmiştir. Eğitim toplumların değişimindeki en temel unsur olduğu için, ıslahatçı hareket uzun vadede topluma rengini vermeye başlar. Bir yandan yetişmiş elemanların hayat içerisinde önemli konumlara gelmesiyle, bir yandan taraftar ve destekçilerinin artmasıyla, her geçen gün artan bir güç ve nüfuz elde eder.

oldukça etkilidir. Ancak sistem değiştirmekten çok, sistem değiştirecek proje ve hareketlere zemin sağlar. Süreç derin devletin sınırlarına gelip dayandığında, bilinçle donanmış kitle içerisinden yeni proje ve hareketlerin vücut bulması gerekir. Mesela Türkiye örneğinde, İslami cemaat ve grupların Ak Parti’yi doğurması bu kabilden bir örnektir. Cemaat ve gruplar toplumda belli bir bilinçlenme oluşturmayı başarmış ama aralarındaki rekabet ve çekişmeden dolayı toplumsal bir güce, toplumsal bir önderliğe ulaşamamışlardır. Derin devletin çok yoğun baskılar kurmaya başladığı dönemde ortaya çıkan Ak Parti projesi, toplum bireyleri tarafından bir çıkış yolu olarak görülmüş ve kitle büyük ölçüde o yöne kanalize olmuştur. Ak Parti neredeyse toplumun yarısının desteğini alacak güce ulaşmış ve katı statükocu rejimi değiştirme noktasına gelmiştir.

Sonuç “Fikri yayma yöntemlerini”, yani; dini veya ideolojiyi kabul ettirmek için topluma yapılan müdahale yöntemlerini araştırmayı hedeflediğimiz bu makalede, alt başlıklar halinde çeşitli sınıflandırmalar yapmış olduk. Farklı bir bakış açısı ile bu başlıklar daha farklı oluşabilir veya sınıflandırmalar daha az/daha çok olabilirdi. Fakat bu şekildeki bir araştırma bile şu temel noktaların görülmesini sağlamış oldu: 1. Yöntemler, belli ihtiyaçların ve bu

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

15


ihtiyaçlara çözüm aranan ortamdaki belli

değişiklik içerirken, “ıslah” yönteminin bir

imkanların sonucu olarak gelişirler.

yamama ve uzlaşmacılık olduğu düşünülmüştür.

2. Her yöntemin bir diğerine göre; olumlu veya olumsuz, artı veya eksi yönleri bulunabilmektedir.

Oysa bu kavramlar müdahalenin boyutlarını değil şeklini ifade ederler. Devrimci olup da otoriteyi değiştirmekten başka hiçbir şeye dokunmayan ideolojiler (ve dinler) olduğu gibi,

Bu temel noktalardan hareket ettiğimizde, sonuç olarak şunları ifade etmemiz gerekiyor: a. Her dönem için geçerli olan “mükemmel”

ıslahatçı olup da toplumun üzerine yükseldiği dinamikleri neredeyse tamamen değiştiren ideolojiler (ve dinler) de bulunmaktadır. Bununla birlikte devrim yıkıp yapmayı, ıslah ise içeriden bir dönüşümü esas alır. Çoğu kimseye yıkıp

bir yöntem yoktur.

Çünkü her yöntem; çağın ihtiyaçlarına, mantığına ve imkanlarına göre şekillenir. Toplumların ihtiyaçları, kabulleri veya teknolojik imkanları değiştiğinde, yöntemler de eskir ve etkilerini yitirirler. “Fikir” ne kadar doğru ve mükemmel olursa olsun, yöntem isabetsiz olduğunda; fikrin anlaşılması ve kabulü zorlaşır. Nitekim “Kötü söz adamı dininden, tatlı söz yılanı ininden çıkarır” şeklindeki atasözleri, bu hususta yaşanmış tecrübeleri özetlemesi bakımından dikkat çekicidir. “Kötü söz” ifadesi sadece sözün kötülüğüne işaret etmez; söyleniş biçiminin kötü olması durumunda karşılaşılacak sonuçlara da işaret eder.

yapmak daha kolay ve sorunsuz görünebilir. Fakat toplumların kültür birikimleri çok uzun yıllarda oluştuğu ve kültürel değişimlerin özümsenmesi için çok zaman gerektiği göz önünde bulundurulduğunda, “yıkmak” çok ciddi bir risk içerir. Bir nevi toplumun sıfırlanması, onu oluşturan temel dinamiklerin yok olması gibi bir sonuç ortaya çıkarabilir. Çok eskilerden beri taşınıp getirilen ve toplumun karakteri haline gelmiş özelliklerin yok olmasına ve toplumun köksüzleşmesine yol açabilir. Toplumda bir travmaya sebep olabilir. Oysa ideoloji veya dinin rengini ortaya çıkaracak şekildeki bir müdahale, bir yandan toplumu değiştirip yeni bir dinamizm ortaya çıkmasını sağlarken, bir yandan da

b. Toplumların değişimi için yapılacak en doğru müdahale, toplumun gerçekliğine en uygun müdahaledir

“Toplumun gerçekliği” ifadesinden kasıt; toplumun içinde bulunduğu hal, sahip olduğu akıl, ulaşmış olduğu bilgi düzeyi ve yakaladığı gelişmişlik seviyesidir. Hal, akıl, bilgi, gelişmişlik gibi kavramlar, toplumun gerçekliğini değişen oranlarda etkilerler. Farklı ortam ve şartlarda etki güçleri ve öncelik sıraları değişebilir. Buna

toplumun köklü geçmişiyle bağlarının diri kalmasına imkan verir. Kabulü ve sindirilmesi de bir o kadar kolaylaşır. Kısacası bir yönteme saplanıp, onu her dönemde uygulamaya çalışmak, yöntem olgusunu anlamamak demektir. Her çağın, her toplumun; kendine göre farklı durumları, kabulleri ve imkanları vardır. En doğru yöntem, bunları en doğru bir şekilde okumayı başarmış ve toplumun gerçekliğine en uygun olan yöntemdir.

göre; baskıcı yönetimin olduğu bir toplumda; devrim, darbe gibi otoriteyi zorlayan değişim yöntemleri gerekli olabilecekken, fikrin açık bir şekilde ifade edilebildiği toplumlarda bu yöntemler ters tepebilir. Böyle toplumlarda iknaya dayalı yöntemler daha etkili olabilir. c. Toplum tarafından kabulü en kolay müdahale, toplumda geçerli olan tecrübeyi ıslah eden müdahaledir.

“Islah” kavramı çoğunlukla yanlış anlaşılmaktadır. “Devrim” yöntemi tam bir

16

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Dosya: İslam Modern Dünyaya Nasıl Müdahale Edecek?

Makale 2

Müslümanlardan Modern Dünyaya Öneriler Yusuf İmamoğlu Müslümanların, İmam Gazali’den (10581111) sonra bir duraklama dönemine girdiği genel kabul gören bir fikirdir. Batı’da ise aynı dönemlerde başlayan fikri gelişim kıpırtıları 1718. yüzyılda iyiden iyiye serpilerek devrimler yapacak bir boyuta ulaştı. Müslümanların duraklamaya, Batı’nın ise gelişmeye başlamasından sonra sürecin her bakımdan Müslümanların aleyhine döndüğü görülmektedir. Osmanlı’nın gerilemesi, dağılması ve sonunda parçalanıp yıkılması bu sürecin somut bir göstergesi sayılabilir. Gücünü her gün biraz daha artıran Batı, Osmanlı’ya kaptırdığı arazilerini geri aldığı gibi hemen bütün İslam ülkelerini işgal etti ya da sömürge haline getirdi. Sadece işgal edip kaynaklarına el koymakla kalmadı, kültürel deformasyon ve asimilasyon faaliyetlerinde de

doğru sürüklemektedir. İmam Gazali’den beri uyumakta olan Müslümanlar bu durum karşısında ciddi sarsıntılar, travmalar geçirdi. Bu sebeple verdikleri tepkiler, dağınık hatta kimileri birbirine zıt durumdaydı. Öyle ki, Batılılaşmayı çözüm olarak savunanlar bile vardı. Müslümanların gerilemesi Batı’nın ise ilerlemesiyle dünyanın çok şey kaybetmekte olduğunu gören Müslümanlar, ilk günden itibaren bu gidişe sessiz kalmamak, mutlaka müdahale etmek gerektiğini düşündüler. Yeniden diriliş dönemi olarak yorumlanabilecek yaklaşık son iki yüzyıl boyunca birçok Müslüman bu konuda çaba sarf etti. Kimi malını, kanını, canını ortaya koydu, savaş dâhil fiili her türlü eylemi yöntem olarak

büyük ölçüde başarılı oldu.

denedi. Kimileri ise bilinç ve düşüncenin çok

Batı’nın, Orta Çağ zulmüne karşı çıkmakla

dünya görüşünde safiyeti sağlayacak, ümmeti

başlayan gelişimi, güç ve mevzi elde ettikçe,

canlandıracak fikri/düşünsel çalışmalara

dozajı bugün de artarak devam eden yıkıcı bir

yoğunlaştı.

harekete dönüştü. Ekini ve nesli ifsat eden materyalizmi yaygınlaştırdı, insani değerleri de alabildiğine yozlaştırdı. Siyasi, kültürel, bilimsel vs. alanlarda birçok gelişmeye öncülük ettiği söylenebilse de Batı, insanlığa tahayyül edemeyeceği acılar yaşattı. İnsani değer ve kıymetleri olduğu kadar İslam’ı da doğrudan hedef haline getiren Batı, insanlığı uçuruma

daha önemli olduğunu düşünerek, inanç ve

Her çabanın niteliği, durumla ilgili bir analize ve kabul ettiği yönteme dayanmaktadır. “Müslümanlar neden geri kalmıştır? Gerçek sorumlu kimdir? Bozulma nereden başlamıştır, düzelme nereden başlamalıdır? Müslümanların sahip olduğu dünya görüşünün bu manzara içindeki yeri nedir? Islahat mı, devrim mi, uzlaşma mı, isyan mı doğru davranış

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

17


tarzıdır? Hedefler neler olmalıdır?” gibi birçok

önemli simalardan biridir. “İlk olarak Reşid

soruya verilen cevaplar, Müslüman birey

Rıza’nın kullandığı ve zamanla içeriği farklı

veya yapılanmaların davranış tarzını, sorunu

akımlara göre değişen ‘İslam Devleti’ kavramı”1

çözmek için uygun görülen müdahale biçimini

Afgani ve Abduh’da da ümmetin yeniden

belirlemektedir.

toparlanması şeklinde bir hedef olarak vardı.

Farklılıklarına rağmen, geri kalmışlığın nedenini sahip olunan din ve dünya görüşünde değil kendilerinde aramaları Müslümanların ortak tavrıdır. Zira İslam en doğru hayat görüşüdür. Yine ortak tavra göre; ne kadar kötü olsa da sebep, düşman da değildir. Sorun, bütünüyle Müslümanlardan kaynaklanmaktadır. Buna göre ilk nesli ortaya çıkaran kaynakların doğru anlaşılıp icra edilmesi Müslümanların sorununu çözecek tek çaredir. Böylece Müslümanlar ezilmiş, hakları elinden alınmış olmaktan kurtulacak aynı zamanda ezilmiş ve hakları elinden alınmışlara haklarını iade edecek, zamanın omuzlarına yüklediği sorumluluklarını yerine getirmiş olacaklardır. Modern dünyanın insana reva gördüğü zulümlere sessiz kalmak zulme ortak olmaktır. Öyleyse dur demek ve müdahale etmek gerekir. Ama nasıl? Bu makalede zamanın sorunlarına nasıl müdahale etmek gerektiğine dair ortaya konmuş çabalardan ve önerilerden birkaç örnek üzerinde durulacaktır. Bu konuda İslam dünyasının tamamını incelemeyi hatta tamamı hakkında bir fikir oluşturmayı hedeflemiyoruz. Modern dünyanın Müslümanları karşı karşıya bıraktığı sorunların çözümüne ilişkin toplum yapılanması ve devlet düşüncesi hususunda ortaya çıkmış

Ama devlet hedefine yönelik olarak daha somut girişimler İhvan ve Cemaat-i İslami tarafından gerçekleştirildi. Bu iki hareketten en derin ve kalıcı etki bırakan isimler ise Benna, Kutup ve Mevdudi’dir. Devlet hedefini, modern dünyanın sorunlarına da en önemli müdahale aracı olarak gören bu isimlerden Benna, “bir İslam devleti kurmak için çalışmaya” vurgu yaparken Seyyid Kutup İslam devletini kurmanın yöntemi, Mevdudi ise bu devletin nasıl olması gerektiği üzerine yoğunlaşmıştır.2 Mevdudi’nin başta gelen fikri hamlesi, İslami cemiyet anlayışını benimseyecek bir devlet tasarlamaktır.3 Devlet idealinin doğuşu, kurulma yöntemi ve niteliğinden oluşan zincirin son halkası, daha somut bir müdahale çabası olması bakımından bu makalenin konusunu daha çok ilgilendirmektedir. Mevdudi, sosyal, ekonomik, siyasi vs. alanlardaki beşerin sorunlarını çözecek İslam devletini tanımlarken “Theo – democracy” yani “İlahi cumhuri hükümet” ifadesini tercih etmektedir. Ancak ifadedeki bileşenlerin Mevdudi tarafından kullanımı, kendi kavramsal içeriklerinden farklıdır. Nasıl bir müdahale biçimi ortaya çıkardığına bakmadan önce bunlarla ne kastedildiğine çok kısa bir göz atalım:

çaba ve önerilerden bazı örnekleri kısaca ele

Teokrasi Mevdudi için hâkimiyetin yalnız Allah’a

almayı hedefliyoruz. Ele aldığımız düşünür

ait olduğu bir yönetim biçimini ifade etmektedir.

veya hareketin bütün yönleriyle tanıtılmadığını,

Bu da ilah ve rab kavramlarına yaklaşımına

sadece makaleyi ilgilendiren yönünün dikkate

dayanmaktadır.4 Bu kavramların, yaratmak,

alındığını da belirtelim. Maksat bir düşünürü/ âlimi değil bir düşünceyi/çabayı anlamaya çalışmaktır. Ele almayı düşündüğümüz isim ve yöntemler; Mevdudi ve teo-demokrasi önerisi, İran İslam devrimi: Şia’nın yeni yorumu, teokratik devlet, Abdulvahhab el-Efendi ve Medine Vesikası, Abdülkerim Suruş ve ahlaki

php?topic=7249.0;wap2 R. İhsan Eliaçık, İslam’ın Yenilikçileri, İnşa Yayınları,

2

Şubat 2011 Baskı, 2. Cilt S.434 Mevdudi ve İslami İhyanın Teşekkülü, S. Veli Rıza Nasr,

3

Yöneliş, S. 173 Unutmamak gerekir ki, Mevdudi’nin devlet ve

4

devlet, Raşid Gannuşi, Adil düzen ve Refah

hükümet konusuna yaklaşımı “Kur’an’a Göre Dört

Partisi, İslami sol.

Terim” çerçevesinde şekillenmektedir. Onun düşünce dünyasını ve İslam literatürüne yaptığı asıl katkıyı

Mevdudi: Teo-Demokrasi Öze dönüş ve diriliş hareketleri içinde Mevdudi

18

http://www.islamidusunce.net/forum/index.

1

tanımlayan “Dört Terim”dir. Dört Terim’de Kur’an’ı doğru anlamanın O’nun kavramlarını doğru anlamaktan geçtiği prensibinden hareket eder. Kur’an kavramlarından özellikle ilah, rab, ibadet ve din kavramlarının

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


dualara icabet etmek, ibadet edilen, dinin ve

İslamlaştırılabilecek nötr bir ideal olarak”9

din gününün, şefaatin sahibi olmak gibi birçok

görmektedir. “Demokrasiyi sadece seçimler ve

anlamının yanında en önemli boyutu, yasa ve

kanun önünde eşitlik meseleleriyle ilgilenen

hüküm koyucu olma özelliğidir. Allah mülkün

statik bir kavram olarak telakki” etmektedir.

sahibi ve yaratma O’na mahsus olduğuna göre

Onun düşüncesinde “Demokrasi, toplumsal,

Emr hakkı da O’na aittir. Ülkesinde kullarını

ekonomik ve siyasi taleplerin siyasi aktörlere

istediği gibi idare etme ve hâkimiyet hakkı

intikaline ve onların program, politika ve

ortaksız bir şekilde O’nundur. Başkasının bu

kararlarında ifadesini bulmasına imkân sağlayan

idare işine karışmasına meydan verilmez.

dinamik bir süreç olarak” yer almıyordu. “O,

5

Hangi niteliğe sahip olursa olsun hiçbir şahıs

demokrasiyi bir bütün olarak değil parçalar

ilahi kanun ve hükümler üzerinde en ufak bir

halinde, bir sistem olarak değil devlete bağlı

değişiklik yapma hakkına sahip değildir. “İşte bunun için bu hükümet nizamı “teokrasi”dir.”

bir ayrıcalık olarak anlıyordu… İdeal bir devlet 6

olması şartıyla, kurumları İslam Hukukuna

“İslam hükümetinin başındaki idareci olsa olsa

dayanan ve İslami değerleri yansıtan güçlü ve

Hâkim Ala’nın bir halifesi: (Viegerent) olabilir.

merkezi bir devletin özü itibariyle demokratik

Bu kimse de ancak kendisine emanet edilmiş

olacağını düşünüyordu.”10

olan salahiyetler dâhilinde hükümet etmeye müsaadelidir.”7 Bu durumda siyasi düzen ilahi hâkimiyetin açık bir tezahürü olarak ele alınmıştır; dinin ikame edilmesinin tabii sonucu da faziletli liderlik ve ilahi hükümet olmaktadır.8 Bu hâkimiyet çerçevesinde Müslümanlara “sınırlı bir şekilde, umumi hâkimiyet” verilmiş; inzibat, intizam, icrai kuvvetler ve tanzim etme gibi işler Müslümanların reyine bırakılmıştır. Müslümanlar idarecilerini istedikleri zaman azletme yetkisine sahiptir. Şeriatı ilahide hakkında açıklık bulunmayan hususlarda, ilahi kanuna mutabık olması şartıyla hüküm verebilirler. Bu ictihad hakkı belli bir zümreye, hanedan veya özel topluluğa verilmiş değildir. İctihad kabiliyetine ve rüsuh sahibi olmak şartıyla bütün Müslümanlar bu hakka sahiptir. Bu sebeple bu hükümet bir demokrasi hükümetidir. Mevdudi demokrasiyi “Batı’ya hiçbir mevzi kaptırmaksızın

Buna göre hâkimiyet, hilafet sorumluluğu gereğince toplum ve birey olarak Müslümanların hak ve sorumluluğundadır. Bu hâkimiyeti Kur’an ve Sünnet’e uyarak yürütecekleri için bu devlette demokrasi, ilahi hukukla sınırlanmıştır.11 Mevdudi, kültürel alanda inancın ve dinin ihyası için sarf ettiği çabanın ve ortaya koyduğu eserlerin yanında enerjisinin ve zamanının önemli bir kısmını, İslam devletinin oluşumu ve bu devletin nasıl olması gerektiği üzerine harcamıştır. Çünkü devleti, İslam’ın hayata müdahalesinin en önemli aracı olarak düşünmektedir. “İslam fiili olarak saf kan bir İslam devletinde hayata geçirilmediği müddetçe vaaz, neşriyat ve hatta eğitim”in bile pek fazla faydalı olmadığına inanmaktadır. Ve gördüğü odur ki, “İslam Hindistan’da Müslümanlar iktidar mevkilerini işgal ettikleri müddetçe var olabilmişti.”12 İslam devleti zaruriydi “zira İslam iktidar merkezlerini kontrol etmedikçe

diğerlerinden daha merkezi bir yerinin olduğunu

tam manasıyla hayata geçirilemezdi. İslami

söyler. Bunlar gereği gibi anlaşılmazsa tevhidi ifade

devlet olmadıkça İslam büyük ihtimalle

eden lafızlar telaffuz edilirken tam aksine şirkin icra

marjinalleşecekti. İslam’ın dirilişi onun siyaseti

edilebileceğine dikkat çeker. İslam klasikleri arasına girmeyi hak eden bu değerli eser Müslümanların düşüncelerinde bir kırılma gerçekleştirmiş, ufuklarını açmış ve birçok şeyin ifade edilişini kolaylaştırmıştır. İslam’ın, hayatın her alanına müdahil olması gerektiğini,

kontrol edip etmemesine bağlıydı. Mevdudi şeriatın Müslümanların özel hayatını olduğu kadar kamu hayatını da yönlendirme talebinde bulunması gerektiğini savunuyordu.”13 Dönemin

belli alanları kurtarmakla hayatın ıslah edilemeyeceğini daha somut bir şekilde dile getirmiştir.

S. Veli Rıza Nasr, A.g.e. S. 188

9

İslam’da Hükümet, S.64-65

10

Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları, 3. Baskı,

11

5 6

S. Veli Rıza Nasr, S. 198 Nasıl Bir Devlet, Abdulvahhab el-Efendi, İlke Yayıncılık,

S. 173-174

2. Baskı, S. 92

İslam’da Hükümet, S. 186

12

S. Veli Rıza Nasr, A.g.e. S. 175

13

7 8

S. Veli Rıza Nasr, S. 177 S. Veli Rıza Nasr, S. 175

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

19


Hindistan koşulları, Hintli Müslümanların

ilişkilendirilen bir meseledir. Sistem içi araçların

durumu, Pakistan sürecinde yaşananlar,

kullanılmasına ve demokratik yönteme en

emperyalizmin bölgede oynadığı oyunlar,

temelli eleştiriler bu yaklaşıma dayanmaktadır.

gerçekleştirdiği zulümler bu yaklaşımı

Cemaat-i İslami de kuruluşunda üyelerinin

haklı çıkaracak çok fazla veri taşımaktadır.

İngiliz Hükümetinde görev alamayacağını, üye

Hindistan’da sömürü, insan takatini zorlayacak

olabilmek için hükümetteki resmi görevden istifa

noktalara ulaşmıştır. İktidar meselesini önemli/

etmeyi şart koşmaktaydı. Ancak Pakistan’da,

hayati bir mesele olarak hissetmek, İslam

otorite İslami otorite olarak kabul edilmemiş

devleti ihtiyacını daha fazla duyumsamak için

olmasına rağmen siyasi bir parti haline

Hintli Müslümanların, daha çok gerekçesi olduğu

gelinerek seçimlere iştirak edilmiş, 1970’te

söylenebilir.

girilen seçimlerde %20 oranında oy alınmıştır.

Teo-demokrasinin hayata müdahalesinin birinci ve en önemli kısmı yasama ile ilgilidir. Bu, devleti hayata müdahalenin en önemli aracı olarak görmenin de nedenidir. Teokrasiye getirilen tanım doğrultusunda, beşerin el koyduğu hâkimiyet asıl hak sahibi olan Allah’a döndürülmektedir. İnsanlığın karşı kaşıya kaldığı en önemli problem olan otorite hırsızlığı sosyal sorunların kaynağıdır. Tuğyan edenlerin

siyasetini İslami devlete erişmek için yürütülen mücadelede bir araç olarak benimsedi; ancak bu, hedefe ulaşıldıktan sonra bırakılacak bir araçtı.”15 Pakistan anayasasının yazılmasında Mevdudi’nin katkılarının olduğu, ilk anayasaya “Devletin çıkaracağı kanunlar Kur’an ve Sünnet’e (hadise) aykırı olamaz” maddesini yazdırttığı16 da not edilmelidir.

ve zalimlerin beşer hayatını ifsat etmelerinin

Teo-demokrasinin uygulamada modern

en önemli aracı yasama gücüdür. Bu sebeple

dünyanın sorunlarına nasıl bir müdahale

yasama beşeri akıl, zaaf ve cehaletten

ortaya çıkaracağı ise daha önemli bir noktadır.

arındırılarak Allah’a has kılınmalıdır.

Mevdudi, özellikle “İslam’da Hükümet”te ve

Ahkâmın/şeriatın içerik ve kapsamı aynı zamanda hayatın değişim ve gelişiminden kaynaklanan hükümlerin yenilenme ihtiyacına çözüm yolu olarak da ictihad gösterilmektedir. Mevdudi’nin, “şeriatı tatbik imkânının olmadığı anlaşılan bazı durumlarda İslam Hukukunu modern ekonomik sisteme adapte etmek için ictihada başvurulmasına”14 cevaz verdiği de hatırlanmalıdır. Bu noktada şunu kabul etmek gerekir ki, Müslüman bir beşer hükümet etmeye başladığında karşısına çıkan ve Kur’an’da doğrudan bir açıklama bulamadığı sorunlara karşı çoğu zaman sırf kendi anlayışına güvenmek durumundadır. Ve böyle bir idarenin ve çıkaracağı bir yasanın sıhhatini açıklayan tek şey failin bir Müslüman olmasından ibarettir. Şüphesiz ki bu anlamsız değildir ama birincisi bu durum klasik anlamdaki ictihadın sınırlarını aşmakta, daha önemlisi de siyasal egemenlik hatta yasama alanında beşerin irade kullanmasını onaylamak anlamına gelmektedir. Mevdudi’nin uluhiyet, otorite ve itaat konularına getirdiği yaklaşım yöntemle doğrudan S. Veli Rıza Nasr, S. 221

14

20

“Cemaatin siyasileşmesi arttıkça Mevdudi parti

birçok makale/yazısında İslam devletinin niteliği üzerinde durmuştur. Bunlardan ortaya çıkan model daha çok hilafetin meclis ve seçim gibi modern gelişmelerle revize edilmiş halidir. Halife sistemin en önemli unsurudur. Halife/imam, kusursuz bir lider ve toplumun en faziletlisi olmalıdır. Emevi ve Abbasi sultanlarına karşı Müslümanlar, muhalefetlerini dile getirmek için liderin kişiliği, fazileti ve dünya görüşü üzerinden bir tartışma yürütmüşlerdir. Tek kişilik yönetim anlayışının egemen olduğu o günkü dünyada ve konjonktürde bunun kendine has bir anlamı vardır. Mevdudi’de bu durum “özel hilafet makamı” çerçevesinde liderin vasıfları biraz daha idealize edilmiş olarak görülmektedir. Halifeye atfedilen ve hatta halife olabilmek için aranan kabiliyetler, faziletler; bir kişide bunların bir araya gelip gelemeyeceği müstakil bir tartışma konusu bile olabilir. Ancak şu açıktır ki, lidere yakıştırılan ulvi kişilik ve ona biçilen rol, modeli tek kişilik idareye dönüştürmektedir. Demokrasi, şura, meclis gibi kavram ve işleyiş S. Veli Rıza Nasr, S. 211-212

15

R. İhsan Eliaçık, İslam’ın Yenilikçileri, İnşa Yayınları,

16

Şubat 2011 Baskı, 2. Cilt S.460

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


biçimleri teorik olarak kabul edilmiştir. Hatta

hususlarda daha çok örnek alınan, sözüne/

liderin ümmet tarafından azledilebileceği de

yazısına bakılan Mevdudi, bazı siyasi tanım

telaffuz edilmektedir. Ama örneğin meclis ona

ve davranışlarında eleştiri konusu olmuştur.

sadece yardımcıdır. O isterse meclisin hatta

Teo-demokrasi kavramsallaştırmasına getirilen

bütün ümmetin kararına muhalif uygulamalar

eleştirilerin dışında siyasi parti olarak sistem

yapabilir. Çünkü o, ümmetin hepsinden daha iyi

içi araçları kullanması da eleştirilmiştir. Kelim

düşünüp değerlendirme yapabilecek biridir. Bu

Sıddıki’nin özellikle Mevdudi’yi eleştirerek,

makama öyle biri layıktır, o da zaten öyle olduğu

İran Devrimi modelini bütün Müslümanlara

için seçilmiştir.

önermesi ve “Bütün Müslümanlar İslam Devrimi

Tek kişilik idare anlayışından olsa gerek, “1978’de Mevdudi İslami devleti tek partili bir sisteme kavuşturdu; fakat bunu, halkı tam manasıyla İslam’a yönelmedikçe başka bir devlet için uygun bulmuyordu. Pakistan hükümetlerinden, prensipte kendisinin İslami devlette tanımadığı hakları talep ediyordu.”17 İslami devlete erişmek için tercih edilen parti siyaseti ise hedefe ulaştıktan sonra terk edilecek bir araçtı sadece. Ayrıca İslam devleti mümkün olan her yolla fazileti teşvik etmesi ve faziletsizlikle savaşması gereken hilafet ilkesine dayalı ortak bir ibadet eylemidir. “Bu kabulden yola çıkan Mevdudi, İslam devletinin, komünist ve faşist devletlere benzer bir şekilde totaliter olması gerektiği sonucuna vardı.” Her ne kadar demokrasiden söz ediliyorsa da toplumun hâkimiyeti halifeye teslim edilerek fiili bir diktatörlük oluşmakta, devlete biçilen rol de totaliter bir yapı arz etmektedir.18

yoluyla bütün dünyada İslam Devleti kurmak zorundadırlar. Bu Müslümanların üzerine düşen itikadi bir görevdir”19 demesi, bir kesimin düşüncesini de yansıtmaktadır. Sistem içi davranmasının, yaptığı uluhiyet tanımı ile çelişik bir durum arz etmesi; önerinin yukarıda dikkat çekmeye çalıştığımız bazı sorunlu noktalar barındırmasının bir başka tezahürüdür.

İran İslam Devrimi: Şia’nın Yeni Yorumu, Teokratik Devlet Hasan el-Benna, Seyyid Kutup ve Mevdudi’nin değişik boyutlarıyla uğruna mücadele verdikleri hedefi gerçekleştirmek İmam Humeyni’ye nasip oldu. İmam, Şii gelenekten gelmesine rağmen hem çağdaşları olan Sünni isimlerden istifade etmiş hem de onların değişik yöndeki çabalarını kendi şahsında bir araya getirmişti. Hem yöntem hem de devletin niteliği üzerine çalışmıştır. Kısa, parçalı ve bölgesel imamlar dönemindeki hâkimiyetinden bu yana Şia, bir devlet

Teo-demokrasi kavramsallaştırmasının kabul edilme ihtimalinin oldukça zayıf olduğu da belirtilmelidir. Çünkü taşıdığı problemlerin yanında bir araya gelmesi çok zor olan iki kesime hitap etmektedir. Demokrasiye karşı olanlar da teokrasiye kaşı olanlar da diğer bir ifade ile demokrasi yanlıları da hâkimiyetin Allah’a ait olması gerektiğini düşünenler de bu öneriye karşı geleceklerdir. Çünkü önerme, her bir tarafın, şiddetle karşı çıktığı diğer tarafa ait düşünceyi de barındırmakta veya onun da doğruluğunu beyan etmektedir. Kavramlar, İslam’ın bir bütünlük içinde anlaşılması gerektiği, Müslümanların hayata sarılmalarının dinlerinin bir gereği olduğu gibi

çıkaramamıştı. Bunda imamet düşüncesinin, devleti ancak imamın liderliğinde meşru saymasının da payı olduğu söylenebilir. Fakat Şii geleneğin birikimi ve yetiştirdiği şahsiyetler, Sünni dünyanın birikim ve sancıları ile de tetiklenince farklı bir sürece girildi. 13. yüzyılda imam mehdinin gizlenmesi üzerine, ümmetin imamsız kalmaması için âlimlerden birinin ona niyabeten ümmeti yönetmesi demek olan Velayet-i Fakih20 teorisine İmam Humeyni’nin http://www.islamidusunce.net/forum/index.

19

php?topic=7249.0;wap2 “Şia’nın konumu çok büyük bir belirsizlik arz

20

etmektedir. Zira ilk Şiiler masum imamların ümmet üzerinde hâkim olduğunu savunarak bu konuda mücadeleye tutuştular, masum imamlar silsilesi tükendiğinde de gaibi beklemeye başladılar. Bekleyiş

S. Veli Rıza Nasr, S. 211-212

uzun sürünce içlerinden bir lider çıkıp onlara bu boşluğu

Abdulvahhab el-Efendi, A.g.e. S. 92-93

Velayet-i Fakih’le doldurmanın zorunlu olduğu çağrısını

17 18

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

21


getirdiği yorum, devleti talep etmeye imkân

olmasından kaynaklanıyordu. İran’da devlet

tanıdı. Beklenen Mehdi’den başkasının devletine

yapılanması içinde dini kesimin dışında önemli

itaat etmeme inancına sahip olan Şii halk,

sayıda “siviller” de yer alıyor. Ayrıca, dini lider

güvendikleri ve karizmasından etkilendikleri

de imam değil imamın vekili konumunda.

bu liderin yorumuna uydular ve “1979’a kadar

Fakat bütün bunlara rağmen teokratik anlayışın

‘neşriyat’ ile yayılan düşünceler, yeterli kamuoyu

mevcut yapılanma ve kadronun önemli bir

oluşturulduktan sonra başlayan ve bir yıl

kesimine hâkim olduğu anlaşılmaktadır. Zira

kadar süren geniş çaplı bir halk ‘mukavemeti’

“Günümüz İran toplumu, bilinen yöneticiler

(kıyamı) ile başarıya” ulaştı. Devrimin başarıya

tarafından (…) kayıp imama niyabeten” ama

ulaşmasında Şia’nın kendine has şartlarının göz

imamet teorisine göre yönetilmektedir.23

ardı edilmemesi gerektiği de not edilmelidir.

Devlet, Şii dünya görüşünün temel niteliklerini taşımakta en önemlisi de imamet teorisi üzerine

Mollalardan “farklılığıyla” dikkatimizi

oturmaktadır.

çeken, devletin oluşum ve niteliklerinin belirlenmesinde tartışmasız en etkin isim olan

Şia’daki teokratik anlayışın oluşmasına neden

İmam Humeyni’nin bahse konu kendine has

olan şey imamet düşüncesidir. “Teokrasi,

özellikleri, (devrime adanmış Müslümanların)

yeryüzünde kendisini Allah’ın temsilcisi gören ve O’nun adına iş yaptığını söyleyen sorumsuz/

samimiyet ve fedakârlığı, kurulan devleti teokratik olmaktan kurtarmaya yetmemektedir.

sorgulanamayan yönetim şeklidir.” Vesayet ve

Çünkü o da “Klasik Şii formu içinde bir devlet

masum imam anlayışı da tam olarak bunu ifade

düşünmektedir. Kur’an, Ehl-i Beyt ve masum

etmektedir.24 Klasik Şii düşüncede yönetme

imamlara sıkı sıkıya bağlı… Velayet-i Fakih’e

hakkı sadece imama aittir. İmam masumdur,

dayalı siyaset felsefesi Humeyni’nin zihnindeki

seçilmesi ilahidir, sorgulanamaz, değiştirilemez.

odak düşüncedir.”22

Çünkü o, sıradan insanlardan farklı ve üstün

21

Teokrasiler genelde imparatorluklarla birlikte

özelliklere sahiptir.

anılan bir yönetim anlayışıdır. Bu belki hanedan

Şehristani, Şia’nın imameti peygamberliğin

egemenliğinin insani temayüllere daha uzak,

fıtratta aklen ve naklen vacip olması gibi aklen

dolayısıyla da meşrulaştırılmasının daha zor

ve şer’an vacip kabul ettiğini ifade etmektedir:

yaptı. Böylelikle Velayet-i Fakih fikri, tarihe Şiiliği geri getiren önemli bir adım oldu ve ümmetin konumunu kabul etti. Bu veliyi fakihin bir taraftan ümmetle ve

“İnsanların itaat edilecek ve şeriat hükümlerini koruyacak bir imama ihtiyacı, bir peygambere ihtiyacı gibidir.” İmamet, imanın aslından ve

onun seçilmiş kurumlarıyla diğer taraftan da ‘gaip’le

dinin rükünlerindendir. İmamet seçim esasına

olan ilişkisi nasıl olacaktı? Bugün İslam Cumhuriyetinde

değil nass ve tayine dayanır, seçime bırakılması

bu mesele etrafında dönen kavga kızışıyor. Gerçek

fitneye yol açar.25 “Çünkü Şia’ya göre imam

savaş, 1997 yılında cumhurbaşkanlığı seçimlerinde iki esaslı aday arasında oldu. Bu adaylar: Fakihin devlet, kanun ve kurumların üzerinde mutlak hâkimiyeti olduğunu savunan Natık Nuri ile otoritesini ümmetten

Allah’ın ve peygamberinin naibidir… İmam hüccetullahtır… İmamın varlığı mükelleflerin mazeretini ortadan kaldırmış olur… Şia’nın

alan ve en nihayetinde sadece ümmetin birliğini temsil

benimsediği imamet, masumun imametidir…

eden sınırlı velayeti fakihliği savunan Hatemi’ydi.”

Bundan ortaya çıkan sonuç, imamın kendinden

(Raşid el-Gannuşi, Laiklik ve Sivil Toplum, Mana

başka denetleyicisi olmayışıdır.”26

Yayınları. S. 149-150) “Teokrasi, theos (tanrı) ve kreatin (hükmetme)

21

sözcüklerinden oluşan bir kelimedir. Egemenliği Tanrı’ya

“İmamet anlayışı, devlet başkanının tıpkı

ya da Tanrı iradesine dayandıran yönetimler için

23

kullanılır. Buna göre krala ve hükümetlere itaat, tanrıya

24

İbrahim Sarmış, A.g.e. S. 299 Şura’dan Saltanata, Teokrasiye ve Laisizme Yönetim,

itaattir. Onlara karşı gelmek, tanrıya karşı gelmektir. Çünkü kral ve valiler, Tanrı tarafından belirlenir/atanır

Prof. Dr. İbrahim Sarmış, Düşün Yayıncılık, 2010, S. 304 Şia’ya göre “Ümmet arasında ihtilaf doğması ihtimali

25

ve onun tarafından göreve getirilirler” (Şura’dan

bulunduğundan” yüce Allah, vahy yolu ile Elçisini, Hz

Saltanata, Teokrasiye ve Laisizme Yönetim, Prof. Dr.

Ali’yi halife tayin etmesi için görevlendirmiştir. (İbrahim

İbrahim Sarmış, Düşün Yayıncılık, 2010, S. 304) R. İhsan Eliaçık, İslam’ın Yenilikçileri, İnşa Yayınları,

22

Şubat 2011 Baskı, 2. Cilt S.469

22

Sarmış, S. 142.) İslam Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, N. A. Mustafa, İz

26

yayıncılık, S. 170-172

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


peygamberler gibi masum yani günahsız

gibi imamın Şia tarafından yukarıdaki gibi

olmasını gerektirir. İmam da aynen onlar gibi

tanımlanması ve ona biçilen roller devlete

Yüce Allah’tan vahiy alır.” Peygamberlerle aynı

yaklaşım biçiminden kaynaklanmakta, imamın

sıfatlara, hak ve salahiyetlere sahiptirler. “Şiilere

kutsanması devletin hatasız olması gerektiği

göre imamın emir ve yasakları, dinin emir ve

düşüncesine dayanmaktadır. Eğer devlet hata

yasakları gibidir.” Bütün emir ve yasaklarını

yapacak olursa itaat edilme gerekçesi ortadan

olduğu gibi onaylamak gerekir. Çünkü imam,

kalkacaktır. İmamın hatasız olması gerektiği

insani karakterlerin üzerinde bir kişiliğe sahiptir.

nasıl imamın kutsanmasını doğuruyorsa,

Yaptığı her şey doğrudur.

devletin hatasız olması gerektiği de devletin

27

Bu noktada Ali Şeriati’nin konuya yaklaşımı da ifade edilmelidir. Ona göre Şia, egemen güce bir protesto ve İslam’ın hâkim gücün elinde uçuruma düşmekten kurtarılma hareketidir. İmamet anlayışını Şia’nın bu yönüyle ilişkilendirmektedir. Ona göre de imamet tayin veya seçimle olmaz. Hz. Ali tayin edilmemiş,

kutsanmasına neden olmaktadır. Devletin Şii düşüncedeki yerini anlama bakımından Abdulvahhab el-Efendi’nin naklettiği, 1987’de İran Meclisi ile Muhafızlar Konseyi arasında ekonomiye ilişkin bir kanun ihtilafına müdahale ederken İmam Humeyni’nin devletle alakalı kullandığı ifadeler oldukça dikkat çekicidir:

sadece işaret edilmiştir. İmamet, liyakatle

“Velayet-i Fakih ilkesine göre”, diyordu

olur. 12 imamın durumu, liyakatlerinden

Humeyni, “Veli-i Fakih kamu yararını korumak

dolayı imameti bir geçiş dönemi mahiyetinde

için İslam hukukunu ihlal edebilir.” Humeyni,

yürütmeleridir. Görevleri Peygamber’den “sonra

zamanın Cumhurbaşkanı Ali Hamaney’in, bu

bir müddet daha ümmetin başında durarak

ifadeye “şeriatın umumi gereklerine riayet

şartları oluşturmaktı. 12. İmamdan sonra artık

etmesi ve İslam hukukunun kesin hükümleriyle

13. veya 14.’nün olmasına gerek yoktur. Geçiş

çatışmaması” şeklinde koyduğu sınırlamayı

tamamlandıktan sonra, ümmet yeterli olgunluğa

da şiddetle reddediyor ve kendisine yazdığı

ulaştıktan sonra yapılacak iş biat esasına

mektupta “bütün ilahi emirler içinde en önemlisi

göre demokrasi ve şura yönetimidir. Ama

İslami hükümettir ve onun korunması bütün

buna Peygamber’den sonra değil imametten

dini vecibelerin önüne geçer. Namaz, oruç ve

(12 imam sonra) sonra geçilmeliydi. Ümmet

hac gibi temel İslami rükünler de dâhil diğer

o aşamaya gelince buna hazır hale gelmiş

bütün yükümlülükler, İslami devleti korumak

olacaktı.”

için İmam tarafından gayet haklı biçimde

28

Ancak mevcut durumu Ali Şeriati’nin değil İmam Humeyni’nin yaklaşımının temsil ettiğini belirtmek gerekiyor. Humeyni’ye göre imam, egemenlik yetkisi ile birlikte manevi makamlara da sahiptir. Onun imameti, “tekvini/evrensel bir hilafet olup bu hilafet gereğince bütün zerreler Veli-yi Emr’e boyun eğerler… Bu makamlara

ertelenebilir, hatta yasaklanabilir. Gerekiyorsa camiler bile yıkılabilir” diyordu. Humeyni bu ilkeye Velayet-i Fakih-i Mutlak adını veriyordu. Bunun “etkin biçimde ifade ettiği şuydu: Devlet kendi dışında hiçbir şeye tabi olmaz, hiçbir şeyin hükmü altına girmez.”30 “1987’nin sonlarında, İran meclisi ve 12 kişilik

30

“melek-i mukarreb” ve “nebi-yi mürsel” de

Muhafızlar Konseyi, devletin ekonomideki rolüne

erişemez.”

ilişkin kanun üzerinde kilitlendiğinde, o sırada Meclis

Devlet, birçok Ehl-i Sünnet âlimde görüldüğü

Humeyni’ye başvurmuş ve bu ihtilafı çözmesi için

29

Sözcüsü olan Haşimi Ekber Rafsancani Devrim Lideri

gibi Şia’da da İslam’ın hayata müdahalesinin en önemli aracı durumundadır. Ehl-i Sünnet’in halifeyi ulvi bir kişilik olarak tanımlaması

müdahale etmesini istemişti. Anayasanın, kanunların İslam kaidelerine uygunluğu konusunda karar vermesi için yetkilendirdiği Muhafızlar Konseyi, teklif edilen kanunlara, özel mülkiyet haklarına olumsuz etkileri olacağı için karşı çıkmıştı. Hükümet ise tam tersine bazı

Ahmet el-Katip, Nedenleri Tarihte Kalmış Siyasi Ayrılık,

sosyal programları uygulamak için ekonomiye müdahale

Sünnilik-Şiilik, İslam Birliği, Mana Yayınları, S. 28

etmek için daha fazla yetki istiyordu. Parlamentonun

R. İhsan Eliaçık, İslam’ın Yenilikçileri, İnşa Yayınları,

da desteğini almıştı. Sonuçta kilitlenme ortaya çıktı ve

Şubat 2011 Baskı, 2. Cilt S.518

Humeyni’ye müracaat edildi. Ayetullah müdahale etti

İbrahim Sarmış, A.g.e. S. 300

ve bu defa hükümeti destekledi. Söz konusu kanunun

27

28

29

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

23


Şia, devleti İslam’ın hayata müdahalesinin

zaman boyunca daha iyi anlaşılma imkânı

neredeyse tek aracı olarak görürken bu

elde etti. Geçen zaman, teorinin kendisini test

müdahalenin biçimini imamet teorisi ile

etmesine, kendisini anlamasına/dinlemesine

belirlemektedir. Bu durumda İslam’ın hayata

imkân tanıyan bir fırsattır. Modern dünyaya

müdahalesi, imamet teorisinin pratik hale

müdahalenin bu örneği, artık teorisi değil pratiği

getirilmesi anlamına gelmektedir. Ehl-i

üzerinden değerlendirilme imkânına sahiptir.

Sünnet’teki halife karakterinin maksimize

Öyle anlaşılıyor ki, geldiği nokta İslami olmanın

edilmiş biçimi gibi görünen, her bakımdan

iyiliğini yansıttığı kadar herhangi bir teokrasinin

üstün ve her şeye vaziyet edebilecek bir lider,

sorunlarını da taşıyor. Karşısına dikilen

sorunların çözümü için yegâne çare olarak

eleştirilerin haklılık payı gün geçtikçe artıyor.

görülmektedir. Öyleyse sorun, öyle birini

Hem de anlamlı ve bir o kadar da umut verici

yetiştirebilmektir. Ancak buna klasik Şia’nın

bir şekilde eleştiriler özellikle içeriden yükseliyor.

değil İmam Humeyni’nin getirdiği yorum imkân

Bu eleştiriler mevcut imamet düşüncesinin,

tanımaktadır.

yaşanan dünyaya nasıl bir müdahale biçimi

Şia’nın yüzyıllardır biriktirdiği muhalefet hıncıyla birlikte coşkulu ve umutlu kalabalıklar

içerdiğini de izaha gerek duymayacak şekilde ortaya seriyor:

tarafından kurulan, dünyanın süper güçlerine

Ayetullah Munteziri, bugünkü İran yönetiminin,

kafa tutmayı sürdüren, halkının kendisinden

Velayet-i Fakih, din ve Ehl-i Beyt adı altında

şüphe etmediği İmam’ın rehberliğini hala

şah döneminden daha baskıcı bir diktatörlüğe

benimseyen bu tecrübe, üzerinden geçen

dönüşmesinden şikâyet ediyor. “Velayet-i Fakih

şeriat hükümlerine aykırı olduğunu kabul etse de kamu yararı gerektiriyorsa idarecinin İslam hukukunu çiğneyebileceğini iddia etti. ‘Velayet-i Fakih ilkesine

kavramını anayasaya ben yerleştirdim; fakat bugünkü haliyle reddediyorum ve Hamaney’in veli-yi fakihliğini kabul etmiyorum” diyor.

göre’, diyordu Humeyni, ‘Veli-i Fakih kamu yararını

Ayetullah Seyyid Muhammed Tebatebai

korumak için İslam hukukunu ihlal edebilir.’ İmam’ın

Kummi ise işkence, bombalama, rehin alma

hükmünü yorumlayan zamanın Cumhurbaşkanı Ali

gibi muameleleri nedeniyle molla yönetiminin

Hamaney, Tahran’daki Cuma hutbesinde söz konusu ilkeyi tefsir etmeye çalıştı. Onun izahına göre, İmam’a bazı spesifik İslam hükümlerini çiğnemesi için gerçekten de izin vardır; ‘ama elbette ki’, diye devam ediyordu

İslam’a ve Şiiliğe zarar verdiğini, mustazafların lehine bir şey yapmadığını, dünyada kötü bir nam bıraktığını savunuyor.31 Bu sebeple

Hamaney, ‘bunun şartı İmam’ın Şeriat’ın umumi

Fazlurrahman’ın haklı olarak eleştirdiği gibi

gereklerine riayet etmesi ve İslam hukukunun kesin

Velayet-i Fakih teorisi pratikte bir “ruhban sınıfı

hükümleriyle çatışmamasıdır.’ Birkaç gün sonra 6

yönetimi”ne dönüşüyor.32

Ocak 1988’de Humeyni cumhurbaşkanına azar dolu bir mektup gönderdi ve verdiği hükmü tamamen yanlış anladığını söyledi. Humeyni mektupta şöyle diyordu: Bütün ilahi emirler içinde en önemlisi İslami hükümettir ve onun korunması bütün dini vecibelerin önüne geçer. Namaz, oruç ve hac gibi temel İslami

Şebusteri, İslam’ın bütün zamanlar için geçerli iktisadi, siyasi ve hukuki düzenlemelerinin olduğu iddiasından yola çıkılarak, bunların uygulanmasının devletin görevi olarak

rükünler de dâhil diğer bütün yükümlülükler, İslami

görülmesine karşı çıkıyor. Bu yaklaşımda ısrar

devleti korumak için İmam tarafından gayet haklı

edilmesinin, aktif siyasi katılıma karşı bir

biçimde ertelenebilir, hatta yasaklanabilir. Gerekiyorsa

mücadele “ve devlet şiddetinin teorize edilerek

camiler bile yıkılabilir. Humeyni bu ilkeye Velayet-i Fakih-i Mutlaka adını veriyordu. Hükmün etkin biçimde ifade ettiği şuydu: Devlet kendi dışında hiçbir şeye tabi olmaz, hiçbir şeyin hükmü altına girmez. İlke kısa bir

meşrulaştırılmasına sebep” olacağını ifade ediyor.33 “Halkın oyu ve onayıyla siyasi meşruluk kazanan” anayasanın dini ve eleştirilemez bir

süre sonra, 1989’da anayasa değişikliğiyle hüküm altına

metin olarak ilan edildiğine, halkın verdiği siyasi

alınarak, Kamu Yararı Konseyi kurularak kendisine

meşruluğun gereksiz sayıldığına dikkat çekiyor.

‘rejimin menfaatlerini’ (Maslahatu’n-Nizam) belirleme görevi verildi. ‘Rejimin menfaatleri,’ o günden sonra

R. İhsan Eliaçık, İslam’ın Yenilikçileri, İnşa Yayınları,

31

İslami hükümler de dâhil, bütün mülahazaların tabi 32

Abdulvahhab el-Efendi, İlke Yayıncılık, 2. Baskı, S. 178-

33

180)

24

Şubat 2011 Baskı, 2. Cilt S.472

olacağı üstün bir değer haline geldi.” (Nasıl Bir Devlet,

İslam’ın Yenilikçileri, 2. Cilt S.481 Resmi Dini Söylemin Eleştirisi, Muhammed Müctehid Şebusteri, Mana Yayınları, S. 53

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Devlet, çizdiği kırmızıçizgilerle halkın inanç ve

kendisini yeniden sorgulaması, özellikle din ile

düşüncelerini belirlemekte, gerek gördüğünde

ilgili düşüncelerini, modern dünyanın sorunlarına

baskı ve şiddet uygulamaktadır. Ülkenin,

müdahale anlayışını yeniden gözden geçirmesi

devletin belirlediği “dini biçimde” yönetilmesine

gerekmektedir.

itiraz, İslam’a da muhalefet olarak algılanmakta dolayısıyla susmaları ya da inzivaya çekilmeleri salık verilmektedir. “Bu durum o kadar ileri bir aşamaya ulaştı ki, devrimin açık sloganlarıyla

Abdulvahhab el-Efendi: İslami Siyasi Toplum

anayasanın öngördüğünün tam tersi bir sistem

Abdulvahhab el-Efendi, İslam’ın hayata

ve anlayış ortaya” çıkmış, adına da “ilahi

müdahalesinin bir devlet inşa etme merkezinde

meşruiyet ve halkın oyu” denmiştir.34

şekillendirilmesine karşı çıkan isimlerden

Anlaşıldığı kadarıyla cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendisini daha çok belli eden anlaşmazlıklar imamet, idare, din adamlarının oluşturduğu anlayış, iktidarın eleştirilebilmesi gibi ucu teokrasiye giden konulara dayanmaktadır. İslami bir endişe ve hedef taşımadığı için devrime başından beri karşı olanlar ve Batı kaynaklı oyunlar,

biridir. Bunun yerine İslami duyarlılıklara sahip bir toplum inşasının doğru bir müdahale yöntemi olacağını düşünmekte, “İslami siyaset tartışmalarının tutarlılık kazanması için, İslami devlet kavramından tamamen vazgeçilmesi… bunun yerine Müslümanlar için bir devlet tanımını, yani İslami siyasi toplum deyimini kullanmak”35 gerektiğini ifade etmektedir.

durumu zorlaştıran bir faktör olmaya devam

Öyle anlaşılıyor ki, İslami devlet veya

etmektedir. Ancak yukarıdaki eleştirilerin hiçbiri

İslam devleti kavramsallaştırmasına karşı

“her yönetimden memnun olanlar olduğu

çıkışı, bu kavramlar çerçevesinde oluşmuş

gibi rahatsız olanlar da vardır” veya “işlerine

anlayış, algılayış ve uygulama biçimlerinden

gelmediği yerde muhalefetlerine mazeret

kaynaklanmaktadır. Kavrama karşı çıkışı, devlet

arıyorlar” diye cevaplanacak türden eleştiriler

talebinin meşruiyeti veya İslam’ın bir devlet

değil. Tam aksine bugün mollaları eleştirenlerin

talebinin olup olmadığı yönünden değildir.

çoğu aynı gelenekten gelen, aynı medreselerden

Kullanılmasına kaşı çıktığı İslam devleti terimini

yetişen âlimler. Devrim için varını yoğunu ortaya

çoğu yerde kendisinin de kullanma nedeni budur

sermiş ama süreç içinde ne olduğunu düşünen

denebilir.

kimseler.

Konuyla ilgili düşüncelerini, 1991’de yayınlanan

İran İslam Devrimi dünya Müslümanları için bir

ve Türkçeye “Nasıl Bir Devlet” adı altında

umut olmuş ve aynı şeyi onlar da bulundukları

tercüme edilen “Who Needs An Islamic State”

coğrafyada gerçekleştirmenin mücadelesini

adlı kitabında dile getirmektedir. Eserinde

vermişlerdir. Devrim dünya Müslümanları

İslam devleti, imparatorluk, hilafet veya

tarafından ciddiye alınmıştır. Bulunduğu

imamet adı altında kurulan devletlerin İslam’la

coğrafyayı terk edip İmamın yanına hicret

bağdaşmayan birçok yönüne dikkat çekmekte;

edenler olduğu gibi kendisini bulunduğu yerde

olumsuzlukları, imparatorluk çağındaki tek kişilik

İmamın fedaisi olarak görenler dahi olmuştur.

ve baskıcı yönetimlerle sınırlı tutmamaktadır.

Humeyni’nin dünya Müslümanlarının lideri

Hilafet veya imamet adı altında oluşan totaliter

olduğu ona biat etmenin zorunlu olduğu da

yönetimlerin bir mantığa dönüştüğünü ve

konuşulmuştur. Ancak bir zamanlar hararetle

Müslümanların bilinçaltına sirayet edecek bir

izlenen ve takip edilen devrimin, takipçileri,

boyut kazandığını savunmaktadır. Ona göre

muhacirleri üzerinde hayal kırıklığı yarattığı

bu mantık yakın dönem İslam aydınlarının,

inkâr edilemez. Bu hayal kırıklığının sebebi

yazarlarının da düşünce dünyalarını etkisi

devrimin içinde bulunduğu herhangi bir acziyet

altına almış, Mevdudi, Kutup ve Benna gibi

veya mahrumiyet değil, doğrudan doğruya sahip

isimler de devlet anlayışında bu sınırların dışına

olduğu dünya görüşüdür. Onun için, devrimin Nasıl Bir Devlet, Abdulvahhab el-Efendi, İlke Yayıncılık,

35

Muhammed Müctehid Şebusteri, A.g.e. S. 33, 35

34

2. Baskı, S. 157

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

25


taşamamışlardır. İran İslam devriminin ürettiği

vatandaşlarıyla iletişiminde, hedeflerinde

yapı ise bunların en vahimidir. Bunu yukarıda

sorunlar olduğu gibi dünya ile ilişkisinde de

aynı kitaptan alıntıladığımız, İmam Humeyni’nin,

sorunlar vardır. Müslüman bir devlet her

İslami hükümetin Müslüman’ın birinci

yönüyle örneklik etmeye, çevresini ıslah etmeye

dereceden görevi olduğunu anlatan paragraf ile

çalışmamaktadır.

anlatmaktadır.

Bu yaklaşım ve davranış biçimi Müslümanların

Efendi’ye göre Müslümanların bugün İslam

hiçbir sorununu çözmemekte, devlet, siyaset

devleti diye sarıldıkları ideal aslında İslam’dan

gibi konuları Müslümanların yeniden düşünmesi

çok başka kaynaklardan beslenmektedir. Bu

gerekmektedir. El-Efendi, bu konuda yapılacak

kaynaklar, hilafetten sonraki saltanat ideolojisi

tartışmalardan ümit beslediğini de ifade

çerçevesinde sultana atfedilen İslami kimlik

etmektedir.

ve vazifelerle ilgili olduğu kadar evrimleşen devlet anlayışının dünya ölçeğinde değişik aşamalardaki tanım ve uygulamalarıyla da ilgilidir. Örneğin mutlakıyetçi devlet algısı, İslam’ın devlet eli ve gücüyle yayılması ve korunması anlayışını doğuran faktörlerdendir. Aynı zamanda modern devletin zuhuru ve biçimi de Müslümanların anlayışı üzerinde etkili

devlet tarafından yaşatılabilen bir dünya görüşü olmadığı, Abdulvahhab’ın kalkış noktasıdır denebilir. Böyle olunca devlet ve siyasetle ilgili birçok konu ve kurum bir amaç olmaktan çıkmakta sıradan bir araç haline gelmektedir. Ancak bu yaklaşım, onun, içinde bulunulan

olmuştur.

vakıayı onayladığı ve bir müdahaleyi reddederek

Dolayısıyla da İslam devleti anlayışının ona göre

gerektiğini düşündüğü anlamına gelmiyor. Ona

olumsuz pek çok yönü vardır. Yapıları totaliterdir,

göre, modern dünya düzenlerinin İslam’la,

idarecilere biçilen rol ve tanınan vasıflar doğru

İslami dünya görüşüyle bağdaşmayan birçok

değildir. Halife bir aziz, toplum da bu hikmetli

yönü vardır, dolayısıyla Müslüman’ın bunlara

azizin güdümünde yeteneksiz ve günahkâr bir

onay vermesi, sessiz kalması beklenemez.

raiye olarak görüldüğü için sürüden esirgenen

Örneğin modern gelişmelerin ortaya çıkardığı

hürriyet çobana tanınmış, çobanlar da giderek

özgürlük anlayışı İslam’a yabancıdır. Uluslararası

kurt haline gelmiştir.36 Çoğu modern İslamcı

sistem her düzeyde baskıcı bir güç olarak

bile devleti, İslam’ı egemen kılacak, insanların

Müslümanların karşısına çıkmakta Müslümanlar

İslamlaşmasını sağlayacak bir güç olarak

haklı olarak global düzene muhalefeti temsil

telakki ettikleri için “önce baskıcı gücü sonra

etmektedir.

Hıristiyan anlayışıyla İslam’ın yaşanması

inancı kendi türevleri olarak”37 görmektedirler. İnsanlara günah işleme özgürlüğü tanınmaması aslında Allah’ın imtihan ediyor olmasına aykırı bir durum oluşturmaktadır. Devlet, vatandaşının yapacağı tercihlere güvenmemekte, onu her an yoldan çıkmaya çalışan, toplumu da kendi tercihlerine kurban edecek bir birey olarak görmektedir. Geçmişimizin büyüklüğü ve Batı demokrasisinin inkâr edilemez eksikleri, “Müslüman rejimler tarafından kovuşturulmaya uğratılan Müslümanların, başları sıkıştığında genellikle bir Batı Avrupa başkentine sığınmaları

Ancak mevcut dünyadaki anlayış ve uygulamaların İslam’a bütünüyle karşı olduğu düşüncesine de katılmamaktadır: “Modern ulusdevlet gerçeğinin ve bu devletin içinde yeşerdiği uluslararası sistemin İslami ideallerle bütünüyle düşman olmayışı bir şanstır. Aslında bu, İslami ideallerin gelişmesi için yeni fırsatlar doğuruyor. Gerçek bir global toplumun kurulması için bugün var olan şartlar, kendisini başından bu yana global bir misyon olarak tanıtan İslam’ın ideallerine hizmet ediyor. Demokratikleşme

gerçeğini”38 örtmeye yetmemektedir.

eğilimi de İslami değerlerle belli bir yoğrulmayı

“İslam devleti”nin yapılanma biçiminde, kendi

iletişim imkanlarının gelişimi, ilk defa, İslami

El-Efendi, S. 150

36

El-Efendi, S. 147

37

El-Efendi, A.g.e. S. 46

38

26

İslam’ın sadece İslam devletinde yaşanabilen ve

temsil ediyor. Halk temsili teknikleri ve kitle doktrinin kalbinde yatan konsensüs (icma) kavramını etkileme imkanına sahip. Bu kavram, ulusal devletlerin sınırlarını aşarak da

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


işleyebilir ve böylece, çok özlenen bir global

hatta “günah işleme, tevbe etme ve son olarak

İslam toplumu hedefinin başarıya ulaşmasına

kişinin kendisini ve huzurunu Allah’a itaatte

yardım edebilir. Bireylerin ve grupların barış

bulma özgürlüğü” olmalıdır. “İslami olsun

içinde etkileşimde bulunmaları için daha fazla

olmasın herhangi bir devlet, vatandaşının özgür

özgürlüğü arzulayan uluslararası hareket,

iradesine dayanmalıdır.” Bu özgürlük içinde

Peygamber’in kendi kabilesine ve dünyaya

toplum kendini bulacak, ahlaki durumunu

yönelik ilk talebiyle de uyumludur: Aldığı mesajı

düzeltecek ve peygamberi toplum modeline

barış ve özgürlük içinde anlatabilmek isteği.

dayalı bir devlet kuracaktır. O halde Müslüman’ın

Müslümanların bugün, özellikle Batılı serbest

mücadelesi, bireylerin herhangi bir eyleme

toplumlarda, inançlarına göre yaşamalarının

zorlanamama hakları yani demokrasi için

önündeki engeller geçmişte olduğundan çok

olmalıdır. Müslümanlar için ideal devlet ya

daha azdır.”39

da ideal İslam devleti de demokratik olmak

Modern dünyanın insan hayatını iyileştirmek için

zorundadır.41

katettiği mesafedeki şekilsel yönleri övmesinin

El-Efendi, zaman zaman İslam devleti diye

moderniteyi onayladığı anlamına geldiği

de isimlendirdiği İslami siyasi toplumun nasıl

söylenemez. Her türlü gelişmişliğine rağmen

olması gerektiğine dair kriterler sıralıyor.

çağın çok ciddi sorunlar yaşadığını ve bunların

Bunlarla, bütün arka planıyla birlikte mevcut

ancak İslam’la bir çözüme kavuşabileceğini

devlet algısına ve çağın sorunlarına karşı

düşünmekte ama bunun bir devlet kurmakla

Müslümanların nasıl bir sosyal yapılanma

olamayacağını savunmaktadır. Ona göre

hedeflemeleri gerektiğine dair düşüncelerini

Müslümanların bu sorunlara müdahalesi bir

ifade etmiş oluyor:

devlet kurmak değil bir toplum inşa etmek olmalıdır. Bu toplum inşa edilebildiğinde zaten onların doğru talepleri devletin niteliklerini de belirleyecektir. Sorun, devlet değil toplum olma sorunudur. Örneğin, Müslümanlar tarafından kurulacak bir devlet zorunlu olarak, şeriata dayalı bir İslam devleti olacaktır; eğer toplum şeriatı reddederse o toplum zaten tanım gereği İslami değildir. Halk iradesini, şeriat dâhil her türlü hukukun üstüne çıkardığı gerekçesiyle demokrasiye karşı çıkmak, mesnetsiz bir aşırı titizliktir. Şeriatı talep etmeyen bir toplum için bu tür titizlikle üretilmiş tezlerin zaten geçerliliği de yoktur.40

▪ İslam devletinin kurulmasının ön şartı, Müslüman ferdin hürriyet ve şerefinin temel kabul edilmesidir. Bu ön şarttan sonra düşüncesi üzerinde etkin olduğu anlaşılan husus geliyor: ▪ Bu devleti, “anayasa değil bir sözleşme idare etmelidir.” Peygamber’in Sahifetü’ülMedine’sine “benzer bir tarzda, bu sözleşmeler bir arada var olabilmeyi garanti altına alacak bir şekilde hak ve vazifeleri tespit etmelidir.” Devlet; ideolojisini dayatan, özel normlar ve hayat tarzları empoze etmeye çalışan baskıcı, mütecaviz

Gerekli olan toplumu inşa etmektir. Ama öyle anlaşılıyor ki bunu bir devlet teşekkülünden bağımsız da düşünmemektedir. Bunun için, olması gerekeni İslami siyasi toplum olarak kavramsallaştırmaktadır. Devlet ve toplumu döngüsel olarak düşündüğü; toplumu devleti inşa edecek güç olarak görürken devleti de toplumun inşa edileceği ortam olarak gördüğü söylenebilir. Bunun için İslam devleti arayışının önce özgürlük arayışı ile başlaması gerektiği kanaatindedir. Bu devlette düşünce, eylem

bir kurum olmamalı; kendi gönülleri ile ama her biri tam bir özgürlük içinde kendi hayat tarzlarını takip eden özerk bölgelerin ve toplulukların oluşturduğu bir yapı, bir işbirliği kurumu olmalıdır. “İslami bir bölge, bir arada ancak bağımsız toplumların idaresinde çoğulcu bir devlet tarafından yönetilmelidir.”42 Güvenliği sağlamak için baskı yolları tamamen kapatılamaz, ama “baskı devletin temelini oluşturmamalıdır.” Bu devlet katı biçimde bölgesel değildir, sınırlarını da ulus-devlet

El-Efendi, S. 132-133

41

El-Efendi, S. 151

42

39 40

El-Efendi, S. 148, 151 El-Efendi, S. 153

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

27


mantığı ile belirlemez. Üyelerine, üyelik

“çıkar grupları” olmamalıdır. Rekabet, ne

haklarını kaybetmeksizin serbestçe hareket

kadar alınabileceğiyle değil ne kadar

etme hakkı vermelidir. “Zira İslam en

verilebileceğiyle ilgili olmalıdır.”46

başından dünya siyasetiyle ilgilidir.”

Belirlediği kriterler, bir model oluşturmaktan

▪ İslam devleti çoğulcu olmalıdır. Böylece

çok klasik anlayışların eksiklik ve hatalarına

gayrimüslimler ikinci sınıf vatandaş haline

alternatif sunmakta47 ise de İslam devleti

getirilmeden yönetilebilir. Çoğulculuk dünya

algısının yeniden düşünülüp tartışılmasında bir

ölçeğinde Müslümanlar için de önemlidir,

mesafe katedilmesine yardımcı olabilir. İslam’ın

“zira Müslümanlar hızla ortaya çıkmakta

temsil edilmesi, yayılması ve insan hayatına

olan bir dünya toplumu içinde bir blok

egemen olması için İslam devletinden beklenen

olarak azınlıktırlar.” Böyle bir ortam içinde

çok şey vardır. Bu nedenle de devlet doğrudan

Müslümanların örnek davranışı komşularına

bir hedef haline gelmektedir. Bunun birçok hata

doğru yolu anlatma fırsatı verecektir.43

ve yanlışa neden olduğu da doğrudur. El-Efendi, İslami sorumlulukların devlete değil “insanlığın

▪ Bu devletin dünya ile iyi bir iletişim

şahidi” olma bilincine sahip Müslüman bireylere

içinde olması ve dışa açık olması da gerekir. Uluslararası iletişimde açık olmak, gerekli her türlü donanıma ve İslam’ı

ve bu bireylerden oluşan İslam toplumuna verilmesini tercih etmektedir. Bunun çok daha sağlıklı bir toplum modeli çıkaracağını

temsil edecek bir vizyona sahip olmakla mümkündür: “Yarının dünyasında İslam’ın sesini duyurmak için zengin olmak ya da

düşünmektedir. İslam’ın yayılmasının, kabul görmesinin yukarıda sıraladığı şartlar sağlanabildiğinde reel olacağını, bunların

güçlü silahlara sahip olmak yetmeyecek. Güçlü bir dava da gereklidir.”44 Bu devlet, gösterdiği örneklik ve öncülükle global

sağlanmadığı bir devlet eliyle İslam adına yapılanların aldatıcı görüntüler oluşturacağını savunmaktadır. Fetihle, devlet gücüyle yayılan

Müslüman toplum için bir odak noktası

düşünceler, gerçekleşen uygulamalar ister

olmalıdır.

istemez toplumun içinde olanı yansıtmaktan uzaktır.

▪ İslami bir devlet bağımsız ve kendine yeterli olmalıdır. “Hiç kimse hem Batı’nın kapısında dilenci ve hem de onun hareketlerinin yargılayıcısı olamaz.”

Abdülkerim Suruş: Ahlaki Devlet İran Devriminin üzerinden geçen on yıldan

▪ Saldırgan ve yıkıcı olmamalı, ancak ahlaki

sonra, toplum yönetiminde yarattığı bir takım

inançlarına sıkı sıkıya bağlı olmalıdır.”

olumsuzluklar, devrimin kimi uygulamalarına

45

▪ Bu toplumda “bireyin sorumluluk ve aktif rolüne güvenilmeli, bireyciliğe kaçmadan bireyciliğin değeri vurgulanmalıdır.

arada yaşatmak olduğuna göre bu devlet barışın temelleri olan eşitlik ve adalete dayanmalıdır.

düzlemlerde tartışmasına neden olmuştur. Şii dünyadan bu tartışmaya katılanlar üzerinde Efendi’de gördüğümüz İran eleştirileri bu nedenle Abdulkerim Suruş’ta daha bariz olarak öne çıkmaktadır. Velayet-i Fakih kurumu, Munteziri ve Necefabadi gibi isimler tarafından tartışılıp eleştirilirken Suruş, “devrimle birlikte

▪ Bu devlet, ışığını dışa yansıtmalı ve bir ikram felsefesi geliştirmelidir. Sistemden ne koparabilirim diye birbirleriyle çatışan El-Efendi, S. 152

pek çok Müslüman’ın devlet konusunu farklı

devrimin etkisi daha net görülmektedir. El-

▪ Siyasetin asıl amacı insanları barış içinde bir

43

yönelik sorgulama ve eleştirilerin başlamasına,

gelen yeni sınıfın (ulema, molla) din adına yaptıklarından ve İslam’ı tümüyle total, baskıcı, tekçi, mutlakçı, inhisarcı bir tarzda Zakir Aydın, http://islamiyorum.com/index.

46

php?sayfa=makaledetay.php&mkid=236&sayi=65

El-Efendi, S. 135-136

44

El-Efendi, S. 152

45

28

Zakir Aydın

47

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


yorumlamalarından endişe duymaktadır.”48 İran reform hareketinin entelektüel lideri sayılan Suruş, başlangıçta Humeyni ile iyi geçinen, onu destekleyen hatta ona çok bağlı biriydi. Mutahhari, Beheşti gibi ileri gelenlerle de yakın temas halinde olduğu ileri sürülmektedir. Molla Sadra üzerine “Evrenin Yatışmaz Yapısı” adlı eseri İmam tarafından çok beğenilmiş ve devrimden sonra Kültür Devrimi Danışma Kurulu’na tayin edilmişti. Bunun dışında aldığı başka resmi görevler

ilgilidir. Mevcut liderin kayıp imama niyabet etmesi, hem onu eleştirilemez kılmakta hem de diğerlerinin konuşma ve yorum yapma imkânını ortadan kaldırmaktadır.51 Ancak muhalefet hareketlerini de ilgilendiren karşı devrim konusunda “Suruş bir anekdot anlatarak şöyle diyor: Adamın biri bir kuyu kazmış ve kuyudan çıkardığı toprakları ne yapacağını düşünürken arkadaşı ‘bir kuyu aç ve oraya doldur’ demiş, tahmin edebileceğiniz gibi kazan adam o gün bugündür kuyu kazmaya devam ediyor.”52

de oldu. Öyle anlaşılıyor ki, Mevlana’nın şiiri

Suruş’un din ve devlet anlayışı ile ilgili eleştirileri

üzerine konferanslar veren, Havza-yı İlmiye’de

Şii dünyanın inançları ve mollaların yönetimde

kelâm-i cedit okutan Suruş zamanla bir değişim

izledikleri siyasetle sınırlı değildir. O, bunların

geçirmiştir. Yönetimin zamanla diktatoryal bir

da temelinde özellikle kapsam ve süreklilik gibi

biçim kazanmış olmasının onda bu değişime

yönlerden dinin algılanış biçiminin olduğunu

neden olduğu ve hayal kırıklığı içinde ayrıldığı

düşünmektedir. “Dinin, son nihai çözümleri

ileri sürülmektedir.

49

Kendisi, 90’ların başından

belirlediğine, bundan başka bir yol olmadığına”

beri “İslam Demokrasisi” kavramını tartışan

inanmanın işin en vahim yanını oluşturduğunu

cumhuriyetçi entelektüellerdendir. “Fakat

düşünerek kabz ve bast diye nitelediği bir

sonunda İslam devleti fikrinden tümüyle

teori geliştirmektedir. “Buna göre din her şeyi

uzaklaşmıştır.” Bu uzaklaşmada devrim kadrosu

belirlemiş değildir. Hayatta bize lazım olan

ile anlaşamamasının yanında, modern sosyal

temel değerleri vermiş gerisini Müslüman

bilimleri, daha tutarlı gördüğü için geleneksel

aklın inkişafına bırakmıştır. Temel ve minimum

İslam metafiziğine tercih etmesinin de bir faktör

değerlerle sınırlı olan (kabz olunmuş, sınırlı bir

olduğu düşünülebilir. O, “Geleneksel İslâmî

çerçevede tutulmuş) şeriatın özünü tecrübî akla

ilimlere insan menşeli olarak bakıyor, onları

dayalı ictihad ile inkişaf ettirmek, genişletmek

modern bilimlerden farklı değerlendirmiyordu.

(bast) mümkündür. Bu bize geniş bir alan

Çalışmaları zamanla hermenötik, bilim felsefesi,

açacak, her şeyi lâfzî olarak dinden beklemek

‘dinî bilginin evrimi’ gibi konular üzerinde

gibi bir darlıktan kurtaracaktır.”53 Dinin/İslam’ın

yoğunlaştı. Dinî bilginin, her bilgi dalı gibi bir

hayata dair söylediklerinin minimum olduğunu,

bilgi dalı olup, herhangi bir kutsiyete sahip

maksimum olamayacağını düşünmektedir. Her

bulunmadığını iddia ediyordu. Bu sebeple,

şeyi kapsayan, kuşatan yani maksimum olan

ulemadan büyük tepki gördü… ‘Dinî ilim, başka

bir dinin ebedi ve son din olamayacağını, tüm

her ilim gibi, dini bilmeyi temsil eder. Yani

dönem ve çağlardaki insanların ortak özlerine

bilenin bilgisinden ibarettir’ diyerek, dinî ilim

seslenmek için ayrıntı, haşiye ve fazlalıklardan

adına her şeyi yoruma indirger.”50

kaçınmanın zorunlu olduğunu savunmaktadır.

Yönetime yönelttiği eleştirilerin önemli noktalarından birisi Velayet-i Fakih kurumu ile R. İhsan Eliaçık, İslam’ın Yenilikçileri, İnşa Yayınları,

48

“Aksi takdirde bu sistem sadece bir tek toplum ve coğrafyaya giydirilebilecek bir elbise olur… Din; çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek veya geçmiş ve gelecek tüm insanların giyebileceği

Şubat 2011 Baskı, 2. Cilt S. 590

bir elbise türü belirleyecekse bu ancak ve

Yönetimle ilişkisinde geldiği noktayı Hamaney’e

sadece setr-i avret olabilir. İşte minimum din

mektubundaki “Allah’ım şahit ol. Ben ki bir ömür

budur. İslam; itikat, ahlak, hukuk (fıkıh) ve

49

boyu din derdi sahibi oldum ve din dersi verdim. Bu istibdat rejiminin zulümlerinden sana sığınıyorum. Eğer herhangi bir gün istemeyerek veya hata ile bu zalimlere

bilim vs. alanlarının tümünde minimum olanı vermiştir. Bu az ve öz minimum değerler esas

bir yardımım dokunduysa senden bağışlanma ve af diliyorum” (İslam’ın Yenilikçileri, 2. Cilt S. 606) ifadeleri

51

yeterince anlatmaktadır.

52

http://www.tumgazeteler.com/?a=2598973&cache=1

50

İslam’ın Yenilikçileri, 2. Cilt S. 596 http://www.tumgazeteler.com/?a=5065503&cache=1 İslam’ın Yenilikçileri, 2. Cilt S. 596

53

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

29


alınarak, bunları değiştirmeye de kalkışmadan

bir hükümet” formülünü kullanmaktadır. Ona

bütün çağların sorunları sürekli ictihad ile

göre, fıkıh odaklı devlet anlayışı, kanunlara

çözülecektir.”

itaat esasına dayanmaktadır. Çünkü fıkıh

54

“Bir tanrı gibi sonsuz yetkilerle hareket etme hakkını” ve “tanrı taklitçiliğini” reddeden Suruş, “hükümeti ilahi yetkinin insan toplumu içindeki bir uzantısı olarak” görmeye karşıdır. Yönetimin “tanrısal yetkiler değil, insani uzmanlıklar gerektirdiğini” düşünür.55 Ahlaki devlet önerisi, bunlarla sınırlı olmamakla beraber bütün bu şikâyetlerinden neşet etmektedir. Ahlaki devlet önerisinin önemli bir tarafı, dinin devlette nasıl rol oynayacağıyla ilgilidir. Ona göre “din, kelimenin gerçek ve doğal anlamı içerisinde, toplumun içinde mevcutsa” insanları belli bir yöne yöneltecek, fikirlerini değiştirecek güce sahip demektir; dolayısıyla da “kaçınılmaz olarak siyasette de rol oynayacaktır.” Zira inanç ve iman başkalarına gizli olarak kalpte yer almakla birlikte “dinin özel bir alana ait olduğu fikri, yanlış ve saçmadır”. Toplumda kökleşmiş olan din özel bir mesele olamaz, sosyal etkilerini gösterecek sosyal bir olgudur. Fakat bütün dünyayı cahili bir nizam olarak gören ve İslam’dan cahiliye karşıtı bir nizam çıkarmak isteyen Şeriati’nin aksine “ben böyle bir görüşe sahip değilim, din ile yaşanabileceğine inanıyorum, fakat dinin yaşam için bir memba ve mahzen olarak kullanılamayacağına inanıyorum. Dinden bir görüş elde edilebilir ve o görüşle hayata ruh bahşedilebilir; ama o görüşle yaşama şekil verilebileceğini kabul etmiyorum”56 demektedir. “Din, devletin yasama organında temel alınmalı mı” sorusuna karşı Suruş, siyasi sekülerizmin iyi olacağı yönünde fikir beyan etmektedir. Çünkü o, devletin bir dine dayanmak yerine dini çoğulculuk temelinde ilerlemesi gerektiğini, “bütün vatandaşlara siyasette eşit fırsatlar vermek” ve “yasama konusunda bütün dinlerden faydalanmak” gerektiğini düşünmekte,

görevlere odaklanır. “Görev-odaklı olmak bizi, haklar için endişelenmekten uzaklaştırır.” Hak odaklı olmak ve görev odaklı olma ikilemi Suruş için önemlidir. “Modern dünya hak-odaklı bir dünyadır; oysaki geleneksel dünya, görevodaklı bir dünyadır.” Hak odaklı olmaktan yana tavır koymakta, fıkhı daha iyi hale getirmek için, içine hak odaklı ilkeler katmak gerektiğini savunmaktadır. Ayrıca din ahlak ve fıkıhtan oluşmuştur, yalnız fıkha dayanıp ahlakı ihmal etmek çok zararlı sonuçlar üretecektir. Devrimden sonra İran’daki ciddi kusurlardan biri, “ahlakın feci şekilde yerle bir edilmesidir.” Ahlak, bencillik ve açgözlülük vb. şeylerle yıkıldığı gibi fıkıh tarafından da yıkılmamalıdır. Zira ahlak dışı birçok davranış fıkıh adına “fıkha uygun olarak” işlenmektedir. Ahlaki devletten kastı, fıkha dayandığından daha çok ahlaka dayanan; dini aşan devletten kastı, fıkhı aşan bir devlettir. Bu aynı zamanda teokrasi sonrası devletten de kastettiği şeydir. Zira ahlaki bir dine ve dinin dükkânından alınabilecek en iyi ürünün ahlak olduğuna inanmaktadır. “Peygamber, ‘Ben güzel ahlakı tamamlamaya geldim’ demiştir; ‘Ben fıkhı tamamlamaya geldim’ dememiştir.”57 Ona göre özellikle İran toplumunda din ahlakın kaynağı ve deposu olarak takdim edilmelidir. Burada ahlaktan, “layıkıyla değer biçilmiş ve temiz hale getirilmiş olanı” kastetmektedir, “eski psikoloji üzerine temel alınmış, çelişki yumağı olmuş ve bazen de kürsüden vaaz edilen ahlak Fıkıh-odaklı agregada, ahlak benzeri görülmemiş

57

şekilde ayaklar altına alınmaktadır. Ahlaka layık olduğu değer verilmelidir ve adilane davranılmalıdır. Teokrasi sonrası devletten kastım işte budur, yani ahlaki bir devlet. Demek istediğim, fıkha dayandığından daha

dini aşan bir devletten bahsetmektedir. Bununla

çok ahlaka dayanan bir devlet anlayışıdır. Meselenin

kastını “bizler, dinden daha geniş ve daha

özü, bugün İran’da dini bir devletten bahsettiklerinde,

kapsamlı bir kimlik ve damar bulmalıyız ve devleti ona göre idare etmeliyiz. Bence bu daha kapsamlı damar ise ahlaktır” şeklinde izah etmektedir. “Ahlaki bir toplum ve din ötesi İslam’ın Yenilikçileri, 2. Cilt S. 593

54

onlar “fıkıh-temelli bir devlet”i kastediyorlar ve başka bir şekilde anlaşılmıyor. Bu yüzden ben “dini aşan bir devletten” bahsettiğimde, “fıkhı aşan bir devleti” kastediyorum. Ve “fıkhı aşmaktan” kastım, “ahlaki” olmaktır. (Ve yukarıda kaynak belirtilmeyen işaretli, işaretsiz alıntıların referansı:

http://www.sozveadalet.com/dosyalar/sa2.pdf

http://islamiyorum.com/index.php?sayfa=makaledetay.

http://bilgeadamlar.net/main.php?p=iktibas&id=13

php&mkid=216&sayi=64)

55 56

30

kanun odaklıdır, bu kanunlar ise haklara değil

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


değil.” Dinin ahlaki yönü güçlendirilmeli ve

şöyledir: “Aynı zamanda Peygamber kendisi her

insanlar dinin etik yönünden faydalanmalıdır. Bu

şeydir: Yaratıcı ve üretici. İlhamın dışarıdan mı

gerçekleşirse her şey bizim için olumlu yönde

yoksa içeriden mi geldiği sorusu ise gerçekten

gelişecektir.

konuyla ilgili değildir, çünkü vahiy düzeyinde

Suruş’un geldiği noktada, devrimden sonra din adamları tarafından yaratılan baskı ortamının etkisi bariz bir şekilde görülmektedir: “İnsan için hiçbir rahmet peygamberler yoluyla özgür seçim kadar değerli değildir. İnsanlık için hiçbir şey özgür iradesiyle ve gönülden boyun eğmekten daha güzel değildir. Bu yolu tutanlar rahmete ermiştir, onlar özgürce peygamberlerin yolunu tutmuş, ilahi rahmetin ırmağında yıkanmışlardır… Ama bu rahmet olmazsa, insan için yine de en iyisi özgürlük sahibi olmaktır. Tüm özgür toplumlar, dindar ya da din dışı olsunlar, insancadır. Ama totaliter toplumlarda ne insani ne de ilahi olana saygı yoktur.”58 Şikâyetlerinden, vahy, peygamberlik, din, ahlak gibi konulara yaklaşımından; kapsam ve uygulanabilirliliğinin izahı bakımından “ne olduğu tam belli olmasa da dini boyutu da dâhil edecek yeni bir sivil toplum öneriyor. Bu dini sivil toplum, yukarıdan onun tarafından onaylanmayacak herhangi bir İslami norma ihtiyaç duymayacak.”59 Abdülkerim Suruş’un yaklaşımıyla ilgili değinmek istediğimiz son nokta şudur: Bu önerinin

dışarısı veya içerisi arasında fark yoktur. İlham, Peygamber’in özünden gelmektedir. Her kişinin özü ilahidir, fakat Peygamber ilahiliğinin farkına varmış olduğu için diğer insanlardan ayrılır.”60 Bu durumda, Peygamber’in fonksiyonu vahyin oluşturucusu olmaktır. “Kur’ân’ın sadece hasıl olmuş tarihsel durumların bir ürünü değil; aynı zamanda tüm insan sınırlamalarıyla Peygamber Muhammed’in zihninin bir ürünü olduğunu iddia etmektedir.” Bunu izah ederken şairlerden istifade ettiğini belirten Suruş, Kur’an’ın dikkatle okunduğunda Peygamber’in metne yansıyan duygusallığının görülebileceğini savunmaktadır. “Bu, vahyin tamamen insana ilişkin yönüdür… Kur’an’ın beşeri olduğu yönündeki telakki, Kur’an’ın zâti ve ârızi yönleri arasında fark bulunduğunu görmeyi kolaylaştırabilir.” Şer’i hukukun örfi olduğu düşüncesi bunlara dayanmaktadır. Suruş, “tüm insanların din anlayışı tarihsel ve hatalıdır” demekle kalmaz, “dini bilginin hatalı olabilirliği üzerindeki görüşünün kısmen Kur’ân’a da uygulandığını açıkça belli etmektedir.”61 Raşid el-Gannuşi: Güç Paylaşımı

şekillenmesine etki eden faktörler, İslam tarihi

“Güç paylaşımı” ifadesi Gannuşi’nin anlayışını

birikiminin getirdiği çok yönlü olumsuzluklar

ifade etmek için yeterince uygun olmayabilir,

ve mevcut İran Şii imamet anlayışının ortaya

belki bir arada yaşam veya gayri İslami bir

çıkardığı yönetim sorunlarından ibaret değildir.

yönetimde güç paylaşımı gibi ifadeler de

Vahy, peygamberlik ve tarihsellik gibi konu

kullanılabilir.62

ve kavramlara yaklaşım biçimi de önemli etkenlerdendir. Örneğin, Peygamber’in “Kur’an’ın üretiminde çok önemli bir rol oynadığını” bunun klasik anlayıştaki Cebrail’den alıp aktarmak, izah

http://www.tarihfelsefesi.com/haber/194-abdulkerim-

60

surus-muhammedin-kelami.html http://www.tarihfelsefesi.com/haber/600-abdulkerim-

61

surus-kuran-hz-peygamber39in-zihninin-urunu-mudur-

ve tefsir etmekten ibaret olmadığını söyler. Bu rol, vahyin oluşturucusu olmaktır. Kasıt sadece sebep olma değildir. Bunun bir izahı: “Tanrıdan

abdulk.html Bu başlık altında başvurulan ve alıntı yapılan

62

kaynaklar: Raşid el-Gannuşi, Laiklik ve Sivil Toplum,

aldığı şey, vahyin içeriğidir. Bu içerik her nasılsa

Mana Yayınları.

insanlara bu şekilde sunulamaz” olduğu için

http://islamiyorum.com/index.php?sayfa=makaledetay.

Peygamber’in bir fonksiyonu da onu beşer

php&mkid=268&sayi=67

lisanına dökmesidir. Buradaki kasıt, klasik, mana

http://islamiyorum.com/index.php?sayfa=makaledetay.

ilahi, lafzı beşeri anlayışıdır. Başka bir izahı ise

php&mkid=267&sayi=67

http://www.sozveadalet.com/dosyalar/sa2.pdf

58

http://islamiyorum.com/index.

59

php?sayfa=makaledetay.php&mkid=249&sayi=66

http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSa yilar&Goster=Yazi&YaziNo=208 R. İhsan Eliaçık, İslam’ın Yenilikçileri, İnşa Yayınları,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

31


Bundan önceki örneklerde devlet

Normal şartları gözettiği gibi olağan dışı ve

yapılanmalarının nitelikleri ile ilgili endişeler

istisnai şartları da gözetmek durumundadır. “Bu

ön plana çıkmaktaydı. İslam’ın engelleniyor

şekilde müminler hem güçlülük hem de zayıflık

olması, İslam’ın bir bütün halinde uygulanması

durumlarında şeriatın kurallarıyla yakın bir

gereği, sahip olunan gelenek, karakter haline

irtibat içinde kalırlar.” Eş-Şatıbi’nin de dediği gibi

gelmiş özellikler, devleti inancı uygulatacak bir

“şeriat insanın ihtiyaçlarına hizmet etmek için

mekanizma olarak görmekten doğan sorunlar

oluşturulmuş,” Din de problemlerin üstesinden

vs. düşünülen çözüm yollarının niteliğini

gelmek için insanın ihtiyaçlarını karşılamak,

şekillendirmekte idi. Raşid el-Gannuşi’de ise

“bu dünyadaki ve öbür dünyadaki kazanımlarını

bütün bunlara ilaveten, kendi yaşadığı özel

gerçekleştirmek ve korumak için gelmiştir.”

koşulların biraz da genelleştirilmiş olarak bir saik haline geldiğini görüyoruz. Müslümanlar yüzyıllardır didinip uğraşmakta ama istenildiği gibi bir İslam devleti kuramamaktadır. Bütün enerjileri, ulaşamadıkları bu hedef uğrunda harcanırken içinde bulundukları ortamlarla, bu sebeple sağlıklı bir ilişki de geliştirememektedirler. Gereksiz yere kendilerini zora sokmakta, kısa vadede başarılı olacakları hedeflerden de mahrum kalmaktadırlar. İçinde bulundukları ve gayr-i İslami saydıkları yönetimlerle daha farklı ilişkiler gerçekleştirmeleri pek ala mümkündür. Onun içinde yer alabilir, onunla güç paylaşımında bulunabilir, hedeflerini sistem içinde kalarak gerçekleştirebilirler. Çoğu Müslüman tarafından işbirlikçilik, tavizcilik, maşa olma şeklinde değerlendirilen/değerlendirilebilecek bu yaklaşımın Gannuşi’ye göre izahı şöyledir: Tarih boyunca sarf edilen bütün çabaya rağmen bugün İslami bir yönetimin kurulmasının imkân dâhilinde görünmemesi, Müslümanların adaleti gerçekleştirme sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. İslami yönetimi başaramadıkları durumlara ilişkin de bir anlayış geliştirmeleri gerekir. Çünkü “Yeryüzünde adaleti tesis etmeleri ve Allah’ın emrinin gerçekleşmesi için işbirliği yapmaları ve yapılagelen çabayı devam ettirmeleri onların en önemli görevidir.” Maide: 8’in anlattığı gibi…

dünya görüşü ve hayat da sürekli bir dinamizm içinde olduğundan “gerçekçilik ve esneklik İslam metodolojisinin en önemli özellikleri arasındadır.” Her türlü ortama ve soruna cevap vermek durumunda olan bir din “eğik olduğu kadar düz çizgiler de çizmek zorunda kalabilir.”

32

durumu birkaç şekilde mütalaa edilebilir: Birincisi Avrupa ülkelerindeki durumları gibi azınlık konumda olmalarıdır. Bunların yaşadıkları ülkeyi yakın gelecekte İslami bir şekilde yönetme imkânları yoktur. Bazıları bu Müslümanlara buralardan hicret etmelerini veya kendilerini bulundukları ortamdan tecrit etmelerini tavsiye etmektedir. “Bu türden azınlıklar için en iyi seçenek, seküler demokratik gruplarla işbirliğine girmektir. Onlar o zaman, insan haklarına saygı duyacak, güvenliği, ifade ve inanç özgürlüğünü sağlayacak (ki bunlar İslam’ın tamamlamaya geldiği en önemli insani gereksinimlerdir) seküler demokratik bir yönetimin kurulması için çalışabilirler.” İkincisi; Müslüman çoğunluğa sahip olan ama İslam’a düşman veya Müslüman olduğunu söyleyen diktatörlerce yönetilen ülkelerdeki İslami cemaatlerin durumuyla ilgilidir. “Bu türden İslami hareketler, rejimi düzeltemezler ya da tek başına onu değiştiremezler. Şeriat, bu İslami hareketler ile diktatörlükleri devirip insani özgürlükleri garanti altına alacak olan seküler demokrasiler kurmak için çabalayan seküler gruplar arasındaki işbirliğine karşı mıdır? Kesinlikle hayır.” Üçüncüsü; diktatörlükle yönetilen Müslüman ülkelerdeki İslami gruplar halkın yoğun desteğini

Bu din bütün zaman ve mekâna uygun bir

Şubat 2011 Baskı, 2. Cilt

Müslümanların İslami olmayan yönetimlerdeki

arkasına alarak İslami bir yönetim kurabilir. Fakat bu devrim, ülke içinden veya dışından onlara yönelik düşmanlığı körükleyebilir. Yeni kurulmuş İslami hükümet, zulümlere veya başarısız olmasıyla sonuçlanabilecek baskılara açık hale gelebilir. “Bu tür İslami grupların, şartlar izin verene kadar İslami yönetim kurmak gibi uzun vadeli hedefi erteleyerek, seküler bir demokrasi kurmak ve var olan baskıcı gücü izole

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


etmek için seküler gruplarla koordine içinde

demokratik bir yönetim kurulamazsa “seküler

olmamaları için bir sebep yoktur.” Ancak bu

bir demokratik sistemin kurulmasına katılımda

durumda söz konusu olan İslami olanla olmayan

tereddüt” edilmemelidir. Delil olarak Hz.

arasında bir tercihte bulunmak değil demokrasi

Yusuf’u, İslam şeriatını ya da Kur’an’ı uyguluyor

ve diktatörlük arasında seçim yapılmasıdır.

olmamasına rağmen Mekke döneminde

Dördüncüsü; “yabancı güçler tarafından sömürgeleştirilmiş ülkelerde var olan İslami gruplar. Bu İslami grupların, sömürge otoritesi altında yaşamaktansa içinde daha iyi şartlar altında yaşayacakları ve kendilerine alternatif olacak bir ülkenin ortak düşmanına karşı mücadele etmemesi ve seküler gruplarla “birleşik cephe” oluşturmaması için bir sebep yoktur.”

Müslümanların hicret etmek zorunda kaldıkları Habeşistan kralının Peygamber tarafından adil olarak nitelenmesini ve “hılfu’l fudul”u ileri sürmektedir. Fakat hedefe götüren her yol meşrudur mantığının kendisinde geçerli olduğunu iddia etmek doğru değildir. Tam aksine sınırları tespit etmeye de çalışmaktadır. Girilen ittifak ve diyalogların İslam aleyhine şartlar ihtiva etmemesini, “İslam için çalışanlar ve ülkede İslam sistemini kurmak için çabalayanlar

Gannuşi, klasik anlayışta kullanılan “daru’l harp” teriminin birinci gruptakiler için bile doğru olamayacağını belirtiyor. Zira terim Müslümanların savaş halinde oldukları İslam devleti dışındaki toprakları ifade etmek için kullanılmıştır. “İmam Nevevi (1233-1277) ‘daru’l harp’i inananların dini görevlerini özgürce yapamadıkları ve sonuç olarak da oradan hicretin zorunlu bir hale dönüştüğü yer olarak tanımlar. Gerçek demokrasiler böyle değildir. Onlar ibadeti ve inancı garanti altına alırlar.” Bugün Batı ülkeleri daru’l harp olarak nitelenemez. Daru’l İslam, Müslümanların “özgür ve serbest” oldukları, dinlerini korkusuz

üzerinde sınırlandırmalar” getirmemeyi şart koşmaktadır. Ayrıca iyiliği emretme, kötülüğü nehyetme, zorunlu bir görevin bağlı olduğu şeyin de zorunluluğu, “neticeler ve sonuçlar” kaidesine, “gereklilik/ihtiyaç” prensibine dayanmak gerektiğine de dikkat çekmektedir. Her durumda Allah’ın kanunlarının uygulanması için pozitif kalmak gerektiğini söylemektedir. Özgürlük, demokrasi, sivil toplum gibi kavramların Gannuşi için önemli ve düşüncesinin oluşumu üzerinde etkin olduğu, ayrıca düşündüğü toplumsal yapı için vazgeçilmez değerleri ifade ettiği anlaşılıyor.

icra edebildikleri toprak parçasıdır. Batı ülkeleri

Özgürlüğü, “iyi ya da kötü iş işleme alanındaki

sağladığı düşünce özgürlüğü, demokrasi ve

fıtri bir güç olmaktan öte ahlaki anlamıyla

insan hakları nedeniyle İslam’ı yaşamaya

bir yükümlülük” olarak değerlendiriyor.

Müslüman ülkelerden daha elverişlidir. “Bu

“Allah’ın bağışıdır” dediği özgürlüğü insanların

durumda Batılı demokrasiler de dar’ul İslam’ın

istediklerini yapma izni olarak anlamıyor.

parçası oluyor. Gannuşi’ye göre, Müslümanlar

Özgür bireylerden oluşan özgür bir toplum

bu ülkelerde düşmanlıklarını unutmalı ve bu

tahayyül ettiği için özgürlüğe kıymet atfediyor,

ülkelerin halklarıyla barış içinde yaşamanın

sivil toplumun oluşmasını da buna bağlıyor.

yollarını aramalı.”

İslam’ın, “özgürlük devrimi ve insanın

63

Gannuşi’nin konuyla ilgili yaklaşımının özlü ifadesi budur. İslam sadece İslam devletinde yaşanmaz, din, vicdan ve düşünce özgürlüğünün

yaratıldığı fıtrat üzerine” olduğunu, “sözün, diyalogun, özgürlüğün bulunduğu bir ortamda” yenilmesinin mümkün olmadığını ifade ediyor.

olduğu her yerde yaşanabilir. İslami hedeflere

Sivil toplum, iktidarın zorbalık yapmadığı,

ulaşmak ya da insanlığa iyi ve hayırlı bir şey

siyasi oluşumu ve sivil ilişkilerinin büyük ölçüde

yapmak için sistem içi olunabilir, sistem içi araçlar kullanılabilir, hedefleri İslam olmasa da

insanlığın çıkarlarına hizmet etmede, insan haklarını

bu amaçlara uygun şekilde, sistemin kendisi de

korumada, halkın itibarını/hakimiyetini tanımada ve

dâhil, başkaları ile işbirliği yapılabilir.

64

İslami

seçim sistemi sayesinde iktidara gelmeyi hedeflemiş bir anlaşmada katılımcı olabilir. Müminler kendileriyle

El-Efendi, S.125

aynı inancı ve ideolojiyi paylaşmayanlarla bile bu asil

“Ümmet, adaletsizliğin ve baskının önlenmesinde,

hedeflere varmak için uğraşabilirler.”

63 64

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

33


gönüllülük esasına göre organize olduğu,

Demokrasi ile İslam arasında; seçim, gönüllü

cami, okul ve pazarın hür olduğu, kuvvetin

katılım, insanın özgürlüğü, dinde zorlama

meşruluğu üzerine kurulmamış sözleşmeli

olmaması, hoşgörü içinde yaşama, milliyetçilik

bir toplumdur. “Devlet, toplumun hizmeti için

bağlarını aşma gibi genelde kabul edilen

çalışan bir memur, toplum ise onun efendisidir.”

benzeştirmelerin ötesinde hüküm konusuna da

İslami açıdan sivil toplum köklü bir kavramdır.

girmekte; “Hüküm Allah’ındır”ın anlamı kanunun

Bu yaklaşımı nedeniyle İslam, Müslümanları

ve ümmetin hükmetmesidir demektedir. “Hüküm

bedevilikten medeniyete kavuşturmuştur.

Allah’ındır” diyen hiç kimse “Allah’ın bir bedene

Ancak İslam’da din ile devlet arasındaki ilişki

girip doğrudan ya da din adamları aracılığıyla

hiçbir zaman çıkmaza girmediği için böyle bir

bize hükmettiğini” kastetmemektedir. İş dönüp

kavrama ihtiyaç duyulmamıştır. Oysa Batı’da “bu

dolaşıp halkın iradesine gelmektedir; modern

fikir, totaliter devlet modeliyle kilise arasında

devlette de temel olan kanun devleti olmaktır.

süren çatışma ortamında doğdu” demokrasi

Bu sebeple “Beraberinde mutlak rahmet ve

ve bireyin özgürlüğü kavramlarıyla beslenerek

adaletin indiği vahy olan İslam şeriatıyla -beşeri

gelişti. Ancak İslam toplumlarının zamanla

bir yorum olduğu için fıkıhtan farklıdır- akli yasa,

totaliter yapıya eğilimi ve harici otoritelerin

insani değer ya da insanın tecrübeyle sabit

etkisiyle sivil toplum ve onunla beraber din ve

gerçek menfaati arasında en ufak bir çelişki”

milletin otoritesi yok edildi. İslami toplumsal

görmemektedir. Modernizm ve laiklikle bir

yapıda ağırlık merkezi devlet değil birey, inanç

sorunumuzun olamayacağını da devletin inanç

ve kurumlarıyla toplumdur. İslami hareketin

karşısındaki tarafsızlığına, kamusal alanın din

hedefi de sivil toplumu yeniden inşa etmek

adamlarının otoritesinden kurtarılmasına, aklın

olmalıdır. Bu sivil toplumun inşası ise birbirine

mutlak araştırma hürriyetine bağlamaktadır.

kenetlenmiş, hilafetlerinin bilincine varmış,

Modernizmi, “akıl için mutlak hürriyet, bilim,

adaleti bireylerin girişimiyle yeryüzüne yaymayı

sanayi ve hatta demokrasi ve halk egemenliği

hedeflemiş, imar ve icadı görev bilen güçlü

oluşuyla talep” etmekte ancak bunların bizim

mümin bireylerin sivil toplum kurumlarını kurma

hayatımıza İslam kapısından girmesi gerektiğini

görevini üstlenmesiyle gerçekleştirilebilir. “Bu

düşünmektedir. Din kurumsallaşmamalı yani,

ise; din, birey ve toplumun Allah’ın otoritesi

hiçbir kurumu tekeline almamalı, din toplumun

hariç milletin otoritesinin üstündeki bütün

her ferdine sunulan bir rehberlik ve ilham

otoritelerden kurtulmuş olmasını gerektirir.”

kaynağı olmalı, müctehid din adamı ise fikrini

Bu durumda “Sivil toplumu başka bir şekilde

insanlara sunmaktan öteye geçememeli,

tanımlayabilir ve sivil toplum, ‘Sizden hiç kimse

seçme özgürlüğünü onlara bırakmalıdır. Bu

kendi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe

gibi konularla alakalı olarak: “Bizim Batı’yı

iman etmiş olmaz’ denklemi üzerine kurulan

kınadığımız nokta çifte standartlarıdır.” Oysa

toplumdur diyebiliriz.”

“Batı ve İslam birbirinden tamamıyla farklı

Ona göre İslam, toplumunda vatandaşların, geleceklerini tayin etme, yönetimi denetleme ve hesaba çekme hakkına sahip olduğundan demokrasi ile örtüşmektedir. Demokrasinin “bize, iktidarın kansız olarak el değiştirebilmesini mümkün kılan bir seçenek sunması”, düşünsel ve siyasî mücadeleyi kan akıtmaksızın ve toplumu parçalamaksızın yürütmemize imkân tanıması önemsenmelidir; doğru seçenekler sunulduktan sonra sorumluluk halka aittir.65

çok daha fazla birbirine bağlı iki dünyadır. Din tabanında İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik temelde tek bir kaynaktan beslenen mesajlardır. Medeniyet bazında da birbirleriyle iç içe girmişlerdir.” “Batı ile Doğu arasında ezeli bir düşmanlığın var olduğuna inanmak doğru bir düşünce değildir ve dünyanın geleceğini olumlu yönde etkilemez.” İslam ve Batı’nın karşı tercihe davet eder. Bu durumun, Mevdudi’nin tahmin ettiği gibi, modern ulus-devletin bir özelliği

“Gannuşi daha da ileri giderek, çağdaş İslamcı

olarak gayr-ı İslami programların benimsenmesine yol

hareketin rolünü, liberal demokratik devlet içindeki

açabilecek oluşu onu rahatsız etmez. Hareket, halkın

faktörlerden biri olarak sınırlandırıyor… İslamcı hareket,

rehberi olmadığı için yapabileceği tek şey vaaz ve

halka programını sunan siyasi partilerden biridir ve

iknaya çalışmaktır. Halkın neyi tercih edeceği onların

halkı kendi programlarını serbest bir şekilde diğerlerine

kendi meselesidir.” (El-Efendi, S. 95-96)

65

34

değil aksine başka herhangi iki medeniyetten

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


“Huntington’un tezine göze çatışan iki

ümmetin doğrudan ‘İslami yönetim’ kurma

medeniyet olarak tasavvur edilmesi, gerici bir

hedefini başaramadığı zamanki istisnai duruma

tasavvur ve hainlerin gizli bir amaçla cahillerin

odaklanmaktadır. Bu durumda Müslüman

pazarında pazarladıkları” bir vehimdir. Bu da

topluluk zor seçeneklerle karşı karşıya kalır.”

Siyonizm’le doğrudan alakalıdır. Bu sebeple

“Allah’ın emirlerini yerine getirmek için İslami

Batı ile savaşın kaçınılmaz olduğu tezine

bir yönetim kurmak, her İslami grubun uzun

inanmamakta, Batı medeniyetinin bütün

ya da kısa vadede hedefiyse; şeriat, böyle bir

terimlerini kökten reddetmeyen sağlıklı bir

hedefin kolaylıkla başarılmayacağı ihtimalini ve

ilişkinin daha doğru olacağını düşünmektedir.

bu yüzden bir alternatifin sağlanması gerektiğini

İslami siyasetle ilgili daha ciddi sempozyumların

göz önünde bulundurur” derken yaptığı şeyin ne

İslam ülkelerinde değil de Londra gibi bir Batı şehrinde yapılıyor olmasını da bu bakımdan değerlendirmektedir. “Batı’nın getirdiği ve büyük bir kazanç olan” uygulamalar, ilke ve değerlerden bahsetmekte ama Batı’nın İslam’a ve başka din ve ideolojilere karşı yaklaşım biçimini görmezden gelmemektedir. “İslam’ın ve Müslümanların maruz kaldığı yoğun saldırı” değişmeyen kadim bir Batı siyasetidir. Bosna ve Filistin gibi yerlerde Müslüman halkın maruz kaldığı durum; Batılı zihniyetin insani ilişkilerde ve öteki ile olan diyalogda katettiği bir mesafe olmasına rağmen, geldiği durumun sınırlı bir aşama olduğunu göstermektedir.

olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Diğer taraftan; “Allah’ın emrine uymak ve O’nun yönetimini/idaresini kurmak için elinden geleni yapmak bütün Müslümanlara farzdır.” “Müslüman’ın görevi, toplumla lider arasındaki mutabakat üzerine bina edilen İslam devletini kurmak için çaba harcamaktır. Bu mutabakata göre lider; ümmetin gözetimi altında şeriatı uygulamak, adaleti sağlamak ve ümmetin ona itaat etmesi karşılığında şurayı tesis etmekle görevlidir… Şeriatın hükmü devletin hükmünün üstündedir.” “Devlet Allah’ın temsilcisi ve toplumun hizmetçisidir. Kamu alanında halifelik toplum içindir; devlet ise halifelik görevini yerine getirecek yani semavi direktiflere göre

Bütün bunlardan Gannuşi’nin Müslümanlara siyasi bir hedef göstermediği, sadece bulundukları toplumlarda siyasi otorite ile belli bir ilişki içinde bir gelecek vadettiği gibi bir sonuç çıkmaktadır. Ancak aksine birçok söz ve beyanı bütün bunları kalıcı değil geçici durumlar için düşündüğü anlamına gelmektedir. Şatıbi’den naklettiği “ihtiyaçlar yasakları bertaraf eder” ilkesi bile ruhsat verdiği işbirliklerinin, geçici durumun zarureti olarak anlaşılmaya müsaittir. Hâlihazırdaki durumun İslami bir yönetim kurmaya elverişli görünmediği ve yeryüzünde Allah’ın adaletini tesis ettirmenin

yeryüzünü imar edip, hak, adalet ve iyiliği yaygınlaştıracak araçlardan sadece biridir.” “Devlet, ümmetin mesajını yerine getiren araçlardan sadece biridir. Ve bu araçta kutsal olan bir şey yoktur. Kutsal olan ideoloji ve ümmettir” gibi ifadeler de ona aittir. Yukarıda yeri geldikçe geçenin dışında, İslam devleti veya İslam toplumunun özellikleriyle ilgili ne düşündüğüne girmek gerekmiyor. Ancak son olarak şunu belirtmek gerekir ki, lideri olduğu en-Nahda hareketinin yaşadığı tecrübe ve maruz kaldığı izolasyon onun düşünceleri üzerinde etkinliğini göstermektedir. Bu yadırganmaması

Müslümanların sorumluluğu olduğu için geçici

gereken bir durumdur. Tunus’ta Gannuşi’nin

duruma uygun geçici çözümler sunmaya çalıştığı

ve en-Nahda’nın yaşadığı tecrübe başka

anlaşılmaktadır. Bu bağlamda tartıştığı konular,

Müslümanlara da kendi hareketleri ile ilgili ders

“ümmetin; entelektüel, siyasi, ekonomik,

çıkarma imkânı sunmaktadır.

uluslararası sistemini ve sair ilişkilerini İslam temeli üzerine, kendi inanç ve kültür mirası (ki bu miras, onun en önemli ilkelerini yok etmek

Refah Partisi: Adil Düzen

isteyen Batı işgaline rağmen Müslümanların

Hayrettin Karaman “Adil Düzen”i “İnsanların

kalplerinde, ruhlarında kök salmaya devam

yaratılış amaçlarına uygun bir hayat yaşamaları,

eden bir mirastır) üzerine kurabildiği normal

kâmil insan olma yolunda hür ve eşit olarak

durum hakkında değildir. Buradaki tartışma,

ilerlemeleri, dünya ve âhirette mutluluğu

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

35


yakalayabilmeleri için gerekli bulunan ferdî ve

ve sorunların kaynağı olduğundan kaldırılır. Vergi

ictimâî (siyâsî, ahlâkî, iktisâdî, hukûkî...) hayat

adil ve devletin, desteği oranında üretimden

düzeni”

66

şeklinde tanımlıyor. Milli Gazete yazarı

pay alması şeklinde anayasa ile belirlenir, beyan

Reşat Nuri Erol ise Ak Parti Milletvekili Gürsoy

esas hale getirilir. Bunun için güven ortamını

Erol’dan naklen adil düzeni şöyle özetliyor:

tesis edecek şartlar hazırlanır. Yatırımları kolay,

“Yönetimde Adil Düzen; siyasette demokrasiyi, idarede yerinden yönetim-merkezî yönetim dengesini savunan ‘çoğulcu ve rekabetçi bir demokrasi’den yanadır.

adil ve isabetli hale getirmenin, iyi yatırım projeleri üretilmesinin tedbirleri alınıp imkânları oluşturulur. Banka zenginlere hizmet eden kurum olmaktan çıkarılır. İstihdamı artırıcı her türlü tedbir alınır. Geliri adil paylaşmak için işçi-

Ekonomide Adil Düzen; devletin ekonomik işletmelerden çekildiği ama ‘kredi bütçesi’ ile merkezde bir ihtiyaç planlaması yaptığı, vergilerin sadece üretimden ve aynî olarak alındığı ‘faizsiz liberalizm’i savunmuştur.

işveren gibi ekonomik ve ticari ilişkiler menfaat ortaklıkları şeklinde tesis edilir. Kapitalizmin hastalıklarının ortaya çıkmasına engel ortamlar oluşturulur.68 Adil Düzen, ekonomik faaliyetlerin özel sektörce

68

yürütüldüğü, devletin sadece yardımcı olduğu, serbest

Bilimde Adil Düzen; fikrin suç sayılmadığı,

piyasa düzeninin geçerli olduğu özel sektörcü bir düzen

konuşma ve yazma dokunulmazlığının olduğu,

olarak sunulmaktadır. Üretimi talep yönlendirmekte,

deneylerin ve icatların kamu tarafından sigortalandığı, üniversitelerin okul öncesinden doktora düzeyine kadar ekolleştiği, ekoller arasında rekabetin olduğu çoğulcu bir yapıdır.

tekelleşme engellenmekte, kişi ve kurumlar arasında ayrım yapılmadan doğru müteşebbise faizsiz kredi verilmekte, devletin üretime ortak olarak katılması ve üretimden vergi değil katkısı kadar kardan pay alması öngörülmektedir. Kapitalizmin beş mikrobu olan faiz, vergi, darphane, banka düzeni, kambiyo bu sistemde ya

İnançta Adil Düzen; insanların inanç ve ahlâk

yoktur ya da tedavi edilmiştir. Faiz yoktur, vergi rastgele

olarak serbestçe örgütlendikleri, her inanç

ve keyfi olarak değil anayasa ile sabit oranlarda ve adil

grubunun devlete eşit, devletin de inanç gruplarına

olarak konulur. Tek çeşit vergidir ve bu da üretimden

eşit mesafede olduğu, inanç gruplarına üyelerinin sayısı ve suç işlememeleri oranında ödenek verildiği, her inancın örgütlenme ve grup içinde

alınır. Para karşılıksız değil ancak mal karşılığında basılır. Bankalar mevduatı halktan toplayıp zenginlere dağıtan, ihtiyaç sahibine gelince yüksek faizlerle kredi veren bir kurum olarak çalışmaz, işletmelerle kar

inanç ve ahlâkını yaşayabildiği çoğulcu ‘dindar

ortakları gibi çalışır, topladığı mevduata da kar payı

lâikliği’ savunmaktadır.”67

verir, faiz olmadığı için zarar ihtimali yok gibidir. Ülke parasının döviz karşısında değeri korunur. Sabit kur

Her ne kadar Adil Düzen adı altında getirilen

sistemi uygulanır. Döviz ihtiyacı ihracatla temin edilir.

önerinin sosyal, siyasi ve inançla ilgili yönlerinin

Faiz, maliyeti, sermaye ihtiyacını ve fiyatları artırdığı

de olduğu belirtiliyorsa da birçok yerdeki

için yatırımı önler, üretimi baltalar, yüksek faiz ve

gündeme getiriliş biçiminden ekonomik boyutun

haksız vergiler yatırım maliyetini ve ithalatı artırır.

oldukça baskın göründüğü, en azından bu yönün

Yalnız zenginlerin yatırım yapması yatırımları azaltıp

daha çok işlendiği söylenebilir. Bu bakımdan adil düzenin ne olduğu kısaca şöyle izah edilebilir: “Adil Düzen”de ekonomik faaliyetler özel sektörce yürütülür. Üretimi talep yönlendirir, tekelleşmeye ayırımcılığa izin verilmez. Doğru müteşebbise faizsiz kredi verilir. Kapitalizmin beş mikrobu olan faiz, vergi, darphane, banka düzeni, kambiyo bu sistemde ya yoktur ya da tedavi edilmiştir. Faiz en temel ekonomik sorun

tekelleşmeye neden olur. Faiz olmayınca para yatırıma yönelir ve yatırım maliyeti azalır, sermaye sıkıntısı olmaz. Ekonomik kararların hükümetin isteğine göre alınması istikrarsızlık yaratır. Kredi sırf teminat kriterine göre verilmez, tekeller engellenir, gelir dağılımı adil olur. Yatırım maliyetlerinin düşürülerek yatırımın artırılması istihdamı artırır. Üretimden işçi ve işverenin pay alması sağlanıp menfaat paralelliği oluşturulur. Hammadde, enerji, amortisman gibi yurtiçi üretim maliyetlerinin azalması ve finansmanın kolay tedarik edilmesi, bürokratik engellerin kaldırılması ihracatı artırır ve işsizlik azalır. IMF, Dünya Bankası ve NATO

http://www.hayrettinkaraman.net/kitap/

gibi ülkeyi fakirleştiren ilişkilerden kurtulmanın yolu

meseleler/1001.htm

adil düzendir. Hızlı kalkınma sayesinde dış borç azalır,

http://www.milligazete.com.tr/makale/gursoy-eroldan-

borç alan değil borç veren hale gelinir. Alacaklı ülkeler

adil-duzen-nedir-basin-bildirisi-90291.htm

krizleri atlatmada adil düzenin tek yol olduğunu görür.

66

67

36

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


İddia ettiklerini yapıp yapamayacağının

MNP’nin kuruluşu, Adil Düzen önerisinde

sorgulanabilmesi ve birçok yönden

gündeme gelenlerden daha farklı bir vaziyet

eleştirilebilmesini bir kenara bırakarak

arz etmektedir. Tam olarak dergâhın siyasi

bakıldığında, mevcut sistemin adaletli işleyişini

bir faaliyette bulunma planına bağlı olarak

hedeflemiş bir anlayış olarak kendi yaşadığı

kurulduğu söylenemese de başlangıçta İskender

sürecin bir sonucu olarak görülmelidir.

Paşa dergâhının siyasi kanadı gibidir. Dergâh

2011 seçimlerinde de Saadet Partisi seçmen karşısına benzer bir söylemlerle, “Yeniden Büyük Türkiye”nin inşası programı ile çıkıyordu. Bu programla beş yıl içinde ülkenin karşılaştığı sorunları çözmeyi, on yıl içinde de Türkiye’yi Avrupa’nın en güçlü ilk üç ekonomisinden biri haline getirmeyi vadetmişti.69 Siyasal bir parti olarak seçmen karşısına cazip ve alıcı önerilerle çıkmak işin doğası gereğidir. Partiler arası rekabet ortamı, ideolojik ya da siyasi yönü tercih eden partiler için işi biraz daha zorlaştırmaktadır. Çoğu zaman söylemek istediklerinin, söylenen sözün arkasında yok olmasına neden olmaktadır. Refah/Saadet Partisi için de böyle bir durum vardır.

ve parti arasındaki diyalog, siyasi faaliyetin gereğine inananların gelip Mehmet Zahit Kotku’dan izin ve icazet almasından ibaret olsa bile şu bir gerçek; parti dergâhın kanatları altında kuruldu. Özellikle kadro bakımından dergâh tarafından çok desteklendi. Kimi zaman ikaz edildi, kimi zaman teşvik edildi. Dergâhın devlet içindeki kolu her zaman partiden daha uzun olduğu için parti özellikle başlangıçta kollanıp gözetildi. Mehmet Zahit Kotku döneminde parti ile dergâh arasında bir sorun yoktu. Ancak onun yerine geçen damadı Esat Coşan döneminde partinin kendini daha önemli hissettiği tebarüz etmeye başladı. Partiye göre birincil olan siyaset, diğer tarafa göre birincil olan dergâhtı. Bu çekişme meselesine girecek değiliz. Ancak öne çıkma, gölgede

Kapitalizmin beş mikrobu olmadığı için bu sistemde enflasyon olmaz. Devletin gelirleri de artacağı için faizenflasyon kısır döngüsü olmayacaktır. Gerekli yatırım imkanları sağlandığı için yatırım projeleri artacak, sermaye güvenilir teşebbüse faizsiz verildiği

kalmış olmaktan bunalma gibi zaafları da göz ardı ederek söylemek gerekirse bu, partinin yaklaşımı bakımından şunu göstermektedir: Eğer hedef sosyal bir dönüşümse bu siyaset aracılığıyla olmalıdır. Erbakan 1979 yılında

içini üretim artacaktır. Bu, ürünün ucuzlamasını

hacda, Türk hacılara hitap ederken şöyle

ve birbirini tetikleyerek ekonominin büyümesini

diyordu: “Allah, Resulünü Kur’an ile bütün

sağlayacaktır. Böylece kapitalizmin hastalıkları olan,

batıl dinler üzerine, bütün beşeri sistemler

açlık, fakirlik, pahalılık, enflasyon, işsizlik, sömürü, geri kalmışlık, adaletsiz gelir dağılımı, uluslararası dengesizlik, dış borçlar, sosyal patlamalar, savaşlar, terör, mafya, rüşvet ve ahlaki çöküş ortadan kalkar.

üzerine hâkim olsun, onları iptal etsin ve Kur’an’ın hükmü geçsin diye gönderdi… İslam’ın hâkimiyetini kılmak kanunla olur. Bu da Meclise

Refah seviyesinin yükselmesi teknoloji kullanma

girmekle mümkündür. Onun için milli Selamet

imkanlarını artırır.

Topluluğu parti altında hizmet etmektedir.”70

Adil Düzen’de vergi beyana tabidir, vergi kaçakçılığı

Bir siyasi parti çatısı altında İslam adına

olmaz. Keyfi vergiler belirlenmeyeceği için hükümete

mücadele etmek orijinal bir fikir değildi. Başka

güven temin edilir, istikrar sağlanır. Vergi kardan değil,

İslam ülkelerinde de denenen hatta yanlış ve

devletin üretime yaptığı katkıdan kendi payını almasıdır.

cahili olduğu için şiddetli eleştiriler alan bir

Vergi adil olacağı için kimse vergi kaçırma ihtiyacı duymayacaktır. Adil düzen aynı zamanda ahlak düzeni olduğundan beyanlar samimi olur. Vatandaş devletin hakkını da kollar, az değil fazla vermek ister. Devlet de

denemeydi. Benzer eleştirilerle Refah ve Saadet gibi Milli Nizam, Milli Selamet partileri de karşı karşıya geldi. Gerek İskender Paşa dergâhı

fazla ödeyeni ödüllendireceği için gerçeği beyan etmek

gerekse Akıncı ve MTTB gibi daha radikal

vatandaşın lehine olacaktır. Zenginleşen ülke bütün

teşkilatlar aslında partiyi asıl bir faaliyet olarak

vatandaşların her türlü eğitim, sağlık, sosyal, kültürel

değil asıl faaliyetin önünü açacak yardımcı bir

ve ekonomik ihtiyaçlarını kolayca karşılayacaktır. (http://home.arcor.de/necmeddin_erbakan/kitaplar/

unsur olarak görüyorlardı. Belki bunun gibi etkenlerden parti, fırsat buldukça radikal bir

sorucevap.html) http://www.saadet-izmir.org.tr/haber/uretim-ve-

69

adalet-merkezli-adil-duzen

MSP Davası ve 12 Eylül, Sadık Albayrak, Araştırma

70

Yayınları, S. 47

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

37


söylemi tercih etmekteydi. Ak Parti’ye kadar

toplumla ilgili anlamında geçmiş olan “social”

da belli İslami çevrelerden, başka partileri de

kelimesine dayanmaktadır. Sosyal adaletçilik,

tercih edenler olmasına rağmen İslami endişeleri

toplumsal eşitlikçilik gibi ifadeler de sosyalizmi

temsil etmekte tek parti konumundaydı.

çağrıştırmakta ya da o anlamda kullanılmaktadır.

“RP’nin temel açmazı ‘katı ideolojik parti’ görünümünden (gerçeğinden) ‘kitle partisi’

Sosyalizm, bu durumda toplumculuk demek olur.

olmaya geçememesi”71 olarak görülüyor olsa

İçerdiği yelpazeden dolayı çeşit ve

da 12 Eylül öncesi Mitinglerde açılan, “İran’da

fraksiyonlarına göre sosyalizmin, farklı

Humeyni, Türkiye’de Erbakan” “İslami devlet

tanımlarına rastlanmasına rağmen hepsi

er geç kurulacak elbet” “vur de vuralım, kır

de Marksizm’e dayanmaktadır. Marksizm’in

de kıralım, öl de ölelim” “İslam milleti şeriat

olmazsa olmazı, temeli ise üretim araçlarının

devleti” “Şeriat İslam’dır, anayasa Kur’an’dır”

bireysel mülkiyetten arındırılıp kamuya tahsis

gibi pankartlar ile adil düzen arasında bir mesafe

edilmesidir. Bu, toplumun ekonomik, dolaylı

olduğu söylenebilir. O zamanki durum sadece

olarak da siyasi gücünü temsil eden üretim

seçmenin şeriat talebini dile getirip partinin

araçlarının, emeğin sahibi olan işçiye verilmesi

sukut/ikrar etmesinden ibaret değildir. Bu

demektir. Dolayısıyla adalet, eşitlik gibi insani

talebi ve mevcut düzenin İslam’la değiştirilmesi

değerler, emeğin hak ettiğini alması anlamına

gerektiğini partinin birçok mensubu ve

gelmektedir. Siyasi ve ekonomik bütün

milletvekili de dile getirmiştir.

toplumsal hastalıkların kaynağı emek-mülkiyet

Patates dinine ve pansuman tedbirlere karşı

dengesizliğidir.

olan, tabana radikal talepleri olduğu izlenimini

“İslam Sosyalizmi” ise 1940’lı yıllarda başlayan;

veren yapı, adil düzen talebini daha önce

özellikle Mısır, Suriye, İran ve diğer bazı İslam

de gündeme getirmiş ve bunu hedef olarak

ülkelerinde Mustafa Sıbai, Ali Şeriati hatta

göstermiştir. Ancak son dönemde gündeme

Seyyid Kutup gibi isimlerin zikredildiği bir

gelen önerinin içeriği öncekilere göre daha

tartışma konusudur. Ali Bulaç bu tartışmayı

yumuşatılmıştır. Sistemi değil, sistem içi

Faik Bercâvî’nin “İslam Sosyalizmi” (1945) ile

değişimin talep edildiği kendini daha kolay ifade

başlatmaktadır. İslam sosyalizmi tartışmasının

eder hale gelmiştir. Bunda belki diğer Müslüman

40’lı yıllarla başlamasına rağmen 20. Yüzyılın

ülkelerde meydana gelen siyasi gelişmelerin ve

başlarında İzmirli İsmail Hakkı’nın konuyla ilgili

kültürel çalışmaların etkisi vardır. Yukarıda da

bir makalesinin yayımlandığını, Mısırlı meşhur

örneklerini gördüğümüz öneri ve tartışmalarda

şair Ahmed Şevkî’nin (1868–1932), Peygamber’i

sistemin değiştirilmesini değil ıslah edilmesini

“sosyalistlerin imamı” olarak nitelediğini de

hem de bunu şeriat talebi olmadan yapmayı

hatırlayalım. Cemil Meriç’e göre “sosyalizmin

öne süren düşünceler MSP çizgisine etki etmiş

İslamileştirilmesi veya Araplaştırılması işinde

olabilir.

başrolü Afganî (1838–1897) oynamış” ise de bizce tartışmanın bu kadar geriye götürülmesi mümkün görünmemektedir. Türkiye’den

İslami Sol

ise Nurettin Topçu “Anadolu sosyalizmi”

Türkiye’de “sol” denince anlaşılan sosyalizmdir.

kavramsallaştırmasıyla bu tartışmaya

Ancak sosyalizmin kendi içinde liberalizmden

katılanların ilklerindendir ve “sosyalizm,

anarşist Marksizm’e varana kadar bir yelpaze

devrimizin şeriatıdır” diyecek kadar ileriye

çizdiğini unutmamak gerekir. Kelimenin

gitmiştir. Aynı yıllarda Hüseyin Hatemi’nin

aslı olan sosyal, Hint-Avrupa dil kökünde

“İslam Açısından Sosyalizm” telifine, Roger

bir şeyin peşinden gitmek anlamına gelen

Garaudy’nin “Sosyalizm ve İslamiyet”inin

“sok-yo”dan, Latinceye müttefik anlamında

tercüme edilmesine rağmen bu tartışmanın ciddi

“socius”, Fransızcaya toplum, toplumsal,

ve kayda değer boyutları Türkiye dışındadır ve Türkiye’de bu tartışma, yukarıda adı geçen isim

Ayet ve Slogan Türkiye’de İslami Oluşumlar, Ruşen

71

Çakır, Metis Yayınları, S. 222

38

ve ülkelerin ciddiyet ve derinlik boyutuna hiçbir zaman ulaşamamıştır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Hamid İnayet’e göre; kamu ve birey menfaatlerindeki denge, devlet kontrolü, servetin eşitçe dağıtımı gibi konularda sosyalizm, İslam’ın yüksek mizacına benzerlikler göstermektedir. Sosyalizmin Hegel ve Marks’la olan ilgisinden ve İslam’ın özel mülkiyeti onaylamasından dolayı aralarında ihtilaflar çıkması mümkün ise de “ne Hegelcilik ve Marksizm sosyalizmin ayrılmaz parçalarıdır, ne de özel mülkiyet İslam’ın esas ve değişmez doktrinlerindendir.” İnayet’e göre resmî, fundamentalist ve radikal olmak üzere üç tür İslam sosyalizmi versiyonu vardır. (Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, Yöneliş Yayınları) Resmî Versiyonu, 1961’de Nasır’ın, Mısır’ı endüstrileşmiş bir devlet haline getirmek

cevap vermektedir. Sıbai’nin tezinin geniş bir tartışma yarattığı bilinmektedir. Bu kadar tartışma yaratan Sıbai’nin “İslam Sosyalizmi”nden kastı ne idi: Sıbai, sosyalizm ile İslam arasında benzerlikler kurarken aslında pek ayrıntıya girmez. “Ona göre İslam sosyalizmi dört unsurdan oluşur: Bütün vatandaşlara doğal haklar, bu hakları teminat altına alan ve düzenleyen yasalar, karşılıklı sosyal sorumluluk yasaları ve son olarak da ilk üç hususun uygulanmasını garanti altına alacak destekler ya da müeyyideler.72 Sosyalizm söz konusu olduğunda mülkiyet, birinci dereceden bir mesele haline gelmektedir. Sıbai, kamulaştırmanın İslam’da hayati öneme

için sosyalizmi benimsemesiyle başlatıyor.

sahip olduğunu ifade eden birçok hüküm ve

Ancak bundan önce de toprak mülkiyetinin

kurum olduğu düşüncesindedir. Delil olarak da

sınırlandığını fazlasının çiftçilere dağıtıldığını

“Üç şey halkın müşterek mülkiyetindedir: Su,

hatırlatıyor. İnayet’e göre Nasır, bunu “Arap

otlar ve ateş.” hadisini ileri sürmektedir. Bir

Sosyalizmi” olarak nitelemekle bunun diğer

başka rivayette tuz da bulunmaktadır. Sıbai’ye

sosyalist ülkelerden alınma bir şey olmadığını,

göre bu maddeler o dönem çöl hayatının

İslam’ın adalet ilkesinin bir ürünü olarak İslamî

temel ihtiyaçlarıdır; bunların çoğaltılması

nitelikli bir sosyalizm olduğunu anlatmaya

mümkündür. Bugün bunlar, su, su arzıyla ilgili

çalışıyordu. Nasır’ın “ulusal heyecanı onu Arap

bütün yapı ve vasıtalarını; ateş, elektrik ve

ulusçuluğuna, idealleri ve küresel konjonktür

benzeri enerji kaynaklarını… içine alacak şekilde

sosyalizme yöneltirken nihayet toplumsal realite

genişletilebilir; vakıf ve hima gibi kurumlar da

ve belki kişisel hayatı onu İslam’la karşı karşıya

mülkiyetin kamulaştırılmasından ibarettir.”

bırakıyordu.” Ancak Mısır’ın üçlü sacayağından biri olan İslam, zamanla sosyalizm ile Arap

Emin el-Huli de Sıbai’yi eleştirenlerdendir. Hûlî,

ulusçuluğu arasında boğulmaktadır.

Sıbai’nin eserinden önce Kur’an’daki servetle

Şüphesiz ki, Mısır’da İslam sosyalizmi

ulaşmıştır: Kur’an’ın sadece söyledikleri değil

taraftarlarının, El-İştirakıyyetü’l-İslam (İslam

işaret ve imaları da geçerlidir. Kur’an servetin

Sosyalizmi) çalışması ile öncü ve sosyalizmin

tamamen kamu malı olmasına ve bireysel

İslam’la uyumunu ispatlayan bir kaynak olarak

mülkiyetin ortadan kaldırılmasına karşı çıkmaz.

gösterdikleri Mustafa Sıbai, bu tartışmanın

“Bu ifadelerine dayanarak Nasr Hâmid Ebu Zeyd

en önemli ismidir. Kitabının resmî yayınevi

onun ilk İslam solcusu, gerçek bir sosyalist

tarafından basılmış olması da önemlidir. Bu

olduğunu söyler.”

kitabın İslam Sosyalizmini Nasır’dan önce 1959’da dile getirdiği de hatırlanmalıdır. Baas rejimi tarafından 68’de idam edilen Iraklı Abdülaziz el-Bedri, Sıbai’yi ilk eleştirenlerdendir. Bedri’nin “İslam ve Sosyalizm”i, Irak rejimince desteklenen İslam sosyalizmi düşüncesine

ilgili bütün ayetleri bir araya getirmiş, şu teze

İnayet, Fundamentalist Versiyon içinde ise Seyyid Kutub’u zikreder. Bunun sebebi yukarıdaki hadise göre Kutub’un bireysel mülkiyeti mutlak ve mukaddes olarak görmemesidir. Kutub aslında sosyalizm

reddiyedir. Sıbai’nin yakın arkadaşlarından,

dahil bütün beşeri ideolojileri cahiliye olarak

Suriye İhvanı’nın en güçlü isimlerinden Şeyh M.

nitelemekte ve reddetmekte; biri Allah’a,

Mahmud Hamid de Bedri’nin yolundan giderek

diğeri beşere dayanan sistemlerin bir araya

Sıbai’nin İslam Sosyalizmi kitabına Nazarât fi kitâbi İştirakıyyetü’l-İslam adında bir kitapla

Hamit İnayet, Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, Yöneliş

72

Yayınları, S.269.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

39


getirilemeyeceğini söylemektedir. Özellikle

çalışmaları İslam dünyasının tercihlerini de

“Yoldaki İşaretler”de bunu net olarak

etkilemiştir. “İnayet, İslam-Marksizm sentezi

yapmasına karşın bu versiyon içinde adının

eğiliminin en güçlü temsilcisinin 60’ların başında

geçmesinin nedeni “sosyal adalet” konusunda

İran’da kurulmuş olan Sâzman-ı Mücahidîn-i

geleneksel ulemadan farklı düşünmesidir. Farklı

Halk (Halkın Mücahitleri Örgütü) olduğunu

düşünmesinden de öte “eski dönemlerinin

söyler.” Bunlar için en önemli konu, bütün

etkisiyle” özellikle “sosyal adalet”in yer yer

sosyal kötülüklerin kaynağı olan özel mülkiyet

sosyalizan çizgiler taşıdığı iddiasıdır.

ve sınıf mücadelesidir. Buna bağlı olarak bütün

Hamit İnayet’e göre Sudan’da statükoya ağır eleştiriler getiren Mahmud Muhammed Tâhâ (1909–1985) da Selefiliğine rağmen sol hanesinde değerlendirilebilecek bir düşünürdür. Tâhâ’ya göre “İslam’ın sunduğu adalet kanunu, üç temel ilkeye dayanır: Ekonomik eşitlik (sosyalizm), siyasî eşitlik (demokrasi), sosyal eşitlik (her renk, ırk ve dinden insan arasında).” Ona göre iki kutuplu dünyada İslam dünyası yeni bir kutup oluşturmalıdır. Bu da demokrasiyle sosyalizmi birleştiren bir organ içerisinde mümkündür. 7. yüzyılda Müslümanların Arap ve Bizans arasından üçüncü bir güç olarak çıkması gibi… Zikredilmesi gereken bir başka isim ise “İslami Sol” (el-yesâru’l-islam) kavramını kullanan Hasan Hanefi’dir. Ona göre İslami sol projesi; “Doğu’dan ve Batı’dan, Marksizm’den, liberalizmden, Şia ve Haricîlikten uzak; ümmetin içinde bulunduğu gerçekleri ifade eden, fikrî, ictimaî, medenî ve siyasî bir söylemdir. Kökü, Kitap ve Sünnet’e uzanır ve sadece ümmetin maslahatını arar.” Bu, ümmetin ihtiyaçlarını dile getirdiği, ortaya konan değerler de İslam kültüründen devşirildiği için İslam’ın Marksist bir elbise içinde sunulması değildir. Projesine daha sonraları “Aydınlanmacı Sol” demesi Sovyetlerin yıkılıp sosyalizmin cazibesini kaybetmesinden sonradır.

40

üretim araçlarının kamuya ait olması çağrısı gelmektedir. İlginç bir nokta, bu düşünceye “Yeryüzünde zayıf düşürülenlere ihsan edelim, onları önderler, mirasçılar kılalım istedik.” (Kasas: 5) ayetinin delil gösterilmesidir. “Ezilen sınıfların devrimiyle kapitalizm yıkılacak, iktidara ve üretim araçlarına, çalışan sınıf mirasçı olacak ve dahası, Allah’ın yeryüzündeki halifeleri durumuna geleceklerdi. Bununla Marks’ın insanlık tarihinin son merhalesi olarak öngördüğü sınıfsız komünal toplumu kastediyorlardı.” Yaklaşım, diyalektik ve tarihsel materyalizmden farklı değildi ama kendisini dini deyim ve kutsal ifadelerle temellendirmeye çalışmaktaydı. İnayet, Ali Şeriati’yi radikal versiyonun başlıca ilham kaynağı saymaktadır. Şeriati, İslam ve sosyalizmi iki ayrı dünya görüşü olarak yan yana getirir, fakat herhangi bir kompleksle onları sentez etmeye çalışmaz. İçinden geçtiği eğitim formasyonunun da yardımıyla “bütün İslami kavramları bir İslam sosyolojisi kurmak amacıyla sosyolojinin verileri ve Marksist bir bakış açısıyla yeniden yorumlamaya çalışır.” Marks’a benzer bir şekilde insanlık tarihinin bir sınıf mücadelesi olduğunu onaylar. Fakat söz konusu iki kutup Habil ile Kabil’dir, mücadele de bu ikisi arasındadır. Nihayetinde bunu ekonomik hayat ve sınıfsal statüye bağlamaktadır. Kabil kutbu üç boyutlu bir egemenlik sitemidir:

Radikal Versiyon: “Nasır”cılık bunalıma

militarizm (Firavun), klerisizm (Bel’am) ve

düştükten sonra Mısır’da İslam sosyalizmi tezleri

kapitalizm (Karun)… Diğer bir ifadeyle siyasî

zayıflamış, 67 yenilgisinden sonra Araplar daha

iktidar, iktisadî iktidar ve resmî din adamı… İkisi

etkin bir siyasî doktrin arayışına girmişlerdir.

birbirine mezcedilemeyeceğinden Şeriati’nin

Bu versiyonun en belirgin özelliği Marksizm’le

“oturup planlanmış bir İslam sosyalizmi tasarısı

uzlaşan bir yaklaşıma sahip olmasıdır. Bu

yoktur.” Marksist sosyolojinin verilerini kullandığı

da, dünyanın genel eğilimine bağlıdır. Ayrıca

ise bir gerçektir. Yazılarında da sosyalizmi

Stalin’den sonra Rusya’nın üçüncü dünya

değil daha çok onun teorik ve bilimsel kaynağı

ülkelerine ilgisinin artması, Amerika’yla

olan Marksizm’i ele alır. “Marksizm’den

aralarındaki bloklaşma sebebiyle dünyayı yandaş

haberdar olmaksızın, tarih ve toplumun idrak

veya karşıt olarak konumlanmaya mecbur etme

edilemeyeceğini söyleyecek kadar onun

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


bilimselliğine inanır.” Batı ideolojileri içinde

yakıştırılan solculuk, İslamcı sosyalist, solcu

özellikle dikkate almak gerektiğini düşündüğü,

Müslüman gibi ifadeleri doğrudan kabul etmiyor.

kapsamlı bir ideoloji olarak gördüğü Marksizm’e

Ancak kendisi ile sol arasında kurulan irtibattan

ciddi eleştiriler getirir, tek boyutun dışında bütün

rahatsız olduğu da söylenemez. Müslümanlar

insani boyutları reddettiğini söyler. Bir taraftan

sosyal konulara gafil iken sosyalistlerin

reddederken diğer taraftan ondan neden

toplumun vicdanı olduklarını düşünüyor. Şimdiye

faydalandığını açıklamak üzere Şeriati’ye göre

kadar sol ile İslam arasında bir diyalog/ittifak

üç ayrı Marks olduğu ileri sürülmektedir: “Genç

kurulmadığını fakat artık Orta Doğu ile ilgili bir

Marks, olgun Marks ve yaşlı Marks. Avrupalılar

geleceğin sosyalistlerle Müslümanların ittifakı

tarafından gereğinden fazla büyütülen genç

dışında olamayacağını söylüyor. “İslam’ın

Marks, her şeyden önce diyalektik materyalizmi

ekonomi-politik yorumunun sosyalizme yakın

savunarak tanrıyı, ruh ve uhrevî yaşamı inkâr

olduğunu, Lehu’l-mülk şiarının komünal

eden bir filozoftur. Olgun Marks, bir sosyal-

mülkiyet anlayışını çağrıştırdığını” düşünmesine

bilimci olarak patron sınıflarının ezilenleri ve

rağmen sosyalizmi ve komünizmi ifade ettikleri

işçileri nasıl sömürdüklerini açıkça ifşa eden, alt

ideoloji ve terimsel içeriği nedeniyle reddediyor.

yapı ile üst yapı ilişkilerini inceleyen gelişmiş

Tavrına ise “Sosyal İslam” diyor. Bunu da

Marks’tır. Üçüncü Marks ise devrimci bir parti

İslam’ı “sosyal yönü ağırlıklı bir din olarak”

oluşturarak çoğunlukla politik açıdan zorunlu

düşünmek şeklinde izah ediyor; “sosyal” ile

ve fakat kendi sosyal metodolojisiyle tam

akraba bağlarını yani aile, yakın çevre, konu

olarak örtüşmeyen öngörülerde bulunan yaşlı

komşu, arkadaş çevresi, mahalle gibi insani/

bir politikacıdır.” Engels’in tahrifleri, Stalin’in

İslami toplumsal bağları kastediyor. Bu tür

materyalizmi ile “Marksizm bilimsellikten

sosyal diyalogların/örgütlenmelerin çözülmesi

uzaklaşmış, ekonomik dar bakışlı materyalist,

ve “akrabaya” güvenin zayıflamasıyla insanların

durağan ve yüzeysel bir inanca dönüşmüştür.”

bireyselleştiğini, kapitalizm karşısında

Şeriati’nin övdüğü, bilinmesi gerektiğini

savunmasız kaldığını; bunun panzehirinin ise

düşündüğü olgun Marks’tır. İslam ile Marksizm

Sosyal İslam olduğunu düşünüyor.

arasındaki politik, ekonomik ve ahlaki çatışma insan tanımına dayanmaktadır. Biri, insanı tevhid esasına göre tanımlarken diğeri, üretim esasına göre açıklamaktadır. “Şeriati, Marksizm ile İslam arasındaki uzlaşmazlıkları ve çatışmaları vukufiyetle bilen fakat Marksizm’in bir ideoloji olarak değil, bir bilim olarak tarih ve toplum için göz ardı edilemeyeceğini savunan alışılmadık bir aydındır. Marksizm’i, reddetmesine rağmen, gençlerin harekete-kıyama yöneltilmeleri için sol terminolojiden yararlanmış olduğu gerçeği yadsınamaz.”73

Yaklaşım biçiminin en önemli noktası, mülkiyeti insanlığın dolayısıyla da İslam’ın/ Kuran’ın en temel konusu olarak görmesidir. Toplumsal bütün problemler toplumun “mülkiyet” konusunda yanlış davranmasından kaynaklanmaktadır. Eliaçık, özel mülkiyeti reddetmiyor ancak bölüşmenin ve paylaşmanın zorunlu olduğunu söylüyor. Bu, doğal olarak belli bir miktarın üstünde mal edinmenin yasaklanması anlamına gelmektedir ki, bununla ilgili azami gelir/tüketim rakamları da tespit ediyor.

Türkiye’de son zamanlarda adı “İslamcı Sol” ile birlikte anılan bir isim İhsan Eliaçık’tır.74 Eliaçık, sola giden söylemleri sebebiyle kendisine Mehmed Said, İslam Sosyalizmi ve Ali Şeriati,

73

Musa ile Firavun arasındaki problem, Musa mülkü Allah’a atfederken Firavun’un, tanrısı Ra adına Mısır mülkünü kenz (biriktirme) edip temerküz (merkezileştirme) karakteri haline

Nida Dergisi, http://www.nidadergisi.com/default.

gelmesidir.75 “Firavunluk bir ülkede “mülkün”

asp?sayfa=sayioku&id=178

ele geçirilmesi ile başlar.” Kenz ve temerküzün

Bu bölümde başvurulan ve alıntı yapılan kaynaklar:

doğasında olan onu ele geçirince hegemonyaya

74

www.ihsaneliacik.com www.adilmedya.com sitelerindeki makaleler R. İhsan Eliaçık, Daru’s-Selam, İnşa Yayınları R. İhsan Eliaçık, Devrimci İslam, İnşa Yayınları

yönelmektir. Bu durumun sürüp gitmesi Allah’ın “Firavun ‘Onları bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden

75

ve itibarlı makamlardan uzaklaştırdığımız için böyleler.’ diyordu.” (Şuara; 57-58)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

41


nimetini (rızık ve rızık kaynaklarını) inkâr ve

arasında dönüp dolaşıp tekelleşmesine,

halka karşı işlenmiş bir suçtur. Kur’an buna

tahakküm aracı haline gelmesine karşı çıkıp

taşmak/haddi aşmak (tuğyân), bunu yapana da

halka dağıtılması sağlanmalıdır. Bunları

taşan/haddini aşan (tâğût) der.76

kullanarak ilahlık taslayanlar reddedilmelidir.

Açlık ve yoksulluk Kur’an’ın mantığı açısından birinci dereceden bir sorundur. Bütün her şey bundan sonra gelir. “Dünya ve ahiret Allah’ındır”77 ve “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır”78 gibi ayetlerden anlaşılacağı üzere büyük günah, “sahiplenme” (mülk) ile ilgilidir. Çünkü “İnsan için emeğinden başka hakkı yoktur.”79 Bunu unutup örneğin çit çevirerek, emeği sömürerek, insanlar açlık yoksulluk içindeyken zenginlik, bolluk ve refah içinde yaşamak vs. Allah’ın mülkünü ve insanların alın terini sahiplenmeye kalkışması büyük günah (kebâire’l-ism) olmaktadır… Emeği sömürmek Kur’an’a göre en büyük günah olup Allah’a şirk koşmak demektir. İsraf, başkasının emeğini sömürüp harcamak, küfür, mülkün Allah’a ait

oluyor. Yani iş “Lehu’l-mülk” ile başlıyor. İkisi birbirinden koparıldığı için bugün “La ilahe illallah” mülkle (bilgi, iktidar ve servet) ilgili anlaşılmıyor. Halbuki bu Peygamberimizin dilinde hep “La ilahe illallah-u vahdehu la şerike leh, lehu’l-mülk ve lehu’l-hamd…” şeklinde geçerdi. Yani Allah’tan başka ilah yoktur, O’nun ortağı olamaz çünkü mülk O’nundur, övgüye layık yalnızca O’dur… Allah da dünyada vücut olarak bulunmadığından mülk toplumundur, kamunundur demektir. İslam’ın, doğduğu Mekke’de başlattığı mücadeleyi tarihin akışı içinde o anda Mekke’de bulunan zenginlere karşı kölelerin, mülksüzlerin safında yer tutarak gerçekleştirdiğini unutmamak gerekir.

olduğu gerçeğini örtmektir. Hırsız zenginin

Eliaçık’ın dini ritüelleri değerlendirmesi de aynı

malını çalan yoksul değildir. Yoksulun emeğini

yaklaşıma dayanmaktadır. Onlar dinin direği

sömüren zengindir.

değil; gereğidir. Bu ritüeller, dini düşüncenin

Kur’an’da fesat sanıldığının aksine sahip olmak (mülk) yani ele geçirmekle ilgilidir. İnsanları ve toplumları tanımlamak için kullanılan Müslüman, mü’min, münâfık, kâfir, zâlim, hakk, bâtıl, adâlet, tevhid, şirk gibi nitelemelerin içi mülk (servet ve iktidar) ilişkileri ile doldurulduğunda ete kemiğe bürünür. Yoksa soyut kalırlar. Nitekim 37. sureye kadar putların adı geçmiyor. Yani Peygamber altı yıl boyunca putlardan hiç bahsetmemiş. Mülk meselesini işlemiştir. Mülkiyet sınıflaşmanın ve zulmün nedenidir. Bütün çağların sorunu bu olduğu için Peygamberler bunun mücadelesini vermiştir. Günün deyimiyle toplumu orta sınıflaştırmaya çalışmışlardır.

sözü olan “Lehu’l-mülk’den başkası değildir. Öyle ki zamanımızda kelime-i tevhid “Lehu’lmülk” olmak icap eder. Mülkün yani servet, iktidar ve bilginin; yönetici, zengin ve bilginler “Firavun’a git, çünkü o tuğyân etti/tâğût oldu.” (Naziat:

76

17) Necm; 53/25

77

Necm: 53/31

78

Necm: 53/39

79

kendisi üzerinden aktığı simgeler olarak evrenselliğinin gereğidir. Fakat bunlar amaç değil nihayetinde araçtırlar. Hayatla bağları koparıldığında anlamsız hale gelirler. Asli şekillerinde Yahudiler için Cumartesi yasağı altı günde biriktirilenin infak edileceği günü, Hıristiyanlıktaki komünyon ayini paylaşmayı ifade etmektedir. İslam’da da her bir menasikin böyle bir anlamı vardır. Bu sebeple ben de diyorum ki: Ruhaniyet de, maneviyat da yemin ederim ki açların ve yoksulların yüzündedir. Onları Kur’an’ın “Allah’ın yüzüne” (li’vechillah) nispet ettiğini okuyunca sanırım benim gibi siz de şaşıracaksınız… Bunları anlamak için Kur’an’a alttakilerin (açların ve yoksulların) gözüyle bakabilmek lazımdır. Dinlerini “tapınak dini”

Bugün de haykırılması gereken şey, zamanın

42

“La ilahe illallah” kelime-i tevhidin ikinci bölümü

ve “zengin eğlencesi” haline getirenler, başta oruç, iftar ve sahur olmak üzere İslam’ın özgün ritüellerini tahrif etmişlerdir. O halde yapılması gereken, infak etmektir. Ancak infak kırkta bir veya sahip olunanı meşrulaştırmak için verilen sadaka değildir. “Sosyal İslam” anlayışının siyasi, ekonomipolitik olarak diriltilmesidir. Böylece boyunduruklar kırılacak, köleler özgürleşecek, yoksullar doyacak, açların yüzü gülecek ve

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ezilenler yeryüzünün önderleri olacaktır. İnfak

Ekonomi siyasetin önüne geçmiş gibidir. Bugün

edilmesi gereken “afv”dan kasıt ihtiyaç fazlası

global sermaye egemenliği yok olsa dünya rahat

ne varsa odur.

80

Zekât müessesesi kırkta bir

bir nefes alır. Bu bakımdan mülkiyet üzerinden

sistemi değil arınma, temizlenme kurumudur. İlk

giden bir söylem tercih edilebilir. Ancak eleştiri

Müslümanlar bunu böyle anladıkları için zengin

konusu olması gereken iki husus var: Birincisi

iken Müslüman olan sahabeler devlet idaresinde

mülkiyetin tarih boyunca insanlığın temel sorunu

öldüklerinde meteliksiz idiler. Ayrıca Kur’an’ın

olmadığı; ikincisi ise çağımızın sorunlarına karşı

istediği aslında “orta sınıflaşmış” bir toplumdur

mülksüzleşmenin doğru bir öneri olmayacağıdır.

da denebilir. Böyle bir toplum ekonomi-politik olarak sağlam durur. Krizlere dayanıklıdır. Kin ve nefret üreten sınıf çelişkilerinden ve derin uçurumlardan arınmıştır. Sermaye biriktirerek dev yatırımlara dönüştürme meselesi eşit hakka sahip emek-sermaye ortaklıkları ile sağlanır. Yani bir adam tek başına bütün köyün ağası veya bütün fabrikanın ebediyen patronu olamaz, olmamalıdır. Emeğin değeri sermayeye eşit olmalıdır. Kâr büsbütün tek bir kişiye akmamalı, hakça bölüşülmelidir. “Adalet Devleti” bunu denetlemeli ve koordine etmelidir. Burada asıl olan özel veya devlet mülkiyeti değil; toplumsal

Hz. Şuayb’ın toplumu gibi mülkiyet konusunu suiistimal edenler her zaman olabilir ancak ifsat, farklı toplumlarda farklı noktalardan başlayabilir. Bir toplumun ifsadına neden olan ahlak, siyaset, eğitim gibi birçok husustan söz etmek mümkündür. Bunlardan biri başlangıç veya temel olabilir. Ama sadece bir noktadan yola çıkan ıslah çalışmasının başarı şansı zayıftır. Buna iktidar meselesi de dâhildir. Allah’ın verdiği mülkiyet hakkının suiistimal edilerek zulüm aracı haline getirilmiş olmasına karşı Müslümanların, global sermaye anlayışının belirleyici olduğu

mülkiyettir…

günümüz dünyasında mülksüzleşmeyi bir

Peygamber’in vasıflarını eşi Hatice öyle

bir yöntem olacağı daha iyi analiz edilmelidir.

sıralamıyor muydu?

Böyle bir analiz ve tartışmada mülkü doğru

yöntem olarak benimsemesinin ne kadar doğru

kullanmakla özel mülkiyeti birbirinden doğru

Öksüzü korumak…

noktada ayırmaya da özen gösterilmelidir.

Yoksulun yanında olmak… Ve asla yalan söylememek… “Öksüzü korumadan”, “yoksulun yanında olmadan” İslam mı olur sanıyorsunuz?

Sonuç Topluma ve çağa ait hastalıkların, problemlerin çözümü ile ilgili Müslümanlardan gelen öneriler bunlarla sınırlı değil elbette. Dünyanın birçok bölgesinden, birçok isim ve öneri sayılabilir.

***

Seçilenlerden kimisi bir anlayışı, kimisi ortaya

Bu yaklaşıma İslam’ın özel mülkiyete izin verdiğinden kalkarak bir eleştiri getirecek değiliz. Bunun tutarlı bir tavır olmadığını da belirtmek isteriz. İslam’ın özel mülkiyeti tanıdığı da aşırı biriktirmeye daha önce karşı çıkan âlimler olduğu da doğrudur. Bunu tartışmak apayrı bir mesele. Bizim belirtmek istediğimiz, problemin doğru teşhisi edilip edilmediği ile ilgilidir. Zira doğru teşhis problem çözümünde birinci öncelikli bir husustur. Çağımızın mülkiyet konusunda geçmişten farklı yönleri vardır. Global ya da yerli sermaye siyasi iktidarları belirleme ve yönlendirme gücüne sahiptir. “Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaç

80

fazlasını…” (Bakara; 2/219)

çıkan bir durumu, kimisi yeni yaklaşımları, kimisi yerel oluşları nedeniyle tercih edildi. Modern dünyaya nasıl müdahale edileceğine dair bir başka öneri olan Kürşat Atalar’ın “Düşüncenin Okullaşması”na bu yazı içinde yer verilmemesinin nedeninin, bu sayı içinde kendi kaleminden konuyla ilgili bir yazısının bulunmasıdır. Bu kadarcık isim ele alındığında bile çok çeşitli öneri ve eleştirilerle karşılaşabiliyoruz. Bu çeşitliliğin öncelikle bir dinamizme işaret ettiğini kayıt altına almalıyız. Bu durum Gazali’den sonra yaşanan durgunluğa müdahale bilinci, azmi ve cesaretini ifade etmektedir. Müslümanlar, içinde bulundukları dünyayı ve ona

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

43


nasıl müdahale edileceğini gün geçtikçe daha iyi tespit etmektedirler. Değinilen örnekler bunun güçlü sinyallerini vermektedir. Gördüğümüz bir başka husus ise birbirlerinin arasındaki farktır. Tabir caiz ise, birinin ak diktatörlüğe, diğerinin önerisi liberalizme kapı açmaktadır. Kıyaslama, eleştirme ve hangisinin neye göre yanlış/doğru olduğunu tespit etmek bir yana, bu durumun söz konusu dinamizmden kaynaklanan bir zenginlik olup olmadığı bile Müslümanlar arasında ihtilaflıdır. İhtilaflar, çoğu zaman bu önerilerden istifade etmeyi de suya düşürmektedir. Oysa her çaba doğrudan doğruya kendi yerel ve tarihsel şartlarının ürünüdür. Ve denk düştüğümüz durumlar için hazır bir tecrübe durumundadır. Samimiyetinden şüphe etmediğimiz çabaları en azından anlamaya çalışmak gerekir. Zira kendi yerel koşullarının ürünü olan canlı bir şeyi anlamadan ona karşı konacak hiçbir tavır olumlu sayılamaz. Dinin kendisi hayat için en doğru formüldür. Ondan kendisi için çare devşirmeye çalışanların ürünlerinde ise birçok hata bulunabilir. Ancak hiçbir çabayı doğru değerlendirmeden ne doğrusunu ne de yanlışını anlamak mümkün değildir. Doğru yolun belki kimi biraz sağında kimi biraz solunda seyrediyor. Bunu her bir fırka ve hizbin başkaları hakkında tespit etmesi kolaydır. Ama ne tür bir diyalog veya müdahalenin diğerini hizaya getireceğini hesap ederek davranma olgunluğu, henüz yeterince gelişmiş değil. Bugün geldiğimiz aşamada, İslam adına ortaya konan çabalar belki birbiriyle çelişki yaşıyor. Umarız bu çabaların birbirini dışlayan ve ötekileştiren tutumları, yakın gelecekte birbirinden istifade etme ve diğerinin eksiğini tamamlama şekline dönüşür. Zira ortada olan büyük bir gerçeğin her yönünü kuşatabilecek bir öneri, bir kişinin hatta hizbin güç ve idrakinin

www.islamiyorum.com

dediğine diğeri kara demektedir. Birinin önerisi

üstündedir. Kuşatıcı önerilerin ortaya çıkabilmesi için o konuda ortaya konmuş olan fikirlere taşıdıkları samimiyet oranında saygı duymak ve onlardan istifade etmesini bilmek gerekir.

44

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Dosya: İslam Modern Dünyaya Nasıl Müdahale Edecek?

Makale 3

İslam (Müslümanlar) Günümüz Dünyasına Nasıl Müdahale Edecek?

Nuri Yılmaz

“İslam nasıl müdahale edecek” şeklinde bir

Müslümanlar, sorunlarına çözüm ararken hep

başlıkla başlamak zorunda kaldık.

İslam’ı tanımladılar ve İslam adına konuştular.

Oysa İslam cismani varlığı olan bir kurum veya bir kişi değildir; ne öneride bulunabilir, ne de müdahale edebilir. Öneride bulunan veya

“İslam şudur” dediler; “İslam şunu emrediyor” dediler; İslam devleti, İslami yönetim biçimi, İslami ekonomi vs. gibi tanımlamalar kullandılar.

müdahale eden, onun evrensel prensiplerini

Oysa İslam’ın her soruya cevap içermesi,

kavramış ve ona iman etmiş olan insandır.

Kur’an’ın kendi hayatlarında yazıldığı Resulullah

Bugüne kadar Müslümanlar, İslam’ın kendilerine ne söylediğini anlamak ve ona göre yaşamlarını oluşturmak için birçok çabalar sarf ettiler. Değişen şartlar ve ihtiyaçlar karşısında daima İslam’ı yeniden anlamaya çalıştılar. Fakat yaklaşım tarzında problemli bir yön kendisini gösterdi. Kıyamete kadar başka bir peygamber ve kitap gönderilmeyeceğini belirten Kur’an anlatımları, “Bugün dininizi kemale erdirdim ...” (Maide 5/3) ayetiyle birlikte düşünülünce; her çağın her ihtiyacını çözen ve çözüm için başka

ve arkadaşları için geçerli olabilir. “Parça parça ve gerektikçe ...” (İsra 17/106) inen Kur’an ayetleri direkt onların ihtiyaç ve problemlerini muhatap almış ve çözümler ürete ürete inmişti. O günün havasını yeniden teneffüs etmek ve psikolojisini yeniden yaşamak imkanı olmadığına göre, o dönemden sonra yaşamış olan bütün Müslümanlar, okudukları ayetler karşısında; “bu ayet bana ne söylüyor” diye sormak zorundadırlar. Bu soru sorulduğu andan itibaren ise yorumlar başlar.

hiç bir şeye ihtiyaç duymayan bir din algısı

Tarihi hata, herkesin kendi yorumunu İslam ile

gelişti. Din bütün sorunların cevabını içerdiğine

özdeşleştirmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. “İslam

göre yapılması gereken, dönemin ihtiyaçlarına

tek bir gerçeklik olduğuna göre, onun tek bir

uygun olarak onları Kur’an’dan (veya diğer

doğru yorumu olabilir, o da benimkidir” diyen

kaynaklardan) bulup çıkarmaktı. Dolayısıyla

herkes, kendi düşüncesini İslam olarak nitelemiş

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

45


ve diğer görüşleri din dairesi dışına ittirmiştir. Halbuki kendi anlayışını din ile özdeşleştirenler, farkında olmadan büyük bir vebal üstlenmekte ve kendilerini dinin sahibi yerine koymaktadırlar. Dinin sahibi sadece Allah ve dinin anlatıldığı kitap sadece Kur’an olduğuna göre, onu anlatmak için söylenen farklı her söz, Müslümanların İslam’dan anladıklarıdır. Kısacası, “İslam günümüz dünyasına nasıl müdahale edecek?” diye sorduğumuzda, aslında

kendilerini kaçınılmaz bir çatışma içinde bulurlar. Sorumluluklarını/iddialarını gerçekleştirebilmek için uzun soluklu bir mücadeleyi göze almaları gerekmektedir. Yani kurulu sistemlere, haksızlık ve adaletsizlik üreten toplumsal yapılara müdahale etmeden; kendilerini ifade edemez ve sorumluluklarını yerine getiremezler. Kısacası düzeltmek, ıslah etmek ve imar etmek için, önce bozgunculara müdahale etmek

zorundadırlar.

“Müslümanlar nasıl müdahale edecek?” demiş

İslam, her dönem ve her coğrafya için geçerli

oluyoruz.

olduğu varsayılan sabit bir yöntemle, hayata

Bu makale ise “Müslümanların nasıl müdahale edecekleri” konusunda yazarının düşüncelerini içermektedir. İslam’ı anlama çabaları ortak akılla yapıldığı müddetçe doğru sonuçlar üreteceği için, biz de akıl arayışı içerisinde bu soruyu gündeme getiriyor ve düşüncelerimizi Müslümanların paylaşımına açıyoruz.

dönük iddialarını gerçekleştirmeye çalışan Müslümanların elini kolunu bağlamış değildir. Ancak “sabit bir yöntem” belirlememesi, bu konuda hiç lafı olmadığı anlamına da gelmez. Kural koymamıştır; ama eşyanın, insanın ve toplumların doğasını hatırlatan bir üslupla aklın, vicdanın ve üretkenliğin önünü açmıştır. Yönlendirme ve tavsiyelerini bu şekilde ortaya koyar. Mesela “tedriç – derece derece” (İsra

“Müdahale” konusunda bazı ön tespitler

17/106) kavramını kullanır. Bununla, Kur’an’a

Allah, imtihanın gereği olarak insanoğlunu iyiyi

anlatır. Bir an önce sonuca varmak gibi bir

de kötüyü de tercih etme imkanıyla yaratmıştır. Fakat kimi insanlar bu büyük nimetin kıymetini takdir edemeyerek kibirlenirler. Kabiliyet ve becerilerini kendi menfaatlerini gerçekleştirmek için kullanmaya başlarlar. Bir yandan güç yetirebildikleri herkesi kendi çıkar ve menfaatlerinin esiri haline getirmeye, bir yandan da menfaatlerinin önündeki engelleri ne pahasına olursa olsun kaldırmaya çalışırlar. Kibirlenerek azgınlaşmış insanların önündeki en büyük engel, insan fıtratındaki adalet duygusudur. Adalet arayan ve haksızlıklara direnen insanlar, onların hoşuna gitmezler. Adalet fikrini uyandıran fikirlere ise asla tahammül etmek istemez ve susturmak için çabalarlar. İslam insanlığın başlangıcından beri adalet duygusunu harekete geçirmek

ağır ağır, safha safha ortaya çıkabileceğini düşünceyle acele edip zorlamanın ve baskıcı yöntemlere başvurmanın gerekmediğini ortaya koymuş olur. “Bir toplum özünde olanı değiştirmedikçe, Allah da onların durumunu değiştirmez” (Ra’d 13/11) ayetiyle, değişimin köklü olabilmesi için toplumun ikna edilmesi gerektiğini anlatır. “Allah insana taşıyabileceğinden fazlasını yüklemez” (Bakara 2/233) ayetiyle ise Allah’ın, mücadelenin aşamasını değil Müslümanların niyet ve samimiyetini önemsediğini ifade eder. Bu tarz örnekleri artırmak mümkündür. Dikkat edilirse eşyanın, insanın ve toplumların doğasının hatırlatılmasıyla yapılan tavsiyeler bile kural koyucu nitelikte değildir. Arzulanan şey: 1. İddia ve hedeflerle çelişmeyen yöntemler

ve vicdanları uyandırmak için gönderilmiştir.

üretilmesi, yani adaletsizlikleri ve

Dolayısıyla İslam’ı hiç sevmezler.

haksızlıkları engellemeye çalışırken,

Dinlerinin kendilerine verdiği sorumlulukla yeryüzünde adaleti gerçekleştirmek ve ahlakı yaygınlaştırmak için çaba gösteren Müslümanlar,

46

göre oluşturulan bir hayatın birden bire değil,

adaletsizlik ve haksızlıklara yol açılmaması; ahlakı yaygınlaştırmaya çalışırken ahlaksızlıklara düşülmemesi

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


2. Akılcı ve günün şartlarına denk düşen yöntemler üretilebilmesidir.

bunların eleştirilmesini de doğal kabul etmek gerekir.

Bu çerçevede bakıldığı zaman bu

“İslam’ın nasıl bir değişim öngördüğü”

hatırlatmalardan; diktatörlere karşı mücadele

ve “modern dünyada iddialarını nasıl

vermek zorunda kalan Müslümanlar da, fikrin

gerçekleştireceği” soruları çerçevesinde

açık bir şekilde ifade edilebildiği toplumlarda

baktığımızda, şu an için İslam dünyasında iki

yaşayan Müslümanlar da yararlanabilirler. Ve her

farklı okuma biçiminin etkin olduğunu görürüz.

birinin varacağı üreteceği sonuç farklı olabilir.

1. Kur’an’ın her türlü sorunun cevabını içerdiği

İslam’ın açık ilkeleriyle çelişmediği sürece

fikrinden hareketle onun haricindeki bütün

yöntem hataları, inanç meselesi yapılamaz.

çözüm arayışlarını reddeden ve “İslam’ı

Ancak iddia sahibi insanlar kaçınılmaz olarak, o

hakim kılmak” eksenli bir müdahale

iddiayı destekleyen ve yardımcı olmak isteyen

öngören okumalar

insanların ilgi odağı olurlar. Mücadele, ucu ölüme kadar varan sıkıntıları göze almak demektir.

2. Batı felsefesinin ulaşmış olduğu görece özgürlükçü ve eşitlikçi yaklaşımı “ideal”

Ancak hatalı yöntem durduk yerde bela aramak

kabul edip, bunu temel eksene oturtarak

gibi bir etki yapar. Sadece kendisini üreten akla

yapılan okumalar.

değil, onu uygulamaya çalışan diğerlerine de sıkıntı verir. Bu yüzden bir iddiayla ortaya çıkan Müslümanların, ucuz kahramanlık, hamaset ve acelecilik gibi tuzaklara düşmemeleri; akıllı olmaları ve çok düşünmeleri gerekir. Attıkları adımı mutlaka iyi hesap etmeli, sonuçlarını doğru öngörmelidirler. Projelendirerek hareket prensibi, bu noktada

Müslümanlara yardımcı bir zihniyet olabilir. “Kervan yolda düzülür” veya “hele bir yapalım sonra bakarız” şeklindeki yaklaşımlar yerine; “ne yapacağız, nasıl yapacağız, sonuçları ne olacak” sorularını sorarak detaylı bir düşünme/ projelendirme mantığı geliştirmelidirler. Ürettikleri düşünceleri katkı yapabilecek başkalarıyla paylaşıp ortak akıl oluşturmaya çalışmalıdırlar. Ve bu tarzı bir alışkanlık haline getirip, mümkünse her işlerini bu yolla yapmalıdırlar.

“İslam’ı hakim kılma” eksenli okumalar, İslam kültür ekolleri içerisindeki en kadim kol olan Ehl-i Sünnet kaynaklı okumalardır. Hanbeliler (Selefiler) tarafından bir doktrin, diğer mezhepler ve mutasavvıflar tarafından da sloganik bir kabul haline getirilmiştir. “Şeriatı hakim kılmak” olarak da ifade edilir. Slogan düzeyinde bir İslam anlayışı olanların zihninde “şeriat”, bütün yasama ihtiyaçlarını karşılayan ilahi bir anayasadır. İlahi olanı varken beşeri anayasa peşinde koşanlar şirke düşmektedirler. Yapılması gereken, bu anayasayı (zorla da olsa) toplumlara hakim kılmaktır. Neo-Selefilik meseleyi slogan düzeyinden çıkarmaya çalışmıştır. Mesela İslam düşüncesinin gelişimine çok büyük katkıları dokunmuş çok önemli bir isim olan Seyyid Kutub, “İslam’a göre şeriat sadece hukuki sistemden, rejimin ilkelerinden, bu rejime dayalı sosyal düzenle

“Müdahale” konusunda bir yöntem denemesi İçinde bulunduğu şartları ve “Din”i okumasına bağlı olarak herkesin kendisine göre bir değişim ve müdahale önerisi olması doğaldır. En iyi sonuç veren öneri, şartları en doğru okumayı başaran öneri olacağına göre; farklı okumaların ve önerilerin bulunmasını bir zenginlik saymak gerekir. Tabii bu durum var olan okuma ve önerilerin eleştirilmesine engel değildir. Farklı önerilerin olması kadar, daha doğruyu ararken

sosyal kurumlardan ibaret değildir. Böylesine dar bir anlayış şeriatın manasını ve İslam düşüncesini ifade etmez. Allah’ın şeriatı demek, insan hayatını düzenlemek üzere Allah’ın koyduğu ilkelerin tümü demektir. Bu terim inanç ilkelerini, rejim ve yönetim sistemi ilkelerini, ahlak ilkelerini, davranış ilkelerini, eğitim ve bilim ilkelerini tümü ile ifade eder.”1 demiştir. Böylece şeriat algısını sadece “kurallar” Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. İslam düşüncesi ve

1

kültür. Hicret yayınları, İstanbul 1980, s.82

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

47


olmaktan çıkarıp, bir ruha ve bir temele

hale gelmektedir. Oysa bu kavram, dinin “sabit

kavuşturmaya çalışmıştır.

ve değişmez değerler”, şeriatın ise “çağın

Seyyid Kutub’un bütün çabalarına rağmen, geleneksel İslam fıkhında şeriat üç ana bölümde incelenmiştir: 1- İbadet, 2- Muamelat, 3Ceza. İbadet kısmı namaz, oruç, hac, zekat ve kurban gibi ibadetlerin şartları ve şekilleriyle ilgilenir. Muamelat kısmı yoğun olarak evlenme, boşanma, nafaka, miras olmak üzere belli atıflarla da; ticaret, yönetim, devlet-birey

toplumsal düzenlemeler” şeklindeki bir tanımlama sonucu ortaya çıkmıştır. Zaman içerisinde değişen ve gelişen yeni durumlar karşısında İslam’ın dinamizmini korur. Onu katı, statik ve donuk olmaktan çıkarır. Şeriat=din şeklindeki tanımlama ise, içtihat kapısını fiilen kapatmaktadır.

ilişkileri, devlet-devlet ilişkileri vs. ile ilgilenir.

Sonuç olarak, şeriatı hakim kılma eksenli okuma

Ceza kısmı ise emir ve yasaklara uymayan

ve müdahale, günün gerçekleriyle örtüşen bir

kimselere verilecek bedeni, mali ve caydırıcı

okuma ve müdahale tarzı değildir.

cezai hükümleri kapsar. Bu noktada iki temel husus vardır: 1- Günümüzde var olup da İslam fıkhı içerisinde karşılığı bulunmayan birçok alan vardır. Mesela tek başına ekonomi bile, şeriat kapsamında yer alan düzenlemelerin tümünden daha fazla düzenlemeye ihtiyaç gösterir. Bir de bunun yanında internet, trafik, basınyayın, teknoloji, patent vs. gibi şeriat kapsamı içerisinde hiç yer almayan, ancak düzenlemeye ve cezai hükümlere ihtiyaç duyulan birçok yeni alan vardır. 2- Şeriat, Resulullah dönemindeki toplumsal yapının ihtiyaçları çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Resulullah’ın ölümünün üzerinden 10 sene bile geçmemişken, kimi hükümler uygulama imkanını yitirmiştir. Mesela Hz. Ömer zamanında ganimet konusundaki uygulamanın değiştirilmesi örnek olarak verilebilir. Bin seneyi aşkın bir sürenin geçtiği günümüzde ise ihtiyaçlar ve toplum yapıları tamamen değiştiği için daha büyük bir sorunla karşı karşıya bulunulmaktadır. Kısacası, şeriatın hakim olmasıyla sorunların çözüleceği yaklaşımı tamamen bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Geleneksel İslam fıkhında bu tarz problemler varken, Seyyid Kutub’un derinlik kazandırma çabaları da problemleri çözmeye yeterli gelmemekte ve hatta daha da derinleştirmektedir. Aslında şeriat denince sadece kuralların algılanmayıp bütün bir İslam düşüncesinin akla getirilmesi, oldukça iyi niyetli bir denemedir. Ancak bu şeriat tanımı, “şeriat=din” şeklinde bir sonuç ortaya çıkarmaktadır. Yani onun “kesinliğini, sorgulanamazlığını ve değişmezliğini” daha da pekiştirmektedir. İslam fıkıh usulünün bir kavramı olan içtihat, işlevsiz ve anlamsız bir

48

ihtiyaç ve problemlerine göre değişebilen

“Batı felsefesi zemininde gerçekleşen” okumalar

ise hem modern olabilmenin hem de Müslüman kalabilmenin imkanını arayan okumalardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sıkıntılar yaşamaya başladığı son dönemlerde ortaya çıkmış ve günümüze kadar artarak devam etmiştir. Başlangıçta modernist ekol temsilcilerinin bir okuma tarzı iken, İslam coğrafyalarında yeniden muhafazakar yönetimler işbaşına gelmeye başlayınca, geleneksel anlayışa sahip cemaatlerin de tarzına ve tavrına dönüşmüştür (Geleneksel anlayış için yöneticinin “Müslüman” olması önemlidir. Nasıl yönettiği meselesi fazla sorgulanmaz). Bu okuma biçimi, Batı kültür ve değerlerine karşı peşinen “kabul” yaklaşımı içerir. Ve bu değerlerin İslam düşüncesi içerisindeki imkanını araştırmaya girişir. Ancak kalıplara dökülmüş dini düşünce içerisinde çoğunlukla hareket alanı bulamadığı için, sorunlu din anlayışına eleştiriler getirerek Batı değerlerine teolojik bir alt yapı oluşturmaya çalışır. Yani Selefilik’te ve Neo-Selefilik’te “İslam’ı hakim kılmak” şeklinde ortaya çıkan tutum, burada; “dini düşünceye Batı değerlerini hakim kılmak” şekline dönüşmüş olur. İslam’ın insanlığa ne önerdiğinden ziyade, mevcut dini düşüncenin modernleşmesiyle ilgilenir. İslam coğrafyasına hakim olan dini düşüncenin birçok noktada sorgulanmaya ihtiyacı olduğu, kabul edilmesi gereken bir gerçektir. Ancak bunların düzeltilmesi esnasında Batı düşüncesini ideal olarak görmek ve dini düşünceye bunları monte etmeye çalışmak sorunlu bir yaklaşım

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


olur. İslam dünyasının gerilemeye başladığı dönemde Batı düşüncesinin ciddi bir gelişme katettiği ve belli noktalarda dikkat çeken tecrübeler ortaya çıkardığı bir gerçektir. Ancak hiçbir tecrübe ideal olarak görülüp sorgusuz kabul edilemez. Bu gelişmenin durması demek olur. Oysa insan var oldukça düşünceler ve tecrübeler gelişme gösterecektir. Bir düşünceden veya bir tecrübeden yararlanmanın yolu, öncelikle önyargısız olarak onu tanımaktan, sonra da olumlu yönlerini daha da geliştirmekten, olumsuz yönlerini ise ortadan kaldırmaktan geçer. Kendinizden bir şeyler katabildiğiniz an o tecrübeden yararlanmış olursunuz. İdeal olarak görüp olduğu gibi almaya çalışmak ise “taklit etmek” anlamına gelir. Hiçbir taklit aslı gibi olamaz. Kısacası var olan tecrübe ve birikimleri ideal kabul edip sorgulamadan yararlanmaya çalışmak da sorunlu bir okuma biçimidir. Etken değil, edilgen bir tavır ortaya çıkarır. İslam’ın veya Müslümanların modern dünyada bir özne, bir aktör olmasına imkan vermez.

1. Günü doğru okuma 2. Vahyi doğru okuma 3. Doğru müdahale “Günü doğru okuma” dediğimizde, günün aklını, imkanlarını, şartlarını, problem ve ihtiyaçlarını doğru tespit etmeyi kastediyoruz. Eğer İslam’ı her dönemde aynen uygulanması gereken sabit bir nizam olarak algılıyorsak, o zaman şartlar, imkanlar, problemler gibi bir sorunumuz da olmaz. Ama gerçeklerden kopuk bir ütopyanın peşinde koştuğumuzu da bilmemiz gerekir. Oysa vahiy her konuda son sözü söylemiş değildir. Evrensel mesajının hayata geçirilmesinde günün vakıasını dikkate almış; toplumun aklı, hazmetme gücü, problemleri ve ihtiyaçları çerçevesinde bir pratik oluşturmuştur. Mesela problemli bir ilişki biçimi olmasına rağmen köleliliği haram kılarak kestirip atmamıştır. Yol açacağı toplumsal problemleri göz önünde bulundurarak iyileştirmeye çalışmış ve kaldırılmasını zamana bırakmıştır. Ayrıca suçlara verilen cezaları günün uygulamalarına

Peki, bu durumda ne yapmalıyız?

uygun bir şekilde belirlemiştir. Bu örnekler

Ne yapacağımız sorusuna cevap ararken

getirmeyip, kendi ilkeleri çerçevesinde var

öncelikle İslam’ın Hz. Adem’den beri

olan tecrübeleri ıslah ettiğinin göstergeleridir.

hatırlatılarak tekrarlanan evrensel bir mesajının

Yani İslam’ın kurduğu nizam, günün tecrübe

olduğunu ifade ederek başlamalıyız (ki önceki

ve birikimlerinin vahyin tevhid/adalet ve ahlak

sayıda yer alan makalelerimizde bu konuyu

ilkeleri ile iyileştirilmesinin ve geliştirilmesinin

tartışmaya çalıştık). Yani İslam, iddiası olan bir

bir sonucudur. Dolayısıyla bugünün nizamı da

dindir; günümüzde insanlığa verecek bir şeyi

günün tecrübe ve birikimlerinden bağımsız

kalmamış bir din değildir. Dolayısıyla bu iddiaları

olmayacaktır. İşte “günü doğru okumak”

temsil etmeleri gereken Müslümanlar da tarihin

bu açıdan gereklidir. İyi ve olumlu yönleri

bir nesnesi olamazlar. Tamamen edilgen bir

önyargısız bir şekilde tespit edip, kötü ve

şekilde olayların önünde sürüklenemezler.

zulme yol açan yönlerini doğru bir şekilde

Söyleyecek sözleri olmadığı için başkalarını

gördüğümüzde, doğru müdahale imkanlarına da

taklit eden bir pozisyona düşemezler. Dinlerinin

iyice yaklaşmışız demektir. Uymayan bir elbiseyi

kendilerine yüklediği sorumlulukları yerine

toplumlara zorla giydirmeye çalışmamak veya

getirebilmek için tarihin birer aktörü ve öznesi

bir ütopya peşinde koşmamak için var olanı

olmak durumundadırlar.

iyi bir şekilde tahlil etmek çözümün ilk adımını

Fakat bu tespitler kulağa hoş gelse de, günümüz

İslam’ın insanlığa hiç görmedikleri bir sistem

teşkil eder.

Müslümanlarının henüz böyle bir noktada

“Vahyi doğru okuma” dediğimizde, vahyin

olmadıkları da bir gerçektir. Bu sözlerin hamaset

hayatımızdaki yerini ve ondan yararlanma

olmaktan çıkması ve gerçeğe dönüşmesi için

biçimini doğru bir şekilde belirlemeyi

üç aşamalı bir yaklaşım biçimine ihtiyacımız

kastediyoruz. “Vahyin hayatımızdaki yeri”,

bulunmaktadır:

“vahiyden yararlanma biçimi” gibi sözler üzerine çok şey konuşmayı gerektiren sözlerdir. Fakat

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

49


biz Kur’an’ın, “her dönemde aynen uygulanması

yöntemleri benimsememektedir. Kültürler iç

gereken sabit bir nizam önermediği” yönüne

içe geçmiş, bir apartman ölçeğinde bile farklı

değinmek istiyoruz. Kur’an Hz. Adem’den beri

kültürler bir araya gelmiştir. Kültürel dayatma

değişik üsluplarla tekrarlanan evrensel değerleri

eskisi gibi kolayca kabul edilmemektedir. Yarın

ve bu değerlerin, gönderildiği coğrafyada

şartlar değişip, insanlık yeniden eski haline

nasıl uygulanacağıyla ilgili kimi örneklemeleri

döner mi bilinmez. Ancak mevcut şartlarda

içeren bir kitaptır. İlkeler her dönem için

yasakçı ve dayatmacı zihniyetin taraftar bulması

geçerlidir değişmez. Ancak uygulama örnekleri

mümkün görünmemektedir.

her dönemde aynen uygulansın hedefiyle bildirilmemiştir. Kölelik meselesinde de olduğu gibi, vahyin zihniyetiyle donanmış bir aklın nasıl çalışması gerektiğini gösterir ve yön işaret eder. Uygulamanın değişkenliği ilkesi, İslam fıkhında “içtihat kapısı açıktır” cümlesiyle ifade edilir. Dolayısıyla toplumsal düzenlemeler, günün akıl, imkan ve şartlarına uygun bir şekilde, vahyin zihniyetiyle donanmış Müslümanlar tarafından

Şu halde Müslümanların, insanlığı ikna edecek ve ortak sorunlara adil çözümler üreten projelerle insanlığın karşısına çıkmaları gerekmektedir. “İkna” esas olmalıdır. İnsanlığın ortak arayışı olan adalet ve huzur, İslami değerlerin ikna etme gücünün teminatıdır. Ancak kuru söylemle insanların bunları anlamalarını beklemek saflık olur. Meselenin can alıcı

oluşturulacaktır.

noktası bunların hayatta nasıl gerçekleşeceği

“Doğru müdahale” dediğimizde ise gerek

büyük sorumluluk düşmektedir. Hayatın farklı

günümüzde İslami değerlerin uygulanabilir

şubelerinde adaletin nasıl sağlanacağını,

bir nizam haline getirilmesini, gerekse

o şubelere dönük somut önerilerle ortaya

bunun insanlığa sunumunu kastediyoruz.

koymalıdırlar. Bunu da hamasetle ve kuru

İslami değerlerin bir zaman ve coğrafyada

vaatlerle değil, toplumun gerçekliğine uyan

uygulanabilir hale gelmesi demek; o ortamın

anlaşılır ve uygulanabilir projelerle yapmalıdırlar.

meselesidir. Bu noktada da Müslümanlara

iyi tecrübe ve uygulamalarının korunarak sürdürülmesi; eksikliklerinin tamamlanması; zulme, adaletsizliğe ve ahlaksızlığa yol açan yanlışlarının düzeltilmesi demektir. Bunun sonucunda adil ve ahlaklı bir düzene ulaşılmış olur. Günümüzde takip edilecek yöntem de bundan farklı değildir. İnsanlık adına en olumlu tecrübeler önyargısız bir şekilde incelenmeli; bunların iyi ve olumlu yönlerinin sürdürülmesine, olumsuz ve zulüm üreten yönlerinin ise düzeltilmesine imkan veren eleştirel bir yaklaşım sergilenmelidir. Böylece hem toplumların vakıalarıyla örtüşen, hem de adalet üreten bir uygulama modeline (öneriye) ulaşma imkanı yakalanacaktır. Ortaya çıkan önerinin toplumlara sunumu ise bir başka tartışılması gereken konudur. Sanayi devrimine kadar dünya çoğunlukla tek merkezli otoriter yönetimler tarafından yönetildi. Dolayısıyla insanlık tek tipleştirme ve zorlama yöntemlerini yadırgamıyordu. Ayrıca ulaşım ve iletişimin zorluğu, farklı kültür havzalarının oluşmasına imkan vermişti ve oradaki havayı

*** Buraya kadar, masa başından kolayca yapılabilecek olanı; nasıl bir yöntemle hareket etmek gerektiğini tartışmış olduk. Elbette ki bu önemliydi, ancak daha önemli olan, bu yöntemin somut toplumsal önerilere dönüşmesidir. Bu noktadan itibaren ise uzmanlık konusu devreye girmeye başlar. İnsanlığın sorunlarını çözecek somut önerilerde bulunabilmek için İslam’ı ve İslam’ın prensip bazındaki önerilerini bilmek yetmez. Hangi alana dönük çözüm aranıyorsa o alanda uzman olmak gerekir. Aksi takdirde asla ayakları yere basan çözümlere ulaşılamaz. Uzmanlık yanında bir de ekip çalışması gerektirir ki bireysel eksiklikleri ve keskinlikleri taşımasın. Biz, uzman olmadığımızı kabul ederek yine de, yararlanılabilir mevcut tecrübelerden hareketle meseleyi biraz daha açmak istiyoruz ki kastımız daha iyi anlaşılabilsin.

teneffüs etmeden bu havzalarda yaşamak zordu. Fakat bugün insanlık baskıcı ve zorlayıcı

50

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Günümüz dünyasına müdahale yöntemiyle ilgili örneklemeler - İyileri sürdürmek. - Eksikleri tamamlamak. - Yanlışları düzeltmek Müdahale yönteminin bu esaslar üzerine oturması gerektiğini ifade etmiştik. Bu çerçevede baktığımız zaman, hayatın farklı şubelerine dönük birçok yararlanılabilir ve sürdürülmesi/desteklenmesi gereken örnekler bulabiliriz.

sorumluluğunu daha fazla paylaşmasına imkan veren yöntemler geliştirmiştir. - Herkesin fikrini ifade etme ve fikrini topluma anlatabilmek için örgütsel mücadele verebilme hakkının bulunması - İktidarların belli dönemler için ve halkın oyuyla seçilmesi - Siyasi muhalefetin ve sivil toplum muhalefetinin anayasa teminatı altına alınmış olması İslam’ın temel prensipleri açısından olumlu

Sadece olumlu örneklerin zikredileceği böyle

yaklaşımlardır.

bir konu, okuyucuda, “sisteme yamanma

Bunları ifade ederken bu gelişmelerin birçok

çabası” gibi bir önyargı oluşturabilir. Yeryüzünde

olumsuzluklarla iç içe geçmiş olduğunu göz ardı

onca zulüm ve haksızlık varken, bunları

etmiyoruz. Ancak, iyileri sürdürmek, eksikleri

toptan reddetmemek ve içinden olumlu yönler

tamamlamak ve yanlışları düzeltmek şeklinde

çıkarmaya çalışmak yadırgatıcı bulunabilir.

ifade ettiğimiz yöntem, mevcut tecrübelerin

Ancak İslam’ın yeryüzü coğrafyasındaki etkin

olumlu yönlerinden iyi bir şekilde yararlanma

konumuna geri dönmesi, “her şeye muhalif

imkanı verecektir. Bu sayede, “Müslümanlar

olmak” gibi hamasi söylemlerle gerçekleşemez.

nasıl bir siyasal sistem hedeflemeli?” sorusunun

Tepkisellikten uzak sağduyulu okumalar

cevabına da büyük ölçüde yaklaşılmış olacaktır.

yapmak zorundayız. Bu meselenin ehemmiyeti “önyargılı” bakışlardan kurtulma endişesinden daha büyük olduğu için, biz yine de doğru bulduğumuz şeyi ifade etmeye çalışacağız. Peki, adalet arayışında birer adım teşkil edecek örnekler neler olabilir?

2. Toplumsal uzlaşı ve Anayasa:

Hayata ve topluma dair iddiası bulunan herkes meselelere kendi ideolojisi çerçevesinde bakma eğilimi gösterir ve her şeyin kendi düşüncesine uygun olmasını ister. Tek merkezli otoriter yönetim anlayışlarının geçerli olduğu geçmiş dönemlerde düşüncenin tek tip olması

1. Siyasal sistem:

İslam dünyası, Resulullah’tan kısa bir dönem sonra tek merkezli otoriter yönetimler tarafından yönetilmeye başlamış ve kadim düşünce ekolleri siyaset felsefelerini bu mantığa göre oluşturmuşlardır (Şia’nın “İmamet” ve Ehl-i Sünnet’in “hilafet” nazariyeleri buna örnektir). Oysa İslam’ın özünde “bireyin iradesinin açığa çıkması” gerçeği yatar. Buna ek olarak

da başarılabilmekteydi. Halbuki çoğunlukla dayatma ile gerçekleşen bu durumun imtihan (herkesin iradesiyle tercihini yapması) gerçeğiyle ne kadar bağdaştığı tartışmalıdır. Kültürlerin iyice iç içe geçtiği ve tek merkezli otoriter yönetimlerin hoş görülmediği günümüzde ise artık tek tipleştirmenin imkanları iyice azalmıştır.

İslam, “İşleri aralarında danışma iledir.” (Şura

Adalet kavramını direkt din ile irtibatlayan,

42/38) diyerek, sorumluluğun toplum üyeleri

dinin kural ve kaideleri hakim olmadan adaletin

arasında paylaşılmasını özendirir. Kadim siyaset

de gerçekleşemeyeceğini düşünen kimi

düşünceleri her ne kadar kendi dönemlerindeki

Müslümanlar, adaletin gerçekleşebilmesi için

siyaset düşüncelerinden daha ileri ve daha adil

yeryüzüne İslam’ın hakim olması gerektiğine

sistemler üretmiş olsalar da, bu ilkelerin tam

inanmakta ve bunu zorlamaktadırlar. Halbuki

olarak hayata geçirilebildiği söylenemez.

adalet fıtri bir değer olup, dinin kural ve

Günümüzde insanlık, halkın yönetim

kaideleriyle sınırlı değildir. Vicdan sahibi ve

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

51


gerçekten akleden insanların ortak değeridir. Geçmiş zamanlarda bir coğrafyaya adaletin hakim olması ile o coğrafyaya İslam’ın hakim olması arasında direkt irtibat kurulmuş olması, bugün de aynı sistematikle düşünmeyi gerektirmez. Hatta günümüz şartlarında bu tutum her yönüyle sorgulanmayı hak etmektedir. Müslümanların dünyanın her köşesinde adaletin hakim olması için mücadele verme sorumlulukları vardır. Dinleri onları bu sorumlulukla sorumlu tutmuştur. Ancak “dini hakim kılmak” İslam’ın bir emri değil, geçmiş dönem mantıkları içerisinde Müslümanların kendi kendilerine meşru kıldıkları/edindikleri bir sorumluluktur. Halbuki İslam’ın bu konudaki ilkesi “zorlamamak” esasına dayanır. Günümüz siyaset felsefesi sivil toplum unsurlarına muhalefet ve denetleme imkanları verdiğinden, adaleti gerçekleştirmek şeklindeki İslami sorumluluğu gerçekleştirebilmek için illa iktidar odaklı düşünmek gerekmez. İktidarların yıpranma makamı olduğu günümüzde, ilkeli bir muhalefet ve öneriler üreten bir gayretle adaletin denetçisi olmaya çalışmak da olumlu sonuçlar üretebilir.

İslam’ı bir hayat görüşü olarak kabul eden Müslümanlar açısından, hukuk sistemi deyince akla gelen ilk şey “egemenliğin kime ait olduğu” sorusudur. Bu soru; “kim yönetecek, Allah mı, insan mı?”, “yasaları kim belirleyecek, Allah mı, insan mı?” gibi karşılaştırmalarla açılım gösterir. Halbuki bu tartışma çözüm arayan zihniyet için doğru bir başlangıç noktası değildir; bir paradokstur, elma ile armudun karşılaştırılması gibi bir şeydir. Hakkaniyete uygun olmayan bir karşılaştırmadır. Allah ile insan ayrı ayrı birer terazi kefesine konursa peşinen Allah ağır basacaktır. Allah’ın isminin olduğu yerde başka bir neticeye varmak mümkün olamaz. Oysa tartışmayı bu noktadan başlatanlara sorulması gereken birkaç basit soru vardır: Allah nasıl yönetecek? Ve Allah nasıl yasa belirleyecek? Herhalde hiç kimse Yüce Allah’ın yeryüzüne tecelli edip insanların başına geçmesini beklemiyor. Peki kim hükmedecek? Doğal olarak Allah’ın adına birileri... İşte böyle denildiği andan itibaren terazinin kefesine Allah ile insan değil, insan ile insan konulmuş olur. Şöyle bir farkla ki, bir tarafta Allah adına konuşan

Toplumsal uzlaşının İslam üzerine değil,

insan, bir tarafta kendi adına konuşan insan...

İslam’ın ve insanlığın ortak değerleri olan

Peşi sıra şu soruyu sormak gerekiyor: Seçtiği

adalet ve ahlak üzerine oluşması, günümüz

peygamberler haricinde Allah adına konuşma

şartları çerçevesinde desteklenmesi gereken

yetkisine sahip bir insan olabilir mi? Böyle

bir tutumdur. İdeoloji, milliyet, ırk, renk ve cins

bir yetkiye sahip olmadığı halde Allah adına

gibi dayatmaların olmadığı, toplumu inancında

konuşan bir insan, farkında olmadan kendisini

serbest bırakan ve her toplum kesiminin kendi

O’nun yerine koymuş olmaz mı?

inancını ifade etmesine, öğretmesine imkan veren bir anayasa fikri ise toplumsal uzlaşı için iyi bir zemin teşkil eder. Böyle bir anayasal zemin üzerinde Müslümanlar, adalet ve ahlak ilkeleri çerçevesinde muhalefet yapabilir ve toplumu o çizgide dönüştürmek için çaba sarf edebilirler. Ancak sivil toplum faaliyetleriyle bütün yeryüzünde adaleti gerçekleştirmeye çalışmak için günümüz şartlarında imkanlar yeterince geniş değildir. Devlet desteğine ve devlet temsiliyetine ihtiyaç vardır. Bu yüzden çatısı altında yaşamaya razı oldukları devletin anayasasında, toplumu oluşturan bütün unsurlar adına yeryüzünde adaletin ve ahlakın savunuculuğunu yapmayı taahhüt etmek gibi bir

yön arayabilirler ve talep edebilirler.

52

3. Hukuk sistemi:

Kısacası doğru soru şudur: “Kim hükmedecek? Kendisini Allah’ın temsilcisi olarak görüp hakimiyetine ilahi kılıf oluşturan insan mı? Yoksa imtihanının bilincinde olup, bu bilinçle doğru şeyler yapmaya çaba gösteren insan mı? Kendisini Allah’ın temsilcisi olarak gören insan kendisinin doğrularından başka doğru kabul etmez. Sorgulanmaya, eleştiriye ve muhalefete kapalıdır. Halbuki imtihan bilinciyle hareket eden insan, doğru şeyler yapmaya çalışırken yanılabileceğini bilir ve işlerini azami ölçüde “danışarak” görmeye çalışır ki, kendi kusurlarından kaynaklanan hatalar en aza insin. Kimin yöneteceği konusundaki bakış açısı hukuk sisteminin oluşması noktasında da

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


aynen geçerlidir. Bugünün dünyasında

açmıştır. Takip eden süreçte nesiller değiştikçe

Kur’an’da hiç bahsi geçmeyen birçok suç

bu zararlı alışkanlığın müptelaları da belirgin bir

alanı oluşmuştur (internet suçları, medya

şekilde azalacaktır. İnternet filtresi de benzeri

suçları, çek-senet yolsuzlukları, ticari suçlar,

bir mantığın sonucudur. İnternet hizmeti veren

vergi kaçakçılığı, gümrük yolsuzlukları vs.).

firma, hizmetini; biri sınırsız, biri porno siteleri

Bu noktada sorumluluk Kur’an’ın zihniyetiyle

engelleyen, biri ise çocuklar için sakıncalı

donanmış Müslümanlara düşmektedir. Adalet

her türlü siteyi engelleyen üç paket haline

ve ahlak ilkeleri çerçevesinde; günümüz

getirmiştir. Burada ortaya çıkan “moral sınır”,

yasama kurumlarını onlar belirleyecek, yasama

zaman içerisinde porno siteleri engelleyen

faaliyetlerini onlar yerine getirecek ve uygun

paketin daha da yaygınlaşmasını sağlayacaktır.

yasaları onlar çıkaracaktır. Bunları yaparken de; - Güçler ayrılığı”

Bu yöntem zararlı alışkanlıkların yaygınlaşmaması ve toplumun ifsadını

2

- Hukukun üstünlüğü

kolaylaştıran araçların engellenmesi noktasında her alanda başvurulan bir yöntem haline getirilebilir. Ve bunun sonucunda, toplumsal

- Hukuk devleti

uzlaşma ve ikna yöntemleriyle, ağır ağır; adil ve

- İnsan hak ve hürriyetleri - Despot değil garson devlet gibi kavramlar teorik zemin için iyi bir başlangıç

ahlaki olana doğru giden bir seyir yakalanabilir. 4. Ekonomide adalet:

Ekonominin, insanlık tarihinde hiç olmadığı

noktası oluşturacaktır.

kadar merkezi ve önemli bir konuma geldiği

Tabii önemli bir mesele de bu başlangıç

olarak en zor konulardan birisini ekonomi

noktalarından hareket edildikten sonrasıdır. Günümüz için geçerli yöntem, İslam’ın yaklaşımında da temel olan “tedric” ve “ikna” yöntemleridir. İçkinin yasak kılınması olayındaki yaklaşım tarzı bu noktada iyi bir örneklik oluşturur. İçki birden bire değil, toplum hazır hale geldikçe ve ikna oldukça aşama aşama yasaklanmıştır.

bir dünyada yaşıyoruz. Bunun doğal sonucu oluşturmaktadır. İnsanlık eskiden olduğu gibi geçimini tarımdan, hayvancılıktan veya savaş ganimetlerinden sağlayamıyor. Ganimet gelirleri neredeyse tamamen ortadan kalktığı gibi, tarım ve hayvancılık gelirleri de günümüz ekonomilerinin en düşük halkalarıdırlar. Geçmiş zamanlarla kıyaslanamayacak ölçüde çeşitlilik, çeşitlilik ölçüsünde teferruat ve teferruat ölçüsünde de istismar noktaları oluşmuştur. En

Bu yaklaşımın benzeri olumlu örnekler, şartların ve toplum zihniyetlerinin değiştiği günümüzde de olumlu sonuçlar vermektedir. Günümüz Türkiye’sinde gerçekleştirilmiş sigara yasağı ve servis sağlayıcı firma tarafından yürürlüğe sokulmaya çalışılan internet filtresi bu olumlu örnekler arasında sayılabilir. Sigaraya karşı yasaklayıcı bir tavırla yaklaşılmamış, ancak bu zararlı alışkanlığın başkalarına zarar vermemesi için kısıtlayıcı tedbirler alınmıştır. Her kısıtlayıcı tedbir sigara içimini biraz daha zorlaştırmış ve çoğu kimsenin sigarayı bırakmasına yol Günümüz siyaset felsefesinde yönetim; yasama,

2

önemlisi de bir zincirin halkaları gibi bütün ülke ekonomilerinin birbirine bağımlı ve birbirine muhtaç hale gelmiş olmasıdır. Bunun sonucudur ki, küresel gelişmeleri ve dengeleri göz önünde bulundurmadan yapılan bölgesel düzenleme ve operasyonlar ekonomik dengelerin alt üst olmasına yol açmaktadır. Ülke ekonomilerinin birbirine bağımlılığı, ekonomik gücü elinde bulunduran aktörlerin bir diktatörlük kurmalarını sağlamıştır. Görünen devlet yapılarının arkasında, finans hareketleri, bankalar ve şirketler aracılığıyla bütün dünyayı ahtapot gibi saran bir görünmez güç vardır.

yürütme ve yargı erkleri arasında paylaşılmıştır. Bunlar

Paranın gücü ve finansal hareketlerin yıkıcı

birbirlerini denetleyici, dengeleyici ve tamamlayıcı

etkisiyle devletleri yönlendirmeyi ve yönetmeyi

görevler görürler. Bu durum güçler ayrılığı ilkesi olarak

başarmaktadır. Faiz ve spekülasyon aracılığıyla;

ifade edilir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

53


zengini daha fazla zenginleştiren, fakiri de daha fazla fakirleştiren bir zulüm düzeni ortaya çıkmıştır. Mütemadiyen emeği sömürmekte, zayıfları her geçen gün açlığın pençesine doğru

Küresel aktörler değişmeden, bir ülke ekonomisinde sadece bazı iyileştirmeler

ittirmektedir.

yapılabilir ve göreceli bir refah oluşturulabilir.

Bu zulüm düzeninin karşısına adil çözümler ve

soyan uluslararası fonlara, yerel sanayilerin

adalete dayalı bir meydan okumayla çıkmak hiç

oluşmasını engelleyen çok uluslu şirketlere,

de kolay değildir. İnsanlara mal biriktirmemeyi

sıcak para hareketlerine, faiz ve döviz oranlarına

tavsiye etmek ve hatta yasaklamak, paylaşmak

müdahale etme gücüne ulaşmadan gerçek

gerektiğini öğütlemek ve hatta paylaşılması

anlamda bir iyileşme sağlanamaz. Tabii bunlara

gereken kısım için sınırlar belirlemek iyi niyetli

müdahale gücüne ulaşıldığında da sadece kendi

saf yaklaşımlar olarak bir değer taşımaktadır.

ülke insanlarınızın değil, bütün ezilmişlerin

Bunlar en azından bireysel duyarlılıkların

sorunlarını çözmüş olursunuz.

Halbuki, faiz ve spekülasyon yoluyla ülkeleri

artmasını sağlayabilir. Ama ekonomi kaynaklı hegemonyanın ve bu hegemonyanın yol açtığı zulmün ortadan kalkması için yeterli değildir. Çünkü bu tavsiyeler bir devlet politikası haline getirilmiş olsa, çok kısa bir zamanda ekonominin çökmesi engellenemez. Ekonomilerin birbirine bu kadar bağımlı olduğu bir dünyada sermaye, kendisine dokundurmayan ürkek bir kuşa dönüşmüştür. Birazcık ürküttüğünüzde, mesela; “zenginlerden daha fazla vergi alalım”, “vergilendirmeyi gelir üzerinden değil servet üzerinden yapalım”, “bankada atıl durumda olan serveti de vergilendirelim”, “borsa kazançları da vergiye tabi olsun” cümlelerinden herhangi birini telaffuz etmeye kalkıştığınızda; arkasında bir kriz bırakarak anında başka ülkelere göçmektedir. Ve sistem öyle kurulmuştur ki, polisiye tedbirlerle bu göç engellenememektedir. Finansal yöndeki bu bağımlılık yanında ekonominizi güçlendirmek için çabalasanız, mesela; kendi arabanızı, kendi uçağınızı ve kendi askeri araçlarınızı kendiniz imal etmeye kalksanız; uluslararası şirketlerle rekabet etmek gibi bir duvarla karşılaşırsınız. Maliyetleriniz tutmaz, teknolojiniz yetersiz kalır ve fiyat tutturamazsınız. Daha da olmazsa küresel finans oyunlarıyla sanayinizin ve ekonominizin çökmesi

54

ondan daha büyük bir mücadeleye ihtiyaç vardır.

Bu değerlendirmeler ümitsizlik oluşturmak için yapılmamıştır. Meseleyi doğru anlama çabası olarak değerlendirilmelidir. Meseleyi algılama biçimimiz, “nasıl müdahale edeceğiz?” sorusuna da şöyle cevap vermemizi gerektiriyor: a. Bir ülke coğrafyası ölçeğinde oluşacak çözümler açısından Kur’an’da kölelik meselesiyle ilgili yaklaşım bir örnek olabilir. Kur’an onaylayacağı bir ilişki tarzı olmamasına rağmen köleliği yasaklamamıştır. Çünkü kölelik bir alışkanlık değil bir zihniyet meselesidir. Köleliğe alışmış olan bir insanı özgür bıraksanız ve hatta işleyeceği toprak ve bakacağı hayvanlar verseniz, o yine de kendi başına geçimini sağlayamayacaktır (ona verilecek toprağı ve hayvanı nereden bulacağınız meselesi de başka bir sorundur). Zihniyetin terk edilmesi için nesillerin devretmesi gerekecektir. Dolayısıyla Kur’an toplumsal bir faciaya yol açmamak için köleliği yasaklamamış ama kölelere adil davranılmasını emrederek, köle azat etmeyi özendirerek ve çeşitli suçlar karşılığında köle azat etme zorunluluğu getirerek yasaklanacak süreci

sağlanabilir.

başlatmıştır.

Ekonomik diktatörlükle başa çıkmanın yolu,

Günümüzün sorunları olan gelir

küresel güç merkezlerine meydan okuyacak bir

adaletsizliği, yoksulluk, açlık gibi

güç altyapısı oluşturmaktan geçer. Bir ülkedeki

problemleri de bu çerçevede

sistemi değiştirmek için nasıl tek tek bütün

değerlendirebiliriz. Yani bunlar bir anda

toplumsal aktörlerle hesaplaşmak ve onları alt

ortadan kaldırılabilecek, sona erdirilebilecek

etmek gerekiyorsa, ekonomik diktatörlükle başa

sorunlar değildir. Düzelmesi için belki

çıkabilmek için ondan daha uzun bir sürece ve

nesiller gerekecektir. Ama adaleti temsil

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


eden bir devletin; asgari ücreti vergi dışı

derman olabiliriz. Ancak bunun için İslam’ın

bırakmak, asgari ücreti makul bir seviyeye

yeryüzündeki iddialarını doğru anlamamız

çıkarmak, kayıt dışı ekonomiyi engellemek,

ve bu iddiaların hayatın değişik alanlarında

vergi sistemini adil hale getirmek,

nasıl hayata geçirileceğini projelendirmemiz

sahipsizleri ve kimsesizleri koruyup

gerekiyor. Bu noktada yeterli ve yetkin değiliz.

kollayan kurumları azami iyileştirmek vs.

Her dönemin ihtiyaçları ve şartları farklı olduğu

gibi tedbirler alması; böylece, fakirliği sona

için geçmişten devraldığımız çözümler sadece

erdirecek süreci başlatması gerekir. Küresel

yol gösterici olabilir.

sömürüye karşı eli güçlendikçe de bu tedbirleri artırarak sürdürmesi icap eder. b. Fakat bununla birlikte (ekonomik sorunların

Kendi önerilerimizi oluşturmayı başarmak zorundayız. Bunun yolu ise ya uzmanlaşarak, ya da uzmanlarla çalışarak insanlığın sorunlarına

nihai olarak küresel ölçekte çözüm

çözüm aramaktan geçer. Adalet ve ahlak

bulabileceği gerçeğini de göz önünde

ilkelerinin hakemliğinde; iyi ve doğru olanları

bulundurarak) küresel finansal diktatörlükle

sürdüren, eksik olanları tamamlayan ve

mücadeleye girişmesi gerekir. Bu mücadele

yanlış olanları değiştiren bir yaklaşım tarzı

sadece ekonomik alanda verilecek bir

göstermeliyiz.

mücadele değildir. Genel anlamda bir güç ve nüfuz mücadelesidir. Küresel aktörleri ve küresel düzeni değiştirme mücadelesidir. Bu alanda başarı kaydettikçe eli güçlenir ve hem kendi coğrafyasında halkını daha çok memnun etme imkanı elde eder, hem de dünya ölçeğinde adaletin ortaya çıkmasını sağlar. Küresel sömürünün en önemli araçları olan faiz ve spekülasyon nihai anlamda ancak bu yolla kaldırılabilir. Sıcak para hareketleri, küresel fonların yıkıcı etkisi, tekelleşme gibi mikroplar ancak

böyle temizlenebilir.

Sonuç: Hayatın kimi alanlarına nasıl müdahale edilebileceği, buralarda adil/İslami bir yaklaşımın nasıl sağlanabileceği konusunda bazı fikirler ortaya koyduk. Başta söylediğimizi burada da tekrar etmemiz gerekiyor ki, biz bunları bir uzman vukufiyetiyle yapmadık. Bunlar sadece dini bilmekle çözümlenebilecek konular değildir, konunun uzmanı olmayı gerektirir. Maksadımız sadece Müslümanlara bir ufuk sunmak ve düşünceye bir istikamet kazandırmak idi. Hamasi söylemlerin kolay karşılık bulduğu dönemler geride kaldı. İnsanlık yeni bir dönüm noktasından geçiyor ve çok ciddi problemlerle karşı karşıya. Acilen yeni çıkışlara ve çözümlere ihtiyacı var. İşte bu noktada, bugünün Müslümanları olarak bizler insanlığın dertlerine

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

55


Dosya: İslam Modern Dünyaya Nasıl Müdahale Edecek?

Bilginin

İslamileştirilmesi İsmail Raci Faruki Aynı İsimli Kitaptan İslamiYorum tarafından Özetlenmiştir Toplumun ıslahı, zulüm

eğitim mantığı ve yöntemi ile mevcut bütün

odakları tarafından yaratılan

imkânlardan istifade edilerek yapılması

fesadın bertaraf edilmesi için

gerektiğini belirtiyor.

İslam dünyasından yükselen birçok öneri bulunmaktadır. İslam dışı, özellikle de Batı kaynaklı dünya görüşü önerilerinin tüm dünyayı sardığı dönemden beri bu önerilerin önemi daha da artmıştır. Batı’nın yarattığı toplumsal deformasyonlara karşı olmayı da içine alan, Müslümanların önerilerinin çoğunluğunda siyaset, devlet, hâkimiyet gibi konuların daha öncelikli olduğu görülmektedir. Bu önerilerden hiçbirinin, eğitim, kültür, iman, salih amel, güçlü bireylerin inşası gibi asli konuları atladıkları, tepeden inme bir yöntemle toplumun değişeceğini düşündükleri tabii ki söylenemez. Ancak siyaset, hâkimiyet gibi konuların merkezi olmasından hareket eden yaklaşım, atlanmayan bu asli konulara da sirayet edip şekil vermektedir.

ne düşündüğü takip eden sayfalarda mevcut. Bizce bu öneri dikkate alınması gereken önemli bir öneridir. Siyasetle ilişkilendirilmesi, ne kadar mümkün olup olmadığı gibi yönlerden eleştiriler getirilebilir ancak İslam dünyasının mevcut, hatta gelecek sorunlarının çözümünde eğitimin merkeze alınması son derece önemlidir. Zira toplum, yöneticilerinin değişmesi ile değil bireylerinin değişmesi ile değişebilir. Bu değişimi de yönetici sınıf ve yönetim gücü değil iyi bir eğitim anlayışı ve bunun uygulanması başarabilir. Müslüman camiaların, bireylere İslami bilinç kazandırma çabalarının takdir edilmesi gereken birçok yönü var. Fakat bu çabalar hem Müslüman toplumun tamamına ulaşamıyor, hem de resmi örgün eğitim ile çatışmaktan kurtulamıyor. Diğer yandan okullardaki bilimsel

İsmail Raci Faruki’nin “Bilginin İslamileştirilmesi” diye isimlendirilebilecek önerisi bu bakımdan dikkat çekicidir. O, bu önerisinde toplumun dönüştürülmesinin, Batı’nın her türlü emperyalizmine karşı koymanın, zulmün ilga edilip insani ortamların temin edilmesinin eğitim yoluyla başarılabileceğini söylüyor. Ve bunu, acilen uygulamaya konulması gereken bir çare olarak öneriyor. Bu eğitimin, örgün

56

Ne önerdiği ve bunun nasıl uygulanacağı ile ilgili

derslerin konuları, dikkate değer konular olarak görülmediği ya da buna zaman olmadığı için bunlar, eğitim programlarında yer almıyor. Batılı değerlerin hâkim olduğu disiplinlere karşı tavır sorunu birçok sebepten dolayı sürüp gidiyor. Beşeri ilimlerin mevcut durumlarının Batı tarafından geliştirilmiş olması ve Batı değerlerinin bunlar üzerindeki egemenliği Müslümanların bu ilimlere karşı bir tavır ortaya

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


koymakta farklı problemler yaşamasına neden oluyor. Batılı bilimleri değerleriyle birlikte alıp kullanmanın ya da dayandığı değerler nedeniyle bütününü reddetmenin problemli olduğu malum, ama onu değerlerinden arındırarak alıp kullanmanın problemsiz olduğunu söylemek de zor. Konunun daha temelli ve kuşatıcı çözümlere ihtiyacı var. İslam dünyasında gençlerin büyük bir çoğunluğu cemaatlerden ve ailelerinden gelen İslami bilgi/eğitim ile resmi eğitim arasında kalmış durumda. Halen de Batı değerlerini yansıtan resmi eğitim daha zengin bir donanıma sahip. Gönülleri İslam’dan yana olanlar bile Batılı eğitime karşı inandıklarını haykırmak biryana savunmakta bile acziyet yaşamaktalar.

Önerisinde İsmail Raci Faruki, Şunları söylüyor: I. Sorun A. Ümmetin Bunalımı Müslümanlar yenildi, kitleler halinde kıyıldı, toprak ve servetleri, hayat ve umutları çalındı. Aldatıldılar, sömürgeleştirildiler. Zorla veya rüşvetle başka dinleri kabullendiler, Batılılaştırıldılar. Her yerde ve her anlamda saldırıya uğrayan Müslümanlar sayısız iftiraya da maruz kalmıştır. Onlar, saldırgan, yıkıcı, kanun tanımaz, medenileşmemiş, tutucu, köhne ve çağ dışı bir mahlûk olarak gösterilmiş; dünyanın gözünden düşürülmüştür. İslam âlemi, iç bölünme, kendini tahrip etme, savaş ve dünya

Okul müfredatları gençleri yıllarca meşgul ediyor, ama ortaya kimlik ve kişilikleri karışık bir gruptan başka bir şey çıkmıyor. Bu sadece İslam’ın doğru ve gerektiği gibi öğretilememesinden de kaynaklanmıyor. “Bilinçli” Müslümanların bile özellikle sosyal bilimler alanında Batılı anlayış ve kavramların etkisi altında kaldıklarına, bunlara alternatif geliştiremediklerine, kullandıkları kavramlara inançları doğrultusunda gerekli müdahaleleri yapamadıklarına dair birçok örnek verilebilir. Bu müfredatların bütünüyle reddedilmesi hiçbir problemi çözmediği gibi modern dünya karşısında Müslüman gençleri daha da zayıf düşürüyor. İslam dünyasındaki eğitim kurumlarında görülen problemlere karşı bulunabilecek temelli ve köklü çareler ümmetin sorunlarının çözümünde ciddi mesafelerin kat edilmesini sağlayabilir. İsmail Raci Faruki’nin

barışını tehdit etme, aşırı zenginlik ve aşırı fakirlik, açlık, kolera gibi niteliklerle tanıtılmıştır. Üzerinde oturdukları toprakların genişliği, zenginliği ve jeopolitik önem, nüfuslarının bir milyarı geçmesi, dinleri olan “İslam’ın bütüncül, yararlı, yaygın ve gerçekçi oluşu Müslümanların yenilgi, aşağılanma ve yanlış tanıtılmalarını daha da tahammül edilmez hale getirmektedir.” B. Bunalımın Belli Başlı Etkileri 1. Siyasi Yönden: Ümmetin içine birçok yönden tefrik unsurları yerleştirilmiştir. Bölge, çoğu yapay sınırlarla ayrılmış, ülkeler arasına anlaşmaları mümkün olmayan ihtilaflar sokulmuştur. Ülke içinde de ihtilaf kaynağı olabilecek farklar körüklenip ayrışma ve çatışma sebebi haline getirilmiş, halkın bir kısmı Hıristiyan olmaya zorlanmış, gayri Müslimlerin kendilerini Müslümanlarla çatışmaya itecek bir

önerisi bu bakımdan dikkate değer.

kimliğe sahip olmaları temin edilmiştir. Kendi

Faruki, bu önerisini Uluslararası İslam

oluşturmaları çeşitli desiselerle engellenmiş,

Düşüncesi Enstitüsü ve İslamabad’daki İslam Üniversitesi’nin Ocak 1982’de Pakistan’da düzenlediği bir seminerde gündeme getirmiştir. Enstitü mütevelli heyeti başkanı ve müdürü Faruki’nin, bir proje şekline dönüştürdüğü ve seminerde sunduğu, “Islamisation of Knowledge-General Principles and Workplan” adıyla kitap halinde de basılan önerisi, Risale Basın Yayın tarafından 1985 yılında “Bilginin İslamileştirilmesi, Genel İlkeler ve Çalışma Planı” adı altında Türkçeye de tercüme edilmiş ve basılmıştır.

içlerinde ve komşu bir başka ülke ile birlik ufukları kapatılmıştır. Halkın iradesinin her yönden önüne geçilmiş ülkelerin çoğunun idaresi askerin eline verilmiş veya askeri vesayete mahkûm edilmiştir. 2. Ekonomik Yönden: “Ümmet gelişmemiş ve geri kalmış durumdadır.” Okuma-yazma oranı oldukça düşüktür. İmalat ve üretim ihtiyacın altında olduğu için sömürgecilerden ithalatçı durumundadır. Gıda, giyecek ve enerji bakımından kendine yeten İslam ülkesi yoktur. Sömürgeci güçlerin ambargosu durumunda

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

57


açlık tehlikesi söz konusudur. Yerel üretimin

“Ümmetin bunalımının kaynağı ve güç merkezi

rekabet şansı bulunmamakta, Müslüman ülkeler

hiç kuşkusuz mevcut eğitim sitemidir…

sömürgeci güçlerin sanayisini ithal etmekte;

İslam’dan, onun kültür birikimi ve üslubundan

bu sefer de üretim için onların hammaddesine

uzaklaşmanın gerçekleştiği ve sürdürüldüğü

mahkûm olmaktadır. Bu üretim, yerel doğal

yerler okullar ve fakültelerdir.” Mevcut eğitim

ihtiyaçları değil sömürgeci reklamlarla ihtiyaç

sitemi ile Müslüman gençlik, yorulup yıkılmakta,

hissettirilen ürünleri üretmektedir. Müslüman

geçmişiyle irtibatını koparıp tabii merakları yok

ülkelerin en başarılı olacakları alan tarımsal

edilmekte, İslam’a duyduğu ilgi, bilincine şırınga

üretimdir. Ancak burada da üretim maliyetleri

edilenlerle bulandırılmaktadır.

toprak ağalarının tutumları, yüksek vergiler emeğin, ithal malın pazarı durumundaki şehirlere göçmesine neden olmaktadır. Allah’ın bir bağışı olan petrol de dertlere derman olmamaktadır. Petrol çıkaran ülkelerin nüfus yoğunluğu genellikle azdır. Petrol gelirleri ırkçı yönetimlerin elindedir ve onlar da elde ettikleri geliri, iç kavgalarla güvenlik zafiyeti gösteren Müslüman ülkelere değil daha güvenilir buldukları Batı’ya aktarmaktadırlar. Zirai ve sanayi üretimi için sermayesizlikten kıvranırken

1. İslam Âleminde Eğitimin Bugünkü Durumu: Yeni kurulan okullar İslamlaştırma adına gayri İslami propaganda hususunda cüretkâr davranmakta, Müslüman gençlerin büyük çoğunluğunu etkileyip zehirlemektedir. İslami eğitim devletin mali desteğinden mahrum, özel çabalarla sürmektedir. Resmi destekler çağdaşlık ve ilericiliğe öncelik vermektedir. Okullar içindeki İslam’la ilgili dersler zayıf ve yetersizdir. İslami bölüm ders programı tutuculuk, çıkarcılık

servet sömürgeci bölgelere akmaktadır.

ve realiteden mahrumiyet etkisi altındadır,

3. Dini-Kültürel Yönden: Geri kalmışlık

etme özelliği yoktur. Modern okulların önü açık,

batıl inançların yayılmasına da yol açmıştır.

imkânları geniş iken klasik okulların geleceği

Bu tür inanışlar, mutluluğu kör inanışta

yoktur. Müslüman hükümetler, üniversite

aramaya, yüzeysellik ve kaba softalığa,

yönetimleri, gençliğin yıkılan moralleri ve

ruhunu teslim etmeye yöneltmiştir. Bunlar

İslam’dan sürekli uzaklaştırılmalarıyla ilgili tedbir

zaaf noktalarını oluşturmakta, modern

almamaktadır. Batılı eğitim sistemine doğru

dünyanın saldırıları karşısında paniğe neden

yarış devam etmekte, İslami eğitimin gelişimi ve

olmaktadır. Islahat bu zihinlerde Batılılaşmayla

modernleşmesi için adım atılmamaktadır.

örtüşmektedir. Batılılaşma eğilimli Müslüman önderler bunun zararların kestiremediler. Cehaletleri, Batılı anlayıştaki Tanrı, insan ve varlıkla ilgili Batı ideolojisinin toplumlarına ve eğitimlerine nasıl sinsice sızdığını fark etmelerini engelledi. Sömürgecilerin kültürel saldırılarıyla Müslümanların dinlerine, inançlarına ve geçmişlerine güvenleri sarsıldı. Onların manevi güçten mahrum edilmesi daha kolay köleleştirilmelerine imkân tanıdı. Müslümanların günlük hayatından, basın yayınların ve medyalarından, davranışlarından, şehir yapılarına kadar birçok şeyleri kolayca Batılı biçimlere büründü. Kesimler arasındaki uçurumlar arttı. “Müslüman kendini Batılılaştırdığı oranda berbatlaştırdı. Kendini ne İslami ne de Batılı sayılabilecek çağdaş bir

mezunlarının diğer okul mezunlarıyla rekabet

2. Görüşsüzlük: “Elde edilen sonuç Batı modeli değil, onun bir karikatürüdür.” Batı eğitim modeli de kendi içinde bir düşünceye dayanmaktadır. Binalar, dersler, konferanslar taklit edilebilir ama “temel görüşün tabiatı taklide müsait değildir.” Bunun için de Batı’daki yaratıcılık burada tezahür etmemektedir. İslam âlemindeki düşük standart sorunu, bu temel görüş yoksunluğunun doğal sonucudur. “Bilgi peşinde koşma ruhsuz mümkün değildir.” Ruh, din, dünya ve hakikat görüşüyle yani dinle yansıtılan bir şeydir. Batı’ya gidip eğitim alanlar, sınırlı ve ekonomik hedeflere sahip olduğu, Batı’nın değerlerini de tam olarak özümseyemediği için kendi ülkesine döndüğünde edindiği makam ve maaşla yetinmekten başka ne zamanı, ne

kültür garibesine dönüştürdü.”

enerjisi ne de arzusu bulunmaktadır. İslam

C. Bunalımı Besleyen Damar

ama Batı düşüncesinden de yoksun olduğu

âleminde öğretilen konular Batı’dakilerin kopyası için hem mezunları modernleştirmekte, hem

58

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


İslam’dan uzaklaştırmakta, hem de hiçbir şey

tecrübesiz kadronun, Batı’nın taklit edilmesini

bilmedikleri halde bilgiç davranmalarına neden

bertaraf etmek için bir fırsattır. Hükümetler bu

olmaktadır. Batılı disiplinlerde mükemmelleşme

kurumlar üzerinde katı denetimler uygulamak

ihtimali yoktur. Çünkü bunun için o alandaki

yerine, eğitim kurumlarına ayırmaları gereken

bilginin bütünselliğini kavramak ve bunun için

yeterli miktarı onların tasarrufuna sunma

de bir davaya sahip olmak, başkalarını geçme

inceliğini göstermelidir. Bu eğitim kurumlarının

arzusuyla yanıp tutuşmak gerekir. “İslam

kendi giderleri için edinecekleri vakıf gibi

âlemindeki üniversite öğrencisi, ders kitabı ve

kaynaklara engel olunmamalıdır. Çocuklarını

sınıfta kendisine sunulan yabancı ideolojiler

geleceğin aydınlığı için imkân olarak görmesi

karşısında, tank ve makineli tüfeği kılıç-

gereken veliler de elinden geleni yapmalıdır.

kalkanla cevaplayan bir asker kadar çaresizdir.

Gençlerine gerekli önemi vermeyen ümmetlerin

İslam âleminin hiçbir tarafında İslami görüş,

geleceğinden hayır gelmez. Eğitimcilerin ne

Batı’daki orta dereceli okullarda Batı geleneğinin

öğretecekleri nelerle ilgilenecekleri de siyasi

öğretildiği ısrar, evrensellik, ciddiyet ve bağlılıkla

iktidarların baskısı altında olmamalıdır.

her düzeydeki öğrencilere okutulmamaktadır.” II. GÖREV

B. İslami Görüşü Aşılama Müslüman gençlerin İslam dışı eğitimcilerin

“Hicretin 15. yüzyılında ümmetin karşı karşıya

ve eğitim anlayışının eline terk edilmesine son

bulunduğu en ciddi görev eğitim sorununu

verilmelidir. “Her Müslüman genç din, ahlak,

çözmektir. Eğitim sistemi ters-yüz edilip hataları

hukuk, tarih ve İslam kültürü konularında

düzeltilmedikçe ümmetin gerçekten ihyası için

eğitim görmelidir.” Küçük yaşlarda babadan

umutlanmamalıdır. Yapılması gereken, sistemin

ve çevreden edinilen İslami bilgi doğru olsa

yeni baştan biçimlendirilmesidir. Müslümanların

bile muhakeme kabiliyetinin gelişmediği

eğitilmesindeki mevcut ikiliğe, sistemin İslami

dönemde alınmıştır. Bu bilgi üniversite çağında

ve Batılı eğitim olarak iki değişik tarzda

bilimsel iddialara dayalı, objektif görünümlü

düzenlenmesine kesinlikle bir son verilmelidir.

Batılı bilgi ve medya bombardımanı karşısında

İki tarz birleştirilip kaynaştırılmalıdır; ortaya

tutunamamaktadır. “Bir kültür bilgici, ne İslam’ı

çıkan yeni sisteme İslami anlayış egemen olmalı

ne de Batı’yı bilen bir tip, o an gönlünü okşayan

ve o ideolojik programının ayrılmaz bir parçası

sözler sarf eden herkesin peşinden gitmeye

olarak çalışmalıdır. Ne Batı’nın körü körüne

hazır bir zavallı haline gelmesine şaşmamak

taklidi olarak kalmasına müsaade edilmeli, ne

gerekir.”

de kendi başına bırakılmalıdır… Eğitim sisteminin bir görevi bulunmalıdır; bu görev de İslami temel görüşü yerleştirmek ve onu zaman-mekân planında gerçekleştirmekten başka bir şey olamaz.” Bunun için bütçeden gerektiği kadar miktarın ayrılması ve bunun doğru kullanılması, öğretmenlerin ihmal edilmemesi gereği

1. Zorunlu İslam Medeniyeti Dersi: “Üniversite düzeyindeki bu İslam’dan uzaklaştırmanın tek panzehiri dört yıllık zorunlu İslam Medeniyeti dersidir.” Gayri Müslimlere de içinde bulundukları toplumun dayandığı temelleri ve mahiyetini tanımak için bu ders zorunlu olmalıdır. “İslam

unutulmamalıdır.

kültürünü almayan, toplumu ile bütünleşmeyen

A. İki Eğitim Sistemini Birleştirme

anlayışa karşı koymaya, görüşe görüşle

tek kişi bile kalmamalıdır.” Bu ders istilacı

“İlk ve orta dereceli medreselerle üniversite düzeyindeki külliye ve camialardan meydana gelen İslami eğitim sistemi, orta ve yüksek dereceli Batılı okul sistemi ile birleştirilmelidir.” Bu birleştirme her ikisinin (klasik ve modernin) iyi yönlerini alıp kötü yönlerini terk etmek, devletin mali kaynakları ile İslami görüşü bir araya getirmek, köhnemiş kitaplarla

karşı çıkmaya, objektif delile objektif delille karşı koymaya imkân tanıyacaktır. İslam medeniyetinin mantığını, ümmetin nereye gitmek istediği/gitmesi gerektiğini kavramak, gururla başkalarını da buraya davet etme bilinci kazandıracaktır. Müslüman’ın kendi geçmişini ve tarihe nasıl kök saldığını bilmeden, bunları sağlayan değerlerin tezahürlerine duygularıyla da bakıp nüfuz etmeden başka

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

59


medeniyetler karşısında var olamaz. Çağımızda

hâkimiyetinde yeniden düzenlenmesine ihtiyaç

medeniyetlerin birbirine müdahalesinin gelişen

vardır.

iletişim imkânlarıyla daha da değiştiğini göz önünde bulundurursak, medeniyeti anlamak ve onu içselleştirmenin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Medeniyetin idraki onun sadece bir ders olarak işlenmesinden ibaret olamaz. Derinlikli konuları tedris etmek için daha çok ilahiyatlarda âlimler yetiştirilebilir. Ama öncelikli husus bilincin ümmete yaygınlaştırılmasıdır. “Herkes hastalığa karşı aşılanmadıkça ümmeti korumak mümkün değildir.” İslam nasıl hayatın bir alanına, bir mekâna hapsedilemezse bir okula, bir bölüme de hapsedilemez. O halde dört yıl boyunca değişik aşamalarla işlenecek dersin amacı bütün bölümlerdeki öğrencilerin İslami olarak belli bir bilinç seviyesine ulaştırılmasıdır. 2. Modern Bilginin İslamileştirilmesi: Sadece İslam’ın ve İslam medeniyetini öğretilmesi ile hedefe ulaşılamaz. Beşeri ilimlerin de eğitim programı içine alınması gerekir. Müslümanlar gerileme döneminden önce beşeri bilimlerde, kendi dünya görüşlerini bu bilimlere egemen kılarak başarılı adımlar attılar. Bugün hemen her disiplinin tartışmasız önderi Batılılardır. Müslümanlar da bu bilimleri Batılı değerlerin hâkimiyetinde Batılılardan öğrenmektedir. Böylece de Batılılaştırılmaktalar. Bu durum değişmelidir. Müslümanların modern disiplinleri tam olarak öğrenmesi, anlaması ve disiplinlerin sunduklarına tam olarak hâkim olması gerekir. Bu hâkimiyet sağlanmadan bunların İslami değerler çerçevesinde düzenlenmesi, ayıklanması, reform edilmesi, zararlı ve yararlı yönlerinin tespit edilmesi mümkün olmaz. Modern bilimler gereklidir, eğitimi de şarttır ancak İslam’ı ve modern bilimleri çok iyi bilerek aralarındaki irtibatın doğru sağlanması gerekir. Daha önce ıslahatçıların hatası, Batılı bilginin İslam’la çelişkisinden gafil olarak Batı’nın bilgisini ve gücünü elde etmekti. Modern bilim ve bilginin İslam’la irtibatını sağlamak için yetkin kadroların, programlı korkusuz ve fedakârca çalışması gerekir. Bu, bugün yapılacak en önemli iştir. Diğer dünya görüşleri dünyada uzun vadeli eğitim programları sayesinde hayat buldular. İslam da eğitimden bağımsız olarak hayat bulamaz. Disiplinlerin Batılı ve batıl beşeri değerlerle değil insani ve İslami değerlerin

60

III. USUL A. Geleneksel Usulün Aksaklıkları Hicri 6. ve 7. yüzyıllarda İslam dünyası doğudan Tatar, batıdan Haçlı saldırılarına uğradı. Bu saldırıların en önemli sonucu, Müslümanların kendilerine güven duygularını yitirerek İslam’ı savunmak adına kendilerini yeniliklere kapatmasıydı. İslam’ı savunmak, selefin yorumlarını nihai din yorumu olarak almak, bütün yenilikleri din dışı ilan etmek haline geldi. İçtihat kapısı kapandı. Bu durum yakın dönemdeki uyanma hareketlerine kadar değişmeden devam etti. Osmanlının Avrupa’dan sürülmesinden sonra ümmet, Anadolu ve Arabistan bölgesine sıkıştı, dağıldı. Bu yenilgiye karşı birçok Müslüman ülkede Batılılaşma bir çare olarak düşünüldü. Bunun katı uygulandığı yerler belli bir toplumsal tabakayı dönüştürmekten öteye gidemedi. Daha yumuşak geçişin uygulanmaya çalışıldığı ülkelerde ise ne İslamlaşma ne de Batılılaşmada başarı sağlanamadı, biri Batılı diğeri klasik iki sistemin birbirini yiyip durduğu bir durum oluştu. 1. Fıkıh ve Fakih: İctihad Ve Müctehid: Fıkıh teriminin Kur’an’daki “tefakkuh” teriminin anlamı daraltılarak mezheple ilgili kullanılışı bile Müslümanların konuyla ilgili zihinsel problemini göstermektedir. Oysa “ilk fakihler “usul-ü fıkh”ı İslam hukukunun genel ilkeleri değil, İslam’ın hayat ve realiteyi kavramasının da ilkeleri olarak anlıyorlardı.” Geleneksel sistem içinden Abduh ve Afgani gibi tecdid çabaları çıktı. İçtihat kapılarının yeniden açılma çabası olumlu bir gelişme idi, ancak bunun iki önemli sorunu vardı: Birincisi; “müctehid olmanın geleneksel şartları aynı kaldı; bu da içtihadı geleneksel medrese mezunlarının, yani ona ihtiyaç duymayanların eline bıraktı.” İkincisi de ictihadın teknik anlamda fıkhi/hukuki kalıplara hapsedilmesiydi. İçtihat faaliyeti fetva müessesesi gibi tasavvur edilmekteydi. Bu da hiçbir sorunu çözmüyordu. “Durum geleneksel müctehidlerin tasavvur edemediği yeni bir yöntem, İslami bilgi kaynakları veya usulü ile ilgili anlayışımızın yeniden düzenlenmesini

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


gerektirmekteydi.”

B. İslami Usullerin Temel İlkeleri

2. Vahyin Akla Muhalefeti: “Ümmetin fikri

Eğitimde ve hayatta ikiliğin kaldırılması için

gelişme tarihinin en hazin yönü vahy ile

bilginin İslamileştirilmesi gerekir. Bu hamlenin

aklın birbirine yabancılaşmasıdır.” Yunan

doğru bir istikamet üzere yürümesi için

mantığının bir savunma dili olarak kabulü,

dayanması gereken esaslar vardır:

Helenik ikilemci zihniyetin İslam’a girişi bu ayırıma neden olmuştur. Oysa akıl ve vahy birbirinden ayrılamaz. Aklın reddi, akıl dışı absürdün yayılmasına zemin hazırlar. “İslam’ın çağrısı akliden ve eleştirmeden yanadır… Aklı kullanmadan vahyin gerçekleri takdir edilemez… Vahyin iddiaları öteki iddialardan, hatta saçmalardan kolay ayırt edilemez. Vahyin kabulü akla dayanmıyorsa özneldir, keyfidir, kaprislidir.” İlhamı vurgulamak için aklın feda

1. Allah’ın Birliği Tevhid İslam’ın temelini oluşturur. Allah her şeyi kuşattığı gibi bilgiyi de kuşatandır. Her türlü bilginin illiyet sebebi O’na dayanır. İslam, bilginin bu bağdan uzaklaştırılması durumunda üretilenin boş ve faydasız olduğunu söyler. 2. Hilkatin Birliği

edilmesi inanç bozukluklarına yol açmıştır.

a. Kozmik Düzen: Varlığı, öz, vasıf, ilişki, olay

3. Düşüncenin Eylemden Ayrılması: İslam

sağlayan kozmik düzendir. Bu düzen, Allah’ın

tarihin ilk döneminde lider-düşünür ayırımı yoktu. Âlimler hayatın her alanına İslam’ın nasıl nüfuz edeceğini dikkate aldığından dini-dünyevi her konuda donanımlı idiler. Aynı zamanda birbirlerini tamamlamaya özen gösteriyor, zayıflığa, mahrumiyete rıza göstermiyorlardı. Ümmetin sorunları üzerinde ciddiyetle durulmuş, gelişmiş kafaların yetişmesine ortam hazırlanmıştı. Düşünce ve eylem arasındaki birlik parçalandıktan sonra siyaset ilimden, liderlik düşüncenin kontrolünden mahrum kaldı. Parçalanan alanların önderleri kendi ideallerine sarılıp diğerlerini dışladı. Din ve ilim siyaset sahnesinden koptu. Ruhbanlık yayıldı, sultanlar hiçbir karşı koymayla karşılaşmadan hüküm sürdü. Kişisel değerlerle kamu değerleri arasındaki denge bozuldu. 4. Kültürel ve Dini İkilik: Sırat-ı Müstakim birleştirici bir yoldur. Düşünce ve eylemin birbirinden ayrılması yolun ikiye bölünmesine neden oldu; biri dünyevi diğeri Allah’ın yolu. Dünyevi yol kötülüklerin kaynağı ve hüküm sürdüğü alan olarak algılandığı için, adalet duygusunun gelişimine katkısı olmayan, zalimlere ses çıkarmayan ruhbanlık hayat bulup yayıldı. Dini olan böyle bozulduğu gibi dünyevi yol da çıkarcılık ve ihtiraslar altında istikamet bulamadı, her ikisi de ifsat oldu. Sömürgecilerin bir direnişle karşılaşmamalarının asıl sebebi bunlardır.

ve sebep-sonuç ilişkisi olarak kavramımızı belli sünnetler çerçevesinde yarattığı bir sistemdir. İnsan bu sünnetleri keşfederek varlığı ve ilişkileri kavrar, keşfettikçe de determinizmin olmadığını görür. Yaratıcının bir ve yegâne oluşu varlığın her bir parçasında görülür. b. Hilkat: Allah varlığı bir nizam içinde, varlıkları bir amaca sahip olarak yaratmıştır. Bu amaç nihai olmayıp Allah’ta son bulan başka amaçlarla irtibatlıdır. Hilkatin sahip olduğu amaçlar birbiriyle amaç-araç ilişkisi içindedir. Bütün varlık organik bir bütünlük oluşturur. Bu da insanın önüne keşfedilmesi gereken bir alan çıkarmaktadır. Varlığın organik ilişkisini anlamak bütün olayların Allah tarafından imtihan için planlanmış olmasını idrak etmektir. Bütün varlık ve yeryüzü sınavın gereğince insanın hizmetine sunulmuştur. c. Mahlûkatın İnsana Boyun Eğmesi: “Mahlûkatla insani kullanım arasında tabii bir ahenk vardır. Hilkat insanın ihtiyaçlarını onun içine koymuş, mahlûkatı da bu ihtiyaçları karşılayacak biçimde düzenlemiştir. Tabiat bütünüyle insanın etkisine, girişimiyle değişmeye, istediği biçime girmeye açıktır.” İsterse onu imar eder isterse tahrip eder. İnsan sonuçlara ulaşmak için sebeplere sarılmazsa başarıya ulaşamaz. 3. Hakikatin Birliği ve Bilginin Birliği Hakikatin birliği Allah’ın birliğine dayanır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

61


Vahiyle bildirilen hakikatten farklı olamaz.

ne de başka birinden uzak durarak İslam fiili

“Akıl, hakikat ve gerçekliğin vahyi olgularla

durum haline gelemez. İslam, Budizm’in ve

böylece mantıklı eşitlenmesi epistemolojinin

Hıristiyanlığın öngörülerinden uzaktır. “İlahi

şu ana kadar tanıdığı en nazik konudur.” Bu

emaneti yerine getirmek, kültür ve medeniyeti

eşitleme üç ilke üzerine oturur. “Birincisi,

kurup geliştirmeyi hedef alır.” Bunun için de

hakikatin bir oluşu esasına ters düşen hiçbir

insani ihtiyaçların her biriyle ilgili olmak zorunlu

iddianın vahy hamına yapılamayacağına

bir durumdur. “Bu amaçla İslam, Müslümanların

işarettir. İkincisi, hakikatin bir oluşu akılla vahy

içinde yaşadığı toplum meseleleriyle

arasındaki çelişki, fark veya değişikliğin nihai

ilgilenmesini, yani gayeyi hem kendi kişiliğinde,

olamayacağına işarettir. Üçüncüsü, hakikatin

hem de ailesi üyeleri, komşuları ve öteki

birliği veya tabiat kanunlarının Halik’ın tarzları

Müslümanlar arasında gerçekleştirmek üzere

olarak tanımı hilkatle ya da onun bir bölümüyle

uyanık, örgütlü ve hareketli olmasını şart

ilgili araştırmaların kapatılıp bitirilemeyeceğine

koşmaktadır.”

işarettir.”

c. Kapsamlılık: “Hiçbir şey İslam’ın ilgi sahası

4. Hayatın Birliği

dışında kalamaz. Mübah (serbest bırakılan)

a. İlahi Emanet: İnsanın bir yaratılış amacı vardır, o da Allaha ibadettir. (51:56, 11:7, 67:2) İlahi irade iki şekilde tecelli eder; biri tabiat kanunlarıdır, vahye ek olarak akılla da bilinebilir. Onları keşfedip anlamak insanın görevlerindendir. İkincisi, kabul ve reddetmenin mümkün olduğu bir ortamda gerçekleşir. Tabiat kanunlarıyla bir arada ama farklı bir düzene aittir. Burada kişisel iradenin özgürce ifade edilmesi önemlidir. Bu manevi serbestliğe sahip olduğu için insanın kabul edebildiği bir görevdir. (33:73) “Bu sebeple insanın itaati meleklerin itaatinden daha değerlidir; çünkü aksini yapabilecek bir kişi tarafından yapılmıştır… İlahi iradenin daha yüksek bölümü, insanoğulları onu özgürce gerçekleştirmeyi seçmeden, tarih sayfalarına geçip gerçek hale gelemez. Bu sebeple insan, ilahi iradenin üst basamaklarıyla

62

alanının geniş olduğu bir gerçek. Ancak genişliği bu alanın İslam’ı ilgilendirmediğinin değil, bunun vacip ve haram gibi zorla, mendup ve mekruh gibi manevi otorite ile sağlanan sıkı uygulama alanının dışında kalmasının işaretidir. Bu alanın üstünde İslam için en az sıkı uygulama kadar önem taşıyan kültür ve hayat biçimi alanı bulunmaktadır… Yığınların henüz kültür olarak benimsemediği, ikna olmadığı bir şeyin kanun olarak uygulanması mümkün değildir.” Günümüz hayatının her bir alanı “İslam’ın ilgisi içine sokulma ihtiyacındadırlar.” 5. Beşerin Birliği Allah’ın bir olduğu gibi insanlık da birdir. İnsanlığın hepsi aynı yaratılış ilişkisi içindedir. İnsanın yaratılıştan getirdiği ve sonradan edindiği özellikleri vardır. Irk, millet, aile

tarihi gerçeklik arasında kozmik bir köprüdür.”

gibi doğmadan önce edindiği özellikler

b. Hilafet: “İnsanın ilahi emaneti yüklenmesi

için kullanılamaz. Bunların insanı iyi veya

onun Allah’ın halifesi olması anlamına

kötü, ahlaklı veya ahlaksız yapması mümkün

geliyor.” Bu sadece dini fiilleri değil daha

değildir. Sonradan kazandığı özellikler ahlaki

çok dünyevi fiilleri içine alan bir durumdur.

yönden değerlendirildiğinde insanı iyi veya kötü

Bu da başka güdülerle değil Allah’ın rızasını

yapabilirler. Doğuştan gelen özellikler kimlik

kazanmak için faydaya yönelik ahlaki hedefleri

kartı gibidir. Irk, millet ve dil gibi ayırımlar hem

gerçekleştirmektir. Kutsal olan ve olmayan

tanışmak hem de birbirin tamamlamak içindir.

diye bir ayarımı yoktur, kutsal olan yalnızca

“Irkçılık aslında şirkten başka bir şey değildir.

Allah’tır. İyi-kötü, hayır-şer, hüsn-kubuh insani

İnsanlar arasında düşmanlıklara, savaşa ve

eylemlerin bir sonucudur. İyi olanları hayatın

kan dökülmesine sebep olmada ırkçılıktan

her bir bölümünde gerçekleştirmek Müslüman’ın

daha üretken bir şey bunamaz.” Vatanseverlik

vazifesidir. “Bu açıdan İslam, hayat ve tarih

ise bundan tamamen farklı ve İslam’ın teşvik

süreçleri içerisinde düşünülebilir ancak.” Ne

ettiği bir şeydir. Irk ve millet temelindeki

sosyal hayattan, ne ekonomiden, ne siyasetten

ayırımlar Batı’nın sürekli kullandığı bir husustur.

insanlar arasında değere dayalı bir ayırım

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Bunlara dayalı esaslar kabul edildiğinde dini bir değeri kabul etmenin meydana getirdiği motivasyon etkisini meydana getirmektedir. Irkçılık içte de bölücüdür. Bir milletin başkasına üstünlüğünü savunduğu gibi aynı millet içinde de daha imtiyazlı olanları, avama üstün sayarak içte de ihtilaf ve çatışmalar doğurmaktadır. Batı’nın sosyal bilimlerinde bu ırkçı özellikler belirgin biçimde görünür. Coğrafya, iktisat gibi ırktan uzak bilimlerde bile Batı’nın ırkçı anlayışı kendisini gösterir. Sosyoloji ve antropoloji gibi bilimler Batı’nın bu durumunu daha belirginleştirmektedir. Müslüman ve ırkçı terimsel olarak yan yana gelmesi mümkün olmayan ifadelerdir. Batı’nın elinde ırkçı kimliğe bürünmüş her türlü bilimin bu anlayıştan kurtarılması gerekir. Bunlar İslam’ın evrenselliğini yansıtacak tarzda revize edilmelidir.

tanımlanmalıdır. Adım 2. Disiplin Araştırması Her disiplinin “çıkışını, tarihi gelişimini, usulünün kaydettiği gelişmeleri, ilgi alanının genişlemesini, o bilimle uğraşanların katkılarını etraflıca anlatan raporlar hazırlanmalı… Araştırmayı o konuda yazılmış en önemli eserlerin şerhli bir bibliyografyası tamamlamalıdır… Bu adım, Müslüman’ın, Batı’da geliştiği biçimiyle disiplini iyice anlayıp öğrenmesi açısından önemlidir.” Batı’daki bilgi patlaması onu olduğundan daha büyük göstermektedir. Onun doğru anlaşılması Müslüman bilim adamlarının ayaklarının yere basmasını sağlayacaktır. Adım 3. İslami Birikimi İyice Öğrenmek: Antoloji.

IV. ÇALIŞMA PLANI Çalışma planının amaçları şunlardır:

“İslam’ın disipline irtibatını derinliğine ele almadan önce, İslami kültür birikiminin o disiplin konusundaki görüşlerini keşfetmek zorunludur.”

1. Modern disiplinleri iyice öğrenmek.

Ecdadın mirası, İslam’ın irtibatını keşfetmek için

2. İslami birikimi iyice öğrenmek.

keşfetmek araştırmacının donanımı bakımından

3. Modern bilginin her alanına İslam’ın özel irtibatını sağlamak.

önemli başlangıçtır. Bu birikimin disiplinle ilgisini bile bir sorun oluşturmaktadır. Batılı eğitim görmüş Müslüman mirası anlamakla ilgili birçok eksikliğe yanlış düşünceye sahiptir. Zaman ve

4. İslami kültür birikimiyle modern bilgi arasında geçerli bir sentez için yollar aramak. 5. İslami düşünceyi Allah’ın (C.C) yaratıştaki ilahi tarzlarını keşfedecek bir yörüngeye

enerji sahibi olmak bile bir sorundur. Geleneksel âlimlerin de modern disiplini bilmemek gibi bir sorunu vardır. Geleneği bilmelerine karşın modern disiplinin konularına ve sorunlarına aşina değildirler. Onları “gerekliyi çıkarmak

oturtmak.

üzere birikimle baş başa bırakmak gereklidir.

“Bu amaçlara ulaşmak için bazı adımlar

modern disiplinlere aşina kılarak ve böylece

atılmalıdır. Bunların mantıki dizimi her adıma ait öncelik sırasını da göstermektedir.” A. Bilginin İslamileştirilmesini Sağlayacak Zorunlu Adımlar: Adım 1. Modern Disiplinleri iyice Öğrenmek. “Batı’da görülen en gelişmiş biçimleriyle disiplinler sınıflara, ilkelere, usullere, sorunlara ve konulara ayrıştırılmalıdır.” Bu ayrıştırma disiplinin usulü konusunda içeriği ve zorunlu dersin ana hatlarını yansıtmalıdır. Teknik terimler, ilkeler, sorunlar açık cümlelerle

Birinci ve ikinci adımda üretilenler, uzmanları ellerine araştırmalarında kullanabilecekleri bir ilgi kıstası vererek, faydalı olacaktır.” “Müslüman bilim adamı, birikime kendiliğinden ulaşabilecek zamana ve bilgiye sahip olmadığından” hatta bazen birikimin dilini bile bilmediğinden, istifade etmeleri için konularıyla ilgili okuma listeleri, antolojiler hazırlanmalıdır. Adım 4. İslami Birikimi İyice Öğrenmek: Tahlil. “Sayfalar dolusu malzemeyi antoloji biçiminde takdim etmek yalnız başına yeterli olmaz.” Geçmişte bu konuda yapılan çalışmaları, tarihi çevre şartları göz önünde bulundurarak

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

63


incelemek gerekir. “Birikimin katkılarının tarihi

peşinde koşma hedefini gerçekleştirmesi

tahlili kuşkusuz İslami görüşün sayısız yönlerine

açısından değerlendirildiği gibi ilahi hedeflere

de ışık tutacaktır. Ecdadın bir şeyi nasıl anlayıp

yakınlığına bakılarak İslam gözüyle de

ondan nasıl etkilendiklerini, onu eyleme ve

değerlendirilmelidir.

davranış biçimine dönüştürme yolunda neler tavsiye ettiklerini, özel zorluk ve sorunlarını halletmelerine nasıl yardım ettiğini öğrenmek İslami görüşü daha iyi anlamaya sebep olacaktır.” Bu rastgele değil belli bir önem sırası yapılarak günün sorunlarıyla ilgi kurulabilenler öncelenmelidir.

Değerlendirilmesi: Durum Değerlendirilmesi. Kur’an ve Sünnetin değerlendirilecek birikimin dışındadır. Kur’an’ın ilahi mevkii ve sünnetin biçimi tartışma üstüdür, ama nasıl anlaşıldığı tartışmaya açıktır. Birikim de bunların anlaşılış

Adım 5. İslam’ın Disiplinlere Özel İlgisinin

biçimi ile oluşmuştur. Vahyin hayata müdahalesi

Kurulması.

ile ilgili üç nokta eleştiri konusu olmalıdır.

“Önceki dört adım, sorunu Müslüman

görüş; ikincisi, ümmetin bugünkü ihtiyaçları;

düşünürün önüne getirmektedir.” İslami

“üçüncüsü, disiplinin temsil ettiği bütün modern

birikimin disiplinlerin incelediği alanlara ilişkin

bilgi.” Birikim yeterli değilse bugünkü çabalarla

katkısı inandırıcı biçimde ortaya konmalıdır.

düzeltilmeli, yeterliyse geliştirilmelidir. Birikimle

Bunun modern disiplinle aynı düzeyde ilkelere

irtibatsız bir tavır bugün geçerli değildir. Bunun

dönüştürülerek özelleştirilmesi önemlidir.

içi ne birikime vakıf olunmalıdır. Beşeri etkinlikle

“Modern disiplinin tabiatı, temel yöntem,

birikimin irtibatı alanın uzmanlarının üzerine bir

ilke, sorun, amaç ve umutları, başarıları ve

sorumluluktur.

Birincisi somut uygulamalarda görünen İslami

eksiklikleri İslami birikimle irtibatlandırılmalıdır ve birikimin her birine özel ilgisi genel katkıdan çıkarılmalıdır.” Bunun için İslami bilgi mirasının disiplince tasarlanan konulara katkısı ve disiplinin başarılarıyla karşılaştırılması yapılmalı, pek az katkıda bulunduğu ya da bulunmadığı konularda çelişkiyi ortadan kaldırmak üzere Müslüman’ın çabasının hangi istikamete yöneltilmesi gerektiği düşünülmelidir. Adım 6. Modern Disiplinin Eleştirilerek

Adım 8. Ümmetin Belli Başlı Sorunları Soruşturması. Ümmet “her cephede önemli sorunlarla karşı karşıyadır.” Göze batanlar, aysbergin görünen kısmıdır. Görünmeyen sorunları soruşturup ortaya çıkarmak ve tahlil etmek gerekir. Disiplin, ümmetin sorunlarını keşfedip çözüm üretecek biçimde kullanılmalıdır. “Müslüman akademisyen çalışmasını fildişi kuleden boş bir merak olarak,

Değerlendirilmesi: Durum Değerlendirilmesi.

ümmetin varoluşsal gerçeklerinden uzak biçimde

“Modern disiplin ve İslami birikim elden

uzaklaştırma bizim ise İslamlaştırma çabamızın

geçirilmiş… ve nihayet İslam’ın disipline özel

çelişkisi bilinmelidir. Dikkatimiz, ümmetin

irtibatı ortaya çıkarılmış bulunuyor. Bundan

siyasi, sosyal, ekonomik, fikri kültürel, ahlaki ve

sonra disiplin İslami açıdan eleştirici bir tahlile

manevi yapısını etkileyen belli başlı sorunlara

tabi tutulmalıdır. Bilginin İslamileştirilmesinde

yönelmelidir.

bu çok önemli bir adımdır. Önceki beş adımın hepsi bunu sağlamaya yönelik bir hazırlayıcıdır.” Disiplinin tarihi gelişimi, neleri sorun olarak gördüğü, sorunlarını incelemede temel ilkeler diye neleri ele aldığı incelenmeli. Yeterlilik, akla uygunluk ve İslam’ın öngördüğü esaslar bakımından değerlendirilmelidir. Disiplinin esas konuları, varsayımları, nihai gayesi ve yakın hedefleri birbiriyle eleştirel olarak irtibatlandırılmalıdır. Kurucunun amacı, bilginin

64

Adım 7. İslami Birikimin Eleştirilerek

yürütmemelidir.” Batılıların disiplinleri İslam’dan

Adım 9. İnsanlığın Sorunları Soruşturması. İnsana yüklenen emanet bütün evreni kapsadığına göre insanın sorumluluğu da aynı kapsamda olmalıdır. Tüm insanlığın sorumluluğunu üstlenmek İslami görüşün esaslarındandır. Ümmet, başkalarıyla kıyaslandığında geri kalmışsa da “İslam sayesinde ve Allah’ın (C.C.) takdiriyle insanlığın mutluluğu ve tarih için ön şart olan temel

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


görüşe sadece ümmet sahiptir.” Irkçılık, alkol

kitaba acele ihtiyaç vardır.” Kitap ihtiyaç alanı

ve uyuşturucu maddeler, cinsi serbestlik ve

fazla olmakla beraber, “ilk çabalarımızın, İslami

aile yapısının bozulması, cahillik ve tembellik,

görüşün disiplinle irtibatını kuracak ve aynı

militarizm ve silahlanma, tabiatın tahribi gibi

zamanda geleceğin Müslüman zekaları için

sorunlar da İslami düşünce gereği “ümmetin

izlenecek bir genel rehber görevini üstlenecek,

ve bütün insanlığın mutluluğunu da yakından

her disiplin için bir standart ders kitabına

ilgilendiren, bir meşguliyet sahası olmaya

harcanmasını gerektirmektedir… Üniversite ders

layıktır. Bu sorunları çözüp insanlığı mutluluğa,

kitabı disiplinlerin İslamileştirilmesi uzun sürecin

yani adalet ve temiz vicdanla zenginliğe,

gerçekten son halkasıdır. Önceki bütün adımların

kavuşturmak İslami umuttan ayrılamaz.”

hedefe ulaşması da onunla olacaktır.”

Adım 10. Yapıcı Tahlil ve Terkip.

Adım 12. İslamileştirilmiş Bilginin Yayılması.

Bu adımlardan “sonra, sahne Müslüman

Bu eserler özel koleksiyonlarında kalması,

beyninin yapıcı sıçraması için hazır hale

yazarlarının eş-dost çevresinde bilinmesi

gelmiştir. Eğer dünya önderliğini alacak ve

veya yalnızca kendi bölge ve ülkesinin eğitim

beşeri ilişkilerde yararlı ve medenileştirici

kurumlarınca kullanılması için değildir. “Allah

rolünü sürdürecekse, İslam için on beşinci

(C.C.) rızası için üretilen her şey aslında bütün

yüzyılda yeni bir yol açması zorunludur.” “İslami

ümmetin malıdır.” Fikri çabalar maddi olarak

birikimle modern disiplinler arasında yapıcı bir

mükâfatlandırılabilir, “ama İslami fikir eserleri

senteze gidilmelidir. İslami bilgi birikimi çağdaş

telif hakkı konusu yapılamaz… Üretilen fikri

başarılarla sürdürülmeli ve bilimin sınırları

eser dünya Müslümanlarının -hatta insanlığın-

modern disiplinlerin öngördüğünden daha ileri

uyanması, aydınlanması ve seviyesinin

ufuklara götürmeye başlamalıdır.” Belirlenmiş

yükselmesine yöneliktir… İslami oluşları, daha

ve tahlil edilmiş sorunların ümmetin realitesi ile

fazla bir işlevleri olmasını beklememize yol

irtibatı sağlanmalı, bütün dünyanın sorunları da

açar.” İslami görüş ortaya çıktığında insan bilinci

yanı kapsama girmelidir. “İslam’ın, şeriatı, ahlaki

hareket geçmeli canlanmalıdır. Bu enerjiyle

sistemi, kültürü ve ruhuyla, eldeki soruna irtibatı

ileri atılması, daha önce ulaşmayı ummadığı

hangi kıstasa dayanılarak tespit” edileceğinin

başarılara erişmesi beklenmelidir. Eserler her

tespiti önemli sonuçlara ulaştıracaktır.

Müslüman akademisyene ücretsiz ulaştırılmalıdır.

Adım 11. Disiplinleri İslami Çerçeve İçinde Yeniden Biçimlendirmek-Üniversite Ders Kitapları.

Bu faaliyet, eline eser ulaşanların “üreticisi” haline gelmesini isteyen bir tür davetiyedir. Bu ürünlerin İslam alemi üniversitelerinin programına girmesi için de çaba saf edilmelidir.

Müslümanların farklı çözüm yolları bulması olumlu bir şeydir. “Ümmetin kendi nitelik ve gayeleri konusundaki bilinç düzeyini yükseltmek

B. Bilginin İslamileştirilmesi İçin Öteki Zorunlu Çalışmalar:

üzere modern disiplinlerde uzman samimi

1. Toplantı ve Seminerler: “Ümmetin

Müslümanların çok sayıda değişik eleştirel

sorunları, değişik disiplinlerin aynı anda ışık

tahlillerine muhtacız.” Bu da hicretin ilk

tutmasıyla çözülebilecek karmaşıklıktadır. Tek

asırlarındaki dinamizme yeniden kavuşmak,

bir disiplinin değişik alanlarında uzmanlaşmış

fikir alışverişi ve yaratıcılıkla mümkündür.

bilim adamları arasında da, bunların birbirlerine

“Böyle bir dizi yeni fikirler ve o anlayışın

konularıyla ilgili yardımlarda bulunmalarına

ikamesi için yaratıcı düşüncelerden hareketle

imkân verecek biçimde, başka toplantılar da

disiplinin üniversite düzeyinde arzulanan ders

düzenlenmelidir.”

kitabı yazılabilir.” Ancak bunun yeterli olduğu söylenemez. Müslüman zekaların zihinsel gücünü artırmak da gereklidir. “Her şeyden önce üniversitenin her sınıfının (lisans, lisansüstü) eğitim ihtiyaçlarını karşılayacak çok sayıda

2. Öğretim Üyeleri Eğitimi İçin Kurslar: Hazırlanan kitap ve materyalin kullanılmasından önce, bunları kullanacak eğitmenlerin bunları nasıl kullanacakları konusunda eğitilmeleri

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

65


gerekir. Eserleri yazanlarla kullanacakların bir araya gelmesi işi kolaylaştıracak, belirsiz şeyleri aydınlatacak, yetkin ders anlatım düzeyinin oluşmasını sağlayacaktır. C. Uygulamayla İlgili Öteki Kurallar:

devamlılığını ummak akıllıca olmaz. Nitelikli çalışmaların ödüllendirilmesi için maaşlarına ek derece ve hediyeler olmalı. Bölgeye ve dini farklılıklara göre bu konuda ayırım yapılmamalı. Böyle ayırımlar, beyin göçü, kuşkuculuk, bilimsel aldırmazlık gibi sonuçlara neden olur. 2. Ders kitaplarını hazırlamakta mümkünse en yetenekli bilim adamları görevlendirilmeli. İhtiyaten birden fazla, dört-beş alim görevlendirilmeli. Bir konuda tek görüş olamayacağı için birden çok eserin ortaya çıkması bir zenginliktir. 3. Hazırlanması düşünülen eser, bir kişi için yerine getirilemeyecek kadar ağır olması halinde, bölümlere ayrılmalı ve her bölüm ayrı bir bilim adamına verilmelidir. Bu, eserin tasarlanan zamanda tamamlanmasına da yarayacaktır. 4. Bu eser, bir öncü çaba -İslam aleminde ilkolacağından ve faydası bütün İslam ülkelerine dokunacağından, gerekli mali fonu her İslam ülkesinden beklemek doğru olacaktır. Modern bilginin İslamileştirilmesini, sorumlu organlardan biri üzerine almadığı takdirde ümmetin bütünü için farz-ı ayn’dır. İslam alemi organları, kurumlar ve zengin fertlerinden fonlar sağlamak için her türlü çabayı göstermek bu sebeple zorunludur.

66

www.islamiyorum.com

1. Çalışmaların bir karşılık olmaksızın

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Dosya: İslam Modern Dünyaya Nasıl Müdahale Edecek?

Düşüncenin Okullaştırılması ve 21. Yüzyılda Müslümanların Geleceği M. Kürşat Atalar Almanya - Essen Konferansı / 17.08.2008 Öncelikle “düşüncenin okullaşması” derken,

düşüncesinin de başlama, gelişme, kemal

kastımızı vuzuha kavuşturmamız gerekir.

ve zeval dönemleri vardır. Sokrat, Aristo,

Burada belirli fikirlerin bir ‘okul’, ‘ekol’, ‘mezhep’

Eflatun’un, kolaylıkla, Yunan düşüncesinin

formatında ifadesi kastedilmektedir. Düşüncenin

‘okullaştığı’ döneme tekabül ettikleri söylenebilir.

okullaşması, bir süreç işidir ve her süreç gibi

Yine modern Batı uygarlığı da benzeri bir

düşüncenin okullaşması süreci de, beşeri bir

süreci yaşamıştır. Rönesans’la başlayan

faaliyetin genel özelliklerini üzerinde taşır. Yani her faaliyet gibi, düşünce de, başlar, gelişir, kemal düzeyine ulaşır, sonra da zevale uğrar. Dolayısıyla, düşüncenin okullaşması derken, belirli bir süreç içerisinde gelişen düşüncenin ‘kemal’ düzeyine ulaşma durumunu kast ediyoruz. Düşünce, bu düzeye ulaştığında, artık ‘sistematik’ bir mahiyet almıştır; temel kavramlar konusunda netlik vardır; ikincil (ya da daha sonraki) düzeyde bulunan kavramların, temel kavramlarla ilişkisi kurulmuştur ve bu muhatabını ikna edici düzeyde, yani ‘yetkin’ bir şekilde yapılmıştır. İşte bu yüzden, düşünce, kemal düzeyinde iken, ‘kendi içinde tutarlı’ bir mahiyet arz eder. Bu nedenle de yayılma ve yeni bağlılar kazanma şansı artar.

‘uyanış’, Aydınlanma döneminde ‘okullaşma’ sürecini yaşamıştır. Bu okullaşma, en basit ifadesiyle, modernite içerisinde liberalizm ve sosyalizm şeklinde iki ana ‘okul’ (ya da ‘mezhep’) üretmiştir. Hakeza Müslümanların tarihindeki fıkhi, itikadi, siyasi mezheplerin de, birçok bakımdan benzer tecrübeler olduğu söylenebilir. Rey ve hadis okulları, kelam, felsefe ve tasavvuf ekolleri, Hanefi, Şafii, Hanbeli, Maliki, Caferi, Zahiri vs. gibi fıkhi mezhepler, hep düşüncenin okullaşması sürecinin sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Bu, geçmişte böyle olduğu gibi, aynı kurallar, ‘modern’ dönemi yaşayan Müslüman düşüncesi için de geçerlidir. Bu düşüncenin de bir ‘başlangıç’ dönemi vardır ve bu düşünce de belirli düzeyde bir gelişim

Tarihte bunun pek çok örneği yaşanmıştır.

yaşamıştır. Ancak kanaatimce bu düşüncenin

Bu süreç, Müslümanların ürettiği düşünceler

gelişim sürecinde, henüz ‘okullaşma’ düzeyine

için geçerli olduğu gibi, başka düşünceler için

ulaşılamamıştır. Müslümanların ürettiği ve son

de geçerlidir. Örneğin antik dönemde Yunan

yüzyılda azımsanmayacak katkılarla gelişen

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

67


‘Müslüman düşüncesi’, henüz sistematik bir

Bunun başka (ve ‘maddi’) nedenleri de olmakla

mahiyet kazanamamıştır. Fakat tarihteki

birlikte, asli neden ‘okullaşamamaktır.’ Düşünce

örneklere baktığımızda, gelişim yönündeki

okullaşamadığı için, ikna edicilik düzeyi de

eğilimin devamı halinde, bir süre sonra

düşük olmaktadır. Fakat başlangıç döneminde

bu yönde bazı örnekler görülebileceği de

yapılan bir şey çok önemlidir ki o da, orijinal

söylenebilir. Bu kanaatimizi temellendirmek

kavramlar hususunda göze çarpan ‘özel’

için, modern dönemde Müslüman düşüncesinin

vurgudur. Rönesans’la birlikte, Batı insanı,

gelişim aşamalarını ana hatlarıyla incelememiz

artık Yunan düşüncesinin orijinal kavramlarına

gerekmektedir.

‘özel’ bir vurgu yapmakta ve yolla Hıristiyan

Modern dönemde Müslüman düşüncesinin ‘yeni’ ve ‘özel’ bir vurgusu vardır. Burada başlangıç dönemini, genellikle yapıldığı gibi, Afgani ve Abduh’a kadar götürmek mümkündür. Her ne kadar onlardan önce de bazı çabalar (örneğin Dehlevi’nin çabaları) olmuşsa da, ‘öze dönüş’ ya da ‘uyanış’ döneminin başlangıcını, 19. yüzyılın son çeyreği olarak almak makul görünmektedir. Bu dönemde yapılan şey ise, özü itibarıyla, Batı’dan yönelen tehdide karşı İslam’ın değerlerini savunmaktır. Dolayısıyla, bu dönemin söylemi/dili, ‘savunmacı’/tepkiseldir; yani ‘acemice’dir. Kısacası, bu dil, o dönemde ‘yetkin’ değildir. “İlim din ile çelişmez”, “İslam bilimsel gelişmeye karşı değildir”, “demokrasi şura demektir” türü söylemler, bu yetersizliğinin açık ifadesidirler. “Batı’nın kültürünü değil, tekniğini alalım” söylemi de son tahlilde, aynı tepkiselliği üzerinde taşır. Burada bilinmesi gereken şey, bu savunmacı söylemin, bütün kültürlerin ‘başlangıç’ döneminin tipik özelliği olduğudur. Aynı şeyi, kolaylıkla, Avrupa’da Rönesans döneminin söyleminde bulmak da mümkündür. Doğacı/hümanistlerin birincil

68

teolojisine karşı yeni bir düşünce ortaya atmış olmaktadır ki, bu çok önemli bir ‘değişim’ (veya ‘sapma’) olarak görülmelidir. Hakeza modern dönemde Müslüman düşüncesi de, ‘öze dönüş’ ve ‘uyanış’ı önermek suretiyle, çok önemli bir düşünsel değişim yaşamıştır. Başlangıç dönemlerinde yapılan bu ‘özel’ vurguların, bu nedenle, düşüncenin gelişimi sürecinde ‘özel’ bir yeri vardır. Bunu Bedir Savaşı’nın diğer savaşlar karşısındaki durumuna benzetebiliriz. Maddi ölçütler bakımından Bedir Savaşı’nın örneğin bir Ayn’el Calut veya Çanakkale Savaşı kadar önemi yoktur; ancak ‘keyfiyet’ bakımından daha önemli (ve ‘değerli’) olduğu da kuşku götürmez. Fakat bu ayrı bir konudur. Burada önemli olan, ‘okullaşma’ döneminin sonuçlarıdır. Okullaşma, mesajın daha net anlatılmasını ve bu yüzden de daha hızlı yayılmasını sağlar. Başlangıç döneminde yapılan faaliyetler, bu bakımdan, genel olarak ‘bireysel’ kalır; bu nedenle de bu dönemde ‘kitleleşme’ yaygın biçimde görülen bir pratik değildir. Kitlelerin yeni düşünceye meylinin ‘fevc fevc’ olması için, okullaşma evresinin yaşanması gerekir.

meselesi, Hıristiyan söylemi karşısında

Başlangıç döneminin ilerleyen aşamasında

kendi ‘yeni’ pozisyonlarını savunmaktır ve

görülen bir başka tipik özellik ise, kavramlar

ısrarla yapmaya çalıştıkları şey, sözlerinin

konusunda netlik düzeyinin artmasıdır. Bu

Hıristiyanlığın ana kaynaklarıyla çelişmediğini

dönemde, orijinal dilin keşfedilmesi yönünde

kanıtlamaktır. Galileo’nun İmparatoriçe

önemli adımlar atılır ve ‘eski’ düşünce,

Kristina’ya yazdığı mektup, bu söylemin tipik

hakimane örneklerle mağlup edilmeye

bir örneği olarak gösterilebilir. Galileo, bu

çalışılır. Ancak, buna rağmen, okullaşma hala

mektupta, görüşlerinin İncil metniyle görünür

gerçekleşmemiştir. Gelişim, cümle düzeyinde

çelişkisini izaha çalışmakta ve İncil’in ‘yanlış

‘yetkin’ örnekler vermek şeklinde tecelli eder.

yorumlanması’ yüzünden sözlerinin çarpıtıldığını

Fakat bütün fikri yapının sistematize olması, ayrı

söylemektedir. Hakeza, bu dönemde ‘doğa

bir şeydir ve henüz bu aşamaya gelinememiştir.

hukuku’ ve ‘akıl’ kavramlarına yapılan farklı

Örneğin Rönesans döneminde Desiderus

vurgularda da ‘savunmacı’ bir dil hakimdir.

Erasmus’un (1466-1536) doğacı ve hümanist

Özetle, başlangıç dönemlerinde, ‘yeni düşünce’,

söylemi çok etkili olmuştur, fakat sonuçta yine

hakim paradigmaya karşı tezler geliştirmeye

de eklektik/savunmacı karakterdedir. Erasmus,

çalışmakta, ama bunu başaramamaktadır.

doğrudur; yeni bir söylemi ‘etkin’ bir şekilde

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


kullanmaktadır ancak düşünce, hala Hıristiyanlık

olarak görmek mümkündür. Bununla birlikte,

söylemini ‘yetkin’ bir biçimde ‘mağlup edecek’

bu evrede de düşünce hala ‘okullaşmamıştır’;

düzeye ulaşmamıştır. Bu işi, ancak, ilk olarak

sistematik yapı hala kurulamamıştır. Bu nedenle

Thomas Hobbes (1588-1679) yapabilmiştir.

de, düşünce, hala sahici manada ‘iktidar’

Hobbes’la birlikte, artık, Batı insanının zihninde

olamamıştır. Bu dönemin ‘yetersizliğinin’ tipik

dünyevi iktidarın tamamen ‘laik’ bir temel

örneği, düşüncenin, kitle tarafından çok farklı

oturtulması gerektiği düşüncesi sağlam bir

şekillerde yorumlanabilmesidir. Nitekim Mısır’da

yer bulabilmiştir. Modern dönemde Müslüman

ortaya çıkan Tekfir ve’l-hicre, cihad gibi militan

düşüncesi de, benzer özellikler göstermektedir.

grupların hepsi Kutub’a saygı duyar; ama kimi

“İlim dinle çatışmaz” söylemi, en azından kimi

toplumu kafir olarak nitelerken, kimisi yönetici

entelektüel çevrelerde etkinliğini yitirmiştir ve

kesimi irtidat etmekle suçlar ve militanca

yerini “dinin kendini ilme onaylatma zorunluluğu

bir stratejiyi benimser. Halbuki Kutub’un

yoktur” söylemine bırakmıştır. Seyyid Kutub’un

‘cahiliye’ kavramından, doğrudan ‘militan’

Yoldaki İşaretler kitabı buna iyi bir örnektir.

bir mücadele stratejisini önerdiği yorumunu

Kitabın ilk bölümünde, bu güçlü söylem derhal

çıkarmak mümkün değildir. Ama düşünce,

kendini hissettirir ve Kutup, kitabının ‘uygarlık’la

o sistematikte ifade edilmediği için, bu tür

ilgili bölümüne geldiğinde, modernistlerin

yorumlar yapılabilmektedir. Bu da düşüncenin

Müslüman medeniyetine genel medeniyet tarihi

toplumsallaşma noktasında sıkıntı yaşamasına

içerisinde fazla yer vermemesine karşı çıkar ve

ve bu yüzden de siyasallaşamamasına (ya da

“Medeniyet İslam’dır” ifadesini kullanır ki, bu

istenen düzeyde siyasallaşamamasına) neden

ifade, tam da bizim ifade etmeye çalıştığımız

olmaktadır. Nitekim bu dönemde ‘hareket’ hatta

şeyi doğrulamaktadır. Burada orijinal İslami

‘devlet’ dahi kurulmuştur, ancak ‘sorun’ devam

dile vukufiyetin iyi bir örneği görülmektedir.

ettiği için, devlet dahi ‘çare’ olmamaktadır.

Nitekim Kutub’un, Kur’an metninde yer alan

Yine Kutub’un (ya da Mevdudi’nin) söyleminde

ama kendisinden önce hiç kimsenin aynı ‘özel’ vurgu ile kullanmadığı ‘cahiliye’ kavramını kullanımı da aynı vukufiyetin bir başka örneğidir. Kavram daha önceki dönemlerde ilim çevrelerinde bilinmesine rağmen, Kutup’ta olduğu şekilde kullanılamamıştır. Bu yeniliğin, elbette toplumsal ve siyasal şartların farklılaşmasıyla ilgili bir boyutu da vardır. Çünkü örneğin Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından önce, “iyi kötü” bir Müslüman iktidarı vardır; ve bu durum, Müslümanların ‘cahiliye’ kavramını Kutub’un kullandığı gibi kullanamaması için bir gerekçe olarak görülebilir. Ama ne zaman

doğru bir ifade olarak yer alan “Örnek Kur’an Nesli” terkibinin içi yeterince doldurulamadığı için böyle bir nesli üretme konusundaki sıkıntılar devam etmiştir. Örneğin bu söylemin, güçlü bir modernite eleştirisi ya da mesela Ercümend Özkan’da olduğu gibi, güçlü bir tasavvuf eleştirisi yoktur. Yani özetle, sıkıntının kaynağında yine ‘düşüncenin okullaşamaması’ yatmaktadır. Bu dönemi, elbette başlangıç dönemine göre daha ‘ileri’ bir evre olarak görmek gerekir. Fakat soruna asli bir çözüm hala bulunamamıştır.

ki Müslümanlar, siyasal iktidarlarını bütünüyle

Okullaşma dediğimiz evre, düşüncenin

yitirmişler ve Batılı ülkelerin denetimi altına

sistematik bir çerçevede ifade edildiği evredir.

girmişlerdir; işte o zaman, ‘yeni durum’u izah

Burada artık, yeni düşünceye karşı yöneltilen

için çaba göstermek zorunluluk halini almıştır.

eleştirilerin her biri, yetkinlikle cevaplanır.

Ancak bu zorunluluk, her zaman ‘doğru’ cevabın

Söylem, savunmacı değil, meydan okuyucudur.

bulunması gibi bir sonuç üretememiştir. Hatta

Tezler, ana kavramlar temelinde nettir ve

başlangıç dönemlerinde cevaplar, çoğunlukla

zıtlarıyla birlikte ifade edilir. Bu dönemin tipik

yetersiz ya da yanlış olur. Ama düşünsel

özelliği, düşüncenin, geçmişte ve o gün var

gelişmenin devam etmesiyle bağlantılı olarak,

olan bütün tezleri yetkinlikle eleştirip, eğrisini

cevapların isabet oranı giderek artar ve bir

doğrusunu ortaya koyup, kendi üstünlüğünü

süre sonra, orijinal dilin doğru kullanımına

kanıtlamasıdır. Bu da, ancak yapıldığında olur.

ilişkin örnekler görülmeye başlar. İşte Kutub

Yani üstünlük iddiası yeterli değildir. Bununla

ve Mevdudi’nin yaşadığı dönemi böyle bir evre

birlikte, bu iş yapıldığında, iddiaya da gerek

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

69


kalmaz. Örneğin Ebu Hanife kendisinin, fıkıh

tahlil ettiği gibi, inceliklerini de bilmekte ve

imamı olduğu iddiasını dile getirmese dahi,

onlara yönelik eleştirilerini de otorite kabul

yaptığı iş, şartları yerine getirdiği için bir

edilen Hıristiyan ilahiyatçıları düzeyinde bir

‘okullaşma’dır. Hakeza Hobbes, kendisini

ilmi yetkinlikle ifade edebilmektedir. İşte

modern düşüncenin ilk somut örneğini veren kişi

‘okullaşma’nın tipik özelliği budur. Önce

olarak nitelemese bile, yazdığı kitap (Leviathan)

düşünceye ‘yeni’ olma vasfını kazandıran temel

okuyucuları tarafından türünün ‘yetkin’ örneği

kavramlar, sistematik bir bütünlük içerisinde,

olarak nitelendirilmiştir. Aynı şekilde, Marx,

güçlü bir söylemle ve yetkin bir dil kullanılarak

kendisini sosyalist düşünceyi ‘ekolleştiren’ kişi

ifadelendirilir, ardından da hesaplaşılması

olarak görmese bile, Das Kapital ya da Komünist

gereken düşünce yine aynı yetkinlikle ‘mağlup’

Manifesto, bu nitelemeyi yapmak için yeterli bir

edilir.

kanıttır.

70

Bu formatın İslam düşünce tarihindeki tipik

Peki, bu dönemin eserlerinin tipik özelliği

örneğini, Gazali vermiştir diyebiliriz. Çünkü

nedir? Bu sorunun cevabı, özetle şu şekilde

Gazali, felsefe ile uğraşını kendine ‘özel’ bir

verilebilir: Önce orijinal düşüncenin ‘temel

mesele edinirken, işte tam da bu ‘hesaplaşma’

kavramlar’ı netleşir; ardından da hesaplaşılacak

ihtiyacını görmüştür. Gazali, döneminin klasik

düşünce veya düşünceler, yetkin bir biçimde

ilimleri olan fıkıh ve kelamı iyi bilmektedir. Ancak

bu kavramlar çerçevesinde eleştirilir.

özellikle kelamın felsefe ile baş etme noktasında

Tarihte bu ‘format’ın birçok örneğini görmek

‘yetersiz’ kaldığını da görmektedir. El-Munkiz

mümkündür. Biz tercihen Thomas Hobbes ve

adlı otobiyografisinde, kelamın kullandığı araçlar

Gazali’yi değerlendirebiliriz. Thomas Hobbes,

ve yöntem bakımından felsefe ile baş etmesinin

Leviathan adlı kitabında, dünyevi iktidarın

mümkün olmadığını söyleyen Gazali, ilginç bir

niçin laik temeller üzerine oturması gerektiğini

de cümle sarf ederek, “kendisinden önce hiçbir

izah etmeye çalışır. Ancak bu noktada bizim

İslam aliminin bu meseleyi halledemediğini”

dikkatimizi, tezin yetkin ifade edilmesinden

söylemektedir. Gerçekten de kelamcılar,

ziyade, kitabın ‘formatı’ çekmelidir. Kitap üç

Aristo-Eflatun düşüncesini mağlup etmek için

bölümden oluşur. İlk iki bölüm kitabın yarısını,

uğraş vermişlerdir, fakat Gazali’ye kadar bu

üçüncü bölüm ise diğer yarısını oluşturmaktadır.

düşünceleri yetkinlikle çürütecek bir düşünsel

Hobbes, ilk iki bölümde doğa hukuku

düzeyi yakalayamamışlardır. Özellikle de

temelinde bir ‘insan’ tanımı yapar ve bu tanım,

entelektüel çevrelerde etkin olan Farabi ve İbni

Hıristiyanlığın insan tanımından temelinden

Sina’nın görüşleridir ve bu durum genel kitleyi

farklıdır. Hobbes’un tanımında insan, hakları

de olumsuz etkilemektedir. İşte Gazali, böylesi

olan özgür bir bireydir; ancak bu haklar ciddi

bir ortamda, kelamcıların yapamadığını yapmaya

bir tehdit altında olduğu için, bunları güçlü

çalışmaktadır. En azından bu ‘ihtiyacı’ görmüştür.

bir laik iktidara (‘monark’a) devretmelidir.

Yine kendi ifadesine göre, meseleyi halletmek

Yani Hobbes, insan tanımından hareket eder

için, iki yıl boyunca her gün, medresedeki resmi

ve sonuç olarak laik iktidarın kaçınılmazlığına

görevinin bitiminden sonraki bütün vaktini

ulaşır. Üçüncü bölümde ise, o gün öncelikle

Aristo-Eflatun düşüncesini okuma, anlama

‘hesaplaşması’ gerektiğini düşündüğü Hıristiyan

ve tahlil etmeye ayırmıştır. Sonunda Gazali,

teorileri ile yüzleşir ve onları, okuyucusunu

Aristo ve Eflatun’un görüşlerini tasnif etmiş ve

ikna edecek düzeyde mağlup eder. Leviathan’ın

bu filozofların 3 hususta küfre düştüğünü, 17

üçüncü bölümünün eserin yarısını oluşturması,

hususta batıl görüşler savunduklarını söylemiş

açıktır ki bilinçli bir tercihtir. Çünkü Hobbes,

ve matematik, mantık, coğrafya gibi alanlarda

yeni teorisinin, o dönemin hakim düşüncesi olan

da yararlanılabilecek çalışmaları olduğunu ifade

Hıristiyanlığın temel tezlerini çürütmedikten

etmiştir. Hatta İbni Sina ve Farabi’nin de, Aristo-

sonra fazla etkili olamayacağının bilincindedir.

Eflatun’la aynı görüşleri savundukları için kafir

Bir başka dikkat çekici nokta da, Hobbes’un,

sayılmaları gerektiğini de otobiyografisinde

Hıristiyan literatürüne vukufiyetidir.

yazmıştır. Burada dikkat edilmesi gereken

Hıristiyanlığın temel tezlerini derinlemesine

nokta, Gazali’nin bu işi hangi ölçüde başardığı

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


değil, çözülmesi gereken sorunu doğru teşhis

modernitenin temel kavramlarının neler

etmesi ve çözme yönünde yetkin bir çaba

olduğunu bilebilecek düzeyde dahi değildirler.

göstermesidir. İşte Müslümanların modern

Halbuki olması gereken, öncelikle İslam’ın,

dönemde yapması gereken de budur.

ardından da modernitenin iyi bilinmesi; daha

Modern dönemde yaşayan Müslümanlar da, bugün modernite karşısında tıpkı Gazali’nin yapmaya çalıştığı şeyi yapmalıdırlar. Bugün modernite, Müslümanlar için, o dönemin felsefesi mesabesindedir. O dönemde felsefe etkindi ve mağlup edilmesi gerekiyordu; bugün modernite (üstelik bütün dünyaya) hakimdir ve mağlup edilmesi gerekmektedir. O dönemde kelamcılar felsefeyle baş etmeye çalıştılar, ama bunu başaramadılar, bugün ‘yeni düşünce’ bu işi başarmaya çalışıyor, ama başaramıyor. Her ne kadar gelişme trendi devam etse ve düşüncenin okullaşması yönünde bir takım işaretler alınsa da, bu iş ‘yetkinlikle’ yapılamıyor. Peki, ne yapmalı? Bu noktada da şunlar söylenebilir: Müslümanlar öncelikle, kendi kavramlarına hakim olmalı ve burada ‘ilmi yetkinlik’ kesb etmelidirler. Ancak bundan sonra moderniteyle baş etme uğraşı anlamlı olacak ve sonuç

sonra modernitenin temel kavramların İslam’ın temel kavramlarıyla zıtlığının ortaya konulması; modernitenin batıl/asılsız görüşlerinin tasnifi, nihayet de ‘nötr’ kabul edilebilecek fikirlerin (ya da ilim/bilim alanlarının) ayrıştırılmasıdır. Bu yapılmadığı sürece, modernite (ya da postmodernite) hakim söylem olduğu iddiasını dillendirmeye devam edecektir. Müslümanlar buna kulak tıkayamazlar. “İslam hak din değil mi? Modernite bizim meselemiz değildir” itirazı, haklı/doğru değildir. Müslümanlar, bu işi, özellikle de ‘tebliğ’ ve ‘davetin yayılması’ bakımından önemsemelidirler. Kitleler, bugün tabir-i caizse, moderniteyi ‘hak din’ olarak gördükleri için ‘modern’ olmaktadırlar. Ama modernite mağlup edilebilirse, o zaman kitleler fevc fevc ‘galib’in dinine yöneleceklerdir. Çünkü ‘engel’ ortadan kalkmıştır. Cihad’ın gayesi de zaten bu değil midir?!

verecektir. İşte sıkıntının büyüğü buradadır.

O halde ‘orijinal dil’ nedir? Bu, İslam’ın dilidir.

Müslümanlar bugün kendi kavramlarını

Bu dil, vahiydedir ve somut ifadesini de Hz.

gerektiği gibi bilmemekte ve dolayısıyla

Peygamber’in yaşamında bulmuştur. Bu dil,

da kullanamamaktadırlar. Bu, dillerine de

savunmacı, eklektik, özür dileyici değildir. Bu

yansımaktadır. Bugün hala “din bilimle

dil, özgüvenlidir. Bu dilin en net örneklerinden

çatışmaz” söylemi kitlelerin zihninde hakim

birini, sahabeden Ribi ibni Amir vermiştir.

pozisyondadır. Entelektüel çevrelerde bile,

Orijinal dile vukufiyeti bu sözünden belli

“Müslüman önce birey olmayı öğrenmelidir”,

olan İbni Amir, Kisra orduları başkomutanı

“asıl özgürlük İslam’dadır”, “demokrasi İslam’la

Rüstem’in “Buraya ne için geldiniz?” sorusuna

bağdaşır” söylemi hakimdir. Bu, orijinal dile

cevap olarak şunu söylemiştir: “Kulları kula

vukufiyetin olmadığının açık göstergesidir.

kulluktan kurtarıp tek Allah’a kul etmek için.”

Demokrasi konusunda eleştirel tutum bir ölçüde

İşte, davetin, tebliğin, cihadın amacı budur.

korunurken, demokrasinin temelinde yatan

İşte İslam’ın orijinal dili budur. Bu sahabe:

özgürlük ve insan hakları kavramları konusunda

“sizin oligarşik, despot yönetiminizi yıkıp,

müthiş bir bilgisizlik ve bilinçsizlik durumu söz

yerine insanların ‘özgürlüğü’ doyasıya yaşadığı,

konusudur. Bunun nedeni de, elbette öncelikle

‘haklar’ını kullanabildikleri bir düzen kurmak için

İslam’ın ‘temel’ kavramlarının gereğince

geldik” dememiştir. Bu sahabe, İslam davasını

kavranılamamasıdır. Ayrıca genel olarak

tabir-i caizse, tek bir kelime ile özetlemiştir

Müslümanlar arasında ‘modernite’ konusunda

ki o da ‘kulluk’tur. Evet, insanı tanımlamak,

da müthiş bir ‘cehalet’ vardır. Gazali, felsefe

onun eylemlerini değerlendirmek bakımından

ile uğraşırken, çalışmalarını tamamladığında

orijinal dilin en merkezi kavramı ‘ibadet/

şu ifadeyi kullanmıştır: “Tehafüt’ü felsefeyi

kulluk’tur. Kur’an bize bunu söyler. (Zaten

felsefecilerden daha iyi anlayacak bir düzeye

Mevdudi de, bu kavramı, Kur’an’ın en merkezi

geldiğime inandıktan sonra yazdım.” Bugün

4 kavramından biri olarak tespit etmişti!)

Müslümanlar, moderniteyi, modernistlerden

Hz. Peygamber, Kelime-i Tevhid’te önce ‘abd’

daha iyi anlayacak düzeye gelmeyi bırakın,

olarak, sonra ‘resul’ olarak tanımlanmıştır. O da

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

71


zaten kendisine hep ‘abdullah’ (Allah’ın kulu)

kalsın; onun insanlığa hiçbir yararı olmayacaktır.

olarak hitap edilmesini isterdi. Müslümanların

O, ancak okunduğunda (yani doğru/gereğince

orijinal dile vukufiyet kesb etmeleri için, bu

anlaşıldığında) sonuçlarını gösterir. Doğru

kavram üzerinde çok çalışmalıdırlar. Ve bu

anlamak dediğimiz şey ise, işte gösterdiğimiz

kavramın, akın zıddının kara olması gibi, tam

entelektüel cehtlerin sonucu olarak hasıl

da modernitenin ‘özgürlük’ kavramının zıddıdır.

olur. Yoksa kimse ilk okuduğu kitaptan sonra

Müslüman, bu iki kavramın zıtlığını da bilmelidir.

allame-i cihan olmaz. İslam’ın ‘hak din’ olduğu

Aksi takdirde Ebu Hanife’nin dediği gibi, akı

‘ispatlı’ bir şekilde gösterilmezse, sorumluluk

bilip karayı bilmeyenin durumuna düşer. Çünkü

kalkmaz. Ve bu iş, biraz da ‘toplumsal yönelim’le

karayı bilmeyenin akı tanımlaması da eksiktir

alakalıdır. Düşünce bu yüzden, zaman içerisinde

ya da yanlıştır. Aynı şekilde Müslüman da, insan

‘gelişim’ gösterir ve tek kişinin çabalarından

davranışlarını açıklamak ve değerlendirmek

ibaret de değildir. ‘Kemal düzeyi’ne ulaşmak,

bakımından İslam’ın en temel kavramı olan ‘ibadet’i iyi bilecektir. Batılılarının ‘özgürlük’ kavramı konusunda devasa bir literatürü olması boşuna değildir. Müslümanlar bu hususu iyi yorumlamalıdırlar. Çünkü Batılı ‘insan’ tanımının merkezinde ‘özgürlük’ kavramı vardır. İnsanı tanımlarsanız, toplumu ve devleti de tanımlamış olursunuz. O nedenledir ki ‘demokrasi’ tanımlarının merkezinde ‘özgürlük’ kavramı yer alır. İşte Müslümanlar da, tıpkı bunun gibi, ‘ibadet’ kavramının merkezi önemini iyi kavradıklarında, ‘mü’min kulu’ doğru tanımlamış ve böylece kuracakları devletleri de sağlam bir temel üzerine oturtmuş olacaklardır. Peki, düşünce ‘okullaştığında’ ne olur? Dünya değişmiş olur. Çünkü artık değişimi gerçekleştirecek ‘plan’ açık ve net bir biçimde ortaya konulmuştur. Plan varsa, bina yapacak usta bulunur. Elbette o konuda da tecrübe ve emek gerekecektir. Fakat plan yoksa ‘yeni’ bina yapılamaz. Yapılsa da yeni olmaz ve eskisinin tekrarı olur. Bu böyledir ve dünya tarihinde örneği de çoktur. Karl Marx, herkesin bildiği bir isim olarak incelenebilir. Sosyalizmi sistematik bir şekilde ifade eden Marx, bırakın Batı dünyasını, İslam dünyasında bile taraftarlar

72

bir çok alimin çabalarını gerektirir. Dolayısıyla ‘ilim sahibi olmak’ (ya da ilimde ileri düzeylere ulaşmak) toplumsal sorumlulukların yerine getirilmesiyle (ya da bu konuda toplumsal yönelimin sağlanmasıyla) doğrudan alakalıdır. Bireysel ilmi faaliyetlerin toplumsal karşılıkları genelde yoktur. O nedenle, Müslümanların, modern dönemde karşılarına çıkan moderniteyle baş etme sorununu çözme çabası göstermesi, toplumsal sorumluluklarının bir gereğidir. Burada yine Gazali örneğini hatırlatmak yerinde olacaktır. Evet, Gazali Müslüman dünyasının o dönemde felsefe ile olan sorununu ‘çözmüştür’ ama bu sadece Gazali’nin bireysel çabasının sonucu değildir. Gazali’den önce de bu işle uğraşanlar olmuştur ve onlar bir anlamda çözümün zeminini hazırlamışlardır. Bunun için de çok çaba verilmiştir ve bu çabalar ‘toplumsal yönelim’ sayesinde mümkün olabilmiştir. Burada belki de, Gazali’nin bu tartışmada ‘son noktayı’ koyduğu söylenebilir. Ama son nokta konulmadan önce birçok hususun halledilmiş olması gerektiği açıktır. İşte toplumsal yönelim, bu yüzden önemlidir ve ‘düşüncenin okullaşması’ sürecinin sağlıklı işlemesi için gereklidir. Fakat yanı sıra sağlıklı

bulabilmiştir. Yani anne-babadan ‘Müslüman’

bir ‘eleştiri’ mekanizması da işletilmelidir.

olarak doğan, Müslüman adları bulunan kişiler,

Çünkü düşünsel eksiklikleri gidermenin en etkili

kendilerini rahatlıkla Marksist/sosyalist olarak

yolu, yerinde ve etkili eleştiridir. Bundan belki

ifade edebilmişlerdir. İşte bunu sağlayan

eleştirilen kişi hoşlanmaz, ama toplumun ilmi

düşüncenin gücüdür. Düşüncenin sistematik,

düzeyi ancak bu şekilde artabilir. Bendeniz,

kendi içinde tutarlı, yetkin bir şekilde ifade

toplumsal yönelimin sağlanmasının yanı sıra

edilmesidir. Peki, sosyalist Marx bunu yapabiliyor

sağlıklı bir eleştiri mekanizması işletebilmemiz

da, hak din olan İslam neden yapamasın?

durumunda, Müslümanlar olarak, geleceğimizin

Evet, İslam, hak dindir ama bunu yanlış

parlak olduğuna inanıyorum. ‘Düşünce’

yorumlamamak gerekir. Kur’an’ı toprağın altına

gelişmesini sürdürüyor; inşallah ortak katkılarla

gömün, ya da duvara asın, orada binlerce yıl

‘okullaşması’nı da tamamlayacaktır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Araştırma - İnceleme

Cemaat Diktatörlerinin Psikanalizi Hamdi Tayfur Giriş

irdelemeye çalışacağız. Bu yazının devamında

Cemaat liderleri ve diktatörlük!

genel niteliklerini yapısal özellikler olarak tespit

Bu iki ifade bir arada kullanılabilir mi? Atasoy Müftüoğlu “manevi diktatörler” diyerek ifadeyi çok daha fazla genelleştiriyor; küçük cemaat gruplarından çıkartıp topluma şamil kılıyor.

-bir sonraki sayıda- cemaat ve kapalı grupların edip, bunların bireylerin zihinsel ve manevi dünyalarında oluşturduğu menfi tesirleri tahlil edeceğiz. Kendileri de aslında geniş katılımlı birer grup olan toplumların içindeki cemaatler ve grupların varlığı, çok eski tarihlere uzanan sosyolojik

Manevi baskılarıyla pek çoklarının akıllarına prangalar vuran ve kalplere kurdukları tahtlarda küstahça oturmaktan iflah olmaz derecede zevk alan bu diktatörlerin, kapalı cemaat topluluklarında küçük iktidarlara oynayan cinslerini “cemaat diktatörleri” olarak

bir vakıadır. Sosyoloji; toplumu, toplumların oluşumu ve değişimini inceleyen ve nesnel yasalarını saptamaya çalışan bir bilim dalıdır. Genel anlamda toplumların oluşumu, değişimi ve bu değişimde esas olan prensiplerle, toplumların yapısının ürettiği problemlerin insan

isimlendirmek çok da yanlış olmasa gerek…

aklı üzerindeki etkileri önemli bir husustur.

Oysa liderliğin doğru örneği Muhammed

Konumuzu “Geniş katılım grupları/toplulukları

Peygamberi, Allah Kur’an’da anlatırken onun davete muhatap insanlar üzerinde bir “Musaytır” (88/22), yani bir baskıcı, diktatör veya elindeki satırı sallayarak insanlara zorla daveti veya kendi isteklerini kabul ettiren bir zorba

içinde yer alan cemaatler ve grupların akletme üzerindeki olumsuz tesirleri” olarak sınırlamakla aslında genel toplulukların oluşturduğu sosyolojik ve kültürel kodlara bir gönderme de yapmış oluyoruz. Cemaatlerin ve grupların

olmadığını/olmaması gerektiğini söylemektedir.

gösterdiği tipik davranışlar büyük toplulukların

İşte bu yazıda -önce grup ve cemaatlerin ortaya

özelliklerin sivrilmiş birer örneğidir.

çıkma sebeplerini kısaca ortaya koyduktan sonra- kapalı grup ve cemaatlerde boy veren bu tip liderlerin psikolojik alt yapılarını birazcık deşmeye ve cemaat bireylerinin zihin yapılarında ve nefislerinde oluşturdukları inanılmaz ifsadı

içinde barındırdığı bazı kodların ve sinmiş

Büyük topluluklar, tipik cemaat davranışlarına yol açan olağan dışı durumlara toptan bir cevap veremezse, tepki gösteremezse ya da çözüm üretemezse cemaat ve grupların ortaya çıkması

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

73


için uygun zemin oluşmuş demektir. Grup, fırka ve cemaatlerin ortaya çıkışının ve çeşitliliğinin geri planında ihtilafların derinleştirilerek tefrikaya dönüştürülmesi vardır. İhtilafların arkasında ise “insanın karakteri”1,

ortaya çıkan bazı sebepler de vardır. Bunlar bu tür grup ve cemaatlerin kendi dönemlerinde oluşumuna kaynaklık ederler. Tarihi ve sosyolojik koşullar incelenerek her dönemin kendine özgü belirleyici sebepleri ortaya konabilir.

“dilin tabiatı”2 nedeniyle birbirini anlamamak ve

Ancak bizim konumuz modern bir olgu olarak

gerekli iletişimi kuramamak; “evren ve hayatın

grup ve cemaatlerin ortaya çıkışı, bunların

tabiatı” nın farklı görüntü ve renkleri mümkün

yapısal özellikleri ve cemaat içi ilişkiler ile lider-

kılması; “tarihten gelen anlaşmazlıkların

birey ilişkisi olduğundan bu dönemde baskın

sonlandırılamaması”, “dini metinler” in

olan sebepleri ortaya çıkarmaya çalışacağız.

3

4

yapısının ihtilafı mümkün kılan bir yapıda olmasından dolayı dini anlama biçimlerinin sürekli çeşitlenmesi gibi sayılabilecek birçok neden vardır. Sıralanan ihtilaf sebeplerinin geri planındaki en önemli etkenlerin bencillik, menfaatler ve heva olduğunu da unutmamak

Geçmişte de benzer sebepler fazlalık ve eksikliği ile etki eden birer faktör olmasına rağmen özellikle modern dönemlerde grup ve cemaatlerin ortaya çıkabilmesi için, topluca karşı karşıya kalınan bir “örselenme”nin

gerekir.

olması, bu örselenmenin ortaya çıkardığı

Yetenekli liderlerin grupların oluşumunda önemli

ortaya çıkardığı bir “endişe”nin hat

bir etkisi vardır. Ancak hiçbir lider yoktan bir

safhaya ulaşması en temel şartlardandır.

hareket meydana getiremez. Gerekli şartlar

“Örselenme+hoşnutsuzluk+endişe” toplamına

olgunlaşmadığı sürece, potansiyel bir lider

birlikte muhatap olmuş kişilerin harekete geçme

ne kadar yetenekli olursa olsun, peşinden

isteği, bunların ortak davranışlar sergileyerek bir

kimseyi sürükleyemez. Cemaatler ve grupların

araya gelip cemaat ve grupları oluşturmalarına

toplumda yaygınlık kazanması ve rağbet

yol açar. Aslında hareket, ideal olana geri dönme

görmesi olağanüstü değişim dönemlerinden

veya döndürme hareketidir. Bu nedenle bütün

geçildiğinin bir işaretidir. Cemaatler ve gruplar

cemaat/grup yapılarının örselenme öncesinde

mevcut düzene karşı şiddetli bir hoşnutsuzluğun

var olan, “hoşnut olunan bir durum ideali”

doğal sonucudurlar. Normalleşme süreçlerinde

vardır. Bu, ideal geçmişi -yani hoşnut olunan

bu tarz oluşumlar toplumun daha sağlıklı hale

dönemi- gelecekte kurma idealidir. Öyleyse

gelişine etki eden sivil toplum kuruluşları olarak

yukarıdaki üçlü toplama bir dördüncüsünü daha

ortaya çıkarken, olağan dışı koşullarda gidişi

ekleyip, buna “ideal geçmişin gelecekte yeniden

tersine çevirmeyi amaçlayan yapılar haline

inşası için harekete geçme” diyebiliriz.

gidişattan kaynaklanan hoşnutsuzluğun

5

dönüşürler.

Bu dörtlü toplamın ortaya çıkması şartların

Örselenme+hoşnutsuzluk+endişe+ide al geçmiş özlemi Tarihte ortaya çıkan dinsel gruplar, mezhep ve fırkaların ortaya çıkışına tesir eden evrensel faktörleri yukarıda kısaca sıralamıştık. Modern dönemlerde ortaya çıkan grup ve cemaatler de bu evrensel faktörlerden etkilenirler. Ancak

olgunlaştığına işarettir ve böylesi anlarda kendileri de dörtlü etkinin tesirinde olan yetenekli liderler harekete geçerek cemaatlerini oluşturabilirler. “Örselenme+hoşnutsuzluk+endişe+ideal geçmişin gelecekte yeniden inşası için hareket” toplamıyla neyi kastettiğimizi kısaca açıklayalım.

bunların dışında her dönemin kendi özgün

Toplumların hayatında hızlı değişimlere

sosyolojik ve tarihi koşullarına uygun olarak

yol açan, insanları şiddetle sarsan, onları

İhtilaflar Karşısında İslami Tavır, Yusuf el-Kardavi, s.66

1

Yusuf el-Kardavi, age, s.64

2

Yusuf el-Kardavi, age, s.71

3

Yusuf el-Kardavi, age, s.61

4

aşağılatan, büyük acılar çekmesine yol açan olay veya ardışık olaylar toplamının muhataplar ve artlarından gelen nesiller üzerinde oluşturduğu etkiye “örselenme” diyoruz.

Eric Hoffer, Kesin İnançlılar, s.127

5

74

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Toplumlar tarihlerinin hızlı değişim anlarında

Vamık Volkan’ın “zaman çökmesi”6 olarak

belli “örselenme”lere uğrarlar ve bunlar ilginç

adlandırdığı bu süreçte seçilmiş örselenme

toplumsal yapılanmalara ve değişimlere yol

daha dün olmuş gibi yaşanır. “Geçmişe ilişkin

açar. İslam tarihinde ortaya çıkan tarikat

duygular, algılar ve beklentiler, güncel olaylar ve

yapılanmalarının ilk ortaya çıkışı, Moğol/

düşmanlarla ilgili olanlara büyük oranda karışır

Tatar istilaları ve Haçlı Seferleri’nin toplumda

ve bu da akıl dışı politik kararlar almaya ve

meydana getirdiği örselenmeler ortaya

yıkıcı davranışlara yol açar.”7 Karşılıklı çatışanlar

çıkartılmadan anlaşılamaz. Aynı dönemlerde

ayrı ayrı örselenmelerin tesiri altındaysalar

ortaya çıkan oldukça öze dönüşçü sert

“bitmeyen savaş”ın onulmaz temsilcileri olarak

söylemlere sahip selefi hareketler de benzeri

akıl dışılıklar üretmeye devam ederler.

istilaların sebep olduğu örselenmelerden yeteri kadar nasiplerini almışlardır. Biraz daha geriye gidersek İslam tarihinin ilk yüzyılında ortaya çıkan hemen hemen tüm fırkalar “fitne” olarak isimlendirilen sarsıcı hadiselerin derin tesiri

Liderler gruplarını oluştururken, toplumlarca özümsenmiş olan, “örselenmeler” den kaynaklanan psikolojik genleri manipüle ederler. Böylece gruba eğilim artar ve insanlar grupla

altındadırlar.

birlikte hareket etmek için seferber olurlar.

Günümüz İslami cemaatlerin ortaya çıkmasına

Örselenmenin varlığı tek başına yeterli değildir.

yol açan “örselenme” Batı’ya karşı bir-kaç yüzyıl öncesinde başlayan peş peşe yenilgiler ve toprak kayıplarıyla ortaya çıkan, İslam topraklarının tümüyle parçalanması, işgal edilmesi, sömürgeleştirilmesi ve birliği temsil eden hilafet kurumunun ilga edilmesiyle zirveye ulaşan olayların ortaya çıkardığı örselenmedir. Geçmişten beri zaten varlığını sürdüren mezhep, tarikat ve dini yapılanmaları kısmen dışarıda bırakırsak modern dönemlerde ortaya çıkan tüm İslami cemaatlerin oluşumunda bu örselenme ortak paydadır. Tarikatların, mezhebe bağlılığın ve geçmişten beri varlığını devam ettiren benzeri dini yapılanmaların böylesi dönemlerde canlanmasının en önemli sebebi de sözünü ettiğimiz örselenmedir. Cemaatlerin birbirlerinden farkı bu noktadan sonra ortaya çıkar. Bu örselenmeye verilen cevaplar, çözüm önerilerindeki farklılıklar ve ihtilaflar cemaatler

Bazı toplumlar veya örselenmiş toplumun bazı bireyleri örselenmeyi “düşmanına benzemek” tarzında içselleştirebilir. Durumdan rahatsız olmak yerine büyük bir memnuniyet duygusuna kapılabilir. Bunu bir gereklilik olarak görebilir. Bu bir tür yansıtmadır. Bu tiplerin örselenmelerden kaynaklanan bir kalkışla bir gruba mensup olmaları mümkün değildir. Bu nedenle örselenmenin peşi sıra durumdan hoşnutsuzluğun sürekli hale gelmesi, grupların oluşup varlıklarını sürdürmelerini gerekli bir şartıdır. “Hoşnutsuzluk” aşağıda üzerinde duracağımız “ideal geçmiş özlemi” duygusu ile doğrudan ilgilidir. Örselenmeye yol açan olaylar kısmen veya tamamen ortadan kalksa ve ortam daha memnuniyet verici gelişmelere uygun olsa da hoşnutsuzluk devam eder. Hatta devam etmelidir ki cemaat ve grupların varlık sebebi ortadan kalkmasın. Çünkü hoşnutsuzluğa

arasındaki farkı ortaya çıkartır.

kaynaklık eden şey yeni gelişmelerin ne derece

Örselenme anında merkezi otorite (devlet veya

Asıl önemli olan “ideal geçmiş” veya “altın

imparatorluk) ya da toplum, olumsuzluklara

çağ”a ne kadar yakın veya uzak olunduğu

direnmeyi becerebilseydi ve daha yumuşak

meselesidir. Her gelişme altın çağın ideal

bir geçişle yeni şartları oluşturabilseydi genele

ölçüleriyle karşılaştırılır. Buna uymayan her

yaygın bir örselenme de oluşmayabilirdi.

müspet gelişme aslında ancak bir komplonun

Tarihte yaşanmış olan örselenmeler toplumların genlerine işler ve kuşaktan kuşağa sessizce aktarılır. Oluştuğu anda etkinliği zayıf kalabilen örselenmeler kuşaklar sonra bir grubun oluşmasında yeniden ortaya çıkabilir. Olmadık bir çatışmanın gerçek nedenine dönüşebilir.

memnuniyet verip vermediği meselesi değildir.

veya yeni bir aldatmacanın parçası olabilir. Bu nedenle müspet bir ortam ve yeni gelişmeler de olsa hoşnutsuzluk sürer/sürmelidir. Bu nedenle grup/cemaat liderleri ideal geçmişe/altın çağa Vamık D. Volkan, Körü Körüne İnanç, s.70

6

Vamık D. Volkan, age, s.70

7

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

75


sürekli vurgu yapmaya devam ederler, günü

ettiği çağ “Asr-ı Saadet”tir. Bu çağ öylesine

küçümserler, her yeniliğin sürekli bir kötülük

kutsanır ki, bu dönemin kötülükleri bile örnek

ürettiğini ve bunların kötüye gidişin, “altın

alınacak bir ideale dönüştürülür. İronik olarak bu

çağ”dan uzaklaşmanın bir parçası olduğunu

kutlu asır hem ulaşılması mümkün olmayan bir

anlatıp dururlar.

dönem olarak yüceltilir, hem de o çağı gelecekte

Hoşnutsuzluğa eşlik eden bir diğer duygu da “endişe” duygusudur. Örselenmeye yol açan olay veya olaylar grubunun sürekli tekrar edeceğine dair duyulan korku, bu endişenin kaynağıdır. Her şey her gün daha da kötüye gitmektedir. Bu kötüye gidiş gerçekten var olan bir durum olabileceği gibi kişilerin öyle zannettikleri için kapıldıkları bir duygu da olabilir. Ancak örselenmiş, hoşnutsuz, anksiyete/ endişe duygusuna kapılmış bir bireyin bunu ayırt edebilecek akletme yetisi oldukça zayıflamıştır. Yoğun örselenmeler yaşamış toplumlarda komplo teorilerinin bolca üretilmesinin bir nedeni de bu yaygın endişe duygusudur. Olumlu gelişmeler bile bir komplonun parçası olarak anlaşılır. Çünkü örselenemeye yol açan o derin darbenin devam ettiğine dair endişe kalplerde kök salmıştır. Bir türlü endişelerden kurtulup, örselenmeye yol açan olaylar zincirinin kırıldığına inanmak istemezler. Bu nedenle grup ve cemaatlere derinden bağlı bireyler çoğunlukla komplocu bir kafa yapısına sahiptirler. Cemaatin

fazla yüceltmek için cemaatler tarihe yeni bir perspektif getirmişlerdir. Bu perspektif kısmen sadece modern dönem Müslümanlarına has bir perspektif değildir kuşkusuz. Ama hiçbir zaman bu çağdaki kadar üzerine vurgu yapılmamış ve önemli hale getirilmemiştir. Bu perspektifle tarihin ideal çağı “Asr-ı Saadet” dört halife döneminin bitimiyle sona erer. Bazılarınca Hasan’ın kısa halifelik dönemi de buna dâhil edilir. Ömer b. Abdülaziz’in kısa halifelik dönemi de sapmadan bir istisna olarak görülür. Oysa Ömer’in yapmaya çalıştığı da idealize ettiği ilk döneme bir geri dönüş çabasıdır. Bu nedenle İslamcılığın ilham kaynaklarından birisi Ömer b. Abdülaziz’dir. Tarihin bunların dışındaki kısmı kocaman bir boşluktur. Sürekli geriye doğru bir gidiştir, gerilemedir. Yapılması gereken ise o ideal çağı gelecekte yeniden kurmaya çalışmaktan ibarettir. Yani Asr-ı Saadet’e geri dönmek… Modern dönem cemaatlerinin temel ideali budur.

var oluşunu gereksiz ve geçersiz kılan her türlü

Dört temel kavramla -örselenme, hoşnutsuzluk,

olumlu gelişme komplocu yorumlarla geçersiz

endişe, ideal geçmiş özlemi- karakteristik

kılınmaya çalışılır. Bunlar bir komplonun parçası

hale gelen bu tarz psikolojilerin yaygın olduğu

olarak gösterilir. Bu komploların bir numaralı

toplumlarda, liderler cemaat veya gruplarını

üreticileri de normal olarak cemaat liderleridir.

oluşturmak için çok da zorlanmazlar.

“İdeal geçmiş özlemi” örselenmenin

Cemaat ve grupların oluşmasına zemin

olumsuz tesirlerini yok etmenin, hoşnutsuzluğu

hazırlayan sebeplerle ilgili bu açıklamalar aynı

memnuniyete çevirmenin ve endişelerden

zamanda “insanlardan bazıları niçin gruplara/

kurtulmanın tek yoludur. Bu nedenle acilen

cemaatlere koşarak girerler?” sorusuna da bir

harekete geçilerek “ideal olanı” yeniden

cevap niteliği taşımaktadır.

oluşturmak için çaba gösterilmelidir. Her grup ve cemaatin idealize ettiği bir “altın çağı” vardır. Bu bazen geçmişteki bir imparatorluğun yeniden kurulması olabilir. Örneğin “Osmanlı İmparatorluğu” pek çok cemaat bireyinin rüyalarını süslemektedir. Almanya’daki Nazi grupları Hitler’in yaşadığı döneme büyük bir özlem duyarlar. Yahudiler yüzyıllarca kurtarılmış topraklarda kuracakları bir Yahudi devletinin hayaliyle yaşadılar. Kudüs civarındaki “Zion” kasabasına geri dönüş ideali “Siyonizm” ideolojisini üretti. Müslüman grupların idealize

76

kurmak bir hedef haline getirilir. Bu çağı daha

Sıraladığımız nedenlerin yanı sıra; değişiklik isteği, güçlülük duygusu, umut, geleceğe olan inançla birikmiş güç, gelecekten duyulan korku, güçlü bir öğreti ve yanılmaz bir önderle yeni bir üstünlüğe sahip olunacağına ve gücün kapılarının açılacağına olan körü körüne inanç, başka bir insan olma isteği, anlam arayışı, sorumluluktan kaçarak topluluk sorumluluğuna dahil olma, eşitlik ve kardeşlik arayışı, kişiliğini gizleme amacına dönük eşitlik arzusu, serbest ortamdaki yalnızlığın ve güçsüzlüğün verdiği

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


kaçış duygusu, serbest rekabetin acımasız

düşmanı ilan edilir. Bunlara karşı kılıçlar çekilir.

sınavından kaçış, yaratıcı güçlerin kaybolması/

Anti-propagandalar yapılır. Söylemle ve fikirle

yeteneksizlik, zayıf toplumsal bağlar, kolektif

karşı çıkılamıyorsa okların doğrultulduğu diğer

dayanışma mekanizmasının çekiciliği, bir yere

cemaat ve şahıslar hakkında komplolar üretilir.

ait olma arzusu, topluma uyamamak, zulme/

Belden aşağı tüm taktikler kullanılarak cemaat

haksızlığa uğramak, hayal kırıklığına uğramak,

bireylerinin bundan etkilenmesi engellenmeye

kendinden hoşnut olmamaktan kaynaklanan

çalışılır. Rakiplerin ne geçmişlerindeki kirler

aldatılma isteği, grupla aynı şeyden nefret

bırakılır, ne de iç içe oldukları gizli ilişkiler…

etmek , yakınlık gereksinimi, benlik gereksinimi,

Tüm kirli çamaşırlar ortaya dökülmeye çalışılır.

güçsüzlüğün telafisi, prestij ve menfaat

Cemaat liderleri bu kirli psikolojik savaşın gizli

sağlamak, saldırgan dürtülerini doyurmak,

yöneticileridirler. Kendileri asla ortaya çıkıp

birlikte hareket etmenin heyecanını tatmak,

bu psikolojik savaşta açıkça rol üstlenmezler.

8

mahrumiyetler, yapısal gerginlikler , toplumda

Bu çamurlu propagandadan isimlerinin

yalnız kalanların, yabancılık çekenlerin,

zedelenmesine izin vermezler. Kalemşorlarını

yalnızlığın bıktırıcılığından kaçanların yaşadığı

ortaya sürerler. Hatta bazen kendi yazdıklarını

“birleşme açlığı”10, fanatikliğin tatmini,

bu kalemşorların imzası altında yayınlarlar.

paranoyaklık, nevrotik rahatsızlıklar gibi sayılan

Liderleri lider yapan gönüllü kulların onların

pek çok neden grup ve cemaatlere katılmada

etrafından çözülüp gitmemesi gerekir. Oysa

önemli birer etken olabilir. Bu listedeki tüm

bu tür propagandalar cemaatler arasındaki

nedenlerin aynı anda bir kişide toplanması

duvarları güçlendirmekten başka bir işe

mümkün değildir. Zaten bunların bir kısmı

yaramaz.

9

birbiriyle çelişen nedenlerdir. Ancak bunlardan bir veya birkaçının mevcudiyeti grup ve

Eğer mitoz bölünme ile yeni bir cemaat ve

cemaatlere katılmak için yeterli olur.

yeni bir lider ortaya çıkmışsa bu yeni oluşum

Cemaat adayı çoğunlukla liderin veya cemaat

elemanlarının etrafına örer. Gruptan kopanlarla

davetçilerinin etkili bir tebliğine muhatap olur.

tüm ilişkiler kesilir. Onlarla bir şekilde diyaloga

Çağrı dine yapılıyormuş gibi görünse de, grubun

geçenler hemen kontrol altına alınır. Her iki

kendi mantığı içindeki önceliklere göre yapılır.

grup da birbirinin rakibi ve düşmanı gibi hareket

Adayın niçin başkalarıyla değil de kendileriyle

eder. Gizli gizli birbirlerinin ne yaptıklarını

beraber olması gerektiği üzerine veya niçin

soruştururlar. Başlıca gündemleri karşı grubun

o gruba mensup olmaksızın dinin gereklerini

neler yaptığına dair taze haberlerdir. Bunları

yerine getirmiş olamayacağına dair ilgi çekici

öğrenip konuşmaktan derin bir zevk alırlar. Oysa

argümanlarla yüklemeler yapılır. Aynı zamanda

birbirlerinden özde hiçbir fakları yoktur.

geçmiş veya benzer grupların yetersizlikleri ve başarısızlıkları ısrarla vurgulanır. Duygusal yakınlıklar ve heyecanların kışkırtılması hat safhadadır. Cemaatle aynı bölgeyi paylaşan benzer özellikteki cemaatler küçümsenirken, cemaatten eleman çalamayacak uzak bölgelerdeki veya ülkelerdeki hareketler yüceltilir. Cemaate sanki o grupların bir parçasıymış gibi bir hava verilir. Cemaatin varlığını tehdit eden veya cemaat elemanlarının kafalarını bulandıran(!), farklı cemaatler ve şahıslar söz konusu cemaatin bir numaralı Eric Hoffer, age, s.11-46

8

Mehmet Ali Büyükkara, “Dini Grup Yapılarında Dine

9

İlişkin Muhtemel Anlama ve Temsil Sorunları”, Usûl Dergisi Ocak-Haziran 2007 sayısı s.109, 111 Robert S. Robins, Politik Paranoya, s.110

10

karşısında eski grup tüm koruma duvarlarını

Bu söylemlerden ve antipropagandalardan aşırı derecede etkilenen ortadaki bir aday cemaate girmeye, eğer tereddüt geçirdiyse tekrar aynı cemaatte kalmaya veya taraf değiştirerek karşı cemaate gitmeye karar verdiğinde kendini yeniden hidayete ermiş veya imanını tazelemiş gibi hisseder. Tabi bu hislerin onda yeniden oluşabilmesi için grup lideriyle veya liderin görevlendirdiği birisiyle günah çıkarma ve itiraf seanslarına katılması gerekir. Lidere karşı veya cemaate karşı içine düştüğü tereddütleri itiraf etmek -bir Hıristiyan’ın papaza günah çıkartmasında olduğu gibi- müthiş bir rahatlık verir. Bunun ismi de imanın tazelenmesidir. Oysa iman tazelenmemiş sadece lidere olan bağlılık ve sorgusuz biat tazelenmiştir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

77


Cemaate yeni katılan bir birey için ise bu aşama

tek taraf olduklarına olan inanç; grup veya

dinin ikinci bir şehadeti gibidir. Aday geçmişiyle,

cemaatle dış dünya arasına konulan fiziksel ve

çevresiyle, bazen işiyle ve ticaretiyle ilgili bütün

psikolojik barikatlar; aileden kopuş; hiyerarşik

köprüleri yıkar. Önceki hayatının ne kadar boş

yapı; tek tip düşünceye dönük eğitim; eleştirel

ve anlamsız olduğunu itiraf ederek nâdim olur.

11

düşüncenin yok edilişi; aforoz edilme korkusu,

Artık cemaatle bütünleşmeye, bireyselliğinden

fitne ve ihanet suçlamasının özgüvenle dolu

sıyrılıp topluluk içinde bir kum tanesi, okyanusta

yapıcı eleştirileri ortadan kaldırması; liderin

bir damla olmaya hazırdır. Gardıroptaki yedek

kendisini yüceltip cemaat bireylerini aşağılayan

takım elbisesi de dâhil tüm mal varlığını cemaat

bir yöntemi psikolojik baskı unsuru olarak

liderine teslim etmeye hazır halde biat ederek

kullanması; şeytanlaştırma/ötekisini icat;

kendisine verilecek özel görevi beklemeye

bireyselliğin yok edilişi, kolektiflik; cemaat

koyulur.

merkezli tanımlanan yeni ahlak anlayışı12 gibi

Grup menfaatinin ve cemaate has özel hedeflerin tüm bireyselliklerin üzerinde olduğu ve herkesin ortak bir iradeye tabi olduğu böylesi

özellikler cemaatlere ilişkin sayılabilecek genel niteliklerdir.

gibidir. Bireylerin tüm iradeleri ellerinden

Diktatör Cemaat Liderlerinin Psikanalizi

alınır, düşünme yetileri, kişisel yetenekleri

Yukarda da belirttiğimiz gibi her grup veya

oluşumlar, duvarları olmayan hapishaneler

ortadan kaldırılır. Herkes ortak bir akla tabi olur. Yapılacaklar ve yapılmayacaklar merkezi bir otorite tarafından kararlaştırılır. Bu tür ortamlarda şahsiyetlerin gelişmesi, yeteneklerin faydaya dönüşmesi, fikir üretmek neredeyse imkânsızdır. Gruplar ve cemaatler bunu hiç ifade etmemelerine rağmen akletmenin büyük bir düşmanıdırlar. Bunun nasıl olduğunu daha iyi görebilmek için -ayrıntısına bir sonraki yazıda gireceğimiz- grupların ve cemaatlerin bazı temel özelliklerini maddeler halinde sıralayalım. Otoriter bir liderin etrafında toplanan bir cemaatin özel ve genel birçok niteliğinden söz edilebilir. Tüm kararlar, fikirler ve kutsal metnin yegane yorumlayıcısı konumundaki sorumsuz ve ebedi tek liderin varlığı; mensuplarındaki, ilahi metnin tek gerçek yorumlayıcıları ve uygulayıcıları olduklarına dair mutlak ve sorgulanamaz inanç; liderin konumu, seçilmiş

cemaatin başında dominant özelliklere sahip bir lider bulunur. Cemaat içinde fikir akışı ve işlerin yürümesi liderden cemaate doğrudur. Her şeyin merkezinde bu lider bulunur. Lider her şeye vaziyet eder. Grup içinde müthiş bir hegemonyası vardır. Yönetimin tek hâkimidir. Karar ve tayin yetkisinde tek söz sahibidir. Cemaatin var oluşu onun var oluşuyla neredeyse eşdeğerdir. Grubun sadece beyni değil aynı zamanda omurgası gibidir. Lider kimse tarafından seçilmez, tayin edilmez. Liderin azli bir şekilde mümkün olursa bu aslında grubun da öldüğü anlamına gelir. Çünkü yeni bir lider yeni bir grup demektir. Yeni lider yeni grubu eski grup ve lideri kıyasıya eleştirerek biçimlendirir. Eskinin devamı gibi gözüken ama aslında yeni olan bir grup ortaya çıkmış olur.

oluşu ve cemaatin seçkinliği konusunda ikna

Bu sebeple cemaatler asla bir lider seçmezler.

etme amacına dönük uydurulmuş menkıbeler

Tersine liderler cemaatlerini seçerler. Bir grubun

ve sırlarla yüklü büyüsel inançlar veya elle

oluşması veya mitoz bölünme gibi mevcut bir

tutulmaz, olağanüstü güçler veya Tanrı

gruptan bölünerek ayrılması şartları oluştuğunda

yasalarıyla desteklenildiği duygusuna kapılmak;

lider cemaatini seçer ve yeni bir grup ortaya

cemaatin amacını yüceltmek için her şeyin

çıkarır. Bazı İslami cemaatlerin en büyük ironisi,

kötü gittiğine dair yaygın kötümserlik; kurban

söylem ve tebliğlerinde Raşit Halifeler dönemi

edilmişlik duygusunun diri tutuluşu (aleyhteki

ile sonraki dönemin arasını keskin çizgilerle

her olayın ajitasyon için kullanılması) ve paradoksal biçimde bunu tersine çevirebilecek

M.Ali Büyükkara, agm, s.121, Eric Hoffer, age,

12

s.138, Robert S. Robins age, s.136, Vamık D. Volkan, age, s.202-203, Hamdi Kalyoncu, Liderlere Tapınma

Mehmet Ali Büyükkara, agm, s.112

11

78

Psikolojisi, s.54

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ayırıp iki dönemin en büyük farkının, birisinin

Üyeden istenen ehliyet, liyakat ve bilgi değil,

seçime diğerininse saltanata dayalı bir dönem

özellikle de anlamadığı durumlarda mutlak

olduğunu ısrarla vurgulamalarına rağmen, kendi

itaat ve ölü gibi teslimiyettir. Üstteki makam

yapılarının saltanat sisteminden bile katı bir

mutlak itaat makamıdır. Alttakinin üste bağlılığı,

liderlik yapısına sahip olmasıdır. Emevi sultanları

üsttekinin kesin doğru olduğu ve yanılmaz

kılıç zoruyla da olsa tebaalarından biat alırlardı.

oluşu üzerine kuruludur. Bazı şeylerin alttakiler

Cemaat liderleri böyle bir şeye tenezzül dahi

tarafından anlaşılmayışı kendi hamlığındandır.

etmezler.

Ayrıca üsttekinin bazı söz ve davranışlarının

Liderin seçerek tayin ettiği şura, kararların çoğunluk sistemine göre alındığı bir kurul değil, onun fikir ve önerilerinin onay merciidir. Burada

anlaşılmaması da onun büyüklüğüne, yüceliğine delalettir. Alttakinin akıl yürütmesi de ukalalıktır, haddini aşmaktır.”13

ortaya çıkabilecek öneriler liderin görüşüyle

Aslında liderleri lider yapan tebaalarındaki

paralellik arz eden, onu sorgulamayan ve

gönüllü kulluk psikolojisidir.14 Liderlere

muhalif olmayan görüşlerdir. Çünkü lider bu

putlaştırma derecesindeki bağlılık kendiliğinden

konuma eleştirel bakış açısına sahip, üretken

olan bir hadise değildir. Öncelikle insanlar

kafaları getirmez. Yanlışlıkla böyle bir şey

psikolojik olarak buna hazırdırlar. Liderlerin

yaparsa da derhal o üyeyi elimine eder. Üyeler

tüm hâkimiyetinin halktaki bu gönüllülük

liderin görüşünü onaylamak ve hiyerarşik olarak

psikolojisine dayanması çok enteresan bir

kendi altlarındakilere onaylatıp uygulatmaktan

durumdur. Halklar kendilerine vaziyet eden,

mesuldürler.

hatta zulmeden bu liderlere olan bağlılıklarından

Bu tür bir yapıda lideri değiştirmek, liderin o güne kadarki uygulamalarındaki başarısızlığını sorgulamak ve yeni bir başkan seçmek gibi görüşler, kimse tarafından ne akla getirilebilir ne de seslendirilebilir. Şûraya düşen lidere akıl vermek değil, o arzu ettiğinde izin verdiği kadar fikren ve bilgi toplayarak ona yardım etmek

vazgeçseler, onların tüm karizmasının ayaklar altında kalacağı çok açık olmasına rağmen tarihte bu böyle olmamıştır. Aslında lidere ait tüm karizma ve otorite tebaalarının ona bir bağışıdır. Kitleler ilginç bir şekilde bu gönüllü kulluktan gizli bir zevk alırlar ve liderler de bundan sonuna kadar yararlanırlar.

ve liderin muhatap olmaktan imtina ettiği ve

Topluluklar kahramanlarına, liderlerine ve

teknik olarak da tek başına gerçekleştirmesinin

kurtarıcılarına gönüllü kulluk psikolojisinden

mümkün olmadığı hiyerarşik olarak alt

kaynaklanan derin bir minnet ve şükran

kademedeki bireyler üzerindeki otoritesinin

duygusu beslerler. Bu duygu, liderleri

teminidir. Lider, kendi seçtiği ve görünürde şura

olduklarından büyük görmeyi, yüceltmeyi hatta

heyetine benzeyen yapıyı kullanarak cemaatine

Rableştirmeyi beraberinde getirir. Toplumun

vaziyet eder.

veya cemaatin akıldan ne kadar uzakta

“Üyelerin, kendilerine başkan tarafından görüşleri sorulduğu zaman, bununla büyük bir lütufa mazhar edildikleri düşüncesi içinde olmaları ve bunun şükrünü bildiklerini tüm varlıkları ile göstermeleri gerekir. Başkanın verdiği kararlara, akla yatmasa da, huşu içinde uyulur; çünkü onun hep bir bildiği vardır. Başkanın karşısında edille-i şer’iyeden kabul edilen ‘cumhurun reyi’ni (çoğunluk kararını) savunmak yıkıcılık, bozgunculuk, güvensizlik ve inançsızlık olarak görülür. Alttakilerden istenen aklını kullanmanın ötesinde tereddütsüz itaattir; özel hayatını ihmal edecek ve aklını devre dışı bırakacak şekilde fedakârlıktır.

olduğunu anlamak için, aralarında yaygın olan “kahraman aşkı”, büyük kral, büyük lider, büyük kumandan, büyük filozof, büyük bilgin/âlim, büyük savaşçı, büyük devrim veya din önderi, büyük hatip15 söylemlerine bakmak yeterlidir. Büyük adam edebiyatına ilgi ne kadar yaygınsa toplum o derece hastalıklı, problemli ve makul davranıştan uzak demektir. Çünkü bu tür ortamlarda fikirlerin doğruluğunun sınanması veya makbul oluşu deliller ve akıl üzerinden değil önderlerin büyüklüğü üzerindendir.

Hamdi Kalyoncu, age, s.59

13

Etienne de La Boêtie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev

14

Hamdi Kalyoncu, age, s.82

15

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

79


Topluluklar liderlerini aynı zamanda tüm

büyük bir adam olacağını haber vermiştir. Pek

iyiliklerin kaynağı olarak da görürler. Hem

çok yetenekli çocuk için bu tarz sözler toplum

kitlelerin bu eğilimini tatmin etmek, hem de

içinde normal bir şekilde söylenir. Ancak bu,

kendilerinden başka hiç kimsede bir iyilik

liderler için olunca onların yüceltilmesi için etkili

tezahürü olabileceği fikrine katlanamamaları

bir menkıbeye dönüşür.

sebebiyle liderler, cemaat faaliyetleri içindeki faydalı ve mantıklı her girişimi kendilerine bağlamak isterler. Her girişimde mutlaka onların bir etkisi bulunmak veya gösterilmek zorundadır. Aksi takdirde bir girişim veya proje ne kadar değerli, gerekli, uygulanabilir ve faydalı olursa olsun önemsizleştirilir veya öyle gösterilir. Fikirlerin veya projelerin cemaat içinde uygulanabilmesi için bunların liderden alınan

Kitlelerin içine düştükleri büyük sıkıntılardan kurtuluş için kendilerini kurtarıcı bekleme psikolojisine ne kadar kolay kaptırdıkları17 göz önünde bulundurulursa, liderlerin niçin kendileri hakkında anlatılan menkıbeler, efsaneler ve kerametlere göz yumdukları daha anlaşılır olmaktadır. Bu yolla liderin o makama layık, seçilmiş tek kişi olduğu fikri benimsetilmiş

ilhamla yapıldığı izlenimi verilmek zorundadır.

olmaktadır.

Tebaasının bu şekilde yücelterek en sağlam

Böylece liderin sorgulanabilme kapısı da

fikrin sahibi, kutsal metinlerin en doğru yorumcusu, dinin en güzel temsilcisi ve en mükemmel uygulayıcısı, her iyiliğin sebebi ve kaynağı, kararında yanılmaz olan, her işinde bir hikmet bulunan, bütün gözlerin kendisine döndüğü, bütün ellerin kendisine uzandığı, yokluğuna tahammül edilemeyen birisi yaptığı lider16 hakkında efsaneler ve menkıbeler de yaygın biçimde kullanılır. Atasoy Müftüoğlu’nun ifadesiyle, kurulan her cemaat, cemaat binasının yanına bir de fabrika kurmaktadır. Bu fabrika menkıbe üretim merkezidir. Bu fabrikada lider hakkında menkıbeler uydurulur veya başlarından geçen sıradan hadiselere derin anlamlar yüklenerek yaygın biçimde anlatılması sağlanır. Sıradan insanların çok üstünde olağanüstü yeteneklere sahip olmaları; seçilmiş kişiler oldukları izlenimini güçlendirecek anlatılar; geleceği okuma/gelecekten haber verme yeteneğine sahip olduklarına dair inanç; sahip olduğu ilmin çalışılarak değil vehbi (bahşedilmişilham mahsulü) olduğuna dair kabul; rüyalarının tıpkı peygamber rüyaları gibi hep doğru çıkan rüyalar olduğu gibi yaklaşımlar lider hakkında genele yaygın bir kült oluşturma çabalarının bir neticesidir. En normal cemaatlerin liderleri bile hayatlarında bir-kaç kez özel bir görev için seçildiklerini kendilerine söyleyen peygamberi rüyalarında görmüşlerdir. Ya da küçük bir çocukken önemli bir şahsiyet onun ilerde özel ve

tamamıyla kapanmaktadır. O makama layık tek kişi o liderse onu sorgulamak da büyük bir saygısızlıktır. Onlar mademki bu kadar yücedirler öyleyse en iyi fikir, en iyi bilgi ve en doğru karar onlara ait olandır. Her şeyin en iyisini bilirler. Kimin bilgisi ve fikri onunkinden üstün olabilir ki? İşte tam bu noktada, liderin yüceltilmesinin yanı sıra cemaati bir arada tutmanın bir başka aracını daha tespit edebiliriz. O da şudur: Lider grubunu bir taraftan kendini yüceltirken, diğer taraftan da cemaat mensuplarını aşağılayarak, değersizleştirerek bir arada ve kendine bağlı tutar. Aynı zamanda eleştirilerin ve muhalefetin oluşmasını engeller. Bir cemaat mensubu liderine karşı kendisini küçük ve alçak gördüğü ölçüde onu gözünde büyütür ve bağlılığı kat be kat artar. Kendisi küçük bir böcek kadar değersizken, lideri gözünde koca ve erişilmez bir devdir. Onu nasıl eleştirip yaptıklarını sorgulayabilir ki? Mensubunu aşağılama taktiği liderlerin hitaplarında bolca kullandıkları yöntemlerdendir. Kendilerinin önemli planları, yapılacak tonlarca işleri, gerçekleştirecekleri büyük amaçları vardır. Oysa cemaat mensupları oyunla oynaşla meşguldürler. En basit işleri bile becermekte yetersiz kalmaktadırlar. Hepsi yeteneksiz, tembel, iş bilmez yığınlardır. Liderleri olmasa kim onlara yol gösterirdi bilinmez! Örneğin, mehdi inancı, İsa’nın dirilerek geri dönüşü,

17

M.Ali Büyükkara, agm, s.122

16

80

mucize beklentisi vs.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Böylece biteviye yinelenen aşağılama seansları

Kendini yüceltirken tebaasını veya rakiplerini

sayesinde cemaat üyeleri de kendilerinin ne

küçümseme yöntemiyle insanları kendine

kadar yeteneksiz, tembel, aptal, iş bilmez,

bağlama ve itaate zorlama hadisesini, Kur’an’da

beceriksiz kişiler olduklarına inanmaya başlarlar.

Firavun’la kavmi arasındaki ilişkide çok net

Oysa hayatlarının en büyük fedakârlığını

olarak görmek mümkündür:

yapmışlardır ve doğru olup olmaması bir yana her şeylerini geride bırakıp yüce amaçlar uğruna tüm iradelerini liderin ve cemaatin iradesine teslim etmişlerdir. Böylesi bir fedakârlık aslında liderin bile kendi adına gerçekleştiremediği zor bir iştir. Çünkü liderler iradelerini kimsenin eline teslim etmezler. Oysa cemaat mensupları bunu görebilecek veya söyleyebilecek bir özgüvene

“Firavun halkına bir nutuk çekerek “Ey kavmim!” dedi. “Mısır’ın hakimiyeti bana ait değil mi? Bütün bu nehirler benim hakimiyetim altındaki topraklarda akmıyor mu? Benim, bu ülkenin hakimi olduğumu görmüyor musunuz? Ben, ne demek istediğini bile anlatamayan şu zavallı adamdan (Musa’dan) daha üstün değil miyim? Madem bu adam peygamber

sahip değildirler.

ise neden ona altın bilezikler verilmemiş, neden

Cemaatin yapısı ve liderin konumu ile yaptığı

halkını da aşağılamış oldu. Onlar da bu aşağılamayı

işlere gelecek eleştirilere karşı kullanılan

kabullenerek ona itaat ettiler. Çünkü onlar iyice yoldan

en etkin kalkanlardan birisi bu aşağılama

çıkmış bir halktı.”19

yanında melekler gelmemiş?” Firavun böylece

yöntemidir. Birisi lideri, cemaatin genel gidişatındaki yanlışları eleştirmeye kalkışmasın, hemen “sen kim oluyorsun, bugüne kadar ne yaptın, liderimizin başardığı işlerin kaçta kaçını yaptın ki onu eleştiriyorsun?” tarzında saçma bir cevapla karşı karşıya kalıverir. Liderin yapabildiklerini yapamamak, onu eleştirme hakkına sahip olmamanın en temel gerekçesi haline getirilmektedir. Bir de buna Saff suresinde geçen

Tüm bu durumlara meydan verebilecek bir oluşumun ortaya çıkabilmesinin geri planında bir de liderlerdeki hastalıklı şahsiyetin etkisi rol oynamaktadır. Liderlerin pek çoğu az ya da çok, belli ya da belirsiz psikolojik hastalıklarla maluldür. Tabii ki bu söylediğimiz hastalıklı yapıların oluşmasına yol açan liderler için geçerlidir. Bu tip liderler kendilerindeki psikolojik sendromları aynen cemaat üzerinden yansıtırlar ve yapı buna göre biçimlenir.

“Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız bir şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız bir şeyi söylemek,

Liderlerin pek çoğunda az ya da çok

Allah katında çok büyük bir günahtır”18

gözlemlenebilen bir hastalık megalomanidir.

ayetleri ekleniverir. Oysa ayetlerde kastedilen,

kuruntusuna kapılma hastalığıdır. Liderler

yapılmaya niyeti olunmayan bir şey için

kendilerinin normal insanların çok fevkinde

“yaparız’” denilmesinin büyük bir günah

oldukları kompleksi içindedirler. Bu hastalık

olduğudur. Ayet kişileri eleştirme hakkının

sebebiyle, kendilerinin yüceltilmesinden

şartlarını belirlemek veya sınırlandırmak için

hoşnut kalırlar. Yüceltilmek isterler. Bu yüzden

inmemiş, bambaşka bir maksatla inmiştir.

başkalarının onları aşan yetenek, fikir ve

Aynı şekilde peygamberin arkadaşları,

başarılarına tahammül edemezler. Onlar

vahyin müdahalesinin olmadığı her durumda

üstündür ve her şeyin en iyisi sadece onlara

peygambere açıkça fikirlerini ve eleştirilerini

ait olandır! Tarihteki megaloman liderler

sunmaktan geri durmamışlardır. O, peygamber

olayları vakanüvislerine yazdırırken kendi

olduğu halde ilişkileri böyleyken, sonraki

adlarını baş tarafa yazdırırlar. Bu nedenle Mısır’ı

dönemin liderlerinin kendi yapabildikleri

Fransız ordusu değil Napolyon fethetmiştir,

ve başkalarının yapamadıkları üzerinden

Gal memleketini fetheden Roma ordusu değil

eleştirilemez olduklarını söylemeye

Sezar’dır, Roma kapıları önünde, imparatorluğu

kalkışmalarının akla uymayan bir durum olduğu

titretmiş olan Kartaca ordusu değil Anibal’dır.20

çok açıktır.

İstanbul’u Osmanlı ordusu değil Fatih Sultan

Megalomani, kendini büyük görme, büyüklük

Zuhruf, 43/51-54

19

Saff suresi, 61/2-3

18

Hamdi Kalyoncu, age, s. 23

20

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

81


Mehmet fethetmiştir.

söylenmektedir. Sayı ile ilgili tahminler 40

Megaloman bir liderin en iyi fikrin, en doğru kararın, en iyi işlerin kendisine ait olduğunu, dolayısıyla ona karşı fikir ve eleştiri öne sürülemeyeceğini, hareketlerinin başkaları tarafından asla engellenemeyeceğini ve hesap

tarihinin en büyük kitle katliamcısıdır. Hem kendine yakın olanları, hem düşman gördüklerini hem de gelecekte düşman olabileceklerinden korktuğu kişileri de öldürttü.23

sorulamayacağını düşünmesi ve her iyiliğin

Paranoit kişiliğe sahip bir lider kişisel sanrılarını

sebebi olarak kendisini görmesi bu hastalığının

tebaasına telkin ederek korkularını grubun genel

bir neticesidir. Bu tip liderler kendilerini alçak

karakterine dönüştürür. Hastalıklı düşünceler,

hissetmelerine yol açan her türlü bağ ve

büyük amaçlar için bir araya gelmiş seçkin

bağlılıktan sıkılırlar.

kişilerin özel hedefleri haline gelir. Birbirine

Liderlerin pek çoğunda görülen bir diğer hastalık çeşidi de paranoyadır. Paranoya; sanrılar, yani gerçek olmayan düşünceler üzerine kurulu, kişinin algılamalarının normal dünyada olmayan şekilde, kaygı ve korku içerikli olarak biçimlenmesine dayalı psikolojik bir rahatsızlıktır. Paranoyanın en dikkat çeken özelliği, hastanın hayatını sanrısına göre biçimlendirmesidir. Bu sebeple teşhisi zordur, psikiyatrik bulguları da yoktur. Tarihte büyük etkiler uyandırmış pek çok liderin paranoyak olduğu düşünülmektedir. Örneğin Hitler ve Stalin bilinen en meşhur paranoyaklardandır. Paranoyak liderler, paranoit karakterlerini siyasetlerine yansıtarak toplumlarına insanlık tarihinin en büyük acılarını yaşattılar. İlginçtir, politikalarını tamamıyla paranoit sanrıları ve komplo teorileri üzerine kurmalarına rağmen, bunları halklarına; hatta kendileri için ölmeye hazır bilim ve düşün adamlarına, gazetecilere, generallerine inandırdılar ve onları peşlerinden sürükleyebildiler.21

benzer özelliklere sahip olmalarına, hemen hemen aynı kaynaklardan yararlanmalarına ve aynı ortak şartların bir ürünü olmalarına rağmen bazı cemaatlerin aşırı şiddet eğilimli, bazılarının daha ılımlı; bazılarının aşırı gizli ve kapalı, bazılarının ise topluma daha açık olmasının geri planında liderlerinin paranoit özelliklerini cemaatlerine taşımaları vardır. Paranoyak bir lider grubunu şiddet yanlısı, gizliliği amaç haline getiren bir yapıya dönüştürür. Paranoyak liderin en büyük korkularından birisi, grup içindeki özerkliğini ve otoritesini yitirme korkusudur. Bu yüzden cemaatinde sürekli muhalif kokuların peşini takip eder. En küçük bir ayrıntıyı bile kaçırmamaya özen gösterir. Bu nedenle en yakınındakilerden cemaat bireylerinin durumlarıyla ilgili sürekli raporlar alır. Daha da ötede muhalif olduğuna dair hiçbir işaret taşımamasına rağmen, ilerde kendisine rakip olabilme kapasitesine sahip elemanları hisseder. Bu konuda ciddi bir beceriye sahiptir. Bu tip şahsiyetleri ezer, grup içinde yükselmelerine fırsat vermez, faaliyetlerini sınırlandırır. İlk bulduğu fırsatta da onları

“Örneğin Stalin son derece güvensiz, hastalık düzeyinde kuşkucu bir insandı. Bir insana bakıp şöyle diyebilirdi: ‘Bugün gözlerin niye bu kadar hilekârca bakıyor?’ Hastalıklı kuşku, onun yıllardır tanıdığı önde gelen partililere bile güvenmemesine neden olmuştur. Her yerde ve her şeyde ‘düşmanları’, ‘ikiyüzlüleri’ ve ‘casusları’ görüyordu.”22 Bu paranoit sanrıları yüzünden Stalin milyonlarca kişiyi katletti. Kurbanlarının sayısı tam olarak bilinmemekle birlikte, bunun 20 milyondan aşağı olmadığı

cemaatin dışına iter. Liderlerde rastlanan bir diğer hastalıklı karakter de “narsistik” olmalarıdır. Bunların kendilerine olan sevgileri çok güçlüdür ve kolayına kendilerinden başka sevilecek bir nesne görmezler. Herkesin sadece kendilerini sevmesini, kendilerine hayranlık duymasını ve sadece kendilerinin yaptıklarının övülmesini isterler. Bu kişisel bozuklukları nedeniyle sonsuz başarı, güç ve görkem fantezileriyle uğraşırlar.24 Narsisizm, lider olma isteğinin en önemli

Robert S. Robins, age, s.34-35

23

Vamık D. Volkan, age, s.272

24

21 22

82

milyona kadar çıkartılmaktadır. Stalin insanlık

Robert S. Robins, age, s.296-297 Vamık D. Volkan, age, s.176

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


tetikleyicisidir. Bu duygunun tatmin olması bir

Liderlerin paranoyası ile narsistik duyguları

topluluk içinde büyüklüğünü göstermek ve

arasında da bir ilişki vardır. Onların asıl büyük

güçlülüğünü başkaları nezdinde ispat etmekle

korkusu, gruplarının dağılmasıyla narsistik

mümkündür.

duygularını tatmin edecek elemanlardan

Narsistik liderler, “kimliklerinin yalnızca ‘iyi’ parçasını kabul ederek sanki ‘Tanrı’nın dünyaya bir ihsanı’ imiş gibi davranmaktadırlar: Güzellikte, zekâda, güçte vb. ‘bir numara’dırlar.”25 Oluşturdukları grup/cemaat onların narsistik duygularını tatmin ettikleri bir araç gibidir. Liderlik ettiklerini buna inandırırlar.

yoksun kalma korkusudur. Bu nedenle bazen cemaatler dağılır, ama bu narsistik liderler onlara bu duygularını tatmin ettiren bireylerin etraflarından uzaklaşmaması için ellerinden geleni yaparlar. Çünkü onlara muhtaçtırlar. Zaman zaman bu ezik elemanlarını toplayarak yaptıklarını övmelerini isterler.

Hurafe üretimi yoluyla üstün niteliklerini

Liderler aşırı derecede ihtiraslıdırlar ve

tebaalarına kabul ettirirler.

inanılmaz tutkuları vardır. Ancak ihtiraslarını ve

O, “başkalarını ‘cam fanus’ aracılığıyla gözlediği kendi yalnız krallığında yaşamaktadır. Camın dışında olanların bu krallığa hayranlık ve kıskançlıkla baktıklarını ve kalleş olduklarını düşündüğünde vicdanı sızlamaksızın, duygusal yönden mutlak bir önemsizleştirme ile onları birer ‘hiç’ olarak görmektedir. Narsistik kişilikteki insanlar, buna uygun olarak bir başkasının başrolü kendilerinden alma olasılığıyla karşı karşıya geldikleri zaman haset duygularına kapılmaktadırlar.”26

tutkularını cemaatin amaçlarıyla örtüştürürler. Kendi tutkularına dava ya da ideoloji süsü verirler. Bu tutkularını meşrulaştıracak kaynak ve dayanaklar bulmakta zorlanmazlar. Bu tip liderlerde var olan mal tutkusu cemaatin güya genel amaçlarına uygun olarak edinilen mülklerle tatmin edilir. Cemaatin ekonomik problemlerini çözmek için şirketler kurulur, faaliyetler yapılır. Cemaat mensupları da bu şirketlere ya madden ya da boğaz tokluğuna çalışarak destek verirler. Bu tip ekonomik yapılanmaların cemaatin genel menfaatine fayda

Narsistik liderlerin “kişilik yapıları, onları kendi üstünlüklerinin altını çizmek için yandaşlarından bazılarını değersizleştirme ya da kendilerine özlemini çektikleri saygıyı gösterecek olanlara büyük bir değer verme yoluyla yandaşlarını yönlendirmeye itmektedir. Bu tür politik liderler, kendi dolaysız çevreleri içinde kendilerine hayran olan kimselerin tüm bireyselliğini inkâr eder ve onları, kendi büyüklüklerinin destek noktası olarak kullanırlar.”27 Liderlerin yakınında yer alan yeteneksiz pek çok kişinin gösterdikleri çok kötü performanslara rağmen uzun yıllar konumlarını koruyabilmelerinin geri planında bu gerçek yatmaktadır. Bu tip yeteneksiz

sağladığı pek görülmemiştir. Ancak liderler bu yolla tutkularını tatmin edebilirler. Liderler mala karşı öylesine tutkuludurlar ki, başında bulundukları yönettikleri her şeyin kendi malları olduğunu düşünürler. Sadece cemaati değil, cemaate bağışlanan maddi imkânları, cemaat üyelerine ait malları ve hatta cemaat mensuplarını bile kendine ait zannederler. Bu nedenle cemaate ait ortak mal varlıklarını kendi zimmetinde veya kesin güven duyduğu kişilerin zimmetinde tutarlar. Cemaat elemanlarının özel bir mülkü olmasına asla katlanamazlar. Bir sebebini bularak onu kendi üzerlerine geçirirler.

şahsiyetler liderlerinin narsistik duygularını

Cemaat liderlerinin yapı içinde böylece bir tür

tatmin etmede gösterdikleri üstün performans

diktatöre dönüşmelerine yol açan özellikleri

ve liderlerinin üstün şahsiyeti karşısında kendi

bunlarla sınırlı değil kuşkusuz. Daha ayrıntılı

kişilik özelliklerini inkâr etmeleri nedeniyle, ne

örneklerle bunların ortaya konulması ve açılması

kadar başarısız olurlarsa olsunlar konumlarından

mümkündür. Tek tek bilinen cemaat liderlerinden

uzaklaştırılmazlar.

yola çıkarak bunu açmak da mümkündü. Ama biz yöntemimiz ve prensiplerimiz gereği, farklı

Vamık D. Volkan, age, s.285

25

Vamık D. Volkan age, s.287

26

Vamık D. Volkan age, s.291

27

cemaat liderlerinde var olan ortak özellikleri veya bazılarında olup bazılarında olmayan ayrıntıdaki özellikleri, bu konuda yapılan

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

83


araştırmalardan da yararlanarak isimler üzerinde durmadan ortaya koymaya çalıştık. Bu tespitleri yapmamız tüm cemaat liderlerini aynı kefeye koyduğumuz anlamında anlaşılmamalıdır. İyi niyetli bazı liderlerin sıraladığımız özeliklerden bir kısmına sahip olmalarına rağmen yaptıkları etmiyoruz. Ama bizim ana konumuz cemaat ve grup tipi yapılanmaların ve bunların liderlik kurumlarının bireylerin akletmeleri ve kişilik özellikleri üzerinde yaptığı engelleyici etkiler olduğundan menfi yönlere odaklanmamız zorunlu bir durumdu. Liderlerin hasletleri ve yaptıkları iyi işler mensuplarınca zaten abartılarak bolca anlatılıyor. Ben bunun anlatılması işini liderlerin tâbilerine bırakıyorum. Bir sonraki yazıda cemaatlerin tipik ortak özelliklerinden bahsederek konuyu derinleştirmeye ve lider cemaat ilişkilerinin farklı yönlerini ortaya koymaya çalışacağız.

84

www.islamiyorum.com

önemli işler vardır kuşkusuz. Bunları inkâr

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Araştırma - İnceleme

Etkisi ortada Kendisi Kenarda Bir Düşünür:

Malik Bin Nebi’nin Düşünceleri ve Türkçe Kültür Dünyasındaki Seyri Asım Öz “Malik Bin Nebi, bir Gazali

onun Türkçe kültür dünyasına intikali ve

imanına, İbn Haldun’un

muhtemel etkileri üzerinde pek durulmamıştır.

fikri kapasitesine,

Mevdudi, Hasan El-Benna, Seyyid Kutub gibi

Cemaleddin Afganî’nin

İslamcı kimliği ön planda olan isimlere göre

gerilimine ve Hasan El-

daha yaygın bir yayın ağı içerisinde kültür

Benna’nın azmine sahip bir

dünyasına dâhil olan Malik Bin Nebi’nin kitapları

düşünürdü. Kendisi, Reşid

hem sağcı, muhafazakâr/ mukaddesatçı

Rıza, Muhammed İkbal

yayınevlerinden hem de İslamcılığı ön planda

ve hem öğrencisi hem de

olan yayınevlerinden çıkması bakımından

devam ettiricisi olduğu İbni

Pakistanlı Muhammed İkbal’le bir nebze de

Badis.. gibi düşünürler ve

Muhammed Hamidullah’la karşılaştırılabilecek bir

ıslahatçılar sülalesi içinde

isimdir. Sözgelimi onun eserlerini hem Ötüken,

yer alıyordu.”

Boğaziçi, Yağmur Yayınları hem de Bir Yayıncılık, İnsan Yayınları, Yöneliş Yayınları basmıştır.

Raşid Bin İsa

Hatta, Malik Bin Nebi’nin eserlerinin sağcı

Kültürel dünyanın görece hareketlendiği en azından ellili yıllardaki durgunluğunu terk ettiği 1960 sonrasında Müslüman dünyadan Türkçeye çevrilen İslamcı düşünürler içerisinde pek çok yönden ilginç ve belirleyici bir konumda bulunan Malik Bin Nebi (1905-1973)’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında belirginlik kazanan çağdaş Müslüman düşünürlerde olduğu gibi somutun yani gerçekliğin kavranması sürecinde yapmış olduğu eleştirileri, gözlemleri ve tespitleri bakımından önemli bir yeri vardır. Buna karşın

yayınevleri üzerinden kültür dünyasına intikal edişini bir talihsizlik olarak gören yaklaşımlar da bulunmaktadır. Etkilerinin olup olmadığı, varsa mahiyetinin ne olduğu konusuna odaklanan bu yazıda hem Malik Bin Nebi’nin düşünce dünyasının bazı temaları üzerinde durulacak hem de etkileşimler bağlamında eserlerinin tercüme ediliş seyri üzerinde durulacaktır. Batı kapitalizmi ve sosyalizmin dışında bir üçüncü yol ideolojisi arayışının temsilcilerinden biri

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

85


olarak görebileceğimiz Malik Bin Nebi’nin

hapishanesi” olarak anılan ve geç modern

eserleri, dayandığı argümanlarının örüntülerini

zamanlarda bütünüyle kötülenen durumdan

kısmen temel kaynaklardan kısmen de Batılı

tümüyle kurtulabildiğini söylemek mümkün

sosyal bilimlerden, biçimlerini devrinin yazma

değildir. Genel olarak zihni ve kültürel bunalımın

özelliklerinden ağırlıklı olarak kısa denemelerde

derinden hissedildiği ve çıkış yolu arayışının

ve konuşmalarda, yaşamalarını ise hem kendi

baskın olduğu bu yıllarda bu eklektik bakış

devrinde hem de sonrasında kavuştuğu şöhrette

açısından çok az düşünürün kurtulabildiğini,

bulan ama buna karşın genel olarak kenarda

bundan dolayı da eklektiklik meselesinin çok

kalan bir düşünürdür.

büyük bir nakısa teşkil etmediği de düşünülebilir.

1

Kimi zaman uyumlu kimi zaman radikal ve dönüştürücü olan buradaki ideolojik arayışın mahiyetini belirgin kılan Müslümanların Müslüman olmaları nedeniyle kazandıkları bir bakış açısı, bir dünya görüşü oluşturur. Malik

Ama Malik Bin Nebi’nin hakkını teslim etmenin ötesine geçen ve gerçeklikten uzak kutsamaların da yapılmamsı gerekir. Ki, bu kutsamayı yapmak aynı zamanda Malik Bin Nebi’nin düşüncelerine “ihanet etmek” anlamına da gelir.

Bin Nebi hem ayaklarının dibine bakarak

Doğduğu zamanın geçmişin son şahitleri ile

teknik kökenli kültüre sahip çıkar hem de

geleceğin ilk mimarlarının vicdanlarda üst üste

düşünce yalnızlığını giderecek ahlak kökenli

çakıştığı trajik bir zaman dilimi olmasından

medeniyet kültürüne sahip çıkar. Avrupa’nın

dolayı düşüncesinin sonuçları genel olarak

sadece eşyaya odaklanan bakışı ile Doğu’nun

pratiğe dönüktür. Bunda mühendislik eğitimi

sadece metafiziğe odaklanan bakışı dışında

almış olmasının yanında, karakterinin de payı

doğrunun ve iyinin sentezini yapan bir düşünce

vardır. Henüz bir lise öğrencisiyken bile şöyle

ortaya koymaya çalışır. Bu yönüyle Aliya

düşünmektedir:”Eğer şu an aya gitmeye karar

İzzetbegoviç’in Doğu ve Batı Arasında İslâm

verdiysek, hemen şu duvara bir merdiven

(1988) kitabında metaforik anlamını bulan

dayayıp tırmanmaya başlamalıyız.” Kur’ân

bakışın erken temsilcilerinden biridir. Dolayısıyla

Fenomeni (2006) adını taşıyan ve Cezayirli

Karl Manheim’ın ideoloji ve ütopya karşıtlığını

genç Müslümanlara genelde din özelde Kuran

optimal noktada birleştirmeye çalışan bir bakış

hakkında bilgi vermek maksadıyla kaleme

söz konusudur.

aldığı kitabında Kuran’ın tefsir edilmesi

Düşünce ve kültür meselelerine ilgi duyan ve her meselede zihinsel yaşantıya gerçekçi temelde vurgu yapan Malik Bin Nebi’nin ortaya koyduğu düşünceler soyut bir çalışmanın ürünü değil, zaman ve sosyal yapılarda ilgili olarak içinde yaşadığı özel şartlar ile onu da kapsayan

meselesini hem aydınların dini inanış ve kanaatleri bakımından hem de sokaktaki insanın düşünceleri bakımından önemli olduğunu düşünen ve tefsiri sosyal bir doktrin meselesi olarak görmesi onun somut durumla ilişkisini gösterir.

genel dünya tarihsel durumun etkileşimi içinde

Ölüm uykusundan uyanmak için efsanevi

gerçekleşmenin getirdiği eklektik karakteri

zorbaların veya mitolojik kahramanların

de barındırır. Mesela hegemonya güçlerinden

büyüleyici çehrelerinin cirit attığı kâbuslardan

kurtarılmış bir üçüncü dünya düşüncesini dile

ve rüyalardan kurtulmak gerektiğini sürekli

getirerek Afro-Asian ve Bandung konferansı

olarak vurguladığı hatırlandığında Malik Bin

gibi üçüncü dünya kuruluşlarının teorisyenliğini

Nebi’nin düşünce dünyasının gerçekçiliği daha

yapmaktan geri durmadı. Müslüman olsun

iyi anlaşılır. Gerçekçi boyutları bakımından İbni

veya olmasın Batı emperyalizmine yönelik

Haldun düşüncesine yakın bir isim olduğu da

Asya, Afrika ve Latin Amerikan devrimcilerinin

belirtilmelidir. Raşid Gannuşi’nin İbn Haldun’un

savunucusu oldu. Bundan dolayı onun belli bir

“yasal halifesi” olarak gördüğü Malik Bin

yönelim içerisinde olmuş olsa da “ideolojilerin

Nebi’nin, gerek kendisinden önceki gerekse

Raşid Gannuşi bu kenarda olma durumunu anlatmak

1

bakımından önemli bir tespitte bulunur. Malik Bin Nebi’nin halen İslamcı çevrelerde yabancı olan mirası

kendi çağdaşı çoğu entelektüeller gibi terakki (ilerleme), tekaddüm (gelişme), veya nahda (rönesans) gibi terimleri kullanmamış olması da

üzerindeki tozları silkelemeleri gerektiğini düşünür.

86

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


büyük ölçüde İbn Haldun etkisine bağlanabilir.2

oluşumuna yönelik kılmamız gerekir” diyen Malik Bin Nebi’nin Müslüman düşünceyi ele alma

Üzerinde Durulan Temel Meseleler

biçimi kendisinden önceki düşünürlerden önemli ölçüde farklılıklar taşımaktaydı. Bu farklılık

İlahiyat eğitimi almamış bir mühendis olarak

hem ele aldığı konular açısından hem de bu

Malik Bin Nebi için bütünleştirici bir mahiyeti

konuları ele alırken kullandığı yöntemde belirgin

bulunan Müslüman düşünce sadece şekli

bir biçimde görülüyordu. Eski zamanlarda

birtakım hususları yerine getirme meselesi

egemen olan Müslüman medeniyetin bittiğini

olarak ele alınamaz. Müslümanların temel

dolayısıyla bugün için bununla avunmaya

meselesinin iman veya samimiyet meselesi

çalışmanın gereksiz ve uyuşturucu bir

değil, İslam’ın sosyal işlevlerinin yeniden

etkisinin olduğunu cesaretli bir biçimde dile

kazanılması olduğuna vurgu yapan tarihi ve

getiren ve İslam medeniyetinin Kuran’dan

sosyolojik bakış açısının gereği olarak Malik

hareketle yeniden güçlendirilmesi gerektiğini

Bin Nebi, İslam’ın medeni bir toplum halinde

savunması konusundaki öncülüğü genel olarak

örgütlenmiş bir insan topluluğu tarafından

ihmal edilmiş bir düşünürdür Malik Bin Nebi.

yaşanılmadığı sürece, kendini tarihe kabul

Bu noktada bir kısım övücü şarkiyatçıların

ettirmesinin güç olacağı düşüncesindedir.

sürekli gündemde tuttuğu ölü edebiyatından

Bundan dolayı en çok üzerinde durduğu konular,

duyduğu rahatsızlık anılabilir. İçinde bulunulan

medeniyet sorunu, kültür meselesi ve Müslüman

zamanın sefaletinin geçmişin ihtişamı

dünyadaki düşünceler olmuştur.

anlatılarak önlenemeyeceğini, yoksulluklara

“Eğer daha mükemmel bir toplum inşa etmek istiyorsak-ki bu medeni bir toplum kuracağımız anlamına gelir- gayretlerimizi bir medeniyet Fevziye Bariun İbni Haldun etkisi konusunda şunları

2

yazar: “Sosyal gelişme hakkındaki fikirleri ile İbni Haldun’un fikirleri arasında açık bir benzerlik vardır. Ancak Bin Nebi yalnızca İbni Haldun’u dikkatle

çare bulunulamayacağını anlattığı İdeolojik Savaş Ajanları’nda (1997) şöyle der: “İslâm uygarlığının “parıltılı çağları”nı dile getiren bu “övgü edebiyatı”, önceleri (…) “çifte” bir rol oynadı. Bu övgü edebiyatı kimi zamanlar, İslâmi kişiliğini bir ölçüde koruyarak, Batı uygarlığının ezici darbesine karşı gerekli üstün cevabın verilmesine yardım etti. Ne var ki, bu edebiyat,

incelemekle kalmayıp, modem sosyal bilimlerdeki yeni

o İslâmi kişiliğe, derlenip toparlanıp harekete

gelişmelerden de akıllıca yararlanmıştır. Bin Nebi’nin

geçme ruhu verecek yerde, onu geçmişin

Mukaddime’yi okuduğu ve ondan etkilendiği açıksa

hârikalarıyla mest edip uyuttu ve uyuşturdu.”

da, medeniyet üzerindeki kendi felsefi görüşleri İbni Haldun’un görüşlerinin ötesine çıkmaktadır. Bin Nebi kitaplarının çoğunda, özellikle Şurutu’n-Nehda kitabında her medeniyetin şu üç aşamadan geçtiğini vurgular; doğuş , yükseliş ve çöküş Bu şekilde, İbni Haldun gibi medeniyetin devri bir süreç gösterdiğine

Sömürgeleştirilmiş bir ülkede dünyaya gelen Malik Bin Nebi’nin sömürgecilik meselesine yaklaşım biçimi sadece yüzeysel bir başkaldırıya övgüyle yetinme durumuyla sınırlı değildir.

inandığını açıklamıştır. Bin Nebi aslında böyle bir devir

Andre Maltraux’nun “üstün bir değer taşımaz”

kavramının Üç Nesil teorisinde İbni Haldun tarafından

dediği bu tavrın ötesine geçen ve sömürgeciliğin

ortaya atıldığını kabul etmiştir. Ancak İbni Haldun›un

doğuşuna esas olan sömürülebilir olma

zamanın düşünce ve terminolojisiyle kısıtlanarak bu devir sürecini devlet düzeyiyle sınırladığını savunur. Bu yüzden Bin Nebi, İbni Haldun›un eserini daha çok devletin tekamülü ile ilgili bir teori olarak görür. Kendisi

durumunu gündeme getiren bir farklılığı vardır onun düşünce dünyasının. Müslüman dünyanın yaşadığı özgüven sorunuyla da yakından ilgili

ise kavramın bütün medeniyeti kapsayacak kadar

olan bu düşünce aynı zamanda insanları asırların

genişletilmesinin doğru ve yararlı olacağına inanmıştır13

birikmiş kirinden arındırarak değiştirmeyi

Bin Nebi genelde, İslam tarihini bu devir teorisi ışığı

de içermektedir. Bu nedenle İdeolojik Savaş

altında yorumlamaya çalışmıştır. Ancak İbni Haldun’a ait olan, kabilelerin birleşerek (‘asabiye) devleti oluşturacağı, durağan, hareketsiz (istikrar) hayatın da lüksü (taraf) doğurarak çürümeyle (inhiyar)

Ajanları adlı ufuk açıcı kitabında “Sömürge edilebilir durumdaysak mutlaka sömürge hâline getirileceğizdir. Sömürge edilebilir durumdan

sonuçlanacağı yolundaki görüşü benimsemez. Bunun

yakamızı kurtarmadığımız an sömürge olmaktan

yerine kendi üçlü teorisini geliştirmiştir; manevi aşama,

kurtulmuşuz demektir” diyecektir. Bundan

rasyonel aşama ve içgüdü (insiyak) aşaması. “

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

87


dolayı Malik Bin Nebi, çağdaş Müslüman

sözlerle sonuca bağlar; “İnsanlığa medeniyeti

düşüncede farklı bir konumdadır. Bu analiz onu

kurmasını sağlayacak yükselme ve ilerleme

Frantz Fanon ve Ali Şeraiti gibi üçüncü dünya

fırsatını ancak ruh verir. Ruh yitirildiğinde

düşünürlerinin en önemli işaretlerinden biri

medeniyet çöker, çünkü yükselme kabiliyetini

yapacaktır.

kaybeden kişi yer çekiminden ötürü batmaya

3

Eserlerinin ana temasını oluşturan ve gerçek bir toplumsal değişimin mutlaka hedeflemesi gereken nihai hedef olarak medeniyetin ona göre üç önemli dönemi vardır: Ruhun rehberliğindeki kuruluş dönemi, aklın rehberliğindeki yayılma ve genişleme devresi ve duygunun rehberliğindeki gerileme dönemi. Bu üçlü ayrım onun, İbni Haldun gibi medeniyetin devrevi bir süreç gösterdiği kanaatine sahip olduğunu göstermektedir. Malik Bin Nebi’nin de yadsımadığı bu etkileşimde bazı farklılıklar da söz konusudur: İbni Haldun’un zamanın düşünce ve terminolojisiyle kısıtlanarak bu devir sürecini devlet düzeyiyle sınırladığını savunan Malik Bin Nebi, İbni Haldun’un eserini daha çok devletin gelişimi ile ilgili bir teori olarak görür. Kendisi ise kavramın bütün medeniyeti kapsayacak kadar genişletilmesinin doğru ve yararlı olacağını düşünmektedir. Tekrar üçlü ayrıma ve onun mahiyetine dönecek olursak şunları zikretmek gerekecektir: Ruh dönemi kısa süren ama kurucu bir hareket dönemidir. Medeniyet bu dönemden akıl safhasına geçerken, aynı zamanda en üstün seviyesine de ulaşır. Uzun süren bir akıl safhasından sonra medeniyet ürünlerini verir ve nihayet gerilme aşamasına girer. Bu döneme geçiş en kritik dönem olup, gerileme sürecinin başlangıcıdır. Bu medeniyet okumasına göre “Yaratan Rabbinin adıyla oku” emri ile başlayan İslam medeniyetindeki kurucu düşüncenin ne kadar etkili olduğunu şu iki olayda görmek mümkündür: Bilali Habeşi’nin Hz. Peygamber’in çağrısına bağlılığı sayesinde zulüm ve işkencelere tahammül edebilmesi ve bir kadının Peygambere zina yaptığını söyleyip, cezasını çekerek günahlarından arınmak istemesi. Bin Nebi bu konuyu şu Malik Bin Nebi ile tanışmanın ötesinde onun öğrencisi

3

konumunda olan Raşid Bin İsa şunları anlatır:“Onunla kolonileşme hususunda konuşuyorduk. Müslümanların

hicri otuz sekizinci yılda, yani Kuran ruhu ile cahiliye arasındaki savaş olarak tasvir ettiği Sıffin Savaşı’yla gelmiştir. Bu dönemde İslami ruh geride kalmış, toplumsal planda akıl ve ruh dengesi bozulmaya uğramıştır. Onun İslam Medeniyeti adıyla ortaya koyduğu çaba aslında, Sıffin sonrası vakıasıyla, İslam’ın getirdiği mesajın arasını bulma girişiminden başka bir şey değildir. Ruhun ayrılışı ile Şam’da başlayan dünyevi akıl devresi aynı zamanda medeniyetin içsel değerlerindeki değişme anına da tekabül eder. Bu dönemi siyasi açıdan «yoldan çıkmış bir medeniyet» olarak gören Malik Bin Nebi’nin bu devreyi ele alan kimi yaklaşımları İsmet Özel dâhil olmak üzere medeniyet kavramına mesafeli yaklaşan isimleri alttan alta etkilemiştir. Elbette belli oranda kurucu ruhun varlığını koruduğu bu dönem aşağı yukarı İbni Haldun dönemine kadar sürmüştür. Bu uzun dönemde İslam medeniyeti felsefede, kelamda, fıkıhta, bilim ve tasavvufta en önemli simalarını ortaya çıkarmış ve “inkişaf” dönemini yaşamıştır fakat medeniyetin temel değerleri sönmeye devam etmiştir. İbni Haldun›dan sonra, 14. ve 15. yüzyıldan itibaren İslam medeniyeti ruh ve akıl imkânlarını tüketmiş ve gerilemeye başlamıştır. Onun çöküş için veya medenileşme sonrası için milat kabul ettiği Muvahhitler devletinin yıkılışını öne çıkarmasında Kuzey Afrikalılık olarak görülebilecek bir yerlilik vurgusu da akla gelebilir. Duyguların egemen olduğu bu dönemde gelişip yaygınlaşan sufilik Malik Bin Nebi’ye göre varlık sebebini yitiren insanın kutsanmasından başka bir şey değildir. Bu çerçeve içinde baktığımızda, Malik Bin Nebi’ye göre Avrupa yeni bir medeniyet oluşumuna başladığında, İslam medeniyeti gerileme surecine girmiştir. Uzun yıllar varlığını sürdüren Osmanlı İmparatorluğunun bu devrede kurulmuş olması İslam dinine yeni bağlılar kazandırmaya

durumundan bahsediyorduk. Müslümanlar, kim gelirse

devam etmiş özellikle Avrupa haklarından bir

gelsin teslim olmaya hazırdı, çünkü Müslümanlar zaten

kısmını Müslümanlaştırmış olsa da medeni

kolonileşmek için birilerini bekliyorlardı.” “Türkiye, Tarihi

bakımdan sonucu değiştirememiştir. Demek

Görevini Yerine Getirmek İçin Geri Dönüyor” Özgün Duruş, 10-05-2010

88

mecburdur.” Ona göre kurucu dönemin sonuna

ki, Batı’yla karşılaşmadan önce Müslüman

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


dünya yorgun düşmüş, tüm içsel dinamiklerini

Bu isim değiştirme işlemini “psikolojik bir

ve canlılığını yitirmiş ve sömürülebilir duruma

savunma tavrı” diye niteledi. Bu şuursuz

gelmiştir. Bu dönemdeki kültürel doku veya

tavrın beni meselenin gerçek yüzü ile karşı

iklim cılız ve donukluk özellikleriyle tasvir

karşıya gelmekten alıkoyduğunu ileri sürerek

edilir. Olumsuzluk, sömürülebilirlik ve diğer

davranışımdan esef duyduğunu belirtti.

hastalıklar kültürel dünya üzerinde egemendir. Sömürgeciliğin sorumluluklarını ihmal etmeksin milliyetçi demagojilerle sorumlulukları örtbas etme gayreti içerisindeki yaklaşımları da eleştiriden muaf kılmayışı bu düşüncesinden kaynaklanır. Sebeplerle neticeleri ayırt eden bu bakışın sömürgeciliğin farklı biçimlerine direnen İhvan-ı Muslimin’inin kurucusu Hasan el-Benna’dan alınmış olabileceği de ifade edilmiştir. Tarık Ramazan İslâmi Yenilenmenin Kökenleri (2005) adlı eserinde bu etkiden söz ederse de bunu Fevziye Bariun’un “ Malik Bin Nebi ve Ümmetin Düşünsel Sorunları” (1999) başlıklı yazısındaki netlikte bunu ifade etmez. Etkilenmenin mahiyeti ne olursa olsun her iki isim de Müslüman toplumların halihazırda ana modellerine yani kurucu dönemin belirleyici unsurlarına ihanet ettiklerini düşünmektedirler. Burada Malik Bin Nebi’nin medeniyet konusundaki görüşlerini daha da anlaşılır kılacak bir tartışmaya da değinmek uygun olacaktır. Malik Bin Nebi Kahire’deyken Seyyid Kutup “Medeni İslâm Toplumuna Doğru” başlığını taşıyan bir kitap yayımlayacağını açıklamıştır. Daha sonra kitap çıktığında, “medeni” kelimesi kitabın adından çıkarılmış; kitap, “İslâm Toplumuna Doğru” adıyla yayınlanmıştır. Malik Bin Nebi, kitabın bu değişiklikle yayınlanması üzerine bir eleştiri kaleme almıştır. Kutub da, daha sonra yayınladığı Yoldaki İşaretler (1996) adlı eserinde “Medeniyet Sadece İslâm’dır “adlı bir bahis açarak, kendi medeniyet anlayışını Malik Bin Nebi adını anmaksızın ama bu tartışmaya atıf yaparak meseleyi açıklama gereği duymuştur: “Bir zaman basılmakta olan bir kitabım hakkında “Medeni İslam Toplumuna Doğru” adı altında bir ilan vermiştim. Bir sonraki ilanda, konusuna uygun olarak kitabın adının “İslam Toplumuna Doğru” olmasını yeterli görerek daha önceki isimde geçen “Medenî” kelimesini çıkardım. Bu isim değişikliği yazılarını Fransızca yazan bir Cezayirli yazarın nazarı dikkatini çekti.

Ben o yazarı mazur görüyorum. Önceleri ben de onun gibi idim. Bir zamanlar şimdi o nasıl düşünüyorsa ben de onun gibi düşünüyordum. İlk defa olarak bu konuda yazı yazmayı düşündüğüm zaman. O zaman kafamı kurcalayan mesele,şimdi onunkini kurcaladığı gibi “Medeniliğin tarifi” meselesi idi. Psikolojik ve akli yapımı henüz kültür tortularının baskısından kurtaramamıştım. Bu tortular, İslâm anlayışı ile bağdaşmayan, yabancı kaynaklardan geliyordu. Ne var ki, bu tortular görüş açımı karartıyor, bulandırıyor, bulutlandırıyor, böylece beni köklü ve açık bir görüşe ulaşmaktan alıkoyuyordu. Sonra mesele aydınlandı. “Medenî Toplum” sadece “İslâm Toplumu” idi. Buna göre “Medenî” deyimi, hiç de yeni bir şey ifade etmeyen boş bir sözdü. Tersine, bu kelime benim görüş açımı bulandırarak köklü ve açık bir kanaate sahip olmamı engelleyen söz konusu yabancı ve İslâm düşüncesi ile bağdaşmaz bulutların okuyucunun zihnini bulandırmasına yol açardı.” Seyyid Kutub’un, Malik Bin Nebi’nin adını anmaksızın ‘Cezayirli’ sıfatıyla yetinerek ‘yazar’ diye eleştirmesi yanında eleştirisinde onun eserlerini Fransızca yazmasını öne çıkarması iki düşünür arasındaki tartışmanın hararetini anlamak bakımından kayda değer ipuçları sunmaktadır. Medeniyet problemini “bir dizi olay, tarihin bize ulaştırdığı bir öykü” olarak değil, “analizlerle bizi iç kurallarına ulaştırabilecek bir fenomen” olarak inceleyen Malik Bin Nebi’nin medeniyet meselesine yaklaşımı ile Seyyid Kutub’un medeniyete yaklaşımları arasında ciddi farklılıklar bulunmaktadır. Bu bakış farkını mesele edinerek iki düşünürü bir araya getiren okumalar da yok değildir. Bu meseleyi ana hatlarıyla hatırlamanın faydalı olduğunu düşünüyorum: Medeniyeti sadece düşünceyi oluşturan dünya görüşü çerçevesinde ele alan Kutub’a göre İslam dolayısıyla Müslümanlar tabiatları gereği medenidirler. Malik Bin

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

89


Nebi’ye göre ise medeniyet sadece dünya

değerler, sistem ve ilişkilerdir. Ona göre örnek

görüşü değil bir dünya görüşünün belli bir

bir hadarat; bireysel ve toplumsal yaşamda

zamanda belli bir mekânda insanlar eliyle

dengeyi kuran, sadece Allah’a kul olmayı

gerçeklik kazanmasıdır. Bundan dolayı medeni

sağlayan, bunun gölgesinde anlamlı bir yaşamı

olmak için veya medeniyet inşa etmek için

gerçekleştiren, insanın temel özelliklerine saygı

ayrıca insani bir çaba gerekmektedir. Öte

gösteren ve insanın insani yönünü geliştiren

yandan medeni olma durumunda kalkınma

İslam sisteminin yarattığı “tevhid hadaratı”dır.

ve teknolojik atılıma yapılan vurgudan

Dolayısıyla Seyyid Kutub’a göre medeniyet,

dolayı Malik Bin Nebi’nin Nasır’ın Mısır’daki

bir toplumun gelişmişlik ya da geri kalmışlık

atılımlarına sıcak baktığı buna karşın Nasır’ın

düzeyini belirleyen sağlam bir ölçüt olamaz.

İhvan’ı tasfiye etme girişimlerinden dolayı

Onun üzerinde durduğu mütehaddir toplum;

Seyyid Kutub’un bu dönemde yapılan işleri

öncelikle ideolojik kaynakları, değerleri ile varlık

eleştirdiğini de hatırda tutmak gerekir. Malik

kazanır. Maddi gelişme, ürün tarzı ve yaşam

Bin Nebi, kalkınmaya yaptığı vurgudan dolayı

için gerekli araçlar mütehaddir toplumun değil

Nasır döneminde meydana gelen bu oluşumun

ancak medeni toplumun ölçütleri olabilirler.

üzerinde yükseldiği değerleri; siyaset, iktisat,

Yazar burada ayrıca «Belki ebedi yaşarsınız diye

eğitim-öğretim ve kanunlara yön veren ideolojik

köşkler ediniyorsunuz. Bir kavmi tuttuğunuz

çıkışları fazlaca sorgulama gereğini duymadığını

zaman da zorbalar gibi tutuyorsunuz. Allah’tan

Düşünceler (2008) adıyla yayımlanan kitabında

korkun ve bana itaat edin. Size bildiğiniz

görmek mümkündür. Malik Bin Nebi’nin

nimetleri bolca veren Allah’tan korkun.»

Kahire’ye yerleştikten sonra önemsediği

(Şuara, 129-132) ayetlerinden hareket ederek

husus, toplumunun içinde bulunduğu geri

salt maddi anlamda gelişkin olan toplumların

kalmışlıktan kurtulması, Batı toplumunda

Kuran’da yerildiklerini hatırlatır. Malik Bin

gördüğüne benzer bir uygarlık ve modern

Nebi’nin Seyyid Kutub hakkında hataya

yaşamı meydana getiren değerleri kazanabilir

düşmesini sağlayan bir diğer etken ise Kutub’un

bir toplum haline dönüşmesidir. Batı ile

hem medeniyet hem de hadarat hakkında

Müslüman toplumlar arasındaki kalkınma farkına

yani çifte kriz yaşayan bir toplum hakkında

odaklanan Malik Bin Nebi, Seyyid Kutub’un

araştırma yaptığını düşünmesidir. Oysa Kutub,

adı geçen kitabında “mütehaddir” kelimesini

Kureyşi’ye göre gelecekte kurulacak ideal bir

kullanmaktan vazgeçmesini eleştirmekte ve

İslam toplumundan söz etmektedir. Kureyşi,

sorunu tahrif edildiğini ifade etmektedir. Seyyid

kelimelere dolayısıyla medeniyete yüklenen

Kutup’un adı geçen kitabında mütehaddir

anlamların farklılığına vurgu yapsa da iki

kelimesini kullanmaktan vazgeçmesinin, Malik

düşünür arasındaki çatışmayı azaltarak arayı

Bin Nebi’nin düşündüğü gibi maddi ve medeni

bulmaya çalışmaktadır. Ne var ki, bu düşünsel

toplum koşullarını karşılayamayacak bir geri

çatışmayı, hasmaneliği ve gerilimi iki yazarın

çekilme olarak algılanmaması gerektiğini Çünkü

diğer metinleri de dikkate alındığında kolaylıkla

maddi koşulların Kutub’un kitabında kullandığı

aşmak pek mümkün gözükmemektedir. Mesela,

kelimenin anlamında mevcut olmadığını belirten

İslâm’ın demokratik bir öz taşıdığını; fakat,

Ali Kureyşi, Seyyid Kutub’un, mevcut İslam

eğer bir İslâm demokrasi geleneği varsa,

toplumlarındaki medeniyet gerçeğinden değil

bunun izlerinin anayasal metinlerde değil,

ideal İslam toplumundaki “hadarat” gerçeğinden

genel olarak İslâm’ın ruhunda aranması

söz etmekte olduğu düşüncesinden dolayı Malik

gerektiği görüşünde olan Malik Bin Nebi’nin

Bin Nebi’nin Seyyid Kutub’u eleştirmesini doğru

eklektik bu yaklaşımı ile Seyyid Kutub’un

bulmadığını ifade etmektedir. Kureyşi Malik

düşüncelerini karşılaştırdığımızda aranın bu

Bin Nebi’ye Göre Toplumsal Değişim (2002)

kadar kolay bulunamayacağı açığa çıkar.4

adlı kitabında iki noktada bu meseleyi ele almaktadır. Ona göre Kutub’un düşüncesinde

düşüncesiyle sosyal mücadelesinin ilk evresinde

odaklanan medenilik anlamında değildir. Aksine

buluştuğunu düşünür: “Malik Bin Nebi’nin Çağdaş

hadarat; insan davranışını yönlendiren inançlar,

90

Gannuşi, Malik Bin Nebi’nin düşüncesi Seyyid Kutub’un

4

hadarat kavramı, maddi dünyadaki gelişmelere

İslam düşüncesinin ve hareketlerinin ufuklarının küreselleşme ve küreselleşmenin ekonomik, kültürel

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Seyyid Kutub, İslamcılığın kendine özgü

medeniyetçiliğin söylemsel biçimlerinin

düşünce dünyasının ancak kendine özgü bir

somut durumun kavranmasın sürecinde

kavramsal çerçeve ile oluşturulabileceğini

eleştirilmesi gerekmektedir. İnsan, toprak

savunmakta, böylelikle Malik Bin Nebi’nin

ve zamanın karışımından meydana gelen

hem entelektüel donanımında hem de

medeniyet devletinden yani tarihten kovulmuş

siyasal pratiğinde başat yeri olan kavram ve

Müslümanların aktif olarak tarihe dönmeleri

düşüncelere karşı eleştirel ve mesafeli bir

üzerinde duran Malik Bin Nebi Türkçede özellikle

tutum takınmaktadır. Bu yönüyle Kutub, siyasi

aydınlar arasında Meşrutiyet devrinden bu yana

ve felsefi Batı ayrımı yapan düşünürlerden

yaygın olan ama esas olarak altmışlı yıllardan

farklı olarak emanet kavramlara müracaat

sonra yaygınlaşan ve postmodern darbe

etmekten kaçınmaktadır. Öte yandan Malik

sonrasında “İslam devleti” tabirinin yerine ikame

Bin Nebi’nin ardılı olan Cevdet Said’de görmüş

edildiği açık olan hegemonyacı medeniyetçi

olduğumuz Seyyid Kutub eleştirilerinin

yaklaşımların kendisine atıf yapmaktan sürekli

bir kısmının da bu tartışma alanlarından

biçimde kaçındıkları bir isim olması bakımından

beslendiği de inkâr edilemez.

hafızalardan kovulmuş bir düşünür olarak

5

da anılabilir. Bir zamanlar küçümsenen bir Cindrella/Külkedisi olan medeniyet, adeta iki

Bilgiç Bilgisizlik

binli yıllarda yeniden keşfedilmiştir. O zamandan

Günümüzde medeniyet meselesinin, dünyayı

beri de, retorik düzleminde bir canlanma

değiştirme çabası içinde daha fazla odaklanıldığı

yaşanmaktadır. Politik bir pratiği ve zemini

hatta medeniyeti sahiplenmenin radikal

olmayan muğlak, gevşek ve haddinden fazla

bir faaliyet olduğu ileri sürülmektedir. Her

nostaljik olan bu bakışın kovmayı başardıkları

şeyi romantik ve nostaljik bir medeniyet

da olmuştur bu süreçte ki en önemlisi kovma

meselesine indirgeyen bu bakışın indirgemeci

ameliyesine yerli kültürelciliğin eşlik etmiş

bir yanının bulunduğu da inkar edilemez.

olmasıdır. Bir tahrifatın göstergesi olarak da

Bu bakımdan bir ideoloji olarak yükseltilen

okunabilecek bu kovma ameliyesini anlama

ve askeri ahtapotlarına karşı çıkan uluslar arası güçler gibi zulme baş kaldıran özgürlükçü güçlere

imkânı sunan epey metin bulunmaktadır. Sözgelimi niyetleri ve yöneldikleri amaç

açılmasındaki öneminin bir başka yüzü buradan geliyor.

hayranlık uyandırsa da Modernite ve Dünya

Seyit Kutup’un düşüncesi, ilk döneminde Malik Bin

Düzen(ler)i (2011) adıyla yayımlanan

Nebi’nin düşüncesiyle buluşuyor. Sosyal Adalet, İslam-

kitapta yer alan Ergün Yıldırım “Modernlikten

Kapitalizm Çekişmesi ve birçok devrimci makaleleri gibi... Hatta Kutup, 1952 devriminin en önemli teorisyenlerinden biri olarak görüldü ancak devrimin ve Seyit Kutup’un içinden geçtiği gelişmeler kapıları

Küreselliğe Medeniyetlerin Paradigmal Dönüşümü” başlıklı çalışma bu noktada anılabilir. Uygarlık kavramı etrafında yapılan tartışmaların

kapatırken ve devrim Kutub’un ideolojik veya siyasi

çeşitliliğinden yola çıkarak, her uygarlığın

çekişme dışında müjdelediği bir bakış açısı sunmazken

dayandığı paradigmal bir dönüşümün olduğunu

müstekbir güçler ile yerel ve uluslar arası alandaki

söyleyerek, bu çerçevede “modern uygarlığın”

mustazaf güçler arasındaki sosyal çekişmenin konumu zayıfladı, içine kapandı ve neredeyse görünmez oldu. Sonrasında İran’daki İslam devrimi bu müjdeyi verdi. İran devrimi ilk gelişiminde Kutup’un ve Malik Bin

yaşadığı dönüşümü irdeliyor söz konusu metin. (Modern) uygarlık teorisi etrafında Batı literatüründe zengin bir birikimin oluştuğunu

Nebi’nin düşüncelerini ifade etti. İslam’dan hareketle

söyleyen Yıldırım, Toynbee, Danilevski, Sorokin

mustazaf güçler ile müstekbir güçler arasındaki

ve Braudel’den yola çıkarak modern Batı

evrensel çekişmeye bir bakış açısı sundu.” Bundan

uygarlığı etrafında yapılan tanımların aynı

dolayı Kutub’un eserlerinin sondan başlayarak geriye doğru okunmasını “doğru” bir okuma olacağı kanaatini taşır. Malik Bin Nabi`yi, farklı kılan ana özellik olarak onun

5

zamanda modern uygarlık paradigmasına da temel oluşturduğuna dikkat çekiyor. Ama aynı zamanda İbn Haldun, Cemil Meriç, Aliya

Fransa’da yaşayıp ve orada eğitim görmesinden

İzzetbegoviç, Sezai Karakoç, Seyyid Hüseyin

kaynaklanan Batı kültürünü deneyimleyerek tanıma

Nasr ve Karakoç’ta dile getirilen medeniyet

imkanın ona bir ayrıcalık kattığını düşünenler Seyyid

düşüncesini isim vermeksizin Üç Mesele (1978)

Kutub’un Amerika tecrübesini veya Ali Şeriati’nin Fransa tecrübesini ihmal etmektedirler.

adlı kitabında eleştiren İsmet Özel üzerinden

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

91


medeniyet meselesinin Müslüman dünyada

yapmış olduğu analizlerde Batı medeniyetinin

nasıl anlaşıldığına ilişkin de bir tasvir yapan bu

sömürgeci yanı kadar içe dönük eleştirilerin öne

metinde Malik Bin Nebi adının hiç anılmaması

çıktığı, Karakoç’un yapmış olduğu eleştirilerde

manidardır. Çünkü onun için medeniyet

ise genel olarak Batı medeniyeti ile sınırlılık

meselesi birçokların nezdinde olduğu gibi

arz ettiği göze çarpar. Her iki düşünür de

arızi bir parça değil, düşüncesinin etrafında hareket ettiği ana eksendir. Oysa, medeniyet meselesi veya perspektifi denildiğinde Türkçe kültür dünyasında ilk olarak adı anılan “Ben memleketin durumunu, İslam âleminin durumun, tarihi-sosyolojik perspektiften, yani medeniyet açısından, medeniyet perspektifinden görüyorum. Bu açıdan bakmak lazım” diyen Sezai Karakoç’u bu noktada etkilediği kuvvetle muhtemel bir düşünür olarak Malik Bin Nebi’nin mutlaka zikredilmesi gerekirdi. Çünkü o eserlerinin büyük bir kısmını “medeniyetin problemleri” alt başlığıyla kaleme almıştır. Çevirilerinin anıldığı bir metinde asıl olarak da anılması gerekirdi. Devrin egemen anlayışlarını aşmak için İslam’ı kapitalizm ve komünizm

geçirdiğini ifade ederler. Malik Bin Nebi’nin bunalımın Sıffin Savaşı’nda başladığını ifade edişi gibi Sezai Karakoç’ta Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi I (1998) adlı eserinde aynı olaya atıf yaparak, bu olayı Hz. Osman zamanında patlayan, Hz. Osman’ın şehadetine sebep olan ilk bunalım olarak nitelediği göze çarpar. Malik Bin Nebi’ye göre çözülme durumu İmam-ı Gazali (ö.1111) ’nin çalışmalarına rağmen aşılamamış Karakoç’a göre ise bu durum İmam-ı Gazali, İbni Arabî (ö. 1240), Mevlâna (ö. 1273), İbni Haldun (ö. 1406) gibi isimlerin çabaları ile aşılmıştır. Malik Bin Nebi’nin Batı bilgisinin yaşantı boyutunun, dolayısıyla

dışında bir üçüncü yol olarak hem Müslüman

tecrübe boyutunun bulunmasına karşın Sezai

dünyanın hem de insanlığın kurtuluşu için

Karakoç’un Batı bilgisinin tümüyle dışarıdan

alternatif bir çözüm olarak sunmaya çalışan

kaynaklanan salt teorik bir bilme hali olduğu

Sezai Karakoç’un çıkarmış olduğu derginin

unutulmamalıdır. Bunun yanında Karakoç

adı olmanın ötesinde, İslamcılığı muhafazakâr

düşüncesinin reaksiyoner temelli değil daha

düşünceden farklılaştırma yönündeki çabası

düşünce boyutlu olmasında da Malik Bin Nebi’nin

ile birlikte İslam’ı bir medeniyet esasında

etkisinden söz edilebilir. Bu noktadan hareket

savunmayı önceleyen Diriliş’te yazıları

ederek şunu da vurgulamak gerekmektedir:

yayımlanan bir düşünür olduğunu hatırlamak gerekir bu noktada. Hatta, Malik Bin Nebi’nin uyanış halini dair öne sürdüğü örneklerden biri olarak Hz. Musa’nın öncelikle İsrailoğulları içinde farkında olmadıkları bir dirilişi gerçekleştirmeye çalışması üzerinden diriliş fikri ile de akrabalık kurulabilir. Hz. Musa’nın çağrısına kulak veren ruhlarda meydana gelen arayış bir süre sonra dirilişi mümkün kılıyordu. İslam’a kuruluş devrindeki eski ideolojik gücünü kendi yurdunda kazandırmadan ve Müslüman ruhu ile zihniyetini temel bir rehabilitasyondan geçirmeden esaslı bir değişikliği gerçekleştirmenin neredeyse imkânsız olduğunu düşünen Malik Bin Nebi ile Karakoç’un genel yazma biçiminin atıfsız/ kaynaksız olmasından dolayı Karakoç’taki bu

92

Müslüman dünyanın erken tarihlerde bir bunalım

Türkiye’de İslamcı düşüncenin tercüme yoluyla devraldığı, geleneklere, düşüncelere ve kavramlara yapmış olduğu “özgün” katkılardan söz edilecekse bu katkılar içinde kimi zaman romantik bir dünyanın temsilciliğine soyunsa da Karakoç’un medeniyet odaklı yaklaşımının özel bir yerinin olduğu ifade edilebilir. Bütün bunlara karşın, sanki bu etkiyi hissettirecek düşüncesi ile Karakoç hakkında yapılan çalışmalarda bu etkileşim görünmez kılınır. Öyle ki, bu akademik çalışmalara dahi yansır. Mesela Münire Kevser Baş’ın Diriliş Taşları Sezai Karakoç’un Düşünce ve Sanatında Temel Kavramlar (2008) adlı çalışmasında M. Sait Ramazan El-Butî’nin Kur’ân’da İnsan ve Medeniyet (1987) adlı

izi ve etkiyi somut olarak göstermeyi mümkün

çalışmasına değinilir ama Malik Bin Nebi’ye hiç

kılmasa da dönemin genel iklimi içerisinde bu

değinilmediği gibi atıf bile yapılmaz. Belki bu

etkinin ana temalarını yakalamak mümkün

kovulmuşluk onun “istifacı olgunluk çağı/dönek

olmaktadır. Buna karşın Malik Bin Nebi’nin

olgunlar dönemi” adını verdiği evcilleştirilmiş

Müslüman dünyanın çöküşüne ilişkin olarak

devrimcilerin ikbal avcılığından kaynaklanır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Çevirilerin Hatırlattıkları Bir şekil olarak çeviri ile Türkçe kültür dünyasında okunabilen Malik Bin Nebi

haberdar edemediği için üzüntülü olduğunu ise Cezayir’de İslam’a Yeniden Doğuş eserine 1972 yılında yazdığı önsözde anlatır.

çevirilerine değinmeden önce genel olarak

İhmal edilmiş, gereken değer verilmemiş

çeviri meselesine de değinmek gerekir.

Cezayirli düşünürden Ergun Göze’nin yaptığı

Walter Benjamin “Çevirinin Görevi” başlıklı

çevirilerde hatıralarının sonunda listelenmiştir.

metninde bir eserin çevrilebiliyor olmasını

1964 yılında İslam Davası kitabını çevirmiş.

hem o eserin çevrilmeye değer olması hem de

Yirminci yüzyıl Müslüman’ına Kuranın mahiyetini

çevirisinin aslındaki belli anlamı verebilmesi

“yalnız dil ve belağat güzelliği değil ve fakat

bakımından ele alır. Ama ne kadar iyi olursa

mesajının muhteva derinliği ve insan üstülüğünü

olsun çevirilerin asıllarından sonra yapıldığını

belirtmek bakımından” anlatan yazarın en parlak

belirtir. Düşüncelerini ana hatlarıyla oldukça iyi

eserlerinden biri olan Kurânı Kerim Mucizesi,

özetleyen küçük hacimli ve yer yer tekrarlar

“küçük bir konferans metni olmakla beraber,

olsa da oldukça fazla eser ortaya koymuş

insan problemine eğilmiş bir etüt haysiyetini

olan Malik Bin Nebi Türkçe kültür dünyasına

muhafaza etmeyi başarmış” İslam ve Demokrasi

üne kavuştuktan sonra ilkin Ergun Göze’nin

anılarını içeren Asrın Şahidinin Hatıraları,

çevirileri ile dâhil olmuştur. Bu dâhil olma

İslamiyet’i bir medeniyet meselesi olarak ele

durumu seksenli yılların sonunda kaleme alınan

aldığı ve “bu zengin mirasın farkında olmadığı

Bedri Gencer imzalı “Bir Çeviri Sosyolojisi”

için sömürge haline düşmüş olan bir ülke olarak

adlı inceleme de dâhil olmak üzere genel

Cezayir’de İslam’ın yeniden medenileştirici,

olarak göz ardı edilmiştir. Malik Bin Nebi’nin

insanı yüceltici, tabiata ve kendine hâkim

çevirisinde altmışlı yılların sömürgecilik karşıtı

kılıcı hamlesine kavuşturulabilmesi için, dünya

mücadelesinde önemli bir yeri olan Cezayir

meselelerini inancın prizmasından süzen bir

yurttaşı olmuş olması onun bilinirliğini arttırmış

Müslüman dimağın tekliflerini” içeren Cezayir’de

fakat bir düşünce izleği oluşturmasına da ket

İslam’ın Yeniden Doğuşu eserlerinin ise son

vurmuştur. Bir anlamda onun fikri ve siyasi

baskı yıllarını anmış. Keşke bu eserlerin ilk

yalnızlığını perçinlemiştir.

baskılarının tarihlerini ansaydı Göze. Kültür

Ergun Göze, Göze Yaşasın Hâtıralar (2007) kitabında ilginç birkaç anekdot aktarır Malik Bin Nebi özelinde: Biri misakı milli içinden diğeri dışından olmak üzere. Sonuncusundan başlayalım aktarmaya: Yetmişli yıllarda Libya

tarihi açısından gerçekten önemli bir katkı olurdu bu. İslam ve Demokrasi 1968 yılında Ötüken Yayınları tarafından yayımlanmış. Çoğu Yağmur Yayınlarından ve Boğaziçi Yayınlarından çıkmış Göze’in Malik Bin Nebi çevirilerin.

lideri Kaddafi ile Tercüman gazetesi için bir

Misakı milli içinden aktardığı anekdot ise

söyleşi yapmak ister. Ama bir türlü randevu

Fethullah Gülen odaklıdır Ergun Göze’nin.

alamaz Kaddafi’den. Son defa biyografisini

Gülen onun da içinde bulunduğu bir grupla

almaya gelen kişiye Cezayirli düşünür Malik Bin

görüşür. Bu görüşme sırasında geçmiş yıllardan

Nebi’nin bazı eserlerini tercüme ettiğini söyleyip

hareketle Göze’yi ne kadar çok sevdiğini

yanındaki nüshaları gösterince işler değişir. Malik

anlatır Fethullah Gülen: “Evet sizin yazılarınız.

Bin Nebi adını duyan görevliler Ergun Göze’ye

Hatta tercümeleriniz… Malik Bin Nebi’den

otelden ayrılmamasını, her an aranabileceğini

tercüme ettiğiniz İslam Davası isimli kitap ne

söylerler. Bir süre sonra beklenen randevu alınır.

kadar güzeldi.” Ardından Gülen cemaati odaklı

Tercüman gazetesi yazarı olduğu için değil

eleştirilerin, aktaran Göze Gülen’in bağlılarının

Malik Bin Nebi mütercimi olduğu için randevu

okulların gölgesinde iyi ticaret yaptıklarını

alabilen Ergun Göze’ye Kaddafi bir de resim

belirttikten sonra sözü tekrar Malik Bin Nebi’ye

imzalar. Meğer Malik Bin Nebi bir süre Kaddafi’ye

getirir: “Fethullah Hoca’nın Malik Bin Nebi’nin

danışmanlık yapmış ve onun güvenini kazanmış.

kitaplarına işaret etmesi her şeyi açıklamıştı.

Hatıralarında onun kabir başında bir fotoğrafı

Yirminci yüzyılda İslam aleminin vicdanı ve

da yer alır Ergun Göze’nin. Onunla temasa

en büyük mütefekkiri kabul edilen Bin Nebi

geçip Türkiye’de çıkan kitaplarından kendisini

kitaplarında, sermayenin yönlendirilmesi

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

93


konusuna büyük önem vermiş ve açıklamalar

Dünyası’nın modernleşememesine bağlamasını.

yapmıştı.Hoca da bundan esinlenmiş ve

çok sathi bir görüş olarak nitelemekte ve sözü

sermayeye yönlendirmişti kendisini.Ama Malik

Malik Bin Nebi’ye getirmektedir: “Bu konuyu

Bin Nebi İslam ahlak ve terbiyesini her şeyden

İslam’ın büyük mütefekkiri Malik Bin Nebi

üstün tutuyordu.Sermaye de İslam ahlakına

‘İslam Davası’ isimli kitabında elli sene önce

göre yönlendirilecekti. (…) Kendisini ikaz için

işlemiş ve açığa çıkarmıştı. Onun ileri sürdüğü

görüşme talebime cevap alamadım. Kendisi

tezlerden birisi, İslam medeniyetinin inhitat

etrafı ve tevabiiyle ABD’ye geçti. Beş altı yıldır

devri insanının liyakatsizliğidir. Bunun sebebi de

orada bir çiftlikte yaşamakta.

ruhi ve hiç olmazsa akli tesirlere değil, insiyaki

Ne Malik Bin Nebi böyle bir manzara çizmişti ne de ben bunlara izin veren tek bir satır yazdım” Malik Bin Nebi’nin Ekonomi Dünyasında Müslüman ismiyle Türkçeye 1976 yılında kazandırılan bir eserinin olduğunu da hatırlamalı sermaye bahsinin geçtiği bu satırlardan sonra. Göze’nin anılarında aktardıklarından hareketle sadece Malik Bin Nebi’nin eserlerini değil aynı zamanda (kısmen) onun derdini tasasını da çevirdiğini söyleyebiliriz. Keşke sermaye ve onun niteliği noktasında duyarlı olan Ergun Göze bu kadar antikomünist olmasaydı. Çevirilere yazdığı önsözlerde mühimdir Göze’nin. Orijinal adı Kur’an Fenomeni olan ve 1946’da Ezher Şeyhi Muhammed Draz’ın bir önsöz yazdığı ve “asrın idrakini konuşturduğu” eseri niçin Kurân’ı Kerim Mucizesi adıyla çevirmeyi uygun bulduğunu da açıklar bu yazılarda. Çeviri meselelerine değinirken siyasi bakış açısını da serpiştirir satırlara: “Her tercüme bir ihanettir. Kahve bile fincana aktarılırken taşar. Dünkü vilayetimiz Cezayir’in yetiştirmiş olduğu müellifin eserini tercüme etmeye kâfi gelmeyen bir Türkçeye mahkûm edilişimiz ayrı bir ızdıraptır.” Son yüzyılın en büyük düşünürlerinden biri olarak çok özgün eserlere imza atan ve sorunları sosyolojik bakış açısı ile ele alan Malik Bin Nebi’den bazı yazılarında da söz eder Ergun Göze. Bernard Lewis’in ‘İslam’ın Krizi’

tesirlere kapılmış ve kendini şaşırmış olmasıdır. Nitekim bugünkü manzara budur. İnsanımız ne dünyadan, ne İslam’dan, ne laiklikten, ne demokrasiden, hatta maalesef ne de İslam ahlakının yüceliklerinden hiçbir şeyden ciddi bir paya malik değildir. Her şeyde ancak taşerondur. Çünkü önünü ardını hesap edemiyor. Malik Bin Nebi bunu ‘Medenileşmeden siyasileşmek’ diye teşhis ediyor. Hele o medeniyette de insanlığın gidişinden ıstırap duyan bilgili ve vicdanlı insanlar bulunduğunu ve onlarla olsun diyalog kurmak gereğini fark etmiyorlar.” “İhanete uğrayan fikirler intikamlarını alırlar diyen” Malik Bin Nebi’yi kırk küsur yıldır ağırlayan Türkçede onun üzerine düşünce üretiminin pek kısır olduğunu da belirtmeliyim. Bu kısır nazlılığı kırarak düşünürün temel yaklaşımlarını doyurucu bir bütünlük içinde veren Ali Kureyşi’nin Malik Bin Nebi’ye Göre Toplumsal Değişim (2004) kitabı ise yeterli ilgiyi görmüş değil. Buna karşın ondan etkilenen ve İslam Medeniyetinin Geleceği (1986) kitabını kaleme alan Ziyauddin Serdar ona göre daha çok ön planda tutulan bir düşünür olmuştur.6 Diğer yandan onun toplumsal eğitime değişme ve yeniden yapılanmada olmazsa olmaz bir öncelik tanıması İslam Davası (1990) kitabında da görüleceği üzere- birtakım eleştirileri olsa da- Muhammed Abduh’un ıslahatçı yaklaşımına yakın kılmaktadır onu.

isimli kitabında İslam Dünyası için getirmiş olduğu tespitlerin büyük ölçüde doğru olup Müslüman vicdanında ve zihninde karşılık bulmasının gerekliliğini ifade ederken, Malik Bin Nebi’den etkilendiğini de ortaya koyar. Çünkü bu sorunların “çoğu çok acı olmakla

söyleşide Serdar medeniyeti şöyle tanımlar: “Medeniyet kavramı, belirli bir dünya görüşünü temel alan evrensel bir tanımdır.Her dünya görüşü kendi kültürünü siyasi yapısını, toplumsal örgütlenmesini, kendi bilim ve teknolojisini, sanat ve edebiyatını ortaya çıkarır ve

beraber kaskatı birer gerçektir. Bu gerçekleri

geliştirir.İslam medeniyeti de İslâm’ın dünya görüşü

kabul etmek, bertaraf etmenin ilk adımıdır. Ne

üzerine kurulmuştur. Bu bakımdan,İslâm dediğimizde,

var ki karşılaşılan zulüm, yoksulluk, okuma yazma eksikliği gibi olumsuzlukları İslam

94

Ziyauddin Serdar’la Kitap Dergisinde yapılan bir

6

bütün unsurlarıyla tam bir yapı oluşturan medeniyet anlaşılmalıdır.” Ziyauddin Serdar’la Konuşma, Ahmet Kot, Kitap Dergisi, sayı:1, 1986.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Medeniyetin gerçeklik kazanması sürecinde insan unsuru en önemli unsuru oluşturmaktadır. Çünkü insanın medeniyeti özümsemesi zor bir iş olduğundan insanın özel olarak bu alana yönlendirilmesi gerekliliği vardır. Malik Bin Nebi’nin kurum ve sisteme dönük değişimci çabaların bireysel değişimden başlamasının zorunlu olduğuna ilişkin “Bir toplum kendi özünde olanı değiştirmedikçe Allah, o toplumun durumunu değiştirmez” ayetinden hareketle yaptığı vurgular Cevdet Said’in Bireysel ve Toplumsal Değişimin Yasaları (1984) adlı kitabı başta olmak üzere pek çok eserin temelini oluşturmuştur. Çünkü Malik Bin Nebi’ye göre ilahi kanun “Ruhunu değiştirirsen, tarihini değiştirirsin!” biçiminde özetlenebilir. Bu metin, genel olarak Malik Bin Nebi düşüncesini özellikle içinde yaşadığı çağı ihmal etmeden anlama ve oluşturduğu etkiyi anlama çabasına katkıda bulunmak amacıyla kaleme alınmıştır. Altmış sonrası düşünce hayatının seyri göz önünde bulundurulduğunda Malik Bin Nebi’nin önemli bir yeri olduğu, bundan dolayı düşünce dünyasında kendinden sonraki isimleri özellikle medeniyet söylemi noktasında ciddi oranda etkilediği ama bunun isim düzleminde pek belirgin olmadığı hatta örtülerek silikleştirildiği söylenebilir. Malik Bin Nebi’nin Savaş Esintisi (1997) kitabında yer alan bir yazısının girişinden bir alıntıyla bağlayalım etkileşimlerin ve farklılıkların üzerinde duran bu yazıyı: “Yirminci yüzyıl, vicdanının derinliklerinde, tarihe ekilen fikirleri

KİTABİYAT BİN NEBİ, MALİK (1987) Çağa Tanıklığım, Çeviren: İbrahim Aydın, Bir Yayıncılık, İstanbul. BİN NEBİ, MALİK (1997) İdeolojik Savaş Ajanları, Çeviren: Cemal Aydın, Timaş Yayıncıları, İstanbul. BİN NEBİ, MALİK (1992) İslâm Dünyasında Fikir ve Put, Çeviren: Cemal Aydın, Boğaziçi Yayınları, İstanbul. BİN NEBİ, MALİK (1990) İslâm Davası, Çeviren: Muharrem Tan, Yöneliş Yayınları, İstanbul. BİN NEBİ, MALİK (2008) Düşünceler, Çeviren: Muharrem Tan, Mana Yayınları, İstanbul. BİN NEBİ, MALİK (2008) Kur’ân Fenomeni, Çeviren: Yusuf Kaplan, Külliyat Yayınları, İstanbul. BİN NEBİ, MALİK (2008) Savaş Esintisi, Çeviren: Salih Özer, Ankara Okulu Yayınları, Ankara. GANNUŞİ, Raşid (2010) “Seyyid Kutub ile Malik Bin Nebi Arasında” Çeviren: Halil Çelik, Umran, sayı:195. RAMAZAN, Tarık (2005) İslâmi Yenilenmenin Kökenleri, Çeviren: Ayşe Meral, Anka Yayınları, İstanbul. BARİUN, Fevziye (1999) “ Malik Bin Nebi ve Ümmetin Düşünsel Sorunları” Haksöz sayı: 95. KUREYŞİ, Ali (2002) Malik Bin Nebi’ye Göre Toplumsal Değişim, Çeviren: Mustafa Altunkaya, Ekin Yayınları, İstanbul. BENJAMİN, Walter (1987) “Çevirinin Görevi” Çeviren: Ahmet Furkan, Kitap Dergisi 2. Dönem sayı: 7/8. GÖZE, Ergun (2007) Yaşasın Hatıralar, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul. GENCER, Bedri (1988) “Bir Çeviri Sosyolojisi” Kitap Dergisi, sayı:20-21 SAİD, Cevdet (1984) Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, Çeviren: İlhan Kutluer, İnsan Yayınları, İstanbul.

sakladığı gibi, onlarla birlikte bu fikirleri eken büyük kişilerin isimlerini de saklamaktadır.” Son söz de antropolojik medeniyet söylemi için olsun: Hem kendilerini hem de yüce olanı kandırmaya/aldatmaya dönük bir heves olarak medeniyet söylemi bugün için, avam ve elitler için sadece bir kâr güdüsü olarak somutlaştığından söz edebiliriz. Dolayısıyla yetmişli yıllarda bir fark vurgusunu öne çıkaran bu kavram günümüzde bumerang gibi tersine dönmekte ve muhafazakâr bir dünyanın temsilciliğini yapmaktadır. Münhasıran bu kâr güdüsünü aşmak için de kovulan düşünürün etkili fikirler bahsinde söylediklerine yeniden dikkatle yoğunlaşmakta fayda vardır.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

95


Araştırma - İnceleme

“Tek Bir ümmet” Neden Sadece Duygusal Bir Slogan Olarak Kalıyor? Asghar Ali Engineer İslami Yorum İçin Çeviren: On dört asır boyunca

birlik getirmeyeceği ve ne kadar böyle sloganlar

sürekli tek bir Allah,

atarsak o kadar ayrılığa düşeceğimizi anlamamız

tek bir Peygamber, tek

gerekir. Müslümanlar arasındaki siyasi, sosyal,

bir Kur’an sloganını

ekonomik ve kültürel ihtilaflar Peygamber’in

ve Müslümanların hep

vefatı üzerinden çok zaman geçmeden

birlikte tek bir ümmet

başlamıştır.

oluşturmalarının gerektiği inancını duyduk. Diğer bir yandan çok ilginçtir ki, ulemalarımız Peygamberimizin “ümmetim 72 fırkaya bölünecektir ve bunlar arasından sadece bir tanesi kurtuluşa erecektir” hadisini anlatagelmişlerdir. İşte böyle kendi kendimizle çelişmekteyiz. Bir yandan birlik arzuluyoruz diğer yandan ümmeti birbiriyle çatışan 72 fırkaya bölüyoruz. Hicri 2. yüzyılın sonuna doğru Abdulkadir ElBağdadi “El Fark Beyn el-Firak (Mezhepler Arasındaki Farklılıklar)”1 adlı bir kitap yazmış ve o zamana kadar Müslümanlar arasında mevcut olan 100’den fazla mezhebi bu kitapta anlatmıştır. Aslında, duygusal sloganların asla Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları’nda Türkçe tercümesi

1

Mezheplerin şekillenmesi ve farklılıkların teolojik bir temel kazanabilmesi zaman almış olsa da fetihler, sanılanın aksine anlaşmazlıkları keskinleştirerek çok daha fazla güç, zenginlik ve yabancı etki oluşturdu ve durumu daha da karışık hale getirdi. Bu farklılıkları anlamak ve analiz etmek için, teolojinin ötesine gitmeli ve çok daha derin sebepleri anlamaya çalışmalıyız. Öncelikle şunu anlamalıyız ki, İslam mesajı o dönemin Arap toplumunda bizim anladığımızdan çok daha köklü değişimler meydana getirdi. İslam mesajı, dini, ahlaki, sosyal ve siyasi temelleri değiştirdi ve Arap toplumu o andan itibaren hiçbir zaman eskisi gibi olmadı. Lakin değişim o kadar hızlı oldu ki, Araplar bunu çok az özümseyebildiler. Daha da trajik olanı şuydu ki, bütün Müslümanlar tarafından saygıyla dinlenen yüce önder Muhammed (s.a.v) artık yoktu.

mevcuttur. (Çevirmen)

96

Fatih Peyma

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Çeşitli sebeplerden dolayı (Asr-ı Saadet

Daha da kötüsü, çoğunlukla doğası gereği

sonrasında) Müslümanlar, hızla büyümekte olan

feodal ve otoriter olan yeni yabancı değerler

İslam toplumunu daha da yüceltmek, onu her

bütün sürece zarar verirken, fetihlerin bu

tarafa ulaştırmak, hali hazırda gerçekleşmiş olan

sürece zararı daha büyük oluyordu. Artık

İslam inkılabını sağlamlaştırmak adına içe dönük

Müslümanlar arasında hedeflenen şey, Kur’an’ın

siyaset gütmektense dışa dönük yayılmacı bir

ahlak anlayışını yerine getirmekten çok,

siyaset güttüler. Kur’an’ın en temel mesajı

devlette daha fazla güç paylaşımı ve yeni elde

ahlaktır ve topluma adaleti, eşitliği getirmeyi

edilmiş zenginlik üzerineydi. Vizyoner/öngörülü

hedeflemektedir. Kur’an sık sık, imanla beraber

toplum olarak tarih sahnesine çıkış süreci

salih amelin öneminden bahseder.

ciddi engellerle/gerilemelerle karşılaştı. İslam

İkinci olarak, Kur’an vicdan özgürlüğü ve insan onuru üzerine gereken vurguyu yaparak yeni, adil ve eşitlikçi bir toplum vizyonu ortaya koymuştur. Aynı zamanda Kur’an, hem

toplumu; dünyalık meşgalelere dalıp gidenlerle, iktidar için mücadele edip duranlarla, sadece ruhani meselelere kafa yoranlarla ve kendilerini münzevi haline getirenlerle dolup taşmıştı.

ümmetin hem de bireyin o zamana kadar

Doğası gereği hayli baskıcı ve otoriter olan,

Arap toplumunda adı duyulmamış olan vicdan

İslami değer ve bakış açısından daha çok Roma

özgürlüğü ile saygınlık kazandığı yeni bir orta

modelini benimseyen Emevi İmparatorluğu

yol meydana getirmiştir. Araplar, kendi kabilesel

iktidara geldi. Emeviler derin bir şekilde İslam

kültürlerine derin bir şekilde dalmış ve son

öncesi cahiliye dönemi kültürüne daldı ve o

derece geleneğe bağlı bir toplumdu.

dönemin şiirine eğilim göstererek İslam öncesi

İslam, kabilesel yerine evrensel ve derin bir şekilde insancıl olan yeni bir kültür getirmeye çalışmıştır. Fakat insanın kendini, İslam öncesi geleneklerden yani Müslümanların cahiliye adını

şiiri diriltmeye çabaladı. Emevi döneminde yazılan Kitabu’l Ağani (Şarkılar Kitabı)2 cahiliye döneminin şiiri temel alınarak yazıldı ve çok popüler bir kitap haline geldi.

verdikleri o kültürden kurtarması pek kolay

Bu cahiliye kültürünün temel değerleri, yüksek

değildi. Onun etkisi/kalıntıları o kadar derindi ki,

ahlaki değerlerden yoksun, tamamen dünyevi

sadece İslam’ın kabul edilmesi, mutlak manada

hazlardan ibaretti. Biri çıkıp “Ne var ki bunda,

bir sosyal değişime ihtiyaç duyan derin bir

sonuçta Arapların zengin bir kültür mirası

değişim meydana getiremiyordu.

var. Bunun ihyası her şeye rağmen meşru bir

Kur’an, Arap diline hem ahlaki hem de edebi yeni bir söylem getirmiştir. Büyük Arap şairleri ve diğerleri bu dil karşısında hayrete düşmüşler, bir benzerini getirememişlerdir. Fakat bu söylem, sadece yaratıcı güzellikle dolu değil aynı

harekettir.” diyebilir. Bu iddianın elbette bir geçerlilik payı var. Her şeye rağmen güçlü bir Arap imparatorluğu tarih sahnesindeydi ve gurur duydukları kendi milli mirasının ve kabilesel köklerinin izinden gitmek istiyorlardı.

zamanda ahlaken de yüksekti. Çünkü Kur’an’ın

Fakat konumuz İslam toplumu olduğundan,

amacı, yeni bir toplum ve yeni bir insan

olaya farklı bir açıdan bakmak zorundayız. Bu

oluşturmaktı. İkbal bunu şöyle ifade eder: “Eğer

ihya girişimlerinde trajik olan, İslam öncesi

müminseniz yeni bir dünya oluşturun ve eski

kültürün yeniden diriltilmesiydi. Bundaki amaç

dünyada artık yaşamayın.”

ise İslam toplumunun inşa etmeye çalıştığı

İnanç sahibi bu “yeni insan”, sadece Kur’an’ın tevhid, insan onuru, vicdan özgürlüğü, farklılık, hakikat, merhamet, eşitlik, adalet ve cesaret gibi değerlerini kabul etmekle kalmamış; birkaç sahabe hariç, bu yeni kültürü geliştirmek ve bu yeni İslami hayat görüşünü sürdürmek için kendini bu işe adamıştır.

toplumu dikkate almadan yaşam, zevk ve iktidar peşinde koşma eğilimiydi. İkinci olarak ve daha yıkıcı olan şey, artık bu İslam öncesi dil ve söylemin moda haline gelmiş olmasıydı ve hatta Kur’ani lafızlar ve anlamlarının İslam öncesi şiirlerde nasıl kullanıldıkları anlaşılmaya çalışıldı. Kitab’ul Ağani hakkında bkz. http://www.nuveforum.

2

net/573-muzik-dergileri/172211-kitab-ul-agani/ (Çevirmen)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

97


Aslında Kur’an, kendi anlam dünyası içerisinde

olduğu kadar siyasi alanlarda da kendilerini

bir hayli zengin, yeni bir dil oluşturdu. Kur’an’ın

Arap egemenliği ile marjinalleşmiş hisseden

söylemi, yeni bir toplum kurma yolunda yeni

İranlı muhaliflerin yardımı ile gizli bir hareket

değerleri insanlara ulaştırmak için devrimci

başlattılar. İranlılar İslam’ı kabul ettiler, ama

ve ahlaki özelliklerle doluydu. Ne yazık ki

hiçbir zaman siyasi ve kültürel sürecin parçası

günümüzde İslam öncesi şiir, Kur’an’ı anlamanın

olmadılar. İranlılar hiç vakit kaybetmeden

temeli olmuş durumda. Bence İslam öncesi

kendilerine siyasi süreçte önemli bir yer sözü

şiirin, Kur’an’ın manasını anlamada temel

veren Abbasilere yardımda bulunmayı kabul

oluşturmuş olması büyük bir felakettir. Bunun

etti ve Ebu Müslim Horasani, Abbasilerin lehine

böyle olması kısmen belki de kaçınılmazdı, fakat

askeri ve kitlesel destek sağladı.

farkında olunmadan meydana getirdiği sonuçlar, Kur’an’ın hedeflediği anlayışa ciddi zararlar verdi.

siyasi mirasa zaten sahipti. Arapları hep kaba

Üçüncü husus, İslam devriminin ahlaki temelleri

Abbasiler iktidarı ele geçirdiğinde ve Emevilerin

zayıflamaya başladığında alimler arasında

saltanatı sona erdiğinde pek çok İranlı kadın,

şiddetli bir şekilde yayılmaya başlayan dini

Arap kocalarını öldürmüştür. Fakat elbette bu

tartışmaların içeriğiydi. İnsanoğlunun, kaderini

pek uzun sürmedi. Abbasiler sonuçta Arap’tı

belirlemede serbest mi olduğu yoksa insanın

ve iktidarı en azından kısmen de olsa Arap

alnına doğarken mi yazıldığı gibi teolojik

olmayanlarla paylaşmaya niyetleri yoktu.

ve kültürsüz bedeviler olarak görüyorlardı.

tartışmalar zirve noktasına ulaştı. Bunda kuşkusuz yönetici zümrenin büyük çıkarları vardı. Eğer insanoğlunun kaderi doğmadan yazılmışsa, bu durumda Emevi rejimi de ilahi olarak takdir edilmiş olacak ve onun baskıcı ve sömürgeci temeli de otomatikman sorgulanamaz hale gelecekti; diğer bir deyişle her şeye

Böylece yaptıkları ilk şey, Abbasi iktidarının siyasi temelini inşa eden Ebu Müslim Horasani’den titizlikle kurtulmak oldu. Fakat onlar başka bir şekilde de olsa İranlıları ödüllendirecek kadar da akıllıca davrandılar. Pek çok İranlı entelektüel önemli bürokratik

rağmen bu, Allah’ın takdiri olacaktı.

mevkilere atandı. Bundaki amaç, İranlılara

İfade ettiğimiz gibi, Kur’an vicdan özgürlüğüne

da kültürel ve entelektüel alanlarda hakim

vurgu yapar. Hatta Adem’in önünde secde

oldular.

etmeyen şeytana bile seçme özgürlüğü verilmiştir. Artık insanoğlu, ilahi irade karşısında nasıl hareket edeceği alnına daha doğmadan yazılmış bir oyuncak gibi görülmeye başlandı. Alimler siyasi eğilimlerine göre kutuplara ayrılmış durumdaydılar. Emevi iktidarına meydan okumak istemeyenler, bu siyasi formüle sığındılar ve siyasi faaliyetlerden kaçındılar ve hatta yönetici zümrenin parçası olarak menfaat

iştirak hissi vermek içindi. Siyasi açıdan olmasa

Bunun elbette kendi sosyal ve ahlaki sonuçları oldu. İslam’a yaklaşımda büyük sosyal ve entelektüel değişimler yer almaya başladı. Mutezile hareketi Abbasi himayesinde yeni bir canlılık kazandı ve Kur’an’ın mahluk olup olmadığı gibi tartışmalar patlak verdi ve Müslümanlar böylesi entelektüel tartışmalarda daha önce olmadığı derecede bölünmeye gittiler.

elde etme peşine düştüler.

Eğer Emevilerin Müslümanlar arasında insan

Tabii ki gerçeği haykıran, cesur, iktidarın bir

ettiğini söylersek, Abbasilerin de Kur’an’ın

parçası olmayı reddedecek düzeyde ahlaklı

mahluk olup olmadığı hakkındaki tartışmayı

ve kendilerini İslami değerleri ve İslami bakış

bilerek teşvik ettiğini söyleyebiliriz.

açısını yaymaya adamış alimler de vardı. Ne yazık ki bu türden alimler yok denecek kadar

98

İranlıların kendisi, gurur verici kültürel ve

iradesi konusunun tartışılmasını bilerek teşvik

Her iki ihtilaf da felsefi ve entelektüel öneme

azdı.

sahip olmuş olabilir de olmayabilir de. Fakat

Dördüncü olarak ise, Abbasiler, Emevi iktidarına

ekonomik meselelerden uzaklaştırmıştır. Alimler

meydan okumak için kültürel alanlarda

bu meseleleri tartışmışlar ve kutuplaşmalar

bu tartışmalar dikkatleri siyasi, sosyal ve

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


başlamıştır. Aynı zamanda Abbasiler, Grek

Karmati hareketine üye olduğunu ve sadece

medeniyetinden felsefeyle alakalı kitapları ve

Karmati olmasıyla beraber Ene’l Hak dediği

bunun yanında İran ve Hint kaynaklı kitapların

için öldürülmediğini, bunun yanında Abbasi

Arapçaya tercümesini desteklemişlerdir. Beytü’l

rejimini devirmek için komplolar düzenlediği

Hikme (Hikmet Evi) büyük entelektüel heyecan

için öldürüldüğünü iddia ettiklerini de burada

dalgasının ve aydınlanmanın merkezi haline

belirtelim.

3

geldi. Araplar fen, matematik, teknoloji ve diğer birkaç bilimde öncü haline gelmeye başladılar.

Karmatiler aynı zamanda Mısır’da Fatımilerin

Bu, gerçekten de Arap olan ve Arap olmayan

Esved’i alıp 30 yıl yanında tuttuğu süreçte

(çoğunluğu İranlı) pek çok Müslüman düşünür

Suriye’de kendi rejimini kurdu. Fatımiler, Tahir

tarafından dünyaya hediye edilmiş büyük

Karmati’yi Hacerü’l-Esved’i bırakması ve Kabe’ye

bir entelektüel katkıydı. Şüphesiz bu eşi

geri koyması konusunda güçlükle ikna ettiler

benzeri görülmemiş, düşünsel bir heyecan

ve böylece bütün İslam dünyasını büyük bir

dalgasıydı. Bu aynı zamanda ümmet içinde

sıkıntıdan kurtarmış oldular.

daha büyük çapta ihtilaflar meydana getirdi ve yeni yeni mezhepler zuhur etti. Bunların belli başlı olanları İsmailiye ve Batıniler olarak da bilinen Karmatilerdir. Bu mezhepler, Kur’an’ın mesajının gizli olduğuna ve gizli mesajları yorumladıklarına, Kur’an’ın zahiri anlamının kendi mezhebindekilere değil, halka hitap ettiğine inanan mezheplerdi. İsmailiye mezhebi bir kaç mezhebe ve alt kollara bölündü. İsmailiye mezhebinin alt kolu olan Karmatiler aşırı bir mezhepti. Kur’an’ın gizli anlamını tevil ettiklerinden şeriat hükümlerinin kendileri için geçerli olmadığını iddia ediyorlar ve bu hükümlerin kendileri için uygulanmaması gerektiğine inanıyorlardı. Aynı zamanda, Karmatiliğin sürekli savunduğu şey bir “dai”4nin

rakibiydi. Tahir Karmati, Kabe’den Hacerü’l-

Aynı zamanda Sünni İslam’da keskin bir kutuplaşma vardı. O zamanlar dünyanın felsefi ve en büyük entelektüel merkezi olan Bağdat’a dünyanın felsefi hazinelerinin aktarılması yüzünden büyük alimler, yeni entelektüel akımlara keskin tepkiler gösterdiler. Felsefe silahını kullandılar ve “kelam ilmi” olarak adlandırılan diyalektik bilgiyi geliştirdiler. Onlar kelam ilmi sayesinde filozofların bütün iddialarını çürütmeye başladılar. Gazali ve İbni Rüşd arasındaki tartışma çok ünlüdür. Gazali Tehafütü’l-Felasife (Filozofların Tutarsızlığı) adlı risalesini yazmış, İbni Rüşd de karşı risale olarak Tehafütü’t Tehafüt (Tutarsızlığın Tutarsızlığı)’ü yazmıştı. Başka bir alim olan Eşari ise bütün

emri altında komün bir şekilde yaşamaktı.

teolojik meselelere karşı aşırı tavır aldı ve

Mezhebin bütün üyeleri, ortak bir mutfağı

takip edilen filozoflara karşı Eşari gibi alimler

idare eden “dai”ye kazançlarını verirlerdi. Özel

büyük bir takipçi kitlesine ulaştı ve büyük

eşya olarak sadece yay ve kılıç gibi şeylere

teolojik liderler olarak kendilerine yer buldular.

izin verilirdi. Karmatiler Bahreyn’de 30 yıl gibi bir süre devlet kurmayı başarmışlardır. Nasir Hüsrev, Almanyada Zakir Hüseyin tarafından kritik edilerek yayına hazırlanan Sefername adlı eserinde, Bahreyn’deki Karmati devletini ayrıntılı bir şekilde anlatır ve ortak eşe sahip olmak gibi kendilerine atfedilen haksız suçlamaları reddeder. Bazı alimlerin, Abbasiler tarafından öldürülen Hallac-ı Mansur’un aynı zamanda Hikmet Evi hakkında bkz. http://www.uyanishaber.

3

sadece entelektüel elit arasında sınırlı bir şekilde

Gazali İhya-i Ulumid-din kitabını yazdı. Bu kitap İslam dünyasında klasik bir Eşari teolojik eser olarak kabul gördü ve bu kitaba bütün geleneksel alimler tarafından saygı duyuldu. Bazı alimler, Gazali’nin eserinden sonra İslam dünyasında içtihad kapılarının kapandığını iddia etmişlerdir. Fakat bu, aşırı basitleştirilmiş bir durum gibi görünmektedir. Bunun için oldukça karışık sebepler vardır. Bağdat’ın düşüşü, büyük tarihçi Toynbee’nin evrensel İslam devleti olarak

com/kultur-sanat/beytul-hikme-hikmet-evi.html

adlandırdığı Abbasi rejiminin sonu ve zayıf

(Çevirmen)

bölgesel devletlerin gelişmesi bunlar arasındadır.

Dai: Davet eden, çağıran, bir kimseyi bir şeye sevk ve

4

teşvik eden kimse. (Çevirmen)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

99


Burada not edilmesi gereken şey şudur ki, İslam

Yahudi ve Hristiyan kaynaklardan gelen efsane

dünyasındaki ihtilafları önlemek için alınacak

ve israiliyatlarla Kur’an tefsirini mitolojik bir

bazı tedbirlerle bu kutuplaşma engellenebilirdi.

labirente dönüştürdüler.

Geleneksel ilahiyatçılar ve alimler, entelektüel ve felsefi hareketlere çok sert bir şekilde tepki gösterdiler. Diğer taraftan bazı filozoflar da aşırılıklara kaçtılar ve Karmatiler az önce bahsettiğimiz gibi, kendi aralarında şeriat

Razi5 gibi müfessirler Kur’an tefsiri yazmak için Aristo’nun dedüktif/tümden gelimli mantığını6 kullanmaya çalıştılar. Bütün bunlar, verimsiz teolojik tartışmalara sebep olarak devam

kurallarını askıya aldılar.

etti. Daha çok teolojik boyutta meydana

İlk olarak Batı Afrika’da ve daha sonra da

anlayamayacağı, kompleks bir yapıya büründü.

Mısır’da Fatımi rejimini kuran İsmailiye’nin

Fakihler için Kur’an, “meshi bu şekilde

bir bölümü zahiri ve batıni arasında denge

mi yapacağız ya da başka bir şekilde mi

kurmada ihtiyatlı davrandılar. Fakat aynı

yapacağız; ya da elimizi kaldıracağız mı yoksa

zamanda, teolojik cephe konusunda Fatımilerin

kaldırmayacağımız” gibi çeşitli ve verimsiz

Abbasilerle olan siyasi rekabetinin daha az

tartışmaların kaynağı oldu. Fıkıh, yüce bir

ayrıştırıcı olduğu ortaya çıktı. Ana akımdan/

ahlakın kaynağı olacağı yerde, Müslümanlar

hakim görüşten alimler tarafından onlara karşı

arasında önemsiz ve gülünç meselelerin sebebi

haksız suçlamalarda bulunuldu. Aslında, Kabe’ye

haline geldi.

gelen tartışmalar, sıradan Müslümanların

Hacerü’l-Esved’in geri getirilmesinde Karmatileri ikna eden Fatımilerdi.

Şimdi, tarih boyunca Müslümanlar arasında yer

Bununla beraber başka bir ihtilaf daha vardı.

ulaştık. Açıkladığımız gibi bu ihtilaflar, siyasi,

Sufiler deneyimlere ve ruhsal konulara vurgu

teolojik ve entelektüeldi ve bu farklılıkları

yaparlarken, filozoflar ve entelektüeller de

çözmek çok zordu. İslam dünyasında

düşünsel çabalarla gerçeği kavramaya çalıştılar.

halihazırdaki siyasi iklim, bu farklılıkları daha

Bununla, Kur’an’ın “Orta Yol” kavramı kayboldu.

da keskinleştiriyor. Bu nedenle “tek bir ümmet”

Kur’an oldukça kapsamlı, eşsiz bir yaklaşım

sloganı boş bir slogan oldu. Daha da kötüsü,

ortaya koymuş bir kitaptır. Bu yaklaşım, hayatın

birleştirme amacıyla yapılan her bir çaba daha

bütün önemli unsurlarını -ruhsal, düşünsel,

da ayrışmayla sonuçlanıyor.

alan keskin ihtilafların yer aldığı bir döneme

ahlaki ve maddi olarak- temel alan yaklaşımdı.

Arap dünyasının kendisi, siyasi menfaatleri

Kur’an, müminleri; yaşadıkları süre boyunca

gereği bölünmüş bir durumdadır. Arap olan

dünyadan el-etek çekmeden onun gelişimine

ve olmayan şeklinde bölünmeler/ayrışmalar

katkıda bulunmaya, Allah’ın yarattıkları

söz konusudur. Onlar, Amerika ve İsrail gibi

üzerinde derinlemesine düşünmeye,

ülkelerden gelen siyasi meydan okumalarda

yaratıcısıyla ruhsal ilişkilerini zenginleştirmeye,

bile bir arada hareket edemiyorlar. Bu hakikat

maddi başarılarından dolayı hiçbir zaman

gözlerden kaçmamalı, ortak stratejiler

kibirlenmemeye, dünyada dengeyi ve düzeni

geliştirmek için insan gerçekçi olmalı ve

sağlamak için yüksek ahlaki değerleri

herhangi bir retorik tarafından savrulmamalıdır.

sürdürmeye ve insanların geçmişte işledikleri kötülüklerden nasıl dersler almaları gerektiğini

Müslümanlar, sık sık duygusal olmaya meyilliler

düşünmeye davet etti.

ve ne kadar ayrılık meydana getiren güçler

Fakat İslam öncesi Arap söylemi ışığında,

hissediyorlar. Ne kadar güvensiz hissediyorlarsa

gündeme gelirse o kadar kendilerini güvensiz

Kur’an’ı anlamak için yapılan teolojik tartışmalar ve çabalar bu eşsiz özelliklerin çoğunu yok

Razi ve Aristo kıyaslaması için bkz. http://www.

5

hikmetyurdu.com/sayilar/sayi3/18-bozkurt-aristo.pdf

etti. Daha da kötüsü, pek çok Kur’an müfessiri sadece kelimelerin İslam öncesi kullanımına

(Çevirmen) Aristo’nun dedüktif mantığı hakkında bkz. http://

6

bağımlı kalmadılar; aynı zamanda Kur’an’ın

dusundurensozler.blogspot.com/2009/06/aristo-

tefsirini ve Kur’an’ın ruhunu tamamen yok eden

mantiginda-formalizm-tartismasi_4872.html

100

(Çevirmen)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


da o kadar duygusal tepki geliştiriyorlar. İslam’a yapılan saldırılar daha önce olmadığı kadar çoğaldı ve bu da Müslümanları stratejik ve akılcı davranmaktan daha çok, duygusal davranmaya sevkediyor. Bu türden saldırılara cevap vermek için büyük bir olgunluk ve siyasi akıllılık gerekir. ve daha da kötüsü, terörist ve şiddet dolu cevaplar sadece düşmanımızın İslam’a daha da çok saldırmasını artıracaktır. Ümmet olarak fikir ayrılıklarımızın üstesinden gelemiyoruz. Hiç olmazsa, İslam’ın zarif ve barışçıl imajını yansıtmak için, daha düşünceli şekilde ve duygusal tepki vermeden stratejiler geliştirelim. Bu, kesinlikle dünyada İslam ve Müslümanlar için saygıyı artıracaktır.

www.islamiyorum.com

Bizlerin duygusal tepkileri ve sokak protestoları

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

101


www.islamiyorum.com 102

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Türkiye AKP öncülüğünde bir değişim yaşıyor. Asker, yargı ve bürokratik vesayet yıkılmaya, bütün çeteleri ile derin devlet ortadan kaldırılmaya, ulus-devlet anlayışı değiştirilmeye çalışılıyor. Devletin, hukuk devleti olması ve “efendi devlet” anlayışının yerini “hizmetkar devlet” anlayışının, “devlet” merkezli yaklaşımın yerini “vatandaş” merkezli yaklaşımın alması amaçlanıyor. Bütün sıkıntıları ile birlikte değişim süreci anayasanın kapısına dayanmış bulunuyor. İçinde yaşadığımız toplumun yaşadığı ve yaşamakta olduğu sorunların mevcut anayasadan kaynaklandığı düşünülürse, bu değişimin ne kadar önemli olduğu daha kolay anlaşılacaktır. Toplumda yaşayan her kesimi, her bireyi bir şekilde etkileyecek olan bu değişimi, biz de dergimiz sayfalarında tartışalım istedik. Bu maksatla da aşağıdaki soruları hazırladık.

Anayasa Soruşturması Soyisim sırasına göre;

Hüsnü AKTAŞ - Ümit AKTAŞ - M. Kürşat ATALAR - Muharrem BALCI Mehmet DURMUŞ - M. Önal MENGÜŞOĞLU - Hüseyin SARIGÜL Hamza TÜRKMEN - S. Bülent YILMAZ

Sorular 1- Anayasa, son zamanlarda üzerinde en çok konuşulan konulardan biridir. Toplumu oluşturan her kesim, bu konuda olaya dahil olmaya, etki etmeye ve mümkünse yönlendirmeye çalışıyor. Kimileri görüş beyan ediyor, kimileri taslak sunuyor. Ancak İslam’ı bir hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanların, bu sürece temkinli/mesafeli yaklaştıkları gözleniyor. Müslümanların duruşunu nasıl değerlendiriyor, konuya dahil oluşlarını yeterli buluyor musunuz? 2- Mevcut TC. Anayasası ideolojik bir anayasadır. Sorunların birçoğu da onun bu özelliğine bağlanmaktadır. İdeolojisiz bir anayasa mümkün müdür? Liberaller liberal, Kemalistler Kemalist, laikler laik bir anayasa talep ederken; İslam’ı bir hayat nizamı olarak kabul eden Müslümanlar da anayasanın kendi renklerini taşımasını talep ediyorlar. Bu konudaki değerlendirmeleriniz nelerdir? 3- Anayasa, bir toplumun en üst ve temel metnidir. İslam ise yeryüzünde iddiaları olan bir dindir. İslam’ın iddiaları ile anayasa arasında nasıl bir ilişki kurulabilir, nasıl bir anayasa İslam’ın iddialarını gerçekleştirebilir? 4- Bu konuyla ilgili dikkat çekmek/vurgulamak istediğiniz, değerlendirmelerimizi kolaylaştıracak başka bir nokta ya da noktalar var mıdır?


Hüsnü Aktaş Soru1: Anayasa, son zamanlarda üzerinde en çok

sayılabilir. İslam inancının koruyucusu

konuşulan konulardan biridir. Toplumu oluşturan her

durumunda olan Halifeyi ve (hilafet)

kesim, bu konuda olaya dahil olmaya, etki etmeye

müessesesini, tekkeleri, medreseleri,

ve mümkünse yönlendirmeye çalışıyor. Kimileri görüş

kadınların yüzünden, ifade ettiği bütün

beyan ediyor, kimileri taslak sunuyor. Ancak İslam’ı bir

şeylerle birlikte, peçeyi kaldırdılar.

hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanların, bu sürece

(…) İsviçre Medeni Hukuku’nu kelimesi

temkinli/mesafeli yaklaştıkları gözleniyor. Müslümanların

kelimesine Türkçeye çevirip, İtalyan

duruşunu nasıl değerlendiriyor, konuya dahil oluşlarını

Ceza Hukuku’ndan alıntılar yaparak

yeterli buluyor musunuz?

Şeriatı kaldırdılar ve meclisin oylarıyla

Önce bir tespitte bulunalım. Hafıza sahibi olan insanoğlu; zaman içerisinde meydana gelen hadiselerin sebeplerini tespit ve neticelerini tahlil edebilme kabiliyetine haizdir. Mazi, hal ve istikbal unsurlarını dikkate almadan, ne bugünü değerlendirmek, ne de yarını planlamak kolay değildir. Çünkü bugün dediğimiz zaman dilimi, dünün bir devamı, yarın ise içinde yaşadığımız günün varisidir. İslâm’ı bir hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanların; Türkiye’nin gündeminde önemli ağırlığı olan “yeni anayasa hazırlama” sürecine temkinli/ mesafeli yaklaşmalarının bir değil, birden fazla sebebi vardır. Önce mazi unsurunu, yani “Anayasa Hukuku”nun tarihi temellerini tahlile tabi tutmamız gerekir.

Devrim olarak nitelendirdiği bu değişim, elbette tesadüfen yaşanan bir hadise değildir. Tanzimat Fermanı’nın ilânından sonra yazılı Anayasa Hukuku, hükümet sistemi ve siyasi rejim modeli gibi konularda, birbirinden farklı tezleri savunan gizli örgütler (başta Fedailer ve Jön Türkler olmak üzere) siyasi değişimi hızlandırmışlardır. Osmanlı Devleti’nde “Yazılı Anayasa Hukuku”na ihtiyaç olduğunu savunan gizli örgütlerin, 1850’li yıllarda harekete geçtikleri malûmdur. Paris’te toplanan Jön Türkler’in siyasi değişim programlarında, saltanat sistemine son verilmesi ve “Meşrutiyet’in ilân edilmesi” gibi teklifler ön plândadır. İngiltere Kralı’nın “gayri Müslimlerin haklarını” bahane etmesi ve Osmanlı Devleti’nin “Yazılı Anayasa” ile yönetilmesinin şart olduğunu

Osmanlı toplumunda; Tanzimat ile başlayan, Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminde gelişen asrileşme (muasır medeniyet seviyesine ulaşma) gayreti ile aydınlanma felsefesini birbirinden ayırmak kolay değildir. Asrileşme (Batılılaşma) sevdası, medeniyet transferini beraberinde getirmiştir. Tarihçi Arnold Toynbee “Medeniyet Yargılanıyor” isimli eserinde; Türkiye’nin gerçekleştirdiği medeniyet transferini şu şekilde ifade etmektedir: “Türkler yalnızca Anayasalarını değiştirmekle kalmadılar. Bu oldukça basit bir iş

104

yasallaştırdılar.” Arnold Toynbee’nin Herodian

ileri sürmesi, siyasi değişimi hızlandırmıştır. Osmanlı Devleti’nde ilk yazılı Anayasa (Kanun-i Esasi) 1876 yılının son aylarında yürürlüğe girmiştir. Padişah tarafından atanan, iki asker, 16 sivil bürokrat (üçü Hıristiyan) ve 10 ulemadan oluşan Cemiyet-i Mahsusa isimli bir kurulun hazırladığı Kanun-i Esasî, referanduma sunulmamıştır. Dolayısıyla bu “Kanun-i Esasî”, hukuki olarak “Padişah Fermanı” hükmündedir. Bu fermanda “siyasi rejimin Meşrutiyet, resmi dinin İslâm ve yazışmalarda kullanılacak dilin Türkçe

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


olduğu” ilan edilmiştir. Bazı siyaset uzmanları “Müslüman olsun, gayri Müslim olsun tüm tebaanın temel hak ve özgürlüklerini düzenlediği; yargı yetkisini bağımsız mahkemelere devrettiği ve iki kamaralı bir parlamento kurulmasını mümkün kıldığı” için, bu değişimin demokrasiye doğru atılan ilk adım olduğunu ifade etmektedirler. Bu yazılı Anayasa, (Kanun-i Esasi) bazı milletvekillerinin “Osmanlı tebaası olan insanların Müslim ve gayri Müslim şeklinde tasnif edilmesine karşı çıkmaları” ve bu esnada meydana gelen hadiseler ile Rus Orduları’nın İstanbul’un varoşlarına kadar gelmesi üzerine askıya alınmıştır. Birinci Meşrutiyet Meclisi, 13 Şubat 1878 tarihinde Sultan II. Abdülhamid tarafından kapatılmıştır. Bundan otuz yıl sonra (1908 yılında) İkinci Meşrutiyet ilân edilmiş, bazı hukukçuların “1909 Kanun-i Esasîsi” adını verdikleri değişiklikler ile parlamenter sisteme biraz daha yaklaşılmıştır. Ancak bu da uzun sürmemiştir. İstanbul’un İtilâf Devletleri tarafından işgal edilmesinden sonra, Damat Ferit Paşa Hükümeti, Osmanlı Meclis-i Mebûsanı’nı feshetmiştir (11 Nisan 1920). İktidar boşluğunu doldurma iddiası, önce milli iradeyi temsil ettiklerini ifade eden kongreler tarafından, sonra da Büyük Millet Meclisi tarafından dile getirilmiştir. Mustafa Kemal’in, Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi’ni

oluşan Teşkilat-ı Esâsiye Kanunu, 20 Ocak 1921’de teamüllere aykırı biçimde, yani üçte iki çoğunluk ve açık oyla değil, salt çoğunluk ve işaret oyuyla kabul edilmiştir. İkinci Madde’de “icra kudreti ve teşrii selâhiyeti milletin yegâne ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisi’nde tecelli ve temerküz eder” denilerek kuvvetler birliği ilkesi açıkça ilan edilirken, 3. Madde’de “Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti Büyük Millet Meclisi Hükümeti unvanını taşır” denilerek bu durum iyice perçinlenmiştir. Nitekim Milli Mücadele boyunca cephede çarpışan ordular, Büyük Millet Meclisi Hükümeti Orduları adıyla anılırken, kabul edilen kanunların hepsinin sonuna “İşbu kanunun icrasında Büyük Millet Meclisi memurdur” ibaresine yer verilmiştir. Meclis, aynı zamanda yasaların yürütülmesi yetkisini de elinde bulundurmaktadır. Yargı erki ile temel hak ve özgürlüklerden söz edilmemesi, buna karşılık 29 Nisan 1920 tarihli Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na göre kararlar alan İstiklal Mahkemeleri’nin faaliyetlerine bütün hızıyla devam etmesi gibi hususları da ekleyince, 1924 Anayasası görüşmeleri sırasında Kars Mebusu ve Matbuat Müdürü Ağaoğlu Ahmet Bey’in dediği gibi, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, “Meclis’e diktatörlük yetkisini vermiş, hatta bu hukuku bizzat kendisi ilan etmiştir.”

Kurucu Meclis gibi çalıştırdığını söylemek

Bu tarihten sonra hızla yeni anayasa

mümkündür. Bunun en güzel delili, 5 Eylül

hazırlıklarına geçilmiştir. Yeni anayasanın

1920 tarihinde çıkarılan Nisab-ı Müzakere

değiştirilmeyecek tek maddesi, devlet

Kanunu’dur. Buna göre 66 livadan beşer

şeklinin Cumhuriyet olduğuna dair birinci

mebus hesabı ile meclisin üye sayısı 330 kabul

maddesidir. Ancak diğer maddelere dair

edilmiş, bunun yarısından bir fazlası olan 165

değişiklik tekliflerinin, Meclis üye tam

toplantı yeter sayısı, bunun yarısından bir fazlası

sayısının üçte biri tarafından imzalanması

olan 83 ise karar yeter sayısı kabul edilmiştir.

ve üye tam sayısının üçte ikisi tarafından

Kanunun Birinci Maddesi’nde; “Büyük Millet

kabul edilmesi şartı konulduğu için

Meclisi, ‘Hilafet ve Saltanatın, Vatanın

değiştirilmesi zor olan bir anayasadır.

ve Milletin istihlâs ve istiklâlinden ibaret

Anayasanın; “Türkiye ahalisine din ve ırk

olan’ gayesinin husulüne kadar şerait-i atiye

farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla

dairesinde müstemirren in‘ikad eder (sürekli

bağlı olanlar ‘Türk’ ıtlak olunur” diyen

toplanır)” ifadesine yer verilmiştir. Kısa bir süre

88. maddesinin kabulü sırasında Hamdullah

sonra (18 Eylül 1920) Mustafa Kemal’in Meclis’e

Suphi (Tanrıöver) Bey’in, “Yahudilerin,

sunduğu Halkçılık Programı üzerine yürütülen

Ermenilerin ve Rumların Türkiye’nin dilini

uzun ve ateşli tartışmalardan sonra ortaya çıkan

ve kültürünü benimseyene kadar Türk

23 asıl madde ve “Meclis’in sürekli toplantı

milletinin parçası sayılmasına” karşı çıktığı

halinde” olmasına dair bir geçici maddeden

malumdur. Bu toplantıda Celal Nuri (İleri)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

105


Bey’in, “Türkçe konuşan Müslümanların

ortak ihtiyaçlarını karşılamak ve insanlığa

gerçek Türk vatandaşı sayılmaları,

hizmet etmektir. Münzel kitaba dayanan

Türkçe konuşamayan Kürtlerin Türk

bütün dinleri hafife alan ve modern-ulus

olamayacaklarını” söylemesi tartışmalara

devlet projesini ön plâna çıkaran aydınlanmacı

sebep olmuştur. Bazı siyaset uzmanları,

filozoflar, ruhban sınıfının siyaset sahnesinden

halen devam eden Türk-Kürt çatışmasının

çekilmesini sağlamak için, devletin “ideolojik”

tohumlarının o günlerde atıldığını

bir örgüt haline getirilmesini teklif etmişlerdir.

iddia etmektedirler. 10 Nisan 1928’de, 3.

İdeolojik devleti takdis etmek için, binlerce

maddedeki “Devletin dini Din-i İslam’dır”

siyasi teoriyi gündeme getirmişlerdir. Anarşist

ibaresi ile 26. maddede geçen Ahkâm-ı

filozoflar müstesna, siyaset konusunda eser

Şer‘iye hükümleri ifadesi kaldırılmıştır. 16.

veren filozofların tamamı devletin mukaddes

maddedeki milletvekili yemininin sonunda yer

bir tüzel kişilik olduğunu savunmuşlardır.

alan vallahi kelimesi “namusum üzerine

Türkiye’de cari olan siyasi kültürün, Batı’dan

söz veririm” şeklinde değiştirilmiştir. 5 Şubat

ithal edilen kavramlarla şekillendiğini gizlemenin

1937’de yapılan değişiklikler arasında en

bir anlamı yoktur. Elbette resmi ideolojisi

önemlisi ise 3. maddeye “Türkiye Devleti,

olmayan bir “Anayasa Hukuku” hazırlanabilir. Bu

cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi,

kısa tespitten sonra, yürürlükteki Anayasa’nın

lâik ve inkılâpçıdır...” ifadesinin eklenmesi,

ideolojik tercihlerine dikkati çekmekte fayda

yani CHP’nin altı okunun anayasaya girmesi

vardır.

olmuştur. Tarihçi Arnold Toynbee’nin Herodian Devrim olarak nitelendirdiği siyasi değişimin, Müslümanların maddi ve manevi değerlerini tahrip ettiğini söylemek mümkündür. İslâm’ı bir hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanların; Anayasa hazırlama sürecine temkinli/ mesafeli yaklaşmaları, nesilden nesile intikal eden mirasın ve yaşanan acı tecrübelerin zaruri bir neticesidir.

Hükümet” felsefesi esas alınmış, hem de resmi ideoloji “sivil din” haline getirilmiştir. Özellikle Anayasa’nın başlangıç bölümlerinde, bu karma felsefenin mücessem halini görmek mümkündür. Dolayısıyla 1982 Anayasası, vatandaşların haklarını güvence altına alan bir anayasa değildir. Aksine mukaddes diye tanımladığı devleti, vatandaşlarına karşı korumayı esas

Soru 2: Mevcut TC. Anayasası ideolojik bir anayasadır.

almıştır. Anayasa’nın girişinde ifadesini bulan

Sorunların birçoğu da onun bu özelliğine bağlanmaktadır.

devlet anlayışının başlıca özellikleri şunlardır:

İdeolojisiz bir anayasa mümkün müdür? Liberaller

Devlet, kutsal olan bir müessesedir. Devletin

liberal, Kemalistler Kemalist, laikler laik bir anayasa

“milleti ve ülkesi” ile bölünmezliği, her türlü

talep ederken; İslam’ı bir hayat nizamı olarak kabul eden

hürriyetin üstünde olan bir değerdir. Aydınlanma

Müslümanlar da anayasanın kendi renklerini taşımasını

felsefesine dayanan “Çağdaş Uygarlık” anlayışı

talep ediyorlar. Bu konudaki değerlendirmeleriniz

ile Atatürk İlke ve İnkılâpları devletin temelidir.

nelerdir?

Türk milletinin “milli ve manevi değerleri” resmi

Devlet ve siyasetle ilgili meseleler; bazı çevrelerin ileri sürdüğü gibi insanların şahsi kanaatlerine dayanan bir nazariye değil, yeryüzünün halifesi olan insanın, dünya ve ahiret saadetini konu alan bir ilimdir. Bu ilmin gayesi; hilâfet vazifesinin, rükünlerine ve şartlarına uygun olarak yerine getirilmesini sağlamaktır. Dolayısıyla siyasetin temel ilkelerinin, muhkem nasslarla sabit olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlar zalim politikanın karanlıklarından, İslâmi siyasetin aydınlığına çıkamadıkları müddetçe, hüsrandan kurtulamazlar. Devletin varlık sebebi, insanların

106

Yürürlükteki 1982 Anayasası’nda; hem “Hikmet-i

ideolojinin bir parçasıdır. Dolayısıyla resmi ideoloji, tek tip insan anlayışını beraberinde getiren bir kültür milliyetçiliğine dayanmaktadır. Halkın çoğunluğunun inancı olan İslâm dini, resmi ideolojinin sınırları içinde kalmak şartıyla “mukaddes” bir dindir. Bu şartları dikkate almayan dini anlayış ve pratikler, anayasal korumanın dışında kalırlar. Özgürlükçü, çoğulcu ve katılımcı demokrasi değil, Türkiye’ye mahsus bir demokrasi söz konusudur. Mukaddesmodern devlet; hem değiştirilemeyecek hükümlerle (Madde:4), hem inkılâp kanunlarının korunmasını gündeme getiren normlarla tahkim

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


edilmiştir (Madde:174). Temel hakların “kötüye

fıkhında hâkimiyet, kayıtsız ve şartsız olarak

kullanılması” yasağı (Madde:14) resmi ideolojiyi

Allah’a (cc) mahsus olan bir haktır. İktidar ise,

benimsemeyen farklı eğilimlerdeki sivil ve siyasi

yeryüzünün halifesi olan insanoğluna, imtihan

oluşumları gayrimeşru ilân etmiştir. İslâm fıkhını

için tevdi edilmiştir. İslâm fıkhını esas alan bir

mahkûm eden devlet adamları; önce laiklik

devletin; hem Allah’ın (cc) hukukunu koruması,

felsefesine uygun olduğuna inandıkları kanunları

hem insanlığa hizmet etmesi farzdır. Dolayısıyla

çıkarmışlar, daha sonra kendi çıkardıkları

hakimiyet ve teşri’ (hüküm koyma) meselesi;

kanunları “Mukaddes Metinler” gibi savunmaya

hem itikadi, hem de ameli olan bazı hükümleri

başlamışlardır. Dolayısıyla modern Türk

gündeme getiren bir meseledir.

devletinin “Değişmez, hatta değiştirilmesi

İslâm toplumlarında “Baş başa bağlı, baş

dahi teklif edilemez” ilkeleri vardır. Başta Ak Parti olmak üzere, “Türkiye’nin yeni/ sivil anayasa hukukuna ihtiyacı olduğunu” ifade eden siyasi partiler, “Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri”ne, hiçbir itirazlarının olmadığını resmen ilân etmişlerdir. Lâiklik, Kemalizm ve liberalizm de dahil, hiçbir ideolojiyi dayatmayan ve sadece insanlığa hizmeti esas alan sivil Anayasa arzusu, başka bir bahara kalmış gibi gözükmektedir. Soru 3: Anayasa, bir toplumun en üst ve temel metnidir. İslam ise yeryüzünde iddiaları olan bir dindir. İslam’ın iddiaları ile anayasa arasında nasıl bir ilişki kurulabilir, nasıl bir anayasa İslam’ın iddialarını gerçekleştirebilir?

şeriata bağlı” veya “Şeriatın kestiği parmak acımaz” gibi vecizelerle ifade edilen, emir sahiplerinin (devlet adamlarının) ve tebaanın adalete riayet etmelerini ifade eden siyaset anlayışı, yazılı “Anayasa Hukuku”na olan ihtiyacı zaruri kılmamıştır. Osmanlı Devleti’nde Kanun-i Esasi ve Arap Ülkeleri’nde Düstur adı verilen hukuki metinlerin, modern anlamda Anayasa Hukuku olduğunu söylemek de kolay değildir. İran İslâm Devrimi’ni gerçekleştiren Ayetullah Humeyni’nin; yeni cumhuriyet rejimini kurarken, “Anayasamızın kaynağı Kur’an olsun” şeklindeki temennisi, bazı İslâm toplumlarında, özellikle Türkiye’de “Anayasamız Kur’an” sloganının yayılmasına vesile olmuştur. Halbuki Kur’an-ı Kerim kelâmullah hükmündedir ve

Günümüzde Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın üyesi olan her devletin, yazılı veya yazısız bir anayasası vardır. Anayasa hukuku; iktidar sahipleri ile vatandaşlar arasında, karşılıklı rıza ile belirlenen, insanların temel haklarını ve devletin hizmet esaslarını ortaya koyan bir hukuktur. Bilindiği gibi Batı’da; sanayi devriminden sonra, sınıflar arasındaki mücadele, savaşa dönüşmüştür. Bütün sanayi toplumlarının; ideolojik temelleri farklı bile olsa, üç ortak özelliğe sahip olduğunu söylemek mümkündür. Birincisi: İş bölümü kaçınılmaz hale gelmiştir. İkincisi: Vatandaşlar arasında itibar ve kudrete dayanan bir zenginlik hiyerarşisi ortaya çıkmıştır. Üçüncüsü: Toplum içerisinde oluşan ve menfaatleri birbiriyle çatışan sosyal sınıfların sayısı artmıştır. Batı toplumlarındaki yazılı anayasa hukuku; “sınıflar arasındaki silahlı mücadeleyi durdurmak, uzlaşmalarını sağlamak ve sürdürülebilir bir siyasi dengeyi tesis etmek” gibi problemleri çözmek için bulunmuş bir formüldür. Anayasa hukuku ile “Hakimiyet Nazariyesi” arasında zaruri bir münasebet vardır. İslâm

insanların ihtiyaçlarına göre değiştirilebilen “Anayasa Hukuku” gibi muameleye tabi tutulması caiz değildir. Başta “Hizbû’t Tahrir” teşkilatı olmak üzere, “İslâm’ın hayata hakim olmasını” arzu eden birçok İslâmi teşkilat; kendi siyaset anlayışlarına uygun olan ve kapağında “İslâm Anayasası” yazan hukuki metinleri kitap haline getirmiş ve yayınlamışlardır. Eğer “Anayasamız Kur’an” sloganı; hakikatin ifadesi olsaydı, İslâm’ın hayata hakim olmasını arzu eden bu teşkilatların İslâm Anayasası adını verdikleri bu kitapları yayınlamaları caiz olmazdı. Bazı İslâm coğrafyalarında, halen yürürlükte olan yazılı anayasalarda, birbirinden farklı siyaset anlayışları ortaya konulmuştur. Meselâ: Siyasi rejim olarak Hilâfeti esas alan Sudan İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın ikinci maddesinde “Sudan Devleti’nde hakimiyet, insanları yaratan Allah’ındır, egemenlik ise müstahleflik (yeryüzünde hilafet) görevini üstlenmiş olan halkındır. Halk bu egemenliği Allah’a ibadet, emaneti muhafaza ve vatanı imar amacıyla; adaleti, özgürlüğü ve Şura’yı gerçekleştirmek

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

107


için kullanır” denilmektedir. Ayrıca “İslâm

maslahatlarının temin edilmesi şarttır.

çoğunluğun dinidir. Hıristiyanlık ve

İslâm’ın tamamı adâlettir, hikmettir,

diğer inançların müntesibi olan Sudan

rahmettir ve maslahattır. Adâletten zulme,

vatandaşları da din emniyetine haizdirler”

maslahattan mefsedete ve hikmetten

hükmüne de yer verilmiştir. Resmi bir ideolojiyi

abese çıkan hiç bir şey İslâm’dan değildir.”

veya mezhebi, imtiyazlı bir siyasi anlayış

Meselenin bir diğer boyutu da şudur: İslâm

haline getirmedikleri görülmektedir. Buna

fıkhında; illeti akılla kavranabilen hükümler

makabil siyasi rejim olarak imameti esas

bulunduğu gibi, teabbûdi olan hükümler de

alan İran İslâm Cumhuriyeti Anayasası’nın

vardır. Bazı usûl âlimleri; illeti akılla kavranan

12. maddesinde: “İran’ın resmi dini İslâm

ahkâmla ilgili olarak, “hüküm illetiyle

ve Cafer-i İsna Aşere mezhebidir. Bu

beraber vardır veya yoktur” kâidesini

madde sonsuza değin değiştirilemez ve

benimsemişlerdir. Yani hüküm, belirli bir

diğer İslâm mezhepleri Hanefi olsun, Şafii

maslahatın elde edilmesi veya zararın ortadan

olsun, Maliki, Hanbeli ve Zeydi olsun tam

kaldırılması için konulmuşsa, önemli olan şekli

saygınlığa haizdirler ve bu mezheplerin

değil, neticesidir. Yazılı Anayasa Hukuku’nun

mensupları kendi fıkıhlarına göre dini

maslahata, ilme ve hikmete uygun olması

merasim icrasında serbesttirler” hükmüne

zaruridir.

yer verilmiştir. Dikkat edilirse İran’da “sonsuza kadar değiştirilemeyecek resmi mezhep” tercihine yer verilmiştir. Dolayısıyla “İslam’ın iddiaları ile anayasa arasında nasıl bir ilişki kurulabilir, nasıl bir anayasa İslam’ın iddialarını gerçekleştirebilir?” sualinin tek bir cevabı yoktur.

bir nokta ya da noktalar var mıdır?

Devlet ve siyaset meselesiyle ilgili ilimler; bazı çevrelerin ileri sürdüğü gibi “insanların şahsi tercihlerine” dayanan arızi bir durum

Tarih boyunca “nizam-ı âlem” idealini esas alan ulema; bütün siyasi kararların “maslahata, ilme ve hikmete uygun olması” üzerinde durmuşlardır. Muhakkak ki Allah (cc) hükümlerini, kullarının maslahatı için koymuştur. Bu maslahat, “ya faydalı olanı elde etmek (celb-i menfaat) veya zararlı olanı ortadan kaldırmak” (def-i mazarrat) şeklinde tezâhür edebilir. İmam-ı Gazâli (rh.a) “Bizim maslahattan kastımız, şeriatın maksadıyla sınırlıdır. İnsanların can, mal, nesil, akıl ve din emniyetlerinin muhafaza edilmesi farzdır. Bu beş şeyin korunmasına vesile olan her şey maslahattır. Bu beş şeyin zâyi olmasına sebep olan şeyler mefsedet hükmündedir. Bunun (mefsedetin) ortadan kaldırılması da maslahattır” diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Muhkem nassların maksadını (temel hedefini) araştıran kimselerin; emredilen ahkamın maslahata mebni olduğunu ve mefsedetin izalesi için konulduğunu tespit etmeleri mümkündür. Hanbeli ulemasından İbn Kayyım El Cevziyye (rh.a) şu tespitte bulunmuştur: “İslâm’ın esası hikmete mebnidir. İnsanların dünya ve âhiret

108

Soru 4: Bu konuyla ilgili dikkat çekmek/vurgulamak istediğiniz, değerlendirmelerimizi kolaylaştıracak başka

değil, yeryüzünün halifesi olan insanın, dünya ve ahiret saadetini konu alan bir ilimdir. Bu ilmin gayesi; insanın yeryüzündeki hilâfet vazifesini rükünlerine ve şartlarına uygun olarak yerine getirmesini sağlamaktır. İslâm Amme Hukuku’nda en önemli kurumun “Ehl-i Hâl ve’l Akd Şûrası” olduğunu söylemek mümkündür. Takip edilecek İslâmi siyaseti belirlemek, meselelerini halletmek ve hükme bağlamak için; her ilim dalından mütehassıs olan kimselerin bir araya gelmeleri ve İslâm toplumunun problemlerini çözmeleri gerekir. Bazı alimler buna Şura-yı Nigehbân (yol gösterici şura) bazıları da Ehlû’l İhtiyâr demişlerdir. Osmanlı’nın son döneminde, toplumun meselelerini çözmek için ihdas edilen kurama Şura-yı Devlet denilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de mü’minlerin vasıfları zikredilirken “Onların işleri kendi aralarında şura iledir” (Eş Şura Suresi: 38) hükmü beyan buyrulmuş, siyasi problemlerin istişare ûsulüyle çözülmesinin önemi hatırlatılmıştır. İslâmi hareket; hevâlarını bir kenara bırakan, ihlâsla Allah’a (cc) teslim olan ve hakikate uygun amellerde bulunan insanların teşkilatlı mücadelesidir. İslâmi cemaat; malûm bir hedefe

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ulaşmak için faaliyetlerin sınıflandırılması ve

mümkündür. Bu hedefin gerçekleşmesi için

yetki silsilesinin belirlenmesi sonucunda ortaya

zaruri olan her müessesenin kurulması da

çıkar. Kendi aralarında; Allah’ın (cc) indirdiği

elzemdir. Müslümanların sadece “yazılı-sivil

hükümlerle hükmeden ve ihtilâflarını İslâm

Anayasa” gibi tali meseleleri değil, diğer

Fıkhı’na göre çözebilen insanların; hem bu

hayati meselelerini de istişare yoluyla çözmeleri

dünyada, hem ahirette saadete kavuşmaları

gerekir.

Ümit Aktaş Soru1: Anayasa, son zamanlarda üzerinde en çok

STK’lar, tarikatlar ve cemaatler de girmektedir.

konuşulan konulardan biridir. Toplumu oluşturan her

Bunların ise çoğu, AKP dolayımıyla kendilerini

kesim, bu konuda olaya dahil olmaya, etki etmeye

iktidarda addettiklerinden, bu konuyu AKP’ye

ve mümkünse yönlendirmeye çalışıyor. Kimileri görüş

havale etmiş bulunmaktalar. Geriye kalanlar

beyan ediyor, kimileri taslak sunuyor. Ancak İslam’ı bir

ise bir ölçüde de olsa bağımsızlığını koruyabilen

hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanların, bu sürece

aydınlar, STK’lar ve bunların çevresinde

temkinli/mesafeli yaklaştıkları gözleniyor. Müslümanların

kümelenmiş olan kesimlerdir.

duruşunu nasıl değerlendiriyor, konuya dahil oluşlarını yeterli buluyor musunuz?

Dolayısıyla Müslümanların genel sosyopolitik ağırlıklarına oranla, bir anlamda onların

Türkiye toplumu, görünürdeki biçimsel rağbete

siyasal planda sözcülüklerini yapan bu

rağmen siyasetle çok da ilgilenmemektedir.

kesimlerin sınırlılığı, ister istemez bu

Bunda elbet siyasetin kirlenmişliği, sorunları

konulardaki tartışmalar üzerinde yeterli

çözme gücünden yoksunluğu ve demokratik

etkiyi yapamamaktadır. Öyle ki bu konu daha

niteliklerden uzak olmasının engelleyiciliği

çok, nicelik olarak toplumun en dar kesimini

yanında, halkın da genel anlamda sorumsuzluğu

oluşturan liberaller tarafından tartışılmakta,

ve yaşamsal bir faaliyet olarak gündelik

dolayısıyla büyük ölçüde de onların fikirleri

sorunlarla uğraşmayı yeterli görmesinin,

revaç bulmaktadır. Hatta bu kifayetsizlik ve

bununla yetinmesinin de etkileri bulunmaktadır.

ilgisizlik nedeniyle, Müslümanların önemli bir

Müslümanların ise bir kısmı, zihinlerini içerisinde yaşadıkları sorunların çözümüne değil de İslamî bir devlete teksif ettiklerinden, dolayısıyla da anayasa vb. şeyleri tartışmanın bile anlamsızlığını iddia ettiklerinden, bu konuya da ilgi duymamakta. Bir kesim ise içerisinde bulundukları doğal ilgisizlik ve sorumsuzluk nedeniyle, bu tip bir sorundan da bihaber yaşayıp gitmekte. Bu sorunla bir

kesimi bile liberaller tarafından temsil edilir hale gelmiş bulunmakta ve aslında Müslümanların dile getirmeleri gereken şeyler ise, liberaller tarafından ifade edilmekte ve savunulmaktadır. Oysaki mevcut anayasadaki maddelerin uygulamaları sonucunda toplumun en fazla etkilenen, mağdur olan ve sızlanıp duran kesimini de yine aynı Müslümanlar, daha da doğrusu muhafazakârlar oluşturmaktadır.

ölçüde de olsa ilgilenenler ise daha çok çeşitli

Soru 2: Mevcut TC. Anayasası ideolojik bir anayasadır.

sivil veya siyasal toplum çevrelerinde yer alan

Sorunların birçoğu da onun bu özelliğine bağlanmaktadır.

kesimlerdir ki, bunların içerisine doğal olarak

İdeolojisiz bir anayasa mümkün müdür? Liberaller

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

109


liberal, Kemalistler Kemalist, laikler laik bir anayasa

iddialardır. Ve bu iddiaların birçoğu ahlaki

talep ederken; İslam’ı bir hayat nizamı olarak kabul eden

mükemmelleşmeye yöneliktir. Dolayısıyla bir

Müslümanlar da anayasanın kendi renklerini taşımasını

anayasa metni gibi yerel ve tarihsel bir metnin

talep ediyorlar. Bu konudaki değerlendirmeleriniz

tam olarak bu iddialarla örtüşmesi beklenemez.

nelerdir?

Örtüşmemesi de bu metnin İslam’a aykırı ya

Bir anayasanın, dahası özünde siyasal olan herhangi bir metnin ideolojiden ari olmasını bekleyemeyiz. Bekleyebileceğimiz ise sadece toplumun mümkün olduğu kadar en geniş paydasının rıza gösterebileceği, Kemalizm’in ve ulusalcılığın ayıklandığı, mümkün olduğunca dar bir mutabakat metninin ortaya konulabilmesidir. Dar demekteki kastım ise anayasanın, mevcut anayasada da olduğu gibi neredeyse bir yasa metni gibi detaylara inen bir metin olmak yerine, sadece temel insan haklarına atıfta bulunan ve mümkün olduğu kadar en geniş toplumsal desteği ve mutabakatı sağlayan uzunluktaki bir metin olmasıdır. Çünkü bu metin ne kadar kısa olursa, üzerinde uzlaşmak da o kadar kolaylaşabileceği gibi, daha sonra üzerinde çıkacak tartışmalar da o kadar azalacaktır. Zira mevcut anayasadaki birçok madde, aslında yasalarla düzenlenebilecek mevzuatları içermektedir. Dolayısıyla bu metnin en azından, hiç değilse herkesin istediklerinin

da karşı olduğu anlamına gelmez. Değindiğim gibi, Türkiye gibi oldukça çok parçalı olan bir ülkede, ulaşılması düşünülen mutabakat, daha çok olmazsa olmazlar üzerinde aranabilir. Yoksa hedefler ya da idealler üzerinde değil. Ki, bunların da birçoğu zaten insan hakları evrensel bildirgesinde ifade edilmiştir ve aksi bir şey de zaten düşünülemez. Dolayısıyla yapılacak olan anayasadan da İslam’ın iddialarını gerçekleştirmesini değil de, bu iddiaların gerçekleştirilmesinin önünde barikatlar oluşturulmasının önüne geçilmesi beklenilmelidir. Yani temel insan haklarının güvence altına alınması bile yeterlidir. İslam’ın iddialarını ve hedeflerini gerçekleştirecekler ise, hayatın somutluğu içerisindeki Müslümanların çaba ve özverileri olacaktır. Çünkü bu iddialar salt kağıt üzerine yazılmakla geçiştirilecek şeyler olmayıp, sürekli bir cehdi, hayata geçirilmeyi ve her daim üzerinde zihnin ve bedenin yorulmasını gerektiren hedeflerdir.

çoğunun değil de, istemediklerinin çoğunun

Soru 4: Bu konuyla ilgili dikkat çekmek/vurgulamak

ifade edilebildiği bir (negatif) uzlaşma metni

istediğiniz, değerlendirmelerimizi kolaylaştıracak başka

olması bile şimdilik yeterlidir. Çünkü Türkiye

bir nokta ya da noktalar var mıdır?

toplumu daha henüz yeni sivilleşmekte olan bir toplum ve bu toplumun temel/genel mutabakatlarının ortaya çıkması daha uzun bir zaman alacak ve şayet yeni bir anayasanın yapılması gerçekleşse bile, bu anayasanın da bir süre sonra değiştirilme ihtiyacı ortaya çıkacaktır. Kaldı ki Türkiye toplumu gibi oldukça dinamik olan bir toplumun, toplumsal sözleşmesini zaman içerisinde yenilemek istemesinden daha doğal bir şey de olamaz.

temel husus var. Birisi Müslümanların her yerde karşısına çıkarılan ve en masum hareketlerinden İslamî çalışmalarına kadar önlerinde engeller oluşturan laiklik sorunudur. İslam dünyasının laikliğe ihtiyacı olmadığı, Cabiri ve Hanefi gibi sol görüşlü, biri Faslı diğeri ise Mısırlı olan çağımızın iki önemli aydını tarafından da ifade edildiği gibi, laikliğin bu dünyada dinsel ya da siyasal gerekçelerinin olmadığı da bilinmekte.

Soru 3: Anayasa, bir toplumun en üst ve temel

Çünkü İslam dünyasında Kilise gibi dinsel bir

metnidir. İslam ise yeryüzünde iddiaları olan bir

kurum ve Tanrı’nın temsilcileri olduğu iddia

dindir. İslam’ın iddiaları ile anayasa arasında nasıl bir

edilen ruhbanlar ya da din adamları sınıfı

ilişki kurulabilir, nasıl bir anayasa İslam’ın iddialarını

bulunmamakta. Beri yandan İslam dünyasında

gerçekleştirebilir?

din, hiçbir zaman toplumu akıl karşıtı bir

İslam’ın iddiaları evrensel ve mükemmeliyetçi

110

Değinmek istediğim en azından birkaç somut ve

dogmatizme mahkûm etmiş değil. Yine hiçbir

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


zaman batıdaki gibi kıyıcı ve sürekli bir mezhep

dilde eğitim sorunudur ki, bu sorun, yani bir

(daha doğrusu din) savaşları da yaşanmış değil.

insanın bildiği tek dil olan ana dilinde eğitim

Elbette ki bu konuda İslam dünyası da büsbütün sorunsuz değil; dolayısıyla bu hususlarda hassasiyetler ve tedbirler gereklidir. Dini azınlıklar kadar, İslam içindeki tartışmaların da belli sınırlara riayet etmeleri sağlanmalı ve farklı toplumsal kesimlerin baskı altında tutulması engellenmelidir. Sorumlu bir özgürleşme, her toplumsal kesim açısından olmazsa olmaz bir koşuldur ve bu koşul, behemehal sağlanmalıdır. İşte İslam dünyasının ihtiyaç duyduğu temel şey de budur; yani insanî sorumluluklarını (ahlak, adalet, çevre, toplum vb.) gözeten bir özgürleşmenin ve akletmenin önündeki engellerin kaldırılması. Bunun adı ise laiklik değildir. Belki laiklik de pozitif anlamda benzer şeyleri gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Ama laikliğin bir de ona ihtiyaç hâsıl olan batı dünyasında engellemekle yükümlü olduğu bir negatif tarafı, yani Kilisenin siyasete müdahalesinin engellenmesi yönü vardır ki, işte bu yönün İslam dünyasında, daha doğrusu laik tek İslam ülkesi olan Türkiye’deki uygulaması doğrudan dine ve dindarlara (Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Süryani…) baskı biçiminde tezahür etmektedir. Başkaca bir anlamı ve uygulama alanı da bulunmamaktadır çünkü Dolayısıyla ya laiklik maddesi anayasadan bütünüyle çıkarılmalı, ya da bu kavram, Müslümanlar (ve diğer dinler ya da inançlar) üzerinde baskı ve engel oluşturmayacak bir biçimde, sözgelimi başörtüsü, eğitim, çalışma, ibadethane açma ya da örgütlenme, vicdani ret, çocukların dinî eğitimi, başkasına zarara vermeyen bir ölçüde dinî faaliyetlerde bulunma

yapma hakkından mahrum bırakılması ve eğitimi ya da genel anlamda yaşamsal faaliyetleri için bir başka dili öğrenmeye zorlanması sorunu da, önümüzdeki anayasa açısından asla atlanamayacak önemlilikte olan ve behemehâl çözülmesi gereken, özünde ise barbarca bir sorundur. Elbette bu sorunun beraberinde olan ve bu sorundan ayrı düşünülemeyecek olan şu meşhur etnisite sorunu, yani farklı ırk ve kültürlere karşı ayrımcılığa neden olacak, bir başka deyişle ucu ırkçılığa varacak her sorunun kökleri de itina ile temizlenmelidir yeni anayasadan. Bu ise temelde etnik, kültürel, dinsel ya da mezhepsel ayrımcılıkları öngören ve destekleyen atıfların anayasadan çıkarılmasını gerektirmektedir. Bununla birlikte, mevcut toplumdaki farklı unsurların bir arada barışçı bir biçimde yaşayabilmeleri için, yeni anayasada sosyopolitik tanımların ırk ve din temelli değil de, insan temelli olarak yapılması da sağlanmalıdır. Sanırım Müslümanların da ihtiyacı olan şey imtiyaz, muafiyet veya haklarının korunmasında kendilerine pozitif ayrımcılık sağlanması değil, adalet ve eşitliği engelleyen hususlardaki baskı, ayrımcılıklar ve haksızlıkların ortadan kaldırılmasıdır. Kısacası bu anayasada efendiler ve efendilik mantığına yeniden yer verilmemeli; toplum, eşit ve özgür insanların birlikteliğini sağlayacak, herkesin faaliyetlerini kimse üzerinde baskı oluşturmayacak ve kimsenin özgürlüğünü engellemeyecek bir biçimde yürüttüğü ortak bir yaşama alanı olarak düşünülmelidir.

gibi konularda bir daha sorunlara yol açmayacak bir biçimde açıkça tanımlanmalıdır. Bu meyanda Diyanet İşleri Başkanlığı da özerkleştirilmeli ve ona tanınan tüm haklar benzeri dinî kuruluşlara da tanınmalıdır. Bir diğer husus ise aslında oldukça basit olan ve bir zamanlar (Osmanlı döneminde) bu topraklarda uygulanmış ve şu anda da dünyanın uygar tüm ülkelerinde uygulanmakta olan ana

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

111


M. Kürşat Atalar Soru1: Anayasa, son zamanlarda üzerinde en çok

bir uygulaması olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti

konuşulan konulardan biridir. Toplumu oluşturan her

de kuruluşundan beri uygulamayı devam

kesim, bu konuda olaya dahil olmaya, etki etmeye

ettirmektedir. Fransız Devrimi’nin ana ilkeleri

ve mümkünse yönlendirmeye çalışıyor. Kimileri görüş

doğrultusunda kurulmuş olan Cumhuriyet

beyan ediyor, kimileri taslak sunuyor. Ancak İslam’ı bir

döneminde bu uygulama, (darbeler nedeniyle) 3

hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanların, bu sürece

kez tekrarlanmıştır. Şimdi ise, ‘farklı’ bir yoldan

temkinli/mesafeli yaklaştıkları gözleniyor. Müslümanların

yeni bir Anayasanın yazılmasına çalışılmaktadır.

duruşunu nasıl değerlendiriyor, konuya dahil oluşlarını

İşte tam da bu noktada ‘siyasal varlık’ ile

yeterli buluyor musunuz?

‘kurucu metin’ arasındaki ilişkiyi hatırlamamız

Malum, Anayasalar kurucu metinlerdir ve bir ‘siyasal varlığın’ hikmet-i vücudunu (raison d’etre) oluştururlar. Ancak konuyla ilgili doğru bir değerlendirme yapabilmek için öncelikle, ‘kurucu metin’ ile ‘siyasal varlık’ arasındaki ilişkinin doğru anlaşılması gerekmektedir. Basit soru şudur: “Siyasal varlık mı kurucu metni ortaya çıkarır, kurucu metin mi siyasal varlığı

gerekmektedir ki, bundan sonra olabileceklere dair bir öngörüde bulunabilelim. Darbelerden sonra yeni bir Anayasa yapma ihtiyacını anlamak zor değildir; ancak böyle bir ortam yokken yeni bir Anayasa yazılması iradesini nasıl açıklamak gerekir? Burada tipik soru şu olmalıdır: Acaba, kurucu metni ortaya çıkaracak bir ‘siyasal güç’ var mıdır?

ortaya çıkarır?” Kanımca, kurucu metinler

AKP’nin ‘sistem’ içerisindeki konumunu

organize bir gücü temsil eden siyasal varlıklar

değerlendirdiğimiz zaman, bu sorunun cevabını

tarafından oluşturulurlar. Tersi, ancak istisnai

‘evet’ olarak verebileceğimizi düşünüyorum.

durumlar için söz konusu olabilir. O halde,

Malum olduğu üzere, AKP iktidarı döneminde

üzerinde durulması gereken şey, kuraldır. Kurala

‘statüko’nun değiştirilmesi yönünde bariz

göre, önce siyasal varlık oluşmalıdır. Bu ise,

bir ‘irade’ bulunmaktadır. Bunun uluslararası

malum olduğu üzere, “bireysel ve toplumsal

sistemle bağlantısı olduğuna da kuşku

değişimin yasaları” meselesidir ve her topluluk

yoktur. Orta Doğu’daki son gelişmeler de

için geçerli süreçleri vardır. Eğer bu süreçler,

göstermektedir ki, küresel sistem Orta

doğru biçimde işler ve toplumsallaşmanın

Doğu’yu yeniden dizayn etmek istemektedir

kurallarına uyulursa, ortaya sahici güce sahip

ve bu ‘yeni düzen’de (en azından) eskilere yer

bir ‘siyasal varlık’ çıkabilir. Bu gücün bir

yoktur! Bu açıdan baktığımızda, Türkiye’deki

şekilde iktidara gelmesinden sonra, mevcut

statükonun da değişmesinin mukadder

‘siyasa’yı tanımlayacak bir metin, yine bu güç

olduğunu söylemek zor olmasa gerektir.

tarafından yazılır. Modern dönemde ortaya çıkan

Hatta Türkiye’deki değişim sürecinin Orta

Anayasalara baktığımızda, bu hususu belirgin bir

Doğu’daki son gelişmelerden epeyce önce

şekilde görebiliriz. Fransız Devrimi’nden sonra

başlamış bulunduğu da bilinmektedir. Bu

moda olan Anayasa yazımı, bugün artık bütün

açıdan baktığımız zaman Türkiye’nin yeni bir

ulus-devletlerin “olmazsa olmaz” (sine-qua non)

‘kurucu metne’ ihtiyaç duyduğu ortadadır. O

112

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


halde Anayasa yapma hazırlıklarını, küresel

metinleridir ve siyasal iradeler de belirli bir

sistem destekli bir süreç olarak gördüğümüzde,

ideolojinin hakimiyetini tesis etmek amacıyla

kurucu metni ortaya çıkaracak bir ‘siyasal

iktidarı talep ederler. Yani ‘hakimiyet’ iddiası

güç’ün olduğunu söyleyebiliriz. Fakat ‘tarz’ın

ve talebi boşuna değildir. Bir düşüncenin,

farklı olduğu da açıktır. Daha önceki Anayasalar

idealin, dinin veya ideolojinin hakim olması için

hep bir darbenin ardından yapılmasına

siyasal varlıklar iktidarı isterler. ‘Güç istenci’nin

rağmen (rejimin kuruluşunu bile bu açıdan

özünde bu vardır. Dolayısıyla “liberallerin

değerlendirmek mümkündür) bu kez, Anayasa

liberal, Kemalistlerin Kemalist, laiklerin laik,

yapıcı mekanizmanın merkezinde ‘siyasal

Müslümanların da İslami bir Anayasa talep

partiler’ (ve STK’lar) bulunmaktadır. Tarzın

etmeleri” gayet doğaldır. İdeolojik gruplar,

farklılığı, ‘özde’ bir değişiklik anlamına mı

doğaları gereği, kurucu metnin kendi ideolojileri

gelir? Hayır. Kanaatimce, bu kez Anayasa

doğrultusunda yazılmasını isterler ve iktidarı

yapma süreci farklı bir tarzda işlemesine

ele geçirdikten sonra da bunu yaparlar.

rağmen, esas itibarıyla özdekilerden farklı

Fransız Devrimi’nde, Rus Devrimi’nde ve en

bir netice ortaya çıkmayacaktır. Yani AKP de

son olarak da İran Devrimi’nde hep böyle

Cumhuriyet rejiminin içinde işlev gören bir

olmuştur. Hatta bu konu o kadar ‘doğal’dır

siyasal partidir ve bu yüzden yapabilecekleri

ki, İran Devrimi’nden sonra ortaya çıkan

bellidir. Burada ‘siyasal irade’nin mahiyeti

Anayasada Caferi Mezhebi’nin meşruiyetinin

değişmemiştir; siyasal irade, meşruiyetini aynı

yer almasında bile kendisini gösterir. Zira

yerden almaktadır ve bu meşruiyetin kaynağı da

bu devrimi Caferi Müslümanlar yapmıştır;

‘modernitenin değerleri’dir. Dolayısıyla, ‘siyasal

o halde Anayasa Caferi izler taşıyacaktır!

varlık’ açısından özde bir değişiklik yoktur. Yeni

Bendeniz bunu, yapılanı olumlamak için değil

Anayasayı ortaya çıkaracak irade, bu kez belki

bir vakıaya dikkat çekmek için söylüyorum.

Fransız Devrimi’nin değil, İngiliz Devrimi’nin

Aynı şey Fransız Devrimi için de Rus Devrimi

ilke ve tarzından daha fazla etkilenecektir; ama

için de geçerlidir. Her ikisi de ‘modernite’nin

sonuçta ortaya çıkacak metin de “özgürlükler,

ürettiği devrimlerdir, ama ideolojileri farklı

haklar, demokrasi, sosyal hukuk devleti, milletin

olduğu için, bu fark Anayasalara da yansımıştır.

bölünmez bütünlüğü” gibi (Fransız Devrimi’nin

Müslümanlar da, doğal olarak, İslam’a uygun

de esin kaynağı olan) ilkeler yer alacaktır. O

bir ‘kurucu metin’ yazılmasını isterler. Ancak

halde, siyasal iradenin değişmediği böylesi bir

bundan önce Müslümanların bir ‘siyasal irade’

vasatta Müslümanların ‘mesafeli’ yaklaşımını

ortaya koyabilmeleri lazımdır. Bu irade olmadan

anlamak zor olmasa gerektir. Tabii hangi

yazılmış olan ‘taslak’ metinlerin de bir anlamı

Müslümanlar mesafeli duruyor, o da ayrı bir

olmaz. Fakat bu demek değildir ki, Müslümanlar

tartışma konusu. Örneğin Milli Görüş tabanının

düşünce düzeylerini yükseltmesinler ve

mesafeli duruşu ile İslamcı grupların mesafeli

siyasal iradeyi gereğince ortaya çıkaracak ilmi

duruşunu aynı kefeye koymak mümkün değildir.

çalışmalar yapmasınlar. Hayır, bu başka bir

İlkesel açıdan yaklaşıldığı zaman ise, ‘mesafeli’

şeydir, kurucu metnin siyasal irade tarafından

durmayı bırakın, ‘uzak durma’nın doğru

hazırlanması başka bir şeydir. Kanımca en doğru

olacağına ise kuşku yoktur!

yol, ilmi düzey bakımından yetkinliğe ulaşmak

Soru 2: Mevcut TC. Anayasası ideolojik bir anayasadır. Sorunların birçoğu da onun bu özelliğine bağlanmaktadır. İdeolojisiz bir anayasa mümkün müdür? Liberaller liberal, Kemalistler Kemalist, laikler laik bir anayasa talep ederken; İslam’ı bir hayat nizamı olarak kabul eden Müslümanlar da anayasanın kendi renklerini taşımasını talep ediyorlar. Bu konudaki değerlendirmeleriniz nelerdir?

ve onun ardından siyasal iradenin teşekkülünü sağlamaktır. Realite açısından baktığımızda ise, yapıların kaçınılmazlığı açıktır. Yapılar her zaman olacaktır; ancak, burada ‘eleştiri’ mekanizması sağlıklı işletilmeli ve yapılar ‘mutlaklaştırılmamalıdır.’ Bunu yapmak zordur; ama istediğimiz düzeyde sağlıklı bir yapıya kavuşmanın da başka yolu yoktur. Yapılar sürekli eleştiriye açık olmalıdır; bu arada da ilmi düzey

İdeolojisiz bir Anayasa mümkün değildir. Çünkü Anayasalar bir ‘siyasal irade’nin kurucu

sürekli artırılmaya çalışılmalıdır. İlimde otorite olmuş alim (veya alimler) ortaya çıktığında,

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

113


‘itaat sorunu’ esastan çözülecek ve yapılar da

sorulması ve İslam’a uygun cevaplar bulması

eksikliklerinden arınmış olacaklardır. O zaman

gerekir. Meseleye bu açıdan baktığımızda,

‘biat’ mekanizması devreye girer ve güçlü bir

küresel çapta uygulanan Anayasa pratiğinin

‘siyasal irade’ de ortaya çıkmış olur.

ihtiyatlı ve analitik bir gözle incelenmesi

Soru 3: Anayasa, bir toplumun en üst ve temel metnidir. İslam ise yeryüzünde iddiaları olan bir

Hatta burada Müslümanların ‘siyasal varlığı’nı

dindir. İslam’ın iddiaları ile anayasa arasında nasıl bir

temsil eden bir ‘kurucu metin’ yazımı zorunlu

ilişki kurulabilir, nasıl bir anayasa İslam’ın iddialarını

mudur? diye de sorulabilir. Zira bilindiği gibi,

gerçekleştirebilir?

Batılı devletler içerisinde İngiltere’nin bir

Aslında Müslümanlar olarak ‘Anayasa’ kavramını daha bir derinden tahlil etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü kavram esas itibarıyla Batı’da ortaya çıkmıştır ve somut pratiklerini de ilk kez orada göstermiştir. Dolayısıyla, başka coğrafyalardaki pratiklerin bu tarz ve içerikten ‘etkilenme’ ihtimali vardır. Bu ihtimali ciddi gördüğümden, önce kavramsal tahlili sağlıklı yapmamız gerekiyor. Mesela ‘Cumhuriyet’ kavramını ele alalım. İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşu sırasında bu tartışmanın yeterince yapılmadığını da biliyoruz (burada 1947’de kurulan Pakistan’ın da resmi adının Pakistan İslam Cumhuriyeti olduğunu hatırlamamızda yarar var). Halbuki her iki Cumhuriyet de, içerik ve tarz olarak, Batı’da daha önce kurulmuş olan Cumhuriyetlerden (Respublica) etkilenmişlerdir. Burada sadece ismen değil, içerik ve üslup olarak da bir etkilenmişlik vardır. Gerçi İran’daki etkilenmişlik Pakistan’daki ile kıyas kabul etmez olarak azdır, ancak sonuçta (özellikle de ulusdevlet refleksleri göstermesi açısından) yine de vardır. Aynı şeyi, Anayasa kavramı için de düşünebiliriz. Anayasayı bir ‘kurucu metin’ olarak düşündüğümüz zaman pek bir sorun yokmuş gibi görünse de, Batı’daki pratiklerine baktığımız zaman, ‘form’un da içerikten etkilendiğini görürüz. Bu etki azalır, artar. Bu ayrı bir konudur; ancak bu konuda ‘ihtiyatlı’ olmak gerekir. İhtiyatı da değerler belirler. İslami değerler ile modernitenin değerlerinin özde bağdaşmazlığı vardır ve bu bağdaşmazlığı her yerde izleyebilmek ve denetleyebilmek lazımdır. Örneğin modern dönemde yazılan Anayasalar ‘özel’ bir siyasal iradeyi temsil eden ‘ulus-devlet’lerin meşruiyet kaynağıdırlar. Bu olgu, acaba bu çağda kurulan (veya kurulacak olan) bir İslam ‘devleti’ için ne mana ifade eder? Yahut da ‘devlet’ dediğimizde aklımıza gelen şey ne kadar İslami’dir? Bu (ve benzeri) soruların

114

gerektiği açıktır.

yazılı Anayasası yoktur; ancak devleti kuran ve yaşatan bir ‘siyasal irade’ vardır. Böyle olduğu içindir ki, bu devlet asırlardır varlığını sürdürmekte, savaşmakta, yenmekte ve yenilmektedir. Peki, yazılı Anayasası olmaması, İngiltere’de işlerin ‘kuralsız’ yürüdüğü anlamına mı gelir? Hayır. Ülkede bilinen manada bir Anayasa yoktur, ama Manga Carta’dan beri birçok gelenek, kanun ve yazılı belge mevcuttur ve bunlar belirli ‘teamüller’ doğrultusunda işlev görürler. Dolayısıyla aslında önemli olan, bir ‘yazılı belge’nin olup-olmaması değil, kurallara uyuyup-uyulmadığıdır. İngiltere toplumu, bir açıdan ‘kuralcı’ bir toplum olarak da görülebilir, çünkü teamüllere aykırı hareket etmek neredeyse ayıp addedilir. Hatta yazılı kuralların çokluğunu (ve bunların çok detaylandırılmasını) o ülkede denetimin ve düzenin zorluğuna yormak da mümkündür. Bu açılardan bakıldığında, önemli olanın ‘toplum’un dinçliği olduğu ortadadır. Toplum, sağlam esaslar üzerine kurulmuşsa, bünyanun mersus gibi birbirine bağlı ise, yazılı metinler tali önemde olurlar. Bugünün Türkiye’sinde olduğu gibi, toplumsal bağlar zayıflamışsa, ‘dayanışma ruhu’ ölmüşse, en iyi hukuksal metinler bile, o toplumun derdine derman olamaz. Bu sözlerimin ‘modern zamanlar’ için geçerli olamayacağını söyleyenlere ise, zaten yukarıda İngiltere örneğini verdim. Her ne kadar hukuksal metinler ‘zaruri’ olduğu alanlar olduğuna kuşku yoksa da, bendeniz burada hukuksal metinlere hayatiyet veren daha temeldeki bir unsura dikkat çekmek istediğim için bunları söylüyorum. Toplum yoksa veya güçsüzse, en iyi hukuksal metinler dahi işe yaramaz. Kural budur. “Güçlü toplum, iyi metinler.” Burada öncelik-sonralık sırası önemlidir. O nedenle, Müslümanların Anayasa tartışmalarına girmeden, önce kendi

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


‘toplumları’nı nasıl kuracakları üzerinde kafa

bile bence böyledir. Bize ait, ‘özgün’ projeler,

yormaları gerekir. Önce Ümmet inşa edilmelidir;

ancak, kaliteli düşünce ile mümkündür. Bunu

sonra bu ‘yapı’nın meşruiyet temelleri izah

sağlayacak olan da esas itibarıyla, ilim düzeyinin

edilir! Fakat burada dikkat edilmesi gereken

yüksek olmasıdır. Bizler bilelim ki ‘ilimde rüsuh

husus, ümmetin inşasında ‘düşünsel faaliyet’in

sahibi’ yahut ‘ilimde otorite olmuş’ alimlerimiz

büyük önemi olduğudur. Bendeniz bugün

olmadıkça, küresel çapta bir varlık göstermemiz

Müslümanların bulunduğu durumu, esas

mümkün değildir. Evet, grup, cemaat hatta

itibarıyla ‘ilim düzeyleri’nin düşüklüğüne

devlet kurabiliriz; ama otorite olmuş alimlerimiz

bağlıyorum. Bu düzey yükseltilmedikçe, somut

olmadıkça, bu yapılar derdimize derman

öneriler getirmemiz de mümkün olmayacaktır

olmayacaktır. Yapıyı önce ‘düşüncede’ kuracağız,

diye düşünüyorum. Getirilen önerilerin ‘eklektik’

ardından onu pratiğe yansıtacağız. Düşüncede

olmasını da yine aynı nedene bağlıyorum. Adil

Devrim’in ardından Düşüncenin Okullaşmasını

Düzen’inden tutun da İslami Sol’a varıncaya

sağladığımızda, dünya da değişmiş olacaktır!

kadar, hatta bugünkü haliyle ‘devlet’ projesi

Muharrem Balcı Soru1: Anayasa, son zamanlarda üzerinde en çok

iken; ikinci yaklaşım, toptan reddiyeci olmayıp,

konuşulan konulardan biridir. Toplumu oluşturan her

süreci ve değerlendirilmesi gereken bir fırsat

kesim, bu konuda olaya dahil olmaya, etki etmeye

olarak görenlerin yaklaşımıdır.

ve mümkünse yönlendirmeye çalışıyor. Kimileri görüş

Birinci yaklaşım açık bir siyasi ya da itikadi

beyan ediyor, kimileri taslak sunuyor. Ancak İslam’ı bir

tercihin ürünü olduğundan saygıyla karşılamak

hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanların, bu sürece

ve konuya dâhil oluşları bağlamında çok şey

temkinli/mesafeli yaklaştıkları gözleniyor. Müslümanların

beklememek gerekir.

duruşunu nasıl değerlendiriyor, konuya dahil oluşlarını yeterli buluyor musunuz?

İslam’ı klasik bir din olarak değil de bunun ötesinde bir hayat tarzı olarak kabul eden ve yaşayan Müslümanların sürece temkinli yaklaşmasını normal karşılıyorum. Zira Anayasa dediğimiz siyasi metin, aslında bir takım sabiteler koyma iddiasıyla ortaya çıkar ve kurulu düzenin rengi kendisini bu sabitelerde belli eder. Sürece her anlamda hazırlıksız yakalanan bahse konu Müslümanların zihinlerinde meseleyi iyi konumlandıramadıklarını düşünüyorum.

İkinci yaklaşım sahiplerinin ise fırsat olarak gördükleri sürece dâhil oluş araç, yöntem, birikim ve vizyonlarını yeterli görmek mümkün değildir. Zira yıllardır bu alan ve hukuk üretme zeminleri, bilinçli olarak boş bırakılmış ve neticede bu yaklaşım sahipleri, sorumluluklarını politik alana devretme yolunu seçmişlerdir. Neticede ülkede konuyla alakalı her kesimden ciddi çalışmalar yapılırken, bahse konu yaklaşım sahiplerinin ne söyledikleri, ne talep ettikleri açık değildir. Görünürde tek bir talep söz konusudur, o da sivil bir anayasa talebidir.

Bu anlamda iki tür yaklaşım söz konusu

Soru 2: Mevcut TC. Anayasası ideolojik bir anayasadır.

edilebilir. Birinci yaklaşım, itikadi ya da siyasi

Sorunların birçoğu da onun bu özelliğine bağlanmaktadır.

nedenlerle toptan reddiyeci bir tutum takınan ve

İdeolojisiz bir anayasa mümkün müdür? Liberaller

devrimci geleneği devam ettirenlerin yaklaşımı

liberal, Kemalistler Kemalist, laikler laik bir anayasa

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

115


talep ederken; İslam’ı bir hayat nizamı olarak kabul eden

anayasa yapan iktidara “Asli Kurucu İktidar”

Müslümanlar da anayasanın kendi renklerini taşımasını

denilir.

talep ediyorlar. Bu konudaki değerlendirmeleriniz nelerdir?

Asli kurucu iktidar haline gelmeden İslam’ın iddialarının gerçekleştirilebileceğini

İdeolojisiz anayasa arayışı da aslında bir

düşünmüyorum. Tabiî ki buna rağmen bir

ideolojik tercihe işaret eder. Bu yüzden böyle bir

takım İslami kaidelerin modernize edilerek

anayasanın mümkün olduğunu düşünmüyorum.

anayasaya monte edilmesi olasıdır. Ama

Mevcut anayasanın koruduğu ve temsil ettiği ideolojinin, günü açıklamaya yetmediği, birçok sorunun birincil kaynağı olduğu, insandan ziyade

tartıştığımız anlamda İslam’ın sabitelerinin anayasa tartışmalarında pek yer işgal edeceğini sanmıyorum.

devleti ve devlet bürokrasisini merkeze aldığı,

Soru 4: Bu konuyla ilgili dikkat çekmek/vurgulamak

temel hak ve özgürlüklere ilişkin bakış açısının

istediğiniz, değerlendirmelerimizi kolaylaştıracak başka

problemli olduğu, tek tipleştirici bir karaktere

bir nokta ya da noktalar var mıdır?

sahip olduğu açıktır. Buna dair bugüne kadar çok şey söylenmiş ve yapılan birçok değişiklikle anayasanın bu özellikleri silinmeye çalışılmıştır. Ancak anayasanın ruhu halen sayılan

Küresel sisteme eklemlenen bu sistemin temel yapısı ve kimliğini reddetmekle mükellef olduğumuzun bilincinde olarak, bu sürecin bizi

problemleri içerisinde taşımaktadır.

çok yakından ilgilendirdiği, ben oynamıyorum

Sayılan problemlerin tespiti anlamında

üzerimizdeki kuşatıcılığını engellemediği,

ortaklaşan birçok anlayış, bunun yerine ikame

gerçekten bir mücadele verilecekse bunun her

edilecek yeni metin hususunda ciddi ayrışma

alanda (topyekun) olması gerektiği açıktır.

yaşamaktadır. Liberallerin liberal, laiklerin laik, İslamcıların İslami esasların içeren bir anayasa talebi, oldukça doğal bir talep olmakla beraber, uzlaşma noktasında ciddi sıkıntılara neden olacağı açıktır. Benim kanaatim aslında yazılı bir anayasanın çok da zaruri olmadığı yönündedir. Ya da farklı şekilde söyleyecek olursak, Anayasa değişince her şey rayına oturacak, sayılan problemler bir anda çözülecek diye bir beklentiye kapılmak saflık olacaktır.

demenin bizi oyunun dışına çıkartıp sistemin

Bu topyekûn mücadele, sistem içi araçların tamamen reddedilmesi sonucunu doğurmamalı, ifrat ve tefrit arasındaki vasatı yakalamamıza engel olmamalıdır. Müslüman aydınlar olarak, beşeri ideolojilerin ve küresel sistemin uzantısı ve uygulayıcısı olan Türkiye Cumhuriyeti siyasi sisteminin temel yapısını, seküler kimliğini ve ilkelerini sorgulamak asıl olmalıdır. Ancak radikallik adına her kuruma karşı çıkmak, siyaset üretmek değildir. Bazen en iyi cevap mücadelenin kendisidir. Geleceğimizi

Soru 3: Anayasa, bir toplumun en üst ve temel

karartan, kanun ve kurumlara, uygulamalara

metnidir. İslam ise yeryüzünde iddiaları olan bir

karşı mücadelede, önümüze çıkan her türlü

dindir. İslam’ın iddiaları ile anayasa arasında nasıl bir

imkânı da sabitelerimizden taviz vermeden

ilişki kurulabilir, nasıl bir anayasa İslam’ın iddialarını

değerlendirebilmeliyiz.

gerçekleştirebilir?

Başta da söylediğimiz üzere siyasi/politik birer metin olarak değerlendirilebilecek olan anayasalar aslında uygulandığı devlette mutlak anlamda iktidarın rengini gösterir. Yani egemen kim ise anayasadaki sabiteleri de o belirler. Bu yüzden de hiçbir sabiteye bağlı kalmadan

116

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Mehmed Durmuş Anayasa Kimin Rengini Taşımalı Soru1: Anayasa, son zamanlarda üzerinde en çok

İslam’ı hayat tarzı olarak benimseyen bir

konuşulan konulardan biridir. Toplumu oluşturan her

Müslüman’ın, yeni bir anayasa için temkinli ve

kesim, bu konuda olaya dahil olmaya, etki etmeye

mesafeli durmanın ötesinde bir tavrı olmalıdır.

ve mümkünse yönlendirmeye çalışıyor. Kimileri görüş

O tavır şöyle özetlenebilir. İslam, evet bir hayat

beyan ediyor, kimileri taslak sunuyor. Ancak İslam’ı bir

tarzıdır, bir yaşam biçimidir. İslam, akidesi,

hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanların, bu sürece

fıkhı, ahlakı, günlük ibadetleri ve siyaseti ile bir

temkinli/mesafeli yaklaştıkları gözleniyor. Müslümanların

bütündür, hiçbir şekilde bölünemez, parçalara

duruşunu nasıl değerlendiriyor, konuya dahil oluşlarını

ayrılamaz. İslam tamamen, Rabbimiz Allah’ın

yeterli buluyor musunuz?

belirlediği, sınırlarını tayin ettiği bir Din’dir. Din

“İslam’ı bir hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanlar”ın homojen bir yapı arz ettiğini söylemek maalesef zor. Kendilerini “İslam’ı bir hayat tarzı olarak kabul eden” şeklinde tanımlamakla birlikte birçok İslamî grup, mevcut

bir yaşam biçimidir. Bu Din’in özünü, esasını tevhid akidesi oluşturur. Tevhid akidesi kuru sözlerden ibaret değildir. Allah’ın otoritesine, ilahlığına ve Rab oluşuna hiç kimseyi ortak etmemeyi gerektirir.

anayasanın revize edilmesi anlamına gelen

Bu temel ölçüler göz önünde bulundurulunca bir

12 Eylül 2010 tarihli referandumda ‘evet’ oyu

Müslüman’ın, Allah’ın mutlak hâkimiyetini tasdik

kullandığı gibi, bu şekilde hareket edilmesi

etmeyen, Allah’ın mutlak hâkimiyetine teslim

uğrunda da ciddi bir tavır koydular. Söz konusu

olmak gibi bir amaç gütmeyen, böyle bir arayışı

grupların 12 Eylül’de yaptıklarını, yeni anayasa

olmayan herhangi bir anayasaya bir şekilde

yapım sürecinde yapacaklarının garantisi

dâhil olmak, İslam akidesi ile bağdaşmaz.

olarak görebiliriz. Bu insanların ‘duruşunu’

İslam’ı bir hayat tarzı olarak benimsemiş

(daha doğrusu ‘duramayışlarını’) tabi ki arızalı

Müslümanların, temel niteliği seküler olan hiçbir

buluyorum; açık söylemek gerekirse, İslamî

anayasaya ılımlı yaklaşması düşünülemez. Bu

bulmuyorum.

gibi anayasalara kesin tavır koymak İslamî

Bunun yanında, İslam’ı bir hayat tarzı olarak kabul eden diğer bir kısım Müslümanların da, 12 Eylül referandumunda ortaya koydukları tutum ve davranışlar, yeni anayasaya karşı gösterecekleri tutum ve davranışın garantisi olarak görülmelidir. Müslümanlar ‘temkinli’

bir gerekliliktir. Bu açıdan, hem İslam’ı bir yaşam biçimi olarak kabul etmek, hem de anayasaya şu veya bu şekilde destek verici bir ‘duruş’ sergilemek sorunlu, arızalı bir tavırdır. Müslümanlar bu duruşlarını ivedilikle gözden geçirmelidirler.

ve ‘mesafeli’ olmanın ötesinde, daha açık ve

Soru 2: Mevcut TC. Anayasası ideolojik bir anayasadır.

net tavır almalıdırlar. Sorunuzun son cümlesi,

Sorunların birçoğu da onun bu özelliğine bağlanmaktadır.

Müslümanların konuya dâhil oluşlarının

İdeolojisiz bir anayasa mümkün müdür? Liberaller

yetersizliğine dair bir ima içermektedir. Oysa

liberal, Kemalistler Kemalist, laikler laik bir anayasa

yeni anayasa hiçbir şekilde Müslümanların dâhil

talep ederken; İslam’ı bir hayat nizamı olarak kabul eden

olacakları bir konu değildir.

Müslümanlar da anayasanın kendi renklerini taşımasını

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

117


talep ediyorlar. Bu konudaki değerlendirmeleriniz

ettiğini beyan etmemekte, sırf İslam’a karşıtlık

nelerdir?

olsun, Allah tamamen yok sayılsın diye anayasa

“İslam’ı bir hayat nizamı olarak kabul eden Müslümanlar”ın, anayasanın kendi renklerini taşıması gibi bir taleplerinin bulunduğunu sanmıyorum. Böyle bir talep çok çelişik olur.

yapılmamaktadır. Dolayısıyla her anayasada “İslami renkler”in az veya çok yer alması mümkündür. Hatta hiçbir anayasayı bir bütün halinde İslam dışı saymayanlar da bulunabilir.

Mevcut anayasanın ideolojik bir anayasa olduğu

Bugüne kadar yapılmış anayasalar, ihtiva

doğrudur. Esasen ideolojisiz bir anayasa,

ettikleri “İslamî renkler”le nasıl ki bir Müslüman

kanaatimce mümkün değildir. Zaten sizin de

anayasası olmadıysa, yeni anayasada bulunacak

ifade ettiğiniz gibi laikler, Kemalistler, liberaller

renkler de aynı şekilde onu Müslüman anayasası

v.b. gruplar kendi ideolojilerinin anayasada

yapmayacaktır. Bir bütün halinde tamamen

belli bir şekilde yer almasını istediklerine

İslam’a dayanmadığı, yasama yetkisini kökler,

göre, yeni anayasanın da bir ideolojisinin

temel ilkeler, kıbleyi tayin anlamında tamamen

olacağına şimdiden kesin gözüyle bakabiliriz!

Allah’a tahsis etmedikçe, referansı sadece

Bu anlamda ‘ideolojisiz anayasa’ tasavvuru,

İslam olmadıkça, hiçbir anayasa İslamî anayasa

-meşhur teşbihle- yumurtasız omlet gibi çelişik

olmayacaktır.

ve anlamsızdır. Yeryüzünde ideolojisiz bir çadır bile bulmak mümkün değilken, ideolojisiz bir devlet, ideolojisiz bir anayasa nasıl mümkün olabilir? ‘İdeolojisiz bir anayasa’ özlemi, ideolojik bir yorgunluğun (ya da körelmenin) ifadesi olsa gerektir. Müslümanların bu söylemlerden

Eşyanın da tabiatı gereği, İslami muhalefet sesini ne kadar kalınlaştırırsa, mevcut sistem de o oranda ‘açılımlar’ geliştirecektir. Fakat unutulan bir şey var burada. Müslümanların meselesi, muhalefet olmak değildir; onların

etkilenmeleri iç açıcı değildir.

meselesi bir bütün halinde her yönüyle

Sorunların birçoğunun anayasanın ideolojik

hedefleyen bir hayatın inşasıdır. Dolayısıyla,

oluşundan kaynaklandığı doğru olmakla birlikte

anayasada İslamî renklere yer verilmesi,

bu, ideolojisiz bir anayasa arayışını haklı

renklerin çeşidinin artırılması, tonlarının daha

çıkartmaz. Bununla beraber, yeri gelmişken

da ağırlaştırılması ya da açık hale getirilmesi,

belirtmek gerekirse, sunuş yazısında ifade

bütün bunlar Müslümanlardan ziyade,

ettiğiniz gibi, içinde bulunduğumuz toplumda

mevcut sistemin sorunu olmalıdır. Çünkü bu

yaşanan sorunların tamamı anayasadan

sistemin, varlığını sürdürüp sürdürememe

kaynaklanıyor değildir. Çünkü anayasa,

sorunu vardır. Müslümanlar kimseden ulufe

toplumun akidevî, siyasî, ahlakî kabullerinin

istemiyorlar, kimseden bir hak da dilenmiyorlar.

bir hâsılası, bir tür ‘sonuç’tur. Toplumun din

Müslümanların akidelerinin (ideolojilerinin)

ve dünya algısının vitrinidir. Tabi ki yeryüzü

meşruiyetinin kaynağı Allah’tır. Müslümanlar

hiçbir zaman sorunlardan tamamen arınmış

yeryüzünde sığıntı olmadıkları gibi, fitne-fesat

olmayacaktır, bu dünyada cennet kurma hayali

sebebi de değildirler. Yeryüzünün imar ve

peşinde değiliz fakat belirtmeliyim ki, mevcut

ıslahı gerçek anlamda sadece İslam ahkâmıyla

sorunların tamamına yakını, içinde yaşadığımız

olabilir. Dolayısıyla hiçbir Müslüman, bir

ülkeye hükmeden siyasal sistemle bir şekilde

anayasa içinde şu veya bu tonda İslamî bir

alakalıdır. Bu sorunları bu sistem üretti ve

renk(!) bulunacak diye fit olmaz, bundan

üretmeye de devam etmektedir. Çünkü bu,

sevinç duyamaz. Bir anayasa bir bütün halinde,

fıtrata yabancı bir sistemdir.

“Rabbim Allah’tır” amentüsünü yansıtmalıdır. Bu

Yeni anayasanın “İslamî renkler taşıması” sözünden, dindar kesime zeytin dalı uzatan, resmi söylemlerde Müslüman olduğu sık sık

Allah’ın buyruklarına dayalı, Allah’ı razı etmeyi

yapıda olmayan bir anayasa, hangi ideolojiye yaslanırsa yaslansın, sonuçta “Rabbim beşerdir” amentüsünü yansıtacaktır.

vurgulanan % 99’luk kesimi memnun edici bazı

Yeni anayasada bilhassa, sistemin bilinçli

İslamî tınıların bulunacağını anlıyorum. Esasında

olarak ‘türban’laştırdığı kadının örtüsüne ilişkin

hiçbir anayasa, açıkça ve doğrudan İslam’ı inkâr

‘özgürlükçü’ bazı hükümlerin olacağına kesin

118

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


gözüyle bakabiliriz. Fakat düşünüyorum da,

bir olan Allah’a kulluk etmeye yöneltmektir.

laik-demokratik veya liberal bir anayasanın

Bu ise anayasa ile değil, mü’minlerin iman

kendilerine lütfedeceği ‘türban özgürlüğü’ ile

ve cehdleri ile gerçekleştirilebilecek bir ibadî

Müslümanlıklarını kanıtlayacak olan insanlar,

eylemdir. Bunun toplumsal yasasını Kur’an tayin

ideolojik açıdan tükenmiş olmaktan başka neyi

etmiştir: Bir toplum kendi nefislerinde olan

kanıtlamış olacaklardır?

kötü eğilimleri, hayır yönünde değiştirmediği

Soru 3: Anayasa, bir toplumun en üst ve temel metnidir. İslam ise yeryüzünde iddiaları olan bir dindir. İslam’ın iddiaları ile anayasa arasında nasıl bir ilişki kurulabilir, nasıl bir anayasa İslam’ın iddialarını gerçekleştirebilir?

müddetçe hiçbir anayasa o toplumu iyiye doğru değiştiremez. Mekke’de mü’minler Kur’an sureleri dışında bir anayasaları olmadığı halde dünyanın en ideal İslam cemaatini oluşturmuşlardı. Anayasa ve diğer alt hukuki düzenlemeler olsa olsa ancak, kötüleri

Günümüzde İslam ile Müslümanlara hükmeden gayri İslamî siyasal ve toplumsal yapılar, İslam’a karşı anayasayı öne çıkartıyorlar dense yeridir. Laik-demokratik bir anayasa kaçınılmaz bir şeydir de, İslam’la da bazı önemsiz mevzularda bir şekilde ters düşülmektedir gibi bir kanı oluşturulmaktadır. Laik-demokratik bir anayasa var kaçınılmaz olarak; İslam ise Müslümanların dinidir ama kimsenin olmadığı gibi, Müslümanların da dinlerini yaşamalarına engel olunmamaktadır! Zaten vicdanlara baskı yapılamayacağı anayasa metinlerinde de geçmektedir. İsteyen istediği şekilde dinî inanca sahip olabilir ve inancının gereklerini yerine getirebilir! Şu var ki, kamu otoritesinin koyduğu kurallara Müslümanlar da, -dini inançlarına

cezalandırıcı, salih insanların elini güçlendirici bir etki doğururlar. Anayasa ve ona istinat eden ceza yasaları ile rüşvet engellenebilir ama bir toplumun haram yemesinin önüne anayasa ile geçilemez. Hiçbir anayasa, “ben Müslüman’ım” diyen insanlara namaz kıldırtamaz. Çevre kirliliği, insanlara saygı, diğerkâmlık gibi ahlakî hasletleri anayasa ile temin etmek imkânsıza yakındır. Kısacası, İslam bir bütün halinde ve hiçbir ilkesini göz ardı etmemek koşuluyla fertlerin ve toplumun üzerinde davranış haline dönüşmedikten sonra, herhangi bir anayasanın İslam’ın hedeflerini gerçekleştirmesi mümkün değildir.

ters düşme pahasına- uymakla mükelleftirler!

Soru 4: Bu konuyla ilgili dikkat çekmek/vurgulamak

Kısacası, anayasalı seküler toplumsal vasatlarla

istediğiniz, değerlendirmelerimizi kolaylaştıracak başka

Müslümanların ilişkisi böyle özetlenebilir.

bir nokta ya da noktalar var mıdır?

Oysa İslam -yukarıda cevapladığımız gibi- başlı

Biz Müslümanlar, bize ait olmayan kurtuluş

başına bir hayat tarzıdır, bir inanç sistemi

reçetelerine göz dikmemeliyiz. Kendine himmeti

ve dünya nizamıdır. İslam ferdi ile ailesi ile

olmayan sistemlerden medet ummaktan

akraba ve aşireti ile bütün bir toplumu Allah’ın

vazgeçmeliyiz. Biz Müslümanlar sadece ve

belirlediği ölçülere göre düzenlemek ister.

sadece, katıksız İslam’a talip olabiliriz, başka

Haramların önlenmesini, fahşâ ve münkerin

alternatifimiz yoktur. Bazı Müslümanların 12

engellenmesini ister. Buna göre, İslam’ın

Eylül referandumunda düştükleri hatayı bu yeni

herhangi bir seküler, demokratik anayasaya

anayasa döneminde tekrarlamamalarını temenni

tamamen karşıt olacağı açıktır. Diğer türlüsü,

ediyorum.

İslam’ın kendini inkârı olur.

Kendilerine ılımlı bir yolu uygun görmüş bulunan

Nasıl bir anayasa İslam’ın iddialarını

kimseler, yukarıda özetlediğimiz, nebevî

gerçekleştirebilir? Doğruyu söylemek gerekirse

yönteme uygun düştüğüne inandığımız bu

bu sorunun cevabı biraz zordur. Nedenine

sistem karşıtı duruştan dolayı itham edici dilden,

gelince, ‘İslam’ın iddiaları’nı gerçekleştirmek

bunun vebalini düşünerek kaçınmalıdırlar.

öncelikle anayasaya bağlı değildir. İslam’ın temel

Biz Müslümanların, Din’i Allah’a has kılmanın

hedefi yeryüzünden fitneyi ve şirki yok etmek,

ötesinde hiçbir angajmanımız bulunmamaktadır.

kulları kullara kulluktan kurtarmak, sadece

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

119


M. Önal Mengüşoğlu Anayasanın Devir ve Iskatı Mezarlıktaki defin merasiminin hemen ardından

doksanından fazlası tarafından onaylanan

etraftaki tanıdık büyükler, arifler, bilgeler

son Anayasa metni, on yedi defa değişikliğe

toplanır; devir ve ıskat adı altında bir işlem

uğramış, bunu kâfi görmeyenler on sekizinci

yaparlardı. Mevcut veya muhtemel borçları,

sefere hazırlanıyorlar. Yapılan işlem bana

günahları düşünülerek, şakadan, evet, şakadan,

bir devir ve ıskat oyunu gibi görünüyor. Bu

bir al ver seremonisiyle ölüyü temize çıkartmaya

toplumun dindarında da, az dindarı ve hatta

çalışırlardı. Yani mesela aralarından birisi

dinsizinde de genetik olarak mevcut bulunan

cebinden bir miktar (herhalde bilinen yahut

böyle davranışları, Alev Alatlı “mış gibi yapmak”

tahmin edilen miktar) parayı ayırır, yanında

biçiminde ne güzel anlatmıştı. Şimdi de acaba

oturan birisine uzatır “aldın, kabul ettin mi”

birileri birilerini aldatma peşinde midir diye

derdi. Beriki de kabul ettiğini belirterek aldığı

kuşkulanıyoruz. Ölü başındaki ıskatta aldatılan

parayı tekrar sahibine uzatırdı. Böylece hem

herhalde sorgu sual melekleriydi; öyle ya Allah

de epeyce muteber bir topluluk huzurunda,

aldatılamayacağına göre, meleklerin gözü

ölünün borcu ıskat olmuş yani düşmüş sayılırdı.

boyanıyordu. Ya şimdi?

Elden ele döndürülmesi devir, borç ve günahtan sıyrılması da ıskat diye isimlendirilmişti hadisenin. Mezar başında gerçekleştirilen telkin de benzer bir uygulama idi. Hoca mezara dönerek ölü sanki işitiyormuşçasına (ki insanlar buna yürekten inanırdı) ona gelen melekler karşısında nasıl davranacağını, suallerine ne cevap vereceğini yeniden hatırlatır, yani bizzat ve açıktan kopya verirdi. Mezar başındaki herkes bunu işitir ve herhalde ölünün bu safhayı zararsız atlattığını düşünerek evdeki devir ve ıskat seremonisine koşarlardı. Ölüyü temize çıkartmanın, günahlarından arındırmanın, helallik vermenin gönül huzuruyla herkes rahat

Bakınız biraz daha açarsak, şurasını görmezden gelmemelidir kimse; meclise girmiş en büyük üç parti, iktidarı ve muhalefetiyle ağız birliği yaparak, başlangıç maddeleri ile ilk üç madde hakkında peşin fikirlerini beyan etmişlerdir. O maddeler değiştirilemez! Değiştirilmeleri teklif dahi edilemez! Kim, hangi akıl sahibi bu ifadelerden sonraki, hangi boyutta olursa olsun, değişiklikleri sahih ve samimi bulur? Samimiyetsizliği, tek taraflı bakışı daha en başından aşikâr görünen bir çabanın, ben ne diye bir parçası olmalıymışım? İktidardaki muhafazakâr kesim ile onların muhipleri,

bir nefes alırdı sonunda.

sanıyorlar ki böyle böyle surda gedikler açarak

Önümüzdeki süreçte, T.C. Anayasası bakımından

gizli ajandalarındaki hedefe varacaklar. Bundan

benzer bir işlem başlatılmak üzeredir. On

daha ham bir hayal olamaz. Çünkü tecrübeler

dokuzuncu yüzyılın son yarısından itibaren

bize göstermiştir ki inandığı gibi yaşamayanlar,

bu coğrafyada gündeme giren ve sayısız defa

hele kitlesel bir model sunuyorlarsa, kısa süre

yazılıp bozulan, önce Kanun-i Esasi, ardından

sonra yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar. Kaldı

Anayasa adlı bu kutsal(!) metin için arifler,

ki muhafazakârların özlemleri, gizli ajandaları da

bilgeler, akil adamlar yeni bir devir ve ıskat

esasen en fazla Osmanlıya kadar uzanır; daha

işlemi için oturmak üzeredirler. Halkın yüzde

geriye bakmayı akıl edemez, akıl etmek istemez

120

özlemini duydukları menzile, başka bir ifadeyle

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


haldedirler.

bağlı yetişmiştir. (Kürtlerin de Kürt’ün ruh

Ötekilerden ne farkları var diye sorarsanız bunlar ‘demokrasi’ yerine, ‘ileri demokrasi’, ‘laiklik’ yerine ‘gerçek laiklik’ yahut ‘kişi laik olmaz, devlet olur’ demektedirler. Ve hoş gördükleri yönetim modelinde Havra, Kilise ve Cami yan yana pekâlâ bulunabilmektedir. Hatta bu modeli İslâm’ın önerdiğini zikrederek Müslümanlar lehine not düşürmeye pek meyyaldirler. Ne var ki meselenin daha başlangıçta esaslı bir saptırmaya kurban gittiği görülmüyor veya gösterilmiyor. Bir kere Hıristiyanlık ve Yahudilik, birer mabet dinidir. Onlar için olmazsa olmazdır Kilise ve Havra. Onlarsız din, diyanet ve ayinler imkânsızlaşır. Çünkü Reşit Rıza’nın tespitiyle söylersek, Kitab-ı Mukaddes üzerinde, akıl

kökü hususundaki arayışları son zamanların vazgeçilmez gündemi değil midir?) İtikadi bakımdan başlarına getirilene fasık ve facir de olsa itaati vecibe gibi görmüşlerdir. Onlar isyan nedir bilmez, hayır, demeye alışkın değillerdir. ‘Büyüklerimiz bizden iyi bilir’ diyerek, görünmeyen bir Allah’ın yanında yer almaktansa, gözle görülen devletin yanında yer almayı asıl vazifeleri sayarlar. Milli İrade’nin bu istikamette seyrettiğini çok iyi bilen sağcı partiler, mesela Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal boşuna mı milli itibar gördüler? Yaptırdığı söylenen camide bir rekât bile namaz kılmadığı bilinen Menderes’in önünde oğlunu kurban etmeye kalkışan halk çocuğu, dindarlar arasından çıkıp gelmişti.

ve fikir veya eşanlamlı kelimelere hiç yer

Bu toplumun bir çocuğu, bir üyesi sıfatıyla, şu

verilmeden tahrifat yapılmıştır. Ve onlar birer

veya bu şekilde beni de etkileyeceği kesin olan

duygu dini olarak yaşaya gelmişlerdir. İslâm

yeni Anayasa yapma sürecinde, benim de ille

ise asla onlar gibi bir ahret dini, duygu dini,

bir şeyler söylemem gerekiyor mu; bundan

manevi cihazlanma dini filan değildir. İslâm

çok emin değilim. Ama sanki bıçak kemiğe

tabir caizse bir cami yahut mabet dini de

dayandı gibi geliyor bana. Hiç konuşmadığım

değildir. Hatırlayın, Hayrettin Karaman hoca

bir hususta artık konuşmalıymışım gibi bir

gazetedeki köşesinde, İslâm hâkimiyetindeki

hissin baskısı altındayım. Bu sebeple yazdığımın

sokakların kuralından söz edince, insanlar

bilinmesini istiyorum. Bilinmesini istiyorum

nasıl ayaklanmış, onu bombardımana tabi

ki tam manasıyla sıfırdan başlanabilecekse,

tutmuşlardı. Hatta muhafazakâr yazarlar da

değiştirilmesi teklif dahi edilemeyenler de teklif

aynı tavrı göstermişlerdi. Kimisi de etkisini

edilebilecekse, herkes sahici görüşünü, inancını,

hafifletirim düşüncesiyle zengin tevillere

düşüncesini hiçbir baskı ve sakınma olmaksızın

kalkışmıştı. Nedendi bütün bunlar? Çünkü salt

ortaya koyabilecekse, yapılanın bir değişim

mabet, duygu, ahret ve manevi cihazlanma dini

olduğuna ancak o vakit inanırım.

olmayan İslâm, hayatın her sahasına dair ilke ve prensipler getiriyordu. Sosyal ve siyasal hayata doğrudan müdahil bulunuyor ve insanlara Anayasa’larının ne ve nasıl olması gerektiği

Kendimden başlayayım. Kırk yıldan bu yana düşünce, yazı ve sanat hayatı içerisindeyim. Yokluklar ve varlıklar gördüm. Diplomalarımla

hususunda rehberlik ediyordu.

alakalı bir iş yapmadım. Kendimce mütevazı bir

Eğer İslâm’ı da tıpkı Hıristiyanlık ve Yahudilik

son beyi Halil Bey’in oğlu olduğuna göre

gibi mabetlere hapsederseniz, müminlerine

epeyce Türk birisiydim. Eğer bu ülkede

laikliği benimsetmeniz kolaylaşır. Nitekim

Kemalist Cumhuriyet kurulurken Anadolu’yu

bir nice zamandan beri dayatılan, öğretilen,

Müslümanlaştırma ve de Türkleştirme gibi bir

aşılanan resmi söylem bundan başkası değildir.

politika güdüldüğü doğru kabul edilecekse,

Hele bu söylemi dindar yöneticilerin ağzıyla

benin mevkiim hayli yukarılarda bulunmalıydı.

halka sunarsanız, yüzde ellinin üzerinde oy

Her ikisi de vardı bende, hem Müslüman hem

almanız işten bile değildir. Zaten Türkiye

de Türk’tüm. Peki, neden acaba yazarken

dindarı genetik bakımdan buna hazırdır.

ve yaşarken bu ülkedeki mevcut statüko

Onun dindarlığı hoşgörü felsefesi üzerine

karşısında kendimi bir eşcinsel kadar bile hür

bina edilmiştir. Toplumun ezici çoğunluğu

hissedemedim? Masonlar mı daha rahat yaşıyor

milliyetçi maneviyatçıdır. Türk’ün ruh köküne

ve konuşuyorlardı yoksa ben mi? Hatta sesimi

ticaretten emekli oldum. Babam Mengüceklerin

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

121


yani Müslüman’ca sesimi azınlıklar kadar yüksek

Müslümanlık arasındaki uçurumdur. Bu da ayrı

perdeden kullanabildim mi; kullanabilir miydim?

bir tartışmalı bahistir.

Bırakalım geçmişi, şimdilerde bana daha yakın olduğu söylenen mevcut iktidar döneminde bile Aleviler, Ermeniler, sosyalistler, liberaller miktarınca düşünme, inanma ve davranma

“Türkiye AKP öncülüğünde bir değişim yaşıyor. Asker, yargı ve bürokratik vesayet yıkılmaya, bütün çeteleri ile derin devlet

hürriyetim var mı sizce ey ehli insaf?

ortadan kaldırılmaya, ulus-devlet anlayışı

Başıma gelenler, bana reva görülenler,

devleti olması ve “efendi devlet” anlayışının

Müslümanların çektiği acılar hususunda,

yerini “hizmetkâr devlet” anlayışının, “devlet”

yanılmış olma ihtimalimi her zaman saklı

merkezli yaklaşımın yerini “vatandaş” merkezli

tutarak, iki temel baskıdan söz edebilirim. İlki

yaklaşımın alması amaçlanıyor. Bütün sıkıntıları

bugünkü muhafazakârların toplumu yeniden

ile birlikte değişim süreci anayasanın kapısına

taşımak istedikleri Osmanlıcılıktır. Bana

dayanmış bulunuyor.” Anayasa Soruşturması

Osmanlıcılık ne yapmış olabilir? Osmanlı bir

çerçevesinde sunulan yukarıdaki girizgâh

saltanat rejimiydi. Asırlar süren ömrü boyunca

cümleleri üzerinde düşünelim. Evet, önceki

saltanat marazını bütün toplum katmanlarına

yönetimlerle mukayese edildiğinde sahiden AKP

yaymıştı. Ailede kadın ve çocuklara karşı,

iktidarı öncekilere çok ciddi bir fark atmıştır.

askeriyede yüksek rütbelilerden düşük

Teslim etmek gerekir ki iktisadi hayattan,

rütbelilere karşı, sivil hayatta yukarıdan aşağıya

dış politikaya, sosyal adaletten din ve vicdan

doğru, hülasa her sahada baskın bir sulta

hürriyetine kadar birçok basamakta ilerlemeler,

düşkünlüğü mevcuttu. Bu sade, dürüst ve

hem de daha ziyade azınlıklar, ötelenmişler

namuslu insanların şahsiyet geliştirmesine mani

bakımından gelişmeler olmuştur. Kısa vadede

bir rejimdi. Sanat da bu sebepten gelişmemişti.

bu gelişmeler elbette iyidir de. İnsanlar kısmen

Varsa yoksa askerlik en revaçta meslekti. Öyle

rahat nefes alacaklar, kendilerini savunacaklar,

ki şairleri bile “paşa” lakabıyla anılmaktan

artık sahici insan yerine konacaklar,

onur duymaktaydı. İşte bu toplumun ruhuna,

öncekilerin zulmünden, horlamalarından,

genlerine sinmiş saltanat düşkünlüğü, bana

küçümsemelerinden kurtulacaklar v.b.

reva görülen muamelenin birinci sebebiydi.

Devlet kapıları eskisine nazaran daha da

İkinci sebep ise sayın başbakanın pek düşkün

şeffaflaşacak, tamam. Peki, sonra ne olacak?

olduğu, hatta öteki Müslüman coğrafyalara ihraç

Azınlıklar, eşcinseller, sosyalistler, kapitalistler,

etmeye kalkıştığı laikliktir. Hani şu yeni anayasa

Kemalistler, zinakârlar, sarhoşlar, Hıristiyanlar,

yapılırken değiştirilemez, değiştirilmesi teklif

Yahudiler ve Müslümanlar bir arada büyük bir

dahi edilemez olan madde var ya, işte o. Bu

hürriyet ortamında kardeşçe yaşayıp mutlu

durumda beni hangi yüzle yeni anayasa yapma

olacaklar öyle mi? Böyle bir dünya mümkün

sürecinde bir aktör olarak kullanacaksınız? Nasıl

mü gerçekten; buna hangi akıl sahibini

bir rol vereceksiniz? Cellâdıma gülümsememi

inandırabilirsiniz?

istemekten ne farkı vardır bu talebin? Elbette yanılıyor olabilirim. Lakin hissiyatımı aktarmaktan da kendimi alıkoyamıyorum. Ben

değiştirilmeye çalışılıyor. Devletin, hukuk

Bu memleketin kadim inanç ve kültürüne mührünü basmış öyle telakkiler vardır ki, bütün

böyle düşünüyorum.

yerli değerlerin değiştirilmesini düşünen en

Beni bırakın, görüşlerini tasvip bile etmediğim

kurtulamamışlardır. Tekke ve zaviyeleri

Salih Mirzabeyoğlu ile Mehmet Haberal’ı

ortadan kaldıran Kemalist rejim, neden acaba

veya gazeteciler Mustafa Balbay ve Tuncay

Mevleviliğe özel bir ihtimam göstermiştir?

Özkan’ı karşılaştıralım. Hapishanede sizce aynı

Mesela bu memlekette Bektaşiliğe tanınan

muameleye mi maruz kalmaktadırlar? Değil mi;

toleransın Numan Bin Sabit’in gerçek fikirlerine,

neden? Mirzabeyoğlu ‘şeriatçı’dır diye mi? Şunu

Selefiliğe, Mutezileye niçin layık görülmediği

söylemeye çalışıyorum ki Türkiye’nin çoğunluğu

ciddi bir merak mevzuudur. Söz gelimi Nurcular,

azınlıklar kadar bile hür değil. Bir başka

mason, Kemalist ve liberallere nasıl oluyor da

husus, çoğunluk ile sahih Müslümanlar ve de

Hamas’tan, İbn-i Teymiyecilerden daha yakın

122

devrimci karakterler bile onların büyüsünden

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


durmaktadırlar? Bilenler bilirler, orta ve kuzey

tür İslâm ile olan husumeti gizlenemez. Kendi

Avrupa’da Osmanlı kalıntısı Halveti ve Bektaşi

yetiştirmeleri sayılan AKP kadrosu ile bile

tekkeleri vardır. Komünistlerin en ceberut

neler yaşandığı unutuldu mu? Bunu yalnızca

zamanında, kimi kavimler Sibirya’ya sürgüne

bir siyasi rekabet sananlar çokça aldanırlar.

gönderilip ölüme terk edilirken, bu tekkeler açık

Bu açıkça bir zihniyet çatışmasıydı. Zira AKP

kalmış ve faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Hiç mi

kadrolarında yenilikçi İslâm düşüncesini

üzerinde düşünmeye değmez?

paylaşanlar da mevcuttu. Evet, AKP kadroları

Gelelim Türkiye’deki kısmi iyileşme hatta İslâmileşme meselesine. Malum, Cumhuriyet kurulurken her ne kadar Anadolu’nun Türk ve Müslüman dışı unsurlardan temizlendiği söyleniyorsa da, esasen yasal anlamda bir İslâm’dan uzaklaştırma faaliyeti başlatıldığı artık gizlenemiyor. Hatta çağdaşlaşma, Batılılaşma, medeniyet seviyesine erişme uğruna terk edilmesi gereken ilk bağlılığın, din yani İslâm olduğu kimi mahfillerde resmen tartışılmıştır bile. İşte bu tezadın da aydınlığa kavuşturulması lazımdır ki, “Anayasa değişikliği sürecinde Müslümanların duruşu ne olmalıdır” suali sağlıklı biçimde cevaplandırılabilsin. Bir gerçek var, Türkiye’deki Müslüman idrak, kırk yıl evveline göre çok ciddi bir olumlu mesafe almıştır. Bunu sağlayan kim ve nedir? Erbakan’ın kurduğu parti, yarı açık biçimde faaliyetini sürdüren tarikat meclisleri ne ölçüde rol oynamıştır bu gelişmede? Hatta Erbakan’ın da varlık sebebine bakıldığında görülecek faktör hangisidir? Gelişmeyi siyasi ve sosyal bilinçlenme olarak görür ve değerlendirirsek gelenekçi, muhafazakâr çevrelerin rolü son derece azalacaktır. Bugünden durup bakıldığında da karşımıza İslâm’ın yenilikçi ruhunu taşıyan simalardan başkası çıkmaz. Hemen Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh, Reşit Rıza, Mehmed Akif, Muhammed İkbal’i hatırlarız. İyi ama Erbakan zihniyeti Afgani gibileri reformist olarak suçluyor ve öteliyorlardı. (Kaldı ki bence tüm yeni siyasal hareketlerin Müslüman dünyadaki tetikleyicileri bu yenilikçilerdi, Erbakan’ınki bile onlardı.) Öyleyse denklem nasıl kurulacaktır? Acaba Erbakan gibileri erken davranarak yükselen değerden rol mü kapmışlardı? Yanlış anlaşılmasın, elbet onların sahiplendiği din de İslâm idi. Ne var ki bu başka bir İslâm gibi görünmekteydi. Boşuna mı insanlar ‘hangi İslâm’ diye sorup durmaktadırlar? Üstelik bir vakıadır ki Erbakan ve onun siyasi zihniyetinin Türkiye’deki bir

öncekilere göre bir adım daha öndedirler, haklarını teslim etmek lazım. Ancak bu durum yine de ihtiyatla karşılanmalıdır. Zira onların da zihniyet itibariyle sahih İslâm noktainazarından ciddi maluliyetleri gözlenmektedir. Elbette bir art niyetten söz etmiyoruz. Ancak onlar da Erbakan’ın yanlış ve erken bir zamanda açtığı yoldan yürüyerek “bir Müslüman’ın laik ülke yönetimine talip” olabileceğini ispatla meşguller. Bunu yerine getirirken neleri yitirdiklerini, ne yeni alışkanlıklar edindiklerini, yanlışın rol modelliğine soyunarak daha nicelerini şaşırtacaklarını, böylece hangi tehlikeli vadilere kayacaklarını da bilmem ki düşünürler mi? Şu bir gerçektir ki Müslüman dünyadaki mevcut uyanışın, dirilişin, silkinişin, ayaklanışın önderleri asla mistik çevreler olmamıştır. Ve zaten bu çevrelerin ortaya koyacağı yeni ve taze fikirleri de yoktur. En çok yeni Osmanlıcı bir modeli önerebilmektedirler. Bütün İslâm âleminde mevcut diriliş soluğunu tetikleyen Afgani, Seyyid Kutup, İzzetbegoviç gibi düşünce ve eylem adamlarıydı. Kim bu dirilişi Genon, Seyyid Hüseyin Nasr yahut Abdulkadir es Sufi’ye bağlayabilir ki? Peki, Türkiye’de siyasal iktidara talip olup onu eline geçirenlerden hangisi hadisenin farkındadır? Olsa olsa bu yenileşme ve diriliş cereyanının kendileri de ufak bir parçasıdırlar. Ne kendileriyle başlamıştır ne de onlarla bitecektir bu hareket. Bütün bu çerçevede düşünüldüğü vakit, başa dönerek söylersek evet, AKP de mevcut satranç oyununda nihayet bir piyondur. Ne var ki dünyadaki gelişmeler, yıpranmış yığınla ideolojinin sonuna işaret etmektedir. Bu anlamda Tarihin Sonu tezinin Batılı egemen zihniyet bakımından ciddi bir hakikat payı vardır. Hatta Medeniyetler Çatışması kehaneti üzerinden de bir yerlere varmak mümkündür. Son sözünü söylememiş olan kesim yalnızca Müslümanlardır. Çünkü onlar, son birkaç yüz yıldan beridir daha ilk sözlerini de söylememişlerdir. Ancak bütün

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

123


dünya görüp durmaktadır ki Müslümanlar

toplumun da bu anlamda bir bahar yaşadığının

müthiş bir enerji biriktirmeyi sürdürüyorlar.

yakın tanığıyım. Ama bu gelişmeyi memleketteki

Baş düşmanları, Haçlılar, Siyonistler, onların

sağcı, muhafazakâr, hadi onu da sayalım dindar

tekerine çomak sokmayı pek başaramayacak

iktidarlara yormak, belki o iktidarlar vasıtasıyla

gibi görünüyorlar. Ne ki yine ve hala, önceleri

kimi imkânlara erişmişlerin yorumudur. Ben

olduğu gibi, Müslümanların en büyük hasımları

tersini düşünerek diyorum ki laik bir ülkede

maalesef bu sefer de Müslümanlardır.

iktidar oyununa soyunmayıp kendini ilmen,

Muhafazakârlıkla, liberallikle, hoşgörü

ahlaken, itikaden onarmaya çalışsalardı, gelişme

felsefesiyle, ham hayalcilikle, maneviyatçılıkla,

bugün yaşadığımızın birkaç misli hacimde

mistisizmle, neo Osmanlıcılıkla, ölü sevicilikle,

olurdu. Şimdilerde kavgalara sebebiyet veren

mış gibi yapma samimiyetsizliğiyle duranlar,

abdestli kapitalizm yahut sol İslâm gibi abuk

ilerleyenleri çelmelemektedirler. Türkiye’de

sabuk tartışmalar da gündemi işgal etmezdi.

erken zamanlarda resmi iktidara talip olmakla Erbakan’dan başlayan süreç, İslâmileşmeyi hızlandırmak şöyle dursun geriletmiş, yanlış istikamete kanalize etmiştir. Kanaatim odur ki son kırk yılda ülke yönetimi Kemalist zihniyete bırakılsa ve Müslümanlar şu erken iktidarlara ümit bağlayıp zaman harcamasalardı, bugünkünden daha ilerilerde olacaklardı. Bugün de mevcut sistemin açıklarını kapatmak, yırtıklarını yamamakla uğraşmak yerine, sahih bir idrak ve ahlakın yaygınlaşmasına çaba harcarlarsa, daha emin adımlarla menzile yaklaşırlar diye düşünüyorum. Halkın, elit tabakanın ve siyasilerin de ihtiyacı bu istikamettedir. Ben idraki, bireysel ahlak, sahih amentü ve Salih amel hala Müslüman kitlenin en

Eski anayasanın ölüsü başındaki devir ve ıskat alışkanlığı faaliyetine ibretle bakarak ben diyorum ki, Müslümanlar, bu gündemi siz tayin etmediniz. Bu sizin meseleniz değildir. Ben niye ‘temkinli’ ve ‘mesafeli’yim biliyor musunuz? Çünkü aynı yılanın deliği önünde ikinci, üçüncü defa sokulmaktan Allah’a sığınıyorum. Hatırlayın Demokrat Parti, Adalet, Milli Nizam, Refah, Fazilet, Saadet, ANAP, Adalet ve Kalkınma Partisi her zaman sizinle ayakta durdu. Varılan noktada elbet geçmişe nazaran kısmi iyileşmeler görünüyor. Peki, bunu mevcut partilerin çalışması yerine küreselleşmeyle, dünyadaki paralel iyileşmeler ve gelişmelerle neden açıklamayasınız? Hatta Allah’ın lütfu olarak niye

büyük problemi olarak gündemi sarsmaktadır.

görmeyesiniz? Allah mazlumların gönlünü gördü

“İçinde yaşadığımız toplumun yaşadığı

bir süvarisiniz anladım, lakin altınızdaki bineğin

ve yaşamakta olduğu sorunlar mevcut

seyisi ve sahibi başkasıdır. Korkarım o sizi asıl

anayasadan kaynaklanıyor” iddiasına beni

sahibinin ahırına doğru sürüklemektedir de siz,

kimse inandıramaz. Kendi güzelliğini kendi

gafletten, en çok da iktidar sarhoşluğundan

eliyle bozmuş bir toplumdur aralarında

ötürü kendi menzilinize taşındığınızı

yaşadıklarımız bence. Mesela muhafazakârların

sanıyorsunuz. Sayıyla kendinize gelin, derim.

yeniden örnek almak istedikleri Osmanlıdır asıl müsebbip. Ulus devlet gibi yanlış bir modelden kaçmak isterken insanlar neye yakalandıklarını görmez durumdalar. Bir kere en fazla millet iradesinden söz edenler, bakıyorsunuz halktan hakikatleri en ziyade saklayanlardır. Halkı geri zekâlı farz ederek illa da bir mürşide bağlamak isteyenlerdir. Geçmişe göre yani Osmanlıya göre bu memlekette şimdilerde daha sahih bir İslâm idrak ve anlayışı gelişmektedir. Artık bütün engellemelere rağmen halk da düşünmektedir. Sudanlı Turabi’nin ifadesiyle söylersek, “içtihat sokağa inmiştir.” Tıpkı siyasal anlamda yaşanan Arap Baharı gibi bizim arasında yaşadığımız

124

artık belki de, niçin böyle düşünmeyesiniz? Siz

Mevcut gündemle irtibatsız gelişen İslâmileşmeyi bir kenara bırakır ve gündemi benimseyenlerin yaşama modeline bakarsak ne görürüz? Mali mükellefiyetlerden söz açtığınızda, zenginlerin rahatsız olduğunu görürsünüz. Adı en çok İslâmcı’ya çıkmışların yüz kızartıcı suçtan maluliyetlerine rastlarsınız. Fikri mükellefiyet konuşulduğunda, ibadete dalan cahiller önünüzü keser. Herkes dininin adamıdır demişseniz; kanaat önderleri, sultaları sarsılmaması için, “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” diyerek sizi dinsiz, mezhepsiz yaftalarıyla karalayabilirler. Malayani ve haramlardan sakınmayı önerdiğinizde ise sarhoş Müslüman sanatçıları

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


savunanları karşınızda bulursunuz. Halkın dini

içerisinde bulmuşlardır. Demem odur ki

ile Hakk’ın dini çatıştığında, halktan hakikati

Müslüman münevverler tarafından uzun

gizleyenler ortaya çıkar ve maalesef mevcut

çalışmalar, düşünmeler, içtihatlar sonrasında

gündemin imanına sarılarak halk ile Hakk’ın aynı

alınan bir kararla sorumluluk yüklenmiş

dili konuştuğunu söyler, sizi şaşırtırlar.

değillerdir. Yeni ve Avrupai tabirle söylersek

Din’i yani İslâm’ı bütün sosyal ve siyasal hayattan uzak tutacak, onu tıpkı muharref Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi bir manevi cihazlanma unsuruna dönüştürecek, benden de böylesi bir gündemin parçası

ortaya bir nevi konjonktürel olarak, sanki dünya dengeleri öyle gerektirdiği için sürülmüşlerdir. İşte sırf bu sebepten bile olsa, aralarında bulunma ihtimalim her zaman varken ben orada yok(t)um.

olmamı isteyeceksiniz. Ben yokum. Mevcut

AKP kadrolarındaki arkadaşlarımı incitmek

anayasanın ne devrinde ne de ıskatında

değildir asla maksadım. Birçoğunun dürüstlük

bulunmak istemeyenler, yılanın yaşadığı aşikâr

ve samimiyetinden şüphelenmeye sebep

bulunan delikten bir kere bile sokulmaktan

de yoktur. Ancak samimiyet ve dürüstlük,

sakınan, temkinli ve mesafeli davranmayı ilke

sürdürülen politikanın, takınılan tavrın Allah

edinenlerdir. AKP kurucularının münferiden

nazarında meşruluğuna yeterli delil teşkil

samimi, temiz, şaibesiz, öncekilere göre daha

etmiyor. Anayasa sonuçta hem de bence alelade

şeffaf ve daha dindar olmaları, yürüttükleri

bir araçtır. Aracı kullanan el, eli kullanan irade

siyasal hareketi ve yöntemlerini tek başına

hepsinin üzerindedir. Şimdi söylesinler bana,

haklı kılmaz diye düşünüyorum. Onlar görünen

yeni anayasa yapılırken riyasız, nizasız, peşin

evrensel İslâmi gelişme ve iyileşmenin bir

yargısız, gizli ajandasız müşterek bir irade var

parçası olmaktan ziyade, Türkiye’de mevcut

mıdır orta yerde? Yoksa eğer, ben diyorum ki

gündelik karmaşanın iyileştirilmesi rolündedirler.

böylesi bir rahimden diri değil, ölü cenin doğar.

Bir çoğu kendilerine kefil olacağımız insanlardan

Onun devir ve ıskat töreninde bulunmak bana

mürekkep kadronun sürdürdüğü hareket

kendimi inkâr gibi gelmektedir. Her şeyin en

kendileriyle başlamamış, önceden ve spontane

doğrusunu bilen Allah’tır. Hakikatler O’na,

olarak doğmuş, onlar kendilerini hareketin

kanaatlerde yanlışlar varsa bana aittir.

Hüseyin Sarıgül Soru1: Anayasa, son zamanlarda üzerinde en çok

geniş kitlelerin, kendi içinde çok farklı anlayış,

konuşulan konulardan biridir. Toplumu oluşturan her

tavır ve fraksiyonlara sahip olduğunu biliyoruz.

kesim, bu konuda olaya dahil olmaya, etki etmeye

Yeni anayasa konusundaki tutumda da durum

ve mümkünse yönlendirmeye çalışıyor. Kimileri görüş

farklı değil. Nitekim İslami kesimin bilinen

beyan ediyor, kimileri taslak sunuyor. Ancak İslam’ı bir

genel duyarsızlığına rağmen bir kısım çevrelerin

hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanların, bu sürece

kısmen de olsa anayasa konusuna olan ilgileri

temkinli/mesafeli yaklaştıkları gözleniyor. Müslümanların

bilinmektedir. Yeterli olmamakla beraber, bu

duruşunu nasıl değerlendiriyor, konuya dahil oluşlarını

tabandan beslenen siyasi parti, sendika, STK ve

yeterli buluyor musunuz?

bazı cemaatlerin yeni anayasa konusuna olan

Öncelikle “Müslümanlar” diye

duyarlılıkları inkâr edilemez.

tanımlayabileceğimiz toplum kesimlerini,

Ancak bütün bunlara rağmen ‘İslami kesimden’

bütün genellemeler gibi tek cümlede tarif

şayet dindar ana gövde kastediliyorsa,

etmenin doğru olmayacağını düşünüyorum.

unutmayalım ki zaten bu kesimler öteden beri

Zira ‘İslami kesim’ diyebileceğimiz oldukça

‘Müslüman’ sıfatından ziyade ‘Muhafazakâr’

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

125


veya ‘Milliyetçi-Muhafazakâr’ olarak

Bir diğer neden ise, yaşanan 28 Şubat sürecidir.

tanımlanmaktadırlar. Bence de bu geniş

Anlaşılıyor ki biz Müslümanlar, bu süreçte

dindar kesimlere Müslümanlıktan daha ziyade

yeterince tehdit ve tedip edilmişiz! Nitekim

yakışan sıfat, Muhafazakârlıktır. Özelliklede

Müslümanlar o süreçte yaşadıkları sindirilmişlik

siyasal açıdan baktığımızda… Bunlar değişim

psikolojisini hala üzerlerinden atabilmiş değiller.

taleplerinden ziyade müesses düzene entegre

Nitekim herkesin taleplerini maksimize etmeye

olmuş, sistemle zımnen sözleşmiş, hatta

çalıştığı bu yeni süreçte, yalnızca Müslümanlar,

Kemalizm’in günahlarını kazanım olarak gören,

hak ve özgürlük taleplerindeki çıtayı oldukça

apolitik yığınlardır. Bunların ne değişim, ne de

aşağı çekmiş durumdalar.

yeni anayasa diye fazla bir dertlerinin olduğunu sanmıyorum. Siyaset ekâbirleri hangi telden çalıyorsa, ona ayak uydurmaya alışıktırlar. Bir de bunların dışında kalan küçük çapta grup, cemaat ve STK formatında çevreler de var ki, belki de bunları daha çok konuşmak gerekir. Zira bunlar sistemle daha sorunlu, siyasal anlamda daha radikal, statükodan bizar, dolayısıyla değişim talepleri de daha belirgin olan kesimlerdir. Bunların, İslami kesimin en özgün ve bireysel düşünebilen, entelektüel kapasiteleri yüksek kesimi olduğunu da belirtmek gerekir. Dolayısıyla eğer İslami kesimin yeni anayasa konusundaki talep ve duruşundan söz edilecekse, dikkatlerin öncelikle bu kesime çevrilmesi gerekir, derim.

Bu rejim, bunu hep yapıyor. Önce değişik kesimlerin her şeyini elinden alıyor, onları aşağılıyor ve nefessiz bırakıyor… Daha sonra da onlara nefes alabilecekleri ufak pencereler açıyor. İşte bu kadarı bile o kitleye ziyadesiyle yetiyor… Onlara bu ufak alanı büyük bir nimetmiş gibi sunan rejim, ondan sonra rahatlıkla onların kalbini, zihnini ve desteğini kazanabiliyor. Denebilir ki kendilerine bu nimeti sunanlara, kitleler, adeta tapıyor! Nitekim 1930’lu yıllarda yasaklanan ezan ve Kur’an’ın serbest bırakılması, bu güne kadar geniş yığınların gözünde rejimi meşrulaştırmaya yetmedi mi? Şimdi de aynı şey yapılmak isteniyor. 28 Şubat sürecinde uygulanan başörtüsü yasağı ve İmam Hatiplilere

Bütün bunlardan sonra Müslümanların yeni anayasa konusundaki tavır ve düşüncelerinin ne olduğunu toparlamak gerekirse, özetle, çok yetersiz olduğu söylenebilir. Bunun birinci nedeni, iktidarda AK Parti gibi Muhafazakâr bir partinin olmasıdır, denebilir. Özellikle, az önce ifade etmeye çalıştığım ana gövde, AK Parti iktidarına sonsuz bir güven ve teslimiyet içinde görünüyor. Onlara göre; AK Parti onlar için her şeyi düşünüyor, yapılabilecekleri ve yapılması gerekenleri de zaten yapıyor. Şayet buna rağmen yapılmayan bir şey varsa, ya zaten onun yapılmaması gerekiyordur veya henüz zamanı gelmediği içindir. Bu doğru zamanın ne zaman olduğunu en iyi bilen de şüphesiz yine hükümettir. Hal böyle olunca da, hükümete rağmen sahada çalışmak hatta düşünce üretmek; hükümetin

üniversiteye girmede uygulanan zorluklar gibi oldukça hart bazı yasakların yumuşatılması, Müslümanların sesini soluğunu kesmeye yeteceğe benziyor. Hâlbuki Müslümanların artık çekinmeden, özgürce ve yüksek sesle, anayasa konusunda ne istediklerini ortaya koymaları gerekir. Müslüman kitle, artık kendi kendine oto sansür uygulayan mahcup bir kitle olmaktan çıkmalıdır. Yeni anayasanın konuşulduğu bu vasat, talep kontrolü ve stratejisinin yapılacağı bir zaman değildir. Herkes gibi Müslümanlar da taleplerini, yalnızca başkalarının hak ve özgürlük alanlarına girmemek şartıyla, sonuna kadar dillendirmeliler. Birilerinin, “siz de çok oluyorsunuz!” demesinden çekinerek taleplerimizi minimize etmemeliyiz. Zira talep etmek, bir şeyi elde etmenin ilk şartıdır.

elini bozmak, işini zorlaştırmak hatta saygısızlık

Üçüncü nedenin ise Müslümanların zihniyet

olarak algılanabiliyor. Yalnız bu geniş yığınlar

sorunu olduğunu düşünmekteyim ki, kanaatimce

da değil, okur-yazar gibi görünen birçok

esas sorunsal da burada zaten. Genel olarak

Müslüman’ın bile, AK Parti iktidarının rehavetine

biz Müslümanların doğru dürüst bir siyaset

kapıldığını üzülerek görmek mümkün.

felsefemizin olmadığını düşünüyorum. Öteden

126

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


beri Müslümanlar siyasete, sistem kurma ve

zorundadır. Tıpkı Peygamber (A.S) efendimizin

meşruiyet üzerinden değil; ‘iyi adam’ miti

öncülüğünde Medine’de oluşturulmuş olan

üzerinden bakmışlardır. Bu da Müslümanları

meşhur Medine Vesikası gibi. Bundan dolayıdır

zihniyet itibariyle demokratik bir yönelimden

ki Müslümanların çoğulculuk diye bir problemi

ziyade pederşahi anlayışlara sürüklemiştir.

olamaz. Maalesef bugün çoğulculuğu problem

Kanaatim odur ki bugünün tartışma konusu,

gibi algılayan Müslümanların, kesinlikle İslami

‘nasıl bir anayasa’ yerine, ‘başkan kim olsun’

bir zihne sahip oldukları söylenemez. Çoğulculuk

şeklinde olsaydı, yani ‘sistem’ yerine ‘adam’

İlahi bir hikmet olup, İslam’ın öngördüğü siyasal

konuşuluyor olsaydı, Müslüman kamuoyunun

meşruiyetin de temelidir. İslami referanslarla

ilgisi de çok daha fazla olacaktı! Hal böyle

düşünen bir Müslüman zihni, her zaman bireyin

olunca da, bu zihin kodlarıyla Müslümanların

otonomluğunu da kabul etmek zorundadır. Zaten

yeni anayasa tartışmalarına yeterli ilgiyi

‘bireyin doğuştan otonom olduğu, hiçbir şekilde

göstermeleri tabiatıyla kolay olmuyor.

itaate icbar edilemeyeceği ve doğal haklar

Nitekim Müslümanların en politik ve entelektüel görünen kesimlerinin bile, diğer birçok konuda olduğu gibi, çoğu kez fikir ve önerilerinin

konusunda eşit olduğu’ fikri kabul edildiğinde, İslam’ın nasıl bir çoğulculuğu öngördüğü de rahatlıkla anlaşılacaktır.

oldukça soyut ve karşılıksız olduğunu

Laikliğe gelince; itiraf edelim ki biz

görürsünüz. “İslam gelecek, dertler bitecek”

Müslümanların en sorunlu olduğu siyasal kavram

sloganı, artık bugün kimseyi tatmin etmeye

laikliktir. Tabi ki burada laikliği savunacak

yetmiyor. Müslümanların, nasıl bir devlet

değilim ama kavramları rahat anlayabilmek

veya nasıl bir anayasa istedikleri konusunda

için bazen mefhumu muhalifinden bakmak

net ve anlaşılır olmaları gerekiyor. Somut,

kaçınılmaz oluyor. Nitekim böyle baktığımızda,

tutarlı, sistemli ve ayakları yere basan bir fikre

laikliğin, teokrasinin karşıtı olduğunu görürüz.

sahip olduğumuz konusunda güven vermek

Batı dünyası kendi tarihi tecrübesi içinde

zorundayız.

teokrasiye karşı vermiş olduğu mücadelenin adını laiklik olarak koymuştur. Bu fenomenin

Soru 2: Mevcut TC. Anayasası ideolojik bir anayasadır.

İslam dünyasında tam karşılığının olmadığı

Sorunların birçoğu da onun bu özelliğine bağlanmaktadır.

ortadadır. Ancak bütün bunlarla beraber bizlerin

İdeolojisiz bir anayasa mümkün müdür? Liberaller

de siyaset-din ilişkisi konusunda zihnimizin

liberal, Kemalistler Kemalist, laikler laik bir anayasa

fazla net olduğu da söylenemez. Burada

talep ederken; İslam’ı bir hayat nizamı olarak kabul eden

söylenebilecek doğru şey bence şu olmalıdır;

Müslümanlar da anayasanın kendi renklerini taşımasını

“herkes kendi yaratanına tapsın.” Evet; madem

talep ediyorlar. Bu konudaki değerlendirmeleriniz

insanı Allah, devleti de insan yarattı; o halde

nelerdir?

insan Allah’a, devlet ise insana tapmalıdır.

Anayasa, bir ülkede yaşayan bütün bireylerin kendi aralarındaki ortak sözleşmesidir. O toplumda yaşayan bütün inanç, etnisite, kültür, sosyal sınıflar gibi değişik kesimleri içine alan, onların hak ve özgürlüklerini koruyan ortak bir metindir. Dolayısıyla tabi ki herkese eşit mesafede, tarafsız ve ideolojisiz olmak zorundadır. Hiçbir ideoloji, inanç ve etnik aidiyete dayanmamalıdır. Dolayısıyla ne

Devlet bu hiyerarşiyi bozmak suretiyle, insanı atlayarak direkt Allah’a tapmaya başladığı zaman, emirlerini de insan yerine direkt Allah’tan alır ve döner insanı yönetmeye kalkışır… Hayır! Devlet hesabını Allah’a değil, insana verir. İnsan ise devletin yapıp ettikleri de dâhil, bütün hesabı Allah’a verir. Sonuç olarak devlet, Allah nazarında bir şahsiyet değil, tam tersine bir insan amelidir…

Kemalistlerin, ne Müslümanların, ne Türklerin

“Din devleti ile dindarın devlet”inin farklı

ne de bir başka unsurun anayasayı kendilerince

şeyler olduğunu bilmek durumundayız. Din

belirleme gibi bir hakları olamaz. Ancak doğru

devleti, insanı yönetir; dindarın devleti ise

bir anayasa aynı zamanda o toplumda yaşayan

insan tarafından yönetilir. Hangisini istediğimiz

her kesimin inanç, kültür, ideoloji, etnik

konusunda zihinlerimiz net olmak zorundadır.

kimlik gibi farklılığına yaşam alanı da açmak

Biz Müslümanların yapması geren şey, bireyin

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

127


içinde özgür ve eşit şekilde yaşayabildiği ve

bir beraberlik olur. Tabiri caizse, bu birlikteliğin

yönetime katılabildiği bir yapı oluşturmaktır.

İslami anlamda nikahı batıldır!..

Bunun adı Batı’da demokrasi olabilir, bence de bir sakıncası yok. Ama şayet bu isimden rahatsız olan birileri varsa, dileyen dilediği ismi koymakta da serbest olmalıdır… Bu konuda özetle şu söylene bilir; ön şartı laiklik olmayan demokrasi veya ön şartı demokrasi olan laiklikle Müslümanların hiçbir sorunlarının olmaması gerektiği kanaatindeyim.

Soru 4: Bu konuyla ilgili dikkat çekmek/vurgulamak istediğiniz, değerlendirmelerimizi kolaylaştıracak başka bir nokta ya da noktalar var mıdır?

Liberal düşüncenin öncülerinden kabul edilen John Locke derki; “bir devleti, halkı istediği zaman yıkıp yeniden kurma hakkına sahip olmadığı sürece, o devlet meşru değildir.”

Soru 3: Anayasa, bir toplumun en üst ve temel

Ben bir Müslüman olarak tabi ki İslami

metnidir. İslam ise yeryüzünde iddiaları olan bir

referanslardan da hareketle bu düşünceye

dindir. İslam’ın iddiaları ile anayasa arasında nasıl bir

sonuna kadar katıldığımı belirtmek isterim.

ilişki kurulabilir, nasıl bir anayasa İslam’ın iddialarını

Yine eğer biri bize herhangi bir devleti yıkıp

gerçekleştirebilir?

yeniden yapmamız için teslim etse, orada

Daha öncede ifade ettiğimiz gibi anayasa, aynı ülkede bir arada yaşama iradesi olan bireylerin birbirlerine karşı hak ve sorumluluklarını ve devlete yükledikleri görevleri belirleyen ortak bir sözleşmedir. Bu anlamda en üst metindir. Ama bu üstünlük iddiası, o toplumda yaşayan bireylerin veya toplumların kendi özel inançlarından daha üstün veya daha aşağı olması anlamına da gelmez. Aynen Medine sözleşmesi gibi… Medine Vesikası’nın, Kur’an’dan üstünlüğü veya aşağılığı nasıl ki tartışılabilir bir konu değilse… Çünkü farklı düzlemlerde bulunan iki metnin arasında hiyerarşik bir mukayese söz konusu edilemez. Bizim için önemli olan, Medine Vesikası’nı üreten zihnin Kur’an referanslı olmasıdır. Burada anayasa yapımı konusunda aranması gereken temel

yapmamız gereken tek şey her halde o devlete ait resmi binaları yıkmak değil, orada yepyeni bir anayasa yapmak olacaktır. Yeni bir devlet yapmak, sıfırdan bir anayasa yapmaktan başka bir şey değildir. Şuan yaşamakta olduğumuz ülkede toplumun, yani hepimizin önüne sıfırdan bir anayasa yapma gündemi gelip çatmış durumdadır. Yıllardan beri Kemalist devletten muzdarip olan biz Müslümanların, işi başkalarına havale ederek bu fırsatı kaçırmaları affedilebilir bir günah olmayacaktır! Bundan dolayıdır ki biz Müslümanların acilen kendi aramızda örgütlenmemiz, taleplerimizi somutlaştırmamız, başka toplumsal kesimlerle de diyalog içerisine girerek anayasa yapım sürecinde var olmamız birincil gündemimiz olmalıdır. Aksi halde kimseye söyleyecek sözümüz kalmaz.

şart şu olmalıdır; yapılacak olan anayasa hiçbir

Müslümanlar, yapılacak olan yeni anayasanın

kesimin inanç ve değerlerine mümkün mertebe

tabi ki herkes için eşitlikçi, özgürlükçü ve

aykırı olmamalıdır. Zaten eğer bir toplumda

çoğulcu bir karakterde olması konusunda ısrarcı

bu ortak mutabakat sağlanamıyorsa, o toplum

olmalıdırlar. Müslümanlar da dâhil herkesin

ortak bir devlet kurma imkânına da sahip değil,

doğal taleplerini kesinlikle karşılamalıdır. Adil

demektir. Ortak anayasada uzlaşmak demek;

vergilendirme dışında, eğitim ve askerlik

biraz sen inançlarından taviz ver biraz da ben,

dâhil hiçbir konuda vatandaşa zorunluluk

demek değildir. Tam tersine; sen de inançlarında

getirmemelidir. Devlet değil, toplum merkezli/

sonuna kadar özgür ol, ben de, ilkesini esas alır.

öncelikli olmalıdır. Yine ödev değil, hak ve

Bir anayasa, ortak bir varlığı/devleti oluşturmada toplumların asgari müşterekini

özgürlük öncelikli olmalıdır. Çok hukukluluğa ve yerinde yönetim anlayışına açık olmalıdır.

oluşturur. Eğer bir toplum bu asgari müştereki

Yine Müslümanların taraf olacakları bir

yakalama imkânına sahip değilse, orada bir

anayasada devlet bütün etnik kimliklere ve

toplum olma imkânı kalmamış demektir. Bu

dillere eşit durmak durumundadır. Yüzde yüz

asgari müştereke rağmen bir birlik sağlansa bile

homojen olmayan bir devletin, nasıl ki resmi

artık o birlik İslami meşruiyeti olmayan metazori

bir ideolojisi veya dini olamıyorsa aynı şekilde

128

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


resmi dili de olmamalıdır. Bir devletin resmi dini de, dili de o toplumda var olan bütün dinler ve diller olmalıdır. Meşru bir devlet, kendi vatandaşlarının sahip oldukları bütün dinlere ve dillere eşit mesafede ve saygılı olmak zorundadır. Herhangi bir devlet, dinine saygılı olmadığı ve dilini konuşamadığı vatandaşlarının devleti asla olamaz. Resmi yazışmalarda çok dillilik konusundaki sorunların nasıl aşılacağı

olarak bakılmalıdır. Biz Müslümanlar bu olaya İslami algı ve meşruiyet perspektifiyle bakacaksak, kesinlikle zihnimizi ezberletilmiş kalıp düşüncelerden ve öğretilmiş çaresizlikten kurtarmak durumundayız. İslami düşünce, herkesin tekrarladığı ezberler değil; İslami özgünlük ve meşruiyet içerisinde üretilen düşüncedir.

hususuna ise, tarafgirane değil, tamamen teknik

Hamza Türkmen Yeni Anayasa Tartışmaları ve Müslümanların Gerçekliği Anayasa, toplumsal mutabakatı ifade eden

şekilde devlet ricali ve kalem erbabı arasında

modern bir konu ve modern bir sözleşme

gerçekleşmiştir.

iddiasıdır. Muhammed Hamidullah, 1215 yılında oluşturulan ve İngiliz tebaa için bir toplumsal sözleşmeyi ifade eden Magna Carta’nın ilk anayasa örneği olduğuna itiraz eder. Ona göre Hz. Muhammed Dönemi’nde yazılan Medine Vesikası, anayasaya örneklik olarak ilkliği ifade etmektedir. Ama bu tür köken tartışmalarına rağmen anayasa, modernitenin 18. ve 19. yüzyıllarda gündemleştirdiği toplumsalsiyasal mutabakat metni olarak bilinmektedir. Anayasalar, 15. yüzyıldan itibaren oluşmaya başlayan Batılı paradigmanın temel bir açılımı olan ulus devletlerin esas teşkilat yasalarıdır. İlk örnekleri ise 1787’de ABD’de, 1791’de Fransa’da

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde de halkın anayasa tartışmalarına dahli olmamıştır. 24 maddelik 20 Ocak 1921 tarihli ilk TC Anayasası ise kendini İslam’a nispet etse bile hakimiyetin “millet”e ait olduğunu vurgulayarak, yeni oluşturulacak Türk ulusunun ilk meşruiyet zeminini ifade etmiştir. Zaten 23 Nisan 1920’de açılan I. Meclis’in asıl aktörleri Meclis-i Mebusan’ın İttihatçı totaliter veya liberal eğilimli üyeleri, Teşkilat-ı Mahsusa’nın Mudafa-ı Hukuk Cemiyetleri olarak örgütlenen bazı çete temsilcileri, bir de İttihad Terakki’nin temellerini oluşturduğu bir Türk ulusu yaratma projesinin

gerçekleşmiştir.

Müslümanlara maliyetini kavrayamayacak

Örfi hukukla yönetilen Osmanlı Devleti’nin 1808

seçilmiş samimi halk önderleri ve hocalarıdır.

düzeyde reel siyasetten kopuk, livalardan

yılında imzaladığı Sened-i İttifak anlaşması yönetimle Müslüman eşraf ve ağalar arasında, 1839 Tanzimat Fermanı ise İngiltere’nin baskısı ile Müslim ve gayr-ı Müslim tebaanın eşit vatandaşlığı hakkında gündeme gelmiş, meşrutiyet yönetiminin yolunu açan Kanunu Esasi ise 1876 yılında ilan edilmiştir. Osmanlıda son dönemlerde gündeme gelen esas teşkilat hukukuyla ilgili tüm tartışmalar halktan kopuk

Türkiye gündeminde tartışılmakta olan mevcut anayasa Türk toplumu ile ilgilidir. “Türk” olarak nitelenen bu toplum ise, İttihad Terakki’den ve 1914 Ermeni Tehciri’nden, ayrıca 192324 Rum Mübadelesi’nden bu yana gerek Orta Asya mitolojilerine dayandırılsın, gerek Ön Asya (Anatolia) mitolojilerine dayandırılsın ırk ekseninde kurgulanmıştır. Dolayısıyla yeni

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

129


yapılacak anayasa etnik ve inançsal farklılıkları

değerlendirmelerinden ayrı değerlendiremeyiz.

kucaklayacak yeni bir ulus tanımına mı yoksa

Bu konuda mevcut anayasa tartışmaları

ırk ve ulus ötesi toplumsal bir pozisyona mı yol

karşısında temkini elden bırakıp sistemin

açacağı konusu merak uyandırmaktadır. Ama

restorasyonuna eklemlenenlerin de,

yeni anayasa yapma teklifinde bulunan aktörler

eklemlenmemek adına bu tartışmaya ilgisiz

bu konuda bazı kapalı imalar dışında hiçbir

kalanların ve konuyla ilgili ilkeli yaklaşımları

açıklama yapmamaktadırlar.

suçlayanların da yorumlarını akaidleştirdiklerini

Anayasa tartışmalarının sınırı, mevcut parlamenter dağılımına göre biçimlenmektedir. Ontolojik olarak kurgulanıp üretilen toplum yapısı üzerinden, sadece insan hakları ve demokrasi bağlamında bazı iyileştirmeler yapılacağı gündeme gelmektedir. Gündemde olan Yeni Anayasa tasarımı, mevcut haliyle yalnız statüko içinde bazı hak ve özgürlükleri güçlendirme hedefini ifade etmekte;

görüyoruz. Saltanat sistemleri karşısında tevhid ve adalet ekolünün çıkışını kavrayamayanların; veya Ehl-i Sünnet akaid kitaplarındaki “Zalim sultana itaat”i akaidleştiren metodolojik yaklaşımı dışlayamayanların; veyahut çoğu kez vahyi ölçülerle çatışan “Daru’l Harp Fıkhı”nı aşamayanların uzlaşmacı veya tam tersi dışlayıcı-radikal-tekfirci metodik yaklaşımları ilmi ve usûli tabandan yoksundur.

Türklük, laiklik, muasırlaşma/Batılılaşma,

Anayasa tartışmalarında en uzlaşmacı

ulusal tapınçlar gibi konulara el atmayı

yaklaşımdan en radikal tutuma kadar

gündemleştirmemektedir.

Müslümanların ciddi bir usûl netliğine ve

Toplumsal bir vakıanın tartışılmasında düşünce ve inanç özgürlüklerinin sınırının böylesi dikenli tellerle çevrildiği bir ortamda, Müslümanların bu sürece temkinli/mesafeli yaklaşmalarını da makul karşılamak gerekmektedir. Ama Muhammedi Sünnet örnekliği ile bakıldığında,

açıklığına, paylaşılabilir vahiy eksenli tarih ve toplum tefekkürüne ihtiyaçları vardır. Bu konulardaki zaaflarını aşamayanların ahkam kesmesi, Bektaşi’nin “salat” hakkında hüküm vermesi gibidir. Sünnetullah’a ve Muhammedi Sünnet’e uymayan gizli mücadele anlayışı ile, şehitliği yaşamın içinde örneklendirme

kuşatıldığımız bir sistemde ve tebaası konumuna

konusunda bilgi ve örneklik yoksunluğu ile,

düşürüldüğümüz bir toplumda, yeniden var

metodik açılımları içtihadi olmaktan çıkartıp

olma mücadelesi yürüten Müslümanların çevre

metodik yorumları tartışılmaz ve akidevi

şartlarına ilgisiz kalmaları da Kitabi değildir. Bu

ilan etme totalitarizmi ile bu konularda tutarlı

konuda temkinli olmak ayrı, mesafeli olmak

bir yaklaşımın sergileneceğinden bahsedemeyiz.

ayrı, ilgisiz olmak ayrı tutumlardır.

Muhkem nassları ve mütevatir Sünnet’i dikkate

Ötekilerin mücadelesinde sevinilecek taraf

almayan İslami yorumlar “ibahiye”yi ifade

bulan Müslümanların halini yansıtan Rum

ederler. Bizimle ilgili vahiy dışı bir anayasa

Sûresi’ndeki ilk ayetler kümesi ve Habeşistan

yapımı konusunda tutumunu ilgisizlik şeklinde

hicretinde gayr-ı İslami yönetsel şartlar

kuran yorumlar da, anayasa konusunda

içinde kendi özgünlüklerine alan bulan veya

vahiy dışı dayatmaları onaylayan yorumlar da

açan sahabenin tavrı, bu konularda temkinli,

ibahiyeden farklı değildir. İşte Müslümanların

mesafeli veya ilgisiz duruş ile ilgili tutumları

temkinliliği de bu süreçte gündemleşmelidir.

aydınlatıcı örneklerdir. Mekke cahili yapısında Rasulullah’ın (s) sistem içi bazı uygun araçları kimliğini gizlemeden, ayetlerin üzerini örtmeden ve müdahane etmeden değerlendirme, uygun olmayanlardan berî durma örnekliği de üzerinde fıkhedilmesi ve tertil fıkhına konu olması

Müslümanlar, içinde yaşadıkları toplumda “ma’rufu emr münkeri men” konusunda gereğince uyarıcı ve örnek olacak bir yeterlilik ve modelleşme imkanına henüz kavuşamamışlardır. İslami şahsiyetlerimiz

gereken bir mevzudur.

ise henüz dağılmış ümmet yapısı içinden

Müslümanların toplumsal tutumlarını akidevi

fıtratla bulaşacak Kur’an nüveleri, Kur’an nesli

perspektiflerinden, ayrıca tarih ve toplum

olmaya çalışmaktadırlar. Kendini İslam’a ait

130

ayağa kalkacak fikirde ve amelde vahiy ve

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


hisseden büyük yığınlar ise tebliğ, ıslah ve

koruyarak cevap vermemiz gerekmektedir.

tecdid açısından büyük bir muhataplaşma

Ayrıca Türk ulusu kavramından vazgeçip

imkanını ifade etmektedir; ama vahyin şahitliği

Osmanlı ulusçuluğu veya Amerikan ulusçuluğu

bilincinden ve birikiminden oldukça uzaklaşmış

gibi etnik-ırkçı yarışmalara son veren yaklaşımı

durumdadırlar. İradelerinin farkında olan

olumlu görürüz; ama ulusçuluğu fıtrata ve

Müslümanlar bilirler ki, henüz ulus toplumların

vahye aykırı ontolojik bir tuğyan olarak görmeye

tebaası olmaktan kurtulamadık. İnançlarımızın,

ve onu aşmak için çalışmaya da devam ederiz.

hukukumuzun özgür olmadığı ulus toplumlarda adeta tutsak durumundayız. Hem bu tutsaklıktan kurtulmak hem de kendimizi vahiy ekseninde yeniden var edebilmek, oluşturabilmek için müdahanesiz ortamlara ihtiyaç duymaktayız. Ulus topluma ait olan anayasa yapımındaki ilgileri de, daha büyük bir zulüm karşısında, Rum’un galip gelmesi meselesiyle irtibatlı olarak tartışılabiliriz.

Bilinçlenme sürecindeki Müslümanlar için anayasa yapımına ilgisizliğin nedenlerini de özetlemek gerekir. Bunun nedeni asosyalite olabilir. Apolitikliği aşamamak olabilir. Ütopik gelecek tasavvurlarıyla günü oyalamayla ilgili olabilir. Tertil fıkhı üretmek konusunda usulü yetersizlik söz konusu olabilir. Yorumlarını genel geçer nasslar düzeyinde görme yanlışlığı hatta bazı kere de müstağniliği ile de izah edilebilir.

Temkinli olmak, Rum’un daha büyük bir zulmü def edeceği ama kendisinin de tevhid ehli olmadığı ile alakalıdır. Siyerdeki Habeşistan hicreti ile ilgili fıkhımızı da bu bağlamda ele almalıyız. Dolayısıyla yeniden biçimlendirilecek TC Anayasası’na ilgimiz, onun Habeşistan şartlarını hatırlatıcı düzeyde özgürlükçü olup olmamasıyla ilgilidir. Bu konuda Hz. Yusuf’un vahiy dışı sistemdeki yönetimle ilgili örneklemi değerlendirilmelidir. Veya bu bağlamdaki anayasa tartışmalarına, Kâfirun Sûresi’ndeki bağlamdan, Müntehine Sûresi’nin 8. ve 9. ayetleri ekseninden bakabilmeliyiz. Yeni yapılacak anayasa hepimizi ilgilendirdiği için zulmün olabildiğince giderilmesi, inanç ve düşünce özgürlüklerinin kısıtlanmaması doğrultusundaki basınç bizim için de bir imkandır. Ancak temkinliliğimiz, kısmi özgürlük alanlarını büyütmek adına, pozitivist Atatürkçü ilkeleri, laikliği, seküler ulusçuluğu yeniden meşrulaştırma dayatmalarına teslim olmamak adınadır.

İslami Anayasa mı Özgürlük Ortamı mı? Müslümanların yapılmakta olan anayasanın kendi renklerini taşımalarını talep etmeleri saçma ve şaz bir durumdur. Çünkü tarafsızlık ilkesi iddiasıyla bu anayasa vahyi ölçüyü dışarıda bırakmaktadır. Ayrıca anayasanın İslamiliği ile ilgili konuşabilmek için ne Müslümanlar yaşadığımız toplumda vahiy eksenli toplumsal bir dönüşümün adayı ve şahitleri olduklarını sergileyebilmişlerdir; ne de mevcut toplum içinde üniversitelerden medyaya kadar tevhidi eksende kendi ağırlıklarını hissettirebilecekleri gündemler oluşturabilmektedirler. Kendini İslam’a nispet eden Müslüman yığınlar ise aidiyetlerini İslam-Osmanlı medeniyeti eksininde ve bu eksenin değerleriyle ifade etmeye çalışmaktadırlar ki bu da ölmüş bir İslami yorumdan yani ölmüş bir medeniyetten türbe kültüne benzer şekilde medet umma halidir.

Mesafeli olmamız da, Türk ulus sisteminin insan hakları ve özgürlükleri genişletilirken, laik-seküler değerleri olağanlaştırma hamlesi karşısında temkinliliğimizden doğan tutumla ilgilidir. Ayrıca özgürlükçü veya liberal TC vatandaşları olarak değil, Müslümanlar olarak “millet” gibi kavramları Kur’ani anlamlarından uzaklaştırarak; veya “laik”lik gibi Batılı paradigmaya ait vahiy dışı kavramlara sahte bir nötrlük veya yeşil elbise giydirerek yapılan aldatmacalara karşı da vahyi özgünlüğümüzü

Oysa bize lazım olan, Rasulullah’ın (s) Mekke’de himaye, eman, ilaf ve panayır müesseseleriyle; Sasani’lere, Yemen’e değil de Habeşistan’a veya Taif’e değil de Yesrib’e hicret etmekte gözettiği gibi daha müsait imkanlardan veya özgürlük alanlarından yararlanmaktır. Çünkü öncelikle yapmamız gereken ibadet, öncelikle dağılmış ümmet yapısı içinden inançta, düşüncede ve amelde yeniden ıslah ve inşa faaliyetlerini yükseltecek vahyi

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

131


talimden geçmiş, istişari merkezli, şahitliği

Yapılacak olan ulusal veya en iyi ihtimalle

üstlenmiş, belki ufak ama nitelikli Kur’an

ulus ötesi bir toplumun anayasasıdır. Bir

nüveleri olabilmemizdir. Ancak bu nüvelerin

Muhammedi ümmet anayasası değildir.

tutarlılığı, yeterliliği ve niteliği oranında yaygın

Ulusa veya ulusal konfedaralizme dayanan

bir tebliğ, kitleleşme ve gerçekçi mücadele

bir anayasa Batılı paradigmaya veya onun

sürecinden, yani sünnetullahı yakalamaktan

toplumsal şemalarına ait bir anayasadır.

bahsedebiliriz.

Bu nedenle de ideolojik kimliğini ne kadar

TC Anayasası’nı ideolojik renklerden ve Kemalist tabulardan uzaklaştırmaya çalışmamız, yeni yapılacak olan anayasaya kimliksel eklemlenme içinde olmamız değil, zulme ve küfre “La” dememizle alakalı bir durumdur. Bu konuda resmi ideolojiyi ne kadar geriletirsek, kitle psikolojisini yönlendirmekte o kadar mesafe alıyoruz demektir. Örneğin Nisan 2010’da TBMM’de gündeme gelen kısmi anayasa değişikliği teklifine İslam düşmanlığı yapmaması, resmi ideoloji ve Kemalizm dayatmaması şartıyla destek verileceğini açıklayan 20 Nisan 2010 tarihli İslami kuruluşlar bildirisi oldukça önemliydi. Ama bu bildiriyi, tevhidi değerleri mücessime gibi selefi bir şekilcilikle ele alan ve yorumunu nasslaştıran bazı İslami öbekler “İslami Kuruluşlardan Tağuti Anayasaya Destek Çağrısı” gibi kabul edilemez ve konuyu çarpıtan yüzeysellikle değerlendirdi. Anayasal baskıların ve yasakların kalkmasını istemekle, Kureyş müşriklerinin kervanına üç deveyle iştirak etmek veya Ebu Talib’ten himaye istemek arasındaki illiyet bağını

sınırlandırırsa sınırlandırsın modernitenin veya post-modernitenin değerlerinden ayrı düşünülemez. Biz Müslümanlar için asıl üzücü olan ise ulusal veya ulusal konfedaralizmle ilgili seküler toplum yapılarının içindeki çaresizliğimiz ve tutsaklığımızdır. Kendimizi yeniden ıslah ve inşa süreciyle toparlamadan, var olan seküler temelli toplumsal yapılar içindeki anayasal tartışmalara rengimizi vermek hedefi yanlış bir yaklaşımdır. Bize kendi inşa sürecimizle ilgili düşen görev ise, bu tür anayasaların ne kadar inanç ve düşünce özgürlüğüne yer verip vermediğini Kâfirun Sûresi ve Müntehine Sûresi’nin 8. ve 9. ayetleri çerçevesinde değerlendirmek ve muhataplarımızı daha adil ve fıtri olana zorlamaktır. Kâfirun Sûresi’ndeki ötekilerle ilgili mesaj, boykot ilan etmek veya ötekinin yaptığına ilgisiz kalmakla alakalı değil, mücadele içinde hukukumuzu oluşturmakla ilgiliydi. Öteki karşısında hukukunu dillendirip oluşturma çabası göstermeyenlere düşen ise sadece münzevi bir inziva veya şartlara teslimiyet ya da yorumların söylemsel kovuculuğu ve gevezeliğidir.

kuramayan sığlık ve şekilsel anoloji taraftarı

Anayasalar, Batı’nın oluşum süreci içinde ulus

kişilerin mantığı vahim bir durumdur. Ama

toplumları oluşturan seküler toplumsal üst

bu mantığı değil de, taşınan dini kaygıları

sözleşmelerdir. İslam ümmeti ise uluslar gibi

tolere etmek gerekmektedir. Çünkü çoğu kez

seküler temelli değil, vahiy ve şahitlik temelli

farklılaşmamızın zeminini oluşturan sığlık,

bir toplumsal yapıdır. Bizler Kur’an, tevhid

çökmüş ümmet yapısının insicamsızlığı ve

ve adalet temelli İslami ümmet yapısından

güvensizliğinden beslenmektedir. Bu tarihi

5-6 asırdan bu yana uzaklaşmış ve I. Dünya

enkaz ise bizim mirasımızdır. Bu mirasla

Harbi’nden sonra da ulus toplumlara devşirilmiş

didişmek yerine, onu ıslah etmek için sahih

Müslümanlarız. Ümmetin yetimleri-öksüzleri

bir yapılanma ve gelecek için bir diyalog ve

pozisyonundayız. Müslümanların her türlü

istişare dili üretmeye çalışmak gerekmektedir.

Batılılaşma akımına karşı Müslüman kalabilmek

Anayasa konusundaki tartışmalarda tekfirci

için direnmeleri önemlidir. Ama bu direniş

veya ibahi yaklaşımların aceleciliğine rağmen,

vahiy temelli bir ıslah projesi ile taçlanmıyorsa

bu insanlarımızı kuşatmaktan ve uyarmaktan

elde edilen kazanımlar sadece İslami uyanış

vazgeçmemeliyiz. Çünkü ıslah projesi ve diyalog

olarak veya zaaflı da olsa İslam’a aidiyette

uygulamasını ilk defa kendi atıl bileşenlerimizin

ısrar şeklinde ele alınabilir. Bu nedenle

üzerinde oluşturmamız öncelikli görevimizdir. İlk

de Pakistan’da, İran’da gerçekleştirilen

defa yakınlarımıza yönelmek gerekmektedir.

anayasalar her ne kadar kendilerini İslam’la

132

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


irtibatlandırsalar da Pakistan ulusuna, İran

anayasa algımızı Kur’an’la aynılaştırmak; metod

ulusuna ve Şia mezhebine ait anayasalar olarak

ve şeriatla ilgili yorumlarımızı akaid temelli

kalmıştır.

olduğu savıyla tevhid olarak sunmak; mâsiyet

İslam ümmetini cihanşümul bir canlılık olarak yeniden var etmedikçe bir “İslam iktidarı”ndan veya “Halife” kavramından bahsetmek ya ütopik ya da kandırıcı bir yaklaşımdır. Kaldı ki halifelik de iktidar formu da farklı içtihadlara açık bir konudur. Bugün tüm İslam coğrafyasında İslam ümmetinin mirası, ulus toplumlara bölünmüştür. Ayrıca ulus toplumlara vaziyet eden yönetimler Kemalizm gibi, Baasçılık gibi, Cumhuriyetçilik gibi, krallık gibi diktatörlük yapılanmalarıdır. Islah ve ihya süreçleriyle henüz dirilemeyen bir ümmete anayasa oluşturmak, olmayan bir İslam toplumuna iktidar veya halife stratejisi sunmak gibi bir hayalciliktir. Bu tür düşünceler bugün

ve zulüm taşıyan yönetim biçimlerini savunan akaid kitaplarından ve iç hastalıklardan hicret edemeden ve ümmeti yeniden inşa etmeden iktidar olmaya kalkmak; hayali iktidarlar için hayali anayasalar ve pragmatik/şaz yöntemler üretmek gibi yanlışlar hep yapıldı. Bizler bu yanlışlara iyi niyetli olarak yaklaşacak olursak, ancak onları tevhidi kimliğimizin oluşumundaki çocukluk yıllarıyla irtibatlandırabiliriz. Ayrıca hala çocukluk yıllarına terk edilmesi gereken argümanlarla günümüz Müslümanlarının gündemini tartışmaya kalkışan yaklaşımlarla da didişmek yerine, onlara çocukluk çağlarımıza yönelttiğimiz nasihat üslubuyla yaklaşmamız gerekmektedir.

için vakıasızdır, ayağını basacağı zeminden

Özcesi, Türkiye’deki anayasa tartışmalarının,

yoksundur.

dolaylı da olsa bizlerin yeniden ümmet olması

Önce kendini İslam’a ait kabul eden İslam dünyasındaki sayısı milyarı aşan kitleyi, yakınlarımızdan başlamak üzere vahiyle uyaracak ve tevhidi yaşama şahitliğini oluşturacak istişari temelli ve yeterli Kur’an ve tebliğ nüveleri olmamız gerekmektedir. Bunun için de donanımlı İslami şahsiyetlerin İslami mücadele içinde yetişmelerine, diyaloglarına ve birlikte iş yapabilme becerilerine zorunluluğumuz vardır. 19. yüzyıldan devraldığımız ıslah ve ihya sürecinin başarısı ise, anarşizmin etkisinde kalan bazı Müslümanların aradığı baskı ve zulüm ortamlarında değil, tüm rasullerin hayatlarında gördüğümüz gibi hukuk ve özgürlükler konusunda daha imkanlı mekanlarda gelişebilir. İçinde yaşadığımız cahili sistemi mücadelemiz için daha imkanlı kılabilecek ilkeli mücadele ve girişimleri de bu bağlamda ele almak gerekir. 17 Aralık 2010’dan bu yana ön plana çıkan Orta Doğu İntifadası da bu çerçevede değerlendirilmelidir.

ve itikadımızın muktedir kılınması önceliğimizle alakası vardır. Bu, hayatı vahiyle biçimlendirmek ve ümmet olmak çabalarımıza uygun ortam arayışı edinmekle alakalı bir tartışmadır. Bu tartışmada inancımızı, kimliğimizi ve insanlığımızı vesayet altında tutan sistemin zincirlerinin gevşetilmesi çabası önemlidir. Ama başörtüsü mücadelemiz, 1 Mart Tezkeresi gibi kazanımlarımız için ittifaklarımızı, ittihad olarak algılamayacağımızın; kimliğimizi gizlemeyeceğimizin; kazanımlar için açık şirk ve haram olan maddeleri onaylamayacağımızın da bilincinde olunmalıdır. Önemli olan bizimle ilgili tartışma ve tasarımlar karşısında cahili oyunu izleyen veya bu oyuna küsen değil, boykot edenler olsa da devam edecek olan oyunun senaryosunu gücümüz oranında denetleyen veya yönlendirmeye çalışan pozisyonda olabilmektir. Rasul (s) ve Rasul’le birlikte olanların talim ettiği “tertil fıkhı”nın yönelttiği de bu doğrultudur diye düşünüyoruz.

Bu intifada süreci Müslümanlar için bir İslami dönüşüm veya inkılab değildir; ama köklü bir toplumsal ve zihni dönüşümü hazırlamak için şartların elverişli hale getirilmesi, bazı sıkıntılar ve engeller olsa da Yesrib gibi özgürlük ortamlarının geliştirilmesi anlamına gelmektedir. Toplumsal mutabakatla ilgili bir yoruma dayanan

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

133


S. Bülent Yılmaz Müslümanlar İçinde Yaşadıkları Dünyaya İlkeli ve Güçleri Oranında Müdahil Olmalıdır! Soru1: Anayasa, son zamanlarda üzerinde en çok

üzerinden konumlandıran Müslümanlar fena

konuşulan konulardan biridir. Toplumu oluşturan her

halde kafa karışıklığı yaşayadursun, yeni

kesim, bu konuda olaya dahil olmaya, etki etmeye

cahiliye eski cahiliyenin yerini alıp temellerini

ve mümkünse yönlendirmeye çalışıyor. Kimileri görüş

sağlamlaştırdı bile. Bu mevzu soruşturmanın

beyan ediyor, kimileri taslak sunuyor. Ancak İslam’ı bir

konusu olmadığından daha fazla açmayacağız.

hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanların, bu sürece

Ancak Müslümanların üzerinde düşünmeleri ve

temkinli/mesafeli yaklaştıkları gözleniyor. Müslümanların

yeni bir fıkıh ile söylem geliştirmeleri gereken

duruşunu nasıl değerlendiriyor, konuya dahil oluşlarını

bir konu olduğunun da altını kalın bir şekilde

yeterli buluyor musunuz?

çizelim.

Anayasa, Müslümanların görmezden

Evet, sistem yeni bir konum alışı gerektiren ciddi

gelebileceği bir mevzu değil. Doğrudan

değişiklikler geçiriyor. İçinde Müslümanların

doğruya bizi etkileyecek olan böylesi bir

mücadeleleri açısından olumlu ve olumsuz

meselede gözlerimizi kapayarak, gerçekliği

birçok yeni durumu barındırıyor. Olumsuzlukları

ancak yok sayabileceğimizin ve fakat gerçekliği

bir yana, son tahlilde eski sistemin ceberutluğu

yok edemeyeceğimizin bilincinde olmalıyız.

dikkate alındığında eskiyle kıyaslanamayacak

Anayasanın değiştirilmesi veya istediğimiz gibi

önemli olumlulukları da taşıyor. Dolayısıyla

bir anayasanın yapılması sürecini etkileyecek

bu sürece etki etmek ve daha da olumlu hale

bir gücümüzün olmadığı açık. Özellikle de

getirmeye, olumsuz gelişmeleri önlemeye

“Müslümanlar” kavramının homojen ve tek karar

çalışmak Müslümanların gücüyle mukayyet

merkezli yekvücut bir yapıyı ifade etmediği

olmak kaydıyla, İslami mücadeleye mevzi

gerçeği önümüzde duruyorken, Müslümanların

kazandırmak açısından önemli hatta gereklidir.

toplam muhayyel gücünün, kurgusal bir söylem

Elbette bununla sisteme bir anayasa metni

olduğu gerçeğini ıskalayan bir yaklaşım doğru

önermekten bahsetmiyoruz. İlla ki bir

olmayacaktır.

anayasa önermek gerekecekse de bunun

Lakin içinde yaşadığımız devlet, bizim hal-i pür melalimizden bağımsız olarak, tarihinde hiç olmadığı bir radikallikte değişiyor. Çok

İslami ilkeler manzumesi olması gerektiği açıktır. Bahsettiğimiz müdahale, sürecin bizzat kendisinedir.

partili sürece geçildiğinden beri zaten değişme

Biz Müslümanlar, içinde yaşadığımız laik ve

eğiliminde olmasına rağmen ilk defa sistem,

seküler sistem içinde sıradan vatandaşlar gibi

katı Kemalizm’den sıyrılmaya ve liberalleşmeye

yaşamıyor, dönüştürme bilinciyle bir tavır alış

başladı. Artık karşımızda eski Cumhuriyet

sergiliyor ve İslami mücadele dediğimiz bir

yok. Eski Cumhuriyet yıkılırken aynı zamanda

kesintisiz süreç yürütüyoruz. Yaşama bu tarzda

Müslümanların kendisine karşı konumlandıkları

bakan insanlar olarak elbette bizi de etkileyecek

“cephe” de yıkılmış oldu. Kendini “karşı cephe”

olan gelişmelere bigâne kalmamız mümkün

134

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


değildir. Eğer ki bir şey bizi de ilgilendiriyor ve

yitirmiş kesimler yer almaktadır.

bize bir şekilde değiyorsa mutlaka o konuda

İslami kesim içindeki eğilimlerin bu farklı

söyleyecek sözümüz, alacak tavrımız olmalıdır. Bu gereklilik kuşkusuz anayasa meselesinde de olmak zorundadır.

duruşları, anayasa konusunda da kendini göstermekte, ilk grubun büyük bir kesimi bu konuda görüş bildirmeyi, talepte bulunmayı

Müslümanlar her konuda olduğu gibi, laik cahili sistemle ilişkilerini de -beğenelim ya da beğenmeyelim- bir fıkha dayandırırlar. Müslümanların mücadele sistematiği, dolayısıyla fıkhı, değişiklik arz etmektedir. Gruplandıracak olursak;

dahi neredeyse küfür saymaktadır. Üçüncü gruptakiler ise anayasa konusunda bir taslak hazırlayıp, referandumda bunun oylanabileceğini düşünmektedir. Bizce duruşu daha mutedil olan ikinci grup ise, daha özgürlükçü bir anayasanın mevcut anayasadan çok daha olumlu olacağını düşünerek, anayasa konusunda sistemin

Her türlü sistem içi yaklaşımı itikadi bir sapma olarak değerlendirenler. Bu kesimler; kitabevi açma, ticari işletmeler kurma, dergi çıkarma gibi sistem içi araçları kullanmakta beis görmezken, dernekleşme, iç siyasi meselelere müdahil olma, yurt, okul vs. eğitim kurumları açma gibi bazı alanlarda katı bir tutum sergilemektedirler. Ancak birinciler ile ikinciler arasındaki keyfiyet farkını yeterince açıklayabildikleri söylenemez. Normalde değişken durumlara bağlı olarak değişebilecek olan mücadele yöntemini “Rabbanî” olarak değerlendirip dar kalıplara

kendisini bağlayan uluslararası sözleşmelerin gereği olan bir anayasa yapması konusunda gerekirse baskı yapmayı uygun görmektedirler. Hükümetin halka verdiği sözlerin gereğini yapması, topluma deklare ettiği kimi olumlu ilkelere bağlı kalması konusunda hükümete baskı yapma; anayasada nelerin olmaması ve hangi sorunların yeni anayasa ile çözüme kavuşturulması gerektiği gibi konularda görüş bildirme şeklinde “sürece” müdahil olmak gerektiğini düşünmektedirler. Ancak bununla birlikte söz konusu anayasanın söylenen

sokmanın getirdiği sıkıntıları da yaşamaktadırlar.

şekilde yapılsa bile meşru görülemeyeceğini

Kitabevinden dergiye, dernekten siyasal

temelde anayasa oylamasına katılıp katılmama

partiye değin, sistemin müdahil olduğu

konusunda farklılık göstermektedirler. Bizce

her alanı/aracı sistem içi alan/araç olarak

doğru olan görüş oylamaya katılmamak

değerlendiren kesimler. Bu kesimler söz

şeklindedir.

konusu araçlar arasında aracın özel durumuna, cemaatin aşamasına, yasal düzenlemelerin içeriğine, ülkenin konjonktürüne göre bir ayrım yapmakta, aracı kullanma konusunda ilkeler ortaya koymalarına rağmen, kullanıp kullanmama konusunda değişmez kurallar belirlememektedirler. Mesela bu kesimler, siyaseti sistem içi araç olarak görmekte ancak, içinde bulundukları aşamadan siyasal partilerin yasal durumuna, inanca vereceği zarara değin birçok nedenden ötürü bu aracı kullanmamaktadırlar. Bu kesimlerce ilke ve konjonktür bir arada değerlendirilmektedir. Siyasi gelişmelere göre kulvar değiştirebilen sabitesiz kesimler. Bu çevrelerin temel özelliği, ilkesel değil konjonktürel davranmalarıdır. İlke-konjonktür dengesini doğru kurabilmiş değillerdir. Siyasete hızlıca angaje olabilmektedirler. Bu kesimin en ucunda liberalleşmiş ve İslami dönüştürme bilincini

düşünmektedir. Bu kesim kendi içinde en

Anayasa konusunda kabaca üçe bölmeye çalıştığımız, ancak derinlerde daha da çatallaşan Müslümanlar arasındaki yaklaşım farkının gayya çukuru misali uçurumlara dönüşmüş olması çok temel bir handikaptır. Öyle ki her söylenen söz, her atılan adım bir tekfir, suçlama, itham ile karşılaşabilmektedir. Bu nedenle de sözü olanın da söyleme cesareti kalmamıştır. Bu hususta sadece üçüncü gruptakiler görüş ifade etmektedirler. Ancak orada da maalesef temel sabiteler yitirildiğinden sözün de değeri –varsa şayet- kaybolmaktadır. Soru 2: Mevcut TC. Anayasası ideolojik bir anayasadır. Sorunların birçoğu da onun bu özelliğine bağlanmaktadır. İdeolojisiz bir anayasa mümkün müdür? Liberaller liberal, Kemalistler Kemalist, laikler laik bir anayasa talep ederken; İslam’ı bir hayat nizamı olarak kabul eden Müslümanlar da anayasanın kendi renklerini taşımasını

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

135


talep ediyorlar. Bu konudaki değerlendirmeleriniz

olanların da, kendilerini dinsiz görenlerin de

nelerdir?

bir hayat görüşü vardır. Bu hayat görüşü illa

Öncelikle belirtelim ki yaşadığımız sorunlar, temelde anayasadan değil, Kemalist despotik sistem bütününden kaynaklanıyor. Bu bütün, oligarşik bir düzeni ifade ediyor ve ulus devlet yapılanmasından, kuruluş felsefesine, Batı pozitivizmine yaslanan temel kurucu felsefesinden buna göre oluşturulmuş bürokratik yapısına kadar birçok parçayı barındırıyor. Anayasa ise bu sistemin bir özetini yansıtan bir üst metindir. Nitekim defalarca değiştirilmesine rağmen sistemin değişmeyişi de sorunun temelde anayasa sorunu değil, sistem bütünü

ki anayasa metinlerine de yansımaktadır. Batılılar bizlere laik, demokrat veya liberal anayasaları nötr/ideolojisiz anayasalar olarak lanse etmekteler. Bununla, anayasanın hiçbir ideolojiye, dine ve dünya görüşüne göre kurulmadığı, her görüşe, dini inanca ve ideolojiye eşit mesafede olduğunu ima etmekte ve söz konusu ideolojik metinleri insanlığın ulaştığı “evrensel” ideal devlet yönetimi modeli olarak dünyaya dayatmaktadırlar. Katı otoriter, baskıcı sistemlerde yaşayan sömürge toplumları için bu söylem kulağa hoş gelmekte

sorunu olduğunu göstermektedir.

ve baskıdan bunalan insanlar, bunu ideal olarak

Ancak bunlara karşın sistemin felsefesini

inanmak istemektedirler.

barındıran bu anayasanın değiştirilmesi değil de yeni bir devlet algısına göre -ve eskiyi yok sayarak- yeniden yazılması, sistemin liberal muhafazakar-demokrat istikamette değişmesi sürecinde önemli bir aşama, hatta daha doğrusu

görebilmekteler veya en azından öyle görmek/

Oysa hayatı ve toplumu iman–küfür mücadelesi düzleminde ele alan inancımız bizlere yeryüzünde temelde iki tane inancın ve toplumun var olduğunu öğretmektedir;

bir son noktadır. AK Parti hükümeti de sistem

iman ve küfür toplumu. Mü’minler tek millet

değişikliğine anayasal düzenlemeden öte fiili

olduğu gibi küfür de tek millettir. Kur’an’ın bu

düzenlemelerle başlamıştır. Anayasa değişikliğini

ilkesi, bahsi geçen nötr anayasa düşüncesini

bir aşama olarak görmüştür. Gelinen noktada

anlamsız kılmaktadır. Zira bu durumda

ise süreci mühürlemek için anayasanın yeniden

yeryüzünde sadece iki temel sistemden

yazılmasına sıra gelmiştir.

bahsedilebilmektedir; iman sistemi ve küfür/

Bu yönüyle yaşanan değişim sürecinde anayasanın yeniden yazılması oldukça ehemmiyetli bir gelişmedir. Dolayısıyla bu gelişmelere kayıtsız kalınması düşünülemez. Ancak Müslümanlar mevcut gelişmeler

cahiliye sistemi. Eğer bir sistem iman sistemi değilse, adalet ve özgürlük söylemine sahip olsa da zorunlu olarak küfür/cahiliye sistemidir. Dolayısıyla küfür/cahiliye ideolojisinin bir çeşidi olarak kurulmuştur.

karşısında bir fıkıh çerçevesinde tavır

Maalesef Müslümanlar, giderek İslami bir sistem

geliştirmelidirler. Öncelikle sistemin cahili,

kurulacağına dair inançlarının çeşitli nedenlerle

anayasaların da illaki ideolojik metinler

zayıflamış olması nedeniyle, İslami bir sistemin

olduğundan hareketle anayasa meselesini doğru bir mantıksal vasata oturtarak bir müdahale fıkhı belirlemeleridir.

başladılar. Birlikte yaşama söylemi, anayasal vatandaşlık, çok kültürlülük modelleri gibi Batılı

Yeryüzünde ideolojisi olmayan bir anayasa yoktur. İster bir İslam devletine ait Kur’anî bir anayasa olsun, isterse de cahili seküler bir anayasa; her anayasanın bir ideolojisi mutlaka vardır. İdeolojisiz, nötr anayasa muhaldir. Nötr anayasa söylemi demokratların ve liberallerin ürettiği, hayalperest safların ise inandığı bir saçmalıktır.

aklın ürettiği sistemlerin, mevcut devlet sistemi açısından ileri bir söylem olması, Müslümanların bu söylemi aşacak düşünsel üretimler gerçekleştiremeyişleri, üstelik -sömürge toplumlarına has alışıldık bir sonuç olarakzihinlerinin Batılı akıl tarafından şekillendirilmiş olması nedeniyle bu çerçevenin dışına çıkacak üst bir model üretemeyişleri, onları “Adalet Devleti” gibi bahsi geçen Batılı formdan ilham

Müslümanların olduğu gibi diğer dinlerden

136

alternatiflerini üretme çabası içine girmeye

alınmış ara formlar üretmeye götürdü.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


İslami bir anayasa önerme ya da anayasanın

anayasaları, ahiret merkezli bir inancın kitabı

İslam’ın renklerini taşıması meselesine gelince;

arasındaki ilişki bize göre kıyası gayr-ı kabildir.

Müslümanların İslamî bir anayasa önerebilmesi

Ontolojik olarak da böyledir, epistemolojik olarak

için, öncelikle sosyal, siyasal, ekonomik

da. Modern bir olgu olarak anayasalar, devlet

olarak günümüz koşullarında bir çağdaş

yönetimini düzenleyen, dünyevi toplum modelini

İslami yönetim modeline sahip olabilmeleri

de içkin üst yasal metinlerdir. Oysa İslam, dünya

gerekir ki bu modelin anayasasını topluma

ve ahireti birlikte ele alan, esas atıf merkezi

sunabilsinler. Şayet güncel/çağdaş bir İslamî

ahiret olan, “ulusları”, “ulusal ülke”yi ve ona

devlet modeline sahip olan İslamî çevreler varsa

dayalı modern devleti değil yeryüzünü imar

elbette bunun anayasasını sunmalarında bir

misyonu yükleyen, evrensel bir dile sahip, insanı

beis yoktur. Yapılan işin anayasa çalışmalarında

vatandaş değil “kul” kılmayı amaçlayan bir

dikkate alınma şansı yoksa da bir tebliğ olarak

yaşam biçimini içerir.

işlev görecektir. Ancak bugüne kadar çağdaş bir İslamî yönetim/devlet modeli teorisi üretildiğine şahit olmadık. İslami anayasa olarak bugüne dek Müslümanlar ya Kur’an’ın bizzat kendisini anayasa olarak tanımlama ya da mevcut modern devlet anayasalarını alıp “İslamileştirmek” yoluna gittiler. Bu kolaycı ve sadra şifa olmayan yaklaşımların ötesinde derinlikli bir model üretilemedikçe, konu meclise bir İslami anayasa sunma seviyesinde algılanmaya devam edecektir. Soru 3: Anayasa, bir toplumun en üst ve temel metnidir. İslam ise yeryüzünde iddiaları olan bir dindir. İslam’ın iddiaları ile anayasa arasında nasıl bir ilişki kurulabilir, nasıl bir anayasa İslam’ın iddialarını gerçekleştirebilir?

Anayasanın, modern devlet için anlamı, toplumu diğer bütün aidiyetlerinin üstünde bir araya getirecek bir üst bağ olmasıdır. Her dinden insanı devlete “vatandaş” kimliği üzerinden bağlamakta, “eşitlik” söylemiyle renksiz, kokusuz, nötr, tarafsız bir olgu imajı oluşturmaktadır. İmajdır, çünkü bu kurgunun sosyal hayatta bir karşılığı yoktur. Anayasanın nötr olabileceği söylemi, modern anayasacılığın en temel meşruiyet kaynağıdır. Bu söylem, anayasaların arkasında gizli ya da içinde mündemiç ideolojik yapıyı örtmektedir. Seküler anayasaların nötr, tarafsız, ideolojisiz olabileceğine inanan Müslüman için artık, ıslah, dönüştürme, cihad, İslami yönetim gibi kavramlar anlamsızlaşmaktadır. Ya da farklı bir söyleyişle, ideolojisiz anayasa söylemiyle

Modern devlet olgusunun İslam dünyasına

oluşturulan bu illüzyon, İslami mücadeleden

girmesiyle birlikte, Müslümanlar arasında

umudunu kesmiş olanlar için, seküler

modern devlete ait kavramların İslami

yönelimlerini meşrulaştırıcı önemli bir gerekçe

versiyonlarını üretme eğilimi başladı.

olmaktadır.

Demokrasiyi “şura” sisteminde, laikliği “dinde zorlama yoktur” ilkesinde aradığımız

Seküler bir devletin eşitlikçi, özgürlükçü

gibi İslam’da modern anayasalara bir İslami

(iddiaları taşıyan) anayasası altında

anayasa bulmaya çalışıldı. Önceleri kısa yoldan

yaşanabileceğine ve bunun yeterli olduğuna

“İslam’ın anayasası Kur’an’dır” deniliyordu,

inanan bir Müslüman, dönüştürme iddiasını

sonraları postmodern söylemden etkilenmiş

yitirdiğinden, cahiliye karşısındaki belki de

birlikte yaşama formülasyonuna dayalı Medine

tek silahını, söylemini (veya iddiasını) yitirmiş

Vesikası’ndan mülhem taslaklar da üretildi.

olmaktadır. Artık cahiliyenin karşısında

Özellikle genel yaklaşım olarak ilk eğilim,

yapabileceği tek şey, anayasayı değiştirip

Kur’an’ı bir anayasa kitabı olarak gördü. Böylece

durmak ve bir uzlaşı aramaktır. Cahiliyeye

anayasa kitabı olarak Kur’an’a dair seküler bir

karşı, yine onun anayasası, onun söylemi

algı oluşturuldu farkında olmadan. Dönüştürme

ve kavramlarıyla itiraz etmek gibi apaçık bir

bilincinin yerini, hazır haldeki Kur’an anayasasını

acziyetin içinde oyalanmaktan başka bir şansı da

uygulayacak bir devlet arayışı aldı. Bu yanlış bir

olmayacaktır.

önermeydi ve yanlış bir sonuç doğurdu. Seküler ulus devletlerin üst metinleri olan

Bugün, modern devlet denilen aygıtın teorisi, parametreleri, kurumları, insan algısı, tam

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

137


olarak seküler modern Batılı aklın ürünüdür.

olmakla birlikte anayasaya aktif destek sunan

Kurallar ne kadar değiştirilirse değiştirilsin,

kesimlerin yaptığı şey ne ihanettir ne küfür; olsa

devlet olgusunu oluşturan modern teorik

olsa hatalı bir içtihattır.

altyapı değişmedikçe kurallar bir anlam ifade etmeyecektir. Bu da mevzuyu salt anayasa bağlamında ele almamak gerektiği anlamına gelmektedir. Yani anayasa mevzusu, bu açıdan bakıldığında, tali bir mevzua dönüşmektedir. Hatta biraz daha ileri giderek şunu ifade etmekte bir beis olmasa gerektir: Modern devlete giydirilmiş bir “İslami Anayasa” sadra şifa olmayacaktır. Mesela “insan”ı vatandaş kılan modern devlet anlayışından uzaklaşılmadığında, “vatandaş”a İslami/insani bütün haklarını veren bir anayasa yine de onu vatandaşlıktan kurtarıp insan kılamayacaktır. İslami de olsa, modern devlet anlayışını sürdüren ve vatandaşı bile dönüştürüp insan kılamayan bir anayasa, dünyayı dönüştürme gibi inancımızın temel bir misyonunun ne kadar yakınına düşebilir? O halde devlet, yeniden teorik olarak kurulmadıkça, yeni bir toplumsal model üretilmedikçe, kendisi de eskimiş o müesses nizamın bir parçası olarak anayasa hiçbir anlam ifade etmeyecek, bir oyalamadan bir züğürt tesellisinden öteye geçemeyecektir. Devlete ve topluma dair Müslümanca bir model üretilebilirse, işte o zaman “İslami Anayasa” denen şey her ne ise, işe yarar bir nesne olabilecektir. Dolayısıyla hükümetin hazırlığını yaptığı yeni anayasa, bizler için geçici bir kolaylaştırıcı rol oynayacak, ancak devletle kadim sorunumuz devam edecektir. Ve bizce bir Müslüman meseleye biraz da bu yönüyle bakarak müdahil olmalıdır. Bu bakış, Müslüman’a asli misyonunu unutturmayacaktır.

Anayasa değişikliğini anayasa oylamasına (referandum) indirgemek ve tavrı orada ortaya koymak da zaaflı bir tavırdır. Daha çok bu konu bir “süreç” olarak ele alınmalı ve fıkıh ona göre geliştirilmelidir. Eğer müdahil olunacaksa bu oylamadan çok sürece müdahil olma şeklinde konuşulmalıdır. Nihayetinde bu ülkede Müslümanların gücü tek tek ele alındıklarında az ve etkisizdir. Sonuca etki edilemeyeceği, sürece de etki edilemeyeceği anlamına gelmez. Bilakis sürece etki daha kolay ve daha sağlıklıdır. Öte yandan madde madde bir anayasa modeli hazırlamak ilkesel olarak doğru olmayacaktır; bunun yerine anayasada nelerin olmaması (mesela zina serbestîsi, devrim yasaları, laiklik, Türkçülük) veya hangi hususların düzeltilmesi (mesela anadilde eğitim, başörtüsü özgürlüğü, askere gitmeme hakkı) gerektiğini ifade edebiliriz. Ancak her durumda, yeni anayasanın cahili karakterinin altı kalınca çizilmeden verilecek destekler, amacını ve kastını aşacak ve oluşan yeni post-Kemalist liberal muhafazakâr sisteme bir destek olarak algılanacaktır. Müslümanların nihai hedefini örtecek böylesi bir durum, tabanın dönüşmesine ve eksen kaymasına uğramasına sanıldığından daha fazla katkı sağlayacaktır. Sonuç itibariyle Müslümanlar bu konuda öyle ya da böyle tavır alışlar sergileyeceklerdir. Sistemi meşru görmeyen, konuyu sistem içi – sistem dışı mücadele bağlamında ele alan

Soru 4: Bu konuyla ilgili dikkat çekmek/vurgulamak

kesimlerin tavırları hoşumuza gitmese de

istediğiniz, değerlendirmelerimizi kolaylaştıracak başka

saygıyı hak etmektedir. Dolayısıyla bu tavır

bir nokta ya da noktalar var mıdır?

alışların, Müslümanların enerjisini tüketecek bir

Anayasa tartışmalarının salt ve en temelde akaid merkezli tartışılması doğru değildir. Aşama

tartışmaya ve ayrışmaya sebebiyet vermemesi gerekir.

(hareketin tedrici), güç, mefsedet-maslahat ikilemi, ilkelilik, bağımsız kimliği koruma, sistem içi alanlar fıkhı gibi konuların merkeze alınarak değerlendirilmesi gereklidir. Elbette akideye taalluk eden kısımlar da olacaktır. Ancak tağutu reddeden ve oluşacak olan anayasayı nihai nokta olarak görmeyen sadece kolaylaştırıcı bir unsur olarak gören ve bu nedenle “bizce” yanlış

138

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Gündem

Türkiye’de Anayasalar Metin Yılmaz İslam, beşer hayatına yeni bir yön ve rota çizdiği

Yönetilen ile yöneten arasındaki ilişki biçimi

gibi yöneten ve yönetilen ilişkisine de yeni bir

mutlak itaatten ibaretti. Farklı düşüncelere ve

form kazandırmaya çalıştı. Bir yandan iktidarı

eleştiriye sistem hiç açık değildi. Muhalefet

amaç olmaktan çıkarıp hak, hukuk ve adalet için

her zaman fitne olarak görüldü ve başı ezildi.

araç haline dönüştürürken, yönetenlerin keyfi

Farklı fikirlere ve özellikle siyaset alanındaki

davranışlarına son verip hukuku üstün kılarken,

tartışmalara asla izin verilmedi ve iktidara/

diğer yandan bireyi/insanı onur ve izzet, hak ve

sisteme karşı fikri ve fiili bir alternatifin ortaya

özgürlük sahipliğine yükseltti. Hak sahibi birey ve hukuka bağlı iktidar fikri İslam tarafından gündeme getirilmesine rağmen Müslümanlar buradan hareketle ulaşabilecekleri/ yapabilecekleri halde bir anayasa fikrine ulaşamadılar. Kimisinin hilafet, kimisinin de imamet adını verdikleri yönetim tarzını dönemin yönetim tarzı olan krallığın/sultanlığın mantık ve kalıplarına göre oluşturdular. Ayrıca fitne endişesi ile itaat kültürünü beslediler.

çıkmaması için bütün tedbirler alındı. Osmanlı devletinde padişahların devletin selameti için kardeşlerini öldürtmeyi bir gelenek haline getirmesi, bu konudaki hassasiyetin derecesini gösteren sadece bir örnektir. Bu katı tutumdan dolayı ne fiili ne de fikri muhalefet bir türlü gelişmedi, gelişemedi. Halife ya da padişahların işlerini iyi yapmadıkları, zaaf ve zayıflık içinde bulundukları son dönemlerde bile çabalar yeni bir sistem kurmaya (mesela yöneten yönetilen ilişkisine yeni bir form kazandırmaya, denge

İslam ülkelerinde şu veya bu şekilde İslam’dan

getirmeye) değil, mevcut sistemi korumaya,

kaynaklanan bir hukuk vardı şüphesiz. Padişah/

zaaf içindeki merkezi otoriteyi/hilafeti

imam/halife de bu hukuka tabi idi. İslam’ın

güçlendirmeye yönelikti.

etkisi ile olsa gerek hemcinslerinden daha adil olmaya ve hukuka daha fazla riayet etmeye, tebaalarına karşı daha şefkatli davranmaya çalıştıklarını söylemek mümkün. Padişahların mahkemeye çıktığına ve hakimin/kadının kararı aleyhine bile olsa razı olduğu olaylar bir çok kere gerçekleşmiştir. Ancak bu bir sistem ve

Batı’da krallığa, teokrasiye, feodaliteye karşı yeni yönetim anlayışları ortaya çıkarken, yöneten yönetilen ilişkileri yeni formlar kazanırken İslam coğrafyasında yönetimle ilgili tartışmalar yeterince yapılamadı, yönetenyönetilen arasındaki ilişkiye denge getirme

kurumsallaşmış bir işleyiş olmayıp padişahın/

çabaları ortaya çıkamadı, daha iyi nasıl olur

halifenin duyarlılığına -Allah korkusuna-

arayışları bir türlü gelişmedi. Müslümanların

bağlıydı. Yoksa padişah toplumdaki tek ve

iktidarın sınırlanması, denetlenmesi, insan

en üst otoriteydi, otoritesi asla tartışılmazdı,

hak ve özgürlükleri, parlamento gibi anayasa

denetlemeye tabi değildi, yasamanın ve

kavramı/fikri ile tanışması Batı’da bu yönde esen

yürütmenin başı, toplumun ve toprağın tek

rüzgarların etkisi ile gerçekleşti. Her ne kadar

sahibiydi. Halk ise onun kölesi, hizmetkarı.

eğitimini Avrupa ülkelerinde yapan aydınlar ve

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

139


siyasiler bu fikre öncülük etmeye, ülke içinde

önemli değişikliklerle yeniden kabul etmek

talep oluşturmaya çalıştıysa da bu çabalar

zorunda kaldı.2 Yapılan değişikliklerle padişahın

yeterli olmadı, anayasa talebi bir avuç aydının

yetkileri yeniden düzenlendi. Padişah yine

ve siyaset adamının talebi olarak kaldı. Buna

geniş yetkilerle devletin başında idi. Ancak

rağmen onların iktidar üzerinde belirleyici ve

yetkilerini oluşan yeni parlamenter yapı gereği

etkin oluşları ile padişahlık makamının içeriden

doğrudan kullanamayacaktı. Yasama yetkisi

ve dışarıdan gelen baskılara karşı direnecek

meclise, yürütme yetkisi de bakanlar kuruluna

mecalinin kalmaması yan yana gelince, Sultan

verilmişti. Padişaha, istediği kimseleri sürgüne

Abdülhamit meşrutiyetle beraber ilk anayasayı

gönderme yetkisi tanıyan ve bu nedenle kişi

da ilan etmek zorunda kaldı.

hak ve özgürlüklerini işlevsiz kılan 133. madde

Türk anayasa tarihinde bir başlangıç kabul

kaldırılarak hak ve özgürlüklerin de önü açıldı.

edilen Kanun-i Esasi (30 Mayıs 1876),

Uluslararası konjonktürün de dayatması ile

padişahın devlet içindeki konumunda bir

anayasalar devletlerin olmazsa olmazlarından

değişiklik öngörmüyordu. Her ne kadar

biri haline geldi. Osmanlı devleti tarihin sayfaları

Osmanlı tarihinde ilk defa halkı temsil eden

arasına gömülürken, henüz kuruluş aşamasında

bir parlamento kurulmasına izin veriliyor olsa

olan yeni Türk devleti 1921 yılında, bir yandan

da Heyet-i Mebusan’a ne yasama süreci ne

kurtuluş savaşı verirken diğer yandan da

hükümeti denetleme açısından önemli bir

hazırladığı anayasa ile kendine meşruiyet

yetki verilmiyordu. Padişahın sorumsuzluğu

zemini oluşturmaya çalıştı. Teşkilat-ı Esasiye

ve kutsallığı anlayışı ile yasama-yürütme

adı ile de anılan bu anayasada ilk defa yer alan

ilişkilerindeki üstünlüğü sürdürülüyordu.

“Hakimiyet bila kaydü şart milletindir. İdare

Kanun-i Esasi bireyin hak ve özgürlük alanını

usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil

genişletiyor, yasa önünde eşitlik; kişi özgürlüğü

etmesi esasına müstenittir. Türkiye Devleti,

ve dokunulmazlığı; basın özgürlüğü; eziyet,

Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur”3

işkence; müsadere ve angarya yasağı gibi çok

maddeleri yeni Türk devletinin rotasını ve

sayıda hak ve özgürlüğü içeriyordu. Ancak

biçimini ortaya koyuyor; hem yeni kurulacak

tanınan bu hak ve güvenceler, padişahın

devlete hem de 1924 yılında yapılacak kapsamlı

yetkilerine dokunulmadığı için bir anlam ifade

anayasaya zemin hazırlıyordu.

etmiyordu.1 Bu yönü ile Kanun-i Esasi (1876) daha önceki reform çabalarında olduğu gibi (1808 Sened-i İttifak, 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı) padişahın bir lütfu, bir

Türkiye Cumhuriyeti bağımsızlık savaşından galip çıktıktan sonra, 1924 yılında anayasasını yeniden yaptı. Anayasa sık sık değişikliklere

fermanı olarak anlaşıldı.

uğradı, yetmedi, askeri darbelerin yapıldığı

Aslında toplum, anayasayı bir ihtiyaç olarak

yeniden yazıldı. Bunun temel nedeni devleti

görmüyordu. Bu yüzden de padişah tarafından

yönetenlerin kendilerini güvende değil de sürekli

atılan stratejik bir adım olarak kaldı, bir

tehdit ve tehlike altında hissetmeleri, başka

fonksiyon icra edemedi. Kendisini ayakta

bir deyişle korkularıydı. Onlara göre “Devlete

tutacak olan sosyal ve siyasal destekten

düşman olan ve fırsat kollayan, açık arayan

yoksun olduğu için uzun ömürlü olamadı,

birçok odak mevcuttu. Bunlar halk içinde de

çok kısa bir uygulamadan sonra padişah

yer almaktaydı ve devletin bu odaklara karşı

tarafından askıya alındı. Fakat iktidar da zaaf

korunması gerekliydi”. İşte bu yaklaşımla her

içindeydi ve içeriden, dışarıdan baskılara

dönem yeni tedbirler almak gerekti ve anayasa

direnecek mecali kalmamıştı. 1909 yılında II.

yeniden yazıldı.

1961 ve 1982 yıllarında, darbeciler tarafından

Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Kanun-i Esasi’yi

Bu anayasaların her ne kadar birbirlerinden

“…Hükümetin emniyetini ihlal ettikleri idare-i zabıtanın

1

tahkikatı mevsukası üzerine sabit olanları memaliki

Kanun-i Esasi’nin yeni biçimi bazı tarihçilerce “1909

2

mahrusai şahaneden ihraç ve teb’id etmek münhasıran zatı hazireti padişahın yedi iktidarındadır.” 113. Madde http://dergi.iibf.gazi.edu.tr/dergi_v1/11/2/4.pdf

140

Anayasası” olarak da adlandırılmaktadır. 1924 Anayasasının Hazırlanışı ve Temel Özellikleri

3

Yüksek Lisans Tezi, Mustafa Kemal ÇİÇEK

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


farklı yön ve noktaları varsa da temel

halk, referandumda kabule mecbur bırakıldı. İlk

mantıkları, hazırlanış ve onaylanış biçim ve

anayasa 1876’da padişah “alın size anayasa”

süreçleri, içerikleri, devlete ve halka, insana,

demesi ile yazılmıştı, bugün var olan son

temel hak ve özgürlüklere yaklaşım tarzları

anayasaya da 1982’de beş general tarafından

aynıdır. Ve bu yüzden hepsi sorunludur, sorunlar

hazırlatıldı ve halkın önüne kondu. Bu duruma

çözmek yerine sorunlar üretmektedir. İnsanların

öyle kanıksandı ki, bugün yeni anayasa

kendileri olmalarının, inandıklarını ifade

çalışmalarının başladığı şu günlerde mevcut

etmelerinin ve hayata geçirmelerinin ve birlikte

meclisin anayasa yapamayacağını bile iddia

huzur içinde yaşamalarının önünde bir engel

edenler çıkıyor.4

olarak durmaktadır.

1982 Anayasasının hazırlanış süreci ile ilgili

Anayasaların Özellikleri

anlatılanlar da söylenenlere ışık tutmaktadır:

1- Anayasa toplumsal bir mutabakat metnidir.

“Anayasadan kaynaklanan birçok aksaklıkları

O toplum içindir. Bunun gerçekleşmesi ise

tespit etmiş ve bu aksaklıkları giderecek bir

toplumun/toplumu oluşturanların onu yapmasına

anayasa taslağı hazırlaması direktifini MGK

ya da bir şekilde hazırlanma süreçlerine aktif

genel sekreterliğine vermiştik. Bu konu ile

olarak katılmasına bağlıdır. Ancak Türkiye

sekreter çok yakından ilgileniyor ve çeşitli

anayasacılık tarihine baktığımız zaman orada

uzmanlar burada görev yapıyorlardı. Danışma

toplum bulunmamaktadır. İlk anayasa olan

meclisi, henüz anayasayı ele almadan genel

Kanun-i Esasi padişahın bir lütfudur adeta. 1921

sekreterlikte anayasa taslağı aşağı yukarı hazır

Anayasası olağanüstü şartlarda yapılmıştır.

durumda idi.”5

1924, 1961 ve 1982 Anayasaları ise iktidarda olan ya da darbe yaparak iktidara el koyan bir grup insanın eseridir. Bu topraklarda birileri anayasa yapma hakkını hep kendilerinde gördüler. Onlara göre “Halk cahildi, hem de menfaatinin nerede olduğunu kestiremeyecek kadar cahildi. O bilmezdi, anlamazdı. Ona ne sormaya, ne danışmaya ve ne de onayına gerek vardı.” Halk adına en iyiyi doğruyu ve hayırlı olanı önce padişah bildi, sonra da devleti yöneten bir grup elit. TC Anayasalarında “Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu” hep ifade edildi, ancak hemen arkasından “milletin bu egemenliği yetkili organlarla kullanacağı” eklendi. Halkın oyları ile seçilen Meclis bu organların başında sayıldı ancak görüntüden ibaret kaldı, hiçbir zaman asıl olmadı. Asker başta olmak üzere sivil bürokrasi, üniversiteler, yargı kurumları hep devletin gerçek sahipleriymişçesine davrandılar.

Ayrıca MGK 70 ve 71 no’lu kararları gereğince anayasa taslağı üzerinde her türlü düşünce açıklaması yasaktır. “Askeri yönetim, anayasaya hayır demeyi yasaklıyor, sadece evet demek serbest... ‘Hayır’ın telkin edilmesi dahi yasak kapsamına alınıyor. Başta darbe lideri Evren Paşa olmak üzere askeri cunta meydan meydan dolaşıp kendi anayasalarını savunurken bize susmak düşüyor. Çünkü gazete kapatılabilir. Hapis yolu açılabilir. Bu arada dikkatimi çekiyor. Bizim karikatürcüler, başta Behiç Ak’la İsmail Gülgeç mavi renkle düşüp kalkıyorlar. Sevgililer, birbirlerinin mavi gözüne bakarak ilanı aşk ediyor. Atatürk’ün gözleri ne güzel mavi mavi diyen bantlar. Akdeniz mavisine, Ege’nin mavi sularına, gökyüzünün masmaviliğine olan düşkünlük anlatılıyor. Yalçın Pekşen, köşesinde ‘Mavi Gözlü Suçlu Hanım’ı yazıyor.

1924 Anayasası, farklı sesleri engellemek için tek partinin katıldığı bir seçimle oluşan meclisçe yapıldı. Sonraki yıllarda ise askerin

“Bu Anayasa yürürlükte iken yeni bir Anayasa

4

yapılamaz. Ancak bu Anayasa üzerinde değişiklik

darbe yapması ve her darbeden sonra yeni

yapılabilir. Yeni Anayasa yapılması için kurucu meclis

bir anayasa yapması neredeyse bir geleneğe

kurulması gerekir.” Prof. Dr. Korkut Kanadoğlu http://

dönüştü. 1961 ve 1982 Anayasaları darbeciler

www.ensonhaber.com/ogul-kanadoglu-bu-meclis-

tarafından oluşturulan danışma kurullarına siparişle hazırlatıldı. Halka hiç sorulmadı ya da

anayasa-yapamaz-2011-09-20.html Serap Yazıcı; Yeni Bir Anayasa Hazırlığı ve Türkiye,

5

sayfa 25 (Kenan Evrenin Anıları, cilt 3)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

141


Tarih, 21 Ekim 1982.

şart altında devletin varlığını, yüce menfaatlerini ve bekasını kendine dert edindi.

Telefon, sıkıyönetimden arıyorlar. Selimiye santralindeki astsubay her seferinde olduğu

İlk anayasa olan Kanun-i Esasi bireye

gibi adımı sordu, ‘Komutanımı irtibatlıyorum’

yeni birçok hak ve özgürlük tanıyor, fakat

dedi. Karşımda, Birinci Ordu Kurmay Başkanı

zamanın siyasi otoritesine, padişaha dilediğini

Tümgeneral Ekrem Dinç. O boğuk ses tonuyla:

sürgüne gönderme hakkı tanıyarak hak ve

‘Cemal Bey’ diye başlıyor, üslubu çok sert,

özgürlükleri anlamsızlaştırıyordu. Sonra

“Anayasa konusunda artık en küçük bir ima,

yapılan 4 anayasa da aynı mantıkla hazırlandı.

telkin, telmih yoluyla dahi olsa en ufak bir şey

Görünürde modern anayasalarda olan bütün

istemiyoruz. Yoksa derhal kapatacağız. Bir de

hak ve özgürlükler insanlara tanındı. Ancak

mavi konusu var. Hep mavi mavi diye çiziyorlar.

temel hak ve hürriyetlerin devletin ülkesi

Bundan sonra mavi de olmayacak anlaşıldı mı?”

6

2- Anayasayı kimin yaptığı önemlidir, zira kim yaparsa anayasa ona hizmet eder/ etmiştir. Anayasayı iktidar sahiplerinin yapması onun ruhuna aykırıdır ve maksadın gerçekleşmeyeceğinin de göstergesidir. Anayasa ile güç ve iktidar sahibi yönetici erki sınırlayarak, denetleyerek, insan hak ve özgürlüklerini teminat altına almak amaçlanır. İktidar ise muktedir olma makamıdır ve onu bir kere ele geçirmeye görsün insan! Hemen onu korumanın ve sürekli kılmanın arayışına girişir.

ve milletiyle, bölünmez bütünlüğünün, milli egemenliğin, cumhuriyetin, … korunması amacı ile sınırlandırılabileceği (Madde 13) ve hak ve hürriyetlerden hiç birinin devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk devletinin ve cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek… amacı ile kullanılamayacağı da kabul edildi. (Madde 14) Anayasalar bir yerde tanıdığı hak ve özgürlükleri başka bir yerde sınırlandırıyor, hatta kullanılamaz hale getiriyordu. Bir eliyle verdiğini diğer eliyle geri alıyordu.

Onu ne paylaşmak ister ne de kaybetmek.

Kenan Evren 1982 Anayasasını tanıtma

İktidar sahiplerince yapılacak bir anayasa hem

konuşmasında şöyle diyordu. “Eski anayasamızın

bu hırsı yansıtacaktır hem de onların sahip

açık veren taraflarından birisi… Hükümetlerin

olduğu zaafları, kusurları, eksik ve yanlışları,

anayasa yüzünden birçok noktada elinin kolunun

korku ve kaygıları. Kanun-i Esasi, padişah

bağlanması idi. …bütün hak ve hürriyetler

iktidarına ortak istemediği için rafa kaldırılmadı

bunlardan kötü maksatla faydalananlara

mı? Devletini tehlike ve tehdit altında gören,

tanınmıştı. 1961 Anayasası, kişi hürriyetlerine

halkı da bu tehdit algısının içine yerleştiren bir

1924 Anayasasında görülmedik bir genişlik

anlayışın yaptığı anayasanın, hak ve özgürlükleri

getirmesine mukabil7, … Devlete ve cumhuriyete

sınırlaması ve hatta elinden almasından daha

kendini koruyabilme imkanları bahşetmediği de

doğal ne olabilir? Aynı Faşist kafalarca yapılan

görülmüştür. 1961 Anayasasındaki pek çok hak

anayasada bir etnik kimliğin diğerleri aleyhine

ve hürriyet sanki sınırsızmış gibi, ciddi hiçbir

yüceltilmesi, ya da mezhep bakış açısı ile

kayda bağlanmamıştır. Oysa toplumun yararları

yapılan anayasada diğer mezhep mensuplarına

her zaman, her meselede kişilerin yararlarından

ikinci sınıf vatandaş muamelesi layık görülmesi

öncedir.”8

gibi.

Devlet halk için değil, halk devlet içindi. Devlet

Toplumu iktidar sahiplerinin hırs ve zaaflarına,

efendiydi, belirleyendi, korunması ve kollanması

anlayışlarına, ufkuna mahkum eden ve aslında

gerekendi, bütün ve hak ve yetkiler elinde

anayasanın ruh ve mantığına da aykırı olan bu durum ne yazık ki TC anayasalarının gerçeğidir. Devleti kuran kadrolar devleti kutsallaştırarak,

Aslında K. Evren’in, hak ve özgürlükleri sınırlandırmıyor

7

dediği 1961 Anayasası da aynı gerekçe ile temel hak

onun için her şeyi mübah sayarak yola çıktılar

ve özgürlük alanlarını genişletmek yerine devletin

ve devlet odaklı anayasalar yaptılar. Anayasalar,

yetkilerini genişletmek ve halkın seçtiğine karşı asker

insanın hayrını, hakkını, özgürlüğünü değil her Hasan Cemal, 23 Eylül 2007, Milliyet Gazetesi

6

142

ve bürokrasiyi güçlendirmek için yapılmıştı. Şükrü Karatepe, “Darbeler, Anayasalar ve

8

Modernleşme”, shf 248

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


toplanandı. Halk ise yüce devletin hizmetkarı,

kendini öyle tanımlamayanlar ile de savaşıldı.

itaatkarı, varlığını onun kutsal varlığı için feda

Anayasanın başköşesine yazılan bu ilkelerin10

edecek hazır askeri. Aslında Yeni devletin/

değiştirilmesini teklif etmek bile yasaklandı11,

cumhuriyetin monarşilerdeki padişahtan hiçbir

kalkışanlar düşman ilan edildi.

farkı yoktu.

Devlet sahipleri kendi anayasalarını topluma

3- Anayasanın işlevini yerine getirerek

anayasa olarak sundular. Anayasa da onlara

birlikte huzur ve barış içinde yaşamayı temin

hem meşruiyet sağladı hem de kutsiyet

etmesi, bütün renk ve farklılıkları ile toplumu

kazandırdı. Anayasaya göre esas olan devletti,

kuşatmasına bağlıdır. O, herkese eşit mesafede

devletin varlık, bütünlük ve bekası. Devlet için

durmalı, hepsini eşit ve denk kabul etmeli,

de sırtını yasladığı grup. Diğerlerinin ne yeri

her bir ferde, inanca, kültüre, etnik aidiyete

vardı ne de önemi. Onlar çoğunlukla bir tehdit

aynı hak ve özgürlükleri tanımalı, aynı saygıyı

ve tehlike olarak algılandılar. Devlet hem kendi

duymalı ve aynı değeri vermelidir. Onun rengi,

anlayışını topluma dikte edecek hem de bir

kokusu, kimliği, aidiyeti, tarafı olmamalı,

yerlerden gelecek tehlikeyi bertaraf edecek

topluma ait olmalıdır. İlla taraf olması gerekirse

şekilde örgütlendi. Oluşturulan kurumlarla,

devlete karşı bireyi, çoğunluğa karşı azınlığı,

kurumların organizasyonu ile halkı kontrol

güçlüye karşı zayıf olanı korumak ve kollamak

altında tutmak amaçlandı. Mesela Diyanet

gibi bir işlevi olduğu da unutulmamalıdır.

İşleri Başkanlığı, hem tolumun din anlayışı

Anayasanın eşitler arasında taraf olması, bir

belirlenmek hem de farklı anlayışların önüne

kimliği ya da aidiyeti tercih etmesi, diğerlerinin

geçmek için oluşturuldu. İnsanlar bir din ve

görünmezden gelinmesi, inkar edilmesi ve

mezhep anlayışına sahip olacaklarsa, bu ancak

dolayısı ile hak ve özgürlüklerinin elinden

resmi din anlayışı olabilirdi. Aynı şey Türk Tarih

alınması ile sonuçlanacaktır. Anayasa taraf

Kurumu ile tarih anlayışında, Türk Dil Kurumu

olduğu kimliği, grubu kollayacak, onun lehine yaptığı düzenlemelerle onun şımarmasına

1) Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.

10

2) Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli

ve azgınlaşmasına imkan hazırlayacak, o da

dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına

elindeki imkanlarla topluma kendini dayatacak

saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta

ve sahip olduğu renk ile bütün toplumu

belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve

boyamaya kalkışacaktır. Anayasa egemenlerin

sosyal bir hukuk devletidir.

anayasasına dönüşecektir, onların dünya

3) Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir

görüşünü, siyaset anlayışını, ideolojisini

bütündür. Dili Türkçedir.

yansıtacaktır ki, bunun literatürdeki karşılığı

Bayrağı şekli kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al

anayasa değil manifestodur9.

bayraktır.

TC anayasaları onu yazanların/yapanların

Başkenti Ankara’dır.

Milli marşı “İstiklal Marşı”dır. 4) Anayasanın 1’inci maddesindeki devletin şeklinin

ideolojisini ve etnik aidiyetini esas alan bir

Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2’nci

anayasadır. Kemalizm, milliyetçilik ve laiklik

maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3’üncü

onun ideolojisini oluşturmaktadır. Cumhuriyeti

maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif

kuranlar, devirlerinde moda olduğu üzere bir ulus-devlet inşa ettiler; Türk milliyetçiliğini, laiklik ve Kemalizm ile destekleyerek bir kimlik oluşturdular ve anayasalarına da bunu nakşederek toplumu bu ideoloji doğrultusunda dönüştürme uğraşına giriştiler. Kemalizm ile

edilemez. 1921 ve 1924 Anayasalarında yer almayan

11

“değiştirilmesi dahi teklif edilemez” ilk olarak 1961 yılında anayasaya girdi. 1961 anayasanın 9. maddesi “Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki Anayasa hükmü değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” hükmünü içeriyordu. 1982 Anayasası bu

diğer ideolojiler, laiklik ile dinler özellikle de

hükmün kapsamını daha da genişleterek, 4. maddede

İslam, Türklük ile de diğer etnik aidiyetler yok

şu hükme yer verdi. “Anayasanın 1. maddesindeki

sayıldı. Herkes Kemalist, laik ve Türk sayıldı,

Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2. maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3. maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif

Toplumsal bir hareketin siyasal inanç, ilke ve

9

amaçlarının açık ifadesi. TDK

edilemez.” http://yenisafak.com.tr/Politika/?i=345512 &t=14.10.2011

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

143


ile dil anlayışında gerçekleştirilmeye çalışıldı.

saygı duyacak ve değer verecekti. Farklılıklar

Milli eğitim kurumları ile de yeni nesillerin tek

karşısında tarafsız davranarak birlikte huzur ve

dil, tek millet, tek bayrak, tek ideoloji, tek,

barış içinde yaşamayı temin edecekti.

‘tek’ler üzere yetiştirilmesi amaçlandı. Bu sürece uyum sağlayanlar için sistem/anayasa/devlet hazinelerinin kapısını açarken, tekleşmeye itiraz edenlerin karşısına korumak ve kollamak için oluşturulan kurumlarını (polis, asker, istihbarat, yargı kurumları) dikti.

Devlet her şeyin önüne geçti. İnsani en temel hak ve özgürlükler bile ona kurban edildi. Topluma hizmet etmesi gereken anayasa, kendini yazana hizmet etti. Devletten,

Devlet, anayasa ile bütünleşti ya da anayasa devletleşti. Devlet anayasadan aldığı güçle, anayasanın kendine hazırladığı imkanlarla toplumu vaziyet etti, halkı anayasada belirlenen ideoloji doğrultusunda belirlemeye, tek tipleştirmeye, kendi istediği forma sokmaya çalıştı. Bu maksatla halkına karşı yok sayan ve inkar eden, zorla ve baskıyla kendini dayatan, maddi ve fiziki cezalarla, mahrumiyet yaptırımları ile hizaya sokan politikalar izledi. O kadar ileri gitti ki, Kürt doğan insanları Türkleştirmeye, kalplerdeki iman ve kafadaki düşünceler bile belirlemeye kalkıştı. Ne olduğuna bakılmaksızın insanlara sen şusun, şöyle inanacaksın, şöyle düşüneceksin dendi. Kutsal devleti korumak için o kadar paranoyakça davranıldı ki, başa bağlanan bez (türban), konuşulan ana dil, sahip olunan farklı düşünce ve inançlar, rejimi tehdit eden unsurlar olarak görüldü. Bunlara karşı alınan güce dayalı -yasaklama, baskılama, cezalandırma vb.tedbirler insanları en temel ve fıtri hak ve özgürlüklerini bile kullanamaz hale getirdi. Ülke özgürlükler değil yasaklar, haklar değil mahrumiyetler ülkesine dönüştü. Adalet değil zulüm egemen oldu, birlik ve bütünlüğün yerini etnik ve ideolojik kamplar, huzur ve barışın yerini çatışma ve kavgalar aldı. Bir yanlışın arkasından gelen yanlışlardan dolayı çok canlar yandı, çok ocaklar söndü, çok çileler çekildi. Anayasanın varlığına rağmen olan halka oldu. Hani Anayasa iktidarı sınırlayacaktı. Bireyin haklarını koruyacak, özgürlük alanını genişletecek ve bireyden yana olacaktı. Eşitler arasında taraf tutmayacak, bir taraf tutması gerekirse bu güçlüye karşı zayıf, çoğunluğa karşı azınlık olacaktı. Hukuk, eşitlik ve adalet onun esasları olacaktı. İnancı, etnik kimliği, sahip olduğu düşünce ne olursa olsun insana

144

Ama olmadı. TC anayasaları bunu başaramadı.

güçlüden, egemenden başka bir deyişle kendini hazırlayandan taraf oldu. Onun rengini ve kimliğini benimseyerek, farklılıkların karşısında yer aldı ve farklı olanın farkını ortadan kaldırma misyonuyla hareket etti. Gücü sınırlayacakken onun yaptıklarını meşrulaştırdı. Toplumsal gruplar arasında ayırım yaparak, birini diğerine tercih ederek ve tercih ettiğinin diğerlerine baskı kurmasına, kendini dayatmasına imkan hazırlayarak birlikte yaşamanın imkanlarını ortadan kaldırdı. Adı anayasa idi, ama kendisi anayasanın ruhuna ve mantığına sahip değildi, daha çok bir manifestoya benziyordu, bir grup insanın fikirlerinin bir yansımasıydı. Manifestolar bütünüyle homojen olan ve tek tip insandan (aynı dine, inanca, dünya görüşüne, ideolojiye sahip) oluşan toplumlar için -varsa böyle bir toplum- bir anayasa olabilirler belki, ama farklılıkların olduğu bir toplumda asla. Orada sorun olur ve sorunlar üretirler durmadan. Bugün yaşanmakta olunan sorunlar bunu bir göstergesi zaten. Üstelik sorunlar azalacağına artıyor. Bu anayasaların hiç olmaması gerekirdi, ama oldu bir kere. Şimdi bir an önce ondan kurtulmak gerek. Yeni Anayasa Çalışmaları Yeni anayasa çalışmaları TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in öncülüğünde başladı. Mecliste grubu bulunan partilerden 3’er üye talep edilerek “Anayasa Uzlaşma Komisyonu” oluşturuldu. Sivil toplum kuruluşlarından görüşleri istendi. Vatandaşın yeni anayasa yapım sürecine dâhil olabilmesi için “http://web.tbmm.gov.tr/ yenianayasa” adresli bir internet sitesi hizmete sunuldu.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Aslında konu belirli bir süredir gündemde

Kimileri de kendi kutsal devletini kurma

ve yapılan tartışmalarla belli bir mesafede

derdinde. CHP ve MHP’de devletçi, vesayetçi,

de katedilmiş durumda. Tartışılamayan,

milliyetçi yaklaşım açıkça görülüyor. BDP/PKK/

konuşulamayan konular, başta ilk 3 madde

KCK “bana ait bir bölge olsun ve orada benim

olmak üzere tartışılmaya başlandı. Yine de süreç

borum ötsün” peşinde.14 Aslında her üçü de

kolay olmayacak gözüküyor ve akamete uğrama

kendi kutsal devleti peşinde, insan akıllarına

ihtimali var. Zira sürece ön ayak olan AKP,

bile gelmiyor veya ancak satır aralarında

anayasayı değiştirmek için gerekli milletvekili

göstermelik olarak yer alıyor. O da her insan

sayısına sahip değil. Diğer partilerden destek

değil, kendinden olan insan.

alması gerekiyor. Ancak onlar müspet bir yaklaşım içinde değiller, farklı hesaplar peşindeler. Uzlaşma komisyonunun ön şartsız toplanmasına başlangıçta destek verdikleri halde CHP ve MHP kırmızıçizgiler çizmeye başladılar bile. CHP, “Anayasa’nın ilk üç maddesi bizim açımızdan ön şart.”12 diyerek sık sık hatırlatma yapıyor. (AKP’nin bu konudaki yaklaşımı net değil, göründüğü kadarıyla değiştirilemez maddelere dokunmama eğilimindeler.) MHP niyet okumalarla dahil olduğu süreci ve yeni anayasa çalışmalarını “Türkiye’yi parçalama planı”nın bir parçası olarak değerlendiriyor. Ve ne Anayasa’daki kritik maddelerin değişimine evet diyor ne de etnik vurguya yer verilmeyen yeni yurttaşlık tanımına. BDP ise demokratik özerklik şartı ile masaya oturmaya hazırlanıyor. Dışarıdan bu meclisin bu işi yapmaya yetkili olmadığını, yapamayacağını söyleyerek zihinleri bulandırmak isteyenler bile var.13 Her şeye rağmen yeni bir anayasa için (buna “sivil anayasa” da deniyor) yola çıkılmış bulunuyor. Türk anayasa tarihinde ilkler yaşanıyor. TBMM, darbe yapılmadığı ve bir yerlerden emir almadığı halde kendi iradesi ile yeni bir anayasa hazırlamaya talip oluyor. Halka fikri soruluyor, anayasa tartışmalarına

Umarız yaklaşımları zamanla değişir. Süreç onları da geliştirir. Veya sürece etkileri sınırlı kalır. Benmerkezcilik ise daha genel ve köklü bir hastalık olarak karşımızda duruyor. Bu mantığa sahip olanlar “en doğru ve en iyi bende, ben bilirim”den hareketle anayasayı kendileri yapma peşinde. Hepsi kendi düşüncesini, kimliğini, dinini, anlayışını, dünya görüşünü egemen kılma sevdasında. Kimse anayasa yapmaya çalışmıyor, manifestosunu anayasalaştırma mücadelesi veriyor. Milliyetçilerin Türklüğü, cumhuriyetçilerin Kemalizm’i ve laikliği kırmızıçizgi olarak ortaya koyması bundan kaynaklanıyor. Bu mantıkla bir şeyler önerenler aslında yeni bir şey önermediklerinin farkında değiller. Egemen kimliği, aidiyeti ideolojiyi değiştirmekle ortaya asla yeni bir anayasa çıkmayacaktır, Türk’ün yerine Kürt’ü veya başka bir etnik aidiyeti koymakla bir şey değişmeyecektir. Kemalizm’in yerine başka bir ideolojiyi koyduğunuzda da, laikliğin yerine “Madde 5 - Sistemin Yurttaşlığı: Özgür Yurttaşlık:

14

Kürdistan’da doğup yaşayan veya KCK sistemine bağlı olan herkes yurttaştır... Bu Sözleşmede belirlenen hak ve özgürlüklere sahiptir ve bu Sözleşmenin belirlediği

dahil olması isteniyor. Herkesin fikrini/talebini

yükümlülükleri yerine getirir.

beyan ettiği bir süreç yaşanıyor ve daha önce

Madde 11 - Reberiya Koma Civakên Kurdistan: Koma

tartışılamayan konular rahatlıkla tartışılabiliyor.

Civakên Kurdistan (Kürdistan Toplumlar Topluluğu-

Yine de sürece öncülük edenlerin doğru ve

ve Önderi, Abdullah Öcalan’dır. Ekolojiye ve cinsiyet

sağlıklı bir anayasa kültürüne sahip olmadıkları hemen göze çarpıyor. Zihinlerindeki anayasanın odağında insan değil hala devlet var ve hala

Kürdistan Demokratik Toplum Konfederalizmi) kurucusu özgürlüğüne dayalı demokrasinin felsefik, teorik ve stratejik kuramcısıdır. Her alanda bütün halkı temsil eden önderlik kurumudur. Kürdistan halkının özgür ve demokratik yaşamına ilişkin temel politikaları gözetir

yaklaşımlar benmerkezci. Kimileri mevcut

ve temel konulardaki en son karar merciidir. Kongra-

devleti koruma ve kollama misyonu ile hareket

Gel Genel Kurul kararlarının demokratik, ekolojik ve

ediyor, her şeyi onun için feda etmeye hazır.

cinsiyet özgürlükçü devrim çizgisine uygunluğunu gözetir. Yürütme Konseyi Başkanını görevlendirir. Temel

http://www.haber3.com/kilicdaroglu-ilk-uc-madde-on-

konulara ilişkin Yürütme Konseyi kararlarını onaylar.”

sart-1040757h.htm#ixzz1c494oI9b

http://www.ankarastrateji.org/_files/11102011152912-

Korkut Kanadoğlu

YLB6Z.pdf

12

13

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

145


dini koyduğunuz da ortaya yeni bir anayasa

Dünyanın merkezi ben değilim, sen de değilsin,

çıkmayacaktır. Yapılan şey yeni bir egemen

o da değil. Söz konusu olan farklı din, mezhep,

kültür, yeni bir egemen sınıf ortaya çıkarmak

dünya görüşü, etnik kimlik sahibi insanlardan

olacaktır ve tabii ki yeni sorunlar ve yeni

oluşan bir toplumsa; merkez, herkesin katılımı

mağduriyetler. Bu konuda komünist manifestoyu

ile oluşmalı/oluşturulmalıdır. Bu mutabakatın

anayasa haline getiren SSCB ve mezhebi

sorunsuz gerçekleşeceği zemin, insanlığın

görüşünü anayasaya yansıtan İran, Taliban vb.

ortak değerleri haline gelen (bunlar İslam’ın

örnekler önümüzde durmaktadır.

da değerleridir) adalet, eşitlik, özgürlük, ahlak,

Ama bakan kim. Ne eskiden yeterince ders çıkarılıyor ne de mevcuttan/örneklerden ibret alınıyor. TC anayasalarının temel sorunu, birilerinin kendi ideolojisini, menfaatini, mezhep

hak ve hukuk gibi evrensel değerler olabilir pekala. Tarih bu değerlerin olmadığı zaman ve mekanlarda insanlık adına hayırlı hiçbir şeyden bahsetmemektedir.

ve meşrebini merkez alması değilmiş gibi, aynı

Anayasanın birlikte yaşamaya zemin olma

mantıkla yeni bir anayasa için yola çıkılıyor.

işlevini yerine getirebilmesi için herkesin haddini

Ya ideolojiden vazgeçilemiyor, ya etnik kimlik

ve hakkını bilmesi, sahip olduğu her hak ve

vurgusundan ya da menfaatlerden. Buradan

özgürlüğün başkalarının da hakkı olduğunu

ortaya çıkacak sonuç bırak yeni olmayı, bir

kabullenmesi gerekir. Bizim, anayasa hazırlanma

anayasa olmayı bile başaramayacak, olsa olsa

sürecinde taraflara önerimiz, bir kerelik de olsa

daha öncekiler yine bir manifesto olacaktır.

herkesin kendi adına değil de diğerleri adına

Oysa yeni bir anayasa ancak eski anayasa kültüründen kurtulmakla başarılabilir. Anayasa ne devletin halkı belirleme ve biçimlendirme aracıdır, ne de çoğunluk ya da güç sahiplerinin kendilerini gerçekleştirme aracı. O birilerinin dinini, ideolojisini, mezhep ve meşrebini egemen kılma ve dayatma aracı da olmamalıdır. O, güce karşı insanı koruma ve birlikte yaşamak isteyenlerin/ zorunda kalanların aralarında oluşturdukları bir mutabakat metnidir. Ve bir mutabakat metni üstünlük komplekslerinin gölgesinde, herkesin kendini gerçekleştirmeyi öne aldığı benmerkezci yaklaşımlarla oluşturulamaz. Herkesin referans aldığı bir inancın, dinin, dünya görüşünün olması gayet doğal, herkesin kendine göre doğrularının olması da. Ancak kimsenin başkasına kendini, dinini, düşüncesini, doğrularını dayatmaya hakkı yok. Ya da kendini merkeze koyarak buluşulması gereken nokta burası demeye. Ya da manifestosunu anayasa yapmaya. Zira bu yaklaşımda başkasına, başkasıyla kurulan eşit ve denk ilişkilere, mutabakat arayışına ve dolayısı ile birlikte yaşamaya yer yok. Birlikte yaşamak ancak birbirini, dengi ve eşiti kabul etmekle, karşılıklı saygı ve değer vermeyle, birbirinin hak ve hukukunu gözetmekle ve birlikte yaşamayı temin edecek asgari müştereklerde mutabık olmakla gerçekleşir.

146

talep de bulunmayı başarması, karşısındakinin yerine kendini koyarak onun adına, o kendisiymiş gibi düşünmesidir. Türkler bugüne kadar hep Türkler adına konuştular, bu sefer kendilerini Kürtlerin yerine koyarak, kendileri için talep de bulunur gibi onlar adına talep de bulunsalar. Laikler Müslümanlar için, Sünniler Aleviler için, çoğunluk olanlar azınlık olanlar için bunu başarabilseler. İşte o zaman taşlar yerli yerine daha kolay oturacak, ne kırmızıçizgi kalacaktır ne hak gaspı ne de hak esirgemesi. İşte o zaman, hak ve özgürlük alanlarında geçmiş anayasalarda var olan ayrımcılıktan da eser kalmayacak ve herkes gönül rahatlığı içinde birlikte yaşamanın sağlam zeminine harç taşıyor olacaktır. İnsanların aralarındaki sorunları çözerek birlikte yaşamayı başarması ile devletin gücünü sınırlayan ve denetlemeyi mümkün kılan bir anayasa yapmanın da önü açılacaktır. Bugüne kadar devlet halkın tümünü kuşatmak ve kucaklamak yerine ayırımcılık yaptı ve taraf tuttu, birilerinin devleti oldu. Devlet onlardan güç aldı, buna karşın kendinden olanları destekledi. Hem devlet hem de devleti arkasına alanlar sahip oldukları güçle şımardılar, efendilik davasına kalkıştılar. Birlikte yaşama zemininin yokluğu devleti yönetenlerin ve sırtını ona yaslayan sınıfın işine geldi. Türk-Kürt, sağ-sol, laik-Müslüman kamplaşmaları ile halk birbiri

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ile uğraşırken, bu grup hiç hesap vermeyecek

azleder ve bütün bunları anayasa ile kayıt

gibi dilediğince saltanat sürdü. Hatta bunu

altına alır. Anayasayı halk yaptığında, birlikte

anayasaya bile yazarak kendilerini sağlama

yaşamanın zemini olan değerler ve ilkeler

aldılar.15

anayasanın da dolayısı ile de devletin de ilke

Devlet olmak mı, ilkeler ve değerler çerçevesinde birlikte yaşamak mı? Bugün

ve değerleri haline gelir. Anayasa ideolojisi olan değil, değerleri olan bir anayasaya dönüşür.

anayasa ile ilgili hayati soru bu. Ve ne yazık

Yeni bir toplum ve hatta yeni bir dünyanın

ki bu soruya verilecek cevap genel de devlet

inşasında yeni anayasalar bir ihtiyaç. Ve bu

olmak. Herkes devleti olsun istiyor. Topluma

anayasaların mutlaka yeni bir ruhla, anayasanın

dinini, ideolojisini, anlayışını hakim kılarak

ruh ve mantığına uygun olarak hazırlanması

insanları hizaya sokmak, tek tipleştirmek istiyor.

gerekli. Hazırlamak da yetmiyor, anayasa

Nefse de hoş geliyor aslında. Zira devlet güç

konusunda insanların sahip olduğu iki yüzlülük

demek, imkan demek, egemen olmak demek.

de sona ermeli. Zira birçok anayasada yazan ile

Tabi devlet olan için. Ya diğerleri için…

uygulanan örtüşmüyor. Anayasada yazılanlar,

Aslında kendi kendimize, topluma zarar veriyoruz böyle düşünerek. Herkesin devlet peşinde koşması halkın parçalanmasını, gücünü yitirmesini ve güç sahibi bir grubun bu zaaftan istifade ederek topluma egemen olmasını, kendini dayatmasını getiriyor. Bir diktatör yıllarca topluma kan kusturuyor mesela. Birileri

devletlerin insan haklarını ihlal etmelerini, özgürlükleri kısıtlamalarını, güçlünün kendini dayatmasını, hukuksuz işlere dalmalarını engellemeye yetmiyor. Emperyal niyetlerle başka halklara yapılan zulümlere de mani olmuyor. Hazırlayanların/yapanların ahlaksızlığı anayasalara yansıyor.

önce darbe yapıyor sonra da alın size anayasa

Birilerinin hem kendi halkı için hem de dünya

diyerek kendini dayatıyor. Oysa bir toplumda,

halkları için; ahlakı olan, uygulanan anayasalar

asıl güç sahibi halktır. O gücünü bir şekilde

yapmayı başarması gerek. Bu, neden

ortaya koyduğunda (sandıkta, meydanlarda...)

hazırlanmakta olan yeni anayasa olmasın!

hiçbir diktatör, hiçbir zalim tutunamamaktadır

Bunu bugün başaramasa bile, bu anayasa

karşısında. Bütün güçler zayıf kalmaktadır onun

birilerinin başarmasının önünü açabilir, hedef

gücünün yanında.

haline gelmesini sağlayabilir en azından. Mevcut

Çözüm herkesin devleti olmasında değil, halkın devlet olmasında (devletin, halkın devleti olmasında) ve halkın, bu devleti kafa kafaya vererek hazırlanacak anayasa ile sınırlamasında, onun üzerinde olması gereken denetleme mekanizmalarını oluşturmasındadır. Devlet hizmet makamıdır. Hizmet alan halktır. O belirler, seçer, görevlendirir, talep eder, yetkilerini, şeklini, sınırlarını çizer, denetler,

durum göz önüne alındığında bu bile bir başarı olacaktır. Şüphesiz ne anayasa sihirli bir değnek, ne de insan ve toplumlar sihirli yollarla birden bire değişebilen yapılar. Burada anayasaların geleceğe ışık tutan, yön veren, hedef gösteren rolüne dikkat çekmek istiyoruz sadece. Bir anayasa mevcut sorunları çözdüğü gibi, olması gerekenin iyileşmesi, gelişmesi konusunda yeniliklere, gelişmelere kapı açabilir. Bu anayasanın merkezinde insan olmalı, şu veya

“12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu

15

bu insan değil sadece insan,

toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Başkanlık Divanı oluşturuluncaya kadar geçecek süre içinde,

İnsan hak ve özgürlüklerini teminat altına

yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına

almalı,

kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Milli Güvenlik Konseyi’nin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezai, mali ve hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz.”

İnsanın ve devletin insana tahakkümünün önüne geçmeli, Devletin sınırlanmasını ve denetlenmesini mümkün kılmalı,

1982 Anayasası geçici 15. madde.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

147


İnsanın kendi olmasına ve kendini ifade

başlamış bulunuyor. Onu da bekleyip hep

etmesine imkan hazırlamalı,

beraber görecek ve yaşayacağız.

Birlikte huzur ve barış içinde yaşamayı sağlayacak bir alt yapı oluşturmalı, Ahlakı ve değerleri olmalı, Gelişmeye açık olmalı ve toplumsal gelişmelerin önünü açmalı,

engel olmalı, Ve bütün bunların zor ve baskı ile değil, insana yaraşan yollarla gerçekleşmesini sağlamalı. Bunların gerçekleşmesi için herkesin çaba göstermesi, anayasadan önce kendini değiştirmeye talip olması gerek. Anayasa sihirli bir değnek değil. Hiçbir anayasa insanı ve toplumu değiştiremez, o, değişimi istemedikten sonra. Ve özellikle sürece, ufuk sahibi, vicdan sahibi akil adamların katkı yapması kaçınılmaz. Mümtazer Türköne’nin dediği gibi, “Anayasa yapmayı mimarî bir çaba olarak tanımlamak mümkün. Bu işi sadece anayasa hukukçuları yaparsa (Biz buna siyasileri de ekleyelim. Siyasete hakim olan pragmatizm, olması gerekenin önündeki en büyük engeldir. M.Y) keyfe keder bir metin ortaya çıkar. Halk yaparsa içinde yaşayacağımız, yağmurdan, fırtınadan, depremden korunacağımız, soğuktan sıcaktan sakınacağımız ve yaşarken mutlu olacağımız bir yuva ortaya çıkar.16 Ufuk sahiplerinin de katkı yapması ile ortaya çıkan bina, hem içindekilerin hem de dışarıdan bakanların imreneceği bir esere dönüşür. Muhalefetin her an mızıkçılık yapma ihtimali olan bu süreçte halkın, STK’ların, akil adamların, aydınların, toplum öncülerinin bu işin peşinde olması önemli. Siyasi irade vazgeçse bile onlar bu sürecin arkasında durarak anayasanın değişmesini sağlayabilir ve yine aynı yolla beklenenden daha iyi bir sonucun ortaya çıkmasına etki edebilir.

www.islamiyorum.com

Sadece sorun çözmemeli, sorun üremesine de

Hiçbir sonucun sürpriz olmayacağı bir süreç http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1193845

16

148

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Gündem

Somali’nin Hatırlattığı Gerçekler

İnsanlığın Ölümü

Celal Nadir

Tarihin sonunun geldiği iddialarının var olduğu

biri haline geliyor. Özellikle bu sorunu

bir dünyada yaşıyoruz. “İnsanlık ulaşabileceği

yaşayanlar için diğer problemler hep ikincildir.

en ideal yaşam biçimine ulaşmış, artık var olan sistemin yerine konacak alternatif bir düzen kalmamıştır” bu iddia sahiplerine göre… İdeal değerler ve Batı’nın gelişmişlik çizgisi üzerinden yapılan bu değerlendirme karşısında, yüzümüzü dünyanın bir sağına bir soluna döndürüp gören gözlerle baktığımızda ise kendi kendimize soramadan edemiyoruz; gelen tarihin sonumu

Dünya üzerinde servetin büyük bir kısmı, sınırlı bir insan topluluğunun elinde bulunurken geri kalanların ancak şanslı olanları açlık sınırında yaşama imkanı bulmaktadır, şanssızlar ise ölüme terk edilmektedir. Yani bugünkü dünya düzeni birilerine sınırsız imkânlar sunarken diğerlerini açlık ve yoksulluğa terk etmektedir. Birilerinin

yoksa insanlığın sonu mu?

konfor ve rahatı karşısında diğerleri ağır bedeller

İnsanlığın, insani değerlerin hiçleştiği, yok

bir dönemde bir grup insanın hırs ve ihtirası,

olmaya başladığı bir dönemden geçiyoruz. Bu

diğerlerini hiç hesaba katmayan yaklaşımları,

öyle bir dönem ki yıllardır süregelen sömürge

insanlık adına büyük bir tehdit ve tehlike haline

kültürünün bir getirisi olarak toplumlar,

gelmiş bulunmaktadır. Dünyanın dört bir yanında

yoksulluğa ve yalnızlığa terk edildiler;

yaşananlar bunu açıkça göstermektedir.

ellerindekiler alındı, başkalarına muhtaç hale düşürüldüler... Onlar aç ve açık bırakılırken sahip olduklarını ellerinden alanlar ise insanlıklarını, en temel insani değerlerini, ahlak ve adalet duygularını yitirdiler ve kendi elleri ile kendilerini yok etmenin eşiğine geldiler… Esasen insanlığın bir kısmının açlık ve yoksulluğa terk edilmesi, diğerlerinin bir nevi yıkımı oldu. Birileri ahlak ve vicdanını kaybederken diğerleri hayatlarını yitirme noktasına geldiler. Kaybolan değerler insanı daha vahşi ve daha yıkıcı bir varlığa dönüştürürken, yoksullar açlık ve yoksullukta sona gelmiş bulunuyorlar, ölüyorlar artık. Hem de Rabbimizin nimetleri herkese yetecek bollukta olmasına rağmen. Böylesi bir tablo karşısında ister istemez açlık ve yoksulluk, yeryüzünün en önemli sorunlardan

ödemektedir. İnsan üretkenliğinin doruğa çıktığı

Dünyaya gören gözlerle bakanların gördükleri şudur: Dünya nimetlerinden istifade eden ve yeryüzündeki servetin büyük bir kısmını elinde bulunduran ülkeler var. Bunlar dünyanın sahibi gibi davranıyorlar, dünyada olan biteni belirlemeye çalışıyorlar. Bugün dünyada egemen olan sistem onlar tarafından belirlendi ve tamamen onların menfaat ve çıkarlarına hizmet ediyor. Her geçen gün onların zenginleşiyor olması da bundan. Bu ülkelerin oluşturdukları düzende onların koydukları kurallara göre var olmaya çalışanlar yani gelişmekte olan ülkeler ikinci gruptur. Onlar gelişmiş ülkelere tabi, bağlı ve bağımlıdırlar. Kendi iradeleri ile hareket edemezler. Efendileştirdikleri gelişmiş ülkelere sadık kalarak

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

149


dünya pastasında pay sahibi olmaya çalışırlar.

köleleştirdi, iradelere ipotek koydu, zihinleri

Gelişmeleri ve nispeten ekonomik iyi durumları

zincire vurdu, elinin altındaki imkanları göremez,

sadakatlerine bağlıdır. Hem gelişmişler sınıfına

değerlendiremez, kullanamaz hale getirdi.

terfi etmeleri hem de bir alt gruba düşmeleri

Sonra da yavaş yavaş zenginlik ve servetlerini,

mümkündür. Onların her birisi efendileri için

imkanlarını elinden aldı. Onları sömürge olmaya,

vazgeçilmez olma mücadelesi içindedirler.

yoksun kalmaya mahkum etti. Elindeki güç ve

Son grup ise Birleşmiş Milletler tarafından En Az Gelişmiş Ülkeler (EAGÜ) olarak tanımlanan gruptur. Bunlar, ellerindeki imkanlar, zenginlikler alınarak ya da kullanmalarına mani olunarak, kendi ayakları üzerinde durma imkanı bırakılmayanlar, sonra da kaderlerine terk edilenlerdir. Özellikle Uzak Doğu Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkeleri arasından birçoklarını bu gruba dahil etmek mümkündür. Ayrıca her ülkede gelişmişler de dahil azımsanmayacak sayıda açlık sınırında yaşayan insanın varlığını da belirtmek gerek.

imkanlarla işgal ederek, katlederek, koloniler oluşturarak, köleleştirerek zenginliklerin kendine doğru akma sürecini başlattı. Rakiplerini, ulusdevlet fikri ile parçalayıp kolay lokmalar haline dönüştürdü, ulus devletleri de açık ya da gizli yollarla yöneterek toplumların zenginliklerini ellerinden almayı sürdürdü. Sömürge sonrası dönemde de, sömürü düzenini devam ettirdi. Batı hala her şeye yön verip sahip olmaya çalışıyor. İnsanlığa ağır bedeller ödetme pahasına… Sahip olduğu zenginliğin çok az bir kısmı bile yeryüzünde açlıkla, fakirlikle alakalı sorunu kökten halledebilecekken, o,

Bu yazımızda önce böylesine sorunlu paylaşım ve adaletsizliğin nasıl ortaya çıktığı konusunda, sonra da dünyanın bu fakir yüzü ve ona karşı sorumluluklarımız hakkında değerlendirmelerde bulunacağız.

sömürü çarklarını döndürmeyi sürdürüyor. Artık iyice profesyonelleşti. Daha stratejik, daha kurnaz, daha planlı davranıyor. Savaşın, işgalin hoş karşılanmadığı günümüzde yeni yol ve yöntemler kullanıyor, Küreselleşen dünyayı yeni yöntemlerle karşılıyor. Gerektiğinde bir

***

kılıf bularak yine güce başvuruyor, işgal ediyor,

Yeryüzünde bir tarafın zengin ve bolluk içinde

sermaye şirketlerini, uluslararası kuruluşları

yaşarken diğer tarafın aç ve yoksun kalmasının asıl müsebbibi, insanın dinmek tükenmek bilmeyen madde hırsı ve ona duyduğu açlıktır. Bu bir hastalıktır ve maalesef Batı bu hastalığa yakalanmıştır. Batı’nın doymak bilmeyen bir hırs ve açlıkla yeryüzündeki serveti kendine transfer etmesi, paylaşımda uçurumların oluşmasına neden olmuştur. Ve bu uçurum büyümeye de

ama daha çok medyayı, interneti, uluslararası kullanıyor. Batı’nın aç gözlülüğü, hırs ve ihtirasları ile başlayan bu süreç zaman içinde profesyonel bir nitelik kazandı ve sistemleşti. Bir yandan doğallaştı bir yandan da yeni dünya düzeni haline geldi. Doğallaştı. Artık yeryüzündeki açlık ve muhtaçlık yadırganmıyor ve normal

devam etmektedir.

karşılanıyor. Bir yerde açlıktan ölen çocuk sayısı

Bu uçurumun nerede nasıl oluşmaya başladığını

BM gündemine girebiliyor.

ve neden bu denli büyük ve yıkıcı olduğunu irdelediğimizde, özellikle sömürgeciliğin başladığı dönemlerin bir dönüm noktası oluşturduğunu görürüz. Çünkü öncesi süreçte gerek Batı’da ve gerekse Doğu’da insan kendi imkanları ile hayatını devam ettiren, en kurak bölgelerde dahi olsa toprağını işleyerek, avlanarak bir biçimde muhtaç düşmeyen bir pozisyona sahipti. Ancak Batı’da sömürgeciliğin gelişmesi ile bu durum büyük bir değişime uğradı. Batı, insanları ve toplumları her açıdan

150

belirli bir rakamın üstüne çıkarsa ancak o zaman

Yeni dünya düzeni haline geldi. Zira uluslararası misyon üstlensin diye oluşturulan kurumlar bile Batı’nın kurduğu sömürü sistemini yürütmeyi vazife ediniyor. Görevlerinin en başında bu yazıyormuş gibi hareket ediyor ve her yeni güne Batı’nın menfaatleri her şeyden öncedir diyerek başlıyor. Birleşmiş Milletler bu yapının tepesinde yer alıyor. Yine finans hareketlerinin üzerinden yürütüldüğü IMF ve Dünya Bankası da bu

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


organizasyonun birer parçası. NATO gibi

altında olması (ortalama 1035‘i aştığında

savunma paktları da. Oluşturulmuş bu

bu gruptan çıkarılmakta)

ve benzeri pek çok uluslararası kurum ve kuruluşun kurucusu ve finansörü Batı, onlar da kurucularının menfaatlerini önceleyen bir mantığa sahip. Batı da onları dilediği gibi kullanıyor. Bir yandan onlar vasıtası ile yaptıklarına meşruiyet kazandırıyor, bir yandan da başka ülkeleri yaptıklarına ortak ediyor. İstediği her türlü kararı aldırarak dünyada dilediğini yapmanın önünü açıyor. BM adil bir temsiliyetten, zayıf olanların haklarını korumaktan, insanların insanca muamele gördüğü, aç açık bırakılmadığı bir dünya hedefinden çok uzak. Ortaya konan pratik tam anlamı ile bir acizliğin ifadesi. İsrail karşısındaki durumu ve en son Somali’de yaşananlar bunun sadece iki örneğidir. Dünya Bankası’nın amacı imkan sahibi olmayan ülkelere kredi ve imkan sağlamak, bu ülkelere yardım projeleri geliştirmektir. Oysa uygulamada ortaya çıkan durum tam tersine, güçlü sermaye gruplarına bu ülkelerdeki yer altı ve yer üstü zenginliklerini açmak, çeşitli kurallar dayatarak güçlü sermayenin buralarda iş yapabilmesi için uygun ortamı hazırlamaktır. Son dönemde Kenya’da ve Somali’de yaşananlar buna işaret etmektedir. Zira endüstriyel tarıma yöneltilen bu iki ülke, temel gıda ihtiyacını bile üretemez hale gelmiş, bu ise oraların açlıkla karşı karşıya kalması sonucunu ortaya çıkarmıştır. Oysa Dünya Bankası yönlendirmeleri öncesi bu iki ülke de temel gıda ihtiyacını kendi başına karşılayabilmekte idi. Durumun vahametini rakamlar şöyle ortaya koyuyor. Bugün yeryüzünde yaklaşık 1 milyar civarında insan, açlık ile burun buruna yaşıyor. Dünya üzerinde 48 ülkede hali hazırda insanlar bir dolardan daha az bir gelirle yaşamaya çalışıyor. Bu ülkeler belirttiğimiz üzere En Az Gelişmiş Ülkeler olarak nitelendirilmekteler. BM tarafından belirlenen ve belli kıstaslar çerçevesinde yapılan tasnife göre, bir ülkenin EAGÜ sayılabilmesi için üç temel kıstasa sahip olması lazım.

2. İnsan kaynaklarında zayıflık kıstası: Beslenme, sağlık, ömür beklentisi, eğitim ve yetişkin okuryazarlığı düzeylerini dikkate alan yaşam kalıntısı göstergesine uygunluk 3. Ekonomide çeşitlilik eksikliği kıstası: Tarım üretiminde istikrarsızlık, mal ve hizmet ihracında istikrarsızlık… Ayrıca ülke nüfusunun 75 milyonu aşmaması koşulu da aranıyor 2000 yılında yapılan son inceleme neticesinde listeye Senegal’in de eklenmesi ile EAGÜ grubunda yer alan ülke sayısı 49’a yükseldi, son on yıllık dönem içinde anılan listeden çıkma başarısını gösteren tek ülke Botswana oldu. Tablo gayet açık, 48 ülkede insanlar açlık ile her an yüz yüze yaşıyor. Buna karşın on yıllardır yapılmakta olan hiçbir şey yok. Zaten 40 yıllık süreçte zor durumda olan ülkelerin sayısının 25’ten 48’e çıkması bunun açık bir göstergesi. EAGÜ’lerin büyük çoğunluğu Afrika’da bulunuyor (35 ülke). Asya’da 8, Pasifik bölgesinde 5, Amerika’da 1 ülke (Haiti) bu statüde bulunuyor. Bu ülkelerin büyük bir kısmı ada devlet ya da denize kıyısı olmayan devlet konumundalar. Bunlar, dünya nüfusunun 10,7’sini (614 milyon) buna karşın dünya üretiminin %0,5’ini oluşturuyorlar. Üstelik bu değerlendirmelere büyük nüfusa sahip Çin, Hindistan, Pakistan gibi ülkeler dahil değiller. Esasen EAGÜ’lerin bu durumuna etki eden birçok farklı faktör bulunuyor. İç savaşlar, nüfus yoğunluğu, ekonomik işleyişin sağlıklı olmasını sağlayacak ürün çeşitliliği ve altyapının olmaması, dışa bağımlılık… Ancak tüm bu faktörlere rağmen aynı gemide yaşayan insanlık açısından durum hiçte böyle geçiştirilebilecek türden değil. Zira tüm bu tabloya rağmen Batı buraları kendi çıkar çatışmalarının bir alanı gibi görüyor. Kendi zenginlik ve hakimiyet alanının artması uğruna buralarda yaşayan insanları çağdaş köleleri gibi görüyor. Bu ülkelerin

1. Gelir düşüklüğü kıstası: Kişi başına yıllık gelirin üç senelik ortalamasının 900 doların

kaynaklarından istifade ederken onları açlığa ve yoksulluğa mahkum etmeyi kendisi için bir hak gibi görüyor. EAGÜ’lerin büyük bir

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

151


kısmının geçmişinde Batı’nın buraları sömürge

Somalili mültecilerin kaldığı bir kamp olan

olarak kullanma hikayeleri var. Batı zenginliği,

Daada kampını ziyaret etmiş bir yardım

tamamı ile bu ülkelerin son noktaya kadar

gönüllüsü kardeşimizin bölgeyle ilgili gözlemleri

sömürülmesinden kaynaklanıyor.

çok çarpıcı: “Kamp derken 600.000 kişinin

Haiti’de doğal afet sonrası yaşanan açlık, Ruanda’da Batı müdahalesi ile yaşanan soykırım, Somali’de ve bugün dünyanın özellikle Afrika boynuzu denen bölgesinde yaşanan kuraklık sonucu yaşanmakta olan ölümler… Ve her seferinde yerin dibine batan insanlık ve insani değerler.

“YOK” dediğinizde onu nasıl tanımlarsınız; orda bunu daha iyi müşahede ediyorsunuz. Zira en temel hayati ihtiyaçlar, sizin hiç yokluğunu görmediğiniz şeyler orada gerçekten yok. Su yok, gıda yok, barınak yok, giyecek yok. Hiçbir şey yok. İnsanlar sınırlı miktarda su ve günlük ancak bir öğün yemekle yaşamaya çalışıyorlar.”

Acaba yaşanmakta olan tüm bu olaylarda mağdur olmayanların hiç mi suçu yok! 1994 yılında Ruanda’da yüz gün içerisinde 800.000 Tutsi ve Hutu katledilmiş ve Batı bu durumu sadece seyretmekle yetinmiştir. Soykırım gerçekleştiren Hutuların arkasındaki Fransa, bu olaylar karşında bu zemini hazırlamak dışında hiçbir şey yapmamıştır. 1990’lı yıllarda Somali’de yaşanan açlık ile alakalı dönemin BM Genel sekreteri Butros Gali’nin tespitleri çok çarpıcıdır. ”Somali’de gıdadan çok silah var. Bu silahları Somalililer kendileri üretmiyor. Birileri tarafından bu silahlar buraya getiriliyor.” Öyle ya gıdaya ihtiyacı olan bir ülkede bunca silahın işi ne ve bu silahlar kimler tarafından niye buraya sokuluyor? Somali bugünde açlık ve onun ardından gelen ölümler yaşanıyor. Oysa Somali, deniz kıyısında olan ve toprakları halkına yetecek verime sahip bir ülke. Ülkede Batı tarafından kışkırtılan iç savaş halkı verimsiz iç bölgelere mecbur bırakırken, merkezi bir güç oluşumuna da engel oluyor. Halkının tamamının Müslüman olduğu bu ülkede Batı, ülkenin stratejik konumu ve henüz dokunulmamış madenlerinden dolayı kendi istediği dışında bir yapının oluşumuna müsaade etmiyor. Ayakları üzerinde duran bir yapı olmayınca da halk iç savaş ve kuraklık içerisinde çok zor şartlar altında yaşamını devam ettirmeye çalışıyor. Ne denizden gereği gibi yararlanabiliyor ne yer altı ve yer üstü zenginliklerinden, ne de Kızıldeniz üzerinden yapılan ticaretten. Bunca imkanlara rağmen bir halk önce açlık ve yokluğa mahkum ediliyor sonra da kaderiyle baş başa bırakılıyor.

152

yaşadığı bir yerden bahsediyoruz. Bir şey için

Yüzümüzü bir o tarafa bir de kendimize döndürdüğümüzde, bir an için öyle bir ortamı hayal ettiğimizde bile ürkeceğimiz bir tablo bu. Oradaki insanlar bunu yaşıyorlar. “Kampta yaşayan aileler ile konuşurken çocuklarını yolda bırakan pek çok anne ve babanın olduğunu anlıyoruz. Önce düşünüyorsunuz bir anne veya baba nasıl olur çocuğunu yolda terk eder diye. Her anne baba gibi onlar da niye gözlerinden bile sakınmıyorlar. Daha önemli olan ne olabilir. Yazık ki bu insanlar böyle yapmaya mecbur kalıyorlar. Zira aksi takdirde diğer çocuklarının bu uzun yolculuğa dayanabilme imkanları yok. Mecburen dayanamayacak olanları, hasta olanları ölüme terk ediliyorlar. Zira bu kampa ulaşmak için insanlar çöl sıcağı altında 400 -500 km yürümek zorunda kalıyorlar. Hem de aç ve susuz…” Son elli yılın en büyük kuraklığı ve kıtlığının yaşandığı Afrika Boynuzu’nda 10 milyondan fazla insan açlıkla karşı karşıya bulunuyor. 1971-1973 yılları arasında Etiyopya’da da 1,5 milyon civarında insan kıtlık nedeni ile yaşamını yitirmişti. Rakamlar büyüyor, insanlık ise bu var olan tablo karşısında küçüldükçe küçülüyor. Sanayileşmiş ülkeler dünya nüfusunun %26’lık kısmını oluştururken ürün ve hizmetlerin %78’ine, enerji tüketiminin ise %81’ine sahip bulunuyor. Batılı sanayileşmiş ülke insanları sınırsız tüketim içerisinde obezite benzeri hastalıklarla mücadele ederken aynı dünyanın başka yerlerinde insanlar hayatta kalmak için mücadele veriyor. Esasen dünyada herkese, yaşayacak kadar

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


toprak, doyacağı kadar gıda ve yetecek kadar

Böyle bir eşitsizliğin, böyle bir dengesizliğin

mal ve servet mevcut. Fakat adil olmayan

çocukların gençlerin vicdanında nasıl bir

dağılım, kimilerini aşırı servet ve imkan sahibi

etki uyandıracağını, tamamı ile sizlerin

yaparken kimilerini de açlık ve yoksullukla

muhayyilesine bırakıyorum.

karşı karşıya bırakıyor. Üstelik adil olmayan bu durum sadece sınırları çizilmiş farklı devletler için değil, bir ülkenin kendi içinde oluşmuş sınıflı yapılarda da kendini gösteriyor. Hindistan, Çin gibi ülkelerde gelirin büyük bir kısmı ülkenin %20’sini geçmeyecek sınıflara akmakta. Dünya genelinde mülk sınırlı bir azınlığın elindedir ve onlar sahip olduklarını paylaşmak istememektedir. Onların adalet ve eşitlik söylemleri sadece kendi kirli emellerine ulaşmak için bir perdelemeden ibarettir. Onlar kendilerine adil başkalarına emperyal ve sömürgecidir. İşte EAGÜ ile ilgili ciddi hiçbir adımın atılmamasının temelinde de bu mantık vardır. Onca drama, insanlığın yaşadığı onca acıya rağmen olanları görmezden gelen, yokmuş gibi davranılan bir yaklaşım mevcuttur. Oysa mevcut tablo, vicdan sahibi her insanın duyarsız kalamayacağı, insanlığımızı sorgulatacak boyutta etkileyici bir tablodur. Ruanda’da, Somali’de, Etiyopya’da ve dünyanın türlü coğrafyalarında ölen insanlar bizim de insanlığımızı bize sorgulatmalıdırlar. Buralarda asıl ölen insanlığın, insani değerlerin kendisidir. Bu ise insanı değersizleştiren, aşağıların aşağısı konumuna getiren bir

Ülkelere baktıklarında sadece madenleri, sadece petrol kuyularını görenler o ülkelerin halkları nazarında ciddi bir güven bunalımı oluşturuyorlar. Demokrasi ve özgürlükleri kendileri için bir hak, başkaları için erken veya gereksiz görenler dünya genelinde adalet duygusunu zedeliyorlar. Küçük bir köye dönüşen küresel dünyada; zıtlıkların, çarpıklıkların, eşitsizlik ve adaletsizliğin de artık o küçük köy içinde daha belirgin hale geldiğini burada hatırlatmak istiyorum. Sadece terör değil yoksulluk, geri kalmışlık, salgın hastalıklar, su, çevre gibi sorunlarda bunlardan etkilenen ülkelerle birlikte tüm insanlığın sorunudur.” Konuşmanın devam eden bölümünde bir dayanışma ruhunun oluşturulması gerektiği ve Türkiye’nin kendi şartları içinde 200 milyon dolarlık bir bütçeyi EAGÜ için kullanmayı hedeflediği belirtiliyor. Evet, en nihayetinde bu adım herhangi bir biçimde bu problemi çözmeye yeterli gelecek

durumdur.

bir adım değildir. Ancak var olan durumun

Yakın zamanlarda İstanbul’da yapılan EAGÜ

konusunda atılmış önemli bir adımdır. Var olanı

Konferansı, hadisenin bu yüzünün de dile getirildiği bir konferans olarak tarihe bir not düştü. En azından burada hadise tüm çıplaklığı ile dile geldi ve Türkiye bu alanda kendi adına bir insiyatif ortaya koyacağını belirtti. Toplantıda Tayyip Erdoğan’ın sunumunda ifade ettiği bazı

tespiti ve bu durumun böyle gidemeyeceği görmezden gelen, hadiseyi şimdiye kadar hep kendi menfaatleri doğrultusunda değerlendiren bakış açılarına karşı bir nevi artık bunun böyle süremeyeceğinin belirtilmesidir. Keşke insanlığın değerini yitirdiği bu tablo,

satır başlarını belirtmekte fayda var.

10 yılda bir yapılan konferanslar yerine daha

“Hayata tutunamayan, umutsuzluk içinde

değerlendirilse… Keşke açık ve net olan

çırpınan, gelecekten beklentisi kalmamış bireylerin meselesi; sadece o bireyler değil tüm insanlığı ilgilendiriyor. Umutsuzluk içinde adalete güveni sarsılmış, kendisini yalnız kimsesiz hisseden birey ve topluluklar kazanılmadıkça, onlara umut verilmedikçe, onlara bir gelecek vadedilmedikçe dünya her zaman güvensiz, her zaman huzursuz olacaktır.

duyarlı ve samimi bir yaklaşımla yeniden açlık ve yoksulluk problemi karşısında iş işten geçmeden, insanlar birer birer ölüme yürümeden çözümler üretilebilse… Keşke insanlık bu mazlumların çığlıklarını duysa… Ama ne yazık ki, açık ve net böylesi bir tablo karşısında bile güç sahipleri görmezlikten gelmeyi tercih ediyorlar. Bugünün gelişkin Batı sisteminin insanlığa sunduğu çözüm budur, bundan ibarettir. Çünkü hesapların merkezinde

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

153


kendi çıkar ve menfaatlerinden başka bir şey

koparılmasıdır. Yani bu insanlar kendi ayaklarının

yoktur. Adalet anlayışları, hak arayışları kendileri

üzerinde durabildiklerinde gerçek anlamda en

içindir, başkalarına fayda etmez. İnsanların teker

büyük yardım yapılmış olacaktır.

teker ölmesi karşısında duyarsız ve kaygısızdır.

Bu halkların kendi ayakları üzerinde

Yeryüzünde adaletin tesis edilip, açlık ve

durabilmeleri şüphesiz bir sürece tekabül

yoksulluktan ölen insanların kalkındırılması,

etmektedir. Zira var olan medeni dünya ile bu

yaşatılması çerçevesinde yapılacak çok şey var

halklar arasında yıllar yılı oluşmuş ciddi bir

şüphesiz… Var olan zulüm ortamı karşısında

mesafe mevcuttur. İşte bu açığın kapatılması,

duyarlılık taşımak bile büyük bir ayrıcalık olarak

onların mevcut dünyayı tanımalarının

nitelenebilecekken; özelde bu yanlış gidişe

sağlanması için zaruri bir eğitim sürecine de

doğru teşhisler koyabilecek Müslümanların

ihtiyaç vardır. Ancak bu şekilde oluşturulacak

üzerine düşecek daha büyük sorumluluklar var.

bir bilinçle onlar dünyayı ve hayatı daha iyi

Zira Müslüman birey çıkar hesaplarının ötesinde,

tanıyacak ve içinde bulundukları bu duruma

Allah’tan başka hiç kimseye verilecek bir hesabı

çözüm üretebileceklerdir. Ancak bu şekilde bir

olmayan bir bireydir. Bu nedenle başkaları

bilinç oluşumu ile emperyalizm karşısında dik

çıkarları kaygısı ile hesap yaparken onların

bir duruş sergilenebilecektir. Aynı zamanda

bu tür bağımlılıkları yoktur. Bizler hadiseye

hiçbir çıkar ve menfaat ummayan bu yaklaşım,

mazlumların haklarının korunması, emperyalist

tüm insanlığın nazarında Müslümanların

zihniyetin ortaya çıkardığı adaletsizlikler

gerçek duruşunun ne olduğunu apaçık bir

karşısında yeryüzünde adil bir düzenin

şekilde göstermiş olacaktır. Müslümanların

oluşturulması için gerekli mücadelenin verilmesi

hayat sahnesinde aktör olabilmeleri, işte aynı

çerçevesinden bakmak durumundayız. Şartlar

zamanda bu tür noktalarda geliştirdikleri günün

ne olursa olsun adaletten ve doğrudan yana

ihtiyaçlarını kuşatan tavırlara ve uygulamalara

olmak, mazlum insanların sesine kulak vermek

bağlıdır. Yoksa kısır çekişmeler ve kendi

bize düşen temel bir sorumluluktur.

gündemleri içinde boğulmuş toplumlar olarak biz

Nitekim en son Somali’de yaşanan insanlık dramı karşısında bizim coğrafyamızda muhtelif yardım kampanyaları düzenlendi ve ihtiyaç sahibi insanlara yardım götürülme gayreti

insanlığa ne tür bir katkı sunabiliriz ki. Bu bakış açısı ile var olan duruma bir göz attığımızda, karşımıza çıkan bu tablo karşısında akla gelen yapılabilecek birçok şey var görünmektedir.

ile ciddi organizasyonlar yapıldı. Şüphesiz iyi

Şüphesiz bizler şu anki potansiyel ve gücümüzle

niyetlerle oluşturulan yardım kampanyalarının,

emperyalistlerin yeryüzünü talan etmelerine

yardım kuruluşları vasıtası ile götürülen

engel olabilecek, onları etkisiz hale getirebilecek

yardımların, bunlara maddi destek vererek

bir durumda değiliz. Bu bizi aşan bir durumdur.

veya fiilen içinde emek sarf ederek ortaya

Ancak yine de mustazafların müstekbirlere

konan çabaların her birinin gördüğü işlev

galip geleceği o günün, günlerin bir an önce

itibarı ile bir anlamı vardır. Allah katında bu

gelmesi için olanca gücümüzle sürekli bir

tür samimi çabalar karşılığını bulacaktır. Ancak

çabanın içinde olmak durumundayız. Bu bize

unutulmamalı ki hadisenin sıcaklığı ile atılan bu

düşen asli sorumluluklardan biridir. Diğer

adımlar, uzun vadede yeterli ve kalıcı adımlara

taraftan mustazafların galip geleceği o günler

dönüşmediği takdirde problemi çözmeye

gelene kadar da emperyalistlerin emellerine

yetmeyecek, günü kurtarma girişiminden ibaret

ulaşmasına engel olmak için çırpınan, iyiliği

kalacaktır. Zaman geçip hadise soğudukça

emreden kötülükten alıkoyan İslam ümmetinin

insanlardaki yardım arzusu da azalmaya

temsilcileri olarak ona karşı duruşumuzu

başlayacaktır. Böylesi bir durum ancak yardımlar

ortaya koymak, şahitliğimizin gerektirdiği

ile bir güç oluşturabilen yardım kuruluşlarını da

siyasi duruşu göstermek durumundayız. Bu ise

etkisiz kılacaktır. Şu halde asıl olan kalıcı adımlar

onların niyetlerini deşifre etmek, toplumları,

atılması, bu insanlara balık tutmayı öğretecek,

ümmeti bu yönde bilinçlendirecek siyasi bir

onların Batı’ya sömürge kalmalarını ve bağımlı

duruş sergilemekle mümkün olabilir. Farkında

hale gelmelerini engelleyecek prangaların

olduğunu ilan eden, niyetlerinin ne olduğunu

154

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


apaçık haykıran bir topluluk karşısında onlar da bu kadar rahat ve pervasız bir biçimde davranamaz hale geleceklerdir. Sömürdükleri ülkeleri petrol kuyuları ve maden yatakları olarak görenler, bu duruş karşısında bir nevi suçüstü yakalanan hırsız misali kolayca her şeyi

İşte Müslümanlar olarak bizler, zulme karşı şahit ve uyarıcı vazifesi gören bir misyonla kendimizi ortaya koymak durumundayız. Bu şahadet ve uyarıcılık şüphesiz ezilen halkların ve ümmetin vicdanında da doğru bir yer bulacak ve bu sayede bilinçli bir mücadele ortaya çıkabilmesi için adımlar atılabilecektir. Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir. Bile bile bir insanın ölümüne sebep olan bütün insanlığın ölümüne sebep olmuş gibidir. Bir insanın ölümünü seyreden ve elinden geleni yapmayan, bütün insanlığın ölümünü seyrediyor gibidir ki, orada söz de biter yazı da. Vicdan da biter akıl da. Birilerinin öldüğü, birilerinin öldürdüğü, ölümüne sebep olduğu ve sadece seyrettiği bir dünyayla razılaşmak mümkün değil. Gün insanı kurtarma günü, insanı kurtarma çabasına girişme günüdür. “Tarihin sonu geldi” diyenlere asıl kendi sonlarının geldiğini gösterme günüdür. Sahip olduğumuz değerler insanlığın ihtiyacı olan değerlerdir. Bir yol arayanların aradığıdır. Çaresizlerin çaresi, mustazafların kurtarıcısıdır. Yeter ki bizler kendi kabuğumuzdan sıyrılalım. Yeter ki insanlığın hayrı için adım atmaya başlayalım. Yeter ki olan bitenler karşısında şeytan ve dostlarının maskelerini düşürecek mevcut potansiyeli harekete geçirebilelim. Sahip olduğumuzu hem dillendirelim hem de yaşayalım.

www.islamiyorum.com

götüremez hale geleceklerdir.

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

155


Gündem

“Tanrı Yok! Tanrı’ya Yemin Ediyorum ki Tanrı Yok!...” Abdülkerim Suruş İslami Yorum İçin Çeviren:

Hamdi Tayfur

“Tanrı yok! Tanrıya yemin

Egemenlerin mahiyetindekiler, tüm zulüm araç-

ediyorum ki Tanrı yok!...”

gereçleriyle, onu gözlemeye ve yıldırmaya

Bunlar Hamid’in hırpalanmış bir beden, paramparça bir akıl ve başka bir yerde sığınak aramak üzere İran’dan kaçtıktan sonra kızgınlığını ve acısını paylaşmak için telefonda bana kederli bir sesle söylediği, gözlerimi yaşartan sözleriydi. Hamid’in tek suçu kızım Kimia ile bir-kaç yıl önce evlenerek ailemizin bir üyesi olmasıydı.

çalıştılar. Nihayetinde ona iki seçenekten birisini tercih etmeye mecbur ettiler: “Ya hayatına elveda de, ya da televizyona çıkarak sana söylediğimiz şeyleri söyle.” Onlar ondan sadece iki basit (!) şeyi söylemesini istiyorlardı: Birinci olarak; karısının ahlaksız bir kadın olmasından dolayı boşanmayı hak ettiğini ve ikinci olarak da; kayınpederi Abdülkerim Suruş’un yabancılara bağlı, dinin yasakladığı kötü alışkanlıklara sahip, şeriatın, doğru yolun ve hakikatin düşmanı, işe yaramaz birisi olduğu...

Sessiz, saygılı, mütevazı, alçak gönüllü, sağlıklı,

Egemenlerin hayvanat bahçesindeki hayvanlar,

yardımsever, politik özlemleri ve makam hırsı

videolu bir delille efendilerine zaferlerini

olmayan genç bir adamdı. O, hayatın çalkantılı

rapor edebilecekleri ve ödül olarak karşılığını

denizinde, aşırı arzulara kapılmaksızın nazik

tamamen alabilecekleri, zincirde zayıf bir halka

adımlarla yürürdü. Her ikisi de iyiliksever ve

bulduklarını ve onu kolayca kırabileceklerini

nazik birer öğretmen olan anne ve babasıyla

düşündüler. Ve Hamid’in direnci ve akıl gücü

-hayat denizinde- kıyıya yakın yerlerde yüzme

onların sert pençelerini kırdığında kollarını

eğilimindeydi.

işkence için sıvadılar. Psikolojik ve bedeni

On ay önce vahşi bir fırtına onun huzur ve sükunetini harap etti. Egemenlerin hayvanat bahçesindeki hayvanlar bir av için anırıyorlardı.

156

işkenceler yaptılar. (Son örnek şuydu; bir gece onu çırılçıplak sabaha kadar, buz gibi morgda tuttular. Tiril tiril titrerken onu zevkle izlediler…)

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Sonunda fiziksel olarak çok kötü bir hale gelince

kalmadım. Bu yüzden ona ne önerebilirdim?

onu eve gönderdiler. Eve geldiğinde öylesine

Teolojik izahların hiç bir işe yaramayacağının

mağdur, endişeli ve sinirliydi ki, aralıklarla başını

farkındaydım. Onu sakinleştirmeye ve ona

duvara vuruyordu. Öyle ki neredeyse hem

cesaret vermeye çalıştım. Dedim ki: “Pek çok

kafasını hem de duvarı kıracaktı. Şimdilerde,

kişi uzunca bir zamandır seninle aynı durumda.

yurt dışında bir ülkeye sığındığı halde bile,

Bu zalim insanların pençelerinden kaçabildiğin

geceleri kabuslarında işkence aletleri görüyor

için memnun olmalısın. Cehennemdeydin

ve her yerde egemenlerin casuslarınca takip

ve oradan kurtuldun. Onların seni yılmış bir

edildiğini düşünüyor.

halde görmelerine izin verme, dik dur. Yenilgiyi

O bana hüzün dolu hikayesini anlattığında, mahcubiyet ve anlayış içinde dedim ki: “Benim Tanrım onları asla affetmeyecek.” Ağzımdan istem dışı çıkıveren bu kelimeler onun öfkesini patlattı ve şöyle haykırdı: “Dr. Suruş, bana Tanrı’dan bahsetme: Tanrı yok!... Ben dondurucu morgda suçsuz ve savunmasız bir şekilde acı çekerken Tanrı neredeydi? Bana yardım etmesi için yalvarırken ve çığlıklar atarken O neredeydi? Bu utanmaz hayvanlar benimle alay ederken, pervasızca bana saldırırken Tanrı neredeydi? Tek olan, yüceler yücesi olan O Tanrı, üç canavar üzerime atlayıp duygusuzca “Allah’ın adıyla! (Bismillah diyerek)” bana vururlarken neredeydi?” Hamid böylesi şeyler söylerken bir taraftan da ağlıyordu. Artık şimdilerde o, kimse hakkında daha fazla şikâyette bulunmuyor. Tanrı hakkında da şimdilik şikâyet etmiyor. Uykuda mı, ölü mü diye

ve kötü talihi istememiştin. Şimdi zafer ve kutlamayı iste. Diğer insanlar için bir model ol. Yusuf gibi kurtların kuyusundan tırmanarak çık. Gücünün zirvesine doğru yüksel. Şeytanla yaptığın kavganın sana iyiliğe giden yolu göstermesine izin ver. Savunmasızlara yapılan eziyetin zulmünü gördükten sonra, emin ol sen asla savunmasızlara eziyet etmezsin. Hiç kimse aşağılanma ve sefalet deneyimlerinden geçmek zorunda kalmadığında; hiç kimse işkence görmek zorunda kalmadığında; hiç kimsenin şeref ve haysiyetine saldırılmadığında; hiç kimse kendisini Tanrı tarafından terk edilmiş ve savunmasız olarak hissetmek zorunda kalmadığında; hiç bir canavar kendi kötülüklerini ve zalimliklerini din perdesinin arkasına gizlemediğinde ve dini Allah’ın kullarına işkence yapmak için kullanmadığında ülkemizin nasıl güzel bir geleceğinin olacağını bir düşün.”

sormuyor.

Ona dedim ki:

O sanki bana, hayatımı ilahiyat, felsefe ve

“Din tıpkı bir şarap gibidir, şeyleri/nesneleri

mistisizme adamışlığım hakkında hesap soruyor

aslında olduğundan daha büyük hale getirir.

gibiydi. Benim için şu çok açık bir gerçekti;

Canavarları daha canavar, insanları da daha

onlar onu sadece sağlığından ve iç huzurundan

insan yapar. Elbette egemenlerin hayvanat

mahrum bırakmamışlardı, aynı zamanda onun

bahçesinden gelen ve sana işkence eden

vicdanını ve inancını da sarsmışlardı. Çok açıktı

bu canavarlar dindardılar, ikiyüzlü falan

ki onun içindeki bir şey değişti ve parçalandı.

değildiler. Onların dindarlıkları zalimliklerini

Bu asla küçük ve önemsiz bir şey değildi. O

besledi ve büyüttü. Çünkü onlar Allah’ın adıyla

Tanrı’yı arıyordu ve O’nu bulma konusunda

vahşileşiyorlardı. Onlar vahşeti bir oyun olarak

başına gelenler yüzünden başarısız oldu. O,

görmediler. Onu bir hak olarak da görmediler,

Tanrı hakkında tereddüdü, ölümü, savunmasız

fakat bir görev olarak gördüler. Bu, efendilerinin

kalmayı, işkenceyi, dini ikiyüzlülüğü, acımasız

teokratik düzen içinde davranma şekilleriyle

zulümü, çıplak kötülüğü ve insanların sınırsız

aynıydı. Onlar öldürme, gasp ve tecavüzü

kötülüğünü açık bir şekilde tecrübe etti. Tüm

“dinsel argümanlar”la desteklenen kendi

bu şeylerin tümünün ne olduğunu anladı. Bu

görevleri olarak gördüler. Bu onları böylesine

gerçekten çok tehlikeli bir deneyimdi.

tehlikeli hale getirdi.”

Ben hayatımı sakin sularda geçirmememe

Şöyle devam ettim:

rağmen kendi ellerimle oldukça ölümcül bir girdaba doğru yüzmek zorunda da

“Eğer onlara merhametle bakarsan, bu

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

157


hayvanların hasta olduğunu göreceksin. Onların

dökmelerine izin verdin. Fakat ya bu Sana

akıl hastalıkları, bir aşağılık kompleksinden ve

rasyonalistçe yaklaşanlara ne demeli? Onların

onların bağışlayıcılık duygusunu asla tecrübe

bu muzdarip durumlarını ne yapacaksın? Onlara

etmemiş olmalarından kaynaklanıyor. Sen bizim

böylesi bir sebebe sığınma hakkını veren Sen

ülkemizin artık böylesi hastalıklı yaratıkları, kan

değil misin? Aşk dolu memnuniyet hazzını senin

isteyenleri, ikiyüzlüleri, teokratik egemenleri

sevgililerine bırak. Rasyonalistler ise kanıtlara,

doğurmamasını ve yerine de bilge, mutlu, asil

şefkate ve merhamete ihtiyaç duyuyorlar.

ruhlu kişiler doğurmasını dilemelisin. Ve tek başına dilemek de yeterli değil tabii ki. Onun için

Biliyorum acı çekmek ve işkence kişiyi bazen

mücadele de etmelisin.”

güçlendirir ve biler. Hatta bazen onlar Tanrı

Sonra da dedim ki:

zamanda onlar rasyonaliteyi de tahrip edebilirler

sevgisini büyütüp besleyebilirler. Fakat aynı

“Senin yakınman önemli. Sen bana meselenin bir kısmını söyledin. Ben buna karşılık, onların utanmaz işlerinin tüm kısımlarını söyleyeceğim. Suçsuzluğuna rağmen, onlar sana zalimce

veya inancı da aşındırabilirler. Her ne kadar onlar aşıkları daha fazla minnettar yapsa da, aynı zamanda bazılarını daha rasyonel, inkarcı ve tartışmacı da yapabilir.

davrandılar ve eşini ağlattılar. Onlar senin

Ben elbette biliyorum ki bu şeylerin hiç birisi

hayatını alt-üst ettiler ve geçim kaynaklarını

seni rahatsız etmez. Kafirlerin kafirlikleri Seni

kuruttular. Seni İran’dan kaçmaya zorladılar ve

üzmez. Tıpkı iman edenlerin inancının Seni

karanlık bir geleceğe mahkum ettiler. Şimdi en

sevindirmemesi gibi. Çünkü Sen üzülmek ve

etkili iksir olan sabır kisvesini kuşan. Haksızlığa

sevinmekten müstağnisin.

uğramış topraklarımızda adaletsizlik skalası öylesine ağır ki, senin hikayen ve senin payına

Bu durumda ve Sen bu kadar yükseklere

düşen sadece okyanusta bir damla kadar.

yüceldiğinden beri, mistikler senden bu

Yaşlı gözlerini, kırılmış kalbini ve işkence görmüş

kestiğinden beri, senin hizmetkarlarının

bedenini acı çeken tüm diğer hayatların yanına

kafirliği ve inancı ile kederler ve sevinçlerin

yerleştir ve onların yaralarının, seninkilere

tümü senin katında aynı oldu. Sen önceden

bir merhem gibi hizmet etmelerine izin ver.

müdahale ettiğin gibi artık tarihe müdahale

Bizim egemenlerimizin tertiplediği cinayetlere,

etmemeye başladığından (vahyin arkasını

tecavüzlere, yağmalara, işlenen suçlara ve

kestiğinden), zalimlerin üzerine ceza yağdırmayı

idamlara bir bak. Onların nasıl tarihteki Tiran

(zalim kavimleri helak etmeyi) bıraktığından,

Haccac b. Yusuf’la aynılaştıklarını gör. Hatta

insanoğlunu kendi araçlarıyla baş başa

onlar oyları çalmaktan ve şehitliği aslından

bıraktığından beri senin vereceğin karşılıklardan

saptırmaktan da hiç utanç duymadılar. İran’ın

esirgendiler. (Sana aşkla değil) Rasyonel

kederli anne ve babalarına, bütün öksüzlere,

(delillerle yaklaşan) insanların kafasına öyle

yalnız kalan eşlere, kötü muamele gören

bir fikir aşılandı ki artık senin herhangi bir şeye

mahkumlara ve bütün parçalanmış ailelere

müdahale edeceğin beklentisini yitirdiler. Senden

bir bak. Ve “Allah bizi zalimlere karşı teslim

senin hizmetkarlarına katlanabileceklerinden

olmaktan menetti” diyen Peygamber’e -selam

daha fazla yük yüklememeni talep ediyorum.

onun üzerine olsun- katıl. Aksi durumda bile

Muzdarip rasyonalistleri de geri çevirmemeni

yunus balığının karnındaki Yunus Peygamber’in

talep ediyorum. Şikayet eden ve inançlarını

yaptığı gibi O’nu övmeye devam etmeliyiz.”

kaybedenlere de kızgın olmamanı talep

Hamid’in Tanrı’sına bir hitabım var:

ediyorum. Onların şüpheciliklerinden dolayı da onları cezalandırmamanı talep ediyorum. Mademki Tanrı’yı kullanarak zalimlik edenlerin

Ey yüce Allah’ım!

hesaplarını hemen görmüyorsun, o halde ezilen

Senin aşıkların senden hiçbir şey talep etmezler. İsa Peygamber, Hüseyin ve Hallac’ın senin aşk fırınında korkusuzca yanmalarına ve kanlarını

158

kadar ayrı olmaktan şikayetçiler. Sen ışığını

Tanrısızların hesaplarını da hemen görme. Biliyorsun (devletin elindeki) ilahi mancınık

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


tahrik yağdırıyor. Güç kötü adamların elinde. Senin dinini takip ettiklerini iddia eden bu şahıslar kafirlik üreterek, inancı tahrip ederek, Yusuf’u kurtların önüne atarak, bir ulusu köleleştirerek, şeytanı davet ederek tıpkı birbirlerine dolaşan yılanlar gibi birbirlerinin Hafız, bugün hayatta olsaydı sadece övgülerinin içine birkaç şikayetini serpiştirmekle asla yetinmez ve daima şikayetçi olurdu. Senin işin “nedenler” ve “ne içinler”in öylesine üzerinde ki o, bütün yargıları, amaçları ve çıkarları bir kenara süpürür. O zaman o, niçin akılları şaşırtmasın, dilleri tam şikayetçi kılmasın, kalpleri kafirlikten uzak tutmasın? Evet, biz insanoğulları bunların tümünü olduğu gibi göremeyiz. Tüm tarihi göz önünde bulunduramayız ve oluşu tüm genişliği ile kavrayamayız. Biz olayların tüm doğru amaçlarından habersiziz. Fakat Senin bize verdiğin nefesle biz Seni anlamaya çalışıyoruz ve kendi hikmetimizi oluşturmaya çalışıyoruz. Biz endişeli değiliz, fakat şundan eminiz ki biz asla Senin hizmetkarlarının dairesini terk etmeyeceğiz. Ey Yüce Allah’ım! Ben Gazali’den bir şey öğrendim: Söz konusu olan Yezid bile olsa ben asla birini lanetlememeliyim. Ancak şimdi ben alçak gönüllülükle bu kafir yetiştiricisi İran İslam Cumhuriyeti’ni lanetlemek için senin iznini talep ediyorum. Abdülkerim Suruş, Şubat 2011

www.islamiyorum.com

üzerlerine üşüştüler. Biliyorsun ki büyük şair

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

159


SÖYLEŞİ

Kur’an vahyin kendisi değil, onun eseridir

ŞEBUSTERİ:

İslami Yorum Günümüz düşünürlerinden Muhammed

önümüzde somut bir şekilde duran bu Kur’an,

Müctehid ŞEBUSTERİ, ekim 2011

bu kitap, Arapça bir metindir. Yani benim

tarihinde yapılan “Dini ve Felsefi Metinler: 21. Yüzyılda Yeniden Okuma, Anlama ve Algılama” Sempozyumu

anlamaya, öğrenmeye çalıştığım şey şuydu ki; bir metni nasıl anlayabiliriz? Bu, işte

için Türkiye’ye geldiğinde, kendisiyle

hermenötikte bahsedilen şey. Ben önümüzde bir

bir söyleşi yapma imkanımız oldu.

kitap olarak duran bu Arapça metni nasıl

Sohbetimize tercümanlık yapan Abuzer

anlayabileceğimi kendi kendime sorduğumda,

DİŞKAYA’ya teşekkürlerimizi ileterek,

bunun devamında, yani “beşer lisanında

söyleşiyi sizlerin de istifadesine sunuyoruz.

İslami Yorum: Üstat Şebusteri, Kur’an’ın anlaşılmasıyla ilgili hermenötik yöntemi kullanarak bir sonuca ulaşıyorsunuz ve diyorsunuz ki: “Kur’an vahyin kendisi değil, eseridir. Vahiy ise Allah’ın Peygamber’e yardımıdır. Allah vahiy ile Peygamber’e yardım etmiştir. Dolayısıyla Kur’an Allah’ın sözü değildir, Peygamber’in sözüdür ve bunu Allah’ın yardımı sayesinde söyleyebilmiştir.” Bu noktaya nasıl geldiğinizi bize açıklayabilir misiniz?

önümüzde duran bu Arapça metni nasıl anlayabiliriz” sorusu benim temel sorumdu. Eskiden olduğu gibi -ki eskiden şöyle inanıyorlardı; önlerinde bir kitap var, onu okuyup anlıyorlar- bugün mesele bu kadar basit değil. Bugün asıl sorun şu ki, birisi ben bu kitabı anlıyorum dediğinde, bu anlamaktan ne kastediyor? Yani anlamak nedir? Bir metnin anlaşılması şu değildir ki; birisi bunu söylesin ve dinleyen kişi de o lafzı ve anlamının ne olduğunu anlasın. Çoğunlukla şöyle olduğunu görüyoruz; mesela birisine bir şey sorduğumuzda, söylediğimizde ve o bize bir cevap verdiğinde, verdiği cevabın lafızlarının ne anlama geldiğini

Şebusteri: Kendi araştırmalarımda benim

biliyoruz, ama buna rağmen “Sen ne demek

meselem vahyin ne olduğunu açıklamak değildi.

istiyorsun? Bununla ne kastediyorsun?” diye

Benim araştırmalarımda peşinde olduğum şey

soruyoruz. Evet, ben bir metni nasıl anlayabiliriz

bu değildi. Oysa Sayın Suruş, vahyin ne olduğu

diye sorduğumda, Kur’an’ı nasıl anlayabiliriz

sorusuna cevap bulmaya çalışmıştır ve oradan

diye soruduğumda kastım şu değildir ki, “kul

da vahyin Peygamber’in sözü olduğu sonucuna

huvallahu ehad” cümlesinin anlamı nedir? Bunun

varmıştır. Aynı şekilde Muhammed İkbal de

ne anlama geldiğini sormuyorum. Benim bulmak

vahyin ne olduğu sorusuna cevap bulmaya

istediğim, ortaya çıkarmak istediğim şey şu ki,

çalışmıştır. Benim meselem, bu son

bu surede kim, bana ne anlatmak istiyor? Bu

araştırmalarımda vahyin ne olduğu sorusuna bir

surenin cümleleri değil de bu sureyle kim bana

cevap vermek değildi. Benim başka bir meselem

hangi mesajı vermeye çalışıyor? Yani

vardı. Benim için şöyle bir soru ortaya çıktı ki;

nihayetinde ben, anlamaktan ne kastedildiğini

160

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Üzerinde kafa

eğer Allah’a inanmazsa ya da Cebrail’e

yorduğum şey buydu. Yani bu anlamıyla ben,

inanmazsa, şimdi bu metni anlayabilir mi?

“Kur’an’ı nasıl anlıyoruz?” diye soruyorum. Ben

Tarihin bize gösterdiği gibi müşrikler, kafirler,

daha önceki araştırmalarımdan da şu sonuca

Hristiyanlar, Yahudiler bile herkes bu metni

varmıştım ki, “Arapça ya da başka dildeki bir

anlıyordu. Bu sözün anlamı nedir? Bu sözün

metni anlıyorum ya da anlamak istiyorum” diyen

anlamı şudur ki; bu metni herkes anladığına

bir kişinin bundan önce, dille ilgili felsefi bir

göre, demek ki bu metne yönelik genel bir

bakış açısına sahip olması lazım. Yani dil, felsefi

anlama vardır, demek ki bu metni kimin

açıdan nedir? İnsan dili, beşeri dil felsefi açıdan

söylediğine dair genel bir kabulden hareket

nedir? Günümüzün felsefesinde bu konuyla ilgili

ediyorlar. Hem Müslüman, hem müşrik, hem

bir sürü teori ve görüş ortaya koyulmuştur.

Hristiyan, hem Yahudi, hem de kafirin, bu sözü

Bizim kelamcılarımız ve müfessirlerimiz, dilin

söyleyen kişi olarak kabul ettiği “o kişi” kimdir?

felsefi açıdan ne anlama geldiğine dair bir

Bu, Tanrı olamaz çünkü müşrikler, ateistler

tartışma ve inceleme yapmamıştır. Bizim klasik

Tanrı’ya inanmıyorlar. O zaman burada bu sözü

kitaplarımızda siz, “Anlamak nedir?” diye bir

söyleyen bir insan, yani sözü anlaşılan kişi, bir

bölüm göremezsiniz, mesela orada anlamaktan

insan. Yani bu kişi, Peygamber’den başka birisi

ne kastettiklerini ortaya koymuş olsunlar. Bu

olamaz. Dolayısıyla bizim için önemli olan şu ki,

konuda, dilin felsefi olarak ne anlama geldiğine

bir odada oturup işte kendi başımıza “bu sözü

dair hiç kimse bir araştırma, bir bahis

söyleyen kimdi” diye kendi kendimize düşünmek

yapmamıştır. Ben bu noktanın farkına vardığım

yerine, tarihe bakıp fiili yani ayni olarak, bu sözü

zaman, dil hakkında felsefi bir araştırma

söyleyenin kim olarak telakki edildiğine bakalım.

yapılması gerektiği sonucuna vardım. Bir dil

Bu söze muhatap olup anlayan, ister Müslüman,

felsefesine sahip olmam gerektiğini anladım.

ister müşrik olsun bu insanlar, bu sözü söyleyeni

Daha bunları anlamadan, bu merhaleleri

kim olarak telakki ediyorlar? Ancak bu yoldan,

geçmeden, anlamak diye bir mesele ortaya

bu sözü söyleyenin kim olduğunu anlayabiliriz.

konamaz. Benim felsefi araştırmalarımın ve pek

Bu yoldan gittiğimizde herkesin, Peygamber’in

çok dil felsefesi filozofunun da ortaya koyduğu

sözünü anladığını görüyoruz. Müslümanların

gibi beşeri dilin birkaç tane mukavemeti,

söylediği şey şu ki, bu sözü söyleyen doğrudan

oluşturucusu, onu bir araya getiren şeyi var.

Allah’tır veya Cebrail aracılığıyla bunu

Bunlar olduğunda bir şey, dil oluyor. Bir dilin beş

söylemiştir. Eğer böyle bir şey söylersek bu

tane oluşturucusu var: Birincisi, söyleyen;

sözün sakıncası şudur ki, bu durumda sözü

ikincisi, dinleyen; üçüncüsü, dilin yapısı;

söyleyen kişi tarih ve tecrübenin dışına çıkmış

dördüncüsü, sosyal ortam/sosyal ve tarihi

oluyor. Yani bu açıdan olaya baktığımızda hem

bağlam ve beşincisi, dili kullanan topluluk. Bu

Müslümanların hem gayri Müslimlerin ortak

sözün anlamı şu ki, eğer bir söyleyen olmazsa

olduğu bir tek nokta şuydu ki, karşımızdaki kişi

dil diye bir şey meydana gelemez. Eğer bir

yani Peygamber bu sözleri söylüyor. Yani biz

dinleyen olmazsa da yine ortada bir dilden

Kur’an’ın da pek çok yerinde Peygamber ile

bahsedemiyoruz. Eğer dilin yapısı ve sistemi de

müşriklerin konuştuğunu, tartıştığını, ona itiraz

olmazsa, yine ortada dil diye bir şey olmuyor.

ettiğini, onu anladığını, yani Kur’an’ın pek çok

Yine tarihi ve sosyal bağlamı, içeriği de olmazsa

yerinde Peygamber ile müşriklerin arasında bir

ortada dil diye bir şey olmuyor. Bu öncüllerden

diyalog yaşandığını görüyoruz. Yani biz bu sözü

sonra sıra şuna geldi ki, bu Kur’an metni, insani

söyleyenin kim olduğunu anlayabilmek için, akli

bir dil. Soru şudur ki, bu sözü söyleyen kim? Bu

burhan yoluyla böyle bir sorunun cevabını

meselelerin hepsinin gelip dayandığı nokta

bulamayız. İmanla da bu sorunun cevabını

burası. Bu sözü söyleyen kişi kim?

bulamayız. Eğer bu sözü söyleyenin kim

Müslümanların çoğu, bu sözü söyleyenin Allah

olduğunu iman yoluyla öğrenebiliriz dersek, bu

olduğunu söylüyor. Ya Allah bunları doğrudan

sözün anlamı şu olur ki, bu sözü Müslümanlar

söyledi diyorlar, ya da Allah önce Cebrail’e

anlar ama diğerleri anlayamaz. Oysa böyle

söyledi, Cebrail de gidip Peygamber’e söyledi.

değil, herkes anlıyor. Buna bir şey daha

Yani bu Kur’an metnini anlamak isteyen kişi,

ekleyebiliriz. Müminler burada fazladan bir şey

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

161


iddiasında bulunabilirler. İzafe edebilecekleri

Şebusteri: İşte bu “fıkhetme”, müminlerle

şudur ki, Allah Peygamber’e yardım ediyordu,

ilgili olan o ikinci anlamıdır. Yani müminlerin,

Allah’la Peygamber arasında özel bir ilişki vardı,

Peygamber’in bu sözleri Allah’ın yardımıyla

bu sayede Peygamber bu sözleri söyleyebilecek

söylediğine inanmaları fıkıhtır. Müşriklerin

hale geliyordu. Bunları Peygamber söylüyordu,

anlamadığı, fıkhetmediği şey buydu. Yani

ama Allah’ın yardımıyla. Biz Kur’an-ı Kerim’de

müşrik, bu olayın arkasında Tanrı’nın olduğunu

bu sözleri kimin söylediğini araştırdığımızda, bu

anlayamıyor. Ama mesela Peygamber’in

sorunun cevabını Kur’an’dan hareketle ortaya

bu ayetlerle ne söylediğini, uyardığını, neyi

çıkartmaya çalıştığımızda, Kur’an’ın hiçbir

müjdelediğini, cennetten-cehennemden

yerinde Peygamber, “bu kelimeleri, bu cümleleri,

bahsettiğini, hayvanlardan bahsettiğini, bu tür

bu ayetleri ben söylemiyorum” diye bir şey

şeylerin hepsini müşrikler anlıyordu.

söylememiştir. Bu kelimeleri ve cümleleri Cebrail’in getirdiğini hiçbir yerde söylememiştir. Yine aynı şekilde Kur’an’da, bu kelimeleri ve cümleleri Allah’ın söylediğine dair de bir şey yok. Bütün bunları bir araya getirdiğimizde benim vahiyle ilgili teorim ortaya çıkıyor. O da Kur’an’ın insani bir metin olduğu. Yani bir peygamber bunları söylemiştir. Bu sözleri söyleyen Peygamber’in iddiası şuydu ki, eğer Allah’ın teyidi olmasaydı -yani farklı tabirler

İslami Yorum: Kur’an metninde ikili bir hitap, yani birinden birine hitap edildiğine dair bir üslubun hakim olduğunu görüyoruz. Mesela pek çok ayetin başında “kul (de ki!)” ifadesini görüyoruz. Yine Kur’an’ın inzal edildiğinden bahsediliyor. Bu tür ifade ve hitap tarzlarını sizin yaklaşımınıza göre nasıl anlamak gerekiyor? Şebusteri: Sizin sorduğunuz soruların aynısını İran’da da bize soruyorlar. Burada söylenmesi

kullanılmış bunun için Kur’an’da- eğer Allah’ın

gereken şey şudur; şu ana kadar benim

yardımı olmasaydı ki bu ilişkiyi Peygamber,

bahsettiğim konularda insanların bir sonuca

vahiy olarak adlandırmış; “eğer Allah’ın

ulaşması, bunları kabul edip etmediğine dair

öğretmesi olmasaydı, eğer Allah’ın beni seçmesi

bir şey söylemesi gerekir. Eğer birisi benim

olmasaydı, ben bunları söyleyemezdim”.

yaptığım bu felsefi incelemeyi kabul etmezse,

Peygamber’in iddia ettiği şey budur. Yani

sıra o zaman bu sorulara cevap vermeye

Peygamber, Allah’ın onun üzerindeki etkisinden

gelmez. Eğer bu felsefi bahisler kabul ediliyorsa

dolayı bu sözleri söyleyebilecek gücü elde

o zaman bu sorulara cevap verilebilir. Bizim

ediyor, bu sözleri söyleyebilecek hale geliyor.

İran’daki dostlarımız bu felsefi tartışmaları

Sizin de gördüğünüz gibi, bunlardan anladığınız

gayri ciddi olarak buluyorlar. Bu konulara

gibi, ben vahyin ne olduğuyla ilgili bir inceleme,

girmek falan istemiyorlar. Yani bu konulara

araştırma yapmıyorum. Ben aslında vahyin ne

girmeden işte Kur’an’dan “indirdik”, “de ki” falan

olduğunu bilmiyorum. Sadece Peygamber’in

şeylerin ne anlama geldiğini bize soruyorlar.

kendisinin vahiy hakkında ne söylediğine

Bu doğru değil. Metodoloji açısından doğru

bakabiliyorum. Yani Kur’an’da içinde vahiy geçen

bir şey değil. Felsefi bahsin, tartışmanın yine

tüm ayetlere bakıp, burada vahiyden ne

felsefi cevabı olur. Ya felsefi kabul, ya felsefi

kastedildiğine dair bakmamız lazım. Vahyin ne

ret olur. Yani şöyle diyemezsiniz, siz felsefi

anlama geldiğini felsefi tartışmalarla ortaya

bir şeyden bahsediyorsunuz, ama Kur’an’da

koyamayız. Benim meselem, vahyin ne olduğu

böyle deniyor. Bunlar birbirine denk değil. Size

değil, önümde duran şu kitabı nasıl anlayabilirim meselesidir. Oradan hareketle gittiğimde, buraya

şu şekilde cevap verilebilir; benim bu felsefi tartışmalarımın, kabullerimin doğru olmasına

geliyorum.

binaen, o zaman bu ayetlerin ne anlama

İslami Yorum: Kur’an’da anlamayla alakalı

bulunan “de ki” nedir? (28 yıl önce katıldığım

iki kavram geçiyor. Bir ayette “fehm” kelimesi

bir toplantıda Kaddafi ayetlerin başındaki “kul”

geçiyor, çok sayıda ayette de “fıkh” kelimesi

ifadelerinin kaldırılması gerektiğini söylemişti.

geçiyor. Ve bu ayetlerde müşriklerin Kur’an’ı

Çünkü onun görüşüne göre bunlar Kur’an’a

fıkhetmedikleri yani anlamadıkları belirtiliyor.

sonradan eklendi. Önceden bunlar Kur’an’da

Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

yoktu.) Benim bu soruya cevabım şudur; tek

162

geldiğine sıra gelir. Yani bu ayetlerinin yanında

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


tek ilerlemeliyiz. Yani bu ayetler farklı farklıdır.

bu hale getirildi, o zaman böyle değildi. Kur’an

Benim söylediğim şeye göre farklı bir anlam

parçaları bir araya getirildikten sonra bir kitap

kazanır. Genellikle bu sözlerle kastedilen

olarak ortaya çıktı.

kitabın bu elimizdeki Kur’an olduğudur. Ama bu ayetlerde geçen kitabı işte bugün önümüzde duran iki kapak arasında duran şey olduğunu kabul ediyorlar, bu şekilde indirildiğini sanıyorlar. Yavaş yavaş bunun bu şekilde indirildiğini sanıyorlar. Ama kitabın Kur’an’daki anlamı bu kitap değil. Kur’an’daki kitabın anlamı gökteki kitap. “Bütün şeyleri o mübin kitapta saydık”, o kastediliyor. Bu semavi kitap sadece İslam’a has olan bir şey değil, diğer pek çok dinlerde de semavi kitap olarak bahsedilen bir şey vardır. Diğer dinlerde de semavi kitabın anlamı gökyüzünden gönderilip şu anda iki kapak arasında duran şey değildir. Hem diğer dinlerde hem Kur’an’da da kitabın anlamı şudur ki, semavi kitaptan kastedilen şey, Allah’ın ilminde her şeyin yazılmış olmasıdır. Mecazen Semavi kitap dediklerinde Allah’ın ilminde her şeyin bulunmasını kastediyorlar. O da orada lafız ve mana şeklinde değil. Orada ayet, cümle ve kelimeler yoktur. Bunu levhi mahfuz olarak da tabir etmişler. Bu Kur’an’daki kitabın indirilmesinde kastedilen şey, çok genel olarak o Allah’ın ilminde bulunan şeylerin bir şekilde sizin elinize ulaştırıldığı, size sunulduğudur. Cümleler ve kelimeler şeklinde değil çünkü orada cümle ve kelime yok. Onun gelmesi, indirilmesi şu şekilde de olabilir; Allah’ın ilminin bir kısmının insanlara ulaştırılması Allah’ın bir insana yapacağı yardım sayesinde onun bunları söylemesiyle de insanlara bu ilim indirilmiş olabilir. Şu an benim sizinle konuştuğum şeyler

İslami Yorum: Yani insanlar o zaman kitap deyince elimizdeki Mushaf’ı anlamıyorlar mıydı? Şebusteri: O zaman bu kitap olmadığı için bu kastedilmiş olamaz. “Zalikel kitap” denildiğinde, ortada elimizdeki gibi bir kitap olmadığına göre bu kastedilmiş olamaz. Kur’an’da bazen bir ayete kitap denir, bazen on ayete, bazen yüz ayete kitap denir. Dolayısıyla bu şekilde baktığımızda bu ayetlerin anlamı budur, ama Müslümanlar ne zamandan beri Kur’an’daki kitap lafzının, işte önümüzde duran somut kitap olduğunu söylediler, onu tam olarak bilemiyorum. Ama derinlikli araştırmacılar ve fakihler de kitabı benim söylediğim şekilde açıklamışlardır. Semavi kitap olarak açıklamışlardır; ama yüzeysel olan bazıları, işte Kur’an’daki o kitap lafzından önümüzde duran somut kitabı kastetmişlerdir. Kur’an’daki tabirlerin ne anlama geldiğini iyice anlayabilmemiz için çok dikkatli olmamız lazım. İyice araştırmamız gerekir. Mesela Bakara’nın girişindeki “zalikel kitab” ifadesindeki kitabın ne anlama geldiğini öğrenebilmek için çok araştırma yapmak lazım, çok düşünmek lazım çok, dikkatli olmak lazım. Dikkatli olmadığımız zaman, iyice araştırmadığımız zaman, hemen oradaki kitaptan şu anda okuduğumuz kitap kastediliyor zannederiz. Bu zihni bir hatadır. “De ki” diye başlayan ayetlere gelince; biz edebiyatta pek çok örnekle karşılaşıyoruz ki mesela bir şair kendi kendine konuştuğunda

de ilahi ilmin inmesidir. Burada da bir indirme,

ya da bir şiiri söylediğinde, onu dışarıdan birisi

bir inzal vardır. Yani Kur’an’ın mantığına göre

dinlese, şairin yalnız olduğunu görmese, o sırada

bu alemde tezahür eden, tecelli eden her şey

o şairin biriyle konuştuğunu sanır. Sizde belki

o semavi ilahi alemden geliyor. Hayat, yaşam

Türkçe şiirlerde böyle şeyler vardır. Türkçe şiir

oradan geliyor. İlim oradan geliyor. İnsani

bilmediğim için Sadi’den bir örnek vereceğim.

yaşam, hayvanlar, bitkiler hepsi oradan geliyor.

Sadi diyor ki: ”Ey Sadi! İyi insanlar hiçbir zaman

İşte ona ilahi gaybın hazineleri deniyor. Yani

ölmez!” Ey Sadi diye başlayan bu şiiri dışarıdan

Kur’an’ın bazı ayetlerinde belli bir miktarda,

biri dinlese bunu şöyle sanır ki, birisi Sadi’ye

ölçüde indiriyor. Oradan anlaşılan şey şu ki;

“Ey Sadi” diye sesleniyor. Oysa burada Sadi

orada bulunan şeyden bir kısmı size indiriliyor.

kendisine hitap ediyor. Edebiyatta bu tür şiirler

Kur’an’daki bu tür ayetlerin anlamı genel olarak

çok fazladır. Edebiyatta öyle metinler var ki, o

böyledir. Burada bizim dikkat etmemiz gereken

metni yazan kişi, “de/söyle” diye başlıyor. Bu

şey şu ki, Kur’an’ı kitap olarak getiren şey şu

bir edebi oyundur, tekniktir. Eğer edebiyattaki

an bizim önümüzde duran şey değil. Ondan

bu metinleri, bu örnekleri kabul edersek

bu kastedilmiyor, çünkü Peygamber’den sonra

neden Kur’an’da da Peygamber kendi kendine

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

163


“söyle ey Muhammed, Allah birdir” demesin.

Yani benim sabretmem lazım, gelsin gelsin,

Neden bunu kendi kendine söylemesin? Biz

ben dolayım ki işte bir beste yapabileyim.

çoğunlukla diyoruz ki bir başkası Muhammed’e

İşte o, beste yapmak için beklediği ilhamı

“de ki!, git!, kalk!...” diyor. İşte bunun Tanrı

vahiy gibi bir şey olarak kabul ediyor. Benim

olduğunu söylüyoruz. Bunu nereden söylüyoruz?

bunun gücüne, potansiyeline hazır olmam

(Kafirun Suresi’ni okuyor) Burada mesela,

lazım ki bu bana gelsin. Nübüvvet de böyle bir

kafirler Peygamber’i artık çok yormuşlardı, bu

duygudur. Bu yüzden Hz. Peygamber’in acele

yorgunluktan, bu bıkkınlıktan dolayı Peygamber

etmemesi gerekiyordu, yani ilahi yardım olarak

neden kendi kendine demesin ki “kafirlere de ki,

adlandırdığım şey ona yeterince gelsin onun

ben sizin taptıklarınıza tapmam, siz de benim

içini doldursun ki o, bu sözü söyleyebilsin. Yani

taptığıma tapmayacaksınız, beni rahat bırakın,

o söylediğiniz ayetin anlamı şu ki, “sen diyor

sizin dininiz size benim dinim bana”, yani neden

nebevi tecrübeyle dolana kadar o sözü söylemek

bu şekilde de olmasın? İçinde “de ki” olan her

için acele etme, önce bir bekle ki kıvama

şey benim söylediğim şekilde de anlaşılabilir.

gelesin, Allah’ın yardımı sayesinde nebevi

Siz eğer Kur’an’ı edebi bir metin olarak telakki

tecrübe sende belli bir kıvama ulaşsın ki ondan

ederseniz zaman içinde çok çeşitli edebi oyun,

sonra bu sözü söyle”.

sanatlar olarak vardır. Yani bizim Peygamberimiz Allah’ın yardımıyla, Allah’la onun arasında bulunan ilişki yüzünden en fasih kişi haline gelmiştir. Dili en iyi kullanan, en güzel kullanan kişi haline gelmiştir. Dolayısıyla bu tür şeyleri kullanması çok normaldir. Fesahat, belagat da edebi oyunlardır.

İslami Yorum: Bunları kendi kendine mi söylüyor? Şebusteri: Evet, tabii ki. Bunun Kur’an’da gelmesinin nasıl bir sakıncası var? Yani şunun gibi, bir sanatçının kendisine, yeterince sabret ondan sonra başlayabilirsin demesi gibi…

İslami Yorum: Kur’an’da Peygamber’e yer yer uyarılar ve eleştiriler var. Bunları nasıl anlayacağız. Peygamber kendi kendini mi uyarıyordu? Örneğin dilini depreştirmemesine dair uyarılar bu uyarılara bir örnek olarak verilebilir.

kendine bir telkinde bulunuyor. İslami Yorum: Sınırsız/mutlak olanın sınırlı olana müdahale etmesi, yardımla mümkün oluyor da bu müdahale bizzat Allah’ın sözlü müdahale etmesi yoluyla neden olmuyor? Allah bunu yapamaz mı? Allah kelimelerin bizzat

Şebusteri: İki çeşit teşbih var, tam ve eksik. Bu, tamın eksik üzerine yapılmasıdır. Yani siz şunu biliyorsunuz ki bir sanatçının bir şeye başlamak istediğinde önce onun duygusuna sahip olması gerekir. “Önce havaya girmem lazım ki yapabileyim” der. Sanatçılarda genelde bir his bulunur. Bir şey yapmadan önce bekler bekler, kıvama geldikten sonra ancak onu yapmaya başlar. Çalgıcıları görüyorsunuz. Çalmaya başlamadan önce 5-10 dakika yavaş yavaş kendilerini alıştırırlar, sonra birden parçayı girip çalmaya başlarlar. Bu psikolojik bir meseledir. Bu kendisine ilham gelen insanlarda bulunan psikolojik bir haldir. İran’da

kendisini göndermez mi? Abuzer Dişkaya (Tercüman) : Bu sorunun cevabını başta söyledi, “dil” başka türlü olmuyor. Bugünkü dil felsefesine göre bir şeyin dil olabilmesi için beş özelliğinin olması lazım. Bunlardan biri olmadığında artık o dil olmuyor. Bu teorisine göre o sözü söyleyen Tanrı olursa, insan tecrübesinin dışında olan birisinin söylediği bir şey olursa, bu artık dil olmuyor. Şebusteri: Tanrı’nın konuşmasını şey olarak tasavvur edemiyoruz. Yani o önceki şartları kabul etmedikçe sıra buraya gelmez.

Mişkatiyan diye çok meşhur bir türkücü vardır.

Ben bir fıkra anlatacağım. Bir genç nasıl

Bir gece ben bir yerde onunla birlikteydim.

mevlithan olunacağını öğrenmek istiyormuş.

Ona sordum ki, nasıl beste yapabiliyorsun?

Üstat olan bir mevlithanın huzuruna gitmiş.

Bana şöyle dedi: Bu bestenin bana gelmesi için

Ben söyleyeceğim sen dinle ki mevlithan

kendimi çok hazırlamam lazım, kendimi motive

olabilir miyim olamaz mıyım karar ver. Okumak

etmem lazım, ancak o zaman geliyor ilham.

istediğinde elini kulağına koyup bağırmaya

164

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


başlamış. Üstat mevlithan ona demiş ki; sen

göndermiştir ve bunun adı dindir, diyor. Bunlar

bu şekilde mevlithan olamazsın. Birden böyle

Kur’an’dadır, diyor. Suruş dinin bu olduğunu

bağırarak mevlithan olamazsın, önce böyle

söylüyor. Anlaşıldı değil mi?

yavaş yavaş sesler çıkartacaksın, derece derece yukarı çıkacaksın. Peygamber’in durumu da böyledir. Teşbih çok doğru olmasa da, onu bir sanatçıya benzetmek çok doğru olmasa da siz daha iyi anlayabilin diye anlattım. Bizim, Peygamber’in de bir insan olduğunu bilmemiz lazım. Bizim zihnimizde Peygamber sıradan bir insan gibi değildir, öyle özelliklere sahiptir ki bunları anlayamayız… Yani böyle düşünürsek, bu durumda onun söylediği şeyi de aslında anlayamayız. Kendisi de diyor ki, ben de sizin gibi bir beşerim ve Tanrı’nızın bir olduğu söyleniyor. Biz Peygamber’in beşeri yönünü ortaya çıkarırsak söylediği şeyleri daha iyi anlarız.

İslami Yorum: Evet, anlıyoruz. Suruş temelde bunu söylüyor. Şebusteri: Bunun yanında bir de Müslümanların inandığı bir şey var, bu da “Allah tarafından indirilen bir din” inancı. Bu çok yaygınlaşmış, dini Allah’ın gönderdiği çok yaygınlaşmış. “Allah’ın gönderdiği din!” Bunun herhangi bir temeli yok. Allah’ın din gönderdiği nerede yazılmıştır? Hiçbir temeli, esası yoktur. Dinin anlamı Kur’an’da şu şekilde ortaya koyulmuştur: “Allah’ın indindeki tek din İslam’dır.” Yani bunun anlamı, Allah’a göre din insanın kendisini Allah’a teslim etmesidir. Dinin Kur’an’daki anlamı insanın tevhidi davranışları, amelleridir.

İslami Yorum: Kur’an’da dinden bahsedildiğinde bundan neyi anlayacağız? Şebusteri: Sen Kur’an’daki dinin ne olduğunu

Muvahhidane yaşamaktır. Kur’an’a göre din muvahhitçe yaşamaktır yoksa bir grup inanç, ahlak ve ahkami ilkelerin bir araya gelmesi bunların toplamı değildir. Doğal

sanıyorsun?

olarak muvahhitçe dini yaşayan insanın bir

İslami Yorum: Suruş’un bir din algısı var.

Dinin Kur’an’daki anlamı bu itikadi, ahlaki ve

Kur’an’daki ve hadislerdeki bilgiler, insanların

ahkam kurallarından ibaret değildir. Dışarıdan

tecrübe yoluyla elde edemedikleri bir şeyden

dine bakmak isteyen bir din bilimci şöyle

bahsediyorsa, ona din diyoruz. Toplumla ilgili,

diyebilir; şu inançlar vardır, şu ahlak ve ahkami

tecrübeyle ilgili bir şey varsa bu din değildir.

değerleri, ahkami kuralları da vardır. Dinin

Kur’an’da geçse de buna din denilemez. Buna

Kur’an’daki anlamı bu itikadi, ahlaki ve ahkami

göre siz dinden ne anlıyorsunuz? Suruş’a

kurallardan ibaret değildir. Bunların toplamı

katılıyor musunuz?

demek değildir. Eğer dışarıdan Müslümanlara

takım itikadi değerleri, ahlaki kuralları vardır.

Şebusteri: Benimle Suruş arasında bir fark bulunuyor. Suruş’un “Maksimum Din, Minimum Din” kitabında dine yönelik yaptığı tanımı kabul etmiyorum. Yani ben Şuruş’un oradaki din tanımını kabul etmiyorum. Benimle Süruş arasındaki fark şu, Suruş din ile dinin anlaşılmasını birbirinden ayırıyor. Biz gerçekte

ve İslam dinine bakmak isteyen bir din bilimci İslam dininin ne olduğunu söylemek istese, o şöyle diyebilir: İslam’da şu inançlar vardır, bu ahlaki değerler vardır ve bu hükümler vardır. Bu terkip tarihselleşmiş dinin tanımıdır. Yani din, tarih boyunca bu şekilde tezahür etmiştir, bu şekli almıştır. Ama Kur’an’daki dinin anlamı bu değildir. Dolayısıyla benimle Suruş

dinin ne olduğunu anlayamayız, sadece dine

arasındaki asıl ihtilaf budur. Kur’an’a baktığımda

dayalı bir anlayışımız vardır. Bu anlayışlar farklı

onun tanımladığı gibi bir din olduğunu

farklıdır. Şuruş daha sonra da bir “en çok” ve

düşünmüyorum. Yani Kur’an’daki din şudur

“en az” var diyor. En az olana dinin cevheri,

ki, ben kendimi gönüllüce Allah’ın iradesine

özü ve zatı diyor. İşte oraya yani dinin özü

teslim ettim. Dolayısıyla din benim seçtiğim,

dediği yere bazı itikadi inançları, bazı ahlaki

tercih ettiğim bir yaşama biçimidir. Peygamber

değerleri ve bazı hükümleri koyuyor. Gerçekte

kafirlere şöyle diyor: Sizin dininiz şudur, siz

Suruş dini; inanç, ahlak ve hükümlerden oluşan

kendinizi putlara teslim ettiniz, benim dinim de

bir bütün olarak görüyor. Yani bu inanç, ahlak

şudur, ben de kendimi Allah’a teslim ediyorum.

ve ahkamdan oluşan şeyi Allah Peygamber’e

Din bu olmalı. Dolayısıyla ben, Allah’ın din

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

165


indirdiği sözünün nereden geldiğini bilmiyorum. İslami Yorum: Dinin tamamlanması olayına nasıl bakıyorsunuz?

Peygamber zamanında insanlar dindarlaşmaya, din sahibi olmaya çok susuyorlardı, çok istekliydiler. Çünkü din onlar için çok sade, basit, cazip bir şeydi. Bugün din o kadar büyük bir yük

Şebusteri: Yani Allah diyor ki, ben size dinin ne olduğunu gerçekte tamamen anlattım. Yani Allah burada şunu demek istemiyor, “ben size dini inançların ne olduğunu, ahlakın ne olduğunu, dini ahkamların ne olduğunu tamamladım” gibi bir şey demek istemiyor. Yani dindar bir insanın ne yapması gerektiğine dair şey, Peygamber döneminde şu anda olduğundan çok daha az ve sadeydi. Zaman içerisinde kelamcılar, fakihler ve tefsirciler tarafından bu hale getiriliyor. Taharetle ilgili hükümler Peygamber döneminde çok az vardı. Hicapla ilgili bu kadar şey Peygamber döneminde yoktu. Namazı bozan şeyler, şüpheye düşüren şeyler çok azdı. Bu hükümlerin çoğu Peygamber döneminde yoktu, bunların hepsini fakihler düzenledi (üretti). Ama fakihlerin bunu kendi kendilerine yaptıklarını söylemek istemiyorum. Diğer ilimlerde zamanla nasıl bilinen şeyler artıyorsa, genişliyorsa burada da aynı şekilde olmuştur. Benim dostlarımdan biri, bu son zamanlarda İran’da “Peygamber Döneminde Hicap” diye büyük bir kitap yazdı. Orada çok derin analizler yapmış. Orada şunu ispat etmiş, göstermiş ki Peygamber döneminde kadınlarının çoğunun yeterli elbisesi yoktu. Çok fakir oldukları için, yeterli elbiseleri olmadığı için isteseler bile bütün vücutlarını örtemiyorlardı. Erkeklerin elbisesi şurayla şurayı (göbekten-diz kapak altını göstererek) kapatan bir parçadan ibaretti. O dönemde elbise sahibi olmak çok lüks olarak kabul ediliyordu ve insanların çoğunun zaten elbisesi yoktu. Ama bugün mesela başörtüsü ne hale gelmiştir? Peygamber zamanında dindarlık çok sadeydi, basitti.

haline geldi ki, aynı fıtrata sahip insanlar bugün dinden kaçıyorlar. İslami Yorum: İki kitabınızda da dini tecrübeden söz ediyorsunuz. Ama bu yeteri kadar açık değil. Burada bahsettiğiniz dini tecrübenin mahiyetinin ne olduğu çok açık değil. Dini tecrübeyi biraz açabilir misiniz? Şebusteri: Haklısınız, çünkü ben dini tecrübeyle ilgili yeterince yazmadım. Yani olması gerektiği kadar açıklamadım. Bu konuda inşallah daha ayrıntılı yazmaya çalışacağım. Benim bahsettiğim dini tecrübe, üç farklı anlamda kullanılabilir. Kullandığım anlamlardan birisi, din psikolojisinde bahsedilen dini tecrübedir. Wiiliam James’in “Dini Tecrübelerin Çeşitleri” diye bir kitabı var. Bu konuyu anlatan diğerleri de ondan aktarmışlar. Özellikle William James’in bahsettiği dini tecrübe yani getirdiği örnekler bu kategoriye girer. İnsanlar için aniden bazı tecrübeler meydana gelir. İnsanlar bazı şeyler yaşarlar. Bu tür tecrübelerin örneklerini William James o kitapta verir. Bu örneklerden biri şöyledir: Birisi deniz kenarında oturuyor, denize bakıyor, bu esnada etrafı birdenbire ışıklarla çevriliyor, etrafının nurla kaplandığını tecrübe ediyor. Yani bu tecrübe sadece bununla yetinmiyor, orada kalmıyor, her tarafının nurani hale geldiğini tecrübe ettiğinde bu tecrübenin içerisinde bir kutsalı da tecrübe ediyor. Yani o tecrübe halinde bazı sözler işitiyor. Birileri onunla konuşuyor. Din psikologları bunlara dini tecrübe diyor, onların dini tecrübe olarak adlandırdığı şeyler bu tür şeyler. Benim kitaplarımda kullandığım dini tecrübe şimdi söyleyeceğim iki anlamdadır. Bunlardan biri, mutasavvıfların

İslami Yorum: Hz. Ali’ye atfedilen bir söz var:

yaşadığı şeyler. Mesela Mevlana’nın yaşadığı

Din bir noktaydı cahiller onu çoğalttı.

tecrübeler. Özellikle Mevlana’nın Şems için

Şebusteri: Evet, evet çok doğru. Biz kendi

görüyoruz. Mevlana birisine diyor ki, sen ne

aramızda bazen diyoruz ki: Peygamber ve

beni terk ediyorsun ne de sürekli benimlesin.

sahabe gelseydi bizim din olarak ortaya

Buna baktığımızda Mevlana’nın kendisinden

koyduğumuz şeyi tanıyamazdı. Bir şair de

daha ulvi bir şeyi tecrübe ettiğini, o tecrübe

Peygamber’e hitaben öyle diyor. Senin dinini

ettiği şeyin ne Mevlana’dan ayrı olduğu ne de

o kadar allayıp pulladılar, o kadar büyüttüler

sürekli onunla birlikte olduğu söylenebilir. Yine

ki sen gelsen şimdi dinini tanıyamazsın.

aynı şekilde Mevlana, mesela duyan koşan

166

yazdığı divana baktığımızda, orada bunu

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


bütün canlıların akleden şeyler olduğunu

Müslümanlar da kalkınma ve ilerleme fikrini

söylüyor, ama akıl ve kalp gözü kapalı olanların

benimsemiştir. Zira günümüz şartlarında bundan

bunların sustuğunu zannettiğini söylüyor. Aynı

kaçınmanın herhangi bir yolu bulunmamaktadır.

şekilde biz de konuşuyoruz, ama siz bunu

Bu yeni yaşama tarzının öncüleri gelişmiş Batılı

yapamadığınız, anlayamadığınız için bizim

ülkeler olmuştur. Bu ülkeler öyle sosyal ve

sustuğumuzu sanıyorsunuz demiştir. Diğer bir

siyasi olgular meydana getirmişlerdir ki diğer

anlamı da budur bu dini tecrübenin. Bu daha

dünya milletleriyle birlikte Müslümanların da bu

çok irfani tecrübeler diye adlandırılıyor. Varlıkla

gerçekleri kabul edip onlara uygun bir yaşam

ittihad, bir olma tecrübesi de bu irfani tecrübe.

tarzını benimsemekten başka yapabilecek bir

Allah’ta fena olma tecrübesi de gene bu. Benim

şeyleri kalmamıştır.” Burada Batılı bir yaşam

dini tecrübe derken kastettiğim şey ya irfani

biçiminin dışında bir yaşam biçiminin olmadığı,

tecrübedir, ya da şimdi size söyleyeceğim

diğerlerinin bu yaşam biçimini benimsemekten

tecrübe çeşididir. Diğer tecrübeleri bir kenara

başka bir yollarının olmadığı mı kast ediliyor? Bu

bırakarak bir tecrübe türü daha var ki, bu bir

bir anlamda, Huntington’un “Tarihin Sonu” tezini

huzur ve huşu hali hissetsin, böyle bir hisse

onaylamak anlamına gelmiyor mu? Bugünkü

sahip olsun. Yani birden etrafın nurani olması,

hakim paradigmanın dışında bir dünya mümkün

var olan her şeyin konuşan gören olması gibi

değil midir?

değil de, kendisinden daha üstün olan bir gücün huzurunda olduğu hissi, böyle bir hisse sahip olsun. Bu his güçlü olabilir, zayıf olabilir, insan bazen ona sahip olabilir, bazen olamaz. Az meydana gelebilir yani. İnsan özellikle ibadet ettiğinde böyle bir huzurda bulunma halinin ne olduğunu daha iyi hisseder, daha iyi anlar. Sanki birisiyle konuşuyormuş gibidir bu durumda, sanki birine sığınıyormuş gibi. Yani eğer bunda biraz derinleşmek isterse, insanın kendi kökünü bulmaya çalışması gibi bir his ortaya çıkmakta. Dini tecrübenin üçüncü anlamı da budur. Mesela insan bir dağa, yemyeşil bir yere gittiğinde, çok güzel bir yere gittiğinde orada gördüğü her şeyde bir anlam olduğunu, taşta, ağaçta, kuşta, dağda bunlarda bir anlam olduğunu düşünür. Bunların bir mesaj olduğunu hisseder. Bu da bu bölüme giriyor. Ben dini tecrübe derken daha çok bunu kastediyorum. Din psikologlarının söylediği şeyi kastetmiyorum. Mutasavvıfların sahip olduğu ve adına keşf dediği şeyi de kastetmiyorum. Benim inancıma göre dini tecrübenin bu üçüncü anlamı hemen hemen bütün insanlarda bulunur. Ben temeli dini tecrübe olarak belirlememiz gerekir diye söylediğimde işte zahir, görünüş önemli değildir, bu dini tecrübenin insanlarda ne kadar olup olmadığına bakmamız gerekir dediğimde bu üçüncü tür tecrübeyi kastediyorum. Bana göre

Şebusteri: Ben Batılı yaşam tarzının bütün yönlerini kastetmedim. Oradaki ilerleme ve kalkınmayı kastettim. Yani Batılıların ahlaki değerlerinden bahsetmedim. Kalkınma, siyasi ve ekonomik olan bir olgudur. Benim inancıma göre de biz kalkınmada onların gittiği yoldan gitmemiz gerekir. Yani kapitalist bir ekonomik kalkınma dışında başka bir model de olabilir tabii ki. İskandinav ülkelerinde sosyal demokrasi var. Sosyal demokrasi sistemi, mesela Almanya’da olan kapitalist sistemden farklı bir sistemdir. Bizim yolumuz da bunlardan biridir. Ya sosyal demokrasiyi benimseyeceğiz ya da yapabiliyorsak kapitalist sistemi benimseyeceğiz. Ben kapitalist sistemi kabul etmemizde muvafık değilim. Ona karşıyım. Ama ilmi kalkınmayı ilmi ve bilimsel çalışmalarla, programlarla sağlayalım, ben bundan yanayım. Bundan başka bir kalkınma yolumuz olduğuna inanmıyorum. Kalkınmanın bugün kendine has bir anlamı var. Ekonomik kalkınma, siyasi kalkınma… Bu tür kalkınmalar kendileriyle birlikte bazı değerleri de getiriyor doğal olarak. Yani bunlarla birlikte gelen değerlerin zararını da en aza indirmek için çalışmamız lazım mümkün olduğunca. Mesela fakirlikle mücadele etmek için bundan başka nasıl bir yol vardır? Cehaletle mücadele etmenin bundan başka bir yolu var

dinin esası, özü budur.

mıdır? Ya hastalıklarla mücadelenin başka bir

İslami Yorum: “Resmi Dini Söylemin Eleştirisi”

ediyoruz: Kalkınmaya karşı olma adı altında,

isimli kitabınızda şöyle bir bölüm var: “Altını

petrolün bütün paralarını alıp bizim bilmediğimiz

çizerek kısaca söylemek gerekirse bugün

yerlerde harcıyorlar. Ülkeyi kalkındırıp

yolu var mı? Biz bugün İran’da şunu tecrübe

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

167


ilerleteceklerine kendi ceplerine koyuyorlar.

Tarihi açıdan da bir inceleme yaptığımızda bunun

Gelecek nesiller fakir ve aç olacak. Eğer petrol

böyle olmadığını görüyoruz. Birkaç ay önce bir

biterse açız…

öğrenci bana geldi. Benim kitaplarımla ilgili bir

İslami Yorum: Kitaplara gelen tepkileri de dillendirmek için bu çerçevede bir soru sormak istiyorum. Diyorlar ki: Demokrasi kavramı, insan hakları kavramı ve benzer Batı tandanslı kavramları niye alıp kullanalım veya uygulayalım. İlla ona muhtaç mıyız? Kendi kültürümüzden, kendi kaynaklarımızdan beslenerek bunları neden geliştirmiyoruz. Bu konularda Batı’ya bizi zorunlu veya muhtaç kılan nedir? Onlara niye bağlı kalalım? Zorunluluk mu var? Bizim kaynaklarımız, bizim kültürümüz bize yetmiyor mu?

makale yazıyor. Gelip bana bazı şeyler sormaya başladı. Tartışmamız, konumuz bir yere geldi. Ve gelinen noktada o dedi ki, işte biz Peygamber’in zamanında din özgürlüğüne sahiptik. Yani herkes her istediği dine sahip olabiliyordu. O çocuk böyle demişti. Eğer kılıç çekip Müslümanlarla savaşmadığın sürece herkes her istediği dine tabi olabiliyordu dedi. Ben dedim ki, daha çok açıkla, ne demek istiyorsun? Ona dedim ki, şunu kabul ediyor musun? Tarihi rivayetlere göre Peygamber Mekke’yi fethettiğinde Mekke’deki ve Kabe’deki bütün putları kırdı ve Mekke’nin dışına çıkardı. Bunların

Şebusteri: Burada iki farklı bakış açısı var: Bu tür şeyler bizde de mi var diyorlar yoksa bunlar kötü şeylerdir, bizim bunlara sahip olmamamız mı gerekir diyorlar? Yani ne demek istiyorlar? İslami Yorum: Bizim medeniyetimiz bunları

hepsini yıktı, parçaladı. Oysa Mekke’de bulunan insanların bir kısmı putperest olmak istiyordu. Putperestler olacağına göre bir puthane de olması gerekiyor. Bir mabede ihtiyaçları vardır. Yani orası daha önce onların mabediydi. Peygamber gelip burası sizin değil, bizim yerimiz

çıkarmaya müsait diyorlar.

dediğinde böyle bir şey din özgürlüğü anlamına

Şebusteri: Siz eğer böyle bir şey söylüyorsanız

zamanında din özgürlüğü vardır demek doğru

bu sözün ne anlama geldiğini biliyor musunuz?

değildir. Çünkü putperestlik de bir dindir ve

Demek ki bunlar iyi şeyler. Bunlar iyi şeyler.

eğer Peygamber’in zamanında din özgürlüğü

Neden biz bunları üretmedik? Şu ana kadar

diye bir şey olsaydı onların önüne geçilmemesi

neden bunların farkına varmadık bizde var

gerekirdi, onların durdurulmaması gerekirdi.

idiyseler? Bu sorular ortaya atıldığında biraz

Çünkü bugün din özgürlüğünden bahseden kişi

dikkatli olmak lazım. Öncelikle bunların iyi şeyler

bu özgürlüğün sadece Müslüman için Hristiyan

olduğunu kabul ediyoruz demektir. İkinci olarak

için Yahudiler için olduğunu söylemiyor, bütün

da bunlara sahip olduğumuzu iddia ediyoruz

dinler için bunu kabul ediyor. Dolayısıyla

demektir. Yani biz bunlara sahibiz. Bunlar bizde

Peygamber zamanında böyle bir özgürlük

var, öyleyse bunlar nerede? Bunların bizde de

yoktu. Ben de ona dedim ki, Peygamber’in

olduğunu söyleyenlerin bunların nerede olduğu

o dönemde yaptığı şeyin felsefesi, anlamı

sorusuna cevap vermesi gerekir. Bunu bize

neydi? Bunları yaparken neyi hedefliyordu?

göstermeleri gerekir. Eğer birisi Uluslararası

Böyle bir şeyi tartışmak istemiyorum dedim.

Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nde

Ben sadece şunu diyorum ki, siz Peygamber’in

bulunan evrensel haklara dair 30 maddenin

zamanında din özgürlüğü vardır demeyin.

-insan haklarının temelini oluşturan o 30

Böyle bir şey yoktu çünkü. Dolayısıyla, bizim

maddenin- bizde de olduğunu söylüyorsa bunu

bütün bunlara sahip olduğumuzu söyleyenlerin,

bize göstermesi gerekir. Bunlar felsefemizde mi

bunların nerede olduğunu bize göstermesi

var, Kur’an’da mı var, Sünnet’te mi var, nerede

gerekiyor. Bunların çoğu bizde yok. Bunları

bunlar? Hiç kimse bunların nerede olduğunu

böyle söylemek Peygamber’e herhangi eksik

bize göstermiyor. Sadece var diyorlar. Bazıları da

bir şeyi nispet etmek de değildir. Çünkü insanın

bunların nerede olduğunu göstermek istiyorlar.

kendisi, Peygamber’in onlar için getirdiğinden

Mesela diyorlar ki, Peygamber’in zamanında

başka olarak pek çok şeyi de kendisi anlar

da demokrasi vardı. Yani bu insan haklarına

ve ortaya çıkarır, çıkarmalıdır. Yani insanların

Peygamber zamanında da riayet ediliyordu.

tarih boyunca pek çok şeyi anlaması, formüle

168

mı geliyor? Ben ona dedim ki, Peygamber’in

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


etmesi de Allah’ın işidir. Bu insanların ilerlemesi,

Şebusteri: Burada tamamen birbirinden

kalkınması da Allah’ın işidir. Allah tarih boyunca

tamamen farklı olan iki mesele var: Biri din

insanlara hem peygamberler aracılığıyla yardım

özgürlüğü, bir de iman etmek için özgür olmak

etmiştir hem de akılları aracılığıyla. Neden

nedir? Bu bir gerçekliktir ve iman etmek isteyen

şöyle demeyelim ki; yani bu değerlerin bir

kişinin, imanı tercih etmek isteyen kişinin özgür

kısmını Peygamber bize öğretti, bir kısmı da işte

olması gerekir. Yani Peygamber’in zamanında

insanlık tarih boyunca insanlık aklıyla bunlara ulaşmıştır. Bunların hepsi de Allah tarafındandır. Neden böyle demeyelim? Bizim bu yaptığımız, tasnif ettiğimiz bu gruplandırmalar da ne böyle? Pek çok meseleyi böyle görüyorum. Burada göz önünde bulundurmamız gereken şey şu; genellemeler yapmayıp da gerçekten

kimseyi iman etmeye zorlamıyorlardı. Ama kimseye bir puthane sahibi olmasına da izin vermiyorlardı. Bugün din özgürlüğü dendiğinde yani puta tapmak isteyen kişi gidip puta tapabilir. Bugünkü anlamıyla din özgürlüğü orada yok.

demokrasiyi kabul ettiğini söyleyen bir insanın,

Sizin mesela üniversitelerde okuyan

din özgürlüğü ve bütün özgürlükler için bizim

öğrencilerinizin okuduğu felsefe, Yunan

mirasımızda engel olan yani bunları kabul

felsefesidir. Getirip onu okuyorlar. Bugün

etmemizi engelleyen bir şey olmadığını bize

fakihlerimizin, kelamcılarımızın, müfessirlerin

göstermesi gerekir. Bizim dini mirasımız bunları

hepsinin kullandığı mantık Yunanlı bir adamın

kabul etmemize izin veriyor, engel olmuyor. Biz isteyerek bunları kabul ediyoruz. Bunları kabul etmenin anlamı da şu değil ki, Batı’nın her yediği halt doğrudur. İşlediği bütün cinayetler doğrudur. Bunun böyle bir anlamı yok. Batı’daki bazı iyi şeyleri Doğulular alabilir, Doğu’daki bazı iyi şeyleri Batılılar alabilir. İşte Hristiyanlardaki bazı iyi şeyleri Müslümanlar alabilir, Müslümanlardaki bazı iyi şeyleri Hristiyanlar alabilir. Sömürgeciliğin kötü olması doğru, ama bu başka bir konudur. Bu zaten yanlıştır. Batılıların bize zulmettiği, dayatmacılık yaptığı da doğrudur. Siyasette bunu yapıyorlar. Yani Batılıların bu tavrına karşılık bizim yapmamız gereken düşmanca mücadele etmemiz değil ki, bunlar zaten böyle olmasını istiyorlar. Biz onlara şunu söyleyelim: Onlar “bizde de bunlar var” der demez, o zaman bunların iyi bir şey olduğunu kabul etmiş oluyorsunuz . Evet, “bizde de var” diyorlarsa o zaman ikinci aşamada da “madem bizde var, nerede olduğunu göster” deyin. Eğer bunu gösterirlerse işte ne kadar güzel, o zaman kabul ederiz. Eğer gösteremezlerse deyin ki; “mademki siz de bunların iyi şeyler olduğunu kabul ediyorsunuz o zaman gelin anlaşalım,

-Aristo’nun- bulduğu bir şey değil miydi? İbni Sina’nın yaptığı şey Yunan felsefesini geliştirmek değil miydi? İbni Sina bir yerde diyor ki, ben Aristo’nun metafizik kitabını 50 defa okuduğum halde anlayamadım. Ancak Farabi’nin metafizik üzerini şerhini okuduktan sonra onu anlayabildim yani bu sözün anlamı şu ki, ibni Sina felsefesinin bütün temel kaynakları, malzemesi Yunan felsefesidir. Böyle alıp-vermeler, gel-gitler her zaman vardı. Ama o zaman hiç kimse çıkıp işte biz Batıcı olduk, Batı taklitçisi olduk demiyordu. Bunlar doğal şeyler olarak kabul ediliyordu. Bizim meselemiz başka bir şey. Bugün Batılı devletlerle bizim aramızda bulunan ilişki güçlü olanla zayıf olanın ilişkisi. Bizim meselemiz Batı felsefesinin gelip bizi bozması meselesi değildir. Eğer biz bütün üniversitelerimizi kapatıp Batı felsefesinden tek bir kelime dahi okumazsak bugün küreselleşmeye karşı daha mı güçlü hale geleceğiz? İşte bizi yöneten diktatörlerin sözleri ki, bu tür yaklaşımları Batı taklitçisi falan olmakla suçluyorlar. Türkiye’nin şu andaki durumu üzerine düşünmemiz

bunları kabul edelim”.

lazım. Çok dikkate alınması gereken bir şey.

İslami Yorum: “İman ve Özgürlük” kitabınızda

düşünüyorsunuz? Ya da Avrupa Birliği’ne girmeyi

özgürlük olmadan iman mümkün olmaz diyorsunuz. Sahabe Peygamber’in çağrısına uyarak iman ettiğine göre buradan Peygamber

Mesela siz şimdi Batı’nın sizi sömürdüğünü mü mi çok istiyorsunuz? Sanırım birliğe girmek için uğraşıyorsunuz.

zamanında da özgürlüğün olduğu sonucu çıkmaz

İslami Yorum: Din devlet ilişkileri açısından

mı?

İran’ın geleceğini nasıl görüyorsunuz?

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m

169


Şebusteri: Kesinlikle -yüzde yüz- dini kurumlar ile siyasi kurumlar birbirinden ayrılacak. Kaç yıl sürer bilmiyorum, ama kesinlikle bu ayrım yaşanacak. O kadar çok yozlaşma meydana geldi ki artık bunların ayrılmasından başka bir yol kalmadı.

çıkarmıyor mu? Şebusteri: Gelebilir, ama iddiası kabul edilmez. İnsanlık nübüvvetle elde edebileceği kazanımları elde etmiştir. Nübüvvet iddiasıyla ortaya çıkmanın yeni bir kazanç ortaya çıkarması mümkün değildir.

İslami Yorum: İlk konuya tekrar geri dönersek, sizin yaklaşımınızdan şöyle bir sonuç ortaya çıkıyor. Akıl ister istemez oraya doğru akıyor. Kur’an Peygamber sözüyse, Kur’an’da tarihi,

İslami Yorum: O zaman şunu sormamız gerekiyor. Peygamber neden son peygamber olduğunu ilan etti. Hatem’ül Enbiya olduğunu

siyasi bilimsel hatalar da bulunabilir mi?

söyledi?

Şebusteri: Kur’an’da bulunan bazı şeyler

Şebusteri: Hatem iki şekilde okunmuştur

bugünkü bilimsel gerçeklerle uyuşmuyor. Şiddetli cezalandırmalar falan böyledir. İşte Kur’an’da bulunan, bize bugün çok şiddetli gelen bazı cezalandırmalar böyledir. O dönemde Peygamber’e o kadar şiddetli gelmiyordu. Bu nihayetinde sizin Peygamber tasavvurunuzla ilgili bir şeydir. Bana göre Peygamber daha önce ve daha sonra her şeyi bilebilen bir kişi değildir. Bilmesi gereken kişi değildir. Peygamber’in risaletini tarihi kontekst içinde anlamak lazım. Şuna bakmak lazım, o kontekst içerisinde insanları birkaç adım ileri götürebilmiş midir, götürememiş midir? Eğer bu işi başarabilmişse yani insanlığı olduğu merhaleden birkaç adım ileriye taşıyabilmişse bize de bu mesajı veriyor. Yani “siz de ne kadar yapabiliyorsanız tekamül edin.” Bu şey değil, yani “kıyamete kadar ihtiyacınız olan her şeyi ben size söyledim ve yaptım.” Bunu söylemiyor. “Size yolu gösterdim”

biliyorsunuz. Biri yüzük olarak, ikincisi de son anlamında. Katıldığımız sempozyumda ismini bilmediğim yaşlı bir hoca vardı. Ona çok saygı gösteriyorlardı ve ona “üstadların üstadı/hocaların hocası” diyorlardı mesela? Bu sözü nasıl anlıyorsunuz? Siz bu sözü o kişiye karşı bir edep ve saygı olarak mı anlıyorsunuz yoksa bununla gerçeğin, yani kelimenin gerçek anlamının mı kastedildiğini düşünüyorsunuz? Bazı durumlarda siz dersiniz ki artık bu şairden daha büyük bir şair gelemez. Bu, bir çeşit mübalağa mıdır yoksa siz gerçekten böyle bir şairin bir daha gelmeyeceğini bildiğiniz için mi böyle dersiniz? Yani şiir bu adamla tamamlandı, bitti. Bunu mu kastedersiniz? Eğer oradaki “hatem”i son olarak okuyacaksak neden bu tür tabirlerdin biri olmasın? Yani neden şöyle olmasın ki, birisi kendisine o kadar çok inansın ki “artık benden sonra

diyor.

nebi gelmesin” diyemesin, yani “artık ben bir

İslami Yorum: Kur’an hakkındaki bu teorinize

böyle bir şey söyleyebilir. Bizim böyle şeyleri

göre Kur’an’la Sünnet arasındaki fark nedir?

düşünmemizin sebebi, böyle ifadeleri ve

nebinin yapabileceği her şeyi yaptım”, inanıp

Şebusteri: İşte Peygamber’in pek çok hadislerinde -sahih olanlarını göz önünde bulundurursak-, Peygamber bunları söylediğinde artık o ilahi yardımdan bahsetmiyor. O ilahi yardımdan bahsetmediğinde bunları söylemiştir.

cümleleri bu mantıktaki ihbari yani haberi cümle olarak kabul ettiğimiz için böyle düşünüyoruz. Eğer bunları haber cümlesi yerine edebi cümleler olarak kabul edersek kesinlikle anlamı tamamen değişiyor.

Kur’an’da söylediği şeylerde ise o ilahi yardımın

İslami Yorum: Üstad sizi uzun bir süre

olduğunu iddia etmiştir. Yani bu ilahi yardım

alıkoyduk. Bize vakit ayırdığınız için teşekkür

olmadan Peygamber’in insan olarak Kur’an’ı

ederiz.

nasıl anladığı ve nasıl yorumladığıyla ilgili bir şey.

Şebusteri: Ben teşekkür ederim. Yorucu ama

İslami Yorum: Bu teoriniz Peygamber’in son

memnun oldum.

keyifli bir sohbet oldu. Sizlerle tanıştığıma çok

peygamber olmadığı ve yeni peygamberlerin de ortaya çıkabileceği gibi bir ihtimali ortaya

170

w w w . i s l a m i y o r u m . c o m


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.