İşçi Cephesi 2

Page 1

Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 02 • Şubat 2009 • Fiyatı: 1,5 TL

Çalışma Hakkımız Yok

Ama Oy Hakkımız Var Çok Şükür! 29 Mart Yerel Seçim süreci, krizin etkilerinin emekçi halk üzerindeki etkilerinin iyice belirginleştiği bir döneme denk düşüyor. İşsizliğin çığ gibi büyüdüğü ve milyonlarca işsizin olduğu, ücretsiz izinlerin olağanlaştırıldığı, ücretlerin hayat pahalılığı karşısında iyiden iyiye eridiği bir dönemdeyiz. Bu şartlar altında önümüzdeki seçime, yalnızca ilçemizi ve mahallemizi yönetecek belediye başkanlarının, muhtarların oylanacağı bir seçim gözüyle bakabilmemiz mümkün değil. Bu seçimde iktidar partisi AKP ile muhalefetteki CHP ve MHP, izlemekte oldukları ulusal ve uluslararası politikalar için, halktan güvenoyu almaya çalışacaklar. Bu yüzden Erdoğan, “Seçimlerde % 47’den aşağısı bizim için yenilgidir.” diyor. Yine Baykal, bu seçimi bir referandum gibi görmek gerektiğini söylüyor. Evet, Erdoğan’ın kaygısı yerindedir. Çünkü AKP’ye gidecek her oy, örneğin, doğalgaza % 80 buna karşılık, asgari ücrete % 8’lik zammın onaylanması anlamına gelecek. Yalnızca, bununla mı sınırlı? Aynı zamanda, sınır ötesi operasyonlar ya da, 1 Mayıs’ta, Newroz’da kitleleri coplamak güvenoyu almış olacak. Ve Türkiye’nin İsrail’le olan işbirliği, Türk ordusunun Lübnan’da, Afganistan’da emperyalizmin jandarmalığını yapması tasdik edilecek.

Peki, bu durum yalnızca AKP için mi geçerli? Hayır, biz Baykal’a da katılıyoruz, bu seçim aynı zamanda bir referandumdur. Yalnız, CHP’nin veya MHP’nin yukarıda saydıklarımıza karşı olduğu hiç duyulmuş mudur? Bu partiler iktidardayken, bizzat bu politikaları uygulamamışlar mıdır? İşte bu sebeple bizler, “İşçilerden, emekçilerden sermaye partilerine oy yok” şiarıyla hareket etmek zorundayız, diyoruz. Önümüzdeki seçimler, iktidarın neo-liberal saldırılarına, hak ve özgürlükler önündeki kısıtlamalara, emperyalist ve Siyonist saldırganlığa karşı emekçi çözümünün kürsüsü haline gelmeli! Örneğin, işten atılmaların durdurulması, Kürt halkı üzerindeki baskıların son bulması, Türkiye’nin emperyalizmle işbirliğinin kesilmesi taleplerimizi, bu süreçte daha gür bir sesle dile getirmeliyiz. Ve kuşkusuz, bu bir yerel seçim... Belediyeler bugün kapitalist işveren gibi çalışan, insan değil kâr odaklı kurumlar. Öte yandan belediyeler, yolsuzluğun da kaleleri... Oysa bu kurumlar, emekçi halkın çıkarları için kullanıldığında, önemli potansiyeller barındırmaktadır. Örneğin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 2007 yılı geliri yaklaşık 4 milyar YTL’dir. Ancak, mesele bu kaynağı kimlerin kontrol ettiği ve kaynağın kimler için kullanıldığı.

Yerel seçimlere ilişkin arka plan yazısı sf. 8’de. Sinter Metal’de Direniş Var... Sf. 2, 3 ve 7’de...

Ergenekon bir resim! Karşısına geçmiş ona bakıyor ve hep birlikte, “ne acayip işler!”, “bir şey anlamadık!” diyoruz. Acayip bulduğunuz, anlamadığınız nedir? Kafanızı ne karıştırıyor? Bütün hikâye zaten burada, Türkiye’de geçti; başka ve bilinmez bir yerde değil. Hâlâ da devam ediyor. Ergenekon’a ilişkin politika yazısı sf. 4’te...

GAZZE! sf. 13-14

Her gün yeni bir yolsuzluğun ifşa olduğu belediyelerde, bu kaynakların adil paylaştırıldığını ve dürüst bir şekilde kullanıldığını hangimiz iddia edebilir? Örneğin, herkesin [yeterince parası olmayanın bile(!)] barınma, ısınma, ulaşım gibi temel haklara sahip olduğu gerçeği neden unutturulmak isteniyor? Emekçi halk olarak, belediyelerin kaynaklarına göz dikmeliyiz! Çünkü bu kaynaklar bizimdir ve bizlerin çıkarları için kullanılmalıdır. Özellikle, işsizliğin bir veba gibi yayıldığı bu dönemde, belediyeler, derhal bir kamu hizmetleri programı başlatarak, hem yeni iş sahaları açmalı, hem de insanların sosyal ihtiyaçlarını gidermelidir. Bunun için yeterli kaynak olmadığını söyleyerek nazlanacaktır, ikiyüzlü politikacılar. Onlara cevabımız net olmalı: O zaman belediyenin hesap defterlerini aç, bütün kamunun denetimine sun! Bu yapıldığında, kaynakların nasıl çarçur edildiği ve yolsuzlukların boyutları da ortaya çıkacaktır. Evet, çoğumuzun çalışma hakkı elinden alındı, barınma, ısınma, ulaşım haklarımız ya tehlikede ya da zaten yok. Oy hakkımızsa elimizde duruyor, çok şükür! Seçimlerde, bu durumun sorumlusu sermaye partilerini mahkûm etmeliyiz! İşçi Cephesi, 22 Ocak 2009


2

İLAN TAHTASI

Ne yağmur, ne kar, Sinter’de direniş var! Sağlık Köşesi

Sendikalaştıkları için işten atılan Sinter Metal işçilerinin direnişi Berrin Orhun, Emekli Hemşire Öğretmen İşçi Sağlığı kararlı bir şekilde sürüyor

A. Ela Toprak, 29 Ocak 2009 Dudulu Organize Sanayi Bölgesi’nde sendikalaştıkları için işten atılan direnişteki Sinter Metal işçilerini direnişlerinin 32. gününde ziyaret ettik. Gittiğimizde sadece 3-4 işçi vardı, diğerlerinin Savcılığı’na suç duyurusunda bulunmaya gittiklerini öğrendik. Bizi çok içten karşılayan işçiler, gazetemiz için yapmak istediğimiz röportajı da memnuniyetle kabul ettiler. Havanın soğukluğu, içilen çayların buharında unutulup gitti. Savcılıktan dönen işçilerle birlikte artan kalabalık, şiddetli yağmura karşın, coşku, azmi ve direnci içinde taşıyordu… Mücadelelerinin basında yer almasını, herkes tarafından bilinmesini istediklerini dile getiren işçilerle yaptığımız röportajları ilerleyen sayfalarımız içinde bulabilirsiniz… Direnişin seyri • Yaklaşık 450 kişinin çalıştığı, çalışma koşullarının ağır ücretlrin düşük olduğu fabrikada işçiler, sendikalaşma gerekliliğinin farkına vardılar, kendi aralarında bir örgütlenmeye gittiler. Patron, bu durumu fark etti ve bu işle ilişkisi olduğunu düşündüğü veya bildiği 37 işçiyi işten attı. Bu olaydan sonra işçilerle yapılan toplantıda atılan ise bu 37 kişinin performans düşüklüğü sebebiyle işten atıldığı, krizin söz konusu olmadığı, bundan sonra işçi çıkarımının olmayacağı söyleniyordu. Gündüz vardiyasında çalışan işçiler o gün işten çıktıktan sonra servislerine binip eve gitmek yerine hepsi

sendikanın yolladığı otobüse binip sendikaya gitti. Patron panikleyerek, gece vardiyasını 2,5 saat erken bırakınca, bu işçiler de sendikaya gitti. Böylece cumadan pazara kadar 340 kişi sendikalı olmuştu. Pazartesi ise, tüm bu işçilerin kriz gerekçesiyle işten atıldıkları söyleniyordu. İşçilerin cevabı iki gün süren fabrika işgali oldu. Şu anda ise direniş, fabrika önünde devam ediyor. İşçiler sendikayla birlikte haklılıklarını duyurmak için Ümraniye Cumhuriyet Savcılığı’na yürüyüp suç duyurusunda bulundular. 24 Ocak’ta Kartal Heykel Meydanı’nda ve 27 Ocak’ta Ankara’da basın açıklaması yaptılar. İşe iade davası açıldı, ilk duruşma 22 Şubat’ta. Dayanışma gecesi • Sinter İşçileri, 28 Ocak’ta bir de dayanışma gecesi düzenlediler. Bizler de bu gece yerimizi aldık. Geceye, çeşitli muhalif gazeteler, işçiler ve aileleri katıldı. Gece, Sinter direnişinin basına yansıyan görüntülerinden oluşan bir videoyla başladı. Ardından Sinter’li işçilerin öncülüğünde atılan sloganlarla devam etti. Sinter’li bir işçi ve yine sendikalaştıkları için işten atılan Gürsaş işçilerinden bir işçi mücadelelerini anlatan bir konuşma yaptı. Aynı şekilde Birleşik Metal-İş Sendikası başkanı mücadele etmenin önemini ve sendikalaşmanın anayasal bir hak olduğunu vurgulayan bir konuşma yaptı. Gece şarkılar, türkülerle ve halaylarla son buldu. Dayanışma gecesinin hem maddi hem manevi anlamda Sinter ve Gürsaş işçileri için anlamı büyüktü.

İşçi sağlığı, işin işçiye, işçinin de işe uyumu olarak tanımlanır. Bu şu anlama gelir: Her birey kendi fiziksel, zihinsel ve ruhsal yetilerine uygun koşullarda çalışmalıdır. Çalışma yaşamı içinde çeşitli hastalıklar, kazalar, işsizlik vb. pek çok risk vardır. Bunlar arasında meslek hastalıklarının ve iş kazalarının ayrı ve önemli bir yeri vardır. İşçi sağlığına gereken önem verilmediği zaman karşımıza meslek hastalıkları, iş güvenliğine önem verilmediği zaman da karşımıza iş kazaları çıkmaktadır. Tıpkı sendikalaşma hakkı gibi, iş güvenliği hakkı da kazanılmış, anayasal bir haktır. İşyerlerinin sağlık servisleri, işçinin gerekli sağlık kontrollerini yapmak ve uygun birimi tespit etmekle yükümlüdür. Zira işyerlerinde, işin özelliğine bağlı olarak, sağlığı bozabilecek etmenler olabilecektir. Bunlar: a) Fiziksel etmenler, b) Kimyasal etmenler, c) Biyolojik etmenler. İş güvenliği bunların tespiti ile bitmez tersine başlar: “İş güvenliği sağlamanın koşulları işçileri işe getirmek için kullandığınız servis arabasıyla başlar ve çalışanların evlerine döndükleri zaman içinde işletmede karşılaştıkları ya da karşılaşabilecekleri tüm risklerin tespit edilmesi ve bu risklerin bertaraf edilmesiyle sonlanır.” Patronlar, işçiler için yapılan işin özelliklerine uyan şartları oluşturmak, işçilerin kendi başlarına alamayacakları eğitimleri kendilerine gördürmek, işçiye ve çevreye karşı kanunların kendilerine yüklediği yükümlülükleri yerine getirmek durumundadırlar. Bu noktada ilkyardım eğitimlerinin yasa gereği zorunlu olduğu unutulmalıdır. Ağır ve tehlikeli işlerde çalışan işçilerden her 10 kişiden biri ilk yardım eğitimi almak zorundadır. Yıllık sağlık muayeneleri, portör muayenesi ve iş güvenliği için gerekli araç ve gereçlerin temini... Bunlar hep patronun yerine getirmek zorunda olduğu işlerdir. Gel gör ki, gerçek hayatta böyle mi?

SANAT GÜNCESİ aylık kültür/sanat rehberi

SAYI: 02 • ŞUBAT 2009 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi Sahibi ve yazı işleri müdürü Oktay Orhun Enternasyonal Yayıncılık Yönetim yeri Caferağa Mah. Sarraf Ali Sok. Saraçoğlu İş Hanı No: 36/17 Kadıköy - İstanbul 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 20 TL • Yurtdışı: 20 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Ser Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 1,5 TL

Duyuru/Fotoğraf: Bir önceki sayımızda yer alan kapak fotoğrafı Birol Üzmez’e aittir. Kendisine anlayışı ve fotoğraflarındaki emeği için teşekkür ediyoruz. Bu vesile ile tanıtacağımız bir site: www.turkiyefotografmerkezi.com Birol Üzmez’in ve daha birçok fotoğrafçının portfolyolarının yer aldığı sitede, aynı zamanda fotoğrafa ilişkin güncel haberlere de ulaşmak mümkün... Sinema: Yönetmenliğini ve senaryosunu Tomris Gritlioğlu’nun üstlendiği Güz Sancısı adlı film gösterime girdi. Suyun Öte Yanı ve Salkım Hanım’ın Taneleri’nden sonra tematik üçlemenin bu son filminin konusu şöyle: Zengin toprak ağası milliyetçi bir babanın oğlu olan Behçet, babasının zorlaması ile siyasete girer. Hayatında yaşadığı ağır gerilim ve zihinsel çelişkiler ortamında komşu Rum kızı Elena’ya âşık olmuştur. Diğer tarafta ise büyük bir oynanmakta, tarih 6 Eylül 1955’e yaklaşmaktadır.

NE SAVUNUYORUZ? neyi hedefliyoruz?

İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Egemen sınıfın her türlü diktatörlük rejimine karşıyız ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.


EMEK GÜNCESİ

Sinter işçisiyle söyleşi

25 Ocak 2009 Sendikalaştıklarından dolayı işten atılan Sinter işçileri, direnmeye devam ediyor! Yoğun bir sömürüye maruz kalan Sinter işçisi için, sendikal faaliyet yürüttüğü patron tarafından öğrenilen 38 işçinin işten çıkartılması, bardağı taşıran son damla oldu. Atılan arkadaşlarına sahip çıkan işçiler, aynı gün sendikaya üye oldular. Ertesi gün, patron, 7 gün 24 saat üretim yapan fabrikada “ekonomik kriz”i gerekçe göstererek, 340 işçinin daha işine son verdi. Bunun üzerine işçiler 2 günlüğüne fabrikayı işgal ettiler. Bugünse, sendikal haklarının tanınarak, işlerine geri dönme talebiyle direnişlerini sürdürüyorlar. Direnişlerinin 32. gününde, ziyaret ettiğimiz Sinter işçileriyle, direniş süreciyle ilgili sohbet ettik. Kısa bir özetini yayımlayabildiğimiz söyleşinin tamamına, internet sitemizden ulaşabilirsiniz. İşyerinde kaç kişi çalışıyordu? • Yaklaşık 450 kişi Genellikle kaç yıllık, çalışanlar? • Çoğunlukla 4 yıllık. 20-30 yıllık işçiler de var. Ama asıl büyüme 4 sene önce oluyor. Daha önce atölye bazında 100 civarında işçi çalışıyormuş. Siz kaç yıllık çalışansınız? • 3 yıl. Sendikalaşmaya nasıl karar verdiniz? • Maaşlarımız yatırılmıyordu. Bu sebeple müdürle yaptığımız görüşmedeyse tartışma yaşadık. Ve sonra o gün söz olan arkadaşları, [İş Yasası’nın] 25/2 no.lu madde-

sine dayanarak, işten attılar. 25/2 neyi kapsıyor, derseniz... Yüz kızartıcı olaylardan tutun, hırsızlığa kadar... Ve biliyorsunuz 25/2’den atılan işçi, bir daha iş bulamıyor. Kısacası, arkadaşlarımızın, yalnızca konuştukları için, tazminatsız ve haksız yere işten atılmaları içerideki sönük közleri alevlendirdi ve örgütlenmeye karar verdik. Ya işgal süreci? • İşten çıkarıldığımızı, Pazartesi günü sabah, işe geldiğimizde öğrendik. Kapıları açmadılar işçilere, kovulduğumuzu içeriden anons ettiler. 9 ayrı fason şirket kurmuşlar, bunlara ait bütün işçileri çıkardılar. Yaklaşık 25 kişilik bir grup var ana şirkette gözüken, onların haricindeki yaklaşık 380 kişiyi; ilk etapta 38, sonra da 340 kişiyi çıkardıklarını tebliğ ettiler. Biz de, iki gün, kendimizi fabrikaya kapattık. Ankara’dan müfettiş gelip incelemelerde bulundu. Raporlar da yüzde yüz bizden yana. Sendika hakkımızı kullandığımızdan ötürü atıldığımızı, konunun krizle alakalı olmadığı, raporda belirtilmiş Talepleriniz neler? • Öncelikle, sendikanın muhatap alınması. Bizim sendikadan vazgeçerek, çalışmaya başlamamız söz konusu değil. Zaten şu anda 1-0 öndeyiz. Müfettişin hazırladığı rapor, haklılığımızı kanıtlıyor. Rapordan sonra, patron, “Gelin her şeyi unutalım, işbaşı yapın”, dedi, ama sendika kabul edilmedikçe, böyle bir şeyi kesinlikle kabul etmiyoruz.

3

Krize karşı kenetlenmeliyiz B. Toprak, 25 Ocak 2009 Bir yanda dünyayı etkisine alan ABD merkezli mali kriz! Bir yanda krizin nedeni emperyalist-kapitalist sistemin, rengi siyah ama ideolojisi sömürücü Obama’yı “umut” olarak piyasaya sürmesi... Diğer yanda Türkiye’de krizin duyulmasıyla birlikte patronların kitlesel işten çıkarma, ücretsiz izin ve ücret dondurma girişimlerine hız vermesi... Kriz bütün dünyada işsizler ordusunu büyütüyor… Devletler ve hükümet ise patronları kurtarma peşinde. Örneğin Başbakan Erdoğan! Krizin başından bu yana hep ikircikli tutum aldı. Önce krizin ülkeyi teğet geçeceğini söyledi. Sonra krizin psikolojik olduğunu... Şimdi de kriz için patronlara paketler hazırlıyor… Hani kriz teğet geçecekti? Hani psikolojikti? Yüz binlerce işçi işten atılıyor! IMF ile yeni bir anlaşma gereği duyuluyor! On binlerce işçi işsizlik fonundan yararlanmak için başvuruyor! Ama kriz psikolojik, öyle mi? Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu bile gerçek işsiz sayısını 5,6 milyon olarak açıkladı. İnsaf! Krizin yaratacağı ağır tahribatı hayatımızda şimdiden hissediyoruz. Yoksulluğun, işsizliğin, suç oranlarının artması sosyal yıkımın habercisi… Buna rağmen hükümet IMF ile yeni bir anlaşma peşinde. Muhtemelen anlaşma yerel seçimler sonrasına kalacak. Bu, işçi ve emekçilere dayatılacak yeni bir saldırı planı! Krizin geçici olduğunu söyleyenler var. Bu kişiler dün de her şeyin çok güzel olduğunu söylüyorlardı! Kriz derinliğini anlamak için yarattığı tahribata bakmak yeterli… Başkentte bir genç kadın borçlarını ödeyemediği için komşusundan destek istiyor. Yardımı alamayınca maalesef komşusunu 12 yerinden bıçaklayarak öldürüyor ve bileziklerin alıp kaçıyor… Bırakın insanların borçlarını ödemesini şimdi karınlarını doyuracak parası yok. Aldıkları ücretler faturalarına dahi yetişmiyor. Kriz işçi sınıfını ve yoksul emekçi kesimleri derinden etkiliyor... Krize karşı kenetlenmeliyiz. Yerel, tekil bütün mücadeleleri birleştirmeliyiz. Bu birleşmelere karşı çıkacak patronlara ve sendika bürokratlarına rağmen bunu başarmalıyız… Bu en acil görevimizdir…

BJ Tekstil’de işçi kıyımı 24 Ocak 2009 BJ Tekstil 1998 yılında Hadımköy/İstanbul’da kurulmuş bir firmadır. Kurulduğu yıllardan itibaren ağırlıklı olarak denim sektöründe faaliyet gösteren firma, bugün üretiminin %100’ünü Avrupa ve Amerika’ya ihraç etmektedir. Dünyanın önemli marka ve perakende zincirlerinin (Next, M&S, H&M, Massimo Dutti, Pull & Bear, Moschino, Carrera vb.) stratejik üretim ortağı olan firma, Türkiye’nin de konfeksiyon alanında başta gelen firmalardan biri. Bugün ise 300.000 adet/ay’lık kapasitesine sahip. BJ Tekstil’in sahibini AKP hükümetiyle adı sık duyulan “gizli” zenginlerden Ahmet Çalık. AKP hükümetin özelleştirmelere hız verdiği bir

süreçte, Ahmet Çalık’ın ihaleleri hiç kaçırmayan isimlerin başında geldiği biliniyor; Atatürk Köşkü, Türk Telekom İhalesi ve Haydarpaşa Projesi’nde karşımıza hep aynı isim çıktı. Türkiye’de yaptıkları işler de basına fazla yansımıyordu. Ne olduysa, Türk Telekom ihalesi ile gündeme gelen Çalık “50 milyon dolar”cık farkla ihaleyi Öger Grubu’na kaptırmıştı. Çalık Grubu bugün birçok sektöre faaliyet gösteren bir şirket. Enerji, basın, tekstil, inşaat vb. gibi sektörlerde faaliyet gösteren büyük bir ağ... İhaleler Çalık’a Krizin faturası işçiye • Bu şirketin sahibi de diğer patronlar gibi krizin faturasın işçilere kesen bir siyaset yürütmekte. 1996 yılında sendikalaştıkları için işçileri kapının önüne koyan, bayramdan sonra “daralmaya gidiyoruz” diyerek

30’a yakın işçiyi işten atan Çalık patronu, 23 Ocak 2009 Cuma günü paydosa yakın bir zaman içinde 80 işçinin çalıştığı imalat bölümünü kapatarak, işçileri işten çıkarmıştır. İşçilerin bu kriz sürecinde nasıl yaşamlarını sürdüreceği hiçbir patronun umurunda olmadığı gibi Ahmet Çalık’ın da umurunda değil. İşten atılan işçiler ise, bu krizde nasıl iş bulabilecekleri kaygısıyla hareket ediyorlar. BJ Tekstil firmasını İnternet sitesinde sıksık sosyal sorumluluktan bahsediliyor. Anlaşılan Ahmet Çalık ve BJ Tekstil’in yönetiminin anladığı sosyal sorumluluk, işçileri işsiz bırakmak. Sonuç olarak bugün krizden dolayı atılan yüz binleri bulan işsizler ordusuna 80 işçi daha katılmış oldu. Acaba bu atılmalar da psikolojik olabilir mi?


4

POLİTİKA

Hatırlayan ve örgütlenen bir toplum olduğumuzda Ergenekonlar sonsuza kadar hayatımızdan çıkacak! Oktay Benol, 25 Ocak 2009 Bu yazının amacı ortaya kesinlikle yeni komplo teorileri atmak değil. Ortalık bunlardan geçilmiyor, bir yenisine daha gerek yok. “Ne acayip işler oluyor?” diyerek derin analizler yapanların alanına girmek gibi bir derdim de yok. “Kafası karışıklar” kervanına katılmak gibi bir niyetimin olmadığını da belirteyim… Hak vermelisiniz ki konu Ergenekon olunca bu açıklamalar bir yerde zorunlu oluyor. Bir kısmınızın “Ne o? Her şeyi bilengillerden misin?” diyen sesini duyar gibi oluyorum! Aksine, söylediğim her şey, herkesin gözünün gördüğü, kulağının işittiği şeyler… Ergenekon, körün fili tarifine dönmüş durumda. Şaşırtıcı olan sadece bu, başka bir şey değil… Bu işin sırrı ortada sır olmaması • Ergenekon bir resim! Karşısına geçmiş ona bakıyor ve hep birlikte, “ne acayip işler!”, “bir şey anlamadık!” diyoruz. Acayip bulduğunuz, anlamadığınız nedir? Kafanızı ne karıştırıyor? Bütün hikâye zaten burada, Türkiye’de geçti; başka ve bilinmez bir yerde değil. Hala da devam ediyor… Öyleyse ne? Son 25 yılın kısa tablosu… 40 bin ölü! 17.500 faili meçhul cinayet! 3500 civarında yakılan, boşaltılan köy-mezra! 1–3 milyon arasında göç eden insan! TBMM kapısında dayakla gözaltına alınıp 10 sene hapis yatan DEP’li milletvekilleri! Gazi Mahallesi ve Sivas Madımak Katliamı! Ölüm oruçları, “Hayata Dönüş” operasyonları! “Post-modern” ya da “elektronik” askeri muhtıralar! Askeri darbe girişimleri! Ve Susurluk! Ve Şemdinli! Trabzon’da Santora! Malatya’da Zirve Kitapevi! Ve Ergenekon… Ve Hrant Dink’in katledilmesi… Derin devlet uygulamalı ders olsa bu tablo onun müfredatı olurdu. Emekli Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, derin devlet diye bir şeyi ben kabul etmiyorum demiş! Ne desin? Evet, vardı mı diyecek! Kontr-gerilla yok, JİTEM yok, Özel Harp Dairesi yok, vs. vs… Ne diyordu Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş, Susurluk Raporu’nda; devletin yasal yollardan mücadele edemediği güçlerle yasadışı yollardan mücadele etmek için kurulmuş yapı içinden birileri yoldan çıktı. Kişisel amaçları doğrultusunda çeteleşmeye gitti. Susurluk budur… Ne güzel değil mi? Bir yukarıdaki 25 yıl tablosuna bakın, bir de Kutlu Savaş’ın açıklamasına… Anladınız mı? Tansu Çiller’in dediği gibi, adamın kafasına devletin için sıkarsan sorun yok! Kendi menfaatin için sıkarsan sorun var! İşte demokrasi içinde-dışında olma farkı, bu kadar! Ergenekon’dan tutuklu Yalçın Küçük, tutuksuz yargılanmak için bırakılıyor. “İçerdeki herkes dimdik ayakta, hepsi cumhuriyet için savaşıyor” diye kükrüyor… Sayıyor; “… Veli Küçük Paşa Hazretleri de…” Aynı günler sol bir TV kanalının bir programında, Ergenekon’un ne kadar fasa fiso olduğunun kanıtı olarak Yalçın Küçük, Doğu Perinçek gibi isimlerle Veli Küçüklerin yan yana getirilmesi kanıt gösteriliyor. Bunların birlikte ne işi olur, diye soruluyor! Yalçın Küçük’ün verdiği yanıt

size yetmiyor mu? Yanına bir de Perinçek’in savunması verelim! Hakkında çeşitli yargısız infaz iddiaları bulunan ve bu yüzden intihar ettiği söylenen JİTEM Diyarbakır Grup Komutanını Perinçek şöyle sahipleniyor: “Kahramanları intihar eden ordu savaşma yeteneğini kaybeder… Kırcı değil bir devlet intihar etti…” Bu insanların halen Ergenekon davasında bir arada olması, size o kadar “acayip” mi geliyor? Perinçek ya da Küçük ne istediğini, neyin yanında olduğunu biliyor, ya siz?

Tansu Çiller’in dediği gibi, adamın kafasına devletin için sıkarsan sorun yok! Kendi menfaatin için sıkarsan sorun var! İşte demokrasi içinde-dışında olma farkı, bu kadar!

Komikliğe gerek yok! Derin devleti olmayan devlet yoktur. Devlet, bekası için bu derin yapısını sürekli zinde ve hazır tutar. Gerektiğinde kullanır. Derin devlet tasfiye edilmez. Çapaklarından ayıklanır, modernize edilir, yeniden yapılandırılır. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde tespit edilen tehditlere karşı, çağın reel politiğine uygun şekilde de sevk ve idare olunur. “Bu işin ardında ABD var!” Hangisinde yoktu ki? • Türkiye’nin son 60 yılında ABD’nin doğrudan ve/veya dolaylı parmağının olmadığı hangi olay var? Bugüne kadar gerçekleştirilen askeri darbelerin ardında hep ABD onayı, parmağı, desteği olmadı mı? Bunların toplamı neredeyse 40 yılımızı

aldı, devam ediyor… Halen 12 Eylül askeri darbe koşullarının ürettiği anayasa ve baskı rejimi ile yaşamıyor muyuz? 6–7 Eylül Olayları’nın, Kanlı Pazar’ın, Sivas ve Maraş katliamlarının, 1 Mayıs 1977 katliamının ve daha nicesinin ardında hep ABD yok muydu? Son 60 yılın hangi hükümeti Amerikancı değildi? Son 60 yıl boyunca hangi dönem asker, polis, MİT ABD’ye rağmen görev yaptı? Türkiye NATO üyesi bir ülke… Başta ABD ve AB olmak üzere dünya emperyalist kapitalist pazarının organik bir parçası… Ortadoğu’da İsrail’in stratejik ortağı… ABD’nin gölgesi işte bu kadar belirgin… O zaman “bu işin ardında ABD var” diyerek keşfettiğiniz Amerika’nın kıymeti nerede? Devletin ve ardındaki güçlerin kontrolündeki bu Ergenekon davasından bembeyaz bir Türkiye çıkmaz, çıkamaz. Ama iyi bir başlangıç yapmak için işçi sınıfı ve emekçi yoksul halka bu davada yeterince malzeme çoktan açığa çıkmış durumda. Solun şüphe ve temkininin yarattığı tereddütler güçlü adımların atılmasını engelliyor… Neden? “İki tarafı da demokrat olmayan kavgadan demokrasi çıkar mı?” Çıkar! • Ortalığa dökülenlerin farkında mıyız? Türkiye’nin her yerinden silahlar, bombalar çıkıyor… Aman efendim, bırak bunları diyorsunuz, öyle mi! Çok değil birkaç yıl önce bu ülkede silah-kuran-bayrak üzerine yemin eden, 15–20 bin kişilik ölüm listeleri hazırlamış sözüm ona vakıf ve dernekler vardı. Hatırlıyor musunuz? Onların bir kısmı şimdi Ergenekon sanığı! Bu ülkede 17 bin 500 kişi faili meçhul cinayete kurban gitti, belki de çok daha fazla. Unutmak mümkün mü? Toprağın altından çıkmayı bekleyen sadece silahlar değil, insanlarımız… Bir mezarlığın üzerinde duruyoruz, farkında mısınız? Ergenekon davasının en önemli özelliği her iki tarafın da birbirleriyle ilgili söylediklerinin doğru, kendileriyle ilgili söylediklerinin “şüphe” götürür olmasıdır. Tarafların eteklerinden döktükleri taşlar son 30–40 yıllık bilgi ve kanılarımızın kanıtlanmasını sağlıyor. Onlar eteklerindeki taşları Türkiye temizlensin diye dökmüyor, dökmeyecekler de. Bunu yapacak olan işçi sınıfı ve emekçi halktır. Bu ülkenin devrimcileri, solcuları, aydınları kısaca düşünen ve üreten insanlarıdır bunu yapacak olan. İki tarafı da demokrat olmayan bu kavgadan ortaya saçılan pislikleri işte sadece bu düşünen ve üreten insanlar hak ettiği yere taşıyabilir. Ve bu kavgadan ancak “demokrasi” böyle çıkar. İşçi sınıfının, emekçi halkın, düşünen ve üreten insanların ortak ve kararlı eylemlerinin sonucunda... Davanın istenen sonuçlara ulaşması için MİT, Emniyet, jandarma ve Genelkurmay arşivleri savcıların incelemesine açılsın! Davaya konu tüm kişilerin dokunulmazlıkları kaldırılsın! Aydınlanmamış tek bir katliam ve cinayet kalmayıncaya; katiller, işkenceciler, darbeciler ve tüm suçlu ve sorumlular açığa çıkarılıp hak ettikleri cezaları alıncaya kadar davanın takipçisiyiz! Bu davanın istenen gerçek ve kalıcı sonuçlara ulaşmasının garantisi AKP değil, işçi sınıfı ve emekçi halktır!


POLİTİKA

Patronların eli suyumuzu kirletiyor

Geçen yaz yaşanan su krizinden çıkan sonuç şuydu: “Bir dahaki yazı nasıl geçireceğimiz meçhul!” Bundan hareket ile para babaları su sorununa el attılar. Çözümleri basit: İşçi, emekçi ve yoksulları susuz bırakmak! Sedat D, 25 Ocak 2009

Abartıyor muyuz? Maalesef ki, hayır. Mart ayında 5. Dünya Su Forumu İstanbul’da toplanacak. Bu forumu düzenleyenler, dünyadaki en büyük su tekelleri. Bu tekellerin fikri özetle şu: “Dünya büyük bir su krizi yaşamakta. Devletler bu krize çözüm oluşturamıyorlar. Bu durumda devlet, su hizmetlerinden çekilsin ve su havzalarının yönetimi ve mülkiyetini özel sektöre açsın.” Çapulcu ruhlu bu fikir, kendi utanmazlığını hiç mi hiç gizlemiyor. Ne demeye mi çalışıyorum? Şöyle açıklayalım: Öyle bir su krizi yaşıyoruz ki, her gün su artıma ve su kalitesini arttırma ile ilgili olarak yeni ve daha ileri teknikler, daha ucuz yöntemler keşfediliyor. Pek çok yeni su havzası bulunuyor. Tüm bu gelişmelere bakacak olursak artan nüfusu susuz bırakmamak için gerekli olanaklar mevcut. Ancak yine de “su krizi” yaşanıyor. Çünkü son 30 yıldır su üzerine yapılan her yatırım sadece kâr getirsin diye plansızca yapılıyor. Birçok barajın inşası ile pek çok şirket zengin oluyor ve su fakirleşiyor... İşte bu tablo içerisinde bir “su krizi” çıkmışken, tekeller, suyu kendilerinin yönetmelerini öneriyorlar! Kendi doğurdukları krizi daha da derinleştirmek istiyorlar. Su Forumları’nda alınan kararların uygulandıkları ülkelerde bilanço ağır. Suyun özelleştiği ülkelerde su fiyatları katlanarak zamlandı. Bu ülkelerde insanlar su ihtiyaçlarını umumi tuvaletlerden karşılamaya başladılar. Yağmur suyunu biriktirenlere ve kendi bahçesinde kuyu açanlara cezalar yağdı. Peki, bu kimin işine yaradı? Şu anda piyasadaki suyun sadece %1’lik bir kısmı özel sektörün elinde. Bundan elde edilen net kâr dünya genelinde petrolden elde edilen tüm kârın neredeyse yarısına eşit!

Yüksek kâr oranı kapitalistlerin iştahını kabartıyor. Suyun özelleşmesi kapitalistlere göre krize karşı ilaç görevi görecek. Burjuvalar, bizi aç bıraktıkları gibi susuz da bırakmak istiyorlar. İşçi ve emekçiler olarak suyumuza sahip çıkmalıyız. Çeşitli sendikalar, sivil toplum kuruluşları ve partiler bu foruma karşı Alternatif Su Forumu kampanyasına giriştiler bile. Bizlerin de sendikalarımız ile bu platforma destek vermemiz ve geliştirmemiz hayati bir önem taşıyor. Yoksa kapitalizm krizinden kurtulurken, bizlerin yakın gelecekte umumi tuvaletlerde dahi içecek bir bardak suyumuz olmayacak.

Nazım’ın vatandaşlığı neyi ifade ediyor? Şefik Sandıkçı, 25 Ocak 2009

Evet, bu düpedüz mezar soygunculuğudur!

“Nazım Hikmet’i de tekrar vatandaş yapmak bize düştü” buyurdu Tayyip Erdoğan, lütufkârca. Öyle olsun, ancak ardından eklemeliydi, “İade-i itibar düşünmüyoruz, hakkındaki davaların haksız olduğunu söylemiyoruz, zinhar özür dilemiyoruz” çünkü gerçek budur. Nazım Hikmet’i tekrar vatandaş yapacak olan kararname, ne vatandaşlıktan çıkarılmasını ne de yargılandığı on bir davadan herhangi birini haksız ilan etmiyor. Durum böyle olunca onun gibi vatandaşlıktan çıkarılan binlerce insana karşı da hiçbir sorumluluk kabul edilmemiş oluyor. Yani söz konusu olan kişiye özel bir affetme olayıdır. “Gerekirse mezarını da getiririz” diye sürdürdü konuşmasını Tayyip Erdoğan, şiir konusunda sık sık gaf yaptığı için bu kadar ince düşünmesini beklemiyoruz ama Nazım Hikmet okusaydı belki bir hicviyesinde mezar soyguncularından nasıl bahsettiğini görürdü...

“Bir ülkenin türkülerini yazanlar onun kanunlarını yapanlardan güçlüdür.” Gerçekten de Nazım Hikmet’in şiirleri bu toprağın mücadele türküleri olmuştur. Vaktiyle devletin ondan bunca korkmasının sebebi budur ve aynı nedenle bizler için, bu ülkenin emekçileri için onun kıymeti hiçbir kanunla, hiçbir kararnameyle azalmamıştır. Bugün Nazım Hikmet’in vatandaşlığının iade edilmesini hepimiz isteriz, ancak bu olması gerektiği gibi yapılmalı ve tıpkı Nazım Hikmet gibi ülkesinden sürgün edilen diğer insanları da kapsamalıdır.

Nazım’ın kemiklerinden siyasi rant elde etmektir. Onun Vasiyet isimli şiirindeki tevazu acizlikten değildir, tersine bu şiir büyük bir hayat yaşayanlar için, mezar taşlarının ne kadar önemsiz olduğunu anlatır. Nazım Hikmet’in, dilimizin en büyük şairinin anısına saygı göstermek, AKP’nin taşra kurnazlığını alkışlamak değildir.

5

Deveyi hamuduyla götürmek Oktay Benol, 27 Ocak 2009 Açlığımız, yoksulluğumuz üzerine tevekkül mü edeceğiz? Kader deyip döktüğümüz alın terini yok mu sayacağız? Başımıza ne gelse alın yazısı mı diyeceğiz? Ruhi Su’nun o güzel sesiyle, bize reva görülen bu hayat üzerine söylediklerini anımsayalım; “Alın yazısı değil bu yaşadıklarımız, el yazısı, el yazısı...” Hatırlamak çok önemli, neler olduğunu anlamak için... Dünya zenginlerinin listesini yayınlayan Forbes diye bir dergi var. Her yıl dünyanın en zengin 1000 kişisini açıklıyor. Listeye girmek için servetinizin en az 1 milyar dolar olması gerekli. 2008 yılında 2007 listesi açıklandı. Bir farkla, liste 1000 değil 1125 kişilikti! Dünya milyarderlerinin sayısı artmıştı... Aynı şekilde dünyada açlık çekenlerin sayısı da! Son 30 yıl içinde dünyada açlık iki kat arttı, bir milyar oldu... Bir yanda bir avuç milyarder, bir yanda milyarlarca aç... İşte bu el yazısı! Acaba bu milyarderler listesine Türkiye’den giren var mı? Evet var! Üstelik tam 35 kişi. Bunların 13’ü listeye yeni girmiş. İsimleri merak mı ettiniz? Meraka gerek yok, hepsi tanıdık, her gün gazete ve tv’lerde “kendimiz için bir şey istiyorsak namerdiz!” diyen memleket âşıkları... Ortak özellikleri, milyarderlik dışında, TÜSİAD üyesi olmaları... Bu arada Türkiye’de 5,5 milyon işsiz, 400 bin aç, 20 milyon yoksul varmış... Üstelik asgari ücret açlık sınırın yüzde 50 altındaymış, ne gam... İşte bu el yazısı! Unutmadan, Türkiye’nin yeni nüfusu açıklandı. Başbakan Erdoğan sevinmiştir, neredeyse 72 milyona gelmişiz! Hatırlarsınız kendisi çoğalmaya meraklı... Bu arada sadece nüfus değil, kişi başına düşen milli gelir de artmış. İnanırsanız 11 bin doların üzerine çıkmış... Artan bir başka şey de Halk Ekmek satışları! 2008 yılı satışları bir önceki yıla göre yüzde 33 artmış. Malumunuz Halk Ekmek, adı üstünde, halk için ucuz ekmek anlamına geliyor. Anlayacağınız emekçi halk olarak karnımızı ekmekle doyuruyor ve ekmeğin de en ucuzuna yöneliyoruz! Bu arada Türkiye’de günde 123 milyon, yılda 44 milyar ekmek üretiliyormuş. AB ülkelerinde bir kişi yılda ortalama 50 kilo ekmek yerken biz Türkiye’de 125 kilo ekmeği götürüyormuşuz... Yılda 11 bin doların üzerinde geliri olan insan neden bu kadar ekmek yer, harcadığı enerjinin yüzde 56’sını neden ekmekten alır, işte bunu bilmiyorum! Geldiğimiz son nokta: Bu kriz de nereden çıktı? Hakikaten, ne güzel her şey yolunda gidiyordu, di mi! Neyse, Allahtan TÜSİAD’ımız, AKP hükümetimiz ve en geç üç vakte kadar kriz mriz kalmayacak diyen ekonomi doktorlarımız var. Gerçi düne kadar; taş gibiyiz, efsunluyuz, tecrübeliyiz, bize bir şey olmaz, teğet geçer diyorlardı ama neyse... Neyse diyeceğim ama şimdi de diyorlar ki, bu krize açgözlülük yol açtı... Yani; açgözlülüğe son, şimdi fedakârlık ve tasarruf zamanı, eski alışkanlıkları terk ediyoruz... İyi de kardeşim Forbes’un milyarderler listesine giren ben değilim ki, sensin! Benim açgözlülüğüm yılda 125 kilo yerine 140 kilo ekmek yemek olabilir ancak; o da param yeterse... Hay Allah, yoksa senin fedakârlık ve tasarruf dediğin; işten atılmam, ücretimin düşmesi, işsizlik fonumdaki paramın sana verilmesi mi? Onu baştan söyleseydin ya! “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır...”


6

ETKİNLİK

Gazetemizin ilk sayısını coşkuyla selamladık

İşçi Cephesi, işçilerin, yoksul halkın, ezilenlerin ve gençliğin sesi olmak için geçen ay yayın hayatına başladı. Gazetemiz, 70 yıllık 4. Enternasyonal ve 30 yıllık İşçi Cephesi geleneğinin devamcısı İşçi Cephesi, 9 Ocak 2009 İşte bu nedenle, hem gazetemizin ilk sayısını tanıtmak, hem de 4.Enternasyonal’imizin 70. kuruluş yılını ve İşçi Cephesi gazetesinin 30. yılını kutlamak için 4 Ocak’ta TMMOB’da bir etkinlik gerçekleştirdik. Gazetemizin okurlarının yanı sıra, 30 yıllık mücadele hayatı boyunca geleneğimizin içerisinde yer almış yoldaşlarımız, İspanya’dan LI’dan yoldaşlarımız da etkinliğimize katılarak bizlere moral ve güç verdiler. Ayrıca Filistin’den bir yoldaşımız toplantıya telefonla katılırken, birçok ülkeden de yoldaşlarımız kutlama mesajlarını gönderdiler. 3 oturumdan oluşan etkinliğin birinci bölümde İşçi Cephesi’nin dünü ve bugünü ele alınırken, işçi sınıfının partisinin inşasında İşçi Cephesi’nin tarihsel rolüne vurgu yapıldı, geçmişte yapılan hatalardan çıkarılan dersler de aktarıldı. Bu bölümde Türkiye’de ve dünyada kriz ve ona karşı mücadele de öne çıkan temalardan biriydi. Etkinliğin 2. bölümünde enternasyonalizmin anlamı, 4. Enternasyonal’in tarihsel rolü, yeniden inşası ve özellikle 4.Enternasyonal’in Orta Doğu’da inşası temaları işlendi. Son bölümde İşçi Cephesi saflarında mücadele eden işçiler, gençler, kadınlar gazetemizin etrafında işçi sınıfının devrimci partisinin inşasını konuştular. Etkinlik sine-vizyon gösterileri ve müzik dinletileri ile coşku içerisinde kutlandı. Kuşkusuz böylesi bir etkinliğin bizler açısından anlamı büyük. Bu etkinlik 4 Enternasyonal geleneğinin bu topraklardaki inşasının ve elbette 30 yıllık yürüyüşümüzün niteliksel ve niceliksel bir ifadesi. Yıllardır sürdürülen mütevazı çalışmaların bir sonucu… Ayrılıkları değil birliktelikleri öne çıkarmamızın bir sonucu… Devrimci programda, işçi sınıfı devrimciliğinde, enternasyonalizmde ısrarımızın bir sonucu… Her bir yoldaşımızın emeğinin bir sonucu… Bu anlamıyla bugünkü geldiğimiz nokta

bizlere gurur vermektedir. Fabrikalardaki mücadelelerini etkinliğimize taşıyan işçi yoldaşlarımız, dünün deneyimlerini bugüne taşıyan yoldaşlarımız, gençliğin dinamizmini, isyanını her alana taşıyan gençlerimiz partinin inşasında geldiğimiz noktayı göstermektedir. Kapitalizmin krizi nedeniyle, biz emekçiler yoğun bir saldırı ile karşı karşıyayız. Azalan kârlarını arttırmak isteyen patronlar, işten çıkarmalarla, ücretsiz izinlerle ve ağır çalışma şartlarıyla bizleri sefalete sürüklüyorlar. Ekonomik krizin yanı sıra Filistin’de ve dünyanın birçok coğrafyasında emperyalist çıkarlar uğruna emekçi halkların kanı dökülmektedir. Tüm bu saldırılar karşısında bizler yeterince örgütlü değiliz, bu nedenle de sömürüye karşı güçlü bir mücadele hattı öremiyoruz. Sömürüye, işgallere, geleceksizliğe karşı örgütlenmek, mücadele etmek zorundayız. Bu zorunluluk gazetemizin mütevazı çıkışının önemini bir kez daha göstermektedir.

Gazetemizin ilk sayısının ve etkinliğimizin de verdiği umut ve coşkusuyla gazetemizi fabrikalarımıza, mahallelerimize, kadınlara, gençlere ve ezilen tüm kesimlere daha da güçlü taşımak zorundayız. Bu zorunluluk gazetemizin okurlarının üzerindeki sorumluluğu daha fazla arttırmaktadır. Bu açıdan ilk sayıdaki şiarımızı, “mücadeleleri birleştirelim”i, hayata geçirebilmek için dünden daha fazla çalışmamız gerekmekte. Ya örgütlenip mücadele edeceğiz, ya da sefalete, sömürüye, geleceksizliğe boyun eğeceğiz. Bu bağlamda yayın hayatına yeni gözlerini açan gazetemizin ve onun tanıtımı için yapılan etkinliğimizin, örgütlülüğümüzün ve mücadelelerimizin geliştirilmesinde ve işçi sınıfının devrimci partisini inşasında güçlü bir adım olacağından eminiz. Tüm işçileri, ezilenleri, gençliği gazetemiz etrafında mücadele etmeye ve devrimci partiyi birlikte inşa etmeye çağırıyoruz.


KADIN

7

“Bu bahar önce kadınlar yürüyecek”

Emperyalist kapitalist sistemde; sınıfsal, ulusal ve cinsel baskı gören biz emekçi kadınlar; bugün evimize, ocağımıza kâbus gibi çöken kriz karşısında bir kez daha sefalete mahkûm ediliyoruz Canan Yılmaz, 23 Ocak 2009 İşten atılan ya da işsizlik korkusuyla bu pahalılıkta çocuklarımızı nasıl yetiştireceğimizi düşünen bizler değilmişiz gibi, şimdi de patronların kriz faturası bize kesiliyor. ‘Kadınlar ve çocuklar’ olarak önce biz mağdur oluyoruz… Ölüm saçtıkları işgallerinde, operasyonlarında barbarlığa mahkûm ediliyoruz. Daha yeni, IMF’li patronların Türkiye için ekonomi reçetesi olarak sunduğu Sosyal Güvenlik Yasası’nın mağduru olduk. En önemli sosyal haklarımızdan olan emekliliğimiz en fazla prim günüyle, erkeklerinkiyle eşitlendi. Evdeki görünmeyen emeğimizden kaynaklı yıpranma payımız hiçe sayıldı. Yine aynı patronlar, şimdi de küresel kriz diye biz kadın emekçileri işten atıyor, sanki zaten ait olduğumuz yere gönderirmiş gibi evin yolunu gösteriyor; çalışma hakkımızı elimizden alıyor. Öte yandan, evin değil ama “az parayla nasıl karın doyar” ekonomisinin sorumlusu görülen bizler, ge-

len zamlar sonucunda, ‘evin reisi’nden daha fazla azar işitir hale geliyoruz. Sizce de sıkça duyduğumuz kadına yönelik şiddet ve cinayet haberlerinin artan işsizlikle, yoksullukla bir alakası yok mu? Ama öyle ya, kriz var! Zaman fedakâr anaların zamanı! Dişten arttırma, dişimizi sıkma zamanı! Madem böyle, madem devletimiz bizi sadece paraya sıkıştıkça hatırlıyor. Biz de kendimizi kriz zamanında, seçim zamanında sesimizi yükselterek hatırlatacağız. “Biz kadınlar, bu krizin yükünü taşımayacağız!” • Krizin yükü emekçi kesimlerin omzunda ve bu yükün en altında hem emekçi hem kadın olduğumuz için bizler varız. Öte yandan, biliyoruz ki, ne bu yük kendiliğinden hafifleyecek ne de kadına yönelik şiddet ve baskı kendiliğinden bitecek. Bunlara son verecek güç, örgütlü mücadelemizle mümkün; işyerlerinde, mahallelerde, sendikalarda, meslek odalarında, çifte sömürüye, barbarlığa karşı verdiğimiz mücadeleyle...

“Sonuçta ekmek kavgası bu!”

Ne yapacağız? Krizin sonuçlarına ve işten çıkarmalara karşı en önce ve en önde örgütleneceğiz. İşyerlerimizde, mahallelerimizde krize karşı ortak taleplerimizi oluşturmak için kadın-erkek tüm sınıfdaşlarımızla bir araya geleceğiz; ortak sınıfsal taleplerimizi, kadın olduğumuz için bize dayatılan sorunlara ürettiğimiz taleplerle birleştireceğiz. Kriz masası oluşturacağız. Bu araçlarla kriz toplantıları alacağız. Çevremizdeki işsiz kadın ve erkeklerle, direnişte olan kadın ve erkek işçilerle dayanışma içinde mücadeleleri birleştireceğiz. Herkese düzenli, kayıt dışı olmayan iş ve iş güvencesi talep edeceğiz. Yerel-genel kampanyalarda, seçim zamanı ne istediğimizi tartışacağız. Sosyal Güvenlik Yasası’na, IMF’ye ve elimizden alınan çalışma hakkımıza karşı oy hakkımızı savunacağız. Seçim yasalarının demokratikleşerek daha fazla kadın adayın yer alabileceği doğru ve dürüst bir seçim talep edeceğiz. Mücadelemizle yüzyıllık kara yazgıyı değiştirecek, dört bucak yaşanılası bir dünya inşa edeceğiz.

Sinter direnişi, emekçi kadınların kararlı mücadelesi ile daha da güçleniyor. Direnişin içinden bir kadın işçiyle yaşadıkları sürece dair konuştuk 29 Ocak 2009

Sinter’de yaşadığınız süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? • Bizim açıkçası sendika diye bir şey bildiğimiz yoktu. Ama bilen arkadaşlar bayağı uğraşıyorlardı. Sendikayla bir örgütlenme yaptılar aramızda. Ama ispiyonlandık tabii. İlk başta 35 arkadaşımız çıkarıldı. Ertesi günü (Cuma) bizimle bir toplantı yapıldı. Krizden dolayı değil, performans yüzünden diye bahane uydurdular. Cuma akşamı biz buradan çıkışta direkt sendikaya gittik imzamızı attık. Pazartesi günü de işe geldik. Geldik ama kapılarda zincir- demir hep kapatmışlardı. Biz de tabii fabrikayı işgal ettik. İki gün boyunca fabrikanın içindeydik. Sendikadan sorumlu kişiler gittiler konuştular filan daha sonra biz fabrikayı terk ettik. Çarşamba gününden itibaren geldik, biz burada başlangıcımızı yaptık, kapı önünde direndik. 30 gündür de direniyoruz... Bir kadın işçi olarak başından beri bu direnişin içindesiniz. Bu durum çevrenizde nasıl karşılanıyor? Aileniz, arkadaşlarınız bu sürece nasıl bakıyor? • Ailem iyi karşılıyor. Yani benim ailemle bir sorunum yok. Açıkçası şöyle bir şey, ben aileme danışmadan hiçbir şey yapmazdım, her şeyi bir kere aileme sorar ondan sonra yapardım; ama bana bu sendikayı söylediklerinde tamam dedim adımı yazdırdım hiç ailem aklıma gelmedi. İmza attık, ailem olgunlukla karşılıyor. Ben diyorum gideceğim, orada direneceğim; sonuçta orada direnenlerden benim neyim eksik ki? Karşı çıkmıyorlar, hatta annem sabahları beni kendisi kaldırıyor geç kalmayayım diye. Kadınların mücadeleye dâhil olması çok önemli • Bugün bazı kadın arkadaşlar geri çekiliyorlar, bazıları da var gelemiyorlar. Onların sorunları ne

diye biz bir oturup toplantı yapacağız. Kadınlar olarak içimizde konuşacağız, hani elimizden gelen bir yardım varsa onlara her türlü biz destek vereceğiz. Yani maddi yönden veremeyiz bizim de durumumuz açık, ama manevi olarak her türlü desteği vereceğiz. Aileleriyle konuşulması gerekiyorsa buradan bir iki erkek alırız yanımıza, gider aileleriyle konuşuruz, ikna etmeye çalışırız. Büyük ihtimalle de ikna ederiz, yani, sonuçta ekmek kavgası bu! Aslında burada çalışan birçok işçinin annesi olsun eşleri olsun ister istemez bu mücadelenin içine dâhil olmuş oluyorlar • Biz, salı günü (20 Ocak) Bakırköy’e gittik bayanlar dayanışma koluyla ilgili. Konuşma yaptık orada, buranın durumunu anlattık. Ben zaten şunu da istiyorum, tamam

bizim fabrikada kadınlar çok az parmakla sayılacak kadar; ama diğer yönden de kadınlar gelip burada destek verseler daha güzel olur. Yani ben oradakilere de söyledim ben oradaki kadınları burada da görmek isterim. Çünkü bu kadın arkadaşlara bir cesaret vermiş olacak. Bu anlamda da çok değerli. Şu bir gerçek, her şeyin faturasını genelde kadınlar çekiyor, yani kriz oluyor acısını kadınlar çekiyor, bir şey oluyor acısını kadınlar çekiyor, yani kadınların çok acı çektikleri yönler var. Biz bunları ortadan kaldırmak istiyoruz; hem birlik-beraberlik açısından hem de kadınları güçlendirmek için bir kadın olarak benim arkamda bir sürü kadının olmasını isterim.

OKUR MEKTUBU ic okuru bir kadın işçi

Merhaba; Ben de yaşadığımız krizin faturasını iki aydır iş bulamayarak yaşayan bir kadın emekçiyim. Kapitalizmin krizlerinin faturasını tüm işçi ve emekçilere ödetmeye devam ediyor. Ama bundan en fazla etkilenen ve etkilenecek olan biz kadın emekçileriyiz. Çünkü kriz koşullarında ve aslında her daim, üretimin dışına ilk atılanlar bizler oluyoruz. Bu zor olan yaşantımızı da daha da ağırlaştırıyor. Ben belki de, şu an ailemle birlikte yaşadığım için ekonomik anlamda rahat sayılabilirim. Ama bu durum sürekli olduğu sürece benim sosyal siyasal ve kültürel hayatımı zorunlu ola-

rak etkileyecek. Kendi paramı kazanamadığım için, ailemin verdiği para ve izin kadar kendi hayatımı yaşayabilme şansım olacak.Bu zorunlu olarak bizleri tekrardan babalarımıza ve kocalarımıza bağlı kılacak. Kriz böylelikle kadının köleliği durumunu tekrardan perçinlemiş olacak. Kadınların kendine olan güven duygusunu azaltacak, gelecek kaygısını yaşatarak bizleri sisteme mahkûm kılmak isteyecektir. Bizler biliyoruz ki yaşadığımız kriz bir kader değil. Kapitalist sistemin daha çok üretim, daha fazla kar hırsı biz işçi ve emeçlileri işsiz, aşsız bırakıyor. Krize karşı tüm işçi ve emekçiler bir araya gelip mücadele etmeli ve tüm kadınlar mücadelenin ön saflarında ver almalıdırlar.


8

ARKA PLAN

Ye r e l S e ç i m l e r

Kâr amaçlı değil, ihtiyaç odaklı! Sermayeden de

2009 yerel seçimlerine 2 ay kalmışken; öne çıkan seçim gündemi, bu seçimin de iktidar partisi ve muhalefet partilerinin bir kamuoyu yoklamasından ibaret algılandığını gösteriyor Cemre Sava, 28 Ocak 2009 Alışılageldik bir durum. Yerel seçimlerin sonucu iktidar partisi için bir güvenoyu tazeleme, muhalefet partileri içinse iktidar partilerine yönelik eleştirilerinin referanduma sunulması. Yani her halükarda, burjuva partilerin ve burjuva medyanın seçimlere yönelik en temel ortak bakışı: Merkezi politikanın kamuoyu nezdinde sınanması. Hâl böyle olunca, “seçmen”in katılımı elbette önem kazanıyor. “Oyuna, oy hakkına sahip çık,” vurgusu söylemlere yavaş yavaş yerleşiyor; ama şaşırmayın bu ‘hak’ vurgusu çok yakında anayasaya referansla “bu senin vatandaşlık ‘görev’in” hatırlatmasına doğru yönelecektir. Öte yandan, söylemlerin önemini yitirdiği noktaya çoktan vardık. “Mahallî müşterek ihtiyaçların karşılanması...” • 2005 yılında kabul edilen 5393 sayılı Belediye Kanunu’nda dahi belediye, “Belde sakinlerinin mahallî müşterek nitelikteki ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan...” olarak tanımlanmaktadır. Nedir bu mahallî müşterek nitelikteki ihtiyaçlar? En azından yine Kanun’da belirtildiği kadarına bakalım: a) İmar, su ve kanalizasyon, ulaşım gibi kentsel alt yapı; coğrafî ve kent bilgi sistemleri; çevre ve çevre sağlığı, temizlik ve katı atık; zabıta, itfaiye, acil yardım, kurtarma ve ambulans; şehir içi trafik; defin ve mezarlıklar; ağaçlandırma, park ve yeşil alanlar; konut; kültür ve sanat, turizm ve tanıtım, gençlik ve spor; sosyal hizmet ve yardım, nikâh, meslek ve beceri kazandırma; ekonomi ve ticaretin geliştirilmesi hizmetlerini yapar veya yaptırır. Büyükşehir belediyeleri ile nüfusu 50.000’i geçen belediyeler, kadınlar ve çocuklar için koruma evleri açar. b) Devlete ait her derecedeki okul binalarının inşaatı ile bakım ve onarımını yapabilir veya yaptırabilir, her türlü araç, gereç ve malzeme ihtiyaçlarını karşılayabilir; sağlıkla ilgili her türlü tesisi açabilir ve işletebilir; kültür ve tabiat varlıkları ile tarihî dokunun ve kent tarihi bakımından önem taşıyan mekânların ve işlevlerinin korunmasını sağlayabilir; bu amaçla bakım ve onarımını yapabilir, korunması mümkün olmayanları aslına uygun olarak yeniden inşa edebilir. Gerektiğinde, öğrencilere, amatör spor kulüplerine malzeme verir ve gerekli desteği sağlar, her türlü amatör spor karşılaşmaları düzenler, yurt içi ve yurt dışı müsabakalarda üstün başarı gösteren veya derece alan sporculara belediye meclisi kararıyla ödül verebilir. Gıda bankacılığı yapabilir. (2007 yılında Anayasa Mahkemesi kararınca bu fıkra iptal edilmiştir.)

Kanun’da belediyelerin görev ve sorumlulukları içinde belirtilen bu ihtiyaçlar arttırılabilir mi? Elbette. Türkiye’den çıksak birkaç Avrupa ülkesine baksak belediyelerin sunmakla yükümlü oldukları hizmetlerin daha da çeşitlendiğini görebiliriz. Ya da hiçbir yerden çıkmadan, tersine tam da yaşam alanlarımızı gözlemleyerek bunlara ek onlarca hizmeti ihtiyaç olarak belirleyebiliriz. Ama merak ettiğim, bugün kaçımız, acaba kanunda - asgari düzeyde olsa bile- belirlenmiş bu hizmetlere ulaşabiliyor? Bu soruyu önemsememin nedeni aslında kanundaki şu ifade: “Hizmetlerin yerine getirilmesinde öncelik sırası, belediyenin malî durumu ve hizmetin ivediliği dikkate alınarak belirlenir.” Kimin önceliği? • Hukuk dilinin en ikiyüzlü yanı, tarafsızlık kisvesi altına sığınmasıdır. Öyle ya, toplum “ortak” ihtiyaçlara ve çıkarlara sahip, “ortak” öncelikleri olan bir kitle değil mi zaten?.. Elbette değil. Sınıflı her toplum ekonomik ve sosyal bir eşitsizliğin taşıyıcısıdır. Ve adalet sistemi bu eşitsizliği yok sayıp, çıkarları bir bütün gördüğü her an aslında bu adaletsiz sistemin ürettiği toplumsal yapının korunmasına hizmet eder. Bir adaletsizliğin adaletini üstlenir açıkça. İşte, hizmetin ivediliğinin (aciliyetinin) nasıl algılandığına yönelik geçtiğimiz dönem belediye icraatlarından iyi bir örnek olarak kentsel dönüşüm projesi adı altında sürdürülmeye çalışılan yıkımlar... Başıbüyük ve Sulukule’de yaşananlar bunlar arasından en öne çıkanlar. Açıkça görüldüğü gibi bu proje rant sağlamaya yönelik bir ihtiyacın ivediliğini, o bölgede yaşayan yoksul halkların ihtiyaçlarının ivediliğine -bu insanları önce borçlandırıp sonra yaşam alanlarını terk etmeye zorlamak pahasına- tercih etmektedir. Kimin önceliği, kimin aciliyeti soruları çeşitli örneklerle arttırılabilir. Her defasında karşı karşıya geldiğimiz cevap bir tercihi öne çıkaracaktır. Hopa Belediyesi örneği • Mesela, geçtiğimiz dönem Hopa Belediyesi’nin icraatları da bir tercihin ürünüdür. Ama üstte verdiğim örneklerin aksine; buradaki tercih, o beldede yaşayan yoksul halkın, işçi ve emekçi kesimlerin ihtiyaçlarının aciliyetinin gözönünde bulundurulması olmuştur. Hizmetlerin özelleştirilmesi yoluyla belediyeciliği ticari bir kuruma dönüştüren anlayışların aksine kamusal hizmet anlayışıyla faaliyetler sunulmuş ve geliştirilmiştir. Bir belediye başkanının yerel halka en ucuz suyu sağlayabilmek vb. ve demokratik katılımı arttırmış olmak ile övünmesi bu anlayışın güzel bir ifadesidir.

Evet, DTP siyaset yapıyor! Yerel seçimlerin yaklaşması ile birlikte AKP, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde DTP’nin elinden belediyeleri almak için hareketlendi. DTP’li belediyelere yeterli kaynak aktarımı yapmayarak, bölgedeki Kürt halkını seçiminden dolayı cezalandırma yoluna giden AKP, şimdi aynı bölgeden nasıl oy toplarım telaşına düştü. AKP’den CHP’sine egemen söylemse belli: “DTP, belediyecilik değil, siyaset yapıyor!” Evet, elbette siyaset yapıyor; bir halka hizmet sunabilmek için onun dilini anlamak ve onun dilinden konuşabilmek önemlidir. Bunun için Kürtçe broşür bastırdığında, Kürtçe


ARKA PLAN

9

re Giderken (1)

eğil, emekçi kesimlerden yana bir belediyecilik!

Bugün belediyeler birer ticari işletme haline gelmiş durumda. Karlılık esas alınıyor, temel ihtiyaçlar gözardı ediliyor ve taşeron işçilik benimseniyor Sermayeden yana değil, emekçiden yana belediyecilik istiyoruz! • İlk verdiğim ve aslında çoğunluğu ifade eden örnekteki belediyecilik anlayışı ile, ikinci verdiğim ve ihmal edilebilecek denli az sayıdaki örneğin asgari düzeyde de olsa bir temsili olan Hopa’daki belediyecilik anlayışı, özünde iki ayrı bakışın somutlaşmasıdır. Birincisinin sonucu, bugün egemen olan, birer ticari işletme haline gelmiş belediyeler olmuştur. Bu anlayış, kârlılık esaslı faaliyeti öne çıkarmıştır. Belediyeler hızla birer ticarethane haline gelirken, temel ihtiyaçlar gözardı edilmiş ve taşeron işçilik benimsenmeye başlanmıştır.

Krizin etkilerine karşı belediyeler de çözüm üretmeli! • Krizin etkilerinin fazlaca hissedilmeye başladığı, işsizliğin ve yoksulluğun arttığı bu süreçte bu ikinci anlayışla hareket edilmesi ise bir tercihten ziyade, hayati bir zorunluluktur. Bu yüzden, krize karşı taleplerimizi, belediyelerden beklentilerimizle birlikte dillendirmemiz gereken süreçlerden biri, bugün içinde olduğumuz süreç. Belediyelerin elinde bu imkânlar var. Mesela, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 2008 konsolide (destekli) bütçesi yaklaşık 16 milyar TL idi, yani bırakalım şehirleri birçok ülkenin bütçesinden daha fazla bir bütçeye sahip.

Bugün egemen olan, neoliberal politikaların egemen olduğu bir belediyecilik anlayışı. Ama bir başka belediyecilik anlayışı daha var: Emekçi yoksul kesimlerin ihtiyaçlarını gözeten, insan odaklı, üretici, kaynak yaratıcı, yönlendirici, düzenleyici ve katılımcı bir anlayış İkinci anlayışta esas olan ise üretici; kaynak yaratıcı; yönlendirici; düzenleyici, katılımcı bir anlayıştır. Bu anlayışın örnekleri Türkiye’de 1973-79 yılları arasında gözlemlenebilir. Bu yıllar arasında “...belediyeler gereksinim duydukları malları ve hizmetleri doğrudan üretmeye başlamışlar, belediye sınırları içerisinde yer alan yolları asfaltlayabilmek amacıyla asfalt fabrikaları kurmuşlar, halka ucuz ekmek sağlayabilmek için ekmek fabrikaları açmışlar ve yine halkın temel ihtiyaçlarından biri olan toplu ulaşım konusunda önemli adımlar atmışlardır.”1

kurslar açtığında “normal” şartlarda yaptığın yalnızca belediyeciliktir; ancak bu dil devlet tarafından yasaklanmışsa, evet, yapılan şey siyasettir. Bu açıdan her bir Kürt ve Kürt halkını temsil eden her parti siyaset yapmak zorundadır! Bu nedenle, yerel seçimler, her bir Kürt için, bizzat varlıklarını, kimliklerini korumaya yönelik çok daha büyük bir anlam taşımaktadır. Öte yandan açık ki, belediyeciliği rant kapısı olarak gören bu partiler için biraz emekçiden, yoksul halktan yana durmak da siyaset yapmakla eşdeğerdir. Neyse, en azından, kendileri ne yapmadıklarını biliyorlar!

Yeter ki, belediyelerin zenginlere, patronlara, müteahhitlere akan kaynak ve hizmetlerini, işçi ve emekçiler için kullanalım. İstihdam yaratma, kimi hizmetleri daha ucuz sunabilme, kimilerini ise ücretsiz sunma olanakları var. Belirleyici olan, tercihler olacak.

Bu tercihleri yönlendirecek olansa bizleriz! Taleplerimizi somutlaştırmak, bu talepleri güçlü kılacak örgütlü birlikteliği sağlamak, bu seçimleri kendi aralarında bir güç/öç yarışına döndüren AKP’den CHP’ye sıralanan burjuva partilerin hiçbirine kanBirinci anlayış, bugün neoliberal politikaların ege- madan, taleplerimizi sahiplenen adayların çıktımen olduğu bir belediyecilik anlayışıdır ve hiz- ğı yerlerde bu adayları desteklemek, bu adayların met sunma anlayışından uzaklaşırken bugün bu çıkmadığı yerlerde ise bu talepleri sahiplenmek ve boşluğu özellikle AKP eli ile İslamcı-cemaatçi bir seslendirmek zorundayız! * “yardımlaşma”, “hayırseverlik” ile örtmeye çalışmaktadır. İkincisi ise emekçi yoksul kesimlerin ihtiyaçlarını gözeten, katılımcı ve insan odaklı bir anlayışın ifadesidir. * Seçimlerle ilgili taleplerimizi ve tavrımızı içeren 1 Barış Övgün, Bir Zamanlar Belediyelerimiz, “Yerel seçimlere giderken (2)” başlıklı devam yazımız Mart sayımızda yayınlanacaktır. Genel-İş Araştırma Dergisi, 2005/2.

Krizin etkilerine karşı belediyeler de çözüm üretmeli. Ellerinde imkânlar var. Yeter ki, belediyelerin zenginlere, patronlara, müteahhitlere akan kaynak ve hizmetleri, işçi ve emekçiler için kullanılsın!


10

ULUSAL SORUN

TRT Şeş üzerine

Bugün Kürt halkı dilini, kültürünü yaşatma savaşı veriyor. Bu dil resmî kayıtlarda kimi zaman yasaklı, kimi zaman bölücü, kimi zaman da “bilinmeyen dil” olarak geçiyor. Dil, ulusu bir arada tutan en önemli araç olduğuna göre, Kürtçeyi hafızalardan silme isteği de aslında bu ulusu yok etme isteğinin bir ürünü Salih Şimşek, 25 Ocak 2009 “Asimilasyon değil, entegrasyondan (uyum sağlama) yanayız” gibi sözler de burjuva laf ebeliklerinden ibaret. Çünkü Avrupa’da yaşayan Türklerin anadilde eğitim hakkını savunan beyler aynı çabanın zerresini Kürt dili için sarf etmiyorlar. Peki, ne oldu da devlet Kürtçe yayına başladı? Bu saydıklarımızın ışığında Şeş Tv’nin (Trt 6) açılmasını sadece seçim taktiği veya asimilasyon girişimi olarak düşünebilir miyiz? Hayır. Bir televizyon kanalı seyirciyi elbette sahibinin ideolojisine (şu anki örnekte devletin ideolojisine) kanalize eder. Fakat bu durum, bu yayının, yıllardır dilini ve kimliğini kabul ettirme mücadelesi veren ve bu mücadelelerle Kürtçe yayını bu ülkenin gündemine bir talep olarak sokmayı başarmış Kürt halkının bir kazanımı olduğunu göz ardı ettiremez. Evet, bu bir kazanımdır; çünkü bugüne kadar bu kimliğin tanınması yolunda hiçbir hukuki adım atmayan ve hatta bu kimliği açıkça reddeden devlet, bugün bu dilde bir kanal açıyor. Diğer bir deyişle yıllar sonra açmak zorunda kalıyor, bu kimliği resmen kabul ediyor. Ancak, öte yandan, geçekleştirilen bu talepten kendine paye çıkarma çabasından da geri durmuyor. Bir yandan, bu yayının önünü açarken, bir yandan da bu değişimi bir hak olarak düzenlemekten ka-

çınıyor. Hukuken bu dil hâlâ tanınmıyor; insanlar belki Kürtçe kanal izledikleri için değil ama konuştukları için haklarında pek çok dava açılıyor ve hiç bilmedikleri bir dilde eğitim, hizmet ve ceza alıyorlar. Bu açıdan bugün TRT Şeş, isminin de yansıttığı çelişkiyi taşıyor. Ya Kürt halkı bu mevziiyi sahip-

lenecek ve onu anadilde eğitim hakkı talebinden, çok dilli belediyecilik talebine kadar ilerletecek, ya da devlet bu mevziiyi yavaş yavaş kendi sınırlarına çekecek. Açık ki bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da gidişatı Kürt halkının mücadeleci tavrı ve talepleri belirleyecek.

Çocuklarını sevmeyen ülke

Gazetelerde okuruz bazen, bazen de televizyonlarda izleriz çocuklarla ilgili mahkeme sonuçlarını... Bizlere “Bu kadarı da olmaz” dedirtecek cezaları çocuklara reva görür sistem Kemal Boran, 25 Ocak 2009 Şunlara benzer sözleri duyarız; “Çocuklara şu kadar ceza” diye. Gazetelerde okuruz bazen, bazen de televizyonlarda izleriz haberlerde çocuklarla ilgili mahkeme sonuçlarını... Bazen bizlere “Bu kadarı da olmaz” dedirtecek cezaları çocuklara reva görür sistem. Yıllar önceydi bir tepsi baklava çaldı diye çocuklara 10 yıla yakın ceza vermişti mahkeme. O günü dün gibi hatırlarım, kamu vicdanı rahatsız olmuş ve bu cezayı eleştirmişti. Hâlbuki cezayı verenleri değil de o cezaya sebep olan yasaları eleştirmeyi düşünen çok az olmuştur sanırım. Bir de yasaları uygulayanların niyetini sorgulamak lazım. Bunlara benzer bir olay da Adana’da yaşandı. Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı’nca yürütülen soruşturmada yaşları 13 ile 16 arasında değişen 6 çocuk hakkında ‘PKK terör örgütü adına suç işlemek, tehlikeli maddelerin izinsiz olarak bulundurulmasına iştirak, genel güvenliğin kasten tehlikeye sokulmasına iştirak, PKK örgütünün propagandasını yapmak’ suçlarından Adana 7’nci Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı.

58’er yıl hapis cezası istedi. 13-14 yaşındaki çocuklar için verilecek cezaların, yaşlarının küçük olması nedeniyle TCK’nın 31/2’nci maddesi uyarınca 21’er yıl 6’şar aya, 15 ile 16 yaşlarındaki 3 çocuk için istenen cezalarının ise, TCK’nın 31/3’üncü maddesi uyarınca 31’er yıl 6’şar aya kadar indirilmesini istedi. Sormak lazım, bu çocuklara bu kadar Savcı, her sanık çocuk için 4 ayrı suçtan toplam cezayı neden reva gördüler? Bu çocukların Kürt

olması cezada etken olmuş olabilir mi? Katillerle resim çektirenler, sıra anadilde eğitim ya da kültürel özgürlük isteyen Kürt çocuklarına, muhalif çocuklara gelince mi bu kadar acımasız oluyor? Bu çocukların yaptığı eylemler hak arama eylemidir, kimseyi öldürmediler, kimseye zarar vermediler. Devlet önce bu çocukların sokağa dökülmesine sebep olan çarpıklığa son versin.


GENÇLİK

11

Öğrenci denetimi gerek bize!

Bugün üniversitelerde, kendi yaşamımız üzerinde söz hakkımız yok. Birileri bizim adımıza kararlar alıyor ve uyguluyor. Bizlerden, harç paralarını ve çıkardıkları diğer masrafları aksatmadan ödeyen; ders dışındaki vakitlerde, mümkünse okulda bulunmayan; iyisi mi, okuldaki, ülkedeki, dünyadaki meseleleri sorgulamayan kişiler olmamız talep ediliyor Atakan Şemsi, 27 Ocak 2009 Ve görünen o ki, bu taleplerinde de epey ısrarcılar. Çünkü aksi yönde davranırsak, soruşturmalar vasıtasıyla görüş alış-verişi yapmaya çalışabilir ya da, özel güvenlik, sivil polis veya faşistler aracılığıyla, bizleri ikna etmeye çalışabilirler. Bazen ufak bir ayrıntı, büyük resmi daha iyi görmeyi sağlayabiliyor. Yan taraftaki mektupta okuyacağınız mesele, tam da böyle bir örnek. Galatasaray Üniversitesi (GSÜ) 1 yıla yakın süredir, ziyaretçi girişine kapatılmış durumda. Rektörlük, bu kararı (buyruk mu demeli?) alırken, yasağın sebebini açıklama lüzumu görmüyor ve yasağa “geçici” derken, ne zaman “geçeceğine” dair bir süre de koymuyor. Ve sonuç: Okul dışından bir arkadaşınızla, üniversitenin kantininde çay içmek yasaktır. Üniversite kütüphanesinin, üniversite sakinleri haricindekilerce kullanılması sakıncalıdır... Evet, bu GSÜ’ye has bir uygulama da değil. Başka pek çok üniversitede, çok daha katı bir giriş-çıkış denetimi var. Ancak bu uygulama ve onun hayata geçiriliş biçimi, bize üniversitelerdeki duruma dair,

çok şey anlatıyor. Ve soruyoruz: Neden rektörün kararları, ferman niteliği taşıyor? Sahi, rektörleri, dekanları, bölüm başkanlarını kim, nasıl ve hangi kritere göre seçiyor? Bizler, üniversitelerin, orada yaşayanların, yani öğrenim görenlerin ve çalışanların olduğunda ısrar ediyoruz ve bizleri ilgilendiren her konuda, kararı kendimiz almak istiyoruz! YÖK’ün değil, ODTÜ’nün ÖTK’sı gerek! • Söz hakkının olmadığı bir yerde, örgütlenme özgürlüğünden bahsetmekse, kuşkusuz, abes kalıyor. Örgütlü olmadığımızdaysa, haklarımıza sahip çıkmamız mümkün olmuyor. İşte okullarda, son yıllarda yaşananlar, bu kısır döngüye hapsolmuş durumda. En basit bir kulüp faaliyeti için bile, bürokrasiyle ölümüne bir mücadele yürütmek zorunda kalıyoruz. Bu mahkûmiyetten kurtulmak içinse, adım atmak zorundayız. Tek gerçek gücümüzün örgütlülük olduğu bilinciyle, örgütlenme özgürlüğünü kazanabilmek için örgütlenmeliyiz! Öte yandan, bir de bugün üniversitelerde, adeta bizlerle alay etmek için kurulmuş bir yapı var: Öğrenci Temsilcileri Konseyi (ÖTK). Ne zaman

Rektörlük’ten bağımsız, gücünü öğrencilerin birliğinden alan bir örgütlülüğe girişsek, şu cevabı işitiyoruz: “Konsey’de istediğinizi yapabilirsiniz, ama bu şekilde devam ederseniz, olacaklara katlanırsınız”. Hiçbir yetkisi olmayan, YÖK’ün ve Rektörlüğün mutlak denetimindeki “Konsey”le, öğrencilere giydirilmeye çalışılan, bir deli gömleğidir! Varlığı, tamamen göz boyama, öğrencileri denetim altında tutmaya dayalı bu kurumu, yaptığımız çalışmalarda teşhir etmeliyiz. Oysa, bizler tarihimizden, başka türlü bir ÖTK’nın da var olabileceğini biliyoruz. YÖK’ün ÖTK’larına da isim babalığı yapan bu yapı, ‘80 öncesinin ODTÜ-ÖTK’sıdır. ODTÜ’lü öğrenciler, ÖTK’larını kurarak, üniversitenin mali ve idari yapısı üzerinde denetim kuruyor, ders müfredatlarını kendileri belirliyor, kısacası, kendi kaderlerini kendi ellerine alıyorlardı. Bu deneyim bize, bugün sorunlarımızı nasıl çözebileceğimize dair de bir fikir veriyor. Devlet denetiminden bağımsız, kendi kaderimizi belirleyebilmemizin araçları olacak örgütlenmeleri yaratmak için!..

Ziyaretçi yasağına karşı örgütleniyoruz!

Bugün üniversitelerde, kendi yaşamımız üzerinde söz hakkımız yok. Birileri bizim adımıza kararlar alıyor ve uyguluyor. Şu günlerde, Galatasaray Üniversitesi (GSÜ) öğrencilerini okula girişlerinde, kapsamlı bir yasaklar zincirinin duyuruları karşılıyor GSÜ’den İşçi Cephesi Okurları, 25 Ocak 2009

2008 Martı’nda, okula ziyaretçi girişinin “geçici” bir süreliğine yasaklanışının ardından; Ocak 2009’da uygulamaya konulacağı, panolarda yerini alan yeni yasaklar ve kurallar da gündemde. Bu dönemin öncesinde, kimliğini bırakan ziyaretçilerin girişinin serbest olduğu okulumuzda, şimdilerde, kimliğini unutan öğrencilerin okula giriş hakkı da gasp edilmiş durumda. Gelinen şu noktada, öğrencilere yazılı bir açıklama dahi yapılmamış olması, “geçici” denilen sürenin giderek bir mefhuma dönüşmesi, yasağın mağduru biz öğrencilere, “Artık Yeter!” dedirterek, bizleri harekete geçirdi. Ve GSÜ Ziyaretçi Yasağına Karşı Öğrenci Platformu, tüm öğrencilere açık bir şekilde gerçekleştirdiğimiz 8 Ocak 2009 tarihli ilk toplantısıyla kurulmuş oldu.

Şu zamana kadar farklı kollardan çeşitli çalışmalar yürütülmüştü. Konuya ilişkin yapılan anketler, öğrencilerin büyük kısmının yasaktan şikâyetçi olduğunu; kısıtlı fiziki imkanların, güvenlik probleminin ya da geçtiğimiz dönemde yaşanılan türban gerginliğinin yasağa sebep olduğunun, öğrenciler arasındaki yaygın kanılar olduğunu gösterdi. Şu noktada kurduğumuz platform ise, yasağın mağduru olan öğrenci kulüplerinin 2. dönem başında gerçekleştireceği faaliyetleri kapsayacak düzeyde. Öte yandan tüm GSÜ öğrencileri de bu örgütlü çalışmamızın asıl sahipleri, asıl katılanları olarak bu tepkide yer almalılar. Yasakla birlikte yaşadığımız bu süreç, bizleri daha özgür ve dışa dönük bir üniversite tanımından uzaklaştırdıkça, hak ihlaline karşı bir inisiyatif

alma bilincini de beraberinde getirdi. Okulda karşılaştığımız sorunlar, ziyaretçi yasağı ile sınırlı değil zira. Okulda yarı zamanlı çalışan arkadaşlarımızın yeni Sosyal Güvenlik Yasası’nın (SSGSS) getirdiği düzenlemeler sonucu, işten çıkarılmaları ve 2 aylık ücretlerinin gaspı, kütüphane açılış ve kapanış saatlerinin buna bağlı olarak kısıtlanması ve önümüzdeki süreçte, okula hafta onu girişlerinin yasaklanacağı ihtimali, sorunlardan sadece birkaçı. O sebeple öğrenciler olarak, haklarımıza sahip çıkmak ve örgütlenmek; ileride, diğer sorunlarla da mücadele edebilmek adına, yapılan iyi bir başlangıç. Platform, ileride gerçekleştireceği eylemlerle, GSÜ’de pek de bulunmayan muhalefet ve mücadele geleneğini bu sayede oluşturmayı hedefliyor. Bütün arkadaşlarımızı, haklarına sahip çıkmaya ve Platform’a destek vermeye çağırıyoruz!


12

İŞYERLERİNDEN METAL

PETROKİMYA

HİZMET

Ücretsiz izinler kaldırılsın

İşten çıkarma yasaklansın

Yaşasın işçilerin birliği!

Bir zam dönemi daha geldi, ama bu zam dönemi küresel ekonomik krizin etkilerinin sürdüğü bir döneme denk geldi. Tabi ki içinde bulunduğumuz bu süreç kendiliğinden oluşmadı. Bu durum patronların bitmek bilmez kâr hırsından dolayı meydana geldi. İşten çıkarmalar, ücretsiz izinler, vergiler, zamlar ve kazanılmış haklarımıza saldırılar hep bu yüzden. Kriz patronlar için bir fırsat! Böylesi dönemlerde saldırılarını pervasızlaştırırlar, çünkü önemli bir bahaneleri var: Kriz! Örneğin; çalıştığım fabrikada kriz çıktığından bu yana, üretimde herhangi bir aksama olmadı. Sadece satışlarda kısa süreli bir azalma oldu, o da rayına oturdu zaten. Ama bu durum patronu memnun etmiyor. Sürekli kriz var, satış yapamıyoruz diye, sızlanıp duruyor. Şimdi de fabrikada 15 gün ücretsiz izne çıkarılacağız diye bir söylenti yayıldı. Bunun zam dönemine denk gelmesi tesadüf olmasa gerek. Patron zam vermemek için bu tür yöntemleri deniyor. Patron üretimi durdurmayı göze alamayacağı için bizlere, “arkadaşlar sizin de bildiğiniz gibi kriz var, bizim işler de iyi gitmiyor. Ben sizleri zor durumda bırakmamak için ücretsiz izne çıkarmayacağım ama bu dönem zam yapamayacağım. Bu kararımı anlayışla karşılamanızı temenni ediyorum” şeklinde bir konuşma yapabilir… Patronun haklarımıza karşı yaptığı bu saldırıları geri püskürtebiliriz. Krizi patronlar yarattı, bedelini de onlar ödesin.

Başbakan kriz yok diye dursun, patronlar her gün işçi çıkartmaktan hiç çekinmiyor. Her sabah işe gittiğimizde acaba beni ne zaman çıkartacaklar korkusuyla işbaşı yapıyoruz. Evet, korkuyoruz ama patrondan değil, işimizi kaybetmekten korkuyoruz. Çünkü ay sonu geldiğinde faturaları mı, kirayı mı, yoksa diğer masraflarımızı mı nasıl denkleştireceğimizi düşünelim? Durum böyle olunca patron istediği şekilde at koşturuyor. Oysa işten çıkartmalar yasaklanabilir! İşsizliği ortadan kaldırmak da o kadarda zor değil. İşsizlik, 6 saatlik işgünü ve 4 vardiya sistemiyle ortadan kaldırılabilir. Kapatılan ya da “kâr etmiyorum, zarardayım” diyen fabrikalar kamulaştırılıp devlet bünyesinde işçi sınıfına verilebilir. Şimdi işçi kardeşlerime soruyorum: Önümüzde yerel seçimler var. Bu seçimlerde bizden oy isteyen patron uşaklarına oy verecek miyiz? Çalıştığım fabrikada son bir ay içinde 5 işçi arkadaşım işten atıldı. Çalıştığımız halde geçinemezken, işsiz kaldığımız zaman nasıl geçiniriz? Peki, patronlar bu gerçeği ne zaman görecekler? Bence görmeyecekler! Çünkü krizi yaratan onlar. Bunu ancak biz işçiler görüp, engelleyebiliriz. İşten çıkarılan arkadaşlarım da mücadeleden kopmadılar. Aksine onlar da mücadeleye katılacaklar. Onlar da gördü mücadele etmeden kazanılmayacağını. Ve onlar, bizi patrona köle etmeye çalışanlara oy vermeyecekler.

TEKSTİL

İLAÇ (KİMYA)

Merhaba; 3000 kişilik bir şirkette çalışıyorum. Bu şirkete başladığımda depoda işbaşı yaptım. Bu depoda sadece 3 ay çalıştım. 720 YTL maaş ile çalışıyordum. Daha sonra depo taşındı. Depo taşındıktan sonra, işimize devam edebilmemiz için bizi bir temizlik şirketine verdiler. Bu şirkete geçince maaşlarımız 550 YTL’ye düşürüldü. Biz de, bu iş yerinde krizden ötürü mecburiyetten çalışmaya başladık. Bazı arkadaşlarımız da işten ayrıldılar. Bu arkadaşlar şirketten haklarını alabilmek için davacı oldular. Ama haklarını hala alamadılar. Şirket ise, işçilerin üzerine daha çok gidiyor. Şirket biz işçileri kriz ile o kadar çok korkuttu ki, işsiz kalmamak için şirketin istediği her şeyi yapmaya başladık. Ve durum günden güne kötüye gidiyor. Maaşları azalttıkları yetmezmiş gibi, bir de maaşlarımızı 40 günde bir almaya başladık. Pirim ödemeleri durduruldu. Zam almadığımızı eklememe gerek yoktur sanırım! Üstüne üstlük mesai ödemelerimiz de kesildi. Biz işçiler şirkete taviz verdikçe, durumumuz daha da kötüleşiyor. Hatta bazı arkadaşlarımız, işe gelebilmek için küçük çocuklarını eve kilitleyip, evden çıkmaya başladılar. Bu çocukların başına bir şey gelirse sorumlusu kim olacak? İşçiler mi, yoksa patron mu? Artık patrona taviz vermekten vazgeçmeliyiz. Çünkü bunun bir sonu yok. Krizin faturasını patronlar ödesinler. Çünkü krizi biz ya da evde kilitlediğimiz çocuklarımız yaratmadık. Daha fazla taviz vermemek ve işimizi korumak için, iş yerlerimizde birleşme çalışmalarına şimdiden başladık. En yakın zamanda birlikteliğimizi sizin iş yerinizde kurduğunuz birliktelik ile birleştirmek bizim hedefimiz. Ancak böyle birlik olursak işimizi koruyabiliriz.

İşten çıkartıldıktan sonra İş ve İşçi Bulma Kurumu’na işsizlik maaşı için başvuruda bulundum. Yaklaşık iki ay önceydi. Bazı arkadaşlardan asgari ücretin üçte ikisinin maaş olarak verildiğini öğrenmiştim. Buna göre 300 TL civarı bir maaş alma beklentisindeydim. İş Kurumu’na gittiğimde bana maaş ödeme çizelgesinin belirtildiği bir kâğıt verildi. Maaşımı postaneden alabileceğim söylendi. Çizelgeye baktığımda işsizlik maaşımın benim az olduğunu düşündüğüm 300 TL değil 255 TL olduğunu gördüm. Günlük ücret olarak devlet bana 8 lira 46 kuruş ödeyecek. Bozdur bozdur harca! Bizi işten atan patrona kızıyorduk ama devlet de ondan beter çıktı. İş bulamazsam bu maaş kiramı dahi karşılamıyor. Bu nasıl sosyal adalet, anlayamadım. İşsizlik zor. Krizin yükünü bize yükleyen patron da benim gibi sıkıntı çekiyor mu? Hayır! Peki, bu işsizlikte bu kadar işsiz insan varken, hele de işsizlerin çoğunluğu da genç işsizlerden oluşurken benim gibi orta yaşlardaki insanlar nasıl iş bulacak? İşimize sahip çıkmalı ve güçlerimizi birleştirmeliyiz. Patronların bizleri pervasızca işten çıkarmalarına ancak bu şekilde engel olabiliriz.

Merhaba arkadaşlar, uzun yıllar tekstil sektöründe çalıştım. Daha sonra sektör değiştirmenin iyi olacağını ve daha iyi olanaklara sahip olabileceğimi düşünerek ilaç sektöründe çalışmaya başladım. Sektör değiştirmenin ya da işyeri değiştirmenin bir faydasını görmedim. Ama çevremdeki bütün arkadaşlar, işyerlerinden memnun olmadıklarını söylüyor. Yaklaşık üç aydır kendini kanıtlamış bir ilaç firmasında çalışıyorum. Açıkçası ilk etapta işyerindeki olanakların, maaş, yemek, sigorta açısından diğer çalıştığım tekstil firmalarından farklılığını gördüm. Yani beni etkiledi. Fakat patronların bir şeyler almadan, bir şeyler vermediğini de gördüm. Patronda oyun çok… Yılbaşından önce akşamları ve hafta sonları mesai ücreti yok dendi. Nedeni ise ocak ayında işçilere verilecek zorunlu izin! Sözüm ona patron ücretsiz izine çıkardığında ücretleri kesmeyecek, mesaileri onun yerine sayacak. Aslında patron işçilerin yüzde 75’lik mesai ücretlerini cebine indirerek işçileri borçlu bırakıyor. Üç hafta izne çıkarıldım. Üç haftanın karşılığı 135 saat yapar. 99 saat mesaim var. Bu hesaba göre 36 saat borcum görülüyor. İzinden dönüşte ödeyebilirsem ödeyeceğim.

İşsizlik maaşı

Sorunlarımız benzer

TEKSTİL

Acaba kriz psikolojik mi? Üretim devam ediyor ve ihracat işleri de dikiliyor. Ama buna rağmen zamlardan hiç bir haber yok. Patron krizi bahane ederek zam dahi vermeyebilir. Eski işçiler 2000 yılındaki krizde patronun bu durumdan yararlanarak ikramiyeleri kaldırmış olduğunu anlattı. Patron her krizde bir fırsat yakalıyor. Bu krizde de zamlara göz dikmişe benziyor. Utanmadan başbakan bu kriz psikolojik diyor. Patronlara göre kriz psikolojik olabilir. Ama çalışanlara göre ise bu kriz hiç de öyle değil. Bu krizin mağdurları emekçiler. Paramız olsa psikologa gider, bu sorunu çözerdik, ama para da yok! Bu kriz ne psikolojik, ne de teğet geçer. Gelin hep birlikte el ele verip patronları savunan yöneticileri yerlerinden edelim. (iki işçi)


EMEK ATÖLYESİ

13

İŞ YASASI’NDAN

BİR KAVRAM

Kıdem tazminatı nedir? • Bir işyerinde 12 ay süreyle kesintisiz çalışan işçi, işten çıkarılması durumunda brüt bir maaş tutarında tazminat almaya hak kazanıyor. İşçinin askere gitmesi, işten çıkarılması, vefatı ve emekliliğini hak etmesi durumunda, çalıştığı her yıl için bir maaş (30 günlük ücret) toplu ödeme yapılıyor. Ayrıca kadın işçiler evlendikleri tarihten itibaren bir yıl içinde kendi arzusuyla istifa etmesi durumunda da kıdem tazminatı alabiliyor. Örneğin 5 sene çalışan bir işçi aldığı son maaşın 5 katını tazminat olarak alabiliyor. Parça başı, yüzde usulü gibi net maaşın belli olmadığı durumlarda, son bir yılda ödenen ücret esas alınarak bir aylık ücret bulunuyor. İşverenin kıdem tazminatını zamanında ödememesi durumunda, işçinin mahkemeye başvurma hakkı bulunuyor. Hâkim, gecikme süresi için mevduata uygulanan en yüksek faizin ödenmesine hükmediyor. Kimler faydalanamıyor? • 50’den az işçi çalıştırılan (50 dâhil) işyerlerinde, deniz (liman ve iskelelerde yükleme ve boşaltma işlerinde çalışanlar), hava taşıma (yer tesislerinde), tarım ve orman işlerinin yapıldığı işyerlerinde, el sanatlarında, ev hizmetlerinde çalışanlar, su ürünleri üreticileri, çıraklar ve sporcular kıdem tazminatından faydalanamıyor. İstihdam paketiyle birlikte bu kazanılmış hak kaldırılmak isteniyor. Peki, sonra ne olacak? Şimdilik üç ihtimalden bahsediliyor. İlkine göre, işsizlik sigortası ödemesi artırılarak, kıdem tazminatı kaldırılacak. İkinci seçenekte, kıdem tazminatı için bir fon oluşturulup işçi ve işverenden kesinti yapılarak fona aktarılacak, fonda biriken para kıdem tazminatı ödemelerine yetmezse, aradaki farkı Hazine karşılayacak. Üçüncü seçenekteyse, kıdem tazminatı yine fonda birikecek, ancak aradaki farkı işsizlik fonu karşılayacak. Bunlardan hangisi hayata geçerse geçsin, işten çıkarılan işçiye, mevcut sistemde verilen 12 ay çalışmaya karşılık bir maaş kıdem tazminatından çok daha az bir para verilecek. Üstelik çoğu patronun kıdem tazminatı ödememek için 12 ay çalışan işçiyi 11 ay sigortalı gösterip, yeni yılın ilk ayında yeniden sigorta altına aldığını düşününce, kurulması muhtemel bu fonun da İşsizlik Sigortası Fonu gibi patronlara peşkeş çekilmek istendiğini anlıyoruz.

Kapitalizm feodalizmin sonunda, sanayi devriminin gelişimiyle oluşan bir üretim biçimidir. Feodalizmde temel üretim aracı toprak olduğundan, toprak mülkiyetinin bölüşümü kırda iki temel sınıf ortaya çıkarmıştır: derebeyi ve serf (topraksız köylü). Kentte ise küçük üreticiler ve manifaktür işçileri vardı. Sanayi devrimi ile gelişen ve yeni pazarlarla büyüyen talebi artık küçük üreticiler ve manifaktür işçileri karşılayamaz hale gelmişlerdi. Manifaktür büyük çaplı üretimler için yeterli değildi. Böylece üretim, yeni üretim araçlarını karşılayabilen sermaye sahipleri elinde birikti. Ve burjuvazi bütün ilkel feodal ilişkileri tarih sahnesinden silip yerine sadece kaba maddiyat ilişkilerini, feodalizm dönemi yerel kendine yeter ekonomisinin yerine de serbest rekabeti koydu. Kapitalizm ulusal sanayiyi yok edip yerine uluslararası sanayiyi koydu. Marks Komünist Manifesto’da şöyle diyor: “Üretimde sürekli dönüşüm, tüm toplumsal kesimlerin aralıksız sarsıntıya uğratılması, sonsuz güvensizlik ve hareket, burjuva dönemin tüm ötekilerden ayırt edici niteliğidir. Tüm yerleşmiş ilişkiler, doğurdukları eski değer yargıları ve görüşlerle beraber çözülüp dağılmakta, yeni oluşanlarsa daha kemikleşemeden eskimektedir.” Kapitalizm kendisini yenilemeden var edemez, kendi krizlerini yaratır, sürekli kendine daha büyük kârlar edinmek için uğraşır durur. Bu nedenle kapitalizm sürekli bir değişim içindedir: eskinin yıkımı yeninin üretimi ve yeniden üretimi. Kapitalizm insanların ihtiyaçlarını göre üretmeye yönelmiş bir sistem değil tam tersi kâr amaçlı üreten bir sistemdir ve emek sömürüsüne dayanır. Serflik kaldırılmıştır fakat yerine modern kölelik yani işçilik geçmiştir. Kapitalist işçi üzerinden her şekilde ürettiği artı ürünü (işçinin geçimini sağlayabileceğinden fazlasını üretmesi) fazlasıyla almaya kararlıdır. Ve bu sistem işçileri yalnızca burjuvazinin köleleri olmakla bırakmaz onları bir de her gün başında bulundukları makinenin, başlarındaki burjuva fabrikatörün de kölesi haline getirir. Üretim araçlarının ve teknolojinin gelişimi daha az sayıda insanın daha fazla üretim yapmasını sağlamıştır. Bu durum ücretlerin düşmesine ve işsizliğin artmasına sebep olur. Tam da bu nedenle üretenin de tüketme imkânını o denli kısar. Kapitalizm işte bu oranda çelişkilerin ve karşıtlıkların bir arada bulunduğu bir sistemdir.

Kıdem tazminatı

METAL

Kapitalizm nedir?

METAL

Sabrımız taşmak üzere

Kriz gerekçesiyle zam yokmuş

Arkadaşlar, ben içinde 4 taşeron şirketin olduğu, reklam panoları üreten bir fabrikada çalışıyorum. 2,5 aydır ücretlerimiz ödenmiyor. Çoğu kirada oturan işçiler, kış ayında işsiz kalmaktan korktuğundan, sesini çıkartamıyor. Bir yandan da patron, fabrikaya yeni işçi almaya çalışıyor. Ancak şartları öğrenenler, bir gün çalışıp işi bırakıyor... 2,5 ay önce, ücretlerimizin bir kısmını alabilmemiz ancak küçük bir eylem sonucunda oldu. Ücret gaspına karşı aramızda, bir oturma eylemi yapalım fikri dolaşmaya başladı. Taşeronlar sebebiyle bölünmüş olmamıza rağmen, ortak hareket etme kararlılığı oluşturduk. Eylem günü geldiğinde, çay paydosunda oturma eylemi yapılacağı söylentiler kulaktan kulağa dolaşmaya başladı. Ve saat 3’te çay paydosunda, mola bittiği halde, yerimizden kalkmadık. Eylem, derhal patronun kulağına gitti ve belli ki, patron epey telaşlandı... Patron, hemen yanımıza gelerek, ücretleri neden yatıramadığıyla ilgili bahaneler uydurmaya başladı ve paramızı hemen yatıracağını söyledi. Gerçekten de, ertesi gün, ücretlerin bir kısmını yatırmıştı. Ancak, o günden sonra, patron aynı tutumunu sürdürdü ve ücretlerimizi gasp etmeye devam etti. O gün yaptığımız küçük bir eylemin dahi, patronu o denli telaşlandırması ve birleştiğimizde hakkımızı almamız ise, bizim için önemli bir deneyim oldu. Eğer ücretlerimizin gaspını durdurmak, eve ekmek götürmek istiyorsak, izlenecek yol belli. Birleşmek ve patronu dize getirmek! Ve patron bilmeli ki, sabrımız artık taşmak üzere...

Ben oto sanayinde çalışıyorum. Çok ünlü firmalara iş yapıyoruz. Toplam 180 işçi çalışıyoruz. Çoğunluk kadın işçi… Ücretler 500 ile 650 TL arasında değişiyor. Çevre bölgede oturan işçiler çalıştırıldığı için servis yok. Hiçbir sosyal hakkımız yok. Bir tek bayramlarda yarım kilo çikolata veriliyor (sağ olsunlar!) Zamlar yılda bir veriliyor, yüzde 10 ile 15 arasında değişiyor. Bütün bunlara rağmen baskılar çok yoğun, işyerinde kamera sistemi var. Patron bizi izlemekten zevk alıyor, her an takipteyiz. Bu yıl zamdan hiçbir haber yok. Kriz öncesi çok yoğun bir şekilde çalışıyorduk. Sabah 8’den akşam 10’a kadar mesai oluyordu. Hatta hafta sonları da mesai oluyordu. Yaklaşık bir aydan beri işler yavaşladı. Bundan dolayı dönüşümlü olarak iki haftalık ücretsiz izine çıkarıldık. Hatta daha sonra izne çıkarılanlara bir kâğıt imzalattıkları söyleniyor. Bu kâğıtların neyi içerdiğini öğrenemedik. Bir diğer konuda “işten çıkmak isteyen var mı?” soruları. Çıkmak isteyen 10’a yakın işçi oldu. Bu arkadaşlara ihbar verilmedi. Çıkmak isteyenlerin paraya ihtiyaçları vardı. Kredi kartı borçları vardı. Bu tazminatlar onları bir süre rahatlatsa bile daha sonra ne olacaklarını arkadaşlar da bilmiyor. İzinlerin sonunda bizleri nelerin bekleyeceğini bilmiyoruz. Her işçi işten atılma kaygısı yaşıyor.

MEKTUPLARINIZI

BEKLİYORUZ


14

ULUSLARARASI

Fayez Elemare, Gazze Bağımsız İşçi Komiteleri Sendikası Başkanı

“İşgal sürerken barış olanaklı değil!”

İsrail güçlerinin Gazze’de topyekûn saldırıya geçmesinin ardından, 5 Ocak günü İspanyol Troçkist örgüt Lucha Internacionalista (Enternasyonalist Mücadele), Gazze Bağımsız İşçi Komiteleri Sendikası başkanı Fayez Elemare ile temas kurdu. Okurlarımıza gerçekleştirilen bu röportajı aktarıyoruz

Şu an durum nedir Gazze’de? • Oldukça kötü. İşgal güçlerine ait tanklar kent merkezine ve evlere yaklaşıyor. Bu insanlık dışı bir saldırı, zira çocuklar, kadınlar ve gençler ayırım gözetmeksizin katledilmekte. Tanklar toplarını evlere çeviriyor ve insanlar ne yapacaklarını bilmez bir halde kaçışıyor, okullara ya da uluslararası yardım kuruluşlarının binalarına sığınmaya çalışıyorlar. Savunma nasıl örgütleniyor Gazze’de? • Direniş hakkında bir şey bilinmiyor. Şu an Filistin halkının ve dünyanın diğer bölgelerindeki halkların gerçekleştirdiği işgal karşıtı kitlesel seferberlikler dışında elimizde pek bir şey yok. Gazze’de şu ara hava bombardımanlarının yarattığı terör altında dışarı adım atmak bile imkânsız. Temel beklentimiz dünya halklarının bizi savunması. İsrail’in Gazze planı size göre nedir? • İsrail temizlenmiş bir toprak olmasını istiyor Gazze’nin. Bizleri öldürmek ve topraklarımızdan atmak temel hedefleri. İsrail ile bir barış olanaklı mı? • İsrail varlık nedeni işgalcilik olan bir devlet ve daima Filistinlilere saldıracak. Gazze’de şu ana dek 600 ‘den fazla ölü var – ( Ocak tarihindeki bu rakamlar şu an itibarıyla iki katına ulaşmış durumda) bunların yarısından fazlası çocuk. Bizi yok etmek istiyorlar. İşgal sürerken barış olanaksız. AB’nin tutumu hakkında ne düşünüyorsunuz? • Katil ve kurban arasında bir eşitlik kurulamaz. İşgale karşı eldeki sınırlı imkânlarla da olsa sonuna dek mücadele etmek biz Filistinlilerin hakkı. Bu İsrail’in en gelişmiş silah teknikleriyle bize karşı geliştirdiği saldırıları meşrulaştıramaz. Biz değil, İsrail bizim güvenliğimizi tehdit etmekte. Onlar bizi katletmek isterken kollarımızı kavuşturup bekleyecek değiliz. Sonuç olarak AB’de topraklarımız üzerindeki acımasız ve kanlı işgale destek vermekte. Ya Mısır’ın politikası? • Mısır bir seyirciden farksız ama öte yandan başımıza gelenlerin sorumlularından da bir tanesi. Mısır devleti sınırları kapalı tutuyor, Filistin halkı için hiçbir maddi destekte bulunmuyor ve bizi savunmuyor.

Obama’nın işbaşına geçmesiyle birlikte ABD’nin Ortadoğu politikasında bir yumuşama bekliyor musunuz? • Demokrat ya da Cumhuriyetçi fark etmez, hepsi de aynı dünya emperyalist projesinin sahipçileri. Tüm dünyaya hükmetmek ve zenginliği sömürmek istiyorlar bu projede İsrail devleti çok belirleyici bir parça. Bu politikayı değiştirebilmek için bu oyuna karşı çıkacak ülkelerin açığa çıkması lazım. EL Fetih önderliğinin ve Mahmut Abbas’ın Filistin ulusal yönetimi karşısındaki politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? • Mahmut Abbas, Filistin halkının asgari ihtiyaçlarına dahi yanıt vermeyen öte yandan son derece berrak bir politika izliyor. El Fetih hükümet aracılığıyla sadece ABD ve İsrail devletinin isteklerini yerine getiriyor. ABD ve İsrail ise bu hükümet sayesinde arzuladıkları politikaları hayata geçirebiliyorlar. Mahmut Abbas ABD’nin hattına saygılı ve bu hattı izliyor. ABD’nin dünya çapında bir ulusal kurtuluş hareketini desteklediği vaki değil, bence görülmesi gereken gerçeklik bu. Ne yazık ki Mahmut Abbas yönetimi Filistin halkı için bir talihsizlik. Ya Hamas? • Hamas’ın direnişi sürdürmesi Filistin halkı için önemli bir noktaydı. Ama Gazze’nin yönetiminde çok ciddi sorunlarla malul oldular. Bir tür diktatörlük kurdular. Şu an Gazze’de ne politik, ne sendikal ne de bireysel özgürlükler söz konusu. Hamas kitlelerin ihtiyaçlarına yanıt geliştirmek yerine sadece kitlelere kendi iktidarını dayattı. Gazze ve Batı Şeria’nın bölünmesine katıldı. Evet, Hamas Refah’taki duvarı yıktı ama bizim sorunumuz Mısır’la değil, Siyonist işgalle. Bu şartlar altında Bağımsız İşçi Komiteleri’nin politikası nedir? • Bu katliamın ve Gazze’ye dönük uluslararası ambargo’nun son bulması şimdi daha da zor ama hedefimiz sesimizi duyurmak. Filistin halkıyla ve özel olarak Filistin işçi sınıfıyla uluslararası dayanışma nasıl sürdürülmeli? • Tüm dünyada büyük kitle seferberliklerinin gerçekleştirilmesi son derece önemli. Bu seferberlikler Gazze’deki katliamın durdurulması ve bu doğrultuda Arap ve Avrupa hükümetlerinin üzerinde baskı oluşturabilmek açısından belirleyici olacaktır.

10 Yaşındaki Berfin’den...

Ben bir Gazze’li çocuğum Ben düştüğümde canım yanmazdı. Ben anlamam bombadan, savaştan. Canım çok yanıyordu. Başım kanıyordu, parmağım kopmuştu. Annem yerde yatıyordu. Babam yerde yatıyordu. Kimsesiz kalmıştım. Açtım, susuzdum, korkuyordum, ağlıyordum. Bir yandan da acı çekiyordum. Amca, teyze yardım edin. Ama şimdi yerde kan gölü. Ve her yer dumandı. Hiç kimse beni duymuyordu. Evimiz yoktu, yıkılmıştı. Tüm dünya seyrede kalmıştı, bu manzarayı. Çocuklar öldürülmesin. Herkes yerde yatıyordu. Sabah silah sesleri. Akşam bomba sesleri. N’olursun artık barış olsun. Bitsin bu savaş bitsin. Tüm dünya seyrede kalmıştı, bu manzarayı. Hiç kimse dur demiyordu, Kalkamıyordum. Oracıkta yığılmıştım Tam kalkayım derken Bir kurşun daha geldi. Ve ben, Oracıkta yığılıverdim. Barış istiyorum! Barış istiyorum! Haykırıyorum!


ULUSLARARASI

15

Siyonist katliama karşı Filistin halkının saflarına; Orta Doğu’da barışa en büyük tehdit İsrail’in varlığı!

27 Aralık 2008 tarihinde İsrail ordusuna ait, 60’tan fazla F-16 savaş uçağı ve ABD yapımı Apache savaş helikopterleri, Gazze’ye yönelik geniş çaplı bir saldırıya girişti. Hava kuvvetlerinin yalnızca ilk 3 dakika 40 saniye içinde 50’den fazla hedefi yerle bir ettiği ilk saldırı dalgası, aslında dünyada nüfus yoğunluğu en yüksek bölgelerden biri olan Gazze’deki vahşetin habercisiydi Murat Yakın, 23 Ocak 2009 İsrail’in hava saldırılarıyla başladığı, 3 Ocak’taki kara harekâtıyla sürdürdüğü saldırılarının sonucunda, Gazze’de, yaklaşık üçte biri çocuk olmak üzere, şu ana dek 1.300’den fazla Filistinli öldü. Filistinli yetkililere göre 5 bin 500 kişi de yaralandı. İsrail ordusuna göre üçü sivil, 13 İsrailli öldü. Yaklaşık olarak 1.4 milyon Filistinlinin yaşadığı bölgede, 1967 Arap- İsrail savaşından beri görülmemiş düzeyde bir katliam yaşanırken pek çok mahalle haritadan silindi. Gazze saldırısı emperyalist planın bir parçası • Hatırlanacağı gibi İsrail, Gazze bölgesinde gerçekleştirilen seçimlerin galibi olarak iş başına gelen Hamas yönetimini devirmek için, bölgeye ABD, AB, BM ve Rusya’nın desteğiyle 2006 yılının Mart ayından bu yana eşi benzeri görülmemiş bir ekonomik ambargo uygulamakta. Bu ambargonun temel hedefi, açlığı bir savaş silahı olarak kullanmak ve Siyonist işgale karşı direnişten yana Filistin halkını teslim almak. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısının ilk adımı olarak görülebilecek bu ambargo geride, enflasyondaki önlenemez yükseliş, temel gıda ve sağlık malzemelerinin tükenme noktasına gelmesi, işsizlik oranının %70 düzeyine ulaşması ve elektrik ve yakıt noksanlığıyla zaten devasa bir enkaz bırakmıştı. Bu insanlık dışı kuşatma sonucu yüzlerce Filistinli hastanelerde yetersizlikler nedeniyle can verirken, sefalet koşulları bölgenin tümüne yayıldı. Gazze’ye yönelik saldırı öncesinde bölge zaten emperyalizmin hamiliğinde bir açık hava hapishanesine dönüştürülmüştü. “Siyonizm” Emperyalizmin Truva atı • İsrail’in Gazze saldırısına resmi gerekçesi, altı aylık ateşkesi uzatmayı reddeden Hamas’ın İsrail topraklarına fırlatmakta olduğu “el yapımı” Kassam füzelerini durdurmak ve “ teröre karşı meşru müdafaaydı”. İsrail, her ne kadar 22 gün süren saldırılar boyunca amacının Hamas’ı imha etmek olduğunu tekrar etse de, Filistin direniş hareketinin başlıca sol unsurlarından FHKC – Filistin Halk Kurtuluş Cephesi - Merkez komite üyesi Cemil Mizher’in evinin imha edilmesi ve Filistin bağımsız işçi komiteleri sendikası militanlarının saldırıya uğraması, gerçek hedefin bambaşka olduğu çok geçmeden ortaya çıkardı. Direnişi sürdürmekten yana tüm güçlerin ezilmesi! İsrail yönetimi, bu saldırılarla bir süredir emperyalizmle uyum halinde uygulamakta olduğu bir planın adımlarını atıyor. Bu planın başlıkları arasında, Gazze’yi imha eden saldırının yıkıcılığı sayesinde, 2006 yılında Lübnan’da yaşanan hezimet

havasını İsrail birliklerinin zihninden temizlemek, Sharon yönetiminin 2005’ten beri uygulamakta olduğu projeyi derinleştirerek Gazze’yi diğer Filistin topraklarından ve tüm dünyadan izole etmek, Gazze’nin Mısırla sınır bölgesinde yer alan Refah’ta, Gazze’nin tek yaşam kaynağı olan gizli tünellerin imhası sayılabilir. Bu noktada İsrail devletinin karakteri belirleyicilik kazanıyor, zira bu devlet 1947 yılından itibaren, meşru Filistin toprakları üzerinde bizzat emperyalizmin dünya siyasetinin bir gereği olarak, yoktan var edilmiş bir devlet. Varlığının temel dayanakları, bir siyasal ideoloji olarak Nazizimle özdeşliklere sahip Siyonizm ve Emperyalizmin bölgedeki jandarmalığını üstlenmek. Siyonizm, Filistin topraklarının gerçekte İsrail’in vaat edilmiş sınırlarını oluşturduğunu ileri süren, bu doğrultuda Filistin halkının fiziki imha başta olmak üzere çeşitli yöntemlerle bölgeden tasfiye edilmesini öngören, dini ve etnik temele dayalı tümüyle ırkçı ve tahrip edici bir ideoloji. İsrail’in, bölgede üstlendiği emperyalizmin jandarmalığı rolü ise, zengin enerji kaynaklarının üzerindeki kontrolün emperyalizmde kalmasını garanti altına almak için bölge halklarının üzerinde sistematik bir tehdit oluşturmak ve bölünmeleri kalıcılaştırmak gibi işlevlere sahip. Emperyalizmin en son silah teknolojisiyle donattığı İsrail devletinde bu görev, ordunun mutlak hâkimiyetiyle, dahası İsrail’in bir asker devleti olmasıyla belirleniyor. Bu nedenle bölgenin emekçi halkları açısından kalıcı barışın yolu, bu savaş aygıtı devletin yerine, tarihsel sınırları içinde hiçbir dini ve etnik temele dayanmayan, laik ve demokratik bir Filistin devletinin inşasından geçiyor. Bu mücadele kaçınılmaz olarak Ortadoğu emekçi halklarının birleşerek emperyalizmle yüzleşmesini gerektiriyor. İsrail’in Gazze’de giriştiği son katliamın bir kez daha gösterdiği üzere, Filistin sorunu basit bir ulusal kurtuluş mücadelesinin çok ötesinde boyutlara sahip. Tam da bu nedenle Filistin bu gün dünya sınıf mücadelesinin merkez üslerinden birine dönüşmüş durumda. Siyonizm’in Gazze’deki katliamına karşı tüm dünyada kitle seferberlikleri yaratalım! Laik, demokratik ve ırkçı olmayan tek bir Filistin için ileri! Gazze’de direnen kahraman Filistin halkının direniş saflarına! İsrail ile yapılmış tüm askeri ve ticaret anlaşmalar iptal edilsin! İsrail ile tüm diplomatik ilişkiler kesilsin!

AKP hükümeti sahnede:

Tavşana kaç, tazıya tut... Gazze’deki vahşet tüm dünyada kitlesel seferberliklerle protesto edilirken, Başta Filistin ve Arap ülkeleri olmak üzere birçok ülkede düzenlenen gösterilerin ana teması bu acımasız kitle kıyımına karşı, üç maymunu oynayan Arap hükümetleri ve Mahmut Abbas’ın işbirlikçi rolüydü. İşbirlikçi Arap yönetimleri utanç verici bir sessizliğe gömülürken, Başbakan Erdoğan, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısını bir insanlık suçu olarak niteleyip beklenmedik bir çıkış gerçekleştirdi. Bu çıkışın hemen ardından, Fransız başbakanı Sarkozy’nin ateşkes girişimi çerçevesinde, Türk ordusunun “barış gücü misyonuyla” Filistin topraklarına gönderilmesi önerisi gündeme geldi. Bu girişimin, Mısır’ın reddettiği Refah’daki tünellerin kontrolünün ve buna paralel olarak İsrail’in dayattığı yeni Gazze planının hamiliğinin Türk askerlerince üstlenilmesinden başka bir anlamı yok. Türkiye’nin artık bölgesel bir “süper güç” olarak Osmanlı mirası topraklarda daha etkin bir pozisyon almakta olduğu propagandasını pompalayan emperyalist merkezlerdeki basın organları ise, AKP hükümetinin tutumundan hayli memnun görünüyor. Şüphesiz, Türk kamuoyunda, yer yer Yahudi karşıtı ırkçı motiflerle yüklü, katliam karşıtı protestoların desteğiyle giderek güç bulmaya başlayan bu girişimin, gerçekte Emperyalizmin ve İsrail’in yelkenini şişirmekten başka bir anlamı yok ve bu nedenle işçi sınıfının önündeki acil hedeflerden biri bu girişime geçit vermemek. Başbakanın tüm “sert söylemlerine” karşın, haftalarca süren katliam karşısında Türk devletinin İsrail ile imzaladığı 2.6 milyar dolar tutarındaki askeri ve ticari anlaşmanın iptalinin bir kez bile gündeme gelmemiş olması ve dahası saldırıyı gerçekleştiren pilotların Konya’da eğitilmiş olduğuna yönelik bilgiler, hükümetin tutumunun, dünya kamuoyu önündeki çıkışlarından hayli farklı bir yönde olduğunu göstermekte. Türk hükümeti bu yaklaşımıyla söylemlerinin aksine bölgede İsrail ile stratejik boyutlu ilişkilerinden taviz vermeyeceğini ve bu doğrultuda yeni misyonlar üstlenmeye hazır olduğunu ortaya koymuş durumda.


KRİZ KOŞULLARI VE BİR SEÇENEK OLUŞTURMAK! Bir yokluk krizi değil bolluk krizi yaşıyoruz. Her yer evler, arabalar, eşyalar, giysiler ve yiyeceklerle dolu. Bütün bunlar bir avuç para babasının ellerinde. İhtiyaç sahipleri ise bunlara ulaşamıyor, alamıyor. Hep daha çok kazanmak isteyen patronlar düşen karlarını yükseltmek için ekonomik sektörleri yıkıma uğratıyor. Kapitalizm yapısal krizini üretici güçleri tahrip ederek aşmak istiyor. Bu tahribat ve çöküş beraberinde devasa bir sosyal yıkım getiriyor. Kitlesel işşizlik, açlık, korkunç şiddet ve savaşlar bu sosyal yıkımın dünya ölçeğindeki uygulamaları. Bütün bunlar barbarlık koşulları... Yoksulların ve güçsüzlerin kendilerinden çok daha yoksul ve güçsüz olanları parçalayabileceği bir dünyayla karşı karşıya kalabiliriz... Bu krizin nedeni doymak bilmeyen kapitalist kâr hırsıdır. Kriz, doğal ve kaçınılmaz değil bir üretim-bölüşüm tercihinin sonucudur. Çözüm de bu nedenle ekonomik değil politik bir tercih olacaktır. Bu politik tercih bir avuç para babasının çıkarına olan mevcut düzeni dönüştürmek ve bolluğun ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmasını sağlayacak emek eksenli bir üretim ve bölüşüm sistemi üzerine kendini inşa etmeye dayanmaktadır. Bu akıldışı sisteme dur diyecek kuşkusuz hayatları basit bir zayi hesabına eşitlenmiş emekçiler olacaktır... Kapitalizm sadece yıkım üreten bir seçenektir, ama asla tek seçenek değildir. Emekçiler de kendi seçeneğini yaratabilir, yaratmalıdır! Seçeneksiz değiliz! İşten mi atıldın? İşyerin mi kapandı? İşin var ama ücretsiz izne mi çıkarıldın? Zaten işsiz miydin? İşin var ama güvencen mi yok? İşin var ama ücretin donduruldu ya da sosyal hakların mı kesildi? Hasta, yaşlı ya da engellisin diye dışlanıp, hayatın dışına mı itildin? Dilinden, dininden, etnik ya da kültürel kökeninden dolayı çalışamaz halde misin? Yalnız ve güçsüz mü hissediyorsun?

Elleriyle bu krizi yarattılar, şimdi kader diyorlar. Bu kriz alın yazısı değil el yazısıdır. Yarattıkları bu ucubeye ne razı olacağız, ne de teslim! Öyleyse emek kendi seçeneğini üretecek! Yokluk değil bolluk içinde bizleri işsizliğe, açlığa mahkûm edenlere karşı seçenek hepimiziz! Seçenek sensin, benim, biziz! İşçiden, emekçi halktan yana bir seçenek için mücadeleleri birleştirelim. Krize Karşı Ortak Mücadele Seçeneği’ni yaratalım! Seçenek için; 1)İşyerlerinde, okullarda, mahallelerde bir araya gelelim. Krize Karşı Ortak Mücadele Seçeneği’ni oluşturalım. 2)Aynı bölgenin tüm işyeri, okul ve mahalle Seçenek’lerini ortak bir zeminde birleştirelim. 3)Farklı bölge Seçenek’leri arasında koordinasyonu kuralım. 4)Koordinasyonları tek bir merkezi Seçenek altında toplayalım. 5)Emekten yana tüm sendika, meslek odası, dernek, vakıf, siyasi parti ve grupla Seçenek’lerimizi ortaklaştıralım. 6)Kriz yerel ve ulusal değil, Seçenek de olamaz; mücadele ölçeğini uluslararası arenaya dek yaygınlaştırıp, ilerletelim...

Acil Taleplerimiz: Yalnız değilsin! Aynı sorunları yaşayan milyonlar var. - İşten çıkarmalar yasaklansın! Sistem, krizi gerekçe göstererek işten atıyor. Hükümetler işsizlere Ücret dondurmalara ve ücretsiz izinlere hayır! yeni iş sunmuyor. Devletler yoksullara ve açlara değil krizin nede- - İşsizlik Fonu patronlara değil işsizlere verilsin! ni şirketlere, bir avuç para babasına yardım paketleri üretiyor... -

www.iscicephesi.net


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.