Tezgah Aralık '16

Page 1

aralık`16

TEZGÂH

Ufuk Akbal w Mahmut Nesip Basmacı w Mehmet Volkan Çakır w Cevher Kara w Enes Malikoğlu w Halid Metin w Abilmuhsin Özsönmez w İsmayil Sakin w Usame Söylemez w Arseny Tarkovsky w Arda Yasin Van


Grafik Tasarım Mehmet Volkan Çakır İletişim Twitter: @TezgahFanzin Facebook: facebook.com/tezgahfanzin Blog: tezgahfanzin.blogspot.com.tr Mail: tezgahfanzin@gmail.com


6

Patronaj Ufuk Akbal

15

Tromposit

16

Göl

19

Mecma-ül Bahreyn

21

Allahım Balkon Allahım Endülüs

23

“Halep Yanıyor Aleppo is burning”

Abilmuhsin Özsönmez

Cevher Kara

İsmayil Sakin

Arda Yasin Van

Enes Malikoğlu

27

Katharsisin Kalemin Bitmesiyle Bitmediği

30

Altlık Denemesi

32

İlk Buluşmalar

34

Jonklör

35

Ormanları Hayvanlardan

Usame Söylemez

Mahmut Nesip Basmacı

Arseny Tarkovsky – Çeviren: M.Volkan Çakır

Abilmuhsin Özsönmez

Ufuk Akbal


Murat Çelik’in taşrası, bitki örtüsü ve parselleri üzerine

38

İsmayil Sakin

Şairin zamanı, okuyucunun tâkati: Serdar Koçak’ın Kar Katması üzerine

49

Ufuk Akbal

Dört soru dört cevap Cevher Kara - Abilmuhsin Özsönmez

Rıdvan Gecü şiirleri sizi niçin sarsıyor ya da Türkçe Şiir’de vibratör sorunu Halid Metin

54 58



Ufuk Akbal

Patronaj

fanusun içerisinde saklanan tıp meleği "dizleri ve baldırları genç bir gelininkiler kadar yumuşaktı", [John Berger, Fotokopiler, s.15] abim bana bir şiir reçetesi yazdı "duymadım", "uygulamadım" abim küçüktü benden, küçüldü gömlek cebine bol reveranslı otlar doldurdu reçeteyi kazdı duymadım, uygulamadım bunun yerine, kalbimin üzerine zarları soyulmuş kalbimin üzerine dört yerden katlanmış kalbimin üzerine yattım, ağladım yorgan kafamda, iklim tek dört koldan bir duaya başladım aziz Allah çeşmeleri aç, yağmur yağsın reçetenin boyası kağıda aksın

6


beni en eski tarihlerden beri ziyaret eder durur bir garip tıp meleği bir hafıza oyununda ya da uykumda, italyan bayrağının renklerinin her biri dilimlenmiş pizzanın dört yanına düşmüş biz biri çimen kokusu ilkyazda yeni biçilmiş viyadüklerden şehirlere doğru yayılan dikiz aynasına vuran sarı güneşle birleşir ve beyaz entari, süt beyaz baldır iki yaşındayken beni yıkadıkları kırmızı leğen kandır bir fotoğrafın kılcallarında ölümsüz şimdi o üşüme ve yorganın altına çekilme yeni doğduğumda vaftiz etmediler sanki italyan bayrağının sol kolundan daha koyu ve daha yeşil bir baş dönmesi buna waldeinsamkeit diyorlarmış; ormanın ortasında yapayalnız kalmanın şaşırtıcı ve baş döndürücü melankolisinden ve akla ilk gelen trakl'dan ilham almadan sana bir kez daha sorsam bu akşamın kalp genişleticisi kim? bu soruyu yani abim onu benim için sakladı ödünç aldığı bir yer varmış, oraya iade edecekmiş "koca iade eden" koyacağız onun adını ben merdümgiriz sokaklara bile bakmayan apartman boşluklarına doğru sigara içer kâh anlamazlıktan gelme mesleği kâh anlamaz gerçekten sek içer, ekseri sek içer akşamüstleri sek içer bir dilim limonu saymazsak sek içer

7


fanusun içerisine konmuş tıp meleği kanatları koca tıp meleği bakınca kocaman kimya, baldırları kimyevi huzursuz bacak bacak üstüne atmışlık sendromu altından kalkılamaz kentsel elektrik insan suretlerinden seçmen davranışı tahminleri uyku kaymak tutar gözlerinde meleğin ve gülümser çıkart demez, beni oradan beni iade et demez, abinden habersiz ovalarım, ruh verir kovalarım, vız gelir abim oldu bir- abim öldü iki abim kaymak tuttu bir küçük kavanozda saatlerce kaynar abim küçük reçeller olur abim kahvaltılara akar ılık sabahlara abimi kadınlar alır elden ele dolaştırır abimi esnaflar dilden dile söyler bir gece toplandık tüm kazıcı şairler mezarına gittik, toprağı kazdık karşımızda uzun izahlar, büyük dökümler karşımızda sıkı listeler, savaş seviyeleri vardı onlar anlattı, bizler dinledik "bir güğüm sütün önünde, giresun, taflantepe'de aşağılara bakarak hermann hesse'nin kaleminden sepya köyleri izler gibiyiz seninle bir berjerim olsa, el uzansa plağa kış bahçelerinde, apansız limonluklarda"

8


kim oluyor bu salak romantik? bu sorunun gölgesinde uzun uzun enfiye çektik... uzun uzun bir baş dönmesi. yaprakların izahı. keçi eti, şarap, jordi savall açık youtube'da, bütün bu estetik bütünlenme dekorunda ben lüleburgaz'da akbank atm'si arıyorum ve sarı gölgeyle tütsülenmiş ilkbahar sokakları arasında bir diri yürüyüş sokullu camii'ni çıkardı karşıma ilkbahar ilk kez tem'e, viyadüklere geliyor ben ibb trafik yoğunluğu haritasına bakıyorum 145-t öğle saatleri yegâne toplu taşıma pencerelerinden süzülerek geçen sanica iş ilanı makûs işsizliğime eşlik eden promosyon tchibo'dan kahve kartları yılda ikiye düşürdüğüm beyoğlu seferinde cevat çapan'ı görüyorum meyhanenin camından devasa beyaz sakalları önündeki kadehe giren "bademlerden say beni"nin mütercimidir o onu gördüğümde içimden geçen tren levent yılmaz'ın "antep bir adın yolculuktu"yu okuyuşundaki gönenme ve ama hayal kırıklığı da kendine "ne ettin sen ülkü bey?”

9


gençken, balkan naci'nin "sanatçının kendiyle cenk"ini uzun süre yatağımın başında tuttum ne diye?, sahi neyime yetmedi ismayıl sakin'le enfiye çekmek küçükçekmece kıyısındaki kahvede yaprakların izahı bitti mi? canan berber'in moru ve kırmızısı bol resimleri narın parçalanışını andırışı tüm nesnelerin arabanın sağ farını uzun süre yaptırmayışım paramın uzun süre olmayışı uzun süre ve hiç süre kira vermeyişim ama konserve edilmiş cenklerden ilham alışım meleklerin girmediği evlerden bütün bunlar kentli şiirin ilkeleri ve kentli bir şiir yazar gibi zeytinyağı sabunuyla ovuyoruz göbeklerimizi ve en püriten hâlimizle salçalı, soğanlı fasulye yiyoruz mutfakta yeni cilalanmış beyaz masada ve su içiyoruz üzerine mandelstalm gibi sonsuz bir sakinlikle zaten geçen kışı tamamen çanakkale'den getirdiğimiz domateslerden yaptığımız salçalar ve eriştelerle geçirmedik mi? yılmaz türk'ün öğrettiği candara’yı kullanarak tasarlamadık mı meram: yeni yol fanzin'in bugüne kadarki tüm sayılarını kripto aile balolarının ortasından asık yüzler geçmedi mi? içimde intikamlar birikmedi mi? nezaketimden ölürken hiçbirini alamayışımla kalmadım mı?

10


her şeyi ama her şeyi o arka balkona çökmek için akşamüstleri haddinden fazla hicâb duyularak sıralanmış şeyler olarak "akşamüstünün ağzı açık fırınının içine daldık sanki".... görmedik mi sanki? istemedik mi sanki? desenler küçük bir müzik kutusunun önünde dünyada uysal ve huzur veren müzikler var kefilim ama hangi notalara basılarak bunlara erişilir bilemem diyorum kendime hilmi tezgör var mesela ay palas var, ahtapotun bahçesi, cuma adlı adamlar ve magical msytery tour, cumartesi öğle sonları çatalca'da bir köyün çamlarla kaplanmış tepesinde arabanın camları açık ve semaverde odunlar yanarken connections var; tighten up var, her gece saat 3 sularında, d-smart cool jazz, 511. kanalda ve dipleri kedi tırmıkları ile dolu kanepenin kenarında huzurla ve balkondan mırıldanan rüzgarın etkisiyle sızdığım ya da sky fm, indie rock, 60'lar, oldies but goldies açık hep google chrome'da bu ve buna benzer müzikler var.

11


sen canım, bu müziklerin içinden elinde canon'unla sen, bodrum'da, akşam güneşinin uysal ışığında, tekne atelyelerinde çalışan işçilerin esmer omuzlarına inmiş gölgeleri çekiyorsun kendini bir ultrason cihazında sigaya çekiyorsun. bebek ekonomisine geçiş ultrasonda kızımı görüyorum, poz veriyor benim artık bir kızım var, dank aslında ters çevir dünyayı benim artık kızım da var dank.. aslında düz çevir dünyayı benim de artık bir kızım var dank. onun için dışarlara avlanmaya çıkıyorum ve birkaç saatliğine de olsa, dünyaya hiç borçlu değilim kalbimin üzerine kapanıyorum kalbimin üzerine kapanarak uyuyorum kalbin üzerine yatarak uyumak iyi değil, diyor biri biri kan pompalamasına yardım eder, bir başkası sıkı canın çıkmayacağını ilave ediyor

12


kızımı ultrasonda görüyorum "büyük soğudumlar ülkesi"nde ultrasondan bir kız selam veriyor pek de muntazam bir selam sayılamaz ama ellerini gözlerine kapamış açma ışığı der gibi açma ışığı, ışık, o çiğ ışık baharın yumuşak ışığı değil. bahar geliyor, avlanmaya çıkıyorum, bu gece eve sırtımda kanlı bir geyik ile döneceğim ve birkaç saatliğine de olsa, dünyaya hiç borçlu değilim. ama sorarsan son tahlilde; dünyaya borçlu öleceğim gündüzleri uykumu tadilat uğultusu bölecek genzi yakan parke tozu - ağaç kokusu silikon, derz, astar, şeker pembesi oda tasarımı, aranmış bulunmuş en uygun duvar kağıdı kızıma merhaba, merhaba kızıma gidip gelirken, sık sık önüme çıkan kuzgun acar sana da merhaba. nüksedecek zihnimde uykuyu bölen mızrağın ağrısı kendimi sokaklara atacağım baharın önce sitelerin bahçelerine inişi o ilk sarı-yeşil renk tayfı çimler biçilmiş; ertuğrul emin gelmiş balkona masa atılmış, niğde gazozu açılmış güneş batarken, gazozlar yarılanmış

13


yaz bitiyormuş, bebek doğmuş, güzel kızım, bu desenlere, şu ince desenlere iyice bakmanı salık veririm beni sevmeni salık veririm ben kızımı beslemek için, öldüreceğim bir ala geyiğin kızını, bu kanlı geyik etlerini, dildiğim için önündeki tabağa özür dilerim ala geyikten, özür dilerim herkesten.

14


Abilmuhsin Özsönmez

Tromposit

kanım lezzetlidir karanlığa çok baktım çırpınını çözsen bendeki ağuyla kira ödemezdik sarıldıkça karasından zannedilen keder beyaz beyazdır keder bulutsuz bir şafağın etinde gezen kırık hançer eğilip durur her seferinde gülü çizer güneşe gözüm bir mezara eğilen o gülü çeyrek perdeye yarım basan parmağı üfle üfle üfle vardık biz en önden izlemek zorunda kaldık gülü ağum çekiştirir tenimi indiğinde kuş toprağa küsemedim göğe geçti içimden mavi içime isli bir deri bıraktım gagasına eğik bir mermi çizildi kemiğe kiraladığım sosyal tespitler için buğuladım kanımı kolayca dağılır artık damağınızda yürüdükçe eski kanlar yeni kanlar plastiğe çeliğe kimya ehline değer ayaklarım otağınıza enfarktüsünü bekler kum bütün sazlar hicazı gelir çeyrek sesler gider çeyrek sesler hüznü kimse bilmez durulduğunda kapısız bir ev şu eğilip duran gül buruşturur yüzümü iner kuşlar havalanır kuşlar hazırdır kanımın sosu kanımın çoban köpeğini eski bir şarkıdan satın aldım ölümün lezzetli otlarını bulur hep ustadır tembel kürek sesleriyle geçirir onu yarlardan otlanır kederin dirim kokusuyla

15


Cevher Kara

Göl

kuramlar kıraatladın karanlık satırlar arasına ekinler ektin çeltikler konaklamadın bir serinlikte bir ateş müddet karşılıksız kaldın akissiz köşesiz bir yalın kenar balta biledin bileklerine de indirmedin onu putlara bile sen bizi üzmek için öylece durdun sanki durmaktan varoldun silkeleyip kaldırmamıza izin vermedin yere serdiğin bakışları seslenmedin, görüntülenmedin, dokunulmadın, sezilmedin saydamlık edindin, sanki kerametin bu idi, sanki maharetin. sen bizi üzmek için seyrettin olan biteni sana seyr ve kaydettin istemeyerek senle üzülmeye geciktik geç öğrendik yazıtlarını - çözebilmeyi geç gelişti - tekniğimiz geç güzelleşti - iğretiliğimiz yakışmaya sana. çıkınında hep kendin böldün türün açlarına.

16


sen bizi üzmek için bağırmadın bile bu bize çok koydu değişik bir kıvam buldun biz onu beğenmedik giyotin düşledin ilk ve son oturuşta kılıç rükuda, secdede. kalp romatizman azdığında hançer - bulandığında. bir tuzağa düşürmüşlerdir bir sıkışması yakalanmış, kuşatılmış yerlinin ilenir durur kendine omuz hep dolu bu kimin yükü? uyruğunun sunağında boynu -nda el emeği. tahdidi altında vicdanının levn levn levmler diker eynine ev ev dolaşır içini her odada ateş yakar islendirir kendini - ilk izlenimler kanıcısı ah. ölüm hep yan odandaydı gün geldi aldın onu gömlek cebine koydun. üstüne bir ceket geçirdin -mevsimi değildigörülmesin istemiştin hâzineyn tersine: işler sarpa sardı. banal buldu sokak boyunca her göz selam alıp vermedin: tuzu biberi oldu ‘cebimde nasılsa’ diyordun kendi kendine ‘cebimde’ bir başka dünyada insanlar ne zaman öleceklerini biliyor belki bilebiliyordu insanlar hançerin kaç metresi kalmıştır sırta.

17



İsmayil Sakin

Mecma-ül Bahreyn

"el vurup yaramı incitme tabip"ten "kes akmasın, yak kurusun cerrah"a giden yollar... sefa sürmek yok, cefa sürmek, âleme teselli sağlamak var; avokado var. en küçük arzularlar, genetik arzularlar, suçlu hissetmeler; sönmemiş mangalı arkada bırakamamalar... nasıl da ortasına indirmişse beyhudeyi hengamenin, ne allahmış allah! kaç izole de iyi yok, izole siyah kaç izolede çürümek dedikleri gönenmektir vah siz halveti ne sanmıştınız, iyinin olmadığı yerdi ne sanmıştınız orda allahı olmadığı yerinden tutarlar mesela duvar kağıdının yapışmayan kenarından sızdığı, eksikliği, bütünlüğün imkansızlığını, çeliğin paslandığını üstümüze döktüğü orda bunlarla boyanır sararırlar çıkmayan kirle gözümüzü dağlar, dağlarla omurgamızı dağlar la

19


bunları çamur eder dışarıyı sıvarlar en sevenleri yakarak kükürtün altını ne sanmıştılar içlerini halvet boşluğu kılarlar ki parendeleri bundandır imkanlıdır, iyi bir kötü bir, misafirsiz elleri sarılıdır saralıdır dilleri şiş geçirirler boşluktan arkada kalanları şişenin ağzından geçirirler seyrederler boşluktan şiş geçirirler bağlanmıştır belleri ne allahmış allah olmayan yerlerinden tutarlar!

20


Arda Yasin Van

allahım balkon allahım endülüs

kırlangıcın o zarif boynunu kır kafamı kaldırım kenarlarında ezip tekrar yarat müzik dans sanat sanat sanat kalbimi kanat tüm bunları üstüme yığan güneşten eski endülüsten kalkan bir tren şimdi tüm vagonlarıyla üzerimden geçti herşeyin çok başında birisi şöyle dedi kocaman gölge ağaçları için şükürler omzuma bir sakar kuş daha konsa daha yerim yok biri kalkıp gider ama balkon muhteşem bir enstrunman gece bitkileri körelmiş buharımdan canımı sıkanın kafasına sıktım yine de durulmadı gece kursaklarımda boşalan dolan ve döğüşen bu çok zor endülüs demek bu çok zor akşamüstü cıngar çıkar

21


incecik saat kırılır yorgunluktan ben en terlisi çingenelerin yerim sokak - e be baba vengo lazım bana yaşamak aklım kıçımın gerisi doğam sana yabandır evimi örten perde çelimsiz takılır gücenik çocukların karın taşlarına ta ben hindudan endülüs her dilde diye yazılır hırsız ve devletsiz pürüzsüz kalbimle toprağı kanatan ayaklarım allahım endülüsümü geri ver balkon bu kara suratlıya çok dar allahım beni bu aklımdan kurtar

22


Enes Malikoğlu

“HALEP YANIYOR ALEPPO IS BURNING” parodi şiir

Ben hep ücrada oturdum. Şiirde imge olsun diye değil dediğim Ankara Elvankent İstanbul Beylikdüzü Kantonu’nda bulundum Sabahları hep erken kalkarım son yıllarda -aslında doğduktan sonraki çok yıllardaKahvaltı yapmam/yapamam Kahvaltı: İngiliz sanayi devrimi alışkanlığı Poğaça alırım: poğaça postmodern pişi Şimdi arabam var Eskiden olsa at arabam (eskiden olsa eminim kırbaç vurmazdım atlarıma: VİCDAN KASIMI-1)

23


Avrupa kıta sahanlığında mustafa kemal caddesinde ikamet ediyorum: minik ironi büyük alışverişleri Efor marketten öteberiyi İpek şarküteriden alıyorum. Bugün çok işim var Laptopumun şarjı bitti Fotokopi makinası su kaynattı Maaş geç yattı Sigorta asgariden Müdür aradı evrak istiyor Patron aradı paraf eksik Akbal bey dalga geçiyor o an -Kredi kartıyla anarşizmin korelasyonuAkbal bey dalga geçiyor o an Gülümsüyorum; haklıya haklı Okulda korelasyonu kopyayla mı geçtim bilmiyorum Pencerem şantiyeye bakıyor İşçiler/emekçiler -aman tanrımOnlar hep eziliyor [VİCDAN KASIMI:2]

24


Akşam olmuş -muş diyorum çün’haberim yok Berat saatleri değiştirdi Ufak da olsa tanrı dediğin zamanla oynamalı “Yüz okutma”dan geçiyorum Mesai bitmiş Ne görüyor makina yüzümde Sakalımı kessem de beni tanıyor Beni her gün görüp tanımayan var, ölüyorum Araları geçiyorum, oralar aynı Eve varıyorum Evim Beylikdüzü Kantonu’nda -bunu demiş miydim hep unutuyorumÇocuklarım var Onları başka bir şiire saklıyorum Onları geçiyorum, onlar hep farklı Akıllı telefonuma bakıyorum Yemek yiyiyorum ezo gelin, ev yoğurdu. Terlik giymiyorum, terlik giymem Terlik bence çok pre-modern bir olgu Olguyu yeni öğrendim açıköğretim okuyorum Eve dönelim, ev dönülecek bir olgu æ [bu kelimenin hakkını vermeliyim]

25


Telefonuma bakıyorum: “gene ortalığı karıştırmışlar” Çocuklar ölmüş: mevzu çıktı Gene çocuklar ölmüş: mevzu çıktı Çocuklar ölmüş: gene mevzu çıktı ayfonumu çıkarıyorum, yazıyorum Akıllım VİCDAN KASIMI sonsuz “NTV: Halep yanıyor BBC: Aleppo is burning” Vicdanım rahatlıyor Mandalin soyuyorum İşte çok çay içtim evde içmiyorum 22 like 3 yorum Allah bereket versin. Saat 10 oldu ben yatıyorum.

26


Usame Söylemez

Katharsisin kalemin bitmesiyle bitmediği

İSTEM->EYLEM->TATMİN->KATHARSİS İŞTE ORADA İŞLEVSEL BİR KÜLTÜR VAR Tırnaklarından zeytin paramparçacıkları Gelinin annesinden gelinin kendisi Akrapalarından takıp takıştırmalar Gelinin bakireliğinden çıktığımız Bira içmeyen zenci ve külkedileri Boşluk tamamlamaca oyunlarıyla Pencereden kalan yere konacak Cehennemin ayrıntılı bir tasviri BİR KOL EN FAZLA KAÇ BİLEZİĞE GEÇER Milli yerli ve tetikli içimizde Bizi bir santim geçen bir mısra Öldürür ve sigara yakar mangalın Yürek sanılan kısmında Sizce sevmek bir iskân mıdır şimdi?

27


Buyurun cesedinizden konuşalım Utanmamakla alakalı bir şey: Yıldız olmasa da bulut ol masada Devletin altında sevişmek Bir imkân mıdır bugün, sizce? Su ve perdesiz muazzam ev Satılık şiir deneyimlerimin öznesi Bin birkaçbin boşa akılalmış Musluk ve kurnasını soktuğumun İki yüzü hatta üç belki virajı Dönmüş akıl. perişan ve narsist NARSİZMİN HÜMANİZME TAKILI FİŞİNİ ÇIKARDIĞINIZDA HEPİMİZ MUTLACAĞIZ Bir iki gün poe’nun yüzünü İçer miyiz bizi de ölü bilip Dişlerimizde çürükleri gülmek denen Şeyin yakışmadığı yüzlere yakıştırarak Çoğunuzu tenzih ederek sınıfta Kaldığım yere kadar poe borges HÂŞİM ÇİRKİNLİK ÇİRKİNE ÖVGÜ DE OLUR Bardağı külünden uzakta ölmüş Yudummuş satını alıp dönmüş yalandan Ve boktan, uydurma bir amipi Yazarak, küserek, hemcinslerini

28


SEVGİM BANA UYGUN BİR NEHİR VERMEDİ VERİLEN FONKSİYONU İSTEDİĞİM GİBİ DÜZELTEREK SONUCA VARAMAYACAĞIMI ATALARIMLA KARŞILAŞINCA ANLADIM OYSA NEHRE İSYANLARIN BİZİM OLDUĞUNU ANLATMAK DAHA KOLAYDI ZOR OLAN BU KARIŞIK VE DARMADAĞINIK BEDENİN İÇİNDE ŞEYHİN ÖLÜM ANILARININ BULUNMASIYDI Sinemaların çatı katlarında biteviye Kalp yalayan çocuklar gördüm de Uslanmadam sulak alanlarında adamların Amanmadan ağlayarak boyna varanların Çocukların adam olma telaşıyla burada Anlamını bilmediğim dışsal çemberlerle ver de Sinemalarda ters ya da düz hep bir genç adam Sevgilisinin memelerine ulaşarak SABAHTI UYANDIM KENDİMDEN UMMAZDIM BUNU HİSSEDİYORDUM YİNE DE YAKIŞIKLI VE MAĞDURDUM CİLETİ SİCİLYA SANIP YÜZÜM YAPTIM SEVGİDE LOSYONUMUN DA BİR PAYI BULUNSUNDU PARFÜMDÜM YAĞDIM VEYA SARIMSAK İŞTE SATILMAZ KOLTUKLARDA DUDAKLARI İŞTE TAVAN VE İŞTE ÖZGÜRLÜK ANITI HİÇ OLMAYACAK EVLİLİK TEKLİFLERİ VE EHLİLEŞTİRMEKLE BOYNUNDAKİ SİCİLYALARI Merhaba ikinci oğulların çıkamadığı şarkı Merhaba şehirlerinde meyvesiz ağaçları olan şarkı Merhaba memeleri yedi çocuk kadar büyük annelerin şarkı Merhaba şarkıları ölüm gibi okuyan insanların şarkı Merh aba göğ açıyor ğöğün açmasının şarkı Merh ape ağtaş kesiliyor yeşilin yoksul şarkı Ayakları kırılı cesetleri birikinti kimsesizlerin şarkı Merhaba merh aba ve merh ape ve ŞARKI

29


Mahmut Nesip Basmacı

Altlık Denemesi

yalvaçları kuşladım kuşandım büyük belalarla bu kez tanrı merhametiyle bakıyorum kendime çünkü ben köylülerin zorbalığında kahkahasında çocukluğumu bıraktım sonra öldüm ölümümü araştırıyorum herkes büyük hatanın yamalarındandır dedim ben de bir yamayım bunlardan yordum kendim her şeye yordum bir ölçüp bir biçmekle olacak sanıyordum her şey bundandır sökükler bundandır sökülür hep dünyanın bana giydirdiği ayakkabıların bağcıkları

30


herkes mi böyle hep mi böyle hakikat terzisine yalnız rüyada bakmaya durdum geniş ve pis sudan kesik at başları geçti boyumca sazanların anlamsızlığı akşam çirkin bir kadın geldi kucağıma zorla tiksindim nereye varıyorsa suyun boyu koştum oraya koştum evi geride bıraktım koştum dilimde evin tersine şarkılar koştum ölümü hatırlatan çok odalara bu kez tanrı merhametiyle bakıyorum kendime çünkü hiçbir zaman çağrılmadım yaslanılacak şeylere çünkü çağrılmadım yaşanılacak alanlara çünkü çıplağım kalabalıkta insanlar arasında çıplaklığımla dönüyorum ölümü hatırlatan çok odalara ölümümü araştırıyorum taşlıkta biten otlarla ölümümü araştırıyorum sabahın esnek taraflarıyla

31


Arseny Tarkovsky

İlk Buluşmalar İngilizcesinden* Çeviren: M.Volkan Çakır Pek az buluşmalarımızın her dakikasını bir tecelli olarak kutladık. Tüm dünyada bir biz. Bir kuştan daha cüretkâr ve daha yeğni Sersemlemiş bir tayf gibi merdivenlerden Yoluna katmaya geldin beni: Yağmurdan sırılsıklam leylaklardan Aynanın öte tarafına Kendi diyarına. Gece inende Mağfiret ile takdis oldum Açıldı kapıları mihrabın Ve karanlıkta parıldayan Ve hafifçe uzanmış Senin çıplak bedenin. Uyandım, irat ettim: “Tanrı seni kutsasın” bilerek ne kadar pervasız ve abes olduğunu niyazımın: çoktan uykuya dalmıştın. Kapalı göz kapaklarında külli mavi Masanın üzerindeki leylak Sürünmek için fazla gergin. Mavileri kuşanmış göz kapakların Oldukça dingin Ve ellerin sıcak.

32


Irmaklar kristal yarıklarda titredi, Dağlar dumanladı, denizler üşüştü. Sen kristal bir küre avuçlarında Asude uyuyordun tahtında Ve -Tanrım- sadece benimdin. Uyandığın gibi dönüştürdün natkı Nefs-i natıkânın lisanı. Sana bahşettiğin mana ile Dil körüklendi ve gürleyip biçimlendi Yeni manası: sultan. Birden değişip vecde geldi her şey, En basit şeyler dahi: ibrik ve tas. Kaim olan ve bizi koruyan Katılaşmış katmer katmer suydu aramızda. Bizi bilmem nereye taşıdı sonra. Gözlerimizin önünde bir yalgın gibi çekilince Şehirler gördük mucizevi ve saf. Ayaklarımızın altında nane yaprakları yayılmış Kuşlar adımlarımızı izliyordu Balıklar bir dirseğe geldi Ve ayandı bize gökyüzü. Elinde ustura bir deli gibi Ecel aranıyor yokluyordu ardımızı.

*Rusçadan İngilizceye: Tatiana Kameneva

33


Abilmuhsin Özsönmez

Jonklör

Yankılandığında kapısı cennetin kalan elmalara uzandı etin ve dişin arasından ısırıp ısırıp attı heybesine sütten mezara İsfahana doğru yürüdü geldi çıktı indi kamaştı söndü elleri yaşadık atışına göğe nefes aldık tutuşuna göğden çarpması dışarıdan kapıyı Havvanın baktık aç ve kanımız köpük köpük şeker Meysandan yükselen İblisin şarkısı bir tebessüm ekliyor yanağına etimizin içine gizleniyor elleri marazımızın hemen yanına anahtarı iki kere içe daha da içe çeviren şu kalan elmaları göğe daha da göğe kanatları sökülünce deliren ne varsa çünkü bomba patlamış kimse görmemiştir kimse kimseyi görmemiştir gösterilen elma gösterilmeyen elmayı görmemiştir kapandığında cennetin yankısı sürmüş ısırılmış elmalarla numara

34


Ufuk Akbal

Ormanları Hayvanlardan

Ormanları hayvanlardan kurtarın Yalvarırım bunu yapın, bizzat siz Sanatlarca kocaman, saatlerce kocaman Topuklara saplanan meyvelerce ballanan Salyangozları kabuklarından, tilkileri yuvalarından Kurtarın onları, Dikensiz kirpileri, boynuzsuz geyikleri Hele bir düşleyin Bizzat siz Hayvanları yanlış alarmla kış uykusundan Uyandırın onları, ormanlardan, hayvanları Ormanları hayvanlardan soyunca , onca, yıllarca gece gece- üşüyünce gece Aynalarda boydan boya bir çıplak kalınca Farz edin, bizzat siz Ormanları hayvanlardan kurtarıyorsunuz Dalları şu inatçı elmalardan Böylece ilk günkü berraklığı ile duyuluyor kelebeğin rotası, Bebeğin doğuşundaki yalınlık vaad ediliyor rakuna Fek’at sanatça fek’at güzelce Feda edemezsiniz ceylanları, kaplumbağaları düşününce Minik benekli ve bıyıklı hayvanatı Sen yaralanırsın, onlar da Sen yaralısındır, onlar da

35


Bundan Dönün ve kılın kendinizi Adayın ve yatıştırın patikalardan hayatınıza tırmanan Keçilerin nezaketini Kuşanın Daldığınız derin uykuların kınını Rüyaların ortasında çıkan orman yangınları Tüm hayvanlar Nuh’un ardında Tahliye olmalısınız son hız aşağılara, aşağılara.. Ormanlar hayvanlardan kurtuldu Dikenler, kabuklar, boynuzlar Kendilerine gülünen şeyler koyun koyuna Nesnenin koyun koyuna uyuduğu en berrak uykuyu Bir kez daha uyuyorlar, o büyük terzinin huzurunda Birbirlerine dikildikleri yerlerden Söğüt altında soyunulan, yeşil suya dalınan Şeylerle obur obura Bir daha ayrılmamacasına

36



İsmayil Sakin Murat Çelik’in taşrası, bitki örtüsü ve parselleri üzerine Murat Çelik taşranın gedikli şairlerinden; dergiler çıkarmış, şiir işçiliğinin hakkını vermiş, şiir kamusunda yer edinmiş bir şair. Hem şiir içinin hem şiir dışının emekçilerinden... Taşra şairinin temel karakteristiğinin emekçiliği olduğunu düşünüyorum, bilhassa şiir içinin emekçiliği. Bundan kastım taşrada yazılan şiirin üzerinde dikkatle çalışılan bir şiir oluşu. Taşranın şairi şiirle iştigal ediyor, deniyor, derinleşiyor; bu bakımdan kentli şairlere göre epey kuvvetli oldukları açık bana göre. Ancak bu derinleşmenin vardığı kapalı devre hal de herkesçe malum. Şiir kime yazılıyor tartışmasının yeniden açıldığı bu günlerde, taşra kapalı devresine dair hüküm vermeyi başkalarına bırakıyor ve Murat Çelik’e ve kitabına dönüyorum. Murat Çelik’in işçiliğinın ve çabasının çok kuvvetli bir verimi olarak Taşra Bitki Örtüsü ve Parseller duruyor karşımda. Bu, şairin ikinci kitabı. Üç bölümden ve 28 artı 1 uzun (ya da 24 kısa) şiirden oluşuyor kitap. Öncelikle, şairin kitabını da şiiri gibi işlediğini, yapılandırdığını, çeşitli üslup yollarından yürüttüğü şiirlere parsellediğini, başlıklar ve başka yardımcı unsurlarla kitabı inşa ederken okura giriş yolları açtığını söylemek istiyorum. Bu bakımdan da hakkında sistemli bir biçimde düşünmeyi mümkün ve gerekli kılan bir kitap Taşra Bitki Örtüsü ve Parseller. Bu yazıda bu yollu bir okuyuşun verimlerini sıralayacağım. Hareket.rar: Taşra Şeytan Çokgeninden Şiirle Çıkmak Hareket.rar, kitabın ilk ana bölümü AĞARAĞAR’ın birinci alt bölümünün ismi. Bu bölüm, temas kurması görece kolay şiirlerden oluşturulmuş ki bu kitaba nisbeten konforlu bir giriş imkanı sağlıyor. Temas kolaylığının temel sebebi ise şiirlerin, başat temalarına dair kısmen açık veriler sunması. Yani takibi kısmen mümkün şiirler var karşımızda. Öyle ki bu şiirlerin temalarının kabaca bir listesini yapmak bile mümkün ve bu liste

38


bir bakıma öngörülebilir bir liste olarak bile nitelenebilir. Yani bir taşra klişeler çokgeninden söz etmemiz imkan dahilinde. Biraz ironik ve indirgemeci bir dille söylersek eğer köşelerimiz şunlar: Bir kere tene/ hürriyete açız/açlar (Önüme, Atletsiz Ölene, Sokağın Sonu Kız Yurdu). Kaybediyoruz (Yenildin Neonları, Usta Defterler). Aşığız, sevdiğimiz kızlar o adamlarla gidiyor ve biz o adamlar olmuyoruz/olamıyoruz, memur oluyoruz (Herifin Biri Terfiyen Ermiş ya da Körolmuş Umuttan, Güzel Bir Çıkmış Karşısına Çekip Kurtarmış Hayatını). Çocukluğumuz da zor geçti (Babalarına Yanlış Marka Jilet Alan Çocukların Yediği Dayak). Ve o katlanılmaz “insanlıklarıyla” insanlar ve devlet bizi kuşatıyor (Zabıtadan Kaçamayan Topal Çiçekçi’N, Köy Kütüğü Ahlak Dengesi). Her ne kadar, kendi kişisel macerası ve onu kuşatan çevre içinde hareket eden şairin tabii duyarlıklardan doğan içeriklerle karşı karşıya olsak da, şairimizin de alıntıladığı gibi “her klişe doğar doğmaz vurdurmalı boynunu”. Peki bu netameli çokgenden ne çıkarıyor Murat Çelik? Karanlık evi çokca beklemiş olan kirpi, buradan sıkı şiir çıkarabiliyor demek istiyorum. Bu çıkışın iki temel parametresi var. İlki şairin meselelerine bakışındaki gerçekçilik ve bundan doğan sert ve samimi ifade. Bu tavır ajitatif tuzaklardan korumuş şairi, sentetik bir lirizme düşmekten kurtarmış. “babam traşlanmayınca iyi adamdır babam köpük köpük büyümese kokmasa losyon ve bir orospu için babam ekmek köfte babam ekmek köfte” “güldüm de görmedi babam tekmeledikçe ben karnımdan güldüm içim yumuşadı osur osur laleler dayanmadı osur osur karnım iki güldü gözlerim yaşaryaşardı” (Babalarına Yanlış Marka Jilet Alan Çocukların Yediği Dayak)

39


“sana pelteklenmesin mi kapıcı beşir sana bıyığını sürüm sürüm etmesin mi” (Sokağın Sonu Kız Yurdu) “arka koltuk yatar mıdır hiç bilenmemiş kadınlar mı” “uzanıp arka koltuk ışığa sönmek de güzel aysıza bakıp bakıp çıplağa dokunmakta” (Önüme, Atletsiz Ölene) “hep seni üzerler, hep seni binmek yakışmazdır erkek-oğulların şanı çok enli dolmaktır çok enbilmek” (Güzel Bir Çıkmış Karşısına Çekip Kurtarmış Hayatını) Bu tavrıyla kuvvesini kotardığı şiiri, işçiliğini konuşturarak fiile geçiriyor şairimiz. Şöyle ki Murat Çelik, şiirselliği tesis ederken çok çeşitli yollar izleyebilen mahir bir şair. Taşra çokgeninden çıkarken tuttuğu en belirgin yol ise dizeyi sıkıştırmak (burada bölümün başlığına dikkat çekmek istiyorum!). Kısa (bazen içeriğinin hacmine göre bazen de gerçekten kısa) ve dolayısıyla sıradışı tamlamalar içeren, bozuk gramerin imkanlarını sonuna kadar zorlayan dizeler, kitabın tamamında olduğu gibi bu bölümde de çokça mevcut. Dilin ve gramerin imkanlarını zorlayan bu terkipler sanki şairin kendine koyduğu bir kısıtlamadan doğuyor. Murat Çelik, kuralını zordan yana koyduğu bir şiir kurma oyunu oynuyor demek istiyorum. Bu belki de seçtiği temaların şairi mecbur ettiği bir oyun!

40


“arka koltuğa uzananmalar” “uzanıp arka koltuk ışığa sönmek de güzel aysıza bakıp bakıp çıplağa dokunmakta” “hepsi, yalnızlıktan kırılanmalar” (Önüme, Atletsiz Ölene) “beşir farkı, köpek burnu” “sana demedi mi beşir, bakmadı mı geçme buraları” “sana, son model arap’la gelişine içlenmesin mi” (Sokağın Sonu Kız Yurdu) “yanım ol dedim kalbim saattir sana” “senin doğandır bu gül çünkü “ “gül çünkü” (Herifin Biri Terfiyen Ermiş ya da Körolmuş Umuttan) “hep seni üzerler, hep seni binmek” “bu havalar yapın sirkinde çeşitleme güzel bir’in balet bacakları uzadıya” (Güzel Bir Çıkmış Karşısına Çekip Kurtarmış Hayatını)

41


“aşkın dilenemez bir eni vardır” (İskânbul Günlüğü) Murat Çelik’in bir diğer sıkıştırma “numarası” da dizelerden sözcük ya da sözcüklerden ses/hece düşürmek. Elbette bu yeteri kadar objektif bir yargı değil zira düşmüş bir sözcüğü ya da sesi vehmetmeyi gerektiriyor. Burdan şairin, interaktif olduğunu varsayabileceğimiz genel okur-şiir ilişkisini pekiştiren bir dinamik kurduğunu söylemek istiyorum. “naylon kokan bir yakın baca”(k) (Önüme, Atletsiz Ölene) “-cüleriyle evlendirildi kızlar bazı” “sana, son model arap ’la gelişine içlenmesin mi” (atıyla) (Sokağın Sonu Kız Yurdu) “maaş günlerin, özet günlerin” (hesap) “tersten okuyoruz, geçmişi dik kafa” (ya) “mutluluk papat beyaz” (ya) “istmesek bile: “karın doyurmayandır” yazılan

42


kara bu”(ya) (Herifin Biri Terfiyen Ermiş ya da Körolmuş Umuttan) Bu bahsi kapatmadan şairin kendi oyununun kuralını “ihlal” ettiği bir bölümü de sunmak isterim, oyununa iştirakimin bir nişanesi olarak. Zabıtadan Kaçan Topal Çiçekçi’N şiirinde şöyle bir bölüm var. “karşıya geçemez topallıktan döner ekmek koku karşının karşı, bir mekanik geçilmez” Üçüncü dizenin güzelliği ve isabeti ortadayken, birinci dizeyi kural ihlali olarak görüyorum ve bu ihlal derhal bir düşüş yaratıyor şiirde. Hareket.rar’da özellikle dikkat çekmek istediğim üç şiir var. İlk şiir Herifin Biri Terfiyen Ermiş ya da Körolmuş Umuttan. Nitelikli şiiri talep ederken, benim de yukarda yaptığım gibi, “vasat”ın etrafında çok dolandığı temalara karşı bir şüphe ediniyoruz. Eksik/platonik aşk, bu minvalde bir yafta taşıyan temaların başında ve öte yandan en cari ve kesif meselelerimizden aynı zamanda. Yani “bunun şiiri de yazılmayacaksa neyin yazılacak” demek durumunda da kalıyoruz. Bir yandan da buradayız. İşte Murat Çelik tam da burada bu şiiri imdadımıza yetiştiriyor. Şiir yaramıza tuzu hakkıyla basarken, şiirlikten de ödün vermiyor. Bu şiir geniş okura da hitap edebilmesi itibariyle, şairin geleceğe kalacak şiirlerinden olacaktır diye de yazmak istiyorum buraya. İkinci dikkat çekici şiir Yenildin Neonları, Usta Defterler. Önceki şiir için söylediklerimin tamamını bu şiir için de “aşık” yerine “kaybeden”i ikame ederek söylemek istiyorum. Son şiir ise Kış Anlatıları. Bu şiir şairin maharet gösterisi gibi. Şiir, kendi başına şiir olabilecek dört bölümden oluşuyor ve şair her bölümde ayrı bir üslubu yürütüyor hem de yetkinlikle yapıyor bunu. Taşra işçiliğinin açık bir gösterisidir diyebiliyorum.

43


Durun Tekrarı: Karanlık Eve Dönüş Durun Tekrarı AĞARAĞAR’ın ikinci alt bölümü. Bu bölümden itibaren Murat Çelik karanlık eve dönüyor ve okuru da bir zorlu yola sevkediyor diyebiliyorum. Bölümün ilk şiiri Tek.rar Ulanması Kolay’ı önceki bölümün tahsis edildiği erişimi nisbeten kolay şiirler toplamına bir karşı atağın ifadesi ve kitabın geri kalanına prolog oralak alma eğilimindeyim. Şair artık kendi mülkünde duracağını beyan eder gibidir. Mülkiyeti kendisine ait imgelerle ilişkiye girmeye çalışacağız bundan sonra; buyrunuz. “postu sermek üzerinde gani rahmete ölü dikenli ev cuma ya da geçmişi kon’ya 5 raket oyun: yüksek liselerinde alıştığım” “postu sermek üzerinde gani rahmete ölü dikenli ev ya da geçmişi cuma” Şairimiz kendine doğru kapanırken okuru unutmuyor, zira şiirlere serpiştirilmiş melodik dizeler ve daha sonra da sıkça göreceğimiz gibi, temasa ve duymaya el veren klasik formlar (redifli beyitler, kafiye ve ölçü yapısı taşıyan kıt’alar) ve nisbeten daha açık imgelerle kurduğu, italikle belirtilerek şiirin kalanından ayrılan bölümlerle, kapalı imgenin arttırdığı mesafeyi kapatmaya gayret ediyor. “acımak içinden lazım olanı aldır sivas göklerine sırp teyyareler aldır ateş üşüten gözünde çakmak alevi dokunan ve inciten o yarayı aldır” Bölümün ikinci şiiri Sivil Garez. Politik bir şiirdir demek istiyorum. Şairin kendi hal beyanından başlayıp, burjuva halin eleştirisine oradan kültürün yeni sahiplerine oradan şarkın haline doğru yol alan ve dışa dönüklügüyle kendini okunaklı kılabilmiş bir şiir. Sonra Yakın Tarih şiiri geliyor ki yine bir içe dönüşle karşı karşıyayız.

44


“burgulu makar, tonton ve dakik anların anların hep adem elmas’ı özel isimlerdir” Şimdi biz bu dizeleri ne yapalım diyecek oluyorken kitabın ilk şiirine de atıf yapan şu melodik ve kesif dizelerle karşılaşıyoruz aynı şiirde. “kirpikirpi sökünür ter bezimden sarkar ya ya sen bükülmelisin önünde ya ben penye” Murat Çelik önceki bölümdeki poetik oyunlarına burada da devam ediyor elbette. “konşuyor”, “bükünmelisin”, “ateşe bunar”, “sev’liler” gibi sözcükler ve terkiplerle şiirini yürütmeye devam ediyor. Devamında, huy name is..., Gelmeyle, “Kanar” şiirlerinde, üstte belirttiğim üzre, dinamik bir beyit yapısıyla ve rediflerle, kapalı dizelerini okura açıyor şair. Okuması kolay anlaması çaba isteyen ve bu çabayı hak eden şiirler. “bilirleri bilmemekse hünerliyizdir şükür niyaz’ı kaza, kazayı rahman’a savıp geldik” (Gelmeyle) “yaz ortasına denkleşir, göğsünde kıllanıp ekşi tadında öbür tüketen vahşi zenci kir “kanar” ” “akşam erken inerse kepenkleri esnaf şüphe şehir toktur, yastıkların sevişme saati “kanar” ” (“Kanar”)

45


Söylenmiş İki Türkünün Yeniden Yazımhali şiiriyle kapanıyor Durun Tekrarı. Halk şiirinin yetkin bir yeniden üretimi demek istiyorum. Beylik bir hüküm ama bundan kaçamıyorum çünkü kuvvetli bir icra var karşımızda. Yine bir hüner gösterisidir diyebiliyorum. BLOG&DUVAR ve PARSELLER BLOG&DUVAR kitabın ikinci bölümü. Genel olarak Durun Tekrarı’nda gördüğüm karekteristik özelliklere sahip şiirlerden oluşuyor bu bölüm. Anne Sütü Terk Evlâdolmak hariç tutulursa temalar bakımından kompozit şiirler yani konularına göre belirnemelere daha kapalı metinler var karşımızda ve dil bakımından sözcük ve gramer bozmalara yine sıkça rastlıyoruz. Bu bölümü fazladan ilginç kılan numara ise şairin çoğu şiirin sonuna bir anahtar sözcük listesi eklemiş olması. Bölümün adını da anlaşılır kılan bu liste hem şiirlerin takibi için okura ek imkan sunan bir imge listesi işlevi görüyor hem de reklamını yapıyor şiirin, vaadini özetliyor. Her durumda bu metinlerle internet üzerinden kurduğumuz güncel ilişkiye yapılan bu atfı orjinal bulduğumu söylemeliyim ve Murat Çelik’ten çıkmasına da hiç şaşırmıyorum bu fikrin zira güncel olanla ilişkisini sıkı tutan ve şiirin görsel bileşenlerine de açık bir şair kendisi. Kitabın son bölümü PARSELLER, Z. Bauman’dan şu alıntıyla açılıyor. “Parsellere bölünmüş ve mekânsal düzlemde etrafı çevrili bir parsel kümesi olarak kabul edilen bir dünyada parselleri ayıran bir ‘yok-mekân’ arafı, yeni gelenleri, yeni aidiyetlerinden ayırır. Eğer sunulacaksa, içe alma, köklü bir dışlamadan önce gelmelidir.” Murat Çelik, Hareket.rar’da şiir(in)e davet ettiği, Durun Tekrarı ve BLOG&DUVAR’da ısınma hareketlerine koştuğu okurunu, PARSELLER’e hazırlıyor gibidir. Şayet Baumanın cümlesini doğru anlıyorsam, bu tavır, şairin içe almayı köklü bir dışlamadan önce getirmesidir demek istiyorum. Bu bakımdan, PARSELLER’deki metinler şiir kentinde şairin kendini konumlandırdığı parselleri midir? Bu soruya cevap vermek için Murat Çelik’i daha detaylı okumamız ve belki bundan sonraki kitaplarını görme-

46


miz gerekebilir. Bu nedenle bu soruyu atlıyoruz ancak kitabın kurgusundan yola çıkarak PARSELLER’deki metinlerin kaynağı olan duyuşların daha mahrem duyuşlar olduğunu ya da söylenenlerin şairin asıl meramları olduğu iddia edebiliriz. Dolayısıyla da daha ağır ifadelerle ve imgelerle karşı karşıyayız bu bölümdeki metinlerde. PARSELLER, 24 parselden oluşuyor ve bu parsellerin isimleri bir sayı ve bir harf ile verilmiş. Bunları bir düzlemin koordinatları olarak alırsak şunu farkediyoruz ki parsellerimiz bir köşegen oluşturuyor (1a, 2b, 3c,…). Buradan şairin belki bir hat çektiğini de söylemek mümkün. Hattın arkasında duran benliğinin önüne sürdüğü parsellerin de önünde yokmekanda duruyoruz. Yerimiz budur. Her parsel düzyazı metin olarak kurulmuş ancak bu metinlerin ikişer bileşeni bulunuyor. Her metnin içinde büyük harfle yazılmış (bundan sonra kapital cümleler diye anacağım) cümleler var ve bunlar metnin kalanından “ / ”ile, birbirlerinden ise “ _ ” ile ayrılıyor. Bu kapital cümleleri metinlerin içine yerleştirilmiş dizeler olarak almak sanıyorum yanlış olmayacak. Yani her metin içinde bir şiir içeriyor ve küçük harfle yazılan cümleler bu şiirlere birer arka plan yaratıyor gibi görünüyor zira küçük harfle yazılan cümlelerin poetik yükü kapital cümlelere göre daha hafif. Burdan yine belki Bauman’dan yapılan alıntıya dönüp, bu alıntıyı PARSELLER’e özgeleyip, şairin parsellerinin aslında kapital dizeler olduğunu ve kalan cümlelerin, şairin içe almayı köklü dışlamadan önceye getirmesi olduğunu söylemek mümkün olabilir. “biz kadınlarımızı ortanca yürütüyoruz. onların önlerine ve artlarına erkekler yerleştiriyoruz. biz ateşin ortasına bir peygamber yükleyip kuşun ağzından yakar’yoruz/ DEVE KUŞ A TALİP _ KUŞ A KUŞ PEYDER _ TERİNİ SİLİCEM, EVİNİ KIZILC A GÜNE, ZIRHA NAZIR _ KIZIL AYDA BİR TÖREN / biz kadınlarımızı ortanca” (4d)

47


Nitekim bölümde ilerledikçe, “göğsünü imara açmış.” (1a), “dedin, dinlediler” (3c), “gök uçmada duru, kümeleşir” (8h) gibi cümlerle açılan parsellerin yerini “BETON’DAMLAR YAĞMAZIZ, BETON’DAMLAR YAĞMAZIZ” (14n), “GÜNDEŞİN PERDESİ HEYKELLERE PAYDIR” (16p) gibi dizelerle açılan parseller alıyor ve parsel turu ağırlaşıp derinleşiyor. Toparlarsak: Taşra Bitki Örtüsü ve Parseller, Murat Çelik’in okuru şiirine önce çağırdığı, şiirleri boyunca okuru yoğurduğu (ve tabi yorduğu da) ve bunu yaparken şiirdeki maharetini çeşitli biçimlerde kullandığı, planlanmış, sıkı kurgulanmış, ve inşâ edilmiş bir kitap. Şiirde derinleşen taşranın çok kuvvetli bir verimi. Okurdan istediği çabanın karşılığını fazlasıyla veren bir eser.

48


Ufuk Akbal Şairin Zamanı, Okurun Tâkati: Serdar Koçak’ın Kar Katması Üzerine “Kar Katması” isimli uzun ve “yekpare” şiirden oluşan kitap Serdar Koçak Reis’in fırınından henüz bu yaz çıktı. Onu dumanları tüten bir somunmuşçasına kısa sürede okuyup, zaman kaybetmeden rağfiklerime tavsiye ettim. NOD Yayınları’ndan toplam 222 adet basılmış bu kitap ilk anda bende pusuya yatmış bazı soruları köpürttü. Bir müddettir, Norgunk ve NOD yayınevleri arasındaki bağı merak ediyorum. Bir organik ilişki söz konusu mu yoksa bir etkilenmeden mi ibaret, kapak yüzeyinde, basılan kitap sayısında, kaçta kaçının okuyucuya kaçta kaçının yazara kalacağı noktasındaki terazinin işleyişi? Şüphesiz, az dikkatli bir okur tarafından bile kolayca fark edilebilecek NOD ve Norgunk arasındaki benzerlikler, aralarında organik bir bağlantı yoksa ve sadece ilham düzeyindeyse bile NOD’un başarısından bir şey eksiltmiyor. “Kar Katması” otobiyografik özne beyanatı ile açılıyor; “(..) Ben Napoli Radyosu’nu ayık yazdım Zem Şehri’ni sarhoş bu benim hayat hikayem karışık yazacağım”. Otobiyografik özne meselesi bizim vehmimiz değil, sarih olan. Bu Koçak’a şöyle bir zırh sağlıyor. Bu dakikadan sonra söyleyeceklerim “merak edenlere’dir”. Bunu söyledikten sonra teknik anlamda ağlarını kurmaya başlıyor. Dolayısıyla, karışık yazma meselesi birden fazla unsura referans veriyor. Benim teşhis edebildiğim “karışık yazma” meselesini besleyenler/teknik ağı ören aparatlar şunlar: a.  Bilinç Akışı; “Kar Katması’nda” bilinç akışı, teknikler arasında en öne çıkanı. “bir tanrı benden sigara istemişti çok fakirdim 21 kuruş 2009 o sırada tanrıçaya bakıyordum düpedüz azgın sırtı dinç kolları boş bulundum verdim şimdi pişmanım zarar yok az şey değildi tanrıçayı ise kötüye kullanmadım”,

49


“sevgideğer erkekler birbirinizi öldürün ve hemen göm sizden 4 kişi kalsın kutsal olmayın sonra hükümranlığı ben Margo’ya vereceğim ben vereceğim iğne yapar çadır kurar don oynar lacivert donlar tarafından Ölüdeniz’de keşfedilmiştir”. “Canetti dev cici çocuk o nasıl hatırat o öle lise sınavi gibi güldürdün beni ilahi hafazenallah bir anne bağımlılığı delilikte de örselenmeyen”. “Emily Dickinson’ın şiirleri kısa kısa gözlüğümde böcekler yürüyor katı değilim tuvalete gidiyorum sigara içiyorum”. Ancak bu tespiti yapmak, tek başına bu yazıyı anlamlı kılmıyor. Ötesi var. Koçak’ın bilinci akarken girdiği bazı tünellere, odalara, dip odalara okuyucusunu da buyr’ederken bazen bu imkan ortadan kalkıyor. Bütünüyle Koçak’ın bildiği bir dekor; motifler, patternler hakim oluyor. Kimi tüneller ve odalar için okuyucu fazla göbekli, kimleri için uzun boylu. Ancak, bu bir eksiklik değil, bilâkis Koçak’ın başarısı, tam da bu noktada düşmektense yükseliyor çünkü musiki sizi oyunda tutmayı başarıyor. İşte bu noktada, Koçak’ın hayat hikayesinin müşahidiyiz ancak maruz müşahidi değiliz. Öte yandan, otobiyografik özne, kitap boyunca eski eserlerine referans veriyor. Napoli Radyosu, Zem Şehri, Trieste’ye Bir Komün, Gardenya Çıkmazı.. Gezgin Aklın Günlüğü, Mesudiye Üçlemesi...). Bunlar içbükey referanslar olarak, bilinçakışının pekiştiricileri. Bilhassa Napoli Radyosu, isminin anılmasından da öte, bu büyük ve güçlü nehri besleyen bir şelale kuvvetinde. Ancak Koçak’ın Napoli Radyosu’nu “Kar Katması” ile ilişkilendirmekten kaçınmasından ötürü bu konuyu daha fazla speküle etmek istemiyorum. b.  Sayıklama: Bilinçakışından ayrılan bir diğer teknik ise sayıklama. “Sayıklayan öznenin” referans verdiği imajlardan biri “akıl hastanesindeki rahibe” (aslında iki rahibe). Bu imaj iki şeyin sembolü olabilir; özne akıl hastanesinde, ilaç kokulu bir odada (Norodol Akineton Largactil günde üç gece bir Nal sanırım onun içindir çarmıha çaktığım dördüncü çivi) ya da bahçede peyzajlar içinde terennüm eden bir nekahat ehlidir. Aslında akıl hastaları için nekahat imkanı yoktur. Sadece, sakinleştirme, uyuşturma, eczanın merhametine teslim etme faktörü gündeme gelebilir. O hâlde, nekahatin imkansızlığı, nekahatin

50


sonsuzluğu anlamına gelir ki bu durumda “özne” hiç iyi-leşemeyecek olmanın verdiği yeni şartlarda (kendi ayıklığına varmadan) sayıklar. “(..) akıl hastanesindeki rahibeyle evlenme şansım yok mu? evime bile geldiğine göre neden olmasın yazmayı bırakınca gidiyor”. Burayı güçlendiren bir delil olarak şu dizeleri öne süreceğim; Kara sevda meleği (14 Şubat 1984) vakasın vaka klinik vaka dedi iltifat ediyordu: kariyerimin birinci günündeydim bu hızla bana aşık oluşları sürdü ve son buldu (sonbahar 1985) Her ne kadar Koçak Napoli Radyosu- Kar Katması ilişkisini reddetse de, spekülasyonumuzu bu kanaldan kurduğumuzda “Napoli Radyosu’nun” öznesi olanca cüssesiyle karşımıza dikilecek? Bizse şimdilik bu yolu erteleyeceğiz. İkincisi; akıl hastanesindeki rahibe, ölüm meleğidir. Öznenin canını almadan önce ona kendini hesaba çekmesi için birkaç saat, belki birkaç gün verir. Öznenin oral şehvetinin harekete geçmesi için bu yeterlidir. Bu durumda özne, kendi ayıklığının ayırdında olarak (evet, tam da böyle) sayıklamaya başlar. İşte bu da sayıklamayı yeniden başa, yani bilinçakışına döndürür. “birinci rahibe Halide Onbaşı kadar cana yakın ikincisi Melike Zobu’nun parkası gibi güzel”. Bunlardan hangisi ölmeden “özneye” yazma izni veren meleği, hangisi aklı ardında bırakmanın sağladığı “esrimeyi” tarif ediyor? Ölüm burada, “her halükârda ölecek olmak” diye de tercüme edilebilir. Birkaç saat ya da birkaç güne saplanılmamalı. Muhakeme için “eskatolojik bir sembol” demek tıkanıklığı giderici bir etki verecektir. Burayı güçlendiren bir delil olaraksa şu dizeleri huzurlarınıza sunuyorum; Kanaviçe işleyenler/gittiler/Aral gölü kurudu/ölümü çağır/hadi çağır ölümü/hasreti bitir”.

51


c.  Sexualite Mon Amour: Koçak kadınları seviyor. Birçok kadın imi, üstelik de cömertlik ekonomisinden nasibini almış sıfatlarıyla (36. Sokaktaki kız, Makarnacı Margo, Raşel, Gaye, Kızıl Katre, öbür Dilek, kara sevda meleği, son derece güzel bacaklı kız, Brooklynli, kelebekli Nur) üzerimize boca ediliyor. “al al yüzümüz/ Okmeydanı’nda/ Nur’la yürürken/ ayakta boşalırken/ ah gençliğimiz/ ne fezalı yıllar”. Burada ve benzer dizelerde okuyucu dehlizlere buyr’ediliyor. Üstelik de bu kez okuyucunun cüssesi sorun yaratmıyor. “Margo yeşil bir Volkswagen’le geldi kendi deyimiyle beni arabaya attı ve Ölüdeniz’e götürdü ben de ölüydüm dirildim Margo’yu kucağıma aldım deniz uyandı biraz içtim Margo rahibe olmuş”. Böylece, ölüm meleği ya da ecza zerkedici rahibe şehvetin merkezine dönüyor. Erkeklerin bildiği bir hâldir. Nekahâte eşlik eden ancak bedensel uyarılar. Bir yandan gövde her saat yenilenirken bir yandan da hastalık süresince bir tarafa attığı dürtüler yeniden kendini hissettirmeye başlar. En yakındaki uyarıcı olur, rahibe uyarıcı olur. Bu dizeler aynı zamanda başta söylediğimiz tanıdık paternlerle örülü, buyr’eden dizeler. Ancak, tüm bu kadınlar galerisinin arasında “lirik kamışım çok acı çekiyor” diyor Koçak. İronik söyleyişle masanın üzerine ko’verilen Lirik kamışın yanında, ilk satırdan itibaren kitap boyunca “sosyalizm düşünen, 23. Caddedeki kıza Cumhuriyet gazetesi ikram eden, umudun 19.yüzyılda parlayıp söndüğünü düşünen, ihtilal hayaldir diyen, sırf çılgınlıktan TKP’ye oy atan” politik kamış aynı şiddetle olmamakla birlikte sallanıp duruyor. Lirik kamış, kişisel tarih kamışı, kişisel tarih kamışının üzerinde ironik bir biçimde sallanan ve onu küçümseyen küçük burjuva kritiği kamış..

52


Şairin Zamanı, Okuyucunun Zamanı Tam bu noktada, karşımıza başka bir tartışma konusu çıkıyor. Koçak’ın kitabı iki bölüme (kendi deyişiyle iki kitaba) ayırdığını, “yazdıktan sonra okumam siz de başyapıtımı okumayın yanlış anlamlar edinirsiniz bu kulağınıza küpe olur” dizeleriyle getirdiği uyarının bizde yarattığı “sona yakınız” duygusuyla anlıyoruz. Nitekim, çok geçmeden “soyunmaya başladım artık bir deliydim 1982” deyiveriyor Koçak ve kitabı kapatıyor. Ya da biz öyle sanıyoruz. Kapanan sadece ilk kitapmış.. Koçak’ın ikinci kitap olarak vaftiz ettiği “Yemliha ile Gönül Maceramız (Sergüzeşt-i Gönül)” isimli bölüm her ne kadar uzun sürmese de, ilk kitaptaki tamamlanmışlık hissinin üzerine gelmiş oluyor. Dolayısıyla, yeni etkiler ekleyemiyor ve fazlalık olarak görünmekten kaçamıyor. Burada, okuyucunun nefesinin (zamanının) maratonu iştahla sürdürmek isteyen şairin performansına kıyasla pes ettiğini, tâkatinin kalmadığını hissediyoruz. Bir diğer deyişle, okuyucu için bu son dizelerle mimari bütünlüğü tamamlanan anlatı-şiir, Koçak için son bulmuyor. Şair de sonrasında çok koşmuyor gerçi. Burada, “bu benim hikayem” deyişini “beğenmiyorsanız defolun gidin” diye tercüme etmediğimiz için hâlâ hikayenin içinde kalma ve onu eleştirme hakkını, tıpkı başından beri bulduğumuz gibi, yine kendimizde buluyoruz. Dolayısıyla, şairin zamanı– okuyucunun zamanına eşit midir, problematiğiyle başbaşa kalıyoruz. Sonda dilimizde “eşit olmadıkları” tadı kalıyor. Koçak’ın “Kar Katması” belki NOD’un görünürlük problemlerinden, belki 2016’nın son birkaç yıl olduğu gibi bozbulanık akmasından yeterince ses getirmemiş olabilir. Ancak inanıyoruz ki sayıları speküle edilebilmekle birlikte (300-1000 arası olduğu iddiası dile getiriliyor), nitelikli şiir okuyucusunun gündemine girmiştir. Henüz girmemişler için de, girmesi şiddetle tavsiye edilir.

53


Cevher Kara – Abilmuhsin Özsönmez Dört Soru Dört Cevap Cevher: Abilmuhsin Bey, farkında mısınız –ki büyük ihtimalle öylesinizson zamanlarda şiir, bir “yürüme” aracı haline geldi. Aslında şiir ve Kürk Mantolu Madonna desek daha yerinde olur. Google’ın, caps endüstrisinin ve mütevvefa şuara adına açılmış hesapların da yardımıyla şiir, bir “tavlama” aracı haline geldi. Sezai Bey, “Şiir günlük konuşma dilimiz” derken tam olarak neyi kastetti tartışılır ama bugün şiire bir gündelikçi muamelesi yapılması söz konusu sanırım. Açmaya çalışayım. Şiir, iki binlerin ortalarından bu yana ciddi bir dolaşım edindi. “Ciddi” derken “kullanımlılık” oranındaki artışı kastediyorum. Çok defa ideolojinin atı olarak koşturulan şiir, şimdiyse politik, sosyolojik savrulmaların da etkisiyle bireysel oluşun bir aksesuarı haline getirildi. Meselâ twitterda, etkilendiği çocuğun profiline bakan kız, Cemal Süreya’nın “hayat güzel kuşlar uçuyor” dizesinin kullanıldığı bir caps görünce bu, Cat marka botu çocuğun ayağında görmesine eş bir etki yaratıyor kendisinde. Çocuk da bunu bilerek yapıyor. Şiirin gittikçe ucuzlamış olması demek. Bu, şiirini iktidarcı veya muhalefetçileşmesiyle aynı şey. Her halükârda sonuç değişmiyor. Sabahtan akşama “şiir, şiir, şiir, şiir” diye bağırılan bir vasatta muğfel bir vaziyette şiir. Abilmuhsin: Karşı cins beğensin için şiir yazılır bu harikulade normal ama bu motivasyon genelde azalan fayda kuramıyla çalışır. Son 15-20 yıldır artık şiirin asli bir unsuru olan siber alanın yaygın kullanımı ile bir beyin amcıklaması geçirdiğimizi şahane bir şekilde söyleyebiliriz ve bu söylende defacto davranış bir set (kuşlar uçmak yenilmek hiç leondaki o küçük kız kahve kedi medi yarakkürek) içeriyor ve bu şeyinbütün unsurlarına her biri ironiye doğru mesafeden ifa edilecek parodilerle tam buradan –içeriden - saldırılmalıdır (videolar capsler parodik dergiler gifler şunlar bunlar). Politik, sosyolojik savrulmalar neticesinde şiirin bir insanın bir şeyi olması gayet doğal zaten savrulma (kriz) ile temas edilir, bunda bir beis yok senin sıkıntı aldığın husus şiirin bir fetiş olması galiba. Bu da zaten ilk başta dediğim imaj zehirlenmesi ile alakalı. Cat bot örneğinde göstergenin göründüğü zemin farklı yani dinamik olarak server yok ama Cat bot imajının bir server eli ile kodlanmadığını bilmiyoruz. Popüler olan, krizle gelen, savrularak gelen darbe ile gelen, gezi ile gelen, her neyse o-

54


nunla gelen bazen nitelikli şeylere erişimde bir gedik açabilir ama bir eşik aşılınca maalesef yine grafik aşağı seyrediyor. İyi bir metnin popülerleşmesinin (Kürk Mantolu Madonna) ardından diğer iyi metinlere geçilememesi. Sorunun içinde yer alan “iktidarcı veya muhalefetçi şiir…” nitelemesini aynı fetiş durumunun, şiirin farklı politik görüş benimsemiş kesimlerinde de olduğu şeklinde anlıyorum. Bieyyi hal iktidarcı şiir diye bir şey yok. Sezai Karakoç’un1956 senesinde neşrettiği o mısraında şiir dilinin gündelik dille etkileşimine ya da mübadele haline bir serzeniş bir gönderme yok sanırım daha çok kişisel bir şey o ‘ben konuşmasını bilmem lili …” gibi. Şiir, dilin bütün bu saldırı içindeki ahvalini kavrayıp an be an yine üst dilini çatıp yoluna devam edecektir. Gündelik dil ham haliyle uzun süre yaşamını sürdüremez şiirin içinde (gündelik dil ile ne anlıyoruz bilmiyorum ama ben siber alanın yaygınlaşmasıyla husule gelen imaj zehirlenmesi tahakkümü altındaki dil olarak bakıyorum çoğu kez ) ama şiir, bu tematik etkileşimi kullanmak zorundadır. Dil ne yapıyor orada kiminle (twitter, facebook, idefix, xhamster, snapchat, dm, durum güncellemesi, app, cnm, tmm, mucks, emoji…) düşüp kalkıyor bunun şiirde kaydı tutulmalıdır. Şiir muğfel bir vaziyette değil sadece son 15-20 yıldır yeni bir şey ile karşı karşıya bunu modeline katıyor. Cevher: Ben şiirin “paylaşılarak” yaşadığı aşınmaya dikkat çekmek isterken siz “yazılmasına” bile cevaz verdiniz. Ruhunuz çok genç üstadım, biraz yakınırız diyordum ama realistliğinizle izin vermediniz buna. Bu dediklerinizin üstüne Ot, Kafa, Bavul (çok güzel bir tınısı var bu üçlemenin) dergileri hakkında ne düşünüyorsunuz? Zira bu yayınlar yukarıda yakındığım şeylerin daha bir vücut bulmuş hali. Bu dergiler, şiiri, edebiyatı esas bağlamından koparmıyor mu sizce? Bu dergilere “şiiri geniş kitlelere ulaştırıyorlar” gibi ehven-i şer mantığıyla bakabilir miyiz? Ve eğer özel hayatınıza duhul etmeyecekse, siz hiç “karşı cins beğensin için şiir” yazdınız mı? Cevap verip vermemekte hürsünüz. Abilmuhsin: Babam paylaşılarak niye aşınsın şiir ancak heybesinde yıllarca biriken alet edevattan münezzeh bir okumaya tabi tutulursa aşınabilir. Dediğin dergileri (İzdiham, Cins gibi dergileri de ekle) şiir modelinin bir parametresi olarak düşünüyorum o kadar. Onun dışında bir milyoncu dükkanlar gibiler. Nonpoetik Überpopülist Temel Fetiş Bilgileri El Kitapçığı. Buna şiir formunda yazılmış metinleri (bazen şiir) “geniş kitlelere ulaştırıyorlar” gibi ehven-i şer bir mantıkla da bakabiliriz. Şimdi de biraz septikleyelim içeri doğru aynaya doğru. Bizler twitter, facebook kul-

55


lanıcılarıyız gittigidiyor.com’dan, idefix’ten falan alış veriş yapan insanlarız tıklıyoruz, okuyoruz, kapatıyoruz, update ediyoruz, random gülüyoruz bunları yapıyor oluşumuz bu hamlelere nesnel yaklaşma nispetimizi düşürür. Bu hamle de modelin (şiirin) asli bir parametresidir artık ve model her simüle edildiğinde bu parametre henüz öngöremediğimiz (ya da şimdilik popülizm adına katsayılar aldığını bildiğimiz) katsayılar alacaktır. Popüler hamlelerin alacağı katsayılar şiirin diğer şeylerle olan korelasyonuna da bağlı ve şiir de artık eskisinden daha çok şeyle korelasyonlu. Modelin önceki simülasyonlarından edindiğimiz bir bilgi var o da şu; popülist olan, şiirde hasara yol açıyor. Bu kuvvetli bir öngörü ama bu öngörünün kuvveti popülist olanı bütün bütün bu modelden çıkarmamalı. Popülist olanın bir çarpan olarak faydası var bunu kompulsiyon olarak da düşünebiliriz - rahatlama anında çekilip bakma. Ayrıca optimum okuyucu sayısına dair elimizde bir rakam yok ama çok iyi şiir kitaplarının total zamanda 500 adetinin bile bitemediği bir ülkede 2 ayda bir binlerce adet derginin şiir namına alınıyor olma düşüncesi ne kadar da hoş değil yeteri kadar zırva. Ve evet karşı cins beğensin diye şiir yazdım ama içime çekmedim. Cevher: Cins veya İzdiham’ı kasten dışarıda tutmadım. Elbette ötekilerinkine benzer bir motivasyonla çıkıyor bu ikisi de: “Şiir diye bir şey var, gençler seviyor, şiiri kullanalım.” Tabi Cins’in politik dozunun fazlalığını ve belirginliğini not düşelim. Siz, bir konuşmanızda “poetikaları olan dergiler”den bahsetmiştiniz. Kimi dergileri, o janjanlılardan ayırmak kastıyla böyle demiştiniz. Peki, “poetikaları olan dergiler”in hâlihazırları hakkında ne düşünüyorsunuz? Poetikası olmak; kapalı ve piramitik bir yapıyı var etmiyor mu sizce? Kapalı, piramitik ve kör dövüşçü bir yapı. Kör dövüşçü yani farklı bir şiir tutumu edinmiş karşıtını ne olursa olsun yeren, şairliğini tartışma konusu yapan, hatta daha da belaltı hamlelerden kaçınmayan poetikacılığı nasıl değerlendiriyorsunuz? Abilmuhsin: Bütün bu birmilyoncu saldırılar sonrası sağ kalmayı becerebilen şiirin bir diğer önemli dinamik unsuru olan okuyucuları tedavi etmek için 500 adetlik arz grafiğinde seyreden bu popülizme yüz vermek istemeyen insanlar üretmeye devam ediyorlar. İyi şeyler düşünüyorum tabi. Dergiler, fanzinler, web fanzinler, bloglar. Yalnız bir tek sorun var o dediğin kapalı durum şeyinden farklı o da az şiirin olması. Bir derginin piramitik kapalı, sen ben, bizimoğlancı yapısı için elimizdeki tek emare bir poetikalarının olması olamaz herhalde. (yaw bu poetika meseli münferit

56


bir durum ayrı bir çilingir mevzusu poetikası olan mı poetik olan mı? Burası biraz muğlak. Kardeşim biz artık aruzu bıraktık geçmiş olsun benzeri bir çıkışla oluşagelen bir şeyden bahsetmiyorum esasen yani şiirin ve müellifinin ahvalini merkeze alan çıkışlar...) Belirleyici olan şeyler genelde politik görüş-din, merkez-taşra, hısım-akraba, arkadaş-manita, hırka-pardesü falan-filan. Dergilerin kör dövüşler yapması, bir insanın şairliğini tartışma konusu yapmasında hiçbir beis görmüyorum aksine bunlar olmalıdır. Eğer metnin samimiyeti sorgulanıyor ve bağlamı bizi metinden ayırmıyorsa bel altından vurmasında da bence hiçbir sakınca mümkün değil mesela zaman makinesine girip 20.yy a oradan 18.yy a savrulup şiir yazan adamın laptopa bakarak otuzbir çektiğini biliyorum ben bunu şiirlerinde de görmek istiyorum. Modele politik görüşleri eklersek de pek bir şey değişmiyor işte kültürel iktidara(!) savaş açtık diyen müptezel yığını bir yığın insanı ruh hastası ettiler ya. Cevher: Peki üstadım son bir soru daha sormak istiyorum müsaadenizle. “Şiiri bıraktım”, “Türkçe şiir yazmayacağım” gibi beyanlar duyuyoruz şairlerden. Bu hususta ne düşünüyorsunuz? Şiir, bırakılabilir mi? Şiir, şairin tam denetiminde midir? Acaba bu tür açıklama yapanlarda şöyle mi oluyor: Mesela aklında bir dize parlayınca “yok ben seni yazamayacağım” mı diyor? Yoksa gizli gizli yazıyorlar da bir gün “suskunluk şiirleri” gibi bir isimle patlatacaklar mı o işlerini? Ne dersiniz? Abilmuhsin: O Türkçe şiir yazmayacağımı duymadım ama diğer “şiiri bırakıyorum”, “aha bıraktım” meseli ikide bir İsmet Özel’in dediği bir şey. Geçen gün de “artık kalabalığa seslenmeyeceğim” gibi bir şey dediydi. Bunu, İsmet Özel tıbbi açıdan yapabilir, müsait ama normal şartlar altında bakarsak ben bunu “artık şiir yayımlamayacağım”, “şiir kamusunda pek görünmek istemiyorum” gibi anlıyorum başka da aklıma bir şey gelmiyor. İsteyen yazsın, istemeyen yazmasın nedir yani.

57


Halid Metin Rıdvan Gecü Şiirleri Sizi Niçin Sarsıyor ya da Türkçe Şiir’de Vibratör Sorunu Başlık ile başlamalı. Bu metne gelindiyse Rıdvan Gecü'nün kim-liğine dair bir sunu yersiz gözüküyor. Yalnızca "Kırmızı Perfect" isimli kitabın ele alınacağı belirtilerek bu müsamere geçilebilir. Başlığın içindeki "ya da" bağlacının berisinde kalan "şiirleri sizi niçin sarsıyor" ibaresi,-söylemeye lüzum var mı?- , Hayriye Ünal'ın -bizim bildiğimiz- iki eleştirisine işaret ediyor. "ya da" bağlacının ötesindeki kısım ise Ünal'ın mezkur metinlerini geçici bir hareket noktası olarak belirleyip, Türkçe Şiir dediğimiz alandaki mevcut bazı sorunlara -kısaca da olsa- bir değininin amaçlandığını gösteriyor. Diyerek yaklaşmaya başlayabiliriz. Ünal'ın "Tahlil Tahrip İnşa" adlı kitabındaki iki yazı. "Cahit Koytak Şiirleri Bizi Niçin Sarsmıyor?" ve "Haydar Ergülen Şiirleri Bizi Niçin Sarsmıyor?". İlk yazı 2000 tarihli. Şöyle deniyor başlarken: "Bu başlıkta ima edildiği üzere bu yazı, Cahit Koytak şiirlerinin bulunma biçiminden değil bulunmama biçiminden yola çıkmıştır. Bir şiirden beklenenler arasında "sarsıcılık" ekseriya olmayabiliyor. Dolayısıyla bu yazı kişisel bir beklentinin sonucu addedilebilir." Biterken ise şöyle: "Modern şiir için temel ölçütlerden biri olan, eleştirici tavır elbette bu şiirlerde sezilmektedir. Ancak Koytak bu eleştirisini bilgece bir ifadeye tutunarak üstperdeden yaptığından ötürü, şairliğini yer yer klasik hikaye anlatıcısı rolüne büründürür. Bu nedenle çağa getirme olasılığı olan eleştirisini peşinen etkisizleştirir. Şiirlerini güzel bulduğumuz zaman bile bizi sarsmamasının sebebi budur." Ergülen ile ilgili yazıdan alacaklarımız ise şunlar: "Okuyucu, eleştirimin temeline yönelik olarak "niçin sarsıcı olsun ki şiir" diye bir soru yöneltebilir. Hiç değilse iyi bir şiir okuyucusu olarak sarsılmayı beklemem benim kişisel beklentim olmakla açıklanamaz. Bunu bekleyen bir çok kişiyi biliyoruz şiir tarihinden. Her zaman daha iyi bir şiiri özlüyorsak ve şiir eleştirisi de bunun için gerekliyse, gündemde bir şekilde yer tutan şiirleri daha iyisi konusunda sınama hakkımız da vardır. Dolayısıyla bu

58


yazı, bu şiirlerin beni niçin hiç etkilemediğini, hatta saf retorik olup olmadıkları konusundaki şüphemin nedenini merak etmemden doğmuştur." Gördüğünüz üzere ilk yazısında "sarsıcılık"ın bir "kişisel beklenti" olduğunu itiraf ediyor Ünal. İkinci yazıya kadar geçen zaman aralığında ise bunu bir "kişisel beklenti" olmaktan çıkarmış ve bir tür kıstas haline getirmiş. Burada gerçekten şiir'e, şiirden beklenen'e yönelik bir hakikat mi var yoksa kolaya kaçılmış bir beğeni/eleme aracı olarak "sarsılma" diye bir şey mi uyduruluyor? Yanıtın birincisi olduğuna inanıyoruz. Fakat buradaki kelime tercihi ve daha sonra kavramın alması muhtemel olan ve aldığı hal ikinci seçeneğin alan'ına itiyor. Yani buradaki tehlike şu: Bir şiir'den her zaman ve sahicilikle bizi -buradaki kötü adlandırmayla"sarsması"nı bekleriz. Fakat bu sarsma denen şeyi açık seçik, anlaşılır bir kıstaslar bütününe bağlamaz isek, öylece ortada ve yalnızca etkilenimsel/ duygulanımsal bir şeymiş gibi bırakırsak, bu ölçüt elimizde istediğimiz gibi kullanabildiğimiz bir ahkam aracına ve bir boş-gösteren'e dönüşür. Bu şiir sarsıcı, şu şiir değil deriz lakin bu aslında hiçbir şey ifade etmemektedir. Çünkü neyin sarsıcı ve neyin değil olduğu ayrıntılı bir şekilde izah edilmemiştir (daha doğrusu "sarsıcı" kelimesiyle işaret etmek istediğimiz asıl durumun neliği belirlenememiştir) ve bu sözcüğü işiten insanlar, doğallıkla, bunun etkilenimsel bir şey olduğuna inanırlar. Bu da yine doğallıkla şiir'in üreticilerinde de bir tavra sebep olacaktır. "Etki" bekleyen, "sarsılmak" isteyen okurlara yapay titreşimler imal etmeye başlar tüccar şairler. Başka bir deyişle vibratörler. Sahih ya da halis olmayan yapay ikameler. İçi boşaltılmış dışlar. Ya da onlar kadar hin olmayanlar, bizim şu bihaber şairler bu minvalde şeyler üretir de bunu has şiir sanmak yanılgısına düşerler. Rıdvan Gecü şiiri üzerine gözüken bir yazıda neden buralarda oyalandığımız birazdan daha seçik hale gelecektir. İşte yukarıda işaret etmeye çalıştığımız "sarsıcı", "vurucu", "çarpıcı" ve benzeri türden nitelemelerdeki tehlike, bunların şiir dediğimiz şeyi salt "etki" ile, "etkilenim" ile ilgili bir şeymiş gibi gösteriyor oluşlarıdır. Oysa şiir bundan ibaret değildir. Örneğin "çarpıcı" ya da "şaşırtıcı" bir şeyin güzel veya iyi olması zorunlu değildir. (Tuhaftır, Ünal ise bunun tam tersinden yani güzel olup da sarsmayan şiirlerden şikayetçi) Şiirin emotional yönünün yanında çok daha hayati önemde bir yönü olan bir bil(dir)me biçimi oluşu söz konusu. Ayrıca şiir'in ve özelde Türkçe Şiir'in kendi tarihsellikleri içinde

59


geçirdiği aşamalar, sahip olduğu gereklilikler var ve bunlar bugün bir şiir yazarken göz ardı edilmesi olanaksız şeyler. Böyle şiirler yazılamaz demiyorum, elbette yazabilirsiniz fakat bunların hiçbiri bir keşif niteliğinde olamaz. Çağın da etkisiyle ancak freaky (o da biraz mahirseniz) bir reprodüksiyon ortaya koyabilirsiniz. Peki bu koyduğunuz orta, şiir'de midir? Asla. Öyleyse bunlardan azade bir şiir sırf bizi "sarsıyor", "vuruyor", "çarpıyor", "şaşırtıyor", "tiksindiriyor" (başka bir fiil de seçebilirsiniz ve dikkat ederseniz tüm bu fiiller fiziksel bir etkilenim ifade eden sözcüklerdir ve bu tuhaf bir ikame çünkü anlıyoruz ki bu şiirler bize fiziksel-olmayan yönden vermesi gereken şeyleri-artık onlar her ne isevermiyor olmalı ki bu bizde bir "anlamsızlık" olarak karşılık buluyor ve bu "anlamsızlık"ı gidermek için onu fiziksel terimlerle adlandırıyoruz) diye o şiir bir meşruiyet kazanabilir mi? Eğer bu soruyu "Evet" diye yanıtlıyorsanız, bu Türkçe Şiir'in son yıllarda iyice artan zavallılığından mustarip olduğunuzu gösterir ve sözgelimi Mehmet Davut Özdal'ın şair ve yazdıklarının şiir olduğuna inanmanız gerekir. Öyleyse, şiire "sarsıcı" türünden çok kolaycı, belirsiz ve görece kıstaslar getirmek gibi bir hataya düşersek bu sahici şiir'i bulmamızı çok daha güçleştirecek ve ayrıca şiir olmayan, şiir olma vasatına bile erişemeyen metinlere bu sıfatların nispet edilmesi suretiyle meşruiyet kazandırılması ve şiir'in neliği konusunda suyun iyiden iyiye bulandırılmasına sebep olacaktır. Hele bunun "şiir eleştirisi" denen alanda bir araç haline gelmesi çok daha tehlikeli. Biz de şimdi bu "şiir eleştirisi" denen alandayız. Peki bugün bu alanda kayda değer bir şey söyleyebilmek olası mı? Eğer olasıysa bu nasıl ve ne biçimde olmalı? Bu sorulara da kısacık yanaştıktan sonra Gecü'nün metnine geçeceğiz. Eğer bugün kültür adlı alanda sahneye çıkmak arzusundaysanız şunu bilmek ve ona göre konumlanmak durumundasınız (gördüklerimiz değilse de okuduklarımız böyle olduğuna inanmamızı gerektiriyor) : Siz bir tarihsellik içindesiniz. Bir şeylerin peşine geldiniz. Berinizde bir şeyler yaşandı. Onlara bigane kalamazsınız. Eğer onlara bigane kalacaksanız, bu düzenlenmiş bir bigane kalış olmalıdır. Daha doğrusu şöyle söyleyelim: Onlardan bihaber olamazsınız fakat onlara bigane kalabilirsiniz. Tabii bu haberdarlıktan sonra. Lakin bu haberdar oluş ile kastımız (Gecü'nün şiirle-

60


rinde de göreceğimiz) dolaşımın kavşak noktalarındaki isimler için klişeler ve indirgemeler ile üretilmiş bir tür -nasıl diyelim- 'resmi anlatı'dan, lise edebiyat kitaplarındaki dizgeyi edebiyatın veya düşünce'nin tüm dizgesi sanmaktan ya da 'ekşi sözlük ilim ve irfanı'ndan ibaret olmamakla birlikte bunların hayli dışında ve ötesinde bir şeydir. Peki durum sahiden iddia ettiğimiz gibiyse, böyle bihaber ya da yukarıda belirtilen çap ve miktarda haberdar kimseler var ise 'eleştiri' bunlara nasıl yaklaşabilir? Öncelikle eleştiri denen şeyin de kendi kulvarında bir tarihsellik içinde olduğunu unutmamalıyız. Fakat bu alanda takip edebileceğimiz çok makul ve süreğen bir çizgi var mı? Soruları bu dar alandan biraz çıkarıp büyütelim. 80'den sonra şiire ne olduğunu bilen var mı? Ya 90'dan sonra? Peki şu bizim sıfırlı yıllar? 2010 sonrası Türkçe Şiir? Bu sorulara doyurucu yanıtlar verildi mi ayrı bir tartışma konusu fakat asıl sorun şu değil mi: Bu sorulara verilen tüm yanıtları izleyebileceğimiz bir alan var mıdır? Böylesi bir alanın yokluğu örneğin Erhan Altan ve Utku Özmakas'ın üretilen şiirler vasatına kıyasla hayli kıymetli ve harekete geçirici olması icap eden metinleri (ki ilginçtir üretilen şiirler vasatını birkaç istisna şair dışında sürekli aşağı çeken 160.km yayınlarından neşredilmektedirler) neden bir çalkantı, haydi çalkantı olmasın kımıltıya sebep vermez? Bu metinlerin tutumlarının buna etkisini göz ardı ederek soruyorum çünkü asıl sorun yanında bu çok tali bir etken olarak görülebilir. Ya da belki tek soru şu: Türkçe Şiir'de bir 'olay' gerçekleşmesi imkanı neden ve nasıl ortadan kalktı? Bu son ve esas soru başka bir metni hak ediyor. O yüzden dönelim. Bugün şiir'in ne halde olduğu/ne hale geldiği kimsenin malumu değil gibi gözükürken ve hem şairler de bundan mustarip ve hem de her nasılsa yine de "şair" iken, ç'ağın ürettiği, internet marifetiyle salgınlaşan ve herkesin dilinde ufak nüvelerle bir biriciklik gibi gösterilebilse de tek tını, tek ses, tek base üstüne kurulmuş o freaky üsluplar vasıtasıyla ortaya konan bol 'enter' tuşlu metinler şiir diye pazarlanıyor iken "şiir eleştirisi" kendisine nasıl bir alan ve pozisyon yaratmalıdır ki hem hakikatten ödün vermesin hem de etkin olabilsin? Ya kategorize edilerek durgunlaştırılmış ve fazlasıyla Amerika kokan "feminist eleştiri", "postyapısalcı eleştiri" gibi biçili gömleklere girmek ve böylece baştan etkiyi yitirmek ya tanıtım yazısı mahiyetinde bir şey ortaya koyup pörsümüş kavramlarla o bildik gazete eki yazılarından yazmak. Ya yalnızca övmek yada yalnızca sövmek

61


üzerine kurulu ve öznel bir beğeniyi öne alan bir okuma ile aslında üzerine eğildiğin metni ortadan kaldırmak ya hiç etliye sütlüye bulaşmadan şiirdeki uyakları, ritim ögelerini ve şunu ve bunu sıralamak ya da akademik eda ile etkileşimden uzak bir metin (diyelim mahir de olsa) çıkarıp ben diyeceğimi dedim, duyan duysunculuk odasında ikamet etmek. Başka çare yok mu? Rıdvan Gecü Twitter üzerinden haklı bir itirazda bulundu. Blogumda yayınladığım bir parçada kendisine yönelik olumsuz bir söylem bulunmaktaydı lakin şiiri ile ilgili hiçbir şey söylenmeden bu yapılıyordu. Gecü de buna çattı. Haklıdır ve sebebini izah ederek geçici bir af diledim. Şimdi 'Kırmızı Perfect' kitabı üzerine yapacağımız okumaya girişmeden son olarak şunu söyleyelim: Yukarıda dokunup geçtiğimiz bağlamları göz önünde bulundurarak soralım. Sözgelimi Rıdvan Gecü şiirini yahut bir başkasının şiirini bu darmadağın alan içindeyken ve onlar bu darmadağınlığa bir teklif getirmemişken, onlara yönelik bir eleştirinin bildiğimiz anlamıyla tipik bir eleştiri olarak ortaya konması ve aynı zamanda gerçek ile bağını yitirmemesi mümkün müdür? Değil ise bu darmadağınlıkta bizim de değip geçmelerimiz ve derin kazılardan uzak durmamız makul karşılanmalıdır. *** Aslında Rıdvan Gecü şiiri ile ilgili söyleyeceklerimizin neredeyse tamamını söyledik. Şimdi yalnızca metne inmemiz gerekiyor. İsterseniz önce başlığa geri dönelim. Rıdvan Gecü şiirinin birilerini sarstığını varsayıyor olmalıyız ki buna şaşarak soruyu soruyoruz. Bunda gerçekten samimiyim. Gerçi Gecü'nün genel yakınması olan ve 'Okursuzluk' yazısında belirginleşen nicelik hakkındaki bence abartılmış sızlanmalarını düşününce şiiri etrafında şişirilen rüzgarlar ona yetersiz esintiler gibi gelmiş olabilir. Fakat ben "Kırmızı Perfect" hakkında işittiğim övgülerden sonra kitabı alıp okuduğumda gerçekten bir şok yaşamıştım. Sonra insanlara, tanıdığım insanlara, Gecü'yü tanıyan insanlara bu kitabın korkunç zayıflığı hakkında yakınınca onlar önce yarım ağızla ve sonra tamamen bu şiirin "kötü"lüğünü kabul ediyorlardı. Yani bu kitap hakkında başlangıçta söylenenler belki de söylenmek istenenlere ya da söylenmesi gerekenlere mani olmuş ve bu böyle gidivermişe benziyor. Kitabın çıkışı ile şiir-sosyal medya ilişkisinin asr-ı saadetinin aynı zamana denk gelmiş

62


olması bunda etken olabilir. Ki Rıdvan Gecü sahiden aktif, eğlenceli ve yüksek performanslı bir Twitter kullanıcısıydı bir zamanlar. Fakat biz sürekli Gecü ve başka birkaç şair etrafında döndürülen ve içinde "twitter", "troll", "sosyal medya", "persona" vb. kelimelerin geçtiği manasız tartışmaya da hiç yanaşmak niyetinde değiliz. Yalnız Gecü'nün metinlerde tespit edeceğimiz ruh hallerini çok daha yalınkat biçimde Twitter profilinde de temaşa edebileceğinizi söyleyebiliriz. Nihayet metindeyiz. "Kırmızı Perfect". Şöyle bir ithafla açıyor kendini: "kendime; olmadığı için başka". Kitaptaki bütün şiirleri incelemeyeceğiz. Çok şükür Rıdvan Gecü Şiir hakkında şiirinin içinde oldukça gevezelik eden bir şair. Daha çok bu belirlemelere bakacağız ve bunlara şiirinde bir karşılık arayacağız. Şiirin geneline yönelik söylemlerimizi tekil örneklerden sonraya saklayalım. "cümlesiz" şiiriyle başlayalım. Şimdi edebiyat alanında bir hakikate yakınlık veya sorulan soru ya da aranan yanıtın kaplamı ile ilgili neredeyse hiyerarşik bir katmanlaşma olduğunu söyleyebiliriz. Bu farklı tip ve çaptaki okurlar için elbette değişkenlik gösterir. Sözgelimi Türkçe Şiir alanında bir kimse İbrahim Tenekeci'yi Tuna Kiremitçi'den bir başkası Bedirhan Gökçe'yi Uğur Işılak'tan yada bir bambaşka kişi de Küçük İskender'i Murathan Mungan'dan yukarıda ( yukarıya, yani karikatürize hakikate yakın) görebilir. Fakat işaret etmeyi denediğimiz hiyerarşi,bu bayağı örnekler değil bu katmanların arasında merkeze yaklaşmak için daha fazla efor ve mesai harcayanların seçebileceği bir hiyerarşidir. (Bu efor ve mesai harcayıcılarının sayısı, hele hele Türkçe'de sahiden azdır. Az'dan kastımız kesinlikle 1000-2000 gibi umutkar bir rakam değildir. Gelgelelim bir çok insan bu piyasa'nın içindedir ve marjda olmayanın arzuları her zaman daha kıymetlidir. Fakat bu arzu cihetinde üretmeye kalkışarak, pahadan ödün vermek etik değildir.) (Bir parantez de şunun için açmalı ki varsaydığımız hiyerarşi, katman ve bir katman varsayımı sonucu merkez varsayımı, verili hakikat üzerindendir ve ileride bu katmanlaşmanın dahi bir boşunalık taşıdığı ve gerçekte merkezde bir şey olmadığı söylenebilir, fakat şimdi verili'de süren araştırımızı bu minval üzre devam ettirmek durumundayız)

63


Bu hiyerarşik oluşum içerisinde belirli bir aşamaya gelen kişi, geride bıraktığı katmanların uzaklığından dem vurur ve onlara bir yatırım yapmaktan vazgeçer. Tüm bu bahsin sebebi mezkur şiirde metinlerarasılık olarak adlandırmak zorunda kaldığımız şeye yanaşabilmek için. Aslında bu kavramdan anladığımız çok daha farklı bir şey fakat Gecü'nün tüm metnine yayılan göndermeler, açıkça gösterilen kitap ve yazar isimleri için yeni bir ad uydurmaya niyetimiz yok. Bu kavram için çok daha oylumlu bir metin kurmak icap ettiğinden burada nelik tartışmasından sıyrılıp şiirdeki ham örneklere geçiyoruz. Öncelikle burada da (metnin pek çok yerinde rastlayacağımız) düz, kurallı bir Türkçe cümlenin 'enter’ tuşu vasıtasıyla satırlara ayrılması durumuyla karşı karşıyayız. Cümle şu: "Beylik laflar edebilmek için yazımı zor okunuşu güç bir adım olmalıydı: Niestche mesela" Şiirdeki güya humoric tınıyı yoksayacak olursak -ki çiğ bir ton bu- açıkça görüldüğü üzere bu cümle tamamiyle sıradan ve şiirsiz. Burada şairin bize şiirin nelik'i üzerine söyleyeceklerine muhtacız. Çünkü bu bildik şeylere göre şiir değil, ayrıca bizi "sarsmıyor" ve bir hakikat(sizlik)e de yakınlaştırmıyor, üstelik söylenişini de hoş bulmuyoruz. Gelgelelim şairimiz için eğer şiir tüm bunların dışında bir şeyse ve değerliyse ve bu yazılan şeyse, bu nelik açıklamasını bize açıklaması talep ettiğimiz bir alacaktır. Cümleye içerik olarak yaklaştığımızda tamamen bön bir tespit ile karşı karşıyayız. "Beylik" diye tanımladığı "laflar"ı- ki kitap üçüncü sınıf beylik laflar ile tıkabasa dolusöyleyebilmekliğin sırrının zor yazılan ve güç okunan bir ada sahip olmaktan geçtiğini düşünüyor. Şairimiz adının sıradanlığı yüzünden kendisine değer verilmediği yoksa kendisinin de ismi anılacak Nietzsche veya Ka'a gibi değme düşüncelere sahip olduğunu da düşünmekte. Nietzsche alıntısını atlayarak devam ediyoruz. "benim ismim böyle değil." "ben bu kıyafeti giyemem." "bana dar gelir." gibi üç sıradan cümlenin yine enter vasıtasıyla alt alta sıralanması sonucunda oluşmuş bir üçlükle karşı karşıyayız. Beylik laflar edilmesi niye kıyafete benzetiliyor, şiir dediğimiz şey bu mu yani? Yoksa değme düşüncelerin sahibi değil ile gelir arasında yakaladığı her şiirine sirayet eden o sinir bozucu ritmi sağlamak için mi bu benzetmeye başvuruyor? (Tabi bu ritim şair tarafından ya da bu şiirin beğenirleri tarafından müthiş bir müzikalite veya akıcılık vs. gibi sıfatlarla nitelenebilir fakat ben burada yalnız yavan bir tonalite işitiyorum ve çoğun arabeskleşen bir lirisizmin o güya kahırlımağrur sesini.) Ama şunu sormak istiyorum: bu cümleyi herhangi bir okur-yazar'ın yazmaması için sebep nedir ve eğer buna bir

64


sebep yoksa bu yığın arasından neden beyefendi şair olarak belirmiştir? "o yüzden devam ettim/kendi cümlelerimi geçip": geçmiş zaman kullanımı ile benliğe yönelik o bildik sığ romantik anlayışın (on yıllar önce defnedilen ve yıllardır bir alay konusu olan) tınısını gayet iyi işitebiliyoruz. Bu sıradan cümlecikler belki de bir roman oluşturacak ebata ulaşmadığından ya da şairimiz bir romansal bütünlük içinde bu cümlecikleri irtibatlandıramadığından olsa gerek boşa da gitmesinler deyu şiir formu altında( yani ki alt alta yazılarak) dolaşıma sokulmuşlar. Şiirin devamında burada söylenen düşüklükler aynen tekrarlanıyor. Franz Ka'a'yı adından dolayı Fransız sanmak ve Oscar Wilde'ı Oscar töreni ile karıştırmak gibi gerçekten espri olarak yapılsa dahi kötü, iğrenç olarak bulunacak şeyler şiir oluvermiş, her nasılsa. (Burada pörsümüş ironi kavramına -en alt seviyedeki versiyonlarına dahi- sığınmak vesilesiyle yapılacak bir olumlama ya da izahat kabul edilebilir ve makul değil. Tüm metnin içindeki gerek içerik gerekse biçim bakımından serimleyeceğimiz onlarca öge buna mani) Rıdvan Gecü şiirinde daha sonra başka örneklerini de göstereceğimiz şöyle bir durum söz konusu: Yalnızca yakın arkadaş ortamlarında gülünecek espriler, internette artık neredeyse herkeste gözlemleyebildiğimiz o zeka ışıltılarını sergileyen cümleler, doğal ortamlarından alınıp (yani goygoycu meclislerinden) şiire transfer ediliyor. Hani Rıdvan Gecü çok sevdiğimiz bir arkadaşımızdır diyelim ve bu Franz Ka'a-Fransız esprisini yapar ve biz de onu tanıdığımız ve sevdiğimiz için bu kötü şakasına güleriz. Herhalde Gecü de böyle şeyler deneyimledi. Ama bir de her nasılsa şiir koridoruna gelmişti. (Bu türden gelişlerin mahiyeti üzerine blogda bir yazı yazdım.) Bu güldürmelerine, çok zekisinlere yaslanıp şiir yazdı. Olabilir mi? Bilmiyoruz. Fakat burada bahsettiğimiz türden örnekleri yineleyeceğiz. Gecü'nün şiirini kaplayan çok büyük bir yanılgıyı kendi ağzından dinleyelim: "sonuçta şairliğin ilk kuralı kesin hükümler içeren cümleler doğrudur." Yine yukarıda önden itiraz ettiğimiz ironi namlı kaçış deliğini burada da tıkayalım. Sebebi çok hızlı bir biçimde dile getirmek istersek şunları söyleyebiliriz. İroni, ironik gözükse de bir süreklilik talep eder. Cihet önemli değil. Bir saplanış ya da kopuş şeklinde gerçekleşebilir fakat onu makul veya kıymetli kılacak şey kesintisizliğidir. İroni ile iş tutmak istiyorsanız adımlarınız çekingen ya da mütereddit olmayacak. Radikal bir biçimde belirlediğiniz yöne gideceksiniz. Yani yarım ironi olmaz yahut açıkta kaldığınızda sığınabileceğiniz bir liman ya da cevap anı geldiğinde (ki bu an'ı/an'a siz getirdiniz) mesuliyetten kaçmak değildir ironi. Belki

65


fazla muğlak oldu söylediklerim fakat ilgililere bir mana ifade edeceğini sanıyorum. İşte Gecü şiirinde de ironi kavramına sığınarak izah edilemeyecek şekilde zayıf örülmüş ve süreğenlik arz etmeyen bir doku var ve bu ("burada ironi var") ancak bir bahane şiddetinde kalacak bir açıklama olabilir. Yani ironi oyununu icap ettiği gibi oynayamamak- hele bir de titizlikle düzenlenmiş bir oynayamayış değilse bu- da ironik olarak adlandırılacak olursa bunun yalnızca bir zayıflık örtme yahut söylediğimiz gibi bahane olacağını söylemekten başka çaremiz yok. "seremoni" başlıklı şiirdeyiz. Diyor ki: "yazmak/beğenilmeyi olduğu kadar/kötülenmeyi de/kabullenmekti" Yine gördüğünüz üzere bir düz cümle enter tuşuyla parçalara bölünmüş ve geçmiş zamanda kurulması vesilesiyle- şiir hakkında bilgisi olanların tanıdığı ve hor gördüğü- güya bir şiirsellik oluşuyor ya da söylemin üretildiği yere atfedili bir epiklik. Ki ben sanıyorum internette dahi bunla, bu geçmiş zaman kullanımıyla dalga geçiliyor. ("Sevgi neydi?" repliği ve manipülasyonları üzerinden) (Rıdvan bir tweet RT'ledi bugün. Çok hoş buldum ve yazıya almak istedim. Ümit Kumcuoğlu adlı işadamı, iktisatçı, siyaset bilimci olduğu bilgileri bulunan bir zatın tweeti bu -ona mı aittir ya da nedir bilmiyorum- ve şöyle: "İnsanlar veremi 5 bin yıl lanetledi, bir şey değişmedi. Çözüm aşıydı çünkü." Bu tipik bir Rıdvan Gecü şiiri pasajıdır ve kendisinin bu tweet'i RT etmesi de ziyadesiyle manalı ve hoş. Bir tek harf i'ye dönüştürülür ve şöyle enterlenir: " İnsanlar/veremi/ 5 bin yıl lanetledi/Bir şey değişmedi.// Çözüm aşıydı çünki." Tanıdınız değil mi? İşte Rıdvan Gecü şiirinin eni boyu bu kadardır. Ümit Kumcuoğlu'nun tweet'i kadar.) Tabii, Gecü kötülenmeyi de kabullendiği için rahat konuşabiliyoruz. Şiire devam edelim. "anlamak/hakkıyla başaramadığımız yegane şey/bu yüzden bu kadar zordu/anlaşılmak/hiç sorun değil yerimde sayabilirim/ çünkü halihazırda koşanlar/düşmeyi göze alanlardı" Aynı şeyleri sürekli tekrarlamak durumunda kalmak istemiyorum. Yine dümdüz bir iki cümle, yine enter'ler, yine geçmiş zaman. Bir de şu ilkel akıl yürütme, Facebook bilgeliği, pop aleminden birinin peyder pey timeline'a düşmüş sitemkar tweet'leri tadındaki içerik. Örneğin ben bunların Gülben Ergen'in ya da ne bileyim Nihat Doğan'ın da kurabileceği (ya da beğenebileceği ya da anlayabileceği) tümceler olduğuna samimiyetle inanıyorum. [A, B'dir. Bu yüzden C'dir. Ühü ühü ama hınççççç] şeklinde formüle edebiliriz yukarısını. Gecü şiirindeki şair sesin ihtirası korkunç. Kifayetsiz muhteris kabilinden.

66


Fakat bu ihtiras kesinlikle Dostoyevskiyen diyebileceğimiz ya da hınç'ın Nietzschecil versiyonları ve edebiyat tarihinde bir çok farklı örneğini de bildiğimiz şey ile alakası yok. "uzun cümleler kurmayı/uzun zaman önce/ bir paragrafın içinde/yükleme doğru yol alırken/özneyi unuttuğumda/ bıraktım" Bu dizeleri yalnız zavallıca bulduğumu belirtmeliyim. Bunlar sahiden şiirle ilgisiz şeyler. Ayrıca -eğer öyle bir muradı varsa Gecü'nünne güldürüyor ne de bize bir zekanın/dehanın işleyişini görürken aldığımız hazzı (örneğin Osman Konuk şiirinde kimi anlar buna çok iyi bir örnek teşkil eder) veriyor. Sadece pespaye bir şeyle, bir sıradanlıkla karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor. Doğrusu apaçık bir şeyi göstermenin, gizli bir şeyi göstermekten çok daha güç olduğuna kesinlikle kani oluyorum bu yazıyı yazarken. Bu şiirin neden korkunç kötü olduğunu göstermek çok zor geliyor. Bunu herkesin rahatlıkla görebilmesi gerektiğine inanıyorum. Sadece dizeleri alıntılamamın yeteceğini düşünüyorum. Fakat işler, yazık ki, öyle yürümüyor. O yüzden devam ediyoruz. "ömer" şiirine bakacağız. Nasıl bir şiir, şair anlayışı bulunduğuna. "iç burkan dizeler döşeyip yalnızlığımdan,/çocuklar doyuracağım ergen." Bilemiyorum, Gecü, burada anlamın tersini mi kast etmektedir (yine şu güzel ironi limanı problemi) ama bir kısım ve ne yazık ki kendince az sayıda ergen çocuğu doyurmuş, doyurabilmiş gözüküyor. Fakat içi burkan mı yoksa geçiren şeyler midir dizeleri, tartışılır. Hani birtakım şairler, "şair" olabilmişler böyle yapıyor da, o yapmayacak mı yoksa? Bilemiyorum. Devamında: "yıldızlara seslenip: 'gökyüzünün göt delikleri'/zekamıza hayran edelim yedisinden yetmişini" diyor. Gecü burada alay ediyorsa felaket, ciddiyse fecaat. Çünkü alay ediyorsa, kategorik olarak reddetmesinin, dışarıda bırakmasının çok basit olduğu(hayran olunacak bir zeka gerektirmediği) şeylerle birincil ve hayati düzeyde meşgul oluyor. Yok eğer ciddiyse zekası hayranlık değil de hayretlik bir nesne oluyor. Sonra da şu: "niye. bir ka&a doğmazsa kahrolurmuş çükü/çünkü yazacaktım elim sürçtü gördün mü ömer/ben de mi oldum şimdi şair" Şu bıkkınlık verici ikinci tekile arabesk sesleniş(ki Gecü'de bol) kahramanı Ömer'in yerine ben cevap vereyim: Hayır, olamadın, ne yazık ki. "üç kişi okusun için ben beş senedir/ yırtıyorum kıçımı" diyeceksin ama yazık ki, kıç, yırtıldığıyla kaldı.

67


Gecü'nün muhteris diye nitelediğimiz ruh halinin ve ç'ağımızda "ergenlik" diye nitelenen şeyi layıkıyla dolduran bir zavallılığın, bir manasız cür'etin ifadeleri olarak okuyamaz mıyız şu dizeleri? "düşünürüm/atay'ı okuduğumda söylediğim ilk şeyin/ nedir yani/ben de yazarım altmış sayfa/kullanmadan noktalama/olduğunu,//yazdığımı da//kimsenin okumadığını da.” Yani... Yine de bir şeyler söyleyelim. Ben şahsen bu yanlış adlandırılan fakat herkesin malumu entelektüalizm-antientelektüalizm kavgasını manalı bulmuyorum. Boş ve yanlış konumlanmış bir dalaş. Fakat antientelektüalizmi ziyadesiyle zararlı ve düşünceden, sanattan düzlemsel olarak uzak buluyorum. Gecü de - en büyük tuhaflıklardan biri bu- sürekli bir anti-entelektüalizm mevcutken kitabı tıkabasa yazar isimleriyle, kitaplarla, göndermelerle dolu. Bu iğrenç bir yahubunlarıelbetbiliyorumdageçtimgidiyorum tavrı. (bkz. "nasıl yazılır öğreneli beri/şiir yazmıyorum" dizesi. Hele bu yüzden bu yazdıkları şiire benzemiyor fakat her nedense şiir kitabı diye dolaşıma sokulmuş) İçeriksiz bir gösteri. Süslemecilik. Vay be denilecek sanıyor kitabı yazdığı zamanlardaki o genç Gecü. Herife bak hem her şeyi okumuş biliyor hem de onlara hiç aman vermiyor. Kitabın belki çeyreğini teşkil eden yazar isimleri, kitap listeleri vs. bu minvalde görülmeli. Korkunç ve çok bildik, çoktan karikatürize hale gelmiş bir muhteris modeli bu. İşte Atay'ı ilk okuduğunda bunu söyleyen -affedin- bir tip şöyle dizeler de kurabiliyor (ki olası bir ironi yahut alay izahatının iflas edeceği onlarca andan biri bu): "ve oğuz'u en çok/ve yusuf'u yakıştırdım romana/her ece'yi kadın bilmedim,şairi de var abiler/şiiri kara" Sahiden bunun adı ya üçkağıtçılık ya hastalıktır. Sevgili Ece Ayhan ile ilgili hayran olunası zekasıyla kurduğu oyuna da bir şey demiyorum bakın. (Bir de Atay hakkında ilk dizelerde "yazdığımı da" "kimsenin okumadığını da" dizelerini de yine bu kendine kör olmuş ihtiras açısından okuyabiliriz.) Geçiyoruz. "yaşamak, ölmekle yetinmemektir." gibi bir ancak yazımı zor okunuşu güç adlıların söyleyebileceği beylik söz ile karşılaşıyoruz. "bütün kitaplar bir yerden sonra/-mesela yüz yirmi dördüncü sayfa-/bitsin için okunur./aksini iddia eden bu söylediğimin,/karşısında beni bulur" gibi söyleyenin kendi boşluğunu herkese aktararak olumlamasından -elbette o hayran olunası zekanın humoruyla el ele- müteşekkil dizeleri görüyoruz. Geçiyoruz. Yine daha önce bahsettiğimiz arkadaş ortamında yapılacak esprilerin şiire transferi durumuna örnek olarak: "ekşiciler dua faslının yarısında çıktılar/ne de olsa allah'ım sen konuyu biliyorsun amin" dizeleri.

68


Gecü bunları arkadaşlarına anlatsın gülsünler, zekasına hayran olsunlar, tweet atsın ergen doyursun. Zaten kendisinin hedefleri de bunlar. Şiire gelmek niye? Bir de bunun peşi sıra yahuadamagüldükettikamabakınnebüyüklaflarsöylüyor dedirtme kısmına geliyoruz: "ben de ellerimi kaldırdım ama etmedim dua/şunu söyledim yalnızca/ateşinle korkutmasan da inanırdım ben sana" Vay be! Ekşi sözlük irfanının çocuğu Gecü'nün teolojik problemleri de bu şiddette olur ancak. Allah ıslah etsin diyoruz. Geçiyoruz. Beride dizelerinden faydalandığımız "elli oktav" şiirinde zaten buraya kadar bize derun ve her türlü sitayişi hak eden 100 temel eserden hallice entelektüel birikimini nümayişle ortaya seren Gecü'den bir öylekonuşuyorumdiyebakmaonudaonubilebilirimcilik geliyor: "ve benim en sevdiğim risale asa-yı musa'dır,/unutulmasın.” Nerede yahu diye şaşırmayın, kafiyesi hemen önceki dizede kaldı. Ve sakın unutmayın, Üstad Gecü'nün en sevdiği Said-i Kürdi risalesini. Bu şiir de şiir tarihinde bir devrim niteliğinde olan bir hamleyle nihayete eriyor: "şimdi iyi bir final gerek ya bu anlamsız kargaşaya/o önyargıyı da şöyle yıkalım/nokta nokta nokta" Allah razı olsun! Şiir ile ilgili önyargılarımızı patlatmaya devam ediyor Türkçe Şiir'in sivilcesi Rıdvan Gecü. Geçiyoruz. "bir yetmiş sekiz" şiirinin sonunda yine dehasıyla bizi tepetaklak ediyor. Şiir şöyle bitiyor, inanabiliyor musunuz: "bundan önce hep ben seni dinledim/şimdi sıra benim/dostum şiirini hiç mi hiç beğenmedim/şair kısmısı egoisttir/laf kondurmaz şiirine bilirim/bundandır belki kavga etmek/boyumun ölçüsünü almak istedin/ama üzgünüm/sana bunu en başından söyledim" Yoksa hala anlayamadınız mı ne demek istedi? Yani boyunun ölçüsü şiirin en başında, başlıkta var. Yaa! İşte böyle hayran kalırsınız zekaya. Boyunu ölçmeye devam ediyoruz Gecü'nün. Geçiyoruz. "hımbıl" başlıklı şiirde bu "zeka" konusundaki obsesyonu yine çılgın temalar arasında temaşa ediyoruz. Bu arada tabii şairimiz boş geçmiyor "echo'ya da bayılırdı" dizesiyle biz bilge okurlarına Yunan mitologyasını ve Narcissos'u anımsatıyor. Fakat şiirin sonunu da kitaba yayılan tüm keskin narsist söylemlerle çelişen ve arada pırtlayan tam aksi sözlerden (bu da mı ironik bir durum yoksa?) biri ile bitiriyor: "ben aptalım". Haşa ve kella. Olur mu Rıdvan? Sen ki "kendin, hiç olmayan başka" "şiirin yaramaz çocuğu". Öyle deme. Geçiyoruz. "aşk; kapıya yaklaştıkça artan sıçma hissi?" diye bir dize görüyoruz, sahiden acıyoruz, geçiyoruz. "suskunlar ve ahmet abi" şiiri ile Güntan'ın paçalarını ve Türkçe Şiir'e faydasını yok hükmünde saydıracak zararını daha yakından görme fırsatını buluyoruz. "bir ara/yaşar kemal, ezra pound, don giovanni lafları da geçti/çok entelektüeliz için söylemiyorum bunu, fatmagül'den/kuzey güney'den de söz aç-

69


tık gelince yeri" Yahu "çok entelektüeliz için" ne büyük yavanlık. Ne büyük korku, ne büyük kompleks. Siz iki şairsiniz. Buluşmuşsunuz. "Ezra Pound konuşmuş orospu çocuğu entelektüeller" mi diyecek biri sen öyle deyince? Bunda ne var? Pound'u niye Türk dizileriyle seyreltiyorsun? Korkunç bir ruh hali bu. Ya Pound yok ya siz yoksunuz. Bunun bir alternatifi yok. Şimdi "çorba" şiirindeyiz. Rıdvan Gecü'nün pekala felsefe de bildiğini dosta düşmana gösterdiği şiiri. Şöyle başlıyor: "hiçbir yerine yakışmadığından şiirin bir sözcük olarak epistemoloji/ve kullanmak gerekmediğinden belki de daha önce ve en önce/metafizik can sıktığından can sıktığından/-buna en güzel örnektir tanrıdır elbette-/felsefeden uzak bir uzay yaratırım kendime" Şiir diye inandığı şeye yakışmadığı için epistemolojiyi ve can sıkıcı olduğundan metafiziği almaz Gecü. Bu iki şey ne demeye gelir bilmediğinden değil yoksa. Ki birazdan elbette bunlarda da ne engin olduğunu bize ispat edecek. Tanrı, metafizik bunlar can sıkıcı şeyler onun için. O yüzden felsefeden uzak(?) bir uzay yaratıyor kendine. Öyle de mahir. Felsefeden uzak derken muhtemelen dışında da demek istiyor. Var mı böyle bir uzay? Doğrusu var ise de bu kitaptaki şiirler gibi biçimsiz ve manasız bir şey olabilir ancak. "sorular yok cevaplar yok hiç yalnız sen yalnız ben/ve bu kanepe ve bu yastık ve bu yorgan biz bize/ kaybolalım kaybolalım uza uzan ellerime" diye devam ediyor. Biz yüce bir metafizik eleştirisi geliyor diye heyecanlandık ve fakat -şairinin de seveceği dille söyleyelim- bir kıza yürünüyormuş. Matematikteki maharetlerini (Üstad dört basamaklı iki farklı sayıyı zihninde çarparak doğru yanıtlara erişiyormuş kalabalıklar arasında yürürken), zekasının pırıltılarını ve kimi cinsel fantazyalarını anlattığı kısmı geçiyoruz. Rıdvan Gecü'nün müthiş özgün Felsefe Tarihi geliyor. "Herakleitos'u herkes bilir biz biraz ileri gidelim/ Kratylos vardır öğrencidir ve çoktan açılmıştır bahis/ İkiyi görür ve artırır o iyi de bir pokercidir/ -aynı nehre bir kez bile girilmez abartmayalım hocam- /bu, temizlik imandan gelire ince bir göndermedir" Şimdi. Herakleitos'u herkes bilir diyor, biz herkes miyiz yahu? İleri gidelim. İlerisi neresi Üstad? Kratylos. Felsefe ile sahiden ilgilenen herkes Kratylos'u bilir. Fakat işte sorun tam da burada. Rıdvan Gecü'nün -şu muhteris yöndeyiz yine- kendini ayırdığı herkes ile arasında gerçekten bir mesafe olabilir. Lakin dahil olmak istediği alan ile arasında da ciddi bir mesafe söz konusu. Devam edelim. Kratylos'u pokerciye benzetmek? Yine şiir bu mu diyeceğiz, böyle benzetmeler mi? Peki öyle olsun. Ne imiş bu Kratylos? Aynı nehre bir kez bile girilmez, demiş. Abartmayalım hocam

70


ifadesi ile yine o herkeslerin humoruna hizmet ediyor ve komik değil. Son dize zaten korkunç zorlama ve yine komik değil. Bunlar komik bile değil. Böyleyken Şiir'e nasıl gelelim? Kratylos'u herkesin bilmediği bir şey olarak getiriyor ama örneğin Kratylos'un kim olduğu ve felsefe tarihinde özellikle yakın zamanlarda dilbilim konusunda neler ifade ettiği ya da kendisinin de bir kez andığı Rousseau'nun Kratylos'u filan hakkında elbette hiçbir şey bilmiyor şair. Yine seveceği dile gelelim: Laf yapıyor. Fakat edadan da ödün vermiyor. Kratylos'un adını biliyor yahu, boru mu? Sadece Herakleitos'u bilenleri geçiveriyor böylece. Sonra Zenon, Epiküros filan bilinenler adlar sıralanıyor. Devamla yine Gecü'nün tamamen yanlış ve nereden çıktığına bir türlü anlam veremediğimiz şikayetlenir gibi durduğu şiir/şair algısı ile ilgili dizeler: "ve istisnalar istisnalar bozamadığından kaideyi/-el koyup başına şair olmak lazımdır-” Bunu şairlik sanıyor ya da bunu şairlik sananları kategorik olarak dışlamıyor. Ve sonra: "el kaidenin şiirde yeri yoktur diye bir kaide yoktur misal/yazarım olur okumazsın olmaz bu kadar basittir lirik" Öyle mi? Sahiden öyle mi? Evet belki liriğin sonraları kazandığı anlamla bu kadar basit bir şey, kayda değmez, işlevini yitirmiş, boş bir şey olduğu söylenebilir. Fakat şairimiz herhalde kitap nihayete ermeye çok yakın olduğundan kaçış delikleri açıyor kendine. Ulanbukadarattıktuttukbiriçıkıpsiktirlandersenediyeceğize karşılık olarak türetilmiş bir şey olabilir. OkumayınkardeşimKratylos'ubilebilmeyenleryazıyorkitapherkesyazıyorbendeyazacağım. Yine mi zavallı ihtirasın, kifayetsiz muhterisin alanındayız? Bilmiyoruz. Şöyle bitiyor şiir: "çağrışım vardır kelimeler bizim ve özgürüz allah'a/inanıyoruz bir yandan öte yandan diğer yandan/halbuki septik olmak var stoacı olmak işte bu en güzeli/o zaman aşk da yok şiir de yok aritmetik ve kuşlar da iyi/gerisi klasik ergen muhabbeti pekiyi pekiyi pekiyi" Kaçış delikleri devam ediyor. Banadaböyleçağrıştıkardeşimburasıözgürbirülkehemhiçbirşeybilmiyo rdadeğilimseptiklervarstoacılar. Biraz manipüle ediyoruz ama şu metin karşısında o kadarcık hakkımız olsun, affedin. Rıdvan Gecü'nün dolaşımda en çok görünen şiirlerinden birindeyiz şimdi: "kimsenin beni sevmeyi denememesi üzerine" Yine ve tekrar bulantılarla karşıladığımızı söylemekten imtina etmeyeceğimiz ikinci tekile arabesk kahırlı mağrur sesleniş ile kurulu bu şiir de. "hatırsız bir kahve" gibi cılk ve alay edilesi bir tamlama, "kayıp giderken zaman avuçlarımızın arasından" gibi Google'a yazsanız milyon sonuç alacağınız bir ifade, "unuttuk, içimizde kaynayan/bütün bir dünyayı sevebilecek potansiyeli" gibi şiirsellik denen ve uzundur pek de hoşumuza gitmeyen şu şeyin ne de elzem oldu-

71


ğunu hatırlatan korkunç hafif bir cümle. Sonra da kötü bir Türk filminin climax'ı olmaya aday, herkesin ortasında yapılan o yalnızın isyan söylevi tadında kötü Türkçeli şu dizeler: "dünya küçük tamam, da hangi ara kanıtlandı/neden kimse şaşırmıyor artık tesadüflere/her türlü hadise;doğum,ölüm,yaşam/nasıl bakılır bunlara, öyle basit bir gözle." Çok entelektüelim için söylemiyorum bunu ama ben pek Türk filmi bilmem. (random gülme) O yüzden bir örnek veremiyorum yazık ki fakat anlamışsınızdır sanıyorum. "halkla ilişkiler" şiirinde yine o arkadaşlara anlatılacak anılar havasında. "sanırım liseydi, okul dönüşü yolda uğradığım gaspın ardından/bir hafta boyunca, o rüyadan bu rüyaya/ intikam peşinde koşmuştum/ yüzüme çektikleri bıçağı/ her gece başka bir taraflarına sokmuştum./ allah var ya, on gün sonra çıktılar karşıma./ anında yolumu değiştirdim, bakmadım bile arkama" Şimdi bu kısmın asıl versiyonunu yazıyorum: "Ağbi şimdi ya ortaokul son ya lise bir amına koyuyum. Okuldan dönüyorum bu ibneler benim etrafımı sardı. Cepte ne var ne yok aldılar. Sonra ben bir hafta rüyamda paso bu orospu çocuklarını görüyorum. Bıçağı alıyorum elinden o başlarındakinin götüne sokuyorum filan ahahaha. Ordan bi on gün filan geçti, ben aynı moddayım. Tak! Bu ibneler çıktı karşıma. Ben vın amına koyuyum, topuk ahahahah. Arkama bakmadım amına koyuyum." İşte bunu alıp temiz bir Türkçe ile, tabii temiz diyorsak bir bankacınınki kadar ve gibi, kafiyelendirince Rıdvan Gecü şiiri oluyor. Şiir olabiliyor. Her nasılsa. "jamais vu" şiirin ilk dizesinin yanına rezil bir şey diye not düşmüşüm. Dize şu: "yüzüm; kese kağıdının şart olduğu". Ne bu Allah aşkına? Ve son şiirdeyiz: "değik". Çok sevdiğim ve kullandığım bu sözcük için üzüldüm. "farklı olma çabası cebinde bile/aynıdır herkesle" diyor kendinden için. Kesinlikle ve tamamen katılıyoruz. Ama şu yukarıdaki herkesle. Yani kendini ayırmaya çalıştığı herkesle. Yanaşmaya çalıştığı taraftakileri dışarıda bırakan herkesle. "çelişkileridir onu kendi yapan/ buna inanır" Herhangi bir kişisel gelişim kitabında ya da random bir Facebook profilinde rastlayabileceğiniz bir hikmet. "sıkılgan ve durağandır./yediremediği için kendine/kendinden bahsetmeyi şiirde/bahsedecek bir şeyi de olmadığı için başka/kendinden/susar.onu bile yapamaz ya,/susar işte: şiire."

72


İşte bu dizeler yine, sondaki o basit oyunu yapma hevesine düşmese, aslında Rıdvan'ın yazması gereken ilk dizeler ve bunları yazar yazmaz şiiri tamamiyle bıraksa mümkün kariyerlerinin arasında en iyisine sahip olabilirdi. Kendinden başka bahsedecek bir şeyi yok, e kendi de öyle ahım şahım bir şey değil ("aynıdır herkesle") o zaman niye bunca patırtı gürültü? Deyip metin ile ilgili faslı bitiriyoruz. *** Sondayız. Gecü'nün metninde değerlendirmediğimiz kısımlar da yukarıda sıralanan şeylerden mustarip. Daha detaylı bir inceleme için ne arzu ne motivasyon ne de mesai sahibiyim. Türkçe Şiir'de son yıllarda tutturulmuş bir genel havanın rafine örneklerini bize sunduğu için Rıdvan Gecü şiirini aldık. Yoksa mükemmel şiirler ve şairler arasına sıkışmış kötü bir şiir ve şairi işaret ettiğimiz filan yok. Gecü'nün metni üzerinden halihazırdaki şiir ortamının ahvaline dair bir şeyler işaret etmek asıl niyettir. Yukarıda bir yerde de söylediğimiz gibi böyle şeyler yazılmasında hayati bir sakınca yok. Fakat bunların şiir diye adlandırılması da ya da bir keşif/yenilik/ imkan gibi gözükmesi de olanaksız. Eğer yine de Gecü'nün değindiğimiz "yazarım olur okumazsın olmaz bu kadar basittir lirik" tespitine iştirak ediyorsanız sizin için bir zaman kaybıydı bu metni okumak. Ben iştirak etmiyorum ve insanlar hakkındaki müktesebatıma bir şeyler katacağına inandığım için Gecü'nün bu eleştiriye alışmak için omuz çalışıp çalışmayacağını ve çalışırsa buna kaç ay ayıracağını biraz merak ediyorum.

73



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.