ÜÇ AYLIK SOSYALİST DÜŞÜNCE DERGİSİ BİRİNCİ SAYI | 2009 YAZ
İçindekiler
Yusuf Barman Erol Yeşilyurt Yusuf Barman IV. Enternasyonal IV. Enternasyonal S. Munier Nahuel Moreno Noam Chomsky Recep Maraşlı Cemre Sava Tarık Ali Solin Hocador
Sunuş Bu Sayı Gazze Çarpışmasının Bilançosu İki Devlet Çözümünün Kaçınılmaz İflası Filistin’de Sürekli Devrim - Tezler Bölünmeye Karşı ! Akıntıya Karşı Yahudi-Arap Savaşı Sonrası Nazizm, Aparthayd ve Siyonizm Üzerine “Bütün Yaratıkları Katledin”: Gazze 2009 “Büyük felaket” mi, “Soykırım” mı ? Namus‘lu’ sistemler, namus‘suz’ kadınlar üzerine Pakistan’da Namus Cinayetleri Kürt Kadın Hareketi ve Çok Eşlilik Yasası
Yaz | 2009 -
3 5 8 24 37 40 43 50 60 64 82 87 89 92
1
Sunuş
Karl Marx, tarihsel maddeci düşüncesini inşa ederken, o dönemde (1845) Hegel’in mutlak idealizminden hareket eden Alman felsefeci Ludwig Feuerbach üzerine yazdığı Tezler’in 11’incisinde, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir,” der. Bu ilke her zaman devrimci Marksizme, yalnızca bilginin kaynağı ve kapsamının değil, ama aynı zamanda hedefinin de “eylem” olduğunu anımsatmıştır. Eylemin, yani tek ilkesi kesintisizlik olan hareketin “dönüştürülmesi” çabasının içeriği, biçimi ve yönü ise, bizzat hareketin içinde taşıdığı diyalektiği açığa çıkaran tahlilin ürünü olabilir. Lenin bunu, “devrimci teori olmadan devrimci eylem olamaz,” diye özetler. Elinizdeki bu yayın da, “dünyayı değiştirmek” için gerekli olan teorik ve politik tahlil çabasının, dönüştürülmesi gereken gerçekliğin daha iyi anlaşılması gayretinin bir ürünüdür. Kuşkusuz bu çaba yepyeni bir girişim değil. Devrimci Marksistler daha başından itibaren, gerek üzerinde yaşadıkları topraklardaki, gerekse dünya ölçeğindeki toplumsal ve politik koşulların kavranması ve gerçekliğin doğurduğu yeni görevlere yeni yanıtlar verebilmenin uğraşı içinde olmuşlardır. Devrimci politik eylemin inşasında, sınıflar mücadelesini belirleyen tarihsel ve verili koşulların tahlilini kendilerine temel almışlar, ve bu çabaları sonucunda on yıllara dayalı bir teori ve politika varlığı oluşturmuşlardır. Bu nedenle de, kendini bu varlığın bir parçası olarak addeden bu yayın, hem bir devrimci sürekliliği yansıtıyor, hem de verili ulusal ve uluslararası koşulların gündeme getirdiği yeni teorik ve politik sorunları çözümleme atılımında yeni bir aşamayı ifade ediyor. Teorik ve politik süreklilikten söz etmemizden hareketle, dünyadaki sınıf mücadelesi koşullarının ve dinamiklerinin 1917’de ya da II. Dünya Savaşı sonrasında olduğu halleriyle donup kaldığını düşündüğümüz sanılmasın. Ne de Türkiye’nin politik ve toplumsal özellikleri otuz ya da on beş yıl öncesindekinin aynısı. Gerçekliğin diyalektiği, onu çözümleyebilmek için ardından koşan ve elinden geldiğince öngörülerde bulunmaya çalışan düşüncenin ve kuramın kendisinden çok daha devrimci. Devrimci Marksist yöntemin görevi, gerçekliğin eski fotoğraflarıyla yetinmek değil, sürekli değişimin içkin dinamiklerini ve temel ögelerini belirleyebilmek, dönemin ve anın hareket eğilimlerini ve yönlerini saptayabilmek, ve nihayet bunları eylemin kılavuzları haline dönüştürebilmektir. Ama öte yandan, “yeni” sorunlardan ve gerçekliklerden söz etmemizden hareketle “yeni” kuramlar ve yöntemler peşinde olduğumuz da sanılmasın. Eğer Marksist kuram bize toplumsal oluşumları ve sınıf mücadelelerini çözümleme yöntemi değil de, sadece bir anlık toplumsal çalkantıları açıklama çerçevesi suYaz | 2009 -
3
Sunuş nuyor olsaydı, o zaman yeni kuramların inşası zorunluluğundan söz etmek olanaklı olabilirdi. Gerçekte böyle düşünenler, hatta Marksizm adına onun yönteminin çok uzaklarında yeni kuramsal çerçeveler kuranlar da var. Politik yazında “sapma” olarak adlandırılabilecek bu eğilimler, özellikle geçen yüzyılın son oy yılından itibaren ciddi bir yayılma gösterdiler, Sol çevrelerde epeyce taraftar topladılar. Ne var ki, esas itibariyle Batı merkezli olan bu eğilimler, son dünya ekonomik krizinin Batı’nın tüketim toplumlarına olanca ağırlığıyla oturmasıyla birlikte, tanımladıkları yeni gerçekliğin aslında kendilerinin yaratmış olduğu bir serap olduğunu fark etmek zorunda kaldılar, ya da fark edeceklerini umuyoruz. Biz Marx’ın tarihi maddeci diyalektikle açıklamasının, kapitalist toplum çözümlemesinin ve işçi sınıfına insanlığı kurtuluşa ulaştırmada yegane öncü güç olma özelliği biçtiği sınıfsal çözümleme yönteminin; Lenin’in emperyalist çağ tarifinin ve sınıf mücadelesi bilinci ile parti ve devlet aygıtını ilişkilendirdiği örgüt kuramının; Troçki’nin emperyalist çağdaki devrimlerin temel özelliklerini belirlediği Sürekli Devrim kuramının ve bu devrimler için zorunlu gördüğü Geçiş Programı yönteminin, tarihin sınamasından başarıyla çıktıklarını düşünüyoruz. Sadece bu da değil; bütün bu tarihsel teorik ve politik mirasın, sürekli hareket halindeki gerçekliği açıklayabilmekte ve onu dönüştürmeye yönelik eyleme ışık tutabilmekte vazgeçilmez çıkış noktası olduğuna inanıyoruz. Yoksa, örneğin, kapitalist toplumun sınıfsal çözümlemesini beceremezsek, “yeni toplumsal hareketler” diye adlandırılan oluşumların (ve dağılmaların) varlığını ya da karakterini nasıl anlayabiliriz? Ya da emperyalist çağın özelliklerini ve sınıf bilinci düzeylerini hesaba katmaksızın, bu “hareketlerin” bırakın kapitalizmi “reforme” etmeyi, güçlü devletlerin elinde birer etki ve nüfuz aracına dönüşen “sivil toplum örgütleri” halinde donuklaşmalarını nasıl açıklayabiliriz? Bunları söylüyoruz diye, kimse bizim kendini elinde dokunduğu yeri ve durumu aydınlatan sihirli lambalar bulundurduğunu sanan insanlar olduğumuzu düşünmesin. Bizler sadece, Marksist yöntemi uygulayarak gerçekliğin açıklamasına katkıda bulunmaya çalışıyoruz. Türkiye ve dünya ölçeğinde bu doğrultuda pek çok başka çabaların bulunduğunu da biliyoruz, bu yüzden de eleştiriye, tartışmaya ve polemiğe açığız. Geleneğimizin mirasından hareketle, Marksist teori ve politikaya katkılarımızın olacağını düşündüğümüz gibi, tartışmalar içinde pek çok öğrenecek şeyimizin olduğunun da bilincindeyiz. Özetle Mesafe’nin katkıda bulunanları, okurları ve eleştirmenleriyle birlikte, devrimci Marksizm okulunun bir dersliği olmasını istiyoruz. Eylemin çözümlendiği ve eylem önerilerinin geliştirildiği; öğretmenlerinin öğrenci sıralarında oturduğu ve öğrencilerinin yeti kazanıp kürsüye çıktığı bir derslik. En azından çabamız bu doğrultuda olacak. Bu “Sunuş”u okuyanlar, ellerinde tuttukları yayın hakkındaki kararlarını, bu satırlardan çok yayının içeriğine bakarak vereceklerdir. Bu satırlarda ifade edilen hedeflere ulaşmakta bizlere yeterli zamanı tanıyacakları ve katkıda bulunacakları inancıyla, Merhaba!
4
Sosyalist Düşünce Dergisi
Bu sayı
Bu sayı
Dergimizin ilk sayısında dosya konusu olarak Filistin’i belirledik. Dünya kapitalizminin ana merkezlerinin (ABD, Avrupa Birliği, Japonya, Çin ve Uzakdoğu Asya) şiddetli bir ekonomik bunalımla sarsıldığı bir tarihsel anda yayımlanmaya başlayan bir analiz dizisinden belki de ilk olarak bu krize el atması, onu çözümlemeye çalışması beklenebilirdi. Bu mantıklı da olurdu. İlk dosya konusu olarak Filistin’i seçmemizde ise, bu yayın dizisi projesinin doğma anında, Siyonist İsrail devletinin Gazze üzerindeki ırkçı ve sadist saldırısının tüm şiddetiyle sürüyor olması ve Gazzelilere yaşatılan insanlık dışı trajedinin sadece biz devrimci Marksistleri değil, insan zekasına ve vicdanına sahip olan herkesi bir ret ve nefret çığlığına boğmuş olmasının elbette etkisi vardı. Ama tek, ya da ana neden bu değildi. Dünya ekonomik krizinin niteliği ve şiddeti, parasal ayarlamalarla ve basit sübvansiyonlarla onun üstesinden gelinemeyeceğine işaret etmekte. Krizin bu yanını bir sonraki dosyamızda incelemeye çalışacağız, ama daha kriz bütün boyutlarıyla ortaya çıkmadan önce bile, gelişkin ülke burjuvazilerinin tüm çıplaklığıyla gördüğü ve elbette Marksizmin başından beri uyardığı bir gerçeklik vardı: 1929’dan bu yana dünya kapitalizminin yaşadığı en derin yapısal kriz olan mevcut sarsıntının, gene kapitalizm çerçevesinde aşılabilmesinin, ancak politik düzlemde olanaklı olduğu. Düşen kapitalist kâr oranlarının yeniden yükselişe geçmesi, bir anlamda, dünya ölçeğindeki bazı üretim sektörlerinin yıkıma uğramasına bağlı. Bunun yol açabileceği felaketler yalnızca yoksullaşan, açlık çeken kitlelerin yaşayacağı (daha doğrusu yaşamakta olduğu) insanlık dramlarıyla sınırlı değil. Bu insanlar içine itildikleri koşullara direnebilirler, isyan edebilirler; gündeme örgütlü olmayan toplumsal kaoslar, ayaklanmalar, devrimler ya da savaşlar gelebilir (nitekim bunların işaretleri de yok değil; BM istatistiklerine göre 2008’de dünyada 115 savaş hali yaşanmış). Emperyalizmin bütün bu politik keşmekeşi denetimi altına alması, direniş odaklarını bastırabilmesi, olanaklıysa yok edebilmesi gerekiyor. İşte bu direnişin merkezlerinden biri, şu anda en önemlisi, Ortadoğu; ve onun da içinde yakıcı olarak gündemde olan, Filistin direnişi. Filistin halkının mücadelesini ve bu mücadelenin yol açabileceği olasılıkları incelemenin önem taşıdığını düşünerek, onu ilk dosya konumuz olarak seçtik. Dosyanın ilk yazısında Muhittin Karkın, Gazze Saldırısının Bilançosu başlığı altında, Siyonist İsrail’in Gazze’ye saldırısının hangi koşullarda ve hangi hedeflere yönelik olarak gündeme gelip düzenlendiğini; buna karşı direnişin, daha doğrusu Gazzelilerin ayakta ve hayatta kalma çabalarının çerçevesini inceliyor. Yazıda, Batı Şeria merkezli Filistin Ulusal Yönetimi ile Hamas’ın saldırı sırasındaki tutumları, diğer Arap ülYaz | 2009 -
5
Bu sayı kelerinin tavırlarıyla ilişkilendirilerek çözümleniyor. Ve nihayet buradan hareketle, Filistin’in önünde açılan yeni politik olasılıklar tahlil ediliyor. Doğal olarak, İsrail’in Gazze saldırısı, Siyonizmin ne ilk ne de son cinayeti. Erol Yeşilyurt, İki Devlet Çözümünün Kaçınılmaz İflası başlıklı yazısında, İsrail devletinin daha doğuşundan itibaren içinde taşıdığı Siyonist saldırganlığı ve yayılmacılığı tarih çerçevesinde anlatıyor. Yazıdan açıkça görülebileceği gibi, İsrail Filistin’de asla bir “çözüm”den yana değil; Siyonizmin tarihsel hedefi Büyük İsrail’in yaratılması ve bu amacına yönelik olarak da, bölgenin Filistinli Araplardan “temizlenmesi” gerekiyor. Bu anlamda, “iki devlet çözümü” emperyalizmin ve bazı uzlaşmacı Arap önderliklerinin kitleleri yanıltmakta kullandıkları bir aldatmacadan başka bir şey değil. Sonuç? Yazının başlığından itibaren belli... Bu sonuçları Muhittin Karkın, Filistin’de Sürekli Devrim başlıklı tezlerde topluyor. Dosyaya, Filistin sorununun yakıcı olarak tarihin gündemine girdiği ilk yıllara ait üç adet Dördüncü Enternasyonal belgesi dahil ettik. Enternasyonal’in o dönemdeki Filistin seksiyonuna ait iki belge ve bir adet Filistin Raporu, İsrail devletinin Birleşmiş Milletler kararıyla kuruluş sürecini, Siyonizmin niteliğini, çeşitli Arap devletlerinin, tabii bu arada emperyalizm ile o dönemin Sovyetler Birliği’nin tutumlarını, bölgenin toplumsal ve ekonomik özellikleriyle birlikte bizlere anlatıyor. Bu belgelerin en önemli özelliği, devrimci Marksizmin Filistin sorununa daha başından itibaren sınıf temelinde yaklaşmış ve çözümü Filistinli tüm emekçi kitlelerin (Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan) devrimci iktidarında görmüş olduğunu bizlere bir kez daha anımsatması. Devrimci Troçkist önderlerden Nahuel Moreno ile “Nazizm, Aparthayd ve Siyonizm Üzerine” yapılan görüşmede Moreno, kapitalizmin yeni kölelik ilişkilerine dayalı yeni bir sömürü sistemine dönüşme olasılığından söz ederken, kendine örnek olarak Güney Afrika’daki ırk ayrımcı rejimin yanı sıra, Siyonist İsrail devletinin Filistin’deki uygulamalarını alıyor. İnsanlık adına son derece korkunç bir gelecek tehlikesine işaret eden bu varsayımın üzerinde düşünülmesinin, İsrail devletinin niteliğinin daha iyi kavranması açısından yararlı olacağına inanıyoruz. ABD’li muhalif ilerici aydınların önde gelenlerinden olan Noam Chomsky’nin “Bütün Yaratıkları Öldürün” başlıklı makalesinde önerdiği iki devletli çözüm önerisini paylaşmıyoruz; bunu olanaklı da görmüyoruz. Ancak Chomsky, “içeriden” bir bakışla (gerek ABD’li, gerekse Yahudi kimliğiyle) Siyonist saldırının ABD ilişkisini, saldırının sadist ve insanlık dışı niteliğini son derece zengin bir biçimde sergiliyor ve belgeliyor. Yazıda, İsrail propaganda mekanizmasının ürünlerinin nasıl kolayca çürütülebileceğini, zira sadece temelsiz değil, aynı zamanda yalana dayalı olduğunu görmek de olanaklı. Politik görüşlerini paylaşmasak da, gerçekliği kavramamıza katkıda bulunan yazarların bu tip çalışmalarının dosyalarımızı güçlendireceğini, tartışmalarımızı zenginleştireceğini düşünüyoruz. Kürt Marksist yazar Recep Maraşlı’nın “Büyük Felaket” mi, “Soykırım” mı? başlıklı makalesinde, son dönemde Türkiye’de bazı aydın çevrelerin başlattığı “Ermeni kardeşlerimizden özür diliyorum” kampanyasına ilişkin dile getirdiği sorgulamanın, ülkedeki demokratik çevrelerin “çekingenliğini” sergilemesi açısından ilginç ve yararlı olduğunu düşünüyoruz. Gerçekliği kendi adıyla tanımlamayan bir demokrasi olanaklı mı? Ya da daha doğrusu, demokrasi için mücadelede baskının sahiplerini “gücendirmeyen” bir yol olanaklı mı? Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Ermeni Soykırımı adlı kitabın yazarı Maraşlı, sorunun sinir merkezlerini gün ışığına çıkarıyor. Elinizdeki bu yayının önde gelen politik duyarlılıklarından biri de kadın ve onun mücadelesi sorunudur. Yakın bir gelecekte bu konuyu başlı başlına bir dosya çerçevesinde ele almayı düşünüyoruz; bununla birlikte, her sayımızda, kadın üzerinde uygulanan sömürü, baskı ve şiddetin can alıcı noktalarına değinmek, bunların nite6
Sosyalist Düşünce Dergisi
Bu sayı liğini kavramak ve erkek egemenliğine karşı mücadelenin yollarını tartışmak gayreti içinde olacağız. Bu sayımızda iki konu var: Namus cinayetleri ve son dönemde Güney Kürdistan’da kabul edilen “çok eşlilik” yasası. Cemre Sava, Namus‘lu’ Sistemler, Namus‘suz’ Kadınlar Üzerine başlıklı yazısında, “namus” ve “töre” kavramlarını kadına yönelik işlenen cinayetler ve “sistem” bağlamında açımlıyor. Bunu yaparken de, kendi ifadesiyle, “bu sorunların en önemlilerinden birine –namus cinayetlerine- ilişkin farkındalığın, bir görünür kılma çabasının naif bir ifadesi olarak”, Tarık Ali’nin Pakistan’da Namus Cinayetleri başlıklı yazısını tanıtmış, ona bir giriş yapmış oluyor. Benzer bir farkında olma çağrısını da Solin Hacador, Irak’taki Kürdistan yerel parlamentosunun kabul ettiği çok eşlilik yasası konusunda yapıyor. Hocador’un çok haklı olarak “utanç verici” diye tanımladığı bu yasa girişiminin, Kürt kadınınca geri püskürtüleceği umudunu, inancını taşıyoruz. Gelecek sayıda buluşmak dileğiyle...
Yaz | 2009 -
7
Dosya
Gazze Çarpışmasının Bilançosu
Yusuf Barman
27 Aralık 2008 sabahı İsrail’in Gazze’ye hava bombardımanları düzenlemesiyle başlayan ve üç hafta süren saldırısı, 19 Ocak 2009 günü hava akınlarının durması ve kara birliklerinin mevzilerine geri çekilmesiyle sona erdi. Saldırının bilançosu çeşitli açılardan değerlendirilebilir. Her şeyden önce Siyonist Devlet tarafından işlenmiş müthiş bir insanlık suçu söz konusu: İsrail uçakları, tankları ve kara birlikleri, 417’si çocuk 1,346 Filistinliyi katlettiler; 1,855’i çocuk ve 795’i kadın olmak üzere 5,450 kişiyi sakat bıraktılar; yerleşim bölgelerinde sivil halka karşı uluslararası hu kuk tarafından yasaklanmış beyaz fosfor mermileri, ve bazı mahallelerde de zehirli gaz silahları ve Dime denilen ağır metal (örneğin tungsten) patlayıcı karışımları kullandılar; 70 bin Filistinliyi göçe zorladılar. Bombardımanlar sonucunda, içlerinde okul ve hastaneler de olmak üzere 4 bin bina tamamen tahrip oldu (450 konut tanklar tarafından bilinçli bir biçimde yıkıldı), 14 bini aşkın yapı da kullanılmaz duruma geldi; bin kadar fabrika ve atölye yıkıma uğradı; bölgenin elektrik, su ve kanalizasyon altyapısı, sanayi tesisleri, haberleşme ve ulaşım sistemi imha oldu.1 Saldırının politik bilançosu ise, Gazze halkı ve direnişi açısından tamamen olumlu. Siyonist Devlet Gazze halkını dize getiremedi, teslim alamadı. Direniş tüm olanaklarıyla saldırıya karşı koydu, bütün direniş örgütleri (Hamas, İslami Cihad ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi –FHKC- başta olmak üzere) düşmanla sonuna kadar savaştı. İsrail, Batı Şeria’daki Filistin Ulusal Yönetimi ve emperyalizm-siyonizm işbirlikçisi bazı Arap devletlerinin (başta Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan olmak üzere) beklediğinin tersine, Gazze’de Hamas yönetimi yıkılmadı, savaşın ve savaş sırasında kamu düzeninin yönetimini elinden kaçırmadı. Gazze yönetimi ve direniş yanında yer alan diğer politik örgütler, Siyonist Devlet’in tüm yıkıcı gücüne karşın, saldırı öncesinde ateşkes için ileri sürdükleri koşullardan (özellikle Refah kapısının açılması ve Gazze üzerin deki ablukanın kaldırılması) taviz vermediler. Gazze halkının ve direniş örgütlerinin bu kararlılığı karşısın8
Sosyalist Düşünce Dergisi
Gazze Çarpışmasının Bilançosu da Siyonist Devlet, Barack Obama’nın ABD başkanlık yemini törenini bahane ederek, saldırıya şimdilik son vermek zorunda kaldı. Bu açıdan, İsrail’in 2006’da Lübnan’dan sonra bu kez de Gazze’de yenilgiye uğramış olduğunu söylemek abartı olmaz. Siyonist Devlet, dünya kamuoyunda da büyük bir yenilgi aldı. Gerçekleştirdiği katliamlara gösterdiği gerekçeler (Hamas’ın terörist bir örgüt olması ve İsrail topraklarına ev yapımı roket fırlatması) yalnızca ikna edici olmamakla kalmadı, Hamas’ın Gazze’de demokratik seçimlerle işbaşına gelmiş bir politik örgüt olduğu ve roket atışlarının da işgal güçlerine karşı meşru bir direniş niteliği taşıdığı bilgisi kitlelere ulaştı. Hugo Chavez ve Evo Morales’in İsrail büyükelçilerini sınırdışı etmeleri, sembolik niteliğine karşın, Gazze halkına yalnız olmadıklarına ilişkin moral güç aşıladı (buna daha sonra Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta Şimon Peres karşısındaki tutumu da eklenebilir). Ama daha da önemlisi, İsrail saldırısının birçok ülkede halk yığınlarınca protesto edilmesiydi; Müslüman olmayan ülkelerden özellikle ABD, İngiltere, İspanya, Norveç, Yunanistan, Almanya, Fransa, İsviçre, İtalya, Panama, Venezuela, Şili, Güney Kore ve Hong Kong’da, ABD’nin 2003’teki Irak saldırısı sırasında görülene benzer çapta kitle seferberlikleri yaşandı2. ABD’de New York, Chicago, Dallas, Miami ve Boston’daki gösterilere Siyonist olmayan Yahudi kitlelerin de katılması, İsrail’de ise Kudüs ve Tel Aviv’de 150 bin İsraillinin kendi devletlerinin politikasına isyanı, Siyonizmin ırkçı söyleminin dünya Yahudileri arasında yara almakta olduğuna işaret ediyordu. Müslüman nüfuslu ülkelerde ise Malezya, Endonezya, Sudan, İran, Libya, Suriye, Lübnan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün ve Mısır’daki seferberlikler son derece kitlesel ve militan bir nitelik taşıyordu. Özellikle Ürdün ve Mısır’daki gösteriler aynı zamanda, Siyonizm yanlısı politikalar izleyen Kral Abdullah ve Hüsnü Mübarek diktatörlüklerine karşı protestolara dönüştü. Batı Şeria’daki Filistinlilerin Gazze halkını desteklemek için düzenledikleri gösteriler, İsrail saldırısının Hamas’ın Gazze’den silinebilmesi için bir fırsat olduğunu düşünen Mahmud Abbas (Abu Mazen) yönetimince bastırılmak istendi. Ne var ki, Siyonizm yanlısı ve direniş karşıtı tutumları nedeniyle Abbas ve Mübarek yönetimleri kitlelerin nezdinde politik açıdan o denli büyük bir prestij yitimine uğradılar ki, bütün bir Avrupa Birliği, Sarkozy önderliğinde onların yardımlarına koşmak zorunluluğunu hissetti. Suriye’deki gösterilerde ise bir bölüm kitlenin Bin Laden fotoğraflı El Kaide pankartları açması, Beşşar Esad yönetimini rahatsız etti. Siyonist saldırı boyunca ABD’nin sessizliği dikkat çekiciydi. Her ne kadar George Bush ve Barack Obama, “İsrail’in Gazze’den gelen roket atışlarına karşı kendini koruma hakkının bulunduğu” yolundaki açıklamalarla saldırıyı pasif biçimde desteklemişlerse de, Washington yönetimi krizin İsrail’in koyduğu hedefler doğrultusunda çözümüne yönelik etkin bir politika geliştirmedi, geliştiremedi. Bush, üzerindeki “Irak katili” yaftasını unutturup kendisini “barış inşacısı” olarak tarihe geçireceğini umduğu 2007 Annapolis anlaşmasının Gazze’deki yıkıntılar altında kaldığını gözlemekle yetinmek zorunda kaldı. Obama ise, “ABD’nin tek bir Başkanı vardır ve o da henüz George Bush’tur” mazeretiyle, Siyonist saldırıyı desteklemekten başka bir seçeneğinin olmadığı gerçeğini diplomatik kibarlık ardında saklamayı yeğledi. Özetle, Siyonist Devlet’in Gazze saldırısı ve Gazze halkı ile direniş örgütlerinin kahramanca mücadelesi ve zaferi, bölgede gerek emperyalizm gerekse Arap devletlerince yıllardan beri kapalı tutulmaya çalışılan Pandora’nın kutusunun kapağını patlattı. Açığa çıkan ve pek de denetim altında olmayan enerjinin karşısında yönetim merkezlerinin ve güçlerinin yeni yönelişlere girmesi gerekecek. İsrail’de Şubat ayında düzenlenen seçimlerde aşırı sağ ve faşist eğilimli partilerin üstünlük sağlaması bunun ilk işaretlerinden biri oldu. Bu satırların yazıldığı günlerde Kahire’de, Hamas ile El Fetih arasında sürdürülmekte olan görüşmelerin vereceği sonuç da bölgede gerçekleşecek yeni biçimlenmenin önemli bir unsuru olacak. Barack Obama’nın yeni Ortadoğu özel temsilcisi olarak eski senatör George Mitchell’i ataması, ABD’nin kukla Yaz | 2009 -
9
Gazze Çarpışmasının Bilançosu bir Filistin devletçiğinin yaratılmasını hedefleyen, ama bir yandan Siyonist yayılmacılık ve öbür yandan Filistin direnişinin sarsılmazlığı karşısında geçersizleşen 1995 Oslo Antlaşması’nı tekrardan canlandırmayı planladığına işaret ediyor. Bölgedeki bütün bu dinamiklerin ipuçlarını, üç haftalık Gazze çatışmasının çevresinde yakalamak olanaklı. Ortadoğu devriminin en önemli bileşenlerinden biri olan Filistin halkının mücadelesi, bu devrimin perspektiflerine ve buna ilişkin olarak devrimci Marksizmin önümüzdeki dönemdeki görevlerine ışık tutacaktır. Ateşkes Neden Yenilenmedi? Siyonist Devlet ile Hamas arasında 19 Haziran 2008’de Kahire’de varılan anlaşma, esas olarak İsrail’in Hamas’ı resmen tanımaması, daha doğrusu onu bir “terörist örgüt” olarak kabul etmesi nedeniyle, ama bir yandan da Hamas’ın Siyonistlerle bir anlaşmaya imza atıyor görünmekten kaçınması yüzünden yazılı hale getirilmemişti. Mısırlı yetkililer ise anlaşmanın içeriğini, karşılıklı düşmanca eylemlere acilen son verilmesi; üç gün içinde Gazze’ye sınırlı mal girişine izin verilmesi; on gün sonra da, mühimmat ve patlayıcı maddelerin dışında her türlü mal giriş çıkışını serbest bırakacak biçimde Gazze ile İsrail arasındaki tüm kapıların açılması biçiminde açıklamışlardı. Taraflar, antlaşmadan üç hafta sonra da, esir değişimi ve Gazze’nin dünyaya penceresi olan Refah kapısının açılması konusunda görüşmelere başlayacaklardı. Hamas ise, anlaşmaya ilişkin olarak Carter Merkezi yöneticilerinden profesör Robert Pastor’a ilet tiği kendi yorumunda, ateşkes süresinin altı ay olduğunu bildiriyordu; Hamas altı ayın sonunda anlaşmanın Batı Şeria’yı da kapsayacak biçimde genişletilmesini istemiş, ancak bunu İsrail’in reddetmesi üzerine ateşkesi sadece altı aylığına kabul etmişti. Ateşkes kuşkusuz İsrail’in nihai olarak varmak istediği nokta değildi, ve koşullarına da asla uymayacaktı. Böylesine geçici bir anlaşmayı sadece Hamas’a ilişkin enformasyonunu güçlendirmek için istemiş, kabul etmişti. Haaretz gazetesinin İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’a yakın kaynaklardan aldığı bilgiye göre Bakan, Savunma Kuvvetleri’ne daha altı ay öncesinden, hatta ateşkes görüşmelerinin başlamasından önce, operasyona hazırlanma talimatı vermişti.3 Barak, ateşkesin Hamas’a İsrail ile ciddi bir çatışmaya hazırlanması için zaman tanıyacağını, ama böyle bir zamana İsrail’in de gereksinimi oluğunu ifade etmiş ve buna yönelik olarak da, Hamas’ın ve diğer direniş örgütlerinin güvenlik altyapısına ilişkin ayrıntılı enformasyon toplanmasını istemişti. İsrail gizli servisinin bu çalışması sonucunda da Gazze’deki askeri üsler, silah depoları, üst düzey yöneticilerin ikametgahları ve diğer tesislerin koordinatları belirlenmişti. Kasım ayına gelindiğinde, Siyonist Devlet tüm planlarını hazırlamış ve saldırı anını gözler duruma geçmişti. Ateşkesi uzatmayacak, ama dünya kamuoyunda bunun sorumlusunun Hamas olduğu izlenimi yaratacak koşulları oluşturmaya yönelecekti. Hamas’ın ise böylesine bir ateşkese gerçekten gereksinimi vardı. Sadece Siyonist Devlet’in güvenilmez bir düşman olduğunu ve askeri açıdan en kısa sürede ciddi bir saldırıya hazırlanmak zorunluluğunun bulunduğunu bildiğinden değil. Ama aynı zamanda, Gazze içindeki yönetimini de sağlamlaştırmak durumundaydı. Mart 2006’da düzenlenen seçimler sonucunda işgal altındaki topraklarda hükümet olduğu andan itibaren Siyonist Devlet ile ABD ve Avrupa emperyalizminin baskısı altında kalmış, Şubat 2007’deki Mekke Antlaşması uyarınca iktidarı Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile paylaşmayı kabule zorlanarak bir Ulusal Uzlaşma Hükümeti’nin kurulmasını onaylamış, ama Haziran 2007’de Mahmud Abbas yönetiminin darbe girişimine karşı Gazze’de iktidarı ele aldığında, sadece İsrail ve emperyalist ülkeler karşısında değil, Arap dünyasında da birden yalnızlığa itilivermişti. Şimdi yönetim kurumlarını yeni den inşa etmek, milis güçlerini, savunma birlikleri ve toplumsal güvenlik birimleri halinde yeniden biçimlendirmek, eski Filistin Özerk Yönetiminden kalan, özellikle El Fetih kökenli memurların boykot girişimlerinin üzerinden gelmek, belediye hizmetleri 10
Sosyalist Düşünce Dergisi
Gazze Çarpışmasının Bilançosu ile sosyal yardım kurumlarının faaliyetlerini yeniden örgütlemek gibi bir dizi yönetsel sorunu çözmek zorunluluğuyla karşı karşıyaydı. Öte yandan, Siyonist Devlet’in uyguladığı ambargo Gazze ekonomisini çöküntüye sürüklemiş, işsizlik yüzde 60’lara vararak toplumsal çöküntünün politik işaretleri belirmeye başlamıştı. Hamas’ın önderliğindeki İslami hareketin çevresinde gelişmekte olan burjuvazinin gereksinimi de, ekonomik ambargonun bir an önce en azından hafiflemesi, Gazze’yi İsrail’e ve dünyaya bağlayan kapıların ve kıyı şeridinin serbest ticarete açılması doğrultusundaydı. Hamas önderliği ise, bu amaca ancak uluslararası düzeyde kabul gördüğü oranda ulaşabileceğini biliyordu; yani önce Siyonist Devlet’in Hamas gerçeğini kabul etmesi, bunun için de Hamas’ın yıkılmadan çıkacağı kapsamlı bir çatışmanın yaşanması gerekiyordu. Hamas, böyle bir çatışmanın kaçınılmazlığı karşısında, bir yandan kısa süreli de olsa ateşkesi kabul ederek “barış yanlısı” çehresini özellikle Batı dünyasına göstermiş oluyor, bir yandan da ateşkes sürecinden savunma birliklerini buna hazırlamak ve silahlandırmak için yararlanmış oluyordu. Siyonist Devlet ateşkesin uzatılmamasının sorumluluğunu Hamas’a yüklemek için planladığı ilk kışkırtmasını 4 Kasım’da yürürlüğe koydu. Gazze sınırında, İsrail askeri kaçırmak için tasarlandığını iddia ettiği hayali bir tünel inşaatını bombalayarak 4 Filistinliyi öldürdü. Hamas bu saldırıya roket atışlarıyla karşılık verince de, Siyonist Devlet Barack Obama’nın “evime roket atılırsa kızlarımı korumak için her şeyi yaparım” diye ifade ettiği ünlü saldırı gerekçesini dünya kamuoyuna duyuracaktı: İsrail, Hamas terörist örgütünün saldırısı altındaydı ve kendisini korumak için her türlü araçtan yararlanması meşruydu. Oysa, 4 Kasım’a kadar olan ateşkes süresince Hamas, İsrail tarafına neredeyse tek bir roket atmamıştı; Siyonist Devlet’in ilk kışkırtmasını yürürlüğe koyduğu o tarihten ateşkes süresinin bittiği 19 Aralık’a kadar ise, Hamas’ın fırlattığı roket sayısı 300’e ulaşmıyordu (ateşkes öncesine tekabül eden altı ay içinde ise Hamas 2,278 roket atışı gerçekleştirmişti). Ve bu atışlar sonucunda tek bir İsrailli yaşamını yitirmemişti. Buna karşılık ateşkes sırasında Siyonist Devlet, Gazze içine 53 kara harekatı ve 19 kıyı bombardımanı gerçekleştirmiş, 28 Filistinliyi öldürmüş ve kıyı şeridine nakillerini engellediği 280 hastanın ölümüne neden olmuştu. İsrail’in bir iddiası da, Hamas’ın milislerini sürekli olarak silahlandırdığı, bu amaçla Mısır’a açılan tüneller inşa ederek silah kaçakçılığı yaptığı, hatta Mısır’ın buna göz yumduğu yolundaydı. Hamas ise, silah kaçakçılığı iddiasını reddediyor (bu iddiayı Mısır da yalanlıyordu), milislerin silahlandırılması sorununun ise ateşkes anlaşması koşulları arasında bulunmadığını söylüyordu. Asıl ateşkes koşullarını ihlal eden İsrail devletiydi: anlaşma gereği olan ambargonun kaldırılması ve kapıların açılması koşullarını yerine getirmemiş, Gazze’ye temel ihtiyaç malzemelerinin ancak yüzde 15’inin girişine izin vermişti. Bu nedenle de Filistin halkı çözümü Mısır topraklarına açılan tüneller inşa etmekte bulmuş ve Gazze ancak bu sayede açlıktan kurtulmayı başarabilmişti. İsrail, mühimmat yapımında kullanılıyor diye Gazze’ye çimentonun girmesini bile engellemişti; oysa asıl amacı bölgenin inşasını engellemek ve bu arada halkın yiyecek maddesi sağladığı tünellerin yapımını önlemekti. Bu koşullarda Hamas’ın, karşılığında hiçbir şey alamadığı bir ateşkesin uzatılmasını istemesi, hele bunu İsrail’in saldırısının kesin olduğunu bile bile yapması, Filistin halkının gözündeki direniş örgütü olma niteliğini zedeleyeceğinden, mümkün değildi. Özetle, İsrail Hamas’ı Gazze’den söküp atmak için saldırı planını çoktan hazırlamış, bunun için gerekli olan provokasyon ortamını şekillendirmiş ve dünya kamuoyuna “haklılığını” kanıtlayacak iddialarını oluşturmuştu. Siyonistler Hamas’ı ezebileceklerine gerçekten inanıyorlar mıydı? İsrail istihbarat servislerinin, Hamas ve diğer direniş örgütlerinin Filistin halkının direniş azmini ne denli temsil ettiklerine ilişkin analiz ve raporları gün ışığına çıkmış değil, ancak Siyonist Devlet’in “Dökme Kurşun Operasyonu” adını verdiği saldırının, kendi içinde yaşadığı politik krize çare olarak da düşünüldüğü ortada. İktidardaki Kadima partisinin lideri Ehud Olmert, karıştığı yol-
Yaz | 2009 -
11
Gazze Çarpışmasının Bilançosu suzluklar nedeniyle istifa etmek zorunda kalmış, parti lideri olarak onun yerine seçilen Dışişleri Bakanı Tzipi Livni ise partisinin oy kaybını önleyememiş ve 10 Şubat 2009’da düzenlenecek seçimlerde Kadima’nın iktidarı yitirmesi tehlikesi doğmuştu. Aynı olumsuz eğilimi, iktidar ortağı olan Savunma Bakanı Ehud Barak liderliğindeki İşçi Partisi de yaşamaktaydı ve hatta anketlere göre faşist İsrail Evimiz partisinin gerisine düşme olasılığıyla karşı karşıyaydı. Koalisyon hükümeti karşısında güçlenen parti ise, Binyamin Netanyahu’nun Likud’uydu ve diğer faşist ve aşırı sağcı partilerle birlikte hükümet olma olasılığına sahipti. Dolayısıyla, “şahince” bir Siyonist saldırı, hem 2006’da Lübnan’da Hizbullah karşısında alınan yenilgiyi unutturabilir, hem de aşırı sağ partilere gidecek oylardan bir kısmının Livni ile Barak’a yönelmesini sağlayabilirdi. Öte yandan, belli ki Siyonist Devlet, Hamas karşısında olası bir yenilgiyi de hesaplarına dahil etmiş ve geri çekilmenin Lübnan’da olduğu denli utanç verici biçimde gerçekleşmemesi için gerekli planı yapmıştı: Barack Obama’nın 20 Ocak’taki yemin töreni geri çekilmenin diplomatik kılıfını oluşturacaktı. Üç hafta boyunca süren hava ve kara bombardımanı ve tank harekatı sonucunda Gazze halkı yenilgi belirtisi göstermiş, Hamas’a karşı ayaklanmaya girişmiş, Hamas askeri ve politik önderliğini fiziki veya politik olarak yitirmiş olsaydı, İsrail’i askeri saldırısını sürdürmekten kimsenin alıkoyamayacağı, üstelik buna Obama’nın da ses çıkarmayacağı herkesin bildiği bir gerçekti. Gazze Direnişi Altı aylık ateşkes 19 Aralık’ta resmen sona erdiğinde İsrail, Hamas’ın roket atışlarını kesmediği, Hamas ise, İsrail’in ateşkes koşulları uyarınca ambargoyu kaldırmamış olduğu nedeniyle, yeni bir uzatmayı kabul etmeyeceklerini duyurdular. 27 Aralık saat 11:30’da İsrail jetleri, dört dakikadan daha kısa bir süre içinde, 50 ayrı hedefi bombalayarak 200 kadar Filistinliyi öldürdü.4 Saldırının ilk günlerinde İsrail jetleri, kumanda ve denetim merkezleri, toplum polisi binaları, İzzeddin el-Kassam üsleri, Hamas eğitim kampları, sahil güvenlik birimleri gibi noktalar ile roket imalat ve depolama tesisleri olduğu iddia edilen hedefleri yoğun bombardımana tabi tuttu.5 Bunun ardından saldırılarını Mısır sınırındaki tünel bölgelerine, Hamas üyelerinin ve parlamenterlerinin konutlarına, Hamas bürolarına ve Gazze’deki tüm hükümet tesislerine doğru genişletti. Siyonist Devlet, Hamas’ın çok geniş bir yelpazeye yayıldığını ve ona ilişkin her kurum ve tesisin terörizmle bağlantılı olduğunu, dolayısıyla bombalanan her noktanın İslami terörün altyapısını oluşturduğunu iddia ediyordu.6 Kara operasyonunun hemen arifesinde katledilen Filistinlilerin sayısı 430’u, yaralılarınki ise 2.200’ü aşmıştı.7 Siyonist Devlet, Hamas ve Gazze halkını gafil avlamak için elinden geleni yapmıştı. 24 Aralık’ta Gazze sorununu tartışmak üzere toplanan İsrail bakanlar kurulu toplantısını 28 Aralık’a ertelemiş, Hükümet saldırıdan bir gün önce, 26 Aralık’ta bölgeye bir miktar insani yardımın girmesine izin vermiş, hatta aynı günün gecesi Savunma Bakanı Ehud Barak, savaş öncesi ciddiyetle uyuşmayan bir biçimde televizyonda bir komedi programına katılmış ve bütün bunlarla Gazze’deki direniş örgütlerini yanıltmaya ve onları savunmasız yakalamaya gayret etmişti. Bu dezenformasyon çabasına Mısır ve Batı Şeria’daki Filistin Ulusal Yönetimi (FUY) de katılmıştı; saldırı kararının alındığı 24 Aralık İsrail bakanlar kurulu toplantısından sonra Livni, Kahire’ye giderek operasyonu Hüsnü Mübarek’e ve tabii onun aracılığıyla Mahmud Abbas’a duyurmuş, Mübarek ise Hamas yetkililerine, İsrail’in yeni ateşkes görüşmeleri için çatışmalara 48 saatlik bir ara verilmesini talep ettiğini iletmişti. Mısır yönetiminin bu yalanı onun Hamas’ı ve diğer direniş örgütlerini Gazze’den atmak için İsrail saldırganlığıyla yaptığı işbirliğinin açık bir deliliydi.8 Bununla birlikte, Hamas gafil avlanmadı. İçlerinde Türkiye’nin de bulunduğu bazı 12
Sosyalist Düşünce Dergisi
Gazze Çarpışmasının Bilançosu üçüncü ülkeler Hamas önderliğine, İsrail’in roket atışlarının sürmesi halinde geniş çaplı bir operasyon düzenleyeceğine ilişkin mesajını iletmişlerdi.9 25 Aralık günü Hamas’ın bütün üst düzey kadroları gizlendi; İslam Üniversitesi ve bakanlık binalarındaki bilgisayarlar ve diğer hassas malzemeler emin yerlere taşındı; bazı el-Kassam militanları üslerinden ayrıldı; toplum polisi birimleri geceyi karakolların dışında geçirmeye başladı. Bununla birlikte, İsrail saldırısı gene de beklenmedik bir anda, gece değil öğlen vakti saat 11:30’da başladı. Saldırının eş güdümlü bir biçimde ve bir dizi farklı hedefe bir anda yapılması da beklenenin ötesinde bir durum yaratmıştı. Hamas, en azından toplum polisi birimlerine saldırı beklemiyordu, öyle ki, 50’den fazla trafik polisinin öldürülmesi çatışmanın boyutlarını bir anda önceden tahmin edilenin ötesine taşıyıvermişti. Siyonist Devlet, Hamas’ın en güçlü yanlarından birini oluşturan toplumsal düzenin sarsılması, parçalanmasını hedef almıştı. Ona göre, el-Kassam Tugayları ile toplumsal kolluk kuvvetleri arasında bir fark yoktu ve hepsi birden Hamas’ın vurucu birimlerini oluşturuyordu. Oysa Hamas, aylar öncesinden başlayarak kendi silahlı milislerini kolluk kuvvetlerinden dikkatli bir biçimde ayırmaya girişmişti. Bu uygulamasının asıl nedeni de, El Fetih’te tespit ettiği bir hataya kendisinin düşmemesi çabasıydı. Filistin Özerk Yönetimi, El Fetih’i toplum polisi haline dönüştürmüş, Yönetim’in kendisi, uygulamaları sonucu kitlelerin nefretini kazanınca, İkinci İntifada sırasında onunla birlikte El Fetih de politik hareket olarak tahrip olmuştu. Şimdi Hamas, hükümetin kolluk kuvvetleri ile kendi milislerini ayrıştırarak, yönetimin hatalarının kendi politik hareketini, en azından silahlı milislerini etkilememesinin koşullarını yaratıyordu. Ne var ki Siyonist Devlet bu ayrımı dikkate almamış, silahlı veya silahsız tüm güvenlik birimlerine birden saldırarak toplumsal bir kargaşa yaratma çabasına girişmişti. Bu arada Hamas militanlarının evleri, silah depolandığı iddia edilen camiler, konutlar ve diğer binalar da tahrip ediliyordu. Siyonist Devlet çocukların, savunmasız kadınların ve yaşlı insanların telef olduğu bu katliamı gerçekleştirirken dünya kamuoyuna sistematik bir biçimde Hamas militanlarının “kendilerine savunmasız insanları kalkan ettiği” yalanını duyuruyordu. Üçüncü günün sonunda İsrail, Hamas’ın roket stoklarını yarı yarıya imha ettiğini ve roket fırlatma kapasitesine daha da ağır oranda darbe vurduğunu iddia ediyordu.10 Ama tüm ağır bombardımana karşın roket atışları sürdü ve bu direnişin salt hava saldırılarıyla önlenemeyeceği açığa çıktı. Öte yandan Gazze direniş örgütlerinin mücadelesi de kesintisiz devam etti, İsrail silahlı kuvvetleri ve haber alma servisleri direniş birimlerinin arasındaki iletişimi koparmayı başaramadı. El Aksa televizyonu seyyar vericilerden yayınına devam etti. İsrail uçaklarının hareketlerini, saldırılarını ve yardım gereken noktaları sistematik bir biçimde duyuran seyyar radyo vericileri de ağır kayıplara karşın frekanslarını korudular. Bununla da kalmadılar; Gazzeli hackerlar İsrail Savunma Kuvvetleri’nin haberleşme ağına girip İsrail askerlerine Gazze’ye saldırmamaları yolunda sürekli mesajlar ilettiler. Aslında çatışmanın kaderi bir anlamda 31 Aralık gecesi Gazze başbakanı İsmail Haniya’nın yaptığı radyo konuşmasından sonra belli olmuştu. Haniya Gazzelileri “sağlam durmaya” davet ederek Filistin halkının direniş ruhuna seslenmiş ve Gazzeliler de bu çağrıya aynı biçimde yanıt vermişlerdi. Halkın yüzde 80’i kendi kendini besleyemez ve insani yardıma ihtiyaç duyar hale gelmiş ve bölgede açlık sorunu doğmuş olmasına rağmen, Siyonistlerle birlikte başta FUY ve Mısır olmak üzere işbirlikçi Arap rejimlerinin beklediği Hamas karşıtı ayaklanma bir türlü gerçekleşmiyordu. Binlerce konut tahrip olmuş, sağlık sistemi üstüne binen yükü taşıyamaz hale gelmişti. Tüm Gazze’de un ve yakıt yokluğu nedeniyle sadece on ekmek fırını üretim yapabiliyordu. İçme ve atık su sistemleri bombalanmış, bölge hemen tümüyle elektriksiz kalmış, karanlığa bürünmüştü.11 Bütün bunlar sadece Gazze halkının saldırgana ve işbirlikçilerine karşı öfkesinin artmasına yol açıyordu. Hükümet dairelerinin, başbakanlık konutunun, parlamento binasının, maliye, adalet ve eğitim kuruluşlarının, kamu güYaz | 2009 -
13
Gazze Çarpışmasının Bilançosu venliği tesislerinin bombardıman edilmesi Gazzelilerin, Siyonist Devlet’in hedefinin sadece Hamas değil, tüm Filistin halkının kazanımları olduğunu anlamalarına yardımcı oluyordu. Özetle, Gazzeliler Hamas’a karşı ayaklanmadılar, direnişe katıldılar. Siyonist saldırı başarısızlığa uğramıştı. Hamas, saldırının ilk başladığı andan itibaren derhal savaş düzenine geçti. Yönetim merkezi bombardıman sonucunda imha olunca iç güvenlik kuvvetlerini yeniden toparladı ve örgütledi. El-Kassam Tugayları ve bir bölüm toplum polisi, sivil giysilerle sokakları denetlemeye başladılar. Kamu düzeninin sarsılmasını engellediler, herhangi bir yağma girişimine olanak tanımadılar; hapishaneler tahrip olduğundan, tutukluları özel apartman dairelerine yerleştirdiler. Bir bölüm güvenlik kuvveti de ekmek kuyruklarını ve hastanelerdeki izdihamı düzene soktu. El-Kassam Tugayları içinde de görev bölüşümüne gidildi. Bazıları yeraltına çekilerek Siyonist kara birliklerine karşı mücadeleye önderlik ettiler, roket atışlarını sürdürdüler. Diğerleri İsrail uçaklarını izleyerek radyo aracılığıyla uyarı duyurularını yayınladılar. Bir diğer bölümü de ikişer üçerli, yaya veya motosikletli birimler halinde sokakları denetledi. Komuta ve koordinasyon birimleri, özel konutlarda ve yeraltında faaliyet gösterdi. Siyonist düşmanın planı, Gazze halkının Hamas’a karşı ayaklanması anında El Fetih’in iktidarı ele geçirmesiydi; bu amaçla Mısır sınırına 400 kadar El Fetih militanının konuşlandırıldığı ve bu kuvvetlerin belirli bir anda sınırdan giriş yaparak Gazze’deki Mahmud Abbas yanlılarıyla birlikte darbe gerçekleştirmeye hazırlandıkları söyleniyordu.12 Ama Hamas güvenlik birimleri, Gazze’deki El Fetih yanlılarını derhal yakın takibe aldı; düşmanla işbirliği yaptığı tespit edilenlerden bazıları konutlarında göz hapsinde tutuldu. Bazı Batılı basın organlarının iddialarının aksine, Hamas’ın El Fetih yanlılarını infaz etmekte olduğuna ilişkin iddialardan hiçbiri herhangi bir tarafsız kuruluş tarafından kanıtlanamadı. Öte yandan, Siyonist Devlet ile Mahmud Abbas yönetiminin bel bağladığı Gazzeli El Fetih yanlısı aile ve aşiretlerden hiçbirisi ayaklanma girişiminde bulunmadı. Tam tersine, bu kesimlerin İsrail ile birlikte Mısır ve Abbas yönetimine karşı tepki geliştirdikleri, hatta bazılarının direnişe katıldığı gözlendi. Siyonizmin giriştiği kitle katliamının sadece Hamas’ı değil, tüm Filistin halkını ve onun haklarını hedef aldığı son derece açıktı. Böylece, ne Gazze direnişi ezilebildi, ne Hamas Gazze’den kovulabildi; sonuçta Siyonist birlikler, Barack Obama’nın yemin töreninin arifesinde geri çekildiler. Siyonist saldırının sonucunu Suriye devlet başkanı Beşşar Esad Lübnan televizyonuna şöyle özetliyordu: “Lübnan’a veya Gazze’ye karşı savaşın hedefi binaların yıkılması idiyse, evleri barkları tahrip eden düşman galip gelmiştir. Eğer amaç sivillerin öldürülmesi idiyse, bu durumda da galip gelen düşmandır. Ama eğer amaç Direniş’i ezmek, direnme ve ayakta kalma anlayışını yok etmek, veya Direniş’i bir bütün olarak ortadan kaldırmak idiyse, bu durumda yenilmiş olan düşmandır.”13 Hamas, Nereye Kadar? Siyonist işgal birliklerinin yüzlerce Gazzeliyi öldürüp, binlerce konutu ve bölgenin cılız ekonomisini ve altyapı tesislerini tahrip etmenin dışında asıl politik hedeflerine (Hamas ve diğer direniş örgütlerinin ezilmesi, Gazze’nin yönetiminin Mısır’a ya da Mahmud Abbas’a devredilmesi...) ulaşamadan geri çekilmesi, kuşkusuz Hamas’ın Filistinli kitlelerin gözündeki prestijinin artmasına neden oldu. El Fetih içinde bile Abbas’ın politikalarının eleştirilmeye başlandığı bir noktada, bu durum Hamas’ın kendisini hem Siyonist düşman, hem de onun Filistinli işbirlikçileri karşısında daha güçlü hissetmesine neden olmuş durumda. Bununla birlikte, Filistin halkının direniş ruhu bir yandan Hamas’a İsrail karşısında güç kazandırırken, bir yandan da üzerinde etkiyen müthiş bir baskıya dönüşmekte. Zira, Hamas kitlelerin önderliğini Yaser Arafat yönetiminin FKÖ’nün temel 14
Sosyalist Düşünce Dergisi
Gazze Çarpışmasının Bilançosu kuruluş amacı olan Siyonist Devlet’in yıkılması hedefini terk etmeye başladığı bir süreçte üstlenmiş, Birinci İntifada’da (1987-1993) önemli bir rol oynadıktan sonra, 1993’te FKÖ’nün İsrail Devleti’ni resmen tanıdığı Oslo Antlaşması’na karşı çıkmıştı. Oslo Antlaşması’nı tanımamak, onun yarattığı kurumları da tanımamak anlamına geldiğinden Hamas, 1996’daki Filistin Özerk Yönetimi seçimlerine katılmamış, ancak bu kurumların dışında kabul ettiği yerel seçimlere katılarak, pek çok bölgede belediyelerin yönetimini üstlenmişti. Ama bir yandan belediye yönetimlerinin idare ve ekonomik açılardan FUY’a bağımlı olması, öte yandan 2004 sonunda Arafat’ın ölümüyle FUY’u üstlenen Mahmud Abbas’ın Hamas’ı Oslo düzenine entegre etme politikaları ve nihayet, Filistin burjuvazisinin Hamas’tan İsrail ile sürekli çatışma haline son verecek bir “çıkış yolu” talep etmeye başlaması, İslamcı hareketin önce FKÖ ile bir ateşkes ve pazarlık sürecine (2005) girmesinde etkili olmuş, ardından da 26 Ocak 2006’daki FUY yasama organı seçimlerine katılarak, kendisinin de beklemediği bir biçimde (yüzde 50’nin üzerinde bir oy oranıyla) iktidar olmasına yol açmıştı.14 Bütün bu süreç, hatta Hamas’ın 2007’de FKÖ’nün darbe girişimine karşı koyup Gazze’de tek başına iktidarı ele geçirmesi bile, onun kabul etmediğini söylediği Oslo ürünü “Filistin Devleti” kurumlarına katılmış ve hatta onun meşruiyetini savunmakta olduğuna işaret ediyor. Tam da bu nedenle Hamas, 2006 seçimlerinde iktidar olduktan hemen sonra, İsrail Devleti’nin yıkılması fikrini “uzun vadeli bir hedef” haline dönüştürmüş; ne zaman ve hangi araçlarla gerçekleşeceği belli olmayan bu hedefinin hayata geçmesine kadar geçecek süre için de, Siyonist Devlet’e “uzun vadeli bir ateşkes” önerisinde bulunmuştu. Bu ateşkes önerisinin koşulları da, İsrail’in 1967 öncesi sınırlara çekilmesi, Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olması ve mültecilere yurtlarına dönüş hakkının tanınması gibi FKÖ’nün de savunduğu bir dizi Birleşmis Milletler kararının uygulanmasından oluşuyordu. Üstelik, Hamas lideri Halid Meşal, örgütünün FKÖ’nün imzaladığı “anlaşmalara sadık kalacağı”nı belirterek Oslo Antlaşması’nı tanıdıklarını açıkça beyan ediyordu.15 Ama bunların hiçbiri, hatta Hamas’ın 2007 başında El Fetih ile Mekke’de anlaşarak, İsmail Haniye başbakanlığı altında bir “ulusal uzlaşma hükümetini” kabul etmesi bile Siyonist Devlet’i ikna etmedi. Etmedi, çünkü Hamas hâlâ Filistin halkının, FKÖ’nün kuruluş amacı (demokratik, laik ve ırkçı olmayan tek bir Filistin devleti) doğrultundaki direniş iradesini temsil ediyordu, dolayısıyla da Siyonizm, Büyük İsrail Yahudi Devleti idealinin önündeki bu engeli yıkmak durumundaydı. Hamas’ın Siyonist Devlet’le birlikte yaşamayı kabul etmesi, İsrail Yahudi devletinin yıkılması fikrini bir hayale dönüştürmesi yetmiyordu, zira bu hayal Filistin halkının varoluş kaynağıydı. Dolayısıyla, Hamas’ın kimliğinde, Filistin halkının gelecek umudunu öldürmek için önce ambargo cezalandırması, ardından 27 Aralık 2008’de başlatılan katliam geldi. Hamas için temel sorun, bir yandan kendisini iktidara getiren Filistinli kitlelerin direniş azmine sadık kaldığını gösterebilmek, diğer yandan da burjuva yönetim organları çerçevesinde iktidar olabilmek ve uluslararası kabul görmek. Siyonist Devlet’in ve ABD emperyalizminin baskıları bu iki hedefin bir araya getirilmesini olanaksız kıldıkça Hamas –tıpkı Lübnan’da Hizbullah’ın yaptığı gibi- çıkışı, kendisine meşruiyet sağlayacak bir “ulusal birlik hükümetinin” oluşturulmasında aramakta, bu da onu FKÖ’nün yeni programını (Siyonist Devlet’in kabulü ve Oslo Antlaşması koşulları) zımnen de olsa kabule sürüklemekte. Gazze direnişinden güçlenmiş olarak çıkmakla birlikte, Mısır’ın önderliğinde tekrar El Fetih ile Kahire’de barış görüşmelerine oturması bu sürecin açık bir göstergesi. Aslında, Hamas daha saldırı başlangıcında, 27 Aralık günü bu niyetini belli etmişti. El Cezire televizyonuna çıkan Halid Meşal, Filistin halkını İsrail’e karşı üçüncü İntifada’ya çağırırken, bunun Abbas yönetimini “rahatsız” etmemesi için çağrısını “İçerde de barışçıl İntifada’ya çağırıyorum” diyerek sınırlamış, ardından da Filistin Yönetimi’ne seslenerek “ciddi diyalog için girişim” talebinde bulunmuştu.16 Hamas, İslami bir akım olarak Ortadoğu’da tüm halkların (Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi) Siyonizme ve emperyalizme karşı devrimci seferberliğini öneremeyeceği için, onun Siyonist Devlet’in yıkılması şiarı giderek belirsizleşen hayali ve sekter bir hedef haline dönüşecek, onun de bir kesimini temsil ettiği Filistin burjuvazisinin “düşmanla Yaz | 2009 -
15
Gazze Çarpışmasının Bilançosu barış” talebi belirleyici olmaya başlayacaktır. Batı Şeria’da Durum Siyonist Devlet’in Gazze saldırısından asıl yenik çıkan ise Mahmud Abbas yönetimi ve El Fetih oldu. Batı Şeria’ya hapsolmuş Filistin Ulusal Yönetimi şu anda Filistin halkının değil, Siyonist Devlet, emperyalizm ve işbirlikçi Arap rejimlerinin sunduğu destekle ayakta durabilmekte. Mahmud Abbas’ın Siyonizmin Gazze saldırısı sırasındaki tutumu, onun Hamas’ı Gazze’den uzaklaştırabilmek için düşmanla açık işbirliği yapmakta olduğunu berrak biçimde açığa vurdu. Öyle ki, onun bu işbirliği FUY ve FKÖ içinde bile çatlaklara neden oldu. Abbas 28 Aralık’ta Kahire’de verdiği demeçte, “Hamas’ı uyardık. Gelebilecek olan tehlikenin kuvvetli olacağını anlattık. İsrail’in potansiyel saldırısını önlemenin yollarını aradık ama maalesef olan oldu. Bu katliam önlenebilirdi... Ateşkesin kesilmemesi için elimizden geleni yaptık” diyerek Siyonist saldırının sorumluluğunu Hamas’a yükledi.17 Saldırının bilançosu yüzlerce ölüye ulaştığı dördüncü günde, Abbas’ın yardımcılarından biri daha da açık konuşuyordu: “Katliamın sorumlusu Hamas’tır, Siyonistler değil; onlar Filistin roketlerine karşı harekete geçtiklerini söylüyorlar”.18 Oysa onlar bu demeçleri verirken Kahire ve Ramallah sokaklarında kitleler Siyonist katliamı kınayarak Gazze direnişini destekliyorlardı. Nitekim sokağın bu basıncı bazı El Fetih kadroları üzerinde etkili oldu ve 29 Aralık’ta FKÖ Yürütme Komitesi “İsrail ile görüşmelerin geleceği saldırının durdurulmasına bağlı olacaktır” biçimindeki muğlak bir ifadeyle saldırı karşıtı bir deklarasyon yayımladı. Sonunda Abbas, “Hamas’a karşı Siyonist silahla mücadele eden başkan” suçlamasından kurtulabilmek için 1 Ocak’ta yeni bir demeç vererek, “[İsrail ile] görüşmelere neden devam edelim? Saldırılarının kılıfı olacaksa, görüşmeleri kesmekte tereddüt etmeyiz” demek zorunda kaldı.19 Siyonist Devlet’in saldırı haberi duyulduğunda Batı Şeria’nın hemen her yerinde kendiliğinden sokak gösterileri patlak verdi. Özellikle Ramallah’taki gösteriler, Hamas dahil bir dizi örgütün ve sivil toplum kuruluşunun katılmasıyla kitlesellik kazandı. Gruplar aralarında sadece Filistin bayrakları taşımak doğrultusunda anlaşmaya varmışlardı. Polis ilk günlerde gösteriler karşısında fazlaca sert davranmamaya, ama özellikle Hamas taraftarlarını gözetim ve denetim altında tutmaya çalışıyordu. Hamas bayrağı açmakla suçladığı yedi Filistinliyi bir süre tutukladıktan sonra, gösteri organizatörlerinin ısrarı sonucunda serbest bırakmıştı. İkinci hafta gösterilerinde ise polisin bütün baskısına rağmen kitleler işgal güçlerine saldırmayı başardı ve açılan ateş sonucunda 5 Filistinli öldü; öldürülenlerin El Fetih taraftarı olması, kitle gösterilerinin sadece Hamas sempatizanlarıyla sınırlı kalmadığına işaret ediyordu. Hebron’daki gösteriler daha da gergin gerçekleşiyordu. FUY güvenlik güçleri sadece farklı örgüt bayraklarının taşınmasına izin vermemekle kalmıyor, bizzat gösterilerin yasal olmadığını ileri sürerek göstericileri dağıtmaya yöneliyordu. İlk hafta gösterilerinde güvenlik güçlerinin açtığı ateş sonucunda bazı göstericiler yaralandı. İkinci hafta gösterilerinde ise yüzlerce Hamas taraftarı ile polis arasında sokak çatışmaları yaşandı.20 Nablus’taki mülteci kamplarında sıkı bir denetim kuran polis, 2 Ocak’ta El-Ain kampında İsrail askerleriyle birlikte operasyon düzenleyerek altı FHKC militanını tutukladı. FUY güvenlik görevlilerinin başlıca amacı, gösterilerin Yönetime ya da İsrail’e karşı direniş eylemlerine ya da yeni bir İntifada’ya dönüşmesini engellemekti. Bu amaçla aldıkları bir dizi önlemle gösterilerin çapını sınırlamaya ve onları kontrol noktalarındaki (check-point) İsrail askerlerinden uzak tutmaya çalışıyorlardı. Mahmud Abbas sürekli olarak “eski şiddet dolu günlere dönülmesine izin vermeyeceğiz” diyerek, Yönetim’inin Batı Şeria’da Siyonist saldırganlığa karşı herhangi bir mücadele girişimini engelleyeceğini beyan ediyor, bir anlamda İsrail saldırganlığının önünü açıyordu. Ama Batı Şeria’da gösteriler Siyonizme karşı yeni bir İntifada’ya dönüşmediy16
Sosyalist Düşünce Dergisi
Gazze Çarpışmasının Bilançosu se, bunun nedeni Abbas diktatörlüğünün baskısı değil, Hamas’ın kitleleri, böylesi bir yeni mücadele aşamasının önünde engel olarak duran kukla FUY hükümetine karşı ayaklanmaya çağırmaktan dikkatle uzak durmasıydı. Ramallah’ta İsrail askerlerince vurulan göstericilerin El Fetih yandaşı olması, Batı Şerialıların Gazze çatışmasını sadece İsrail-Hamas çekişmesi olarak değil, Siyonizmin Filistin halkına yönelik saldırısı olarak algıladıklarının kanıtıydı. Bu açıdan, Abbas Yönetimi sadece Hamas karşısında değil, kendi evinin içinde de sorunlar yaşıyordu. Aslında El Fetih içindeki huzursuzluk daha Siyonizmin 2008 Aralık saldırısı başlamadan önce patlak vermişti. Abbas Yönetimi ABD ve İsrail ile gerçekleştirdiği anlaşmalar çerçevesinde Batı Şeria’da tam bir baskı düzeni kurmuş, El Fetih’e bağlı El Aksa Şehitleri Tugayı’nı dağıtmış, Direniş cephesinin tüm örgütlerini sokağa çıkmaktan men etmiş, yüzlerce Hamas militanını tutuklamış, hatta bazılarını İsrail’e teslim etmişti; ama bunca tavize rağmen kendilerine vaat edilen “iki devlet çözümü” doğrultusunda hiçbir adımın atılmaması, İsrail’in sürekli olarak yeni yerleşim merkezleri kurması, Siyonist faşistlerin Arap kökenliler üzerindeki sistematik baskısı ve saldırıları, uzlaşmacı çizginin El Fetih yöneticileri arasında tartışılır hale gelmesine neden olmuştu. Eylül ayı ortalarında Filistin “barış koalisyonu” ve El Fetih liderlerinden Kadura Fares, Tel Aviv’de düzenlenen Cenevre Girişimi konferansında Abbas’ı İsrail ile görüşmeleri kesmeye davet etmiş, İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşim alanlarını geliştirmekte olduğu bir süreçte bu görüşmelerin anlamsız olduğunu söylemişti. Balata mülteci kampının yöneticilerinden ve her iki İntifada’da önemli rol oynamış El Fetih liderlerinden Hüsam Kader de, İsrail ile çatışmanın yaklaşmakta olduğunu bildirerek, üçüncü İntifada’ya hazırlıklı olunmasını istemişti.21 Gazze katliamı ise, El Fetih içindeki muhaliflerin seslerini daha da yükseltmesine zemin sağladı. Bunlardan El Aksa Şehitleri kurucularından ve 24 kez hapsedilip en son Eylül 2008’de tahliye olan Hüssam Kader “son yıllarda Filistin mücadelesine Hamas’ın öncülük ettiğini kabul etmemiz gerekir” derken FUY’a eleştirilerini, “bunca yıldır çile çekmemiz neye yaradı, dolandırıcıların zengin olmasına mı?” diye dile getiriyordu. El Fetih’in bir başka tarihsel önderi ve 1990’larda bakanlık yapmış olan Kaddura Fares ise, “İsrail’in işbirlikçisi haline geldik, ama hâlâ ortada bir devlet yok” diyerek bir gerçeğe işaret ediyor ve İsrail’le görüşmelerin hemen kesilmesini istiyordu.22 Öte yandan El Fetih içindeki pek çok Abbas muhalifi, Gazze saldırısının hemen ardından İsrail eliyle Hamas’ın ve diğer direniş örgütlerinin yok edilmesi politikasına karşı çıkarak Filistinliler arasında uzlaşma talep etmeye başladı. Bu kesimler, İsrail saldırılarının derhal kesilmesi, Batı Şeria’daki tutuklu Hamas taraftarlarının serbest bırakılması ve tüm örgütlerle Filistin birliği yolunda görüşmelerin başlatılmasını istiyorlar. Liderleri Mahmud Abbas’ın sorunun parçası olmaktan çıkıp çözümün unsuru haline gelebilmesinin yegane yolunun bu olduğunu düşünüyorlar. 9 Ocak 2009’da devlet başkanlığı süresi dolmuş olan ve yapılması gereken seçimlerde, değil Gazze’de, Batı Şeria’da bile Filistin halkının onayını alması son derece zor olan Mahmud Abbas, kendi örgütü içinden gelen bu baskıların da etkisiyle, Şubat ayında Hamas ile görüşmelere girişilmesini onayladı. Ama El Fetih ile Hamas arasında ulusal bir koalisyonun oluşabilmesi için halledilmesi gereken pek çok sorun bulunuyor. Yeni Bir “Uzlaşma Hükümeti” mi? Mart başında Mısır hükümetinin girişimiyle Kahire’de bir araya gelen El Fetih ve Hamas yetkilileri 22 Mart’ta uzlaşma görüşmelerine başlamaya karar verdiler. Hamas’ı önce İsrail’in eliyle yok etmeyi tasarlayan Mahmud Abbas’ın şimdi Hamas ile görüşmeye oturmasının bir dizi anlaşılır nedeni var. Birincisi, Siyonist Devlet’in Gazze saldırısından başarıyla çıkan ve Filistin halkının gözündeki itibarı yükselen Hamas’ın olası bir Yaz | 2009 -
17
Gazze Çarpışmasının Bilançosu seçimde, El Fetih’i sadece Gazze’de değil ama, Batı Şeria’da da yenilgiye uğratacağı çok açık. Abbas’ın başkanlık süresi 9 Ocak’ta dolmuş ve politik meşruiyeti ile birlikte yasallığı da sona ermiş durumda. Abbas ve El Fetih yeni bir başkanlık seçimine Hamas ile düşmanlık ilişkileri içinde gitmek istemeyecek, bir tür uzlaşma yolu arayacaktır. İkincisi, Mart başında 75 ülke temsilcisinin aldığı 4,5 milyar dolarlık Gazze yardımı kararı, Hamas’ın dışlanması ve yardımın FUY aracılığıyla gerçekleştirilmesi koşuluna bağlanmış olmakla birlikte, kimse bunun gerçekçi bir yaklaşım olduğuna inanmıyor. Abbas yönetiminin, salt Hamas’a zarar vermek için bu yöntemde ısrar etmesi Gazze halkını cezalandırma girişimi olarak anlaşılacağından, El Fetih’in bu ek ihaneti göze alabilmesi çok zor. Kaldı ki, yozlaşmış FUY eliti, milyarlarca doların söz konusu olduğu bir ekonomik çevrimde, kendi payına düşeni kapabilmek için Mahmud Abbas’ı uzlaşma masasına iteceği çok açık. Öte yandan El Fetih’in masada elinde bulunduracağı yegane koz, İsrail’in Filistinliler ile yapacağı pazarlıkta muhatap olarak sadece Abbas yönetimini kabul ediyor olması. Hamas’ın, verili stratejisi uyarınca (İsrail ile uzun vadeli bir ateşkes çerçevesinde barış içinde birlikte yaşama) böyle bir koza gereksinimi var. Hamas daha başından beri, “bırakın yönetelim” diyor, ama bunu kitlelerin nezdindeki direniş örgütü olma sıfatını yitirmeden başarmak istiyor. Bunun yolu ise, kendisinin kazandığı ya da kazanacağı Filistin Yasama Konseyi (Filistin parlamentosu) seçim sonuçlarının uluslararası güçlerce kabulünden geçiyor. İşte tam bu noktada, en azından FKÖ şemsiyesine gereksinim duyuyor, bu nedenle de bir yandan yönetimini haklı olarak yozlaşmış ve hain olarak tanımladığı örgütün çatısı altına girmeye çalışıyor. Bu anlamda Hamas herkesle uzlaşmaya hazır. Örgütün Batı Şeria’daki parlamenterlerinden Mahmud Muslah, Gazze saldırısından sonra Şubat ayında basınla yaptığı bir görüşmede bunu, “Önemli olan ilkelerdir, Siyonist işgale karşı uygulanacak stratejinin temelleridir. Bu açıdan kişisel sorunlar önemli değildir. Önemli olan bu ilkeler üzerinde bir anlaşmaya varmaktır”23 diyerek, belirli koşullarda Abbas ve onun polis şefi, Siyonist Devlet’in Filistin içindeki adamı Muhammed Dahlan ile uzlaşabileceklerini açıkça dile getiriyor. İslami hareketin FKÖ’ye bakışını da, “FKÖ hem içerde hem dışarıda bütün Filistinlilerin ortak evidir, ve Hamas da bu grupların bir parçasıdır. Önemli olan bu evin içinde demokratik ilkeler uyarınca nasıl ortak olarak yaşanacağını belirleyebilmemizdir”24 olarak belirtiyor. Şubat 2007’de, Suudi Arabistan’ın koruyuculuğu altında gerçekleştirilen Mekke Anlaşması, “Arap ulusunun ve uluslararası topluluğun almış olduğu meşru kararların ve FKÖ’nün imzaladığı anlaşmaların kabulü” temeline dayanıyordu. Yeni uzlaşma da kaçınılmaz olarak bu temelden hareket edecek ve böylece Hamas, zımnen de olsa Oslo kararlarını bir kez daha teyit etmiş olacak. Buradan hareketle, El Fetih ve Hamas, Gazze ve Batı Şeria’da geçerli olacak tek bir hükümetin kurulması üzerinde anlaşmaya varabilirler mi? Büyük olasılıkla Abbas, gene bir “teknokratlar hükümeti” talep ederek, Hamas’ı tamamen hükümet dışında tutmaya çalışacak ve bunu başta ABD ve Suudi Arabistan’ın milyarlık yardımlarını bağladıkları koşullandırmaya dayandıracak; Hamas ise Hizbullah’ın Lübnan’da gerçekleştirdiğine benzer bir formüle yönelecektir (hükümette muhalif kimliklerini zahiri olarak koruyan bir iki İslamcı bakanın bulunması). Bulunacak çözüm ne olursa olsun, bu “çözüm” Siyonizmin ve emperyalizmin onayını almakla koşullandırıldığı sürece ortaya çıkacak olan “ulusal uzlaşma hükümeti” onca İntifada’ya ve direnişe rağmen Oslo Antlaşması’nın Filistin halkının gündemine tekrar sokulmasından başka bir anlam taşımayacaktır. Böylece Hamas, kitlelerin sokakta kazandığı zaferi, kendi yönetici elitinin ve Filistin burjuvazisinin çıkarları uğruna “barış masasında” düşmana teslim etmiş olacaktır. Hükümet üzerine anlaşma, sanırız, diğer noktalardaki ayrılıkların giderilmesinden daha kolay olacaktır. Zira Hamas, artık bir parçasını oluşturduğu iktidarın içinde elde ettiği mevzileri yitirmek istemeyecektir. Bunun başında da güvenlik güçlerinin yeniden yapılandırılması ve profesyonelleştirilmesi geliyor. Hamas, FUY yıllık bütçesinin yüzde 25’inden fazlasını tüketen ve 58 bin görevliden oluşan güvenlik güçlerinin gö18
Sosyalist Düşünce Dergisi
Gazze Çarpışmasının Bilançosu revleri ve bileşimi konusunda değişiklik talep ediyor. El Fetih de bu kuvvetlerin tarafsız olmasını, herhangi bir partinin silahlı kolu gibi davranmamasını ve yasalara dayalı olarak etkinlik göstermesini kabul ediyor. Ne var ki, anlaşmazlık noktası bu güçlerin Siyonist Devlet karşısındaki tutumu üzerinde yoğunlaşıyor. El Fetih güvenlik birimlerinin İsrail ile imzalanan anlaşmaların uygulanmasında görev üstlenmesini isterken, Hamas bunların askeri direnişin bir parçası olmasını talep ediyor. Öte yandan El Fetih, İzzeddin el-Kassam dahil tüm silahlı direniş örgütlerinin silahsızlandırılıp dağıtılmasını ve Gazze’de güvenlik güçlerinin yeniden yapılandırılmasına kadar, güvenliğin Arap ülkeleri ya da Mısır tarafından üstlenilmesinde ısrar ediyor25; buna karşılık Hamas, yeniden yapılandırmanın Batı Şeria’yı da içermesini (dolayısıyla FUY birimlerinin ABD uzmanlarınca eğitimine son verilmesini), bir direniş örgütü olarak el-Kassam Tugaylarına dokunulmamasını istiyor ve Filistin içinde Arap dahil herhangi bir yabancı ülke askerinin bulunmasına karşı çıkıyor. Bu farklı tutumlar arasında uzlaşma noktaları bulmak bir hayli zor. El Fetih ile Hamas’ın üzerinde pazarlık ettikleri bir başka konu da FUY kurumları. Mart 2008’de Dünya Bankası hazırladığı bir raporda Hamas’ı 2007’de 10 binden fazla yeni memur tayin etmekle eleştiriyordu26. Bunlardan 5,500’ü güvenlik birimlerine, 3,500’ü eğitim ve sağlık bakanlıklarının kadrolarına, 1,000 kadarı da çeşitli bakanlıkların üst düzey yönetimlerine atanmıştı. Hamas’ın politikası, El Fetih’in kurumlardaki ağırlığını yok edene değin kendi adamlarını devlet kadrolarına yerleştirmek; kuşkusuz Abbas yönetimi buna direniyor ve kadrolardaki bu şişkinliğin Filistin ekonomisini tahrip ettiğini iddia ediyor (oysa 2006’da parlamento seçimlerini yitirdiğinde Dünya Bankası’nın tüm itirazlarına karşı binlerce taraftarına atama emri çıkartmıştı). Ve nihayet FKÖ’nün yeniden düzenlenmesi sorunu geliyor. 2005’te Kahire’de bir araya gelen 13 örgüt FKÖ üyeliğinin tüm Filistin partilerine ve hereketlerine açılması üzerinde anlaşmaya varmışlardı. Ancak girişim bunun ötesine geçmedi, zira El Fetih önderliği FKÖ üyesi olabilmek için onun bugüne değin imzaladığı bütün anlaşmaların kabul edilip savunulmasını şart koşuyor; Hamas ise böyle bir koşulun dayatılmasına karşı. Hamas, FKÖ programının “halkın talepleri” doğrultusunda yeniden düzenlenebileceğini söylüyor, ve ayrıca FKÖ’nün imzalayacağı bir anlaşmanın Filistin Ulusal Konseyi’nce ya da bir referandum aracılığıyla (Lübnan, Suriye, Ürdün ve diğer ülkelerdeki Filistin mültecilerinin de katılmasıyla) onaylanması gerektiğini savunuyor. Bu talepler elbette El Fetih’in FKÖ içindeki üstünlüğüne son vermeye yönelik ve Abbas yönetimince “FKÖ’ye katılmak değil, onu teslim almaya çalışmak” olduğu eleştirisiyle reddediliyor. Bütün bu sorunların aşılması ya da El Fetih ile Hamas arasında daha ileri düzeydeki çatışmalara yol açıp açmayacağı, bir bakıma iki örgüt içindeki farklı eğilim ve fraksiyonların verili gücüne de bağlı. Siyonist Devlet’in son Gazze saldırısına değin El Fetih içinde ağır basan kesim, Ulusal Güvenlik Konseyi sekreteri Muhammed Dahlan önderliğindeki şiddetli Hamas düşmanlarıydı. El Fetih Devrimci Konseyi’nin Saeb Erekat, Nebil Amr ve Azzam el-Ahmed gibi üyelerini de içeren bu fraksiyon, Ortadoğu Dörtlüsünün (ABD, AB, BM ve Rusya) oluşturduğu koşulların Hamas’a mutlaka kabul ettirilmesini savunuyor ve son Siyonist saldırının FUY tarafından desteklenmesinin ardında bu kesimin ağırlığı yatıyor. El Fetih içindeki, Hamas ile anlaşma yanlılarının başını ise İsrail’de hapiste bulunan Mervan Berguti çekiyor. Birçok eski tüfek El Fetih Merkez Komite üyesince desteklenen Berguti, gerek örgüt içinde ve gerekse Filistin halkı arasında büyük prestije sahip olmakla birlikte, Abbas yönetimince uzakta tutuluyor. Gazze saldırısından Hamas’ın muzaffer olarak çıkması, Dahlan’ın FKÖ içindeki durumunu tehlikeye sokmuş olduğu kesin, ancak bu fraksiyon hala işbaşında ve “ulusal birlik hükümeti” ve kurumların yeniden düzenlenmesi tartışmalarında ipleri elinden kolay kolay bırakmayacaktır. Bunun tersine, Hamas içindeki “radikal” kesim Gazze direnişinden güç almış olarak Yaz | 2009 -
19
Gazze Çarpışmasının Bilançosu çıktı. Hamas içinde başlıca üç fraksiyon bulunmakta. Bunlardan Gazze’de başbakan İsmail Haniye’nin önderliğindeki “pragmatik” kesim, Hamas’ın iktidar olduktan sonra bir “muhalefet partisi” gibi davranamayacağını söylüyor. Bu kesim, başında bulunduğu belediyelerde, örneğin Kalkiya’da halkın su ve elektrik gereksinimini karşılayabilmek için İsrail ile işbirliği yapılmasında bir sakınca görmüyor ve hükümet düzeyinde de uzlaşmalara gidilebileceğini söylüyor. Haniye ekibi, El Fetih ile yakınlaşmadan ve bir ulusal uzlaşma hükümetinin kurulmasından yana. İsrail ve ABD ile uzlaşmalara gidilebileceğini savunan bu kesimin önderlerinden Ahmed Yusuf, Annapolis görüşmeleri sırasında ABD Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice’a gönderdiği mektupta, “Pek çok kişi bizim ideolojik nedenlerle barıştan yana olmadığımızı düşünerek hata yapıyor. Tam tersine, biz her zaman ABD ve AB’ye diyalog çağrısında bulunarak bugün sizlerin Annapolis’te ele almaya çalıştığınız sorunların çözümünü önermişizdir” diyordu.27 Hamas içindeki ikinci kesimi ise, Haniye’nin pragmatik tutumu ile “sertlik yanlıları” arasında yer alan, Şam merkezli Halid Meşal önderliği oluşturuyor. Hamas’ı Filistin ulusal hareketinin en büyük örgütü durumuna getirmeye uğraşan Meşal ekibi bütün ağırlığını olası bir parçalanmanın engellenmesi doğrultusunda kullanıyor. Bir yandan, Haniye’nin esir İsrail askeri Gilad Şalit’in İsrail’e iadesine karşı çıkarken, bir yandan da “Bizler gerçekçiyiz, İsrail denen bir varlık mevcuttur” diyerek ve Siyonist Devletle “uzun erimli ateşkesi” destekleyerek pragmatistlere destek veriyor.28 Şu anda Hamas içinde ağırlığı artan “şahinler” fraksiyonunun başında ise Mahmud Zehar ve Said Seyam gibi, Mekke anlaşmasına karşı çıkan önderler geliyor. Bunlar, 1967 öncesi sınırlara çekilmediği sürece İsrail ile ateşkes yapılmasına; geçici sınırlar içinde bir Filistin devletini onaylamakla birlikte, İsrail’in kabulü anlamına geleceğinden, 1967 öncesi sınırlarda kalıcı bir devlet yapısının kabul edilmesine; tüm Filistin örgütlerini (Hamas ve İslami Cihad dahil) içermediği sürece FKÖ’ye İsrail ile görüşme yetkisinin tanınmasına kesinlikle karşı çıkıyorlar. İslami hareketin çizgisinin El Fetih’in yok edilmesi doğrultusunda kurgulayan bu fraksiyon, Gazze’de Şeriat kurallarının hayata geçirilmesi, internet kafelerin bombalanması, oruç tutmayanların cezalandırılması gibi uygulamaların da savunucusu. Bu kesimin ağırlığındaki bir Hamas’ın, ihaneti sonucunda iyiden iyiye prestij yitirmiş olan Mahmud Abbas önderliğiyle uzlaşmaya varabilmesi neredeyse olanaksız. Dolayısıyla, El Fetih ile Hamas arasında doğabilecek olası bir “birlik”, Filistin ulusal hareketinde yeni bölünmelere ve farklı ittifakların oluşmasına yol açabilir. Olasılıklar Siyonist Devlet’in Gazze saldırısından sonra Filistin’de hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Gazze direnişi üçüncü bir İntifada’ya dönüşmedi, ama Filistin halkının ulusal hakları için mücadele azmini bir kez daha açığa vurdu, çektiği onca acıya karşılık iradesini güçlendirdi, kendine güvenini artırdı. Bu Filistin halkı adına bir zaferdir; ve şimdi sadece Siyonist ve emperyalist düşman kamp değil, Filistin örgütleri ve fraksiyonları da bu zafer çerçevesinde yeni tutumlara yöneleceklerdir. Bir anlamda, Filistin devriminde yeni ve pek çok olasılığa gebe bir aşamaya girilmekte. Ortadoğu’nun devrimci dönüşüme uğratılması için mücadele eden güçlerin bir dizi varsayımı göz önünde bulundurması gerekecek. İsrail birlikleri Gazze’den çekilmiş olmakla birlikte, Gazze yönetimi ile İsrail hükümeti arasında henüz bir ateşkes imzalanmış değil. İsrail’de seçimleri aşırı sağın kazanması ve hükümeti olasılıkla Netanyahu’nun faşist İsrail Evimiz partisi lideri Avigdor Liberman’ın desteğiyle kuracak olması, Siyonist Devlet’in ateşkes koşullarını sadece Gilad Şalit’in iadesi, roket atışlarının durdurulması ve Hamas’ın silahlanmaktan vazgeçmesi koşullarıyla sınırlı kalmayacağına işaret etmekte. Netanyahu, tüm seçim kampanyası boyunca Batı Şeria ve Gazze’deki İsrail yerleşimlerinden sadece vazge20
Sosyalist Düşünce Dergisi
Gazze Çarpışmasının Bilançosu çilmeyeceğini açıklamakla kalmadı, aynı zamanda yeni yerleşim alanlarının oluşturulması için çalışılacağını da duyurdu. ABD ve AB emperyalizmlerinin Filistin politikaları ne olursa olsun (parçalanmış ve geriye kalmış topraklarda bir kukla Filistin devletçiği), Siyonizm kendi gündemini uygulamakta, kendilerine bırakılan bir avuç toprakta bile Filistinlilerin devlet kurumlaşmasına gitmelerini engellemeye çalışmakta. Bölgede nükleer bir İran’a karşı yegane vurucu güç olma özelliğini elinde tutarak da bu gündemini emperyalist kamp içinde savunmakta ve koruyabilmekte. Bu koşullarda İsrail’in Hamas ile bir ateşkes imzalaması zor, hele hele Hamas’ın önerdiği “uzun erimli ateşkesi” kabul etmesi olanaksız gözükmekte. Siyonist Devlet Netanyahu önderliğinde, ana hedefi olan Büyük İsrail doğrultusunda yeni adımlar atmaya, bunun için yeni kışkırtmalar düzenlemeye girişecektir. Hamas Gazze direnişinden güçlenmiş olarak çıktı. Merkezi Ramallah’ta bulunan Filistin Siyaset ve Kamuoyu Araştırma Merkezi (PCPSR) tarafından yapılan ankette29, bugün Filistin’de başkanlık seçimler yapılsa İsmail Haniye yüzde 47 oyla Abbas’ın iki puan önünde galip gelebilecek. Hamas’ın popülerliği de Aralık 2008’deki yüzde 28 oranından yüzde 33’e yükselmiş durumda (El Fetih ise yüzde 42’den 40’a gerilemekle birlikte hâlâ Hamas’ın önünde; bu durum, Abbas’ın tüm prestij kabına karşın, Mervan Berguti’nin halen korumakta olduğu ve yüzde 59’a varan popülerliğiyle açıklanabilir). Hamas’ın Gazze zaferini kendinde pekiştirebilmesi için mutlaka ana amacına, Gazze üzerindeki İsrail ambargosunun kalkmasına ve sınır kapılarının açılmasına gereksinimi var. Bu koşul gerçekleşmediği sürece İsrail ile yapacağı bir ateşkes sadece örgüt içindeki fraksiyonlar arası çatışmaları sertleştirip parçalanmalara yol açmakla kalmayacak, aynı zamanda Gazze halkına çektiği acıların neye yaradığının anlatılabilmesini olanaksız kılacaktır. Tüm sınırları denetleyen Siyonist düşmanla imzalanacak bir ateşkes, Hamas’ın direnişin koruyucusu örgüt olma ayrıcalığını yitirmesine yol açacaktır. Hizbullah’ın tüm söylemine rağmen, Hamas’a fiili destek verme doğrultusunda hiçbir adım atmamış olduğu ve Hamas’ın başarısızlığını dört gözle bekleyen bir dizi Arap devletinin bulunduğu koşullarda, direnen Filistin kitlelerinin desteğini yitirmesi Hamas için sonun başlangıcı olabilir. Bu gerçeği büyük olasılıkla Hamas içi tüm hizipler görmekte ve düşmanla ateşkes doğrultusunda acele edilmemesi noktasında birleşmekteler. Bu çok bileşenli sahnede en güç durumda bulunan kuşkusuz Mahmud Abbas yönetimi. El Fetih’in Merkez Komitesi içinde Hamas’la işbirliği yapılması doğrultusunda basınçların arttığı bir dönemde Abbas, Siyonist düşmanın eliyle Hamas’tan kurtulma politikasını sürdürebilecek durumda değil. Filistinli kitlelerin gözünde yitirdiği prestijini tamir edebilmek için elinde bulundurduğu tek koz şimdilik, başta Suudi Arabistan ve ABD olmak üzere 75 ülkenin kararlaştırdığı 4,5 milyar dolarlık yardımın Gazze’ye ancak FUY aracılığıyla akıtılması koşulu. Hamas bu koşulun kabul edilemez olduğunu söylese de, Gazze’nin yeniden imarının ve halkın açlıktan kurtulmasının bu yardımın bölgeye girmesine bağlı olduğunu biliyor. Dolayısıyla Abbas’ın, kurulması şimdilik çok zor görülen bir “ulusal birlik hükümeti” olmasa bile, Hamas’ın da kabul edebileceği bir tarihte başkanlık seçimi ya da Yasama Konseyi seçimlerinin düzenlenmesi doğrultusunda adım atması, Hamas’ı ekonomik yardımın FUY ya da Mısır tarafından yönetilmesi konusunda uzlaşmaya itebilir. Ancak elbette bu milyarların Gazze’ye girmesi Hamas ile Siyonist Devlet arasındaki gerginliğin düzeyine bağlı. Tam da bu nedenle Hamas şimdi İsrail’e hudna (ateşkes) yerine tahdiyye (sükûnet) öneriyor. Örgütün önderlerinden Ebu Musa Marzuk, İngiliz gazetesi Daily Telegraph’a verdiği demeçte “Bu saldırı sırasında yıkılan binaları yeniden inşa etmemiz, yaralıları iyileştirmemiz, ailelerin gıda ve konut gereksinimini karşılamamız gerekir... Bütün bunların gerçekleştirilebilmesi için iki taraf arasında bir sükûnetin sağlanması gerekir” diyerek Hamas’ın niyetini açığa vurmuştu. Ama Marzuk tahdiyye’nin de ötesinde geçip barıştan söz etmişti: “ (Barack Obama’nın Ortadoğu özel temsilcisi) George Mitchell, İsrail’in yerleşim alanlarını genişletmesini Yaz | 2009 -
21
Gazze Çarpışmasının Bilançosu durdurmasını isteyen ilk Amerikalı yetkili oldu. İrlanda’da Cumhuriyetçilerin asırlık düşlerini gerçekleştirerek barışı sağladı”.30 Hamas önderliğinden beklenecek doğal açıklamalar olmayan bu sözler, örgütün kitlelerin gözünde prestij yitirmeden İsrail ve Abbas yönetimiyle bir uzlaşma arayışı içinde olduğuna işaret ediyor. Bütün bu değişkenler içinde, verili politik durum ve kitlelere önderlik eden akımların niteliği de dikkate alındığında, henüz ufukta görülmeyen yegane seçenek, Filistin halkının esaret ve zulümden kurtulmasının yegane çözümü olan Siyonist İsrail devletinin yıkılması olasılığı. Politik hedeflerine ulaşamamış olsa bile Siyonist Devlet devasa bir yıkım makinesine sahip olduğunu sergiledi. Üstelik Gazze’ye saldırı anketlere göre İsrail nüfusunun yüzde 80’ini aşkın bir kesim tarafından desteklendi. Bu askeri ve psikolojik (ideolojik) makineyi Hamas roketlerinin ya da bombalı intihar fedailerinin parçalaması olanaklı değil. Geriye iki seçenek kalıyor; birincisi, olası bir devrimci savaş. Ne var ki, Arap ulusunun parçalanmışlığı, var olan Arap rejimlerinin gerici niteliği (buna Türkiye, İran ve Kürdistan yönetimleri de eklenebilir) ve emperyalizmin Siyonist Devlete verdiği destek, bu olasılığı gündem dışına itiyor. Geriye tek bir seçenek kalıyor: Ortadoğu’nun Müslüman, Musevi, Hıristiyan vs tüm dinlerden (ya da Arap, Yahudi, Acem, Kürt, Asuri, Türk vs tüm etnik kökenlerden) topluluklarını, Siyonizmin bölgeden kovularak halkların barış içinde birlikte yaşayabilecekleri demokratik, laik ve ırkçı olmayan tek bir Filistin Devletinin kurulması doğrultusunda biraraya getirilmesi. Bu hedefi, dinsel ya da ulusçu ideolojiler ve politik akımlar gerçekleştiremez.
Dipnotlar:
1.
Colectivo Nacional para una Paz Justa y Permanente; bak. http://www.rebelion.org noticia.php?id=81239. El País, 3 Mart 2009. 2. Bak. http://www.youtube.com/watch?v=CK0gkHX3crI; 10 Şubat 2009. 3. Barak Ravid, “Disinformation, secrecy and lies: How the Gaza offensive came about”, Haaretz, 31 Aralık 2008; bak. http://www.haaretz.com/hasen/spages/1050426.html. 4. Jarulsalem Post, 1 Ocak 2009. Daha sonra enkazların altından 100 kadar daha ceset çıkarılacaktı. 5. “Press Releases”, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF), 27-31 Aralık 2008; bak. http://www idf.il. 6. The New York Times, 2 Ocak 2009. 7. Gazze Sağlık Bakanlığı, 3 Ocak 2009. 8. Haaretz, agy. 9. Tayyip Erdoğan’ın İsrail’e sinirlenmesinin nedeni, onun tarafından “arabulucu” gibi kullanılıp Hamas’ın aldatılmasına alet edilmesiydi. Üstelik saldırı kararı Hüsnü Mübarek’e bildirilmiş, ama Erdoğan bu bilginin dışında tutulmuştu. Eğer Erdoğan Siyonist Devletin bu dezenformasyon çabasına dahil edilseydi belki de bu kadar kızmayacaktı. Türk İslamcılar belli ki Siyonizme, Siyonistlerin onlara duyduğundan daha fazla güven duyuyorlardı. 10. Yaakov Gatz, Jerulsalem Post, 29 Aralık 2008, s.1. İsrail savunma bakanlığı Haziran 2006?da Lübnan’ı işgal ettiğinde de, bir hafta sonra Hizbullah’ın roket kapasitesini yarıya indirdiğini iddia etmiş, ama sonda ağır bir yenilgi alarak geri çekilmek zorunda kalmıştı. 11. Durum Raporu, Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyon Bürosu, 2 Ocak 2009, bak. http://www.ochaopt.org/documents/ocha_opt_gaza_situation_ report_2009_01_02_english.pdf. 12. As-Safir (Lübnan), 4 Ocak 2009.
22
Sosyalist Düşünce Dergisi
Gazze Çarpışmasının Bilançosu 13. 26 Ocak 2009, Lübnan al-Manar TV kanalının Beşşar Esad ile mülakatı, bak. http:// www.almanar.com.lb/NewsSite/NewsDetails.aspx?id=71641&searchText=Intervie w%20assad&language=en. 14. Hamas’ın bu seçim başarısını ABD ve İsrail de beklemiyordu, aksi takdirde “terörist” olarak kabul ettikleri bu örgütü seçimlere katılmaktan menedecekleri açıktı. 15. Der Spiegel, 28 Ocak 2006. 16. Gazeteler, 27 Aralık 2008; bak. http://www.guncel.net/gundem/dunya/2008/12/27/ mesal-den-ucuncu-intifada-cagrisi.htm; http://www.islamidavet.com/halid-mesalden3intifada-cagrisi.html 17. “Abbas saldırılardan Hamas’ı sorumlu tuttu”, Timeturk, 28 Aralık 2008, bak. http:// www.timeturk.com/Abbas-saldirilardan-Hamasi-sorumlu-tuttu-42833-haberi.html. 18. The Washington Post, 31 Aralık 2008. 19. Globe and Mail, 1 Ocak 2009. 20. Associated Press, 2 Ocak 2009. 21. Haaretz, 29 Eylül 2008. 22. Gara (İspanya), 15 Şubat 2009. 23. Gara, 20 Şubat 2009. 24. Ibid. 25. Mahmud Abbas’ın 28 Ağustos 2008’de El-Arabiye televizyonuyla yaptığı görüşme. 26. Bak. http://www-wds.worldbank.org/external/default/WDSContentServer/WDSP/IB/20 07/08/16/000020439_20070816102251/Rendered/PDF/382071GZ0v1.pdf 27. 7 Aralık 2007, bak. http://caliber.ucpress.net/doi/abs/10.1525/. 28. La Vanguardia, 6 Şubat 2006. 29. PCPSR, bak. http://www.pcpsr.org/survey/polls/2009/p31epressrelease.html. 30. Daily Telegraph, 9 Şubat 2009.
Yaz | 2009 -
23
Dosya
Filistin: İki Devlet Çözümünün Kaçınılmaz İflası
Erol Yeşilyurt
İsrail’in 22 gün süren son Gazze saldırısı 1,500 Filistinlinin ölümüne, 5,000’den fazla kişinin yaralanmasına, ve bölgedeki kamu yatırımlarının ağır yıkımına neden oldu. İsrail’in giriştiği bu operasyon, Filistin sorununun içine kilitlendiği “Balkanlaşma” sürecini yalın bir şekilde gözler önüne sererken, sözde Oslo Barış sürecinin bir kez daha sorgulanmasına yol açtı. Siyonist İsrail’in son Gazze saldırısı, bir kez daha Filistin ulusal kurtuluş mücadelesini ve Ortadoğu’da anti-emperyalist mücadeleyi gündemin ana maddelerinden biri haline getirdi. Laik Arap milliyetçiliğinin iflas ettiği ve Stalinizmin tarihsel hataları sonucu, solun tasfiye edildiği bir ortamda filizlenen İslamcı Hamas ve Hizbullah’ın anti-emperyalist mücadele içindeki konumlarını unutmaksızın, şu soruları yanıtlayabilmemiz gerekir: Gerek laik El Fetih milliyetçiliği, gerekse de İslami Hamas milliyetçiliği Filistin mücadelesini başarıya ulaştırabilecek programlar ve taktiklere sahip mi? El Fetih ve Hamas hareketlerinin sınıf karakterleri, bu hareketlerin programlarını ve taktiklerini hangi toplumsal kesimlerin çıkarları çerçevesinde belirliyor? Filistin burjuvazisi, kendi varlık ve gelişmesini, Siyonist İsrail ve bölgenin Arap devletleri ve emperyalist sistem ile bağımlılık ilişkileri içerisinde mi şekillendiriyor? Bu soruların yanıtını, günümüzde yaşanan politik gelişmelerde olduğu kadar, bugünü belirleyen tarihsel süreçte de bulmamız mümkündür. Özellike iki devlet çözümü ve bu çözümün günümüzdeki sonuçlarını mercek altına aldığımızda, Filistin sorununun çözümü konusunda sonuçlar çıkarmak mümkün hale gelmektedir. Osmanlı’nın Son Döneminde Filistin 1878 yılında yapılan Osmanlı nüfus sayımına göre, Filistin’de 15,011 Yahudi ve 447,454 Müslüman\Hiristiyan yaşıyordu.1 Rusya’daki pogromlardan kaçan 24
Sosyalist Düşünce Dergisi
İki Devlet Çözümünün Kaçınılmaz İflası Yahudilerin Filistin’e ilk gelişleri ise, 1882-84 ve 1890-91 yıllarında gerçekleşti. Rothschilds gibi zengin Avrupalı kapitalistlerin mali desteğine sahip olan ilk göçmenler, kendilerini tarımsal gelişmenin öncüleri olarak görüyorlardı. İsrailli tarihçi Ilan Pappe, Filistin’deki eski Yahudi cemaatinin kendisini Arap olarak görürken, Filistin’e gelen Yahudi göçmenlerin hem dinsel, hem de ulusal kimliklerini Yahudi olarak tanımladıklarını belirtir.2 1904 yılında, yine, Rusya’da sürdürülen pogromların bir sonucu olarak 40,000 Yahudi göçmen daha Filistin’e geldi. Yeni gelen göçmenler, daha önce gelen Yahudilerin kurduğu çiftliklerde ya da şehirlerde çalışmaya başladılar. İsrailli sosyolog Gershon Shafir’e göre, yeni gelen göçmenlerin yalnızca Yahudilerden oluşan bir işgücü yaratılması teşebbüsleri, Yahudi işçileri “militan milliyetçilere” dönüştürdü. Arapların Yahudi çiflikleri ve şirketlerinde çalışmalarının engellenmesi sonucu, Müslüman\Hıristiyan toplumları ile Yahudi toplumu arasındaki çatışmaların zemini hazırlanmış oldu.3 Osmanlılar’ın Filistin’deki son yılları, Arap milliyetçiliğinin yeşerdiği, Arap edebiyat ve kültüründe canlanmanın yaşandığı dönemdi. Kudüs, Yafa, Hayfa ve Nablus sosyal eylemlerin ve ulusal mücadelenin merkezleri haline geldiler. Ancak, ne bu dönemde, ne de daha öncesinde Osmanlı idaresine karşı bir Filistin devleti kurulması şeklinde bir talepte bulunulmadı. Balfour Deklarasyonu Birinci Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması ve paylaşılması gündeme geldi. Ortadoğu’nun petrol kaynakları, emperyalist devletlerin bölgenin kontrolü için adımlar atmasını kaçınılmaz kılıyordu. 1916’da İngiltere, Rusya ve Fransa (sonra İtalya) arasında imzalanan Sykes-Picot anlaşmasıyla, Ortadoğu’nun haritası yeniden çizilmeye başladı. Dönemin emperyalist güçleri, Arap milliyetçiliğini önemseyerek “bağımsız bir Arap devleti” ya da “Arap devletleri konfedarasyonu” kurulması konusunda anlaştılar. Ancak, İngilizlerin Siyonist liderlere verdiği, Britanya’nın Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasına çalışacağı sözü bir çelişki teşkil ediyordu. Lloyd George, Herbert Samuel ve Mark Sykes’ın da içinde bulunduğu Britanyalı politikacıların verdikleri söz, en somut anlatımını, 1917’de ilan edilen Balfour Deklarasyonu’nda buldu. Bu deklarasyonla İngiliz hükümeti, Filistin’de bir Yahudi devleti yaratılması yolunda çalışmalar yapılmasını taahhüt etti. 1917’de nüfusun yüzde 89’unu teşkil eden Müslüman\Hıristiyan toplulukları, Balfour Deklarasyonu’nun onların sosyal ve dini haklarının güvence altına alınmasından söz ederken, politik haklarından söz etmediğini gördü. İngiliz emperyalizminin kendisine ait olmayan topraklar hakkında kararlar alması ve bunu yaparken Filistin halkını hiçe sayması protestolara yol açtı. Aradan geçen 90 yıla rağmen Filistinlilerin halen kendi kaderlerini tayin için mücadele etmeleri, Balfour Deklarasyonu’nun öneminin altını çizmektedir. Manda Yönetimi Birinci Dünya Savaşı sonrası Filistin’in denetimi İngiltere’ye bırakıldı. 1921’de Britanya bölgeyi ikiye ayırdı: Ürdün Nehri’nin doğusu eski Ürdün devleti, nehrin batısındaki bölge ise Filistin mandası olarak tanımlandı. 1922’de Milletler Cemiyeti’inin onaylaması sonrasında, 29 Eylül 1923’te Filistin’de bir İngiliz mandası kuruldu. Balfour Deklarasyonu bazı değişikliklerle manda anlaşmasına dahil edildi. Siyonistler için, Balfour Deklarasyonu’nun manda kararı içine alınması, Filistin’de bir İsrail devleti kurulmasının yasal olarak onaylanması anlamına gelirken, Filistinliler manda anlaşmasının sömürgeci bir yapıya sahip olduğunu vurguladı. Ayrıca, Yahudi göçmenlerin Filistin’deki varlığı ile bağımsızlık öncesi Cezayir’deki Fransız göçmen kolonilerini karşılaştırarak, Yaz | 2009 -
25
İki Devlet Çözümünün Kaçınılmaz İflası bağımsızlık sonrasında Fransız göçmenlerin Fransa’ya geri gittiklerini belirtiler.4 1922 yılında Filistinli liderlerin çoğunluğu, Filistin’i Ürdün nehri ile Akdeniz arasında uzanan topraklar olarak tanımlıyor ve üniter bir devlet kurulmasını savunuyorlardı. Ortadoğu’da ulusal devletlerin birbiri ardına doğduğu bu dönemde, demokrasi ve kendi kaderini tayin hakkı temelinde bir Filistin devletinin kurulmaması için bir neden yoktu, ancak dönemin emperyalist güçlerinin girişimleri sonucu, böyle bir gelişme yaşanmadı. Bu gelişmeyi engelleyen, manda anlaşmasına, Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını yok sayan maddelerin yerleştirilmesiydi. 1937 yılına kadar, geleceği tek bir devletin sınırları içerisinde gören İngiliz yönetimi, ulusallaşma sürecine karşı çıkmazken, bu sürece ve toplumun yapı ve özelliklerine tekabül eden yönetsel bir yapı oluşturma yolunu seçmedi. I. Pappe, İngilizlerin 1928’de, nüfusun yüzde 85’inin Arap olduğu topraklarda, Filistinlilerin de facto hükümeti olarak kabul edilen Filistin Ulusal Kongresi Yönetim Komitesi’ni, toprakları Yahudi göçmenler ile paylaşmaları konusunda bir karar almaya ikna ettiklerinde, gerçekten de büyük bir memnuniyet duymuş olmaları gerektiğini varsaymaktadır. Arap liderleri, ülkeyi, hükümetin bileşimi ve hukuk alanlarında kurulacak eşit bir yapı içerisinde paylaşmayı kabul ederken, Siyonist liderler bu çözümü reddettiler. Siyonist liderler, üniter bir devlet kurulması yerine, Filistin’in paylaşılmasını istiyorlardı.5 Manda yönetimi, Yahudi toplumunun kendi kendini yönetmesine karışmazken, ilerde kurulacak bir devletin ilk nüvesini teşkil eden Yahudi Ajansı’nın oluşturulmasına ve uluslararası alanda diplomatik faaliyetlerde bulunmasına izin veriyor, Arapların bir Arap Ajansı kurulması talebini ise, Balfour Deklarasyonu’nun kabulü şartına bağlayarak reddediyor ve Arap toplumunun kendi kendini yönetmesine izin vermiyordu. İngiliz emperyalizmi, toprak sahipleri, aristokratlar ve tüccarlardan oluşan Arap üst sınıflarını başarılı bir şekilde manda yönetimine entegre ederek, Filistin ulusal mücadelesini, manda yönetiminin ilk on beş yılı boyunca denetim altında tuttu. İngilizlerin bu konudaki deneyimlerine bakmakta yarar vardır: İngilizler, Filistinlilere herhangi bir politik temsil hakkı ve ilerde kurulacak bir devletin nüvesini teşkil edecek yapılanmalara gitmeleri için izin vermezken, Arap üst sınıflarını, “Filistin’deki meşru görüşleri, onlarla işbirliği içinde pasifize etmek” için kullandılar.6 Bunu yaparken, bir yandan üst sınıflar arasındaki ayrılıkları kullandılar ya da yeni ayrılıklar yaratma yoluna gittiler. Britanya Manda yönetimi, üst sınıfların entegrasyonunu, tümüyle yeni toplumsal yapılar kurarak gerçekleştirdi. Bu toplumsal yapılanmalara belirli derecede de bir otonomi, vergi gelirlerini toplama ve kontrol hakkı da verildi. Osmanlı döneminden kalan geleneksel yapılanmaları bir tarafa iten Manda yöneticileri, yeni yöntemler icat ederek, Müslüman toplumun kendisine ait olarak görüp kabul edeceği kurumlar yarattılar. Bu yapılanmalar içinde yer alan Filistinli elit kesimlerden beklenen, Manda yönetimine açık bir şekilde muhalefette bulunmaktan kaçınmaları ve Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını reddetmeleri idi. İngilizler bu amaçla, en önemli ve güçlü ailelerden biri olan Hüseyni ailesinden gelen Hacı Emin El-Hüseyni’yi, Kudüs Müftüsü olarak tayin ettiler. Kudüs’teki Müftülük kurumunun icadı, yüzyıllar süren Osmanlı yönetimi altında yaratılan kurum ve geleneklerden bir kopmayı temsil ediyor ve yerel dengelerin alt üst edilmesi anlamına geliyordu. Örneğin, dönemin Libya hariç Arap ülkelerinde, ne de Filistin tarihinde, gücünü geleneksel dinsel kurumlardan alan bir Müftülük kurumu yoktu. Ayrıca, Manda yönetiminin Müftü’ye tanıdığı bir dizi ayrıcalık içinde, onu Osmanlı yönetiminin tersine, Kadılık kurumunun üstünde tanımlaması ve ek yetkilerle donatması da vardı. El-Hüseyni’yi müftülüğe atayan Manda Valisi Herbert Samuel, bu atamayı, ElHüseyni’nin kendisine , “İngiliz ‘Manda yönetimiyle samimi işbirliği yapacağı ve İngiliz hükümetinin Araplara karşı iyi niyetinden” şüphe etmediği, gerek kendisi, gerekse 26
Sosyalist Düşünce Dergisi
İki Devlet Çözümünün Kaçınılmaz İflası de ailesinin barış ortamını sağlamak için elinden geleni yapacağı yolunda güvence vermesinden sonra yaptı.7 Gerçekten de, Arap kitlelerin ayaklandığı 1930’lu yılların ortalarına kadar Müftü El-Hüseyni görevini başarıyla yerine getirdi. Ayaklanan Arap kitlelerini kontrol edemez hale gelince de, bir dönüş yaparak, Filistin milliyetçi hareketinin ön saflarında yer aldı. Toplumlar arası Çatışmalar 1920’li yıllarda zaman zaman meydana gelen şiddet olayları, 1936-1939 yılları arasında tırmanarak tüm ülkeyi kapsayan bir Arap isyanına dönüştü. Demokratik seçimler yapılmasını ve Yahudi göçüne son verilmesini amaçlayan ayaklanma sırasında, 6 ay süren bir genel grev, vergi ödemeyi reddetmek gibi yöntemlerin yanı sıra, silahlı direnişe de başvuruldu. Silahlı gruplar kuran Filistinliler, çiftliklere, ekonomik altyapıyı teşkil eden köprülere, petrol boru hatlarına saldırdılar. Yahudilerin yanı sıra, işbirliği yapmayan Araplar da şiddet eylemlerinin hedefi oldu. Bu dönemde Yahudilere karşı girişilen saldırılara Siyonist Irgun8 örgütü, aynı şiddetle cevap verdi. İsyan sırasında kötü bir şekilde silahlanmış olan Filistinli gruplar, İngiliz ordu birlikleri tarafından yenilgiye uğratıldılar. Bu dönemde, İngiliz askerleri köyleri basarak evleri ve ürünleri tahrip ettiler, hiçbir yargılama olmaksızın Filistinlileri kurşuna dizdiler. Siyonist silahlı gruplar da, Araplara karşı saldırılara girişti: Temmuz 1938’de Arapların gittiği kamu alanlarına yapılan bombalı saldırlarda, yüzden fazla Arap öldü. Hayfa’da bir pazara konan bombanın patlaması sonucu, 53 Arap ve 1 Yahudi öldü. Peel Komisyonu İngilizlerin olayları incelemek için kurduğu Peel Komisyonu, 1937’de yayınladığı raporda, ülkenin bölünmesini önerdi. Peel raporu, ülkenin en verimli topraklarının yer aldığı kuzeybatı bölgesini -toprakların yüzde 20’si- Yahudilere bırakırken, ülkenin geri kalan yüzde 80’ini, eski Ürdün devleti kapsamında, Filistinlilere bırakıyordu. Peel Komisyonu’nun paylaşım planı, 20. Siyonist Kongresi tarafından oylamaya konarak, 160’a karşı 299 oyla kabul edildi. Araplar ise, paylaşım planını reddettiler. İngiliz yönetiminin 1939’da MacDonald başkanlığında bölgeye yolladığı yeni komisyon yayınladığı raporunda, gelecek 5 yıl içinde Filistin’e 100,000 Yahudi’nin daha göçüne izin verilmesini ve bundan sonraki göçlerin Arapların onayına bırakılmasını önerdi. MacDonald raporunu kendilerine ihanet olarak gören Siyonistler, bir yandan İngilizler ve Araplara karşı silahlı terör eylemleri organize ederken, diğer yandan, yasadışı yollardan göçü organize ediyor ve öncelikle de dikkatlerini ABD’ye çeviriyorlardı. Bu dönemde Siyonistler, Amerikan politik liderleriyle yakın ilişkiler içine girdiler ve bunu yaparken de Yahudi oyunu bir koz olarak kullandılar. İsrail’in Kuruluşu 1947 yılında İngiltere Filistin’den çekilmeye karar verdiği zaman kurulan Birleşmiş Milletler Araştırma Komisyonu (UNSCOP), kolayca, Siyonist fikirleri kendisine esas aldı. Arap liderler, BM’nin Filistin topraklarının geleceğine ilişkin karar verme yetkisinin bulunmadığını savunarak, konunun Uluslararası Adalet Divanı’na sevkini ve Filistin’in geleceğine Filistinlilerin karar vermesini istediler. Yahudi Ajansı ise, Mayıs 1947’de, Filistin topraklarının yüzde 80’ini sınırları içine alan bir Yahudi devletinin yaratılmasını öngören bir haritayı, komisyona gönderdi. Harita, işgal altındaki topraklar çıkarıldığında, günümüz İsrail haritasının hemen hemen aynısı idi.9 Yaz | 2009 -
27
İki Devlet Çözümünün Kaçınılmaz İflası UNSCOP, 1918’den beri ülkenin paylaşılmasına karşı çıkan Filistinlilerin itirazlarını yok sayarak, Kasım 1947’de ülke topraklarının yüzde 55’inde bir Yahudi devletinin kurulmasını önerdi. BM Genel Kurulu bu öneriyi 181 no’lu kararıyla onayladı. Bu kararın günümüze kadar süren uzlaşmazlık ve şiddet olaylarının arka planında durduğunu belirtmekte yarar vardır. BM, yalnızca Siyonist talepleri kabul etmekle kalmadı, bunu yaparken, Filistin tarafının kendilerine dayatılan bu çözümü kabul edeceğini varsaydı. Ayşe Hür, Taraf gazetesinde yayınlanan “90 Yıldır Kanayan Yara: Filistin-3” başlıklı yazı dizisinde “Siyonistlerin Uzak Görüşlülüğü” başlığı altındaki bölümde, “Ancak güçlerini abartan Araplar kararı reddettiler. Yahudi tarafının buna cevabı 1937’den beri zaman zaman başvurdukları tedhiş eylemlerini sistematik hale getirmek oldu” diye yazmaktadır. Ayşe Hür bu satırları yazarken, Arapların 181 sayılı BM kararı reddini, ilkesel olmaktan ziyade pragmatik bir alana indirgemekte ve Siyonistlerin giriştikleri şiddet eylemlerini bu ret kararıyla ilişkilendirmektedir. Yazarın, vurgulamadan geçtiği gerçeklik ise, Siyonistlerin 10 Mart 1948’de onayladıkları Dalet Planı’nı uygulamaya sokmuş olduklarıdır. Dalet Planı, Yahudi güçlerin gelecekte kurulacak Yahudi devletinin topraklarında yaşayan Arap nüfusun bu bölgelerden atılmasını, günümüzdeki tanımıyla etnik temizliği karar altına almıştı. Arap temsilcilerin 181 sayılı kararı reddinin altında yatan nedenlere bakmak gerekir: 181 sayılı kararla, ülkenin verimli toprakları Siyonistler’e, ülkenin iç kısımlarını içeren verimsiz topraklar ise Araplara bırakılıyordu. Kurulması önerilen Yahudi devletinde 500,000 Yahudi’ye karşılık 400,000 Arap yaşayacaktı. Kurulacak devlette yaşayacak olan Yahudilerin büyük çoğunluğunun ülkeye son otuz yıl içinde gelmiş olduğunu da unutmamak gerekiyor. Siyonist liderler, kurulmasını öngördükleri devletin topraklarında, Yahudilerin nüfusun yüzde 40’ını teşkil etmesi sonucu ortaya çıkan çelişkiyi, etnik temizlik yoluyla çözme yolunu seçtiler. Yasin, Nasreddin, az-Zeitun katliamları, Akre ve Hayfa’nın ara vermeksizin bombalanması, hoparlörlerle Arap dilinde yapılan korkutucu duyurular, ekinlerin yakılması gibi eylemler sonucu Araplar ülkelerini terk etmek zorunda bırakıldılar. İsrail’in “bağımsızlık savaşı” olarak nitelediği 1948 çatışmaları sırasında, istihbarat örgütü Hagannah ve Irgun, Lehi ve Stern gibi terörist çeteler, 1,380,000 Filistinli Arapın yarıdan fazlasının yurtlarını terk etmesine neden oldular. Filistin tarih yazımında bu süreç, Nakba (Büyük Felaket) adıyla anıldı. Siyonistler 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’ni ilan ettiklerinde, geriye halkının çoğunluğunun ülkelerinden atılmış olduğu, tahrip edilmiş bir Filistin kalmıştı. İsrailli tarihçi Ilan Palle’nin, “Sürgün ve yıkım o zamandan beri uzlaşmazlığı ateşledi” şeklindeki belirlemesi, günümüze kadar uzanan bu gerçekliğin altını çizmektedir.10 Nakba’nın trajik olarak nitelenmesi gereken diğer bir boyutu, ülkelerinden atılan Filistinli sürgünlerin sürekli olarak uluslararası güçler ve bölgedeki Arap devletleri tarafından görmezden gelinmesi oldu. FKÖ: Tek Devletten İki Devlet Tezine Geçiş 1950/1960’lı yıllarda kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), geriye dönüş, yeniden inşa ve toprakların iadesi için verilen mücadeleyi temsil ediyordu. İlk kuruluş yıllarında yayınlanan Filitinuna (Filistinimiz) dergisinde yazılan yazılarda, Filistin sorununa çözüm olarak, laik demokratik bir devletin kurulması öngörülüyordu. Yazarlar, Filistin toprakları üzerinde kurulacak bir Filistin devletinin savunusunu esas alıyorlardı. FKÖ’nün Ahmed Şukeyri önderliğindeki ilk yıllarında, Nasır ve Arap rejimleri örgütü kontrol ederken, FKÖ, Filistin içinde önemli bir güce sahip değildi. 1965 yılında 28
Sosyalist Düşünce Dergisi
İki Devlet Çözümünün Kaçınılmaz İflası İsrail’e karşı gerilla eylemlerine başlayan El Fetih, 1969 yılında FKÖ’nün kontrolünü eline geçirdi. 1967 Arap-İsrail savaşı ve 1973 yenilgisi ardından El Fetih, ilk defa 1937’de İngiltere’nin Peel komisyonu tarafından öne sürülen ve 1947’de BM tarafından kabul edilen Filistin’in bölünmesi planının kabul edilmesi yolunda adımlar atmaya başladı. İki devlet tezinin kabul gördüğü dönem, El Fetih’in giderek artan bir şekilde Arap rejimlerine bağımlı hale geldiği, emperyalist devletler ve SSCB ile uzlaşma arayışları içine girdiği yıllara tekabül eder. Kasım 1988’de İntifada’nın yükseldiği bir dönemde, Cezayir’de 19. toplantısını yapan Filistin Ulusal Konseyi (FUK) -Filistinli örgütlerin sürgündeki parlamentosu253 kabul oyuna karşılık 46 ret oyuyla, Filistin’in 1967 öncesi sınırlar temel alınarak bölünmesini kabul etti. FUK anlaşmazlığın barışçı bir şekilde çözümünü esas alarak, terörizmi bütün biçimleriyle reddettiğini bildirdi. İki devlet tezinin benimsenmesine neden olan ana isimler, Yaser Arafat, Abu Iyad, Halid Al-Hasan ve FDKC (Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi) lideri Naif Hawatmeh idi. Arafat, 1974 yılında BM’de yaptığı konuşmada FKÖ’nün, işgal altındaki topraklarda mini bir devlet yaratılması karşılığında silahlı mücadeleye son vereceğini duyurdu. Ancak, Arafat’ın iki devlet tezi, FKÖ içinde şiddetli bir muhalefetle karşılaştı. Bir “Ret Cephesi” kuran Filistinli örgütler ve özellikle de George Habbaş yönetimindeki FHKC (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi), Arafat’ın Gazze ve Batı Şeria’da mini bir Filistin devleti kurulması tezine karşı çıkarken, ”demokratik, laik Filistin” formülünü savundular, ancak tezlerini açık bir şekilde formüle etmediler. Oslo “Barış” Süreci Oslo öncesi süreçte ABD’nin İsrail-Filistin sorununa ilişkin politikalarına baktığımızda, Filistin sorununun çözümüne İsrail’in ve bölgedeki ABD yanlısı Arap devletlerinin çıkarları doğrultusunda yaklaşan ABD emperyalizminin, FKÖ ve Filistinlileri politik güçler olarak ciddiye almazken, sayıları milyonları bulan Filistinli sürgünlerin, İsrail sınırlarından uzakta Arap devletlerine yerleştirerek ucuz işgücü sağlamalarını esas aldığını görüyoruz. ABD’nin, BM’den devralarak yürüttüğü barış görüşmeleri, İsrail’in barış planlarının bir yansımasından başka bir şey değildi. İsrail tarafından öne sürülen çözümün merkezinde üç varsayım vardı: İlki, İsrail’in 1948 etnik temizliğinden sorumlu tutulmaması, bununla birlikte bu konunun olası barış görüşmelerinin bir parçası haline gelmemesi; ikincisi ve bunun bir sonucu olarak, barış görüşmeleri yalnızca İsrail’in 1967’de işgal ettiği Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki toprakları kapsaması; ve üçüncü olarak, İsrail’deki Filistinli azınlığın durumunun uzlaşmazlığın kapsamlı çözümü dışında bırakılması idi. Bunun anlamı, Filistin’in yüzde 80’i ile nüfusün yüzde 50’den fazlasının, barış arayışlarının dışında bırakılması idi. Bu formül, koşulsuz olarak ABD tarafından kabul edildi ve masada mevcut en iyi çözüm olarak, dünyanın geri kalan kısımlarına takdim edildi. 11 Eylül 1993 ve Eylül 1995 Oslo anlaşmaları, İsrail ve ABD’nin çizdiği yukarıdaki çerçevenin içinde şekillendi. Edward Said’e göre, 1993 Oslo Anlaşması’nın özü, “devam eden işgalin, Filistinliler tarafından resmi olarak kabul edilmesi idi. FKÖ, gerçekten de İsrail’in bir memuru haline geldi”.12 Meron Benvenisti ise, “işgalin Oslo sonrası da devam ettiğini” vurgulayarak, “ancak uzaktan komuta yoluyla, ve Filistin halkının onayı, onları temsil eden tek temsilci FKÖ vasıtasıyla” diye yazar.13 1993 yılında örgüt içinde tek adam yönetimine ve örgüt içi çürümeye karşı güçlü bir protesto dalgasıyla karşılaşan Arafat, koltuğunun ciddi bir şekilde sallandığının farkında idi. Haydar Abdulşafi’nin başkanlık ettiği yerel heyete bildirmeden İsrail ile Yaz | 2009 -
29
İki Devlet Çözümünün Kaçınılmaz İflası gizli görüşmelere başlayarak, Gazze bölgesindeki İsrail kolonilerine bile dokunmayan bir anlaşmayı kabul etti.14 Oslo Anlaşması’na kadar, İsrail ve ABD’nin karşı çıkmasına rağmen uluslararası kamuoyunda hakim görüş, İsrail’in işgal altında tuttuğu Batı Şeria ve Gazze’den tümüyle çekilmesi ve Filistinlilerin bu topraklarda devlet kurma hakkının tanınması şeklinde idi. Edward Said, Oslo Anlaşması sonucu, Batı Şeria ve Gazze’nin “tartışmalı topraklar haline geldiğini ve böylece, Filistinlilerin yardımı ile İsrail’in en azından bu topraklara dair eşit düzeyde taleplerde” bulunulmasına yol açıldığını vurguladı. FKÖ’nün askeri işgale son verilmeden ve İsrail hükümetinin gerçekte askeri işgal hükümeti olduğunu kabul etmemesine rağmen işbirliği içine girmesini ağır bir hata olarak yorumlayan Said, 2001 yılında New Left Review dergisinde Oslo Anlaşmasının sonuçlarını kısa ve öz bir şekilde yorumlamıştı: 1993’te başlayan Oslo ‘barış sürecine’ gelince, asıl görevi kendi halkını İsrail adına kontrol etmek ve vergi toplamak olan Arafat’ın Vichy benzeri çürümüş yönetimine, 1967’de işgal edilen toprakların numunelik yüzde 18’i verilerek, sadece işgal yeniden paketledi. Martin Indyk ve Dennis Ross gibi, İsrail adına lobi faaliyetlerinde bulunan isimlerin yer aldığı bir ABD heyeti tarafından, sekiz yıldan beri yürütülen, çileden çıkarıcı ‘görüşmeler’den Filistinlilerin payına düşen, daha fazla taciz, daha fazla yerleşim yerleri, daha fazla hapis cezaları ve daha fazla acı oldu - buna Doğu Kudüs’ün ‘Yahudileşitirlmesi’, 1982’de Beyrut’ta FKÖ arşivlerine el koyulduğu gibi, Doğu evine de el konularak, buradaki değeri biçilmez kayıtlar, tapular, varlığının alınıp götürülmesi dahildir.15 2001 yılından bu yana yaşanan gelişmeleri göz önüne aldığımızda, Said’in gözlemlerinin iyimser kaldığını belirtmek doğru olur: Batı Şeria’da Kudüs dışındaki topraklarda Yahudi nüfus 1993’te 110 bin iken, 2008 yılında 270,000’e ulaşmış, İsrail devleti Batı Şeria’nın yüzde ellisini daha kontrolü altına almıştı. Önümüzdeki on yıl içinde nüfusunun 2 milyon kişiyi geçmesi beklenen yoksul Gazze Şeridi ise dünyanın en kalabalık bölgesi haline geldi. Kısaca özetlemek gerekirse, Said ve Benvesti gibi İsrailli yazarların öngördüğü, Filistin’in bantustan’laşması tespiti bir gerçeklik haline gelmiştir. İsrail Aparthaydı Bantustan terimi ilk defa Güney Afrika’da, otonom yönetim bölgelerinde siyahlara ayrılan yerleşim yerlerini tanımlamak için kullanıldı. Bu bölgelerde beyazların her türlü hakka sahip olduğu varsayılırken, bantu olarak nitelenen siyahların bölgedeki yasal konumları ziyaretçi statüsündeydi ve beyazların yaşadığı bölgelere girmek için özel bir izin belgesi almaları gerekiyordu. İsrail’de 1991 yılından bu yana, sınır kapatmaların yanı sıra uygulanan resmi izin sistemi ile Güney Afrika’daki bantustan sistemi arasında bir fark yoktur. Bantustan rejiminin Güney Afrika’daki sonuçları, beyazların ekonomik denetim yoluyla siyahlar üzerinde politik üstünlük sağlamaları, siyah ekonomisinin çökmesi ve Siyah Afrikalıların ucuz işgücü sunması şeklinde idi. İsrail’in 1967’den beri Gazze ve Batı Şeria’da uyguladığı, Filistin ekonomisini tahrip ve Filistinilileri ucuz işgücü olarak kullanma politikaları ile aparthayd (ırk ayrımcılığı) rejimi tarafından uygulanan bantustan pratiği arasında bir fark yoktur. Oslo Anlaşması sonrasında Filistin’de yaşanan gelişmelere baktığımız zaman, iki devlet tezinin, bizzat İsrail’in uyguladığı politikalar sonucu imkansız hale geldiğini görüyoruz. Bu uygulamaları, yeni Yahudi yerleşim bölgelerinin yaygınlaştırılması, karayolu ağlarıyla Filistin topraklarının bölünmesi, sınırların iç kesimine duvar inşası ve doğal kaynaklar üzerinde denetim şeklinde özetlemek mümkündür: Oslo Anlaşması sonrası kurulan Filistin Ulusal Yönetimi (FUY), sınırlar ve doğal kaynaklar üzerinde bir denetime sahip değildi ve Batı Şeria ile Gazze’nin yüzde 18’lik bir bölümünü kont30
Sosyalist Düşünce Dergisi
İki Devlet Çözümünün Kaçınılmaz İflası rol altında tutuyordu. 2000 yılına gelindiğinde, İsrail Batı Şeria’nın yüzde 60’ını ve Gazze’nin yüzde 27’sini tümüyle kontrol altına almıştı. 2000 yılından bu yana yaşanan süreçte, İsrail çekildiği toprakları yeniden işgal ettiği için, yüzde 18 rakamı da artık bir şey ifade etmemektedir. Aynı süreçte, İsrail’in işgal altındaki topraklarda inşa ettiği Yahudi yerleşimlerinin sayısı ise, Batı Şeria’da 150, Gazze’de ise 17’i bulmuştu. İsrail ayrıca, askeri pozisyonlara ilave olarak 652 km uzunluğunda 65 ana yol inşa etti. Bu gelişmeler sonucu bölgedeki yüzde 70’i zeytinlik olan 500,000 ağaç söküldü.16 İsrail, Batı Şeria su kaynaklarının yüzde 80’ini de denetimi altında tutmaktadir. 2002 yılında inşasına başlanan “güvenlik duvarı”, İsrail’in toprak gaspı ve Batı Şeria’da yeni Yahudi yerleşim alanlarının inşası sürecini hızlandırdı. Duvar, Filistinlilerin topraklarına gitmelerini engelleyerek onları hem mülksüz, hem de işsiz hale getirdi ve kasabalarında ya da köylerinde yaşamak yerine, başka bir yerlere göç etmelerini zorunlu kıldı. Duvar, İsrail’in 1967 işgali sonrası çizilen Yeşil Hat’ın dışındadır. Yeşil Hat’ın uzunluğu 320 km iken, duvarın uzunluğu 788 km’dir. Duvar, İsrail’in Batı Şeria topraklarının yüzde 43.5’ine bu şekilde el koyarken, duvar nedeniyle topraklarına geçişleri yasaklanan Filistinlilerin sayısı 522,000’dir.17 İsrail’in uyguladığı toprak gaspı ve doğal kaynakların kontrolünün verdiği sonuç, Filistin ekonomisinin gelişiminin ya da en azından, kendi kendine yeterli hale gelmesinin imkansızlaşması ve işgal altındaki Filistin’in tamamıyla bastuntan’laşmasıdır. İsrail Batı Şeria ve Gazze’de dört bantustan modeli uygulamaktadır: Bunların ilki Gazze Şeridi’dir; Gazze ile Güney Afrika’daki eski aparthayd rejimi bantustan’ları arasında bir fark bulmak mümkün değildir. Duvarın inşası bittiği zaman, Jenin-Nablus, Bethlehem-Hebron ve Ramallah’da üç bantustan’ın daha inşasıda tamamlanmış olacaktır. Sonuç olarak, Filistinlerin birbirinden ayrılmış dört bantustan’ı esas alan, ekonomik olarak ayakta durması imkansız hale getirilmiş, ne sınırlarını ne doğal kaynaklarını kontrol edebildikleri, bir bantustan’dan diğerine geçişlerinin bile İsrail tarafından kontrol edildiği bir yapının, herhangi bir şekilde bir devlet olarak görülmeyeceğini vurgulamak gerekiyor. Oslo Anlaşması’ndan bu yana yaşanan gelişmelerin gösterdiği olgu, bağımsız bir Filistin devletinin değil, İsrail’e bağımlı uydu bir mini-devletin inşasının esas alındığıdır. Bu nedenle iki devlet tezi ve pratikteki uygulaması, Siyonist yayılmacılığı güçlendirmekten başka işe yaramamaktadır. Yine aynı şekilde Oslo Anlaşması sonucu kurulan Filistin Ulusal Yönetimi, gerçekte hiç bir yetkiye sahip değilken, İsrail’e, yaşanan krizlerin sorumluğunu Filistin tarafına atma fırsatını vermektedir. Bu nedenle, Filistin yönetiminin feshi ve Direniş’in yeniden örgütlenmesinin öneminin altını çizmek gerekiyor. Oslo Anlaşması sonucu ortaya çıkan Filistin yönetimi, 1987’de başlayan ilk İntifada sırasında kurulan ve yeni yönetimin nüveleri olarak yeşermeye başlayan komitelerin tasfiyesi temelinde kuruldu. Mücadele içinde doğan yerel komiteler tabana dayanırken, Filistin yönetimi yaygın rüşvet ilişkileri içinde ve İsrail devleti, işadamları ve şirketleriyle işbirliği içinde şekillendi. Bu işbirliği, milyonlarca Filistinli fakirleşirken, El Fetih bürokratlarından ya da onlarla ilişkili işadamlarından oluşan bir azınlığın milyonlar kazanması anlamına geliyordu. Hamas İslami Direniş Hareketi (Hamas), Aralık 1987’de başlayan birinci İntifada’nın ardından, Müslüman Kardeşler örgütünün Filistin kanadı tarafından kuruldu. 1987 yılına kadar, Yaz | 2009 -
31
İki Devlet Çözümünün Kaçınılmaz İflası şartların “Cihad” için uygun olmadığını ileri süren Müslüman Kardeşler, Hamas’ın kuruluşuyla birlikte ideolojik ve politik çizgisinde bir ayrım noktasına geldi. Hamas, Pan İslamcı bir çerçeve içinde, Filistin ulusal mücadelesini faaliyetlerinin merkezine aldı. Bu ayrımın pratikteki yansıması, Filistin’de FKÖ’nün Arap milliyetçiliğini reddeden ve köy komitelerinde FKÖ’ye karşı mücadele eden Müslüman Kardeşler örgütünün İsrail’e karşı bir konum almasaydı. 1970’li yıllarda politik ve özellikle askeri olmayan vakıf kuruluşları olarak faaliyetlerini sürdüren Müslüman Kardeşler, uzun yıllar örtülü olarak İsrail’den destek almıştı. 1978’de İsrailli görevliler, örgütün Filistin sorumlusu Ahmed Yasin’i, İslamcı vakfını kayıt etmesi için teşvik etmişlerdi. Vurgulanması gereken diğer bir nokta da, eğer Hamas kurulmasaydı, o dönemde aktif olarak faaliyet gösteren İslami Cihad örgütünün, Müslüman Kardeşler’i marjinalize edeceğidir. Ahmed Yasin, İsrail görevlileriyle yaptığı gizli görüşmelerde, kendisine FKÖ’yü ezmesi ve Gazze’de iktidarı ele geçirmesinin teklif edildiğini söylemiştir.18 Ancak, Hamas halihazırda İntifada içinde şekillenen Birleşik Ulusal Önderlik ile işbirliği kararı almıştı. Hamas’ın ulusal mücadele içinde bir güç olarak belirişi, Hamas ile FKÖ’nün çeşitli fraksiyonları, özellikle de El Fetih ile arasında sosyal ve politik alanlarda ciddi bir rekabet anlamına geldi. 1993’te Oslo Anlaşması imzalandığı zaman Hamas, bu anlaşmaya ve Filistin Ulusal Yönetimi’nin kurulmasına karşı çıktı. Hamas’ın reddi, onun Filistin için öne sürdüğü İslamcı görüşlerin ve Filistinlilerin ulusal haklarının savunulması temelinde idi. Hamas, FKÖ’nün, ABD ve İsrail’in elinde Filistin halkının çıkarlarına karşı çalışan bir araç haline dönüştüğünü iddia etti. Hamas ayrıca, FKÖ’yü Filistin halkının tek temsilcisi olarak tanımayı reddetti. İsrail’e karşı şiddet eylemlerine girişen ve 1996 yılında yapılan Başkanlık ve Meclis seçimlerine katılmayı reddeden Hamas, 2000 Eylül ayında başlayan ikinci İntifada sırasında güç ve etkinlik kazandı. Bu süreçte Hamas’ın sosyal ve politik zemini zenginleşti ve güçlendi. İkinci İntifada sırasında Şeyh Yasin Ahmed dahil bir dizi önemli liderini kaybeden Hamas, strateji ve taktiklerini yeniden belirleme gereği duydu. Politik programlarını uygulamak ve kendilerini korumak, yasallık kazanmak amacıyla girdiği 2006 belediye ve meclis seçimlerinden başarılı olarak çıktı. Belediye seçimlerinde büyük şehirler ve kalabalık yerleşim merkezlerindeki belediyeleri kazanırlarken, Meclis seçimlerinde 133 temsilciliğin 74’ünü kazandı. Hamas’ın oy oranı yüzde 44, El Fetih’in oy oranı ise yüzde 42 idi. Seçim sonuçları, Hamas dahil herkesi bir sürpriz ile karşı karşıya bıraktı.19 Hamas iktidara geldikten sonra, İsrail ve Ortadoğu Dörtlüsü’nü oluşturan ABD, Avrupa Birliği, BM ve Rusya tarafından Oslo Anlaşması’nı, “Yol haritasını” kabul etmesi ve bu anlaşmalara sadık kalacağına dair taahhütte bulunması için baskı altına alındı. 30 Haziran 2006’da, Londra’da yapılan Dörtler toplantısında Filistin’e yapılacak yardımlar, Hamas’ın İsrail’in varlığını tanıması, şiddet eylemlerine karşı cephe alması ve Oslo Anlaşması’nın kabulü koşullarına bağlandı. İsrail daha da ileri giderek Hamas’ın silah bırakmasını talep etti. İktidara geldiği noktada Hamas bir ikilemle karşılaştı: Uluslararası düzeyde kabul görmek ve destek almak için Dörtlü’nün ileri sürdüğü koşulları kabul etmesi gerekiyordu, ama bunu yaptığı taktirde politik itibarını ve kitlelerden bir protesto hareketi olarak aldığı desteği yitirebilecekti. Bu türlü bir seçimle karşı karşıya kalan Hamas, belirli bir yumuşama içine girdi. Hamas lideri İsmail Haniye, Dörtlü (ABD, AB, BM ve Rusya) ile kendilerine empoze edilen koşulları görüşmeye hazır olduklarını bildirdi ve Filistin Ulusal Yönetimi’nin üstlenmiş olduğu yükümlülükleri kabul etti. Aynı süreçte Hamas, 1967 sınırlarını esas alan, Kudüs, Batı Şeria ve Gazze toprakları üzerinde kurulacak bir devleti bir “ara çözüm” olarak kabul ettiğini bildirdi. Hamas kuruluş bildirgesi, Filistin mandasını oluşturan tüm Filistin topraklarında 32
Sosyalist Düşünce Dergisi
İki Devlet Çözümünün Kaçınılmaz İflası İslamcı bir Filistin devletinin kurulmasını amaçlıyor. Bu devlette Siyonistlere yaşam hakkı tanınmazken, Siyonizmi reddeden Yahudilere Filistin vatandaşlığı verilmesi öngörülüyor. Hamas’ın Filistin’de yaşayan Arap, Yahudi ve Hıristiyanları içine alan İslamcı devlet modeli ile FKÖ’nün 1974 yılına kadar savunduğu laik, demokratik devlet arasında bir paralellik kurmak mümkün gözükmektedir. Hamas ve İsrail Edward Said, Tarık Ali ile yaptığı bir konuşmada, Hamas’ın bir protesto hareketi olduğunu belirtirken, birçok konuda gelecekle ilgili bir programa sahip olmadığını belirtir.20 Hamas’ı iktidara taşıyan başlıca etmenler, Oslo sürecini reddetmesi, Filistin yönetimi ve El Fetih’in rüşvet ve kendini zenginleştirme pratiklerinden uzak durması, özellikle hayır kuruluşları aracılığıyla sürdürdüğü sosyal çalışmalar, ilkesiz bir uzlaşmayı reddetmesi ve çok sayıda lider ve kadrosunun gerek İsrail, gerekse El Fetih tarafından katledilmesi gibi gelişmelerdir. Genellikle, orta sınıf ve yoksul kitlelere dayanan Hamas’ın izlediği strateji ve politikalar, onun bir çelişkiler yumağı teşkil eden karakterini yansıtır. Hamas bir yandan Siyonizme karşı direnişin lideri olarak rol oynarken, diğer yandan da gerici bir içeriğe sahip olan politik program ve mücadele taktikleriyle, Filistin Ulusal Kurtuluş Mücadelesini başarıya ulaştıracak bir yapıya sahip değildir. Hamas’ın İslamcı karakteri sorununa, Filistin mücadelesi ve bu mücadele içinde Hamas’ın doğduğu sürecin içinden bakarsak, Hamas’ın kendisine imkan verildiği takdirde uzlaşma yolunu seçeceğini öngörmemiz gerekiyor. 1988’den bu yana geçen sürece baktığımızda, Hamas’ın zaman zaman politik ılımlılaşma yolunu seçtiği ve pragmatik bir tavır sergilemekten kaçınmadığını görüyoruz. Hamas, içindeki muhalefete rağmen, ilke olarak katılmayı reddettikleri Filistin yönetiminin daha sonra bir parçası haline gelmesi ve sorumluluklarını yerine getirme taahhütleri, buna bir örnektir. Hamas’ın uzlaşma teşebbüslerinin en önemlisi, manda Filistin topraklarına ait taleplerinden vazgeçerek, iki devlet tezini kabulü oldu. Bu bağlamda, yukarıda verdiğimiz örneklere ilave olarak, Hamas’ın kuruluş bildirgesinin iki devlet çözümünü reddetmesine karşın, Şeyh Ahmed Yasin ve diğer Hamas liderlerinin, İsrail devletini kabul edip etmeyecekleri konusunda muğlak açıklamalarda bulunduklarını belirtmek gerekiyor. Örneğin, Hamas kurucularından İsmail Abu Şanap, “İsrail’i yok edemeyiz, pratik çözüm bizim İsrail’in yanı sıra bir devlete sahip olmamızdır,” 21 demişti. Hamas’ın İsrail ve Batı tarafından tanındığı zaman daha fazla tavizler vereceği açıktır. Burada altı çizilmesi gereken, İsrail’in izlediği stratejinin, Hamas’a direnmekten başka bir alternatif bırakmadığı ve Arap ve Yahudi kitleleri arasındaki bir yakınlaşmayı, Siyonist Devlet’in varlığına yöneltilmiş bir tehlike olarak gören Siyonistlerin, Hamas’ın yetersizlik ve çelişkilerini, kendi politik amaçlarına ulaşmak için iyi bir şekilde kullandıklarıdır. Gerek İsrail’in Hamas’a bakış açısını, gerekse 2008 Aralık ayında Gazze Şeridi’ne düzenlenen İsrail saldırısını anlamak için, Ariel Şaron’un danışmanlarından ve Hayfa Üniversitesi profesörlerinden Arnon Soffer’in Mayıs 2004’te Jerusalem Post’da yayınlanan görüşmesine bakmakta yarar vardır. Görüşme, o yıl Ariel Şaron’un ani bir kararla Gazze’de kurulu yerleşim alanlarındaki Yahudiler’i geri çekme kararı alması ve bu kararın başarıyla gerçekleştirilmesinin öncesinde yapıldı. Soffer, İsrail’in barış koşullarının Filistinliler için kabul edilemez olduğunu, bu nedenle Arapların, İsrail ve işgal altındaki topraklarda, nüfusları Yahudi nüfusunu geçene kadar bekleyeceklerini ve daha sonra eşit oy hakkı talep edeceklerini varsayıyordu. 1,300,000 Filistinlinin yaşadığı Gazze’yi tek başına bırakmak, bu senaryonun gerçekleşmesini uzun bir zaman için engelleyecekti. Yaz | 2009 -
33
İki Devlet Çözümünün Kaçınılmaz İflası Filistinlilerin perspektifinden bu konuya bakalım. Sen ve benim, Arafat ve Yaser Abed Rabbo olarak haritaya baktığımızı varsayalım. Yahudilerin bize bırakacakları devlete bak. Bize kalabalık bir hapishaneden başka bir şey olmayan Gazze şeridini bırakacaklar. Ayrıca, adına “Hebron” denilen hapishane de var, ve daha büyük bir tane daha: adı Samaria. Bu noktada, 1.6 milyon, burada 1 milyon ve burada 1.5 milyon (yakında 3 milyon) yaşıyor. Bu “hapishanelerin” her biri, diğerinden koparılmış durumdadır. Yahudiler, bizim ordu kurmamıza izin vermedikleri gibi, kendi güçlü ordularıyla bizi kuşatacaklar. Bize bir hava kuvvetleri kurmamız için izin vermeyecekler, ama onların savaş uçakları tepemizde uçacak. Bize geriye dönüş hakkı vermeyecekler. Onlarla niçin bir anlaşma yapalım? Neden onlarla anlaşıp bir devlet kurmayı kabul edelim? Yahudiler ülke nüfusunun yüzde 40’ını, biz ise yüzde 60’ını temsil eder hale gelene kadar sabırla 10 yıl daha bekleyelim. Dünya bir azınlığın çoğunluğu yönetmesine izin vermeyecektir, böylece Filistin bizim olacaktır. Bu arada Filistinli çocukların öldürülmesi, bir konu teşkil etmiyor; önemli olan, Filistin bizim olacaktır. Geçen hafta yaptığımız gibi Gazze’ye girmek yerine, Filistinlilere duvarın üstünden tek bir füze atarlarsa, bizim cevap olarak 10 füze atacağımızı söyleyeceğiz. Ve kadınlar ve çocuklar öldürülecek ve evler tahrip edilecektir. Bu şekilde yer alacak beşinci olaydan sonra Filistinli kadınlar kocalarına Kasım roketlerini ateşlemeleri için izin vermeyecekler, çünkü onları ne beklediğini bilecekler.. İkinci olarak, kapatılmış Gazze’de 2.5 milyon kişi yaşadığı zaman, insani bir felaket söz konusu olacaktır. O insanlar, akılsız İslamcı köktenciliğin yardımı ile bugün olduklarından daha büyük bir sorun haline geleceklerdir. Sınırdaki baskı dayanılmaz hale gelecek. Çok kötü bir savaş çıkacak. Böylece eğer biz yaşamak istiyorsak, bütün gün, her gün, öldürmemiz, öldürmemiz ve öldürmemiz gerekecek.22 Profesör Soffer, İsrail’in Gazze bölgesinde uygulamakta olduğu tecrit ve kuşatma sonucu, Hamas’ın etkili bir muhalefet geliştirerek gerek İsrail gerekse dünya kamuoyunu harekete geçirmesini öngörmemektedir. Gazze’nin tecridi, Arap ve İsrail halkları arasındaki kutuplaşmayı artırırken bunun pratikteki yansıması, İsrail’deki barış hareketinin zayıflaması, Hamas’ın güçlenmesi ve Kassam roketleri olacaktı. Her ne kadar bazı İsrailli yetkililer, ilk yıllarında Hamas’ı destekledikleri için pişmanlıklarını dile getirmiş olsalar da, İslamcı Hamas, İsrail’in etnik temizleme planlarının önünde etkili ve uzun vadeli adımlar atmak konusunda yetersiz kalmaktadır. Daha net bir şekilde vurgularsak, İsrail, politicide olarak adlandırılan süreci canlı tutmakta ve bunu yaparken de, Hamas’ın yapısal yetersizliklerini iyi bir şekilde kullanmaktadır. İsrailli sosyolog Baruch Kimmerling, politicide terimini “Politicide: Sharon’s War Against the Palestinians” adlı kitabında, Filistin halkının politicide’ini Filistinlilerin bağımsız bir sosyal yapı olarak varlıklarını ortadan kaldırmak için sürdürülen yavaş ve sistemli teşebbüsler olarak tanımlamıştır. İkinci olarak vurgulanması gereken ise, Siyonistlerin arzu ettiği çözümün emperyalist ülkelerin yardımıyla, Mısır ve diğer Arap ülkelerinin baskı altına alınarak, gerek Ürdün gerekse Mısır’dan alınacak topraklar yoluyla bir Filistin devleti kurulması, İsrail’deki Arap nüfusun bu devlete transferi ve mültecilerin bu devlete geri dönüşleridir. Hamas-İsrail ilişkileri konusunda düşünürken geçmişe giderek, İngiliz manda yönetiminin deneyimlerini hatırlamakta yarar vardır: Müftülük kurumu, bir yandan Filistinliler arasındaki ayrılıkları körüklerken, diğer yandan da diğer Arap ülkelerinde olduğu gibi, kitle desteğine sahip politik partilerin yaratılmasının önüne geçilmesini sağladı. Hamas’ın, Filistin direnişinin önderliğini üstlendiği süreç ve varılan yere baktığımız zaman, Hamas’ın gerici ideolojisi ve bu ideolojiyi yansıtan yapısı ile, özellikle ikinci İntifada sırasında Filistinli mücadeleyi çıkmaz sokaklara sürdüğünü belirtmek 34
Sosyalist Düşünce Dergisi
İki Devlet Çözümünün Kaçınılmaz İflası gerekir. Kitle mücadeleleriyle gerek İsrail, gerekse Ortadoğu ve dünya kamuoyunun destek ve hareketlenmesini sağlayacak örgütlenme ve eylemler yerine, intihar eylemleriyle kendini sembolize eden ikinci İntifada’nın militarize edilmesi, İsrail’in hareket imkanlarını geliştirdi ve İsrail, politicide sürecini derinleştirerek aparthayd duvarının inşasına girişti. Son Gazze saldırısı sırasında Batı Şeria ve Doğu Küdüs’te cılız dayanışma örnekleri de, Filistinli politik hareketlerin içinde bulunduğu krizi yansıtmaktadır. Ancak, Hamas’ın Ortadoğu’nun “Balkanlaştırılması” sürecindeki sorumluluklarını belirler ve eleştirirken, kurbanı suçlamak gibi bir mantıktan da uzak durmak gerekiyor. Filistin mücadelesinin başarısızlıklarından dolayı yalnızca onu sorumlu tutmak doğru olmaz. Arafat ve El Fetih örgütünün ihaneti, İsrail ve emperyalist devletlerin saldırıları ve işbirlikçi Arap rejimlerinin emperyalizm yanlısı politikaları, Filistin halkının yaşadığı trajedinin ana sorumlularıdır. Tek Devlet Çözümü Günümüzde varılan noktada, Arap, Hristiyan ve Yahudi toplumlarının eşit ilişkiler temelinde bir araya gelerek, Filistin toprakları üzerinde yeni bir devletin inşasını gerçekleştirmeleri, politik bir çözüm olarak kabul görmeye başlamıştır. Eşit yurttaşlık hakları temelinde kurulacak bir devlet gerek Siyonizm, gerekse İslamcı köktenciliğin yarattığı çözümsüzlük ve felaketlerin aşılması ve yeniden tekrarlanmaması anlamına gelecektir. İsrail’in uzun yıllardır izlediği politika ve uygulamalar, bir yandan Filistin devletinin kurulmasını imkansız hale getirirken, diğer yandan da tek devlet çözümünü bir zorunluluk haline dönüştürerek, Siyonizmin mezar kazıcılığını da yapmaktadır. Ancak tek bir devlet çözümünün aşması gereken engeller ve çözülmesi gereken sorunlar, küçümsenecek gibi de değildir. Gerek Arap, gerekse de Yahudi kitleleri, çoğunlukla birbirlerinden ayrı yaşamak eğilimindedirler. Kurulacak devletin anayasal yapısı ve şekillenmesi gibi sorunlar da henüz masaya yatırılarak incelenmiş değildir. İki devlet çözümü, Filistin toprakları dışında yaşayan 4 milyon Filistinlinin kaderi sorusunu gündem dışında bıraktığı için, bir Filistin devletinin kurulması,Filistin sorunun çözülmesi anlamına gelmeyecektir... Ancak, 3,600,000 Filistinli sürgünün yaşadığı Doğu Ürdün, kurulacak devletin sınırları içine dahil edildiği takdirde bu sorunun çözüleceğinin altını çizmek gerekiyor. Tek bir devlet içinde, yurttaşların bir bölgeden diğerine geçiş ve yerleşimlerin serbest olacağını varsayarsak, sürgünler sorununun çözümünün kolaylaşacağını görmemiz gerekir. Ürdün’ün varlığını, Siyonistlerle yaptığı anlaşmalara borçlu olduğunu ve Filistinlilerin, Ürdün’de ikinci sınıf vatandaş konumunda olduklarını belirtirsek, bu türden bir girişimin tarihsel olarak da bir yanlışlığın düzeltilmesi anlamına geldiğini görürüz. Tek devlet çözümü önündeki en büyük engellerden birinin ABD olduğunun altını bir kez daha çizmek gerekiyor. Her ne kadar Barack Obama yönetimi, George Bush ile aralarında bir ayrım yapmaya ve bir değişim mesajı vermeye çalışsa da, mevcut politikalarını değiştireceklerini beklemek bir safdillik olacaktır. ABD’nin günümüzdeki politikasını somut olarak anlamak için, George W. Bush’un 14 Nisan 2004 tarihinde, zamanın İsrail Başbakanı Ariel Şaron’a yolladığı mektuba bakmakta bir yarar vardır.23 Filistinli gözlemciler tarafından yeni bir Balfour deklarasyonu olarak nitelenen bu mektupta Bush yönetimi tarafından, işgal altındaki bölgelerde kurulan yerleşim birimlerinin sürekliliği kabul ediliyor, meydana gelen değişikliklerin kabul edileceği, bir geriye dönüşün söz konusu olmadığı belirtiliyor, İsrail tarafından inşa edilen duvara meşru dayanaklar sağlanıyor ve Filistinli sürgünlerin geri dönüşlerinin mümkün olmadığı vurgulanıyordu. Yaz | 2009 -
35
İki Devlet Çözümünün Kaçınılmaz İflası ABD yönetiminin, Filistinlileri yok sayarak, Filistin sorunun çözümü konusunda attığı tek taraflı adımların bariz bir örneği olan bu mektup sonrasında Ariel Sharon, George Bush tarafından onaylanan tek taraflı geri çekilme kararının, tahmin edilebilen bir gelecekte bir Filistin devletinin kurulmasının söz konusu olmadığı anlamına geldiğini belirtmiş idi. Şaron’un yakın danışmanlarından Dov Weisglass, ABD tarafından onaylanan Şaron planı ile, Filistinlilerle politik arayış fikrinin tümden ‘formaldehit’ içine konduğunu belirtmiş idi. Gerek ABD, gerekse de İsrailli Siyonistlerin arzuladıkları çözüm, bir açık hava hapishanesi olarak nitelenen bantustan’ların meşruiyet kazanarak, bir Filistin devleti olarak takdim edilmesinden başka bir şey değildir. Bu nedenle, tek devlet için verilen mücadele, ABD ve diğer emperyalist güçlere karşı verilen anti-emperyalist bir mücadeleyi temsil etmektedir. Filistin’de çözüm, sınıf mücadelesi ile ulusal mücadelenin birbirinden soyutlanmadan, somut bir şekilde birleştiği bir mücadele sonucunda bulunacaktır. Bu bağlamda, Filistin’in kurtuluşu ya da Filistin sorununun çözümünü, Arap kitlelerinin anti-Siyonist mücadelesi ile sınırlayamayacağımızı, Yahudi emekçilerin de bu mücadelenin ana katılımcılarından biri olduğunun altını tekrar tekrar çizmemiz gerekmektedir. Dipnotlar: 1. McCarthy J., The Population of the Palestine, Columbia University Press, 1990. 2. Jamil Hilal et al., Where Now For Palestine, Zionism and the Two State Solution, Londra, Zed Books, 2007. 3. Mike Perry and Greg Philo, Israel Palestine, Competing Histories, Pluto Press, 2006. 4. Ibid. 5. Ilan Pappe, “Zionism and the two-State Solution”, Jamil Hilal et al., agy. s.31. 6. Akt: Rashid Khalidi, The Iron Cage, Oneworld Press, Ramsay McDonald, s. 47. 7. Ibid., s. 60. 8. Jamil Hilal et al., agy. 9. Ibid. 10. Ibid. s.39. 11. Edward Said, Peace and its Discontents, Vintage Original, Londra, 1996. 12. Akt: Norman Finkelstein, Image and Reality of the Israel Palestine Conflict, Londra, Verso, 2003, s.172. 13. “Interview With Tanya Reinhart”, bak. http://www.zmag.org/znet/viewArticle/11426. 14. Edward Said, “The Desertion of Arafat”, New Left Review, Eylül-Ekim 2001, bak. http://www.newleftreview.org/A2344, (Erişim Tarihi Nisan 2009). 15. Sufyan Alissa, “The Economics of an Independent Palestine”, Jamil Hilal et al., agy. s.123. 16. Ibid. 17. Roland Rance et al, Middle East: War, Imperialism and Ecology, Londra, SR Books, 2007, s.221. 18. Ziad Abu-Amr, “Hamas: From Opposition to Rule”, Jamil Hilal et al., agy., s.167. 19. Bak. http://newleftreview.org/A2481. 20. Are Knudsen ve Basem Ezbidi, “Hamas and Palestinian Statehood”, Jamil Hilal et al., agy., s.196. 21. Sharif Al Musa, “Searching For a Solution”, Jamil Hilal et al., agy., s.211. 22. Bak.: http://free--expression.blogspot.com/2009/01/arnon-soffer-on-paestine-israeland.html. 23. Bak.: http://electronicintifada.net/bytopic/historicaldocuments/260.shtml.
36
Sosyalist Düşünce Dergisi
Dosya
Filistin’de Sürekli Devrim - Tezler
Yusuf Barman
Tarihsel olgular ve mevcut gerçeklik, Filistin mücadelesinin niteliğine ve yönelmesi gereken hedeflere ilişkin şu tespitleri yapmamıza olanak vermektedir: 1. Filistin Arap ulusunun kendi kaderini tayin hakkının öncelikli koşulu, 1948’den beri topraklarından sürülen Filistinlilerin yurtlarına, ellerinden alınmış olan topraklarına geri dönmeleridir. Bu onların en temel ulusal hakkıdır ve gerçekleşene değin uğrunda mücadele edilecek hedeftir. Bu ulusal talepten taviz veren her örgütlenme, her akım Siyonizmin safına geçmiş demektir. 2. Topraklarından sürülen Filistin halkının yurduna geri dönmesi, Siyonist Devlet’in emperyalist genişlemeye dayalı varoluş gerekçesiyle taban tabana çeliştiğinden, Filistinli Arapların kendi kaderlerini tayin edebilmeleri ancak Siyonist Devlet’in yıkılmasıyla olanaklı hale gelecektir. Dolayısıyla Filistin devriminin ilk ana hedefi İsrail devletinin Yahudi-Siyonist bir hukuki varlık olarak ortadan kaldırılması, yok edilmesidir. Filistin’in kurtuluşunu emperyalizm ve Siyonizm ile yapılacak anlaşmalarla kurulacak bir mini Filistin devletçiğine indirgeyen El Fetih ve benzeri örgütler, Filistin halkının mücadeleler içinde kazandığı mevzileri görüşme masalarında düşmana teslim etmişler ve Siyonist genişlemeciliğin hızlanmasına, Filistin halkının açık hava hapishanelerine dönüşen toprak parçacıklarında sıkışıp kalmasına katkıda bulunmuşlardır. İsrail devleti yıkılmadan ne emperyalizmin desteğindeki Siyonist yayılmacılık durdurulabilir ne de Filistinli mülteciler topraklarına dönebilir. 3. Siyonist İsrail devletinin yıkılması, onu destekleyen ve besleyen emperyalizme karşı verilecek mücadeleyle olanaklı olabilecektir. Siyonizmin hamisi, koruyucusu, başta ABD emperyalizmi ve ardından da Avrupalı büyük güçlerdir. Bu güçlerin müdahalesi olmaksızın, İsrail’in bir Yahudi-Siyonist devlet olarak varlığını sürdürebilmesi olanaksızdır. Buna karşılık Siyonist Devlet, emperyalizmin bölge jandarması olarak hamisine hizmet etmektedir. Bu anlamda Filistin Yaz | 2009 -
37
Filistin’de Sürekli Devrim - Tezler halkının Siyonizmle birlikte emperyalizme karşı tutarlı mücadele veren bir önderliğe ihtiyacı vardır. El Fetih önderliği FKÖ’yü de peşinden sürükleyerek emperyalizmle işbirliği hattına oturmuştur. Hamas ise kapitalist emperyalizme karşı değil, ABD emperyalizminin ve Siyonist Devletin baskı politikalarına karşı mücadele etmekte, direnişi Filistin’in sınırları içine hapsetmekte, sonuçta emperyalizmin maşası olan Birleşmiş Milletler’den medet ummakta ve ABD’nin politikasını değiştirmesini beklemektedir. 4. Emperyalizme karşı verilecek tutarlı bir mücadeleye, ister işbirlikçi ister ulusalcı ya da İslamcı olsun, burjuvazinin hiçbir kanadının önderlik edemeyeceği tarihteki tüm ulusal ve toplumsal savaşımların ortaya koyduğu bir gerçekliktir. Filistin’deki işbirlikçi burjuvazi (genellikle El Fetih çevresi) Filistin devrimini ABD emperyalizminin Ortadoğu politikalarına tabi kılmış durumdadır. Amacı, bir an önce mini bir uydu Filistin devletinin kurulup “devlet” gelirlerinin yolsuzluklar ve/veya ticaret yoluyla kapitalist sermaye birikimine dönüştürülmesidir. Emperyalizmin bölgedeki diğer müttefikleri olan Suudi Arabistan, Kuveyt gibi petrol zengini Arap ülkeleri ile Mısır ve Ürdün gibi işbirlikçi Bonapartist ve/veya monarşik rejimler, Filistin burjuvazisine bu plan doğrultusunda tam destek vermektedir. Ulusalcı Filistin burjuvazisi ise bugün genellikle Hamas’ı destekler hale gelmiştir. Ulusalcı burjuvazi Siyonist sömürgecilik ile işbirlikçi burjuvazi karşısında ekonomik konumunu güçlendirebilmek amacıyla, bugün için her ikisine karşı da mücadele etmekte ve en azından Gazze’deki politik yönetimini sağlama almaya çalışmaktadır. Ama bir kez kendisine ekonomik ve politik düzlemlerde yer açıldığında, önce bir “ulusal birlik hükümeti” çerçevesinde El Fetih önderliği ile, ardından da İsrail devletiyle anlaşmalara yönelmekten çekinmeyecektir. Bu anlamda Filistin mücadelesinin burjuvaziden tümüyle bağımsız bir devrimci proleter önderliğe gereksinimi bulunmaktadır. Filistin İntifada’sının önderliğini Filistin proletaryası üstlenmek durumundadır. Devrimci Marksizmin bölgedeki en önemli görevlerinden biri, Filistin Bağımsız İşçi Komiteleri Sendikası benzeri devrimci ve sosyalist proleter örgütleri desteklemek, onların proletaryanın devrimci önderliğine dönüşme yolundaki inşa çabalarına yardımcı olmaktır. 5. Filistin direnişinin proleter önderliği, Filistin’i Siyonist sömürgecilerden temizleyebilmek için, öncelikli olarak kendi burjuvazisinin Filistin devriminin önüne koyduğu engelleri aşması gerekecektir. Bunun için ilk elde ekonominin işçi denetiminde millileştirilmesi; tüm doğal kaynakların, her türlü üretimin ve dış ticaretin Filistinli kitlelerin içindeki sosyal farklılıkları giderme hedefine yönelik olarak merkezi planlaması kaçınılmaz olacaktır. Filistin’deki Araplar Siyonizm için yarı kölecilik ilişkisine dayalı bir ucuz emek kaynağı olmaktan çıkartılmalı; emperyalizmin ülke kaynakları üzerindeki denetimine son verilmeli; yolsuzluklar sonucu zenginleşmiş Filistinli işbirlikçilerin servetine el konmalı; ve ülke içindeki feodal ilişkilere son verilmelidir. Oysa gerek Stalinist Filistin Komünist Partisi gerekse El Fetih ve Hamas, Filistin ulusal kurtuluş mücadelesini sosyal kurtuluş mücadelesinden ayrı olarak ele almaktadırlar. Sınıf mücadelesi ile ulusal mücadele birbirinden ayrı kavram ve mücadeleler olarak görülmektedir Bu anlayış sonucu, Filistin’in kurtuluşu emperyalizm, Arap devletleri ve İsrail ile yapılacak anlaşmalarla kurulacak bir mini devlete indirgenmiştir. Filistin’de aşamalı devrim ya da kurtuluş mücadelesi Filistin direnişini her geçen yıl daha da geriye götürmüş ve felaketlere yol açmıştır. Bu anlamda, Filistin’in kendi kaderini tayin hakkı için mücadelesi (demokratik devrim), bölünmez bir biçimde Filistin’deki toplumsal devrimin (sosyalist devrim) başarısına bağımlıdır. Filistin İntifada’sını ancak bir işçi devleti gerçek başarıya ulaştırabilecektir. 6. Emperyalizme ve Siyonizme karşı devrimci mücadele veren bir Filistin işçi devletinin karşısına hiç kuşkusuz bölgedeki gerici Arap rejimleri çıkacaktır. Bugün Hamas’ı Gazze’den atabilmek için Siyonizm’le ittifak yapan Mısır’daki yarı askeri diktatörlük, yarın Filistin proletaryasının iktidarını ABD uçaklarıyla yıkmaya çalışacaktır. Onun bu arzusuna kuşkusuz bugünkü Suudi Arabistan, Ürdün, BAE monarşileri de katılacak; Cezayir, Lübnan, Suriye ve Irak rejimleri kendi topraklarına sıçrayacak 38
Sosyalist Düşünce Dergisi
Filistin’de Sürekli Devrim - Tezler bir sosyal devrimi önleyebilmek için Gazze ve/veya Batı Şeria’daki bir işçi hükümetinin devrilmesine gizliden ya da açıktan onay vereceklerdir. Dolayısıyla, Filistin’de proleter bir iktidarının ayakta kalabilmesi, Ortadoğu’daki gerici rejimlerin yıkılmasını gerektirecektir. Kuşkusuz Filistin toplumsal devrimi, diğer Arap ve Müslüman ülkelerdeki politik panoramayı derinden etkileyecek, buralardaki devrimci emekçi enerjinin açığa çıkabilmesine katkıda bulunacak, monarşilerin ve Bonapartist rejimlerin ayağı altındaki toprağı kaydıracak, İslamcı gericiliğin kitleler üzerindeki ideolojik ve politik egemenliğine yıkıcı darbeler vuracaktır. Bütün bu gelişmelerin Filistin sosyalist İntifada’sının tüm Ortadoğu’ya yayılma eğilimleri göstermesi kaçınılmaz olacaktır. Devrimin herhangi bir başka ülkeye sıçraması ve zaferi, bölgede emperyalizme ve Siyonist Devlet’e karşı devrimci savaşı güçlendirme olasılığı yaratabilecektir. Bu eğilimler ve zorunluluklar, devrimci Marksistlere Ortadoğu’daki enternasyonalist inşayı hızlandırma görevini yüklemektedir. 7. Batı Şeria ve Gazze’de Hamas’a bile tahammül edemeyen ABD-İsrail saldırganlığı kuşkusuz, bu topraklarda kurulacak bir proleter hükümete asla izin vermek istemeyecektir. Bu anlamda, bu tip bir iktidarın birincil destekçisinin İsrail’deki YahudiArap proletaryasının olması beklenir. Gerçekte, bir bütün olarak “Filistin sorunu”nun çözümü ancak Siyonist Devlet’in yıkılmasından ve Filistin’in bütününde proletaryanın iktidarı altında laik, demokratik ve ırkçı olmayan tek bir Filistin devletinin kurulmasıyla olanaklı olabilir. Bu amaca yönelik olarak, Filistin proletaryasının tüm Müslüman ve Yahudi kesimlerinin birliği ve sosyalist dayanışması ve birliği her zamankinden daha zorunlu hale gelmiştir. Ama gerek böyle bir çözüm, gerekse bugün Siyonist Devlet’in yıkılması hedefine yönelik olarak, bu birliğin ve dayanışmanın temelleri bugünden atılmak zorundadır. Kaldı ki, İsrail’deki Yahudi proletaryası Siyonist burjuvazinin yoğun sömürüsü altında bulunmaktadır. İsrail’i yöneten 18 aile milli gelirin yüzde 35’ine el koyarken, İsrailli emekçiler her geçen gün daha da yoksullaşmaktadırlar. Hakim sınıfların bir ideolojisi olan Siyonizm, sınıf mücadelesini İsrail burjuvasının çıkarları çerçevesinde etkisiz hale getirmektedir. Histadrut gibi Siyonist örgütlenmeler sendikadan çok Yahudi proletaryasının sırtına geçirilmiş Siyonist deli gömlekleridir ve bunlar mutlaka yıkılmalıdır. Bu açıdan Gazze ve Batı Şeria’daki emekçiler ile İsrail işçi sınıfını bir araya getirecek ve onların ortak mücadelesini olanaklı kılacak enternasyonalist bir örgütlenme tüm Filistin ve Ortadoğu devrimi için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Özetle, yukarıda başlıca noktalarına değinilen sürekli devrim perspektifi, ulusal kurtuluş ile sosyal kurtuluş mücadelelerini birleştirirken, bölgedeki emperyalizmin uydusu konumunda olan İsrail ve Arap devletlerinin yıkılmasını ve bölge çapında antiemperyalist bir mücadelenin örgütlenmesini öngörür. Hakim sınıflar emperyalizmle kol kola çözümler ararken, işçi sınıfı ve ezilenlerin çıkarı anti-Siyonist mücadeleyi Ortadoğu’daki hakim sınıflar ve onların efendilerine karşı bir mücadele haline dönüştürmekte yatar. Ancak bu şekilde, Arap ve Yahudi halkların barış içinde bir arada yaşadığı, Filistinlilerin topraklarına geri dönme hakkına sahip olduğu bir gelecek mümkün olacaktır.
Yaz | 2009 -
39
Belge
Bölünmeye Karşı !
İlk kez 31 Eylül 1947’de, Dördüncü Enternasyonal Filistin seksiyonu Devrimci Komünist Birlik’in yayın organı Kol Hamamad’da İbranice yayımlanmıştır.
Birleşmiş Milletler (BM) komitesi üyeleri “anlayışlılık” gösterdi ve “çok kısa sürede mükemmel bir iş gerçekleştirdi.” Yahudi Ajansı temsilcisi Golda Meier, bölünme tasarısını bu sözlerle selamladı. Siyonist partilerin çoğu, çözümün “biçimine” ilişkin bazı çekincelerle birlikte aynı fikirdeydiler. Amerikan Dışişleri Bakanı Marshall de bu görüşü paylaşıyordu. Bununla birlikte, Amerikan dışişleri bakanlığının temel endişesinin genellikle mazlum halkların kaderi olmadığı iyi bilinir. Bu yüzden, onun tepkisi, BM komitesinin iyi niyetine inanan çevrelerde kaygı yaratmış olabilir. BM tasarısı Yahudilere ne kazandırıyor? İlk bakışta, her şeyi; 150.000 kişinin üzerinde göçmen kotası; politik bağımsızlık; Filistin’in üçte ikisi; üç büyük liman ve neredeyse bütün kıyı şeridi. Bütün bunlar, Yahudi Ajansı’nın en iyimser üyelerinin bile talep etmeye cüret edebileceklerinin ötesinde kazanımlar. Bu “anlayış” ve “dostane tutum” biraz kuşku uyandırıcı değil mi? Anglo-Sakson güçlerle yakın ilişkilere sahip Kanada, Hollanda ve İsveç’in temsilcileri neden bu tasarıyı onayladılar? Ve politikaları Washington tarafından dikte edilen Guetamala, Peru ve Uruguay neden bu öneriye oy verdiler? Bütün Siyonist yayınlar, yarı-Siyonist olanlar da (Filistin Komünist Partisi yayın organları) dahil, bu soruyu sormayı reddediyorlar. Ve tabii yanıt de vermiyorlar. Ama belirleyici sorun da tam bu. Tasarının içeriğinden daha önemlisi, tasarıyı ileri sürenlerin niyetleri. Hiç yanılmayalım! -Marshall’ın deyişiyle- “tarafsız” ülkelerin ardında, konuyla en fazla ilgilenen büyük güçler duruyor. Bölünme tasarısının ardında yatan hesap, Hindistan’ın bölünmesine neden olanın aynısıydı. Bu hesaplar nedir? İçinde bulunduğumuz sosyal 40
Sosyalist Düşünce Dergisi
Bölünmeye Karşı devrimler ve esaret altındaki halkların başkaldırısı çağında, emperyalizm iki temel yöntemle hüküm sürmekte: acımasız ve kaba baskıyla (Endonezya, Çin hindi ve Yunanistan’da olduğu gibi) ya da sınıf savaşının ulusal çatışmalara dönüştürülmesi yoluyla. İkinci yol daha ucuz ve güvenlidir, ve emperyalizme kendini perdenin arkasında saklama olanağı tanır. Siyonist göçünü bölücü bir unsur olarak kullanarak emperyalizm, bugüne kadar bu ülkede divide et impera (“böl ve yönet”) yöntemini başarıyla uyguladı. Bu yolla, ulusal gerginlik yaratılarak Filistin ve Ortadoğu’daki Arap kitleler arasında emperyalizmin neden olduğu öfke Yahudilere karşı yönlendirildi. Ama son dönemde bu yöntem, istenen sonuçları üretemez hale geldi. Ulusal gerilime rağmen ülkede güçlü ve mücadeleci bir Arap işçi sınıfı gelişti. Arap ve Yahudi işçiler büyük ölçekli grevlerde işbirliğine girerek emperyalist sömürücüleri ödün vermeye zorladıklarında da, Filistin’in tarihinde yeni bir bölüm açılmış oldu. Ve kışkırtma yoluyla Filistin halkının yeni bir karşılıklı katliam girdabına sokulmasını amaçlayan son girişimin başarısızlığı, emperyalistler için bir ders oldu. Bugün bunlardan gerekli sonuçları çıkarmış durumdalar: eğer birbirinizle savaşmayı reddederseniz, sizi öyle bir politik ve ekonomik duruma sokacağız ki, bunu yapmak zorunda kalacaksınız! Bölünme tasarısının gerçek içeriği budur. Filistin’in bölünmesi tasarısı, Yahudi halkının hep hayal ettiği politik bağımsızlık düşünü gerçekleştirecek mi? Yahudi devletinin “bağımsızlığı”, iki seçenek arasında “özgür” ve “bağımsız” bir tercih yapmaya indirgenecektir: açlıktan ölmek ya da kendini emperyalizme satmak. Dış ticaret –ithalat ve ihracatın her ikisi de– bugüne kadar olduğu gibi, emperyalizmin denetimi altında kalacak. Ekonominin kilit sektörleri –petrol, elektrik ve madenler– gene yabancı tekellerin elinde kalacak. Ve kârlar, yabancı kapitalistlerin ceplerine akmaya devam edecek. Ortadoğu’nun kalbinde kurulacak bir Yahudi devletçiği, emperyalist devletlerin elinde mükemmel bir araç olacaktır. Arap kitlelerden yalıtılmış bu devlet savunmasız kalacak ve tamamen emperyalistlerin merhametine bırakılmış olacaktır. Ve onlar bunu, bir yandan Arap devletlerini “Yahudi tehlikesi” –yani minik Yahudi devletinin kaçınılmaz yayılmacı eğilimlerinin temsil ettiği tehdit– hakkında uyarırken, diğer yandan da kendi konumlarını güçlendirmek için kullanacaklardır. Ve bir gün, gerilim en yüksek doruğuna vardığında, emperyalist “dostlar” Yahudi devletini kendi kaderine terk edeceklerdir. Öte yandan Araplar da “politik bağımsızlık” elde edeceklerdir. Bölünme, Şeria Irmağı’nın batısında, eski Ürdün devletine benzer, geri kalmış feodal bir Arap devletinin yaratılmasına yol açacaktır. Bu yolla, petrol rafinerilerinin bulunduğu stratejik bir bölge olan Hayfa’daki Arap proletaryasını yalıtmayı ve felce uğratmayı, ve aynı zamanda tüm Filistin’li işçilerin sınıf savaşını bölmeyi ve etkisizleştirmeyi amaçlıyorlar. Pekiyi, “toplama kamplarındaki mültecilerin kurtuluşu” nasıl olacak? Bu sorunu, bütün ülkelerin kapılarını bu mültecilere kapatarak bizzat emperyalizm yaratmıştı. Mültecilerin kaderi emperyalizmin sorumluluğundadır. Ama emperyalizm hayırsever değildir. Eğer mültecilere Filistin’i bir “armağan” gibi sunuyorsa, bunu tek bir nedenle yapacaktır: onları kendi amaçları doğrultusunda kullanmak. Görünüşte Yahudilerin oldukça “lehine” olan bölünme tasarısı, emperyalizm açısından çok çekici bazı noktalar içermektedir: 1) Siyonizme verilen tavizler, Yahudi çoğunluğun onayını almak için bir yem olarak kullanılacak; 2) Tasarı, Hayfa’nın Yahudi devletine dahil edilmesi ve Arap devletine hiçbir liman bırakılmaması gibi, Arapları çileden çıkartacak bir dizi kışkırtma içermektedir; 3) Bu kışkırtmalar İngiltere’ye, ikinci ve daha adil bir paylaşım için mücadeleye girişecek olan Araplara “Arap dostu” gibi görünme olanağı kazandıracaktır. Bu da tabii Araplar’ı acı ilaç içmeye zorlayacaktır. Diğer bir deyişle, önceden tasarlanmış bir işbölümüyle karşı karşıyayız. Yaz | 2009 -
41
Bölünmeye Karşı Özetle: BM komitesinin tasarısı ne Yahudiler ne de Araplar için bir çözümdür; bu tasarı yalnızca ve tümüyle emperyalist ülkeler için bir çözümdür. Siyonist politikacılar, emperyalizmin onlara fırlattığı kemiği iştahla havada kaptılar. “Sol kanat” Siyonist muhalifler ise, emperyalistlerin oyununun maskesini düşürmek adına, Filistin’in bölünmesi tasarısını yarım ağızla eleştiriyorlar ve... Filistin’in bütününde bir Yahudi devleti kurulması çağrısı yapıyorlar! Shomer HaTsa’ir’in (“Genç Muhafız”) önerdiği iki uluslu devlet tasarısı ise, Yahudilerin Araplara Yahudi göçünü ve Siyonist politikaları –onların rızası olmadan ve isteklerine aykırı olarak– dayatma haklarını örten bir incir yaprağından başka bir anlam taşımıyor. Ya Filistin Komünist Partisi? Görünüşe göre o “adil” bir BM çözümü beklentisi içinde. Her ne hal olursa olsun, BM’ye ilişkin yanılsamaları beslemeye devam ediyor ve bu anlamda emperyalist programların gizlenmesine ve uygulanmasına yardım ediyor. Tüm bunlara karşılık, biz diyoruz ki: Tuzağa düşmeyelim! Yahudi sorunun çözümü, ülkenin sorunlarının çözümü gibi, “yukarıdan”, BM’den ya da başka herhangi bir emperyalist kurumdan gelmeyecek. Hiçbir “mücadele”, “terör” ya da ahlaki “baskı” emperyalizmi bölgedeki yaşamsal çıkarlarından vazgeçmesini sağlamayacak (petrol stoğu bu yıl %60 kâr payı verdi!). Yahudi sorununu çözmek için, kendimizi emperyalizmin boyunduruğundan kurtarmamız gerekiyor. Bunun için tek bir yol var: Arap kardeşlerimizle birlikte ortak sınıf savaşı; Ortadoğu’da ve tüm dünyada ezilen kitlelerin anti-emperyalist savaşının ayrılmaz bir parçası olan bir savaş. Emperyalizmin gücü bölünmede yatıyor – bizim gücümüz ise sınıfın enternasyonal birliğindedir.
42
Sosyalist Düşünce Dergisi
Belge
Akıntıya Karşı
“Akıntıya Karşı” adlı makale Mayıs 1948’de, Dördüncü Enternasyonal’in Filistin seksiyonu, Filistin Devrimci Komünist Birliği’nin yayın organı Kol Hamamad’da (“Sınıfın Sesi”) yayımlanmıştır. Makalede, Birleşmiş Milletler’in (BM) tasarladığı Filistin’in bölünmesi planının, Filistin’de yükselmekte olan sınıf mücadelesini bastırmaya, sınıf çizgilerini muğlaklaştırmaya ve ülkedeki iki ulusal toplumun içinde bir diğerine karşı uzlaşmaz bir “ulusal birlik” atmosferi yaratmaya yönelik gerici rolünü teşhir edilmektedir. Yazıdan da anlaşılabileceği üzere, Filistin Komünist Partisi iki taraftaki milliyetçi histeriden kendini kurtaramamış ve iki ulusal partiye bölünmüştür. Sosyalist tutumunu yitirmeyen yegane akım, Yahudi ve Arap işçileri saflarındaki sınıf düşmanlarından kopmaya ve bağımsız mücadelelerini emperyalizme karşı yöneltmeye davet eden Filistinli Troçkistler oldu. Bir yanda Hagana (“Savunma”) paramiliter örgütünün oluşturduğu yeni “İbrani” devletinin, diğer yanda ise Arap “Kurtuluş” ordusu işgalinin kışkırttığı kabaran şovenizm dalgasına karşın, Filistin sorununun tek çözüm yöntemini Troçkistlerin önerdiği enternasyonalist işçi sınıfı programı sunmuştur.
Politikacılar ve diplomatlar, BM’nin bölünme kararıyla birlikte Filistin’in içine sürüklendiği korkunç duruma hâlâ bir çözüm yolu bulmaya çalışıyorlar. Durum “uluslararası barışın” tehdit altında olduğuna mı işaret ediyor, yoksa söz konusu olan sadece bazı “düşmanca eylemler” mi? Bize göre bu ikisinin arasında fark yok. Her gün, kadın ve erkek, yaşlı ve genç, pek çok Yahudi’nin veya Arapın öldürüldüğüne ya da sakat bırakıldığına tanık oluyoruz. En çok acı çekenler hep emekçiler ve yoksullar oluyor. Kısa bir süre önceye kadar, Arap ve Yahudi işçiler yabancı bir zalime karşı birlikte grev yapıyorlardı. Şimdi ise, bu ortak mücadeleye son verildi. Bugün, işçiler birbirlerini öldürmeye kışkırtılıyorlar. Provokatörler başarıya ulaştılar. Siyonistler, “Britanya, Arap terörizmi aracılığıyla böYaz | 2009 -
43
Akıntıya Karşı lünmeyi engellemek istiyor,” diyorlar. Sanki toplumlar arasındaki ihtilaf bizzat Filistin’i bölmek için kullanılan bir araç değilmiş gibi! Durumun nelere yol açacağını görmek emperyalistler için oldukça kolaydı, ve şimdi bundan herhalde memnundurlar. Bevin-Churchill Hangi Baltayı Bileyliyorlar? Britanya son dünya savaşının kaybedenleri arasındaydı. Dış varlıklarının büyük bölümünü yitirdi. Sanayisi gerilemekte. Üretim aygıtını geliştirebilmek için dolarlara ve insan gücüne ihtiyacı var. Filistin’de “düzeni korumak, İngiltere’ye yılda 35 milyon Pound’a mâl oluyor, bu tutar İngiltere’nin kendi ülkesinde elde edebileceği kârların üzerinde bir rakam. Bölünme, onun mali yükümlülüklerinden kurtulmasını sağlayacak, gelir kaynaklarına dokunmaksızın askerlerini üretim süreçlerinde istihdam etmesini olanaklı kılacak. –Ama hepsi bu değil. Bölünmeyle birlikte Arap ve Yahudi işçilerin arasına barikat dikilmiş oldu. Siyonist Devlet, kışkırtıcı sınır tanımlarıyla her iki tarafta da intikam hareketlerinin gelişip olgunlaşmasına yol açacak; tarihi Eretz Israil’in (İsrail Ülkesi) sınırları içinde bir “Arap Filistin” ile bir Yahudi devletinin kurulması için mücadele başlayacaktır.– Böylece yaratılan şovenist atmosfer Ortadoğu’daki Arap dünyasını zehirleyecek ve kitlelerin anti-emperyalist mücadelesini boğacak, bu arada Arap ve Siyonist feodaller emperyalizmin dağıtacağı ödüller için birbirleriyle rekabete girişeceklerdir. Bölünmenin kazandırdığı avantajlar için Britanya’nın ödemek zorunda olduğu bedel, bu ülkede elinde bulundurduğu yönetim tekelinden feragat etmek olacaktır. Öte yandan, Wall Street sahneye çıkacak ve emperyalist egemenliği korumaya yönelik kirli işlerde kendi payına düşeni üstlenecektir. Bu, kuşkusuz, dolar cumhuriyetinin “demokratik” itibarını lekelerken aynı zamanda, Büyük Britanya’nın prestijini artıracaktır. Bu nedenle bölünme, emperyalist soyguncular arasında bir iktidar değiş tokuşu anlaşması niteliğindedir. BM’nin İşlevi Eğer Anglo-Amerikan emperyalistleri Filistin’de bu “çözümü” kendi başlarına yürürlüğe sokmak isteseydiler, bu kokuşmuş oyun bütün Ortadoğu’da tescillenebilirdi. Fakat, kurnazlık yaptılar –sorun BM’ye devredildi. BM’nin görevi, emperyalist mutfakta pişirilen acı yemeği tatlandırmak ve onu, Bevin’in deyişiyle “aklın yargıladığı dünya vicdanı” zırvalarıyla soslamaktı. Kesinlikle öyle oldu. Ve ikinci dereceden ülkelerin diplomatları, “dünya kamuoyu” nakaratı eşliğinde, dolar flütünün ahenginde dans ettiler. Ve bu performanstaki garip rol dağılımı Büyük Britanya’nın, iki tarafın da sempatisiyle coşan Koruyucu Melek gibi görünmesine olanak tanıdı. Ya Sovyetler Birliği? Neden temsilcisi BM senaryosunun gerçek bir dalavere olduğunu haykırmadı? –Görünüşe göre, SSCB’nin güncel dış politikası sömürge halklarının mücadelesiyle pek ilgili değil. Ve “Büyük Birader” için Filistin ikincil bir sorun olduğundan, Sovyet diplomatları Stalin’in ekonomik ve toplumsal farklılıklarına rağmen “Sovyetler Birliği Amerika ve Britanya ile yolun ortasında buluşmaya hazırdır” yolundaki yargısının daha uygun olduğunu düşündüler. İşte BM Filistin sorununu böyle “çözdü”. Daha önce Hindistan, Yunanistan ve Hindiçin’de masaya koyulan aynı berbat yemek. Yahudiler Bölünmeden Ne Kazanmayı Umuyorlar? BM aşçıları tarafından kendilerine sunulan kemik karşısında Siyonistler zafer duygusuna kapılmışlardı. “Uluslar platformundaki... çalışmalarımız, haklılığımız, kazanma44
Sosyalist Düşünce Dergisi
Akıntıya Karşı mızı sağladı.” Herzl’den bu yana Siyonistler durmadan Yahudi halkının düşmanlarından “adalet” isteme alışkanlığında olmuşlardır: Çar’dan, Alman Kayzeri’nden, İngiliz emperyalistlerinden, Wall Street’ten. Şimdi fırsatı yakaladıklarını gördüler. Wall Street borç ve “politik bağımsızlık” dağıtıyor. Tabi ki, bedavaya değil. Bedel kanla ödenmeli. Truman ve Bevin’in hediyesi olan Yahudi devleti, Siyonistlerin kapitalist ekonomisine bir soluklanma olanağı veriyor. Bu ekonomi oldukça zayıf temellere dayanıyor. Ürünleri dünya pazarında rekabet edemiyor. Tek umudu, Arap mallarının engellendiği iç pazarda. Bu nedenle Yahudi göçü sorunu bir ölüm kalım meselesi haline geldi. Servetlerinin son kalıntılarıyla gelecek olan göçmenlerin durmaksızın gelmeye devam etmesi, mal dolaşımını artıracak, burjuva üreticilere pahalı mallarını elden çıkarma imkanı verecektir. Öte yandan kitle göçü, Yahudi sanayisine “çok ağır gelen” ücretlerin düşmesini gerçekleştirebilmek için de oldukça faydalı. Kaçınılmaz askeri çatışmalara angaje olmuş bir devlet, “İbrani Ordusu”nun siparişleri sayesinde küçümsenmeyecek bir “İbrani” gelir kaynağı elde etmiş olacaktır. Kurulacak bir devlet, kıdemli Siyonist memurlar için sıcacık binlerce döşek anlamına gelecektir. Hesabı Kim Ödeyecek? İşçiler ve yoksullar. Arap mallarına uygulanan boykotu takiben, yüksek fiyatlar ödemek zorunda kalacaklar. Sayısız dolaylı ve dolaysız verginin esareti altında ezilecekler. Yahudi devletinin mali açıklarını kapatmakla yükümlü olacaklar. Kendilerini temsil eden kurumlar “daha önemli işlerle” uğraşırken, bu insanlar başlarının üzerinde bir çatı olmadan, açıkta yaşıyorlar. Arap yoldaşından uzaklaştırılan ve onunla birlikte ortak sınıf mücadelesi vermesi engellenen Yahudi işçi, sınıf düşmanlarının, emperyalizmin ve Siyonist burjuvazinin insafına terk edilmiş olacaktır. Onu “işinden eden ve ücret düzeyini düşüren” proleter müttefiki Arap işçiye karşı kolayca kışkırtılabilecektir (geçmişte işe yaramış olan bir yöntem!). Weitzmann, “Yahudi devletinin komünist etkiyi engelleyeceğini”, boş yere söylemiyor. Bunun karşılığında Yahudi işçi, İbrani devlet katında kahraman şehit ayrıcalığıyla ödüllendirilecektir. Pekiyi, Yahudi devleti hangi vaatlere dayanıyor? Kurulması gerçekten Yahudi sorunun çözümünde ileri bir adım anlamına mı geliyor? Bölünme Yahudilerin çilesine son vermek amacıyla tasarlanmamıştır, ne de bunu gerçekleştirmesi mümkündür. Yahudi kitleleri kapsayabilmek açısından için bile fazla küçük olan bu cüce devlet, kendi yurttaşlarının sorununu bile çözemez. İbrani devleti sadece Ortadoğu’ya Yahudi düşmanlığı bulaştırmayı başarabilir ve –Troçki’nin dediği gibi– yüz binlerce Yahudi için kanlı bir tuzak haline dönüşebilir. Bölünme Arap Gericilerinin Değirmenindeki Buğdaydır Arap Birliği’nin liderleri bölünme kararına, tehdit ve coşku dolu konuşmalarla tepki verdiler. Aslında onlar için Siyonist bir devlet, Allah’ın bir nimetiydi. “Filistin’i kurtarmak için kutsal savaş” adına işçileri ve köylüleri askere almak, onların ekmek, toprak ve özgürlük için çığlıklarını bastıracak bir destekti. Halkın mücadelesini saptırabilmek için onları Yahudi ve komünizm tehlikelerine karşı seferber etmek, denenmiş eski bir yöntemdir. Son zamanlarda Filistin’de, feodal egemenlik gücünü yitirmeye başlamıştı. Savaş boyunca Arap işçi sınıfı hem sayısal olarak büyüdü, hem de bilinci gelişti. Arap ve Yahudi işçiler yabancı düşmana karşı birlikte ayağa kalktılar ve ortak grevler örgütlediler. Yaz | 2009 -
45
Akıntıya Karşı Güçlü bir sol sendika doğdu; “Filistin Arap İşçileri Birliği” ise Hüseyni hanedanından kopma doğrultusunda önemli adımlar attı. Önderlerinden Sami Taha’nın Arap Yüksek Komitesi adamlarınca katledilmesi, bu gelişimi dizginleyemedi. Ama Hüseyniler’in başarısızlığa uğradı noktada emperyalizmin maşası BM’nin kararı başarıya ulaştı. Bölünme kararı, Filistinli işçilerin sınıf mücadelesini bastırdı. “Ülke ve emek fatihleri” Siyonistlerin eline düşme olasılığı, Arap işçiler ve fellahlar [Arap köylüsü ç.] arasında korku ve kaygı uyandırıyor. Milliyetçi savaş sloganları bereketli topraklara düşüyor. Ve feodal katiller fırsatlarının farkındalar. Böylece bölünme politikası, feodalizm taraftarlarına, tarihin tekerini geriye döndürme şansı veriyor. Bir İlk Özet Bölünme politikasının verdiği ilk ürün: Yahudi ve Araplar şovenist histeri denizine batmış durumdalar. Bir yanda zafer, diğer yanda ise intikam ve öfke. Komünistler katlediliyor. Yahudiler arasında pogromlar körükleniyor. İki taraflı katliam ve provokasyonlar söz konusu. Haganah’ın “saldırı seferleri”, daha fazla kan dökülmesi amacıyla asker toplama kampanyasına girişen Arap yurtseverlerin propaganda makinesini yağlıyor. Silahlı ihtilaf ve işçi hareketinin parçalanmışlığı iki tarafın şovenist köktencileri için birer nimet. Yahudi “Komünistler” Ne Yapıyor? Yurtseverlik dalgası, hangi tarafın destekleneceğine karar verme yeteneğini oldukça zora sokmuş durumda. Siyonist “Sosyalist” partiler kısa sürede anti-emperyalist söylemlerini ve “ülkenin paramparça edilmesine” karşı kararlı “direniş” çağrılarını “düzelterek” emperyalist bölünme politikasına coşkuyla destek vermeye yöneldiler. Önemsiz bir konuydu bu onlar için, söz konusu olan sadece Siyonist taktiğin değiştirilmesiydi. Buna karşılık, Filistin Komünist Partisi’nin (FKP) farklı bir tutum alması beklenebilirdi. Bir Yahudi devletinin kurulmasının yol açacağı ölümcül sonuçlara ilişkin daha önce defalarca uyarılarda bulunmamışlar mıydı? “Bölünme, hem Araplar hem de Yahudiler için kesinlikle aynı felaketlere yol açacaktır ... bölünme, İngiliz egemenliğine ikinci bir yaşam şansı vermeye yönelik emperyalist bir plandır...” (25 Mart 1946’da Anglo-Amerikan İnceleme Komisyonu kurulmadan önce FKP’nin yaptığı açıklama). Temmuz 1947’de BM komisyonunda yaptığı konuşmaya değin parti sekreteri bu tutuma sadakatle bağlı kalmıştı: “Bölünme planını kesin olarak reddediyoruz, çünkü bu plan iki halkın çıkarlarına zarar vermektedir.” Ama plan Sovyet temsilcilerinin desteğiyle zafer kazandıktan sonra, Kol Ha’Am (Stalinistlerin merkezi yayın organı) aceleyle “demokrasi ve adaletin kazandığını (!)” duyurdu. Ve bir gecede, yeni vaftiz edilmiş bir parti çıktı ortaya: Filistin Komünist Partisi’nin adı, Eretz İsrail Komünist Partisi’ne dönüştü (İbrani Ülkesinin Komünist Partisi). Böylece Arap nüfusuyla son bağlantı kalıntıları koparılmış, ve Siyonizm ile aralarındaki son ayrılık da giderilmiş oldu. FKP, Arap ve Yahudi kitlelerin anti-emperyalist mücadelesinin öncüsü olmak yerine, “sol” Siyonistlerin “komünist” kuyruğu haline geldi. Hem de Siyonizmin herkese karşı-devrimci yüzünü, emperyalizme olan köleliğini gösterdiği bir anda yaptı bunu. Böylece Komünist Parti, bizzat kendisinin teşhir etmiş olduğu emperyalist ve Siyonist sahtekarlıkların soytarı bir temsilcisi haline geldi. Neden İflas Bayrağını Çektiler? FKP’nin politikası sürekli bir hattan yoksun. Bu politika, hem Filistin’deki Yahudi işçilerin mücadelesinden kaynaklanan gereksinimleri, hem de Sovyet dış politikasının gereklerini yansıtıyor. Ne var ki, sınıf savaşının gereksinimleri tutarlı bir enternasyo46
Sosyalist Düşünce Dergisi
Akıntıya Karşı nalist politikayı, Siyonizm’in reddini, onun Araplar ve Yahudiler arasındaki ayrımcılığının reddini gerektiriyor. Ama öte yandan parti çizgisini Sovyetler Birliği’nin diplomatik manevralarına göre düzenlemek “esnek”, yani belkemiksiz bir politikayı zorunlu kılıyor. Sonuçta karşımıza kararsız ve zigzaglar çizen bir FKP çıkıyor. Siyonizmin stepnesi olarak! Ya Arap “Komünistler”? “Ulusal Kurtuluş Birliği”nin Arap Stalinistleri, Yahudi yoldaşlarından daha iyisini başarmadılar. Yahudi devletine Rus desteğini haklı gösterebilmek için oldukça zor duruma düşmüşlerdi. Arap işçilerin bu çizgiyi kabul etmesi beklenemezdi. Böyle bir risk göze alınamazdı. Sovyet diplomasinin soruna nasıl yaklaştığını biliyorlardı: Filistinli işçilerin birliğini bozmak ve haince bir darbe indirmek. Zarapkin’in bölünme yanlısı deklarasyonundan sonra, Ulusal Kurtuluş Birliği kendini düşmanca ve aşağılayıcı bir ortamla kuşatılmış olarak buldu. Sovyetler Birliği’nin politikası, Birlik’in Arap emekçileri arasında zeminini oydu. Böylece, “kızıl tehlike”ye karşı gerici, şovenist kampanyanın kapıları da açılmış oldu. Şu anda Ulusal Kurtuluş Birliği barış yanlısı ve İngiliz hükümetinin provokatif rolünü teşhir etmekle meşgul. Ama, “ulusal birlik” çağrısı yaptığından (son birkaç yıl boyunca mevcut savaşın azmettiricileri olan feodal Hüseynilerle), mevcut tutumu ikna edici olmuyor. Buna karşılık Ulusal Kurtuluş Birliği Arap işçileri, politikasının ardındaki itici gücün Filistin proletaryasının değil Kremlin’in çıkarları olduğuna ikna etmiş durumda. Savunma Savaşı mı? Bugün iki kamp da kitleleri “meşru savunma” maskesi altında seferber ediyor. “Saldırıya uğradık, kendimizi savunalım!” diyor Siyonistler. “Yahudi işgal tehlikesini engelleyelim!” diye bildiriyor Arap Yüksek Komitesi. Pekiyi, gerçek nerede yatıyor? Savaş, politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir. Arap feodallerinin öncülük ettiği savaş; onların, baskıdan ve sömürüden kurtulmaya uğraşan işçilere ve köylülere karşı sürdürdüğü gerici savaşın devamından başka bir şey değildir. Feodal efendiler için “Filistin’in Kurtuluşu”, köylüler üzerinden elde ettikleri gelirlerin korunması, kentlerde ve kırdaki otokratik egemenliklerinin devamı, proleter örgütlerinin ve uluslararası sınıf dayanışmasının parçalaması anlamına geliyor. Siyonistlerin sürdürdüğü savaş ise, iki halk arasında ayrımcılık temeline dayanan yayılmacı politikalarının devamıdır: kibbush avoda’nın (Arap emeğinin kovulması) ve kibbush adama’nın (fellahların kovulması) savunulması, Arap mallarının boykotu ve “İbrani egemenliği”nin perçinlenmesi. Silahlı ihtilaf Siyonist fetihlerin doğrudan sonucudur. Bu savaşın, iki taraf açısından da ilerici bir karakter taşıdığı söylenemez. Savaş ilerici güçleri açığa çıkarmıyor ya da iki ulusun gelişiminin önündeki sosyal ve ekonomik engelleri tasfiye etmiyor. Olan bunun tam tersi. Sınıf uzlaşmazlıklarını karartmaya ve milliyetçi taşkınlıklara kapıları açmaya yarıyor. Savaş her iki tarafta da proletaryayı zayıflatıyor ve emperyalizmi güçlendiriyor. Ne Yapılmalı? İki taraf da sapına kadar “anti-emperyalist”, ve karşı taraftaki gericiliği keşfetmekle meşgul. Ve emperyalizm her zaman, karşı tarafın yardımcısı olarak görünüyor. Ama bu tip bir yaklaşım emperyalist yangına körük tutmak oluyor. Zira emperyalizmin alYaz | 2009 -
47
Akıntıya Karşı datmaca politikası, iki taraftaki ajanlarına ve acentalarına dayanıyor. Bu yüzden, milliyetçi savaş çığırtkanlarına cevaben, Filistin halkına diyoruz ki: Yahudiler ve Araplar arasındaki bu savaş emperyalizme hizmet ediyor, onu emperyalizme karşı iki ulusun ortak savaşına dönüştürelim! Gerçek barışı garanti eden tek çözüm budur. Kitleler arasında bugün egemen olan şovenist havaya taviz vermeden, ulaşmamız gereken hedef bu olmalıdır. Bu Nasıl Gerçekleştirilebilir? “Asıl düşman kendi ülkemizdedir!”; emperyalistler ve sosyal demokratlar işçileri diğer ülkelerdeki işçi kardeşlerini boğazlamaya kışkırttığında, Karl Liebknecht emekçilere böyle seslenmişti. Bu anlayışla Arap ve Yahudi işçilere diyoruz ki: düşman sizin kendi safınızdadır! Yahudi işçiler! Sizleri Devletin mihrabında kendinizi kurban etmeye çağıran Siyonist provokatörleri başınızdan defedin! Arap işçiler ve köylüler! Kendi çıkarları ve keseleri için sizleri kan denizine sokan şovenist provokatörleri başınızdan kovun! Şu günlerde en çok kaygı uyandıran sorun güvenlik sorunudur. Yahudi işçi soruyor: ”Yaşamımızı nasıl koruyabiliriz? ‘Haganah’ı desteklememiz gerekmez mi?” Ve Arap işçi ve fellah soruyor: “Siyonistlerin saldırılarına karşı kendimizi korumak için ‘Najada’ya, ‘Futuwa’ya katılmamız gerekmez mi?” Bu sorunun politik ve pratik yanları arasında ayırım yapmak gerekir. Biz, askeri seferberlikleri önleyebilecek durumda değiliz ve bu nedenle işçileri silah altına alınmayı reddetmeye çağıramayız. Ama bizim görevimiz, şovenist örgütlerin kendi topraklarındaki bile gerici karakterini açığa vurmaktır. Bu ülkenin iki halkı arasında barışın sağlanabilmesinin yegane yolu, silahların her iki taraftaki katliam tahrikçilerine çevrilmesidir. Sosyal yurtseverlerin emperyalizme köleliklerini perdeleyen soyut “antiemperyalist” söylevleri yerine, biz yabancı zalime karşı dövüşmek için pratik bir yol öneriyoruz: emperyalizmin yerli işbirlikçilerini teşhir etmek, onların egemenliğini yıkmak; böylece Arap işçiler ve köylüler, Yahudilere karşı kendi sırtlarından sürdürülen ve bedelini kendi kanlarıyla ödedikleri silahlı kampanyanın bölünmeye hizmet ettiğini ve yalnızca feodallere ve emperyalistlere yaradığını kavrayacaklardır. Böylece Yahudi işçiler, Siyonist yanılsamayı sonunda fark edecekler; ulusal ayrımcılığı, ambargo politikalarını ve emperyalizme sadakati tasfiye etmedikçe özgür ve güvende olamayacaklarını anlayacaklardır. Kışkırtma girişimlerini engellemek, yolda ve işyerlerinde işçilerin yaşamını korumak için olanaklı olan her yerde iki halkın işçileri arasındaki bağları güçlendirmeliyiz. Bu yolda devrimci kadrolar oluşturalım. Şovenizmin bu yakıcı cehenneminde, enternasyonal kardeşlik bayrağını yükseltelim. Akıntıya Karşı! Çürüme çağındaki dünya kapitalizmi, yapay ulusal çatışmalar kışkırtarak, kitleleri bastırarak ve onları gaddarlaştırarak ayakta kalmaya çalışıyor. Uzun vadede, bu çözüm işe yaramaz hale gelecektir. Kitleler, çektikleri acılardan ders çıkaracaktır. Düşmanlarını, işbirlikçi yerli egemenlerin ardında gizlenen tekelci kapitalizmi göreceklerdir. Tüm dünyada ve özellikle Arap ülkelerinde sınıf mücadelesinin giderek şiddetlenmesiyle, bu ülkedeki kardeş katili savaşın sonu mutlaka gelecektir. Yurtsever dalga bugün, enternasyonal komünizmin ilkelerine dayanmayan her48
Sosyalist Düşünce Dergisi
Akıntıya Karşı kesi uzaklara savuruyor. Böyle bir dönemde devrimci faaliyet sabır, ısrar ve uzak görüşlülük gerektiriyor. Bu, zorluklar ve tehlikelerle dolu bir yol. Ama, yurtsever bataklıktan kurtulmanın yegane yolu bu. Benzer bir durumda Lenin’in söyledikleri bizim için de geçerlidir: Bizler şarlatan değiliz ... Kendimizi kitlelerin bilincine dayandırmalıyız. Azınlıkta kalmamız gerekse bile öyle yapmalıyız. Azınlıkta kalmaktan korkmamalıyız. Kitleleri aldatmacadan kurtarmak için eleştiri görevimizi sürdüreceğiz... Çizgimiz haklı çıkacaktır... Bütün ezilenler bize gelecektir. Başka çıkış yolları yok.
Yaz | 2009 -
49
Belge
Siyonizm ve Ortadoğu
Yahudi-Arap Savaşı Sonrası
S. Munier’in1 İsrail Raporu olarak sunduğu bu makalesi Ekim 1949’da, Dördüncü Enternasyonal’in aynı adlı yayın organının 10. cilt, 9. sayısında yayımlanmıştır.
Bir yıl kadar önce Yahudi devletinin kuruluşundan bu yana Ortadoğu’da gerçekleşen gelişmeler, uluslararası işçi sınıfının geniş kesimlerince benimsenmiş olan iki büyük yanılsamayı yıkmak durumunda: (1) antiemperyalist mücadele sonucunda yeni bir bağımsız devletin kurulmasıyla, emperyalizm yenilgiye uğratılmıştır; (2) Yahudi devletinin varlığı işçi sınıfı ve Ortadoğu’nun Arap ülkelerindeki emek hareketi üzerinde ilerici bir etkiye sahiptir. Anglo-Amerikan emperyalizminin desteği olmasaydı İsrail Devleti’nin kurulamayacağını dünyadaki bütün sosyalistlerin anlaması önemlidir. Eğer ABD’nin Birleşmiş Milletler (BM) delegasyonu, Haiti, Filipinler gibi bazı küçük devletlerin delegasyonu üzerinde baskı uygulamamış ve onları çeşitli rüşvetlerle ayartmamış olsaydı; ABD hükümeti, İsrail’e para ve malzeme akışına izin vermemiş, ve böylece dolar karşılığı Çekoslovak silahları almasını olanaklı kılmamış olsaydı; kuruluşundan daha birkaç saat sonra [İsrail devletini] tanımış olmasaydı; İngiliz ordusu, yol boyunca Arap köylerinin zapt edilmesi ve boşaltılması sayesinde [İsrail’e] Kudüs yolunun açılmasına göz yummasaydı (2 Mart 1948’de, İngiliz birlikleri, Bab al Wad’daki bir Arap barikatını yarmak amacıyla Hagana’yla güç birliği yaptı, daha sonra Nisan’ın ilk günlerinde yol boyunca patlak veren silahlı çatışmalara herhangi bir müdahalede bulunmadı, sonra da 6 Nisan’da kente ikmal trenlerinin girmesine izin verdiler, vb); Britanya ordusu 9 Ocak’ta, Yukarı 50
Sosyalist Düşünce Dergisi
Yahudi-Arap Savaşı Sonrası Galile’deki Dan ve Kfar Szold Yahudi kolonilerini kurtarmaya koşmasaydı; ve nihayet, BM’nin Haziran 1948’de dayattığı ateşkes Yahudi Kudüs’ü açlıktan ve askeri yenilgiden kurtarmamış olsaydı – eğer bütün bunlar gerçekleşmeseydi, İsrail Devleti var olamazdı. Anglo-Amerikan emperyalizminin amacı, Siyonizmin Filistin’de 30 yıldan beri oynadığı rolü, bu kez bir bütün olarak Ortadoğu’da oynayacak bir güç yaratmaktı. Bu, şovenist nefret için bir odak oluşturarak Ortadoğulu Arap kitlelerin anti-emperyalist mücadelesini ırksal veya dinsel kanallara yönlendirmeye hizmet edebilirdi. Ama geçen yılki gelişmelerin Araplar ve Yahudiler arasındaki güç dengesini (ya da belki daha doğru bir ifadeyle, acizlik dengesini) altüst etmesi ve bütün Ortadoğu’da yükselmekte olan emek hareketinin üstesinden gelecek bir yönteme ihtiyacın ortaya çıkmasıyla birlikte, Yahudi Devleti ile onu çevreleyen Arap devletleri arasında yeni bir denge oluşturmak zorunluluğu doğdu. ABD hükümetinin yalpalıyor görünen politikası, ancak bu ışığın altında anlaşılabilir. BM Genel Kurulu, 29 Kasım 1947’de Filistin’in bölünmesi ve Yahudi Devletinin kurulması önerisini kabul etti. İşaret verilmişti: Ertesi gün Filistin’de Araplar ile Yahudiler arasında çatışmalar başladı. Ama Arap ülkelerinin çoğunda, planın ilk aşamasında bazı tersliklere rastlandı: kitle gösterileri esas olarak, yabancı şirketlere ve kuruluşlara, bu arada bölünmeye verdiği destekten ötürü Sovyetler Birliği’ne ve Şam’da büroları tahrip edilen Komünist Parti’ye yöneldi. İngilizler sadece doğrudan yönetimleri altında olan yerlerde bu ayaklanmaları Yahudi azınlığa karşı çevirmekte başarılı oldular; örneğin, Aden’deki Britanya Kraliyet Sömürgesi’nde bölünme karşıtı gösterilerde 75 Yahudi öldürüldü, pek çoğu da yaralandı. 1948 başlarında Filistinli Araplar ile Yahudiler arasındaki çatışmalar, Filistin ölçeğinde Yahudilerin askeri açıdan daha güçlü olduğunu gösterdi. Arapların zayıflığının yegane nedeni, Arap toplumunun genel olarak feodal bir yapıya sahip olması değil, ama aynı zamanda, İkinci Dünyası Savaşı sırasında oluşan işçi sınıfından duyduğu korku altında, 1936-39’dakine benzer herhangi bir kitle hareketinin gelişmesinin önüne geçmek isteyen Arap önderliğinin gerici niteliğiydi. Şimdi soru şuydu: çevre ülkelerin Arap hükümetleri müdahalede bulunacaklar mıydı? 12 Ocak 1948’de, Londra’daki İngiliz diplomatik kaynaklar, Büyük Britanya’nın Mısır, Irak ve Ürdün’e “anlaşmalar” dahilinde silah yardımı yaptığını doğruladılar, ama bu devletlerin Filistin’e müdahale etmekteki azimleri ve yetenekleri hala çok kuşkuluydu. Kendilerini yüreklendirecek yeni bir gelişmeye ihtiyaçları vardı, ve bu, Mart 1948’de, bölünmeyi reddeden ve bölgenin yönetiminin BM’ye bırakılmasını savunan Amerikan deklarasyonu biçiminde geldi. Bu deklarasyon, BM aygıtının kendi kararlarını bile yerine getirmekteki bariz çaresizliğiyle de birleşince, Ortadoğu devletlerini Siyonist önderliği dışlayarak Anglo-Amerikan emperyalizminin bölgedeki yegane temsilcileri olma konumunu elde etme gayretine itti. Ne var ki işgal sırasında, 15 Mayıs’tan sonra, Ürdün Arap Lejyonu’nun Kudüs’ün Yahudi kesimini düşürme tehlikesi doğduğu ve Mısır ordusu Tel Aviv yolu üzerindeki güney Yahudi yerleşim alanlarına dayandığı bir anda, ilk ateşkes dayatılarak Yahudilere ordularını organize etmek, silah satın almak ve Kudüs’e ikmal temin etmek için ihtiyaç duydukları süre sağlanmış oldu. Ateşkesin amacı yeni bir güç dengesi yaratmaktı, yoksa Yahudilere Arap orduları üzerinde kesin bir zafer elde etmek için imkan sağlamak değil. İngiliz subaylar Arap Lejyonu’nda hizmet etmeye devam ettiler, Mısır ve Suriye ise Marshall Planı’na dahil edilen çeşitli Avrupa ülkelerinden silah alımını sürdürdüler. Bu güç dengesini korumak gereği ne zaman ortaya çıktıysa, hep yeni bir ateşkes dayatıldı. Bunların sonuncusu ise, İsrail güçleri Mısır topraklarına girip bu ülkenin Filistin’deki Yaz | 2009 -
51
Yahudi-Arap Savaşı Sonrası tüm kuvvetlerini imha etme ve bunun sonucunda Mısır’da ciddi sosyal altüst oluşlara yol açma tehlikesi yarattığında kabul ettirildi. Bu arada doğan Arap mültecileri sorunu ve sınır anlaşmazlıklarının İsrail ve Arap ülkeleri arasında yarattığı gerginlikler, Amerikan diplomasisinin Ortadoğu’da “barışın sağlanması” için harekete geçmesi ve Rodos’ta “sürekli bir ateşkes” dayatması için zemin oluşturdu. Emperyalist Sızmanın Yeni Aşaması Ne var ki, Ortadoğu’daki Arap kitlelerini anti-emperyalist mücadeleden saptırmak amacıyla İsrail Devleti’nin yaratılması, Anglo-Amerikan emperyalizminin savaştan ve yeni güç dengesinden elde ettiği yegane kazanım değildi. Geçen yıl yaşanan olayların önemli bir yan ürünü de, Ortadoğu’nun hemen hemen bütün hükümetlerinin stoklarının ve kaynaklarının tükenmesiydi. Arap burjuvazisi İkinci Dünya Savaşı sırasında, savaş ekonomisinden yararlanarak tüm Ortadoğu’da ve özellikle Mısır’da güçlenmiş ve kaynaklarını zenginleştirmiş, İngiliz emperyalizmi karşısındaki pazarlık gücünü artırmıştı. Economist’in de belirttiği gibi, İngiltere Mısır’la yaptığı Sterlin anlaşmasında fazlasıyla “cömert” olmak zorundaydı. Mısır’ın Sterlin bloğunu terk etmeye gücü yetiyordu, Suriye’nin de Frank bloğunu. Savaş dönemindeki boom’un (ekonomik canlanma) sona ermesindeki temel nedenler yaygın ekonomik eğilimler olsa da (örneğin, bu ülkelere akmaya başlayan ithal mallarının yeni kurulmuş yerli sanayilerin ürünleriyle rekabet etmesi), Filistin’deki savaş, devlet kaynaklarının küçülmesi ve hükümetlerin mali durumlarının bozulmasında önemli rol oynadı. 1946-47 mali yılının sonunda Mısır’ın mali rezervi 70 milyon Mısır pound’a ulaşmıştı. Mısır’daki mali çevreler, Filistin savaşı giderlerinin (rezervlerden kapatılması gerekiyordu) 30 milyon pound civarında olduğu tahmin ediyorlar. Nisan 1949’da, Mısır parlamentosu olağanüstü savaş harcamaları için 8 milyon pound’luk ek bir kaynak ayırmayı kararlaştırdı. “5 yıllık plan” için (tahminen yıllık 10 milyon pound) rezervlerden çekilen parayla birlikte, bu kaynak 6-7 kat azalmış, yani rezerv 10 milyon pound’a inmiş durumda. Irak hükümetinin Filistin savaşına ne kadar harcadığına dair rakamlar açıklanmadı, ancak bu savaş sonucunda 1948-49 için bütçe açığı 15 milyon Irak dinarı olarak tahmin ediliyor (olağan savunma harcaması olan 10 milyon dinar da eklendiğinde, normal bütçenin tamamı 25 milyon dinar tutarında). Irak’ta savaş, Arap Haber Ajansı’nın belirttiği gibi, ülkeyi “ekonomik kaos”la tehdit eden bir mali krize neden oldu. Suriye’nin rezervleri 1949’dan önce zaten tükenmişti. 1949-50 mali yılında Suriye bütçesi 129 milyon Suriye poundu’na eşitti (tahminen 14.3 milyon İngiliz poundu). Aynı yıl Suriye’nin savunma harcamaları 39.5 milyon pounda sabitlendi, ayrıca 15 milyon pound iç güvenlik için harcandı. Fakat darbeden sonra yeni diktatör, savunma bütçesini 70 milyon pound’luk olağanüstü bir tutara çıkardı, yani iç güvenlik harcamalarıyla birlikte bütçenin yarısından fazlasına, % 65’ine. Lübnan da, askeri harcamalarını muazzam derecede artırmasına karşın, Filistin savaşından üstlendiği asıl yük, Lübnan bütçesinin yarısından fazlasını yutan Filistinli Arap mültecilere yapılan harcamalardı. Geçen yıl boyunca Ürdün Arap Lejyonu’nun harcamaları için verilen resmi rakamlar, 3.5 milyon pound idi. Bu harcamaların gelecek yılların bütçe gelirlerinden karşılandığı bildirildi; yoksul Ürdün’ün bu yılki toplam bütçesi yalnızca 2.43 milyon pound. Kuşkusuz Ortadoğu’daki Arap hükümetleri bu devasa harcamaların yükünü yoksul kitlelerin sırtına yüklemek için ellerinden geleni yaptılar. Adı geçen ülkelerin birçoğunda, temel tüketim maddeleri üzerine özel vergiler kondu. Ama bunlar, Arap feodallerinin ve burjuvazisinin, Filistin’deki politik macerasını karşılamak ya da İsrail’le savaş sonucunda devletlerinin şiddetlenen mali hastalığını iyileştirmek için tek başına 52
Sosyalist Düşünce Dergisi
Yahudi-Arap Savaşı Sonrası yeterli değildi. Bunun sonucunda Ortadoğu, dünyanın bu bölümündeki emperyalist yayılmanın eski güzel günlerini anımsatan yeni bir uluslararası –çoğu Amerikan– yatırım ve borç dalgasıyla karşı karşıya kaldı. International Bank’tan özel bir heyet Ortadoğu’yu ziyaret etti; Amerikalı çevrelere göre bölge Afrika’yla birlikte ABD mali yatırımları için en önemli pazarlardan bir haline gelmiş durumda. Yeni emperyalist genişleme listesinin başında gelen madde, kuşkusuz petrol. Filistin savaşının Suriye’de yarattığı durum, ülkedeki egemen sınıfları sonunda petrol şirketlerinin imtiyazlarına ihtiyaç duyduklarına ikna etti. Kitle seferberliklerinin ve Suriye parlamentosunun aylar süren muhalefetine rağmen, Mayıs 1949’da Trans-Arap Boru Hattı Şirketi’yle anlaşma onaylandı. Amerikan ve İngiliz şirketlerine yeni petrol imtiyazları önerilirken, onlar da Latakia limanında ve Fırat suyu projesinde yatırım fırsatları araştırıyorlar. Diğer Amerikan petrol şirketleri hırsla Süveyş Kanalı’nın her iki yakasındaki Mısır petrol kaynaklarını sömürüyorlar. Amerikan sermayesi bir yandan da Asvan yakınındaki demir sanayisi ve Nil nehri iyileştirme projelerinin yaratacağı olanakları gözlüyor. Ancak, petrolün yanı sıra bugün asıl yatırım kanalı, ABD’nin Import-Export Bank ve International Bank aracılığıyla verdiği devlet borçlarıdır. Çeşitli kaynaklar, Irak’ın International Bank’tan 48 milyon ile 100 milyon dolar arası borç talep ettiğini bildiriyorlar. Aynı zamanda Irak hükümeti, Britanya’dan 15-20 milyon pound borç almak için görüşmeler yapıyor. Mısır gazetesi al Misri’nin haberine göre Mısır, International Bank’tan 15 milyon pound borç talep etti. Savaş ve yeni kitle göçleri yüzünden, ekonomisi en az Arap ülkeleri kadar tükenmiş olan İsrail’e, halihazırda ABD tarafından 100 milyon dolar verilmiş durumda. Böylece Filistin savaşı, yeni emperyalist etki dalgasına vesile olan bir atmosfer yaratmış durumda. Bununla beraber, Arap ülkelerinin burjuvazisi, İkinci Dünya Savaşı boyunca kazandığı güçlü mevzilerin çoğunu kaybetti. Müttefiklerin askeri harcamalarının sonucunda oluşan büyük sermaye birikimi, yabancı mallarla rekabetin bulunmaması, ve genel olarak Britanya emperyalizminin çöküşü, Arap burjuvazisinin pazarlık pozisyonunu muazzam derecede güçlendirdi; özellikle de Britanya emperyalizmi karşısında Mısır’ı. Bu sürecin işaretlerinden biri, örneğin, 4 Kasım 1947’de yürürlüğe giren Mısır Şirketler Yasası’nın yayınlanmasıydı. Bu yasaya göre, herhangi bir Mısır anonim şirketinin yöneticilerinin yüzde 40’ı Mısırlı olmak durumunda; Mısırlı işverenlerin oranı yüzde 75’ten ve toplam ücretleri de yüzde 65’ten az olamayacak; öte yandan, Mısırlı işçilerin toplamı yüzde 90’dan ve toplam ücretleri de yüzde 80’den az olmayacak. Firmalara, Mısırlı çalışan oranını belirtilen düzeye getirmek için üç yıl süre tanındı. Dahası, yeni anonim şirketlerin ve yeni sermaye yatırımlarının hisselerinin en az yüzde 51’i, Mısırlılar için tahsis edilecek. Ancak, ilk güç denemesi Mısır burjuvazisinin yeni yasayı uygulamaktaki acizliğini gösterdi. Süveyş Kanalı Şirketi yasaya meydan okuduğunda, bu şirket ve Mısır hükümeti arasında 7 Mart 1949’da özel bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya göre Mısır, yönetim kurulunda 11 yerine yalnızca 5 koltuk elde ediyor (şu anda 32 yöneticinin yalnızca ikisi Mısırlı) ve bu üç yıl için değil tam 15 yıl boyunca geçerli olacak! Çalışanlar arasında Mısırlı elemanların güçlendirilmesinden genel hatlarıyla söz ediliyor; bir zaman sınırı belirtilmeksizin, yüzdeler yalnızca yeni çalışanlar için ayarlanıyor. Anlaşmada, yeni sermaye yatırımlarında Mısırlıların hisseleri hakkında hiçbir şey söylenmiyor. ABD’nin eski Mısır Büyükelçisi Bay Tuck, Süveyş Kanalı Şirketi’nin Yönetim Kurulu üyesi haline geldi. Böylece yerli burjuvazi, bağımsız ulusal ekonomi için gereken dayanakları yaratma yönünde hiçbir ciddi hamle yapamazken, yabancı sermayenin Mısır ve diğer Ortadoğu şirketleri üzerindeki egemenliği geçen yıl boyunca aşırı derecede güçlendi. Yaz | 2009 -
53
Yahudi-Arap Savaşı Sonrası Emperyalizmin Politik Becerisi: Filistin Savaşı Filistin savaşı emperyalist güçlerin bölgede yeni bir ekonomik nüfuza sahip olmalarının yanı sıra, politik mevzilerini güçlendirmelerine de yardım etti. Genel şovenizm dalgası, bütün Ortadoğu’da Arap kitlelerin anti-emperyalist ruh halini bu ülkelerdeki Yahudi ve diğer azınlıklara yönlendirmede son derece kullanışlı olan bu savaş tarafından yaratıldı. Irak’ta Yahudilerin asılması ve ülkeden kaçanların idam cezasına çarptırılmaları; Suriye’de, Şamlı ve Halepli Yahudi topluluklara işkence uygulanması; pek çok Mısırlı Yahudinin toplama kamplarına kapatılması ve mülklerine el konması – bütün bunlar emperyalizme politik planlarını gerçekleştirmek için uygun bir atmosfer yarattı. Eylül 1947’de BM Güvenlik Konseyi’nin Mısır sorununu çözmekte yetersiz kalması, Mısır Ordusu Fabrikası işçileri ve çalışanlarını da kapsayan büyük gösterilere yol açmıştı. Ama bir yıl sonra, Ekim 1948’de Britanya “uluslararası durum göz önüne alındığında” taahhütlerine uygun olarak Mısır’dan birliklerini çekmeye hazır olmadığını ilan ettiğinde, arkasından herhangi bir tepki gelmedi. Aksine, askeri diktatörlükle Mısır’ı yöneten feodal klik, bütün bu zaman boyunca, kitlelerin desteğini onların sosyal durumlarını iyileştirme veya Mısır’ı emperyalizmin boyunduruğundan kurtarma vaatleriyle kazanmaya dahi çalışmadan (böylesi vaatleri burjuva Wafd Partisi yapmıştı) iktidarı elinde tutmayı becerdi. Bunun yerine kitlelerin dikkati, Mısırlı olmayan azınlıklara karşı terörist saldırılara yönlendirilmişti. Bu tür durumlarda hükümet, ciddi devrim tehlikesinden ötürü 1946 yılında Mısır’ın imzalayamadığı Bevin-Sıtkı anlaşmasını canlandırmaktan dahi söz edebiliyor. Ama İngiliz emperyalizminin asıl darbeyi vurduğu yer daha güneydeydi. Filistin savaşı bahanesiyle İngiltere, Sudan’ın Mısır’dan nihai ayrılışını ve Sudan’da İngiliz Vali tarafından saptanmış, çoğu İngiltere yanlısı kabile şeflerinden meydana gelen sözüm ona bir “Yasama Meclisi” kurudu. “Meclis”, Vali tarafından atılan bütün adımları, ex post facto, kabul etmekten başka herhangi bir güçten yoksun; bütçede değişiklik önerisi yapmasına bile imkan verilmiyor. Bu sözde meclis için 1948’de ”seçim” yapıldığında ya da daha sonra 1949’da ilk toplantısını yaptığında, sadece bir hükümet protestosu dışında, Mısır herhangi bir girişimde bulunmadı. Bu arada Mısır burjuvazisi Sudan’da bazı hisselere sahip olabilmek amacıyla İngiltere ile görüşmeler yapıyordu. Mısır burjuvazisi, son aylarda iyice güçlenmiş olan Sudan anti-emperyalist hareketinin Mısırlı işçilerle işbirliği yapmasından korkuyor. Geçen yıl boyunca benzer bir gelişme Irak’ta da cereyan etti. Sadece bir buçuk yıl önce, Ocak 1948’de, Britanya’nın Ortadoğu’daki çıkarlarını korumak için Irak’ı bir askeri üs olarak kullanmasını onaylayan Bevin ve Britanya yanlısı Irak başbakanı Saleh Cebr arasında imzalanan Porsmouth Antlaşması işçiler ve öğrenciler tarafından büyük kitle gösterileriyle protesto edildi. Bir hafta sonra, gösteriler yüzünden Irak kralı, anlaşmanın kaldırılacağını duyurmak zorunda kaldı, ve şiddetli kitle hareketleriyle geçen bir başka hafta, Saleh Cebr’i istifa etmek ve ülkeden kaçmak zorunda bıraktı. Mart 1948’de sonuçlanan Britanya-Ürdün İttifak Anlaşması’na karşı da yeni gösteriler patlak verdi. Ama, Filistin’deki bir yıllık savaşı İngiltere’ye bu durumu değiştirerek Irak politikasında tekrar egemen hale gelmesinde yeterli oldu. Ekim 1948’den itibaren, aralarında savunma bakanı olarak Porsmouth Anlaşması’nı imzalayan Şakir Al-Wadi’nin da bulunduğu İngiltere yanlısı Iraklı politikacılar birer birer Irak kabinesine girmeye başladı. Şu anda yeni gösteriler vahşice bastırılmakta. Süreç, İngiltere emperyalizminin Ortadoğu’daki kusursuz temsilcisi Nuri Said Paşa’nın 6 Ocak 1949’da başbakan seçilmesiyle doruğuna ulaştı. Geçen yıl boyunca Mısır ve Irak’ta olaylar, Arap Doğu’nun feodal ve burjuva sınıflarının, emperyalist yardım ve desteğe ne kadar bağımlı olduklarını açıkça gösteriyor. 54
Sosyalist Düşünce Dergisi
Yahudi-Arap Savaşı Sonrası Filistin savaşı, bu sınıfların emperyalizmle ittifaka ne denli gereksinim duyduklarını yeterince göstermişti. Şu ana kadarki olaylar yalnızca bu sınıfların ülkelerinin bağımsızlığı için emperyalizme karşı verilecek herhangi bir mücadeleye önderlik etmekteki yeteneksizliklerini göstermekle kalmadı, aynı zamanda onların Ortadoğu’daki yaygın feodal ataerkil eğilimlerin hakkından gelmedeki bütün iktidarsızlığını da gözler önüne serdi. İngiliz emperyalizmi tarafından yaratılan ve başlıca amacı Ortadoğulu kitlelerin dikkatini Filistin sorunu üzerinde yoğunlaştırmak olan Arap Birliği, Filistin savaşında askeri operasyonları koordine etmeye dahi muktedir değildi. Sonunda her cephe ayrı ayrı çöktü ve Mısır ile Haşimi bloğu arasında geniş çatlaklar oluştu. Dahası, son bir buçuk yıllık süreçte, Suriye ve Lübnan’ın bölünmesi tamamen gerçekleşti; sınırlar kapatıldı ve gümrük duvarları dikildi, Suriye frank bloğunu terk ederken, Lübnan bu blokta kalmayı sürdürdü (Bu ülkeler arasında, ayrılmayı ve anlaşmazlığı teşvik eden Fransız egemenliği döneminde bile, ekonomik birliğin her zaman korunduğu hatırlanmalıdır). Eğer yeni cüce devlet İsrail’in kuruluşunu da eklersek, Ortadoğu’nun Balkanlaştırılması tablosu tamamlanmış olur. Emperyalizm bir yandan Arap ülkelerinin işçi hareketleri arasında teması önlemek, diğer yandan da ihtiyaca göre yeni bloklar yaratmak için sınırlar inşa etmekte başarılı oldu. İşçi Hareketinin Gerilemesi Geçen yılki süreçte, yani Mayıs 1948’den Mayıs 1949’a değin Ortadoğu’daki Arap işçi hareketinin durgunluk dönemine girdiğini reddetmek anlamsız olur. Belki Arap devletlerinin çeperinde yer alan ve güçlü sendikaların oluşmaya başladığı ve bunların anti-emperyalist hareketin politik mücadelesine katıldığı Sudan veya Arap ülkeleriyle ve Filistin savaşıyla sınırlı bağlantıları olan Kıbrıs bunun dışında tutulabilir. Bu durgunluk, İsrail’in yaratılması, savaş ve bununla bağıntılı şovenist atmosfer açıklanabilir. Bununla beraber, Ortadoğu’nun Arap işçi sınıfı belirleyici bir savaşta yenilgiye uğramış değildi ve dolayısıyla geçen yılki olaylarından ders çıkarma yeteneğine halen sahip. Bununla birlikte, Ortadoğu’da işçi sınıfının ciddi bir yenilgisiyle karşılaştırılabilecek gelişmelerin olduğu yer bizzat Filistin’in kendisi. Arapların, Filistin işçi sınıfının merkezi olan Hayfa (petrol rafinerileri, demiryolu imalathaneleri, vs.), Yafa ve diğer kıyı şeridi bölgelerden toplu göçü, Filistinli Arap işçi sınıfının toptan imhasını beraberinde getirdi (bu arada, Filistin Arap toplumundaki kapitalist gelişimin tümünün imhasıyla birlikte). Yahudilerin, 1946 baharında Hayfa’daki kamu işçilerinin ve çalışanlarının büyük grevi sırasında, ya da 1947 başlarında petrol rafinerilerindeki grev boyunca Arap işçilerle işbirliği yapması, bölge sınırlarının ötesinde bir öneme sahip olmuştu. Emperyalizm tarafından Yahudi ve Arap işçiler arasına örülen engeller olan Siyonizm ve Arap gericiliği, bu grevler sırasında olduğu gibi zaman zaman yıkılmıştı, ama şimdi savaş halindeki ya da en azından birbirine hasım devletler arasına dikilen politik hudutlar sayesinde yeniden güçlenmiş ve Yahudi ve Arap işçileri fiziksel temastan yoksun kılmış durumdadır. Filistin savaşı Ortadoğu’nun diğer ülkelerinde de izlerini bıraktı. Mısır’da işçi hareketi, İşçi ve Öğrenci Komitesinin, birkaç günlüğüne Kahire ve İskenderiye sokaklarına hükmettiği 1946 Şubatı’ndaki doruğuna, bir daha hiç ulaşamadı. Gene de yeni büyük grevler ve mücadeleler gerçekleşecekti. Örneğin, Eylül 1947’de Mehalla alKubra’da yaklaşık 30,000 işçinin çalıştığı büyük tekstil fabrikasında grev ilan edildi. Grev sırasında polisle silahlı çatışmalar gerçekleşti. Ama, 5 Nisan 1948’de çalışma koşullarının iyileştirilmesini talebiyle greve giden, bu kez bizzat güvenlik güçleri oldu. İskenderiye’deki grevde, bir bölümü silahlı binlerce işçi fabrikalarını terk etti ve grevdeki polislere katılarak büyük bir gösteri gerçekleştirildi. Sıkıyönetim ilan edildikten sonra, Mısır ordusunun düzeni yeniden tesis etmesi iki gününü aldı. Grev, petrol şirketlerinde, tekstil ve şeker fabrikalarında ve ulaşım şirketlerinde (Süveyş Kanalı Yaz | 2009 -
55
Yahudi-Arap Savaşı Sonrası Şirketi) Mart ve Nisan 1948’de patlak veren bir dizi grev ve ihtilafın doruk noktasını oluşturmuştu. Ama bir ay sonra, Mayıs 1948’de, Filistin’e saldırı başladı ve sıkıyönetim ilan edildi. Bağımsız sendikal faaliyete karşı yeni bir sürek avı başlatıldı ve bunu, işçilerin ve solcu aydınların tutuklanması izledi. Komünist olarak saptananların tümü için devasa toplama kampları inşa edildi; uzun ölüm listeleriyle ünlü canilerin kapatıldığı al-Tor kampı da bunlardan biriydi. Böylece Filistin savaşı, savaş sırasında uygulanan polis baskısı ve Mayıs 1949’da çatışmaların sona ermesinden sonra bir daha uzatılan sıkıyönetim sayesinde, işçi sınıfının sendikal ve politik faaliyetinde durgunluğa yol açtı. Dahası, Mısırlı kitleleri daima komünizmi Mısır’da yaşayan Mısırlı olmayan azınlıkların hareketi olduğuna inandırmaya çalışmış olan Mısır hükümeti ve egemen sınıfları, şimdi de komünizm ile İsrail ve Siyonist casusluk örgütleri arasında bağlantı kurmaya girişmiş durumda. Yine de Mısır’da, diğer ülkelerin aksine, kitlelerin dikkatini Filistin savaşı ve Siyonist tehlike üzerinde toplama girişimi büyük ölçüde başarısız oldu. Mısır işçi sınıfının gelecek mücadeleleri açısından büyük önem taşıyan bu olgu, bir ölçüde Mısır’daki örgütlü emek hareketinin, Stalinist sendika önderlerinin işçi sınıfı mücadeleleri ve örgütleri arasında Ortadoğu çapında eşgüdüm sağlamaktan yoksun oldukları diğer Arap ülkelerindeki işçi hareketine belirli bir mesafede durmasının bir sonucudur. Suriye ve Irak’ta da, işçi sınıfına ve emek hareketine karşı haçlı seferileri düzenlendi. Devletle bağlantılı olmayan bütün sendikalar acımasızca bastırıldı ve önderlerinin çoğu tutuklandı. BM’nin, Filistin’in bölünmesi kararından iki hafta sonra, (Stalinist) Suriye Komünist Partisi yasaklandı. Bunu, Irak’taki illegal Stalinist örgütün bir dizi önderinin ve üyesinin idamı izledi. Hatta, Stalinistlere daha geniş özgürlüklerin tanındığı Lübnan’da bile, Dünya Sendikalar Konfederasyonu’na bağlı Ortadoğu sendikalarının temsilcisi Mustafa al-Aris, 19 Kasım 1948’de tutuklandı. Bununla birlikte, Mısır’da işçi sınıfı polis baskısı nedeniyle yalnızca faaliyetinde bir durgunluğa maruz kalırken, Suriye ve Irak’ta emek hareketi önemli bir moral gerilemeye uğradı. Bunun başlıca nedenlerinden biri, Sovyet bürokrasisinin BM’nin Filistin’in bölünmesi kararını desteklemesiydi. Suriye egemen sınıfları, bölünme kararı alındıktan bir gün sonra, 1 Kasım 1947’de, bölünme karşıtı göstericileri, Stalinistlerin Şam’daki genel merkezine saldırtmayı başardı. Bölünmenin daima en ateşli muhalifleri olan ve bunu haklı olarak Ortadoğu’nun köleleştirilmesine yönelik emperyalist planla ilişkilendiren (bölünmenin Büyük Suriye Planı’yla olan bağıntısına işaret ederek), Suriye ve Iraklı Stalinistler, Rusya’nın tutumu nedeniyle politikalarında ünlü 180 derecelik dönüşlerinden birini daha yaparak muhalefetlerine bir gecede son verdiler. Birkaç yıl önce Stalinistler, Irak, Suriye ve Filistin’de bölünme ve Siyonizme karşı mücadele amacıyla feodal ve şovenist partilerle ortak komiteler kurmakla meşgullerdi. Böylece Suriye ve Iraklı egemen gerici hükümetler için kitlelerin gözünde komünizmi Siyonizmle bir tutmak çok zor olmadı, ve polis baskısına bir de bu moral yenilgi eklenmiş oldu. Stalinizm, Suriye, Lübnan, Irak ve Filistin’in Arap bölgelerinde egemen sınıf gericiliğinin saflarına iltica eden pek çok önderini yitirdi. Dahası, Suriye ve Irak’ta emperyalizmin egemen feodal temsilcileri, şovenist zehirlerini kent merkezlerinin politik açıdan bilinçli kitlelerine bulaştırmada belirli bir oranda başarıya ulaştılar. Örneğin, İngiltere yanlısı politikacıların Irak kabinesine yeniden girişini kınayan Bağdat’taki gösterilerde, Irak ordusunun Filistin macerasına ilişkin herhangi bir muhalif ses çıkmadı; ama buna karşılık, Yahudilere karşı savaşın devamı için çağrı yapıldı. Bu eğilimi güçlendiren bir etken de, Filistin savaşında Suriye ve Irak ordusunun, Mısır ordusu gibi büyük bir yenilgiye uğramamasıydı. Bu nedenle, Suriye ve Irak işçi hareketinin kurtuluşu, belki de, Mısır’dakinden daha zor ve acılı olacak.
56
Sosyalist Düşünce Dergisi
Yahudi-Arap Savaşı Sonrası Stalinist Politikanın İflası Ortadoğu’da son iki yılda gerçekleşen gelişmeler, dünyanın bu bölümündeki Stalinist partilerin kaderi, ve bu partilerin politikalarında Rusya’nın Ortadoğu’daki çeşitli politik eğilimler karşısında tutum değiştirmesi nedeniyle ortaya çıkan sapmalar, Arap ülkelerinde on beş yıldan fazla bir süredir izlenen Stalinist programın toptan iflasını kanıtlamış durumda. Stalinistler, dünya politikalarıyla uyumlu olarak, Ortadoğu’daki Arap ülkelerinde herhangi bir bağımsız işçi sınıfı politikasından dikkatle uzak durdular, feodal ve milliyetçi burjuva önderleri göklere çıkardılar, onlarla “halk cepheleri” oluşturmaya çalıştılar ve “ulusal birlik” vaaz ettiler. Arap Stalinistlerinin programlarından sosyalizmi nasıl çıkardıklarına, hatta feodal mülklerin dağıtılması talebinden bile nasıl vazgeçtiklerine, “ulusal şirketlerde” grevlere nasıl muhalefet ettiklerine, “ulusal birlik”i nasıl başlıca amaçları haline getirdiklerine kitaplar dolusu örnekler verilebilir. Bu nedenle, Arap Stalinistlerinin Ortadoğu’da emperyalizmin Filistin savaşını kışkırtma planının başlıca taşıyıcıları olan iki güç (Filistin Arap önderliği ve Arap Birliği) karşısındaki tutumuna değinmekle yetineceğiz. Gerici feodal Filistinli Arap önderliğini Stalinist örgütle bir “ulusal birlik” ittifakına (Ulusal Özgürlük İçin Birlik) ikna etme girişimi, Filistinli Arap Stalinistlerinin politikasının temel çizgisiydi (Bu sırada Yahudi Stalinistler, Siyonist mavi-beyaz bayrağın altında ayrı örgütlerini, “Filistin Komünist Partisi”ni muhafaza ettiler). Mufti’nin “Arap Parti”si, savaştan sonra faaliyetlerini resmî olarak yeniden başlatınca, Stalinist “Birlik”in sekreteri, onlara şu telgrafı gönderdi: “Filistin’de Ulusal Özgürlük İçin Birlik, sizlere ulusal partinizin faaliyetlerini yeniden başlatma kararınızdan ötürü tebriklerini iletmektedir; inanıyoruz ki bu karar, aziz vatanımıza hizmet eden birleşme çabalarında hepimize yardım edecektir” (Al-Ittihad, No.1) Ancak, Mufti’nin partisine haksızlık etmemek için, Stalinistlerin, Filistin’de feodal çıkarların diğer en gerici sözcülerini desteklediklerini de belirtmeliyiz. Arap Birliği’nin oluşumu için yapılan tartışmalarda, Filistinli Arapların temsilcisi olarak adı geçen (daha sonraları, Mufti’nin partisinden bir parça daha kentsel muhalefetin lideri olacak) Mussa al-Allami için, Stalinist yayın organı şunları yazdı: “Filistin Arap halkı, bu görüşmelerde kendisini temsil etmek üzere Mussa al-Alami’nin seçilmesini, Filistin’de ulusal birliğe doğru atılmış bir ilk adım, büyük bir adım olarak kabul etmektedir.” (Al-Ittihad, No.21.) (Bugün al-Alami, Britanya’nın ve Kral Abdullah’ın sözcülüğünü yapıyor – S.M.) Stalinistlerin Arap Birliği karşısındaki tutumu bundan daha iyi değildi. Birliğin kurulmasının ardından Mısırlı Stalinistler, yayın organları al-Fagr al-Gadid’in 16 Mayıs 1945 tarihli baskısında şöyle diyorlardı: Arap Birliği... içinde bulunduğumuz dönemin egemen dünya eğilimi olan, faşist emperyalizme karşı mücadelede destek oluşturmaktadır... Arap Birliği, üyelerinin ulusal egemenlik haklarını kısıtlamıyor. O bu hakları garanti altına alıyor, onları güçlendiriyor ve herhangi bir ihlal karşısında onları savunuyor. Dahası, üye ulusların, ulusal haklarının elde edilmesi ve özgürlük ve bağımsızlık için olan umutlarını karşılamak için çalışıyor. Arap Birliği’nin, genel uluslararası durum ile Arap ulusal sorununu ilişkilendirme üzerine kurulu politikasını sürdürdüğü, ve tarihin halkların özgürlüğünün elde edilmesi ve ulusal haklarının güçlendirilmesi yönünde ilerlediğine inandığı sürece, hedeflerine ulaşacağına ilişkin hiçbir kuşku söz konusu olamaz... Böyle bir politikayla, Ortadoğulu Stalinistlerin, Ortadoğu’da ırkçı savaş ve işçi sınıfının bastırılmasına yönelik emperyalist planı uygulamaktan sorumlu Arap önderlerin prestijini güçlendirmede, payına düşeni yaptığına ilişkin hiçbir kuşku söz konusu olamaz Yaz | 2009 -
57
Yahudi-Arap Savaşı Sonrası Rus dış politikasındaki tavır değişikliğiyle, Arap Stalinistleri de derhal yön değiştirdiler. Nisan 1949’un başlarında yayınlanan ve çeşitli Ortadoğu ülkelerinin Stalinist partileri tarafından imzalanan bir broşürde, şöyle deniyor: “Filistin savaşı, ‘Arap Birliği’nin, Arap halkına karşı işlenen ihanetlerin ve entrikaların labirentinde emperyalizmin elinde bir araçtan ibaret olduğunu tartışmasız bir biçimde kanıtladı.” Öyle görünüyor ki, Arap Birliği, her şeyden çok Stalinist yanılsamalara ihanet etti. Buna karşın aynı broşürde, görünüşe göre henüz yeni yanılsamalara ihanet edecek yeni bir ortak seçilmemiş olmakla birlikte, hâlâ “ulusal birlik”ten ve bir “halk cephesi”nden dem vuruyor. Filistin’de gerçekleştirilen dönüş daha da keskindi. Mufti’nin partisini ve Mussa al-Alami’yi selamlayan aynı Arap Stalinistleri, şimdi Yahudi Stalinistleriyle –İsrail Devleti’nin içinde– birleştiler ve bu devletin kuruluşunu övmede ve selamlamada onlara katıldılar. Yahudi parlamentosu seçimleri için ortak programları şu sözlerle başlıyor: “Zulümden kurtulup özgürlüğe kavuştuk!” Tek eksik, resmi politikalarını açıkça inkar etmeyişleriydi. Ama buna çok geçmeden, Eylül 1948’de yayımlanan Neden Filistin’de bir Arap Devleti için Savaşmalıyız (bölünmeyle ilgili BM kararıyla uyum içinde) başlıklı Arapça bir broşürde çözüm bulundu: Ulusal birlik politikamızdaki hatalar yüzünden (Filistin’de Arap toplumunun yaşadığı felaketin) sorumluluğunda bizim de payımız var. Ulusal hareketin önderliği ile samimi ulusal öğelerin tümünü kapsayacak bütünsel bir ulusal birlik talebimiz, gerçekte bu önderliğin ihanetine bir kılıf oluşturuyordu. Görevimiz, bu önderliğin gerçek niteliğini kitlelilerin önünde kesin bir biçimde ve cesaretle açığa vurarak onu halkın önderliğinden uzaklaştırmak ve iğrenç cinayetlerini işlemesine engel olmak olmalıydı. Ne kadar doğru, ama ne kadar gecikmiş bir tespit! Bununla birlikte, ihanete uğramış eski aşık macerası, bir yenisi için son buluyor –bunun işaretleri şimdiden görülebilir durumda. İsrail ordusu Aralık 1948’de Mısır’daki Abu-Ageila köyünü ele geçirince, Mısır ordusu tarafından işgal edilen Hebron, Gazze ve diğer yerlerden getirilmiş Arap Stalinistleriyle dolu bir Mısır toplama kampına rastladı. Savaşa muhalefet etmeleri nedeniyle tutuklanmış olmalarına karşın serbest bırakılmadılar, ama bu kez İsrail’deki bir toplama kampına aktarıldılar; hala da orada bulunuyorlar. Sırada Ne Var? Görmüş olduğumuz gibi, Filistin savaşı Ortadoğu’nun Balkanlaştırılması yolunda atılmış bir ileri adımdı. Anglo-Amerikan emperyalizmi, her bir devletle ayrı ayrı, ekonomik ve politik planlarını uygulamak için en kolay yoldan anlaşabileceği bir durum yaratmayı başardı. Savaş Ortadoğu’daki Arap işçi sınıfının bastırılması için bir fırsat sağladı ve Stalinist siyaset, işçi hareketinin cesaretini kırmada payına düşeni yaptı. Şimdi, Ortadoğu’da devrimci komünist hareketin karşısındaki soru şudur: Yakın gelecekte Ortadoğu işçi sınıfı için olasılıklar nelerdir? Her tarihsel süreç gibi Ortadoğu’daki son gelişmeler de, diyalektik karşıt etkilerden muaf değil. Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu ile Avrupa ve Amerika arasındaki bağlantıların yeniden kurulması, savaş boyunca gelişmiş yerli sanayilerde dikkate değer krizlere neden oldu. Suriye şiddetli işsizlikten muzdarip durumda; Mısır sanayisi ise (özellikle tekstil) iç pazar yokluğu nedeniyle tehdit altında ve ihracata ve yabancı mallarla rekabete ihtiyaç duyuyor. Bununla birlikte, dünyanın bu bölümünde işçi sınıfının yoğunlaştığı başlıca yerler daima yabancı sermaye şirketleri olmuştur. Yabancı sermayenin, özellikle de Amerikan sermayesinin yeni yatırım hamleleri (petrol, kalkınma planları, vb.), işçilerin ve işçi sınıfı örgütlerinin yeni büyük yoğunlaşmalarına yol açacaktır. Dahası, bu yatırımların ve planların bütün bir Ortadoğu ölçeğinde olması, Arap işçi sınıfını çeşitli 58
Sosyalist Düşünce Dergisi
Yahudi-Arap Savaşı Sonrası Arap ülkelerindeki mücadeleleri koordine etme göreviyle karşı karşıya bırakacaktır. Bu ülkelerde, emperyalizm tarafından belirlenmiş sınırları aşan tek grevin, Ortadoğu ölçeğinde faaliyet gösteren Irak Petrol Şirketi’ndeki grev olduğuna dikkat edilmelidir. Aynı zamanda, Ortadoğu ülkelerinin arz ve pazarlamada karşılaşacağı zorluklar, emperyalist bölünme yüzünden Ortadoğu kitlelerinin maruz kalacağı olağanüstü sıkıntıları ortaya çıkaracaktır. Kuşkusuz, yeni dünya ekonomik bunalımları durumunda, Ortadoğulu kitleler için bu sıkıntı bir felakete dönüşecektir. Politik açıdan da, Filistin savaşının sonuçları yalnızca yukarıda anlatılanlarla sınırlı kalmayacaktır. Şovenizmin güçlendiği, sürekli bir gerilim halinin yaratılmış olduğu, Ortadoğu’nun eskisinden de fazla bölünmüş durumda olduğu doğrudur. Ama Filistin savaşıyla bir şey kanıtlanmıştır: Ortadoğu burjuvazisinin ve feodal şeflerinin emperyalizme tümden bağımlılığı, emperyalizme karşı en küçük bir mücadeleyi bile yönetmedeki iktidarsızlıkları ve Filistin savaşında şovenizmi kışkırtma adına bile olsa, bölgecilikten ve cemaatçilikten kurtulmaktan aciz oldukları. Dahası, askeri yenilginin ve bir buçuk milyondan fazla Arap mültecinin oluşumundaki sorumluluğu (kuşkusuz, İngiliz emperyalizmi ve Deir Yassin, Lydda, Galile ve diğer yerlerdeki Siyonist katliamlarca paylaşılan), feodal ve burjuva Arap önderliğinin politik nüfuzunu ve prestijini büyük ölçüde sarsmış durumdadır. Ama bu, otomatik olarak Arap kitlelerinin devrimcileşecekleri anlamına gelmiyor. Kitlelerin hayal kırıklığını ilerici sınıf kanallarına yöneltebilecek bir devrimci komünist önderlik olmadıkça, dinci fanatikler ya da askeri “kahramanlar” onları, Kahire, İskenderiye, Halep, Beyrut ve Bağdat’ın gecekondu semtlerinin lümpen proletaryası ve kent küçük burjuvazisiyle birlikte ırkçı nefret ve cemaatçı ayaklanmalar doğrultusunda yönlendireceklerdir. Ama bir şey açık: Stalinist “ulusal birlik” ve “halk cephesi” manevralarının alanı daralmış durumdadır. Ortadoğu işçi sınıfının bugün ilk ve en önemli görevi, sendikaların ve işçi örgütlerinin yasallaştırılması talebi uğruna mücadeledir. Ortadoğu’daki Troçkist grupların uğrunda mücadele etmeleri gereken başlıca hedef, işçi sınıfının emperyalist sınırların ötesindeki birliğinin sağlanmasıdır. Eski sloganımız –Tüm Ortadoğu Sendikaları Kongresi– bugün hâlâ geçerli olmanın ötesinde bugün daha fazla önem kazanmıştır. Bugün, Filistin savaşının deneyiminden sonra, Ortadoğulu bazı Stalinist sendika önderlerinin, geçmişte yaptıkları gibi egemen sınıflarla utanç verici ilişkilerini koruyabilmek adına, bu birleşmeyi sabote etmeleri daha da zor olacaktır (Dünya Sendikalar Konfederasyonu’nun -DSK- Stalinist temsilci Mustafa al-Aris’e, DSK çerçevesinde düzenlenecek bir Ortadoğu İşçileri Kongresi’ne neden karşı olduğu sorulduğunda, bu durumda Yahudi Histadrut’u da çağırmak zorunda kalacağını söylemişti, ve bu tam da yapmaktan kaçındığı şeydi.) Ortadoğu İşçileri Kongresi, cemaatçiliğin ve şovenizmin üstesinden gelmek ve farklı ülkelerdeki mücadeleyi koordine etmek için en iyi araç olurdu. Enternasyonalist bir politika temelinde, Yahudi işçi sınıfını da kapsayacak şekilde, azınlık halkların işçi sınıflarına da çağrı yapılabilirdi. Böylesi bir kongre, Ortadoğu Birleşik Sosyalist Devletlerinin bir nüvesi haline gelebilirdi. Ortadoğu işçi hareketinin mücadelesi yakın gelecekte, şiddetli bir baskıyla yüzleşmek zorunda kalabilir. Ne durumları fazlasıyla sarsılmış olan yerel egemen sınıflar, ne de kendisi için Ortadoğu ekonomik ve stratejik açılardan vazgeçilmez hâle gelmiş emperyalizm, işçilere ve işçi hareketine karşı liberal bir politikaya tahammül edebilir. Yalnızca Mısır, Filistin’in iki bölgesi, Suriye, Lübnan ve Irak işçilerinin birleşik eylemi ve örgütlülüğü bu baskının üstesinden gelebilir, ezilen kitleleri, işçileri ve yoksul köylülüğü yerli ve yabancı boyunduruktan kurtarabilir ve yeni bir toplum inşa edebilir. Dipnotlar: 1 S. Munier, Gabriel Baer’in kullandığı takma addır. Yaz | 2009 -
59
Söyleşi
NAHUEL MORENO İLE SÖYLEŞİ
Nazizm, Aparthayd ve Siyonizm Üzerine
1985’te gazeteciler Raul Tuny ve Daniel Zadunaisky’in Arjantinli Troçkist önder Nahuel Moreno (1924-1987) ile gerçekleştirdikleri söyleşi.
Sizce kapitalizm 300-400 yıl, hatta daha fazla yaşayabilir mi? Kapitalizm dönüşebilir ve yeni bir sömürü biçimine ulaşabilir. Wallerstein’ın yarı Marksist ekonomi okulu böyle bir olasılığın bulunduğunu belirtiyor ki, bence de bu olasılık tarihsel olarak ıskartaya çıkartılmış değil. Yani kapitalizm, sosyalizm gelmeden de çöküşe uğrayabilir... Evet, zaten tam da bu nedenle barbarlıktan söz ediyoruz. Bizim “ya Barbarlık ya Sosyalizm” ifademiz, ilk bakışta bir slogan gibi görülür, oysa gerçekte oldukça derin bir teorik kavramı içermektedir. Kapitalizmin krizinin kaçınılmaz bir şekilde sosyalizme yol açmayabileceğini, pekala yarı-köle emeği biçimlerine dayalı, kapitalizmden çok daha kötü yeni bir sınıflı topluma yol açabileceği anlamına gelmektedir. Bu anlamda Nazizm üzerine yürütülen çalışmalar son derece ilginçtir. Hitler olgusu ne yazık ki, Marksistlerce yeterince değerlendirilmemiştir. Hitler ırkçılığında, Hitler’in Yahudileri, Polonyalıları ve solcuları yolladığı çalışma ve toplama kamplarıyla bir yeniköleci toplumun embriyonlarını görürüz. Yeni kölelik biçimleri altında yeni bir üretim ilişkisinin başlangıcıdır bu. Hitler, bu kölelik biçimlerini bir savaş esnasında düşman ya da fetih edilmiş olarak değerlendir60
Sosyalist Düşünce Dergisi
Nazizm, Aparthayd ve Siyonizm Üzerine diği halklara uygulamıştı. Bu durum tarihte daha önce görülmüştü. İlk olarak, Hitler savaştan önce bu kölelik koşullarını Yahudilere ve Alman solcularına uygulamaya başladı. Ardından bu yöntemi fetih edilmiş halklara ve özellikle de Slavlara yönelik olarak genişletti. Öte yandan, modern tarihte Nazi barbarlığının eşi benzeri yoktur. Birinci Dünya Savaşı’nda köle emeğinin kullanıldığı toplama kampları yoktur. Bu olgunun tarihteki benzerlerine, kapitalizmin yükseliş döneminde ve özellikle de İspanyollar ve Portekizlilerce Amerika’nın fethinde rastlanır. Bu dönemde 60 ile 80 milyon yerlinin katledilmiş olması gerçek bir soykırımdır. Bu süreci, fethin ilk aşamasındaki barbarlık düzeyinde olmayan kölelik takip eder. İspanyollarca yerlilere uygulanan soykırım ile kapitalizmin başlangıç dönemi arasında ve sistemin çöküş aşamasında, Hitler’in Yahudi ve Slav halklarına uyguladığı soykırım arasında açık bir paralellik olduğunu düşünüyorum. Ama Hitler, kapitalizmin başlangıç aşamasındaki bir başka etmeni daha derinleştirmiştir. Daha gelişmiş ülkelerin, dünyayı kendi kolonileri haline dönüştürme eğilimini. Hitler, bu eğilimi ulusları, milliyetleri ve Avrupa halklarını sömürgelere dönüştürmenin bilinçli bir politikası haline getirmiştir. 20. yy’nin bir olgusu olarak Nazizm, kapitalizmin en eski eğilimlerini kuşanmakta ve geleceğe taşımaktadır. Kapitalizm var olmaya devam ettiği sürece, Hitler’in yaptıklarının da genelleşmesi mümkündür. Yani tel örgüleri ve muhafızlarıyla çalışma kamplarının genelleşmesinden söz ediyorsunuz ? Evet aynen bundan söz ediyorum. Aparthayd (Güney Afrika’daki ırkçı rejim) rejiminin yaygınlık kazanması böyle bir şey mi? Her şeyden önce, Güney Afrika’daki beyaz azınlığın bu ülkedeki zenci çoğunluğa uyguladığı politikanın, Güney Afrika’ya özgü bir durum olduğunu düşünmediğimi belirtmek istiyorum. Aynı politikayı İsrail devleti de Arap ve Filistin halklarına yönelik olarak uygulamakta. Sorunuza dönecek olursak, Nazizm, aparthayd rejiminden ya da Siyonizmden çok daha vahşiydi. Üstelik tüm dünyaya hükmetmeye göz dikmişti. Kendisini aparthayd’ın Güney Afrika ve Siyonizmin Filistin’de yaptığı gibi bir ülke ya da bölge ile sınırlamamaktaydı. Ne Boer devleti ne de Siyonist devlet şu an ırkçı soykırım ve sömürü rejimlerini her iki ülkedeki kapitalist sınıfın zayıflığından kaynaklı olarak, fiili etki alanlarının dışına taşıma niyetinde değiller. Şuna inanıyorum ki, eğer Hitlercilik bir ya da iki yüzyıl yaşasaydı, Yahudiler ve solcular karşısında Nazi Almanyası’nda ve yine Yahudiler, Slavlar ve pratikte Germen olmayan tüm Avrupa’da biyolojik bir etkiye sahip olacaktı. Eğer bu ırkçı rejimler varlıklarını sürdürürse aynı şey Boer devletinin hükümranlığı altındaki Güney Afrika’da siyahlar ve Siyonizm altındaki Araplar ve Filistinliler için de geçerli olacaktır. Biyolojik bir etki derken neyi kastediyorsunuz? Son dönemde, bazı gazetelerde Brezilyalı doktorların makalelerine rastladım. Bu maYaz | 2009 -
61
Nazizm, Aparthayd ve Siyonizm Üzerine kalelerde, Brezilya’nın kuzey doğusunda yaşayan halkların bir ya da iki yüzyıllık kronik bir açlığın sonucunda, giderek cüce bir ırk haline geldiğinden, pigmelere dönüştüklerinden söz edilmekteydi. Soykırım ve kölelik sisteminin, işçilerin ve aşağı olarak değerlendirilen ırkların üzerinde uygulanan vahşi aşırı sömürünün, Brezilya’nın kuzeydoğusunda yaşayan halkın maruz kaldığı bir ya da iki yüz yıllık kronik açlık koşullarının yarattığı sonuçlarla aynı etkileri gösterebileceğini düşünüyorum. Yani insanlığın fiziki ve entelektüel yıkımını kastediyorum. Nazizm, kapitalizmin ilk aşamasında uygulamış olduğu ve gelişim aşamasında bırakmış olduğu yöntemleri yeniden kuşanmıştır; bu deneyim, kapitalizmin çöküş döneminin en derin eğilimini de bize göstermektedir… Hitler, eğer kapitalist sistem varlığını sürdürmeye devam ederse daha başımıza neler gelebileceğinin açık bir kanıtıdır; işçilerin kölece sömürülmesine, aşağı olarak değerlendirilen ırklara yönelik –Hitler’in Gestapo ve SS birlikleri aracılığıyla uyguladığı türden– devlet aygıtının olanca gücüyle uygulayacağı bir soykırım eşlik edecektir. Nazi türünden totaliter bir devletin olmadığı Brezilya’da karşı karşıya kalınan açlığın etkilerine yönelik vermiş olduğum örnek, kapitalizmin sözünü etmekte olduğum bu eğilimini bize yeterince açıklamaktadır. Dünyanın en kalabalık demokrasisi olarak övünülen Hindistan’da yaşanmakta olan açlık ve sefaletin de demin altını çizdiğim türden etkileri olduğu söyleniyor. Nazizm ile aparthayd rejimi ve Siyonizm arasında paralellikler görüyorsunuz. Bu nedenden ötürü hiç Yahudi karşıtı olarak suçlandınız mı? Evet Siyonist sol beni Yahudi karşıtlığıyla suçladı, özellikle de, Siyonist devletin yıkılması gerektiğini belirttiğim için. Bir Marksist olarak İsrail’in, Arap ve Filistin halklarına yaptığı gibi, bir başka ulusu sömüren ve ezen ülkenin proletaryasının da özgür olamayacağı fikrini sahipleniyorum. Yahudi işçi sınıfı kahramanca bir mücadele geleneğinin mirasçısıdır. Arjantin de dahil batı proletaryasının mücadelesinde birçok kahraman Yahudi devrimci başı çekmiştir. Öte yandan Yahudi işçi sınıfı, İsrail devleti tarafından köleleştirilerek zulme uğramakta olan Arap ve Filistin halkının yanında saf tutmadığı sürece, güçlenemeyecek ve onurlu geçmişini ileri taşıyamayacaktır. Soykırım, ilk kurulduğu günden, Lübnan’ın işgaline ve Sabra ve Şatilla kamplarındaki katliama dek daima Siyonizmin vazgeçilmez yöntemi olmuştur. Bizi Yahudi karşıtı olarak adlandırmaları aslında, donanımsız kesimlere dönük bir tuzak içermektedir. Zira aynı mantıkla Nazi Almanyası’nın yenilgisini isteyen bir Alman da Alman karşıtı olacaktır. Sınıflar, uluslar, halklar ve ırklar açısından, sorunun yanıtı son derece basit, evet bana kalırsa oldukça basit; kim eziyor? Kim eziliyor? Bir Devrimci Marksist açısından sorunun yanıtı en az soru kadar basit. Ezenlere karşıyız ve ezilenlerle beraberiz, ezilenleri gerektiğinde önderliklerinin hatalarını belirtmekten vazgeçmeksizin, ölümüne savunuyoruz. Arap terörizmi, tümüyle hatalı, yanlış bir taktik, meseleyi böyle ortaya koyuyoruz. Ama uğrunda dövüştükleri halkın çıkarlarını zedeleyen korkunç ve hatalı taktiklere de sahip olsalar bu savaşçıları savunarak, Arap ve Filistin halklarının yanında olmaya devam edeceğiz. Bizim açımızdan temel olan, söz konusu terörizmin, Nazi toplama kamplarındakine benzer şartlar altında yaşayan Filistinli gençlerin umutsuzluğunun bir ürünü olmasıdır. Bu kamplarda yaşamakta olanların fotoğraflarına bakın; derileri kemiklerine yapışmış durumda. Savaşın sonunda Buchenwald ve Auswichtz toplama kamplarından kurtulmayı başaranlarla aynı görüntüye sahipler. Bütün bu durumun kaynağı, tıpkı ilk 62
Sosyalist Düşünce Dergisi
Nazizm, Aparthayd ve Siyonizm Üzerine dönemlerinde Alman halkının büyük çoğunluğunun desteğine sahip olan Nazi devleti gibi –ne yazık ki– İsrail halkı tarafından desteklenen İsrail devletidir. Söz konusu kampların İsrail sınırları içinde ya da dışında bulunması bir önem taşımıyor. İsrail’in var olmaya devam etmesi, aynı zamanda Filistin halkının kendi topraklarından kovulması anlamına gelecek. Boer devleti ile Nazizm arasındaki benzerlik de oldukça belirgin. Nazizm yalnızca solcuları tahrip etmeye girişmemiş, aynı zamanda başta Yahudi halkı olmak üzere, diğer ırklara karşı da en vahşi metotlarla bir iç savaş yürütmüştü. Biz daima Nazizme karşı ilk saflarda dövüştük ve koşulsuz bir şekilde Yahudi halkını savunduk. Bilinçli bir Devrimci Marksist olarak, sömüren bir ırka ya da ulusa mensupsak ezilen bir ulusa ya da milliyete karşı yürütülen bir savaşta daima devrimci yenilgicilik çizgisini benimseriz. En kötü ihtimalle, kendi ülkemizin ya da ulusumuzun yenilgisini savunuruz. Lenin, Rus-Japon savaşında ve I. Dünya Savaşı’nda Rusya’nın yenilgisini desteklemişti. Tam da bu yüzden ona hain, Rus karşıtı, ırkçı ve Alman ajanı demişlerdi. Şimdi de İsrail devletinin Arap ve Filistin halkına uyguladığı baskıya ve soykırıma karşı çıktıkları için Siyonizme karşı mücadele eden bizim Yahudi yoldaşlarımıza Yahudi karşıtı, inkarcı ya da hain diyorlar. İsrail ve Güney Afrika’daki ırkçı şiddet Nazi barbarlığının modern birer ifadesidirler, dahası bir kez daha bizlere, kapitalizm varlığını sürdürdüğü sürece ve eğer kitle hareketince durdurulmazsa, Nazizmin her zaman köşeden burnunu çıkartabileceğini göstermektedirler. Nazizmin ve onun küçük kardeşleri Siyonizm ve aparthayid rejiminin korkunç aşırılıklarıyla birlikte, kapitalizmin kendi ekonomik gelişiminin yol açtığı, Brezilya’nın kuzey doğusunda ya da Hindistan’daki cüceleşme türünden zihni ve fiziki çöküşler vakaları yoğunlaşmakta ve ilerlemektedir. Başlangıçta söylediklerimize dönecek olursak, bütün bu örnekler, ya Barbarlık ya da Sosyalizm sloganının gerçekte ne anlama geldiğinin en açık göstergeleridir. Ya Sosyalizm ya Barbarlık, artık ya sosyalizm ya toplu yok oluş sloganıyla aynı anlama mı gelmekte sizce? Zira son yazılarınızda bu ifade öne çıkıyor. Aynı karşıtlık geçerli, ama niteliksel açıdan daha üst bir planda, zira bu artık sosyalizmin alternatifinin –daha önceki iki dünya savaşında olduğu gibi– ülkelerin ve uygarlıkların yıkıma uğradığı bir barbarlığa dönüş değil, doğrudan insanlığın imhası, yeryüzündeki bitkisel ve hayvansal yaşamın yok olması durumunu ifade ediyor. Bir süredir kapitalizmin insanlığı imha etmekte olduğundan söz ediyoruz. Ama bu koşulların tek kurbanı insanlık değil. Kapitalizm, mevcut emperyalist aşamasında doğaya karşı da “demokratik” değil. Bitki örtüsünün ve ekolojik olarak sınırlanabilir bir yaşam alanında bulunan hayvan türlerinin tamamının yok oluşu, baş döndürücü bir hızla ilerleyen nükleer teknoloji ve endüstriyel atıklarla hava, su ve bir bütün olarak çevrenin kirletilmesi bunun güncel kanıtları. İster sportif avcılık, isterse kapitalist üretim amacıyla olsun bugün hayvan türlerinin korkunç bir şekilde yağmalanmakta oluşu artık herkes tarafından –hatta Brigitte Bardot tarafından bile– kabul edilen bir gerçek.
Yaz | 2009 -
63
Dosya
“Bütün Yaratıkları Katledin”: Gazze 2009 *
Noam Chomsky
27 Aralık Cumartesi (2008) günü, savunmasız Filistinlilere yönelik son ABD-İsrail saldırısı gerçekleştirildi. İsrail basınına göre saldırı 6 ay öncesinden özenle planlanmıştı. İki unsurdan (askeri harekât ve propaganda) oluşan plan, tasarımı yetersiz ve tanıtımı kötü yapıldığı düşünülen 2006 Lübnan işgali derslerine dayanıyordu. Bu yüzden, gerçekleştirilenlerin ve söylenenlerin önceden planlanmış ve kasıtlı olduğundan emin olabiliriz. Bu, kuşkusuz saldırının zamanı için de geçerli: çocukların okuldan döndüğü ve yoğun nüfuslu Gazze kenti sokakların en kalabalık olduğu öğle üzeri. 225’in üzerinde insanın ölümü ve 700’den çoğunun yaralanması sadece birkaç dakika aldı... Kaçacak tek bir deliği olmayan küçük bir kafeste savunmasız sivillerin kitlesel kıyımı için uygun bir başlangıç oldu. New York Times muhabiri Ethan Bronner, “Gazze Savaşının Kazanımlarını İncelerken” başlıklı makalesinde, bu başarıyı en önemli kazanımlardan biri olarak tanımlıyor. 1950’lilerden kalan bir kuram uyarınca, İsrail son derece orantısız şiddet uygulamasını haklı gösterebilmek açısından, “deliye dönmüş” görüntüsü vermenin avantajlı olabileceğini hesaplamıştır. “Cumartesi sabahı İsrail savaş uçakları çok sayıdaki hedefe eş zamanlı biçimde saldırdıklarında, Gazze’li Filistinliler daha birinci günden mesajı almış oldular,” diye yazıyor Bronner: “Bir anda 200 kişi öldüğünde, başta Hamas olmak üzere tüm Gazze şok geçirdi.” Bronner’a göre “deliye dönme” taktiği başarıya ulaşmışa benziyor: “Gazze halkının bu savaştan Hamas’ı (seçilmiş hükümeti-N.C.) durdurmak isteyecek denli acı çektiğine ilişkin fazlaca bir delil yok”. Bu da eskilere dayanan bir başka devlet terörü doktrini. Laf arasında, Times’ın arşivlerinde, kazanımları her ne kadar büyük olmuşsa da, “Çeçenya Savaşının Kazanımlarını İncelerken” adlı bir makalenin bulunduğunu anımsamıyorum,. Titizlikle 64
Sosyalist Düşünce Dergisi
hazırlanan
plan
olasılıkla
saldırının,
“Bütün Yaratıkları Katledin”: Gazze 2009 Obama’nın görevi devralma töreninin hemen öncesine rastlatılan sona erdirilişini de içeriyordu. Böylece, Obama’nın Amerika destekli bu iğrenç cinayete ilişkin bir iki eleştirel laf etme (uzak) tehlikesi de en aza indirilmiş oluyordu. Bir Sabbath (Yahudilerce kutsal kabul edilen dinlenme günü-ç.n.) başlatılan saldırıdan iki hafta sonra, Gazze’nin büyük bölümü enkaza dönüşmüş halde ve toplam ölü sayısı bini bulmuşken, birçok Gazzelinin yaşamının bağlı olduğu UNRWA (Birleşmiş Milletler Filistin Mültecilerine Yardım Ajansı), İsrail ordusunun Sabbath nedeniyle Gazze’ye yardım sevkiyatını durdurduğunu duyurdu. Kutsal güne saygı nedeniyle, ölümün eşiğindeki Filistinlilere gıda maddesi ve ilaç yasaklanmıştı, ama yüzlercesinin Amerikan yapımı bombardıman uçakları ve helikopterleriyle katledilmesinde bir mahsur yoktu. Sabbath gününe duyulan bu ikili saygı manşetlere pek çıkmadı. Aslında normal bu. Zira Amerika-İsrail suç şebekesinin yıllıklarında, bu düzeydeki zalimlikler ve ikiyüzlülükler, dipnot olmaktan pek fazlasını hak etmez. Bunlar çok olağandır. Benzer bir örnek, Haziran 1982’de ABD desteğindeki İsrail ordusunun Lübnan işgalini, Filistin mülteci kampları Sabra ve Şatilla’yı bombalayarak başlatmasıydı; bu kamplar daha sonra, IDF’nin (İsrail “Savunma” Kuvvetleri) denetimindeki korkunç katliamın gerçekleştirildiği yerler olarak ün kazanacaktı. Amerikalı Ortadoğu akademik uzmanlarının tanıklığına göre, bombardıman sırasında yerel bir hastane -Gazze Hastanesi- vurulmuş ve 200’den fazla kişi ölmüştü. Bu katliam, Amerika’nın askeri ve diplomatik desteğinde 15-20.000 insanın öldürülüp, Güney Lübnan ve Beyrut’un yerle bir edilmesine neden olan işgalin başlangıç harekatıydı. Buna, bu canice saldırıyı durdurmaya yönelik BM Güvenlik Konseyi kararlarının veto edilmesi, İsrail’in adil bir politik çözüm tehlikesi karşısında savunulması, İsraillilerin yoğun füze saldırılarına maruz kaldıkları türünden uydurmaca gerekçelerin desteklenmesi eşlik etmişti. Bütün bunlar normaldi ve İsrailli yetkililerce oldukça açık bir biçimde dile getirilmişti. 30 yıl önce, Genelkurmay Başkanı Mordechai Gur, 1948’den beri “kentlerde ve köylerde yaşayan insanlara karşı sürekli savaşıyoruz,” diyordu. İsrail’in önde gelen askeri analizcilerinden Zeev Schiff ise düşüncesini şöyle ifade ediyor: “İsrail ordusu bilerek ve isteyerek hep sivilleri hedef almıştır... Ordu asla sivil hedefleri [askeri hedeflerden] ayırmamıştır... bilerek sivil hedeflere saldırmıştır.” Bunun nedenini, ünlü devlet adamı Abba Eban açıklamıştı: “Sonunda gerçekleşecek olan mantıklı bir beklenti vardı; durumdan etkilenen toplumlar, çatışmaların durdurulması için baskı uygulayacaklardı.” Bu beklenti, Eban’ın çok iyi bildiği gibi, İsrail’in yasadışı genişleme ve vahşi baskı politikalarını kimsenin müdahalesi olmadan hayata geçirebilmesini olanaklı kılmaktı. Başbakan Begin’in İşçi Partisi hükümetinin sivillere yönelik saldırılarına ilişkin açıklamalarını değerlendiren Eban, “İsrail’in her fırsatta kasıtlı olarak sivillere saldırarak onulmaz acılara ve katliamlara neden olması, akla ne Begin’in ne de benim adını açıklamaya cesaret edemeyeceğimiz rejimleri getiriyor,” diyordu. Eban, Begin’in değindiği olaylara ilişkin bir şey söylemiyor, ama bunları aleni olarak açıkladığı için onu eleştiriyordu. Eban’ın kitlesel devlet terörünü savunmasının onun bile adını anamayacağı rejimleri akla getirmesi ise, ne Eban’ın ne de taraftarlarının umurundaydı. Eban’ın devlet terörünü haklı göstermek için ileri sürdüğü gerekçeler, saygın yöneticiler tarafından inandırıcı bulunmuş durumda. Son Amerikan-İsrail saldırısı tüm şiddetiyle sürerken Times’ın köşe yazarı Thomas Friedman, hem bu saldırıda hem de 2006’daki Lübnan işgali sırasında İsrail’in uyguladığı taktiklerin sağlam bir ilkeye, “çok sayıda Hamas militanı öldürerek ve tüm Gazze toplumunda ağır acılara yol açarak Hamas’ı ‘eğitmeye’ çalışmak” ilkesine dayandığını yazdı. Bu pragmatik açıdan mantıklı görünüyor; tıpkı Lübnan’da “gelecekte Hizbullah’ı zapt edebilmek için uzun vadeli caydırıcılık kaynağının sivillere -militanların ailelerine ve işverenlerine- yeterince acı çektirmeye dayandırılması gerektiği” gibi. Benzer bir mantıkla, Bin Laden’in 11 Eylül’de Amerikalıları “eğitme” çabaları gerçekten takdire şayandı, tıpkı Lidice ve Yaz | 2009 -
65
“Bütün Yaratıkları Katledin”: Gazze 2009 Orador’daki Nazi saldırıları gibi; Grozny’deki Putin yıkımı ve akla gelen diğer tüm “eğitim” girişimleri gibi. İsrail bu temel ilkelerine sadık kalabilmek için epeyce çaba harcadı. New York Times (NYT) muhabiri Stephen Erlanger, İsrailli insan hakları örgütlerinin “İsrail’in sivil yapılar olarak tanımlanması gereken parlamentoya, polis karakollarına ve başkanlık sarayına saldırmasından tedirgin olduklarını bildiriyor; bütün bunlara köyler, konutlar, kalabalık mülteci kampları, su ve kanalizasyon sistemleri, hastahaneler, okullar, üniversiteler, camiler, Birleşmiş Milletler yardım tesisleri, ambulanslar, ve yaşamı hiçe sayılan insanların acısını biraz dindirebilecek her şey eklenebilir. Yüksek düzeyli bir İsrail istihbarat görevlisi, IDF’nin “Hamas’a her iki cepheden, hem direnişine yani askeri yanına, hem de davasına yani toplumsal yanına” saldırdığını açıkladı; bu ikincisi sivil topluma bir methiye olsa gerek. “Hamas bir bütündür” diye devam ediyor Erlanger, “ve savaş sırasında, onun tüm politik ve toplumsal denetim araçları roket rampaları kadar meşru hedefler arasındadır”. Köşe yazarları ve muhabirler savaş suçlarına anlayış gösterirken, hatta bunların açıkça savunusunu yaparken, ne Erlanger ne de gazete editörleri, sivil hedeflere yönelik kitlesel terörün açıkça savunulmasına ve de uygulanmasına ilişkin, herhangi bir yorumda bulundular. Gene de ortak kurallar gereği Erlanger, Hamas’ın roket saldırılarını “ayrım gösterme ilkesinin açık ihlali ve klasik terörizm tanımına bütünüyle uyan eylemler” olarak tanımlamaktan geri kalmadı. Bölgeyi iyi tanıyan diğer Ortadoğu uzmanları gibi Fawwaz Gerges de, “İsrailli yetkililerin ve onun Amerikalı dostlarının anlayamadıkları, Hamas’ın sadece bir silahlı milis değil, ama aynı zamanda toplumun derinliklerine kök salmış geniş bir halk temeline dayalı bir sosyal hareket olduğudur,” diyor. Bu yüzden Hamas’ın “toplumsal kanadını” yok etme planını uygulamaya soktuklarında Filistin toplumunu tahrip etmeyi hedefliyorlardı. Gerges fazlasıyla kibar davranıyor. İsrailli ve Amerikalı yetkililerin –medyanın ve diğer yorumcuların- bu olguları kavrayamadıkları söylenemez. Onlar daha ziyade üstü örtülü halde, şiddeti tekellerinde toplamışların geleneksel bakış açısını uyguluyorlar: yumruğumuz her türlü muhalefeti ezer, ve eğer saldırılarımız yol açacağı sivil zayiat fazlaca olursa, bu da bir işe yarayabilir; belki geri kalanlar böylece eğitilmiş olur. IDF komutanları, sivil toplumu yıkıma uğrattıklarını açıkça anlamışlardı. Ethan Bronner, İsrailli bir albayın, ne kendisinin ne de emrindeki askerlerin “Hamas militanlarından çok da etkilenmediklerini” söylediğini aktarıyor. Zırhlı bir personel taşıyıcısının nişancı erine göre de, “sadece silahlı köylülerdi.” Bu insanlar, Reagan’ın “Terörle Mücadele” çağının en büyük terörist liderlerinden olan Şimon Perez’in önderliğinde 1985’te düzenlenen “demir yumruk” harekatı sırasında Güney Lübnan’da ölüm saçan IDF kurbanlarını andırıyorlar. Bu operasyonlar sırasında İsrailli komutanlar ve strateji uzmanları, öldürülenlerin “terörist köylüler” olduğunu söylemişlerdi, köklerini kazımak zordu çünkü, “bu teröristler yerel halkın çoğunluğunun desteğiyle faaliyet gösteriyorlardı”. Bir İsrailli subay, “teröristlerin burada bir sürü gözü var, zira burada yaşıyorlar,” derken, Jarusalem Post’un savaş muhabiri İsrail kuvvetlerinin “paralı teröristlere” karşı mücadele ederken karşılaştığı sorunları şöyle anlatıyordu: “bölge sakinlerinin ödeyeceği hesap ne olursa olsun” işgal altındaki Güney Lübnan’da “düzeni ve güvenliği sağlamak” zorunda olan “IDF kuvvetlerine karşı faaliyet gösterirken, öldürülmeyi göze alacak kadar kendilerini davalarına adamış fanatikler bu insanlar”. Bu, Amerikalıların Güney Vietnam’dan, Rusların Afganistan’dan, Almanların Avrupa’dan çok iyi bildiği ve kendini Gur-Eban-Friedman doktrininin uygulayıcısı gören bütün öbür saldırganların yakından tanıdığı bir sorun. Gerges, Amerika-İsrail devlet terörünün başarıya ulaşamayacağını düşünüyor: “Hamas,” diye yazıyor, “yarım milyon Filistinliyi katletmeden yok edilemez. Eğer İs66
Sosyalist Düşünce Dergisi
“Bütün Yaratıkları Katledin”: Gazze 2009 rail, Hamas’ın kıdemli liderlerini öldürebilmeyi başarırsa, yeni nesil öncekilerden çok daha radikal olacak, hızla diğerlerinin yerini dolduracaktır. Hamas hayatın bir gerçeği. Onun gidecek bir yeri yok ve tüm kayıplarına rağmen beyaz bayrak çekmeyecektir.” Belki, ama her zaman şiddetin etkisini küçümsemeye yönelik bir eğilim vardır. Bu inancın özellikle Amerika’da savunulması oldukça tuhaf. Biz neden buradayız? Hamas’tan genellikle, “İsrail’i yok etmeyi kafasına koymuş İran destekli Hamas,” diye söz edilir. Bunun yerine, “Uluslararası anlaşmaların öngördüğü iki devletli çözüm (30 yılı aşkın bir süredir, Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını reddeden Amerika ve İsrail tarafından engellenen çözüm) doğrultusunda çağrılarda bulunan, demokratik seçimle işbaşına gelmiş Hamas,” gibi bir ifadeye rastlamak pek mümkün değil. Bunlar doğru, ama Parti Çizgisi açısından yararsız, o halde gereksiz. Yukarıda değinilen türden ayrıntılar, ikincil olmakla birlikte gene de bize kendimiz ve müşterilerimiz hakkında bir şeyler öğretiyor. Diğerleri de öyle. Bir diğerini ele alalım: Gazze’ye yönelik son Amerika-İsrail işgali başladığında, Kıbrıs’tan Gazze’ye, Dignity adlı küçük bir gemi yol almaktaydı. Gemideki hekimlerin ve insan hakları savunucularının amacı, İsrail’in uyguladığı canice ablukayı kırmak ve bu hapsedilmiş halka tıbbi yardım ulaştırabilmekti. Teknenin önü, uluslararası sularda, İsrail’in deniz kuvvetlerine ait gemilerce kesildi; sert biçimde bordalanan ve az daha batma tehlikesi geçiren tekne, gene de Lübnan sularına girmeyi başardı. İsrail’in başvurduğu her zamanki yalanları ise teknedeki gazeteciler ve diğer yolcular şiddetle reddettiler, bunların arasında CNN muhabiri Karl Penhaul ile eski ABD temsilciler meclisi üyesi ve şimdi Yeşil Parti başkan adayı Cynthia McKinney de vardı. Bu ciddi bir suç; hatta örneğin, Somali kıyılarındaki gemi korsanlığından daha da ağır. Olay basında pek yer almadı. Bu tür suçların sessizce geçiştirilmesi, Gazze’nin işgal altında bir ülke olduğu ve İsrail’in bu ülkeye ambargo uygulamaya yetkisinin bulunduğu, hatta uluslararası düzen koruyucuları tarafından, emirlerine uymayan sivilleri cezalandırma programını yürürlüğe koyabilmek için açık sularda suç işleme yetkisiyle donatılmış olduğu yolundaki anlayışı yansıtıyor –bu cinayetleri işlerken ileri sürdüğü, herkesçe benimsenen ama kabul edilemez gerekçelere birazdan geri döneceğiz. Bu konudaki ilgisizliğin de bir anlamı var. İsrail, on yıllardır Kıbrıs ve Lübnan arasındaki uluslararası sularda gemi korsanlığı yapıyor, yolcuları kaçırıyor ya da öldürüyor, hatta bazen onları İsrail’deki hapishanelere ya da gizli işkence odalarına tıkıyor, onları orada yıllarca tutuyor. Bütün bu uygulamalar sıradanlaştığından, bu yeni suç karşısında yaygara yapmanın anlamı ne? Kıbrıs ve Lübnan oldukça farklı tepki gösterdiler, ama verili çerçevede ne rolleri olabilir ki? Örneğin, Lübnan’daki Daily Star’ın genellikle Batı yanlısı editörleri, “Gazze’deki 1.5 milyon insan, teknolojik açıdan dünyanın en ileri, ama ahlaki açıdan en geri askeri makinesince ölümcül bir zulüm altında tutuluyor. II. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’daki Yahudilerin durumu neyse, şimdi Arap dünyasındaki Filistinlilerin durumunun da o olduğu sık sık ileri sürülen bir benzetmedir ve bu benzetmede doğruluk payı da vardır. Buradan hareketle, ne kadar can sıkıcı olursa olsun, şunu da söyleyebiliriz: Nasıl Naziler soykırım suçunu işlerken Avrupalılar ve Kuzey Amerikalılar gözlerini başka tarafa çevirmişlerse, şimdi de Araplar İsrail’in Filistinli çocuklara yaptığı zulüme herhangi bir tepki göstermemenin bir yolunu buluyorlar,” diye yazsalar bile, bunu kim önemser? Arap rejimleri arasında belki en utanç verici olanı da Mısır diktatörlüğüdür, İsrail’in dışında ABD askeri yardımlarından aslan payını alan ülke. Lübnan basınına göre İsrail hâlâ, “Mavi Hat’ın [uluslararası sınır] Lübnan tarafından, sivilleri kaçırmayı düzenli olarak sürdürüyor, bunun en son örneği 2008 Kasımı’nda yaşandı”.” Ve elbette, “İsrail uçakları, Birleşmiş Milletler’in 1701 sayılı kararını ihlal ederek Lübnan hava sahasını işgal etmeyi sürdürüyorlar” (Lübnanlı uzman Alam Saad-Ghorayeb, Daily Star, 13 Ocak). Bu da uzun süredir devam eden bir olay. Yaz | 2009 -
67
“Bütün Yaratıkları Katledin”: Gazze 2009 Tanınmış İsrail strateji uzmanı Zeev Maoz, basında İsrail’in 2006 Lübnan işgalini eleştirirken, “İsrail altı yıl önce Lübnan’dan geri çekilişinden beri her gün keşif uçuşları gerçekleştirerek Lübnan hava sahasını ihlal etmektedir. Doğru, bu uçuşlar Lübnan’da herhangi bir kayba yol açmadı, ama gene de sınır ihlali, sınır ihlalidir. Bu noktada da, İsrail’in dayandığı bir ahlaki temel yoktur,” diye yazıyor. Aslında genel anlamda, “İsrail’in Lübnan’da Hizbullah’a karşı sürdürdüğü savaşı, adil ve ahlaki olarak kabul etme mutabakatının” dayanacağı herhangi bir temel yoktur; bu, “seçici ve kısa vadeli hafızaya, içe dönük bir dünya görüşüne ve çifte standartlara dayalı bir mutabakattır. Bu haklı bir savaş değildir, güç aşırı ve ayrım gözetmeksizin uygulanmaktadır, ve nihai hedefi gasptır.” Maoz’un İsrailli okuyuculara anımsattığı gibi, İsrail’in Lübnanlıları dehşete düşürmek için ses duvarının üzerinde yaptığı uçuşlar, 1978’den beri beş kez gerçekleştirdiği işgalin dışında, bu ülkede işlediği suçların en hafifidir: “28 Haziran 1988’de İsrail Özel Kuvvetleri Şeyh Obeyd’i kaçırdı; ve 21 Mayıs 1994’te de, İsrailli pilot Ron Arad’in yakalanmasından [1986’da Lübnan’ı bombalarken] sorumlu tutulan Mustafa Dirani’yi. İsrail bu iki insanı ve 20 kadar başka Lübnanlı’yı, herhangi bir yargılama olmaksızın, uzun süreler ve gizli koşullar altında hapiste tuttu. Bu insanları ‘pazarlık kozu’ olarak elinde bulundurdu. Görünüşe göre, esir değişimi amacıyla İsrailliler’in kaçırılması ahlaki açıdan kabul edilemez ve bunu Hizbullah yaparsa da, askeri açıdan cezalandırılabilir bir durum, ama aynı şeyi, çok daha geniş ölçekte ve uzun süreler boyunca olsa bile, İsrail yaparsa bu bir sorun oluşturmuyor.” İsrail’in düzenli olarak gerçekleştirdiği uygulamaların, bunların İsrail’in suçluluğunu ve Batı’nın buna desteğini açığa vurmasının yanı sıra da önemi var. Maoz’un belirttigi gibi, İsrail’in bu uygulamaları, 2006’da sınırda askerleri yakalandığında, Lübnan’ı işgal etme hakkının doğduğu yolundaki standart iddianın ikiyüzlülüğünü vurguluyor; Hizbullah’ın bu eylemi, İsrail’in 22 yıllık Güvenlik Konseyi kararlarını ihlal ederek işgal ettiği Güney Lübnan’dan çekilmesini izleyen altı yıl içindeki ilk sınır ötesi harekatıydı, oysa bu altı yıl boyunca İsrail hemen her gün sınır ihlalinde bulunmuştu, ve tekrar sessizlik. Sıradanlaşan bir ikiyüzlülük daha. Thomas Friedman, alt sınıftan insanların terörist şiddetle nasıl “eğitilebileceğini” açıklarken, İsrail’in 2006 Lübnan işgalini, Güney Lübnan’ın ve Beyrut’un tekrar tahrip edilip gene yüzlerce insanın katledilmesini, sadece “İsrail’in Lübnan’dan tek taraflı olarak çekilmesinden sonra İsrail-Lübnan sınırında durduk yerde savaş başlatan Hizbullah’a karşı öz-savunma eylemi” olarak gösteriyordu. Buradaki aldatmacayı bir kenara bırakalım, aynı mantıkla, Hizbullah’ın İsrail’e karşı bugüne kadar gerçekleştirdiklerinden çok daha kanlı ve yıkıcı terörist saldırıları da, İsrail’in Lübnan’da ve açık denizlerde işlediği ve Hizbullah’ın sınırda iki asker yakalamasını fersah fersah aşan suçlarına karşı bir yanıtı olarak, tamamen haklı gösterilebilir. New York Times’ın bu çok deneyimli Ortadoğu uzmanı, elbette bütün bu suçların ne olduğunu biliyordur, en azından kendi gazetesini okuyordur: Örneğin, 1983 Kasımı’nda tutuklu mübadelesiyle ilgili bir haberin on sekizinci paragrafında, Arap tutsaklardan 37’sinin “son sıralarda Kıbrıs’tan Tripoli’ye giderken, yolda İsrail Deniz Kuvvetlerince ele geçirilmiş olduğu,” yazıyordu. Elbette güçlülere ve zenginlere karşı gerçekleştirilen, onlarınkine benzer eylemlere ilişkin bu tip bütün sonuçlar temel bir hataya dayanır: biz biziz, onlar da onlar. Batı kültürüne tamamen işlemiş olan bu temel ilke, en hassas analojinin ve en mükemmel akıl yürütmenin bile altını oymaya yeter. Ben bunları yazarken, yardım organizatörleri “Larnaca Uluslararası Havaalanı ve Larnaca Limanı gümrüklerinden geçmiş, mühürlü sandıklarda acil tıbbi yardım malzemeleri taşıyan” başka bir teknenin Kıbrıs’tan Gazze’ye doğru yol aldığını bildirdiler. Yolcuların arasında Avrupalı parlamenterler ve hekimler bulunuyor. İsrail’e girişimin 68
Sosyalist Düşünce Dergisi
“Bütün Yaratıkları Katledin”: Gazze 2009 insani amacı bildirilmiş durumda. Yeterince kamu baskısı uygulanırsa, belki başlarına bir iş gelmeden amaçlarına ulaşabilirler. [Teknenin Gazze’ye yanaşması İsrail tarafından engellendi-ç.n.] Geçtiğimiz haftalarda Amerika ve İsrail’in Gazze’de işlediği suçlar, herhangi bir standart kategoriye kolayca yerleştirilemez -bilindik olma kategorisi dışında; yukarıda buna ilişkin birkaç örnek vermiştim, diğerlerine aşağıda değineceğim. Kelimenin tam anlamıyla bu suçlar ABD hükümetinin resmi “terör” tanımına denk düşüyor, ama tanım suçların devasa boyutunu yeterince yansıtmıyor. Bunlar “saldırı” olarak adlandırılamaz, zira ABD’nin üstü kapalı bir şekilde kabul ettiği gibi, suçlar işgal edilmiş topraklarda işleniyor. İşgal edilmiş topraklardaki İsrail yerleşim yerlerine ilişkin bilimsel tarih kitabı “Lords of the Land”de [Toprakların Efendileri] İdit Zertal ve Akiva Eldar, İsrail’in 2005’te Gazze’den çekilmesinden sonra geriye kalan tahrip olmuş bölgenin “İsrail’in askeri boyunduruğundan ya da sakinlerinin her gün ödemek zorunda kaldıkları işgal faturasından bir gün olsun kurtulamadığını” yazıyorlar; “...İsrail geride kavrulmuş topraklar, tahrip olmuş bir altyapı ve ne şimdisi ne de geleceği olan insanlar bıraktı. Yerleşim yerleri, aslında bölgeyi hâlâ denetleyen ve müthiş bir askeri güç sayesinde sakinlerini öldüren ve ezen barbar bir işgalci tarafından acımasızca tahrip edilmişti” –ABD desteği ve katılımı sayesinde aşırı bir vahşetle sürdürülen bir politika. Amerika-İsrail’in Gazze saldırısı daha Şubat 2006’da, İsrail’in resmen geri çekilişinden birkaç ay sonra, Filistinliler çok kötü bir suç işledikleri zaman, yani özgür seçimlerde “yanlış olana” oy verdikleri zaman hazırlanmaya başlamıştı. Tıpkı diğerleri gibi Filistinliler de, Efendi’nin emirlerine itaatsizliğin cezasız kalmayacağını öğrendiler; aydın çevrelerde komik duruma düşme pahasına hâlâ “demokrasi arzusu” gevezeliklerini sürdüren Efendi’nin, bir diğer başarısı oldu bu. “Saldırganlık” ya da “terörizm” sözcükleri yetersiz kaldığından, Amerikan askeri teknolojisinin en gelişkin ürünleriyle un ufak edilirken, kaçacak deliği bile olmayan insanlara yapılan bu alçak işkenceyi ve sadistliği ifade edebilmek için yeni terimlere ihtiyaç var. Bu teknolojinin sadece uluslararası yasalara değil, Amerikan yasalarına bile aykırı olarak kullanılmış olması ise, zaten yasalara aykırı olarak kendini devlet ilan etmiş olanlar için teknik bir ayrıntıdan başka bir şey değildi. Bir başka önemsiz teknik ayrıntı da, 31 Kasım’da Gazzeliler zalim saldırılardan umutsuzca korunacak bir yer ararken, Washington’ın kiralamış olduğu bir Alman ticaret gemisinin Yunanistan’dan İsrail’e 3.000 ton “niteliği belirsiz” mühimat sevk ediyor olmasıydı. Reuters’e göre bu sevkiyat, “ABD’nin Gazze saldırısından önce İsrail’e yaptığı çok daha büyük bir sevkiyat için bir ticari gemi kiralamasının ardından” gerçekleşmişti. Bütün bu sevkiyatlar, Bush yönetiminin İsrail’e sağladığı büyük bölümü hibe biçimindeki 21 milyon doların üzerindeki yardımlarının dışındaydı. Silah ticaretini gözlemleyen New America Vakfı’na göre, “İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki müdahalesi, karşılığı ABD’li vergi mükelleflerince ödenen silahlarla gerçekleştirilmiştir”. Yeni nakliyat ise, “İsrail ordusunun donatıldığı” gerekçesiyle, Yunan limanlarının kullanımına izin vermeyen Yunan hükümetince engellendi. ABD destekli İsrail cürümlerine Yunanistan’ın tepkisi, çoğu Avrupa liderinin korkakça tavrından oldukça farklıydı. Bu fark, Washington’ın Yunanistan’ı, ABD destekli faşist cunta 1974’te yıkılana değin Avrupa’nın değil ama Ortadoğu’nun bir parçası olarak kabul etmesinin oldukça gerçekçi davranmış olduğunu ortaya koymakta. İsrail’e silah sevkıyatının zamanlamasını tuhaf bulup biraz daha araştırma yapanlara karşı Pentagon’un verdiği yanıt şu: sevkıyatın Gazze saldırısının şiddetlendirilmesine yetişmesi olanaklı değildi; her ne içeriyorsa, sevk edilen askeri teçhizat daha sonra ABD ordusunca kullanılmak üzere İsrail’e konuşlandırılması amacıyla gönderilmekteydi. İsrail’in, patronu için gördüğü çok sayıdaki hizmetlerden biri de, dünyanın Yaz | 2009 -
69
“Bütün Yaratıkları Katledin”: Gazze 2009 en önemli enerji kaynakları yakınlarında, ona önemli askeri üsler tesis etmektir. Böylece bunlar, ABD’nin daha sonraki saldırıları –veya daha teknik bir deyişle “Körfez’in korunması” ve “istikrarın sağlanması”- için ileri üs olarak kullanılabilecektir. İsrail ordusuna yapılan bu büyük desteklerin pek çok yan amacı da var. Ortadoğu uzmanı Moulin Rabbani’ye göre, İsrail savunmasız hedeflere karşı yeni geliştirilmiş silah sistemlerini deneyebilir. Bunun İsrail ve ABD için değeri “iki kat, zira aynı silah sistemlerinin daha az etkili versiyonları sonradan Arap devletlerine müthiş şişirilmiş fiyatlarla satılıyor, ve böylece bu devletler ABD silah sanayisinin masraflarını karşılamış oluyorlar.” Bunlar, ABD egemenliğindeki Ortadoğu sisteminde İsrail’in üstlendiği ek görevler; ayrıca, İsrail’in ABD devlet yetkililerinin yanı sıra bir dizi yüksek teknoloji şirketi ve tabii askeri sanayi ve istihbarat tarafından el üstünde tutulmasının da nedenleri. İsrail bir tarafa, ABD açık farkla dünyanın en önemli silah üreticisi. New America Vakfı’nın son raporuna göre, “ABD silahları ve askeri eğitimi, 2007’de dünyadaki yirmi yedi büyük savaşın yirmisinde rol almış,” bunun karşılığında 23 milyar dolar gelir elde etmiş, bu meblağ 2008’de 32 milyar dolara çıkmıştır. ABD hükümetinin karşı çıktığı pek çok BM kararı arasında, Aralık 2008’deki silah ticaretinin denetlenmesine yönelik karar tasarısının bulunması da hiç şaşırtıcı değil. 2006’da ABD tasarıya tek başına karşı çıkmıştı, 2008’de ise bir ortağı vardı: Zimbabve. BM’nin Aralık oturumunda, akılda kalan başka oylamalar da vardı. “Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkı” 5’e karşı (ABD, İsrail ve Pasifik Adaları grubu, ABD ve İsrail kaçamak bahanelerle) 173 oyla kabul edildi. Bu oylama, ABD ve İsrail’in, uluslararası planda tek başlarına yürüttükleri “reddiyeci” politikaya uygun. Benzer bir karar da “evrensel seyahat özgürlüğü ve ailelerin yeniden birleştirmesi” üzerineydi; bu karar da, herhalde Filistinlileri düşünerek ret oyu veren ABD, İsrail ve Pasifik Adalar’ın muhalefetine karşı kabul edildi. Gelişme hakkına karşı oy kullanırken ABD İsrail’i kaybetti, ama Ukrayna’yı kazandı. “Beslenme hakkı”na karşı oy kullanırken ise ABD yalnızdı; batı ekonomilerini tehdit eden mali krizden çok daha ciddi bir sorun olan devasa dünya gıda krizi koşullarında, özellikle çarpıcı bir örnek oldu bu. Oylama kayıtlarının basın ve düzen yanlısı aydınlarca ısrarlı biçimde rapor edilmeyişinin ve bellek kuyusuna gömülmesinin bir dolu nedeni var. Bu kayıtların seçilmiş temsilcileri hakkında neleri ima ettiğini kamuoyuna duyurmak pek zekice olmazdı herhalde. Filistin konusundaki son oylamaya ilişkin olarak da, kamuoyunun ABDİsrail ikisinin, tüm dünya tarafından uzun bir süreden beri savunulan barışçıl çözüm önerisini engelleyen, hatta Filistinlilerin soyut kendi kaderini tayin hakkını reddetmeye kadar varan reddiyeci tavrını öğrenmesi pek işe yaramazdı. Gazze’deki kahraman gönüllülerden biri olan Norveçli doktor Mads Gilbert, dehşet manzarasını, “Gazze’deki sivil halka karşı topyekûn savaş” olarak tanımlıyor. Kayıpların yarısının tahminen kadın ve çocuklardan oluştuğunu belirtiyor. Erkeklerin de hemen hepsi çağdaş standartlara göre sivildi. Gilbert, yüzlerce cesedin arasında askerlere güçlükle rastlandığını söylüyor. Ethan Bronner, İsrail-ABD işgalinin “başarılarını çözümlerken”, “Hamas’ın uzaktan savaşmayı, ya da hiç savaşmamayı” benimsediğini bildiriyor. Bu nedenle Hamas’ın insan gücü zarar görmemiş, açı çekenler ise çoğunlukla siviller olmuştu: yaygın bir biçimde benimsenen doktrine göre olumlu bir sonuç. Bu raporlar, BM insani yardım şefi John Holmes tarafından da doğrulanıyor; Holmes’a göre, “şiddet sürdükçe gün be gün ağırlaşan” insani bir kriz söz konusu ve öldürülen sivillerin büyük bir bölümünün kadınlardan ve çocuklardan oluştuğu “doğru bir tahmin”. Ama biz, güncel seçim kampanyalarında barış yanlısı tavır alan ve Gazze’de hiçbir insanlık trajedisi olmadığından emin olan İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’nin sözleriyle rahatlayabiliriz. İsrail’in bu cömertliğine teşekkürler. 70
Sosyalist Düşünce Dergisi
“Bütün Yaratıkları Katledin”: Gazze 2009 İnsanları ve onların akıbetini önemseyen diğerleri gibi Gilbert ve Holmes de ateşkes çağrısında bulunuyorlardı. Ama henüz zamanı değildi bunun. New York Times’ın satır arasında değindiği gibi, “ABD, BM Güvenlik Konseyi’nin Cumartesi akşamı acil ateşkes çağrısında bulunmasını engelledi”. Bunun resmi nedenine göre, “Hamas’ın bu ateşkese bağlı kalacağına dair hiçbir belirti yok”tu. Katliamdan keyif duymanın mazur gösterilmesi yıllıklarında, bu herhalde en bayağı gerekçeler arasında yer alırdı. Tabii bu, Bush ve Rice dönemine ilişkindi; kısa bir süre sonra onların yerini Obama alacak ve merhamet dolu bir edayla, “roketler yataklarında uyuyan kızlarımın yakınına düşecek olsaydı, bunu durdurabilmek için her şeyi yapardım,” diye tekrar edecekti. Elbette İsrailli çocukları kastediyor, Gazze’de ABD silahlarınca paramparça edilmiş yüzlerce çocuğu değil. Bunun ötesinde, Obama da sessizliğini korudu. Birkaç gün sonra, yoğun uluslararası baskı altında ABD, BM’nin bir “kalıcı ateşkes” çağrısını destekledi. Karar sıfıra karşı 14 oyla kabul edildi, ABD çekimser kaldı. ABD’nin her zamankinin aksine bu kararı veto etmemesi İsrailli ve ABD’li şahinleri öfkelendirdi. Ama gene de çekimser oy, İsrail’e şiddetini arttırması için yeşil ışık yakmasa da,sarı ışık göstermiş oldu ve nitekim İsrail, önceden tespit etmiş olduğu gibi, başkanlık yeminine kadar öyle de yaptı. Ateşkes 18 Ocak’ta (teorik olarak) yürürlüğe girdiğinde, Filistin İnsan Hakları Merkezi saldırının son gün bilançosunu yayınladı: 17’si çocuk olmak üzere, 43’ü silahsız sivil, toplam 54 Filistinli öldürülmüştü ve İSK sivil konutları ve BM okullarını bombalamayı sürdürmüştü. Böylece toplam ölü sayısının, 281’i çocuk olmak üzere, 844’ü sivil, 1,184 kişiye ulaştığı tahmin ediliyordu. İSK, Gazze Şeridi boyunca yangın bombaları kullanmayı ve konutları ve tarım arazilerini bombalayarak insanları göç etmeye zorlamayı sürdürüyordu. Birkaç saat sonra Reuters ölü sayısını 1,300 olarak duyurdu. Ölü ve yaralılar ile yol açılan tahribat gözlemleri de yapan Al Mezan Merkezi yetkilileri, kesintisiz bombardıman nedeniyle o güne değin ulaşılamayan yerleri ziyaret etmişler, tahrip edilen ya da İsrail buldozerlerince yıkılan binaların kalıntıları arasında çürümekte olan cesetlerle karşılaşmışlardı. Mahalleler yok olmuştu. Tüm bu ölü ya da yaralı sayıları kuşkusuz iyimser tahminler. Ve bu gaddarlığa ilişkin bir soruşturma açılması da pek olanak dahilinde değil. Resmi düşmanların suçları titiz bir biçimde soruşturulur, bizim işlediğimiz suçlar ise sistematik bir biçimde gözardı edilir. Acımasızlık hakkında hiç bir sorgu sual olma ihtimali de yoktur. Burada da genel uygulama budur ve efendilerin bakış açısından anlaşılabilir bir durumdur bu. Güvenlik Konseyi kararı, Gazze’ye silah akışına son verilmesi çağrısında bulunuyordu. ABD ve İsrail (Rice-Livni), bu amaca ulaşılmasına yönelik olarak alınacak önlemler konusunda hemen anlaşmaya varıp dikkatlerini İran silahları üzerinde yoğunlaştırdılar. İsrail’e ABD silahlarının sokulmasını önlemeye ise gerek yok, zira bu durumda söz konusu olan kaçakçılık değil: İsrail’e devasa silah akışı herkesçe biliniyor, Gazze katliamı sürerken gerçekleştirilen silah sevkıyatı örneğinde olduğu gibi basında çıkmasa bile bu bilinen bir gerçek. Kararda, “Filistin Yönetimi ile İsrail arasında 2005’te imzalanan Hareket ve Erişim Antlaşması temelinde geçiş noktalarının kalıcı biçimde açılmasının sağlanması” çağrısında bulunuluyor. Bu Antlaşma, Gazze’ye geçişlerin sürekli bir temelde işletilmesini ve İsrail’in Batı Şeria ile Gazze arasında insan ve malzeme geçişine izin vermesini öngörüyor. Rice-Livni anlaşması ise, Güvenlik Konseyi Kararı’nın bu yanına hiç değinmiyor. ABD ve İsrail aslında, Filistinlileri 2006 serbest seçimlerinde yanlış oy kullandıkları için cezalandırmak amacıyla, 2005 Antlaşmasından vazgeçmiş durumdalar. Rice-Livni anlaşmasından sonra düzenlenen basın toplantısında Rice, Arap dünyasındaki özgür seçimlerden birinin sonuçlarını yok etmeye yönelik olarak süren çabaların altını bir kez daha çizdi: “Gazze’yi Hamas egemenliğinin karanlığından çıkarıp Filistin Ulusal Yaz | 2009 -
71
“Bütün Yaratıkları Katledin”: Gazze 2009 Yönetimi’nin güzel ışığı altına taşıyabilmek için daha yapılabilecek çok şey var,” dedi –tabii sadık bir müşteri, yolsuzluklarla çürümüş ve baskıcı, ama itaatkâr bir yönetim olarak kaldığı sürece. Arap ülkelerine yaptığı bir ziyaretten dönüşünde Fawwaz Gerges, diğerlerinin olay yerinden bildirdiklerini kesin bir dille onayladı. Gazze’deki ABD-İsrail saldırısının etkisi, toplumları öfkelendirmiş ve saldırgan ile işbirlikçilerine yönelik nefretin müthiş derecede artmasına neden olmuştu. “Şu kadarını söyleyeyim ki, ılımlı Arap ülkeleri [yani emirlerini Washington’dan alanlar] savunma durumunda ve yegane kazançlı çıkan İran ve Suriye tarafından yönlendirilen cephe. Bir kez daha İsrail ve Bush yönetimi İran yönetimine tatlı bir zafer kazandırmış oldu.” Dahası, “Hamas büyük olasılıkla eskisinden daha güçlü bir politik akım haline gelecek ve [Rice’ın gözdeleri] Filistin Ulusal Yönetimi başkanı Mahmud Abbas’ın aygıtı El Fetih’in önüne geçecek”. Arap dünyasının, Gazze’de yaşananları yerinden canlı ileten yegane TV kanalı olan, ve London Financial Times’ın deyişiyle “kaos ve tahribatın serinkanlı ve dengeli analizini” yaparak “dünya kanallarına çarpıcı bir alternatif sunan” El Cezire’ye karşı çok korunaklı olmadığını akılda tutmakta yarar var. Bizim kendi kendini sansür etme huyumuzdan yoksun olan 105 ülkede, insanlar saat başı olan bitenleri izleyebilmekteler, ve söylenenlere göre bunun etkisi oldukça büyük. New York Times’a göre ABD’de “yayın kesimi... kuşkusuz El Cezire’nin Irak savaşının başlarında Amerikan işgaline ilişkin olarak yaptığı yayınlar nedeniyle ABD hükümetinden aldığı sert eleştiriyle bağlantılı”. Cheney ve Rumsfield karşı çıkmışlardı, dolayısıyla da elbette bağımsız medya sadece itaat edebilirdi. Saldırganların ne elde etmeyi ummuş olduklarına ilişkin çok sayıda ciddi tartışma var. Saptanmış bazı hedeflerden yaygın olarak söz ediliyor; bunların arasında, İsrail’in 2006’da Lübnan’daki hataları nedeniyle yitirdiği “caydırıcılık yetisini” yeniden kazanması da var –yani, potansiyel herhangi bir muhalifi şiddet yoluyla boyun eğdirme kapasitesini. Ama, genellikle gözardı edilen daha temel hedefler bulunmakta; son dönem tarihine baktığımızda oldukça açık görülebilen hedefler. İsrail, Eylül 2005’te Gazze’den çekildi. Yerleşimciler (kolonlar –ç.n.) hareketinin koruyucu azizi Ariel Sharon benzeri İsrailli mantıklı şahinler, Gazze’nin yıkıntıları üzerine yerleşmiş, İSK tarafından korunan, hem de toprakların büyük bölümünü ve ender kaynaklarını kullanan bir avuç illegal İsrailli yerleşimciye sürekli para yardımı yapmanın çok mantıklı olmadığını anladılar. Gazze’yi dünyanın en büyük hapishanesine dönüştürmek ve yerleşimcileri çok daha değerli topraklara sahip, İsrail’in amaçlarının lafzen ve fiilen çok daha net olduğu Batı Şeria’ya nakletmek daha mantıklıydı. Bir amaç da, Uluslararası Adalet Divanı’nın yersiz bir biçimde yasadışı ilan ettiği tecrit duvarının iç kesiminde kalan tarıma elverişli toprakları, su kaynaklarını ve Kudüs ile Tel Aviv’in hoş semtlerini ilhak etmekti. Bu, iyiden iyiye genişlemiş Kudüs’ü kapsamakta; Güvenlik Konseyi’nin 40 yıl önce aldığı kararın açık ihlali, ama tabii gene yersiz bir karar söz konusu. İsrail, Batı Şeria’nın üçte birini oluşturan Ürdün Vadisi’ni de ilhak etmekteydi. Böylece geriye hapsedilmiş ve dahası, bölgeyi üçe bölen Yahudi yerleşim yeri uzantılarıyla birbirinden koparılmış arazi parçaları kalmakta: biri Kudüs’ün doğusundan, Batı Şeria’nın Clinton dönemindeki parçalanması sırasında gelişmiş olan Ma’aleh Adumim’e kadar uzanan bölüm; ve kuzeyde, Ariel ve Kedumim kasabalarına doğru uzanan iki bölüm. Filistinlilere kalanlar da, keyfi biçimde kurulmuş yüzlerce kontrol noktasıyla (checkpoint) birbirinden koparılmış durumda. Kontrol noktalarının İsrail’in güvenliğiyle bir alakası yok ve eğer bunların arasında yerleşimcileri korumak için kurulmuş olanları varsa, bunlar da Adalet Divanı kararı gereğince yasadışı. Gerçekte bunların asıl amacı Filistin halkını taciz etmek ve İsrailli barış aktivistinin “kontrol matriksi” dediği şeyi güçlendirmek; yani, evlerinde ve topraklarında kalmak istiyorlarsa “şişenin içinde dolanıp duran uyuşturulmuş hamam 72
Sosyalist Düşünce Dergisi
“Bütün Yaratıkları Katledin”: Gazze 2009 böceklerine” (Genelkurmay Başkanı Raful Eitan –ç.n.) dönüşecek olan “iki ayaklı yaratıklara” (Menahim Begin –ç.n) yaşamı çekilmez hale getirmek için tasarımlanmış bir proje. Bütün bunlar haklı uygulamalardır, zira onlar “bizle karşılaştırıldıklarında çekirgeye benzerler”, dolayısıyla da “kafaları kayalara ve duvarlara çarpılıp ezilebilir” (Yitzhak Shamir –ç.n.). Bu terminoloji en yüksek düzeydeki İsrailli politik ve askeri yetkililere, yani en saygın “prenslere” ait. Ve tutumlar politikayı belirler. Politikacıların ya da üst düzey askerlerin saçmalıkları, haham otoritelerinin vaazlarınkine oranla daha zararsız. Hahamlar marjinal kişilikler değiller. Tam tersine, ordu ve yerleşimciler hareketi üzerinde hayli güçlü etkiye sahipler; Eldar ve Zertal gibi “toprakların efendileri”nin ise politikadaki etkileri büyük. Kuzey Gazze’de savaşan askerler iki baş haham tarafından ziyaret edildiler; hahamlar bu “ilham verici” ziyaretlerinde askerler, Tanrı’dan İsrail’deki zalimlerin çocuklarını alarak onları kayalara çarpmasını dileyen ünlü Mezmurlar kitabından bölümler okuyarak, Gazze’de herhangi bir “masum”un bulunmadığını, dolayısıyla herkesin meşru bir hedef oluşturduğunu vaaz ettiler. Hahamlar yeni bir şey yapmıyorlardı. Bir yıl önce eski Sefarad Hahambaşı’nın Basbakan Olmert’e yazdığı ve Jarulsalem Post’ta yayınlanan mektubunda, roket saldırıları nedeniyle Gazze’deki bütün sivillerin suçlu olduğunu, bu yüzden “Gazze’ye roket saldırılarını durdurmak amacıyla düzenlenecek olası bir geniş çaplı askeri harekat sırasında, sivillerin ayırım gözetmeksizin öldürülmesinin karşısında herhangi bir ahlaki yasağın bulunmadığını” bildirmişti. Onun bugün Sefarad Hahambaşı olan oğlu, babasının vaazını daha da ayrıntılandırmış durumda: “Yüz tanesini öldürdükten sonra hala durmazlarsa bu kez bin tanesini öldürmeliyiz, binden sonra gene durmazlarsa on binini öldürmeliyiz. Hala durmazlarsa, yüz binini, hatta bir milyonunu öldürmeliyiz. Ta ki onları durdurana kadar.” Aynı görüşleri dile getiren Amerikalı laik kişilikler de var. İsrail 2006’da Lübnan’ı işgal ettiğinde, Harvard Hukuk Fakültesi profesörlerinden Alan Dersowiyz, liberal eğilimli Huffington Post gazetesine tüm Lübnanlıların İsrail şiddeti karşısında meşru hedef oluşturduğunu söylemişti. Lübnan vatandaşları “terörizmi” desteklemenin, yani İsrail işgaline karşı koymanın, “faturasını ödüyorlardı”. Buna göre Lübnanlı siviller saldırı karşısında, Nazileri destekleyen Avusturyalılardan daha korunmalı değillerdi. Sefarad hahambaşının fetvası onlar için de geçerli. Jarulsalem Post’un web sitesindeki bir videoda, Filistinlilerin İsrailliler karşısındaki ölüm oranının aşırılığına ilişkin açıklamalarla dalga geçiyor: bu oranın 1,000’e bire, hatta 1,00’e sıfıra yükselmesi gerekir diyor, yani yaratıkların tamamen yok edilmesini öneriyor. Elbette “teröristleri” kastediyor, ama tabii ona göre “İsrail asla sivilleri hedef almadığından”, terörist kavramı İsrail’in gücünün bütün kurbanlarını içeren geniş bir kategoriye dönüşüyor. Buna göre, Filistinliler, Lübnanlılar, Tunuslular, artık Kutsal Devlet’in acımasız ordusu karşısına kim çıkarsa hepsi teröristtir, ya da onun adil suçlarının kaza kurbanı. Bu uygulamaların tarihsel benzerlerini bulmak hiç de kolay değil. Bu anlayışın egemen entelektüel ve ahlaki kültüre tamamen uygun olduğunu kabul etmekte, belki de yarar vardır –tabii “bizim tarafımızdan” dile getirilirse; aksi takdirde, resmi düşmanların ağzından çıkacak bu tip sözler haklı bir öfkelenmeye neden olur ve karşılığında kitlesel önleyici şiddeti davet eder. “Bizim taraf”ın asla sivilleri hedef almadığı iddiası, şiddetin araçlarını tekelinde bulunduranlar arasında yaygın bir doktrindir. Ve bunda bir miktar gerçek payı da var. Biz genellikle tek tek sivilleri öldürmeyiz. Bunun yerine pek çok sivili birden katledecek canice eylemler düzenleriz, ama tabii, tek tek sivilleri öldürme kastıyla değil. Hukukta, sıradan gündelik uygulamalar soğukkanlı sapıklık kategorisine girebilir, ama bu emperyal uygulama ve doktrin için uygun bir tanım olmaz. Bu daha çok, yolda yürürken karıncaları ezebileceğimizi bilmemize benzer, ama tabii amacımız bu değildir, zira karıncalar o kadar alt düzeydendir ki bu umurumuzda bile değildir. İsrail, “özgürleştirdiği” toprakları kirleten “hamam böcekleri” ve “iki ayaklı yaratıklara” karşı Yaz | 2009 -
73
“Bütün Yaratıkları Katledin”: Gazze 2009 harekete geçtiğinde de durum aynısıdır. Kasten cinayetten daha da ağır olan bu ahlaki sapıklık biçimini tanımlayabilecek bir terim bulunmuyor. Eski Filistin’de meşru sahipler (“toprakların efendileri”ne göre, ilahi emir uyarınca) uyuşturulmuş hamam böceklerine birkaç parsel toprak parçası verebilirlerdi. Ama bu bir hak değildi: Başbakan Olmert, Mayıs 2006’da ABD Kongresi’nin ortak oturumunda alkışlar arasında, “Bütün bu toprakların, halkımızın ebedi ve tarihi hakkı olduğuna inandım ve inanmaya devam ediyorum,” diyordu. Aynı zamanda, Batı Şeria’da değerli ne varsa alıp Filistinlileri birbirinden tecrit edilmiş kantonlarda çürümeye terk edici “yakınlaştırma” programını açıklıyordu. “Bütün bu topraklar”ın sınırlarını belirtmemişti, ama biz Siyonist projenin asla iyiliklere neden olmadığını biliyoruz: sürekli yayılma onun çok önemli bir iç dinamiği olagelmiştir. Eğer Olmert Likud’daki köklerine hala sadıksa, Ürdün nehrinin her iki tarafını, hatta bugünkü Ürdün devletini, en azından onun değerli kesimlerini kastediyor olmalıdır. “Bütün bu toprakların halkımızın ebedi ve tarihi hakkı olması”, onun üzerindeki geçici meskunların, yani Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin hakkını bütünüyle dışlamakta. Daha önce de belirtildiği gibi, bu sonuncuların orada bulunma koşulları Aralık 2008’de Washington’da İsrail ve patronu tarafından, her zamanki yalnızlıkları ve sağır edici sessizlikleri içinde, bir kez daha belirtilmişti. Olmert’in 2006’da çizdiği planlar daha sonra terk edildi, zira yeterince aşırı değildi. Ama yakınlaştırma programının yerini alan proje ve onu uygulamak için gerçekleştirilen gündelik faaliyetler, aynı genel anlayışın çerçevesinde. İşgalin ilk günlerine kadar götürülebilir bu anlayış; o dönemde Savunma Bakanı Moşe Dayan, durumu şairane biçimde şöyle açıklamıştı: “Bugün durum, bedevi ile onun zorla kaçırdığı kız arasındaki karmaşık ilişkiye benziyor... Siz Filistinliler, ulus olarak bugün bizi istemiyorsunuz, ama biz varlığımızın zoruyla tavrınızı değiştireceğiz.” Bizler istediğimizi elde ederken sizler “köpekler gibi yaşayacaksınız, gitmek isteyen de çekip gidecek”. Bu pogramlar hiç şüphesiz suçtur. 1967 savaşının hemen ardından İsrail’deki en üst düzey hukuk yetkilisi Teodor Meron, hükümete, “Yönetim altındaki sivil yerleşim yerlerinin Dördüncü Cenevre Konvansiyonu kararlarını [yani uluslararası insan hakları hukukunun temellerini] çiğnemekte” olduğunu duyurdu. İsrail Adalet Bakanı da aynı görüşteydi. Uluslararası Adalet Divanı 2004’te Konvansiyon kararlarını oybirliğiyle onayladı, İsrail Yüksek Mahkemesi de teknik olarak aynı görüşteydi, ama tabii her zamanki gibi uygulamada farklı düşünüyordu. İsrail, ABD desteğiyle sıkıntısız biçimde Batı Şeria’da, etkin askeri denetimi ve ABD ile müttefik diktatörlüklerce eğitilip silahlandırılmış işbirlikçi Filistin güvenlik kuvvetlerinin de yardımıyla, canice programını uygulamaya devam edebilir. Düzenli olarak cinayetler ve başka suçlar işlemeyi, bu arada İSK koruması altındaki yerleşimcilerin her türlü barbarca taşkınlığına çanak tutmayı sürdürebilir. Ama Batı Şeria’ya şiddet yoluyla boyun eğdirilirken, Filistin’in diğer yarısında, Gazze Şeridi’nde hala direniş vardı. ABD-İsrail ilhak ve yıkım planlarının rahatça yürütülebilmesi için orası da ezilmek zorundaydı. Böylece Gazze’nin işgali başlatıldı. İşgalin zamanlaması, büyük ihtimalle yaklaşan İsrail seçimleriyle de ilgiliydi. Anketlerde bir hayli geride kalmış olan Ehud Barak, İsrailli yorumcu Ran HaCohen’in hesabına göre, katliamın ilk günlerinde öldürülen her 40 Arap için bir milletvekilliği kazanmıştı. Ama bu durum değişebilir. İşlenen cinayetler, dikkatle planlanmış İsrail propaganda kampanyasının sınırlarının ötesine taştıkça, en inançlı İsrailli şahinlerin bile ifadesine göre, uygulanan kasaplık “[İsrail’in] ruhunu ve imajını zedelemekte. Televizyon ekranlarında, uluslararası topluluğun oturma odalarında ve daha önemlisi, Obama’nın 74
Sosyalist Düşünce Dergisi
“Bütün Yaratıkları Katledin”: Gazze 2009 Amerikası’nda zedelemekte” (Ari Şavit). Şavit’i özellikle kaygılandıran, “bir Birleşmiş Milletler tesisinin bombalanması... hem de BM genel sekreterinin Kudüs’ü ziyaret ettiği gün”. “Çılgınlığın ötesinde” bir eylem olarak tanımlıyor bunu. Bir iki ayrıntı daha ekleyelim; Gazze kentindeki bu BM “tesisi”, UNRWA (Ortadoğu’daki Filistinli mülteciler için kurulmuş olan Birleşmiş Milletler Yardım ve Çalışma Ajansı –ç.n.) deposuydu. Ajans direktörü John Ging, bombalama sonucunda, “bugün sığınaklara, hastahanelere ve gıda dağıtım merkezlerine dağıtılmak üzere hazırlanmış binlerce ton acil gıda maddesi ve ilacın tahrip olduğunu” bildiriyordu. Askeri saldırılar sonucunda el-Kuds hastanesinin iki katı ile Filistin Kızılayı’nca yönetilen bir diğer depo daha tahrip edildi. Yoğun nüfuslu Tal-Hawa mahallesindeki hastane ise, Associated Press ajansının bildirdiğine göre, “İsrail kara kuvvetlerinin mahalleye girmesi üzerine, paniğe kapılan yüzlerce Gazzelinin kaçıp buraya sığınması üzerine” İsrail tanklarınca tahrip edilmişti. Hastanede duman tüten enkazdan geriye kurtarılacak hiçbir şey kalmamıştı. Hekimlerden Ahmed el-Haz, Associated Press’e olanları şöyle anlatıyordu: “Binaları bombaladılar, hastane binalarını. Yangın çıktı. Biz içerideki hastaları ve yaralıları tahliye etmeye çalıştık. İtfaiye geldi ve yangını söndürdü, ama her yer yeniden alev aldı, itfaiye tekrar gelip söndürdü, bu böyle üç kez tekrarlandı”. Binanın birkaç kez kendiliğinden yeniden alev almasının beyaz fosfor kullanımından kaynaklandığı düşünülüyor, diğer birçok yangına ve insanlardaki yanıklara da bu maddenin yol açtığı tahmin ediliyordu. Bu tahminleri, yoğun bombardıman durduktan sonra yerinde inceleme yapma olanağı bulan Uluslararası Af Örgütü (UAÖ) doğruladı. Daha öncesinde İsrail, cinayetlerini en yoğun olarak işlediği sırada, İsrailliler de dahil olmak üzere gazetecilerin bölgeye girmesini yasaklamıştı. UAÖ raporuna göre, İsrail’in beyaz fosfor kullanmış olduğu “açık ve inkar edilemez” idi. Hâlâ yanmakta olan, konut yıkıntılarının çevresine dağılmış beyaz fosfor parçalarına rastlamışlardı; bu parçalar “bölge sakinlerinin, özellikle de savaştan arta kalan molozların arasında dolaşan ve tehlikeden habersiz çocukların yaşamını tehdit etmeye devam ediyor”du. Örgütün bildirdiğine göre, ilk hedefler, İsrail’in “beyaz fosforu yakıt tanklarının üzerine nişanlayarak binlerce tonluk insani yardımın tahrip olmasıyla sonuçlanan bir yangının çıkmasına yol açtığı” UNRWA depolarıydı; daha sonra İsrailli yetkililer, “depolara bu tip başka bir saldırı yapılmayacağına dair garanti verdiler”. Aynı gün “Gaza kentindeki el-Kuds hastanesi beyaz fosfor bombasıyla bombalandı ve çıkan yangın hastane personelini hastaları dışarı taşımak zorunda bıraktı... Beyaz fosfor ciltle temas ettiğinde tüm kaslara nüfuz etmekte ve oksijenle temas kesilmediği sürece yanmaya devam etmekte.” İster bilerek ister zalimce bir vurdumduymazlıkla kullanılmış olsun, bu tip silahların sivillere yönelik kullanılması halinde böylesi cinayetleri kaçınılmaz hale gelir. Bununla birlikte İsrail’in jus in bello ihlalleri, aşırı vahşice uygulamaları engelleyen yasa ihlalleri üzerinde fazlaca durmak yanlış olur. Bizzat işgalin kendisi çok daha ağır bir suç. İsrail neden olduğu yıkımı ok ve yaylarla gerçekleştirmiş olsaydı bile, gene ahlaksızca bir suç işlemiş olurdu. Saldırganlığın her zaman bir kılıfı vardır: Gazze saldırısındaki kılıf da, Barak’ın deyişiyle, Hamas roketleri karşısında İsrail’in sabrının “tükenmiş” olduğu. Bıkıp usanmadan tekrarlanan terane, İsrail’in kendini savunma hakkının olduğu. Bu, kısmen savunulabilir bir tez. Roket saldırısı bir suçtur ve bir devletin bu tip suçlara karşı kendini savunma hakkı olduğu doğrudur. Ama bu, kendisini mutlaka güç kullanarak savunma hakkının olduğu anlamına gelmez. Böyle bir anlayış, kabul edebileceğimiz ya da etmemiz gereken herhangi bir ilkenin çok ötesindedir. Partizan terörizmi karşısında Nazi Almanyası’nın kendisini savunmak için güç kullanmaya herhangi bir hakkı yoktu. Her şey Grynszpan’ın Paris’teki bir Alman büyük elçilik görevlisini öldürmesi, Yaz | 2009 -
75
“Bütün Yaratıkları Katledin”: Gazze 2009 Kristal Gece’yi (9 Kasım 1938 gecesi Alman Nazileri’nce Yahudi ev, işyerleri ve sinagoglarına yapılmış kanlı ve ölümcül saldırılar -ç.n.) haklı gösteremez. Amerikan kolonilerinin bağımsızlık için uyguladıkları terör eylemleri, İngiltere’nin kendini korumak için kullandığı zoru haklı çıkarmaz, ne de IRA terörüne cevaben İrlanda Katoliklerinin uyguladığı terörü –bu kesimler sonunda taleplerini yasal yollarla savunma çizgisinde mantıklı politikaya yöneldiklerinde terör sona ermiştir. Bur bir “orantılılık” sorunu değil, ilk girişimin yapılmasında seçim sorunudur: Şiddet uygulamanın dışında bir seçenek var mı? Şiddete başvurulması kanıt zorunluluğunu da getirir; dolayısıyla, İsrail’in 40 yıldan beri hâlâ Gazze’de ve Batı Şeria’da uygulamayı sürdürdüğü gündelik şiddete karşı direnişi yok etme girişiminde de bunun sorgulamamız gerekir. Bunun için, Olmert’in Batı Şeria için sunduğu “birleştirme planı” ile ilgili İsrail basınının benimle yaptığı bir röportajdan alıntı yapılabilirim: “ABD ve İsrail bu planlara yönelik hiçbir direnişe izin vermez; çok eskiden beri uyguladıkları programlarında ilerledikçe “herhangi bir ortak” yokmuşçasına davranmayı –elbette yalandan- davranmayı yeğlerler. Gazze ve Batı Şeria’yı bir bütün olarak kabul ettiğimiz hatırlanmalı, dolayısıyla ABD-İsrail’in ilhak ve kolonizasyon programlarına direniş Batı Şeria’da meşruysa, Gazze’de de öyledir.” Filistin asıllı ABD’li gazeteci Ali Abunimah, “Batı Şeria’dan İsrail’e roket atılmıyor, ama ateşkes süresince İsrail’in yasadışı cinayetleri, toprak gaspları, yerleşimci pogromları ve adam kaçırmaları bir gün bile durmadı. Batı destekli Mahmud Abbas’ın Filistin Ulusal Yönetimi İsrail’in tüm taleplerini kabul etti. ABD’nin gururlu askeri gözlemcilerine göre Abbas, İsrail’in yanında, direnişe karşı savaşmak üzere ‘güvenlik güçleri’ oluşturdu. Bunların hiçbiri, Batı Şeria’daki tek bir Filistinliyi bile İsrail’in dur durak bilmeyen –ABD destekli– kolonileştirmesinden kurtaramadı,” diyor. Filistinli saygın parlamenter Mustafa Berguti de, Bush’un Kasım 2007’deki bol barış ve adalet retorikli Annapolis tiyatrosundan sonra, İsrail’in Filistinlilere yönelik saldırılarının hızla şiddetlendiğini, Batı Şeria’da yüzde 50 oranında arttığını, yeni yerleşim yerlerinin ve denetim noktalarının inşasının yoğunlaştığını bildiriyor. Kuşkusuz bu canice girişimler Gazze’den atılan roketlere bir yanıt değil, hatta gerçek bunun tam tersi olabilir, diyor Berguti. İşgal gücünün işlediği suçlara gösterilen tepkinin canice ve politik açıdan yanlış olduğu ileri sürülebilir, ama başka bir seçenek bırakmayanların bu tip yargılarda bulunmaya ahlaki açıdan hakları yoktur. Aynı şey İsrail’in sürmekte olan cinayetlerine sözleriyle, eylemleriyle ya da suskunluklarıyla doğrudan ortak olmayı seçen ABD’liler için de geçerli. Bu, şiddete dayalı olmayan seçeneklerin bulunduğu bir ortamda daha da geçerli hale geliyor, ne var ki bu seçenekler yasadışı yayılma programlarıyla çelişiyor. İsrail’in kendini savunması için doğrudan kullanabileceği bir araç mevcut: işgal altındaki topraklardaki yasadışı eylemlerine son vermesi ve ABD ile birlikte 30 yıldan uzun bir süredir engellediği (ABD’nin 1976’daki Güvenlik Konseyi politik çözüm kararını veto etmesinden beri) iki devletli çözüm doğrultusundaki uluslararası mutabakatı kabul etmesi. Bu utanç verici tarihe tekrar dönmeyeceğim, ama ABD-İsrail bu ret politikasını bugün çok daha küstahça sürdürmekteler. Arap Birliği mutabakatın da ötesine geçerek, İsrail’le ilişkilerin tamamen normalleştirilmesi çağrısında bulunmuştur. Hamas birçok kez uluslararası mutabakat çerçevesinde, iki devletli çözüm isteğini dile getirmiştir. İran ve Hizbullah, Filistin parlamentosu ne karar verirse onu destekleyeceklerini duyurmuşlardır. Bütün bunlar ABD-İsrail ikilisini şahane bir yalnızlığa itmiştir, ve yalnızca sözel düzeyde değil. Aydınlatıcı ayrıntılar da var. Filistin Ulusal Konseyi, uluslararası mutabakatı, 1988’de resmen kabul etti. Şamir-Perez hükümetinin buna ABD Dışişleri Bakanı James Baker destekli yanıtı, İsrail ile Ürdün arasında “fazladan bir Filistin devletinin” olamayacağı biçiminde oldu –ABD-İsrail kabulüne göre Ürdün zaten bir Filistin dev76
Sosyalist Düşünce Dergisi
“Bütün Yaratıkları Katledin”: Gazze 2009 letiydi. Bunu izleyen Oslo anlaşması, potansiyel Filistin ulusal haklarını bir kenara itti ve bunların bir biçimde hayata geçmesi tehlikesi, Oslo yılları boyunca İsrail’in kesintisiz olarak sürdürdüğü yasadışı genişlemeyle sistematik bir biçimde bertaraf edildi. Yeni yerleşim yerlerinin kurulması 2000’de hızlandı ve Başkan Clinton ile Başbakan Barak’ın iktidarlarının son yılında Camp David’de düzenledikleri görüşmeler bu temelde gerçekleştirildi. Yaser Arafat’ı Camp David görüşmelerini çıkmaza sokmakla suçladıktan sonra Clinton, geri dönüş yaparak ABD-İsrail önerilerinin Filistinlilerce kabul edilemeyecek denli aşırı olduğunu kabul etti. Aralık 2000’de, belirsiz ama daha umut verici “parametrelerini” sundu. Ardından, her iki tarafın da bazı çekincelerle bu parametreleri kabul ettiğini duyurdu. İki taraf Ocak 2001’de Mısır’ın Taba kentinde buluştular ve nihai basın açıklamalarında çözüme çok yaklaşmış olduklarını, bir iki gün içinde buna ulaşabileceklerini ilan ettiler. Ama sonra Ehud Barak bir anda görüşmeleri kesti. Taba’daki bu bir hafta 30 yıllık ABD-İsrail reddiyeciliği sırasındaki yegane fırsattı. Tarihteki bu yegane fırsatın tekrardan yaratılmaması için bir neden yok. Tercih edilen ve Ethan Bronner tarafından son sıralarda tekrar dile getirilen versiyon, “Yurtdışındaki pek çok kişi Barak’ı, 2000’de Filistinlilere sunulan barış önerilerinde en ileri gitmiş olan başbakan olarak anımsayacaktır; ne var ki elde ettiği yegane sonuç, kendisini iktidardan indiren şiddetli Filistin ayaklanmasının patlak vermesi sonucunda, görüşmelerin başarısızlığa uğraması ve kesilmesi oldu,” biçimindedir. “Yurtdışındaki pek çok kişi”nin, Bronner’ın ve pek çok meslektaşının “gazetecilik” dediği şey sayesinde bu masala inanacağı doğrudur. Çoğu kişi iki devletli çözümün bugün olanaklı olmadığını ileri sürüyor, zira bunlara göre eğer ISK yerleşimcileri bölgeden uzaklaştırmaya kalkarsa iç savaş çıkar. Bu doğru olabilir, ama daha fazla argümana ihtiyaç var. Yasadışı yerleşimcileri bölgeden sürmek için kuvvete başvurmaksızın, İSK görüşmelerde belirlenecek olan sınırların gerisine çekilebilir. Bu takdirde sınırın ötesinde kalan yerleşimciler için iki seçenek bulunacaktır: ya devlet sübvansiyonlu evlerini terk ederek İsrail’e döneceklerdir, ya da Filistin yönetimi altına gireceklerdir. 2005’te Gazze’de bilinçli bir biçimde sahneye konan “ulusal travma” için de geçerliydi; uygulamanın sahteliği o kadar açıktı ki, İsrailli yorumcularca bile alaya alındı. İsrail’in İSK’nin geri çekileceğini duyurması yeterliydi; Gazze’de sübvansiyonlu refah içinde yaşayan yerleşimciler sessizce kendilerine tahsis edilen otobüslere binip Batı Şeria’daki sübvansiyonlu yeni konutlarına gidebilirlerdi. Ama bu takdirde, ağlayan çocukların trajik resimleri ve “bir daha asla” çığlıkları üretilemezdi. Özetleyecek olursak, sık sık tekrarlanan iddianın aksine, İsrail’in kendini Gazze’den gelen roketlere karşı savunmak için zor kullanmaya hiçbir hakkı yok, bu saldırılar terörizm suçu olarak kabul edilse bile. Dahası, amaçları çok açık. Saldırı için gösterdikleri mazeret onursuzca. Daha özel bir konu var. İsrail’in Gazze’den gelen roketlere karşı zor kullanmanın dışında kısa vadeli barışçıl seçenekleri var mı? Kısa vadeli bir seçenek, ateşkes kabul etmek olabilirdi. Sürekli olarak ihlal etse de, İsrail bunu bazen yapmıştır. En son ve halihazırda geçerli olan bir durum, Haziran 2008 ateşkesidir. Buna göre, “Gazze’ye girmesi yasaklanan ve sınırlanan tüm malların girişinin serbest bırakılması” idi. İsrail bunu resmen kabul etti, ama ardından derhal Hamas’ın Haziran 2006’da tutukladığı İsrailli asker Gilad Şalit’i serbest bırakmadığı sürece anlaşmaya uymayacağını ve sınırları açmayacağını duyurdu. İsrail’in insan kaçırma konusundaki uzun geçmişini bir kenara bıraksak bile, Şalit’in yakalanmasına ilişkin olarak ileri sürüp durduğu suçlamalar her zamanki gibi gene utanmazca bir ikiyüzlülüğün ürünü. Hamas’ın Şalit’i tutuklamasından bir gün sonra İsrail askerleri Gazze kentine girdi ve iki sivili, Muammer kardeşleri kaçırıp Yaz | 2009 -
77
“Bütün Yaratıkları Katledin”: Gazze 2009 İsrail’deki 1000’i aşkın yargısız tutuklu Filistinlinin yanına tıktı. Sivillerin kaçırılması, saldırı halindeki ordunun bir askerini tutuklamaktan çok daha ağır bir suçtur, ama Şalit hakkında yaygara koparılırken bu duyurulmadı. Ve hatırda kalan sadece Şalit’in kaçırılması ve bunun barışı engellemiş olduğu; insanlar ile iki ayaklı yaratıklar arasındaki farkın bir göstergesi daha. Şalit geri dönmelidir, elbette adil bir tutuklu değiş tokuşuyla. Şalit’in kaçırılmasından sonra, İsrail’in dur durak bilmez askeri saldırısı, sıradan tutku olmaktan çıkıp gerçek sadistlik boyutuna ulaştı. Ama onun tutuklanmasından önce de İsrail’in, Eylül geri çekilmesinden sonra Gazze’ye hiç mazeret göstermeye gerek duymadan 7,700’ün üzerinde füze fırlattığını anımsatmakta yarar var. Resmen kabul etmiş olduğu 2008 ateşkesini reddettikten sonra İsrail kuşatmasını sürdürdü. Kuşatmanın bir savaş harekatı olduğunu anımsatalım. Gerçekte İsrail her zaman bundan da güçlü bir ilkede ısrarcı olmuştur: Kuşatma boyutuna ulaşmasa bile, dış dünyaya ulaşımın engellenmesi de bir savaş harekatıdır ve karşılığında yoğun şiddeti meşrulaştırır. İsrail’in Tiran Boğazı’ndan geçişinin engellenmesi, 1956’da İsrail’in (Fransa ve İngiltere ile birlikte) Mısır’ı işgal etmesinin ve Haziran 1967 savaşını başlatmasının mazereti idi. Gazze üzerindeki kuşatma ise tam, kısmi değil, işgalcinin birazcık gevşetmeye gönlü olmadığı sürece mutlak. Ve Gazze üzerindeki kuşatmanın Gazzelilere verdiği zarar, Tiran Boğazı’nın İsrail’e kapatılmasının yol açtığından çok daha ağır. Bu yüzden, İsrail doktrinlerinin ve uygulamalarının savunucularının Gazze geçidinden İsrail’in iç kesimlerine roket atılmasını meşru görmelerinde bir sorun olmaması gerekir. lar.
Tabii burada da bunu geçersiz kılan ilkeyle karşılaşıyoruz: Biz biziz, onlar da on-
İsrail Haziran 2008’den sonra sadece kuşatmayı sürdürmekle kalmadı, daha da sıkılaştırdı. UNRWA’nın boşalan depolarını doldurmasını bile engelledi, “bu yüzden ateşkes sona erdiğinde bizden gelecek yardıma bakan 750 bin kişiye dağıtacak malzememiz kalmadı” diyordu BBC’ye UNRWA yöneticisi John Ging. İsrail’in kuşatmasına rağmen, roket saldırıları sürdü. 4 kasımda İsrail’in Gazze’ye saldırıp 6 Filistinliyi öldürmesi ve karşılığında roket atışlarının başlamasıyla (herhangi bir insani zarara yol açmadan) birlikte ateşkes bozulmuş oldu. İsrail’in bu baskın için gösterdiği mazeret, Gazze’de tünel bulunduğunu ve bunun başka bir İsrail askerinin daha kaçırılmasında kullanılabileceği idi. Pek çok yorumcunun da kabul ettiği gibi, son derece saçma bir mazeretti bu. Böyle bir tünel bulunsa ve sınıra kadar uzanıyor olsaydı bile, İsrail onu kolayca kapayabilirdi. Ama her zamanki gibi, İsrail’in gülünç bahaneleri inandırıcı addedili. İsrail’in bu saldırıdaki amacı neydi? İsrail’in planlarına ilşikin içerden hiçbir kanıtımız yok, ama saldırının, İngiliz muhabir Rory McCarthy’nin bildirdiği gibi, Hamas ile El Fetih’in Kahire’de “aralarındaki ayrılıkları gidermek ve birleşik tek bir hükümet kurmak için” görüşmelere başlamalarının hemen öncesine denk düşürüldüğünü biliyoruz. Gazze’nin Hamas’ın denetime geçmesiyle sonuçlanan Haziran 2007 iç savaşından sonraki ilk görüşmeydi bu ve diplomatik çabalarda ileri atılmış önemli bir adım oluşturacaktı. İsrail’in diplomasi tehlikesini savuşturabilmek için düzenlediği, bazılarına yukarıda değindiğimiz provokasyanların uzun bir tarihi vardır. Bu da bir yenisi olabilirdi. Hamas’ın Gazze’de denetimi ele geçirmesiyle sonuçlanan iç savaş genellikle Hamas’ın askeri darbesi olarak tanımlanmakta, böylece onun şeytani yanı gösterilmiş olmakta. Gerçek ise biraz daha farklı; İç savaş, Hamas’ı iktidara getiren serbest seçimleri ters yüz etmeye yönelik kaba bir darbe girişimi özendiren ABD ve İsrail tarafından kışkırtıldı. Bunun böyle olduğu en azından David Rose’un Eylül 2008’de Vainity 78
Sosyalist Düşünce Dergisi
“Bütün Yaratıkları Katledin”: Gazze 2009 Fair’de, Bush, Rice ve Ulusal Savunma Bakanlığı yardımcı danışmanlarından Elliott Adams’ın nasıl “El Fetih’in güçlü adamlarından Muhammed Dahlan önderliğindeki bir silahlı gücü destekleyerek Gazze’de bir iç savaş başlattıkları ve Hamas’ı her zamankinden daha güçlü hale getirdiklerini,” ayrıntılı ve belgeli bir şekilde anlatmasından beri biliniyor. Onun bu anlatısı son sıralarda Christian Science Monitor’da (12 Ocak 2009) Normen Olsen tarafından da doğrulandı; Dış İşleri bakanlığında 26 yıl çalışmış olan, ve bu arada dört yıl Gazze şeridinde, dört yıl da Tel Aviv’deki ABD büyükelçiliğinde görev yapmış olan Olsen, daha sonra bakanlığın terörizme karşı mücadele koordinatör yardımcılığını üstlenmişti. Olsen ve oğlunun ayrıntılı raporuna göre, Dış İşlerindeki kurnazlar adayları Abbas’ın Ocak 2006 seçimlerini kazanmasını sağlamak için ellerinden geleni yapmışlardı; daha sonra da bunu demokrasinin zaferi olarak ilan etmeye hazırlanıyorlardı. Seçim senaryoları tutmayınca bu kez Filistinlileri cezalandırmaya karar vermişler ve El Fetih’in güçlü adamlarından Muhammed Dahlan’ın yönetiminde silahlı bir milis oluşturmaya yönelmişlerdi; ama “Dahlan’ın eşkiyaları acele davranmışlar” ve Hamas’ın erken müdahalesi darbeyi önlemiş, sonuçta itaatsiz Gazzelileri cezalandırmak için daha ağır ABD-İsrail önlemlerinin alınmasına yol açılmıştı. Parti Çizgisi daha kabul edilebilir. Birkaç gün önce Hamas, Temmuz ateşkes anlaşmasına dönme önerisinde bulundu, ama İsrail bunu dikkate almadı. Tarihçi ve Carter yönetiminin eski yüksek düzey yöneticilerinden Robert Pastor, İSK’deki bir “üst rütbeli bir memura” bu öneriyi iletti, ama İsrail herhangi bir yanıt vermedi. Haber kaynaklarına göre, İsrail iç güvenlik Birimi’nin Şin Bet başkanı 21 Aralık’ta Hamas’ın İsrail ile “sükuneti” korumayı istediğini bildirmiş, ne var ki İsrail ordusu saldırı hazırlıklarını sürdürmeye devam etmişti. Pastor, salt Gazze ile ilgili olarak, “Roketleri durdurmaya yönelik askeri harekat yerine uygulanabilecek kuşkusuz bir seçenek vardı” diyor. Fazlaca tartışılmayan, uzun vadeli bir seçenek daha var: İşgal altındaki tüm toprakları kapsayacak bir politik çözümü kabul etmek. İsrailli kıdemli dış politika muhabirlerinden Akiva Eldar’ın bildirdiğine göre, İsrail’in 27 Aralık’taki geniş ölçekli işgalini başlatmasından hemen önce, “Hamas politbüro başkanı Halid Meşal, İzeddin el Kasım İnternet sitesinde, ‘sadece saldırıyı durdurmaya hazırlıklı olmakla kalmadığını’ duyurmuş ve Hamas’ın seçimleri kazanmasından ve bölgenin yönetimini üstlenmesinden önceki haliyle, 2005’teki Refah kapısı anlaşmasına dönülmesini önermişti. Bu düzenlemede kapının Mısır, Avrupa Birliği, Filistin Ulusal Yönetimi başkanlığı ve Hamas tarafından ortak olarak yönetilmesi öngörülmekteydi”. İsrail’in bu yeni saldırısında uyguladığı şiddetin daha bayağı mazur göstericilerinin ileri sürüğü standart iddialardan biri de; “son yarım yüzyıl boyunca pek çok kez olduğu gibi -1982 Lübnan Savaşı, 1988 Intifada’sına karşı ‘Demir Yumruk’, 2006 Lübnan Savaşı- İsraillilerin, kabul edilemez terör eylemlerine karşı, düşmana ders verebilmek amacıyla, acımasız bir kararlılıkla yanıt verdiği” (New York editörü David Remnick) 2006 işgali ancak iğrenç bir ahlaksızlık temelinde mazur gösterilebilir. 1988 İntifada’sına İsrail’in gösterdiği iğrenç tepki ise tartışmaya yer bırakmayacak kadar adiceydi. Bu konunun hoş görülebilir yorumu ancak ürkütücü bir cehaletin ürünü olabilir. Buna karşılık, Remnick’in 1982 işgaline ilişkin değinmesi oldukça yaygın bir iddia, bu yüzden de bir iki anımsatmayı hak ediyor. İsrail’in saldırısından önceki bir yıl boyunca İsrail-Lübnan sınırı, en azından Lübnan’dan İsrail’e doğru, yani kuzeyden güneye yönelik olarak, inkar edilemeyecek şekilde sakindi. Yıl boyunca, İsrail’in dikkatli bir biçimde hazırladığı işgal planına zemin hazırlayabilmek için düzenlediği kışkırtmalarına, hatta çok sayıda sivil kayba neden olan bombardımanlarına karşın FKÖ, ısrarla ABD’nin İsrail’e bir ateşkes kabul ettirmesini bekledi. İsrail’in beklediği ise bir iki basit karşı tepkiydi. Ardından, ciddiye alınmayacak kadar saçma bahanelerle saldırıya geçti. Yaz | 2009 -
79
“Bütün Yaratıkları Katledin”: Gazze 2009 İşgalin elbette “kabul edilemez terör eylemleriyle” bir ilgisi yoktu, ama bir başka katlanılmaz eylem türüyle ilişkisi olduğu kesindi: diplomasi. Bunun karanlıkta kalan bir yanı yoktu. ABD destekli işgal başlar başlamaz, İsrail’in önde gelen Filistin akademik uzmanlarından Yehoşua Porath –hiç de güvercin değildir-, Arafat’ın ateşkesi korumasındaki başarısının “İsrail devletinin gözünde gerçek bir yıkım” oluşturduğunu, zira bunun politik çözüme kapı açtığını yazmıştı. İsrail hükümeti, FKÖ’nün terörizme başvurmasını, böylece “politik anlaşmalara yönelik gelecekteki görüşmelerde meşru bir ortak” olma tehlikesini yok etmesini arzuluyordu. İsrail’de durum iyi anlaşılmış halde, ve bu gizlenmiyor da. Başbakan İzhak Şamir, İsrail’in “müthiş bir tehlike... O kadar askeri olmasa da politik bir tehlike” bulunduğu için savaştığını söylüyor; bunu taşlama ustası B. Michael şöyle yorumlayacaktı: “Askeri bir tehlikenin ya da Galilea için bir tehlikenin bulunduğuna ilişkin sıradan mazeret öldü,” zamanında davranıp ilk biz saldırarak “politik tehlikeyi yok ettik”; şimdi “Tanrı’ya şükür, konuşacağımız kimse kalmadı”. Tarihçi Benny Morris, FKÖ’nün ateşkesi koruduğunu kabul ediyor, ve “savaşın kaçınılmazlığı FKÖ’nün İsrail ve İsrail’in işgal ettiği topraklardaki denetimi için politik bir tehlike oluşturmasından kaynaklandığını” belirtiyor. Diğerleri de bu gerçekten tartışılmaz olguları kabul ediyorlar. Son Gazze işgaline ilişkin yorumlarından birinde New York Times muhabiri Steven Lee Meyers, “Bir anlamda, Gazze saldırıları İsrail’in 1982’de Arafat’ın kuvvetlerinin oluşturduğu tehdidi yok etmek için giriştiği Lübnan işgali sırasında riski göze alıp kaybettiği kumarı anımsatıyor,” diye yazıyor. 1982’de, 2008’de olduğu gibi 1982’de de politik anlaşma tehhdidini yok etmek gerekiyordu. İsrailli propagandacıların umudu, aydınların ve batı medyasının, İsrail’in Galilea’ya düşen roket yağmuruna, “kabul edilemez terör eylemlerine” tepki gösterdiği masalını yutmasıydı. Hayal kırıklığına da uğramadılar. İsrail’in barış istemediğinden değil; herkes barışı ister, Hitler bile istiyordu. Sorun, bunun hangi koşullar altında gerçekleşeceği. Siyonist hareket daha ilk doğuş anından itibaren hedeflerine ulaşabilmek için en iyi stratejinin politik anlaşmayı geciktirmek, bu arada yavaş yavaş oldu bitti’lerle amaca doğru yürümek olduğunu anlamıştır. Hatta 1947 anlaşması gibi kimi zaman gerçekleştirdiği ender anlaşmaları bile, önderlik, bir sonraki genişlemeye yönelik geçici adımlar olarak kabul etmiştir. 1982 Lübnan savaşı, diplomasiye duyulan müthiş korkunun dramatik bir örneğidir. Bunu, İsrail’in laik FKÖ’yü ve onun sinir bozucu barış girişimlerini zayıflatmak için Hamas’a verdiği destek izledi. Herkesçe biliniyor olması gereken bir başka olgu da, 1967 savaşından önce, İsrail’in, kullanacağı şiddete mazeret hazırlamak ve daha fazla toprak elde etmek için Suriye’yi kışkırtmaya yönelik uyguladığı provokasyonlardı; Savunma Bakanı Moşe Dayan’ın ifadesine göre, olayların en az yüzde 80’ı bu provokasyonların ürünüydü. Sorun çok eskilere dayanıyor. İsrail devletinin kurulmasından önceki silahlı güç olan Hagana’nın resmi tarihine göre, 1924’te dinci şair Jacob de Haan’ın öldürülmesinin nedeni, yeni göçmenlere ve onların yerleşim yerleri kurma girişimine karşı geleneksel Yahudi toplumu ve Arap Yüksek Komitesi ile işbirliği yapmasıydı. O zamandan beri buna benzer sayısız örnek vardır. Politik çözümün geciktirilmesine yönelik çabaların hep anlamlı bir nedeni olmuştur, “barış için görüşülecek bir ortak yok” yalanına eşlik eden neden gibi. Hoş karşılanmadığın bir yerde toprak elde edebilmek için başka şekilde düşünmenin olananağı yoktur. İsrail’in güvenlik amacıyla yayılmasının altında da benzer nedenler yatar. 4 Kasım 2009’da ateşkesi bozması son dönemdeki bir dolu örnekten sadece birisidir. Uluslararası Af Örgütü’nün hazırladığı bir kronolojide, Haziran 2008’deki ateşkesin “daha önceleri sakinlerinin bir sonraki Filistin roket saldırısı korkusu altında yaşadığı Sderot’ta ve Gazze’ye yakın diğer İsrail beldelerinde yaşam kalitesinin düzelmesine 80
Sosyalist Düşünce Dergisi
“Bütün Yaratıkları Katledin”: Gazze 2009 büyük bir katkıda bulunduğu; buna karşılık Gazze şeridinde İsrail ablukasının sürdüğü ve nüfusun ateşkesten pek bir yarar görmediği,” belirtilmektedir. Ama Gazze yakınlarındaki İsrail beldelerinde güvenliğin sağlanmasına ilişkin elde edilen başarılar, Batı Şeria’daki yayılmayı ve Filistin’in geri kalan bölümünde direnişi ezmeyi durdurabilecek diplomatik girişimleri caydırma gerekliliğinden daha önemli değildi. Yayılmanın güvenliğe yeğlenmesi özellikle İsrail’in 1972’de Henry Kissinger’ın desteğiyle Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın Filistinlilere hiçbir şey vaat etmeyen barış önerisini körükörüne reddetmesiyle daha da belirgin hale geldi; bu öneriyi ABD sekiz yıl sonra Camp David’de, İsrail için neredeyse büyük bir felakete dönüşme tehlikesi gösteren büyük bir savaştan sonra kabul etmek zorunda kalacaktı. Mısır ile imzalanacak bir barış anlaşması güvenlik konusundaki her türlü tehdidin son bulmasını sağlayacaktı, ama kabul edilemeyecek bir quid pro quo (karşılık, bedel, -ç.n.) vardı: İsrail’in Sina yarımadasının kuzeydoğusundaki yerleşim yerleri oluşturma programından vazgeçmesi gerekiyordu. Güvenlik o dönemde de yayılmadan daha az öneme sahip bir öncelikti, bugün de öyle. Zev Maoz’un İsrail’in güvenlik ve dış politikasına ilişkin dev yapıtı “Kutsal Toprakların Savunusu”nda bu temel sonucu belgeleyen çok sayıda malzemeye rastlanabilir. Bugün İsrail güvenliğe kavuşabilir, ilişkilerini normalleştirebilir ve bölgesel entegrasyon elde edebilir. Ama çok açık ki yasadışı genişlemeyi, çatışmayı ve durmaksızın şiddet uygulamayı buna yeğliyor; yeğlediği eylemler yalnızca yasadışı, canice ve tahrip edici değil, aynı zamanda bizzat kendi güvenliğini uzun vadede zedeleyici nitelikte. ABD’li savaş ve Ortadoğu uzmanı Andrew Cordesman, İsrail askeri gücünün savunmasız Gazze’yi kuşkusuz ezebilme yeteneğine sahip olmasına karşılık, “ne İsrail’in ne de ABD’nin Arap dünyasının en bilge ve ılımlı seslerinden birinin, prens Türki al-Faysal’ın acı sözlerine karşı asla bir savaş kazanamayacağını” belirtiyor; alFaysal 6 Ocak’ta şöyle diyordu: “Bush hükümeti [Obama’ya] tiksinti verici bir miras ve Gazze’deki suçsuz insanların katledilmesi ve kan akıtılması karşısında kayıtsızlık hali devretmiştir... Yeter artık, bugün hepimiz Filistinliyiz ve Gazze’de ölenlerle birlikte Tanrı ve Filistin adına şehadet istiyoruz.” İsrail’in bilge seslerinden biri, Uri Avnery ise İsrail’in askeri zaferinden sonra şunları yazıyordu: “Ateşle dünyanın vicdanına kazınmış halde kalacak olan, elleri kana bulanmış, her an savaş suçu işlemeye hazır ve asla herhangi bir ahlaki sınır tanımayan canavar bir İsrail imgesidir. Bunun uzun vadede geleceğimiz, dünyadaki saygınlığımız, barış ve huzura ulaşma olanaklarımız açısından olumsuz sonuçları olacaktır. Son tahlilde bu savaş aynı zamanda kendimize karşı işlenmiş bir suçtur, İsrail devletine karşı işlenmiş bir suç.” Haklı olduğuna işaret eden pek çok neden var. İsrail bilerek ve isteyerek kendini dünyada en fazla nefret edilen ülke haline dönüştürmektedir. Aynı zamanda Batı halklarının, hatta bu cinayetleri artık daha fazla kaldıramayacak olan ABD’li genç Yahudilerin sadakatini de yitirmektedir. On yıllarca önce, kendini “İsrail taraftarları” olarak tanımlayanların aslında onun ahlaki dejenerasyonunun ve olası bir nihai yıkımının taraftarları olduğunu yazmıştım. Ne yazık ki bu görüşüm bugün çok daha inandırıcı hale gelmiş durumda. Bir yandan da tuhaf bir tarihi olayı sessizce izliyoruz, rahmetli İsrailli sosyolog Baruch Kimmerling’in “politicide” diye adlandırdığı olguyu, yani bir ulusun katledilişini –kendi ellerimizle. 20 Ocak 2009 *Chomsky’nin yazısının orjinal başlığı: “Exterminate all the Brutes”: Gaza 2009 Kaynak: http://www.chomsky.info/articles/20090119.htm Yaz | 2009 -
81
Eleştiri
“Büyük felaket” mi, “Soykırım” mı ?
Recep Maraşlı
Prof. Ahmet İnsel, Prof. Baskın Oran, Dr. Cengiz Aktar ve Gazeteci Ali Bayramoğlu’nun öncülüğünde 2008 Aralık ayında başlatılan “Ermeni kardeşlerimizden özür diliyorum” başlıklı imza kampanyası geniş bir akademisyen ve aydın çevresinden destek gördü. Türk Devleti’nin bugüne kadarki resmi politikasının şaşmaz savunucularının yoğun bir eleştiri ve saldırılarına maruz kalan kampanya bugüne kadar yaklaşık 30 bin kişi tarafından desteklenmiş bulunuyor. Bu durum, yalnız devletin resmi kurumları değil, Türk bilim çevreleri dahil toplumda Cumhuriyet tarihi boyunca büyük bir “politik tabu” olarak görülen “Ermeni soykırımı”nın nesnel olarak tartışılmaya başlandığının bir işareti sayılabilir mi? Bugüne kadar sadece inkâr ve kurbanları suçlama yolunu seçmiş olan Türk Devleti’nin politik yaklaşımında bir kırılmaya yol açabilir mi? Kampanyanın niyet olarak en azından bu sorunu tartışmak/tartıştırmak, bir tabuyu aralamak gibi olumlu amaçlar taşıdığına inanıyorum.Bu hevesle kampanyaya katılmak için imza metnini okumaya koyulduğumda, kullanılan dil birden duraksamama yol açtı. Beklediğimin aksine, 1915 için imza metninde, “Soykırım” yerine “Büyük Felâket” kavramı kullanılmıştı. 1915 Soykırımının Ermeni toplumuyla birlikte kurbanı olan Asuri-Süryani, Rum, Pontus ve Ezidi halklarından ise hiç bahsedilmiyordu. Oldukça dikkatli, diplomatik bir dille yazılan metinde şöyle denmekteydi: 1915’te Osmanlı Ermenileri’nin maruz kaldığı Büyük Felâket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum. 1
82
Sosyalist Düşünce Dergisi
“Büyük felaket” mi, “Soykırım” mı ? Şöyle düşündüm: Bu içerikle Ermeni kardeşlerimizden, soykırım kurbanı halklardan gerçekten de özür dilemiş oluyor muyuz? 1915’te yaşananlar, tabii ki aynı zamanda “büyük bir felakettir”, “trajik olaylardır”, “insanlık ayıbıdır” vb’dir. Ama esas olarak ve adını doğru olarak söylersek bir “Soykırım”dır. Bir olgunun ismini değiştirerek, olgunun kendisini değiştiremezsiniz. Birilerini öfkelendirmemek, birilerini alıştırmak için işin adını koymaktan çekinmek, bir takım mecazlara, metaforlara sığınmak ancak popüler deyimiyle ”takiyyeciliği” özendirir. Soykırım Olgusunu “Büyük Felaket” Olarak Adlandırmak Ezop Dili’dir2 Sözcüklerin mecaz anlamlarına sığınmak, imalar, göndermeler ya da metaforlar yardımıyla egemenlerin estirebileceği politik şiddetten korunma kaygısıdır. Türkiye’nin bu koşullarında anlaşılabilir bir şeydir. Fakat bize, doğruyu, nesnel gerçeği, bilimsel bir tanıyı tüm açıklığı ve çıplaklığıyla söylemelerini beklediğimiz bilim insanlarının bu çağda Ezop diline sığınmaları onlara yakışıyor mu? “Ermeni kardeşlerimizin yaşadıklarına duyarsız kalınması ve inkar edilmesi”nin önemli bir boyutu da devletin kavramlar üzerine estirdiği şiddet, resmi tarihin tartışılmasına koyduğu korku barikatları değil midir? Bu kaygı ve endişeleri koruyarak hangi özürümüzden geri dönmüş olacağız? Gerçekle yüzleşmek cesareti yerine, kıyısından dolaşmak niye? Doğrusu bir olgunun adını koymaktan örneğin Kürt’e “Kürt” demekten bile on yıllarca çekinmiş, ya hiç görmezden gelmiş ya da zorunlu kalınca başka kelimelerle idare etmiş Türk bilim insanlarının , aynı idareciliğinin halen sürdüğünü göstermesi açısından oldukça üzücüdür. “Felaket” bir doğa olayıdır, kaçınılmazdır. Elimizden gelen felaketzedelerle olabildiğince dayanışmak, onların yaralarını sarmaya çalışmak, bir daha böyle felaketler olmaması için dua etmektir. Felaket önlenemez! Ancak olabilecek felaketler bakımından insanların psikolojik ve fiziki olarak hazırlamak, koruyucu önlemler alınarak olabilecek zararın en aza indirgenmesi mümkündür. Felaketin suçlusu, sorumlusu yoktur. O, insanların iradesinden bağımsız olarak, istenmeyen bir anda başa gelir ve çekilir. Deprem, sel, kuraklık... Aniden gökten taş yağmaya başlarsa, bu bir felakettir; ne yapabiliriz ki? Felaketin sorumlusu, suçlusu yoktur, ama soykırımın vardır: İşte bütün mesele! 1915 bir soykırımdır; sorumlusu bulunmayan sadece mağdurları olan tanrısal, kaçınılmaz, bir “felaket” değildir. “Büyük Felaket” tanımı “Soykırım” gibi bir insanlık suçunu failleri, sorumluları olmayan, kaçınılmaz bir kader haline getiriyor. Oysa soykırım bir kader değildir, durdurulabilir, önlenebilir... “Felaket”in iradi bir yanı yoktur, plansızdır, tasarımsızdır; oysa soykırım politik irade tarafından tasarlanmış, kurumları tarafından uygulanmış özel bir toplu cinayet projesidir. “Felaket”, ırk, din, dil, inanç ayrımı yapmaz! Herkesin başına gelebilir. Ama soykırım, belli bir ulusu, belli bir etnik ve inanç kitlesini özel olarak seçer, onu yok eder! Soykırım bir felaket değil, bir insanlık suçudur.
Yaz | 2009 -
83
“Büyük felaket” mi, “Soykırım” mı ? Bu akıl almaz şiddetin mağduru ve mazlumu olan halkların onu gâh MEDZ YEĞERN (Ermenice Büyük Felâket), gâh SEYFO (Süryanice Kılıç), gah TERTELE (KürtçeZazaca Kazıma) olarak adlandırması popüler etimoloji açısından önemlidir ama olgunun içeriğini değiştirmez. Soykırımın bir insanlık suçu olarak tanımlanması, uluslararası hukuk literatürüne geçmesi zaten bu gibi olguların yaşanması üzerine, bilim insanlarının, hukukçuların mücadelesi sonucu gerçekleşmiştir. 1915, Osmanlı Devleti tarafından, Ermeni, Asuri-Süryani, Rum gibi Doğu’nun yerleşik bütün Hıristiyan halklarını kendi topraklarından çıkarmak, azaltmak, yok etmek için düşünülmüş, bu coğrafyayı her bakımdan Türkleştirerek ulus devletin önündeki engelleri “temizlemeyi” hedefleyen, uzun vadeli planlanmış, acımasızca da uygulanmış olan çağın en kapsamlı bir “etnik temizlik harekatı”dır, bir SOYKIRIM’dır. “Soykırım” tanımlanmasından neden kaçınılıyor? Devletin terörize ettiği bir tabu kavram oluşundan mı, yoksa bilim insanlarının gerçekten de bu olguyu “soykırım” olarak tanımlama sıkıntısından mı? Sonuçta hangisi olursa olsun “Büyük Felaket” terimi bir korunak vazifesi görmektedir. 1915 soykırımı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun o tarihlerdeki sınırlarının etnik, kültürel ve ekonomik açıdan bütünüyle “Türkleştirilmesi” projesinin bir ürünü olarak var olan “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”, bu tanımdan cin görmüş gibi korktuğundan, bu olgunun tartışılması, adlandırılması ve sorgulanmasına karşı ölçüsüz bir tepki gösterdiğinden; bir yandan bu şiddetten kaçınma, bir yandan da artık kaçılmaz olan “tarihsel yüzleşme” eşiğine gelindiği bir ortamda, “iki tarafı da idare edebilecek bir formül bulma” kaygısının ürünüdür bu deyim. Politikacılar –özellikle de diplomatlar- tarihsel, siyasal ve hukuksal sorumluluktan kurtulmak için böyle bir kelime oyununa sığınabilirler. Bu tür pazarlıklar siyaset yapanlar için “anlaşılabilir” olsa bile, gerçeği aydınlatmayı, hukuk ve insan haklarını savunmayı önüne koymuş, bilim insanları, aydınlar ve sanatçılar açısından bir tutarlılık sorunudur. 1915 sürecini zaten soykırım olarak görmeyenler için, elbette tutarlılık açısından bir problem yoktur. Ama işin adının ne olduğunu bile bile bir hastalığın tanısının, bir olgunun isminin değiştirilmesine razı olmak olacak iş değildir. Diğer önemli bir konu da, 1915 soykırımının asıl kurbanlarından biri olan AsurSüryani halkının özür kapsamı dışında tutulmasıdır. Oysa 1915 Soykırımı’nda, Ermenilerle beraber Asur-Süryani halkı da yok edildi, ülkesinden çıkarıldı. “Felaket” ise, onlar da bu felaketin tam ortasındaydılar. Yanı sıra 1915 Soykırım sürecinin Karadeniz’de Pontus–Rum halkının imhasına ön geldiğini, Ezidi Kürtlerinin de Ermenilerle birlikte sürüldüğü ve yok edildiği bilinen gerçeklerdir. 2007 yılında Uluslararası Soykırım Uzmanlar Kuruluşu (International Association of Genocide Scholars), 1915’lerde sadece Ermenilerin değil, ama aynı zamanda AsurSüryanilerin ve Rumların da soykırıma uğradığını beyan etti. Soykırım kurbanlarının bir de unutulmaya, önemsenmemeye kurban gitmemeleri gerekir. Soykırım mağduru toplumlar arasında ayrım yapmak, görmezlikten gelmek ciddi sorunlar yaratır. Ben Soykırım kurbanlarının “acılarına karşı duyarlı olmak”tan sadece o kurbanlara “acımayı, onları hatırlamayı” değil, soykırım suçunun önlenmesi için “cesur olmayı, itiraf etmeyi”, soykırımları yaratan ideolojik-siyasal mekanizmalara karşı mücadele etmeyi de anlıyorum. Önceki Girişimler Resmi tarih egemenliğinin yıkılması, tektipleştirici egemen ulus politikasının reddi açısından, Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesi kadar, doğulu Hıristiyan halkların 1915 Soykırımı’yla fiilen tasfiye edilmesinin tanınması/tanımlanması da son derece belirle84
Sosyalist Düşünce Dergisi
“Büyük felaket” mi, “Soykırım” mı ? yici bir öneme sahip. Bu tartışmayı kenarından köşesinden dolaşarak değil, doğrudan yürüterek başarabiliriz. “Özür dileme”yi politik bir çözüm gibi görmek de yanlıştır. Özür dilemek, ancak temeldeki yıkıcı politikayı ilkesel olarak reddedip, sonuçlarından arınmayı önüne koyan bir siyasal/toplumsal iradenin dışa vurumu olarak anlamlıdır. Bir binayı temelden çatısına kadar inşa edip, içini oturulabilir hale getirdikten sonra, birlikte oturmak için yapılan şık bir davet gibi düşünebiliriz onu. Halbuki, ortada ne böyle bir yeniden yapılanma arzusu, ne çözüm iradesi söz konusu olmaksızın, hem sorunu hem çözümü aynı “özür” çerçevesinde ifade etmek aslında çok daha yaralayıcı bir hal alıyor. Gerçi aydınlar bildirgesi, bu işi kişilerin vicdan muhasebesi düzeyinde ele alarak, kişisel sorumlulukların tarifini yapmak suretiyle kendi içinde tutarlı bir çizgi oluşturmuşsa da; “soykırım” tanımlamasından kaçınmak, soykırımın diğer mağdurlarını görmemek, soykırımın faillerini teşhir etmemek ve çözüm için somut bir adrese çağrıda bulunmamak gibi yanlış ve noksanlıklar taşıdığı için, şimdilik sadece bir kapı aralamış olmaktadır. Kaldı ki “Ermeni kardeşlerimizden özür diliyorum” girişiminden önce daha dolaysız ve olgunun daha somut tariflerini yapan kampanyalar söz konusudur. Örneğin, Frankfurt’taki Soykırım Karşıtları Derneği (SKD), soykırımın kabul edilmesi ve soykırım mağduru halklardan özür dilenmesi için 1999 yılında (Ocak ayı başından Temmuz sonuna kadar) Almanya ağırlıkta olmak üzere, Batı Avrupa’da bir imza kampanyası yürütmüştü. 7 ay zarfında 11,247 imza toplandı. 1915 Soykırımı’nın kabulü ve inkârcılığa karşı esas olarak Türk ve Kürt göçmenleri arasında yürütülen başarılı ilk kitlesel kampanya idi. 2004 yılında da Soykırım Mağdurlarıyla Diyalog ve Dayanışma girişimi “Sorumluluklarımızı tartışmaya davet” başlıklı bir metni imzaya açtı. Girişim, 1915 Soykırımı’nın sadece siyasi sorumluluğuna değil, toplumsal sorumluluğuna da dikkat çekmekteydi.3 İmza metni, internet ortamında geniş tartışmalara neden oldu. Yazılı basında ise görmezden gelindi. Özür Kampanyasında Yeni Bir Yaklaşım: ”Yalnız özür değil, toprağını da geri veriyorum...” Yanı sıra 1915 Soykırımı için toplumsal sorumluluk ve vicdan mahasebesini temel alan boyutuyla çok daha anlamlı girişimleri burada belirtmek yerinde olur. Örneğin halen Nasname adlı internet sitesinde politik yazılarıyla dikkat çeken Berzan Botî’nin tavrı hem bir ilk olması, hem de içtenlikli bir duyarlılığı göstermesi açısından oldukça önemli. Türkiye’de ikamet etmekte olan Berzan Boti, 2008 yılı başlarında Süryani Soykırım Araştırmalar Merkezi SEYFO CENTER’e bir mektup yazarak, Soykırım’dan dolayı hem özür dilediğini hem de sahip olduğu araziyi ve evi eski sahiplerine devretmek istediğini yazdı. Boti, ailesinden kendisine miras kalan ama Süryanilere ait olup, 1915 Soykırımı’nda el konulduğunu bildiği bu toprağı eski sahiplerini bulma olanağı olmadığı için, Süryani soykırımının tanınması için çalışan SEYFO CENTER’e devretti. 6 Ekim 2008 yılında, imzalayıp noterlikçe hazırlanan resmi işlemler ve belgeleri bu kuruma ulaştırdı. Boti’nin bu vesileyle kamuoyuna yaptığı açıklama da oldukça öğreticiydi: 06 Ekim 2008 tarihi itibariyle, Türkiye’nin güneydoğusunda bulunan Siirt iline bağlı (...) üzerime tapu kaydı bulunan arazimi/evimi (...) Noterliğindeki resmi Yaz | 2009 -
85
“Büyük felaket” mi, “Soykırım” mı ? işlemlerin ardından SEYFO CENTER müessesi adına Sayın Sabri Atman’a devrettim. Bu devir işleminin nedenini aşağıdaki mektupla tüm uluslararası kamuoyu ile paylaşmak istiyorum. Uluslararası kamuoyunca iyi bilinen Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Hıristiyan azınlıklara karşı gerçekleştirilen 1915 soykırımının yaşandığı yerlerden biri de kendi köyümüz...dür. Türkiye’de tabu olarak algılanan ve doksan üç yıldır inkar ve çarpıtma ile üzeri örtbas edilmek istenen 1915 soykırımını birçok yönüyle inceleme fırsatım oldu. Sadece tarihçilerin yazdıkları kitap ya da belgelere değil, soykırım trajedisinin canlı tanığı olan, hatta katliamlarda rol alan, ”suçlu” olarak tanımlayabileceğimiz insanlarla ölümlerinden önce bire bir görüşme, onları dinleme olanağım oldu. Bu soykırım yıllarında köyümüzde katledilen Süryanilerin topraklarına el konulmuş, bir kısmı da zorla Müslümanlaştırılmıştır. Zorla Müslümanlaştırılan insanların torunları halen köyümüzde yaşamaktadır. Kardeşlerimle birlikte babamdan bizlere miras kalan toprakların, bize ait olmadığını, bilakis 1915 soykırımında öldürülen insanların kanları üzerinde zorla gasp edildiğini öğrendiğimde yaşadığım vicdani acı ve utancı kelimelerle anlatamam. Bu kararı almadan önce yıllarca düşündüm, kendimi katliamın mağduru insanların yerine koydum. Karşılaştığım birçok Süryani ve Ermeniden bireysel olarak “özür” diledim. Fakat bir türlü atalarımdan bana miras kalan bu utancın verdiği vicdani baskıyı üzerimden atamadım. Yaşanan soykırım ile fiili anlamda bir bağım olmasa da, özür dilemenin ötesinde bir şeylerin yapılması gerektiğine karar verdim. Ve dedelerimden bana miras kalan mal varlığımı, gerçek sahipleri olan Süryaniler adına soykırımın tanınması için yıllardır özverili bir çalışma yürüten Seyfo Center kuruluşuna iade ettim... 4 Sonuç Olarak “Ermeni Kardeşlerimden Özür Diliyorum” kampanyasının Türk resmi ideoloji ve devlet politikası yandaşlarınca bombardımana tutulması, onun içeriden ve farklı bir cepheden eleştirisinin önemini azaltmaz. Kaldı ki “Soykırım” kavramının kullanılmamış olması, devletin sorumluluğundan bahsedilmemesi gibi son derece önemli tavizlerine rağmen, tıpkı bunları da söylemiş varsayılarak yapılan saldırılar karşısında, “Ezop dili”nin pek de bir işe yaramadığını gösterir. Asıl önemlisi ise “Büyük Felaket”e karşı duyarsızlığınızdan dolayı özür diliyorsunuz ama “Soykırım”a karşı tavır almadığınız için bu konudaki özür borcunuz halen durmuş oluyor! Berlin, Şubat 2009 Dipnotlar 1 http://www.ozurdiliyoruz.com/destekleyenler.aspx 2 EZOP, antik Yunan’da yaşamış köle bir saray masalcısıdır. En sert konuları bile
efendilerini öfkelendirmeyecek, keyiflerini kaçırmayacak mecazlarla, fabllarla an latmayı başaran üslubu nedeniyle, sonraki yüzyıllarda edebiyat ve politikada bu tarz anlatım Ezop Dili olarak adlandırılmıştır. 3 Kampanya metni ve tartışmalar için Bak.: http://www.network54.com/ Forum/609946/ ve http://home.arcor.de/osoysal/tar.htm. 4 http://www.gelawej.net/modules.php?name=Content&pa=showpage&pid=2728.
86
Sosyalist Düşünce Dergisi
Kadın
Namus‘lu’ sistemler, namus‘suz’ kadınlar üzerine
Cemre Sava
Her yıl gerçekleşen namus cinayetlerine ilişkin kesin sayılarla fikir yürütmek, maalesef mümkün değil. Çünkü, bu vahşeti olağan kılan ataerkil kapitalist örgütlenme ve zihniyet, katilleri ve maktulleri yine aynı olağanlık içinde görünmez kılıyor. Öte yandan, kamuya yansıyan –belgelenen- vakalar sayının azımsanamayacak önemde olduğunu kanıtlıyor ve aynı zamanda sistemin, kadına yönelik şiddeti vardırabileceği noktayı ve hatta son noktayı –maddi varlığının ortadan kaldırılması- ahlaki düzlemde nasıl yeniden üretebileceğini... Bu durum şu gerçekliği beraberinde sunuyor: Bu cinayetler, kadına yönelik şiddet başlığı altında sınıflandırılabilir. Ancak buna gerekçe sağlayan “namus”, hem kavramsal hem pratik düzeyde, toplumsal cinsiyet(ler)in yeniden üretimi bağlamında ayrıca incelenmelidir. Öyle ki, Türkiye’de de çokça birbirinin yerine kullanılmasına rağmen “namus” ve “töre” eş kavramlar değillerdir. Elbette töre de bir namus algısının üzerine kuruludur ve töre cinayetleri de birer namus cinayetidir. Ancak töre, belli bir dönemin ve yaşayışın yasası olarak, değişim ve gelişim karşısında durağanlaşmış ve tarihdışı kalmış ‘eski’bir ‘namus’lu yaşam yorumunu işaret eder. Mesela, berdel bu farka göre artık modern dünyanın uygulamalarından biri değildir; uyulmaması bu sistemi ‘namussuz’ kılmaz. O bir töredir ve artık akıldışıdır! Bu yüzden bugün ona karşı verilen mücadele, eskinin kalıntılarına, gericiliğe karşı verilen mücadele olarak sembolleştirilir. Namus ise çoktan yeni içeriğine bürünmüştür. Çünkü o, toplumsal değişime paralel ve toplumsal cinsiyetin bu değişim karşısındaki seyrine içkin olarak yeniden içerik ve pratik kazanan bir canlılığa sahiptir.1 Toplumsal değişimin ataerkil yapı, zihniyet ve söylemi yeniden ürettiği noktada ise, bu canlılık bizzat sistemin meşruluğunun taşıyıcısı olur. Başka bir deyişle, her sistem namusludur! Yaz | 2009 -
87
Namus‘lu’ sistemler, namus‘suz’ kadınlar üzerine Bu nedenle, Türk Ceza Kanunu’nda 2005’te yürürlüğe giren değişiklik (Yeni TCK’nın 82’nci maddesinin (k) fıkrasında, kasten insan öldürme suçunun töre saiki ile işlenmiş olması durumunda ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası uygulanacağı belirtilir), töre cinayetlerinde haksız tahrik indirimini kaldırırken, namus gerekçesi ile işlenen cinayetlerde ağır tahrik indirimini çeşitli gerekçeler yaratarak fiilen uygulamaktadır ve daha da önemlisi, bu indirimler hâkimin takdirine bırakılmıştır. Başka bir ifadeyle, modern olmanın, gelişkinliğin bir ifadesi olarak karşı durulan, feodal ve ona yerleşmiş dinsel kalıntılardır; yoksa duyarlılık, ataerkil sisteme bir tepki noktasından kök almaz. Aynı algı, Batı’nın bu cinayetlere ve Doğu’ya bakışını da belirlemektedir. Karşılığında kullanılan kavramlar değişiklik gösterse de, Batı da, namus cinayetleri (honour killings, daha çok bizdeki töre cinayetleri vakalarına karşılık kullanılmakta) adı altında Doğu’yu ve onun geriliğini işaret etmekte, ama ihtiras/aşk cinayetleri (passion killings) olarak nitelendirdiği durumlarda, bizdekine benzer “hassasiyeti” ve “anlayışlılığı” gösterebilmektedir. Bu “hassasiyet” ve “anlayış”, bugün elbette ataerkil kapitalist sistemin sürekliliğine yönelik bir sahiplenme ve tam da bu, kavramsal belirsizlikle olanaklıdır. Hukuki düzlemde namus, töreye indirgenir, geçmişin kalıntısı olarak aşağılanır ve ötekinin kılınırken (Türkiye’de Kürtler örneğinde olduğu gibi); pratik anlamda yeni düzenin namuslu efendilerinin hissiyatı, toplumsal değer olarak korunmakta ve toplumsal cinsiyeti cins-etnisite ve sınıf kesişiminde farklılaşan kadınlık ve erkeklik hiyerarşisi içinde, yalnızca kadını değil, erkeği de biçimlendirerek yeniden üretmektedir. Bu kesişim elbette, konumuz gereği “namus”a ve konumuzun doğrudan ve dolaylı tüm unsurlarına yönelik çok yönlü bir tartışmayı gerektiriyor. Ve ne mutlu ki, bu tartışmalar son yıllarda yabancı dilde ve Türkçede derinlik kazanmaya başlamış durumda. Bizler içinse, ilk sayımızdaki bu girişi, toplumsal cinsiyetin yeniden üretim döngüsü içinde büyüyen ve yaygınlaşan sorunları, mağduru nesne değil özne kılan bir yaklaşımla tartışmanın önemine inanan bir niyetin göstergesi olarak nitelemek yanlış olmaz. Şimdilik ufak bir dokunuş, belki bir değinme... Umuyoruz ki hem zihinsel hem pratik bir yaratım dinamiğin kışkırtıcısı olur... Mesafemizi ölçmeye, uzağı tanımlamaya, yaklaşmaya ve yakınlaşmaya vesile kılar... Bu gerekçeyle, ilk sayımızda, bu sorunların en önemlilerinden birine –namus cinayetlerine- ilişkin farkındalığın, bir görünür kılma çabasının naif bir ifadesi olarak, Tarık Ali’nin Namus Cinayetleri/Honour Killings yazısının çevirisini üstlendik, yayımlıyoruz.
Dipnotlar 1 Dicle Koğacıoğlu bu meseleye, “Geçmişin aslında her zaman bir şimdiki zaman
içinde akmış olduğunu, bu şimdiki zamanın insanların kısmi yaratıcılıklarıyla ürettiği stratejilerle doldurduğunu kabul ettiğimizde o zaman soru gelenekten toplumsal ilişkilerin yeniden yapılmasına, yeniden üretilmesine dönüşüyor” tespitiyle değiniyor ve ataerkil toplumsal ilişkilerin yeniden üretilmesinde kurumların rolünü vurguluyor. (Bak. “Gelenek Söylemleri ve İktidarın Doğallaşması: Namus Cinayetleri Örneği”, Cogito, sayı 58, 2009.)
88
Sosyalist Düşünce Dergisi
Kadın
Pakistan’da Namus Cinayetleri
Tarık Ali
Yatakta aldatmanın bedeli her seferinde silahla vurulmak olsaydı, çoğumuz çoktan ölmüş olurduk. Gabriel García Márquez’in Gerald Martin tarafından kaleme alınan yeni biyografisinde, Marquez’in Kırmızı Pazartesi adlı romanının, yazarın arkadaşı olan Cayetano Gentile’nin 1951’de Sucre’de öldürülmesini temel aldığı belirtilir. Gentile, Margarita Chica Salas’ı baştan çıkarmış, bekâretini bozmuş ve daha sonra onu terk etmiştir. Margarita’nın düğün gününde, kocasına Margarita’nın bakire olmadığı söylenmiştir. Bunun üstüne gelin, ailesinin evine geri yollanmış ve Margarita’nın erkek kardeşleri de Gentile’yi bulup vücudunu parçalara ayırmışlardır. Márquez Katolik Kilisesinin toplumsal-ahlaki diktatörlüğünü eleştirmektedir. Ama kuşkusuz cinsel davranış kurallarını ihlal ettikleri için öldürülenler, genellikle kadınlardır. Son dönemlerde buna ilişkin İngiltere’de birkaç örnek yaşandı. 20 yaşında Kürt kökenli bir genç kadın olan Banaz Mahmud, görücü usulü bir evliliği noktaladığı ve yeni erkek arkadaşı da babası tarafından onaylanmadığı için, babasının emriyle Surrey’de öldürüldü. Irak’ta son sıralarda bu tip pek çok cinayet yaşandı. Bir erkek arkadaşlarıyla konuşan üç kadına, geçtiğimiz ay Basra’da asit fırlatıldı. Oysa Irak, bir zamanlar tüm Arap ülkeleri arasında, kadınların toplumun tüm alanlarına katılım oranının en yüksek olduğu ülkeydi. Bir de Pakistan var tabii. 2005’te Pervez Müşerref yönetiminin namus cinayetlerini, cezası ölüm olan ağır cezalık bir suç olarak belirleyen bir yasayı geçirmesine rağmen, resmi istatistikler 2006’da 1.261 namus cinayetinin işlendiğini, bir sonraki yıl da gene bu sayının en az yarısı kadar benzer cinayetin gerçekleştirildiğini kabul etmektedir. Pek çok cinayetin resmi beyansız olarak kaldığı düşünülürse, gerçek namus cinayeti rakamları muhtemelen çok daha yüksektir. Kadınların eşit haklara sahip olması için mücadele eden Şirkat Gah grubundan Tahira Şahid Khan, 1999’da şöyle diyordu: “Kadınlar sosyal sınıflarından, etnik veya dini Yaz | 2009 -
89
Pakistan’da Namus Cinayetleri gruplarından bağımsız olarak, kendi aileleri içinde erkeklerin mülkiyetinde görülüyorlar ve dolayısıyla mülkün sahibinin de, malın kaderi konusunda karar verme hakkı oluyor”. Pakistan İnsan Hakları Komisyonu’na göre kadına yönelik aile içi şiddet de “normal” olarak görülüyor. Kırsal Pencap bölgesinde yapılan bir anket, kadınların yüzde 82’sinin, kocalarının küçük mevzulara dair memnuniyetsizliklerinin kendilerine yönelik şiddetle sonuçlanmasından korktuklarını göstermiştir; en gelişmiş kentsel bölgelerde ise, kadınların yüzde 52’si, kocalarından dayak yediklerini kabul ediyorlar. Şu örneği düşünelim: Bir erkek rüyasında karısının kendisini aldattığını görür; uyanır ve karısının yanı başında yattığını fark eder; ama adam öfke içindedir ve karısını öldürür. Bu örnek, Pakistan’da gerçekten yaşanmıştır ve katil ceza almadan kurtulmuştur. Rüyalar bir namus cinayeti için makul mazeret olarak kabul edilecek olursa, hangi kadın kendini güvende hissedebilir? Gerek polis gerekse yargı sistemi, aile içi cinayeti özel bir konu olarak değerlendirmektedir ve bu cinayetlerin çoğu, resmen beyan edilseler bile mahkemeye taşınmamaktadır. Toplumun, kurumlarını koruması gerektiği söylenir. Dolayısıyla biz de İnsan Hakları Komisyonu’nun topladığı bilgiye ve her ikisi de sayısız ölüm tehdidi almış olan Hina Jilani ve Asma Jehangir kardeşler gibi cesur avukatlara güvenmeliyiz. 1999’da Hina Jilani Peşaver’de, iki çocuk annesi olan ve eşinden boşanmak isteyen Samia Sarwar ile bürosunda görüşürken, Sarwar’ın annesi, peşinde iki silahlı adamla beraber büroyu basıp kızını vurarak öldürür. Samia Sarwar 1989’da birinci dereceden bir kuzeniyle evlenmiş, altı yıl boyunca kocasının dayaklarına ve eziyetlerine maruz kalmıştı. Ama sonunda kocası Samia’yı ikinci çocuğuna hamileyken merdivenlerden aşağı fırlattığında, Samia ailesinin evine geri dönmüştü. Boşanmak istediğini ailesine söylediği an, ailesi onu ölümle tehdit etmişti. Oysa annesi ve babası eğitimli ve zengin insanlardı. Bu yıl yaygın olarak konuşulan bir cinayet, Sindh’in Khairpur bölgesinden bir hayvan tüccarının 17 yaşındaki kızı Tasleem Solangi’nin öldürülmesi oldu. Tasleem, üniversiteye gitmek ve dayısı gibi bir doktor olmak istiyordu, ama bunun yerine uzun süredir devam eden aile içi bir arazi ihtilafını çözmek için kuzeniyle evlenmeyi kabul eder. Annesi Zakara Bibi onu caydırmak ister, ama Tasleem kararlıdır. Kayınbabası Zamir Solangi, Tasleem’i almaya geldiğinde, Kuran’a el basarak ona hiçbir zarar gelmeyeceğine yemin eder. Evlendikten bir ay sonra Zakara, kızından bir mesaj alır: “Anne lütfen beni affet. Yanılmışım, sen haklıymışsın. Beni öldüreceklerinden korkuyorum” demektedir Tasleem. 7 Mart günü, öyle de olur. Tasleem sekiz aylık hamiledir. Kuran’a el basmış olan Zamir, onu sadakatsizlikle suçlar ve bebeğin kendi oğlundan olmadığını iddia eder. Doğum sancıları başlar ve bir süre sonra bebek doğar, ama hemen ardından köpeklere atılır. Tasleem yalvararak merhamet diler, ama köpekler onun üzerine de saldırtılmıştır, ve sonunda dehşet içindeki Tasleem vurularak öldürülür. Bu olayda en azından soruşturma açılır; Tasleem’i öldürmekle suçlanan kocası bugünlerde duruşmayı bekliyor. Bu yıl gene çok tartışılan bir diğer örnek de, Belucistan’daki Beluci bölgesinin başkenti olan Quetta’nın 370 km doğusundaki Baba Kot köyünde, beş kadının canlı canlı gömülerek katledilmesi oldu. Kadınların üçü gençti ve tek suçları kendilerinin seçtikleri erkeklerle evlenmek istemeleriydi, diğer iki kadın da onlara yardım ediyordu. Bölge polis müdürüne göre, kızlardan ikisinin erkek kardeşleri kadınları vurduklarını ve henüz ölmemiş olmalarına rağmen gömdüklerini kabul etmişlerdi. Şimdi duruşma günü bekleniyor. Bu arada, birbirleriyle akraba olan üç damat adayı da tutuklanmış durumda. Gelenekçiler, her zaman aşkı, aileler için utanç verici bir şey olarak göstermişlerdir: kimin kimle evleneceğine pederşahi büyükler karar vermelidir; onların kararları da genellikle, araziyle ilgili nedenlere dayanır. 18. yüzyıl Urdu şairi Mir Hassan, birçok 90
Sosyalist Düşünce Dergisi
Pakistan’da Namus Cinayetleri yapıtında aşık olan birinin, bu aşkın ateşiyle yakılacağını ve yok olacağını anlatır. Pencap’taki Wah’ta Ekim sonlarında olan da buydu. Günümüzde Wah, yarım milyon nüfuslu, Pakistan’ın en büyük cephanelik fabrikalarının bulunduğu bir kent; ama bir zamanlar, sanki su üstünde yüzermişçesine duran muhteşem bir köydü. Köyü çevreleyen akarsu ve göller öylesine güzeldir ki, Keşmir’deki evine dönüş yolu üstünde burada duran Moğol imparatoru Cihangir, manzara karşısında hayran kalmış ve içini çekerek ‘Wah!’ ya da ‘Wow!’ diye inlemiş; köyün adının da buradan geldiği rivayet edilir. Bundan önceki adı, benim atalarımdan ve 800 yıl önce, Khattar kabilesinin reisi olan Serdar Celal Han’dan ötürü Celalsar’mış. Celal’in halefleri, İmparator’u memnun etmek istemiş ve köyün adını değiştirmeye karar vermişler. Bu kararın acımasız bir mücadele yaşanmadan alındığını düşünemesem de (bir kesimin sonradan görme Moğollara karşı derin bir düşmanlık taşıdığı rivayet edilir) iktidarın suyuna gidenler galip gelmiş. Cihangir Wah’ta her tarafı akan sularla çevrili şahane, kubbeli bir kervansaray inşa eder. 1639’da oğlu Şah Cihan, bölgeyi güzel havuzlu bahçeler ve pavyonlarla donatır. Yarım yüzyıl kadar önce oralarda kuzenlerimle saklambaç oynardım. O zamanlar pavyonlar artık birer harabeydi, ay ışığı olan gecelerde daha büyülü bir görünüm kazanırlardı. Kuzenlerimden biri, kış gecelerinde sislerin arasında Moğolların hayaletlerinin belirdiğine yemin billah etmiş, ama ona kimse inanmamıştı. Harabelerin bekçisi oldukça zeki sert biriydi, ama teyzelerimle ve dayılarımla konuşurken, zekâsını abartılmış şekilde alçakgönüllü bir dille maskeliyordu. Buna asla kanmazdık ve bize zorluk çıkarırsa, onu, foyasını meydana vurmakla tehdit ederdik. Orada artık başka hayaletler pusuda bekliyor. En genç dayım Serdar Hayrat Han, eski köyden iki kilometre ötede, kendisine bir ev inşa etmiş ve hepimizin paylaştığı çürümekteki malikâneden taşınmıştı. Keşmirli büyük büyük annem Ayşe de, onunla birlikte taşındı. Tamamen kör olmadan önce Ayşe dünyanın en iyi aşçısıydı; ona yaptığım ziyaretler her zaman buna değerdi. İngiltere’ye gitmek üzere Pakistan’dan ayrılmadan önce ona bir veda ziyaretinde bulunmuştum; bana şöyle demişti: “Bir bıyık hissediyorum. Bu gerçekten sen misin?”. “Hayır” dedim sesimi derinleştirmeye çalışarak, “Ben buranın yabancısıyım, ama sizin bakarkhanilerinizin cennetten çıkma bir tada sahip olduğunu işittim”. Bakarkhaniler kruvasanın daha kolay ufalanan bir Keşmir versiyonudur. Hayrat’ın evine çok uzun zamandır gidemedim, ama evin köhne bir durumda olduğunu ve bakarkhaniler gibi ufalandığını işittim. Ekim’in son haftasında, dayımın torunu Zeynep (yaşı 18 ya var ya yoktu) erkek kardeşleri İnam ve Hamza Ahmed tarafından vurularak öldürüldü. Zeynep’in belli ki bir sevgilisi varmış ve defalarca uyarmalarına rağmen onu görmeyi kesmemiş. Büyükbabası Hayrat’ın evinde sevgilisiyle telefonla konuşurken ağabeyleri vücuduna yedi kurşun sıkmışlar. Hayrat’ın en son on yaşındayken gördüğüm en büyük kızı ve Zeynep’in annesi olan Roohi’nin de, bu cinayetin bir parçası olup olmadığını bilemiyorum. Roohi suç ortağı olsun ya da olmasın, otopsi yapılmasını talep etmesini geçtim, dayımın en azından mahalli polis karakolunda bir İlk Araştırma Raporu bile sunulmaksızın genç kızın cesedinin öldürüldüğü gün gömülmesine izin vermesi beni yeterince şok etti. Zeynep en azından bunu hak ediyordu. Hayrat’ın yaşlı ve zayıf olduğunu işittim; öfkelenmiş ve polisi aramak istemiş, ama tanık olduklarının sonuçlarını kabul etmekten topluca kaçınan kızı ve kendi ailesince bundan caydırılmış. Belki de adaletli ve merhametli Allah’a olan inancı, iddia ettiği kadar güçlü değildi. Sebep ne olursa olsun bu kabul edilemez bir şey. Yasanın gerektirdiği gibi, ceset mezardan çıkarılmalı, katiller yakalanmalı ve mahkemeye çıkarılmalı.
Yaz | 2009 -
91
Kadın
Kürt Kadın Hareketi ve Çok Eşlilik Yasasına Karşı Mücadele
Solin Hacador
27 Ekim 2008’de Güney Kürdistan Parlamentosu, “Çok Eşlilik Yasası” ile geriye doğru bir adım attı. 111 üyeli Federe Kürdistan Parlamentosu’nda çok eşli üyelerin varlığı bir kınama konusu teşkil ederken, kadın hakları konusunda çağdışılığı temsil eden bu yönde bir adım atılması, Kürdistanlı kadınları mücadele saflarında bir araya getirdi. Ancak, Parlamentoda yeralan kadın vekillerin blok oyuna, insan hakları ve demokratik kitle örgütlerinin tüm itirazlarına rağmen, yasa 35’e karşı 39 oyla kabul edildi. Yasa, Güney Kürdistan’da süregelen kadın üzerindeki barbarca şiddetin resmileştirilme ayıbını açığa çıkarıp, erkek egemen toplumun hor sesini yükseltmektedir. Yasa ayrıca, Güney Kürdistan’da iki milyonu aşkın kadının hayatı üzerindeki vahşi baskının devamını kanıtlamaktadır. Bu tarihi kararın, söz konusu partilerin programına aykırı olduğu halde gündemleşmesi, özgürleşmeye çalışan bir halkın kendisiyle çelişmesi ve feodal değerlerin büyük oranda hakim olduğu, kadınlara karşı ayrımcılığın, hak eşitliği, insan, şeref ve haysiyetine saygı ilkelerini ihlal ettiği, kadınların erkeklerle eşit olarak ülkelerinin siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatlarına katılmasını engellediği, toplumun ve ailenin refahına engel teşkil ettiği görülmelidir. Kadınların ülkeleri ve insanlık hizmetinde kullanabilecekleri olanakları geliştirme istemleri engellenmektedir. 1990-2000’li yıllarda, Güney Kürdistan’daki Kürt ulusal hareketi önemli başarılara imza attı. Ancak, Kürdistanlı mücadelenin olumlu sonuçlar verdiği, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmek için önemli adımlar attığı bu yeni dönemde, bir yandan kadınlar politik hayattan tecrit edilip evlerine mahkum edilirken, diğer yandan da binlerce kadın namus cinayetlerinin kurbanı oldu. Çok sayıda kadın, karşılaştığı baskılara dayanamayarak intihar etti. Ancak, önemle belirtmek gerekir ki, özellikle İslamcı hareketlerin tehditlerine rağmen, mücadelelerini sürdüren kadınlar politik ya92
Sosyalist Düşünce Dergisi
Kürt Kadın Hareketi ve Çok Eşlilik Yasasına Karşı Mücadele pılanmanın içinde aktif bir yer almak için mücadelelerini sürdürüyorlar. Çok eşlilik yasasına karşı mücadele, kaçınılmaz olarak bu mücadeleyi galvanize etti ve Kürt kadınların yeni toplumsal yapı içerisindeki yerlerini sorgulamamıza yol açtı. Kürt kadın eylemcilerin çabalarıyla, Mesut Barzani’nin onayıyla yürürlüğe girecek olan bu adaletsiz yasayı protesto için, Süleymaniye’de 21 kadın hakları kuruluşu bir araya geldi. Ancak, bu yasaya karşı mücadele Güney Kürdistan ile sınırlı kalmadı: Merkezi Almanya’da olan Platforma Jina Kürd (Kürt Kadın Platformu) adlı grubun dünya genelinde yaptığı kampanya da önemli bir destek buldu. Verilen mücadeleler sonucu, yasa şimdilik rafa kaldırıldı. Direnişi tehdit unsuru ve tamamıyla Avrupai zihniyet olarak değerlendiren Güney Kürdistanlı birçok politikacı ise, feodal güçlerini sonuna uygulayarak yasayı yürürlüğe sokmak niyetindeler. Bu güçlerin baskıları sonucu Mesut Barzani, ”mahcup duruma düşeceği gerekçesiyle yasayı onaylamamasının imkansız olduğunu” söyledi. Kürdistan Yurtseverler Birliği lideri ve Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani ve Kürdistan Demokrat Partisi lideri ve ”Güney Kürdistan Bölge Başkanı” Mesut Barzani’dir. Görüldüğü gibi Irak yönetiminde kayda değer söz hakkına sahip olan Kürt politikacıları; annesi, kardeşi, eşi, yoldaşı, dostu, arkadaşı kadınlara eline güç geçince kölelik zincirini takmaktadırlar. Kürt toplumunun özgürleşmesi ve kendi kendini yönetmesi için önemli adımlar atılırken, kadınları açıkça aşağılayan böyle bir yasanın gündeme gelmesi, iktidardaki Kürdistanlı politikacıların kadın haklarının ayaklar altına alındığı bir toplumda, hiçbir bireyin özgür olamayacağı gerçeğini görmediklerini göstermektedir. Erkek egemen anlayışa sahip politikacıların hukuk anlayışlarına bakmakta yarar vardır. Yasa hangi hukuk anlayışına göre düzenlendi? Yasa Güney Kürdistan’da, İslami-Arap ve feodal kültür ile yoğrulan hukuk anlayışına göre düzenlendi. İslâm’da bir erkeğin birden dörde kadar kadınla evlenebilmesinin izni belli şartlar dahilinde mevcut. Bunlar kısaca şöyle: 1-) İlk eşinin izin vermesi: Kadın kocası ile evlenirken, kocasına, benden sonra başka kadınla evlenmezsen, seninle evlenirim der, erkek de kabul ederse, bir daha başka bir kadınla evlenemez. Eğer eşi izin verirse, erkek ancak o zaman ikinci bir kişi ile evlenebilir. 2-) Belli şartlarda ancak erkek ikinci bir kadınla evlenebilir. Örneğin, bir savaş söz konusu olduğunda erkeklerin sayısı ülke düzeyinde azalırsa (her savaşta olduğu gibi), ülkede kadın nüfusunda artış olup erkek nüfusunda azalma gösterilirse. 3-) Eşi izin verirse, ( mali, sosyal-kültürel) şartlar da uygun ise, erkek kendine sorar: Alacağım yeni eş ile eski eşim arasında adaleti sağlayabilecek miyim? İkisinin çocuklarında da maddi-manevi adaleti gerçekleştirebilir miyim? Cevabı ‘hayır’ ise, eşi izin verse de erkek yine evlenemez. Birden fazla kadınla yaşamak, ataerkil toplumlarla birlikte var olan bir olgu. İslam dini, çok eşli evliliği erkeklere özgü bir hak olarak meşru kılarak, toplumsal değişmenin önünde duran kesimlerin sarıldığı bir ideolojik platform sunuyor. Çok eşli evliliğin temsil ettiği yaşam tarzını savunmak için, din bir araç olarak kullanılıyor. Bu nedenle, kadının toplumsal yerini evleri olarak belirleyen ve kadına anne olmak dışında bir misyon tanımayan hakim sınıf hukuk anlayışlarının, kadın düşmanlığı üzerinde şekillendiğini söylemek abartılı olmayacaktır. Konuya yakından baktığımız zaman, yalnızca İslam dinini sanık sandalyesine oturmanın doğru olmadığını görüyoruz. Roma ve Yunan hukukunda da birden fazla evlilik mevcut. Mısır ve Babil hukukunda birden fazla evlilik şartlara bağlanmış iken, Çin hukukunda bu konu maddi olanaklara endekslenmiştir. Toplumsal gelişmeler ve Yaz | 2009 -
93
Kürt Kadın Hareketi ve Çok Eşlilik Yasasına Karşı Mücadele bu gelişmelere eşlik eden mücadeleler sonucu çok eşli evlilik reddedilmiştir ancak, köktenci İslamcı akımlar ve Ortadoğu’nun gerici yöneticileri, İslamiyeti gerekçe göstererek toplumsal değişime karşı direnmektedirler. Bu bağlamda, Ortadoğu’nun birçok ülkesinde kadın haklarının, bu toplumların karakterini anlamamız için bir ayna rolünü oynadığını belirtmeliyiz. Hakim sınıflar, gerek kadınlar gerekse toplum üzerindeki baskılarına gerekçe olarak İslamiyet’i göstermektedir. Ancak, tarihsel süreç içinde bu konuya bakarsak, İslam’ın doğduğu dönemde kadınların durumunda bir düzelmeyi temsil ettiğini de görüyoruz. İslam öncesinde, Arap yarımadasında kadın; alınıyor, satılıyor, ölen kocasının ardından başkalarına miras olarak kalıyordu. Kendi bedeni ve kişiliği, geleceği, evliliği konusunda hiçbir söz hakkı yoktu. Miras alamıyor, kendi adına hiçbir karar veremiyordu. Kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu. Bir erkeğin kaçıncı eşi olacağına kendisi değil, ebeveyni karar veriyordu. Onu eşi olarak alan erkek de, istediği zaman boşayabiliyordu. Bu konuda kimseye de hesap vermek zorunda değildi. İslamiyetle birlikte, Müslüman kadına evliliğinde söz hakkı ve kısmi miras ve boşanma hakkı verilirken, çok eşli evlilik de bir sosyal norm olarak kabul gördü. Günümüzün hakim sınıfları için söz konusu olan ise, bunun tersi bir durumdur: kadınların durumunda bir iyileşme söz konusu olmadığı gibi, kadınların üzerindeki baskının artırılması ve kadınların marjinalleşmeleri söz konusudur. Yakınları ve yetkili resmi kurumlar tarafından her türlü felakete uğrayan Kürt kadını, kime ve nereye sığınabilir? Güney Kürdistanlı kadınların durumuyla ilgili yapılan istatistiklerde, kadına yönelik şiddet, kadın ölümleri ve intiharların fazla olduğu gözlenmektedir. Ülkedeki kadınların yüzde 57’si reşit olmadan, yani 16 yaşına gelmeden, ailesinin zoruyla evlendiriliyor. İstatistiklere göre, son 10 ayda 110 kadının töre cinayetine kurban gittiği, 223 kadının bedenini ateşe vererek ya da kendisini asarak intihar etti. Bunlar sadece tespit edilen sayılardır. Fakat tespit edilmemiş kişileri göz önünde bulundurmak gerekirse, rakamın daha yüksek olduğu düşünülebilir. Bu içler acısı tabloda ciddi bir şiddetin olduğu görülmektedir. Oysaki, Kürt Parlamentosu her vatandaşı, cins ayırt etmeksizin korumakla yükümlüdür. Güney Kürdistan’da, her gün biraz daha aşağılanan Kürt kadının sesi kıstırılmak isteniyor. Kürt kadın hareketi, Güney Kürdistan tarihinde önemli bir yere sahiptir. Özellikle son yirmi yıl içinde kadın hakları savunucuları, uğradıkları baskılara rağmen susmayı reddederek, kadın hakları sorununu sürekli olarak gündemde tutmaya çalışmışlardır. Kürt kadınlarının mücadelelerini, yeni kurulan devlet yapılanması ve kurumlaşması dışında ve ona karşı olarak yer aldıklarını görüyoruz. Mevcut yapı içinde yükselme şansı bulan sınırlı sayıdaki kadın ise, mevcut normlara uymaları ve kurulu düzenin bir parçası haline gelmeleri için, yoğun bir baskı ile karşı karşıyadırlar. Kadın hareketinin somut başarıları arasında bazı insan hakları kurumları ve kitle örgütleri desteğiyle kurulan kadın sığınma evleri vardır. Bu evlerde yaşayan kadınların güvenliklerinin ciddi bir tehdit altında bulunduğunu anımsayarak, sığınma evlerinde tehdit altında yaşayan kadınlar ile elleri ayakları bağlanarak, erkeklerinin peşinde yürümeleri beklenen kadınlar arasındaki ilişkiyi görmemiz gerekir. Açıkçası sığınma evleri önemli bir kazanım, ama bir çözüm teşkil etmekten uzaktır. Kısacası, kadınların durumunda bir düzelmenin ötesinde, kadınların kurtuluşunu sağlayacak olan tek sığınağın mücadele olduğunu görüyoruz. Bu mücadele yalnızca Kürdistan’ın her bölgesinde ve sürgünde yaşayan kadınlar ile sınırlı değildir. Güney Kürdistanlı kadınlara empoze edilmeye çalışılan Çok Eşlilik Yasası’nın yürürlüğe girmemesi ve kadına uygulanan çifte standartlığa son verilmesi için mücadelemizi uluslararası düzeye taşımamız gerekmektedir.
94
Sosyalist Düşünce Dergisi