Tezg창h
5
Kapak resmi: M. Volkan 猁ak覺r 襤rtibat: tezgahfanzin@gmail.com, @TezgahFanzin Dijital yay覺n: http://tezgahfanzin.blogspot.com
Anımsa
Abİlmuhsİn Özsönmez
ismail pelit’in ölümü
İsmaİl Pelİt
Mavi Akşam Bulantıları
Mahmut Nesİp Basmaci
Zikr
İsmayİl Sakİn
eski kul
Cevher Kara
Pürüzsüz
Serkan Cenker
Ağız Dolusu Yeknesak
M. Volkan Ҫakir א
Riha Şiir Celseleri I: Mazot - İsmet Özel
Abİlmuhsİn Özsönmez
Anımsa bir ağsın etini azımsa çekildiğinde isi kalmasın için dünyanın yırtılarak düşer su şimdi burada dur damarlarıma ar tut diyorlar olur öyle arada damarlar mühim paklanıp balıklar gelmezmiş yoksa anılar troller ölüler gırgırlar yollar uzatma batıyor çıkıyor nasır çözüyor damlıyor tuz hep biliyorlar ağmayı ağı sıcak şarabı külde telafuzu zor balıkları ben sayıyorum bazıları boş sayıyorum kulaç kulaç boş monofilament parakete tırıvırı yırtılarak düşen bu düşmek aşağı yukarı bu sular parçasını anımsa sana eğiyorum bunları kesilince dal ağacın tamamen sustuğu gibi gök sesinden ilk katreyecek ayıkladıkça çıkanları atıp içine ayıkladıkça çıkanları içine atıp ayıkl ölüm demiştin beliren elzem dikkati aNımsa
ben seni bizmiştim hadi sen de beni biz salınacaksın tekrar şu pırıltılı suya yeniden yeniden den damarlarını hazırla yeni anılara den yeni ölülere den yeni yollara den nerenden anımsıyorsun sen beni dikkatini ver bulmalısın son güldüğümüz yeri mekikler hızlı balıklar aç daha kırıcı bir türküydü neydi o seksenbeş model gece kasalı bir sus biliyorlar hadi biz hadi biz kıyıya çıktığında her son aşağı yukarı bu son dişlerimden okuduğun küfür pak damar yeniden y eniden ye niden merhaba it gibi titriyorum merhaba yırtılarak düşen ıslak bir meniyim merhaba
İsmaİl Pelİt
ismail pelit’in ölümü
tüm intihar etmiş dostlarıma, adresi değil, mezarı olan dostlarıma kitaplarına sadık kalınarak öldürülmeliydi ismail pelit. bu ölümün gerçekçi bir intihar gibi görünmesi konusunda epey titiz davranılmalıydı. köpekler ve allah’ta yazarın intihar etmek için kimyasala başvurması göz ardı edilmeliydi. o romanda kurgunun gereği olarak bir mezar çukuruna uzanan yazarı oradan kaldırmak şarttı. ismet özel cinayeti’nde ismet özel öldürülmeden önce bir sandalyeye oturtulmuştu. o halde ismail pelit de ayakta ya da bir çukurda ölüme terk edilmemeliydi. sevenleri tarafından (yedi kişi) tüm yazdıkları dikkatle incelendikten sonra ismail pelit için en uygun ölüm kurgusunun şöyle olması gerektiğine karar verildi: mutlaka yaşadığı yerden uzakta öldürülmeliydi: yoksul metin’de yoksunlukla örülü bir yolculuğun ardından ölüme hazır olan karaktere duyulan saygının gereğiydi bu. elbette öldürülürken “a” harfi kullanılmamalıydı. [cami] / {cami} (yuh be adam, böyle roman ismimi olur!) isimli romanındaki mimari göndermeler göz önünde bulundurulduğunda şahsiyetli bir yapının içinde öldürülmesi de gereklilik kazanmıştı. oy birliğiyle bir camide öldürülmesine karar verildiğinde, bu caminin enis batur’u öldürmek kitabının kapağını ve içini süsleyen aslanhane camii olmasına kimse ses çıkarmadı. yine bu kitaba göre ölümüne uygun bir bestenin eşlik etmesi de gerekiyordu. böylece son kitabı şeytanın sevdiği ayetler’deki allah’la yapılmış müzikler isimli hikaye de biraz değişik bir biçimde de olsa sahnelenmiş olurdu. ne güzel olurdu! adamın kendi adıyla bastırdığı ilk kitabı hiçbiri unutmamıştı ama onu
ölümüne nasıl dahil edeceklerini bilemediler. sonunda mûsiki bu’nun en beğenilen parçalarından birine göndermede bulunmak için ölümüne bir bisikletin eşlik etmesi teklif edildiğinde kimse hayır diyemedi. evet, adam ölürken gözü bir bisiklet görmeliydi. hem böylece sürmeyi bir türlü öğrenemediği bisiklete bakarak çocukluğunu, sürekli kandırılışını, yeteneksizliğini düşünürdü. ölecek birine hafızasını son bir kez temize çekme, anıları aracılığıyla acı çekme fırsatı verilmeliydi. yazarın türk bayrağına duyduğu estetik ilginin mutlaka ölümü sırasında açık edilmesi gerekiyordu. türk oluşmaları kitabındaki o hikayede olduğu gibi kendisinin kanından el kadarcık da olsa bir bayrak imal edilmesinin anlamlı olacağı açıktı. bu bayrakla cesedini süslemek onu kuşkusuz daha güzel bir ölü yapardı. son olarak türk iktisat/ israil bayrağına yazılmış şiirler ’in hatırına öldürüldükten sonra “kahrolsun israil” diye slogan atmanın bu zarif töreni bitirmek için yeterli olduğu anlaşıldı. ismail pelit’in sevenlerinin onun için hazırladığı bu zarif, fevkalade estetik ölüm kurgusu kim bilir adamı ne kadar sevindirirdi. kim bilir. sevenlerinden habersizdi ismail pelit. söylenenlere bakılırsa son günlerinde kendisinden bile habersizdi. sevenleri onu bu fevkalade kurguyla öldüremedi. ismail pelit 9 haziran 2015’te, 21 yıl 7 ay önce sahip olduğu dolma kalemi şahdamarına sokarak kendini öldürdü. otopside ölüm sebebinin damar yırtılması ya da yaralanma değil, mürekkep zehirlenmesi olduğu anlaşıldı. anlaşılan yazar kağıda yazmanın bir adım ötesine geçip mürekkebi ruhuna temas ettirmek istemişti. beşir fuad’a selam vermenin değişik bir biçimiydi bu belki de. hatta belki de intihar bile değildi amacı sadece ruhunun üzerine çok kıymetli bir şeyi kaydetme isteğiydi. yazarın son hamlesiyle ne anlattığını hiçbirimiz bilemeyeceğiz. 6 mayıs 2014 - 28 mayıs 2015
Mahmut Nesİp Basmaci
Mavi Akşam Bulantıları
Ey küf tutmuş beton Ey bitmek bilmez mavi akşam Baykuşların gırtlaklarında taşıdığı Köpeklerin sevişmesini seyreden Sen, rezillikten başka nesin Niye erittin çığlığımı lavlarda Dilde jilet gibi dolanan kelime miydim Ki hiçbir sözlüğünde rastlanmadım Ne vardı suyu kaçıracak benden Ben suyu özledikçe suda çıplaklığı özledikçe Niye davetkâr oldun çöllerin için
Çöllerin ki ne yamandır bilirim Kim yolunu bulabilir ki kucağında Ziftti gördüm memelerinde taşıdığın Oysa bilmek isterdim kimdi İncir ağacanın gölgesinde yaşayan Seni nane yapraklarına kuşandırmak isteyen kimdi Ey sahte iniltilerin menbaı Biçtiğin elbiseyi giymeyeceğim artık Artık ben suyu aramaya çıkacağım
İsmayİl Sakİn
Zikr duman dehşetli kıvrılır, bükülür hay al al yanar kütüphaneler kıskançlıktan lah! su düşer, nasıl çıkar da düşer karanlıkta hay çıkarır da al, kafa üstüne kafa üstü çakar lah bir cayırtıyla köpürür kan, gırtlaktan ğğhhuyyyy al ateş ve buzzzz öpüşür çeliğin kesiğinde lah yalnız ve yalnız bir kere al bembeyaz kıkırdak bir kere lah bir tren bir trene toslar hayyy iki nehir birbirine dağlar erirakar bir ömür bir anda patlar al sesi açtım sonuna kadar kafamkulaklarımdan lah!
bin baş aynı anda, bir yukarı bir sola bin ses aynı anda Al lah Hayy …. aynı yöne bakamıyor bir yüzde iki göz hay al sana iki kalp, vuramıyor aynı anda lah!
Cevher Kara
eski kul
günlük dilde felsefe gibi şekersin lâzımsın.
I. keşke korkuluk olsaydı o koşan keşke ben. elimi yanağıma koydum: Öcalan. fakat isayanağı’na üstünlük taslamıyorum emingöz’ün Mekke’ye dalgınlığından munîs değilim fakat bir muamma da değil -çok garip bir fakat dahaçelimsiz de üstelik. kendime bakamıyorum halk kıskanıyor: büyük balık/küçük balık/ben -sermâye denize işiyor-
bu son ıslaklığı yerin adaşım ölüler umut verirken yağmurun resmettiği: yitiği olan bir aile yılları ne olarak sarar yeni doğanlara o isim verilir anısına bekâ… anısı? bir edâya dalıp gitmişken: gülüşü aynı dayısı. II. içime bir korku düştü şaşırdı karşılaştığı korkuya: sağlıklı kanımla tok: biri kapağı atmak deyimini ilk kez kullanır yeni ayakkabılarını deneme sabırsızlığıyla kürttür. konuyla ilgisi vardır mutlaka. asma filizini çiğner Erdoğan’ı düşünürüz bize sağladığı faydaları bize yaptığı kötülükleri rükûdan uğultu secdeye dökülmeyen dünyam sızlak dünya görüşüm bu sonucu kime göstersek ey bunca kırgın soy… ey. III. o kelimenin geçtiği tek paragraftın Türkçe'de. kaybolmadı içindeki tıkırtı hep bir işkil hep bir işkil
kenar mahalle tefekkürümle ben bütün iyi insanlar bizimle sanıyordum toslatınca durdu el tıkırdadı akıl kalp son damlalarını aktaran bir hortum dişleri döküldü gözün: müthiş bir salınış harika bir çakılış duvarın ağzı açıkta kalmıştır. reklamlar: koynuna almak istersin sarmak başını okşamak elma gibi soyuyorlar televizyon karşısında bayrak gösteriyorlar, parmak açıyorlar bizde filmin sonu anlaşılmaz. VI. belki boş reçel mevzuu da hikâyedir jakuziler vardır başka şeyler anlarsınız ya felsefe uvertürü :sen anımsama lan it!
Serkan Cenker
Pürüzsüz Oysa yumruğum kadar küçüktü yurdum bir sen, bir ben, bir de sıkıntıların senin sıkışıyorduk yaşıyorduk düpedüz bir insan nasıl sağ kalırsa öyle yaşıyorduk oysa ne ölümler hak ettik sonunda hiçbir ömrü beğenmedik… Kıştı, hatırlıyorum insan anca sebebi varsa gülerdi durup durup kararıyorduk geçen yağmur, boran, kar iki öpüşün arasında bir cümleydi kalmış aklımda mıh gibi “peygamberlerdir; sahte şairler şairlerin hepsi sahte peygamberlerdi”…
Oysa yumruğum kadar küçüktü yurdun bir sen, bir ben, bir de sıkıntıların senin sığışıyorduk pencere pervazlarından ıslıklıyordu rüzgâr sokaklar; mavi bir soğuktu fukaraydık ne zaman üşüsek bölüşüyorduk kollarımızı severdim seni çocuk yüzünün ortasına söver gibi öperdim odanın ortasında bir çiçek biterdi her seferinde say ki bir kuş ötüşü kadar sürerdi hepsi bütün kapılar kendiliğinden sürgülenirdi dışarısı dersen ne kadar sevişsek o kadar kar…
M.Volkan Ҫakir
Ağız Dolusu
Korkuluydum Şahbazlığım korkumdandı. O zaman güneş sapsarı çomağıyla sokakta yatanları dürterdi Doğudan batıya kıvırcık çocuklar büyütürdü ayaklarımızı Ve ben gereksiz kahramanlıklardan aldığım dikenli bitkileri Ve kamyona benzeyen her şeyi azad ederdim. Güneş böğrümü kuru otlarla bezeyip ateşe verdi. Arsenikle yıkanmış gövdemden, ispinozlar ve japon balıkları Küçük adamları özetleyen şarapnel parçaları Islak turuncu izmarit gibi hamarat kadınlar ve Ellerden yüzlere bulaşmış bir dua bezginliği seğirdi. Gözümüz aydın! Kediyi de köpeği de soyladık!
Şarap ile kesilen demir, ölüm gibi sabırlı ve korkak Ve taşlara çalınan tembel tanrıların ısrarlı köpüğünde yanarak Dersaadet mümkün değildir. Saçmasapan bir korku ve tedirginlik tırmalıyor yüzümüzü artık Ve biz küskün oluyoruz, vatansız ve küskün. Mavi uyku hapları bir ucunda kirpiklerimizin Bir ucunda karanlık ve nemli apartman boşlukları. Bu hırs, telleriyle sesimizi köklüyor gırtlağımızdan. Bilemiyorum kendimizi neremizde saklasak?
Boşlukta hanende şarkısına başlar, vitrinler yıkılır, kadehler boşalırdı Soluk pörsümüş teniyle bir hikayeye benzeyen bu kadın Ayartırdı beni ayartmalara Uzun ve pörsümüş bu kadın varlığını büyük sandıydı. Karanlıkta sıkılan silahlar ve sabırla büyüyen kedi yavruları Uzağına düşerdi dumanlı kahkahanın -kedi gözlerini bana sıçrattıKahkahanın uzağına ölü bir kuş düşerdi ağaçtan Bir pikabın kasasında farkedilmeyi bekleyen Komitacılıktan kalma bir tedirginlikle Köhneliğinden sorulan o yangın şimdi nerde? Bütün ıslak ayaklarımı bir kadına harcadım ve ay büyüdü Mayalanmış ve kabarmış göğsüyle sağalttı gün bizi O kadın geldi parmak aralarımızı tuzla ovdu. Yaşamayı senden öğrendik ömrü yaşamakla geçen papağan. Hırs köpürtüyordu ağzımın kenarını Hırs geliyor ve gidiyordu sonunda kendine varan.
Sanıyorum ki makinalı tüfeklerle tarayacaklardı göğü Güzeller omuzları düşüp davlumbaza benzerken. Umursamayacaktı yalnızlar, neden umursasınlar Yalnızlar ki mutları olmayan şeyler üzre: kan gelmedi bugün ağzımdan.
Ve artık günlerimi bir su olarak durulmalıyım Durulmalıyım Allahsız bir namaza durarak. Çünkü gövdemi incelten bir yağmur olarak yanıbaşımda bir şairi buldum Çünkü yanıbaşımda ilk şiir güneşin böğrüne yamandı Ve şüphesiz o şair bir kahramandı.
Yeknesak* Şimdi dünyada ne varsa Kemal’in ümüğüne binmiş, Kemal içinden Murat’la hesaplaşıyor ve kendisiyle. Hesaplaşma dediysek tekme tokat kavga halinde: “Ulan geldik gördük işte, bıraksana gidelim, işimiz var belli ki! Hem balık alacağız dedik! Tamam almayacağız ama… Neden almayacakmışım, inadına balık alacağım bugün.” Kemal gittikçe sararıyor, sıkıyor kendini kızaramıyor, sararıyor: “Neden geldim ki ulan ben buraya? E geldim de bu herif ne diye ekleştirdi beni tabureye? Otur bekle şimdi… Ne bekliyorsun hayvanoğlu kalk git işte! ‘gidiyorum ben’ de, sonra ‘hiç tutma beni’ de, yok hayır başka bir şey deme, ‘gidiyorum’ de ve git. Git diyorum sen anla topukla işte hayvanoğlu, topukla!” Kemal’i med cezir tuttu, bir geliyor bir gidiyor masaya, masaya ve Beşiktaş’a hatta İstanbul’a: Geliyor bir sigara yakıyor, gidiyor bir sigara eziyor. Geliyor cehari se, gidiyor bir tatil fikri belki de. Geliyor dü bara, gidiyor sırtında sancı. Acıdan mandallar takıldı göz kapaklarına. Gözlerinin yerinde iki istiridye taşıyor. Öne arkaya yalpalıyor Kemal, Kadıköy-Beşiktaş arası sarı bir vapur. Evliyalar gibi hu çeken sarı bir vapur: Öne eğiliyor hu diyor, arkaya yaslanıyor of diyor. Beşiktaş’a varıyor çay servis ediyor, Kadıköy’e gidiyor mazot kusuyor. Öne eğiliyor cehari yek, arkaya yaslanıyor pencü dü. Kemal delirecek. Belki de delirdi. “Balık…” diyor hop öne. Gözleri kısık. “Ben şimdi…” diyor hop arkaya. Gözleri hala kısık. Murat’ın yan gözle Kemal’i faça içinde bırakması da işe yaramıyor ötekinin ayakkabısının ıslak burnuyla Kemal’i paçasından koklaması da. Kemal hesaplaşma içerisinde. Mi? Kemal yapış yapış. Gözleri kısık da değil artık kendi içine çöktü gözleri.
Zayıflayıverdi iki dakika içerisinde. Ağırlıkları attı ama uçamıyor! Çılgın demirlerle bağlanmış taburesine. Murat’ın aklı yetse Kemal’i boncuk boncuk terli bir muma benzetecek. Murat’ın zarlı elleriyle ufalandıkça ufaldı, eriyor Kemal. Hesaplaşmayı da bıraktı. Rastgele sularda fink atan bir korsan gemisine evrildi o sarı vapur. Kemal “ama…” diyor bir top sesi, “Süheyla…” diyor bir kılıç yarası. Koltukaltındaki kağıtlardan daha sarı artık, suluboya sarısı terliyor her bir gözeneğinden. Peki ya bu sancı? Sırtına yuvalanmış yılan yuvasını genişletme derdinde besbelli. Bir an soluğu durdu. Sesine alışılmış gürültücü bir saat durduğunda nasıl farkedilirse bu soluksuzluk da sezilmiş olmalı ki bütün Beşiktaş durdu ona bakıyor. Kemal tavlanın üzerine kapaklandı kesif bir katran karanlığı eşliğinde. (*) devam etti ve edecek!
Riha Şiir Celseleri I: Mazot - İsmet Özel CK: Cevher K. SÇ: Salİh Ç. SD: Sedat SH: Serhat CK : “Ağlamadan/Dillerim dolaşmadan/Yumruğum çözülmeden gecenin karşısında/Şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı/Üzerime yüreğimden başka muska takmadan/Konuşmak istiyorum.” SÇ : Duygusallıktan sıyrılmak istiyor: "Ağlamadan dillerim dolaşmadan" heyecandan sıyrılıp… CK : “Şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı”? SÇ : Sonunun nereye varacağını düşünmeden? CK : Zannetmiyorum. Şimdi “gecenin karşısında” diyor, “gece” mecaz burada, yani “karanlık”! SÇ : Olumsuzluklar… CK : Evet. Olumsuzluklar. Ya da “düzen”. O zaman, devrimci şiirlerin yazıldığı bir dönem... Kendisinin de sosyalist bir devrimci olduğu bir süreç. Yani oradaki şey de önemli “yumruk”, “gece”, “dilin dolaşması”, “konuşma isteği”… Niye konuşmak istiyor? Davası var çünkü. Bir dava sahibi. SÇ : Söylenmesi gereken şeyler var. CK : Şimdi “dillerim dolaşmadan”da Musa Aleyhisselam’a gönderme var. SÇ : Evet. CK : Musa Aleyhisselam da bir düzene karşıtıydı. “Dilimdeki bağı çöz” diyor ya hani… Benim tahminim İsmet Özel, her ne kadar sosyalist biri olsa da dinî terimleri o zaman da kullanıyor, göndermeleri var. Din kültürüne vakıf en azından. CK : “yumruğun çözülmemesi” ne demek “gecenin karşısında”? SÇ : Allah’a… CK : Ve devamı “şafaktan utanmayıp”… Burada mala, dünyevî olan bir şeye, davayı satacak, sattıracak bir şeye meyletmemeyi kendinden beklemek kastediliyor. SÇ : Bunun düşünülmesi bile zaten "uzlaşmaya gitmek, tavize vermek" demek. CK : Evet, uzlaşmadan, taviz vermeden… Ve şafağa karşı, devrime karşı kendini mesul hissediyor. SÇ : Ona karşı, onu utandıracak bir tavırda bulunmak istemiyor. CK : Ama aynı zamanda bu konuda Allahsızlığı da savunuyor. Bunu Allah'la yapmayacak; bunu "aşk"tan öte bir şeyle yapmayacak. Çünkü muska istemiyor: “Bana ben yeterim, insan olarak ben yeterim” Her ne kadar “dil çözülme”ye gönderme verdiysek de burada Allah’ı istemiyor: “üzerime yüreğimden başka muska takmadan”, “aşkı utandırmak”. Aşk, İsmet Özel’in şiirlerinde, bilinen şekli olan “kadın erkek arasındaki aşktan” öte bir şey. Bunu birçok şiirinde görebiliriz. “Sevda” ile kıyaslıyor mesela bazen. Buradaki aşk,
SÇ : CK : SÇ : CK : SÇ : SD CK SD CK CK
: : : : :
SÇ : CK :
SD CK SD CK
: : : :
CK : SÇ : CK :
herhalde “çok üst düzey bir adanmışlık, çok üst seviyede bir önemsem, sorumluluk bilinci, belki devrim, belki işte dava…” Hepsi bunun içerisinde. “utandırmadan aşkı” çünkü aşkta kesintisiz ve bilinçsiz daha doğrusu hesapsız bir adanmışlık vardır. Bilinen anlamıyla kullanmış olamaz mı? Mesela solda özellikle beşeri aşk ile devrim her zaman birliktedir. Tabi tabi. Böyle bir çağrışım vardır. Genelde âşık olunan da davadan biridir. Böylelikle şey de olur… Dediğin de olabilir tabi. “Şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkıÜzerime yüreğimden başka muska takmadan/Konuşmak istiyorum.” Kime karşı? Tağûtî sitemlere karşı? … Evet. Ama… Onun… Onun “tağûtî” gördüğü sitemlere karşı? “Şehre neden/Esmer ve dölek yüzümle döndüm dağlardan/Kar vakti tarlaları kımıldatan soluğum/Niyedir sarmalasın vites dişlilerini/Defneler, nakışlar yok/Alnımda neden.” Marksist ideolojide “işçi”, “makine” durumu varken, yer yer buna tepki de vardı. İnsanın doğadan kopuşuna, kendisini ondan uzaklaştırdığına dair de bir kanaat vardır. “esmerlik” tabi doğayla iç içe olmanın verdiği haldir. Bu kendisi için de böyledir. Kendisi de bir köylü, kasabalı en azından. Esmer de zaten. Kendisi de esmer ama burada tabi daha kuşatıcı bir şeyi ifade ediyor. Sonuçta büyük bir şair, bizzat kendisinin öyküsünden yola çıkmış olabilir ama kendi öyküsünü anlatmıyor; daha çok insan öyküsü anlatıyor; mesela “vites dişlileri” diyor ki işçi değil kendisi. Ve burada “insan” denen şey yüksek bir konumda. Hani “üzerine yüreğinden başka muska takma gereği duymayan, işin için Allah’ı sokma gereği duymadan bir dava güden” bir varlık insan, burada. “Esmer ve dölek yüzümle”? Dölek, yani verimli. Dedin ya “kendisinden bahsetmiyor”… Doğayla iç içe, doğaya karşı üretken ama bu “doğal” bir üretkenlik. Makinedeki veya fabrikadaki gibi yapay ve yabancılaştırıcı bir üretkenlik değil. “Kar vakti tarlaları kımıldatan soluğum/Niyedir sarmalasın vites dişlilerini/Defneler, nakışlar yok/Alnımda neden.” Burada öfkesi daha da artıyor. “ne yok anlımda”, neden? “Defneler, nakışlar yok /Alnımda neden.” Şimdi “defne” demesi önemli. Çünkü defne, sabun maddesi aynı zamanda eskiden. Temizleme becerisi olan bir yaprak, ağaç yaprağı. “Alnım temiz”
SD CK SD CK SD CK CK SÇ
: : : : : : : :
CK :
SD CK SD CK
: : : :
SÇ : SD : CK : SÇ : CK :
deriz ya “bizim alnımız temiz” deriz, buna gönderme var. Şehirli olmak -başka şiirlerinde de buna çatar-, şehirde olmak, köyden, dağdan, doğadan kopan insan… Doğayı bırakıp, doğadaki gücünü bırakıp... İnsanın ki doğada “tarlaları bile kımıldatacak” bir gücü var “soluğuyla”… Burada tanrısallık var ama şehre gelince “vites dişililerine” mecbur kalıyor. Değil mi Halil Abi Mesela ayakkabıcı oluyor Vites dişilileri… Ama hangi vites mesela? Vites birçok makinede var biliyorsunuz çalışma kademesini arttıran bir şey. İnsanda da var mı? Hı? İnsanda da var mı? İnsanda yok insan çünkü makine değil Sedatçığım. Burayı baştan alalım… “Şehre neden/Esmer ve dölek yüzümle döndüm dağlardan/Kar vakti tarlaları kımıldatan soluğum/Niyedir sarmalasın vites dişlilerini/Defneler, nakışlar yok/Alnımda neden.” Evet. Yani burada “niyedir, niçin böyle bir şey olsun ki neden böyle bir şey oluyor. Neden insan, doğadaki o görkemli konumunu, o görkemli ve doğayla barışık konumunu neden terk edip şehre geldi, şehirde bir vites dişilisinin, bir fabrikanın payandası oldu, onun elinde oyuncak oldu, emeği hiçe sayıldı, aynı zamanda kirlendi, alnındaki aklık gitti?” Ne diyor: “defneler yok anlımda neden”. “Defne” demesi temizliği bence kastediyor, doğallığı da kastediyor olabilir. Çünkü defneden belki bir süs taşı da yapılıyor olabilir. Ama benim için daha çok temizlik kastediliyor gibi. Kir gidericidir yani… Evet. “Nakış” da hani genç kızların nakışları olabilir. Bir de şey olabilir… Ama “nakışlar yok/Alnımda neden” diyor? Bir de şey olabilir mesela insanın, -belki bu biraz onun kastettiği bir şey olmayabilir. çünkü Özel, kendisini fazlasıyla seven biridir, kendisini fazlasıyla seven bir şairdir- alnındaki kırışıklıklar eskiden insanda güzel dururdu, anlamlı dururdu, anlamlıydı. Doğal seyrinde, doğal bir tablo gibi dururdu insanın yüzünde. Ama şehrin kederi, derdi, daha doğruşu sanayileşmenin kederi, derdi alın kırışıklayan o olgunluğunu da götürdü, ona olgunluk vermiyor onun çektikleri, diye de okunabilir… “Ağlamadan/Etimin iğneli beşiklerde bıraktığı izlere aldırmadan/O mavi korularda ve dibektaşlarında/Bırakıp sözlerimin kalıntılarını/Açıkça konuşmak istiyorum” “Etimin iğneli beşiklerde bıraktığı izlere aldırmadan” Biliyorsunuz “iğneli beşik” Hint çilekeşliğinde bir semboldür. “Hint yatağı” derler, “çivili yatak”. Dervişler üzerine yatar ki nefisleri terbiye olsun. Bunu bir imge olarak almış. Ama burada ilginç bir şey var. Dikenli beşikler... “İğneli beşiklerde bıraktığı izlere aldırmadan” Onda iz bırakmıyor, o “iğneli beşiklerde iz bırakıyor”. Ve “beşik” diyor,
CK :
SÇ : CK SÇ CK SD CK SD SÇ CK SÇ
: : : : : : : : :
CK SÇ SD CK SÇ CK SÇ
: : : : : : :
CK : SÇ : CK :
“yatak” demiyor. Burada insanlığın serüveni bağlamında olarak söylüyor olabilir, kendi bireyselliğinden de yola çıkıyor olabilir. Ama Hint kültürü çok eski bir kültür ve sömürünün de sembol yerlerinden biridir. Kapitalist sömürünün belki de en sembol yeri Hindistan’dır, çünkü onun ilk el attığı yer orasıdır. Profesyonel sömürünün ilk el attığı yer Hindistan'dır. Başta Hollanda, Doğu Kumpanyaları Şirketi ile oraya girer, sonrasındaysa İngiltere ondan devralarak şirket üzerinden Hindistan'ı sömürgeleştirmeye başlar ki Hollanda’yı unutturacak kadar büyük bir sömürgeleştirme faaliyetidir bu. “iğneli beşiklerde bıraktığı izlere aldırmadan” İnsanlığın orada çektiği acıları, dramatize etmeden, onun üzerinden bir ağlatı oluşturmak yerine ondan bir ders çıkarmak veya onun üstüne bir şey bina etmek niyetiyle söylüyor olabilir. Bunu niçin söylüyorum? Çünkü İsmet Özel şiirlerinde bu çok vardır, sosyalist şiirde de bu çok vardır, sosyalistlerin şiirlerinde dünyayla beraber konuşulur, böyle bir evrensellik vardır, sosyalistler çoktur, tüm yeryüzünde kavga halindedirler. Bilhassa o dönemde sol rüzgâr çok daha güçlüdür dünyanın tamamında. Ve muhaliftir çoğu yerde. Bu anlamda uluslararası bir şiirdir, uluslararası perspektifi olan bir şiirdir sol şiir. Aklıma bu yüzden Hindistan geldi, o beşik benzetmesi de bundan ötürü olabilir. Ya da bizzat kendi çektiği çilelere, büyütmeden işaret ediyor olabilir. “O mavi korularda ve dibektaşlarında/Bırakıp sözlerimin kalıntılarını/Açıkça konuşmak istiyorum.” “Dibektaşı” eski kültüre ait bir şey değil mi? Nasıl bir şey? Hamamda üzerine yatılan taş değil mi, yoksa mirkut mu? Bir bakalım… Şey midir acaba o dönen var ya, öğütüyor ya… Evet, evet, o mirkut değil de değirmen taşı gibi... “O mavi korularda ve dibektaşlarında” ikisinin arasında bir ezilmişlik olabilir. Onun üstünden bir dönem vurgusu olabilir. Evet. Taşın işlevinden ziyade, bu taşın kullanıldığı devirde insanların toprakla daha içli dışlı olması anlatılmak isteniyor olabilir. Bir de o dönemde de yaygın, ciddi bir makineleşme yok henüz. Makineleşmeden önceki süreç… Mavi koru? Mavi koru yani doğal yaşam alanı. Koru, ağaçlık ormanlık yer. Mavi? Mavi denize gönderme… “Bırakıp sözlerimin kalıntılarını/açıkça konuşmak istiyorum/Besbelli ki leşler koruyor şehrin bedenlerini/Göğsünün kafesinde yalnızca pasak” Evet. “Besbelli ki leşler koruyor şehrin bedenlerini” Kapitalizme açık bir gönderme var. “Leş” ve “beden” neredeyse birbirinin aynı şeyler değil mi?
SÇ : “Şehrin bedenleri” şehirde yaşayan insanlar… Değil mi? CK : “Şehrin bedenlerini leşler koruyor olması” şu olabilir o zamanlar da çok vardı, çok fazla ölümler oluyordu, sokakta insanlar birbirini öldürüyordu. 70’ler… Şehirlerde bu çok fazlaydı ve şehrin varoş kesimlerinde oluyordu bu daha çok, çevre kesimlerinde oluyordu. Korumak, biraz da dışarıdan başlayan bir şeydir. Oraya işaret olabilir. Belki “leş” demesi ilginç bir şeydir. Mesela Partizan şiirinde “ergen ölüleri” diyor. Belki leş demesi böyle başka bir anlamı olabilir. SÇ : “Leş” bence biraz hakaret anlamında söyleniyor. CK : Şey de olabilir o zamanların yerel veya ulusal devlet erkânını kastediyor olabilir… SÇ : Polisler de olabilir… CK : Güvenlik güçleri… SÇ : “Besbelli ki leşler koruyor şehrin bedenlerini/Göğsünün kafesinde yalnızca pasak” CK : Yani kalp yok, kalpsiz, vicdansız… SÇ : Kir… CK : Evet, Allah razı olsun, çok iyi evet kir, pasak… SÇ : “Biliyorsun/Korkutulmuş bir kızın/Yüreğinden fışkıran beyaz güvercinleri” CK : Şimdi “korkutulmuş bir kızın…” SD : “Yüreğinden fışkıran beyaz güvercinleri” CK : Burada gizli bir cinsellik de var –cidden söylüyorum- aynı zamanda “beyaz güvercin”in temsil ettiği mana, “korkutulmuş” olması… Yani halk için, halkın korkutulmuş kızları için… Mesela başka yerde de “şeffaf kızlardan” bahseder. Belki o sırada işkencede öldürülen solcu… SÇ : Tecavüzde… CK : Evet, solcu kızlar olabilir; Türkiye’de veya başka ülkelerdeki... Özellikle başka ülkelerdeki... SD : Herkesin bildiği bir şeyden bahsediyor aslında. CK : Burada, bir arkadaşı da olabilir muhatabı. Arkadaşlarıyla mektuplaşmalarında yazıyorlar ya şiirlerini… SÇ : Bir de şey olamaz mı şiirin girişinde hitap, karanlığa olduğu için burada da ona olabilir. Bir hesap sorma mahiyetinde olabilir: “biliyorsun” yani bir suçunu onun yüzüne vurma olabilir. CK : Tabi tabi… Bu “korkutulmuşluk”ta hani derler ya “yüreği bir kuş gibi çarptı” deyimi de gizli var gibi… “beyaz güvercin” demesi de buna işaret… SÇ : Cinsel boyut var… CK : Barışa gönderme olabilir, “ak gerdan” olabilir, “ak gerdan” derler ya eskiler… Güzellik simgesi olarak kızların göğüslerine övgü… Bunların hepsi iç içe geçmiş bir şekilde kastediliyor… SÇ : “Sabahın köründe kalkan trenlerdeki nefret/Her gün aynı kalafat yerine çekilmenin nefreti/Bunları/Bütün bunları biliyorsun” CK : İşçiler… Sabah işe giden işçiler… “Kalafat”, zift demek, daha doğrusu ziftlemek. Bu manada o “kararmışlık yeri”ne çekiliyor ya işçi… Gittiği yer de
SÇ CK CK SÇ CK SÇ
: : : : : :
SD : CK :
SD CK SÇ SÇ
: : : :
CK : SÇ : CK :
olabilir, döndüğü yer de olabilir “aynı kararmışlıktan çıkıp aynı kararmışlığa döner işçi”. Türkiye, kapitalistleşmesi devam eden bir ülke. İngiltere gibi sanayileşmesini tamamlamış ülkelerin, sanayileşmelerinin ilk evrelerinde, o ülke işçilerinin yaşayıp geçtikleri o olumsuzlukları hep yaşayan bir ülkedir Türkiye. Şiirin yazıldığı günlerde de günümüz de işçiler, İngiltere gibi ülkelerin işçilerinin asırlar önce atlattıkları sorunları, karanlıkları, varoşları, şehrin dışına, karanlıklarına itilmişliklerini halen yaşamaktadırlar. Ki şiirin yazıldığı dönemde Türkiye, bu açıdan daha da berbat bir haldeydi. Fabrikanın bizzat kendisi de olabilir tabi o “kalafatlı yer”. “Kalafat yeri” dedi dedin… “Zift”… Evet, kalafat, zift, tekneyi ziftleme. Aynı zamanda argoda yaşlı eşek penisi. “Yağlanmış, ziftlenmiş tahta” manasına da geliyor. Fabrika… Evet, evet daha çok fabrika ortamı… “Dağlardan dönüyorsun o sağır yamaçlardan/Çevik bacaklarını getiriyorsun, ne çiçek ne de ninni/Boz şayaktan poturun dağlarda ne güzeldi/Şehre varınca artık meşinler giymelisin/Daha esmer/Daha kan kusturucu/Sen o baygın sevgilerin adamı değilsin.” Yani “unut bunları sevgi mevgi”… Yok devam ediyor orada, şimdi orayı açıyor. “Potur”, bir pantolon tarzı. Tabi burada yine o baştaki gibi şehirleşmenin kendisine getirdiği, getireceği çirkinlikleri, olumsuzlukları ve terk ettiği şeylerin güzelliklerini, önemliliklerini, doğallıklarını anlatıyor. Ama “sağır yamaç” demesi ilginç çünkü yamaçlar normalde yankı verir. Belki burada “sır vermemesi”, sağırlığı olabilir. “çevik bacaklarını getiriyorsun, ne çiçek ne de ninni” yani sen oradan oraya/köye dair bir şey getirmiyorsun. Sadece onların işine yarayacak “çevik bacaklar” getiriyorsun. Yani sermaye sahibinin işini görecek, sana ait gücü getiriyorsun onlara, köleliğini getiriyorsun. Şehre dağdan, bir güzellik getirmiyorsun, köyden bir güzellik getirmiyorsun, doğadan bir parça getirmiyorsun. Sadece onların işini görecek “çevik bacaklar” getiriyorsun. Hâlbuki diyor, “boz şayaktan poturun dağlarda ne güzeldi” Meşin ne? Meşin, “ayakkabı, deri ayakkabı”. “Parlak ayakkabı”… “daha esmer daha kan kusturucu”da kasıt güvenlik güçleri olabilir Ve onların işkenceleri… O da olabilir ama “giymelisin” diyor. Belki “dönüşmelisin” anlamında diyordur. “Onlar senden bunu istiyor zalim olmanı, ezmeni istiyorlar”. Çünkü çizmeler ezer, ezmek içindir. Bu dayatılıyor. “Sen o baygın sevgilerin adamı değilsin/Sana yaşamak düşer çarkların gövdesinde” Şimdi burada ilginç bir şey var: “baygın sevgiler” şehre ait bir şey mi, köye ait bir şey mi?
SÇ : Köye ait bir şey bence. Yani oradan geldikten sonra düştüğü durumdan ötürü… CK : Ama sonra güzelliyor bunu yani köylülüğü! Yani “baygın sevgi” şehre ait bir şey. Çünkü ileride de “sevgi”yi eleştiriyor. SÇ : “Sana yaşamak düşer çarkların gövdesinde” “Sen oraların adamı değil buraların adamısın, sana böyle yaşamak uygun düşer” demek istiyor. CK : Evet, bu daha doğru. Ama şu var ileride de “sevgi”ye değiniyor. “sevgiler ürkütsün seni” diyor mesela. Bence “baygın sevgi” derken, Özel’in arabesk hakkındaki görüşlerine de dayanarak söylüyorum ki “arabeskî bir sevgi, şehre ait olan o baygın, yılışık, insana hiçbir anlam katmayan sevgiyi” kastediyor. O zamanlar arabeski kim dinliyordu Türkiye’de: Köyden şehre gelenler dinliyordu. İşte o “baygın sevgilerin adamı değilsin”in muhatabı olmuş oluyor köyden/doğadan gelen. “Sana yaşamak düşer yaşamak… Ölmeyeceksin! Çarkların dişlilerin arasında ölmeyeceksin, çarklar seni ezemeyecek. Şehre teslim olmayacaksın.”
SÇ : CK :
SÇ : CK : SÇ : CK :
“Bin demir kapıyla hesaplaşmaktan omzun çürümelidir”, yani “o kapıların hepsini açacaksın. Onlara yenilmeyeceksin. O sert ve aşılmaz görünen kapıların hepsini omuzlarınla yani gücünle, kuvvetinle, adanmışlığınla, davanla, birikiminle hepsini alt edeceksin ve çarklara yenilmeyeceksin.” “Bin çeşit güneşle ovulmalıdır gaddar ellerin/Yürü yangınların üstüne, kendi alevini de getir/Çarpıntısız dakikası olur mu devrimcinin/Ki/Ölüm/Her yerde uyanıktır” Ben, “gaddar eller” derken “köylüleri niçin öldürmeliyiz”e gönderme olduğunu düşünüyorum. O şiire değil o mefhuma. Zaten şiirin ismini İsmet Özel’in bir başka şiirinden almış Şükrü Erbaş. Biz o zamanlara yetişemedik ama 12 Eylül’ün, 70’lerin sinemasını izledik ki zalimlerin yanında hep köylüler vardır. Tabi devrimcilerin çoğu da köylülerdi. Ama ihbar eden, işkence edenler onlardı. Çünkü kendi çıkarı için, kendisini ve ailesini korumak için insanları satar, insanlara zulmeder, işkence eder o “gaddar eller”. O, gaddarlaşabilecek elleri “bin çeşit güneş” ile arıtacak. “bin çeşit güneş”, büyük ihtimalle bir edebi eserdeki bir mecaza, bir tabire göndermedir, hangisidir bilmiyorum ama… O kadar suç işlemiş ki, o kadar kirli ki “bin çeşit güneş” olsun ki o kir gitsin. İşlediği suçun büyüklüğüne, daha doğrusu çokluğuna gönderme var. Tabi tabi. “Yürü yangınların üstüne, kendi alevini de getir” Burada “omuzları çürüten demir kapılar”daki gibi bir gönderme var. Yani karşıdaki düşmanı daha da korkunçlaştırma ve onun yükünün ne kadar çok olduğunu anlatma. “kendi alevini de getir” kendi zaafları olabilir, insanî zaaflar… Tam tersi de olabilir, “ateş, ateşten anlar” gibi. Ki sol da buna uzak değil. Bombalama, şu bu… Ki kendisi de “namlular ıslanmasın” diyor… O zaman daha yaygındı bu. “Terör” dendiği zaman bugün nasıl “Müslümanlar” anlaşılıyorsa o zaman “solcular” anlaşılıyordu. “Terörist=solcu” demekti. Silah,
SH CK SÇ CK SÇ
: : : : :
CK : SÇ : CK :
SÇ : CK :
SÇ : CK : SÇ :
önde bir şeydi onlar için. Bugün PKK, DHKP-C bile o zamanların devamı olan yapılar. “Polise, askere karşı sen de kendi silahınla, molotofunla, ateşinle, neyse onla gel”. Tabi mecâzî anlamda içsel bir ateş de olabilir ya da ikisi birden de olabilir. Kendi hırçınlığınla… O da olabilir. İçindeki öfke birikmesine de gönderme var. Tabi tabi… Şey de olabilir önceki dizelerle birlikte düşünürsek burada bir “suç” vurgusu olabilir mi acaba? Çünkü öncesinde hep suçlamalar vardı, muhataba yönelik suçlamalar… Şimdiyse bir çağrı var: “Artık o suçları bırak…” Aslında suçlamadan ziyade bir tespit var. Daha doğrusu Artıyı, eksiyi gösterme. O da olabilir tabi, bir de diyor ya “geri döndün”... Devam edelim dediğini destekleyen bir şey söyleyeceğim. “Çarpıntısız dakikası olur mu devrimcinin/Ki/Ölüm/Her yerde uyanıktır/Alestadır korkunun yardakçıları” “Çarpıntısız dakikası olur mu devrimcinin” demesi sol edebiyatın mı diyelim, sol mistifikasyonun, esararengizleştirmenin bir neticesi mi diyelim hep bir devrimci duygusallık, solcu bir romantizm vardır. “Çarpıntısız olmaz” yani “devrimci şöyledir, devrimci böyledir”. Bu manada duygusal, romantik bir ululama… Devrimci için ölüm, her yerde uyanıktır. O zamanki çatışma ortamında alestadır, yani tetiktedir, ateş etmeye, öldürmeye hazırdır korkunun yağcıları, yardakçıları, taraftarları hem güvenlik güçleri hem faşistler anlamında her zaman hazırdadırlar. “Tez kızaran güllerden kendini sakın/Sevgiler ürkütsün seni, aşk ayrı-“ Burada iki durumu kastediyor hem bireysel hem d üşünsel durumu. Ama bireysel değil de hani “çok kolay kanma topluma” gibi bir uyarı… Bilmiyorum o zamanlar bu kadar aydın mıydı İsmet Özel… Çünkü ciddi bir aydınlığı gerektirir. Biliyorsunuz o zamanlar halk da sol görüşe epey bir teveccüh etmişti. Halkın büyük bir kısmında iş, işçi, sendika, şu bu epey bir yaygın... Mesela benim dedem şu an Menzil sofisidir ama o zamanlar o bile sendikacıdır Adana’da. O yıllarda, Lenin’in kitaplarını alıp okumuş ki sadece okuma yazması olan bir adam. İşte Özel, o zamanlar nasıl bir aydınlılık seviyesindeyse bilmiyorum ama şunu demek istiyor galiba “halkın bu teveccühüne, meydanların doluluğuna, vesair kendini kaptırma, devrim uzun ve zorlu bir süreçtir.” Galeyana gelme, kanma. “Tam bir adanmışlık olmadığı sürece ümit bağlama.” Örgütsellik anlamında da olabilir, bire bir insan ilişkilerin tamam için de diyor olabilir tabi ama ilk dediğimiz daha makul. Ama sanki hem bireysel anlamda ani paralamalara vurgu var toplumsal anlamda galeyanlara vurgu var. Çünkü ardından kıyasladığı şeyler: “sevgiler ürkütsün seni, aşk ayrı-“: Kısa süreli bir şey olarak “sevgi”, bir de daha uzun
süreli bir duygu olarak “aşk”tan bahsediyor. “Aşktır diye geri geldin o çekiç seslerine” burada bir şey mi var; karşılaştırma? CK : Sosyalizmin simgesi orak ve çekiç… Burada bunu kastediyor büyük ihtimalle. SÇ : O mudur, yoksa fabrika vurgusu mudur? CK : Fabrika onlar için önemli bir şey. Oraya mecbur olmakla beraber, onun zulmüyle beraber o zulmü bizzat fabrikadan bilmez sol. Fabrikanın fabrikalığını kabul edip onu daha iyi yönetmeye, emekçiler tarafından yönetmeye, “asıl hak edenler” tarafından yönetmeye dair bir itirazdır solunki. İtiraz daha çok kapitaliste, sermayeyedir. Yoksa çevreci, ekolojist bir itiraz değildir pek. SÇ : Kapitalizmin sembolü diye belki… CK : Sembolü ama onların o sıradaki isteği fabrikanın kapanması değil fabrikanın işçilere ait olması. "Çekiç seslerine geri dönmek", "kavgaya geri" dönmek aslında. SÇ : Makineleşmeye bir itiraz da mı var? CK : O da olabilir ama sanmıyorum. SÇ : Burada muhataba “yanıldın” mı diyor: “Aşktır diye geri geldin o çekiç seslerine”? Hani “çekiç seslerini” aşk sanıp geri geldin, “bıraktın vazgeçilmez ırmakları”? CK : Yok… Burada olumlu bir şey var. SÇ : Veya da şu: “gerçekten aşktı diye geri geldin çekiç seslerine.” CK : Aslında burada ikili bir durum var “tamam burası güzel, doğa güzel ama artık doğada kalamayız”. SÇ : Burada doğa vurgusu değil de akıntılara, hâkim olana, dayatılana kapılmamak: “bıraktın vazgeçilmez ırmakları”. Bütün cazibesine rağmen kapitalizmden vazgeçmek… CK : Çok doğru. SÇ : “Gönlüne kar yağdırıyorsa çocuk sesleri yetsin/Dikkat et hiçbir şey ıslatmasın namluları.” CK : Çocuk, kadın… Bunlar her davada önemli olan figürler, kendileri uğruna savaşılanlar. Ki o sırada çok yüksek oranda çocuk işçi çalıştırılıyor, ağır şartlarda. SÇ : “Kar yağdırıyorsa” derken? CK : “Üzüntü veriyorsa, keder veriyorsa”… Belki de kışın yazdı bu şiiri, sokak çocukları var, kendi ihtiyaçlarını göremeyen çocuklar var, dilenci çocuklar var, işçi çocuklar… Mesela Canım Kardeşim filminde canlandırılan çocuklar gibi çocuklar… SÇ : Ya da ikide bir “ağlamadan konuşma” vurgusu var ya burada da ağlamaya mı vurgu var? “Kar yağdırıyorsa çocuk sesleri” yani “onların çektiği ıstırap ağlamak için senin gerekçen bu olsun” ama sonradan da uyarıyor: “dikkat et hiçbir şey ıslatmasın namluları.” Elindeki silahı da unutma! CK : Çok doğru evet. “ıslaklık”, gözyaşı ıslaklığı... Başta “ağlamadan” diye dile
getirdiği anlamı bu kez farklı bir şekilde seslendiriyor. “ağlama, çocukların bu durumuna rağmen.” İşte “güçlülük”… “adanmışlık” dedik ama soyut, başıboş bir adanmışlıktan ziyade daha ayakları yere basan, daha kuvvetli bir adanmışlık. Bu anlamda dönem şairlerinden –ister kendisinden yaşça büyük isterse yaşıt- ayrılıyor şair. O zamanların solcu şairlerinin çoğu daha yoğun duygusallıklarla yazıyor; Ahmed Arif olsun, Hasan Hüseyin olsun, diğerleri olsun. İdeoloji yok onlarda, fikirden ziyade duygu var. Ama Özel’in şiirinde felsefe var, fikir var, duygu da var. Bakın özelikle “ağlamadan” diyor “ağlamadan”... Bu manada diğerlerinden ayrılıyor. Allah kabul etsin. SH : Peki, abi şiire “Mazot” ismini vermesinin anlamı ne? CK : Onu bilmiyorum.
Ses Kaydı: https://www.youtube.com/watch?v=cRs5cYaxlAQ
1.25TL