4 minute read
Nesil (parmakbirası
from 8. SAYI
Herkesin unutmak istediği fakat unutamadığı o malum sene, 2012. Ankaragücü’nün Süper Lig’den asla düşmeyeceğine dair olan inanç her sene tekrar tekrar bestelerle perçinlenirken kazın ayağının hiç de öyle olmadığını gördük hep beraber bir defa daha. Ardından, altı sene süren Süper Lig’e dönüş serüveni tribünün çehresini çok büyük ölçüde değiştirdi. 2000 sonrası doğan çocukların akıllarının başlarına gelmesi ve bir takım desteklemek istediklerini fark etmeleri de tam da bizim adım adım 2. Lig’den Süper Lig’e yürüdüğümüz zamana denk geldi. 2013-2014 sezonuna kadar tribünde sayımız giderek azalmış ve devamında ayağa kalkmaya başlayana kadar da dibin dibi görülmüştü. Fakat 2016-2017 sezonuyla beraber takımın yükselişe geçmesiyle tribünler de dolmaya başladı. Yanlış anlaşılmasın demiyorum ki sadece galibiyet sevdalıları, başarı açları doluştu tribüne. Ki aklı olan, bu niyetle gelen de durumlara uyanınca koşarak kaçmıştır diye düşünüyorum. Neyse, yepyeni bir nesil geldi aslında aramıza. Geçmiş yıllarda tribüne benzer yaşlarda gelen pek çoklarından farklılardı milenyum çocukları. Her şey bir lisede öğretmenlik yapmamla başladı, diyemeyeceğim. Çocukluğunu tribünde geçirmiş, görece anormal bir kadın için karşılaştığım pek çok şey sürpriz olmadı. Bilmeyenler için çok küçük bir örnekle durumu özetleyeyim; annem ve babamın kardeşimle ilgili övündüğü şeylerden biri 2001 doğumlu bir çocuğun yaşına bile girmediği bir maçta ana kucağında iken, 19 Mayıs’ta donmayışı. Kendimi de uzun uzun anlatmayacağım şimdi. Ailemden biri kabul ettiğim bu camia çekirdek ailemi kapsamakla yetinmedi, gün geldi hayat arkadaşımla da tanışmama vesile oldu. Anne babasının yanında sallana sallana maça giden, belki de yaşı sebebiyle travmaya sebep olacak pek çok şeye şahit olan bir kız çocuğu gün gelip öğretmen olduğunda her şeye rağmen hayretle karşılıyor yine de bir şeyleri. 11-18 yaş grubundaki çocuklara rehber öğretmeni olmak onları incelemek için öyle bir fırsat sunuyor ki… Bu sene benim için bu açıdan çok renkli geçti. Çeşit çeşit çocuk, her biri ayrı bir kitap sanki. Kocaman sene içerisinde beni en çok heyecanlandıran en ilgi çekici kısım da çocukların kendilerini tanıma ve var etme çabalarını gözlemlemekti. Yaşları gereği çok doğal bir süreç tahmin edersiniz ki... Fark edilmek istiyor aslında her biri. İyi ya da kötü, sadece aileleri tarafından değil ortak bir yaşam alanını paylaştıkları herkes tarafından görülmek istiyorlar. Bunu çılgın bir popülarite yarışına çevirenler de var elbette ama daha sakin olanlar, nispeten daha ağır başlı olanlar da mevcut. Temelde niyetleri ‘Ben buradayım!’ demek, farklı şekillerde farklı yollarla da olsa. Ki bu çocukların çok büyük bir kısmı, pek çok sebepten ötürü aileleri tarafından bile fark edilemiyor. Annesinden babasından daha çok tanıdığımı düşündüğüm öğrencilerim de oldu. Hayat telaşı, geçim sıkıntısı, iş stresi, ebeveynlik görmemiş ebeveynlerin kendilerini geliştirmemeleri mi adına ne derseniz artık, bunların her biri kocaman sebepler oluyor evlerinin içlerinde. Kendilerini dünyaya getiren anne babalarıyla belki de hiçbir zaman şeffaf bir iletişim bile kuramıyorlar. Giderek yalnızlaşıyorlar. Arkadaştan, eğitimden de yüzü gülmeyenler mutsuz yetişkinler oluyorlar. Zincirleme problem tamlaması hakikaten. Şimdi düşününce, hepimiz için önemli değil miydi fark
Advertisement
edilmek içten içe? Her jenerasyon için, herkes için önemliydi ama 2000 sonrası doğan çocuklarda, belki birebir şehit olduğumdan, daha da önemli olduğunu düşünüyorum. Milenyum çocukları bolluğun içerisine doğdular belki evet ama bu iyi-kötü imkanlar yumağı yıllar sokakta oyun oynamak gibi hepimiz için aşırı normal ve hayatımızın bir parçası haline gelmiş bir sosyalleşme, arkadaş edinme, karakterimizi oluşturma ve geliştirme fırsatını bile ellerinden aldı. Vurgulamak istediğim şey özellikle ilgisiz aileler değil. 40 sene öncenin ebeveynleri de çocuklarıyla bambaşka ilişkiler içerisindelerdi elbette. Her dönemin derdi kendine. Ama bu çocuklar diyorum ya ‘imkanların’ içine doğdular. Sosyalleşmenin bu denli zorlaşması dışında binlerce seçenekleri var her birinin. Sokakta arkadaş edinmenin, bir mahallenin futbol takımına dahil olmanın ya da sabahlara kadar sokakta oyun oynamanın ne demek olduğunu hepimizin öğrendiği şekilde öğrenemediler. En temel yeteneklerimizi, isteklerimizi fark etmeleri yıllar aldı. Bilgisayarları, telefonları şunları bunları vardı fakat gerçek çocukluk arkadaşları olmadı çoğunun. Büyüdükleri bu ortam okula başlamalarıyla beraber nispeten etkisini yitirdi üzerlerinde. Aynı sınıfı, eve gidiş yolunu paylaşmanın, günün çok büyük bir kısmını aynı insanlarla bir yerde geçirmenin ne demek olduğunu görmeye ve o yan yana olmanın tadını almaya başlayınca; arkadaşları, evdeki imkanlarından daha cazip gelmeye başladı çoğuna. Fark edilmeye başladılar aslında ya da fark edilme imkânı ellerine geçti diyebiliriz. Birbirlerini fark etmeye başladılar. Sırt sırta vermeyi öğrendiler. Yetişkinliğe doğru yürüdükleri bu yolda aynı paydayı paylaştıklarını düşündükleri insanlarla birbirlerini var ettiler. Tanındılar, tanıştılar. Belki evdeki yalnızlıklarını bir arkadaş grubu içerisinde, bir futbol takımının tribünündeki kalabalıkta eritmeye çalıştılar. Bu anlattıklarımın tamamının uygun şartlar altında neredeyse tez konusu olduğunu biliyor ve ufacık bir andan bahsetmek istiyorum. Okulun ilk haftası teneffüste besteye giren lise sonlara ‘Okulda küfürlü beste yok!’ diye bağırışımla etrafımda toplanan kalabalık, kendilerinden haberdar olmamla gelen şaşırmanın bana yansıması görmek o kadar keyifliydi ki… Gün gün bunu takip etmek benim için paha biçilemez oldu. 17 yaşında bir çocuk için en sevdiği filmin, favori yemeğinin bilinmesi ya da gönülden bağlandığı, bir şeye ait olmanın ve kendini o şey içerisinde var etmenin ne demek olduğunu tecrübe ettiği bir durumdan haberdar olmanın onun gözünde bunları bileni nerelere çıkardığını tahmin edemezsiniz. Aileleri tarafından bile görülmeyen bu çocuklar bambaşka biri tarafından fark edilince ne yapacaklarını şaşırıyorlar içten içe…
Aslında her biri sırtını birine/birilerine, arkadaşlarına yaslamanın rahatlığını yaşamak istiyor. Ait olmak, tanınmak istiyor belki. Organize hareket etmenin, desteklenmenin, ortak bir fikre mensup olmanın ve bunun yüzünden yargılanmamanın çok zor olduğu bu günlerde başlarına bir şey gelmeden belki fark etmeden örgütlenmenin ne kadar güzel olduğunun tadına bakmak istiyor. 2000 sonrası gelen nesil aidiyet hissinin tadına belki bu kelime ne demek bilmeden tribünde baktı. Takımın kırmızı gruptan sonra önlenemez yükselişiyle (ve ne yazık ki tekrar düşüşüyle), bahsettiğim jenerasyon Ankaragücü tribününde kendini buldu. Kendi şehirlerinin takımı küllerinden doğarken bir neslin de elinden tuttu. Ait olabilecekleri, arkadaş edinecekleri, filtresiz ilişkiler kurabilecekleri bir ev oldu takım çocuklara. Beraber bir takımın peşinde paralarını birleştirip başka bir şehre gidecekleri dostlar edindiler. Bilgisayar oyunları gibi olmadığını gördüler sevinmenin ya da üzülmenin.