8
Kış 2011
Soruşturma
in te r n e t d e r g i s i - ü ç ay l ı k e - d e r g i
Anayasa Soruşturması Hüsnü AKTAŞ - Ümit AKTAŞ - M. Kürşat ATALAR - Muharrem BALCI Mehmet DURMUŞ - M. Önal MENGÜŞOĞLU - Hüseyin SARIGÜL Hamza TÜRKMEN - S. Bülent YILMAZ
İslam Modern Dünyaya Nasıl Müdahale Edecek? Cemaat Diktatörlerinin Psikanalizi Hamdi TAYFUR
Türkiye’de Anayasalar Metin YILMAZ
İçindekiler EDİTÖRDEN
Bu Sayıda...........................................................................................................................3
DOSYA: İslam Modern Dünyaya Nasıl Müdahale Edecek?
Din ve İdeolojilerin Hayata Müdahale Biçimleri / Nuri YILMAZ....................................................5
Müslümanlardan Modern Dünyaya Öneriler / Yusuf İMAMOĞLU................................................ 17
İslam (Müslümanlar) Günümüz Dünyasına Nasıl Müdahale Edecek? / Nuri YILMAZ. .................... 45
Bilginin İslamileştirilmesi / İsmail R. FARUKİ......................................................................... 56
Düşüncenin Okullaştırılması ve 21. Yüzyılda Müslümanların Geleceği / M. Kürşat ATALAR............ 67
ARAŞTIRMA - İNCELEME
Cemaat Diktatörlerinin Psikanalizi / Hamdi TAYFUR................................................................ 73
Malik Bin Nebi’nin Düşünceleri ve Türkçe Kültür Dünyasındaki Seyri / Asım ÖZ........................... 85
“Tek Bir ümmet” Neden Sadece Duygusal Bir Slogan Olarak Kalıyor? / Asghar Ali Engineer ....... 96
ANAYASA SORUŞTURMASI
Hüsnü Aktaş................................................................................................................... 104
Ümit Aktaş..................................................................................................................... 109
M. Kürşat Atalar.............................................................................................................. 112
Muharrem Balcı............................................................................................................... 115
Mehmed Durmuş............................................................................................................. 117
M. Önal Mengüşoğlu........................................................................................................ 120
Hüseyin Sarıgül............................................................................................................... 125
Hamza Türkmen.............................................................................................................. 129
S. Bülent Yılmaz.............................................................................................................. 134
GÜNDEM
Türkiye’de Anayasalar / Metin YILMAZ .............................................................................. 139
Somali’nin Hatırlattığı Gerçekler: İnsanlığın Ölümü / Celal NADİR................................................. 149
“Tanrı Yok! Tanrı’ya Yemin Ediyorum ki Tanrı Yok!...” / Abdulkerim SURUŞ. .............................. 156
SÖYLEŞİ
ŞEBUSTERİ: Kur’an vahyin kendisi değil, onun eseridir / İslamiYorum . .................................. 160
EDİTÖRDEN
Bu Sayıda İslam sadece kuru bir inanç veya ibadetlerden
bu yaklaşım tarzlarıyla yeniden yorumlandı.
ibaret bir din değildir. İnsan için gönderilmiştir
Devrimci bir bakış açısı baskın olarak ortaya
ve hayata dair iddiaları vardır.
çıktı. (Doğal olarak) İmar etmek değil yıkmak,
Bu iddialar, Resulullah öncülüğünde oluşan bir toplum tarafından, o günün şartlarına ve imkanlarına uygun bir şekilde temsil edilebilmişti. Fakat sonraki dönemlerde gelişen
ihya etmek değil devirmek hedeflendi. Dost ve düşman tanımları çok net ve saflar çok belirgin hale geldi. Belli ölçülere uymayanlar kolayca karşı safta görülebiliyordu
siyaset teorileri, devleti kutsallaştırdı ve
Geleneksel İslam anlayışlarından ümidini kestiği
yöneticiyi “Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi”
için, emperyalizme karşı direnişini “sol” kimlikle
haline getirdi. “İmtihan edilmekte olan
vermeye çalışan bütün direniş hareketleri,
sorumlu insan” yerini, “itaatkar Müslüman”a
sonuçta “İslami” kimliğe bürünmüşse; bu,
bıraktı. İslam’ın yeryüzündeki iddialarını
o söylemin başarısındandır. Bugün İslam
gerçekleştirmek, Allah’ın yeryüzündeki
coğrafyasında neredeyse hiç sol kimlikli bir
temsilcisinin işiydi. Topluma düşen ise zalim
direniş örgütü kalmamıştır.
bile olsa yöneticiye itaat... Böylece İslam belli bir dönem sonra, teolojik tartışmalardan, fıkhi kurallardan veya ibadetlerden ibaret bir din haline geldi.
Fakat bugün bir sorunla karşı karşıyayız! Ortaya çıktığı dönemde göz ardı edilemeyecek etkileri olmuş yeni mücadele dili, bugün bir
Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri, yeryüzünde Allah’ı temsil eden makamın sorgulanmasını gerektiren bir süreç doğurdu. Çünkü uzun bir uykunun ardından yeniden uyanan Batı medeniyeti hızla yayılmakta ve halife-sultan (bırakın bu gidişata karşı bir şeyler yapmayı) oradaki kültürü
takım sorunlar üretiyor. İnsanlığın İslam’a en fazla ihtiyaç duyduğu tarihi bir dönemeçte Müslümanlar; insanlığın derdine derman ve problemlerine ilaç olacakları yerde, hala savaş ve direniş psikolojisiyle hareket ediyorlar. Kendileri gibi olmayanı kolayca karşı safa yerleştiriyor, hala devrim yapacakları günün
ülkesine taşımaya çalışmakta idi.
hayaliyle yaşıyorlar.
Bunun üzerine Müslüman bireyler
Doğrusu gerçekten bu mudur?
sorumluluklarını yeniden hatırladılar. Önce imparatorluğu ayakta tutmak için, sonra da ülkelerini emperyalist istilasından kurtarabilmek için mücadeleye giriştiler. Bu iyi niyetli mücadele süreci içerisinde “İslam’ın yeryüzündeki iddialarını” günün diliyle yeniden ortaya koydular. Ne var ki gün, savaş ve
İslam’ın evrensel iddialarını, bulundukları zaman ve coğrafyada gerçekleştirmekle sorumlu olan Müslümanlar bu iddiaları nasıl hayata geçirecekler? ***
direniş günü idi. Müslümanların uyandırılması
Bu sayımızda; “İslam günümüz dünyasına nasıl
ve sorumluluklarını yeniden üstlenmelerinin
müdahale edecek?” sorusunu dosya konusu
sağlanması gerekiyordu. Böylece çok sert ve
haline getirdik. İslam’ın sahip olduğu iddiaların
keskin söylemler gelişti. Prensipler ve kavramlar
hayata nasıl geçirileceğini tartıştık. Ve bu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
3
çerçevede: - Müdahale nedir, gerekli midir? - “Zorlama yoktur” diyen bir din açısından “müdahale” nasıl bir anlama gelmektedir?
hangi yollarla gerçekleştirmektedirler? - İslam’ın sadece kendine has bir müdahale yöntemi var mıdır? - Mevcut müdahale örnekleri olarak; “İslam’ı/ şeriatı hakim kılma” eksenli ve “İslam’ı modern değerlere uydurma” eksenli müdahale tarzlarının problemleri nelerdir? - Doğru müdahale yöntemi nasıl ve neye göre belirlenecektir? - Müslümanlar tarafından ortaya konmuş farklı müdahale önerileri var mıdır? gibi sorulara cevap aradık. İslam’ın iddialarını hayata geçirme konusunda ortaya atılmış kimi projelere sayfalarımız arasında yer verdik. Ayrıca bu sayımızda, “Anayasa” konulu bir soruşturmaya da yer verdik. Toplumun geleceği açısından stratejik önemi bulunan bir konuda, camianın önde gelen kimi değerli isimlerinden ve hukuk alanında ihtisası bulunan bazı Müslüman uzmanlardan görüş aldık. Bu soruşturma, bir yandan yeni anayasa konusunda farklı ve değerli yorumlar ortaya çıkmasını sağlamış, bir yandan da Müslümanların günümüz dünyasına müdahale konusunda farklı bakış açılarını örneklemiş oldu. Gündem yazarlarımız bu sayıda anayasa konusunu ve Somali’deki açlık probleminin düşündürdüklerini ele aldılar. Araştırma inceleme köşemizde “Cemaat Diktatörlerinin Psikanalizi” başlıklı bir makale bulunuyor.
www.islamiyorum.com
- İddiası olan hayat görüşleri, bu iddialarını
Yeni sayıda buluşuncaya kadar muhabbetle kalınız.
4
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dosya: İslam Modern Dünyaya Nasıl Müdahale Edecek?
MAKALE 1 :
Din ve İdeolojilerin Hayata Müdahale Biçimleri Nuri Yılmaz Din ve ideoloji, insanın yaşamıyla ilgili sorunları
çok az olduğunu da belirtmek gerekir.
çözmek üzere ortaya çıkmış veya aranıp
Bazen öyle durumlar ortaya çıkar ki; tek bir
bulunmuş yollardır. İnsan içindir ve insanla
düşüncenin, izledikleri yöntem sebebiyle
ilgilidir. Cismani bir varlığı yoktur. Bireyin (ve
birbirinden ayrılmış ve rekabet eden bir sürü
ilgi görürse toplumun) zihninde karşılık bulur.
temsilcisi var olur.
Kendisini sahiplenenler sayesinde de “temsiliyet” şeklinde bir varlık edinmiş olur.
Peki, bir tohumun kendiliğinden (insan
Dolayısıyla din ve ideolojiler hayata müdahale
umulmadık bir yerde filizlenmesi gibi; bir
edemezler. Onlar sadece hayata dair öneriler
düşünce de kendiliğinden (insan müdahalesi
içerirler. Bu öneriler kimi akıllarda karşılık
olmaksızın) kalplere düşüp, yavaş yavaş
bulur. Fakat bu karşılık dinin veya ideolojinin
yayılamaz mı? Ve zamanla bütün toplumu
bizatihi kendisi değil, onu sahiplenen aklın
saramaz mı?
kavrayışı ve yorumudur. Kişi hayatla ilgili sorunların çözümünü onda görür; doğruluğuna inanır. Ardından da kendi kabulünün toplumsal bir kabule dönüşmesi için bir çaba ve gayret içerisine girer. Böylece dinin veya ideolojinin
müdahalesi olmaksızın) toprağa düşüp, hiç
Bu soruya, “müdahalesiz evrim” teziyle İngiliz düşünür Herbert Spencer; “teknolojinin belirleyiciliğinde ortaya çıkan evrim” teziyle Avustralyalı Gordon V. Childe; “nüfus artışı ve
hayata ve topluma müdahalesi başlamış olur.
iş bölümündeki değişmeye bağlı evrim” teziyle
Fakat kişilerin anlayışı dinin veya ideolojinin
Dinler ise bu durumu “her şeyin ötesinde
bizatihi kendisi değil, bir yorumu olduğu için;
var olan ilahi irade ve ilahi program” ile izah
müdahalenin biçimi çoğu zaman müdahaleyi
etmişlerdir. Gerçekten de, bir bölgede yaşanan
yapanlarca belirlenir. Eğer din veya ideoloji,
amansız bir kıtlık veya geniş çaplı bir yıkım
düşünce bütünlüğü içerisinde müdahale
gibi doğal afetler; nüfusun aniden artması
biçimiyle ilgili yönler de içeriyorsa, o zaman
veya azalması gibi gelişmeler; teknoloji ve
istisnalar ortaya çıkar. Tabii bunun örneklerinin
imkanlarda ortaya çıkan ani ilerleme veya
Fransız Emile Durkheim, “evet!” demektedirler.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
5
gerileme, toplumda bu tarz bir gelişmeye zemin
çalışan ve aynı verilerle hareket eden birden
hazırlayabilmektedir.
fazla aklın, birbirinden farklı yöntemler
Ancak din ve ideoloji, insan için ve insanla ilgili olduğuna göre, esas olan insanoğlunun istemesi ve hak etmesiyle gerçekleşen
aynı isabet oranına sahip olamaz ve birbirlerine göre farklı üstünlükleri bulunabilir.
değişimdir. Nitekim “ilahi irade ve ilahi
İmkan ise sorunu çözecek olan akla sağlanmış
program” tezlerine kaynaklık eden İslam dini
olan veriler, olanaklar ve araçlar olarak
de aynı esası vurgular: “Bir millet kendi özünde
tanımlanabilir. Veriler, ulaşılmış olan bilgi
olanı değiştirmedikçe, Allah da onların durumunu
ve yaşanmış olan tecrübelerden oluşurlar.
değiştirmez.” (Ra’d 13/11)
İnsan varlığın ve eşyanın tabiatını keşfettikçe
Bir dinin veya bir ideolojinin ortaya çıkmasında, yayılmasında doğal olan; anlayarak ve ikna olarak kabul etmektir. Anlama ve ikna olma gibi kavramlar ise, anlatacak ve ikna edecek failleri zorunlu kılarlar. İlahi düşünceler bile, anlatan ve ikna etmeye çalışan peygamberler ve kitaplar aracılığıyla indirilmişlerdir. Yani doğasına uygun olan, düşüncenin onu sahiplenenler aracılığıyla anlatılmasıdır.
önünde yeni imkanlar oluşur; metali işlemeyi öğrenir ve daha zor şartlara dayanabilen araçlar yapar; yanıcı maddeleri keşfeder ve onunla motorları çalıştırır... Bu sayede daha önce yerinden oynatamadıklarını oynatmaya, kaldıramadıklarını kaldırmaya başlar. Her yeni bilgi ve gelişme, daha önce yapılamamış işleri mümkün hale getirir, insanın önünde yeni ufuklar açar. İmkanların kullanılarak sorunlara çözüm üretilmesi ve bunun sonraki nesillere
Fakat insanların insanlara müdahalesi çoğu zaman böyle gerçekleşmez; samimi iman sonucu olarak veya menfaatleri onu gerektirdiği için bir fikre odaklananlar, kendi fikirlerini herkese dayatmayı bir hak olarak görürler. Samimi iman içinde bulunanlar “kalanları kurtarmak” gibi bir gerekçeye sahiptirler. Menfaat peşinde olanlar ise emellerine bir an önce ulaşabilmeyi isterler. Bu durumda da “ikna” önemini yitirir, farklı yöntemler devreye girmeye başlar.
taşınmasıyla tecrübe oluşur. Dolayısıyla her yeni nesil, hem yeni buluşlar ve hem de geçmişten miras kalan tecrübe ile daima daha ileri çözümler üretme imkanı elde eder. Akıl; veri, olanak ve araçlardan bağımsız çalışamaz. Günün imkanlarından bağımsız olarak üretilen düşünceye hayal denir. Hayallerin, yeni ufuklar oluşması noktasında bir önemi vardır. Ancak bunlar ileri dönüktürler, günün sorunlarının çözümüne katkı yapmazlar. Günün sorunları mümkün olan imkan ve
***
araçlarla çözülebilirler. Akıl imkanlardan
Bu makale fikri yayma yöntemlerini, yani; dini veya ideolojiyi kabul ettirmek için topluma yapılan müdahale yöntemlerini araştırmayı hedeflemektedir.
bağımsız olarak üretim yapamadığına göre; belli bir dönemin verilerinin, olanaklarının ve araçlarının, o dönemin aklını oluşturduğunu söyleyebiliriz. İnsanoğlu durağan olmadığı için, gelişmelere veya gerilemelere bağlı olarak her
Müdahale yöntemleri nasıl oluşur? Yöntem, bir amaca erişmek için izlenen yol ve usul anlamına gelir. Kendisini üreten akılla ve bu aklın ulaşabildiği imkanlarla sıkı bir ilişkisi vardır. Akıl, her insanda aynı şekilde işleyen bir özellik
değildir. İnsanların zeka düzeyleri ve zeka biçimleri birbirinden farklıdır. Bunun sonucu olarak üretmiş oldukları akıl da kişiden kişiye değişkenlik gösterir. Aynı sorunu çözmeye
6
geliştirmesi işte bu yüzdendir. Tabii her yöntem
dönemin bir havsalası (anlama ve kavrama sınırı/yetisi) oluşur. Dönemin veri ve imkanları havsalanın sınırlarını meydana getirir. Gününden çok ileri veya çok geri düşünebilen insanlar her dönemde var olmuştur. Bu insanlar sebebiyle havsalanın genişlemesi veya daralması için, üretilen düşüncenin, günün imkan ve şartları ile gerçekleştirilebilir olması gerekir. Aksi takdirde; ileri akıl da, geri akıl da marjinalleşir. Akıl, havsalanın sınırları içinde düşünce üretir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Veriler ve imkanlar değiştikçe havsala değişir;
dönemin olanak ve araçlarıyla hayata geçirilecek
havsala değiştikçe de aklın vardığı sonuçlarda
çözümler sunamazlar.
farklılıklar ortaya çıkar. Yöntem akıl tarafından üretilmiş bir çözüm olduğuna göre, akıl ve imkanlarla ilgili yaptığımız tespitleri yöntem için de aynen tekrarlayabiliriz: 1. Yöntem, günün akıl ve bilgisiyle direkt irtibatlıdır.
Evrensel olanın bir zaman ve coğrafyada nasıl gerçekleşeceği meselesi, esas itibariyle insanın meselesidir. İnsan, içinde bulunduğu zaman ve coğrafyanın durum ve şartlarına göre yorumlayarak, onun hayatta gerçekleşmesini sağlar. Bunu yaparken de (başta söylediğimizi
2. Farklı dönemlerde farklı yöntemler ortaya çıkabilir.
bir kez daha tekrarlarsak): 1. Günün akıl ve bilgisiyle sınırlı olur.
Peki, din ve ideolojiler, hayata müdahale yöntemi ile ilgili hiç mi yönlendirme içermezler?
Din ve ideolojiler, kendilerine işlerlik kazandırmaya çalışan insanlar için, hayata müdahale yöntemiyle ilgili yönlendirmeler içerebilirler. Mesela Komünizm ideolojisinin (geciken evrim karşısında) devrimci müdahaleye dönük unsurlar barındırması veya İslam dininin; “Bir millet kendi özünde olanı değiştirmedikçe, Allah da onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d 13/11)
diyerek toplum tercih ve iradesini esas alması (yani tepeden inmeci olmayan yöntemlere yönlendirmesi) bu kabildendir. Hatta kimi ideolojiler, yaşam içerisinde karşılaşılan belli bir soruna dönük olarak ortaya çıktıkları için, o sorunun çözümüyle ilgili daha detaylı yöntem bilgileri içerebilirler. Hayata müdahale yöntemiyle ilgili yönlendirme içermeyen ideolojiler, genellikle çıkar ve menfaat çatışması içeren ideolojilerdir. Bunlar iktidardaki çıkar grubunu devirip, yerine kendilerini veya başka bir çıkar grubunu geçirmek isterler. Hedeflerine ulaşmak için de her türlü pragmatist (fayda sağlayan) ve Makyavelist (hedefe götüren her yöntem ve aracı meşru gören) yola başvururlar.
2. Aynı coğrafyada bile farklı yöntemler ortaya çıkabilir. *** İnsanoğlunun tarihi serüveni göz önünde bulundurulduğunda genel olarak şu tabloyla karşılaşırız: İletişim ve ulaşım imkanlarının çok sınırlı olduğu, coğrafyaların birbirine uzak ve kültürlerin de birbirine yabancı olduğu eski dönemler; korunma içgüdüsünden beslenen güç ve şiddet dilinin yaygın olduğu dönemlerdi. Toplumlar, kendi yaşam alanlarını ve kültür havzalarını korumak veya başkalarının zenginliklerini ele geçirmek için bu dile sıkça başvururlardı. Tek merkezli ve otoriter yönetim modelleri makbuldü. Farklılıklar zenginlik olarak görülmez, birliği ve beraberliği tehdit eden unsurlar olarak algılanırdı. Statüko tarafından desteklenen resmi din veya ideoloji haricindeki herhangi bir düşünce, peşinen düşman muamelesi görürdü. “Ne diyor? Ne anlatmaya çalışıyor? Haklı mıdır, haksız mıdır?” diye bakılmazdı. Birlik ve bütünlüğe zarar vermemesi için derhal susturulmaya ve yok edilmeye
Hayatta nasıl gerçekleşeceği “olanak” ve
çalışılırdı. Dolayısıyla, statükonun desteklediği
“araçlarla” izah edilmiş bir düşünce, evrensel
düşünceye rağmen bir iddia ortaya koymak, bir
olamaz. Şartların değişmesiyle, hem hayatta
çatışma ve savaşı göze almak demekti.
karşılık geldiği sorunlarla ilgili güncelliğini hem de hayatta gerçekleşme biçimiyle ilgili geçerliliğini yitirir.
Böyle dönemlerde, hayata dair iddiası olan bir düşüncenin temsilcilerine, güç ve şiddet yöntemlerine başvurmaktan başka çare
Evrensellik iddiası olan ideoloji veya din ise
kalmıyordu. Ya halk isyanı, ya darbe, ya da
hem hayattaki sorunların çözümü, hem de
dışarıdan bir güçle iş birliği yaparak savaş
bu çözümlerin hayatta nasıl gerçekleşeceği
yoluyla elde etme gibi alternatifler vardı. Gerçi;
ile ilgili ilke ve prensipler içermek zorundadır.
uzun bir yayılma döneminin ardından Roma
Bütün dönemleri hedefledikleri için, belli bir
İmparatorluğu’nun İseviliğe boyun eğmesi veya
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
7
belli bir davet ve yayılma döneminin ardından
bu kavramla ifade edilen unsurların, sistem
Arap Yarımadası’nın İslam’ı kabullenmek
içinde kurumsal olarak var olması sağlanmıştır.
zorunda kalması gibi örnekler yok değildi.
Günümüzde artık her düşünce kendisini özgürce
Ancak bunlar bile kansız ve çatışmasız
ifade edebiliyor, örgütlenebiliyor ve iktidar için
gerçekleşmediler.
mücadele edebiliyor. Halk desteğini elde ettiği
Günümüzde ise artık birbirinden bağımsız kültür havzalarından ve toplumlardan bahsetmeye imkan kalmamıştır. Kültürler, çıkarlar, milliyetler iç içe geçmiştir. Artık bir apartman ölçeğinde bile farklı kültürlere, milliyetlere rastlamak
kendilerine muhalif düşünce ve organizasyonları kolaylıkla düşman ilan edemiyorlar ve en sert yöntemleri kullanarak yok edemiyorlar. Anayasal sınırlar içerisinde davranmak zorunda kalıyorlar.
mümkündür. Toplumlar ve bireyler arasında
Günümüz siyaset teorileri insanlığın önüne
karşılıklı menfaat köprüleri oluşmuş, yerine göre
böylesine bir tablo koyuyor.
bir toplumun veya bireyin varlığı, kendisi gibi olmayan diğerininkine bağımlı hale gelmiştir. Artık hiç bir toplum tek tip değildir. Yüzlerce, binlerce farklılığı bünyesinde barındırmaktadır. Yönetim anlayışları değişmiş, insanların
Fakat realiteye döndüğümüzde, idealize edilen bu siyaset anlayışının hiç bir ülkede tarif edildiği gibi uygulanamadığı gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Çünkü bu siyaset teorisi (demokrasi) çok
farklılıklara toleransı gelişmiştir.
olumlu ve dikkate alınması gereken görüşlerinin
Bu özelliklere sahip günümüz şartlarında, bir
propaganda gücünü elinde bulunduranlara
düşüncenin topluma müdahalesi ve bir toplumun yaşamında karşılık bulabilmesi nasıl mümkün olacaktır?
yanında çeşitli açmazlara da sahiptir. Para ve karşı tedbirleri çok zayıftır. Bu yüzden de hemen hemen bütün uygulamalarında, sermayedarlar ve medya patronları tarafından
Bu soru çerçevesinde baktığımız zaman, gelişen şartlara ve imkanlara uygun düşecek şekilde birçok toplumsal müdahale ve değişim yönteminin de vücut bulduğu görülür. Toplumlara müdahale ve toplumların değişim yöntemleri, çoğunlukla statükonun (mevcut idari yapının) tutumuna göre şekillendiği için, biz de konuyu detaylandırmaya statükonun direnme yöntemlerinden başlamalıyız.
Müdahaleye direnç (statükoyu koruma) yöntemleri Günümüz siyaset algısı; tek merkezli, otoriter ve baskıcı zihniyetlerin geçerli olduğu dönemlere göre çok değişmiştir.
8
zaman da iktidarı devralabiliyor. İktidarlar artık
istismar edilmektedir. Böylece, halk tarafından seçilerek geldiği ve anayasal sınırlar içerisinde hareket ettiği görüntüsü veren bir devlet mekanizmasının içerisinde, çıkar ve menfaat gruplarının oluşturduğu bir diktatörlük gizlenmektedir. Bu derin yapı, bu gizli devlet, bu kirli organizasyon herhangi bir anayasal denetime ve herhangi bir kanuna bağlı değildir; çünkü “yok”tur. Fakat “yok” olan bu güç, görünen yapıyı oluşturan siyasetçileri ve bürokratları, yerine göre satın alarak (ki en makbulü odur), yerine göre tehdit ederek yönlendirmektedir. Desteklediği adayları “melek”, istemediği adayları “şeytan” gibi göstererek, yalan haber ve kampanyalarla halk iradesine (seçimlere) müdahale etmektedir. Ekonomiyi bloke
Artık iktidar gücü çeşitli anayasal kurumlar
edebilme, siyaseti yönlendirebilme, orduyu
arasında (yasama, yürütme ve yargı
göreve davet edebilme, yargıyı harekete
şeklinde) bölüşülmüş vaziyettedir ve her bir
geçirebilme ve illegal örgütlere eylem
güç bir diğerinin hukuksuz davranışlarını
yaptırabilme güçleri sayesinde, istemediği
denetlemektedir. Artık “iktidar” kavramının
bir iktidar ortaya çıktığında kısa sürede onu
yanına, iktidardan hoşnut olmayan kesimlerin
devirebilmektedir. En kötü ihtimal “darbe”
varlığının anayasal teminat altına alınmasını
veya “suikast” yöntemlerini kullanarak yolunun
sağlayan “muhalefet” kavramı yerleşmiştir. Ve
üzerindeki engelleri ortadan kaldırabilmektedir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Kimi ülkelerde Gladio, kimi ülkelerde Ergenekon
yöntem etkili oluyor; o zaman bu işleyişe neden
olarak uç gösteren bu derin yapı, demokrasi
müdahale edilmesin! Neden yönetilebilir ve
ile yönetilen bütün ülkelerde bulunmaktadır.
yönlendirilebilir bir “öteki” oluşturulmasın!
En güçlü ülkeden başlayarak zayıfa doğru inen piramit basamakları şeklinde bir yapılanma ile küresel bir hegemonya ağını andırmaktadır. Anayasal devlet görüntüsünün perde arkasında yer alan sermaye imparatorluğu...
Ve böylece diyalektik mantığı tersinden okumaya başlamışlardır: Toplumları bir noktaya getirmek istiyorsan (sentez), önce değiştirmek istediğin (tez) noktayı belirle, toplumu getirmek istediğin noktanın ötesinde bir talep oluştur
Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra iyice
(antitez), toplum getirmek istediğin noktaya
belirginleşen bu güç, günümüzde büyük bir kriz
(sentez) kendiliğinden gelsin...
ile karşı karşıya bulunmakta ve artık kendisini eskisi gibi gizleyememektedir. Fakat hala dünya siyasetine yön verebilmekte ve gelişmelere müdahale edebilmektedir. Bu derin yapının siyaseti ve toplumları dizayn yöntemi, ironik bir şekilde Hegel felsefesinden
Bu ters okumada işin “püf” noktası, “toplumu getirmek istediğin noktanın ötesinde bir talep oluşturmak” kısmıdır. Çünkü burada doğal olmayan yöntemler devreye girmektedir. Bu alan kirli senaryoların, kirli ilişkilerin, illegal yöntemlerin ve bunlar aracılığıyla zorlamaların
ilham almıştır.
alanıdır. Konu olarak da “komplo teorisi” olarak
Hegel belki de felsefe tarihinde bir ilk olarak
zorlanacakları bir konudur. Fakat mesela Türkiye
bilincin ve tarihin oluşumunda “öteki”nin
coğrafyasında yaşayan insanlar ise bu yöntemi
altını çizmiştir. Ona göre bilinç veya tarih,
belki de hiç yadırgamayacaklar, söylenenleri
sadece hükmedenin yaptıklarıyla veya onun
orijinal bir tespit olarak bile görmeyeceklerdir.
öncülüğünde oluşmuyor. En az onun kadar;
Çünkü özellikle 1992 yılından beri çok yoğun
karşıtının, zıddının veya başka bir ifadeyle
bir şekilde (yani göstere göstere) “toplumsal
ötekinin zorlamasıyla gerçekleşiyor. Güçlü olan
dizayn” bombardımanına maruz kalmışlar;
(ki iktidar, patron, efendi vs. gibi konumlara
kirli yöntemlere, hayata geçirilme biçimlerine,
sahiptir), kendi çıkar ve menfaatlerine göre
sermayedarın, siyasetin, medyanın, askeri ve
bir dizayn gerçekleştiriyor; fakat zayıf olan
hukuki bürokrasinin bu senaryolardaki rolüne
(ki muhalefet, işçi, köle vs. gibi konumlara
yakinen şahit olmuşlardır.
nitelemeye uygun ve insanların kabullenmekte
sahiptir), bir süre sonra bu dizayna karşı sesini yükseltiyor ve itiraz ediyor; bunun üzerine bir çatışma doğuyor ve orta bir çözüm oluşuyor. Orta çözümle oluşan tez ilk anda kabul görse de, belli bir zaman sonra ona karşı da hoşnutsuzluk gelişiyor. Bu defa bu tezi sürdürmek isteyenlerle karşıtları arasında çatışma doğuyor ve bunların talepleri yeni bir orta çözüm oluşmasını sağlıyor. Böylece tarih ve bilinç gelişip gidiyor. Hegel’in kurduğu bu sisteme “diyalektik mantık” denir ve “tez, antitez, sentez” kavramlarıyla
Askerin yetki alanını daraltacak bir yasanın çıkarılmasını engellemek mi istiyorsun; kirli ilişkileri kullanarak bir terör saldırısında belli sayıda askerin ölmesini sağla! Hükümetin demir yollarına yatırım yapmasını engellemek mi istiyorsun; bir iki tren kazası tezgahla! Bir ülkeyle yakınlaşmanın önüne geçmek mi istiyorsun; o ülke kaynaklı olduğu izlenimi veren bir kaos oluştur! Bir partinin seçimleri kazanmasını engellemek mi istiyorsun; bir yandan o parti hakkında yalan ve iftira
formülize edilir.
kampanyası başlat, diğer yandan desteklediğin
Efendiye karşı kölenin, patrona karşı işçinin
Toplum kesimlerinden birinin (mesela İslami
önemine işaret eden bu tez, efendiye ve patrona
kesim) üzerine gitmek mi istiyorsun; sahte
yeni bir ilham vermiştir. Mademki tarih, “tez” ile
şahitler ve yalan haberler aracılığıyla karalama
“antitez”in çatışması ve sonunda bir “sentez”e
kampanyası başlat, evlerinden birine silah ve
ulaşılması gibi bir yöntemle oluşuyor; mademki
patlayıcı yerleştir, sonra da bir baskınla bunları
toplumların gelişimi ve değişiminde böyle bir
ortaya çıkararak toplumun tedirgin olmasını
partilerin oy oranını artıracak olaylar düzenle!
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
9
sağla! Vs. vs.
Marksist tecrübe:
Biz, Türkiye’de yaşayan birisi olarak, derin
Toplumların değişimine devrimci müdahale
güce ilham veren “diyalektiği tersten
fikrinin en ünlü temsilcisi Marks’tır; proletarya
okuma” meselesine örnek bulmakta hiç
devrimini gündeme getirmiştir. Aslında Marks
zorlanmadık. Eminiz ki, okuyucu da anlamakta
temelde evrimci bir fikre sahiptir. Ona göre
zorlanmayacak ve hatta ona “basit tespitler”
toplum, temel birimlerini “kurumların” değil
gibi gelecektir. Fakat aşikar olan şudur: Derin
“sınıfların” oluşturduğu, denge noktasında
güç kirli yöntemlerle mütemadiyen toplumları
ilerleyen bir organizma gibidir. Sınıflar arasında
dizayn ediyor. Özgürlükçü siyaset teorilerine
cereyan eden çatışma, çekişme ve rekabete
ve anayasal teminatlara rağmen kendi
bağlı olarak toplumlar kendiliğinden değişir
hegemonyasını koruyor. Hem de bu işi çok
ve gelişirler. Sınıflar arasındaki çatışmayı
sinsice ve zalimce yapıyor.
körükleyen temel belirleyici, üretim araç ve
Bütün bunlardan sonra, farklı fikirlerin kendisini özgürce ifade etmesi, örgütlenebilmesi ve toplumda karşılık bulduğunda iktidarı devralabilmesi gibi bir sürecin “kolay” olmadığını ifade etmemiz gerekmektedir. Bu süreç kavgasız gürültüsüz bir süreç değildir; toplumun kendi iradesiyle baş başa olduğu bir süreç
şekilleridir. Teknoloji gelişip yeni imkanlara yol açtıkça, insanların geçim yöntemleri çeşitlenip geliştikçe; yeni paylaşım kavgaları ortaya çıkar. Bu kavgalar ise yeni yeni toplum yapılarının oluşmasını sağlar. Köleci, feodal ve kapitalist toplum yapılarının ardından komünist topluma ulaşılır.
değildir ve doğru bir düşüncenin kendiliğinden
Fakat Marks, (diğer evrimcilerden farklı olarak)
yayılabileceği ve taraftar toplayabileceği bir
evrimin müdahaleler ile çabuklaşacağına
süreç değildir. Bu süreç bir mücadeleyi göze
inanmıştır. Proletaryanın yönetimi ele
almaktır; kirli planlar ve sinsi oyunlar içerisinde
geçirebilmesi için, öncü güçler tarafından
temiz kalarak, organize olarak, birlik ve
sınıf çatışmasının körüklenmesi gerektiğini
beraberlik içerisinde özveriyle bir mücadeleye
düşünmüştür. Öncü müfreze devrimci sınıfları
girmeyi gerektirir.
kendi tarafına çekerek ileriye fırlar, statükonun
Statükonun bu savunma ve dizayn yöntemlerine karşı, muhalif düşünce ve çıkar grupları da kendilerine göre yöntemler geliştirmişlerdir. Ve bunlar da kendi içinde çeşitlilik arz eder.
baskı ve gücünü devrimci şiddet ile bertaraf eder. Böylece eski devlet mekanizması parçalanarak, proletaryanın hegemonyası kurulur. Kendi iktidarına uygun alt yapı düzenlemelerine geçerek, sınıfsız topluma kadar devrimi sürekli kılar.
(Muhalif) Müdahale yöntemleri
teorinin ilk uygulayıcısı olan Lenin’de daha
1- Devrimci müdahale
belirgindir. Lenin, Marksizm’in evrimci yönünde
Kendisini korumaya çalışan güçlü bir statükonun egemen olduğu bir toplumun, “ancak içeriden bir meydan okumayla değişebileceği” fikrine dayanır. Bu yöntemi benimseyenler; kendisini korumak için kirli yöntemleri ve çatışmayı göze alan bir yapının, çatışma ve kavga olmaksızın değiştirilemeyeceğine inanırlar. Günümüze kadar farklı tecrübe ve kuramlar ortaya çıkmıştır. Bunlardan en dikkat çekenleri, belirleyici yönüyle Marksist tecrübe, kuramsal farklılık yönüyle Toynbee’nin1 görüşleridir. Arnold Joseph Toynbee (1889–1975), İngiliz tarihçi.
1
10
“Proletaryanın öncü müfrezesi” fikri, Marksist
problemler görmüş ve teorisini daha çok öncü müfreze üzerine kurmuştur. Böylece Marksizm’in evrimci yönü, yerini tamamen devrime bırakmış; öncü ve örgütlü kadrolar, kavga, gerilla, silahlı propaganda gibi kavramlar belirleyici hale gelmiştir. Makyavelist bir yaklaşım benimsenerek; hedefe götüren yolda, sınıf bilinci oluşmasını sağlayacak her türlü yöntem meşru görülmüştür. Lenin, işçi sınıfını harekete geçirecek siyasal bilincin, gündelik hayat mücadeleleri içinde kendiliğinden doğmayacağına inanır. Siyasal
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
mücadele bilincinin oluşması ve örgütlülüğün
çerçevesinde ortaya çıkmış en belirleyici gelenek
sağlanabilmesi için, yorulmak bilmeksizin
olan Marksizm, belli bir ideoloji/bilinç ve bu
çaba sarf eden ve Marksist teoriyle donanmış
ideoloji temelinde oluşmuş örgütlü mücadele ile
bir öncü örgütlenmeye ihtiyaç görür. İşçi
toplumların değişmesi esasına dayanır.
sınıfına önderlik yapılabilmesi içinse, işçilerin ekonomik mücadelesinden siyasal mücadelesine kadar her sorununda yanında olunmasını, yol gösterilmesini ve örgütleyici olunmasını önerir. Sendikal faaliyetlerin gerekliliğine vurgu yapar.
Devrimci değişim fikrinin savunucularından Toynbee ise değişimi, herhangi bir ideoloji veya sınıfa bağlamamıştır. Talepleri toplumda yankı bulan herhangi bir toplum kesiminin, içerden bir meydan okumayla toplumsal yapıyı
Leninist gelenek, farklı ülkelerde yaşanan
değiştirebileceğini öngörür. Tezini üç aşamalı
tecrübelerle gelişme göstererek, toplumların
olarak özetle şöyle ortaya koyar: “a) Yönetici
değişimine devrimci müdahale fikrinin ve yöntemlerinin neredeyse tek belirleyicisi haline gelir. Sendika örgütlenmeleri, medya propaganda faaliyetleri, gençlik örgütlenmeleri ve dernek gibi yapılanmalar aracılığıyla mücadelelere girişilir. II. Dünya Savaşı sürecinde ise, güçlü ve disiplinli bir işgal ordusuna karşı
azınlık yaratıcı niteliğini kaybeder; b) Çoğunluk, yönetici azınlıktan ümidini keserek onu izlemeyi bir kenara bırakır; c) Başka bir azınlığın meydan okumasına yönelen çoğunluk, kuvvetle ayakta durmaya başlayan yönetici sınıfı zorla (devrimle) yerinden atar.”
küçük-hareketli birliklerle yapılan savaşın
Toynbee’nin kuramından hareket ettiğimizde,
avantajları keşfedilir. Kırlarda ya da şehirlerde
devrim kavramını, “bir ideoloji öncülüğünde
işgal ordularını yıpratan, onları gerileten ve
gerçekleşen değişim” olarak sınırlayamayız;
hatta yenilgiye uğratan eylem tarzı; Marksist-
yöneticinin zulmünden bıkmış olan halkın en
Leninist devrimci hareketlerin en vazgeçilmez
sonunda patlaması ve kitlesel bir isyan ile
hareket tarzlarından biri haline gelir. Dünyanın
yöneticiyi devirmesi bir halk devrimi olarak
birçok coğrafyasında “halk orduları” adı verilen
karşımıza çıkar. Veya mevcut durumdan rahatsız
gerilla faaliyetleri başlar; silahlı propaganda
olan bir halk kesiminin (toplumsal bir sınıf, bir
yöntemi devreye girer. Silahlı propagandanın
fikir grubu veya bir etnik milliyet) isyan edip
amacı, bir yandan egemen devlet gücünü moral
zorla yönetim gücünü ele geçirmesi bir devrim
ve askeri olarak darbelemek, bir yandan da
olarak kabul edilebilir.
emekçilere, hakları uğruna savaşı göze almış bir gücün olduğunu göstermektir. Böylece hem
“Halk devrimi”, bir ideolojiden ziyade bir
emekçilerde özgüven artışı sağlanması, hem de
rahatsızlığa dayandığı için; (çoğunlukla)
haklarını savunan devrimcilerin safına kaymaları
önceden belirlenmiş bir yöntem ve strateji
hedeflenir.
etrafında gerçekleşmez. Bir “patlama” halidir
Gerilla faaliyetleri ve silahlı propaganda, Marksist-Leninist devrimci örgütlerde iki farklı şekilde ortaya çıkar: Bir kesim, kırlarda örgütlenme, gerilla savaşı verme ve orada
güçlenip şehre inme fikrini benimser, bir kesim ise şehirlerde örgütlenme fikrini benimser. Şehirlerde örgütlenenlerden bir kısmı gerilla faaliyetini şehirde gerçekleştirmeye çalışırken, bir kısmı ise sendikal faaliyet, propaganda, gösteri ve dernek faaliyetlerini daha fazla önemser.
ve patladığı anda nasıl bir yol bulabildiyse o kanaldan devam eder. Sonuca ulaşabilmek için çoğunlukla her türlü yol denenir ve ilk hedef gerçekleştiğinde, sonrasına dönük bir boşluk oluşur. İlk hedefe ulaşarak gücünün farkına varmış olan halk kesimleri, daha önce planlamadığı süreçlerle karşılaştığında taleplerini sürdürmek ister. Ancak ilk hedef için gücünü birleştirmeyi başarmış olan kitle, sonraki süreçte fikir ayrılıkları yaşamaya başlar ve bölünür. Böylece ya talebini sürdüremez hale gelir, ya da kendi içinde çatışma çıkar. Dolayısıyla, halk
Toynbee ve Halk isyanı:
Toplumların değişimine devrimci müdahale fikri
devrimlerinin neyle sonuçlanacağını kestirmek güçtür. Yıkıma, tahribata ve zararlara yol açabilir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
11
Devrimci müdahalenin niteliği:
2- Askeri müdahale
“Devrim”, ezilmiş halklar için, son iki yüzyılın
Askeri müdahale dendiği zaman ilk anlaşılan
belki de en sempatik kavramlarındandır.
şey, statükonun tehdit altında olduğunun
Baskıcı yönetimler karşısında kendisini ifade
düşünüldüğü durumlarda silahlı kuvvetler
etmek isteyen pek çok fikir grubu ve haksızlığa uğradığını düşünen pek çok sınıf, bu değişim yöntemine başvurmuştur. Fakat bu yolla başarıya ulaşanlar, başvuranlar kadar çok değildir.
tarafından yapılan darbelerdir. Devletin emrindeki resmi askeri kurumlara mensup kişi ya da kişilerin, anayasal olmayan yollarla ani olarak görünen iktidarı (hükümeti) devirmesi ve iktidarı gerçek sahiplerine (derin
Bu güne kadar ortaya çıkan örnekler incelendiğinde; adı ister Marksist, ister İslami, ister milli olsun, hepsinde ortak bir yön göze çarpar. Devrimci müdahale Makyavelisttir! Niccolo Machiavelli 1513’te yazdığı principe (hükümdar) adlı eserinde, Batı kaynaklı siyaset bilim teorilerinin ilk örneklerinden birini ortaya koymuş ve prensin, iktidarını sürdürmek için her türlü ahlak kuralından bağımsız, sert siyasal yöntemler kullanması gerektiğini söylemiştir. Onun bu teorisi, “hedefe götüren her yol mübahtır” cümlesiyle meşhur olmuştur. Elindeki gücü kaybetmek istemeyen her iktidar, bilerek veya bilmeyerek bu yöntemi kullanıp durmaktadır.
devlete) devretmesine darbe denir. Sistemin zayıfladığı, muhalif fikir ve hareketler karşısında gerilemeye başladığı dönemlerde yapılır. Kanun ve yasalara bağlı olmadığı için her türlü gayri meşru sindirme ve yok etme yöntemlerine imkan verir. Bu sayede bir yandan muhalefetin bütün kazanımları elinden alınmış, bir yandan da statükonun kendisini yeniden tazelemesi sağlanmış olur. Darbeler tarihi, tâ antik Yunan ve Roma dönemlerine kadar uzanır. Statükonun varlığını korumak açısından kesin bir yöntem olduğu için, menfaat ve çıkar düzeni kuranların olduğu her dönemde başvurduğu bir yöntem olmuştur. 20. Yüzyıl ise bu yöntemin belki de en sık kullanıldığı tarih dilimidir. Amerikan imparatorluğu, kontrolünü yitiren yerel
“Statükonun baskı ve gücünün devrimci şiddet ile bertaraf edilmesi” şeklinde özetleyebileceğimiz Marksist-Leninist müdahale
işbirlikçilerini yeniden güçlendirmek için; Güney Amerika, Afrika ve Akdeniz havzasındaki birçok ülkede bu yöntemi sıkça kullanmıştır.
yöntemi, “düşmana kendi silahıyla karşılık
Derin devletin/statükonun kendisini korumak
verme” anlayışını beslemektedir. Bunun
için başvurduğu bu yöntem, devrimci düşünceye
sonucunda da, kendi varlığını korumak için her yolu mübah gören iktidarlara karşı, onları bertaraf etmek için her yola başvuran; bomba patlatan, askerlere pusu kuran, polisleri öldüren, haraç toplayan, soygun ve hırsızlık yapan, halkı kepenk kapatmaya, gösterilere ve boykotlara
de ilham kaynağı olmuştur. Ordunun müdahale gücünden hareketle; ordu bürokrasisi içine sızma, taraftar edinme ve yeterli güce ulaşınca da darbe yoluyla devrimi gerçekleştirme düşüncesi ortaya çıkmıştır. Böylece darbeler tarihinin yanına cunta faaliyetleri de eklenmiştir.
katılmaya zorlayan bir muhalefet doğmuş
Cunta faaliyetlerinin Türkiye örneği “milli
olmaktadır.
demokratik devrim” fikrini savunan sol gruplar olmuştur. Orta Doğu’daki bazı ülkelerde ise
Bir toplumsal değişim yöntemi olarak, ne gibi
İslam devrimi fikrini savunan kimi grupların
olumlu ve olumsuz yönler içerdiği meselesi ise
bu yola başvurdukları görülür. Bu yönteme
ayrı bir araştırma konusudur.
başvuranlar halk desteğine ihtiyaç duymazlar.
2
Bu konuyla ilgili olarak bkz: www.islamiyorum.com.
2
12
Hatta Türkiye’deki örneğine bakıldığında
Sayı 4. Dosya: Bir Toplumsal Değişim Yöntemi Olarak
bu yönteme başvuranların, halkı “aptal” ve
DEVRİM.
“yönlendirilmesi gereken bir sürü” olarak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
gördükleri anlaşılır. Halk bir sürü olduğuna göre
bulamaz oldu. Çaresiz kalan hükümet sonunda
onlardan kendileri için hayırlı olanı bilmeleri
pes ederek, sınır ihlalini hapisle cezalandırma
beklenemez. Şu halde devrimciler onlar için
kanununu iptal etmek zorunda kaldı.3
hayırlı olanı, zorla ve gerekirse kafalarına vura vura gerçekleştirmelidirler.
Gandhi’nin Güney Afrika’da uyguladığı
İşte cunta devrimi, tam da bu düşünceye
sürede Hindistan’ın dört bir köşesine yayıldı.
sahip olanların yöntemidir. Halksız ve halka
Gandhi, ülkesinden gelen karşı konulmaz istek
rağmen, tepeden inmeci bir değişim öngörür.
doğrultusunda, hareketi yönlendirmek üzere
Tek sorun darbenin başarılması noktasındadır. O
Hindistan’a döndü. O dönemde Hindistan
başarıldıktan sonra zaten düşüncelerinin önünde
İngiliz işgali altında bulunuyordu ve İngilizler,
hiçbir engel kalmamış olur. Gerekirse kan
yaşanan şiddetli kıtlığa rağmen halktan ağır
dökerek düşüncelerini yerleştirebilirler.
vergiler alıyorlardı. Halktan istedikleri vergiyi
Tabii cunta faaliyetlerinin sadece kimi fikir gruplarının başvurdukları bir yöntem olduğu söylenemez. Bu yöntem, iktidarı ele geçirmek isteyen ordu içerisindeki her çıkar grubuna bekledikleri imkanı sunmaya açıktır.
yöntemin etkinliği konusundaki söylentiler kısa
toplamakta zorlanınca, kazançlı bir tekel oluşturmak amacıyla tuz yapımını yasakladılar. Bunun üzerine Gandhi, takipçilerini deniz kıyısına götürdü ve bir tas dolusu deniz suyunu buharlaştırarak tuz üretti ve yasayı simgesel olarak çiğnedi. Bunun üzerine tam da umduğu gibi tutuklandı ve hapse atıldı. Ancak İngiliz
3- Pasif direniş ve sivil itaatsizlik Sivil itaatsizlik, Henry David Thoreau’nun
literatüre kazandırdığı bir kavramdır. 1900’lü yıllarda Mohandas K. Gandhi tarafından geliştirilerek, baskıcı yönetime karşı uygulanan etkili bir yönteme dönüşmüştür. Gandhi’nin sivil itaatsizlik felsefesine katkısı, itaatsizliğin eyleme dönüşme yöntemi olan pasif direniş anlayışı ile gerçekleşmiştir. Gandhi pasif direnişi, kendileri bizzat şiddet kullanmasalar bile şiddete maruz kalma riskini göze alabilen toplulukların gösterdiği mücadele şekli olarak tanımlamıştır.
yönetimi bu tutumun sorunu çözmediğini görmekte gecikmedi. Binlerce kişi harekete katılarak Gandhi’nin yaptığı eylemi tekrarladı ve İngiliz yönetimi Gandhi’yi serbest bırakmak zorunda kaldı. İngiliz yönetiminin bu tutumu otoritesinin zayıfladığının bir kanıtı haline geldi ve kamuoyu yasayı kaldırması yönünde yönetimi zorlamaya başladı. Bunun ardından Gandhi, eylemini haksızlık dolu diğer yasalara yöneltti ve Gandhi’nin önderliğinde Thoreau’nun sivil itaatsizlik yöntemini kullanan Hindistan, 1945 yılında bağımsızlığına kavuştu.4
Ve bu eylemi yaşamı boyunca çeşitli şekillerde
Böylece sivil itaatsizlik, egemen gücün yanlış
hayata geçirmiştir. Mesela, Güney Afrika’da
uygulamalarına karşı zaman zaman başvurulan
avukatlık yaptığı gençlik yıllarında, Hintli
bir müdahale tarzı olarak literatürdeki yerini
göçmenlere hayatı zindan eden Güney Afrika
almış oldu. Farklı dönemlerde değişik muhalefet
hükümetine karşı enteresan bir pasif direniş
hareketleri tarafından kullanıldı. Mesela,
ortaya koymuştur. Güney Afrika hükümeti henüz
kendisinden kat kat üstün silahlarla donanmış
pasaport kullanımının başlamadığı yıllarda,
İsrail güçlerine karşı “taşla” mücadeleyi seçen
Asyalı göçmenlerin sınırdan izinsiz girmesini
Filistin İntifadası, sivil itaatsizliğin farklı bir
yasaklayan ve bunu hapisle cezalandıran bir
türü olarak kabul edilebilir. Hapishanelerde
kanunu uygulamaya başlamıştı. Gandhi, binlerce
kendilerine yapılan zulmü engellemek ve
taraftarını sınırı kasten ve büyük kitleler halinde
“C.Can Aktan, D.Dileyici ve Ö.Saraç. “Sivil İtaatsizlik”
3
geçmek için teşvik etti. Kasten Güney Afrika
içinde: Vergi, Zulüm ve İsyan. Thoreau & Gandhi.
topraklarını terk ediyor ve sonra izin almadan
Ankara, Phoenix Yayınevi, 2003, s.32-35” isimli
içeri giriyorlar ve bu yüzden hapse atılıyorlardı. Sayısız insanın bu suretle yaptığı sınır ihlali yüzünden öyle bir an geldi ki, Güney Afrika hükümeti insanları hapsedecek hapishane
kitaptan yararlanılmıştır. “C.Can Aktan, D.Dileyici ve Ö.Saraç. “Sivil İtaatsizlik”
4
içinde: Vergi, Zulüm ve İsyan. Thoreau & Gandhi. Ankara, Phoenix Yayınevi, 2003, s.32-35” isimli kitaptan yararlanılmıştır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
13
kamuoyuna duyurmak için ölüm orucu yapan
serbesttir. Benzer düşünceye sahip olanlar
mahkumlar veya İsrail zulmüne destek olan
bir araya gelerek, sivil toplum kuruluşları
firmaların mamullerini almayarak onları boykot
veya partiler aracılığıyla daha organize bir
eden toplum kesimleri de farklı birer örnek
şekilde düşüncelerini toplumla paylaşabilirler.
olarak karşımıza çıkarlar.
Hatta siyasi partiler kanalıyla mevcut iktidara
Bütün bu örneklere rağmen, sivil itaatsizlik eylemi, her durumda ve şartta netice alınmasını
muhalefet edip, halkın ilgi göstermesi halinde o makama gelebilirler.
sağlayacak bir müdahale yöntemi olarak
Kısacası bu siyaset felsefesi teorik olarak,
görülmemelidir. Alınacak sonuç ile şartların
farklı düşüncelerin kendisini ifade etmesi
denk düşmesi arasında çok yakın bir ilişki vardır.
noktasında oldukça açık davranmıştır. Farklı
Zamanlama çok iyi ayarlanır ve gelişen şartlara denk düşürülebilirse umulmadık sonuçlar alınabilir. Ama zamanlama ve şartlar denk düşmezse, egemen gücün işini kolaylaştıran bir müdahale biçimine de dönüşebilir. Gandhi’nin tarihi başarısı, II. Dünya Savaşı şartlarının bir sonucudur. Egemen güç olan İngiltere bu savaşta çok zor duruma düşmüş, ABD’nin yardımı karşılığında onun liderliğine boyun eğmiştir. ABD ise yardım ettiği ülkeleri, sömürge olarak yönettikleri ülkelere bağımsızlık vermeye zorlamıştır. Dolayısıyla bir yandan Gandhi önderliğinde yapılan boykotlar, bir yandan savaş sırasında İngiltere’nin içine düştüğü zorluk, diğer yandan ABD’nin baskısı, sonuçta Hindistan’a bağımsızlık getirmiştir. Hindistan örneğinde olduğu gibi, nice mahkum dışarıdakilerin haberi olmadan yok edilebiliyorken, “ölüm oruçlarının” işe yaramasını sadece eylemin kendisine bağlamak doğru bir okuma olmayacaktır. Eylemin başarısı, oluşturacağı kamuoyuyla fazlasıyla irtibatlıdır. Şartlar denk düşmediği takdirde, Hegel’in diyalektik tarih tezini tersinden okuyan ve varlığının devamı için etkin bir yönteme dönüştüren zihniyet, pasif direniş eylemlerini kolayca yönlendirebilir.
düşünce grupları rahatça dernekleşebilmekte ve propaganda araçlarını kullanarak kendilerini topluma anlatabilmektedirler. Sendikalar, iş adamları dernekleri, tüketici dernekleri, engelli dernekleri vs. gibi çıkar grupları ise iktidara karşı haklarını savunabilmekte ve koruyabilmektedirler. Fakat bu siyaset felsefesinin dünyanın değişik coğrafyalarındaki pratik uygulamaları, felsefenin teorisi ile aynı açıklıkta olmamıştır. Her devlet kendisine göre temel değerler tanımlamış ve bu değerler çerçevesinde dar veya geniş “geçilemez” çizgiler oluşturmuştur. Bu ise muhalefetin de sınırları olması anlamı taşımaktadır. Bu siyaset felsefesinin kimi uygulamalarında sınırlar, anayasada açıkça (teoriyle çelişecek şekilde) belirtilmiştir. Hatta kimi uygulamalarında değiştirilmesi teklif bile edilemeyen maddelerle koruma altına alınmıştır. Kimi uygulamalarında ise görünürde aşılamaz çizgiler bulunmaz. Her türlü muhalefete açık olunduğu imajı verilir. Ancak demokrasinin “güçlüler” karşısında kimi açmazları vardır. Gücü elinde bulunduranlar (ki günümüz güç mantığına göre bu sermayedarlardır); bir yandan (siyaset, bürokrasi, medya gibi)
4- Demokratik müdahale Günümüz siyaset felsefelerinin imkan verdiği legal müdahale tarzıdır. Bu felsefe, “iktidar” kavramına yaptığı vurgu kadar, “muhalefet” kavramına da vurgu yapmış ve muhalefeti iktidarın dengeleyicisi olarak görmüştür. Bu yüzden varlığını anayasa ile teminat altına almış,
14
sistemin farklı noktalarına nüfuz edebilmekte, diğer yandan da nüfuzlarını kendi çıkar ve menfaatleri için harekete geçirebilmektedirler. Bu durum görünen yapı içerisinde bir “derin” yapının oluşması demektir ve demokrasinin hakim olduğu bütün toplumlarda böyle bir yapı bulunmaktadır.
sistem içi (legal) bir kurum olarak tanımlamıştır.
Derin yapı kendi çıkar ve menfaatlerini önceler.
Buna göre herkes düşüncelerini ifade etmekte
Güçlerini mevcut sistem ile elde ettikleri için,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
sistemin devamı ile menfaatler örtüşür. Mevcut
Tabii bu güç ve nüfuz genişlemesinin er geç
sistemi kökten değiştirecek veya menfaatleri
gelip derin devletin sınırlarına dayanması
ile uyuşmayacak bir iktidar oluşma ihtimali
kaçınılmazdır. Oraya vardığında, ya uzlaşma
belirdiğinde hemen harekete geçer ve önce
ve boyun eğme yolunu seçmek, ya da sınırları
karalama/dezenformasyon yoluyla halkın ilgisini
zorlamak gibi iki seçenekle karşı karşıya
engellemeye çalışırlar. Buna rağmen seçilen
kalınır. Boyun eğmesi durumunda bir sıkıntı
yönetimleri ekonomik, siyasi ve bürokratik
yaşanmaz, ama iddialar feda edilmiş olur.
güçleriyle abluka altına alır ve işleyemez hale
Sınırlar zorlandığında ise demokratik mücadele
getirirler, kendilerine itaate zorlarlar. Eğer
yöntemine benzer bir durumla, yani derin
seçimle gelen iktidar baskıya boyun eğerse
devletin engelleme ve yok etme faaliyetleriyle
sorun kalmaz, ama eğmezse bu defa işi tehdide
yüz yüze gelinir. Oluşan güç bu saldırılar
kadar götürürler. Onun da işe yaramadığı noktada ya askeri darbe, ya da hukuk kanalıyla
karşısında farklı bir yapıya evrilebilirse, süreç ıslahatçı olmayan farklı bir karakterde devam
iktidarı alaşağı ederler.
etmiş olur.
Sonuç olarak demokratik müdahale, rejim
Bu tarz müdahale, bilinç inşa etmek bakımından
değiştirmeye varmayan talepler için günün şartlarına en uygun müdahale yöntemidir. Ama rejim değişikliğine varan müdahalelerde, derin devlet ile halk iradesinin çatışması kaçınılmaz olur. Bu çatışma çoğunlukla derin devlet tarafından kazanılmıştır. Ancak belki de bir ilk olarak Türkiye örneğinde, demokratik yöntemler kullanılarak devlet sisteminin değiştirilmesi süreci yaşanmaktadır. 2003 Yılında başlayan bu süreç boyunca yaşanan çatışma ve kavgalar, elde edilen başarı veya başarısızlık, yeni bir tecrübenin örneği olabilir. 5- Islahatçı müdahale Toplum mühendisliğini değil, toplumların ikna olmasını ve değişime hazır hale gelmesini önceleyen müdahale yöntemidir. Kavgacı ve hasmane bir tutum takınmaz. Görünüşte sistemi karşısına almaz. Eğitim ve sosyal kurumlar aracılığıyla halkı bilinçlendirmeye, yetiştirmeye ve kazanmaya çalışır. İllegaliteye yönelmeyen tarzıyla demokratik mücadele yöntemine benzetilebilir. Ancak ıslahatçı yöntem sadece demokratik ortamlarda değil, her tür ortamda benzer bir tarza sahip olagelmiştir. Eğitim toplumların değişimindeki en temel unsur olduğu için, ıslahatçı hareket uzun vadede topluma rengini vermeye başlar. Bir yandan yetişmiş elemanların hayat içerisinde önemli konumlara gelmesiyle, bir yandan taraftar ve destekçilerinin artmasıyla, her geçen gün artan bir güç ve nüfuz elde eder.
oldukça etkilidir. Ancak sistem değiştirmekten çok, sistem değiştirecek proje ve hareketlere zemin sağlar. Süreç derin devletin sınırlarına gelip dayandığında, bilinçle donanmış kitle içerisinden yeni proje ve hareketlerin vücut bulması gerekir. Mesela Türkiye örneğinde, İslami cemaat ve grupların Ak Parti’yi doğurması bu kabilden bir örnektir. Cemaat ve gruplar toplumda belli bir bilinçlenme oluşturmayı başarmış ama aralarındaki rekabet ve çekişmeden dolayı toplumsal bir güce, toplumsal bir önderliğe ulaşamamışlardır. Derin devletin çok yoğun baskılar kurmaya başladığı dönemde ortaya çıkan Ak Parti projesi, toplum bireyleri tarafından bir çıkış yolu olarak görülmüş ve kitle büyük ölçüde o yöne kanalize olmuştur. Ak Parti neredeyse toplumun yarısının desteğini alacak güce ulaşmış ve katı statükocu rejimi değiştirme noktasına gelmiştir.
Sonuç “Fikri yayma yöntemlerini”, yani; dini veya ideolojiyi kabul ettirmek için topluma yapılan müdahale yöntemlerini araştırmayı hedeflediğimiz bu makalede, alt başlıklar halinde çeşitli sınıflandırmalar yapmış olduk. Farklı bir bakış açısı ile bu başlıklar daha farklı oluşabilir veya sınıflandırmalar daha az/daha çok olabilirdi. Fakat bu şekildeki bir araştırma bile şu temel noktaların görülmesini sağlamış oldu: 1. Yöntemler, belli ihtiyaçların ve bu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
15
ihtiyaçlara çözüm aranan ortamdaki belli
değişiklik içerirken, “ıslah” yönteminin bir
imkanların sonucu olarak gelişirler.
yamama ve uzlaşmacılık olduğu düşünülmüştür.
2. Her yöntemin bir diğerine göre; olumlu veya olumsuz, artı veya eksi yönleri bulunabilmektedir.
Oysa bu kavramlar müdahalenin boyutlarını değil şeklini ifade ederler. Devrimci olup da otoriteyi değiştirmekten başka hiçbir şeye dokunmayan ideolojiler (ve dinler) olduğu gibi,
Bu temel noktalardan hareket ettiğimizde, sonuç olarak şunları ifade etmemiz gerekiyor: a. Her dönem için geçerli olan “mükemmel”
ıslahatçı olup da toplumun üzerine yükseldiği dinamikleri neredeyse tamamen değiştiren ideolojiler (ve dinler) de bulunmaktadır. Bununla birlikte devrim yıkıp yapmayı, ıslah ise içeriden bir dönüşümü esas alır. Çoğu kimseye yıkıp
bir yöntem yoktur.
Çünkü her yöntem; çağın ihtiyaçlarına, mantığına ve imkanlarına göre şekillenir. Toplumların ihtiyaçları, kabulleri veya teknolojik imkanları değiştiğinde, yöntemler de eskir ve etkilerini yitirirler. “Fikir” ne kadar doğru ve mükemmel olursa olsun, yöntem isabetsiz olduğunda; fikrin anlaşılması ve kabulü zorlaşır. Nitekim “Kötü söz adamı dininden, tatlı söz yılanı ininden çıkarır” şeklindeki atasözleri, bu hususta yaşanmış tecrübeleri özetlemesi bakımından dikkat çekicidir. “Kötü söz” ifadesi sadece sözün kötülüğüne işaret etmez; söyleniş biçiminin kötü olması durumunda karşılaşılacak sonuçlara da işaret eder.
yapmak daha kolay ve sorunsuz görünebilir. Fakat toplumların kültür birikimleri çok uzun yıllarda oluştuğu ve kültürel değişimlerin özümsenmesi için çok zaman gerektiği göz önünde bulundurulduğunda, “yıkmak” çok ciddi bir risk içerir. Bir nevi toplumun sıfırlanması, onu oluşturan temel dinamiklerin yok olması gibi bir sonuç ortaya çıkarabilir. Çok eskilerden beri taşınıp getirilen ve toplumun karakteri haline gelmiş özelliklerin yok olmasına ve toplumun köksüzleşmesine yol açabilir. Toplumda bir travmaya sebep olabilir. Oysa ideoloji veya dinin rengini ortaya çıkaracak şekildeki bir müdahale, bir yandan toplumu değiştirip yeni bir dinamizm ortaya çıkmasını sağlarken, bir yandan da
b. Toplumların değişimi için yapılacak en doğru müdahale, toplumun gerçekliğine en uygun müdahaledir
“Toplumun gerçekliği” ifadesinden kasıt; toplumun içinde bulunduğu hal, sahip olduğu akıl, ulaşmış olduğu bilgi düzeyi ve yakaladığı gelişmişlik seviyesidir. Hal, akıl, bilgi, gelişmişlik gibi kavramlar, toplumun gerçekliğini değişen oranlarda etkilerler. Farklı ortam ve şartlarda etki güçleri ve öncelik sıraları değişebilir. Buna
toplumun köklü geçmişiyle bağlarının diri kalmasına imkan verir. Kabulü ve sindirilmesi de bir o kadar kolaylaşır. Kısacası bir yönteme saplanıp, onu her dönemde uygulamaya çalışmak, yöntem olgusunu anlamamak demektir. Her çağın, her toplumun; kendine göre farklı durumları, kabulleri ve imkanları vardır. En doğru yöntem, bunları en doğru bir şekilde okumayı başarmış ve toplumun gerçekliğine en uygun olan yöntemdir.
göre; baskıcı yönetimin olduğu bir toplumda; devrim, darbe gibi otoriteyi zorlayan değişim yöntemleri gerekli olabilecekken, fikrin açık bir şekilde ifade edilebildiği toplumlarda bu yöntemler ters tepebilir. Böyle toplumlarda iknaya dayalı yöntemler daha etkili olabilir. c. Toplum tarafından kabulü en kolay müdahale, toplumda geçerli olan tecrübeyi ıslah eden müdahaledir.
“Islah” kavramı çoğunlukla yanlış anlaşılmaktadır. “Devrim” yöntemi tam bir
16
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dosya: İslam Modern Dünyaya Nasıl Müdahale Edecek?
Makale 2
Müslümanlardan Modern Dünyaya Öneriler Yusuf İmamoğlu Müslümanların, İmam Gazali’den (10581111) sonra bir duraklama dönemine girdiği genel kabul gören bir fikirdir. Batı’da ise aynı dönemlerde başlayan fikri gelişim kıpırtıları 1718. yüzyılda iyiden iyiye serpilerek devrimler yapacak bir boyuta ulaştı. Müslümanların duraklamaya, Batı’nın ise gelişmeye başlamasından sonra sürecin her bakımdan Müslümanların aleyhine döndüğü görülmektedir. Osmanlı’nın gerilemesi, dağılması ve sonunda parçalanıp yıkılması bu sürecin somut bir göstergesi sayılabilir. Gücünü her gün biraz daha artıran Batı, Osmanlı’ya kaptırdığı arazilerini geri aldığı gibi hemen bütün İslam ülkelerini işgal etti ya da sömürge haline getirdi. Sadece işgal edip kaynaklarına el koymakla kalmadı, kültürel deformasyon ve asimilasyon faaliyetlerinde de
doğru sürüklemektedir. İmam Gazali’den beri uyumakta olan Müslümanlar bu durum karşısında ciddi sarsıntılar, travmalar geçirdi. Bu sebeple verdikleri tepkiler, dağınık hatta kimileri birbirine zıt durumdaydı. Öyle ki, Batılılaşmayı çözüm olarak savunanlar bile vardı. Müslümanların gerilemesi Batı’nın ise ilerlemesiyle dünyanın çok şey kaybetmekte olduğunu gören Müslümanlar, ilk günden itibaren bu gidişe sessiz kalmamak, mutlaka müdahale etmek gerektiğini düşündüler. Yeniden diriliş dönemi olarak yorumlanabilecek yaklaşık son iki yüzyıl boyunca birçok Müslüman bu konuda çaba sarf etti. Kimi malını, kanını, canını ortaya koydu, savaş dâhil fiili her türlü eylemi yöntem olarak
büyük ölçüde başarılı oldu.
denedi. Kimileri ise bilinç ve düşüncenin çok
Batı’nın, Orta Çağ zulmüne karşı çıkmakla
dünya görüşünde safiyeti sağlayacak, ümmeti
başlayan gelişimi, güç ve mevzi elde ettikçe,
canlandıracak fikri/düşünsel çalışmalara
dozajı bugün de artarak devam eden yıkıcı bir
yoğunlaştı.
harekete dönüştü. Ekini ve nesli ifsat eden materyalizmi yaygınlaştırdı, insani değerleri de alabildiğine yozlaştırdı. Siyasi, kültürel, bilimsel vs. alanlarda birçok gelişmeye öncülük ettiği söylenebilse de Batı, insanlığa tahayyül edemeyeceği acılar yaşattı. İnsani değer ve kıymetleri olduğu kadar İslam’ı da doğrudan hedef haline getiren Batı, insanlığı uçuruma
daha önemli olduğunu düşünerek, inanç ve
Her çabanın niteliği, durumla ilgili bir analize ve kabul ettiği yönteme dayanmaktadır. “Müslümanlar neden geri kalmıştır? Gerçek sorumlu kimdir? Bozulma nereden başlamıştır, düzelme nereden başlamalıdır? Müslümanların sahip olduğu dünya görüşünün bu manzara içindeki yeri nedir? Islahat mı, devrim mi, uzlaşma mı, isyan mı doğru davranış
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
17
tarzıdır? Hedefler neler olmalıdır?” gibi birçok
önemli simalardan biridir. “İlk olarak Reşid
soruya verilen cevaplar, Müslüman birey
Rıza’nın kullandığı ve zamanla içeriği farklı
veya yapılanmaların davranış tarzını, sorunu
akımlara göre değişen ‘İslam Devleti’ kavramı”1
çözmek için uygun görülen müdahale biçimini
Afgani ve Abduh’da da ümmetin yeniden
belirlemektedir.
toparlanması şeklinde bir hedef olarak vardı.
Farklılıklarına rağmen, geri kalmışlığın nedenini sahip olunan din ve dünya görüşünde değil kendilerinde aramaları Müslümanların ortak tavrıdır. Zira İslam en doğru hayat görüşüdür. Yine ortak tavra göre; ne kadar kötü olsa da sebep, düşman da değildir. Sorun, bütünüyle Müslümanlardan kaynaklanmaktadır. Buna göre ilk nesli ortaya çıkaran kaynakların doğru anlaşılıp icra edilmesi Müslümanların sorununu çözecek tek çaredir. Böylece Müslümanlar ezilmiş, hakları elinden alınmış olmaktan kurtulacak aynı zamanda ezilmiş ve hakları elinden alınmışlara haklarını iade edecek, zamanın omuzlarına yüklediği sorumluluklarını yerine getirmiş olacaklardır. Modern dünyanın insana reva gördüğü zulümlere sessiz kalmak zulme ortak olmaktır. Öyleyse dur demek ve müdahale etmek gerekir. Ama nasıl? Bu makalede zamanın sorunlarına nasıl müdahale etmek gerektiğine dair ortaya konmuş çabalardan ve önerilerden birkaç örnek üzerinde durulacaktır. Bu konuda İslam dünyasının tamamını incelemeyi hatta tamamı hakkında bir fikir oluşturmayı hedeflemiyoruz. Modern dünyanın Müslümanları karşı karşıya bıraktığı sorunların çözümüne ilişkin toplum yapılanması ve devlet düşüncesi hususunda ortaya çıkmış
Ama devlet hedefine yönelik olarak daha somut girişimler İhvan ve Cemaat-i İslami tarafından gerçekleştirildi. Bu iki hareketten en derin ve kalıcı etki bırakan isimler ise Benna, Kutup ve Mevdudi’dir. Devlet hedefini, modern dünyanın sorunlarına da en önemli müdahale aracı olarak gören bu isimlerden Benna, “bir İslam devleti kurmak için çalışmaya” vurgu yaparken Seyyid Kutup İslam devletini kurmanın yöntemi, Mevdudi ise bu devletin nasıl olması gerektiği üzerine yoğunlaşmıştır.2 Mevdudi’nin başta gelen fikri hamlesi, İslami cemiyet anlayışını benimseyecek bir devlet tasarlamaktır.3 Devlet idealinin doğuşu, kurulma yöntemi ve niteliğinden oluşan zincirin son halkası, daha somut bir müdahale çabası olması bakımından bu makalenin konusunu daha çok ilgilendirmektedir. Mevdudi, sosyal, ekonomik, siyasi vs. alanlardaki beşerin sorunlarını çözecek İslam devletini tanımlarken “Theo – democracy” yani “İlahi cumhuri hükümet” ifadesini tercih etmektedir. Ancak ifadedeki bileşenlerin Mevdudi tarafından kullanımı, kendi kavramsal içeriklerinden farklıdır. Nasıl bir müdahale biçimi ortaya çıkardığına bakmadan önce bunlarla ne kastedildiğine çok kısa bir göz atalım:
çaba ve önerilerden bazı örnekleri kısaca ele
Teokrasi Mevdudi için hâkimiyetin yalnız Allah’a
almayı hedefliyoruz. Ele aldığımız düşünür
ait olduğu bir yönetim biçimini ifade etmektedir.
veya hareketin bütün yönleriyle tanıtılmadığını,
Bu da ilah ve rab kavramlarına yaklaşımına
sadece makaleyi ilgilendiren yönünün dikkate
dayanmaktadır.4 Bu kavramların, yaratmak,
alındığını da belirtelim. Maksat bir düşünürü/ âlimi değil bir düşünceyi/çabayı anlamaya çalışmaktır. Ele almayı düşündüğümüz isim ve yöntemler; Mevdudi ve teo-demokrasi önerisi, İran İslam devrimi: Şia’nın yeni yorumu, teokratik devlet, Abdulvahhab el-Efendi ve Medine Vesikası, Abdülkerim Suruş ve ahlaki
php?topic=7249.0;wap2 R. İhsan Eliaçık, İslam’ın Yenilikçileri, İnşa Yayınları,
2
Şubat 2011 Baskı, 2. Cilt S.434 Mevdudi ve İslami İhyanın Teşekkülü, S. Veli Rıza Nasr,
3
Yöneliş, S. 173 Unutmamak gerekir ki, Mevdudi’nin devlet ve
4
devlet, Raşid Gannuşi, Adil düzen ve Refah
hükümet konusuna yaklaşımı “Kur’an’a Göre Dört
Partisi, İslami sol.
Terim” çerçevesinde şekillenmektedir. Onun düşünce dünyasını ve İslam literatürüne yaptığı asıl katkıyı
Mevdudi: Teo-Demokrasi Öze dönüş ve diriliş hareketleri içinde Mevdudi
18
http://www.islamidusunce.net/forum/index.
1
tanımlayan “Dört Terim”dir. Dört Terim’de Kur’an’ı doğru anlamanın O’nun kavramlarını doğru anlamaktan geçtiği prensibinden hareket eder. Kur’an kavramlarından özellikle ilah, rab, ibadet ve din kavramlarının
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
dualara icabet etmek, ibadet edilen, dinin ve
İslamlaştırılabilecek nötr bir ideal olarak”9
din gününün, şefaatin sahibi olmak gibi birçok
görmektedir. “Demokrasiyi sadece seçimler ve
anlamının yanında en önemli boyutu, yasa ve
kanun önünde eşitlik meseleleriyle ilgilenen
hüküm koyucu olma özelliğidir. Allah mülkün
statik bir kavram olarak telakki” etmektedir.
sahibi ve yaratma O’na mahsus olduğuna göre
Onun düşüncesinde “Demokrasi, toplumsal,
Emr hakkı da O’na aittir. Ülkesinde kullarını
ekonomik ve siyasi taleplerin siyasi aktörlere
istediği gibi idare etme ve hâkimiyet hakkı
intikaline ve onların program, politika ve
ortaksız bir şekilde O’nundur. Başkasının bu
kararlarında ifadesini bulmasına imkân sağlayan
idare işine karışmasına meydan verilmez.
dinamik bir süreç olarak” yer almıyordu. “O,
5
Hangi niteliğe sahip olursa olsun hiçbir şahıs
demokrasiyi bir bütün olarak değil parçalar
ilahi kanun ve hükümler üzerinde en ufak bir
halinde, bir sistem olarak değil devlete bağlı
değişiklik yapma hakkına sahip değildir. “İşte bunun için bu hükümet nizamı “teokrasi”dir.”
bir ayrıcalık olarak anlıyordu… İdeal bir devlet 6
olması şartıyla, kurumları İslam Hukukuna
“İslam hükümetinin başındaki idareci olsa olsa
dayanan ve İslami değerleri yansıtan güçlü ve
Hâkim Ala’nın bir halifesi: (Viegerent) olabilir.
merkezi bir devletin özü itibariyle demokratik
Bu kimse de ancak kendisine emanet edilmiş
olacağını düşünüyordu.”10
olan salahiyetler dâhilinde hükümet etmeye müsaadelidir.”7 Bu durumda siyasi düzen ilahi hâkimiyetin açık bir tezahürü olarak ele alınmıştır; dinin ikame edilmesinin tabii sonucu da faziletli liderlik ve ilahi hükümet olmaktadır.8 Bu hâkimiyet çerçevesinde Müslümanlara “sınırlı bir şekilde, umumi hâkimiyet” verilmiş; inzibat, intizam, icrai kuvvetler ve tanzim etme gibi işler Müslümanların reyine bırakılmıştır. Müslümanlar idarecilerini istedikleri zaman azletme yetkisine sahiptir. Şeriatı ilahide hakkında açıklık bulunmayan hususlarda, ilahi kanuna mutabık olması şartıyla hüküm verebilirler. Bu ictihad hakkı belli bir zümreye, hanedan veya özel topluluğa verilmiş değildir. İctihad kabiliyetine ve rüsuh sahibi olmak şartıyla bütün Müslümanlar bu hakka sahiptir. Bu sebeple bu hükümet bir demokrasi hükümetidir. Mevdudi demokrasiyi “Batı’ya hiçbir mevzi kaptırmaksızın
Buna göre hâkimiyet, hilafet sorumluluğu gereğince toplum ve birey olarak Müslümanların hak ve sorumluluğundadır. Bu hâkimiyeti Kur’an ve Sünnet’e uyarak yürütecekleri için bu devlette demokrasi, ilahi hukukla sınırlanmıştır.11 Mevdudi, kültürel alanda inancın ve dinin ihyası için sarf ettiği çabanın ve ortaya koyduğu eserlerin yanında enerjisinin ve zamanının önemli bir kısmını, İslam devletinin oluşumu ve bu devletin nasıl olması gerektiği üzerine harcamıştır. Çünkü devleti, İslam’ın hayata müdahalesinin en önemli aracı olarak düşünmektedir. “İslam fiili olarak saf kan bir İslam devletinde hayata geçirilmediği müddetçe vaaz, neşriyat ve hatta eğitim”in bile pek fazla faydalı olmadığına inanmaktadır. Ve gördüğü odur ki, “İslam Hindistan’da Müslümanlar iktidar mevkilerini işgal ettikleri müddetçe var olabilmişti.”12 İslam devleti zaruriydi “zira İslam iktidar merkezlerini kontrol etmedikçe
diğerlerinden daha merkezi bir yerinin olduğunu
tam manasıyla hayata geçirilemezdi. İslami
söyler. Bunlar gereği gibi anlaşılmazsa tevhidi ifade
devlet olmadıkça İslam büyük ihtimalle
eden lafızlar telaffuz edilirken tam aksine şirkin icra
marjinalleşecekti. İslam’ın dirilişi onun siyaseti
edilebileceğine dikkat çeker. İslam klasikleri arasına girmeyi hak eden bu değerli eser Müslümanların düşüncelerinde bir kırılma gerçekleştirmiş, ufuklarını açmış ve birçok şeyin ifade edilişini kolaylaştırmıştır. İslam’ın, hayatın her alanına müdahil olması gerektiğini,
kontrol edip etmemesine bağlıydı. Mevdudi şeriatın Müslümanların özel hayatını olduğu kadar kamu hayatını da yönlendirme talebinde bulunması gerektiğini savunuyordu.”13 Dönemin
belli alanları kurtarmakla hayatın ıslah edilemeyeceğini daha somut bir şekilde dile getirmiştir.
S. Veli Rıza Nasr, A.g.e. S. 188
9
İslam’da Hükümet, S.64-65
10
Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları, 3. Baskı,
11
5 6
S. Veli Rıza Nasr, S. 198 Nasıl Bir Devlet, Abdulvahhab el-Efendi, İlke Yayıncılık,
S. 173-174
2. Baskı, S. 92
İslam’da Hükümet, S. 186
12
S. Veli Rıza Nasr, A.g.e. S. 175
13
7 8
S. Veli Rıza Nasr, S. 177 S. Veli Rıza Nasr, S. 175
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
19
Hindistan koşulları, Hintli Müslümanların
ilişkilendirilen bir meseledir. Sistem içi araçların
durumu, Pakistan sürecinde yaşananlar,
kullanılmasına ve demokratik yönteme en
emperyalizmin bölgede oynadığı oyunlar,
temelli eleştiriler bu yaklaşıma dayanmaktadır.
gerçekleştirdiği zulümler bu yaklaşımı
Cemaat-i İslami de kuruluşunda üyelerinin
haklı çıkaracak çok fazla veri taşımaktadır.
İngiliz Hükümetinde görev alamayacağını, üye
Hindistan’da sömürü, insan takatini zorlayacak
olabilmek için hükümetteki resmi görevden istifa
noktalara ulaşmıştır. İktidar meselesini önemli/
etmeyi şart koşmaktaydı. Ancak Pakistan’da,
hayati bir mesele olarak hissetmek, İslam
otorite İslami otorite olarak kabul edilmemiş
devleti ihtiyacını daha fazla duyumsamak için
olmasına rağmen siyasi bir parti haline
Hintli Müslümanların, daha çok gerekçesi olduğu
gelinerek seçimlere iştirak edilmiş, 1970’te
söylenebilir.
girilen seçimlerde %20 oranında oy alınmıştır.
Teo-demokrasinin hayata müdahalesinin birinci ve en önemli kısmı yasama ile ilgilidir. Bu, devleti hayata müdahalenin en önemli aracı olarak görmenin de nedenidir. Teokrasiye getirilen tanım doğrultusunda, beşerin el koyduğu hâkimiyet asıl hak sahibi olan Allah’a döndürülmektedir. İnsanlığın karşı kaşıya kaldığı en önemli problem olan otorite hırsızlığı sosyal sorunların kaynağıdır. Tuğyan edenlerin
siyasetini İslami devlete erişmek için yürütülen mücadelede bir araç olarak benimsedi; ancak bu, hedefe ulaşıldıktan sonra bırakılacak bir araçtı.”15 Pakistan anayasasının yazılmasında Mevdudi’nin katkılarının olduğu, ilk anayasaya “Devletin çıkaracağı kanunlar Kur’an ve Sünnet’e (hadise) aykırı olamaz” maddesini yazdırttığı16 da not edilmelidir.
ve zalimlerin beşer hayatını ifsat etmelerinin
Teo-demokrasinin uygulamada modern
en önemli aracı yasama gücüdür. Bu sebeple
dünyanın sorunlarına nasıl bir müdahale
yasama beşeri akıl, zaaf ve cehaletten
ortaya çıkaracağı ise daha önemli bir noktadır.
arındırılarak Allah’a has kılınmalıdır.
Mevdudi, özellikle “İslam’da Hükümet”te ve
Ahkâmın/şeriatın içerik ve kapsamı aynı zamanda hayatın değişim ve gelişiminden kaynaklanan hükümlerin yenilenme ihtiyacına çözüm yolu olarak da ictihad gösterilmektedir. Mevdudi’nin, “şeriatı tatbik imkânının olmadığı anlaşılan bazı durumlarda İslam Hukukunu modern ekonomik sisteme adapte etmek için ictihada başvurulmasına”14 cevaz verdiği de hatırlanmalıdır. Bu noktada şunu kabul etmek gerekir ki, Müslüman bir beşer hükümet etmeye başladığında karşısına çıkan ve Kur’an’da doğrudan bir açıklama bulamadığı sorunlara karşı çoğu zaman sırf kendi anlayışına güvenmek durumundadır. Ve böyle bir idarenin ve çıkaracağı bir yasanın sıhhatini açıklayan tek şey failin bir Müslüman olmasından ibarettir. Şüphesiz ki bu anlamsız değildir ama birincisi bu durum klasik anlamdaki ictihadın sınırlarını aşmakta, daha önemlisi de siyasal egemenlik hatta yasama alanında beşerin irade kullanmasını onaylamak anlamına gelmektedir. Mevdudi’nin uluhiyet, otorite ve itaat konularına getirdiği yaklaşım yöntemle doğrudan S. Veli Rıza Nasr, S. 221
14
20
“Cemaatin siyasileşmesi arttıkça Mevdudi parti
birçok makale/yazısında İslam devletinin niteliği üzerinde durmuştur. Bunlardan ortaya çıkan model daha çok hilafetin meclis ve seçim gibi modern gelişmelerle revize edilmiş halidir. Halife sistemin en önemli unsurudur. Halife/imam, kusursuz bir lider ve toplumun en faziletlisi olmalıdır. Emevi ve Abbasi sultanlarına karşı Müslümanlar, muhalefetlerini dile getirmek için liderin kişiliği, fazileti ve dünya görüşü üzerinden bir tartışma yürütmüşlerdir. Tek kişilik yönetim anlayışının egemen olduğu o günkü dünyada ve konjonktürde bunun kendine has bir anlamı vardır. Mevdudi’de bu durum “özel hilafet makamı” çerçevesinde liderin vasıfları biraz daha idealize edilmiş olarak görülmektedir. Halifeye atfedilen ve hatta halife olabilmek için aranan kabiliyetler, faziletler; bir kişide bunların bir araya gelip gelemeyeceği müstakil bir tartışma konusu bile olabilir. Ancak şu açıktır ki, lidere yakıştırılan ulvi kişilik ve ona biçilen rol, modeli tek kişilik idareye dönüştürmektedir. Demokrasi, şura, meclis gibi kavram ve işleyiş S. Veli Rıza Nasr, S. 211-212
15
R. İhsan Eliaçık, İslam’ın Yenilikçileri, İnşa Yayınları,
16
Şubat 2011 Baskı, 2. Cilt S.460
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
biçimleri teorik olarak kabul edilmiştir. Hatta
hususlarda daha çok örnek alınan, sözüne/
liderin ümmet tarafından azledilebileceği de
yazısına bakılan Mevdudi, bazı siyasi tanım
telaffuz edilmektedir. Ama örneğin meclis ona
ve davranışlarında eleştiri konusu olmuştur.
sadece yardımcıdır. O isterse meclisin hatta
Teo-demokrasi kavramsallaştırmasına getirilen
bütün ümmetin kararına muhalif uygulamalar
eleştirilerin dışında siyasi parti olarak sistem
yapabilir. Çünkü o, ümmetin hepsinden daha iyi
içi araçları kullanması da eleştirilmiştir. Kelim
düşünüp değerlendirme yapabilecek biridir. Bu
Sıddıki’nin özellikle Mevdudi’yi eleştirerek,
makama öyle biri layıktır, o da zaten öyle olduğu
İran Devrimi modelini bütün Müslümanlara
için seçilmiştir.
önermesi ve “Bütün Müslümanlar İslam Devrimi
Tek kişilik idare anlayışından olsa gerek, “1978’de Mevdudi İslami devleti tek partili bir sisteme kavuşturdu; fakat bunu, halkı tam manasıyla İslam’a yönelmedikçe başka bir devlet için uygun bulmuyordu. Pakistan hükümetlerinden, prensipte kendisinin İslami devlette tanımadığı hakları talep ediyordu.”17 İslami devlete erişmek için tercih edilen parti siyaseti ise hedefe ulaştıktan sonra terk edilecek bir araçtı sadece. Ayrıca İslam devleti mümkün olan her yolla fazileti teşvik etmesi ve faziletsizlikle savaşması gereken hilafet ilkesine dayalı ortak bir ibadet eylemidir. “Bu kabulden yola çıkan Mevdudi, İslam devletinin, komünist ve faşist devletlere benzer bir şekilde totaliter olması gerektiği sonucuna vardı.” Her ne kadar demokrasiden söz ediliyorsa da toplumun hâkimiyeti halifeye teslim edilerek fiili bir diktatörlük oluşmakta, devlete biçilen rol de totaliter bir yapı arz etmektedir.18
yoluyla bütün dünyada İslam Devleti kurmak zorundadırlar. Bu Müslümanların üzerine düşen itikadi bir görevdir”19 demesi, bir kesimin düşüncesini de yansıtmaktadır. Sistem içi davranmasının, yaptığı uluhiyet tanımı ile çelişik bir durum arz etmesi; önerinin yukarıda dikkat çekmeye çalıştığımız bazı sorunlu noktalar barındırmasının bir başka tezahürüdür.
İran İslam Devrimi: Şia’nın Yeni Yorumu, Teokratik Devlet Hasan el-Benna, Seyyid Kutup ve Mevdudi’nin değişik boyutlarıyla uğruna mücadele verdikleri hedefi gerçekleştirmek İmam Humeyni’ye nasip oldu. İmam, Şii gelenekten gelmesine rağmen hem çağdaşları olan Sünni isimlerden istifade etmiş hem de onların değişik yöndeki çabalarını kendi şahsında bir araya getirmişti. Hem yöntem hem de devletin niteliği üzerine çalışmıştır. Kısa, parçalı ve bölgesel imamlar dönemindeki hâkimiyetinden bu yana Şia, bir devlet
Teo-demokrasi kavramsallaştırmasının kabul edilme ihtimalinin oldukça zayıf olduğu da belirtilmelidir. Çünkü taşıdığı problemlerin yanında bir araya gelmesi çok zor olan iki kesime hitap etmektedir. Demokrasiye karşı olanlar da teokrasiye kaşı olanlar da diğer bir ifade ile demokrasi yanlıları da hâkimiyetin Allah’a ait olması gerektiğini düşünenler de bu öneriye karşı geleceklerdir. Çünkü önerme, her bir tarafın, şiddetle karşı çıktığı diğer tarafa ait düşünceyi de barındırmakta veya onun da doğruluğunu beyan etmektedir. Kavramlar, İslam’ın bir bütünlük içinde anlaşılması gerektiği, Müslümanların hayata sarılmalarının dinlerinin bir gereği olduğu gibi
çıkaramamıştı. Bunda imamet düşüncesinin, devleti ancak imamın liderliğinde meşru saymasının da payı olduğu söylenebilir. Fakat Şii geleneğin birikimi ve yetiştirdiği şahsiyetler, Sünni dünyanın birikim ve sancıları ile de tetiklenince farklı bir sürece girildi. 13. yüzyılda imam mehdinin gizlenmesi üzerine, ümmetin imamsız kalmaması için âlimlerden birinin ona niyabeten ümmeti yönetmesi demek olan Velayet-i Fakih20 teorisine İmam Humeyni’nin http://www.islamidusunce.net/forum/index.
19
php?topic=7249.0;wap2 “Şia’nın konumu çok büyük bir belirsizlik arz
20
etmektedir. Zira ilk Şiiler masum imamların ümmet üzerinde hâkim olduğunu savunarak bu konuda mücadeleye tutuştular, masum imamlar silsilesi tükendiğinde de gaibi beklemeye başladılar. Bekleyiş
S. Veli Rıza Nasr, S. 211-212
uzun sürünce içlerinden bir lider çıkıp onlara bu boşluğu
Abdulvahhab el-Efendi, A.g.e. S. 92-93
Velayet-i Fakih’le doldurmanın zorunlu olduğu çağrısını
17 18
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
21
getirdiği yorum, devleti talep etmeye imkân
olmasından kaynaklanıyordu. İran’da devlet
tanıdı. Beklenen Mehdi’den başkasının devletine
yapılanması içinde dini kesimin dışında önemli
itaat etmeme inancına sahip olan Şii halk,
sayıda “siviller” de yer alıyor. Ayrıca, dini lider
güvendikleri ve karizmasından etkilendikleri
de imam değil imamın vekili konumunda.
bu liderin yorumuna uydular ve “1979’a kadar
Fakat bütün bunlara rağmen teokratik anlayışın
‘neşriyat’ ile yayılan düşünceler, yeterli kamuoyu
mevcut yapılanma ve kadronun önemli bir
oluşturulduktan sonra başlayan ve bir yıl
kesimine hâkim olduğu anlaşılmaktadır. Zira
kadar süren geniş çaplı bir halk ‘mukavemeti’
“Günümüz İran toplumu, bilinen yöneticiler
(kıyamı) ile başarıya” ulaştı. Devrimin başarıya
tarafından (…) kayıp imama niyabeten” ama
ulaşmasında Şia’nın kendine has şartlarının göz
imamet teorisine göre yönetilmektedir.23
ardı edilmemesi gerektiği de not edilmelidir.
Devlet, Şii dünya görüşünün temel niteliklerini taşımakta en önemlisi de imamet teorisi üzerine
Mollalardan “farklılığıyla” dikkatimizi
oturmaktadır.
çeken, devletin oluşum ve niteliklerinin belirlenmesinde tartışmasız en etkin isim olan
Şia’daki teokratik anlayışın oluşmasına neden
İmam Humeyni’nin bahse konu kendine has
olan şey imamet düşüncesidir. “Teokrasi,
özellikleri, (devrime adanmış Müslümanların)
yeryüzünde kendisini Allah’ın temsilcisi gören ve O’nun adına iş yaptığını söyleyen sorumsuz/
samimiyet ve fedakârlığı, kurulan devleti teokratik olmaktan kurtarmaya yetmemektedir.
sorgulanamayan yönetim şeklidir.” Vesayet ve
Çünkü o da “Klasik Şii formu içinde bir devlet
masum imam anlayışı da tam olarak bunu ifade
düşünmektedir. Kur’an, Ehl-i Beyt ve masum
etmektedir.24 Klasik Şii düşüncede yönetme
imamlara sıkı sıkıya bağlı… Velayet-i Fakih’e
hakkı sadece imama aittir. İmam masumdur,
dayalı siyaset felsefesi Humeyni’nin zihnindeki
seçilmesi ilahidir, sorgulanamaz, değiştirilemez.
odak düşüncedir.”22
Çünkü o, sıradan insanlardan farklı ve üstün
21
Teokrasiler genelde imparatorluklarla birlikte
özelliklere sahiptir.
anılan bir yönetim anlayışıdır. Bu belki hanedan
Şehristani, Şia’nın imameti peygamberliğin
egemenliğinin insani temayüllere daha uzak,
fıtratta aklen ve naklen vacip olması gibi aklen
dolayısıyla da meşrulaştırılmasının daha zor
ve şer’an vacip kabul ettiğini ifade etmektedir:
yaptı. Böylelikle Velayet-i Fakih fikri, tarihe Şiiliği geri getiren önemli bir adım oldu ve ümmetin konumunu kabul etti. Bu veliyi fakihin bir taraftan ümmetle ve
“İnsanların itaat edilecek ve şeriat hükümlerini koruyacak bir imama ihtiyacı, bir peygambere ihtiyacı gibidir.” İmamet, imanın aslından ve
onun seçilmiş kurumlarıyla diğer taraftan da ‘gaip’le
dinin rükünlerindendir. İmamet seçim esasına
olan ilişkisi nasıl olacaktı? Bugün İslam Cumhuriyetinde
değil nass ve tayine dayanır, seçime bırakılması
bu mesele etrafında dönen kavga kızışıyor. Gerçek
fitneye yol açar.25 “Çünkü Şia’ya göre imam
savaş, 1997 yılında cumhurbaşkanlığı seçimlerinde iki esaslı aday arasında oldu. Bu adaylar: Fakihin devlet, kanun ve kurumların üzerinde mutlak hâkimiyeti olduğunu savunan Natık Nuri ile otoritesini ümmetten
Allah’ın ve peygamberinin naibidir… İmam hüccetullahtır… İmamın varlığı mükelleflerin mazeretini ortadan kaldırmış olur… Şia’nın
alan ve en nihayetinde sadece ümmetin birliğini temsil
benimsediği imamet, masumun imametidir…
eden sınırlı velayeti fakihliği savunan Hatemi’ydi.”
Bundan ortaya çıkan sonuç, imamın kendinden
(Raşid el-Gannuşi, Laiklik ve Sivil Toplum, Mana
başka denetleyicisi olmayışıdır.”26
Yayınları. S. 149-150) “Teokrasi, theos (tanrı) ve kreatin (hükmetme)
21
sözcüklerinden oluşan bir kelimedir. Egemenliği Tanrı’ya
“İmamet anlayışı, devlet başkanının tıpkı
ya da Tanrı iradesine dayandıran yönetimler için
23
kullanılır. Buna göre krala ve hükümetlere itaat, tanrıya
24
İbrahim Sarmış, A.g.e. S. 299 Şura’dan Saltanata, Teokrasiye ve Laisizme Yönetim,
itaattir. Onlara karşı gelmek, tanrıya karşı gelmektir. Çünkü kral ve valiler, Tanrı tarafından belirlenir/atanır
Prof. Dr. İbrahim Sarmış, Düşün Yayıncılık, 2010, S. 304 Şia’ya göre “Ümmet arasında ihtilaf doğması ihtimali
25
ve onun tarafından göreve getirilirler” (Şura’dan
bulunduğundan” yüce Allah, vahy yolu ile Elçisini, Hz
Saltanata, Teokrasiye ve Laisizme Yönetim, Prof. Dr.
Ali’yi halife tayin etmesi için görevlendirmiştir. (İbrahim
İbrahim Sarmış, Düşün Yayıncılık, 2010, S. 304) R. İhsan Eliaçık, İslam’ın Yenilikçileri, İnşa Yayınları,
22
Şubat 2011 Baskı, 2. Cilt S.469
22
Sarmış, S. 142.) İslam Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, N. A. Mustafa, İz
26
yayıncılık, S. 170-172
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
peygamberler gibi masum yani günahsız
gibi imamın Şia tarafından yukarıdaki gibi
olmasını gerektirir. İmam da aynen onlar gibi
tanımlanması ve ona biçilen roller devlete
Yüce Allah’tan vahiy alır.” Peygamberlerle aynı
yaklaşım biçiminden kaynaklanmakta, imamın
sıfatlara, hak ve salahiyetlere sahiptirler. “Şiilere
kutsanması devletin hatasız olması gerektiği
göre imamın emir ve yasakları, dinin emir ve
düşüncesine dayanmaktadır. Eğer devlet hata
yasakları gibidir.” Bütün emir ve yasaklarını
yapacak olursa itaat edilme gerekçesi ortadan
olduğu gibi onaylamak gerekir. Çünkü imam,
kalkacaktır. İmamın hatasız olması gerektiği
insani karakterlerin üzerinde bir kişiliğe sahiptir.
nasıl imamın kutsanmasını doğuruyorsa,
Yaptığı her şey doğrudur.
devletin hatasız olması gerektiği de devletin
27
Bu noktada Ali Şeriati’nin konuya yaklaşımı da ifade edilmelidir. Ona göre Şia, egemen güce bir protesto ve İslam’ın hâkim gücün elinde uçuruma düşmekten kurtarılma hareketidir. İmamet anlayışını Şia’nın bu yönüyle ilişkilendirmektedir. Ona göre de imamet tayin veya seçimle olmaz. Hz. Ali tayin edilmemiş,
kutsanmasına neden olmaktadır. Devletin Şii düşüncedeki yerini anlama bakımından Abdulvahhab el-Efendi’nin naklettiği, 1987’de İran Meclisi ile Muhafızlar Konseyi arasında ekonomiye ilişkin bir kanun ihtilafına müdahale ederken İmam Humeyni’nin devletle alakalı kullandığı ifadeler oldukça dikkat çekicidir:
sadece işaret edilmiştir. İmamet, liyakatle
“Velayet-i Fakih ilkesine göre”, diyordu
olur. 12 imamın durumu, liyakatlerinden
Humeyni, “Veli-i Fakih kamu yararını korumak
dolayı imameti bir geçiş dönemi mahiyetinde
için İslam hukukunu ihlal edebilir.” Humeyni,
yürütmeleridir. Görevleri Peygamber’den “sonra
zamanın Cumhurbaşkanı Ali Hamaney’in, bu
bir müddet daha ümmetin başında durarak
ifadeye “şeriatın umumi gereklerine riayet
şartları oluşturmaktı. 12. İmamdan sonra artık
etmesi ve İslam hukukunun kesin hükümleriyle
13. veya 14.’nün olmasına gerek yoktur. Geçiş
çatışmaması” şeklinde koyduğu sınırlamayı
tamamlandıktan sonra, ümmet yeterli olgunluğa
da şiddetle reddediyor ve kendisine yazdığı
ulaştıktan sonra yapılacak iş biat esasına
mektupta “bütün ilahi emirler içinde en önemlisi
göre demokrasi ve şura yönetimidir. Ama
İslami hükümettir ve onun korunması bütün
buna Peygamber’den sonra değil imametten
dini vecibelerin önüne geçer. Namaz, oruç ve
(12 imam sonra) sonra geçilmeliydi. Ümmet
hac gibi temel İslami rükünler de dâhil diğer
o aşamaya gelince buna hazır hale gelmiş
bütün yükümlülükler, İslami devleti korumak
olacaktı.”
için İmam tarafından gayet haklı biçimde
28
Ancak mevcut durumu Ali Şeriati’nin değil İmam Humeyni’nin yaklaşımının temsil ettiğini belirtmek gerekiyor. Humeyni’ye göre imam, egemenlik yetkisi ile birlikte manevi makamlara da sahiptir. Onun imameti, “tekvini/evrensel bir hilafet olup bu hilafet gereğince bütün zerreler Veli-yi Emr’e boyun eğerler… Bu makamlara
ertelenebilir, hatta yasaklanabilir. Gerekiyorsa camiler bile yıkılabilir” diyordu. Humeyni bu ilkeye Velayet-i Fakih-i Mutlak adını veriyordu. Bunun “etkin biçimde ifade ettiği şuydu: Devlet kendi dışında hiçbir şeye tabi olmaz, hiçbir şeyin hükmü altına girmez.”30 “1987’nin sonlarında, İran meclisi ve 12 kişilik
30
“melek-i mukarreb” ve “nebi-yi mürsel” de
Muhafızlar Konseyi, devletin ekonomideki rolüne
erişemez.”
ilişkin kanun üzerinde kilitlendiğinde, o sırada Meclis
Devlet, birçok Ehl-i Sünnet âlimde görüldüğü
Humeyni’ye başvurmuş ve bu ihtilafı çözmesi için
29
Sözcüsü olan Haşimi Ekber Rafsancani Devrim Lideri
gibi Şia’da da İslam’ın hayata müdahalesinin en önemli aracı durumundadır. Ehl-i Sünnet’in halifeyi ulvi bir kişilik olarak tanımlaması
müdahale etmesini istemişti. Anayasanın, kanunların İslam kaidelerine uygunluğu konusunda karar vermesi için yetkilendirdiği Muhafızlar Konseyi, teklif edilen kanunlara, özel mülkiyet haklarına olumsuz etkileri olacağı için karşı çıkmıştı. Hükümet ise tam tersine bazı
Ahmet el-Katip, Nedenleri Tarihte Kalmış Siyasi Ayrılık,
sosyal programları uygulamak için ekonomiye müdahale
Sünnilik-Şiilik, İslam Birliği, Mana Yayınları, S. 28
etmek için daha fazla yetki istiyordu. Parlamentonun
R. İhsan Eliaçık, İslam’ın Yenilikçileri, İnşa Yayınları,
da desteğini almıştı. Sonuçta kilitlenme ortaya çıktı ve
Şubat 2011 Baskı, 2. Cilt S.518
Humeyni’ye müracaat edildi. Ayetullah müdahale etti
İbrahim Sarmış, A.g.e. S. 300
ve bu defa hükümeti destekledi. Söz konusu kanunun
27
28
29
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
23
Şia, devleti İslam’ın hayata müdahalesinin
zaman boyunca daha iyi anlaşılma imkânı
neredeyse tek aracı olarak görürken bu
elde etti. Geçen zaman, teorinin kendisini test
müdahalenin biçimini imamet teorisi ile
etmesine, kendisini anlamasına/dinlemesine
belirlemektedir. Bu durumda İslam’ın hayata
imkân tanıyan bir fırsattır. Modern dünyaya
müdahalesi, imamet teorisinin pratik hale
müdahalenin bu örneği, artık teorisi değil pratiği
getirilmesi anlamına gelmektedir. Ehl-i
üzerinden değerlendirilme imkânına sahiptir.
Sünnet’teki halife karakterinin maksimize
Öyle anlaşılıyor ki, geldiği nokta İslami olmanın
edilmiş biçimi gibi görünen, her bakımdan
iyiliğini yansıttığı kadar herhangi bir teokrasinin
üstün ve her şeye vaziyet edebilecek bir lider,
sorunlarını da taşıyor. Karşısına dikilen
sorunların çözümü için yegâne çare olarak
eleştirilerin haklılık payı gün geçtikçe artıyor.
görülmektedir. Öyleyse sorun, öyle birini
Hem de anlamlı ve bir o kadar da umut verici
yetiştirebilmektir. Ancak buna klasik Şia’nın
bir şekilde eleştiriler özellikle içeriden yükseliyor.
değil İmam Humeyni’nin getirdiği yorum imkân
Bu eleştiriler mevcut imamet düşüncesinin,
tanımaktadır.
yaşanan dünyaya nasıl bir müdahale biçimi
Şia’nın yüzyıllardır biriktirdiği muhalefet hıncıyla birlikte coşkulu ve umutlu kalabalıklar
içerdiğini de izaha gerek duymayacak şekilde ortaya seriyor:
tarafından kurulan, dünyanın süper güçlerine
Ayetullah Munteziri, bugünkü İran yönetiminin,
kafa tutmayı sürdüren, halkının kendisinden
Velayet-i Fakih, din ve Ehl-i Beyt adı altında
şüphe etmediği İmam’ın rehberliğini hala
şah döneminden daha baskıcı bir diktatörlüğe
benimseyen bu tecrübe, üzerinden geçen
dönüşmesinden şikâyet ediyor. “Velayet-i Fakih
şeriat hükümlerine aykırı olduğunu kabul etse de kamu yararı gerektiriyorsa idarecinin İslam hukukunu çiğneyebileceğini iddia etti. ‘Velayet-i Fakih ilkesine
kavramını anayasaya ben yerleştirdim; fakat bugünkü haliyle reddediyorum ve Hamaney’in veli-yi fakihliğini kabul etmiyorum” diyor.
göre’, diyordu Humeyni, ‘Veli-i Fakih kamu yararını
Ayetullah Seyyid Muhammed Tebatebai
korumak için İslam hukukunu ihlal edebilir.’ İmam’ın
Kummi ise işkence, bombalama, rehin alma
hükmünü yorumlayan zamanın Cumhurbaşkanı Ali
gibi muameleleri nedeniyle molla yönetiminin
Hamaney, Tahran’daki Cuma hutbesinde söz konusu ilkeyi tefsir etmeye çalıştı. Onun izahına göre, İmam’a bazı spesifik İslam hükümlerini çiğnemesi için gerçekten de izin vardır; ‘ama elbette ki’, diye devam ediyordu
İslam’a ve Şiiliğe zarar verdiğini, mustazafların lehine bir şey yapmadığını, dünyada kötü bir nam bıraktığını savunuyor.31 Bu sebeple
Hamaney, ‘bunun şartı İmam’ın Şeriat’ın umumi
Fazlurrahman’ın haklı olarak eleştirdiği gibi
gereklerine riayet etmesi ve İslam hukukunun kesin
Velayet-i Fakih teorisi pratikte bir “ruhban sınıfı
hükümleriyle çatışmamasıdır.’ Birkaç gün sonra 6
yönetimi”ne dönüşüyor.32
Ocak 1988’de Humeyni cumhurbaşkanına azar dolu bir mektup gönderdi ve verdiği hükmü tamamen yanlış anladığını söyledi. Humeyni mektupta şöyle diyordu: Bütün ilahi emirler içinde en önemlisi İslami hükümettir ve onun korunması bütün dini vecibelerin önüne geçer. Namaz, oruç ve hac gibi temel İslami
Şebusteri, İslam’ın bütün zamanlar için geçerli iktisadi, siyasi ve hukuki düzenlemelerinin olduğu iddiasından yola çıkılarak, bunların uygulanmasının devletin görevi olarak
rükünler de dâhil diğer bütün yükümlülükler, İslami
görülmesine karşı çıkıyor. Bu yaklaşımda ısrar
devleti korumak için İmam tarafından gayet haklı
edilmesinin, aktif siyasi katılıma karşı bir
biçimde ertelenebilir, hatta yasaklanabilir. Gerekiyorsa
mücadele “ve devlet şiddetinin teorize edilerek
camiler bile yıkılabilir. Humeyni bu ilkeye Velayet-i Fakih-i Mutlaka adını veriyordu. Hükmün etkin biçimde ifade ettiği şuydu: Devlet kendi dışında hiçbir şeye tabi olmaz, hiçbir şeyin hükmü altına girmez. İlke kısa bir
meşrulaştırılmasına sebep” olacağını ifade ediyor.33 “Halkın oyu ve onayıyla siyasi meşruluk kazanan” anayasanın dini ve eleştirilemez bir
süre sonra, 1989’da anayasa değişikliğiyle hüküm altına
metin olarak ilan edildiğine, halkın verdiği siyasi
alınarak, Kamu Yararı Konseyi kurularak kendisine
meşruluğun gereksiz sayıldığına dikkat çekiyor.
‘rejimin menfaatlerini’ (Maslahatu’n-Nizam) belirleme görevi verildi. ‘Rejimin menfaatleri,’ o günden sonra
R. İhsan Eliaçık, İslam’ın Yenilikçileri, İnşa Yayınları,
31
İslami hükümler de dâhil, bütün mülahazaların tabi 32
Abdulvahhab el-Efendi, İlke Yayıncılık, 2. Baskı, S. 178-
33
180)
24
Şubat 2011 Baskı, 2. Cilt S.472
olacağı üstün bir değer haline geldi.” (Nasıl Bir Devlet,
İslam’ın Yenilikçileri, 2. Cilt S.481 Resmi Dini Söylemin Eleştirisi, Muhammed Müctehid Şebusteri, Mana Yayınları, S. 53
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Devlet, çizdiği kırmızıçizgilerle halkın inanç ve
kendisini yeniden sorgulaması, özellikle din ile
düşüncelerini belirlemekte, gerek gördüğünde
ilgili düşüncelerini, modern dünyanın sorunlarına
baskı ve şiddet uygulamaktadır. Ülkenin,
müdahale anlayışını yeniden gözden geçirmesi
devletin belirlediği “dini biçimde” yönetilmesine
gerekmektedir.
itiraz, İslam’a da muhalefet olarak algılanmakta dolayısıyla susmaları ya da inzivaya çekilmeleri salık verilmektedir. “Bu durum o kadar ileri bir aşamaya ulaştı ki, devrimin açık sloganlarıyla
Abdulvahhab el-Efendi: İslami Siyasi Toplum
anayasanın öngördüğünün tam tersi bir sistem
Abdulvahhab el-Efendi, İslam’ın hayata
ve anlayış ortaya” çıkmış, adına da “ilahi
müdahalesinin bir devlet inşa etme merkezinde
meşruiyet ve halkın oyu” denmiştir.34
şekillendirilmesine karşı çıkan isimlerden
Anlaşıldığı kadarıyla cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendisini daha çok belli eden anlaşmazlıklar imamet, idare, din adamlarının oluşturduğu anlayış, iktidarın eleştirilebilmesi gibi ucu teokrasiye giden konulara dayanmaktadır. İslami bir endişe ve hedef taşımadığı için devrime başından beri karşı olanlar ve Batı kaynaklı oyunlar,
biridir. Bunun yerine İslami duyarlılıklara sahip bir toplum inşasının doğru bir müdahale yöntemi olacağını düşünmekte, “İslami siyaset tartışmalarının tutarlılık kazanması için, İslami devlet kavramından tamamen vazgeçilmesi… bunun yerine Müslümanlar için bir devlet tanımını, yani İslami siyasi toplum deyimini kullanmak”35 gerektiğini ifade etmektedir.
durumu zorlaştıran bir faktör olmaya devam
Öyle anlaşılıyor ki, İslami devlet veya
etmektedir. Ancak yukarıdaki eleştirilerin hiçbiri
İslam devleti kavramsallaştırmasına karşı
“her yönetimden memnun olanlar olduğu
çıkışı, bu kavramlar çerçevesinde oluşmuş
gibi rahatsız olanlar da vardır” veya “işlerine
anlayış, algılayış ve uygulama biçimlerinden
gelmediği yerde muhalefetlerine mazeret
kaynaklanmaktadır. Kavrama karşı çıkışı, devlet
arıyorlar” diye cevaplanacak türden eleştiriler
talebinin meşruiyeti veya İslam’ın bir devlet
değil. Tam aksine bugün mollaları eleştirenlerin
talebinin olup olmadığı yönünden değildir.
çoğu aynı gelenekten gelen, aynı medreselerden
Kullanılmasına kaşı çıktığı İslam devleti terimini
yetişen âlimler. Devrim için varını yoğunu ortaya
çoğu yerde kendisinin de kullanma nedeni budur
sermiş ama süreç içinde ne olduğunu düşünen
denebilir.
kimseler.
Konuyla ilgili düşüncelerini, 1991’de yayınlanan
İran İslam Devrimi dünya Müslümanları için bir
ve Türkçeye “Nasıl Bir Devlet” adı altında
umut olmuş ve aynı şeyi onlar da bulundukları
tercüme edilen “Who Needs An Islamic State”
coğrafyada gerçekleştirmenin mücadelesini
adlı kitabında dile getirmektedir. Eserinde
vermişlerdir. Devrim dünya Müslümanları
İslam devleti, imparatorluk, hilafet veya
tarafından ciddiye alınmıştır. Bulunduğu
imamet adı altında kurulan devletlerin İslam’la
coğrafyayı terk edip İmamın yanına hicret
bağdaşmayan birçok yönüne dikkat çekmekte;
edenler olduğu gibi kendisini bulunduğu yerde
olumsuzlukları, imparatorluk çağındaki tek kişilik
İmamın fedaisi olarak görenler dahi olmuştur.
ve baskıcı yönetimlerle sınırlı tutmamaktadır.
Humeyni’nin dünya Müslümanlarının lideri
Hilafet veya imamet adı altında oluşan totaliter
olduğu ona biat etmenin zorunlu olduğu da
yönetimlerin bir mantığa dönüştüğünü ve
konuşulmuştur. Ancak bir zamanlar hararetle
Müslümanların bilinçaltına sirayet edecek bir
izlenen ve takip edilen devrimin, takipçileri,
boyut kazandığını savunmaktadır. Ona göre
muhacirleri üzerinde hayal kırıklığı yarattığı
bu mantık yakın dönem İslam aydınlarının,
inkâr edilemez. Bu hayal kırıklığının sebebi
yazarlarının da düşünce dünyalarını etkisi
devrimin içinde bulunduğu herhangi bir acziyet
altına almış, Mevdudi, Kutup ve Benna gibi
veya mahrumiyet değil, doğrudan doğruya sahip
isimler de devlet anlayışında bu sınırların dışına
olduğu dünya görüşüdür. Onun için, devrimin Nasıl Bir Devlet, Abdulvahhab el-Efendi, İlke Yayıncılık,
35
Muhammed Müctehid Şebusteri, A.g.e. S. 33, 35
34
2. Baskı, S. 157
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
25
taşamamışlardır. İran İslam devriminin ürettiği
vatandaşlarıyla iletişiminde, hedeflerinde
yapı ise bunların en vahimidir. Bunu yukarıda
sorunlar olduğu gibi dünya ile ilişkisinde de
aynı kitaptan alıntıladığımız, İmam Humeyni’nin,
sorunlar vardır. Müslüman bir devlet her
İslami hükümetin Müslüman’ın birinci
yönüyle örneklik etmeye, çevresini ıslah etmeye
dereceden görevi olduğunu anlatan paragraf ile
çalışmamaktadır.
anlatmaktadır.
Bu yaklaşım ve davranış biçimi Müslümanların
Efendi’ye göre Müslümanların bugün İslam
hiçbir sorununu çözmemekte, devlet, siyaset
devleti diye sarıldıkları ideal aslında İslam’dan
gibi konuları Müslümanların yeniden düşünmesi
çok başka kaynaklardan beslenmektedir. Bu
gerekmektedir. El-Efendi, bu konuda yapılacak
kaynaklar, hilafetten sonraki saltanat ideolojisi
tartışmalardan ümit beslediğini de ifade
çerçevesinde sultana atfedilen İslami kimlik
etmektedir.
ve vazifelerle ilgili olduğu kadar evrimleşen devlet anlayışının dünya ölçeğinde değişik aşamalardaki tanım ve uygulamalarıyla da ilgilidir. Örneğin mutlakıyetçi devlet algısı, İslam’ın devlet eli ve gücüyle yayılması ve korunması anlayışını doğuran faktörlerdendir. Aynı zamanda modern devletin zuhuru ve biçimi de Müslümanların anlayışı üzerinde etkili
devlet tarafından yaşatılabilen bir dünya görüşü olmadığı, Abdulvahhab’ın kalkış noktasıdır denebilir. Böyle olunca devlet ve siyasetle ilgili birçok konu ve kurum bir amaç olmaktan çıkmakta sıradan bir araç haline gelmektedir. Ancak bu yaklaşım, onun, içinde bulunulan
olmuştur.
vakıayı onayladığı ve bir müdahaleyi reddederek
Dolayısıyla da İslam devleti anlayışının ona göre
gerektiğini düşündüğü anlamına gelmiyor. Ona
olumsuz pek çok yönü vardır. Yapıları totaliterdir,
göre, modern dünya düzenlerinin İslam’la,
idarecilere biçilen rol ve tanınan vasıflar doğru
İslami dünya görüşüyle bağdaşmayan birçok
değildir. Halife bir aziz, toplum da bu hikmetli
yönü vardır, dolayısıyla Müslüman’ın bunlara
azizin güdümünde yeteneksiz ve günahkâr bir
onay vermesi, sessiz kalması beklenemez.
raiye olarak görüldüğü için sürüden esirgenen
Örneğin modern gelişmelerin ortaya çıkardığı
hürriyet çobana tanınmış, çobanlar da giderek
özgürlük anlayışı İslam’a yabancıdır. Uluslararası
kurt haline gelmiştir.36 Çoğu modern İslamcı
sistem her düzeyde baskıcı bir güç olarak
bile devleti, İslam’ı egemen kılacak, insanların
Müslümanların karşısına çıkmakta Müslümanlar
İslamlaşmasını sağlayacak bir güç olarak
haklı olarak global düzene muhalefeti temsil
telakki ettikleri için “önce baskıcı gücü sonra
etmektedir.
Hıristiyan anlayışıyla İslam’ın yaşanması
inancı kendi türevleri olarak”37 görmektedirler. İnsanlara günah işleme özgürlüğü tanınmaması aslında Allah’ın imtihan ediyor olmasına aykırı bir durum oluşturmaktadır. Devlet, vatandaşının yapacağı tercihlere güvenmemekte, onu her an yoldan çıkmaya çalışan, toplumu da kendi tercihlerine kurban edecek bir birey olarak görmektedir. Geçmişimizin büyüklüğü ve Batı demokrasisinin inkâr edilemez eksikleri, “Müslüman rejimler tarafından kovuşturulmaya uğratılan Müslümanların, başları sıkıştığında genellikle bir Batı Avrupa başkentine sığınmaları
Ancak mevcut dünyadaki anlayış ve uygulamaların İslam’a bütünüyle karşı olduğu düşüncesine de katılmamaktadır: “Modern ulusdevlet gerçeğinin ve bu devletin içinde yeşerdiği uluslararası sistemin İslami ideallerle bütünüyle düşman olmayışı bir şanstır. Aslında bu, İslami ideallerin gelişmesi için yeni fırsatlar doğuruyor. Gerçek bir global toplumun kurulması için bugün var olan şartlar, kendisini başından bu yana global bir misyon olarak tanıtan İslam’ın ideallerine hizmet ediyor. Demokratikleşme
gerçeğini”38 örtmeye yetmemektedir.
eğilimi de İslami değerlerle belli bir yoğrulmayı
“İslam devleti”nin yapılanma biçiminde, kendi
iletişim imkanlarının gelişimi, ilk defa, İslami
El-Efendi, S. 150
36
El-Efendi, S. 147
37
El-Efendi, A.g.e. S. 46
38
26
İslam’ın sadece İslam devletinde yaşanabilen ve
temsil ediyor. Halk temsili teknikleri ve kitle doktrinin kalbinde yatan konsensüs (icma) kavramını etkileme imkanına sahip. Bu kavram, ulusal devletlerin sınırlarını aşarak da
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
işleyebilir ve böylece, çok özlenen bir global
hatta “günah işleme, tevbe etme ve son olarak
İslam toplumu hedefinin başarıya ulaşmasına
kişinin kendisini ve huzurunu Allah’a itaatte
yardım edebilir. Bireylerin ve grupların barış
bulma özgürlüğü” olmalıdır. “İslami olsun
içinde etkileşimde bulunmaları için daha fazla
olmasın herhangi bir devlet, vatandaşının özgür
özgürlüğü arzulayan uluslararası hareket,
iradesine dayanmalıdır.” Bu özgürlük içinde
Peygamber’in kendi kabilesine ve dünyaya
toplum kendini bulacak, ahlaki durumunu
yönelik ilk talebiyle de uyumludur: Aldığı mesajı
düzeltecek ve peygamberi toplum modeline
barış ve özgürlük içinde anlatabilmek isteği.
dayalı bir devlet kuracaktır. O halde Müslüman’ın
Müslümanların bugün, özellikle Batılı serbest
mücadelesi, bireylerin herhangi bir eyleme
toplumlarda, inançlarına göre yaşamalarının
zorlanamama hakları yani demokrasi için
önündeki engeller geçmişte olduğundan çok
olmalıdır. Müslümanlar için ideal devlet ya
daha azdır.”39
da ideal İslam devleti de demokratik olmak
Modern dünyanın insan hayatını iyileştirmek için
zorundadır.41
katettiği mesafedeki şekilsel yönleri övmesinin
El-Efendi, zaman zaman İslam devleti diye
moderniteyi onayladığı anlamına geldiği
de isimlendirdiği İslami siyasi toplumun nasıl
söylenemez. Her türlü gelişmişliğine rağmen
olması gerektiğine dair kriterler sıralıyor.
çağın çok ciddi sorunlar yaşadığını ve bunların
Bunlarla, bütün arka planıyla birlikte mevcut
ancak İslam’la bir çözüme kavuşabileceğini
devlet algısına ve çağın sorunlarına karşı
düşünmekte ama bunun bir devlet kurmakla
Müslümanların nasıl bir sosyal yapılanma
olamayacağını savunmaktadır. Ona göre
hedeflemeleri gerektiğine dair düşüncelerini
Müslümanların bu sorunlara müdahalesi bir
ifade etmiş oluyor:
devlet kurmak değil bir toplum inşa etmek olmalıdır. Bu toplum inşa edilebildiğinde zaten onların doğru talepleri devletin niteliklerini de belirleyecektir. Sorun, devlet değil toplum olma sorunudur. Örneğin, Müslümanlar tarafından kurulacak bir devlet zorunlu olarak, şeriata dayalı bir İslam devleti olacaktır; eğer toplum şeriatı reddederse o toplum zaten tanım gereği İslami değildir. Halk iradesini, şeriat dâhil her türlü hukukun üstüne çıkardığı gerekçesiyle demokrasiye karşı çıkmak, mesnetsiz bir aşırı titizliktir. Şeriatı talep etmeyen bir toplum için bu tür titizlikle üretilmiş tezlerin zaten geçerliliği de yoktur.40
▪ İslam devletinin kurulmasının ön şartı, Müslüman ferdin hürriyet ve şerefinin temel kabul edilmesidir. Bu ön şarttan sonra düşüncesi üzerinde etkin olduğu anlaşılan husus geliyor: ▪ Bu devleti, “anayasa değil bir sözleşme idare etmelidir.” Peygamber’in Sahifetü’ülMedine’sine “benzer bir tarzda, bu sözleşmeler bir arada var olabilmeyi garanti altına alacak bir şekilde hak ve vazifeleri tespit etmelidir.” Devlet; ideolojisini dayatan, özel normlar ve hayat tarzları empoze etmeye çalışan baskıcı, mütecaviz
Gerekli olan toplumu inşa etmektir. Ama öyle anlaşılıyor ki bunu bir devlet teşekkülünden bağımsız da düşünmemektedir. Bunun için, olması gerekeni İslami siyasi toplum olarak kavramsallaştırmaktadır. Devlet ve toplumu döngüsel olarak düşündüğü; toplumu devleti inşa edecek güç olarak görürken devleti de toplumun inşa edileceği ortam olarak gördüğü söylenebilir. Bunun için İslam devleti arayışının önce özgürlük arayışı ile başlaması gerektiği kanaatindedir. Bu devlette düşünce, eylem
bir kurum olmamalı; kendi gönülleri ile ama her biri tam bir özgürlük içinde kendi hayat tarzlarını takip eden özerk bölgelerin ve toplulukların oluşturduğu bir yapı, bir işbirliği kurumu olmalıdır. “İslami bir bölge, bir arada ancak bağımsız toplumların idaresinde çoğulcu bir devlet tarafından yönetilmelidir.”42 Güvenliği sağlamak için baskı yolları tamamen kapatılamaz, ama “baskı devletin temelini oluşturmamalıdır.” Bu devlet katı biçimde bölgesel değildir, sınırlarını da ulus-devlet
El-Efendi, S. 132-133
41
El-Efendi, S. 151
42
39 40
El-Efendi, S. 148, 151 El-Efendi, S. 153
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
27
mantığı ile belirlemez. Üyelerine, üyelik
“çıkar grupları” olmamalıdır. Rekabet, ne
haklarını kaybetmeksizin serbestçe hareket
kadar alınabileceğiyle değil ne kadar
etme hakkı vermelidir. “Zira İslam en
verilebileceğiyle ilgili olmalıdır.”46
başından dünya siyasetiyle ilgilidir.”
Belirlediği kriterler, bir model oluşturmaktan
▪ İslam devleti çoğulcu olmalıdır. Böylece
çok klasik anlayışların eksiklik ve hatalarına
gayrimüslimler ikinci sınıf vatandaş haline
alternatif sunmakta47 ise de İslam devleti
getirilmeden yönetilebilir. Çoğulculuk dünya
algısının yeniden düşünülüp tartışılmasında bir
ölçeğinde Müslümanlar için de önemlidir,
mesafe katedilmesine yardımcı olabilir. İslam’ın
“zira Müslümanlar hızla ortaya çıkmakta
temsil edilmesi, yayılması ve insan hayatına
olan bir dünya toplumu içinde bir blok
egemen olması için İslam devletinden beklenen
olarak azınlıktırlar.” Böyle bir ortam içinde
çok şey vardır. Bu nedenle de devlet doğrudan
Müslümanların örnek davranışı komşularına
bir hedef haline gelmektedir. Bunun birçok hata
doğru yolu anlatma fırsatı verecektir.43
ve yanlışa neden olduğu da doğrudur. El-Efendi, İslami sorumlulukların devlete değil “insanlığın
▪ Bu devletin dünya ile iyi bir iletişim
şahidi” olma bilincine sahip Müslüman bireylere
içinde olması ve dışa açık olması da gerekir. Uluslararası iletişimde açık olmak, gerekli her türlü donanıma ve İslam’ı
ve bu bireylerden oluşan İslam toplumuna verilmesini tercih etmektedir. Bunun çok daha sağlıklı bir toplum modeli çıkaracağını
temsil edecek bir vizyona sahip olmakla mümkündür: “Yarının dünyasında İslam’ın sesini duyurmak için zengin olmak ya da
düşünmektedir. İslam’ın yayılmasının, kabul görmesinin yukarıda sıraladığı şartlar sağlanabildiğinde reel olacağını, bunların
güçlü silahlara sahip olmak yetmeyecek. Güçlü bir dava da gereklidir.”44 Bu devlet, gösterdiği örneklik ve öncülükle global
sağlanmadığı bir devlet eliyle İslam adına yapılanların aldatıcı görüntüler oluşturacağını savunmaktadır. Fetihle, devlet gücüyle yayılan
Müslüman toplum için bir odak noktası
düşünceler, gerçekleşen uygulamalar ister
olmalıdır.
istemez toplumun içinde olanı yansıtmaktan uzaktır.
▪ İslami bir devlet bağımsız ve kendine yeterli olmalıdır. “Hiç kimse hem Batı’nın kapısında dilenci ve hem de onun hareketlerinin yargılayıcısı olamaz.”
Abdülkerim Suruş: Ahlaki Devlet İran Devriminin üzerinden geçen on yıldan
▪ Saldırgan ve yıkıcı olmamalı, ancak ahlaki
sonra, toplum yönetiminde yarattığı bir takım
inançlarına sıkı sıkıya bağlı olmalıdır.”
olumsuzluklar, devrimin kimi uygulamalarına
45
▪ Bu toplumda “bireyin sorumluluk ve aktif rolüne güvenilmeli, bireyciliğe kaçmadan bireyciliğin değeri vurgulanmalıdır.
arada yaşatmak olduğuna göre bu devlet barışın temelleri olan eşitlik ve adalete dayanmalıdır.
düzlemlerde tartışmasına neden olmuştur. Şii dünyadan bu tartışmaya katılanlar üzerinde Efendi’de gördüğümüz İran eleştirileri bu nedenle Abdulkerim Suruş’ta daha bariz olarak öne çıkmaktadır. Velayet-i Fakih kurumu, Munteziri ve Necefabadi gibi isimler tarafından tartışılıp eleştirilirken Suruş, “devrimle birlikte
▪ Bu devlet, ışığını dışa yansıtmalı ve bir ikram felsefesi geliştirmelidir. Sistemden ne koparabilirim diye birbirleriyle çatışan El-Efendi, S. 152
pek çok Müslüman’ın devlet konusunu farklı
devrimin etkisi daha net görülmektedir. El-
▪ Siyasetin asıl amacı insanları barış içinde bir
43
yönelik sorgulama ve eleştirilerin başlamasına,
gelen yeni sınıfın (ulema, molla) din adına yaptıklarından ve İslam’ı tümüyle total, baskıcı, tekçi, mutlakçı, inhisarcı bir tarzda Zakir Aydın, http://islamiyorum.com/index.
46
php?sayfa=makaledetay.php&mkid=236&sayi=65
El-Efendi, S. 135-136
44
El-Efendi, S. 152
45
28
Zakir Aydın
47
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
yorumlamalarından endişe duymaktadır.”48 İran reform hareketinin entelektüel lideri sayılan Suruş, başlangıçta Humeyni ile iyi geçinen, onu destekleyen hatta ona çok bağlı biriydi. Mutahhari, Beheşti gibi ileri gelenlerle de yakın temas halinde olduğu ileri sürülmektedir. Molla Sadra üzerine “Evrenin Yatışmaz Yapısı” adlı eseri İmam tarafından çok beğenilmiş ve devrimden sonra Kültür Devrimi Danışma Kurulu’na tayin edilmişti. Bunun dışında aldığı başka resmi görevler
ilgilidir. Mevcut liderin kayıp imama niyabet etmesi, hem onu eleştirilemez kılmakta hem de diğerlerinin konuşma ve yorum yapma imkânını ortadan kaldırmaktadır.51 Ancak muhalefet hareketlerini de ilgilendiren karşı devrim konusunda “Suruş bir anekdot anlatarak şöyle diyor: Adamın biri bir kuyu kazmış ve kuyudan çıkardığı toprakları ne yapacağını düşünürken arkadaşı ‘bir kuyu aç ve oraya doldur’ demiş, tahmin edebileceğiniz gibi kazan adam o gün bugündür kuyu kazmaya devam ediyor.”52
de oldu. Öyle anlaşılıyor ki, Mevlana’nın şiiri
Suruş’un din ve devlet anlayışı ile ilgili eleştirileri
üzerine konferanslar veren, Havza-yı İlmiye’de
Şii dünyanın inançları ve mollaların yönetimde
kelâm-i cedit okutan Suruş zamanla bir değişim
izledikleri siyasetle sınırlı değildir. O, bunların
geçirmiştir. Yönetimin zamanla diktatoryal bir
da temelinde özellikle kapsam ve süreklilik gibi
biçim kazanmış olmasının onda bu değişime
yönlerden dinin algılanış biçiminin olduğunu
neden olduğu ve hayal kırıklığı içinde ayrıldığı
düşünmektedir. “Dinin, son nihai çözümleri
ileri sürülmektedir.
49
Kendisi, 90’ların başından
belirlediğine, bundan başka bir yol olmadığına”
beri “İslam Demokrasisi” kavramını tartışan
inanmanın işin en vahim yanını oluşturduğunu
cumhuriyetçi entelektüellerdendir. “Fakat
düşünerek kabz ve bast diye nitelediği bir
sonunda İslam devleti fikrinden tümüyle
teori geliştirmektedir. “Buna göre din her şeyi
uzaklaşmıştır.” Bu uzaklaşmada devrim kadrosu
belirlemiş değildir. Hayatta bize lazım olan
ile anlaşamamasının yanında, modern sosyal
temel değerleri vermiş gerisini Müslüman
bilimleri, daha tutarlı gördüğü için geleneksel
aklın inkişafına bırakmıştır. Temel ve minimum
İslam metafiziğine tercih etmesinin de bir faktör
değerlerle sınırlı olan (kabz olunmuş, sınırlı bir
olduğu düşünülebilir. O, “Geleneksel İslâmî
çerçevede tutulmuş) şeriatın özünü tecrübî akla
ilimlere insan menşeli olarak bakıyor, onları
dayalı ictihad ile inkişaf ettirmek, genişletmek
modern bilimlerden farklı değerlendirmiyordu.
(bast) mümkündür. Bu bize geniş bir alan
Çalışmaları zamanla hermenötik, bilim felsefesi,
açacak, her şeyi lâfzî olarak dinden beklemek
‘dinî bilginin evrimi’ gibi konular üzerinde
gibi bir darlıktan kurtaracaktır.”53 Dinin/İslam’ın
yoğunlaştı. Dinî bilginin, her bilgi dalı gibi bir
hayata dair söylediklerinin minimum olduğunu,
bilgi dalı olup, herhangi bir kutsiyete sahip
maksimum olamayacağını düşünmektedir. Her
bulunmadığını iddia ediyordu. Bu sebeple,
şeyi kapsayan, kuşatan yani maksimum olan
ulemadan büyük tepki gördü… ‘Dinî ilim, başka
bir dinin ebedi ve son din olamayacağını, tüm
her ilim gibi, dini bilmeyi temsil eder. Yani
dönem ve çağlardaki insanların ortak özlerine
bilenin bilgisinden ibarettir’ diyerek, dinî ilim
seslenmek için ayrıntı, haşiye ve fazlalıklardan
adına her şeyi yoruma indirger.”50
kaçınmanın zorunlu olduğunu savunmaktadır.
Yönetime yönelttiği eleştirilerin önemli noktalarından birisi Velayet-i Fakih kurumu ile R. İhsan Eliaçık, İslam’ın Yenilikçileri, İnşa Yayınları,
48
“Aksi takdirde bu sistem sadece bir tek toplum ve coğrafyaya giydirilebilecek bir elbise olur… Din; çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek veya geçmiş ve gelecek tüm insanların giyebileceği
Şubat 2011 Baskı, 2. Cilt S. 590
bir elbise türü belirleyecekse bu ancak ve
Yönetimle ilişkisinde geldiği noktayı Hamaney’e
sadece setr-i avret olabilir. İşte minimum din
mektubundaki “Allah’ım şahit ol. Ben ki bir ömür
budur. İslam; itikat, ahlak, hukuk (fıkıh) ve
49
boyu din derdi sahibi oldum ve din dersi verdim. Bu istibdat rejiminin zulümlerinden sana sığınıyorum. Eğer herhangi bir gün istemeyerek veya hata ile bu zalimlere
bilim vs. alanlarının tümünde minimum olanı vermiştir. Bu az ve öz minimum değerler esas
bir yardımım dokunduysa senden bağışlanma ve af diliyorum” (İslam’ın Yenilikçileri, 2. Cilt S. 606) ifadeleri
51
yeterince anlatmaktadır.
52
http://www.tumgazeteler.com/?a=2598973&cache=1
50
İslam’ın Yenilikçileri, 2. Cilt S. 596 http://www.tumgazeteler.com/?a=5065503&cache=1 İslam’ın Yenilikçileri, 2. Cilt S. 596
53
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
29
alınarak, bunları değiştirmeye de kalkışmadan
bir hükümet” formülünü kullanmaktadır. Ona
bütün çağların sorunları sürekli ictihad ile
göre, fıkıh odaklı devlet anlayışı, kanunlara
çözülecektir.”
itaat esasına dayanmaktadır. Çünkü fıkıh
54
“Bir tanrı gibi sonsuz yetkilerle hareket etme hakkını” ve “tanrı taklitçiliğini” reddeden Suruş, “hükümeti ilahi yetkinin insan toplumu içindeki bir uzantısı olarak” görmeye karşıdır. Yönetimin “tanrısal yetkiler değil, insani uzmanlıklar gerektirdiğini” düşünür.55 Ahlaki devlet önerisi, bunlarla sınırlı olmamakla beraber bütün bu şikâyetlerinden neşet etmektedir. Ahlaki devlet önerisinin önemli bir tarafı, dinin devlette nasıl rol oynayacağıyla ilgilidir. Ona göre “din, kelimenin gerçek ve doğal anlamı içerisinde, toplumun içinde mevcutsa” insanları belli bir yöne yöneltecek, fikirlerini değiştirecek güce sahip demektir; dolayısıyla da “kaçınılmaz olarak siyasette de rol oynayacaktır.” Zira inanç ve iman başkalarına gizli olarak kalpte yer almakla birlikte “dinin özel bir alana ait olduğu fikri, yanlış ve saçmadır”. Toplumda kökleşmiş olan din özel bir mesele olamaz, sosyal etkilerini gösterecek sosyal bir olgudur. Fakat bütün dünyayı cahili bir nizam olarak gören ve İslam’dan cahiliye karşıtı bir nizam çıkarmak isteyen Şeriati’nin aksine “ben böyle bir görüşe sahip değilim, din ile yaşanabileceğine inanıyorum, fakat dinin yaşam için bir memba ve mahzen olarak kullanılamayacağına inanıyorum. Dinden bir görüş elde edilebilir ve o görüşle hayata ruh bahşedilebilir; ama o görüşle yaşama şekil verilebileceğini kabul etmiyorum”56 demektedir. “Din, devletin yasama organında temel alınmalı mı” sorusuna karşı Suruş, siyasi sekülerizmin iyi olacağı yönünde fikir beyan etmektedir. Çünkü o, devletin bir dine dayanmak yerine dini çoğulculuk temelinde ilerlemesi gerektiğini, “bütün vatandaşlara siyasette eşit fırsatlar vermek” ve “yasama konusunda bütün dinlerden faydalanmak” gerektiğini düşünmekte,
görevlere odaklanır. “Görev-odaklı olmak bizi, haklar için endişelenmekten uzaklaştırır.” Hak odaklı olmak ve görev odaklı olma ikilemi Suruş için önemlidir. “Modern dünya hak-odaklı bir dünyadır; oysaki geleneksel dünya, görevodaklı bir dünyadır.” Hak odaklı olmaktan yana tavır koymakta, fıkhı daha iyi hale getirmek için, içine hak odaklı ilkeler katmak gerektiğini savunmaktadır. Ayrıca din ahlak ve fıkıhtan oluşmuştur, yalnız fıkha dayanıp ahlakı ihmal etmek çok zararlı sonuçlar üretecektir. Devrimden sonra İran’daki ciddi kusurlardan biri, “ahlakın feci şekilde yerle bir edilmesidir.” Ahlak, bencillik ve açgözlülük vb. şeylerle yıkıldığı gibi fıkıh tarafından da yıkılmamalıdır. Zira ahlak dışı birçok davranış fıkıh adına “fıkha uygun olarak” işlenmektedir. Ahlaki devletten kastı, fıkha dayandığından daha çok ahlaka dayanan; dini aşan devletten kastı, fıkhı aşan bir devlettir. Bu aynı zamanda teokrasi sonrası devletten de kastettiği şeydir. Zira ahlaki bir dine ve dinin dükkânından alınabilecek en iyi ürünün ahlak olduğuna inanmaktadır. “Peygamber, ‘Ben güzel ahlakı tamamlamaya geldim’ demiştir; ‘Ben fıkhı tamamlamaya geldim’ dememiştir.”57 Ona göre özellikle İran toplumunda din ahlakın kaynağı ve deposu olarak takdim edilmelidir. Burada ahlaktan, “layıkıyla değer biçilmiş ve temiz hale getirilmiş olanı” kastetmektedir, “eski psikoloji üzerine temel alınmış, çelişki yumağı olmuş ve bazen de kürsüden vaaz edilen ahlak Fıkıh-odaklı agregada, ahlak benzeri görülmemiş
57
şekilde ayaklar altına alınmaktadır. Ahlaka layık olduğu değer verilmelidir ve adilane davranılmalıdır. Teokrasi sonrası devletten kastım işte budur, yani ahlaki bir devlet. Demek istediğim, fıkha dayandığından daha
dini aşan bir devletten bahsetmektedir. Bununla
çok ahlaka dayanan bir devlet anlayışıdır. Meselenin
kastını “bizler, dinden daha geniş ve daha
özü, bugün İran’da dini bir devletten bahsettiklerinde,
kapsamlı bir kimlik ve damar bulmalıyız ve devleti ona göre idare etmeliyiz. Bence bu daha kapsamlı damar ise ahlaktır” şeklinde izah etmektedir. “Ahlaki bir toplum ve din ötesi İslam’ın Yenilikçileri, 2. Cilt S. 593
54
onlar “fıkıh-temelli bir devlet”i kastediyorlar ve başka bir şekilde anlaşılmıyor. Bu yüzden ben “dini aşan bir devletten” bahsettiğimde, “fıkhı aşan bir devleti” kastediyorum. Ve “fıkhı aşmaktan” kastım, “ahlaki” olmaktır. (Ve yukarıda kaynak belirtilmeyen işaretli, işaretsiz alıntıların referansı:
http://www.sozveadalet.com/dosyalar/sa2.pdf
http://islamiyorum.com/index.php?sayfa=makaledetay.
http://bilgeadamlar.net/main.php?p=iktibas&id=13
php&mkid=216&sayi=64)
55 56
30
kanun odaklıdır, bu kanunlar ise haklara değil
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
değil.” Dinin ahlaki yönü güçlendirilmeli ve
şöyledir: “Aynı zamanda Peygamber kendisi her
insanlar dinin etik yönünden faydalanmalıdır. Bu
şeydir: Yaratıcı ve üretici. İlhamın dışarıdan mı
gerçekleşirse her şey bizim için olumlu yönde
yoksa içeriden mi geldiği sorusu ise gerçekten
gelişecektir.
konuyla ilgili değildir, çünkü vahiy düzeyinde
Suruş’un geldiği noktada, devrimden sonra din adamları tarafından yaratılan baskı ortamının etkisi bariz bir şekilde görülmektedir: “İnsan için hiçbir rahmet peygamberler yoluyla özgür seçim kadar değerli değildir. İnsanlık için hiçbir şey özgür iradesiyle ve gönülden boyun eğmekten daha güzel değildir. Bu yolu tutanlar rahmete ermiştir, onlar özgürce peygamberlerin yolunu tutmuş, ilahi rahmetin ırmağında yıkanmışlardır… Ama bu rahmet olmazsa, insan için yine de en iyisi özgürlük sahibi olmaktır. Tüm özgür toplumlar, dindar ya da din dışı olsunlar, insancadır. Ama totaliter toplumlarda ne insani ne de ilahi olana saygı yoktur.”58 Şikâyetlerinden, vahy, peygamberlik, din, ahlak gibi konulara yaklaşımından; kapsam ve uygulanabilirliliğinin izahı bakımından “ne olduğu tam belli olmasa da dini boyutu da dâhil edecek yeni bir sivil toplum öneriyor. Bu dini sivil toplum, yukarıdan onun tarafından onaylanmayacak herhangi bir İslami norma ihtiyaç duymayacak.”59 Abdülkerim Suruş’un yaklaşımıyla ilgili değinmek istediğimiz son nokta şudur: Bu önerinin
dışarısı veya içerisi arasında fark yoktur. İlham, Peygamber’in özünden gelmektedir. Her kişinin özü ilahidir, fakat Peygamber ilahiliğinin farkına varmış olduğu için diğer insanlardan ayrılır.”60 Bu durumda, Peygamber’in fonksiyonu vahyin oluşturucusu olmaktır. “Kur’ân’ın sadece hasıl olmuş tarihsel durumların bir ürünü değil; aynı zamanda tüm insan sınırlamalarıyla Peygamber Muhammed’in zihninin bir ürünü olduğunu iddia etmektedir.” Bunu izah ederken şairlerden istifade ettiğini belirten Suruş, Kur’an’ın dikkatle okunduğunda Peygamber’in metne yansıyan duygusallığının görülebileceğini savunmaktadır. “Bu, vahyin tamamen insana ilişkin yönüdür… Kur’an’ın beşeri olduğu yönündeki telakki, Kur’an’ın zâti ve ârızi yönleri arasında fark bulunduğunu görmeyi kolaylaştırabilir.” Şer’i hukukun örfi olduğu düşüncesi bunlara dayanmaktadır. Suruş, “tüm insanların din anlayışı tarihsel ve hatalıdır” demekle kalmaz, “dini bilginin hatalı olabilirliği üzerindeki görüşünün kısmen Kur’ân’a da uygulandığını açıkça belli etmektedir.”61 Raşid el-Gannuşi: Güç Paylaşımı
şekillenmesine etki eden faktörler, İslam tarihi
“Güç paylaşımı” ifadesi Gannuşi’nin anlayışını
birikiminin getirdiği çok yönlü olumsuzluklar
ifade etmek için yeterince uygun olmayabilir,
ve mevcut İran Şii imamet anlayışının ortaya
belki bir arada yaşam veya gayri İslami bir
çıkardığı yönetim sorunlarından ibaret değildir.
yönetimde güç paylaşımı gibi ifadeler de
Vahy, peygamberlik ve tarihsellik gibi konu
kullanılabilir.62
ve kavramlara yaklaşım biçimi de önemli etkenlerdendir. Örneğin, Peygamber’in “Kur’an’ın üretiminde çok önemli bir rol oynadığını” bunun klasik anlayıştaki Cebrail’den alıp aktarmak, izah
http://www.tarihfelsefesi.com/haber/194-abdulkerim-
60
surus-muhammedin-kelami.html http://www.tarihfelsefesi.com/haber/600-abdulkerim-
61
surus-kuran-hz-peygamber39in-zihninin-urunu-mudur-
ve tefsir etmekten ibaret olmadığını söyler. Bu rol, vahyin oluşturucusu olmaktır. Kasıt sadece sebep olma değildir. Bunun bir izahı: “Tanrıdan
abdulk.html Bu başlık altında başvurulan ve alıntı yapılan
62
kaynaklar: Raşid el-Gannuşi, Laiklik ve Sivil Toplum,
aldığı şey, vahyin içeriğidir. Bu içerik her nasılsa
Mana Yayınları.
insanlara bu şekilde sunulamaz” olduğu için
http://islamiyorum.com/index.php?sayfa=makaledetay.
Peygamber’in bir fonksiyonu da onu beşer
php&mkid=268&sayi=67
lisanına dökmesidir. Buradaki kasıt, klasik, mana
http://islamiyorum.com/index.php?sayfa=makaledetay.
ilahi, lafzı beşeri anlayışıdır. Başka bir izahı ise
php&mkid=267&sayi=67
http://www.sozveadalet.com/dosyalar/sa2.pdf
58
http://islamiyorum.com/index.
59
php?sayfa=makaledetay.php&mkid=249&sayi=66
http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSa yilar&Goster=Yazi&YaziNo=208 R. İhsan Eliaçık, İslam’ın Yenilikçileri, İnşa Yayınları,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
31
Bundan önceki örneklerde devlet
Normal şartları gözettiği gibi olağan dışı ve
yapılanmalarının nitelikleri ile ilgili endişeler
istisnai şartları da gözetmek durumundadır. “Bu
ön plana çıkmaktaydı. İslam’ın engelleniyor
şekilde müminler hem güçlülük hem de zayıflık
olması, İslam’ın bir bütün halinde uygulanması
durumlarında şeriatın kurallarıyla yakın bir
gereği, sahip olunan gelenek, karakter haline
irtibat içinde kalırlar.” Eş-Şatıbi’nin de dediği gibi
gelmiş özellikler, devleti inancı uygulatacak bir
“şeriat insanın ihtiyaçlarına hizmet etmek için
mekanizma olarak görmekten doğan sorunlar
oluşturulmuş,” Din de problemlerin üstesinden
vs. düşünülen çözüm yollarının niteliğini
gelmek için insanın ihtiyaçlarını karşılamak,
şekillendirmekte idi. Raşid el-Gannuşi’de ise
“bu dünyadaki ve öbür dünyadaki kazanımlarını
bütün bunlara ilaveten, kendi yaşadığı özel
gerçekleştirmek ve korumak için gelmiştir.”
koşulların biraz da genelleştirilmiş olarak bir saik haline geldiğini görüyoruz. Müslümanlar yüzyıllardır didinip uğraşmakta ama istenildiği gibi bir İslam devleti kuramamaktadır. Bütün enerjileri, ulaşamadıkları bu hedef uğrunda harcanırken içinde bulundukları ortamlarla, bu sebeple sağlıklı bir ilişki de geliştirememektedirler. Gereksiz yere kendilerini zora sokmakta, kısa vadede başarılı olacakları hedeflerden de mahrum kalmaktadırlar. İçinde bulundukları ve gayr-i İslami saydıkları yönetimlerle daha farklı ilişkiler gerçekleştirmeleri pek ala mümkündür. Onun içinde yer alabilir, onunla güç paylaşımında bulunabilir, hedeflerini sistem içinde kalarak gerçekleştirebilirler. Çoğu Müslüman tarafından işbirlikçilik, tavizcilik, maşa olma şeklinde değerlendirilen/değerlendirilebilecek bu yaklaşımın Gannuşi’ye göre izahı şöyledir: Tarih boyunca sarf edilen bütün çabaya rağmen bugün İslami bir yönetimin kurulmasının imkân dâhilinde görünmemesi, Müslümanların adaleti gerçekleştirme sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. İslami yönetimi başaramadıkları durumlara ilişkin de bir anlayış geliştirmeleri gerekir. Çünkü “Yeryüzünde adaleti tesis etmeleri ve Allah’ın emrinin gerçekleşmesi için işbirliği yapmaları ve yapılagelen çabayı devam ettirmeleri onların en önemli görevidir.” Maide: 8’in anlattığı gibi…
dünya görüşü ve hayat da sürekli bir dinamizm içinde olduğundan “gerçekçilik ve esneklik İslam metodolojisinin en önemli özellikleri arasındadır.” Her türlü ortama ve soruna cevap vermek durumunda olan bir din “eğik olduğu kadar düz çizgiler de çizmek zorunda kalabilir.”
32
durumu birkaç şekilde mütalaa edilebilir: Birincisi Avrupa ülkelerindeki durumları gibi azınlık konumda olmalarıdır. Bunların yaşadıkları ülkeyi yakın gelecekte İslami bir şekilde yönetme imkânları yoktur. Bazıları bu Müslümanlara buralardan hicret etmelerini veya kendilerini bulundukları ortamdan tecrit etmelerini tavsiye etmektedir. “Bu türden azınlıklar için en iyi seçenek, seküler demokratik gruplarla işbirliğine girmektir. Onlar o zaman, insan haklarına saygı duyacak, güvenliği, ifade ve inanç özgürlüğünü sağlayacak (ki bunlar İslam’ın tamamlamaya geldiği en önemli insani gereksinimlerdir) seküler demokratik bir yönetimin kurulması için çalışabilirler.” İkincisi; Müslüman çoğunluğa sahip olan ama İslam’a düşman veya Müslüman olduğunu söyleyen diktatörlerce yönetilen ülkelerdeki İslami cemaatlerin durumuyla ilgilidir. “Bu türden İslami hareketler, rejimi düzeltemezler ya da tek başına onu değiştiremezler. Şeriat, bu İslami hareketler ile diktatörlükleri devirip insani özgürlükleri garanti altına alacak olan seküler demokrasiler kurmak için çabalayan seküler gruplar arasındaki işbirliğine karşı mıdır? Kesinlikle hayır.” Üçüncüsü; diktatörlükle yönetilen Müslüman ülkelerdeki İslami gruplar halkın yoğun desteğini
Bu din bütün zaman ve mekâna uygun bir
Şubat 2011 Baskı, 2. Cilt
Müslümanların İslami olmayan yönetimlerdeki
arkasına alarak İslami bir yönetim kurabilir. Fakat bu devrim, ülke içinden veya dışından onlara yönelik düşmanlığı körükleyebilir. Yeni kurulmuş İslami hükümet, zulümlere veya başarısız olmasıyla sonuçlanabilecek baskılara açık hale gelebilir. “Bu tür İslami grupların, şartlar izin verene kadar İslami yönetim kurmak gibi uzun vadeli hedefi erteleyerek, seküler bir demokrasi kurmak ve var olan baskıcı gücü izole
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
etmek için seküler gruplarla koordine içinde
demokratik bir yönetim kurulamazsa “seküler
olmamaları için bir sebep yoktur.” Ancak bu
bir demokratik sistemin kurulmasına katılımda
durumda söz konusu olan İslami olanla olmayan
tereddüt” edilmemelidir. Delil olarak Hz.
arasında bir tercihte bulunmak değil demokrasi
Yusuf’u, İslam şeriatını ya da Kur’an’ı uyguluyor
ve diktatörlük arasında seçim yapılmasıdır.
olmamasına rağmen Mekke döneminde
Dördüncüsü; “yabancı güçler tarafından sömürgeleştirilmiş ülkelerde var olan İslami gruplar. Bu İslami grupların, sömürge otoritesi altında yaşamaktansa içinde daha iyi şartlar altında yaşayacakları ve kendilerine alternatif olacak bir ülkenin ortak düşmanına karşı mücadele etmemesi ve seküler gruplarla “birleşik cephe” oluşturmaması için bir sebep yoktur.”
Müslümanların hicret etmek zorunda kaldıkları Habeşistan kralının Peygamber tarafından adil olarak nitelenmesini ve “hılfu’l fudul”u ileri sürmektedir. Fakat hedefe götüren her yol meşrudur mantığının kendisinde geçerli olduğunu iddia etmek doğru değildir. Tam aksine sınırları tespit etmeye de çalışmaktadır. Girilen ittifak ve diyalogların İslam aleyhine şartlar ihtiva etmemesini, “İslam için çalışanlar ve ülkede İslam sistemini kurmak için çabalayanlar
Gannuşi, klasik anlayışta kullanılan “daru’l harp” teriminin birinci gruptakiler için bile doğru olamayacağını belirtiyor. Zira terim Müslümanların savaş halinde oldukları İslam devleti dışındaki toprakları ifade etmek için kullanılmıştır. “İmam Nevevi (1233-1277) ‘daru’l harp’i inananların dini görevlerini özgürce yapamadıkları ve sonuç olarak da oradan hicretin zorunlu bir hale dönüştüğü yer olarak tanımlar. Gerçek demokrasiler böyle değildir. Onlar ibadeti ve inancı garanti altına alırlar.” Bugün Batı ülkeleri daru’l harp olarak nitelenemez. Daru’l İslam, Müslümanların “özgür ve serbest” oldukları, dinlerini korkusuz
üzerinde sınırlandırmalar” getirmemeyi şart koşmaktadır. Ayrıca iyiliği emretme, kötülüğü nehyetme, zorunlu bir görevin bağlı olduğu şeyin de zorunluluğu, “neticeler ve sonuçlar” kaidesine, “gereklilik/ihtiyaç” prensibine dayanmak gerektiğine de dikkat çekmektedir. Her durumda Allah’ın kanunlarının uygulanması için pozitif kalmak gerektiğini söylemektedir. Özgürlük, demokrasi, sivil toplum gibi kavramların Gannuşi için önemli ve düşüncesinin oluşumu üzerinde etkin olduğu, ayrıca düşündüğü toplumsal yapı için vazgeçilmez değerleri ifade ettiği anlaşılıyor.
icra edebildikleri toprak parçasıdır. Batı ülkeleri
Özgürlüğü, “iyi ya da kötü iş işleme alanındaki
sağladığı düşünce özgürlüğü, demokrasi ve
fıtri bir güç olmaktan öte ahlaki anlamıyla
insan hakları nedeniyle İslam’ı yaşamaya
bir yükümlülük” olarak değerlendiriyor.
Müslüman ülkelerden daha elverişlidir. “Bu
“Allah’ın bağışıdır” dediği özgürlüğü insanların
durumda Batılı demokrasiler de dar’ul İslam’ın
istediklerini yapma izni olarak anlamıyor.
parçası oluyor. Gannuşi’ye göre, Müslümanlar
Özgür bireylerden oluşan özgür bir toplum
bu ülkelerde düşmanlıklarını unutmalı ve bu
tahayyül ettiği için özgürlüğe kıymet atfediyor,
ülkelerin halklarıyla barış içinde yaşamanın
sivil toplumun oluşmasını da buna bağlıyor.
yollarını aramalı.”
İslam’ın, “özgürlük devrimi ve insanın
63
Gannuşi’nin konuyla ilgili yaklaşımının özlü ifadesi budur. İslam sadece İslam devletinde yaşanmaz, din, vicdan ve düşünce özgürlüğünün
yaratıldığı fıtrat üzerine” olduğunu, “sözün, diyalogun, özgürlüğün bulunduğu bir ortamda” yenilmesinin mümkün olmadığını ifade ediyor.
olduğu her yerde yaşanabilir. İslami hedeflere
Sivil toplum, iktidarın zorbalık yapmadığı,
ulaşmak ya da insanlığa iyi ve hayırlı bir şey
siyasi oluşumu ve sivil ilişkilerinin büyük ölçüde
yapmak için sistem içi olunabilir, sistem içi araçlar kullanılabilir, hedefleri İslam olmasa da
insanlığın çıkarlarına hizmet etmede, insan haklarını
bu amaçlara uygun şekilde, sistemin kendisi de
korumada, halkın itibarını/hakimiyetini tanımada ve
dâhil, başkaları ile işbirliği yapılabilir.
64
İslami
seçim sistemi sayesinde iktidara gelmeyi hedeflemiş bir anlaşmada katılımcı olabilir. Müminler kendileriyle
El-Efendi, S.125
aynı inancı ve ideolojiyi paylaşmayanlarla bile bu asil
“Ümmet, adaletsizliğin ve baskının önlenmesinde,
hedeflere varmak için uğraşabilirler.”
63 64
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
33
gönüllülük esasına göre organize olduğu,
Demokrasi ile İslam arasında; seçim, gönüllü
cami, okul ve pazarın hür olduğu, kuvvetin
katılım, insanın özgürlüğü, dinde zorlama
meşruluğu üzerine kurulmamış sözleşmeli
olmaması, hoşgörü içinde yaşama, milliyetçilik
bir toplumdur. “Devlet, toplumun hizmeti için
bağlarını aşma gibi genelde kabul edilen
çalışan bir memur, toplum ise onun efendisidir.”
benzeştirmelerin ötesinde hüküm konusuna da
İslami açıdan sivil toplum köklü bir kavramdır.
girmekte; “Hüküm Allah’ındır”ın anlamı kanunun
Bu yaklaşımı nedeniyle İslam, Müslümanları
ve ümmetin hükmetmesidir demektedir. “Hüküm
bedevilikten medeniyete kavuşturmuştur.
Allah’ındır” diyen hiç kimse “Allah’ın bir bedene
Ancak İslam’da din ile devlet arasındaki ilişki
girip doğrudan ya da din adamları aracılığıyla
hiçbir zaman çıkmaza girmediği için böyle bir
bize hükmettiğini” kastetmemektedir. İş dönüp
kavrama ihtiyaç duyulmamıştır. Oysa Batı’da “bu
dolaşıp halkın iradesine gelmektedir; modern
fikir, totaliter devlet modeliyle kilise arasında
devlette de temel olan kanun devleti olmaktır.
süren çatışma ortamında doğdu” demokrasi
Bu sebeple “Beraberinde mutlak rahmet ve
ve bireyin özgürlüğü kavramlarıyla beslenerek
adaletin indiği vahy olan İslam şeriatıyla -beşeri
gelişti. Ancak İslam toplumlarının zamanla
bir yorum olduğu için fıkıhtan farklıdır- akli yasa,
totaliter yapıya eğilimi ve harici otoritelerin
insani değer ya da insanın tecrübeyle sabit
etkisiyle sivil toplum ve onunla beraber din ve
gerçek menfaati arasında en ufak bir çelişki”
milletin otoritesi yok edildi. İslami toplumsal
görmemektedir. Modernizm ve laiklikle bir
yapıda ağırlık merkezi devlet değil birey, inanç
sorunumuzun olamayacağını da devletin inanç
ve kurumlarıyla toplumdur. İslami hareketin
karşısındaki tarafsızlığına, kamusal alanın din
hedefi de sivil toplumu yeniden inşa etmek
adamlarının otoritesinden kurtarılmasına, aklın
olmalıdır. Bu sivil toplumun inşası ise birbirine
mutlak araştırma hürriyetine bağlamaktadır.
kenetlenmiş, hilafetlerinin bilincine varmış,
Modernizmi, “akıl için mutlak hürriyet, bilim,
adaleti bireylerin girişimiyle yeryüzüne yaymayı
sanayi ve hatta demokrasi ve halk egemenliği
hedeflemiş, imar ve icadı görev bilen güçlü
oluşuyla talep” etmekte ancak bunların bizim
mümin bireylerin sivil toplum kurumlarını kurma
hayatımıza İslam kapısından girmesi gerektiğini
görevini üstlenmesiyle gerçekleştirilebilir. “Bu
düşünmektedir. Din kurumsallaşmamalı yani,
ise; din, birey ve toplumun Allah’ın otoritesi
hiçbir kurumu tekeline almamalı, din toplumun
hariç milletin otoritesinin üstündeki bütün
her ferdine sunulan bir rehberlik ve ilham
otoritelerden kurtulmuş olmasını gerektirir.”
kaynağı olmalı, müctehid din adamı ise fikrini
Bu durumda “Sivil toplumu başka bir şekilde
insanlara sunmaktan öteye geçememeli,
tanımlayabilir ve sivil toplum, ‘Sizden hiç kimse
seçme özgürlüğünü onlara bırakmalıdır. Bu
kendi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe
gibi konularla alakalı olarak: “Bizim Batı’yı
iman etmiş olmaz’ denklemi üzerine kurulan
kınadığımız nokta çifte standartlarıdır.” Oysa
toplumdur diyebiliriz.”
“Batı ve İslam birbirinden tamamıyla farklı
Ona göre İslam, toplumunda vatandaşların, geleceklerini tayin etme, yönetimi denetleme ve hesaba çekme hakkına sahip olduğundan demokrasi ile örtüşmektedir. Demokrasinin “bize, iktidarın kansız olarak el değiştirebilmesini mümkün kılan bir seçenek sunması”, düşünsel ve siyasî mücadeleyi kan akıtmaksızın ve toplumu parçalamaksızın yürütmemize imkân tanıması önemsenmelidir; doğru seçenekler sunulduktan sonra sorumluluk halka aittir.65
çok daha fazla birbirine bağlı iki dünyadır. Din tabanında İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik temelde tek bir kaynaktan beslenen mesajlardır. Medeniyet bazında da birbirleriyle iç içe girmişlerdir.” “Batı ile Doğu arasında ezeli bir düşmanlığın var olduğuna inanmak doğru bir düşünce değildir ve dünyanın geleceğini olumlu yönde etkilemez.” İslam ve Batı’nın karşı tercihe davet eder. Bu durumun, Mevdudi’nin tahmin ettiği gibi, modern ulus-devletin bir özelliği
“Gannuşi daha da ileri giderek, çağdaş İslamcı
olarak gayr-ı İslami programların benimsenmesine yol
hareketin rolünü, liberal demokratik devlet içindeki
açabilecek oluşu onu rahatsız etmez. Hareket, halkın
faktörlerden biri olarak sınırlandırıyor… İslamcı hareket,
rehberi olmadığı için yapabileceği tek şey vaaz ve
halka programını sunan siyasi partilerden biridir ve
iknaya çalışmaktır. Halkın neyi tercih edeceği onların
halkı kendi programlarını serbest bir şekilde diğerlerine
kendi meselesidir.” (El-Efendi, S. 95-96)
65
34
değil aksine başka herhangi iki medeniyetten
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
“Huntington’un tezine göze çatışan iki
ümmetin doğrudan ‘İslami yönetim’ kurma
medeniyet olarak tasavvur edilmesi, gerici bir
hedefini başaramadığı zamanki istisnai duruma
tasavvur ve hainlerin gizli bir amaçla cahillerin
odaklanmaktadır. Bu durumda Müslüman
pazarında pazarladıkları” bir vehimdir. Bu da
topluluk zor seçeneklerle karşı karşıya kalır.”
Siyonizm’le doğrudan alakalıdır. Bu sebeple
“Allah’ın emirlerini yerine getirmek için İslami
Batı ile savaşın kaçınılmaz olduğu tezine
bir yönetim kurmak, her İslami grubun uzun
inanmamakta, Batı medeniyetinin bütün
ya da kısa vadede hedefiyse; şeriat, böyle bir
terimlerini kökten reddetmeyen sağlıklı bir
hedefin kolaylıkla başarılmayacağı ihtimalini ve
ilişkinin daha doğru olacağını düşünmektedir.
bu yüzden bir alternatifin sağlanması gerektiğini
İslami siyasetle ilgili daha ciddi sempozyumların
göz önünde bulundurur” derken yaptığı şeyin ne
İslam ülkelerinde değil de Londra gibi bir Batı şehrinde yapılıyor olmasını da bu bakımdan değerlendirmektedir. “Batı’nın getirdiği ve büyük bir kazanç olan” uygulamalar, ilke ve değerlerden bahsetmekte ama Batı’nın İslam’a ve başka din ve ideolojilere karşı yaklaşım biçimini görmezden gelmemektedir. “İslam’ın ve Müslümanların maruz kaldığı yoğun saldırı” değişmeyen kadim bir Batı siyasetidir. Bosna ve Filistin gibi yerlerde Müslüman halkın maruz kaldığı durum; Batılı zihniyetin insani ilişkilerde ve öteki ile olan diyalogda katettiği bir mesafe olmasına rağmen, geldiği durumun sınırlı bir aşama olduğunu göstermektedir.
olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Diğer taraftan; “Allah’ın emrine uymak ve O’nun yönetimini/idaresini kurmak için elinden geleni yapmak bütün Müslümanlara farzdır.” “Müslüman’ın görevi, toplumla lider arasındaki mutabakat üzerine bina edilen İslam devletini kurmak için çaba harcamaktır. Bu mutabakata göre lider; ümmetin gözetimi altında şeriatı uygulamak, adaleti sağlamak ve ümmetin ona itaat etmesi karşılığında şurayı tesis etmekle görevlidir… Şeriatın hükmü devletin hükmünün üstündedir.” “Devlet Allah’ın temsilcisi ve toplumun hizmetçisidir. Kamu alanında halifelik toplum içindir; devlet ise halifelik görevini yerine getirecek yani semavi direktiflere göre
Bütün bunlardan Gannuşi’nin Müslümanlara siyasi bir hedef göstermediği, sadece bulundukları toplumlarda siyasi otorite ile belli bir ilişki içinde bir gelecek vadettiği gibi bir sonuç çıkmaktadır. Ancak aksine birçok söz ve beyanı bütün bunları kalıcı değil geçici durumlar için düşündüğü anlamına gelmektedir. Şatıbi’den naklettiği “ihtiyaçlar yasakları bertaraf eder” ilkesi bile ruhsat verdiği işbirliklerinin, geçici durumun zarureti olarak anlaşılmaya müsaittir. Hâlihazırdaki durumun İslami bir yönetim kurmaya elverişli görünmediği ve yeryüzünde Allah’ın adaletini tesis ettirmenin
yeryüzünü imar edip, hak, adalet ve iyiliği yaygınlaştıracak araçlardan sadece biridir.” “Devlet, ümmetin mesajını yerine getiren araçlardan sadece biridir. Ve bu araçta kutsal olan bir şey yoktur. Kutsal olan ideoloji ve ümmettir” gibi ifadeler de ona aittir. Yukarıda yeri geldikçe geçenin dışında, İslam devleti veya İslam toplumunun özellikleriyle ilgili ne düşündüğüne girmek gerekmiyor. Ancak son olarak şunu belirtmek gerekir ki, lideri olduğu en-Nahda hareketinin yaşadığı tecrübe ve maruz kaldığı izolasyon onun düşünceleri üzerinde etkinliğini göstermektedir. Bu yadırganmaması
Müslümanların sorumluluğu olduğu için geçici
gereken bir durumdur. Tunus’ta Gannuşi’nin
duruma uygun geçici çözümler sunmaya çalıştığı
ve en-Nahda’nın yaşadığı tecrübe başka
anlaşılmaktadır. Bu bağlamda tartıştığı konular,
Müslümanlara da kendi hareketleri ile ilgili ders
“ümmetin; entelektüel, siyasi, ekonomik,
çıkarma imkânı sunmaktadır.
uluslararası sistemini ve sair ilişkilerini İslam temeli üzerine, kendi inanç ve kültür mirası (ki bu miras, onun en önemli ilkelerini yok etmek
Refah Partisi: Adil Düzen
isteyen Batı işgaline rağmen Müslümanların
Hayrettin Karaman “Adil Düzen”i “İnsanların
kalplerinde, ruhlarında kök salmaya devam
yaratılış amaçlarına uygun bir hayat yaşamaları,
eden bir mirastır) üzerine kurabildiği normal
kâmil insan olma yolunda hür ve eşit olarak
durum hakkında değildir. Buradaki tartışma,
ilerlemeleri, dünya ve âhirette mutluluğu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
35
yakalayabilmeleri için gerekli bulunan ferdî ve
ve sorunların kaynağı olduğundan kaldırılır. Vergi
ictimâî (siyâsî, ahlâkî, iktisâdî, hukûkî...) hayat
adil ve devletin, desteği oranında üretimden
düzeni”
66
şeklinde tanımlıyor. Milli Gazete yazarı
pay alması şeklinde anayasa ile belirlenir, beyan
Reşat Nuri Erol ise Ak Parti Milletvekili Gürsoy
esas hale getirilir. Bunun için güven ortamını
Erol’dan naklen adil düzeni şöyle özetliyor:
tesis edecek şartlar hazırlanır. Yatırımları kolay,
“Yönetimde Adil Düzen; siyasette demokrasiyi, idarede yerinden yönetim-merkezî yönetim dengesini savunan ‘çoğulcu ve rekabetçi bir demokrasi’den yanadır.
adil ve isabetli hale getirmenin, iyi yatırım projeleri üretilmesinin tedbirleri alınıp imkânları oluşturulur. Banka zenginlere hizmet eden kurum olmaktan çıkarılır. İstihdamı artırıcı her türlü tedbir alınır. Geliri adil paylaşmak için işçi-
Ekonomide Adil Düzen; devletin ekonomik işletmelerden çekildiği ama ‘kredi bütçesi’ ile merkezde bir ihtiyaç planlaması yaptığı, vergilerin sadece üretimden ve aynî olarak alındığı ‘faizsiz liberalizm’i savunmuştur.
işveren gibi ekonomik ve ticari ilişkiler menfaat ortaklıkları şeklinde tesis edilir. Kapitalizmin hastalıklarının ortaya çıkmasına engel ortamlar oluşturulur.68 Adil Düzen, ekonomik faaliyetlerin özel sektörce
68
yürütüldüğü, devletin sadece yardımcı olduğu, serbest
Bilimde Adil Düzen; fikrin suç sayılmadığı,
piyasa düzeninin geçerli olduğu özel sektörcü bir düzen
konuşma ve yazma dokunulmazlığının olduğu,
olarak sunulmaktadır. Üretimi talep yönlendirmekte,
deneylerin ve icatların kamu tarafından sigortalandığı, üniversitelerin okul öncesinden doktora düzeyine kadar ekolleştiği, ekoller arasında rekabetin olduğu çoğulcu bir yapıdır.
tekelleşme engellenmekte, kişi ve kurumlar arasında ayrım yapılmadan doğru müteşebbise faizsiz kredi verilmekte, devletin üretime ortak olarak katılması ve üretimden vergi değil katkısı kadar kardan pay alması öngörülmektedir. Kapitalizmin beş mikrobu olan faiz, vergi, darphane, banka düzeni, kambiyo bu sistemde ya
İnançta Adil Düzen; insanların inanç ve ahlâk
yoktur ya da tedavi edilmiştir. Faiz yoktur, vergi rastgele
olarak serbestçe örgütlendikleri, her inanç
ve keyfi olarak değil anayasa ile sabit oranlarda ve adil
grubunun devlete eşit, devletin de inanç gruplarına
olarak konulur. Tek çeşit vergidir ve bu da üretimden
eşit mesafede olduğu, inanç gruplarına üyelerinin sayısı ve suç işlememeleri oranında ödenek verildiği, her inancın örgütlenme ve grup içinde
alınır. Para karşılıksız değil ancak mal karşılığında basılır. Bankalar mevduatı halktan toplayıp zenginlere dağıtan, ihtiyaç sahibine gelince yüksek faizlerle kredi veren bir kurum olarak çalışmaz, işletmelerle kar
inanç ve ahlâkını yaşayabildiği çoğulcu ‘dindar
ortakları gibi çalışır, topladığı mevduata da kar payı
lâikliği’ savunmaktadır.”67
verir, faiz olmadığı için zarar ihtimali yok gibidir. Ülke parasının döviz karşısında değeri korunur. Sabit kur
Her ne kadar Adil Düzen adı altında getirilen
sistemi uygulanır. Döviz ihtiyacı ihracatla temin edilir.
önerinin sosyal, siyasi ve inançla ilgili yönlerinin
Faiz, maliyeti, sermaye ihtiyacını ve fiyatları artırdığı
de olduğu belirtiliyorsa da birçok yerdeki
için yatırımı önler, üretimi baltalar, yüksek faiz ve
gündeme getiriliş biçiminden ekonomik boyutun
haksız vergiler yatırım maliyetini ve ithalatı artırır.
oldukça baskın göründüğü, en azından bu yönün
Yalnız zenginlerin yatırım yapması yatırımları azaltıp
daha çok işlendiği söylenebilir. Bu bakımdan adil düzenin ne olduğu kısaca şöyle izah edilebilir: “Adil Düzen”de ekonomik faaliyetler özel sektörce yürütülür. Üretimi talep yönlendirir, tekelleşmeye ayırımcılığa izin verilmez. Doğru müteşebbise faizsiz kredi verilir. Kapitalizmin beş mikrobu olan faiz, vergi, darphane, banka düzeni, kambiyo bu sistemde ya yoktur ya da tedavi edilmiştir. Faiz en temel ekonomik sorun
tekelleşmeye neden olur. Faiz olmayınca para yatırıma yönelir ve yatırım maliyeti azalır, sermaye sıkıntısı olmaz. Ekonomik kararların hükümetin isteğine göre alınması istikrarsızlık yaratır. Kredi sırf teminat kriterine göre verilmez, tekeller engellenir, gelir dağılımı adil olur. Yatırım maliyetlerinin düşürülerek yatırımın artırılması istihdamı artırır. Üretimden işçi ve işverenin pay alması sağlanıp menfaat paralelliği oluşturulur. Hammadde, enerji, amortisman gibi yurtiçi üretim maliyetlerinin azalması ve finansmanın kolay tedarik edilmesi, bürokratik engellerin kaldırılması ihracatı artırır ve işsizlik azalır. IMF, Dünya Bankası ve NATO
http://www.hayrettinkaraman.net/kitap/
gibi ülkeyi fakirleştiren ilişkilerden kurtulmanın yolu
meseleler/1001.htm
adil düzendir. Hızlı kalkınma sayesinde dış borç azalır,
http://www.milligazete.com.tr/makale/gursoy-eroldan-
borç alan değil borç veren hale gelinir. Alacaklı ülkeler
adil-duzen-nedir-basin-bildirisi-90291.htm
krizleri atlatmada adil düzenin tek yol olduğunu görür.
66
67
36
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
İddia ettiklerini yapıp yapamayacağının
MNP’nin kuruluşu, Adil Düzen önerisinde
sorgulanabilmesi ve birçok yönden
gündeme gelenlerden daha farklı bir vaziyet
eleştirilebilmesini bir kenara bırakarak
arz etmektedir. Tam olarak dergâhın siyasi
bakıldığında, mevcut sistemin adaletli işleyişini
bir faaliyette bulunma planına bağlı olarak
hedeflemiş bir anlayış olarak kendi yaşadığı
kurulduğu söylenemese de başlangıçta İskender
sürecin bir sonucu olarak görülmelidir.
Paşa dergâhının siyasi kanadı gibidir. Dergâh
2011 seçimlerinde de Saadet Partisi seçmen karşısına benzer bir söylemlerle, “Yeniden Büyük Türkiye”nin inşası programı ile çıkıyordu. Bu programla beş yıl içinde ülkenin karşılaştığı sorunları çözmeyi, on yıl içinde de Türkiye’yi Avrupa’nın en güçlü ilk üç ekonomisinden biri haline getirmeyi vadetmişti.69 Siyasal bir parti olarak seçmen karşısına cazip ve alıcı önerilerle çıkmak işin doğası gereğidir. Partiler arası rekabet ortamı, ideolojik ya da siyasi yönü tercih eden partiler için işi biraz daha zorlaştırmaktadır. Çoğu zaman söylemek istediklerinin, söylenen sözün arkasında yok olmasına neden olmaktadır. Refah/Saadet Partisi için de böyle bir durum vardır.
ve parti arasındaki diyalog, siyasi faaliyetin gereğine inananların gelip Mehmet Zahit Kotku’dan izin ve icazet almasından ibaret olsa bile şu bir gerçek; parti dergâhın kanatları altında kuruldu. Özellikle kadro bakımından dergâh tarafından çok desteklendi. Kimi zaman ikaz edildi, kimi zaman teşvik edildi. Dergâhın devlet içindeki kolu her zaman partiden daha uzun olduğu için parti özellikle başlangıçta kollanıp gözetildi. Mehmet Zahit Kotku döneminde parti ile dergâh arasında bir sorun yoktu. Ancak onun yerine geçen damadı Esat Coşan döneminde partinin kendini daha önemli hissettiği tebarüz etmeye başladı. Partiye göre birincil olan siyaset, diğer tarafa göre birincil olan dergâhtı. Bu çekişme meselesine girecek değiliz. Ancak öne çıkma, gölgede
Kapitalizmin beş mikrobu olmadığı için bu sistemde enflasyon olmaz. Devletin gelirleri de artacağı için faizenflasyon kısır döngüsü olmayacaktır. Gerekli yatırım imkanları sağlandığı için yatırım projeleri artacak, sermaye güvenilir teşebbüse faizsiz verildiği
kalmış olmaktan bunalma gibi zaafları da göz ardı ederek söylemek gerekirse bu, partinin yaklaşımı bakımından şunu göstermektedir: Eğer hedef sosyal bir dönüşümse bu siyaset aracılığıyla olmalıdır. Erbakan 1979 yılında
içini üretim artacaktır. Bu, ürünün ucuzlamasını
hacda, Türk hacılara hitap ederken şöyle
ve birbirini tetikleyerek ekonominin büyümesini
diyordu: “Allah, Resulünü Kur’an ile bütün
sağlayacaktır. Böylece kapitalizmin hastalıkları olan,
batıl dinler üzerine, bütün beşeri sistemler
açlık, fakirlik, pahalılık, enflasyon, işsizlik, sömürü, geri kalmışlık, adaletsiz gelir dağılımı, uluslararası dengesizlik, dış borçlar, sosyal patlamalar, savaşlar, terör, mafya, rüşvet ve ahlaki çöküş ortadan kalkar.
üzerine hâkim olsun, onları iptal etsin ve Kur’an’ın hükmü geçsin diye gönderdi… İslam’ın hâkimiyetini kılmak kanunla olur. Bu da Meclise
Refah seviyesinin yükselmesi teknoloji kullanma
girmekle mümkündür. Onun için milli Selamet
imkanlarını artırır.
Topluluğu parti altında hizmet etmektedir.”70
Adil Düzen’de vergi beyana tabidir, vergi kaçakçılığı
Bir siyasi parti çatısı altında İslam adına
olmaz. Keyfi vergiler belirlenmeyeceği için hükümete
mücadele etmek orijinal bir fikir değildi. Başka
güven temin edilir, istikrar sağlanır. Vergi kardan değil,
İslam ülkelerinde de denenen hatta yanlış ve
devletin üretime yaptığı katkıdan kendi payını almasıdır.
cahili olduğu için şiddetli eleştiriler alan bir
Vergi adil olacağı için kimse vergi kaçırma ihtiyacı duymayacaktır. Adil düzen aynı zamanda ahlak düzeni olduğundan beyanlar samimi olur. Vatandaş devletin hakkını da kollar, az değil fazla vermek ister. Devlet de
denemeydi. Benzer eleştirilerle Refah ve Saadet gibi Milli Nizam, Milli Selamet partileri de karşı karşıya geldi. Gerek İskender Paşa dergâhı
fazla ödeyeni ödüllendireceği için gerçeği beyan etmek
gerekse Akıncı ve MTTB gibi daha radikal
vatandaşın lehine olacaktır. Zenginleşen ülke bütün
teşkilatlar aslında partiyi asıl bir faaliyet olarak
vatandaşların her türlü eğitim, sağlık, sosyal, kültürel
değil asıl faaliyetin önünü açacak yardımcı bir
ve ekonomik ihtiyaçlarını kolayca karşılayacaktır. (http://home.arcor.de/necmeddin_erbakan/kitaplar/
unsur olarak görüyorlardı. Belki bunun gibi etkenlerden parti, fırsat buldukça radikal bir
sorucevap.html) http://www.saadet-izmir.org.tr/haber/uretim-ve-
69
adalet-merkezli-adil-duzen
MSP Davası ve 12 Eylül, Sadık Albayrak, Araştırma
70
Yayınları, S. 47
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
37
söylemi tercih etmekteydi. Ak Parti’ye kadar
toplumla ilgili anlamında geçmiş olan “social”
da belli İslami çevrelerden, başka partileri de
kelimesine dayanmaktadır. Sosyal adaletçilik,
tercih edenler olmasına rağmen İslami endişeleri
toplumsal eşitlikçilik gibi ifadeler de sosyalizmi
temsil etmekte tek parti konumundaydı.
çağrıştırmakta ya da o anlamda kullanılmaktadır.
“RP’nin temel açmazı ‘katı ideolojik parti’ görünümünden (gerçeğinden) ‘kitle partisi’
Sosyalizm, bu durumda toplumculuk demek olur.
olmaya geçememesi”71 olarak görülüyor olsa
İçerdiği yelpazeden dolayı çeşit ve
da 12 Eylül öncesi Mitinglerde açılan, “İran’da
fraksiyonlarına göre sosyalizmin, farklı
Humeyni, Türkiye’de Erbakan” “İslami devlet
tanımlarına rastlanmasına rağmen hepsi
er geç kurulacak elbet” “vur de vuralım, kır
de Marksizm’e dayanmaktadır. Marksizm’in
de kıralım, öl de ölelim” “İslam milleti şeriat
olmazsa olmazı, temeli ise üretim araçlarının
devleti” “Şeriat İslam’dır, anayasa Kur’an’dır”
bireysel mülkiyetten arındırılıp kamuya tahsis
gibi pankartlar ile adil düzen arasında bir mesafe
edilmesidir. Bu, toplumun ekonomik, dolaylı
olduğu söylenebilir. O zamanki durum sadece
olarak da siyasi gücünü temsil eden üretim
seçmenin şeriat talebini dile getirip partinin
araçlarının, emeğin sahibi olan işçiye verilmesi
sukut/ikrar etmesinden ibaret değildir. Bu
demektir. Dolayısıyla adalet, eşitlik gibi insani
talebi ve mevcut düzenin İslam’la değiştirilmesi
değerler, emeğin hak ettiğini alması anlamına
gerektiğini partinin birçok mensubu ve
gelmektedir. Siyasi ve ekonomik bütün
milletvekili de dile getirmiştir.
toplumsal hastalıkların kaynağı emek-mülkiyet
Patates dinine ve pansuman tedbirlere karşı
dengesizliğidir.
olan, tabana radikal talepleri olduğu izlenimini
“İslam Sosyalizmi” ise 1940’lı yıllarda başlayan;
veren yapı, adil düzen talebini daha önce
özellikle Mısır, Suriye, İran ve diğer bazı İslam
de gündeme getirmiş ve bunu hedef olarak
ülkelerinde Mustafa Sıbai, Ali Şeriati hatta
göstermiştir. Ancak son dönemde gündeme
Seyyid Kutup gibi isimlerin zikredildiği bir
gelen önerinin içeriği öncekilere göre daha
tartışma konusudur. Ali Bulaç bu tartışmayı
yumuşatılmıştır. Sistemi değil, sistem içi
Faik Bercâvî’nin “İslam Sosyalizmi” (1945) ile
değişimin talep edildiği kendini daha kolay ifade
başlatmaktadır. İslam sosyalizmi tartışmasının
eder hale gelmiştir. Bunda belki diğer Müslüman
40’lı yıllarla başlamasına rağmen 20. Yüzyılın
ülkelerde meydana gelen siyasi gelişmelerin ve
başlarında İzmirli İsmail Hakkı’nın konuyla ilgili
kültürel çalışmaların etkisi vardır. Yukarıda da
bir makalesinin yayımlandığını, Mısırlı meşhur
örneklerini gördüğümüz öneri ve tartışmalarda
şair Ahmed Şevkî’nin (1868–1932), Peygamber’i
sistemin değiştirilmesini değil ıslah edilmesini
“sosyalistlerin imamı” olarak nitelediğini de
hem de bunu şeriat talebi olmadan yapmayı
hatırlayalım. Cemil Meriç’e göre “sosyalizmin
öne süren düşünceler MSP çizgisine etki etmiş
İslamileştirilmesi veya Araplaştırılması işinde
olabilir.
başrolü Afganî (1838–1897) oynamış” ise de bizce tartışmanın bu kadar geriye götürülmesi mümkün görünmemektedir. Türkiye’den
İslami Sol
ise Nurettin Topçu “Anadolu sosyalizmi”
Türkiye’de “sol” denince anlaşılan sosyalizmdir.
kavramsallaştırmasıyla bu tartışmaya
Ancak sosyalizmin kendi içinde liberalizmden
katılanların ilklerindendir ve “sosyalizm,
anarşist Marksizm’e varana kadar bir yelpaze
devrimizin şeriatıdır” diyecek kadar ileriye
çizdiğini unutmamak gerekir. Kelimenin
gitmiştir. Aynı yıllarda Hüseyin Hatemi’nin
aslı olan sosyal, Hint-Avrupa dil kökünde
“İslam Açısından Sosyalizm” telifine, Roger
bir şeyin peşinden gitmek anlamına gelen
Garaudy’nin “Sosyalizm ve İslamiyet”inin
“sok-yo”dan, Latinceye müttefik anlamında
tercüme edilmesine rağmen bu tartışmanın ciddi
“socius”, Fransızcaya toplum, toplumsal,
ve kayda değer boyutları Türkiye dışındadır ve Türkiye’de bu tartışma, yukarıda adı geçen isim
Ayet ve Slogan Türkiye’de İslami Oluşumlar, Ruşen
71
Çakır, Metis Yayınları, S. 222
38
ve ülkelerin ciddiyet ve derinlik boyutuna hiçbir zaman ulaşamamıştır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Hamid İnayet’e göre; kamu ve birey menfaatlerindeki denge, devlet kontrolü, servetin eşitçe dağıtımı gibi konularda sosyalizm, İslam’ın yüksek mizacına benzerlikler göstermektedir. Sosyalizmin Hegel ve Marks’la olan ilgisinden ve İslam’ın özel mülkiyeti onaylamasından dolayı aralarında ihtilaflar çıkması mümkün ise de “ne Hegelcilik ve Marksizm sosyalizmin ayrılmaz parçalarıdır, ne de özel mülkiyet İslam’ın esas ve değişmez doktrinlerindendir.” İnayet’e göre resmî, fundamentalist ve radikal olmak üzere üç tür İslam sosyalizmi versiyonu vardır. (Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, Yöneliş Yayınları) Resmî Versiyonu, 1961’de Nasır’ın, Mısır’ı endüstrileşmiş bir devlet haline getirmek
cevap vermektedir. Sıbai’nin tezinin geniş bir tartışma yarattığı bilinmektedir. Bu kadar tartışma yaratan Sıbai’nin “İslam Sosyalizmi”nden kastı ne idi: Sıbai, sosyalizm ile İslam arasında benzerlikler kurarken aslında pek ayrıntıya girmez. “Ona göre İslam sosyalizmi dört unsurdan oluşur: Bütün vatandaşlara doğal haklar, bu hakları teminat altına alan ve düzenleyen yasalar, karşılıklı sosyal sorumluluk yasaları ve son olarak da ilk üç hususun uygulanmasını garanti altına alacak destekler ya da müeyyideler.72 Sosyalizm söz konusu olduğunda mülkiyet, birinci dereceden bir mesele haline gelmektedir. Sıbai, kamulaştırmanın İslam’da hayati öneme
için sosyalizmi benimsemesiyle başlatıyor.
sahip olduğunu ifade eden birçok hüküm ve
Ancak bundan önce de toprak mülkiyetinin
kurum olduğu düşüncesindedir. Delil olarak da
sınırlandığını fazlasının çiftçilere dağıtıldığını
“Üç şey halkın müşterek mülkiyetindedir: Su,
hatırlatıyor. İnayet’e göre Nasır, bunu “Arap
otlar ve ateş.” hadisini ileri sürmektedir. Bir
Sosyalizmi” olarak nitelemekle bunun diğer
başka rivayette tuz da bulunmaktadır. Sıbai’ye
sosyalist ülkelerden alınma bir şey olmadığını,
göre bu maddeler o dönem çöl hayatının
İslam’ın adalet ilkesinin bir ürünü olarak İslamî
temel ihtiyaçlarıdır; bunların çoğaltılması
nitelikli bir sosyalizm olduğunu anlatmaya
mümkündür. Bugün bunlar, su, su arzıyla ilgili
çalışıyordu. Nasır’ın “ulusal heyecanı onu Arap
bütün yapı ve vasıtalarını; ateş, elektrik ve
ulusçuluğuna, idealleri ve küresel konjonktür
benzeri enerji kaynaklarını… içine alacak şekilde
sosyalizme yöneltirken nihayet toplumsal realite
genişletilebilir; vakıf ve hima gibi kurumlar da
ve belki kişisel hayatı onu İslam’la karşı karşıya
mülkiyetin kamulaştırılmasından ibarettir.”
bırakıyordu.” Ancak Mısır’ın üçlü sacayağından biri olan İslam, zamanla sosyalizm ile Arap
Emin el-Huli de Sıbai’yi eleştirenlerdendir. Hûlî,
ulusçuluğu arasında boğulmaktadır.
Sıbai’nin eserinden önce Kur’an’daki servetle
Şüphesiz ki, Mısır’da İslam sosyalizmi
ulaşmıştır: Kur’an’ın sadece söyledikleri değil
taraftarlarının, El-İştirakıyyetü’l-İslam (İslam
işaret ve imaları da geçerlidir. Kur’an servetin
Sosyalizmi) çalışması ile öncü ve sosyalizmin
tamamen kamu malı olmasına ve bireysel
İslam’la uyumunu ispatlayan bir kaynak olarak
mülkiyetin ortadan kaldırılmasına karşı çıkmaz.
gösterdikleri Mustafa Sıbai, bu tartışmanın
“Bu ifadelerine dayanarak Nasr Hâmid Ebu Zeyd
en önemli ismidir. Kitabının resmî yayınevi
onun ilk İslam solcusu, gerçek bir sosyalist
tarafından basılmış olması da önemlidir. Bu
olduğunu söyler.”
kitabın İslam Sosyalizmini Nasır’dan önce 1959’da dile getirdiği de hatırlanmalıdır. Baas rejimi tarafından 68’de idam edilen Iraklı Abdülaziz el-Bedri, Sıbai’yi ilk eleştirenlerdendir. Bedri’nin “İslam ve Sosyalizm”i, Irak rejimince desteklenen İslam sosyalizmi düşüncesine
ilgili bütün ayetleri bir araya getirmiş, şu teze
İnayet, Fundamentalist Versiyon içinde ise Seyyid Kutub’u zikreder. Bunun sebebi yukarıdaki hadise göre Kutub’un bireysel mülkiyeti mutlak ve mukaddes olarak görmemesidir. Kutub aslında sosyalizm
reddiyedir. Sıbai’nin yakın arkadaşlarından,
dahil bütün beşeri ideolojileri cahiliye olarak
Suriye İhvanı’nın en güçlü isimlerinden Şeyh M.
nitelemekte ve reddetmekte; biri Allah’a,
Mahmud Hamid de Bedri’nin yolundan giderek
diğeri beşere dayanan sistemlerin bir araya
Sıbai’nin İslam Sosyalizmi kitabına Nazarât fi kitâbi İştirakıyyetü’l-İslam adında bir kitapla
Hamit İnayet, Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, Yöneliş
72
Yayınları, S.269.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
39
getirilemeyeceğini söylemektedir. Özellikle
çalışmaları İslam dünyasının tercihlerini de
“Yoldaki İşaretler”de bunu net olarak
etkilemiştir. “İnayet, İslam-Marksizm sentezi
yapmasına karşın bu versiyon içinde adının
eğiliminin en güçlü temsilcisinin 60’ların başında
geçmesinin nedeni “sosyal adalet” konusunda
İran’da kurulmuş olan Sâzman-ı Mücahidîn-i
geleneksel ulemadan farklı düşünmesidir. Farklı
Halk (Halkın Mücahitleri Örgütü) olduğunu
düşünmesinden de öte “eski dönemlerinin
söyler.” Bunlar için en önemli konu, bütün
etkisiyle” özellikle “sosyal adalet”in yer yer
sosyal kötülüklerin kaynağı olan özel mülkiyet
sosyalizan çizgiler taşıdığı iddiasıdır.
ve sınıf mücadelesidir. Buna bağlı olarak bütün
Hamit İnayet’e göre Sudan’da statükoya ağır eleştiriler getiren Mahmud Muhammed Tâhâ (1909–1985) da Selefiliğine rağmen sol hanesinde değerlendirilebilecek bir düşünürdür. Tâhâ’ya göre “İslam’ın sunduğu adalet kanunu, üç temel ilkeye dayanır: Ekonomik eşitlik (sosyalizm), siyasî eşitlik (demokrasi), sosyal eşitlik (her renk, ırk ve dinden insan arasında).” Ona göre iki kutuplu dünyada İslam dünyası yeni bir kutup oluşturmalıdır. Bu da demokrasiyle sosyalizmi birleştiren bir organ içerisinde mümkündür. 7. yüzyılda Müslümanların Arap ve Bizans arasından üçüncü bir güç olarak çıkması gibi… Zikredilmesi gereken bir başka isim ise “İslami Sol” (el-yesâru’l-islam) kavramını kullanan Hasan Hanefi’dir. Ona göre İslami sol projesi; “Doğu’dan ve Batı’dan, Marksizm’den, liberalizmden, Şia ve Haricîlikten uzak; ümmetin içinde bulunduğu gerçekleri ifade eden, fikrî, ictimaî, medenî ve siyasî bir söylemdir. Kökü, Kitap ve Sünnet’e uzanır ve sadece ümmetin maslahatını arar.” Bu, ümmetin ihtiyaçlarını dile getirdiği, ortaya konan değerler de İslam kültüründen devşirildiği için İslam’ın Marksist bir elbise içinde sunulması değildir. Projesine daha sonraları “Aydınlanmacı Sol” demesi Sovyetlerin yıkılıp sosyalizmin cazibesini kaybetmesinden sonradır.
40
üretim araçlarının kamuya ait olması çağrısı gelmektedir. İlginç bir nokta, bu düşünceye “Yeryüzünde zayıf düşürülenlere ihsan edelim, onları önderler, mirasçılar kılalım istedik.” (Kasas: 5) ayetinin delil gösterilmesidir. “Ezilen sınıfların devrimiyle kapitalizm yıkılacak, iktidara ve üretim araçlarına, çalışan sınıf mirasçı olacak ve dahası, Allah’ın yeryüzündeki halifeleri durumuna geleceklerdi. Bununla Marks’ın insanlık tarihinin son merhalesi olarak öngördüğü sınıfsız komünal toplumu kastediyorlardı.” Yaklaşım, diyalektik ve tarihsel materyalizmden farklı değildi ama kendisini dini deyim ve kutsal ifadelerle temellendirmeye çalışmaktaydı. İnayet, Ali Şeriati’yi radikal versiyonun başlıca ilham kaynağı saymaktadır. Şeriati, İslam ve sosyalizmi iki ayrı dünya görüşü olarak yan yana getirir, fakat herhangi bir kompleksle onları sentez etmeye çalışmaz. İçinden geçtiği eğitim formasyonunun da yardımıyla “bütün İslami kavramları bir İslam sosyolojisi kurmak amacıyla sosyolojinin verileri ve Marksist bir bakış açısıyla yeniden yorumlamaya çalışır.” Marks’a benzer bir şekilde insanlık tarihinin bir sınıf mücadelesi olduğunu onaylar. Fakat söz konusu iki kutup Habil ile Kabil’dir, mücadele de bu ikisi arasındadır. Nihayetinde bunu ekonomik hayat ve sınıfsal statüye bağlamaktadır. Kabil kutbu üç boyutlu bir egemenlik sitemidir:
Radikal Versiyon: “Nasır”cılık bunalıma
militarizm (Firavun), klerisizm (Bel’am) ve
düştükten sonra Mısır’da İslam sosyalizmi tezleri
kapitalizm (Karun)… Diğer bir ifadeyle siyasî
zayıflamış, 67 yenilgisinden sonra Araplar daha
iktidar, iktisadî iktidar ve resmî din adamı… İkisi
etkin bir siyasî doktrin arayışına girmişlerdir.
birbirine mezcedilemeyeceğinden Şeriati’nin
Bu versiyonun en belirgin özelliği Marksizm’le
“oturup planlanmış bir İslam sosyalizmi tasarısı
uzlaşan bir yaklaşıma sahip olmasıdır. Bu
yoktur.” Marksist sosyolojinin verilerini kullandığı
da, dünyanın genel eğilimine bağlıdır. Ayrıca
ise bir gerçektir. Yazılarında da sosyalizmi
Stalin’den sonra Rusya’nın üçüncü dünya
değil daha çok onun teorik ve bilimsel kaynağı
ülkelerine ilgisinin artması, Amerika’yla
olan Marksizm’i ele alır. “Marksizm’den
aralarındaki bloklaşma sebebiyle dünyayı yandaş
haberdar olmaksızın, tarih ve toplumun idrak
veya karşıt olarak konumlanmaya mecbur etme
edilemeyeceğini söyleyecek kadar onun
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bilimselliğine inanır.” Batı ideolojileri içinde
yakıştırılan solculuk, İslamcı sosyalist, solcu
özellikle dikkate almak gerektiğini düşündüğü,
Müslüman gibi ifadeleri doğrudan kabul etmiyor.
kapsamlı bir ideoloji olarak gördüğü Marksizm’e
Ancak kendisi ile sol arasında kurulan irtibattan
ciddi eleştiriler getirir, tek boyutun dışında bütün
rahatsız olduğu da söylenemez. Müslümanlar
insani boyutları reddettiğini söyler. Bir taraftan
sosyal konulara gafil iken sosyalistlerin
reddederken diğer taraftan ondan neden
toplumun vicdanı olduklarını düşünüyor. Şimdiye
faydalandığını açıklamak üzere Şeriati’ye göre
kadar sol ile İslam arasında bir diyalog/ittifak
üç ayrı Marks olduğu ileri sürülmektedir: “Genç
kurulmadığını fakat artık Orta Doğu ile ilgili bir
Marks, olgun Marks ve yaşlı Marks. Avrupalılar
geleceğin sosyalistlerle Müslümanların ittifakı
tarafından gereğinden fazla büyütülen genç
dışında olamayacağını söylüyor. “İslam’ın
Marks, her şeyden önce diyalektik materyalizmi
ekonomi-politik yorumunun sosyalizme yakın
savunarak tanrıyı, ruh ve uhrevî yaşamı inkâr
olduğunu, Lehu’l-mülk şiarının komünal
eden bir filozoftur. Olgun Marks, bir sosyal-
mülkiyet anlayışını çağrıştırdığını” düşünmesine
bilimci olarak patron sınıflarının ezilenleri ve
rağmen sosyalizmi ve komünizmi ifade ettikleri
işçileri nasıl sömürdüklerini açıkça ifşa eden, alt
ideoloji ve terimsel içeriği nedeniyle reddediyor.
yapı ile üst yapı ilişkilerini inceleyen gelişmiş
Tavrına ise “Sosyal İslam” diyor. Bunu da
Marks’tır. Üçüncü Marks ise devrimci bir parti
İslam’ı “sosyal yönü ağırlıklı bir din olarak”
oluşturarak çoğunlukla politik açıdan zorunlu
düşünmek şeklinde izah ediyor; “sosyal” ile
ve fakat kendi sosyal metodolojisiyle tam
akraba bağlarını yani aile, yakın çevre, konu
olarak örtüşmeyen öngörülerde bulunan yaşlı
komşu, arkadaş çevresi, mahalle gibi insani/
bir politikacıdır.” Engels’in tahrifleri, Stalin’in
İslami toplumsal bağları kastediyor. Bu tür
materyalizmi ile “Marksizm bilimsellikten
sosyal diyalogların/örgütlenmelerin çözülmesi
uzaklaşmış, ekonomik dar bakışlı materyalist,
ve “akrabaya” güvenin zayıflamasıyla insanların
durağan ve yüzeysel bir inanca dönüşmüştür.”
bireyselleştiğini, kapitalizm karşısında
Şeriati’nin övdüğü, bilinmesi gerektiğini
savunmasız kaldığını; bunun panzehirinin ise
düşündüğü olgun Marks’tır. İslam ile Marksizm
Sosyal İslam olduğunu düşünüyor.
arasındaki politik, ekonomik ve ahlaki çatışma insan tanımına dayanmaktadır. Biri, insanı tevhid esasına göre tanımlarken diğeri, üretim esasına göre açıklamaktadır. “Şeriati, Marksizm ile İslam arasındaki uzlaşmazlıkları ve çatışmaları vukufiyetle bilen fakat Marksizm’in bir ideoloji olarak değil, bir bilim olarak tarih ve toplum için göz ardı edilemeyeceğini savunan alışılmadık bir aydındır. Marksizm’i, reddetmesine rağmen, gençlerin harekete-kıyama yöneltilmeleri için sol terminolojiden yararlanmış olduğu gerçeği yadsınamaz.”73
Yaklaşım biçiminin en önemli noktası, mülkiyeti insanlığın dolayısıyla da İslam’ın/ Kuran’ın en temel konusu olarak görmesidir. Toplumsal bütün problemler toplumun “mülkiyet” konusunda yanlış davranmasından kaynaklanmaktadır. Eliaçık, özel mülkiyeti reddetmiyor ancak bölüşmenin ve paylaşmanın zorunlu olduğunu söylüyor. Bu, doğal olarak belli bir miktarın üstünde mal edinmenin yasaklanması anlamına gelmektedir ki, bununla ilgili azami gelir/tüketim rakamları da tespit ediyor.
Türkiye’de son zamanlarda adı “İslamcı Sol” ile birlikte anılan bir isim İhsan Eliaçık’tır.74 Eliaçık, sola giden söylemleri sebebiyle kendisine Mehmed Said, İslam Sosyalizmi ve Ali Şeriati,
73
Musa ile Firavun arasındaki problem, Musa mülkü Allah’a atfederken Firavun’un, tanrısı Ra adına Mısır mülkünü kenz (biriktirme) edip temerküz (merkezileştirme) karakteri haline
Nida Dergisi, http://www.nidadergisi.com/default.
gelmesidir.75 “Firavunluk bir ülkede “mülkün”
asp?sayfa=sayioku&id=178
ele geçirilmesi ile başlar.” Kenz ve temerküzün
Bu bölümde başvurulan ve alıntı yapılan kaynaklar:
doğasında olan onu ele geçirince hegemonyaya
74
www.ihsaneliacik.com www.adilmedya.com sitelerindeki makaleler R. İhsan Eliaçık, Daru’s-Selam, İnşa Yayınları R. İhsan Eliaçık, Devrimci İslam, İnşa Yayınları
yönelmektir. Bu durumun sürüp gitmesi Allah’ın “Firavun ‘Onları bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden
75
ve itibarlı makamlardan uzaklaştırdığımız için böyleler.’ diyordu.” (Şuara; 57-58)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
41
nimetini (rızık ve rızık kaynaklarını) inkâr ve
arasında dönüp dolaşıp tekelleşmesine,
halka karşı işlenmiş bir suçtur. Kur’an buna
tahakküm aracı haline gelmesine karşı çıkıp
taşmak/haddi aşmak (tuğyân), bunu yapana da
halka dağıtılması sağlanmalıdır. Bunları
taşan/haddini aşan (tâğût) der.76
kullanarak ilahlık taslayanlar reddedilmelidir.
Açlık ve yoksulluk Kur’an’ın mantığı açısından birinci dereceden bir sorundur. Bütün her şey bundan sonra gelir. “Dünya ve ahiret Allah’ındır”77 ve “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır”78 gibi ayetlerden anlaşılacağı üzere büyük günah, “sahiplenme” (mülk) ile ilgilidir. Çünkü “İnsan için emeğinden başka hakkı yoktur.”79 Bunu unutup örneğin çit çevirerek, emeği sömürerek, insanlar açlık yoksulluk içindeyken zenginlik, bolluk ve refah içinde yaşamak vs. Allah’ın mülkünü ve insanların alın terini sahiplenmeye kalkışması büyük günah (kebâire’l-ism) olmaktadır… Emeği sömürmek Kur’an’a göre en büyük günah olup Allah’a şirk koşmak demektir. İsraf, başkasının emeğini sömürüp harcamak, küfür, mülkün Allah’a ait
oluyor. Yani iş “Lehu’l-mülk” ile başlıyor. İkisi birbirinden koparıldığı için bugün “La ilahe illallah” mülkle (bilgi, iktidar ve servet) ilgili anlaşılmıyor. Halbuki bu Peygamberimizin dilinde hep “La ilahe illallah-u vahdehu la şerike leh, lehu’l-mülk ve lehu’l-hamd…” şeklinde geçerdi. Yani Allah’tan başka ilah yoktur, O’nun ortağı olamaz çünkü mülk O’nundur, övgüye layık yalnızca O’dur… Allah da dünyada vücut olarak bulunmadığından mülk toplumundur, kamunundur demektir. İslam’ın, doğduğu Mekke’de başlattığı mücadeleyi tarihin akışı içinde o anda Mekke’de bulunan zenginlere karşı kölelerin, mülksüzlerin safında yer tutarak gerçekleştirdiğini unutmamak gerekir.
olduğu gerçeğini örtmektir. Hırsız zenginin
Eliaçık’ın dini ritüelleri değerlendirmesi de aynı
malını çalan yoksul değildir. Yoksulun emeğini
yaklaşıma dayanmaktadır. Onlar dinin direği
sömüren zengindir.
değil; gereğidir. Bu ritüeller, dini düşüncenin
Kur’an’da fesat sanıldığının aksine sahip olmak (mülk) yani ele geçirmekle ilgilidir. İnsanları ve toplumları tanımlamak için kullanılan Müslüman, mü’min, münâfık, kâfir, zâlim, hakk, bâtıl, adâlet, tevhid, şirk gibi nitelemelerin içi mülk (servet ve iktidar) ilişkileri ile doldurulduğunda ete kemiğe bürünür. Yoksa soyut kalırlar. Nitekim 37. sureye kadar putların adı geçmiyor. Yani Peygamber altı yıl boyunca putlardan hiç bahsetmemiş. Mülk meselesini işlemiştir. Mülkiyet sınıflaşmanın ve zulmün nedenidir. Bütün çağların sorunu bu olduğu için Peygamberler bunun mücadelesini vermiştir. Günün deyimiyle toplumu orta sınıflaştırmaya çalışmışlardır.
sözü olan “Lehu’l-mülk’den başkası değildir. Öyle ki zamanımızda kelime-i tevhid “Lehu’lmülk” olmak icap eder. Mülkün yani servet, iktidar ve bilginin; yönetici, zengin ve bilginler “Firavun’a git, çünkü o tuğyân etti/tâğût oldu.” (Naziat:
76
17) Necm; 53/25
77
Necm: 53/31
78
Necm: 53/39
79
kendisi üzerinden aktığı simgeler olarak evrenselliğinin gereğidir. Fakat bunlar amaç değil nihayetinde araçtırlar. Hayatla bağları koparıldığında anlamsız hale gelirler. Asli şekillerinde Yahudiler için Cumartesi yasağı altı günde biriktirilenin infak edileceği günü, Hıristiyanlıktaki komünyon ayini paylaşmayı ifade etmektedir. İslam’da da her bir menasikin böyle bir anlamı vardır. Bu sebeple ben de diyorum ki: Ruhaniyet de, maneviyat da yemin ederim ki açların ve yoksulların yüzündedir. Onları Kur’an’ın “Allah’ın yüzüne” (li’vechillah) nispet ettiğini okuyunca sanırım benim gibi siz de şaşıracaksınız… Bunları anlamak için Kur’an’a alttakilerin (açların ve yoksulların) gözüyle bakabilmek lazımdır. Dinlerini “tapınak dini”
Bugün de haykırılması gereken şey, zamanın
42
“La ilahe illallah” kelime-i tevhidin ikinci bölümü
ve “zengin eğlencesi” haline getirenler, başta oruç, iftar ve sahur olmak üzere İslam’ın özgün ritüellerini tahrif etmişlerdir. O halde yapılması gereken, infak etmektir. Ancak infak kırkta bir veya sahip olunanı meşrulaştırmak için verilen sadaka değildir. “Sosyal İslam” anlayışının siyasi, ekonomipolitik olarak diriltilmesidir. Böylece boyunduruklar kırılacak, köleler özgürleşecek, yoksullar doyacak, açların yüzü gülecek ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ezilenler yeryüzünün önderleri olacaktır. İnfak
Ekonomi siyasetin önüne geçmiş gibidir. Bugün
edilmesi gereken “afv”dan kasıt ihtiyaç fazlası
global sermaye egemenliği yok olsa dünya rahat
ne varsa odur.
80
Zekât müessesesi kırkta bir
bir nefes alır. Bu bakımdan mülkiyet üzerinden
sistemi değil arınma, temizlenme kurumudur. İlk
giden bir söylem tercih edilebilir. Ancak eleştiri
Müslümanlar bunu böyle anladıkları için zengin
konusu olması gereken iki husus var: Birincisi
iken Müslüman olan sahabeler devlet idaresinde
mülkiyetin tarih boyunca insanlığın temel sorunu
öldüklerinde meteliksiz idiler. Ayrıca Kur’an’ın
olmadığı; ikincisi ise çağımızın sorunlarına karşı
istediği aslında “orta sınıflaşmış” bir toplumdur
mülksüzleşmenin doğru bir öneri olmayacağıdır.
da denebilir. Böyle bir toplum ekonomi-politik olarak sağlam durur. Krizlere dayanıklıdır. Kin ve nefret üreten sınıf çelişkilerinden ve derin uçurumlardan arınmıştır. Sermaye biriktirerek dev yatırımlara dönüştürme meselesi eşit hakka sahip emek-sermaye ortaklıkları ile sağlanır. Yani bir adam tek başına bütün köyün ağası veya bütün fabrikanın ebediyen patronu olamaz, olmamalıdır. Emeğin değeri sermayeye eşit olmalıdır. Kâr büsbütün tek bir kişiye akmamalı, hakça bölüşülmelidir. “Adalet Devleti” bunu denetlemeli ve koordine etmelidir. Burada asıl olan özel veya devlet mülkiyeti değil; toplumsal
Hz. Şuayb’ın toplumu gibi mülkiyet konusunu suiistimal edenler her zaman olabilir ancak ifsat, farklı toplumlarda farklı noktalardan başlayabilir. Bir toplumun ifsadına neden olan ahlak, siyaset, eğitim gibi birçok husustan söz etmek mümkündür. Bunlardan biri başlangıç veya temel olabilir. Ama sadece bir noktadan yola çıkan ıslah çalışmasının başarı şansı zayıftır. Buna iktidar meselesi de dâhildir. Allah’ın verdiği mülkiyet hakkının suiistimal edilerek zulüm aracı haline getirilmiş olmasına karşı Müslümanların, global sermaye anlayışının belirleyici olduğu
mülkiyettir…
günümüz dünyasında mülksüzleşmeyi bir
Peygamber’in vasıflarını eşi Hatice öyle
bir yöntem olacağı daha iyi analiz edilmelidir.
sıralamıyor muydu?
Böyle bir analiz ve tartışmada mülkü doğru
yöntem olarak benimsemesinin ne kadar doğru
kullanmakla özel mülkiyeti birbirinden doğru
Öksüzü korumak…
noktada ayırmaya da özen gösterilmelidir.
Yoksulun yanında olmak… Ve asla yalan söylememek… “Öksüzü korumadan”, “yoksulun yanında olmadan” İslam mı olur sanıyorsunuz?
Sonuç Topluma ve çağa ait hastalıkların, problemlerin çözümü ile ilgili Müslümanlardan gelen öneriler bunlarla sınırlı değil elbette. Dünyanın birçok bölgesinden, birçok isim ve öneri sayılabilir.
***
Seçilenlerden kimisi bir anlayışı, kimisi ortaya
Bu yaklaşıma İslam’ın özel mülkiyete izin verdiğinden kalkarak bir eleştiri getirecek değiliz. Bunun tutarlı bir tavır olmadığını da belirtmek isteriz. İslam’ın özel mülkiyeti tanıdığı da aşırı biriktirmeye daha önce karşı çıkan âlimler olduğu da doğrudur. Bunu tartışmak apayrı bir mesele. Bizim belirtmek istediğimiz, problemin doğru teşhisi edilip edilmediği ile ilgilidir. Zira doğru teşhis problem çözümünde birinci öncelikli bir husustur. Çağımızın mülkiyet konusunda geçmişten farklı yönleri vardır. Global ya da yerli sermaye siyasi iktidarları belirleme ve yönlendirme gücüne sahiptir. “Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaç
80
fazlasını…” (Bakara; 2/219)
çıkan bir durumu, kimisi yeni yaklaşımları, kimisi yerel oluşları nedeniyle tercih edildi. Modern dünyaya nasıl müdahale edileceğine dair bir başka öneri olan Kürşat Atalar’ın “Düşüncenin Okullaşması”na bu yazı içinde yer verilmemesinin nedeninin, bu sayı içinde kendi kaleminden konuyla ilgili bir yazısının bulunmasıdır. Bu kadarcık isim ele alındığında bile çok çeşitli öneri ve eleştirilerle karşılaşabiliyoruz. Bu çeşitliliğin öncelikle bir dinamizme işaret ettiğini kayıt altına almalıyız. Bu durum Gazali’den sonra yaşanan durgunluğa müdahale bilinci, azmi ve cesaretini ifade etmektedir. Müslümanlar, içinde bulundukları dünyayı ve ona
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
43
nasıl müdahale edileceğini gün geçtikçe daha iyi tespit etmektedirler. Değinilen örnekler bunun güçlü sinyallerini vermektedir. Gördüğümüz bir başka husus ise birbirlerinin arasındaki farktır. Tabir caiz ise, birinin ak diktatörlüğe, diğerinin önerisi liberalizme kapı açmaktadır. Kıyaslama, eleştirme ve hangisinin neye göre yanlış/doğru olduğunu tespit etmek bir yana, bu durumun söz konusu dinamizmden kaynaklanan bir zenginlik olup olmadığı bile Müslümanlar arasında ihtilaflıdır. İhtilaflar, çoğu zaman bu önerilerden istifade etmeyi de suya düşürmektedir. Oysa her çaba doğrudan doğruya kendi yerel ve tarihsel şartlarının ürünüdür. Ve denk düştüğümüz durumlar için hazır bir tecrübe durumundadır. Samimiyetinden şüphe etmediğimiz çabaları en azından anlamaya çalışmak gerekir. Zira kendi yerel koşullarının ürünü olan canlı bir şeyi anlamadan ona karşı konacak hiçbir tavır olumlu sayılamaz. Dinin kendisi hayat için en doğru formüldür. Ondan kendisi için çare devşirmeye çalışanların ürünlerinde ise birçok hata bulunabilir. Ancak hiçbir çabayı doğru değerlendirmeden ne doğrusunu ne de yanlışını anlamak mümkün değildir. Doğru yolun belki kimi biraz sağında kimi biraz solunda seyrediyor. Bunu her bir fırka ve hizbin başkaları hakkında tespit etmesi kolaydır. Ama ne tür bir diyalog veya müdahalenin diğerini hizaya getireceğini hesap ederek davranma olgunluğu, henüz yeterince gelişmiş değil. Bugün geldiğimiz aşamada, İslam adına ortaya konan çabalar belki birbiriyle çelişki yaşıyor. Umarız bu çabaların birbirini dışlayan ve ötekileştiren tutumları, yakın gelecekte birbirinden istifade etme ve diğerinin eksiğini tamamlama şekline dönüşür. Zira ortada olan büyük bir gerçeğin her yönünü kuşatabilecek bir öneri, bir kişinin hatta hizbin güç ve idrakinin
www.islamiyorum.com
dediğine diğeri kara demektedir. Birinin önerisi
üstündedir. Kuşatıcı önerilerin ortaya çıkabilmesi için o konuda ortaya konmuş olan fikirlere taşıdıkları samimiyet oranında saygı duymak ve onlardan istifade etmesini bilmek gerekir.
44
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dosya: İslam Modern Dünyaya Nasıl Müdahale Edecek?
Makale 3
İslam (Müslümanlar) Günümüz Dünyasına Nasıl Müdahale Edecek?
Nuri Yılmaz
“İslam nasıl müdahale edecek” şeklinde bir
Müslümanlar, sorunlarına çözüm ararken hep
başlıkla başlamak zorunda kaldık.
İslam’ı tanımladılar ve İslam adına konuştular.
Oysa İslam cismani varlığı olan bir kurum veya bir kişi değildir; ne öneride bulunabilir, ne de müdahale edebilir. Öneride bulunan veya
“İslam şudur” dediler; “İslam şunu emrediyor” dediler; İslam devleti, İslami yönetim biçimi, İslami ekonomi vs. gibi tanımlamalar kullandılar.
müdahale eden, onun evrensel prensiplerini
Oysa İslam’ın her soruya cevap içermesi,
kavramış ve ona iman etmiş olan insandır.
Kur’an’ın kendi hayatlarında yazıldığı Resulullah
Bugüne kadar Müslümanlar, İslam’ın kendilerine ne söylediğini anlamak ve ona göre yaşamlarını oluşturmak için birçok çabalar sarf ettiler. Değişen şartlar ve ihtiyaçlar karşısında daima İslam’ı yeniden anlamaya çalıştılar. Fakat yaklaşım tarzında problemli bir yön kendisini gösterdi. Kıyamete kadar başka bir peygamber ve kitap gönderilmeyeceğini belirten Kur’an anlatımları, “Bugün dininizi kemale erdirdim ...” (Maide 5/3) ayetiyle birlikte düşünülünce; her çağın her ihtiyacını çözen ve çözüm için başka
ve arkadaşları için geçerli olabilir. “Parça parça ve gerektikçe ...” (İsra 17/106) inen Kur’an ayetleri direkt onların ihtiyaç ve problemlerini muhatap almış ve çözümler ürete ürete inmişti. O günün havasını yeniden teneffüs etmek ve psikolojisini yeniden yaşamak imkanı olmadığına göre, o dönemden sonra yaşamış olan bütün Müslümanlar, okudukları ayetler karşısında; “bu ayet bana ne söylüyor” diye sormak zorundadırlar. Bu soru sorulduğu andan itibaren ise yorumlar başlar.
hiç bir şeye ihtiyaç duymayan bir din algısı
Tarihi hata, herkesin kendi yorumunu İslam ile
gelişti. Din bütün sorunların cevabını içerdiğine
özdeşleştirmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. “İslam
göre yapılması gereken, dönemin ihtiyaçlarına
tek bir gerçeklik olduğuna göre, onun tek bir
uygun olarak onları Kur’an’dan (veya diğer
doğru yorumu olabilir, o da benimkidir” diyen
kaynaklardan) bulup çıkarmaktı. Dolayısıyla
herkes, kendi düşüncesini İslam olarak nitelemiş
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
45
ve diğer görüşleri din dairesi dışına ittirmiştir. Halbuki kendi anlayışını din ile özdeşleştirenler, farkında olmadan büyük bir vebal üstlenmekte ve kendilerini dinin sahibi yerine koymaktadırlar. Dinin sahibi sadece Allah ve dinin anlatıldığı kitap sadece Kur’an olduğuna göre, onu anlatmak için söylenen farklı her söz, Müslümanların İslam’dan anladıklarıdır. Kısacası, “İslam günümüz dünyasına nasıl müdahale edecek?” diye sorduğumuzda, aslında
kendilerini kaçınılmaz bir çatışma içinde bulurlar. Sorumluluklarını/iddialarını gerçekleştirebilmek için uzun soluklu bir mücadeleyi göze almaları gerekmektedir. Yani kurulu sistemlere, haksızlık ve adaletsizlik üreten toplumsal yapılara müdahale etmeden; kendilerini ifade edemez ve sorumluluklarını yerine getiremezler. Kısacası düzeltmek, ıslah etmek ve imar etmek için, önce bozgunculara müdahale etmek
zorundadırlar.
“Müslümanlar nasıl müdahale edecek?” demiş
İslam, her dönem ve her coğrafya için geçerli
oluyoruz.
olduğu varsayılan sabit bir yöntemle, hayata
Bu makale ise “Müslümanların nasıl müdahale edecekleri” konusunda yazarının düşüncelerini içermektedir. İslam’ı anlama çabaları ortak akılla yapıldığı müddetçe doğru sonuçlar üreteceği için, biz de akıl arayışı içerisinde bu soruyu gündeme getiriyor ve düşüncelerimizi Müslümanların paylaşımına açıyoruz.
dönük iddialarını gerçekleştirmeye çalışan Müslümanların elini kolunu bağlamış değildir. Ancak “sabit bir yöntem” belirlememesi, bu konuda hiç lafı olmadığı anlamına da gelmez. Kural koymamıştır; ama eşyanın, insanın ve toplumların doğasını hatırlatan bir üslupla aklın, vicdanın ve üretkenliğin önünü açmıştır. Yönlendirme ve tavsiyelerini bu şekilde ortaya koyar. Mesela “tedriç – derece derece” (İsra
“Müdahale” konusunda bazı ön tespitler
17/106) kavramını kullanır. Bununla, Kur’an’a
Allah, imtihanın gereği olarak insanoğlunu iyiyi
anlatır. Bir an önce sonuca varmak gibi bir
de kötüyü de tercih etme imkanıyla yaratmıştır. Fakat kimi insanlar bu büyük nimetin kıymetini takdir edemeyerek kibirlenirler. Kabiliyet ve becerilerini kendi menfaatlerini gerçekleştirmek için kullanmaya başlarlar. Bir yandan güç yetirebildikleri herkesi kendi çıkar ve menfaatlerinin esiri haline getirmeye, bir yandan da menfaatlerinin önündeki engelleri ne pahasına olursa olsun kaldırmaya çalışırlar. Kibirlenerek azgınlaşmış insanların önündeki en büyük engel, insan fıtratındaki adalet duygusudur. Adalet arayan ve haksızlıklara direnen insanlar, onların hoşuna gitmezler. Adalet fikrini uyandıran fikirlere ise asla tahammül etmek istemez ve susturmak için çabalarlar. İslam insanlığın başlangıcından beri adalet duygusunu harekete geçirmek
ağır ağır, safha safha ortaya çıkabileceğini düşünceyle acele edip zorlamanın ve baskıcı yöntemlere başvurmanın gerekmediğini ortaya koymuş olur. “Bir toplum özünde olanı değiştirmedikçe, Allah da onların durumunu değiştirmez” (Ra’d 13/11) ayetiyle, değişimin köklü olabilmesi için toplumun ikna edilmesi gerektiğini anlatır. “Allah insana taşıyabileceğinden fazlasını yüklemez” (Bakara 2/233) ayetiyle ise Allah’ın, mücadelenin aşamasını değil Müslümanların niyet ve samimiyetini önemsediğini ifade eder. Bu tarz örnekleri artırmak mümkündür. Dikkat edilirse eşyanın, insanın ve toplumların doğasının hatırlatılmasıyla yapılan tavsiyeler bile kural koyucu nitelikte değildir. Arzulanan şey: 1. İddia ve hedeflerle çelişmeyen yöntemler
ve vicdanları uyandırmak için gönderilmiştir.
üretilmesi, yani adaletsizlikleri ve
Dolayısıyla İslam’ı hiç sevmezler.
haksızlıkları engellemeye çalışırken,
Dinlerinin kendilerine verdiği sorumlulukla yeryüzünde adaleti gerçekleştirmek ve ahlakı yaygınlaştırmak için çaba gösteren Müslümanlar,
46
göre oluşturulan bir hayatın birden bire değil,
adaletsizlik ve haksızlıklara yol açılmaması; ahlakı yaygınlaştırmaya çalışırken ahlaksızlıklara düşülmemesi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
2. Akılcı ve günün şartlarına denk düşen yöntemler üretilebilmesidir.
bunların eleştirilmesini de doğal kabul etmek gerekir.
Bu çerçevede bakıldığı zaman bu
“İslam’ın nasıl bir değişim öngördüğü”
hatırlatmalardan; diktatörlere karşı mücadele
ve “modern dünyada iddialarını nasıl
vermek zorunda kalan Müslümanlar da, fikrin
gerçekleştireceği” soruları çerçevesinde
açık bir şekilde ifade edilebildiği toplumlarda
baktığımızda, şu an için İslam dünyasında iki
yaşayan Müslümanlar da yararlanabilirler. Ve her
farklı okuma biçiminin etkin olduğunu görürüz.
birinin varacağı üreteceği sonuç farklı olabilir.
1. Kur’an’ın her türlü sorunun cevabını içerdiği
İslam’ın açık ilkeleriyle çelişmediği sürece
fikrinden hareketle onun haricindeki bütün
yöntem hataları, inanç meselesi yapılamaz.
çözüm arayışlarını reddeden ve “İslam’ı
Ancak iddia sahibi insanlar kaçınılmaz olarak, o
hakim kılmak” eksenli bir müdahale
iddiayı destekleyen ve yardımcı olmak isteyen
öngören okumalar
insanların ilgi odağı olurlar. Mücadele, ucu ölüme kadar varan sıkıntıları göze almak demektir.
2. Batı felsefesinin ulaşmış olduğu görece özgürlükçü ve eşitlikçi yaklaşımı “ideal”
Ancak hatalı yöntem durduk yerde bela aramak
kabul edip, bunu temel eksene oturtarak
gibi bir etki yapar. Sadece kendisini üreten akla
yapılan okumalar.
değil, onu uygulamaya çalışan diğerlerine de sıkıntı verir. Bu yüzden bir iddiayla ortaya çıkan Müslümanların, ucuz kahramanlık, hamaset ve acelecilik gibi tuzaklara düşmemeleri; akıllı olmaları ve çok düşünmeleri gerekir. Attıkları adımı mutlaka iyi hesap etmeli, sonuçlarını doğru öngörmelidirler. Projelendirerek hareket prensibi, bu noktada
Müslümanlara yardımcı bir zihniyet olabilir. “Kervan yolda düzülür” veya “hele bir yapalım sonra bakarız” şeklindeki yaklaşımlar yerine; “ne yapacağız, nasıl yapacağız, sonuçları ne olacak” sorularını sorarak detaylı bir düşünme/ projelendirme mantığı geliştirmelidirler. Ürettikleri düşünceleri katkı yapabilecek başkalarıyla paylaşıp ortak akıl oluşturmaya çalışmalıdırlar. Ve bu tarzı bir alışkanlık haline getirip, mümkünse her işlerini bu yolla yapmalıdırlar.
“İslam’ı hakim kılma” eksenli okumalar, İslam kültür ekolleri içerisindeki en kadim kol olan Ehl-i Sünnet kaynaklı okumalardır. Hanbeliler (Selefiler) tarafından bir doktrin, diğer mezhepler ve mutasavvıflar tarafından da sloganik bir kabul haline getirilmiştir. “Şeriatı hakim kılmak” olarak da ifade edilir. Slogan düzeyinde bir İslam anlayışı olanların zihninde “şeriat”, bütün yasama ihtiyaçlarını karşılayan ilahi bir anayasadır. İlahi olanı varken beşeri anayasa peşinde koşanlar şirke düşmektedirler. Yapılması gereken, bu anayasayı (zorla da olsa) toplumlara hakim kılmaktır. Neo-Selefilik meseleyi slogan düzeyinden çıkarmaya çalışmıştır. Mesela İslam düşüncesinin gelişimine çok büyük katkıları dokunmuş çok önemli bir isim olan Seyyid Kutub, “İslam’a göre şeriat sadece hukuki sistemden, rejimin ilkelerinden, bu rejime dayalı sosyal düzenle
“Müdahale” konusunda bir yöntem denemesi İçinde bulunduğu şartları ve “Din”i okumasına bağlı olarak herkesin kendisine göre bir değişim ve müdahale önerisi olması doğaldır. En iyi sonuç veren öneri, şartları en doğru okumayı başaran öneri olacağına göre; farklı okumaların ve önerilerin bulunmasını bir zenginlik saymak gerekir. Tabii bu durum var olan okuma ve önerilerin eleştirilmesine engel değildir. Farklı önerilerin olması kadar, daha doğruyu ararken
sosyal kurumlardan ibaret değildir. Böylesine dar bir anlayış şeriatın manasını ve İslam düşüncesini ifade etmez. Allah’ın şeriatı demek, insan hayatını düzenlemek üzere Allah’ın koyduğu ilkelerin tümü demektir. Bu terim inanç ilkelerini, rejim ve yönetim sistemi ilkelerini, ahlak ilkelerini, davranış ilkelerini, eğitim ve bilim ilkelerini tümü ile ifade eder.”1 demiştir. Böylece şeriat algısını sadece “kurallar” Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. İslam düşüncesi ve
1
kültür. Hicret yayınları, İstanbul 1980, s.82
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
47
olmaktan çıkarıp, bir ruha ve bir temele
hale gelmektedir. Oysa bu kavram, dinin “sabit
kavuşturmaya çalışmıştır.
ve değişmez değerler”, şeriatın ise “çağın
Seyyid Kutub’un bütün çabalarına rağmen, geleneksel İslam fıkhında şeriat üç ana bölümde incelenmiştir: 1- İbadet, 2- Muamelat, 3Ceza. İbadet kısmı namaz, oruç, hac, zekat ve kurban gibi ibadetlerin şartları ve şekilleriyle ilgilenir. Muamelat kısmı yoğun olarak evlenme, boşanma, nafaka, miras olmak üzere belli atıflarla da; ticaret, yönetim, devlet-birey
toplumsal düzenlemeler” şeklindeki bir tanımlama sonucu ortaya çıkmıştır. Zaman içerisinde değişen ve gelişen yeni durumlar karşısında İslam’ın dinamizmini korur. Onu katı, statik ve donuk olmaktan çıkarır. Şeriat=din şeklindeki tanımlama ise, içtihat kapısını fiilen kapatmaktadır.
ilişkileri, devlet-devlet ilişkileri vs. ile ilgilenir.
Sonuç olarak, şeriatı hakim kılma eksenli okuma
Ceza kısmı ise emir ve yasaklara uymayan
ve müdahale, günün gerçekleriyle örtüşen bir
kimselere verilecek bedeni, mali ve caydırıcı
okuma ve müdahale tarzı değildir.
cezai hükümleri kapsar. Bu noktada iki temel husus vardır: 1- Günümüzde var olup da İslam fıkhı içerisinde karşılığı bulunmayan birçok alan vardır. Mesela tek başına ekonomi bile, şeriat kapsamında yer alan düzenlemelerin tümünden daha fazla düzenlemeye ihtiyaç gösterir. Bir de bunun yanında internet, trafik, basınyayın, teknoloji, patent vs. gibi şeriat kapsamı içerisinde hiç yer almayan, ancak düzenlemeye ve cezai hükümlere ihtiyaç duyulan birçok yeni alan vardır. 2- Şeriat, Resulullah dönemindeki toplumsal yapının ihtiyaçları çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Resulullah’ın ölümünün üzerinden 10 sene bile geçmemişken, kimi hükümler uygulama imkanını yitirmiştir. Mesela Hz. Ömer zamanında ganimet konusundaki uygulamanın değiştirilmesi örnek olarak verilebilir. Bin seneyi aşkın bir sürenin geçtiği günümüzde ise ihtiyaçlar ve toplum yapıları tamamen değiştiği için daha büyük bir sorunla karşı karşıya bulunulmaktadır. Kısacası, şeriatın hakim olmasıyla sorunların çözüleceği yaklaşımı tamamen bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Geleneksel İslam fıkhında bu tarz problemler varken, Seyyid Kutub’un derinlik kazandırma çabaları da problemleri çözmeye yeterli gelmemekte ve hatta daha da derinleştirmektedir. Aslında şeriat denince sadece kuralların algılanmayıp bütün bir İslam düşüncesinin akla getirilmesi, oldukça iyi niyetli bir denemedir. Ancak bu şeriat tanımı, “şeriat=din” şeklinde bir sonuç ortaya çıkarmaktadır. Yani onun “kesinliğini, sorgulanamazlığını ve değişmezliğini” daha da pekiştirmektedir. İslam fıkıh usulünün bir kavramı olan içtihat, işlevsiz ve anlamsız bir
48
ihtiyaç ve problemlerine göre değişebilen
“Batı felsefesi zemininde gerçekleşen” okumalar
ise hem modern olabilmenin hem de Müslüman kalabilmenin imkanını arayan okumalardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sıkıntılar yaşamaya başladığı son dönemlerde ortaya çıkmış ve günümüze kadar artarak devam etmiştir. Başlangıçta modernist ekol temsilcilerinin bir okuma tarzı iken, İslam coğrafyalarında yeniden muhafazakar yönetimler işbaşına gelmeye başlayınca, geleneksel anlayışa sahip cemaatlerin de tarzına ve tavrına dönüşmüştür (Geleneksel anlayış için yöneticinin “Müslüman” olması önemlidir. Nasıl yönettiği meselesi fazla sorgulanmaz). Bu okuma biçimi, Batı kültür ve değerlerine karşı peşinen “kabul” yaklaşımı içerir. Ve bu değerlerin İslam düşüncesi içerisindeki imkanını araştırmaya girişir. Ancak kalıplara dökülmüş dini düşünce içerisinde çoğunlukla hareket alanı bulamadığı için, sorunlu din anlayışına eleştiriler getirerek Batı değerlerine teolojik bir alt yapı oluşturmaya çalışır. Yani Selefilik’te ve Neo-Selefilik’te “İslam’ı hakim kılmak” şeklinde ortaya çıkan tutum, burada; “dini düşünceye Batı değerlerini hakim kılmak” şekline dönüşmüş olur. İslam’ın insanlığa ne önerdiğinden ziyade, mevcut dini düşüncenin modernleşmesiyle ilgilenir. İslam coğrafyasına hakim olan dini düşüncenin birçok noktada sorgulanmaya ihtiyacı olduğu, kabul edilmesi gereken bir gerçektir. Ancak bunların düzeltilmesi esnasında Batı düşüncesini ideal olarak görmek ve dini düşünceye bunları monte etmeye çalışmak sorunlu bir yaklaşım
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olur. İslam dünyasının gerilemeye başladığı dönemde Batı düşüncesinin ciddi bir gelişme katettiği ve belli noktalarda dikkat çeken tecrübeler ortaya çıkardığı bir gerçektir. Ancak hiçbir tecrübe ideal olarak görülüp sorgusuz kabul edilemez. Bu gelişmenin durması demek olur. Oysa insan var oldukça düşünceler ve tecrübeler gelişme gösterecektir. Bir düşünceden veya bir tecrübeden yararlanmanın yolu, öncelikle önyargısız olarak onu tanımaktan, sonra da olumlu yönlerini daha da geliştirmekten, olumsuz yönlerini ise ortadan kaldırmaktan geçer. Kendinizden bir şeyler katabildiğiniz an o tecrübeden yararlanmış olursunuz. İdeal olarak görüp olduğu gibi almaya çalışmak ise “taklit etmek” anlamına gelir. Hiçbir taklit aslı gibi olamaz. Kısacası var olan tecrübe ve birikimleri ideal kabul edip sorgulamadan yararlanmaya çalışmak da sorunlu bir okuma biçimidir. Etken değil, edilgen bir tavır ortaya çıkarır. İslam’ın veya Müslümanların modern dünyada bir özne, bir aktör olmasına imkan vermez.
1. Günü doğru okuma 2. Vahyi doğru okuma 3. Doğru müdahale “Günü doğru okuma” dediğimizde, günün aklını, imkanlarını, şartlarını, problem ve ihtiyaçlarını doğru tespit etmeyi kastediyoruz. Eğer İslam’ı her dönemde aynen uygulanması gereken sabit bir nizam olarak algılıyorsak, o zaman şartlar, imkanlar, problemler gibi bir sorunumuz da olmaz. Ama gerçeklerden kopuk bir ütopyanın peşinde koştuğumuzu da bilmemiz gerekir. Oysa vahiy her konuda son sözü söylemiş değildir. Evrensel mesajının hayata geçirilmesinde günün vakıasını dikkate almış; toplumun aklı, hazmetme gücü, problemleri ve ihtiyaçları çerçevesinde bir pratik oluşturmuştur. Mesela problemli bir ilişki biçimi olmasına rağmen köleliliği haram kılarak kestirip atmamıştır. Yol açacağı toplumsal problemleri göz önünde bulundurarak iyileştirmeye çalışmış ve kaldırılmasını zamana bırakmıştır. Ayrıca suçlara verilen cezaları günün uygulamalarına
Peki, bu durumda ne yapmalıyız?
uygun bir şekilde belirlemiştir. Bu örnekler
Ne yapacağımız sorusuna cevap ararken
getirmeyip, kendi ilkeleri çerçevesinde var
öncelikle İslam’ın Hz. Adem’den beri
olan tecrübeleri ıslah ettiğinin göstergeleridir.
hatırlatılarak tekrarlanan evrensel bir mesajının
Yani İslam’ın kurduğu nizam, günün tecrübe
olduğunu ifade ederek başlamalıyız (ki önceki
ve birikimlerinin vahyin tevhid/adalet ve ahlak
sayıda yer alan makalelerimizde bu konuyu
ilkeleri ile iyileştirilmesinin ve geliştirilmesinin
tartışmaya çalıştık). Yani İslam, iddiası olan bir
bir sonucudur. Dolayısıyla bugünün nizamı da
dindir; günümüzde insanlığa verecek bir şeyi
günün tecrübe ve birikimlerinden bağımsız
kalmamış bir din değildir. Dolayısıyla bu iddiaları
olmayacaktır. İşte “günü doğru okumak”
temsil etmeleri gereken Müslümanlar da tarihin
bu açıdan gereklidir. İyi ve olumlu yönleri
bir nesnesi olamazlar. Tamamen edilgen bir
önyargısız bir şekilde tespit edip, kötü ve
şekilde olayların önünde sürüklenemezler.
zulme yol açan yönlerini doğru bir şekilde
Söyleyecek sözleri olmadığı için başkalarını
gördüğümüzde, doğru müdahale imkanlarına da
taklit eden bir pozisyona düşemezler. Dinlerinin
iyice yaklaşmışız demektir. Uymayan bir elbiseyi
kendilerine yüklediği sorumlulukları yerine
toplumlara zorla giydirmeye çalışmamak veya
getirebilmek için tarihin birer aktörü ve öznesi
bir ütopya peşinde koşmamak için var olanı
olmak durumundadırlar.
iyi bir şekilde tahlil etmek çözümün ilk adımını
Fakat bu tespitler kulağa hoş gelse de, günümüz
İslam’ın insanlığa hiç görmedikleri bir sistem
teşkil eder.
Müslümanlarının henüz böyle bir noktada
“Vahyi doğru okuma” dediğimizde, vahyin
olmadıkları da bir gerçektir. Bu sözlerin hamaset
hayatımızdaki yerini ve ondan yararlanma
olmaktan çıkması ve gerçeğe dönüşmesi için
biçimini doğru bir şekilde belirlemeyi
üç aşamalı bir yaklaşım biçimine ihtiyacımız
kastediyoruz. “Vahyin hayatımızdaki yeri”,
bulunmaktadır:
“vahiyden yararlanma biçimi” gibi sözler üzerine çok şey konuşmayı gerektiren sözlerdir. Fakat
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
49
biz Kur’an’ın, “her dönemde aynen uygulanması
yöntemleri benimsememektedir. Kültürler iç
gereken sabit bir nizam önermediği” yönüne
içe geçmiş, bir apartman ölçeğinde bile farklı
değinmek istiyoruz. Kur’an Hz. Adem’den beri
kültürler bir araya gelmiştir. Kültürel dayatma
değişik üsluplarla tekrarlanan evrensel değerleri
eskisi gibi kolayca kabul edilmemektedir. Yarın
ve bu değerlerin, gönderildiği coğrafyada
şartlar değişip, insanlık yeniden eski haline
nasıl uygulanacağıyla ilgili kimi örneklemeleri
döner mi bilinmez. Ancak mevcut şartlarda
içeren bir kitaptır. İlkeler her dönem için
yasakçı ve dayatmacı zihniyetin taraftar bulması
geçerlidir değişmez. Ancak uygulama örnekleri
mümkün görünmemektedir.
her dönemde aynen uygulansın hedefiyle bildirilmemiştir. Kölelik meselesinde de olduğu gibi, vahyin zihniyetiyle donanmış bir aklın nasıl çalışması gerektiğini gösterir ve yön işaret eder. Uygulamanın değişkenliği ilkesi, İslam fıkhında “içtihat kapısı açıktır” cümlesiyle ifade edilir. Dolayısıyla toplumsal düzenlemeler, günün akıl, imkan ve şartlarına uygun bir şekilde, vahyin zihniyetiyle donanmış Müslümanlar tarafından
Şu halde Müslümanların, insanlığı ikna edecek ve ortak sorunlara adil çözümler üreten projelerle insanlığın karşısına çıkmaları gerekmektedir. “İkna” esas olmalıdır. İnsanlığın ortak arayışı olan adalet ve huzur, İslami değerlerin ikna etme gücünün teminatıdır. Ancak kuru söylemle insanların bunları anlamalarını beklemek saflık olur. Meselenin can alıcı
oluşturulacaktır.
noktası bunların hayatta nasıl gerçekleşeceği
“Doğru müdahale” dediğimizde ise gerek
büyük sorumluluk düşmektedir. Hayatın farklı
günümüzde İslami değerlerin uygulanabilir
şubelerinde adaletin nasıl sağlanacağını,
bir nizam haline getirilmesini, gerekse
o şubelere dönük somut önerilerle ortaya
bunun insanlığa sunumunu kastediyoruz.
koymalıdırlar. Bunu da hamasetle ve kuru
İslami değerlerin bir zaman ve coğrafyada
vaatlerle değil, toplumun gerçekliğine uyan
uygulanabilir hale gelmesi demek; o ortamın
anlaşılır ve uygulanabilir projelerle yapmalıdırlar.
meselesidir. Bu noktada da Müslümanlara
iyi tecrübe ve uygulamalarının korunarak sürdürülmesi; eksikliklerinin tamamlanması; zulme, adaletsizliğe ve ahlaksızlığa yol açan yanlışlarının düzeltilmesi demektir. Bunun sonucunda adil ve ahlaklı bir düzene ulaşılmış olur. Günümüzde takip edilecek yöntem de bundan farklı değildir. İnsanlık adına en olumlu tecrübeler önyargısız bir şekilde incelenmeli; bunların iyi ve olumlu yönlerinin sürdürülmesine, olumsuz ve zulüm üreten yönlerinin ise düzeltilmesine imkan veren eleştirel bir yaklaşım sergilenmelidir. Böylece hem toplumların vakıalarıyla örtüşen, hem de adalet üreten bir uygulama modeline (öneriye) ulaşma imkanı yakalanacaktır. Ortaya çıkan önerinin toplumlara sunumu ise bir başka tartışılması gereken konudur. Sanayi devrimine kadar dünya çoğunlukla tek merkezli otoriter yönetimler tarafından yönetildi. Dolayısıyla insanlık tek tipleştirme ve zorlama yöntemlerini yadırgamıyordu. Ayrıca ulaşım ve iletişimin zorluğu, farklı kültür havzalarının oluşmasına imkan vermişti ve oradaki havayı
*** Buraya kadar, masa başından kolayca yapılabilecek olanı; nasıl bir yöntemle hareket etmek gerektiğini tartışmış olduk. Elbette ki bu önemliydi, ancak daha önemli olan, bu yöntemin somut toplumsal önerilere dönüşmesidir. Bu noktadan itibaren ise uzmanlık konusu devreye girmeye başlar. İnsanlığın sorunlarını çözecek somut önerilerde bulunabilmek için İslam’ı ve İslam’ın prensip bazındaki önerilerini bilmek yetmez. Hangi alana dönük çözüm aranıyorsa o alanda uzman olmak gerekir. Aksi takdirde asla ayakları yere basan çözümlere ulaşılamaz. Uzmanlık yanında bir de ekip çalışması gerektirir ki bireysel eksiklikleri ve keskinlikleri taşımasın. Biz, uzman olmadığımızı kabul ederek yine de, yararlanılabilir mevcut tecrübelerden hareketle meseleyi biraz daha açmak istiyoruz ki kastımız daha iyi anlaşılabilsin.
teneffüs etmeden bu havzalarda yaşamak zordu. Fakat bugün insanlık baskıcı ve zorlayıcı
50
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Günümüz dünyasına müdahale yöntemiyle ilgili örneklemeler - İyileri sürdürmek. - Eksikleri tamamlamak. - Yanlışları düzeltmek Müdahale yönteminin bu esaslar üzerine oturması gerektiğini ifade etmiştik. Bu çerçevede baktığımız zaman, hayatın farklı şubelerine dönük birçok yararlanılabilir ve sürdürülmesi/desteklenmesi gereken örnekler bulabiliriz.
sorumluluğunu daha fazla paylaşmasına imkan veren yöntemler geliştirmiştir. - Herkesin fikrini ifade etme ve fikrini topluma anlatabilmek için örgütsel mücadele verebilme hakkının bulunması - İktidarların belli dönemler için ve halkın oyuyla seçilmesi - Siyasi muhalefetin ve sivil toplum muhalefetinin anayasa teminatı altına alınmış olması İslam’ın temel prensipleri açısından olumlu
Sadece olumlu örneklerin zikredileceği böyle
yaklaşımlardır.
bir konu, okuyucuda, “sisteme yamanma
Bunları ifade ederken bu gelişmelerin birçok
çabası” gibi bir önyargı oluşturabilir. Yeryüzünde
olumsuzluklarla iç içe geçmiş olduğunu göz ardı
onca zulüm ve haksızlık varken, bunları
etmiyoruz. Ancak, iyileri sürdürmek, eksikleri
toptan reddetmemek ve içinden olumlu yönler
tamamlamak ve yanlışları düzeltmek şeklinde
çıkarmaya çalışmak yadırgatıcı bulunabilir.
ifade ettiğimiz yöntem, mevcut tecrübelerin
Ancak İslam’ın yeryüzü coğrafyasındaki etkin
olumlu yönlerinden iyi bir şekilde yararlanma
konumuna geri dönmesi, “her şeye muhalif
imkanı verecektir. Bu sayede, “Müslümanlar
olmak” gibi hamasi söylemlerle gerçekleşemez.
nasıl bir siyasal sistem hedeflemeli?” sorusunun
Tepkisellikten uzak sağduyulu okumalar
cevabına da büyük ölçüde yaklaşılmış olacaktır.
yapmak zorundayız. Bu meselenin ehemmiyeti “önyargılı” bakışlardan kurtulma endişesinden daha büyük olduğu için, biz yine de doğru bulduğumuz şeyi ifade etmeye çalışacağız. Peki, adalet arayışında birer adım teşkil edecek örnekler neler olabilir?
2. Toplumsal uzlaşı ve Anayasa:
Hayata ve topluma dair iddiası bulunan herkes meselelere kendi ideolojisi çerçevesinde bakma eğilimi gösterir ve her şeyin kendi düşüncesine uygun olmasını ister. Tek merkezli otoriter yönetim anlayışlarının geçerli olduğu geçmiş dönemlerde düşüncenin tek tip olması
1. Siyasal sistem:
İslam dünyası, Resulullah’tan kısa bir dönem sonra tek merkezli otoriter yönetimler tarafından yönetilmeye başlamış ve kadim düşünce ekolleri siyaset felsefelerini bu mantığa göre oluşturmuşlardır (Şia’nın “İmamet” ve Ehl-i Sünnet’in “hilafet” nazariyeleri buna örnektir). Oysa İslam’ın özünde “bireyin iradesinin açığa çıkması” gerçeği yatar. Buna ek olarak
da başarılabilmekteydi. Halbuki çoğunlukla dayatma ile gerçekleşen bu durumun imtihan (herkesin iradesiyle tercihini yapması) gerçeğiyle ne kadar bağdaştığı tartışmalıdır. Kültürlerin iyice iç içe geçtiği ve tek merkezli otoriter yönetimlerin hoş görülmediği günümüzde ise artık tek tipleştirmenin imkanları iyice azalmıştır.
İslam, “İşleri aralarında danışma iledir.” (Şura
Adalet kavramını direkt din ile irtibatlayan,
42/38) diyerek, sorumluluğun toplum üyeleri
dinin kural ve kaideleri hakim olmadan adaletin
arasında paylaşılmasını özendirir. Kadim siyaset
de gerçekleşemeyeceğini düşünen kimi
düşünceleri her ne kadar kendi dönemlerindeki
Müslümanlar, adaletin gerçekleşebilmesi için
siyaset düşüncelerinden daha ileri ve daha adil
yeryüzüne İslam’ın hakim olması gerektiğine
sistemler üretmiş olsalar da, bu ilkelerin tam
inanmakta ve bunu zorlamaktadırlar. Halbuki
olarak hayata geçirilebildiği söylenemez.
adalet fıtri bir değer olup, dinin kural ve
Günümüzde insanlık, halkın yönetim
kaideleriyle sınırlı değildir. Vicdan sahibi ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
51
gerçekten akleden insanların ortak değeridir. Geçmiş zamanlarda bir coğrafyaya adaletin hakim olması ile o coğrafyaya İslam’ın hakim olması arasında direkt irtibat kurulmuş olması, bugün de aynı sistematikle düşünmeyi gerektirmez. Hatta günümüz şartlarında bu tutum her yönüyle sorgulanmayı hak etmektedir. Müslümanların dünyanın her köşesinde adaletin hakim olması için mücadele verme sorumlulukları vardır. Dinleri onları bu sorumlulukla sorumlu tutmuştur. Ancak “dini hakim kılmak” İslam’ın bir emri değil, geçmiş dönem mantıkları içerisinde Müslümanların kendi kendilerine meşru kıldıkları/edindikleri bir sorumluluktur. Halbuki İslam’ın bu konudaki ilkesi “zorlamamak” esasına dayanır. Günümüz siyaset felsefesi sivil toplum unsurlarına muhalefet ve denetleme imkanları verdiğinden, adaleti gerçekleştirmek şeklindeki İslami sorumluluğu gerçekleştirebilmek için illa iktidar odaklı düşünmek gerekmez. İktidarların yıpranma makamı olduğu günümüzde, ilkeli bir muhalefet ve öneriler üreten bir gayretle adaletin denetçisi olmaya çalışmak da olumlu sonuçlar üretebilir.
İslam’ı bir hayat görüşü olarak kabul eden Müslümanlar açısından, hukuk sistemi deyince akla gelen ilk şey “egemenliğin kime ait olduğu” sorusudur. Bu soru; “kim yönetecek, Allah mı, insan mı?”, “yasaları kim belirleyecek, Allah mı, insan mı?” gibi karşılaştırmalarla açılım gösterir. Halbuki bu tartışma çözüm arayan zihniyet için doğru bir başlangıç noktası değildir; bir paradokstur, elma ile armudun karşılaştırılması gibi bir şeydir. Hakkaniyete uygun olmayan bir karşılaştırmadır. Allah ile insan ayrı ayrı birer terazi kefesine konursa peşinen Allah ağır basacaktır. Allah’ın isminin olduğu yerde başka bir neticeye varmak mümkün olamaz. Oysa tartışmayı bu noktadan başlatanlara sorulması gereken birkaç basit soru vardır: Allah nasıl yönetecek? Ve Allah nasıl yasa belirleyecek? Herhalde hiç kimse Yüce Allah’ın yeryüzüne tecelli edip insanların başına geçmesini beklemiyor. Peki kim hükmedecek? Doğal olarak Allah’ın adına birileri... İşte böyle denildiği andan itibaren terazinin kefesine Allah ile insan değil, insan ile insan konulmuş olur. Şöyle bir farkla ki, bir tarafta Allah adına konuşan
Toplumsal uzlaşının İslam üzerine değil,
insan, bir tarafta kendi adına konuşan insan...
İslam’ın ve insanlığın ortak değerleri olan
Peşi sıra şu soruyu sormak gerekiyor: Seçtiği
adalet ve ahlak üzerine oluşması, günümüz
peygamberler haricinde Allah adına konuşma
şartları çerçevesinde desteklenmesi gereken
yetkisine sahip bir insan olabilir mi? Böyle
bir tutumdur. İdeoloji, milliyet, ırk, renk ve cins
bir yetkiye sahip olmadığı halde Allah adına
gibi dayatmaların olmadığı, toplumu inancında
konuşan bir insan, farkında olmadan kendisini
serbest bırakan ve her toplum kesiminin kendi
O’nun yerine koymuş olmaz mı?
inancını ifade etmesine, öğretmesine imkan veren bir anayasa fikri ise toplumsal uzlaşı için iyi bir zemin teşkil eder. Böyle bir anayasal zemin üzerinde Müslümanlar, adalet ve ahlak ilkeleri çerçevesinde muhalefet yapabilir ve toplumu o çizgide dönüştürmek için çaba sarf edebilirler. Ancak sivil toplum faaliyetleriyle bütün yeryüzünde adaleti gerçekleştirmeye çalışmak için günümüz şartlarında imkanlar yeterince geniş değildir. Devlet desteğine ve devlet temsiliyetine ihtiyaç vardır. Bu yüzden çatısı altında yaşamaya razı oldukları devletin anayasasında, toplumu oluşturan bütün unsurlar adına yeryüzünde adaletin ve ahlakın savunuculuğunu yapmayı taahhüt etmek gibi bir
yön arayabilirler ve talep edebilirler.
52
3. Hukuk sistemi:
Kısacası doğru soru şudur: “Kim hükmedecek? Kendisini Allah’ın temsilcisi olarak görüp hakimiyetine ilahi kılıf oluşturan insan mı? Yoksa imtihanının bilincinde olup, bu bilinçle doğru şeyler yapmaya çaba gösteren insan mı? Kendisini Allah’ın temsilcisi olarak gören insan kendisinin doğrularından başka doğru kabul etmez. Sorgulanmaya, eleştiriye ve muhalefete kapalıdır. Halbuki imtihan bilinciyle hareket eden insan, doğru şeyler yapmaya çalışırken yanılabileceğini bilir ve işlerini azami ölçüde “danışarak” görmeye çalışır ki, kendi kusurlarından kaynaklanan hatalar en aza insin. Kimin yöneteceği konusundaki bakış açısı hukuk sisteminin oluşması noktasında da
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
aynen geçerlidir. Bugünün dünyasında
açmıştır. Takip eden süreçte nesiller değiştikçe
Kur’an’da hiç bahsi geçmeyen birçok suç
bu zararlı alışkanlığın müptelaları da belirgin bir
alanı oluşmuştur (internet suçları, medya
şekilde azalacaktır. İnternet filtresi de benzeri
suçları, çek-senet yolsuzlukları, ticari suçlar,
bir mantığın sonucudur. İnternet hizmeti veren
vergi kaçakçılığı, gümrük yolsuzlukları vs.).
firma, hizmetini; biri sınırsız, biri porno siteleri
Bu noktada sorumluluk Kur’an’ın zihniyetiyle
engelleyen, biri ise çocuklar için sakıncalı
donanmış Müslümanlara düşmektedir. Adalet
her türlü siteyi engelleyen üç paket haline
ve ahlak ilkeleri çerçevesinde; günümüz
getirmiştir. Burada ortaya çıkan “moral sınır”,
yasama kurumlarını onlar belirleyecek, yasama
zaman içerisinde porno siteleri engelleyen
faaliyetlerini onlar yerine getirecek ve uygun
paketin daha da yaygınlaşmasını sağlayacaktır.
yasaları onlar çıkaracaktır. Bunları yaparken de; - Güçler ayrılığı”
Bu yöntem zararlı alışkanlıkların yaygınlaşmaması ve toplumun ifsadını
2
- Hukukun üstünlüğü
kolaylaştıran araçların engellenmesi noktasında her alanda başvurulan bir yöntem haline getirilebilir. Ve bunun sonucunda, toplumsal
- Hukuk devleti
uzlaşma ve ikna yöntemleriyle, ağır ağır; adil ve
- İnsan hak ve hürriyetleri - Despot değil garson devlet gibi kavramlar teorik zemin için iyi bir başlangıç
ahlaki olana doğru giden bir seyir yakalanabilir. 4. Ekonomide adalet:
Ekonominin, insanlık tarihinde hiç olmadığı
noktası oluşturacaktır.
kadar merkezi ve önemli bir konuma geldiği
Tabii önemli bir mesele de bu başlangıç
olarak en zor konulardan birisini ekonomi
noktalarından hareket edildikten sonrasıdır. Günümüz için geçerli yöntem, İslam’ın yaklaşımında da temel olan “tedric” ve “ikna” yöntemleridir. İçkinin yasak kılınması olayındaki yaklaşım tarzı bu noktada iyi bir örneklik oluşturur. İçki birden bire değil, toplum hazır hale geldikçe ve ikna oldukça aşama aşama yasaklanmıştır.
bir dünyada yaşıyoruz. Bunun doğal sonucu oluşturmaktadır. İnsanlık eskiden olduğu gibi geçimini tarımdan, hayvancılıktan veya savaş ganimetlerinden sağlayamıyor. Ganimet gelirleri neredeyse tamamen ortadan kalktığı gibi, tarım ve hayvancılık gelirleri de günümüz ekonomilerinin en düşük halkalarıdırlar. Geçmiş zamanlarla kıyaslanamayacak ölçüde çeşitlilik, çeşitlilik ölçüsünde teferruat ve teferruat ölçüsünde de istismar noktaları oluşmuştur. En
Bu yaklaşımın benzeri olumlu örnekler, şartların ve toplum zihniyetlerinin değiştiği günümüzde de olumlu sonuçlar vermektedir. Günümüz Türkiye’sinde gerçekleştirilmiş sigara yasağı ve servis sağlayıcı firma tarafından yürürlüğe sokulmaya çalışılan internet filtresi bu olumlu örnekler arasında sayılabilir. Sigaraya karşı yasaklayıcı bir tavırla yaklaşılmamış, ancak bu zararlı alışkanlığın başkalarına zarar vermemesi için kısıtlayıcı tedbirler alınmıştır. Her kısıtlayıcı tedbir sigara içimini biraz daha zorlaştırmış ve çoğu kimsenin sigarayı bırakmasına yol Günümüz siyaset felsefesinde yönetim; yasama,
2
önemlisi de bir zincirin halkaları gibi bütün ülke ekonomilerinin birbirine bağımlı ve birbirine muhtaç hale gelmiş olmasıdır. Bunun sonucudur ki, küresel gelişmeleri ve dengeleri göz önünde bulundurmadan yapılan bölgesel düzenleme ve operasyonlar ekonomik dengelerin alt üst olmasına yol açmaktadır. Ülke ekonomilerinin birbirine bağımlılığı, ekonomik gücü elinde bulunduran aktörlerin bir diktatörlük kurmalarını sağlamıştır. Görünen devlet yapılarının arkasında, finans hareketleri, bankalar ve şirketler aracılığıyla bütün dünyayı ahtapot gibi saran bir görünmez güç vardır.
yürütme ve yargı erkleri arasında paylaşılmıştır. Bunlar
Paranın gücü ve finansal hareketlerin yıkıcı
birbirlerini denetleyici, dengeleyici ve tamamlayıcı
etkisiyle devletleri yönlendirmeyi ve yönetmeyi
görevler görürler. Bu durum güçler ayrılığı ilkesi olarak
başarmaktadır. Faiz ve spekülasyon aracılığıyla;
ifade edilir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
53
zengini daha fazla zenginleştiren, fakiri de daha fazla fakirleştiren bir zulüm düzeni ortaya çıkmıştır. Mütemadiyen emeği sömürmekte, zayıfları her geçen gün açlığın pençesine doğru
Küresel aktörler değişmeden, bir ülke ekonomisinde sadece bazı iyileştirmeler
ittirmektedir.
yapılabilir ve göreceli bir refah oluşturulabilir.
Bu zulüm düzeninin karşısına adil çözümler ve
soyan uluslararası fonlara, yerel sanayilerin
adalete dayalı bir meydan okumayla çıkmak hiç
oluşmasını engelleyen çok uluslu şirketlere,
de kolay değildir. İnsanlara mal biriktirmemeyi
sıcak para hareketlerine, faiz ve döviz oranlarına
tavsiye etmek ve hatta yasaklamak, paylaşmak
müdahale etme gücüne ulaşmadan gerçek
gerektiğini öğütlemek ve hatta paylaşılması
anlamda bir iyileşme sağlanamaz. Tabii bunlara
gereken kısım için sınırlar belirlemek iyi niyetli
müdahale gücüne ulaşıldığında da sadece kendi
saf yaklaşımlar olarak bir değer taşımaktadır.
ülke insanlarınızın değil, bütün ezilmişlerin
Bunlar en azından bireysel duyarlılıkların
sorunlarını çözmüş olursunuz.
Halbuki, faiz ve spekülasyon yoluyla ülkeleri
artmasını sağlayabilir. Ama ekonomi kaynaklı hegemonyanın ve bu hegemonyanın yol açtığı zulmün ortadan kalkması için yeterli değildir. Çünkü bu tavsiyeler bir devlet politikası haline getirilmiş olsa, çok kısa bir zamanda ekonominin çökmesi engellenemez. Ekonomilerin birbirine bu kadar bağımlı olduğu bir dünyada sermaye, kendisine dokundurmayan ürkek bir kuşa dönüşmüştür. Birazcık ürküttüğünüzde, mesela; “zenginlerden daha fazla vergi alalım”, “vergilendirmeyi gelir üzerinden değil servet üzerinden yapalım”, “bankada atıl durumda olan serveti de vergilendirelim”, “borsa kazançları da vergiye tabi olsun” cümlelerinden herhangi birini telaffuz etmeye kalkıştığınızda; arkasında bir kriz bırakarak anında başka ülkelere göçmektedir. Ve sistem öyle kurulmuştur ki, polisiye tedbirlerle bu göç engellenememektedir. Finansal yöndeki bu bağımlılık yanında ekonominizi güçlendirmek için çabalasanız, mesela; kendi arabanızı, kendi uçağınızı ve kendi askeri araçlarınızı kendiniz imal etmeye kalksanız; uluslararası şirketlerle rekabet etmek gibi bir duvarla karşılaşırsınız. Maliyetleriniz tutmaz, teknolojiniz yetersiz kalır ve fiyat tutturamazsınız. Daha da olmazsa küresel finans oyunlarıyla sanayinizin ve ekonominizin çökmesi
54
ondan daha büyük bir mücadeleye ihtiyaç vardır.
Bu değerlendirmeler ümitsizlik oluşturmak için yapılmamıştır. Meseleyi doğru anlama çabası olarak değerlendirilmelidir. Meseleyi algılama biçimimiz, “nasıl müdahale edeceğiz?” sorusuna da şöyle cevap vermemizi gerektiriyor: a. Bir ülke coğrafyası ölçeğinde oluşacak çözümler açısından Kur’an’da kölelik meselesiyle ilgili yaklaşım bir örnek olabilir. Kur’an onaylayacağı bir ilişki tarzı olmamasına rağmen köleliği yasaklamamıştır. Çünkü kölelik bir alışkanlık değil bir zihniyet meselesidir. Köleliğe alışmış olan bir insanı özgür bıraksanız ve hatta işleyeceği toprak ve bakacağı hayvanlar verseniz, o yine de kendi başına geçimini sağlayamayacaktır (ona verilecek toprağı ve hayvanı nereden bulacağınız meselesi de başka bir sorundur). Zihniyetin terk edilmesi için nesillerin devretmesi gerekecektir. Dolayısıyla Kur’an toplumsal bir faciaya yol açmamak için köleliği yasaklamamış ama kölelere adil davranılmasını emrederek, köle azat etmeyi özendirerek ve çeşitli suçlar karşılığında köle azat etme zorunluluğu getirerek yasaklanacak süreci
sağlanabilir.
başlatmıştır.
Ekonomik diktatörlükle başa çıkmanın yolu,
Günümüzün sorunları olan gelir
küresel güç merkezlerine meydan okuyacak bir
adaletsizliği, yoksulluk, açlık gibi
güç altyapısı oluşturmaktan geçer. Bir ülkedeki
problemleri de bu çerçevede
sistemi değiştirmek için nasıl tek tek bütün
değerlendirebiliriz. Yani bunlar bir anda
toplumsal aktörlerle hesaplaşmak ve onları alt
ortadan kaldırılabilecek, sona erdirilebilecek
etmek gerekiyorsa, ekonomik diktatörlükle başa
sorunlar değildir. Düzelmesi için belki
çıkabilmek için ondan daha uzun bir sürece ve
nesiller gerekecektir. Ama adaleti temsil
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
eden bir devletin; asgari ücreti vergi dışı
derman olabiliriz. Ancak bunun için İslam’ın
bırakmak, asgari ücreti makul bir seviyeye
yeryüzündeki iddialarını doğru anlamamız
çıkarmak, kayıt dışı ekonomiyi engellemek,
ve bu iddiaların hayatın değişik alanlarında
vergi sistemini adil hale getirmek,
nasıl hayata geçirileceğini projelendirmemiz
sahipsizleri ve kimsesizleri koruyup
gerekiyor. Bu noktada yeterli ve yetkin değiliz.
kollayan kurumları azami iyileştirmek vs.
Her dönemin ihtiyaçları ve şartları farklı olduğu
gibi tedbirler alması; böylece, fakirliği sona
için geçmişten devraldığımız çözümler sadece
erdirecek süreci başlatması gerekir. Küresel
yol gösterici olabilir.
sömürüye karşı eli güçlendikçe de bu tedbirleri artırarak sürdürmesi icap eder. b. Fakat bununla birlikte (ekonomik sorunların
Kendi önerilerimizi oluşturmayı başarmak zorundayız. Bunun yolu ise ya uzmanlaşarak, ya da uzmanlarla çalışarak insanlığın sorunlarına
nihai olarak küresel ölçekte çözüm
çözüm aramaktan geçer. Adalet ve ahlak
bulabileceği gerçeğini de göz önünde
ilkelerinin hakemliğinde; iyi ve doğru olanları
bulundurarak) küresel finansal diktatörlükle
sürdüren, eksik olanları tamamlayan ve
mücadeleye girişmesi gerekir. Bu mücadele
yanlış olanları değiştiren bir yaklaşım tarzı
sadece ekonomik alanda verilecek bir
göstermeliyiz.
mücadele değildir. Genel anlamda bir güç ve nüfuz mücadelesidir. Küresel aktörleri ve küresel düzeni değiştirme mücadelesidir. Bu alanda başarı kaydettikçe eli güçlenir ve hem kendi coğrafyasında halkını daha çok memnun etme imkanı elde eder, hem de dünya ölçeğinde adaletin ortaya çıkmasını sağlar. Küresel sömürünün en önemli araçları olan faiz ve spekülasyon nihai anlamda ancak bu yolla kaldırılabilir. Sıcak para hareketleri, küresel fonların yıkıcı etkisi, tekelleşme gibi mikroplar ancak
böyle temizlenebilir.
Sonuç: Hayatın kimi alanlarına nasıl müdahale edilebileceği, buralarda adil/İslami bir yaklaşımın nasıl sağlanabileceği konusunda bazı fikirler ortaya koyduk. Başta söylediğimizi burada da tekrar etmemiz gerekiyor ki, biz bunları bir uzman vukufiyetiyle yapmadık. Bunlar sadece dini bilmekle çözümlenebilecek konular değildir, konunun uzmanı olmayı gerektirir. Maksadımız sadece Müslümanlara bir ufuk sunmak ve düşünceye bir istikamet kazandırmak idi. Hamasi söylemlerin kolay karşılık bulduğu dönemler geride kaldı. İnsanlık yeni bir dönüm noktasından geçiyor ve çok ciddi problemlerle karşı karşıya. Acilen yeni çıkışlara ve çözümlere ihtiyacı var. İşte bu noktada, bugünün Müslümanları olarak bizler insanlığın dertlerine
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
55
Dosya: İslam Modern Dünyaya Nasıl Müdahale Edecek?
Bilginin
İslamileştirilmesi İsmail Raci Faruki Aynı İsimli Kitaptan İslamiYorum tarafından Özetlenmiştir Toplumun ıslahı, zulüm
eğitim mantığı ve yöntemi ile mevcut bütün
odakları tarafından yaratılan
imkânlardan istifade edilerek yapılması
fesadın bertaraf edilmesi için
gerektiğini belirtiyor.
İslam dünyasından yükselen birçok öneri bulunmaktadır. İslam dışı, özellikle de Batı kaynaklı dünya görüşü önerilerinin tüm dünyayı sardığı dönemden beri bu önerilerin önemi daha da artmıştır. Batı’nın yarattığı toplumsal deformasyonlara karşı olmayı da içine alan, Müslümanların önerilerinin çoğunluğunda siyaset, devlet, hâkimiyet gibi konuların daha öncelikli olduğu görülmektedir. Bu önerilerden hiçbirinin, eğitim, kültür, iman, salih amel, güçlü bireylerin inşası gibi asli konuları atladıkları, tepeden inme bir yöntemle toplumun değişeceğini düşündükleri tabii ki söylenemez. Ancak siyaset, hâkimiyet gibi konuların merkezi olmasından hareket eden yaklaşım, atlanmayan bu asli konulara da sirayet edip şekil vermektedir.
ne düşündüğü takip eden sayfalarda mevcut. Bizce bu öneri dikkate alınması gereken önemli bir öneridir. Siyasetle ilişkilendirilmesi, ne kadar mümkün olup olmadığı gibi yönlerden eleştiriler getirilebilir ancak İslam dünyasının mevcut, hatta gelecek sorunlarının çözümünde eğitimin merkeze alınması son derece önemlidir. Zira toplum, yöneticilerinin değişmesi ile değil bireylerinin değişmesi ile değişebilir. Bu değişimi de yönetici sınıf ve yönetim gücü değil iyi bir eğitim anlayışı ve bunun uygulanması başarabilir. Müslüman camiaların, bireylere İslami bilinç kazandırma çabalarının takdir edilmesi gereken birçok yönü var. Fakat bu çabalar hem Müslüman toplumun tamamına ulaşamıyor, hem de resmi örgün eğitim ile çatışmaktan kurtulamıyor. Diğer yandan okullardaki bilimsel
İsmail Raci Faruki’nin “Bilginin İslamileştirilmesi” diye isimlendirilebilecek önerisi bu bakımdan dikkat çekicidir. O, bu önerisinde toplumun dönüştürülmesinin, Batı’nın her türlü emperyalizmine karşı koymanın, zulmün ilga edilip insani ortamların temin edilmesinin eğitim yoluyla başarılabileceğini söylüyor. Ve bunu, acilen uygulamaya konulması gereken bir çare olarak öneriyor. Bu eğitimin, örgün
56
Ne önerdiği ve bunun nasıl uygulanacağı ile ilgili
derslerin konuları, dikkate değer konular olarak görülmediği ya da buna zaman olmadığı için bunlar, eğitim programlarında yer almıyor. Batılı değerlerin hâkim olduğu disiplinlere karşı tavır sorunu birçok sebepten dolayı sürüp gidiyor. Beşeri ilimlerin mevcut durumlarının Batı tarafından geliştirilmiş olması ve Batı değerlerinin bunlar üzerindeki egemenliği Müslümanların bu ilimlere karşı bir tavır ortaya
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
koymakta farklı problemler yaşamasına neden oluyor. Batılı bilimleri değerleriyle birlikte alıp kullanmanın ya da dayandığı değerler nedeniyle bütününü reddetmenin problemli olduğu malum, ama onu değerlerinden arındırarak alıp kullanmanın problemsiz olduğunu söylemek de zor. Konunun daha temelli ve kuşatıcı çözümlere ihtiyacı var. İslam dünyasında gençlerin büyük bir çoğunluğu cemaatlerden ve ailelerinden gelen İslami bilgi/eğitim ile resmi eğitim arasında kalmış durumda. Halen de Batı değerlerini yansıtan resmi eğitim daha zengin bir donanıma sahip. Gönülleri İslam’dan yana olanlar bile Batılı eğitime karşı inandıklarını haykırmak biryana savunmakta bile acziyet yaşamaktalar.
Önerisinde İsmail Raci Faruki, Şunları söylüyor: I. Sorun A. Ümmetin Bunalımı Müslümanlar yenildi, kitleler halinde kıyıldı, toprak ve servetleri, hayat ve umutları çalındı. Aldatıldılar, sömürgeleştirildiler. Zorla veya rüşvetle başka dinleri kabullendiler, Batılılaştırıldılar. Her yerde ve her anlamda saldırıya uğrayan Müslümanlar sayısız iftiraya da maruz kalmıştır. Onlar, saldırgan, yıkıcı, kanun tanımaz, medenileşmemiş, tutucu, köhne ve çağ dışı bir mahlûk olarak gösterilmiş; dünyanın gözünden düşürülmüştür. İslam âlemi, iç bölünme, kendini tahrip etme, savaş ve dünya
Okul müfredatları gençleri yıllarca meşgul ediyor, ama ortaya kimlik ve kişilikleri karışık bir gruptan başka bir şey çıkmıyor. Bu sadece İslam’ın doğru ve gerektiği gibi öğretilememesinden de kaynaklanmıyor. “Bilinçli” Müslümanların bile özellikle sosyal bilimler alanında Batılı anlayış ve kavramların etkisi altında kaldıklarına, bunlara alternatif geliştiremediklerine, kullandıkları kavramlara inançları doğrultusunda gerekli müdahaleleri yapamadıklarına dair birçok örnek verilebilir. Bu müfredatların bütünüyle reddedilmesi hiçbir problemi çözmediği gibi modern dünya karşısında Müslüman gençleri daha da zayıf düşürüyor. İslam dünyasındaki eğitim kurumlarında görülen problemlere karşı bulunabilecek temelli ve köklü çareler ümmetin sorunlarının çözümünde ciddi mesafelerin kat edilmesini sağlayabilir. İsmail Raci Faruki’nin
barışını tehdit etme, aşırı zenginlik ve aşırı fakirlik, açlık, kolera gibi niteliklerle tanıtılmıştır. Üzerinde oturdukları toprakların genişliği, zenginliği ve jeopolitik önem, nüfuslarının bir milyarı geçmesi, dinleri olan “İslam’ın bütüncül, yararlı, yaygın ve gerçekçi oluşu Müslümanların yenilgi, aşağılanma ve yanlış tanıtılmalarını daha da tahammül edilmez hale getirmektedir.” B. Bunalımın Belli Başlı Etkileri 1. Siyasi Yönden: Ümmetin içine birçok yönden tefrik unsurları yerleştirilmiştir. Bölge, çoğu yapay sınırlarla ayrılmış, ülkeler arasına anlaşmaları mümkün olmayan ihtilaflar sokulmuştur. Ülke içinde de ihtilaf kaynağı olabilecek farklar körüklenip ayrışma ve çatışma sebebi haline getirilmiş, halkın bir kısmı Hıristiyan olmaya zorlanmış, gayri Müslimlerin kendilerini Müslümanlarla çatışmaya itecek bir
önerisi bu bakımdan dikkate değer.
kimliğe sahip olmaları temin edilmiştir. Kendi
Faruki, bu önerisini Uluslararası İslam
oluşturmaları çeşitli desiselerle engellenmiş,
Düşüncesi Enstitüsü ve İslamabad’daki İslam Üniversitesi’nin Ocak 1982’de Pakistan’da düzenlediği bir seminerde gündeme getirmiştir. Enstitü mütevelli heyeti başkanı ve müdürü Faruki’nin, bir proje şekline dönüştürdüğü ve seminerde sunduğu, “Islamisation of Knowledge-General Principles and Workplan” adıyla kitap halinde de basılan önerisi, Risale Basın Yayın tarafından 1985 yılında “Bilginin İslamileştirilmesi, Genel İlkeler ve Çalışma Planı” adı altında Türkçeye de tercüme edilmiş ve basılmıştır.
içlerinde ve komşu bir başka ülke ile birlik ufukları kapatılmıştır. Halkın iradesinin her yönden önüne geçilmiş ülkelerin çoğunun idaresi askerin eline verilmiş veya askeri vesayete mahkûm edilmiştir. 2. Ekonomik Yönden: “Ümmet gelişmemiş ve geri kalmış durumdadır.” Okuma-yazma oranı oldukça düşüktür. İmalat ve üretim ihtiyacın altında olduğu için sömürgecilerden ithalatçı durumundadır. Gıda, giyecek ve enerji bakımından kendine yeten İslam ülkesi yoktur. Sömürgeci güçlerin ambargosu durumunda
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
57
açlık tehlikesi söz konusudur. Yerel üretimin
“Ümmetin bunalımının kaynağı ve güç merkezi
rekabet şansı bulunmamakta, Müslüman ülkeler
hiç kuşkusuz mevcut eğitim sitemidir…
sömürgeci güçlerin sanayisini ithal etmekte;
İslam’dan, onun kültür birikimi ve üslubundan
bu sefer de üretim için onların hammaddesine
uzaklaşmanın gerçekleştiği ve sürdürüldüğü
mahkûm olmaktadır. Bu üretim, yerel doğal
yerler okullar ve fakültelerdir.” Mevcut eğitim
ihtiyaçları değil sömürgeci reklamlarla ihtiyaç
sitemi ile Müslüman gençlik, yorulup yıkılmakta,
hissettirilen ürünleri üretmektedir. Müslüman
geçmişiyle irtibatını koparıp tabii merakları yok
ülkelerin en başarılı olacakları alan tarımsal
edilmekte, İslam’a duyduğu ilgi, bilincine şırınga
üretimdir. Ancak burada da üretim maliyetleri
edilenlerle bulandırılmaktadır.
toprak ağalarının tutumları, yüksek vergiler emeğin, ithal malın pazarı durumundaki şehirlere göçmesine neden olmaktadır. Allah’ın bir bağışı olan petrol de dertlere derman olmamaktadır. Petrol çıkaran ülkelerin nüfus yoğunluğu genellikle azdır. Petrol gelirleri ırkçı yönetimlerin elindedir ve onlar da elde ettikleri geliri, iç kavgalarla güvenlik zafiyeti gösteren Müslüman ülkelere değil daha güvenilir buldukları Batı’ya aktarmaktadırlar. Zirai ve sanayi üretimi için sermayesizlikten kıvranırken
1. İslam Âleminde Eğitimin Bugünkü Durumu: Yeni kurulan okullar İslamlaştırma adına gayri İslami propaganda hususunda cüretkâr davranmakta, Müslüman gençlerin büyük çoğunluğunu etkileyip zehirlemektedir. İslami eğitim devletin mali desteğinden mahrum, özel çabalarla sürmektedir. Resmi destekler çağdaşlık ve ilericiliğe öncelik vermektedir. Okullar içindeki İslam’la ilgili dersler zayıf ve yetersizdir. İslami bölüm ders programı tutuculuk, çıkarcılık
servet sömürgeci bölgelere akmaktadır.
ve realiteden mahrumiyet etkisi altındadır,
3. Dini-Kültürel Yönden: Geri kalmışlık
etme özelliği yoktur. Modern okulların önü açık,
batıl inançların yayılmasına da yol açmıştır.
imkânları geniş iken klasik okulların geleceği
Bu tür inanışlar, mutluluğu kör inanışta
yoktur. Müslüman hükümetler, üniversite
aramaya, yüzeysellik ve kaba softalığa,
yönetimleri, gençliğin yıkılan moralleri ve
ruhunu teslim etmeye yöneltmiştir. Bunlar
İslam’dan sürekli uzaklaştırılmalarıyla ilgili tedbir
zaaf noktalarını oluşturmakta, modern
almamaktadır. Batılı eğitim sistemine doğru
dünyanın saldırıları karşısında paniğe neden
yarış devam etmekte, İslami eğitimin gelişimi ve
olmaktadır. Islahat bu zihinlerde Batılılaşmayla
modernleşmesi için adım atılmamaktadır.
örtüşmektedir. Batılılaşma eğilimli Müslüman önderler bunun zararların kestiremediler. Cehaletleri, Batılı anlayıştaki Tanrı, insan ve varlıkla ilgili Batı ideolojisinin toplumlarına ve eğitimlerine nasıl sinsice sızdığını fark etmelerini engelledi. Sömürgecilerin kültürel saldırılarıyla Müslümanların dinlerine, inançlarına ve geçmişlerine güvenleri sarsıldı. Onların manevi güçten mahrum edilmesi daha kolay köleleştirilmelerine imkân tanıdı. Müslümanların günlük hayatından, basın yayınların ve medyalarından, davranışlarından, şehir yapılarına kadar birçok şeyleri kolayca Batılı biçimlere büründü. Kesimler arasındaki uçurumlar arttı. “Müslüman kendini Batılılaştırdığı oranda berbatlaştırdı. Kendini ne İslami ne de Batılı sayılabilecek çağdaş bir
mezunlarının diğer okul mezunlarıyla rekabet
2. Görüşsüzlük: “Elde edilen sonuç Batı modeli değil, onun bir karikatürüdür.” Batı eğitim modeli de kendi içinde bir düşünceye dayanmaktadır. Binalar, dersler, konferanslar taklit edilebilir ama “temel görüşün tabiatı taklide müsait değildir.” Bunun için de Batı’daki yaratıcılık burada tezahür etmemektedir. İslam âlemindeki düşük standart sorunu, bu temel görüş yoksunluğunun doğal sonucudur. “Bilgi peşinde koşma ruhsuz mümkün değildir.” Ruh, din, dünya ve hakikat görüşüyle yani dinle yansıtılan bir şeydir. Batı’ya gidip eğitim alanlar, sınırlı ve ekonomik hedeflere sahip olduğu, Batı’nın değerlerini de tam olarak özümseyemediği için kendi ülkesine döndüğünde edindiği makam ve maaşla yetinmekten başka ne zamanı, ne
kültür garibesine dönüştürdü.”
enerjisi ne de arzusu bulunmaktadır. İslam
C. Bunalımı Besleyen Damar
ama Batı düşüncesinden de yoksun olduğu
âleminde öğretilen konular Batı’dakilerin kopyası için hem mezunları modernleştirmekte, hem
58
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
İslam’dan uzaklaştırmakta, hem de hiçbir şey
tecrübesiz kadronun, Batı’nın taklit edilmesini
bilmedikleri halde bilgiç davranmalarına neden
bertaraf etmek için bir fırsattır. Hükümetler bu
olmaktadır. Batılı disiplinlerde mükemmelleşme
kurumlar üzerinde katı denetimler uygulamak
ihtimali yoktur. Çünkü bunun için o alandaki
yerine, eğitim kurumlarına ayırmaları gereken
bilginin bütünselliğini kavramak ve bunun için
yeterli miktarı onların tasarrufuna sunma
de bir davaya sahip olmak, başkalarını geçme
inceliğini göstermelidir. Bu eğitim kurumlarının
arzusuyla yanıp tutuşmak gerekir. “İslam
kendi giderleri için edinecekleri vakıf gibi
âlemindeki üniversite öğrencisi, ders kitabı ve
kaynaklara engel olunmamalıdır. Çocuklarını
sınıfta kendisine sunulan yabancı ideolojiler
geleceğin aydınlığı için imkân olarak görmesi
karşısında, tank ve makineli tüfeği kılıç-
gereken veliler de elinden geleni yapmalıdır.
kalkanla cevaplayan bir asker kadar çaresizdir.
Gençlerine gerekli önemi vermeyen ümmetlerin
İslam âleminin hiçbir tarafında İslami görüş,
geleceğinden hayır gelmez. Eğitimcilerin ne
Batı’daki orta dereceli okullarda Batı geleneğinin
öğretecekleri nelerle ilgilenecekleri de siyasi
öğretildiği ısrar, evrensellik, ciddiyet ve bağlılıkla
iktidarların baskısı altında olmamalıdır.
her düzeydeki öğrencilere okutulmamaktadır.” II. GÖREV
B. İslami Görüşü Aşılama Müslüman gençlerin İslam dışı eğitimcilerin
“Hicretin 15. yüzyılında ümmetin karşı karşıya
ve eğitim anlayışının eline terk edilmesine son
bulunduğu en ciddi görev eğitim sorununu
verilmelidir. “Her Müslüman genç din, ahlak,
çözmektir. Eğitim sistemi ters-yüz edilip hataları
hukuk, tarih ve İslam kültürü konularında
düzeltilmedikçe ümmetin gerçekten ihyası için
eğitim görmelidir.” Küçük yaşlarda babadan
umutlanmamalıdır. Yapılması gereken, sistemin
ve çevreden edinilen İslami bilgi doğru olsa
yeni baştan biçimlendirilmesidir. Müslümanların
bile muhakeme kabiliyetinin gelişmediği
eğitilmesindeki mevcut ikiliğe, sistemin İslami
dönemde alınmıştır. Bu bilgi üniversite çağında
ve Batılı eğitim olarak iki değişik tarzda
bilimsel iddialara dayalı, objektif görünümlü
düzenlenmesine kesinlikle bir son verilmelidir.
Batılı bilgi ve medya bombardımanı karşısında
İki tarz birleştirilip kaynaştırılmalıdır; ortaya
tutunamamaktadır. “Bir kültür bilgici, ne İslam’ı
çıkan yeni sisteme İslami anlayış egemen olmalı
ne de Batı’yı bilen bir tip, o an gönlünü okşayan
ve o ideolojik programının ayrılmaz bir parçası
sözler sarf eden herkesin peşinden gitmeye
olarak çalışmalıdır. Ne Batı’nın körü körüne
hazır bir zavallı haline gelmesine şaşmamak
taklidi olarak kalmasına müsaade edilmeli, ne
gerekir.”
de kendi başına bırakılmalıdır… Eğitim sisteminin bir görevi bulunmalıdır; bu görev de İslami temel görüşü yerleştirmek ve onu zaman-mekân planında gerçekleştirmekten başka bir şey olamaz.” Bunun için bütçeden gerektiği kadar miktarın ayrılması ve bunun doğru kullanılması, öğretmenlerin ihmal edilmemesi gereği
1. Zorunlu İslam Medeniyeti Dersi: “Üniversite düzeyindeki bu İslam’dan uzaklaştırmanın tek panzehiri dört yıllık zorunlu İslam Medeniyeti dersidir.” Gayri Müslimlere de içinde bulundukları toplumun dayandığı temelleri ve mahiyetini tanımak için bu ders zorunlu olmalıdır. “İslam
unutulmamalıdır.
kültürünü almayan, toplumu ile bütünleşmeyen
A. İki Eğitim Sistemini Birleştirme
anlayışa karşı koymaya, görüşe görüşle
tek kişi bile kalmamalıdır.” Bu ders istilacı
“İlk ve orta dereceli medreselerle üniversite düzeyindeki külliye ve camialardan meydana gelen İslami eğitim sistemi, orta ve yüksek dereceli Batılı okul sistemi ile birleştirilmelidir.” Bu birleştirme her ikisinin (klasik ve modernin) iyi yönlerini alıp kötü yönlerini terk etmek, devletin mali kaynakları ile İslami görüşü bir araya getirmek, köhnemiş kitaplarla
karşı çıkmaya, objektif delile objektif delille karşı koymaya imkân tanıyacaktır. İslam medeniyetinin mantığını, ümmetin nereye gitmek istediği/gitmesi gerektiğini kavramak, gururla başkalarını da buraya davet etme bilinci kazandıracaktır. Müslüman’ın kendi geçmişini ve tarihe nasıl kök saldığını bilmeden, bunları sağlayan değerlerin tezahürlerine duygularıyla da bakıp nüfuz etmeden başka
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
59
medeniyetler karşısında var olamaz. Çağımızda
hâkimiyetinde yeniden düzenlenmesine ihtiyaç
medeniyetlerin birbirine müdahalesinin gelişen
vardır.
iletişim imkânlarıyla daha da değiştiğini göz önünde bulundurursak, medeniyeti anlamak ve onu içselleştirmenin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Medeniyetin idraki onun sadece bir ders olarak işlenmesinden ibaret olamaz. Derinlikli konuları tedris etmek için daha çok ilahiyatlarda âlimler yetiştirilebilir. Ama öncelikli husus bilincin ümmete yaygınlaştırılmasıdır. “Herkes hastalığa karşı aşılanmadıkça ümmeti korumak mümkün değildir.” İslam nasıl hayatın bir alanına, bir mekâna hapsedilemezse bir okula, bir bölüme de hapsedilemez. O halde dört yıl boyunca değişik aşamalarla işlenecek dersin amacı bütün bölümlerdeki öğrencilerin İslami olarak belli bir bilinç seviyesine ulaştırılmasıdır. 2. Modern Bilginin İslamileştirilmesi: Sadece İslam’ın ve İslam medeniyetini öğretilmesi ile hedefe ulaşılamaz. Beşeri ilimlerin de eğitim programı içine alınması gerekir. Müslümanlar gerileme döneminden önce beşeri bilimlerde, kendi dünya görüşlerini bu bilimlere egemen kılarak başarılı adımlar attılar. Bugün hemen her disiplinin tartışmasız önderi Batılılardır. Müslümanlar da bu bilimleri Batılı değerlerin hâkimiyetinde Batılılardan öğrenmektedir. Böylece de Batılılaştırılmaktalar. Bu durum değişmelidir. Müslümanların modern disiplinleri tam olarak öğrenmesi, anlaması ve disiplinlerin sunduklarına tam olarak hâkim olması gerekir. Bu hâkimiyet sağlanmadan bunların İslami değerler çerçevesinde düzenlenmesi, ayıklanması, reform edilmesi, zararlı ve yararlı yönlerinin tespit edilmesi mümkün olmaz. Modern bilimler gereklidir, eğitimi de şarttır ancak İslam’ı ve modern bilimleri çok iyi bilerek aralarındaki irtibatın doğru sağlanması gerekir. Daha önce ıslahatçıların hatası, Batılı bilginin İslam’la çelişkisinden gafil olarak Batı’nın bilgisini ve gücünü elde etmekti. Modern bilim ve bilginin İslam’la irtibatını sağlamak için yetkin kadroların, programlı korkusuz ve fedakârca çalışması gerekir. Bu, bugün yapılacak en önemli iştir. Diğer dünya görüşleri dünyada uzun vadeli eğitim programları sayesinde hayat buldular. İslam da eğitimden bağımsız olarak hayat bulamaz. Disiplinlerin Batılı ve batıl beşeri değerlerle değil insani ve İslami değerlerin
60
III. USUL A. Geleneksel Usulün Aksaklıkları Hicri 6. ve 7. yüzyıllarda İslam dünyası doğudan Tatar, batıdan Haçlı saldırılarına uğradı. Bu saldırıların en önemli sonucu, Müslümanların kendilerine güven duygularını yitirerek İslam’ı savunmak adına kendilerini yeniliklere kapatmasıydı. İslam’ı savunmak, selefin yorumlarını nihai din yorumu olarak almak, bütün yenilikleri din dışı ilan etmek haline geldi. İçtihat kapısı kapandı. Bu durum yakın dönemdeki uyanma hareketlerine kadar değişmeden devam etti. Osmanlının Avrupa’dan sürülmesinden sonra ümmet, Anadolu ve Arabistan bölgesine sıkıştı, dağıldı. Bu yenilgiye karşı birçok Müslüman ülkede Batılılaşma bir çare olarak düşünüldü. Bunun katı uygulandığı yerler belli bir toplumsal tabakayı dönüştürmekten öteye gidemedi. Daha yumuşak geçişin uygulanmaya çalışıldığı ülkelerde ise ne İslamlaşma ne de Batılılaşmada başarı sağlanamadı, biri Batılı diğeri klasik iki sistemin birbirini yiyip durduğu bir durum oluştu. 1. Fıkıh ve Fakih: İctihad Ve Müctehid: Fıkıh teriminin Kur’an’daki “tefakkuh” teriminin anlamı daraltılarak mezheple ilgili kullanılışı bile Müslümanların konuyla ilgili zihinsel problemini göstermektedir. Oysa “ilk fakihler “usul-ü fıkh”ı İslam hukukunun genel ilkeleri değil, İslam’ın hayat ve realiteyi kavramasının da ilkeleri olarak anlıyorlardı.” Geleneksel sistem içinden Abduh ve Afgani gibi tecdid çabaları çıktı. İçtihat kapılarının yeniden açılma çabası olumlu bir gelişme idi, ancak bunun iki önemli sorunu vardı: Birincisi; “müctehid olmanın geleneksel şartları aynı kaldı; bu da içtihadı geleneksel medrese mezunlarının, yani ona ihtiyaç duymayanların eline bıraktı.” İkincisi de ictihadın teknik anlamda fıkhi/hukuki kalıplara hapsedilmesiydi. İçtihat faaliyeti fetva müessesesi gibi tasavvur edilmekteydi. Bu da hiçbir sorunu çözmüyordu. “Durum geleneksel müctehidlerin tasavvur edemediği yeni bir yöntem, İslami bilgi kaynakları veya usulü ile ilgili anlayışımızın yeniden düzenlenmesini
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
gerektirmekteydi.”
B. İslami Usullerin Temel İlkeleri
2. Vahyin Akla Muhalefeti: “Ümmetin fikri
Eğitimde ve hayatta ikiliğin kaldırılması için
gelişme tarihinin en hazin yönü vahy ile
bilginin İslamileştirilmesi gerekir. Bu hamlenin
aklın birbirine yabancılaşmasıdır.” Yunan
doğru bir istikamet üzere yürümesi için
mantığının bir savunma dili olarak kabulü,
dayanması gereken esaslar vardır:
Helenik ikilemci zihniyetin İslam’a girişi bu ayırıma neden olmuştur. Oysa akıl ve vahy birbirinden ayrılamaz. Aklın reddi, akıl dışı absürdün yayılmasına zemin hazırlar. “İslam’ın çağrısı akliden ve eleştirmeden yanadır… Aklı kullanmadan vahyin gerçekleri takdir edilemez… Vahyin iddiaları öteki iddialardan, hatta saçmalardan kolay ayırt edilemez. Vahyin kabulü akla dayanmıyorsa özneldir, keyfidir, kaprislidir.” İlhamı vurgulamak için aklın feda
1. Allah’ın Birliği Tevhid İslam’ın temelini oluşturur. Allah her şeyi kuşattığı gibi bilgiyi de kuşatandır. Her türlü bilginin illiyet sebebi O’na dayanır. İslam, bilginin bu bağdan uzaklaştırılması durumunda üretilenin boş ve faydasız olduğunu söyler. 2. Hilkatin Birliği
edilmesi inanç bozukluklarına yol açmıştır.
a. Kozmik Düzen: Varlığı, öz, vasıf, ilişki, olay
3. Düşüncenin Eylemden Ayrılması: İslam
sağlayan kozmik düzendir. Bu düzen, Allah’ın
tarihin ilk döneminde lider-düşünür ayırımı yoktu. Âlimler hayatın her alanına İslam’ın nasıl nüfuz edeceğini dikkate aldığından dini-dünyevi her konuda donanımlı idiler. Aynı zamanda birbirlerini tamamlamaya özen gösteriyor, zayıflığa, mahrumiyete rıza göstermiyorlardı. Ümmetin sorunları üzerinde ciddiyetle durulmuş, gelişmiş kafaların yetişmesine ortam hazırlanmıştı. Düşünce ve eylem arasındaki birlik parçalandıktan sonra siyaset ilimden, liderlik düşüncenin kontrolünden mahrum kaldı. Parçalanan alanların önderleri kendi ideallerine sarılıp diğerlerini dışladı. Din ve ilim siyaset sahnesinden koptu. Ruhbanlık yayıldı, sultanlar hiçbir karşı koymayla karşılaşmadan hüküm sürdü. Kişisel değerlerle kamu değerleri arasındaki denge bozuldu. 4. Kültürel ve Dini İkilik: Sırat-ı Müstakim birleştirici bir yoldur. Düşünce ve eylemin birbirinden ayrılması yolun ikiye bölünmesine neden oldu; biri dünyevi diğeri Allah’ın yolu. Dünyevi yol kötülüklerin kaynağı ve hüküm sürdüğü alan olarak algılandığı için, adalet duygusunun gelişimine katkısı olmayan, zalimlere ses çıkarmayan ruhbanlık hayat bulup yayıldı. Dini olan böyle bozulduğu gibi dünyevi yol da çıkarcılık ve ihtiraslar altında istikamet bulamadı, her ikisi de ifsat oldu. Sömürgecilerin bir direnişle karşılaşmamalarının asıl sebebi bunlardır.
ve sebep-sonuç ilişkisi olarak kavramımızı belli sünnetler çerçevesinde yarattığı bir sistemdir. İnsan bu sünnetleri keşfederek varlığı ve ilişkileri kavrar, keşfettikçe de determinizmin olmadığını görür. Yaratıcının bir ve yegâne oluşu varlığın her bir parçasında görülür. b. Hilkat: Allah varlığı bir nizam içinde, varlıkları bir amaca sahip olarak yaratmıştır. Bu amaç nihai olmayıp Allah’ta son bulan başka amaçlarla irtibatlıdır. Hilkatin sahip olduğu amaçlar birbiriyle amaç-araç ilişkisi içindedir. Bütün varlık organik bir bütünlük oluşturur. Bu da insanın önüne keşfedilmesi gereken bir alan çıkarmaktadır. Varlığın organik ilişkisini anlamak bütün olayların Allah tarafından imtihan için planlanmış olmasını idrak etmektir. Bütün varlık ve yeryüzü sınavın gereğince insanın hizmetine sunulmuştur. c. Mahlûkatın İnsana Boyun Eğmesi: “Mahlûkatla insani kullanım arasında tabii bir ahenk vardır. Hilkat insanın ihtiyaçlarını onun içine koymuş, mahlûkatı da bu ihtiyaçları karşılayacak biçimde düzenlemiştir. Tabiat bütünüyle insanın etkisine, girişimiyle değişmeye, istediği biçime girmeye açıktır.” İsterse onu imar eder isterse tahrip eder. İnsan sonuçlara ulaşmak için sebeplere sarılmazsa başarıya ulaşamaz. 3. Hakikatin Birliği ve Bilginin Birliği Hakikatin birliği Allah’ın birliğine dayanır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
61
Vahiyle bildirilen hakikatten farklı olamaz.
ne de başka birinden uzak durarak İslam fiili
“Akıl, hakikat ve gerçekliğin vahyi olgularla
durum haline gelemez. İslam, Budizm’in ve
böylece mantıklı eşitlenmesi epistemolojinin
Hıristiyanlığın öngörülerinden uzaktır. “İlahi
şu ana kadar tanıdığı en nazik konudur.” Bu
emaneti yerine getirmek, kültür ve medeniyeti
eşitleme üç ilke üzerine oturur. “Birincisi,
kurup geliştirmeyi hedef alır.” Bunun için de
hakikatin bir oluşu esasına ters düşen hiçbir
insani ihtiyaçların her biriyle ilgili olmak zorunlu
iddianın vahy hamına yapılamayacağına
bir durumdur. “Bu amaçla İslam, Müslümanların
işarettir. İkincisi, hakikatin bir oluşu akılla vahy
içinde yaşadığı toplum meseleleriyle
arasındaki çelişki, fark veya değişikliğin nihai
ilgilenmesini, yani gayeyi hem kendi kişiliğinde,
olamayacağına işarettir. Üçüncüsü, hakikatin
hem de ailesi üyeleri, komşuları ve öteki
birliği veya tabiat kanunlarının Halik’ın tarzları
Müslümanlar arasında gerçekleştirmek üzere
olarak tanımı hilkatle ya da onun bir bölümüyle
uyanık, örgütlü ve hareketli olmasını şart
ilgili araştırmaların kapatılıp bitirilemeyeceğine
koşmaktadır.”
işarettir.”
c. Kapsamlılık: “Hiçbir şey İslam’ın ilgi sahası
4. Hayatın Birliği
dışında kalamaz. Mübah (serbest bırakılan)
a. İlahi Emanet: İnsanın bir yaratılış amacı vardır, o da Allaha ibadettir. (51:56, 11:7, 67:2) İlahi irade iki şekilde tecelli eder; biri tabiat kanunlarıdır, vahye ek olarak akılla da bilinebilir. Onları keşfedip anlamak insanın görevlerindendir. İkincisi, kabul ve reddetmenin mümkün olduğu bir ortamda gerçekleşir. Tabiat kanunlarıyla bir arada ama farklı bir düzene aittir. Burada kişisel iradenin özgürce ifade edilmesi önemlidir. Bu manevi serbestliğe sahip olduğu için insanın kabul edebildiği bir görevdir. (33:73) “Bu sebeple insanın itaati meleklerin itaatinden daha değerlidir; çünkü aksini yapabilecek bir kişi tarafından yapılmıştır… İlahi iradenin daha yüksek bölümü, insanoğulları onu özgürce gerçekleştirmeyi seçmeden, tarih sayfalarına geçip gerçek hale gelemez. Bu sebeple insan, ilahi iradenin üst basamaklarıyla
62
alanının geniş olduğu bir gerçek. Ancak genişliği bu alanın İslam’ı ilgilendirmediğinin değil, bunun vacip ve haram gibi zorla, mendup ve mekruh gibi manevi otorite ile sağlanan sıkı uygulama alanının dışında kalmasının işaretidir. Bu alanın üstünde İslam için en az sıkı uygulama kadar önem taşıyan kültür ve hayat biçimi alanı bulunmaktadır… Yığınların henüz kültür olarak benimsemediği, ikna olmadığı bir şeyin kanun olarak uygulanması mümkün değildir.” Günümüz hayatının her bir alanı “İslam’ın ilgisi içine sokulma ihtiyacındadırlar.” 5. Beşerin Birliği Allah’ın bir olduğu gibi insanlık da birdir. İnsanlığın hepsi aynı yaratılış ilişkisi içindedir. İnsanın yaratılıştan getirdiği ve sonradan edindiği özellikleri vardır. Irk, millet, aile
tarihi gerçeklik arasında kozmik bir köprüdür.”
gibi doğmadan önce edindiği özellikler
b. Hilafet: “İnsanın ilahi emaneti yüklenmesi
için kullanılamaz. Bunların insanı iyi veya
onun Allah’ın halifesi olması anlamına
kötü, ahlaklı veya ahlaksız yapması mümkün
geliyor.” Bu sadece dini fiilleri değil daha
değildir. Sonradan kazandığı özellikler ahlaki
çok dünyevi fiilleri içine alan bir durumdur.
yönden değerlendirildiğinde insanı iyi veya kötü
Bu da başka güdülerle değil Allah’ın rızasını
yapabilirler. Doğuştan gelen özellikler kimlik
kazanmak için faydaya yönelik ahlaki hedefleri
kartı gibidir. Irk, millet ve dil gibi ayırımlar hem
gerçekleştirmektir. Kutsal olan ve olmayan
tanışmak hem de birbirin tamamlamak içindir.
diye bir ayarımı yoktur, kutsal olan yalnızca
“Irkçılık aslında şirkten başka bir şey değildir.
Allah’tır. İyi-kötü, hayır-şer, hüsn-kubuh insani
İnsanlar arasında düşmanlıklara, savaşa ve
eylemlerin bir sonucudur. İyi olanları hayatın
kan dökülmesine sebep olmada ırkçılıktan
her bir bölümünde gerçekleştirmek Müslüman’ın
daha üretken bir şey bunamaz.” Vatanseverlik
vazifesidir. “Bu açıdan İslam, hayat ve tarih
ise bundan tamamen farklı ve İslam’ın teşvik
süreçleri içerisinde düşünülebilir ancak.” Ne
ettiği bir şeydir. Irk ve millet temelindeki
sosyal hayattan, ne ekonomiden, ne siyasetten
ayırımlar Batı’nın sürekli kullandığı bir husustur.
insanlar arasında değere dayalı bir ayırım
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Bunlara dayalı esaslar kabul edildiğinde dini bir değeri kabul etmenin meydana getirdiği motivasyon etkisini meydana getirmektedir. Irkçılık içte de bölücüdür. Bir milletin başkasına üstünlüğünü savunduğu gibi aynı millet içinde de daha imtiyazlı olanları, avama üstün sayarak içte de ihtilaf ve çatışmalar doğurmaktadır. Batı’nın sosyal bilimlerinde bu ırkçı özellikler belirgin biçimde görünür. Coğrafya, iktisat gibi ırktan uzak bilimlerde bile Batı’nın ırkçı anlayışı kendisini gösterir. Sosyoloji ve antropoloji gibi bilimler Batı’nın bu durumunu daha belirginleştirmektedir. Müslüman ve ırkçı terimsel olarak yan yana gelmesi mümkün olmayan ifadelerdir. Batı’nın elinde ırkçı kimliğe bürünmüş her türlü bilimin bu anlayıştan kurtarılması gerekir. Bunlar İslam’ın evrenselliğini yansıtacak tarzda revize edilmelidir.
tanımlanmalıdır. Adım 2. Disiplin Araştırması Her disiplinin “çıkışını, tarihi gelişimini, usulünün kaydettiği gelişmeleri, ilgi alanının genişlemesini, o bilimle uğraşanların katkılarını etraflıca anlatan raporlar hazırlanmalı… Araştırmayı o konuda yazılmış en önemli eserlerin şerhli bir bibliyografyası tamamlamalıdır… Bu adım, Müslüman’ın, Batı’da geliştiği biçimiyle disiplini iyice anlayıp öğrenmesi açısından önemlidir.” Batı’daki bilgi patlaması onu olduğundan daha büyük göstermektedir. Onun doğru anlaşılması Müslüman bilim adamlarının ayaklarının yere basmasını sağlayacaktır. Adım 3. İslami Birikimi İyice Öğrenmek: Antoloji.
IV. ÇALIŞMA PLANI Çalışma planının amaçları şunlardır:
“İslam’ın disipline irtibatını derinliğine ele almadan önce, İslami kültür birikiminin o disiplin konusundaki görüşlerini keşfetmek zorunludur.”
1. Modern disiplinleri iyice öğrenmek.
Ecdadın mirası, İslam’ın irtibatını keşfetmek için
2. İslami birikimi iyice öğrenmek.
keşfetmek araştırmacının donanımı bakımından
3. Modern bilginin her alanına İslam’ın özel irtibatını sağlamak.
önemli başlangıçtır. Bu birikimin disiplinle ilgisini bile bir sorun oluşturmaktadır. Batılı eğitim görmüş Müslüman mirası anlamakla ilgili birçok eksikliğe yanlış düşünceye sahiptir. Zaman ve
4. İslami kültür birikimiyle modern bilgi arasında geçerli bir sentez için yollar aramak. 5. İslami düşünceyi Allah’ın (C.C) yaratıştaki ilahi tarzlarını keşfedecek bir yörüngeye
enerji sahibi olmak bile bir sorundur. Geleneksel âlimlerin de modern disiplini bilmemek gibi bir sorunu vardır. Geleneği bilmelerine karşın modern disiplinin konularına ve sorunlarına aşina değildirler. Onları “gerekliyi çıkarmak
oturtmak.
üzere birikimle baş başa bırakmak gereklidir.
“Bu amaçlara ulaşmak için bazı adımlar
modern disiplinlere aşina kılarak ve böylece
atılmalıdır. Bunların mantıki dizimi her adıma ait öncelik sırasını da göstermektedir.” A. Bilginin İslamileştirilmesini Sağlayacak Zorunlu Adımlar: Adım 1. Modern Disiplinleri iyice Öğrenmek. “Batı’da görülen en gelişmiş biçimleriyle disiplinler sınıflara, ilkelere, usullere, sorunlara ve konulara ayrıştırılmalıdır.” Bu ayrıştırma disiplinin usulü konusunda içeriği ve zorunlu dersin ana hatlarını yansıtmalıdır. Teknik terimler, ilkeler, sorunlar açık cümlelerle
Birinci ve ikinci adımda üretilenler, uzmanları ellerine araştırmalarında kullanabilecekleri bir ilgi kıstası vererek, faydalı olacaktır.” “Müslüman bilim adamı, birikime kendiliğinden ulaşabilecek zamana ve bilgiye sahip olmadığından” hatta bazen birikimin dilini bile bilmediğinden, istifade etmeleri için konularıyla ilgili okuma listeleri, antolojiler hazırlanmalıdır. Adım 4. İslami Birikimi İyice Öğrenmek: Tahlil. “Sayfalar dolusu malzemeyi antoloji biçiminde takdim etmek yalnız başına yeterli olmaz.” Geçmişte bu konuda yapılan çalışmaları, tarihi çevre şartları göz önünde bulundurarak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
63
incelemek gerekir. “Birikimin katkılarının tarihi
peşinde koşma hedefini gerçekleştirmesi
tahlili kuşkusuz İslami görüşün sayısız yönlerine
açısından değerlendirildiği gibi ilahi hedeflere
de ışık tutacaktır. Ecdadın bir şeyi nasıl anlayıp
yakınlığına bakılarak İslam gözüyle de
ondan nasıl etkilendiklerini, onu eyleme ve
değerlendirilmelidir.
davranış biçimine dönüştürme yolunda neler tavsiye ettiklerini, özel zorluk ve sorunlarını halletmelerine nasıl yardım ettiğini öğrenmek İslami görüşü daha iyi anlamaya sebep olacaktır.” Bu rastgele değil belli bir önem sırası yapılarak günün sorunlarıyla ilgi kurulabilenler öncelenmelidir.
Değerlendirilmesi: Durum Değerlendirilmesi. Kur’an ve Sünnetin değerlendirilecek birikimin dışındadır. Kur’an’ın ilahi mevkii ve sünnetin biçimi tartışma üstüdür, ama nasıl anlaşıldığı tartışmaya açıktır. Birikim de bunların anlaşılış
Adım 5. İslam’ın Disiplinlere Özel İlgisinin
biçimi ile oluşmuştur. Vahyin hayata müdahalesi
Kurulması.
ile ilgili üç nokta eleştiri konusu olmalıdır.
“Önceki dört adım, sorunu Müslüman
görüş; ikincisi, ümmetin bugünkü ihtiyaçları;
düşünürün önüne getirmektedir.” İslami
“üçüncüsü, disiplinin temsil ettiği bütün modern
birikimin disiplinlerin incelediği alanlara ilişkin
bilgi.” Birikim yeterli değilse bugünkü çabalarla
katkısı inandırıcı biçimde ortaya konmalıdır.
düzeltilmeli, yeterliyse geliştirilmelidir. Birikimle
Bunun modern disiplinle aynı düzeyde ilkelere
irtibatsız bir tavır bugün geçerli değildir. Bunun
dönüştürülerek özelleştirilmesi önemlidir.
içi ne birikime vakıf olunmalıdır. Beşeri etkinlikle
“Modern disiplinin tabiatı, temel yöntem,
birikimin irtibatı alanın uzmanlarının üzerine bir
ilke, sorun, amaç ve umutları, başarıları ve
sorumluluktur.
Birincisi somut uygulamalarda görünen İslami
eksiklikleri İslami birikimle irtibatlandırılmalıdır ve birikimin her birine özel ilgisi genel katkıdan çıkarılmalıdır.” Bunun için İslami bilgi mirasının disiplince tasarlanan konulara katkısı ve disiplinin başarılarıyla karşılaştırılması yapılmalı, pek az katkıda bulunduğu ya da bulunmadığı konularda çelişkiyi ortadan kaldırmak üzere Müslüman’ın çabasının hangi istikamete yöneltilmesi gerektiği düşünülmelidir. Adım 6. Modern Disiplinin Eleştirilerek
Adım 8. Ümmetin Belli Başlı Sorunları Soruşturması. Ümmet “her cephede önemli sorunlarla karşı karşıyadır.” Göze batanlar, aysbergin görünen kısmıdır. Görünmeyen sorunları soruşturup ortaya çıkarmak ve tahlil etmek gerekir. Disiplin, ümmetin sorunlarını keşfedip çözüm üretecek biçimde kullanılmalıdır. “Müslüman akademisyen çalışmasını fildişi kuleden boş bir merak olarak,
Değerlendirilmesi: Durum Değerlendirilmesi.
ümmetin varoluşsal gerçeklerinden uzak biçimde
“Modern disiplin ve İslami birikim elden
uzaklaştırma bizim ise İslamlaştırma çabamızın
geçirilmiş… ve nihayet İslam’ın disipline özel
çelişkisi bilinmelidir. Dikkatimiz, ümmetin
irtibatı ortaya çıkarılmış bulunuyor. Bundan
siyasi, sosyal, ekonomik, fikri kültürel, ahlaki ve
sonra disiplin İslami açıdan eleştirici bir tahlile
manevi yapısını etkileyen belli başlı sorunlara
tabi tutulmalıdır. Bilginin İslamileştirilmesinde
yönelmelidir.
bu çok önemli bir adımdır. Önceki beş adımın hepsi bunu sağlamaya yönelik bir hazırlayıcıdır.” Disiplinin tarihi gelişimi, neleri sorun olarak gördüğü, sorunlarını incelemede temel ilkeler diye neleri ele aldığı incelenmeli. Yeterlilik, akla uygunluk ve İslam’ın öngördüğü esaslar bakımından değerlendirilmelidir. Disiplinin esas konuları, varsayımları, nihai gayesi ve yakın hedefleri birbiriyle eleştirel olarak irtibatlandırılmalıdır. Kurucunun amacı, bilginin
64
Adım 7. İslami Birikimin Eleştirilerek
yürütmemelidir.” Batılıların disiplinleri İslam’dan
Adım 9. İnsanlığın Sorunları Soruşturması. İnsana yüklenen emanet bütün evreni kapsadığına göre insanın sorumluluğu da aynı kapsamda olmalıdır. Tüm insanlığın sorumluluğunu üstlenmek İslami görüşün esaslarındandır. Ümmet, başkalarıyla kıyaslandığında geri kalmışsa da “İslam sayesinde ve Allah’ın (C.C.) takdiriyle insanlığın mutluluğu ve tarih için ön şart olan temel
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
görüşe sadece ümmet sahiptir.” Irkçılık, alkol
kitaba acele ihtiyaç vardır.” Kitap ihtiyaç alanı
ve uyuşturucu maddeler, cinsi serbestlik ve
fazla olmakla beraber, “ilk çabalarımızın, İslami
aile yapısının bozulması, cahillik ve tembellik,
görüşün disiplinle irtibatını kuracak ve aynı
militarizm ve silahlanma, tabiatın tahribi gibi
zamanda geleceğin Müslüman zekaları için
sorunlar da İslami düşünce gereği “ümmetin
izlenecek bir genel rehber görevini üstlenecek,
ve bütün insanlığın mutluluğunu da yakından
her disiplin için bir standart ders kitabına
ilgilendiren, bir meşguliyet sahası olmaya
harcanmasını gerektirmektedir… Üniversite ders
layıktır. Bu sorunları çözüp insanlığı mutluluğa,
kitabı disiplinlerin İslamileştirilmesi uzun sürecin
yani adalet ve temiz vicdanla zenginliğe,
gerçekten son halkasıdır. Önceki bütün adımların
kavuşturmak İslami umuttan ayrılamaz.”
hedefe ulaşması da onunla olacaktır.”
Adım 10. Yapıcı Tahlil ve Terkip.
Adım 12. İslamileştirilmiş Bilginin Yayılması.
Bu adımlardan “sonra, sahne Müslüman
Bu eserler özel koleksiyonlarında kalması,
beyninin yapıcı sıçraması için hazır hale
yazarlarının eş-dost çevresinde bilinmesi
gelmiştir. Eğer dünya önderliğini alacak ve
veya yalnızca kendi bölge ve ülkesinin eğitim
beşeri ilişkilerde yararlı ve medenileştirici
kurumlarınca kullanılması için değildir. “Allah
rolünü sürdürecekse, İslam için on beşinci
(C.C.) rızası için üretilen her şey aslında bütün
yüzyılda yeni bir yol açması zorunludur.” “İslami
ümmetin malıdır.” Fikri çabalar maddi olarak
birikimle modern disiplinler arasında yapıcı bir
mükâfatlandırılabilir, “ama İslami fikir eserleri
senteze gidilmelidir. İslami bilgi birikimi çağdaş
telif hakkı konusu yapılamaz… Üretilen fikri
başarılarla sürdürülmeli ve bilimin sınırları
eser dünya Müslümanlarının -hatta insanlığın-
modern disiplinlerin öngördüğünden daha ileri
uyanması, aydınlanması ve seviyesinin
ufuklara götürmeye başlamalıdır.” Belirlenmiş
yükselmesine yöneliktir… İslami oluşları, daha
ve tahlil edilmiş sorunların ümmetin realitesi ile
fazla bir işlevleri olmasını beklememize yol
irtibatı sağlanmalı, bütün dünyanın sorunları da
açar.” İslami görüş ortaya çıktığında insan bilinci
yanı kapsama girmelidir. “İslam’ın, şeriatı, ahlaki
hareket geçmeli canlanmalıdır. Bu enerjiyle
sistemi, kültürü ve ruhuyla, eldeki soruna irtibatı
ileri atılması, daha önce ulaşmayı ummadığı
hangi kıstasa dayanılarak tespit” edileceğinin
başarılara erişmesi beklenmelidir. Eserler her
tespiti önemli sonuçlara ulaştıracaktır.
Müslüman akademisyene ücretsiz ulaştırılmalıdır.
Adım 11. Disiplinleri İslami Çerçeve İçinde Yeniden Biçimlendirmek-Üniversite Ders Kitapları.
Bu faaliyet, eline eser ulaşanların “üreticisi” haline gelmesini isteyen bir tür davetiyedir. Bu ürünlerin İslam alemi üniversitelerinin programına girmesi için de çaba saf edilmelidir.
Müslümanların farklı çözüm yolları bulması olumlu bir şeydir. “Ümmetin kendi nitelik ve gayeleri konusundaki bilinç düzeyini yükseltmek
B. Bilginin İslamileştirilmesi İçin Öteki Zorunlu Çalışmalar:
üzere modern disiplinlerde uzman samimi
1. Toplantı ve Seminerler: “Ümmetin
Müslümanların çok sayıda değişik eleştirel
sorunları, değişik disiplinlerin aynı anda ışık
tahlillerine muhtacız.” Bu da hicretin ilk
tutmasıyla çözülebilecek karmaşıklıktadır. Tek
asırlarındaki dinamizme yeniden kavuşmak,
bir disiplinin değişik alanlarında uzmanlaşmış
fikir alışverişi ve yaratıcılıkla mümkündür.
bilim adamları arasında da, bunların birbirlerine
“Böyle bir dizi yeni fikirler ve o anlayışın
konularıyla ilgili yardımlarda bulunmalarına
ikamesi için yaratıcı düşüncelerden hareketle
imkân verecek biçimde, başka toplantılar da
disiplinin üniversite düzeyinde arzulanan ders
düzenlenmelidir.”
kitabı yazılabilir.” Ancak bunun yeterli olduğu söylenemez. Müslüman zekaların zihinsel gücünü artırmak da gereklidir. “Her şeyden önce üniversitenin her sınıfının (lisans, lisansüstü) eğitim ihtiyaçlarını karşılayacak çok sayıda
2. Öğretim Üyeleri Eğitimi İçin Kurslar: Hazırlanan kitap ve materyalin kullanılmasından önce, bunları kullanacak eğitmenlerin bunları nasıl kullanacakları konusunda eğitilmeleri
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
65
gerekir. Eserleri yazanlarla kullanacakların bir araya gelmesi işi kolaylaştıracak, belirsiz şeyleri aydınlatacak, yetkin ders anlatım düzeyinin oluşmasını sağlayacaktır. C. Uygulamayla İlgili Öteki Kurallar:
devamlılığını ummak akıllıca olmaz. Nitelikli çalışmaların ödüllendirilmesi için maaşlarına ek derece ve hediyeler olmalı. Bölgeye ve dini farklılıklara göre bu konuda ayırım yapılmamalı. Böyle ayırımlar, beyin göçü, kuşkuculuk, bilimsel aldırmazlık gibi sonuçlara neden olur. 2. Ders kitaplarını hazırlamakta mümkünse en yetenekli bilim adamları görevlendirilmeli. İhtiyaten birden fazla, dört-beş alim görevlendirilmeli. Bir konuda tek görüş olamayacağı için birden çok eserin ortaya çıkması bir zenginliktir. 3. Hazırlanması düşünülen eser, bir kişi için yerine getirilemeyecek kadar ağır olması halinde, bölümlere ayrılmalı ve her bölüm ayrı bir bilim adamına verilmelidir. Bu, eserin tasarlanan zamanda tamamlanmasına da yarayacaktır. 4. Bu eser, bir öncü çaba -İslam aleminde ilkolacağından ve faydası bütün İslam ülkelerine dokunacağından, gerekli mali fonu her İslam ülkesinden beklemek doğru olacaktır. Modern bilginin İslamileştirilmesini, sorumlu organlardan biri üzerine almadığı takdirde ümmetin bütünü için farz-ı ayn’dır. İslam alemi organları, kurumlar ve zengin fertlerinden fonlar sağlamak için her türlü çabayı göstermek bu sebeple zorunludur.
66
www.islamiyorum.com
1. Çalışmaların bir karşılık olmaksızın
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dosya: İslam Modern Dünyaya Nasıl Müdahale Edecek?
Düşüncenin Okullaştırılması ve 21. Yüzyılda Müslümanların Geleceği M. Kürşat Atalar Almanya - Essen Konferansı / 17.08.2008 Öncelikle “düşüncenin okullaşması” derken,
düşüncesinin de başlama, gelişme, kemal
kastımızı vuzuha kavuşturmamız gerekir.
ve zeval dönemleri vardır. Sokrat, Aristo,
Burada belirli fikirlerin bir ‘okul’, ‘ekol’, ‘mezhep’
Eflatun’un, kolaylıkla, Yunan düşüncesinin
formatında ifadesi kastedilmektedir. Düşüncenin
‘okullaştığı’ döneme tekabül ettikleri söylenebilir.
okullaşması, bir süreç işidir ve her süreç gibi
Yine modern Batı uygarlığı da benzeri bir
düşüncenin okullaşması süreci de, beşeri bir
süreci yaşamıştır. Rönesans’la başlayan
faaliyetin genel özelliklerini üzerinde taşır. Yani her faaliyet gibi, düşünce de, başlar, gelişir, kemal düzeyine ulaşır, sonra da zevale uğrar. Dolayısıyla, düşüncenin okullaşması derken, belirli bir süreç içerisinde gelişen düşüncenin ‘kemal’ düzeyine ulaşma durumunu kast ediyoruz. Düşünce, bu düzeye ulaştığında, artık ‘sistematik’ bir mahiyet almıştır; temel kavramlar konusunda netlik vardır; ikincil (ya da daha sonraki) düzeyde bulunan kavramların, temel kavramlarla ilişkisi kurulmuştur ve bu muhatabını ikna edici düzeyde, yani ‘yetkin’ bir şekilde yapılmıştır. İşte bu yüzden, düşünce, kemal düzeyinde iken, ‘kendi içinde tutarlı’ bir mahiyet arz eder. Bu nedenle de yayılma ve yeni bağlılar kazanma şansı artar.
‘uyanış’, Aydınlanma döneminde ‘okullaşma’ sürecini yaşamıştır. Bu okullaşma, en basit ifadesiyle, modernite içerisinde liberalizm ve sosyalizm şeklinde iki ana ‘okul’ (ya da ‘mezhep’) üretmiştir. Hakeza Müslümanların tarihindeki fıkhi, itikadi, siyasi mezheplerin de, birçok bakımdan benzer tecrübeler olduğu söylenebilir. Rey ve hadis okulları, kelam, felsefe ve tasavvuf ekolleri, Hanefi, Şafii, Hanbeli, Maliki, Caferi, Zahiri vs. gibi fıkhi mezhepler, hep düşüncenin okullaşması sürecinin sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Bu, geçmişte böyle olduğu gibi, aynı kurallar, ‘modern’ dönemi yaşayan Müslüman düşüncesi için de geçerlidir. Bu düşüncenin de bir ‘başlangıç’ dönemi vardır ve bu düşünce de belirli düzeyde bir gelişim
Tarihte bunun pek çok örneği yaşanmıştır.
yaşamıştır. Ancak kanaatimce bu düşüncenin
Bu süreç, Müslümanların ürettiği düşünceler
gelişim sürecinde, henüz ‘okullaşma’ düzeyine
için geçerli olduğu gibi, başka düşünceler için
ulaşılamamıştır. Müslümanların ürettiği ve son
de geçerlidir. Örneğin antik dönemde Yunan
yüzyılda azımsanmayacak katkılarla gelişen
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
67
‘Müslüman düşüncesi’, henüz sistematik bir
Bunun başka (ve ‘maddi’) nedenleri de olmakla
mahiyet kazanamamıştır. Fakat tarihteki
birlikte, asli neden ‘okullaşamamaktır.’ Düşünce
örneklere baktığımızda, gelişim yönündeki
okullaşamadığı için, ikna edicilik düzeyi de
eğilimin devamı halinde, bir süre sonra
düşük olmaktadır. Fakat başlangıç döneminde
bu yönde bazı örnekler görülebileceği de
yapılan bir şey çok önemlidir ki o da, orijinal
söylenebilir. Bu kanaatimizi temellendirmek
kavramlar hususunda göze çarpan ‘özel’
için, modern dönemde Müslüman düşüncesinin
vurgudur. Rönesans’la birlikte, Batı insanı,
gelişim aşamalarını ana hatlarıyla incelememiz
artık Yunan düşüncesinin orijinal kavramlarına
gerekmektedir.
‘özel’ bir vurgu yapmakta ve yolla Hıristiyan
Modern dönemde Müslüman düşüncesinin ‘yeni’ ve ‘özel’ bir vurgusu vardır. Burada başlangıç dönemini, genellikle yapıldığı gibi, Afgani ve Abduh’a kadar götürmek mümkündür. Her ne kadar onlardan önce de bazı çabalar (örneğin Dehlevi’nin çabaları) olmuşsa da, ‘öze dönüş’ ya da ‘uyanış’ döneminin başlangıcını, 19. yüzyılın son çeyreği olarak almak makul görünmektedir. Bu dönemde yapılan şey ise, özü itibarıyla, Batı’dan yönelen tehdide karşı İslam’ın değerlerini savunmaktır. Dolayısıyla, bu dönemin söylemi/dili, ‘savunmacı’/tepkiseldir; yani ‘acemice’dir. Kısacası, bu dil, o dönemde ‘yetkin’ değildir. “İlim din ile çelişmez”, “İslam bilimsel gelişmeye karşı değildir”, “demokrasi şura demektir” türü söylemler, bu yetersizliğinin açık ifadesidirler. “Batı’nın kültürünü değil, tekniğini alalım” söylemi de son tahlilde, aynı tepkiselliği üzerinde taşır. Burada bilinmesi gereken şey, bu savunmacı söylemin, bütün kültürlerin ‘başlangıç’ döneminin tipik özelliği olduğudur. Aynı şeyi, kolaylıkla, Avrupa’da Rönesans döneminin söyleminde bulmak da mümkündür. Doğacı/hümanistlerin birincil
68
teolojisine karşı yeni bir düşünce ortaya atmış olmaktadır ki, bu çok önemli bir ‘değişim’ (veya ‘sapma’) olarak görülmelidir. Hakeza modern dönemde Müslüman düşüncesi de, ‘öze dönüş’ ve ‘uyanış’ı önermek suretiyle, çok önemli bir düşünsel değişim yaşamıştır. Başlangıç dönemlerinde yapılan bu ‘özel’ vurguların, bu nedenle, düşüncenin gelişimi sürecinde ‘özel’ bir yeri vardır. Bunu Bedir Savaşı’nın diğer savaşlar karşısındaki durumuna benzetebiliriz. Maddi ölçütler bakımından Bedir Savaşı’nın örneğin bir Ayn’el Calut veya Çanakkale Savaşı kadar önemi yoktur; ancak ‘keyfiyet’ bakımından daha önemli (ve ‘değerli’) olduğu da kuşku götürmez. Fakat bu ayrı bir konudur. Burada önemli olan, ‘okullaşma’ döneminin sonuçlarıdır. Okullaşma, mesajın daha net anlatılmasını ve bu yüzden de daha hızlı yayılmasını sağlar. Başlangıç döneminde yapılan faaliyetler, bu bakımdan, genel olarak ‘bireysel’ kalır; bu nedenle de bu dönemde ‘kitleleşme’ yaygın biçimde görülen bir pratik değildir. Kitlelerin yeni düşünceye meylinin ‘fevc fevc’ olması için, okullaşma evresinin yaşanması gerekir.
meselesi, Hıristiyan söylemi karşısında
Başlangıç döneminin ilerleyen aşamasında
kendi ‘yeni’ pozisyonlarını savunmaktır ve
görülen bir başka tipik özellik ise, kavramlar
ısrarla yapmaya çalıştıkları şey, sözlerinin
konusunda netlik düzeyinin artmasıdır. Bu
Hıristiyanlığın ana kaynaklarıyla çelişmediğini
dönemde, orijinal dilin keşfedilmesi yönünde
kanıtlamaktır. Galileo’nun İmparatoriçe
önemli adımlar atılır ve ‘eski’ düşünce,
Kristina’ya yazdığı mektup, bu söylemin tipik
hakimane örneklerle mağlup edilmeye
bir örneği olarak gösterilebilir. Galileo, bu
çalışılır. Ancak, buna rağmen, okullaşma hala
mektupta, görüşlerinin İncil metniyle görünür
gerçekleşmemiştir. Gelişim, cümle düzeyinde
çelişkisini izaha çalışmakta ve İncil’in ‘yanlış
‘yetkin’ örnekler vermek şeklinde tecelli eder.
yorumlanması’ yüzünden sözlerinin çarpıtıldığını
Fakat bütün fikri yapının sistematize olması, ayrı
söylemektedir. Hakeza, bu dönemde ‘doğa
bir şeydir ve henüz bu aşamaya gelinememiştir.
hukuku’ ve ‘akıl’ kavramlarına yapılan farklı
Örneğin Rönesans döneminde Desiderus
vurgularda da ‘savunmacı’ bir dil hakimdir.
Erasmus’un (1466-1536) doğacı ve hümanist
Özetle, başlangıç dönemlerinde, ‘yeni düşünce’,
söylemi çok etkili olmuştur, fakat sonuçta yine
hakim paradigmaya karşı tezler geliştirmeye
de eklektik/savunmacı karakterdedir. Erasmus,
çalışmakta, ama bunu başaramamaktadır.
doğrudur; yeni bir söylemi ‘etkin’ bir şekilde
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kullanmaktadır ancak düşünce, hala Hıristiyanlık
olarak görmek mümkündür. Bununla birlikte,
söylemini ‘yetkin’ bir biçimde ‘mağlup edecek’
bu evrede de düşünce hala ‘okullaşmamıştır’;
düzeye ulaşmamıştır. Bu işi, ancak, ilk olarak
sistematik yapı hala kurulamamıştır. Bu nedenle
Thomas Hobbes (1588-1679) yapabilmiştir.
de, düşünce, hala sahici manada ‘iktidar’
Hobbes’la birlikte, artık, Batı insanının zihninde
olamamıştır. Bu dönemin ‘yetersizliğinin’ tipik
dünyevi iktidarın tamamen ‘laik’ bir temel
örneği, düşüncenin, kitle tarafından çok farklı
oturtulması gerektiği düşüncesi sağlam bir
şekillerde yorumlanabilmesidir. Nitekim Mısır’da
yer bulabilmiştir. Modern dönemde Müslüman
ortaya çıkan Tekfir ve’l-hicre, cihad gibi militan
düşüncesi de, benzer özellikler göstermektedir.
grupların hepsi Kutub’a saygı duyar; ama kimi
“İlim dinle çatışmaz” söylemi, en azından kimi
toplumu kafir olarak nitelerken, kimisi yönetici
entelektüel çevrelerde etkinliğini yitirmiştir ve
kesimi irtidat etmekle suçlar ve militanca
yerini “dinin kendini ilme onaylatma zorunluluğu
bir stratejiyi benimser. Halbuki Kutub’un
yoktur” söylemine bırakmıştır. Seyyid Kutub’un
‘cahiliye’ kavramından, doğrudan ‘militan’
Yoldaki İşaretler kitabı buna iyi bir örnektir.
bir mücadele stratejisini önerdiği yorumunu
Kitabın ilk bölümünde, bu güçlü söylem derhal
çıkarmak mümkün değildir. Ama düşünce,
kendini hissettirir ve Kutup, kitabının ‘uygarlık’la
o sistematikte ifade edilmediği için, bu tür
ilgili bölümüne geldiğinde, modernistlerin
yorumlar yapılabilmektedir. Bu da düşüncenin
Müslüman medeniyetine genel medeniyet tarihi
toplumsallaşma noktasında sıkıntı yaşamasına
içerisinde fazla yer vermemesine karşı çıkar ve
ve bu yüzden de siyasallaşamamasına (ya da
“Medeniyet İslam’dır” ifadesini kullanır ki, bu
istenen düzeyde siyasallaşamamasına) neden
ifade, tam da bizim ifade etmeye çalıştığımız
olmaktadır. Nitekim bu dönemde ‘hareket’ hatta
şeyi doğrulamaktadır. Burada orijinal İslami
‘devlet’ dahi kurulmuştur, ancak ‘sorun’ devam
dile vukufiyetin iyi bir örneği görülmektedir.
ettiği için, devlet dahi ‘çare’ olmamaktadır.
Nitekim Kutub’un, Kur’an metninde yer alan
Yine Kutub’un (ya da Mevdudi’nin) söyleminde
ama kendisinden önce hiç kimsenin aynı ‘özel’ vurgu ile kullanmadığı ‘cahiliye’ kavramını kullanımı da aynı vukufiyetin bir başka örneğidir. Kavram daha önceki dönemlerde ilim çevrelerinde bilinmesine rağmen, Kutup’ta olduğu şekilde kullanılamamıştır. Bu yeniliğin, elbette toplumsal ve siyasal şartların farklılaşmasıyla ilgili bir boyutu da vardır. Çünkü örneğin Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından önce, “iyi kötü” bir Müslüman iktidarı vardır; ve bu durum, Müslümanların ‘cahiliye’ kavramını Kutub’un kullandığı gibi kullanamaması için bir gerekçe olarak görülebilir. Ama ne zaman
doğru bir ifade olarak yer alan “Örnek Kur’an Nesli” terkibinin içi yeterince doldurulamadığı için böyle bir nesli üretme konusundaki sıkıntılar devam etmiştir. Örneğin bu söylemin, güçlü bir modernite eleştirisi ya da mesela Ercümend Özkan’da olduğu gibi, güçlü bir tasavvuf eleştirisi yoktur. Yani özetle, sıkıntının kaynağında yine ‘düşüncenin okullaşamaması’ yatmaktadır. Bu dönemi, elbette başlangıç dönemine göre daha ‘ileri’ bir evre olarak görmek gerekir. Fakat soruna asli bir çözüm hala bulunamamıştır.
ki Müslümanlar, siyasal iktidarlarını bütünüyle
Okullaşma dediğimiz evre, düşüncenin
yitirmişler ve Batılı ülkelerin denetimi altına
sistematik bir çerçevede ifade edildiği evredir.
girmişlerdir; işte o zaman, ‘yeni durum’u izah
Burada artık, yeni düşünceye karşı yöneltilen
için çaba göstermek zorunluluk halini almıştır.
eleştirilerin her biri, yetkinlikle cevaplanır.
Ancak bu zorunluluk, her zaman ‘doğru’ cevabın
Söylem, savunmacı değil, meydan okuyucudur.
bulunması gibi bir sonuç üretememiştir. Hatta
Tezler, ana kavramlar temelinde nettir ve
başlangıç dönemlerinde cevaplar, çoğunlukla
zıtlarıyla birlikte ifade edilir. Bu dönemin tipik
yetersiz ya da yanlış olur. Ama düşünsel
özelliği, düşüncenin, geçmişte ve o gün var
gelişmenin devam etmesiyle bağlantılı olarak,
olan bütün tezleri yetkinlikle eleştirip, eğrisini
cevapların isabet oranı giderek artar ve bir
doğrusunu ortaya koyup, kendi üstünlüğünü
süre sonra, orijinal dilin doğru kullanımına
kanıtlamasıdır. Bu da, ancak yapıldığında olur.
ilişkin örnekler görülmeye başlar. İşte Kutub
Yani üstünlük iddiası yeterli değildir. Bununla
ve Mevdudi’nin yaşadığı dönemi böyle bir evre
birlikte, bu iş yapıldığında, iddiaya da gerek
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
69
kalmaz. Örneğin Ebu Hanife kendisinin, fıkıh
tahlil ettiği gibi, inceliklerini de bilmekte ve
imamı olduğu iddiasını dile getirmese dahi,
onlara yönelik eleştirilerini de otorite kabul
yaptığı iş, şartları yerine getirdiği için bir
edilen Hıristiyan ilahiyatçıları düzeyinde bir
‘okullaşma’dır. Hakeza Hobbes, kendisini
ilmi yetkinlikle ifade edebilmektedir. İşte
modern düşüncenin ilk somut örneğini veren kişi
‘okullaşma’nın tipik özelliği budur. Önce
olarak nitelemese bile, yazdığı kitap (Leviathan)
düşünceye ‘yeni’ olma vasfını kazandıran temel
okuyucuları tarafından türünün ‘yetkin’ örneği
kavramlar, sistematik bir bütünlük içerisinde,
olarak nitelendirilmiştir. Aynı şekilde, Marx,
güçlü bir söylemle ve yetkin bir dil kullanılarak
kendisini sosyalist düşünceyi ‘ekolleştiren’ kişi
ifadelendirilir, ardından da hesaplaşılması
olarak görmese bile, Das Kapital ya da Komünist
gereken düşünce yine aynı yetkinlikle ‘mağlup’
Manifesto, bu nitelemeyi yapmak için yeterli bir
edilir.
kanıttır.
70
Bu formatın İslam düşünce tarihindeki tipik
Peki, bu dönemin eserlerinin tipik özelliği
örneğini, Gazali vermiştir diyebiliriz. Çünkü
nedir? Bu sorunun cevabı, özetle şu şekilde
Gazali, felsefe ile uğraşını kendine ‘özel’ bir
verilebilir: Önce orijinal düşüncenin ‘temel
mesele edinirken, işte tam da bu ‘hesaplaşma’
kavramlar’ı netleşir; ardından da hesaplaşılacak
ihtiyacını görmüştür. Gazali, döneminin klasik
düşünce veya düşünceler, yetkin bir biçimde
ilimleri olan fıkıh ve kelamı iyi bilmektedir. Ancak
bu kavramlar çerçevesinde eleştirilir.
özellikle kelamın felsefe ile baş etme noktasında
Tarihte bu ‘format’ın birçok örneğini görmek
‘yetersiz’ kaldığını da görmektedir. El-Munkiz
mümkündür. Biz tercihen Thomas Hobbes ve
adlı otobiyografisinde, kelamın kullandığı araçlar
Gazali’yi değerlendirebiliriz. Thomas Hobbes,
ve yöntem bakımından felsefe ile baş etmesinin
Leviathan adlı kitabında, dünyevi iktidarın
mümkün olmadığını söyleyen Gazali, ilginç bir
niçin laik temeller üzerine oturması gerektiğini
de cümle sarf ederek, “kendisinden önce hiçbir
izah etmeye çalışır. Ancak bu noktada bizim
İslam aliminin bu meseleyi halledemediğini”
dikkatimizi, tezin yetkin ifade edilmesinden
söylemektedir. Gerçekten de kelamcılar,
ziyade, kitabın ‘formatı’ çekmelidir. Kitap üç
Aristo-Eflatun düşüncesini mağlup etmek için
bölümden oluşur. İlk iki bölüm kitabın yarısını,
uğraş vermişlerdir, fakat Gazali’ye kadar bu
üçüncü bölüm ise diğer yarısını oluşturmaktadır.
düşünceleri yetkinlikle çürütecek bir düşünsel
Hobbes, ilk iki bölümde doğa hukuku
düzeyi yakalayamamışlardır. Özellikle de
temelinde bir ‘insan’ tanımı yapar ve bu tanım,
entelektüel çevrelerde etkin olan Farabi ve İbni
Hıristiyanlığın insan tanımından temelinden
Sina’nın görüşleridir ve bu durum genel kitleyi
farklıdır. Hobbes’un tanımında insan, hakları
de olumsuz etkilemektedir. İşte Gazali, böylesi
olan özgür bir bireydir; ancak bu haklar ciddi
bir ortamda, kelamcıların yapamadığını yapmaya
bir tehdit altında olduğu için, bunları güçlü
çalışmaktadır. En azından bu ‘ihtiyacı’ görmüştür.
bir laik iktidara (‘monark’a) devretmelidir.
Yine kendi ifadesine göre, meseleyi halletmek
Yani Hobbes, insan tanımından hareket eder
için, iki yıl boyunca her gün, medresedeki resmi
ve sonuç olarak laik iktidarın kaçınılmazlığına
görevinin bitiminden sonraki bütün vaktini
ulaşır. Üçüncü bölümde ise, o gün öncelikle
Aristo-Eflatun düşüncesini okuma, anlama
‘hesaplaşması’ gerektiğini düşündüğü Hıristiyan
ve tahlil etmeye ayırmıştır. Sonunda Gazali,
teorileri ile yüzleşir ve onları, okuyucusunu
Aristo ve Eflatun’un görüşlerini tasnif etmiş ve
ikna edecek düzeyde mağlup eder. Leviathan’ın
bu filozofların 3 hususta küfre düştüğünü, 17
üçüncü bölümünün eserin yarısını oluşturması,
hususta batıl görüşler savunduklarını söylemiş
açıktır ki bilinçli bir tercihtir. Çünkü Hobbes,
ve matematik, mantık, coğrafya gibi alanlarda
yeni teorisinin, o dönemin hakim düşüncesi olan
da yararlanılabilecek çalışmaları olduğunu ifade
Hıristiyanlığın temel tezlerini çürütmedikten
etmiştir. Hatta İbni Sina ve Farabi’nin de, Aristo-
sonra fazla etkili olamayacağının bilincindedir.
Eflatun’la aynı görüşleri savundukları için kafir
Bir başka dikkat çekici nokta da, Hobbes’un,
sayılmaları gerektiğini de otobiyografisinde
Hıristiyan literatürüne vukufiyetidir.
yazmıştır. Burada dikkat edilmesi gereken
Hıristiyanlığın temel tezlerini derinlemesine
nokta, Gazali’nin bu işi hangi ölçüde başardığı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
değil, çözülmesi gereken sorunu doğru teşhis
modernitenin temel kavramlarının neler
etmesi ve çözme yönünde yetkin bir çaba
olduğunu bilebilecek düzeyde dahi değildirler.
göstermesidir. İşte Müslümanların modern
Halbuki olması gereken, öncelikle İslam’ın,
dönemde yapması gereken de budur.
ardından da modernitenin iyi bilinmesi; daha
Modern dönemde yaşayan Müslümanlar da, bugün modernite karşısında tıpkı Gazali’nin yapmaya çalıştığı şeyi yapmalıdırlar. Bugün modernite, Müslümanlar için, o dönemin felsefesi mesabesindedir. O dönemde felsefe etkindi ve mağlup edilmesi gerekiyordu; bugün modernite (üstelik bütün dünyaya) hakimdir ve mağlup edilmesi gerekmektedir. O dönemde kelamcılar felsefeyle baş etmeye çalıştılar, ama bunu başaramadılar, bugün ‘yeni düşünce’ bu işi başarmaya çalışıyor, ama başaramıyor. Her ne kadar gelişme trendi devam etse ve düşüncenin okullaşması yönünde bir takım işaretler alınsa da, bu iş ‘yetkinlikle’ yapılamıyor. Peki, ne yapmalı? Bu noktada da şunlar söylenebilir: Müslümanlar öncelikle, kendi kavramlarına hakim olmalı ve burada ‘ilmi yetkinlik’ kesb etmelidirler. Ancak bundan sonra moderniteyle baş etme uğraşı anlamlı olacak ve sonuç
sonra modernitenin temel kavramların İslam’ın temel kavramlarıyla zıtlığının ortaya konulması; modernitenin batıl/asılsız görüşlerinin tasnifi, nihayet de ‘nötr’ kabul edilebilecek fikirlerin (ya da ilim/bilim alanlarının) ayrıştırılmasıdır. Bu yapılmadığı sürece, modernite (ya da postmodernite) hakim söylem olduğu iddiasını dillendirmeye devam edecektir. Müslümanlar buna kulak tıkayamazlar. “İslam hak din değil mi? Modernite bizim meselemiz değildir” itirazı, haklı/doğru değildir. Müslümanlar, bu işi, özellikle de ‘tebliğ’ ve ‘davetin yayılması’ bakımından önemsemelidirler. Kitleler, bugün tabir-i caizse, moderniteyi ‘hak din’ olarak gördükleri için ‘modern’ olmaktadırlar. Ama modernite mağlup edilebilirse, o zaman kitleler fevc fevc ‘galib’in dinine yöneleceklerdir. Çünkü ‘engel’ ortadan kalkmıştır. Cihad’ın gayesi de zaten bu değil midir?!
verecektir. İşte sıkıntının büyüğü buradadır.
O halde ‘orijinal dil’ nedir? Bu, İslam’ın dilidir.
Müslümanlar bugün kendi kavramlarını
Bu dil, vahiydedir ve somut ifadesini de Hz.
gerektiği gibi bilmemekte ve dolayısıyla
Peygamber’in yaşamında bulmuştur. Bu dil,
da kullanamamaktadırlar. Bu, dillerine de
savunmacı, eklektik, özür dileyici değildir. Bu
yansımaktadır. Bugün hala “din bilimle
dil, özgüvenlidir. Bu dilin en net örneklerinden
çatışmaz” söylemi kitlelerin zihninde hakim
birini, sahabeden Ribi ibni Amir vermiştir.
pozisyondadır. Entelektüel çevrelerde bile,
Orijinal dile vukufiyeti bu sözünden belli
“Müslüman önce birey olmayı öğrenmelidir”,
olan İbni Amir, Kisra orduları başkomutanı
“asıl özgürlük İslam’dadır”, “demokrasi İslam’la
Rüstem’in “Buraya ne için geldiniz?” sorusuna
bağdaşır” söylemi hakimdir. Bu, orijinal dile
cevap olarak şunu söylemiştir: “Kulları kula
vukufiyetin olmadığının açık göstergesidir.
kulluktan kurtarıp tek Allah’a kul etmek için.”
Demokrasi konusunda eleştirel tutum bir ölçüde
İşte, davetin, tebliğin, cihadın amacı budur.
korunurken, demokrasinin temelinde yatan
İşte İslam’ın orijinal dili budur. Bu sahabe:
özgürlük ve insan hakları kavramları konusunda
“sizin oligarşik, despot yönetiminizi yıkıp,
müthiş bir bilgisizlik ve bilinçsizlik durumu söz
yerine insanların ‘özgürlüğü’ doyasıya yaşadığı,
konusudur. Bunun nedeni de, elbette öncelikle
‘haklar’ını kullanabildikleri bir düzen kurmak için
İslam’ın ‘temel’ kavramlarının gereğince
geldik” dememiştir. Bu sahabe, İslam davasını
kavranılamamasıdır. Ayrıca genel olarak
tabir-i caizse, tek bir kelime ile özetlemiştir
Müslümanlar arasında ‘modernite’ konusunda
ki o da ‘kulluk’tur. Evet, insanı tanımlamak,
da müthiş bir ‘cehalet’ vardır. Gazali, felsefe
onun eylemlerini değerlendirmek bakımından
ile uğraşırken, çalışmalarını tamamladığında
orijinal dilin en merkezi kavramı ‘ibadet/
şu ifadeyi kullanmıştır: “Tehafüt’ü felsefeyi
kulluk’tur. Kur’an bize bunu söyler. (Zaten
felsefecilerden daha iyi anlayacak bir düzeye
Mevdudi de, bu kavramı, Kur’an’ın en merkezi
geldiğime inandıktan sonra yazdım.” Bugün
4 kavramından biri olarak tespit etmişti!)
Müslümanlar, moderniteyi, modernistlerden
Hz. Peygamber, Kelime-i Tevhid’te önce ‘abd’
daha iyi anlayacak düzeye gelmeyi bırakın,
olarak, sonra ‘resul’ olarak tanımlanmıştır. O da
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
71
zaten kendisine hep ‘abdullah’ (Allah’ın kulu)
kalsın; onun insanlığa hiçbir yararı olmayacaktır.
olarak hitap edilmesini isterdi. Müslümanların
O, ancak okunduğunda (yani doğru/gereğince
orijinal dile vukufiyet kesb etmeleri için, bu
anlaşıldığında) sonuçlarını gösterir. Doğru
kavram üzerinde çok çalışmalıdırlar. Ve bu
anlamak dediğimiz şey ise, işte gösterdiğimiz
kavramın, akın zıddının kara olması gibi, tam
entelektüel cehtlerin sonucu olarak hasıl
da modernitenin ‘özgürlük’ kavramının zıddıdır.
olur. Yoksa kimse ilk okuduğu kitaptan sonra
Müslüman, bu iki kavramın zıtlığını da bilmelidir.
allame-i cihan olmaz. İslam’ın ‘hak din’ olduğu
Aksi takdirde Ebu Hanife’nin dediği gibi, akı
‘ispatlı’ bir şekilde gösterilmezse, sorumluluk
bilip karayı bilmeyenin durumuna düşer. Çünkü
kalkmaz. Ve bu iş, biraz da ‘toplumsal yönelim’le
karayı bilmeyenin akı tanımlaması da eksiktir
alakalıdır. Düşünce bu yüzden, zaman içerisinde
ya da yanlıştır. Aynı şekilde Müslüman da, insan
‘gelişim’ gösterir ve tek kişinin çabalarından
davranışlarını açıklamak ve değerlendirmek
ibaret de değildir. ‘Kemal düzeyi’ne ulaşmak,
bakımından İslam’ın en temel kavramı olan ‘ibadet’i iyi bilecektir. Batılılarının ‘özgürlük’ kavramı konusunda devasa bir literatürü olması boşuna değildir. Müslümanlar bu hususu iyi yorumlamalıdırlar. Çünkü Batılı ‘insan’ tanımının merkezinde ‘özgürlük’ kavramı vardır. İnsanı tanımlarsanız, toplumu ve devleti de tanımlamış olursunuz. O nedenledir ki ‘demokrasi’ tanımlarının merkezinde ‘özgürlük’ kavramı yer alır. İşte Müslümanlar da, tıpkı bunun gibi, ‘ibadet’ kavramının merkezi önemini iyi kavradıklarında, ‘mü’min kulu’ doğru tanımlamış ve böylece kuracakları devletleri de sağlam bir temel üzerine oturtmuş olacaklardır. Peki, düşünce ‘okullaştığında’ ne olur? Dünya değişmiş olur. Çünkü artık değişimi gerçekleştirecek ‘plan’ açık ve net bir biçimde ortaya konulmuştur. Plan varsa, bina yapacak usta bulunur. Elbette o konuda da tecrübe ve emek gerekecektir. Fakat plan yoksa ‘yeni’ bina yapılamaz. Yapılsa da yeni olmaz ve eskisinin tekrarı olur. Bu böyledir ve dünya tarihinde örneği de çoktur. Karl Marx, herkesin bildiği bir isim olarak incelenebilir. Sosyalizmi sistematik bir şekilde ifade eden Marx, bırakın Batı dünyasını, İslam dünyasında bile taraftarlar
72
bir çok alimin çabalarını gerektirir. Dolayısıyla ‘ilim sahibi olmak’ (ya da ilimde ileri düzeylere ulaşmak) toplumsal sorumlulukların yerine getirilmesiyle (ya da bu konuda toplumsal yönelimin sağlanmasıyla) doğrudan alakalıdır. Bireysel ilmi faaliyetlerin toplumsal karşılıkları genelde yoktur. O nedenle, Müslümanların, modern dönemde karşılarına çıkan moderniteyle baş etme sorununu çözme çabası göstermesi, toplumsal sorumluluklarının bir gereğidir. Burada yine Gazali örneğini hatırlatmak yerinde olacaktır. Evet, Gazali Müslüman dünyasının o dönemde felsefe ile olan sorununu ‘çözmüştür’ ama bu sadece Gazali’nin bireysel çabasının sonucu değildir. Gazali’den önce de bu işle uğraşanlar olmuştur ve onlar bir anlamda çözümün zeminini hazırlamışlardır. Bunun için de çok çaba verilmiştir ve bu çabalar ‘toplumsal yönelim’ sayesinde mümkün olabilmiştir. Burada belki de, Gazali’nin bu tartışmada ‘son noktayı’ koyduğu söylenebilir. Ama son nokta konulmadan önce birçok hususun halledilmiş olması gerektiği açıktır. İşte toplumsal yönelim, bu yüzden önemlidir ve ‘düşüncenin okullaşması’ sürecinin sağlıklı işlemesi için gereklidir. Fakat yanı sıra sağlıklı
bulabilmiştir. Yani anne-babadan ‘Müslüman’
bir ‘eleştiri’ mekanizması da işletilmelidir.
olarak doğan, Müslüman adları bulunan kişiler,
Çünkü düşünsel eksiklikleri gidermenin en etkili
kendilerini rahatlıkla Marksist/sosyalist olarak
yolu, yerinde ve etkili eleştiridir. Bundan belki
ifade edebilmişlerdir. İşte bunu sağlayan
eleştirilen kişi hoşlanmaz, ama toplumun ilmi
düşüncenin gücüdür. Düşüncenin sistematik,
düzeyi ancak bu şekilde artabilir. Bendeniz,
kendi içinde tutarlı, yetkin bir şekilde ifade
toplumsal yönelimin sağlanmasının yanı sıra
edilmesidir. Peki, sosyalist Marx bunu yapabiliyor
sağlıklı bir eleştiri mekanizması işletebilmemiz
da, hak din olan İslam neden yapamasın?
durumunda, Müslümanlar olarak, geleceğimizin
Evet, İslam, hak dindir ama bunu yanlış
parlak olduğuna inanıyorum. ‘Düşünce’
yorumlamamak gerekir. Kur’an’ı toprağın altına
gelişmesini sürdürüyor; inşallah ortak katkılarla
gömün, ya da duvara asın, orada binlerce yıl
‘okullaşması’nı da tamamlayacaktır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Araştırma - İnceleme
Cemaat Diktatörlerinin Psikanalizi Hamdi Tayfur Giriş
irdelemeye çalışacağız. Bu yazının devamında
Cemaat liderleri ve diktatörlük!
genel niteliklerini yapısal özellikler olarak tespit
Bu iki ifade bir arada kullanılabilir mi? Atasoy Müftüoğlu “manevi diktatörler” diyerek ifadeyi çok daha fazla genelleştiriyor; küçük cemaat gruplarından çıkartıp topluma şamil kılıyor.
-bir sonraki sayıda- cemaat ve kapalı grupların edip, bunların bireylerin zihinsel ve manevi dünyalarında oluşturduğu menfi tesirleri tahlil edeceğiz. Kendileri de aslında geniş katılımlı birer grup olan toplumların içindeki cemaatler ve grupların varlığı, çok eski tarihlere uzanan sosyolojik
Manevi baskılarıyla pek çoklarının akıllarına prangalar vuran ve kalplere kurdukları tahtlarda küstahça oturmaktan iflah olmaz derecede zevk alan bu diktatörlerin, kapalı cemaat topluluklarında küçük iktidarlara oynayan cinslerini “cemaat diktatörleri” olarak
bir vakıadır. Sosyoloji; toplumu, toplumların oluşumu ve değişimini inceleyen ve nesnel yasalarını saptamaya çalışan bir bilim dalıdır. Genel anlamda toplumların oluşumu, değişimi ve bu değişimde esas olan prensiplerle, toplumların yapısının ürettiği problemlerin insan
isimlendirmek çok da yanlış olmasa gerek…
aklı üzerindeki etkileri önemli bir husustur.
Oysa liderliğin doğru örneği Muhammed
Konumuzu “Geniş katılım grupları/toplulukları
Peygamberi, Allah Kur’an’da anlatırken onun davete muhatap insanlar üzerinde bir “Musaytır” (88/22), yani bir baskıcı, diktatör veya elindeki satırı sallayarak insanlara zorla daveti veya kendi isteklerini kabul ettiren bir zorba
içinde yer alan cemaatler ve grupların akletme üzerindeki olumsuz tesirleri” olarak sınırlamakla aslında genel toplulukların oluşturduğu sosyolojik ve kültürel kodlara bir gönderme de yapmış oluyoruz. Cemaatlerin ve grupların
olmadığını/olmaması gerektiğini söylemektedir.
gösterdiği tipik davranışlar büyük toplulukların
İşte bu yazıda -önce grup ve cemaatlerin ortaya
özelliklerin sivrilmiş birer örneğidir.
çıkma sebeplerini kısaca ortaya koyduktan sonra- kapalı grup ve cemaatlerde boy veren bu tip liderlerin psikolojik alt yapılarını birazcık deşmeye ve cemaat bireylerinin zihin yapılarında ve nefislerinde oluşturdukları inanılmaz ifsadı
içinde barındırdığı bazı kodların ve sinmiş
Büyük topluluklar, tipik cemaat davranışlarına yol açan olağan dışı durumlara toptan bir cevap veremezse, tepki gösteremezse ya da çözüm üretemezse cemaat ve grupların ortaya çıkması
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
73
için uygun zemin oluşmuş demektir. Grup, fırka ve cemaatlerin ortaya çıkışının ve çeşitliliğinin geri planında ihtilafların derinleştirilerek tefrikaya dönüştürülmesi vardır. İhtilafların arkasında ise “insanın karakteri”1,
ortaya çıkan bazı sebepler de vardır. Bunlar bu tür grup ve cemaatlerin kendi dönemlerinde oluşumuna kaynaklık ederler. Tarihi ve sosyolojik koşullar incelenerek her dönemin kendine özgü belirleyici sebepleri ortaya konabilir.
“dilin tabiatı”2 nedeniyle birbirini anlamamak ve
Ancak bizim konumuz modern bir olgu olarak
gerekli iletişimi kuramamak; “evren ve hayatın
grup ve cemaatlerin ortaya çıkışı, bunların
tabiatı” nın farklı görüntü ve renkleri mümkün
yapısal özellikleri ve cemaat içi ilişkiler ile lider-
kılması; “tarihten gelen anlaşmazlıkların
birey ilişkisi olduğundan bu dönemde baskın
sonlandırılamaması”, “dini metinler” in
olan sebepleri ortaya çıkarmaya çalışacağız.
3
4
yapısının ihtilafı mümkün kılan bir yapıda olmasından dolayı dini anlama biçimlerinin sürekli çeşitlenmesi gibi sayılabilecek birçok neden vardır. Sıralanan ihtilaf sebeplerinin geri planındaki en önemli etkenlerin bencillik, menfaatler ve heva olduğunu da unutmamak
Geçmişte de benzer sebepler fazlalık ve eksikliği ile etki eden birer faktör olmasına rağmen özellikle modern dönemlerde grup ve cemaatlerin ortaya çıkabilmesi için, topluca karşı karşıya kalınan bir “örselenme”nin
gerekir.
olması, bu örselenmenin ortaya çıkardığı
Yetenekli liderlerin grupların oluşumunda önemli
ortaya çıkardığı bir “endişe”nin hat
bir etkisi vardır. Ancak hiçbir lider yoktan bir
safhaya ulaşması en temel şartlardandır.
hareket meydana getiremez. Gerekli şartlar
“Örselenme+hoşnutsuzluk+endişe” toplamına
olgunlaşmadığı sürece, potansiyel bir lider
birlikte muhatap olmuş kişilerin harekete geçme
ne kadar yetenekli olursa olsun, peşinden
isteği, bunların ortak davranışlar sergileyerek bir
kimseyi sürükleyemez. Cemaatler ve grupların
araya gelip cemaat ve grupları oluşturmalarına
toplumda yaygınlık kazanması ve rağbet
yol açar. Aslında hareket, ideal olana geri dönme
görmesi olağanüstü değişim dönemlerinden
veya döndürme hareketidir. Bu nedenle bütün
geçildiğinin bir işaretidir. Cemaatler ve gruplar
cemaat/grup yapılarının örselenme öncesinde
mevcut düzene karşı şiddetli bir hoşnutsuzluğun
var olan, “hoşnut olunan bir durum ideali”
doğal sonucudurlar. Normalleşme süreçlerinde
vardır. Bu, ideal geçmişi -yani hoşnut olunan
bu tarz oluşumlar toplumun daha sağlıklı hale
dönemi- gelecekte kurma idealidir. Öyleyse
gelişine etki eden sivil toplum kuruluşları olarak
yukarıdaki üçlü toplama bir dördüncüsünü daha
ortaya çıkarken, olağan dışı koşullarda gidişi
ekleyip, buna “ideal geçmişin gelecekte yeniden
tersine çevirmeyi amaçlayan yapılar haline
inşası için harekete geçme” diyebiliriz.
gidişattan kaynaklanan hoşnutsuzluğun
5
dönüşürler.
Bu dörtlü toplamın ortaya çıkması şartların
Örselenme+hoşnutsuzluk+endişe+ide al geçmiş özlemi Tarihte ortaya çıkan dinsel gruplar, mezhep ve fırkaların ortaya çıkışına tesir eden evrensel faktörleri yukarıda kısaca sıralamıştık. Modern dönemlerde ortaya çıkan grup ve cemaatler de bu evrensel faktörlerden etkilenirler. Ancak
olgunlaştığına işarettir ve böylesi anlarda kendileri de dörtlü etkinin tesirinde olan yetenekli liderler harekete geçerek cemaatlerini oluşturabilirler. “Örselenme+hoşnutsuzluk+endişe+ideal geçmişin gelecekte yeniden inşası için hareket” toplamıyla neyi kastettiğimizi kısaca açıklayalım.
bunların dışında her dönemin kendi özgün
Toplumların hayatında hızlı değişimlere
sosyolojik ve tarihi koşullarına uygun olarak
yol açan, insanları şiddetle sarsan, onları
İhtilaflar Karşısında İslami Tavır, Yusuf el-Kardavi, s.66
1
Yusuf el-Kardavi, age, s.64
2
Yusuf el-Kardavi, age, s.71
3
Yusuf el-Kardavi, age, s.61
4
aşağılatan, büyük acılar çekmesine yol açan olay veya ardışık olaylar toplamının muhataplar ve artlarından gelen nesiller üzerinde oluşturduğu etkiye “örselenme” diyoruz.
Eric Hoffer, Kesin İnançlılar, s.127
5
74
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Toplumlar tarihlerinin hızlı değişim anlarında
Vamık Volkan’ın “zaman çökmesi”6 olarak
belli “örselenme”lere uğrarlar ve bunlar ilginç
adlandırdığı bu süreçte seçilmiş örselenme
toplumsal yapılanmalara ve değişimlere yol
daha dün olmuş gibi yaşanır. “Geçmişe ilişkin
açar. İslam tarihinde ortaya çıkan tarikat
duygular, algılar ve beklentiler, güncel olaylar ve
yapılanmalarının ilk ortaya çıkışı, Moğol/
düşmanlarla ilgili olanlara büyük oranda karışır
Tatar istilaları ve Haçlı Seferleri’nin toplumda
ve bu da akıl dışı politik kararlar almaya ve
meydana getirdiği örselenmeler ortaya
yıkıcı davranışlara yol açar.”7 Karşılıklı çatışanlar
çıkartılmadan anlaşılamaz. Aynı dönemlerde
ayrı ayrı örselenmelerin tesiri altındaysalar
ortaya çıkan oldukça öze dönüşçü sert
“bitmeyen savaş”ın onulmaz temsilcileri olarak
söylemlere sahip selefi hareketler de benzeri
akıl dışılıklar üretmeye devam ederler.
istilaların sebep olduğu örselenmelerden yeteri kadar nasiplerini almışlardır. Biraz daha geriye gidersek İslam tarihinin ilk yüzyılında ortaya çıkan hemen hemen tüm fırkalar “fitne” olarak isimlendirilen sarsıcı hadiselerin derin tesiri
Liderler gruplarını oluştururken, toplumlarca özümsenmiş olan, “örselenmeler” den kaynaklanan psikolojik genleri manipüle ederler. Böylece gruba eğilim artar ve insanlar grupla
altındadırlar.
birlikte hareket etmek için seferber olurlar.
Günümüz İslami cemaatlerin ortaya çıkmasına
Örselenmenin varlığı tek başına yeterli değildir.
yol açan “örselenme” Batı’ya karşı bir-kaç yüzyıl öncesinde başlayan peş peşe yenilgiler ve toprak kayıplarıyla ortaya çıkan, İslam topraklarının tümüyle parçalanması, işgal edilmesi, sömürgeleştirilmesi ve birliği temsil eden hilafet kurumunun ilga edilmesiyle zirveye ulaşan olayların ortaya çıkardığı örselenmedir. Geçmişten beri zaten varlığını sürdüren mezhep, tarikat ve dini yapılanmaları kısmen dışarıda bırakırsak modern dönemlerde ortaya çıkan tüm İslami cemaatlerin oluşumunda bu örselenme ortak paydadır. Tarikatların, mezhebe bağlılığın ve geçmişten beri varlığını devam ettiren benzeri dini yapılanmaların böylesi dönemlerde canlanmasının en önemli sebebi de sözünü ettiğimiz örselenmedir. Cemaatlerin birbirlerinden farkı bu noktadan sonra ortaya çıkar. Bu örselenmeye verilen cevaplar, çözüm önerilerindeki farklılıklar ve ihtilaflar cemaatler
Bazı toplumlar veya örselenmiş toplumun bazı bireyleri örselenmeyi “düşmanına benzemek” tarzında içselleştirebilir. Durumdan rahatsız olmak yerine büyük bir memnuniyet duygusuna kapılabilir. Bunu bir gereklilik olarak görebilir. Bu bir tür yansıtmadır. Bu tiplerin örselenmelerden kaynaklanan bir kalkışla bir gruba mensup olmaları mümkün değildir. Bu nedenle örselenmenin peşi sıra durumdan hoşnutsuzluğun sürekli hale gelmesi, grupların oluşup varlıklarını sürdürmelerini gerekli bir şartıdır. “Hoşnutsuzluk” aşağıda üzerinde duracağımız “ideal geçmiş özlemi” duygusu ile doğrudan ilgilidir. Örselenmeye yol açan olaylar kısmen veya tamamen ortadan kalksa ve ortam daha memnuniyet verici gelişmelere uygun olsa da hoşnutsuzluk devam eder. Hatta devam etmelidir ki cemaat ve grupların varlık sebebi ortadan kalkmasın. Çünkü hoşnutsuzluğa
arasındaki farkı ortaya çıkartır.
kaynaklık eden şey yeni gelişmelerin ne derece
Örselenme anında merkezi otorite (devlet veya
Asıl önemli olan “ideal geçmiş” veya “altın
imparatorluk) ya da toplum, olumsuzluklara
çağ”a ne kadar yakın veya uzak olunduğu
direnmeyi becerebilseydi ve daha yumuşak
meselesidir. Her gelişme altın çağın ideal
bir geçişle yeni şartları oluşturabilseydi genele
ölçüleriyle karşılaştırılır. Buna uymayan her
yaygın bir örselenme de oluşmayabilirdi.
müspet gelişme aslında ancak bir komplonun
Tarihte yaşanmış olan örselenmeler toplumların genlerine işler ve kuşaktan kuşağa sessizce aktarılır. Oluştuğu anda etkinliği zayıf kalabilen örselenmeler kuşaklar sonra bir grubun oluşmasında yeniden ortaya çıkabilir. Olmadık bir çatışmanın gerçek nedenine dönüşebilir.
memnuniyet verip vermediği meselesi değildir.
veya yeni bir aldatmacanın parçası olabilir. Bu nedenle müspet bir ortam ve yeni gelişmeler de olsa hoşnutsuzluk sürer/sürmelidir. Bu nedenle grup/cemaat liderleri ideal geçmişe/altın çağa Vamık D. Volkan, Körü Körüne İnanç, s.70
6
Vamık D. Volkan, age, s.70
7
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
75
sürekli vurgu yapmaya devam ederler, günü
ettiği çağ “Asr-ı Saadet”tir. Bu çağ öylesine
küçümserler, her yeniliğin sürekli bir kötülük
kutsanır ki, bu dönemin kötülükleri bile örnek
ürettiğini ve bunların kötüye gidişin, “altın
alınacak bir ideale dönüştürülür. İronik olarak bu
çağ”dan uzaklaşmanın bir parçası olduğunu
kutlu asır hem ulaşılması mümkün olmayan bir
anlatıp dururlar.
dönem olarak yüceltilir, hem de o çağı gelecekte
Hoşnutsuzluğa eşlik eden bir diğer duygu da “endişe” duygusudur. Örselenmeye yol açan olay veya olaylar grubunun sürekli tekrar edeceğine dair duyulan korku, bu endişenin kaynağıdır. Her şey her gün daha da kötüye gitmektedir. Bu kötüye gidiş gerçekten var olan bir durum olabileceği gibi kişilerin öyle zannettikleri için kapıldıkları bir duygu da olabilir. Ancak örselenmiş, hoşnutsuz, anksiyete/ endişe duygusuna kapılmış bir bireyin bunu ayırt edebilecek akletme yetisi oldukça zayıflamıştır. Yoğun örselenmeler yaşamış toplumlarda komplo teorilerinin bolca üretilmesinin bir nedeni de bu yaygın endişe duygusudur. Olumlu gelişmeler bile bir komplonun parçası olarak anlaşılır. Çünkü örselenemeye yol açan o derin darbenin devam ettiğine dair endişe kalplerde kök salmıştır. Bir türlü endişelerden kurtulup, örselenmeye yol açan olaylar zincirinin kırıldığına inanmak istemezler. Bu nedenle grup ve cemaatlere derinden bağlı bireyler çoğunlukla komplocu bir kafa yapısına sahiptirler. Cemaatin
fazla yüceltmek için cemaatler tarihe yeni bir perspektif getirmişlerdir. Bu perspektif kısmen sadece modern dönem Müslümanlarına has bir perspektif değildir kuşkusuz. Ama hiçbir zaman bu çağdaki kadar üzerine vurgu yapılmamış ve önemli hale getirilmemiştir. Bu perspektifle tarihin ideal çağı “Asr-ı Saadet” dört halife döneminin bitimiyle sona erer. Bazılarınca Hasan’ın kısa halifelik dönemi de buna dâhil edilir. Ömer b. Abdülaziz’in kısa halifelik dönemi de sapmadan bir istisna olarak görülür. Oysa Ömer’in yapmaya çalıştığı da idealize ettiği ilk döneme bir geri dönüş çabasıdır. Bu nedenle İslamcılığın ilham kaynaklarından birisi Ömer b. Abdülaziz’dir. Tarihin bunların dışındaki kısmı kocaman bir boşluktur. Sürekli geriye doğru bir gidiştir, gerilemedir. Yapılması gereken ise o ideal çağı gelecekte yeniden kurmaya çalışmaktan ibarettir. Yani Asr-ı Saadet’e geri dönmek… Modern dönem cemaatlerinin temel ideali budur.
var oluşunu gereksiz ve geçersiz kılan her türlü
Dört temel kavramla -örselenme, hoşnutsuzluk,
olumlu gelişme komplocu yorumlarla geçersiz
endişe, ideal geçmiş özlemi- karakteristik
kılınmaya çalışılır. Bunlar bir komplonun parçası
hale gelen bu tarz psikolojilerin yaygın olduğu
olarak gösterilir. Bu komploların bir numaralı
toplumlarda, liderler cemaat veya gruplarını
üreticileri de normal olarak cemaat liderleridir.
oluşturmak için çok da zorlanmazlar.
“İdeal geçmiş özlemi” örselenmenin
Cemaat ve grupların oluşmasına zemin
olumsuz tesirlerini yok etmenin, hoşnutsuzluğu
hazırlayan sebeplerle ilgili bu açıklamalar aynı
memnuniyete çevirmenin ve endişelerden
zamanda “insanlardan bazıları niçin gruplara/
kurtulmanın tek yoludur. Bu nedenle acilen
cemaatlere koşarak girerler?” sorusuna da bir
harekete geçilerek “ideal olanı” yeniden
cevap niteliği taşımaktadır.
oluşturmak için çaba gösterilmelidir. Her grup ve cemaatin idealize ettiği bir “altın çağı” vardır. Bu bazen geçmişteki bir imparatorluğun yeniden kurulması olabilir. Örneğin “Osmanlı İmparatorluğu” pek çok cemaat bireyinin rüyalarını süslemektedir. Almanya’daki Nazi grupları Hitler’in yaşadığı döneme büyük bir özlem duyarlar. Yahudiler yüzyıllarca kurtarılmış topraklarda kuracakları bir Yahudi devletinin hayaliyle yaşadılar. Kudüs civarındaki “Zion” kasabasına geri dönüş ideali “Siyonizm” ideolojisini üretti. Müslüman grupların idealize
76
kurmak bir hedef haline getirilir. Bu çağı daha
Sıraladığımız nedenlerin yanı sıra; değişiklik isteği, güçlülük duygusu, umut, geleceğe olan inançla birikmiş güç, gelecekten duyulan korku, güçlü bir öğreti ve yanılmaz bir önderle yeni bir üstünlüğe sahip olunacağına ve gücün kapılarının açılacağına olan körü körüne inanç, başka bir insan olma isteği, anlam arayışı, sorumluluktan kaçarak topluluk sorumluluğuna dahil olma, eşitlik ve kardeşlik arayışı, kişiliğini gizleme amacına dönük eşitlik arzusu, serbest ortamdaki yalnızlığın ve güçsüzlüğün verdiği
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kaçış duygusu, serbest rekabetin acımasız
düşmanı ilan edilir. Bunlara karşı kılıçlar çekilir.
sınavından kaçış, yaratıcı güçlerin kaybolması/
Anti-propagandalar yapılır. Söylemle ve fikirle
yeteneksizlik, zayıf toplumsal bağlar, kolektif
karşı çıkılamıyorsa okların doğrultulduğu diğer
dayanışma mekanizmasının çekiciliği, bir yere
cemaat ve şahıslar hakkında komplolar üretilir.
ait olma arzusu, topluma uyamamak, zulme/
Belden aşağı tüm taktikler kullanılarak cemaat
haksızlığa uğramak, hayal kırıklığına uğramak,
bireylerinin bundan etkilenmesi engellenmeye
kendinden hoşnut olmamaktan kaynaklanan
çalışılır. Rakiplerin ne geçmişlerindeki kirler
aldatılma isteği, grupla aynı şeyden nefret
bırakılır, ne de iç içe oldukları gizli ilişkiler…
etmek , yakınlık gereksinimi, benlik gereksinimi,
Tüm kirli çamaşırlar ortaya dökülmeye çalışılır.
güçsüzlüğün telafisi, prestij ve menfaat
Cemaat liderleri bu kirli psikolojik savaşın gizli
sağlamak, saldırgan dürtülerini doyurmak,
yöneticileridirler. Kendileri asla ortaya çıkıp
birlikte hareket etmenin heyecanını tatmak,
bu psikolojik savaşta açıkça rol üstlenmezler.
8
mahrumiyetler, yapısal gerginlikler , toplumda
Bu çamurlu propagandadan isimlerinin
yalnız kalanların, yabancılık çekenlerin,
zedelenmesine izin vermezler. Kalemşorlarını
yalnızlığın bıktırıcılığından kaçanların yaşadığı
ortaya sürerler. Hatta bazen kendi yazdıklarını
“birleşme açlığı”10, fanatikliğin tatmini,
bu kalemşorların imzası altında yayınlarlar.
paranoyaklık, nevrotik rahatsızlıklar gibi sayılan
Liderleri lider yapan gönüllü kulların onların
pek çok neden grup ve cemaatlere katılmada
etrafından çözülüp gitmemesi gerekir. Oysa
önemli birer etken olabilir. Bu listedeki tüm
bu tür propagandalar cemaatler arasındaki
nedenlerin aynı anda bir kişide toplanması
duvarları güçlendirmekten başka bir işe
mümkün değildir. Zaten bunların bir kısmı
yaramaz.
9
birbiriyle çelişen nedenlerdir. Ancak bunlardan bir veya birkaçının mevcudiyeti grup ve
Eğer mitoz bölünme ile yeni bir cemaat ve
cemaatlere katılmak için yeterli olur.
yeni bir lider ortaya çıkmışsa bu yeni oluşum
Cemaat adayı çoğunlukla liderin veya cemaat
elemanlarının etrafına örer. Gruptan kopanlarla
davetçilerinin etkili bir tebliğine muhatap olur.
tüm ilişkiler kesilir. Onlarla bir şekilde diyaloga
Çağrı dine yapılıyormuş gibi görünse de, grubun
geçenler hemen kontrol altına alınır. Her iki
kendi mantığı içindeki önceliklere göre yapılır.
grup da birbirinin rakibi ve düşmanı gibi hareket
Adayın niçin başkalarıyla değil de kendileriyle
eder. Gizli gizli birbirlerinin ne yaptıklarını
beraber olması gerektiği üzerine veya niçin
soruştururlar. Başlıca gündemleri karşı grubun
o gruba mensup olmaksızın dinin gereklerini
neler yaptığına dair taze haberlerdir. Bunları
yerine getirmiş olamayacağına dair ilgi çekici
öğrenip konuşmaktan derin bir zevk alırlar. Oysa
argümanlarla yüklemeler yapılır. Aynı zamanda
birbirlerinden özde hiçbir fakları yoktur.
geçmiş veya benzer grupların yetersizlikleri ve başarısızlıkları ısrarla vurgulanır. Duygusal yakınlıklar ve heyecanların kışkırtılması hat safhadadır. Cemaatle aynı bölgeyi paylaşan benzer özellikteki cemaatler küçümsenirken, cemaatten eleman çalamayacak uzak bölgelerdeki veya ülkelerdeki hareketler yüceltilir. Cemaate sanki o grupların bir parçasıymış gibi bir hava verilir. Cemaatin varlığını tehdit eden veya cemaat elemanlarının kafalarını bulandıran(!), farklı cemaatler ve şahıslar söz konusu cemaatin bir numaralı Eric Hoffer, age, s.11-46
8
Mehmet Ali Büyükkara, “Dini Grup Yapılarında Dine
9
İlişkin Muhtemel Anlama ve Temsil Sorunları”, Usûl Dergisi Ocak-Haziran 2007 sayısı s.109, 111 Robert S. Robins, Politik Paranoya, s.110
10
karşısında eski grup tüm koruma duvarlarını
Bu söylemlerden ve antipropagandalardan aşırı derecede etkilenen ortadaki bir aday cemaate girmeye, eğer tereddüt geçirdiyse tekrar aynı cemaatte kalmaya veya taraf değiştirerek karşı cemaate gitmeye karar verdiğinde kendini yeniden hidayete ermiş veya imanını tazelemiş gibi hisseder. Tabi bu hislerin onda yeniden oluşabilmesi için grup lideriyle veya liderin görevlendirdiği birisiyle günah çıkarma ve itiraf seanslarına katılması gerekir. Lidere karşı veya cemaate karşı içine düştüğü tereddütleri itiraf etmek -bir Hıristiyan’ın papaza günah çıkartmasında olduğu gibi- müthiş bir rahatlık verir. Bunun ismi de imanın tazelenmesidir. Oysa iman tazelenmemiş sadece lidere olan bağlılık ve sorgusuz biat tazelenmiştir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
77
Cemaate yeni katılan bir birey için ise bu aşama
tek taraf olduklarına olan inanç; grup veya
dinin ikinci bir şehadeti gibidir. Aday geçmişiyle,
cemaatle dış dünya arasına konulan fiziksel ve
çevresiyle, bazen işiyle ve ticaretiyle ilgili bütün
psikolojik barikatlar; aileden kopuş; hiyerarşik
köprüleri yıkar. Önceki hayatının ne kadar boş
yapı; tek tip düşünceye dönük eğitim; eleştirel
ve anlamsız olduğunu itiraf ederek nâdim olur.
11
düşüncenin yok edilişi; aforoz edilme korkusu,
Artık cemaatle bütünleşmeye, bireyselliğinden
fitne ve ihanet suçlamasının özgüvenle dolu
sıyrılıp topluluk içinde bir kum tanesi, okyanusta
yapıcı eleştirileri ortadan kaldırması; liderin
bir damla olmaya hazırdır. Gardıroptaki yedek
kendisini yüceltip cemaat bireylerini aşağılayan
takım elbisesi de dâhil tüm mal varlığını cemaat
bir yöntemi psikolojik baskı unsuru olarak
liderine teslim etmeye hazır halde biat ederek
kullanması; şeytanlaştırma/ötekisini icat;
kendisine verilecek özel görevi beklemeye
bireyselliğin yok edilişi, kolektiflik; cemaat
koyulur.
merkezli tanımlanan yeni ahlak anlayışı12 gibi
Grup menfaatinin ve cemaate has özel hedeflerin tüm bireyselliklerin üzerinde olduğu ve herkesin ortak bir iradeye tabi olduğu böylesi
özellikler cemaatlere ilişkin sayılabilecek genel niteliklerdir.
gibidir. Bireylerin tüm iradeleri ellerinden
Diktatör Cemaat Liderlerinin Psikanalizi
alınır, düşünme yetileri, kişisel yetenekleri
Yukarda da belirttiğimiz gibi her grup veya
oluşumlar, duvarları olmayan hapishaneler
ortadan kaldırılır. Herkes ortak bir akla tabi olur. Yapılacaklar ve yapılmayacaklar merkezi bir otorite tarafından kararlaştırılır. Bu tür ortamlarda şahsiyetlerin gelişmesi, yeteneklerin faydaya dönüşmesi, fikir üretmek neredeyse imkânsızdır. Gruplar ve cemaatler bunu hiç ifade etmemelerine rağmen akletmenin büyük bir düşmanıdırlar. Bunun nasıl olduğunu daha iyi görebilmek için -ayrıntısına bir sonraki yazıda gireceğimiz- grupların ve cemaatlerin bazı temel özelliklerini maddeler halinde sıralayalım. Otoriter bir liderin etrafında toplanan bir cemaatin özel ve genel birçok niteliğinden söz edilebilir. Tüm kararlar, fikirler ve kutsal metnin yegane yorumlayıcısı konumundaki sorumsuz ve ebedi tek liderin varlığı; mensuplarındaki, ilahi metnin tek gerçek yorumlayıcıları ve uygulayıcıları olduklarına dair mutlak ve sorgulanamaz inanç; liderin konumu, seçilmiş
cemaatin başında dominant özelliklere sahip bir lider bulunur. Cemaat içinde fikir akışı ve işlerin yürümesi liderden cemaate doğrudur. Her şeyin merkezinde bu lider bulunur. Lider her şeye vaziyet eder. Grup içinde müthiş bir hegemonyası vardır. Yönetimin tek hâkimidir. Karar ve tayin yetkisinde tek söz sahibidir. Cemaatin var oluşu onun var oluşuyla neredeyse eşdeğerdir. Grubun sadece beyni değil aynı zamanda omurgası gibidir. Lider kimse tarafından seçilmez, tayin edilmez. Liderin azli bir şekilde mümkün olursa bu aslında grubun da öldüğü anlamına gelir. Çünkü yeni bir lider yeni bir grup demektir. Yeni lider yeni grubu eski grup ve lideri kıyasıya eleştirerek biçimlendirir. Eskinin devamı gibi gözüken ama aslında yeni olan bir grup ortaya çıkmış olur.
oluşu ve cemaatin seçkinliği konusunda ikna
Bu sebeple cemaatler asla bir lider seçmezler.
etme amacına dönük uydurulmuş menkıbeler
Tersine liderler cemaatlerini seçerler. Bir grubun
ve sırlarla yüklü büyüsel inançlar veya elle
oluşması veya mitoz bölünme gibi mevcut bir
tutulmaz, olağanüstü güçler veya Tanrı
gruptan bölünerek ayrılması şartları oluştuğunda
yasalarıyla desteklenildiği duygusuna kapılmak;
lider cemaatini seçer ve yeni bir grup ortaya
cemaatin amacını yüceltmek için her şeyin
çıkarır. Bazı İslami cemaatlerin en büyük ironisi,
kötü gittiğine dair yaygın kötümserlik; kurban
söylem ve tebliğlerinde Raşit Halifeler dönemi
edilmişlik duygusunun diri tutuluşu (aleyhteki
ile sonraki dönemin arasını keskin çizgilerle
her olayın ajitasyon için kullanılması) ve paradoksal biçimde bunu tersine çevirebilecek
M.Ali Büyükkara, agm, s.121, Eric Hoffer, age,
12
s.138, Robert S. Robins age, s.136, Vamık D. Volkan, age, s.202-203, Hamdi Kalyoncu, Liderlere Tapınma
Mehmet Ali Büyükkara, agm, s.112
11
78
Psikolojisi, s.54
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ayırıp iki dönemin en büyük farkının, birisinin
Üyeden istenen ehliyet, liyakat ve bilgi değil,
seçime diğerininse saltanata dayalı bir dönem
özellikle de anlamadığı durumlarda mutlak
olduğunu ısrarla vurgulamalarına rağmen, kendi
itaat ve ölü gibi teslimiyettir. Üstteki makam
yapılarının saltanat sisteminden bile katı bir
mutlak itaat makamıdır. Alttakinin üste bağlılığı,
liderlik yapısına sahip olmasıdır. Emevi sultanları
üsttekinin kesin doğru olduğu ve yanılmaz
kılıç zoruyla da olsa tebaalarından biat alırlardı.
oluşu üzerine kuruludur. Bazı şeylerin alttakiler
Cemaat liderleri böyle bir şeye tenezzül dahi
tarafından anlaşılmayışı kendi hamlığındandır.
etmezler.
Ayrıca üsttekinin bazı söz ve davranışlarının
Liderin seçerek tayin ettiği şura, kararların çoğunluk sistemine göre alındığı bir kurul değil, onun fikir ve önerilerinin onay merciidir. Burada
anlaşılmaması da onun büyüklüğüne, yüceliğine delalettir. Alttakinin akıl yürütmesi de ukalalıktır, haddini aşmaktır.”13
ortaya çıkabilecek öneriler liderin görüşüyle
Aslında liderleri lider yapan tebaalarındaki
paralellik arz eden, onu sorgulamayan ve
gönüllü kulluk psikolojisidir.14 Liderlere
muhalif olmayan görüşlerdir. Çünkü lider bu
putlaştırma derecesindeki bağlılık kendiliğinden
konuma eleştirel bakış açısına sahip, üretken
olan bir hadise değildir. Öncelikle insanlar
kafaları getirmez. Yanlışlıkla böyle bir şey
psikolojik olarak buna hazırdırlar. Liderlerin
yaparsa da derhal o üyeyi elimine eder. Üyeler
tüm hâkimiyetinin halktaki bu gönüllülük
liderin görüşünü onaylamak ve hiyerarşik olarak
psikolojisine dayanması çok enteresan bir
kendi altlarındakilere onaylatıp uygulatmaktan
durumdur. Halklar kendilerine vaziyet eden,
mesuldürler.
hatta zulmeden bu liderlere olan bağlılıklarından
Bu tür bir yapıda lideri değiştirmek, liderin o güne kadarki uygulamalarındaki başarısızlığını sorgulamak ve yeni bir başkan seçmek gibi görüşler, kimse tarafından ne akla getirilebilir ne de seslendirilebilir. Şûraya düşen lidere akıl vermek değil, o arzu ettiğinde izin verdiği kadar fikren ve bilgi toplayarak ona yardım etmek
vazgeçseler, onların tüm karizmasının ayaklar altında kalacağı çok açık olmasına rağmen tarihte bu böyle olmamıştır. Aslında lidere ait tüm karizma ve otorite tebaalarının ona bir bağışıdır. Kitleler ilginç bir şekilde bu gönüllü kulluktan gizli bir zevk alırlar ve liderler de bundan sonuna kadar yararlanırlar.
ve liderin muhatap olmaktan imtina ettiği ve
Topluluklar kahramanlarına, liderlerine ve
teknik olarak da tek başına gerçekleştirmesinin
kurtarıcılarına gönüllü kulluk psikolojisinden
mümkün olmadığı hiyerarşik olarak alt
kaynaklanan derin bir minnet ve şükran
kademedeki bireyler üzerindeki otoritesinin
duygusu beslerler. Bu duygu, liderleri
teminidir. Lider, kendi seçtiği ve görünürde şura
olduklarından büyük görmeyi, yüceltmeyi hatta
heyetine benzeyen yapıyı kullanarak cemaatine
Rableştirmeyi beraberinde getirir. Toplumun
vaziyet eder.
veya cemaatin akıldan ne kadar uzakta
“Üyelerin, kendilerine başkan tarafından görüşleri sorulduğu zaman, bununla büyük bir lütufa mazhar edildikleri düşüncesi içinde olmaları ve bunun şükrünü bildiklerini tüm varlıkları ile göstermeleri gerekir. Başkanın verdiği kararlara, akla yatmasa da, huşu içinde uyulur; çünkü onun hep bir bildiği vardır. Başkanın karşısında edille-i şer’iyeden kabul edilen ‘cumhurun reyi’ni (çoğunluk kararını) savunmak yıkıcılık, bozgunculuk, güvensizlik ve inançsızlık olarak görülür. Alttakilerden istenen aklını kullanmanın ötesinde tereddütsüz itaattir; özel hayatını ihmal edecek ve aklını devre dışı bırakacak şekilde fedakârlıktır.
olduğunu anlamak için, aralarında yaygın olan “kahraman aşkı”, büyük kral, büyük lider, büyük kumandan, büyük filozof, büyük bilgin/âlim, büyük savaşçı, büyük devrim veya din önderi, büyük hatip15 söylemlerine bakmak yeterlidir. Büyük adam edebiyatına ilgi ne kadar yaygınsa toplum o derece hastalıklı, problemli ve makul davranıştan uzak demektir. Çünkü bu tür ortamlarda fikirlerin doğruluğunun sınanması veya makbul oluşu deliller ve akıl üzerinden değil önderlerin büyüklüğü üzerindendir.
Hamdi Kalyoncu, age, s.59
13
Etienne de La Boêtie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev
14
Hamdi Kalyoncu, age, s.82
15
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
79
Topluluklar liderlerini aynı zamanda tüm
büyük bir adam olacağını haber vermiştir. Pek
iyiliklerin kaynağı olarak da görürler. Hem
çok yetenekli çocuk için bu tarz sözler toplum
kitlelerin bu eğilimini tatmin etmek, hem de
içinde normal bir şekilde söylenir. Ancak bu,
kendilerinden başka hiç kimsede bir iyilik
liderler için olunca onların yüceltilmesi için etkili
tezahürü olabileceği fikrine katlanamamaları
bir menkıbeye dönüşür.
sebebiyle liderler, cemaat faaliyetleri içindeki faydalı ve mantıklı her girişimi kendilerine bağlamak isterler. Her girişimde mutlaka onların bir etkisi bulunmak veya gösterilmek zorundadır. Aksi takdirde bir girişim veya proje ne kadar değerli, gerekli, uygulanabilir ve faydalı olursa olsun önemsizleştirilir veya öyle gösterilir. Fikirlerin veya projelerin cemaat içinde uygulanabilmesi için bunların liderden alınan
Kitlelerin içine düştükleri büyük sıkıntılardan kurtuluş için kendilerini kurtarıcı bekleme psikolojisine ne kadar kolay kaptırdıkları17 göz önünde bulundurulursa, liderlerin niçin kendileri hakkında anlatılan menkıbeler, efsaneler ve kerametlere göz yumdukları daha anlaşılır olmaktadır. Bu yolla liderin o makama layık, seçilmiş tek kişi olduğu fikri benimsetilmiş
ilhamla yapıldığı izlenimi verilmek zorundadır.
olmaktadır.
Tebaasının bu şekilde yücelterek en sağlam
Böylece liderin sorgulanabilme kapısı da
fikrin sahibi, kutsal metinlerin en doğru yorumcusu, dinin en güzel temsilcisi ve en mükemmel uygulayıcısı, her iyiliğin sebebi ve kaynağı, kararında yanılmaz olan, her işinde bir hikmet bulunan, bütün gözlerin kendisine döndüğü, bütün ellerin kendisine uzandığı, yokluğuna tahammül edilemeyen birisi yaptığı lider16 hakkında efsaneler ve menkıbeler de yaygın biçimde kullanılır. Atasoy Müftüoğlu’nun ifadesiyle, kurulan her cemaat, cemaat binasının yanına bir de fabrika kurmaktadır. Bu fabrika menkıbe üretim merkezidir. Bu fabrikada lider hakkında menkıbeler uydurulur veya başlarından geçen sıradan hadiselere derin anlamlar yüklenerek yaygın biçimde anlatılması sağlanır. Sıradan insanların çok üstünde olağanüstü yeteneklere sahip olmaları; seçilmiş kişiler oldukları izlenimini güçlendirecek anlatılar; geleceği okuma/gelecekten haber verme yeteneğine sahip olduklarına dair inanç; sahip olduğu ilmin çalışılarak değil vehbi (bahşedilmişilham mahsulü) olduğuna dair kabul; rüyalarının tıpkı peygamber rüyaları gibi hep doğru çıkan rüyalar olduğu gibi yaklaşımlar lider hakkında genele yaygın bir kült oluşturma çabalarının bir neticesidir. En normal cemaatlerin liderleri bile hayatlarında bir-kaç kez özel bir görev için seçildiklerini kendilerine söyleyen peygamberi rüyalarında görmüşlerdir. Ya da küçük bir çocukken önemli bir şahsiyet onun ilerde özel ve
tamamıyla kapanmaktadır. O makama layık tek kişi o liderse onu sorgulamak da büyük bir saygısızlıktır. Onlar mademki bu kadar yücedirler öyleyse en iyi fikir, en iyi bilgi ve en doğru karar onlara ait olandır. Her şeyin en iyisini bilirler. Kimin bilgisi ve fikri onunkinden üstün olabilir ki? İşte tam bu noktada, liderin yüceltilmesinin yanı sıra cemaati bir arada tutmanın bir başka aracını daha tespit edebiliriz. O da şudur: Lider grubunu bir taraftan kendini yüceltirken, diğer taraftan da cemaat mensuplarını aşağılayarak, değersizleştirerek bir arada ve kendine bağlı tutar. Aynı zamanda eleştirilerin ve muhalefetin oluşmasını engeller. Bir cemaat mensubu liderine karşı kendisini küçük ve alçak gördüğü ölçüde onu gözünde büyütür ve bağlılığı kat be kat artar. Kendisi küçük bir böcek kadar değersizken, lideri gözünde koca ve erişilmez bir devdir. Onu nasıl eleştirip yaptıklarını sorgulayabilir ki? Mensubunu aşağılama taktiği liderlerin hitaplarında bolca kullandıkları yöntemlerdendir. Kendilerinin önemli planları, yapılacak tonlarca işleri, gerçekleştirecekleri büyük amaçları vardır. Oysa cemaat mensupları oyunla oynaşla meşguldürler. En basit işleri bile becermekte yetersiz kalmaktadırlar. Hepsi yeteneksiz, tembel, iş bilmez yığınlardır. Liderleri olmasa kim onlara yol gösterirdi bilinmez! Örneğin, mehdi inancı, İsa’nın dirilerek geri dönüşü,
17
M.Ali Büyükkara, agm, s.122
16
80
mucize beklentisi vs.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Böylece biteviye yinelenen aşağılama seansları
Kendini yüceltirken tebaasını veya rakiplerini
sayesinde cemaat üyeleri de kendilerinin ne
küçümseme yöntemiyle insanları kendine
kadar yeteneksiz, tembel, aptal, iş bilmez,
bağlama ve itaate zorlama hadisesini, Kur’an’da
beceriksiz kişiler olduklarına inanmaya başlarlar.
Firavun’la kavmi arasındaki ilişkide çok net
Oysa hayatlarının en büyük fedakârlığını
olarak görmek mümkündür:
yapmışlardır ve doğru olup olmaması bir yana her şeylerini geride bırakıp yüce amaçlar uğruna tüm iradelerini liderin ve cemaatin iradesine teslim etmişlerdir. Böylesi bir fedakârlık aslında liderin bile kendi adına gerçekleştiremediği zor bir iştir. Çünkü liderler iradelerini kimsenin eline teslim etmezler. Oysa cemaat mensupları bunu görebilecek veya söyleyebilecek bir özgüvene
“Firavun halkına bir nutuk çekerek “Ey kavmim!” dedi. “Mısır’ın hakimiyeti bana ait değil mi? Bütün bu nehirler benim hakimiyetim altındaki topraklarda akmıyor mu? Benim, bu ülkenin hakimi olduğumu görmüyor musunuz? Ben, ne demek istediğini bile anlatamayan şu zavallı adamdan (Musa’dan) daha üstün değil miyim? Madem bu adam peygamber
sahip değildirler.
ise neden ona altın bilezikler verilmemiş, neden
Cemaatin yapısı ve liderin konumu ile yaptığı
halkını da aşağılamış oldu. Onlar da bu aşağılamayı
işlere gelecek eleştirilere karşı kullanılan
kabullenerek ona itaat ettiler. Çünkü onlar iyice yoldan
en etkin kalkanlardan birisi bu aşağılama
çıkmış bir halktı.”19
yanında melekler gelmemiş?” Firavun böylece
yöntemidir. Birisi lideri, cemaatin genel gidişatındaki yanlışları eleştirmeye kalkışmasın, hemen “sen kim oluyorsun, bugüne kadar ne yaptın, liderimizin başardığı işlerin kaçta kaçını yaptın ki onu eleştiriyorsun?” tarzında saçma bir cevapla karşı karşıya kalıverir. Liderin yapabildiklerini yapamamak, onu eleştirme hakkına sahip olmamanın en temel gerekçesi haline getirilmektedir. Bir de buna Saff suresinde geçen
Tüm bu durumlara meydan verebilecek bir oluşumun ortaya çıkabilmesinin geri planında bir de liderlerdeki hastalıklı şahsiyetin etkisi rol oynamaktadır. Liderlerin pek çoğu az ya da çok, belli ya da belirsiz psikolojik hastalıklarla maluldür. Tabii ki bu söylediğimiz hastalıklı yapıların oluşmasına yol açan liderler için geçerlidir. Bu tip liderler kendilerindeki psikolojik sendromları aynen cemaat üzerinden yansıtırlar ve yapı buna göre biçimlenir.
“Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız bir şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız bir şeyi söylemek,
Liderlerin pek çoğunda az ya da çok
Allah katında çok büyük bir günahtır”18
gözlemlenebilen bir hastalık megalomanidir.
ayetleri ekleniverir. Oysa ayetlerde kastedilen,
kuruntusuna kapılma hastalığıdır. Liderler
yapılmaya niyeti olunmayan bir şey için
kendilerinin normal insanların çok fevkinde
“yaparız’” denilmesinin büyük bir günah
oldukları kompleksi içindedirler. Bu hastalık
olduğudur. Ayet kişileri eleştirme hakkının
sebebiyle, kendilerinin yüceltilmesinden
şartlarını belirlemek veya sınırlandırmak için
hoşnut kalırlar. Yüceltilmek isterler. Bu yüzden
inmemiş, bambaşka bir maksatla inmiştir.
başkalarının onları aşan yetenek, fikir ve
Aynı şekilde peygamberin arkadaşları,
başarılarına tahammül edemezler. Onlar
vahyin müdahalesinin olmadığı her durumda
üstündür ve her şeyin en iyisi sadece onlara
peygambere açıkça fikirlerini ve eleştirilerini
ait olandır! Tarihteki megaloman liderler
sunmaktan geri durmamışlardır. O, peygamber
olayları vakanüvislerine yazdırırken kendi
olduğu halde ilişkileri böyleyken, sonraki
adlarını baş tarafa yazdırırlar. Bu nedenle Mısır’ı
dönemin liderlerinin kendi yapabildikleri
Fransız ordusu değil Napolyon fethetmiştir,
ve başkalarının yapamadıkları üzerinden
Gal memleketini fetheden Roma ordusu değil
eleştirilemez olduklarını söylemeye
Sezar’dır, Roma kapıları önünde, imparatorluğu
kalkışmalarının akla uymayan bir durum olduğu
titretmiş olan Kartaca ordusu değil Anibal’dır.20
çok açıktır.
İstanbul’u Osmanlı ordusu değil Fatih Sultan
Megalomani, kendini büyük görme, büyüklük
Zuhruf, 43/51-54
19
Saff suresi, 61/2-3
18
Hamdi Kalyoncu, age, s. 23
20
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
81
Mehmet fethetmiştir.
söylenmektedir. Sayı ile ilgili tahminler 40
Megaloman bir liderin en iyi fikrin, en doğru kararın, en iyi işlerin kendisine ait olduğunu, dolayısıyla ona karşı fikir ve eleştiri öne sürülemeyeceğini, hareketlerinin başkaları tarafından asla engellenemeyeceğini ve hesap
tarihinin en büyük kitle katliamcısıdır. Hem kendine yakın olanları, hem düşman gördüklerini hem de gelecekte düşman olabileceklerinden korktuğu kişileri de öldürttü.23
sorulamayacağını düşünmesi ve her iyiliğin
Paranoit kişiliğe sahip bir lider kişisel sanrılarını
sebebi olarak kendisini görmesi bu hastalığının
tebaasına telkin ederek korkularını grubun genel
bir neticesidir. Bu tip liderler kendilerini alçak
karakterine dönüştürür. Hastalıklı düşünceler,
hissetmelerine yol açan her türlü bağ ve
büyük amaçlar için bir araya gelmiş seçkin
bağlılıktan sıkılırlar.
kişilerin özel hedefleri haline gelir. Birbirine
Liderlerin pek çoğunda görülen bir diğer hastalık çeşidi de paranoyadır. Paranoya; sanrılar, yani gerçek olmayan düşünceler üzerine kurulu, kişinin algılamalarının normal dünyada olmayan şekilde, kaygı ve korku içerikli olarak biçimlenmesine dayalı psikolojik bir rahatsızlıktır. Paranoyanın en dikkat çeken özelliği, hastanın hayatını sanrısına göre biçimlendirmesidir. Bu sebeple teşhisi zordur, psikiyatrik bulguları da yoktur. Tarihte büyük etkiler uyandırmış pek çok liderin paranoyak olduğu düşünülmektedir. Örneğin Hitler ve Stalin bilinen en meşhur paranoyaklardandır. Paranoyak liderler, paranoit karakterlerini siyasetlerine yansıtarak toplumlarına insanlık tarihinin en büyük acılarını yaşattılar. İlginçtir, politikalarını tamamıyla paranoit sanrıları ve komplo teorileri üzerine kurmalarına rağmen, bunları halklarına; hatta kendileri için ölmeye hazır bilim ve düşün adamlarına, gazetecilere, generallerine inandırdılar ve onları peşlerinden sürükleyebildiler.21
benzer özelliklere sahip olmalarına, hemen hemen aynı kaynaklardan yararlanmalarına ve aynı ortak şartların bir ürünü olmalarına rağmen bazı cemaatlerin aşırı şiddet eğilimli, bazılarının daha ılımlı; bazılarının aşırı gizli ve kapalı, bazılarının ise topluma daha açık olmasının geri planında liderlerinin paranoit özelliklerini cemaatlerine taşımaları vardır. Paranoyak bir lider grubunu şiddet yanlısı, gizliliği amaç haline getiren bir yapıya dönüştürür. Paranoyak liderin en büyük korkularından birisi, grup içindeki özerkliğini ve otoritesini yitirme korkusudur. Bu yüzden cemaatinde sürekli muhalif kokuların peşini takip eder. En küçük bir ayrıntıyı bile kaçırmamaya özen gösterir. Bu nedenle en yakınındakilerden cemaat bireylerinin durumlarıyla ilgili sürekli raporlar alır. Daha da ötede muhalif olduğuna dair hiçbir işaret taşımamasına rağmen, ilerde kendisine rakip olabilme kapasitesine sahip elemanları hisseder. Bu konuda ciddi bir beceriye sahiptir. Bu tip şahsiyetleri ezer, grup içinde yükselmelerine fırsat vermez, faaliyetlerini sınırlandırır. İlk bulduğu fırsatta da onları
“Örneğin Stalin son derece güvensiz, hastalık düzeyinde kuşkucu bir insandı. Bir insana bakıp şöyle diyebilirdi: ‘Bugün gözlerin niye bu kadar hilekârca bakıyor?’ Hastalıklı kuşku, onun yıllardır tanıdığı önde gelen partililere bile güvenmemesine neden olmuştur. Her yerde ve her şeyde ‘düşmanları’, ‘ikiyüzlüleri’ ve ‘casusları’ görüyordu.”22 Bu paranoit sanrıları yüzünden Stalin milyonlarca kişiyi katletti. Kurbanlarının sayısı tam olarak bilinmemekle birlikte, bunun 20 milyondan aşağı olmadığı
cemaatin dışına iter. Liderlerde rastlanan bir diğer hastalıklı karakter de “narsistik” olmalarıdır. Bunların kendilerine olan sevgileri çok güçlüdür ve kolayına kendilerinden başka sevilecek bir nesne görmezler. Herkesin sadece kendilerini sevmesini, kendilerine hayranlık duymasını ve sadece kendilerinin yaptıklarının övülmesini isterler. Bu kişisel bozuklukları nedeniyle sonsuz başarı, güç ve görkem fantezileriyle uğraşırlar.24 Narsisizm, lider olma isteğinin en önemli
Robert S. Robins, age, s.34-35
23
Vamık D. Volkan, age, s.272
24
21 22
82
milyona kadar çıkartılmaktadır. Stalin insanlık
Robert S. Robins, age, s.296-297 Vamık D. Volkan, age, s.176
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tetikleyicisidir. Bu duygunun tatmin olması bir
Liderlerin paranoyası ile narsistik duyguları
topluluk içinde büyüklüğünü göstermek ve
arasında da bir ilişki vardır. Onların asıl büyük
güçlülüğünü başkaları nezdinde ispat etmekle
korkusu, gruplarının dağılmasıyla narsistik
mümkündür.
duygularını tatmin edecek elemanlardan
Narsistik liderler, “kimliklerinin yalnızca ‘iyi’ parçasını kabul ederek sanki ‘Tanrı’nın dünyaya bir ihsanı’ imiş gibi davranmaktadırlar: Güzellikte, zekâda, güçte vb. ‘bir numara’dırlar.”25 Oluşturdukları grup/cemaat onların narsistik duygularını tatmin ettikleri bir araç gibidir. Liderlik ettiklerini buna inandırırlar.
yoksun kalma korkusudur. Bu nedenle bazen cemaatler dağılır, ama bu narsistik liderler onlara bu duygularını tatmin ettiren bireylerin etraflarından uzaklaşmaması için ellerinden geleni yaparlar. Çünkü onlara muhtaçtırlar. Zaman zaman bu ezik elemanlarını toplayarak yaptıklarını övmelerini isterler.
Hurafe üretimi yoluyla üstün niteliklerini
Liderler aşırı derecede ihtiraslıdırlar ve
tebaalarına kabul ettirirler.
inanılmaz tutkuları vardır. Ancak ihtiraslarını ve
O, “başkalarını ‘cam fanus’ aracılığıyla gözlediği kendi yalnız krallığında yaşamaktadır. Camın dışında olanların bu krallığa hayranlık ve kıskançlıkla baktıklarını ve kalleş olduklarını düşündüğünde vicdanı sızlamaksızın, duygusal yönden mutlak bir önemsizleştirme ile onları birer ‘hiç’ olarak görmektedir. Narsistik kişilikteki insanlar, buna uygun olarak bir başkasının başrolü kendilerinden alma olasılığıyla karşı karşıya geldikleri zaman haset duygularına kapılmaktadırlar.”26
tutkularını cemaatin amaçlarıyla örtüştürürler. Kendi tutkularına dava ya da ideoloji süsü verirler. Bu tutkularını meşrulaştıracak kaynak ve dayanaklar bulmakta zorlanmazlar. Bu tip liderlerde var olan mal tutkusu cemaatin güya genel amaçlarına uygun olarak edinilen mülklerle tatmin edilir. Cemaatin ekonomik problemlerini çözmek için şirketler kurulur, faaliyetler yapılır. Cemaat mensupları da bu şirketlere ya madden ya da boğaz tokluğuna çalışarak destek verirler. Bu tip ekonomik yapılanmaların cemaatin genel menfaatine fayda
Narsistik liderlerin “kişilik yapıları, onları kendi üstünlüklerinin altını çizmek için yandaşlarından bazılarını değersizleştirme ya da kendilerine özlemini çektikleri saygıyı gösterecek olanlara büyük bir değer verme yoluyla yandaşlarını yönlendirmeye itmektedir. Bu tür politik liderler, kendi dolaysız çevreleri içinde kendilerine hayran olan kimselerin tüm bireyselliğini inkâr eder ve onları, kendi büyüklüklerinin destek noktası olarak kullanırlar.”27 Liderlerin yakınında yer alan yeteneksiz pek çok kişinin gösterdikleri çok kötü performanslara rağmen uzun yıllar konumlarını koruyabilmelerinin geri planında bu gerçek yatmaktadır. Bu tip yeteneksiz
sağladığı pek görülmemiştir. Ancak liderler bu yolla tutkularını tatmin edebilirler. Liderler mala karşı öylesine tutkuludurlar ki, başında bulundukları yönettikleri her şeyin kendi malları olduğunu düşünürler. Sadece cemaati değil, cemaate bağışlanan maddi imkânları, cemaat üyelerine ait malları ve hatta cemaat mensuplarını bile kendine ait zannederler. Bu nedenle cemaate ait ortak mal varlıklarını kendi zimmetinde veya kesin güven duyduğu kişilerin zimmetinde tutarlar. Cemaat elemanlarının özel bir mülkü olmasına asla katlanamazlar. Bir sebebini bularak onu kendi üzerlerine geçirirler.
şahsiyetler liderlerinin narsistik duygularını
Cemaat liderlerinin yapı içinde böylece bir tür
tatmin etmede gösterdikleri üstün performans
diktatöre dönüşmelerine yol açan özellikleri
ve liderlerinin üstün şahsiyeti karşısında kendi
bunlarla sınırlı değil kuşkusuz. Daha ayrıntılı
kişilik özelliklerini inkâr etmeleri nedeniyle, ne
örneklerle bunların ortaya konulması ve açılması
kadar başarısız olurlarsa olsunlar konumlarından
mümkündür. Tek tek bilinen cemaat liderlerinden
uzaklaştırılmazlar.
yola çıkarak bunu açmak da mümkündü. Ama biz yöntemimiz ve prensiplerimiz gereği, farklı
Vamık D. Volkan, age, s.285
25
Vamık D. Volkan age, s.287
26
Vamık D. Volkan age, s.291
27
cemaat liderlerinde var olan ortak özellikleri veya bazılarında olup bazılarında olmayan ayrıntıdaki özellikleri, bu konuda yapılan
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
83
araştırmalardan da yararlanarak isimler üzerinde durmadan ortaya koymaya çalıştık. Bu tespitleri yapmamız tüm cemaat liderlerini aynı kefeye koyduğumuz anlamında anlaşılmamalıdır. İyi niyetli bazı liderlerin sıraladığımız özeliklerden bir kısmına sahip olmalarına rağmen yaptıkları etmiyoruz. Ama bizim ana konumuz cemaat ve grup tipi yapılanmaların ve bunların liderlik kurumlarının bireylerin akletmeleri ve kişilik özellikleri üzerinde yaptığı engelleyici etkiler olduğundan menfi yönlere odaklanmamız zorunlu bir durumdu. Liderlerin hasletleri ve yaptıkları iyi işler mensuplarınca zaten abartılarak bolca anlatılıyor. Ben bunun anlatılması işini liderlerin tâbilerine bırakıyorum. Bir sonraki yazıda cemaatlerin tipik ortak özelliklerinden bahsederek konuyu derinleştirmeye ve lider cemaat ilişkilerinin farklı yönlerini ortaya koymaya çalışacağız.
84
www.islamiyorum.com
önemli işler vardır kuşkusuz. Bunları inkâr
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Araştırma - İnceleme
Etkisi ortada Kendisi Kenarda Bir Düşünür:
Malik Bin Nebi’nin Düşünceleri ve Türkçe Kültür Dünyasındaki Seyri Asım Öz “Malik Bin Nebi, bir Gazali
onun Türkçe kültür dünyasına intikali ve
imanına, İbn Haldun’un
muhtemel etkileri üzerinde pek durulmamıştır.
fikri kapasitesine,
Mevdudi, Hasan El-Benna, Seyyid Kutub gibi
Cemaleddin Afganî’nin
İslamcı kimliği ön planda olan isimlere göre
gerilimine ve Hasan El-
daha yaygın bir yayın ağı içerisinde kültür
Benna’nın azmine sahip bir
dünyasına dâhil olan Malik Bin Nebi’nin kitapları
düşünürdü. Kendisi, Reşid
hem sağcı, muhafazakâr/ mukaddesatçı
Rıza, Muhammed İkbal
yayınevlerinden hem de İslamcılığı ön planda
ve hem öğrencisi hem de
olan yayınevlerinden çıkması bakımından
devam ettiricisi olduğu İbni
Pakistanlı Muhammed İkbal’le bir nebze de
Badis.. gibi düşünürler ve
Muhammed Hamidullah’la karşılaştırılabilecek bir
ıslahatçılar sülalesi içinde
isimdir. Sözgelimi onun eserlerini hem Ötüken,
yer alıyordu.”
Boğaziçi, Yağmur Yayınları hem de Bir Yayıncılık, İnsan Yayınları, Yöneliş Yayınları basmıştır.
Raşid Bin İsa
Hatta, Malik Bin Nebi’nin eserlerinin sağcı
Kültürel dünyanın görece hareketlendiği en azından ellili yıllardaki durgunluğunu terk ettiği 1960 sonrasında Müslüman dünyadan Türkçeye çevrilen İslamcı düşünürler içerisinde pek çok yönden ilginç ve belirleyici bir konumda bulunan Malik Bin Nebi (1905-1973)’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında belirginlik kazanan çağdaş Müslüman düşünürlerde olduğu gibi somutun yani gerçekliğin kavranması sürecinde yapmış olduğu eleştirileri, gözlemleri ve tespitleri bakımından önemli bir yeri vardır. Buna karşın
yayınevleri üzerinden kültür dünyasına intikal edişini bir talihsizlik olarak gören yaklaşımlar da bulunmaktadır. Etkilerinin olup olmadığı, varsa mahiyetinin ne olduğu konusuna odaklanan bu yazıda hem Malik Bin Nebi’nin düşünce dünyasının bazı temaları üzerinde durulacak hem de etkileşimler bağlamında eserlerinin tercüme ediliş seyri üzerinde durulacaktır. Batı kapitalizmi ve sosyalizmin dışında bir üçüncü yol ideolojisi arayışının temsilcilerinden biri
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
85
olarak görebileceğimiz Malik Bin Nebi’nin
hapishanesi” olarak anılan ve geç modern
eserleri, dayandığı argümanlarının örüntülerini
zamanlarda bütünüyle kötülenen durumdan
kısmen temel kaynaklardan kısmen de Batılı
tümüyle kurtulabildiğini söylemek mümkün
sosyal bilimlerden, biçimlerini devrinin yazma
değildir. Genel olarak zihni ve kültürel bunalımın
özelliklerinden ağırlıklı olarak kısa denemelerde
derinden hissedildiği ve çıkış yolu arayışının
ve konuşmalarda, yaşamalarını ise hem kendi
baskın olduğu bu yıllarda bu eklektik bakış
devrinde hem de sonrasında kavuştuğu şöhrette
açısından çok az düşünürün kurtulabildiğini,
bulan ama buna karşın genel olarak kenarda
bundan dolayı da eklektiklik meselesinin çok
kalan bir düşünürdür.
büyük bir nakısa teşkil etmediği de düşünülebilir.
1
Kimi zaman uyumlu kimi zaman radikal ve dönüştürücü olan buradaki ideolojik arayışın mahiyetini belirgin kılan Müslümanların Müslüman olmaları nedeniyle kazandıkları bir bakış açısı, bir dünya görüşü oluşturur. Malik
Ama Malik Bin Nebi’nin hakkını teslim etmenin ötesine geçen ve gerçeklikten uzak kutsamaların da yapılmamsı gerekir. Ki, bu kutsamayı yapmak aynı zamanda Malik Bin Nebi’nin düşüncelerine “ihanet etmek” anlamına da gelir.
Bin Nebi hem ayaklarının dibine bakarak
Doğduğu zamanın geçmişin son şahitleri ile
teknik kökenli kültüre sahip çıkar hem de
geleceğin ilk mimarlarının vicdanlarda üst üste
düşünce yalnızlığını giderecek ahlak kökenli
çakıştığı trajik bir zaman dilimi olmasından
medeniyet kültürüne sahip çıkar. Avrupa’nın
dolayı düşüncesinin sonuçları genel olarak
sadece eşyaya odaklanan bakışı ile Doğu’nun
pratiğe dönüktür. Bunda mühendislik eğitimi
sadece metafiziğe odaklanan bakışı dışında
almış olmasının yanında, karakterinin de payı
doğrunun ve iyinin sentezini yapan bir düşünce
vardır. Henüz bir lise öğrencisiyken bile şöyle
ortaya koymaya çalışır. Bu yönüyle Aliya
düşünmektedir:”Eğer şu an aya gitmeye karar
İzzetbegoviç’in Doğu ve Batı Arasında İslâm
verdiysek, hemen şu duvara bir merdiven
(1988) kitabında metaforik anlamını bulan
dayayıp tırmanmaya başlamalıyız.” Kur’ân
bakışın erken temsilcilerinden biridir. Dolayısıyla
Fenomeni (2006) adını taşıyan ve Cezayirli
Karl Manheim’ın ideoloji ve ütopya karşıtlığını
genç Müslümanlara genelde din özelde Kuran
optimal noktada birleştirmeye çalışan bir bakış
hakkında bilgi vermek maksadıyla kaleme
söz konusudur.
aldığı kitabında Kuran’ın tefsir edilmesi
Düşünce ve kültür meselelerine ilgi duyan ve her meselede zihinsel yaşantıya gerçekçi temelde vurgu yapan Malik Bin Nebi’nin ortaya koyduğu düşünceler soyut bir çalışmanın ürünü değil, zaman ve sosyal yapılarda ilgili olarak içinde yaşadığı özel şartlar ile onu da kapsayan
meselesini hem aydınların dini inanış ve kanaatleri bakımından hem de sokaktaki insanın düşünceleri bakımından önemli olduğunu düşünen ve tefsiri sosyal bir doktrin meselesi olarak görmesi onun somut durumla ilişkisini gösterir.
genel dünya tarihsel durumun etkileşimi içinde
Ölüm uykusundan uyanmak için efsanevi
gerçekleşmenin getirdiği eklektik karakteri
zorbaların veya mitolojik kahramanların
de barındırır. Mesela hegemonya güçlerinden
büyüleyici çehrelerinin cirit attığı kâbuslardan
kurtarılmış bir üçüncü dünya düşüncesini dile
ve rüyalardan kurtulmak gerektiğini sürekli
getirerek Afro-Asian ve Bandung konferansı
olarak vurguladığı hatırlandığında Malik Bin
gibi üçüncü dünya kuruluşlarının teorisyenliğini
Nebi’nin düşünce dünyasının gerçekçiliği daha
yapmaktan geri durmadı. Müslüman olsun
iyi anlaşılır. Gerçekçi boyutları bakımından İbni
veya olmasın Batı emperyalizmine yönelik
Haldun düşüncesine yakın bir isim olduğu da
Asya, Afrika ve Latin Amerikan devrimcilerinin
belirtilmelidir. Raşid Gannuşi’nin İbn Haldun’un
savunucusu oldu. Bundan dolayı onun belli bir
“yasal halifesi” olarak gördüğü Malik Bin
yönelim içerisinde olmuş olsa da “ideolojilerin
Nebi’nin, gerek kendisinden önceki gerekse
Raşid Gannuşi bu kenarda olma durumunu anlatmak
1
bakımından önemli bir tespitte bulunur. Malik Bin Nebi’nin halen İslamcı çevrelerde yabancı olan mirası
kendi çağdaşı çoğu entelektüeller gibi terakki (ilerleme), tekaddüm (gelişme), veya nahda (rönesans) gibi terimleri kullanmamış olması da
üzerindeki tozları silkelemeleri gerektiğini düşünür.
86
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
büyük ölçüde İbn Haldun etkisine bağlanabilir.2
oluşumuna yönelik kılmamız gerekir” diyen Malik Bin Nebi’nin Müslüman düşünceyi ele alma
Üzerinde Durulan Temel Meseleler
biçimi kendisinden önceki düşünürlerden önemli ölçüde farklılıklar taşımaktaydı. Bu farklılık
İlahiyat eğitimi almamış bir mühendis olarak
hem ele aldığı konular açısından hem de bu
Malik Bin Nebi için bütünleştirici bir mahiyeti
konuları ele alırken kullandığı yöntemde belirgin
bulunan Müslüman düşünce sadece şekli
bir biçimde görülüyordu. Eski zamanlarda
birtakım hususları yerine getirme meselesi
egemen olan Müslüman medeniyetin bittiğini
olarak ele alınamaz. Müslümanların temel
dolayısıyla bugün için bununla avunmaya
meselesinin iman veya samimiyet meselesi
çalışmanın gereksiz ve uyuşturucu bir
değil, İslam’ın sosyal işlevlerinin yeniden
etkisinin olduğunu cesaretli bir biçimde dile
kazanılması olduğuna vurgu yapan tarihi ve
getiren ve İslam medeniyetinin Kuran’dan
sosyolojik bakış açısının gereği olarak Malik
hareketle yeniden güçlendirilmesi gerektiğini
Bin Nebi, İslam’ın medeni bir toplum halinde
savunması konusundaki öncülüğü genel olarak
örgütlenmiş bir insan topluluğu tarafından
ihmal edilmiş bir düşünürdür Malik Bin Nebi.
yaşanılmadığı sürece, kendini tarihe kabul
Bu noktada bir kısım övücü şarkiyatçıların
ettirmesinin güç olacağı düşüncesindedir.
sürekli gündemde tuttuğu ölü edebiyatından
Bundan dolayı en çok üzerinde durduğu konular,
duyduğu rahatsızlık anılabilir. İçinde bulunulan
medeniyet sorunu, kültür meselesi ve Müslüman
zamanın sefaletinin geçmişin ihtişamı
dünyadaki düşünceler olmuştur.
anlatılarak önlenemeyeceğini, yoksulluklara
“Eğer daha mükemmel bir toplum inşa etmek istiyorsak-ki bu medeni bir toplum kuracağımız anlamına gelir- gayretlerimizi bir medeniyet Fevziye Bariun İbni Haldun etkisi konusunda şunları
2
yazar: “Sosyal gelişme hakkındaki fikirleri ile İbni Haldun’un fikirleri arasında açık bir benzerlik vardır. Ancak Bin Nebi yalnızca İbni Haldun’u dikkatle
çare bulunulamayacağını anlattığı İdeolojik Savaş Ajanları’nda (1997) şöyle der: “İslâm uygarlığının “parıltılı çağları”nı dile getiren bu “övgü edebiyatı”, önceleri (…) “çifte” bir rol oynadı. Bu övgü edebiyatı kimi zamanlar, İslâmi kişiliğini bir ölçüde koruyarak, Batı uygarlığının ezici darbesine karşı gerekli üstün cevabın verilmesine yardım etti. Ne var ki, bu edebiyat,
incelemekle kalmayıp, modem sosyal bilimlerdeki yeni
o İslâmi kişiliğe, derlenip toparlanıp harekete
gelişmelerden de akıllıca yararlanmıştır. Bin Nebi’nin
geçme ruhu verecek yerde, onu geçmişin
Mukaddime’yi okuduğu ve ondan etkilendiği açıksa
hârikalarıyla mest edip uyuttu ve uyuşturdu.”
da, medeniyet üzerindeki kendi felsefi görüşleri İbni Haldun’un görüşlerinin ötesine çıkmaktadır. Bin Nebi kitaplarının çoğunda, özellikle Şurutu’n-Nehda kitabında her medeniyetin şu üç aşamadan geçtiğini vurgular; doğuş , yükseliş ve çöküş Bu şekilde, İbni Haldun gibi medeniyetin devri bir süreç gösterdiğine
Sömürgeleştirilmiş bir ülkede dünyaya gelen Malik Bin Nebi’nin sömürgecilik meselesine yaklaşım biçimi sadece yüzeysel bir başkaldırıya övgüyle yetinme durumuyla sınırlı değildir.
inandığını açıklamıştır. Bin Nebi aslında böyle bir devir
Andre Maltraux’nun “üstün bir değer taşımaz”
kavramının Üç Nesil teorisinde İbni Haldun tarafından
dediği bu tavrın ötesine geçen ve sömürgeciliğin
ortaya atıldığını kabul etmiştir. Ancak İbni Haldun›un
doğuşuna esas olan sömürülebilir olma
zamanın düşünce ve terminolojisiyle kısıtlanarak bu devir sürecini devlet düzeyiyle sınırladığını savunur. Bu yüzden Bin Nebi, İbni Haldun›un eserini daha çok devletin tekamülü ile ilgili bir teori olarak görür. Kendisi
durumunu gündeme getiren bir farklılığı vardır onun düşünce dünyasının. Müslüman dünyanın yaşadığı özgüven sorunuyla da yakından ilgili
ise kavramın bütün medeniyeti kapsayacak kadar
olan bu düşünce aynı zamanda insanları asırların
genişletilmesinin doğru ve yararlı olacağına inanmıştır13
birikmiş kirinden arındırarak değiştirmeyi
Bin Nebi genelde, İslam tarihini bu devir teorisi ışığı
de içermektedir. Bu nedenle İdeolojik Savaş
altında yorumlamaya çalışmıştır. Ancak İbni Haldun’a ait olan, kabilelerin birleşerek (‘asabiye) devleti oluşturacağı, durağan, hareketsiz (istikrar) hayatın da lüksü (taraf) doğurarak çürümeyle (inhiyar)
Ajanları adlı ufuk açıcı kitabında “Sömürge edilebilir durumdaysak mutlaka sömürge hâline getirileceğizdir. Sömürge edilebilir durumdan
sonuçlanacağı yolundaki görüşü benimsemez. Bunun
yakamızı kurtarmadığımız an sömürge olmaktan
yerine kendi üçlü teorisini geliştirmiştir; manevi aşama,
kurtulmuşuz demektir” diyecektir. Bundan
rasyonel aşama ve içgüdü (insiyak) aşaması. “
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
87
dolayı Malik Bin Nebi, çağdaş Müslüman
sözlerle sonuca bağlar; “İnsanlığa medeniyeti
düşüncede farklı bir konumdadır. Bu analiz onu
kurmasını sağlayacak yükselme ve ilerleme
Frantz Fanon ve Ali Şeraiti gibi üçüncü dünya
fırsatını ancak ruh verir. Ruh yitirildiğinde
düşünürlerinin en önemli işaretlerinden biri
medeniyet çöker, çünkü yükselme kabiliyetini
yapacaktır.
kaybeden kişi yer çekiminden ötürü batmaya
3
Eserlerinin ana temasını oluşturan ve gerçek bir toplumsal değişimin mutlaka hedeflemesi gereken nihai hedef olarak medeniyetin ona göre üç önemli dönemi vardır: Ruhun rehberliğindeki kuruluş dönemi, aklın rehberliğindeki yayılma ve genişleme devresi ve duygunun rehberliğindeki gerileme dönemi. Bu üçlü ayrım onun, İbni Haldun gibi medeniyetin devrevi bir süreç gösterdiği kanaatine sahip olduğunu göstermektedir. Malik Bin Nebi’nin de yadsımadığı bu etkileşimde bazı farklılıklar da söz konusudur: İbni Haldun’un zamanın düşünce ve terminolojisiyle kısıtlanarak bu devir sürecini devlet düzeyiyle sınırladığını savunan Malik Bin Nebi, İbni Haldun’un eserini daha çok devletin gelişimi ile ilgili bir teori olarak görür. Kendisi ise kavramın bütün medeniyeti kapsayacak kadar genişletilmesinin doğru ve yararlı olacağını düşünmektedir. Tekrar üçlü ayrıma ve onun mahiyetine dönecek olursak şunları zikretmek gerekecektir: Ruh dönemi kısa süren ama kurucu bir hareket dönemidir. Medeniyet bu dönemden akıl safhasına geçerken, aynı zamanda en üstün seviyesine de ulaşır. Uzun süren bir akıl safhasından sonra medeniyet ürünlerini verir ve nihayet gerilme aşamasına girer. Bu döneme geçiş en kritik dönem olup, gerileme sürecinin başlangıcıdır. Bu medeniyet okumasına göre “Yaratan Rabbinin adıyla oku” emri ile başlayan İslam medeniyetindeki kurucu düşüncenin ne kadar etkili olduğunu şu iki olayda görmek mümkündür: Bilali Habeşi’nin Hz. Peygamber’in çağrısına bağlılığı sayesinde zulüm ve işkencelere tahammül edebilmesi ve bir kadının Peygambere zina yaptığını söyleyip, cezasını çekerek günahlarından arınmak istemesi. Bin Nebi bu konuyu şu Malik Bin Nebi ile tanışmanın ötesinde onun öğrencisi
3
konumunda olan Raşid Bin İsa şunları anlatır:“Onunla kolonileşme hususunda konuşuyorduk. Müslümanların
hicri otuz sekizinci yılda, yani Kuran ruhu ile cahiliye arasındaki savaş olarak tasvir ettiği Sıffin Savaşı’yla gelmiştir. Bu dönemde İslami ruh geride kalmış, toplumsal planda akıl ve ruh dengesi bozulmaya uğramıştır. Onun İslam Medeniyeti adıyla ortaya koyduğu çaba aslında, Sıffin sonrası vakıasıyla, İslam’ın getirdiği mesajın arasını bulma girişiminden başka bir şey değildir. Ruhun ayrılışı ile Şam’da başlayan dünyevi akıl devresi aynı zamanda medeniyetin içsel değerlerindeki değişme anına da tekabül eder. Bu dönemi siyasi açıdan «yoldan çıkmış bir medeniyet» olarak gören Malik Bin Nebi’nin bu devreyi ele alan kimi yaklaşımları İsmet Özel dâhil olmak üzere medeniyet kavramına mesafeli yaklaşan isimleri alttan alta etkilemiştir. Elbette belli oranda kurucu ruhun varlığını koruduğu bu dönem aşağı yukarı İbni Haldun dönemine kadar sürmüştür. Bu uzun dönemde İslam medeniyeti felsefede, kelamda, fıkıhta, bilim ve tasavvufta en önemli simalarını ortaya çıkarmış ve “inkişaf” dönemini yaşamıştır fakat medeniyetin temel değerleri sönmeye devam etmiştir. İbni Haldun›dan sonra, 14. ve 15. yüzyıldan itibaren İslam medeniyeti ruh ve akıl imkânlarını tüketmiş ve gerilemeye başlamıştır. Onun çöküş için veya medenileşme sonrası için milat kabul ettiği Muvahhitler devletinin yıkılışını öne çıkarmasında Kuzey Afrikalılık olarak görülebilecek bir yerlilik vurgusu da akla gelebilir. Duyguların egemen olduğu bu dönemde gelişip yaygınlaşan sufilik Malik Bin Nebi’ye göre varlık sebebini yitiren insanın kutsanmasından başka bir şey değildir. Bu çerçeve içinde baktığımızda, Malik Bin Nebi’ye göre Avrupa yeni bir medeniyet oluşumuna başladığında, İslam medeniyeti gerileme surecine girmiştir. Uzun yıllar varlığını sürdüren Osmanlı İmparatorluğunun bu devrede kurulmuş olması İslam dinine yeni bağlılar kazandırmaya
durumundan bahsediyorduk. Müslümanlar, kim gelirse
devam etmiş özellikle Avrupa haklarından bir
gelsin teslim olmaya hazırdı, çünkü Müslümanlar zaten
kısmını Müslümanlaştırmış olsa da medeni
kolonileşmek için birilerini bekliyorlardı.” “Türkiye, Tarihi
bakımdan sonucu değiştirememiştir. Demek
Görevini Yerine Getirmek İçin Geri Dönüyor” Özgün Duruş, 10-05-2010
88
mecburdur.” Ona göre kurucu dönemin sonuna
ki, Batı’yla karşılaşmadan önce Müslüman
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
dünya yorgun düşmüş, tüm içsel dinamiklerini
Bu isim değiştirme işlemini “psikolojik bir
ve canlılığını yitirmiş ve sömürülebilir duruma
savunma tavrı” diye niteledi. Bu şuursuz
gelmiştir. Bu dönemdeki kültürel doku veya
tavrın beni meselenin gerçek yüzü ile karşı
iklim cılız ve donukluk özellikleriyle tasvir
karşıya gelmekten alıkoyduğunu ileri sürerek
edilir. Olumsuzluk, sömürülebilirlik ve diğer
davranışımdan esef duyduğunu belirtti.
hastalıklar kültürel dünya üzerinde egemendir. Sömürgeciliğin sorumluluklarını ihmal etmeksin milliyetçi demagojilerle sorumlulukları örtbas etme gayreti içerisindeki yaklaşımları da eleştiriden muaf kılmayışı bu düşüncesinden kaynaklanır. Sebeplerle neticeleri ayırt eden bu bakışın sömürgeciliğin farklı biçimlerine direnen İhvan-ı Muslimin’inin kurucusu Hasan el-Benna’dan alınmış olabileceği de ifade edilmiştir. Tarık Ramazan İslâmi Yenilenmenin Kökenleri (2005) adlı eserinde bu etkiden söz ederse de bunu Fevziye Bariun’un “ Malik Bin Nebi ve Ümmetin Düşünsel Sorunları” (1999) başlıklı yazısındaki netlikte bunu ifade etmez. Etkilenmenin mahiyeti ne olursa olsun her iki isim de Müslüman toplumların halihazırda ana modellerine yani kurucu dönemin belirleyici unsurlarına ihanet ettiklerini düşünmektedirler. Burada Malik Bin Nebi’nin medeniyet konusundaki görüşlerini daha da anlaşılır kılacak bir tartışmaya da değinmek uygun olacaktır. Malik Bin Nebi Kahire’deyken Seyyid Kutup “Medeni İslâm Toplumuna Doğru” başlığını taşıyan bir kitap yayımlayacağını açıklamıştır. Daha sonra kitap çıktığında, “medeni” kelimesi kitabın adından çıkarılmış; kitap, “İslâm Toplumuna Doğru” adıyla yayınlanmıştır. Malik Bin Nebi, kitabın bu değişiklikle yayınlanması üzerine bir eleştiri kaleme almıştır. Kutub da, daha sonra yayınladığı Yoldaki İşaretler (1996) adlı eserinde “Medeniyet Sadece İslâm’dır “adlı bir bahis açarak, kendi medeniyet anlayışını Malik Bin Nebi adını anmaksızın ama bu tartışmaya atıf yaparak meseleyi açıklama gereği duymuştur: “Bir zaman basılmakta olan bir kitabım hakkında “Medeni İslam Toplumuna Doğru” adı altında bir ilan vermiştim. Bir sonraki ilanda, konusuna uygun olarak kitabın adının “İslam Toplumuna Doğru” olmasını yeterli görerek daha önceki isimde geçen “Medenî” kelimesini çıkardım. Bu isim değişikliği yazılarını Fransızca yazan bir Cezayirli yazarın nazarı dikkatini çekti.
Ben o yazarı mazur görüyorum. Önceleri ben de onun gibi idim. Bir zamanlar şimdi o nasıl düşünüyorsa ben de onun gibi düşünüyordum. İlk defa olarak bu konuda yazı yazmayı düşündüğüm zaman. O zaman kafamı kurcalayan mesele,şimdi onunkini kurcaladığı gibi “Medeniliğin tarifi” meselesi idi. Psikolojik ve akli yapımı henüz kültür tortularının baskısından kurtaramamıştım. Bu tortular, İslâm anlayışı ile bağdaşmayan, yabancı kaynaklardan geliyordu. Ne var ki, bu tortular görüş açımı karartıyor, bulandırıyor, bulutlandırıyor, böylece beni köklü ve açık bir görüşe ulaşmaktan alıkoyuyordu. Sonra mesele aydınlandı. “Medenî Toplum” sadece “İslâm Toplumu” idi. Buna göre “Medenî” deyimi, hiç de yeni bir şey ifade etmeyen boş bir sözdü. Tersine, bu kelime benim görüş açımı bulandırarak köklü ve açık bir kanaate sahip olmamı engelleyen söz konusu yabancı ve İslâm düşüncesi ile bağdaşmaz bulutların okuyucunun zihnini bulandırmasına yol açardı.” Seyyid Kutub’un, Malik Bin Nebi’nin adını anmaksızın ‘Cezayirli’ sıfatıyla yetinerek ‘yazar’ diye eleştirmesi yanında eleştirisinde onun eserlerini Fransızca yazmasını öne çıkarması iki düşünür arasındaki tartışmanın hararetini anlamak bakımından kayda değer ipuçları sunmaktadır. Medeniyet problemini “bir dizi olay, tarihin bize ulaştırdığı bir öykü” olarak değil, “analizlerle bizi iç kurallarına ulaştırabilecek bir fenomen” olarak inceleyen Malik Bin Nebi’nin medeniyet meselesine yaklaşımı ile Seyyid Kutub’un medeniyete yaklaşımları arasında ciddi farklılıklar bulunmaktadır. Bu bakış farkını mesele edinerek iki düşünürü bir araya getiren okumalar da yok değildir. Bu meseleyi ana hatlarıyla hatırlamanın faydalı olduğunu düşünüyorum: Medeniyeti sadece düşünceyi oluşturan dünya görüşü çerçevesinde ele alan Kutub’a göre İslam dolayısıyla Müslümanlar tabiatları gereği medenidirler. Malik Bin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
89
Nebi’ye göre ise medeniyet sadece dünya
değerler, sistem ve ilişkilerdir. Ona göre örnek
görüşü değil bir dünya görüşünün belli bir
bir hadarat; bireysel ve toplumsal yaşamda
zamanda belli bir mekânda insanlar eliyle
dengeyi kuran, sadece Allah’a kul olmayı
gerçeklik kazanmasıdır. Bundan dolayı medeni
sağlayan, bunun gölgesinde anlamlı bir yaşamı
olmak için veya medeniyet inşa etmek için
gerçekleştiren, insanın temel özelliklerine saygı
ayrıca insani bir çaba gerekmektedir. Öte
gösteren ve insanın insani yönünü geliştiren
yandan medeni olma durumunda kalkınma
İslam sisteminin yarattığı “tevhid hadaratı”dır.
ve teknolojik atılıma yapılan vurgudan
Dolayısıyla Seyyid Kutub’a göre medeniyet,
dolayı Malik Bin Nebi’nin Nasır’ın Mısır’daki
bir toplumun gelişmişlik ya da geri kalmışlık
atılımlarına sıcak baktığı buna karşın Nasır’ın
düzeyini belirleyen sağlam bir ölçüt olamaz.
İhvan’ı tasfiye etme girişimlerinden dolayı
Onun üzerinde durduğu mütehaddir toplum;
Seyyid Kutub’un bu dönemde yapılan işleri
öncelikle ideolojik kaynakları, değerleri ile varlık
eleştirdiğini de hatırda tutmak gerekir. Malik
kazanır. Maddi gelişme, ürün tarzı ve yaşam
Bin Nebi, kalkınmaya yaptığı vurgudan dolayı
için gerekli araçlar mütehaddir toplumun değil
Nasır döneminde meydana gelen bu oluşumun
ancak medeni toplumun ölçütleri olabilirler.
üzerinde yükseldiği değerleri; siyaset, iktisat,
Yazar burada ayrıca «Belki ebedi yaşarsınız diye
eğitim-öğretim ve kanunlara yön veren ideolojik
köşkler ediniyorsunuz. Bir kavmi tuttuğunuz
çıkışları fazlaca sorgulama gereğini duymadığını
zaman da zorbalar gibi tutuyorsunuz. Allah’tan
Düşünceler (2008) adıyla yayımlanan kitabında
korkun ve bana itaat edin. Size bildiğiniz
görmek mümkündür. Malik Bin Nebi’nin
nimetleri bolca veren Allah’tan korkun.»
Kahire’ye yerleştikten sonra önemsediği
(Şuara, 129-132) ayetlerinden hareket ederek
husus, toplumunun içinde bulunduğu geri
salt maddi anlamda gelişkin olan toplumların
kalmışlıktan kurtulması, Batı toplumunda
Kuran’da yerildiklerini hatırlatır. Malik Bin
gördüğüne benzer bir uygarlık ve modern
Nebi’nin Seyyid Kutub hakkında hataya
yaşamı meydana getiren değerleri kazanabilir
düşmesini sağlayan bir diğer etken ise Kutub’un
bir toplum haline dönüşmesidir. Batı ile
hem medeniyet hem de hadarat hakkında
Müslüman toplumlar arasındaki kalkınma farkına
yani çifte kriz yaşayan bir toplum hakkında
odaklanan Malik Bin Nebi, Seyyid Kutub’un
araştırma yaptığını düşünmesidir. Oysa Kutub,
adı geçen kitabında “mütehaddir” kelimesini
Kureyşi’ye göre gelecekte kurulacak ideal bir
kullanmaktan vazgeçmesini eleştirmekte ve
İslam toplumundan söz etmektedir. Kureyşi,
sorunu tahrif edildiğini ifade etmektedir. Seyyid
kelimelere dolayısıyla medeniyete yüklenen
Kutup’un adı geçen kitabında mütehaddir
anlamların farklılığına vurgu yapsa da iki
kelimesini kullanmaktan vazgeçmesinin, Malik
düşünür arasındaki çatışmayı azaltarak arayı
Bin Nebi’nin düşündüğü gibi maddi ve medeni
bulmaya çalışmaktadır. Ne var ki, bu düşünsel
toplum koşullarını karşılayamayacak bir geri
çatışmayı, hasmaneliği ve gerilimi iki yazarın
çekilme olarak algılanmaması gerektiğini Çünkü
diğer metinleri de dikkate alındığında kolaylıkla
maddi koşulların Kutub’un kitabında kullandığı
aşmak pek mümkün gözükmemektedir. Mesela,
kelimenin anlamında mevcut olmadığını belirten
İslâm’ın demokratik bir öz taşıdığını; fakat,
Ali Kureyşi, Seyyid Kutub’un, mevcut İslam
eğer bir İslâm demokrasi geleneği varsa,
toplumlarındaki medeniyet gerçeğinden değil
bunun izlerinin anayasal metinlerde değil,
ideal İslam toplumundaki “hadarat” gerçeğinden
genel olarak İslâm’ın ruhunda aranması
söz etmekte olduğu düşüncesinden dolayı Malik
gerektiği görüşünde olan Malik Bin Nebi’nin
Bin Nebi’nin Seyyid Kutub’u eleştirmesini doğru
eklektik bu yaklaşımı ile Seyyid Kutub’un
bulmadığını ifade etmektedir. Kureyşi Malik
düşüncelerini karşılaştırdığımızda aranın bu
Bin Nebi’ye Göre Toplumsal Değişim (2002)
kadar kolay bulunamayacağı açığa çıkar.4
adlı kitabında iki noktada bu meseleyi ele almaktadır. Ona göre Kutub’un düşüncesinde
düşüncesiyle sosyal mücadelesinin ilk evresinde
odaklanan medenilik anlamında değildir. Aksine
buluştuğunu düşünür: “Malik Bin Nebi’nin Çağdaş
hadarat; insan davranışını yönlendiren inançlar,
90
Gannuşi, Malik Bin Nebi’nin düşüncesi Seyyid Kutub’un
4
hadarat kavramı, maddi dünyadaki gelişmelere
İslam düşüncesinin ve hareketlerinin ufuklarının küreselleşme ve küreselleşmenin ekonomik, kültürel
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Seyyid Kutub, İslamcılığın kendine özgü
medeniyetçiliğin söylemsel biçimlerinin
düşünce dünyasının ancak kendine özgü bir
somut durumun kavranmasın sürecinde
kavramsal çerçeve ile oluşturulabileceğini
eleştirilmesi gerekmektedir. İnsan, toprak
savunmakta, böylelikle Malik Bin Nebi’nin
ve zamanın karışımından meydana gelen
hem entelektüel donanımında hem de
medeniyet devletinden yani tarihten kovulmuş
siyasal pratiğinde başat yeri olan kavram ve
Müslümanların aktif olarak tarihe dönmeleri
düşüncelere karşı eleştirel ve mesafeli bir
üzerinde duran Malik Bin Nebi Türkçede özellikle
tutum takınmaktadır. Bu yönüyle Kutub, siyasi
aydınlar arasında Meşrutiyet devrinden bu yana
ve felsefi Batı ayrımı yapan düşünürlerden
yaygın olan ama esas olarak altmışlı yıllardan
farklı olarak emanet kavramlara müracaat
sonra yaygınlaşan ve postmodern darbe
etmekten kaçınmaktadır. Öte yandan Malik
sonrasında “İslam devleti” tabirinin yerine ikame
Bin Nebi’nin ardılı olan Cevdet Said’de görmüş
edildiği açık olan hegemonyacı medeniyetçi
olduğumuz Seyyid Kutub eleştirilerinin
yaklaşımların kendisine atıf yapmaktan sürekli
bir kısmının da bu tartışma alanlarından
biçimde kaçındıkları bir isim olması bakımından
beslendiği de inkâr edilemez.
hafızalardan kovulmuş bir düşünür olarak
5
da anılabilir. Bir zamanlar küçümsenen bir Cindrella/Külkedisi olan medeniyet, adeta iki
Bilgiç Bilgisizlik
binli yıllarda yeniden keşfedilmiştir. O zamandan
Günümüzde medeniyet meselesinin, dünyayı
beri de, retorik düzleminde bir canlanma
değiştirme çabası içinde daha fazla odaklanıldığı
yaşanmaktadır. Politik bir pratiği ve zemini
hatta medeniyeti sahiplenmenin radikal
olmayan muğlak, gevşek ve haddinden fazla
bir faaliyet olduğu ileri sürülmektedir. Her
nostaljik olan bu bakışın kovmayı başardıkları
şeyi romantik ve nostaljik bir medeniyet
da olmuştur bu süreçte ki en önemlisi kovma
meselesine indirgeyen bu bakışın indirgemeci
ameliyesine yerli kültürelciliğin eşlik etmiş
bir yanının bulunduğu da inkar edilemez.
olmasıdır. Bir tahrifatın göstergesi olarak da
Bu bakımdan bir ideoloji olarak yükseltilen
okunabilecek bu kovma ameliyesini anlama
ve askeri ahtapotlarına karşı çıkan uluslar arası güçler gibi zulme baş kaldıran özgürlükçü güçlere
imkânı sunan epey metin bulunmaktadır. Sözgelimi niyetleri ve yöneldikleri amaç
açılmasındaki öneminin bir başka yüzü buradan geliyor.
hayranlık uyandırsa da Modernite ve Dünya
Seyit Kutup’un düşüncesi, ilk döneminde Malik Bin
Düzen(ler)i (2011) adıyla yayımlanan
Nebi’nin düşüncesiyle buluşuyor. Sosyal Adalet, İslam-
kitapta yer alan Ergün Yıldırım “Modernlikten
Kapitalizm Çekişmesi ve birçok devrimci makaleleri gibi... Hatta Kutup, 1952 devriminin en önemli teorisyenlerinden biri olarak görüldü ancak devrimin ve Seyit Kutup’un içinden geçtiği gelişmeler kapıları
Küreselliğe Medeniyetlerin Paradigmal Dönüşümü” başlıklı çalışma bu noktada anılabilir. Uygarlık kavramı etrafında yapılan tartışmaların
kapatırken ve devrim Kutub’un ideolojik veya siyasi
çeşitliliğinden yola çıkarak, her uygarlığın
çekişme dışında müjdelediği bir bakış açısı sunmazken
dayandığı paradigmal bir dönüşümün olduğunu
müstekbir güçler ile yerel ve uluslar arası alandaki
söyleyerek, bu çerçevede “modern uygarlığın”
mustazaf güçler arasındaki sosyal çekişmenin konumu zayıfladı, içine kapandı ve neredeyse görünmez oldu. Sonrasında İran’daki İslam devrimi bu müjdeyi verdi. İran devrimi ilk gelişiminde Kutup’un ve Malik Bin
yaşadığı dönüşümü irdeliyor söz konusu metin. (Modern) uygarlık teorisi etrafında Batı literatüründe zengin bir birikimin oluştuğunu
Nebi’nin düşüncelerini ifade etti. İslam’dan hareketle
söyleyen Yıldırım, Toynbee, Danilevski, Sorokin
mustazaf güçler ile müstekbir güçler arasındaki
ve Braudel’den yola çıkarak modern Batı
evrensel çekişmeye bir bakış açısı sundu.” Bundan
uygarlığı etrafında yapılan tanımların aynı
dolayı Kutub’un eserlerinin sondan başlayarak geriye doğru okunmasını “doğru” bir okuma olacağı kanaatini taşır. Malik Bin Nabi`yi, farklı kılan ana özellik olarak onun
5
zamanda modern uygarlık paradigmasına da temel oluşturduğuna dikkat çekiyor. Ama aynı zamanda İbn Haldun, Cemil Meriç, Aliya
Fransa’da yaşayıp ve orada eğitim görmesinden
İzzetbegoviç, Sezai Karakoç, Seyyid Hüseyin
kaynaklanan Batı kültürünü deneyimleyerek tanıma
Nasr ve Karakoç’ta dile getirilen medeniyet
imkanın ona bir ayrıcalık kattığını düşünenler Seyyid
düşüncesini isim vermeksizin Üç Mesele (1978)
Kutub’un Amerika tecrübesini veya Ali Şeriati’nin Fransa tecrübesini ihmal etmektedirler.
adlı kitabında eleştiren İsmet Özel üzerinden
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
91
medeniyet meselesinin Müslüman dünyada
yapmış olduğu analizlerde Batı medeniyetinin
nasıl anlaşıldığına ilişkin de bir tasvir yapan bu
sömürgeci yanı kadar içe dönük eleştirilerin öne
metinde Malik Bin Nebi adının hiç anılmaması
çıktığı, Karakoç’un yapmış olduğu eleştirilerde
manidardır. Çünkü onun için medeniyet
ise genel olarak Batı medeniyeti ile sınırlılık
meselesi birçokların nezdinde olduğu gibi
arz ettiği göze çarpar. Her iki düşünür de
arızi bir parça değil, düşüncesinin etrafında hareket ettiği ana eksendir. Oysa, medeniyet meselesi veya perspektifi denildiğinde Türkçe kültür dünyasında ilk olarak adı anılan “Ben memleketin durumunu, İslam âleminin durumun, tarihi-sosyolojik perspektiften, yani medeniyet açısından, medeniyet perspektifinden görüyorum. Bu açıdan bakmak lazım” diyen Sezai Karakoç’u bu noktada etkilediği kuvvetle muhtemel bir düşünür olarak Malik Bin Nebi’nin mutlaka zikredilmesi gerekirdi. Çünkü o eserlerinin büyük bir kısmını “medeniyetin problemleri” alt başlığıyla kaleme almıştır. Çevirilerinin anıldığı bir metinde asıl olarak da anılması gerekirdi. Devrin egemen anlayışlarını aşmak için İslam’ı kapitalizm ve komünizm
geçirdiğini ifade ederler. Malik Bin Nebi’nin bunalımın Sıffin Savaşı’nda başladığını ifade edişi gibi Sezai Karakoç’ta Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi I (1998) adlı eserinde aynı olaya atıf yaparak, bu olayı Hz. Osman zamanında patlayan, Hz. Osman’ın şehadetine sebep olan ilk bunalım olarak nitelediği göze çarpar. Malik Bin Nebi’ye göre çözülme durumu İmam-ı Gazali (ö.1111) ’nin çalışmalarına rağmen aşılamamış Karakoç’a göre ise bu durum İmam-ı Gazali, İbni Arabî (ö. 1240), Mevlâna (ö. 1273), İbni Haldun (ö. 1406) gibi isimlerin çabaları ile aşılmıştır. Malik Bin Nebi’nin Batı bilgisinin yaşantı boyutunun, dolayısıyla
dışında bir üçüncü yol olarak hem Müslüman
tecrübe boyutunun bulunmasına karşın Sezai
dünyanın hem de insanlığın kurtuluşu için
Karakoç’un Batı bilgisinin tümüyle dışarıdan
alternatif bir çözüm olarak sunmaya çalışan
kaynaklanan salt teorik bir bilme hali olduğu
Sezai Karakoç’un çıkarmış olduğu derginin
unutulmamalıdır. Bunun yanında Karakoç
adı olmanın ötesinde, İslamcılığı muhafazakâr
düşüncesinin reaksiyoner temelli değil daha
düşünceden farklılaştırma yönündeki çabası
düşünce boyutlu olmasında da Malik Bin Nebi’nin
ile birlikte İslam’ı bir medeniyet esasında
etkisinden söz edilebilir. Bu noktadan hareket
savunmayı önceleyen Diriliş’te yazıları
ederek şunu da vurgulamak gerekmektedir:
yayımlanan bir düşünür olduğunu hatırlamak gerekir bu noktada. Hatta, Malik Bin Nebi’nin uyanış halini dair öne sürdüğü örneklerden biri olarak Hz. Musa’nın öncelikle İsrailoğulları içinde farkında olmadıkları bir dirilişi gerçekleştirmeye çalışması üzerinden diriliş fikri ile de akrabalık kurulabilir. Hz. Musa’nın çağrısına kulak veren ruhlarda meydana gelen arayış bir süre sonra dirilişi mümkün kılıyordu. İslam’a kuruluş devrindeki eski ideolojik gücünü kendi yurdunda kazandırmadan ve Müslüman ruhu ile zihniyetini temel bir rehabilitasyondan geçirmeden esaslı bir değişikliği gerçekleştirmenin neredeyse imkânsız olduğunu düşünen Malik Bin Nebi ile Karakoç’un genel yazma biçiminin atıfsız/ kaynaksız olmasından dolayı Karakoç’taki bu
92
Müslüman dünyanın erken tarihlerde bir bunalım
Türkiye’de İslamcı düşüncenin tercüme yoluyla devraldığı, geleneklere, düşüncelere ve kavramlara yapmış olduğu “özgün” katkılardan söz edilecekse bu katkılar içinde kimi zaman romantik bir dünyanın temsilciliğine soyunsa da Karakoç’un medeniyet odaklı yaklaşımının özel bir yerinin olduğu ifade edilebilir. Bütün bunlara karşın, sanki bu etkiyi hissettirecek düşüncesi ile Karakoç hakkında yapılan çalışmalarda bu etkileşim görünmez kılınır. Öyle ki, bu akademik çalışmalara dahi yansır. Mesela Münire Kevser Baş’ın Diriliş Taşları Sezai Karakoç’un Düşünce ve Sanatında Temel Kavramlar (2008) adlı çalışmasında M. Sait Ramazan El-Butî’nin Kur’ân’da İnsan ve Medeniyet (1987) adlı
izi ve etkiyi somut olarak göstermeyi mümkün
çalışmasına değinilir ama Malik Bin Nebi’ye hiç
kılmasa da dönemin genel iklimi içerisinde bu
değinilmediği gibi atıf bile yapılmaz. Belki bu
etkinin ana temalarını yakalamak mümkün
kovulmuşluk onun “istifacı olgunluk çağı/dönek
olmaktadır. Buna karşın Malik Bin Nebi’nin
olgunlar dönemi” adını verdiği evcilleştirilmiş
Müslüman dünyanın çöküşüne ilişkin olarak
devrimcilerin ikbal avcılığından kaynaklanır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Çevirilerin Hatırlattıkları Bir şekil olarak çeviri ile Türkçe kültür dünyasında okunabilen Malik Bin Nebi
haberdar edemediği için üzüntülü olduğunu ise Cezayir’de İslam’a Yeniden Doğuş eserine 1972 yılında yazdığı önsözde anlatır.
çevirilerine değinmeden önce genel olarak
İhmal edilmiş, gereken değer verilmemiş
çeviri meselesine de değinmek gerekir.
Cezayirli düşünürden Ergun Göze’nin yaptığı
Walter Benjamin “Çevirinin Görevi” başlıklı
çevirilerde hatıralarının sonunda listelenmiştir.
metninde bir eserin çevrilebiliyor olmasını
1964 yılında İslam Davası kitabını çevirmiş.
hem o eserin çevrilmeye değer olması hem de
Yirminci yüzyıl Müslüman’ına Kuranın mahiyetini
çevirisinin aslındaki belli anlamı verebilmesi
“yalnız dil ve belağat güzelliği değil ve fakat
bakımından ele alır. Ama ne kadar iyi olursa
mesajının muhteva derinliği ve insan üstülüğünü
olsun çevirilerin asıllarından sonra yapıldığını
belirtmek bakımından” anlatan yazarın en parlak
belirtir. Düşüncelerini ana hatlarıyla oldukça iyi
eserlerinden biri olan Kurânı Kerim Mucizesi,
özetleyen küçük hacimli ve yer yer tekrarlar
“küçük bir konferans metni olmakla beraber,
olsa da oldukça fazla eser ortaya koymuş
insan problemine eğilmiş bir etüt haysiyetini
olan Malik Bin Nebi Türkçe kültür dünyasına
muhafaza etmeyi başarmış” İslam ve Demokrasi
üne kavuştuktan sonra ilkin Ergun Göze’nin
anılarını içeren Asrın Şahidinin Hatıraları,
çevirileri ile dâhil olmuştur. Bu dâhil olma
İslamiyet’i bir medeniyet meselesi olarak ele
durumu seksenli yılların sonunda kaleme alınan
aldığı ve “bu zengin mirasın farkında olmadığı
Bedri Gencer imzalı “Bir Çeviri Sosyolojisi”
için sömürge haline düşmüş olan bir ülke olarak
adlı inceleme de dâhil olmak üzere genel
Cezayir’de İslam’ın yeniden medenileştirici,
olarak göz ardı edilmiştir. Malik Bin Nebi’nin
insanı yüceltici, tabiata ve kendine hâkim
çevirisinde altmışlı yılların sömürgecilik karşıtı
kılıcı hamlesine kavuşturulabilmesi için, dünya
mücadelesinde önemli bir yeri olan Cezayir
meselelerini inancın prizmasından süzen bir
yurttaşı olmuş olması onun bilinirliğini arttırmış
Müslüman dimağın tekliflerini” içeren Cezayir’de
fakat bir düşünce izleği oluşturmasına da ket
İslam’ın Yeniden Doğuşu eserlerinin ise son
vurmuştur. Bir anlamda onun fikri ve siyasi
baskı yıllarını anmış. Keşke bu eserlerin ilk
yalnızlığını perçinlemiştir.
baskılarının tarihlerini ansaydı Göze. Kültür
Ergun Göze, Göze Yaşasın Hâtıralar (2007) kitabında ilginç birkaç anekdot aktarır Malik Bin Nebi özelinde: Biri misakı milli içinden diğeri dışından olmak üzere. Sonuncusundan başlayalım aktarmaya: Yetmişli yıllarda Libya
tarihi açısından gerçekten önemli bir katkı olurdu bu. İslam ve Demokrasi 1968 yılında Ötüken Yayınları tarafından yayımlanmış. Çoğu Yağmur Yayınlarından ve Boğaziçi Yayınlarından çıkmış Göze’in Malik Bin Nebi çevirilerin.
lideri Kaddafi ile Tercüman gazetesi için bir
Misakı milli içinden aktardığı anekdot ise
söyleşi yapmak ister. Ama bir türlü randevu
Fethullah Gülen odaklıdır Ergun Göze’nin.
alamaz Kaddafi’den. Son defa biyografisini
Gülen onun da içinde bulunduğu bir grupla
almaya gelen kişiye Cezayirli düşünür Malik Bin
görüşür. Bu görüşme sırasında geçmiş yıllardan
Nebi’nin bazı eserlerini tercüme ettiğini söyleyip
hareketle Göze’yi ne kadar çok sevdiğini
yanındaki nüshaları gösterince işler değişir. Malik
anlatır Fethullah Gülen: “Evet sizin yazılarınız.
Bin Nebi adını duyan görevliler Ergun Göze’ye
Hatta tercümeleriniz… Malik Bin Nebi’den
otelden ayrılmamasını, her an aranabileceğini
tercüme ettiğiniz İslam Davası isimli kitap ne
söylerler. Bir süre sonra beklenen randevu alınır.
kadar güzeldi.” Ardından Gülen cemaati odaklı
Tercüman gazetesi yazarı olduğu için değil
eleştirilerin, aktaran Göze Gülen’in bağlılarının
Malik Bin Nebi mütercimi olduğu için randevu
okulların gölgesinde iyi ticaret yaptıklarını
alabilen Ergun Göze’ye Kaddafi bir de resim
belirttikten sonra sözü tekrar Malik Bin Nebi’ye
imzalar. Meğer Malik Bin Nebi bir süre Kaddafi’ye
getirir: “Fethullah Hoca’nın Malik Bin Nebi’nin
danışmanlık yapmış ve onun güvenini kazanmış.
kitaplarına işaret etmesi her şeyi açıklamıştı.
Hatıralarında onun kabir başında bir fotoğrafı
Yirminci yüzyılda İslam aleminin vicdanı ve
da yer alır Ergun Göze’nin. Onunla temasa
en büyük mütefekkiri kabul edilen Bin Nebi
geçip Türkiye’de çıkan kitaplarından kendisini
kitaplarında, sermayenin yönlendirilmesi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
93
konusuna büyük önem vermiş ve açıklamalar
Dünyası’nın modernleşememesine bağlamasını.
yapmıştı.Hoca da bundan esinlenmiş ve
çok sathi bir görüş olarak nitelemekte ve sözü
sermayeye yönlendirmişti kendisini.Ama Malik
Malik Bin Nebi’ye getirmektedir: “Bu konuyu
Bin Nebi İslam ahlak ve terbiyesini her şeyden
İslam’ın büyük mütefekkiri Malik Bin Nebi
üstün tutuyordu.Sermaye de İslam ahlakına
‘İslam Davası’ isimli kitabında elli sene önce
göre yönlendirilecekti. (…) Kendisini ikaz için
işlemiş ve açığa çıkarmıştı. Onun ileri sürdüğü
görüşme talebime cevap alamadım. Kendisi
tezlerden birisi, İslam medeniyetinin inhitat
etrafı ve tevabiiyle ABD’ye geçti. Beş altı yıldır
devri insanının liyakatsizliğidir. Bunun sebebi de
orada bir çiftlikte yaşamakta.
ruhi ve hiç olmazsa akli tesirlere değil, insiyaki
Ne Malik Bin Nebi böyle bir manzara çizmişti ne de ben bunlara izin veren tek bir satır yazdım” Malik Bin Nebi’nin Ekonomi Dünyasında Müslüman ismiyle Türkçeye 1976 yılında kazandırılan bir eserinin olduğunu da hatırlamalı sermaye bahsinin geçtiği bu satırlardan sonra. Göze’nin anılarında aktardıklarından hareketle sadece Malik Bin Nebi’nin eserlerini değil aynı zamanda (kısmen) onun derdini tasasını da çevirdiğini söyleyebiliriz. Keşke sermaye ve onun niteliği noktasında duyarlı olan Ergun Göze bu kadar antikomünist olmasaydı. Çevirilere yazdığı önsözlerde mühimdir Göze’nin. Orijinal adı Kur’an Fenomeni olan ve 1946’da Ezher Şeyhi Muhammed Draz’ın bir önsöz yazdığı ve “asrın idrakini konuşturduğu” eseri niçin Kurân’ı Kerim Mucizesi adıyla çevirmeyi uygun bulduğunu da açıklar bu yazılarda. Çeviri meselelerine değinirken siyasi bakış açısını da serpiştirir satırlara: “Her tercüme bir ihanettir. Kahve bile fincana aktarılırken taşar. Dünkü vilayetimiz Cezayir’in yetiştirmiş olduğu müellifin eserini tercüme etmeye kâfi gelmeyen bir Türkçeye mahkûm edilişimiz ayrı bir ızdıraptır.” Son yüzyılın en büyük düşünürlerinden biri olarak çok özgün eserlere imza atan ve sorunları sosyolojik bakış açısı ile ele alan Malik Bin Nebi’den bazı yazılarında da söz eder Ergun Göze. Bernard Lewis’in ‘İslam’ın Krizi’
tesirlere kapılmış ve kendini şaşırmış olmasıdır. Nitekim bugünkü manzara budur. İnsanımız ne dünyadan, ne İslam’dan, ne laiklikten, ne demokrasiden, hatta maalesef ne de İslam ahlakının yüceliklerinden hiçbir şeyden ciddi bir paya malik değildir. Her şeyde ancak taşerondur. Çünkü önünü ardını hesap edemiyor. Malik Bin Nebi bunu ‘Medenileşmeden siyasileşmek’ diye teşhis ediyor. Hele o medeniyette de insanlığın gidişinden ıstırap duyan bilgili ve vicdanlı insanlar bulunduğunu ve onlarla olsun diyalog kurmak gereğini fark etmiyorlar.” “İhanete uğrayan fikirler intikamlarını alırlar diyen” Malik Bin Nebi’yi kırk küsur yıldır ağırlayan Türkçede onun üzerine düşünce üretiminin pek kısır olduğunu da belirtmeliyim. Bu kısır nazlılığı kırarak düşünürün temel yaklaşımlarını doyurucu bir bütünlük içinde veren Ali Kureyşi’nin Malik Bin Nebi’ye Göre Toplumsal Değişim (2004) kitabı ise yeterli ilgiyi görmüş değil. Buna karşın ondan etkilenen ve İslam Medeniyetinin Geleceği (1986) kitabını kaleme alan Ziyauddin Serdar ona göre daha çok ön planda tutulan bir düşünür olmuştur.6 Diğer yandan onun toplumsal eğitime değişme ve yeniden yapılanmada olmazsa olmaz bir öncelik tanıması İslam Davası (1990) kitabında da görüleceği üzere- birtakım eleştirileri olsa da- Muhammed Abduh’un ıslahatçı yaklaşımına yakın kılmaktadır onu.
isimli kitabında İslam Dünyası için getirmiş olduğu tespitlerin büyük ölçüde doğru olup Müslüman vicdanında ve zihninde karşılık bulmasının gerekliliğini ifade ederken, Malik Bin Nebi’den etkilendiğini de ortaya koyar. Çünkü bu sorunların “çoğu çok acı olmakla
söyleşide Serdar medeniyeti şöyle tanımlar: “Medeniyet kavramı, belirli bir dünya görüşünü temel alan evrensel bir tanımdır.Her dünya görüşü kendi kültürünü siyasi yapısını, toplumsal örgütlenmesini, kendi bilim ve teknolojisini, sanat ve edebiyatını ortaya çıkarır ve
beraber kaskatı birer gerçektir. Bu gerçekleri
geliştirir.İslam medeniyeti de İslâm’ın dünya görüşü
kabul etmek, bertaraf etmenin ilk adımıdır. Ne
üzerine kurulmuştur. Bu bakımdan,İslâm dediğimizde,
var ki karşılaşılan zulüm, yoksulluk, okuma yazma eksikliği gibi olumsuzlukları İslam
94
Ziyauddin Serdar’la Kitap Dergisinde yapılan bir
6
bütün unsurlarıyla tam bir yapı oluşturan medeniyet anlaşılmalıdır.” Ziyauddin Serdar’la Konuşma, Ahmet Kot, Kitap Dergisi, sayı:1, 1986.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Medeniyetin gerçeklik kazanması sürecinde insan unsuru en önemli unsuru oluşturmaktadır. Çünkü insanın medeniyeti özümsemesi zor bir iş olduğundan insanın özel olarak bu alana yönlendirilmesi gerekliliği vardır. Malik Bin Nebi’nin kurum ve sisteme dönük değişimci çabaların bireysel değişimden başlamasının zorunlu olduğuna ilişkin “Bir toplum kendi özünde olanı değiştirmedikçe Allah, o toplumun durumunu değiştirmez” ayetinden hareketle yaptığı vurgular Cevdet Said’in Bireysel ve Toplumsal Değişimin Yasaları (1984) adlı kitabı başta olmak üzere pek çok eserin temelini oluşturmuştur. Çünkü Malik Bin Nebi’ye göre ilahi kanun “Ruhunu değiştirirsen, tarihini değiştirirsin!” biçiminde özetlenebilir. Bu metin, genel olarak Malik Bin Nebi düşüncesini özellikle içinde yaşadığı çağı ihmal etmeden anlama ve oluşturduğu etkiyi anlama çabasına katkıda bulunmak amacıyla kaleme alınmıştır. Altmış sonrası düşünce hayatının seyri göz önünde bulundurulduğunda Malik Bin Nebi’nin önemli bir yeri olduğu, bundan dolayı düşünce dünyasında kendinden sonraki isimleri özellikle medeniyet söylemi noktasında ciddi oranda etkilediği ama bunun isim düzleminde pek belirgin olmadığı hatta örtülerek silikleştirildiği söylenebilir. Malik Bin Nebi’nin Savaş Esintisi (1997) kitabında yer alan bir yazısının girişinden bir alıntıyla bağlayalım etkileşimlerin ve farklılıkların üzerinde duran bu yazıyı: “Yirminci yüzyıl, vicdanının derinliklerinde, tarihe ekilen fikirleri
KİTABİYAT BİN NEBİ, MALİK (1987) Çağa Tanıklığım, Çeviren: İbrahim Aydın, Bir Yayıncılık, İstanbul. BİN NEBİ, MALİK (1997) İdeolojik Savaş Ajanları, Çeviren: Cemal Aydın, Timaş Yayıncıları, İstanbul. BİN NEBİ, MALİK (1992) İslâm Dünyasında Fikir ve Put, Çeviren: Cemal Aydın, Boğaziçi Yayınları, İstanbul. BİN NEBİ, MALİK (1990) İslâm Davası, Çeviren: Muharrem Tan, Yöneliş Yayınları, İstanbul. BİN NEBİ, MALİK (2008) Düşünceler, Çeviren: Muharrem Tan, Mana Yayınları, İstanbul. BİN NEBİ, MALİK (2008) Kur’ân Fenomeni, Çeviren: Yusuf Kaplan, Külliyat Yayınları, İstanbul. BİN NEBİ, MALİK (2008) Savaş Esintisi, Çeviren: Salih Özer, Ankara Okulu Yayınları, Ankara. GANNUŞİ, Raşid (2010) “Seyyid Kutub ile Malik Bin Nebi Arasında” Çeviren: Halil Çelik, Umran, sayı:195. RAMAZAN, Tarık (2005) İslâmi Yenilenmenin Kökenleri, Çeviren: Ayşe Meral, Anka Yayınları, İstanbul. BARİUN, Fevziye (1999) “ Malik Bin Nebi ve Ümmetin Düşünsel Sorunları” Haksöz sayı: 95. KUREYŞİ, Ali (2002) Malik Bin Nebi’ye Göre Toplumsal Değişim, Çeviren: Mustafa Altunkaya, Ekin Yayınları, İstanbul. BENJAMİN, Walter (1987) “Çevirinin Görevi” Çeviren: Ahmet Furkan, Kitap Dergisi 2. Dönem sayı: 7/8. GÖZE, Ergun (2007) Yaşasın Hatıralar, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul. GENCER, Bedri (1988) “Bir Çeviri Sosyolojisi” Kitap Dergisi, sayı:20-21 SAİD, Cevdet (1984) Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, Çeviren: İlhan Kutluer, İnsan Yayınları, İstanbul.
sakladığı gibi, onlarla birlikte bu fikirleri eken büyük kişilerin isimlerini de saklamaktadır.” Son söz de antropolojik medeniyet söylemi için olsun: Hem kendilerini hem de yüce olanı kandırmaya/aldatmaya dönük bir heves olarak medeniyet söylemi bugün için, avam ve elitler için sadece bir kâr güdüsü olarak somutlaştığından söz edebiliriz. Dolayısıyla yetmişli yıllarda bir fark vurgusunu öne çıkaran bu kavram günümüzde bumerang gibi tersine dönmekte ve muhafazakâr bir dünyanın temsilciliğini yapmaktadır. Münhasıran bu kâr güdüsünü aşmak için de kovulan düşünürün etkili fikirler bahsinde söylediklerine yeniden dikkatle yoğunlaşmakta fayda vardır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
95
Araştırma - İnceleme
“Tek Bir ümmet” Neden Sadece Duygusal Bir Slogan Olarak Kalıyor? Asghar Ali Engineer İslami Yorum İçin Çeviren: On dört asır boyunca
birlik getirmeyeceği ve ne kadar böyle sloganlar
sürekli tek bir Allah,
atarsak o kadar ayrılığa düşeceğimizi anlamamız
tek bir Peygamber, tek
gerekir. Müslümanlar arasındaki siyasi, sosyal,
bir Kur’an sloganını
ekonomik ve kültürel ihtilaflar Peygamber’in
ve Müslümanların hep
vefatı üzerinden çok zaman geçmeden
birlikte tek bir ümmet
başlamıştır.
oluşturmalarının gerektiği inancını duyduk. Diğer bir yandan çok ilginçtir ki, ulemalarımız Peygamberimizin “ümmetim 72 fırkaya bölünecektir ve bunlar arasından sadece bir tanesi kurtuluşa erecektir” hadisini anlatagelmişlerdir. İşte böyle kendi kendimizle çelişmekteyiz. Bir yandan birlik arzuluyoruz diğer yandan ümmeti birbiriyle çatışan 72 fırkaya bölüyoruz. Hicri 2. yüzyılın sonuna doğru Abdulkadir ElBağdadi “El Fark Beyn el-Firak (Mezhepler Arasındaki Farklılıklar)”1 adlı bir kitap yazmış ve o zamana kadar Müslümanlar arasında mevcut olan 100’den fazla mezhebi bu kitapta anlatmıştır. Aslında, duygusal sloganların asla Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları’nda Türkçe tercümesi
1
Mezheplerin şekillenmesi ve farklılıkların teolojik bir temel kazanabilmesi zaman almış olsa da fetihler, sanılanın aksine anlaşmazlıkları keskinleştirerek çok daha fazla güç, zenginlik ve yabancı etki oluşturdu ve durumu daha da karışık hale getirdi. Bu farklılıkları anlamak ve analiz etmek için, teolojinin ötesine gitmeli ve çok daha derin sebepleri anlamaya çalışmalıyız. Öncelikle şunu anlamalıyız ki, İslam mesajı o dönemin Arap toplumunda bizim anladığımızdan çok daha köklü değişimler meydana getirdi. İslam mesajı, dini, ahlaki, sosyal ve siyasi temelleri değiştirdi ve Arap toplumu o andan itibaren hiçbir zaman eskisi gibi olmadı. Lakin değişim o kadar hızlı oldu ki, Araplar bunu çok az özümseyebildiler. Daha da trajik olanı şuydu ki, bütün Müslümanlar tarafından saygıyla dinlenen yüce önder Muhammed (s.a.v) artık yoktu.
mevcuttur. (Çevirmen)
96
Fatih Peyma
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Çeşitli sebeplerden dolayı (Asr-ı Saadet
Daha da kötüsü, çoğunlukla doğası gereği
sonrasında) Müslümanlar, hızla büyümekte olan
feodal ve otoriter olan yeni yabancı değerler
İslam toplumunu daha da yüceltmek, onu her
bütün sürece zarar verirken, fetihlerin bu
tarafa ulaştırmak, hali hazırda gerçekleşmiş olan
sürece zararı daha büyük oluyordu. Artık
İslam inkılabını sağlamlaştırmak adına içe dönük
Müslümanlar arasında hedeflenen şey, Kur’an’ın
siyaset gütmektense dışa dönük yayılmacı bir
ahlak anlayışını yerine getirmekten çok,
siyaset güttüler. Kur’an’ın en temel mesajı
devlette daha fazla güç paylaşımı ve yeni elde
ahlaktır ve topluma adaleti, eşitliği getirmeyi
edilmiş zenginlik üzerineydi. Vizyoner/öngörülü
hedeflemektedir. Kur’an sık sık, imanla beraber
toplum olarak tarih sahnesine çıkış süreci
salih amelin öneminden bahseder.
ciddi engellerle/gerilemelerle karşılaştı. İslam
İkinci olarak, Kur’an vicdan özgürlüğü ve insan onuru üzerine gereken vurguyu yaparak yeni, adil ve eşitlikçi bir toplum vizyonu ortaya koymuştur. Aynı zamanda Kur’an, hem
toplumu; dünyalık meşgalelere dalıp gidenlerle, iktidar için mücadele edip duranlarla, sadece ruhani meselelere kafa yoranlarla ve kendilerini münzevi haline getirenlerle dolup taşmıştı.
ümmetin hem de bireyin o zamana kadar
Doğası gereği hayli baskıcı ve otoriter olan,
Arap toplumunda adı duyulmamış olan vicdan
İslami değer ve bakış açısından daha çok Roma
özgürlüğü ile saygınlık kazandığı yeni bir orta
modelini benimseyen Emevi İmparatorluğu
yol meydana getirmiştir. Araplar, kendi kabilesel
iktidara geldi. Emeviler derin bir şekilde İslam
kültürlerine derin bir şekilde dalmış ve son
öncesi cahiliye dönemi kültürüne daldı ve o
derece geleneğe bağlı bir toplumdu.
dönemin şiirine eğilim göstererek İslam öncesi
İslam, kabilesel yerine evrensel ve derin bir şekilde insancıl olan yeni bir kültür getirmeye çalışmıştır. Fakat insanın kendini, İslam öncesi geleneklerden yani Müslümanların cahiliye adını
şiiri diriltmeye çabaladı. Emevi döneminde yazılan Kitabu’l Ağani (Şarkılar Kitabı)2 cahiliye döneminin şiiri temel alınarak yazıldı ve çok popüler bir kitap haline geldi.
verdikleri o kültürden kurtarması pek kolay
Bu cahiliye kültürünün temel değerleri, yüksek
değildi. Onun etkisi/kalıntıları o kadar derindi ki,
ahlaki değerlerden yoksun, tamamen dünyevi
sadece İslam’ın kabul edilmesi, mutlak manada
hazlardan ibaretti. Biri çıkıp “Ne var ki bunda,
bir sosyal değişime ihtiyaç duyan derin bir
sonuçta Arapların zengin bir kültür mirası
değişim meydana getiremiyordu.
var. Bunun ihyası her şeye rağmen meşru bir
Kur’an, Arap diline hem ahlaki hem de edebi yeni bir söylem getirmiştir. Büyük Arap şairleri ve diğerleri bu dil karşısında hayrete düşmüşler, bir benzerini getirememişlerdir. Fakat bu söylem, sadece yaratıcı güzellikle dolu değil aynı
harekettir.” diyebilir. Bu iddianın elbette bir geçerlilik payı var. Her şeye rağmen güçlü bir Arap imparatorluğu tarih sahnesindeydi ve gurur duydukları kendi milli mirasının ve kabilesel köklerinin izinden gitmek istiyorlardı.
zamanda ahlaken de yüksekti. Çünkü Kur’an’ın
Fakat konumuz İslam toplumu olduğundan,
amacı, yeni bir toplum ve yeni bir insan
olaya farklı bir açıdan bakmak zorundayız. Bu
oluşturmaktı. İkbal bunu şöyle ifade eder: “Eğer
ihya girişimlerinde trajik olan, İslam öncesi
müminseniz yeni bir dünya oluşturun ve eski
kültürün yeniden diriltilmesiydi. Bundaki amaç
dünyada artık yaşamayın.”
ise İslam toplumunun inşa etmeye çalıştığı
İnanç sahibi bu “yeni insan”, sadece Kur’an’ın tevhid, insan onuru, vicdan özgürlüğü, farklılık, hakikat, merhamet, eşitlik, adalet ve cesaret gibi değerlerini kabul etmekle kalmamış; birkaç sahabe hariç, bu yeni kültürü geliştirmek ve bu yeni İslami hayat görüşünü sürdürmek için kendini bu işe adamıştır.
toplumu dikkate almadan yaşam, zevk ve iktidar peşinde koşma eğilimiydi. İkinci olarak ve daha yıkıcı olan şey, artık bu İslam öncesi dil ve söylemin moda haline gelmiş olmasıydı ve hatta Kur’ani lafızlar ve anlamlarının İslam öncesi şiirlerde nasıl kullanıldıkları anlaşılmaya çalışıldı. Kitab’ul Ağani hakkında bkz. http://www.nuveforum.
2
net/573-muzik-dergileri/172211-kitab-ul-agani/ (Çevirmen)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
97
Aslında Kur’an, kendi anlam dünyası içerisinde
olduğu kadar siyasi alanlarda da kendilerini
bir hayli zengin, yeni bir dil oluşturdu. Kur’an’ın
Arap egemenliği ile marjinalleşmiş hisseden
söylemi, yeni bir toplum kurma yolunda yeni
İranlı muhaliflerin yardımı ile gizli bir hareket
değerleri insanlara ulaştırmak için devrimci
başlattılar. İranlılar İslam’ı kabul ettiler, ama
ve ahlaki özelliklerle doluydu. Ne yazık ki
hiçbir zaman siyasi ve kültürel sürecin parçası
günümüzde İslam öncesi şiir, Kur’an’ı anlamanın
olmadılar. İranlılar hiç vakit kaybetmeden
temeli olmuş durumda. Bence İslam öncesi
kendilerine siyasi süreçte önemli bir yer sözü
şiirin, Kur’an’ın manasını anlamada temel
veren Abbasilere yardımda bulunmayı kabul
oluşturmuş olması büyük bir felakettir. Bunun
etti ve Ebu Müslim Horasani, Abbasilerin lehine
böyle olması kısmen belki de kaçınılmazdı, fakat
askeri ve kitlesel destek sağladı.
farkında olunmadan meydana getirdiği sonuçlar, Kur’an’ın hedeflediği anlayışa ciddi zararlar verdi.
siyasi mirasa zaten sahipti. Arapları hep kaba
Üçüncü husus, İslam devriminin ahlaki temelleri
Abbasiler iktidarı ele geçirdiğinde ve Emevilerin
zayıflamaya başladığında alimler arasında
saltanatı sona erdiğinde pek çok İranlı kadın,
şiddetli bir şekilde yayılmaya başlayan dini
Arap kocalarını öldürmüştür. Fakat elbette bu
tartışmaların içeriğiydi. İnsanoğlunun, kaderini
pek uzun sürmedi. Abbasiler sonuçta Arap’tı
belirlemede serbest mi olduğu yoksa insanın
ve iktidarı en azından kısmen de olsa Arap
alnına doğarken mi yazıldığı gibi teolojik
olmayanlarla paylaşmaya niyetleri yoktu.
ve kültürsüz bedeviler olarak görüyorlardı.
tartışmalar zirve noktasına ulaştı. Bunda kuşkusuz yönetici zümrenin büyük çıkarları vardı. Eğer insanoğlunun kaderi doğmadan yazılmışsa, bu durumda Emevi rejimi de ilahi olarak takdir edilmiş olacak ve onun baskıcı ve sömürgeci temeli de otomatikman sorgulanamaz hale gelecekti; diğer bir deyişle her şeye
Böylece yaptıkları ilk şey, Abbasi iktidarının siyasi temelini inşa eden Ebu Müslim Horasani’den titizlikle kurtulmak oldu. Fakat onlar başka bir şekilde de olsa İranlıları ödüllendirecek kadar da akıllıca davrandılar. Pek çok İranlı entelektüel önemli bürokratik
rağmen bu, Allah’ın takdiri olacaktı.
mevkilere atandı. Bundaki amaç, İranlılara
İfade ettiğimiz gibi, Kur’an vicdan özgürlüğüne
da kültürel ve entelektüel alanlarda hakim
vurgu yapar. Hatta Adem’in önünde secde
oldular.
etmeyen şeytana bile seçme özgürlüğü verilmiştir. Artık insanoğlu, ilahi irade karşısında nasıl hareket edeceği alnına daha doğmadan yazılmış bir oyuncak gibi görülmeye başlandı. Alimler siyasi eğilimlerine göre kutuplara ayrılmış durumdaydılar. Emevi iktidarına meydan okumak istemeyenler, bu siyasi formüle sığındılar ve siyasi faaliyetlerden kaçındılar ve hatta yönetici zümrenin parçası olarak menfaat
iştirak hissi vermek içindi. Siyasi açıdan olmasa
Bunun elbette kendi sosyal ve ahlaki sonuçları oldu. İslam’a yaklaşımda büyük sosyal ve entelektüel değişimler yer almaya başladı. Mutezile hareketi Abbasi himayesinde yeni bir canlılık kazandı ve Kur’an’ın mahluk olup olmadığı gibi tartışmalar patlak verdi ve Müslümanlar böylesi entelektüel tartışmalarda daha önce olmadığı derecede bölünmeye gittiler.
elde etme peşine düştüler.
Eğer Emevilerin Müslümanlar arasında insan
Tabii ki gerçeği haykıran, cesur, iktidarın bir
ettiğini söylersek, Abbasilerin de Kur’an’ın
parçası olmayı reddedecek düzeyde ahlaklı
mahluk olup olmadığı hakkındaki tartışmayı
ve kendilerini İslami değerleri ve İslami bakış
bilerek teşvik ettiğini söyleyebiliriz.
açısını yaymaya adamış alimler de vardı. Ne yazık ki bu türden alimler yok denecek kadar
98
İranlıların kendisi, gurur verici kültürel ve
iradesi konusunun tartışılmasını bilerek teşvik
Her iki ihtilaf da felsefi ve entelektüel öneme
azdı.
sahip olmuş olabilir de olmayabilir de. Fakat
Dördüncü olarak ise, Abbasiler, Emevi iktidarına
ekonomik meselelerden uzaklaştırmıştır. Alimler
meydan okumak için kültürel alanlarda
bu meseleleri tartışmışlar ve kutuplaşmalar
bu tartışmalar dikkatleri siyasi, sosyal ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
başlamıştır. Aynı zamanda Abbasiler, Grek
Karmati hareketine üye olduğunu ve sadece
medeniyetinden felsefeyle alakalı kitapları ve
Karmati olmasıyla beraber Ene’l Hak dediği
bunun yanında İran ve Hint kaynaklı kitapların
için öldürülmediğini, bunun yanında Abbasi
Arapçaya tercümesini desteklemişlerdir. Beytü’l
rejimini devirmek için komplolar düzenlediği
Hikme (Hikmet Evi) büyük entelektüel heyecan
için öldürüldüğünü iddia ettiklerini de burada
dalgasının ve aydınlanmanın merkezi haline
belirtelim.
3
geldi. Araplar fen, matematik, teknoloji ve diğer birkaç bilimde öncü haline gelmeye başladılar.
Karmatiler aynı zamanda Mısır’da Fatımilerin
Bu, gerçekten de Arap olan ve Arap olmayan
Esved’i alıp 30 yıl yanında tuttuğu süreçte
(çoğunluğu İranlı) pek çok Müslüman düşünür
Suriye’de kendi rejimini kurdu. Fatımiler, Tahir
tarafından dünyaya hediye edilmiş büyük
Karmati’yi Hacerü’l-Esved’i bırakması ve Kabe’ye
bir entelektüel katkıydı. Şüphesiz bu eşi
geri koyması konusunda güçlükle ikna ettiler
benzeri görülmemiş, düşünsel bir heyecan
ve böylece bütün İslam dünyasını büyük bir
dalgasıydı. Bu aynı zamanda ümmet içinde
sıkıntıdan kurtarmış oldular.
daha büyük çapta ihtilaflar meydana getirdi ve yeni yeni mezhepler zuhur etti. Bunların belli başlı olanları İsmailiye ve Batıniler olarak da bilinen Karmatilerdir. Bu mezhepler, Kur’an’ın mesajının gizli olduğuna ve gizli mesajları yorumladıklarına, Kur’an’ın zahiri anlamının kendi mezhebindekilere değil, halka hitap ettiğine inanan mezheplerdi. İsmailiye mezhebi bir kaç mezhebe ve alt kollara bölündü. İsmailiye mezhebinin alt kolu olan Karmatiler aşırı bir mezhepti. Kur’an’ın gizli anlamını tevil ettiklerinden şeriat hükümlerinin kendileri için geçerli olmadığını iddia ediyorlar ve bu hükümlerin kendileri için uygulanmaması gerektiğine inanıyorlardı. Aynı zamanda, Karmatiliğin sürekli savunduğu şey bir “dai”4nin
rakibiydi. Tahir Karmati, Kabe’den Hacerü’l-
Aynı zamanda Sünni İslam’da keskin bir kutuplaşma vardı. O zamanlar dünyanın felsefi ve en büyük entelektüel merkezi olan Bağdat’a dünyanın felsefi hazinelerinin aktarılması yüzünden büyük alimler, yeni entelektüel akımlara keskin tepkiler gösterdiler. Felsefe silahını kullandılar ve “kelam ilmi” olarak adlandırılan diyalektik bilgiyi geliştirdiler. Onlar kelam ilmi sayesinde filozofların bütün iddialarını çürütmeye başladılar. Gazali ve İbni Rüşd arasındaki tartışma çok ünlüdür. Gazali Tehafütü’l-Felasife (Filozofların Tutarsızlığı) adlı risalesini yazmış, İbni Rüşd de karşı risale olarak Tehafütü’t Tehafüt (Tutarsızlığın Tutarsızlığı)’ü yazmıştı. Başka bir alim olan Eşari ise bütün
emri altında komün bir şekilde yaşamaktı.
teolojik meselelere karşı aşırı tavır aldı ve
Mezhebin bütün üyeleri, ortak bir mutfağı
takip edilen filozoflara karşı Eşari gibi alimler
idare eden “dai”ye kazançlarını verirlerdi. Özel
büyük bir takipçi kitlesine ulaştı ve büyük
eşya olarak sadece yay ve kılıç gibi şeylere
teolojik liderler olarak kendilerine yer buldular.
izin verilirdi. Karmatiler Bahreyn’de 30 yıl gibi bir süre devlet kurmayı başarmışlardır. Nasir Hüsrev, Almanyada Zakir Hüseyin tarafından kritik edilerek yayına hazırlanan Sefername adlı eserinde, Bahreyn’deki Karmati devletini ayrıntılı bir şekilde anlatır ve ortak eşe sahip olmak gibi kendilerine atfedilen haksız suçlamaları reddeder. Bazı alimlerin, Abbasiler tarafından öldürülen Hallac-ı Mansur’un aynı zamanda Hikmet Evi hakkında bkz. http://www.uyanishaber.
3
sadece entelektüel elit arasında sınırlı bir şekilde
Gazali İhya-i Ulumid-din kitabını yazdı. Bu kitap İslam dünyasında klasik bir Eşari teolojik eser olarak kabul gördü ve bu kitaba bütün geleneksel alimler tarafından saygı duyuldu. Bazı alimler, Gazali’nin eserinden sonra İslam dünyasında içtihad kapılarının kapandığını iddia etmişlerdir. Fakat bu, aşırı basitleştirilmiş bir durum gibi görünmektedir. Bunun için oldukça karışık sebepler vardır. Bağdat’ın düşüşü, büyük tarihçi Toynbee’nin evrensel İslam devleti olarak
com/kultur-sanat/beytul-hikme-hikmet-evi.html
adlandırdığı Abbasi rejiminin sonu ve zayıf
(Çevirmen)
bölgesel devletlerin gelişmesi bunlar arasındadır.
Dai: Davet eden, çağıran, bir kimseyi bir şeye sevk ve
4
teşvik eden kimse. (Çevirmen)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
99
Burada not edilmesi gereken şey şudur ki, İslam
Yahudi ve Hristiyan kaynaklardan gelen efsane
dünyasındaki ihtilafları önlemek için alınacak
ve israiliyatlarla Kur’an tefsirini mitolojik bir
bazı tedbirlerle bu kutuplaşma engellenebilirdi.
labirente dönüştürdüler.
Geleneksel ilahiyatçılar ve alimler, entelektüel ve felsefi hareketlere çok sert bir şekilde tepki gösterdiler. Diğer taraftan bazı filozoflar da aşırılıklara kaçtılar ve Karmatiler az önce bahsettiğimiz gibi, kendi aralarında şeriat
Razi5 gibi müfessirler Kur’an tefsiri yazmak için Aristo’nun dedüktif/tümden gelimli mantığını6 kullanmaya çalıştılar. Bütün bunlar, verimsiz teolojik tartışmalara sebep olarak devam
kurallarını askıya aldılar.
etti. Daha çok teolojik boyutta meydana
İlk olarak Batı Afrika’da ve daha sonra da
anlayamayacağı, kompleks bir yapıya büründü.
Mısır’da Fatımi rejimini kuran İsmailiye’nin
Fakihler için Kur’an, “meshi bu şekilde
bir bölümü zahiri ve batıni arasında denge
mi yapacağız ya da başka bir şekilde mi
kurmada ihtiyatlı davrandılar. Fakat aynı
yapacağız; ya da elimizi kaldıracağız mı yoksa
zamanda, teolojik cephe konusunda Fatımilerin
kaldırmayacağımız” gibi çeşitli ve verimsiz
Abbasilerle olan siyasi rekabetinin daha az
tartışmaların kaynağı oldu. Fıkıh, yüce bir
ayrıştırıcı olduğu ortaya çıktı. Ana akımdan/
ahlakın kaynağı olacağı yerde, Müslümanlar
hakim görüşten alimler tarafından onlara karşı
arasında önemsiz ve gülünç meselelerin sebebi
haksız suçlamalarda bulunuldu. Aslında, Kabe’ye
haline geldi.
gelen tartışmalar, sıradan Müslümanların
Hacerü’l-Esved’in geri getirilmesinde Karmatileri ikna eden Fatımilerdi.
Şimdi, tarih boyunca Müslümanlar arasında yer
Bununla beraber başka bir ihtilaf daha vardı.
ulaştık. Açıkladığımız gibi bu ihtilaflar, siyasi,
Sufiler deneyimlere ve ruhsal konulara vurgu
teolojik ve entelektüeldi ve bu farklılıkları
yaparlarken, filozoflar ve entelektüeller de
çözmek çok zordu. İslam dünyasında
düşünsel çabalarla gerçeği kavramaya çalıştılar.
halihazırdaki siyasi iklim, bu farklılıkları daha
Bununla, Kur’an’ın “Orta Yol” kavramı kayboldu.
da keskinleştiriyor. Bu nedenle “tek bir ümmet”
Kur’an oldukça kapsamlı, eşsiz bir yaklaşım
sloganı boş bir slogan oldu. Daha da kötüsü,
ortaya koymuş bir kitaptır. Bu yaklaşım, hayatın
birleştirme amacıyla yapılan her bir çaba daha
bütün önemli unsurlarını -ruhsal, düşünsel,
da ayrışmayla sonuçlanıyor.
alan keskin ihtilafların yer aldığı bir döneme
ahlaki ve maddi olarak- temel alan yaklaşımdı.
Arap dünyasının kendisi, siyasi menfaatleri
Kur’an, müminleri; yaşadıkları süre boyunca
gereği bölünmüş bir durumdadır. Arap olan
dünyadan el-etek çekmeden onun gelişimine
ve olmayan şeklinde bölünmeler/ayrışmalar
katkıda bulunmaya, Allah’ın yarattıkları
söz konusudur. Onlar, Amerika ve İsrail gibi
üzerinde derinlemesine düşünmeye,
ülkelerden gelen siyasi meydan okumalarda
yaratıcısıyla ruhsal ilişkilerini zenginleştirmeye,
bile bir arada hareket edemiyorlar. Bu hakikat
maddi başarılarından dolayı hiçbir zaman
gözlerden kaçmamalı, ortak stratejiler
kibirlenmemeye, dünyada dengeyi ve düzeni
geliştirmek için insan gerçekçi olmalı ve
sağlamak için yüksek ahlaki değerleri
herhangi bir retorik tarafından savrulmamalıdır.
sürdürmeye ve insanların geçmişte işledikleri kötülüklerden nasıl dersler almaları gerektiğini
Müslümanlar, sık sık duygusal olmaya meyilliler
düşünmeye davet etti.
ve ne kadar ayrılık meydana getiren güçler
Fakat İslam öncesi Arap söylemi ışığında,
hissediyorlar. Ne kadar güvensiz hissediyorlarsa
gündeme gelirse o kadar kendilerini güvensiz
Kur’an’ı anlamak için yapılan teolojik tartışmalar ve çabalar bu eşsiz özelliklerin çoğunu yok
Razi ve Aristo kıyaslaması için bkz. http://www.
5
hikmetyurdu.com/sayilar/sayi3/18-bozkurt-aristo.pdf
etti. Daha da kötüsü, pek çok Kur’an müfessiri sadece kelimelerin İslam öncesi kullanımına
(Çevirmen) Aristo’nun dedüktif mantığı hakkında bkz. http://
6
bağımlı kalmadılar; aynı zamanda Kur’an’ın
dusundurensozler.blogspot.com/2009/06/aristo-
tefsirini ve Kur’an’ın ruhunu tamamen yok eden
mantiginda-formalizm-tartismasi_4872.html
100
(Çevirmen)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
da o kadar duygusal tepki geliştiriyorlar. İslam’a yapılan saldırılar daha önce olmadığı kadar çoğaldı ve bu da Müslümanları stratejik ve akılcı davranmaktan daha çok, duygusal davranmaya sevkediyor. Bu türden saldırılara cevap vermek için büyük bir olgunluk ve siyasi akıllılık gerekir. ve daha da kötüsü, terörist ve şiddet dolu cevaplar sadece düşmanımızın İslam’a daha da çok saldırmasını artıracaktır. Ümmet olarak fikir ayrılıklarımızın üstesinden gelemiyoruz. Hiç olmazsa, İslam’ın zarif ve barışçıl imajını yansıtmak için, daha düşünceli şekilde ve duygusal tepki vermeden stratejiler geliştirelim. Bu, kesinlikle dünyada İslam ve Müslümanlar için saygıyı artıracaktır.
www.islamiyorum.com
Bizlerin duygusal tepkileri ve sokak protestoları
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
101
www.islamiyorum.com 102
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Türkiye AKP öncülüğünde bir değişim yaşıyor. Asker, yargı ve bürokratik vesayet yıkılmaya, bütün çeteleri ile derin devlet ortadan kaldırılmaya, ulus-devlet anlayışı değiştirilmeye çalışılıyor. Devletin, hukuk devleti olması ve “efendi devlet” anlayışının yerini “hizmetkar devlet” anlayışının, “devlet” merkezli yaklaşımın yerini “vatandaş” merkezli yaklaşımın alması amaçlanıyor. Bütün sıkıntıları ile birlikte değişim süreci anayasanın kapısına dayanmış bulunuyor. İçinde yaşadığımız toplumun yaşadığı ve yaşamakta olduğu sorunların mevcut anayasadan kaynaklandığı düşünülürse, bu değişimin ne kadar önemli olduğu daha kolay anlaşılacaktır. Toplumda yaşayan her kesimi, her bireyi bir şekilde etkileyecek olan bu değişimi, biz de dergimiz sayfalarında tartışalım istedik. Bu maksatla da aşağıdaki soruları hazırladık.
Anayasa Soruşturması Soyisim sırasına göre;
Hüsnü AKTAŞ - Ümit AKTAŞ - M. Kürşat ATALAR - Muharrem BALCI Mehmet DURMUŞ - M. Önal MENGÜŞOĞLU - Hüseyin SARIGÜL Hamza TÜRKMEN - S. Bülent YILMAZ
Sorular 1- Anayasa, son zamanlarda üzerinde en çok konuşulan konulardan biridir. Toplumu oluşturan her kesim, bu konuda olaya dahil olmaya, etki etmeye ve mümkünse yönlendirmeye çalışıyor. Kimileri görüş beyan ediyor, kimileri taslak sunuyor. Ancak İslam’ı bir hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanların, bu sürece temkinli/mesafeli yaklaştıkları gözleniyor. Müslümanların duruşunu nasıl değerlendiriyor, konuya dahil oluşlarını yeterli buluyor musunuz? 2- Mevcut TC. Anayasası ideolojik bir anayasadır. Sorunların birçoğu da onun bu özelliğine bağlanmaktadır. İdeolojisiz bir anayasa mümkün müdür? Liberaller liberal, Kemalistler Kemalist, laikler laik bir anayasa talep ederken; İslam’ı bir hayat nizamı olarak kabul eden Müslümanlar da anayasanın kendi renklerini taşımasını talep ediyorlar. Bu konudaki değerlendirmeleriniz nelerdir? 3- Anayasa, bir toplumun en üst ve temel metnidir. İslam ise yeryüzünde iddiaları olan bir dindir. İslam’ın iddiaları ile anayasa arasında nasıl bir ilişki kurulabilir, nasıl bir anayasa İslam’ın iddialarını gerçekleştirebilir? 4- Bu konuyla ilgili dikkat çekmek/vurgulamak istediğiniz, değerlendirmelerimizi kolaylaştıracak başka bir nokta ya da noktalar var mıdır?
Hüsnü Aktaş Soru1: Anayasa, son zamanlarda üzerinde en çok
sayılabilir. İslam inancının koruyucusu
konuşulan konulardan biridir. Toplumu oluşturan her
durumunda olan Halifeyi ve (hilafet)
kesim, bu konuda olaya dahil olmaya, etki etmeye
müessesesini, tekkeleri, medreseleri,
ve mümkünse yönlendirmeye çalışıyor. Kimileri görüş
kadınların yüzünden, ifade ettiği bütün
beyan ediyor, kimileri taslak sunuyor. Ancak İslam’ı bir
şeylerle birlikte, peçeyi kaldırdılar.
hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanların, bu sürece
(…) İsviçre Medeni Hukuku’nu kelimesi
temkinli/mesafeli yaklaştıkları gözleniyor. Müslümanların
kelimesine Türkçeye çevirip, İtalyan
duruşunu nasıl değerlendiriyor, konuya dahil oluşlarını
Ceza Hukuku’ndan alıntılar yaparak
yeterli buluyor musunuz?
Şeriatı kaldırdılar ve meclisin oylarıyla
Önce bir tespitte bulunalım. Hafıza sahibi olan insanoğlu; zaman içerisinde meydana gelen hadiselerin sebeplerini tespit ve neticelerini tahlil edebilme kabiliyetine haizdir. Mazi, hal ve istikbal unsurlarını dikkate almadan, ne bugünü değerlendirmek, ne de yarını planlamak kolay değildir. Çünkü bugün dediğimiz zaman dilimi, dünün bir devamı, yarın ise içinde yaşadığımız günün varisidir. İslâm’ı bir hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanların; Türkiye’nin gündeminde önemli ağırlığı olan “yeni anayasa hazırlama” sürecine temkinli/ mesafeli yaklaşmalarının bir değil, birden fazla sebebi vardır. Önce mazi unsurunu, yani “Anayasa Hukuku”nun tarihi temellerini tahlile tabi tutmamız gerekir.
Devrim olarak nitelendirdiği bu değişim, elbette tesadüfen yaşanan bir hadise değildir. Tanzimat Fermanı’nın ilânından sonra yazılı Anayasa Hukuku, hükümet sistemi ve siyasi rejim modeli gibi konularda, birbirinden farklı tezleri savunan gizli örgütler (başta Fedailer ve Jön Türkler olmak üzere) siyasi değişimi hızlandırmışlardır. Osmanlı Devleti’nde “Yazılı Anayasa Hukuku”na ihtiyaç olduğunu savunan gizli örgütlerin, 1850’li yıllarda harekete geçtikleri malûmdur. Paris’te toplanan Jön Türkler’in siyasi değişim programlarında, saltanat sistemine son verilmesi ve “Meşrutiyet’in ilân edilmesi” gibi teklifler ön plândadır. İngiltere Kralı’nın “gayri Müslimlerin haklarını” bahane etmesi ve Osmanlı Devleti’nin “Yazılı Anayasa” ile yönetilmesinin şart olduğunu
Osmanlı toplumunda; Tanzimat ile başlayan, Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminde gelişen asrileşme (muasır medeniyet seviyesine ulaşma) gayreti ile aydınlanma felsefesini birbirinden ayırmak kolay değildir. Asrileşme (Batılılaşma) sevdası, medeniyet transferini beraberinde getirmiştir. Tarihçi Arnold Toynbee “Medeniyet Yargılanıyor” isimli eserinde; Türkiye’nin gerçekleştirdiği medeniyet transferini şu şekilde ifade etmektedir: “Türkler yalnızca Anayasalarını değiştirmekle kalmadılar. Bu oldukça basit bir iş
104
yasallaştırdılar.” Arnold Toynbee’nin Herodian
ileri sürmesi, siyasi değişimi hızlandırmıştır. Osmanlı Devleti’nde ilk yazılı Anayasa (Kanun-i Esasi) 1876 yılının son aylarında yürürlüğe girmiştir. Padişah tarafından atanan, iki asker, 16 sivil bürokrat (üçü Hıristiyan) ve 10 ulemadan oluşan Cemiyet-i Mahsusa isimli bir kurulun hazırladığı Kanun-i Esasî, referanduma sunulmamıştır. Dolayısıyla bu “Kanun-i Esasî”, hukuki olarak “Padişah Fermanı” hükmündedir. Bu fermanda “siyasi rejimin Meşrutiyet, resmi dinin İslâm ve yazışmalarda kullanılacak dilin Türkçe
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olduğu” ilan edilmiştir. Bazı siyaset uzmanları “Müslüman olsun, gayri Müslim olsun tüm tebaanın temel hak ve özgürlüklerini düzenlediği; yargı yetkisini bağımsız mahkemelere devrettiği ve iki kamaralı bir parlamento kurulmasını mümkün kıldığı” için, bu değişimin demokrasiye doğru atılan ilk adım olduğunu ifade etmektedirler. Bu yazılı Anayasa, (Kanun-i Esasi) bazı milletvekillerinin “Osmanlı tebaası olan insanların Müslim ve gayri Müslim şeklinde tasnif edilmesine karşı çıkmaları” ve bu esnada meydana gelen hadiseler ile Rus Orduları’nın İstanbul’un varoşlarına kadar gelmesi üzerine askıya alınmıştır. Birinci Meşrutiyet Meclisi, 13 Şubat 1878 tarihinde Sultan II. Abdülhamid tarafından kapatılmıştır. Bundan otuz yıl sonra (1908 yılında) İkinci Meşrutiyet ilân edilmiş, bazı hukukçuların “1909 Kanun-i Esasîsi” adını verdikleri değişiklikler ile parlamenter sisteme biraz daha yaklaşılmıştır. Ancak bu da uzun sürmemiştir. İstanbul’un İtilâf Devletleri tarafından işgal edilmesinden sonra, Damat Ferit Paşa Hükümeti, Osmanlı Meclis-i Mebûsanı’nı feshetmiştir (11 Nisan 1920). İktidar boşluğunu doldurma iddiası, önce milli iradeyi temsil ettiklerini ifade eden kongreler tarafından, sonra da Büyük Millet Meclisi tarafından dile getirilmiştir. Mustafa Kemal’in, Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi’ni
oluşan Teşkilat-ı Esâsiye Kanunu, 20 Ocak 1921’de teamüllere aykırı biçimde, yani üçte iki çoğunluk ve açık oyla değil, salt çoğunluk ve işaret oyuyla kabul edilmiştir. İkinci Madde’de “icra kudreti ve teşrii selâhiyeti milletin yegâne ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisi’nde tecelli ve temerküz eder” denilerek kuvvetler birliği ilkesi açıkça ilan edilirken, 3. Madde’de “Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti Büyük Millet Meclisi Hükümeti unvanını taşır” denilerek bu durum iyice perçinlenmiştir. Nitekim Milli Mücadele boyunca cephede çarpışan ordular, Büyük Millet Meclisi Hükümeti Orduları adıyla anılırken, kabul edilen kanunların hepsinin sonuna “İşbu kanunun icrasında Büyük Millet Meclisi memurdur” ibaresine yer verilmiştir. Meclis, aynı zamanda yasaların yürütülmesi yetkisini de elinde bulundurmaktadır. Yargı erki ile temel hak ve özgürlüklerden söz edilmemesi, buna karşılık 29 Nisan 1920 tarihli Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na göre kararlar alan İstiklal Mahkemeleri’nin faaliyetlerine bütün hızıyla devam etmesi gibi hususları da ekleyince, 1924 Anayasası görüşmeleri sırasında Kars Mebusu ve Matbuat Müdürü Ağaoğlu Ahmet Bey’in dediği gibi, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, “Meclis’e diktatörlük yetkisini vermiş, hatta bu hukuku bizzat kendisi ilan etmiştir.”
Kurucu Meclis gibi çalıştırdığını söylemek
Bu tarihten sonra hızla yeni anayasa
mümkündür. Bunun en güzel delili, 5 Eylül
hazırlıklarına geçilmiştir. Yeni anayasanın
1920 tarihinde çıkarılan Nisab-ı Müzakere
değiştirilmeyecek tek maddesi, devlet
Kanunu’dur. Buna göre 66 livadan beşer
şeklinin Cumhuriyet olduğuna dair birinci
mebus hesabı ile meclisin üye sayısı 330 kabul
maddesidir. Ancak diğer maddelere dair
edilmiş, bunun yarısından bir fazlası olan 165
değişiklik tekliflerinin, Meclis üye tam
toplantı yeter sayısı, bunun yarısından bir fazlası
sayısının üçte biri tarafından imzalanması
olan 83 ise karar yeter sayısı kabul edilmiştir.
ve üye tam sayısının üçte ikisi tarafından
Kanunun Birinci Maddesi’nde; “Büyük Millet
kabul edilmesi şartı konulduğu için
Meclisi, ‘Hilafet ve Saltanatın, Vatanın
değiştirilmesi zor olan bir anayasadır.
ve Milletin istihlâs ve istiklâlinden ibaret
Anayasanın; “Türkiye ahalisine din ve ırk
olan’ gayesinin husulüne kadar şerait-i atiye
farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla
dairesinde müstemirren in‘ikad eder (sürekli
bağlı olanlar ‘Türk’ ıtlak olunur” diyen
toplanır)” ifadesine yer verilmiştir. Kısa bir süre
88. maddesinin kabulü sırasında Hamdullah
sonra (18 Eylül 1920) Mustafa Kemal’in Meclis’e
Suphi (Tanrıöver) Bey’in, “Yahudilerin,
sunduğu Halkçılık Programı üzerine yürütülen
Ermenilerin ve Rumların Türkiye’nin dilini
uzun ve ateşli tartışmalardan sonra ortaya çıkan
ve kültürünü benimseyene kadar Türk
23 asıl madde ve “Meclis’in sürekli toplantı
milletinin parçası sayılmasına” karşı çıktığı
halinde” olmasına dair bir geçici maddeden
malumdur. Bu toplantıda Celal Nuri (İleri)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
105
Bey’in, “Türkçe konuşan Müslümanların
ortak ihtiyaçlarını karşılamak ve insanlığa
gerçek Türk vatandaşı sayılmaları,
hizmet etmektir. Münzel kitaba dayanan
Türkçe konuşamayan Kürtlerin Türk
bütün dinleri hafife alan ve modern-ulus
olamayacaklarını” söylemesi tartışmalara
devlet projesini ön plâna çıkaran aydınlanmacı
sebep olmuştur. Bazı siyaset uzmanları,
filozoflar, ruhban sınıfının siyaset sahnesinden
halen devam eden Türk-Kürt çatışmasının
çekilmesini sağlamak için, devletin “ideolojik”
tohumlarının o günlerde atıldığını
bir örgüt haline getirilmesini teklif etmişlerdir.
iddia etmektedirler. 10 Nisan 1928’de, 3.
İdeolojik devleti takdis etmek için, binlerce
maddedeki “Devletin dini Din-i İslam’dır”
siyasi teoriyi gündeme getirmişlerdir. Anarşist
ibaresi ile 26. maddede geçen Ahkâm-ı
filozoflar müstesna, siyaset konusunda eser
Şer‘iye hükümleri ifadesi kaldırılmıştır. 16.
veren filozofların tamamı devletin mukaddes
maddedeki milletvekili yemininin sonunda yer
bir tüzel kişilik olduğunu savunmuşlardır.
alan vallahi kelimesi “namusum üzerine
Türkiye’de cari olan siyasi kültürün, Batı’dan
söz veririm” şeklinde değiştirilmiştir. 5 Şubat
ithal edilen kavramlarla şekillendiğini gizlemenin
1937’de yapılan değişiklikler arasında en
bir anlamı yoktur. Elbette resmi ideolojisi
önemlisi ise 3. maddeye “Türkiye Devleti,
olmayan bir “Anayasa Hukuku” hazırlanabilir. Bu
cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi,
kısa tespitten sonra, yürürlükteki Anayasa’nın
lâik ve inkılâpçıdır...” ifadesinin eklenmesi,
ideolojik tercihlerine dikkati çekmekte fayda
yani CHP’nin altı okunun anayasaya girmesi
vardır.
olmuştur. Tarihçi Arnold Toynbee’nin Herodian Devrim olarak nitelendirdiği siyasi değişimin, Müslümanların maddi ve manevi değerlerini tahrip ettiğini söylemek mümkündür. İslâm’ı bir hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanların; Anayasa hazırlama sürecine temkinli/ mesafeli yaklaşmaları, nesilden nesile intikal eden mirasın ve yaşanan acı tecrübelerin zaruri bir neticesidir.
Hükümet” felsefesi esas alınmış, hem de resmi ideoloji “sivil din” haline getirilmiştir. Özellikle Anayasa’nın başlangıç bölümlerinde, bu karma felsefenin mücessem halini görmek mümkündür. Dolayısıyla 1982 Anayasası, vatandaşların haklarını güvence altına alan bir anayasa değildir. Aksine mukaddes diye tanımladığı devleti, vatandaşlarına karşı korumayı esas
Soru 2: Mevcut TC. Anayasası ideolojik bir anayasadır.
almıştır. Anayasa’nın girişinde ifadesini bulan
Sorunların birçoğu da onun bu özelliğine bağlanmaktadır.
devlet anlayışının başlıca özellikleri şunlardır:
İdeolojisiz bir anayasa mümkün müdür? Liberaller
Devlet, kutsal olan bir müessesedir. Devletin
liberal, Kemalistler Kemalist, laikler laik bir anayasa
“milleti ve ülkesi” ile bölünmezliği, her türlü
talep ederken; İslam’ı bir hayat nizamı olarak kabul eden
hürriyetin üstünde olan bir değerdir. Aydınlanma
Müslümanlar da anayasanın kendi renklerini taşımasını
felsefesine dayanan “Çağdaş Uygarlık” anlayışı
talep ediyorlar. Bu konudaki değerlendirmeleriniz
ile Atatürk İlke ve İnkılâpları devletin temelidir.
nelerdir?
Türk milletinin “milli ve manevi değerleri” resmi
Devlet ve siyasetle ilgili meseleler; bazı çevrelerin ileri sürdüğü gibi insanların şahsi kanaatlerine dayanan bir nazariye değil, yeryüzünün halifesi olan insanın, dünya ve ahiret saadetini konu alan bir ilimdir. Bu ilmin gayesi; hilâfet vazifesinin, rükünlerine ve şartlarına uygun olarak yerine getirilmesini sağlamaktır. Dolayısıyla siyasetin temel ilkelerinin, muhkem nasslarla sabit olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlar zalim politikanın karanlıklarından, İslâmi siyasetin aydınlığına çıkamadıkları müddetçe, hüsrandan kurtulamazlar. Devletin varlık sebebi, insanların
106
Yürürlükteki 1982 Anayasası’nda; hem “Hikmet-i
ideolojinin bir parçasıdır. Dolayısıyla resmi ideoloji, tek tip insan anlayışını beraberinde getiren bir kültür milliyetçiliğine dayanmaktadır. Halkın çoğunluğunun inancı olan İslâm dini, resmi ideolojinin sınırları içinde kalmak şartıyla “mukaddes” bir dindir. Bu şartları dikkate almayan dini anlayış ve pratikler, anayasal korumanın dışında kalırlar. Özgürlükçü, çoğulcu ve katılımcı demokrasi değil, Türkiye’ye mahsus bir demokrasi söz konusudur. Mukaddesmodern devlet; hem değiştirilemeyecek hükümlerle (Madde:4), hem inkılâp kanunlarının korunmasını gündeme getiren normlarla tahkim
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
edilmiştir (Madde:174). Temel hakların “kötüye
fıkhında hâkimiyet, kayıtsız ve şartsız olarak
kullanılması” yasağı (Madde:14) resmi ideolojiyi
Allah’a (cc) mahsus olan bir haktır. İktidar ise,
benimsemeyen farklı eğilimlerdeki sivil ve siyasi
yeryüzünün halifesi olan insanoğluna, imtihan
oluşumları gayrimeşru ilân etmiştir. İslâm fıkhını
için tevdi edilmiştir. İslâm fıkhını esas alan bir
mahkûm eden devlet adamları; önce laiklik
devletin; hem Allah’ın (cc) hukukunu koruması,
felsefesine uygun olduğuna inandıkları kanunları
hem insanlığa hizmet etmesi farzdır. Dolayısıyla
çıkarmışlar, daha sonra kendi çıkardıkları
hakimiyet ve teşri’ (hüküm koyma) meselesi;
kanunları “Mukaddes Metinler” gibi savunmaya
hem itikadi, hem de ameli olan bazı hükümleri
başlamışlardır. Dolayısıyla modern Türk
gündeme getiren bir meseledir.
devletinin “Değişmez, hatta değiştirilmesi
İslâm toplumlarında “Baş başa bağlı, baş
dahi teklif edilemez” ilkeleri vardır. Başta Ak Parti olmak üzere, “Türkiye’nin yeni/ sivil anayasa hukukuna ihtiyacı olduğunu” ifade eden siyasi partiler, “Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri”ne, hiçbir itirazlarının olmadığını resmen ilân etmişlerdir. Lâiklik, Kemalizm ve liberalizm de dahil, hiçbir ideolojiyi dayatmayan ve sadece insanlığa hizmeti esas alan sivil Anayasa arzusu, başka bir bahara kalmış gibi gözükmektedir. Soru 3: Anayasa, bir toplumun en üst ve temel metnidir. İslam ise yeryüzünde iddiaları olan bir dindir. İslam’ın iddiaları ile anayasa arasında nasıl bir ilişki kurulabilir, nasıl bir anayasa İslam’ın iddialarını gerçekleştirebilir?
şeriata bağlı” veya “Şeriatın kestiği parmak acımaz” gibi vecizelerle ifade edilen, emir sahiplerinin (devlet adamlarının) ve tebaanın adalete riayet etmelerini ifade eden siyaset anlayışı, yazılı “Anayasa Hukuku”na olan ihtiyacı zaruri kılmamıştır. Osmanlı Devleti’nde Kanun-i Esasi ve Arap Ülkeleri’nde Düstur adı verilen hukuki metinlerin, modern anlamda Anayasa Hukuku olduğunu söylemek de kolay değildir. İran İslâm Devrimi’ni gerçekleştiren Ayetullah Humeyni’nin; yeni cumhuriyet rejimini kurarken, “Anayasamızın kaynağı Kur’an olsun” şeklindeki temennisi, bazı İslâm toplumlarında, özellikle Türkiye’de “Anayasamız Kur’an” sloganının yayılmasına vesile olmuştur. Halbuki Kur’an-ı Kerim kelâmullah hükmündedir ve
Günümüzde Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın üyesi olan her devletin, yazılı veya yazısız bir anayasası vardır. Anayasa hukuku; iktidar sahipleri ile vatandaşlar arasında, karşılıklı rıza ile belirlenen, insanların temel haklarını ve devletin hizmet esaslarını ortaya koyan bir hukuktur. Bilindiği gibi Batı’da; sanayi devriminden sonra, sınıflar arasındaki mücadele, savaşa dönüşmüştür. Bütün sanayi toplumlarının; ideolojik temelleri farklı bile olsa, üç ortak özelliğe sahip olduğunu söylemek mümkündür. Birincisi: İş bölümü kaçınılmaz hale gelmiştir. İkincisi: Vatandaşlar arasında itibar ve kudrete dayanan bir zenginlik hiyerarşisi ortaya çıkmıştır. Üçüncüsü: Toplum içerisinde oluşan ve menfaatleri birbiriyle çatışan sosyal sınıfların sayısı artmıştır. Batı toplumlarındaki yazılı anayasa hukuku; “sınıflar arasındaki silahlı mücadeleyi durdurmak, uzlaşmalarını sağlamak ve sürdürülebilir bir siyasi dengeyi tesis etmek” gibi problemleri çözmek için bulunmuş bir formüldür. Anayasa hukuku ile “Hakimiyet Nazariyesi” arasında zaruri bir münasebet vardır. İslâm
insanların ihtiyaçlarına göre değiştirilebilen “Anayasa Hukuku” gibi muameleye tabi tutulması caiz değildir. Başta “Hizbû’t Tahrir” teşkilatı olmak üzere, “İslâm’ın hayata hakim olmasını” arzu eden birçok İslâmi teşkilat; kendi siyaset anlayışlarına uygun olan ve kapağında “İslâm Anayasası” yazan hukuki metinleri kitap haline getirmiş ve yayınlamışlardır. Eğer “Anayasamız Kur’an” sloganı; hakikatin ifadesi olsaydı, İslâm’ın hayata hakim olmasını arzu eden bu teşkilatların İslâm Anayasası adını verdikleri bu kitapları yayınlamaları caiz olmazdı. Bazı İslâm coğrafyalarında, halen yürürlükte olan yazılı anayasalarda, birbirinden farklı siyaset anlayışları ortaya konulmuştur. Meselâ: Siyasi rejim olarak Hilâfeti esas alan Sudan İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın ikinci maddesinde “Sudan Devleti’nde hakimiyet, insanları yaratan Allah’ındır, egemenlik ise müstahleflik (yeryüzünde hilafet) görevini üstlenmiş olan halkındır. Halk bu egemenliği Allah’a ibadet, emaneti muhafaza ve vatanı imar amacıyla; adaleti, özgürlüğü ve Şura’yı gerçekleştirmek
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
107
için kullanır” denilmektedir. Ayrıca “İslâm
maslahatlarının temin edilmesi şarttır.
çoğunluğun dinidir. Hıristiyanlık ve
İslâm’ın tamamı adâlettir, hikmettir,
diğer inançların müntesibi olan Sudan
rahmettir ve maslahattır. Adâletten zulme,
vatandaşları da din emniyetine haizdirler”
maslahattan mefsedete ve hikmetten
hükmüne de yer verilmiştir. Resmi bir ideolojiyi
abese çıkan hiç bir şey İslâm’dan değildir.”
veya mezhebi, imtiyazlı bir siyasi anlayış
Meselenin bir diğer boyutu da şudur: İslâm
haline getirmedikleri görülmektedir. Buna
fıkhında; illeti akılla kavranabilen hükümler
makabil siyasi rejim olarak imameti esas
bulunduğu gibi, teabbûdi olan hükümler de
alan İran İslâm Cumhuriyeti Anayasası’nın
vardır. Bazı usûl âlimleri; illeti akılla kavranan
12. maddesinde: “İran’ın resmi dini İslâm
ahkâmla ilgili olarak, “hüküm illetiyle
ve Cafer-i İsna Aşere mezhebidir. Bu
beraber vardır veya yoktur” kâidesini
madde sonsuza değin değiştirilemez ve
benimsemişlerdir. Yani hüküm, belirli bir
diğer İslâm mezhepleri Hanefi olsun, Şafii
maslahatın elde edilmesi veya zararın ortadan
olsun, Maliki, Hanbeli ve Zeydi olsun tam
kaldırılması için konulmuşsa, önemli olan şekli
saygınlığa haizdirler ve bu mezheplerin
değil, neticesidir. Yazılı Anayasa Hukuku’nun
mensupları kendi fıkıhlarına göre dini
maslahata, ilme ve hikmete uygun olması
merasim icrasında serbesttirler” hükmüne
zaruridir.
yer verilmiştir. Dikkat edilirse İran’da “sonsuza kadar değiştirilemeyecek resmi mezhep” tercihine yer verilmiştir. Dolayısıyla “İslam’ın iddiaları ile anayasa arasında nasıl bir ilişki kurulabilir, nasıl bir anayasa İslam’ın iddialarını gerçekleştirebilir?” sualinin tek bir cevabı yoktur.
bir nokta ya da noktalar var mıdır?
Devlet ve siyaset meselesiyle ilgili ilimler; bazı çevrelerin ileri sürdüğü gibi “insanların şahsi tercihlerine” dayanan arızi bir durum
Tarih boyunca “nizam-ı âlem” idealini esas alan ulema; bütün siyasi kararların “maslahata, ilme ve hikmete uygun olması” üzerinde durmuşlardır. Muhakkak ki Allah (cc) hükümlerini, kullarının maslahatı için koymuştur. Bu maslahat, “ya faydalı olanı elde etmek (celb-i menfaat) veya zararlı olanı ortadan kaldırmak” (def-i mazarrat) şeklinde tezâhür edebilir. İmam-ı Gazâli (rh.a) “Bizim maslahattan kastımız, şeriatın maksadıyla sınırlıdır. İnsanların can, mal, nesil, akıl ve din emniyetlerinin muhafaza edilmesi farzdır. Bu beş şeyin korunmasına vesile olan her şey maslahattır. Bu beş şeyin zâyi olmasına sebep olan şeyler mefsedet hükmündedir. Bunun (mefsedetin) ortadan kaldırılması da maslahattır” diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Muhkem nassların maksadını (temel hedefini) araştıran kimselerin; emredilen ahkamın maslahata mebni olduğunu ve mefsedetin izalesi için konulduğunu tespit etmeleri mümkündür. Hanbeli ulemasından İbn Kayyım El Cevziyye (rh.a) şu tespitte bulunmuştur: “İslâm’ın esası hikmete mebnidir. İnsanların dünya ve âhiret
108
Soru 4: Bu konuyla ilgili dikkat çekmek/vurgulamak istediğiniz, değerlendirmelerimizi kolaylaştıracak başka
değil, yeryüzünün halifesi olan insanın, dünya ve ahiret saadetini konu alan bir ilimdir. Bu ilmin gayesi; insanın yeryüzündeki hilâfet vazifesini rükünlerine ve şartlarına uygun olarak yerine getirmesini sağlamaktır. İslâm Amme Hukuku’nda en önemli kurumun “Ehl-i Hâl ve’l Akd Şûrası” olduğunu söylemek mümkündür. Takip edilecek İslâmi siyaseti belirlemek, meselelerini halletmek ve hükme bağlamak için; her ilim dalından mütehassıs olan kimselerin bir araya gelmeleri ve İslâm toplumunun problemlerini çözmeleri gerekir. Bazı alimler buna Şura-yı Nigehbân (yol gösterici şura) bazıları da Ehlû’l İhtiyâr demişlerdir. Osmanlı’nın son döneminde, toplumun meselelerini çözmek için ihdas edilen kurama Şura-yı Devlet denilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de mü’minlerin vasıfları zikredilirken “Onların işleri kendi aralarında şura iledir” (Eş Şura Suresi: 38) hükmü beyan buyrulmuş, siyasi problemlerin istişare ûsulüyle çözülmesinin önemi hatırlatılmıştır. İslâmi hareket; hevâlarını bir kenara bırakan, ihlâsla Allah’a (cc) teslim olan ve hakikate uygun amellerde bulunan insanların teşkilatlı mücadelesidir. İslâmi cemaat; malûm bir hedefe
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ulaşmak için faaliyetlerin sınıflandırılması ve
mümkündür. Bu hedefin gerçekleşmesi için
yetki silsilesinin belirlenmesi sonucunda ortaya
zaruri olan her müessesenin kurulması da
çıkar. Kendi aralarında; Allah’ın (cc) indirdiği
elzemdir. Müslümanların sadece “yazılı-sivil
hükümlerle hükmeden ve ihtilâflarını İslâm
Anayasa” gibi tali meseleleri değil, diğer
Fıkhı’na göre çözebilen insanların; hem bu
hayati meselelerini de istişare yoluyla çözmeleri
dünyada, hem ahirette saadete kavuşmaları
gerekir.
Ümit Aktaş Soru1: Anayasa, son zamanlarda üzerinde en çok
STK’lar, tarikatlar ve cemaatler de girmektedir.
konuşulan konulardan biridir. Toplumu oluşturan her
Bunların ise çoğu, AKP dolayımıyla kendilerini
kesim, bu konuda olaya dahil olmaya, etki etmeye
iktidarda addettiklerinden, bu konuyu AKP’ye
ve mümkünse yönlendirmeye çalışıyor. Kimileri görüş
havale etmiş bulunmaktalar. Geriye kalanlar
beyan ediyor, kimileri taslak sunuyor. Ancak İslam’ı bir
ise bir ölçüde de olsa bağımsızlığını koruyabilen
hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanların, bu sürece
aydınlar, STK’lar ve bunların çevresinde
temkinli/mesafeli yaklaştıkları gözleniyor. Müslümanların
kümelenmiş olan kesimlerdir.
duruşunu nasıl değerlendiriyor, konuya dahil oluşlarını yeterli buluyor musunuz?
Dolayısıyla Müslümanların genel sosyopolitik ağırlıklarına oranla, bir anlamda onların
Türkiye toplumu, görünürdeki biçimsel rağbete
siyasal planda sözcülüklerini yapan bu
rağmen siyasetle çok da ilgilenmemektedir.
kesimlerin sınırlılığı, ister istemez bu
Bunda elbet siyasetin kirlenmişliği, sorunları
konulardaki tartışmalar üzerinde yeterli
çözme gücünden yoksunluğu ve demokratik
etkiyi yapamamaktadır. Öyle ki bu konu daha
niteliklerden uzak olmasının engelleyiciliği
çok, nicelik olarak toplumun en dar kesimini
yanında, halkın da genel anlamda sorumsuzluğu
oluşturan liberaller tarafından tartışılmakta,
ve yaşamsal bir faaliyet olarak gündelik
dolayısıyla büyük ölçüde de onların fikirleri
sorunlarla uğraşmayı yeterli görmesinin,
revaç bulmaktadır. Hatta bu kifayetsizlik ve
bununla yetinmesinin de etkileri bulunmaktadır.
ilgisizlik nedeniyle, Müslümanların önemli bir
Müslümanların ise bir kısmı, zihinlerini içerisinde yaşadıkları sorunların çözümüne değil de İslamî bir devlete teksif ettiklerinden, dolayısıyla da anayasa vb. şeyleri tartışmanın bile anlamsızlığını iddia ettiklerinden, bu konuya da ilgi duymamakta. Bir kesim ise içerisinde bulundukları doğal ilgisizlik ve sorumsuzluk nedeniyle, bu tip bir sorundan da bihaber yaşayıp gitmekte. Bu sorunla bir
kesimi bile liberaller tarafından temsil edilir hale gelmiş bulunmakta ve aslında Müslümanların dile getirmeleri gereken şeyler ise, liberaller tarafından ifade edilmekte ve savunulmaktadır. Oysaki mevcut anayasadaki maddelerin uygulamaları sonucunda toplumun en fazla etkilenen, mağdur olan ve sızlanıp duran kesimini de yine aynı Müslümanlar, daha da doğrusu muhafazakârlar oluşturmaktadır.
ölçüde de olsa ilgilenenler ise daha çok çeşitli
Soru 2: Mevcut TC. Anayasası ideolojik bir anayasadır.
sivil veya siyasal toplum çevrelerinde yer alan
Sorunların birçoğu da onun bu özelliğine bağlanmaktadır.
kesimlerdir ki, bunların içerisine doğal olarak
İdeolojisiz bir anayasa mümkün müdür? Liberaller
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
109
liberal, Kemalistler Kemalist, laikler laik bir anayasa
iddialardır. Ve bu iddiaların birçoğu ahlaki
talep ederken; İslam’ı bir hayat nizamı olarak kabul eden
mükemmelleşmeye yöneliktir. Dolayısıyla bir
Müslümanlar da anayasanın kendi renklerini taşımasını
anayasa metni gibi yerel ve tarihsel bir metnin
talep ediyorlar. Bu konudaki değerlendirmeleriniz
tam olarak bu iddialarla örtüşmesi beklenemez.
nelerdir?
Örtüşmemesi de bu metnin İslam’a aykırı ya
Bir anayasanın, dahası özünde siyasal olan herhangi bir metnin ideolojiden ari olmasını bekleyemeyiz. Bekleyebileceğimiz ise sadece toplumun mümkün olduğu kadar en geniş paydasının rıza gösterebileceği, Kemalizm’in ve ulusalcılığın ayıklandığı, mümkün olduğunca dar bir mutabakat metninin ortaya konulabilmesidir. Dar demekteki kastım ise anayasanın, mevcut anayasada da olduğu gibi neredeyse bir yasa metni gibi detaylara inen bir metin olmak yerine, sadece temel insan haklarına atıfta bulunan ve mümkün olduğu kadar en geniş toplumsal desteği ve mutabakatı sağlayan uzunluktaki bir metin olmasıdır. Çünkü bu metin ne kadar kısa olursa, üzerinde uzlaşmak da o kadar kolaylaşabileceği gibi, daha sonra üzerinde çıkacak tartışmalar da o kadar azalacaktır. Zira mevcut anayasadaki birçok madde, aslında yasalarla düzenlenebilecek mevzuatları içermektedir. Dolayısıyla bu metnin en azından, hiç değilse herkesin istediklerinin
da karşı olduğu anlamına gelmez. Değindiğim gibi, Türkiye gibi oldukça çok parçalı olan bir ülkede, ulaşılması düşünülen mutabakat, daha çok olmazsa olmazlar üzerinde aranabilir. Yoksa hedefler ya da idealler üzerinde değil. Ki, bunların da birçoğu zaten insan hakları evrensel bildirgesinde ifade edilmiştir ve aksi bir şey de zaten düşünülemez. Dolayısıyla yapılacak olan anayasadan da İslam’ın iddialarını gerçekleştirmesini değil de, bu iddiaların gerçekleştirilmesinin önünde barikatlar oluşturulmasının önüne geçilmesi beklenilmelidir. Yani temel insan haklarının güvence altına alınması bile yeterlidir. İslam’ın iddialarını ve hedeflerini gerçekleştirecekler ise, hayatın somutluğu içerisindeki Müslümanların çaba ve özverileri olacaktır. Çünkü bu iddialar salt kağıt üzerine yazılmakla geçiştirilecek şeyler olmayıp, sürekli bir cehdi, hayata geçirilmeyi ve her daim üzerinde zihnin ve bedenin yorulmasını gerektiren hedeflerdir.
çoğunun değil de, istemediklerinin çoğunun
Soru 4: Bu konuyla ilgili dikkat çekmek/vurgulamak
ifade edilebildiği bir (negatif) uzlaşma metni
istediğiniz, değerlendirmelerimizi kolaylaştıracak başka
olması bile şimdilik yeterlidir. Çünkü Türkiye
bir nokta ya da noktalar var mıdır?
toplumu daha henüz yeni sivilleşmekte olan bir toplum ve bu toplumun temel/genel mutabakatlarının ortaya çıkması daha uzun bir zaman alacak ve şayet yeni bir anayasanın yapılması gerçekleşse bile, bu anayasanın da bir süre sonra değiştirilme ihtiyacı ortaya çıkacaktır. Kaldı ki Türkiye toplumu gibi oldukça dinamik olan bir toplumun, toplumsal sözleşmesini zaman içerisinde yenilemek istemesinden daha doğal bir şey de olamaz.
temel husus var. Birisi Müslümanların her yerde karşısına çıkarılan ve en masum hareketlerinden İslamî çalışmalarına kadar önlerinde engeller oluşturan laiklik sorunudur. İslam dünyasının laikliğe ihtiyacı olmadığı, Cabiri ve Hanefi gibi sol görüşlü, biri Faslı diğeri ise Mısırlı olan çağımızın iki önemli aydını tarafından da ifade edildiği gibi, laikliğin bu dünyada dinsel ya da siyasal gerekçelerinin olmadığı da bilinmekte.
Soru 3: Anayasa, bir toplumun en üst ve temel
Çünkü İslam dünyasında Kilise gibi dinsel bir
metnidir. İslam ise yeryüzünde iddiaları olan bir
kurum ve Tanrı’nın temsilcileri olduğu iddia
dindir. İslam’ın iddiaları ile anayasa arasında nasıl bir
edilen ruhbanlar ya da din adamları sınıfı
ilişki kurulabilir, nasıl bir anayasa İslam’ın iddialarını
bulunmamakta. Beri yandan İslam dünyasında
gerçekleştirebilir?
din, hiçbir zaman toplumu akıl karşıtı bir
İslam’ın iddiaları evrensel ve mükemmeliyetçi
110
Değinmek istediğim en azından birkaç somut ve
dogmatizme mahkûm etmiş değil. Yine hiçbir
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
zaman batıdaki gibi kıyıcı ve sürekli bir mezhep
dilde eğitim sorunudur ki, bu sorun, yani bir
(daha doğrusu din) savaşları da yaşanmış değil.
insanın bildiği tek dil olan ana dilinde eğitim
Elbette ki bu konuda İslam dünyası da büsbütün sorunsuz değil; dolayısıyla bu hususlarda hassasiyetler ve tedbirler gereklidir. Dini azınlıklar kadar, İslam içindeki tartışmaların da belli sınırlara riayet etmeleri sağlanmalı ve farklı toplumsal kesimlerin baskı altında tutulması engellenmelidir. Sorumlu bir özgürleşme, her toplumsal kesim açısından olmazsa olmaz bir koşuldur ve bu koşul, behemehal sağlanmalıdır. İşte İslam dünyasının ihtiyaç duyduğu temel şey de budur; yani insanî sorumluluklarını (ahlak, adalet, çevre, toplum vb.) gözeten bir özgürleşmenin ve akletmenin önündeki engellerin kaldırılması. Bunun adı ise laiklik değildir. Belki laiklik de pozitif anlamda benzer şeyleri gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Ama laikliğin bir de ona ihtiyaç hâsıl olan batı dünyasında engellemekle yükümlü olduğu bir negatif tarafı, yani Kilisenin siyasete müdahalesinin engellenmesi yönü vardır ki, işte bu yönün İslam dünyasında, daha doğrusu laik tek İslam ülkesi olan Türkiye’deki uygulaması doğrudan dine ve dindarlara (Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Süryani…) baskı biçiminde tezahür etmektedir. Başkaca bir anlamı ve uygulama alanı da bulunmamaktadır çünkü Dolayısıyla ya laiklik maddesi anayasadan bütünüyle çıkarılmalı, ya da bu kavram, Müslümanlar (ve diğer dinler ya da inançlar) üzerinde baskı ve engel oluşturmayacak bir biçimde, sözgelimi başörtüsü, eğitim, çalışma, ibadethane açma ya da örgütlenme, vicdani ret, çocukların dinî eğitimi, başkasına zarara vermeyen bir ölçüde dinî faaliyetlerde bulunma
yapma hakkından mahrum bırakılması ve eğitimi ya da genel anlamda yaşamsal faaliyetleri için bir başka dili öğrenmeye zorlanması sorunu da, önümüzdeki anayasa açısından asla atlanamayacak önemlilikte olan ve behemehâl çözülmesi gereken, özünde ise barbarca bir sorundur. Elbette bu sorunun beraberinde olan ve bu sorundan ayrı düşünülemeyecek olan şu meşhur etnisite sorunu, yani farklı ırk ve kültürlere karşı ayrımcılığa neden olacak, bir başka deyişle ucu ırkçılığa varacak her sorunun kökleri de itina ile temizlenmelidir yeni anayasadan. Bu ise temelde etnik, kültürel, dinsel ya da mezhepsel ayrımcılıkları öngören ve destekleyen atıfların anayasadan çıkarılmasını gerektirmektedir. Bununla birlikte, mevcut toplumdaki farklı unsurların bir arada barışçı bir biçimde yaşayabilmeleri için, yeni anayasada sosyopolitik tanımların ırk ve din temelli değil de, insan temelli olarak yapılması da sağlanmalıdır. Sanırım Müslümanların da ihtiyacı olan şey imtiyaz, muafiyet veya haklarının korunmasında kendilerine pozitif ayrımcılık sağlanması değil, adalet ve eşitliği engelleyen hususlardaki baskı, ayrımcılıklar ve haksızlıkların ortadan kaldırılmasıdır. Kısacası bu anayasada efendiler ve efendilik mantığına yeniden yer verilmemeli; toplum, eşit ve özgür insanların birlikteliğini sağlayacak, herkesin faaliyetlerini kimse üzerinde baskı oluşturmayacak ve kimsenin özgürlüğünü engellemeyecek bir biçimde yürüttüğü ortak bir yaşama alanı olarak düşünülmelidir.
gibi konularda bir daha sorunlara yol açmayacak bir biçimde açıkça tanımlanmalıdır. Bu meyanda Diyanet İşleri Başkanlığı da özerkleştirilmeli ve ona tanınan tüm haklar benzeri dinî kuruluşlara da tanınmalıdır. Bir diğer husus ise aslında oldukça basit olan ve bir zamanlar (Osmanlı döneminde) bu topraklarda uygulanmış ve şu anda da dünyanın uygar tüm ülkelerinde uygulanmakta olan ana
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
111
M. Kürşat Atalar Soru1: Anayasa, son zamanlarda üzerinde en çok
bir uygulaması olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti
konuşulan konulardan biridir. Toplumu oluşturan her
de kuruluşundan beri uygulamayı devam
kesim, bu konuda olaya dahil olmaya, etki etmeye
ettirmektedir. Fransız Devrimi’nin ana ilkeleri
ve mümkünse yönlendirmeye çalışıyor. Kimileri görüş
doğrultusunda kurulmuş olan Cumhuriyet
beyan ediyor, kimileri taslak sunuyor. Ancak İslam’ı bir
döneminde bu uygulama, (darbeler nedeniyle) 3
hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanların, bu sürece
kez tekrarlanmıştır. Şimdi ise, ‘farklı’ bir yoldan
temkinli/mesafeli yaklaştıkları gözleniyor. Müslümanların
yeni bir Anayasanın yazılmasına çalışılmaktadır.
duruşunu nasıl değerlendiriyor, konuya dahil oluşlarını
İşte tam da bu noktada ‘siyasal varlık’ ile
yeterli buluyor musunuz?
‘kurucu metin’ arasındaki ilişkiyi hatırlamamız
Malum, Anayasalar kurucu metinlerdir ve bir ‘siyasal varlığın’ hikmet-i vücudunu (raison d’etre) oluştururlar. Ancak konuyla ilgili doğru bir değerlendirme yapabilmek için öncelikle, ‘kurucu metin’ ile ‘siyasal varlık’ arasındaki ilişkinin doğru anlaşılması gerekmektedir. Basit soru şudur: “Siyasal varlık mı kurucu metni ortaya çıkarır, kurucu metin mi siyasal varlığı
gerekmektedir ki, bundan sonra olabileceklere dair bir öngörüde bulunabilelim. Darbelerden sonra yeni bir Anayasa yapma ihtiyacını anlamak zor değildir; ancak böyle bir ortam yokken yeni bir Anayasa yazılması iradesini nasıl açıklamak gerekir? Burada tipik soru şu olmalıdır: Acaba, kurucu metni ortaya çıkaracak bir ‘siyasal güç’ var mıdır?
ortaya çıkarır?” Kanımca, kurucu metinler
AKP’nin ‘sistem’ içerisindeki konumunu
organize bir gücü temsil eden siyasal varlıklar
değerlendirdiğimiz zaman, bu sorunun cevabını
tarafından oluşturulurlar. Tersi, ancak istisnai
‘evet’ olarak verebileceğimizi düşünüyorum.
durumlar için söz konusu olabilir. O halde,
Malum olduğu üzere, AKP iktidarı döneminde
üzerinde durulması gereken şey, kuraldır. Kurala
‘statüko’nun değiştirilmesi yönünde bariz
göre, önce siyasal varlık oluşmalıdır. Bu ise,
bir ‘irade’ bulunmaktadır. Bunun uluslararası
malum olduğu üzere, “bireysel ve toplumsal
sistemle bağlantısı olduğuna da kuşku
değişimin yasaları” meselesidir ve her topluluk
yoktur. Orta Doğu’daki son gelişmeler de
için geçerli süreçleri vardır. Eğer bu süreçler,
göstermektedir ki, küresel sistem Orta
doğru biçimde işler ve toplumsallaşmanın
Doğu’yu yeniden dizayn etmek istemektedir
kurallarına uyulursa, ortaya sahici güce sahip
ve bu ‘yeni düzen’de (en azından) eskilere yer
bir ‘siyasal varlık’ çıkabilir. Bu gücün bir
yoktur! Bu açıdan baktığımızda, Türkiye’deki
şekilde iktidara gelmesinden sonra, mevcut
statükonun da değişmesinin mukadder
‘siyasa’yı tanımlayacak bir metin, yine bu güç
olduğunu söylemek zor olmasa gerektir.
tarafından yazılır. Modern dönemde ortaya çıkan
Hatta Türkiye’deki değişim sürecinin Orta
Anayasalara baktığımızda, bu hususu belirgin bir
Doğu’daki son gelişmelerden epeyce önce
şekilde görebiliriz. Fransız Devrimi’nden sonra
başlamış bulunduğu da bilinmektedir. Bu
moda olan Anayasa yazımı, bugün artık bütün
açıdan baktığımız zaman Türkiye’nin yeni bir
ulus-devletlerin “olmazsa olmaz” (sine-qua non)
‘kurucu metne’ ihtiyaç duyduğu ortadadır. O
112
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
halde Anayasa yapma hazırlıklarını, küresel
metinleridir ve siyasal iradeler de belirli bir
sistem destekli bir süreç olarak gördüğümüzde,
ideolojinin hakimiyetini tesis etmek amacıyla
kurucu metni ortaya çıkaracak bir ‘siyasal
iktidarı talep ederler. Yani ‘hakimiyet’ iddiası
güç’ün olduğunu söyleyebiliriz. Fakat ‘tarz’ın
ve talebi boşuna değildir. Bir düşüncenin,
farklı olduğu da açıktır. Daha önceki Anayasalar
idealin, dinin veya ideolojinin hakim olması için
hep bir darbenin ardından yapılmasına
siyasal varlıklar iktidarı isterler. ‘Güç istenci’nin
rağmen (rejimin kuruluşunu bile bu açıdan
özünde bu vardır. Dolayısıyla “liberallerin
değerlendirmek mümkündür) bu kez, Anayasa
liberal, Kemalistlerin Kemalist, laiklerin laik,
yapıcı mekanizmanın merkezinde ‘siyasal
Müslümanların da İslami bir Anayasa talep
partiler’ (ve STK’lar) bulunmaktadır. Tarzın
etmeleri” gayet doğaldır. İdeolojik gruplar,
farklılığı, ‘özde’ bir değişiklik anlamına mı
doğaları gereği, kurucu metnin kendi ideolojileri
gelir? Hayır. Kanaatimce, bu kez Anayasa
doğrultusunda yazılmasını isterler ve iktidarı
yapma süreci farklı bir tarzda işlemesine
ele geçirdikten sonra da bunu yaparlar.
rağmen, esas itibarıyla özdekilerden farklı
Fransız Devrimi’nde, Rus Devrimi’nde ve en
bir netice ortaya çıkmayacaktır. Yani AKP de
son olarak da İran Devrimi’nde hep böyle
Cumhuriyet rejiminin içinde işlev gören bir
olmuştur. Hatta bu konu o kadar ‘doğal’dır
siyasal partidir ve bu yüzden yapabilecekleri
ki, İran Devrimi’nden sonra ortaya çıkan
bellidir. Burada ‘siyasal irade’nin mahiyeti
Anayasada Caferi Mezhebi’nin meşruiyetinin
değişmemiştir; siyasal irade, meşruiyetini aynı
yer almasında bile kendisini gösterir. Zira
yerden almaktadır ve bu meşruiyetin kaynağı da
bu devrimi Caferi Müslümanlar yapmıştır;
‘modernitenin değerleri’dir. Dolayısıyla, ‘siyasal
o halde Anayasa Caferi izler taşıyacaktır!
varlık’ açısından özde bir değişiklik yoktur. Yeni
Bendeniz bunu, yapılanı olumlamak için değil
Anayasayı ortaya çıkaracak irade, bu kez belki
bir vakıaya dikkat çekmek için söylüyorum.
Fransız Devrimi’nin değil, İngiliz Devrimi’nin
Aynı şey Fransız Devrimi için de Rus Devrimi
ilke ve tarzından daha fazla etkilenecektir; ama
için de geçerlidir. Her ikisi de ‘modernite’nin
sonuçta ortaya çıkacak metin de “özgürlükler,
ürettiği devrimlerdir, ama ideolojileri farklı
haklar, demokrasi, sosyal hukuk devleti, milletin
olduğu için, bu fark Anayasalara da yansımıştır.
bölünmez bütünlüğü” gibi (Fransız Devrimi’nin
Müslümanlar da, doğal olarak, İslam’a uygun
de esin kaynağı olan) ilkeler yer alacaktır. O
bir ‘kurucu metin’ yazılmasını isterler. Ancak
halde, siyasal iradenin değişmediği böylesi bir
bundan önce Müslümanların bir ‘siyasal irade’
vasatta Müslümanların ‘mesafeli’ yaklaşımını
ortaya koyabilmeleri lazımdır. Bu irade olmadan
anlamak zor olmasa gerektir. Tabii hangi
yazılmış olan ‘taslak’ metinlerin de bir anlamı
Müslümanlar mesafeli duruyor, o da ayrı bir
olmaz. Fakat bu demek değildir ki, Müslümanlar
tartışma konusu. Örneğin Milli Görüş tabanının
düşünce düzeylerini yükseltmesinler ve
mesafeli duruşu ile İslamcı grupların mesafeli
siyasal iradeyi gereğince ortaya çıkaracak ilmi
duruşunu aynı kefeye koymak mümkün değildir.
çalışmalar yapmasınlar. Hayır, bu başka bir
İlkesel açıdan yaklaşıldığı zaman ise, ‘mesafeli’
şeydir, kurucu metnin siyasal irade tarafından
durmayı bırakın, ‘uzak durma’nın doğru
hazırlanması başka bir şeydir. Kanımca en doğru
olacağına ise kuşku yoktur!
yol, ilmi düzey bakımından yetkinliğe ulaşmak
Soru 2: Mevcut TC. Anayasası ideolojik bir anayasadır. Sorunların birçoğu da onun bu özelliğine bağlanmaktadır. İdeolojisiz bir anayasa mümkün müdür? Liberaller liberal, Kemalistler Kemalist, laikler laik bir anayasa talep ederken; İslam’ı bir hayat nizamı olarak kabul eden Müslümanlar da anayasanın kendi renklerini taşımasını talep ediyorlar. Bu konudaki değerlendirmeleriniz nelerdir?
ve onun ardından siyasal iradenin teşekkülünü sağlamaktır. Realite açısından baktığımızda ise, yapıların kaçınılmazlığı açıktır. Yapılar her zaman olacaktır; ancak, burada ‘eleştiri’ mekanizması sağlıklı işletilmeli ve yapılar ‘mutlaklaştırılmamalıdır.’ Bunu yapmak zordur; ama istediğimiz düzeyde sağlıklı bir yapıya kavuşmanın da başka yolu yoktur. Yapılar sürekli eleştiriye açık olmalıdır; bu arada da ilmi düzey
İdeolojisiz bir Anayasa mümkün değildir. Çünkü Anayasalar bir ‘siyasal irade’nin kurucu
sürekli artırılmaya çalışılmalıdır. İlimde otorite olmuş alim (veya alimler) ortaya çıktığında,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
113
‘itaat sorunu’ esastan çözülecek ve yapılar da
sorulması ve İslam’a uygun cevaplar bulması
eksikliklerinden arınmış olacaklardır. O zaman
gerekir. Meseleye bu açıdan baktığımızda,
‘biat’ mekanizması devreye girer ve güçlü bir
küresel çapta uygulanan Anayasa pratiğinin
‘siyasal irade’ de ortaya çıkmış olur.
ihtiyatlı ve analitik bir gözle incelenmesi
Soru 3: Anayasa, bir toplumun en üst ve temel metnidir. İslam ise yeryüzünde iddiaları olan bir
Hatta burada Müslümanların ‘siyasal varlığı’nı
dindir. İslam’ın iddiaları ile anayasa arasında nasıl bir
temsil eden bir ‘kurucu metin’ yazımı zorunlu
ilişki kurulabilir, nasıl bir anayasa İslam’ın iddialarını
mudur? diye de sorulabilir. Zira bilindiği gibi,
gerçekleştirebilir?
Batılı devletler içerisinde İngiltere’nin bir
Aslında Müslümanlar olarak ‘Anayasa’ kavramını daha bir derinden tahlil etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü kavram esas itibarıyla Batı’da ortaya çıkmıştır ve somut pratiklerini de ilk kez orada göstermiştir. Dolayısıyla, başka coğrafyalardaki pratiklerin bu tarz ve içerikten ‘etkilenme’ ihtimali vardır. Bu ihtimali ciddi gördüğümden, önce kavramsal tahlili sağlıklı yapmamız gerekiyor. Mesela ‘Cumhuriyet’ kavramını ele alalım. İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşu sırasında bu tartışmanın yeterince yapılmadığını da biliyoruz (burada 1947’de kurulan Pakistan’ın da resmi adının Pakistan İslam Cumhuriyeti olduğunu hatırlamamızda yarar var). Halbuki her iki Cumhuriyet de, içerik ve tarz olarak, Batı’da daha önce kurulmuş olan Cumhuriyetlerden (Respublica) etkilenmişlerdir. Burada sadece ismen değil, içerik ve üslup olarak da bir etkilenmişlik vardır. Gerçi İran’daki etkilenmişlik Pakistan’daki ile kıyas kabul etmez olarak azdır, ancak sonuçta (özellikle de ulusdevlet refleksleri göstermesi açısından) yine de vardır. Aynı şeyi, Anayasa kavramı için de düşünebiliriz. Anayasayı bir ‘kurucu metin’ olarak düşündüğümüz zaman pek bir sorun yokmuş gibi görünse de, Batı’daki pratiklerine baktığımız zaman, ‘form’un da içerikten etkilendiğini görürüz. Bu etki azalır, artar. Bu ayrı bir konudur; ancak bu konuda ‘ihtiyatlı’ olmak gerekir. İhtiyatı da değerler belirler. İslami değerler ile modernitenin değerlerinin özde bağdaşmazlığı vardır ve bu bağdaşmazlığı her yerde izleyebilmek ve denetleyebilmek lazımdır. Örneğin modern dönemde yazılan Anayasalar ‘özel’ bir siyasal iradeyi temsil eden ‘ulus-devlet’lerin meşruiyet kaynağıdırlar. Bu olgu, acaba bu çağda kurulan (veya kurulacak olan) bir İslam ‘devleti’ için ne mana ifade eder? Yahut da ‘devlet’ dediğimizde aklımıza gelen şey ne kadar İslami’dir? Bu (ve benzeri) soruların
114
gerektiği açıktır.
yazılı Anayasası yoktur; ancak devleti kuran ve yaşatan bir ‘siyasal irade’ vardır. Böyle olduğu içindir ki, bu devlet asırlardır varlığını sürdürmekte, savaşmakta, yenmekte ve yenilmektedir. Peki, yazılı Anayasası olmaması, İngiltere’de işlerin ‘kuralsız’ yürüdüğü anlamına mı gelir? Hayır. Ülkede bilinen manada bir Anayasa yoktur, ama Manga Carta’dan beri birçok gelenek, kanun ve yazılı belge mevcuttur ve bunlar belirli ‘teamüller’ doğrultusunda işlev görürler. Dolayısıyla aslında önemli olan, bir ‘yazılı belge’nin olup-olmaması değil, kurallara uyuyup-uyulmadığıdır. İngiltere toplumu, bir açıdan ‘kuralcı’ bir toplum olarak da görülebilir, çünkü teamüllere aykırı hareket etmek neredeyse ayıp addedilir. Hatta yazılı kuralların çokluğunu (ve bunların çok detaylandırılmasını) o ülkede denetimin ve düzenin zorluğuna yormak da mümkündür. Bu açılardan bakıldığında, önemli olanın ‘toplum’un dinçliği olduğu ortadadır. Toplum, sağlam esaslar üzerine kurulmuşsa, bünyanun mersus gibi birbirine bağlı ise, yazılı metinler tali önemde olurlar. Bugünün Türkiye’sinde olduğu gibi, toplumsal bağlar zayıflamışsa, ‘dayanışma ruhu’ ölmüşse, en iyi hukuksal metinler bile, o toplumun derdine derman olamaz. Bu sözlerimin ‘modern zamanlar’ için geçerli olamayacağını söyleyenlere ise, zaten yukarıda İngiltere örneğini verdim. Her ne kadar hukuksal metinler ‘zaruri’ olduğu alanlar olduğuna kuşku yoksa da, bendeniz burada hukuksal metinlere hayatiyet veren daha temeldeki bir unsura dikkat çekmek istediğim için bunları söylüyorum. Toplum yoksa veya güçsüzse, en iyi hukuksal metinler dahi işe yaramaz. Kural budur. “Güçlü toplum, iyi metinler.” Burada öncelik-sonralık sırası önemlidir. O nedenle, Müslümanların Anayasa tartışmalarına girmeden, önce kendi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
‘toplumları’nı nasıl kuracakları üzerinde kafa
bile bence böyledir. Bize ait, ‘özgün’ projeler,
yormaları gerekir. Önce Ümmet inşa edilmelidir;
ancak, kaliteli düşünce ile mümkündür. Bunu
sonra bu ‘yapı’nın meşruiyet temelleri izah
sağlayacak olan da esas itibarıyla, ilim düzeyinin
edilir! Fakat burada dikkat edilmesi gereken
yüksek olmasıdır. Bizler bilelim ki ‘ilimde rüsuh
husus, ümmetin inşasında ‘düşünsel faaliyet’in
sahibi’ yahut ‘ilimde otorite olmuş’ alimlerimiz
büyük önemi olduğudur. Bendeniz bugün
olmadıkça, küresel çapta bir varlık göstermemiz
Müslümanların bulunduğu durumu, esas
mümkün değildir. Evet, grup, cemaat hatta
itibarıyla ‘ilim düzeyleri’nin düşüklüğüne
devlet kurabiliriz; ama otorite olmuş alimlerimiz
bağlıyorum. Bu düzey yükseltilmedikçe, somut
olmadıkça, bu yapılar derdimize derman
öneriler getirmemiz de mümkün olmayacaktır
olmayacaktır. Yapıyı önce ‘düşüncede’ kuracağız,
diye düşünüyorum. Getirilen önerilerin ‘eklektik’
ardından onu pratiğe yansıtacağız. Düşüncede
olmasını da yine aynı nedene bağlıyorum. Adil
Devrim’in ardından Düşüncenin Okullaşmasını
Düzen’inden tutun da İslami Sol’a varıncaya
sağladığımızda, dünya da değişmiş olacaktır!
kadar, hatta bugünkü haliyle ‘devlet’ projesi
Muharrem Balcı Soru1: Anayasa, son zamanlarda üzerinde en çok
iken; ikinci yaklaşım, toptan reddiyeci olmayıp,
konuşulan konulardan biridir. Toplumu oluşturan her
süreci ve değerlendirilmesi gereken bir fırsat
kesim, bu konuda olaya dahil olmaya, etki etmeye
olarak görenlerin yaklaşımıdır.
ve mümkünse yönlendirmeye çalışıyor. Kimileri görüş
Birinci yaklaşım açık bir siyasi ya da itikadi
beyan ediyor, kimileri taslak sunuyor. Ancak İslam’ı bir
tercihin ürünü olduğundan saygıyla karşılamak
hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanların, bu sürece
ve konuya dâhil oluşları bağlamında çok şey
temkinli/mesafeli yaklaştıkları gözleniyor. Müslümanların
beklememek gerekir.
duruşunu nasıl değerlendiriyor, konuya dahil oluşlarını yeterli buluyor musunuz?
İslam’ı klasik bir din olarak değil de bunun ötesinde bir hayat tarzı olarak kabul eden ve yaşayan Müslümanların sürece temkinli yaklaşmasını normal karşılıyorum. Zira Anayasa dediğimiz siyasi metin, aslında bir takım sabiteler koyma iddiasıyla ortaya çıkar ve kurulu düzenin rengi kendisini bu sabitelerde belli eder. Sürece her anlamda hazırlıksız yakalanan bahse konu Müslümanların zihinlerinde meseleyi iyi konumlandıramadıklarını düşünüyorum.
İkinci yaklaşım sahiplerinin ise fırsat olarak gördükleri sürece dâhil oluş araç, yöntem, birikim ve vizyonlarını yeterli görmek mümkün değildir. Zira yıllardır bu alan ve hukuk üretme zeminleri, bilinçli olarak boş bırakılmış ve neticede bu yaklaşım sahipleri, sorumluluklarını politik alana devretme yolunu seçmişlerdir. Neticede ülkede konuyla alakalı her kesimden ciddi çalışmalar yapılırken, bahse konu yaklaşım sahiplerinin ne söyledikleri, ne talep ettikleri açık değildir. Görünürde tek bir talep söz konusudur, o da sivil bir anayasa talebidir.
Bu anlamda iki tür yaklaşım söz konusu
Soru 2: Mevcut TC. Anayasası ideolojik bir anayasadır.
edilebilir. Birinci yaklaşım, itikadi ya da siyasi
Sorunların birçoğu da onun bu özelliğine bağlanmaktadır.
nedenlerle toptan reddiyeci bir tutum takınan ve
İdeolojisiz bir anayasa mümkün müdür? Liberaller
devrimci geleneği devam ettirenlerin yaklaşımı
liberal, Kemalistler Kemalist, laikler laik bir anayasa
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
115
talep ederken; İslam’ı bir hayat nizamı olarak kabul eden
anayasa yapan iktidara “Asli Kurucu İktidar”
Müslümanlar da anayasanın kendi renklerini taşımasını
denilir.
talep ediyorlar. Bu konudaki değerlendirmeleriniz nelerdir?
Asli kurucu iktidar haline gelmeden İslam’ın iddialarının gerçekleştirilebileceğini
İdeolojisiz anayasa arayışı da aslında bir
düşünmüyorum. Tabiî ki buna rağmen bir
ideolojik tercihe işaret eder. Bu yüzden böyle bir
takım İslami kaidelerin modernize edilerek
anayasanın mümkün olduğunu düşünmüyorum.
anayasaya monte edilmesi olasıdır. Ama
Mevcut anayasanın koruduğu ve temsil ettiği ideolojinin, günü açıklamaya yetmediği, birçok sorunun birincil kaynağı olduğu, insandan ziyade
tartıştığımız anlamda İslam’ın sabitelerinin anayasa tartışmalarında pek yer işgal edeceğini sanmıyorum.
devleti ve devlet bürokrasisini merkeze aldığı,
Soru 4: Bu konuyla ilgili dikkat çekmek/vurgulamak
temel hak ve özgürlüklere ilişkin bakış açısının
istediğiniz, değerlendirmelerimizi kolaylaştıracak başka
problemli olduğu, tek tipleştirici bir karaktere
bir nokta ya da noktalar var mıdır?
sahip olduğu açıktır. Buna dair bugüne kadar çok şey söylenmiş ve yapılan birçok değişiklikle anayasanın bu özellikleri silinmeye çalışılmıştır. Ancak anayasanın ruhu halen sayılan
Küresel sisteme eklemlenen bu sistemin temel yapısı ve kimliğini reddetmekle mükellef olduğumuzun bilincinde olarak, bu sürecin bizi
problemleri içerisinde taşımaktadır.
çok yakından ilgilendirdiği, ben oynamıyorum
Sayılan problemlerin tespiti anlamında
üzerimizdeki kuşatıcılığını engellemediği,
ortaklaşan birçok anlayış, bunun yerine ikame
gerçekten bir mücadele verilecekse bunun her
edilecek yeni metin hususunda ciddi ayrışma
alanda (topyekun) olması gerektiği açıktır.
yaşamaktadır. Liberallerin liberal, laiklerin laik, İslamcıların İslami esasların içeren bir anayasa talebi, oldukça doğal bir talep olmakla beraber, uzlaşma noktasında ciddi sıkıntılara neden olacağı açıktır. Benim kanaatim aslında yazılı bir anayasanın çok da zaruri olmadığı yönündedir. Ya da farklı şekilde söyleyecek olursak, Anayasa değişince her şey rayına oturacak, sayılan problemler bir anda çözülecek diye bir beklentiye kapılmak saflık olacaktır.
demenin bizi oyunun dışına çıkartıp sistemin
Bu topyekûn mücadele, sistem içi araçların tamamen reddedilmesi sonucunu doğurmamalı, ifrat ve tefrit arasındaki vasatı yakalamamıza engel olmamalıdır. Müslüman aydınlar olarak, beşeri ideolojilerin ve küresel sistemin uzantısı ve uygulayıcısı olan Türkiye Cumhuriyeti siyasi sisteminin temel yapısını, seküler kimliğini ve ilkelerini sorgulamak asıl olmalıdır. Ancak radikallik adına her kuruma karşı çıkmak, siyaset üretmek değildir. Bazen en iyi cevap mücadelenin kendisidir. Geleceğimizi
Soru 3: Anayasa, bir toplumun en üst ve temel
karartan, kanun ve kurumlara, uygulamalara
metnidir. İslam ise yeryüzünde iddiaları olan bir
karşı mücadelede, önümüze çıkan her türlü
dindir. İslam’ın iddiaları ile anayasa arasında nasıl bir
imkânı da sabitelerimizden taviz vermeden
ilişki kurulabilir, nasıl bir anayasa İslam’ın iddialarını
değerlendirebilmeliyiz.
gerçekleştirebilir?
Başta da söylediğimiz üzere siyasi/politik birer metin olarak değerlendirilebilecek olan anayasalar aslında uygulandığı devlette mutlak anlamda iktidarın rengini gösterir. Yani egemen kim ise anayasadaki sabiteleri de o belirler. Bu yüzden de hiçbir sabiteye bağlı kalmadan
116
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Mehmed Durmuş Anayasa Kimin Rengini Taşımalı Soru1: Anayasa, son zamanlarda üzerinde en çok
İslam’ı hayat tarzı olarak benimseyen bir
konuşulan konulardan biridir. Toplumu oluşturan her
Müslüman’ın, yeni bir anayasa için temkinli ve
kesim, bu konuda olaya dahil olmaya, etki etmeye
mesafeli durmanın ötesinde bir tavrı olmalıdır.
ve mümkünse yönlendirmeye çalışıyor. Kimileri görüş
O tavır şöyle özetlenebilir. İslam, evet bir hayat
beyan ediyor, kimileri taslak sunuyor. Ancak İslam’ı bir
tarzıdır, bir yaşam biçimidir. İslam, akidesi,
hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanların, bu sürece
fıkhı, ahlakı, günlük ibadetleri ve siyaseti ile bir
temkinli/mesafeli yaklaştıkları gözleniyor. Müslümanların
bütündür, hiçbir şekilde bölünemez, parçalara
duruşunu nasıl değerlendiriyor, konuya dahil oluşlarını
ayrılamaz. İslam tamamen, Rabbimiz Allah’ın
yeterli buluyor musunuz?
belirlediği, sınırlarını tayin ettiği bir Din’dir. Din
“İslam’ı bir hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanlar”ın homojen bir yapı arz ettiğini söylemek maalesef zor. Kendilerini “İslam’ı bir hayat tarzı olarak kabul eden” şeklinde tanımlamakla birlikte birçok İslamî grup, mevcut
bir yaşam biçimidir. Bu Din’in özünü, esasını tevhid akidesi oluşturur. Tevhid akidesi kuru sözlerden ibaret değildir. Allah’ın otoritesine, ilahlığına ve Rab oluşuna hiç kimseyi ortak etmemeyi gerektirir.
anayasanın revize edilmesi anlamına gelen
Bu temel ölçüler göz önünde bulundurulunca bir
12 Eylül 2010 tarihli referandumda ‘evet’ oyu
Müslüman’ın, Allah’ın mutlak hâkimiyetini tasdik
kullandığı gibi, bu şekilde hareket edilmesi
etmeyen, Allah’ın mutlak hâkimiyetine teslim
uğrunda da ciddi bir tavır koydular. Söz konusu
olmak gibi bir amaç gütmeyen, böyle bir arayışı
grupların 12 Eylül’de yaptıklarını, yeni anayasa
olmayan herhangi bir anayasaya bir şekilde
yapım sürecinde yapacaklarının garantisi
dâhil olmak, İslam akidesi ile bağdaşmaz.
olarak görebiliriz. Bu insanların ‘duruşunu’
İslam’ı bir hayat tarzı olarak benimsemiş
(daha doğrusu ‘duramayışlarını’) tabi ki arızalı
Müslümanların, temel niteliği seküler olan hiçbir
buluyorum; açık söylemek gerekirse, İslamî
anayasaya ılımlı yaklaşması düşünülemez. Bu
bulmuyorum.
gibi anayasalara kesin tavır koymak İslamî
Bunun yanında, İslam’ı bir hayat tarzı olarak kabul eden diğer bir kısım Müslümanların da, 12 Eylül referandumunda ortaya koydukları tutum ve davranışlar, yeni anayasaya karşı gösterecekleri tutum ve davranışın garantisi olarak görülmelidir. Müslümanlar ‘temkinli’
bir gerekliliktir. Bu açıdan, hem İslam’ı bir yaşam biçimi olarak kabul etmek, hem de anayasaya şu veya bu şekilde destek verici bir ‘duruş’ sergilemek sorunlu, arızalı bir tavırdır. Müslümanlar bu duruşlarını ivedilikle gözden geçirmelidirler.
ve ‘mesafeli’ olmanın ötesinde, daha açık ve
Soru 2: Mevcut TC. Anayasası ideolojik bir anayasadır.
net tavır almalıdırlar. Sorunuzun son cümlesi,
Sorunların birçoğu da onun bu özelliğine bağlanmaktadır.
Müslümanların konuya dâhil oluşlarının
İdeolojisiz bir anayasa mümkün müdür? Liberaller
yetersizliğine dair bir ima içermektedir. Oysa
liberal, Kemalistler Kemalist, laikler laik bir anayasa
yeni anayasa hiçbir şekilde Müslümanların dâhil
talep ederken; İslam’ı bir hayat nizamı olarak kabul eden
olacakları bir konu değildir.
Müslümanlar da anayasanın kendi renklerini taşımasını
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
117
talep ediyorlar. Bu konudaki değerlendirmeleriniz
ettiğini beyan etmemekte, sırf İslam’a karşıtlık
nelerdir?
olsun, Allah tamamen yok sayılsın diye anayasa
“İslam’ı bir hayat nizamı olarak kabul eden Müslümanlar”ın, anayasanın kendi renklerini taşıması gibi bir taleplerinin bulunduğunu sanmıyorum. Böyle bir talep çok çelişik olur.
yapılmamaktadır. Dolayısıyla her anayasada “İslami renkler”in az veya çok yer alması mümkündür. Hatta hiçbir anayasayı bir bütün halinde İslam dışı saymayanlar da bulunabilir.
Mevcut anayasanın ideolojik bir anayasa olduğu
Bugüne kadar yapılmış anayasalar, ihtiva
doğrudur. Esasen ideolojisiz bir anayasa,
ettikleri “İslamî renkler”le nasıl ki bir Müslüman
kanaatimce mümkün değildir. Zaten sizin de
anayasası olmadıysa, yeni anayasada bulunacak
ifade ettiğiniz gibi laikler, Kemalistler, liberaller
renkler de aynı şekilde onu Müslüman anayasası
v.b. gruplar kendi ideolojilerinin anayasada
yapmayacaktır. Bir bütün halinde tamamen
belli bir şekilde yer almasını istediklerine
İslam’a dayanmadığı, yasama yetkisini kökler,
göre, yeni anayasanın da bir ideolojisinin
temel ilkeler, kıbleyi tayin anlamında tamamen
olacağına şimdiden kesin gözüyle bakabiliriz!
Allah’a tahsis etmedikçe, referansı sadece
Bu anlamda ‘ideolojisiz anayasa’ tasavvuru,
İslam olmadıkça, hiçbir anayasa İslamî anayasa
-meşhur teşbihle- yumurtasız omlet gibi çelişik
olmayacaktır.
ve anlamsızdır. Yeryüzünde ideolojisiz bir çadır bile bulmak mümkün değilken, ideolojisiz bir devlet, ideolojisiz bir anayasa nasıl mümkün olabilir? ‘İdeolojisiz bir anayasa’ özlemi, ideolojik bir yorgunluğun (ya da körelmenin) ifadesi olsa gerektir. Müslümanların bu söylemlerden
Eşyanın da tabiatı gereği, İslami muhalefet sesini ne kadar kalınlaştırırsa, mevcut sistem de o oranda ‘açılımlar’ geliştirecektir. Fakat unutulan bir şey var burada. Müslümanların meselesi, muhalefet olmak değildir; onların
etkilenmeleri iç açıcı değildir.
meselesi bir bütün halinde her yönüyle
Sorunların birçoğunun anayasanın ideolojik
hedefleyen bir hayatın inşasıdır. Dolayısıyla,
oluşundan kaynaklandığı doğru olmakla birlikte
anayasada İslamî renklere yer verilmesi,
bu, ideolojisiz bir anayasa arayışını haklı
renklerin çeşidinin artırılması, tonlarının daha
çıkartmaz. Bununla beraber, yeri gelmişken
da ağırlaştırılması ya da açık hale getirilmesi,
belirtmek gerekirse, sunuş yazısında ifade
bütün bunlar Müslümanlardan ziyade,
ettiğiniz gibi, içinde bulunduğumuz toplumda
mevcut sistemin sorunu olmalıdır. Çünkü bu
yaşanan sorunların tamamı anayasadan
sistemin, varlığını sürdürüp sürdürememe
kaynaklanıyor değildir. Çünkü anayasa,
sorunu vardır. Müslümanlar kimseden ulufe
toplumun akidevî, siyasî, ahlakî kabullerinin
istemiyorlar, kimseden bir hak da dilenmiyorlar.
bir hâsılası, bir tür ‘sonuç’tur. Toplumun din
Müslümanların akidelerinin (ideolojilerinin)
ve dünya algısının vitrinidir. Tabi ki yeryüzü
meşruiyetinin kaynağı Allah’tır. Müslümanlar
hiçbir zaman sorunlardan tamamen arınmış
yeryüzünde sığıntı olmadıkları gibi, fitne-fesat
olmayacaktır, bu dünyada cennet kurma hayali
sebebi de değildirler. Yeryüzünün imar ve
peşinde değiliz fakat belirtmeliyim ki, mevcut
ıslahı gerçek anlamda sadece İslam ahkâmıyla
sorunların tamamına yakını, içinde yaşadığımız
olabilir. Dolayısıyla hiçbir Müslüman, bir
ülkeye hükmeden siyasal sistemle bir şekilde
anayasa içinde şu veya bu tonda İslamî bir
alakalıdır. Bu sorunları bu sistem üretti ve
renk(!) bulunacak diye fit olmaz, bundan
üretmeye de devam etmektedir. Çünkü bu,
sevinç duyamaz. Bir anayasa bir bütün halinde,
fıtrata yabancı bir sistemdir.
“Rabbim Allah’tır” amentüsünü yansıtmalıdır. Bu
Yeni anayasanın “İslamî renkler taşıması” sözünden, dindar kesime zeytin dalı uzatan, resmi söylemlerde Müslüman olduğu sık sık
Allah’ın buyruklarına dayalı, Allah’ı razı etmeyi
yapıda olmayan bir anayasa, hangi ideolojiye yaslanırsa yaslansın, sonuçta “Rabbim beşerdir” amentüsünü yansıtacaktır.
vurgulanan % 99’luk kesimi memnun edici bazı
Yeni anayasada bilhassa, sistemin bilinçli
İslamî tınıların bulunacağını anlıyorum. Esasında
olarak ‘türban’laştırdığı kadının örtüsüne ilişkin
hiçbir anayasa, açıkça ve doğrudan İslam’ı inkâr
‘özgürlükçü’ bazı hükümlerin olacağına kesin
118
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
gözüyle bakabiliriz. Fakat düşünüyorum da,
bir olan Allah’a kulluk etmeye yöneltmektir.
laik-demokratik veya liberal bir anayasanın
Bu ise anayasa ile değil, mü’minlerin iman
kendilerine lütfedeceği ‘türban özgürlüğü’ ile
ve cehdleri ile gerçekleştirilebilecek bir ibadî
Müslümanlıklarını kanıtlayacak olan insanlar,
eylemdir. Bunun toplumsal yasasını Kur’an tayin
ideolojik açıdan tükenmiş olmaktan başka neyi
etmiştir: Bir toplum kendi nefislerinde olan
kanıtlamış olacaklardır?
kötü eğilimleri, hayır yönünde değiştirmediği
Soru 3: Anayasa, bir toplumun en üst ve temel metnidir. İslam ise yeryüzünde iddiaları olan bir dindir. İslam’ın iddiaları ile anayasa arasında nasıl bir ilişki kurulabilir, nasıl bir anayasa İslam’ın iddialarını gerçekleştirebilir?
müddetçe hiçbir anayasa o toplumu iyiye doğru değiştiremez. Mekke’de mü’minler Kur’an sureleri dışında bir anayasaları olmadığı halde dünyanın en ideal İslam cemaatini oluşturmuşlardı. Anayasa ve diğer alt hukuki düzenlemeler olsa olsa ancak, kötüleri
Günümüzde İslam ile Müslümanlara hükmeden gayri İslamî siyasal ve toplumsal yapılar, İslam’a karşı anayasayı öne çıkartıyorlar dense yeridir. Laik-demokratik bir anayasa kaçınılmaz bir şeydir de, İslam’la da bazı önemsiz mevzularda bir şekilde ters düşülmektedir gibi bir kanı oluşturulmaktadır. Laik-demokratik bir anayasa var kaçınılmaz olarak; İslam ise Müslümanların dinidir ama kimsenin olmadığı gibi, Müslümanların da dinlerini yaşamalarına engel olunmamaktadır! Zaten vicdanlara baskı yapılamayacağı anayasa metinlerinde de geçmektedir. İsteyen istediği şekilde dinî inanca sahip olabilir ve inancının gereklerini yerine getirebilir! Şu var ki, kamu otoritesinin koyduğu kurallara Müslümanlar da, -dini inançlarına
cezalandırıcı, salih insanların elini güçlendirici bir etki doğururlar. Anayasa ve ona istinat eden ceza yasaları ile rüşvet engellenebilir ama bir toplumun haram yemesinin önüne anayasa ile geçilemez. Hiçbir anayasa, “ben Müslüman’ım” diyen insanlara namaz kıldırtamaz. Çevre kirliliği, insanlara saygı, diğerkâmlık gibi ahlakî hasletleri anayasa ile temin etmek imkânsıza yakındır. Kısacası, İslam bir bütün halinde ve hiçbir ilkesini göz ardı etmemek koşuluyla fertlerin ve toplumun üzerinde davranış haline dönüşmedikten sonra, herhangi bir anayasanın İslam’ın hedeflerini gerçekleştirmesi mümkün değildir.
ters düşme pahasına- uymakla mükelleftirler!
Soru 4: Bu konuyla ilgili dikkat çekmek/vurgulamak
Kısacası, anayasalı seküler toplumsal vasatlarla
istediğiniz, değerlendirmelerimizi kolaylaştıracak başka
Müslümanların ilişkisi böyle özetlenebilir.
bir nokta ya da noktalar var mıdır?
Oysa İslam -yukarıda cevapladığımız gibi- başlı
Biz Müslümanlar, bize ait olmayan kurtuluş
başına bir hayat tarzıdır, bir inanç sistemi
reçetelerine göz dikmemeliyiz. Kendine himmeti
ve dünya nizamıdır. İslam ferdi ile ailesi ile
olmayan sistemlerden medet ummaktan
akraba ve aşireti ile bütün bir toplumu Allah’ın
vazgeçmeliyiz. Biz Müslümanlar sadece ve
belirlediği ölçülere göre düzenlemek ister.
sadece, katıksız İslam’a talip olabiliriz, başka
Haramların önlenmesini, fahşâ ve münkerin
alternatifimiz yoktur. Bazı Müslümanların 12
engellenmesini ister. Buna göre, İslam’ın
Eylül referandumunda düştükleri hatayı bu yeni
herhangi bir seküler, demokratik anayasaya
anayasa döneminde tekrarlamamalarını temenni
tamamen karşıt olacağı açıktır. Diğer türlüsü,
ediyorum.
İslam’ın kendini inkârı olur.
Kendilerine ılımlı bir yolu uygun görmüş bulunan
Nasıl bir anayasa İslam’ın iddialarını
kimseler, yukarıda özetlediğimiz, nebevî
gerçekleştirebilir? Doğruyu söylemek gerekirse
yönteme uygun düştüğüne inandığımız bu
bu sorunun cevabı biraz zordur. Nedenine
sistem karşıtı duruştan dolayı itham edici dilden,
gelince, ‘İslam’ın iddiaları’nı gerçekleştirmek
bunun vebalini düşünerek kaçınmalıdırlar.
öncelikle anayasaya bağlı değildir. İslam’ın temel
Biz Müslümanların, Din’i Allah’a has kılmanın
hedefi yeryüzünden fitneyi ve şirki yok etmek,
ötesinde hiçbir angajmanımız bulunmamaktadır.
kulları kullara kulluktan kurtarmak, sadece
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
119
M. Önal Mengüşoğlu Anayasanın Devir ve Iskatı Mezarlıktaki defin merasiminin hemen ardından
doksanından fazlası tarafından onaylanan
etraftaki tanıdık büyükler, arifler, bilgeler
son Anayasa metni, on yedi defa değişikliğe
toplanır; devir ve ıskat adı altında bir işlem
uğramış, bunu kâfi görmeyenler on sekizinci
yaparlardı. Mevcut veya muhtemel borçları,
sefere hazırlanıyorlar. Yapılan işlem bana
günahları düşünülerek, şakadan, evet, şakadan,
bir devir ve ıskat oyunu gibi görünüyor. Bu
bir al ver seremonisiyle ölüyü temize çıkartmaya
toplumun dindarında da, az dindarı ve hatta
çalışırlardı. Yani mesela aralarından birisi
dinsizinde de genetik olarak mevcut bulunan
cebinden bir miktar (herhalde bilinen yahut
böyle davranışları, Alev Alatlı “mış gibi yapmak”
tahmin edilen miktar) parayı ayırır, yanında
biçiminde ne güzel anlatmıştı. Şimdi de acaba
oturan birisine uzatır “aldın, kabul ettin mi”
birileri birilerini aldatma peşinde midir diye
derdi. Beriki de kabul ettiğini belirterek aldığı
kuşkulanıyoruz. Ölü başındaki ıskatta aldatılan
parayı tekrar sahibine uzatırdı. Böylece hem
herhalde sorgu sual melekleriydi; öyle ya Allah
de epeyce muteber bir topluluk huzurunda,
aldatılamayacağına göre, meleklerin gözü
ölünün borcu ıskat olmuş yani düşmüş sayılırdı.
boyanıyordu. Ya şimdi?
Elden ele döndürülmesi devir, borç ve günahtan sıyrılması da ıskat diye isimlendirilmişti hadisenin. Mezar başında gerçekleştirilen telkin de benzer bir uygulama idi. Hoca mezara dönerek ölü sanki işitiyormuşçasına (ki insanlar buna yürekten inanırdı) ona gelen melekler karşısında nasıl davranacağını, suallerine ne cevap vereceğini yeniden hatırlatır, yani bizzat ve açıktan kopya verirdi. Mezar başındaki herkes bunu işitir ve herhalde ölünün bu safhayı zararsız atlattığını düşünerek evdeki devir ve ıskat seremonisine koşarlardı. Ölüyü temize çıkartmanın, günahlarından arındırmanın, helallik vermenin gönül huzuruyla herkes rahat
Bakınız biraz daha açarsak, şurasını görmezden gelmemelidir kimse; meclise girmiş en büyük üç parti, iktidarı ve muhalefetiyle ağız birliği yaparak, başlangıç maddeleri ile ilk üç madde hakkında peşin fikirlerini beyan etmişlerdir. O maddeler değiştirilemez! Değiştirilmeleri teklif dahi edilemez! Kim, hangi akıl sahibi bu ifadelerden sonraki, hangi boyutta olursa olsun, değişiklikleri sahih ve samimi bulur? Samimiyetsizliği, tek taraflı bakışı daha en başından aşikâr görünen bir çabanın, ben ne diye bir parçası olmalıymışım? İktidardaki muhafazakâr kesim ile onların muhipleri,
bir nefes alırdı sonunda.
sanıyorlar ki böyle böyle surda gedikler açarak
Önümüzdeki süreçte, T.C. Anayasası bakımından
gizli ajandalarındaki hedefe varacaklar. Bundan
benzer bir işlem başlatılmak üzeredir. On
daha ham bir hayal olamaz. Çünkü tecrübeler
dokuzuncu yüzyılın son yarısından itibaren
bize göstermiştir ki inandığı gibi yaşamayanlar,
bu coğrafyada gündeme giren ve sayısız defa
hele kitlesel bir model sunuyorlarsa, kısa süre
yazılıp bozulan, önce Kanun-i Esasi, ardından
sonra yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar. Kaldı
Anayasa adlı bu kutsal(!) metin için arifler,
ki muhafazakârların özlemleri, gizli ajandaları da
bilgeler, akil adamlar yeni bir devir ve ıskat
esasen en fazla Osmanlıya kadar uzanır; daha
işlemi için oturmak üzeredirler. Halkın yüzde
geriye bakmayı akıl edemez, akıl etmek istemez
120
özlemini duydukları menzile, başka bir ifadeyle
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
haldedirler.
bağlı yetişmiştir. (Kürtlerin de Kürt’ün ruh
Ötekilerden ne farkları var diye sorarsanız bunlar ‘demokrasi’ yerine, ‘ileri demokrasi’, ‘laiklik’ yerine ‘gerçek laiklik’ yahut ‘kişi laik olmaz, devlet olur’ demektedirler. Ve hoş gördükleri yönetim modelinde Havra, Kilise ve Cami yan yana pekâlâ bulunabilmektedir. Hatta bu modeli İslâm’ın önerdiğini zikrederek Müslümanlar lehine not düşürmeye pek meyyaldirler. Ne var ki meselenin daha başlangıçta esaslı bir saptırmaya kurban gittiği görülmüyor veya gösterilmiyor. Bir kere Hıristiyanlık ve Yahudilik, birer mabet dinidir. Onlar için olmazsa olmazdır Kilise ve Havra. Onlarsız din, diyanet ve ayinler imkânsızlaşır. Çünkü Reşit Rıza’nın tespitiyle söylersek, Kitab-ı Mukaddes üzerinde, akıl
kökü hususundaki arayışları son zamanların vazgeçilmez gündemi değil midir?) İtikadi bakımdan başlarına getirilene fasık ve facir de olsa itaati vecibe gibi görmüşlerdir. Onlar isyan nedir bilmez, hayır, demeye alışkın değillerdir. ‘Büyüklerimiz bizden iyi bilir’ diyerek, görünmeyen bir Allah’ın yanında yer almaktansa, gözle görülen devletin yanında yer almayı asıl vazifeleri sayarlar. Milli İrade’nin bu istikamette seyrettiğini çok iyi bilen sağcı partiler, mesela Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal boşuna mı milli itibar gördüler? Yaptırdığı söylenen camide bir rekât bile namaz kılmadığı bilinen Menderes’in önünde oğlunu kurban etmeye kalkışan halk çocuğu, dindarlar arasından çıkıp gelmişti.
ve fikir veya eşanlamlı kelimelere hiç yer
Bu toplumun bir çocuğu, bir üyesi sıfatıyla, şu
verilmeden tahrifat yapılmıştır. Ve onlar birer
veya bu şekilde beni de etkileyeceği kesin olan
duygu dini olarak yaşaya gelmişlerdir. İslâm
yeni Anayasa yapma sürecinde, benim de ille
ise asla onlar gibi bir ahret dini, duygu dini,
bir şeyler söylemem gerekiyor mu; bundan
manevi cihazlanma dini filan değildir. İslâm
çok emin değilim. Ama sanki bıçak kemiğe
tabir caizse bir cami yahut mabet dini de
dayandı gibi geliyor bana. Hiç konuşmadığım
değildir. Hatırlayın, Hayrettin Karaman hoca
bir hususta artık konuşmalıymışım gibi bir
gazetedeki köşesinde, İslâm hâkimiyetindeki
hissin baskısı altındayım. Bu sebeple yazdığımın
sokakların kuralından söz edince, insanlar
bilinmesini istiyorum. Bilinmesini istiyorum
nasıl ayaklanmış, onu bombardımana tabi
ki tam manasıyla sıfırdan başlanabilecekse,
tutmuşlardı. Hatta muhafazakâr yazarlar da
değiştirilmesi teklif dahi edilemeyenler de teklif
aynı tavrı göstermişlerdi. Kimisi de etkisini
edilebilecekse, herkes sahici görüşünü, inancını,
hafifletirim düşüncesiyle zengin tevillere
düşüncesini hiçbir baskı ve sakınma olmaksızın
kalkışmıştı. Nedendi bütün bunlar? Çünkü salt
ortaya koyabilecekse, yapılanın bir değişim
mabet, duygu, ahret ve manevi cihazlanma dini
olduğuna ancak o vakit inanırım.
olmayan İslâm, hayatın her sahasına dair ilke ve prensipler getiriyordu. Sosyal ve siyasal hayata doğrudan müdahil bulunuyor ve insanlara Anayasa’larının ne ve nasıl olması gerektiği
Kendimden başlayayım. Kırk yıldan bu yana düşünce, yazı ve sanat hayatı içerisindeyim. Yokluklar ve varlıklar gördüm. Diplomalarımla
hususunda rehberlik ediyordu.
alakalı bir iş yapmadım. Kendimce mütevazı bir
Eğer İslâm’ı da tıpkı Hıristiyanlık ve Yahudilik
son beyi Halil Bey’in oğlu olduğuna göre
gibi mabetlere hapsederseniz, müminlerine
epeyce Türk birisiydim. Eğer bu ülkede
laikliği benimsetmeniz kolaylaşır. Nitekim
Kemalist Cumhuriyet kurulurken Anadolu’yu
bir nice zamandan beri dayatılan, öğretilen,
Müslümanlaştırma ve de Türkleştirme gibi bir
aşılanan resmi söylem bundan başkası değildir.
politika güdüldüğü doğru kabul edilecekse,
Hele bu söylemi dindar yöneticilerin ağzıyla
benin mevkiim hayli yukarılarda bulunmalıydı.
halka sunarsanız, yüzde ellinin üzerinde oy
Her ikisi de vardı bende, hem Müslüman hem
almanız işten bile değildir. Zaten Türkiye
de Türk’tüm. Peki, neden acaba yazarken
dindarı genetik bakımdan buna hazırdır.
ve yaşarken bu ülkedeki mevcut statüko
Onun dindarlığı hoşgörü felsefesi üzerine
karşısında kendimi bir eşcinsel kadar bile hür
bina edilmiştir. Toplumun ezici çoğunluğu
hissedemedim? Masonlar mı daha rahat yaşıyor
milliyetçi maneviyatçıdır. Türk’ün ruh köküne
ve konuşuyorlardı yoksa ben mi? Hatta sesimi
ticaretten emekli oldum. Babam Mengüceklerin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
121
yani Müslüman’ca sesimi azınlıklar kadar yüksek
Müslümanlık arasındaki uçurumdur. Bu da ayrı
perdeden kullanabildim mi; kullanabilir miydim?
bir tartışmalı bahistir.
Bırakalım geçmişi, şimdilerde bana daha yakın olduğu söylenen mevcut iktidar döneminde bile Aleviler, Ermeniler, sosyalistler, liberaller miktarınca düşünme, inanma ve davranma
“Türkiye AKP öncülüğünde bir değişim yaşıyor. Asker, yargı ve bürokratik vesayet yıkılmaya, bütün çeteleri ile derin devlet
hürriyetim var mı sizce ey ehli insaf?
ortadan kaldırılmaya, ulus-devlet anlayışı
Başıma gelenler, bana reva görülenler,
devleti olması ve “efendi devlet” anlayışının
Müslümanların çektiği acılar hususunda,
yerini “hizmetkâr devlet” anlayışının, “devlet”
yanılmış olma ihtimalimi her zaman saklı
merkezli yaklaşımın yerini “vatandaş” merkezli
tutarak, iki temel baskıdan söz edebilirim. İlki
yaklaşımın alması amaçlanıyor. Bütün sıkıntıları
bugünkü muhafazakârların toplumu yeniden
ile birlikte değişim süreci anayasanın kapısına
taşımak istedikleri Osmanlıcılıktır. Bana
dayanmış bulunuyor.” Anayasa Soruşturması
Osmanlıcılık ne yapmış olabilir? Osmanlı bir
çerçevesinde sunulan yukarıdaki girizgâh
saltanat rejimiydi. Asırlar süren ömrü boyunca
cümleleri üzerinde düşünelim. Evet, önceki
saltanat marazını bütün toplum katmanlarına
yönetimlerle mukayese edildiğinde sahiden AKP
yaymıştı. Ailede kadın ve çocuklara karşı,
iktidarı öncekilere çok ciddi bir fark atmıştır.
askeriyede yüksek rütbelilerden düşük
Teslim etmek gerekir ki iktisadi hayattan,
rütbelilere karşı, sivil hayatta yukarıdan aşağıya
dış politikaya, sosyal adaletten din ve vicdan
doğru, hülasa her sahada baskın bir sulta
hürriyetine kadar birçok basamakta ilerlemeler,
düşkünlüğü mevcuttu. Bu sade, dürüst ve
hem de daha ziyade azınlıklar, ötelenmişler
namuslu insanların şahsiyet geliştirmesine mani
bakımından gelişmeler olmuştur. Kısa vadede
bir rejimdi. Sanat da bu sebepten gelişmemişti.
bu gelişmeler elbette iyidir de. İnsanlar kısmen
Varsa yoksa askerlik en revaçta meslekti. Öyle
rahat nefes alacaklar, kendilerini savunacaklar,
ki şairleri bile “paşa” lakabıyla anılmaktan
artık sahici insan yerine konacaklar,
onur duymaktaydı. İşte bu toplumun ruhuna,
öncekilerin zulmünden, horlamalarından,
genlerine sinmiş saltanat düşkünlüğü, bana
küçümsemelerinden kurtulacaklar v.b.
reva görülen muamelenin birinci sebebiydi.
Devlet kapıları eskisine nazaran daha da
İkinci sebep ise sayın başbakanın pek düşkün
şeffaflaşacak, tamam. Peki, sonra ne olacak?
olduğu, hatta öteki Müslüman coğrafyalara ihraç
Azınlıklar, eşcinseller, sosyalistler, kapitalistler,
etmeye kalkıştığı laikliktir. Hani şu yeni anayasa
Kemalistler, zinakârlar, sarhoşlar, Hıristiyanlar,
yapılırken değiştirilemez, değiştirilmesi teklif
Yahudiler ve Müslümanlar bir arada büyük bir
dahi edilemez olan madde var ya, işte o. Bu
hürriyet ortamında kardeşçe yaşayıp mutlu
durumda beni hangi yüzle yeni anayasa yapma
olacaklar öyle mi? Böyle bir dünya mümkün
sürecinde bir aktör olarak kullanacaksınız? Nasıl
mü gerçekten; buna hangi akıl sahibini
bir rol vereceksiniz? Cellâdıma gülümsememi
inandırabilirsiniz?
istemekten ne farkı vardır bu talebin? Elbette yanılıyor olabilirim. Lakin hissiyatımı aktarmaktan da kendimi alıkoyamıyorum. Ben
değiştirilmeye çalışılıyor. Devletin, hukuk
Bu memleketin kadim inanç ve kültürüne mührünü basmış öyle telakkiler vardır ki, bütün
böyle düşünüyorum.
yerli değerlerin değiştirilmesini düşünen en
Beni bırakın, görüşlerini tasvip bile etmediğim
kurtulamamışlardır. Tekke ve zaviyeleri
Salih Mirzabeyoğlu ile Mehmet Haberal’ı
ortadan kaldıran Kemalist rejim, neden acaba
veya gazeteciler Mustafa Balbay ve Tuncay
Mevleviliğe özel bir ihtimam göstermiştir?
Özkan’ı karşılaştıralım. Hapishanede sizce aynı
Mesela bu memlekette Bektaşiliğe tanınan
muameleye mi maruz kalmaktadırlar? Değil mi;
toleransın Numan Bin Sabit’in gerçek fikirlerine,
neden? Mirzabeyoğlu ‘şeriatçı’dır diye mi? Şunu
Selefiliğe, Mutezileye niçin layık görülmediği
söylemeye çalışıyorum ki Türkiye’nin çoğunluğu
ciddi bir merak mevzuudur. Söz gelimi Nurcular,
azınlıklar kadar bile hür değil. Bir başka
mason, Kemalist ve liberallere nasıl oluyor da
husus, çoğunluk ile sahih Müslümanlar ve de
Hamas’tan, İbn-i Teymiyecilerden daha yakın
122
devrimci karakterler bile onların büyüsünden
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
durmaktadırlar? Bilenler bilirler, orta ve kuzey
tür İslâm ile olan husumeti gizlenemez. Kendi
Avrupa’da Osmanlı kalıntısı Halveti ve Bektaşi
yetiştirmeleri sayılan AKP kadrosu ile bile
tekkeleri vardır. Komünistlerin en ceberut
neler yaşandığı unutuldu mu? Bunu yalnızca
zamanında, kimi kavimler Sibirya’ya sürgüne
bir siyasi rekabet sananlar çokça aldanırlar.
gönderilip ölüme terk edilirken, bu tekkeler açık
Bu açıkça bir zihniyet çatışmasıydı. Zira AKP
kalmış ve faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Hiç mi
kadrolarında yenilikçi İslâm düşüncesini
üzerinde düşünmeye değmez?
paylaşanlar da mevcuttu. Evet, AKP kadroları
Gelelim Türkiye’deki kısmi iyileşme hatta İslâmileşme meselesine. Malum, Cumhuriyet kurulurken her ne kadar Anadolu’nun Türk ve Müslüman dışı unsurlardan temizlendiği söyleniyorsa da, esasen yasal anlamda bir İslâm’dan uzaklaştırma faaliyeti başlatıldığı artık gizlenemiyor. Hatta çağdaşlaşma, Batılılaşma, medeniyet seviyesine erişme uğruna terk edilmesi gereken ilk bağlılığın, din yani İslâm olduğu kimi mahfillerde resmen tartışılmıştır bile. İşte bu tezadın da aydınlığa kavuşturulması lazımdır ki, “Anayasa değişikliği sürecinde Müslümanların duruşu ne olmalıdır” suali sağlıklı biçimde cevaplandırılabilsin. Bir gerçek var, Türkiye’deki Müslüman idrak, kırk yıl evveline göre çok ciddi bir olumlu mesafe almıştır. Bunu sağlayan kim ve nedir? Erbakan’ın kurduğu parti, yarı açık biçimde faaliyetini sürdüren tarikat meclisleri ne ölçüde rol oynamıştır bu gelişmede? Hatta Erbakan’ın da varlık sebebine bakıldığında görülecek faktör hangisidir? Gelişmeyi siyasi ve sosyal bilinçlenme olarak görür ve değerlendirirsek gelenekçi, muhafazakâr çevrelerin rolü son derece azalacaktır. Bugünden durup bakıldığında da karşımıza İslâm’ın yenilikçi ruhunu taşıyan simalardan başkası çıkmaz. Hemen Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh, Reşit Rıza, Mehmed Akif, Muhammed İkbal’i hatırlarız. İyi ama Erbakan zihniyeti Afgani gibileri reformist olarak suçluyor ve öteliyorlardı. (Kaldı ki bence tüm yeni siyasal hareketlerin Müslüman dünyadaki tetikleyicileri bu yenilikçilerdi, Erbakan’ınki bile onlardı.) Öyleyse denklem nasıl kurulacaktır? Acaba Erbakan gibileri erken davranarak yükselen değerden rol mü kapmışlardı? Yanlış anlaşılmasın, elbet onların sahiplendiği din de İslâm idi. Ne var ki bu başka bir İslâm gibi görünmekteydi. Boşuna mı insanlar ‘hangi İslâm’ diye sorup durmaktadırlar? Üstelik bir vakıadır ki Erbakan ve onun siyasi zihniyetinin Türkiye’deki bir
öncekilere göre bir adım daha öndedirler, haklarını teslim etmek lazım. Ancak bu durum yine de ihtiyatla karşılanmalıdır. Zira onların da zihniyet itibariyle sahih İslâm noktainazarından ciddi maluliyetleri gözlenmektedir. Elbette bir art niyetten söz etmiyoruz. Ancak onlar da Erbakan’ın yanlış ve erken bir zamanda açtığı yoldan yürüyerek “bir Müslüman’ın laik ülke yönetimine talip” olabileceğini ispatla meşguller. Bunu yerine getirirken neleri yitirdiklerini, ne yeni alışkanlıklar edindiklerini, yanlışın rol modelliğine soyunarak daha nicelerini şaşırtacaklarını, böylece hangi tehlikeli vadilere kayacaklarını da bilmem ki düşünürler mi? Şu bir gerçektir ki Müslüman dünyadaki mevcut uyanışın, dirilişin, silkinişin, ayaklanışın önderleri asla mistik çevreler olmamıştır. Ve zaten bu çevrelerin ortaya koyacağı yeni ve taze fikirleri de yoktur. En çok yeni Osmanlıcı bir modeli önerebilmektedirler. Bütün İslâm âleminde mevcut diriliş soluğunu tetikleyen Afgani, Seyyid Kutup, İzzetbegoviç gibi düşünce ve eylem adamlarıydı. Kim bu dirilişi Genon, Seyyid Hüseyin Nasr yahut Abdulkadir es Sufi’ye bağlayabilir ki? Peki, Türkiye’de siyasal iktidara talip olup onu eline geçirenlerden hangisi hadisenin farkındadır? Olsa olsa bu yenileşme ve diriliş cereyanının kendileri de ufak bir parçasıdırlar. Ne kendileriyle başlamıştır ne de onlarla bitecektir bu hareket. Bütün bu çerçevede düşünüldüğü vakit, başa dönerek söylersek evet, AKP de mevcut satranç oyununda nihayet bir piyondur. Ne var ki dünyadaki gelişmeler, yıpranmış yığınla ideolojinin sonuna işaret etmektedir. Bu anlamda Tarihin Sonu tezinin Batılı egemen zihniyet bakımından ciddi bir hakikat payı vardır. Hatta Medeniyetler Çatışması kehaneti üzerinden de bir yerlere varmak mümkündür. Son sözünü söylememiş olan kesim yalnızca Müslümanlardır. Çünkü onlar, son birkaç yüz yıldan beridir daha ilk sözlerini de söylememişlerdir. Ancak bütün
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
123
dünya görüp durmaktadır ki Müslümanlar
toplumun da bu anlamda bir bahar yaşadığının
müthiş bir enerji biriktirmeyi sürdürüyorlar.
yakın tanığıyım. Ama bu gelişmeyi memleketteki
Baş düşmanları, Haçlılar, Siyonistler, onların
sağcı, muhafazakâr, hadi onu da sayalım dindar
tekerine çomak sokmayı pek başaramayacak
iktidarlara yormak, belki o iktidarlar vasıtasıyla
gibi görünüyorlar. Ne ki yine ve hala, önceleri
kimi imkânlara erişmişlerin yorumudur. Ben
olduğu gibi, Müslümanların en büyük hasımları
tersini düşünerek diyorum ki laik bir ülkede
maalesef bu sefer de Müslümanlardır.
iktidar oyununa soyunmayıp kendini ilmen,
Muhafazakârlıkla, liberallikle, hoşgörü
ahlaken, itikaden onarmaya çalışsalardı, gelişme
felsefesiyle, ham hayalcilikle, maneviyatçılıkla,
bugün yaşadığımızın birkaç misli hacimde
mistisizmle, neo Osmanlıcılıkla, ölü sevicilikle,
olurdu. Şimdilerde kavgalara sebebiyet veren
mış gibi yapma samimiyetsizliğiyle duranlar,
abdestli kapitalizm yahut sol İslâm gibi abuk
ilerleyenleri çelmelemektedirler. Türkiye’de
sabuk tartışmalar da gündemi işgal etmezdi.
erken zamanlarda resmi iktidara talip olmakla Erbakan’dan başlayan süreç, İslâmileşmeyi hızlandırmak şöyle dursun geriletmiş, yanlış istikamete kanalize etmiştir. Kanaatim odur ki son kırk yılda ülke yönetimi Kemalist zihniyete bırakılsa ve Müslümanlar şu erken iktidarlara ümit bağlayıp zaman harcamasalardı, bugünkünden daha ilerilerde olacaklardı. Bugün de mevcut sistemin açıklarını kapatmak, yırtıklarını yamamakla uğraşmak yerine, sahih bir idrak ve ahlakın yaygınlaşmasına çaba harcarlarsa, daha emin adımlarla menzile yaklaşırlar diye düşünüyorum. Halkın, elit tabakanın ve siyasilerin de ihtiyacı bu istikamettedir. Ben idraki, bireysel ahlak, sahih amentü ve Salih amel hala Müslüman kitlenin en
Eski anayasanın ölüsü başındaki devir ve ıskat alışkanlığı faaliyetine ibretle bakarak ben diyorum ki, Müslümanlar, bu gündemi siz tayin etmediniz. Bu sizin meseleniz değildir. Ben niye ‘temkinli’ ve ‘mesafeli’yim biliyor musunuz? Çünkü aynı yılanın deliği önünde ikinci, üçüncü defa sokulmaktan Allah’a sığınıyorum. Hatırlayın Demokrat Parti, Adalet, Milli Nizam, Refah, Fazilet, Saadet, ANAP, Adalet ve Kalkınma Partisi her zaman sizinle ayakta durdu. Varılan noktada elbet geçmişe nazaran kısmi iyileşmeler görünüyor. Peki, bunu mevcut partilerin çalışması yerine küreselleşmeyle, dünyadaki paralel iyileşmeler ve gelişmelerle neden açıklamayasınız? Hatta Allah’ın lütfu olarak niye
büyük problemi olarak gündemi sarsmaktadır.
görmeyesiniz? Allah mazlumların gönlünü gördü
“İçinde yaşadığımız toplumun yaşadığı
bir süvarisiniz anladım, lakin altınızdaki bineğin
ve yaşamakta olduğu sorunlar mevcut
seyisi ve sahibi başkasıdır. Korkarım o sizi asıl
anayasadan kaynaklanıyor” iddiasına beni
sahibinin ahırına doğru sürüklemektedir de siz,
kimse inandıramaz. Kendi güzelliğini kendi
gafletten, en çok da iktidar sarhoşluğundan
eliyle bozmuş bir toplumdur aralarında
ötürü kendi menzilinize taşındığınızı
yaşadıklarımız bence. Mesela muhafazakârların
sanıyorsunuz. Sayıyla kendinize gelin, derim.
yeniden örnek almak istedikleri Osmanlıdır asıl müsebbip. Ulus devlet gibi yanlış bir modelden kaçmak isterken insanlar neye yakalandıklarını görmez durumdalar. Bir kere en fazla millet iradesinden söz edenler, bakıyorsunuz halktan hakikatleri en ziyade saklayanlardır. Halkı geri zekâlı farz ederek illa da bir mürşide bağlamak isteyenlerdir. Geçmişe göre yani Osmanlıya göre bu memlekette şimdilerde daha sahih bir İslâm idrak ve anlayışı gelişmektedir. Artık bütün engellemelere rağmen halk da düşünmektedir. Sudanlı Turabi’nin ifadesiyle söylersek, “içtihat sokağa inmiştir.” Tıpkı siyasal anlamda yaşanan Arap Baharı gibi bizim arasında yaşadığımız
124
artık belki de, niçin böyle düşünmeyesiniz? Siz
Mevcut gündemle irtibatsız gelişen İslâmileşmeyi bir kenara bırakır ve gündemi benimseyenlerin yaşama modeline bakarsak ne görürüz? Mali mükellefiyetlerden söz açtığınızda, zenginlerin rahatsız olduğunu görürsünüz. Adı en çok İslâmcı’ya çıkmışların yüz kızartıcı suçtan maluliyetlerine rastlarsınız. Fikri mükellefiyet konuşulduğunda, ibadete dalan cahiller önünüzü keser. Herkes dininin adamıdır demişseniz; kanaat önderleri, sultaları sarsılmaması için, “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” diyerek sizi dinsiz, mezhepsiz yaftalarıyla karalayabilirler. Malayani ve haramlardan sakınmayı önerdiğinizde ise sarhoş Müslüman sanatçıları
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
savunanları karşınızda bulursunuz. Halkın dini
içerisinde bulmuşlardır. Demem odur ki
ile Hakk’ın dini çatıştığında, halktan hakikati
Müslüman münevverler tarafından uzun
gizleyenler ortaya çıkar ve maalesef mevcut
çalışmalar, düşünmeler, içtihatlar sonrasında
gündemin imanına sarılarak halk ile Hakk’ın aynı
alınan bir kararla sorumluluk yüklenmiş
dili konuştuğunu söyler, sizi şaşırtırlar.
değillerdir. Yeni ve Avrupai tabirle söylersek
Din’i yani İslâm’ı bütün sosyal ve siyasal hayattan uzak tutacak, onu tıpkı muharref Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi bir manevi cihazlanma unsuruna dönüştürecek, benden de böylesi bir gündemin parçası
ortaya bir nevi konjonktürel olarak, sanki dünya dengeleri öyle gerektirdiği için sürülmüşlerdir. İşte sırf bu sebepten bile olsa, aralarında bulunma ihtimalim her zaman varken ben orada yok(t)um.
olmamı isteyeceksiniz. Ben yokum. Mevcut
AKP kadrolarındaki arkadaşlarımı incitmek
anayasanın ne devrinde ne de ıskatında
değildir asla maksadım. Birçoğunun dürüstlük
bulunmak istemeyenler, yılanın yaşadığı aşikâr
ve samimiyetinden şüphelenmeye sebep
bulunan delikten bir kere bile sokulmaktan
de yoktur. Ancak samimiyet ve dürüstlük,
sakınan, temkinli ve mesafeli davranmayı ilke
sürdürülen politikanın, takınılan tavrın Allah
edinenlerdir. AKP kurucularının münferiden
nazarında meşruluğuna yeterli delil teşkil
samimi, temiz, şaibesiz, öncekilere göre daha
etmiyor. Anayasa sonuçta hem de bence alelade
şeffaf ve daha dindar olmaları, yürüttükleri
bir araçtır. Aracı kullanan el, eli kullanan irade
siyasal hareketi ve yöntemlerini tek başına
hepsinin üzerindedir. Şimdi söylesinler bana,
haklı kılmaz diye düşünüyorum. Onlar görünen
yeni anayasa yapılırken riyasız, nizasız, peşin
evrensel İslâmi gelişme ve iyileşmenin bir
yargısız, gizli ajandasız müşterek bir irade var
parçası olmaktan ziyade, Türkiye’de mevcut
mıdır orta yerde? Yoksa eğer, ben diyorum ki
gündelik karmaşanın iyileştirilmesi rolündedirler.
böylesi bir rahimden diri değil, ölü cenin doğar.
Bir çoğu kendilerine kefil olacağımız insanlardan
Onun devir ve ıskat töreninde bulunmak bana
mürekkep kadronun sürdürdüğü hareket
kendimi inkâr gibi gelmektedir. Her şeyin en
kendileriyle başlamamış, önceden ve spontane
doğrusunu bilen Allah’tır. Hakikatler O’na,
olarak doğmuş, onlar kendilerini hareketin
kanaatlerde yanlışlar varsa bana aittir.
Hüseyin Sarıgül Soru1: Anayasa, son zamanlarda üzerinde en çok
geniş kitlelerin, kendi içinde çok farklı anlayış,
konuşulan konulardan biridir. Toplumu oluşturan her
tavır ve fraksiyonlara sahip olduğunu biliyoruz.
kesim, bu konuda olaya dahil olmaya, etki etmeye
Yeni anayasa konusundaki tutumda da durum
ve mümkünse yönlendirmeye çalışıyor. Kimileri görüş
farklı değil. Nitekim İslami kesimin bilinen
beyan ediyor, kimileri taslak sunuyor. Ancak İslam’ı bir
genel duyarsızlığına rağmen bir kısım çevrelerin
hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanların, bu sürece
kısmen de olsa anayasa konusuna olan ilgileri
temkinli/mesafeli yaklaştıkları gözleniyor. Müslümanların
bilinmektedir. Yeterli olmamakla beraber, bu
duruşunu nasıl değerlendiriyor, konuya dahil oluşlarını
tabandan beslenen siyasi parti, sendika, STK ve
yeterli buluyor musunuz?
bazı cemaatlerin yeni anayasa konusuna olan
Öncelikle “Müslümanlar” diye
duyarlılıkları inkâr edilemez.
tanımlayabileceğimiz toplum kesimlerini,
Ancak bütün bunlara rağmen ‘İslami kesimden’
bütün genellemeler gibi tek cümlede tarif
şayet dindar ana gövde kastediliyorsa,
etmenin doğru olmayacağını düşünüyorum.
unutmayalım ki zaten bu kesimler öteden beri
Zira ‘İslami kesim’ diyebileceğimiz oldukça
‘Müslüman’ sıfatından ziyade ‘Muhafazakâr’
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
125
veya ‘Milliyetçi-Muhafazakâr’ olarak
Bir diğer neden ise, yaşanan 28 Şubat sürecidir.
tanımlanmaktadırlar. Bence de bu geniş
Anlaşılıyor ki biz Müslümanlar, bu süreçte
dindar kesimlere Müslümanlıktan daha ziyade
yeterince tehdit ve tedip edilmişiz! Nitekim
yakışan sıfat, Muhafazakârlıktır. Özelliklede
Müslümanlar o süreçte yaşadıkları sindirilmişlik
siyasal açıdan baktığımızda… Bunlar değişim
psikolojisini hala üzerlerinden atabilmiş değiller.
taleplerinden ziyade müesses düzene entegre
Nitekim herkesin taleplerini maksimize etmeye
olmuş, sistemle zımnen sözleşmiş, hatta
çalıştığı bu yeni süreçte, yalnızca Müslümanlar,
Kemalizm’in günahlarını kazanım olarak gören,
hak ve özgürlük taleplerindeki çıtayı oldukça
apolitik yığınlardır. Bunların ne değişim, ne de
aşağı çekmiş durumdalar.
yeni anayasa diye fazla bir dertlerinin olduğunu sanmıyorum. Siyaset ekâbirleri hangi telden çalıyorsa, ona ayak uydurmaya alışıktırlar. Bir de bunların dışında kalan küçük çapta grup, cemaat ve STK formatında çevreler de var ki, belki de bunları daha çok konuşmak gerekir. Zira bunlar sistemle daha sorunlu, siyasal anlamda daha radikal, statükodan bizar, dolayısıyla değişim talepleri de daha belirgin olan kesimlerdir. Bunların, İslami kesimin en özgün ve bireysel düşünebilen, entelektüel kapasiteleri yüksek kesimi olduğunu da belirtmek gerekir. Dolayısıyla eğer İslami kesimin yeni anayasa konusundaki talep ve duruşundan söz edilecekse, dikkatlerin öncelikle bu kesime çevrilmesi gerekir, derim.
Bu rejim, bunu hep yapıyor. Önce değişik kesimlerin her şeyini elinden alıyor, onları aşağılıyor ve nefessiz bırakıyor… Daha sonra da onlara nefes alabilecekleri ufak pencereler açıyor. İşte bu kadarı bile o kitleye ziyadesiyle yetiyor… Onlara bu ufak alanı büyük bir nimetmiş gibi sunan rejim, ondan sonra rahatlıkla onların kalbini, zihnini ve desteğini kazanabiliyor. Denebilir ki kendilerine bu nimeti sunanlara, kitleler, adeta tapıyor! Nitekim 1930’lu yıllarda yasaklanan ezan ve Kur’an’ın serbest bırakılması, bu güne kadar geniş yığınların gözünde rejimi meşrulaştırmaya yetmedi mi? Şimdi de aynı şey yapılmak isteniyor. 28 Şubat sürecinde uygulanan başörtüsü yasağı ve İmam Hatiplilere
Bütün bunlardan sonra Müslümanların yeni anayasa konusundaki tavır ve düşüncelerinin ne olduğunu toparlamak gerekirse, özetle, çok yetersiz olduğu söylenebilir. Bunun birinci nedeni, iktidarda AK Parti gibi Muhafazakâr bir partinin olmasıdır, denebilir. Özellikle, az önce ifade etmeye çalıştığım ana gövde, AK Parti iktidarına sonsuz bir güven ve teslimiyet içinde görünüyor. Onlara göre; AK Parti onlar için her şeyi düşünüyor, yapılabilecekleri ve yapılması gerekenleri de zaten yapıyor. Şayet buna rağmen yapılmayan bir şey varsa, ya zaten onun yapılmaması gerekiyordur veya henüz zamanı gelmediği içindir. Bu doğru zamanın ne zaman olduğunu en iyi bilen de şüphesiz yine hükümettir. Hal böyle olunca da, hükümete rağmen sahada çalışmak hatta düşünce üretmek; hükümetin
üniversiteye girmede uygulanan zorluklar gibi oldukça hart bazı yasakların yumuşatılması, Müslümanların sesini soluğunu kesmeye yeteceğe benziyor. Hâlbuki Müslümanların artık çekinmeden, özgürce ve yüksek sesle, anayasa konusunda ne istediklerini ortaya koymaları gerekir. Müslüman kitle, artık kendi kendine oto sansür uygulayan mahcup bir kitle olmaktan çıkmalıdır. Yeni anayasanın konuşulduğu bu vasat, talep kontrolü ve stratejisinin yapılacağı bir zaman değildir. Herkes gibi Müslümanlar da taleplerini, yalnızca başkalarının hak ve özgürlük alanlarına girmemek şartıyla, sonuna kadar dillendirmeliler. Birilerinin, “siz de çok oluyorsunuz!” demesinden çekinerek taleplerimizi minimize etmemeliyiz. Zira talep etmek, bir şeyi elde etmenin ilk şartıdır.
elini bozmak, işini zorlaştırmak hatta saygısızlık
Üçüncü nedenin ise Müslümanların zihniyet
olarak algılanabiliyor. Yalnız bu geniş yığınlar
sorunu olduğunu düşünmekteyim ki, kanaatimce
da değil, okur-yazar gibi görünen birçok
esas sorunsal da burada zaten. Genel olarak
Müslüman’ın bile, AK Parti iktidarının rehavetine
biz Müslümanların doğru dürüst bir siyaset
kapıldığını üzülerek görmek mümkün.
felsefemizin olmadığını düşünüyorum. Öteden
126
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
beri Müslümanlar siyasete, sistem kurma ve
zorundadır. Tıpkı Peygamber (A.S) efendimizin
meşruiyet üzerinden değil; ‘iyi adam’ miti
öncülüğünde Medine’de oluşturulmuş olan
üzerinden bakmışlardır. Bu da Müslümanları
meşhur Medine Vesikası gibi. Bundan dolayıdır
zihniyet itibariyle demokratik bir yönelimden
ki Müslümanların çoğulculuk diye bir problemi
ziyade pederşahi anlayışlara sürüklemiştir.
olamaz. Maalesef bugün çoğulculuğu problem
Kanaatim odur ki bugünün tartışma konusu,
gibi algılayan Müslümanların, kesinlikle İslami
‘nasıl bir anayasa’ yerine, ‘başkan kim olsun’
bir zihne sahip oldukları söylenemez. Çoğulculuk
şeklinde olsaydı, yani ‘sistem’ yerine ‘adam’
İlahi bir hikmet olup, İslam’ın öngördüğü siyasal
konuşuluyor olsaydı, Müslüman kamuoyunun
meşruiyetin de temelidir. İslami referanslarla
ilgisi de çok daha fazla olacaktı! Hal böyle
düşünen bir Müslüman zihni, her zaman bireyin
olunca da, bu zihin kodlarıyla Müslümanların
otonomluğunu da kabul etmek zorundadır. Zaten
yeni anayasa tartışmalarına yeterli ilgiyi
‘bireyin doğuştan otonom olduğu, hiçbir şekilde
göstermeleri tabiatıyla kolay olmuyor.
itaate icbar edilemeyeceği ve doğal haklar
Nitekim Müslümanların en politik ve entelektüel görünen kesimlerinin bile, diğer birçok konuda olduğu gibi, çoğu kez fikir ve önerilerinin
konusunda eşit olduğu’ fikri kabul edildiğinde, İslam’ın nasıl bir çoğulculuğu öngördüğü de rahatlıkla anlaşılacaktır.
oldukça soyut ve karşılıksız olduğunu
Laikliğe gelince; itiraf edelim ki biz
görürsünüz. “İslam gelecek, dertler bitecek”
Müslümanların en sorunlu olduğu siyasal kavram
sloganı, artık bugün kimseyi tatmin etmeye
laikliktir. Tabi ki burada laikliği savunacak
yetmiyor. Müslümanların, nasıl bir devlet
değilim ama kavramları rahat anlayabilmek
veya nasıl bir anayasa istedikleri konusunda
için bazen mefhumu muhalifinden bakmak
net ve anlaşılır olmaları gerekiyor. Somut,
kaçınılmaz oluyor. Nitekim böyle baktığımızda,
tutarlı, sistemli ve ayakları yere basan bir fikre
laikliğin, teokrasinin karşıtı olduğunu görürüz.
sahip olduğumuz konusunda güven vermek
Batı dünyası kendi tarihi tecrübesi içinde
zorundayız.
teokrasiye karşı vermiş olduğu mücadelenin adını laiklik olarak koymuştur. Bu fenomenin
Soru 2: Mevcut TC. Anayasası ideolojik bir anayasadır.
İslam dünyasında tam karşılığının olmadığı
Sorunların birçoğu da onun bu özelliğine bağlanmaktadır.
ortadadır. Ancak bütün bunlarla beraber bizlerin
İdeolojisiz bir anayasa mümkün müdür? Liberaller
de siyaset-din ilişkisi konusunda zihnimizin
liberal, Kemalistler Kemalist, laikler laik bir anayasa
fazla net olduğu da söylenemez. Burada
talep ederken; İslam’ı bir hayat nizamı olarak kabul eden
söylenebilecek doğru şey bence şu olmalıdır;
Müslümanlar da anayasanın kendi renklerini taşımasını
“herkes kendi yaratanına tapsın.” Evet; madem
talep ediyorlar. Bu konudaki değerlendirmeleriniz
insanı Allah, devleti de insan yarattı; o halde
nelerdir?
insan Allah’a, devlet ise insana tapmalıdır.
Anayasa, bir ülkede yaşayan bütün bireylerin kendi aralarındaki ortak sözleşmesidir. O toplumda yaşayan bütün inanç, etnisite, kültür, sosyal sınıflar gibi değişik kesimleri içine alan, onların hak ve özgürlüklerini koruyan ortak bir metindir. Dolayısıyla tabi ki herkese eşit mesafede, tarafsız ve ideolojisiz olmak zorundadır. Hiçbir ideoloji, inanç ve etnik aidiyete dayanmamalıdır. Dolayısıyla ne
Devlet bu hiyerarşiyi bozmak suretiyle, insanı atlayarak direkt Allah’a tapmaya başladığı zaman, emirlerini de insan yerine direkt Allah’tan alır ve döner insanı yönetmeye kalkışır… Hayır! Devlet hesabını Allah’a değil, insana verir. İnsan ise devletin yapıp ettikleri de dâhil, bütün hesabı Allah’a verir. Sonuç olarak devlet, Allah nazarında bir şahsiyet değil, tam tersine bir insan amelidir…
Kemalistlerin, ne Müslümanların, ne Türklerin
“Din devleti ile dindarın devlet”inin farklı
ne de bir başka unsurun anayasayı kendilerince
şeyler olduğunu bilmek durumundayız. Din
belirleme gibi bir hakları olamaz. Ancak doğru
devleti, insanı yönetir; dindarın devleti ise
bir anayasa aynı zamanda o toplumda yaşayan
insan tarafından yönetilir. Hangisini istediğimiz
her kesimin inanç, kültür, ideoloji, etnik
konusunda zihinlerimiz net olmak zorundadır.
kimlik gibi farklılığına yaşam alanı da açmak
Biz Müslümanların yapması geren şey, bireyin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
127
içinde özgür ve eşit şekilde yaşayabildiği ve
bir beraberlik olur. Tabiri caizse, bu birlikteliğin
yönetime katılabildiği bir yapı oluşturmaktır.
İslami anlamda nikahı batıldır!..
Bunun adı Batı’da demokrasi olabilir, bence de bir sakıncası yok. Ama şayet bu isimden rahatsız olan birileri varsa, dileyen dilediği ismi koymakta da serbest olmalıdır… Bu konuda özetle şu söylene bilir; ön şartı laiklik olmayan demokrasi veya ön şartı demokrasi olan laiklikle Müslümanların hiçbir sorunlarının olmaması gerektiği kanaatindeyim.
Soru 4: Bu konuyla ilgili dikkat çekmek/vurgulamak istediğiniz, değerlendirmelerimizi kolaylaştıracak başka bir nokta ya da noktalar var mıdır?
Liberal düşüncenin öncülerinden kabul edilen John Locke derki; “bir devleti, halkı istediği zaman yıkıp yeniden kurma hakkına sahip olmadığı sürece, o devlet meşru değildir.”
Soru 3: Anayasa, bir toplumun en üst ve temel
Ben bir Müslüman olarak tabi ki İslami
metnidir. İslam ise yeryüzünde iddiaları olan bir
referanslardan da hareketle bu düşünceye
dindir. İslam’ın iddiaları ile anayasa arasında nasıl bir
sonuna kadar katıldığımı belirtmek isterim.
ilişki kurulabilir, nasıl bir anayasa İslam’ın iddialarını
Yine eğer biri bize herhangi bir devleti yıkıp
gerçekleştirebilir?
yeniden yapmamız için teslim etse, orada
Daha öncede ifade ettiğimiz gibi anayasa, aynı ülkede bir arada yaşama iradesi olan bireylerin birbirlerine karşı hak ve sorumluluklarını ve devlete yükledikleri görevleri belirleyen ortak bir sözleşmedir. Bu anlamda en üst metindir. Ama bu üstünlük iddiası, o toplumda yaşayan bireylerin veya toplumların kendi özel inançlarından daha üstün veya daha aşağı olması anlamına da gelmez. Aynen Medine sözleşmesi gibi… Medine Vesikası’nın, Kur’an’dan üstünlüğü veya aşağılığı nasıl ki tartışılabilir bir konu değilse… Çünkü farklı düzlemlerde bulunan iki metnin arasında hiyerarşik bir mukayese söz konusu edilemez. Bizim için önemli olan, Medine Vesikası’nı üreten zihnin Kur’an referanslı olmasıdır. Burada anayasa yapımı konusunda aranması gereken temel
yapmamız gereken tek şey her halde o devlete ait resmi binaları yıkmak değil, orada yepyeni bir anayasa yapmak olacaktır. Yeni bir devlet yapmak, sıfırdan bir anayasa yapmaktan başka bir şey değildir. Şuan yaşamakta olduğumuz ülkede toplumun, yani hepimizin önüne sıfırdan bir anayasa yapma gündemi gelip çatmış durumdadır. Yıllardan beri Kemalist devletten muzdarip olan biz Müslümanların, işi başkalarına havale ederek bu fırsatı kaçırmaları affedilebilir bir günah olmayacaktır! Bundan dolayıdır ki biz Müslümanların acilen kendi aramızda örgütlenmemiz, taleplerimizi somutlaştırmamız, başka toplumsal kesimlerle de diyalog içerisine girerek anayasa yapım sürecinde var olmamız birincil gündemimiz olmalıdır. Aksi halde kimseye söyleyecek sözümüz kalmaz.
şart şu olmalıdır; yapılacak olan anayasa hiçbir
Müslümanlar, yapılacak olan yeni anayasanın
kesimin inanç ve değerlerine mümkün mertebe
tabi ki herkes için eşitlikçi, özgürlükçü ve
aykırı olmamalıdır. Zaten eğer bir toplumda
çoğulcu bir karakterde olması konusunda ısrarcı
bu ortak mutabakat sağlanamıyorsa, o toplum
olmalıdırlar. Müslümanlar da dâhil herkesin
ortak bir devlet kurma imkânına da sahip değil,
doğal taleplerini kesinlikle karşılamalıdır. Adil
demektir. Ortak anayasada uzlaşmak demek;
vergilendirme dışında, eğitim ve askerlik
biraz sen inançlarından taviz ver biraz da ben,
dâhil hiçbir konuda vatandaşa zorunluluk
demek değildir. Tam tersine; sen de inançlarında
getirmemelidir. Devlet değil, toplum merkezli/
sonuna kadar özgür ol, ben de, ilkesini esas alır.
öncelikli olmalıdır. Yine ödev değil, hak ve
Bir anayasa, ortak bir varlığı/devleti oluşturmada toplumların asgari müşterekini
özgürlük öncelikli olmalıdır. Çok hukukluluğa ve yerinde yönetim anlayışına açık olmalıdır.
oluşturur. Eğer bir toplum bu asgari müştereki
Yine Müslümanların taraf olacakları bir
yakalama imkânına sahip değilse, orada bir
anayasada devlet bütün etnik kimliklere ve
toplum olma imkânı kalmamış demektir. Bu
dillere eşit durmak durumundadır. Yüzde yüz
asgari müştereke rağmen bir birlik sağlansa bile
homojen olmayan bir devletin, nasıl ki resmi
artık o birlik İslami meşruiyeti olmayan metazori
bir ideolojisi veya dini olamıyorsa aynı şekilde
128
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
resmi dili de olmamalıdır. Bir devletin resmi dini de, dili de o toplumda var olan bütün dinler ve diller olmalıdır. Meşru bir devlet, kendi vatandaşlarının sahip oldukları bütün dinlere ve dillere eşit mesafede ve saygılı olmak zorundadır. Herhangi bir devlet, dinine saygılı olmadığı ve dilini konuşamadığı vatandaşlarının devleti asla olamaz. Resmi yazışmalarda çok dillilik konusundaki sorunların nasıl aşılacağı
olarak bakılmalıdır. Biz Müslümanlar bu olaya İslami algı ve meşruiyet perspektifiyle bakacaksak, kesinlikle zihnimizi ezberletilmiş kalıp düşüncelerden ve öğretilmiş çaresizlikten kurtarmak durumundayız. İslami düşünce, herkesin tekrarladığı ezberler değil; İslami özgünlük ve meşruiyet içerisinde üretilen düşüncedir.
hususuna ise, tarafgirane değil, tamamen teknik
Hamza Türkmen Yeni Anayasa Tartışmaları ve Müslümanların Gerçekliği Anayasa, toplumsal mutabakatı ifade eden
şekilde devlet ricali ve kalem erbabı arasında
modern bir konu ve modern bir sözleşme
gerçekleşmiştir.
iddiasıdır. Muhammed Hamidullah, 1215 yılında oluşturulan ve İngiliz tebaa için bir toplumsal sözleşmeyi ifade eden Magna Carta’nın ilk anayasa örneği olduğuna itiraz eder. Ona göre Hz. Muhammed Dönemi’nde yazılan Medine Vesikası, anayasaya örneklik olarak ilkliği ifade etmektedir. Ama bu tür köken tartışmalarına rağmen anayasa, modernitenin 18. ve 19. yüzyıllarda gündemleştirdiği toplumsalsiyasal mutabakat metni olarak bilinmektedir. Anayasalar, 15. yüzyıldan itibaren oluşmaya başlayan Batılı paradigmanın temel bir açılımı olan ulus devletlerin esas teşkilat yasalarıdır. İlk örnekleri ise 1787’de ABD’de, 1791’de Fransa’da
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde de halkın anayasa tartışmalarına dahli olmamıştır. 24 maddelik 20 Ocak 1921 tarihli ilk TC Anayasası ise kendini İslam’a nispet etse bile hakimiyetin “millet”e ait olduğunu vurgulayarak, yeni oluşturulacak Türk ulusunun ilk meşruiyet zeminini ifade etmiştir. Zaten 23 Nisan 1920’de açılan I. Meclis’in asıl aktörleri Meclis-i Mebusan’ın İttihatçı totaliter veya liberal eğilimli üyeleri, Teşkilat-ı Mahsusa’nın Mudafa-ı Hukuk Cemiyetleri olarak örgütlenen bazı çete temsilcileri, bir de İttihad Terakki’nin temellerini oluşturduğu bir Türk ulusu yaratma projesinin
gerçekleşmiştir.
Müslümanlara maliyetini kavrayamayacak
Örfi hukukla yönetilen Osmanlı Devleti’nin 1808
seçilmiş samimi halk önderleri ve hocalarıdır.
düzeyde reel siyasetten kopuk, livalardan
yılında imzaladığı Sened-i İttifak anlaşması yönetimle Müslüman eşraf ve ağalar arasında, 1839 Tanzimat Fermanı ise İngiltere’nin baskısı ile Müslim ve gayr-ı Müslim tebaanın eşit vatandaşlığı hakkında gündeme gelmiş, meşrutiyet yönetiminin yolunu açan Kanunu Esasi ise 1876 yılında ilan edilmiştir. Osmanlıda son dönemlerde gündeme gelen esas teşkilat hukukuyla ilgili tüm tartışmalar halktan kopuk
Türkiye gündeminde tartışılmakta olan mevcut anayasa Türk toplumu ile ilgilidir. “Türk” olarak nitelenen bu toplum ise, İttihad Terakki’den ve 1914 Ermeni Tehciri’nden, ayrıca 192324 Rum Mübadelesi’nden bu yana gerek Orta Asya mitolojilerine dayandırılsın, gerek Ön Asya (Anatolia) mitolojilerine dayandırılsın ırk ekseninde kurgulanmıştır. Dolayısıyla yeni
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
129
yapılacak anayasa etnik ve inançsal farklılıkları
değerlendirmelerinden ayrı değerlendiremeyiz.
kucaklayacak yeni bir ulus tanımına mı yoksa
Bu konuda mevcut anayasa tartışmaları
ırk ve ulus ötesi toplumsal bir pozisyona mı yol
karşısında temkini elden bırakıp sistemin
açacağı konusu merak uyandırmaktadır. Ama
restorasyonuna eklemlenenlerin de,
yeni anayasa yapma teklifinde bulunan aktörler
eklemlenmemek adına bu tartışmaya ilgisiz
bu konuda bazı kapalı imalar dışında hiçbir
kalanların ve konuyla ilgili ilkeli yaklaşımları
açıklama yapmamaktadırlar.
suçlayanların da yorumlarını akaidleştirdiklerini
Anayasa tartışmalarının sınırı, mevcut parlamenter dağılımına göre biçimlenmektedir. Ontolojik olarak kurgulanıp üretilen toplum yapısı üzerinden, sadece insan hakları ve demokrasi bağlamında bazı iyileştirmeler yapılacağı gündeme gelmektedir. Gündemde olan Yeni Anayasa tasarımı, mevcut haliyle yalnız statüko içinde bazı hak ve özgürlükleri güçlendirme hedefini ifade etmekte;
görüyoruz. Saltanat sistemleri karşısında tevhid ve adalet ekolünün çıkışını kavrayamayanların; veya Ehl-i Sünnet akaid kitaplarındaki “Zalim sultana itaat”i akaidleştiren metodolojik yaklaşımı dışlayamayanların; veyahut çoğu kez vahyi ölçülerle çatışan “Daru’l Harp Fıkhı”nı aşamayanların uzlaşmacı veya tam tersi dışlayıcı-radikal-tekfirci metodik yaklaşımları ilmi ve usûli tabandan yoksundur.
Türklük, laiklik, muasırlaşma/Batılılaşma,
Anayasa tartışmalarında en uzlaşmacı
ulusal tapınçlar gibi konulara el atmayı
yaklaşımdan en radikal tutuma kadar
gündemleştirmemektedir.
Müslümanların ciddi bir usûl netliğine ve
Toplumsal bir vakıanın tartışılmasında düşünce ve inanç özgürlüklerinin sınırının böylesi dikenli tellerle çevrildiği bir ortamda, Müslümanların bu sürece temkinli/mesafeli yaklaşmalarını da makul karşılamak gerekmektedir. Ama Muhammedi Sünnet örnekliği ile bakıldığında,
açıklığına, paylaşılabilir vahiy eksenli tarih ve toplum tefekkürüne ihtiyaçları vardır. Bu konulardaki zaaflarını aşamayanların ahkam kesmesi, Bektaşi’nin “salat” hakkında hüküm vermesi gibidir. Sünnetullah’a ve Muhammedi Sünnet’e uymayan gizli mücadele anlayışı ile, şehitliği yaşamın içinde örneklendirme
kuşatıldığımız bir sistemde ve tebaası konumuna
konusunda bilgi ve örneklik yoksunluğu ile,
düşürüldüğümüz bir toplumda, yeniden var
metodik açılımları içtihadi olmaktan çıkartıp
olma mücadelesi yürüten Müslümanların çevre
metodik yorumları tartışılmaz ve akidevi
şartlarına ilgisiz kalmaları da Kitabi değildir. Bu
ilan etme totalitarizmi ile bu konularda tutarlı
konuda temkinli olmak ayrı, mesafeli olmak
bir yaklaşımın sergileneceğinden bahsedemeyiz.
ayrı, ilgisiz olmak ayrı tutumlardır.
Muhkem nassları ve mütevatir Sünnet’i dikkate
Ötekilerin mücadelesinde sevinilecek taraf
almayan İslami yorumlar “ibahiye”yi ifade
bulan Müslümanların halini yansıtan Rum
ederler. Bizimle ilgili vahiy dışı bir anayasa
Sûresi’ndeki ilk ayetler kümesi ve Habeşistan
yapımı konusunda tutumunu ilgisizlik şeklinde
hicretinde gayr-ı İslami yönetsel şartlar
kuran yorumlar da, anayasa konusunda
içinde kendi özgünlüklerine alan bulan veya
vahiy dışı dayatmaları onaylayan yorumlar da
açan sahabenin tavrı, bu konularda temkinli,
ibahiyeden farklı değildir. İşte Müslümanların
mesafeli veya ilgisiz duruş ile ilgili tutumları
temkinliliği de bu süreçte gündemleşmelidir.
aydınlatıcı örneklerdir. Mekke cahili yapısında Rasulullah’ın (s) sistem içi bazı uygun araçları kimliğini gizlemeden, ayetlerin üzerini örtmeden ve müdahane etmeden değerlendirme, uygun olmayanlardan berî durma örnekliği de üzerinde fıkhedilmesi ve tertil fıkhına konu olması
Müslümanlar, içinde yaşadıkları toplumda “ma’rufu emr münkeri men” konusunda gereğince uyarıcı ve örnek olacak bir yeterlilik ve modelleşme imkanına henüz kavuşamamışlardır. İslami şahsiyetlerimiz
gereken bir mevzudur.
ise henüz dağılmış ümmet yapısı içinden
Müslümanların toplumsal tutumlarını akidevi
fıtratla bulaşacak Kur’an nüveleri, Kur’an nesli
perspektiflerinden, ayrıca tarih ve toplum
olmaya çalışmaktadırlar. Kendini İslam’a ait
130
ayağa kalkacak fikirde ve amelde vahiy ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
hisseden büyük yığınlar ise tebliğ, ıslah ve
koruyarak cevap vermemiz gerekmektedir.
tecdid açısından büyük bir muhataplaşma
Ayrıca Türk ulusu kavramından vazgeçip
imkanını ifade etmektedir; ama vahyin şahitliği
Osmanlı ulusçuluğu veya Amerikan ulusçuluğu
bilincinden ve birikiminden oldukça uzaklaşmış
gibi etnik-ırkçı yarışmalara son veren yaklaşımı
durumdadırlar. İradelerinin farkında olan
olumlu görürüz; ama ulusçuluğu fıtrata ve
Müslümanlar bilirler ki, henüz ulus toplumların
vahye aykırı ontolojik bir tuğyan olarak görmeye
tebaası olmaktan kurtulamadık. İnançlarımızın,
ve onu aşmak için çalışmaya da devam ederiz.
hukukumuzun özgür olmadığı ulus toplumlarda adeta tutsak durumundayız. Hem bu tutsaklıktan kurtulmak hem de kendimizi vahiy ekseninde yeniden var edebilmek, oluşturabilmek için müdahanesiz ortamlara ihtiyaç duymaktayız. Ulus topluma ait olan anayasa yapımındaki ilgileri de, daha büyük bir zulüm karşısında, Rum’un galip gelmesi meselesiyle irtibatlı olarak tartışılabiliriz.
Bilinçlenme sürecindeki Müslümanlar için anayasa yapımına ilgisizliğin nedenlerini de özetlemek gerekir. Bunun nedeni asosyalite olabilir. Apolitikliği aşamamak olabilir. Ütopik gelecek tasavvurlarıyla günü oyalamayla ilgili olabilir. Tertil fıkhı üretmek konusunda usulü yetersizlik söz konusu olabilir. Yorumlarını genel geçer nasslar düzeyinde görme yanlışlığı hatta bazı kere de müstağniliği ile de izah edilebilir.
Temkinli olmak, Rum’un daha büyük bir zulmü def edeceği ama kendisinin de tevhid ehli olmadığı ile alakalıdır. Siyerdeki Habeşistan hicreti ile ilgili fıkhımızı da bu bağlamda ele almalıyız. Dolayısıyla yeniden biçimlendirilecek TC Anayasası’na ilgimiz, onun Habeşistan şartlarını hatırlatıcı düzeyde özgürlükçü olup olmamasıyla ilgilidir. Bu konuda Hz. Yusuf’un vahiy dışı sistemdeki yönetimle ilgili örneklemi değerlendirilmelidir. Veya bu bağlamdaki anayasa tartışmalarına, Kâfirun Sûresi’ndeki bağlamdan, Müntehine Sûresi’nin 8. ve 9. ayetleri ekseninden bakabilmeliyiz. Yeni yapılacak anayasa hepimizi ilgilendirdiği için zulmün olabildiğince giderilmesi, inanç ve düşünce özgürlüklerinin kısıtlanmaması doğrultusundaki basınç bizim için de bir imkandır. Ancak temkinliliğimiz, kısmi özgürlük alanlarını büyütmek adına, pozitivist Atatürkçü ilkeleri, laikliği, seküler ulusçuluğu yeniden meşrulaştırma dayatmalarına teslim olmamak adınadır.
İslami Anayasa mı Özgürlük Ortamı mı? Müslümanların yapılmakta olan anayasanın kendi renklerini taşımalarını talep etmeleri saçma ve şaz bir durumdur. Çünkü tarafsızlık ilkesi iddiasıyla bu anayasa vahyi ölçüyü dışarıda bırakmaktadır. Ayrıca anayasanın İslamiliği ile ilgili konuşabilmek için ne Müslümanlar yaşadığımız toplumda vahiy eksenli toplumsal bir dönüşümün adayı ve şahitleri olduklarını sergileyebilmişlerdir; ne de mevcut toplum içinde üniversitelerden medyaya kadar tevhidi eksende kendi ağırlıklarını hissettirebilecekleri gündemler oluşturabilmektedirler. Kendini İslam’a nispet eden Müslüman yığınlar ise aidiyetlerini İslam-Osmanlı medeniyeti eksininde ve bu eksenin değerleriyle ifade etmeye çalışmaktadırlar ki bu da ölmüş bir İslami yorumdan yani ölmüş bir medeniyetten türbe kültüne benzer şekilde medet umma halidir.
Mesafeli olmamız da, Türk ulus sisteminin insan hakları ve özgürlükleri genişletilirken, laik-seküler değerleri olağanlaştırma hamlesi karşısında temkinliliğimizden doğan tutumla ilgilidir. Ayrıca özgürlükçü veya liberal TC vatandaşları olarak değil, Müslümanlar olarak “millet” gibi kavramları Kur’ani anlamlarından uzaklaştırarak; veya “laik”lik gibi Batılı paradigmaya ait vahiy dışı kavramlara sahte bir nötrlük veya yeşil elbise giydirerek yapılan aldatmacalara karşı da vahyi özgünlüğümüzü
Oysa bize lazım olan, Rasulullah’ın (s) Mekke’de himaye, eman, ilaf ve panayır müesseseleriyle; Sasani’lere, Yemen’e değil de Habeşistan’a veya Taif’e değil de Yesrib’e hicret etmekte gözettiği gibi daha müsait imkanlardan veya özgürlük alanlarından yararlanmaktır. Çünkü öncelikle yapmamız gereken ibadet, öncelikle dağılmış ümmet yapısı içinden inançta, düşüncede ve amelde yeniden ıslah ve inşa faaliyetlerini yükseltecek vahyi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
131
talimden geçmiş, istişari merkezli, şahitliği
Yapılacak olan ulusal veya en iyi ihtimalle
üstlenmiş, belki ufak ama nitelikli Kur’an
ulus ötesi bir toplumun anayasasıdır. Bir
nüveleri olabilmemizdir. Ancak bu nüvelerin
Muhammedi ümmet anayasası değildir.
tutarlılığı, yeterliliği ve niteliği oranında yaygın
Ulusa veya ulusal konfedaralizme dayanan
bir tebliğ, kitleleşme ve gerçekçi mücadele
bir anayasa Batılı paradigmaya veya onun
sürecinden, yani sünnetullahı yakalamaktan
toplumsal şemalarına ait bir anayasadır.
bahsedebiliriz.
Bu nedenle de ideolojik kimliğini ne kadar
TC Anayasası’nı ideolojik renklerden ve Kemalist tabulardan uzaklaştırmaya çalışmamız, yeni yapılacak olan anayasaya kimliksel eklemlenme içinde olmamız değil, zulme ve küfre “La” dememizle alakalı bir durumdur. Bu konuda resmi ideolojiyi ne kadar geriletirsek, kitle psikolojisini yönlendirmekte o kadar mesafe alıyoruz demektir. Örneğin Nisan 2010’da TBMM’de gündeme gelen kısmi anayasa değişikliği teklifine İslam düşmanlığı yapmaması, resmi ideoloji ve Kemalizm dayatmaması şartıyla destek verileceğini açıklayan 20 Nisan 2010 tarihli İslami kuruluşlar bildirisi oldukça önemliydi. Ama bu bildiriyi, tevhidi değerleri mücessime gibi selefi bir şekilcilikle ele alan ve yorumunu nasslaştıran bazı İslami öbekler “İslami Kuruluşlardan Tağuti Anayasaya Destek Çağrısı” gibi kabul edilemez ve konuyu çarpıtan yüzeysellikle değerlendirdi. Anayasal baskıların ve yasakların kalkmasını istemekle, Kureyş müşriklerinin kervanına üç deveyle iştirak etmek veya Ebu Talib’ten himaye istemek arasındaki illiyet bağını
sınırlandırırsa sınırlandırsın modernitenin veya post-modernitenin değerlerinden ayrı düşünülemez. Biz Müslümanlar için asıl üzücü olan ise ulusal veya ulusal konfedaralizmle ilgili seküler toplum yapılarının içindeki çaresizliğimiz ve tutsaklığımızdır. Kendimizi yeniden ıslah ve inşa süreciyle toparlamadan, var olan seküler temelli toplumsal yapılar içindeki anayasal tartışmalara rengimizi vermek hedefi yanlış bir yaklaşımdır. Bize kendi inşa sürecimizle ilgili düşen görev ise, bu tür anayasaların ne kadar inanç ve düşünce özgürlüğüne yer verip vermediğini Kâfirun Sûresi ve Müntehine Sûresi’nin 8. ve 9. ayetleri çerçevesinde değerlendirmek ve muhataplarımızı daha adil ve fıtri olana zorlamaktır. Kâfirun Sûresi’ndeki ötekilerle ilgili mesaj, boykot ilan etmek veya ötekinin yaptığına ilgisiz kalmakla alakalı değil, mücadele içinde hukukumuzu oluşturmakla ilgiliydi. Öteki karşısında hukukunu dillendirip oluşturma çabası göstermeyenlere düşen ise sadece münzevi bir inziva veya şartlara teslimiyet ya da yorumların söylemsel kovuculuğu ve gevezeliğidir.
kuramayan sığlık ve şekilsel anoloji taraftarı
Anayasalar, Batı’nın oluşum süreci içinde ulus
kişilerin mantığı vahim bir durumdur. Ama
toplumları oluşturan seküler toplumsal üst
bu mantığı değil de, taşınan dini kaygıları
sözleşmelerdir. İslam ümmeti ise uluslar gibi
tolere etmek gerekmektedir. Çünkü çoğu kez
seküler temelli değil, vahiy ve şahitlik temelli
farklılaşmamızın zeminini oluşturan sığlık,
bir toplumsal yapıdır. Bizler Kur’an, tevhid
çökmüş ümmet yapısının insicamsızlığı ve
ve adalet temelli İslami ümmet yapısından
güvensizliğinden beslenmektedir. Bu tarihi
5-6 asırdan bu yana uzaklaşmış ve I. Dünya
enkaz ise bizim mirasımızdır. Bu mirasla
Harbi’nden sonra da ulus toplumlara devşirilmiş
didişmek yerine, onu ıslah etmek için sahih
Müslümanlarız. Ümmetin yetimleri-öksüzleri
bir yapılanma ve gelecek için bir diyalog ve
pozisyonundayız. Müslümanların her türlü
istişare dili üretmeye çalışmak gerekmektedir.
Batılılaşma akımına karşı Müslüman kalabilmek
Anayasa konusundaki tartışmalarda tekfirci
için direnmeleri önemlidir. Ama bu direniş
veya ibahi yaklaşımların aceleciliğine rağmen,
vahiy temelli bir ıslah projesi ile taçlanmıyorsa
bu insanlarımızı kuşatmaktan ve uyarmaktan
elde edilen kazanımlar sadece İslami uyanış
vazgeçmemeliyiz. Çünkü ıslah projesi ve diyalog
olarak veya zaaflı da olsa İslam’a aidiyette
uygulamasını ilk defa kendi atıl bileşenlerimizin
ısrar şeklinde ele alınabilir. Bu nedenle
üzerinde oluşturmamız öncelikli görevimizdir. İlk
de Pakistan’da, İran’da gerçekleştirilen
defa yakınlarımıza yönelmek gerekmektedir.
anayasalar her ne kadar kendilerini İslam’la
132
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
irtibatlandırsalar da Pakistan ulusuna, İran
anayasa algımızı Kur’an’la aynılaştırmak; metod
ulusuna ve Şia mezhebine ait anayasalar olarak
ve şeriatla ilgili yorumlarımızı akaid temelli
kalmıştır.
olduğu savıyla tevhid olarak sunmak; mâsiyet
İslam ümmetini cihanşümul bir canlılık olarak yeniden var etmedikçe bir “İslam iktidarı”ndan veya “Halife” kavramından bahsetmek ya ütopik ya da kandırıcı bir yaklaşımdır. Kaldı ki halifelik de iktidar formu da farklı içtihadlara açık bir konudur. Bugün tüm İslam coğrafyasında İslam ümmetinin mirası, ulus toplumlara bölünmüştür. Ayrıca ulus toplumlara vaziyet eden yönetimler Kemalizm gibi, Baasçılık gibi, Cumhuriyetçilik gibi, krallık gibi diktatörlük yapılanmalarıdır. Islah ve ihya süreçleriyle henüz dirilemeyen bir ümmete anayasa oluşturmak, olmayan bir İslam toplumuna iktidar veya halife stratejisi sunmak gibi bir hayalciliktir. Bu tür düşünceler bugün
ve zulüm taşıyan yönetim biçimlerini savunan akaid kitaplarından ve iç hastalıklardan hicret edemeden ve ümmeti yeniden inşa etmeden iktidar olmaya kalkmak; hayali iktidarlar için hayali anayasalar ve pragmatik/şaz yöntemler üretmek gibi yanlışlar hep yapıldı. Bizler bu yanlışlara iyi niyetli olarak yaklaşacak olursak, ancak onları tevhidi kimliğimizin oluşumundaki çocukluk yıllarıyla irtibatlandırabiliriz. Ayrıca hala çocukluk yıllarına terk edilmesi gereken argümanlarla günümüz Müslümanlarının gündemini tartışmaya kalkışan yaklaşımlarla da didişmek yerine, onlara çocukluk çağlarımıza yönelttiğimiz nasihat üslubuyla yaklaşmamız gerekmektedir.
için vakıasızdır, ayağını basacağı zeminden
Özcesi, Türkiye’deki anayasa tartışmalarının,
yoksundur.
dolaylı da olsa bizlerin yeniden ümmet olması
Önce kendini İslam’a ait kabul eden İslam dünyasındaki sayısı milyarı aşan kitleyi, yakınlarımızdan başlamak üzere vahiyle uyaracak ve tevhidi yaşama şahitliğini oluşturacak istişari temelli ve yeterli Kur’an ve tebliğ nüveleri olmamız gerekmektedir. Bunun için de donanımlı İslami şahsiyetlerin İslami mücadele içinde yetişmelerine, diyaloglarına ve birlikte iş yapabilme becerilerine zorunluluğumuz vardır. 19. yüzyıldan devraldığımız ıslah ve ihya sürecinin başarısı ise, anarşizmin etkisinde kalan bazı Müslümanların aradığı baskı ve zulüm ortamlarında değil, tüm rasullerin hayatlarında gördüğümüz gibi hukuk ve özgürlükler konusunda daha imkanlı mekanlarda gelişebilir. İçinde yaşadığımız cahili sistemi mücadelemiz için daha imkanlı kılabilecek ilkeli mücadele ve girişimleri de bu bağlamda ele almak gerekir. 17 Aralık 2010’dan bu yana ön plana çıkan Orta Doğu İntifadası da bu çerçevede değerlendirilmelidir.
ve itikadımızın muktedir kılınması önceliğimizle alakası vardır. Bu, hayatı vahiyle biçimlendirmek ve ümmet olmak çabalarımıza uygun ortam arayışı edinmekle alakalı bir tartışmadır. Bu tartışmada inancımızı, kimliğimizi ve insanlığımızı vesayet altında tutan sistemin zincirlerinin gevşetilmesi çabası önemlidir. Ama başörtüsü mücadelemiz, 1 Mart Tezkeresi gibi kazanımlarımız için ittifaklarımızı, ittihad olarak algılamayacağımızın; kimliğimizi gizlemeyeceğimizin; kazanımlar için açık şirk ve haram olan maddeleri onaylamayacağımızın da bilincinde olunmalıdır. Önemli olan bizimle ilgili tartışma ve tasarımlar karşısında cahili oyunu izleyen veya bu oyuna küsen değil, boykot edenler olsa da devam edecek olan oyunun senaryosunu gücümüz oranında denetleyen veya yönlendirmeye çalışan pozisyonda olabilmektir. Rasul (s) ve Rasul’le birlikte olanların talim ettiği “tertil fıkhı”nın yönelttiği de bu doğrultudur diye düşünüyoruz.
Bu intifada süreci Müslümanlar için bir İslami dönüşüm veya inkılab değildir; ama köklü bir toplumsal ve zihni dönüşümü hazırlamak için şartların elverişli hale getirilmesi, bazı sıkıntılar ve engeller olsa da Yesrib gibi özgürlük ortamlarının geliştirilmesi anlamına gelmektedir. Toplumsal mutabakatla ilgili bir yoruma dayanan
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
133
S. Bülent Yılmaz Müslümanlar İçinde Yaşadıkları Dünyaya İlkeli ve Güçleri Oranında Müdahil Olmalıdır! Soru1: Anayasa, son zamanlarda üzerinde en çok
üzerinden konumlandıran Müslümanlar fena
konuşulan konulardan biridir. Toplumu oluşturan her
halde kafa karışıklığı yaşayadursun, yeni
kesim, bu konuda olaya dahil olmaya, etki etmeye
cahiliye eski cahiliyenin yerini alıp temellerini
ve mümkünse yönlendirmeye çalışıyor. Kimileri görüş
sağlamlaştırdı bile. Bu mevzu soruşturmanın
beyan ediyor, kimileri taslak sunuyor. Ancak İslam’ı bir
konusu olmadığından daha fazla açmayacağız.
hayat tarzı olarak kabul eden Müslümanların, bu sürece
Ancak Müslümanların üzerinde düşünmeleri ve
temkinli/mesafeli yaklaştıkları gözleniyor. Müslümanların
yeni bir fıkıh ile söylem geliştirmeleri gereken
duruşunu nasıl değerlendiriyor, konuya dahil oluşlarını
bir konu olduğunun da altını kalın bir şekilde
yeterli buluyor musunuz?
çizelim.
Anayasa, Müslümanların görmezden
Evet, sistem yeni bir konum alışı gerektiren ciddi
gelebileceği bir mevzu değil. Doğrudan
değişiklikler geçiriyor. İçinde Müslümanların
doğruya bizi etkileyecek olan böylesi bir
mücadeleleri açısından olumlu ve olumsuz
meselede gözlerimizi kapayarak, gerçekliği
birçok yeni durumu barındırıyor. Olumsuzlukları
ancak yok sayabileceğimizin ve fakat gerçekliği
bir yana, son tahlilde eski sistemin ceberutluğu
yok edemeyeceğimizin bilincinde olmalıyız.
dikkate alındığında eskiyle kıyaslanamayacak
Anayasanın değiştirilmesi veya istediğimiz gibi
önemli olumlulukları da taşıyor. Dolayısıyla
bir anayasanın yapılması sürecini etkileyecek
bu sürece etki etmek ve daha da olumlu hale
bir gücümüzün olmadığı açık. Özellikle de
getirmeye, olumsuz gelişmeleri önlemeye
“Müslümanlar” kavramının homojen ve tek karar
çalışmak Müslümanların gücüyle mukayyet
merkezli yekvücut bir yapıyı ifade etmediği
olmak kaydıyla, İslami mücadeleye mevzi
gerçeği önümüzde duruyorken, Müslümanların
kazandırmak açısından önemli hatta gereklidir.
toplam muhayyel gücünün, kurgusal bir söylem
Elbette bununla sisteme bir anayasa metni
olduğu gerçeğini ıskalayan bir yaklaşım doğru
önermekten bahsetmiyoruz. İlla ki bir
olmayacaktır.
anayasa önermek gerekecekse de bunun
Lakin içinde yaşadığımız devlet, bizim hal-i pür melalimizden bağımsız olarak, tarihinde hiç olmadığı bir radikallikte değişiyor. Çok
İslami ilkeler manzumesi olması gerektiği açıktır. Bahsettiğimiz müdahale, sürecin bizzat kendisinedir.
partili sürece geçildiğinden beri zaten değişme
Biz Müslümanlar, içinde yaşadığımız laik ve
eğiliminde olmasına rağmen ilk defa sistem,
seküler sistem içinde sıradan vatandaşlar gibi
katı Kemalizm’den sıyrılmaya ve liberalleşmeye
yaşamıyor, dönüştürme bilinciyle bir tavır alış
başladı. Artık karşımızda eski Cumhuriyet
sergiliyor ve İslami mücadele dediğimiz bir
yok. Eski Cumhuriyet yıkılırken aynı zamanda
kesintisiz süreç yürütüyoruz. Yaşama bu tarzda
Müslümanların kendisine karşı konumlandıkları
bakan insanlar olarak elbette bizi de etkileyecek
“cephe” de yıkılmış oldu. Kendini “karşı cephe”
olan gelişmelere bigâne kalmamız mümkün
134
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
değildir. Eğer ki bir şey bizi de ilgilendiriyor ve
yitirmiş kesimler yer almaktadır.
bize bir şekilde değiyorsa mutlaka o konuda
İslami kesim içindeki eğilimlerin bu farklı
söyleyecek sözümüz, alacak tavrımız olmalıdır. Bu gereklilik kuşkusuz anayasa meselesinde de olmak zorundadır.
duruşları, anayasa konusunda da kendini göstermekte, ilk grubun büyük bir kesimi bu konuda görüş bildirmeyi, talepte bulunmayı
Müslümanlar her konuda olduğu gibi, laik cahili sistemle ilişkilerini de -beğenelim ya da beğenmeyelim- bir fıkha dayandırırlar. Müslümanların mücadele sistematiği, dolayısıyla fıkhı, değişiklik arz etmektedir. Gruplandıracak olursak;
dahi neredeyse küfür saymaktadır. Üçüncü gruptakiler ise anayasa konusunda bir taslak hazırlayıp, referandumda bunun oylanabileceğini düşünmektedir. Bizce duruşu daha mutedil olan ikinci grup ise, daha özgürlükçü bir anayasanın mevcut anayasadan çok daha olumlu olacağını düşünerek, anayasa konusunda sistemin
Her türlü sistem içi yaklaşımı itikadi bir sapma olarak değerlendirenler. Bu kesimler; kitabevi açma, ticari işletmeler kurma, dergi çıkarma gibi sistem içi araçları kullanmakta beis görmezken, dernekleşme, iç siyasi meselelere müdahil olma, yurt, okul vs. eğitim kurumları açma gibi bazı alanlarda katı bir tutum sergilemektedirler. Ancak birinciler ile ikinciler arasındaki keyfiyet farkını yeterince açıklayabildikleri söylenemez. Normalde değişken durumlara bağlı olarak değişebilecek olan mücadele yöntemini “Rabbanî” olarak değerlendirip dar kalıplara
kendisini bağlayan uluslararası sözleşmelerin gereği olan bir anayasa yapması konusunda gerekirse baskı yapmayı uygun görmektedirler. Hükümetin halka verdiği sözlerin gereğini yapması, topluma deklare ettiği kimi olumlu ilkelere bağlı kalması konusunda hükümete baskı yapma; anayasada nelerin olmaması ve hangi sorunların yeni anayasa ile çözüme kavuşturulması gerektiği gibi konularda görüş bildirme şeklinde “sürece” müdahil olmak gerektiğini düşünmektedirler. Ancak bununla birlikte söz konusu anayasanın söylenen
sokmanın getirdiği sıkıntıları da yaşamaktadırlar.
şekilde yapılsa bile meşru görülemeyeceğini
Kitabevinden dergiye, dernekten siyasal
temelde anayasa oylamasına katılıp katılmama
partiye değin, sistemin müdahil olduğu
konusunda farklılık göstermektedirler. Bizce
her alanı/aracı sistem içi alan/araç olarak
doğru olan görüş oylamaya katılmamak
değerlendiren kesimler. Bu kesimler söz
şeklindedir.
konusu araçlar arasında aracın özel durumuna, cemaatin aşamasına, yasal düzenlemelerin içeriğine, ülkenin konjonktürüne göre bir ayrım yapmakta, aracı kullanma konusunda ilkeler ortaya koymalarına rağmen, kullanıp kullanmama konusunda değişmez kurallar belirlememektedirler. Mesela bu kesimler, siyaseti sistem içi araç olarak görmekte ancak, içinde bulundukları aşamadan siyasal partilerin yasal durumuna, inanca vereceği zarara değin birçok nedenden ötürü bu aracı kullanmamaktadırlar. Bu kesimlerce ilke ve konjonktür bir arada değerlendirilmektedir. Siyasi gelişmelere göre kulvar değiştirebilen sabitesiz kesimler. Bu çevrelerin temel özelliği, ilkesel değil konjonktürel davranmalarıdır. İlke-konjonktür dengesini doğru kurabilmiş değillerdir. Siyasete hızlıca angaje olabilmektedirler. Bu kesimin en ucunda liberalleşmiş ve İslami dönüştürme bilincini
düşünmektedir. Bu kesim kendi içinde en
Anayasa konusunda kabaca üçe bölmeye çalıştığımız, ancak derinlerde daha da çatallaşan Müslümanlar arasındaki yaklaşım farkının gayya çukuru misali uçurumlara dönüşmüş olması çok temel bir handikaptır. Öyle ki her söylenen söz, her atılan adım bir tekfir, suçlama, itham ile karşılaşabilmektedir. Bu nedenle de sözü olanın da söyleme cesareti kalmamıştır. Bu hususta sadece üçüncü gruptakiler görüş ifade etmektedirler. Ancak orada da maalesef temel sabiteler yitirildiğinden sözün de değeri –varsa şayet- kaybolmaktadır. Soru 2: Mevcut TC. Anayasası ideolojik bir anayasadır. Sorunların birçoğu da onun bu özelliğine bağlanmaktadır. İdeolojisiz bir anayasa mümkün müdür? Liberaller liberal, Kemalistler Kemalist, laikler laik bir anayasa talep ederken; İslam’ı bir hayat nizamı olarak kabul eden Müslümanlar da anayasanın kendi renklerini taşımasını
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
135
talep ediyorlar. Bu konudaki değerlendirmeleriniz
olanların da, kendilerini dinsiz görenlerin de
nelerdir?
bir hayat görüşü vardır. Bu hayat görüşü illa
Öncelikle belirtelim ki yaşadığımız sorunlar, temelde anayasadan değil, Kemalist despotik sistem bütününden kaynaklanıyor. Bu bütün, oligarşik bir düzeni ifade ediyor ve ulus devlet yapılanmasından, kuruluş felsefesine, Batı pozitivizmine yaslanan temel kurucu felsefesinden buna göre oluşturulmuş bürokratik yapısına kadar birçok parçayı barındırıyor. Anayasa ise bu sistemin bir özetini yansıtan bir üst metindir. Nitekim defalarca değiştirilmesine rağmen sistemin değişmeyişi de sorunun temelde anayasa sorunu değil, sistem bütünü
ki anayasa metinlerine de yansımaktadır. Batılılar bizlere laik, demokrat veya liberal anayasaları nötr/ideolojisiz anayasalar olarak lanse etmekteler. Bununla, anayasanın hiçbir ideolojiye, dine ve dünya görüşüne göre kurulmadığı, her görüşe, dini inanca ve ideolojiye eşit mesafede olduğunu ima etmekte ve söz konusu ideolojik metinleri insanlığın ulaştığı “evrensel” ideal devlet yönetimi modeli olarak dünyaya dayatmaktadırlar. Katı otoriter, baskıcı sistemlerde yaşayan sömürge toplumları için bu söylem kulağa hoş gelmekte
sorunu olduğunu göstermektedir.
ve baskıdan bunalan insanlar, bunu ideal olarak
Ancak bunlara karşın sistemin felsefesini
inanmak istemektedirler.
barındıran bu anayasanın değiştirilmesi değil de yeni bir devlet algısına göre -ve eskiyi yok sayarak- yeniden yazılması, sistemin liberal muhafazakar-demokrat istikamette değişmesi sürecinde önemli bir aşama, hatta daha doğrusu
görebilmekteler veya en azından öyle görmek/
Oysa hayatı ve toplumu iman–küfür mücadelesi düzleminde ele alan inancımız bizlere yeryüzünde temelde iki tane inancın ve toplumun var olduğunu öğretmektedir;
bir son noktadır. AK Parti hükümeti de sistem
iman ve küfür toplumu. Mü’minler tek millet
değişikliğine anayasal düzenlemeden öte fiili
olduğu gibi küfür de tek millettir. Kur’an’ın bu
düzenlemelerle başlamıştır. Anayasa değişikliğini
ilkesi, bahsi geçen nötr anayasa düşüncesini
bir aşama olarak görmüştür. Gelinen noktada
anlamsız kılmaktadır. Zira bu durumda
ise süreci mühürlemek için anayasanın yeniden
yeryüzünde sadece iki temel sistemden
yazılmasına sıra gelmiştir.
bahsedilebilmektedir; iman sistemi ve küfür/
Bu yönüyle yaşanan değişim sürecinde anayasanın yeniden yazılması oldukça ehemmiyetli bir gelişmedir. Dolayısıyla bu gelişmelere kayıtsız kalınması düşünülemez. Ancak Müslümanlar mevcut gelişmeler
cahiliye sistemi. Eğer bir sistem iman sistemi değilse, adalet ve özgürlük söylemine sahip olsa da zorunlu olarak küfür/cahiliye sistemidir. Dolayısıyla küfür/cahiliye ideolojisinin bir çeşidi olarak kurulmuştur.
karşısında bir fıkıh çerçevesinde tavır
Maalesef Müslümanlar, giderek İslami bir sistem
geliştirmelidirler. Öncelikle sistemin cahili,
kurulacağına dair inançlarının çeşitli nedenlerle
anayasaların da illaki ideolojik metinler
zayıflamış olması nedeniyle, İslami bir sistemin
olduğundan hareketle anayasa meselesini doğru bir mantıksal vasata oturtarak bir müdahale fıkhı belirlemeleridir.
başladılar. Birlikte yaşama söylemi, anayasal vatandaşlık, çok kültürlülük modelleri gibi Batılı
Yeryüzünde ideolojisi olmayan bir anayasa yoktur. İster bir İslam devletine ait Kur’anî bir anayasa olsun, isterse de cahili seküler bir anayasa; her anayasanın bir ideolojisi mutlaka vardır. İdeolojisiz, nötr anayasa muhaldir. Nötr anayasa söylemi demokratların ve liberallerin ürettiği, hayalperest safların ise inandığı bir saçmalıktır.
aklın ürettiği sistemlerin, mevcut devlet sistemi açısından ileri bir söylem olması, Müslümanların bu söylemi aşacak düşünsel üretimler gerçekleştiremeyişleri, üstelik -sömürge toplumlarına has alışıldık bir sonuç olarakzihinlerinin Batılı akıl tarafından şekillendirilmiş olması nedeniyle bu çerçevenin dışına çıkacak üst bir model üretemeyişleri, onları “Adalet Devleti” gibi bahsi geçen Batılı formdan ilham
Müslümanların olduğu gibi diğer dinlerden
136
alternatiflerini üretme çabası içine girmeye
alınmış ara formlar üretmeye götürdü.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
İslami bir anayasa önerme ya da anayasanın
anayasaları, ahiret merkezli bir inancın kitabı
İslam’ın renklerini taşıması meselesine gelince;
arasındaki ilişki bize göre kıyası gayr-ı kabildir.
Müslümanların İslamî bir anayasa önerebilmesi
Ontolojik olarak da böyledir, epistemolojik olarak
için, öncelikle sosyal, siyasal, ekonomik
da. Modern bir olgu olarak anayasalar, devlet
olarak günümüz koşullarında bir çağdaş
yönetimini düzenleyen, dünyevi toplum modelini
İslami yönetim modeline sahip olabilmeleri
de içkin üst yasal metinlerdir. Oysa İslam, dünya
gerekir ki bu modelin anayasasını topluma
ve ahireti birlikte ele alan, esas atıf merkezi
sunabilsinler. Şayet güncel/çağdaş bir İslamî
ahiret olan, “ulusları”, “ulusal ülke”yi ve ona
devlet modeline sahip olan İslamî çevreler varsa
dayalı modern devleti değil yeryüzünü imar
elbette bunun anayasasını sunmalarında bir
misyonu yükleyen, evrensel bir dile sahip, insanı
beis yoktur. Yapılan işin anayasa çalışmalarında
vatandaş değil “kul” kılmayı amaçlayan bir
dikkate alınma şansı yoksa da bir tebliğ olarak
yaşam biçimini içerir.
işlev görecektir. Ancak bugüne kadar çağdaş bir İslamî yönetim/devlet modeli teorisi üretildiğine şahit olmadık. İslami anayasa olarak bugüne dek Müslümanlar ya Kur’an’ın bizzat kendisini anayasa olarak tanımlama ya da mevcut modern devlet anayasalarını alıp “İslamileştirmek” yoluna gittiler. Bu kolaycı ve sadra şifa olmayan yaklaşımların ötesinde derinlikli bir model üretilemedikçe, konu meclise bir İslami anayasa sunma seviyesinde algılanmaya devam edecektir. Soru 3: Anayasa, bir toplumun en üst ve temel metnidir. İslam ise yeryüzünde iddiaları olan bir dindir. İslam’ın iddiaları ile anayasa arasında nasıl bir ilişki kurulabilir, nasıl bir anayasa İslam’ın iddialarını gerçekleştirebilir?
Anayasanın, modern devlet için anlamı, toplumu diğer bütün aidiyetlerinin üstünde bir araya getirecek bir üst bağ olmasıdır. Her dinden insanı devlete “vatandaş” kimliği üzerinden bağlamakta, “eşitlik” söylemiyle renksiz, kokusuz, nötr, tarafsız bir olgu imajı oluşturmaktadır. İmajdır, çünkü bu kurgunun sosyal hayatta bir karşılığı yoktur. Anayasanın nötr olabileceği söylemi, modern anayasacılığın en temel meşruiyet kaynağıdır. Bu söylem, anayasaların arkasında gizli ya da içinde mündemiç ideolojik yapıyı örtmektedir. Seküler anayasaların nötr, tarafsız, ideolojisiz olabileceğine inanan Müslüman için artık, ıslah, dönüştürme, cihad, İslami yönetim gibi kavramlar anlamsızlaşmaktadır. Ya da farklı bir söyleyişle, ideolojisiz anayasa söylemiyle
Modern devlet olgusunun İslam dünyasına
oluşturulan bu illüzyon, İslami mücadeleden
girmesiyle birlikte, Müslümanlar arasında
umudunu kesmiş olanlar için, seküler
modern devlete ait kavramların İslami
yönelimlerini meşrulaştırıcı önemli bir gerekçe
versiyonlarını üretme eğilimi başladı.
olmaktadır.
Demokrasiyi “şura” sisteminde, laikliği “dinde zorlama yoktur” ilkesinde aradığımız
Seküler bir devletin eşitlikçi, özgürlükçü
gibi İslam’da modern anayasalara bir İslami
(iddiaları taşıyan) anayasası altında
anayasa bulmaya çalışıldı. Önceleri kısa yoldan
yaşanabileceğine ve bunun yeterli olduğuna
“İslam’ın anayasası Kur’an’dır” deniliyordu,
inanan bir Müslüman, dönüştürme iddiasını
sonraları postmodern söylemden etkilenmiş
yitirdiğinden, cahiliye karşısındaki belki de
birlikte yaşama formülasyonuna dayalı Medine
tek silahını, söylemini (veya iddiasını) yitirmiş
Vesikası’ndan mülhem taslaklar da üretildi.
olmaktadır. Artık cahiliyenin karşısında
Özellikle genel yaklaşım olarak ilk eğilim,
yapabileceği tek şey, anayasayı değiştirip
Kur’an’ı bir anayasa kitabı olarak gördü. Böylece
durmak ve bir uzlaşı aramaktır. Cahiliyeye
anayasa kitabı olarak Kur’an’a dair seküler bir
karşı, yine onun anayasası, onun söylemi
algı oluşturuldu farkında olmadan. Dönüştürme
ve kavramlarıyla itiraz etmek gibi apaçık bir
bilincinin yerini, hazır haldeki Kur’an anayasasını
acziyetin içinde oyalanmaktan başka bir şansı da
uygulayacak bir devlet arayışı aldı. Bu yanlış bir
olmayacaktır.
önermeydi ve yanlış bir sonuç doğurdu. Seküler ulus devletlerin üst metinleri olan
Bugün, modern devlet denilen aygıtın teorisi, parametreleri, kurumları, insan algısı, tam
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
137
olarak seküler modern Batılı aklın ürünüdür.
olmakla birlikte anayasaya aktif destek sunan
Kurallar ne kadar değiştirilirse değiştirilsin,
kesimlerin yaptığı şey ne ihanettir ne küfür; olsa
devlet olgusunu oluşturan modern teorik
olsa hatalı bir içtihattır.
altyapı değişmedikçe kurallar bir anlam ifade etmeyecektir. Bu da mevzuyu salt anayasa bağlamında ele almamak gerektiği anlamına gelmektedir. Yani anayasa mevzusu, bu açıdan bakıldığında, tali bir mevzua dönüşmektedir. Hatta biraz daha ileri giderek şunu ifade etmekte bir beis olmasa gerektir: Modern devlete giydirilmiş bir “İslami Anayasa” sadra şifa olmayacaktır. Mesela “insan”ı vatandaş kılan modern devlet anlayışından uzaklaşılmadığında, “vatandaş”a İslami/insani bütün haklarını veren bir anayasa yine de onu vatandaşlıktan kurtarıp insan kılamayacaktır. İslami de olsa, modern devlet anlayışını sürdüren ve vatandaşı bile dönüştürüp insan kılamayan bir anayasa, dünyayı dönüştürme gibi inancımızın temel bir misyonunun ne kadar yakınına düşebilir? O halde devlet, yeniden teorik olarak kurulmadıkça, yeni bir toplumsal model üretilmedikçe, kendisi de eskimiş o müesses nizamın bir parçası olarak anayasa hiçbir anlam ifade etmeyecek, bir oyalamadan bir züğürt tesellisinden öteye geçemeyecektir. Devlete ve topluma dair Müslümanca bir model üretilebilirse, işte o zaman “İslami Anayasa” denen şey her ne ise, işe yarar bir nesne olabilecektir. Dolayısıyla hükümetin hazırlığını yaptığı yeni anayasa, bizler için geçici bir kolaylaştırıcı rol oynayacak, ancak devletle kadim sorunumuz devam edecektir. Ve bizce bir Müslüman meseleye biraz da bu yönüyle bakarak müdahil olmalıdır. Bu bakış, Müslüman’a asli misyonunu unutturmayacaktır.
Anayasa değişikliğini anayasa oylamasına (referandum) indirgemek ve tavrı orada ortaya koymak da zaaflı bir tavırdır. Daha çok bu konu bir “süreç” olarak ele alınmalı ve fıkıh ona göre geliştirilmelidir. Eğer müdahil olunacaksa bu oylamadan çok sürece müdahil olma şeklinde konuşulmalıdır. Nihayetinde bu ülkede Müslümanların gücü tek tek ele alındıklarında az ve etkisizdir. Sonuca etki edilemeyeceği, sürece de etki edilemeyeceği anlamına gelmez. Bilakis sürece etki daha kolay ve daha sağlıklıdır. Öte yandan madde madde bir anayasa modeli hazırlamak ilkesel olarak doğru olmayacaktır; bunun yerine anayasada nelerin olmaması (mesela zina serbestîsi, devrim yasaları, laiklik, Türkçülük) veya hangi hususların düzeltilmesi (mesela anadilde eğitim, başörtüsü özgürlüğü, askere gitmeme hakkı) gerektiğini ifade edebiliriz. Ancak her durumda, yeni anayasanın cahili karakterinin altı kalınca çizilmeden verilecek destekler, amacını ve kastını aşacak ve oluşan yeni post-Kemalist liberal muhafazakâr sisteme bir destek olarak algılanacaktır. Müslümanların nihai hedefini örtecek böylesi bir durum, tabanın dönüşmesine ve eksen kaymasına uğramasına sanıldığından daha fazla katkı sağlayacaktır. Sonuç itibariyle Müslümanlar bu konuda öyle ya da böyle tavır alışlar sergileyeceklerdir. Sistemi meşru görmeyen, konuyu sistem içi – sistem dışı mücadele bağlamında ele alan
Soru 4: Bu konuyla ilgili dikkat çekmek/vurgulamak
kesimlerin tavırları hoşumuza gitmese de
istediğiniz, değerlendirmelerimizi kolaylaştıracak başka
saygıyı hak etmektedir. Dolayısıyla bu tavır
bir nokta ya da noktalar var mıdır?
alışların, Müslümanların enerjisini tüketecek bir
Anayasa tartışmalarının salt ve en temelde akaid merkezli tartışılması doğru değildir. Aşama
tartışmaya ve ayrışmaya sebebiyet vermemesi gerekir.
(hareketin tedrici), güç, mefsedet-maslahat ikilemi, ilkelilik, bağımsız kimliği koruma, sistem içi alanlar fıkhı gibi konuların merkeze alınarak değerlendirilmesi gereklidir. Elbette akideye taalluk eden kısımlar da olacaktır. Ancak tağutu reddeden ve oluşacak olan anayasayı nihai nokta olarak görmeyen sadece kolaylaştırıcı bir unsur olarak gören ve bu nedenle “bizce” yanlış
138
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Gündem
Türkiye’de Anayasalar Metin Yılmaz İslam, beşer hayatına yeni bir yön ve rota çizdiği
Yönetilen ile yöneten arasındaki ilişki biçimi
gibi yöneten ve yönetilen ilişkisine de yeni bir
mutlak itaatten ibaretti. Farklı düşüncelere ve
form kazandırmaya çalıştı. Bir yandan iktidarı
eleştiriye sistem hiç açık değildi. Muhalefet
amaç olmaktan çıkarıp hak, hukuk ve adalet için
her zaman fitne olarak görüldü ve başı ezildi.
araç haline dönüştürürken, yönetenlerin keyfi
Farklı fikirlere ve özellikle siyaset alanındaki
davranışlarına son verip hukuku üstün kılarken,
tartışmalara asla izin verilmedi ve iktidara/
diğer yandan bireyi/insanı onur ve izzet, hak ve
sisteme karşı fikri ve fiili bir alternatifin ortaya
özgürlük sahipliğine yükseltti. Hak sahibi birey ve hukuka bağlı iktidar fikri İslam tarafından gündeme getirilmesine rağmen Müslümanlar buradan hareketle ulaşabilecekleri/ yapabilecekleri halde bir anayasa fikrine ulaşamadılar. Kimisinin hilafet, kimisinin de imamet adını verdikleri yönetim tarzını dönemin yönetim tarzı olan krallığın/sultanlığın mantık ve kalıplarına göre oluşturdular. Ayrıca fitne endişesi ile itaat kültürünü beslediler.
çıkmaması için bütün tedbirler alındı. Osmanlı devletinde padişahların devletin selameti için kardeşlerini öldürtmeyi bir gelenek haline getirmesi, bu konudaki hassasiyetin derecesini gösteren sadece bir örnektir. Bu katı tutumdan dolayı ne fiili ne de fikri muhalefet bir türlü gelişmedi, gelişemedi. Halife ya da padişahların işlerini iyi yapmadıkları, zaaf ve zayıflık içinde bulundukları son dönemlerde bile çabalar yeni bir sistem kurmaya (mesela yöneten yönetilen ilişkisine yeni bir form kazandırmaya, denge
İslam ülkelerinde şu veya bu şekilde İslam’dan
getirmeye) değil, mevcut sistemi korumaya,
kaynaklanan bir hukuk vardı şüphesiz. Padişah/
zaaf içindeki merkezi otoriteyi/hilafeti
imam/halife de bu hukuka tabi idi. İslam’ın
güçlendirmeye yönelikti.
etkisi ile olsa gerek hemcinslerinden daha adil olmaya ve hukuka daha fazla riayet etmeye, tebaalarına karşı daha şefkatli davranmaya çalıştıklarını söylemek mümkün. Padişahların mahkemeye çıktığına ve hakimin/kadının kararı aleyhine bile olsa razı olduğu olaylar bir çok kere gerçekleşmiştir. Ancak bu bir sistem ve
Batı’da krallığa, teokrasiye, feodaliteye karşı yeni yönetim anlayışları ortaya çıkarken, yöneten yönetilen ilişkileri yeni formlar kazanırken İslam coğrafyasında yönetimle ilgili tartışmalar yeterince yapılamadı, yönetenyönetilen arasındaki ilişkiye denge getirme
kurumsallaşmış bir işleyiş olmayıp padişahın/
çabaları ortaya çıkamadı, daha iyi nasıl olur
halifenin duyarlılığına -Allah korkusuna-
arayışları bir türlü gelişmedi. Müslümanların
bağlıydı. Yoksa padişah toplumdaki tek ve
iktidarın sınırlanması, denetlenmesi, insan
en üst otoriteydi, otoritesi asla tartışılmazdı,
hak ve özgürlükleri, parlamento gibi anayasa
denetlemeye tabi değildi, yasamanın ve
kavramı/fikri ile tanışması Batı’da bu yönde esen
yürütmenin başı, toplumun ve toprağın tek
rüzgarların etkisi ile gerçekleşti. Her ne kadar
sahibiydi. Halk ise onun kölesi, hizmetkarı.
eğitimini Avrupa ülkelerinde yapan aydınlar ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
139
siyasiler bu fikre öncülük etmeye, ülke içinde
önemli değişikliklerle yeniden kabul etmek
talep oluşturmaya çalıştıysa da bu çabalar
zorunda kaldı.2 Yapılan değişikliklerle padişahın
yeterli olmadı, anayasa talebi bir avuç aydının
yetkileri yeniden düzenlendi. Padişah yine
ve siyaset adamının talebi olarak kaldı. Buna
geniş yetkilerle devletin başında idi. Ancak
rağmen onların iktidar üzerinde belirleyici ve
yetkilerini oluşan yeni parlamenter yapı gereği
etkin oluşları ile padişahlık makamının içeriden
doğrudan kullanamayacaktı. Yasama yetkisi
ve dışarıdan gelen baskılara karşı direnecek
meclise, yürütme yetkisi de bakanlar kuruluna
mecalinin kalmaması yan yana gelince, Sultan
verilmişti. Padişaha, istediği kimseleri sürgüne
Abdülhamit meşrutiyetle beraber ilk anayasayı
gönderme yetkisi tanıyan ve bu nedenle kişi
da ilan etmek zorunda kaldı.
hak ve özgürlüklerini işlevsiz kılan 133. madde
Türk anayasa tarihinde bir başlangıç kabul
kaldırılarak hak ve özgürlüklerin de önü açıldı.
edilen Kanun-i Esasi (30 Mayıs 1876),
Uluslararası konjonktürün de dayatması ile
padişahın devlet içindeki konumunda bir
anayasalar devletlerin olmazsa olmazlarından
değişiklik öngörmüyordu. Her ne kadar
biri haline geldi. Osmanlı devleti tarihin sayfaları
Osmanlı tarihinde ilk defa halkı temsil eden
arasına gömülürken, henüz kuruluş aşamasında
bir parlamento kurulmasına izin veriliyor olsa
olan yeni Türk devleti 1921 yılında, bir yandan
da Heyet-i Mebusan’a ne yasama süreci ne
kurtuluş savaşı verirken diğer yandan da
hükümeti denetleme açısından önemli bir
hazırladığı anayasa ile kendine meşruiyet
yetki verilmiyordu. Padişahın sorumsuzluğu
zemini oluşturmaya çalıştı. Teşkilat-ı Esasiye
ve kutsallığı anlayışı ile yasama-yürütme
adı ile de anılan bu anayasada ilk defa yer alan
ilişkilerindeki üstünlüğü sürdürülüyordu.
“Hakimiyet bila kaydü şart milletindir. İdare
Kanun-i Esasi bireyin hak ve özgürlük alanını
usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil
genişletiyor, yasa önünde eşitlik; kişi özgürlüğü
etmesi esasına müstenittir. Türkiye Devleti,
ve dokunulmazlığı; basın özgürlüğü; eziyet,
Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur”3
işkence; müsadere ve angarya yasağı gibi çok
maddeleri yeni Türk devletinin rotasını ve
sayıda hak ve özgürlüğü içeriyordu. Ancak
biçimini ortaya koyuyor; hem yeni kurulacak
tanınan bu hak ve güvenceler, padişahın
devlete hem de 1924 yılında yapılacak kapsamlı
yetkilerine dokunulmadığı için bir anlam ifade
anayasaya zemin hazırlıyordu.
etmiyordu.1 Bu yönü ile Kanun-i Esasi (1876) daha önceki reform çabalarında olduğu gibi (1808 Sened-i İttifak, 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı) padişahın bir lütfu, bir
Türkiye Cumhuriyeti bağımsızlık savaşından galip çıktıktan sonra, 1924 yılında anayasasını yeniden yaptı. Anayasa sık sık değişikliklere
fermanı olarak anlaşıldı.
uğradı, yetmedi, askeri darbelerin yapıldığı
Aslında toplum, anayasayı bir ihtiyaç olarak
yeniden yazıldı. Bunun temel nedeni devleti
görmüyordu. Bu yüzden de padişah tarafından
yönetenlerin kendilerini güvende değil de sürekli
atılan stratejik bir adım olarak kaldı, bir
tehdit ve tehlike altında hissetmeleri, başka
fonksiyon icra edemedi. Kendisini ayakta
bir deyişle korkularıydı. Onlara göre “Devlete
tutacak olan sosyal ve siyasal destekten
düşman olan ve fırsat kollayan, açık arayan
yoksun olduğu için uzun ömürlü olamadı,
birçok odak mevcuttu. Bunlar halk içinde de
çok kısa bir uygulamadan sonra padişah
yer almaktaydı ve devletin bu odaklara karşı
tarafından askıya alındı. Fakat iktidar da zaaf
korunması gerekliydi”. İşte bu yaklaşımla her
içindeydi ve içeriden, dışarıdan baskılara
dönem yeni tedbirler almak gerekti ve anayasa
direnecek mecali kalmamıştı. 1909 yılında II.
yeniden yazıldı.
1961 ve 1982 yıllarında, darbeciler tarafından
Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Kanun-i Esasi’yi
Bu anayasaların her ne kadar birbirlerinden
“…Hükümetin emniyetini ihlal ettikleri idare-i zabıtanın
1
tahkikatı mevsukası üzerine sabit olanları memaliki
Kanun-i Esasi’nin yeni biçimi bazı tarihçilerce “1909
2
mahrusai şahaneden ihraç ve teb’id etmek münhasıran zatı hazireti padişahın yedi iktidarındadır.” 113. Madde http://dergi.iibf.gazi.edu.tr/dergi_v1/11/2/4.pdf
140
Anayasası” olarak da adlandırılmaktadır. 1924 Anayasasının Hazırlanışı ve Temel Özellikleri
3
Yüksek Lisans Tezi, Mustafa Kemal ÇİÇEK
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
farklı yön ve noktaları varsa da temel
halk, referandumda kabule mecbur bırakıldı. İlk
mantıkları, hazırlanış ve onaylanış biçim ve
anayasa 1876’da padişah “alın size anayasa”
süreçleri, içerikleri, devlete ve halka, insana,
demesi ile yazılmıştı, bugün var olan son
temel hak ve özgürlüklere yaklaşım tarzları
anayasaya da 1982’de beş general tarafından
aynıdır. Ve bu yüzden hepsi sorunludur, sorunlar
hazırlatıldı ve halkın önüne kondu. Bu duruma
çözmek yerine sorunlar üretmektedir. İnsanların
öyle kanıksandı ki, bugün yeni anayasa
kendileri olmalarının, inandıklarını ifade
çalışmalarının başladığı şu günlerde mevcut
etmelerinin ve hayata geçirmelerinin ve birlikte
meclisin anayasa yapamayacağını bile iddia
huzur içinde yaşamalarının önünde bir engel
edenler çıkıyor.4
olarak durmaktadır.
1982 Anayasasının hazırlanış süreci ile ilgili
Anayasaların Özellikleri
anlatılanlar da söylenenlere ışık tutmaktadır:
1- Anayasa toplumsal bir mutabakat metnidir.
“Anayasadan kaynaklanan birçok aksaklıkları
O toplum içindir. Bunun gerçekleşmesi ise
tespit etmiş ve bu aksaklıkları giderecek bir
toplumun/toplumu oluşturanların onu yapmasına
anayasa taslağı hazırlaması direktifini MGK
ya da bir şekilde hazırlanma süreçlerine aktif
genel sekreterliğine vermiştik. Bu konu ile
olarak katılmasına bağlıdır. Ancak Türkiye
sekreter çok yakından ilgileniyor ve çeşitli
anayasacılık tarihine baktığımız zaman orada
uzmanlar burada görev yapıyorlardı. Danışma
toplum bulunmamaktadır. İlk anayasa olan
meclisi, henüz anayasayı ele almadan genel
Kanun-i Esasi padişahın bir lütfudur adeta. 1921
sekreterlikte anayasa taslağı aşağı yukarı hazır
Anayasası olağanüstü şartlarda yapılmıştır.
durumda idi.”5
1924, 1961 ve 1982 Anayasaları ise iktidarda olan ya da darbe yaparak iktidara el koyan bir grup insanın eseridir. Bu topraklarda birileri anayasa yapma hakkını hep kendilerinde gördüler. Onlara göre “Halk cahildi, hem de menfaatinin nerede olduğunu kestiremeyecek kadar cahildi. O bilmezdi, anlamazdı. Ona ne sormaya, ne danışmaya ve ne de onayına gerek vardı.” Halk adına en iyiyi doğruyu ve hayırlı olanı önce padişah bildi, sonra da devleti yöneten bir grup elit. TC Anayasalarında “Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu” hep ifade edildi, ancak hemen arkasından “milletin bu egemenliği yetkili organlarla kullanacağı” eklendi. Halkın oyları ile seçilen Meclis bu organların başında sayıldı ancak görüntüden ibaret kaldı, hiçbir zaman asıl olmadı. Asker başta olmak üzere sivil bürokrasi, üniversiteler, yargı kurumları hep devletin gerçek sahipleriymişçesine davrandılar.
Ayrıca MGK 70 ve 71 no’lu kararları gereğince anayasa taslağı üzerinde her türlü düşünce açıklaması yasaktır. “Askeri yönetim, anayasaya hayır demeyi yasaklıyor, sadece evet demek serbest... ‘Hayır’ın telkin edilmesi dahi yasak kapsamına alınıyor. Başta darbe lideri Evren Paşa olmak üzere askeri cunta meydan meydan dolaşıp kendi anayasalarını savunurken bize susmak düşüyor. Çünkü gazete kapatılabilir. Hapis yolu açılabilir. Bu arada dikkatimi çekiyor. Bizim karikatürcüler, başta Behiç Ak’la İsmail Gülgeç mavi renkle düşüp kalkıyorlar. Sevgililer, birbirlerinin mavi gözüne bakarak ilanı aşk ediyor. Atatürk’ün gözleri ne güzel mavi mavi diyen bantlar. Akdeniz mavisine, Ege’nin mavi sularına, gökyüzünün masmaviliğine olan düşkünlük anlatılıyor. Yalçın Pekşen, köşesinde ‘Mavi Gözlü Suçlu Hanım’ı yazıyor.
1924 Anayasası, farklı sesleri engellemek için tek partinin katıldığı bir seçimle oluşan meclisçe yapıldı. Sonraki yıllarda ise askerin
“Bu Anayasa yürürlükte iken yeni bir Anayasa
4
yapılamaz. Ancak bu Anayasa üzerinde değişiklik
darbe yapması ve her darbeden sonra yeni
yapılabilir. Yeni Anayasa yapılması için kurucu meclis
bir anayasa yapması neredeyse bir geleneğe
kurulması gerekir.” Prof. Dr. Korkut Kanadoğlu http://
dönüştü. 1961 ve 1982 Anayasaları darbeciler
www.ensonhaber.com/ogul-kanadoglu-bu-meclis-
tarafından oluşturulan danışma kurullarına siparişle hazırlatıldı. Halka hiç sorulmadı ya da
anayasa-yapamaz-2011-09-20.html Serap Yazıcı; Yeni Bir Anayasa Hazırlığı ve Türkiye,
5
sayfa 25 (Kenan Evrenin Anıları, cilt 3)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
141
Tarih, 21 Ekim 1982.
şart altında devletin varlığını, yüce menfaatlerini ve bekasını kendine dert edindi.
Telefon, sıkıyönetimden arıyorlar. Selimiye santralindeki astsubay her seferinde olduğu
İlk anayasa olan Kanun-i Esasi bireye
gibi adımı sordu, ‘Komutanımı irtibatlıyorum’
yeni birçok hak ve özgürlük tanıyor, fakat
dedi. Karşımda, Birinci Ordu Kurmay Başkanı
zamanın siyasi otoritesine, padişaha dilediğini
Tümgeneral Ekrem Dinç. O boğuk ses tonuyla:
sürgüne gönderme hakkı tanıyarak hak ve
‘Cemal Bey’ diye başlıyor, üslubu çok sert,
özgürlükleri anlamsızlaştırıyordu. Sonra
“Anayasa konusunda artık en küçük bir ima,
yapılan 4 anayasa da aynı mantıkla hazırlandı.
telkin, telmih yoluyla dahi olsa en ufak bir şey
Görünürde modern anayasalarda olan bütün
istemiyoruz. Yoksa derhal kapatacağız. Bir de
hak ve özgürlükler insanlara tanındı. Ancak
mavi konusu var. Hep mavi mavi diye çiziyorlar.
temel hak ve hürriyetlerin devletin ülkesi
Bundan sonra mavi de olmayacak anlaşıldı mı?”
6
2- Anayasayı kimin yaptığı önemlidir, zira kim yaparsa anayasa ona hizmet eder/ etmiştir. Anayasayı iktidar sahiplerinin yapması onun ruhuna aykırıdır ve maksadın gerçekleşmeyeceğinin de göstergesidir. Anayasa ile güç ve iktidar sahibi yönetici erki sınırlayarak, denetleyerek, insan hak ve özgürlüklerini teminat altına almak amaçlanır. İktidar ise muktedir olma makamıdır ve onu bir kere ele geçirmeye görsün insan! Hemen onu korumanın ve sürekli kılmanın arayışına girişir.
ve milletiyle, bölünmez bütünlüğünün, milli egemenliğin, cumhuriyetin, … korunması amacı ile sınırlandırılabileceği (Madde 13) ve hak ve hürriyetlerden hiç birinin devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk devletinin ve cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek… amacı ile kullanılamayacağı da kabul edildi. (Madde 14) Anayasalar bir yerde tanıdığı hak ve özgürlükleri başka bir yerde sınırlandırıyor, hatta kullanılamaz hale getiriyordu. Bir eliyle verdiğini diğer eliyle geri alıyordu.
Onu ne paylaşmak ister ne de kaybetmek.
Kenan Evren 1982 Anayasasını tanıtma
İktidar sahiplerince yapılacak bir anayasa hem
konuşmasında şöyle diyordu. “Eski anayasamızın
bu hırsı yansıtacaktır hem de onların sahip
açık veren taraflarından birisi… Hükümetlerin
olduğu zaafları, kusurları, eksik ve yanlışları,
anayasa yüzünden birçok noktada elinin kolunun
korku ve kaygıları. Kanun-i Esasi, padişah
bağlanması idi. …bütün hak ve hürriyetler
iktidarına ortak istemediği için rafa kaldırılmadı
bunlardan kötü maksatla faydalananlara
mı? Devletini tehlike ve tehdit altında gören,
tanınmıştı. 1961 Anayasası, kişi hürriyetlerine
halkı da bu tehdit algısının içine yerleştiren bir
1924 Anayasasında görülmedik bir genişlik
anlayışın yaptığı anayasanın, hak ve özgürlükleri
getirmesine mukabil7, … Devlete ve cumhuriyete
sınırlaması ve hatta elinden almasından daha
kendini koruyabilme imkanları bahşetmediği de
doğal ne olabilir? Aynı Faşist kafalarca yapılan
görülmüştür. 1961 Anayasasındaki pek çok hak
anayasada bir etnik kimliğin diğerleri aleyhine
ve hürriyet sanki sınırsızmış gibi, ciddi hiçbir
yüceltilmesi, ya da mezhep bakış açısı ile
kayda bağlanmamıştır. Oysa toplumun yararları
yapılan anayasada diğer mezhep mensuplarına
her zaman, her meselede kişilerin yararlarından
ikinci sınıf vatandaş muamelesi layık görülmesi
öncedir.”8
gibi.
Devlet halk için değil, halk devlet içindi. Devlet
Toplumu iktidar sahiplerinin hırs ve zaaflarına,
efendiydi, belirleyendi, korunması ve kollanması
anlayışlarına, ufkuna mahkum eden ve aslında
gerekendi, bütün ve hak ve yetkiler elinde
anayasanın ruh ve mantığına da aykırı olan bu durum ne yazık ki TC anayasalarının gerçeğidir. Devleti kuran kadrolar devleti kutsallaştırarak,
Aslında K. Evren’in, hak ve özgürlükleri sınırlandırmıyor
7
dediği 1961 Anayasası da aynı gerekçe ile temel hak
onun için her şeyi mübah sayarak yola çıktılar
ve özgürlük alanlarını genişletmek yerine devletin
ve devlet odaklı anayasalar yaptılar. Anayasalar,
yetkilerini genişletmek ve halkın seçtiğine karşı asker
insanın hayrını, hakkını, özgürlüğünü değil her Hasan Cemal, 23 Eylül 2007, Milliyet Gazetesi
6
142
ve bürokrasiyi güçlendirmek için yapılmıştı. Şükrü Karatepe, “Darbeler, Anayasalar ve
8
Modernleşme”, shf 248
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
toplanandı. Halk ise yüce devletin hizmetkarı,
kendini öyle tanımlamayanlar ile de savaşıldı.
itaatkarı, varlığını onun kutsal varlığı için feda
Anayasanın başköşesine yazılan bu ilkelerin10
edecek hazır askeri. Aslında Yeni devletin/
değiştirilmesini teklif etmek bile yasaklandı11,
cumhuriyetin monarşilerdeki padişahtan hiçbir
kalkışanlar düşman ilan edildi.
farkı yoktu.
Devlet sahipleri kendi anayasalarını topluma
3- Anayasanın işlevini yerine getirerek
anayasa olarak sundular. Anayasa da onlara
birlikte huzur ve barış içinde yaşamayı temin
hem meşruiyet sağladı hem de kutsiyet
etmesi, bütün renk ve farklılıkları ile toplumu
kazandırdı. Anayasaya göre esas olan devletti,
kuşatmasına bağlıdır. O, herkese eşit mesafede
devletin varlık, bütünlük ve bekası. Devlet için
durmalı, hepsini eşit ve denk kabul etmeli,
de sırtını yasladığı grup. Diğerlerinin ne yeri
her bir ferde, inanca, kültüre, etnik aidiyete
vardı ne de önemi. Onlar çoğunlukla bir tehdit
aynı hak ve özgürlükleri tanımalı, aynı saygıyı
ve tehlike olarak algılandılar. Devlet hem kendi
duymalı ve aynı değeri vermelidir. Onun rengi,
anlayışını topluma dikte edecek hem de bir
kokusu, kimliği, aidiyeti, tarafı olmamalı,
yerlerden gelecek tehlikeyi bertaraf edecek
topluma ait olmalıdır. İlla taraf olması gerekirse
şekilde örgütlendi. Oluşturulan kurumlarla,
devlete karşı bireyi, çoğunluğa karşı azınlığı,
kurumların organizasyonu ile halkı kontrol
güçlüye karşı zayıf olanı korumak ve kollamak
altında tutmak amaçlandı. Mesela Diyanet
gibi bir işlevi olduğu da unutulmamalıdır.
İşleri Başkanlığı, hem tolumun din anlayışı
Anayasanın eşitler arasında taraf olması, bir
belirlenmek hem de farklı anlayışların önüne
kimliği ya da aidiyeti tercih etmesi, diğerlerinin
geçmek için oluşturuldu. İnsanlar bir din ve
görünmezden gelinmesi, inkar edilmesi ve
mezhep anlayışına sahip olacaklarsa, bu ancak
dolayısı ile hak ve özgürlüklerinin elinden
resmi din anlayışı olabilirdi. Aynı şey Türk Tarih
alınması ile sonuçlanacaktır. Anayasa taraf
Kurumu ile tarih anlayışında, Türk Dil Kurumu
olduğu kimliği, grubu kollayacak, onun lehine yaptığı düzenlemelerle onun şımarmasına
1) Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
10
2) Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli
ve azgınlaşmasına imkan hazırlayacak, o da
dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına
elindeki imkanlarla topluma kendini dayatacak
saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta
ve sahip olduğu renk ile bütün toplumu
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve
boyamaya kalkışacaktır. Anayasa egemenlerin
sosyal bir hukuk devletidir.
anayasasına dönüşecektir, onların dünya
3) Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir
görüşünü, siyaset anlayışını, ideolojisini
bütündür. Dili Türkçedir.
yansıtacaktır ki, bunun literatürdeki karşılığı
Bayrağı şekli kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al
anayasa değil manifestodur9.
bayraktır.
TC anayasaları onu yazanların/yapanların
Başkenti Ankara’dır.
Milli marşı “İstiklal Marşı”dır. 4) Anayasanın 1’inci maddesindeki devletin şeklinin
ideolojisini ve etnik aidiyetini esas alan bir
Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2’nci
anayasadır. Kemalizm, milliyetçilik ve laiklik
maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3’üncü
onun ideolojisini oluşturmaktadır. Cumhuriyeti
maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif
kuranlar, devirlerinde moda olduğu üzere bir ulus-devlet inşa ettiler; Türk milliyetçiliğini, laiklik ve Kemalizm ile destekleyerek bir kimlik oluşturdular ve anayasalarına da bunu nakşederek toplumu bu ideoloji doğrultusunda dönüştürme uğraşına giriştiler. Kemalizm ile
edilemez. 1921 ve 1924 Anayasalarında yer almayan
11
“değiştirilmesi dahi teklif edilemez” ilk olarak 1961 yılında anayasaya girdi. 1961 anayasanın 9. maddesi “Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki Anayasa hükmü değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” hükmünü içeriyordu. 1982 Anayasası bu
diğer ideolojiler, laiklik ile dinler özellikle de
hükmün kapsamını daha da genişleterek, 4. maddede
İslam, Türklük ile de diğer etnik aidiyetler yok
şu hükme yer verdi. “Anayasanın 1. maddesindeki
sayıldı. Herkes Kemalist, laik ve Türk sayıldı,
Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2. maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3. maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif
Toplumsal bir hareketin siyasal inanç, ilke ve
9
amaçlarının açık ifadesi. TDK
edilemez.” http://yenisafak.com.tr/Politika/?i=345512 &t=14.10.2011
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
143
ile dil anlayışında gerçekleştirilmeye çalışıldı.
saygı duyacak ve değer verecekti. Farklılıklar
Milli eğitim kurumları ile de yeni nesillerin tek
karşısında tarafsız davranarak birlikte huzur ve
dil, tek millet, tek bayrak, tek ideoloji, tek,
barış içinde yaşamayı temin edecekti.
‘tek’ler üzere yetiştirilmesi amaçlandı. Bu sürece uyum sağlayanlar için sistem/anayasa/devlet hazinelerinin kapısını açarken, tekleşmeye itiraz edenlerin karşısına korumak ve kollamak için oluşturulan kurumlarını (polis, asker, istihbarat, yargı kurumları) dikti.
Devlet her şeyin önüne geçti. İnsani en temel hak ve özgürlükler bile ona kurban edildi. Topluma hizmet etmesi gereken anayasa, kendini yazana hizmet etti. Devletten,
Devlet, anayasa ile bütünleşti ya da anayasa devletleşti. Devlet anayasadan aldığı güçle, anayasanın kendine hazırladığı imkanlarla toplumu vaziyet etti, halkı anayasada belirlenen ideoloji doğrultusunda belirlemeye, tek tipleştirmeye, kendi istediği forma sokmaya çalıştı. Bu maksatla halkına karşı yok sayan ve inkar eden, zorla ve baskıyla kendini dayatan, maddi ve fiziki cezalarla, mahrumiyet yaptırımları ile hizaya sokan politikalar izledi. O kadar ileri gitti ki, Kürt doğan insanları Türkleştirmeye, kalplerdeki iman ve kafadaki düşünceler bile belirlemeye kalkıştı. Ne olduğuna bakılmaksızın insanlara sen şusun, şöyle inanacaksın, şöyle düşüneceksin dendi. Kutsal devleti korumak için o kadar paranoyakça davranıldı ki, başa bağlanan bez (türban), konuşulan ana dil, sahip olunan farklı düşünce ve inançlar, rejimi tehdit eden unsurlar olarak görüldü. Bunlara karşı alınan güce dayalı -yasaklama, baskılama, cezalandırma vb.tedbirler insanları en temel ve fıtri hak ve özgürlüklerini bile kullanamaz hale getirdi. Ülke özgürlükler değil yasaklar, haklar değil mahrumiyetler ülkesine dönüştü. Adalet değil zulüm egemen oldu, birlik ve bütünlüğün yerini etnik ve ideolojik kamplar, huzur ve barışın yerini çatışma ve kavgalar aldı. Bir yanlışın arkasından gelen yanlışlardan dolayı çok canlar yandı, çok ocaklar söndü, çok çileler çekildi. Anayasanın varlığına rağmen olan halka oldu. Hani Anayasa iktidarı sınırlayacaktı. Bireyin haklarını koruyacak, özgürlük alanını genişletecek ve bireyden yana olacaktı. Eşitler arasında taraf tutmayacak, bir taraf tutması gerekirse bu güçlüye karşı zayıf, çoğunluğa karşı azınlık olacaktı. Hukuk, eşitlik ve adalet onun esasları olacaktı. İnancı, etnik kimliği, sahip olduğu düşünce ne olursa olsun insana
144
Ama olmadı. TC anayasaları bunu başaramadı.
güçlüden, egemenden başka bir deyişle kendini hazırlayandan taraf oldu. Onun rengini ve kimliğini benimseyerek, farklılıkların karşısında yer aldı ve farklı olanın farkını ortadan kaldırma misyonuyla hareket etti. Gücü sınırlayacakken onun yaptıklarını meşrulaştırdı. Toplumsal gruplar arasında ayırım yaparak, birini diğerine tercih ederek ve tercih ettiğinin diğerlerine baskı kurmasına, kendini dayatmasına imkan hazırlayarak birlikte yaşamanın imkanlarını ortadan kaldırdı. Adı anayasa idi, ama kendisi anayasanın ruhuna ve mantığına sahip değildi, daha çok bir manifestoya benziyordu, bir grup insanın fikirlerinin bir yansımasıydı. Manifestolar bütünüyle homojen olan ve tek tip insandan (aynı dine, inanca, dünya görüşüne, ideolojiye sahip) oluşan toplumlar için -varsa böyle bir toplum- bir anayasa olabilirler belki, ama farklılıkların olduğu bir toplumda asla. Orada sorun olur ve sorunlar üretirler durmadan. Bugün yaşanmakta olunan sorunlar bunu bir göstergesi zaten. Üstelik sorunlar azalacağına artıyor. Bu anayasaların hiç olmaması gerekirdi, ama oldu bir kere. Şimdi bir an önce ondan kurtulmak gerek. Yeni Anayasa Çalışmaları Yeni anayasa çalışmaları TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in öncülüğünde başladı. Mecliste grubu bulunan partilerden 3’er üye talep edilerek “Anayasa Uzlaşma Komisyonu” oluşturuldu. Sivil toplum kuruluşlarından görüşleri istendi. Vatandaşın yeni anayasa yapım sürecine dâhil olabilmesi için “http://web.tbmm.gov.tr/ yenianayasa” adresli bir internet sitesi hizmete sunuldu.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Aslında konu belirli bir süredir gündemde
Kimileri de kendi kutsal devletini kurma
ve yapılan tartışmalarla belli bir mesafede
derdinde. CHP ve MHP’de devletçi, vesayetçi,
de katedilmiş durumda. Tartışılamayan,
milliyetçi yaklaşım açıkça görülüyor. BDP/PKK/
konuşulamayan konular, başta ilk 3 madde
KCK “bana ait bir bölge olsun ve orada benim
olmak üzere tartışılmaya başlandı. Yine de süreç
borum ötsün” peşinde.14 Aslında her üçü de
kolay olmayacak gözüküyor ve akamete uğrama
kendi kutsal devleti peşinde, insan akıllarına
ihtimali var. Zira sürece ön ayak olan AKP,
bile gelmiyor veya ancak satır aralarında
anayasayı değiştirmek için gerekli milletvekili
göstermelik olarak yer alıyor. O da her insan
sayısına sahip değil. Diğer partilerden destek
değil, kendinden olan insan.
alması gerekiyor. Ancak onlar müspet bir yaklaşım içinde değiller, farklı hesaplar peşindeler. Uzlaşma komisyonunun ön şartsız toplanmasına başlangıçta destek verdikleri halde CHP ve MHP kırmızıçizgiler çizmeye başladılar bile. CHP, “Anayasa’nın ilk üç maddesi bizim açımızdan ön şart.”12 diyerek sık sık hatırlatma yapıyor. (AKP’nin bu konudaki yaklaşımı net değil, göründüğü kadarıyla değiştirilemez maddelere dokunmama eğilimindeler.) MHP niyet okumalarla dahil olduğu süreci ve yeni anayasa çalışmalarını “Türkiye’yi parçalama planı”nın bir parçası olarak değerlendiriyor. Ve ne Anayasa’daki kritik maddelerin değişimine evet diyor ne de etnik vurguya yer verilmeyen yeni yurttaşlık tanımına. BDP ise demokratik özerklik şartı ile masaya oturmaya hazırlanıyor. Dışarıdan bu meclisin bu işi yapmaya yetkili olmadığını, yapamayacağını söyleyerek zihinleri bulandırmak isteyenler bile var.13 Her şeye rağmen yeni bir anayasa için (buna “sivil anayasa” da deniyor) yola çıkılmış bulunuyor. Türk anayasa tarihinde ilkler yaşanıyor. TBMM, darbe yapılmadığı ve bir yerlerden emir almadığı halde kendi iradesi ile yeni bir anayasa hazırlamaya talip oluyor. Halka fikri soruluyor, anayasa tartışmalarına
Umarız yaklaşımları zamanla değişir. Süreç onları da geliştirir. Veya sürece etkileri sınırlı kalır. Benmerkezcilik ise daha genel ve köklü bir hastalık olarak karşımızda duruyor. Bu mantığa sahip olanlar “en doğru ve en iyi bende, ben bilirim”den hareketle anayasayı kendileri yapma peşinde. Hepsi kendi düşüncesini, kimliğini, dinini, anlayışını, dünya görüşünü egemen kılma sevdasında. Kimse anayasa yapmaya çalışmıyor, manifestosunu anayasalaştırma mücadelesi veriyor. Milliyetçilerin Türklüğü, cumhuriyetçilerin Kemalizm’i ve laikliği kırmızıçizgi olarak ortaya koyması bundan kaynaklanıyor. Bu mantıkla bir şeyler önerenler aslında yeni bir şey önermediklerinin farkında değiller. Egemen kimliği, aidiyeti ideolojiyi değiştirmekle ortaya asla yeni bir anayasa çıkmayacaktır, Türk’ün yerine Kürt’ü veya başka bir etnik aidiyeti koymakla bir şey değişmeyecektir. Kemalizm’in yerine başka bir ideolojiyi koyduğunuzda da, laikliğin yerine “Madde 5 - Sistemin Yurttaşlığı: Özgür Yurttaşlık:
14
Kürdistan’da doğup yaşayan veya KCK sistemine bağlı olan herkes yurttaştır... Bu Sözleşmede belirlenen hak ve özgürlüklere sahiptir ve bu Sözleşmenin belirlediği
dahil olması isteniyor. Herkesin fikrini/talebini
yükümlülükleri yerine getirir.
beyan ettiği bir süreç yaşanıyor ve daha önce
Madde 11 - Reberiya Koma Civakên Kurdistan: Koma
tartışılamayan konular rahatlıkla tartışılabiliyor.
Civakên Kurdistan (Kürdistan Toplumlar Topluluğu-
Yine de sürece öncülük edenlerin doğru ve
ve Önderi, Abdullah Öcalan’dır. Ekolojiye ve cinsiyet
sağlıklı bir anayasa kültürüne sahip olmadıkları hemen göze çarpıyor. Zihinlerindeki anayasanın odağında insan değil hala devlet var ve hala
Kürdistan Demokratik Toplum Konfederalizmi) kurucusu özgürlüğüne dayalı demokrasinin felsefik, teorik ve stratejik kuramcısıdır. Her alanda bütün halkı temsil eden önderlik kurumudur. Kürdistan halkının özgür ve demokratik yaşamına ilişkin temel politikaları gözetir
yaklaşımlar benmerkezci. Kimileri mevcut
ve temel konulardaki en son karar merciidir. Kongra-
devleti koruma ve kollama misyonu ile hareket
Gel Genel Kurul kararlarının demokratik, ekolojik ve
ediyor, her şeyi onun için feda etmeye hazır.
cinsiyet özgürlükçü devrim çizgisine uygunluğunu gözetir. Yürütme Konseyi Başkanını görevlendirir. Temel
http://www.haber3.com/kilicdaroglu-ilk-uc-madde-on-
konulara ilişkin Yürütme Konseyi kararlarını onaylar.”
sart-1040757h.htm#ixzz1c494oI9b
http://www.ankarastrateji.org/_files/11102011152912-
Korkut Kanadoğlu
YLB6Z.pdf
12
13
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
145
dini koyduğunuz da ortaya yeni bir anayasa
Dünyanın merkezi ben değilim, sen de değilsin,
çıkmayacaktır. Yapılan şey yeni bir egemen
o da değil. Söz konusu olan farklı din, mezhep,
kültür, yeni bir egemen sınıf ortaya çıkarmak
dünya görüşü, etnik kimlik sahibi insanlardan
olacaktır ve tabii ki yeni sorunlar ve yeni
oluşan bir toplumsa; merkez, herkesin katılımı
mağduriyetler. Bu konuda komünist manifestoyu
ile oluşmalı/oluşturulmalıdır. Bu mutabakatın
anayasa haline getiren SSCB ve mezhebi
sorunsuz gerçekleşeceği zemin, insanlığın
görüşünü anayasaya yansıtan İran, Taliban vb.
ortak değerleri haline gelen (bunlar İslam’ın
örnekler önümüzde durmaktadır.
da değerleridir) adalet, eşitlik, özgürlük, ahlak,
Ama bakan kim. Ne eskiden yeterince ders çıkarılıyor ne de mevcuttan/örneklerden ibret alınıyor. TC anayasalarının temel sorunu, birilerinin kendi ideolojisini, menfaatini, mezhep
hak ve hukuk gibi evrensel değerler olabilir pekala. Tarih bu değerlerin olmadığı zaman ve mekanlarda insanlık adına hayırlı hiçbir şeyden bahsetmemektedir.
ve meşrebini merkez alması değilmiş gibi, aynı
Anayasanın birlikte yaşamaya zemin olma
mantıkla yeni bir anayasa için yola çıkılıyor.
işlevini yerine getirebilmesi için herkesin haddini
Ya ideolojiden vazgeçilemiyor, ya etnik kimlik
ve hakkını bilmesi, sahip olduğu her hak ve
vurgusundan ya da menfaatlerden. Buradan
özgürlüğün başkalarının da hakkı olduğunu
ortaya çıkacak sonuç bırak yeni olmayı, bir
kabullenmesi gerekir. Bizim, anayasa hazırlanma
anayasa olmayı bile başaramayacak, olsa olsa
sürecinde taraflara önerimiz, bir kerelik de olsa
daha öncekiler yine bir manifesto olacaktır.
herkesin kendi adına değil de diğerleri adına
Oysa yeni bir anayasa ancak eski anayasa kültüründen kurtulmakla başarılabilir. Anayasa ne devletin halkı belirleme ve biçimlendirme aracıdır, ne de çoğunluk ya da güç sahiplerinin kendilerini gerçekleştirme aracı. O birilerinin dinini, ideolojisini, mezhep ve meşrebini egemen kılma ve dayatma aracı da olmamalıdır. O, güce karşı insanı koruma ve birlikte yaşamak isteyenlerin/ zorunda kalanların aralarında oluşturdukları bir mutabakat metnidir. Ve bir mutabakat metni üstünlük komplekslerinin gölgesinde, herkesin kendini gerçekleştirmeyi öne aldığı benmerkezci yaklaşımlarla oluşturulamaz. Herkesin referans aldığı bir inancın, dinin, dünya görüşünün olması gayet doğal, herkesin kendine göre doğrularının olması da. Ancak kimsenin başkasına kendini, dinini, düşüncesini, doğrularını dayatmaya hakkı yok. Ya da kendini merkeze koyarak buluşulması gereken nokta burası demeye. Ya da manifestosunu anayasa yapmaya. Zira bu yaklaşımda başkasına, başkasıyla kurulan eşit ve denk ilişkilere, mutabakat arayışına ve dolayısı ile birlikte yaşamaya yer yok. Birlikte yaşamak ancak birbirini, dengi ve eşiti kabul etmekle, karşılıklı saygı ve değer vermeyle, birbirinin hak ve hukukunu gözetmekle ve birlikte yaşamayı temin edecek asgari müştereklerde mutabık olmakla gerçekleşir.
146
talep de bulunmayı başarması, karşısındakinin yerine kendini koyarak onun adına, o kendisiymiş gibi düşünmesidir. Türkler bugüne kadar hep Türkler adına konuştular, bu sefer kendilerini Kürtlerin yerine koyarak, kendileri için talep de bulunur gibi onlar adına talep de bulunsalar. Laikler Müslümanlar için, Sünniler Aleviler için, çoğunluk olanlar azınlık olanlar için bunu başarabilseler. İşte o zaman taşlar yerli yerine daha kolay oturacak, ne kırmızıçizgi kalacaktır ne hak gaspı ne de hak esirgemesi. İşte o zaman, hak ve özgürlük alanlarında geçmiş anayasalarda var olan ayrımcılıktan da eser kalmayacak ve herkes gönül rahatlığı içinde birlikte yaşamanın sağlam zeminine harç taşıyor olacaktır. İnsanların aralarındaki sorunları çözerek birlikte yaşamayı başarması ile devletin gücünü sınırlayan ve denetlemeyi mümkün kılan bir anayasa yapmanın da önü açılacaktır. Bugüne kadar devlet halkın tümünü kuşatmak ve kucaklamak yerine ayırımcılık yaptı ve taraf tuttu, birilerinin devleti oldu. Devlet onlardan güç aldı, buna karşın kendinden olanları destekledi. Hem devlet hem de devleti arkasına alanlar sahip oldukları güçle şımardılar, efendilik davasına kalkıştılar. Birlikte yaşama zemininin yokluğu devleti yönetenlerin ve sırtını ona yaslayan sınıfın işine geldi. Türk-Kürt, sağ-sol, laik-Müslüman kamplaşmaları ile halk birbiri
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ile uğraşırken, bu grup hiç hesap vermeyecek
azleder ve bütün bunları anayasa ile kayıt
gibi dilediğince saltanat sürdü. Hatta bunu
altına alır. Anayasayı halk yaptığında, birlikte
anayasaya bile yazarak kendilerini sağlama
yaşamanın zemini olan değerler ve ilkeler
aldılar.15
anayasanın da dolayısı ile de devletin de ilke
Devlet olmak mı, ilkeler ve değerler çerçevesinde birlikte yaşamak mı? Bugün
ve değerleri haline gelir. Anayasa ideolojisi olan değil, değerleri olan bir anayasaya dönüşür.
anayasa ile ilgili hayati soru bu. Ve ne yazık
Yeni bir toplum ve hatta yeni bir dünyanın
ki bu soruya verilecek cevap genel de devlet
inşasında yeni anayasalar bir ihtiyaç. Ve bu
olmak. Herkes devleti olsun istiyor. Topluma
anayasaların mutlaka yeni bir ruhla, anayasanın
dinini, ideolojisini, anlayışını hakim kılarak
ruh ve mantığına uygun olarak hazırlanması
insanları hizaya sokmak, tek tipleştirmek istiyor.
gerekli. Hazırlamak da yetmiyor, anayasa
Nefse de hoş geliyor aslında. Zira devlet güç
konusunda insanların sahip olduğu iki yüzlülük
demek, imkan demek, egemen olmak demek.
de sona ermeli. Zira birçok anayasada yazan ile
Tabi devlet olan için. Ya diğerleri için…
uygulanan örtüşmüyor. Anayasada yazılanlar,
Aslında kendi kendimize, topluma zarar veriyoruz böyle düşünerek. Herkesin devlet peşinde koşması halkın parçalanmasını, gücünü yitirmesini ve güç sahibi bir grubun bu zaaftan istifade ederek topluma egemen olmasını, kendini dayatmasını getiriyor. Bir diktatör yıllarca topluma kan kusturuyor mesela. Birileri
devletlerin insan haklarını ihlal etmelerini, özgürlükleri kısıtlamalarını, güçlünün kendini dayatmasını, hukuksuz işlere dalmalarını engellemeye yetmiyor. Emperyal niyetlerle başka halklara yapılan zulümlere de mani olmuyor. Hazırlayanların/yapanların ahlaksızlığı anayasalara yansıyor.
önce darbe yapıyor sonra da alın size anayasa
Birilerinin hem kendi halkı için hem de dünya
diyerek kendini dayatıyor. Oysa bir toplumda,
halkları için; ahlakı olan, uygulanan anayasalar
asıl güç sahibi halktır. O gücünü bir şekilde
yapmayı başarması gerek. Bu, neden
ortaya koyduğunda (sandıkta, meydanlarda...)
hazırlanmakta olan yeni anayasa olmasın!
hiçbir diktatör, hiçbir zalim tutunamamaktadır
Bunu bugün başaramasa bile, bu anayasa
karşısında. Bütün güçler zayıf kalmaktadır onun
birilerinin başarmasının önünü açabilir, hedef
gücünün yanında.
haline gelmesini sağlayabilir en azından. Mevcut
Çözüm herkesin devleti olmasında değil, halkın devlet olmasında (devletin, halkın devleti olmasında) ve halkın, bu devleti kafa kafaya vererek hazırlanacak anayasa ile sınırlamasında, onun üzerinde olması gereken denetleme mekanizmalarını oluşturmasındadır. Devlet hizmet makamıdır. Hizmet alan halktır. O belirler, seçer, görevlendirir, talep eder, yetkilerini, şeklini, sınırlarını çizer, denetler,
durum göz önüne alındığında bu bile bir başarı olacaktır. Şüphesiz ne anayasa sihirli bir değnek, ne de insan ve toplumlar sihirli yollarla birden bire değişebilen yapılar. Burada anayasaların geleceğe ışık tutan, yön veren, hedef gösteren rolüne dikkat çekmek istiyoruz sadece. Bir anayasa mevcut sorunları çözdüğü gibi, olması gerekenin iyileşmesi, gelişmesi konusunda yeniliklere, gelişmelere kapı açabilir. Bu anayasanın merkezinde insan olmalı, şu veya
“12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu
15
bu insan değil sadece insan,
toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Başkanlık Divanı oluşturuluncaya kadar geçecek süre içinde,
İnsan hak ve özgürlüklerini teminat altına
yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına
almalı,
kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Milli Güvenlik Konseyi’nin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezai, mali ve hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz.”
İnsanın ve devletin insana tahakkümünün önüne geçmeli, Devletin sınırlanmasını ve denetlenmesini mümkün kılmalı,
1982 Anayasası geçici 15. madde.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
147
İnsanın kendi olmasına ve kendini ifade
başlamış bulunuyor. Onu da bekleyip hep
etmesine imkan hazırlamalı,
beraber görecek ve yaşayacağız.
Birlikte huzur ve barış içinde yaşamayı sağlayacak bir alt yapı oluşturmalı, Ahlakı ve değerleri olmalı, Gelişmeye açık olmalı ve toplumsal gelişmelerin önünü açmalı,
engel olmalı, Ve bütün bunların zor ve baskı ile değil, insana yaraşan yollarla gerçekleşmesini sağlamalı. Bunların gerçekleşmesi için herkesin çaba göstermesi, anayasadan önce kendini değiştirmeye talip olması gerek. Anayasa sihirli bir değnek değil. Hiçbir anayasa insanı ve toplumu değiştiremez, o, değişimi istemedikten sonra. Ve özellikle sürece, ufuk sahibi, vicdan sahibi akil adamların katkı yapması kaçınılmaz. Mümtazer Türköne’nin dediği gibi, “Anayasa yapmayı mimarî bir çaba olarak tanımlamak mümkün. Bu işi sadece anayasa hukukçuları yaparsa (Biz buna siyasileri de ekleyelim. Siyasete hakim olan pragmatizm, olması gerekenin önündeki en büyük engeldir. M.Y) keyfe keder bir metin ortaya çıkar. Halk yaparsa içinde yaşayacağımız, yağmurdan, fırtınadan, depremden korunacağımız, soğuktan sıcaktan sakınacağımız ve yaşarken mutlu olacağımız bir yuva ortaya çıkar.16 Ufuk sahiplerinin de katkı yapması ile ortaya çıkan bina, hem içindekilerin hem de dışarıdan bakanların imreneceği bir esere dönüşür. Muhalefetin her an mızıkçılık yapma ihtimali olan bu süreçte halkın, STK’ların, akil adamların, aydınların, toplum öncülerinin bu işin peşinde olması önemli. Siyasi irade vazgeçse bile onlar bu sürecin arkasında durarak anayasanın değişmesini sağlayabilir ve yine aynı yolla beklenenden daha iyi bir sonucun ortaya çıkmasına etki edebilir.
www.islamiyorum.com
Sadece sorun çözmemeli, sorun üremesine de
Hiçbir sonucun sürpriz olmayacağı bir süreç http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1193845
16
148
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Gündem
Somali’nin Hatırlattığı Gerçekler
İnsanlığın Ölümü
Celal Nadir
Tarihin sonunun geldiği iddialarının var olduğu
biri haline geliyor. Özellikle bu sorunu
bir dünyada yaşıyoruz. “İnsanlık ulaşabileceği
yaşayanlar için diğer problemler hep ikincildir.
en ideal yaşam biçimine ulaşmış, artık var olan sistemin yerine konacak alternatif bir düzen kalmamıştır” bu iddia sahiplerine göre… İdeal değerler ve Batı’nın gelişmişlik çizgisi üzerinden yapılan bu değerlendirme karşısında, yüzümüzü dünyanın bir sağına bir soluna döndürüp gören gözlerle baktığımızda ise kendi kendimize soramadan edemiyoruz; gelen tarihin sonumu
Dünya üzerinde servetin büyük bir kısmı, sınırlı bir insan topluluğunun elinde bulunurken geri kalanların ancak şanslı olanları açlık sınırında yaşama imkanı bulmaktadır, şanssızlar ise ölüme terk edilmektedir. Yani bugünkü dünya düzeni birilerine sınırsız imkânlar sunarken diğerlerini açlık ve yoksulluğa terk etmektedir. Birilerinin
yoksa insanlığın sonu mu?
konfor ve rahatı karşısında diğerleri ağır bedeller
İnsanlığın, insani değerlerin hiçleştiği, yok
bir dönemde bir grup insanın hırs ve ihtirası,
olmaya başladığı bir dönemden geçiyoruz. Bu
diğerlerini hiç hesaba katmayan yaklaşımları,
öyle bir dönem ki yıllardır süregelen sömürge
insanlık adına büyük bir tehdit ve tehlike haline
kültürünün bir getirisi olarak toplumlar,
gelmiş bulunmaktadır. Dünyanın dört bir yanında
yoksulluğa ve yalnızlığa terk edildiler;
yaşananlar bunu açıkça göstermektedir.
ellerindekiler alındı, başkalarına muhtaç hale düşürüldüler... Onlar aç ve açık bırakılırken sahip olduklarını ellerinden alanlar ise insanlıklarını, en temel insani değerlerini, ahlak ve adalet duygularını yitirdiler ve kendi elleri ile kendilerini yok etmenin eşiğine geldiler… Esasen insanlığın bir kısmının açlık ve yoksulluğa terk edilmesi, diğerlerinin bir nevi yıkımı oldu. Birileri ahlak ve vicdanını kaybederken diğerleri hayatlarını yitirme noktasına geldiler. Kaybolan değerler insanı daha vahşi ve daha yıkıcı bir varlığa dönüştürürken, yoksullar açlık ve yoksullukta sona gelmiş bulunuyorlar, ölüyorlar artık. Hem de Rabbimizin nimetleri herkese yetecek bollukta olmasına rağmen. Böylesi bir tablo karşısında ister istemez açlık ve yoksulluk, yeryüzünün en önemli sorunlardan
ödemektedir. İnsan üretkenliğinin doruğa çıktığı
Dünyaya gören gözlerle bakanların gördükleri şudur: Dünya nimetlerinden istifade eden ve yeryüzündeki servetin büyük bir kısmını elinde bulunduran ülkeler var. Bunlar dünyanın sahibi gibi davranıyorlar, dünyada olan biteni belirlemeye çalışıyorlar. Bugün dünyada egemen olan sistem onlar tarafından belirlendi ve tamamen onların menfaat ve çıkarlarına hizmet ediyor. Her geçen gün onların zenginleşiyor olması da bundan. Bu ülkelerin oluşturdukları düzende onların koydukları kurallara göre var olmaya çalışanlar yani gelişmekte olan ülkeler ikinci gruptur. Onlar gelişmiş ülkelere tabi, bağlı ve bağımlıdırlar. Kendi iradeleri ile hareket edemezler. Efendileştirdikleri gelişmiş ülkelere sadık kalarak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
149
dünya pastasında pay sahibi olmaya çalışırlar.
köleleştirdi, iradelere ipotek koydu, zihinleri
Gelişmeleri ve nispeten ekonomik iyi durumları
zincire vurdu, elinin altındaki imkanları göremez,
sadakatlerine bağlıdır. Hem gelişmişler sınıfına
değerlendiremez, kullanamaz hale getirdi.
terfi etmeleri hem de bir alt gruba düşmeleri
Sonra da yavaş yavaş zenginlik ve servetlerini,
mümkündür. Onların her birisi efendileri için
imkanlarını elinden aldı. Onları sömürge olmaya,
vazgeçilmez olma mücadelesi içindedirler.
yoksun kalmaya mahkum etti. Elindeki güç ve
Son grup ise Birleşmiş Milletler tarafından En Az Gelişmiş Ülkeler (EAGÜ) olarak tanımlanan gruptur. Bunlar, ellerindeki imkanlar, zenginlikler alınarak ya da kullanmalarına mani olunarak, kendi ayakları üzerinde durma imkanı bırakılmayanlar, sonra da kaderlerine terk edilenlerdir. Özellikle Uzak Doğu Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkeleri arasından birçoklarını bu gruba dahil etmek mümkündür. Ayrıca her ülkede gelişmişler de dahil azımsanmayacak sayıda açlık sınırında yaşayan insanın varlığını da belirtmek gerek.
imkanlarla işgal ederek, katlederek, koloniler oluşturarak, köleleştirerek zenginliklerin kendine doğru akma sürecini başlattı. Rakiplerini, ulusdevlet fikri ile parçalayıp kolay lokmalar haline dönüştürdü, ulus devletleri de açık ya da gizli yollarla yöneterek toplumların zenginliklerini ellerinden almayı sürdürdü. Sömürge sonrası dönemde de, sömürü düzenini devam ettirdi. Batı hala her şeye yön verip sahip olmaya çalışıyor. İnsanlığa ağır bedeller ödetme pahasına… Sahip olduğu zenginliğin çok az bir kısmı bile yeryüzünde açlıkla, fakirlikle alakalı sorunu kökten halledebilecekken, o,
Bu yazımızda önce böylesine sorunlu paylaşım ve adaletsizliğin nasıl ortaya çıktığı konusunda, sonra da dünyanın bu fakir yüzü ve ona karşı sorumluluklarımız hakkında değerlendirmelerde bulunacağız.
sömürü çarklarını döndürmeyi sürdürüyor. Artık iyice profesyonelleşti. Daha stratejik, daha kurnaz, daha planlı davranıyor. Savaşın, işgalin hoş karşılanmadığı günümüzde yeni yol ve yöntemler kullanıyor, Küreselleşen dünyayı yeni yöntemlerle karşılıyor. Gerektiğinde bir
***
kılıf bularak yine güce başvuruyor, işgal ediyor,
Yeryüzünde bir tarafın zengin ve bolluk içinde
sermaye şirketlerini, uluslararası kuruluşları
yaşarken diğer tarafın aç ve yoksun kalmasının asıl müsebbibi, insanın dinmek tükenmek bilmeyen madde hırsı ve ona duyduğu açlıktır. Bu bir hastalıktır ve maalesef Batı bu hastalığa yakalanmıştır. Batı’nın doymak bilmeyen bir hırs ve açlıkla yeryüzündeki serveti kendine transfer etmesi, paylaşımda uçurumların oluşmasına neden olmuştur. Ve bu uçurum büyümeye de
ama daha çok medyayı, interneti, uluslararası kullanıyor. Batı’nın aç gözlülüğü, hırs ve ihtirasları ile başlayan bu süreç zaman içinde profesyonel bir nitelik kazandı ve sistemleşti. Bir yandan doğallaştı bir yandan da yeni dünya düzeni haline geldi. Doğallaştı. Artık yeryüzündeki açlık ve muhtaçlık yadırganmıyor ve normal
devam etmektedir.
karşılanıyor. Bir yerde açlıktan ölen çocuk sayısı
Bu uçurumun nerede nasıl oluşmaya başladığını
BM gündemine girebiliyor.
ve neden bu denli büyük ve yıkıcı olduğunu irdelediğimizde, özellikle sömürgeciliğin başladığı dönemlerin bir dönüm noktası oluşturduğunu görürüz. Çünkü öncesi süreçte gerek Batı’da ve gerekse Doğu’da insan kendi imkanları ile hayatını devam ettiren, en kurak bölgelerde dahi olsa toprağını işleyerek, avlanarak bir biçimde muhtaç düşmeyen bir pozisyona sahipti. Ancak Batı’da sömürgeciliğin gelişmesi ile bu durum büyük bir değişime uğradı. Batı, insanları ve toplumları her açıdan
150
belirli bir rakamın üstüne çıkarsa ancak o zaman
Yeni dünya düzeni haline geldi. Zira uluslararası misyon üstlensin diye oluşturulan kurumlar bile Batı’nın kurduğu sömürü sistemini yürütmeyi vazife ediniyor. Görevlerinin en başında bu yazıyormuş gibi hareket ediyor ve her yeni güne Batı’nın menfaatleri her şeyden öncedir diyerek başlıyor. Birleşmiş Milletler bu yapının tepesinde yer alıyor. Yine finans hareketlerinin üzerinden yürütüldüğü IMF ve Dünya Bankası da bu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
organizasyonun birer parçası. NATO gibi
altında olması (ortalama 1035‘i aştığında
savunma paktları da. Oluşturulmuş bu
bu gruptan çıkarılmakta)
ve benzeri pek çok uluslararası kurum ve kuruluşun kurucusu ve finansörü Batı, onlar da kurucularının menfaatlerini önceleyen bir mantığa sahip. Batı da onları dilediği gibi kullanıyor. Bir yandan onlar vasıtası ile yaptıklarına meşruiyet kazandırıyor, bir yandan da başka ülkeleri yaptıklarına ortak ediyor. İstediği her türlü kararı aldırarak dünyada dilediğini yapmanın önünü açıyor. BM adil bir temsiliyetten, zayıf olanların haklarını korumaktan, insanların insanca muamele gördüğü, aç açık bırakılmadığı bir dünya hedefinden çok uzak. Ortaya konan pratik tam anlamı ile bir acizliğin ifadesi. İsrail karşısındaki durumu ve en son Somali’de yaşananlar bunun sadece iki örneğidir. Dünya Bankası’nın amacı imkan sahibi olmayan ülkelere kredi ve imkan sağlamak, bu ülkelere yardım projeleri geliştirmektir. Oysa uygulamada ortaya çıkan durum tam tersine, güçlü sermaye gruplarına bu ülkelerdeki yer altı ve yer üstü zenginliklerini açmak, çeşitli kurallar dayatarak güçlü sermayenin buralarda iş yapabilmesi için uygun ortamı hazırlamaktır. Son dönemde Kenya’da ve Somali’de yaşananlar buna işaret etmektedir. Zira endüstriyel tarıma yöneltilen bu iki ülke, temel gıda ihtiyacını bile üretemez hale gelmiş, bu ise oraların açlıkla karşı karşıya kalması sonucunu ortaya çıkarmıştır. Oysa Dünya Bankası yönlendirmeleri öncesi bu iki ülke de temel gıda ihtiyacını kendi başına karşılayabilmekte idi. Durumun vahametini rakamlar şöyle ortaya koyuyor. Bugün yeryüzünde yaklaşık 1 milyar civarında insan, açlık ile burun buruna yaşıyor. Dünya üzerinde 48 ülkede hali hazırda insanlar bir dolardan daha az bir gelirle yaşamaya çalışıyor. Bu ülkeler belirttiğimiz üzere En Az Gelişmiş Ülkeler olarak nitelendirilmekteler. BM tarafından belirlenen ve belli kıstaslar çerçevesinde yapılan tasnife göre, bir ülkenin EAGÜ sayılabilmesi için üç temel kıstasa sahip olması lazım.
2. İnsan kaynaklarında zayıflık kıstası: Beslenme, sağlık, ömür beklentisi, eğitim ve yetişkin okuryazarlığı düzeylerini dikkate alan yaşam kalıntısı göstergesine uygunluk 3. Ekonomide çeşitlilik eksikliği kıstası: Tarım üretiminde istikrarsızlık, mal ve hizmet ihracında istikrarsızlık… Ayrıca ülke nüfusunun 75 milyonu aşmaması koşulu da aranıyor 2000 yılında yapılan son inceleme neticesinde listeye Senegal’in de eklenmesi ile EAGÜ grubunda yer alan ülke sayısı 49’a yükseldi, son on yıllık dönem içinde anılan listeden çıkma başarısını gösteren tek ülke Botswana oldu. Tablo gayet açık, 48 ülkede insanlar açlık ile her an yüz yüze yaşıyor. Buna karşın on yıllardır yapılmakta olan hiçbir şey yok. Zaten 40 yıllık süreçte zor durumda olan ülkelerin sayısının 25’ten 48’e çıkması bunun açık bir göstergesi. EAGÜ’lerin büyük çoğunluğu Afrika’da bulunuyor (35 ülke). Asya’da 8, Pasifik bölgesinde 5, Amerika’da 1 ülke (Haiti) bu statüde bulunuyor. Bu ülkelerin büyük bir kısmı ada devlet ya da denize kıyısı olmayan devlet konumundalar. Bunlar, dünya nüfusunun 10,7’sini (614 milyon) buna karşın dünya üretiminin %0,5’ini oluşturuyorlar. Üstelik bu değerlendirmelere büyük nüfusa sahip Çin, Hindistan, Pakistan gibi ülkeler dahil değiller. Esasen EAGÜ’lerin bu durumuna etki eden birçok farklı faktör bulunuyor. İç savaşlar, nüfus yoğunluğu, ekonomik işleyişin sağlıklı olmasını sağlayacak ürün çeşitliliği ve altyapının olmaması, dışa bağımlılık… Ancak tüm bu faktörlere rağmen aynı gemide yaşayan insanlık açısından durum hiçte böyle geçiştirilebilecek türden değil. Zira tüm bu tabloya rağmen Batı buraları kendi çıkar çatışmalarının bir alanı gibi görüyor. Kendi zenginlik ve hakimiyet alanının artması uğruna buralarda yaşayan insanları çağdaş köleleri gibi görüyor. Bu ülkelerin
1. Gelir düşüklüğü kıstası: Kişi başına yıllık gelirin üç senelik ortalamasının 900 doların
kaynaklarından istifade ederken onları açlığa ve yoksulluğa mahkum etmeyi kendisi için bir hak gibi görüyor. EAGÜ’lerin büyük bir
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
151
kısmının geçmişinde Batı’nın buraları sömürge
Somalili mültecilerin kaldığı bir kamp olan
olarak kullanma hikayeleri var. Batı zenginliği,
Daada kampını ziyaret etmiş bir yardım
tamamı ile bu ülkelerin son noktaya kadar
gönüllüsü kardeşimizin bölgeyle ilgili gözlemleri
sömürülmesinden kaynaklanıyor.
çok çarpıcı: “Kamp derken 600.000 kişinin
Haiti’de doğal afet sonrası yaşanan açlık, Ruanda’da Batı müdahalesi ile yaşanan soykırım, Somali’de ve bugün dünyanın özellikle Afrika boynuzu denen bölgesinde yaşanan kuraklık sonucu yaşanmakta olan ölümler… Ve her seferinde yerin dibine batan insanlık ve insani değerler.
“YOK” dediğinizde onu nasıl tanımlarsınız; orda bunu daha iyi müşahede ediyorsunuz. Zira en temel hayati ihtiyaçlar, sizin hiç yokluğunu görmediğiniz şeyler orada gerçekten yok. Su yok, gıda yok, barınak yok, giyecek yok. Hiçbir şey yok. İnsanlar sınırlı miktarda su ve günlük ancak bir öğün yemekle yaşamaya çalışıyorlar.”
Acaba yaşanmakta olan tüm bu olaylarda mağdur olmayanların hiç mi suçu yok! 1994 yılında Ruanda’da yüz gün içerisinde 800.000 Tutsi ve Hutu katledilmiş ve Batı bu durumu sadece seyretmekle yetinmiştir. Soykırım gerçekleştiren Hutuların arkasındaki Fransa, bu olaylar karşında bu zemini hazırlamak dışında hiçbir şey yapmamıştır. 1990’lı yıllarda Somali’de yaşanan açlık ile alakalı dönemin BM Genel sekreteri Butros Gali’nin tespitleri çok çarpıcıdır. ”Somali’de gıdadan çok silah var. Bu silahları Somalililer kendileri üretmiyor. Birileri tarafından bu silahlar buraya getiriliyor.” Öyle ya gıdaya ihtiyacı olan bir ülkede bunca silahın işi ne ve bu silahlar kimler tarafından niye buraya sokuluyor? Somali bugünde açlık ve onun ardından gelen ölümler yaşanıyor. Oysa Somali, deniz kıyısında olan ve toprakları halkına yetecek verime sahip bir ülke. Ülkede Batı tarafından kışkırtılan iç savaş halkı verimsiz iç bölgelere mecbur bırakırken, merkezi bir güç oluşumuna da engel oluyor. Halkının tamamının Müslüman olduğu bu ülkede Batı, ülkenin stratejik konumu ve henüz dokunulmamış madenlerinden dolayı kendi istediği dışında bir yapının oluşumuna müsaade etmiyor. Ayakları üzerinde duran bir yapı olmayınca da halk iç savaş ve kuraklık içerisinde çok zor şartlar altında yaşamını devam ettirmeye çalışıyor. Ne denizden gereği gibi yararlanabiliyor ne yer altı ve yer üstü zenginliklerinden, ne de Kızıldeniz üzerinden yapılan ticaretten. Bunca imkanlara rağmen bir halk önce açlık ve yokluğa mahkum ediliyor sonra da kaderiyle baş başa bırakılıyor.
152
yaşadığı bir yerden bahsediyoruz. Bir şey için
Yüzümüzü bir o tarafa bir de kendimize döndürdüğümüzde, bir an için öyle bir ortamı hayal ettiğimizde bile ürkeceğimiz bir tablo bu. Oradaki insanlar bunu yaşıyorlar. “Kampta yaşayan aileler ile konuşurken çocuklarını yolda bırakan pek çok anne ve babanın olduğunu anlıyoruz. Önce düşünüyorsunuz bir anne veya baba nasıl olur çocuğunu yolda terk eder diye. Her anne baba gibi onlar da niye gözlerinden bile sakınmıyorlar. Daha önemli olan ne olabilir. Yazık ki bu insanlar böyle yapmaya mecbur kalıyorlar. Zira aksi takdirde diğer çocuklarının bu uzun yolculuğa dayanabilme imkanları yok. Mecburen dayanamayacak olanları, hasta olanları ölüme terk ediliyorlar. Zira bu kampa ulaşmak için insanlar çöl sıcağı altında 400 -500 km yürümek zorunda kalıyorlar. Hem de aç ve susuz…” Son elli yılın en büyük kuraklığı ve kıtlığının yaşandığı Afrika Boynuzu’nda 10 milyondan fazla insan açlıkla karşı karşıya bulunuyor. 1971-1973 yılları arasında Etiyopya’da da 1,5 milyon civarında insan kıtlık nedeni ile yaşamını yitirmişti. Rakamlar büyüyor, insanlık ise bu var olan tablo karşısında küçüldükçe küçülüyor. Sanayileşmiş ülkeler dünya nüfusunun %26’lık kısmını oluştururken ürün ve hizmetlerin %78’ine, enerji tüketiminin ise %81’ine sahip bulunuyor. Batılı sanayileşmiş ülke insanları sınırsız tüketim içerisinde obezite benzeri hastalıklarla mücadele ederken aynı dünyanın başka yerlerinde insanlar hayatta kalmak için mücadele veriyor. Esasen dünyada herkese, yaşayacak kadar
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
toprak, doyacağı kadar gıda ve yetecek kadar
Böyle bir eşitsizliğin, böyle bir dengesizliğin
mal ve servet mevcut. Fakat adil olmayan
çocukların gençlerin vicdanında nasıl bir
dağılım, kimilerini aşırı servet ve imkan sahibi
etki uyandıracağını, tamamı ile sizlerin
yaparken kimilerini de açlık ve yoksullukla
muhayyilesine bırakıyorum.
karşı karşıya bırakıyor. Üstelik adil olmayan bu durum sadece sınırları çizilmiş farklı devletler için değil, bir ülkenin kendi içinde oluşmuş sınıflı yapılarda da kendini gösteriyor. Hindistan, Çin gibi ülkelerde gelirin büyük bir kısmı ülkenin %20’sini geçmeyecek sınıflara akmakta. Dünya genelinde mülk sınırlı bir azınlığın elindedir ve onlar sahip olduklarını paylaşmak istememektedir. Onların adalet ve eşitlik söylemleri sadece kendi kirli emellerine ulaşmak için bir perdelemeden ibarettir. Onlar kendilerine adil başkalarına emperyal ve sömürgecidir. İşte EAGÜ ile ilgili ciddi hiçbir adımın atılmamasının temelinde de bu mantık vardır. Onca drama, insanlığın yaşadığı onca acıya rağmen olanları görmezden gelen, yokmuş gibi davranılan bir yaklaşım mevcuttur. Oysa mevcut tablo, vicdan sahibi her insanın duyarsız kalamayacağı, insanlığımızı sorgulatacak boyutta etkileyici bir tablodur. Ruanda’da, Somali’de, Etiyopya’da ve dünyanın türlü coğrafyalarında ölen insanlar bizim de insanlığımızı bize sorgulatmalıdırlar. Buralarda asıl ölen insanlığın, insani değerlerin kendisidir. Bu ise insanı değersizleştiren, aşağıların aşağısı konumuna getiren bir
Ülkelere baktıklarında sadece madenleri, sadece petrol kuyularını görenler o ülkelerin halkları nazarında ciddi bir güven bunalımı oluşturuyorlar. Demokrasi ve özgürlükleri kendileri için bir hak, başkaları için erken veya gereksiz görenler dünya genelinde adalet duygusunu zedeliyorlar. Küçük bir köye dönüşen küresel dünyada; zıtlıkların, çarpıklıkların, eşitsizlik ve adaletsizliğin de artık o küçük köy içinde daha belirgin hale geldiğini burada hatırlatmak istiyorum. Sadece terör değil yoksulluk, geri kalmışlık, salgın hastalıklar, su, çevre gibi sorunlarda bunlardan etkilenen ülkelerle birlikte tüm insanlığın sorunudur.” Konuşmanın devam eden bölümünde bir dayanışma ruhunun oluşturulması gerektiği ve Türkiye’nin kendi şartları içinde 200 milyon dolarlık bir bütçeyi EAGÜ için kullanmayı hedeflediği belirtiliyor. Evet, en nihayetinde bu adım herhangi bir biçimde bu problemi çözmeye yeterli gelecek
durumdur.
bir adım değildir. Ancak var olan durumun
Yakın zamanlarda İstanbul’da yapılan EAGÜ
konusunda atılmış önemli bir adımdır. Var olanı
Konferansı, hadisenin bu yüzünün de dile getirildiği bir konferans olarak tarihe bir not düştü. En azından burada hadise tüm çıplaklığı ile dile geldi ve Türkiye bu alanda kendi adına bir insiyatif ortaya koyacağını belirtti. Toplantıda Tayyip Erdoğan’ın sunumunda ifade ettiği bazı
tespiti ve bu durumun böyle gidemeyeceği görmezden gelen, hadiseyi şimdiye kadar hep kendi menfaatleri doğrultusunda değerlendiren bakış açılarına karşı bir nevi artık bunun böyle süremeyeceğinin belirtilmesidir. Keşke insanlığın değerini yitirdiği bu tablo,
satır başlarını belirtmekte fayda var.
10 yılda bir yapılan konferanslar yerine daha
“Hayata tutunamayan, umutsuzluk içinde
değerlendirilse… Keşke açık ve net olan
çırpınan, gelecekten beklentisi kalmamış bireylerin meselesi; sadece o bireyler değil tüm insanlığı ilgilendiriyor. Umutsuzluk içinde adalete güveni sarsılmış, kendisini yalnız kimsesiz hisseden birey ve topluluklar kazanılmadıkça, onlara umut verilmedikçe, onlara bir gelecek vadedilmedikçe dünya her zaman güvensiz, her zaman huzursuz olacaktır.
duyarlı ve samimi bir yaklaşımla yeniden açlık ve yoksulluk problemi karşısında iş işten geçmeden, insanlar birer birer ölüme yürümeden çözümler üretilebilse… Keşke insanlık bu mazlumların çığlıklarını duysa… Ama ne yazık ki, açık ve net böylesi bir tablo karşısında bile güç sahipleri görmezlikten gelmeyi tercih ediyorlar. Bugünün gelişkin Batı sisteminin insanlığa sunduğu çözüm budur, bundan ibarettir. Çünkü hesapların merkezinde
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
153
kendi çıkar ve menfaatlerinden başka bir şey
koparılmasıdır. Yani bu insanlar kendi ayaklarının
yoktur. Adalet anlayışları, hak arayışları kendileri
üzerinde durabildiklerinde gerçek anlamda en
içindir, başkalarına fayda etmez. İnsanların teker
büyük yardım yapılmış olacaktır.
teker ölmesi karşısında duyarsız ve kaygısızdır.
Bu halkların kendi ayakları üzerinde
Yeryüzünde adaletin tesis edilip, açlık ve
durabilmeleri şüphesiz bir sürece tekabül
yoksulluktan ölen insanların kalkındırılması,
etmektedir. Zira var olan medeni dünya ile bu
yaşatılması çerçevesinde yapılacak çok şey var
halklar arasında yıllar yılı oluşmuş ciddi bir
şüphesiz… Var olan zulüm ortamı karşısında
mesafe mevcuttur. İşte bu açığın kapatılması,
duyarlılık taşımak bile büyük bir ayrıcalık olarak
onların mevcut dünyayı tanımalarının
nitelenebilecekken; özelde bu yanlış gidişe
sağlanması için zaruri bir eğitim sürecine de
doğru teşhisler koyabilecek Müslümanların
ihtiyaç vardır. Ancak bu şekilde oluşturulacak
üzerine düşecek daha büyük sorumluluklar var.
bir bilinçle onlar dünyayı ve hayatı daha iyi
Zira Müslüman birey çıkar hesaplarının ötesinde,
tanıyacak ve içinde bulundukları bu duruma
Allah’tan başka hiç kimseye verilecek bir hesabı
çözüm üretebileceklerdir. Ancak bu şekilde bir
olmayan bir bireydir. Bu nedenle başkaları
bilinç oluşumu ile emperyalizm karşısında dik
çıkarları kaygısı ile hesap yaparken onların
bir duruş sergilenebilecektir. Aynı zamanda
bu tür bağımlılıkları yoktur. Bizler hadiseye
hiçbir çıkar ve menfaat ummayan bu yaklaşım,
mazlumların haklarının korunması, emperyalist
tüm insanlığın nazarında Müslümanların
zihniyetin ortaya çıkardığı adaletsizlikler
gerçek duruşunun ne olduğunu apaçık bir
karşısında yeryüzünde adil bir düzenin
şekilde göstermiş olacaktır. Müslümanların
oluşturulması için gerekli mücadelenin verilmesi
hayat sahnesinde aktör olabilmeleri, işte aynı
çerçevesinden bakmak durumundayız. Şartlar
zamanda bu tür noktalarda geliştirdikleri günün
ne olursa olsun adaletten ve doğrudan yana
ihtiyaçlarını kuşatan tavırlara ve uygulamalara
olmak, mazlum insanların sesine kulak vermek
bağlıdır. Yoksa kısır çekişmeler ve kendi
bize düşen temel bir sorumluluktur.
gündemleri içinde boğulmuş toplumlar olarak biz
Nitekim en son Somali’de yaşanan insanlık dramı karşısında bizim coğrafyamızda muhtelif yardım kampanyaları düzenlendi ve ihtiyaç sahibi insanlara yardım götürülme gayreti
insanlığa ne tür bir katkı sunabiliriz ki. Bu bakış açısı ile var olan duruma bir göz attığımızda, karşımıza çıkan bu tablo karşısında akla gelen yapılabilecek birçok şey var görünmektedir.
ile ciddi organizasyonlar yapıldı. Şüphesiz iyi
Şüphesiz bizler şu anki potansiyel ve gücümüzle
niyetlerle oluşturulan yardım kampanyalarının,
emperyalistlerin yeryüzünü talan etmelerine
yardım kuruluşları vasıtası ile götürülen
engel olabilecek, onları etkisiz hale getirebilecek
yardımların, bunlara maddi destek vererek
bir durumda değiliz. Bu bizi aşan bir durumdur.
veya fiilen içinde emek sarf ederek ortaya
Ancak yine de mustazafların müstekbirlere
konan çabaların her birinin gördüğü işlev
galip geleceği o günün, günlerin bir an önce
itibarı ile bir anlamı vardır. Allah katında bu
gelmesi için olanca gücümüzle sürekli bir
tür samimi çabalar karşılığını bulacaktır. Ancak
çabanın içinde olmak durumundayız. Bu bize
unutulmamalı ki hadisenin sıcaklığı ile atılan bu
düşen asli sorumluluklardan biridir. Diğer
adımlar, uzun vadede yeterli ve kalıcı adımlara
taraftan mustazafların galip geleceği o günler
dönüşmediği takdirde problemi çözmeye
gelene kadar da emperyalistlerin emellerine
yetmeyecek, günü kurtarma girişiminden ibaret
ulaşmasına engel olmak için çırpınan, iyiliği
kalacaktır. Zaman geçip hadise soğudukça
emreden kötülükten alıkoyan İslam ümmetinin
insanlardaki yardım arzusu da azalmaya
temsilcileri olarak ona karşı duruşumuzu
başlayacaktır. Böylesi bir durum ancak yardımlar
ortaya koymak, şahitliğimizin gerektirdiği
ile bir güç oluşturabilen yardım kuruluşlarını da
siyasi duruşu göstermek durumundayız. Bu ise
etkisiz kılacaktır. Şu halde asıl olan kalıcı adımlar
onların niyetlerini deşifre etmek, toplumları,
atılması, bu insanlara balık tutmayı öğretecek,
ümmeti bu yönde bilinçlendirecek siyasi bir
onların Batı’ya sömürge kalmalarını ve bağımlı
duruş sergilemekle mümkün olabilir. Farkında
hale gelmelerini engelleyecek prangaların
olduğunu ilan eden, niyetlerinin ne olduğunu
154
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
apaçık haykıran bir topluluk karşısında onlar da bu kadar rahat ve pervasız bir biçimde davranamaz hale geleceklerdir. Sömürdükleri ülkeleri petrol kuyuları ve maden yatakları olarak görenler, bu duruş karşısında bir nevi suçüstü yakalanan hırsız misali kolayca her şeyi
İşte Müslümanlar olarak bizler, zulme karşı şahit ve uyarıcı vazifesi gören bir misyonla kendimizi ortaya koymak durumundayız. Bu şahadet ve uyarıcılık şüphesiz ezilen halkların ve ümmetin vicdanında da doğru bir yer bulacak ve bu sayede bilinçli bir mücadele ortaya çıkabilmesi için adımlar atılabilecektir. Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir. Bile bile bir insanın ölümüne sebep olan bütün insanlığın ölümüne sebep olmuş gibidir. Bir insanın ölümünü seyreden ve elinden geleni yapmayan, bütün insanlığın ölümünü seyrediyor gibidir ki, orada söz de biter yazı da. Vicdan da biter akıl da. Birilerinin öldüğü, birilerinin öldürdüğü, ölümüne sebep olduğu ve sadece seyrettiği bir dünyayla razılaşmak mümkün değil. Gün insanı kurtarma günü, insanı kurtarma çabasına girişme günüdür. “Tarihin sonu geldi” diyenlere asıl kendi sonlarının geldiğini gösterme günüdür. Sahip olduğumuz değerler insanlığın ihtiyacı olan değerlerdir. Bir yol arayanların aradığıdır. Çaresizlerin çaresi, mustazafların kurtarıcısıdır. Yeter ki bizler kendi kabuğumuzdan sıyrılalım. Yeter ki insanlığın hayrı için adım atmaya başlayalım. Yeter ki olan bitenler karşısında şeytan ve dostlarının maskelerini düşürecek mevcut potansiyeli harekete geçirebilelim. Sahip olduğumuzu hem dillendirelim hem de yaşayalım.
www.islamiyorum.com
götüremez hale geleceklerdir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
155
Gündem
“Tanrı Yok! Tanrı’ya Yemin Ediyorum ki Tanrı Yok!...” Abdülkerim Suruş İslami Yorum İçin Çeviren:
Hamdi Tayfur
“Tanrı yok! Tanrıya yemin
Egemenlerin mahiyetindekiler, tüm zulüm araç-
ediyorum ki Tanrı yok!...”
gereçleriyle, onu gözlemeye ve yıldırmaya
Bunlar Hamid’in hırpalanmış bir beden, paramparça bir akıl ve başka bir yerde sığınak aramak üzere İran’dan kaçtıktan sonra kızgınlığını ve acısını paylaşmak için telefonda bana kederli bir sesle söylediği, gözlerimi yaşartan sözleriydi. Hamid’in tek suçu kızım Kimia ile bir-kaç yıl önce evlenerek ailemizin bir üyesi olmasıydı.
çalıştılar. Nihayetinde ona iki seçenekten birisini tercih etmeye mecbur ettiler: “Ya hayatına elveda de, ya da televizyona çıkarak sana söylediğimiz şeyleri söyle.” Onlar ondan sadece iki basit (!) şeyi söylemesini istiyorlardı: Birinci olarak; karısının ahlaksız bir kadın olmasından dolayı boşanmayı hak ettiğini ve ikinci olarak da; kayınpederi Abdülkerim Suruş’un yabancılara bağlı, dinin yasakladığı kötü alışkanlıklara sahip, şeriatın, doğru yolun ve hakikatin düşmanı, işe yaramaz birisi olduğu...
Sessiz, saygılı, mütevazı, alçak gönüllü, sağlıklı,
Egemenlerin hayvanat bahçesindeki hayvanlar,
yardımsever, politik özlemleri ve makam hırsı
videolu bir delille efendilerine zaferlerini
olmayan genç bir adamdı. O, hayatın çalkantılı
rapor edebilecekleri ve ödül olarak karşılığını
denizinde, aşırı arzulara kapılmaksızın nazik
tamamen alabilecekleri, zincirde zayıf bir halka
adımlarla yürürdü. Her ikisi de iyiliksever ve
bulduklarını ve onu kolayca kırabileceklerini
nazik birer öğretmen olan anne ve babasıyla
düşündüler. Ve Hamid’in direnci ve akıl gücü
-hayat denizinde- kıyıya yakın yerlerde yüzme
onların sert pençelerini kırdığında kollarını
eğilimindeydi.
işkence için sıvadılar. Psikolojik ve bedeni
On ay önce vahşi bir fırtına onun huzur ve sükunetini harap etti. Egemenlerin hayvanat bahçesindeki hayvanlar bir av için anırıyorlardı.
156
işkenceler yaptılar. (Son örnek şuydu; bir gece onu çırılçıplak sabaha kadar, buz gibi morgda tuttular. Tiril tiril titrerken onu zevkle izlediler…)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Sonunda fiziksel olarak çok kötü bir hale gelince
kalmadım. Bu yüzden ona ne önerebilirdim?
onu eve gönderdiler. Eve geldiğinde öylesine
Teolojik izahların hiç bir işe yaramayacağının
mağdur, endişeli ve sinirliydi ki, aralıklarla başını
farkındaydım. Onu sakinleştirmeye ve ona
duvara vuruyordu. Öyle ki neredeyse hem
cesaret vermeye çalıştım. Dedim ki: “Pek çok
kafasını hem de duvarı kıracaktı. Şimdilerde,
kişi uzunca bir zamandır seninle aynı durumda.
yurt dışında bir ülkeye sığındığı halde bile,
Bu zalim insanların pençelerinden kaçabildiğin
geceleri kabuslarında işkence aletleri görüyor
için memnun olmalısın. Cehennemdeydin
ve her yerde egemenlerin casuslarınca takip
ve oradan kurtuldun. Onların seni yılmış bir
edildiğini düşünüyor.
halde görmelerine izin verme, dik dur. Yenilgiyi
O bana hüzün dolu hikayesini anlattığında, mahcubiyet ve anlayış içinde dedim ki: “Benim Tanrım onları asla affetmeyecek.” Ağzımdan istem dışı çıkıveren bu kelimeler onun öfkesini patlattı ve şöyle haykırdı: “Dr. Suruş, bana Tanrı’dan bahsetme: Tanrı yok!... Ben dondurucu morgda suçsuz ve savunmasız bir şekilde acı çekerken Tanrı neredeydi? Bana yardım etmesi için yalvarırken ve çığlıklar atarken O neredeydi? Bu utanmaz hayvanlar benimle alay ederken, pervasızca bana saldırırken Tanrı neredeydi? Tek olan, yüceler yücesi olan O Tanrı, üç canavar üzerime atlayıp duygusuzca “Allah’ın adıyla! (Bismillah diyerek)” bana vururlarken neredeydi?” Hamid böylesi şeyler söylerken bir taraftan da ağlıyordu. Artık şimdilerde o, kimse hakkında daha fazla şikâyette bulunmuyor. Tanrı hakkında da şimdilik şikâyet etmiyor. Uykuda mı, ölü mü diye
ve kötü talihi istememiştin. Şimdi zafer ve kutlamayı iste. Diğer insanlar için bir model ol. Yusuf gibi kurtların kuyusundan tırmanarak çık. Gücünün zirvesine doğru yüksel. Şeytanla yaptığın kavganın sana iyiliğe giden yolu göstermesine izin ver. Savunmasızlara yapılan eziyetin zulmünü gördükten sonra, emin ol sen asla savunmasızlara eziyet etmezsin. Hiç kimse aşağılanma ve sefalet deneyimlerinden geçmek zorunda kalmadığında; hiç kimse işkence görmek zorunda kalmadığında; hiç kimsenin şeref ve haysiyetine saldırılmadığında; hiç kimse kendisini Tanrı tarafından terk edilmiş ve savunmasız olarak hissetmek zorunda kalmadığında; hiç bir canavar kendi kötülüklerini ve zalimliklerini din perdesinin arkasına gizlemediğinde ve dini Allah’ın kullarına işkence yapmak için kullanmadığında ülkemizin nasıl güzel bir geleceğinin olacağını bir düşün.”
sormuyor.
Ona dedim ki:
O sanki bana, hayatımı ilahiyat, felsefe ve
“Din tıpkı bir şarap gibidir, şeyleri/nesneleri
mistisizme adamışlığım hakkında hesap soruyor
aslında olduğundan daha büyük hale getirir.
gibiydi. Benim için şu çok açık bir gerçekti;
Canavarları daha canavar, insanları da daha
onlar onu sadece sağlığından ve iç huzurundan
insan yapar. Elbette egemenlerin hayvanat
mahrum bırakmamışlardı, aynı zamanda onun
bahçesinden gelen ve sana işkence eden
vicdanını ve inancını da sarsmışlardı. Çok açıktı
bu canavarlar dindardılar, ikiyüzlü falan
ki onun içindeki bir şey değişti ve parçalandı.
değildiler. Onların dindarlıkları zalimliklerini
Bu asla küçük ve önemsiz bir şey değildi. O
besledi ve büyüttü. Çünkü onlar Allah’ın adıyla
Tanrı’yı arıyordu ve O’nu bulma konusunda
vahşileşiyorlardı. Onlar vahşeti bir oyun olarak
başına gelenler yüzünden başarısız oldu. O,
görmediler. Onu bir hak olarak da görmediler,
Tanrı hakkında tereddüdü, ölümü, savunmasız
fakat bir görev olarak gördüler. Bu, efendilerinin
kalmayı, işkenceyi, dini ikiyüzlülüğü, acımasız
teokratik düzen içinde davranma şekilleriyle
zulümü, çıplak kötülüğü ve insanların sınırsız
aynıydı. Onlar öldürme, gasp ve tecavüzü
kötülüğünü açık bir şekilde tecrübe etti. Tüm
“dinsel argümanlar”la desteklenen kendi
bu şeylerin tümünün ne olduğunu anladı. Bu
görevleri olarak gördüler. Bu onları böylesine
gerçekten çok tehlikeli bir deneyimdi.
tehlikeli hale getirdi.”
Ben hayatımı sakin sularda geçirmememe
Şöyle devam ettim:
rağmen kendi ellerimle oldukça ölümcül bir girdaba doğru yüzmek zorunda da
“Eğer onlara merhametle bakarsan, bu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
157
hayvanların hasta olduğunu göreceksin. Onların
dökmelerine izin verdin. Fakat ya bu Sana
akıl hastalıkları, bir aşağılık kompleksinden ve
rasyonalistçe yaklaşanlara ne demeli? Onların
onların bağışlayıcılık duygusunu asla tecrübe
bu muzdarip durumlarını ne yapacaksın? Onlara
etmemiş olmalarından kaynaklanıyor. Sen bizim
böylesi bir sebebe sığınma hakkını veren Sen
ülkemizin artık böylesi hastalıklı yaratıkları, kan
değil misin? Aşk dolu memnuniyet hazzını senin
isteyenleri, ikiyüzlüleri, teokratik egemenleri
sevgililerine bırak. Rasyonalistler ise kanıtlara,
doğurmamasını ve yerine de bilge, mutlu, asil
şefkate ve merhamete ihtiyaç duyuyorlar.
ruhlu kişiler doğurmasını dilemelisin. Ve tek başına dilemek de yeterli değil tabii ki. Onun için
Biliyorum acı çekmek ve işkence kişiyi bazen
mücadele de etmelisin.”
güçlendirir ve biler. Hatta bazen onlar Tanrı
Sonra da dedim ki:
zamanda onlar rasyonaliteyi de tahrip edebilirler
sevgisini büyütüp besleyebilirler. Fakat aynı
“Senin yakınman önemli. Sen bana meselenin bir kısmını söyledin. Ben buna karşılık, onların utanmaz işlerinin tüm kısımlarını söyleyeceğim. Suçsuzluğuna rağmen, onlar sana zalimce
veya inancı da aşındırabilirler. Her ne kadar onlar aşıkları daha fazla minnettar yapsa da, aynı zamanda bazılarını daha rasyonel, inkarcı ve tartışmacı da yapabilir.
davrandılar ve eşini ağlattılar. Onlar senin
Ben elbette biliyorum ki bu şeylerin hiç birisi
hayatını alt-üst ettiler ve geçim kaynaklarını
seni rahatsız etmez. Kafirlerin kafirlikleri Seni
kuruttular. Seni İran’dan kaçmaya zorladılar ve
üzmez. Tıpkı iman edenlerin inancının Seni
karanlık bir geleceğe mahkum ettiler. Şimdi en
sevindirmemesi gibi. Çünkü Sen üzülmek ve
etkili iksir olan sabır kisvesini kuşan. Haksızlığa
sevinmekten müstağnisin.
uğramış topraklarımızda adaletsizlik skalası öylesine ağır ki, senin hikayen ve senin payına
Bu durumda ve Sen bu kadar yükseklere
düşen sadece okyanusta bir damla kadar.
yüceldiğinden beri, mistikler senden bu
Yaşlı gözlerini, kırılmış kalbini ve işkence görmüş
kestiğinden beri, senin hizmetkarlarının
bedenini acı çeken tüm diğer hayatların yanına
kafirliği ve inancı ile kederler ve sevinçlerin
yerleştir ve onların yaralarının, seninkilere
tümü senin katında aynı oldu. Sen önceden
bir merhem gibi hizmet etmelerine izin ver.
müdahale ettiğin gibi artık tarihe müdahale
Bizim egemenlerimizin tertiplediği cinayetlere,
etmemeye başladığından (vahyin arkasını
tecavüzlere, yağmalara, işlenen suçlara ve
kestiğinden), zalimlerin üzerine ceza yağdırmayı
idamlara bir bak. Onların nasıl tarihteki Tiran
(zalim kavimleri helak etmeyi) bıraktığından,
Haccac b. Yusuf’la aynılaştıklarını gör. Hatta
insanoğlunu kendi araçlarıyla baş başa
onlar oyları çalmaktan ve şehitliği aslından
bıraktığından beri senin vereceğin karşılıklardan
saptırmaktan da hiç utanç duymadılar. İran’ın
esirgendiler. (Sana aşkla değil) Rasyonel
kederli anne ve babalarına, bütün öksüzlere,
(delillerle yaklaşan) insanların kafasına öyle
yalnız kalan eşlere, kötü muamele gören
bir fikir aşılandı ki artık senin herhangi bir şeye
mahkumlara ve bütün parçalanmış ailelere
müdahale edeceğin beklentisini yitirdiler. Senden
bir bak. Ve “Allah bizi zalimlere karşı teslim
senin hizmetkarlarına katlanabileceklerinden
olmaktan menetti” diyen Peygamber’e -selam
daha fazla yük yüklememeni talep ediyorum.
onun üzerine olsun- katıl. Aksi durumda bile
Muzdarip rasyonalistleri de geri çevirmemeni
yunus balığının karnındaki Yunus Peygamber’in
talep ediyorum. Şikayet eden ve inançlarını
yaptığı gibi O’nu övmeye devam etmeliyiz.”
kaybedenlere de kızgın olmamanı talep
Hamid’in Tanrı’sına bir hitabım var:
ediyorum. Onların şüpheciliklerinden dolayı da onları cezalandırmamanı talep ediyorum. Mademki Tanrı’yı kullanarak zalimlik edenlerin
Ey yüce Allah’ım!
hesaplarını hemen görmüyorsun, o halde ezilen
Senin aşıkların senden hiçbir şey talep etmezler. İsa Peygamber, Hüseyin ve Hallac’ın senin aşk fırınında korkusuzca yanmalarına ve kanlarını
158
kadar ayrı olmaktan şikayetçiler. Sen ışığını
Tanrısızların hesaplarını da hemen görme. Biliyorsun (devletin elindeki) ilahi mancınık
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tahrik yağdırıyor. Güç kötü adamların elinde. Senin dinini takip ettiklerini iddia eden bu şahıslar kafirlik üreterek, inancı tahrip ederek, Yusuf’u kurtların önüne atarak, bir ulusu köleleştirerek, şeytanı davet ederek tıpkı birbirlerine dolaşan yılanlar gibi birbirlerinin Hafız, bugün hayatta olsaydı sadece övgülerinin içine birkaç şikayetini serpiştirmekle asla yetinmez ve daima şikayetçi olurdu. Senin işin “nedenler” ve “ne içinler”in öylesine üzerinde ki o, bütün yargıları, amaçları ve çıkarları bir kenara süpürür. O zaman o, niçin akılları şaşırtmasın, dilleri tam şikayetçi kılmasın, kalpleri kafirlikten uzak tutmasın? Evet, biz insanoğulları bunların tümünü olduğu gibi göremeyiz. Tüm tarihi göz önünde bulunduramayız ve oluşu tüm genişliği ile kavrayamayız. Biz olayların tüm doğru amaçlarından habersiziz. Fakat Senin bize verdiğin nefesle biz Seni anlamaya çalışıyoruz ve kendi hikmetimizi oluşturmaya çalışıyoruz. Biz endişeli değiliz, fakat şundan eminiz ki biz asla Senin hizmetkarlarının dairesini terk etmeyeceğiz. Ey Yüce Allah’ım! Ben Gazali’den bir şey öğrendim: Söz konusu olan Yezid bile olsa ben asla birini lanetlememeliyim. Ancak şimdi ben alçak gönüllülükle bu kafir yetiştiricisi İran İslam Cumhuriyeti’ni lanetlemek için senin iznini talep ediyorum. Abdülkerim Suruş, Şubat 2011
www.islamiyorum.com
üzerlerine üşüştüler. Biliyorsun ki büyük şair
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
159
SÖYLEŞİ
Kur’an vahyin kendisi değil, onun eseridir
ŞEBUSTERİ:
İslami Yorum Günümüz düşünürlerinden Muhammed
önümüzde somut bir şekilde duran bu Kur’an,
Müctehid ŞEBUSTERİ, ekim 2011
bu kitap, Arapça bir metindir. Yani benim
tarihinde yapılan “Dini ve Felsefi Metinler: 21. Yüzyılda Yeniden Okuma, Anlama ve Algılama” Sempozyumu
anlamaya, öğrenmeye çalıştığım şey şuydu ki; bir metni nasıl anlayabiliriz? Bu, işte
için Türkiye’ye geldiğinde, kendisiyle
hermenötikte bahsedilen şey. Ben önümüzde bir
bir söyleşi yapma imkanımız oldu.
kitap olarak duran bu Arapça metni nasıl
Sohbetimize tercümanlık yapan Abuzer
anlayabileceğimi kendi kendime sorduğumda,
DİŞKAYA’ya teşekkürlerimizi ileterek,
bunun devamında, yani “beşer lisanında
söyleşiyi sizlerin de istifadesine sunuyoruz.
İslami Yorum: Üstat Şebusteri, Kur’an’ın anlaşılmasıyla ilgili hermenötik yöntemi kullanarak bir sonuca ulaşıyorsunuz ve diyorsunuz ki: “Kur’an vahyin kendisi değil, eseridir. Vahiy ise Allah’ın Peygamber’e yardımıdır. Allah vahiy ile Peygamber’e yardım etmiştir. Dolayısıyla Kur’an Allah’ın sözü değildir, Peygamber’in sözüdür ve bunu Allah’ın yardımı sayesinde söyleyebilmiştir.” Bu noktaya nasıl geldiğinizi bize açıklayabilir misiniz?
önümüzde duran bu Arapça metni nasıl anlayabiliriz” sorusu benim temel sorumdu. Eskiden olduğu gibi -ki eskiden şöyle inanıyorlardı; önlerinde bir kitap var, onu okuyup anlıyorlar- bugün mesele bu kadar basit değil. Bugün asıl sorun şu ki, birisi ben bu kitabı anlıyorum dediğinde, bu anlamaktan ne kastediyor? Yani anlamak nedir? Bir metnin anlaşılması şu değildir ki; birisi bunu söylesin ve dinleyen kişi de o lafzı ve anlamının ne olduğunu anlasın. Çoğunlukla şöyle olduğunu görüyoruz; mesela birisine bir şey sorduğumuzda, söylediğimizde ve o bize bir cevap verdiğinde, verdiği cevabın lafızlarının ne anlama geldiğini
Şebusteri: Kendi araştırmalarımda benim
biliyoruz, ama buna rağmen “Sen ne demek
meselem vahyin ne olduğunu açıklamak değildi.
istiyorsun? Bununla ne kastediyorsun?” diye
Benim araştırmalarımda peşinde olduğum şey
soruyoruz. Evet, ben bir metni nasıl anlayabiliriz
bu değildi. Oysa Sayın Suruş, vahyin ne olduğu
diye sorduğumda, Kur’an’ı nasıl anlayabiliriz
sorusuna cevap bulmaya çalışmıştır ve oradan
diye soruduğumda kastım şu değildir ki, “kul
da vahyin Peygamber’in sözü olduğu sonucuna
huvallahu ehad” cümlesinin anlamı nedir? Bunun
varmıştır. Aynı şekilde Muhammed İkbal de
ne anlama geldiğini sormuyorum. Benim bulmak
vahyin ne olduğu sorusuna cevap bulmaya
istediğim, ortaya çıkarmak istediğim şey şu ki,
çalışmıştır. Benim meselem, bu son
bu surede kim, bana ne anlatmak istiyor? Bu
araştırmalarımda vahyin ne olduğu sorusuna bir
surenin cümleleri değil de bu sureyle kim bana
cevap vermek değildi. Benim başka bir meselem
hangi mesajı vermeye çalışıyor? Yani
vardı. Benim için şöyle bir soru ortaya çıktı ki;
nihayetinde ben, anlamaktan ne kastedildiğini
160
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Üzerinde kafa
eğer Allah’a inanmazsa ya da Cebrail’e
yorduğum şey buydu. Yani bu anlamıyla ben,
inanmazsa, şimdi bu metni anlayabilir mi?
“Kur’an’ı nasıl anlıyoruz?” diye soruyorum. Ben
Tarihin bize gösterdiği gibi müşrikler, kafirler,
daha önceki araştırmalarımdan da şu sonuca
Hristiyanlar, Yahudiler bile herkes bu metni
varmıştım ki, “Arapça ya da başka dildeki bir
anlıyordu. Bu sözün anlamı nedir? Bu sözün
metni anlıyorum ya da anlamak istiyorum” diyen
anlamı şudur ki; bu metni herkes anladığına
bir kişinin bundan önce, dille ilgili felsefi bir
göre, demek ki bu metne yönelik genel bir
bakış açısına sahip olması lazım. Yani dil, felsefi
anlama vardır, demek ki bu metni kimin
açıdan nedir? İnsan dili, beşeri dil felsefi açıdan
söylediğine dair genel bir kabulden hareket
nedir? Günümüzün felsefesinde bu konuyla ilgili
ediyorlar. Hem Müslüman, hem müşrik, hem
bir sürü teori ve görüş ortaya koyulmuştur.
Hristiyan, hem Yahudi, hem de kafirin, bu sözü
Bizim kelamcılarımız ve müfessirlerimiz, dilin
söyleyen kişi olarak kabul ettiği “o kişi” kimdir?
felsefi açıdan ne anlama geldiğine dair bir
Bu, Tanrı olamaz çünkü müşrikler, ateistler
tartışma ve inceleme yapmamıştır. Bizim klasik
Tanrı’ya inanmıyorlar. O zaman burada bu sözü
kitaplarımızda siz, “Anlamak nedir?” diye bir
söyleyen bir insan, yani sözü anlaşılan kişi, bir
bölüm göremezsiniz, mesela orada anlamaktan
insan. Yani bu kişi, Peygamber’den başka birisi
ne kastettiklerini ortaya koymuş olsunlar. Bu
olamaz. Dolayısıyla bizim için önemli olan şu ki,
konuda, dilin felsefi olarak ne anlama geldiğine
bir odada oturup işte kendi başımıza “bu sözü
dair hiç kimse bir araştırma, bir bahis
söyleyen kimdi” diye kendi kendimize düşünmek
yapmamıştır. Ben bu noktanın farkına vardığım
yerine, tarihe bakıp fiili yani ayni olarak, bu sözü
zaman, dil hakkında felsefi bir araştırma
söyleyenin kim olarak telakki edildiğine bakalım.
yapılması gerektiği sonucuna vardım. Bir dil
Bu söze muhatap olup anlayan, ister Müslüman,
felsefesine sahip olmam gerektiğini anladım.
ister müşrik olsun bu insanlar, bu sözü söyleyeni
Daha bunları anlamadan, bu merhaleleri
kim olarak telakki ediyorlar? Ancak bu yoldan,
geçmeden, anlamak diye bir mesele ortaya
bu sözü söyleyenin kim olduğunu anlayabiliriz.
konamaz. Benim felsefi araştırmalarımın ve pek
Bu yoldan gittiğimizde herkesin, Peygamber’in
çok dil felsefesi filozofunun da ortaya koyduğu
sözünü anladığını görüyoruz. Müslümanların
gibi beşeri dilin birkaç tane mukavemeti,
söylediği şey şu ki, bu sözü söyleyen doğrudan
oluşturucusu, onu bir araya getiren şeyi var.
Allah’tır veya Cebrail aracılığıyla bunu
Bunlar olduğunda bir şey, dil oluyor. Bir dilin beş
söylemiştir. Eğer böyle bir şey söylersek bu
tane oluşturucusu var: Birincisi, söyleyen;
sözün sakıncası şudur ki, bu durumda sözü
ikincisi, dinleyen; üçüncüsü, dilin yapısı;
söyleyen kişi tarih ve tecrübenin dışına çıkmış
dördüncüsü, sosyal ortam/sosyal ve tarihi
oluyor. Yani bu açıdan olaya baktığımızda hem
bağlam ve beşincisi, dili kullanan topluluk. Bu
Müslümanların hem gayri Müslimlerin ortak
sözün anlamı şu ki, eğer bir söyleyen olmazsa
olduğu bir tek nokta şuydu ki, karşımızdaki kişi
dil diye bir şey meydana gelemez. Eğer bir
yani Peygamber bu sözleri söylüyor. Yani biz
dinleyen olmazsa da yine ortada bir dilden
Kur’an’ın da pek çok yerinde Peygamber ile
bahsedemiyoruz. Eğer dilin yapısı ve sistemi de
müşriklerin konuştuğunu, tartıştığını, ona itiraz
olmazsa, yine ortada dil diye bir şey olmuyor.
ettiğini, onu anladığını, yani Kur’an’ın pek çok
Yine tarihi ve sosyal bağlamı, içeriği de olmazsa
yerinde Peygamber ile müşriklerin arasında bir
ortada dil diye bir şey olmuyor. Bu öncüllerden
diyalog yaşandığını görüyoruz. Yani biz bu sözü
sonra sıra şuna geldi ki, bu Kur’an metni, insani
söyleyenin kim olduğunu anlayabilmek için, akli
bir dil. Soru şudur ki, bu sözü söyleyen kim? Bu
burhan yoluyla böyle bir sorunun cevabını
meselelerin hepsinin gelip dayandığı nokta
bulamayız. İmanla da bu sorunun cevabını
burası. Bu sözü söyleyen kişi kim?
bulamayız. Eğer bu sözü söyleyenin kim
Müslümanların çoğu, bu sözü söyleyenin Allah
olduğunu iman yoluyla öğrenebiliriz dersek, bu
olduğunu söylüyor. Ya Allah bunları doğrudan
sözün anlamı şu olur ki, bu sözü Müslümanlar
söyledi diyorlar, ya da Allah önce Cebrail’e
anlar ama diğerleri anlayamaz. Oysa böyle
söyledi, Cebrail de gidip Peygamber’e söyledi.
değil, herkes anlıyor. Buna bir şey daha
Yani bu Kur’an metnini anlamak isteyen kişi,
ekleyebiliriz. Müminler burada fazladan bir şey
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
161
iddiasında bulunabilirler. İzafe edebilecekleri
Şebusteri: İşte bu “fıkhetme”, müminlerle
şudur ki, Allah Peygamber’e yardım ediyordu,
ilgili olan o ikinci anlamıdır. Yani müminlerin,
Allah’la Peygamber arasında özel bir ilişki vardı,
Peygamber’in bu sözleri Allah’ın yardımıyla
bu sayede Peygamber bu sözleri söyleyebilecek
söylediğine inanmaları fıkıhtır. Müşriklerin
hale geliyordu. Bunları Peygamber söylüyordu,
anlamadığı, fıkhetmediği şey buydu. Yani
ama Allah’ın yardımıyla. Biz Kur’an-ı Kerim’de
müşrik, bu olayın arkasında Tanrı’nın olduğunu
bu sözleri kimin söylediğini araştırdığımızda, bu
anlayamıyor. Ama mesela Peygamber’in
sorunun cevabını Kur’an’dan hareketle ortaya
bu ayetlerle ne söylediğini, uyardığını, neyi
çıkartmaya çalıştığımızda, Kur’an’ın hiçbir
müjdelediğini, cennetten-cehennemden
yerinde Peygamber, “bu kelimeleri, bu cümleleri,
bahsettiğini, hayvanlardan bahsettiğini, bu tür
bu ayetleri ben söylemiyorum” diye bir şey
şeylerin hepsini müşrikler anlıyordu.
söylememiştir. Bu kelimeleri ve cümleleri Cebrail’in getirdiğini hiçbir yerde söylememiştir. Yine aynı şekilde Kur’an’da, bu kelimeleri ve cümleleri Allah’ın söylediğine dair de bir şey yok. Bütün bunları bir araya getirdiğimizde benim vahiyle ilgili teorim ortaya çıkıyor. O da Kur’an’ın insani bir metin olduğu. Yani bir peygamber bunları söylemiştir. Bu sözleri söyleyen Peygamber’in iddiası şuydu ki, eğer Allah’ın teyidi olmasaydı -yani farklı tabirler
İslami Yorum: Kur’an metninde ikili bir hitap, yani birinden birine hitap edildiğine dair bir üslubun hakim olduğunu görüyoruz. Mesela pek çok ayetin başında “kul (de ki!)” ifadesini görüyoruz. Yine Kur’an’ın inzal edildiğinden bahsediliyor. Bu tür ifade ve hitap tarzlarını sizin yaklaşımınıza göre nasıl anlamak gerekiyor? Şebusteri: Sizin sorduğunuz soruların aynısını İran’da da bize soruyorlar. Burada söylenmesi
kullanılmış bunun için Kur’an’da- eğer Allah’ın
gereken şey şudur; şu ana kadar benim
yardımı olmasaydı ki bu ilişkiyi Peygamber,
bahsettiğim konularda insanların bir sonuca
vahiy olarak adlandırmış; “eğer Allah’ın
ulaşması, bunları kabul edip etmediğine dair
öğretmesi olmasaydı, eğer Allah’ın beni seçmesi
bir şey söylemesi gerekir. Eğer birisi benim
olmasaydı, ben bunları söyleyemezdim”.
yaptığım bu felsefi incelemeyi kabul etmezse,
Peygamber’in iddia ettiği şey budur. Yani
sıra o zaman bu sorulara cevap vermeye
Peygamber, Allah’ın onun üzerindeki etkisinden
gelmez. Eğer bu felsefi bahisler kabul ediliyorsa
dolayı bu sözleri söyleyebilecek gücü elde
o zaman bu sorulara cevap verilebilir. Bizim
ediyor, bu sözleri söyleyebilecek hale geliyor.
İran’daki dostlarımız bu felsefi tartışmaları
Sizin de gördüğünüz gibi, bunlardan anladığınız
gayri ciddi olarak buluyorlar. Bu konulara
gibi, ben vahyin ne olduğuyla ilgili bir inceleme,
girmek falan istemiyorlar. Yani bu konulara
araştırma yapmıyorum. Ben aslında vahyin ne
girmeden işte Kur’an’dan “indirdik”, “de ki” falan
olduğunu bilmiyorum. Sadece Peygamber’in
şeylerin ne anlama geldiğini bize soruyorlar.
kendisinin vahiy hakkında ne söylediğine
Bu doğru değil. Metodoloji açısından doğru
bakabiliyorum. Yani Kur’an’da içinde vahiy geçen
bir şey değil. Felsefi bahsin, tartışmanın yine
tüm ayetlere bakıp, burada vahiyden ne
felsefi cevabı olur. Ya felsefi kabul, ya felsefi
kastedildiğine dair bakmamız lazım. Vahyin ne
ret olur. Yani şöyle diyemezsiniz, siz felsefi
anlama geldiğini felsefi tartışmalarla ortaya
bir şeyden bahsediyorsunuz, ama Kur’an’da
koyamayız. Benim meselem, vahyin ne olduğu
böyle deniyor. Bunlar birbirine denk değil. Size
değil, önümde duran şu kitabı nasıl anlayabilirim meselesidir. Oradan hareketle gittiğimde, buraya
şu şekilde cevap verilebilir; benim bu felsefi tartışmalarımın, kabullerimin doğru olmasına
geliyorum.
binaen, o zaman bu ayetlerin ne anlama
İslami Yorum: Kur’an’da anlamayla alakalı
bulunan “de ki” nedir? (28 yıl önce katıldığım
iki kavram geçiyor. Bir ayette “fehm” kelimesi
bir toplantıda Kaddafi ayetlerin başındaki “kul”
geçiyor, çok sayıda ayette de “fıkh” kelimesi
ifadelerinin kaldırılması gerektiğini söylemişti.
geçiyor. Ve bu ayetlerde müşriklerin Kur’an’ı
Çünkü onun görüşüne göre bunlar Kur’an’a
fıkhetmedikleri yani anlamadıkları belirtiliyor.
sonradan eklendi. Önceden bunlar Kur’an’da
Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
yoktu.) Benim bu soruya cevabım şudur; tek
162
geldiğine sıra gelir. Yani bu ayetlerinin yanında
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tek ilerlemeliyiz. Yani bu ayetler farklı farklıdır.
bu hale getirildi, o zaman böyle değildi. Kur’an
Benim söylediğim şeye göre farklı bir anlam
parçaları bir araya getirildikten sonra bir kitap
kazanır. Genellikle bu sözlerle kastedilen
olarak ortaya çıktı.
kitabın bu elimizdeki Kur’an olduğudur. Ama bu ayetlerde geçen kitabı işte bugün önümüzde duran iki kapak arasında duran şey olduğunu kabul ediyorlar, bu şekilde indirildiğini sanıyorlar. Yavaş yavaş bunun bu şekilde indirildiğini sanıyorlar. Ama kitabın Kur’an’daki anlamı bu kitap değil. Kur’an’daki kitabın anlamı gökteki kitap. “Bütün şeyleri o mübin kitapta saydık”, o kastediliyor. Bu semavi kitap sadece İslam’a has olan bir şey değil, diğer pek çok dinlerde de semavi kitap olarak bahsedilen bir şey vardır. Diğer dinlerde de semavi kitabın anlamı gökyüzünden gönderilip şu anda iki kapak arasında duran şey değildir. Hem diğer dinlerde hem Kur’an’da da kitabın anlamı şudur ki, semavi kitaptan kastedilen şey, Allah’ın ilminde her şeyin yazılmış olmasıdır. Mecazen Semavi kitap dediklerinde Allah’ın ilminde her şeyin bulunmasını kastediyorlar. O da orada lafız ve mana şeklinde değil. Orada ayet, cümle ve kelimeler yoktur. Bunu levhi mahfuz olarak da tabir etmişler. Bu Kur’an’daki kitabın indirilmesinde kastedilen şey, çok genel olarak o Allah’ın ilminde bulunan şeylerin bir şekilde sizin elinize ulaştırıldığı, size sunulduğudur. Cümleler ve kelimeler şeklinde değil çünkü orada cümle ve kelime yok. Onun gelmesi, indirilmesi şu şekilde de olabilir; Allah’ın ilminin bir kısmının insanlara ulaştırılması Allah’ın bir insana yapacağı yardım sayesinde onun bunları söylemesiyle de insanlara bu ilim indirilmiş olabilir. Şu an benim sizinle konuştuğum şeyler
İslami Yorum: Yani insanlar o zaman kitap deyince elimizdeki Mushaf’ı anlamıyorlar mıydı? Şebusteri: O zaman bu kitap olmadığı için bu kastedilmiş olamaz. “Zalikel kitap” denildiğinde, ortada elimizdeki gibi bir kitap olmadığına göre bu kastedilmiş olamaz. Kur’an’da bazen bir ayete kitap denir, bazen on ayete, bazen yüz ayete kitap denir. Dolayısıyla bu şekilde baktığımızda bu ayetlerin anlamı budur, ama Müslümanlar ne zamandan beri Kur’an’daki kitap lafzının, işte önümüzde duran somut kitap olduğunu söylediler, onu tam olarak bilemiyorum. Ama derinlikli araştırmacılar ve fakihler de kitabı benim söylediğim şekilde açıklamışlardır. Semavi kitap olarak açıklamışlardır; ama yüzeysel olan bazıları, işte Kur’an’daki o kitap lafzından önümüzde duran somut kitabı kastetmişlerdir. Kur’an’daki tabirlerin ne anlama geldiğini iyice anlayabilmemiz için çok dikkatli olmamız lazım. İyice araştırmamız gerekir. Mesela Bakara’nın girişindeki “zalikel kitab” ifadesindeki kitabın ne anlama geldiğini öğrenebilmek için çok araştırma yapmak lazım, çok düşünmek lazım çok, dikkatli olmak lazım. Dikkatli olmadığımız zaman, iyice araştırmadığımız zaman, hemen oradaki kitaptan şu anda okuduğumuz kitap kastediliyor zannederiz. Bu zihni bir hatadır. “De ki” diye başlayan ayetlere gelince; biz edebiyatta pek çok örnekle karşılaşıyoruz ki mesela bir şair kendi kendine konuştuğunda
de ilahi ilmin inmesidir. Burada da bir indirme,
ya da bir şiiri söylediğinde, onu dışarıdan birisi
bir inzal vardır. Yani Kur’an’ın mantığına göre
dinlese, şairin yalnız olduğunu görmese, o sırada
bu alemde tezahür eden, tecelli eden her şey
o şairin biriyle konuştuğunu sanır. Sizde belki
o semavi ilahi alemden geliyor. Hayat, yaşam
Türkçe şiirlerde böyle şeyler vardır. Türkçe şiir
oradan geliyor. İlim oradan geliyor. İnsani
bilmediğim için Sadi’den bir örnek vereceğim.
yaşam, hayvanlar, bitkiler hepsi oradan geliyor.
Sadi diyor ki: ”Ey Sadi! İyi insanlar hiçbir zaman
İşte ona ilahi gaybın hazineleri deniyor. Yani
ölmez!” Ey Sadi diye başlayan bu şiiri dışarıdan
Kur’an’ın bazı ayetlerinde belli bir miktarda,
biri dinlese bunu şöyle sanır ki, birisi Sadi’ye
ölçüde indiriyor. Oradan anlaşılan şey şu ki;
“Ey Sadi” diye sesleniyor. Oysa burada Sadi
orada bulunan şeyden bir kısmı size indiriliyor.
kendisine hitap ediyor. Edebiyatta bu tür şiirler
Kur’an’daki bu tür ayetlerin anlamı genel olarak
çok fazladır. Edebiyatta öyle metinler var ki, o
böyledir. Burada bizim dikkat etmemiz gereken
metni yazan kişi, “de/söyle” diye başlıyor. Bu
şey şu ki, Kur’an’ı kitap olarak getiren şey şu
bir edebi oyundur, tekniktir. Eğer edebiyattaki
an bizim önümüzde duran şey değil. Ondan
bu metinleri, bu örnekleri kabul edersek
bu kastedilmiyor, çünkü Peygamber’den sonra
neden Kur’an’da da Peygamber kendi kendine
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
163
“söyle ey Muhammed, Allah birdir” demesin.
Yani benim sabretmem lazım, gelsin gelsin,
Neden bunu kendi kendine söylemesin? Biz
ben dolayım ki işte bir beste yapabileyim.
çoğunlukla diyoruz ki bir başkası Muhammed’e
İşte o, beste yapmak için beklediği ilhamı
“de ki!, git!, kalk!...” diyor. İşte bunun Tanrı
vahiy gibi bir şey olarak kabul ediyor. Benim
olduğunu söylüyoruz. Bunu nereden söylüyoruz?
bunun gücüne, potansiyeline hazır olmam
(Kafirun Suresi’ni okuyor) Burada mesela,
lazım ki bu bana gelsin. Nübüvvet de böyle bir
kafirler Peygamber’i artık çok yormuşlardı, bu
duygudur. Bu yüzden Hz. Peygamber’in acele
yorgunluktan, bu bıkkınlıktan dolayı Peygamber
etmemesi gerekiyordu, yani ilahi yardım olarak
neden kendi kendine demesin ki “kafirlere de ki,
adlandırdığım şey ona yeterince gelsin onun
ben sizin taptıklarınıza tapmam, siz de benim
içini doldursun ki o, bu sözü söyleyebilsin. Yani
taptığıma tapmayacaksınız, beni rahat bırakın,
o söylediğiniz ayetin anlamı şu ki, “sen diyor
sizin dininiz size benim dinim bana”, yani neden
nebevi tecrübeyle dolana kadar o sözü söylemek
bu şekilde de olmasın? İçinde “de ki” olan her
için acele etme, önce bir bekle ki kıvama
şey benim söylediğim şekilde de anlaşılabilir.
gelesin, Allah’ın yardımı sayesinde nebevi
Siz eğer Kur’an’ı edebi bir metin olarak telakki
tecrübe sende belli bir kıvama ulaşsın ki ondan
ederseniz zaman içinde çok çeşitli edebi oyun,
sonra bu sözü söyle”.
sanatlar olarak vardır. Yani bizim Peygamberimiz Allah’ın yardımıyla, Allah’la onun arasında bulunan ilişki yüzünden en fasih kişi haline gelmiştir. Dili en iyi kullanan, en güzel kullanan kişi haline gelmiştir. Dolayısıyla bu tür şeyleri kullanması çok normaldir. Fesahat, belagat da edebi oyunlardır.
İslami Yorum: Bunları kendi kendine mi söylüyor? Şebusteri: Evet, tabii ki. Bunun Kur’an’da gelmesinin nasıl bir sakıncası var? Yani şunun gibi, bir sanatçının kendisine, yeterince sabret ondan sonra başlayabilirsin demesi gibi…
İslami Yorum: Kur’an’da Peygamber’e yer yer uyarılar ve eleştiriler var. Bunları nasıl anlayacağız. Peygamber kendi kendini mi uyarıyordu? Örneğin dilini depreştirmemesine dair uyarılar bu uyarılara bir örnek olarak verilebilir.
kendine bir telkinde bulunuyor. İslami Yorum: Sınırsız/mutlak olanın sınırlı olana müdahale etmesi, yardımla mümkün oluyor da bu müdahale bizzat Allah’ın sözlü müdahale etmesi yoluyla neden olmuyor? Allah bunu yapamaz mı? Allah kelimelerin bizzat
Şebusteri: İki çeşit teşbih var, tam ve eksik. Bu, tamın eksik üzerine yapılmasıdır. Yani siz şunu biliyorsunuz ki bir sanatçının bir şeye başlamak istediğinde önce onun duygusuna sahip olması gerekir. “Önce havaya girmem lazım ki yapabileyim” der. Sanatçılarda genelde bir his bulunur. Bir şey yapmadan önce bekler bekler, kıvama geldikten sonra ancak onu yapmaya başlar. Çalgıcıları görüyorsunuz. Çalmaya başlamadan önce 5-10 dakika yavaş yavaş kendilerini alıştırırlar, sonra birden parçayı girip çalmaya başlarlar. Bu psikolojik bir meseledir. Bu kendisine ilham gelen insanlarda bulunan psikolojik bir haldir. İran’da
kendisini göndermez mi? Abuzer Dişkaya (Tercüman) : Bu sorunun cevabını başta söyledi, “dil” başka türlü olmuyor. Bugünkü dil felsefesine göre bir şeyin dil olabilmesi için beş özelliğinin olması lazım. Bunlardan biri olmadığında artık o dil olmuyor. Bu teorisine göre o sözü söyleyen Tanrı olursa, insan tecrübesinin dışında olan birisinin söylediği bir şey olursa, bu artık dil olmuyor. Şebusteri: Tanrı’nın konuşmasını şey olarak tasavvur edemiyoruz. Yani o önceki şartları kabul etmedikçe sıra buraya gelmez.
Mişkatiyan diye çok meşhur bir türkücü vardır.
Ben bir fıkra anlatacağım. Bir genç nasıl
Bir gece ben bir yerde onunla birlikteydim.
mevlithan olunacağını öğrenmek istiyormuş.
Ona sordum ki, nasıl beste yapabiliyorsun?
Üstat olan bir mevlithanın huzuruna gitmiş.
Bana şöyle dedi: Bu bestenin bana gelmesi için
Ben söyleyeceğim sen dinle ki mevlithan
kendimi çok hazırlamam lazım, kendimi motive
olabilir miyim olamaz mıyım karar ver. Okumak
etmem lazım, ancak o zaman geliyor ilham.
istediğinde elini kulağına koyup bağırmaya
164
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
başlamış. Üstat mevlithan ona demiş ki; sen
göndermiştir ve bunun adı dindir, diyor. Bunlar
bu şekilde mevlithan olamazsın. Birden böyle
Kur’an’dadır, diyor. Suruş dinin bu olduğunu
bağırarak mevlithan olamazsın, önce böyle
söylüyor. Anlaşıldı değil mi?
yavaş yavaş sesler çıkartacaksın, derece derece yukarı çıkacaksın. Peygamber’in durumu da böyledir. Teşbih çok doğru olmasa da, onu bir sanatçıya benzetmek çok doğru olmasa da siz daha iyi anlayabilin diye anlattım. Bizim, Peygamber’in de bir insan olduğunu bilmemiz lazım. Bizim zihnimizde Peygamber sıradan bir insan gibi değildir, öyle özelliklere sahiptir ki bunları anlayamayız… Yani böyle düşünürsek, bu durumda onun söylediği şeyi de aslında anlayamayız. Kendisi de diyor ki, ben de sizin gibi bir beşerim ve Tanrı’nızın bir olduğu söyleniyor. Biz Peygamber’in beşeri yönünü ortaya çıkarırsak söylediği şeyleri daha iyi anlarız.
İslami Yorum: Evet, anlıyoruz. Suruş temelde bunu söylüyor. Şebusteri: Bunun yanında bir de Müslümanların inandığı bir şey var, bu da “Allah tarafından indirilen bir din” inancı. Bu çok yaygınlaşmış, dini Allah’ın gönderdiği çok yaygınlaşmış. “Allah’ın gönderdiği din!” Bunun herhangi bir temeli yok. Allah’ın din gönderdiği nerede yazılmıştır? Hiçbir temeli, esası yoktur. Dinin anlamı Kur’an’da şu şekilde ortaya koyulmuştur: “Allah’ın indindeki tek din İslam’dır.” Yani bunun anlamı, Allah’a göre din insanın kendisini Allah’a teslim etmesidir. Dinin Kur’an’daki anlamı insanın tevhidi davranışları, amelleridir.
İslami Yorum: Kur’an’da dinden bahsedildiğinde bundan neyi anlayacağız? Şebusteri: Sen Kur’an’daki dinin ne olduğunu
Muvahhidane yaşamaktır. Kur’an’a göre din muvahhitçe yaşamaktır yoksa bir grup inanç, ahlak ve ahkami ilkelerin bir araya gelmesi bunların toplamı değildir. Doğal
sanıyorsun?
olarak muvahhitçe dini yaşayan insanın bir
İslami Yorum: Suruş’un bir din algısı var.
Dinin Kur’an’daki anlamı bu itikadi, ahlaki ve
Kur’an’daki ve hadislerdeki bilgiler, insanların
ahkam kurallarından ibaret değildir. Dışarıdan
tecrübe yoluyla elde edemedikleri bir şeyden
dine bakmak isteyen bir din bilimci şöyle
bahsediyorsa, ona din diyoruz. Toplumla ilgili,
diyebilir; şu inançlar vardır, şu ahlak ve ahkami
tecrübeyle ilgili bir şey varsa bu din değildir.
değerleri, ahkami kuralları da vardır. Dinin
Kur’an’da geçse de buna din denilemez. Buna
Kur’an’daki anlamı bu itikadi, ahlaki ve ahkami
göre siz dinden ne anlıyorsunuz? Suruş’a
kurallardan ibaret değildir. Bunların toplamı
katılıyor musunuz?
demek değildir. Eğer dışarıdan Müslümanlara
takım itikadi değerleri, ahlaki kuralları vardır.
Şebusteri: Benimle Suruş arasında bir fark bulunuyor. Suruş’un “Maksimum Din, Minimum Din” kitabında dine yönelik yaptığı tanımı kabul etmiyorum. Yani ben Şuruş’un oradaki din tanımını kabul etmiyorum. Benimle Süruş arasındaki fark şu, Suruş din ile dinin anlaşılmasını birbirinden ayırıyor. Biz gerçekte
ve İslam dinine bakmak isteyen bir din bilimci İslam dininin ne olduğunu söylemek istese, o şöyle diyebilir: İslam’da şu inançlar vardır, bu ahlaki değerler vardır ve bu hükümler vardır. Bu terkip tarihselleşmiş dinin tanımıdır. Yani din, tarih boyunca bu şekilde tezahür etmiştir, bu şekli almıştır. Ama Kur’an’daki dinin anlamı bu değildir. Dolayısıyla benimle Suruş
dinin ne olduğunu anlayamayız, sadece dine
arasındaki asıl ihtilaf budur. Kur’an’a baktığımda
dayalı bir anlayışımız vardır. Bu anlayışlar farklı
onun tanımladığı gibi bir din olduğunu
farklıdır. Şuruş daha sonra da bir “en çok” ve
düşünmüyorum. Yani Kur’an’daki din şudur
“en az” var diyor. En az olana dinin cevheri,
ki, ben kendimi gönüllüce Allah’ın iradesine
özü ve zatı diyor. İşte oraya yani dinin özü
teslim ettim. Dolayısıyla din benim seçtiğim,
dediği yere bazı itikadi inançları, bazı ahlaki
tercih ettiğim bir yaşama biçimidir. Peygamber
değerleri ve bazı hükümleri koyuyor. Gerçekte
kafirlere şöyle diyor: Sizin dininiz şudur, siz
Suruş dini; inanç, ahlak ve hükümlerden oluşan
kendinizi putlara teslim ettiniz, benim dinim de
bir bütün olarak görüyor. Yani bu inanç, ahlak
şudur, ben de kendimi Allah’a teslim ediyorum.
ve ahkamdan oluşan şeyi Allah Peygamber’e
Din bu olmalı. Dolayısıyla ben, Allah’ın din
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
165
indirdiği sözünün nereden geldiğini bilmiyorum. İslami Yorum: Dinin tamamlanması olayına nasıl bakıyorsunuz?
Peygamber zamanında insanlar dindarlaşmaya, din sahibi olmaya çok susuyorlardı, çok istekliydiler. Çünkü din onlar için çok sade, basit, cazip bir şeydi. Bugün din o kadar büyük bir yük
Şebusteri: Yani Allah diyor ki, ben size dinin ne olduğunu gerçekte tamamen anlattım. Yani Allah burada şunu demek istemiyor, “ben size dini inançların ne olduğunu, ahlakın ne olduğunu, dini ahkamların ne olduğunu tamamladım” gibi bir şey demek istemiyor. Yani dindar bir insanın ne yapması gerektiğine dair şey, Peygamber döneminde şu anda olduğundan çok daha az ve sadeydi. Zaman içerisinde kelamcılar, fakihler ve tefsirciler tarafından bu hale getiriliyor. Taharetle ilgili hükümler Peygamber döneminde çok az vardı. Hicapla ilgili bu kadar şey Peygamber döneminde yoktu. Namazı bozan şeyler, şüpheye düşüren şeyler çok azdı. Bu hükümlerin çoğu Peygamber döneminde yoktu, bunların hepsini fakihler düzenledi (üretti). Ama fakihlerin bunu kendi kendilerine yaptıklarını söylemek istemiyorum. Diğer ilimlerde zamanla nasıl bilinen şeyler artıyorsa, genişliyorsa burada da aynı şekilde olmuştur. Benim dostlarımdan biri, bu son zamanlarda İran’da “Peygamber Döneminde Hicap” diye büyük bir kitap yazdı. Orada çok derin analizler yapmış. Orada şunu ispat etmiş, göstermiş ki Peygamber döneminde kadınlarının çoğunun yeterli elbisesi yoktu. Çok fakir oldukları için, yeterli elbiseleri olmadığı için isteseler bile bütün vücutlarını örtemiyorlardı. Erkeklerin elbisesi şurayla şurayı (göbekten-diz kapak altını göstererek) kapatan bir parçadan ibaretti. O dönemde elbise sahibi olmak çok lüks olarak kabul ediliyordu ve insanların çoğunun zaten elbisesi yoktu. Ama bugün mesela başörtüsü ne hale gelmiştir? Peygamber zamanında dindarlık çok sadeydi, basitti.
haline geldi ki, aynı fıtrata sahip insanlar bugün dinden kaçıyorlar. İslami Yorum: İki kitabınızda da dini tecrübeden söz ediyorsunuz. Ama bu yeteri kadar açık değil. Burada bahsettiğiniz dini tecrübenin mahiyetinin ne olduğu çok açık değil. Dini tecrübeyi biraz açabilir misiniz? Şebusteri: Haklısınız, çünkü ben dini tecrübeyle ilgili yeterince yazmadım. Yani olması gerektiği kadar açıklamadım. Bu konuda inşallah daha ayrıntılı yazmaya çalışacağım. Benim bahsettiğim dini tecrübe, üç farklı anlamda kullanılabilir. Kullandığım anlamlardan birisi, din psikolojisinde bahsedilen dini tecrübedir. Wiiliam James’in “Dini Tecrübelerin Çeşitleri” diye bir kitabı var. Bu konuyu anlatan diğerleri de ondan aktarmışlar. Özellikle William James’in bahsettiği dini tecrübe yani getirdiği örnekler bu kategoriye girer. İnsanlar için aniden bazı tecrübeler meydana gelir. İnsanlar bazı şeyler yaşarlar. Bu tür tecrübelerin örneklerini William James o kitapta verir. Bu örneklerden biri şöyledir: Birisi deniz kenarında oturuyor, denize bakıyor, bu esnada etrafı birdenbire ışıklarla çevriliyor, etrafının nurla kaplandığını tecrübe ediyor. Yani bu tecrübe sadece bununla yetinmiyor, orada kalmıyor, her tarafının nurani hale geldiğini tecrübe ettiğinde bu tecrübenin içerisinde bir kutsalı da tecrübe ediyor. Yani o tecrübe halinde bazı sözler işitiyor. Birileri onunla konuşuyor. Din psikologları bunlara dini tecrübe diyor, onların dini tecrübe olarak adlandırdığı şeyler bu tür şeyler. Benim kitaplarımda kullandığım dini tecrübe şimdi söyleyeceğim iki anlamdadır. Bunlardan biri, mutasavvıfların
İslami Yorum: Hz. Ali’ye atfedilen bir söz var:
yaşadığı şeyler. Mesela Mevlana’nın yaşadığı
Din bir noktaydı cahiller onu çoğalttı.
tecrübeler. Özellikle Mevlana’nın Şems için
Şebusteri: Evet, evet çok doğru. Biz kendi
görüyoruz. Mevlana birisine diyor ki, sen ne
aramızda bazen diyoruz ki: Peygamber ve
beni terk ediyorsun ne de sürekli benimlesin.
sahabe gelseydi bizim din olarak ortaya
Buna baktığımızda Mevlana’nın kendisinden
koyduğumuz şeyi tanıyamazdı. Bir şair de
daha ulvi bir şeyi tecrübe ettiğini, o tecrübe
Peygamber’e hitaben öyle diyor. Senin dinini
ettiği şeyin ne Mevlana’dan ayrı olduğu ne de
o kadar allayıp pulladılar, o kadar büyüttüler
sürekli onunla birlikte olduğu söylenebilir. Yine
ki sen gelsen şimdi dinini tanıyamazsın.
aynı şekilde Mevlana, mesela duyan koşan
166
yazdığı divana baktığımızda, orada bunu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bütün canlıların akleden şeyler olduğunu
Müslümanlar da kalkınma ve ilerleme fikrini
söylüyor, ama akıl ve kalp gözü kapalı olanların
benimsemiştir. Zira günümüz şartlarında bundan
bunların sustuğunu zannettiğini söylüyor. Aynı
kaçınmanın herhangi bir yolu bulunmamaktadır.
şekilde biz de konuşuyoruz, ama siz bunu
Bu yeni yaşama tarzının öncüleri gelişmiş Batılı
yapamadığınız, anlayamadığınız için bizim
ülkeler olmuştur. Bu ülkeler öyle sosyal ve
sustuğumuzu sanıyorsunuz demiştir. Diğer bir
siyasi olgular meydana getirmişlerdir ki diğer
anlamı da budur bu dini tecrübenin. Bu daha
dünya milletleriyle birlikte Müslümanların da bu
çok irfani tecrübeler diye adlandırılıyor. Varlıkla
gerçekleri kabul edip onlara uygun bir yaşam
ittihad, bir olma tecrübesi de bu irfani tecrübe.
tarzını benimsemekten başka yapabilecek bir
Allah’ta fena olma tecrübesi de gene bu. Benim
şeyleri kalmamıştır.” Burada Batılı bir yaşam
dini tecrübe derken kastettiğim şey ya irfani
biçiminin dışında bir yaşam biçiminin olmadığı,
tecrübedir, ya da şimdi size söyleyeceğim
diğerlerinin bu yaşam biçimini benimsemekten
tecrübe çeşididir. Diğer tecrübeleri bir kenara
başka bir yollarının olmadığı mı kast ediliyor? Bu
bırakarak bir tecrübe türü daha var ki, bu bir
bir anlamda, Huntington’un “Tarihin Sonu” tezini
huzur ve huşu hali hissetsin, böyle bir hisse
onaylamak anlamına gelmiyor mu? Bugünkü
sahip olsun. Yani birden etrafın nurani olması,
hakim paradigmanın dışında bir dünya mümkün
var olan her şeyin konuşan gören olması gibi
değil midir?
değil de, kendisinden daha üstün olan bir gücün huzurunda olduğu hissi, böyle bir hisse sahip olsun. Bu his güçlü olabilir, zayıf olabilir, insan bazen ona sahip olabilir, bazen olamaz. Az meydana gelebilir yani. İnsan özellikle ibadet ettiğinde böyle bir huzurda bulunma halinin ne olduğunu daha iyi hisseder, daha iyi anlar. Sanki birisiyle konuşuyormuş gibidir bu durumda, sanki birine sığınıyormuş gibi. Yani eğer bunda biraz derinleşmek isterse, insanın kendi kökünü bulmaya çalışması gibi bir his ortaya çıkmakta. Dini tecrübenin üçüncü anlamı da budur. Mesela insan bir dağa, yemyeşil bir yere gittiğinde, çok güzel bir yere gittiğinde orada gördüğü her şeyde bir anlam olduğunu, taşta, ağaçta, kuşta, dağda bunlarda bir anlam olduğunu düşünür. Bunların bir mesaj olduğunu hisseder. Bu da bu bölüme giriyor. Ben dini tecrübe derken daha çok bunu kastediyorum. Din psikologlarının söylediği şeyi kastetmiyorum. Mutasavvıfların sahip olduğu ve adına keşf dediği şeyi de kastetmiyorum. Benim inancıma göre dini tecrübenin bu üçüncü anlamı hemen hemen bütün insanlarda bulunur. Ben temeli dini tecrübe olarak belirlememiz gerekir diye söylediğimde işte zahir, görünüş önemli değildir, bu dini tecrübenin insanlarda ne kadar olup olmadığına bakmamız gerekir dediğimde bu üçüncü tür tecrübeyi kastediyorum. Bana göre
Şebusteri: Ben Batılı yaşam tarzının bütün yönlerini kastetmedim. Oradaki ilerleme ve kalkınmayı kastettim. Yani Batılıların ahlaki değerlerinden bahsetmedim. Kalkınma, siyasi ve ekonomik olan bir olgudur. Benim inancıma göre de biz kalkınmada onların gittiği yoldan gitmemiz gerekir. Yani kapitalist bir ekonomik kalkınma dışında başka bir model de olabilir tabii ki. İskandinav ülkelerinde sosyal demokrasi var. Sosyal demokrasi sistemi, mesela Almanya’da olan kapitalist sistemden farklı bir sistemdir. Bizim yolumuz da bunlardan biridir. Ya sosyal demokrasiyi benimseyeceğiz ya da yapabiliyorsak kapitalist sistemi benimseyeceğiz. Ben kapitalist sistemi kabul etmemizde muvafık değilim. Ona karşıyım. Ama ilmi kalkınmayı ilmi ve bilimsel çalışmalarla, programlarla sağlayalım, ben bundan yanayım. Bundan başka bir kalkınma yolumuz olduğuna inanmıyorum. Kalkınmanın bugün kendine has bir anlamı var. Ekonomik kalkınma, siyasi kalkınma… Bu tür kalkınmalar kendileriyle birlikte bazı değerleri de getiriyor doğal olarak. Yani bunlarla birlikte gelen değerlerin zararını da en aza indirmek için çalışmamız lazım mümkün olduğunca. Mesela fakirlikle mücadele etmek için bundan başka nasıl bir yol vardır? Cehaletle mücadele etmenin bundan başka bir yolu var
dinin esası, özü budur.
mıdır? Ya hastalıklarla mücadelenin başka bir
İslami Yorum: “Resmi Dini Söylemin Eleştirisi”
ediyoruz: Kalkınmaya karşı olma adı altında,
isimli kitabınızda şöyle bir bölüm var: “Altını
petrolün bütün paralarını alıp bizim bilmediğimiz
çizerek kısaca söylemek gerekirse bugün
yerlerde harcıyorlar. Ülkeyi kalkındırıp
yolu var mı? Biz bugün İran’da şunu tecrübe
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
167
ilerleteceklerine kendi ceplerine koyuyorlar.
Tarihi açıdan da bir inceleme yaptığımızda bunun
Gelecek nesiller fakir ve aç olacak. Eğer petrol
böyle olmadığını görüyoruz. Birkaç ay önce bir
biterse açız…
öğrenci bana geldi. Benim kitaplarımla ilgili bir
İslami Yorum: Kitaplara gelen tepkileri de dillendirmek için bu çerçevede bir soru sormak istiyorum. Diyorlar ki: Demokrasi kavramı, insan hakları kavramı ve benzer Batı tandanslı kavramları niye alıp kullanalım veya uygulayalım. İlla ona muhtaç mıyız? Kendi kültürümüzden, kendi kaynaklarımızdan beslenerek bunları neden geliştirmiyoruz. Bu konularda Batı’ya bizi zorunlu veya muhtaç kılan nedir? Onlara niye bağlı kalalım? Zorunluluk mu var? Bizim kaynaklarımız, bizim kültürümüz bize yetmiyor mu?
makale yazıyor. Gelip bana bazı şeyler sormaya başladı. Tartışmamız, konumuz bir yere geldi. Ve gelinen noktada o dedi ki, işte biz Peygamber’in zamanında din özgürlüğüne sahiptik. Yani herkes her istediği dine sahip olabiliyordu. O çocuk böyle demişti. Eğer kılıç çekip Müslümanlarla savaşmadığın sürece herkes her istediği dine tabi olabiliyordu dedi. Ben dedim ki, daha çok açıkla, ne demek istiyorsun? Ona dedim ki, şunu kabul ediyor musun? Tarihi rivayetlere göre Peygamber Mekke’yi fethettiğinde Mekke’deki ve Kabe’deki bütün putları kırdı ve Mekke’nin dışına çıkardı. Bunların
Şebusteri: Burada iki farklı bakış açısı var: Bu tür şeyler bizde de mi var diyorlar yoksa bunlar kötü şeylerdir, bizim bunlara sahip olmamamız mı gerekir diyorlar? Yani ne demek istiyorlar? İslami Yorum: Bizim medeniyetimiz bunları
hepsini yıktı, parçaladı. Oysa Mekke’de bulunan insanların bir kısmı putperest olmak istiyordu. Putperestler olacağına göre bir puthane de olması gerekiyor. Bir mabede ihtiyaçları vardır. Yani orası daha önce onların mabediydi. Peygamber gelip burası sizin değil, bizim yerimiz
çıkarmaya müsait diyorlar.
dediğinde böyle bir şey din özgürlüğü anlamına
Şebusteri: Siz eğer böyle bir şey söylüyorsanız
zamanında din özgürlüğü vardır demek doğru
bu sözün ne anlama geldiğini biliyor musunuz?
değildir. Çünkü putperestlik de bir dindir ve
Demek ki bunlar iyi şeyler. Bunlar iyi şeyler.
eğer Peygamber’in zamanında din özgürlüğü
Neden biz bunları üretmedik? Şu ana kadar
diye bir şey olsaydı onların önüne geçilmemesi
neden bunların farkına varmadık bizde var
gerekirdi, onların durdurulmaması gerekirdi.
idiyseler? Bu sorular ortaya atıldığında biraz
Çünkü bugün din özgürlüğünden bahseden kişi
dikkatli olmak lazım. Öncelikle bunların iyi şeyler
bu özgürlüğün sadece Müslüman için Hristiyan
olduğunu kabul ediyoruz demektir. İkinci olarak
için Yahudiler için olduğunu söylemiyor, bütün
da bunlara sahip olduğumuzu iddia ediyoruz
dinler için bunu kabul ediyor. Dolayısıyla
demektir. Yani biz bunlara sahibiz. Bunlar bizde
Peygamber zamanında böyle bir özgürlük
var, öyleyse bunlar nerede? Bunların bizde de
yoktu. Ben de ona dedim ki, Peygamber’in
olduğunu söyleyenlerin bunların nerede olduğu
o dönemde yaptığı şeyin felsefesi, anlamı
sorusuna cevap vermesi gerekir. Bunu bize
neydi? Bunları yaparken neyi hedefliyordu?
göstermeleri gerekir. Eğer birisi Uluslararası
Böyle bir şeyi tartışmak istemiyorum dedim.
Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nde
Ben sadece şunu diyorum ki, siz Peygamber’in
bulunan evrensel haklara dair 30 maddenin
zamanında din özgürlüğü vardır demeyin.
-insan haklarının temelini oluşturan o 30
Böyle bir şey yoktu çünkü. Dolayısıyla, bizim
maddenin- bizde de olduğunu söylüyorsa bunu
bütün bunlara sahip olduğumuzu söyleyenlerin,
bize göstermesi gerekir. Bunlar felsefemizde mi
bunların nerede olduğunu bize göstermesi
var, Kur’an’da mı var, Sünnet’te mi var, nerede
gerekiyor. Bunların çoğu bizde yok. Bunları
bunlar? Hiç kimse bunların nerede olduğunu
böyle söylemek Peygamber’e herhangi eksik
bize göstermiyor. Sadece var diyorlar. Bazıları da
bir şeyi nispet etmek de değildir. Çünkü insanın
bunların nerede olduğunu göstermek istiyorlar.
kendisi, Peygamber’in onlar için getirdiğinden
Mesela diyorlar ki, Peygamber’in zamanında
başka olarak pek çok şeyi de kendisi anlar
da demokrasi vardı. Yani bu insan haklarına
ve ortaya çıkarır, çıkarmalıdır. Yani insanların
Peygamber zamanında da riayet ediliyordu.
tarih boyunca pek çok şeyi anlaması, formüle
168
mı geliyor? Ben ona dedim ki, Peygamber’in
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
etmesi de Allah’ın işidir. Bu insanların ilerlemesi,
Şebusteri: Burada tamamen birbirinden
kalkınması da Allah’ın işidir. Allah tarih boyunca
tamamen farklı olan iki mesele var: Biri din
insanlara hem peygamberler aracılığıyla yardım
özgürlüğü, bir de iman etmek için özgür olmak
etmiştir hem de akılları aracılığıyla. Neden
nedir? Bu bir gerçekliktir ve iman etmek isteyen
şöyle demeyelim ki; yani bu değerlerin bir
kişinin, imanı tercih etmek isteyen kişinin özgür
kısmını Peygamber bize öğretti, bir kısmı da işte
olması gerekir. Yani Peygamber’in zamanında
insanlık tarih boyunca insanlık aklıyla bunlara ulaşmıştır. Bunların hepsi de Allah tarafındandır. Neden böyle demeyelim? Bizim bu yaptığımız, tasnif ettiğimiz bu gruplandırmalar da ne böyle? Pek çok meseleyi böyle görüyorum. Burada göz önünde bulundurmamız gereken şey şu; genellemeler yapmayıp da gerçekten
kimseyi iman etmeye zorlamıyorlardı. Ama kimseye bir puthane sahibi olmasına da izin vermiyorlardı. Bugün din özgürlüğü dendiğinde yani puta tapmak isteyen kişi gidip puta tapabilir. Bugünkü anlamıyla din özgürlüğü orada yok.
demokrasiyi kabul ettiğini söyleyen bir insanın,
Sizin mesela üniversitelerde okuyan
din özgürlüğü ve bütün özgürlükler için bizim
öğrencilerinizin okuduğu felsefe, Yunan
mirasımızda engel olan yani bunları kabul
felsefesidir. Getirip onu okuyorlar. Bugün
etmemizi engelleyen bir şey olmadığını bize
fakihlerimizin, kelamcılarımızın, müfessirlerin
göstermesi gerekir. Bizim dini mirasımız bunları
hepsinin kullandığı mantık Yunanlı bir adamın
kabul etmemize izin veriyor, engel olmuyor. Biz isteyerek bunları kabul ediyoruz. Bunları kabul etmenin anlamı da şu değil ki, Batı’nın her yediği halt doğrudur. İşlediği bütün cinayetler doğrudur. Bunun böyle bir anlamı yok. Batı’daki bazı iyi şeyleri Doğulular alabilir, Doğu’daki bazı iyi şeyleri Batılılar alabilir. İşte Hristiyanlardaki bazı iyi şeyleri Müslümanlar alabilir, Müslümanlardaki bazı iyi şeyleri Hristiyanlar alabilir. Sömürgeciliğin kötü olması doğru, ama bu başka bir konudur. Bu zaten yanlıştır. Batılıların bize zulmettiği, dayatmacılık yaptığı da doğrudur. Siyasette bunu yapıyorlar. Yani Batılıların bu tavrına karşılık bizim yapmamız gereken düşmanca mücadele etmemiz değil ki, bunlar zaten böyle olmasını istiyorlar. Biz onlara şunu söyleyelim: Onlar “bizde de bunlar var” der demez, o zaman bunların iyi bir şey olduğunu kabul etmiş oluyorsunuz . Evet, “bizde de var” diyorlarsa o zaman ikinci aşamada da “madem bizde var, nerede olduğunu göster” deyin. Eğer bunu gösterirlerse işte ne kadar güzel, o zaman kabul ederiz. Eğer gösteremezlerse deyin ki; “mademki siz de bunların iyi şeyler olduğunu kabul ediyorsunuz o zaman gelin anlaşalım,
-Aristo’nun- bulduğu bir şey değil miydi? İbni Sina’nın yaptığı şey Yunan felsefesini geliştirmek değil miydi? İbni Sina bir yerde diyor ki, ben Aristo’nun metafizik kitabını 50 defa okuduğum halde anlayamadım. Ancak Farabi’nin metafizik üzerini şerhini okuduktan sonra onu anlayabildim yani bu sözün anlamı şu ki, ibni Sina felsefesinin bütün temel kaynakları, malzemesi Yunan felsefesidir. Böyle alıp-vermeler, gel-gitler her zaman vardı. Ama o zaman hiç kimse çıkıp işte biz Batıcı olduk, Batı taklitçisi olduk demiyordu. Bunlar doğal şeyler olarak kabul ediliyordu. Bizim meselemiz başka bir şey. Bugün Batılı devletlerle bizim aramızda bulunan ilişki güçlü olanla zayıf olanın ilişkisi. Bizim meselemiz Batı felsefesinin gelip bizi bozması meselesi değildir. Eğer biz bütün üniversitelerimizi kapatıp Batı felsefesinden tek bir kelime dahi okumazsak bugün küreselleşmeye karşı daha mı güçlü hale geleceğiz? İşte bizi yöneten diktatörlerin sözleri ki, bu tür yaklaşımları Batı taklitçisi falan olmakla suçluyorlar. Türkiye’nin şu andaki durumu üzerine düşünmemiz
bunları kabul edelim”.
lazım. Çok dikkate alınması gereken bir şey.
İslami Yorum: “İman ve Özgürlük” kitabınızda
düşünüyorsunuz? Ya da Avrupa Birliği’ne girmeyi
özgürlük olmadan iman mümkün olmaz diyorsunuz. Sahabe Peygamber’in çağrısına uyarak iman ettiğine göre buradan Peygamber
Mesela siz şimdi Batı’nın sizi sömürdüğünü mü mi çok istiyorsunuz? Sanırım birliğe girmek için uğraşıyorsunuz.
zamanında da özgürlüğün olduğu sonucu çıkmaz
İslami Yorum: Din devlet ilişkileri açısından
mı?
İran’ın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
169
Şebusteri: Kesinlikle -yüzde yüz- dini kurumlar ile siyasi kurumlar birbirinden ayrılacak. Kaç yıl sürer bilmiyorum, ama kesinlikle bu ayrım yaşanacak. O kadar çok yozlaşma meydana geldi ki artık bunların ayrılmasından başka bir yol kalmadı.
çıkarmıyor mu? Şebusteri: Gelebilir, ama iddiası kabul edilmez. İnsanlık nübüvvetle elde edebileceği kazanımları elde etmiştir. Nübüvvet iddiasıyla ortaya çıkmanın yeni bir kazanç ortaya çıkarması mümkün değildir.
İslami Yorum: İlk konuya tekrar geri dönersek, sizin yaklaşımınızdan şöyle bir sonuç ortaya çıkıyor. Akıl ister istemez oraya doğru akıyor. Kur’an Peygamber sözüyse, Kur’an’da tarihi,
İslami Yorum: O zaman şunu sormamız gerekiyor. Peygamber neden son peygamber olduğunu ilan etti. Hatem’ül Enbiya olduğunu
siyasi bilimsel hatalar da bulunabilir mi?
söyledi?
Şebusteri: Kur’an’da bulunan bazı şeyler
Şebusteri: Hatem iki şekilde okunmuştur
bugünkü bilimsel gerçeklerle uyuşmuyor. Şiddetli cezalandırmalar falan böyledir. İşte Kur’an’da bulunan, bize bugün çok şiddetli gelen bazı cezalandırmalar böyledir. O dönemde Peygamber’e o kadar şiddetli gelmiyordu. Bu nihayetinde sizin Peygamber tasavvurunuzla ilgili bir şeydir. Bana göre Peygamber daha önce ve daha sonra her şeyi bilebilen bir kişi değildir. Bilmesi gereken kişi değildir. Peygamber’in risaletini tarihi kontekst içinde anlamak lazım. Şuna bakmak lazım, o kontekst içerisinde insanları birkaç adım ileri götürebilmiş midir, götürememiş midir? Eğer bu işi başarabilmişse yani insanlığı olduğu merhaleden birkaç adım ileriye taşıyabilmişse bize de bu mesajı veriyor. Yani “siz de ne kadar yapabiliyorsanız tekamül edin.” Bu şey değil, yani “kıyamete kadar ihtiyacınız olan her şeyi ben size söyledim ve yaptım.” Bunu söylemiyor. “Size yolu gösterdim”
biliyorsunuz. Biri yüzük olarak, ikincisi de son anlamında. Katıldığımız sempozyumda ismini bilmediğim yaşlı bir hoca vardı. Ona çok saygı gösteriyorlardı ve ona “üstadların üstadı/hocaların hocası” diyorlardı mesela? Bu sözü nasıl anlıyorsunuz? Siz bu sözü o kişiye karşı bir edep ve saygı olarak mı anlıyorsunuz yoksa bununla gerçeğin, yani kelimenin gerçek anlamının mı kastedildiğini düşünüyorsunuz? Bazı durumlarda siz dersiniz ki artık bu şairden daha büyük bir şair gelemez. Bu, bir çeşit mübalağa mıdır yoksa siz gerçekten böyle bir şairin bir daha gelmeyeceğini bildiğiniz için mi böyle dersiniz? Yani şiir bu adamla tamamlandı, bitti. Bunu mu kastedersiniz? Eğer oradaki “hatem”i son olarak okuyacaksak neden bu tür tabirlerdin biri olmasın? Yani neden şöyle olmasın ki, birisi kendisine o kadar çok inansın ki “artık benden sonra
diyor.
nebi gelmesin” diyemesin, yani “artık ben bir
İslami Yorum: Kur’an hakkındaki bu teorinize
böyle bir şey söyleyebilir. Bizim böyle şeyleri
göre Kur’an’la Sünnet arasındaki fark nedir?
düşünmemizin sebebi, böyle ifadeleri ve
nebinin yapabileceği her şeyi yaptım”, inanıp
Şebusteri: İşte Peygamber’in pek çok hadislerinde -sahih olanlarını göz önünde bulundurursak-, Peygamber bunları söylediğinde artık o ilahi yardımdan bahsetmiyor. O ilahi yardımdan bahsetmediğinde bunları söylemiştir.
cümleleri bu mantıktaki ihbari yani haberi cümle olarak kabul ettiğimiz için böyle düşünüyoruz. Eğer bunları haber cümlesi yerine edebi cümleler olarak kabul edersek kesinlikle anlamı tamamen değişiyor.
Kur’an’da söylediği şeylerde ise o ilahi yardımın
İslami Yorum: Üstad sizi uzun bir süre
olduğunu iddia etmiştir. Yani bu ilahi yardım
alıkoyduk. Bize vakit ayırdığınız için teşekkür
olmadan Peygamber’in insan olarak Kur’an’ı
ederiz.
nasıl anladığı ve nasıl yorumladığıyla ilgili bir şey.
Şebusteri: Ben teşekkür ederim. Yorucu ama
İslami Yorum: Bu teoriniz Peygamber’in son
memnun oldum.
keyifli bir sohbet oldu. Sizlerle tanıştığıma çok
peygamber olmadığı ve yeni peygamberlerin de ortaya çıkabileceği gibi bir ihtimali ortaya
170
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m