İşçi Cephesi 4

Page 1

Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 04 • Nisan 2009 • Fiyatı: 1,5 TL

YOKUZ!

Seçim bitti, kriz bitmedi. Hükümet, krize karşı 6. Ekonomi Paketi ile geliyor 29 Mart günü bir yerel seçimi daha geride bıraktık. Seçim sonucunu burjuva cephenin bir başarısı olarak görmek gerekiyor. İşçi düşmanı AKP hükümeti oy kaybetmiş olsa bile, hâlâ seçmenlerin yüzde 40’ının oyuna sahip. Ayrıca AKP’nin kaybettiği oylar, bazı Kürt illeri dışında, CHP ve MHP gibi burjuva partilerde toplanmış durumda. Bir işçi seçeneğinin olmadığı koşullarda, burjuva partilerden birine oy vermek durumunda kalan işçiler, önümüzdeki günlerde yoğun bir saldırı dalgasıyla daha karşı karşıya kalacaklar, bu sonuçlar onun habercisi. Televizyondaki seçim istatistiklerini bir yana bırakıp, biz işçilerin bugünlerde dikkatle izlememiz gereken bir diğer istatistiğe, artan işsizlik oranına bakarsak, burjuva seçimlerinden önce olduğu gibi, seçimlerden sonra da kaybedenler listesinin başında biz emekçilerin olduğunu görürüz. İşsiz sayısının yüzde 13’lere ulaştığı resmî olarak ifade edilmektedir. Kırdaki işsizlerle bu oranın yüzde 20’lere ulaştığı gerçeği, yani neredeyse her 5 kişiden birinin işsiz olduğu gerçeği önümüzde durmaktadır. Sadece Bursa’da ocak ve şubat aylarında 13 bin 773 kardeşimiz işten çıkarılmıştır. Yine sendika üyesi 42 bin kardeşimiz son 5 ay içerisinde işten çıkarılmış durumda. Bizler örgütlü olmadığımız sürece bu oranların hep bizlerin aleyhine olacağı da açık. Peki, artan işsizlik karşısında hükümet ne çözüm üretiyor? Elbette boş durmuyor. Patronlar için yeni kurtarma paketleri hazırlıyor. Mesela otomotive, satılık eve

Hükümete soruyoruz zarar ettiğine inandığınız bu fabrikalara bizden kestiğiniz vergileri vereceğinize, neden bu fabrikaları kamulaştırmıyorsunuz?

Kriz bizi teğet geçti diyen Başbakan, seçimlerden önce patronlara “İşçi çıkarmayın hesap sorarız” dedi. Keşke sorabilse… Ama bu da bir yerel seçim yatırımıydı ve belki birçok işsiz kalmış ya da kalma korkusu yaşayan işçi de bu seçim yalanına kandı. Oysa Hükümetin bu seçim çıkışı bile patronların tepkisini çekmeye yetti. Türkiye İşverenler Sendikası (TİSK) Başkanı Tuğrul Kudatgobilik ve TUSİAD başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ hükümete hemen tepki gösterdiler ve hükümetin işten çıkarmaya karışamayacağını ifade ettiler. Pat-

Hala çözülmedi mi? Asgari ücreti açlık seviyesinin üstüne çıkarın. Mesela asgari ücret 1500 ytl olsun! Enflasyon oranında da artsın. Ne dersiniz? Mesela hastaneler, toplu ulaşım ve hatta ekmek ücretsiz olsun. Temel gıda maddelerinde KDV olmasın. Yapmak çok mu zor geldi? Hani halkçıydınız, siz de emekçiden yanaydınız?

Sorunları çözmek için kaynak mı yok? Onun da kolayı var. Servet vergisi getirin. Bugüne kadar bizim sırtımızdan zengin olmuş yüz binlerce patron var. Servetlerine daha fazla vergi koyun ronlar vergi indirimini aldılar, borçlarına da aflar çıkıyor, maaş ödemek yerine kısa çalışma ödeneği ile maaş ödemekten de kurtuluyorlar. Daha ne için ağlıyorlar? İşsiz kalan biziz, aç açıkta kalan biziz! Bakın şimdi de, SSK ve diğer vergilerin yüzde 25’i İşsizlik Sigortası Fonu’ndan ödensin diyorlar. Pes! Krizi çıkaran onlar, bedelini ödeyense bizleriz!

Yine mi kaynak yetersiz? Davos’ta şov yapmak kolay. Gelin bu ülkede milyonlarca emekçi için iyi bir şey yapın. Durdurun dış borcu, ödemeyin. Kim bu borçları yaptıysa o ödesin vergi indirimi getirdi. Peki, biz emekçiler için ne öneriyor? Koca bir hiç! Kısa çalışma ödeneğini saymazsak… Yani bizden yaptığı kesintilerle işverenleri maaş ve vergi ödemeden kaçırıyor. Krize girdim diyen işverene, bizim vergimizle yardım ediyor. Bizlere de asgari ücretin altında bir maaş öneriyor.

sunuz? Çözümü var. Önce kriz gerekçesiyle işten çıkarmaları yasaklayın. Zarar ettiği için kapanan fabrikaları kamulaştırın, bu fabrikalara işçileri geri çağırın. Vardiyaları arttırın, çalışma saatini haftalık 35 saate çekin. Böylece işsiz milyonlarca insana iş yaratmış olursunuz.

AKP işçi düşmanı da diğerleri değil mi? CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın krizin çözümü için yaptığı önerilerin içerisinde biz işçilere dönük bir tek çözüm var mı? Yok... Herkes iç piyasayı canlandırmaktan, tüketimi arttırmaktan bahsediyor. Gerçekten krizi engellemek istiyor musunuz? Talebi mi arttırmak istiyor-

Bu sorunları çözmek için kaynak mı yok? Onun da kolayı var. Servet vergisi getirin. Bugüne kadar bizim sırtımızdan zengin olmuş yüz binlerce patron var. Servetlerine daha fazla vergi koyun. Yine mi kaynak yetersiz? Durdurun dış borcu, ödemeyin. Kim bu borçları yaptıysa o ödesin. Davos’ta şov yapmak kolay. Gelin bu ülkede milyonlarca emekçi için iyi bir şey yapın. Dış borcu ödemeyin. Böylece diğer tüm yoksul ülkelere de örnek olmuş olursunuz. Ama niyetinizin biz emekçileri değil, patronların kârlarını korumak olduğunu biliyoruz. O yüzden işçiden, yoksuldan, ezilen halktan yana bir seçenek yaratmak için mücadele ediyoruz. Bu yüzden mücadele eden veya etmeyi hedefleyen tüm emekçileri, aynı 19 Mart’ta Fransa’da greve çıkan 1 milyon işçi kardeşimiz gibi, mücadelelerimizi birleştirmeye ve krizin bedelini patronlara ödetmeye çağırıyoruz.

İşçi Cephesi, 31 Mart 2009


2

İLAN TAHTASI

Festival: 28. İstanbul Uluslararası Film Festivali 4-19 Nisan tarihleri arasında gerçekleşecek 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali, her yıl olduğu gibi bu yılda birçok seçkin sinema eserini buluşturuyor. Geçen yıllara göre daha sessiz bir gelişle sinemaseverlerin karşısına çıkan festivalde, hafta içi gündüz bilet fiyatları oldukça uygun: 3,5 TL. Festivalde öne çıkan yapıtların başında kuşkusuz Milk geliyor. Eşcinsel kimliğini saklamadan seçilen ilk hükümet görevlisi, Belediye Başkanı George Moscone ile birlikte öldürülen San Francisco İdari Meclis üyesi Harvey Milk’i konu alan Milk, New York Times tarafından “büyüleyici, çok katmanlı bir tarih dersi” olarak nitelendirilirken, sekiz dalda Oscar’a aday gösterildi. S. Penn, en iyi erkek oyuncu rolünü aldı. Film, arşiv görüntülerinden de faydalanarak Milk’in kırkıncı yaş gününden ölümüne dek kariyer hikâyesini anlatıyor. Bir diğer film de, festival programına sürpriz olarak eklenen Gazze’nin Yarası. Belgeselci ve film eleştirmeni Necati Sönmez’in Gazze saldırısının izleri üzerine yapılmış ilk belgesel niteliğini taşıyan filmi; Gazzelilerin, İsrail ordusunun, 2008 sonlarında başlayıp yirmi iki

gün aralıksız süren ağır saldırısının ardından yaşadıkları dehşeti ve kıyımı anlatıyor. İlk elden anlatılan tanıklıklarla “Gazze’nin Yarası” yalnızca Gazze’yi değil aynı zamanda tüm savaşların korkunçluğunu gözler önüne seriyor. Öne çıkan bir diğer yapıt ise; Çayan Demirel’in yönetmenliğini yaptığı belgesel: 5 Nolu Cezaevi. Bu belgesel, 12 Eylül 1980 askerî darbesinden 1984 yılına kadar geçen süreçte otuz dört tutuklunun ölümüne, yüzlerce tutuklunun sakat kalmasına neden olan Diyarbakır 5 No.’lu Cezaevi’ni anlatıyor. Dönemin askerî yetkilileri bu cezaevini “askerî okul” olarak tanımlarken, tutukluların “vahşet dönemi” diye adlandırdığı 19801984 yıllarında cezaevinde yaşananlar tanıkların anlatımıyla karşınıza geliyor. Daha birçok film hakkındaki yazılara ve festival kataloguna http://www.iksv.org/film adresinden ulaşmak mümkün... Bitirmeden önce festivalin en büyük hayal kırıklığına da değinmek gerek: Büyük usta, deha yönetmen Theo Angelopoulos’un Zamanın Tozu adlı filmi kopyasında çıkan sorunlar nedeniyle gösterilemeyecek.

İnternet:

Evrimi anlamak için rehber

Bilindiği üzere Darwin’in 200, başyapıtı Türlerin Kökeni’nin 150. yılı. UNESCO, 2009 senesini Darwin yılı ilan etti. Türkiye’de sansür tartışmaları ile gündeme gelen evrim kuramını anlamak için internette bir dizi site bulunuyor. www.evrimianlamak.org konuyu irdelemek isteyenler için iyi bir başlangıç olabilir. www.evrimcaliskanlari.org’u hazırlayan ekip tarafından hazırlanmış olan sitenin sloganı ise çok net: Evrimi anlamak, hayatı anlamaktır.

Sergi:

İstanbul Modern Sanat Müzesi, yeni sergisi “Gölgeye Övgü” ile geleneksel gölge tiyatrosunun 20. yüzyıl başında sinemaya ve günümüz çağdaş sanatına etkilerini keşfetmeye çağırıyor. 6 Mayıs’a dek sürecek olan sergi, yedi ayrı ülkeden sekiz çağdaş sanatçının ve 20. Yüzyıl’ın ilk yarısından iki usta sinemacının en önemli eserlerini bir araya getiriyor. SAYI: 04 • NİSAN 2009 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi Sahibi ve yazı işleri müdürü Oktay Orhun Enternasyonal Yayıncılık Yönetim yeri Caferağa Mah. Sarraf Ali Sok. Saraçoğlu İş Hanı No: 36/17 Kadıköy - İstanbul 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 20 TL • Yurtdışı: 20 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Ser Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 1,5 TL

Gölge tiyatrosunun Türkiye ve Yunanistan’daki köklü geçmişinin çağdaş sanata etkilerini yansıtan “Gölgeye Övgü”, halk masallarına ya da yalın çağdaş anlatılara dayanan çalışmaları kapsıyor ve dans, opera ve müzik içeren gölge tiyatroları, siluetler, çizimler, metinler, elyazmaları, filmlerle birlikte 100’den fazla yapıt sunuyor. Geleneksel gölge tiyatrosunun çağdaş sanat dünyası üzerindeki etkilerini keşfe çağıran “Gölgeye Övgü” sergisi; Güney Afrikalı sanatçı William Kentridge’in başat eserlerinden operadan esinlendiği illüstrasyonla-

Gölgeye Övgü

rını, Jockum Nordström’un oyunbaz çizim ve kolajlarını, ünlü Amerikalı sanatçı Kara Walker’ın resimlerini, siluet enstalasyonları ve videolarını, Katariina Lillqvist’in Gümüş Ayı ödüllü kukla animasyonunu, filmlerini, el işi kuklalarını, 1920’lerde ilk siluet filmlerini yaratan, esin kaynağı Karagöz olan, Almanya’nın öncü sinemacısı Lotte Reiniger’ın güncelliğini bugün bile koruyan en ünlü filmlerini, 20. yüzyıl’ın en tanınmış sinemacılarından, tek resim çevrimli animasyon (stop-motion) tekniğinin ustası Ladislas Starewitch’in eşsiz çalışmalarını, Andrew Vickery’nin bağımsız tiyatrosunu, Haluk Akakçe’nin videosunu, Nathalie Djurberg’in kil animasyon tekniğiyle gerçekleştirdiği videolarını ve Christiana Soulou’nun insan hallerini yansıttığı çizimlerini içeriyor. Karagöz örnekleri, Ara Güler fotoğrafları, Yurdaer Altıntaş’ın eserleri diğer öne çıkan isim ve eserler… Sergi, yetişkinler için 7 TL, öğrenciler içinse 3 TL. Perşembe günleri ise ücretsiz gezilebilir…

NE SAVUNUYORUZ? neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Egemen sınıfın her türlü diktatörlük rejimine karşıyız ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.


EMEK GÜNCESİ

3

ATV-Sabah işçisi yalnız değildir! İşçi Cephesi gazetesi olarak, grevdeki Atv-Sabah işçilerini ziyaret ettik. Süreci daha iyi öğrenebilmek için grevci işçi Selim Suner'le yaptığımız röportajı yayımlıyoruz Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın, ATV ile Sabah gazete ve dergi grubunun bağlı olduğu Turkuvaz işyerlerinde başlattığı grev, bir ayı aşkın süredir devam ediyor. 29 yıl aradan sonra basın tarihine grev adını yazdıran, 10 basın emekçisinin mücadelesi 13 Şubat günü başladı. Onlar, ATV-Sabah grubunda çalışırken, sendikalı olmak ve toplusözleşme haklarını alabilmek için greve çıktılar. Bir süre sonra, sendikalı oldukları ve greve çıktıkları için işlerinden atıldılar. Bu bağlamda her çarşamba, saat 12.30’da Balmumcu Atv binası önünde yine kendileri gibi beyaz yakalı IBM işçilerinin de içinde bulunduğu Plaza Eylem Platformu olarak, basın açıklaması yapıyor ve kendileriyle dayanışmaya gelen emekçilerle birlikte, seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Plaza Eylem Platformu, IBM’de işten çıkarılan işçilerin mücadeleleri ile adımı atılan bir oluşum. Amaçlarını, beyaz yakalı işçilerin sınıf bilincini ve örgütlülüğünü arttırmak ve mücadelelerini birleştirmek olarak tanımlıyorlar. Bu nedenle, IBM’de başlattıkları eylem dizilerini, artık her çarşamba ATV-Sabah grevcileriyle birlikte gerçekleştiriyorlar. Yine kısa bir süre önce işten çıkarılan 260 Vodafone çalışanı için de benzer bir dayanışma eylemi gerçekleştirmişlerdi. Ayrıca, ATV-Sabah çalışanı grevci basın emekçileri haklarını alana dek her cumartesi saat 18.00’de Taksim’den Galatasaray’a yürüyorlar. Bu onurlu grevi selamlıyor ve ATV-Sabah işçilerinin mücadelesini destekliyoruz. Tüm emekçileri, ATV-Sabah grevcileri ile dayanışmaya çağırıyoruz. Basın sektöründe sendikalaşmaya bu kadar karşı olmalarının sebebi nedir? • Basın sektörü aslında çok kritik bir sektör. Çünkü biz günlük tüketilen bir şey

Öncelikli olarak sendikalaşmayı çok önemsiyoruz, tüm mali taleplerimizi erteleyebiliriz fakat örgütlenme talebimiz önceliklidir Sendikal sebeplerden işten atılan işçiler kara listeye alınıyor, mesleğinizi kaybedersiniz, dediler. Birçok kişiye de “212 Basın Kanunu”nu tanıdılar. Normalde, tüm gazetecilerin yararlanması gereken bir yasa iken; bizde, sendikadan istifa ederseniz size 212’yi tanırız, dediler. Tahmini 80-90 kişiye bu yasadan yararlanma hakkı tanıdılar.

üretiyoruz. Biz olmazsak gazete çıkmaz. Medya diğer sektörlerden mesela ağır sanayiden çok farklı, sanayide dışarıdaki bir ton işsizi kullanabilirsiniz. Fakat medya öyle değil belli bir tecrübe istiyor. Yaptığınız işte uz-

Röportaj: Dicle Nadin, Rukiye B. (26 Mart 2009)

Bize biraz süreçten bahseder misiniz? • Medya sektörü en çok sömürülen ama pek dillendirmeyen bir sektör. Aslında birçok problemimiz var ama örgütlü değiliz. TMSF, ATV televizyon ve Sabah gazete kuruluşuna el koyduktan sonra, biz de yeniden satışa çıkana kadar, bu boşluktan yararlanmak istedik ve sendikal çalışmalara başladık. Sabah’ta 408, ATV’de 118 kişi olmak üzere 526 kişi sendikaya evet dedi. ATV yetkiyi aldı; fakat gazete askıya aldı. TMSF de toplu sözleşmeyi uzattı. Bence örgütlü işçilerin bulunduğu bir medya grubunu satmak zor olduğu için uzattılar. Sonra Çalık grubu gazete ve ATV’yi satın aldı. Çalık, satın aldıktan sonra Turkuvaz Radyo Televizyon Haberleşme ve Yayıncılık A.Ş adı altında Sabah ve Atv’yi birleştirdi. Hukuki olarak ATV için alınan sendikalaşma kararı, böylelikle Sabah gazetesini de kapsamış oldu. Bunun için de kesin yargı kararı çıktı. Dolayısıyla TGS ve Turkuvaz toplusözleşme için masaya oturdu. 57 maddenin 22’sinde anlaşıldı. Fakat bu sırada işçilere dışarıdan baskı arttı. Tehdit, rüşvet ve şantaja maruz kaldık.

bileceğiz. Patronun istediği kişileri öven, sevmediği kişileri yeren haberleri yapmayacağız. Özgür bir şekilde gerçekleri tamamen yazabileceğiz ve patronun denetiminde, işten çıkarılma korkusu olmadan mesleğimizi yapabileceğiz. Editoryal bağımsızlığı hiçbir patron istemiyor, çünkü medya onların fikirlerini yaymak için kullandıkları ideolojik bir araç. Fakat bizim bu talebimiz, basın özgürlüğünü sağlayacak, bu sayede parası olan medyayı istediği gibi kullanamayacak. Büyük medya kuruluşlarının grevinize yer vermemelerini neye bağlıyorsunuz? • Çok normal karşılı-

“212 Basın Kanunu” neleri kapsıyor peki? • 212 olarak bilinen, sonradan ismi değiştirilen basın kanunudur. Ve her gazetecinin yararlanması zorunlu olan, yasal bir güvencedir. Fakat çoğu basın işçisi de yararlanamaz. Genel olarak, bu yasayla kısa sürede yılda 42 gün izin yapabilecek duruma gelirsiniz. Basın kartı alabilirsiniz ve kimliğiniz tüm dünyada geçerli olur. Emekliliğiniz, yıpranma payınız diğerlerine göre daha fazladır. Aynı şekilde alacağınız tazminat da, maaşınızın birkaç katı üzerinden hesaplanır. Esnek çalışma saatleriniz, daha sağlıklı bir hale getirilir. Birçok hakkınız yasalarla korunur. Greve çıkmaya nasıl karar verdiniz? • Şirket görüşmeler sırasında birçok kişiyi ikna edince masadan kalktı. Son gün 40-50 kişi kadardık. 22 madde üzerinden anlaşalım, 1 sene içinde de geri kalan maddeleri anlaşabiliriz dedik; ama buna bile yanaşmadılar. Biz de grev kararı aldık. İstanbul Sefaköy ve Balmumcu, Ankara Balgat’taki işyerlerinde 13 Şubat’tan beri grevdeyiz. 10 kişi başladık bu greve. Fakat işveren, grev başladıktan sonra da yaptırımlarına devam etti. İlk, grev kararını kaldırın, çalışma komisyonu kurun ve sendika güvenimizi kazansın, dendi. Neden bir sendika patronun güvenini kazansın ki? Kabul etmedik. Daha sonra ATV çalışanları çıkabilir, fakat Sabah çalışanları gre-

manlaşmış olmanız lazım. Ayrıca günlük üretim olduğu için gücünüz daha fazla, patronlar bir gün çıkmamasını göze alamazlar. Fabrikalarda depolar vardır. İşi istedikleri zaman patronlar bile durdurur. Ama burada

Editoryal bağımsızlığı hiçbir patron istemiyor, çünkü medya onların fikirlerini yaymak için kullandıkları ideolojik bir araç. Fakat bizim bu talebimiz, basın özgürlüğünü sağlayacak, bu sayede parası olan medyayı istediği gibi kullanamayacak ve çıkamaz, bu nedenle bu grev yasal değildir diyerek dava açtı. Bunu gerekçe göstererek grevin 4. gününde bizi işten çıkardı. Fakat davası geri döndü, çünkü TGS iki yerde de örgütlenme yetkisini almıştı.

işin durması patronları kalbinden vuracak bir şeydir. Artı bizim sendikalaşmaktan sonra gelen, en önemli taleplerimizden biri de “Editoryal bağımsızlık”. Bu şu anlama geliyor; bizler kendi istediğimiz haberleri yapa-

yorum. Patronlar arasında, sınıf bilinci içinde net bir sınıf dayanışması var. Bu yüzden bizim yaptığımız da, Pandora’nın kutusunun açılmasını sağladı. Talepleriniz nelerdir? • Bir kere işverenin bizimle masaya oturup, en başta sendikalaşma talebimizi kabul etmesini istiyoruz. Örgütlenmenin gerçekleşmesi ile en temel haklarımıza kavuşmak istiyoruz. Toplu sözleşmenin olması (57 maddelik sözleşmenin imzalanması), oto-sansürün kalkması, gazetecinin üzerindeki haber baskısının kalkması, editoryal bağımsızlık istiyoruz. Ama öncelikli olarak sendikalaşmayı çok önemsiyoruz, tüm mali taleplerimizi erteleyebiliriz fakat örgütlenme talebimiz önceliklidir. Çünkü toplusözleşme olursa, bunu kabul etmeyecek gazeteci yoktur. Bu nedenle, taleplerimiz kabul edilene kadar mücadeleye devam edeceğiz.


4

POLİTİKA

29 Mart seçim sonuçları üzerine…

Sonucu ekonomik kriz değil, politik kaygılar şekillendirdi AKP’ye karşı hoşnutsuzluğun yavaş ama güçlü bir şekilde gelişmesi ve bu konumdakileri birbirine yaklaştırıp kümelendiren siyasal iklim CHP ile birlikte en çok MHP’nin işine yarayacaktır. Bu süreç kriz ve olası sosyal yıkımlarla birleştiği oranda MHP önünde ilerleyecek geniş alanlar bulabilir Oktay Benol, 1 Nisan 2009 1930 yılını başlangıç alırsak son 79 yılda 14 yerel seçim yapıldı. 29 Mart 2009, 14. yerel seçim. 2004 yerel seçimlerinin birincisi olan AKP, 2009 yerel seçimlerinin de oy kaybetmesine rağmen galibi. AKP yerel seçimlerde 32 yıl aradan sonra üst üste kazanmayı başaran ilk parti. 5 yılda bir yapılan yerel yönetim seçimlerini en son 1973 ve 1997’de Ecevit’in genel başkanlığını yaptığı CHP üst üste kazanmıştı. 1930/1946 yerel seçimlerini de üst üste kazanan CHP’den sonra 1950/1955’de Menderes’in genel başkanlığında Demokrat Parti (DP), 1963/1968’de ise Adalet Partisi (AP) aynı başarıyı gösterdi. Henüz hiçbir parti üst üste üç yerel seçimi önde bitiremedi. Oy oranlarına bakıldığında 14 yerel seçim içinde en yüksek oyu alan parti DP; 1950’de %70 ile. En düşük oyu alarak birinci olan parti ise Ecevit’in DSP’si; 1999’da %18,70 ile. AKP’nin 2004 yerel seçimlerinde aldığı %42,18 ise son 35 yılın en yüksek oy oranı. AKP’nin 29 Martta aldığı %38,8 oy da son 25 yılın en yüksek ikinci yerel seçim oyu; birinci yine kendisi... ANAP’ın 1984 yılındaki %41,52 oyu bir kenara bırakılırsa 1977’den bu yana AKP dışında hiçbir parti yerel seçimlerde %20 bandını geçip %30’lar bandına ulaşamadı. AKP’nin 29 Mart’ta aldığı %38,8 ise son 40 yılda ulaşılan en yüksek altıncı oy oranı. Diğerlerini 1977 genel ve yerel (%41,38 / %41,73) seçimlerinde CHP; 1983 genel (%45,14) / 1987 yerel (%41,52) seçimlerinde ANAP ve 22 Temmuz 2007’de AKP (%46,6) kendisi aldı. AKP mevzilerini koruyor • AKP, 2009 seçimlerinde 2004 ve 2007’de ulaştığı oranların gerisine düştü. Son iki seçimdeki başarısını tekrarlayamadı: 2004’e göre %3,8; 2007’ye göre % 7,8 geriledi. Bununla birlikte CHP’nin %23,1, MHP’nin %16 oy alması sonucu AKP’nin başarısızlığı sadece kendi hedeflerinin gerisine düşmekle sınırlı kaldı. 81 ilin 77’sinde ilk 2 sırada yer alan AKP sadece 4 ilde 3. sırada yer aldı. Türkiye’nin tüm bölge ve illerinde varlık gösteren tek parti AKP oldu. Bursa, Kocaeli gibi krizin vurduğu illerde AKP açık ara belediye başkanlıklarını aldı. Kürt illerinde DTP dışında varlığı olan tek parti yine AKP! Korku, kriz, yolsuzluk karnesine rağmen hiçbir bölgeye sıkışmayan AKP, kazanamadığı yerlerde ikinci seçenek oldu. Oysa son 6 ayda en iyimser tahminle 1,5 milyon insan işsiz kaldı. On binlerce işyeri kapandı. Yakın bir gelecekte krizin biteceğine dair bir emare de yok. Daha da derinleşeceğine ilişin ise çok fazla veri mevcut. Bu şartlarda AKP’nin oy kaybına CHP ve/veya MHP’nin oy kazancı eklense muhtemelen şimdi erken seçim konuşuluyor olacaktı. Olmadı çünkü CHP, MHP ya da diğerlerinde anlamlı bir yükseliş söz konusu değil. Hatta oy kaybına rağmen AKP elinde tuttuklarıyla başarılı dahi sayılabilir. İşte bu nedenle AKP mevzilerini korudu diyoruz. Ayrıca genel seçimlere kadar %10 barajı değişmezse baraja takılan partilerin oyları en çok AKP’nin işine yarayacak. Bu durumda Türkiye’nin batı ve güney kıyılarına sıkışan CHP’nin olduğu her yerden AKP milletvekili çıkarabilirken, CHP Kürt illerinde ve iç bölgelerde bunu yapamayacak. Sonuç olarak AKP oy oranının üzerinde bir milletvekili kazanacak.

CHP, yerinde saymaya devam! • 6,5 yıldır hükümet olan AKP, Başbakan Erdoğan ve çevresi hakkında Deniz Feneri’nden Şaban Dişli’ye kadar birçok yolsuzluk, usulsüzlük suçlaması oldu. AKP artık “mağdur” değil, mağdur edendi! Buna rağmen AKP en yakın iki rakibinin (CHP %23,1 / MHP %16) toplamı kadar oy alabildi. Oysa tüm şart ve koşullar CHP lehineydi. AKP balonunu söndürmek isteyenlerin ortak adresi CHP’ydi. Bunca çabanın sonucu sadece %2,3 artış olabildi. Kürt illerinde sıfır çeken, İç Anadolu’da yerlerde sürünen CHP bu performansla, Baykal liderliğinde önümüzdeki seçimlerde birinci parti olmanın değil, ancak ana muhalefet partisi kalabilmenin mücadelesini verebilir. AKP’ye dur demek için tüm umutlarını CHP’ye bağlayanların umut verici radikal değişiklikler olmadığı takdirde rotalarını sessiz ve derinden gelen MHP’ye çevirmeleri ise sürpriz olmaz.

Şimdi 2009’da %16 aldı. Bunun anlamı MHP henüz 10 yıl önceki oylarına ulaşamamış durumda. DTP, gerçek bir başarı • Hedefler açısından bakıldığında 29 Mart seçimlerinin en önemli başarısı DTP’nin belediyelerini koruması, Van gibi illeri AKP’den alması ve oy oranını arttırması. Sadece AKP’ye karşı değil tüm burjuva partilere karşı mücadele eden DTP gerçek bir başarı kazandı. Devletin de desteğini alan AKP’nin çabası Diyarbakır’ı kazanmaya yetmediği gibi bölgede oy oranını arttırması da olanaklı olmadı. DTP’nin bu seçim başarısıyla AKP gerçek bir devlet partisi olma hayalini ertelemek zorunda kaldı. 29 Mart seçimlerini DTP için referandum haline getirenler kendi kazdıkları kuyuya düşmekten kurtulamadı. Diyarbakır’da Newroz kutlamalarındaki kalabalığa bindirilmiş kıtalar diyen Erdoğan bu ilde DTP’nin yarısından daha az oy aldı. 58 belediye başkanlığı kazanan DTP tartışmasız evinin kazananı.

Kazanılan birkaç belde ve ilçe ile birkaç ildeki dikkate değer oy oranı bir yana bırakılırsa işçi-emekçi alternatifi sandıkta kayboldu

Ya işçiler ve emekçi kitleler • Bu seçimlerde işçi sınıfını, emekçi yoksul kesimleri temsil etme çabasındaki partiler ve adaylar maalesef tam bir hayal kırıklığı oldu. Kazanılan birkaç belde ve ilçe, birkaç ildeki dikkate değer oy oranı bir yana bırakılırsa işçi-emekçi alternatifi sandıkta kayboldu. Solun ortak adaylar girişimi de bir kez daha geleceğe dair umut bırakmaksızın soldu…

MHP, daha uygun koşullara doğru • MHP’nin mevcut program ve söylemiyle, geçmişi ve pratiğiyle AKP’ye rağmen bir iktidar alternatifi olması zor görünüyor. MHP, burjuvazinin çeşitli kanatlarını bir arada tutacak toplumsal tabana, asker-sivil bürokrasiyi sevk ve idare edecek siyasal uzlaşma alt yapısına da sahip değil. Mevcut koşullar sürdüğü sürece MHP’nin en önemli başarısı CHP’yi geçip ana muhalefet olmak olabilir. MHP’yi güçlü kılan kimi sorunların -Kürt sorunu gibi- burjuva siyasal çözümlerinin gündeme gelmesi ise MHP için ciddi bir varlık nedeni tartışmasını gündeme getirebilir.

30 Mart’tan itibaren • Partilerin yıldızları eninde sonunda sönüyor. Bir dönemin yıldız partileri birkaç dönem minder dışına düşebiliyor. Hatta tarihe karışanlar oluyor. Yıpranma kaçınılmaz ve AKP’de bundan muaf değil. Eninde sonunda o da parçalanacak ya da ardından gelenlere yerini bırakacak. İyi de onun yerini alan ondan iyi mi olacak? AKP gitti, CHP geldi! O gitti, MHP geldi. Onlar gitti Saadet ya da DSP geldi. On yıllardır bu dönme dolabın içinde yaşıyoruz. Bunların hepsi hayatımızın tam orta yerine kazık çakmış partiler.

Diğer yandan AKP’ye karşı hoşnutsuzluğun yavaş ama güçlü bir şekilde gelişmesi ve bu konumdakileri birbirine yaklaştırıp kümelendiren siyasal iklim varlığı CHP ile birlikte en çok MHP’nin işine yarayabilir. Bu süreç kriz ve olası sosyal yıkımlarla birleştiği oranda MHP, önünde ilerleyecek geniş alanlar bulabilir. Bu açıdan bakıldığında 29 Mart seçimleri MHP’nin parlamentoda kilit öneme sahip bir pozisyon kazanıp, daha uygun koşulların oluşmasını beklemesini işaret etmekte... Son olarak 1999 yerel seçimlerinde %17,17 oy alan MHP 2004’de %10.45’e gerilemişti.

Oysa AKP, CHP, MHP ve diğer düzen partilerinin önemli bir ortak yanı var; hepsi neo liberal politikaların taraftarı. Hepsi kapitalizmden, emek sömürüsünden yana. Bugün yaşadığımız ekonomik ve sosyal kriz bunların politikalarının bir sonucu. İşsizlik, yoksulluk, güvencesiz, geleceksiz bir hayat bunların politikalarının yarattığı yıkımlar. Demokratikleşme, barış, hak ve özgürlükler de bunların politikalarının kurbanı… Bize gelince, sonuç olarak sandıktan çıkan sonuçlar için kalkıp kimseye kızacak halimiz yok. İşçi ve emekçi kitleler olarak daha iyisini yapabiliriz, yapmalıyız, yapacağız…


POLİTİKA

idam mahkûmunun son mektubu Kemal Boran (30 Mart 2009)

Geçtiğimiz günlerde bir mektup haberi basında çıktı. İdama mahkûm edilen Ömer Yazgan’a aitti bu mektup. Yazgan, idam edileceği sabah “Şu an saat 04.00 ve ben infaz için son hazırlığım olarak bu mektubu yazıyorum.” diyor ve hüzün dolu bir mektup yazıyor. Mektubunun sonuna şu sözleri ekleyerek son veriyor: “Tek yol devrim. Kahrolsun faşizm!” Ömer Yazgan bu mektubu yazarken ailesine verileceğini düşünerek yazıyor. Ne yazık ki onun düşündüğü gibi olmuyor; bir idam mahkûmunun son isteğini yerine getirmiyorlar. O kadar korkuyorlar ki devrimcileri asmak bile onların korkularını azaltmıyor. Onların mektuplarından bile korkuyorlar ve ailelerine vermiyorlar. Bir mektup koca devleti bu kadar tedirgin eder mi? Anlamak güç. Zaten idamın acımasızlığı varken o son mektupta idam mahkûmunun son sözlerini ailesine ulaştırmayı engellemek zulmü katmerleştiriyor. Ankara 78liler Dayanışma ve Araştırma Derneği’nin Kara Kuvvetleri Komutanlığı arşivinden çıkarttığı Ömer Yazgan’a ait mektup 26 yıl sonra ailesine teslim edildi… Ömer Yazgan’ın ailesi 26 yıl sonra da olsa oğullarının

yazdığı mektubu okuyabildi. Kıyamet kopmadı, ülke bölünmedi. Korku tüccarlarının yaptıkları kendilerine kar kaldı. Ömer Yazgan’ın da dediği gibi “Bu ülke çok evladını kaybetti ama bir gün kazanmayı da öğrenecek” Buna benzer bir olay da Veysel Güney adındaki devrimcinin yazdığı mektuba oldu, onun da mektubu ailesine 25 yıl sonra verildi. Mektubu verildi ama cenazesi hâlâ kayıp 12 Eylül cuntası tarafından ‘suçsuz-delilsiz’ idam edilen devrimci işçi Veysel Güney’in cenazesi, 10 Haziran 1981 günü, babası Ali Güney’e teslim edilmek üzere, ‘tutanakla’ Yüzbaşı Burhan Erdem’e verildi. Yüzbaşı Erdem örneği görülmemiş bir tutumla Veysel Güney’in cenazesini ‘kaybetti’. Aradan 27 yıl geçtikten sonra bugün bile Veysel Güney’in cenazesi hâlâ ortada yok, mezarı hâlâ kayıp. 12 Eylül darbecilerinin idam ettiği ve cenazesini ailesine teslim etmediği Veysel Güney için yapılan iade-i muhakeme (yeniden yargılama) başvurusu ise Türkiye’de reddedildi. Şimdi, konu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşındı. Onları saygı ve minnetle anıyoruz...

24 Nisan: Sev Vocir (Kara Suç) Oktay Orhun, 30 Mart 2009

Büyük Türkiye: 1 milyon çocuk işçi! Oktay Benol, 1 Nisan 2009 İşte hayat böyledir! İki ucundan çekilen bir ip gibi… Aksi istikametlerde kümelendirilir insanlar. İpi sıkı tutmak icap eder. Gevşekliğe yer yoktur… Bir taraf asıldıkça ipe, öbür taraf dalgalanır. Bir tedirginlik, şüphe ve korku kaplar içlerini. Türkiye bugünlerde böyle desek, abartmış mı oluruz? Bir tarafta Ilımlı İslam, Yeni Osmanlıcılık, Fethullah diyerek memleketin elden gittiğini söyleyenler var. Her kesimden insan; soldan, sağdan, ortadan, üstten, alttan… Oysa Türkiye’de din zorunlu ders. Devletin Diyanet İşleri Başkanlığı var. Kuran kursları, İmam Hatip liseleri Türkiye’nin dört bir yanında mevcut. Bu ülke zaten bir “Ilımlı İslam” ülkesi. Fethullah’tan önce de böyleydi. 1920’de, 1950’de, 1980’de ve bugün de… Siz hangi patronun, burjuva politikacının, asker-sivil bürokratın dinle bir sorunu olduğunu gördünüz? Kapitalizm, burjuva devlet din sever! Üstelik de özellikle “ılımlısını”, ağız yakmayanını sever... Açın bakın CHP’ye, TSK’ye, TÜSİAD’a… Diğer tarafta Hükümet de kendini bin yılda bir gelen kurtarıcı sanmakta. Bir bıraksalar Türkiye’yi on yılda dünyanın en büyük on ülkesinden biri yapacak. İnanırsanız Türkçede mucizenin yeni adı AKP. Hoşgörünün kitabını yazdılar. Ekonominin ordinaryüs profesörü oldular. Bütün dünya parmaklarını ısırmaktan kendini alamıyor. “Mevlana’nın torunlarıyız!” diye kükrüyor Erdoğan: “Büyük düşün, sen Türkiye’sin!” diye devam ediyor. İşsiz kalan “tembeller”, işyeri kapanan “beceriksizler”, kredi kartı borcu olan “namussuzlar” keyfini kaçırmıyor. Bakın bu ülkede 6-17 yaş grubunda yaklaşık 16,5 milyon çocuk var. Bu çocukların 1 milyonu çalışıyor. 2,5 milyonu okula gitmiyor (Ekim-Aralık 2006 TÜİK verileri.) Her 100 çocuktan 6’sının çalıştığı, 15’inin okula gidemediği bir ülkede hükümet niye övünür sizce? Ya ağızlarından “Ilımlı İslam” öcüsünü düşürmeyenler, böylesine acımasız bir tabloyu neden hiç ağızlarına almaz? Bu ülkede toplam gelirin %44’4’ünü en zengin %20 alıyor. En fakir %20’lik kesimin payı ise sadece %6,1. Fark tam 7,3 kat (2005 TÜİK verileri.) Her 100 liranın 67 lirasını 40 kişi arasında paylaşıyor. 60 kişiye 33 lira kalıyor. Hükümet sizce hangi mucizeden bahsediyor? Aklını Fethullah ve AKP ile bozan askerin-sivilin gündemine bu sömürü, eşitsizlik neden hiç gelmez?

Bu ülkede, bakanın teki, “Türkiye’nin batısında Rumlar ve birçok bölgesinde de Ermeniler yaşamaya devam etseydi aynı milli devlet olabilir miydik” diye sorabilir. Bu ülkede, Türklüğe hakaret davası bol keseden açılabilir ama Ermeni dölü diyerek küfür edilmesinde bir gariplik bulunmaz. Vicdanlar hesaplaşacak olur kendisi ile özür dilemeye başlarlar, “arkadan hançerleyen hain” ilan edilirler.

Bu ülkede 378 bin aç, 13 milyon yoksul insan var (2007 TÜİK verileri.) Her dört gençten 1’i işsiz. Her 100 çalışandan 43’ünün herhangi bir sosyal güvenliği yok. 3 milyon 273 bin işsiz var. (Kasım-Aralık 2008 – Ocak 2009 TÜİK verileri.) Üstelik bunların hepsi resmi rakamlar. Gerçek rakamlar çok daha fazla. Ama biz daha fazlasının peşinde değiliz. Elimizdeki rakamlar yeterince korkunç! Resmi rakamlara göre bile her 5 kişiden birinin yoksul, her 7 kişiden 1’inin işsiz olduğu bir ülkenin hükümetinin niyeti de, tarafı da, karnesi de ortada: Sıfır! Ya “muhalefet?” Öyle bir şey var mı?

Bu ülkede, “Cumhurbaşkanının kökleri nedir” diye sorulabilir; dahası “ne münasebet, ailem Türk’tür ve Müslüman’dır” şeklinde yanıtlanabilir bu soru… Bu ülkede, Genelkurmay’ın hazırlattığı açığa çıkan ve adına belgesel denebilen ırkçı ve ayrımcı bir propaganda filmi okullarda gösterilebilir. Bu ülkede, Rum ilköğretim okullarında çocuklar, okumak istedikleri şiirlerin Türkçe tercümeleri yetkililere ulaştırılmadığı için, müsamerelerini sergileyemez olurlar. 2007 yılında yayınlanan bir rapora göre 30003500 kişilik Protestan cemaati ancak polis korumasında ibadetini gerçekleştirebilir.

5

kilitlemeyi de başarırlar ayrıca… Çünkü, efendilerinin ağzından çıkakacak olanla düşünebilirler ancak.

Azınlık bırakılmışların hali, ahvali ortadadır bu ülkede. Asli değil, hoş görülmesi gereken süslerdir artık, ancak hadlerini de bilmelidirler…

Bu topraklarda yeşeren ortak bir vicdan vardır aslında, herkes kendi içinde kabul edecek olur bu gerçeği. En azından ahır haline getirilmiş onca kilise gerçektir bu ülkede, mallarına el konulmuş onca vakıf, köklerini yitirmiş onca insan gerçektir.

Ve gariptir bu ülkede 24 Nisan “sözde” bir gündür, ellerinden gelse takvimden silecek olurlar. Tüm tartışmayı, ABD Başkanı’nın 1915’te yaşananlarla ilgili ‘soykırım’ sözcüğünü kullanıp kullanmayacağı noktasında

“Ve hatıram da solarsa, Ah işte ben o zaman ölürüm” diyen Bedros Turyan’ın şiiri özetler bu gerçeği… Unutmayacağız, unutturmayacağız bu ülkede kanayan ortak yaramızı, 1915 felaketini, bu kara suçu…

Düzen, “benim adım kapitalizm!” diyor. 1 milyon çocuk işçiyi sömürüden nasıl kurtaracağız? 2,5 milyon okula gidemeyen çocuğu nasıl okullu yapacağız? Yüz binlerce açın karnını nasıl doyuracak, servetin 3’te 2’sini götürenlere nasıl dur diyeceğiz? Bizim sorunumuz bu! Soykırım: Irk, canlı türü, siyasal görüş, din, sosyal durum ya da başka herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerlerinden ayırt edilebilen bir topluluk veya toplulukların bireylerinin, yok edicilerin çıkarları doğrultusunda önemli sayıda ve düzenli biçimde yok edilmeleridir. (Vikipedi, Özgür Ansiklopedi Tükçe Sayfası, Soykırım Maddesi, 2 Nisan 2009)


6

POLİTİKA

Sandığınızdan fazlası… Oktay Orhun, 28 Mart 2009 Biliyorum, sizler için neredeyse hiçbir anlam ifade etmiyor 375 milyon yıl önce karaya çıkan ilk canlı olan Tikraalik Roseae’nin kafatası fosilinin hâlihazırda bulunmuş olması… Ve biliyorum “ulan, biz maymundan değil, Orta Asya’dan geldik” diyen birçokları için de hiçbir şey çağrıştırmıyor, Charles Darwin’in 200, başyapıtı Türlerin Kökeni’nin 150 yaşına basması… Ve eminim, duymayacaktı “abdest almanın, alyuvarları açtığını” iddia edenler Darwin’in adını bile, eğer TÜBİTAK’taki sansür skandalı açığa çıkmasaydı… TÜBİTAK nedir? Sandığınızdan fazlası… Kadrolaşma savaşının en önemli mevziilerindendir, araştırma ve geliştirme çalışmalarının, kimi teknolojilerin tekelidir. Görevlilerinin 2004’te ‘kazara’ öldüğü bir yer işte, yasal statüsü belirsiz(!) 2003 Kasım’ında Başbakan’a kurum başkanını ve Bilim Kurulu’nun 6 üyesini bir defaya mahsus olmak üzere atama yetkisi veren bir yasanın çıktığını hatırlayanınız var mı? Bunun üzerine atanan bilim kuruluna bir kuyumcunun da girdiğini biliyor musunuz? Peki, Erdoğan’ın TÜBİTAK’ın başına uluslararası yayınlarda yayınlanan bilimsel makalesi 5’i geçmeyen Prof. Dr. Nüket Yetiş’i atadığını; 2004 Nisan’ında kurumda nerdeyse hiç saygın bilim insanının kalmadığını? Evet, en azından Darwin’i kapak yapan Bilim ve Teknik dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Dr. Çiğdem Atakuman’ın sözlü olarak görevden alındığından haberdarız. Çok şükür.

Dünya su forumu susuz bırakıyor! Arjin Balaz, 30 Mart 2009 “Eğer yüzme havuzunuzu doldurmak istiyorsanız, bunun fiyatını ödemelisiniz!” Maude Barlow 3 yılda bir düzenlenen ve Başbakan tarafından “Farklılıkların Suda Yakınlaşması” olarak tanımlanan Dünya Su Forumu (WWF), İstanbul’da Sütlüce Kültür ve Kongre Merkezi’nde yapıldı. Meksika ve Marakeş gibi ülkelerde daha önce düzenlenmiş olan WWF’nin bu sene de üye bileşiminin çoğunluğu suyu piyasalaştıran ticari şirketlerden oluşuyor. Türkiye’den katılan bileşenleri ise baraj ve kanal yapan inşaat firmaları, bankalar, finans örgütleri, hükümet ve kuruluşlarından oluşuyor. Bu forum dünyadaki su sıkıntısına, sınırlarda olan nehirlerdeki su kullanımının denetim altına alınması, Türkiye’nin bu alanlarda “tek taraflı kararlar” vermemesi için ve suyun aşırı kullanımına karşı çözümler bulmaya yönelik olarak toplandı ve birçok konuda çeşitli sözler vererek sonlandı. Peki, varılan çözüm neydi? Gelirini su endüstrisi şirketlerinden sağlayan Fransa merkezli Dünya Su Konseyi tarafından düzenlenen WWF, Türkiye’de suya yatırım yapılması gerektiğini ve bunun için her yolun mubah olduğunu sonucuna vardı. Bunu gerçekleştirmenin bir yolunu da kamu-özel işbirliği olarak koydu. Kamuözel işbirliği bugünkü anlamını neredeyse tamamı taşeronlaşmış İSKİ’de buluyor. Bunun bir anlamı da suya olan ulaşımın (kaynak suları, sulama, enerji vs.) her türlü halka kapatılması en temel insani ihtiyaç olan su-

yun bile bir rant aracı haline gelerek suyun dağıtımı ve kullanımının çeşitli şirketlere satılması demek oluyor. Bu nedenle 2003’teki forumun Meksika’da yapılmasına şaşmamalı, çünkü Dünya Su Konseyi’nin düzenlediği bu forumların önce Latin Amerika gibi yoksul ülkelerde ve sonra da Türkiye’de yapılması suyun özelleştirilme sürecinde bu ülkelerin birer model olarak görüldüğünün bir kanıtı. WWF’nin temel savı dünyada su kaynaklarının kıt olduğu, nüfusun sürekli artmakta olduğu ve insanların bu suyu israf ettiğidir. Bedava ya da düşük ücretli de olsa da su israfının süreceği bu nedenle suyun tasarruflu kılınmasının tek yolunun suyun fiyatla değerlendirilmesi olduğudur. Nedense forumda atılan bu naralar kulağımıza çok tanıdık geliyor. Bu kaynakların kısıtlı olduğu haykırışları kapitalizmin en klasik söylemlerinden biridir. Oysa ne kaynaklar kısıtlıdır ne de aşırı nüfus artışı vardır! Temel sorun bu kaynakların dağıtımında ve kullanımındadır. İşte tam bu esnada metnin üstünde belirttiğim BM Genel Başkanı’nın danışmanı Maude Barlow’ın haykırışları bir anlam ifade etmeye başlıyor. Kısaca bize paranız olduğu takdirde istediğiniz kadar tüketim size serbest fakat eğer yoksulsanız size verildiği kadarıyla yetinmeli ve şükretmelisiniz. Yani zenginin havuzu fakirin bir bardak suyu demek istiyor. Fakat bizler suyun bir avuç kapitalistin malı olduğunu değil, suyun bütün bir doğanın ve insanlığın gereksinimi olduğuna inanıyoruz. Bu nedenle su üzerinden rant elde etme üzerine kurulmuş politikaları reddediyoruz. Bu yüzden: “Su haktır satılamaz!” diyoruz.

Biliyorum, Harun Yahya (Adnan Oktar)’nın bir teorisyen, Yusuf Halaçoğlu’nun da tarihçi olarak görülebildiği bir ülkedir burası. Vikipedi’nin verilerine göre, 2005 yılında gelişmiş ülkeler arasındaki bir çalışmada, “evrimi doğru kabul edenlerin oranı” %27 ile en düşük Türkiye’de. Türkiye’den sonra ise %40 ile ABD yer almakta. Nedense şaşırmıyor insan… Ama inanın, bu ülkede de sandığınızdan fazlası var… Onlarca hatta yüzlerce bilgi kirliliğinin yanında bir şeyleri doğru düzgün aktarmaya çalışan insanlar; aydınlanmak ve aydınlatmak isteyen zihinler var. Yoksulluklarını sorguladıkları kadar, yoksunluklarını da sorgulayan gençler, işçiler var. Bu ülkede bir yarın var. Bilimin tüm halkın hizmetinde, tastamam özgür olacağı, sansürsüz bir yarın…

Kirli siyasetçiler yaşam alanlarımızı da kirletiyor Ümit Yılmaz, 29 Mart 2009 Türkiye yine bir seçimi geride bıraktı. Bu seçimler yerel seçimler olmasına rağmen; burjuva partilerin oy alabilmek için kullandıkları yöntemler genel seçimlerde-

kilerle aynıydı. Düzen partileri, büyük bir rant kapısı olarak gördükleri belediye seçimlerini kazanabilmek için her türlü yöntemi mubah gördüler. Parti başkanları, görevi olmamasına rağmen partisinin belediye başkan adaylarıyla birlikte şehirleri ve ilçeleri dolaşmaktan,

oy dilenmekten geri durmadılar. Meydanlarda, birbirlerinin yolsuzluklarını belgeleriyle ortaya çıkaran adayların sesleri çınladı. Bir seçim telaşıdır almış gitti; mitingler yapıldı, platformlar kuruldu, katılanlara bazen yiyecek içecek dağıtıldı, cadde ve sokaklarımız parti bayrakları, pankartları ve afişleriyle kirletildi. Tüm bunların uygulayıcısı olan bu burjuva partiler bunları yapacak maddi kaynakları nereden temin ediyor dersiniz? Tabii ki yine biz işçi emekçilerin sırtından çaldıkları paralarla. Hiçbir katkıları olmadıkları halde, işçi emekçinin alın teriyle kazandıklarından kesilen vergilerle hazinede biriken bu kaynakları alarak, doğaya ve emeğe aykırı bir tarzda ziyan ettiler. Ama ne yaman bir çelişkidir ki bu, seçimlerden ardından bize kalan yine işsizlik, açlık, gözyaşı ve pislik içindeki yaşam alanlarımız. Zaten gırtlağına kadar pisliğin içine batmış bu burjuva politikacılardan olumlu bir beklentimiz yok. Siyaseti kirletenler sokaklarımızı da kirletiyor. Unutmamalıyız ki; temiz çevre, dürüst siyaset ve her yönüyle yaşanılır bir dünya ancak biz işçi ve emekçilerin ellerinde hayat bulabilir. Bu bilinçle hareket edersek seçimlerde bize çözümsüzlüğü dayatan bu burjuva partileri, yarattıkları bu çöp yığınlarına gömüp yaşanılır bir dünyayı ellerimizle inşa edebiliriz.


KADIN SAYFASI

Savaşsız, sömürüsüz bir dünya için

7

8 Mart 2009

İstanbul mitingleri değerlendirmesi Özüm Tanır, 29 Mart 2009 İstanbul’da 8 Mart aynı yerde, iki farklı mitingle kutlandı. Bu durum 8 Mart’ta alanlarda olmak isteyen kitlenin oldukça kafasını karıştırdı.

Canan Yılmaz, 27 Mart 2009 “Jin Jiyan Azadi (Kadın-Yaşam-Özgürlük)”, “İnadına isyan inadına özgürlük” seslerini def ve davulların ritmine katarak “Dünya’yı değiştirmek için yürüyoruz” dedi 8 Mart’ta sokakları dolduran kadınlar. Pippa Bacca’yı, Güldünya’yı, dinsel, cinsel, ulusal, sınıfsal her çeşit baskının kurbanı olmuş bütün kadınları da aralarına katarak, kapitalist krize karşı iş, aş, kreş, insanca bir yaşam istediler. Dünyanın dört bir yanında sokakları fetheden kadınlar sadece, takvimlerde kadın mücadelesinin simgesi haline gelmiş 8 Mart’ı kutlamak için bir araya gelmediler. Onlar kendilerini ekmeğinden eden patronlarına; benliklerini kocalarına, ağabeylerine emanet eden devlete; hiçbir zaman kendilerinden yana olmayan adalete karşı seslerini duyurmak için bir araya geldiler. Kendi sıkıntıları için yürürken, aynı emperyalist krizin, işsizliğin, çarpık sağlık, eğitim sistemlerinin mağduru olan dünyanın bütün kadınlarıyla birlikte yürüdüler. Dünyanın başka bir ucunda silah ticaretinden döndürdüğü kârlar azalmasın diye Afganistan’a binlerce asker, İsrail’e binlerce silah göndererek çapraz ateşi körükleyen aynı emperyalizme karşı yürüdüler. O gün, Afganistan’da yaşam mücadelesi verenlerle Haiti’de bir avuç pirince muhtaç insanlarla, Kongo’da çatışmalarda ölen çocuklar ve

Filistin’deki bahtsız halkla da buluştular. Bugün, 8 Mart’ta kurduğumuz dayanışmayı, kadın, genç, işçi ayırmadan hepimizi ezen emperyalistlere karşı örgütlü mücadeleye dönüştürmemiz gerekiyor. Kadınlar olarak kurtuluşumuzun, işçi sınıfının önderliğiyle devrilecek kapitalist sistemin bittiği yerde başladığını görmemiz gerekiyor. Demir ökçenin ezdiği erkeğiyle kadınıyla, bütün ezilen halklar ve işgal bölgelerindekilerle birlikte mücadele vermemiz hayati önemde. Kocasının şiddetine karşı sığınacak yeri olmayan bir kadınla, Gazze’de bombalardan kaçacak yeri olmayan bir sürü sivilin umudu bizlerin mücadelesinde birleşiyor. Sağlık sigortası, parası olmadığı için ölüme terk edilen hastalarla, onlarca silahın aksine tıbbi malzemelerin ulaşamadığı savaş bölgelerinde ölmeyi bekleyenlerin yaşam mücadelesi bizlerin sesinde eklemleniyor. Bu nedenle Filistinlilerin özgürlük umuduyla, Kürtlerin haklı mücadelesini birleştirebilmek için uluslararası emeğin günü olan 1 Mayıs’ta da sesimizi duyurmamız gerekiyor. Kadın olarak mücadelemiz ne Filistin’den ne Pakistan’dan bağımsızdır ve kurtuluşumuz emperyalistkapitalist sistemin yeryüzünden silinmesiyle mümkündür. Her günü 8 Mart kılabilmek, savaştan kâr edenlere dur diyebilmek için 1 Mayıs’ta sınıf mücadelesinin saflarına!

8 Mart Pazar günü “8 Mart Kadın Platformu” tarafından gerçekleştirilen ilk eylem saat 11’de toplanmaya başladı. Saat on üç gibi Kadıköy İskelesi’ne varan yaklaşık on bin kadın, sloganlarla kadına yönelik tüm baskılara, şiddete, tecavüzlere, namus kavramına ve savaşlara karşı haykırdı. Sendikalar, kadın grupları, devrimci gruplar, siyasi partiler ile Atv-Sabah, Desa ve Sinter gibi direnişteki işyerlerindeki kadınlar baskılara hayır dedi. Oldukça coşkulu geçen mitingin başlıca sloganlarını; “Kadınlara Yönelik Şiddete Hayır”, “Kimsenin Namusu Olmayacağız”, “Cinsel, Ulusal, Sınıfsal Sömürüye Son”, “SSGSS Yasası İptal Edilsin”, “Krizin Bedeli Patronlara”, “Söyleyecek Sözümüz, Değiştirecek Gücümüz Var” olarak sayabiliriz. Yaklaşık saat on beş gibi biten ilk mitingin ardından, yine Kadıköy’de devrimci çevrelerce gerçekleştirilen kadın-erkek karma mitingi gerçekleştirildi. Kadınlara söz ve sorumluluk vermeyen bir görüntüyle, kortej ve slogan sorumlularının bile erkeklerin olduğu, hatta bazı kortejlerde çok az kadın görünen mitingde erkek egemenlik hâkimdi. Kadın sorununun çözümüne yönelik sloganlardan çok, grupların kendi gündemlerini ifade eden sloganların atıldığı miting yaklaşık beş bin kişinin katılımıyla gerçekleştirildi. Neden iki farklı miting? Bu tartışma, 8 Mart’ın kadın örgütleriyle devrimci çevreler arasındaki yöntemsel ve politik ayrışmalarından kaynaklanıyor. Bir yanda kadın sorununu sınıf temelinden ayrıştıran feminist gruplarla sorun, erkek egemenliğine indirgeniyor; diğer yanda kadınlar yerine mücadele eden devrimci çevrelerle kadınların mücadeledeki önderlik vasfı bertaraf ediliyor. 8 Mart, kadınların birlik ve mücadele günüdür. Mücadele devam etse de uzun bir süredir birlik sağlanamıyor. Fakat şunu unutmamak gerekiyor ki gücümüz birliğimizden geliyor! Kadın sorunu sınıf sorunuyla göbekten bağlıdır. Cinsiyet ayrımcılığına karşı verilecek mücadele ancak sınıf mücadelesiyle birleşerek nihai zaferine ulaşabilir.

Ne yanlış, ne yalnızız! Yaşasın örgütlü mücadelemiz! Rukiye B. (28 Mart 2009)

Bugün Türkiye’de insan olarak bile görünmeyen lezbiyen, gay, transseksüel (kendisini karşı cinse ait, benzer hisseden kişilere verilen ad) arkadaşlarımız, onlara yapılan insanlık dışı davranışlar sonunda haklı mücadelelerini sürdürmek için örgütlenmeye başladılar. Fakat eşcinsel ve transseksüellere karşı şiddet durmak bilmiyor. İstanbul’da seks işçiliğini bırakıp, gösteri yapan ve midye satarak geçimini sağlamaya çalışan Esmeray polis tarafından dövülüyor. Yine benzer şekilde 15 Temmuz 2008’de tabanca ile öldürülen gay Ahmet Yıldız, 12 Kasım’da Ankara’da pompalı tüfekle öldürülen transseksüel Dilek İnce cinayetleri ile ilgili hiçbir şey yapılmadı... Ahmet’in, Dilek’in acısı hâlen tazeyken 10 Mart’ta İstanbul’da yine bir transseksüel, Ebru, boğazı kesilerek öldürüldü. Bursa’da, Edirne’de, Eskişehir’de de buna benzer olaylar yaşanıyor. Toplumun kendilerine dayattığı rolün, seks işçiliğinin dışına çıkan ve sadece oldukları gibi kabul edilmek isteyen eşcinsel ve transseksüel arkadaşlarımızın, kendilerini dışlayan sisteme karşı çıkardıkları sese biz de sesimizi katıyoruz ve tekrar ediyoruz: “Travesti ve transseksüel cinayetleri politiktir! Ölmek değil, farklılığımızla yaşamak istiyoruz!”

OKUR MEKTUBU etkinlikten izlenimler

1 Mart günü İşçi Cephesi okurları olarak “kadın”ı konuşmak için toplandık. Toplumda sadece anne, bacı olarak algılananı değil, başlı başına kadını konuşmak için… Kadınlarımızın hâlen 2. sınıf insan gibi görülmeleri, çoğu bireyi olduğu gibi beni de çok üzüyor. Yuvayı dişi kuş yapar, evi kadın temizler ve düzenler, çocukları kadın büyütür, kocasını memnun etmek için her şeyi yapmalıdır kadın...En kötüsü sadece kadın olduğumuz için sorumluyuz bunlardan. İşte bize verilen bu sorumlulukların ne denli ağır olduğunu tartışmak, içimizdekileri paylaşabilmek için bir araya geldik. İlk olarak sözü bir geometri öğretmeni aldı. Karşılaştığı zorluklardan bahsetti. Bir kadının bir erkekten daha akıllı olamayacağını düşünen insanlar çevrelemişti onu işyerinde. Düşünebiliyor musunuz? Geometri gibi zor bir dersin üstesinden bir kadının gelemeyeceği düşünülüyordu. Kadının temizlikten, yemek pişirmekten daha fazlasına sahip olduğu kabullenilemiyordu. Diğer bir arkadaşımız, erkeğin cinsel dürtüsünün sonucunda maruz kaldığı zor anlardan bahsetti. Bunun örnekleri o kadar fazla ki… Dertleştik. Birbirimizi daha iyi anladık. Çok samimi bir ortamdı demiştim ya, belki de bunu sağlayan etmenlerden biri de bizleri dinleyip anlamaya çalışan karşı cins arkadaşlarımızın varlığıydı. Kadın direnişinde birlikte olduğumuzu görmek ve hissetmek beni derinden etkiledi. Yalnız olmadığımızı, omuz omuza olduğumuzu görmek 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar gününün amacına uygun olarak kutlanacağı günlerin pek de uzak olmadığının habercisiydi.


8

ARKA PLAN

Krizin etkileri yoksulluğum Dünya genelinde artmakta olan işsizlik, bizim yaşadığımız topraklardaki işsizlik tehdidinin ne boyutlara ulaşabileceğini de gösteriyor. Sonuç olarak dünya genelinde artan işsizlik bizlere, işsizliğe ve krize karşı olan mücadelenin tüm dünya işçi sınıfının mücadelesi olduğunu gösteriyor Sedat D., 27 Mart 2009 Devletin resmi verilerine göre Türkiye’de işsizlerin sayısı 3 milyon 247 bin’e ulaştı. Bu sayı yüzde 13,6’mızın işsiz olduğu anlamına geliyor. Bazı iktisatçılara göre ise, gerçek işsizlik yüzde 20’nin üzerinde. Ancak bu iktisatçılar yanılıyor olsalar bile, açıklanan resmi oran dahi, Türkiye tarihi boyunca işsizliğin ulaştığı en yüksek seviyeye tekabül ediyor. Krizin etkilerinin görülmeye başlandığından beri, patronların krize karşı başvurdukları bir numaralı çare işten çıkarmalardı. Kriz içerisinde işsizliğin artışını seyrettiğimizde de haklı olduğumuzu görebiliyoruz. Yine resmi verilere göre 2008 Ağustos’unda işsizlik oranı yüzde 10,3 iken, oran Kasım ayında 12,3’e çıktı, bugün ise söylediğimiz üzere yüzde 13,6’ya ulaştı. Görünen o ki, patronlar krize karşı tercih ettikleri bir numaralı önlemi kararlılıkla uygulamışlar. İşin kötüsü şu ki, uygulamaktan vazgeçeceğe de benzemiyorlar.

Başbakan bir konuda haklı; işsizliği konuşuyoruz, çünkü işsizlik tehlikesi gözümüzün önünde büyüyor ve biz işsiz kalmak istemiyoruz. Bu yüzden de 1 Mayıs gününün de işsizliğe ve yoksulluğa karşı bir mücadele günü olmasını istiyoruz. Ancak başbakanın söylediğinin aksine; biz onun bahsettiği tüm verilerden, yani dünyadaki artan işsizlikten ve birilerinin bizden de kötü durumda olmasından rahatsız oluyoruz. Çünkü işsizlik tehdidinin gittikçe arttığını ve azalma eğiliminde bile olmadığını görüyoruz. Çünkü diğer ülkelerdeki artan işsizlik bizim halimize şükretmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Şurası açıktır ki, dünyanın herhangi bir yerindeki sınıfdaşımızın işsiz kalması hiçbir şekilde bizim çıkarımıza değildir. Çünkü biz biliyoruz ki, dünya genelinde artmakta olan işsizlik, bizim yaşadığımız topraklardaki işsizlik tehdidinin ne boyutlara ulaşabileceğini de gösteriyor. Sonuç olarak dünya genelinde artan işsizlik bizlere, işsizliğe ve krize karşı olan mücadelenin tüm dünya işçi sınıfının mücadelesi olduğunu gösteriyor.

Artan işsizliğe ve

1 May

acil taleplerim

Acil Talep

1 Mayıs, krize ve yoksulluğa karşı İşçi Seçeneği’nin yarat Başka hiçbir gün bu kadar anlamlı olamaz. 1 Mayıs gü

İşten Çıkarmala

Ücret dondurmaları, Ücretsiz İzi Uygulamaları

Aynı konuşmasında başbakan bir başka meselenin daha üzerine gitti. İşyeri kapatmalarının da işini bilmeyen birkaç kişinin hatası olduğunu söyledi. Bunun böy-

İşsizlik Fonu İş

Rekor düzeydeki işsizlik hükümet için normal kabul edilirken, kriz hâlâ psikolojik olarak nitelendirilebiliyor

6 Saat 4 Vardiya,

Tablo sadece Türkiye’de bu şekilde değil. Avrupa’daki sınıfdaşlarımız da, işsizlik belasıyla boğuşuyor-

lar. Fransa’da işsiz sayısı 3 milyon 400 bin’i buluyor. İspanya’da işsiz sayısı 4 milyon ve işsizlik seviyesinin dünya genelinde en yüksek olduğu ikinci ülke. Amerika’da ise işsizlik son 25 yılın en yüksek seviyelerinde ve en iyimser tahminlere göre ülke ekonomisi 2010’a kadar küçülmeye devam edecek, yani işsizlik artacak. Bu tablo bize gösteriyor ki; dünya patronları krizin tüm faturasını dünya işçi ve emekçilerin sırtına yıkmakta kararlı ve bu konuda epeyce yol almış durumdalar. İşsizlik dünya çapında artıyor • Tüm dünyadaki artan işsizlik başbakan Erdoğan’a göre bizi örnek ülke haline getiriyor! Başbakan Bolu’daki seçim mitinginde Türkiye’deki işsizliğe dair şu değerli(!) saptamalarda bulundu: “Kalkıp kalkıp işsizliği konuşuyorlar. Geçen hafta Amerika’da bir ekonomi dergisi kapak yapmış, işsizlik krizi. İspanya’da işsizlik yüzde 15’in üzerinde. Amerika’da yüzde 8.1. Avrupa ortalaması yüzde 5’in üzerinde. Bizde yüzde 13. Niye bu kadar rahatsız oluyorsun?”

le olmadığını bilmek için âlim olmaya gerek yok. Bugüne kadar işini gayet iyi bilen büyük pek çok şirketin kriz karşısında batması bunun en iyi göstergesidir. Bunun yanı sıra, bazı büyük şirketlerin, krize karşı önlem almak adına tensikatlara (yani toplu işten çıkarmalara) başvurması esasında patronların işlerini ne kadar da iyi bildiklerini ve de krizin tüm yükünün işçilere yıkıldığını gösteriyor.

Kapatılmış Çalışanlarının Kontrol

Kriz derinleşiyor saldırılar sürüyor • Rekor düzeydeki işsizlik hükümet için normal kabul edilirken, kriz hâlâ psikolojik olarak nitelendirilebiliyor. Seçim dönemi jesti olarak hükümet yeni konut satışlarında yüzde 18 olan KDV’yi yüzde 8’e; otomotiv sektöründe ise, yüzde 6 olan Özel Tüketim Vergisi’ni (ÖTV) yüzde 1’e indirdi ve buna benzer bir dizi uygulamayı daha başlattı. Bunun ardından da otomobil satışlarındaki artışlar işaret edilerek, “Görüyorsunuz, milletin alım gücü var. Bizdeki kriz sadece psikolojik.” imasında bulunuldu. Hâlbuki gerçek bunun tam tersini söylemeye devam ediyor.

Taşeronlaştır Belediye İşsizlere ve Mez İş Olanağı

Biz iş garantisi istiyoruz. Çalışanlar olarak çalışmaya devam etmek, işten çıkarılmışlar ve işsizler olarak işlerimize dönmek, öğrenciler olarak da, mezun olduğumuzda iş bulabilmek istiyoruz. Öğrencilerin de, işçilerle omuz omuza taleplerini haykırmaları gerekiyor

Eşdeğer işe

Temel İhtiyaç Maddelerin

Dış Borçlar L

Örgütlenmenin Önündeki T

Her İşyerine B


ARKA PLAN

9

i d e r i n l e ş i y o r, muz artıyor! yoksulluğa karşı

yıs’ta

mizi haykıralım!

plerimiz

tılması için en önemli adımların atıldığı gün olmalıdır. ünü şu acil taleplerimizi omuz omuza haykırmalıyız:

ar yasaklansın!

inler ve Kısa Çalışma Ödeneği Kaldırılsın!

şçilere Açılsın!

, İşsizliğe Son!

ş İş Yerleri lünde Tekrar Açılsın! eşit ücret!

rmaya Son! zun Olacak Öğrencilere Sağlasın!

nin Fiyatı Dondurulsun!

Lağvedilsin!

Tüm Engeller Kaldırılsın!

Bir Sendika!

Kriz bizlere faturasını sadece işten çıkarmaları ile ödetmiyor. Dondurulan maaşlar, ücretsiz izinler, maaş kesintileri ve pirim kesintilerinin yanı sıra, işsiz bırakılma tehdidi ile daha çok çalıştırılmamız, ya da bahsettiğimiz “kısa çalışma ödenmeği” gibi uygulamalar ile üzerimizdeki baskılar gün geçtikçe artıyor Biz iş garantisi istiyoruz. Çalışanlar olarak çalışmaya devam etmek, işten çıkarılmışlar ve işsizler olarak işlerimize dönmek, öğrenciler olarak da, mezun olduğumuzda iş bulabilmek istiyoruz. Peki, bu son veriler, yani vergi indiriminin ardından özellikle otomotiv sektöründe artan satışlar, bize neyi ifade ediyor? Tek başına hiçbir şeyi. Ancak başka bilgiler ile birleştirildiğinde de, bir felaketi! Şöyle ki: Dünyanın en büyük otomotiv devleri satış garantisi olmadığı için üretimlerini yüzde 60’lara varacak bir biçimde küçülttüler. Türkiye’de ise durum hiç de farklı olmadı. Türkiye’de toplam otomobil üretimi yüzde 55,8 düştü. Son yapılan satışlarla patronlar ellerindeki stokları tüketmeye çalışıyorlar, ama satışların üretimi canlandıran bir yönü olmadı. Yani hükümet sadece patronları garanti altına aldı. Bu önlemin işçilerin lehine olmadığı şuradan anlaşılabilir ki, Türkiye’de otomotiv devlerinden bazıları, haftalık çalışma günlerini azaltan “kısa çalışma ödeneği” uygulaması için, ÖTV indiriminin hemen ardından başvuruda bulundular. Stoklarının düzeyi ne olursa olsun, adı geçen sektörler küçülmeye devam ediyor. Küçülen sektör ise, büyüyen işsizlik ve artan saldırı demek. 1 Mayıs krize karşı kitlesel mücadele günümüz olsun! • İşsizlik tehdidinin ve emeğe saldırıların arttığı bir dönemde 1 Mayıs’a giriyoruz. 1 Mayıs işçi sınıfının, tüm dünyadaki birlik, dayanışma ve mücadele günüdür. Bu yüzden bu gün içerisinde acil ihtiyaçlarımızı dile getiren kitlesel bir 1 Mayıs mitingine girmek, krize karşı tek gerçekçi seçeneği, yani İşçi Seçeneği’ni oluşturabilmek için bizlere çok önemli bir olanak sunuyor. Hâlihazırda çalışmaya devam edenlerimizin iş garantisi yok. Ayrıca kriz bizlere faturasını sadece işten çıkarmaları ile ödetmiyor. Dondurulan maaşlar, ücretsiz izinler, maaş kesintileri ve pirim kesintilerinin yanı sıra, işsiz bırakılma tehdidi ile daha çok çalıştırılmamız, ya da bahsettiğimiz “kısa çalışma ödenmeği” gibi uygula-

malar ile üzerimizdeki baskılar gün geçtikçe artıyor ve ekmeğimiz küçülüyor. İşte bu yüzden, şimdiden kendi iş yerimizdeki arkadaşlarımız ile bize yönelen tüm saldırılara ve yaklaşan diğer felaketlere karşı 1 Mayıs mitingine hep beraber katılabilmemizi sağlayacak çalışmaları başlatmamız gerekir. Böylesi bir çalışma iş yerlerindeki işyeri komiteleşmesi çalışmalarımızı da ileri götürecek, bir İşçi Seçeneği yaratmamıza katkı sunacaktır. 1 Mayıs tam da bunları dile getirmemizin ve ilerletmemizin günüdür. İşsiz olanlarımız için bu 1 Mayıs’ın anlamı çok büyük. İş ve ekmek taleplerimizi dile getirmek, çalışan arkadaşlarımızın da mücadelelerinden destek alabilmek için; çevremizdeki diğer işsizleri ya da, eski iş yerimizdeki işçileri seferber edip, İşçi Seçeneği çalışmalarına katılmamız gerekir. Aksi durumda, çalışmak istediğimiz işi bize patronlar sunmuyor. Aksine o işi kapatıyorlar. Kapanmış iş yerlerini bugün ancak bir İşçi Seçeneği’nin varlığı açtırabilir. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü henüz geride bıraktık. Anlıyoruz ki, kriz en çok kadınları vuruyor. İşten çıkarmalar kadınlar ile başlıyor. İşten çıkarılan kadınların ev içerisindeki koşulları gittikçe ağırlaşıyor. En düşük ücretler ile çalışmak zorunda kalanlar yine kadınlar... Bunun için, kadın emekçilerin bu 1 Mayıs günü için yürütecekleri çalışma iki kat önemli hale gelmektedir. Öğrenciler; onların ise işsizliğin arttığı bu koşullar altında mezun olduklarında iş bulma garantileri yok. Diplomalı işsizlik boğucu bir hastalık gibi. Öğrencilerin de, karanlık gelecekten kurtulabilmeleri için, 1 Mayıs’ta işçi emekçiler ile beraber alanlara girmeleri ve omuz omuza taleplerini haykırmaları, İşçi Seçeneği’nin içerisinde yer almaları yeri doldurulamayacak bir öneme sahiptir.


10

ULUSAL SORUN

29 Mart: Şapkadan tavşan çıkmadı

Bu topraklarda Kürt sorunu, özünde, rejimin niteliğine dair bir sorundur: Baskı ve inkârdır; kimliksizleştirmedir, dilsizleştirmedir. Bunu başaramadığı noktada ise imhadır; başka bir ifadeyle kimlikleri bedensiz bırakma politikasıdır. Bu seçimler tam da bu politikaları yeniden mahkûm etmiştir Cemre Sava, 1 Nisan 2009

Bir yerel seçimleri daha geride bıraktık. Elbette, sonuçları üzerinden farklı değerlendirmeler yapılabilir, çeşitli olasılıklar sunulabilir. Ancak, seçim öncesi süreçle birlikte okuduğumuzda Kürt sorunu ekseninde vurgulanması gereken kuşkusuz DTP’nin başarısıdır. DTP bu seçimlerde, 2004 yerel seçimlerine göre oylarını arttırmış, 58 belediye başkanlığını almış, Batman, Diyarbakır, Şırnak, Iğdır, Hakkâri, Tunceli illerine ilaveten Van, Siirt gibi iki ilin başkanlığını daha kazanırken, aynı zamanda, AKP’nin almak için büyük çaba gösterdiği Diyarbakır’daki başkanlık yarışında oylarını yüzde 65’in üzerine çıkarmıştır. Öte yandan bu başarı, AKP’nin ve Kürt-düşmanı politikaların uygulanması noktasında aradaki nifakı unutup AKP’nin en büyük destekçisi olan devletin sayısız yöntem ve savlarına rağmen elde edilmiş bir başarıdır ve bu yüzden çok daha fazla önemlidir. Çünkü bu başarı bir kez daha, Kürt halkının siyasi iradesini DTP’den yana koyduğunun göstergesidir. Çözümün, DTP ve PKK’nin muhatap alınması yolu ile gerçekleşebileceğine duyduğu inancın ifadesidir. Kürt halkının yaşadığı –ona yaşatılan- sorunların adını doğru koyabilmenin öneminin kanıtıdır... Bu topraklarda Kürt sorunu, özünde, rejimin niteliğine dair bir sorundur: Baskı ve inkârdır; kimliksizleştirmedir, dilsizleştirmedir. Bunu başaramadığı noktada ise imhadır; başka bir ifadeyle kimlikleri bedensiz bırakma politikasıdır. Bu seçimler tam da bu politikaları ve bu politikalardan beslenen rejimi yeniden mahkûm etmiştir. Başarı, Kürt sorununun başta bir kimlik sorunu olduğunun ve ulusal soruna içkin olanın, kimliksizleştirmeye karşı bir siyaseti duyarlı kıldığının bir dışavurumudur. Kürtler, düzen partileri tarafından kimlik siyaseti yapmakla ‘suçlanan’ DTP’yi tam da bu nedenle seçmiş, kimliklerini ve bu kimliğe sahip çıkmak için yıllardır

Kürt halkının kazanımlarını, uluslararası politik atmosferin de uygunluğu içinde kendine mâl etmeye ve daha da önemlisi kendi tekeline almaya çalışan iktidara önce beni tanı, kimliğimi ve taleplerimi tanı, benim seçtiklerimi ve beni temsil edenleri tanı demiştir verdikleri mücadeleyi yok sayan ancak seçim dönemlerinde çeşitli yardımlarla göz boyamaya çalışanlara ya da ikircikli politikalarla Kürt halkının kazanımlarını, uluslararası politik atmosferin de uygunluğu içinde kendine mâl etmeye ve daha da önemlisi kendi tekeline almaya çalışan iktidara önce beni tanı, kimliğimi ve taleplerimi tanı, benim seçtiklerimi ve beni temsil edenleri tanı demiştir.

Şıracının şahidi asitçi Salih Şimşek, 27 Mart 2009 Türkiye’nin karanlık on yıllarını kapsayacak biçimde genişleyen Ergenekon davası artık öyle bir noktaya geldi ki “hükümetin bir oyunudur” diyerek göz ardı etmek artık saflıktan ziyade bir art niyet olur. Geçen ay Ergenekon davası kapsamında kazılan Şırnak’a bağlı Silopi’de birbiri ardına insan iskeletlerinden saçlarına, yanık elbiselerine ve domuz bağı biçiminde düğümlenmiş iplere kadar pek çok şey bulundu. Yine Ocak ayında Hatay’da ve Ankara’da benzeri kazılar yapılmıştı. Özellikle Ankara’da seri numaraları silinmiş 2 lav silahı ve el bombasının yanında bolca mühimmat çıkmıştı. Hatırlarsanız 2008’in Aralık ayında da Mardin’de ağzı betonla kapatılmış bir kuyuda iki iskelet... Biraz daha geriye gidersek 2004’te Silopi-Cizre yolunda bir kuyuda üç iskelet... Örnekleri daha da artırmaya gerek var mı? Yerin altı silah ve ceset dolu. Öyle vakalar var ki, öldürülmemek için Türk olmak veya Kore’de gazi olmak bile yetmiyor. Bölücü denilip Kürt olduğuna hükmedildikten sonrası ise teferruat. Gün gelip de hesabı sorulduğunda nasıl olsa koruyacak bir ‘ağabey’ bulunur. Suçları artık kör

parmağım gözüne olan devlet erbabının bir kısmı hâlâ ‘görevini’ icra ediyor. O zaman tam bir adaleti kim sağlayacak? Şıracının şahidi asitçi.

Kurt kuyusunun korkusu kuyu anası • Sözlüğü açıp kuyuyla ilgili deyimlere ve birleşik sözlere bir bakın. Onlarca deyim ve söz var. Mesela Kurt kuyusu: Dibine ucu sivri bir kazık çakılmış ve koni biçiminde kazılmış, tuzak olarak kullanılan derin çukur. İnsanların işkence görüp yakıldıktan sonra atıldığı, ağızları betonla kapatılan asit kuyularına benzemiyor mu? Yine mesela Kuyu anası: Öcü, umacı. Bu neye benziyor? Pek çok mecaz anlam yaratılabilir. Belki de uyanmasından korkulan, bu yüzden de burjuvazi tarafından öcü bellenen, ezilen ve üreten bir sınıf, işçi sınıfı... Bunlara benzer nice deyim tıpkı ‘asit kuyuları’ gibi geçmişimiz e ışık tutuyor; hepsi ısrarla araştırılıp gün ışığına çıkarılmazsa unutulup gidecek, beraberinde geleceğimizi de karanlık sayfalara gömecek. Bu dava hem rejimi hem de rejimin Kürt halkı üzerindeki baskı, inkâr ve imha yöntemlerini ifşa ederken bir yandan da şunu açıkça ortaya koymakta: bu davanın muhatabı yılardır sistematik bir şekilde ezilen ve yok sayılan Kürtler ve demokratik kazanımlardan, emeğin

Bu uyarı, önümüzdeki günlerde gerçekleşecek Erbil (Kürt) Konferansı’nın fiziki bileşenlerini etkileyecek midir birlikte göreceğiz; ancak sonuç, düzen içinde çözüm arayanların bile düzeni yeniden resmetmesini gerektirecektir, bu açık. Ve çözümden kastedilen yine bir çözümsüzlük değilse, elbette bu resim, Kürt halkının iradesinin seçim haritasındaki yansımasını içerecektir, içermelidir.

kurtuluşundan yana olan tüm işçilerdir, emekçilerdir, her gün uyanmasından korkulan kuyu anasıdır: Kuyularda yapılan eziyete şahit olan, üreten, dünyayı elleriyle var eden bir ana, ama aynı zamanda derin bir uykuda. Burjuvazinin ve onun uşağı kuyu kazıcıların korkusu kuyu anası artık uyanmalı! Bu dava buna bağlı.


GENÇLİK

11

Çalışma hakkımız işçilerle gelecek! Ekonomik kriz işçi ve emekçileri vurduğu gibi öğrencileri de vuruyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun açıkladığı verilere göre 2008 yılında gençlerde işsizlik %25’e çıktı. Bu rakam kentte %27’ye çıkıyor. TC tarihinde karşılaşılan en yüksek rakamlar bunlar. Artık bugün liseden veya üniversiteden mezun olan bir insanın iş bulması hayal Doğan Koca, 26 Mart 2009 Üniversiteler istihdam edilemeyen öğrencilerin sistem içinde eritilmesinden başka bir işe yaramıyor. Aldığımız eğitim burjuva sınıfının çıkarlarını yeniden üretebilmelerinin gerekleriyle gölgeleniyor. Kapitalistler bilimi kârlarını en yüksek seviyeye çıkarmaya yarayacak şekilde örgütlüyorlar. Üniversiteler şirketlerin tutsağı. Üniversite, devlet yeterli miktarda ödenek ayırmadığı için şirketlere projeler üretmek durumunda kalıyor. Sponsorluklar yoluyla üniversiteler kapitalistlerin ar-ge departmanlarına dönüşüyor. Zorlaştırılmış müfredatlara, asker-polis rejiminin üniversite içindeki baskılarına, burjuva biliminin ve üniversitesinin saçmalıklarına göğüs gererek senelerimizi harcadıktan sonra krizle birlikte daha yakıcı hale gelen bir sürpriz (!) bekliyor bizi: İŞSİZLİK. En iyi ihtimalle aldığımız eğitimle alakası olmayan iş kollarında vasıfsız eleman olarak iş buluyoruz. Geçen aylarda Zonguldak’taki madenlerde çalışmak üzere üniversite mezunu 3000 kişi sınava tabi tutulmuştu. Etrafımız bunun gibi örneklerle dolu. Tabii bu durumdan faydalanan yine patronlar oluyor. Hem eğitim gördüğümüz süre içerisinde kâr elde ediyor (dershanesinden tutun kırtasiye masrafına kadar), hem de mezun olduğumuzda yedek işgücü ordusuna dâhil olmamızla işçi ücretlerini dengeleyebiliyorlar. Yaşanan en ufak bir marazada işçiyi dışarıdaki işsiz ordusunu göstererek korkutuyorlar. İsteyen herkese üniversite eğitimi talep ediyoruz. Devlet tüm giderlerimizi karşılasın. Özel üniversiteler kamulaştırılsın! Devlet üniversitelerinin özel şirketlerle işbirlikleri iptal edilsin. Üniversitelere yeterli ödenek! Burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden bilimi ve eğitimi istemiyoruz! İşsizlik; üretim üretenlerin yararına örgütlendiğinde sona erecek. Üniversite ve bilim emekçilerin yararına tekrar yapılandırılsın. Her mezuna iş garantisi!

İsteyen herkese üniversite eğitimi talep ediyoruz. Devlet tüm giderlerimizi karşılasın. Özel üniversiteler kamulaştırılsın! Devlet üniversitelerinin özel şirketlerle işbirlikleri iptal edilsin. Üniversitelere yeterli ödenek! Burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden bilimi ve eğitimi istemiyoruz! İşsizlik; üretim üretenlerin yararına örgütlendiğinde sona erecek. Üniversite ve bilim emekçilerin yararına tekrar yapılandırılsın. Her mezuna iş garantisi!

OKUR MEKTUBU

Türlerin Kökeni 1859 Baskısı Kapak Fotoğrafı

Bugün kriz nedeniyle binlerce konut boş dururken devlet yurtlarında insanlar 8 hatta 10 kişi aynı odayı paylaşmak zorunda bırakılıyorlar. Ben İstanbul’da devlet yurdunda kalan bir öğrenciyim. Yaşadığım yurtta sağlık, eğitim ve sosyal hayat açısından hiçbir şey uygun değil. Etnik ayrımcılık çok fazla, insanlara doğduğu yere göre muamele yapılıyor. Kürt olan çoğu kişi baskı ve tehditle yurttan uzaklaştırılıyor, yurda bomba göndereceği gerekçesiyle arkadaşlıklarımız denetleniyor! İnternette Kürt ve işçi kelimeleri geçen bütün internet siteleri yasaklı. Normalde 103 kişi 3 banyo kullanmamız gerekirken(!) çoğu zaman 206 kişi banyoların bozuk olmasından dolayı 1-2 banyo kullanıyoruz. Tuvaletler sadece sabah temizleniyor; birçok kişi mikrobik nedenlerden hastalanıyor. Yemekleri ucuza getirmek için malzemeleri çok kalitesiz kullanıyorlar. Çoğumuzun hep midesi ve bağırsakları bozuluyor. Sinirsel gerilimler çok fazla oluyor çünkü çok farklı kültürlere sahip insanlar asla yeterli olmayan alanları paylaşmaya zorlanıyorlar. Yurtdışından gelen arkadaşlara pislik muamelesi yapılıyor, en kötü yerler veriliyor. Kız ve erkek yurtlarında giriş saatleri farklı; kızlar sevgilileriyle görüldüğünde farklı muameleler yapılıyor. Kız yurtlarında geceleri erkekler tarafından sözlü tacizler oluyor. Hatta geçen yıllarda bir yurtta yabancı kızların fuhuşa zorlandığı biliniyor. Tablo daha iç karartıcı fakat anlatmakla olmaz. İnsanca yaşam koşularında öğrencilere ücretsiz barınma hakkı!


12

İŞ YERLERİNDEN LOJİSTİK

METAL

PETRO-KİMYA

Düzen partilerine oy yok?

Krizi fırsata çevirenler...

Kriz psikolojik değildir...

Arkadaşlar bu yazımda neden düzen partilerine oy vermememiz gerektiğini çalıştığım işyerinde gördüğüm deneyimle anlatacağım.

Son aylarda en çok duyduğumuz kelime kriz. Özellikle patronlar bu kelimeyi bir koz olarak kullandıklarından dolayı dillerinden hiç düşmüyor. Kapitalizmin bitmek bilmeyen kâr hırsından doğan bu ekonomik kriz, sonuçları bakımından ikiye ayrılıyor. Çünkü krizin iki anlamı var, tehlike ve fırsat. Birinci anlamı yani tehlike, biz işçi emekçiler için geçerli bir kavram.

İşten çıkarmalar ve artan sömürü gerçektir!

İşyerinde iki yıldır zam alamadık, toplantılar itirazlarımız fayda etmedi ve her defasında patron bizlere kâr edemediğini söyleyip kapıyı gösterdi, şimdi ise maaşlarımızı 1 ay geciktirmeye başladı bu yüzden işçilerin hepsi borç içerisinde. Patronun karısı aynı zaman da şirketin genel müdürlüğünü yapan kadın patron, bu yerel seçimde bir düzen partisinden belediye başkan adayı oldu ve bundan sonra seçim çalışmalarına başladı ve kendisini göremez olduk, şirketin 2 servis aracı parti amblemiyle kaplandı ve servis işlerini yapan 2 şoför arkadaş bu araçlarla bölgeyi dolaşmak için görevlendirildi. Sonraları konuştuğumuzda anlatan arkadaşlar, patronun seçim irtibat bürosu kalabalık gözüksün diye, afiş ve bayrakları asmaları için işçilerden de 5-10 kişi götürmüş ve parti işleri için kullanmış. Söylenenlere göre aday olmak için afiş, bayrak, el ilanları, araçların kaplanması, vs ve aday olmak için partiye yaptığı yardımla beraber 1,5 milyon TL eski parayla bir buçuk trilyona yakın para harcamış. İşçilerinin maaşlarına zam yapmayan, ücretlerini geciktiren patron, konu kendi çıkarları olunca siyasette dahi paraları saçmaktan geri durmuyor, işçilerin siyaset yapmalarını istemiyorlar, her türlü örgütlülüğe karşı duruyorlar ama sıra kendi siyasi emelleri olunca işçileri kullanıyorlar. Öyle görünüyor ki diğer düzen partilerinde de işler böyle yürüyor, zenginler, parası olanlar seçime katılıyorlar halk da onları seçiyor, parası olamayanın siyaset yapmak imkânı yok mu? Bu deneyimden dolayı düzen partilerine oy vermemek gerekli.

Bu koşullarda işten çıkarılan, ücretleri düşürülen, zam alamayan açlıkla baş başa bırakılan bizleriz. İkinci anlamı ise patronlar için geçerli bir kavram. Patronlar ekonomik krizi bahane ederek, bizlere karşı bu tip uygulamalarla, kârlarına kâr katıyorlar. Aynı durum şu an bizim fabrikada yaşanıyor. Patron kriz var diye sızlanıp duruyor, işler kötü gidiyor, sipariş alamıyoruz diyerek zam vermedi. Ama buzdağının görünen yüzü hiç de öyle değil. Çünkü neredeyse hiç mesaiye kalmayan biz, krizden sonra haftada iki ya da üç gün mesaiye kalıyoruz. Nedeni ise; acil siparişler varmış yetişmesi gerekiyormuş. Patronun söylemleriyle yaşananların tam tersi olduğu ortada. Patron çoktan krizi fırsata çevirmiş durumda. İşsiz kalan milyonlarca işçiyi de bir koz olarak kullanan patron şimdilik istediği şekilde at koşturuyor. Biz işçiler olarak bu durumun kimin ekmeğine yağ sürdüğünün farkındayız. Ama içinde bulunulan bu ekonomik durgunluk ve işsizlik, en önemlisi de bizim işçiler olarak fabrikamızda tam anlamıyla karşı duruş sergileyebilecek bir örgütlülüğü sağlayamamış olmamız ibreyi patrondan yana çeviriyor. Tabii ki biz işçiler olarak bu ve benzeri durumlarda sonsuza kadar seyirci kalamayız. Zor koşullarda olsa da bu örgütlülüğü inşa etmek için çalışmaktan geri durmamalıyız, bunu başardığımızda ibrenin bizden yana dönmesini sağlayabiliriz.

Patronların baskısı artarak devam ediyor. İşçi çıkartan patronlar şimdi kalan işçilerle daha çok üretim yapmayı hedefliyor. Daha az iş gücü, daha çok üretim, daha çok kâr, daha çok sömürü demek. Buna kendi çalıştığım iş yerinden örnek vereyim. Krizden önce 45 kişinin çalıştığı fabrika, 100 ton hammadde üretiliyordu. Şimdi ise 20 kişilik kadroyla geçen ay 120 ton hammadde üretildi. Bu ay ise, daha ayın 20’si olmasına rağmen, 85 ton hammadde üretilmiş. Kriz psikolojiktir diyen Başbakan’a soruyorum: İşten çıkarmalar, artan hak gaspları ve aşırı sömürü de yalan mıdır? Gerçi bu tabloya baktığımızda “O zaman siz de az üretin!” diyecek arkadaşların da olacağını düşünüyorum. Ama maalesef durum düşündüğümüz kadar basit değil. Çünkü fazla üretmediğimiz zaman da işten çıkartılmakla tehdit ediliyoruz. Örgütlü olmayan arkadaşların da çalışmaktan başka çaresi kalmıyor. Bununla mücadele etmenin tek yolu işyerlerimizde örgütlenmek, örgütlü mücadele vermek! Şimdi sadece kendi işyerimizde mücadele etmek yetmiyor. Çevremizdeki fabrikadaki işçi kardeşlerimizle de birleşip oralarda da örgütlenip mücadelelerimizi birleştirip karşı koymamız gerekiyor. Yani kısacası işçi seçeneğini yaratmamız gerekiyor. Ben şu anda kendi çalıştığım fabrikada bunun alt yapısın hazırlamaya çalışıyorum ve bunun geleceğimiz için kaçınılmaz tek çözüm olduğunu düşünüyorum ve bunun için mücadele ediyorum.

TEKSTİL

Zam işçileri teğet geçti… Ocak ayı bilindiği üzere, zam ayıdır. Fakat çalıştığım fabrikada bizler, ne ocak ayında ne de şubat ayında zam alabildik. Anlayacağınız üzere, zam bizi teğet geçti. Zamlı maaşlarımızın şubat ayının 5’inde ödenmesini beklerken, ondan bir gün önce şefler bizi toplayıp, kriz olduğundan dolayı, “şu an çalışıyoruz çok şükür, fakat Mart’ın 10’undan sonra ne olacağımız hiç belli değil” gibisinden açıklamalarda bulundular. Bunun üzerine biz de işçi arkadaşlarla şaşkınlık içinde konuşmaya başladık, çünkü çok garip bir durum vardı ortada. Ürettiğimiz ürünlerin tanesi kimi zaman 500–700 liraya satılırken, patronumuz nasıl olmuştu da krizden mağdur olmuştu? Biz zam alamazken, bir yandan faturalara, tüketim ürünlerine zam gelmeye devam ediyor. Fakat zam, bir tek bizim ücretlerimize yansımıyor. Çünkü her 10 yılda yaşanan bu krizler patronların cebini doldurmaya devam ediyor. Örneğin 2001 krizinde daha önce çalıştığım yerde iki yıl zam alamamıştık. Ve sonra bu vesile ile epey kâr eden patron, yeni bir dikim bölümü açmıştı. Biz işçiler, bu adaletsizliğe artık dur demeliyiz. Hükümetten ısınmaya, gıdaya, sağlık ve eğitim harcamalarına yapılan zamları geri çekmesini talep etmeliyiz.


EMEK ATÖLYESİ İŞ YASASI’NDAN Kısa çalışma ödeneği

13

BİR KAVRAM Evrim nedir?

Kısa çalışma ödeneği nedir ve hangi durumlarda uygulanır? • İş Kanunu’nun 65. maddesine göre, genel ekonomik kriz veya zorlayıcı sebeplerle işyerindeki haftalık çalışma sürelerini geçici olarak önemli ölçüde azaltan veya işyerinde faaliyeti tamamen veya kısmen geçici olarak durduran işveren, durumu derhal gerekçeleri ile birlikte Türkiye İş Kurumu’na, varsa toplu iş sözleşmesi tarafı sendikaya bir yazı ile bildirir. Uygunsa işçilere kısa çalışma ödeneği adında ücret verilmeye başlar. Ödeneğin koşulu, miktarı, süresi, nasıl verileceği • Sigortalıların kısa çalışma ödeneğinden yararlanabilme koşulları, işsizlik sigortasına hak kazanma koşulunun aynısıdır. Günlük kısa çalışma ödeneğinin miktarı, (28 Şubat 2009 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren ve “ekonomik paket” olarak bilinen kanundan beri) işsizlik ödeneğinin %50 fazlası kadardır; süresi en fazla altı aydır. Ödeneği işçinin kendisine, aylık olarak her ayın sonunda ödenir. Kısa çalışma ödeneği aldıktan sonra işsizlik sigortasından yararlanmak • Kısa çalışma ödeneği işsizlik ödeneğinden düşülmez. Dolayısıyla işçi sonradan işsiz kalırsa, işsizlik ödeneğinin de tamamını alabilir. Yukarıda bahsettiğimiz 28 Şubat tarihli kanundan önce, alınan ödenekler işçinin hak ettiği işsizlik ödeneğinden düşüyordu. Sonuç olarak bu düzenleme işçiye ne getiriyor? • İşçi altı ay daha geç işsiz oluyor. Bu süre boyunca çok düşük bir ücretle geçiniyor. Peki, patronlara ne getiriyor? • 1) Patron kısa çalışma ödeneği süresi boyunca işçilere para ödeme yükümlülüğünden kurtuluyor. 2) Sigorta primi ödeme yükümlülüğünden kurtuluyor. 3) Gelir vergisi ödeme yükümlülüğünden kurtuluyor. Yani altı ay boyunca işverenin cebinden beş kuruş para çıkmıyor, tüm primler 37 milyarlık dev İşsizlik Fonu’ndan karşılanıyor. Patronlara yapılan bu kıyak da 28 Şubat tarihli kanunla yasalaştı. Aslında bu ödenek gösterilmeye çalışıldığı gibi işçilere lütfedilmiş bir sadaka değil. İşçi kendi yarattığı fonla, karnını fazladan altı ay doyuruyor. Öbür yanda da patron, her şeyden muaf, krizin bitmesini bekleyip -alınteriyle kazandığı- viskisini yudumluyor...

Evrim, biyoloji biliminde canlı varlıkların (organizmaların) zaman içerisinde geçirdikleri değişiklikleri açıklayan bir teoridir. Modern biyoloji, birçok alanında evrim teorisinden beslenir. Evrim, ilk sistematik ifadesini Darwin’in Türlerin Kökeni adlı yapıtındaki doğal seçilim anlayışında ve Mendel’in kalıtım üzerine çalışmalarında bulmuştur. Bunları teker teker açıklayalım; Organizmalar, üreyerek çoğalır ve kendi türlerini devam ettirirler. Yaşadığı süre içerisinde, doğal şartlara en uygun yapıya sahip birey, tür içerisinde yaşama, dolayısıyla üreme olasılığı en fazla olandır. Buna doğal seçilim denir. Tür içerisinde üreyen bireylerin özellikleri, kendi yavrularına genler vasıtasıyla taşınır. Buna ise kalıtım denir.

Kentsel dönüşüm rant alanı Bir okurdan... İstanbul’a göç etmiş ailelerimiz, Haliç kıyılarındaki fabrikalarda çalışmaya başlamışlar ve zamanla evler yapılmış, o zaman da ellerindeki imkânlarla, gecekondu tabir edilen evleri yapmışlar. Belediye’de elektrik, su, yol hizmetini vermiş ve git gide binalar yapılmış ve şimdiki nüfusu 30 bin’in üzerinde. 30-40 yıllık geçmişi olan mahallemiz kentsel dönüşüm kapsamına alındığından beri, sürekli tehdit altında, halk huzursuz, sorunun ne zaman ve nasıl çözüleceğini bilinmiyor, on yıllardır evinin vergisini ödeyen insanlara işgalci deniyor. İlçe belediyesi 2005 yılında imar planı yaptı 2006 yılında ifraz ve parselasyon çalışması yapıldı 2007 yılında ise belediye başkanı AKP’li Ahmet Genç, ‘İmar çalışmaları tamam. Tapularınızı vereceğim’ diyordu. 2007 sonlarında 30-40 kişi tapu almak için belediyeye başvurdu. Bundan sonra Aralık 2007’de tapu verme işleminin durdurulduğu söylendi. 2008 Ocak’ta belediyenin kendi gazetesi Eyüp Haber’de AKP’li Belediye Başkanı Ahmet Genç’, tapunuzu almakta gecikmeyin diyerek adeta halkla dalga geçiyordu, çünkü daha sonra konunun İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne devredildiği söylendi ve sessizliğe gömüldü. İstanbul’da 19 mahalle kentsel dönüşüm tehdidi altında; zaman zaman haberler de değişik mahallelerde yıkımlarla ilgili görüntüler izliyoruz. Yıkım ekipleri, dozerleri, polislerce korunarak mahalleye girmeye çalışıyorlar, halk da evlerini yıktırmamak için direniyor, çatışmalar çıkıyor gençleri dövüp, kadınları saçlarından yerlerde süründürüyorlar, devletin güvenlik güçleri düşmanla çatışıyor gibi saldırıyor, sonunda birkaç ev yıkılıp mahalle terk ediliyor, evleri yıkılan yurttaşlar çaresizliğe terk ediliyor. Seçim döneminde olduğumuz şu günlerde, halk tapu sorununun çözülmesi için belediye başkan adaylarına taleplerde bulunuyorlar, adaylar da çözeceklerine dair sözler veriyorlar, 30-40 yıldır aynı hikâyeyi dinleyen halk pek inanmıyor. Mahallede yaşayan halk olarak bir araya gelerek komisyonlar oluşturup birleşik mücadele hattı ile konunun muhataplarına sesimizi duyurmak ve tapu sorununu belediyeye ve yandaşlarına bırakılmayacak kadar ciddi olduğunun bilicine varmalıyız. Kentsel dönüşüm rant sağlama aracı olamaz ve her yurttaşın konut edinme hakkı vardır.

Bu iki sürecin birleşimi, yani genetik olarak güçlü bireyin üreyerek bu özelliklerini türe yayması, bir türün doğanın oluşturduğu yeni şartlara uyum sağlama ya da mevcut şartlar içinde varlığını kolaylaştırma mekanizmasını, yani evrimi oluşturur. Organizmaların doğal şartlara uyum sağlaması yani genetik olarak güçlü birey haline gelmesine adaptasyon denir. Bu süreç aslında genetik anormalliklerin tesadüf eseri organizmanın çıkarına olması ve yaşantısını kolaylaştırması demektir. Buradaki tesadüf kelimesi kuşku uyandırabilir. Bu yüzden bir örnek verelim; Diyelim ki büyük nüfuslu bir türde, bir sene içinde faydalı bir genetik bozukluk oluşma ihtimali on binde birdir. Bu ilk bakışta göze çok küçük bir ihtimal gibi gelir. Oysa aynı olasılık yüz yılda yüzde bire, bin yılda onda bire, on bin yılda ise onda altıya çıkar. Beş milyar yıllık ömrü olan dünyamızda bunlar çok kısa sürelerdir... Bir de maymundan gelme meselesi var tabii... Aslında evrim teorisi insanın atasının maymun olduğunu söylemez ancak insan ve maymunun aynı kökeni paylaştığını ifade eder. Aslında bütün canlı türleri aynı kökeni paylaşırlar. Onların içinden yalnız insan, başka bir şeyden değil, üretebilme yeteneğinden dolayı diğer hayvanlardan ayrılır. Bu yüzden üretmeyenlerimiz evrimden delicesine korkarlar. Bilirler ki bizi insan yapanı anlarsak, onların insan olmadığını da anlayacağız...


14

ULUSLARARASI

Barack Obama Türkiye yolunda Obama’yı başkanlık koltuğuna taşıyan faktörler, aynı zamanda ABD emperyalizminin iç ve dış siyasette içine gireceği yönelimin sınırlarını, hayale kapılmadan analiz etmenin de imkânlarını sunuyor Murat Yakın, 30 Mart 2009 Barack Obama’nın hummalı bir seçim yarışının ardından ABD başkanlık seçimlerinde ülkenin ilk siyahî başkanı olarak iş başına gelmesi, tüm dünyada bir hoşnutluk dalgasının yayılmasına yol açmış durumda. Obama, ulusal ve uluslararası ölçekte yıpranmış durumdaki Bush yönetiminden çok farklı bir dil kullanmaya özen gösteriyor, rakiplerini dahi kabinesine alan vizyon sahibi ılımlı ve tüm dünyayı kucaklamaya hazır bir başkan portresi çiziyor. Oysa Obama’yı başkanlık koltuğuna taşıyan faktörler, aynı zamanda ABD emperyalizminin iç ve dış siyasette içine gireceği yönelimin sınırlarını, hayale kapılmadan analiz etmenin de imkânlarını sunuyor. Kuşkusuz bu faktörlerin başında, ABD emperyalizminin başkan Bush dönemiyle daha da derinleşen krizi yatmakta. “Önleyici Savaş Doktrini” olarak adlandırılan siyasetin Irak ve Afganistan işgallerinin ardından ülkeyi çıkılması hayli güç bir bataklığa sürüklemiş olması, İsrail’in Lübnan’daki direniş güçlerine karşı tarihte ilk kez bir askerî yenilgiyle karşılaşmış olması, İran ve Suriye gibi rejimlerin henüz dönüştürülememiş olması, Filistin direnişinin yok edilememiş olması vb. benzeri faktörler, ABD yönetimi açısından hayati önem taşıyan Ortadoğu’da belirsizliklerle yüklü bir panorama sunmakta.

Uluslararası burjuva yayın organlarının soğukkanlı analizlerine bir göz atmak, bu ziyaretin Türkiye ve bölge emekçileri açısından o kadar da hayra alamet olmadığını kavramak için yeterli olabilirdi Ekonomik sorunlar derinleşiyor • Diğer yandan Obama’nın devraldığı ABD ekonomisi süratle yayılan ekonomik krizin sert darbeleriyle erimekte, dahası son ekonomik göstergeler, krizin etkilerinin daha da derinleşeceği yönünde. Bunun anlamı krizin faturasının her defasında daha da artan oranlarda ABD işçi sınıfının üzerine yıkılması, yaygınlaşan ve kitleselleşen işsizlik, ücretler ve kazanılmış haklarda ciddi kayıplar ve güçlü bir sosyal kutuplaşma demek. Dünya düzeyinde yaşanan ekonomik buhranın artık yeryüzünün en güçlü ekonomisi olan ABD’yi derinden etkilemeye başlamış olduğunu vurgulamalıyız. Bir yandan ABD devleti diğer yandan şirketler ve tüketiciler, aşırı düzeyde bir borç yükünün altında, yani gerçek ödeme güçlerinin üzerinde bir borçluluk düzeyindeler. Geçmiş yıllarda olanca yıkıcılığıyla uygulanan “yeni liberal” ekonomi politikalarının bir sonucu olarak yaratılan sahte cennet hayatının sürdürülebilmesi için, ABD ekonomisi ülke dışı kaynakların aşırı sömürüsüne dayalı “günlük” 300 milyar doların ülkeye girmesine bağımlı durumda. Günlük bazda bu düzeyde bir kaynak artık ülkeye girmediği için, ekonomik göstergeler de baş aşağı gitmekte. Bush yönetimince girişilen Irak macerası, bölgedeki petrolün doğrudan kontrolünü garanti altına almaktan çok, her geçen gün daha fazla asker ve harcama gerektiren bir çamur deryasına dönüşmüş durumda. Barack Obama yönetimi tüm dünyayı belirlemekte olan kriz fırtınasının ortasında, dünyanın diğer bölgelerine bir vampir gibi dişlerini geçirerek ve her ne pahasına olursa olsun bu düzeyde bir para akışının garanti altına alınması ve ABD emperyalizminin küresel ölçekte hegomonik güç olmasını sürdürmek gibi kritik bir görevin sorumluluğunu üstlenecek.

Türkiye ziyaretinin anlamı • ABD Başkanı Barack Obama’nın ilk uluslararası ziyaretlerinden birini 5-7 Nisan tarihlerinde Türkiye’ye gerçekleştirecek olmasının duyulmasıyla birlikte, Türk kamuoyunda bir hareketlilik baş gösterdi. Kanaat önderlerimize göre Obama’yla birlikte, ABD yönetimi nihayet Türkiye’nin bölgesel gücünü ve önemini kavramış, böylesi güçlü bir partner üzerinden Müslüman dünyasına seslenmeyi seçmişti. Oysa uluslararası burjuva yayın organlarının soğukkanlı analizlerine bir göz atmak, bu ziyaretin Türkiye ve bölge emekçileri açısından o kadar da hayra alamet olmadığını kavramak için yeterli olabilirdi. Obama yönetimi Dışişleri Bakanı Clinton’u bir ön yoklama için Ankara’ya gönderirken gerçekleştirilecek ziyaretin çerçevesi de belirginleşti. ABD yönetimi, Ortadoğu politikasında bir dizi yeni adımı gündemine alırken, merkezinde köklü NATO müttefiki Türkiye’nin de bulunduğu çok yönlü bir taşeronlaştırma siyasetini devreye sokmak niyetinde. Bu planın başlıca köşe taşlarından biri, Irak’ı güvenilir bir sömürge yönetimine devrederek kademeli olarak bölgeden asker kaydırmak. Şüphesiz hem askerleri güvenle bölgeden çıkartmak hem de önümüzdeki dönemde Irak’ı yönetmesi planlanan sömürge yönetiminin hamiliğine soyundurmak açısından Türkiye’nin pozisyonu kritik önemde. ABD emperyalizmi Irak’ın yanı sıra Afganistan’da da askerî ve politik açıdan iflas etmiş durumda, Kabil’deki kukla yönetimi korumakla yükümlü İşgal birlikleri kentten burunlarının ucunu çıkartamazken, Taliban güçleri neredeyse ülkenin üçte ikisini yeniden kontrol eder hale geldiler. Dahası krizdeki ABD, sorunu şimdide tarihsel müttefik Pakistan’a sıçratmakta ve bu işgali sürdürebilmek için şiddetle para ve asker gücüne ihtiyaç duyuyor. Obama’nın AKP hükümetinden başlıca talebi bu yönde olacak.

Bu ziyaretin kilit gündemlerinden bir diğeri ise “İran Sorunu”; Obama’nın özenle sergilemeye çalıştığı yumuşak üslubuna ve son günlerde İran yönetimine yönelik açıklamalarındaki dengeliliğe karşın, ABD’nin bölgedeki tarihsel politikası değişmiş değil. Emperyalizmin temel hedefi İran yönetiminin süratle zayıflatılması ve özellikle de bölgedeki biricik müttefik İsrail üzerinde korkutucu bir tehdit oluşturmasına son verilmesi. Bu aşamada geçtiğimiz ay İsrail’de gerçekleştirilen genel seçimler önemli bir gösterge, zira seçim sonuçları ülke yönetiminde savaş yanlısı aşırı sağcıların mutlak zaferini tescil etti. Önümüzdeki dönemde Filistin ve Lübnan’daki direniş yanlısı güçlere nihai bir darbe indirme yanlılarının hükümeti kuracağı bir İsrail ile karşı karşıya olacağız ve İran’a yönelik bir askerî operasyon hâlâ masada. Türk hükümetinin hevesli bir işbirlikçi politik hat izleyeceği ve bunu özellikle de tüm tarafların kabul gösterdiği bir “arabulucu bölge gücü” kisvesiyle gerçekleştireceği artık ortada. Obama ziyareti, Türkiye için emperyalizmin hizmetine daha fazla asker, para ve işbirliği sunmak anlamına geliyor.


ULUSLARARASI

İtalya’da göçmenler ayrı otobüse binecek! İtalya’da göçmen düşmanlığı giderek yükseliyor. Ülkenin Foggia kentindeki yerel yönetim göçmenlere ayrı otobüs tahsis etme kararıyla bir ilke imza attı. İtalya henüz göçmen öğrencilere yönelik okullarda kota uygulanması kararını tartışırken, Foggia kentinde göçmenlerin ayrı otobüslere binmesi kararlaştırıldı. Halkın göçmenlerden şikayeti üzerine alındığı iddia edilen karar, ulaşımın göçmenler ile halk arasında temas olmaksızın sağlanmasını amaçlıyor. 50’li yıllarda Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığını çağrıştıran bu karara tepkiler de büyük oldu. Foggia yakınlarındaki Mezzanone beldesinde Siyasi Sığınmacıları Ağırlama Merkezinde (SSAM) barınan göçmenlere ilişkin yapılan şikâyetler, yerel yönetimin ulaşımın ayrı otobüslerle sağlanmasını kararlaştırmasıyla sonuçlandı. Pazartesi gününden itibaren geçerli olacak uygulama, Foggia Mezzanone arasındaki 24 numaralı hatla sağlanan kitle ulaşımında halk ve göçmenlerin ayrı otobüslerle seyahat etmelerini öngörüyor. Yerel yönetim yetkilileri, göçmenlerin taciz ve hırsızlık vakalarına maruz kaldığını ileri süren bölge halkından gelen şikâyetlerin artması üzerine, kamu dü-

zenini sağlamak için bu tür bir uygulamaya geçilmesini kararlaştırdıklarını belirtiyor. Yerel yönetimin bu kararına ilk tepki, Puglia Bölge Yönetimi Başkanı Nichi Vendola’dan geldi. Vendola, “Foggia’daki yerel yönetim, eğer ihtiyaç söz konusuysa herkes için sefer sayısını artırma yoluna başvurmalıydı. Göçmenler için ayrı otobüs tahsisi, ayrımcılık kokuyor. Bu karar en kısa sürede değiştirilmelidir” dedi. Merkez-sol çizgideki Demokrat Partinin Kongo kökenli milletvekili Jean Leonard Touadi de, Foggia belediyesinin kararına, “İtalyanları göçmenlerden ayırmakla hiçbir sorun çözümlenemez. Bu sadece yeni çatışmalara yol açar” uyarısında bulundu. Foggia’daki Yabancı Topluluklar Derneği Başkanı Habib Bin Sgayer ise “Entegrasyon bu şekilde sağlanamaz. Böyle bir karar alınmış olduğuna inanamıyorum. Bu apaçık ırkçılıktır” diye konuştu. İtalya’da geçtiğimiz hafta göçmen öğrencilerin her sınıfta maksimum sayısını belirleyen, “göçmen kotası” adı altında bir karar çıkmış ve biteceğe benzemeyen “faşizm” tartışmaları yeniden alevlenmişti.

15

Fransa’da Genel Grev Çağrısı sekiz ayrı sendika tarafından yapılan protesto gösterilerinde, Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy sert şekilde eleştirilirken, satın alma gücünün yükseltilmesi, sosyal politikaların güçlendirilmesi ve istihdamın korunması talepleri dile getiriliyor. Kamu çalışanlarının grevine, otomotivcilik, elektronik ve enerji branşı çalışanları da katılıyor. Milyonlar sokaklara döküldü • Fransa, ülkede devam eden grevler ve protestolar nedeniyle hareketli günlerden geçiyor. Milyonlarca kişinin katıldığı gösterilerde, hükümetin kriz dönemindeki politikası eleştiriliyor, kamu çalışanları iş bırakıyor. Ancak Fransız hükümeti, ekonomik krizle mücadelede ek önlemler alınmasına gerek görmüyor. Fransa Başbakanı Francois Fillon gösterilerin ardından yaptığı açıklamada , “yeni bir konjonktürü teşvik programı yürürlüğe konulmayacak” dedi. Fillon, “grevler ve protestolar, ekonomik kriz sorununu çözemez” şeklinde de konuştu. Hükümetin bu katı tutumu, protestoların yayılmasına neden oluyor. Göstericilerin talepleri • Peki, göstericilerin talepleri neler? Eleştiriler, ekonomik kriz dönemindeki siyaset ve Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin yaptığı değişiklikler üzerine yoğunlaşıyor. Ayrıca ücretlerin yükseltilmesi, işten çıkartmaların son bulması, kamu hizmetlerinde personel indirimine gidilmemesi, okullara ve üniversitelere müdahale edilmemesi gibi istekler de dile getiriliyor. Polisin verdiği bilgilere göre Paris’teki gösterilere 85 bin kişi katıldı, sendikalar ise bu rakamın 350 bin civarında olduğu görüşünde. Rakam muğlâk olsa da, CGT Sendikası’nın Başkanı Bernard Thibault, 6 hafta önce “ulusal grev günü”nde düzenlenen protestolara kıyasla, bu gösterilere daha fazla kişinin katılmış olmasından memnuniyet duyduğunu söylüyor.

G-20 protestoları G20 zirvesine ev sahipliği yapan Londra sokakları, geniş katılımlı protesto gösterilerine sahne oluyor Dört ayrı noktadan yola çıkan kapitalizm ve küreselleşme karşıtları ile iklim değişikliğiyle mücadeleyi savunan gruplar İngiltere Merkez Bankası önünde protesto gösterisi düzenledi. Öğleden sonra da savaş karşıtı gruplar Amerikan Büyükelçiliği önünde toplanarak Irak ve Afganistan’ın işgalinin yanı sıra İsrail’in Gazze’ye saldırısını protesto edecek.

Eylemlerin, senkronize oluşu dikkat çekiyor. Londra’da 55,000 kişi Frankfurt’ta 20,000 ve Berlin’de 25,000 kişiyle senkronize olarak eylemler yaptılar. Protestolarda ekonomik kriz ve neo-liberalizm karşıtı sloganlar ile değişim istemi öne çıkıyor. Ancak herkes, İngiliz polisinin aşırı şiddet kullanımına dikkat çekiyor. Polisin ifadesine göre 122 kişi gözaltına alındı, bunların 86’sı Çarşamba, 32’si Salı günü gerçekleşti. Çatışmaları yoğunlaştığı Bank of England civarında bir kişi yaşamını yitirdi.

NATO Zirvesi’ne ev sahipliği yapan Fransa’nın Strasbourg ve Almanya’nın Baden-Baden kentleri protesto gösterilerine sahne oluyor.

grupların bulunduğu yaklaşık 3 bin kişi, NATO’nun 60. yıldönümü zirvesini protesto için Strasbourg’da toplanmıştı.

Strasbourg’da kent merkezine girmek isteyen yaklaşık 600 kişilik grup, polisle çatıştı. Polisin göz yaşartıcı gaz kullanarak müdahale ettiği grup, yeniden kendilerine izin verilen alana geri çekildi. Emniyet yetkilileri, gösteri sırasında çok sayıda otobüs durağının taşlarla tahrip edildiğini, göstericilerin bazı trafik levhalarını tahrip ettiklerini ve mağazaların camlarını kırdıklarını belirtti. Aralarında küreselleşme ve kapitalizm karşıtı komünist, anarşist ve radikal feminist

Zirvenin ilk gününde Almanya’nın Baden-Baden kentinde düzenlenen NATO karşıtı gösteri ise olaysız sona erdi. Güvenlik gerekçesiyle ancak kent merkezi dışında izin verilen gösteriye yaklaşık 500 kişi katıldı. Büyük gösterilerin zirvenin ikinci gününde, Cumartesi günü yaşanacağı belirtiliyor. Bu gösterilere 23 ülkeden, 500’e yakın örgütün desteğiyle 30 ile 60 bin kişinin katılması bekleniyor.

ABD’de işsizlik son 26 yılın zirvesinde

ABD'den gelen veriler, ülkede ekonomik faaliyetlerde bir iyileşme olduğuna işaret ederken, işsizlik artmaya devam ediyor. ABD Çalışma Bakanlığı, Mart ayında tarım dışı istihdamın 663 bin azaldığını, işsizlik oranının ise yüzde 8.5 olduğunu açıkladı. İşsizlik oranı en son Kasım 1983 bu seviyeye ulaşmıştı. Reuters anketine katılan ekonomistler tarım dışı istihdamın Mart'ta 650 bin azalmasını ve işsizlik oranının yüzde 8.5 olmasını bekliyorlardı. ABD'de tarım dışı istihdam Şubat'ta 651,000 düşmüş, işsizlik oranı yüzde 8.1 olmuştu. Tarım dışı istihdam Ocak verisi ise aşağı yönlü sert revize edildi. Daha önce 655 bin düşüş olarak açıklanan rakam 741 bin düşüşe revize edildi. Ocak ayında işini kaybedenlerin sayısı Ekim 1949'dan beri en yüksek seviyede gerçekleşti. İşsizlik maaşına ilk kez başvuranların sayısı da geçen hafta 669 binle, son 26 yılın en yüksek düzeyine ulaşmıştı. İşsizlik sigortasından faydalananların sayısı ise önceki hafta 5 milyon 700 binle rekor kırdı.

İC - Haber, kaynak derlemesi: aa/afp/dpa

G20 protestolarına çok sayıda grup katılıyor. Savaş, küreselleşme ve kapitalizm karşıtlarının yanı sıra, anarşistler, yardım kuruluşları, milletvekilleri, sendikalar, öğrenciler, akademisyenler ve bazı kiliseler de gösterilere destek veriyor.

NATO karşıtlarına sert müdahale


1 Mayıs’ın Kökenleri Nedir?

Gerçekten işçilere, kendi kendilerine kararlaştırdıkları bir anda, kitle halinde işi bırakmaktan daha fazla cesaret ve kendi gücüne güven duygusunu ne verebilirdi? Fabrikaların ve atölyelerin ebedi kölelerine, kendi öz birliklerini toplamaktan daha fazla ne cesaret verebilirdi? Böylece, proleter bir kutlama günü düşüncesi hızla benimsendi ve Avustralya’dan diğer ülkelere yayılmaya başladı, ta ki sonunda tüm proleter dünyayı fethedene dek. Avustralyalı işçilerin örneğini ilk izleyen Amerikalılar oldu. 1886’da l Mayıs’ın evrensel bir iş bırakma günü olmasına karar verdiler, l Mayıs’ta 200 bin Amerikalı işçi iş bıraktı ve 8 saatlik işgünü talebinde bulundu. Daha sonra uygulanan polisiye ve yasal baskılarla, işçilerin bu ölçekte bir gösteriyi tekrarlaması birkaç yıl engellendi. Yine de 1888’de bu yolda yeniden karar aldılar ve gelecek gösterinin l Mayıs 1890’da olmasını kararlaştırdılar.

Uluslararası İşçiler Kongresi oldu. 400 delegenin katıldığı bu Kongrede, sekiz saatlik işgünü talebinin en başta yer alması gerektiği yolunda karar alındı. Bunun üzerine Fransız sendikalarının temsilcisi, Bordeaux’lu işçi Lavigne, bu talebin tüm ülkelerde evrensel bir iş bırakma ile dile getirilmesini teklif etti. Amerikan işçilerinin temsilcisi, yoldaşlarının l Mayıs 1890’da grev yapılması yolunda aldığı karara dikkat çekti ve Kongre bu tarihte uluslararası bir proletarya gününün kutlanmasına karar verdi. Otuz yıl önce Avustralyalı işçiler, aslında yalnızca bir günlük kutlama düşünmüşlerdi. Kongre, tüm ülkelerin işçilerinin, l Mayıs 1890’da sekiz saatlik işgünü için, hep birlikte gösteriler yapmasını kararlaştırdı. Kimse bu kutlamanın daha sonraki yıllarda da tekrarlanmasından söz etmedi. Doğal olarak, kimse, bu düşüncenin bir şimşeğin çakışı gibi başarı kazanacağını ve işçi sınıfı tarafından kısa zamanda benimseneceğini önceden göremezdi. Bununla birlikte, l Mayıs’ın her yıl kutlanacak sürekli bir kurum haline getirilmesinin gerekliliğini herkesin kavraması ve hissetmesi için, l Mayıs’ın yalnızca bir kez kutlanması yeterli oldu.

İlk l Mayıs’ta sekiz saatlik işgününün uygulanması talep edildi. Ama bu hedefe ulaşıldıktan sonra da, l Mayıs’ın kutlanmasına son verilmedi. İşçilerin burjuvazi ve egemen sınıf karşısındaki mücadelesi devam ettiği sürece, ve tüm talepleri karşılanmadığı sürece, l Mayıs, işçi sınıfının bu taleplerinin her yıl dile getirildiği gün olacaktır. Ve daha iyi günler doğduğunda, dünya işçi sınıfı kurtulduğunda, büyük bir olasılıkla insanlık o zaman da l Bu sırada Avrupa’daki işçi hareketi de güçlendi ve can- Mayıs’ı, geçmişte verilen zorlu mücadelelerin ve çekilen landı. Bu hareketin en güçlü ifadesi, 1889’da toplanan acıların anısına yine kutlayacaktır.

Rosa Luxemburg, Şubat 1884

Bir proleter bayram gününü, sekiz saatlik iş gününü elde etme aracı olarak kullanma düşüncesi ilk kez Avustralya’da doğdu. Avustralyalı işçiler, 1856’da, sekiz saatlik işgünü lehinde gösteriler yaparak, toplantılar ve eğlenceler düzenleyerek, hep birlikte bir günlük iş bırakmaya karar verdiler. Bu kutlamanın yapılacağı gün olarak da 21 Nisan tarihi saptandı. Avustralyalı işçiler bu kararı, yalnızca 1856’da uygulamaya niyetlenmişlerdi. Ama bu ilk kutlamanın Avustralyalı proleter kitleler üzerinde çok büyük etkisi oldu, onları canlandırıp yeni bir heyecana yol açtı ve bu kutlamanın her yıl tekrarlanmasına karar verildi.

İşten çıkarmalar yasaklansın!

Zarar ettiği söylenen fabrikalar kamulaştırılsın! Atılan işçiler geri alınsın! 35 saat çalışma haftası!

1 MAYIS’TA ALANLARA

www.iscicephesi.net


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.