3
G Ü N Ü N S ÖZ Ü Cuma günü geldiği için sevinen bir mümine, o kadar sevap verilir ki, adedini Allahü teâlâ bilir.
RA M A Z Â N
1439
G
18 Mayıs 2018 Cuma
A
Z
E
T
E
S
Hadîs-i Şerîf
İ
İbrahim Efendi Konağında
RAMAZAN HAZIRLIKLARI “Kim, ne zaman bu kilere girecek olsa dâima raflarında Antep’in kuru baklavalarını, bâdemli, fıstıklı cevizli sucuklarını, Şam’ın, Malatya’nın, Tokat’ın kayısılarını, Ankara’nın ballarını, Kastamonu’nun uryanîlerini, Bağdat’ın, Hicaz’ın hurmalarını görmesi mümkündü.” Sâmiha Ayverdi eskilerin ramazan ayına nasıl hazırlandıklarını anlatıyor.
İ
stanbul şehrinde ramazan, toplar, davullar ve mânilerle karşılanmadan çok evvel hazırlığı başlardı. Çamaşır yıkanır, ütü yapılır, tahtalar fırçalanır, evler temizlenir, kilerler elden geçer, iftarlıklar sahurluklar raflara dizilir; çarşı pazar işleri, biçki dikiş meseleleri bir düzene bağlanırdı. İbrahim Efendi’nin konağında da ramazana giriş, şehrin mûtad görenek ve geleneğine uygun çizgiler içinde cereyan ederdi. Sıra sıra beş altı leğenin başında güle şakalaşa köpüklü sularda güreşen genç halayıklar sabahın erken saatlerinde başladıkları çamaşırı akşama doğru bitirip işten çıkınca, çamaşıra girmemiş kapı yoldaşları onları bir tarafa çekerek günlük işlere sokmaz, sıcak su içinde pembeleşip yumuşayan ellerine, mevsimine
göre şerbet, limonata vererek ya da önlerine tepsi tepsi kuru yemiş getirerek ikram ederlerdi. Ertesi gün üç dört masada birden başlayan ütü, geç vakitlere kadar devam eder; bir yandan da önünde dikiş sepetiyle oturan yardımcı bir kalfa, eksik düğmeleri, sökükleri, yırtıkları diker, bu iş de bittikten sonra, sıra çamaşırların ayrılıp yerlerine yerleştirilmelerine gelir, böylelikle de çamaşır faslı tamam olmuş olurdu. Kiler işine gelince, evin temizliği kadar belki daha da teferruatlı ve müşkül iş, zahîre deposu kadar zengin olan kilerin temizliğiydi. Zîra kiler denen o uçsuz bucaksız taş odalarda neler yoktu? Bir zamanlar Varna’dan, Köstence’den çektirilerle gelen yağların, pekmezlerin yerine, şimdi Halep’in,
Trabzon’un, Vakfıkebir’in fıçı fıçı yağları, Balkan kaşerleri, kızanlık tulum peynirleri, kazeviler dolusu Mısır pirinçleri, dağlar gibi yığılmış kelle şekerler, çuvallarla sabunlar, hevenk hevenk tavanda asılı kışlık soğanlar, siyah ve yeşil zeytin fıçıları; eskiden Kazan’dan, Eflâk ve Boğdan’dan gelen zahîreler yerine şimdi Sûriye’nin, Trab-
lusgarp’ın, Bağdat’ın ve Anadolu vilâyetlerinin türlü türlü mahsulleri hep bu kilerlerin, sanki ot gibi kendi kendine üreyip tükenmek bilmeyen muhteviyâtı arasında idi. Sandık odalarının yonca, çiçek ve sabun kokusuna karşılık, kilere başımızı uzattığımız zaman genzimiz yağ, peynir, pastırma, sucuk, turşu ve salamura karışımı bir
kokuyla gıdıklanır, biraz da yanar gibi olurdu. Dâima dolu, dâima üst üste istifli olan bu erzak deposu, gerçekten de, kopardıkça süren bir nebat gibi, yenip azaldıkça âdeta kendi eksiğini belli etmeden kendi dolduran bir hokkabaz el çabukluğu ile telâfi ederdi. Kim, ne zaman bu kilere girecek olsa dâima raflarında Antep’in kuru baklavalarını, bâdemli, fıstıklı cevizli sucuklarını, Şam’ın, Malatya’nın, Tokat’ın kayısılarını, Ankara’nın ballarını, Kastamonu’nun uryanîlerini, Bağdat’ın, Hicaz’ın hurmalarını görmesi mümkündü. Hele ramazan yaklaşırken hoşaflık kuru yemişlerin çeşitleri daha da artar, İzmir’den gelen kuru incirler, kuru üzümler, kuru vişneler, pekmez, bulama, tarhanalar, bulgurlar, kuskuslar, Karadeniz’in fıçı fıçı havyarları; bilhassa kalfaların kendi elleriyle güle söyleye kaynattıkları reçeller, şuruplar; âdeta merâsimle hazırladıkları biber, salatalık, patlıcan turşuları, hardâliyeli tükenmezler, üzüm turşuları bu geniş ve loş kilerin kalabalığı içinde âdeta kendilerine zorla yer bulmuş kimseler gibi üst üste tıklım tıklım yerleşmiş bulunurdu.
İstanbul namaz vakitleri İmsâk
03: 2 9
Sabah
0 3 :4 9
Güneş
0 5:36
Öğle
13 :12
İkindi
1 7: 09
Akşam
2 0: 2 6
Yatsı
22: 1 7
2
sağlık
Sağlıklı İftar Önerileri 1. Gün boyu devam eden açlık nedeniyle mide hacmi küçüldüğü için orucu bir bardak su ile açıp ılık çorba ile devam edin. Hazır, kremalı ve unlu çorbalardan ziyade sebze çorbalarını tercih edin. 2. Tokluk hissi
yemek yemeye başladıktan 10-12 dakika sonra oluşur. Dolayısıyla gereksiz kalori alımından kaçınmak için çorbadan sonra 10-12 dakika ara verin. Bu arayı bir kâse bol yeşillikli salatayla doldurun. 3. Sebze yemeklerini hazırlar-
ken sıvı yağ miktarını, 1 kilo sebze için 2 çorba kaşığı yağ sınırında tutun. Böylece yağ alımını kontrol etmiş olursunuz. 4. Ramazan pidesi yerine tam tahıl veya çavdar ekmeğini tercih edin. 5. Tatlı isteğinizi şekerli, şerbetli tatlılar yerine şeker ilavesiz kompostolar veya kuru meyvelerle karşılayın. 6. Hazımsızlığı ve kilo almayı önlemek için iftardan yarım saat sonra mutlaka hafif tempo yürüyüş yapın.
Hünnap
BATI KARADENİZ - MARMARA - TRAKYA BÖLGE dİstrİbütörÜ HASİP HÜSEYİN TIBIKOĞLU TEL: 0532 131 76 08
Hünnap, elmadan 100, limondan 20 kat fazla C vitamini barındıran ilginç bir meyvedir. İçinde, çeşitli mineraller; kalsiyum, bakır, demir, magnezyum, manganez, fosfor, potasyum, sodyum, çinko bulunur. Nezle ve soğuk algınlığına iyi geldiği için doğal grip ilacı olarak da bilinen hünnap, aktarlarda şeker hastalarının gözde meyvelerinden birisidir. Ayrıca sindirim sistemi rahatsızlığı çeken insanlar için birebir bir ürün. Aynı zamanda kolesterolü düşüren bir özelliği de var. Yaş ve kuru olarak yenir, küçük iğde biçiminde ve ceviz büyüklüğünde iki çeşidi bulunur. Hünnap, başlarda yeşilken olgunlaşmaya başladıkça kırmızı ve siyah-mor renge döner. Dikenli olması sebebiyle tarlaların
etrafına çit bitkisi olarak dikilen hünnap, faydaları anlaşıldıktan sonra çitleri aşarak tarlanın içine ve özel bahçelere de girdi. Meyveleri hepsi birden olgunlaşmadığı için hasat peyderpey oluyor. 2 yaşındaki ağaçlar, 20-25 kg. ürün veriyor. Çok sert dikenlerinden dolayı toplanması zor oluyor.
oruç ve iftar ORUCUN FARZLARI
SAHUR YEMEĞİ
Orucun farzı üçtür:
1- Niyet etmek, 2- Niyeti, ilk ve son va-kitleri arasında yapmak, 3- İmsak vaktinden Güneş batıncaya kadar orucu bozan her şeyden sakınmak. Birgün evvel güneş batm as ınd an, oruç günü dahve vakt ine (öğle den bir saat önc e) kad ar, Ram a zan oruc un a kalb ile niyet etmek farzd ır.
Dahve-i kübra vakti: Buna
kaba kuşluk da denir. Oruç müddetinin yarısıdır, bu da öğleden bir saat kadar önceki vakittir. Meselâ bir şehirde, imsak 05.00’de, akşam vakti de 17.00’de oluyorsa, oruç müddeti 12 saat eder. Bunun yarısı 6 saattir. İmsak vaktinden
6 saat sonraya kadar, yani saat 11.00’e kadar niyet edilebilir. İms aktan önc e niyet ederken, “Niyet ett im yar ın oruç tutm aya”, İms aktan sonra niyet ederken de, “Niyet ett im bug ün oruç tutm a ya” den ir. Yanılıp yanlış söylense de mahzuru olmaz. Her gün ay rı niyet etmek lâz ımd ır. Bell i gün olan adak oruc unun ve nâf il e oru cun niyet zam an ı da böyl ed ir. Ka zâ ve keffâret oruc un a ve zam an ı bell i edilm eyen adak oruçl ar ın a, ims aktan sonra niyet edilmez.
Sahur yem eğ i çok faziletl id ir. Özürsüz terk etm em el id ir. İftar ı acel e etm ek ve sahur u, imsak vaktinden önc e olm ak şart ı ile gec ik tirm ek sünnett ir. (Oruç açarken, iftar vakt inin gird iğ ind en emin olduktan sonra orucu açmalı. Sonra akşam nam az ın ı kılmalı, sonra da yemek yemelidir.) Sahura kalkm ad an oruç tutm ak gün ah değ ild ir. Anc ak sahura kalkm ak çok se vaptır. Hadîs-i şerîfl erd e buy ur uldu ki: “Sahura kalk ın, sahurd a bereket vard ır.” [Buh ar i] “Sahurd a yem ek yiyerek, oruç tutm an ız a yard ımc ı olun!” [Beyhekî] “Sahura kalkm ak, All ah ın siz e bağ ışl ad ı ğı berekett ir, bunu kaç ırm ay ın!” [Nes ai] “Yed ikl er i helâl olm ak şart ıyle, hes ab a çek ilm eyec ek üç kiş i; oruçlu, sahur yem e ği yiyen ve All ah yolund a nöb et tutand ır.” [Nes ai] “Müm in in sahur unun hurm ayl a olm as ı ne güz eld ir.” [Ebu Dav ud]
İftar Sofrası
Ramazan Manileri
Kaymaklı Güllaç
Boşa gitmez dilekler, Bekler bizi çilekler, İftarda olanlara, Dua eder melekler. ~~ Bak bir garip kuş geldi, Soframıza aş geldi, Gözümüz aydın olsun, Mübarek ay hoş geldi. ~~ Oruç rabbin ihsanı, Bildirildi fermanı, Günahları eritir, On bir ayın sultanı. ~~ Nasıl kızarmış kekler, Boşa gitmez emekler, Hoca, fakir dururken, Zenginler davet bekler.
3
Malzemeler (4-6 kişilik): • • • • •
6 yaprak güllaç 3 su bardağı süt 3 su bardağı toz şeker 1 su bardağı ceviz içi 250 gram kaymak
Hazırlanışı: Sütü ve şekeri bir tencerede kaynattıktan sonra ılınmaya bırakın. Bir tane güllaç yaprağını tepsiye yerleştirin. Üzerine şekerli sütten gezdirin. Kalan yufkaları da aynı şekilde hazırlayıp üst üste yerleştirin. En üstteki yaprağın ortasına uzunlamasına kaymağı sürün ve ince çekilmiş ceviz içini serin. Daha sonra rulo şeklinde özenle sarın. Dilimleyip kesin ve üzerini cevizle süsleyerek servis yapın.
4
tarih
TÜRKLERİN MİSAFİRPERVERLİĞİ PROF. DR. OSMAN TURAN
T
ürk hükümdarlarının cihân hâkimiyeti ve dünya nizâmı mefkûreleri ve velilik sıfatları onları milleti ve tebaalarını korumak, beslemek ve umumî ziyafetler vermek vazifesi ile mükellef kılıyordu. İşte Türk misâfirperverliği de menşeini bu tarihî-dinî an’anadan ve asâlet duygularından almaktadır. Nitekim Kâşgarlı Mahmud “Konuk Gelince kut (uğur) gelir” der. Bugünkü halkın da “Misafir rızkı ile gelir” atasözü bu inancı güzel bir belirtisidir. Kâşgarlı’nın naklettiği şu eski şiir de kayde şâyandır: “Kendin güzel elbiseler giy; başkalarına tatlı aş ver; konuğunu ağırla. Bu sâyede Millet arasında şöhretin artsın.” Bununla beraber eski misafirperverliğin zayıfladığına dair şikâyetler de daha o zaman başlar. Gerçekten Kâşgarlı’nın: “Konuk gördüğünde bunu kut (uğur) sayan lar gitti; şimdi bir karartı görünce çadırını yıkan kimseler kaldı” atasözünü nakletmesi kayda değer. Dedekorkut kitabı misafirperverlikten bahsederken “Er malına kıymayınca adı çıkmaz” ve “Konuğu gelmiyen kara evler yıkılsa gerek” cümleleri ile Kâşgarlı Mahmud’un ifadelerini tekrarlamış olur. Misafirperverlikte kadınların vazifelerini belirtirken de erkek olmadığı zamanda dahi misafirin ağırlanması lüzumunu anlatır. Bu eski inanç ve an’aneler miafirperverliğin nasıl dinî ve millî bir müessese halini aldığını, hâkan ve beylerden millete yayıldığını gösterir. XI. asırda devlet idaresinin fikriyâtını yapan Yusuf Has Hacip çağdaşı
ve hemşerisi Kaşgalı Mahmud gibi “Beyler cö mert olursa adları dün yaya yayılır; dünya da bu şöhretleri sâyesinde korunur” derken devrinin millî töre ve hislerine tercüman olur. O bu münasebetle de hükümdara hazineyi açmasını ve mal dağıtmasını tavsiye eder. Oğuzlara gidin İbn Fadlân onların Müslüman tacirlere karşı misafir-severliği ve dürüstlüğü hakkında dikkate şâyan bilgiler verir. Bir Müslüman bir Türk’e konuk olacağını söyleyince o da kendisine “Türk ça dırı” kurar; koyun keser. Misafir zengin veya bir devlet adamı olursa emrine bineceği atları tahsis eder. Ailesi ve akrabalarını da oraya dâvet ederek misafirini ağırlar. Misafir tâcir evsahibinden istediği kadar at, deve ve para ödünç alır. Türk misafirperverliği ve hayır işleri millî ve İslâmî unsurların imtizacı ile öyle kuvvetlenmiştir ki Müslüman ve Hıristiyan müellifler ve hususta hayranlıklarını belirtmekte müttefiktirler.
Gerçekten İslâmın yüksek idealleri ile de canlanan bu hayır duyguları Türkistan ve Türkiye’nin devlet adamları ve zenginleri tarafından vakfedilen imâret, zâviye, ribât, kervansaray ve hastahane gibi sayısız vakıf müesseseleri ve âbidelerle dolmasına sebep olmuştur. Nitekim X. asırda İslâm coğrafyacıları başka ülkelerde zenginler servetlerini kendi zevk ve eğlencelerine harcarken Türkistan’da zenginlerin mallarını din, hayır ve cihâd yolunda fedâ ettiklerini, Türkler kadar dindar ve hayırsever bir millet bulunmadığını söylerler. XIII. asır Türkiye hakkında da aynı hükümler verilmiştir. Nitekim bunlar arasında Selçuklu ve Osmanlılara ait muhteşem kervansaraylarda, yüksek medenî seviyeleri yanında, yolculara zengin-fakir, hür-köle, Müslüman-kâfir farkı gözetilmeden müsavi muamele yapılıyor; tâcir, yolcu ve devlet adamlarının kendilerine ve hayvanlarına meccanen bakılıyor; hastaların tedâvisi ve daha başka birçok ihtiyaçları da görülüyordu. Hattâ bu hayır müesseselerinde yolcuların
kültür ihtiyaçları için kütüphâne kurulduğuna dair kayıtlara da rastlanmıştır. Kervansaraylar bugün de ihtişamları ile bizleri hayrân bırakan büyük medeniyet ve san’at âbideleridir. Böylece kaynakların belirttiği üzere her sınıf yolcu ve misafir mamur Türk ülkelerinde, hiç para sarfetmeden, aylarca seyahat edebiliyor ve yaşıyordu. Bu münasebetle meselâ el-Omari Türkiye’nin “Selçuklular zamanında cennet gibi” olduğunu söylerken bu hükümü tafsil eden zengin malûmat da verir. İbn Batûta da Anadolu Türkleri ve “Ahi”lerin misafirseverliği ve cömertliği hakkında çok güzel tasvirler yapar ve Türkiyenin bir “Şefkat diyârı” olarak tanındığını yazar. Esasen Kâşgarlı’nın anlattığına göre Türkçe “akı” kelimesi de cömert mânasında kullanılıyordu. Bu sebeple Fransız âlimi J. Deny “Ahi”lerin (misafirperverliği gibi) ismini de bu eski Türk an’anesine bağlamaktadır. Devlet Politikası İşte Türk Hâkan ve sultanları milletin babası
olduğu için halkı beslemek vazifeleri, cihânın sâhibi ve efendisi oldukları için de yabancı milletlere şefkat ve adâlet muameleleri bu eski anlayış ve inanmışlardın doğmuş; İslâmın din ve hayır duyguları ile de birleşerek birçok müesseselerin meydana gelmesine, Türk cemiyetinin vakıf sâyesinde teşkilatlanarak ilim, maarif, sıhhat, nafia ve sair hayır ve ictimaî yardım işlerinin ifasına ve tarihî Türk misafirperverliğinin millî bir karakter olarak belirmesine sebep olmuştur. Bu vasıfla cihân hâkimiyeti şuuru ile destan ve an’anelerinde hasislik daima nefret mevzuu ve kusur olarak belirtilmiştir. Türk devletinin tarih boyunca mukaddes sayılması, Osmanlı mefkûresinin “Din ve devlet, mülk (vatan) ve millet” gibi dört esasa dayanması ve Türk hâkimiyetinin dünyaya yayılması sebepleri arasında hükümdarların babalık sıfat ve vazifeleri de mühim bir rol oynamıştır.
tarih
5
PÂDİŞAHLI BİR İFTAR SOFRASI
İ
stanbul’da, 1807 yılında, Ramazan-ı şerîf ayının ilk Cuma gecesinde, sonbaharın en güzel günlerinden birinde, duâlı Üsküdar’ın, meyve ağaçlarına gömülmüş Tunus Bağı semtindeyiz. Pâdişah bu gece, Dürrîzâde Abdullah Efendi’nin konağını şereflendirdi. Rumeli Hisârı’nda atılan iftar topları, bütün İstanbul semalarında gürlüyordu. İlk önce Pâdişah sağ eliyle sofraya uzandı. “Bismillâhirrahmânirrahîm” diyen Pâdişah IV. Mustafa Hân, orucunu biraz tuzla açtı. Sonra üç yudum su içti. Sonra da, bir Medîne-i münevvere hurması yedi. Sofradakiler de “Bismillâhirrahmânirrahîm” diyerek, oruçlarını açtılar. Muhteşem konağın üst salonunda, 4 adet “Sultânî İftâr Sinisi” hazırlanmıştı. Davet sâhibi “İlmiyye sınıfı”ndan olduğu için, Pâdişah da onların yanına oturdu. Şeyhul-islâm Mehmet Atâullah Efendi, Anadolu ve Rumeli Kazaskerleri, İstanbul Kadısı, İmâm-ı Şehriyârî Ahmed Kâmilî Efendi de birlikte idiler. İkinci Sini’de: Sadrâzam Çelebi Mustafa Paşa; Reîsül-küttâb (Dışişleri Bakanı), Sadâret Kethüdâsı (İçişleri Bakanı), Başdefterdar ve diğerleri vardı. Üçüncü Sini’de: Askeriyye Sinisinde; Yeniçeri Ağası, Kaptân-ı Deryâ, Bostancıbaşı (Emniyyet Genel Müdürü) ve diğer paşalar bulunuyordu. Dördüncü Sini’de: Öbür dâvetliler yer aldılar. 40’ar çeşit iftâriye hazırlanmıştı: 4 Çeşit Tuz: Tuz Gölü, Eğridir, Basra ve İnebahtı tuzları. 4 Çeşit Hurma: Mekke-i Mü-kerreme, Medîne-i Münevvere, Trablusşam ve Kahire hurmaları.
4 Çeşit Turşu: Pancar, Lahana, Biber turşusu ve Koruk suyu. 4 Çeşit Börek: Tatar, Puf, Kıymalı, Peynirli börekler. 4 Çeşit Hoşaf: Üzüm, Kayısı, Vişne ve Ayva hoşafı. Pâdişah billur gibi pırıldayan, üzüm hoşafı kâsesinden bir yudum içti. Pek hoşlandı. Bir yudum daha alınca dayanamadı: “Kardan ak idi. Hem soğuk idi!” diye fısıldadı. Kâmilî Efendi de tamamladı: “Lezzeti dahî, cihanda yok idi!” dedi.
4 Çeşit İncir: Anadolu Kavağı, Cezâyir, Aydın ve Bardacık. 4 Çeşit Bal: Anzer, Muş, Bolu ve Kerkük balları. 4 Çeşit Üzüm: Çavuş, Müşküle, Çekirdeksiz ve Kara üzümler. 4 Çeşit Peynir: Edirne Beyaz, Silifke Tulum, Kıbrıs Hellim ve Mihaliç peynirleri. 4 Çeşit Sucuk ve Pas tırma: Tokat ve Kars sucukları, Kırım ve Kayseri pastırmaları. 4 Çeşit Kuruyemiş: Beykoz Cevizi, Antep Fıstığı, Yozgat Bâdemi ve Rize Fındığı. Harem kısmında, dâvetlilerin hanımları için, ayrı sofralar kurulmuştu. Alt katta ise, Bostancılar, Pâdişah Muhâfızları ve konağın emektarları, oruçlarını açtılar. Herkes kâfi miktarda iftarlık yedikten sonra, birlikte akşam namazı kılındı. Namazdan sonra tekrar sofraya dönüldü. Mis gibi tereyağı kokusu, iştahları kamçılıyordu. Vazifelilerin bir kısmı sinileri temizlerken; öbür kısmı da çorbalardan başlayarak yemekleri getirmeye başladı: 4 Çeşit Çorba: Tarhana, Kuzukulağı, Sütlü irmik ve Ezme bakla çorbası.
4 Çeşit Izgara: Piliç, Bıldırcın, Pirzola ve Ciğer Izgara. 4 Çeşit Ekmek : Arpa, Has, Yufka ve Mısır Ekmeği. 4 Çeşit Kebap: Buğu, Konya, Çöp ve Hünkâr beğendi. 4 Çeşit Pilav: Sade, Bulgur, Türkistan ve İç pilâv. 4 Çeşit Yahni: Soğanlı piliç,Yufkalı ciğer, Domalanlı tavşan ve Çulluk yahnileri. 4 Çeşit güveç: Kuzu etli fırın, Sebzeli piliç, Bıldırcın güveci ve Kuskuslu böbrek güveci. 4 Çeşit Haşlama: Koyun, Kuzu kapama, Piliç göğsü ve Hindi budu. 4 Çeşit Kızartma: Patlıcan, Patates, Karnıbahar, Yumurtalı ıspanak kızartması. Pâdişah latîfe etti: “Bize haşlayacak ve kızartacak şey bırakmamışsınız!” dedi. Sadrâzam gene, fırsatı kaçırmadı: “Devlet-i Aliyye dışında haşlanacak çok zâlim var Hünkârım!” dedi. Gülüştüler, o sırada sebzeler ve turşular dolduruverdi sinileri: 4 Çeşit Sebze: Taze fasulye, Karnıyarık, Kabak musakka ve Etli türlü. 4 Çeşit Z.Yağlı: Pırasa, Enginar, Ebegümeci ve Börülce.
Pâdişah merâklandı: “Efendi hazretleri! Bu mübâreği, nasıl bu kadar soğutabildiniz?” dedi. Dürrîzâde sâkin bir sesle: “Kâsesi tamamen buzdur Sultanım!” cevabını verdi. Artık tatlılara sıra geldi. Sütlü, hamurlu ve meyveli tatlılar sıra ile getirildi. Sonunda, Kâmilî Efendi güzel bir duâ yaptı. O gecenin şükrü olarak, konağın, sağında, solunda, önünde ve arkasında 40’ar haneye bu kalan yemeklerden dağıtıldı.
Merhamet Medeniyeti H AY VA N L A R I N TAT İ L İ
O
smanlı Devleti’nde hayvan hakları da teminat altına alınmıştı. Hayvanlara tatil izni veriliyordu. Aşağıda bu husustaki bir fermanı okuyacaksınız. İstanbul Kadısı Faziletli Efendi, İstanbul’da bulunan iskelelerde kömür, kereste, kireç, zahire, taş ve diğer gerekli malzemelerin taşınması için kullanılan atların ve taşçı eşeklerinin her gün güneşin doğuşundan ikindi vaktine kadar çalıştırılmaları ve Cuma günlerinde bütün gün tatil yaptırmaları, yüklerini gerekli yere götürdükten sonra geri dönerken onların üzerine binilmesini engellemek için semerlerinin üzerine yarım vukiyye demirden çivi konulması öteden beri yürürlükte ve geçerli olan bir düzen olduğu halde; bir süreden beri, bazı kişilerin sonra da zahire ve bazı diğer şeyleri yükledikleri görülmüş ve ihbar edilmiştir. Şimdi, bir an önce gerekli kişilere, bundan sonra, eski düzenlerinde olduğu gibi, atlarına ve eşeklerine, gün doğumundan önce ve ikindi vaktinden sonra odun, kereste veya başka bir şey yüklememelerini, Cuma günü tam gün tatil yaptırmalarını, geri dönüşte onlara binilmemesi için semerlerinin üzerine konulan demiri çıkartmamalarını sıkı bir şekilde tembih etme işine girişiniz! Siz de devamlı konuyu takip ediniz! diye buyuruldu.
Kaynak: 10 Zilkade 1239 (12 Temmuz 1824)-İstanbul Kadılığı, Sicil 154, Varak 23 (II. Mahmut Devri)
6
sohbet
Müslümanlar İçin
Fıkıh İlminin Lüzumu Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği hükümlerin bir kısmı, Allahü teâlânın haklarını, diğer kısmı ise, insanların haklarını bildirmekte ve bunların muhâfazasını sağlamaktadır. Îmân etmek ve ibâdet vazifelerini yerine getirmek Allah’ın hakkıdır. PROF. DR. RAMAZAN AYVALLI
M
üslümanların bilmeleri, öğrenmeleri gereken ilimlere “Ulum-i İslamiyye (İslâmi İlimler)” denir. İslâmi ilimler, “Akli” ve “Nakli” ilimler olmak üzere ikiye ayrılır. “Nakli ilimler”, alelade insanların akıllarının üstünde olup bunlar Tefsir, Hadis, Kelam(Akaid), Fıkıh, bunların Usul’leri ve Tasavvuf gibi ilimlerdir. Bunlara “Din Bil gileri” de denir. Bunlardan Akaid, Fıkıh ve Tasavvuf (Ahlak) ilimlerini, ihtiyaç miktarınca öğrenmenin, kadın ve erkek, akıllı ve baliğ her müslümana farz-ı ayın, diğerlerini öğrenmenin ise farz-ı kifaye olduğu, İslam alimlerince ifade edilmektedir. “Akli ilimler”, akıl ile incelenerek, tecrübe edilerek elde edilen ilimler olup, nakli ilimlerin anlaşılmasına ve tatbik edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan bunların da öğrenilmesinin farz-ı kifaye olduğu belirtilmektedir. “Fen Bilgileri” de denilen bu ilimler, matematik, mantık ve diğer tecrübi ilimlerdir. Dünyaya gönderilen ilk insan ve aynı zamanda ilk peygamber olan Hazret-i Âdem’den îtibâren bütün ilâhî(semavi) dinler, iman ve ibadetlerin yanı sıra, toplumun sosyal hayâtını düzenleyen kaideleri de
İşte İslâm hukûkuna dahil bütün bu konuları düzenleyen ve öğreten ilme “Fıkıh ilmi” denir. Fıkıh ilmini ilk olarak sistemleştiren İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’dir. Onun talebeleri ve diğer müctehid alimler daha da geliştirmişlerdir. Netice olarak söylemek gerekirse, İlâhî dinlerin, en son halkası ve İlahi hukûkun zamânımıza kadar hiç değişmeden hayâtiyetini devâm ettiren tek temsilcisi olan İslâm Hukuku, dört ana kaynağa dayanmaktadır: 1. Kur’ân-ı Kerîm: İslamın temel hükümlerini veciz olarak ihtiva etmektedir. Bunun için müctehid olmayanlar Kur’ân-ı kerîmi anlayamazlar.
bildirmiştir. Her asırda gönderilen peygambere, o asırda yaşayan insanların ihtiyaçlarını içine alan hükümler bildirilmiş ve o peygamberler de bunları tebliğ edip, tatbikatını yapmışlardır. Ne var ki, bu hükümler zamanla insanlar tarafından değiştirilmiş, ilâhî olmaktan çıkıp beşerî kurallar haline dönüşmüştür. Zamânımıza kadar sadece ismini muhâfaza eden Tevrat, Zebur ve İncîl ismindeki ilâhî kitaplar da, tahrif edilmekten, değiştirilmekten kurtulamamıştır. Bu kitaplarda bildirilen şimdiki hükümler, din hüviyeti adı altında belli zümrelerin fikirlerini, düşüncelerini yansıtmaktadır. Dolayısıyle, zamânımızda bunların bildirdiği hukuk kurallarına, ilâhî hukuk gözüyle bakmak yanlış olur. İlâhî dinlerin sonuncusu olan İs-
lâmiyetin mukaddes kitabı Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği hükümler, kurallar, hiç değişmeden zamânımıza kadar ulaşmıştır. Kıyâmete kadar, her asırdaki insanların ihtiyaçlarını karşılamaya devam edecektir. İslâm Hukûku diye anılan hukuk sistemi, bütün beşerî hukuk sistemlerinden ayrı bir yapıya sâhiptir. Kaynağı ilâhî olup, insanların düşüncelerinden doğmamıştır; tamâmen dînî hükümlere dayanmaktadır. Bu hükümler, biraz sonra bahsedeceğimiz gibi, Kur’ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâdan ve yüksek din âlimlerinin ictihâdlarından çıkmıştır. Bunlar, her zaman ve her yerde geçerlidir ve bir değişiklik olmaz.. Kur’ân-ı kerîm’in bildirdiği ilâhî hükümler, Hazret-i Muhammed’in (aleyhisselam) hadis-
leri, sözleriyle açıklanmış, İslâm hukûku ismi ile kitaplara geçmiş, müslümanlar tarafından günümüze kadar öğrenilip uygulamaya konulmuştur. Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği hükümlerin bir kısmı, Allahü teâlânın haklarını, diğer kısmı ise, insanların haklarını bildirmekte ve bunların muhâfazasını sağlamaktadır. Îmân etmek ve ibâdet vazifelerini yerine getirmek Allah’ın hakkıdır. İnsanların cemiyet hayatında, daha çok günlük hayatı ilgilendiren muâmelelerinde, âilenin kurulması ve sona ermesini sağlayan sözleşmelerde, tek taraflı tasarruflarda ve İslâm dîninin suç olarak bildirdiği fiilleri işleyenlerin cezâlandırılmasında şahısların hakları düzenlenmiş olup, her biri hakkında ayrı ayrı hükümler konmuştur.
2. Hadîs-i Şerîfler: Peygamberimiz Hazret-i Muhammed’in sözleridir. Hadisler, Kur’ân-ı kerîmi açıklar. Hadisleri de, ancak ihtisası olan âlimler anlayabilirler. 3. İcmâ: İctihad derecesine yükselmiş müctehid âlimlerin, dini bir konudaki sözbirliğidir. 4. Kıyâs: Müctehid âlimlerin, hükmü bildirilmeyen bir meseleyi, benzerlerini bularak, hükmü bilinen önceki bir meseleye göre netîcelendirmeleridir. Bunlara ilâveten İslâm hukûkunda, İslâm dîninin temel esâslarına muhâlif olmayan örf ve âdetler de kaynak olarak alınmıştır. İslâm hukûku, bildirilen bu kaynaklarla, insanların meselelerini çözmektedir. İslam âlimleri, toplumun her kesimindeki insanların anlayacağı şekilde fıkıh, ilmihâl kitapları yazarak bu hükümlerin, kuralların anlaşılmasını ve uygulanmasını sağlarlar.
sohbet
7
Seyyid Emir Gilâl S eyyid Emir Gilâl hazretleri, Silsile-i aliyyenin on dördüncüsüdür. Hazret-i Hüseyin’in soyundandır. Evliyanın meşhurlarından olan Muhammed Baba Semmasi’nin talebesi ve Behaeddin-i Buhari hazretlerinin hocasıdır. Çömlekçilik yaptığı için “Gilâl” veya “Külal” ismiyle meşhur olmuştur. Her anını İslamiyet’e uygun olarak geçirmiş, pek çok kimse onun sohbet ve derslerinde kemale gelmiştir. Annesi şöyle anlatır: “Emir Gilâl’e hamile iken, şüpheli bir lokma yesem, karın ağrısına tutulurdum. O lokmayı midemden geri çıkarmadıkça, karın ağrısından kurtulamazdım. Bu hâl başımdan üç defa geçti. Sonra hayırlı bir çocuğa hamile olduğumu anladım. Bunun üzerine yediğim lokmaların helalden olmasına çok dikkat edip, ihtiyatlı davrandım.” Salih zatlardan biri vefat edeceği sırada, cenaze namazını Emir Gilâl hazretlerinin kıldırmasını vasiyet etmişti. Fakat o, uzak bir yerde bulunuyordu. O zat vefat edince, o beldenin âlimleri toplandı. Onun çağrılması için, bulunduğu yere bir kişi gönderelim dediler. Bunun üzerine orada
bulunan Şeyh Sufi; “Ha berciye lüzum yok, ken disine malum olabilir” dedi. Her ihtimale karşı, iki kişi gidip, haber vermek üzere hazırlanmıştı. Tam gidecekleri sırada, Emir Gilâl hazretleri aniden karşıdan gözüktü. Bundan sonra vefat eden zatın cenaze namazını kıldırdı. Oradaki âlimler, bu iş için kendisine nasıl malum olduğunu sordular. O da şu hadis-i şerifleri bildirdi: “Kalb, kalbe karşıdır.” “Mümin, müminin ay nasıdır.” “Her kaptan içindeki sızar.” Kerametten sordular. Buyurdu ki: “Evliyanın kerameti haktır. Ak len ve naklen caizdir. Bu hususta çok nakil ler vardır. Süleyman aleyhisselamın veziri Âsaf’ın, Belkıs’ın tahtını bir anda Sana’dan Ku düs’e getirmesi gibi. Bir başka misal; Hazret-i Ömer, bir defasında Me dine’de, hutbe okurken, İran’daki İslam ordusu nu görüp, ordu kuman danına; “Ya Sariye, dağa yanaş dağa!” buyurdu. Uzakta olan kumandan Sariye ve ordunun erleri, bu sesi duyup dağa çekildi. Düşmanın tehlikeli hücumundan korundu. Evliyadan meydana gelen keramet, Peygamber efendimizin mucizesinden dolayıdır. Ölüm hastalığında, talebelerine şöyle vasiyet etti:
“İlim öğrenerek Muhammed aleyhisselamın yoluna tâbi olmaktan asla ayrılmayınız. Bu, mümin için bütün saadetlerin vasıtasıdır. Her Müslüman erkeğin ve kadının, kendine lazım olan din bilgilerini öğrenmesi farzdır. Bunlar, sırasıyla şu bilgilerdir: İman, Namaz, Oruç, Zengin ise, zekat ve hac, ana-baba hakkını öğrenmek. Allahü teâlânın kendisinden razı olmasını isteyen, anne ve babasının rızasını kazanır. Resulullah efendimiz; “Allahü teâlânın rızası, ana babanın rızasını kazanmakla elde edilir” buyurdu. Bu bakımdan, ana babanın hakkını gözetmek mühimdir. Sıla-i rahim (akrabayı ziyaret), komşu hakkını gözetmek, lazım olan alışveriş bilgilerini öğrenmek, helali ve haramları öğrenmek lazımdır. Yine buyurdu ki: “İhlaslı olunuz. Her işinizi Allah rızası için yaparsanız, kurtulur sunuz. İhlassız yapılan amel, üzerinde padişa hın mührü bulunmayan geçmez para gibidir. Üzerinde padişahın sik kesi bulunmayan parayı kimse almaz. Üzerine mühür vurulanı ise her kes alır. İhlas ile yapılan az amel, Allahü teâlâ indinde çok amel gibi dir. İhlassız yapılan çok amelin ise, Hak katında kıymeti yoktur. Yaptı ğınız her ibadeti ve işi, ihlas ile yapınız. Böylece Allahü teâlânın rızasını kazananlardan olursu nuz.”
Gayret-i İslâma Ne Oldu?
S
ultan üçüncü Selîm Han’ın 1787- Rus savaşında ordu-yı hümâyûna gönderdiği ferman şöyledir: “Sizin tereddüt göstermeden ve düşmana mukavemet etmeden terk ettiğiniz toprakları, ecdadımız göğsünü düşmanın top ve tüfeğine siper ederek, düşman karşısında demir yumruk gibi durarak, arslan gibi kükreyerek zaptetmişti. Size ne oldu? Siz onların evlâdları değil misiniz? Bu hâl ne hâldir ki, yüz geri edip memleketi düşmana terk edersiniz. Moskof askeri kraliçeleri olan bir avretin gayreti için, açlığa, susuzluğa soğuğa, sıcağa, yaraya, bereye, kan ve ölüme katlanıp beş yüz senedir cihânı titreten devletimize galebe eder. Fethedüp, ele geçirdiği Türk ve müslüman memleketlerinde akla gelmez facialar yapar. Düşman istilâ ettiği yerlerde, eteğinin ucunu göstermemiş ve niceleri Peygamber evlâdından olan müslüman kız ve gelinlerini esir edip kocalarının, baba ve kardeşlerinin önünde ırzlarına saldırdılar. Yazık, çok yazık! Sizde hiç millet, vatan sevgisi, ırz, namus kaygısı yok mu? Gayret-i İslâm’a ne oldu? Ben şehzâde iken, bunları işitip kan ağlardım. Şimdi kalbim parçalanıyor. Dünyâ çabuk geçer ne kadar yaşasak sonunda ölümün pençesinden kurtuluş mümkün değildir. Şimdi düşman elinde esir düşmüş olan kadınlar ve kızlar, ana ve babalarından ayrılmış çocuklar, mahşer gününde yakamıza yapışacaklardır. Ben, kudretim dâhilinde sizlerden hiç bir şey esirgemedim. Bakalım bundan sonra gâzi dilâver kullarım, hepinizden istirhamım gayret kemerini belinize birkaç yerden bağlayıp korkaklık ve alçaklık edenleri kabul etmeyip, İslâm gayretinin tamamlanmasına ve Allahü teâlânın fazlı ile düşmandan intikam almaya ihtimam edesiniz. Benim duâm sizinle beraberdir. Büyüğünüz ve küçüğünüz berhudar olasınız. Allahü teâlâ sizlere yardım ve sizleri muzaffer eylesin.”
nükte
8
Ne sen bâkî ne ben bâkî!
Sen nasıl yetişeceksin?
B
ir ramazan günü, iftardan sonra topluca teravih namazına kalkılmış. Fakat imam namazı neredeyse iki secdeyi bir edecek kadar hızlı kıldırıyormuş. Daha beş dakika olmadan, onuncu rekat tamamlanmış. O esnada aceleyle dışarıdan gelen bir davetli, “hazır
t-02-r-12-ilan.qxp_Layout 1 copy 11.05.2018 18:12 Page 1
K
anunî Sultan Süleyman AbdülBâkî gibi bir kabiliyeti bulup çıkarıp itibar eylemesini, padişahlığının çok haz duyduğu birkaç olayından biri olarak gördüğünü söylemiştir. Yazdığı her nazireden sonra da şaire sık sık lütuf ve ihsanlarda bulunuyordu. Nitekim Şair Nev’i bu duruma işaretle bir şiirinde şöyle demiştir: Bâkî’yi Sultan Süleyman etti Selman-ı zaman Bâkî neşeli, zarif, hoş-sohbet, nükteci, şakacı, bir şahsiyete sahipti. Nerede olursa olsun doğruyu söylemekten çekinmez biriydi. Bu itibarla bazen kırıcı olabiliyordu. Nitekim bir defasında Kanunî Sultan Süleyman da kendisine kırılmış ve onu Bursa’ya sürmüştü. Padişah bu kıymetli şaire haber gönderirken maksadını da şairce bildirmişti. Bâkî bed Bursa’ya red Nefy-i ebed Azm-i bülend Açıklaması: Huyu kötü olan Bâkî’yi Bursa’ya sürdüm. Orada devamlı kalsın. Yüksek kararım budur. Fakat padişahın bu hükümdarca ifadeleri şiirin sultanına çarpmıştı. Bâkî bu ağır ifadelere karşı derhal şu dörtlükle mukâbelede bulundu:
abdestim varken, ben de cemaate yetişeyim” düşüncesiyle safa gireceği sırada, cemaat selam verince, Keçecizade İzzet Molla adama dönmüş: “Be adam” demiş, “Biz içindeyken yetişemiyoruz da sen dışarıdan geldiğin halde, nasıl yetişeceksin?”
N’ola kim nefy-i ebed azm-i bülend oldunsa ey Bâkî Bilesin ki cihân mülkü değil Süleymân’a bâkî Şahâ! Azminde isbât-ı tehevvür eyledin ammâ Buna çarh-ı felek derler, ne sen bâkî ne ben bâkî Açıklaması: “Şâir öncelikle kendine hitâben nasîhat ve tesellî makâmında şöyle demektedir: Üzme kendini ey Bâkî! Padişahın yüksek kararı senin Âsitâne’den, Cihan hakanının yanından uzaklaştırılman yönünde olsa ne olur ki… Zira açıkca biliyorsun ki bu dünya Hazret-i Süleyman aleyhisselama bile kalmadı. (Bu Süleymân’a mı kalacak? Bu isim benzerliği hatırlanmasa da muhatabın doğrudan padişah olacağı açıktır). Ey Padişahım! Kararınızda -sıklıkla vâkî olduğu üzere- celâliniz, gazabınız pek sarih biçimde görülüyor amma! Unutmayın ki bu dünya geçicidir, bana kalmadığı gibi, size de kalmaz.” Şairler Sultanı Bâkî’ nin fermanı tebellüğ ettiği anda irticâlen söylediği bu dört mısra birisi tarafından not edilip padişaha takdim edildiğinde; ferman geri alınmış ve Bâkî çok sevdiği padişahından ve ilim çevresinden ayrı düşmemiştir.
3 R amaz an 14 39 > 18 M ay ı s 2018 C u ma R amaz ân ay ın a mah s u s gü n l ü k di j i tal gaze te
re kl am
Yay ın S ah i bi : S ı la M edya Bi li ş i m Rekla m O rg . Ti c. Ltd. Ş t i ., Yay ın Yö n e tmen i : Me h m e d C ün e yd U s ta ,
i n fo @ si l a m e d ya .c o m .t r
D i j i tal Yay ın l ar Ko o rdi n atö r ü : Ö mer Fa r u k Erg ö r Tas ar ım: 202 i let i ş i m
0212 520 43 67
www.ramaz an gaze te s i .co m | @ ramaz an gaze te s i