ABİLMUHSİN ÖZSÖNMEZ • CEVHER KARA • MAHMUT NESİP BASMACI • M. VOLKAN ÇAKIR • İSMAYİL SAKİN • USAME SÖYLEMEZ • AHMET KESKİNKILIÇ • CELAL SAİRFERT • NURŞEN AY • MURAT ÇELİK • ELİF KURNAZ • SERDAR TUNÇER • EYÜP CAN ŞİMAY • MEHMET YAŞAR ÖZKAN • KADİR SEVİNÇ • RÜŞDÜ PAŞA • HALİD METİN • UFUK AKBAL • ABDÜLMÜSLÜM ÜZÜSÜNMEZ
ön kapak: M. Volkan Çakır iç desenler: Abilmuhsin Özsönmez irtibat: tezgahfanzin@gmail.com, @TezgahFanzin dijital yayın: htp://tezgahfanzin.blogspot.com
Abilmuhsin Özsönmez göz kantosu Cevher Kara
vur
Nurşen Ay nostalji gece ziyareti Ahmet Keskinkılıç
ziyanol
Mahmut Nesip Basmacı mahsuriyet yeri küre M. Volkan Çakır
ayahuasca
İsmayil Sakin ger alamut dönelim boğaza karşı Celal Sairfert
la gran mentira
Halid Metin deprem salyası sular düzeni Murat Çelik gündüzlere sevinmem, kırıl ışık ısır ışık Elif Kurnaz güleryüz Serdar Tunçer
topraktan hazirana geçerken
Eyüp Can Şimay "- gaye göç'ün yaşadığı ilginç olay Mehmet Yaşar Özkan
orada ol
Kadir Sevinç belleğin, bu müddet içre bir güne doğru kaydırıldı Ufuk Akbal #kanpançı Abdülmüslüm Üzüsünmez
dum teke dum dum
ℵ Rüşdü Paşa hikâyenin hepsi ama bu değil. imkânsız.
ℵ HOŞ MU GELDİN NATAMA? Mahmut Nesip Basmacı
ℵ SÖYLEŞİ: UFUK AKBAL (II. BÖLÜM) Söyleşenler: Halid Metin, Abilmuhsin Özsönmez, İsmayil Sakin
ABİLMUHSİN ÖZSÖNMEZ
Göz Kantosu Ne kaldırabilir bizi bu masadan göz efendimiz çarşı pazar dolaştırıp makadamlara el yapımı lifere çıntarlara kantaron şişelerine nasıl uzandığını yağmurun aramıza batmasın iskemlenin çivisi oturalım ucunla efendimiz isli kefelerinle bitir tadadımızı bardakların ellenme vakti büyüyor meridyenleri boğazlara saplayan lâ yezalî suların sesleri bunlar peydâh olur yüksek pikselli rüyâlarda bakara ikiyüzaltmışla DCIM klasörleri arasına sıkışmış gölgeleri teskin eden bergerlerin kavalına muhakî sadece mezarları gösteren yağmurlar dinince söyle dahil mi değil mi ayete bu karanlık çünkü buradan dışarı çıktık görmek için yıldızları*
Kızsaçı yanığı gövdenle söyle irinden emaya kandan kimyaya göz efendimiz bu ağaç masadan kemiklerimizi kim itekleyecek kim karıştıracak avazını toprak dolu yastıklarımıza işte bu gövdende göğler durdu kuşlar durdu papatyalar karaağaçlar cevizler söğütler kaldırım fdeleri refüj laleleri durdu kırk şiirin artığı adımlarıyla gelip bir kadın durdu klarnetler kemanlar durdu kanun cümbüş ve piyano durdu tellâl toplandı tezgâh çıkmaya hazırdım artık yıldızlara** Ey ruhumdaki tasmaların en görkemlisi boynum olmasa nesin sen say ki yazılmış her şey bir kuyuyu körleştirmemiş olsun kuru merhemlerini ufalarken avucuma aynı çakıla iki kez düşen yıldırımlar aşkına söyle neden döndürmüyor kalbimi güneşi yıldızları döndüren sevgi***
İtalikler: İlahi Komedya - Dante Alighieri * Cehennem Bölümünün son dizesi ** Araf Bölümünün son dizesi *** Cennet Bölümünün son dizesi
CEVHER KARA
Vur
dersin ki rabbi bu çocuğun da üstüne iyi gitim yine de olmadı eli elimden ı. kestirir kısacık ısı seni süt bozulur kendine katığın maya puanını düşüren anlaşmaların iriteye ilişik albenin var. lütfen kahkahaya selamlarımı ilet; şenliği duta bağladım bakınıp durdu ova ortasında susuz kovmadım onu boğazlamadım da unutum hiç doğurmamış gibi. unutum ama bir tek aynanın önünden geçerek anımsardım izini genişçe ekşitirdi, küçükçe gülümsetip. ıstılah edinmemiş his dünyam su geçmiyor ki yatağım ıslah başım saçmaya değiyor yuvar iğne kutusunu annemin soğuruyorum.
ıı. seni diptaşranın deri altına bağevleri, bekâr odalarına şırıng pazartesi: bal kaymak, pazar: gregor sams tecrit cumartesi: kalorisiz emmeler cuma: kaçış şahsi tarihten. haff tehlikeleri yolun göğsünün körükleşmesi diz kapkalarına çekiç… atlatın bunları atlatın sinerek susuş taşıtına. ııı. aslım astarım yok reyonlardan kovuluk kıyafetler bakarım görünmezliğime, varlığımı ikindiley ispat eder böyle böyle anca intiba edinirim kendime flozofum yok mahmud dibinde tartışacağım sınıra da varamadım. islamcılarla dövüşe götürülen çelimsiz horoz vatan partililerle her sabah dostlarının kalbinde yürürlüğe giren akşamları vatandaşlığı düşürülen şimdiyse kimse yok herkes uyumak istemiş saat beş olsun istemiş ya da zorunda kalmış beşe.
ıv. domateslerin yeşermesini umduk aramızda omuz mesafesi tohumlarını colomb’un anadolu’ya endişeyle gözlerine bakıyordum yeşereceklerine inanmıyordun yeşermeden yana ümidin yoktu üçüncü dünyadan, öte dünyadan, ikimizden. yürümekten yorulmuş durmayı unutmuş sığınak beğenmeyen delinin derinlerinden bağırıyorum: aile bakanlığı! uluslararası ilişkiler! eklemlerime ağaçlar tepilmiş gözümde birçok şeye ağlamam gerektiği düşüncesi - acıklı yazma iktidarsız sanırlar sonra sen bir yayınevinde işe başlıyorsun pdferi çalıp dolaşıma sokuyor, benden ayrılıyorsun barbie yalanlar sürerek. başı ezilmeyen kürt kederimle ben sokağın damarlarında onlaynım son gaz ve kemersiz son ses ve saygısız ölüme ve polise hazır ve sana - yıllardır. odasın altkaranlığına mantarleyin kabul ediyorsun beni “birlikte çıldıralım sen de bir balkonsun mesela” kısık dilin zıpır bir çilingir kilitlerime. ben içime dönüşmüş köpeği seviyorum
demir düylerinden ve bileklerimle kasvete bir kasket giydiriyorsun şekerleniyor bana rol biçiyorsun tökezliyorum anlam, eteğinin altına kaçıyor eteğine tutunamıyor, eteğinden tutamıyor, eteğine bakıyor eteğini çekemiyorum etiği okuyorum sokrat’tan sokaktan bir çiftin sesi aşk bitmiş dedikodu yürürlükte eller birbirine geçik, sokaklar birbirine açık, ben salak çabalıyorum. diledik ki biri tanrının fanusladığı az dağıtığı biri gelsin toplasın bizi gündeliğin becerme girişimini engellesin namusunu korusun varlığımızın gelmedi gönderilmedi - şükür. herkesin bir bahanesi sevmemek için seni üstelik geçerli binlerce kilitli pencereden biri: sen açılır gibi idin sanki. yarılmış çelikleri görürsen sen de yaklaş ve kokla yanaklarını
gör tanrın ne yaralar yaratır nasıl da zordur avuçsuzluk kucaksızlık külünü başına savur ne yaptım de musibet dartının her puanına yerleşmek için trafkte cam silen çocukları cimer'e bildir mini zalimleri irilerine şikayet için.
biz de gider şiir kurar içine yerleşiriz kemiklerimizden
NURŞEN AY
nostalji gece ziyareti
mübarek, uyku ve düşlerimi paylaşan kişi, teğet görme ötesinde, kulak misafiri olmanın ötesinde devam ediyorlar, orada, bir tarafa yukarımda duruyorlar o kendisiyle sempati kurmakta,endişenlenmeyin tavsiyeler sunmaya,uyarı teklif etmeye, daha geniş mârifeti yansıtan mavi önermeyi varlığımızın yönüne ok gibi fırlatığında, zaman ve fırsat göz önüne alındığında, seher yumuşak esintiyi meydana getirdiğinde, meçhul bir meyil buldum kendimde ve kim için kim hakkında heyecanlandığımı veya çoşkuya düşüren şeyin ne olduğunu bilemedim… başka dünyadan sanrılı bir halde yanıp sönüyor olabilir ya da hatırlayacağımız anılar gerçek olabilir şimdi artık artık hala bizi rahatlatıyor,alışıklık hissi, kalbim sevgilim dua nabzı ile genişliyor, sahip oldukları nazik güzellikleri içimizde yaşatabilir miyiz? devam ediyor güneşi seven kimse tekrar gözlerimizde açar.
AHMET KESKİNKILIÇ
Ziyanol
Hep öyle dur diye kahkahasında sarkıntı kimseden doğmamış gibi bulanık öfkeyle namlusuz çözeltiyle hiç ferhatlanmamış bir dağa bir daha yol açarak bir kapı kilitliyorum nuh’un gemisine iki biletim var el değmemiş bilabedel bir ağız doluluğuyla hepöyledurdiye sana bir fotoğraf seçtim burda böyle dur diye uçuk çıkmış devrik bir gülümsemeyle boşuna sevişilmiş içi boş bir kabukla omzumda patlayan mağaradan çıkarak örtü ol diye bir yeryüzüğü parmağına bitki yaşamın seliyle kurulu veba
kahreden sancıyla doğurur beni ben buna doğururum bir nedensellik ilkesi diye buluşumuz bizi hanseller gratellere böylece şarkılanarak telde bir kuş gümbürtüsüyle topuklarımız patlayana kadar ağda balıklanarak kertelerden kurtulup yüzüp yüzüp kuyruk acısıyla cümlenin ortasından kalkarak sen öyle anlamlan diye hep çatılmış iki silah gibi yüzüne nişanlanarak biz böyle cihan cihan dolaşalım diye ondörtbin sayısının içini doldurmaya yeminli iki bir nehire ağlayarak bakmanın tecellisinde görüş mesafesi sana düşer Karınca besledim bu nasıl olabilir isadan beri marangozum böyle işlere hep çekiç olarak öyle kararlılıkla hep bir hain var tedirginliğiyle dur durak bilerek kınında kanlanmış bir çift gözle çekiliyorum diye yeryüzüne damladım ölüme bakarım ben orda öyle dur diye silkinen bir köpeğin pire hassasiyetiyle masadan kalkarken tam gerili bam teli burada bırakalım.
hep öyle dur
MAHMUT NESİP BASMACI
mahsuriyet yeri küre “Üstelik “bilmek” gibi korkunç bir ayıptayım” Ahmed Arif bir bebek yüzü örtülü ağlıyor ağlıyor dünya merakından ona dirençsiz anne eli uzanıyor aguluyor tarafından uyutuyor bir süre merakını mahsuriyet yeri küre burası görünür mü kaçıncı tekrar bu soğuk küldeki gözgüde kaçıncı tekrardan sonra kim kendini tekrar sayıyor kim duyuyor bir bebek merakıyla ağulandığını bugün yeni bir makinayla kardeş olduk toprak hangi kardeşin merakını gideriyor hangi kardeşi gömerken tırnaklarımız sürtülü süngere sorularının keskin kokusu yayılı havada
sonra neden kanayan hayvanlar karışır gibi kana bir at evcil ilk gecesindeyken meraka koşu ve oraya tilkilerin boynu dikili sonra neden dip taşrada yağ tenekelerine çiçek dikiyor kadınlar kızların göğsünde bahar patlağı biraz şenlik yerine sahanda sevgilimin doğranmış ayak bilekleri neden ne hüzün ne yas ve otomatik ölüm döşeği abdestsiz yasin okumalar ölü yıkamalar korkutmayan merak korkutmayan korku irkilmemek bile kaçmak isteyince saklanılamayacak sazlık bilmek karılmak ve sarılmak baştan aşağı meni kokan o meraka
M. VOLKAN ÇAKIR
Ayahuasca Bir kaçışı anlatıyor şimdi bakışların Ve açıklıyor bildiğimiz her şeyi bize tekrar. Karnavallar nerede bilinmiyor. Çığlıklar, akordeon sesleri, tamtamlar. Kaçınılmaz oluyor en baştan başlayıp ağzımızla tanımak dünyayı, Yoklamak eski yağmurun tam ortasından böldüğü dünyayı, Karanlığın tam ortasından böldüğü. Bir başka İzmir’i anlatıyorken yüzünün depremi Semt pazarları kuruluyor boynunun her kıvrımında. Ayaklarında çıplak varoluşu haykırtıyor Fesleğenler ve çocuk sesleri. Ben utanmaz hırsızlar besliyorum avuçlarımda. Ağzımda rezil bir sarhoşun biçimsiz öğürtüleri İsimsiz köpekler gibi geçiyorum dünyadan. Uğursuz olan ne varsa onlarla çelişiyor ellerin, Senden hareketle kül rengi kediler besleniyor ve ben Tartaklanmış serserileri nasıl döküyorsam her saçağımdan Göğe karşılık oluyor mor patiskalar altında tenin.
İSMAYİL SAKİN
ger alamut dönelim boğaza karşı
çoban’a ve talip özkan’a
kuyunun dibine göbek bağımla sarkıp banyosuzluk camisinde daldığım oruç uykusunu salonlarda börbın dökünerek açtığım vardı bir yılan doyurdum kanatları al suyun serptim koşa geldi ak ak spiral iskemleme çember çaldım köşelem bana yere giden bir haber eyle orada hep bir saç teli hep bir kıl kaldı süpürgele kusursuza darbele çembere çekiçle ihtilamsız aşka yani o odanın ortasına bağırsakdıkya tersyüz sidik zorun rüyalarım sırlarım ağzı yanı kem kavse pusat vururum trambolin topuklan nasip düzerim bana yere giden bir haber eyle
ben en keskin yaraları kendim çizdim kağıtan köşelere firdovsiler boyadım bakışımlar sayarak otobüslerde ayakta çift yarık deneylerinden geçtim el aldım üç tonluk metal presinin atlaslığına bilek verdim ve bu yokyar acısının üstüne sağ femur kırığı ilaç gibi küf mantarı metabolizması gibi geldi küf mantarları hep yaşarlar muharrem matemin dönerim kumda et izlerim uzağa vururum deste mahpusam dama serdiğim posta bana yere giden bir haber eyle
Usame Sรถylemez
CELAL SAİRFERT
La Gran Mentira
bin keresinde şükür şu dem katılan kerevet ikram kabul etmiyor, gölgesi optik tüm şaibeler niyetiyle kime söylüyor karargâh bizzat ezber ya da cinayet paşam hangimizde karalanır ve diğer mevzuat en derin usulüyle kıl, bak vakitir balığa çıkalım korkak alıştırma ebeveyn sakınır, evlat alışır adını koyamaz müdüriyet ile mülkiyet ilişkisinde kamuya açık biçimler bekleyesi kaptanlık pazubandını halk iradesine tribünlere oynayacak imiş dert okumuştu fermanında gülhane parkı'nı sıklaştırır
cumhuriyetin bazı yılları gibi değilse de yüzünden düşendi bunu ben işitim toz tutuyordu, ev eşyasına sahibesinden altyapısını kalkınıyorsa bütçe denk fırsat bil kendini herkes muhammed bu tekkede can çıkışıyorum hatrımı sorduruyor adli makam civar köylerde kış hazırlığı ciromuzu eş payladı, buna gürdüm bunu göldüm tatlı su hayvanlarını tut ki seyrelsin ekosistem iri kıyım sığışalım salona az şekerli buyursunlar, lamı cim
HALİD METİN
Deprem Salyası
Budur uçuran. Yinelenen bir hatanın söndürdüğü bu ışık. Tüm çırpınışlarıyla. Nedir ki ben yalnız gülünç bir çocuklukla ulu bir dağın diplerine doluşmuş evleri izliyorum. Anlaşılasılığına diyecek yok şu lambaların. Baş dönmeleriyle ve gülümseyerek pay etiğimiz kaynar sular. Uğuldayan bir bezle silinmektedir tüm eşya. Şu kök ürperi. Kulak yaran. Ben ağzımı kaybetmiştim. Şimdi bu uyduruk şekil. Tanışlığı can yakan. Bu Arnavut kaldırımları şimdi değil. Yürünmüştü. Her şey mi vardı? Yitip gitmiş kediler. Ben insanları daha çok seviyorum. Tuhaf bir su giriyor etime. Engelleyemiyorum. Bunun ufaltığı. Ufaladığı. Ne yalın ne açıktır mahvı öykümüzün. “Uzakta. Ta burada.” Bütün seslerin büyütüğü. Ve büyüyen bütün seslerle. Bir koca erteleme. Düzdeğişmece diye adamların anlatığı. Doyurulmazlığın. Belalı bir dili böyle iğne oyası orana bastırdığımda senden çıkacak kıvılcım. Yangın oynar. Oysa hiç kımıldatılmamış bir oval deniz taşının işlendiği berrak çehreye kanmak var. Kandırmak değil. Çeşmesine dayanıp kaynağı almak. Dönülen evim benim işte burası. Babamın dizine gelirken kurulduğum bir çığlık. Bana açılan çığlıklar. Gözlerime yükler yüklendi. İnanacak oldum. Arkadaşım kesmedi fısıltılarını içimde. İtim onu. Ama susturamadım. Kirli azalarım benim. Hadlerini aşmış kör bir coşkuya banmanın sarhoşluğuyla. Oldum olası. Tüm
bunlar. Tüm bunlar. Tüm bunları silen sen. Tüm. Bunlar da sensin. Ben şimdi son cürümlerimi koşturuyorum belki. Nerden bilinir? Çoktan düşürdüm ceplerimden. Hiç doyamadım değil. K’nın o yanıt-adamı gibi. Hoşuma giden bir yemiş bulamadım. Nerelerde sürtüm yerlere şu gülünç şu çirkin ayaklarımı? Aradım ama ara deniyordu. Sahiden bulasım var değil ya. Bu yılgı ki bana ömrümde nadir yerleşir. Kaşınır bileklerim hiç farkına varmasam da. Öyle az gerçek. Öyle az gerçekle karılmış ki şu kıvamsız çamur. Ne de denge. Ben de bunlardan mürekkebim. Ah beni gidi beni. Unutkan umutkar. Deprem salyası. Tüyler düğümü. Hiç olmadın ve olmayacaksın. Giriştiğin şu masal fazlasıyla fasarya. Gururunu çöktüremedin. Nasıl ola? Kırıl da gir bir odaya. Yaylımını bul. Kıl ü kal dahi değildir o. Et kanaat yokluğuna. Kanat etini yokluğa. Ne kazandın? Vermedin borç. Aktın ya şu sayfalara. Hepsi bu. Onu da kim alır? Başlamadığını herkes anlar. Sen başlamayacağını anlamazlığa veriyorsun. Onu almaz ki anlamazlık. Yüzüne çarpacak o ferah rüzgar. Beynini soğuk diliyle yaladığında çok geç olmasın nedametine? Bitsin istiyorsun işte. Nasıl bitersin ilk soluğunu doldurmamışsın daha ciğerine? Kapat hepsini. Bekleme. Ne dirilecek ki sende? Ölü de değilsin. Ye bütün sözcüklerini şimdi. Ve bekle.
HALİD METİN
Sular Düzeni
İri taşı kaldırıp Fırlatığımda suya Anlamlılık sıçrıyor Her kezinde Ve yorgan olarak dünyayı Ben olarak düşünmekten Başkaca bir şey gelmiyor aklıma Manalı değilse de imalı olduğu Bu oyunu meyveler arasında Seğiren köprüler gibi Kaçınamıyorum sular düzeninden Ve sesler kapandığında Gözlerimi o yeni gördüğüm kendimin Gözleri olarak bulduğumda Çıkamazsam beni bağışla Anlatılamaz bir şey buldum İstemezken herhangi anlarda
MURAT ÇELİK
.BHKK. devam ve devam gündüzlere sevinmem, kırıl ışık ısır ışık gündüze varan gözü al çıkar yerinden çıkar nereye koy yanılgı yönetim ihtisasında ben kürsü sahibiyim yanlış kadınlara gitmedim razıyım hepsinden kadınlarımı unutmam hepsini sevdim hepsi gözümü çıkardı görmeyi öğrenmem zaman aldı korkunç geleceğe adını verip senin kurtulmak isterim korkunç gelecek çünkü düşüp ölümü tıkayacak ben gündüzlere sevinmem kırıl ışık kırıl ışık bozuk tasvirde yüzümü ısır ışık ısır ışık
dokunan görebilsin
ELİF KURNAZ
Güleryüz ı. önüne geçilmez işveli kıvrak çizgileriyle bir de inceden nakışı vardır ki iyi oyuncu buraya gelebilir en temizinden yatak yaptırabilir dikkatburadangidebilir titreyiş yansıyan manzarayla birlik başını çevirisen. düzlük kaygıdır malum artık karıncanın ilerleyişi yalancı tamamlanış üçlemesi son kez gel, kalk, unut kurguyu yok sayan hikayeler yap
ıı. göndermesiz olay burada başı dönmüş ve burada dizgici söyleyiversin kime gidiyor sözleri bir su akar, su yol boyunca akar çizgiler her zaman biraz düzensizdir bir ilmek atıp durakladık. birileri eğilirken huzurlarda ötesinde çığlık atıyor genç adam hayat kapsıyor bizi nasıl oluyordu da yer buluyoruz daraltımızdan biz akışkanlar mekaniğini anlamaya çalışırken hayat kapsıyor bizi ve yol boyunca akıyor su acemi öpüşler yok. yırtık sayfaları, konuşmaları kabul edeceğiz bir de eller. madde tutan sert eller narin huylu kaygan eller kısacık tırnaklı eller düzenleyen parçalayan ve okşayan boğan eller feda edelim
SERDAR TUNÇER
Topraktan Hazirana Geçerken
ödenemeyen etin borcuyla, bir deli bir deliyi buyur eti içeri sen çaldın elmayı hep üzerimize aldık, üzerimize, baştan alalım. bizim görevimiz sunağı korumaktı arazinin gizli geçidinde fare yuvaları ve sihirle belirlenmiş günlerce bekleyerek arpacığın başında zıplayan sincap gürültüsünden korkusundan sunağı korumak biraz daha anlaşılsın diye yaşadığımız konum atılırsa dünyadır bu klavyenin soğuk sesli, gürültülü, hızlı nezaketsizliği üzerine bir şeyler söyleyememek
elmaya bahçe vermek – seni kurtarmak günah durumumla ilgili başka bir şey söylemiyorlar mesele senin yüzün mesele sunağın her gün çağırması kendine inananları belinden giren boynuzla öldürülürken demişti ya bir gece yatağında fısıldayarak sen hiç olmamış ormandan hiç geçmemiş kekliksin seninle bir atlayış bulmacasını çözüyor gibiyiz sevgilim ormana indin af dilendinse filâne yapışkanlıktan sıcak asfaltın çocuk kanı çektiğinden bahsetiysen anlarsın bu piç peşimizi kolay bırakmayacak eski insanı yağladık gıcırtısı durmadı dokunduğu kalple oynamak zorunda olan görülmesi insanlar arasında sabaha çıkan sarraf uzun uzun baktığı her şeyin niçin mücevher kesildiğini anladı dolgu düşüren bir ısırışla elmayı bize elmayı düşüren bir et fırlatıldı filikacılar çarşıdan geçti ellerinde çalgıdan kürekler kalantor dilendi ortasında evlerimizin sunağı koruduk mu bilmem ama ilk kan çok kötü aktı kanlarla yazdık bu devrin babaları peşimizi bıraksın; bir ömür neresine kadar yaşanırsa orasına yarımlar bağlıdır bu yüzden yazılır intiharın ardından yarım bir ölüydü sanki utandı yaşamaktan
EYÜP CAN ŞİMAY
"- gaye göç'ün yaşadığı ilginç olay
saat ikindiden kalma bir şeydi önemi yok kırık bir yalnızlık anlatıyorum sana yeniden ve tüm taşları umarken senden başım göğe ermeden gideyim dedim içine edecek bir harekketi bu,tüm bereketin ne bilirdim yeşil şapkanın üstüne bastım ve sen bunu çok önemsedin günlerden perşembeye yakın bir şeydi önemi yok uzunca bir rüzgarı alıp arkasına ve adımları iyice hızlanmışken ellerinin öfkesinin göremedin bir türlü nasıl geçmişse sabahın ferahlığı bir anda öyle geçecekti şapkanın üstündeki ayak izim ya da görmek istemedin
aylardan yedinciye yakın bir şeydi önemi yok uğursuzluk mu getirir sandın uyduruk bir kehanetin yanlış yorumlanması belki bu doğru kelime değil -kader ama aklıma ilk geleni işte onu yanlış yaptın öylece oturup orda kadere sövmeyecektin alt tarafı bir şapka ama sen bunu çok önemsedin ayaklarım bir yana,bir suçu yok onların sığmadı ellerim bu dünyanın hiçbir sofrasına görününce çarpıcı sadelikteki günlerin ışığı elden birşey gelmez demek ki onların da bir suçu yok bazen yanlış en baştadır bazen öylece duruyordur orta yerde ama sen bunu göremedin aklın hala şapkanın yeşilindeydi ya da görmek istemedin yıllardan bahara yakın bir şeydi önemi yok onarılmamış bir kırıklık anlatıyorum sana yeniden beklentiler bu noktada bir anlam ifade etmez vazgeçmek gerekliliği vurur yüzüne ama o da fayda etmez aklın hala şapkada çünkü çünkü rüzgar mı uçuracak yoksa göl mü yutacak derdini takarak boynuma bir kaşık su da yüzdürürdüm kendimi de belki bu doğru kelime değil -kısmet ama aklıma ilk geleni
bir türlü göremedin kemiklerimin hiddetini gözün hala şapkada belki de görmek istemedin sen basiret dersin belki buna ben bariz diyorum ben diyorum ki o şapkanın başına senin başına girmeden daha ben diyorum ki daha çok şeyler gelecek ama sen bunu hiç önemsemedin"
MEHMET YAŞAR ÖZKAN
Orada Ol
Senin göklerine aşina iki elim kanda olsa Kan. Ya da yağmur. Son damlasına kadar Muayenehaneye girmemle çıkmam bir uğruna Dilimin altında zehirli bir pastil Gözlerimi kapadığımda Ölmüş bulundum ellerimle yazdığım sona Orada ol. Allah diyelim. Yalnızların toprağından uzakta kalmayalım. Bulamasın izimizi lanetli ancelizm İki aşık ayrıysa da Bir cennet-pare üstünde İkincisi yok Olmayacak Bilelim.
KADİR SEVİNÇ
belleğin, bu müddet içre bir güne doğru kaydırıldı
günü dolduran gövdesine değişken oranlı bir o yaşamak hevesi kime doğru doygun bir pıhtı olarak? –bu bilinmiyor gölgesini, sığdırmak suretinde en genişinden kapsüle kapsülde yekvücut hareket kabiliyeti gör (esneyen) -mak, -mek sen’in belleğine bırakıldı, taa ki hüsran en uçta kıpırdayınca damaryoluna tek geçişlilik bir müddet hışım, dahası seçim hakkı deri üzerine –muhtemelen topuklarında kıvıl kıvıl biyokimya sonucu, gözeden en gelişkin organa değin yayılan sonuç: pozitif heveste %23 oranında bir artış sonuçlara müteakip sol böbreğe kaydırılan ayet çarpıntıları.
azan, gece-gündüz sindirilmemek adına direnen sol böbrek diğer böbrekte sükunet diğer böbrekte işçiler yarı giyinik patlayan kan torbalarında ağır kimyasal içeren müfredat böyle bir müddet: fakat nasıl atıldıysa kemiklere hınç nasıl dağlandıysa kan nasıl fetan bir resim diktiyse karşı tarafa pürüzsüz ret. açılıyor bir tekerlek bir unutuşun ayrımına dek – teker dön-dek dön-dek dön-dek dön-dek doymak bilmezce dönecek. fokurtusuna denk gel kaygılar başlayınca hal değiştirmeye buna karşılık alkali tuz ve muteber bir yanıt. belleğin, bu müddet içre bir güne doğru kaydırıldı
UFUK AKBAL
#KanPançı
Anlıyorum şiirin başlığını neden bana yakıştıramadığınızı Doğrusu sizinle aynı fikirdeyim ben de, aynalara baktığımda gördüğüm O uyanır uyanmaz şehrin şebekelerinde kendi kendine kocalan şeye kulak kabartan Şeye benzemiyor artık Bakınca yine de bir başka şey olarak sürdürdüğüm ömrümle barıştım Sirke, bal ve et yiyebilirim artık Koca ağacın altına devrilip bir tas brendiyi devirebilirim, gece herkes uyuyunca Ve kalorifer borularına tırmanabilirim korkusuzca İşerken damdan aşağıya, düşebilirim, tutunabilirim ya da tutunma duygusuna Bir defalığına da olsa veda edebilirim
Siz fotoğraf çekmeye gelenler, ölüm maskemi çıkartmaya beni daha evvel görseniz yatağımda uzanmışken, benzetemezdiniz şimdi benziyor olduğum şeye Uzayan ve kısalan bir gölge, bazen bir sakız gibi sonsuza doğru kalkınan Malta taşı duvarlardan sonsuz minyatürdeki camilere tırmanan Benzetebilir gibi oldunuzsa bu yeni beni, bir başka şeye sizdeki Tanıyoruz birbirimizi demek ki Tanışıklık ne demekti, nece tanırdık birbirimizi Terleyen ve şişe kolayla soğutulan koltuk altları Ali Paşa Camii’nin haziresinde Ömrümün ilk yarısı böyle geçti Nece ağırlığı altında ezildim şey göğ sözüdür, göğün kendi sözü Göğün kulağıma fısıldadığı akşam olduğunda bir delil sözü Kepenkler indiğinde, söz sair olduğunda Göğden damıtılan, çürük kayısı ve kirazlardan bin yıldır ağa dedemin yaptığı rakılardan bir içimlik bir şeye dönüştürürler beni, Boylu boyunca geniz yakarım, hastayı iyi ederim şimdi belki meziyetimi bilenler fısıldarlar gövdemden, kaptan köşkümden size Getirilmemiş tüm nedamet yığını için biraz da, has dairemden Gövdem Çengele asıldığı kasap vitrininde yağ, irin ve kan Bazıları tanır gibi oluyor ama, Dünya kadar sürmeyen bir soluktan sonra, Dünya kadar süren bir yolculuktan çıkma Xiaomi yüzlü oğlanlar, Gloria Jeans suratlı kızlar yandaki birahaneye oturuyorlar Göz yanılsaması geçtikten sonra Kaldıkları yerden bakmaya dünyaya, dünya sandıklarına Dünya sandığının kapağını, bir kez daha kapatıyorlar Baktıkları yerden et ve kemiğim ama ben, belki bir bin yıldır, söze mahir birileri gibi takdim edilmenin ağırlığı altında biteviye ezilen yer çekimi varisli butlarımdan aşağı çekerken, buzluğun dibinde biriken kan pançına
hücum ediyor tüm kolejliler kadehleriyle birbirinin ardı sıra mutlu, mesut, müsekkin edildim edildiğimce, tastamamlık hissiyle tıka basa dolu olmasa da belki bundan daha esrarlıydı başıma gelen yorgunluk duygusunu düşünmekten doğan sonsuz yorgunluk duygusu Bu son esrarı perçinleme kaygusu, hah bakın onu tanıdım, esrarı kocaman köpürtmeye doğru giderek sevecenleşen şeyi tanıdım, tanırım Çekilen bir bu koca ve delişmen şeye, ortamızdaki koca kayaya Su verildi sonunda Gülüşlerin bitiği sırada Ben bir uca geçtim, sen bir uca aramızda kocaman bir çiçekli yorgan, Tanıyorum, işte en baştaki yerdeyiz, Hatırlatı bize bunu, her çevirişimizde eve yayılan buhurdan..
ABDÜLMÜSLÜM ÜZÜSÜNMEZ
Dum teke dum dum
Davulumun derisi mavi kaplanın hiç kullanmadığı giysisi teri insana çoğ kokunca gömlek değiştiriyor biz yağlık derdik vilayete taşınmadan evvel yumuşak ağaçlardan yaptım hep tokmaklarını budakları selam durur Schoenberg’e biraz su serpsem gülümser Ümmü Gülsüm’e alf leila we leila sevgilim hepimiz ah sevgilim hepimiz sevgide aynıyız
Perdeler kayar kornişlerden evsindir uyarlar ritme dum teke dum dum tüller tüllere saat onyedikırkbeş iki ekmek al Akbalyen alana doğru palmiyelere ilerle rakılar şıp şıp brendiler şırıl şırıl ekmek atarız ördeklere Azmakta habitat yaşama öz saygı ve gezi ekmek atarız ördeklere Moğladan Beylikdüzüne uzanan Beyoğlunda kaygan kavisler yapan losyonrâhiya bir ırmakta ve severiz sizi severiz sizi severiz sizi Suşehirili Ezra Pound kalbimizi burkutamazsınız asla çünkü sevgilim hepimiz sevgide aynıyız der Baligh Hamdi’nin güftesindeki erapça sözlerde ve inanırız Heidegger’ın bile tamamlayacağını bir parça terbiyeli domuz eti ve bir kupa birayla mavi kaplan derili davulumuzun estetizasyonunu sağırızdır süt membalarının katiyetine sağarızdır münürâne ve böleriz dünüyayı cuma ertesilerine canımız yaşamak çeker dum duma dum dum canımız ölmek teke teke tek ölürsek kim yazacak dersin azizim Zwei Gedichte von Frederich Hölderlin’i ve kaçarken Über den Begrif der Geschichte’i
RÜŞDÜ PAŞA hikâyenin hepsi ama bu değil. imkânsız.
sırtım dünyaya, yüzüm duvara dönük. duvarda bana tanıdık gelmeyen hiçbir şey yok/valery. 1. the adam, yüksek bir binanın asansöründen indiğinde bir kadına rastladı. uzun bakıştılar. heyecanla selâmlaştılar. İlk karşılaşma. the kadın, sade ve neşeli. 2. bireysel tarihinde bir tanık gibi gezinmeye başladı. sosyal bilimler okumuş için âçk bir tarihsel inşaat oluyor. bilinmeyenin mekanik açıklaması. risklidir. 3. the karşılaşma, insanın kendi içine girmesi, kendi içinden çıkmasıdır. 4. kadın, gerçek. dışarıda bir oyun oynanıyor. İçeride yeni bir şey yok. 4.1. her kadın kendine özgüdür. yalnızca kendine özgülüğünden zevk alan kadın çekicidir. 5. adam, korkmuyor. hiçbir şey olduğunu hissedene kadar kaybetmekten korkma. ben ikizler burcuyum. yüksek şeyler yokluktan doğar. dünyada bir sorun olduğunu sanmıyorum. bir şey yapmak için bir şey sahibi olmak gerekir. son âna kadar neşemiz eksik olmasın. hürriyet ve yaratıcılık sınırdadır. çarpmak için mi düşünürüz? âşk, var. aynı metni yazıyoruz, tetikte olmalı. ben bir uyuşturucu olmasın. bir kişinin tarihi öznesi olmak garip bir şey. 6. the gerçek kadın, tarih imgesini ortadan kaldıran kadındır. karşılaşma, tekrarlandı. uzun uzun bakışma ile bedenler onaylandı. Uzun bakışmak ve karşılıklılık güven veriyor, verdi. the adam, bildiğini denedi, hep kaybeti. umudunu kaybetmedi. 7. ilk ândan itibaren çıplak olan kadın için felsefe mi? the adam, aylak. felsefe geliştiriyor. yüksek binada felsefe, hakikat ile temas içim felsefe, önüne bakmak için, bilmenin işlevini anlamak , hissetiklerimizle gördüklerimiz arasındaki farkı görmek, tarih yanılgısından kurtulmak, yaratıcılığım zararlarından kurtulmak, görmekten kaçınmak, görmekten yırtmak ve neden şimdi buradayız, sorusu. bir başkasının yanında kendin olmak umudu o bir başkasını çekici yapar. 8. bunndan sonra the kadın olsun ya da olmasın. bir önemi yok.
8.1. bilemedi. uzun süre geçti. bilemediği şu ki bir görüntü karşısında ne yapacağını bilemedi. ta ki the kadının görüntüsü ile karşılaşana kadar. 9. kriz: bir ve iki arasında gidip gelmek. umut: ikide durmak. tekrar: kendini hata ile bağlamak. rüya: üyada olmanın teyidi. kaçış: temas katliamı. İmkân: büyük a’nın izni ile dünyadan çıkış. âşk: sayısı 1 olan soyut insan arayışı. kadın: bilemiyoruz. 9.1. the adam bir şey yapıyordu. etik bir şey ama tamamı bu değil. imkânsız. insan imkânsızda kendi olur. 9.2. the kadını siyasal olarak çekici yapan eşitlik karşıtı görünmesidir. 9.3. the adam, babasının dediğini hatırladı: oğul, bizim her şeyimiz var.
MAHMUT NESİP BASMACI Hoş mu geldin Natama? Natama, Ekim 2016'dan bu yana ara verdiği yayın hayatına 17. sayısıyla geri döndü. Dergi yayımlanmadan önce, twiter hesabından özetle 'öfkeli' olduğunu belirten manifesto niteliğinde kısa bir metin paylaştı. Paylaşılan bu metin derginin kendinden emin olduğunu belli etmiş ve şiir okur-yazarında, şiir adına birtakım beklentiler oluşturmuştu. Ne yazık ki bir şiir okur-yazarı olarak kendi adıma bu beklentilerin boşa çıktığını söylemeliyim. Bu yazının konusu da Natama'nın nasıl geldiği ve bu beklentilerin neden boşa çıktığıdır. Öncelikle, başından beri şiir üzerine düşünme çabasını ve eleştiriyi eksenine almış bir dergiyi tebrik etmek gerek. Natama, Türkçe şiirde eksik gördüğünü bir şekilde gidermeye çalışıyor. Bu çalışmanın şiire ne kadar denk düştüğünü şiiri mesele eden herkes 17. sayıyı göz ucuyla bile okusa anlayacaktır. Göz ucuyla bile diyorum çünkü Natama şiir üzerine düşünmeyi, üretmeyi, şiire yaklaşmayı dillendirirken yayımladığı şiirlerle ve bazı metinlerle şiire ne kadar uzak düştüğünü açıkça belli etmiştir. Şiir dolayında yazma (şiir inşa etme ve etirme dışında) gerekliliğini düşünmek, şiir adına en önemli meselenin bu olduğunu ileri sürmek farkında olmadan şiir değeri olmayan metinler yazmaya ve yazdırmaya yol açabilir. Nitekim Natama'da durum böyle. Elbete şiir üzerine düşünmek, tartışmak bir gerekliliktir ama bunların dışında olmak da şiir yazmaya, şair olmaya mani değildir. Eleştirinin olmadığı yerde şiir de yoktur kanısı, Natama'yı şiire yaklaşmaya çalıştıkça şiirden uzaklaştırmaktadır. Asıl olan her zaman şiirdir. Şiir ile yapmak istediğimizi şiir etrafında dönenler değil, şiirin kendisi bize yaptıracaktır; bu her zaman böyle olmuş ve olmaya devam edecektir. Şimdi, Natama’nın şiire olan mesafesini içerdiği şiirler hakkındaki düşüncelerimi sıralayarak göstermeye çalışacağım. 9. Sayfada Güven Turan'ın şiir olmaya erişememiş, anlamsızlığın tesirini yansıtmaya çalıştığı 'Bozuk Sone' adlı kendisiyle konuşması var. Bu konuşma düşük bir dünya tanımı ya da işareti ile başlıyor: ''Nasıl da karanlık bu göz açtığın dünya''. Burada şiire bir şekilde başlayayım da nasıl olursa olsun düşüncesi el sallıyor. Bu tip bir dünya tarifinin daha afilisini, daha samimisini, daha etkileyicisini duvar yazılarında bulabiliriz. Bır şiir yazdığınızı iddia edip bu şiirde dünya tanımlamasına kalkışıyorsanız güçlü imge üretebilme yeteneğine sahip olmanız gerekir. Bir şeyi tanımlamak için karanlık mecazının kullanılması nereden bakarsanız bakın klişenin dibidir ve bu klişeyi kullanan kişinin şiir okumadığının belirtisidir. Bu düşük başlangıç yine düşük dizeler, klişeler, dili kullanamama, bir şeyler tanımlama/tarif etme çabası, ses uyumu zorlaması vb. ile beyhude bir sona ulaşma
gayretinde: ''Daldığın dalgınlıkta dalgalar saysan/ Gelip takılırsın umman imgesine'' dalmak, dalgınlık, dalga sözcüklerinin anlamsal ve sessel benzerliğinin kullanımıyla basit bir dize kurma çabası görüyoruz. Biraz vakit ayırırsanız ve yeteneğinizin eleştirilmesine rıza gösterirseniz buna benzer yüzlerce 'dize' üretebilirsiniz. Umman sözcüğü ile Turan'ın yine klişenin ağındaki çırpınışı seyrediyoruz. ''Kabul et yalnızlık ne yaşamaktır tek başına/ Ne bir dans salonudur çocuk bayramında'' . Evet, günümüz şiirinde hayati derecede ihtiyaç duyduğumuz yalnızlık tanımını Güven Turan harikulade bir şekilde yaparak bizi feraha erdiriyor. Bozuk Sone yüksek bir hakikat ifadesiyle son buluyor: ''Sonunda sen de olmayacaksın kendi yaşamında/ Yer alan biri olacak mı zor ya''. Bozuk Sone'yle aynı sayfada bir Bozuk Sone daha var. Bu ayrı bir şiir midir yoksa ilk sonenin devamı mıdır, anlayamadım. Birinci Bozuk Sone'den hiçbir farkı olmadığını anlatmaya şu dizeler yeterlidir: ''Olma havuza olta sallayanlardan/ Vurmaz bir şey oradan''. Bereketli dan'lar dileyerek Bozuk Sone'den uzaklaşıyorum. Sayfa 13, gezer dolaşırım bilmem nerdeyim* *: deli deli estiğimi ona söyleme / Melih Özel Ubıh Ubıh, şiirini bir türkünün sözleri arasına dizmeyi seçmiş. Şiir ve bu sözler arasında ilk bakışta bir ilintiye rastlanmayabilir. Ubıh, kendince bu sözleri ve şiirini içeren bir bağlam kurmuş ve bizi de oraya çağırıyor. Bir iki okumadan sonra, bir anlam ilgisi olduğu fakat bu başlık seçiminin yanlış olduğu fark ediliyor. Çünkü Ubıh'ın seslendiği ikinci tekil ile türküye konu olan 'o' aynı türün kişileri değil. Evriltilmiş bir ilinti ve şairin tercihi diyerek bu bahsi geçip şiire bakalım. Dağınık ve bazı kasıtlı dil hataları barındırmasına rağmen karşımızda şiir olma beklentisini karşılayan bir metin var.
''bize ne kalır sorusunu tutuk sana uzatık'' böyle başlıyor şiir, birinci çoğuldan ikinci tekile… Duyarlığını getirdiği yerde bir tıkanmadan kurtulma çabası ve biz olmak var. Şiir, bu dolayda sürdürülüyor. Gündelik dile fazlaca yer açılmasının şiirin 'dürtü' gücünü azaltığını gözlemliyoruz: ''bir bok anlatamaz sus lütfen…'' ''ketenpereye geldik, pezevenklere borçlu çıktık'' '' iyi bir insan kendini öldürdü ve sağa çektik…'' ''...dulkarı çocuklarına…'' Fakat seyrek de olsa şiir kuvvetli imgelerle irtifa kazanıyor. Şiir kurtaran dizeler: ''yüzünde ölebilecek iyi bir insan kalmadığında'' ''memelerinde inci bir kimlikle…''
Sayfa 17, bostandaki pırlağuç/ İlker Şaguj Şaguj, iki şiir kitabı olan bir şair. Bir şairin iki şiir kitabı olması büyük iddia sahibi olması demektir. Şaguj'un iddiasının ise pek büyük olmadığını, şairliğini süten kesilmemiş bir çocuk gibi yürütmesinden anlayabiliyoruz. Ne demek süten kesilememiş bir çocuk gibi? Her şair ister istemez büyük şair ve/veya şairlerin etkisindedir. Bu, bir eksik ya da kaçınılması gereken bir şey değil, fakat Şaguj'un etkilenişi o kadar ileri gitmiş ki o şiir yazarken etkilendiği, sevdiği şairler başında durup şiirine müdahale etmiş gibiler. Kelime üretimi, alışılmışın dışında kelime seçimi, kelimelerin anlamını genişletmek, uzağı yakına, yakını uzağa götürmek şiir için zorunlu uğraşlardır. Ancak şiiri tamamen bu olarak okumak onu dil oyunu olmaktan öteye götüremez. Şaguj'un bostandaki pırlağuç şiirleri bir 'oyuncak' edinmenin yansımaları, varılacak yeri olmayan, şiiri oluşturan bütünden kopuşun son derece bunaltıcı ürünleridir. Bu şiirler dilsel 'yenilik' -ne kadar yenilik denebilir- çabasının sonuçları olmakla birlikte okuru olmayan şiirlerdir. bostandaki pırlağuç şiirlerinin okuru İlker Şaguj’dur; okursuzluk ve ilgisizlikten yakınan Şaguj, her şiir için kendini çoğaltıp yeni bir okuyucu yaratıp derdine çare bulabilir. Sayfa 23, sıradan olanın başkalaşımı/ Burcu Dikici Şiir yazmış olmak için yazılmış, şiir olmaya erişememiş bir karalama, ' sıradan olanın başkalaşımı. Ne kadar ilgi uyandırıcı bir isim değil mi? Bu karalamada ne sıradan olanı görebiliyoruz ne de onun başkalaşımını. Karşımızda sadece bir şeyi düşünmüş olmanın coşkusuna kapılıp 'ben de bunu yazayım' diyen biri var. 'Şiir'in tamamı:
Bazen kuşlar ölür; elektrik kesilir. Bir çocuğun doğması Her Şeyin durduğu sessizlikte Coşkunun sonucu bu, hiç yani. Ya da şöyle demeliyim: bu metindeki anlamsal ve biçimsel derinliği fark edemedim. Hele 'Her'in iki 'dize' arasına alınışındaki derinlik… sanırım saatlerce düşünsem anlayamam. Sayfa 25, peer2peer/ Davut Yücel Davut Yücel'in bu şiiri iki parça olarak değerlendirilmeli. Birinci parça sadece ikinci parçanın önünü doldurmak amacıyla yazılmış gibi; tıkanık, aynı sözcük gruplarının tekrarı ile gereksiz kalabalıklaştırılmış bir parça. ''...ofisten, avmden, kafeden,/sinemadan, restorandan, otobüsten, metrodan, arabadan, bazı arkadaşların evinden, uçaktan, feribotan, avize satan/ bir dükkandan, fotoğrafçıdan, marketen, oyuncakçıdan,/
anaokuldan, ilkokuldan, ortaokuldan, liseden, üniversiteden'' böyle devam ediyor birinci parça. Bunların hepsi bir iki dizeyle ifade edilebilirdi, ama Yücel arındırmak yerine gereksiz kalabalığı tercih etmiş. İkinci parçaysa Yücel'in şairliğinin belirdiği bölüm; arındırılmış, imge yüklü ve dize dizimi birinci parçanın aksine şiirin gereğince yapılmış, tek başına şiir olabilecek bir parça.''güzel yerlere götüren insanı acı bir hastalıktır ayak/ koleksiyoncudur ben zaten tuvalete çıkartıp bir nefes aldırırım/ yani ona oymuş gibi çirkin o da bir ayak görmezden geldiğimiz/ zamanlar yaşsız acısız hayvanları izlemekle yetiniyoruz.'' Bu sıkı dizelerin birinci parçayla aynı şiirde olması bu şiirin özensiz yazıldığının göstergesidir. Sayfa 34'de Necmi Zeka'ın dört kısa şiiri Nizar Kabbani'nin ''Şiir özün özüdür.'' tanımını akla getiren büyük şiirler Necmi Zeka'nın şiirleri. Çözümleyen, düşünceye sevk eden, insan olmanın her tarafını deşen, yüksek zekadan neşet eden şiirler. Şiir olmanın hiçbir gerekliliği ıskalanmamış. Bir şiirden beklenmesi gereken her şeyi bu şiirlerde bulabiliyoruz.
''1.görüntü vermek: en popüler çocuğu okulun/ anlamıyorum gırla gidiyor- konuşkan giysiler içinde'' ''2.tenasüplü dümen suyu/ hoşbeş kardeşliği bol boncuklu'' ''3. tıkanan meseleler yasaklanmadı mı/ kalıyoruz yıkım güvenliğine kala kala'' Bu dizeler harikulade bir dil yetkinliği ve hali, sahih kıvrımlarıyla işaret edişle büyük bir şiiri /şiirleri sürdürüyor. Sayfa 49/ ben de seni havlıyorum/ Ömer Faruk Abacı Ah Muhsin Ünlü taklidi ya da hafifeterek söyleyeyim: yüksek etkiden dolayı bir çoğaltmadan öteye gidememiş, kendini bulamamış bir şiir.
''ilk kez o gün bir kediyi parçalar gibi/ ziyadesiyle uzak bir hav dedin bana'' ''her kasap sabahtan kemikler çaldık/ ve çaldık ölümler gömmeye'' ''ve elimde göğüslerini gösteren o ihanet'' ''ilk kez o gün bir köpeğe miyavlar gibi/ ziyadesiyle alçak bir hav dedin/ oysa insan uluyordum'' Taklit ya da çoğaltma da olsa yetenek izleri taşıyan dizeler bunlar. Arabacı, yeteneğinin üstüne sıkı okuma koyarsa şiirle 'irtibat'ını artırabilir. Sayfa 59/ işte geldik (xv) bu odaya bir enis gerek (v.2)/ Enis Akın
Enis Akın eleştirmenliğini şairliğinin üzerine çıkaran, şiirinin üzerini eleştirisiyle kapatan bir şair; bunu bu sayıda yer alan şiirini ve yazısını kıyaslayarak da anlayabiliriz. Şiirinde 'iyi ve yeni' bir şeye rastlanmıyor, yalın kelimeler ve uzak anlam ilgileri ile şiir edilmeye çalışılmış bir yoğunluktan fazlasını bulamıyoruz. Belli belirsiz, yerli yersiz öznesinden çıkıp geri gelen ve dar anlatım olanağı olan bir şiir. Halbuki şiir sanatı anlamın, anlatımın olanaklarını alt üst eden, yeniden yaratan bir sanatır. Eleştirmen Enis Akın şair Enis Akın'ı şiirden çekip almıştır. Kendini yeniden şiire getirir mi, getirmez mi? Kendisine bırakıyoruz. Sayfa 57/şey divanı/ Ahmet Keskinkılıç İlgisiz, biriken parçalardan/ dizemsilerden şiir yapılmaya çalışılmış bir metin şey divanı. Ahmet Keskinkılıç neredeyse her şiirinde basit sözcük numaralarına ve ses oyunlarına başvuruyor. Bu şiir de en başında, isminde basit bir iliştirmeyle ilgi çekici kılınmaya çalışılmış, ama şey’i ve divan’ı birbirine iliştirmek metnini sıradan bir metin olmaktan çıkarıp şiir yapmıyor. Bunun yanı sıra anlamsız bir şekilde sözcük vurgulama, söz uzatma gibi çok geride kalmış tutumları da var Keskinkılıç'ın. şey divanı, sadece 'şey' sözcüğü sayesinde kendine başarısız bir serilme imkanı bulabilmiş. Tembel bir şiir deyip bu bahsi geçiyorum. Sayfa 90/köprüyü çıkınca geceleri/ Öztekin Düzgün Öztekin Düzgün’ün şiiri anlatıya kaptırılmış bir şiir. Yazmaya çalıştığı metin bir duyarlığın sonucu ve yer yer şiiri izleri taşıyor. Şiirde anlatı, sadece şiirin kendiliğini aşmayacak şekilde makul olabilir. Bunun dışındakiler şiir olmak maksadıyla yazılmış olsalar da şiir değil başka şeylerdir.
‘’Geceleri araba sürmeyi seviyorum, sarı asfalt bomboş’’ dizesiyle başlıyor metin, yazanın kendisiyle. Böyle başlayan bir metnin ne olacağına karar verilememiştir. Düzgün, bir yerde bireysel olmaya çalışıyor, bir yerde politik ya da kendinden başlayıp kendisiyle şehri, insanı, tarihi vb. şeyleri bir etmeye çalışıyor. Elbete şiirde bu olabilir ama bir uyum bir uygunluk sağlayıp sonuca varmak gerekir. Düzgün’ün metninde bahsetiğim şeyi bulamıyor, sadece başarısız bir çabanın sonucunu görüyoruz. Sayfa 98/ bir enerji dönüşümü yolculuğu/ Alper Öz Şiir olamayan, alt metinden uzaklaşıl(a)mayan, dilin kullanılamadığı, gelişigüzel yazılmış bir metin. Bir şiir ne kadar vasat başlayabilirse o kadar vasat başlıyor ve devam ediyor Öz'ün şiiri. Baştaki dizeler ''Her fiil, her fail, her meful bir cümlede olamaz,/ Aruz kusru değil, içe
sinmez./ Her fiil her mekanla da olmaz,'' dizeden çok vecize gibi yazılmış, devamındaki dizelerse okununca hiçbir şey duyumsatmayan çok düşük dizeler. Metnin hiçbir yerinde şiir olmaya dair bir ize rastlanılmıyor. Alper Öz, bu metnini derleyip toparlayabilirse nitelikli bir düz yazı çıkabilir diye düşünüyorum. Sayfa 99/ kısa sürklase/ Çoşkan Tugay Göksu Göksu’nun şiiri iki parçaya ayırabileceğimiz bir şiir. Birinci parça göndermeler, düşük kelime oyunları, alaya almalar ve birkaç şair sesiyle –İsmet Özel, Ece Ayhan, Metin Eloğlu- gelişigüzel oluşturulmuş bir parça. İkinci parçaysa başta duyarlığının sonra yeteneğinin belirdiği güçlü bir parça. Göksu’un şiiri, birinci parçadaki gereksizliklere ve yeterince çalışılmamış olmasına rağmen toplamda dergideki diğer şiirlere göre gayet nitelikli bir şiir. Sayfa 100/ nevali çori/ İnanç Avadit Avadit'in şiiri, güncel şiirin bütün araç, tema ve üslubunun epik-lirik bir ses ile en vasat şekilde bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş, kendi olamamış, toplama bir şiir. Bu şiirin yüzlerce örneği başkaları tarafından yazılmış olmasına rağmen Avadit tekrar etmekten kaçınmamış. Şiirin neredeyse bütününe klişe ifadeler hakim ve dizelerin çoğu birbirinden kopuk. Şimdi söylediğim şeylere şiirden örnekler verip kendimi daha fazla sıkmadan Avadit'in şiirinden uzaklaşacağım.
''Sonu aynı yere çıkıyorsa şehri ve insanı planlamanın'' ''Sarmaşıklar değil de borular kaplıyorsa dünyayı'' ''Kum taneleri kadar uzak kaldık birbirimize/ İçimizde kurudu nehirler/ Ormanlar biz varken de yandı/ Biz varken de yaşanmaz oldu şehirler/ Umut, biz yaşarken de biti'' ''Kalbin bitiği yerde şehir başlıyor ve onun göz kamaştıran ışıkları'' ''Hatırla, hiç durmadan hatırla:/ Bir çocukluğu vardı insanın'' Natama 17'yi okurken ve bu yazıyı yazarken çok sıkıldığımı söylemeliyim. Şiir seçimlerini şiirler üzerinden değil, düz yazılar üzerinden yapacağını bildiren bu derginin ürünlerini networkçü olmayan, eserin niteliğine bakıp değerlendiren herkesin benim gibi sıkılacağını düşünüyorum. Natama'nın bundan sonra yayımlayacağı şiirleri seçerken şiirlerin ‘kendilerini’ değerlendirmesini ve beklenen nitelikte eserler yayımlamasını umuyorum.
Söyleşi: Ufuk Akbal (II. Bölüm) Söyleşenler: Halid Metin, Abilmuhsin Özsönmez, İsmayil Sakin
H.M: Uzun bir ara var röportajın ilk kısmı ile burası arasında. Bu uzun aranın öncesinde tasarladığımızdan tamamen farklı bir şekilde devam etirelim istiyorum. Çünkü bunun salınıvereceği dolaşımda ne fark eder ki? Şöyle denir: “Kaldığımız yerden devam edelim.” Olanaklı mıdır bu? Doğrudur, neredeyse yarım yıl olacak.. Kaldığımız yer sahi neresiydi, mümkün mü kaldığımız yerden sürdürmek. Sanırım, değil. O günden bugüne bazıları direkt bazıları dolaylı birçok cevap aldık söyleşiye. Ancak, sanırım hiçbiri kaldığımızı yeri kerterizleyecek nitelikte ve şu "ne fark eder ki?" serzenişini yersiz çıkaracak kuvvete değildi.
H.M: Evet, öyleyse biz saçılmaya devam edelim. Kitabın hakkında bir soruyla başlayarak: Şiirinin öznesi tüm dünyaya (mesela Timbuktu’dan Beylerbeyi’ne) ve tüm zamanlara (16 yaşında olduğun 1968’den “çağ içre çağ”lara) yayılarak var olan ve dolayısıyla aslında olmayan, gerçek olamayacak bir özne diyebilir miyiz? Bu özne meselesine kafa yorduğun ve ara sıra kullandığın için soruyorum. Hem böyle bir kuşatım arzusu hem de nazenin minörite, nasıl olabilir bir arada? Eksi 16 yaş buluşunun senin tarafından takdir görmesi mutluluk verici. Elbete, böyle yayılarak var olan ve speküle edersek - aslında var olmayan, var olması arzu edilen diyelim, bir muhayyel öznenin merkezi gücünden ve ilham vericiliğinden söz edebiliriz. Fizik mekan ve var olunan zamanla sınırlı tutulamayacak - ondan daha ötesini talep eden, tarihteki minör akrabalarının geçtiği yolları, benzer bir anda hissetiklerini kollayan, sürekli çapraz referanslarla kendine nefes almak için yer açan; kendinden onlara, akran ve akrabalarına binlerce patika kurmak isteyen bir özne. Tam da bu öznenin nefes alabileceği yer aslında, bu kuşatım arzusu (Hegelci bir tınısı yok) ile nazenin minöritenin bir aradalığı, hata içiçeliğininin oluşturduğu uzay diyebilirim. Ancak, böyle kavrananların, ilham olunanlarla akledilenlerin ancak bu şekilde kaynaşabildiği bir uzay.
H.M: Peki bu theoria canavarı praxis’te nasıl aksedebilir? Muhayyel özne -sizin sevdiğiniz tabirle- katıdomuz hayata makes bulur mu? Ya da bu hayalperest şehrin ortasında nasıl nefes alır verir? Şiirimiz hayvan ve hödükler ile de dolu biliyorsunuz. Ya da onların soracağı gibi soralım mı; Var mı yaşamak için bir çözümün babam? Beni neden böyle bir hayli cüsseli ve "çağ içre çağ" sorularla baş başa koyuyorsun. Ayrıca, Sağcılık'ta da, burada ve birkaç söyleşide de söylemiştim, var ise bir çözümüm kendime kadar. Bencilce bulunmasın bu. Kendime kadardan kastım, bir teorinin ayracına
alınamaz manasında söylüyorum. Diğer bir deyişle, böyle bir çözüm için başkalarına kefalet sunamam. Dedim ya, özne muhayyel. Bir başkasının öznesine yönelik antienfamatuar etki üretebilirse, "hoş sada" bırakabilirse kâr sayarız. Bu da bazen bana kadar olan bir nefese çıkıyor, fazlasına değil. Dolayısıyla, hayvan ve hödüklerin istediği cevaplardan, bu kalıp ustaları ve onların tornalarından cam işçisi Alpagut ağabey'in de buyurduğu üzre; "Cesaret ! Kaçalım…"
H.M: Bu sorularla seni baş başa koyma sebebim şiirinin kaldırabileceğini hissetirdiği sıklet ve yaratığın dil ve evrenin içimize saldığı ümit. Neden kitaplar okuruz? Bence her günün hayatında ne edip ne etmeyeceğimiz sorusuna bir cevap bulabilmek için. Böyle olunca biz ötekilerden ötekiler de bizden hoş bir sadadan fazlasını beklemekte sanki. Peki, kaçalım ama nereye? Bu söylediklerinden büyük mutluluk duydum, duyuyorum. Elbete, sadece kendini çevreleyen, kaleme alanını mesul kılan bir şiirim var demiyorum. Ya da böyle olsun istemiyorum. Aynı hissiyatı geçirebildiğim, böyle bir minör imkanı şiirlerim sayesinde iletebildiğim herkesi şiirin/şiirimin başarı hanesine- belki bu da delice bir laftır, ne demek başarı, yazarım. Söylemek istediğim bu sadece minör bir imkan. Buradan hareketle, şiirlerimin etki alanının ne olduğunu ölçebilmem ya da ne olması gerektiğine dair nutuk atabilmem bana biraz zor geliyor. Belki bu söylediklerim seni hayal kırıklığına uğratıyor. Belki daha çok şey vehmediyorsun bana. Her halükarda sana bu cümleleri kurdurtabiliyorsa, şiirimin meramı yerini bulmuştur. Yine de bir adım dahası, daha büyük sorumluluklar demek. O durumda, Halid’e şunu sorabilirim? Sen ne görüyorsun; seni ne umutlandırıyor, benim şiirlerimde?
H.M: Ben bu ses yakalanamaz devirde ele geçirdiğin ses ve önceki soruda işaret etiğim yayılım/imkan ile şiirinin şiirliği ile ilgili tartışmaların ötesine rahatlıkla ve dikkatini çekerim – bazı saldırgan ve hazımsız tipler hariç, bir konsensüsle vardığını görüyorum. Bu büyük bir şey bana kalırsa. İ.S: Halid Metin'in bıraktığı yerden ama biraz daha yere yakın kalarak kitabın hakkında daha etrafıca konuşalım isterim. Şiirinin belki temel ereğinin, artık moto halini almış olan "gündelik hayatın estetizasyonu" terkibinde dile geldiğini biliyoruz. İlk kitaptan ikinci kitaba uzanan süreçte, estetize etmeye çalıştığın bu gündelik hayatın; çerçevesi, genişliği, bileşeni olan kişiler bakımından bir dönüşüm geçirdiği aşikar. Halid'in ‘’şeylerle’’ münasebetine dair yüksek soruşturmasını da akılda tutarak şunu sorayım: yükün ne kadar ağırlaştı? Şöyle diyebiliriz. Kesinlikle çok daha ağır yüküm. Kızımdan ötürü. Hem gaile artı hem sorumluluk. Bu insanın zihninde inşa etiği bir bariyer midir? Sanmıyorum. Kodlarda olan, oraya yüklenen bir şey. Bu yüzden, hem kendi dünyam hem dünyamı çevreleyen dünya.. her geçen gün daha da ağırlığını hissetiriyor. Tahmin ediyorum ki, hepimiz için
böyle. Ama şunu da hatırlatmakta fayda olabilir. İlk kitapta olup, bu kitapta olmayan ve yükü seyrelten bir şey vardı. O da ironiydi. Bu yanıyla ikinci kitabın, bildiğimiz anlamda yükü hafifeten o ironiden daha az içerdiğini söyleyebiliriz. Yük ağırlaştıkça, yeni baş etme stratejileri de ekleniyor kataloğa. Bu anlamda hakkını yemeyelim.
İ.S: Muhakkak. İkinci kitapta tutulan yeni yollara ayrıca eğilmeden, önceki soruya şu eki yapmak zorundayım: kitaba adını veren şiiri bu yeni hayatınıza yönelik dip bir tepki olarak okumak mümkün mü? Yani bu şiir Ufuk Akbal’ın, yaşamının bu episoduna bilinçdışı bir kök-cevabıdır desek şansımızı çok mu zorlamış oluruz ya da bu soru Ufuk Akbal’ın yükünü mü katmerler? Ormanları Hayvanlardan.. birçok spekülasyona açık bir başlık.. Ahh.. Yükümü mü katmerler acaba? Dilin azizliğine mi uğradım o başlığı koyarken? Bu soruları kendi kendime hiç sormamıştım. Öncelikle, teşekkür ederim. Neden olmasın. Bunu bir şans zorlama olarak görmüyorum. Bazı "hatırlatıcılar" icra sahibinin de yeni bir farkındalığa kavuşmasını sağlıyor. Ortaya çıkan şey hakkında, yorum ya da aşırı-yorum olsun, hiçbir zaman "ben de bunu yaptım, yenisine bakarım" diyip çekip gidemiyorum. Bir hayli gıdıklamış oldunuz beni. Ama bu muhakemenin sonunda yüküm katmerlenecek mi, işte onu bilmiyorum.. Sanırım, çetin bir işaret oldu.
İ.S: O zaman biraz daha gıdıklayayım. Kitabına isim seçerken "ormanları hayvanlardan" ile "seramik atelyesi, karanfilköy" arasında kaldığını biliyorum. İkinci ismin kaynağı olan şiire biraz bakalım isterim. İlk kitapta çokça başvurulan ironinin bu kitapta yerini bıraktığı temel "numara"nın, yaşamı Ufuk Akbal’dan çok başka sürdüren bir personanın (Halid’in değindiği muhayyel öznenin) "maceraları"nı öne sürmek olduğuna dair bir kanaatim var. Karanfilköy, bu (Alpagut ağabeyden ilhamla söylersek) kaçak personanın ağırlığını çok duyurduğu şiirlerden. Bu yoruma ne dersin? Şayet katılırsan şunu sorabilirim: bu iki şiir (o.h. ile s.a.k.) arasında kitaba yayılan ve hata isim kapma yarışına kadar varmış bir gerilimden söz etmek mümkün mü? Kesinlikle evet. Kesinlikle… Kitabın iki ucunu temsil ediyor, bu iki şiir. Benim gönlüm son ana kadar Seramik Atelyesi'ndeydi (evet, atelye - bazı rağfiklerimizin sanısının ve "dilsel hizaya getirme çabalarının" aksine). Ormanları daha ticari bir isim değil, o da bir hayli güzel ve şiirsel. Ancak, bugünkü halet-i ruhiyemle basıyor olsam Seramik Atelyesi, Karanfilköy koyardım kitabın adını. Orası benim adam, çünkü. Evet, çoğu zaman az önce bahsetiğim gaileden başımı kaldırıp kendime açmak istediğim arka bahçem. Orada hususi misafirlerim; hususi müziklerim, hususi içkilerimle dolu bir dünyadayım. Ama, aslında orası bir yok-yer. Çünkü, başımı kaldırsam, gaile dinse bile, kendi Seramik Atelye'mi erteliyorum. Hem kusursuz dinginlik anlamında hem de bir "tekhne" olarak.
İ.S: Enfes. Gündelik hayatın estetizasyonundansa bir estet hayatı kuruyorsun ve ben bunu bir kaçış olarak kodlayıp bu iki şiir (o.h. ile s.a.k.) arasındaki gerilimi dövüşmek ile
kaçmak arasında bir gerilim olarak adlandıracağım. Ve timbuktuda bir koca sofrayı bu iki akışın buluşup karıştığı bir şiir olarak okuyacağım. Mümkün müdür? Bana teyit etirmeyiniz lütfen, ben de keyife izleyenlerden biriyim ve bitabi her şey mümkündür. 12'den mi vuruyorsunuz bilemiyorum ama isabet oranının hayli yüksek olduğunu tahmin ediyorum. Peki, ben size sorayım. Neden Timbuktu'ya böyle bir rol atfediyorsunuz?
İ.S: Şundan: kaçan şiirlerin kurgusal yönü ağır basıyor. İrili ufaklı öyküler yaşanıyor ki bu şiir bu bakımdan yüklü. Öte yandan, kaçan şiirlerde daha neşelisin, bahçeler sofralar bereketli, misafirlerin bol. Bu yönüyle bu şiir görece neşesiz, antik bir trajedinin sesi duyuluyor. Bu bakımdan daha dövüşgen. Bahçende gezerken rindanesin ve hata yer yer diyonisosçu. yazarken de öyle miydin? Bu şiirlerin üste belirlediğimiz spektrumun nerelerinde durdukları, yazılım süreçlerinin çetinliğine işaret ediyor mu? Basitçe sorarsam: karanfilköy zevkli ve daha az çetin, ormanları hayvanlardan ise daha sancılı ve yorucu süreçlerde mi yazıldı? İçinde bulunduğun halleri değil bizzat yazım süreçlerinin niteliğini merak ediyorum. Timbuktu kronolojik olarak dosyanın son şiiri. Hata dosya bitikten sonra yazıldı. Orada görkemli ve mülhem imgelerden ziyade, biraz daha harita metod var, kusursuzluk kaygısı var. Bu anlamda haklısın. Dionizyak gibi görünen, belki öyle olmaya yeltenen ama aslında öyle olmayan/olamayan bir şiir. Harita metod değil, hata harita. Bir dünya haritasına bakarak bu antik kente nasıl gidilir ve nasıl gidersem komik durmayız okuyucunun gözünde, onu dahi düşündüm. Seramik ise tam anlamıyla Dionizyak bir şiir. Doğrudur, Seramik'i yazarken -tam anlamıyla şiir yazıcısı için bir esrimeye inanmasam da, esridiğim/esrimenin imkanlarına yaslandığım bir şiirdi. Çevresel imkanlar açısından da (müzik - bilhassa 60'lar rock, Byrds, Yardbirds, Vanilla Fudge, Doors, Zombies, Turtles, Santana vb.; mebzul miktarda müskirat kullanımı, nadiren kullandığım bazı müskiratın kullanımına heves vb.) bunu tasdik edebilirim. Dolayısıyla, zevkperest ve daha az çetin. Ormanları ise belki kitabın kapak şiiri olduğu için, kusursuzluğuna uğraştığım dolayısıyla, işlerin çetinleştiği; üstünde defaten düşündüğüm, defaten değiştirdiğim bir şiir. Seramik - ya da senin kısaltman daha güzel Karanfilköy ise tam tersi değerleri temsil ediyor. Karanfilköy'e gelirsek bir kez daha.. Yıllar önce askerden ilk geldiğimde Beşiktaş'ta emlakçılık yaptığım bir dönem vardı. "Hepimiz emlakçıydık, Beşiktaş'ta" diyordum, Sağcılık'ta. Öyle yaz akşamlarından birinde, Karanfilköy'de bir bahçe katını gezerken ya da potansiyel alıcılara gezdirirken içinden geçtiğim ruh halinden şiirin yazıldığı tarihe ve bugüne uzanan bir hat kurulmuştu. Ezcümle, kitaptaki üç kerteriz şiir olarak sayabiliriz bunları. Çok da hoş olur, böyle algılamak.
İ.S: Çevresel imkanlardan söz etin. Buna gelmek istiyordum. İyi etin. Çevresel imkanlar, dilde kazandığın kıvraklık, şiiri kurarken takındığın rindane tavır… Kaçak şiirlerin, okuru şiddetle kendine çekiyor. Çok davetkarlar ve görece az emek talep ediyorlar. Bunu bir
sakınca olarak görüyor musun? Bir de şu var: bu şiirler için Ufuk Akbal’ın alameti farikaları demek mümkün ve eminim ki bu şiirlerden yazmayı (kaçınılmaz olarak) sürdüreceksin. Mazotunun tükenmesinden korkuyor musun? Okurunun bir gün bu sofralardan sıkılabileceği ihtimali aklına geliyor mu? Benim için her dosyanın son buluşuyla bir şiir evresi kapanmış oluyor. Ormanları kapatıktan sonra bir dize bile yazmadım/yazamadım. Yanı sıra, yeni bir dosyayı yeni bir deney olarak algılıyorum, asla bir devam olarak değil. Ancak haklısın, bu ve benzeri şiirler, bir şekilde benim poetikam içerisinde var olmayı sürdürecekler. Gücü, sizin takdir etiğiniz şekliyle, kolay tüketilebilirliği, içine çekebilirliği okuru, benim açımdan da daha kolay intibak edilebilir bir performans yaratıyor. Dolayısıyla, bu şiirler tükenirse ne olur diye bir endişem yok. Aksine, bu şiirlerin tükendiği durumda, ne yazabilirim'in arayışındayım. Bir de, tabi ilk dizenin ilhamla gelmesine inanan biri olarak da, böyle bir endişeye kapılmış değilim. Okurun sıkılma hakkı hep var, bunu gözetiyorum. Ancak, dediğim gibi bunu yöneten, en başta kendi sıkılma hakkım. Kendim sıkıldığım bir şeyi başta, okura ben sunmam. Şu anda da eski deneylerimden sıkılmış gözüküyorum.
İ.S: Kaçak şiirleri ilk kitabına yakın konumlandırırsak dövüşgen şiirleri (spektrumda o.h.’a yakın duranları) bu arayışın neticesi olarak görmek durumundayım. Form bakımından da yeni yollara girdiğin şiirler bunlar. Hemen göze çarpan yenilikler şiirlerin hacimleri ve dize uzunlukları. Bahçe dışına çıkmanın güçlüklerinden mi kaynaklandı bu seçimler yoksa dert mi söyleti? Bir de yeri gelmişken: genel olarak bir şiirin uzunluğu müsbet ya da menfi bir şey ifade eder mi senin için? Metraj benim için önem arz etmiyor. Ancak, metraj şu fikri verebilir; harita metodun daha fazla devreye girdiği bir soluk süresi. Dolayısıyla, orada "inşa" açısından daha çok bir debelenme halinden bahsedebiliriz. Yani dert ile metraj arasında bir ilişki olduğunu düşünmüyorum.
İ.S: Ormanları hayvanlardan'a yatık şiirlere geçeceğim ancak fırsat varken sorayım hemen. Bu "debelenme" süreçleri nasıl yürüyor? Yani Ufuk Akbal’ın şiir çalışmalarının kaba hatları neler? Karanfilköy gibi şiirler kolay dökülürken "diğer" şiirler nasıl yazılıyor; biraz anlatır mısın? Bir de ilk dizenin ilham edilişinden söz etin. bize Bu tip bir iki tecrübeni aktarman mümkün mü? Gündelik hayatın içerisinden bir iki güçlü imaj iner ve hızla dizeleşir. Sonra ilişikli olarak başka kuvvetli dizeler gelir. Bunlar ilk anda birbirleri ile ardışık diyebileceğimiz dizeler değildir. Bu süreç tamamlandığında, mülhem olan durulduğunda, ortadaki "yığını" dikmek işi kalır. Burada harita metod devreye girer. Müzik, o esnada okunan ya da daha önce okunmuş kitaplardan güçlü alıntılar, gündelik hayatın imajları, evvelki kırıklıklar, coşkular.. ve konu iyiden iyiye bir bütünlük kazandığında ise artık estetizasyon /rafinasyon ve engellenemez bir kusursuzlaştırma girişimi. Kusursuz asla değil ama bu
yönde bir girişim. Tabi bu konuştuklarım bu yöndeki şiirler için. Örnek olarak İbadullah ve Patronaj’ın yazım serüvenleri böyle gelişti. Diğer yandan, Karanfilköy gibi şiirlerin görece daha kolay dökülmesi, onlarda sürecin buna benzer işlemediği kanısı uyandırmasın. Sadece motifer, hareketler ve ardışıklık ilişkisi aynı değil. Ya da bir yerde kusursuzluk arayışı bitiyor, o dionizyak iklimin gücü maksimine varmış oluyor. Ya da, yine en azından bana öyle geliyor.
İ.S: Yaptığım(ız) ayrımın şiir içeriğine bakan tarafarını biraz da ibadullah ve patronaj şiirleri dolayında kovalayalım istiyorum. Öncelikle ibadullah! İnsanın "çakıldığı" yerde, tüm çarpışmaların kaçınılmaz olarak çiftlerin çelikten çarşafarının altına rücu etiğini mi söylüyorsun? Bu da boyutlardan biri evet. Bizler ortasına atılıverdiğimiz/fırlatılıverdiğimiz/ çakıldığımız/ çakılakaldığımız şu yerde, ebedi ya da kısmi bir partnerlik müessesesinin kapısından adımımızı da atmış oluyoruz. Kavuşmak ve kavuşamamak spekülasyonunun ötesinde bir şey bu dediğim. Bu bir çarpışma olarak tarif edilebilir. Çok şiddetli ya da ağır çekim. Ve akabinde bir yeni evren icadı. Allah'ın sadece iki kuluna yer olan. Dolayısıyla, bir zaman sonra kendi yaratıcılarını, kendi kaidelerini esneten bir durumdan/bundan sonraki tüm tanımların bu motiften esinlenerek oluşturulacağı bir nizamdan bahsediyorum.
İ.S: Bunların yanında bir de herkes kendi olric'ini keşfediyor memleketimizde. Bir berkitilmiş söz ''bereketi'' yaşıyoruz. Karanfilköy'e biraz da bundan mı kaçıyor ufuk akbal? İnsan kendi şiirinde dahiyane buluşlar arar mı? Bence, insan kendi şiirine dahiyane ya da rindane ya da dionizyak ama ille de buluşlar katmak ister. Bu Olric meselesi de böyle, aslında. Memlekete son 5 yılda herkes kendi gardolabını, devlet - millet el ele açtı/ açıyor. Diğer yandan, herkes kendi Olric'ini ama aslında başkalarının keşfetiği Olric'e bakarak ve kendi Olric'i için hiza alarak, keşfediyor. Twiter bunun zirvesi. Ama ne yazık, herkesin Olric'i aslında birbirine benziyor. Belki Oğuz Atay'ın da dediği buydu. Buradan da "berkitilmiş" bir söz yığınından gayrısı çıkar mı ki, çıkmıyor? Az zekice bulduğumuzu da hızla dolaşıma sokmalıyız ki, aksi türlü rahat edemeyiz. İşte, tam da işaret etiğin gibi, Olric'ler yığınına karşı, Karanfilköy bir anti-tezin temsili oluyor bende. Oraya kaçıyor muyum, işte bundan emin değilim. Oraya kaçmak istiyorum, bazen kendimden bile kaçırıyorum ama orayı.
İ.S: Patronaja gelelim. Hatıra kazıları şiirinde çok yer buluyor. Patronaj'da da pek çok sahne sunuyorsun bize. Bu hatıra ''klipleri'' nasıl diziliyorlar böyle ardı sıra? Ve bu hatıralar ne kadar sahih, ne kadarı karanfilköycül inşa? Ben en azından küçükçekmecede enfiye çekmediğimizi biliyorum. yoksa çektik mi?
Hatıra kazısı/ hatıra arkeolojisi çok yerinde bir tabir. Evet, çok belirleyici bir unsur hatıralar. "Yegane tarihin, kişisel tarih olduğu" bir anlayışa yaslanmak, biraz Benjamincilik, biraz Proust ve Tanpınar. Yengeç burcu sinematografisi. Bir makro hikayeyi bana başarıyla, vukufiyetle anlatıramayacak olan, sürekli içeriye sızacak olan şey bu. Bunun mekaniğini anlatmakta güçlük yaşayabilirim. Baştaki sorunuza verdiğim cevaba dönmek lazım, belki de. Bir şiirin yazım sürecini anlatırken, "gündelik hayatın içerisinden bir iki güçlü imaj iner ve hızla dizeleşir. Sonra ilişikli olarak başka kuvvetli dizeler gelir. Bunlar ilk anda birbirleri ile ardışık diyebileceğimiz dizeler değildir. Bu süreç tamamlandığında, mülhem olan durulduğunda, ortadaki "yığını" dikmek işi kalır. Burada harita metod devreye girer. Müzik, o esnada okunan ya da daha önce okunmuş kitaplardan güçlü alıntılar, gündelik hayatın imajları, evvelki kırıklıklar, coşkular.. " demiştim. İşte burada hatıraları eklemek gerekiyor. Majör, hata eski bir rağfikle çok sevdiğimiz bir kavrama başvurursak, "grand majör" olarak.. Bu hatıralarda sahihlik de tıpkı bu süreç gibidir. İlham sahih olandan başlar, Karanfilköycül olana doğru gider.. En sonunda "ikimize güzel bir mintan diktirdiğimizde", dikilen şey ikimize de tanıdık gelecektir. Belki rengi, belki bezi, belki kokusu.. Enfiye çekmek meselesi bunun nazik bir örneği. İkimiz birden fazla Küçükçekmece kıyısındaki kahvelerde buluştuk. Çay, kahve, tütün içtik. Ama tarihten bir uzak akraba imge ile buluşturulmaya müsait anlardı bunlar. Gel gör ki, şiir vücuda geldiğinde çoktan enfiye çekiyor olmuştuk.
İ.S: Şiirin son bölümüne bakalım biraz da; bebek ekonomisine! İlk ve son kıtalar çok duru ve çarpıcı. Eski şiir soruşturmalarında kullanılan bir ''ozan'' tabiri var. Bana hep yaz meltemlerini ve denizi çağrıştırır. Senin bu duruluğu tedris etiğin bir yer var mı? Mekanlar ve şairler? Bir de kız babası olmak daha mı yakışır şaire? Hikmetinden sual etmiyoruz ama ben de hep böyle tahayyül etmiş ve kendime yakıştırmışımdır. Siz, sevgili şairim için de niyazım o'dur. Ne mutlu bana bu dize size bir ozanın dilinden döküldüğü hissiyatını iletebildiyse. Geç ayırdına vardığım ve "hat üzre kalmak" istediğim yer, sadelik. Sadece kelime ekonomisi ya da şiir mekaniği açısından değil, hayatın her alanında. Daha nasıl sadeleşebiliriz sorusunun peşinde giderek ve bagajdan daha neler atabileceğimizin/ nelerimize kıyabileceğimizin tartısını yaparak. Şiirlerim, hasbelkader bunu hissetirebildiyse, mutlu olurum. Arzu'nun da en sevdiği şiir, bu. Benimse belki en iyi bulduğum değil ama her okuduğumda en çok hislendiğim şiir, kesinlikle bu. Çevremdeki tüm anne-babaların içlerini titreti, burunlarını sızlatı. Şairlere gelirsek, bu duruluk, yaz akşamları, meltem ve daha birçok imgeyi dizebileceğimiz yere, elbet de, İlhan Berk'i başa yazmalı. Sina Akyol, Alova, Güven Turan'ın "Karanlık Gezinti" şiiri; "Gidelim yeniden yaşamaya başlayınca/ Deniz yeniden yaşamaya başlayınca kıyılarda/ kıyıda bağlanınca sis düdüklerine, sis..". Enis Batur'un "Ortak Bir Işık Şiiri".. Samih Rifat'ın önce "Ada"sı, sonra Herakleitos çevirileri.. Seferis'in şiirleri.. O koca umman Levent Yılmaz'ın "Afrika"sı.. Cevat Çapan.. Hissediyorum, bazıları bıyık altından
gülüyor ama vaziyetim bu. Osman Konuk benim şiirim için "Soğuk-İskandinavik" demişti, meâlen. Bense hep Egeli ve sıcak bir şiiri okudum, sevdim.
İ.S: Sadelik arayışıyla hatıra arkeolojisi ya da karanfilköycülük arasında bir gerilim mi bekliyor bizi ufukta? Dosya sonrası nekahetinde/rehavetinde olduğunu söyledin ancak şiirinin gidişatı için kafanda olası haritalar ve metodlar kurulmakta mı? Peki ya somut planlar; yeni bir yayın, kitapların yeni baskıları? İştahın nasıl? Gadamer’in meşhur kavramıyla söylersek, bilakis, "ufukların kaynaşmasını" yani bu iki taraf arasında daimi ve karşılıklı bir konuşmanın sürüp gitmesini bekleyiniz, diyebilirim. İlhamın rolünü ama ilhama da bir ön hazırlık olduğunu teslim edersek eğer, şu an kuluçka aşamasında olduğunu söyleyebilirim, şiirimin. Daha da sade, belki rahatsız edici derecede sade bir şiir olabilir. Ancak, bazen eleştiri düzeyine varan "kültürcü" ya da bu söyleşide de dile getirdiğimiz zahmet isteyen damarı bırakabilir miyim, emin değilim. Hissediyorum, kısa süre içerisinde kapımızı tıklatacaktır. Bu kast etiğim sadelik minvalinde elbete 2019'un ilk aylarında yeni bir şiir kitabı düşünüyorum. Diğer yandan, mevcut durumda DÇY'den hem "Ormanları Hayvanlardan"ın hem de "Sağcılık"ın 2. baskılarının çıkmasını bekliyoruz. İkisi bir tasarımsal bütünlüğe sahip olacaklar. Artık ikisine erişilemediği düşünüldüğünde de, özellikle hala talep edenleri görünce, okuyucuya da kolaylık olacaktır. Bir de, hep hayal etiğim 15 yıla yayılan blogdaki ve çeşitli dergilerdeki deneme- yazılardan en iyilerinin, yenilerinin de eklenmesiyle "kitaplaştırılması" projesi var. Bir Ferdi Özbeğen kitabı da tasarlıyoruz, bu vesileyle kitabın yoğun paydaşlarına duyurayım. Bunların çıkması, yeni projeyi de tetikleyecek, iştahımı artıracaktır. Ama şu an soruyorsan, yani Ramazan'ın 15’inci günü itibari ile, düşük enerjiden mütevellit, bunların hepsi birer uzak hayal. (yandan akış – ikinci diyalog)
A.Ö: Halid söyleşinin birinci kısmında iki kitabının arasındaki farka, poetik zaviyendeki gelişime/değişime, dünyayı, eşyayı, nasıl algıladığına, kitaplara, şiirin öznesi analitiğine (berisindeki mevziye ve onun beslenme alışkanlığına) odaklandı. Aklımızda pek karanlık bir yer kalmasa da belki izaha muhtaç yerler vardır belki söyleşiye gelen tepkilerle ilgili diyeceğin birkaç şey vardır diyerek söyleşinin bu kısmını birinci kısma yasladık. Söyleşinin birinci kısmına gelen tepkiler nasıl? Çünkü orada özellikle birçok isim zikredip şiiri bilinçli ya da bilinçsiz hadım etiklerini söyledin. Halid ilk kısımda biraz fazla Türkiye şiir gündemine saplandığımızı, ikinci kısımda sorularıyla şiirimi daha fazla kurcalamak istediğini belirtmişti. Sorduğu sorularla bunu başardı (k) mı? bilmiyorum. Diğer yandan, birinci kısma aldığım tepkinin birçoğunun müspet olduğunu görüyorum. Buna, gerçekten ne dediğini anlamakta zorlandığım, kendilerine fazla gömülmüş, bu nedenle etrafa ilişkinin dozajını kaçıran ve söyleşi
sonrası giriştikleri agresyon gösterisiyle, ilk söyleşideki argümanlarımızı doğrulamaktan öteye gitmeyen birkaç saldırgan arkadaşı ve söyleşideki akışı tartışmaya açmak için eski twitlerden kanıtlar sunan ve gerçekten ne demek istediklerini anlamadığım birkaç arkadaşı saymazsak, elbete. Bu arada bunlar oldu diye, hadım edicilerin bu vasfı değişmedi, elbete.
A.Ö: Neyse, bu faslı geçelim, gerçekten gereksiz, bomboş adamlar. Söyleşinin birinci kısmında benimle ilgili birkaç kısımla ilgili bir şeyler söyleyip sonra bir bağlamla şu şehir- taşra meselinin edebiyat ilintisine gelmek istiyorum. Ben dediğin gibi Beyoğlu’nun bir ruhu olduğunu düşünmüyorum. Aksine müzmin bir taşralı olarak Beyoğlu’nun taşranın o kaotik kısmına eklemlenen yerlerine bakınıyorum zaman zaman. Bu da aslında senin, şehrin kocaman bir taşraya döndüğü savını destekler. Sen dokunun daha çok fiziksel zaviyesiyle bir şeyler demişsin ama ben edebiyat mahfilinin şehir-taşra ya da işte merkez-merkez dışılık ayrımının cari durumuyla ilgili düşüncelerini merak ediyorum. Sence taşralılık bütün ülkeyi sardı mı? Bu ayrımın yeri sosyal medya denen şeyle sarsılmış mıdır dersin? Bizi bir sergiden mahrum eden şey de hologram teknolojisiyle yarın ortadan kalkacaksa ve her yer de taşralaşıyorsa yani? Taşra etkisi şüphe yok, bütün ülkeyi sarmış gözüküyor. Siyasi iktidarın bilinçli bir şekilde bayraktarlığını üstlendiği bir boyutu varsa işin, bir de bu kültürel dönüşümü yeterince yönetememe, yönetme meziyetinden zaten yoksun olma boyutundan kaynaklı bir taşralaşma da var. Twiter ise sandığımızın aksine bunun panzehiri değil, bilakis pekiştiricisi. Twiter, kocaman ve gün geçtikçe genişleyen bir taşra bana kalırsa. Her gün tedavüle sokulan malzemenin kumaşına, o malzemeyi alıp alıp parlatan kifayetsizlerin (her ideolojiden) bu tavırlarını enine boyuna ölçmeden caka satmasına, bir de hiç ne denli gülünç olduklarına bakmasızın kendi aralarında, "ana, baba, kral" vb. kerameti kendinden menkul network'ler kurmalarına bakılırsa, bu taşralaşma derinleşerek sürüyor. Sosyal medyayla ve orada az önce zikretiğim aktörlerle haşır neşir olma yoğunluğunuza bakarsak, belki cevabım sizi incitmiştir. Kusura bakmayınız.
A.Ö: İletişim ve bilgi belge paylaşım hızını da ekleyeceğime sadece sosyal medya demişim ama isabet oldu bu eksik ifade edişim zira şahsımıza bir zaviyenizin de detayını görmüş olduk. Efenim ona sizin netvörkümüze soktuğunuz tabirle melamilik diyelim şimdilik. Üstad özellikle mahfil içre ilişkileriniz nasıldır? Mesela biz biliyoruz ki hadımlıkla suçladığınız birçok isimle bir dönem ilişikte bulunmuşluğunuz kahveler içmişliğiniz, hoş e-postalaşmışlığınız var. Sizde de arkadaşlık ayrı edebiyat ayrı mıdır? Sizinle arefenin görülüp bayramın görülmeme olasılığı nedir? Eski Dostlar Mezarlığınızın durumu nedir yani? Birinci söyleşiye gelen tepkilerden biri şuydu: "ben çok iyi hatırlıyorum ki, o falanca kişiciyim" diye bağırmıştı. Böyle bir kriter olabilir mi sizce? Siz de beni bunla mı suçluyorsunuz? Doğru vardır, bugün kahve içtiğim sizi, yarın hadımcılıkla suçlayabilirim.
Bu neden kişinin bir hadımcıya dönüşmesi üzerinden değil de, benim kahve içmem ya da bir zamanlar sevmiş olmam üzerinden görülen bir hesaba dönüşüyor, onu anlamıyorum.
A.Ö: Estağfurullah suçlamak yok. Sadece ayrım var mı yok mu diye merak etmiştim görünen o ki varmış. Kısacası melamiliğe edebiyata yer yok diyorsunuz, eyvallah. Olması gereken de budur galiba. Biz çatamadık bu simetriyi çoğu mağduriyetimiz de bu sebeptendir zaten. Şöyle derinleştireyim o halde. Ben kimseyi doğru simetriyi kurgulamamış olmakla asla suçlamadım, suçlayamam. Benim kastım daha ziyade, özellikle son yıllarda olgunlaşan, kirden pastan kaçma tavrıdır. Benim için bayat olan o figür sizin için hala canlı, sıcak ve davetkar ise buna benim diyebileceğim bir şey olamaz. Farz-ı misal, sizin için canlı, dinamik ve davetkar olan Çün, Nepal, Natama, Fin, Şerhh çevresinde kümelenmiş insanlar sizin için bu nevdendir, benim içinse değildir. Buna ne diyebiliriz ki..?
A.Ö: Saydıklarınızın etrafında o nevden atfetiğimiz cemaat bir hayli cılızlaşmıştır. Kirlenmek üzre ise ne desek romantik kaçacak. onun çün bu bahsin bence varacağı bir yer yok şimdilik. Galiba Halid’in dediği şu mahfilin acınılası durumu rehabilite edilmediği sürece bu aramızdakine benzer uçsuz diyaloglar sürer gider. Peki siz bu rehabilitasyonu gerekli görür müsünüz? Gerekli ise nereden başlanmalı? Şu eleştiri dediğimiz şeyin mi sırtına yüklenmeli yoksa daha minör vasıtaların mı? Enis Akın’ın Natama’nın yeni dönemi için dediği (ya da şart koştuğu) “her şair şiir yazısı yazmalı” (şiir yazısı yazmayanın şiiri yayımlanmayacak) düsturu için ne dersin? Bir eleştirmen ordusu tehlikesiyle karşı karşıya değil miyiz sence de? Rehabilitasyona gerek var, bence de. Kısa sürede gerçekleşmesi ise güç. Başlanacağı yer hakkında fikrim yok. Enis Akın'ın girişimi anlamlı gözüküyor ancak "şart koşma" durumu dediğin türden bir orduyu gündeme getirebilir. Hâli hazırda yokmuş gibi, Natama’da şiiri yayınlansın diye bir sürü empresyonist eleştirmenimiz olacaktır. Üzülerek söylemek gerekirse, bu politikanın devreye alındığı ilk sayıda benim edindiğim izlenim de biraz bu yönde oldu. Ha diyeceksiniz ki, sayın Akın bunu bir temrin süreci olarak görüyor olabilir. Biz okur olarak bunu istemeyebiliriz ama şu açıdan haklı, edebiyat dergileri bunun için var. Kendi içinde bir seleksiyona uğrayacaktır.