Tezg창h
2
Kapak resmi: M. Volkan Ҫakır İrtibat: tezgahfanzin@gmail.com, @TezgahFanzin
Tülsü’ye Mektuplar: Kayıp Peygamber Alamut Harp Serkan Cenker
Ver
Can Küçükoğlu
ağladım yükselmedi su karaya vurdu gemi anne seccaden bile gelse bizi kurtaramaz di mi. kamburum gömleksiz
Cevher Kara
El Meni ile Kirlenirken, Bismillah Tokadı ile Sarsılmak Yunus Emre Ayral
Termal Hakikat Boğulurkenki
İsmayİl Sakİn
Kierkegaard ile Attillâ İlhan Dizlerimde Nasıl Öpüştü Yeknesak
M. Volkan Ҫakir
Serkan Cenker
Tülsü’ye Mektuplar: Kayıp Peygamber Masallar anlatılmazsa büyümez çocuklar Tülsü dön de bak, şu insancıklar o koca gövdeler içinde ne kadar ufak aynı hatalar hepsi bir avuç kadar ilk günah, diğerlerini getirir insan dediğin; aklına ilk ve sadece yaşamayı getirir rahmin kanı hala alnında dururken… Bazı memleketler vardır hiç kimsenin yurdu olmaz bazı yaşamak var doğmak; en beter intikamı olur tanrının kandil gibi sönen insanlar var Tülsü ne vakit türkü söylesem kan tükürürler soluklarından gelir bir karanlık çöker bakışlarına siyahı bile seçmez olur gözü insanın…
atom güneşleriyle aydınlanır gün insan dediğin; her yurtta yeni ölümler yetiştirir illa ki yalnız uyanılır uykulardan serde yitmiş, solmuş şehirler hiçbir şey yadigar kalmaz tanrılara ait ve halklar yeni peygamberlerini doğurur yalnızlığın esiri havariler yürürler durmaksızın ve göç yolları kafileleri öğütür önemli olan tek şey vardır ki ölümden dönenin ilk soluğu ilk gidişler gibi heyecanlıdır... o kadar zaman var ki sen gideli ne zaman ölsem meçhul ne zaman uyansam bir geceye açıyorum gözlerimi bırak beni Tülsü bırak kollarında öleyim o saklı rahminden bir kere daha doğur beni…
Alamut İnanmak cevheri verilmemiş bize hangi peygamberdi unuttum adını ilk önce gırtlaklamış deveyi, ne vakit sonra yemiş kanın pıhtısını severmiş, günahın sarısını ilk ayakları çıkmış anasından ne vakit sonra bir lağımda bulmuşlar kellesini üç havari bırakmış geride biri ilk isyanda kaybetmiş gözlerini ikincisi güpegündüz vurulmuş sebepsiz vurduran üçüncüsü adı Hassan üç havari bırakmış geride haşşaşiyim, haşşaşisin, haşşaşi…
Harp "İle eyne yu’eddi hazat tarik?" Yürür idik kılıç kınında, eşkin adımlayarak önce Stephen durdu bağırdı "tanrım, ya onur prangalarını sök at boynumdan ya da bu kaynayan midemi sök döşümden ölmemek işten bile değil vicdanımın hançeri karnımda sancıyla gezinirken" durup dinledik bir süre, tanrı suskun kaldı ne vakit sonra bir adam geldi saçları ak ve sıktı pantulunda bir avuç toz bulamazsın çöl tarafından gelmişti üstelik dedi ki "ben peygamberim" "şu çekirgeleri ben haber verdim ve bu yüzlerdeki cüzzamı
şifa ki sadece benim parmaklarımdan akar loğusa bir kadının bereketli memeleri gibi" Stephen çekti kılıcını kınından ve uçurdu kellesini adamın "tanrım" dedi, "sağol, onurumu benden aldığın için" yürüdük kılıç kınında, eşkin adımlayarak Stephen, kumun üstünde yolunu çiziyordu kanıyla peygamberin... Yıkıntılarda tütüyordu hala mancınıklardan atılan gazyağına bulanmış bebekler "Bir zamanlar" dedi Amed "bir karım vardı bu şehirde, oldum olası severdi gebeliği bir kedi nasıl severse Mart'ı, en az o kadar ne vakit yüzünü hatırlamaya çalışsam iki bacağın arasından görünür kaç çocuğum olmuştur kimbilir son batında kuşatmada ölmüştür hepsi şimdiye" "ne garip" dedi "kimle çarpıştıysam ilk gece, "hepsinin yüzünü kendiminkine benzettim bir kerede kaç tane doğurabilir ki bir kadın?" Yürür idik kılıç kınında, eşkin adımlayarak aramızda ilk Amed öldü, sıtmalı itler gibi titreyerek, kan kaybından onu gömdüğümüz yerde bir ateş yakıp dinlendik gece bir çarşaf gibi sürtünüyordu kalpaklarımızın üzerine tek bir yıldız yoktu "Tanrının göt deliğindeyiz sanki" dedi Stephen bir tavşanın yolunmuş bacaklarını ikiye ayırıyordu "insan" dedi "zengin olsun diye yaradılmış, bak şu tavşana, gündüz benim için kolay avdı ama geceleri bu bile benden iyi görür tanrı gece görsün diye gözler vermiş hayvanlara insanlara ise kandiller ve kandiller alınmıyor parasız" dişlerini kemiğin üstünde gezdirerek etlerini sıyırdı tavşanın
"yoksuluz, iyi biliriz açlık ne gündüz vakti nasıl yakar bozkır güneşi pervazlar arasından nasıl sürünür soğuk ve kadınlar bizden nasıl tiksinir bundandır allahımızı bir bohça gibi bıraktığımız diyarda bir virgül gibi imsiz, gebermemiz ölenler için anıt yaptıracakmış Richard aptal bir mermerde çift satıra dizili isimlerin harpten önceki acılarıma dokunur mu birçok şehir var, hiç görmediğim ben bilmem çocuk, anlat bana nasıldır sesi büyük çanların son infilakta sağır oldu kulağım gebersek, bizim için de çalarlar mı?…" Yürür idik kılıç kınında, eşkin adımlayarak eni konu titriyordum kılıcımın üzerinde doğruldum "tanrım" dedim "daha erken henüz, görmeliyim, daha birçok şehri yeni insanlar tanımalı, acayip isimli hiç kesmediğimiz bir renk bulmalı tenlerinde" dinledik bir süre, tanrı suskun kaldı ve gelmedi kimseler yavaş yavaş devrildim tanrının bir piçiydim ve geberdim Gazze çöllerinde...
Can Küçükoğlu
Ver kimsenin mektuba durmadığı aşka ver gözlerini herkese batan güneşlerin acıtma/y/ışıyla gözlerini ver, senden çıksın sen çıksın gözlerini bu hayata olmaz düştüklerinden ki buluş renkleri kayırmamışsa karşılar bir gölgeyi ancak nailliği korku yoran bir yalnızlığa vur ellerini herkesi doyuran güneşlerin acıkma/y/ışıyla ellerini vur, ellerin çıksın kuşmak kondurulmayan nice künler açsın değmelerinde ki deyeme bir yarım sarıl için -duymak suyudur-
merdivenlemeden bir göğe baktığını anadan üryan deyeme kimsenin merhemi anmadığı yangınlara sür kalbini herkesi sayan güneşlerin yorulma/y/ışıyla kalbini sür, annelerin çıksın yorulmak yokmuş tahsilli annelerin çıksın, dökülsün artık taşikardilerinden de anla içine -kırılmadan duaksığdırılmazlığını yokuştan güllüklerinin sen herhangi bir geçe çakılmamanın cürümüyle soruduğum su sesinin gelmediğine inanmayı terk eder misin benimle?
Yunus Emre Ayral
El Meni ile Kirlenirken, Bismillah Tokadı ile Sarsılmak Teni terleten şifasız haller, zihni şuurundan def ederken; İnsan kanıyla bağ kurmak üzere bahşedilmiş olanı, Tahriş yüklü ritimler ile salıverdi. Âdem oğluna yapılan bu hakaret, Def yemiş zihni, hissiyat yüklü kalbin hışmıyla meşgale kıldı. Yüreğe sürülen bu tiksinme, Hakareti kendinden bilirken, Geçen bu zamanda vücudun sıvı kaybıyla sarsılması olağandı. -ağızda bırakılmış susuzluk cabası… Her yönüyle geçen zamanı israf eden beden, Aklın oyuncağıyken, Musluktan akan kahır, rahmete dönüşmek için gürlüyordu. Gürlemesiyle uyanan göz, Silkinerek, daha ağız Allah demeden el-kadir diyordu.
Dil ile neşretmesi için birbirine sürtülen ellerdeki soda, Göze yalnız sübyanken değerdi. Nasibi nasip olarak kabul edebilmek için Ağaran saçlar zamanında Yalnız, yanlışlık ile sürçer. Fayanslar arasındaki bu savaş, Kıymetli kılınmış bir oğul için dayak yemektir. Şefkat ile sarsılan yanak, Tavşan dişlerdeki tavşanın sembolize ettiği iblis yüzünden kızarmıştır. Tokadın bismillah ile atılması, Bedenin sarsılışı, Aç kalış, yani utanmak eylemi, Yani bükmek dudağı, Belki sigara içmek, Ziyadesiyle fışkıran suya karışmak, En sonunda kelime-i tevhid. Us’un imdadına yetişti. Şükür.
Cevher Kara
ağladım yükselmedi su karaya vurdu gemi anne seccaden bile gelse bizi kurtaramaz di mi. I. Allahım cehennemi harlıyalım halkın ümüğüne basılık! beni kör kuyularda merdivensiz bırakma diyen yusuflar cesed kulesi oldu nasıl isteyeceğimizi bilemedik mi yine? çocuklar diyorum cağızlar kabahatsizler narin dal şeffaf yaprak iplik sular hani elini kaburgasında gezdirirsin de bir kuşu hırpaladığını sanırsınlar. ölümün uğrak yeri -o çarşıya iner gibi şendaha kaç basamak kılalım kendimizi ki sesimiz varsa? ey kervancı ey Hızır yardakçısı hangi pazar cezbetti nefsini ki uğramıyorsun hangi şerdeki hayırdır bizi kara eden.
yırtık damar hardan özge neden anlar biz de keselim diyorum bizi alanlardan çeken eli de feraset yok piyasa'da. musibet dağına ev yapmış gibi kardeş kanında duş almış gibi sen belâmızı bir güzel vermiş gibi zamanı durdurmuş ona suyu kurutturmuş gibi. -yoksulluğu gizleme yöntemlerinin de ver lütfen bu basamak yamukbiz nezlesiyle Eyyub'a özenen karga talebeliğini sivisinde taşıyanlar. biz marşlar, bozuk kayıtlar, aksayan sesler iri kelimeler, büyük tikeler, tıkanan boğaz.
II. ah toplumsalailgi toplumsalailgi... işte o bitiriyor bizi işte o yeşertecek ama korosuzuz. -bize bir çimen ordusunun ilerleyişinin kararlılığını verey dünyanın en büyük boşluğu ordusu bize politikayla gel toplumsalla oradadır yumuşak karnımız bizim kalbimiz oradadır. halk de canımızı al o kadar yani kardeşlik, dostluk, yoldaşlığ de de sırtımız senin.
III. sürekli dua talepleri geliyordu bizi beğenmeyenler Allah'ın beğendiğine inanır gibi bir hurafeye binmiş turluyorlardı yardım konvoyu olarak. onlara anlatmak istiyordum Allah'ın umrunda değiliz kardeşlerim demek. sosyalleşmek faydalıdır insanı diri tutar ama Allah'ı karıştırmayalım o karışkan değildir hem duasını kabul etmiyor hem dua ediyorsunuz. dağılan bir ordu her şey elçiler var yerli elçiler onları yerli yerine çağıran başaramayan yenilen taşlanan ama helâk isteyemeyen âsâsız balıksız mağarasız gelinsiz göksüz yarılan göğüssüz. aptallaştık biraz daha açık konuş lütfen.
kamburum gömleksiz I. bütün mümkünlerin karşısında renklerin kör kesildiği bölenemeyen birine uğratıldın. sen uzak değilsin benim ellerim kesik atımın ayakları tam kökünden. kendimden çıkarsam beni göreceksin tabi elini uzatma
yapışır kalırım bir kara leke. bir topalın koşuşu gibi konuşmam hiçbir medenî hal bu dramı seyreltemez bile. çünkü ben düşerim kimse tutmaz çakılmak diye bir kelime bulunur. Yunus musun dizen başımı döndürüyor gören, kör eden, alıp götüren, yularlayan dizen derken birikmiş bir el olarak dönüyorsun içime Allah aşkına sen neyi kurcalıyorsun. Belkıs’sın ama Hüdhüd’üm yüzümü güldürmüyor ifrit de yok Süleyman’ın tahtsızdır. koşamamak diye bir fiil vardır. bu kalp, bir yumruk olarak kendini dövüyor kalbî bir yumruk kesilerek kalp. -bu kalp şelpe değildir öyle vurulmaz.II. rahat bir uyku çekti imtihan seni yola koyunca başımda dikilirdi, elinde bıçak, iki gözü kan. neyleyelim bize de kalbimizin sıkıla sıkıla zayıflaması düş. şairinden daha çok içlenirdik: yarım ay yarım güneş yarım ay yarım güneş yarım ay yarım güneş doğmuyor.
İsmayİl Sakİn
Termal Hakikat sen ki göğün bitkisisin incecik iğnelerini musikili avlularda bile kalp gözünü dağlar karbonmonoksit git esenlikleri kendi ateşlerine dile. sûret, ortaksız gerçektir dereceyle et, tonla kemik maden ocaklarında fabrikalarda bilinir. ve tanrıdan sonra sıra allaha gelir!
Boğulurkenki I beni bir rüzgarın ucuna ekle ki sen o kadar güzel( )sen bir deprem ne kadar kendiliğindense. II çiğneyip bütün hayatın fırtınasını yutarım patlar acısı zulmü karnımda volkan ağzımda kalan çiçekler şiirlerle ki sen bir kuş yavrususun göğsümde titrediklerin sesin ağzımdan ağzına şiirler çiçeklerle.... Var (mı?) diye bizim hikayemiz bu boynumun bükülüşü senin yerin içindi senin yaralarına bendeki kelimeler sen öyle bak kemiklerim bitişir ve biz de dolanıp birbirimize bir işaret fişeği O'na yangınımızla!
III bu şiiri ben bu şiiri gözlerinden tutuşturdum söylüyorum ki sen bir isyansın ne varsa biriktirdiğim siste yüzer martı ve mezar taşları ışır sabaha karşı o rüyada sevdana kurban ettiğim.
M.Volkan Ҫakir
Kierkegaard ile Attill â İlhan Dizlerimde Nasıl Öpüştü Biçimsiz bir yaz bu yaz. Balkonda oturuyorum. Biçimsiz bir renk atılmış kıyıda köşede. Sabah mı akşam mı, aydınlık mı karanlık mı anlaşılmıyor. Bir tek sessizlik. Onun farkındayım. Onun çok farkındayım. Onun korkunç farkındayım. Köpekler birbirini parçalıyor çıt çıkarmadan. Puhu kuşları gülmemek için zor tutuyor kendini. Şundan eminim: pusuda sessizliğin armasız erleri bekliyor ve çıt çıkaranı harcıyorlar. Sanıyorum ki az ötede bir cırcır böceğini allak bullak ettiler. Elimde Kierkegaard’ın “Korku ve Titreme” kitabı bozuk bir radyo gibi tiz sesler çıkararak üstüne işiyor sessizliğin.
Duyulduk mu? Farkedildik mi? Korkuyorum, tedirginim ve korkuyorum ve titriyorum. Bu akışkan anlamsızlık için fazlasıyla köşeli bir kitap. Bu sessizlik, kitabın metalik iniltileri…Üstelik Kierkegaard kitabı Johannes De Silentio1 mahlasıyla kaleme almış. Hah! İşte isimlerinden başka bir şeyleri olmayan şehirlerde sırtımda bir kambur gibi taşıdığım o simetrik ve dolangel biçimsizlik. Kitap önümde. Kitap koltukaltımda. Yatarken apışarama almışım kitabı. Kitapla saçlarımı taradım sabah. Hayır kitap önümde. Ben balkondayım. Sellûkanın dalları omzuma dokunuyor kitabı görmek ister gibi. Duvar dibinden Japon gülü şüpheyle bakıyor. Onun hakkında konuştuğumuzu sanıyor, oysa ki konuşmuyoruz bile. Bir sessizliğe dalmışız cümle mahlukat. Ya da hastayız. Ya da titriyoruz. Johannes De Silentio damar damar ciğerimize işliyor o kadar eski ve o kadar yeni bir miti. Nedir o? İbrahim ve İshak. Kitabın konusu iman2! İsmet Özel sesiyle tekrarlıyorum: Evet iman! -Doğrusu şu, kitapçıdaydım ve rafları okşuyordum gözlerimle. Derken Kierkegaard ismini gördüm, o güne dek okumamış olmak canımı sıktı bir an. Kitabın3 ismini okuyamadım, bu da canımı sıktı. 1 Sessizlikteki Johannes 2 Belirtmeliyim ki Kierkegaard kitabında iman konusunu İbrahim’in oğlu İshak’ı kurban edeyazdığı o meşhur mit özelinde ele almaktadır. Ancak ben imanı işime geldiği biçimde, akla gelebilecek ve “iman” konusu edilebilecek her durumu kapsar olarak okumakta beis görmüyorum. 3 Korku ve Titreme –Diyalektik Lirik-, S. Kierkegaard, İngilizceden çeviren: N. Ekrem Düzen, Pharkamon.
Gözlüğüm çantamdaydı, çantam omzumda, ve omzum çok uzakta. Derken kitabın isminin altına düşülmüş iki kelime içe dönük kirpiklerim gibi battı gözüme: Diyalektik Lirik. Bunları nasıl okuyabildim bilemiyorum. Belki de okumadım, kokladım veya başka bir şey. Artık kitabın ismine ihtiyacım yoktu. Her ne kadar dümdüz bir ovaya benzeyen pürüzsüz cümleleri sevmesem de işte size bir tertip: Kierkegaard kitabında imanı anlayamayacağını, teslimiyet eri4 olabileceğini ancak asla iman eri5 olamayacağını ve fakat imanın bir süreç olarak izlerini sürerek onun anlaşılmazlığını ve neden anlaşılmazlığını ortaya koyabileceğini İbrahim’in hikayesi özelinde öne sürerek imanın teleolojik ve diyalektik bir irdelemesini lirik bir dille beynimize servis ediyor. Tamam. Peki nedir imana çıkan sokak? İnanmak! Neye? Bir şeye. Hemen orada olan, olmakta olan, olacak olan bir şeye. Olmasa, olmayacak olsa bile. Her şey aksini işaret et(tiği halde)se bile -başka bir dünyada da değil, hemen orada- varlığa, kavuşmaya, mutluluğa, olmaya inanmak. Öyle inanmak ki, bilmek. Olsa da bilmek olmasa da. Tüm beşeri hesaplardan gayrı, faniden azade -ve yine faniye dönerek ama“saçmanın inayetiyle” olmayana inanmak, olduğunu bilmek. Her şeyden geçip her şeye varmak, hiçbir şeyi ummadan, yine de bilerek. -Kitabı bitirdim. Her boşluğu dolduran o hıncahınç sessizlik sustu. 4 Kitapta imanın ilk aşaması olarak toptan teslimiyet ele alınırken bunu gerçekleştirebilenler ise teslimiyet eri olarak adlandırılıyor. 5 Kierkegaard teslimiyetten sonra bir hamle daha yaparak imanı gerçekleştirebilenleri iman eri olarak tanımlıyor.
Her şey birbirine bulandı. Duvarların ağzından sarkan sellûkanın koca gözlerinde kanlı japon gülleri. Henüz uyumaya hazır değilim. Zehir gibi bir kahve ve sigarayla midemden bir şeylerin hesabını sormalıyım. Soruyorum. Kafamda tek bir dize kilise çanları gibi es vererek inliyor: “ben ki yaşadıklarımı büyük dinler gibi yaşıyorum” Boşluk. “ben ki yaşadıklarımı büyük dinler gibi yaşıyorum” Boşluk. “ben ki yaşadıklarımı büyük dinler gibi yaşıyorum” Şiir üçü vuruyor. Daha önce defalarca okuduğum, Attilâ İlhan’ın buyurgan sesinden dinlediğim, içimin tellerinde duyduğum, gözlerime çektiğim bu dize, çetrefil bir bağıntı ile üstüme saldırıyor. Tek bir dize. Milyon ton çeken bu imkansız dize beş bin duyuma kan pompalıyor. Çekip, küçülüp sellûkanın arılarıyla ahbaplık eden kendim yalvarır gözlerle bana bakıyor. Attilâ İlhan beni Attilâ İlhan’a doğru itiyor. Neden itiyor anlıyorum. Şaşkınım, ve tedirginim ve şaşkınım ve titriyorum. İşte nedir, az biraz zeytinyağı, bir tutam kekik, taze ekmek, rüzgar, telefon, gömlek, sessizlik,
uzay, uyku, kuş palazı, fagot, “ama nasıl oluyor”, sonra işte biraz da bu dize, sonra işte hep bu dize. Attilâ İlhan’ı büyük dinler gibi yaşıyorum.
Yeknesak* Kemal Beşiktaş’ta, çarşıda. Yürüyor. Yürümüyor, taşların arasından su oldu akıyor. Ağzının kenarına sigara eklenmiş. Sigarası dudaklarının bir parçasıymış kadar doğal. <Nereye gittiğini bilmiyorsan her yol uzundur> Kemal durdu. Gözleri birer çizgi. Ya da yara izi. Parmak uçları karman çorman böceklere dönüşüp sakalının içinde bir şeyler arandı. Kulaklarında rüzgardan yalpalayan yaprakların belli belirsiz hareketi geldi ve gitti. Dişlerinin arasından fısıldadı. -Murat! Adımları hızlandı. Bacakları dişlilere bağlı demir çubuklar gibi hareket ediyor. Köşe kahveyi, sandalyeleriyle bütünleşmiş sarı adamları geçti. Birinci değil ikinci aradan sola. Spot dükkanların beyazlığı sokağı aydınlattı. Kemal saat kaç? Bundan sanane? Kemal terlemiş. Atleti şerbetle ıslanmış bir yufka sırtında. Bunu hiç sevmiyor. Ama adımları hala hızlı. Adamın biri rüzgara karşı çınar olma hevesinde: -Kardeş ateşin var mı? -Benim ateşim sana yaramaz… -Kardeş? Hüop! Kemal esiyor. Beşiktaşı doldurdu Kemal. Murat mı o tavla oynayan? Vardı mı nihayet? Zarları nasıl da kırık dişler gibi çeviriyor elinde hergele. (*) devam etti ve edecek!
1.25TL