Tezgâh Haziran 2017
Abdullah Maznun Abilmuhsin Özsönmez Asuman Susam Can Küçükoğlu Cevher Kara Cihad Özsöz Ergun Tavlan Gizem Aktan Gonca Gül Halid Metin İsmayil Sakin Kadir Sevinç Kübra Öksüz Mahmut Nesip Basmacı Murat Üstübal Örsan Gürkan Rüşdü Paşa Ufuk Akbal Usame Söylemez Volkan Kılıç Yavuz Türk
Ta s a r ı m - i ç k a p a k Abilmuhsin Özsönmez Kapak Vo l k a n Ç a k ı r İletişim Tw i t t e r : @ T e z g a h F a n z i n Facebook: facebook.com/tezgahfanzin Blog: tezgahfanzin.blogspot.com.tr Mail: tezgahfanzin@gmail.com
2
şiirler 4 6 8 1o 12 14 16 18 20 22 24 26 27 29
Ergun Tavlan - Humma Bahane Asuman Susam - Kapan Abilmuhsin Özsönmez - Seraplı Amniyon Ufuk Akbal – Timbuktu’da Bir Koca Sofra Cevher Kara - Yetim Düğünü Örsan Gürkan - Halı Yavuz Türk - Dünyada İlk Yaz Usame Söylemez - Sevgili İsa Birşeyler Yapmadan Önce Halid Metin - Kinderszenen Op. 15 Mahmut Nesip Basmacı - İki Yeşil Çöp Kutusu İçin Şiir Abdullah Maznun - İsmini Vermek İstemeyen Bir Seyirci Kübra Öksüz - Irmakların Hatırında Kalan Cihad Özsöz - Takvimlerin Uzağı Can Küçükoğlu - Psikyatrdan Psikoloğa Terfi Ettiğimi Öğrendiğim Gün Batımı Gizem Aktan - Babyjunk Kadir Sevinç - Bize Doğru, Duru Gonca Gül - Su Volkan Kılıç - Geçerken Sorayım Dedim
31 33 34 36
söyleşi 38
Murat Üstübal - Abilmuhsin Özsönmez
yazılar 44 47 51 54 59 62
Cevher Kara - Şiirin Dayıları İsmayil Sakin - Fakir Kene Üzerine Yayımı Gecikmiş Bir Yazı Usame Söylemez - Somut Şiir Cangılı Mahmut Nesip Basmacı - İsmail Aslan Şiirinin Muhtevasında Başat Unsurlar Rüşdü Paşa - Kıvırmak, Deleuze, Lâle Müldür ve Tek Çıkış Yolu Dış Hatlar mı? Halid Metin - Neo-Epik Failin Epic Fail'i yada Arsız Bir Hınç Kurumu Olarak Fayrap
Humma Bahane Ergun Tavlan
Kulu bitti yeşil de bitti başladı toz ordusu nasıl toz kuru toz bozkır dikeninde yurtlayan üç kişilik bir “analiz” ekibiyiz dalımız kimyon kısa tüküre ilk köye girip ciğer soğuturken ham çizgiler genleşip ata kemiğe büründü ordunun başını gördük: Genghis Khan ben bir hayal tuttum açık bozkır humması görünen değil görünür bir şeyden söz ediyorum kıpmasaydım keşke bir göz kıpısıyla yitti radyoda bangır bangır Iron Maiden sonra tacirler göründü ve MAN-520’ler Türkçe bilen on yaşında bir rehberle Kürt içeri köylerde kimyon kırıyorlar (selamın aleyküm) (aleyküm selam) (mala geldik beşle başlam) (hele çık çık) (haydi madem çeyrek buçuk) (hele çık çık) (bre şamşuk şeşi aşmam) (hele çık çık)
4
pazarlık raconu kesilmekte kollar arkada çapraz fakir dağar o raconu bozar mı –hiç te bile gözlerimizde terden perde sırtımızda Çin kırbacı tacirlerin 520’lerin ardından harmanlara seğirttik güneş öyle el belde üfmede bobini boşa döne makinist Üzünç’ün kulakları çınlasın film yanıkları yanmakta asfaltın üstünde verevine vuran güneşe brandadan bir duvar önce bunu gördük deneyin denettiler yanılttılar ipi bileğine dola ki Cengiz Han gibi ıhlayabil toprağı sıvazla hokkala kazıkları çakarken çadır kur gibi dört ayak döne döne şiir kur ne kabil oyun güttük biz de çobanda oyun çok mecburen vay be çok çağrışımlı bir figürü yazayım de de yazama olacak şey mi (?) ve fakat sorulur peki yukarkiler ne her şey (ama) (her) (şey) ey kari içinde Cengiz Han gezen bir çobanıla bahane
5
Kapan Asuman Susam
Gidip asardı kimi geceyarılarına kendini kimi sabahakarşılara çevresel adalet mi bekleyecekti betondan, çimentodan, toprak kusan fayanstan hiç düşünmeden düşerdi hayattan cesedi bulunacak kadar yakına şehri dolaşan bir koku olurdu ölümü böyle böyle tecrübe etti ölmedenönceölünüz’dü memento mori 1 uyardı gerçeğin çağrısına şehir hayvanı, dünyadan vazgeçerdi kaybı çengelli aklına varlığını kendine tercüme eden, iplerini kesiverse… iveremezdi ağırmetalzehirlenmesi bilmezdi kim içindeki oyukta uyuyan yası geçirmez derdi yeryüzünde hiçbir derman
1
Ölümlü olduğunu hatırla.
6
nemli sözler söylemeyi bilmezdi uzundu İsa saçları, boynundan dökülürdü ağrılar kesiğindeki yara, içine ekilen öteki yabanıl bedene bırakılan ebedi izdi bir erozyon beklerdi tahrip gücü yüksek anılardan otopsiye geç kalmış, arardı sesini çürümenin mağara dinginliği dolardı dünyanın gediklerinden ölçmeye gözlerindeki derinliği kayıp bulunmaz, eksik tamamlanmazdı gedik büyür, kesik zonklar boşu boşunaydı, geçerdi günler sıkıntıdan bir ŞAHeserdi ölüdoğa saçlarından topuklarına ılık inerdi inilti sözcükler ölsün, tükensindi anlam sınırdaki kederdi yıkıcı saadet boşluğun hoş ürpertisi. Ölümlü olduğunu hatırla.
7
Seraplı Amniyon Abilmuhsin Özsönmez
İntiharın kusurudur aramıza çatılan kılıcın körleşmesi düğümlerimizde salınan uyum dublörlerine ödediğim et vergisi bok vergisi ve merhaba vergisiyle haber bültenlerinden sonra format atıyorum anneme çünkü gül nerede kurumuşsa orada katılıyor suya tutmayan ellerden yapılmış güllerle suyum geliyor çocuk gelmiyor Su geliyor çocuk gelmiyor gelen suyla gelmeyen çocuk arasına sığabiliriz çok kağıt tutsun diye inkîlap tarihi açlıktan yapılan köpekle çok semirsin diye köpek mideyle takılan ırzla çok yer tutsun diye ırz post makinelerinde tornalanan götlerimizle sığabiliriz toplayacak tazecik ecelleri çocuklar ıslıklarla tiksinene kadar konuşabilir ölünceye kadar yaşarız ne de olsa defolu gerillalarız Sığabiliriz
8
Vicdana çatılan dölün nefes alması patikanın çatalı kaburganın küsuratı terbiyeli kokusu at etinin kusursuz bir çiçek olmasına delalet parmaklıklardan sonra başlayan gökyüzünün beyaz bir zift kolayca akmalı elden gülmeli döl mümkün kılınmalı logosu bu yumrunun vicdan en güzel kusurudur intiharın düğümleri ısırarak düzelten dublörlere ödediğim vergilerle format atıyorum anneme ısıtmak için kanımı oğulla öğrendiğim anneliğime soğutmak için kanımı kardeşle öğrendiğim anneliğime hpg ölen gerillaların kimlik bilgilerini açıkladı entır
9
Timbuktu’da Bir Koca Sofra Ufuk Akbal
Güvertede kocaman brendi ve kahve taslarıyla uyuya kaldığımızda güneşin altında sükunetle teslim ederdik kafa derilerimizi Baudelaire’in albatrosunun haşmetli gagasına Amacımız tekti, neşeliydi Buluşmak dostlarımızla Timbuktu’da o koca sofranın etrafında. Papazların şehrin bittiği yerde başlayan sahrada herkes uyurken ve her gece sahneledikleri vaftiz oyununda küçük dostum “8” ismini aldı. Dudak kenarlarında kalan son ekmek parçaları, şarabın tazyiğiyle genze inerken derin bir ohh herkeslerde.. Şükür ki, 7’nin cüssesinin eşiğinden atlanmıştı. Küçük dostum 8 ismini aldı Onu ne güzel vakarla taşıdı Eşiğin öte yanında herkes için hazırlanmış yeni hediyeler uyuduğunda aynı rüyayı görenlerin uykularına dair muskaları annem vardı ve koca kartalları Neyse ki, habersiz ko’madım Moritanya limanına o eski yoldan benden önce ulaşan ve benden daha hızlı koşan dostları
10
Sahranın içine, 8. uykuya. Götürüldük Tuareg mihmandarlarca Birbirinin üzerinde derinleşen sekiz ayrı kuyuya. Düşüldü büyük huzurla önce bir sığlığa, sonra suyu gittikçe kararan bir çanağa hepimiz için izahat yerine geçecek birşeyler aramaya koyulduğumuzda İnşa edildiğimiz maddeye; karıldığımız ilk hale, Tostoparlak, yusyuvarlak, Az hallice kemikleri oluşmamış bir ceninden Fırlatıldığımız dünya mevkiinden Bizim için hazırlanmış helvalardan yiyerek inerken. Nedamet getirttiler Timbuktu’nun ağzında bize Merhamet edecek hiçbir kanıt kalmadı birbirimize Uykunun tatlı çekirdeği, soğanın cücüğü, enselerde dolaşan çöl rüzgarı hepsi vardı şükür ki, buluşmaya 100 adım kaldı. Karılarımızı çok sevdik Karılarımızca kovulduk Küçük sofralardan koca sofralara oturduk Toprak taslarda birbirimize sorduk Dişlemeyi ve yutmayı İçmeyi ve burulmayı yeniden öğrendiğimiz bu cömert sofrayı Birbirimizden sorduk Şükür ki, Timbuktu yolunda bizi bekleyen koca kartallar vardı Ve koca sofralar. Dostlarımız; işte ordalar.
11
Yetim Düğünü Cevher Kara
bunu yeni üzgün kalabalığı aldı, ablalığı bana. gözlerini açtı sakındı imtina etti kimi ilineklerden. beni müsvedde koyarak genel kılarak ablalayıp kendini bir giriş cümlesi edindi yeni, samandan. görkemli bir gömlek indi askıdan kime olur ki ikimizden nasıl bir eyn ister ki kavruk, basık bağırdan başka? yankıyı soğurdu kuşları gülümseledi demlik devrildi bir işaret edinmedi hep kendiyle - abla.
12
patlak incili gurur nere sokulacağı şaşılan keder koca o musun sığmayan. yollayan, şarkılayan göğe ötelenmeyen. bir küslük eştim uzandım isimleri akklavye karayazı yeşildüş teker teker tıkırdıyor âlemde boşlukta sabır arıyor somsıkıntı bereketli somsıkıntı birebin tadını değişmeyeceğim sana. zamanı çalıp kuytuya setr kuyuyla setr eyl e mağlup eyl e özümü. ablanın çarmıhı yok çaksın dört bir yandan yok o kadar.
13
Halı Örsan Gürkan
ardından burana dokuyorum motifi uçan halı bu uçan, biniyoruz şeytana yarı yarıya kadınsın yarı yarıya insan yıldızlar kuyruk sallıyor saçlarında ay yuvarlanıyor gözlerinden aslında bigbang’ten önceydi beşinci gününde yüzün evren üstünde durmadan yıkıyoruz halıyı dikkat et, yoksa bozkıra dökülecek tüm renkler niğde’de bir halı
14
alıştın sen de dokuyorsun ama acıtmadan benim dokumadığım yer kaldı mı ki benim bu dokumalarda gözüm yok, biline şahmeranlar kol geziyor bunlar senin evcil şahmeranların geyikler ısırıyor dövmemi bunlar senin yabani geyiklerin durup anlaşılırsa ayrı ayrı fark etmediklerimiz halılar kat kat bir taraf selâ veriyor bir taraftan hoparlörü patlatıyor şarkının teki gökyüzünde bir bulut niğde’de bir gökyüzü gökyüzünde bulut sen desenlere dalıyorsun postmodern’e kadar vardırıyorsun işi benim derimde emiliyorsun işte dokumak bu sahneden inip taksiye taksiden boğaza atlamazmış gibi hepsi düşlerimde biliyorum piyasa sazları çalar kuşe şiirler okursun orda sen boş yere düşerim aşka burada ben adları gelir, cenazesi çıksın meddahın meydana
soyadımı satıyorum sat-tım
15
Dünyada İlk Yaz Yavuz Türk ali umut için sana ilk ve son kez burda kötü şeylerden bahsedeceğim: olacak olanlardan dünyanın hüznünden hayatın ve gövdenin seyrinden ormanın kederinden içimizde tıkır tıkır işleyen müzikten ve onun gövdeye doğru hızla çökelmesinden bugün ayakların ilk kez soğuk betona basıyor değil mi o narin, henüz kıkırdaksı ayağın aman bir şey olmasın, incinmesin diye ithal parkelerin, kalın ve yumuşak halıların üzerinde aheste gezinen ve tuhaf bir sevgiyle topuğundan öpülen o ayağın kan almak üzre topuğuna saplanan o devasa iğne kırılgan bir dünyadan gelmeydi çelikten, kıvamlı, içi sıvı dolu ve acıtıcı sanki içimde soğuk bir bıçağın gezdiği hissiyle senin topuğundan yeryüzüne yayılan bir sızı tanrı’nın oraya eli değmişçesine irkilen bedenimle bizim artık çokça eskittiğimiz bu dünyaya kederle bakışın, irkilişin, merdivenlerden apar topar inerken içinde büyüyen o boşluk duygunla her adımda daha çok sarılır gibi kurtarıcına ve boşlukta kaybolan ve sonra dağılan, 16
sonra yeniden kaybolan ve bir mühür gibi kapanan, zihin ormanımızda devasa bir karaağaca dönüşen, merdivenin tırabzanlarına çarpa çarba devrilen gölgelerimize şaşkınlıkla bakışınla dünyanın işte tam buradan başladığı bilgisi: bu evin parkelerinden, çünkü ilk kez adımladın şu kapının önünden, çünkü ışıklar gözünü aldı bu odanın köşesinden, çünkü kitapların hepsi karşında şu pencerenin hemen ardından, çünkü elinle ay’ı işaret ettin merak etme, sana hiçbir şey sorulmayacak artık geldiğin yerle ilgili umutsuz ve yaralı kaldığında, kalacaksın elbet dünyanın hüznü büsbütün çöreklendiğinde yeniden yeniden uykuya dalmak için teraslara çık, kuşlarla konuş, kediye yarenlik et sana yegâne vasiyetim bu olabilir bense kapını şöyle bir açıp bakacağım içeri doğru ama o kadar işte, burda olduğumu bilmen için: sana her şeyin daha iyi olacağını söylemeyeceğim: her şeyin daha iyi olacağına hiçbir zaman inanamadığım için sana hiçbir zaman inanmadığım bir şeyi söylemeyeceğim için topuğuna o iğneyi saplayanı öldürmediysem elbet göğsümüzü yarıp da ortaya çıkaran bir meleğe inandığım içindir dünyayı fark edip, içinde yavaş yavaş yok edebilmek için oluşunun vebalini hep boynumda taşıyacağım bilesin işin aslını soracaklar sana her şeyin biraz da benim gibi kulak ardı edip dünyadaki ilk yazım bu benim dersin 17
Sevgili İsa Birşeyler Yapmadan Önce Usame Söylemez
Favorilerimi dipleyip bikaç sefer Dünyanın bütün İrlandalılarını birle Ağladım aynalardı bakıp bakarken Loş ve biraz da kısa sonra bombalarla Katlanmış derisiyle boynunda Dudağının izleri bir tavuğun Ağzımda dumanla koştum dolu dolu Konuştum benim alnımı kim çizdi Sakalını eskitmiş kıllarını sürmüş yüzüne Bu süreler boyunca Yine mi gölgeli gölgelerin orgazmları Hiç bitmiyor mu imla kurallarıyla şiiri bırakmak Kiminin kıllı bacakları bazı pürüzsüz uçlar Bilmesem yani ne olmuş
18
Toprakla ovalamışlar içini Çeşitli maddelerden kurtulamadan Varmamış bana hiç insan biçimleri Cesetler pantolonlar güzel giyinemememin sebepleri Bu kadar battaniye yetmiyormuş yani ne olmuş
Düşmüşsem çelmeyle düşmüşüm ne. En güzel bacaklı leylekler boyunca Ağlayan deriler ve devamları yola ne İsteğim belini doğrultmasın ben Uykum dada sigara içiyorum Buram patırtı işte buram taşlık Doksan defa çöle gömülü beden Fakirliğin ağızdan çıkmayan sesi Nasıl kanamadın doldu üç yıl Durmadan yaptığım çamurdan bu kadar çocuk Üzüldüm bir sürü param vardı Çıraktı dış çeperim saplar de Çocuklar ölmüş ama toprağa ne Bileğe rağmen kırılan kavgaya Değil çepere tutundum bende Ne kadar üşüdümse bir şey olmadı Anahtar kopyaladım bürokrasi yok Öyle söyledim öyle bir türkü yok
19
Kinderszenen Op. 15 Halid Metin schumann'a ve çocukluğum'a
1. Yabancı Yer ve İnsanlar Üzerine bir ılıklık bakınıyorum sığınacak desenler ezberliyorum basıldık 2. Bir Tuhaf Öykü şen ihtiyar memeler bir kıç çizgisi değil arsız değil arlı beni yuyacak bolca kırmızıya boğup 3. Kör Adamın Blöfü bakıyor aynaya doğru oğlan kör çocuk sayılamayacak irilikteyim genzimden gözlerimin berisinedir yırtılıyorum baştan çocuk oluyor 4. Yalvaran Çocuk saçlarıma ikna etmeye çalışıyorum çırpı yerime sevilecek o oğlanları 5. Yeterince Mutlu tütünlü buğsunu babağzın istifliyorum içlerime 6. Önemli Bir Olay
hatırladım!: bir göle girip boğulmak istiyordum çocukken!
20
7. Hayal Meyal kız kardeş ile yasaklar delinir denenir öğrenilmiş ev yalnız bir canavar olunca 8. Yuvada bir hapis olarak duyuyorum yanaklarımın yangınını ve dışarısı yok butanç yanakların. kendimim yuvam. 9. Takıntı Şövalyesi up uz ay an çimenlerde sana mıydı yaslanmam ey olmayan 10. Neredeyse Çok Ciddi yarım bir şeymiş ettiği onu etime etti doktor çığlık attım ki anlamış olmalıyım ki ben de yarımım 11. Ürkünç penceremin baktığı apartman boşluğunda erkeğiyle yaşayan ve ölesiye korktuğum ölesiye sevdiğim ürkünç gül bayan 12. Çocuk Uyuyadüşer bu yalnız nefis bir ıslıktır bebek ağızda ıslanan bir huni yaratır girilir içerden görülür dışardan 13. Şair konuşur Şair konuşmaz 2013 21
İki Yeşil Çöp kutusu İçin Şiir Mahmut Nesip Basmacı
I besleniyor karanlık genler kan veriyorum besleniyor bir yerden bir yere bir kablo olmayacağım ama II benzemenin kendini gösterdiği alt eden köşeden kaba sesiyle konuşup durduğu korkunc zamanlarda nedendir saatleri durdurmakta pek mahir oluyorum bölünmüş uykulardan patlamış gibi bölünmekte pek mahir maharetim kadınları da yakıştırıyor cünüpluğa pis kokmaya onlara su bulmak onların suyunda durmak benim işim maharettir bu eşyalarının merhametine bırakmak kendini maharettir kendi kanını akıtmak maharettir kanının akışını seyretmek
çekiliyorum ben de bulduğum ilk köşeye kanımı akıtmaya onu seyretmeye
22
III maharet mi şimdi bu bütün çöp kutularına özenle bakmak benim de iki çöp kutum var yeşil yuvarlak özenle bakmıyor kimse yakılacak her şeyi çekiyorum onlara onların rengini bozuyorum halbuki seviyorum renklerini ama bir şey eksik onlarda bir şey eksik taşıyamadı onlara kanını hiçbir zaman benim meryem bildiğim benim meryem bildiğimle yakıyoruz her şeyi çekip gözlerimize mahiriz bozuyoruz renklerimizi göğümüzü boğuyoruz pek mahiriz IV gözlerimi karnıma indiriyorum orada tepreşen bir balık kocamış bir balık durmaz bu durmaz harf çalar karnıma yerinden emin olmayan bir balık bu çıldırmış bir balık durmaz bu durmaz ben lavları bulmayana dek durmaz durmayacak lavları bulmaya değil itin gözünden uyumaya pek mahirim
23
İsmini Vermek İstemeyen Bir Seyirci Abdullah Maznun
beton taraçalar göğe doğruldu sonra tavşan çıkarttı cebinden müteahhit solgun bayrakları boyadı tekrar halkımız için ceketi kanadı herifin helak oldu mühimmat bitince sustum bi sigara yaktım çok tenha vardı ot ektim beni mazur gör doktor ilk defa doğdum düştüm ve düşündüm sükut kul oldu kendimi kaybetmekle mükellefim çürük zeytinler arıyorum peşimde kravatlı köpekler peşimiz peşin ödenmiş çalacak kapı yok düşerken bilmem kiminin iktidarı ismimi vermek istemiyorum ama kalbimde avcun kadar bir oyuk neyse iri günler de geçiyor, biliyorum.
24
Salı gününün akşamına pazar yakışır çöpe fırlatılan domateslerden biliyorum hangi gömlek mangaldan dönmüş hangi dört akşam bir dörtlük eder hangi hangilerden herhangi biri gassal ölümün çocuklu enkazını bilmez ben biliyorum, iyi ki siz bilmiyorsunuz. gerçi yahudilerim azıyor bazan çitlere yahudilerim susuz sabunsuz homurdanıyor seni oldukça sevmiştim Allah büyük amin demiştim kaçı geberdi zalimlerin incirden hemen sonraki dudakların hatırlıyorum bazı meyhanelerde tanrı hüzzam konuşur ikinci kadehte eğer bir oyunsa bu ki lütfen oyun olsun adı saklambaç olsun babamı kaybettim saklambaç olsun adı bir tek onu biliyorum
25
Irmakların Hatırında Kalan Kübra Öksüz
kanı ters akmış bir atı getirdimdi sana hani elindeki damarlar kabardı güneşe bakamamıştık birlikte hem kabahatlik ama hem delisiydik rüzgârın. arzulu bir kayayı azarlayıp çok umduğumuz yazları horladık, bıkmadığımız korkusuyla şehirlerin kuşatmalar susayan bıçakları da körledik. mahçupluğunu bir derenin pusulayı kırıp sezmiştik, az ötede inleyen yavru köpeği anasını ağlarken bulmuştuk. gülerken serindi göğsün bile, tayların koşuşu ondan iklimine yakutun ılgıtlığı, çınarın merhumluğu eftâli daha eftâli yeğdi senin sırtında. dağın ardından gelen yanık, çobanın yâdındaki yelek, suyun başındaki yılan bedbaht bir adam geçince yoldan sen isa’yı çağırdındı, ben muhammed’i.
26
Takvimlerin Uzağı Cihad Özsöz
aslında o kadar seçenek yok her şey ölmekle ölememek arasında göz açıp kapayıncaya kadar ben yine aynı kelimelere sığınırım durgun suyun sesi en basit günahları bile işleyemeyenlerin kirli elleriyle yudumlanır aklıma gelen binlerce kelimeden birkaçı unuttuğum binlerce cümleden hiçbiri yine yok kağıtların gölgesi olsun diye böyle günler çoğalsın diye belki kederle adımladığım yollarda bu kez akşamüstü serinliği
27
her şehir gibi kendine düşer şehir göğsüne zaman kaybı sığdıranlar otobüs camının tozunda cevap beklerim kaçılmış zamandan o zaman kim bilir hangi takvimin uzağında durup düşünsem eski sayfalarda banknotlarda, kimliklerde, pullarda elde kalan bir kucak korku olur yazdırıp kalemimi kaybettiğim gibi gözlerimi kaçırırım sayfalardan silik bir mürekkep lekesiyle uykuya dalıp uyandığımda silik bir mürekkep lekesi olarak kopuverip bir defterin ortasından korkup ne olduğunu bilmediğim sallantıdan akıldan sızan bir damla endişeyi anlamadan ellerimle görürüm iki uçlu derinliği kırık kafiyeleri bir kenara bırakıp tekrarlardan kaçınıp kaçınmayı tekrarlarım düşük cümlelere doğrulmaları için yalvararak gecelerce dilsiz uykusuz boşlukları gözleyerek bu kadar yaşanabiliyordu bu kadar yaşadım
28
Psikyatrdan Psikoloğa Terfi Ettiğimi Öğrendiğim Gün Batımı
Can Küçükoğlu
-başlıkla yazı arasında "karaköy otobüs durağında oturup otobüs beklemeyenler için" demek isteyen ben ile bunu saçma bulan ben arasındaki savaşa gülümseyerek-
ileri geri değil de kuş tertip yürütsem ellerimi . kimsenin kimseye eşlik edemeyişi . ve kendi kendime eşlik edemeyişim . aynı anda geçse . üstünden . üzgünlüğün . düşürdüğü kirpiklerimle günlük tut üzgünlüğün düşürdüğü kirpiklerimle günlük tutma alışkanlığı.. . canıma okunan duaları göz kapılarımın dışında -mı- bırakıyor . üzgünlüğün her sesi -mı- bırakıyor . sadece geçse ellerimle sadece ellerimle sadece ellerimle geçse diyebildim
29
ve ona tütün sarmayı teklif edeyim diye yanıma oturan melek beni reddetmedi. bir birbirimize bakarak bir kimse kimseye bakmayarak memnolduk. ve ona ne diyeceğimi bilemediğim için birden bire sarılmak iyi ki vardır dedim. ve o ,seni kocaman ağzın için, pardon zariofoğlu ses ülkemi karıştırıyor, benim hayatıma doğru olacak işmiş gibi gülümsedi. bir yeni gülümseyen görmüşlüğüm daha oldu diye. azıcık diye ile üzgünlükten bahsetmemin geçişi tütünü ikinci anne saymaya yeter şeydir . -okumak ister misin? +o ne? -sen geldiğinde yazıyordum sen de geçtin içinde (melek telefonu alır ve yazılanı okur) . (melek yazılanı okur ve telefonu geri uzatır) +yazar mısın? (yazar kafasını kısmen şeklinde yavaşça sağa sola sallar, önce gökyüzüne bakar, sonra başına meleği döndürüp) -kelimeleri özlüyorum (melek gülümser ve yazarın onu tavlama ihtimali olmadığını anlatacak şekilde) +çok memnun oldum (der ve uzaklaşır, melek resmen uzaklaşır, "kelimeleri özlüyorum" diyen birine yakınlaşılabilir mi der gibi uzaklaşır, nolur değil, nolmaz uzaklaşmasa, kendisini imge oldurmak için gelmişliği kırılır ( üzgünlükten bahsedişimin geçtiğini sandırdığım için özür dilerim, geçmemiş fakat ses tonu değişiyor. üzgünlük değilmiş gibi koşulan üzgünlüğü temsil etme bedeli : yazarın uydurma saplantısıyla edinmeğe kast ettiği gayb fetişisti alınganlık ) mesela düşünelim hemen bu olayın edebi sevinç üretimine aktarımını haydi ne olmalı şeyyy buldum -MELEK UZAKLAŞMASI, ve geçer) . sadece elllerimle geçer sadece ellerimle geçer aslında sadece, ellerimle geçer geçiriyorumdur 30
Babyjunk Gizem Aktan
vahşi kabillerin yaşanılacak yerleri , elektrik ouija, kesinliğin sağlam bir kanı var , kendi evinin efendisi olduğun maya , seni hatasız tartılmalar bekliyor. kanarcasına batan yıldız haritaları… evlatlarının kariyerlerini planlarken şeytanice düşünen babalar . onların atan kalpleri benim çöpümle besleniyor, birbirlerinin kullanıp bıraktığı manyetik atıkla iletişim kuruyorlar . vahşi mutlulukla bağlantı kuruyorlar . birbirlerine mesaj alıp verdikleri araçların hepsi birer çöp. İnsan sinir sistemi bebek junkın bıraktığı içine zımblanmış çöple, keçi çiçekle ,baslı kağıtlarına üniteler iner hücre harikalarıyla kısıtlanabilir. Yüzen helyum mesane , ışık quartz damarlardan geçiyor. onu aydınlık bir konuma yükselten dikkat.Beni yiyip aileden biri yapacak o peygamber, pop upları ve reklamları kitaba eklemiş. Yüzlerce göz açık ve sana suçlayarak bakıyor. Artık karakterleri tanımana gerek yok.Biri kamerayı açık bırakıp gitmiş ve sen yönetmenin zihninde işiyorsun. ------içimdeki wittgenstein: onların zaten konuşabilir olanın sarkmaları gerekir, gösterilebilir alana doğru açılan delikler Onları tek mideli yapışık ikizler olarak karşıladık girişte Otomatik bir hazırlıktan toplanma sistemine irca edilecekti İhtıyacı ihtiyaç olarak gördüm , Burada Oz cehennemdir ; ç ıplak çiçekler Biraz sonra ölecek olan kızgın bebek Ç ocukların beslenme kutusunda hemen hemen bir öpücük Gürültü üzerine yığılan teşekkürler Oz dan bana bir kalp vermesini istedim Nereye gidersen git deneyeceğim, deneyeceğim.
31
arkasına
Kıyafet gibi yapışkan deriyi soyulana kadar kazıdılar İki küçük beden kuşadamın gövdesini bir üniforma gibi giydi Eski zamanlarda kadın ve adamlar onun şeytani gözünün terörü altında yaşadılar Varolmamış saatin çağlarında oyun için tutku besleyerek ve sevgi arayışıyla... Beni şehirde dolaşmak için doğru yere koydu Bizim kollarımızda yanlış yapamazsın Melek gibi yuzunu tehtidlerle çıkaracak köşe, içgüdü ile zekâ arasında da aynı münasebet vardır diyen köşe Bağzı düğümleri maymunlaşmış kulaklara rastgele yürüyüş, denge, mücadele, dağıtıcı metabolizma, Görülmemiş remixle peygamberlerin ürettiği şey tam olarak karadelik Sinirlerde kulak kıkırdağı, sıcak medya , touchstop. Uyuşuk olduğumu biliyorsun Adamın boynundan tuttum ve izlemesini bekledim
◙ Bu erime Lam’ın iki gözünün ortasında olacak zen parkında düzenlenebilir labirentler olarak şehre bakan bir tür görüş noktası Beden-beden. ''Ruh Kemiktir" formülündeki kafatası senin için bir saraymı? seks ve soğuk mantığı harmanlayan yuva nova geridönüşleri .Ağır bir maddenin belirlediği ikili kıvrımlara deliklenerek uzanıp giderler. Sarı, karınca sürüsü gibi delikler.Sinir uçlarının üzerine yatar ve cevap vermezler.Anı aralığı doldurmaya saklamayan ağız suyu Bir’in zayıflamasından türetmek için (sentetik biçimde) üretmek için güç uygulayan ve karşıtlarıyla bağdaşan kuvvetler olarak düşünmek/ İliskinvarlık ve düzenden itibaren bütün şeyleri (analitik biçimde) içeren bir aralığın derece derece “zayıflama’sının sınırı olarak düşünmekle iki çizgiyi birbirine karıştırmak. Yoksunluk için süre özünde bellektir , bilinçtir , özgürlüktür. Cennetlerin ağırlığını tekmeleyip ödeme yapan bankadan bütün ekranları elde edebilir.
32
Bize Doğru, Duru Kadir Sevinç
Duruyor, günün içinden geçirilmiş herkes için duruyor Yerine yerleşiyor perdesi akşamın, kızıl düşünde olanı. Tepelere, esir kentlere, yalnız meyhanelerde esriklere… Yerine yerleşirken perdesi akşamın, bütün bir gövdeye. Biz gövdelerimizde yaşıyoruz birbirimizi, herkesten ayrı En sert kabuğuna doğrulduk, siz, hatırlayın bizi kusurda Gündüz içine bırakılmış bir çift eldik, iç içe geçmiş halde Bunca sessiz ağzın toplamıydı arzu duyduğumuz gerçek Yalın, hüznün havasında soyunan, bir elin kavisine karşı Akşamın kızıl perdesi inmekte, ilerden, ışık saçan sözcük Karanlığını oyuyor geleceğin; özgürlük, bize doğru, duru Eksiksiz, tamı tamına bir sözcük ağırlığında, ne yaman Salık veriyor bizlere, enine, en yüksek ezgisiyle bizlere Kimi iyi göreyim diye, atıyor kendini gecenin nehrine Kimi durmadan acısını çoğaltmakta, kanayan hıçkırıkta Kıpkızıl akşamdan bize kalacak, özgürlük, tek gerçek! 24.10.2016
33
Su Gonca Gül
I. Yağmurlar geri dönüyor göğün bir kabahati yok Zihnimin harabelerini tırmalamaya başladığımda Bir tek ellerimi kesmiyorum Tanrıya daha fazla kurban verebilmek ve taptaze duaları ellerimde tutabilmek için O vakit, Cernunnos bana fısıldar fısıldamaz Gölün bozuk mavi sularına koşup Üzerime kırmızı bir Lotus Çiçeği geçiriyorum Ki yeniden doğmak için temiz adımla Ki dünya, umulmadık bir anda gökyüzünden, yeniden fışkıracak Kendimi gölün dibindeki en karanlığa gömüyorum Bozmak için oranın bekaretini Ki ilk kanatlarımı artık Burada Ve yeşil Doğuruyorum II. Ben hiçbir şey görmedim, gözlerim yoktu Ben her şeyi gördüm, gözlerim yoktu Suda bir ışıkla süzülene dek Tüm dünya kehribarca soluktu
34
III. Artık en kazın, buradayım, kesif ve tek Suda sönmeyen güneşe kendimi gizledim Ve varım, hiçbir varış getirmeyecek artık Erittiğim yüzümü saklamayı başardım Şimdi her bir tutsağın kılıcı belirecek alnında Ve orada Yine Elbet güller de yağacak IV. Suyun yüzüne çıktığımda Hür ve kutsal olmalıydım Çünkü annemin rahmini kavanoza koydular Gördüm, gözlerim vardı Sonra bunu sustum, ağzım vardı Sonra zaten hiçbir şey, hiçbir şey doğurmuyordu artık Her bir yerimi kilitledim durdum Her bir yerimi kilitledim, durdum Kendimi doğmamak ve doğurmamak üzere Bir meskende acz buldum
35
Geçerken Sorayım Dedim Volkan Kılıç
I. Çivisini başkalarının çaktığı bir dünya Ellinci yaşını kanepesinde doldurmakta
Henüz ödevimi aksatmadım Ve henüz âmirine çıkışmamış kumral kasım Dahası için kulunçlarında payanda İki kafadarı oynarmış babam ve sigorta Peki; bu kaygı da neyin nesi? Yüzü mü kızarmış vedalaşırken sarışınla? Haklı olmaya görsün Çekilir gibi değil berduşun kaprisi ‘‘Neden evime uzak şu lanet çöp tenekesi?’’ Pişkin mi davranmalı? Canı tatlı bir devlet dairesine kıyasla Oysa denizin yalancısıydı her rıhtım Bir esnaf deminde külhan Cihangir’de gündelikçi insanlığım
36
II. Uzak akraba ölümlerinden doğan bir dünya Canını plastik taburelerde atıştırmakta Henüz sütten kesilmedi Haşim Ve henüz fark etmedi yüzünü noter kâtibi Bu denklem gibi gayri matematik Annemdi; kırıntı ve homurtuyla biten somun Gel de birey ol şimdi! Sabahın köründe gözüne bir kadın dokunsun Başucunda miskin durduğum ihtiyar Bana kim olduğumu söyler mi? Sen, adını kanlından duyduğum hayat Hâlâ mı evde yoksun? Paspasın altında bir veda notu: ‘‘Hükmü onlar verir Duasını sen okursun’’
37
Murat Üstübal ile Söyleşi Abilmuhsin Özsönmez
Merhaba, Heterotopya nasıl gidiyor? Şu ana kadar kaç kitap bastınız? Dergicilikle yayıncılığı kıyaslarsan ne dersin? Ulan nereden girdik bu işlere durumu var mı?
Hedeflediğimiz doğrultuda gidiyor Heterotopya. Yayınevinin tarzından, tavrından ve kalitesinden ödün vermeden bugünlere geldik. Matbaada olanlarla birlikte 14 kitap oldu. Dergicilikle yayıncılığı değil de dergicilik ile kitap yayıncılığını kıyaslarsam amacı bir doğası farklı türde yayıncılık anlayışları olduklarını söyleyebilirim. Dergicilik daha dinamik ve sosyal bir sürece sahip. Gençlik istiyor. Enerjiyle çalışıyor. Şairlerle kurduğunuz bir ilişki var; tartışma ortamı var. Rekabet ve mücadele hiç bitmiyor. İddiası olan güncel dergilerde bu yorgunluk demek, kimi zaman hedef sapması demek (olabiliyor). Kitap yayıncılığı ise belki yaşımız gereği daha dingin bir iş. Yine hedefleriniz var elbette; ama o sanatsal hedeflere ulaşmak için çok acele etmiyorsunuz. Şair ve şiir bazlı bakıyorsunuz, dergicilik ise en avangard dergide bile pop bir iştir aslında. Elbette kitap yayıncılığında reklam alma şansınız yok; maliyetli bir iş. Kitap yayıncılığına ilk başladığımda, ilk birkaç kitaptan sonra nereden girdim bu işe dediğim oldu, olmadı değil. Dergi yayıncılığında olduğu gibi kitap yayıncılığında da bu işin sürdürülebilirliği için gerekli donanıma sahip olduğumu düşündüm. Bu donanıma azim, inat etme ve irade de dâhil. Zorluklara direnebilmek için ne yaptığınızı bilmeniz gerekiyor. Kitap yayıncılığı noktasına kolay gelmediğinizi biliyorsunuz en başta.
38
Köksap şiir dizisinden dosya basarken öncelikle nelere bakıyorsun? Bu bir proje ise bize bir çerçeve çizebilir misin? Ya da dizin bittiğinde ya da devam ettiğince bir poetika mı önersin istiyorsun? Öyle ise şu an bunu konuşacağımız bir hacme geldi mi sence? Gelen tepkiler bize ne söylüyor bu konuda? Köksap şiir dizisinden seçtiğim dosyalarda gizli bir bütünlük var, gören görüyor. Bu bütünlüğü kaba bir deneysellik kavramının içine sıkıştırıp indirgemek istemiyorum. Çünkü deneyselliğin nasıllığı önemli. Deneyselliği kaba ve pozitivist bir deneyselliğin içinden okumadığımız ortada. Biçimci deneysel şiirleri, yapıtları tarihsel avangardizmin, tarihsel pozitivist deneyselliğin içinde görüyorum ben. O yüzden bir yapıt kendi kişiselliğini ve öznelliğini kendi özgünlüğünde sunabilmeli. Sözgelimi sözcük oyunlarının, şematik ve görsel denemelerin biçimci ve yüzeysel, gösterge ve dizge dönüştürmeyen hallerine, popülerleşip klişeleşen hallerine bu nedenle karşı duruyorum. Heterotopya’da da böylesi bir özgünlüğü arıyorum. Çünkü bana kalırsa ikibinlerin şiirinden kotarılan günümüz deneyselliği mizah ve gündelik yaşamı estetik bir dönüştürme için yeterince değerlendiremedi. Çok mekanik söz, söylem ve sözcük oyunlarına bulanmış mizahi söylem ve güncelin batak klişe söylemleri deneysel bir moda yaratmış görünüyor. Olamaz mı? Olabilir. Benim arayışlarım o doğrultuda değil sadece. Bense daha çok biçimsellikten bile yola çıksa daha orijinal, imgeden yola çıksa daha hakim anlayışın dışında yaratıcı, söylemsel ya da narrative bile olsa daha metaforik şiirler arayışındayım. Bunları bulamadığım zaman dilimlerinde dükkânı kapatır tatile çıkarım. Bulduğumda da tatilden apar topar döner, heyecan ve zevkle o kitabı basarım, acelem yok yani. Kitaplar biriktikçe, bir toplam oluşturdukça ortaya çıkan tabloya bakacağız. Bu her zaman bir poetika doğurmayabilir; öyle bir iddiamız yok. Ben İlhan Berk gibi şiirin izinden gidip onun ne söylediğine bakmaktan yanayım hep. Öncelediğim bir mesele varsa o da şu: köksap kavramının da çağrıştırdığı üzere farklı ve nitelikli yapıtların birarada durabilme ihtimalini sevdim ve merak ettim ben. Tüm mümkünlerin kıyısında duruyorum. Çünkü tüm bu mümkünler beni yalnızca bireysel veya öznel olana taşımıyor aynı zamanda özneler arası ilişkiler ve özne içi bağlantılardaki çeşitlenmeleri de meşrulaştırıyor. Bu çeşitlenme yaratıcılık demek, özgürleşme demek. Zihinsel genişleme demek. Bunları başarabildik mi? Hayır. Gelen tepkiler de bu doğrultuda zaten! Ezeli mağluplardan biri de benim. Bundan haz almıyorum elbette. Heterotopya söyleyeceklerinize yetiyor mu yeni bir dergi çıkarmayı düşünür müsün? 15 yıl dergi çıkardım; bana da yazık! Yazınsal anlamda daha çok başımı alıp gitmek istiyorum. Tam buna niyetlenmişken başka bir sorumluluk alanına bulaştım, kitap yayıncılığına. Yazmaya niyetlendiğim onca şeye rağmen yayıncılık alanında mücadelede diretmek de benim dilemmam. Şimdiki aklımla dergi çıkarmayı düşünmüyorum.
39
Heterotopya’dan çıkan kitaplarla ilgili çok duyduğum bir şey de tasarım. Büyük yayınevlerini bile gölgede bırakan bir tasarımınız var. Bu bilinçli bir hamle miydi? Bununla ilgili size gelen tepkiler nasıl? İşin bu tarafı ile ilgili zorlandığınız hususlar var mı? Para/tasarımcı/ matbaa ? Bu aralar bazı yayınevleri veya gruplarla ilgili dönen bir tartışmadan mülhem sormak istediğim bir şey daha var. Şiirini bastığınız kişilerden para alıyor musunuz? Büyük yayınevlerinden iyi olmak maharet değil. Büyükler maliyet hesaplarına daha çok bakarlar! Teşekkür ederiz olumlu düşünceleriniz için. Kâğıdından kapağına kadar büyük bir titizlikle hazırlanıyor kitaplar. Kuruluş aşamasında tasarım olarak neyi hedeflediysem birçoğunu gerçekleştirdim sanırım. İç kağıdı ve kapak kağıdının seçimi olsun logo tasarımı olsun ya da kitabın iç düzeni olsun, hayal ettiğim gibi oldu diyebilirim. Kapak kompozisyonlarının çoğunda mutlaka işe karışırım. Yönlendiriciyim. Ercan y Yılmaz ile birlikte işi iyi kotardık gibi. Beğenen de var, keşke başka türlü olsaymış diyen de var. Yazarının onayı ve gönlü olmadan kitap basıma hazır demeyiz biz. Bize göre kitabın biçimi ve içeriği bir bütünsellik oluşturur. Birbirini tamamlar. Matbaada özellikle kapaklar basılırken mutlaka bulunurum. İşin başından ayrılmam. Para harcamanın da bir sınırı var elbette bizde de. Yine de maddi sınırları zorlarız. Yazarından kitap basımı için bir ücret talep etmeyiz. Kargış dergisinin son sayısında yer alan soruşturma kapsamındaki bir soruyu ben de sormak isterim, belki biraz değiştirerek. 2010’ların 2000’ler kadar poetik bir aktivasyonu oluştu mu sence? Oluşmamışsa eğer bu henüz 2000’lerden farklı bir şey söylenemediğinden midir? Bu mesele eleştirinin niceliği/niteliği ve sosyal medyanın etkisi ne orandadır? 2010’ların poetik donanım olarak 2000’lerin gerisinde kaldığını düşünüyorum. Bunda 2000’leri eksik ve yanlış analiz etmenin payı var. Deneysellik hep biçimci unsurlar üzerinden tartışıldı. Sözcük kırımları, sentaksı bozma, harf ayarları, somut ve gündelik olanın kolaycılığı, politik olanın fütursuzluğu tartışılmadan bir moda halini aldı. İmge ve sembol nasıl zamanında klişeleştiyse günümüzde de biçimci deneysellik klişeleşip ikonlaştı. Deneyselliğin ruhu, avangardın cesareti kuramsızlıkla kuraklaştı. İkibinlerin kuramsal metinleri doğru yerlere oturtulamadı, tartışılamadı. İster bunun adına eleştirisizlik deyin isterse de duyarsızlık. Benim dikkatimi çeken en önemli konu şairin etik duruşundaki erozyon. Etik duruştaki sorunlar şiirin meselelerini olumsuz etkiler. Yaratıcılığı da özgürleşmeyi de kısırlaştırır eninde sonunda etik erozyon.
40
Mehmet Öztek yukarıda bahsettiğim soruşturma kapsamındaki bir soruya verdiği cevabın bir yerinde, Murat Üstübal uçlarda gezindi ama o “uç”a kimseyi getirebildi mi, emin değilim; santim santim her yazdığını okumaya çalıştığım halde, buralı, yerli bir refleks göremedim yazdıklarında ve hayıflanarak kışkırtıcı bir şey bulamadığımı söyleyeyim. dedi. Öztek’in “uç” dediği şeyde yerlilik refleksine bu kadar vurgu yapmasının nedeni ne olabilir? Bu eleştiriye ne dersin? Mehmet Öztek’in eleştirilerini bahsi geçen soruşturmayı okumadığım için anlamadım önce. Benim eksikliğim. Okuduktan sonra yaptığı eleştirinin yeni bir şiir eleştirisinin olabilirliğine dair bir soruşturma sorusuna verdiği yanıtla ilgili olduğunu anladım. Öztek’in yanıtı ne kadar farklı yerlerden baktığımızın bir göstergesi. Bir defa uçlarda gezinen bir şair veya eleştirmen için yerellik ne kadar mümkündür bilmiyorum. Bana göre ne yerel ne de evrenseldir o. Ücradadır çünkü. Bunu hamaset olsun diye söylemiyorum. Gerçekten de uçlarda gezinmenin belli risk, ıssızlık ve yalnızlıkları var. En başta çoklu merkezleri dert edinen biri için yerellik bir ufuk değildir. Ufuk açıcı hiç değil. Zaten baktığınızda yerellik gibi bir eleştiri sözkonusu olamaz. Yerellik, yeterliliği ve etkilenmeyi ölçme birimi değil; eleştirinin özelliği ile ilgili bir durumu ifade eder. Dereceleri vardır, biçimleri vardır. Eleştirinin göstereni değil eleştirinin gösterdiğine dair bir özelliktir. Kaldı ki eleştiriyi, edebiyat içi bir tarz olarak benimseyen biri olmadım. Edebiyat içi eleştiriyi hep kısır ve kadük buldum. O yüzden Nurullah Ataç’ı sevmeme rağmen onun gibi üslupçu bir eleştiri yöntemi benimsemedim. Daha çok felsefe ve onunla yansımalı hareket eden sosyoloji ve psikoloji gibi disiplinleri eleştiri tekniği için araçsallaştırdım. Haliyle felsefe gibi alanların kendi terminolojileri var. O terminolojiyi çözümleme ve kuramsallaştırma amacıyla kullanmış oldum. Belki o terminoloji nedeniyle de yerellik eleştirisi geliyordur, bilemiyorum. Yerellik kavram olarak bakılınca da oturmuyor. Yerellikten kasıt yerel meselelerle ilgilenmemekse Öztek’ten başlayarak birçok şair hakkında yazdım. Terminolojik felsefi dil yabancı bile olsa Anadolu topraklarının hammaddesi olan çoğulculuktan bahsetmiş olmam bile yeter! Yersizyurtsuzluktan bahseden benim gibi birinin yerleşiklikle pek barışık olduğu söylenemez yine de. Herşey bir yana, her kişinin nesneyle kurduğu ilişki farklıdır, bağlamı da içeriği de. Kimi nesnelerle daha içkin bir bağ kurup onu yansıtmayı diler, hatta kendisi içkin biri olarak görünmediği halde. Kimileri de gündelik hayatın sözcüklerini olduğu gibi yansıtır kendisi ruh olarak kapalı olduğu halde. Sanat bazen olamadıklarımızı da dışavurur, olmak istediklerimizi ya da. Yerellik de evrensellik de aynı anda yapıtın içinde yeralır; yapıtı eleştiren için de bu böyledir. Uç’a baktığınızda da yerellik ve evrensellik aynı anda zihne üşüştükleri için daha ücradan, dışarıdan bir yerlerden serinkanlı bir bakışa gereksinim duymamız normaldir. İşte felsefe ve onun soyut gibi görünen terminolojisi bu işe yarar biraz da. Kapağını açmayan için Pandora’nın kutusu sadece bir kutudur.
41
Deneysel şiir göstergeye ait parametreleri simüle ederek 2000’lerde iyi bir performans gösterdi. 2000’lerin ortalarında da görsel şiir iyi örnekler verdi. Heterotopya -köksap dizini bu deneyimin neresinde duruyor? Zira iki tane de [Antagonist (Çiğdem Şahin)- Lex İmago- Prolog (Ulşa Karadağ)] görsel şiir kitabı bastınız. İleriki zamanlarda Türkiye dışından da görsel şiir örnekleri görebilecek miyiz Heterotopya vitrinlerinde? Deneysel şiir göstergeye ait parametreleri simüle etti mi bilmiyorum. Simülasyon olarak değil ama yazılarımda da belirttiğim gibi simülatif soyma işlemi olarak gördüm ben şiiri. Simülasyonda bolca kopya var çünkü. Simülasyon kopya ve taklitler üzerinden gerçekliği ve göstergeyi sınama ve sarsma yöntemi olarak iş görebilir. Deneysel amaçla da bu fikir iş görebilir. Parodinin parodisi dediğimiz mesele de simülasyonun göstergeyi sınama ve sarsma işlemi olarak işlev görebilir sözgelimi. Bense göstergenin simülasyonlarından soyuldukça gösteren/gösterilen bağıntısı ve fonksiyonunun aşikârlaşacağını, ortaya çıkan gösterenlerin fraktal olarak yeni bağıntılara ve göstergelere izin vereceğini düşünürüm daha çok. Postyapısalcı deneysellikten anladığım da budur. Simülasyon işlemi postyapısalcı deneyselin tam tersi bir işlemdir. İkonlaşmaya direnemeyebilir; göstergenin yüzlerini çoğaltırken göstergeyi sürekli yeniden üretebilir. Bu da kavramsal iktidar tehlikesini gündeme getirebilir. Parodinin parodisi yapılırken parodiyi kopya olarak çoğaltan değil de onu çözen, göstergeyi değil parodiyi yeniden üreten yapıtları ciddiye alıyorum. Heterotopya’dan çıkan görsel şiir kitaplarını seçerken de bu ilkeyi dikkate aldım. İki kitap da ironisiyle, parodisiyle gayet özgün kitaplardır. Hatta Ulaş Karadağ’ın kitabını belki somut şiir bağlamında tartışmak daha yerinde olacaktır. Tartışmaya açık bir konu. Türkiye dışından çağdaş görsel şiirler geldiği zaman Ücra Şiir Dergisi’nde yayımlıyorduk. Kitap yayımcılığı için de böyle bir düşüncemiz var. Herşey zaman ve enerjiyle alakalı. Yetişmekte zorlanıyorum bazen. Popüler söylen son birkaç şiirde mebzul miktarda yer edinmeğe gayretkeş. Bunu nasıl görüyorsun? Bir iktisadi hamle olduğu malumumuz ama popülist alanı zaman zaman düşük katsayılarla şiir modeline katmak şiire ihanet mi olur? Yakın zamanda çok talihsiz bir şekilde sonlanan Diri Ozanlar Derneği deneyimi oldu mesela. Ne dersin bu hususta? Popüler alan asla terk edilecek bir alan değil! Mesele, dozunu ve derecesini ayarlamakta sanırım. Yoksa Andy Warhol gibi bir sanatçı varolabilir miydi? Popüler olanla ıssız olan diyalektik bir ilişki içindedir. Aralarındaki ilişki ve gerilim yerel olanla evrensel olan gibidir. Hatta yaratıcı sanatla mimetik sanat arasındaki ilişki gibidir desek yeridir. Mimetik öğeler kullanılmadan nasıl özgün ve orijinal bir sanat yaratılamazsa popüler öğelerin olmadığı bir sanat yapıtı da uzun süreli varolamayabilir. Burada sorun neyin popüler olduğundan öte popülerliğin yapıta ne oranda yedirileceği ile ilgili çıkıyor genelde. Popüler ve/ya evrensel olan bir başlan-
42
gıç ve bitiş noktası olmayınca kalıcı olanla çok sık karışabiliyor. Şiir ve sanat için kaynağın ön şartsız ve sınırsız olduğunu düşünmek sanatçının olmazsa olmazıdır. Bu noktadan Diri Ozanlar Derneği deneyimine gelirsek, politik ve sosyal hayatın sınır (ki popüler olanın sınırları da buna dâhil), değer ve kuralları ile ön şartsız ve sınırsız kaynaklı sanatın çatıştığı durumda geri adım atılıyorsa sanatın ve sanatçının özerklik alanına zarar geleceğinden kuşku yoktur. Bir derginin varolma ilkeleri arasında sanatın ve sanatçının özerklik alanını korumakla ilgili bir bilinç ve duyarlık olmak zorundadır. Daha doğrusu bir dergi, atölye bile olsa, sanatın ve sanatçının uzamı olarak o özerkliğin doğal uzantısıdır. Özerklik alanının korunması başlı başına sanatın politikliğiyle ilgilidir. Politikanın dayattığı sanatın tazyikiyle sanatın özerk ve kendinden politikliğinin indirgenmesi ve sınırlanması normal karşılanamaz. Ama elbette sanatın özerkliğine kavuştuğu noktada da, yapıtla ilgili eleştirel süreç işlemeye devam edecek, yapıt sanatın kendi ölçütleri içinde hakettiği yeri bulacaktır. Baba olmak şiire bakışını en çok hangi yönde etkiledi? Baba olduğumda yaşama sevincinin de katman ve dereceleri olduğunu farkettim; bu hâlin şiirime ne şekilde yansıyacağını zaman içinde hep birlikte göreceğiz. Çok teşekkür ederim söyleşi için. Tezgâh Fanzindekilere diyeceğin bir şey var mı? Ben de Tezgah Fanzincilere teşekkür ederim. Tezgah’a gelenlere diyeceğim şu: Sanat uzun, hayat kısa ise eğer her daim sanatın içinde kalmaya çalışmakta yarar var, zaman kaybetmeden, uzamı da… Sevgi ve saygılarımla.
43
Şiirin Dayıları Cevher Kara
Bu yazı, Salim Nacar’ın, Kaygusuz Dergisi’nin 3. Sayısında Tezgâh hakkındaki değini ve tespitlerinden yola çıkarak yazılmıştır. Yazıya konuyla ilgili/ilgisiz afili bir girizgâh dizemediğimden müsaadenizle doğrudan meramıma geçmek istiyorum. Salim Bey’in yazısı Necip Fazıl Kısakürek alıntısıyla başlıyor. O alıntı üzerinden “düşünce”yi biricikleştirerek şu yargıya varıyor: “Ancak işin aslı, bugün için pek de öyle görünmüyor; çünkü zemin netliğini kaybettikçe şiirin ortak bir dile daha da yakınlaştığı ve bu ortaklığın esasında düşünce üzerinden değil de düşünceden kaçış üzerine kurulan bir zeminden neşet ettiği ortaya çıkıyor.” Böyle yaparak en başta alıntıya karşı bir tabir caizse yanlış yapıyor. Zira Kısakürek, o paragrafta Namık Kemal şiirinde bir tek “düşünce” değil aynı zamanda “mizaç”, “duygu”, “mimari hususiyet”, “ruh” gibi ölçüler bağlamında da kimi eksikliklerden söz etmektedir. Necip Fazıl’ı şiir sanatı bağlamında bir ölçü saymak ise bambaşka bir tartışma… Fakat biz alıntılanan, alıntılayan, konu tenakuzuna rağmen Salim Bey’in güncel şiire dair iki şikâyetinin olduğunu anlıyoruz. Bunlar: - Ortak şiir. - Düşünce zemininden kaçan şiir.
Ortak şiir’in varlığı ve can sıkıcılığı hususunda Salim Bey’e katılıyorum. Belli imajların, imla/cümle bozumlarının, seslenişlerin, numaraların tekrarlandığı şiirlerle dolu dergiler, yeni çıkan kitaplar. Bu durumun, divan edebiyatını gül, bülbül, şarap imgelerinin tekrarına bağlayıp, yerden yere vuran bir şiir devresinin devamı olması ise ironik. Fakat ortak şiiri düşünce-lilik veya düşünce-sizlik sağlamıyor Nacar’ın tespitinin aksine? Peki ne? Açık ve net: Şair! Onun doğumundan, şi’retmeye giriştiği ana değin bilinçli/bilinçsiz bir şekilde temin ettiği tüm birikimi, duyuşu ve en mühimi şiir kabiliyetidir onun şiirini mümeyyiz kılan, ortak şiirden kurtaran. Yoksa şiiri herhangi bir düşünceye yaslanıp kurması veya onu bir “mukavemet” ve “alan savunması” olarak görmesi değil. Meselâ Salim Nacar’ın şiiri, Salim Nacar duygu ve düşünce birikimini seçkin bir duyuş ve şiir kabiliyetiyle işlediği için iyi bir şiirdir. Herhangi bir düşünceyle yola çıktığı, bize atfettiğinin tersi bir şekilde düşünceden kaçışın şiiri olmadığı için değil. Peki, Tezgâh, düşünceden kaçan bir şiir mi neşretmektedir? Bence bu sorudan önce şu sorulmalı, Türkiye’de tek başına veya en azından ana fail olarak şiiri besleyecek, belirleyecek bir düşünce birikimi, dünyası, geleneği, zenginliği var mıdır? Bu soruyu
44
tüm tandansları içine katarak soruyorum. Cevap benim nezdimde koca ve kirli bir “HAYIR”dır. 34 yaşındayım ve bu sürenin üçte birinden fazlasını, düşünebilmeyi kendisine borçlu olmak zorunda kaldığım radikal İslamcılığa harcadım. Yo hayır günah çıkartıp, ideolojik itirafçılık yapmayacağım. Ama şunu neden sormayayım: İslamcılık, dünyayı, hayatı, tarihi, doğayı, insanı anlamada bana ne kadar zengin bir imkân sundu? Kendisinden kaçılmayacak bir cazibe ve derinliğe sahip midir Türkiye düşün ortamı? Hele de tüm klikleri herhangi bir entelektüel güçten çok, birbirinin hataları üzerinden var olmaya çalışan, kör dövüşünü, körlüğü (az bir aydınlık temininden hemen sonra başka mahzenlerin karanlığında imal edilen körlük) “düşünce faaliyeti” diye yutturan bir yapıya sahipken… “Düşünce”den sesleniyorsak böyle bir kaostan, kalitesizlikten seslendiğimizi neden unutalım? Ve evet bu anlamda Tezgâh, düşünceden kaçışın şiiridir. Fakat fikretmeyen, duyuşunu ortalamış, kurcalamayan bir şiir değil. Onun kaçışı, şiiri ve hayatı bukağılamaya çalışan o “güdük belirlenim”dendir. Zeynep Arkan Hanımın şiirinin Tezgâh’ta çıkmasına gelince. Bilmiyorum belki kendi de bir şeyler söyler o satırlar hakkında ama ben de müsaadesiyle bir şeyler karalamak istiyorum. Bir kere şu konuda hemfikiriz: “Zeynep Arkan hem duruş hem de dil olarak bir seviyenin üstünde bir isim” ama Salim Bey, Zeynep Hanımın Tezgâh’ta görünmesini neredeyse bir ayıp addediyor. Bunu bir alt tabakaya inme gibi değerlendiriyor ve mevzua böyle yaklaşması hiç hoş değil. Zira kendi dergisi için “Kaygusuz'un eğilimi, yönelimi bellidir, ancak iyi şiir bunların üstündedir ve bu dergide şiir yazanların, bizim gibi düşünsün ya da düşünmesin bizden emin olmalarını bekleriz-…” diyor ama mevzu Tezgâh olunca rafa kalkıyor bu ölçüler. Sebebiyse yukarıda değinmeğe çalıştığım fikri/siyasi eğilim belirginliği/belirsizliği ve sanırım bundan neşet ettiğine inandığı ve bize de yamadığı içerik belirsizliliği. Burada daha iyi anlıyoruz ki o belirlilik-belirsizlik bir imtiyaz-ayıp karşılaştırmasıyla anlamlanıyor kendisinde. Bunu şuradan da anlıyoruz ki Kaygusuz gibi “düşünsel anlamda belirli bir yayın”a herkes şiir yollayabilir Kaygusuz’da yayınlanır (birtakım samimi hüzünlenmelerle müşahede ediyoruz ki kötü, “hem duruş hem de dil olarak bir seviyenin” altında, “twit atar gibi” şiir yazan, şairler de Kaygusuz’da kendisine gayet kolay yer bulabilmektedir.) Ayrıca ne Zeynep Hanımın ne de ondan şiir isterken Tezgâh’çıların kafasında bir kurtarma/kurtarılma endişesi de yoktu. Yoktu çünkü biz sadece şiir ile alakadarız... Kastettiği tarzda bir endişeyi ne Zeynep Hanıma ne de Tezgâh’a yakıştırmanın dergicilik ahlakı mı dersiniz sanatçı ahlakı mı şiir ahlakı mı her neyse bunlarla da uzaktan yakından ilgisi yoktur. Ayrıca insanın aklına şöyle nahoş bir soru da gelmiyor değil: Acaba Kaygusuz, Zeynep Arkan’ı kendi sayfalarına/saflarına mı çağırmaktadır, Tezgâh ile ilgili bir yazıda bahse konu olmasını geçmiş veya bugün, dile getirilmiş ve ilk kez dillendirilen bir isteğe mi borçluyuz? Benzer şekilde (nahoş) bir teklif de Halid Metin’e yapılmış gibi geldi bana Nacar’ın yazısında. Bilmiyorum bunlar benim zanlarım ama şunu biliyorum ve
45
herkes de bilmelidir ki ilk sayımızdan itibaren tek endişemiz şiir merkezli başlamış olsa da güdük bir hüviyet arzeden kavgalardan, şunlardan bunlardan kaçıp sâfî şiiri ortaya çıkarmaktır. Salim Beye göre bir diğer ayıbımız da Twitter üzerinden ilişki kurmuş olmamız... Twitter üzerinden gelişmiş yani şiir üzerinden gelişmemiş bir ilişki… Salim Bey burada tam olarak nasıl bir eleştiri getiriyor. Bu klasik “sanal alem” eleştirisi mi? Yoksa bizim, şiire ehemmiyet vermediğimizi mi ima ediyor? Meselâ bir kıraathanede, önünde Turgut Uyar’ın Büyük Saat’i açık duran birine yaklaşıp, oturma izni aldıktan sonra, şiir hakkında konuşup, kaynaşıp, bir dergi kurma kararı alsaydık ve bunu hayata geçirseydik, yine şiir değil de bu kez kıraathane üzerinden kurulmuş bir dergi olma vasfıyla mı eleştirilirdik, anlayamadım? Bu çok yavan, gereksiz ve anlamsız bir eleştiri bence. Tezgâh, “Twit atar gibi” çıkmıyor, bunun yanında sizin yaptığınız gibi dergiciliğe zendostça yaklaşıp, birini kapatıp birini açmıyoruz da. Nasıl bir tashih veya tefhim dikkatsizliğiyle böyle bir yargıyı yazınıza alabildiniz! Twiti matbaa gibi, kâğıt gibi şiirin hizmetine koşuyoruz. Aman Allahım! Önemsemiş yazmışsınız ama bunlar ne demek yahu! “…Yazıklanma, hayıflanma türü metinlerden bahsediyorum. Tamam hiçbir şey yolunda değil ama yazıdaki ifadeler buna katkıdan öteye gitmiyor. Gerçekten tam olarak umutsuzsak odalarımıza geçip ölümü bekleyelim. Şiir yazmanın, dergi çıkarmanın yaşamsal ya da dini açıdan bir hükmü var mı?..” Hemen üstteki satırları okurken “tamamen umutsuz muyuz?” diye düşündüm. Bilmiyorum, belki değilizdir. Ama öyleysek bile odalarımıza geçip ölümü mü beklemeliyiz? Şiir üstüne düşünme, şiir yazma umutsuzluktan beslenemez mi? Diyelim ki bizim şiirimiz de Beşir Fuad’ın intihar notlarıdır. Ölürken çiziktirdiği, bâkî kıldığı umutsuzluklarıdır. Belki de Nuh’un “ben yenildim” demesidir şiirimiz. Olmaz mı? Olmadı mı? Bence çok güzel oldu, şiirin hası oldu hem de. Vesselam...
46
Fakir Kene Üzerine Yayımı Gecikmiş Bir Yazı İsmayil Sakin
Bu yazı, Birhan Keskin’in son kitabı Fakir Kene henüz yayımlanmışken kaleme alındı. Ancak yazının yayımlanacağı şiirkitabi.org isimli site açıl(a)madığı için bu güne kadar bir köşede bekledi. Birhan Keskin şiirini (hala) önemseyenlerin ilgisine sunuyorum. *** Fakir Kene, Birhan Keskin'in yeni kitabı; yeni kaygıların, yeni varoluş sancılarının duyulduğu, günlerimizin şaire yüklediği duyarlıkların dile geldiği, içerik bakımından yeni bir Birhan Keskin şiirinin kitabı da denebilir. Ancak Birhan Keskin'in liriğinin bu yeni içeriğin şaire yüklediği ödevin altından kalkabildiğini görmekte güçlük çekiyoruz. Çektiğimiz güçlüğün bağlamı ise şöyle: Fakir Kene'ye kadarki Birhan Keskin'i ve şiirini, bugünden bakıldığında naif ve romantik hatta ontolojik bakımdan mistikten yana olarak nitelemek mümkün. Daha çok bireysel kaygıların, pastoral ve mistik bir insan-tabiat ilişkisinin ve özellikle aşkın (acısının) kendisine, okuru zorlamayan lirik bir dille yer bulduğu; dünyaya dair duyarlıkların sadece geniş planlar olarak belirdiği bir şiir olageldi Birhan Keskin şiiri. Hece tekrarlarının, dize içi ve dizeler arası müziği sağladığı, makul sayılabilecek bir vokabüler ile yazılan, konforlu okunan ancak tesir gücü kuvvetli bir şiir olageldi... “bu harlı zamanda dünyayı yazmaya” doğru Ancak bu (eski) şiirin, özellikle içeriğini belirleyen duyarlığın çerçevesi bakımından, Fakir Kene'de kendine az yer bulduğunu görüyoruz. Şairin yaşama ve varlığa bakışının mistik/metafizik bir zeminden daha somut ve rasyonel bir zemine kaydığını iddia edeceğiz. Kitabın ikinci şiiri Hidrofor'da, şiir boyu uzanan, şairin kendisiyle evini eşleyişini ve şiir içinde duyduğumuz mekanik sesleri bu durumun ibraz edilişi olarak okuyabiliriz. Hatta biraz zorlayarak Kargo şiirinde (kitabın ilk şiiri) şairin kargo paketine eski duyuşlarını da eklediğini söylemek istiyoruz. Yine kitabın üçüncü şiiri Tespih'te şair, yaşama somut yerlerinden dokunmaktadır ta ki eli bir boşluğu
47
yoklayana kadar. Bu yeni “gerçek”, pek çok şiirde sarih biçimde söylense de dünyanın ve şairin kendisinin bu yeni konumlanışının ikircikli olduğu şiirler de mevcut kitapta. Öncelikle bu kararsızlık hali, yeni (fizik) ve eski (metafizik) bakış arasındaki gerilim olarak kimi şiirlerde açık edilmekte. “Hayat biraz da tok bir karındır.” (Firdevs teyze) “Kompile mistik ol dedi biri, kimdi, bir ara unuttum kendimi Oysa hayattı bu, burdaydı, ben buradaydım, yoktu yeri Basitti yaşamak. Yaşarsın ve kemiklerini bırakırsın geri.” (Bırak bırak) “Sen bana dünya yalan diyorsun Ben bi tek aşkı koydum gerçeğin tarafına” (Hıdırellez) “Sevgilim beni yoğumdan var ettiydin Varlıktan yoğ'un, sonra sonra Sonra bir gün her şey karbon sevgilim” “Yazda neyim ben: birbirine çarpıp ötüşen moleküller” (Yaz! Deli tetikte) Bu yeni “gerçek” algısını neyin inisiye ettiğinin izini de sürebiliyoruz Fakir Kene'de. Kitaptaki iki düzyazı şiirden yola çıkarak (Firdevs teyze, İnci teyzem) şairin şahitlik ettiği iki ölümün ve bunun yanında hepimizin şahitlik ettiği bazı ölümlerin (Sağlıklı yas, http:/anitsayac.com, İskelede bir çırak) etkisini tespit etmemiz mümkün. Bu yeni iç ve dış “gerçek”, Birhan Keskin şiirinde çokça “çimen” izleği etrafında beliren, artık naif bulmaktan başka çaremizin olmadığı, ışıklı ve yer yer pastoral bir dünyaya dair meyilin ifadesi olan şiirlerin yerini daha karamsar ve dünyadan hesap soran bir şiire bıraktırmıştır diyebiliriz. Bu minvalde, Fakir Kene'nin “politik” denebilecek şiirler içerdiğini de görüyoruz. Şair harlı dünyayı yazmaya mecbur kalmış gibidir. Ancak şairin lirik dilinin bu mecburiyet altında ezildiğini görüyoruz ve bu durum yukarıda işaret ettiğimiz kararsızlık hissini de kuvvetlendirmektedir okur için. Tam burada şu dizeleri, şairin nefsi müdafası olarak alabiliriz:
48
“Söylediklerim çok mu fazla “gerçek” doktor, bu yüzden mi! Bu yüzden mi bu şiirde yüzüme tuhaf tuhaf bakıyorsunuz.” (Hidrofor) Yine de şu şerhi koymak istiyoruz: günlerimizin keskinliği, güncel şiiri (içe ya da dışa dönük farketmiyor) daha köşeli olmaya zorlamaktadır. Bu bakımdan Birhan Keskin’in dili mi naiftir harlı dünyayı yazmak için yoksa şiirimizin dili mi nasır tutmuştur; bu soru biraz açıktadır. Öte taraftan Birhan Keskin şiirinin dışa açılışı elbette yeni değil. Şairin dünya ile dertlenip çimen mülkünden uzaklaştığını Soğuk Kazı'da da görüyoruz. Soğuk Kazı'daki şairin dış acıya olan mesafesi, Fakir Kene'de kapanmaya yüz tutuyor diyebiliriz. Ancak acıyla mesafe içerikte kapanırken dilde açık kalmıştır. Acıya bu kez nişan alınmıştır ancak tabanca fazlasına sıkmamaktadır (Dogmayaydım). Sonuç olarak elimizde kızgın ama yeteri kadar kızamayan, itiraz eden ancak sesi hemen kaybolan bir şiir kalıyor ve bu şiir Fakir Kene'nin geniş bir bölümü kaplamaktadır (İskelede bir çırak, Çimenlerin efendisi, Kardeş payı, Sağlıklı yas, http:/anitsayac.com, Dogmayaydın). Bu şiirler içinde Çimenlerin efendisi'nin eski ve yeni Birhan Keskin duyuşu ve şiiri dili arasındaki geriliminin en açık görünümü olduğunu ve bu bakımdan kitaptaki kritik şiirlerden biri olduğunu söylemekle yetineceğiz. “Beni dize bilmez sanma Beni dize gelmez san!” (Çimenlerin efendisi) Evet, şairin dize bildiğine güvensek de bu yeni meselelerin şiiri hesabına, şaire dize gelmediğini üzülerek görüyoruz. Diğer meseleler Bu bölümde, Fakir Kene'ye dair daha lokal değiniler sunacağız. İlk olarak önümüzde düzyası şiirler meselesi var. Şair daha önce düzyazı şiiri daha deneysel tonlarda tecrübe etmişti ancak Fakir Kene'deki iki metin (Firdevs teyze, İnci teyzem), oldukça klasik formlarda yazılmış, samimi ve bir iç dökme hissi veren metinler. Samimiyetlerini teslim etmekle birlikte bu metinlerin şiirliklerini şaibeli buluyoruz. Yine de bu metinler, şairin yeni duyuşlarının kaynaklarını göstermeleri bakımından fayda arzediyor. Diğer bir düzyazı şiir ise Hidrofor. Bu şiir, diğer iki şiire nazaran daha fazla poetik unsur barındırıyor: şairin ses benzeşimleri üzerinden kurduğu melodi ve karşılıklı bloklar olarak kurulmuş dizeler/cümleleri izliyoruz.
49
Kargo ve Tespih şiirleri, ortak bir kurgu yapısı taşıyan şiirler. İki şiirde de şair, başlıklar üzerinde kurduğu çerçeveye, birer liste olarak beliren dizeleri oturtuyor. Tespih'de şiirin finali şiiri kotarmaya yardım etse de iki şiir de kotarılamamış şiirler olarak karşımızda duruyor. Fakir Kene'nin kendine dönen bir kitap olduğunu söylemek istiyoruz. Şiirler arası açık göndermeler mevcut ancak bu göndermeleri, bir kurgu ya da dizaynın sonucu olarak göremiyoruz. Hikayesine bir şiir tahsis edilen Firdevs teyzenin, başka bir şiirde de anılışı, Hidrofor şiirinde merkezde bulunun uykusuzluk durumunun yine başka bir şiirde tekrar edilişi gibi, şaire kitabını kurduran tecrübelerin doğal tekrarları biçiminde ortaya çıkıyor bu “göndermeler”. Yine şairin önceki şiirlerinin merkezi imgeleri (taş ve çimen gibi) Fakir Kene'de de beliriyor. Bu bağlantılar, bir yandan şiirleri fakirleştirse de bir yandan da Fakir Kene'nin içerik ve duyarlık bakımından meselelerini takip etmeyi kolaylaştırmakta. Son olarak Birhan Keskin'nin eski şiir “numaralarını” sürdürdüğünü de tesbit etmek istiyoruz. Bir sesi tutup, şiir boyunca tekrarına şiirselliği yüklemek (Kara çıkalım), dize içinde ses tekrarlarıyla müzik yaratmak (Sağlıklı yas ) gibi oyunlara Fakir Kene'de de rastlıyoruz. Muhtemelen şair içeriği işaret ediyorsa da biz aşağıdaki dizeyi, dil bağlamında bir özeleştirisi olarak okumak zorunda kalıyoruz. “Tekrarları seven şairler için belki de bulunmaz nimettir ama beni delirtiyor doktor!” (Hidrofor) Toparlarsak: Birhan Keskin, güncel şiirimizde yerini kurmuş, okurunu sağlamış bir şair. Belki de bunun rahatlığıyla, işçilik bakımından sınırlı arayışlarla, naif ve zayıf bir şiir dilinin kolaycılığıyla, Vuslat çayırı'nın okuruna, yeni dertlerinin şiirini yazıp bırakmış. Ancak liriği, çimen sakini şairimizin şiirini, yeni dış kaygıları bağlamında, fakir bir kene olmaya mecbur ediyor. Belki de talep ettiğimiz gür sesi, sarsıcı şiiri, bir tür kan emicilik olarak görmektedir Birhan Keskin. Belki de fakir kene’lik kendisine ve naifliğine yüklediği bir payedir; bunu kendisine sormak gerekir. Ancak günlerimizin, keskin iğneli arıları ya da çalışkan karıncaları gerektirdiği ortadadır. Umarız şairimiz konforlu yerini, mücadele hesabına olmasa bile sahih şiir hesabına terk eder gelecek eserleriyle.
50
Somut Şiir Cangılı Usame Söylemez
Ş̧iir'in öldüğü neredeyse her on yılda bir ilan ediliyor sanırım. Belki haberiniz vardır; yakınlarda da Halid Metin benzer bir ilanda bulundu Tezgâh 9’da. Enis Akın, Natama’nın ilk sayısında şiirin çıkmazda olduğunu söylemişti, tabii şiirin çıkmazda olmasının sebebi onun aynı zamanda Kürdistan’da olmasıydı ama bu kısmı şimdilik tartışma alanımızda değil. Fakat sonuç olarak Enis Akın haklıydı. Şiir 2010’ların başında bir çıkmazdaydı ve şimdi ise Halid’in dediği gibi, öldü. Yani Türkçe Şiir öldü, Türk Şiiri ise zaten ölmüştü. "Peki ne yapmak gerekir?" sorusunu, ancak şiirin neden öldüğünü açıklığa kavuşturduktan sonra cevaplayabileceğimizi sanıyorum. Beni düşündüren şeyse şiirin bunca mahalleye bölünmüş olmasından ziyade hiç de bizi yormaması gereken bir şiir biçemine takılıp kalmış olmasıdır: somut şiir. Somut şiirin kimlerle ilişkilendirildiği üzerine bir şey söylemekten kaçınarak devam edeceğim. Belki bundan uzun uzun bahsetmenin de zamanı gelecektir ama açık ki ancak bir giriş olabilecek uzunlukta olan bu yazı, her şeyden bahsetmek için yetersiz olacak. Süresiz deney (Mikâil Söylemez, Kargış 2) düşüncesini göz önünde bulundurduğumuzda, deney fikrini temel almış bir şiir oluşumunun sürekli deneyerek şiirin alanını geliştirmesini/genişletmesini bekleriz, ortaya konan şiirin alanını savunmasını değil. Ayrıca eğer deney fikri temel alınmışsa, ki alındığını söylüyoruz, neden kimse şiirin ve dolayısıyla dilin alanını somut olanla sınırlandırmak tutumunda bir yanlışlık görmüyor ya da neden bunu dillendirmiyor diye sormak durumunda kalıyoruz. Şiirin alanını ve malzemesini: dili ve şiirin söz aldığı alanı daraltarak deneysel ya da yenilikçi bir şiirin peşinde koşmak bir yerden sonra eldeki malzemeyi eskitecek, yalnız imkanları tüketmekle kalmayıp şiirin kendisini de tüketecektir. Ondan sonra elimizde kalan tek opsiyon mevcut şiiri tekrar tekrar yazmaktan başka bir şey olmayacaktır. Yani şiirin alanını daraltarak yenilikçi bir şiirin peşinde koşmak düşüncesi artık çalışmamaktadır. Halbuki somut şiire taraf olan insanların iddiası daha farklı, somutun dilin alanını daralttığını düşünmüyorlar, bilakis şiirin somut olanla birlikte daha geniş bir alana sahip olabileceği, yayılabileceği iddiasındalar. Gerçek şiirin böyle yazılması gerektiğini söylemekte de
51
hiçbir sıkıntı görmüyorlar. Peki bu nasıl oluyor? Mısra aralarına fotoğraf koyup, tikiniz sizi rahatsız ederken söyleyemediklerinizi kutu içinde yazarak, mail kutularından, prospektüslerden, web sitelerinden alınan ve bazen ilginç bile olmayan anlamsız metinleri şiire boca ederek, hatta bazen sadece bu kör metinlerle şiir yaparak vs. Kabul ediyorum, somut olanın bu ve benzeri deneyleriyle şiire girmesi, ikibinlerin başında heyecan verici bir şeydi ve şiire bir önceki döneme kıyasla daha geniş bir görüş açısı da katmıştı. Ama böyle eski bir şiir düşüncesine bu kadar geç ulaşmış olmamız bir yana bu yenilik ilüzyonunun ardında, Cumhuriyet Dönemi şiirinin en başından 1 somut şiirin açıkça belirdiği 2000ler şiirine kadar zaten somut fikrinin açıkça tespit edilebildiği bir çok şiirin yazıldığını biliyoruz. Ve buna rağmen somut fikrinin sadece bir imkân olarak değil de yenilikçi şiire giydirebileceğimiz bir deli gömleği olarak sunuluşu, onun elini kolunu bağlıyor olması şiirin dirileceğine olan inancımızı baltalıyor. Somut şiir ve çevresi yukarıda da bahsettiğimiz gibi belirli kazanımları 2000 kuşağı boyunca şiire katmayı başardılar. 2010’lara geldiğimizde biçim üzerine denenen benzer şeylerin artık klişe olarak nitelenmeye başlıyor olduğunu gördük. Yeni kuşağın, somut fikrinin belirli kazanımlarını yenilikçi şiir içinde kullanarak daha soyut ve belki de daha saydam içeriği olan şiirler yazarken kullanmasını isterim. Ama bunun dışında somut şiir artık somutluğuyla şiirin önünü açmamakta tam aksine onun yeni şeyler yapmasını engellemektedir. 2010 kuşağının şiir yazdığı/yazacağı bu dönemin açıkça 7/10’unu abiliğiyle yemiş bitirmiştir. Açıkça söylersek artık tasfiye edilmesi gerekmektedir. Somut şiir öyle bir duruma geldi ki kendisinden geriye ancak Türkçe şiirin cesedini bırakabildi. Şunu söylemek istemiyoruz ama: somut şiir büsbütün yok edilmelidir. Aslında söylüyoruz da yapılmaması gerektiği uyarısıyla beraber. Şiirde yaşamın malzemelerinin saf halde kullanılması zaten yeni bir buluş değildi. Bu yeni olmayan düşünce Türkçe şiirin son 20 yılını işgal ederek yoğun bir şekilde işlendi, iyi işler de çıktı ortaya; Parçalı Ham, Ben Google Değilim, Hata Devam Ediyor, Güzel Boşluk gibi ve çok kötü işler de kaldı ayrıca bugüne; def-beyin, sürün cem e, Parçalı Ham Drülütt gibi. Bundan ayrı olarak 2010 kuşağının kendi işi olmayan abi etkisiyle yaratılmış somut şiiri zaten sözü edilmeyecek kadar değersiz bulundu ki herkesin herkesin kitabını aldığı bu ufacık ortamda kimsenin bu kitaplara dönüp baktığı ya da onların adını andığı yok. Gelinen noktada artık biliyoruz ki eğer deney fikrinin önüne sınırlar koymaya çalışıyorsak zaten bir şey denemiyoruz demektir. Bir şeyleri denemeden yeni bir şiir yaratamayacağımız, ölmüş olan şiiri diriltemeyeceğimiz de ortada. Artık gelip çepere dayandık. Hücrenin dışında ne var görmemiz gerek. Somut şiir üzerinden gerçeklik hakkında bir tartışmaya girmek istemiyorum yine de kısaca şöyle söylenebilir; şiir zaten biraz da gerçeklikten kaçıştır, bugünlerde çıkmakta olan bir derginin adıyla dendikte dünyadan çıkıştır.
52
Yazıya, şiirin öldüğü bilgisini bir kere daha aktararak başladım, Entlerin son yürüşünün yer ve sebep bilgilerini vererek bitirdim. Ama bu yürüyüşün, tek sorumlusu elbette ki somut şiir değil, zira bundan önceki onyılda şiiri ayakta tutan fikir somut şiir fikriydi. Yani onu 80’ler şiirini habire çoğaltan ve hâlâ çiçek böcek şiir üretimine yoğun katkıda bulunan Sincan İstasyonu, Şiiri Özlüyorum, Mühür gibi dergilerde yazılan şiirlerle elbette aynı kefeye koymuyoruz fakat yine de bugün yeni şiirin kıpırdayamamasında en büyük etki ona ait. Somut olan artık yenilik iddiasını taşıyamamaktadır. Somut fikrinin artık tek başına bir biçem olamayacağını anlamak gerekiyor. Onun, şiirin yenilikçi yapısı içinde yalnızca dilin ve şiirin alanına gerçekten katkı sunabildiği yerlerde kullanılmasını öneriyoruz. Tek başına somut fikri bu saatten sonra şiirin bir zombi olmasına sebep olacaktır.
53
İsmail Aslan Şiirinin Muhtevasında Başat Unsurlar Mahmut Nesip Basmacı
“Şiire her şey girer mi?” sorusunu şiir için eskimiş bir soru olarak görüyorum. “Her şey”in şiire girmesinden önemli olan, “her şey”in şiire nasıl girdiğidir. Herhangi bir metine istediğiniz şeyi dahil edebilir, fütursuzca anlatabilirsiniz. Fakat onun ‘’şiir’’ olabilmesi için belirli ölçütler vardır; şairin her şeyle münasebetinden doğan tesiri şiir dairesinde tutmak oldukça zor bir iştir. İsmail Aslan, her şeyi şiire taşıyabilen, anlatan ve bunları şiir dairesinde tutabilen bir şair; kendisiyle, çevresiyle, eşyayla ve inançla olan ilişkilerine sıkı şahitlik ederek, bunları şiirin alanına taşıyan, şiir olarak söyleyen bir şair. Bu ilişkilerin şiire yansımalarını ileride örnekleriyle göreceğiz. İsmet Özel, ŞİİR OKUMA KILAVUZU 31. sayfada şiirle iştigal edenler için şöyle diyor: ‘’İnsan kendi doğrularını dış dünyanın somutluğu içinde bulursa şiire yüz vermez.’’ Bu ilişkilerin hiçbir zaman Aslan’ın istediği doğrultuda olmadığını şiirleri bize gösteriyor. Eğer bu ilişkiler istediği doğrultuda olsaydı o zaman belki İsmail Aslan’ın şiirinden, şairliğinden bahsediyor olmazdık. Birkaç dizeye bakalım şimdi. “Neyi tutuyorsam bir yarasa havalanıyor” Ora Sekansı Sinopsis
“günah dedi anlattıklarıma/ elimi nereye uzatıyorsam o zaman/ günah” acı boşaltır ya da aktüel ağrılar “hostes:/ yanlış oturmuşsunuz/ demişti/ üzüldüm google’dan ”yanlış oturmuşsunuz”/ araştırdım didik didik/ yanlışımı bulamadım/ (yanlış yalnızdır eminim)” ilkler unutulmaz ya da spoiler etkisi “Ben göğsünden sonra tıkanan bir adamım/ Ellerinde n sonra çarşı pazar gezen/ itilen sokağın ta başından” Funda’yı Mental Bağlamda da Sevdim Abi
54
“vuruyordu bir şeylere ters gidiyordu/ seni düzgün sevebilmek için/ ilaç içtim bense’’ tekrar eden sözcükler takdir- i ilahidir Alıntılanan dizeler bize konumunu belli eden, yaşantının kaydını tutan ve bunu güçlü bir şekilde şiir yapan bir adamı, İsmail Aslan’ı gösteriyor. Sistem Çöktü Misal Çok Yalnızım ilk bakışta tuhaf bir kitap ismi gibi duruyor. Aslında hiç tuhaflık aramamak gerek bu isimde; İsmail Aslan, 160. Kilometre’nin anket defterinden: İsmail Aslan. adlı soru-cevapta ‘’Neden şiirle ilgilenmeye başladığınızı hatırlıyor musunuz?’’ sorusuna şu cevabı veriyor: ‘’ Çünkü terk edildim. Öyle sadece hatun falan durumları değil, hepten terk edildim.’’ Hepten terk edilmenin kitabı Sistem Çöktü Misal Çok Yalnızım. Kitap atıftan sonra şu cümleyle başlıyor: ‘’Hûn her tim xwe miri bihesibinin’’ kendinizi her zaman ölü sayın, demek. Bu söz sanırım ‘’Ölmeden önce ölün.’’ hadisinden esinlenerek söylenmiş bir söz, hayatın kıymetsizliğine işaret eden bir söz ya da yaşantının mecburiyetine, her neyse… Nereden esinlenildiği, kim tarafından söylendiği önemli değil ancak kitabın bu sözle başlaması dikkate değer. Şair kendini her zaman ölü sayıyor mu? Aslan’ın şiirleri öyle olduğunu gösteriyor. Ölüm, kendine hayati bir yer ediniyor Aslan’ın şiirinde; şairin kendini her zaman ölü sayışı, başkalarının ölümünden şiddetle etkilenişi ve bizatihi ölümle çokca meşgul oluşuyla. “Suda boğuldum cesedimi bekledim” Ora Sekansı “Ve’l asr/ Ve innâ lillâh/ Ve innâ ileyhi râciûn/ Ve gece 02.00 beni çok sev” Terk Mazeretleri “Ben çünkü kendimi çok fena ıskaladım ablam Ayşegül ölüyordu/ Ölüyordu ırmaklar akıyordu kendimi bütün şiirlerde/ tekrar ediyordum” Artık Sensiz Yapabiliyorum “Ve annemin öleceği kahretsin” Terk Mazeretleri “Allahıma gövdemi boşluğa bırakmıştım” Tıkanıp Dağılmanın Şiiridir “her şey biraz öl-dü’dür.” Her Şey Sen Ve Aralarda Çakma Aforizmalar
55
Aslan’ın şiiri yaşadığı zaman ile ilintili bir şiir; zamanın içinden konuşuyor. Bireyi, toplumu ve bazı grupları etkisi altına alan ciddi etkenlerin yansımalarını görüyoruz onun şiirinde. Bu ciddi etkenlerden biri sosyal değişim. Sosyal değişim, 2000 öncesine göre çok daha hızlı yutulan, hazmedilebilen bir olay artık. Bu hızın çeşitli araçları var; bu araçlardan en önemlisi teknoloji. Tabii, teknoloji dediğimiz araç da sadece bir araç olmakla kalmıyor, o da kendine çeşitli araçlar üretiyor. Bir şekilde insanlar bu değişimden etkilenmekte ve bu araçları kullanmak mecburiyetinde. Hiç kimsenin zamanın dışına çıkma gibi bir şansı yok. Bu bağlamda sosyal değişim Aslan’ın şiirlerinde güçlü bir yer tutuyor. İlişkilerin değişiminden günlük hayatta kullanılan yeni kelimelere, yapaylığa ve teknolojinin hayati bir şey oluşuna kadar pek çok şeyi bulabiliyoruz bu şiirlerde. Şu birkaç dize ne demek istediğimi daha iyi açıklayacaktır. “Bağlantım geldiğinde buraların güzünü/ ve referandumu konuşacağım sizinle” Birkaç Yağmurlarla Lütfen “Anladım ki msnde online olmak/ hiçbir gerçeği yansıtmıyor:/ Bağlantım geldiğinde hanfendi size Robert Wyatt/ dinleteceğim” Birkaç Yağmurlarla Lütfen “sevgilim netten düşmüş/ ağzıma geleni söyledim/ ağzıma kim geldiyse/ şebekem gitti” *pc de Mübarek bir cihazdır nihayetinde “beni de toparlayıp/ bir depolama işlemi gerçekleştirse/ ya beynim” *pc de Mübarek bir cihazdır nihayetinde “Memet sevgilisine netten çiçek göndermiş/ hatun:/ “bu çiçek kokmuyor!”/ abi bu çiçek kokmuyor/ ben gülücük ekledim ama gülmedim” *pc de Mübarek bir cihazdır nihayetinde “abi link kırıkmış kalbim paramparça/ pc çökmek üzere/ Mübarek* direnemeyecek daha fazlar/ dur hepimiz chat kardeşiyiz elhamdülillah/ ferah tut kalbini sana bir/ skip James atayım/ yanında koka kola/ patlamış mısır” *pc de Mübarek bir cihazdır nihayetinde “müberra’dan mail/ mektuptan Müberra bekliyorum” acı boşaltır ya da aktüel ağrılar “modemin fişini taktım/ ohhhhhneala” acı boşaltır ya da aktüel ağrılar
56
“modemin fişini taktım/ ohhhhhneala” acı boşaltır ya da aktüel ağrılar “sigaramı mutfakta içmem gerekiyormuş/ buzdolabı, bulaşık, çamaşır makinası karşısında” acı boşaltır ya da aktüel ağrılar Yukarıdaki alıntılarda değişimin ve ürünlerinin ne ölçüde etkili olduğunu sanırım görmüş olduk. Aslan’ın şiiri kendi kendini açıklayan bir şiir. Bu nedenle fazla alıntı yapmaktan kaçın(a)mıyorum. Şiir içinde şiire dair bir şeyler söylemek güncel şiirde sık görülen tavırlardan biri. Aslan’ın şiirlerinde de yer yer bunun örneklerine rastlıyoruz. “ben şiirimi artık abartmıyorum sevgilim” abartılacak bir şeyler var “Liriğim, sevgilim…/ lakin kalem fazla sert” abartılacak bir şeyler var “Şimdi: “Sana bir kaleydoskop alacağım.” diye yazarak/ Şiirimde kaleydoskop sözcüğünün kullanmış oldum” Ora Sekansı Sinopsis Kitapta en çok dikkatimi çeken şeylerden biri de “anne” imgesi. Anneyi şiirlerde neredeyse tanrısal bir varlık olarak her şeyin üstünde görüyoruz. Anne sevgisi, annenin sevgisi biricik sevgidir, karşılık aranmaz. Bu sevginin özelliklerini, şaire etkilerini yoğun bir şekilde görüyoruz. Annenin geçtiği her şiirde şair neredeyse bir çocuk hassasiyetine bürünüyor ve onu anneden kopmamış bir parça gibi, ya da anneye dönmek isteyen kuvvetli bir his ile görüyoruz. Birkaç alıntı yapalım. “(insan ilk, annesine dokunandır.)” ilkler unutulmaz ya da spoiler etkisi “Dünyanın en güzel “eyvah” diyen/ Hanımefendisi annemdir abi” Funda’yı Mental Bağlamda da Sevdim abi “Birileri anneme kaygılarımdan bahsetsin/ Sevgilimin allahsızlığından” Dört Rica Birkaç Sitem “bizde annenin kestiği parmak acımaz” abartılacak şeyler var
57
“Allah var saçların var bütünlük ve annem var” Şiir bu hayatta birazdır Allah bahsi ile bitirelim. Allah, Aslan’ın şiirinin parçalarından belki de en önemlisi. Allah’ın geçtiği her yerde, şairin Allah’la arasının iyi olmadığını -ki buralarda çoğu zaman mesele, Allah’ın zatıyla ilgili değil- şiddetli, yıkıcı, aşırı rahatsız eden bir Allah-kul ilişkisinin söz konusu olduğunu görüyoruz. Şiirlerde, Allah’ın anıldığı yerlerin çoğunda meselenin Allah’ın zatıyla ilgili olmadığını söyledim. Ne demek istiyorum? Allah, Aslan’ın şiirinde birçok biçimde yer ediniyor kendine; sanırım tasavvufi bir bakıştan ileri geliyor bu. Allah’ın kendisinden çok düşüncesi etkiliyor ve meşgul ediyor şairi. Allah’ı bazen birilerinin, bir şeylerin yerine koyuyor şair. Bazen bir engel olarak, bazen bir nevi esas yer; her şeyin kendisinden türediği bir varlık olarak, kimi zaman terkedilemeyen ya da kendisinden kurtulunamayan bir şey olarak ve bazen de dar anlamıyla tanrı-kul ilişkisi bağlamında çıkarıyor O’nu karşımıza. Ora Sekansı şiiri söylediklerimi açıklayacak mahiyette bir şiirdir ve özenle okunursa şiirde hep gördüğümüz ‘’Allah bitmez’’in tekrardan ibaret olmadığı anlaşılacaktır. “Gel seninle Allahı kanıtlayalım komaya girelim” Ora Sekansı Sinopsis “Allahıma gövdemi boşluğa bırakmıştım/ Allahıma bırakmıştım” Tıkanıp Dağılmanın şiiridir “Allaha inandığım kadar günahlarıma da sonsuza kadar inanacağım.” Her Şey Sen Ve Aralarda Çakma Aforizmalar “allah bende kafa yapıyor parantez aç niyetim iyi parantezi kapa” Şiirimin Sinan’la İlgisi Yoktur Aslında Çökmüş Bir Sis Misal “Allah bitmez gözün arkada kalmasın” Ora Sekansı “İntihar günah Allah bitmez” Ora Sekansı “Memelerin güzel ama inan Allah bitmez” Ora Sekansı “Allah bitmez beni bırakma” Ora Sekansı Kitabın sonunda şu cümle yazıyor: ‘’Microsoft wordden aldığım son bilgilere göre bu kitapta 4768 sözcük kullanılmıştır.’’ Microsoft Word’ü iyi kullanamadığım için bu yazıda kaç sözcük kullanıldığı bilgisini alamıyorum. Not: dizeleri ayırmak dışında yazım tasarrufu şaire aittir.
58
Kıvırmak, Deleuze, Lâle Müldür ve Tek Çıkış Yolu Dış Hatlar mı?
Rüşdü Paşa
‘bilinmeyen yasalarla yönetilmek ne azaptır!’. kafka. her halükârda adalet içindeyiz, aksinin söylendiğini hiç duymadım.beckett.
şimdi, okuduğum 2 kadın var. türklerin en iyi bildiği kıvırmaktır, kıvrım açmak ve tekrar kıvırmak, sonsuza giden kıvrımlar yapmak, göbek dansını severler ve arapça istenildiği kadar kıvrılabilen mükemmel bir dildir. türkler, arapça konuşur. türkler, 1683 ikinci viyana kuşatması bozgununu kabul etmediler ve türkler, yenilgiyi kabul etmeyen ve ricat nedir bilmeyen kavimdir, tarihte görülmedi, bugün görülmüyor. hiç. bir. zeynep talay, oğlak burcu olduğunu varsayıyorum, kaçak yaratıcı, maddeci teolog, double-agent, peru istihbaratında brezilya hesabına çalışan vazifeli. yükseleni yengeç, iyi kalpli, öldürerek acı biriktiriyor ve günde beş saniye mutlu. bir de iki, lale müldür. cihangir ismi ile bilinen yerde evinde bir kırmızı divanda oturuyor, evinin duvarlarında yalnızca isa, renkli isa resimleri var, çok. birinci derecede günahkâr olmalı ki, yüce gök tengri, 1956 yılı nisan ortasında, türkili’ne gönderiyor ve the lale, kaçış çizgileri icatçısı olarak başarılı, nisan koç/u. iki kadın, az.bunlardan az. karşımdaki bir şey söyleyecek. the şey, ne seziyorum ve the sezgi, geçiştirilemediğinde, aptallık düzeninde intihar saldırısına dönüşmek riskindedir. dünya, cennettir. bir şey oluyor. insan, sistem ya da kara delikle ilgili bir boşluk oluşuyor. dünyanın bir cennet olduğundan ânda şüphe ediyoruz ki bu korkunç durumda bir kadına gitmeli, gidiyoruz. the gerçek, erkek tarafından keşfedilir. kadın, inandırır. kadın, the keşfin bir keşif olduğuna erkeği inandırır. erkek, kadına keşfettiği bir gerçek olmadan giderse, tehlike. kadın, erkeği işgal eder.
59
kadına dilekçe veren hakikatsiz erkek, işgal talebinde bulunmaktadır. kadın, doğa devrede, işgalcidir. iç savaş çıktı, lale müldür’ün evine gittim. ateşli ateşli bakan gözleri var, ant dağları kadar yarıcı, ressam mısınız, sordu. ressam olmadığımı kabul etmediğini söyledi. giriş-gelişme, olmadan, doğrudan, isa hazretlerinden söz etti, 8 saat. lale müldür, zaman karşısında inançlı bir ihtilâlci, isa ile iyi arkadaş olmuşlar, konuştuklarından bir kısmını anlatıyor, anlattı. belinski’nin dostoyevskiye sorduğu soruyu bir başka şekilde, sordu, kırk yaş altı türkçe yazı yazanların kitaplarını okuyor musunuz, ne yazmış olduklarını anlıyor musunuz? elinde sevimli ayısı olan lale, büyüdüküçüldü, hayır, dedim, türkçe dilbilgisi dersinden geçenleri okuyamıyorum. iç savaş çıktı, dedim, çıkacaktı, dedi. karşılaşmalardan ne bekliyoruz? hızlı bir şekilde, kutsal ve derin hakikatin iki kişi arasında tecelli etmesi ve mutlak teslim oluş. kadın, yürürken kıvırabilir, estetiktir. konuşurken, davranırken kıvıran kadın, yürürken ve değiş tokuş esnasında kıvıramayan kadındır. lale müldür, cihangir’deki kırmızı divanında konuşurken, isa hazretlerini tasvir etmedi, isa hazretlerini yarattı, şahit oldum. lâle müldür, oturuyor. başka, bir âşk tarihi anlattı. bir karşılaşma değil bir yaratma olarak kadın erkek ilişkisinden söz etti. bir sanat tarihi olayı olarak, etkileyici ve düşündürücü. karşılaşmadan sonra karşılaşmayı dönüştürmek, büyük bir ihlâl oluyor ve özgürleştiricidir. âşk ile insan, varoluşunun bir başkasına bağlı olduğunu hayret ederek keşfeder ve kendini savunmayı reddeder, rıza gösterir. dünya çölleşir. ingiltere, essex üniversitesi, dedim. baktı. ben de orada okudum, dedim. o zaman sordu: biz barbar mıyız? türkler barbar mı? evet, dedim. türkler, barbar. türkler, evet ya da hayır, kelimelerinden, başka kelimelerden, çizgilerden, renklerden ve seslerden anlamayı reddeder, o hâlde, türkler barbardır. ve türklerde süreç yok. sizinle anlaşıyoruz, dedi. çok eğlendim. çok konuştu. parçalı konuştu. hızlı geçişli. neşeli bir psikoterapi deneyimi gibiydi. ses kayıt cihazını habersiz açtığım için cezalandırıldım, bir tek ezan sesi var, konuşmalarsa işitilmiyor. lale müldür, isa’yı ve âşk’ı neden anlattı? neden lale müldür’ün evine gittim? bilmiyorum. iç savaşta oldu, oluyor böyle şeyler. iç savaş var ve çıkış, dış hatlar, oluyor. öznesiz iktidar ve insansız toplulukta kural budur ve aksi ölüme tesadüf etmektir. kural budur ve sosyal nizamımız, kapitalizmdir.
60
niçin deleuze okumalı? çıkış, dış hatlar olmadan mümkündür, deleuze bunu öneriyor ve dilde kaçış çizgisi yaratmak durduk yerde mümkündür. kıvrımlı dil içinde bir çıkış çizgisi, mümkün. lâle müldür, klasik devir, victoria çağında bir prenses edasında güvenli bir kadındır. teori: kendini güzel bulmayan bir kadın iffetli değildir. iffetli olmayan bir kadın ise çekici değildir. kadının güzel olup olmaması değil, kadının kendinin güzel olduğuna inanması. anlaşılmadığına inanan kadın, kendine değer verilmediğine inanan kadın, kendinin güzel olup olmadığını test eder, test etmeye başlar. demokratikleştirir imgesini. bir kadın için, tehlike, budur. trajik sonuçları olabilir the test’in. Kendini başkasının gözünde görmek, kendini unutmak, erkek düşmanı olmak, erkeği ve kendini iktidarsızlaştırmak için hayatı bahasına komplo kurmak, ve başka şeyler. “sen bir arap değilsin, bir çakalsın. olduğum için beni eleştirdiğin şey, küçük yıldız, yıldız olmam için her şeyi yapıyorsun. söylentileri sonlandırmak için, ben senden bir şey istemiyorum, ama seni çok seviyorum”. deleuze tarafından yazılan bir cevap mektubunun son satırları bunlar.
61
Neo-Epik Failin Epic Fail'i yada Arsız Bir Hınç Kurumu Olarak Fayrap
Halid Metin
Bizi tutup genzimizin berisinden, hırpalar mıyım diye de düşünmeden kesinlik ile ve sert, tek başımıza hiç ulaşamayacağımız yerlere taşıyan müzikler. Bir de rüyalar. Şiir'in ettiğini aşabilecek yegâne şeyler. Bunlara benzerliği arttıkça şiir de öte-leşip gerçek'i ters yüz edebiliyor. İşte gerçek gerçek bu. *** İsmet Özel'den ve Fayrap dergisinden söz edilecek bu yazıda. Benim zihin dünyamda birbirinin tam karşısına düşen iki insandan. İki insan dedim çünkü Fayrap derken handiyse sadece Hakan Arslanbenzer'den söz ediyoruz. Aslında Laiklik temalı sayı (hani şu estetik hiçbir duyumsamaya sahip olmadıklarını göze soktukları zavallı kapağa sahip olan) için bir yazı yazmak niyetindeydim. Ayrıca Türkçe edebiyat ortamı diye anılan alanın son yıllarda içinde bulunduğu – yada düştüğü mü demeli?- halin korkunç çirkin karikatürlerinden biri olarak Arslanbenzer hakkında konuşmak arzusu da bünyemde mevcuttu. Fakat çeşitli sebeplerden bu bir türlü mümkün olmadı ve işte şimdi bu sayıdan kalkarak bir şeyler söylemeyi deneyeceğim. Dergiyi açalım. Sayıdan ve metinlerden bağımsız şeyleri ayrıca konuşmak yerine ilgili noktalarda değinmeyi tercih edelim. Birkaç yazı üzerinde durup yaklaşık yarısını yazımızın dışında bırakacağız. Bizi Elyesa Koytak'ın metni karşılıyor. Bir çok yerde rastlayacağımız tatsız Türkçe burada da ilk cümlede önümüzde. "okunmuş anlaşılmış" diye bir ifade. Ve birkaç yazıda daha göreceğimiz ne idüğü belirsiz şu
62
'okuryazar' kavramı. Her okuryazar hafızasında İsmet Özel mısraları olduğunu söylüyor. Enteresan, değil mi? Bu okuryazar dedikleri tür zannediyorum Üsküdar'da Palmiye'nin altında yetişen bir çeşit bitki olmalı. Yani bizim okuması yazması olan, öğrenim görmüş bir kimse anlamında kullandığımı sözcük değil bu. "Kolaycı yaklaşımların yol açtığı belirsizlik bulutunu ortadan kaldırmak" cümlesinde yine bir Türkçesizlik var. Buluta yol açmak? Ayrıca bunu gerek İsmet Özel'e gerekse de diğer şairlere ve dahi her şeye çok kolaycı, yalınkat ve sığ bir biçimde yanaşmayı marifet sayan bir insan topluluğundan birinin ağzından duymak ilgi çekici. Sonra da "bir şair her zaman önce şiiriyle değerlendirilmelidir çünkü" gibi dahiyane bir tespit var. İlerliyoruz. Yaşı genç olan herkesin İsmet Özel ile ilgili en az bir anısının var olduğunu söylüyor Koytak. Sanırım şu endemik tür okuryazarın bu defa genç olanlarından bahsediliyor. "Nesnel ve serinkanlı" olduğu iddia edilen bir değerlendirme var imiş dergide. Ki ilerledikçe bu sıfatların ne kadar uzağında hatta "kişisel ve ağlak" olduğunu göreceğiz bu değerlendirmelerin. "Şiir, hele de İsmet Özel'inkiler gibi çokça ezberlenmişse, şairi kadar okuyan herkesindir." Yine damakta kötü bir tat bırakan bir cümle. Bu gibi tali gözüken şeylere neden takıldığımız merak konusuysa, buna devam edeceğimiz için, şimdi söyleyelim: Bilmediğimiz yada emin olmadığımız birinin düşüncesine yada ne söylediğine yaklaşabilmemizin birinci koşulu onun konuşur olduğu dildeki mahareti ve kudretine bakmaktır. Çünkü sıhhatli bir düşünüşün ortaya çıkabilmesi ancak önce dilde kurulacak bir hakimiyet ve berraklık ile mümkün. Bu yüzden birinin savurduğu düşüncelere kulak kesilebilmemiz için savuruşunda görmemiz ve görmememiz icap eden şeyler var. Burada çoğunlukla Türkçe bilmiyor gibi görünen adamlarla meşgul olacağız ve onların İsmet Özel gibi Türkçe'yi olağanüstü ve biricik bir titizlikle işleyen biri hakkında konuştuklarını ne kadar ciddiye alacağımızı da bu belirleyecek. Son olarak " Batılıların son otuz kırk yılda bu kıratta bir şair, düşünür veya yazarları yok. We have İsmet Özel, they don't" gibi bir cümle kuruluyor. Bu cümleyi yalnızca bir şair yok diye bitirse bu meydan okumayı anlayabilir hatta belirli bir anlamda katılabiliriz. Fakat son otuz kırk yılda düşünür veya yazar yok demek-ki bu bizi 1970lere kadar atarbasitçe söyleyecek olursak dangalaklıktır. Ki Batılılar dediği kimseler ile İsmet Özel'i bu şekilde mukayese etmek yada bir sidik yarışına sokmak Özel düşüncesi açısından da muhtemelen a priori yanlış ve zeminsiz bir girişim olacaktır. İlk yazı Hakan Arslanbenzer'in. Bu yazımıza iltifat edip okuyacak kimselere onu anlatmaya gerek var mı bilmiyorum. Bu adamcağızın gerçekten acınası ruh haline en meşhur olmuş örnekleri hızlıca verecek olursak dolaşıma girmiş şu üç tweetine bakabiliriz.
63
İsmet Özel ile ilgili (etrafındaki oğulları nasıl tevil etmeyi denerse denesin) her yönden hadsiz, terbiyesiz ve izansız tweet'ini de işbu sayıyı çıkarmadan az önce atmıştır. Hakan Arslanbenzer hangi marifetiyle etrafında tuttuğunu bilmediğimiz 4050 kişilik cemaati dışında herkesi midesini bulandırdığı en az bir anıya sahip bıraktığı için onun olumsuz bir ressentiment'tan kurulu ve tükenik ve tiksinti verici ruhunu tasvir etmeye kalkışmayacağız. Biz yavaş yavaş yazıya geçelim. Başlık "İsmet Özel'in Dünyası" ve hacim 2 sayfadan azıcık fazla. Yazıyı klişelerle açıyor, "şöyle diyor yazar"larla alıntılıyor Arslanbenzer ve sonra şöyle bir cümle ediyor: " Okuyucu yazarla arasındaki farkın idrakindedir, yani yazarla özdeşleşip kendini unutmaz; İsmet Özel okuyuculuğunun o tarz bir esrikliği mevzubahis değil." Özdeşleşme denen fenomene, kurgusal olmayan bir metinde, bu kadar yalınkat yaklaşmak ciddi bir sorun. Ayrıca burada olduğu iddia edilen durumun aksi nasıl söz konusudur? Yani buradaki yanlış anlamıyla özdeşleşme metnin engelleyebileceği veya dikte edebileceği bir şey midir? Devam ediyoruz. "Söylenenden çok kim tarafından ve niçin söylendiğine odaklanmayı bir kuşak İsmet Özel'den öğrendi." Sahiden öğrenebildi mi? Burada bahsedilen şey aklın yada hadi "intellect" in diyelim kendi yolculuğunda kavraması gereken bir hakikat değil midir? Bu birine bakarak öğrenilebilir mi? Sanmıyoruz. Elbette bir örneklik taşır fakat bu kuşak dediği şeyin büyük kısmını oluşturan kısmi körlük ve cehalet işte bu önemli farkı yaratıyor. Acıklı hikayemiz şudur: Bu ülkede bir insan İsmet Bey'in tabiri ile söyleyelim "içinde ulaşılmaya değer bir şeyler" barındırıyorsa, sahneye çıkıp insanları buna davet etmesi kafi değildir. Önce o insanlara "değer"in ne olduğunu ve kendindekilerin neden değerli olduğunu da anlatmak gibi korkunç bir pozisyona düşer/razı olmak durumunda kalır. Çünkü diğerleri ödevlerini yapmamıştır. Sadece literal anlamda değil, bizzat ve sadece varolması hasebiyle yüz yüze olduğu hakikate bir an bile bakmamıştır. Onun bir kez bile bakmadığı yerden gözünü bir an bile ayıramamış olanın hali... Mesele budur. Yazıda ilerliyoruz. "İşin gerçeği İsmet Özel'in cümlelerini anlamak belli bir eğitim seviyesindeki okuyucu için pek de zor değildir." diyor Arslanbenzer. “Yok ya!” diyorum ben de. Belli bir eğitim seviyesi nedir? Birinci soru bu. İkincisi ise bir cümleyi anlamak ne demektir? " Hakan gel lan buraya!" cümlesini anlamak ve ne yapman gerektiğini fark edip harekete geçmek gibi bir şey midir? Bir cümleyi gramer, sentaks
64
açısından anladığımızda o cümlenin aslında işaretlediği şeyi anlamış mı oluyoruz? Bizim Hakan anlıyor tabi kolayca ve güzel Palmiye halkına da- hani şu bizim okuryazarlara- laf söyletmiyor çünkü bildiğiniz üzere o bir popülist. Devam edelim. "Aynı yazarın güneş altında yeni bir şey olmadığına dair muhafazakarca inancı paylaşması bir çelişki elbette" diyor. Muhafazakarca inancı daire içine alıp gülüyoruz burada. Hakan Bey güneşin altında yeni şeyler olduğuna inanmaktadır, sözgelimi neo-epik şiir, değil mi? "Hem en eski fikre, yani dine iman ediyorsun hem de tüm toplumsal düzenin değişmesi gerektiğini ileri sürüyorsun. Modern Müslümanın bu görünür çelişkisinin altında yatan klostrofobiyi, kafesten kurtulma, açılma isteğini İsmet Özel’in daima zirvede yaşadığını müşahede ediyoruz" diyor. Kesinlikle saçmalık. Bir kere dini en eski fikir olarak tanımlamak gülünç. Din bir fikir midir? Fikir insanlara ait bir şey değil mi? Allah'ın bu anlamıyla fikirleri var mıdır? Yoksa din denen şey, haşa, peygamberlerin uydurduğu bir şey, bir fikir mi? Hayır. Allah'ın fikri de değildir. Hadi bunu bir yana koyalım. En eskiye inanmakla tüm toplumsal düzenin değişmesi gerektiğini ileri sürmek neden çelişsin? Tüm toplumsal düzeni değiştirip yepyeni bir şey mi kurmak niyetinde midir bir Müslüman? Gerçi Hakan Modern Müslümanlar diye bir şey söylüyor. Bunlar kimlerdir, tanımıyorum. Bir Müslüman o inandığı eskiyi, eski düzeni tesis etmek ister. Bugün halihazırda olanın yerine. Dayanağı yada modeli de Asr-ı Saadet'tir. Öyleyse burada çelişik bir şey bulunmuyor. İsmet Bey de bunu zirvede filan yaşamıyor. Ve son olarak İsmet Bey'in "Türkçülüğe yönelmesi" diye bir durumdan söz ediyor Arslanbenzer. Buraya da bir şaşkınlık imi koymadan geçemiyoruz. Ardından İsmet Bey'in İstiklal Marşı Derneği girişimi hakkında birkaç söz söylüyor ve alın size "İsmet Özel'in Dünyası". "Bir kesitini sunmaya çalıştığı" bu dünyanın İsmet Özel'in gerçekliğiyle ne oranda kesiştiğinin ciddi bir sorun olduğunu görebiliyoruz. İkinci yazı Fatma Büşra Helvacıoğlu'nun biyografik tanıtımı. Fazlasıyla sıradan ("hayat, yine acımasız yüzünü göstermektedir" vs. gibi klişe cümlelere dahi başvuracak kadar) ve pek yorum içermeyen bir yazı olduğu için atlıyoruz. Geldik Eren Safi'nin gözyaşlarına. Peçetelerinizi hazırlayın, üstünüze çok fazla hınç sıçrayabilir. Yazının başlığı "İsmet Özel'in orijinal fikirleri". Yazının ikinci paragrafının ilk kısmından uzun bir alıntı yapacağım. Bu yaşlı başlı adamların, bunca da dildüşünce yada parlemento-belediye yahut konferans-atölye mesaisine rağmen halen nasıl bu kadar yalınkat ve bön kalabildiklerini aklım almıyor sahiden. Şöyle diyor: "İsmet Özel'in şiirlerinde, yazılarında, konferanslarında ve söyleşilerinde sürekli kendinden söz etmesini birkaç yönden anlamak gereklidir. Birincisi, bunun çok doğal bir sebebi var. İsmet Özel şiirde, yazıda ve başka yerlerde kendi tecrübesini, kendi Türkiye'sini, kendi bakış açısını seslendiriyor, anlatıyor." Şunlar sadece laf. Hiçbir şey işaret etmiyorlar. İkinci bir opsiyonu olmayan, zorunlu şeyleri sanki zıddında bir olanak bulunan şeylermiş gibi aktarmak. Bir yazar/düşünür/şair yada yalnızca bir konuşan kimse teyzesinin tecrübesini, sevgilisinin Türkiye'sini, patronunun bakış açısını seslendirir, anlatır mı?
65
Elbette kendi tecrübe ve bakış açısını seslendirecek. Bir başkasınınkini seslendirirken de yine kendinden geçirerek bunu olanaklı kılacaktır vs. Devamında ise şöyle diyor: " İkinci sebep ise şairin şiir dışında söylediği her söze mazeretini belirterek başlama ihtiyacını hisseder. Yani İsmet Özel şiir dışında ettiği her kelimeyi ya bir mükellefiyet olarak yada bir mecburiyet sonucunda eder." Bunda da şaşacak bir şey yok. Düşünen ve inanan bir insan için konuşmak gerçekten korkunç büyük bir mesele olmalı, sanıyoruz. Herkes bir yontulmamış öfke ile salyalar saçarak konuşmak durumunda değil. Devam ediyoruz. "Aslında söylemek istediğim, İsmet Özel İslamcılara da bir şey getirmedi, taşımadı, söylemedi. Bir şey getirmedi. Kendi geldi." Bu gerçekten akıl almaz bir iddia. İslamcılar, hala var iseler ve her kimse bunlar, İsmet Özel dışında neye sahipler? Ki İsmet Özel asla onlara ait değil. Onun bir şey getirmemesinden ziyade İslamcılar dediği insanların kabı İsmet Özel'in getirdiğini muhafaza edemeyecek oluşundan yahut onun size getirdiği şeyi alımlayamayışınız en başından bir düzey/boyut farklılığından kaynaklanıyor olmasın? İslamcılar bugün ne haldedir? Bu kavram halen bir zamanlar yüklenen "pozitif" çağrışımlara sahip midir yoksa sürekli öz'ü ile çelişerek içi boşalmış bir hakaret sözcüğüne mi dönüştü? Ve bunda İsmet Özel'in etkisi katkı yönünde midir? Yanıtlamayıp devam ediyoruz. Diyor ki: " ...esas mesele İsmet Özel'in kendisidir. Bir fikri, eseri veya görüşü değil, kendini savunur. Kendini savunurken, kendini ortaya koyarken, kendini taşırken de orijinal bir fikir ortaya koymaz." İsmet Özel'i çok rafine bir şekilde yanlış anlamak ve sonra bunu bu kadar açık dile getirebilmek gerçekten maharet ister. Tebrik ve teşekkürlerimizi sunuyoruz, Eren Bey bizi hiç uğraştırmıyor. Öncelikle yine bir saçma tespite değinelim. Bir fikir/eser/görüş, kendi denen şeyden ayrı şeylermiş gibi bahsediliyor. Bu vesileyle münafıklığı, ikiyüzlülüğü, ihalecilikleri izah edebilmenin gediği açılıyor olabilir burada o yüzden çok kızmıyoruz. Kendi ile fikirler,görüşler, yapıp edilenler ayrı şeylerdir canım, değil mi? Bu gerçekten acınası bir şey. Devamla, İsmet Bey'in yine orijinal bir fikir ortaya koymadığı iddiası altı doldurulmadan yineleniyor. Şimdi Eren Safi'nin kendinden ve arkadaş çevresinden menkul kıymeti ile cüretinin dozunu arttırdığı kısma geliyoruz. "Düşüncede de mesela alabildiğine temelsiz ve belirsiz bir Ehl-i Sünnet müdafaası, bir tür ama ne tür olduğunu bilemeyeceğimiz bir medeniyet karşıtlığı ve yine ne tür olduğunun temelini göremeyeceğimiz kültürcülük gibi anonim bile denemeyecek kadar genel çerçeveleri savunur. Fıkıh, hadis, İslam Tarihi, Osmanlı Tarihi gibi konularda öne sürdüğü fikirleri ise, benim kanaatime göre espri niteliğindedir." Özel'in Ehl-i Sünnet müdafaasının temelsiz ve belirsiz olduğunu iddia etmek gerçekten tuhaf. Haydi ama tüm bunların doğru olduğunu varsayalım, izah edilmeden savrulabileceğini de ve fakat Eren Safi'nin kanaati, kıratı ve kıraati nedir ki? Bunlar sadece espri niteliğinde sabuklamalar mertebesinde kalıyor böylece. "Hoşluklar" olduğunu söylüyor bunların. Yani içerik değil de biçim adına yapılmış şeyler olduğunu. Az ileride şöyle diyor: "Sadece geçmişi değil, bugünü ve geleceği değerlendirirken de bu böyledir. Biz bu gibi basmakalıp veya anonim hikayeleri doğrulukları yanlışlıkları, isabetli olup olmadıkları veya orijinallikleri bakımından değil; bunların tamamının anlatılış şekillerinin, ele alınış ve sunuluş biçimlerinin ve nerede durarak, ayağını nereye basarak anlatıldıklarının İsmet Özel'i
66
inşa etmesi bakımından değerlendiriyoruz." Şimdi biz bir anonim söze başvuralım: "Kişiyi nasıl bilirsin, kendin gibi." Bu insanlar da bir başkasını, burada İsmet Özel'i, değerlendirirken onun söylediği bu şeylerde bir içerik değil de sadece biçimsel bir hoşluk olduğuna inanıyorlar. Oysa vaziyet asla bu değil. İsmet Bey'in meşhur Nuriye Akman röportajında söylediği bir cümleyi alalım: " Her biçim, başka bir özdür." Yada görünen o ki artık İsmet Bey'i beğenmeyen ve zaten orijinal bulmayan bu arkadaşlara Wittgenstein'dan bir söz getirelim: "Biçim, yapının olanağıdır." Kendi zavallı içerik yoksunlukları ile salt biçimsel ve bomboş varoluşlarını izale etmek için bilinçdışıları onları böyle bir yöne sürüyor. Anlıyoruz. Anonim bir şeyin doğruluğu/yanlışlığı gibi bir durumdan bahsediyor, sevgili popülist. Çünkü bir şey dil'de ortaya çıktıysa, onun muhakkak bir hakikat'e karşılık düştüğünü bilmiyor, öğrenmemiş. Devam ediyoruz: "İsmet Özel ne diyor? sorusunun ise yoktur. Çünkü doğru soru "İsmet Özel ne söylüyor?" değil "İsmet Özel nasıl söylüyor?" olmalıdır." İsmet Bey'in ne dediğini anlayamadıkları için, aslında bir şey demediğini kabul noktasına varmışlar. Düşman belleyip saldırdıkları insanlarla da bu yüzden aslında pek yakınlar. İlerliyoruz. "İsmet Özel, Türk şiirine atom bombası gibi düşmüştür." gibi bir benzetmeye başvuracak kadar yetenekli ve orijinal biri Safi. "Fakat dediğim gibi, İsmet Özel şiiri üzerine konuşmak için bana göre hala erken." Bana göre. Pekala Eren Üstad, 2100'de konuşmaya başlayalım. "İsmet Özel bir düşünce kurmakla, orijinal fikirlerle, kafaların içine bazı görüşler sokmakla değil, omzumuzun üstünde bir baş taşıdığımızı hatırlatmakla meşgul olduğunu söyler." Şimdi bu tatsız orijinal fikirler bahsi tekrarlanıyor. Orijinal bir fikir nedir? Bir Müslüman neden orijinal bir fikir beklentisi içindedir? Kankası Hakan'ın "güneş altında yeni bir şey yok" bahsine çatışını hatırlayalım, onun deyişiyle eski fikir bu insanları neden doyurmamaktadır? Neden yeni/orijinal bir şey beklentisi içerisindedirler? Bu önemli bir soru(n). Ve diyelim İsmet Özel'in bunların beklediği anlamda bir orijinalitesi yok, omuzlarının üstünde bir baş taşıdığını unutmuşların çağında bunun hatırlatılması yani halihazırda söylenenlerin dışında bir şey söylenmesi, bir rücu fikri orijinaliteye sahip değil midir? Ve devam ediyor: "Ben İsmet Özel'in en az üç kuşak okuryazar genç için bu çerçevede mesuliyetini yerine getirdiğini, onlara bu melekeleri kazandırmak için kendisini zorlayabileceği kadar zorladığını, okuduğunu yazdığını, uykusuz kaldığını bu meseleyi dert edindiğini düşünüyorum." Ve fakat ne acıdır ki hasıla beyefendi ve onun gibiler. İsmet Özel'in daimi refikası olan yılgınlığı gayet makul oluyor böylece değil mi? (Ki sıradaki rezil yazıda- İsmail Kılıçarslan'a aitbunun tam tersi iddia edilip yakınılacak.) Hemen sonra da ekliyor: "Haramzadelerin, parsayı toplayanların, ucuz menfaatleri için bir tür adı konmamış sessizlik anlaşması sürdürenlerin, hangi halkasında yer alırlarsa alsınlar dünya sistemiyle anlaşmış olmanın konforuna talip olanların ve buna benzer menfaat bağlarıyla dünyaya bağlananların ağzının tadını bozmak da İsmet Özel'in hiç ihmal etmediğine şahit olduğumuz başka bir hususiyeti." Harikulade bir tespit fakat lütfen örnek verebilir misiniz Eren Bey burada bahsi geçen kişilere? Yada şöyle soralım mı: sağ baştan sayar mısınız? İsmet Özel üzerine
67
düşünce(!)leri bitti, şimdi duygulardayız. "Ama birçok arkadaşım gibi kalbimin ne kadar kırık olduğunu da söylemeden konuşursam, hak ettiğimizin, en azından şahsen hak ettiğimin bir kaç yüz misli bir karşılıkla küçük düşürüldüğümü de hatırlamazsam izzeti nefsimi kendim çiğnemiş olurum." diye başlayıp devam ediyor. Ne demeli? Ömrün çoğu harcanmışken ve bunca mesai ile ortaya çıkan düşünceler bunlarsa bu duygulara sebep olan "küçük düşürülüş"lerin belirli bir hakikatten kaynaklandığını kestirebiliyoruz. Kaç misli olduğunu elbette bilemeyiz, bu kişisel alana daha fazla girmeye de gerek yok. Son olarak "Artık bundan sonra teknik şeyler dışında İsmet Özel üzerine yazmak, konuşmak istemiyorum." Ey üstad! Ne olur bu kararınızdan dönün. İsmet Özel üzerine söyleyeceklerinize gerçekten ihtiyacımız var. Lütfen bizi bunlardan mahrum etmeyin. Geldik İsmail Kılıçarslan'a. Onu tanıyorsunuz değil mi? Öyle çok da yükseklerde değil yeryüzünden bir kaç karış yukarıda ortaya çıkışını, buncacık mesafeye rağmen görkemli bir çakılışla süslemeyi başaran o içli çocuk. Yazının başlığı: "İsmet Bey'le ilgili bağzı şeyler". Bağzı. Yahu ne içten adam şu İsmail, ne sahici! Bağzı ha, ulan İsmail! Onu size ayrıca anlatmama gerek var mı? İlerleyelim ve arada değinelim. Elyesa Koytak'tan yazı teklifi gelince buyurmuş ki hazret: "Yazarım yazmasına da, ben teoriden anlamam, ancak İsmet Bey'le ilgili bağzı şeyleri yazabilirim." En azından anlayış noksanlığının farkında, bu hoşumuza gidiyor yalnız bunu bayrak yapıp sallaması sonra da alkış ve like beklemesi birazcık tadımızı kaçırıyor. Olsun ama İsmail delikanlı çocuk, içi dışı bir hele lafını yediği hiç ama hiç görülmemiştir. İsmet Bey'in Taşları Yemek Yasak kitabını lisede ilk gördüğünde şöyle demiş: "Zaten yenmez ki lan." Buradan da anlıyoruz ki 14 yaşından beri ciddi bir değişim veya gelişim göstermemiş bir zeka,duyuş ve humour ile karşı karşıyayız. Devam ediyoruz: "Fakat sorun şuydu tabii: 14 yaşındaki çocukların da, 45 yaşındaki yetişkinlerin de yazdıklarını anlaması İsmet Bey'in hiç umurunda değildi, olmayacaktı da." İşte acı budur. Bütün yaşantısını dediklerini işitecek birini aramakla geçirdiği ve ne yazık ki bulamadığını söyleyen bir adam ile bunun tam tersini iddia eden bir çocuk. Hangisi suçlu yada hangisi haklı? Adam ter döküp soru sormak ve cevaplamak ile meşgul olmuş iddiasına baka. Çocuk ise hiç -hadi onun ağzından söyleyelim- : "Ulan acaba benim kafam mı basmıyor?" dememiş. Yanıtı bilemiyoruz. "Hatta İsmet Bey'le karşılaşırsam kendisine "kaç Erbain eskittim senin bundan haberin var mı?" diyerek bağlılıklarımı arz etmeyi planladım." Eren Bey siz de eğer bu kardeşinizinkine benzer planlar yapıp hayata geçirdiyseniz "yüz misli" adil bir karşılık olmuş demektir. "Bir iki soru sorayım dedim, tersledi beni. 21 yaşındaydım. Çok seviyordum İsmet Bey'i. Yazıktı lan bana." Yani şu üsluptaki çiğlik, alttan alta duyulan istismar hatırası havası. Gerçekten yazık. İsmail'e değil, İsmet Bey'e. "... şu bağlılık arz etme işini gerçekleştirmedim. Hatta 'sana uzaktan erişimle bağlanmak bağlılıkların en güzeli' diye düşündüm hep. (...) Şiirin Müslümanlaşması ile ilgili bir soru sordum kendisine. Yine tersledi beni. "Lan ben bu adama n'ettim, sürekli tersliyor arkadaş" diye düşündüm doğal olarak." Sahiden zavallı sözcüğünden başka bir şey bulamıyorum diyecek. Yeterince ortada değil mi her şey?
68
Az ileride: "Kendisini çok seven Müslüman çocukları her zamanki gibi hiç önemsemedi." Bu cümleyi lütfen oyunsu bir biçimde ağlayan ufak bir kız çocuğu sesiyle okuyun. Çünkü hiçbir hakikat barındırmamakta. Yalnızca şımarıklık ve mankafalığın ürünü. İsmet Bey'in 80'lerden 2000'lerin başlarına kadar oldukça yoğun bir biçimde ve sonrasına da sarkarak bu insanlarla sahicilikle ilgilendiğini onlarcasından dinleyebilirsiniz. Eren Safi'nin dahi yazısında işaret ettiği gibi örneğin. Fakat yazık ki hasıla işte bu yazıları yazan insancıklar ve türevleri olduğundan ve bu boyutlarda yanlış ve düzeysel olarak, hiyerarşik olarak bambaşka anlaşılmalara maruz kalmaya tahammül edemeyişi Özel'in, kolaylıkla anlaşılabilir bir şey olmalı sanıyorum. Devam: "Gittiğim konferanslarda sıkça karşılaştığım sorulardan biri şudur: "İsmet Özel'in son söyledikleri hakkında ne düşünüyorsunuz?" Verdiğim cevap da şudur: "İsmet Bey'in ne derdini de, ne dediğini de anlıyorum, ama bunu size anlatamam." Vay be! dememek mümkün mü azizim, o taşın yenmeyeceği anlayan 14'lü gitmiş de yerine sırlara ermiş bir bilge adam gelmiş. Anlıyormuş. Ama anlatamazmış. Sahiden komik. İşte bu önceki iki yazı vesilesiyle işaret ettiğimiz içerik-biçim sorunsalının çok daha rafine şekilde teberrüz ettiği biri Kılıçarslan. Sadece boş bir kutu, manasız bir süs bari güzel olsalar-. İçeriksiz bir biçim tutturmaya yada bize yutturmaya çalışıyorlar fakat bu biçimsiz şeyi (çünkü içeriksizlik ile çekilmeye çalışılan bir biçim olası değildir) biz istemiyoruz. "İsmet Özel Faşizmi" diye bir şeyden bahsediyor, salya sümük reis yazıları ve savunmaları yazan bir adam. Birtakım kişilerden, tabi bunlar kimdirler yada İsmail'den ne şiddette farklıdırlar bilmiyorum, "”İsmet Bey'in tapusu bizdedir." diye dolaşan insanlar "dan bahsediyor. Yani senin İsmet Bey'i anladığını iddia edip, televizyon programı yaptığın, gazete köşesi yazdığın ve entelektüel olarak pazarlandığın bir ülkede bu bahsettiğin türden tuhaf insanların var olduğu haberi şaşırtıcı değil. Onların tapu iddiasına karşılık siz bir devremülk yada kat ortaklığı çözümüyle bu işi halledin derim ben. Devam ediyoruz: "Bir de yeri gelmişken şu: Her seferinde beni belediye programlarına katıldığım için tahkir eden İsmetçiler var. Yahu, İsmet Bey'in kendisi 5-6 yıl boyunca belediye programlarının aranan yüzü olmadı mı? Ben mi yanlış hatırlıyorum, siz mi İsmet Bey hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz? Bilemedim" İşte böylece bütün rezil rüsvalıklar, tükürdüğünü yalamaklıklar, belediyeler, şiir okuma geceleri, konferanslar, şunlar ve bunlar'dan beri olup ak ve pak oldu İsmail Bey. İlk sorun şu: yeri gelmişken diyor fakat yazıda bu konuyla ilgili bir bağlamda vesair değiliz, sadece günah çıkarası yada günahını paylaşası gelmiş. Gelgelelim İsmet Bey'in bir belediyede konferans vermesiyle kendininkini bir sanıyor. İsmet Bey şiiri ve düşüncesi vesilesiyle söylemi merak edilen biri olması hasebiyle koşturmadan ve uğraşmadan oralara davet edilmiş olabilir. Fakat İsmail Bey derun düşüncelerinden faydalanmak için oralara davet mi ediliyor yoksa sağlam network'ü ve ilişkileri sayesinde oradan biraz geçimlik mi temin ediyor? Ayrıca politik olarak işgal ettiği alan yada bataklık diyelim, İsmet Bey'inki ile mukayese edilebilir mi? Gerçekten utanma yada rasyonalizasyonun tamamen yitimi ile söylenebilecek şeyler bunlar. İlerleyelim:
69
"Fakat mesela 15 Temmuz gecesinin ardından kurduğu cümleler beni en hafif tabirle yaraladı. "İlginç söyleme" itiyadı yüzünden midir acaba? "Başkalarının düşündüğü gibi düşünmeme" alışkanlığı yüzünden midir ? Öfkesinden midir? Bilmem. Bildiğim şudur: İsmet Bey'in bana öğrettiği Türkiye'yi ve Türklüğü korumak üzere indim ben sokağa o gece. Ve İsmet Bey'in yine "meseleyi hiç anlamamışsın" demesini beklemiyordum. Yada bekliyordum aslında." İsmet Bey'in politik söylemleri belki ona kör ve dolayısıyla anlayışsız bir biçimde bağlı olan insanlar tarafından bile bir ciddiyetle alımlanmıyor. Fakat Suriye meseleleri, Gezi, 15 Temmuz gibi kritik dönümleri çok önceden işaret ettiği malum ve söylerken bize deli saçması gibi görünen şeyler neredeyse hep doğru çıkmakta. "Türkiye'nin haritadan silinmesi" vb. temaları işittiğimizde " E yani temel noktalar doğru fakat bu kadar da değil."ler ile dinlerken birden bu minvalde bir tehlike ile karşı karşıya kaldık. 15 Temmuz gecesini yani Ankara'nın bombalanacağını da epey evvelden söylemişti. Yine "O kadar da değil"ler ile karşılandı ve fakat bunlar sonradan vakalara dönüştü. 15 Temmuz hakkında İsmet Bey'in söyledikleri de üzerinden bir yıl geçmemesine rağmen yüksek oranda bir doğruluk taşıyora benziyor. Senin bireysel iyi niyetli eylemin ötekilerin bireysel eylemleriyle bir kolektif çılgınlığa yada çok titiz bir kolektif dizayna dönüşebilir. İktisadi açıdan bunu Mustafa Özel hocanızdan yada siyasi açıdan Hocanızdan işitmediniz mi? Burada mühim olan da senin o gece niçin sokağa indiğin değil, o gece sokağa indirenlerin yahut o gece sokağa inilmesini yada inilmemesini bekleyenlerin ne peşinde olduğudur. Yine "ilginç söyleme" yada "başkalarının düşündüğü gibi düşünmeme" vs. gibi ipe sapa gelmez laflarla indirgemeye çalıştığı durum aslında çok net ifade edilmiş ve bugün daha açık işaretleri görülen CIA-FBI kavgası olduğu ve belirli bir samimiyet ve motivasyon ile sokağa inen insanların ne yazık ki, arzuladıkları iyicil bir şeyler varsa -İsmet Bey'in dediğiyle söylersek "American Way of Life"ı devam ettirmekten başka- bunlar gerçekleşmedi ve gerçekleşmiyor. Ama bir köşe yazarından dar reel politik dışında bir şeyler beklemeyelim değil mi? Eh, o zaman zat-ı muhterem de bizden sen hakikatin tarafındasın dememizi beklemesin. "Elyesa Koytak'ın İmgeden bilgisayara: İsmet Özel'in ilk ve son şiirleri" yazısının temel iddiasına katılmadığımı söyleyip yalnızca bir iki noktayı işaretledikten sonra geçeceğim. Öncelikle "Evet,İsyan, Amentü, Ils Sont Eux ve Of Not Being A Jew" şiirlerinin Neo-Epik şiirler olarak tanımlanması gerçekten gülünç kaçar. Çünkü ne bize anlatılan Neo-Epik şiir ile ne de bu türden olduğunu iddia eden şiirlerle en ufak bir ilgisi kurulmasının imkanı olduğuna inanmıyorum. Tabii, faraza 19.yy İngiliz Şiiri ile ne kadar ilgisi varsa o kadar elbette kurulabilir çünkü aynı neliğe sahip oldukları iddiasındadırlar ve üç aşağı beş yukarı benzer enstrümanlar kullanılmaktadır. "İçinden tarih geçen, Neo-Epik şiirler yani." deniyor. Yani geldi buna mı vardı Neo-Epik Şiir denen ve ne idüğü de pek anlaşılamayan şey? İçinden tarih geçen. Öyleyse başka bir şey olmuş bu. Sonra "İmge" başlığı altında şiirlerin biçimine ve ses'ine yönelik incelemeler var. "Bilgisayar" başlığı altında ise şu iki noktaya değinmek istiyorum. "bir oturuşta yazıldığı hissedilen" şiirlerin çok sayıda olduğu
70
iddia ediliyor Of Not Being A Jew'da. Sonra da şu: "Şairin gözünden dünya-tarihsel, mitik bir envanter diyebiliriz bu son dönem şiirleri için. Vakit darlığı hissiyle, biçim işçiliği bakımından biraz aceleyle çıkarılmış bir envanter ama." İlkin şunu söyleyelim: Bunlar Of Not Being A Jew'a ciddi bir mesai ayırmadan ve oradaki nüfuz edilmesi güç katmanlar yüzünden bu katmanlar ardında bir şey olmadığı varsayılarak yapılmışa benzeyen indirgeyici ve çok hafifseyici yorumlar. İlk tespit için şunu söyleyelim. Dostoyevski Puşkin'den için mealen şöyle der: Onun bir çırpıda yazılmış gibi duran şiirleri en çok işçiliği barındıran şiirleridir çünkü buna (bir çırpıda yazılmış gibiliğe) varabilmek yoğun bir işçilik ister. Elyesa burada örnek vermediği için hangi şiirlerden söz ettiğini bilmiyoruz fakat bunu aklımızda tutalım. Mitik sözcüğü ile de ne kast ettiği izaha muhtaç-ki aynı kullanımı Hakan'ın diğer yazısında da göreceğizİkincisi de bu envanterin aceleyle çıkarıldığı iddiası da çok temelsiz. On yıllar süren çok ciddi bir okurluğun verimleri olarak okunması gerektiği kanaatindeyim. Belki şimdi burada İsmet Bey'in pahasından bahsetmenin sırası. İsmet Özel neden Türkçe'deki en önemli isim? Bunun yanıtı benim için şudur: Şiir ile, edebiyat ile, düşünce ile, felsefe ile yada çok daha geniş olarak söyleyecek olursak kültür ile, hakikat ile bir şekilde ilgilenmeye başlayan biri belirli bir vasatın üzerinde ise az bir müddet sonra bu yolculuğun neredeyse imkansız çetinliğini fark eder. Hele Türkçe denen dildeyseniz bağlam dışılığınız, bütün kavramların kavrayış yoksunluğu, neden bahsedildiğini bir türlü anlayamayışınız ancak yabancı bir dil ile temasa geçtiğinizde başaçıkılır hale gelebilecek sorunlardır. İsmet Bey de bunu bir çok yerde "Türkçe konuşabilmek için en az iki yabancı dil bilmeniz gereklidir." nevinden sözlerle işaretler. Batı Metafiziği'nin kapanışının sonrasına doğmuş insanlar olarak bu devasa kütle ile başa çıkmamız veya onun üzerinde yapacağımız yolculuğun mahiyeti ve kat etmemiz gereken mesafeleri ancak sahici bir mesai sonrasında görebiliriz. Bu bahsettiğimiz görgüye ulaştığımızda işler biter mi peki? Hayır, daha şimdi yolun başına çıkabilmişizdir. Ve Türkçe'de bu yolun başına gelene kadar bu yöne doğru bir atılımda bulunan insanların neredeyse tamamı telef olur. Peki, şimdi o yolun başındayız, diyelim. İşte orada üzerimize bir kez daha inanılmaz bir yılgı çullanır, neresinden tutup hem de bir yerine tutunmadan bu nicelik açısından da korkunç boyutlarda olan yolu tepebiliriz? Bu yolun başına varmayı başaran azınlığın da neredeyse tamamı burada edindiği kimi tecrübe ve gözlemlerle tekrar geldiği yere döner. Çünkü beride kalanları tıka basa doyuracak ve dahi artacak kadar malzeme edinmiştir. İşte İsmet Bey bunu yapmadı ve o yolculuğu göze aldı. Hem de fıtratının da uygunluğu sebebiyle bu yolun tepebileceği kısmını layıkıyla tepti. Bu metaforik anlatım için af diliyoruz fakat hayati önemde olduğunu düşündüğümüz bu duruma işaret edebilmek için başka bir yol bilmiyoruz. İşte Of Not Being A Jew'daki verimler de bu yolculuktan arta kalanlardır. Yazıya dönelim. Yazıda gerçekten komik bir dipnot var. Diyor ki: "Her ne kadar bir çok yazısında şiirin çalışma ve emekten çok şaire iradesi dışında gelen bir şey olduğunu iddia etse de bu böyledir. Örnek şahsiyetlerin dediğine değil, yaptığına bakılır." Örnek şahsiyet diye kabul ettiğin biri var ama onun dediklerine bakmıyorsun. Yaptığına bakıyorsun. Ne denir? Bu birbirine dahi taklidi yapıp karşılıklı olarak oyunu bozmayan adamcağızlara kimi zaman sahiden acıyorum ve Allah'tan onları ıslah etmesini diliyorum.
71
Hakan Arslanbenzer'in ikinci yazısındayız. Yazının başlığı "Erotizmden antikonformizme: İsmet Özel şiirinde siyasetin gelişimi". Yazının temel iddiasını oluşturan şey aslında Hakan'ın son paragraftaki bir ifadesinden anlaşılıyor. "Ils Sont Eux"den yani tek bir şiirden örneklemeler ile-ki tezini desteklemek için benzer nitelikte bir ikincisini getirmesini istesek ziyadesiyle zorlanır- İsmet Özel'in belirli bir dönem şiirini kendi anlayışına yaklaştırmaya ve eklemlenilecek bir yer yaratmaya çalışıyor ki bunun güç olduğunu düşünüyorum. Bunun dışında yazının hemen girişinde iki noktaya değinelim. Birincisi: "Ne var ki bir şiirin tamamı belirsizlikle yüklüyse hiç acımadan söyleyelim ki o kötü bir şiirdir. Belirsizlik şiirde sadece bir imkan olarak bulunur; iyi yanıyla. Kötü taraftan bakınca, dozu kaçırılırsa şiiri heder eden de belirsizlikten başkası değil." Burada çok belirsiz bir belirsizlik kavramı var. O yüzden kasıt her ne ise anlaşılmıyor. Sözgelimi birine belirsiz kalan berikine belirli gelebilir vs. Hemen takip eden paragraf da şöyle: "Şiir sanatında belirsizliğin bilhassa beslediği iki şey var: Erotizm ve mistisizm. Cinsellik aşırı açık olunca ona pornografi diyebiliriz. Cinsellik var ama belirsiz düzeyde; işte ona erotizm diyoruz. Bu, işin hormanal tarafı. Bir de düşünsel erotizm diyebileceğimiz, soyutluktan alınan zevk var ki; ona da mistisizm diyoruz." İyi ki Hakan böyle tanımlamalara girişiyor da biz onun nelerin cahili olduğunu kolayca anlıyoruz ve bu amorf adam en bildik şemalara giriyor ve her şey yerli yerine oturuyor. Had denen şeyi çok eskilerde bir yerde düşürmüş olacak ki böyle temkinsiz atılgan. Böylece kolaylıkla bu herif saçmalıyor diyebiliyoruz. Cinsellik aşırı açık olunca ona pornografi diyor. En dar anlamıyla yada en genişletilmiş okumalarıyla pornografi denen şeyin cinselliğin aşırı açık(açık her ne demekse) olmak dediği şey ile ne ilgisi var? Belirsiz düzeyde olunca ise cinsellik, erotizm oluyormuş. Ömrümce duyduğum en abuk tanımlamalar. Peşine de bu "hormonal" taraf diyor. Böyle bir şey olabilir mi? Pornografinin hormonal taraf ile ne ilgisi var? Erotik olan da asla "belirsiz" değildir. Gönlüne yada işkembesine nasıl geliyorsa oradan üstümüze sallıyor Hakan ve biz buna tahammül etmek istemiyoruz. Yazıda son olarak İsmet Bey'in "sosyalist şen şakraklıktan kaygılı bir ahlakiliğe yöneldiği görülür." diye bir cümle var değinmek istediğim. Bir ideoloji ile o ideolojiye mensup insanların belli davranış biçimleri arasında- bu ideolojinin getirdiği bir zorunluluk ve herkese yayılmış bir refleks değilse- irtibat kurmak ne kadar manasız. Buna can acıtmak için İslami bilmem birşeylik diye örneklemeler getirmekten ar ve imtina ediyorum. Ayrıca böyle bir şey söylense bile İsmet Bey'de ve yaşadığı dönüşüm öncesinde bir "sosyalist şen şakraklık"tan söz etmenin mümkün olduğunu sanmıyorum. Hakan gibi ketumiyeti, konuştu mu da salyalar saçarak ve hınçla saldırmayı şiar bellemiş birinin elbette neşe,şen oluş, yaşamcıllık gibi şeyleri anlayabilmesi olanaksız. Esma Güneş'in "Erbain'in belagati" başlıklı yazısındayız. Yine şu okuryazar kavramı var. Diyor ki: "Okuryazarların şairidir İsmet Özel büyük ölçüde. Ama bu bir sınırlılık anlamı taşımıyor tam olarak çünkü çok sayıda ve çeşitlidir okuru aynı zamanda." Konuşmuş da sonra yazıya mı geçirmişler bilmiyorum fakat Türkçe bu. Sonra şöyle bir beylik laf: "Gençken şiire başlayanlar bilir." İhtiyarken başlayanlar ise bilmez. Gerçekten gülme emojisi koymaktan başka ne denecek? "Elinize kalemi aldığınızda kuşatıcı olma
72
kaygınız varsa, önemli ve büyük şeyler söylemek istiyorsanız, bunlar sizin bireysel duyuşunuzu belirleyen şeyler olduğu halde, ne olduklarını tam olarak bilemiyorsanız aklınıza soyut şeyler gelir, soyutlamaya gidersiniz." Ergenlikte başına gelen vakaları şiir sanmak belasına düşen istidatsız gençleri muhtemelen bizzat bildiği için güzel anlatmış. Fakat ergenlikten çıkınca da bu yöntem ve bu yöntemden devşirilenlerle yola devam etmek işte başımıza bela. İsmet Özel'in "şiire karanlık, belirsiz buna rağmen estetik ve yoğun bir surette gir"diğini söylüyor. Bir şeyler söylüyor gibi görünüyor fakat yalnızca bir takım sıfatlar sıralamaktan öte bir şey yok. "Zengin dul bir dişi kedi seviyor kucağında/ belki bu insanlara güvenimi doğuruyor durmadan" dizelerine "Çok tanıdık bir sahne." diyor Esma hanım. Vesaire vesaire. Geçiyoruz. Fazıl Baş ile Murat Küçükçifçi'nin yazılarını da geçiyoruz. Ali Akyurt'un yazısı son uğrağımız olacak. Sonrasındaki konuşma ve yazılara da değinmeyeceğiz. Ali Bey'in yazısının başlığı "Sevgi ile ümit arasında İsmet Özel" Yazının ilk cümlesinde yine düşüklük. "İslamcılık geçmişte yaşanmış bir ütopyayı; Asr-ı Saadet'teki toplumsal iktisadi ve siyasi hayatı bugünde yeniden kurma özlemi olarak formüle edildiğinde gelenekten ziyade geleceğe, yahut başka bir deyişle gelecekçiliğe yakın düşer." Türkçe bilmeyen kafası karışık birinin uzun bir cümle kurma çabası. Geçmişte yaşanmış bir ütopya diye bir şey olamaz. Cümlenin geri kalanı da sallanıyor. İleride de "en ağırından ise" diye bir kullanım var, bilmiyorum. Bu yazıda da yalnız bir noktaya değineceğiz. Uzun bir alıntı yapıp kısa bir yorumlamayla bitireceğiz. "İsmet Özel'in Zor Zamanda Konuşmak'ta henüz Üç Mesele'deki aşırı eleştirelliğini sürdürdüğünün, içerden bakışını tam geliştiremediğinin bir işareti de, Türkiye'de küvetin kullanılma biçimini yorumlayışında bulunabilir." İsmet Bey'in Türklerin küvetin içine oturak alıp su dökünerek yıkanmalarını bir yozlaşma olarak değerlendirmesine karşılık Akyurt, "Michel de Certeau aynı olaya şahit olsaydı şöyle diyecekti" deyip mezkur ismin ağzından bu "bildiğini okuma"nın takdir edilesi bir öznelik olduğunu söylüyor. İsmet Bey'i "seyyar taburedeki direniş kokusunu alamamak" ile suçluyor. Bu vulgar ve sahiden komik örnek İsmet Bey'i anlamama veya yanlışa anlama için çok ideal. Bir küvetin içinde konmuş seyyar tabureyi koklayan ve orada burnuna direniş kokuları gelen insanlara nasıl yardım edebiliriz? "He Lan" şiirinin son iki dizesini hatırlayalım, lütfen: He lan yersen benim derdim vatan millet Sakarya Sen Fauré’den Respighi’den ne anlarsın hıyar ağa İşte burada bahsi geçen hıyar ağalar bu dergide karşımıza çıkan eleştirdiğimiz isimler ve onlarla aynı yaklaşım ve zihniyet fukaralığını yaşayanlardır. Fauré'den, Respighi'den anlamazlar. Gerçekten anlasalar bu küvet örneğindeki tabureyi muteber bir şey olarak işaretlemezler, değil mi? Yazıyı derleyip bir final yazmak arzum vardı fakat bu kadar ile yetineceğim. Daha fazla mesai harcamak için bir heves yada motivasyonum yok. Belirli ve temel bazı şeylerin yokluğuna işaret edebildiğimi sanıyorum. Bu da nesnemiz olan şey için gereğinden bile fazla.
73
Victor Hugo - The Casquets Lighthouse (1866)
Tezgâh haziran 2017