04 kurt1

Page 1

ÜÇ AYLIK SOSYALİST DÜŞÜNCE DERGİSİ DÖRDÜNCÜ SAYI | 2010 BAHAR

İçindekiler

Mesafe D. Nadin / C. Yılmaz Yusuf Barman Erol Yeşilyurt A. Gümüştekin Recep Maraşlı V.I. Lenin III. Enternasyonal Siyasi Savunma Siyasi Savunma Cemre Sava Oktay Benol

Bu Sayı 100. yılında 8 Mart ve Kadının Kurtuluşu Üzerine Rejim ve Kürtler Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi Ulusal Sorun Rizgarî’nin Sosyalist Hareket ve Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri Üzerine Bir Deneme Ulusal Sorun Üzerine Ulusal Sorun ve Sömürgeler Hakkında Tezler Rizgarî Davası Kawa Davası Nicola Sa’afin ile Filistin Üzerine Söyleşi Osmanlı’da Eğlence ve İktidar

Bahar | 2010 -

4 7 16 34 64 68 94 98 102 108 111 115

3


Bu sayı

4

Mesafe, elinizde tuttuğunuz 4. Sayısıyla birlikte ilk yılını da tamamlamış oluyor. Bu aşamada bir kez daha belirtmek isteriz ki, her sayı ile birlikte Mesafe, devrimci teori-politika alanında okuyucularından gelen değerli katkıları kendini şekillendirmede eşsiz bir ortak olarak görüyor, her sayıyla birlikte, amaçlarından biri olan devrimci Marksizmin saflarına teorik ve politik katkı sunma yolunda mütevazi ancak oldukça önemli yolunu da şekillendirmeye çalışıyor, çalışmaya devam edecek. Bu sayının yayımının Mart ayına rastlaması, bazı önemli tarihsel olaylarla kesişmesine vesile oldu. İlk denklik, 8 Mart’ta Uluslararası Kadınlar Günü’nün 100. yılını kutluyor olması. Bir tür tarih ya da kutlama fetişizmi peşinde koştuğumuzdan değil, tam da kadın mücadelesi ve bununla birlikte 8 Mart üzerinde dolaşan “yaygın mitlerin” sisleri arasından gerçek tarihsel referanslara ulaşabilmek ve bununla birlikte de kadın kurtuluş hareketleri üzerinde bugün belirleyici olanı vurgulayabilmek amacıyla, Mesafe bahar sayısını Dicle Nadin ve Canan Yılmaz’ın birlikte yazdıkları yazıyla açıyor. Dicle Nadin ve Canan Yılmaz, 100. yılında 8 Mart ve Kadının Kurtuluşu Üzerine başlıklı yazılarında 8 Mart’ı, bir dönemin kadın mücadeleleri bağlamında ele alıyor ve Uluslararası Kadınlar Günü’nün anlamını, bu tarihsellik ve bugün kadınlar için ne ifade ettiği üzerinden tanımlıyor. Kadının tarih boyunca yaşadığı sorunların politik anlamının oluşu, kuşkusuz 8 Mart’ın sembolik bir anlamdan da öte, bir mücadele günü olması gerçeğini gözler önüne sererken, kadının kurtuluşu ekseninde bu mücadelenin yöntemleri ve örgütlenme sorunları da yazının son bölümünde tartışmaya açılıyor. Yazıda kadın sorunu bağlamında bahsi geçen, kullanılan kavramların yer değiştirmesi, dezenformasyonlar ve tarihsel gerçekliklerin ve dolayısıyla kadın hareketinin günümüzdeki konumlanışların iğdiş olması gibi bir durum, birçok politik konuda daha karşımıza çıkıyor. Sınıf mücadelelerin tarihinin okumasında yapılan yanlışlar, tüm dünyada on yıllara yayılan bir alt üst oluş ile birleşince temel güncel politik konularda da tamamen yanlış yerlerde saf tutmayı beraberinde getiriyor, kaçınılmaz olarak. Mesafe’nin bahar sayısının dosya konusu ise, son günlerde “Kürt açılımı” dolayısıyla sıklıkla tartışılan ve tartışılması gereken “Kürt Sorunu”. Yıllarca yanıbaşımızda ulusal sorun vasıtasıyla yaşanan savaş, bugün birçok açıdan yeni bir evreye girmiş görünüyor. On yıllara yayılan ve binlerce insanın ölümüyle devam eden çatışma, her iki bölgede ve giderek Ortadoğu coğrafyasında birçok başka alt üst oluşa da neden oldu, oluyor. Kitlesel göçler, katliamlar, sınır ötesi harekâtlar, etnik boğazlaşma kalkışmaları gibi vakalar neresinden bakarsak bakalım bu sürecin sosyal-politik sonuçlarını ifade ediyor. Her şeyden önce

Sosyalist Düşünce Dergisi


Bu sayı bu durum bile savaşın, sınıf mücadelesinden bağımsız değerlendirilememesine neden oluyor. Ancak belirtmemiz lazım ki, bütün bu “sert” dönem boyunca Türkiye devrimci hareketleri bu sürece hem niceliksel hem de politik olarak bir belirleyici olarak maalesef damgasını vuramadı, vuramıyor. Bu süre boyunca yaşanan etkin olamama durumu, teorik politik programlarda da etkisi gösterdi. Türk sosyalist hareketinin bir iki küçük istisna dışında 60’lı yıllar boyunca “gereksiz” olduğunu düşündükleri ve vaaz ettikleri, daha sonra küçümsedikleri ya da görmezden geldikleri Kürt ulusal hareketi 80’li yılların ikinci yarısı ile birlikte giderek kitleselleşiyor ve gerek bölgede gerek dünyada önemli bir mevzi haline geliyordu. 1980’lerin sonlarında Stalinizmin çöküşü ve çökerken kendini sosyalizmle özdeş gösterme ihaneti ile birlikte, bu dünya akımı tüm dünyada ve Türkiye’de sınıf mücadelesinden geri çekilmesini mantıki sonuçlarına vardırırken, yukarıda dediğimiz gibi hemen yanı başımızda bu sürece başat bir şekilde ulusal kurtuluş hareketi giderek güçleniyordu. Bütün bu zaman boyunca yaşanan teorik politik tartışmalarda ve şimdilerde de açılım tartışmaları sürerken bu süreci anlamak, kavramak ve sürece müdahale için çaba harcamak daha da önemli hale geliyor. Konuyu bütün boyutları ile birlikte ele almak ve ısrarla aynanın arkasını göstermek, deformasyonların, dezenformasyonların önüne geçmek gerekiyor. Ve bu niyet tek sayıya sığmıyor. Bu nedenle Mesafe, Kürt dosyasını, diğer Filistin, Kriz ve Parti sayılarında olduğu gibi tek sayıyla sınırlı tutmuyor. Bir sonraki Yaz (5.) sayımızda ulusal sorun ve Kürt sorununu yazılar ve belgelerle tartışmaya devam etmek istiyoruz. Hem bu durum Mesafe yazarları olarak bizlere bu sayıda yer alan yazıların hangi dolayımda tartışıldığını görmeye ve gelecek sayıda da bu tartışmalara müdahil olmaya imkân sağlayacaktır diye düşünüyoruz. Açılım tartışmaları ile yeniden belirlenen politik konumlanışlara, Yusuf Barman, süreci tahlil eden Rejim ve Kürtler yazısı ile müdahalenin kapılarını aralıyor. Altını özellikle çizmek isteriz ki, Barman’ın yazısında tartıştığı güncel politik durum tahlili ve önermeleri ile devrimci Marksist çevreler dahil olmak üzere Türkiye sosyalist hareketine yeni pencereler açacağını umuyoruz. Yusuf Barman Rejim ve Kürtler başlıklı makalesinde Kürt sorununa Türkiye’deki politik rejimin “içinden”, onun sınıfsal niteliği ve bu niteliğinden doğan bugünkü “dönüşüm” ihtiyaçları açısından yaklaşıyor. Rejimin temel bileşenlerinin –asker ve sivil bürokrasi, tekelci burjuvazi ve Anadolu burjuvazisi- arasındaki ilişkiler her ne kadar belirli ekonomik ve toplumsal düzlemlerde çatışmalıysa da, bir egemen sınıflar bloğu olarak bu kesimlerin Barman’ın “Bonapartist” olarak tanımladığı rejimin ana sütunlarına dokunmak istemedikleri de aşikâr. Egemen sınıfların bu sorunlu birlikteliği devletin Kürt gerçekliği karşısında inkâr ve imhaya dayalı olmayan yeni bir strateji belirlemesini ve yürürlüğe koymasını da güçleştiriyor. Ama bir yandan da bugüne kadar izlenen asimilasyon politikalarının daha fazla kan dökmekten başka bir işe yaramadığı da artık ortaya çıkmış durumda. Çeşitli burjuva kesimler rejimin “demokratik gericilik” politikasına geçmesini talep ediyorlar ve bu görüşlerini çeşitli “raporlar” biçiminde öne sürüyorlar. Onların bu istekleri ile Kürt ulusalcı hareketinin talepleri arasındaki mesafe ne kadar? Hangi talep ne kadar “gerçekçi”? Ve burjuvazinin, rejimin, PKK’den –kendi kendini tasfiye etmenin dışında- beklentisi ne? Barman bu soruların yanıtlarını araştırıyor. Kürt hareketi tahlili ile birlikte tarihsel referanslarımızı diyalektik bir metotla yeniden ele almak önemli bir ihtiyaç halini alıyor, kaçınılmaz olarak. Bu konuda da sınıf mücadelesinin her alanında bir şekilde rastlanan Stalinist deformasyonun etkilerinden bahsetmek gerekiyor. Bütün bunlarla birlikte Ortodoks Marksizmin ve Troçkizmin bu konudaki tarihsel referanslarını ele almak kaçınılmaz hale geliyor. Erol Yeşilyurt, Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi başlıklı yazısının bu ilk bölümünde, Marksizmde ulus ve ulusal mücadele sorununun tarif edilişini araştırıyor. I. Enternasyonal’den II. Enternasyonal’e, İrlanda ve Polonya sorununa, bu dönemde yaşanan konumlanışları değerlendiriyor. Ardından Lenin tarafından formüle edilen Bahar | 2010 -

5


Bu sayı “ulusların kendi kaderini tayin hakkını” tarif ediyor. Tarihsel perspektiflerin ışığında Kürdistan sorununa tekrar dönerek tarihsel belirlemeyi sürdürüyor. Erol Yeşilyurt yazısında, devrimci teori çalışmasının güncel ile olan ilişkisini devrimci, diyalektik metotla tahlil ediyor. Yazının ikinci bölümünü gelecek sayımızda yayımlayacağız. Abdurrahim Gümüştekin Ulusal Sorun başlıklı yazısında ulusal sorun bağlamında sosyalist hareket içerisinde çoklukla yaşanan yanlış teorik politik kalıplara dair bir polemik metni kaleme aldı. Bu metinde ulusal sorun ve özellikle de Kürdistan devrimine dair sol-sosyalist hareketlerde yaşanan deformasyonların bir kez daha tartışılması amaçlanıyor. Kürdistan devrimi tarihi boyunca defalarca çeşitli ayaklanmalara sahne olmuştur. Bugün Kürt ulusal mücadelesinin geldiği teorik ve pratik düzey onlarca yıl öncesine yayılan kalkışmaların birikimlerinin de birer sonucu. Bu nedenle Kürdistan özelinde “en çok bilineni” dışındaki siyasi mücadeleleri ve hareketleri öğrenmek bu dönemi bütün düzeyleri ile anlamanın yolunu açıyor. Bu bağlamda Recep Maraşlı, Rizgarî’nin Sosyalist Hareket ve Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri Üzerine Bir Deneme başlıklı yazısının bu ilk bölümünde, Kürdistan’da tüm devrimci süreci etkilemiş olan Rizgarî hareketini okura anlatmayı ve tanıtmayı amaçlıyor. Yazının ikinci bölümünü gelecek sayımızda yayımlayacağız. Mesafe’nin bu sayısında, bir önceki sayımızda yaptığımız gibi dosya konusuna dair iki önemli belge sunuyoruz. Bunlardan birincisi, Komünist Enternasyonal’in 1920’deki İkinci Kongresinde Lenin’in Ulusal Sorun ve Sömürgeler Komisyonu Adına Yaptığı Konuşma. İkinci belge ise aynı kongrede kabul edilen Ulusal Sorun ve Sömürgeler Hakkında Tezler ve Ekleri. Bu belgelerin devrimci Marksizmin ulusal soruna yaklaşımında belirleyici öneme sahip olduğunu ve politik-teorik geçerliliklerini halen koruduğunu düşünüyoruz. Belge olarak iki de “Savunma” alıntısı yayımlıyoruz. Bunlardan birincisi, Kürdistan devrimi mücadelesinde sürece çok önemli etkileri olan Rizgarî davası tutuklusu olan Recep Maraşlı tarafından 1984 yılında yapılmış olan siyasi savunma. Recep Maraşlı bu metinde Kürdistan devrimine Rizgarî hareketinin bakışını cunta mahkemesinde savunmaktadır. İkinci belge ise, Cemil Gündoğan tarafından yine Kürdistan devriminde çok önemli bir hareket olan Kawa davasına dair 1983 yılında Elazığ mahkemelerinde yaptığı savunma metin. Dosya ulusal sorun kapsamında ilk sayımızda işlediğimiz bir başka ulusal sorunu, Filistin’i, yeniden gündemine alıyor. Nicola Sa’afin ile yapılan söyleşide, bir yandan filistin’deki güncel durum ve Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkiler konu edilirken, bir yandan da Filistin ulusal sorunu ile Kürt ulusal sorunu arasındaki mesafe sorgulanıyor. Dosya dışı bölümde, Oktay Benol Osmanlı’da Eğlence ve iktidar başlıklı makalesiyle eğlencenin toplumsal işlevlerini işliyor. Benol’e göre iktidarın eğlencesi, halka, devlet ideolojisinin aktarılmasının bir aracıdır. Bu aktarım süreci, eğlencenin toplumsal işlevlerini de belirler. İktidar, eğlenceyi, resmi ideolojinin bir parçası haline getirerek; dünü istediği şekilde onaylatır, bugünü garanti altına alır ve aynı zamanda halkın zihninde, egemenliğini garanti altına alacak bir yarın modeli yaratır. Benzeri bütün iktidarlar gibi Osmanlı’nın da alâmeti farikası bundan ibarettir… Benol’e göre iktidarın eğlencesi, eğlencenin iktidarına dönüşerek “ölümsüzleşirken”, Osmanlı’nın axis mundi’si de gündelik hayatın tüm renkleri üzerine gölgesini düşürerek, yaşamaya devam eder; ta ki “hep birlikte tüketilebilecek olan zenginlik”, imparatorluğun ellerinin arasından kayıp gidene ve Osmanlı’nın axis mundi’si parçalanana kadar... Bütün bunlarla birlikte yazının başında Mesafe’nin Mart ayında yayımlanmış olmasına dair belirtmiş olduğumuz ikinci hoş tesadüf gereği, bu sayının başlarken yazısını kapatıyoruz. Newroz Piroz be! Dosya konusuna gelecek sayı da ulusal sorun ile devam edecek şekilde görüşmek üzere... 6

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kadın

100. yılında 8 Mart ve Kadının Kurtuluşu Üzerine

Dicle Nadin - Canan Yılmaz

8 Mart; kimi feminist çevrelerce öne çıkarılan Newyorklu tekstil işçisi kadınların kurtuluş mücadelesinin ürünü olan Uluslararası Kadınlar Günü, kimi sosyalist çevrelerce ise New Yorklu kadın tekstil işçilerinin sınıfsal mücadelesiyle kazanılmış Dünya Emekçi Kadınlar Günü. En yaygını da BM’nin 1977 yılında ilan ettiği haliyle; burjuvazinin kitle iletişim araçlarıyla işbirliği içinde yürüttüğü anneler günü, sevgililer günü haline getirilmeyeleştirilmeye çalışılan bir 8 Mart: ‘Eşinize gül alın sevgili baylar ve onlara ait yılda bir gün olan 8 Mart’ta onları mutlu edin!’ Kuşkusuz bugün 8 Mart’ın ifade ettikleri, tarafların kadın sorununu nasıl tanımladıkları ve bu soruna dair hangi talep ve mücadele yöntemlerini benimsedikleriyle çok ilgili bir durum. Benzer şekilde Uluslararası Kadınlar Günü’nün tarihsel referanslarının yaygın olarak eksik ya da yanlış biliniyor olması ve dolaşan mitlerin olayın aslının yerine geçmesi de; zaten başından belirli olan mücadele yöntemlerine uydurulmaya çalışılan pragmatik bir belleğin ürünü. Bu yazının ilk bölümünde, öncelikle 8 Mart’ın gerçek tarihsel referansını vererek; bu güne vesile olan kadın hareketlerini ve bu hareketlerin toplumsal kurtuluş mücadelesiyle bütünleştiği bir sıçrama anı olarak Bolşevik Devrimi’ne kadar olan süreci inceleyeceğiz. Bu dönemin derslerinin, bugün kadın sorununu tanımlamak ve kadın özgürlük mücadelesinin yöntemlerinin belirlemek açısından yol gösterici olduğunu düşündüğümüzden, yazının son bölümünde de, bu deneyimlerden çıkardığımız derslerle bugün kadın kurtuluş mücadelesinin niteliğini ve örgütlenme sorunlarını irdelemeye çalışacağız. 8 Mart’ın Tarihsel Referansları: Kayıp Bellek Peşinde 8 Mart’ın kökenlerine dair aslında hepimizin bildiği bir ezber mevcut: 8 Mart 1857’de Chicagolu kadınlar daha Bahar | 2010 -

7


100. yılında 8 Mart iyi iş koşulları için mücadele etmeye başlarlar. Günde 15- 16 saat çalışmaya karşı talepler, 10 saatlik iş günü, daha iyi iş koşulları ve daha iyi ücret olur. On binlerce kadın yürüyüşe geçer, büyük kitlesel grevler başlar, çıkan olaylarda birçok kadın öldürülür, yüzlercesi tutuklanır. New York’ta kadınların işgal ettiği bir fabrikaya polis saldırır, çıkan yangında 129 işçi can verir. Clara Zetkin bu olay ve ardından devam eden mücadelede öldürülen kadınların anısına 1910 yılında Kopenhag’daki Kadın Konferansı’nda 8 Mart’ın “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak kabul edilmesini 2. Enternasyonal’e önerir. İkinci bir söylenti ise, Clara Zetkin’in bu öneriyi “Dünya Kadınlar Günü” şeklinde yaptığı yönünde. Bu iddiaların savunucularının ortak yanı ise nedense 1857’den 1910’a kadar olan kısımdan pek bahsetmemeleri. Kimi çevreler ise, bu boşluğu biraz atlayarak da olsa doldururlar: 1857’deki mücadelelerin ardından 8 Mart 1886’da tekstil işçisi kadınların “Eşit İşe, Eşit Ücret”, sendikalaşma ve oy hakkı için başlattıkları mücadeleler yine polis tarafından kana boğulur. 8 Mart 1908’de Chicago’da mücadeleler alevlenir. 50 yıl önceki taleplere yenileri de eklenir; 8 saatlik iş günü, oy hakkı ve çocuk emeğinin yasaklanması... Direniş bir kez daha kanla bastırılır, 140 kadın öldürülür, bir çoğu tutuklanır. Bu pragmatik kronoloji bilgisinin bıraktığı kayıp halkaları, Renée Coté’nin 1984 yılında Kanada’da araştırmalarını yayınladığı kitabı büyük ölçüde tamamlıyor.1 Renée Coté çalışmasında, öncelikle Uluslar arası Kadınlar Günü’nün dolayısıyla da 8 Mart’ın çıkışına ilişkin olarak dönemin kaynaklarının herhangi birinde -özellikle gazeteler ve sosyalist basında- Amerikalı işçi kadınların grevine ya da herhangi bir kadın eylemine rastlanmadığını, yani kadın gününe yönelik bir referansın olmadığını ispatlıyor. Benzer şekilde, 19. yüzyıl sonundan 1908 yılına kadar olan dönemdeki grevlerin ve işçilere yönelik baskının hiçbirinin, New York’taki kadınların öldürülmesiyle doğrudan bir ilişkisinin olmadığını da aydınlatıyor. Coté’un bu araştırmadan çıkardığı sonuç, 1857 ya da 1908 yılında görkemli bir grevin olmadığı, ancak Amerikalı kadın işçiler arasında güçlenen oy hakkı mücadelesinin varlığıdır. Bilinenler, ilk kez 3 Mayıs 1908 tarihinde Chicago’da aylık gazete “Sosyalist Kadın”ın kadınlar gününü kutladığı. “Kadın işçilerin davasına adanmış günde kadınların ekonomik ve politik eşitliği taleplerini alkışlayan” 1500 kadının katılımıyla Garrick Tiyatrosu’nda yapılması ve bugünün, kadınların sömürülmesini ve ezilmesini kınayan, aynı zamanda kadınların oy hakkını ilkesel olarak savunan kadın işçilere adanmış olduğudur.2 Kadınlar gününün 8 Mart tarihinde kutlanmasına ilişkin olaraksa, Renée Coté, 1921 Uluslararası Komünist Kadınlar Konferansı’nın “Bulgar bir yoldaş Rus kadınların inisiyatifinin anısına 8 Mart’ı Uluslararası Kadınlar Günü için resmi bir tarih olarak öneriyor” yazan belgeleri dışında bir kayıta rastlamıyor. Dahası, 1911 yılında Alman kadınlar tarafından 19 Mart’ta ve İsveçli kadınlar tarafından 1 Mayısla birlikte kutlandığı bilenenler arasında. Şüphesiz 19. yüzyıl sonundan 20.yy başlarına dek grevlerin ve işçilere yönelik baskıların olduğu, bu dönemde kadınların gerek ekonomik gerek politik taleplerle mücadele ettikleri ve bu mücadelelerin de gelecekte alevlenen bir çok mücadeleye deneyim oluşturduğu da gerçek. Kadınlar gününün bugün 100. yılında halen coşkuyla sahiplenilmesinde Amerika’da kadınların oy hakkı için verdikleri mücadele gibi 1917 8 Mart’ında tekstil işçisi kadınların kitlesel grevleri de etkilidir. Ancak Renée Coté’nin araştırmaları bize, özellikle 1857-1908 arası dönemdeki mücadelelerin sanıldığı gibi Uluslararası Kadınlar Günü’nüne doğrudan bir referans oluşturamayacağı yönünde ışık tutuyor. Bu da Uluslararası Kadınlar Günü’nün ‘Direnen kadınlar günü’ ya da ‘Emekçi 1 Cote, Renée (1984) La Journée internationale dês femmes ou les vrais dates des mystérieuses origines du 8 de mars jusqu’ici embrouillés, truquées, oubliées : la clef dês énigmes .La vérité historique. Montréal: Les éditions du remue ménage. 2 www.womenandcuba.org/Documents/IWDhistory.pdf. (Erişim: 22.02.2010)

8

Sosyalist Düşünce Dergisi


100. yılında 8 Mart kadınlar günü’ diye anılmasının pragmatik belleklerin ürünü olduğunu gösteriyor. En kesin olan noktaysa, dünden bugüne 8 Mart Uluslararası Kadınlar Günü’nün, kadınların kendi hayatlarını ve toplumu değiştirme mücadelesine aktif katılımının sembolü olan bir gün olması. Clara Zetkin’e bu önerisini yaptıran döneme baktığımızda, belirgin olarak, 1857-1910 arasında verilen oy hakkı mücadelesi ve kadınının sınıflı toplumla içiçe geçmiş ezilmişliğinin ‘kadın sorunu’ olarak ilk kez tanımlanışına ilişkin tartışmalar karşımıza çıkıyor. 19. yy sonlarından 20.yy başlarında parlayan bu kitle hareketlerinin toplumsal sebeplerini anlayabilmek açısından, kapitalist sistemin üretim sürecinde yarattığı devasa değişmelerle, bu değişmelerin kadının toplumsal konumuna etkilerini incelemek önem kazanıyor. Gelişen Kapitalizm, Büyüyen Kadın Mücadeleleri Makineleşmenin kas gücüne olan ihtiyacı azaltması ve paralel olarak kapitalist sistemin ucuz ve vasıfsız emeğe ihtiyaç duyması o güne kadar evlerinde çalışan kadınların yığınlar halinde emek pazarına katılmasına neden olmuştur. Kadınların ‘ev işlerini aksatması yetmezmiş gibi erkek işçilerin işlerini ellerinden almaları’, erkekler açısından sorun haline gelmiştir. Bu noktada kadınların “eşit işe eşit ücret” gibi taleplerle, çalışma haklarını savunmaları patronlarının olduğu kadar kocalarının da tepkisine yol açar. Zira, dönemin parti ve sendikalarında kadının evinde oturması ve ücretli işlerde çalışmaması gerektiği tutumu hakimdir. Bu cinsiyetçi tutumun direngenliği kadının uzun bir süre daha politik bir özne olabilmesine engel olacaktır. Nitekim 1900’lerde Alman Sosyal Demokrat Partisi üyesi Karl Kautsky’nin sözleri de bu tutumun en yalın ifadesidir: Bugün kadının sanayi alanındaki etkinliği... omuzlarındaki yükün yeni bir yükle artması anlamına gelir. Ama insan iki efendiye birden hizmet edemez. Çalışan erkeğin karısı ne zaman günlük ekmek parasını kazanmaya yardım etse, bunun acısını hane çeker.3 19. yüzyılın sonlarında, kadının ikincil konumuna dair argümanlar geliştirmeye başlayanlar ilk olarak ütopyacı sosyalistlerdir. Charles Fourier, Flora Tristan ve Saint Simoncuların aralarında bulunduğu bu kuramcılarda ortak vurgu; kadının sömürü ve baskının nesnesi olması; toplumun ilerlemesinde kadının durumunun turnusol işlevi görmesidir. 4 Özellikle de Flora Tristan’ın 1843’te kaleme aldığı İşçi Birliği programındaki şu sözleri bakış açısını özetlemesi açısından anlamlıdır: İşçi sınıfını sağlam ve bölünmez bir birlik içinde birleştirmek, kadın-erkek herkes için çalışma hakkı talep etmek, halk sınıfından kadınlara ahlaki, düşünsel ve mesleki eğitim vermek ve insani birliği sağlamanın tek yolu kadın erkek eşitliğini, sağlamaktır.5 Genel olarak, ilk sosyalistler kadının ezilmesi durumunun nedenlerini incelemişler, buna sebep olan kilise, aile gibi düzen kurumlarını eleştirmişlerdir. Kurulu düzenin kadınların çıkarına olmadığını, erkeklerin zorbalığı ve haksızlıklara karşı kadının mücadele etmesi gerektiğini savunmuşlardır. Var olan düzeni eleştirdiklerinden işçi hareketinin yanında olup, sosyalist bir dünyanın gerekliliğini savunmuşlar; fakat düzen konusunda sistemik bir tahlilleri olmadığından özgürleşme sorunsalına ütopik cevaplar üretmeye çalışmışlardır. Teorik tartışmalar sürerken, 1848’de toplanan Elisabeth Cady Stanton ve Lucrecia Falls Konvansiyon’u Amerikalı kadınların oy hakkı için verdikleri mücadelenin başla3 Kautsky, Karl, The Class Struggle, Ch.III: Dissolution of The Proletarian Family. Bak.: http:// www.marxists.org/archive/kautsky/1892/erfurt/ch02.htm (Erişim: 22.02.2010) 4 11. Tez, “Arşiv: Marksistler ve Kadın” sayı 9. 5 Feminist Politika, “Dünden Bugüne 8 Mart”, sayı 5. Bahar | 2010 -

9


100. yılında 8 Mart masında önemli bir rol oynamıştır. Burada 1888’de Washington’da oy hakkı mücadelelerini büyüten Uluslararası Kadın Konseyi’nin kuruluş toplantısına değinmekte fayda var. Bu toplantıda kadın mücadelesine ilişkin bir eylem planını çıkarılır ve daha önce Flora Tristan’ın savunduğu tez, burada Fransız feminist Sainte Croix tarafından dile getirilir: Kadınların kurtuluşunun erkeklerin de kurtuluşu oluşu. Bu kuruluş toplantısının devamı olarak da 1899’da Londra’da 5 bin kadının katıldığı kitlesel bir toplantı düzenlenir ve bu toplantıda eğitim, çalışma sosyal ve siyasal haklar gündeme alınır. Aynı yıl, konseyin Barış ve Uluslar arası İlişkiler Komitesi savaş sırasında Lahey’de bir konferans düzenler ve Alman, İngiliz, İtalyan kadınlar savaş yüzünden yaşadıkları acıları ve baskıları gündeme taşımak için bir araya gelirler. New Yorklu tekstil işçisi kadınların çalışma koşullarına karşı kitle gösterileri ve grevleri sırasında 129 kişinin ölümüne sebep olan yangın, bu iki toplantı arasına denk gelmektedir. 19.yüzyılın son çeyreğinde, Avrupa’da kadınların yükselen politik hak aramalarında, işçi sınıfının mücadelesinin ürünü olan Uluslararası İşçi Birliği’nin (UİB/18641871) de etkisi önemlidir. UİB’in içerisinde kadının yerinin evi olduğu ve ancak sosyalizmin, erkeğe bütün aileye yetecek kadar gelir getirmesini sağlayacağını, sosyalizmde kadın emeğine gerek kalmayacağını iddia eden Ferdinand Lassalle taraftarlarının aksine, Marks, Flora Tristan’ın tezlerine paralel olarak, kadının ekonomik özgürlüğünü ve siyasi temsilini savunmuş ve Uluslararası İşçi Birliği’nin Genel Konseyi’ne bir kadın işçinin seçilmesine öncülük etmiştir. Bu olay sonrasında Marks’a birliğe üye olmak isteyen yüzlerce kadından mektuplar geldiği bilinmektedir. İlerleyen süreçte Genel Konsey, kadın işçilerin fabrika ve sanayi bölgelerinde örgütlenmesinde özel kadın seksiyonlarının oluşturulmasına karar vermişti.6 20.yüzyılın ilk çeyreğinde Amerika’da kadın mücadelelerine baktığımızda, başını kadın dokuma işçilerinin çektiği, sadece karınlarını doyurmak değil, hayatın tüm güzelliklerini de istediklerini duyurdukları “Ekmek ve Gül” adıyla anacağımız grev ve gösteriler damgasını vurmuştur. 1909 Kasım’ından 1910 Şubat’ına kadar süren New Yorklu terzilerin uzun grevi ve grevcilerin yüzde 80’inin kadınlardan oluştuğu kayıtlarda vardır.7 Bu grev, kadınların çalışma ve yaşam koşullarını kınayan ve kitle desteği kazanan bu terzilerin cesaretini gösteren büyük çaplı ilk kadın grevi olarak tarihe geçmiştir ve işçilerin çoğu Kadınlar Günü’ne katılır ve bu, oy hakkı mücadelesini büyütür. Aynı dönemde Avrupa’da, II. Enternasyonal’de (1889-1916) mücadele eden Rosa Luxemburg ve Clara Zetkin’in aktif çalışmalarıyla “Amerikalı kız kardeşlerin izinden” ‘oy hakkı’, ‘erkeklerle eşit politik haklar’, ‘ayrımcılığa sebep olan bütün yasaların kaldırılması’ gibi talepler yükseltilmiş; kitlesel yürüyüşler, gösteriler, açlık grevleriyle bu talepler savunulmuştur. 1896’da Zetkin’in önerisiyle, kadınlar arasında geniş politik faaliyetler yürütebilmek adına Alman Sosyal Demokrat Partisi içinde özel komiteler kurulmuştur. Bu komiteler, partinin en temel hedeflerinden ayrı olarak, kadınların siyasi eşitliği, politik eğitimleri ve çalışan kadınlar ve anneler için, koruyucu yasalar düzenlenmesine odaklanmışlardır. Bu mücadelelerin ürünü olarak kadınlar 1908’den sonra siyasi partilere yasal olarak katılma hakkı elde etmiştir, dolayısıyla parti içinde komiteler kurabilmişler ve 1912’ye dek Clara Zetkin önderliğinde hazırlanan ve basımı 100 bini aşan gazetelerini çıkarmaya devam etmişlerdir.8 I. Emperyalist paylaşım savaşı öncesinde ise, burjuvalar arasında kamplaşmalar başlayacak, II. Enternasyonal önderliği; ulusal burjuvaziyi destekleme yönündeki ka6 Toledo, Cecilia (2006) El Marxismo y el Problema de la Emancipación de la Mujer, Bak.: http://www.marxists.org/espanol/tematica/mujer/autores/toledo/2006/feb-b.htm. 7 8th of March International woman’s day: in search for the lost memory, Sempreviva Organização Feminista, Bak.: www.womenandcuba.org/Documents/IWDhistory.pdf; erişim

tarihi: 22.02.10.

8 Toledo, Cecilia (2006) aynı makalesinden.

10

Sosyalist Düşünce Dergisi


100. yılında 8 Mart rarlarıyla, yalnızca işçi sınıfına ihanet etmekle kalmayacak, “Bütün ülkelerin işçileri, barışta birleşin, savaşta ise birbirinizi boğazlayın” anlayışına karşı çıkan Rosa Luxemburg gibi önderlerin katledilmesine de sebep olacaklardı. Ulusal burjuvazinin saflarına katılan ‘sosyal demokratlar’ savaş yıllarında Uluslararası Kadınlar Günü’ne de ilgi göstermemişlerdi. Avrupa’da bu boğazlaşma yaşanırken, savaşın yıkımlarının, kıtlık ve çarlığın baskısı ile birleştiği Rus topraklarında ise kardeşleşme başlayacaktı. 1917 Ekim Devrimi’ne Doğru Rusya’da Kadın Mücadeleleri Ülke içinde veya dışında savaştan beslenen tüm egemen sınıflara karşı direnişler; Rus topraklarında her yerden daha fazla baş göstermişti. Avrupa’da egemen sınıflar işçi aristokrasileri yaratarak direnişleri ve sınıf birliğini bölebilir durumdayken, Rusya’da açlık, kıtlık yığınlara “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmadığını” kanıtlıyor, bu da direnişlerin birleştirilmesini sağlıyordu. Bu açıdan 8 Mart’ın kökenlerine işaret eden bir referansın da, Rus kadın işçilerin 1917 Bolşevik Devrimi’ne yol açan eylemlere aktif katılımı ile bu tarih arasındaki bağ olması oldukça anlamlı. Tarihlerin tesadüfi ya da zorunlu denkliğinden daha önemlisi, bugüne dek sürdürülen kadın özgürlük mücadelelerinin; toplumsal kurtuluş mücadelesiyle bütünleşerek Rus Devrimi’ne zafer kazandıran devrimci eylemleri başlatmasıydı. Sosyalist devrimin liderlerinden Alexandra Kolontai, şöyle yazıyordu: “8 Mart 1917’de İşçi Kadınların Günü, tarihte unutulmaz bir gündü. Şubat devrimi yeni başlamıştı.”9 Ekim Devrimi liderlerinden Troçki de, Rus Devrim Tarihi adlı eserinde kadınların Uluslararası Kadınlar Günü’nde açlığa, savaşa ve çarlık rejimine karşı korkusuzca Petrograd sokaklarına çıkarak genel grevi başlattığını şu sözleriyle anlatıyordu: 23 Şubat (8 Mart) Uluslararası Kadınlar Günüydü, toplantılar ve eylemler öngörülüyordu. Ne var ki bu ‘Kadınlar Günü’nün’ devrimin başlangıcı olacağını hayal etmemiştik. Devrimci eylemler öngörülüyordu ancak bir tarih konmamıştı. Fakat sabah, aksinin emredilmesine rağmen tekstil işçileri birkaç fabrikada iş bıraktı ve greve destek istemek için delegeler gönderdiler… bu kitlesel greve yol açtı... Herkes sokaklara döküldü.10 Rusya’nın emperyalist paylaşım savaşına katılması, Rus kadınları emek pazarına daha fazla itmişti ve sanayi kentlerinden Petrograd’ta işçilerin üçte birini kadınlar oluşturuyordu. Tekstil sektöründe ise %50’den fazla kadınlar çalışıyordu. Savaş büyük kitlesel gösterilere sebep olurken, Şubat Devrimi’ne en fazla destek en çok ezilen ve sömürülen tekstil işçisi kadınlardan gelmişti. Kadın işçilerinin çoğunlukta olduğu yaklaşık 9000 grevden söz ediliyordu. 1917’ye gelindiğinde Bolşevikler ve Menşevik’lerin de kadınlar için özel yayınları oluşu, kadının mücadelelere aktif katılımının bir göstergesiydi. O dönemde Sosyal Devrimciler ise oy hakkı ve sivil haklar için mücadele eden bütün kadınları demokratik cumhuriyetin bayrağı altında birleşmeye çağırıyordu. Ancak Bolşevik Parti’nin önderliğiyle, işçi kadınlar yalnızca iktidarı seçmek için değil, ele geçirmek için işçi sınıfının saflarında örgütleniyorlardı. Bu örgütlülüğün zaferi kuşkusuz Ekim Devrimi idi ve bu devrimde kadınların talepleri iki noktada birleşmişti: 1) Kadını erkeğe göre aşağı konumlandıran tüm yasaların iptali; 2) Kadının ekonomik, sosyal ve siyasi hayata erkekle eşit olarak katılımını sağlaması için onu köleleştiren tüm angarya işlerden özellikle ev emeğinden kurtulması. Birinci hedefin ilk ürünü şüphesiz, 1918 Temmuz’unda yeni Sovyet Anayasası’nın yayımlanmasıydı. Bu anayasayla kadın seçme ve seçilme hakkı elde etmiş, ayrım9 Kollontai, Alexandra, Toplumsal Gelişmede Kadının Konumu, (2000). 10 Troçki, Rus Devrim Tarihi, Yazın Yay. Bahar | 2010 -

11


100. yılında 8 Mart cılığa sebep olan tüm yasalar kaldırılmış, özellikle boşanma ve nafaka hakkı, evlilik dışı doğan çocukların durumu üzerine yasalar değiştirilmişti. Ayrıca aile ve miras hukukunda erkeğe özel imtiyazlar sağlayan yasalar kaldırılmıştı. Kadın ve çocuk emeği yasal olarak koruma altına alınmış, herkese sosyal güvenlik sağlanmıştı. Devlet hastanelerinde ücretsiz kürtaj hakkının tanınması gibi düzenlemelerle, kadınlar kendi bedenleri üzerinde söz sahibi olmuşlardı. Seks işçiliğini yasaklamak ve ona cezai yaptırım yüklemek yerine, kadınları seks işçiliğine iten koşulları ve “burjuva ahlakının kalıntılarını” ortadan kaldırmak için çalışmalar başlatılmıştı. Geniş-ölçekli, kolektif ekonomiye geçiş aşamasında, toplu yemekhaneler, çamaşırhaneler ve kreşlerin açılması da ikinci amacın gerçekleşmesini için önemli adımlardandı. Sovyet Rusya, kadının özgürleşmesi için yapılan bu düzenlemelerle daha varlığının ilk aylarında, kapitalist ülkeleri çok geride bırakmıştı. Ve kadınlar özgürleşmelerindeki en temel engelleri kaldırarak “cinslerinin tarihsel yenilgisini” bozguna uğratıyorlardı. Şüphesiz, kadınların bu işçi devletine ihtiyacı olduğu kadar işçi devletinin de ayakta kalabilmesi için de kadınlara ihtiyacı vardı. Zira Sovyet Rusya o yıllarda açlığın ve sefaletin yaşandığı yoğun bir iç savaş döneminden geçiyordu. Dünya burjuvazisi yalnızca ekonomik ve askeri değil, ideolojik saldırılarıyla da işçi devletini çökertme çabası içerisindeydi. Bu yüzden Lenin, III. Enternasyonal’deki bazı ulusal komitelerin kadınlar arasındaki komünist çalışmaya gelince takındıkları ‘bekle-gör’ pasif tutumunu yerden yere vuruyordu. III. Kongrede, kadınların boyunduruklarına karşı başkaldırılarının öncelikle kapitalist sisteme karşı verilen mücadelenin bir parçası olduğunu; işçi devleti kazanımlarını koruyabilmeleri için kadın-erkek aktif şekilde mücadele vermelerinin önemini şu sözleriyle vurguluyordu: Yüzlerce yıllık esaretinizden, her türlü haktan yoksun bırakılışınızdan ve eşitsizlikten kurtuluşunuz, yalnızca komünizmin zaferiyle mümkündür ve burjuva kadın hareketi, size komünizmin vereceği bu güvenceyi sağlamaktan acizdir. Sermayenin iktidarı ve özel mülkiyet var olduğu sürece, kadının kocasına bağımlılıktan kurtuluşu, onun kendi mülkiyetini ve ücretini kullanma hakkından ve kendi çocuğunun geleceğiyle ilgili karar vermede kocasıyla eşit haklara sahip olmaktan bir adım daha öteye geçemez.11 Bu kararlılığa ve kazanımlara rağmen, geri bir tarım ülkesi olan Rusya’da devrimin başka ülkelere yayılamaması, Stalin’le birlikte bürokratik bir işçi devletine dönüşmesine sebep olmuştur. Bu dönüşümün bedellerini kadınlar ağır bir şekilde ödemiştir. 1936 Anayasası’yla kadına annelik unvanının iade edilmesi, kürtajın yeniden yasaklanması (...) kadını bu yeni işçi devletine yeni soylar üretmesi gereken bir konuma yerleştirirken, emek pazarından dışlamıştır. Tüm tahrifat ve tahribatlar, kadının özgürlük mücadelesinin sınıf mücadelesiyle birleştiği sosyalist bir devrimle elde edilebilen tarihi kazanımların önemini azaltmamıştır. Aksine, sosyalist bir devrim sonrasında da kadının özgürleşmesi için mücadele edilmesi gerektiği üzerine önemli veriler sunmaktadır. Sonuç olarak, kadın mücadelelerine ilişkin irdelediğimiz tarihsel seyir ve 8 Mart’a anlamını kazandıran bu deneyimlerden çıkarılacak dersler, kadının ezilmişliği sorununu nasıl tanımlayacağımız hususunda belirleyici nitelikte. Bu derslerle birlikte kadın sorunun bugün aldığı biçimi yeniden değerlendirmek, 100 yılda nelerin değiştiğini nelerin değişmeden kaldığını tespit etmeye çalışacağız. Özgürleşmek Bir Ütopya mı, ya da 100. Yılda Değişen Ne? Kadınları ikincil olarak konumlandıran bir sistemin varlığının kökenlerini tanımlama ve bunun kendini yeniden üretmesini sağlayan mekanizmaları saptama; öncelikle kadının tarihsel yenilgisinin biyolojik bir kaderin ürünü olarak mı; yoksa toplumun 11 Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, Cilt 2, Maya Kitapları, 2002, s. 185.

12

Sosyalist Düşünce Dergisi


100. yılında 8 Mart mülkiyet ilişkileri ve cinsiyetçi bir işbölümüyle örgütlenmesi sonucunda mı belirdiği meselesinin anlaşılmasına yarar. Bu belirleme yani var olan sorunu nasıl tanımladığımız, nasıl ve neye yönelik bir mücadele sorusunun da anahtarı olur. Bugün kadınların emeği, bedeni ve kimliği üzerinde söz söyleme ve denetim sahibi olma ayrıcalığına sahip erkek-egemen bir toplumun varlığını, emeğin sömürüsüne dayanan bir sistemde kadının eşitsiz ve düşük ücretlerle çalışmasını, kadının tarihsel yazgısı olan “ev köleliği” ni ve toplumsal cinsiyet kalıplarını nasıl açıklayabiliriz? Sosyal, psikolojik ve kültürel etmenler bütün bu tarihsel süreci ve bir bütün olarak ataerkil sistemi yorumlamada yeterli bir veri sunabilir mi? Cinsiyete dayalı iş bölümü, cinsiyetin toplumsal ilişkilerini belirleyen, tarihsel olarak biçimlenmiş toplumsal bir iş bölümü şeklidir. Erkeklerin üretim alanına, kadınların ise öncelikle ev emeği dolayımında yeniden üretim alanına konumlanışı özel mülkiyet rejiminin üretim ilişkilerini belirlediği, toplumun sınıflara bölündüğü bir sistemin çıkışıyla iç içe gelişen bir olgudur. Buna paralel olarak gelişen monogamik aile ve erkek-egemenliği bundan sonraki tüm üretim ilişkilerine eklemlenerek varlığını devam ettirecektir. Bu evrim, bu yazının konusu değildir.12 Fakat bu olgular, bu ezilmişliğin sebebinin biyolojik bir kader olmadığını, dolayısıyla kadını ikincil kılarak kendini üreten bir sistemin varlığının da ebedi bir sonuç olamayacağını kanıtlar. Bir sonuç olarak; ataerkilliği miras almış sınıflı bir toplumun kadını eve hapsetmesinin ve burada harcadığı emek aracılığıyla onu denetleme ve baskı altına alma ayrıcalığını elinde bulundurmasının kadının ücretli emeğini değersizleştirdiği su götürmez bir gerçek. Bunun bir sonucu olaraksa, kadının çalışma hayatındaki yeri geçici, ücretli emeği esnek, ucuz ve uysal niteliklidir. Evdeki emeğinin üzerindeki denetim, bedeni ve kimliği üzerindeki denetime dönüşür. Dahası bu emek vasıtasıyla sermayeye yeni işçi kuşakları yetişir, var olan kuşaklar ertesi gün işe gelebilir. Kapitalizm, bu sayede hayati bir masrafını eksiltirken; bir yandan da kadını cinsel olarak objeleştirerek de büyük karlar elde edebileceği yeni sektörler yaratmıştır. Kadınlar bedenleri üzerinde söz sahibi olamamalarına rağmen, bedenlerinin metalaşmasında “bilinçli” bir rol oynarlar. Bu da özellikle medya aracılığıyla yaratılan şöhretler kültürü ve zenginleşme yanılsaması, güzellik algıları, moda olanın yaratıldığı tekstil pazarları bugün milyonlarca kadının hayatını bunların üzerinden yaşamaya çalışmasına/yaşamak istemesine yol açmıştır. Kadınlar beden metalarıyla, bu pazarın bazen aktif çalışanları bazen de izleyici tüketicileri konumundadırlar. Kadınların yalnızca bu kültüre uydukları takdirde kendilerini ‘kadın’ hissetmelerini sağlayan, çeşitli toplumsal algı ve normların belirlendiği; kısacası sermayenin ve ataerkil ideolojinin yeniden üretildiği bir pazardır bu. Kadın üzerindeki denetim; toplumsal cinsiyet rollerinin ve itaat etmenin öğretildiği/öğrenildiği ailede başlar. Elbette bu öğrenim, her iki cinsin de içinden geçtiği bir süreçtir. Kadın tabi olmayı, erkek tabi olunmayı öğrenir. Kadının, bu tabiyete aykırı her davranışında şiddet mekanizmaları devreye girer. Kamusal yaşama katılmak istemesinden, evdeki görevlerini aksatmasına; istemediği biriyle evlenmeyi reddetmesinden, gece vakti sokakta dolaşmasına, cinsel yöneliminden bu sistemin tüm ataerkil kurumlarına karşı her başkaldırısında, şiddet revadır. Emeğin sömürüsüne dayanan bir sistemin, ataerkil mekanizmaların sürekliliğini sağlamak için de baskıya, şiddete ve yeri geldiğinde de imhaya ihtiyaç duyması “doğal”dır. Ezilmenin her türlü biçimini görünür kılmak, en çok da kadın için yakıcı bir önemdedir. Çünkü bastırılmışlık, var olan durumu içselleştirmeye neden olur ve bu, örgütlenip sesini duyurabilmenin de önünde engeldir. Elbette örgütlenmenin önündeki tek engel bu değildir; kadın olmak ve onun getirdiği zorunluluklar/sorumluluklar müca12 Reed, Evelyn, Kadının Evrimi 1, 2 Payel Yayınları ve Kadın Özgürleşmesinin Sorunları, Yazın Yayıncılık Bahar | 2010 -

13


100. yılında 8 Mart dele etmenin önüne set gibi dikilir. Öncelikle şunu netleştirmek gerekir ki, kadın olarak gördüğümüz her türlü ezilme biçimi kapitalizmin başta emek sömürüsü olmak üzere bütün sac ayaklarıyla uyum halindedir. Nasıl ki egemen üretim biçimi, egemen düşünce ve kültür pratiklerini belirliyorsa; bir egemenlik biçimi olarak ataerkillik de, sınıflı bir toplumun üretim ilişkileri ve ona yaslanan tüm kurumları tarafından yeniden üretiliir. Bu yüzden de kadın olarak yaşadığımız tüm bu pratiklerin yok olmasını istemek, kapitalizmin temelleriyle çatışır. Örneğin; en basit olarak, bütün kadınlar için çalışma hakkı istemek bile bu sistemde karşılığını bulamayacak bir taleptir. Eşitsizlikler üzerinden kendini kuran ve bu eşitsizliği yeniden-üreten sistemden, böylesi bir eşitlik beklemek de beyhude bir çaba olur. Kadın Politikaları ve Örgütlenme Bütün bu deneyimlerden çıkan derslerden hareketle; kadının özgürleşmesi sorununda nasıl bir mücadele ve ne tip bir örgütlenme sorusu beliriyor. Kadınların özgürleşmesi; maruz kalınan her türlü ezilme biçimine karşı direniş odakları yaratılmasından mı, yoksa bu sorunun toplumsal kurtuluştan ayrı tutulamayacağı ve bununla birleşik bir mücadele mi örülmesinden geçiyor? Bu sorunun cevabının, mücadele ve örgütlenme meselesini de aydınlatacağını düşünüyoruz. Öncelikle, temel olarak kendini sınıf eşitsizliği üzerine kuran bir sistemde, kadınların eşitlik taleplerini sonuna kadar haykırmalarının öneminin büyük olduğunu kavramak gerekiyor. Bugün kadınların işyerlerinde erkek işçilerle eşit bir ücret, “haksız tahrik” indirimiyle ödüllendirilen katil kocayı mahkum eden yasalar, kadın sığınaklarının çoğaltılması, baba ya da kocaya bağlı olmayan sosyal bir güvence istemeleri ve bu taleplerin sistemi hedef alan taleplerle birleştirilmesi, gelecek bir tarihe ertelenemeyecek önemde bir görevdir. Bu mücadeleler esnasında kazanılan bazı hakların ise -siyasi temsil gibi- sistem tarafından içinin nasıl boşaltıldığını göstermek ve bunun işlerlik kazanmasını istemek; kadın olmaktan kaynaklı taleplerimizle sınıfsal taleplerimizi birlikte örmek gerekiyor. Buna karşın bütün bu talepler sistem içinde bir noktaya kadar karşılanabilmiştir, bazıları ise -ev köleliğinin kaldırılması gibi- sistemin kendi çıkarlarıyla çelişir ve bunun önündeki en büyük engel, kapitalizmin bizzat kendisidir. Dolayısıyla talep etmek ve direniş odakları yaratmak yetmiyor; bizzat talip olmak ve sistemin dönüştürülmesinde rol almak gerekiyor. Öncelikle, işçi sınıfının halen bu sistemi dönüştürebilecek yegane etmen olduğunu ve bu sistemin başta kadınlar olmak üzere hiçbir ezilene özgürlük getiremeyeceğini ortaya koymak gerekir. Öte yandan anti kapitalist bir mücadelenin ancak sınıf mücadeleleri aracılığıyla verilebileceği gerçeği dururken; toplumsal kurtuluş perspektifi olarak sosyalizmi benimsemek; ama gündelik mücadeleyi yalnızca kadın olmak üzerinden kurmak ne kadar muğlaksa; daha “insancıl” bir kapitalizm istemiyle kadınların durumunu iyileştirebilmekse o kadar imkansızdır. Bu politik hat, bugün kadın kurtuluş mücadelesi içinde kendisini konumlayan kadın gruplarında kendini somutluyor. Bu duruşun elbette bir çok tarihsel etmeni var. Sosyalist harekete damgasını vuran Stalinist bürokratizmin etkisi, siyasi gruplar ve meslek örgütlerindeki ataerkil direngenlik, ahlakçı uygulamalar ve kadınların karar alma mekanizmalarından dışlanması gibi etmenler kadınların mücadelelerini erkeklerle vermelerinin anlamını yitirmelerine yol açmıştır. Özellikle 90’lı yıllarda SSCB başta olmak üzere, bürokratik işçi devletlerinin çöküşü, burjuvazinin bu sistemi dönüştürebilecek “işçi sınıfı ölmüştür!” propagandası toplumsal cinsiyet sosuna bulanmış demokratik gericilik uygulamalarıyla da birleşince bu sistemi dönüştürmenin değil de, direnmenin anlamlı olduğu savunusu ortaya çıkmıştır. Bu savunu kadın mücadelesi dahil olmak üzere, bir çok hatta politik savrulmaya yol açmıştır. Direnmenin kendisinin yüceltilmesi ve bunun sadece bireyin kendi kimliği ve sorunlarına yönelik yapması politikası da bu dönemde vuku bul14

Sosyalist Düşünce Dergisi


100. yılında 8 Mart muştur. Emek hareketlerine verilen destek ve dayanışmaların birçoğu, işçi kadınların ezilen bir “kimlik” olarak tanımlanması üzerinden yapılmıştır.Çoğu zaman akademik araçlarla politika yapan ve sosyal projeler aracılığı ile varlığını idame ettiren gruplar ortaya çıkmıştır. Kadın hareketlerinde başka bir yönse, kendisini sosyalist olarak tanımlayan fakat sosyalizm tanımlarını sınıf mücadelesi ve onun programıyla ifade etmeyen grupların varlığı olmuştur. Sonuç olarak tüm bu süreç, toplumsal kurtuluş perspektifinden uzak ya da sınıf mücadelesini temel bir dinamik olarak görmeyen kadın hareketinin doğmasına yol açmıştır.13 Peki, sınıf mücadelesinden kopuk bir hareketin başarıları sistem içerisinde neye tekabül eder? Kadın hareketlerinin mücadelelerinin ve bunun sonucunda elde edilen kazanımların oldukça önemli olduğunu kabul etmek gerekiyor; çeşitli yasaların düzenlenmesi ile kadın cinayetleri davalarında emsal kararlar çıkması, sığınma evlerine yönelik adımların atılması, kürtajın yasallaşması vb hayati önemi olan bir dizi kazanımın önemi yadsınamaz. Fakat bu tip mücadelelerde önemli bir zaafsa, evrensel ve her tür bağlamdan bağımsız bir kadınlık kategorisi yaratılması ve bunun sonucunda gelişen özcü politikalar olmaktadır. Bu politikalar kendisini, sınıfsal içeriğinden yoksun ‘kadın kotası’, ‘kadın girişimcilerin yaratılması’ gibi taleplerde kendisini gösterir. Örneğin kadın kotası önemli bir talepken, mecliste burjuvazinin programını temsil eden fakat kadınlığın bir vitrin gibi kullanıldığı kota talebi de salt kadınlık üzerine yapılan bir politikanın çarpıcı bir sonucu olur. Öte yandan Kürt kadınların ezilmişliğini sermaye yoksunluğu, bilinç eksikliği olarak gören bazı kadın örgütleri ise, mikrokrediler vasıtasıyla kadın girişimciler (!) yaratma çabaları da yine buna örnektir. Yani önemli kazanımların yanı sıra hiçbir çaba da sınıfsal özünden ayrı değerlendirilemez. Sonuç olarak sınıf bakış açısından yoksun olarak üretilen her politikanın sisteme kanalize olabileceği bir gerçeklikken; kadınların özgürlük mücadelelerinin bu sistemin sınırları içerisine hapsedilemeyeceğini ve bunun toplumsal kurtuluş perspektifinden ve sınıf mücadelesinden ayrı bir dinamik olamayacağını görmek gerekiyor. Bu, kısmi kazanımların sürekliliği ve daha ileriye götürülebilmesi, kısacası nihai kurtuluş için gerekli bir perspektiftir. Bu yüzden bugün en temel sorun, sınıf mücadelesini kapitalizmin temel dönüştürücüsü olarak gören ve kadın mücadelesini bunun ayrılmaz bir dinamiği haline getirebilen, gündelik politikasını toplumsal cinsiyet duyarlılığı ile yapan ve kadınların kendi talep ve sloganlarıyla mücadeleye yön verebildiği; kadınların her türlü ezilme pratiklerini görünür kılan, ataerkil ideoloji ve pratiğe karşı savaş açan, burjuvaziden bağımsız devrimci bir partiye ihtiyaç vardır. Kadınlar ancak böyle bir örgütlenmeyle özgürlüklerini elde edebilecekleri mücadelenin bir parçası ve kendi kurtuluşlarının öznesi olabilirler. 15 Şubat 2010

13 2. ve 3. dalga feminist akımların savunuları ve deneyimleri, bu yazının konusu olmadığı için; bu bölümde özellikle bu akımların çıkış koşullarına ve temel argümanlarına değiniyoruz. Bahar | 2010 -

15


Dosya

Rejim ve Kürtler

Yusuf Barman

Türkiye şiddetli bir politik ve toplumsal fırtınanın içinden geçiyor. 20. yüzyılı, kendi bölgesinde hatırı sayılır, emperyalizmin kendi politikalarını oluşturmakta dikkate aldığı bir burjuva devlet inşa etmiş olarak kapayan Cumhuriyet rejimi şimdi Kürtler ve demokrasi konularında bir kronik hasta görünümü arz ediyor. Bu sorunları bugüne değin temelde baskı, inkâr ve imha uygulamalarıyla, zaman zaman demokrasi görünümlü ittifak politikalarıyla, sırası geldiğine karar verdiğinde askeri müdahale “düzeltmeleriyle” aşmayı beceren rejim, emperyalizm ile girdiği ittifaklarla, palazlanmayı becermiş tekelci burjuvazisiyle, ayrıcalıklarının ebediliğine inanmış asker ve sivil bürokrasisiyle, hatta büyük kentlerde iyi kötü oluşmuş tüketici orta sınıflarıyla, Türkiye’yi “çağdaş uygarlık düzeyine” taşımakta olduğuna kendisini iyiden iyiye inandırmıştı. Devletin yöneticilerine göre bunların toplamından “demokrasi” çıkıyordu ve biraz daha çeki düzen verildiğinde Türkiye rahatlıkla Avrupa ligine girebilirdi. Ama bugün hükümet, devletin çözülmemiş bir “Kürt sorunu” olduğundan, “demokratik açılıma” gerek duyduğundan söz ediyor; Genel Kurmay başkanı Kürt sorununun “salt askeri yöntemlerle çözülemeyeceği” sonucuna ulaştığını ifade ediyor, bu arada milliyetçi partilerin kendisine neredeyse bir “vatan haini” demedikleri kalıyor; Anayasa Mahkemesi, iktidar partisine sarı kart gösterdikten sonra Kürtlerin oylarıyla Parlamentoda grup kurmuş olan partiyi “yasadışı” ilan ediyor, ama 21 milletvekilinden 19’una dokunmayıp yeni bir parti ve Meclis grubu oluşturmalarına kapıyı açık tutuyor; iki günde bir, hükümeti yıkmak ve halkı iç boğazlaşmaya sürüklemekle suçlanan rejim içine çöreklenmiş aşırı sağcı, faşist yeni yeraltı örgütleri, Ergenekonlar, “Balyoz planları” vb. ortaya çıkarılırken savcılar ve kolluk kuvvetleri (elbette onların üzerinde, onları yönlendiren hükümet ve rejim) birden bire, rejimle barışmak, ülkenin birliğine katkıda bulunmak, silahları susturmak istediklerini ilan eden Kürt belediye başkanlarını, parti liderlerini, sendikacıları, vb. tutuklama kampanyası başlatıyorlar... 16

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rejim ve Kürtler Politik ve idari üstyapıda süregiden bunca çekişme ve istikrarsızlık “çağdaş” burjuva demokratik normlar açısından kuşkusuz normal sayılamaz. “Normal” diye tanımlanabilecek olan, rejimin başlıca kurumlarının (parlamento, yürütme gücü ve yargı organları), toplumsal kesimlerin (sınıfsal katmanlar, etnik topluluklar, dini gruplar, ideolojik ve politik öbekler, farklı toplumsal cinsiyet ve nüfus kuşakları, vb.) gereksinimlerini, taleplerini karşılayabilecek, onların hareketliliklerini soğurabilecek ve kendini bunlar uyarınca ve kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerini zedelemeyen, tam tersine bunları güçlendirecek bir biçimde yeniden tanımlayabilecek bir esnekliğe sahip olabilmesidir. Burjuvazi bunu “toplumsal uzlaşma” olarak adlandırır ve anayasasıyla ya da yasal içtihat kültürüyle sözleşmeye bağlar. Ama sadece toplumsal kesimlerin rejimin kurumlarıyla kavga etmesiyle kalmayıp, bir de bu kurumlar kendi aralarında ve içinde kıran kırana bir mücadeleye girişmişlerse, rejimin istikrarı bir yana, onun hastalıklı bir döneme girdiğinden söz etmek herhalde abartma olmaz. Rejimin bu krizi, Türkiyeli emekçiler ve Kürt halkı için bir umut, demokratik bir dönüşümün habercisi olabilir mi? Bu, krizin niteliğine ve sınıf mücadelesi içinde proletaryanın üstleneceği role bağlıdır. Rejimin Niteliği Kürt ulusalcı aydınlar, 1920-23 arasında Kemalistlerin Kürt halkına özerklik vaadinde bulunduğundan ve onu böylece işgal güçlerine karşı kendi yanlarında savaşa kattıklarından, ama daha sonra bu vaatlerini unutarak asimilasyon ve imha politikası uygulamaya yönelmiş olduklarından şikâyet ederler. Bu vaatlerin varlığı ve ortada tarihsel bir aldatmacanın bulunduğu bir gerçektir. Bununla birlikte, tarihin bu tarz Makyavelist yorumu yetersizdir ve Kemalistlerin salt ideolojik tercihler sonucunda, hatta bir bakıma el yordamıyla politikalar geliştirmiş oldukları sonucunun çıkartılmasına yol açabilir. Kürt halkının bugüne değin gelen ezilen ulus statüsüne sokulmuşluk hali yüzyıllara yayılan bir sömürge olma durumunun devamı olmakla birlikte, Kemalistlerin bu statüyü de aşıp bizzat Kürdistan’ı yok etme çabası, onların Genç Türklerden başlayarak şekillenen ulusalcı ideolojik tercihlerinin yanı sıra, hatta belki de ondan daha belirleyici olarak, bu ideolojik şekillenmenin altında yatan emperyalist çağda bir burjuva devlet inşa etmek görevini üstlenen asker-sivil bürokrasinin tarihsel açmazının, yetersizliğinin ve karşıdevrimci sınıfsal özelliklerinin bir sonucudur. 1908’de mutlakıyetçi Saltanatı bir tür meşruti monarşiye dönüştürüp parlamenter işleyişi gündeme getiren, böylece İmparatorluk halkları üzerindeki zalim otokrasiyi bir anlamda çatlatan İttihat ve Terakki burjuva demokratik devrimin görevleri açısından ne denli ilerici bir rol oynamışsa, aynı partinin ve kadroların iktidarının 1915’te Ermeni soykırımını gerçekleştirirken üstlenmiş olduğu işlev de o denli karşıdevrimcidir. Burjuvazinin cılız ve ordu içinde temsil edilmeyen ulusal unsurlarca oluşturulduğu, proletaryanın henüz tarihsel gelişiminin ilk basamaklarında bulunduğu, köylülüğün ise on yıllarca süren savaşlar sırasında kitleler halinde ölüme gönderildiği yarısömürge bir imparatorlukta, devlet aygıtının sivil ve askeri kanatlarına yerleşmiş binlerce küçük burjuvadan oluşan bürokrasinin kendi ayrıcalıklarını koruyacak biçimde “devleti kurtarmaya” girişmesi, onu burjuva devrimini kendi araçlarıyla gerçekleştirmeye itiyordu. Böylece bürokrasi, bir yandan monarşik yönetimi geriletip burjuvazinin gelişebilmesinin önünü açarken, diğer yandan da İmparatorluktan geriye kalan topraklarda ya da hâlâ elde tutulabilen sömürgelerde bir “iç pazar” oluşturabilmek için ulus-devlet inşasına yöneliyordu. Tarihsel koşulların ve gelişmelerin sonucunda bu görevi, aynı sınıfsal kesimin uzantısı olan Kemalistler tamamladı. Saltanata son verip Cumhuriyet ilan ettiler, devletin bütün olanaklarını burjuvazinin hizmetine sundular, işgal güçlerinin elinden kurtardıkları sınırlar içinde ulus-devlet, yani bir burjuva devlet inşasına yöneldiler. Tarihsel açıdan ilerici olan bir dizi görevi üstlenirken en karşıdevrimci uygulamalara başvuran (Ermeni katliamı, Kürt halkı üzerindeki asimilasyon ve imha poBahar | 2010 -

17


Rejim ve Kürtler litikaları) Genç Türklerin, İttihatçıların ya da Kemalistlerin bu özelliği onların tarihsel koşullar içinde belirlenen sınıf karakterinden kaynaklanıyordu. Troçki’nin geliştirdiği Sürekli Devrim kuramına göre, kapitalizmin ilk gelişme evresinde demokratik devrime öncülük eden burjuvazi (ve onun küçük burjuva avukatları), emperyalist çağda bu devrimci niteliğini artık yitirmiş durumdadır. Dolayısıyla burjuva demokratik devrimin, mutlakıyetin yıkılarak demokrasinin geliştirilmesi, tarımda kapitalizm öncesi ilişkilerin tasfiye edilerek toprak dağıtımının gerçekleştirilmesi ve baskı altında tutulan uluslara kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasına ilişkin temel görevlerinin tam ve nihai biçimde çözümü proletaryanın omuzlarına yıkılır, onun gerçekleştireceği devrimin ilk önce el atması gereken sorunlar haline dönüşür. Bu açıdan bakıldığında, Kemalistlerin öncülük ettikleri burjuva inşanın, ülkedeki toprak sorununu halletmediği, tam tersine toprak ağalarıyla derin bir ittifaka girdiği, bu ittifakın hâlâ sürmekte olduğu; öte yandan, İmparatorluk sömürgelerinden elde kalan mevcut “ulusal sınırlar” içinde yaşayan halkların üzerinde şiddetli bir asimilasyon ve imha politikası uygulayarak, bırakın bu sorunu çözmeyi, onu daha da ağırlaştırdığını kolayca görebiliriz. Öte yandan Kemalistlerin otokratik Osmanlı devletinin temsilcisi olan Saltanata son vermeleri ülkede liberal bir demokrasinin egemenliğiyle sonuçlanmamıştır. Kemalistler Sultanlık rejiminden (yani otokratik rejimden) kitlelerin demokratik seferberlikleri sonucunda değil, savaşın getirdiği olağanüstü koşulların sayesinde kopmuşlardır. İşgal güçlerinin Anadolu’yu İstanbul’dan koparmasının sunduğu tarihsel fırsat sayesinde Hanedanlık ailesinden kurtulan Kemalistler, öte yandan Saltanatın hemen tüm merkeziyetçi ve baskıcı öğelerini ve özelliklerini koruyarak bunları kurdukları Bonapartist Cumhuriyet rejimine devretmişlerdir.1 Tüm bölgelerin metropol başkentinden bürokratik merkeziyetçi bir biçimde denetlenmesi; militarist devlet yapısının korunması ve güçlendirilmesi; sınıf mücadelelerinin doğurduğu sorunlara, bütün sınıfların üzerinde yer alan bir hakem misali karar veren, halk oyuyla seçilmemiş organların varlığı; toplumsal anlaşmazlıkların özgür rekabet yoluyla çözümlenmesi değil, askerpolis şiddetiyle bastırılması; hatta Hanedanının yerine Kemalist bürokrasinin geçerek kendini egemen sınıf olarak konumlandırması (bu arada “paşa” geleneğinin sürdürülmesi), vb. Cumhuriyet rejiminin burjuva devriminin yarı yolunda kaldığına, onun ana sorunlarına nihai çözüm getirememiş olduğuna işaret etmekte. Türkiyeli kimi aydınlar arasında (İslamcısından laikine kadar), özellikle de sol liberaller içinde bu durumu, Kemalistlerin seçimi sonucunda demokrasinin geliştirilmesi bakımından “kaçırılmış bir tarihi fırsat” olarak değerlendirenler bulunmakta. Kemalistler tek parti diktatörlüğü yerine çoğulcu bir parlamenter sistem kurmuş, hatta bu sistemin içine “çokuluslu” özerk ya da federatif bir devlet yapısının kurucu temsilcilerini katmış olsalardı, bugün Türkiye’nin üniter yapısını tehdit eden bir “Kürt sorununun” bulunuyor olmayacağını düşünüyorlar bu aydınlar. Öyle ki, bu tip bir demokratik cumhuriyet rejiminin kurulamamış olmasını, Mustafa Kemal’in İngiliz ajanlarınca yalıtılıp onun yerinin kötü niyetli, emperyalizm uşağı sahte Kemalistlerce doldurulduğuna bağlayanlar bile var (başta Abdullah Öcalan olmak üzere). Oysa gerçekte Kemalistler, ulus-devleti ve onun baskıcı, diktatoryal rejimini inşa ederken kendi sınıf çıkarları doğrultusunda ve verili tarihsel ve toplumsal koşullar 1 Karl Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i (bak.: http://www.kurtuluscephesi.com/ marks/18brumaire.html) adlı yapıtından hareketle Marksist literatüre katılan Bonapartizm kavramı, görünürde bütün sınıfların üzerinde konumlanan merkeziyetçi ve baskıcı burjuva rejim tipini tanımlar. Troçki de, emperyalizmin bağımlı ülkelerde kendine özgü (sui generis) Bonapartist rejimlerin yükselmesine neden olan deformasyonlar yaratığından söz eder. Bu tip rejimlerde hükümette bizzat burjuvazinin kendisi bulunmasa bile –ki rejimin “sınıflar üstü görünümü buradan kaynaklanır- rejimin kendisi sahte bir “hakem” rlüyle burjuva düzenini korumaya yönelir ve kitleler üzerinde sistematik diktatoryal bir baskı uygular. Bu rejim tiplerinde “Bonaparte” işlevini devlet başkanları ya da “güçlü” kişi veya kurumlar üstlenir.

18

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rejim ve Kürtler içinde hareket etmişlerdir. Rejimin işçi ve emekçi yığınlar üzerinde kurduğu askerpolis baskısı ve denetiminin, Kürtler üzerinde sistematik olarak uyguladığı inkâr ve imha politikasının temelinde bu tarihsel olguyu aramak gerekir. Asker-sivil bürokrasinin öncülüğünde gerçekleştirilen bir burjuva demokratik devrimden, ülkenin emperyalizm ile olan ilişkilerini de nihai olarak koparması beklenemezdi. Kemalistler bir antiemperyalist devrim gerçekleştirmemişler, I. Dünya Savaşı’nda birbiriyle boğazlaşan emperyalist güçler arasında Osmanlı’nın yanında saf tuttuğu kesimin savaşı yitirmesi sonucunda, galip güçlerle (İngiltere, Fransa) bir süre sürtüştükten sonra Lozan Antlaşması’nı imzalayarak Türkiye’yi yeni emperyalist dünya düzeniyle bütünleştirmeye yönelmişlerdir. Türkiye için “çağdaş medeniyet düzeyine ulaşmak”, fes yerine fötr şapka giyen bir yarısömürge haline gelmek anlamı taşımıştır. Türkiye özelinde Kemalist rejim biçiminde vücut bulan Bonapartizm, sadece bir ideoloji olarak değil, ama tüm yönetsel yapıyı belirleyen kurumsal bir bütün olarak şekillenmiştir. Bu rejim türü en çıplak görünümünü çok partili sisteme geçilen 1946 yılına değin ve ardından 1960, 1971 ve 1980 askeri darbe dönemlerinde sergilemiş olmakla birlikte devletin temel ekseni olarak varlığını günümüze değin sürdürmüştür. Parlamenter işleyişin ağırlık kazandığı ve burjuva demokratik haklar çemberinin genişlediği dönemlerde bile Bonapartizm bir dizi kurum aracılığıyla (Genel Kurmay, Cumhurbaşkanlığı, yüksek yargı organları, Milli Güvenlik Kurulu, vb.) “perde arkasından” rejim üzerindeki belirleyiciliğini korumuştur. Rejimin Bileşenleri Şimdilerde, bu biçimde kurulan Bonapartist rejimin “demokratikleşme” olanaklarından söz edilmekte. Pek çok liberal aydın, Avrupa Birliği’nin (AB) emperyalist bileşenine özgü burjuva demokrasisi hukukunun –ve tabii anlayışının- Türkiye’ye ithal edilmesi yoluyla rejimin baskıcı niteliğinin aşılabileceğini, üstelik bugünkü haliyle “Kürt sorununun” bu dönüşümü şiddetle dayatmakta olduğunu, kaldı ki bu sorunun “barışçıl” çözümünün de ancak böyle bir değişim sonucunda gerçekleşebileceğini düşünüyor. Bu tip bir sürecin motor gücü ne olacak, başını kim(ler) çekecek, hangi yöntemle gerçekleştirilecektir? Söz konusu olan “demokrasinin inşası” ya da “geliştirilmesi” olduğundan, bu bakış açısının mantıki sonucuna göre de dönüşümü gerçekleştirecek olanlar demokratik güçler ve onların arasında bağıtlanacak uzlaşmalar ve anlaşmalardır. Yani hükümet, parlamento, politik partiler, ulusal ve toplumsal hareketlerin demokratik temsilcileri, vb. hep birlikte tartışıp demokratik bir anayasa ve onun üzerinde yükseleceği bir devlet yönetimi üzerinde mutabakata varmak zorundadırlar. Aydınlara göre, aslında kendini liberal dünyaya ait gören güçler arasında (AKP ve TÜSİAD’dan Kürt önderliklerine kadar) bu tip bir uzlaşmanın zemini mevcuttur; ikna edilmesi gereken asıl karşıt merkez Genel Kurmay’dır, çünkü baskı rejiminin devamından yana olan asıl odak ordudur –ve de onun etrafında dönen CHP ve MHP. Biz bu anlayışın sadece hayalci değil, ama aynı zamanda rejimin geçirdiği ve geçirmekte olduğu evrimin içinde etkiyen güçlerin sınıf özelliklerini hiç dikkate almadığı için yanlış ve tehlikeli olduğunu düşünüyoruz. Asker-sivil bürokrasinin, özellikle de Genel Kurmay’ın rejimin en sert odaklarından biri olduğu doğru, ama rejimin kurumları içinde yer alan diğer güçlerin Bonapartist yapının tümüyle yıkılmasından yana olduklarını gösteren yeterli işaretlerin bulunduğu doğru mu? Çeşitli burjuva ya da küçük burjuva liberal akımların sınıf çıkarları, demokratik devrimin ana sorunlarının çözülmesinden yana mı, ve bu akımlar böylesi bir çözümü gerçekleştirecek güce sahipler mi? Egemen sınıflar arasında ekonomik bakımdan en güçlü kesimleri bağrında toplamış olan TÜSİAD’ın temsil ettiği tekelci burjuvazi, bu rejimin sezaryenle (Levanten burjuvazinin ekonomi dışı yöntemlerle –şiddet- yok edilmesi, savaş dönemi yağmaları, bedava krediler, vb) dünyaya getirdiği, kendi eliyle besleyip büyüttüğü bir sınıftır. Bahar | 2010 -

19


Rejim ve Kürtler Kuşkusuz tekelci burjuvazi bu özelliği nedeniyle asker-sivil bürokrasiye ebediyen köle olmuş değildir, burjuvazinin özellikleri arasında bu tip “vefa” anlayışları bulunmaz. Onu ilgilendiren sınıf çıkarlarıdır ve bu açıdan Bonapartist rejimin, zamana uygun bazı değişikliklerle birlikte, devamından yanadır. Her şeyden önce tekelci burjuvazi emperyalizme bağımlıdır; sadece onun sunduğu güvenlik şemsiyesine, kapitalist dünya pazarlarında ancak onun koruyabileceği “istikrara” değil, ama aynı zamanda onun kredilerine, onun teknolojisine ve belki de onun kendisi için açacağı pazarlara ihtiyacı vardır. Artık değer getirisinin sistematik olarak, ekonomi içi ve dışı yöntemlerle emperyalist merkezlere aktığı yarısömürge bir Türkiye’de kitlelerin taleplerinin ve tepkilerinin demokratik mekanizmalar içinde karşılanama ya da eritileme koşullarının zayıflığı, tekelci burjuvaziyi Bonapartist rejime bağlayan temel etmendir. Bu elbette tekelci burjuvazinin rejimin “çelik çekirdeği” ile sorunlarının bulunmadığına işaret etmez. Öncelikle tekelci burjuvazi açısından Türkiye ekonomisinin dünya kapitalizmine tam entegrasyonu doğrultusunda, Avrupa Birliği’nin kendisine temel aldığı ekonomi normlarının ülke içinde işlerliğe konması ve bu amaçla da politik kriterlerin uygulanması gerekiyor. Bunun ise Genel Kurmay’ı çok rahatsız ettiği biliniyor. Neden? NATO eliti içinde yer alan Kemalist generallerin antiemperyalist niteliklerinden ötürü değil kuşkusuz. Her şeyden önce bir bütün olarak bürokrasinin ve özel olarak da onun silahlı “koruyucularının” devleti kendi özel mülkiyetleri olarak gördüklerini; bu “mülklerinin” belirli parçalarının ellerinden alınması ihtimaline karşı “doğal” bir tepki göstermekte olduklarını ve buna devam edeceklerini unutmamak gerekiyor. Öte yandan Silahlı Kuvvetler, bankalarıyla, fabrikalarıyla, süper market zincirleriyle, toplu konutları ve yazlık villalarıyla, vb. devasa bir kapitalist işletme; üstelik bu işletme yatırım ve sermaye piyasalarının vahşi rekabeti karşısında bürokrasinin elindeki devlet aygıtı tarafından koruma ve güvence altına alınmış durumda. Generaller AB ekonomik ve politik kriterlerinin “Şirket”e zarar vermesinden korkuyorlar. Bunlar kadar önemli bir nokta daha var: Genel Kurmay’ın “tabanını” on binlerce subay ve astsubay oluşturuyor ve generaller, üzerlerine asker üniforması giydirilmiş yüz binlerce işçiyi ve köylüyü onların aracılığıyla denetliyor, disiplin altında tutuyor ve cepheye sürebiliyor. Kemalist ideolojiyle yetiştirilip mevcut rejimin “ebediliğine” inandırılmış, ama sadece bu da değil, maaşları, bulundukları yerlerde yararlandıkları ekonomik ve toplumsal ayrıcalıkları, statüleri ve ellerindeki silahlarla rejime sımsıkı bağlanmış bu küçük burjuva kesimlerin, konumlarını zedeleyecek herhangi bir köklü değişikliğe verebilecekleri ani bir tepki, kurulu sistemin disipliniyle birlikte paramparça olmasına yol açabilir.2 Dolayısıyla tekelci burjuvazi ve Genel Kurmay açısından sorun, rejimdeki “reformların” resmi silahlı küçük burjuva kesimlerin sınıf çıkarlarını zedelemeden gerçekleştirilebilmesinde düğümleniyor. Bu durum egemen çevreler arasında sadece “ritim” farklılıkları değil, sınıfsal çıkar çekişmeleri de yaratıyor. Askeri bürokrasiyle bu tip çelişkileri pek çok hükümet yaşadı. 1950’lerde tarım ve ticaret burjuvazisi Demokrat Parti aracılığıyla iktidardan pay ister hale geldiğinde Adnan Menderes iki bakanıyla birlikte darağacına gönderildi. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 cuntaları da, yükselen sınıf mücadelesi karşısında ağır krize sürüklenen rejimi koruyabilmek amacıyla burjuvazinin sağlam önderlikler çevresinde birleşme yeteneğinden mahrum olduğunun ortaya çıkması sonucunda gerçekleştirildi. Emekçiler, Kürt halkı ve sosyalist hareket üzerinde müthiş bir kıyıma girişen askeri diktatörlükler, bu arada burjuva partilerini de cezalandırarak Bonapartist merkeziyetçiliğin sınırlarının çok esnek olmadığını bir kez daha kanıtlamışlardı. Bütün bu darbeler sürecinde, rejimin “gazabına” uğrayan burjuva partilerin ya da Menderes veya Süleyman Demirel gibi burjuva politikacıların Türkiye’deki rejimi asker-sivil bürokrasinin vesayetinden kurtararak demokratikleştirebilecek “liberal” önderlikler olduğunu söyleyenlerin sayısı 2 1970 baharında, daha sonra 1975 başlarında Askeri Personel Yasası’nda yapılmak istenen değişikliklere karşı astsubayların birliklerde başlattıkları iş yavaşlatma direnişlerinin ve ailelerinin sokaklarda düzenlediği gösterilerin Ordu üst kademelerinde ne denli bir korkuya yol açtığı hâlâ unutulmuş değildir.

20

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rejim ve Kürtler hiçbir zaman bugün bu görevi AKP’ye ve Tayyip Erdoğan’a yükleyenler kadar kalabalık olmamıştı. Aradaki fark nerede yatıyor liberal aydınlar için? AKP’nin “İslamcı” karakterinin laiklik iddiasındaki Genel Kurmay’la ve onun “koruyucusu” olduğu Cumhuriyet rejimiyle uzlaşmaz bir tarihsel zıtlık oluşturduğunu; Osmanlı’daki Hürriyet ve İtilaf ile İttihat ve Terakki fırkaları arasındaki “liberallikmerkeziyetçilik” çekişmesinin bugün aynı temellerde, sanki son bir yüzyıl içinde ülkede hiçbir sınıfsal dönüşüm yaşanmamış gibi, ordu ile AKP hükümeti arasındaki çelişkiler biçiminde devam etmekte olduğunu düşünenler var. 12 Eylül cuntasının ve onu izleyen ordu yönetimlerinin toplumu dini temellerde muhafazakârlaştırma girişimleri, Türk-İslam sentezi gibi uydurma toplumsal afyon bileşimleri icat etme çabalarını desteklemeleri, Kuran kurslarının yaygınlaşmasını teşvik etmeleri, her fırsatta katıldıkları cenaze törenlerinde saflar halinde namaza durmaları vb. bir yana; Tayyip Erdoğan ve parti ricalinin, AKP hükümet yetkililerinin, bıkıp usanmadan İslami bir rejim istemedikleri, laik cumhuriyet düzeninin savunucuları oldukları vb. yolunda ettikleri yemin billâhlar bile liberal aydınları ikna etmeye yetmiyor. CHP lideri Baykal’ın, AKP’nin ülkede şeriat düzeni kurmaya çalışan bir parti olduğunu iddia ederken yalan söylediğinin farkında olacak kadar zeki bir politikacı olduğundan kuşku yok; buna karşılık liberal solcu aydınlar hâlâ Tayyip Erdoğan’ın “takiye” yaptığına inanıyorlar veya öyle yapıyor olmasını diliyorlar. Hem de demokrasi adına..! AKP’nin Sınıf Karakteri Kürt sorununun AKP önderliğinde çözülebileceğini düşünenlerin bu hayali sadece İslam’ın var olabilmek için “laik” merkeziyetçiliği tasfiye etmesi gerektiğine inanmalarından kaynaklanmıyor. Aynı zamanda bu partiye 18. yüzyıldan kalma bir burjuva liberalliği atfetmelerinden ileri geliyor. İki asır öncesinin liberal burjuvazisi monarşik rejimlerin katı merkeziyetçiliğine karşı çıkarken aynı merkezi denetimi halk kitlelerinin vicdanları olduğu kadar bedenleri üzerinde de acımasızca uygulayan Kilise’nin otoritesine karşı da başkaldırmıştı. Bugün ise “liberal” sıfatı yüklenen burjuva kesimlerden bunun tersini yapması isteniyor: mademki laik diktatörlük söz konusu ve demokrasinin varlığı sadece onun yıkılmasına bağlı, o zaman dini otoritenin yardımına başvuralım… Fetullah Gülen’den Halifelik rolü oynamasını rica eden bir akımın liberalliğine vehmetmek, sadece bir 21. yüzyıl komedisi olabilir. Kaldı ki, burjuvazinin sınıfsal ihtiyaçları ve çıkarları son iki yüzyıl içinde çok değişmiş, kapitalizmin ilk gelişme evresinde olduğundan çok farklı içerikler kazanmıştır. Serbest piyasa ilişkilerinin egemenliği için dün merkezi (kapitalizm öncesi) siyasi otoriteye karşı kitleleri kışkırtan burjuvazi, bugün aynı amaçla tüm devlet işletmelerini özelleştirirken kitlelerin hoşnutsuzluk belirtilerine karşı merkezi otoriteye başvurmakta, onu kitlelerin üzerine sürmekte. Dün kapitalizm öncesi imparatorlukların elindeki sömürgeleri kendi ulaşabileceği pazarlar ve hammadde kaynakları haline dönüştürebilmek için ulusların bağımsızlığını kendine bayrak edinir görünen burjuvazi, bugün aynı nedenlerle emperyalizmin 20. yüzyılda defalarca tanık olduğumuz ve hâlâ olmaya devam ettiğimiz barbarca saldırı, imha ve boyunduruk politikalarına ihtiyaç duymakta. İki yüzyıl öncesinin liberal burjuvazisi artık tarih kitaplarında kalmıştır ve modern kapitalizm çağına yüz yılık bir gecikmeyle de olsa emperyalist çağda girmiş olan ülkelerde onu bulmaya çalışmak nafiledir. AKP 19. yüzyıl Kapalıçarşı esnafının, Anadolu eşrafının, İmparatorluk mültezimlerinin, ya da İzmirli veya Adanalı pamuk tüccarlarının vb. partisi değil, emperyalist çağda dünya kapitalizmi içinde kendine yer bulmaya uğraşan Türk burjuvazisinin ihtiyaçlarına yanıt vermeye çalışan bir partidir. Rejimin kendisiyle değil, onun (çelik çekirdeğini oluştursa bile gene de sadece) bir bileşeniyle –asker ve sivil bürokrasiyle- olan sürtüşmesi, çağdışı bir liberallik özentisinden değil, burjuva katmanlar arasında kendine yer açmaya çalışan Anadolu burjuvazisinin parti üzerindeki –ve Bahar | 2010 -

21


Rejim ve Kürtler içindeki- basıncından ve AKP’nin iktidar olabilmek için bu kesime olan ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Kapitalist üretim, mülkiyet ve piyasa ilişkilerinin son otuz yıl içinde Anadolu’nun derinliklerine kadar yaygınlaşması ve egemen hale gelmesi kaçınılmaz olarak –bugün KOBİ’lerde yoğunlaşan- yeni burjuva kesimlerin oluşmasına yol açmış durumda. Anadolu burjuvazisinin ucuz emeğe, kredilere, devlet ihalelerine ve teşviklerine, alt yapı hizmetlerine, kendisini büyük kentlere bağlayacak ticaret ve taşımacılık ağlarına, ürünlerini sunabileceği istikrarlı iç ve dış pazarlara, daha da önemlisi bütün bu ihtiyaçlarına yanıt verebilecek devlet ve hükümet yönetimlerine ihtiyacı bulunmakta. Tüm devlet imkânlarının tekelci burjuvazinin hizmetine sokulmuş olduğu ve yararlanılabilecek kaynakların asker-sivil bürokrasinin ayrıcalıkları uğruna harcanıp gittiği bir idari sistemde Anadolu burjuvazisinin kendine yer açabilmesi, rejimin üzerinde denetim kurmuş olan, devleti kendi özel mülkiyetindeki bir işletme olarak gören geleneksel merkezlerin geriletilebilmesine bağlı. Bu kesim bunun yanıtını bugün için AKP’de bulmuş durumda. Anadolu kentlerinin geleneksel taşra muhafazakârlığının AKP’ye yeşil renk kazandırması, asla bu burjuvazinin Genel Kurmay denetimli rejim karşısında liberal olduğu anlamına gelmez. Tam tersine, bir bütün olarak rejimin, KOBİ’ler çevresinde oluşan emekçiler ile taşra kentlerine ekonomik ve politik olarak bağımlı kırsal kesimlerin yoksul köylüleri üzerindeki egemenliğini daha da sıkı bir güvence altına alabilmesinin olanaklarının doğduğu anlamına gelir. Bu doğrultuda Anadolu burjuvazisi kendisine sağlanacak olanaklar karşılığında taşranın sandıklarında toplanan milyonlarca oyu AKP’ye ödünç olarak vermektedir. Elbette bu sandıkların her dört-beş yılda bir kurulabilmesi koşuluyla. Burjuvazinin parlamenter sistemin askeri müdahalelerle kesintiye uğramasına karşı çıkmasının ardında, onun kendi sınıfsal çıkar ve taleplerinin devlet tarafından karşılanmasını sağlayabilmek için elinde bundan başka bir aracının olmamasından kaynaklanmaktadır. Yoksa bu burjuvazinin kitleler üzerindeki denetiminin bir aracı olan İslam’ın “liberal demokratik” karakterinden değil. Anadolu’da birikmekte, yatırımlara dönüşmekte olan “yeşil sermayenin” ulusalcı, antiemperyalist vb. olduğuna inanmak için de herhangi bir neden bulunmamakta. Küçük ve orta ölçekli sermaye, kendisi ona dönüşemediği sürece, her zaman tekelci büyük burjuvaziye muhtaçtır. KOBİ’ler artık ağırlıklı olarak, ikinci el otomobillere hizmet veren tamir atölyelerinden değil, yerli ve yabancı sermayeli dev otomotiv sanayilerine yedek parça, aksesuar vb. üreten işletmelerden oluşuyor. Giderek birer fabrika haline dönüşen, daha doğrusu yaşayabilmek için ona dönüşmek zorunda olan, tekstil atölyelerinin terzi dükkânlarının ötesinde ulusal ve uluslararası ölçekte iş yapan giyim sanayisi zincirlerine ihtiyacı var. Ölçeği ne olursa olsun her kapitalist işletmenin –rekabet ve kâr oranlarının düşme eğilimi nedeniyle- giderek büyüyen yeni yatırımlara yönelme zorunluluğu, bu işletmeleri finansman kaynakları ve kredi olanakları aramaya yöneltmekte, böylece onları tekelci mali sermayeye bağımlı kılmakta, IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşlardan ayrılacak kaynaklara, hatta uluslararası borsa spekülatörlerinin dostluğuna muhtaç etmekte. Özetle kır kentlere, taşra İstanbul’a, İstanbul ise emperyalizme bağımlıdır. Bu bağımlılık ilişkilerini Ankara’dan politik olarak uyumlu kılacak ve yönlendirecek partilerin ve hükümetlerin yokluğu, rejimin kendisini de sıkıntıya sokacak krizlerin kaynağı olmuştur. Ama bugün, geleneksel burjuva partilerinin yıpranmışlığı karşısında AKP burjuvazi açısından yeni bir imkân sunmaktadır. Asker-sivil bürokrasinin ayrıcalıklarını zedelemeden tekelci burjuvazinin ve yeni palazlanmakta olan Anadolu burjuvazisinin taleplerini karşılayabilmenin, bunları emperyalizme bağımlılık ilişkileri içinde bütünleştirebilmenin alternatifi haline gelmiş durumdadır. Egemen sınıfların bütün ekonomik taleplerini ve politik duyarlılıklarını kendi programında toplayan AKP, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam entegrasyonu, ABD ile stratejik ilişkilerin geliştirilmesi ve emperyalizmin Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde yeni ve “güçlü” bir Türkiye planının icraatçısıdır. Bu planın uygulanması kuşkusuz kitleler nezdinde “güçlü bir 22

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rejim ve Kürtler rejime” ihtiyaç duyar. Egemen sınıfların temsilcisi bir burjuva partisi olan AKP’den ve onun hükümetinden başka bir plan beklemek hayal kurmak olur. Onun bütün “açılım” planlarını da, sınıf karakterinin dayattığı nesnellik içinde değerlendirmek gerekir. Kürt “Açılımı” Tayyip Erdoğan’ın rejimin “tek dil, tek bayrak, tek vatan” şiarına sonuna kadar bağlı olduğunu vurgulamasına ve ilk iktidar dönemi (2002-2007) boyunca rejimin Kürtler üzerindeki imha politikalarında hiçbir değişiklik yapmamasına; ikinci iktidar döneminin hemen başında, Kasım 2007’de ABD Başkanı Bush’la görüşüp emperyalizmin onayını aldıktan sonra Şubat 2008’de Güney Kürdistan’daki PKK kamplarına yönelik hava ve kara harekatları düzenlemesine; nihayet geçen yıl DTP’nin kapatılmasına göz yumup ardından Kürt illerinde tutuklamalara girişmesine rağmen, Kürt sorununun çözümünde ondan ve partisinden tarihsel bir “misyon” beklemenin, bütün bu uygulamalardan sonra “hükümetin hayal kırıklığı” yaratmış olduğunu söylemenin ardında ne yatıyor? Liberal aydınların Türkiye gerçeklerine biraz uzak yabancı gözlemcilere ülkedeki Kürt sorunun çözülmesine muhalif yegane merkezin Genel Kurmay olduğunu söyletecek kadar hayalci bakışları ve iddiaları neye dayanıyor? Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği ve TÜSİAD gibi burjuvazinin kümelendiği korporatif örgütlerin Doğu Ergil ve Bülent Tanör gibi sosyoloji ve hukuk uzmanlarına hazırlattığı “Güneydoğu” raporları mı? Bu raporlarda dile getirilen “Kürt sorunun varlığı” tespitinin ardında burjuvazinin önde gelen sözcülerinin, Başbakanın, hatta ardından Cumhurbaşkanının duruyor olması mı? Burjuvazi ne istiyordu ve çözülemeyen neydi? Burjuvazi her şeyden önce rejimden istikrar bekliyor. Liberal sözcülerin “demokratik” ya da “barışçıl” çözüm diye tanımladıkları öneriler, esas itibariyle burjuvazinin rejimin şiddet ve baskı uygulamalarını tamamlayıp takviye etmesi için ileri sürdüğü ve “demokratik gericilik” diye tanımlayabileceğimiz politikalara tekabül ediyor. Yani kitlelerin hoşnutsuzluklarının ve eyleminin salt devlet zoruyla değil, kısmi uzlaşmalar ve tavizlerle rejimin içine çekilerek durdurulması ve sistemin içinde eritilmesi yöntemi. Bu politikanın temel taşlarından biri olan kitle önderliklerinin demokratik görünümlü mekanizmalara monte edilmesi sorununa aşağıda geri döneceğiz, ama bu noktada rejimin istikrarından neyin anlaşılması gerektiğini tespit etmeye çalışalım. Burjuvazi açısından, Doğu Ergil’in dediği gibi, “Doğu Anadolu’nun (ülkenin tamamı ile) bütünleşme sorunu, zamanla Türkiye’nin dünya ile bütünleşme sorunu olmaya adaydı”3 ve hâlâ da öyle olmaya devam ediyor. Kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkileri ülkenin Kürt illerinin oluşturduğu neredeyse dörtte birlik bir bölümüne girmekte zorlanıyor, üstelik rejim bölgeyi denetim altında tutabilmek amacıyla aşiret, ağalık ve tarikat gibi kapitalizm öncesi ekonomik ve toplumsal oluşumları korumak ve desteklemek, bunların reislerini ve temsilcilerini rejim içi iktidar noktalarında –elbette denetimli bir biçimde- bulundurmak, imha ve asimilasyon politikalarını da onların işbirliğiyle sürdürmek gereği hissediyordu. Kemalist rejimin seksen yılı aşkın bir süreden beri izlediği bu “ulusal inşa” politikası, Kürt halkı arasında ulusal bilincin gelişmesini engelleyemediği gibi, devletin bir “azgelişmişlik sorunu” olarak burjuvazinin sırtında bir yüke dönüşmüş durumdadır. Kaldı ki Kürt illerindeki toplumsal yapılar da bütün bu dönem boyunca statik halde kalmamış, ağır da olsa süren dönüşüm süreci Kürt toplumu içinde yeni sınıfsal ayrışmalara yol açmış, aşiret reisleri, toprak ağaları, tüccarlar vb. arasından doğmaya başlayan Kürt burjuvazisi, çatışmalı ortamın sona ermesi halinde ”bölgenin yabancı yatırımları cezbedecek nitelikte bol ve ucuz işgücüne sahip olduğunu” dile getirmeye başlamıştır. Irak’taki Kürt Özerk Yönetimi başta olmak üzere bu ülkenin sunduğu ticaret ve yatırım olanakları, bölgedeki petrol yataklarının 3 Doğu Ergil, Kürt Raporu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s.84. Bahar | 2010 -

23


Rejim ve Kürtler sergilediği çekicilik, tüm Ortadoğu ölçeğinde emperyalist çokuluslu şirketlerle ve Arap ülkelerindeki yeşil dolar sahipleriyle girişilebilecek ortaklıklar, vb. bütün bu imkânlara ulaşabilmek için stratejik bir köprü yapısı arz eden Türkiye’deki Kürt illerinde askerin ve gerillanın değil işadamlarının serbestçe gezinebilmesi, istedikleri yerde yatırım yapabilmeleri, tehlike ve tehditlerden uzak bir “serbest işgücü pazarının” oluşması gerekmektedir. Özetle burjuvazi kendi çıkarları adına “Kürt sorununun çözülmesini” ve bölgede “barış ve sükûnetin” egemen hale gelmesini istemektedir. Rejimden bir strateji değişikliği talep ederek demokratik gericilik politikasına geçilmesini istemesinin ardında yatan sınıfsal dürtü bu temelde kavranabilir. PKK’nin, “birleşik ve bağımsız Kürdistan” şiarına dayalı halk cepheci silahlı reformizmden kopup, “demokratik cumhuriyet” hedefleyen burjuva reformizmine yönelmesiyle birlikte dile getirmeye başladığı kültürel ve yönetsel talepler ile burjuvazinin çeşitli “raporlarda” önerdiği “yapılabilir” reformların birbirine çok yakın olması, sorunun rejim açısından “çözülme”, yani imhadan demokratik gericilik stratejisine geçme imkânlarının bulunduğuna işaret etmekte. Ve tabii bu durum liberal aydınlar arasında, hatta bir dizi sol ve sosyalist çevrede “kanın akmasını durduracak barışçıl bir çözüm” sevincinin doğmasına neden olmakta, Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti de bu “çözümün” başlıca yürütücüsü olarak kendisini ileri sürmekte. Koma Civakên Kurdistan’ın (KCK) “demokratik ulus, demokratik vatan ve demokratik cumhuriyet” ilkeleri altında ileri sürdüğü “barış” önerisini4 Kürdistan Ulusal Kongresi (KNK) 11 madde altında toplamış durumda.5 Bu önerilerin bir bölümü Kürt dili ve kültürü üzerindeki ırkçı inkâra ve baskılara son verilmesine, Kürtçenin eğitim dili olarak kullanılmasına ilişkin. Bu konuda burjuvazinin herhangi bir itirazının olmadığı görülüyor: TOBB ve TÜSİAD raporlarında dil yasaklarının kaldırılması, herkese anadilini okulda ya da okul dışı kurumlarda öğrenebilme ve geliştirebilme hakkını tanınması, Türk dilinden ve kültüründen başka dil ve kültürleri korumayı ve yaymayı yasaklayan hükümlerin yasalardan kaldırılması gerektiği belirtiliyor. AKP hükümeti ise henüz Kürtçeyi okullarda “seçmeli ders” olarak görmekle birlikte Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK) yaşayan diller enstitülerinin kurulmasına yeşil ışık yakması rejimin bu konuda “tartışmaya hazır” olduğunun işaretini veriyor. Ama daha önemli bir sorun var. Kürt önderliklerinin (PKK, KNK, KCK, BDP, vb) yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve demokratikleştirilmesi yolundaki talepleri rejimin çevresinde toplanan bazı politik kesimlerde irkilmeye yol açıyor. CHP ve MHP gibi ulusalcı ve faşizan partiler bu önerinin, PKK’nin ne kadar tersini iddia ederse etsin “vatanı bölmek” için ileri sürdüğü bir talep olduğunda ısrar ediyorlar. Oysa burjuvazinin öyle düşünmediği raporlarından belli oluyor: bu raporların hemen hepsinde devletin merkezden yönetim anlayışından uzaklaşarak yerel yönetimleri güçlendirmesi gerektiğine işaret ediliyor. Kaldı ki, AKP hükümeti de mecliste yürütülen “açılım” tartışmalarında bu konuda adım atılacağını vaat etti. Sorun sanki bunun hangi formül altında (federasyon, özerk bölge, vb) gerçekleştirileceğinin belirlenmesinde düğümlenmiş gibi. Taraflardan hiç biri kesin bir formül önermiyor, ama dillerde İspanya, İtalya, İrlanda örnekleri dolaşıyor. Aslında burjuvazi ve AKP yerel yönetimler sorununu, salt Kürt talebi olduğu için değil, neoliberalizmin gerekleri doğrultusunda ve Avrupa Birliği’nin ileri sürdüğü normlar çerçevesinde ele almak ve çözümlemek istiyorlar, bu nedenle kendi raporlarına ve öneri paketlerine dahil ediyorlar. Devletin ekonomi üzerindeki denetiminin iyiden iyiye zayıflatılması; özelleştirmelerin ülke ölçeğindeki büyük devlet işletmelerinin ötesinde yerel hizmet sektörlerine kadar yaygınlaştırılabilmesi; merkezi hükümetlerin sosyal programlar üzerindeki sorumluluklarının daha sınırlı kaynaklı yerel idari birimlere aktarılarak eritilmesi; devlet memuru kadrolarında tensikata gidişte, sağlık, 4 “KCK’dan ‘dört adımlık’ deklarasyon”, Özgür Gündem, 03 Şubat 2010. 5 “KNK’den 11 Maddelik Çözüm Önerisi”, Özgür Gündem, 05 Şubat 2010.

24

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rejim ve Kürtler taşımacılık, eğitim güvenlik hizmetlerinde ekonomik ve politik açılardan sorumluluğun yerel idarecilere ve politikacılara yıkılması; ve tabii sendikaların özerk yapılara parçalanarak zayıflatılması ve kitle mücadelelerinin bölünmesi, muhalefetlerin yerel birimlerde ezilmesi ya da “tatmin” edilerek genelleşmesinin önüne geçilmesi, vb. bir dizi nedenle AB’nin formüle ettiği “Bölgeler Avrupası” politikası, Türkiye’de de neoliberallerin programında yer alıyor. Yerel idarelerin bu biçimde, AB kriterleri doğrultusunda güçlendirilmesinin, sadece Kürt halkının dil, eğitim, kültür hakları açısından değil, şimdilik Türk ve diğer uluslararası şirketlerin acenteliğiyle yetinmek zorunda kalan Kürt burjuvazisinin yeni kredi ve yatırım olanaklarına ulaşarak güçlenmesi açısından da önem taşıdığı ortadadır. Bu yüzden, Kürt illerindeki iş çevrelerini etrafında toplayan örgütlerin, DTP ve daha sonra BDP’nin, KCK ve PKK’nin bu doğrultudaki “çözüm” taleplerinin neoliberal burjuvazinin istemleriyle uyuşma noktasının Avrupa Birliği ülküsü olması yadırgatıcı değil. Doğu Ergil’in dile getirdiği “Güneydoğu’nun Türkiye’yle, Türkiye’nin de dünya ile bütünleşmesi sorununun” aşılmasında yeni yerel yönetimlerin kuruluşu önemli bir nokta oluşturuyor. Sorun Nerede? Emperyalizmin, tekelci burjuvazinin ve Anadolu burjuvazisinin neoliberal taleplerinin Kürt illerinde de demokratik gericilik politikası halinde uygulanmasının öncülüğünü üstlenmiş olan AKP iktidarının bu yolda bazı güçlüklerle karşılaştığı ortada. Rejimin sınırlarının genişletilmesinin, onun çelik çekirdeği tarafından kaygıyla gözlendiği ve çoğu kez de frenlenmek istendiği kamuoyundaki yaygın inanç. Kuşkusuz ırkçı esaslar üzerine kurulmuş bir devlet yapısında, o yapıyı “korumak ve kollamakla” yükümlü silahlı gücün ideolojik önyargılarını bir anda bırakması beklenemez. Ama bu tip yargıların “son kertede” başvurulacak bir malzeme olarak sağlam bir depoya kaldırılması ve sahiplerinin sınıf karakterlerine uygun tarzda tatmin edilerek rejim içinde ayrıcalıklı ama “ayrı” bir mevzide toplanmasının on yıllara yayılması gerekmediği de dünya örneklerinden biliniyor. Burjuvazi, askeri bürokrasiyi savaş ve kara para ekonomisinin ötesinde de kapitalizmin nimetlerinden yararlanır hale getirecek yeni işlerlikler kurduğu oranda “herkesin istediği çözüm” yolunda daha belirgin adımlar atılabilecektir. Genel Kurmay’ın bunu bilmediğini düşünmek safdillik olur. Hükümetin ordu içindeki cuntacılara, yeraltı çetelerine, “derin devlet” organlarına, Ergenekonlara vb. yönelik yürüttüğü tüm operasyonların başlatılması bile generallerin Bonapartist rejimin sınırlarının ve işlerliğinin yeniden tanımlanmasına hazır olduğunun bir işaretidir. Benzer bir sorunun sivil bürokrasi içinde yaşandığı da görülüyor. AKP iktidarının atadığı valiler ve kaymakamlar bile çoğu kez Kürt illerinde dil, çocuk adları, yer adları gibi konularda dahi hükümetin yayımladığı genelgeler doğrultusunda değil, rejimin eski kriterleri uyarınca yasakçı ve ırkçı uygulamalarda bulunuyorlar. Hatta parti yönetiminin “açılım” veya “çözüm” ifadelerine, kendi bölgelerinden elde ettikleri politik ve ekonomik rantı başkalarına kaptırma korkusuyla –gizliden gizliye olsa da- karşı çıkan AKP milletvekillerinin varlığı bir sır değil. AKP listelerinden seçilmiş altmışın üzerinde Kürt milletvekili bile yeri geldiğinde aynı korkuyla İslam ile milliyetçiliği birleştirme teorik becerisini gösterebiliyor. Bu noktada da, bazı “çözüm” önerilerinin gerektirdiği Anayasa değişikliği şimdilik güç bir sorun haline dönüşüyor. Ne var ki, asker-sivil bürokrasiye, yerel rantlara vb. ilişkin sorunlar burjuvazinin ve hükümetin, ABD ve AB emperyalizmlerinin de yardımıyla ekonomik ve yönetsel düzeylerde –zaman içine yayılsa dahi- çözemeyeceği sorunlar değil. Bu açıdan devlet düzeyinde laik burjuvazi –asker-sivil bürokrasi ve TÜSİAD- ile İslamcı burjuvaziden –MÜSİAD ve AKP- oluşan ve birbiriyle ölümcül bir savaşa tutuşmuş “iki cephe” görmek yanlış olur; bunlar, tek ve aynı rejimin bileşenleridir ve aralarındaki çıkar farklılıklarını rejimin sınırları içinde çözme eğilimindedirler. Kürt sorununun çözümü Bahar | 2010 -

25


Rejim ve Kürtler konusunda aralarındaki ayrılıkları sınıf temelindeki uzlaşmalarla aşabilirler, ama hepsinin birden, daha doğrusu bir bütün olarak burjuva rejiminin bu soruna ilişkin temel kaygısı ve kuşkusu başka bir noktada toplanıyor: Kürt halkının seferberlik halinin nasıl durdurulacağı, bu seferberliğin rejimin ve PKK’nin çizdiği sınırların ötesine taşma tehlikesinin kimin tarafından ve nasıl engelleneceği. Kürt halkı arasında ulusal bilincin gelişmesinin PKK’nin eyleminin ürünü olduğu iddiasına herkes inanıyor gibi görünüyor. Oysa PKK, Kürt ulusal bilincindeki gelişmenin deforme bir ifadesi, bir yansımasıdır. 1930’ların ortalarına değin süren yerel ve aşiret temelli ayaklanmaları bir yana bırakacak olursak, Kürt yığınların ulusal bilincinin modern anlamda doğup gelişmesini sağlayan olgu her zaman Türkiye ve dünya ölçeğindeki sınıf mücadeleleri olmuştur. 1960’lı yıllarda uzak doğu Asya’da ve Afrika’da yükselen ulusal kurtuluş savaşları, Avrupa’da patlak veren öğrenci ve işçi ayaklanmaları, Türkiye’de TİP’in ve DİSK’in yanı sıra bir dizi Türk ve Kürt devrimci örgütün doğmasını kolaylaştıran işçi, köylü ve gençlik hareketleri; 1970’lerin özellikle ikinci yarısında uluslararası ölçekte (özellikle Ortadoğu ve Latin Amerika) şiddetlenen mücadeleler ve Türkiye’de yaygınlaşan grevler, işgaller ve antifaşist direnişlerle birlikte devrimci bir durumun doğması... Bunların hepsi, toplumdaki tüm sorunların yüzeye çıkmasına ve bu arada ulusal sorunun da patlak verip Kürt yığınlar arasında ulusal bilincin yaygınlaşmasına neden olmuştur. Devrimci Doğu Kültür Ocaklarının kurulmasından Mehdi Zana’nın Diyarbakır belediye başkanı seçilmesine kadar uzanan gelişmeler Kürt ulusal bilincindeki yükselişin ifadeleri olmuştur. PKK de bütün bu süreçlerin sonucunda halk cepheci silahlı bir örgüt olarak doğmuş, diğer Kürt örgütleri üzerinde uyguladığı Stalinist tasfiye yöntemleriyle bölgenin en güçlü ve silahlı örgütüne dönüşmeyi başarmıştır. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren ülkede sınıf mücadelesinin tekrardan yükselişe geçmesi (Bahar eylemleri, Zonguldak madencilerinin mücadelesi, vb) Kürt kitlelerin seferberliğinde de yeni bir canlanışa zemin hazırlamış ve ulusal hareketteki bu yükseliş kendisini ifadenin yolunu önünde yegane seçenek olarak duran PKK’nin varlığında aramaya yönelmiştir. Binlerce Kürt genci PKK’nin çağırısına uyarak dağlara çıkmış ve ait olduğu ulusun hakları için canını feda etmiştir. 1990’ların ilk yarısında Bonapartist rejimin Kürt halkına karşı müthiş bir imha kampanyası başlatmaya cesaret edebilmesinin nedenlerini de ulusal ve uluslararası ölçekteki sınıf mücadelelerinin dinamiklerinde aramak gerekir. İrili ufaklı neredeyse tüm burjuva partilerin girip çıktığı koalisyon hükümetleri ve rejimin baskı aygıtları, sendika bürokrasilerinin de yardımıyla işçi sınıfının mücadelesini durdurmayı ve geriletmeyi başarmışlar, derin ekonomik kriz ve neoliberal politikalar da yoksullaşan kitlelerin savunma hatlarına çekilmesine katkıda bulunmuştur. Öte yandan 1989 Doğu Avrupa devrimleri Stalinizm içinde büyük bir bunalıma neden olmuş, “reel sosyalist” diye adlandırılan hareketler ve partiler kendi kendilerini tasfiye sürecine sürüklenmişler ve dünya ölçeğindeki devrimci önderlik krizi derinleşmiştir. Bu gelişmelerin Kürt ulusal hareketi üzerinde etki yapmaması elbette beklenemezdi; nitekim PKK 1993’te stratejik bir dönüş yaparak orak-çekicini bir kenara atmış ve halk cepheci bir örgüt olmaktan çıkıp, burjuva demokrasisinden başka bir anlam taşımayan “demokratik cumhuriyetin” inşasını amaçlayan ulusalcı küçük burjuva bir önderlik haline dönüşmüştür. Kürt halkı elli yıla yaklaşan bütün bu inişli çıkışlı süreç içinde kendi ulusal varlığının ayırtına varmış ve bir bütün olarak geri dönülemeyecek bir bilinç düzeyine ulaşmıştır. Bu düzeyin kendine özgü insan haklarına ilişkin, kültüre ve dile ilişkin, bölgesel yönetime ilişkin asgari talepleri vardır. Tüm liberal aydınların ve reformist solun da iddia ettiği gibi, bu talepler bizzat rejimin sınırları içinde kısmen de olsa karşılanabilir. Ancak Kürt kitlelerin seferberliklerinin sürmesi halinde bu talepler uğruna mücadelenin “demokratik cumhuriyetin” sınırlarının ötesine taşıp ulusun kendi kaderini tayin hakkını isteme noktasına doğru evrilmemesinin garantisi nerededir? Bu olasılığı kim önleyecektir? Bu olasılığın marjinal bir demokratik ifade ve düşünce özgürlüğü olmak26

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rejim ve Kürtler tan çıkıp rejimin bizzat kendisini yıkmaya yönelen gerçek bir demokratik devrime, hatta ulusal ve uluslararası ölçekteki diğer mücadelelerle birleşerek bir sosyal devrime dönüşmesini engelleyecek politik güç hangisidir? Egemen sınıflar için bu görevi başarabilecek iki güç vardır: AKP ve PKK. Yakasındaki yeşil rozetle Sünni Kürt kitlelerini “İslam’da millet ayrımı yoktur” demagojisine kazanmak ve aşiret ve tarikat reislerinin yardımıyla Kürt illerinde egemen hale gelmek için müthiş bir seferberlik içindedir. Bu doğrultuda sadece ideolojik safsatasıyla değil, asker ve sivil bürokrasinin kendisine sunduğu bütün olanaklarla çaba sarf etmektedir. Bu yolda önemli başarılar da elde etmiş durumda; AKP bugün Kürt illerinden milletvekili çıkaran yegane “devlet çapındaki” parti haline gelmiştir. Buna karşılık 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde, özellikle aynı yılın başlarında Kandil’e düzenlediği hava ve kara harekâtlarının Kürt kitleler arasında uyandırdığı tepki ve nefretin de etkisiyle, gerileyerek bölgede elde edebileceği gücün sınırlarına dayanmış olduğunun ilk işaretlerini vermeye başlamıştır. Dolayısıyla geriye PKK kalmaktadır. PKK nasıl yükselen Kürt ulusal hareketinin deforme önderliği haline gelmişse, şimdi de rejime bizzat ulusal mücadeleyi deforme edebilme kapasitesini ispatlama sorunuyla karşı karşıyadır. PKK’nin “Kürt sorununun çözümünü” Kürt halkının ulusal kaderini kendisinin belirlemesi değil, mevcut devlet sınırları içinde Kürt olmaktan kaynaklı bireysel, kültürel ve kimlik haklarını elde etmesi doğrultusunda, rejimin Kürt temsilcilerle görüşmelere oturmasında aradığı bilinmeyen bir durum değil. Abdullah Öcalan bunu, avukatlarıyla gerçekleştirdiği çeşitli Görüşme Notlarında, “Bizim çözümümüz, mevcut siyasal sınırlara dokunmadan, sınırları sorun yapmayan demokratik bir çözümdür. Demokratik Konfederalizm dediğimiz sistem bunu amaçlıyor”6 ya da “Bizim tek devlet, tek millet, tek bayrakla bir sorunumuz yok. Bizim devletin üniter yapısıyla da bir sorunumuz yok. İstedikleri kadar tek tek tek kalabilirler,”7 biçimindeki ifadelerle pek çok kez dile getirmiş durumda. Ayrıca, devletin Kürtlerin haklarını güvence altına alması ve bu konuda kendisine “güvence vermesi”, onu “ikna etmesi” koşuluyla PKK’nin “bölücü olmadığını devlete ispatlayacağını” belirtiyor.8 Kimin diğerine daha önce “güven vermesi”, kendisini diğerine “ispatlaması” gerektiği gibi “teknik” sorunları bir kenara bırakacak olursak, PKK’nin “bölücü olmadığı” devlete nasıl kanıtlanacaktır? Öcalan’ın demeçleri, PKK ve KCK deklarasyonlarıyla mı? Rejimin ve hükümetlerin ve tabii bugün AKP iktidarının, bundan daha fazlasını isteyeceği ortadadır. Onların sorunu esas olarak Kürt ulusal bilincinin kendisini sürekli bir seferberlik halinde tutması ve bu seferberlikler içinde ifade ediyor olmasıdır. Bu seferberlik sürdüğü müddetçe, kitlelerin Öcalan’ın çizdiği sınırların dışına taşması olasılığı her zaman bulunacaktır. Kendine rejim içinde yer arayan Kürt küçük burjuvazisinin, PKK bürokrasisinin, yerel önderlerin, vb. kitleleri rejimin “çözümü” içine ne oranda sığdırabileceği; kitle mücadelelerinin basıncının, şimdilik “Kürt halk önderliği, Sayın Öcalan” söylemi çevresinde bir bütün görünümüne sahip hareketin içinde ne türden ayrışmalara yol açabileceği; Kürt halkı içindeki farklı sınıfsal kesimlerin ortaklığı hangi noktaya kadar sürüp “çözümün” neresinde hangi farklı amaçlara doğru yönelebileceği ve bunu hangi yöntemlerle gerçekleştirmeyi amaçlayacağı, rejimin kendi stratejisini oluşturmakta yanıtını aradığı sorular olacaktır. KNK’nin yukarıda andığımız “11 Maddelik Çözüm Önerisi”nin son maddesinde, “Kalıcı çözümün sağlanmasıyla birlikte gerillanın mevcut yasalar çerçevesinde yerel asayiş gücü ya da yeni bir statüyle demokratik çözüm içinde varlığını koruyacak bir çözümün bulunması” önerisi, belki de devlete ve rejime verilecek bu “garantinin” bir

6 Özgür Gündem, “Görüşme Notları”, 13 Mart 2009. 7 Özgür Gündem, “Görüşme Notları”, 30 Ekim 2009. 8 Özgür Gündem, “Görüşme Notları”, 23 Ekim 2009. Bahar | 2010 -

27


Rejim ve Kürtler biçimi olarak düşünülmüş durumda.9 Ama ortada bir başka gerçek var şimdilik: Kürt kitleler henüz mücadelelerinin geri çekilme evresinde değiller ve tüm önderlikler ve temsil grupları üzerindeki basınçlarını sürdürüyorlar. BDP’li önderler bu etkiyi, parti tabanındaki gençlerin ve kadınların eylemliliğine bağlarlarken, KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, “Bu kadar hukuksuzluk ve vicdanları zorlayacak uygulamalar söz konusudur. Bütün bunlara karşı işte sakin durun, fedakarlık yapın gibi söylemleri de çok yerinde bulmuyoruz” diye belirtiyor.10 Rejim için kitle mücadelelerinin önderliklerinin uzlaşmacılığı tek başına garanti sayılmıyor. Onun bu önderliklerden beklediği her şeyden önce mücadeleleri frenlemeleri ve belki de ardından tümüyle durdurmaları. Bunu gerçekleştiren, gerçekleştirmeyi başaran önderlik veya önderlikler rejime kendilerini kanıtlamış olacaklardır. O zamana kadar da rejimin bu önderlikleri bölme, satın alma, imha etme gibi her türden politikası sürecektir. Şu aşamada ise Kürt halkının mücadelesi, kendisini ifade etmek üzere ileri ittiği önderliklere, onların rejimle –rejimin istediği temellerde- uzlaşabilmeleri için çok fazla manevra imkânı tanımıyor. Bu anlamda Kürt illeri, kitlelerin sadece rejimle değil, onların arasında sağa sola yalpalayan Kürt önderlikleriyle de çatışmalara gireceği yeni bir döneme doğru sürükleniyor. “Barışçıl Çözüm”ün Olanakları PKK, stratejisinin Kürtlerin ulusal kimliğinin ve kültürel haklarının –salt bireysel değil toplumsal düzeyde- tanınmasına yönelik olduğunu açıklamış durumda. Buna ilişkin olarak önerdiği, demokratik konfederalizm, demokratik komünal toplum, demokratik cumhuriyet gibisinden sloganlar zaman zaman kafa karışıklığına yol açsa da, bunların hepsinin Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde uygulanması istenen kısmi bir özerklikle koşullu olduğu biliniyor. Bu stratejinin uygulanmasına yönelik taktikler ise esas olarak, rejimin görüşme masasına oturmasını sağlayacak barış çağırılarından, tek yanlı ateşkeslere ve meşru savunma eylemlerine kadar değişiyor. Murat Karayılan’ın yukarıda andığımız görüşmede “bizim öncelikli tutumumuz demokratik siyasal çözümdür. Bunu kabul etmez, üzerimize gelirlerse biz de kendimizi elbette ki her biçimde savunacağız. Direniş mücadelesini bu temelde ideolojik, siyasal, kültürel, diplomatik, örgütsel ve savunma ekseninde yükseltmek en kutsal bir görev durumundadır. Dönemsel olarak mücadeleyi daha ileri bir aşamaya taşıma temel bir hedef durumunda olacaktır” deyişini de bu çerçevede anlamak gerekiyor herhalde. Karayılan “ileri bir aşama” ile stratejik hedeflerinde –demokratik cumhuriyetten kendi kaderini tayin hakkına doğru- bir değişikliği değil, taktik uygulamalarında bir “sertleşmeyi” kastediyor. Öte yandan burjuvazi, tüm raporlarında dile getirdiği gibi Kürt illerinde süregiden istikrarsızlığa son verilmesini, bölgenin “Türkiye’ye entegre edilmesini”, bu amaçla rejimin iç dinamiklerinde gerekli değişikliklerin yapılmasını istiyor. Bu anlamda asker-sivil bürokrasinin de onaylayacağı uygulamalarla Bonapartist sistemin sınırları esnetilerek Öcalan-KCK çizgisinin dile getirdiği istemlere yanıt vermenin olanakları bulunmaktadır. Ama gerçek yaşam, nesnel tarihsel olanakların varlığından çok, sınıf ve kitle mücadeleleri, önderliklerin yetenekleri, emperyalizmin ve farklı egemen sınıf kesimlerin kendi çıkarları doğrultusundaki müdahaleleri gibi bir dizi etmeni içeren politikanın karmaşık ve dolambaçlı yolunu izler. Bu yüzden, Kürt sorununun “barışçıl” diye anılan çözümünün olabilirliği bazı başka sorulara verilecek yanıtlara bağlı. Başta TÜSİAD olmak üzere büyük burjuvazinin hemen tüm kesimlerinin rejimin AB standartlarında “sivilleşmesi” gerektiğinde ısrar etmelerine, “Kürt sorununun” kimlik 9 Doğu Ergil’in yukarıda andığımız raporunda ileri sürdüğü öneri ise daha ilginç: Ergil, hükümetin PKK gerillalarını askere alarak Afganistan’a gönderebileceğini söylüyor. 10 Özgür Gündem, “Deklarasyona Olumsuz Yaklaşım Savaş Demektir”, 8 Şubat 2010.

28

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rejim ve Kürtler ve kültürel hak iadeleriyle çözümünü talep etmelerine, hatta “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” bağlamında Kürt illerinin yönetiminde ademi merkeziyetçiliğe geçilmesini önermelerine karşın hükümet ve parlamento bu doğrultuda adımlar atmıyor. Hatta AKP hükümeti Genel Kurmay’la defalarca çatışmaya giriyor, sonra uzlaşma sahneleri sergiliyor, ardından yeni darbe planları keşfediyor, emekli-muvazzaf bir dizi komutanı mahkemelerde yargılıyor. Bir yandan da Kandil’e ve Kürt illerine askeri operasyonlar düzenliyor, bölgedeki politikacıları ve kitle önderlerine karşı tutuklama kampanyaları uyguluyor. Yani, rejim burjuvazinin talebine karşın hâlâ ayakta ve AKP “beceriksiz”, “iradesiz” vb. olarak görülüyor. Liberal aydın çevrelerde, hatta Kürt önderlikler arasında “hayal kırıklığı” yaratan bu “garip” durumun izahı esas olarak burjuvazinin Bonapartist uygulamaların rejimin ana direklerine dokunmadan esnekleştirilmesini istemesinde yatıyor. Burjuvazi ve onun tüm sözcüleri “demokratikleşmeye” ilişkin tüm söylemleri ve deklarasyonlarıyla kitleleri felçleştirmeye, seferberlikleri önlemeye ve böylece rejimin devrimci bir kalkışmanın etkisiyle çökmesini engelleyip, kendi kendine çürümesini ve ancak bu yolla kendi içinde bir yeni düzenlemeye gitmesini bekliyorlar. Rejimi kendi sınıfsal ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirebilmenin yolunu, ondan kopmadan ve devrimci demokratik bir dönüşüm “tehlikesine” yol açmadan, “barışçıl” yöntemlerle, demokratik gericilik diye adlandırdığımız politikalarla gerçekleştirmekte arıyorlar.11 Rejimin klasik halinin çürümüşlüğü, işlevsizliği pek çok biçimde kendisini açığa vuruyor. Neredeyse her gün bir yenisi açığa çıkarılan darbe planları, katliam projeleri, çeteler ve resmi silahlı yeraltı örgütlerinin varlığı; ikide bir “halkın en güvendiği devlet kurumu” olarak sunulan ordunun bir dizi yüksek rütbeli mensubunun bu plan ve projelerin tasarımcısı olduğunun anlaşılması; devletin baskı aygıtlarının Kürt illerinde rüşvet ve diğer “kara para” türlerine dayalı bir “savaş ekonomisinden” yararlanmakta olduğunun herkesçe bilinmesi; halkın parlamentoya seçtiği temsilcilerinin MGK karşısında “hazır ola” mahkûm edildiklerini görmesi; devlet organlarının birbiriyle çekişmesi, ama örneğin DTP’nin kapatılmasında hemen kendi aralarında danışıkla dövüşe geçmeleri… Üstelik bütün bunlara rağmen, askerin Kandil’i “zapt edememesi”… Sermayenin küreselleştiği bir dönemde ulusal devlet kendine esas aldığı “ulusal sınırlar” içinde bile Kürt illerini kendi kapitalizmine entegre edemiyorsa, bunu bile beceremeyen bir rejimden –bırakın kitleleri- burjuvazi ne bekleyebilir? Rejimin pek çok dalı çürümüş halde; burjuvazi ise ana gövdeyi sallamadan onların kendi kendine yere düşmesini bekliyor. Emperyalizm de bölgedeki çıkarları açısından mevcut Türk rejiminin işe yaramazlığının farkında olsa gerek ki, doğrudan hükümetler değil ama çeşitli uluslararası kuruluşlar aracılığıyla kaygılarını ve önerilerini dile getiriyor. Örneğin, ABD’deki Carnegie Endowment adlı think-tank kuruluşunun “Kürdistan’da Çatışmanın Önlenmesi” başlığı altında hazırladığı raporda12 “Türkiye devletinin (Kürtlerin ayrı bir birim oluşturduklarını doğrudan beyan etmeden) çokuluslu bir devlet olduğunun kabul edilmesi; başta Kürt dilinin kullanımı olmak üzere kültürel hakların verilmesi; ve Türkiye’deki tüm illere belirli yetkilerin devredilmesi” konularında rejimin adımlar atması gerektiği belirtilmekte. Kuruluşun raporunda, bu hedeflerin gerçekleştirilmesine yönelik olarak sivil ve askeri “establishment” düzeyinde doğabilecek itirazların aşılmasında ABD hükümetinin ve Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye “yardımcı olması” istenmekte. Bu “yardımın”, Türk generallerin NATO çerçevesinde “ikna” edilmesinden, emekli paşaların 11 Burjuvazinin rejime karşı kitlelerin seferber olmasından duyduğu korku o denli büyük ki, Başbakan Erdoğan son dönemde ortaya çıkarılan Balyoz Planı’ndan kendilerinin daha önce haberdar olduğunu söylediğinde, bu bilgisini kamuoyuna iletmekten duyduğu ürküntüyü dile getirmiş oluyor. Sivil insanların katledilmesine yönelik bir planın sözde “liberal demokrat” bir başbakan tarafından planın olası kurbanlarından gizlenmesi dehşet verici bir ahlaksızlık olduğu kadar, “açılım öncülerinin” politik karakterlerinin anlaşılması bakımından da o kadar belirleyici. 12 Bak.: http://www.carnegieendowment.com/publications/index.cfm?fa=view&id=22725. Bahar | 2010 -

29


Rejim ve Kürtler çokuluslu şirket ve bankaların yönetim kurullarına monte edilmesine kadar değişen pek çok biçiminin bulunduğu biliniyor. CIA’nın darbeci sivil ve asker yeraltı çetelerine ilişkin enformasyonunu hükümete ve medya kuruluşlarına aktararak Genel Kurmay’ı “temizlik” operasyonlarına bizzat katılmaktan kurtarması ve “hukuka saygılı” bir gözlemci havasına bürünmesine olanak sağlaması da bu tip yardımların arasında olsa gerek. Kürt sorununun “barışçıl” çözümü olarak ifade edilen uygulamaların gündeme getirilmesi, önerilerin çoğu açısından anayasa değişiklikleri gerektiriyor. AKP hükümeti, Bülent Tanör’ün TÜSİAD için hazırladığı raporda yapılması gereken ve yapılabilir olarak gördüğü değişiklikleri, kendi içindeki bazı muhalefet odaklarına rağmen parlamentoya taşıyabileceğinin işaretlerini veriyor. Ama bu noktadaki esas sorun milliyetçi kampta CHP ve MHP’den kaynaklanan direnişte düğümleniyor. Bu partilerin klasik Kemalist ve faşist ideolojilerinin her türlü değişime karşı yarattığı direniş Meclis aritmetiği açısından bir sorun olmakla birlikte, asıl sorun bu partilerin temsil ettiği toplumsal kesimlerin Kürt karşıtı ırkçı yönelişlerinin ne türden bölünmelere ve tepkilere yol açabileceği noktasında düğümleniyor. Genel Kurmay’ın ABD ve AB’nin “yardımlarıyla” bu anayasa değişikliklerine ikna edilmesi belki CHP’nin kentli laik orta sınıf tabanını yatıştırarak partinin imha ve asimilasyon çizgisinden uzaklaşmasına katkıda bulunabilir. Ama bu MHP için olanaklı değil, zira zaten pek çok yerde muhafazakâr oy kitlesini AKP’ye kaptırmakta olan bu parti, ideolojik oyuncağının da elinden alınması durumunda varlık nedenini yitirir. Kaldı ki, kırk yılın tescilli faşisti MHP’ye “çağdaş demokratik bir sağ parti” görünümü verebilmek için içlerinde hiç de azımsanmayacak sayıda olan sokak serserilerini denetim altına almaya çalışan Devlet Bahçeli’nin son dönemde “sıralarımıza bir metreden fazla yaklaşan gününü görür” gibisinden külhaniliklere başvurması, sivil ve askeri kurumlar içinde mevzi yitirmekte olan Ergenekon çetelerinin Bahçeli’yi çizgi değiştirmeye zorladığının işaretlerini veriyor. Ergenekoncular, özellikle taşra kentlerindeki orta sınıflar arasında yaygın olan ırkçı önyargıların politik düzlemde açığa çıkmasına neden olacak örgütlü kışkırtmaların ve seferberliklerin, sadece kitlelerin birbirini boğazlamaya başlamasına neden olmakla kalmayıp, askeri darbe planlarını yürürlüğe koyabilmelerine elverişli bir ortam hazırlayacağını da düşünüyor olabilirler. Öte yandan, anayasa değişikliği açısından yegâne sorun meclis aritmetiği değil, ama daha önemlisi bu meclisin anayasa değişikliği yapmak için seçilmiş olmaması. Yani, mevcut parlamento bir kurucu meclis işlevi göremez. Egemen sınıfların Kürt halkının ve emekçi sınıfların kendi bağımsız temsilcilerini yollama tehlikesinin bulunduğu bir kurucu meclis oluşturma kampanyasını göze alamayacakları düşünüldüğünde, 2012 genel seçimlerinin esas olarak Anayasa konusunda bir kutuplaşmaya zemin hazırlayacağını öngörebiliriz. Ama bu noktada da liberal aydınlar, Kürt demokratlar hayale kapılmamalı: AKP Carnegie raporunda yer alan öneriler paketinden sadece “açılıma” ilişkin olanları değil, PKK’nin tasfiyesine yönelik Türkiye, Kürdistan Özerk Yönetimi ve ABD’nin “birleşik ve eşgüdümlü sivil ve askeri girişimine” dair tavsiyelerini de izliyor. Tecrit ve imha stratejisi gereği, Kürt illerindeki yerel politik önderlerin tutuklanması, gerilla kamplarına yönelik yeni askeri saldırı planlarının bir ilk adımı olabilir. AKP iki yıl sonraki genel seçimlere, yenememiş olsa bile tamamen hırpalayıp güçten düşürdüğü düşmanının yüzüne sahte bir barış -yani teslimiyet- antlaşması sallayan muzaffer komutan edasıyla girmek istiyor. Bonapartizm kendisine muhatap kabul etmez. O her şeye, herkesin üzerinden kendisi karar verir. Öcalan her ne kadar “ben, ben olmazsam PKK, o da olmazsa DTP (şimdi BDP), o da olmazsa akil adamlar” diyerek bir dizi seçeneğe işaret etmiş olsa da rejim anayasada yapılacak değişiklikler, Kürt halkına tanınacak ulusal ve kültürel haklar konusunda herhangi bir çevreyle “görüşme ve pazarlık masasına” asla oturmayacaktır. Rejimin en “liberal” kesimlerinin bile Kürtleri bir özne olarak kabul etmeyip “açılım” diye adlandırdıkları projeleri “tebaa”ya dağıtılacak sadaka olarak gördüğü 30

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rejim ve Kürtler bir politik iklimde, hükümet veya diğer rejim temsilcileri ile PKK’nin ya da onun ve Kürt kitlelerin kabul edebileceği temsilcilerin görüşmeler yoluyla “barışçıl bir çözüme” ulaşmalarını beklemek ne kadar gerçekçi olur? Esneme sınırlarını bizzat rejimin kendisi belirleyecek, devletin üst kademelerinde görüş birliğinin sağlanması halinde sorunu bağımsız Kürt temsilcilerin önemsiz bir azınlıkta bulunacağı bir “olağan” meclise havale edecektir. “Görüşme masası” ise –tabii o da rejimin çıkarları icap ettirirseancak Kandil civarında, silahların teslim edileceği bir bölgede kurulabilecektir. Çözümsüzlüğe Doğru mu? Çok bileşenli karmaşık bir politik durumla karşı karşıyayız. Kürt illerinde kitlelerin mücadelesi Türkiye’nin sınırlarını zorluyor; PKK ve KCK, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı talebinden uzaklaşmış halde, “tek devlet, tek bayrak” anlayışına dayalı “demokratik cumhuriyet” istiyor; BDP, “Türkiye partisi” olup tüm ülkede demokrasi mücadelesi vermeyi düşündüğünü söylüyor; liberal Kürt ve Türk aydınlar, “PKK olmasaydı bu iş kültürel hakların elde edilmesiyle hallolurdu” söylemindeler; AKP, önce Kürt illerinde egemen olma ve ABD ile Barzani’nin yardımıyla PKK’yi ezme, sonra da rejimin temellerine dokunmayan, ama burjuvazinin –ve tabii emperyalizmin- “Güneydoğu’yu Türkiye’ye entegre etme” talebine yanıt veren göstermelik bir “açılım” yapma projesi izliyor; Genel Kurmay, 2008 meclis ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilgisinin, Kandil ricatının ve Ergenekon davalarının şoklarını hâlâ atlatamamış durumda Kürt sorununda yeni bir strateji arayışında; CHP ve MHP, “Kürt mürt anlamam, yeni Dersimler isterim” çığlıkları atmaya devam ediyor... Böylesine bir politik iklim koşullarında devrimci Marksizmin çözümlemelerinde ve geliştireceği talep ve sloganlarda sınıf kriterine her zamankinden çok daha fazla sarılması gerekiyor. Biz Kürt halkının sorununun Türkiye’nin bir bütün olarak hâlâ gerçekleştiremediği tarihsel devrimci demokratik dönüşümlerle bağıntılı olduğunu ve bu ulusal sorunun ancak Kürt halkının olası bir ayrılma istemini de içeren kendi kaderini tayin hakkını elde edebilmesiyle, yani proletaryanın önderliğinde başarılabilecek bir sosyalist devrimle nihai çözüme kavuşturulabileceğini düşünüyoruz. Bunun önündeki başlıca engeller olan Bonapartist rejime son verebilecek ve ülkeyi emperyalizme bağımlılıktan kurtarabilecek yegane iktidar bir işçi ve emekçi hükümetidir. Ama tam bu noktada karşımıza liberalizmin ve reformizmin “gerçekçilik” itirazları çıkıyor: Türkiye’de bir sosyalist devrimin gerçekleşme olasılığının uzaklığı dikkate alınacak olursa, “elde edilebilecek” olana ulaşmaya çalışmak daha hayırlı olmaz mı? Gerçekten de, Kürtlerin asırlardan beri uğradıkları ve halen de uğramakta oldukları imha ve baskılar dikkate alındığında, insanlara yaşama hakkı tanıyabilecek bir “asgari” çözümün, bunca işkenceye evla olduğunu bir an bile olsa akıldan geçirmemenin olanağı yok. Ama tarihe biraz daha soğukkanlıca bakıldığında ve sınıf tahlilinden hareket edildiğinde, emperyalizmin ve burjuvazinin insanlara yaşama hakkını ancak kendi sistemleri içinde kaldıkları sürece tanıdığını hemen görmek mümkün. Kürt halkı kendi kaderini elinde bulundurmadığı sürece, ister bir federasyona, ister bölgesel özerkliğe, ister kültürel haklara sahip olsun, bu tarihsel hakkı bugün olmasa yarın tekrar talep edecektir. Kaldı ki, bu yolda ulaşacağı her kazanım onu daha güçlü bir şekilde bu hakkı için seferber olmaya itecektir. Bu takdirde burjuvazinin “yaşama hakkına” riayet edeceğinin garantisini kim verebilir? Bask ulusunun İspanya’dan ayrılma yolunda kitlesel bir seferberlik başlatma tehlikesine karşı Madrid’de tankların hazır bekletildiği bilinmiyor mu? “Silahların susması, daha fazla kanın akmaması, insanların ölmemesi” türünden barışçıl söylem de kitlelerin zihnini bulandırmaktan öteye bir işlev görmüyor. Biz, daha başından beri Stalinizmin ve reformizmin gerilla ve silahlı eylem stratejisine karşı olduk, ama insanlar ölüyor diye değil, bu strateji kitle seferberliklerini öldürdüğü için. Yoksa Kürt illerindeki katliamların nedeni olarak PKK’ye işaret etmek sorunu asla kavrayamamak olur. Kürt halkı ne zaman kendi ulusal hakları için seferberliğe geçse Bahar | 2010 -

31


Rejim ve Kürtler –daha PKK’nin düşüncesi bile ortada yokken- katliamlara uğramıştır. Kürt illerinde akan kanın başlıca sorumlusu PKK değil ırkçı Bonapartist rejimdir. PKK’yi destekliyor diye yakılan binlerce Kürt köyünün yoksul halkının başlıca “suçu” demokratik ve ulusal taleplere sahip olmasıydı; dağlara çıkan binlerce gencin PKK kamplarına yığılmasının nedeni de, bu talepleri dile getiren yegane örgüt olarak karşılarında önce PKK’yi görmeleriydi. Evet, PKK silahlı eylem stratejisinden vazgeçmelidir, ama “barış için silahlara veda” anlayışından ötürü değil; dağlardaki binlerce genç kadın ve erkek kadroya kitle seferberliklerinin ihtiyacı olduğundan. Kürt illerinde gelişmekte olan işçi hareketinin, yoksul ve topraksız Kürt köylülüğünün, devrimci sol Kürt hareketinin örgütçülere, ajitatörlere ve propagandistlere, kısaca kitle önderlerine ihtiyacı bulunmakta. Kürt halkının yaşama hakkından başlayarak bütün demokratik ve ulusal haklarını elde etmesi, ancak bu tip önder kadrolarla güçlenebilecek kitle seferberlikleriyle olanaklıdır. Aksi takdirde, gerilla Kandil’de barış çağırılarında bulunurken, Kürt halkı kentlerde ve ovalarda savunmasız kalmayı sürdürecektir. Ama PKK de bir aygıttır, silahlı bir aygıt. Başlangıçtaki Stalinist ideolojisi ona daha ilk kuruluşundan itibaren bürokratik merkeziyetçi bir aparat olma niteliği kazandırmış, onu küçük burjuva reformist evresine kemikleşmiş monolitik bir örgüt olarak taşımıştır. Kendi bürokrasisiyle birlikte bu aygıtın var olma gerekçesi artık bizzat var oluşudur; savunacağı strateji ve politikaları, kitlelerin üzerindeki basıncını da dikkate alarak, kendisinin var olmasını olanaklı kılacak biçimde belirleyecektir. Bir yandan Kürt kitlelerin başlıca ulusal örgütü olarak kalmaya çalışacak, diğer yandan da rejimle uzlaşmanın yollarını arayacaktır. Ama Kürt halkının mücadelesi geliştikçe bu politika daha fazla açmazlara zorlanacak ve sonunda PKK önderliği kaçınılmaz olarak kitle seferberliklerinin karşısında konumlanacaktır. Militanlar ise, rejimin resmi kolluk kuvvetlerine katılmak –ya da Afganistan’a gitmek- ile Kürt emekçi halkına eklenmek arasında seçim yapmak zorunda kalacaklardır. Öte yandan, Kürt toplumunun kapitalizmin etkisiyle yavaş da olsa bir kendi içinde bir ayrışma ve dönüşüm süreci yaşamakta olduğunu gözden uzak tutmamak gerekiyor. Kürt illerinde toplumsal yapıda ve ekonomik yaşamda kendine yer açmakta olan Kürt burjuvazisi, sınıf karakteri gereği rejimin işbirlikçisidir ve bu karakteri “Güneydoğu’nun Türkiye’ye, Türkiye’nin de dünyaya entegrasyonu” ile birlikte daha da güçlenecektir. Tekelci kapitalizmin merkezi güçleri karşısında kendisini zayıf hissettiği anlarda pazarlık olanaklarını artırabilmek için kitlelerin ulusal duyarlılığına hitap edecek, ama kitlelerin “ülke bütünlüğünü” tehdit edebilecek her girişimine karşı çıkacaktır. Tıpkı Bask ve Katalan burjuvazilerinin yaptığı gibi. Bütün bunlardan, çözümsüzlüğe yönelik olumsuz bir tablo mu çıkıyor? Hayır. Kürt işçi sınıfı ve yoksul köylülüğünün mevcut rejimin sürmesinden herhangi bir çıkarı yoktur; onların seferberlikleri çürümekte olan rejimi giderek daha fazla tavizler vermeye zorlayacak, rejimin vereceği her taviz kitlelerin yeni atılımlarına zemin hazırlayacaktır. Yeter ki onlar, bu mücadelelerini sınıf temelinde örgütleyecek, rejimin saldırı anlarında kendilerini savunabilmenin olanaklarını yaratacak, Kürtlerin ulusal ve demokratik mücadelelerini tüm Türkiye proletaryası ve emekçi halkınınkiyle enternasyonalist temellerde birleştirebilecek yeni bir devrimci Marksist önderlik yaratabilsinler. Bunun nesnel koşulları tüm Kürdistan’da mevcuttur. Bu noktada Türk sol ve işçi sınıfı hareketinin üzerine düşen görev nedir? Pek çok sol çevrede Kürt halkının mücadelesine “yardım” etmekten, rejimden tavizler koparabilmek için platformlar, aydın grupları vb. örgütlemekten söz ediliyor. Oysa Kürtlerin ulusal ve demokratik hakları için karşısında mücadele ettikleri rejim, Tekel işçilerine saldıran rejimin aynısıdır. Rejimi sarsacak, tavizler vermeye zorlayacak, hatta onu yıkıma sürükleyerek tüm Türkiye emekçi halkının özgürleşmesine yolunu açacak olan mücadele, ülke çapında proletaryanın başını çekeceği seferberliklerle 32

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rejim ve Kürtler olanaklıdır. Rejim işçi sınıfını ulusal, etnik, dinsel, vb. temellerde bölebildiği oranda bu tip seferberlikleri parçalayabilecek ve bastırabilecektir. Dolayısıyla önümüzdeki temel görev işçi ve emekçi yığınların demokratik, ekonomik ve toplumsal talepleri doğrultusundaki mücadelelerini birleştirebilmek ve Bonapartist rejime karşı yoğunlaştırabilmektir. Bunun önünde duracak olan başta sendika bürokrasileri olmak üzere her türlü karşıdevrimci, ırkçı, şoven kesim, kitle örgütlerinden uzaklaştırılmalıdır. Son olarak, egemen ulus kökenli devrimci Marksistler olarak konuşalım: verili koşullarda önderlikleri olarak kabul ettikleri kesimlere ilişkin görüşlerimiz ve eleştirilerimiz ne olursa olsun, Kürt halkının ulusal demokratik hakları için verdikleri mücadeleyi koşulsuz destekliyoruz ve tarihsel olarak haklı görüyoruz. Önderliklerinin dile getirdiği ulusal taleplerinin sınırlılığına ve açmazlarına ne denli işaret edersek edelim, Kürt halkının vereceği kararlara saygı duyuyoruz. Rejimin, Kürt halkına ve onun kendi temsilcisi olarak gördüğü önderliklere yönelik her türlü saldırısına karşı mücadele etmeyi görev biliyoruz. Çünkü, birincisi ezen ve ezilen uluslar ilişkisinin var olduğu her durumda devrimcilerin safı ezilen ulusun yanındadır. Ve ikincisi, belki de daha önemlisi, ezilen ulus özgürleşmediği sürece, ezen ulusun da bu olanağı olmayacaktır; zira burjuvazi işçi ve emekçi yığınları sistemli bir biçimde ırkçı temellerde bölecek ve şovenizm hastalığı egemen ulus proletaryasını kendi burjuvazisine bağlayan illet olarak varlığını sürdürecektir. Enternasyonalistler olarak görevimiz ise, Kürt işçi sınıfının liberal ve küçük burjuva önderlikleri aşarak burjuvaziden ve rejimden bağımsız kendi devrimci partisini yaratabilmesi için, onun öncü devrimci Marksist kadrolarıyla el ele çalışmayı sürdürmektir.

Bahar | 2010 -

33


Dosya

Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi

Erol Yeşilyurt

Gerek Türkiye’de gerek Ortadoğu’da hayati bir öneme sahip olan Kürdistan sorununu ele alırken kaçınılmaz bir şekilde nereden başlamalı sorusuyla karşı karşıya kalıyoruz. Bu yazıda başlama noktasını devrimci Marksizm’in uluslar ve ulusal sorun hakkındaki teori ve politikaları oluşturuyor. Uluslararası sosyalist hareket içinde bazı konular var ki, aradan yüzyıldan fazla bir zaman geçse de tekrar tekrar karşımıza çıkıyor. Ulusalcılık ve ulusal kurtuluş mücadeleleri bu konulardan biri. Bu yazıda, Marx ve Engels’den Lenin ve Troçki’ye uzanan bir çerçeve içinde devrimci Marksist teoriyi incelerken, belirli örneklerde varılan sonuçları ve bu sonuçlara nasıl ulaşıldığını açıklamaya özen göstererek tartışmaya çalıştık. İkinci olarak, Türkiye’de Kürdistan sorununun tartışıldığı çerçevenin bugün olduğundan çok daha geniş, tartışmaların da çok daha kapsamlı olması gerekmektedir. Ancak bu da yeterli değil. Kürdistanlı kimliğini savunmanın nesnel olarak politik eylem niteliği taşıdığı ülkemizde Kürdistan’la ilgili olarak yazar, okur ve tartışırken ortaya konulan entelektüel çaba ve arayışların politik alanda karşılıklarının olması da gerekiyor. Kürdistan sorununa bir takım hazır formüllerle yaklaşarak politikalar üretmek, her bedene uyan bir elbise imal ederek yaklaşmak, hemen her seferinde başarısızlığa mahkûm bir çabadır. Bunun önüne geçmek sanıldığı kadar kolay da değil. Ulusal sorun kendi kaderini tayin hakkının reddi ya da kabulü ile sınırlandığı, Kürdistan devrimi ve Kürdistan ulusal mücadelesi bildiğimizi sandığımız ancak bilmediğimiz bir konu olarak kaldığı sürece, diğer bir deyişle, Kürdistaní mücadelesinden öğrenmek konusunda isteksizlik devam ettiği sürece, ağaçlardan ormanın görünmeyeceği açıktır. Ümit ederiz ki, gerek bu yazı gerekse de Mesafe’de yayımlanan diğer yazılar yetersizliklerimizi aşmak için attığımız adımlar olarak anlaşılır. 34

Sosyalist Düşünce Dergisi


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi Kapitalizm ve Ulus Milliyetler ve milliyetçilik üzerine yapılan bir dizi çalışmada Marx ve Engels’in genel bir milliyetler teorisi formüle etmediği yolunda bir fikir birliği vardır. Buna benzer bir şekilde, milliyetçi hareketler içinde yer alan eylemcilerin de Marksistlerin ulusal fikirlerin ve çıkarların “bağımsız” ve kitleleri harekete geçirici gücünü hafife aldıkları ve ulusal güçler ya da kimlikler arasındaki çatışmaların önemini kavramadıklarını düşündüklerini varsayabiliriz. Marx ve Engels’in milliyetçilik üzerine yazmadığı ya da genel bir teori formüle etmedikleri şeklinde bir eleştiri kısmen haklı olmakla birlikte doğru değildir. Milliyetçiliği politik bir akım olarak ele alarak tekrar tekrar dönemlerinin ulusal kurtuluş mücadelelerine değinmişlerdir. Yaşadıkları dönemin ulusal hareketleri, özellikle de İrlanda ve Polonya üzerine yazıları ve analizleri bugün de okunması gereken metinler arasındadır. Bu metinler, aynı zamanda, Marksizmin bir dogma olarak değil bir metot olarak dünyayı nasıl yorumladığının da birer örneğidir. Marx ve Engels’in yaşadıkları 19. yüzyılda politik düşünürler büyük ulusal devletlerin faydalarını vurgulayarak, küçük ulusların ayrılıkçı talepleri karşısında mesafeli bir tutum alıyorlardı. Kapitalizmin gelişmesi ile ulusal pazar arasındaki karmaşık ilişki, küçük devletlerin varlıklarını sürdürüp sürdüremeyecekleri ve bağımsızlıklarının niteliği sorusunu gündeme getiriyordu. Dönemin diğer bir özelliği de, ulusal hareketlerin ulusal egemenlik talepleri ile otokrasiye karşı demokratik taleplerin birleşmesi idi. Özgürlüklerini kazanan ulusların daha demokratik ve adil bir dünyayı temsil ettikleri şeklinde bir anlayış ulusal mücadelelere eşlik etmiştir. Marx ve Engels’ten farklı olarak, dönemin düşünürleri milliyetçi söylem ile gerçeklik arasındaki farklılıkları sorgulamadılar: ulusal egemenlik ve özgürlük sloganları altında kendi ulusal devletlerini kurmaya girişenlerin birçok örnekte esas aldığı zora dayalı asimilasyoncu politikalar milliyetçiliğin çirkin yüzünü göstermiştir. Marx ve Engels mevcut üretim ilişkileri üzerinde şekillenen politik gelişmelerin tahlilini yaparken insanlığın kurtuluşu ile proleter devrim arasındaki bağı yorulmaksızın dile getirdiler. Kapitalizm ve ulus, milliyetçiliğin içe dönük, otoriter yapısı ile burjuvazinin sınıfsal çıkarları arasındaki bağların ve ulusal demokratik devrimlerin analizi sürekli olarak mevcut iktidar ilişkilerinin sorgulanmasını da birlikte getirir. Ulus içindeki sosyal ve politik ayrılıkların sorgulanması, eskinin yerini yeniye, baskı ve sömürünün yerini özgürlüğe bırakması, ulusal devrimlerin bir sonu değil de insanlığın kurtuluşu yolunda ileriye atılmış bir başlangıcı temsil etmesi anlamına gelir. Marx ve Engels’in milliyetler konusundaki görüşlerini anlamak için bakacağımız ilk kaynaklardan biri Komünist Parti Manifestosu’dur. Dünya pazarı içinde ulusal devletlerin değişen rollerini vurgulayan ve işçi sınıfı için uluslararası bir strateji öneren Manifesto’da kapitalizmin uluslararası düzeyde gelişimi sonuçlarıyla birlikte vurgulanır: Sürekli genişleyen sürüm ihtiyacını karşılamak için burjuvazi, yeryuvarlağının bütününe el atmakta. Her yerde yerleşmesi, her yerde yapılaşması, her yerde bağlantılar kurması gerekiyor. Burjuvazi, dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdi... Tüm üretim araçlarını hızla geliştirerek ve ulaşımı, iletişimi sonsuz kolaylaştırarak burjuvazi, en barbar ulusları da uygarlığa çekiyor. Ürettiği mallara koyduğu ucuz fiyatlar, tüm Çin Seddi’ni temelden yıkacak, barbarların en inatçı yabancı düşmanlıklarını teslime zorlayacak ağır toplardır. İşçilerin vatanı yoktur. Zaten onların olmayan bir şeyin alınması da mümkün değil. Proletarya, önce siyasal iktidarı ele geçirmek, kendini ulusal sınıf düzeyine getirmek, kendini ulus yapmak durumunda olduğu için, kendisi de ulusaldır hâlâ, ama asla burjuva anlamda değil. Halkların ulus olarak ayrışmaları ve karşıtlıkları, daha burjuvazinin, ticaret özBahar | 2010 -

35


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi gürlüğünün, dünya pazarının, sanayi üretimindeki tek biçimliliğin ve ona uyan yaşam koşullarının gelişmesiyle zaten giderek yok olmakta. Proletaryanın egemenliği bunu daha da yok edecektir. Birleşik eylem, hiç değilse uygar ülkeler arasında olmak üzere, proletaryanın kurtuluşu için en önde gelen koşullardandır. Bir bireyin bir başka bireyi sömürmesi ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun da ötekini sömürmesi ortadan kalkacaktır. Ulusun kendi içindeki sınıfların karşıtlığıyla birlikte ulusların birbirlerine karşı düşmanca tutumları da düşer.1 Yukarıda da görüldüğü gibi Marx ve Engels ulusların ve ulus devletlerin gelişimini üretim ilişkilerinin gelişimine bağlı olarak açıklarlar. Ulusları ekonomik ve sosyal yapıdan bağımsız olarak ele almazlar. Milliyetlerin doğuşu ile kapitalizmin gelişmesi arasında bir neden sonuç ilişkisi vardır. Uluslar, tarihsel gelişimin belirli bir evresinde kapitalizmin gelişimi ile birlikte ortaya çıkmışlardır. Ticari ilişkiler, pazar ile tek tek ve birlikte küçük ya da büyük mal sahipleri arasında, alıcılar ve satıcılar arasında yakın bir ilişki sağlanması garanti altına alınır. Ticari üretimin tam olarak zaferi, burjuvazinin yerli pazarı ele geçirmesi, nüfusun tek bir dili konuştuğu, politik olarak birleşmiş toprakların oluşumunu gerekli kılar. Ticari ilişkiler ağı kendiliğinden ve bilinçsiz bir şekilde aynı dili konuşan toplulukların ağı haline dönüşür. Ticari ilişkilerin yayılarak genişlemesi, şehirlerin öne çıkması, feodal yöneticiler ile şehirlerde yaşayan kapitalistler ve tüccarların arasındaki ilişkilerin gelişmesi, sarayın konuştuğu dilin yerini pazarın konuştuğu dilin alması ve devletin dili haline gelmesi ile sonuçlanır. Tek bir dil konuşan ulusal devlet ulusal pazarın korunmasını, dünya pazarı içinde burjuvazinin savunulmasını, burjuvazinin çıkarlarının ulusal çıkarlar olarak formüle edilmesini de birlikte getirir. Gelişimin ilk aşamalarında ulusal pazarların homojenleşmesini sağlayan kapitalizm, “her yerde yerleşmesi, her yerde yapılaşması, her yerde bağlantılar kurması”nı gerektiren karakteri nedeniyle, “halklar arasındaki ulus olarak ayrışmaların” ortadan kalkmasını da birlikte getirir. Bu süreci mekanik bir şekilde değil de diyalektik bir şekilde yorumladığımız zaman, kapitalizmin bir yandan ulusları yaratırken diğer yandan da onları birleştirdiğini görürüz. Marx ve Engels, kapitalizmi uluslararası sosyal ve ekonomik değişikliklere yol açan bir sistem olarak gördüler; sistemin parçalarından birindeki köklü ve hızlı değişimlerin sistemin bütünü ya da diğer parçaları üzerinde değişimlere yol açması kaçınılmazdı. Kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişimi yasası, gelişimlerinin farklı aşamalarında olan ulusların kendiliğinden bir şekilde İngiltere ve Hollanda örneklerini izleyerek sanayileşmelerine izin vermez. Böylece, bir dünya sistemi olarak kapitalist pazarın değişik halkalarını oluşturan ülkeler için ulusal devletlerin oluşumu yüzyıllarca gelişimini bekleyemeyecekleri bir ihtiyaç olarak öne çıkar. Bu süreçte ekonomik ve sosyal gelişmenin önünde engel haline gelen feodal devletin yıkılması bir gereklilik olarak kendisini dayatarak ulusal demokratik devrimleri gündeme getirir. Örneğin, modern uluslar safına katılmak isteyen birçokları tarafından örnek alınan 1789 Fransız devrimi, bütünlüğü bölünemez olarak tanımlanan merkezi bir devlet yapısının kurulması, ülkenin yüzde 50’sinde konuşulan Fransızcanın ulusal dil haline gelmesi, idari yapılar birleşirken yurttaşların sorumluluklarının belirlenmesi ile sonuçlanmıştır. Kapitalizmin yıkıcı ve yaratıcı, birleştirici ve ayrıştırıcı karakteri enternasyonalizm ve milliyetçiliğin aynı sürecin parçaları olarak doğmalarını ve birbirleriyle çatışmalarını açıklar. Kapitalizm nasıl burjuvazi ile birlikte proletaryanın doğumunu temsil ediyorsa, aynı şekilde enternasyonalizm ile birlikte milliyetçiliğin var oluşunu da temsil eder. Enternasyonalizm ve milliyetçiliği aynı sürecin parçaları olarak kavradığımız zaman 1 Bak.: http://www.marxists.org/turkce/m-e/1848/manifest/kpm.htm.

36

Sosyalist Düşünce Dergisi


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi ulusal pazarların birbirine entegrasyonunun aynı zamanda ayrışma ve değişimleri de birlikte getirdiğini görürüz. Bu gelişme sonucunda ulusal kültürler ortadan kalkmaz, ancak evrensel değerler etrafında şekillenerek kendisini yeniden üretir. Evrensel ile ulusal parçaların arasındaki ilişki kaynaşma ve ayrışmayı, yeni biçimlerin doğumunu da birlikte getirir. Sınırlar ortadan kalkarken sınıfların ve sömürünün ortadan kalkmamasının yarattığı çelişkili tabloda ulusal mücadeleler kendilerini evrensel bir dille ifade ettikleri, yalnızca bir grubun değil bütünün çıkarları olarak kendilerini formüle ettikleri oranda kabul görür; başarıya ulaşma şansları artar. Marx ve Engels’in, “İşçilerin vatanı yoktur. Zaten onların olmayan bir şeyin alınması da mümkün değildir,” önermelerinin ifade ettiği gerçeklik de budur. Marx ve Engels’in enternasyonalizmini determinist bir bakış açısından yorumlayanlar, kapitalizmin gelişmesinin bir sonucu olarak uluslar arasındaki farklılıkların ortadan kalkmadığını vurgulayarak Marksist teorinin yanlışlığını ispat etmeye çalışmaktadırlar. Ancak, Marx, dünya ekonomilerinin iç içe geçmesinden yola çıkarak ulusların kendiliğinden bir şekilde ortadan kalkacağını öngörmez; uluslararası anlaşmazlıkların ortadan kalkması için özel mülkiyet ilişkilerinin ortadan kalkması gerekir: Bütün ulusların kardeşliği ve birleşmesi, bugün bütün partilerin, özellikle de burjuva serbest ticaret yanlılarının dudaklarından düşmüyor. Pek tabii ki bütün ulusların burjuva sınıfları arasında özel tipte bir kardeşlik vardır. Ezenlerin ezilenlere, sömürenlerin sömürülenlere karşı kardeşliği… Halkların gerçekten birleşebilmesi için ortak çıkarlara sahip olmaları gerekir. Ve onların çıkarlarının ortak hale gelmesi için mevcut mülkiyet ilişkilerinin, bu mülkiyet ilişkilerine bazı ulusların diğerleri tarafından sömürülmesi de dâhildir, ortadan kalması gerekir.2 Marx ve Engels’in ulusları, üretici güçlerin gelişimi ve üretim ilişkilerinin değişimi bağlamında açıklarken bir ulusu belirleyen nesnel kriterler arama anlayışı içine girmezler. Bir ulusu belirleyen nesnel ölçütleri toprak ve dil birliği gibi öğelere indirgeyen Stalinizmin mekanizmine teorileri içinde yer yoktur. Marx ve Engels’in praxis’in ve tarihin öznesinin insan olduğu şeklindeki anlayışları ulusları değerlendirirken öznel faktörleri de dikkatle incelememizi gerektirir. Benedict Anderson’un ulusları “hayal edilmiş topluluklar” olarak tanımlaması örneğinde görüldüğü gibi, kültürel ve tarihsel faktörlerin önemi ulusların ekonomik kategorilere indirgenerek açıklanamayacağını gösterir. Nitekim Troçki de, 1939’da ABD’de siyah milliyetçilik üzerine yazdığı bir yazıda “bu konuda soyut kriterler belirleyici değildir, tarihsel bilinç, grubun duyguları ve içsel güçleri çok daha önemlidir,”3 der. Ulus, Sınıflar ve Devrim Kapitalizmin gelişmesi ile birlikte doğan ulusalcılığın beşiği ezilen, yerlerinden sürülen halklar değil de burjuvazinin tarih sahnesine ilk olarak çıkıp geliştiği Hollanda, İngiltere ve Fransa oldu. Ulus devlet politikalarının ulusçuluk olarak kendisini ifade edip yaygınlık kazanması, diğer uluslar tarafından örnek olarak alınması için aradan yıllar geçmesi; en önemlisi, ulus devletin kapitalizm ile özdeşleştirilen kalkınmanın vazgeçilmez bir aracı olarak görülmesi gerekti. Ulusalcılık bu sürece tekabül eden gerek ezilen kitleleri gerekse de ezenleri haklar ve ilkeler temelinde birleştiren, genellikle küçük burjuva aydınlar tarafından formüle edilen ortak bir dil arayışıdır; değişik ulusların emekçilerini birbirinden ayırırken, ulus içindeki sınıfların ulusal çıkarlar etrafında birleşmesini sağlayan ideolojik bir söylemdir. Sık sık icat edilmiş bir geçmişi esas alan ulusçuluk, feodalizmin yerini kapitalizmin aldığı dönemde, tek bir dilin hâkimiyetinin sağlanması, sınırların belirlenmesi ve burjuva sınıfın hegemonyasının sağlamlaştırıl2 Marx-Engels, Collected Works, (MECW), “On Poland”, c.6, s.388. 3 Leon Trotsky, Black Nationalism and Self Determination, New York, Pathfindere Press, 1978, s.28. Bahar | 2010 -

37


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi masında önemli bir rol oynadı. Ulusalcılığı ve ulusları açıklarken kapitalizm ve sınıf kullandığımız anahtar kavramlardır, ancak buradan yola çıkarak bilinç ve kültür öğelerini tahlilimizin dışına çıkarmamız söz konusu değildir. Üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasında, sanayileşme ile ulusal bilinç ve kültür arasında tek taraflı, biri diğerini belirleyen mekanik bir ilişki yoktur. Örneğin, aydınların ulusalcılık ideolojisinin gelişiminde oynadığı role bakalım: Makyavelli gibi politik düşünürler devletlerin kendiliğinden süreçlerin gelişimini hızlandıracak tedbirler almasını isterken, politik ekonomistler, tüccarların ve burjuvazinin çıkarlarını devletin çıkarları ile özdeşleştirdiler; sanatçılar, yazarlar, müzisyenler ulusal kültürlerin oluşumunda önemli bir rol oynadılar. Milliyetçiliğin öncülerinin genellikle burjuva sınıflardan gelmediğini belirtmekte yarar var. Katalunya’nın ilk ulusalcı partisi Katalan Birliği kapitalistlerin partisi iken, milliyetçiliğin sözcü ve ideologları genellikle bulundukları toplumun gelişim ve değişimlerini arzulayan küçük burjuva kesimlerden geldiler. Bu kesimlerin oynadığı rolü ya da ulusalcılığını kavramamız için bilinç, kültür, psikoloji gibi dinamik öğeleri eşitsiz ve bileşik gelişme gerçekliği ile birlikte ele almamız gerekmektedir. Ulusallaşmaya yol açan sanayileşme, etnik, tarihsel, kültürel ve politik faktörlerle birlikte ele alındığında, Marx ve Engels’in analizlerinin odak noktası ulus düzeyinin altında yer alan sınıflar düzeyindedir. Ne ulusların doğuşları sürecinde ne de sonrasında, ulus kendi içindeki çelişki ve çatışmalardan bağımsız olarak ele alınamaz. Ulusalcılık ile burjuvazi arasındaki bağları açıklayan anahtar kavram sınıf ilişkileri ve sınıf mücadelesidir. Örneğin, Hindistan yoksullarının yerel kıyafetlerini giyerek halkın önüne çıkan Mahatma Gandhi’nin partisini organize edenlerin sanayinin gelişmesini hedefleyen Hint kapitalistleri olduğunu not ettiğimiz zaman, Hint milliyetçiliğinin burjuvazinin hegemonyasının sağlandığı süreçte oynadığı önemli rolü anlamamız mümkün hale gelir. Kapitalizmin feodalizmin içinden doğduğu döneme tekabül eden ulusal demokratik devrimlerde işçi sınıfı ve küçük burjuvazi feodalizme karşı mücadelenin ön saflarında idiler. Burjuvazi mevcut feodal sistemin aşılmasını hedeflerken, işçi sınıfı ve köylülüğün çıkarları yalnızca mevcut sistemin yıkılmasını değil yeni kurulacak düzende ezilenlerin sınıf çıkarlarının korunmasına da gerektirir. Uzlaşmaz sınıf çıkarlarının varlığı burjuvazi ile ezilen sınıflar arasında sürekli bir çatışma ve politik önderlik için mücadeleyi de birlikte getirir; işçi sınıfı ve emekçiler, ulusal demokratik mücadeleler içinde kendisini diğer ulusların egemenlerine daha yakın hisseden burjuvazinin güvenilmez “müttefikleri” ya da karşıtları olarak kalırlar. Ezen ve ezilenler arasındaki sınıf çatışmaları sonucu, kendi mezar kazıcılarının kimler olduğunun farkında olan burjuvazi uzlaşma arayışlarına girerek devrimlere ihanet eder. Almanya (1848-49), İrlanda (1920-21) ve Çin (1925-27) burjuvazinin neden devrimci bir güç olarak tarih sahnesinden çekildiğinin örnekleridir. Fakat burjuvazinin gerici bir güç olarak ortaya çıkması; iktidar mücadelesinden çekilmesi veya ulusal demokratik devrimleri kendi hegemonyası altına almak için mücadele etmekten vazgeçmesi anlamına gelmez. 1848 devrimi sırasında Alman burjuvazisinin ihaneti, Marx ve Engels’in ulusal mücadele ile sınıf mücadelesi arasındaki ilişkiyi yeniden değerlendirmelerine yol açtı: 1848 sonrasında ulusal mücadele ile sosyal mücadelenin birleşmesiyle birlikte, demokratik devrimlerin işçi sınıfı ve köylülüğün önderliğinde gerçekleşmesi fikri ön plana çıktı. Marx ve Engels ulusal devrimleri, yalnızca belirli bir ülkenin sınırları içinde gerçekleşen politik dönüşümler olarak değil, dolaylı ya da dolaysız şekillerde uluslararası arenada meydana gelen gelişmelerden kaynaklanan ve bu gelişmelere kaynaklık eden öğeler olarak ele alırlar. Bu bakış açısından her ulusal devrim dünya devriminin bir parçasıdır. Bu anlayış, Stalinistler ve her türden ulusal sosyalistler ile devrimci Marksistleri birbirinden ayıran bir mihenk taşıdır. Gerek Marx ve Engels gerekse Lenin 38

Sosyalist Düşünce Dergisi


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi ve Troçki için, feodalizmin hâkim olduğu ülkelerde bile feodalizme karşı olduğu gerekçesiyle burjuvazinin desteklenmesi söz konusu olamaz; işçi sınıfı köylülük ile ittifak halinde demokratik devrimi nihai zafere ulaştırabilecek tek sınıftır. Stalinistler demokratik devrimlerin tamamlanması için burjuvazinin kendisine atfedilen “ilerici” rolünü oynamasını beklerken, devrimci Marksistler proletaryanın öncülüğünde bir devrimin imkân ve gerekliliğini savunurlar. Ulusal demokratik devrimler ile sosyalist devrim arasında bir amaç-araç ilişkisi söz konusu mu sorusuna iki şekilde cevap vermek mümkündür: Proletaryanın sosyalist iktidarının kurulması için önce burjuva demokratik devrimin tamamlanması gerektiğini, ancak bu görev tamamlandığında sosyalist devrimin koşullarının oluşacağına inananlar, birçok örnekte, iktidarı ele geçiren burjuvazinin demokratik devrimlere değil de katliam, talan ve bağımlılık ilişkilerinin sözcüsü olmasına şahit oldular. Devrimci Marksistlerin aynı soruya verdiği cevap ise farklıdır: proletaryanın köylülük ve diğer ezilen sınıflar ile ittifak halinde demokratik devrimi tamamlayarak sosyalist devrimi gerçekleştirmesi söz konudur. Demokratik devrimin tamamlanması kendi başına bir amaç değil aynı zamanda bir araçtır: Tarihsel süreçlerde olduğu gibi gündelik yaşamda da araçlar ve amaçlar sürekli yer değiştirir. İmalat halindeyken “amaç” olan bir makine, ancak fabrikaya girdikten sonra bir “araç” haline gelebilir. Bazı dönemlerde demokrasi sınıf mücadelesinin “amacı” olabilir, ama daha sonra onun bir “aracı” haline dönüşebilir (...) Diyalektik materyalizm amaç ile araçlar arasında düalizme yer tanımaz. Amaç tarihsel süreçten doğal olarak ortaya çıkar. Organik olarak araçlar amaca tabidir. Bugünün bir amacı daha sonraki bir amaç için araç haline gelir.4 Yukarıda, sınıf mücadelesinin Marx ve Engels’in analizlerinin merkezinde yer aldığını, ancak bu anlayışın, ulusal olan her şeyin ekonomik faktörlere ya da sınıflara indirgenerek açıklanması anlamına gelmediğini belirttik. Demokratik devrim ile sosyalist devrimin görevlerinin, ulusal mücadele ile sınıf mücadelesinin, araçlar ve amaçların birlikte alınması sınıf mücadelesi ile ulusal mücadele arasında biri diğerini iptal eden bir ilişki biçiminin olmaması demektir. Ulusal mücadele ile sınıf mücadelesinin birbirine karşıt süreçler olarak görülmesi emekçi sınıfların çıkarlarının burjuva sınıfın çıkarlarına tabii kılınmasına yol açmaktadır. İkinci olarak, milliyetçiliğin aynı dinler gibi hakim sınıfların ideolojisi olmasından yola çıkarak, milliyetçi akımlar ile burjuvazi arasında mekanik bir ilişki kurmak ve her seferinde ulusal hareketlerin kendilerinin ya da liderlerinin burjuva sınıfı temsil ettiğini öne sürmek yanlıştır. Özellikle emperyalist çağda, ulusal hareketlerin nesnel olarak burjuvazinin çıkarlarına hizmet etmesinden dolayı, bu akımları burjuvazi ile özdeşleştirmek, her şeyden önce burjuvazinin misyon ve yeteneklerinin tek taraflı olarak abartılması sonucunu vermektedir. Örneğin, Kürt burjuvazisi egemen sınıflara entegrasyon yolunu seçerken Kürdistanlı ulusal hareketleri burjuva hareketler olarak nitelemek, burjuva sınıfların somut olarak işbirlikçi olan ve geçmişin bağımlılık ilişkilerini yeniden üretmeye dayanan politikalarının gözden kaçmasına yol açmaktadır. Not edilmesi gereken, ancak şovenizm batağına batmış ulusal solcuların görmediği diğer bir çelişki daha vardır: Bu akımlar, Türk milliyetçiliği ya da Kemalizme kendinde olmayan devrimci bir karakter yükleyerek Kemalizmin otoriter ve gerici karakterini bir talihsizlik ya da katlanılması gereken bir tarihsel zorunluluk olarak almaktadırlar. Marx, Engels ve Ulusal Mücadeleler Marx ve Engels, Almanya ve İtalya’da ulusal birliklerin sağlanmasını, Macaristan’ın otonomi talebini, İrlanda ve Polonya’nın bağımsızlıklarını desteklerken, Çarlık ve Haps4 Leon Trotsky, Their morals and ours, bak.: http://www.marxists.org/archive/trotsky/1938/ morals/morals.htm. Bahar | 2010 -

39


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi burg hanedanlarını güçlendirdiklerini düşündükleri Güney Slavların, Hırvatların ve Çeklerin ulusal hareketlerini eleştirdiler. Ayrıca, Britanya kapitalizminin Hindistan’da feodalizmi yıktığını vurgularken, 1857’deki ulusal ayaklanmayı desteklediler. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün, ancak bu yazının sınırları içinde Marx ve Engels’in ulusal hareketleri desteklerken kullandıkları kriterler nelerdi sorusuna yanıt aradığımız için tartışmayı sınırlı tutmak zorundayız. Bu soruya kolayca yanıt vermek mümkün değil. Bu zorluk bir yandan onların bu konuda yazdıklarının uzun bir döneme yayılması ve sık sık kişisel mektuplaşmalar içinde gömülü kalmasıyla olduğu kadar, görüşlerinin çoğunlukla tek taraflı olarak yorumlanmasıyla da ilgilidir. Marx ve Engels’in karşılaştıkları politik ve sosyal gelişmeler sonucunda politikalarını gözden geçirerek yeni değerlendirmelere gitmeleri politikaların arka planında yer alan teoriyi anlamamız için önemlidir. Marx’ın 1843’te, “Hiçbir şey bizi politik hayata katılmaktan ve bundan dolayı gerçek mücadelelere katılmaktan alıkoymuyor… O zaman, dünyayı dogmatik bir şekilde yeni bir ilke ile karşımıza almıyoruz: Gerçek olan burada, eğil önünde onun! Dünyanın kendi ilkelerinden kaynaklanan yeni ilkeleri dünya için geliştiriyoruz,”5 şeklindeki sözlerini her zaman hatırlamakta fayda vardır. Marx ve Engels’in izlediği politikanın, …yakın amaçları iki hatta sahipti: Avrupa’daki büyük emperyalist ve gerici iktidarları zayıflatacak ve devrimci faaliyetler için uygun bir zemin sağlayacak olan geniş, merkezi devletlerin kuruluşlarını desteklediler. Bu amaçlar Marx ve Engels’in ulusal hareketleri savunmalarına stratejik mantıksal bir temel sağladı. Bağımsız ulus devletlerin kuruluşlarını, yalnızca, bu devletleri kurmayı amaçlayan uluslar, ulusal ayrılıklara yer vermeyecek şekilde yeteri kadar homojen bir yapıya sahipseler ve stratejik olarak gerici etkilere veya ekonomik bağımlılığa karşı direnebilecek şekilde konumlanmışlarsa desteklediler.6 Marx ve Engels’in, ulusal hareketlerin sınıfsal özelliklerini ve programlarını analiz ederek, yukarıdan aşağıya milliyetçiliği reddetmeleri ile uluslararası ilişkilerin analizini bir kriter olarak kullanmaları arasında bir çelişki söz konusudur. Örneğin, ilerici programlara sahip, baskı ve zulme karşı mücadele eden küçük ulusların ulusal hareketleri, her örnekte, gerici etkilerden ve ekonomik bağımlılıktan kaçabilecek stratejik bir konuma sahip değildir. Marx ve Engels’in bir ulusal hareketi desteklemenin koşulu olarak bu hareketin dünya devriminin uzun vadeli çıkarlarını temsil edip etmediğini değerlendirerek bu çelişkiyi aşma yoluna gittiklerini öne sürebiliriz. Ancak bu türden bir yorum önemli sorunlara sahiptir: İlk olarak ulusal hareketin temsilcilerinin öznel niyetleri ne olursa olsun nesnel olarak gerici oldukları ve desteklenmemeleri gerektiği gibi bir önermeyi; ikinci olarak da, ezilen ulusların proletaryasının, hareketin uzun vadeli çıkarları için egemen ulusların hegemonyasında kalmayı kabul etmesi gibi bir sonucu içerir. Bir çok örnekte küçük ulusların bağımszılık mücadelelerini destekleyen Marx ve Engels’in ulusal hareketlere desteği yalnıca uluslararası ilişkilerin analizi ve devrimci stratejilerinin bir sonuçcu değildir; aşağıda örneklerini vereceğimiz belirli ilkeler (Erica Benner:1995) önemli bir yere sahiptir. Ulusal bir hareketin dünya devrimi içindeki yeri ya da herhangi bir ulusal hareketin sosyalizmin uzun vadeli çıkarlarını temsil edip etmediği Marx ve Engels’in uyguladıkları bir kriterdir, ancak onların ulusal konudaki politikalarını bu kritere indirgemek yanlış olur. Marx ve Engels’in ulusal hareketleri değerlendirirken yalnızca bir ulusal hareketin dünya devrimi içindeki yerini göz önüne aldıkları şeklinde bir yanlış her şeyden önce onları herhangi bir etik kriter uygulamadan hareket ettikleri ya da kendi amaç ve programlarını empoze etmeye çalıştıkları veya ulusal kurtuluş hareketlerini burjuva ulusların proletaryasının stratejik çıkarlarına uygun olup olmadığına bakarak 5 MECW, c.3, s.144; aktaran E.Benner, Really Existing Nationalisms: A Post-Communist View from Marx and Engels, Oxford University, 1995, s.147. 6 E.Benner, agy, s.138,139.

40

Sosyalist Düşünce Dergisi


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi değerlendirdikleri şeklinde suçlamalara yol açar. Bağımsızlığın ve ulusal birliğin nasıl gerçekleşeceği sorusuna merkezi bir önem veren Marx ve Engels’in stratejik kaygılarından ayrı olarak aradıkları ilkeler vardır: Örneğin, I. Enternasyonal’de savundukları uluslararası karşılıklılık ilkesi, proletaryanın ya da devrimci partilerin kendi programlarını ezilen uluslara empoze etme teşebbüsleri içine girmelerini engeller. Uluslararası karşılıklılık ilkesi en iyi anlatımını Engels’in, “Başka ulusları ezmeye devam eden bir ulus özgür olamaz” sözlerinde bulur. Bu sözlerin anlamı ezilen ulusların özgürlüğünün ezen ulusların özgürlüğünün önkoşulu olmasıdır. Aynı şekilde, Marx, Prusya parlamentosunda Alman liberallerini kendi ülkelerinde özgürlük talep ederken, hükümetin Polonya, Bohemya ve İtalya’daki ulusal hareketlere karşı saldırılarını destekledikleri için eleştirir. Engels, Frankfurt parlamentosunda sağ ve sol kanadın birlikte dile getirdiği, Almanya’nın Polonya’yı işgalinin Polonya için faydalı olduğu şeklindeki görüşleri reddeder: Yeterli bir ulusal politikanın kıstası, bazı gayri şahsi kültürel ve bilimsel “ilerleme” standartları değil de, görünüşte içine işlediği kültürel ve bilimsel faydaların bir ulus tarafından diğerine empoze edilip edilmediğidir. Almanya’nın Polonya’ya zorla girişi Polonyalıların Almanya ile yakın ilişkilerden elde edecekleri faydaları kararlı bir şekilde reddetmelerini ve muhtemelen daha da gerici iktidarların kollarına itilmelerini sağlayacaktır.7 Engels Frankfurt parlamentosundaki aşırı demokratik solcuları, Polonya’nın bağımsızlığını desteklemeye teşebbüs ederken Almanya’dan kaynaklanan “ilerlemeyi” savundukları için eleştirdi. Onların, Polonya ulusal hareketinin Almanya, Fransa ve İngiltere’den kaynaklanan cumhuriyetçi ve demokratik fikirlerin bir sonucu olduğunu öne sürerek tutucu ulusalcı tuzağın içine düştüklerini belirten Engels, aynı zamanda Polonya’nın bir kurban olmadığını, kültürel olarak üstün olan uluslardan faydalandığını ileri süren tehlikeli görüşü reddetmek için hiçbir şey yapmadıklarını iddia etti. Yukarıdaki paragrafta Marx ve Engels’in analizlerinin odak noktası uluslararası arenadır. Bir ülkenin sınırları içinde bir sınıfın diğeri tarafından sömürüsü ile bir ulusun diğeri tarafından sömürüsü arasında ilişki kurmalarının; ve Komünist Manifesto’da tanımlanan uluslar arasındaki bağımlılığın artmasının bir sonucu olarak, sosyal anlaşmazlıklar devlet ve ulus düzeyinde ele alınan konular olmaktan çıkar ve uluslararası bir nitelik kazanırlar. Uluslararası ittifakların ve sınıf muhalefetinin birlikte ele alınması toplumların bağımlılık zinciri içinde yerleri ne olursa olsun, bu sorunların küresel sorunlar olarak ele alınmasını öngörür. Engels Ağustos 1848’de yazdığı bir makalede8 küresel ve yerel unsurlar arasındaki ilişkileri Polonya bağlamında incelemiştir. Makalede, Polonya’nın üç gerici Avrupa iktidarı tarafından paylaşılarak birlikte sömürülmesinin Kutsal İttifakı bir arada tutmasını sağladığını ve Merkezi ve Doğu Avrupa antifeodal hareketlerin gelişmesini engellediğini yazmaktadır. Ayrıca Avusturya ve Prusya’nın Rusya ile kutsal ittifaklarının altında her iki ülkede de mevcut olan liberal burjuvazi karşısında mutlak idarenin desteklenmesi ihtiyacının yattığını belirtir. Buradan çıkarılacak sonuç, Polonya’nın esaretinin yalnızca ezilenleri değil, aynı zamanda ezen ulusların toplumsal gelişmelerini de olumsuz bir şekilde etkilemesidir. Bu nedenle uluslararası karşılıklılık ilkesi yalnızca ulusların ancak eşit ilişkiler kurdukları zaman özgür olacakları, uluslararası anlaşmazlıkların azalacağı ya da yok olacağı bağlamında düşünülemez. Uluslararası sömürünün, sömürüyü gerçekleştiren ülkelerin gelişimlerini de olumsuz etkilediğini -örneğin küreselleşmenin etkileri- bilmek gerekir. Bu ilkeyi Kürdistan’ın sömürülmesi bağlamında yorumlarsak, bu sömürünün sürdürülmesinin İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de askeri Bonapartist yapılanmayı ve emperyalist iktidarlara bağımlılığı gerekli kıldığı ve bu ülkelerdeki gerici rejimlerin dayanak noktasını oluşturduğu gerçeği ile karşılaşırız. 7 MECW, c.7, s.343; aktaran: E.Benner, agy, s.272. 8 “The Frankfurt Assembly Debates the Polish Question’”, MECW, c.7, s.350. Bahar | 2010 -

41


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi Marx ve Engels, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini kendi başına bir hak olarak ele alıp savunmazlar. Bunun çeşitli nedenleri vardır: Homojen bir yapıya sahip olmayan topraklarda ulusal gruplardan birinin kendi kaderini tayin hakkı bayrağı altında devlet kurma girişimlerinin ulusal felaketlerle sonuçlanacağını öngörmeleri bunlardan biridir. Ulusal hareketleri, uluslararası ilişkilerden, sosyal ve politik faktörlerden, karakterlerinden ve eylemlerinin sonuçlarından bağımsız olarak ele almamaları bir ulusun egemenlik hakkını her şart ve koşul altında savunmalarını engeller. Bu konudaki tutumlarını anlamak için yazının ilerleyen bölümlerinde değerlendireceğimiz demokratik sosyal reform ve sürdürebilirlik kriterlerini da anlamak gerekir. Son olarak, Marx ve Engels’in tartışmalı politik tespitleri ve hatalarına değinelim: Rus Çarlığı ve Avusturya Hapsburg hanedanını Avrupa’da gericiliğin kalesi ya da Batı “burjuvazisinin jandarması” olarak tanımlarlar. Polonya’yı işgal altında tutan Çarlık Rusyası’nın 1849’da Macaristan’da başlayan demokratik devrimi ezmesi ve Avusturya ile birlikte Almanya ve İtalya’nın iç işlerine karışarak bu ulusların ulusal birliklerini engelleme teşebbüslerinin yanı sıra, her iki despotik iktidarın yıkılmasının Avrupa’da devrimci bir dalgaya eşlik edeceğine inanırlar. Bu nedenden dolayı, Rus Çarlığını güçlendireceği kanısına vardıkları Çekler, Hırvatlar ve Slovenyalıların ulusal hareketlerine ve Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına karşı çıkmışlardır. Özellikle dönemin imparatorluklarından kaynaklanan (Çarlık Rusyası’nda Rus milliyetçiliği gibi) yukarıdan aşağıya, otoriter, etnik temele dayanan milliyetçi akımlara hiç sempati duymadılar.9 Marx, Güney Slavlarının ulusal hareketleri konusunda daha tedbirli davranırken, Engels’in bugün dahi tartışmalı olan bazı belirlemeleri ulusal sorun meselesine gelince bazı önyargılardan kurtulmanın ne kadar zor olduğunu göstermektedir. Örneğin, Engels’in, Hegel’den kaynaklanan “tarihi uluslar” ve “tarihi olmayan uluslar” kategorilerini kullanarak bir dizi ulusun yok olacağını öngörmesi ve Slavlar hakkındaki bazı belirlemeleri, Marksist metodun uygulanmasının sonuçları değildir. Nitekim, Engels 1848-49 ertesinde vardığı yanlış sonuçları bir daha dile getirmeyerek 1857 yılında farklı görüşler formüle eder. Örneğin, 1948-49’da Fransa’nın Cezayir’i, ABD’nin de Meksika’yı işgalini alkışlarken,10 1857’de Fransa’nın Cezayir’e karşı sürdürdüğü “barbarca savaşı” kınar ve Fransızlara karşı savaşan “bağımsızlığa her şeyden fazla değer veren” ve “yabancıların egemenliğinde yaşama nefretinin yaşamın kendisinden daha değerli bir ilke” olarak gören Arapları ve aşiretleri alkışlar.11 Marx ve Engels, sık sık medeniyet ve barbarlık arasındaki ilişkiyi ele alarak, Avrupalıların teknolojik ve bilimsel açılardan ileri olmalarının diğer halklardan üstün oldukları anlamına gelmediğini söylemişler sömürge halkların karşılaştığı “bilimsel barbarlığı” ( dipnot C) kınamışlardır.12 Marx ve Engels’in ulusal sorun konusundaki yaklaşımlarını anlamak için somut örneklere bakalım. Birinci Enternasyonal 1864’teki ilk kongresinden kapanışına kadar Uluslararası İşçi Birliği-Birinci Enternasyonal (BE) işçi sınıfı ve emekçileri ilgilendiren hemen her konuda çalışmalar yapmaya, politikalar belirlemeye ve kitleleri ortak çıkarları doğrultusunda harekete geçirmeye çalıştı. BE, Emeğin kurtuluşu, yerel ya da ulusal değil sosyal bir problemdir... üye bütün kuruluşlar ve kişiler gerçeklik, adalet ve etiği, birbirlerine karşı ve renk, inanç 9 Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde yukardan aşağı empoze edilen Türk milliyetçiliği ile Çarlık Rusyası’nın Slav milliyetçiliği arasındaki benzerliği görmekte yarar vardır. 10 Engels, “French Rule in Algeria”, aktaran Avineri, Marx on Colonialism, s.43; Meksika üzerine: “Democratic Pan-Slavism”, MECW, c.8, s.365. 11 Engels, “French Rule in Algeria”, aktaran Avineri, Marx on Colonialism, s.158. 12 Marx, “Parliamentary Debate on India”, aktaran Avineri, Marx on Colonialism, s.76.

42

Sosyalist Düşünce Dergisi


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi ve ulus ayrımı olmaksızın bütün insanlığa karşı davranışlarının temeli olarak kabul edecektir13 şartını koşarken demokratik hükümet, politik toplum ve ulusların birbirlerine karşı uygarca davranmalarını esas alıyordu. BE’in kuruluşuna kaynaklık eden ise 1863’te meydana gelen Polonya ayaklanması sonrasında Fransız ve İngiliz işçi hareketlerininn birbirleriyle temasa geçerek bu konuyu tartışmaya başlamaları oldu. Nitekim, ilk kuruluş kongresinde de Polonya sorunu tartışıldı. Marx, Uluslararası İşçi Birliği’nin Kuruluş Çağrısı’nda, Avrupa’nın üst sınıflarının, Kafkaslar’daki dağ kalelerinin Rusya’ya yem oluşunu ve yiğit Polonya’nın Rusya tarafından katledilişini utanmazca onaylayışları alaycı sempatiyle ya da aptalca bir kayıtsızlıkla karşılamaları; başı St. Petersburg’da olan ve Avrupa’nın her kabinesinde parmağı olan bu barbar gücün muazzam ve karşı konulmayan saldırıları, çalışan sınıflara, uluslararası politikanın gizlerini belgeleme, kendi hükümetlerinin diplomatik manevralarına göz kulak olma, bunlara gerektiğinde bütün güçleriyle karşı koyma, önleyemediklerinde ise aynı anda suçlamalara girişmekte birleşme, ve uluslararası ilişkilere egemen olan kurallar kadar, tek tek kişiler arasındaki ilişkilere de egemen olması gereken basit ahlâk ve adalet yasalarını savunma görevini öğretmiştir14 derken, aynı dönemde Engels’e bir mektubunda, “1789’dan beri bütün devrimlerin yoğunluğu ve canlılığının göstergesi doğru bir şekilde, onların Polonya’ya tavırlarına bakarak ölçülebilir. Polonya onların ‘dış’ termometresidir” diye yazar ve Polonya’nın bağımsızlığına verdiği önemi vurgular.15 BE’de ulusalcılık konusunda iki ayrı temel görüş vardı. Bakunin ve anarşistler ulusları uzun zamandır inşa edilmiş tarihsel toplumların bir ürünü olarak gördüler; uluslar arasındaki anlaşmazlıkları devletlerin eylemleri ve yasalarıyla açıklayıp, devletlerin ortadan kaldırılarak, onların yerine “aşağıdan yukarı” federal yapıların kurulmasını önerdiler. Marx ve Engels için ise ulus politik bir olguydu; kültürel faktörlerle ilişkisi şartlara bağlı idi. Kapitalist sanayileşmenin ürünü olan uluslar hakim sınıfların çıkarları üzerinde yükselen kurumlar vasıtasıyla şekilleniyordu. Proletarya için ulusun ve enternasyonalizmin taşıdığı anlam burjuva sınıftan farklı idi. Marx, bu görüşler doğrultusunda, “her ulusun egemenlik hakkı doğrultusunda, demokratik ve sosyalist ilkeler üzerine kurulmuş bağımsız Polonya”nın kurulmasını savundu.16 Marx ve Engels, BE’in kuruluşu öncesinde de, demokratik bir cumhuriyetin kurulmasının Avrupa’daki en gerici iktidarlar olarak tanımladıkları Çarlık Rusyası ve Hapsburg Hanedanı’nın ortadan kalkmasının önünü açacağı gerekçesiyle Polonya’nın bağımsızlığını savundular. Gerek Polonya gerekse de merkezi ve doğu Avrupa’da demokratik cumhuriyetler kurulması Batı Avrupa burjuvazisinin jandarması Rus Çarlığı ve Avusturya Hapsburg Hanedanı’nın yardımlarından mahrum kalması anlamına geliyordu. Marx, Polonya’nın bağımsızlığını savunurken Alman işçilere ahlâki temelde bir çağrı yaparak, onların, Polonya’nın bağımsızlığı konusunda, Almanya’nın Polonya’yı parçalayan uluslardan biri olması nedeniyle herkesten önce adım atmak gibi özel bir görevleri olduğunu belirtti.17 Marx, Polonya’nın parçalanmasının “üç militer despotu: Rusya, Prusya ve Avusturya’yı” bir arada tuttuğunu ve Polonya’nın “yurttaşlarının 13 General Rules of the International Working Men’s Association (Karl Marx tarafından hazırlandı, 1866 Cenevre Kongresinde kabul edildi, aktaran Braunthal, History of the International, c.1, s.357-58). 14 Marx, Uluslararası İşçi Birliğinin Kuruluş Çağrısı, bak.: http://www.kurtuluscephesi.com/ marks/secme205.html. 15 Marx-Engels Selected Correspondence, (MESC), Moscow, Progress Publishers, 1955, s.115. 16 Marx, Aktaran Braunthal, History of the International, c.1, s.122. 17 Karl Marx, “Instructions for Delegates to the Geneva Congress”, The First International and After, Penguin Books, Londra, 1974, s. 93-94. Bahar | 2010 -

43


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi Amerikan devrimcileri, İlk Fransız Cumhuriyeti, yine Fransızlarla 1830’da, Macar, Alman ve İtalyanlarla birlikte 1848’de ve 1871’de Paris Komünü’nde savaştıkları için devrimin kosmopolit askerleri olduğunu” söyledi.18 Marx ve Engels, Polonya’nın bağımsızlığını savunurken, bunu kendi içinde bir amaç, bir hak olarak ele almazlar. Marx, Polonya’nın bağımsızlığını demokratik ve sosyal temellerde bir cumhuriyet kurulması temelinde savunurken Engels, “Polonya’nın yeniden kurulmasının en az dört ulustan oluşan bir devletin kurulması anlamına geldiğini” bu nedenden dolayı, “ulusalcılık ilkesi” ile ilgili olmadığını vurguladı.19 Burada Engels’in sözünü ettiği ulusalcılık ilkesi III. Napoleon’un ve Rus Çarlığı’nın yukarıdan aşağı milliyetçilik çabalarının reddidir. III. Napoleon küçük ulusların koruyucusu olduğunu ilan ederek İtalya’ya askeri müdahalede bulunmuş, Rus Çarlığı da Slav uluslar arasında milliyetçiliği körüklemek için yoğun çalışmalar içine girmişti. Engels ve Marx ulusal mücadeleyi demokratik ve sosyal taleplerin savunusu ile birleştirerek ulusal mücadele ile sınıf mücadelesi arasındaki bağları güçlendirmeyi esas alan politikalar formüle ettiler. Özetlersek, Polonya’nın ulusal kurtuluşunu insanlığın kurtuluşu yolunda ya da devrimci mücadele içinde ileriye doğru atılmış bir adım olarak gördüler. Ancak, İrlanda örneğinde de göreceğimiz gibi, sömürge statüsü ve bunun gerek ezen gerekse de ezilen uluslar üzerindeki etkisinin değerlendirmesi de bu desteğin nedenlerinden biridir: Uluslararası İşçi Partisi’nin bağımsız bir Polonya ulusunun yaratılması için mücadele etmesi hiçbir şekilde bir çelişki teşkil etmez... Ancak Polonya yeniden bağımsızlığını kazandıktan sonra, yalnızca özgür bir halk olarak kendini yönetebildiği zaman, içsel gelişmesi yeniden başlayabilir ve Avrupa’nın sosyal dönüşümü içinde bağımsız bir güç olarak yer alabilir. Bir ulusun bağımsız hayatı yabancı bir istilacı tarafından bastırıldığı sürece, kaçınılmaz olarak bütün gücünü, çaba ve enerjisini dış düşmana karşı yöneltiyor; bu yüzden, bu zaman içinde, hayatı paralize olarak kalıyor; sosyal kurtuluş için çalışamaz hale geliyor.20 I. Enternasyonal’de Polonya konusunda bir görüş birliği yoktu. Enternasyonal’in Eylül 1865’deki ilk kongresinde alınan Polonya üzerine karar delegelerin üçte biri tarafından desteklenmez.21 Geçirilen kararda, Rusya’nın Avrupa’daki artan etkisini kırmak için Polonya’ya her halkın kendini yönetim hakkının tanınması ve Polonya’nın sosyal ve demokratik temeller üzerinde yeniden inşası talep edilir. Birinci Enternasyonal’de Proudhoncular Enternasyonal’in Polonya meselesi ile ilgilenmesine karşı çıkarken, en önemli itiraz, delege De Paepe’den geldi. De Paepe, Polonya’nın bağımsızlığını kazanmasının üst ve alt düzeydeki asiller ve papazlara hizmet edeceğini, köylülüğün bir kazancı olmayacağını belirterek, Polonya meselesinin tartışılmamasını istedi. Rusya’nın etkisi meselesine gelince, bu kriterin yalnızca Rusya’ya değil Avrupa’daki tüm hükümetlere uygulanması gerektiğini vurguladı. De Peape’nin eleştirileri ulusal kurtuluş hareketlerinin karakterinin ve ulusal egemenlik için mücadele ile demokrasi için mücadelenin her zaman birlikte yürümediğinin tartışılmasına yol açtı. Aynı tartışma, yıllar sonra sınıf çıkarlarını öne çıkaran Rosa Luxemburg ile Lenin arasında bir kez daha yaşanmıştır. İlk Polonyalı devrimciler ulusal kurtuluş ile işçi ve köylülerin refahının birbirine bağlı olduğuna inanırken, 1880’lerde kurulan Uluslararası Sosyal Devrimci Parti’nin lideri Ludwik Warynski ve daha sonra Rosa Luxemburg sınıf sorununu öne çıkardılar. Engels, Warynski ve grubunun aldığı pozisyonu, bu grubun, “Cenevre Ruslarının kulağa radikal gelen klişelerinden etkilendiğini ve şovenizmin onları etkilemediğini ispat etmeye çalıştıklarını” belirterek reddeder ve şöyle der: 18 Ibid, s. 391. 19 MECW, s.20. 20 Marx ve Engels, “For Poland”, The First International and After, s.391. 21 Londra Konferansı Tutanakları, 27 Eylül 1865, bak.: http://www.marxists.org/archive/marx/ iwma/documents/1865/london-conference-minutes.htm#s05.

44

Sosyalist Düşünce Dergisi


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi Ülkelerinin kurtuluşunu programlarının başına koymayan Polonyalı sosyalistler, bana, ilk olarak ve herşeyin üzerinde sosyalistlere karşıt yasaların kalkması, basın özgürlüğü, toplanma ve örgütlenme özgürlüğü talep etmeyen Alman sosyalistleri gibi görünecektir. Savaşabilmek için önce üzerinde durabilecek bir toprağa, hava, ışık ve yere ihtiyaç vardır. Aksi takdirde gerisi boş konuşmalardır. İrlanda Sorunu Birinci Enternasyonal’in Genel Konseyi, İrlanda sorununu ilk olarak 1867’de ele aldı. Marx ve Engels, Enternasyonal içinde İrlanda’da ulusal mücadelenin sözcüsü durumunda idiler. Engels’in I. Enternasyonal’de İrlanda’nın temsili hakkında söyledikleri gerek düşüncelerini gerekse de duygularını iyi bir şekilde yansıtmaktadır: İrlanda gibi bir örnekte, gerçek enternasyonalizmin ayrı bir ulusal örgüt temelinde olması gerekmektedir: Gerek İrlandalılar, gerekse de diğer ezilen uluslar örgüte yalnızca ezen ulusların üyeleri ile eşit olarak ve fetihe karşı protesto halinde girebilirler. Yedi yüzyıldır süren İngiliz hakimiyeti ve İrlanda’nın uğradığı baskı gerçeği hatırlandığında, bu baskı sürdükçe, İrlanda işçi sınıfına Britanya Federal Konseyi’ne tabii olmalarını istemek onlara yapılmış bir hakarettir. İrlanda’nın İngiltere karşısındaki durumu eşit olanların ilişkisi değildir, Rusya karşısında Polonya’nın durumu ile aynıdır.22 İrlanda sorununu zamanının en can alıcı sorunlarından biri olarak gören Marx’ın, İrlanda’nın tartışıldığı ilk toplantıların birinden sonra Engels’e yazdığı bir mektupta ifade ettiği duygular bu konuya verdiği önemi görmemizi sağlar: Marx, konuşma sırası kendisine geldiğinde, “Konumuz olan Fenianizmin güçlü duyguları öylesine ateşlemesinden dolayı, istediğim gibi aklı selim bir şekilde mevcut durumu analiz etmek yerine devrimci şimşekler savuracağım için, konuşma hakkını başka birine bıraktım” der.23 İrlanda sorununun çözümünü İngiliz sorununu çözecek anahtar olarak gören Marx, İrlanda’nın kurtuluşunun Avrupa devriminin de önünü açacağını düşünüyordu. İrlanda, Marx ve Engels’in düşüncelerindeki gelişme ve değişimleri anlamamız için iyi bir örnektir. İlk başlarda İrlanda’nın sömürgecilikten kurtuluşunun İngiltere’deki devrimci mücadeleden kaynaklanacağını ve İrlanda’nın sosyalist ve çok uluslu Britanya’nın bir parçası olacağını düşünen Marx ve Engels, toplumsal devrimin “en azından önde gelen uygar ülkelerde” yakın bir zamanda gerçekleşeceğini düşündükleri için, sömürge sorununun da, ezilen ulusların ulusal mücadelelerinin sonucu olarak değil de, kapitalizmin metropollerinde proletaryanın kazanacağı zaferin sonucu olarak çözüleceği kanısında idiler. Ancak, daha sonradan bu görüşlerini değiştirerek, İrlanda’nın kurtuluşunu İngiltere’nin demokratikleşmesi ve sosyal devrimin gerçekleşmesinin bir ön koşulu olarak görmeye başladılar. Marx ve Engels’in düşüncelerindeki bu değişimin nedenleri bugün için de dersler çıkarabileceğimiz bir niteliğe sahiptir. 1848 devrimi sırasında Marx ve Engels, egemen ulusların ezilen sınıfları ile ezilen ulusların ulusal mücadeleleri arasındaki çıkar birliğini öne çıkardılar. Ulusalcı hareketin başarıya ulaşmasının koşullarından birinin her iki kesim arasında ittifak sağlanması olduğunu belirterek, her iki mücadelenin uluslararası düzeyde bir sosyal reform ve devrim mücadelesi içinde birlikteliğini gerekli gördüler. Bu türden bir anlayış ister istemez egemen sınıfların proletaryasının ezilen ulusların taleplerini kendi talepleri olarak benimsemesi anlamına geliyordu. 1848 devriminin yenilgisi ardından ulusal 22 Engels, “Relations between the Irish Sections and the British Federal Council”, I. Enternasyonal Belgeleri, 14 Mayıs 1872, bak.: http://www.marxists.org/archive/marx/iwma/ documents/1872/irish-section.htm. 23 Marx’tan Engels’e Mektup, 30 Kasım 1867, bak.: http://www.marxists.org/archive/marx/ works/1867/letters/67_11_30.htm. Bahar | 2010 -

45


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi mücadelelerin alevlendiği dönemde Marx ve Engels, egemen sınıfların proletaryasının önlerine konulan enternasyonalist görevi üstlenip üstlenmeyeceği hakkında kuşkular duymaya başladılar. 1858’de Engels’in, “İngiliz proletaryası gerçekte artan bir şekilde burjuvalaşıyor, göründüğü kadarı ile bütün ulusların en burjuva olanı son olarak, burjuvazinin yanı sıra bir burjuva aristokrasi ve burjuva proletyaya sahip olmayı hedefliyor.”24 ve “İngiliz yurttaşlarının sözüm ona özgürlüklerinin temelinde sömürgeler üzerindeki baskı vardır,”25 belirlemeleri bu sorgulamayı yansıtır. Lenin’in emperyalizm tahlilinin önemli bir parçası olan işçi aristokrasisinin egemen sınıflar ile entegrasyonu ve işbirliği tespiti ile Engels’in “burjuva İngiliz işçi sınıfı” hakkındaki görüşleri paraleldir. Egemen ulusların proletaryası burjuvazi karşısında devrimci bir program izlemiyorsa ve enternasyonalist görevlerini yerine getirmiyorsa ulusal hareketler ile sosyal devrim arasındaki ilişkinin gözden geçirilmesi kaçınılmaz hale geliyordu. Daha önceleri ulusal kurtuluşun sosyal kurtuluşun bir sonucu olarak sağlanacağına inanan Marx ve Engels, 1860 ve 70’li yıllarda ulusal bağımsızlığın sağlanmasını sosyal reformların ve uluslararası düzeyde ilerici ittifakların sağlanmasının bir koşulu olarak görmeye başladılar. Bu değişimin en önemli örneklerinden biri İrlanda iken diğer örnekleri arasında Çin de vardır: Marx, Çin üzerine yazdığı bir makalede, “Avrupa halkının gelecek ayaklanması, ve cumhuriyetçi özgürlük ve hükümet ekonomisi için gelecek hareket, şu an mevcut politik davalardan ziyade büyük bir ihtimalle şimdi Çin İmparatorluğu’nda -Avrupa’nın tam karşıtı- olup bitenlere bağlı olacaktır”26 diyerek, Avrupa devrimi ile antisömürgeci hareketler arasında bir bağ kurmaktadır. Yukarıda değindiğimiz gibi, Marx ve Engels’in düşüncelerindeki değişimin nedeni İngiliz proletaryasının kendi burjuvazisinin yanında yer aldığını görmeleri oldu. Marx, 1870’te Siegfried Meyer ve August Vogt’a yazdığı bir mektupta Britanya’nın ilk sömürgesini sistematik bir şekilde insansızlaştırmasının bir sonucu olarak, bütün İngiliz şehirlerinde işçi sınıfının birbirine düşman iki kampa bölündüğünü belirterek, ortalama İngiliz işçisinin yaşam standardının düşmesine neden olan bir rakip olarak gördüğü İrlandalı işçiden nefret ettiğini27 belirttiı. Marx’ın, örneğin Londra’da yaşayan işçilerin neden Glasgow’dan gelen işçilerden değil de, İrlandalı işçilerden nefret ettiğine verdiği cevap, İngiliz işçisinin kendisini egemen sınıfın bir üyesi olarak gördüğü şeklindedir. İngiliz işçi sınıfı bu şekilde davranarak, “İrlanda’ya karşı kendisini ülkesinin aristokratların ve burjuvazisinin elinde bir araç haline getiriyor ve böylece, kendi üzerindeki hakimiyetin güçlenmesini sağlıyor” dedi. Bu gözlemlerin bir sonucu olarak, İrlanda’nın bağımsızlığını kazanması gerektiğini vurgulamaya başladılar. Marx, 1867’de Engels’e yazdığı bir mektupda, “Eskiden İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasının imkansız olduğunu düşünüyordum. Şimdi ise, ayrılık sonrası bir federasyon ihtimaline rağmen bunun kaçınılmaz olduğu fikrindeyim.“28 demektedir. 1869’da Avrupa devrimi bağlamında İngiltere ve İrlanda arasındaki birlik konusunu değerlendirirken birliğin bozulması için ilk adımı atması gereken tarafın İngilizler olduğunu ve böylece iki ülke arasında “özgür federal bir ilişki” kurulabileceğini vurgulayan Marx29, iki hafta sonra Engels’e yazdığı diğer bir mektupta İrlanda’nın bağımsızlığı konusunda daha açık bir tavır alır: Uzun bir zaman İrlanda (sömürgeci) yönetiminin İngiliz işçi sınıfının mücadelesi tarafından yıkılacağını düşündüm... Derinlemesine bir inceleme tersini düşünmeme neden oldu. İngiliz işçi sınıfı İrlanda’dan ayrılmadan hiç bir şey başaramayacaktır.”30 24 Engels’den Marx’a Mektup, 7 Ekim 1858, MESC, s.103. 25 Engels’den Marx’a Mektup, 23 Mayıs 1856, MESC, s.86. 26 “Revolution in China and in Europe”, MEC, c.12, s.93. 27 Marx’tan Siegfried Meyer ve August Vogt’a Mektup, 9 Nisan 1870, bak.: http://www.bibliotecamarxista.org/marx/Lettera%20%20a%20%20Meyer%20e%20Vogt.htm. 28 Marx’tan Engels’e Mektup, 2 Kasım 1867, MESC, s.182. 29 Marx’tan Ludwig Kugelmann’a Mektup, 29 Kasım 1869, MESC, s.216. 30 Marx’tan Engels’e Mektup, 10 Aralık 1869, MESC, s.218.

46

Sosyalist Düşünce Dergisi


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi Marx’ın görüşlerindeki radikal değişmenin nedeninin İrlanda sorununun İngiliz işçi sınıfının bilinçlenmesi ve mücadelesi üzerinde oynadığı olumsuz rol olduğunu gördük; diğer neden ise İrlanda’da sınıf ilişkilerini analiz ederek, iç ve dış baskı, sömürgeci baskı ile sınıfsal baskı ve sömürü biçimleri arasında bir ilişki kurmasıdır: Burada kurtuluşun ilk koşulu -İngiliz mülk sahibi oligarşinin devrilmesigerçekleşmeyecek bir ihtimal olarak kalıyor, çünkü İrlanda’daki yerleşik ileri karakollarına sıkı bir şekilde sahip çıktıkları sürece buradaki kaleleri yıkılamayacaktır. Ancak, kaderleri İrlanda halkının kendi ellerine bırakıldığı zaman, kendilerinin kanun yapıcısı ve yöneticisi haline geldikleri zaman, orada mülk sahibi aristokrasinin (geniş oranda İngiliz mülk sahipleridir) ortadan kaldırılması, buradan çok daha kolay olacaktır, çünkü İrlanda’da bu yalnızca basit bir ekonomik sorun değil aynı zamanda ulusal bir sorundur, orada mülk sahipleri burada olduğu gibi geleneksel otoriteler ve ulusun temsilcileri değil, ölesiye nefret edilen baskıcılardır.31 İrlanda örneğinde de gördüğümüz gibi, ulusal bağımsızlığı, her zaman ve her yerde uygulanması gereken soyut bir hak olarak ele almayan Marx ve Engels, bağımsızlığı, ulusun yaşam koşullarında bir iyileşmeyi sağlaması (sömürgeci baskının ve antidemokratik yapının ortadan kaldırılması) ve çözüm bekleyen eski ulusal uzlaşmazlıklarının çözümünü mümkün kılması durumunda savunulması gereken bir ilke olarak ele aldılar. Marx ve Engels İrlanda’nın bağımsızlığı noktasına gerek ezen ve ezilen ulusların kendi içlerindeki, gerekse de her iki ulus arasındaki sınıf ilişkilerini ve devrimci dinamikleri değerlendirerek vardılar. Marx ve Engels’in İrlanda’nın bağımsızlığı konusundaki görüşleri pratikte, İrlanda ulusal mücadelesi içinde işçi sınıfı ve köylülüğün, diğer bir deyişle, ezilen sınıfların temsilcisi olan partilerin ve güçlerin desteklenmesi anlamına geldi. Marx ve Engels’in bu dönemdeki yazılarına baktığımız zaman, İrlanda’nın bağımsızlığını İngiliz Krallığı’na karşı savunurken İrlanda egemen sınıflarını ve milliyetçilerini eleştirmekten kaçınmadıklarını görürüz. Engels, Marx’a yazdığı bir mektupta, İngiliz yönetimini sömürüye dayanan bir sistemle değiştirmeyi hedefleyen yerli egemenlerin, sosyal sorunu ulusal sorundan ayırdıklarını ve İrlandalı işçi ve köylülerin uluslararası işçi hareketi ile ilişki kurmasını istemediklerini belirterek, “Bu eşraf için, bütün işçi hareketi tümüyle bir sapkınlıktır ve İrlandalı köylüler hiç bir şekilde sosyalist işçilerin Avrupa’daki tek müttefikleri olduğunu bilmemelidirler”32 diye yazar. Öte yandan Marx, İrlanda da sosyal devrimin toprak sorunundan başlaması gerektiğini savunarak, kırsal kesimde ve halk içinde geniş bir desteğe sahip olan Fenian hareketin yalnızca İngilizler tarafından topraklara el konulmasına karşı çıktığını, buna karşılık kapsamlı bir reform programına ihtiyaç olduğunu, İngiliz sömürgeciliğinin yarattığı eşitsizliklerin ancak bu şekilde düzeltilebileceğini belirtti.33 Marx’ın önemle üzerinde durduğu diğer bir konu da, İrlandalı milliyetçilerin İngiliz işçi sınıfını kazanmak doğrultusunda hareket etmeleri idi. Şiddete dayalı yöntemlerin İrlandalıları ihtiyaç duydukları dış destekten mahrum bırakacağını ve ileriki yıllarda İngiliz işçi sınıfı ile yapılacak bir ittifak ihtimalini tahrip edebileceğini düşünen Marx, 1867’de Fenianlar hapisteki bazı üyelerini kaçırmak için Londra hapishanesine karşı bombalı saldırı düzenledikleri zaman, bunun aptalca bir eylem olduğunu, İrlanda’daki mücadeleye sempati duyan Londralı kitleleri hükümetin kollarına itileceğini vurguladı.34 Engels ve Marx, İrlanda’nın bağımsızlığını I. Enternasyonal’de savunurken, İrlandalı cumhuriyetçi tutukluların bırakılması için kampanyalara aktif bir şekilde katılırlar. İrlandalı tutukluların koşullarının düzeltilmesi için yaptıkları çalışmalarla önemli katkı31 Marx’tan Ludwig Kugelmann’a Mektup, 29 Kasım 1869, MESC, s.216-17. 32 Engels’ten Marx’a Mektup, 9 Aralık 1869, MESC, s.217-18. 33 Marx’tan Engels’e Mektup, 30 Kasım 1867, MESC, s.184. 34 Marx’tan Engels’e Mektup, 14 Aralık 1867, MESC, s.159. Bahar | 2010 -

47


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi larda bulunurlar. Marx’ın kızlarından Jenny, Fransız gazetesi Marseillaise’de J.Williams adıyla yazdığı yazılarda İrlandalı tutukluların gördüğü barbarca muameleyi teşhir etti. Engels, bu makalelerin yayınlanmasından birkaç hafta sonra çok sayıda mahkumun bırakıldığını yazar. Marx’ın diğer kızı Eleanor (Tussy) Marx Aveling, kardeşi Laura’ya yazdığı bir mektupta Fenianlar içinde “lider” konumunda olduğunu söyler. Daha sonraki yıllarda Eleanor ve kocası Edward Aveling, 1896’da Jamez Connoly tarafından kurulan İrlanda Sosyalist Cumhuriyetçi Parti’ye kuruluşunda mali yardım sağlayarak ilk destekleyicileri arasında yer alırlar. Engels’in 2009’da yayınlanan biyografisinde tarihçi T.Hunt Engels’in muhtemelen kaçak İrlandalı politik mahkumları evinde sakladığını yazmaktadır. Marx ve Engels’in İrlanda ve Polonyalıların ulusal mücadelelerini desteklerken, her iki ulus içindeki burjuva ve feodal kesimleri desteklememeleri ve bu mücadelelerin gerçekten ulusalcı olması için burjuvazinin saf dışı bırakılması gerektiği şeklindeki görüşleri birçok örnekte defalarca doğrulandı. Burjuvazi birçok örnekte dünya kapitalizmi içinde kendisine bir yer edinmek için bağımsızlık mücadelesini bir bağımlılık öyküsüne çevirdi. Marx ve Engels’in ulusal soruna sınıfa karşı sınıf ve dünya devrimi perspektifinden bakışları ile sürekli devrim perspektifimiz aynı politik görevlere dikkat çeker: Görevimiz, gerek ezen gerekse de ezilen ülkelerde işçi sınıfının devrimci mücadeleye önderlik etmesini sağlamaktır. Sorun bu şekilde konduğu zaman enternasyonalizm, ezilen ulus devrimcilerinin ve milliyetçilerinin savunusu ve desteklenmesi bağlamından çıkarak, devrimci Marksistlerin bizzat kendilerinin ulusal mücadele içinde ezilenlerin yanında yer alarak kendi burjuvazilerine karşı savaşmaları anlamına gelir. Ulusalcılık ve Sosyal Reform Bu yazının ikinci bölümünde uluslar arasında karşılıklı ilişkiler ilkesini tartışırken, Marx ve Engels’in baskının her türlü biçimine karşı çıkarken, ezen ulusların işçi sınıfları ve demokratlarına özel bir sorumluluk yüklediklerini vurguladık. Ancak, ulusal hareketleri değerlendirirken uygulanan kriterler baskı ve zulme karşı çıkma kuralı ile sınırlı değildir. Kendine ait bir devlet kurması gerektiğine inanan her ulusu desteklemek mümkün olmadığı gibi, devlet kurma serüvenleri soykırım ve etnik temizlemeye yol açan ve başka uluslara karşı baskı uygulayan milliyetçi akımların desteklenemeyeceği de açıktır. Marx ve Engels, ezen ulus devrimcilerine özel bir sorumluluk yüklerken aynı zamanda ezilen ulusun temsilcilerine de sorumluluklar yükledi: Sosyal ve demokratik reformlar konusunda adım atmaları ezilen ulusların önüne bir görev ve onları desteklemenin koşullarından biri olarak kondu. Marx, 1846’da yazdığı bir yazıda, desteklerine sahip olması için ulusal hareketin kelimenin demokratik anlamında gerçekten de ulusalcı olması gerektiğini yazdı. Bunun anlamı ulusal hareketin toplumun geniş kesimlerinin çıkarlarını dikkate alarak sosyal koşulları düzeltmeyi ve politik katılımın sınırlarını genişletmesi gerektiği idi. Örneğin Marx, 1846 Krakow ayaklanması sırasında, ulusalcıları politik reformları savunmaları nedeniyle selamlayarak sosyal ve ekonomik programlarının feodalizmden kopuş anlamına geldiğini yazdı.35 Marx ve Engels’in sosyal reformlar konusundaki ısrarının bir nedeni ulusal sorun ile sosyal sorunu birlikte ele almalarından kaynaklanmaktadır. Örneğin, Marx, “Polonya’da hiç kimse politik sorunun sosyal soruna bağlı olduğunu reddedemez. Hiç bir zaman birini diğerinden ayırmak mümkün değildi” der.36 Marx, aynı konuşmasında, İrlanda’da milliyetçi akımlar arasında ayrım yaparak, “dar ulusalcılar” yalnızca yabancı egemenliğinden kurtulmayı esas alırken, ulusalcıların ulusal özgürlük sorunu ile kapsamlı sosyal reformları birleştirdiklerini belirtir. Politik ve sosyal reformlar konusunda ısrarının diğer bir nedeni de bağımsızlık sonrası ulusalcı hareketin geçmişi unu35 “On Poland”, MECW, c.6, s.546. 36 Ibid, s. 546.

48

Sosyalist Düşünce Dergisi


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi tarak yeniden bağımlılık ilişkileri içine girmesidir. Engels, Polonya’nın sosyal reformlar izlemeksizin bağımsızlık yolunu izlemesi olasılığını değerlendirdiği yazılarında,37 demokratik reformlar gerçekleşmediği takdirde, doğacak iç çatışmaların ulusal devletin sınırları içerisinde kalamayacağını, iç sorunların uluslararası sorunlar haline dönüşeceğini ve parçalanmanın önüne geçmek isteyen küçük devletlerin güçlü devletler ile ittifak arayışları içine gireceklerini, Polonya’da bağımsızlığa demokratik reformlar eşlik etmediği takdirde eski baskıcı iktidarların davet edilsinler ya da edilmesinler müdahalelerde bulunmalarına yol açılacağını öngördü. Buna karşılık reformcu bir ulusal hareket kendi sınırları içinde desteğe sahip olacağı ve kendisi ile aynı konumda hükümetlerle işbirliği ve eski sömürgeci devletin içindeki muhalefet güçleriyle işbirliği ile de sözünü ettiği tehlikeli gelişmelerden kaçınabilirdi. Engels, buradan hareketle, sosyal ve politik reformları gerçekleştirmeyerek bağımlılığın yolunu seçen ulusalcı akımların demokratik desteği hak etmediği sonucuna varır. Ulusalcılar yalnızca yabancı egemenliğine karşı mücadele etmekle kalmamalı, aynı zamanda bu ilişkilerin kaynaklandığı sosyal ve uluslararası ilişkileri yeniden inşa yolunu seçmelidirler. Burada kavranması gereken ana nokta, bir yandan ulusal egemenliğin sağlanmasının ezen ve ezilen ulus açısından gerekliliği ve faydaları vurgulanırken, ulusal egemenliğin baskıcı, emekçilere karşı sosyal ilişkilerin inşasına yol açtığı durumlarda da bu ilişkilerin sorgulanması şeklindedir. Sürdürülebilirlik Kriteri Marx ve Engels’in sosyal ve demokratik reformlar konusundaki ısrarlarını yalnızca emekçi sınıflarının çıkarlarının korunması ya da demokratik devrimin tamamlanmasıyla sınırlandırmak yanlıştır. Engels’in Polonya’da sosyal reformları esas almayan bir milliyetçiliğin hakim olması durumunda dikkat çektiği muhtemel gelişmeler içinde uluslararası düzeyde farklı ilişkiler kurulması, diğer bir deyişle mevcut uluslararası ilişki biçimlerinin aşılması da tartışılır. Ulusları ulusların karşısına çıkaran burjuva anlayışın aşılmasının önemli bir koşulu politikanın kitlelerin aktif olarak katıldığı bir süreç olarak ele alınmasıdır. Marx ve Engels burjuva düşünürlerden farklı olarak ezilenlerin kitle mücadelelerini esas alarak çözümler üretmişlerdir. Herşeyden önce devrimciler olarak mevcut kapitalist devletler arası ilişkilerin yerini uluslar arasında eşit ilişkilerin alacağı, bir ulusun diğerini özgürlüğünün önünde engel olarak görmediği bir dünyanın kurulmasının mümkün ve gerekli olduğunu gördüler. Bu nedenle, sosyal devrim ve uluslararası karşılılık ilkelerini, somut ilişkiler ve olasılıklar ile birlikte değerlendirme yolunu seçtiler. Türkçe’ye olabilirlik ya da sürdürülebilirlik olarak da çevirebileceğimiz bu kriter ulusal bir hareketin önündeki sonuçların ve olasılıkların değerlendirilmesine dayanır. Sürdürülebilirlik-olabilirlik kriteri ulusal sınırları çizmenin ve ulusal birliğin sağlanmasının mümkün olmasını öngörür. Olabilirliğin Engels için anlamı, yabancı egemenliğinden korunmayı sağlayacak olan sınırların çizilmesinin mümkün olması ve nüfusun önemli ölçüde, demokratik reformların gelişmesinin tehlikeye atılmasına yol açacak olan ulusal bölünmelere sahip olmaması idi. Bu anlamda Engels, bağımsız bir Polonya devletinin kurulmasını “devrimin patlak vermesinden bu yana Doğu Avrupa’da en kolay çözümü olan politik problem olarak” tanımlarken; “Karpatlar’ın güneyinde birarada yaşayan değişik ulusların bağımsızlık için mücadeleleri çok daha kompleks ve çok daha fazla kan dökülmesine, karışıklığa ve iç savaşa yol açacaktır” der.38 Engels ayrıca, Balkanlar’da var olan değişik ulusların hiçbir zaman sona ermeyen diğer ulusları hakimiyet altına alma güdüleri karşısında ekonomik ve demokratik reformların önemini vurgular. Buradan çıkarılacak ders, bağımlılıkların ve savaşların yeniden üretimi, halklar arasında yeni uzlaşmazlıkların ve düşmanlıkların yer alması, diğer bir deyişle mevcut kapitalist sistemin yeni felaketlere yol açarak sürmesi olasılığını bir 37 E. Benner, agy, s.157. 38 E. Benner, agy, s.161; “The Frankfurt Assembly Debates”, MECW, c.7, s.352. Bahar | 2010 -

49


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi kenara bırakarak ulusal hareketleri desteklemenin mümkün olmadığıdır. Engels ve Marx’ın yaşadığı dönemde dünyanın birçok bölgesinin bugün olduğundan çok daha fazla çok kültürlü bir yapıya sahip olduğu ve birden fazla ulusun aynı toprakları paylaştığı göz önüne alınırsa, milliyetçi programları gereğince, kurtarılmasını vaat ettikleri yurttaşlarını ezen ve başka ulusların varlık ve güvenliklerini tehlikeye atan milliyetçi akımlara koşulsuz destek verilmesi söz konusu olamazdı. Sürdürebilirlik bu anlayışın bir ürünüdür. Bu kritere Kemalizm tartışmaları kapsamında bakarsak, yukarıdan aşağı bir milliyetçiliğin hem devamı hem de temsilcisi olan Kemalistlerin ulusal kurtuluş söylemleriyle “kurtarmaya” giriştikleri toprakların hali hazırda başka ulusların da toprakları olduğu için desteklenmemesi gerektiğini görürüz. Sürdürülebilirlik kriteri altında, Kemal önderliğindeki Türk milliyetçilerinin ne ülkenin sınırlarını çizmesi ne de diğer ulusal gruplarla çatışmayı engellemesi mümkündü. Türk milliyetçiliğinin zaferi diğer ulusal grupların topraklarından atılması, yok edilmesi ya da zorla asimile politikalarına tabii tutulması sonucunu verecek idi. Engels’in öne sürdüğü gibi demokratik reformlar ve bölgesel ve uluslararası ittifaklar temelinde sorunun çözülmesi esas alınsa idi, federasyon ya da ayrı demokratik devletlerin doğacağı ve böylece, günümüze kadar uzanan ulusal anlaşmazlıkların temelinde ortadan kalkacağını görmek için kahin olmak gerekmemektedir. TC, ilanının ertesi günü bağımlılık ilişkilerini esas alarak, baskıya dayalı devleti sağlamlaştırmanın bir gereği olarak Ortadoğu’da emperyalizmin müttefikliğini üstlenmekte gecikmemiştir. Sosyal ve demokratik reformlarla karşılaştırılmayacak olan dönemin “şapka ve alfabe devrimleri” gibi sözde reformlar ise demokratikleşmenin değil de diktatörlüğün simgeleridirler. İkinci Enternasyonal II. Enternasyonal’de (1889-1914) ulusal sorunun ele alınması başlı başına bir çalışma konusudur. II. Enternasyonal’de Marx ve Engels’ten farklı olarak ulusalcılık başlı başına gündemin ön sıralarında yer alan bir maddedir. Bunun nedeni ulusalcılığın eşlik ettiği yeni politik gelişmelerdir. Çek asıllı Karl Kautsky ile Avusturyalı Otto Bauer’in tartışmalarının arka planında, Avrupa’dan Asya’ya uzanan bir coğrafyada süren ulusal mücadeleler vardır. Avusturya’nın Slav ulusları arasında milliyetçi talepler giderek artarken, dönemin çok uluslu imparatorlukları antisömürgeci mücadeleler karşısında ulusal soruna çözüm arayışları içindedir. II. Enternasyonal’in (İE) kitle partileri ve küçük partiler ulusal sorun konusunda homojen görüşlere sahip değildirler. Lenin, Rosa Luxemburg ve Otto Bauer üç değişik teorik pozisyonu temsil eder. Taraflar arasındaki görüş ayrılıklarına geçmeden önce İE’in, 1896 Londra, 1904 Amsterdam ve 1912 Basel Kongreleri’nde ulusların kendi kaderini tayin hakkının savunusunu karar aldığını not edelim: Kongre, bütün ulusların kısıtlanmayan kendi kaderini tayin hakkını savunduğunu ilan eder ve askeri, ulusal ve diğer mutlakıyetlerin boyunduruğu altındaki her ülkenin işçilerine desteklerini iletir.39 Kautsky, Lenin, Rosa Luxemburg ve Otto Bauer arasındaki tartışmaları değerlendirirken, bu yazarların tezlerinin her zaman birbirine karşı olmadığını ya da doğru olan bir pozisyonun hata ve çelişkilerden maruz olmadığını belirtmekte yarar vardır. Özellikle ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi politik talepler konusunda yargıda bulunmak zor değil; ancak ulusların gelişimi ve tanımı, ulusal kültür ve asimilasyon, yönetim biçimleri ve hangi ulusal hareketlerin desteklenmesi gerektiği gibi bir dizi teorik konuda önyargılara sahip olmadan, tartışmanın taraflarının her birinin ulusal sorun konusundaki tezlerini geliştirirken uluslararası sosyalist mücadele ve dünya devrimi perspektifinden yaklaştıklarını ve tartışmaların İE’in çok uluslu yapısı içinde 39 Lenin, Collected Works, c.20, s.430, Moscow, Foreign Languages Publishing House, 1964.

50

Sosyalist Düşünce Dergisi


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi gerçekleştiğini anlamak gerekir. Ayrıca, Lenin’den Luxemburg’a uzanan bir dizi tartışmanın arka planında, çok uluslu toplumlarda küçük ulusların ezilip yok edilme ile karşı karşıya olmaları ve etnik ulusalcı akımların sosyalist akımların önünde bir sorun olarak bulunduğunu unutmamak gerekir. O dönemin özelliklerinin bir sonucu olarak bir yandan ulus kültürel bir varlık olarak ele alınırken, diğer yandan da kapitalizm ile ulusların doğuşu arasındaki ilişki incelenmektedir. Otto Bauer: Kültürel Otonomi Otto Bauer, ulusların değişik kültürlere sahip topluluklar olduğunu, aynı kültüre sahip kişilerin, aynı olgu ve deneyimleri diğer uluslardan daha farklı olarak yaşayacağını, aynı dili konuşan grupların (Danimarka ve Norveç, Sırp ve Hırvat örnekleri) değişik kültürlere sahip oldukları için ayrı uluslar olarak kalacaklarını yazdı. Bauer, “proleterya kozmopolitliği”ni sert bir şekilde eleştirerek, sosyalistlerin ulusu önemli bir sosyal ve tarihsel kategori olarak görmesi gerektiğini ve ancak sosyalizm altında ulusal kültürün tam olarak gelişebileceğini, kültürel ulusalcılığın tanınmasının büyük devletlerin parçalanmasının önüne geçebileceğini öne sürdü.40 Kısmen Bauer‘in fikirlerini esas alan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sosyalistleri, her ulusal grubun özellikle eğitim ve kültür konularında otonomiye sahip olmasını öngören bir plan (Brünn ilkeleri, 1899) geliştirdiler. Bu plan altında hiçbir ulusun dili resmi devlet dili olmak gibi imtiyazlara sahip olmayacaktı. Otto Bauer’in ulus konusuna yaklaşımı Kautsky, Lenin ve Luxemburg’dan farklı idi. Bauer toprak, dil ve gelenekler gibi ulusu tanımlayan karakteristik özellikleri yetersiz görerek ulusun kişiliği ve bilincinin oluşmasını, diğer bir deyişle tarihsel ve psikolojik faktörleri esas alır. Bauer’in ulus tanımlaması içinde toplum ve ulusal karakter tanımları öne çıkar. Toplumdan kasıt, “bireyleri dışarıdan birbirine bağlayan bir güç değil, fakat onları içerden birbirine bağlayan bir yapı” idi. Söz konusu olan statik, üyelerinin aynı kaderi paylaştığı bir toplum değil, iletişim ve etkileşim yoluyla aynı kaderin paylaşımıdır. Sosyal ve biyolojik faktörler ulusun ortak özellikleri olarak tanımlanırken, ulusal kimlik ortak bir dil ve karşılıklı etkileşim yoluyla sürekli olarak oluşuyordu. Ulusal karakter tarihsel ve dinamik idi. Biyolojik faktörler ulusun üyelerinin yer değiştirmesi ve coğrafi yapı gibi faktörler nedeniyle ulusal karakterin oluşumunu garanti altına almaktan uzak iken, kültürel toplulukların ulusların karakterinin oluşmasında önemli bir etkisi vardı. Almanya örneğinde, yerel farklılıklar burjuva kültürün doğuşuna kadar yoğunlaşarak artmıştı. Kapitalist üretim ilişkilerinin uluslararası yayılmasına paralel olarak, ulusal kültürlerin bir yandan kaynaştığı bir yandan da ayrıştığı ikili bir süreç sonucunda modern Alman ulusunun doğduğunu öne sürdü.41 Bauer ulusu değişmeyen ve sosyal hayatın belirleyicisi olan bir öğe olarak gören ulusalcı materyalizm ve ulusalcı tinselliği eleştirdi. Ulusalcı materyalistler için ulus aynı soydan gelenlerin oluşturduğu bir topluluk, ikinci grup için ise gizemli bir varlık idi. Ulusal karakter kolektif ve bireysel davranışları açıklıyor ve politikaları şekillendiren süreci belirliyordu. Bauer, bu pozisyonları, “ulusal karakterin fetişleştirilmesi” olarak tanımlayıp reddetti. Bauer’e göre, ulusal karakterin fetişleştirilmesi sosyal ilişkilerin sonuçlarının sosyal ilişkiler yerine geçirilmesi demekti. Ulusal karakterin günlük hayatı ve tarihi, aynı ulustan kişilerin eylem, düşünce ve duygularını belirlediği varsayılıyordu. Ancak, gerçekte, kişiliği belirleyen karşılıklı olarak etkileşim içinde bulunan öğelerin yarattığı çok yüzlü bir karaktere sahipti. Bu nedenle kişiliği belirleyen unsurlar içinde ulus tek belirleyici faktör değil, diğer faktörlerle etkileşim halinde olan

40 Chris Harman, “The return of the National Question”, International Socialism, say¡ 56, s.20. 41 Otto Bauer, “Bemerkungen zur Nationalitätenfrage,” Werkausgabe, ed. Hugo Pepper, Viyana, Europaverlag, 1979, c.7, s.98. Bahar | 2010 -

51


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi belirleyici faktörlerden biri idi.42 Bauer’in tezlerini anlamak için, onun Engels’in devlet kurmamış olan ulusları ve özellikle de Güney Slavlarını, tarihi olmayan topluluklar olarak tanımlamasına olan itirazına bakalım: Bauer, “tarihi olmayan uluslar” kavramını, Engels bu grupları bulduğu gibi ele aldığı ve soyut kategoriler haline dönüştürdüğü için eleştirir. Bauer’e göre, Engels, bu ulusların geçmişlerini kapalı bir kitap gibi değerlendirerek, onların bir gelecekleri olmadığı sonucuna vardığı için daha sonraki tarihsel gelişmeleri açıklayamıyordu. Almanlar, Macarlar ve Türkler tarafından yönetilen Güney Slavları feodal çağı, ulusal kültürün taşıyıcısı olan Slav kökenli bir feodal lordlar sınıfına sahip olmadan geçirmişti. Köylülük, yalnızca yerel topluluklar kurmuş, ulusal düzeyde örgütlenememişti. Köyler arasındaki tek bağ atalarından devir aldıkları kültür idi. Kendi hâkim sınıflarına sahip olan ulusların tersine bu gruplar desteğe sahip ulusal kültürün yarattığı ürünlerden mahrum kaldılar. Bu nedenle, Bauer, “tarihi olmayan uluslar” kategorisini feodal dönemle sınırladı, bu tanımın kullanımı, bu ulusların bir tarihi ya da devlet kuracak kapasitelerinin olmadığı anlamına gelmiyordu. Kapitalizmin gelişmesi ile birlikte var oluş mücadelesinin koşulları da değişti. Kapitalizm eski ilişkileri yıkar, yeni sınıf ilişkileri yaratırken, köylü topluluklarını birleştirdi. Kitlelerin feodalizmin bağlarından kurtularak ulusal kültürün yaratıldığı sürece katılmaları sonucu yeni ulusalcı hareketler tarih sahnesinde yerlerini aldılar. Kapitalizm köylülüğün serflik ilişkilerinden kurtulmasını, küçük burjuvazinin aktif bir rol oynamasını, burjuvazi ve proletaryanın doğumunu sağlarken, bürokrasi gibi yeni yapılar da yarattı. Sermaye birikim sürecinin bir sonucu olarak sosyal ve politik yaşamın biçimleri değişerek daha kapsamlı biçimler aldı. Eğitimin yaygınlaşması ve iletişim olanaklarının artması kültürel ürünleri kitlelere getirdi, askerlik hizmeti, oy hakkı, ve şehirlere göç ulusal toplulukların birleşmesini getirirken farklılıklarını da artırdı. Bauer, bu toplulukların geçmişte kültürel ürünlere sahip olduklarını, ancak yabancı bir yönetici sınıfın boyunduruğu altında yaşadıkları için ulus olmanın bilincini geliştirmediklerini öne sürdü. Kapitalizmin gelişimi ile birlikte ulusal bilincin uyanışı söz konusu idi.43 Birbiri ile rekabet halinde olan yeni ulusal hareketlerin çatışmalarının ulusal felaketlere yol açacağının farkında olan Bauer, ulus ile devleti birbirinden ayırma yolunu seçti. Bauer, her ulusu, büyük federal bir devletin içinde kişilerin gönüllü olarak birleştiği topluluklar olarak tanımladı. Ulusların yaşadığı topraklara değil de dahil oldukları kültürel topluluklara öncelik verilerek değişik ulusların bir arada yaşaması amaçlandı. Bauer’e göre, yetişkinliğe ulaşan her vatandaş hangi ulustan olduğunu kayıt ettirerek kendi ulusal grubunun yarattığı kurumlara katılacak, kendi dilinde eğitim görecek ve kendi dilinde mahkemelere çıkabilecek idi. Troçki, Bauer’in programını, sosyal uzlaşmazlıklar tarafından kargaşalıklar içinde bulunan bir toplumda kültürü, toprak ve ekonomiden ayırmaya teşebbüs etmesi nedeniyle suni ve ütopyacı olarak nitelerken, aynı devlette yaşayan işçileri birbirinden ayrılmaya zorlayarak onların sınıf olarak güçlerini düşürdüğü için gerici olarak niteler. üko Lenin’den Troçki’ye uzanan Bauer eleştirilerindeki haklılık payını görmemek mümkün değildir. Ancak, Bauer’in tezlerini yeniden ele alıp incelediğimiz zaman özellikle birden fazla ulusun yaşadığı topraklarda ulusal sorunun çözümü ile ilgili önemli sorunları tartışmaya açtığını görüyoruz. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu süreçte yaşanan ve sonuçları günümüze kadar uzanan ulusal trajediler Bauer’in ele aldığı konuların önemini gösterir. Karl Kautsky 1880’lerin sonlarından başlayarak, Karl Kautsky’nin Bauer’i eleştirmek amacıyla gerçekleştirdiği analizler Lenin için bir çıkış noktasını temsil eder. Stalin’in teorik değere 42 Otto Bauer, “Die Nationalitätenfrage und die Sozialdernokratie”, ibid., s.100 -101. 43 Otto Bauer, ibid., s.105.

52

Sosyalist Düşünce Dergisi


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi sahip tek kitabı olarak görülen Marksizm ve Ulusal Sorun (1913) Bauer’in eleştirisi üzerine kuruludur ve Kautsky’nin temel teorik önermelerini esas alır.44 Bir kategori olarak ulusu tanımlamanın zorluklarının farkında olan Kautsky, ulusları toplumsal gelişmenin bir ürünü olarak değerlendirerek, ulusal devletlerin kurulmasını ekonomik gelişmenin en önemli sonuçlarından bir olarak gördü. Kuzey Bohemya’da yaşayan Almanların kendilerini Alman olarak görürken, İsviçre’de yaşayan Almanların kendilerini Alman ulusunun bir parçası olarak görmemelerini ulusal devletlere bağladı. Bauer’in ulusal dilin önemini küçümsediğine inanan Kautsky tek bir devlet altında değişik ulusal grupların ve ulusalcılıkların doğum ve çatışmalarının analizine girişti. Kautsky, ulusal devletin doğumunu değişik faktörlere bağladı: Dış tehditlere karşı konulması; su şebekelerinin kurulması gibi büyük projelerin gerçekleştirilmesi; bunun için bölünmüş feodal toprakların birleştirilmesilmesi amacıyla eski yönetim biçimlerinin aşılması bu faktörlerin arasındaydı. Bu faktörlerle birlikte, burjuvazinin ulusal pazara olan ihtiyacı ve metaların üretim ve değişiminin yaygınlaşması dağınık ulusal grupların birleşmelerine yol açtı. Toprak, iklim, soy gibi unsurlar da ulusun oluşumunda rol oynuyordu. Modern devletlerin bir gereği olan bürokrasinin fonksiyonlarını sürdürebilmesi için ulusal dilin önemini vurgulayan Kautsky, tek bir dilin oluşmasını eğitimden ziyade ticari ilişkiler ağının gelişerek devletin bulunduğu toprakların en ücra köşelerine kadar yayılmasına bağladı. Kautsky’ye göre uluslar, feodalizmin geri çekilmesiyle birlikte birer gerçeklik haline geldiler. Modern kapitalizmin gelişmesi büyük ekonomilerin kurulmasını gerekli kılıyordu; küçük ulusların büyük uluslara dahil olarak asimile olmaları beklenmeliydi. Ekonomik güçlerin güçlü olmadığı ülkelerde otoritelerin merkezi bir idareyi ve tek bir dili empoze etmek için yaptıkları girişimler sonucu kendi dilini ve ulusal özelliklerini korumak isteyen küçük burjuvazi ile çıkarları gereği asimilasyonu hedefleyen burjuvazi arasında çatışmalar meydana gelerek, ulusal hareketlerin doğmasına yol açtı. Kısacası, bazı ulusal gruplar kendi dillerine resmi statü verilmesinden faydalanarak devlet bürokrasisi içinde yükselirken diğer gruplar ulusal direniş yolunu seçmişlerdi. Analizini emperyalist döneme uygulayan Kautsky, işçilerin ulusal mücadeleler içinde taraf olmalarını, uluslararası burjuvazi ile yerli burjuvazi arasında taraf olmalarına bağladı. Kautsky sahip olduğu sosyal Darwinci bakış açısına paralel olarak kapitalizmin gelişmesinin sonucunda kapitalist devletlerin barış içinde var olacakları sonucuna vardı. Kapitalist gelişme sonucu Çek ulusunun ortadan kalkacağına inanan Kautsky, daha sonradan bu görüşünü değiştirmesine rağmen, tüccarlar ve eğitimli tabakalar arasında bazı uluslararası dillerin hâkim hale geleceğine ve birçok ulusun dillerinin ortadan kalkacağına inancını sürdürdü. Kautsky’nin teorisinde bariz bir şekilde kendisini gösteren asimilasyoncu çizgi ile Bauer’in ancak sosyalizm altında ulusal kültürlerin gerçek bir gelişme olanağı bulacağı şeklindeki önermesi arasındaki zıtlık dikkat çekicidir. Rosa Luxemburg, kapitalizmin uluslararası ticaret ihtiyacının bir gereği olarak ulusların barışçı bir şekilde bir arada var olup gelişecekleri şeklindeki tezi, devletler arasında anlaşmazlıkların giderek artacağı, diğer ulusları zor yoluyla kendi topraklarına ekleyen ulusların bir norm haline geleceği gerekçesiyle reddetti.: “Modern dünyada sömürünün çıkarlarına uygun düşen en iyi biçim, Kautsky’nin düşündüğü gibi ‘ulusal devlet’ değil, fakat, fetihleri amaçlayan devlettir”.45 Kautsky ile Bauer’in yaklaşımlarını karşılaştırdığımız zaman, Bauer’in ulus tanımını yaparken dil, toprak ve ekonomik bütünlüğün önemini yeteri gibi incelemediğini ve buna karşılık psikolojik faktörlerin önemini abarttığını görüyoruz. Bauer, bilinç unsurunun ulusların şekillenmesinde oynadığı role verdiği önem nedeniyle, modern ulusalcılık teorisyenleri olarak kabul edilen E. Gellner, Benedict Anderson gibi yazarlarla ilişkilendirilmektedir. Yazımızın daha önceki bölümlerinde belirttiğimiz gibi Troçki de ulus tanımını yaparken psikolojik faktörleri analizi içine dahil etmektedir. 44 Stalin Kautsky’nin enternasyonalist bakış açısını tahlillerinin dışında bırakır. 45 Rosa Luxemburg, aktaran Chris Harman, agye, s.25. Bahar | 2010 -

53


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi Lenin: Kültürel Otonomi Tezinin Reddi Ulusların kendi kaderini tayin hakkını ekonomik veya kültürel bir hak olarak değil de, politik bir hak olarak gören Lenin, Bauer’in kültürel otonomi tezini reddeder. Lenin’e göre Bauer, ulusalcılığa karşı ulusalcılığı esas alarak mücadeleyi amaçlıyordu ve bundan dolayı, “en zararlı ulusalcılığı“ temsil ediyordu.46 Lenin, Rosa Luxemburg ile tartışmasında, tutumunu, Tarihsel ve iktisadi teorisiyle Kautsky mi haklıdır, yoksa teorisi psikolojik bir temele dayanan Bauer mi? Bauer’in kuşku götürmez ‘ulusal oportünizmiyle’, ulusal kültür özerkliğini savunmasıyla, aşırı milliyetçilik hevesiyle (Kautsky’nin dediği gibi ‘şurada burada ulusal yöne bir vurgu’), ‘ulusal yönü aşırı ölçüde abartması ve enternasyonal yönü tamamen unutması’ (Kautsky) ile ulusal devlet kurma doğrultusunda güçlü eğilimi küçümsemesi arasındaki bağ nerdedir? sorusunu sorarak özetler.47 Lenin, kültürel ulusal otonominin pratikte ulusal azınlıkların izolasyonunu ve yoksullaşmasını arttıracağını belirterek, “Günümüzde, değişik ulusların sahip oldukları haklar ve gelişmelerinin düzeyi açısından eşit olmadıklarını görüyoruz. Bu koşullar altında, okulları ulusallık temelinde ayırmak gerçekte ve kaçınılmaz olarak geri kalmış ulusların durumlarını daha da kötüleştirecektir,”48 der ve bunun yerine “ulusların eşit haklar temelinde barış içinde bir arada yaşamaları için temel demokratik koşulları yaratmak için mücadele etmeliyiz” önerisini geliştirir.49 Gerek Lenin gerekse değişik ulusal kökenlerden gelen Troçki, Martov gibi sosyalistler de kültürel otonomi tezini açık bir şekilde reddettiler. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDİP) üyeleri için kültürel otonomi sloganı, teorik bir sorun olmaktan ziyade cevap vermeleri gereken pratik bir soru olarak 1903 kongresinde ortaya çıktı. 1903’te gerçekleştirilen RSDİP kongresinde Yahudi işçilerin örgütü BUND hem parti içinde hem de imparatorluk düzeyinde Yahudi işçileri temsil hakkı talep etti. Bunun anlamı, partinin ulusal grupları esas alarak örgütlenmesi idi. BUND Yahudilerin bir toprak talebinin olmamasından hareketle devletin nerede olursa olsun ulusal dilleri ve kültürleri desteklemesini de talep etti. RSDİP’nin 1898’de yapılan ilk kongresine “otonomi” temelinde katılan BUND, RSDİP’nin yasaklanarak yeraltına geçmesi sonucu diğer parti örgütleri gibi bağımsız bir şekilde hareket ediyordu. 1903 kongresinde BUND, otonomi talebinin yerine federasyon ilkesinin geçirilmesini talep etti. BUND, otonomi düzenlemesi altında partinin kurallarına tabi olarak kendi dilinde yayınlar yapma, alt komiteler kurma hakkına sahip iken, federatif bir düzenleme içinde partinin disiplinine tabi olmak gibi bir yükümlülüğü olmayacak idi. Bunun anlamı BUND’un parti içinde bağımsız bir örgüt olarak mevcut olması idi. Yapılan tartışmalar sırasında Lenin hem kültürel otonomiyi hem de federasyon talebini reddetti. Lenin’e göre, BUND’un talebi, Sosyal demokrasinin enternasyonalizmine karşıttır. Demokratlar olarak, uzlaşmaz bir şekilde herhangi bir ulusun... herhangi bir şekilde baskı görmesine ve herhangi bir ulusun ayrıcalıklara sahip olmasına karşıyız. Demokratlar olarak, kelimenin politik anlamı içinde ulusların kendi kaderini tayin hakkını talep ediyoruz, (RSDİ.P programına bakınız.) yani ayrılma hakkını. Devlet içinde bütün ulusların koşulsuz olarak eşit olmasını ve her ulusal azınlığın haklarının koşulsuz olarak korunmasını talep diyoruz. Kapsamlı bir kendi kendini yönetme ve bölgeler için, diğer konularla birlikte ulusallık konusu da dahil olmak üzere 46 Lenin, The National Programme of the RSDLP, s.541. 47 Lenin, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı, Şubat-Mayıs 1914, bak.: http://www. kurtuluscephesi.net/lenin/ulustr1.html#b3a. 48 Lenin, “Cultural-National Autonomy”, Collected Works, c.19, s.504. 49 Lenin, “The Nationality of Pupils in Russian Schools”, Collected Works, c.19, s.532.

54

Sosyalist Düşünce Dergisi


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi sınırları belirlenecek olan otonomi talep ediyoruz.50 BUND örneği, Bauer’in kültürel otonomi tezinin teorik nedenler bir yana pratik nedenlerden dolayı da reddedildiğini gösterir. Toprakları dışlayan bir kültürel ulusalcılık sosyalist partilerin ulusal çizgiler temelinde ayrılmalarını getireceği için merkezi bir parti yapısı bir yana belirli bir iş kolunda sendikal örgütlenmeyi bile zorlaştıracak idi. Bu nedenle, sosyalist partilerin ayrım gözetmeksizin bütün işçileri temsil ederken, enternasyonal örgütlenme temelinde diğer uluslardan sosyalistlerle bir araya gelerek aynı uluslararası partinin üyeleri olarak mücadele etmeleri gerekmektedir. Bu bakış açısı, değişik ulusların proletaryasının ayrı partilerde örgütlenmesi ve çözüm olarak toprağa dayalı federasyon talebini de mümkün kılmaktadır. Nitekim Lenin, ilerleyen yıllarda 1903’teki federasyon ilkesine karşı tutumunu terk etmiştir. Gerek Lenin’in gerekse Kautsky’nin eleştirdiği konulardan biri ulusal kültürün niteliğiyle ilgilidir. Kautsky haklı olarak saf bir ulusal kültürün mevcut olmadığını belirtirken, Lenin, her ulusal kültürün içinde demokratik ve sosyalist unsurların bulunduğunu, işçilerin kültürün demokratik ve sosyalist unsurlarını savunurken, hakim kültürün toprak ağalarının, din adamlarının ve burjuvazinin kültürü olduğunu vurgular.51 Bir Rus Marksisti, Büyük Rus ulusal kültürü sloganını benimseyebilir mi? Hayır. O zaman onun yeri milliyetçiler arasında olur, Marksistler arasında değil. Bizim görevimiz, öteki ülkelerin işçileriyle sıkı bir ittifak kurarak, bizim demokratik ve işçi hareketimizin tarihinde de bulunan filizleri salt bir enternasyonalist ruh içinde geliştirerek, burjuvazinin ve Kara Yüzler’in Büyük Rus egemen ulusal kültürüne karşı savaşım vermektir. Bizim görevimiz, ulusal kültür sloganını savunmak ya da hoşgörü ile karşılamak değildir; görevimiz, enternasyonalizm adına büyük toprak sahiplerimize karşı ve Büyük Rus burjuvalarımıza karşı, onların, Purişkeviçlerin ve Struvelerin özelliklerine ‘uyarlanan’ ‘kültür’üne karşı savaşım vermektir.52 Lenin: Kendi Kaderini Tayin Hakkı Marx ve Engels’in Polonya’nın bağımsızlığını savunurken vardıkları, “uluslararası proletarya hareketi... yalnızca bağımsız ulusların varlıkları sonucu gelişebilir”53 sonucunun etkisiyle, uluslararası sosyalist hareket içinde ulusal egemenlikleri için mücadele eden uluslara karşı sürekli bir sempati vardı. Özellikle Polonya ve İrlanda’nın bağımsızlığı konularında bu sempati kendisini politik destek olarak açığa vurdu. Wilhelm Liebneck ve August Bebel, Almanya’nın işgalini kınayarak Polonya’nın bağımsızlığını savundular; Rosa Luxemburg, kendi kaderini tayin hakkını savunmayı reddettiği zaman, Liebneck, Kaustky, Plekhanov onun bu konuda yaptığı programatik değişiklik önerilerini reddettiler. Bu nedenle, Lenin’in kendi kaderini tayin hakkının savunusunu işçi hareketi içinde mevcut bir geleneğin sürdürülmesi olarak görmekte fayda vardır. RSDİP’nin 1903’te yapılan II. Kongresi’nde tartışılan diğer önemli konu, parti programında yer alan, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” oldu. Tartışmaların odağında Rosa Luxemburg ve sosyalist grubun Polonya için kendi kaderini tayin hakkını reddetmesi vardı. Polonya Sosyalist Partisi’nin (PSP) Polonya’nın bağımsızlığı için mücadelenin sınıf mücadelesi dahil olmak üzere her mücadeleden önce geldiğini savunurken, Polonyalı sosyal demokratlar PSP’nin uluslararası işçi mücadelesine ihanet ettiğini, ulusal birliğin sağlanması gerekçesiyle proleteryanın burjuvaziyi izlemesinin 50 Lenin, Collected Works, c.18, s.116. 51 Lenin, “Critical Remarks on the National Question,” Collected Works, c.20, s. 24. 52 Lenin, Ulusal Sorun Üzerine Eleştirici Notlar, 1913, bak.: http://www.kurtuluscephesi.net/ lenin/ulustr1.html#b2b. 53 Engels’ten Kautsky’ye Mektup, 7 Şubat 1882, bak.: http://www.marxists.org/archive/marx/ works/1882/letters/82_02_07.htm. Bahar | 2010 -

55


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi söz konusu olmadığını ilan ettiler. Lenin ve Kongre’nin diğer delegeleri bu konuda Rosa Luxemburg ile aynı fikirde idiler. Ancak, Polonyalı sosyal demokratlar, Polonya ve Rusya’nın ekonomilerinin birbirine entegre olması nedeniyle Polonya’nın bağımsızlığının geçerliliğini yitirmiş bir slogan olduğunu, bu nedenle ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin artık geçersiz olduğunu iddia ettiler. Yapılması gereken, her ulusun kültürel gelişimi için özgürlüğün devlet yapısının demokratikleştirilmesi yoluyla sağlanması idi.54 Polonyalı sosyalistlerin önerilerini reddeden Lenin politik bir hak olarak ulusların kendi kaderini tayin hakkını aşağıdaki şekilde formüle etti: Eğer ulusların ayrılma hakkı sloganını ileri sürmez ve onu savunmazsak, o zaman ezen ulusun yalnızca burjuvazisinin değil, ama feodallerinin ve despotizminin de oyununa gelmiş oluruz. Kautsky, bu görüşü, Rosa Luxemburg’a karşı çok eskiden savunmuştur ve ileri sürdüğü kanıtlar çürütülemez. Rosa Luxemburg, Polonya milliyetçi burjuvazisini “desteklememe” çabasıyla, Rus Marksistlerinin programındaki ulusların ayrılma hakkını reddederken, gerçekte Rus Kara Yüzlerine destek olmaktadır. O, gerçekte, Büyük Rusların ayrıcalıkları (ayrıcalıktan daha kötüsü) karşısında, oportünistçe teslimiyete destek olmaktadır. Polonya’daki milliyetçiliğe karşı savaşıma dalan Rosa Luxemburg, Büyük Rus milliyetçiliğini unutmuştur; oysa Büyük Rus milliyetçiliği, şu anda en güçlü olanıdır, bu milliyetçilik, daha az burjuva ve daha çok feodal olanıdır, ve demokrasi ile proletaryanın savaşımı önünde en büyük engel budur. Her ezilen ulusun burjuva milliyetçiliği, zulme karşı yönelmiş olan genel bir demokratik içerik taşır, ve bizim ulusal ayrıcalıklar sağlama eğiliminden bunu kesin olarak ayırt ederek,; Polonyalı burjuvanın Yahudilere zulmetme eğilimine karşı savaşım vererek vb., vb. kayıtsız şartsız desteklediğimiz işte bu içeriktir. Bu, bir burjuvanın ve bir darkafalının görüş açısından, “pratik” olmayan bir davranıştır. Bu, ilkelere dayanan ve demokrasiyi, özgürlüğü ve proletaryanın birliğini, gerçekten, ileriye götüren ulusal sorundaki biricik pratik siyasettir. Bütün ulusların ayrılma hakkını tanımak,; her somut ulusal ayrılma sorununu, eşitsizliği, her türlü eşitsizliği, her türlü ayrıcalığı ortadan kaldırma açısından değerlendirmek. Ezen bir ulusun durumunu inceleyelim. Başka ulusları ezen bir ulus özgür olabilir mi? Olamaz. Büyük Rus halkının özgürlüğünün gerçekleşmesi böyle bir zulme karşı savaşımı gerektirmektedir. Ezilen ulusların hareketlerinin uzun zamandan beri süregelen bastırılmaları tarihi, bu zulüm lehine “yukarı” sınıflar tarafından yürütülen sistemli propaganda, Rus halkının özgürlük davasının önünde, ön yargılar vb. biçiminde, koskoca engeller yaratmıştır. Büyük Rus Kara Yüzler’i, kasıtlı olarak, bu önyargıları beslemekte ve körüklemektedirler. Büyük Rus burjuvazisi, bunları hoşgörüyle karşılamakta ya da bunlara destek olmaktadır. Bu önyargılara karşı sistemli bir savaşıma girişmedikçe, Büyük Rus proletaryası kendi amaçlarına erişemez, özgürlük yolunu kendisine açamaz. Rusya’da, ulusal, özerk ve bağımsız bir devlet, kurma, şimdiye değin, bir tek ulusun, Büyük Rus ulusunun ayrıcalığı olarak kalmıştır. Biz Büyük Rus proleterleri, hiç bir ayrıcalığı savunmayız ve bu ayrıcalığı da savunmuyoruz. Savaşımımızda belirli bir devleti kendimize temel olarak alıyoruz; o belirli devlet içindeki bütün ülkelerden işçileri birleştiriyoruz; biz hiç bir özel ulusal gelişme yolunu savunamayız, biz bütün olanaklı olan yollardan sınıf hedefimize doğru 54 Brian Pearce, 1903. Second Ordinary Congress of the RSDLP. Complete Text of the Minutes, Londra, New Park Publications, 1978, s.78.

56

Sosyalist Düşünce Dergisi


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi yürüyoruz. Ama biz, her türlü milliyetçiliğe karşı savaşmazsak, çeşitli ulusların eşitliği uğruna savaşım vermezsek, o hedefe doğru yol alamayız. Örneğin Ukrayna’nın bağımsız bir devlet kurmasının kaçınılmaz olup olmadığı, önceden kestiremeyeceğimiz binbir etkenin belirlediği bir şeydir. Biz, boş “tahminler”le zaman yitirmeden, hiç kuşku götürmeyen şeyi, Ukrayna’nın böyle bir devlet kurma hakkını olanca gücümüzle savunuruz. Biz, bu hakka saygılıyız; biz, Büyük Rusların Ukraynalılar üzerindeki ayrıcalıklı durumlarını desteklemeyiz; biz, yığınlara bu hakkı tanımayı ve devlet kurma hakkının, herhangi bir ulusun tekelindeki bir ayrıcalık olmasını reddetmeyi öğretiriz. İsveçli işçilerin, Norveçlilerin ayrılma hakkını tanımış olmaları, Norveçli ve İsveçli işçilerin kardeşçe sınır dayanışmasının ve birliğinin güçlenmesine yardım etmiştir. Çünkü bu davranış, Norveçli işçileri, İsveç işçilerinin İsveç milliyetçiliğine kapılmadıklarını, Norveçli proleterlerle kardeşliği İsveç burjuvazisinin ve aristokrasisinin ayrıcalıklarının üzerinde tuttuklarına inandırmıştır. Avrupa hükümdarlarıyla İsveç aristokrasisinin Norveç’e zorla kabul ettirdiği bağların koparılması, Norveçli işçilerle İsveçli işçiler arasındaki bağları kuvvetlendirdi. İsveçli işçiler, burjuva siyasetinin gösterdiği bütün değişmelere karşın -burjuva ilişkiler, Norveçlilerin, zora başvurularak, yeniden İsveç boyunduruğu altına alınmalarına neden olabilir- hem İsveç hem de Norveç burjuvazisine karşı savaşımlarında her iki ulus işçilerinin tam eşitliğini ve sınıf dayanışmasını koruyabileceklerini ve savunabileceklerini göstermişlerdir.55 Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunusu ile Marx ve Engels’in İrlanda ve Polonya’nın bağımsızlığını savunurken öne sürdükleri gerekçeleri karşılaştırırsak, Marx ve Engels’ten Lenin’e aynı ilkelerin savunulduğu görülür. Lenin bir yandan uluslararası karşılıklılık ilkesini dile getirirken diğer yandan da ezen ve ezilen ulusun proletaryaları arasında işbirliği ve ortak mücadelenin koşulu olarak “İsveçli işçilerin, Norveçlilerin ayrılma hakkını tanımış olmaları”na dikkat çeker. Lenin, Marx ve Engels gibi, her koşul altında ulusal kurtuluş hareketlerini ya da ulusların kendi kaderini tayin hakkını desteklemeyi reddetti ancak, ulusal bir hareketi desteklememek hiçbir şekilde zor kullanarak ayrılmak isteyen ulusun kendi isteğine karşı birliğe zorlanmak anlamına gelmemektedir. Lenin desteğin koşulu olarak, öncelikle sosyalizm için proletaryanın sınıf çıkarlarının esas alınarak, kapitalist gelişmenin koşullarının, proletaryanın değişik ulusların birleşik burjuvazisi tarafından baskı altında tutulmasının bağımsız bir şekilde değerlendirilmesini şart koşar. Lenin’in destek için vurguladığı koşullardan bir diğeri de, proletaryanın ulusal mücadele içinde kendi bağımsızlığını koruyarak hareket etmesidir: “Kendi burjuvazileri ile birliği bütün ulusların proletaryası ile tam bir birliğin üzerine çıkaran işçiler, kendi çıkarlarına karşı, sosyalizmin çıkarlarına karşı ve demokrasinin çıkarlarına karşı hareket etmektedirler.”56 Rosa Luxemburg: Kendi Kaderini Tayin Hakkının Reddi Polonyalı bir sosyal demokrat olan Rosa Luxemburg’un ulusların kendi kaderini tayin hakkını modası geçmiş bir kavram olarak reddetmesinin altında ulusal çıkarı sınıf çıkarına zıt bir kavram olarak görmesi yatar. Marx, Engels ve Lenin işçi sınıfını ulusal çıkarların savunucusu olarak görürken Rosa Luxemburg bu hakkın savunusunu burjuvaziye taktik ve entelektüel alanlarda taviz verilmesi olarak değerlendirdi. Rosa Luxemburg, ulusları kapitalizmin sona ermesiyle birlikte ortadan kalkacak olan po55 Lenin, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Etmesi Nedir?, bak.: http://www.kurtuluscephesi. net/lenin/ulustr1.html#b3a. 56 Lenin, “Theses on the National Question,” Collected Works, c.19, s.249. Bahar | 2010 -

57


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi litik ve sosyal yapıları, uzlaşmaz sınıf çelişkileri nedeniyle burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden ideolojik bir kategori olarak niteledi.57 Birçok yazar, kısmen de olsa, Rosa Luxemburg’un zaman içinde yanlışlığı ortaya çıkan genellemelerinin bir nedeninin Marx ve Engels’in ulus konusundaki görüşlerini -bu görüşler genel olarak özel mektuplar içinde ifade ediliyordu ve o dönem basılmamıştı- yeteri kadar bilmemesine bağlamaktadırlar. Polonya kökenli bir sosyalist olarak Rusya’da devrimin olanaklı olduğunu ve devrimci bir dalganın harekete geçtiğini öngörmesi de Luxemburg’un bu yaklaşımının diğer bir nedeni teşkil eder. Rosa Luxemburg’un biyografisini yazan Peter Nettl, görünüşteki karşıtlığa rağmen Lenin ve Rosa Luxemburg arasındaki ayrılığın, Lenin’in merkezi parti örgütlenmesinde ısrar ederek federatif çözümleri reddetmesi nedeniyle, sanıldığı kadar büyük olmadığı kanısındadır. Bu tartışma “ulusların kendi kaderini tayin hakkı ayrı örgütlenmeyi gerekli kılıyor mu?” şeklinde ikinci bir tartışmayı beraberinde getirdiği için ve Lenin’in ölümü sonrasındaki Stalinizm deneyimi nedeniyle önemlidir.58 1890’da Polonya’nın bir parçasının Almanya’nın işgali altında olması nedeniyle Almanya’daki Polonyalılar PSP tarafından örgütleniyordu. PSP ve SDP ortaya çıkan problemlere rağmen bu duruma bir çözüm bulmaya çalıştılar. 1892 sonlarında Polonya sosyalistleri Avusturya, Almanya ve Rusya’nın işgali altındaki üç parçada geçici olarak üç partinin kurulmasına karar verdiler. Üç parti bir arada çalışmayı hedefliyordu ve çalışmalarını koordine etmek için Londra’da bir büro kurmuşlardı. Yoldaşlarıyla birlikte küçük bir grup olarak PSP’den ayrıldıktan sonra Rosa Luxemburg bir dizi makale yazarak, ulusal bağımsızlığın savunulmasını oportunizm olarak nitelerken, Rusya’da gerçekleşecek bir sosyal devrimin Çarlığın sömürgelerine özgürlük getireceğini ileri sürdü. Rusya İmparatorluğu içindeki ulusların güçlerini birleştirerek sosyal devrim için mücadele etmeleri yerine ulusal kurtuluş için mücadele etmelerinin sınıf mücadelesini zayıflatacağını düşündü. PSP, Rosa Luxemburg’un pozisyonundan Çarlık aristokrasisinden başka kimsenin yararlanmayacağını iddia etmekte gecikmedi. SDP de Rosa’nın pozisyonunu aynı gerekçelerle reddetti. Rosa Luxemburg’un ulusların kendi kaderini tayin hakkını reddinin örgütlenme sorununa nasıl uygulandığına baktığımızda ise çelişkili bir tablo ile karşılaşıyoruz. Almanya’da azınlıkların ve diğer ulusların SDP’de örgütlenmesi konusunda SDP’den yana tavır alan Rosa Luxemburg, Rusya örneğinde birlikte örgütlenmeye taraftar iken kendi partisi SDKPiL’i tasfiye etmedi. Nettl, bu noktadan hareketle gerek Lenin gerekse Rosa Luxemburg’un pozisyonlarındaki çelişkilere dikkat çekmektedir. Lenin’in Rus İmparatorluğu içindeki uluslara ayrılma hakkını tanıması ile merkezi devrimci bir partiyi savunarak federatif çözümleri reddetmesi arasında bir çelişki vardı. Daha önce belirttiğimiz gibi 1917 devrimi sonrası kendisini sonuçlarıyla birlikte ortaya vuran bu çelişki, Lenin’in yaşamının son yıllarında federasyon ve ayrı örgütlenme ilkesini benimsemesine yol açar. Bu yaklaşım, Lenin’in enternasyonalist Marksizmi ile uyum halindedir: Ulusal partilerin dünya partilerinin parçaları olduğunu kabul edersek örneğin Türk ve Kürt devrimci Marksistlerinin hem birlikte hem ayrı örgütlenmeleri gerçekçi ve gereklidir. Lenin: Antisömürgeci mücadele Lenin, 1914’te Kautsky’nin ulusalcılık üzerine tezlerini geliştirerek ulusların doğuşunu iki dönem içinde ele aldı. İlk dönemde ulus devletlerin kurulması için burjuvazinin feodalizmi aşması gerekirken, ulusal devletlerin kurulduğu ikinci dönemde burjuvazi ve proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişkiler daha da sert bir hal aldı. İkinci dönemin diğer bir özelliği de sermayenin uluslararası birliğinin sağlanması, kelimenin her an57 Rosa Luxemburg, The Question of Nationality and Autonomy, 1908-09, bak.: http://www. marxists.org/archive/luxemburg/1909/national-question/index.htm. 58 Peter Nettl, Rosa Luxemburg, 1966-1969, Oxford University Press.

58

Sosyalist Düşünce Dergisi


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi lamında ulusal sınırların kırılması idi. İlk dönem ulusların uyanışına ve ulus devletlerin kuruluşuna yol açarken ikinci dönem enternasyonalizmin doğuşuna yol açmıştı. Lenin, emperyalizm çağında ulusal ve feodal baskılara karşı mücadele eden ulusal hareketlerin proletaryanın devrimci mücadelesine güç kattığını ve proletaryanın ulusal kurtuluş mücadelesinde aktif olarak yer alabileceğini vurguladı.59 Antisömürgeci ve antiemperyalist mücadele, proletaryanın ulusal demokratik mücadeleyi köylülük ve küçük burjuvazi ile ittifak halinde devrimi kesintiye uğratmaksızın sürdürmesini öngörür. Lenin, ulusal mücadeleyi ve sınıf mücadelesini, enternasyonalizmi ve kendi kaderini tayin hakkını, diyalektik bir birlik içinde ele alarak işçi hareketi için uyumlu ve devrimci bir strateji olarak geliştirir. Lenin, Marx ve Engels gibi, ulusların eşitliği ve gönüllü birliğine inanır. Bu inanç ahlaki kaygılardan, bir haklar felsefesinden ziyade, ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı tanınmaksızın gerek birlikte mücadele gerekse de bir arada yaşamanın ön koşulunun sağlanamayacağı bilincinden kaynaklanmaktadır. Kürdistan Engels, I. Enternasyonal’in kapanışından on yıl sonra Karl Kautsky’e yazdığı mektupta, İrlanda ve Polonya’nın ortak kaderleri hakkında söz ederken, bu iki ulusun, “enternasyonalist olmadan önce, milliyetçi olma hakkı ve hatta görevine sahip olduklarını” ve “Polonya’nın kıtanın ortasında yer alması ve Polonya’nın bölünmüşlüğünün muhafazasının kutsal ittifakı gerçekten birbirine bağlayan link olduğu için, onların, ulusalcı oldukları zaman en fazla enternasyonalist olduklarını“ söyler.60 Polonya milliyetçiliğinin etkisinin tekrar tekrar parçalanmış olan ülkesinin sınırlarının çok daha ötesine taşan bir güç olarak gören Engels, Avrupa devriminin çıkarlarının Polonya’da milliyetçi duyguların canlı tutulmasını gerektirdiğine inanıyordu. 19 ve 20.inci yüzyılın İrlanda ve Polonya örnekleri ile günümüzde Kürdistan’ın dört parçasında sürdürülen ulusal kurtuluş mücadeleleri arasında bir karşılaştırma yaptığımız zaman gerek tarihsel, gerekse de politik düzeyde benzerliklere rastlarız: Kürdistan olarak tanımlanan topraklar, ilk olarak 1639’da Osmanlı Devleti ve İran arasında paylaşıldı; ikinci paylaşım ise 20. yüzyılın başlarında, emperyalist iktidarlar tarafından Türkiye, Irak ve Suriye arasında gerçekleştirildi. İran ve Osmanlı İmparatorluğu’nun despotizmi, paylaşımcı devletler tarafından Kürtlerin bir ulus olarak ortadan kaldırılmasını amaçlayan yönetimler tarafından soykırım girişimleri haline dönüştürülerek sürdürüldü. Arap, İran ve Türk milliyetçileri ve yöneticileri, Kürt dilinin kendi dillerinden türediğini ileri sürerek asimilasyon ve soykırım teşebbüslerine gerekçeler ararken, “Kürtlerin emperyalizmin bir işbirlikçisi” olduğu söylemiyle Dersim’den Halepçe’ye soykırım girişimlerini meşrulaştırmaya çalıştılar. Lozan Antlaşması’ndan günümüze değin süren Kürdistan trajedisini yok sayarak devrimci politikalar belirlemek, mevcut burjuva iktidarların asimilasyon ve Kürtleri yok sayma politikalarının başka biçimlerde sürdürülmesinden başka bir anlam taşımaz. Türkiye, İran ve Arap ülkelerinin devrimcileri Kürdistan’ın kurtuluşunu gündemlerinin birinci maddesinde ele alarak kendi burjuvazilerine karşı mücadele etmedikleri sürece sınıf mücadelesi içinde değişim ve özgürlüğün temsilcileri haline gelemezler. Günümüze kadar süren tarihsel baskı, zulüm ve Kürdistan’ın yüzlerce yıllık talanı sosyalist mücadele ile Kürdistanlı emekçilerin ulusal egemenlikleri için verdiği mücadeleyi birbirine bağlar ve Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’ni (KUKM) meşru kılar. Kürtlerin Ortadoğu’nun devletsiz en büyük ulusu olması, her ulusun bir ulusal devlete sahip olması ya da parçaları gövdelerinden ayrılmış ulusların birleşmesi gerektiği şeklinde anlayışlardan uzakta olan devrimci Marksistlerin çıkış noktası, Kürdis59 Lenin, Collected Works; c.20, s.396-97, 400-404; c.19, s.43-45. 60 Engels’ten Kautsky’ye Mektup, 7 Şubat 1882, bak.: http://www.marxists.org/archive/marx/ works/1882/letters/82_02_07.htm. Bahar | 2010 -

59


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi tan devriminin zaferinin gerek Türkiye’de gerekse Ortadoğu’da gericiliğin kalelerinin yıkılmasına yol açacak olan devrimci bir dalganın kaynaklarından biri olmasıdır. Ulusal demokratik mücadeleyi desteklememizin diğer bir nedeni de egemen ulusların en zayıf anlarında bile Kürdistan’ı yok etme hayallerinden ve Kürt düşmanlığından vazgeçmemeleridir. Örneğin, oksijen makinesine bağlı olarak yaşayan Irak’ta, Kürtlerin fiili olarak kendilerini yönetmelerine rağmen Arap politikacıları ne Kürtçenin Arap dilinin bir versiyonu olduğunu iddia etmekten vazgeçmişlerdir ne de Güney Kürdistanlıların federasyon taleplerini kabul etmektedirler. Gerek Kerkük gerekse de federasyon konularında Arap yöneticiler Kürtlerin geri adım atacağını ya da atmak zorunda kalacaklarını varsayarak hareket etmektedirler. Kürdistanlı akımların egemen uluslar karşısında temsil ettikleri mücadelenin niteliği ve Kürdistan ulusal mücadelesinin Ortadoğu devrimi içindeki rolü hayati bir öneme sahiptir. İran, Türkiye, Irak ve Suriye rejimlerinin antidemokratik ve sömürgeci karakterleri tartışma götürmez bir şekilde gözler önündedir. Bu devletler karşısında Kürdistanlı hareketler demokratik hakların, politik ve sosyal reformların savunucularıdırlar. İran KDP’si “İran’a demokrasi, Kürdistan’a otonomi”, Irak Kürdistanı’nda KDP ve KYB laik ve çok partili sisteme dayanan bir federasyon, Türkiye’de PKK “demokratik cumhuriyet” talep ederken, Suriye Kürdistanı’ndaki partiler de demokratik hak ve özgürlükler için mücadeleyi esas almaktadırlar. Kürdistanlı partilerin talepleri karşılanmadıkça sözü edilen devletlerin hiçbirinde yüzeysel olmanın ötesine geçebilen bir demokratikleşme olması beklenmemelidir. Bu ülkelerden birinde Kürdistan sorununun, geçici bir süre için de olsa egemenler lehine “çözümü” hemen her defasında gerici rejimin daha da gericileşmesi, demokratik hakların ortadan kalkması ve emekçiler üzerindeki baskı ve sömürünün artmasıyla sonuçlanacaktır. Günümüzde Güney Kürdistan’da mevcut Kürdistan ‘’federasyonunun’’ yenilgisi ve PKK’nin rejimin sınırlarını çizdiği bir çerçeve içinde tasfiyesi, gerici rejimlerin daha da gericileşmesinden ve sosyalist mücadelenin onlarca yıl geriye atılmasından başka bir sonuç vermeyecektir. Önemle vurgulanması gereken diğer bir konu da, Kürdistan’ın hemen her parçasında şekillenen ve gelişimlerinin değişik aşamalarında olan Kürt milliyetçi hareketlerinin etnik milliyetçilik kâbusundan uzak durmakta oluşları ve sivil haklar ve anayasayı esas alan çizgiler izlemeleridir. Çağdaş Kürt milliyetçiliğini belirleyen, özellikle yakın tarih içinde yaşanan sürgünler, soykırım girişimleri ve savaş halidir; saldırgan değil savunmayı esas alan bir milliyetçilik söz konusudur. Milliyetçiliği ulusal egemenliğin talep edilmesi ve bu merkezde politikaların esas alınması olarak tanımlarsak, egemen ulus partilerinin uzlaşmaz saldırgan milliyetçiliklerine rağmen, PKK, KDP, KYB gibi Kürdistanlı partilerin kelimenin gerçek anlamında milliyetçi niteliğe sahip politikalar izlemediklerini, izledikleri politikaların ortak paydasının mevcut sistemler içinde demokratik çözüm bulma arayışları olduğu görülür. Kerkük örneğinde görüldüğü gibi Kürdistanlı partiler, kendi çıkarlarını sonuçlarına bakmaksızın esas almak yerine politik çözümler aramaktan vazgeçmemektedirler. Burada, PKK’nin karşılıklı görüşme ve politik çözüm taleplerini görmezden gelerek Kürdistan sorununu zor yoluyla çözmeyi esas alan tarafın Türkiye Cumhuriyeti olduğunu da not etmek gerekiyor. Kürdistan’ın ulusal egemenliğinin alacağı biçimleri şimdiden tahmin etmemiz mümkün değildir; ancak ayrılıktan yana değil de birlikten yana çözümler tercih ediliyorsa, öncelikle Kürdistanlıların güvenini kazanmak gerekir. Bu güveni sağlamanın en iyi yolu, kendi burjuvazimize karşı ulusal demokratik mücadelesinin savunulmasından geçmektedir. Kürt milliyetçiliğinin uzlaşmaz karşıtlarının unuttuğu bir gerçek daha vardır: Kürdistanlı ulusal akımların siyasi ve sosyal reformları esas alarak Kürdistan sorununa çözümler aramaları, Türk, Arap, Kürt ve İranlı işçi ve emekçi sınıflar ile Kürdistanlı kitleler arasındaki çıkar birliğini mücadele birliğine dönüştürme kapasitesine sahiptir. Hemen hemen her örnekte Kürdistanlı partiler demokratik hakları, 60

Sosyalist Düşünce Dergisi


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi federasyon gibi çözümleri savunurken ezen ulusların saflarında Kürdistanlıların ayrılma hakkını savunanların sayıları parmakla gösterilecek kadar azdır. Kürdistanlıların Türk, İran, Irak ve Suriye sosyalist devrimci hareketleri içinde yoğun bir şekilde yer almaları, özellikle Türkiye’de solun bel kemiğini uzun yıllardır Kürdistanlı kadroların oluşturması, mücadele ve işbirliği konusunda üzerine düşen görevi yerine getirmeyenlerin ezen ulusların devrimcileri ve demokratları olduğunu göstermektedir. Sınıf mücadelesi üzerindeki etkisi sanıldığından çok daha derin ve ciddi olan ezen ulusların şovenizminin aşılması için ana sorumluluk öncelikle bizlere düşüyor. Türk ya da Arap emekçileri Kürdistanlıların saflarında yer alarak, “Ben de Kürdistanlıyım” dedikleri zaman her iki ulusun ezilenlerinin mücadeleleri birleşerek kapitalist sistemi temellerinden sarsacaktır. Kürdistan ulusal mücadelesi sosyalist mücadele ile birleştiği zaman, uluslar arasındaki çatışmanın yerini sınıflar arasında bir çatışma alacak, Kürdistan devrimi ile Türkiye, Arap ve İran devrimleri birleşecektir. Bu birleşmenin katalizörü -tarihsel ve pratik sorumluluk öncelikle egemen ulusların temsilcilerine ait olmakla birlikte- işçi sınıfına ve ezilenlere dayanan devrimci partiler olacaktır. İleri sürdüğümüz devrimci alternatiflerin karşısında yer alan çözümler ya statükonun sürdürülmesi ya da Balkanlaşma şeklindedir. Egemen ulusların ezilenleri hakim sınıfların saltanatını yıkmak yerine Sezarların saflarında yer alarak Kürdistanlıların demokratik hak ve taleplerini reddederlerse, Balkanlaşmayı geçerli bir politika olarak benimseyen rejimler, bugün Irak’ta mevcut olan kaos ve trajediden çok daha büyük çapta felaketlerin kapılarını açmaktan çekinmeyeceklerdir. Kürdistanlı hareketlerin Kürdistan’ın bir ya da birden fazla parçasında Türk ya da Arap kitlelerin desteği olmaksızın ya da onların kısmi desteği ile başarıya ulaşmaları mümkündür. Bu türden bir gelişme yalnızca Kürtlerin, Türk ya da Araplar ile eşit düzeyde ilişkiler kurmalarının önünü açmakla kalmaz, aynı zamanda egemen ulusların ezilenlerinin geçmişin önyargılarından arınarak hareket etmelerini sağlayacağından devrimci bir potansiyele sahiptir. Güney Kürdistan’daki yönetiminin varlığının Türk devlet ve bürokrasi kademelerinde yarattığı değişim, eşit ilişkiler kurulduğu zaman, birlikte yaşamanın koşullarının da yaratılacağının ilk örneklerinden biridir. Kürdistan ulusal mücadelesinin devrimci karakteri hakkındaki tartışmamızı uzatabiliriz. Bunu yapmak yerine Kürdistanlı mücadeleyi Kürdistanlı akımları “emperyalizmin işbirlikçisi” oldukları gerekçesiyle reddedenlere değinmek daha doğru olacaktır. Bu suçlamaya sık sık eşlik eden diğer bir tespit de Kürdistan’ın “yeni bir İsrail” olacağı iddiasıdır. Bu iddiayı ele almadan önce bir uyarıda bulunalım: Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi, “bir yandan bölgedeki sömürgeci devletleri sarsarken diğer yandan da ABD emperyalizminin bölgedeki hâkimiyetinin artmasını sağlıyor” gerekçesiyle kendi burjuvazilerinin yanında yer alan “antiemperyalistlerin” kendi tarihlerinden ders almaları gerekir. Türk milliyetçiliğinin yukarıdan aşağı gelişimiyle Anadolu ve Kürdistan’da yüzyıllardır yaşayan Ermeni, Rum, Süryani ve Yezidi halkların kendi topraklarından sökülüp atılması birbirine paralel olarak gelişti. Gerek Osmanlı gerekse TC dönemlerinde soykırım, sürgün ve etnik temizlik girişimlerini meşru kılan söylem ezilen ulusların emperyalist ya da Türk düşmanı komşu devletlerle işbirliği yaptığı şeklinde idi. Türk Stalinistleri Şeyh Said isyanının arkasında İngilizlerin olduğu yalanını tekrarladıkları zaman yalnızca Kürdistanlıların acılarına sırtlarını dönmediler aynı zamanda işlenen katliamları meşrulaştırdılar. Kısacası, kendi tarihimiz içinde kurbanları suçlular olarak ilan etmenin bir aracı olan “emperyalizm işbirlikçiliği” suçlamaları antiemperyalizmin egemen ulus şovenizmini maskeleyen bir söylemi olma niteliğine sahiptir. Ancak, buradan yola çıkarak Kürdistanlı ulusal mücadelenin antiemperyalist bir karakteri olup olmadığını tartışmayı reddettiğimiz de düşünülmemelidir, Her şeyden önce bu yönde bir tartışma yararlıdır ve Kürdistan devriminin dinamiklerinin ve önündeki engellerin anlaşılmasını sağlamaktadır. Günümüzde, Kürtlerin, “emperyalizmin işbirlikçisi” oldukları şeklindeki suçlamalaBahar | 2010 -

61


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi rın hedefi öncelikle Barzani ve Talabani’nin temsil ettiği Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) ve Kürdistan Yurtseverler Birliği’dir (KYB). Her iki partinin de Irak’ın işgali sırasında ve sonrasında işgal yönetimine gönüllü bir şekilde katılmaları bu suçlamaların temelinde yatmaktadır. Güney Kürdistanlı burjuva partilerin, ABD, İngiltere ve AB ülkelerinin Saddam Hüseyin rejiminin arkasında olduğunu unutarak bu güçlere kurtarıcı misyonunu yüklemelerinin ve geleceklerini garantiye almak için Kürtlerin çıkarları ile bölgede emperyalist hükümetlerin çıkarlarının çakıştığını öngörerek hareket etmelerinin nedenlerine baktığımız zaman, ilk önce, Güney Kürdistanlıların Saddam Hüseyin rejimi altında soykırım teşebbüslerinin kurbanları olduğu ve sürekli olarak Türkiye, İran ve Suriye’nin tehdit ve saldırılarına uğradıklarını görüyoruz. Açıktır ki, Türkiye, İran ve Suriye’nin Kürtleri reddeden ve asimislasyonu esas alan politikaları KDP ve KYB’yi emperyalizmin kollarına doğru itmektedir. İkinci olarak Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini, bu mücadelenin Güney Kürdistan’daki karşıdevrimci burjuva liderliklerine indirgeyerek incelemek ve böylece, Kürdistanlı mücadelenin antiemperyalist potansiyelini yok saymak vahim bir hatadır. Tarihsel olarak ve günümüzde, genelde Batı ve ABD’nin Kürdistanlı ulusal mücadeleyi desteklemek gibi bir politikası olmadı. Emperyalist iktidarlar her zaman Kürt ulusal kurtuluş hareketleri karşısında bölgenin despotik devletlerini desteklediler. Güney Kürdistan’daki 1975 yenilgisi sonrası, ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in “hayır işleri ile devletin dış politikasının ayrı şeyler” olduğu şeklindeki sözleri unutulacak gibi değildir. 1991’de Saddam’ın Kuveyt’te yenilgiye uğramasından sonra meydana gelen Kürt ve Şii bölgelerindeki ayaklanmaları bastıran Saddam Hüseyin 300 bin Şii Arabı öldürdü; Saddam Hüseyin güçlerinin katliam planları hakkında hiçbir kuşkuları bulunmayan milyonlarca Kürdistanlının Türkiye ve İran sınırlarına kaçmaları Güney Kürdistan’ın önemli bir kısmının uluslararası koruma altına alınmasına neden oldu. Ancak, iddia edildiğinin aksine, 1991’den günümüze kadar uzanan süreçte ABD yönetimleri Kürtlerin bağımsızlığı bir yana federasyon taleplerini dahi desteklemekten kaçındı. Bu nedenle söz konusu olan, emperyalizmin “Truva atı” konumunda olan bir Kürdistan federasyonu değil, geleceği halen belirsiz olan ve savunusu hayati önem taşıyan federatif bir yapıdır. Emperyalizmin geleneksel böl ve yönet politikaları mevcut ‘’federasyonun’’ geleceğini garantiye almıyor aksine onun dayandığı temellerin altını oyuyor. Ayrıca, Kürdistan’ın diğer parçalarına, özellikle Türkiye ve İran’a baktığımız zaman 1980 sonrasında yaşanan yıkım ve katliamlara rağmen Kürdistanlı partilere herhangi bir destek verilmediği gibi onlara karşı işbirliği içine girildiğini ya da sessiz kalındığını görüyoruz. ABD, uzun yıllar Saddam Hüseyin rejimini destekleyerek bu rejimin varlık nedenlerinden biri oldu. Irak, 1980’li yıllarda 1 milyon insanın ölümü ile sonuçlanan İran’a karşı savaşı ABD ve Batı ülkelerinin desteği olmaksızın sürdüremezdi. Bu savaşın ana kurbanlarından biri Halepçe katliamı ve Anfal adı verilen soykırım girişimlerinin kurbanları olan Güney Kürdistanlılardı. Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgali sonrasında değişen KDP ve KYB değil de, kendi çıkarları doğrultusunda Irak’ın işgalini gerçekleştiren ABD oldu. Gerek KDP-KYB gerekse de PKK dâhil Kürdistanlı partilerin kendi savaşlarını sürdürürken, sonuçlarına bakmaksızın diğer sömürgeci devletler ile işbirliğine girmelerinin Kürdistan ulusal mücadelesi üzerindeki olumsuz etkileri tartışılmazdır. Ancak unutmamak gerekir ki Kürdistan’ın her parçasında bu politikaları reddeden sosyalist, milliyetçi, demokrat kesimler ve geniş bir kamuoyu vardır. Nitekim Talabani ve Barzani liderliklerini bu konuda en çok eleştiren ve onlara karşı mücadele eden yine bizzat Güney Kürdistanlılardır. KDP ve KYB’nin Türkiye ve ABD ile işbirliği, bağımlılık ilişkileri içine girilmesi ve Kürdistan’ın parçalarının birbirinden uzaklaşmasına neden olan ittifakları reddeden Kürdistanlılar yokmuş gibi eleştiriler yapmak etik olmayan bir tavrın ifadesidir. Bu politikaların Kürdistan devrimi perspektifinden eleştiri ve reddi ile gerçekte Kürdistan ulusal mücadelesinin meşruiyetini sorgulayan ve Kürdistan’ın bir ülke olarak parçalanıp ortadan kaldırılmasının sorumluluğunu şu ya da bu şekilde Kürdistanlılara yükleyen söylemlerin devamı olan eleştiri ve suçlamalar 62

Sosyalist Düşünce Dergisi


Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi arasında ortak bir yan yoktur. Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin Ortadoğu devrimi içindeki yerine baktığımızda Ortadoğu’nun en acil sorunlarından biri olarak çözüm bekleyen Kürdistan sorununun antiemperyalist devrimci potansiyelini görmemek mümkün değildir. Kürdistan ulusal mücadelesinin başarıya ulaşması halinde devrimci yangının Ortadoğu’ya yayılacak olması, ABD’nin Kürdistanlı güçlerin federasyon taleplerini desteklememelerinin nedenlerinden biridir. Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin başarıya ulaşması bir yandan ABD tarafından desteklenen TC’nin ve bölgedeki Arap rejimlerinin temellerinin sarsılmasına neden olurken, diğer yandan da İran ve Suriye’de devrimci bir dalganın yükselmesine ortam hazırlayarak Ortadoğu’da varlıklarını emperyalizme borçlu olan yönetimlerin yıkımını getirecektir. Her biri ayrı bir hapishaneyi andıran Arap rejimleri ve İran, ABD emperyalizmi ile birlikte yaşamlarının sonbaharındadırlar. ABD’nin Irak ve Afganistan’ı işgali sonucu kendisini içinde bulduğu çıkmaz bu gerçekliğin bir ifadesidir. Dünya kapitalizmi 21. yüzyılda yeniden şekillenirken ABD emperyalizmine dayanan gerici ve teokratik rejimlerin yıkılması kaçınılmazdır. Ortadoğu’da anti-emperyalizmin sözde sözcüleri olarak ortaya çıkan İran’ın ve İslami akımlarının ne sınıf yapıları ne de programları üstlendikleri misyonları tamamlamalarına izin vermez. Önümüzdeki dönemde İslami hareketlerin dışında işçi emekçi kitleleri kucaklayan devrimci partilerin doğması hem ihtimal dâhilindedir hem de kaçınılmazdır. Bu süreçte, Filistin ve Kürdistan devrimleri Ortadoğu’da belirleyici bir öneme sahiptir. Bu nedenle, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin savunusu enternasyonalizmin olmazsa olmaz bir koşuludur. Türk, Arap ya da İran sosyalistleri kendi burjuvazilerine karşı Kürdistan’ın kendi kaderlerini tayin hakkını, mevcut politik akımların milliyetçi ya da sosyalist olmalarına bakmaksızın savunurken aynı zamanda, Kürdistan işçi sınıfına ve ezilen sınıflara dayalı hareketlerin mücadelesini ve bu hareketlerle işbirliğini esas almalıdırlar. Yazımızın, “Kürdistan Devriminin Sorunları’’ başlıklı ikinci bölümünde, Kürdistan devriminde işçi sınıfı ve burjuvazinin rolü, KUKM ve mevcut politik partilerin bir değerlendirmesi ve sosyalist, işçi sınıfı ve emekçi sınıflara dayanan mücadelelerin değişik düzeylerde örgütlenmesinin gerekliliği, yukarıda vurguladığımız antiemperyalist ve antisömürgeci bir sosyal devrim bağlamında ele alınacaktır.

Bahar | 2010 -

63


Dosya

Ulusal Sorun

Abdürrahim Gümüştekin

Sorunun Teorik Zemini Ulus bir gerçek olduğu gibi, ulus olup da başka ulus devletlerin mandası, yarısömürgesi ve sömürgesi durumuna düşürülmesi de gerçek bir sorundur. Bu durum, kapitalist emperyalist ve kolonyalist sistemin varlığıyla alâkalıdır. Ulusal kurtuluş mücadeleleri, bu sisteme karşı bir başkaldırıdır. Ve Troçki’nin deyimiyle her ulusal kurtuluş mücadelesi içinde sınıfsal bir öz vardır. Ulusun Aşılmasının Yolu ve Koşulu Nedir? Entegrasyon ve asimilasyon, ulusun kendisini aşması olmadığına göre, bu sağlıklı bir yol değildir. Ulusun aşılmasının tek ve biricik yolu, bilmem hangi karışık işlemler ve karmaşık yöntemlerle başkalaştırılması değil, hele ki başka bir ulus kimliğine tabi kılınması hiç değil, bizzat kendisini yaşayarak, hiçbir yapay müdahaleye maruz kalmaksızın değişim dinamiklerinin yarattığı platforma girmesi ve küresel eğilime-yükselen paradigmaya uymasıdır. Ulusal Sorunun Teorik Tartışma Tarihi Bu tartışma elbette Marksizm’le başlamıştır; ama Lenin, bu tartışmayı teorik olarak derinleştirmiştir. Ancak tartışma hâlâ da sürüp geldiğine göre… Bu tartışmanın sürüp gitmesi, sorunun varlığından kaynaklanıyor; ama tartışmadaki karışıklık -süresiz sonuçsuz bir tartışma anlamında- çok çeşitli nedenlere dayanıyor. Maalesef sorunu yalnızca sınıfsal bakışlarla izah edemiyoruz; çünkü tarihsel ve kemikleşmiş kategorik yaklaşımlardan, çeşitli yerlerin farklı kültür ve fikri yapılarına dek uzanan nedenler çokluğundan söz edebiliriz. Burada denilebilir ki tarihsel ve kategorik yaklaşımlar da sınıfsal karaktere bağlıdır. Hayır, bu 64

Sosyalist Düşünce Dergisi


Ulusal Sorun tamamen ve tastamam böyle değildir; çünkü çok statik ve mekanik bir sınıfsal yapı olmadığına göre, her dönemde değişim dinamikleri, bizzat kendi sınıfsal ana karakter ve kimlikleriyle bir belirleyen ve yeni bir şey-örnek yapılandıran olarak ortaya çıkar. Mesela, Bolşeviklerin bu konudaki görüşleri hangi sınıf karakterine göredir diye sorulabilir? Hazır cevaplıların sesini duyar gibi oluyorum, ama öyle değildir; çünkü Bolşeviklerin konuyla ilgili hata ve yanlışlarını hangi sınıfsal yapıya bağlayabiliriz? Şimdi elbette proletarya diyebilir miyiz? Oysa Bolşeviklerin konuyla ilgili görüşleri, tarihsel bir yaklaşımdır, kemikleşmiş bir kategoridir. Hala Rusya’da ulusal sorun olduğuna göre, bunu nasıl yorumlayabiliriz? Her şeyi Stalin’in sapmalarına bağlayamayız. Kaldı ki Stalin nerden çıktı? Proletarya Zihniyeti Lenin’in tanımladığı, “proleter zihniyet” , tabii ki açık bir fenomendir; ama buna göre olgusal bir uyumluluk da olmalıdır. Bu konuda Lenin ve Troçki pozitiftir; ama diğer Bolşevikler? Bolşeviklerin kendi içinde farklı görüşlere sahip oldukları aşikârdır. Mesela, Lenin ile Stalin’in meseleyle ilgili görüşleri eğer çok bir olsaydı, devrimden sonra ikisi arasında çok ciddi tartışmalar yaşanmazdı. Özellikle devrim sonrasında Lenin’in Son Yazılar, Son Mektuplar1 isimli kitabında ortaya koyduğu yaklaşım ve mantık ile Bolşeviklerin yaklaşım ve mantığının çok örtüşmediğini vurgulamamız gerekiyor. Bolşevikler, Lenin’in konuyla ilgili görüşlerini, mantığını ve yaklaşımını çok anlayamadılar, özümseyemediler, Stalin’in kaba mantığı ve yaklaşımı düzeyinde kaldılar. Zaten Stalin’in Lenin sonrasında SBKP’de hâkimiyet kurmasını ve katı bir otorite olmasını bunun dışında ve uzağında sebeplerle izah etmek çok gerçekçi değildir. Ulusal sorun ile ilgili Lenin’in yalnızca devrim öncesi dönemle sınırlı görüşlerini değil, devrimden sonraki görüşlerini -aslında özeleştirisini- esas alarak söylersek, Lenin’in hâlâ ulusal mesele teorisinde ileri ve etkin bir yerde olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Biz hala Lenin’in “ulusların kendi kaderini tayin etme” ilkesini ne kadar doğru yorumluyoruz acaba? Konuyla ilgili yorumumuz-tezimiz nedir? Proletarya Yaklaşımı İşçi sınıfı, diğer sınıf ve ara tabakalar gibi pragmatik değil, karakteri gereği daha eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratiktir. Dolayısıyla sorunlara daha doğru ve gerçekçi yaklaşmaya yakın ve yatkındır. Mesela; ezen ülke proletaryası, ezilen ülke proletaryasını ezmek istemesi şurada dursun, onu kendine tabi kılması, gölgesine alması bile söz konusu olmaz; çünkü proletarya sınıf olarak en ezilen, en sömürülen sınıftır. Dünya onun omzunda dönmekte, o bunun bilincine vardığında her türlü sömürü biçimine ve haksızlığa karşı çıkar. Buna koşut olarak insanlığın nihai kurtuluşunu kurgulamaya başlar. Aynı şekilde ezilen ülke proletaryası, ulusal soruna sahip çıkıp ulusal kurtuluş mücadelesine önderlik ederken, kapitalist emperyalist sistemin neme nem olduğunu daha bir bilince çıkarır ve mücadelenin anti-kapitalist yönüne daha bir önem verir. Dolayısıyla ulusal kurtuluş mücadelesi ile sınıf mücadelesi arasındaki ilişki organikleşir. Bu zihniyet ve yaklaşımla enternasyonalizme varılır. Nasıl ki ezen ülke işçi sınıfı, enternasyonal örgütte kendini doğrudan temsil ederek yer alıyorsa, ezilen ülke işçi sınıfı da öyle enternasyonal örgütte kendini doğrudan temsil ederek yer alır. Aksi halde ezilen ülke sömürge işçi sınıfını, ezen ülke işçi sınıfına katarak ve/veya ona tabi kılarak enternasyonalize etmek mümkün değildir. Bu negatif bir yoldur ve bunda ısrar edilmesi, malum tarihsel sapmanın ısrarla sürdürülmesi anlamına gelir.

1

Ekin Yayınları, İstanbul, 1975. Bahar | 2010 -

65


Ulusal Sorun Ulusların Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı Bu belirlemenin anlamı çok açıktır; ama tartışılarak bitirilen bir konu olmadığını yukarıda vurguladık. Daha çok tartışılacağa da benziyor. Marksistler, eğer bu belirlemeye bir ilke olarak bakıyorlarsa –ki öyledir- sorunu daha doğru yorumlamaları da daha bir mümkün; ancak kendine her Marksist diyenden de bunu bekleyemezsiniz; çünkü Marksizmin yorumu da yeknesak değil, olamaz da. Tabii burada bir doğru ve doğruya daha yakın kategoriler vardır. İşte burada mesele doğruyu bulmaktır. Ulusların kaderinden neden söz ediyoruz? Çünkü henüz kaderini tayin etmeyen, bir çeşit boyunduruk (sömürge, yarısömürge veya çeşitli biçimlerde bağımlı) altında olan uluslar var. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkından Ne Anlıyoruz? En evvel bunun bir hak teslimi olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Ulusun istediği gibi kaderini tayin etme hakkıdır bu. İster ayrı devlet kurar, ister ölçü, kural ve yasaları hak eşitliği temelinde belirlenen, bileşenlerden birinin diğerine göre, ne üstünlüğü, ne etkinliği, ne de farklılığı olan, tamamen eşit, özgürlükçü ve demokratik bir federasyon veya konfederasyonda kalmayı tercih eder. Ulusun kaderini tayin etmesi bu düzeyi zorunlu kılar. Aksi halde bağımlı kalma veya özerklik isteme ulusun kaderini tayin etmesi değil, çok çeşitli nedenlerle atıl bir zeminde kalmayı mecburen kabul ederek durumunu iyileştirme isteğidir bu. Bu, yalnızca ulusun kendi kaderini tayin etme doğrultusundaki bir çaba olarak yorumlanabilir, hepsi o kadar. Ezen Ulus Marksistlerinin Yaklaşımı Ne Olmalıdır? Eğer, ezen ulus Marksistleri, ulusun kendi kaderini tayin hakkını koşullara bağlıyorsa, bilin ki burada bir sapma var; çünkü öncelikle her ulusun kendi kaderini tayin etme hakkını tanımak lazım, siz bu hakkı tanımadan şu veya bu koşuldan söz ediyorsanız, zaten ulusun kendi kaderini tayin etme hakkını ihlal etmiş oluyorsunuz. Veya bu hakkı tanıdığınızı söylemenize rağmen, ulusun kendi kaderini tayin hakkını şu veya bu koşula bağlıyorsanız, bu durumda da söz konusu hakkı ihlal etmiş oluyorsunuz. SBKP, Sovyet Rusya’daki ulusların kendi kaderini tayin etmesini, o ulusların isteklerine değil, kendi istedikleri koşullara bağlamışlardı. Kendilerinden ayrılmak isteyen ulusları emperyalizmin işbirlikçisi olarak niteliyordular. Dolayısıyla her kim ki, efendim biz de ulusun şu biçim ve şartlarda ayrılmasını, ayrı devlet kurmasını tasvip ederiz, aksi halde “emperyalizmin işine yarayacak –aslında buradaki deyim şu; emperyalizmin kollarına atılacak- şekil ve şartlarda ulusun ayrılmasından yana değiliz, buna karşıyız” diyorsa, kesinlikle o, bu konuda samimi değil, sapma içindedir. Kendi sapkınlığına kendinden menkul gerekçeler uyduruyordur. Mesela; geleneksel Türk solunun çeşitli grupları, FKÖ’nü desteklemek için yarışa giriyorlar; ama KDP ve YNK’e ateş püskürüyorlar! Şimdi bunu nasıl anlamak, nasıl yorumlamak lazım? FKÖ, Marksist miydi? Amerika ile ilişkisi yok muydu? Hatta şimdi FKÖ’nün Amerika’yla ilişkisi ile KDP ve YNK’nin Amerika’yla ilişkisi arasında ne fark var? FKÖ, emperyalizmin yanına, KDP ve YNK de kollarında mı yoksa? Kürdistan’ın bağımsızlığından, ayrılmasından söz edildiğinde, söz eden her kimse, ne mantıkla, ne amaçla, nasıl bir fikirle söz ediyorsa etsin, Geleneksel Türk Solu’nun milliyetçi yakıştırmasından kurtulamaz. Galiba bu da, Türk Solunun ihtiyarlık hastalığıdır. Umarım Türkiye’deki Troçkistler, bu amansız hastalığa kapılmazlar.

66

Sosyalist Düşünce Dergisi


Ulusal Sorun Ezilen Ulus Marksistlerinin Yaklaşımı Ne Olmalıdır? Eğer ezilen ulus Marksisti, ulusun kaderini doğru bir temelde belirlemesini istiyorsa, ülke proletaryasının öncü örgütü olmasını önüne koyması ve işçi sınıfını, sınıf olarak –diğer sınıflardan bağımsız- örgütlemeyi esas alması gerekiyor. Çünkü biliyoruz ki ulusal kurtuluş mücadelesine hangi sınıf ideolojik-politik damgasını vurursa, ulusun kaderini kendi çıkarları doğrultusunda belirler. Dolayısıyla politik mücadeleye hangi sınıf önderlik ederse, ulusal bağımsızlık ve özgürlüğün biçim ve niteliği ona göre belirlenir. Bu anlamda Kürdistan sorunu, eğer sınıfsal temelde ele alınmazsa, burjuvazinin ve/veya karma sınıfların şekilsiz fikirlerine kalırsa, bırakın ulusun şu veya bu şekilde bağımsızlığını alması, belirsizlikler içinde bocalar durur. PKK’nin şimdi yaşadığı durum, buna örnektir. Keza KDP ve YNK’nin durumları da farklı değildir. Zaten bütün bir tarihsel gelişimin yarattığı fırsat ve imkânlara rağmen, hâlâ Kürdistan’ın sömürge zincirini kıramaması bununla açıklanabilir ancak. Kürt burjuvazisinin ulusal kurtuluş mücadelesine önderlik etmek gibi ne bir fikri, ne de cesareti var; çünkü sömürgeci devlet pazarını kendi ulusal pazarından daha varsıl buluyor ve dolayısıyla kendini burada palazlandırmaya bakıyor. Bir de eldeki mevcut sermayesini sömürgeci devlet ile çatışmaya girerek riske atmak istemiyor. Dolayısıyla Kürt sermayedarları, sömürgeci sermaye sınıfının bir parçası olma eğilimindedirler. Bu yüzden Kürdistan’ın ulusal bağımsızlığı ve özgürlüğü Kürdistan işçi sınıfının durumuna göre hareket ve nitelik kazanacaktır. Güney Kürdistan’daki gelişme ve düzey, bağımsızlık ve özgürlük doğrultusunda azımsanmayacak adımlar olarak nitelemek gerek; ancak bağımsız birleşik Kürdistan (bunu Pan-Kürdist bir fikir olarak niteleyenler, hiç kuşkusuz ulusun kendi kaderini tayin etmesine negatif bakıyorlar) hedeflenmediği gözden kaçmıyor. Bunlar, aza kanaat ediyorlar, ama bu akıl ve fikirle çoğu bulamazlar. Kürt yurtseverleri de, bizim işçi sınıfından söz etmemizden rahatsızlık duyuyor. Sınıftan, sosyalizmden söz edilmesini ulusal mücadeleyi bölme olarak niteliyor. Bir de Kürtlerin dini nedenlerle sosyalizme çok karşı olduğunu ilave ediyorlar. Bu hiç iyi niyetli ve gerçekçi bir niteleme değildir. Çünkü burjuvazi değil, proletarya toplumun çoğunluğu içindeki bir bileşendir. Burjuvazi tek başına bir azınlıktır. Bir de Kürtler de, dünyadaki diğer halklar gibidir, onlardan daha fanatik yönleri yoktur, aksine Kürtler az da olsa hoşgörülüdür. Sapmalar ve yanlışların sürekliliği altında sarsılmış beyinlerin yönetimine ve yaratıcılığına kalmış bir politik mücadeleden verim ve sonuç almak çok güç tabii; ama tarih, her ne kadar silahların ve orduların gölgesini aşmamışsa da üstümüze doğru karanlık getirmiyor, aksine ufuklarımızı aydınlatacak çok materyal taşımaktadır.

Bahar | 2010 -

67


Dosya

Rizgarî’nin Sosyalist Hareket ve Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri Üzerine Bir Deneme

Recep Maraşlı

Ülkemizin, toplumumuzun oldukça dinamik bir siyasal yaşamı var. Son otuz yıl içerisinde gerek sosyalist siyasal mücadele ve gerekse ulusal kurtuluş hareketi alanında pek çok örgütsel yapı, hareket veya akım ortaya çıktı, gelişti, güçlendi veya zayıflayıp sahneden çekildi. Kimi zaman oldu ki ideolojik ve siyasal bölünmelerin hızı içinde, kimin, neden, nasıl birbirinden ayrıldığı tanınamaz hale geldi. Günümüzde bunların bir kısmı hem ideolojik hem örgütsel yapılar olarak transformasyona uğramış durumdalar; bir kısmı gelenek ve iddialarını sürdürme çabası vermekle birlikte krizlerini aşabilmiş değil; bir kısmı ise artık kimse tarafından hatırlanmıyor bile... 70’li yıllardan 2000’lere uzanan bu yoğun siyasal hareketlilik içerisinde çeşitli roller üstlenen bu yapıların irdelenmesi, hem bugünü açıklamaya yarayacak önemli veriler sunabilir, hem de sosyalist hareketin küresel ölçekteki siyasal ve örgütsel krizlerinin aşılması bakımından bu deneyimlerden yararlanılabilir. 70’li yılların sonuna doğru Rizgarî1 dergisi etrafında kümelenen; 80’li yıllarda “Kürdistan Komünist Partisi İnşa Örgütü” [KKP-İÖ] olarak; 90’yıllarda ise “PRK/ Rizgarî”2 adıyla ve programını yenilemiş olarak devam eden siyasal hareket ve örgütlenmenin incelenmesi de bu bağlamda yararlı veriler sunabilir. Kürt ulusal demokratik hareketini sadece PKK veya onun yasal düzeyde temsilciliğini yapan partilerden ibaret zanneden, ondan öncesini ve onun dışındaki yapılanmaları bilmeyen günümüz kuşakları için de bir tarihsel ilgi uyandırabilir. Bu makale bir “Parti Tarihi” anlatma çabası olmak1 Kürtçe, [Kurmanci] “Kurtuluş” anlamına gelmektedir. 2 PRK - rizgarî; “Partiya Rizgarîya Kurdistan = Kürdistan Kurtuluş Partisi”, kısaca “Rizgarî” olarak anılmaktadır.

68

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri tan özellikle kaçınacaktır. “Parti Tarihi” kavramı sosyalist literatürde, bürokrasilerin “resmi tarih, resmi ideoloji” oluşturma süreçlerini anımsatan netameli bir içerik taşıyor. Sonraki yıllarda eğer iktidara gelme ve iktidarda kalma başarılırsa “Parti Tarihleri” dogmalarla tahkim edilmiş resmi tarihlerin temel taşı olmaktadır. Kuruluşu da dâhil olmak üzere Rizgarî hareketinin içinde olan biriyim. Örgütün çeşitli kademelerinde ve sorumluluk mevkilerinde görev yaptım. Kendi siyasi hareketi veya örgütü hakkında tarihsel bir metin denemeye kalkışmanın birçok risk taşıdığının farkındayım. Kendi kişisel tarihimin de çok büyük bir bölümünü kapsayan bu süreçle ilgili olarak arama nesnel bir mesafe koymak oldukça zor olabilir. Daha başından okuyucuyu bu yanıyla uyarmakta fayda görüyorum. Yine de böyle bir metin için beni cesaretlendiren şeyler de var: İlki, şu anda ve yaklaşık 7-8 yıldır örgütün dışındayım; örgütsel bir konumu savunmak ve sürdürmek adına düşülebilecek yanlılıktan, duygusallıktan kaçınmak için epeyce bir mesafe kazandığımı düşünüyorum. Diğeri ise bizi ne kadar acıtırsa acıtsın nesnel bilgiye olan saygıma güveniyorum. Tabi yine de okuyucu bu satırların kendisini de anlatan birine ait olduğunu sürekli hatırda tutmalıdır derim. “Önce” Neler Vardı? Yakın dönem Kürdistan tarihi söz konusu olduğunda bunun hemen hemen “PKK ile bağlantılı bir tarih” olarak ele alındığı birçok metin bulunuyor. Bu metinlerin ortak noktalarından biri de “PKK’nin öncesi” bulunmadığıdır. “Öncesizlik” iddiaları hem Kürdistan gerçekliğine, hem de tarihin mantığına aykırıdır. Hiçbir olgu tarihe “vahiy” yoluyla girmez... Her şeyin mutlaka kendisini var eden bir öncesi, önkoşulları vardır ve bir “sonrası” da olacaktır. Ve yine her olgunun kendisini diğerlerinden, öncekilerden/ sonrakilerden ayırt eden niteliksel özellikleri vardır. Yakın tarihimizi tanımlamak için ne Rizgarî’yi ne PKK’yi ne de bir başkasını “milat” almaya ihtiyaç yoktur. “Önce neler vardı?” diye sorarken herhangi bir tarihten gidebildiğimiz kadar geriye gidebiliriz. Sadece belirli bir örgütsel yapı ve onunla bağlantılı olarak tarihi izah etmeye çalışmak bir yana, coğrafyamızın çok uluslu, çok kültürlü, çok dinli heterojen toplumsal yapısı, süreçlerin sadece tek bir etnik çatışma çerçevesinde anlaşılamayacağını ortaya koyar. Bu vizyona fetih, işgal, çöreklenme ve yurt edinme süreçleri de dâhil olmak üzere çok yönlü siyasal çatışmaları ve sınıf mücadelelerini de eklemek gereklidir. Ermeni tarihi bilinmeden Kürt tarihinin, Süryani tarihi bilinmeden Ermeni tarihinin, Yunan tarihi bilinmeden Ön Asya’nın ve bütün bunlar bilinmeden de Türk egemenliği tarihinin anlaşılamayacağını düşünüyorum. Bir diğerini ihmal eden, görmezden gelen veya sadece “düşman”, “öteki” kategorisinde ele alan yazımların sürecin bütünün görülmesini engelleyeceğini düşünüyorum. Söz gelimi 70’li yıllarda “sosyalist mücadele” ile “ulusal kurtuluş” mücadelesinin ilişkileri konusunda, onların sınıfsal önderlikleri ve tabanlarının eğilimleri arasındaki ilişkileri tartışırken Ermeni Taşnak ve Hınçak partilerinin pratiğinden tamamen habersiz oluşumuzun ne denli büyük bir eksiklik olduğunun çok sonra farkına vardım. Gerilla mücadelesinin “kırlardan kentlere doğru” mu yoksa “kentlerden kırlara doğru” mu yapılacağı, silahlı mücadelenin siyaseti hangi açılardan beslediği veya sıkıştırdığı konularını tartışırken; Latin Amerika, Asya veya Afrika’dan harıl harıl modeller ararken; aynı devlet aygıtına karşı mücadele etmiş, aynı topraklarda ve aynı toplumsal doku üzerinde gelişmiş olan “Balkan komitacılığı” veya “Ermeni fedai örgütlenmeleri”nden hiçbir haberimizin olmayışı gerçekten traji-komik bir durumdur. Halbuki bu bilgiler ve belirlenimlerin bilincinde olmak bir çok şeyin tekrarından, yanıltıcılığından, tuzaklarından bizi koruyabilirdi. Bahar | 2010 -

69


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri Türk Solunun da kendi tarihini “Mustafa Suphi ve yoldaşları” efsanesinden geri götürmeyip, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki birçok modern düşünce akımının gelişmesine öncülük etmiş Rum, Ermeni, Bulgar birçok yerli halkın aydınlarını ve örgütlenmelerini es geçmiş olması da benzer bir “öncesizlik” hastalığına işaret ediyor. Feodal Direnmeler Kürt halkı “silahı”, “isyanı” ve “dağları” hep sevmiştir. Kürdistan tarihi silahlı direnişler, isyanlar ve katliamlarla doludur. Resmi tarih bunların tümünü birden “ayaklanma”/”isyan” olarak tanımlar. Kürt tarihçi ve politik yapıları ise tuttukları pozisyonlara göre; eğer Kürtlerin sürekli bir savaşım içinde oldukları ve hiç boyun eğmedikleri iddiasındaysalar hepsini “isyan, başkaldırı” veya “serhıldan” olarak; eğer Kürtlerin sürekli ezildikleri ve zulme uğradıklarını savunacaklarsa hepsini “direnme” veya “katliam” olarak tanımlama eğilimindedirler. Aradaki önemli tanım ve nitelik farkları çoğunlukla propaganda ve ajitasyon diline kurban gitmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Tanzimat sürecinde, 1500’lü yıllardan o zamana kadar özerk bir yaşam sürdürmüş olan Kürt Beyliklerini merkezi otoriteye bağlamak için yürüttüğü birçok askeri sefer vardır. Bunların bazıları başarılı, birçoğu ise başarısız olmuştur. Tüm 19. yüzyıl boyunca (1806–1878) meydana gelen bu çatışmaları Kürt siyasi tarihi açısından feodal nitelikli direnmeler dönemi olarak tanımlamak mümkündür. Osmanlı Merkezi Otoritesiyle İttifak “Bavê Kurdan”3 Sultan Abdülhamit ise kendi iktidarı döneminde (1878-1908) farklı bir politika izleyerek Kürt beyliklerini yeniden kazanma yoluna gitti. Onların yerel otoritelerini güçlendirdi; “Hamidiye Alayları” adı verilen özel birlikler oluşturarak hem gelişen Ermeni ulusalcılığını engellemeyi, hem de aşiretlerin merkezi otoriteye daha güçlü bağlanmalarını amaçladı. Osmanlı yapısını korumak için yerli Hıristiyan halkları öteleyen bir İslam ekseni oluşturmaya çabalıyordu. Kürt egemen sınıfları ile Osmanlı yönetici sınıfı arasındaki bu ittifak, İttihat ve Terakki döneminde devam etti. Kemalist iktidar, 1919–23 döneminde Osmanlı topraklarının Türk ulus devletine çevrilmesi sürecinde de bu ittifaktan yararlandı. Bu zaman aralığında çeşitli Kürt örgütlenmeleri ortaya çıkmış, kültürel talepler dile getirilmeye başlanmışsa da merkezi otorite ile bir çatışma değil bir uyum arayışı söz konusudur. Kaldı ki, Osmanlı devleti Ermeni ve Süryanilerin tasfiyesinde bu ittifaka yaslandığı gibi Simko hareketini Asurilere ve İran’a, Berzenci hareketini ise İngiltere’ye karşı desteklemekteydi. Kürt aydınlarının, ulusal örgütlenmelerin4 ve bazı feodal önderliklerin merkezi otorite ile kopuşmaya başlamaları Türk ulus devletinin kurulmaya başlamasıyla birlikte söz konusu olmuş; çatışmalar, direnme ve isyanlar bu süreçle birlikte ortaya çıkmıştır. Ulusal Başkaldırı ve Direnmeler Modern anlamda talepleri ve duruşu itibariyle ulusal nitelikleri olan ilk Kürt isyanı 3 “Bavê Kurdan = Kürtlerin babası 4 Bilenen ilk Kürt örgütlenmesi Osmanlı İmparatorluğunda, 1908 yılında Şeyh Abdülkadir ve Emin Bedirhan Beyler tarafından kurulan “Kürd Teavün ve Terakki Cemiyeti”dir. Cemiyet Kürt toplumunun eğitim, öğrenim ve toplumsal gelişmesi için çabayı esas almaktaydı. 1918 yılında başkent İstanbul’da Kürt aydın ve önde gelen şahsiyetleri tarafından kurulmuş olan “Kürdistan Teali Cemiyeti” ise politik amaçları olan bir cemiyettir. Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde Kürtler için özyönetim haklarını savunmaktaydı. Cemiyetin başkanı aynı zamanda Osmanlı Ayan üyesi olan Seyit Abdülkadir’dir.

70

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri 1919–21 Koçgiri hareketidir diyebiliriz.5 Koçgiri bölgesindeki Zaza ve Alevi Kürt aşiretler 1919–22 yılları arasında Kemalist Ankara hükümetine karşı savaşarak, ulusal haklarının tanınmasını talep ettiler. Hareket iç bölünme ve yeterli destek görmemesi nedeniyle yenilgiye uğradı. Dersim’deki Kürt aşiretlerin önderleri sonuçta Ankara hükümetini desteklediler 1925”Şeyh Said ayaklanması”, özünde “Azadî” örgütü tarafından hazırlanmış geniş ölçekli bir ulusal isyan hareketiydi. Örgütsel bağları ve önderliğinden kopartılarak erken “patlaması” sağlanılmış; isyan direnişe, direniş de yenilgi ve katliama “tedip ve tenkil” e dönüşmüştür. Aralarında Osmanlı ordusunda görev yapan Kürt kökenli subayların da bulunduğu, Kürt aydın ve yerel önderlerince kurulan Azadî Cemiyeti (Hizbê Azadîya Kurdistan), Ankara hükümetini Kürt ulusal haklarını tanımaya zorlamak için genel bir hareket planladı ise de hazırlıkların istihbaratını alan hükümet Cibranlı Halit Bey gibi hareketin önde gelen isimlerini tutuklamaya başladı.6 Bunun üzerine 1924 yılında Beytüşşebap’ta Nasturilere karşı yok etme hareketi yürüten ordu birliklerindeki aralarında General İhsan Nuri’nin de bulunduğu Kürt subaylar isyan ederek dağa çıktılar.7 Önderleri dağıtılmış olmasına rağmen isyan bölgesini ele geçirmek isteyen hükümet birlikleri ile isyancı aşiretler arasında çatışmalar oldu.8 1925’te Piran’da başlayan isyan sonucu Kürt birlikleri Elazığ ve Diyarbekir başta olmak üzere birçok kent ve kasabayı ele geçirdiler. Ne var ki sonuçta Türk ordu birlikleri kanlı biçimde isyanı bastırdı. Harekâtın önde gelen isimlerinden Şeyh Said’le beraber 49 kişi “İstiklâl Mahkemeleri”nde yargılanarak idam edildiler. İsyan bölgesindeki birçok aşiret batı bölgelerine sürüldü.9 1927 Ağrı, “Xoybûn”10 cemiyetinin örgütlediği, bir ulusal ayaklanmadır. Sınır ötesine çekilmiş olan direnişçi ulusal önderler tarafından kurulan ve Ermeni hareketiyle de ittifak kurmaya çalışan “Xoybûn” Örgütü 1927’den başlamak üzere Ağrı bölgesinde geniş çaplı bir ulusal hareket örgütlemeye çalıştı. Ağrı Dağı civarında “Ararat Cumhuriyeti” adıyla bağımsız bir yönetim kurulduğu ilan edildi. Ordu birlikleriyle birçok çatışmalar meydana geldi. Türk hükümeti Zilan, Oramar, Tendürek gibi yörelerde kitle katliamları gerçekleştirerek hareketi engellemeye çalıştı. Türk ordusu Ağrı’ya yönelik 3. harekâtında İran devletiyle yapılan antlaşmalardan da yararlanarak isyanı bastırdı. Burada birçok kitle katliamı yapıldı ve isyancı aşiretler batı bölgelerine sürgün edildi.11 1938 Dersim’de ise herhangi bir ayaklanma söz konusu değildir. Türk Devleti son olarak Osmanlı döneminden beri özerk bir bölge olarak varlığını koruyan Dersim’e gözlerini dikmişti. Dağlık bir arazi olması dışarıdan girilmesini engelleyen bu bölge yüzyıllarca özgün etnik kültürel yapısını korumuştu. Devlet “Şark Islahat Planı” adı altında bölgeyi tümüyle etnik arındırma sürecine tabi tutmak istiyordu. 1935 yılında “Tunceli Kanunu” adıyla özel bir yasa çıkarıldı. Dersim’in üzerine askeri operasyonlar düzenlendi. Dersim aşiretleri 1937-38’de bir yıldan fazla bu saldırılara karşı direndi5 Koçgiri Halk Hareketi, Komal Yayınları, 1976, Ankara. 6 Hasretyan, M. A.- Ahmad, K. M.- Cıwan, M.; 1925 Kürt Ayaklanması (Şeyh Sait Hareketi); Jîna Nü Yayınları, Uppsala, Sweden 1985. 7 Gündoğan, Cemil; 1924 Beytüşsebap İsyanı ve Şeyh Sait Ayaklanmasına Etkileri”, Komal Yayınları, İstanbul 1994. 8 Bruinessen, Martin Van, Şeyh Sait Ayaklanması’nın Dinsel ve Etnik Nedenleri, çev. Levent Kafadar, Birikim, 32, Aralık 1991. 9 Kahraman, Ahmet; Kürt İsyanları, (Tedip ve Tenkil), Mezopotamya Yayınları, 2001, Köln. 10 Xoybûn - (Ciwata Serxwebuna Kurd), 1927 yılında Lübnan’da Sınır ötesine çekilmiş olan Azadi Cemiyeti üyeleri ve diğer parçalardaki önde gelen şahsiyetlerle birlikte kuruldu. Kürdistan’ın bağımsızlığını, parçalarda ortak mücadeleyi ve Ermeni hareketiyle dayanışmayı esas alan örgüt, Ağrı bölgesinde geniş çaplı bir ulusal hareket örgütlemeye çalıştı. 11 Nuri, İhsan; Ağrı Dağı İsyanı; Med Yay., İstanbul, 1992. Bahar | 2010 -

71


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri lerse de, devletin kitle katliamlarına yönelmesi sonucu direniş kırıldı. Ordu mağaralara sığınan sivil halka karşı zehirli gaz kullanmış, sivil yerleşimleri havadan bombardıman etmişti.12 90 bin kişinin hayatını kaybettiği Dersim’i “tedip ve tenkil harekâtı” bir jenosittir.13 Bunlar dışında Türk resmi tarihinin iddia ettiği tüm “isyan” ve “ayaklanmalar” özünde Kürdistan’ı yeniden işgal etme politikaları sonucu lokal alanlarda yaşanmış olan direnmeler veya düpedüz katliam hareketleridir. O halde sorun, Kürt ulusunun “silaha sarılmadığı” ve “isyan etmediği/ direnmediği”nde değil, bu isyanların neden bu kadar çabuk söndürülebildiğindedir. Birçok çevresel faktörle birlikte belirleyici olan önderlik ve örgütlenme sorunudur. Doğu’da ve Güney’de... Doğu ve Güney Kürdistan’da sürekli bir askeri örgütlenme ve silahlı mücadele olagelmiştir. “Peşmerge” bu sürecin temel bir öznesidir. 1943’te Irak yönetimine karşı isyan eden Barzaniler, İngilizlerin desteğini alan Irak ordusu tarafından bastırılınca, Mustafa Barzani, önderliğinde 10 bin kişiyle birlikte Kasım 1945’te İran’a sığındılar. Burada KOMELA14 örgütünün Irak Kürdistanı’ndaki kolu olarak Rizgarî örgütünü kurdular. 1939’da Şeyh Mahmut Berzenci’nin yardımcısı Refik Hilmi öncülüğünde Süleymaniye’de kurulan ve KOMELA ile işbirliği antlaşması yapmış olan Hêwî örgütü de kendisini feshederek Rizgarî’ye katıldı. Ağustos 1944 yılında diğer bir Kürt örgütü olan Hêvi ile Dılanbar Dağı’nda Peymana Sêsinor anlaşması (“Üç Sınır” anlaşması) imzalandı. Kürdistan haritası ve bayrağı belirlendi. Bu anlaşma Türkiye-İran ve Irak devletlerinin sınırlarının birleştiği noktada ve bu devletlerin Kürdistan üzerindeki egemenliğine karşı Kürt ulusal mutabakatını kararlaştırdığı için Kürt özgürlük mücadelesi açısından önemli bir yer teşkil eder. Ekim 1945’te adını Kürdistan Demokratik Partisi-İran (KDP-İ) (Partîya Demoqratî Kurdistan -Îran) olarak değiştiren parti, II. Dünya Savaşı sonrasında İran’daki rejim değişikliği mücadelesinde ve 1946’da Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin kuruluşunda aktif rol aldı.15 II. Dünya Savaşı sonrasının konjonktüründe Doğu Kürdistan’da Mahabad’da kurulan Kürt Cumhuriyeti sadece 11 ay yaşayabildi. 1946 yılının sonunda İran birliklerince işgal edildi. Cumhurbaşkanı Qadi Mihamed ve arkadaşları idam edildiler. 1942 yılından beri çeşitli Kürt komitelerinin etkin olduğu ve yerel iktidarlar oluşturduğu Mahabad bölgesinde 1945 yılında kısa süreli de olsa bağımsız bir Kürdistan devleti kurulmuş olması Kürt kültürünün gelişimi ve Kürt özgürlük mücadelesi açısından önemli bir noktadır. Yakın Kürdistan tarihinin en etkili Kürt liderlerinden biri olan Barzani, Mahabad Cumhuriyetinin yıkılması ardından silahlı gruplarıyla beraber o dönemki SSCB’ye sığınarak 10 yıl burada kaldı. 1958 yılında Irak’ta Emir Faysal yönetiminin General Abdüssalam Arif tarafından devrilmesi ardından Kürdistan’a dönerek yeni yönetime Irak’ta demokratik bir rejim ve federasyon kurulması için destek verdi. Ancak BAAS yönetimleri Kürdistan’a vermeyi taahhüt ettikleri özerklik vaatlerini yerine getirmeyince PDK16, 1961 yılında merkezi yönetime karşı silahlı mücadele 12 Kahraman, Ahmet; 2001. 13 Beşikçi, İsmail; Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi, Belge, İstanbul, 1990. 14 KOMELA (Komeleyê Jiyanêwê Kurdistan / Kürdistan Diriliş Topluluğu), 16 Ağustos 1943’te İran yönetimi altında bulunan Mahabad’da kuruldu. 15 Kadri Cemil Paşa (Zinar Silopi); Doza Kurdıstan (Kürdistan Davası), Beyrut,1969,-1989, Kürdistan Press, Stockholm. 16 PDK / Partîya Demokrata Kurdistan a Irak - PDK-I (Kürdistan Demokrat Partisi - Irak) 1946

72

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri başlattı. Kısa sürede Irak’ın kuzeyinde bulunan Kürdistan bölgesinin tümüne egemen oldu. 1970 yılına kadar çeşitli ateşkesle birlikte aralıksız süren mücadele bu tarihte BAAS yönetimiyle “Kürdistan’a otonomi” antlaşması imzalanması üzerine sona erdi. Ne var ki antlaşma 3 yıl boyunca sürüncemede kalınca 1973 yılında savaş yeniden başladı. Bu savaşta PDK bazı ödünler karşılığı İran yönetimi tarafından desteklenmekteydi. 1975 yılında İran ve Irak Cezayir Antlaşması ile aralarındaki sorunları çözünce, İran yönetimi desteğini çekti ve PDK ağır bir yenilgiye uğrayarak, ülke dışına çekilmek zorunda kaldı.17 1975 yenilgisi sonrasında Irak Kürdistan Demokrat Partisi’ndeki bölünme derinleşti. Baba Barzani’nin ABD’de ölümü, Talabani önderliğindeki YNK’nin18 güç kazanmasıyla iki örgüt arasında “Brakujî”19 denilen çatışmalar yaşandı. Keza Doğu Kürdistan’da da İKDP20 ve Komala21 vb. örgütler, İran sömürgeciliğine karşı sürekli mücadele içinde oldular. 1970’lerdeki Şahlık rejimine karşı devrimci hareketlerin birçoğu, Kürtlere ve Kürtlerin hak taleplerine olumlu yaklaşmaktaydılar. Kürtler de 1979’da Şahlık rejiminin devrilmesinde etkin rol oynadılar, İran-Irak savaşı dönemine kadar Dr.A.Qasımlo önderliğinde özerk bir bölge yarattılar. Ne var ki, Humeyni rejimi Kürdistan’a bu kez “İslami sömürgeciliği” dayattı. Bu yapılanmaların nitelikleri ve zaafları kuşkusuz ayrı bir yazı konusudur. Silahlı isyanların, direnmelerin, sürekli bastırılmaları, yenilgi almaları ve başarısız yılında kurulan PDK, aşiret milislerine dayalı bir silahlı örgütlenmesi de [Peşmerge birlikleri] bulunan güçlü bir siyasi partidir. “Irak’a demokrasi, Kürdistan’a otonomi” şiarıyla mücadele yürütmüştür. 22 Ocak 1946’da Mahabad Cumhuriyeti kurulunca Irak-İran Kürtlerinin birlik düşüncesi güçlendirilmiş ve Rizgarî ve diğer milliyetçi gruplarının da katılmasıyla 16 Ağustos 1946’da Kürdistan Demokrat Partisi-Irak kurulmuş ve genel sekreterliğine Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nde başkomutanlık görevi yapan Mela Mustafa Barzani seçildi.PDK’de önemli dağılma ve iç çatışmalar çıktığı bu dönemde Talabani önderliğindeki grup ayrı bir parti kurdu. Mustafa Barzani’nin ölümünden sonra Partinin yönetimini oğulları Mesud ve İdris Barzani birlikte yürüttüler. Mesud Barzani halen hem PDK’nin hem de Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetiminin başkanlığını yürütmektedir. 17 David McDowall: A Modern History of the Kurds, London 1996. 18 YNK / Yekîtîya Niştimanîya Kurdistan - YNK [Kürdistan Yurtseverler Birliği - KYB) 1975 yılında Barzani önderliğindeki Kürdistan Demokrat Partisi’nden kopan ve daha sosyalist bir çizgi izleme eğilimindeki kadrolar tarafından kurulan bir Kürt partisidir. YNK’nin liderliğini, şu anda Irak Devlet Başkanlığı görevini yürüten Celal Talabani yapmaktadır. PDK ve YNK, Peşmerge adı verilen silahlı örgütlenmeleri bulunan iki rakip Kürt örgütü olarak uzun yıllar Irak Merkezi yönetimine karşı gerilla savaşı verdikleri gibi kendi aralarında da savaştılar. Kürt siyasi literatüründe “Brakûjî” adı verilen bu mücadele, 1998 yılında Washington’da ABD’nin arabuluculuğuyla Barzani ve Talabani arasında yapılan bir anlaşma ile son bulmuştur. 2003 yılında Irak’taki BAAS diktatörlüğünün devrilmesinden sonra her iki parti aralarındaki siyasi anlaşmazlıklara son vererek ortak bir Kürt yönetimi oluşturulması konusunda anlaştılar. Her iki parti Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Parlamentosunda çoğunluğu oluşturuyor ve hükümeti paylaşıyorlar. 2009 yılında gerçekleştirilen Irak meclis seçimlerine PDK ve YNK örgütleri ortak liste ile katılarak 53 milletvekili çıkarmışlardır. 19 “Kardeş kavgası”. 20 70’li yıllarda Dr. Abdurrahman Qasumlu önderliğinde sosyalist-demokrat bir çizgi izleyen KDP-İ,”İran’a Demokrasi, Kürdistan’a otonomi” ilkesiyle İran monarşisine karşı etkili bir silahlı muhalefet yürüttü. 1979 yılında İran’daki Şahlık rejiminin yıkılmasından sonra kısa bir dönem Doğu Kürdistan’da özerk bir yönetim kurmayı başardı ise da Humeyni önderliğindeki İran İslam Cumhuriyeti bölgeyi yeniden ele geçirdi. Abdurrahman Qasumlu ve iki arkadaşı 1989 yılında Viyana’da İran rejiminin ajanlarınca düzenlenen suikast sonucu öldürüldü. Ardından İKDP Genel Sekreterliğine seçilen Dr.Sadık Şerefkendi ve 4 arkadaşı 1992 yılında Berlin’de yine İran ajanları tarafından düzenlenen suikast sonucu hayatlarını kaybettiler. 21 KOMALA - (Kürt İşçileri Devrimci Örgütü)- IKDP kadar güçlü olmayan Marksist eğilimli bu örgüt sosyalist bir İran devleti içinde Kürt özerkliğini savunur ve rejim muhalifidir. Bahar | 2010 -

73


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri kalmalarında içteki yapısal özellikler kadar dış faktörleri de küçümsememek gerekir. 1. ve 2. Emperyalist Paylaşım savaşlarından sonra Ortadoğu’da kurulmuş olan siyasi statükolar, sürekli olarak Kürt halkının özgür bir toplum olarak örgütlenmesini engellemişti. Emperyalist güçler, uluslararası kurum ve kuruluşlar, bu statükoyu hep korudukları gibi; iki kutuplu dünya düzeninde de “Sosyalist Doğu Bloku” da bu statükoyu koruyan politikalar yürüttü. Dolayısıyla Kürt halkının ulusal talepleri desteklenmediği gibi, sömürgeci devletlerin saldırıları karşısında da korumasız kaldılar. Kuzey’de Olanlar: Doğu Mitingleri’nden DDKO’lara 1938 Dersim jenosidinden sonra Kuzey Kürdistan’da Kemalist rejim ulusal mücadelenin üzerine adeta beton dökmüş gibiydi. İçten içe yanan yurtseverlik ateşine rağmen, Kürdistan tamamen susturulmuş, teslim alınmıştı. 1950’li yılların sonlarına doğru Kürt aydınları arasında ilk kıpırdanışlar görüldü. Güney’de Barzani hareketinin yarattığı coşku ile buraya bağlı yerel örgütlenmeler filizlendi. 1959’da İstanbul’da ağırlığını Kürt öğrencilerinin oluşturduğu 49 Kürt aydınının tutuklanması (49’lar Olayı), Demokrat Parti’nin Kürt hareketinin canlanma tehlikesine karşı Kürt aydınlarına karşı sindirme operasyonuydu. 1960 Askeri darbesi, muhalif bütün gazetecileri ve tutukluları serbest bırakırken onlar Harbiye hücrelerinde kalmaya devam etti.22 Üstelik “Kürt tehlikesi”ne daha da önem vererek, birçok aşiret liderini Sivas’ta bir toplama kampına kapamayı da ihmal etmemişlerdi. 1961 Anayasası’nın getirdiği yeni olanaklar içinde Kürt aydınları da hareketlenir; görülür! Yayın düzeyinde çabalar gözükür. “Dicle-Fırat”, “İleri-Yurt”, “Dicle Kaynağı” ve “Deng” gibi yayınlar örnek verilebilir. Ardından siyasi örgütlenmeler gündeme geldi. 1965’de Av. Faik Bucak öncülüğünde kurulan Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi kısa süre sonra önder kadrolardan Dr.Sait Kırmızıtoprak (Şıvan) ve Sait Elçi arasındaki çelişmeler nedeniyle “sağ” ve “sol” olarak ikiye bölündü. TKDP ve T-KDP arasındaki mücadele, siyasal-fiziki tasfiyeye yöneldi. Kuzey’deki bütün hareketler üzerinde tartışmasız bir prestiji olan Barzani’nin TKDP’nin önderlerini (Dr.Şıvan, Çeko ve Brûsk), Sait Elçi olayı gerekçesiyle idam ettirmesiyle (1972) TKDP de tasfiyeye uğramış oldu. TKDP kadroları daha sonra “Şıvancılar” adıyla toparlanarak, yeniden örgütlenmeye giriştiler. Diğer yandan Avrupa’da başlayıp tüm dünyayı sarsıp etkileyen 68’in devrimci dalgası Türkiye metropollerine ulaşmakta gecikmedi. Öğrenci gençlik arasında hızla yayılan radikal sosyalist düşünceler, Marksist-Leninist söylem ve örgütlenmeler Kürt gençliğini de yakından etkiledi. Önce FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu), daha sonra TİP (Türkiye İşçi Partisi) içinde Kürt muhalefetleri gelişti. Türk Soluna egemen Kemalist yaklaşım ve yorumlar yerine, kendi ülke gerçekliklerine yönelik arayışlara girdiler. TİP’le İlişkiler ve Etkileri Kürt ulusal hareketinin kendini toparlayıp TKDP olarak örgütlenmeye başlamasıyla, Türk sosyalistlerinin legal kitlesel bir partisi olarak TİP ‘in örgütlenmesi hemen hemen aynı dönemlere denk gelir. Farklı ihtiyaçlardan ortaya çıkmış ve farklı dinamiklerden, 22 Naci Kutlay, 49’lar Dosyası, Fırat Yayınları, 1994. 49 kişilik listede yakın dönemde Kürt siyasal hareketinde aktif roller almış pek çok isim yer almaktaydı. Günümüze ilişkin bir çıkarsama yapmak için bu listeye bir göz atmakta fayda vardır: Sait Elçi, Sait Kırmızıtoprak, Musa Anter, Naci Kutlay, Ali Karahan, Şevket Turan, Yaşar Kaya, Ziya Şerefhanoğlu, Medet Serhat, Örfi Akkoyunlu, Ziya Acar, Canip Yıldırım, Nurettin Yılmaz, Esat Cemiloğlu, Nazmi Balkaş, Şerafettin Elçi, Necati Siyahkan ....

74

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri birbirlerinden bağımsız olarak gelişmişlerdir. Sosyalist hareket 1961 Anayasası nedeniyle legalite kazanmıştır ama Kürt ulusal hareketi için henüz hiçbir legalite zemini yoktur. İşte bu tam da bu noktada Kürt aydınlar ve öğrenciler içindeki sosyalist eğilimin legalitede ifade yolları araması, Doğu Mitingleriyle ortaya çıkmış olan toplumsal taban, TİP’i bir adres haline getirdi. Böylece farklı alanlarda birbirinden bağımsız hareket etmiş olan iki muhalif akım Türk sosyalist hareketi ile Kürt ulusal demokratik muhalefeti ilk kez TİP bünyesinde bir araya geldiler. Çünkü artık her ikisi için de katalizör vazifesi görecek sosyalist Kürt aydınları ve gençlik kesimi oluşmuştu. TİP’in ilk kuruluş yıllarında henüz illegal TKP’nin güdümünden uzak kalmayı başardığını; örgütün Kürt kitlelere açılmasında Mehmet Ali Aybar’ın tavrının da önemli rolü olduğunu hatırlamakta fayda var. Kürt ulusal demokratik hareketinin elitleri, sosyalist gençleri, böylece TİP’i kendilerini ifade edebilecekleri legal bir siyasi alan olarak gördüler. Böyle bakılınca olumlu anlamda Türk sosyalist hareketine asıl müdahalenin Kürt demokratlarından geldiğini söylemek daha doğrudur. Buradaki karşılıklı ilişki sonuçları itibariyle oldukça önemli kazanımlarla sonuçlanmıştır. TİP’in Kürdistan’da kitlesel bir teveccühle karşılanması, fraksiyonel bölünmelerden sonra TİP’in Kürt kökenli kadrolar üzerinde kalması ve nihayet partinin 4. Kongre kararlarından “bölücülük” suçlamasıyla kapatılması da bunun bir kanıtıdır. Kürt sosyalistlerin ve demokratların TİP’te çalışmaları ve bu yapıyı zorlamaları, Kürt ulusal taleplerinin ilk kez legalleşmesini, Türk toplumunun geniş kesimlerine ulaşmasını, ilerici demokrat kesimlerde tartışılmasını sağlamıştır. Tabii TİP deneyiminin Kürt sosyalist kadroları üzerinde legalist, reformist karşı etkileri de olmuştur. Bu sürece Türkiye tarihinin iki önemli muhalif gücünün ilk kez bir araya gelme, ortaklıklar arama ve karşılıklı tartışma deneyimi olarak bakmakta fayda var. Doğu Mitinglerinin Anlamı Öğrenci gençlik ve Aydınlar arasındaki bu arayış, toplumsal muhalefet içinde kitlelerde de farklı biçimde gelişiyordu. Kısmen örgütlü kısmen de bağımsız kişilerin ittifakıyla düzenlenen, TİP tarafından da desteklenmiş olan “Doğu Mitingleri”23 Kürt aydınlanması ve bilinçlenmesinde önemli bir yere sahip olmuştur. Diyarbakır, Hilvan, Siverek, Batman, Kozluk gibi merkezlerde gerçekleştirilen bu mitingler Kürt toplumunun legal, yığınsal ilk politik gösterileri olması bakımından da anlamlıdır. Bu mitingler kitlelerin politikleşmesini hızlandırdığı gibi bağımsız örgütlenme ihtiyacı duyulmasında da etkili oldu. Bir yanıyla “Doğu’nun geri kalmışlığı”, “yol, su, fabrika” gibi istemlerle ve “Anayasacı” ve popülist bir söylemle gelişse de, Kürtçe konuşmaların yapıldığı, Kürt kimliğinin vurgulandığı, ulusal istemlerin hissettirildiği süreçlerdir bunlar. DDKO’ların Analizi Rizgarî Hareketi kendisini DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) geleneğinin bir mirasçısı olarak tanımlar. Kuşkusuz Rizgarî, DDKO’ların tek ve dolaysız mirasçısı değildi. DDKO’da örgütlenen genç Kürdistanlıların birçoğu sonraki yıllarda yalnız Rizgarî’nin değil; Özgürlük Yolu’ndan Devrimci Demokratlar’a, KUK’tan Kawa’ya kadar birçok siyasi akımın, örgütlerin de belirleyici kadroları oldular. Rizgarî de ağırlıklı olarak DDKO kökenli kadrolardan olmakla birlikte, değişik geleneklerden gelen Kürdistanlılardan oluşuyordu. 1971 Diyarbekir Cezaevi savunmalarıyla bir siyasi tavır ortaya çıkmış, Kürt ulusal mücadelesi ve sosyalizm ekseninde yeni 23 Beşikçi, İsmail; Doğu Mitingleri’nin Analizi (1967), Yurt Yayınları, Ankara, 1992. Bahar | 2010 -

75


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri siyasal, örgütsel arayışlar öne çıkmış; DDKO’nun bu çekirdek grubu etrafında çeşitli kümelenmelerle birlikte yeni bir grup doğmuştur. Bu grubun kendini ideolojik olarak yeniden tanımlaması, siyasal bir programa ulaşması, örgütsel bir muhteva kazanması zaman içinde şekillenmiştir. Bu nedenle DDKO’ların kadro kaynakları, örgütlenme ve siyaset biçimleri hem Rizgarî’nin hem de 1970 sonrası Kürt ulusal hareketine damgasını vuran siyaset anlayışının dayandığı arka planının analizi açısından önemli ipuçları taşımaktadır. FKF24, “Dev-Genç”e dönüşerek, TİP’ten ve reformcu soldan ideolojik olarak kopuşmaya başladığında, Kürt gençliği de FKF ve TİP’ten kopuşarak 1969’da DDKO’ları örgütlediler. DDKO’larla gerçekleşen kopuşma, ulusal mücadeleyle bağıntılı bir kopuştu. Ancak ideolojik olarak TİP çizgisine yakın bir yerde duruyorlardı. Ancak TİP ve Kürt yurtseverleri arasındaki yakınlığı ideolojik olarak değil, siyasi olarak tanımlamak daha doğru olur FKF’nin Dev-Genç’e dönüştüğü son kongrede Genel Başkan olan Zülküf Şahin bu ayrışmada TİP çizgisini temsil ediyordu. Zülküf Şahin daha sonra Rizgarî hareketinin kurucu isimleri arasında yer aldı.. DDKO’ların mücadele tarzı ve örgütlenme anlayışıyla yasalcı ve roformist bir çizgi izlediklerini söylenebilir. Buna karşılık o dönemlerin “devrimci” ve “solcu” zeminlerinin meşruluğuna karşılık “Kürt sorunu”nun büyük bir tabu oluşu, tartışılamayışı, Kürt gençlerinin siyasal olarak radikal bir adım attıklarını gösterir. DDKO’lar, Türkiye’deki legal kitlesel ilk Kürt örgütlenmesi olarak ulusal demokratik harekette bir dönüm noktasına tekabül eder. Ağırlığını devrimci üniversite gençliği oluşturmakla beraber KDP, “Doğulu aydınlar” ve TİP içerisinde çalışan sosyalist kadroların bir tür ittifakı gibidir. Gerek DDKO’lar ve gerekse “Doğu Mitingleri”nin örgütleyicilerinin üç ayrı bileşeni vardı. Bu, ulusal mücadelenin o dönemdeki kadro kaynaklarını da göstermektedir. Birincisi; Kürdistan’da medrese eğitimi görerek, buradaki ulusal kültürel gelenekçi değerleri taşıyan, daha çok Barzani hareketine sempati gösteren köy ve kasaba kökenli Kürt entelijansiyası (din adamları, esnaflar, sanatkârlar ve bir kısım tacirler). Bunlar daha çok TKDP içinde veya sempatizan olarak örgütlenmişlerdi. İkincisi; Kürdistan’ın suskunluk döneminde kimi sömürge metropollerinde, kimi Avrupa’da eğitim görerek, meslek veya statü edinen Kürt aydınlarıydı. Gazeteci, doktor, avukat, yazar, öğrenci olan bu gurupta ılımlı sosyalist düşünceler egemendi. Genellikle TİP içinde veya bağımsız liberal aydınlar olarak tavır alıyorlardı. Üçüncüsü ise; yine metropollerdeki öğrenci gençliğin dinamik, radikal öğelerini içeriyordu. Marksizmden ve Marksizm etkisindeki ulusal kurtuluş hareketlerinden derinden etkilenen bu gurup, aynı zamanda dönemin özelliklerini yansıtan biçimde aktif bir mücadele tarzı arayışı içindeydiler ve çoğu kez öncü rolü üstleniyorlardı. Ne var ki, her kaynak kendisiyle beraber bambaşka zaafları da bünyeye taşıyarak uzun süre KUKM’nin kendi ayakları üzerine dikilmesine kendi içinden engeller oluşturdu. Örneğin; geleneksel yurtsever-ulusalcı aydınlar, uzun süre Güney Kürdistan’daki Barzani hareketinin yedeği olma ve Kuzeyi tabi kılma çizgisini sürdürdüler. Buna karşılık Kürdistanî değerleri ve kitle bağları diğerlerine göre daha güçlüydü. “Doğulu Sosyalist” Aydınlar ise, aşırı bir ihtiyatlılık içerisinde sorunu düzen sınırlarını fazla zorlamadan çözmeyi öngören reformcu sol tarzın temsilciliğini yapıyorlardı. Buna karşılık ulusal kültürün modern tarzda yeniden üretilmesinde ve sorunun Avrupa’ya, metropollere diplomasi yoluyla taşınmasında etkili olmaktaydılar. 24 FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu); çeşitli üniversitelerde örgütlenmiş olan sosyalist öğrenci gençlik kulüpleriydi.

76

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri Üçüncü gurup eliyle ise; Türkiye’deki hemen bütün sol fraksiyon ve dünya sosyalist hareketinin kutuplaşmalarını, onların zaaflarıyla birlikte Kürdistan’a taşımışlardı. Buna karşılık sosyalist Kürt gençliği Kürdistan devriminin ideolojik-teorik siyasal sorunlarının tartışılmasından, ihtilalci örgütlenmelere ve yeni mücadele tarzlarının denenmesine kadar bir dizi alanda her türlü girişimciliğin ve değişimin öncüsü olmayı başardılar. 70’li yıllarda Türkiye, tarihinin en dinamik toplumsal ve siyasal değişimlerini yaşamaktaydı. Öğrenci hareketleri bütün okulları sarmış, özellikle ABD emperyalizmine karşı protestolar yoğunlaşmış, sosyalist hareket biraz da popülist bir tarzda toprak işgalleri, mitingler, destek grevleri ve yürüyüşlerle kitlelere taşınmaya çalışılıyordu. İşçi sınıfı DİSK bünyesinde yeni bir canlanış gösteriyor, yaygın grev dalgalarıyla birlikte 15–16 Haziran 1970’de İstanbul’da burjuvaziye korkulu anlar yaşatıyordu. Kürt ulusal muhalefeti de henüz “ezilen doğulu halkımız” halkçı söyleminin kıyılarında dolaşsa bile DDKO ile birlikte kitlesel bir atak yapmış, Doğu’nun geri kalmışlığının kökeninde etnik bir temel, Kürt sorunu olduğunu tartıştırmaya başlamıştı. ”Doğu‘da komando zulmünün teşhir edilmesi” konusunun Türk aydınlar ve sosyalistler arasında tartışılmaya başlanması da bu döneme rastlar. Kürt aşiretler üzerinde doktora tezi hazırlayan Dr.İsmail Beşikçi, “Doğu Anadolu’nun Düzeni” araştırması ile birlikte Türk aydınları arasında Kürt sorununa bilimsel bir yansızlıkla yaklaşan ilk kişi oldu. “Doğu Mitingleri” ve DDKO süreçlerine de yakından tanıklık eden Beşikçi, Kürt ulusal demokratik muhalefetinin ideolojik-teorik inşa sürecine daha sonra bilimsel bilgi üretimiyle önemli katkılarda da bulunacaktır. 12 Mart 1971 Darbesi ve Sonrası Türk Solu 12 Mart 1971 Muhtırası ile sonuçlanan süreç, Türkiye sosyalist hareketi açısından saflaşmaların da netleştiği bir süreç oldu. “MDD [Millî Demokratik Devrim]” tezleri ile “Kemalist Devrim”ciler gençliği ve sosyalist hareket “Sol Cunta” girişimlerinin yedeğine takılmak istenmekteydi. İdeolojik radikalizmlerine karşılık birçok grubun Kemalist darbeci subayların strateji veya taktikleri içinde hareket etmiş oldukları sonradan daha açık biçimde deşifre oldu. Her iki ipte de oynayan Kuvvet Komutanları diğerleri ile uzlaşarak “Sol Cunta”yı tasfiye etti, “müdahale” kararı aldılar. 12 Martçıların “reform” hükümetleri adıyla yumuşak iniş yapmalarından sonra, toplumsal muhalefeti ezme girişimleri sosyalist hareketteki ayrışmada keskin bir rol oynadı. Ne var ki Kemalistlerle oluşan bu ideolojik-siyasal bağlaşıklık sonraki yıllarda belli biçimler altında varlığını sürdürmeye devam etti. Cuntaya tavır alarak silahlı mücadeleye sarılan THKO ve THKP-C gibi örgütler, reformizmle radikalizmin kopuşunu işaret eder. Bu süreçte Latin Amerika, Küba, Vietnam ve Çin’deki devrimlerin belirleyici etkisi altındaki bu hareketler buna uygun teori ve örgütlenmeler geliştirdiler.”Politikleşmiş askeri savaş stratejisi”ne bağlı olarak, şehir gerillası ve Parti-Cephe modelini benimseyen THKP-C’ye karşılık, THKO silahlı halk savaşını ve kır gerillasını temel alıyordu. Bütünüyle “Çin Modelini” ülkeye uyarlayan ve yarı-feodal yapının egemen olduğu görüşünü taşıyan PDA [Proleter Devrimci Aydınlık] grubu ise “Aydınlık”tan ayrılmıştı. THKP-C ve THKO kadroları 12 Mart sürecinde askeri rejime karşı militanca mücadelelerin öncüleri oldular. Nurhak’larda Sinan’larla, Kızıldere’de Mahir’lerle yazılan devrimci manifestolar, Denizlerin darağacını başı dik göğüslemeleri ve daha bir çok devrimci eylem, devrimci hareket açısından savaşçı bir gelenek ve taban yarattı. SBKP çizgisindeki TKP, ÇKP çizgisinden PDA ve legal alandaki TİP gibi grup ve örgütler ise bu tarzı “küçük burjuva maceracılığı”, “goşizm”, “faşizme davet çıkarmak”la suçluyorlardı. 70 sonrası PDA’da (Proleter Devrimci Aydınlık) yollar TİİKP (Türkiye Bahar | 2010 -

77


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri İhtilalci İşçi-Köylü Partisi) ve TKP/ML-TİKKO (Türkiye Komünist Partisi/MarksistLeninist), “kır gerillası, Kemalizm eleştirisi, Kürt ulusal sorunu” gibi başlıklarda ayrıldı. TKP/ML-TİKKO radikal bir silahlı köylü devrimciliğinin kopuşunu temsil ediyordu. TİKKO tüm “Misak-i Milli”yi temel alan bir stratejiye sahip olmasına karşılık, kadrolarının niteliği ve mücadele tarzının uygunluğu nedeniyle “köylülüğe dayalı gerilla mücadelesine” özellikle Dersim’de taban bulabildi. Kayda değer bir nokta da 70’li yıllarda “işçi-köylü ittifakı ve kıra dayalı silahlı mücadele” eksenindeki tüm yapılanmaların, kendilerini “Türk Solu” içinde konumlandırmalarına rağmen esas olarak Alevi-Kürt köylülüğü ve onların şehir varoşlarındaki uzantıları olan gecekondu yoksulları arasında varlık bulabilmeleridir. Bu yıllar aynı zamanda Türk sosyalist hareketinde yalnızca radikal-reformist ekseninde değil, çok merkezli uluslararası sosyalist harekete bağlı olarak değişik parçalanma ve fraksiyonlara da tanıklık etti. Bu ayrışmalara karşın Türk Solu üzerindeki genel Kemalist-şoven etki varlığını devam ettirdi. 1971 Diyarbekir Sıkıyönetim Yargılamaları ve DDKO Savunması 1971 Diyarbekir Sıkıyönetim Askeri Mahkemesindeki yargılamaları ve cezaevi pratiği Kürt ulusal demokratik ve sosyalist hareketinin değişim ve ayrışmalar geçirdiği bir döneme tanıklık etmektedir. Sömürge mahkemeleri karşısında “siyasal savunma” yapılıp yapılmaması önemli bir ayraç oluşturur. Sıkıyönetim Adli Müşavirliğinin mahkemelerde siyasi bir metin ortaya çıkmasını engellemek amacıyla aileleri de kullanarak yaptığı çeşitli baskı ve yönlendirmelere karşılık genç DDKO’lular siyasal savunmayı tercih ettiler.25 Bu savunmalarda, Askeri Savcılığın, “Kürt diye bir ulus yoktur, Kürtçe diye bir dil yoktur, bunları söylemek bölücülüktür” temelindeki iddianamesine karşılık Kürt diye ayrı bir ulusun, Kürtçe diye ayrı bir dilin var olduğu tarihsel ve sosyolojik temelleriyle ortaya konulmaktaydı. Kürt halkının demokratik hakları, uygulanan ulusal baskı, inkâr ve asimilasyon politikaları da teşhir edilerek; DDKO’lar çerçevesindeki demokratik talepler daha da somut bir biçimde dile getirilmekteydi. Bu metinler Kemalizmin, resmi ideoloji ve resmi tarih anlayışının da radikal eleştiriler olması bakımından tarihsel önemi taşımaktadır. Buna karşılık önemli hukuki kaygılar taşıdığı, sorunu yasal bir çerçeve içinde tanımlamaya çalıştığı da gözlenebilir. Savunmaların yazılıp hazırlanmasında önde gelen isimler Mümtaz Kotan ve İbrahim Güçlü idi. Tutuklu olmamasına rağmen Orhan Kotan ile Avukat Ruşen Arslan ve Şerafettin Kaya’nın katkıları yapmaktaydı.26 Kürt halkının varlığı ve sosyo-ekonomik toplumsal yapısı üzerindeki tezleri nedeniyle üniversiteden uzaklaştırılmış ve Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanmakta olan Dr. İsmail Beşikçi, DDKO sanıklarının savunma yapmalarını teşvik eden ve destekleyen aktif bir tavır gösterdi. Metinlerin hazırlanmasında da önemli katkılar sunmaktaydı. Kendisi de bir bilim adamı olarak resmi ideolojinin ve üniversitelerin inkarcı tavrını hedef alan radikal bir savunma çizgisi izlemekteydi. İhsan Aksoy ve Faruk Aras’ın bulunduğu diğer bir DDKO grubu da benzer bir perspektifte savunma yaptılar.27 Mahkemelerde toplu olarak siyasi savunma yapılmış olması bir korku perdesini yırtmış oldu. Gençler böylece toplumda artık devletin ideolojik ve siyasi baskılarına 25 DDKO savunmaları için bkz.: Devrimci Doğu Kültür Ocakları Dava Dosyası 1, Komal Yayınları, 1975, Ankara. 26 DDKO savunması ve iddianameye cevap metinlerinde imzası bulunan kişiler: Mümtaz Kotan, Fikret Şahin, İbrahim Güçlü, Yümnü Budak, Nezir Şemmikanlı, Ali Beyköylü, Mahmut Kılınç, Ali Yılmaz Balkaş ve Battal Bate’ydi. 27 Bu grupta da İhsan Aksoy, Faruk Aras, Ferid Uzun, Nusret Kılıçaslan, Sabri Çepik, Zeki Kaya, Hasan Acar, İhsan Yavuztürk, Niyazi Dönmez gibi isimler yer almaktadır.

78

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri sesleri yükselten, bilinçli, eğitimli, kararlı insanlar bulunduğu mesajını vermiş oldular. Bu da sonraki gelişmelerin önünü açan bir koçbaşı işlevi gördü. Savunmalar siyasi bir kariyer kazandırdı ve bir misyon yükledi o insanlara. Mücadeleye istekli kuşaklar için bir güven ve istek yarattı. DDKO Savunması 12 Mart sürecindeki yargılamalarda Kürt sorununu cesaretle ortaya koyan ilk ve tek savunma değildi. 1969 yılında, Antalya’da görülen TKDP davasında Said Elçi ve Şakir Epözdemir’in yaptığı savunmalar bir ilk niteliğindedir. Keza 1971 TİİKP savunmasının28 siyasi talepler ve çözüm önerileri bakımından birçok noktada DDKO savunmasını aştığı söylenebilir. DDKO savunmasının önemi, bu savunmanın bizzat Kürt gençleri tarafından topluca, Mahkemelere, Resmi ideolojiye ve devlet kurumlarına karşı politik bir tavır olarak ortaya konmasıdır.29 Böylece 1971–74 yılları arasında Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Cezaevinde oluşan “Ocak Komünü”30, Rizgarî hareketinin aktif kadrolarının buluştuğu; düzenli eğitim çalışmaları yapan, tartışmalar yürüten aynı zamanda entelektüel bir odak haline gelmiş oldu. Komal Yayınevi 1974 yılında cezaevinden tahliye olan Ocak Komünü üyeleriyle birlikte içlerinde TKDP’nin bölge sekreterliğine getirilmiş olan Orhan Kotan dahil olmak üzere Sol KDP’nin kimi önde gelen isimleri Muş’ta geniş bir toplantı düzenlerler. Adı konulmamış bir Kongre niteliğindeki bu toplantıda Rizgarî hareketinin temellerini atan kararlar alınmıştı. Buna göre Kürt sorununun kamuoyunda tartıştırılması, sosyalist ve demokratlara benimsetilmesi ve asıl olarak da ulusal demokratik muhalefetin ideolojikteorik olarak tahkim edilmesi gibi amaçlarla yayın faaliyeti örgütlenmesi; mücadelenin kitleselleştirilmesi için de DDKO tarzında legal kitle örgütlerinin oluşturulması gibi kararlar alındı. Böylece Kürdistan’da geleneksel yurtsever milliyetçi kadrolar ile, metropol çıkışlı sosyalist Kürt gençliği arasında bir ittifak gerçekleşmiş oluyordu. 1974–75 yıllarında kurulan Komal Yayınevi ile DDKD’ler (Devrimci Demokratik Kültür Dernekleri) bu sürecin iki legal ayağı olarak ortaya çıktılar. Sonradan sık sık “özeleştiri”sinin dile getirileceği gibi, bu kadroların belli bir siyasi örgütlenme modeliyle ortaya çıkmak yerine, yayın faaliyetini ve legal derneklerini öne çıkarması, sonraki yıllarda sürekli devam edecek olan “örgütlenme krizi”nin de temellerini atmış oldu. Bu kararlar gereğince 1975 yılı sonlarında yayın hayatına başlayan Komal yayınevi o günün koşullarında birçok tabuyu yıkan yayınları çıkardı. DDKO savunması, İsmail Beşikçi’nin Bilim Yöntemi’nin Türkiye’de uygulanışı, Kemalizmi, Türk resmi tarih ve resmi ideolojisini yoğun olarak eleştirdiği, Kürt sorununun çeşitli boyutlarını inceleyen eserleri; Dr. Şıvan’ın Kürt Millet Hareketleri31 gibi eserleri yayınlandı. Yayınlar “Kürt, Kürdistan” gibi panik yaratan kavramları cesaretle kullanmaktaydı. Kitapların önsözlerinde geniş siyasi değerlendirmeler yapılması, perspektifler açılması da başka 28 “Türkiye İhtilalci İşçi-Köylü Partisi” davasında, Doğu Perinçek, Gün Zileli, Atıl Ant ve Halil Berktay’ın imzalarını taşıyan ve Ankara Sıkıyönetim As.Mahkemesine verilen savunma. 29 Gündoğan, Cemil; Kawa Davası Savunması ve Kürtlerde Siyasi Savunma Geleneği, Vate Yayınları, İstanbul, 2007. 30 “Ocak Komünü”nde Mümtaz Kotan, İbrahim Güçlü, Yümnü Budak, Yılmaz Balkaş, Mahmut Kılınç, Ali Beyköylü ve Battal Bate gibi DDKO kadrolarının yanı sıra Dr.İsmail Beşikçi, Kazım Baba, Erdal Şenel, Hüseyin Toptaş, Ali Yalçın, Çetin Dayı, Mehmet Uzun ve Recep Maraşlı gibi başka davalardan yargılanan öğretmen ve öğrenciler de yer almaktaydı. 31 Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın bu eserinin Irak Kürt Halk Hareketi ve Baas Irkçılığı (Komal, 1975) adıyla sadece Güney Kürdistan’a ilişkin bölümleri yayınlanmıştır. Bahar | 2010 -

79


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri bir özelliktir. Komal yayınevi bu yayın çizgisi ve siyasal destekle Kürdistan’da belli bir etki yaratmakta ve sempati toplamakta gecikmedi. Baş Çelişki, Temel Çelişki ve “Hedef-Engel” Meseleleri Komal kitaplarının önsözlerindeki girişilen programatik tartışmalar için “Hedef-Engel” meselesi iyi bir örnektir. “Koçgiri Halk Hareketi” kitabının önsözünde Kürt ulusal hareketini sosyalist siyasal mücadelenin bir parçası olarak yeniden tanımlama çabası vardır. Dönemin yazınsal referanslarına uygun olarak Politzer’in ya da Mao’nun kategorileştirdiği “baş çelişki, temel çelişki” bağlamında ”Kürt halkının BAŞ ÇELİŞMESİ’nin MERKEZİ OTORİTE İLE” olduğu, “uydu-aracı ağa, mütegalibe, eşraf gibi sınıflarla Kürt halkı arasındaki çelişmenin ise İKİNCİL BİR ÇELİŞME” olduğu tespiti yapılmaktadır; ikincil çelişkinin kutupları ise “baş çelişki’nin çözümünde hedef değil engeldirler” denilmektedir.32 Kürt feodal sınıflarının “hedef değil engel” olarak tanımlanması “anti-feodal ilkeden sapma” olarak yoğun eleştirilere hedef olmuş, grubu da zorlayan iç tartışmalar sonucunda Rizgarî Dergisi yazı kurulu, 1977 yılında” “Hedef-Engel” konusunu tartışarak, işbirlikçi feodal sınıf ve tabakaların da “hedef” olduğu tespitini yapan bir özeleştiri yayınlanmasını kararlaştırmıştı.33 Yine Koçgiri kitabının önsözünü Kürt ulusal demokratik hareketinin ideolojiksiyasal yazın açısından önemli kılan yanlarından biri de, baş/temel çelişki babında, hedefe oturtulan “Merkezi Otorite”nin –Türk devletinin- “...emperyalist dünya sistemine bağımlı, alt emperyalist bir birim ve sömürgeci bir devlet”34 olarak tanımlanmasıdır. 1970’li yılların son yarısına kadar Türk sosyalist hareketinin Türkiye’yi yaygın olarak emperyalizme bağımlı yarı-sömürge bir ülke” olarak tanımlandığı dikkate alındığında “alt-emperyalist bir birim” ve “sömürgeci devlet” olarak tanımlanmasının oldukça yeni ve radikal bir ideolojik siyasal kopuşun da habercisi olduğu açıktır. “Altemperyalist birim” tanımı sonraki yıllarda ihmal edilse de “sömürgecilik” tespiti Türk ve Kürt solu arasındaki ayrışmanın temel kavramlarından biri haline geldi. Siyasi ittifaklar söz konusu olduğunda Kürt sosyalistlerini ayırt eden ilke “anti-sömürgecilik” idi. Türkiye’nin sömürgeci bir devlet ve Kürdistan’ın da ayrı bir tarihsel, sosyolojik bütünlük taşıyan sömürge bir ülke olduğu tezinin kurulmasında, “Doğu Sorunu” denilen olgunun etnik temelleri olduğunu savunduğu için Türk üniversitelerinden dışlanan Dr. İsmail Beşikçi’nin önemli katkıları olduğunu belirtmek gerekir.35 32 Koçgiri Halk Hareketi (Komal 1976). “Koçgiri Üzerine Birkaç Söz – O günlerden bu yana...” s.14 -15. 33 Hedef – Engel Üzerine –Özeleştiri-, Komal Yayınları 18, Özel Dizi, 1977 Ankara. 1976 yılında Rizgari yayın kurulu oluşuncaya kadar Komal Yayınevinin çıkardığı kitapların önsözleri birer siyasal bildirge niteliğindeydi. Örneğin Irak Kürt Halk Hareketi ve Baas Irkçılığı ile Koçgiri Halk Hareketi’nin önsözleri başlıca siyasal tezlerin ortaya atıldığı metinlerdi. Bu metinlerin oluşmasında daha sonra Rizgarî Yazı Kurulu’nda yer alan ve almayan birçok kişinin bir biçimde katkıları bulunsa da Orhan Kotan tarafından kaleme alınmışlardı, onun üslubunu, düşünce sistematiğini taşırlar. “Hedef-Engel” meselesi üzerine verilen özeleşti kararı, Rizgarî Yazı Kurulunun bir “ideolojik üretim merkezi” haline gelmesiyle birlikte, siyasi hareket açısından adeta “resmi görüş” haline gelen bu tip belirlemelere müdahale edilmesinin bir örneği oluşturur. Bir bakıma düşünsel üretim süreci böylelikle kolektifleştirilmiş olmaktaydı. 34 Agy, s.14-15. 35 Doğu Anadolu’nun Düzeni, Sosyo-ekonomik ve Etnik Temeller kitabının yazarı olarak Beşikçi, ilk önceleri Rizgarî yazı kolektifinde yer almasına rağmen, daha sonra düşünsel üretimini bu çevrede ama bağımsız olarak yürüttü. Komal Yayınevi’nin kuruluşuna da aktif olarak katılan Beşikçi, Kürt sorununa ilişkin tezlerini Bilim Yöntemi, Üniversite Özerkliği ve Demokratik Toplum ilkeleri açısından bir dizi örnek [Türk Tarih Tezi, Mecburi İskân, Cumhuriyet Halk Fır-

80

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri Siyasi Ayrışmalar ve “Rizgarî Deklerasyonu” DDKD’lerin Kürt öğrenci gençliğinin çekim merkezleri haline geldiği, Türk sosyalist hareketindeki yeni gruplaşma be saflaşmaların yaşandığı bu dönemde siyasal gelişmeler kısa bir süre içinde ayrışmayı dayattı. TKDP’nin mevcut programında örgütlenmeyi kabul etmeyen ekip, “Türk Solundan ayrı, diğer sınıf ve tabakalardan bağımsız örgütlenme”, “sömürgecilik tezi”, “Kürt halkının anti-sömürgeci mücadelesinin ideolojik politik inşa süreci”, “Kemalizm ve sosyal-şovenizm” eleştirisi başlıklarında bir “deklarasyon” yayınladı. Daha sonra “Rizgarî” yayınının manifestosu olacak bu deklarasyonla ayrışma netleşti. TKDP’yi reorganize etmeyi amaçlayan “Şıvancılar” ayrışmanın öbür ucunu oluşturuyordu. Derneklerde yürütülen tartışmalarda İstanbul ve Diyarbekir DDKD “Şıvancılar”, Ankara DDKD “Rizgarî”, İzmir DDKD ise “bağımsız” kalmayı seçti. Legal alandaki bu yansıma nedeniyle Şıvan hareketi, “DDKD” ya da “Devrimci Demokratlar” olarak anılmaya başlandı. Aynı yıllarda -1975- Avukat Kemal Burkay’ın önderliğinde SBKP yanlısı ılımlı reformcu sosyalist bir çizgi izleyen TKSP [Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi] örgütlendi. Bu akımın legal alandaki sözcülüğünü ise “Özgürlük Yolu” yayını ve DHKD’ler yapmaktaydı. Özgürlük Yolu, Kürdistanlı öğretmenler ve memur kitlesi ile aydınlar arasında daha yaygındı. Özelikle Kuzey bölgesindeki yurtsever taban üzerinde de etkiliydi. “Sağ KDP” olarak bilinen TKDP’de ise, partinin egemen çizgisine muhalif gençlik ve bir kısım aydınlar ayrılarak “KUK”u (Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları) oluşturmuşlardı. KUK, Türkiye KDP’sinden önemli bir destek alarak ayrışmıştı ve silahlı aparatı bulunmaktaydı. Nispeten bağımsız bir çizgi izlemeye, ulusal ve sosyalist söylemi dengelemeye çalışan bir çizgi izliyorlardı. Özellikle güney bölgelerinde yurtsever Kürdistan köylülüğü ve Mellalar arasında bir tabanı vardı. Şıvancılar, 1978’de T-KDP’yi reorganize ederek “KİP” (Kürdistan İşçi Partisi) adını aldılar. Fakat sağ ve sol KDP’lerin mirasçıları güç birlikleri içinde bir araya gelmeye çabaladıkları kadar, iç bölünmeler geçirmekten de kurtulamadılar. “Devrimci Demokratlar” da SBKP yanlısı ama daha sert bir çizgi izlemekte TKP ile ittifakı esas almaktaydılar. Buna karşılık Kürdistan’da kasaba esnafı, zanaatkarlar, öğrenciler ve geleneksel yurtsever taban üzerinde etkiliydiler. TKSP, KİP (Pêşeng) ve KUK 1979’da Türkiye’deki Ulusal Demokratik Cephe’ye benzer biçimde Kürdistan’da UDG (Ulusal Demokratik Güç Birliği) oluşturdular. UDG, silahlı ve siyasal radikalizme bir karşı hat çekmeyi, buna karşılık Türkiye’de “faşizme karşı ortak blok” oluşturmayı amaçlıyordu. Şiarları, “Türkiye’ye demokrasi, Kürdistan’a özerklik!” idi... Rizgarî’nin öncülük ettiği “anti-sömürgeci mücadele, bağımsız örgütlenme” gibi temel başlıklar bütün eğilimlerdeki Kürt solunca benimsenmesine rağmen, “BağımsızBirleşik-Sosyalist Kürdistan”, “tek ve merkezi örgüt” konuları temel ayrılık konuları olmaya devam ediyordu. Rizgarî dışında bu tezleri savunarak örgütlenen bir diğer yapılanma da Kawa oldu. Kadrolarını DDKO, DDKD gibi örgütlenmelerden, öğrenci gençlik ve Kürt aydınlarından alan Kawa, Kürdistan’da “anti-sosyal emperyalist” ilke ile hareket ediyordu. SSCB’nin “sosyal-emperyalist” olarak tanımlayan ve SBKP yanlısı gruplarla kası, Tunceli Kanunu ve Dersim Jenosidi gibi] olgular üzerinden incelemekteydi. Bu tezlerinin genel sonuçlarını ise bitmek bilmeyen yargılamalarındaki savunmalarında ve Devletlerarası Sömürge Kürdistan kitabında tartıştı. Beşikçi’nin Bilim Yöntemi, Türkiye’deki Uygulama başlığı altında dört kitabı Komal’da yayınlandı. Serinin 5. kitabı ve Devletlerarası Sömürge Kürdistan kitabı ise Belge yayınlarınca çıkarıldı. Bahar | 2010 -

81


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri ideolojik-siyasal mücadele yürüten Kawa, Türk solunda yaşanan “Maoculuk”, “üç dünya” ve “AEP” tartışmalarının yansımasıyla 1978’de bölünme geçirdi ve Kawa, Dengê Kawa olarak ikiye ayrıldı. Dönemin ilginç ayrışmalarından biri de, Kürt solunun yoğun ideolojik tartışmalarının Türk sosyalist hareketindeki yankılarıdır. En reformistinden, en radikaline kadar bütün Türk solu, “sömürgecilik ve ayrı örgütlenme” tezine şiddetle karşı çıktı ve onu “ayrılıkçı burjuvazinin, Kürt milliyetçiliğinin tezi olarak” mahkum etmeye çalıştılar. Buna karşılık, “ulusal sorun, Kemalizm” gibi konularda yeniden gözden geçirmeler ve tartışmaları da yürütmek zorunda kaldılar. Türk solu içinde yalnızca Kurtuluş (KSD) grubu sömürgecilik tezini benimsedi, fakat “ortak örgütlenme”yi savundu. Kurtuluş içinde gelişen Kürt muhalefeti ise ayrılarak Tekoşin grubunu kurdular. Troçkist yapılardan İşçi Cephesi de 1979’da sömürge Kürdistan tespiti yaparak “Bağımsız Kürdistan” sloganına sahip çıktı.36 Türk sosyalistleri içindeki tartışmalar daha sonra TKEP [Türkiye Komünist Emek Partisi] gibi örgütlerin “Kürdistan seksiyonu” kurmaları ve daha sonra bunların da ayrışmalarına doğru uzandı. 1980’li yıllarda KKP’nin kuruluşu böyle bir sürece denk düşer. Rizgarî’de “Yazı Kurulu” Dönemi Rizgarî kadroları için henüz somut bir siyasi örgütlenme modeli yoktu. Buna karşılık Rizgarî Dergisi’nin Yazı Kurulu37, kaçınılmaz olarak ideolojik olduğu kadar pratik olarak da siyasi bir merkez rolü üstlenmiş oluyordu. Yazı kurulu önüne, Kürdistan ihtilalinin teorik tezlerinin, programatik sorunlarının tartışılmasını koymakta ve bunu “anti-sömürgeci ulusal demokratik mücadelenin ideolojik-politik inşa süreci” olarak adlandırmaktaydı. Örgütsel inşanın da buna göre biçimlenmesi düşünülüyordu. Dolayısıyla nasıl bir örgütlenme olacağının cevabı da zaten henüz verilmiş değildi. Ortada henüz çerçevelenmiş hazır tezler yoktur, ama yazı kurulu her bir konuyu kendi arasında tartışarak ortak metinlere ulaşmakta ve bunları dergide tartışmaya açmaktadır. Yapılan işbölümü gereği Rizgarî dergisinin her sayısında Kürdistan ihtilalinin temel programatik konularından birisi tartışmaya açılmaktaydı. Kürdistan’ın bir sömürge olduğu tezi, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı için bağımsız ve ayrı örgütlenmesi gerektiği tezleri; Kemalizm, resmi tarih ve resmi ideoloji eleştirileri; anti-sömürgeci ulusal demokratik mücadele kavramı; parlamento seçimleri [seçim siyaseti] ve legal mücadele [demokratik kitle örgütleri anlayışı] ile ilgili tezler hep bu süreçte olgunlaştırılmıştır. Rizgarî, uluslararası sosyalist hareketteki kutuplaşmalar ve onların Türkiye ve Kürdistan’a yansımaları karşısında da bağımsız bir tutum takındı. SBKP’yi, ÇKP’yi ya da AEP’i dünya sosyalist hareketinin merkezi gören çizgilere karşı tavır aldığı gibi; kendini “Marksist-Leninist” bir düzlemde tanımlamasına karşılık III. Enternasyonal pratiğinin, Lenin, Stalin ya da Mao’nun eleştirisinden de kaçınmıyordu. Türk Solu’nu genel olarak “sosyal şoven” bir tutum takınmakla eleştiriyor; Marksizm-Leninizmin dogmatik ve şabloncu bir tarzda değil, ülkelerin somut koşulları içinde yorumlanması gerektiğini savunuyordu. 70’li yılların hızlı sosyal, siyasal gelişmelerin yaşandığı dinamik ortamında Rizgarî 36 İşçi Cephesi, sayı 1 (1980). 37 Rizgarî Yazı Kurulu’nda Mümtaz Kotan, Orhan Kotan, İbrahim Güçlü, Ruşen Arslan, Hatice Yaşar, İkram Delen ve Ali Yılmaz Balkaş gibi isimler yer aldı. İsmail Beşikçi, Fikret Şahin ve Mehmet Uzun ise kısa sürelerle de olsa yazı kurulunda bulunan isimlerdi.

82

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri dergisi aracılığıyla tartışılmaya başlanan tezler oldukça kısa zamanda ete kemiğe büründü, taraftar kazandı ve bir takım örgütsel biçimler kendiliğinden ortaya çıkmaya başladı. Bir bakıma siyasal hareketlilik ve örgütsel talepler, teorik tartışmaların, ideolojik-siyasal inşa sürecinin önüne geçti. Kürdistan’ın belirli kentlerinde, metropollerde Kürt öğrenci gençliğinin, medrese kökenli Kürt aydınlarının teveccüh ettikleri bir siyasal hareket gelişti. Çeşitli sendika ve meslek örgütlerinde “anti-sömürgeci muhalefet” grupları oluştu. Birçok yerde ASDKD’ler (Anti-Sömürgeci Demokratik Kültür Dernekleri) kuruldu, vb. Bu hareketin sadece dergi yazı kurulu ile yönlendirilmesi ve taleplere cevap vermesi mümkün değildi tabii. 80 öncesinin karakteristik özelliklerinden biri de “Faşizme Karşı mücadele” ekseniyle belirlenmesidir. Faşizme karşı burjuva demokrasisinin savunulması birçok grubu Ecevit-CHP iktidarının Milliyetçi Cephe (MC) veya MHP karşısında savunulması ve seçimlerde desteklemesine götürmekteydi. “Kemalizm”, “CHP” ve “Parlamentarizm” olgularının köklü bir eleştirisi 1977 yılında Rizgarî’de yayınlanarak, sömürgeci parlamentonun, ırkçı-şoven bir parti olarak tanımlanan CHP ile işbirliğinin reddi gibi radikal çıkışlar, “anti-sömürgeci muhalefetin bağımsız seçim siyaseti” reformist “sol”lar tarafından şiddetle reddedildi. Fakat bu ideolojik-politik duruş, hem sömürgeci burjuva parlamentosu, hem de düzen partileriyle “ulusal demokratik muhalefetin” radikal kopuşu anlamına gelmesi bakımından tarihsel bir tavır alışı ifade etmekteydi. Parlamentonun reddedilmesi, fakat seçimlerin bir platform olarak kullanılmasını savunan Rizgarî görüşleri “bağımsız yurtsever adaylar” dönemini başlattı. 77’de blok halinde Ecevit’i iktidara taşıma için çalışan Türk ve Kürt “sol”ları daha sonraki seçimlerde “bağımsız seçim siyaseti” etrafında kümelenmeye başladılar. 1978–79 yılları Kürdistan’da politikleşmenin üst boyutlara vardığı ve yaygınlaştığı bir dönemdir. Ulusal hareket o güne kadar yakaladığı en geniş kitleselleşme boyutuna varmıştı. Öyle ki, Mahalli Seçimlerde, daha önce reddedilmiş olan “Bağımsız Seçim Siyaseti” bu kez benimsenince, Diyarbekir Belediye Başkanlığına Mehdi Zana, Ağrı’da Urfan Alparslan gibi yurtsever devrimci demokrat isimlerin büyük bir çoğunlukla seçilebilmesi bunun bir göstergesi sayılabilir. Aynı seçimlerde daha birçok ilçe ve beldede bağımsız yurtsever adaylar seçimleri kazanmıştı. Yerel yönetimlerin ulusal güçlerce kazanılması ve Kürdistan’daki yoğun kitleselleşme ve politikleşmenin, rejimi en az muhalefetin silahlanması kadar tedirgin ettiği açıktı. “Bağımsız Birleşik Sosyalist Kürdistan” talebi ve “anti-sömürgeci ulusal demokratik mücadele” kavramları ile ulusal ve toplumsal kurtuluş süreçlerinin tek bir devrim programı olarak formüle edilmesi Rizgarî’nin ayırt edici çizgileri oldu. Buna karşılık örgütlenme biçimi, mücadele yöntemleri ve Güney Kürdistan’daki gelişmeler karşısındaki tavır konuları Rizgarî yazı kurulundaki başlıca gerilim konularıydı. Rizgarî - Ala Rizgarî Yol Ayrımı Rizgarî yazı kurulu örgütlenme konusunda görüş birliğine varamadan 1978 yılında bölünmeye uğradı. Yazı kurulundaki ayrılık derneklere, alanlardaki yerel inisiyatiflere yansıdı. Yer yer gerilim ve çatışmaların olduğu bu süreç sonunda İbrahim Güçlü, Hatice Yaşar ve İkram Delen öncülüğündeki yazı kurulu üyeleri “Ala Rizgarî” adıyla yeni bir yayın çıkararak yeni bir örgütlenmeye geçtiler. Ala Rizgarî daha radikal bir çizgi vaat etmekte ve Kürdistan tabanına yayılmayı amaçlamaktaydı. Mümtaz Kotan, Orhan Kotan, Ruşen Arslan ve Yılmaz Balkaş’tan oluşan diğer yazı kurulu üyeleri de aynı isimle Rizgarî yayınını devam ettirme kararı aldılar. Diğer Bahar | 2010 -

83


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri yazı kurulu üyelerince “burjuva milliyetçisi” olmakla suçlanmalarına onlar Kürdistan’a özgü bir Marksist-Leninist çizgi izleme düşüncesiyle, önüne “Dört parçada tek ve merkezi proletarya partisi/Komünist Partisi” perspektifi koymuş, bu çizgide çalışmalara da yönelmişti. Rizgarî - Ala Rizgarî ayrışmasının tümüyle siyasal ve ideolojik nedenlere dayandığını söylemek yanıltıcı olur. Ayrışmaların kaynağında yönetici kadrolardaki siyaset yapma anlayışı ve alışkanlıklarının önemli yer tuttuğu söylenebilir. Kişisel uyumsuzluklar, çatışma ve güvensizlikler de rol oynamaktaydı. Kuşkusuz tüm bunların ideolojik ve siyasal karşılıkları da vardı. Her tür ayrılığı ideolojik olarak detaylandırmak, siyasal bir zemine oturtmak hiç de güç değil. Yönetici kadrolardaki bu ayrışmaların çevreye, kadrolara doğru yansıyışlarında da, çoğunlukla önder kabul edilen kişilere güvenme ve onu destekleme, çatışmacı veya dayanışmacı duygular rol oynamaktaydı. Bir kez kopuştuktan sonra bu kanatların birbirlerine alternatif olarak farklı ideolojik/siyasal kulvarlarda ilerlemeleri daha rahatlıkla mümkün oluyordu. Kuzey Kürdistan’da 1970–80 arasında silahlı aparatı bulunan veya önüne silahlı mücadeleyi koyup, buna göre yapılanan/yapılanmaya çalışan grupların olduğu kuşkusuzdur. Fakat 15 Ağustos 1984 atılımına kadar bunların hemen hepsi -PKK dâhil- gerçek anlamda bir gerilla hareketi yaratmanın henüz çok uzağındaydılar. Var olan askeri aparatlar ise, ya sivil faşist çetelerle ya yerel gericilerle çatışma, ya da kamulaştırma ve cezalandırma temelindeki eylemlerde yer alıyorlardı. Dahası gruplar birbirlerine karşı hegemonya kurma mücadelesinde sık sık şiddete başvuruyor ve askeri aparatlar bu yönde kullanılıyordu. “Apoculuk”tan PKK’ye... 1977 yılında önceleri pek önemsenmeyen, Kürdistan’da sayıları enflasyonla yarışan gruplaşmalardan biri olarak görülen bir grubun daha adı duyulmaya başladı. Siyaset sahnesine ilkin “UKO” (Ulusal Kurtuluş Ordusu) ve “Apocular” olarak giren bu grubun en önemli özelliği, kendi dışındaki örgütlenmelerden farklı olarak lideri Abdullah Öcalan’ın (Apo) karizmatik kişiliği çevresinde yoğunlaşarak gelişmesiydi. Hareketin temel özelliklerinden biri de, kadro kaynaklarının diğer örgütlenmelerden olan farklılığıydı. Rizgarî de dâhil hemen hemen tüm örgütlenmeler aynı kadro kaynakları üzerinden birbirleriyle kopuşan/birleşen “akraba” örgütlerden oluşmasına karşılık “Apocular”ın bunların dışında gelişmesiydi. THKP-C’nin silahlı mücadele çizgisinden esinlenen hareket, kadrolarını da bu çizgiden Kürdistanî temelde ideolojik-politik olarak kopuşan öğrenci gençlikten kazanmaktaydı. Diğer bir kadro kaynağı da metropol ve Kürt kasabalarındaki işsiz gençlik ve kent yoksullarıydı. Legal çalışma biçimlerini reddetmeleri; silahlı ve profesyonel kadroları kullanış biçimleriyle Kürdistan’a yeni bir siyaset üslubu getiren “Apocular”, alan hakimiyeti sağlamak için rakip gördükleri Kürt ve Türk gruplarına, sivil faşistlere ya da aşiretlere karşı giriştikleri mücadele ile kısa zamanda taban kazanmaya başlamışlardı. “Apocular” hem Türk, hem de Kürt soluna karşı retci-çatışmacı ve uzlaşmaz bir kimlikle karakterize olmuşlardı. Diğer gruplar da yer yer onları küçümseme eğilimindeydiler veya “küçük burjuva maceracıları”, “anarşistler”, “Kürt milliyetçileri”, “provokatif bir grup” olarak suçlamakta ve tecrit etmekteydiler. Gerek gruplar arası çatışmalar ve gerekse Siverek pratiğinde görüldüğü gibi feodallerle girişilen mücadele sırasında aşiretler arası kan davasına çekilme, devletin tezgâhladığı provokasyonlar büyük kadro kayıplarına yol açmaktaydı. Hareketin kitlesel genişlemesi ve devletin boy hedefi haline gelmesine karşılık, karşı karşıya kalınan sorunların aşılması, kuşatmanın kırılmasında yaşanan yetersizlik ve yetmezlikler, 84

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri örgütü yeni taktik arayışlara itti. 1978 sonbaharında partileşerek PKK (Partiya Karkarên Kurdistan) adını alan hareket, Kürdistan’da sıkıyönetim ilanı ile birlikte yoğunlaşan operasyon ve tutuklanmalar karşısında kadrolarını sistematik bir biçimde Ortadoğu’ya çekerek süreci göğüslemeye çalıştı. Ulusal Kurtuluş Savaşları ve Sosyalist Mücadelenin Sancılı Aşkı Marksist literatürde “sosyalizm ve ulusal kurtuluş mücadeleleri” başlığıyla tanımlanan bu ilişki, teoriden ziyade pragmatist bir yordamla ilerleyen bir ittifak olarak yürüdü. Bu sadece kendi coğrafyamıza özgü değil, “üçüncü dünya” olarak nitelenen hemen tüm sömürge ve yarısömürge alanlarında yaşanan bir sorunsaldı. Sömürgeciliğin diğer kurbanları durumundaki ezilen ulusların özgürleşme çabaları, bir demokrasi ve eşitlenme enerjisi olarak, kendisine ancak sosyalist siyasanın teori ve pratiğinde bir yer bulabiliyordu. Fakat bu enerjiyi taşıyan sınıfların –aydınlar, orta sınıf ve köylülüğün- sahip olduklarıı siyasal kültür ve nihai talepleri bakımından sosyalist öngörülerle organik bir ilişkisi kurulamıyordu. Kapitalist sistem, metropol proletaryasının devrimci talepleri karşısında, onu sistemin bir parçası haline getirecek ekonomik ve siyasal ödünlere razı oldukça; siyasi iktidarı tümüyle kaybetmektense kârını paylaşmaya, devleti demokratikleştirmeye ve sosyalizasyona yöneldikçe, sisteme karşı yönelen devrimci dinamizm de işçi sınıfından sömürge ülkelere, köylülüğe, kır yoksullarına, varoşlara kaymaktaydı. 60’lı yıllara gelindiğinde uluslararası sosyalist hareket daha çok aydın ve öğrenci gençlik üzerinden yayılma eğilimi gösterdi. 1968, sosyalist hareketin eski kalıp ve sınıf tabanından çıkarak daha geniş kitlelere yayılmasının da habercisiydi. Sömürge halkların, ezilen ulusların aydın tabakası da hem bu dalganın bir parçası olmuşlar, hem de kendi özgün sorunlarının ancak bu potanın içerisinde çözüleceğine olan inançla sosyalist düşünce ve örgütlenmelere sarılmışlardı. Fransız ihtilalinin jakoben, aydınlanmacı ve ulusal fikirlerinin entelijensiya aracılığıyla dalga dalga çevreye taşınmasına benzer bir durum yaşanmaktaydı. II. Dünya Savaşından sonra bir yanda ABD’nin liderliğindeki kapitalist dünya, diğer tarafta SSCB’nin öncülüğündeki sosyalist dünya olarak iki gerilimli kutba bölünmüş olan dünyada, sömürge ulusların mevcut statükodan kurtuluşlarının tek yolu SSCB’nin himayesi veya desteğinin sağlanması olarak görülüyordu. Sovyet yanlısı gurupların ana dürtüsü bu dış politika beklentisine dayanıyordu. Fakat pratikte aslında Sovyet politikasının komünist partiler aracılığıyla mevcut dengeleri/statüyü korumak olduğu görülmeye başladığında da alternatif yol ve çıkışlar aranmaya başlamıştı. Bu arayışların ağırlık merkezinde de sembol haline gelen Vietnam ve Küba anti-emperyalist ulusal kurtuluş savaşlarına, dengeyi bozacağına inanılan ve öncü kadrolar üzerine kurulu bir silahlı mücadele anlayışı oturmaktaydı. Kürt aydınlarının, öğrenci gençliğinin sosyalist hareketle bağlanmaları da dünyadaki pek çok benzerleri gibi öncelikle sosyalist hareketin felsefi tezlerinden hareketle gelişti. “Doğunun geri kalmışlığı, Kürt halkı üzerindeki baskılar” gibi olgular ancak sosyalist siyasal tezlerle açıklanabiliyor, sistem içinde hiçbir hayat hakkı tanınmayan özgürlük taleplerinin ancak sosyalist hareket sayesinde gerçekleşebileceği bir ufuk beliriyordu. Liberal, demokrat ve ulusal düşüncelere açık Kürt aydınlarının (ki kendilerine o günlerde “Doğulu aydınlar” deniliyordu), öğrencilerin hızla TİP ve FKF içerisinde yer almaları bu etkinin bir sonucudur. Bu deneyimin pek de öne çıkarılmayan sonuçlarından biri, Türkiye işçi sınıfından ziyade, ağırlıkla feodal ya da köylülük özelliklerine rağmen Kürt ve Alevi gibi ezilen ulus ve inanç gruplarından insanların sosyalist düBahar | 2010 -

85


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri şüncelere meyletmiş olmasıdır. Sosyalist hareket ile onun kitle tabanının eğilim ve talepleri arasında uluslararası ölçekteki bu çelişkiye, Türkiye’de bir başka çelişki daha eklendi. Kürt aydın ve örgenci gençliği sosyalist düşünceleri ancak Türk solu üzerinden alabilme şansına sahiptiler. Türk solu ise uluslararası sosyalist hareketin kavramlarını tercüme ederken aynı zamanda onu “Türkleştirmiş”ti. Sosyalizmin Türk solu tarafından “Türkleştirilmiş” yorum ve çözüm önerileri [program ve öngörüleri] çok geçmeden Kürtlerin Türk solu ile çatışmalarına ve kendi yollarını aramalarına neden oldu. DDKO’ların kuruluşu, Türk soluyla kopuşun ilk pratik ifadesidir. 70’li yıllarda ise ardı ardına Kürt halkının özgün sorunlarını ve giderek Kürdistan’ı ayrı bir ülke olarak telaffuz eden politik örgütlenmeler doğdu. Böylece “Kürt solu” ya da “Kürt sosyalist hareketi” denebilecek dinamik bir çizgi oluştu. Kürt ulusal sorununun yalnızca sosyalist hareket üzerinden tartışıldığını, örgütlenebildiğini söylemek yanlış olur. Hayır, tersine, 70’li yıllara gelindiğinde 20’li ve 30’lı yıllar boyunca Kemalist Cumhuriyet tarafından “tedip, tenkil ve tehcir” ile bastırılmış irili ufaklı birçok Kürt isyanlarının, direnişlerinin mirası üzerinden yükselen; 40’lı ve 50’li yıllar boyunca da oldukça sessiz ve derinden giden, fakat Güney ve Doğu Kürdistan’daki ulusal örgütlenme ve fikir akımlarıyla birlikte yürüyen bir Kürt ulusal demokratik hareketi zaten mevcuttu. Bu geleneksel akım özellikle medrese kökenli Kürt aydınları, çarşı esnafı gibi orta sınıfla desteklenen ve fakat Kürt köylülüğüne dayalı bir milliyetçiliği temsil ediyordu. Liberal, demokrat ya da sosyalist hiçbir Türk aydınının, bu Kürt ulusal dinamiği ile ilgili bir tanım veya ilgisi görülmüyordu. Olguyu üniversite çevrelerinde tanımlayan ilk ve çok uzun yıllar tek başına tartışmak zorunda kalan İsmail Beşikçi oldu. Buna karşılık sosyalizmin teorik tezlerini geliştirmeye çalışan verimli bir genç kuşak oluşmuştu. 60’lı yıllar bu geleneksel çizgiye kimisi Avrupa kimisi Türkiye metropollerinde okumuş ve sol düşünceye açık bir aydın zümre daha eklemişti. 70’lı yıllar, bir başka açıdan Kürt ulusal hareketinin sosyalist gençlik kuşağıyla bir biçimde yeniden oluşmasının, sentezlenme çabalarına da sahne olmaktadır. Öyle ki 90’lı yıllara kadar Kürt ulusal hareketinin geleneksel kadro ve çizgisi çok önemli oranda sosyalist program ve kadroların ideolojik hegemonyası altında kaldı. Rizgarî’nin teorik tezlerinin oluşturulmasında etkili bir yere sahip olan Orhan Kotan, uluslararası sosyalist hareketin ulusal kurtuluş mücadeleleriyle ne tür bir sentez oluşturabileceğine, bunun Kürt ulusal demokratik mücadelesiyle buluşma veya çatışma alanlarını tartışan, ne tür programatik çözümler bulunabileceğine kafa yoran bir teoriysen olarak karşımıza çıkıyor. Orhan Kotan’ın düşünce dünyası Kürt halkının ulusal zulümden kurtuluş problemiyle, onun dünya ve Türkiye ile olan evrensel bağıntısını, sosyalist hümanizm zemininde kurma çabası olarak tanımlanabilir. Uluslararası sosyalist hareketin, “barutu tükenmiş burjuvazinin demokratik görevlerini üstlenerek, ulusal demokratik devrimi sosyalist devrime taşıma” adına ulusal kurtuluş hareketlerine önderlik etme tezinin yaşadığı sorun ve çatışmalar –bir bakıma bu sancılı aşk- 90’lı yıllara kadar Orhan Kotan’ın -ve tabii Rizgari’nin- “Kürdistan ihtilali” üzerine geliştirdiği tezlerin de bel kemiğini oluşturmuştur. Reel sosyalizmin çöktüğü, kapitalizmin kendini yeniden toparladığı “küreselleşme” döneminde ise bu sancılı aşk yerini ayrılığa terk etti. Uluslararası sosyalist hareketin ulusal kurtuluş hareketlerine öncülük etme, demokratik devrimleri tamamlama gibi iddiaları teorik olarak da sona erdi. Sosyalist kamptan bir türlü gelmeyen siyasal destek, zaten yoksulluk içindeki güçsüz bu yığınların üzerine sürekli “dünya devrimini taşıma” yükü bindirilmesi, el altından desteklenen ve manüpilatif bir hale dönüşen si86

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri lahlı mücadele ile marjinal terörist hareketler haline çevrilen ulusal kurtuluş savaşımları da yol ayrımlarına geldiler. Sistem Güney Afrika örneğindeki gibi onları yeniden bir biçimde içine almaya başlamış, hatta SSCB’nin dağılmasından sonra buralardaki ulusal bağımsızlık isteklerini düpedüz destekler hale gelmişti. Kotan, 1973 TKDP Program Taslağını kaleme alırken ulusal demokratik düzeyle sosyalist düzeyin birbirinden ayrılması, ulusal demokratik bir partinin önüne sosyalist programlar dayatılmaması görüşündedir; Türkiye Kürdistanın’da Marksist-Leninist mücadeleyi önerenler, T-DKP’yi Marksist-Leninist parti gibi görmek isteyenler büyük bir hata içindedirler. Emeksermaye çelişkisinin yani modern toplum sınıflarını oluşturan burjuva-proleter mücadelesinin çözümü elbette ki sosyalizmden geçer. Ancak halkının %100’ü son derece geri bir üretim biçimi içinde bulunan ve başlıca unsuru (%85-90) köylü yığınların teşkil ettiği Kürdistan’da T-KDP Marksist-Leninist mücadele içinde değildir. Bu önerinin sahibi değildir. Ve bu önerinin sahibi olamaz. T-KDP, halkın sınıf yapısına bağlı olmaksızın bütün sınıf ve tabakalarının sorularına cevap veren ve özlemlerini bünyesinde barındıran bir CEPHE partisidir. Bir MİLLİ partidir.38 1982’de ise Rizgarî’nin “ideolojik inşa süreci”nin ardından karar kılınan örgütlenme modeli “Kürdistan’da dört parçada tek ve merkezi proletarya partisi” olarak sonuçlandırılmıştır. Rizgarî deklarasyonundan beri “ayrı örgütlenme” olarak formüle edilen anlayış, sınıf ve ülke temelinde de somutlaştırılarak “dört parçada tek ve merkezi proletarya partisi” olarak somutlaştırıldı. Rizgarî dergisi 9. sayı ve Özel Ek 10. sayılarda bu örgütlenme perspektifinin ana başlıkları da açılmıştı. “Kürdistan’da komünist öncünün örgütlenerek savaş alanındaki yerini alması, kapitalist köleliğe karşı Marksist-Leninist mücadele ve Kürdistanlı sosyalist siyasal güçlerin birliği” çağrıları bu açılımın sonuçlarıydı. Kürdistan proletaryasının ihtilalci bir sınıf örgütü olarak PARTİ ve bütün ulusal demokratik güçlerin ortak taarruz cephesinde birleşecekleri bir ulusal kurtuluş CEPHESİ… Formülasyon buydu. 1980 yılında ise bu perspektife uygun olarak Kürdistan Komünist Partisi örgütlenme planı, programı ve tüzüğü kabul edilmişti. Örgütlenme planına göre dört parçada ayrı sekretaryaların oluşturulması ve örgütlenmenin tüm Kürdistan’ı kapsaması gerekiyordu. Aynı program uyarınca ülkedeki Rizgari faaliyetleri bir geçiş dönemi organizasyonuna bağlandı. Tüm örgütsel faaliyetler “Siyasi Kurul”ca yönetildi ve KKP örgütlenme planı, programı ve tüzüğü belirlenen üyelere açılarak örgütlenme çalışmaları yürütüldü. Kürdistan Komünist Partisi İnşa Komitesi yayın organında, eski parti programlarının Kürdistan’da ulusal kurtuluşa denk düşen ulusal demokratik devrim programı ile kendilerini sınırladıkları, toplumsal kurtuluşa denk düşen sosyalist devrimi ulusal demokratik sınırlar içine hapsettikleri eleştirisi yapılır: “Biliyoruz ki ulusal olamayanlar, enternasyonalist olamazlar. Biz Kürdistanlı Marksistler, ilke olarak kendi ülkemizde örgütlenmeyi, devrimci proletaryanın dünya düzeyindeki mücadelesinin militan cephelerinden biri olarak Kürdistan proletaryasını örgütlemeyi görev sayarız”.39 “Sosyalist düzey ile ulusal demokratik düzeyin tek bir program içinde ve bütünsellik içinde yer alması gerekiyor.” (Yekiti, s.4) 38 Sait Aydoğmuş, ‘Sol’, Kürt ve Kürdistan Sorununu Solladı mı? Serisini İlgilendiren Önemli Bir Belge, “Türk Solu ve Bazı Yanlışlar” başlığı, (1974-75), bak.: http://www.kurdinfo.com/ nivis/sait64.htm. 39 Filistin Faciası!, Dengê Komal, Özel Broşür No:1, Duisburg 1982. Bahar | 2010 -

87


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri Her ne kadar o günlerde “düşüncelerimiz berrak, hedeflerimiz net, yolumuz aydınlıktır” diyerek özgüven belirtilmekteyse de, 1987’de örgüt model ve programı yeniden gözden geçirilerek “sosyalist ve yurtseverlerin bileşkeni” bir CEPHE modelinde karar kılınır. Merkez Komitesi’nde yer aldığı PRK/Rizgarî [Partiya Rizgarîya Kurdistan] kendisini “sosyalist muhtevalı bir KİTLE PARTİSİ” olarak tanımlamaktadır. Parti programı, Kürdistan devriminin ULUSAL DEMOKRATİK ve SOSYALİST olarak birbiriyle iç içe, ancak ayırt edilmesi gerekli ikili bir karakter taşıdığını belirterek asgari ve azami program hedeflerini açıklamaktadır.40 Orhan Kotan 1990 yılında Leninist örgütlenmenin burjuvaziye ait görevleri yoksul ve geri kitlelerin üzerine yüklediği, bu yüzden de bürokratizmin temeli olan illegal çelik çekirdek, öncü örgüt gibi kavramların öne çıktığını belirtir: Geri bir ülkede öncü örgütün çelik yapılanması, merkezi yanın öne çıkmasının başlıca kaynağını oluşturuyor. İllegal, öncü ve merkezi bir yapılanma... Stalin ile beraber kurumlaşıp, özellikle geri ülkelere ihraç edilen bu örgüt anlayışını biz tümü ile devraldık. Bu da bizim tarihsel talihsizliğimizin başlıca nedeni oldu.41 Bu nedenle de “her birinin tepesine küçük Stalinler’in tünediği” 30 yıllık siyasi kültürün ürünü olan örgütlerin yoldan çekilmelerini talep etmekte ve legal örgütlenmelere geçilmesini önermektedir. “Teoride Panik Yaratan Bir Kavram: Faşizm” Rizgarî Dergisi’nin 9. sayısında yayınlanan, egemen solun faşizm ve Kemalizm tahlillerinin, anti-faşist mücadele taktiklerinin eleştirildiği uzun makaleye böyle bir girişle başlamıştı. Bu tahliller Rizgarî’nin Stalinist merkez sol çizgiyle, III. Enternasyonal pratiğinin eleştirildiği bir ideolojik kopuşmasına tanıklık eder. Kürt sosyalist hareketi içinde Stalinizme en popüler olduğu bir süreçte alınan bu karşı tavır, kısmi olarak Troçki’nin, Gramsci veya Luxemburg’un Marksist kaynaklar olarak referans gösterildiği radikal bir teorik konumlanıştır. Bu metinle birlikte Rizgarî hem “Troçkist” hem “Kürt milliyetçisi” olarak suçlanıp, anti-faşist cephenin dışında atılmaya çalışıldığı bir tepkiyle karşılaşır. Anti-faşizm konusunda “Türkiye’de Kuran-ı Kerim haline gelen «Faşizme Karşı Birleşik Cephe»’nin yazarı “Dimitrov’un Faşizm tahlillerinin yetersiz, anti-faşist siyasal strateji ve taktiklerinin ise yanlış” olduğu belirtilen metinde; burjuva baskıcılığının tüm biçimlerini, tüm kötülükleri “faşizm” olarak nitelemenin yanlış olacağı, faşizmin asıl olarak “burjuva rasyonelliği dışında bir olgu olduğu belirtiliyordu. Bu tahlile göre, faşist hareket asıl olarak küçük burjuva yığınların düzen dışı muhalefetlerinin üzerinde yükselmekteydi. Buna göre faşist iktidar da devletin burjuvaziye karşı da görece biçimde özerkleşmesi, onun için de buyurgan hale gelmesi demekti. Tekelci sermaye ekonomik iktidarını da kaybetmemek için, siyasal iktidarını da paylaşmaya razı geliyordu. Türkiye’de ise burjuvazinin hemen her türlü baskıcı yönetimi “faşizm” olarak tanımlanmakta, faşizme karşı mücadele “kapitalist köleliğe karşı” mücadeleden ayrı düşünüldüğü için de mücadele faşist çetelerle sokak çatışmalarına hapis olmakta, hedef olarak da burjuva demokrasisini geçememekteydi. Ayrıca Türk solu “faşizm” şablonunu bol bol kullanarak da Kemalizmi tahlil edememekte, Kürdistan’daki sömürgeci yapıyı göz ardı etmekteydi. Kemalizmin, “siyasi ve ideolojik olarak faşizm ile fevkalade benzer uygulamalar içinde olduğu” tespiti yapılmaktadır: 40 Siyasi Program”, PRK (Rizgarî), 1988, s.51; 2. baskı PRK (Rizgarî Yayınları) No 19, 1991. 41 “Büyük Kararlar İçin Küçük Düşünceler”, PRK/Rizgarî 1. Konferansı, Tutanak ve Belgeler No 2, Rizgari Basım Yayım Merkezi Yayınları, s.32, Ekim 1991, s.10-50.

88

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri “Kemalizm, çözülen, çürüyen feodalizmin içinden gelen, kapitalistleşme evresinde, toplumsal örgütlenmeyi kaldıramayacak alt yapı kurumlarına sahip olunan bir dönemde, yukarıdan aşağıya doğru geliştirilen kapitalistleşmedir. Kemalizm, yürütmenin sınıfa karsı özerkleştiği bir devlet biçimidir. Bu yanı ile Bonapartist karakteristikler taşır. Ancak, Kemalizm ile Bonapartizmi özdeşleştirmek mümkün değildir. (..)“Kemalizm’in inşa süreci ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun toplumsal örgütlenmesinde etkin bir yeri olan asker bürokrasinin, yürütmede doğrudan bulundukları bir evredir. 1919-22 savaşının yöneticileri, siyasi iktidarı ele geçirmişlerdir.42 Türk solu ile “sömürgecilik ve ayrı örgütlenme” noktalarında gelişen ideolojik mücadele Kemalizm ve faşizm ile ilgili saptamalarla daha da derinleşmiştir. Kemalizmin hiç olmazsa başlangıçta “anti-emperyalist, ulusal kurtuluşçu, ilerici özellikler taşıdığı” yolundaki genel kabul, o evrede Kürt hareketleri tarafından da paylaşılmaktaydı. Rizgarî’nin Kemalizme yönelttiği bu radikal eleştiriler, Türk solundan büyük tepkiler görmekteydi. Nedir ki 12 Eylül darbesinin eli kulağındadır, uzun boylu teorik-ideolojik tartışmaların yerini sola yönelen topyekûn tehdide karşı ortak duruşun, pratik ihtiyaçları alacaktır. Ama sol hareketin aldığı yenilginin ideolojik kaynakları tartışılırken eski tip mevzileşmeler önemini yitirmiş olacaktı. Örgüt kadrolarının ardı ardına tutuklamalar geçirdiği bir dönemin ardından Avrupa’da 12 Eylül Cuntası ile ilgili parti bildirisinde yapılan tahlil “12 Eylül’ün militarist-bürokratik bir devlet darbesi” 43 olduğu yönündedir. Bildirinin önemli yanlarından biri de Türkiye’de 12 Mart gibi askeri darbe dönemleri değerlendirilirken, o güne değin sol hareketler içinde pek görülmeyen biçimde 27 Mayısla ilgili özeleştiri de içeren yeni belirlemeler yapılmasıdır: Türkiye’de solun hemen hemen tümü, yirmi yıl önceki bir askeri darbeyi, 27 Mayıs darbesini şu ya da bu kadar ilerici görmüşlerdi. Hala da 27 Mayıs’a övgüler düzmektedirler. Biz Kürdistanlı Marksistler, geçen süre içinde yeterli bilgi ve bilince sahip olmadığımız için o günlerde gerekli ve yeterli açıklamaları yapamamıştık. Sonraları daha berrak ve net olarak görebildiklerimizi yazdık. Kısaca şöyle özetlenebilir: Siyasal düzeyde 27 Mayıs, asker sivil bürokrasinin iktidara müdahalesi olarak biçimlendi. Ve bir darbe ile gerçekleştirildi. DP’nin iktidarından sonra, iktidar üzerindeki haklarını azar azar kaybeden Kemalist iktidar erki (erk: güç, yetke) 27 Mayıs’ta bu haklarını nispeten geri almayı amaçladı. Tarihsel toplumsal açıdan bu bir geriye dönüşü ifade eder, bu anlamda gericidir. Somut siyasal pratikte ise ilerici ve demokratik biçimlere büründü. Onun ilerici ve demokratik biçimleri, kendi doğasından kaynaklanmıyordu. Tam tersine, toplumsal alanda yerini alan burjuvazinin çıkarlarının ifadesi idi.44 Darbenin yarattığı karamsar tabloya rağmen Orhan Kotan, kendi deyimiyle “Ortadoğu’nun devrimci depremlere gebe” olduğuna inanıyordu. “Ortadoğu emperyalizmin yumuşak karnıydı, emperyalizmin çözümsüzlüğünün kilitlendiği bu statükonun ortasında ise beyni ve iskeleti sömürgeciler tarafından parçalanmış Kürdistan, durmaktaydı, statükonun kilidini açacak anahtar ise Kürdistan devrimiydi” (agy). Bildirilerde Rizgarî 9’daki faşizm tahliline uyarlı olarak yapılan “militarist bürokratik cunta” tanımı, “Rizgarî 12 Eylül’e faşist demiyor!” tarzında bir tecrit gerekçesi yapılmaya çalışıldı. 12 Eylül’ün 2. yıldönümü için ortak platformdan niçin çekildik? Ayrı Dur, Ortak Vur!..45 başlıklı broşürde bu kavramsal tartışmanın siyasal pratikteki 42 Rizgarî, S.9, “Faşizm”, s.79. 43 Rizgarî, “12 Eylül Darbesinin Anatomisi”, Dengê Komal, Nr.2, 30 Kasım 1980, Duisburg. 44 Agy., “12 Eylül darbesinin Anatomisi”, s.,72. 45 12 Eylül’ün 2. Yıldönümü için ortak platformdan niçin çekildik? Ayrı Dur, Ortak Vur!.. (Dengê Bahar | 2010 -

89


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri sonuçları üzerinde durulmaktadır: ...bu grupların hiçbirinin sağlam ve tutarlı bir faşizm teorileri yoktur... Faşizm üzerinde şuradan buradan aşırılmış ve alt alta sıralanmış bir formüller yığını ile ajitatif savaş sloganları egemen ideolojinin yapısını oluşturan öğelerdir. Tutarlı bir faşizm teorisine sahip olunmadığı için de , faşizme karşı mücadelede zikzaklı, kararsız, ilkesiz davranılmaktadır. (...) 12 Eylül öncesinin en önemli karakteristiği, faşizme karşı verilen mücadelede gösterilen olağanüstü beceriksizlik ve tutarsızlıklardır. (...) Sağ -sol çatışması kalıpları içine sıkışıldı, sosyalist hareket sivil faşist çetelere karşı mücadele perspektifi içine hapsoldu, kapitalist devlet aygıtı hedef dışı kaldı. 1980 Cuntası ve “Yol Ayrımları”: Tasfiyeler… 12 Eylül 1980 cuntası ile başlayan dönemi, Türk ve Kürt sol hareketleri için genel bir yenilgi ve tasfiye dönemi olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Kimi guruplar sahip oldukları kitlesel güce ve olanaklara rağmen marjinalleşip tasfiyeye uğrarken, kimi guruplar da döneme uygun politikalar izleme, fırsatları değerlendirme, yenilgiden dersler çıkarma temelinde kendilerini yenilemeyi başardılar. 80 öncesinde kitle tabanları, köylülük bağlantıları, sahip oldukları olanaklar, hatta askeri aparatları bulunmasına rağmen en büyük tasfiyeye KİP ve KUK örgütleri uğradılar. TKSP ılımlı-reformcu çizgisinde belli bir iç tutarlılık göstererek geri çekilmişti. Cunta dönemi bir çok gurubun ise giderek marjinalleşmesi ve etkisizleşmesine de yol açtı. Hareketler örgütsüz yakalanmış, “parti” veya “örgüt”ler ise süreci karşılayacak güçte olmadıklarını anlamışlardı. Legalize olmuş, genişlemesine büyümüş ama derinlik kazanamamış örgütler, yoğunlaşan operasyon ve tutuklamalarla militarizmin kolay hedefleri haline gelmişti. Yüzlerce, binlerce kadro gözaltı, tutuklama ve cezaevlerinde işkence ve ateş altında sınav verirken; dışarıda kalan kadrolar da düzenli ya da düzensiz olarak yurtdışına çıkmaktaydılar. Bunların bir kısmı örgütlü geri çekilme, ama büyük bir bölümü telaş içindeki bir kaçıştı. Böylece hem Türk, hem Kürt devrimci hareketi sürgün ve mültecilikle kitlesel olarak tanıştı. Uzaktan ve biraz da hayali bilgilerle tanınan Avrupa, Ortadoğu ve Güney Kürdistan alanları artık devrimci kadrolar için somut ve gerçek yüzleriyle öğrenilmeye başlandı. Ama buralar da en az sorgu, işkence ve cezaevleri kadar zorlu bir sınav alanları olarak belirmişlerdi. Bireyler de, örgütler de bu sınavdan kırılıp dökülerek, düşüncede ve eylemde tükenerek ya da kendini bambaşka bir tarzda üreterek yaşamanın bir yolunu buldular. Bu süreçten kendini yenileyerek, atılım yapıp güçlenerek çıkan tek hareket PKK oldu. Diğerleri bambaşka serüvenler yaşayarak küçüldü veya etkilerini yitirdiler. Kimileri kendilerini yeni bir tarzda aşmayı denedi... Rizgarî, Ala Rizgarî ve Kawa’nın Özgün Tutumları Cunta dönemini ve 15 Ağustos öncesini anlatırken Rizgarî’nin devrimci tutumuna vurgu yapmak gereği vardır. Çünkü bu husus, genellikle görmezden gelinen ve Rizgarî’nin de pek fazla tanıtımını yapmadığı, dönemin ilkeli devrimci tutumlarına örnek teşkil etmektedir. Bu süreç aynı zamanda bir devrimci hareket için olabilecek talihsizliklerle doludur. Birincisi; Rizgarî, 12 Eylül’den önce geçirdiği bölünmenin etkilerini aşıp toparlanmaKomal, Özel Broşür, s.12, Ağustos 1982, Duisburg.

90

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri dan, cunta dönemine örgütsüz yakalanmıştı. İkincisi; 1980’de geçirdiği operasyonlarda önder kadrolarının önemli bir kısmı tutuklanmıştı. Buna karşın Rizgarî, cuntaya karşı direniş ve mücadele bayrağını yükselteceğini aynı gece (bir Alman gazete ve TV’sine verilen demeçle) ilan eden ilk hareketlerden/ örgütlerden biridir. Cunta koşullarında dağılmak bir yana, örgütlenme çalışmalarını sürdürmüştür. Deşifre olan ve aranan kadrolarına yurtdışına çıkma yasağı getiren Rizgarî, örgütlenme çalışmaları için hem Güney Kürdistan’a, hem de Küçük Güney’e (Suriye) seçkin kadrolarını çıkardı. O dönemde siyasi gruplar SSCB, Arnavutluk ve Çin ekseninde kutuplaşmaları sonucunda aralarında kıyasıya çatışırken, bu kampların dışında duran hareketlerin ise kuşatmaya uğradıkları biliniyor. Özellikle SBKP çizgisi, bölgede kendi inisiyatifi dışında kuş uçurtmuyor; Güney Kürdistan’da Irak Komünist Partisi (IKP), Suriye’de bizzat devletin kendisi El-Muhaberat eliyle ve Filistin örgütleri, cunta koşulları nedeniyle alana giren örgütleri kendi denetimleri ve fiili kuşatma altında tutmak istiyorlardı. Bu kamp içinde konumlanan gruplar ya bu bağımlılık ilişkisini kabulleniyor ya da katlanmak zorunda kalıyorlardı. Bütün bu koşullara karşı siyasi ve örgütsel bağımsızlığına büyük bir titizlik gösteren Rizgarî, çıktığı alanlarda hiçbir denetim ve bağımlılık ilişkisini kabul etmedi, bu tip bir ilişkiye girmedi. Bunun bedelini ise Suriye alanındaki kadrolarının 1981 yılında iki kez tutuklanarak Türkiye’deki askeri rejime iade edilmesiyle ödedi. Buna karşılık Rizgarî cunta koşullarında örgütlenme, illegal yayın gibi çalışmalarını sürdürdü. 1982 yılında Ankara ve İstanbul’da ciddi eylemler gerçekleştirdi. 1983 yılında Suriye’de bulunan bir kısım kadrolarının KKP-İÖ olarak askeri örgütlenme için Kürdistan’a silahlı çatışmayla girmeleri de kritik bir girişim olarak değerlendirilmelidir. Fakat sonuç olarak başarısız kalmıştır. Ala Rizgarî de hem Suriye hem Güney Kürdistan’a çekilen gruplardan biriydi. Bu grup da 12 Eylül operasyonlarında birçok kadrosunun tutuklanmasına karşılık, önder kadrolarını ağırlıklı olarak Güney’e taşımayı başarmıştı. Böylece “silahlı mücadele” konsepti için de acil ve kendiliğinden koşullar ortaya çıkmış bulunuyordu. Ne var ki “silahlı mücadele - siyaset” ilişkisinin teorik öngörüleri aşan, sert realitesi, hiç hesaplanmayan bağımlılık ilişkilerinin ve gerilimlerin ortaya çıkmasını da beraberinde getirdi. Kadrolar arasındaki gerilim ve siyasetteki bu kırılma, mültecilik koşullarında belli bir süre sonra ayrılıkların daha da derinleşmesine ve Kürdistan’dan uzaklaşarak Avrupa’ya yönelinmesine neden oldu. Özellikle YNK ile iyi ilişkiler içinde olmasına rağmen Ala Rizgarî’nin “silahlı mücadele” deneyimi başarılı olmadı ve örgütlenme yavaş yavaş çözüldü. Bir kısım Ala Rizgari kadrosu ise Avrupa yerine ülkeye dönmeyi yeğleyerek örgütlenmeyi burada geliştirmeyi denedilerse de; Cunta’nın Kürdistan’da yarattığı ortam onların kolayca tecrit edilip yakalanmalarına yol açıyordu. Birçok girişim bu kadroların yakalanmalarıyla sonuçlandı. İç çatışma ve örgütsel bölünmeler nedeniyle, cunta dönemini dağınık ve bölünmüş biçiminde karşılamak durumunda kalan radikal örgütlerden biri de Kawa’dır. Arnavutluk (AEP) çizgisinde karar kılan grup henüz partileşmeden PSŞK (Peşmergeyên Sora Şoreşa Kurdıstan) ve KPŞK olarak ikiye bölünmüştü. İdeolojik ve siyasal temele dayanmaktan çok, örgütlenme tarzı ve kadroların niteliğine göre belirlenen bu ayrılık harekete güç kaybettirdi. Genişlemesini Kürt kent ve kasabalarındaki işsiz ve alt kültür gruplarına yayan, beri yanda aydın ve öğrenci kadrolar da barındıran her iki grup da silahlı mücadele amacı taşıyorlardı. Onlar da bu güçsüz yapıyla militarizmin darbelerini almaktan kurtulamamışlardı. Bahar | 2010 -

91


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri Fakat bundan daha önemlisi, cephe gerisine çıkmak ve savaşçı bir örgütlenme hazırlığı için Suriye’yi seçen Kawa’nın önder kadrolarının, 1981 yılında Kamışlı’da Suriye ve Türk ordusunun ortak bir operasyonu sonucu topluca katledilmeleridir. Bu trajik olay Ortadoğu’ya açılan grupların karşılaştıkları dayatma, komplo ve tahribatların boyutunu göstermektedir. Kamışlı katliamındaki etkenlerden biri de Kawa’nın “antisovyetik” bir grup olarak Suriye politikasına ters düşmesiydi. 5 No’lu Zından Sömürgeci militarist rejim, binlerce yurtsever, devrimci ve sosyalist kadroyu, binlerce yurtsever Kürdistan köylüsünü işkenceden geçirdi. Diyarbekir zindanı Kürdistan’daki onlarca işkence ocağının merkezi durumundaydı. Bu insanların ağırlıklı bölümü PKK sempatizanları veya kadrolarından oluşuyordu. Binlerce kişi tutuklandıkları bölgelere göre dosyalara ayrılıp yargılanmaktaydı. Kitlesel yargılanan diğer gruplar da KUK ve DDKD idi. Ayrıca, TKSP, Rizgarî, Ala Rizgarî, Kawa, Dengê Kawa davalarıyla Türk Solundan TKP/ML, HK gibi gruplar bulunmaktaydı. Bunun yanı sıra Siverek olaylarına bağlantılı olarak “Tırşikçiler” olarak adlandırılan Bucak ve Süleymanlı aşiretinin unsurları da yargılanmaktaydı. Ve tabii ki, cunta Kürt kökenli milletvekili ve aydınları ya bireysel ya da yakın gördükleri bir dosyaya yamayarak işkence tezgahından geçirmeyi ihmal etmemekteydi. Zindanlardaki kitlenin genel köylülük özellikleri, bilinç ve kararlılık öğelerinin zayıflığı, kadroların süreci karşılamadaki zayıflık ve yetmezlikleri; örgütsüz yakalanma ve darbenin yarattığı yılgınlık; sol içi çatışmaların yarattığı dağınıklık ve güvensizlik gibi birçok zaaf karşısında, Devlet olanca gücü ve barbarlığıyla cezaevine yöneldi. Dağınık ve yeteneksiz direnme çabalarına karşın idare 1981 yılına geldiğinde hemen hemen tüm cezaevini “kurallara uydurmuş” teslim almıştı. Bunun da ötesine geçerek önemli sayıda kadro ve sempatizanı itirafçılaştırmayı başarmış, artık koğuşları ihanete zorlamaktaydı. Koyu bir işkence ve vahşet dönemi yaşanmaktaydı. Buna karşılık sonraki sürecin belirleyicisi haline gelecek olan direnişçi bir çizgi de belirmeye başlamıştı. Mazlum Doğan’ın intiharı, 1982 Ölüm Orucu Direnişi, 1983 Mayıs’ında Dörtlerin kendilerini yakma eylemi gibi sembolik olarak da güçlü bir etkiler yaratan eylemler bu çizgiyi temsil eder. Bu Bölümün Sonucu 90’lı yıllarda Kürt siyasi hareketi, Diyarbekir Zindanı ile, Ortadoğu ve Avrupa’daki siyasi göçmenlerin bu süreçteki tavırlarına, yönelimlerine sıkı sıkıya bağlı olarak yeniden biçimlenmiştir. PKK’nin Filistin’de mevzilenmesiyle elde ettiği imkânları, 15-16 Ağustos 1984’te silahlı mücadele kanalize etmesi; diğer grupların Ortadoğu pratiğinde tutunamayıp Avrupa koşullarına uyum sağlama çabaları, yeni dönemin çok daha farklı biçimler üzerinde gelişmesinde etkili oldu. PKK silahlı mücadele sayesinde Kürdistan köylülüğünden kitlesel bir destek alırken ve geleneksel yurtseverin ise teveccühünü kazanırken; Rizgarî de dahil diğer örgütlenmeler özellikle ülkedeki tabanlarını önemli ölçüde kaybetti veya oldukça gerilediler. Rizgarî’nin (Ala Rizgarî dâhil) Kürt ulusal demokratik hareketinin bağımsız bir ideolojik-siyasal zemine oturmasında önemli katkıları olduğunu düşünüyorum. Kürt sosyalist grupları çok uzun süre Türk solundan ayrı ve bağımsız örgütlenmeyi reddettiler. Kürt ulusal demokratik hareketinin kendi bağımsız ve güçlü iç dinamikleri olduğu, buraya yaslanmak gerektiği ısrarla vurgulandı. Kürdistan devriminin kendine özgü teorik tezleri tarihsel perspektifi olması gerektiği ve bunun yeterince güçlü kaynakları bulunduğu da ortaya konuldu. Rizgarî tarafından savunulup tartışılan tezlerin 92

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri PKK dahil birçok Kürdistanlı grubu etkileyip değiştirdiğini söyleyebilirim. Kürt ulusal demokratik hareketine ait anti-sömürgecilik, bağımsız örgütlenme, ayrılma hakkı, Kemalizm ve resmi ideoloji eleştirileri gibi birçok temel tezin, Türk soluna, sosyalistlerine, demokratlarına aktarılmasında da ciddi bir etkisi olmuştur. Olumsuzluğu ise teorik ve ideolojik mücadeledeki radikalizme rağmen bunu siyasal bir güç ve örgütsel formlara dönüştüremeyişidir; böylece birçok yetişkin kadro siyaset dışına düşmüş veya kendi nosyonları dışında yapılarla hareket etmek zorunda kalmışlardır. Rizgarî hareketi sömürgeci metropollerdeki öğrenci gençlik ve aydınlar, bazı meslek grupları içinde gelişmiş ama asıl hedef kitlesi olana Kürdistan’a nüfuz edememiştir. Ne şehirlerdeki Kürt işçilerine ne de Kürt köylülüğüne... Adana’nın kenar semtlerinde, Tatvan, Varto, Malazgirt, Ergani gibi bazı lokal alanlarda kasaba düzeyinde gelişmeler kalıcı ve etkili olamadı. Kürt ulusal hareketinin ana gövdesi olan Kürt köylülüğü ve kent yoksullarına ulaşılamadı, onların dilinden konuşup, onları örgütleyen bir yapı oluşturulamadı. Programatik olarak öngörmesine rağmen silahlı mücadeleyi örgütleyemedi. Tüm bunlar bir dönemin siyasi kadrolarının gençlik hevesiyle bol bol konuşan ama söylediklerini yapamayan insanlar olarak kitlede güvensiz bir profil edinmesine neden oldu. Sınıf mücadelesi, sınıf ideolojisi ve sınıf örgütü düzeyinde hareket edilmesine rağmen, sınıfın (köylüler, kır yada kent yoksulları, işçiler, sendikalar gibi) kendi özgün talepleri içinde örgütlendirilmesine girişilmemesi, politikalar geliştirilmemiş olması da bir başka açmaz oluşturmaktadır. Günümüzde sömürgeci metropollerin varoşlarını dolduran Kürdistanlı kır yoksullarının önemli ölçüde hem sınıf hem de ulusal demokratik taleplerin dışında kalmasında bu ihmalin rolü büyük olmalı. Bu da örgütlerin asıl olarak ulusal demokratik kitlesel bir zeminde durdukları, Marksizmin daha çok siyasal bir retorik olarak kullanıldığını gösteren bir olgu. Bundandır ki, 12 Eylül rejiminin yarattığı tahribatların üzerine Doğu Bloku’nun çözülmesi süreçlerinin hemen ardından sosyalist söylemin hızla ve rahatlıkla terk edilebilmesi oldukça kolay oldu. Diğer örgütlerin de Rizgarî gibi kendi hedef kitlelerinin uzağında kalmaları, söylemlerini pratiğe geçiremeyişleri; siyasal boşluğun PKK tarafından doldurulmasını kolaylaştırdı. Siz siyasal bir özne olmayı başaramadığınız zaman, bu boşluk başka biçimde yerini doldurmakta gecikmez. Rizgarî dahil diğer Kürt örgütlenmeleri de kendi sosyal ve siyasal tabanlarıyla, hedef kitleleriyle sağlıklı ilişkiler geliştirebilmiş olsaydı; ulusal demokratik mücadele daha büyük gelişmeler sağlayabilirdi. Tekçi bir örgütsel yapı değil, demokratik bir çoğulculuk egemen olabilirdi.

Bahar | 2010 -

93


Dosya

III. Enternasyonal’in İkinci Kongresinde Lenin’in Ulusal Sorun ve Sömürgeler Komisyonu Adına Yaptığı Konuşma 1

26 Temmuz 1920

Yoldaşlar, ben kısa bir giriş konuşmasıyla yetineceğim, ve benden sonra komisyonumuzun sekreteri olan Maring yoldaş, size, tezler üzerinde yapmış olduğumuz değişikliklerle ilgili ayrıntılı bir rapor sunacaktır. Tamamlayıcı tezler formüle etmiş olan Roy yoldaş da, daha sonra söz alacaktır. Komisyonumuz sunulan ilk tezleri değişiklikler ve tamamlayıcı tezlerle birlikte oybirliğiyle kabul etmiştir. Böylece, bütün önemli sorunlarda tam bir görüş birliğine varmış bulunuyoruz. Ben, şimdi, bazı noktalara kısaca değineceğim. Birincisi, bizim tezlerimizin temel, esas fikri nedir? Ezilen halklarla ezen halklar arasında ayrımın yapılması. Biz, II. Enternasyonalin ve burjuva demokrasisinin tersine, bu ayrımı özellikle belirtiyoruz. Emperyalizm döneminde, uluslar ve sömürgeler sorununun çözüme bağlanmasında somut iktisadi gerçekleri göz önünde bulundurmak, soyut kavramlardan değil de somut gerçeklerden hareket etmek, proletarya için ve II. Enternasyonal için özellikle önemlidir. Emperyalizmin ayırt edici özelliği, bütün dünyanın, gördüğümüz gibi şu anda büyük sayıda ezilen halklarla muazzam servetleri ve büyük bir askeri gücü elinde bulunduran küçük sayıda ezen halklara bölünmüş olmasıdır. Eğer dünya nüfusunu bir milyar yedi yüz elli milyon olarak tahmin edersek, bunun, bir milyarın üzerinde, yaklaşık olarak bir milyar iki yüz elli milyonu, yani dünya nüfusunun aşağı yukarı yüzde yetmişi, ya doğrudan doğruya sömürge bağımlılığı düzenine bağımlı kılınmış, ya İran, Türkiye, Çin gibi yarısömürge durumunda olan, ya da büyük bir emperyalist devletin ordusuna yenilerek bir barış antlaşması gereğince 1 Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, Belgeler, cilt 1, Maya Kitapları-2, Tohum Yayıncılık, 1997, ss. 204209.

94

Sosyalist Düşünce Dergisi


Lenin: Ulusal Sorun Üzerine bağımlı durumda tutulan ezilen halklardandır. Bu ayrım fikri, halkları, ezilenler ve ezenler olarak ayırma fikri, gerek benim imzamla çıkanlar, gerek sonra yayınlananlar olsun, gerek Roy yoldaşın imzasıyla çıkanlar olsun, bütün tezlerde vardır. Roy yoldaşın tezleri, daha çok Hindistan’ın ve Büyük Britanya tarafından ezilen öteki Asya halklarının durumları açısından yazılmıştır ve bu yüzden, bu tezler bizim için büyük önem taşır. Tezlerimizdeki ikinci yön verici fikir, bugünün uluslararası durumunda, Emperyalist Savaştan sonraki durumda, halklar arasındaki karşılıklı ilişkilerin ve bütün dünya siyasal sisteminin, küçük sayıda emperyalist ulusların, başında Sovyet Rusya’nın bulunduğu Sovyetler devletinin, sovyetik hareketine karşı savaşımıyla belirlendiğidir. Eğer bunu göz önünde tutamazsak, dünyanın en ücra bir noktasında olsa bile, hiç bir ulus ya da sömürge sorununu doğru olarak koyamayız. Ancak bu noktadan hareket ederektir ki,uygar ülkelerin olsun, geri kalmış ülkelerin olsun, devrimci partileri, siyasal sorunları doğru olarak koyabilirler ve bunları doğru şekilde çözüme bağlayabilirler. Üçüncüsü, ben, burada, dikkatleri özellikle geri kalmış ülkelerdeki burjuva demokratik hareket sorunu üzerine çekmek istiyorum. Aramızda bazı görüş ayrılıklarına neden olan sorun, işte budur. III. Enternasyonalin ve komünist partilerin geri kalmış ülkelerdeki burjuva demokratik hareketi desteklediklerini ilân etmelerinin, ilkelerde ve teoride doğru olup olmadığını aramızda tartıştık; bu tartışma sonunda “burjuva demokratik” hareket teriminin yerine “devrimci ulusal hareket” terimini kullanmayı oybirliğiyle kararlaştırdık. Kuşkusuz, her ulusal hareket, ancak burjuva demokratik bir hareket olabilir, çünkü geri kalmış ülkelerin nüfusunun büyük kitlesi, burjuva ve kapitalist ilişkileri temsil eden köylülerden meydana gelmektedir. Bu ülkelerde, genel olarak kurulduklarını kabul etsek bile, proleter partilerinin köylü hareketiyle belirli ilişkiler kurmadan, köylü hareketini eylemde desteklemeden, bu geri ülkelerde sosyalist bir taktik ve siyaset izleyebileceklerine inanmak, hayale kapılmak olur. Ama şöyle itirazlar olmuştur: eğer biz, burjuva demokratik hareketten söz edersek, reformist hareketle devrimci hareket arasındaki ayrım silinmiş olacaktır. Oysa, son zamanlarda, bu ayrım, geri kalmış ülkelerde ve sömürgelerde bütün açıklığıyla belirli bir hal almıştır, çünkü emperyalist burjuvazi bütün araçlara başvurarak, reformcu hareketi, ezilen halklar arasına da ekmeye çalışmaktadır. Sömürücü ülkelerin burjuvazisiyle sömürgelerin burjuvazisi arasında bir ölçüde yakınlaşma olmuştur, öyle ki, sık sık ve belki de çoğu durumda, ezilen ülkelerin burjuvazisi, bir yandan ulusal hareketleri desteklerken, aynı zamanda, emperyalist burjuvaziyle anlaşma halindedir, yani emperyalist burjuvaziyle birlikte devrimci hareketlere karşı ve devrimci sınıflara karşı savaşım vermektedir. Bu, komisyonda yadsınamaz bir biçimde kanıtlanmıştır; ve bu yüzden, bu ayrımın göz önünde tutulmasının ve hemen her yerde “burjuva demokratik” terimi yerine “devrimci ulusal” teriminin kullanılmasını tek doğru davranış saydık. Bu terim değişikliğinin anlamı şudur ki, biz, sömürge ülkelerin burjuva kurtuluş hareketlerini, ancak bu hareketler gerçekten devrimci oldukları takdirde, bu hareketlerin temsilcilerinin o ülkelerdeki köylülüğü ve sömürülen geniş kitleleri, devrimci bir ruhla örgütlendirmemize engel olmadıkları takdirde desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz. Eğer bu koşullar yerine getirilmezse, bu ülkelerde reformcu burjuvaziye karşı (ki bunlara II. Enternasyonal kahramanları da dahildir) savaşım veririz. Sömürge ülkelerde reformcu partiler şimdiden mevcutturlar, ve bunların temsilcileri, bazen kendi kendilerini sosyaldemokrat ve sosyalist olarak adlandırmaktadır. Değindiğimiz bu ayrım, bütün tezlerde şimdi mevcuttur ve öyle sanıyorum ki, böylelikle bizim görüşümüz, şimdi artık çok daha tam ve kesin bir biçimde formüle edilmiş bulunmaktadır. Şimdi de köylü sovyetleri konusunda birkaç söz söylemek istiyorum. Rus komünistlerinin, Çarlık Rusyası’nın tahakkümü altında bulunmuş olan sömürgelerde, Türkistan vb. gibi geri kalmış ülkelerdeki pratik çalışmaları, şu sorunu ortaya çıkarmıştır: bu ülkelerin esas ayırt edici özellikleri, kapitalist öncesi ilişkilerin egemen bulunması Bahar | 2010 -

95


Lenin: Ulusal Sorun Üzerine olduğuna göre ve bu yüzden de, bu ülkelerde salt proleter bir hareket söz konusu olamayacağına göre, kapitalist öncesi koşullarda taktik ve siyaset nasıl uygulanacaktır? Bu ülkelerde sanayi proletaryası hemen hemen yoktur. Ama buna karşın, biz, bu ülkelerde de yönetici rolünü üzerimize almayı gerekli saydık. Çalışmalarımız, bu ülkelerde, pek büyük güçlükleri yenmemiz gerektiğini bize gösterdi, ama elde ettiğimiz pratik sonuçlar da göstermiştir ki, bütün bu güçlüklere karşın bu ülkelerin yığınlarında siyasal bilince ve bağımsız siyasal eyleme bir özlem uyandırmak, proletaryanın hemen hemen mevcut olmadığı koşullarda bile olanaklıdır. Bu çalışma, bizim için, Batı Avrupa ülkelerindeki yoldaşlarımızın çalışmalarından daha zordu, çünkü Rusya proletaryası, aynı zamanda, devleti de yönetmekteydi. Yarı feodal bir bağımlılık durumunda olan köylülerin, sovyet örgütlenmesi fikrini benimsemeleri ve bunu uygulamaları kolayca anlaşılır bir şeydir. Gene besbellidir ki, yalnızca tüccar sermayesi tarafından değil, feodaller ve feodal temeller üzerine kurulu devlet tarafından da sömürülen ve ezilen yığınlar sovyet örgütlenmesi silahını kendi durumlarında bile kullanabilirler. Sovyet örgütlenme fikri basittir; bu, yalnızca proleter ilişkileri çerçevesi içinde değil, aynı zamanda feodal ya da yarı-feodal nitelikte köylü ilişkileri çerçevesi içinde de uygulanabilir. Bizim bu alandaki deneyimlerimiz henüz pek zengin sayılamaz, ama birçok sömürge temsilcilerinin katıldıkları komisyon tartışmaları, köylü sovyetlerinin, sömürülenlerin sovyetlerinin yalnızca kapitalist ülkeler için değil, aynı zamanda kapitalistöncesi ilişkilerin egemen bulunduğu ülkelerde de geçerli bir araç olduğunu, her zaman ve her yerde geri kalmış ülkelerde, sömürgelerde köylü sovyetleri lehine propaganda yapmak olduğunu; ve koşulların izin verdiği yerlerde derhal emekçi halkın sovyetlerini kurmaya girişmek olduğunu kaçınılmaz bir biçimde tanıtlamış bulunmaktadır. Burada, bizim önümüzde, son derece ilginç ve son derece önemli bir pratik çalışma alanı açılmaktadır. Bugüne kadar bu konudaki ortak deneyimimiz çok değildir, ama yavaş yavaş gittikçe zenginleşen bir dokümantasyon toplamaktayız. İleri ülkelerin proletaryasının, geri kalmış ülkelerin emekçi yığınlarına yardım edebileceği ve yardım etmesi gerektiği, geri kalmış ülkelerin bugünkü gelişme aşamalarından, Sovyet Cumhuriyetlerinin utkun proletaryasının bu yığınlara el uzattığı zaman ve kendilerine yardımda bulunma durumuna geldiği zaman kurtulabilecekleri tartışma götürmez. Bu konuda benim tarafımdan imzalanmış olan tezler üzerinde ve özellikle Roy yoldaşın imzaladığı tezler üzerinde canlı tartışmalar oldu. Roy yoldaş, üzerinde bazı deyimlerin oybirliğiyle kabul edildiği bu tezleri, burada savunacaktır. Sorun şöyle konmaktaydı: iktisadi gelişmenin kapitalist aşamasının, halen kurtuluş yolunda ilerleyen ve aralarında savaştan bu yana ileri bir hareket görülen geri kalmış halklar için kaçınılmaz bir aşama olduğu görüşünü, doğru bir görüş sayabilir miyiz? Biz, buna olumsuz yanıt verdik. Eğer utkun devrimci proletarya, bu halklar arasında sistemli bir propaganda yürütürse, eğer sovyet hükümetleri, ellerindeki bütün olanaklarla bu halklara yardımda bulunursa, kapitalist gelişme aşamasının geri kalmış halklar için kaçınılmaz olduğuna inanmak yanılgı olur. Sömürgelerde ve geri ülkelerde yalnızca bağımsız militan grupları ve parti örgütleri yaratmakla, yalnızca köylü sovyetleri kurulması için propagandaya girişmekle ve bunları kapitalist öncesi koşullara uyarlamaya çalışmakla yetinmemeliyiz. Aynı zamanda Komünist Enternasyonal, geri ülkelerin, kapitalist aşamayı geçmek zorunda kalmaksızın, ileri ülkeler proletaryasının yardımıyla sovyet sistemine ve belli gelişme aşamalarından sonra komünizme ulaşabileceği önerisini, uygun teorik temelde öne sürmelidir. Bu bakımdan gerekli olan olanakların neler olacağını önceden kestirmek olanaksızdır. Bunların neler olduğunu deneyim bizim kulağımıza fısıldayacaktır. Ama açıkça belli olmuştur ki, sovyetler fikri, en uzak halkların emekçi yığınları için ulaşılabilir bir fikirdir ve bu organlar, sovyetler, kapitalist öncesi toplumsal düzenin koşullarına uygun hale getirilmelidir. Quelch yoldaş, Britanya Sosyalist Partisi adına, komisyonumuzda bu konuya de96

Sosyalist Düşünce Dergisi


Lenin: Ulusal Sorun Üzerine ğindi. Basit bir İngiliz işçisinin, köle haline getirilmiş halklara, İngiliz boyunduruğuna karşı ayaklanmalarında yardımcı olmayı, ihanet saydığını söyledi. Büyük Britanya’nın ve Amerika’nın işçi aristokrasisinin dar görüşlü şovenizminin sosyalizm için en büyük tehlikeyi oluşturduğu; bunların II. Enternasyonalin en sağlam dayanakları olduğu ve burada söz konusu olan şeyin, bu burjuva enternasyonaline bağlı olan işçi liderlerinin en büyük ihaneti olduğu doğrudur. II. Enternasyonal de ulusal sorunu tartışmıştır. Basle Bildirisi bu sorundan apaçık terimlerle söz etmektedir. II. Enternasyonal partileri, devrimcilere yaraşır biçimde hareket edeceklerine söz de vermişlerdi, ama II. Enternasyonalin ve öyle sanıyorum ki, II. Enternasyonalden III. Enternasyonale katılmak niyetiyle ayrılan partilerin çoğunluğunun, sömürge ve bağımlı halklara, kendilerini ezen uluslara karşı ayaklanmalarında yardım da bulunarak gerçekten devrimci bir çalışmada bulunduklarına henüz tanık olmamaktayız. Bunu yüksek sesle ilân etmeliyiz ve bu yadsınamaz bir gerçektir. Söylediklerimizin yalanlanması yolunda bir davranışın olup olmayacağını göreceğiz. Metinleri çok daha uzun olan kararlarımızın temelindeki fikirler işte bunlardır; ve ben, bu kararların yararlı olacağını ve uluslar ve sömürgeler sorunlarında gerçekten devrimci olan bir çalışmanın geliştirilmesine ve örgütlendirilmesine yardımcı olacağı umudundayım, zaten bizim temel görevimiz de budur.

Bahar | 2010 -

97


Dosya

III. Enternasyonal’in 1920’deki 2. Kongresinde kabul edilen Ulusal Sorun ve Sömürgeler Hakkında Tezler ve Ekleri1

A. Tezler 1) Burjuvazi ulusal sorunda da eşitlik kavramına biçimsel bir içerik verir, bu onun elinde bir silah oluşturur; oysa eşitlik talebinin gerçek anlamı sınıfların ortadan kaldırılması isteğinde yatar. 2) Komünist partisinin temel görevi burjuva demokrasisine karşı mücadele etmek, onun ikiyüzlülüğünü açığa çıkarmaktır; bu tutum ulusal sorunda ezen uluslarla ezilen ulusların ayırt edilmesini gerektirir. 3) Savaş da, onu izleyen barış da, emperyalist burjuvazinin ulusal sınırları dahi kendi ekonomik çıkarlarına göre belirlediğini, bunun kendisi için bir pazarlık sorunu olduğunu ortaya koydu. Ulusların barış içinde birarada yaşayabileceğine dair burjuva ve küçük burjuva hayaller yıkılmaktadır; yapay biçimde parçalanmış ulusların birleştirilmesi proletaryanın da çıkarınadır, ama proletarya gerçek özgürlüğünü ve birliğini ancak devrim yoluyla ve devrilmiş bir burjuvazinin başı üzerinden gerçekleştirebilir. 4) Komünist Enternasyonal’in milliyetler ve sömürgeler konusundaki politikasının merkezinde ulusların ve ülkelerin proleterlerinin ve emekçi yığınlarının toprak sahiplerini ve burjuvaziyi devirmek için ortak devrimci mücadelede birleştirilmesi yatar. 5) Dünya siyasal durumu proletarya diktatörlüğünün kurulmuş olmasının damgasını taşımaktadır; bütün olaylar emperyalizmle Rus Sovyet Cumhuriyeti arasındaki mücadele etrafında yoğunlaşmaktadır; ve ezilen ulusların da bütün ülkelerin işçilerinin de sovyet iktidarının zaferiyle bütünleşmekten başka çıkış yolu yoktur. 6) Sadece bu durumun propagandasını yapmakla yetinilemez; bütün ulusal ve sömürge kurtuluş hareketlerinin Sovyet Rusya ile sıkı bir ittifaka girmesini sağlayacak bir politika izlenmelidir. 7) Yaşanan deneylerin de gösterdiği gibi, federasyon bütün ulusların emekçilerinin birleşmesi yolunda bir geçiş biçimidir. Hatta bu biçim daha önce ne bir devle1 Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, Belgeler, Cilt 1, İkinci bölüm, Maya Kitapları, 1997, s. 210-216.

98

Sosyalist Düşünce Dergisi


III. Enternasyonal: Ulusal Sorun Üzerine te ne de hükümete sahip olan kimi uluslar için (Başkır ve Tatar Özerk Cumhuriyetleri) yararlı olmuştur. . 8) Komünist Enternasyonal’in görevi, sovyet düzeni temelinde gelişen federasyonların geliştirilmesi ve incelenmesidir. Ancak emperyalist kuşatma altındaki sovyet cumhuriyetleri birbirleriyle sıkı bağlar içinde bulunmazsa yaşayamaz; bu cumhuriyetler arasında ortak bir plana göre işleyen bütünsel bir ekonominin kurulması şarttır. 9) Ulusal eşitlik talebi boş ve biçimseldir; komünistler ulusal eşitsizlikleri teşhir etmekle yetinmemelidir. Birincisi, uluslar arasında gerçekten eşitliğin sağlanmasının ancak emekçi yığınlarını burjuvaziye karşı birleştiren sovyet düzeni sayesinde olabileceği ısrarla anlatılmalıdır. İkincisi, eşit haklara sahip olmayan uluslar arasında ve sömürgelerdeki devrimci hareketler söz konusu ülkenin komünist partisi aracılığıyla doğrudan doğruya desteklenmelidir. 10) Küçük burjuva enternasyonalizmi sadece ulusların eşitliğinin tanınmasını enternasyonalizm olarak niteler ve ulusal bencilliğe dokunmaz. Proleter enternasyonalizmi ise: a. Her ülkedeki proleter mücadelenin çıkarlarının dünya ölçüsündeki mücadelenin çıkarlarına tabi kılınmasını; b. Kendi burjuvazisine karşı zafer kazanan ulusun, uluslararası kapitalizmi yıkmak için ulusal çapta en büyük fedakarlıkları yapmaya yetenekli ve razı olmasını; gerektirir. 11) Geri kalmış ataerkil-köylü nitelikteki uluslara ilişkin olarak ise şunlar göz önünde bulundurulmalıdır: a. Bütün komünist partileri bu tür ülkelerdeki devrimci kurtuluş hareketlerini fiilen desteklemelidir; desteğin biçimi söz konusu ülkedeki komünistlerle tartışılmalıdır; ve eylemle destek yükümlülüğü ilk elde bu ülkenin bağlı olduğu metropol ülkenin işçilerine düşer. b. Din adamlarına, Hıristiyan misyonerlerine ve benzer gerici unsurlara karşı mücadele zorunludur; c. Gerçekte Avrupa-ABD emperyalistlerine karşı mücadeleyi Osmanlı ve Japon emperyalistlerinin, soyluların, din adamlarının vb. çıkarlarıyla bağdaştırmaya çalışan Panislamizm, vb. akımlara karşı mücadele zorunludur; d. Köylülerin büyük toprak sahiplerine ve feodalizmin bütün biçim ve kalıntılarına karşı mücadelesi desteklenmelidir; e. Geri ülkelerdeki komünist olmayan devrimci kurtuluş hareketlerine komünist bir örtü örtülmesine karşı çıkılmalıdır. Komünist Enternasyonal sömürgelerin devrimci hareketiyle yakınlaşmalı ve ittifak yapmalı, ama onlarla katiyen birleşmemelidir; proletarya hareketinin bağımsız niteliği korunmalıdır. f. Ezilen ülkelerin imtiyazlı sınıfları emperyalizmle ittifak kurarak, siyasal bağımsızlık kılıfı altında emperyalizme bütünüyle bağımlı devlet yapıları kurmaktadır; bunun en çıplak örneği Siyonistlerle İngiltere arasındaki ilişkilerde yansımaktadır. Bunların gerçek niteliği gösterilmeli ve bağımlı ezilen uluslar için sovyet cumhuriyetleri ile ittifaktan başka kurtuluş yolu olmadığı açıklanmalıdır. 12. Emperyalizm olgusu ve emperyalist ülkelerdeki işçi hareketi önderlerinin ihaneti nedeniyle, ezilen uluslarda güvensizlik ve ulusal bir öfke yayılmıştır. Bu sebepsiz olmayan önyargılar ancak yavaş yavaş ortadan kalkacaktır. Bütün ülkelerin komünistleri ve proleterleri bu güvensizliğin aşılmasına özen göstermeli ve bunun ortadan kaldırılabilmesi için tavizler vermeye hazır olmalıdır. Emekçi yığınların gönüllü bir birlik altında toplanması sağlanmaksızın kapitalizme karşı tam ve eksiksiz zafer kazanılamaz. Bahar | 2010 -

99


III. Enternasyonal: Ulusal Sorun Üzerine B. Tamamlayıcı Tezler 1) Kapitalist emperyalizmin egemenliği altında bulunan ülkelerdeki, özellikle de Çin’deki devrimci hareketle Komünist Enternasyonal arasındaki ilişkilerin kesin biçimde belirlenmesi, Komünist Enternasyonal İkinci Kongresi’nin en önemli sorunlarından biridir. Dünya devrimi bu ilişkiler hakkında kesin bir bilgiye ulaşmayı gerektiren bir döneme girmektedir. Büyük Avrupa savaşı ve onun sonuçları berrak bir biçimde göstermiştir ki, Avrupa dışındaki bağımlı ülkelerin yığınları mutlak surette Avrupa proleter hareketine bağlanmıştır, ve bu merkezileşmiş dünya kapitalizminin kaçınılmaz bir sonucudur. 2) Sömürgeler Avrupa kapitalizminin başlıca güç kaynaklarından biridir. Sömürgelerdeki büyük sömürü arazilerini ve büyük pazarları ellerinde tutamadıkları taktirde, Avrupa’nın kapitalist güçleri, uzun süre ayakta kalamaz. Emperyalizmin kalesi olan İngiltere, yüzyıldan fazla süredir aşırı üretimden muzdariptir. Ancak aşırı üretimin ürünlerini satabilmek ve büyüyen sanayisi için hammadde kaynakları elde etmek için, ek pazarlar olan sömürge arazilerini fethetmek suretiyledir ki, İngiltere, yüklerine rağmen kapitalist rejimini ayakta tutabilmeyi başarmıştır. İngiliz emperyalizmi, ancak Afrika ve Asya’daki yüz milyonlarca insanı köleleştirmesi sayesinde, Britanya proletaryasını burjuva egemenliği altında bugüne kadar tutmayı başarmıştır. 3) Sömürgelerden elde edilen artı değer modern kapitalizmin dayanaklarından biridir. Bu gelir kaynağı ortadan kaldırılmadığı sürece işçi sınıfının kapitalizmi alt etmesi güç olacaktır. Sömürgelerdeki doğal hammadde kaynaklarını ve işgücünü yoğun biçimde sömürebilmeleri sayesinde Avrupa’nın kapitalist ulusları yaklaşan iflastan kaçınmaya çalışmışlardır; ve bunda başarısız olmamışlardır. Avrupa emperyalizmi kendi ülkelerinde işçi aristokrasisine git gide daha fazla tavizler verebilmeyi başarmıştır. Bir yandan köleleştirilen ülkelerdeki işçilerin yaşam koşullarını çok aşağı bir düzeyde tutmaya çalışırken, Avrupa emperyalizmi hiçbir fedakarlıktan geri durmamaktadır; ve sömürgeleri ellerinde bulunduğu sürece kendi ülkelerinde artı değerden her türlü fedakarlığı yapmaya razıdır. 4) Avrupa’nın sömürgeler üzerindeki egemenliğinin proleter devrimleri aracılığıyla ortadan kaldırılması, Avrupa kapitalizmini yıkacaktır. Sömürgelerdeki devrimle proleter devrimi, mücadelenin zaferle sonuçlanabilmesi için, bir ölçüde amaç birliği yapmak zorundadır. Dolayısıyla, Komünist Enternasyonal faaliyet alanını genişleterek ekonomik ve politik olarak emperyalizmin egemenliği altındaki devrimci güçlerle sıkı ilişkiler kurmalıdır. 5) Dünya devrimci proletaryasının iradesi Komünist Enternasyonal’de temerküz etmektedir. Bu örgütün görevi bütün dünyanın işçi sınıfını kapitalist düzenin yıkılması ve komünizmin kurulması için örgütlemektir. Komünist Enternasyonal, dünyanın bütün devrimci güçlerini toparlamakla görevli bir araçtır. Burjuva fikirlerinin sızmış olduğu ve bir politikacılar grubu tarafından yönetilen İkinci Enternasyonal ise, sömürge sorununa hiçbir önem vermemiştir. Bu örgütler için dünya sadece Avrupa sınırları içinde mevcuttu. Bu örgüt için diğer kıtalardaki devrimci hareketle bağ kurma zorunluluğu yoktu. İkinci Enternasyonal üyeleri sömürgelerdeki devrimci harekete maddi ve manevi bir yardım sunmak yerine, kendileri de emperyalist haline gelmişlerdir. 6) Doğu halkları üzerine çullanan yabancı emperyalizm, bu ülkelerde sınıfların Avrupa ve Amerika ile eş zamanlı olarak sosyal ve iktisadi bir gelişme göstermesini engellemiştir. Sömürgelerde sanayinin gelişmesini köstekleyen emperyalist politika sayesinde, kelimenin tam anlamıyla bir proleter sınıfı bu ülkelerde gelişememiştir; hatta emperyalist ülkelerin merkezileşmiş sanayilerinin ürünleri ile rekabet edemeyen yerli zanaatlar son zamanlarda yok edilmiştir. 100

Sosyalist Düşünce Dergisi


III. Enternasyonal: Ulusal Sorun Üzerine Bunun sonucu, halkın büyük çoğunluğunun kendini kırsal alanda bulması ve ihracata yönelik hammaddelerin üretiminde ve tarımsal emekte yoğunlaşmak zorunda kalması olmuştur. Bunun sonucu toprak mülkiyetinin, kah büyük toprak sahiplerinin, kah mali sermayenin, kah devletin elinde hızla toplanması olmuştur. Böylece büyük bir topraksız köylü kitlesi yaratılmış ve nüfusun geniş yığınları cehalet içinde tutulmuştur. Bu politikanın sonucu şudur: devrimci düşüncenin kendini gösterdiği bu tür ülkelerde, bu düşünce ifadesini, eğitilmiş orta sınıflar içerisinde bulabilmektedir. Yabancı egemenlik, iktisadi güçlerin özgürce gelişmesini köstekler. Bu nedenle bu egemenliğin yıkılması, sömürgelerdeki devrimin ilk adımıdır; bu nedenle sömürgelerde yabancı egemenliğin yıkılması için, yürütülen mücadeleye verilen destek, yerli burjuvazinin milliyetçi hareketine sunulan bir destek değil, kendisi de ezilen proletaryanın önündeki yolun açılması demekti . 7) Ezilen ülkelerde günden güne birbirinden ayrılan iki hareket bulunmaktadır: Birincisi siyasal bağımsızlık ve burjuva düzeni programına sahip olan milliyetçi burjuva demokratik hareketidir. İkincisi ise cahil ve yoksul işçi ve köylülerin her türlü sömürüden kurtuluş hareketidir. Bunlardan birincisi, ikincisini yönetmeyi amaçlamaktadır ve sık sık başarmaktadır da. Ama Komünist Enternasyonal ve ona bağlı partiler buna karşı mücadele etmeli ve sömürgelerin işçi yığınları arasında bağımsız sınıf duygularının gelişmesini sağlamak için çalışmalıdır. Bu yolda en önemli görev işçi ve köylüleri örgütleyip devrim ve sovyet cumhuriyetinin kurulması yoluna sokacak olan komünist partilerinin kurulmasıdır. 8) Sömürgelerdeki kurtuluş hareketi, burjuva demokratik milliyetçi hareketin dar çevresiyle sınırlı değildir. Sömürgelerin çoğunda işçi yığınlarıyla yakın temasta olan toplumsal-devrimci bir hareket veya komünist partileri bulunmaktadır. Komünist Enternasyonal’in sömürgelerdeki devrimci hareketle ilişkisi, bu parti ya da gruplara hizmet etmelidir; çünkü bunlar işçi sınıfının öncüsünü oluşturmaktadırlar. Bugün bunlar zayıf olsalar bile, yığınların iradesini temsil etmektedirler ve yığınlar onları devrim yolunda izleyecektir. Farklı emperyalist ülkelerdeki komünist partiler, sömürgelerdeki bu proleter partileriyle temas halinde çalışmalı ve onlara maddi ve manevi destek sunmalı. 9) Sömürgelerdeki devrim ilk aşamasında komünist bir devrim olamaz, ama eğer başlangıçtan itibaren, önderlik komünist öncünün elinde olursa, kitleler dağılmaz ve hareketin değişik gelişme aşamaları onların devrimci deneyiminin artmasına yarar. Doğu ülkelerinde tarım konusunda komünist ilkeleri derhal uygulamaya çalışmak elbette vahim bir hata olur. İlk aşamasında sömürgelerdeki devrimin programı, toprak dağıtımı gibi küçük burjuva reformları içermek zorundadır. Ama bu böyledir diye önderliğin burjuva demokrasisine devredilmesi gerekmez. Aksine proleter partisi sovyetler yönünde sistematik ve güçlü bir propagandayı yükseltmeli ve işçi köylü sovyetlerinin örgütlenmesi için çalışmalıdır. Kapitalizme karşı dünya çapındaki nihai zafere ulaşabilmek için bu sovyetler, ileri kapitalist ülkelerdeki sovyet cumhuriyetleri ile yakın işbirliği içinde çalışmalıdır. Böylece gelişmiş kapitalist ülkelerin bilinçli proletaryası tarafından yönlendirilen geri ülkelerin yığınları, kapitalist gelişmenin değişik aşamalarından geçmeksizin komünizme ulaşacaktır.

Bahar | 2010 -

101


Dosya

Rizgarî: Kürt Ulusunun Kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerinde Siyasal Bir Tartışma

Recep Maraşlı’nın 1984’te Diyarbekir Rizgarî Davasında yaptığı siyasi savunmadan alıntı. (Siyasi Savunma, Komal Yayınları, 1992, Istanbul, ikinci baskı.)

I- Genel Olarak Kürt Ulusunun Kendi Kaderini Tayin Hakkı Rizgarî dergisi, 1976 yılında yayınlanan ilk sayısında, Kürt ulusunun kendi kaderini kendisinin serbestçe belirlemesi hakkını, tartışma gündemine getirirken şöyle demektedir: …Yayınımız, ulusların kendi kaderlerini serbestçe tayin etme ilkesine sonuna kadar saygılı ve taraftardır. Bu ilkeden kısaca anladığımız şudur: Biz, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi kavramının anlamını hukuki tanımlamalarla cambazlık yaparak ya da soyut tanımlamalar icat ederek değil, ulusal hareketin tarihi, ekonomik şartlarını öğrenmek istiyorsak, varacağımız sonuç, kaçınılmaz olarak ulusların kendi kaderlerini tayin etmesinin, o ulusların yabancı ulusal bütünlüklerden siyasi bakımdan ayrılma ve bağımsız bir devlet kurmaları anlamına geldiğini anlarız.Bu bakımdan, Ulusların Kendi Kaderini Tayin etme derken; - Kürt halkının bağımsız örgütlenmesi ve bilinçlenmesi, -Kendi kadro ve dinamiklerini ulusal demokratik mücadelesi için seferber etmesini anlamak gerekir. Kürt halkının kendi kaderini serbestçe tayin etmesi ilkesi, aynı zamanda sömürgecilikten kurtarılması, üzerindeki her türlü baskı ve tahakkümün son bulmasını da savunmayı gündeme getirmeyi zorunlu kılmaktadır. (Rizgarî, Sayı: 1, “Niçin Yeni Bir Yayın?”) 102

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî Savunması Bu, belirlemeye aynen katılıyoruz ve eklenecek yeni bir şey yoktur. Fakat, Rizgarî dergisindeki bu açılım üzerine sömürgecilik ile birlikte, Kürt ulusunun kendi kaderini kendisinin serbestçe belirlemesi hakkı, Türkiye’nin tartışma gündemine gelmiş ve sömürgecilik olgusu gibi ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı (UKKTH) konusunda da, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkında da çarpık, Marksizm dışı ve şoven tahribatlara uğratılmış görüşler boy vermiştir. Bu görüş sahipleri Rizgarî’yi, “Burjuva Milliyetçisi” olmaya kadar suçladılar. UKKTH üzerindeki çarpıtmalar, Rizgarî dergisinde zaman zaman cevaplanıp, bilimsel verilere dayalı olarak nesnel biçimde teşhir edilmiştir. Savunmamın bu bölümünde Kürt ulusunun KKTH’sinin üzerinde yaratılan ambargoları, ideolojik ve siyasal yanılmaları, belli başlı noktalardan topluca bir kez daha belirlemeyi zorunlu görmekteyim. UKKTH’ye SAYGILI OLMAK VE ONA SAHİP ÇIKMAK, sadece sosyalist olmanın, Komünist olmanın bir gereği değildir. Fakat, ezen-ezilen ulus ilişkisinin bulunduğu yerde, çeşitli ulusların bulunduğu, toplumlarda DEMOKRAT OLMANIN DA TEMEL BİR ÖLÇÜTÜDÜR. Türkiye gibi, sömürge bir ulusu içinde taşıyan, bunun yanı sıra çok çeşitli ulusların, etnik grupların, dinlerin bir arada olduğu bir ülkede de, demokrat olmanın ölçütü, ulusal soruna karşı gösterilen tavırdır. Türk “Demokratları”, bu konuda tümü ile sosyal şoven ve resmi devlet siyasetinin Kürdistan’daki uygulamalarının en hararetli savunucuları olmuşlardır. Bu yetmiyormuş gibi, Türk “Sol’u” da hem UKKTH’yi anlamaya, hem de Kürt ulusunun KKTH’sini tanımaya karşı yıllarca direnmiş, tanıdıktan sonra da onu, tanınmaz hale getirmiştir. Türk “Demokratları”nın, üniversite çevrelerinin, yazar-çizerlerin, “Sol Kemalistlerin” eleştirisini her fırsatta yapmıştık. Fakat, bu sözüm ona demokratlarla, ittifak güden Türk ‘Sol’u, bu eleştirileri dışlamış ve Rizgarî’yi suçlamıştır. Türkiye’de demokratlığın ölçütü olarak “Öz-Türkçe kelimeler kullanmak” ile “ 141-142’ye karşı olmak” yahut da “Siyasal tutuklulara af istemek” gibi garip ölçütler kullanılmıştır. En ufak özgürlükleri savunanlara “demokratlıktan, komünistliğe kadar” tüm terfilikleri takarken, Kürt ulusunun KKTH’sini savunarak onu gündeme getiren Rizgarî’yi “Burjuva Milliyetçisi, Burjuva ayrılıkçısı” olmakla suçlamışlardır. Demokratlığın kavranması açısından bazı örneklere girmekte yarar vardır. Örneğin Fransız demokratları Vietnam konusunu uluslararası plânda gündeme getiren ve başarılı sınav veren bir gruptur. Fransız sömürgeciliğinin Vietnam’daki tasarruflarına karşı çıkıldığı gibi, ABD Emperyalizmi’nin Vietnam’ı işgal ve ilhakına, imhasına karşı da yine, Fransız demokratları uluslararası plânda harekete geçerek, kamuoyunun, Vietnam halkının mücadelesi lehinde ve ABD Emperyalizmi’ne karşı oluşturulmasında önemli bir işlev görebilmişlerdir. Yine bunun gibi Fransa ve İspanya arasında bölüşülmüş olan Basklıların ulusal demokratik mücadelelerinde de onlara, sahip çıkıp, desteklemekten çekinmemişlerdir. Türk demokratlarının ise, kendi hükümetleriyle aralarında çekişme yaratmayacak konularda, alabildiğine demokrat geçinmeleri ölçü değildir. Kürdistan’a ilişkin tavırları, karakterlerini tayin etmede önemli bir ölçüttür. Kürdistan’ın özgül durumunun dünyada bir benzeri olmadığını söylerken, ille de dünyada Kürdistan’la kıyaslanabilecek örnek olaylar arayarak; bu örnek olayların çözümünü şabloncu bir anlayışla aktarma kolaylığı arayanların; dünyada Kürdistan’la benzeştirebilecekleri ya da benzeştirmeyecekleri örnekler peşinde koşmalarına da gerek olmadığı inancındayız. Kürdistan orjinalitesinin kendi özgül koşulları vardır. Ve Marksist materyalizme göre çözülmesi mümkündür. Kaldı ki, Balkanlar’da üç ülke arasında paylaşılmış durumda olan Makedonya tipik bir benzerlik oluşturmaktadır. Balkan savaşları sürecinde, Makedonya; Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslavya arasında bölünmüştür. Makedonya’nın Bulgaristan kesimi Bahar | 2010 -

103


Rizgarî Savunması bugün tamamıyla özümlenmiş durumdadır. Yugoslavya’da ise, Makedonya özerk bir bölgedir. Yönetim ve kültürel bir özerkliğe federasyon içinde sahiptir. Yugoslavya merkezi devletine bağlıdır. Yunanistan’da ise dağlık ve geri bir toplumsal yapı içerisinde bulunan Makedonya, radikal sol ve ulusal hareketlere kaynaklık eden bir bölgedir. Bu benzerliklere rağmen, her olgunun kendi tarihsel süreci içerisinde değerlendirilmesi gerektiği de açıktır. Türkiye’de kavranmayan ve çarpıtılan konulardan biri de, UKKTH olmuştur. Temel yanılgılardan biri, UKKTH’nin bir demokrasi prensibi olduğunun unutulmasıdır. Bu hak, bir ulusun bağımsız devlet kurma, başka ulusal bütünlüklerden ayrılma hakkını belirtmektedir. Bunu, sağa-sola çekmenin, “amalı, fakatlı” açıklamalarla deforme etmenin bir anlamı da yoktur. Burjuva anlamda bile bu böyledir. Kaldı ki, Marksist anlamda da -ama uygulama böyle olmamaktadır- ulus bu demokratik hakkını nasıl kullanacaktır? Çarpıtmaların ve ilkenin özünü boşaltmaların çoğu bu noktada yapılmaktadır. “Kürt halkının ayrı örgütlenmesi gereğine” karşı çıkılarak ulusun kendi geleceğini kendisinin nasıl belirleyeceği konusu ambargo altına alınmış olmaktadır. Çünkü bir ulusun kendi kaderini kendisinin tayin edebilmesi için buna kendi özgür iradesiyle, kendi iç dinamikleriyle karar vermesi gerekir. Kürt halkının ayrı örgütlenmesine karşı çıkıp; parti programlarında “Kürt ulusunun KKTH’sine taraftarız” demek, “Devrimden sonra plebisit yaparak, ayrılma ya da birlikte kalma yolunda, irade beyanına başvuracağız” denilmesi de, UKKTH’nin deforme edilmesinin, kullanılmaz hale getirilmesinin bir ifadesidir. Çünkü ulusun iradesine ambargo koyulmuş olunmaktadır. Hak, ertelenmektedir. II- Kürt Ulusunun KKTH’sinin Teorik-İdeolojik Kapsamı ve Bu Konuda Türkiye’deki Kavram Kargaşası Lenin; “Marksizm’in Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm” adlı eserinde, UKKTH’ye karşı çıkanları, şuradan-buradan yontup küçümseyenleri şiddetle eleştirmektedir. UKKTH burjuvazinin ikiyüzlülükle savunuyor göründüğü, fakat gerçekte gasp ettiği bir haktır. Uluslararası proletarya hareketi ise, “Bu hakkı sadece en iyi şekilde savunup programlaştırmakla kalmaz, kendisi iktidarı ele aldığında da bu hakkın en iyi şekilde kullanılmasına olanak verir.” Emperyalist sömürgeciliğin köleleştirdiği, bağımlı hale getirdiği ulusların ulusal demokratik talepleri, ulusal kurtuluş hareketleri, uluslararası proletarya hareketinin en önemli müttefikleridir. Bu istemlerin UKKTH prensibi içinde çözülmesi gerekir. “Çünkü, sosyalistler, burjuva sınıflarının koruyucusu olamazlar”,”Bağımsızlık her ulusun bir diğerine göre, tercih edilmeyecek hakkıdır”. Halklar arasında her türlü ayrım ve ulusal eşitsizlik, proletarya enternasyonalizmini olanaksız kılacaktır. Halklar arasındaki ulusal eşitsizliğin çözülme yöntemlerinin başında UKKTH gelmektedir. Şu halde, “UKKTH”yi savunmayan ve onu programlaştırmayan ezen ulus sosyalistleri, -Birincisi; proletarya hareketini, emperyalizme karşı olan mücadelesinde, sömürge uluslardan, ulusal kurtuluş hareketlerinden soyutlayacağı için; -İkincisi; ulusal eşitsizliklere karşı mücadele etmeyerek, proletarya enternasyonalizmini boğazlayacağı için; -Üçüncüsü; kendi hükümetlerinin sömürge siyasetlerine destek vermiş olacakları için sosyal şoven ve şarlatandırlar. Lenin, özellikle, II. Enternasyonal partilerine musallat olan, UKKTH ile ilgili sağ görüşleri eleştirirken, “Emperyalizm şartlarında tam ulusal bağımsızlık mümkün değildir. Onun için, bu ilkeyi fazlaca abartmaya gerek yoktur. Sosyalizm şartlarında, zaten bütün uluslar özgür olacaktır”, denilmesine karşı çıkmakta; ezilen ulusların, sömürgelerin emperyalizm şartlarında kurtulmalarını yüzde bir değil ama, beş yüzde bir bile olsa, ezen ulus proleter hareketinin mutlaka sömürge ulusların ayrılma hakkını savunmaları gerektiğini, bundan bir an bile, vaz104

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî Savunması geçilemeyeceğini belirtir. Ve devamla, “Biz, kendi hükümetlerimizden. sömürgelerden çıkması için, ulusların tam bağımsızlığını tanıması için talepte bulanacağız, bunun için mücadele edeceğiz; kendimiz iktidar olduğumuz zaman da ezilen ulusların bu hakkı kullanmalarını sağlayacağımızı açıkça ilan ediyoruz” demektedir. “UKKTH, Emperyalizm şartlarında mümkün değildir, sosyalizm şartlarında da gereksizdir.”, (UKKTH’yi kavramayan ve onu savunmayan düşüncenin mantığı işte budur: UKKTH gereksiz, boş bir ilkedir.) Günümüz Türkiye’sinde aynı tarz düşüncenin çeşitli yansımalarına Kürt ulusunun KKTH konusunda rastlamak mümkündür. Lenin’in de belirttiği gibi, UKKTH sadece boş bir slogan olarak ilan edilemez. Ezen ulus proletaryası arasında bu prensibin en canlı ve kararlı biçimde savunulması, programlaştırılması zorunludur. Bu konuda gösterilecek en küçük tutarsızlık, samimiyetsizlik uluslararasındaki güven ilişkilerini daha da ağır bir şekilde yaralayacaktır. Asıl vahim olan yan, ezilen ulusun; ezen ulus proletaryasını da sömürgeci burjuvazinin yanında hissetmesidir. UKKTH’nin savunulması perspektifinde ayrılmanın mutlaklaştınlamıyacağı, ulusun ayrı örgütlenmesinin ayrılmayı da mutlaklaştırma anlamına geleceği savunulmaktadır. Hatta “Kürdistan’ın sömürge olduğu tezinin ayrı örgütlenmeyi, ayrılmayı mutlaklaştırmak ve buna bir teorik gerekçe yaratmak üzere yaratıldığını iddia eden görüşler de mevcuttur. Demagojik planda fırtınalar koparılan en önemli nokta da burasıdır. UKKTH’nin özünde ayrılma hakkı olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Fakat ulus, “ayrılma”, “birleşme” ya da “birlikte kalmaya” yönelik hakkını nasıl kullanacaktır? Bu da, UKKTH’nin formülasyonunda açıkça bellidir. Bu hakkı, ulusun bizzat KENDİSİ ve SERBESTÇE kullanacaktır, ulusun bu hakkı, kendisinin serbestçe kullanabilmesi için, kendi ulusal güçleri ve dinamikleri içinde hareket etmesi, kısaca, ayrı örgütlenmesi bir ön koşuldur. Eğer, bu araç ulusun elinden alınırsa, ulusun kaderi de daha başlangıçta, başkaları tarafından ve zorbaca tayin edilmiş olur. “Örgütsüz halk köle halktır” özdeyişi de bunu anlatmaya çalışır. Eğer bir ulus, bir halk zulüm ve zorbalık şartları altında tek etkili aracı olarak örgütlenmeden mahrum bırakılırsa, kendi kaderini de tayin edemez. Onun için, UKKTH’yi savunurken, ayrı örgütlenmenin de bunun bir gereği ve parçası olduğunu unutmamak gerekir. Ulusun ayrı örgütlenmesine karşı çıkmak, fakat “Biz UKKTH’yi savunuyoruz” demek, bilinçli bir davranışla yalancılık, samimi ise şaşkınlık demektir. Yine, kavram kargaşasına meydan bırakmamak için, bir noktayı daha belirtmek gerekir. Ezilen bir ulusun, sömürge bir ulusun, ulusal demokratik güçleri ezen ulustan ayrı örgütlenirler ve o ulusun sömürgeciliğine şovenizmine karşı, ulusal demokratik bir mücadele verirler. Kürdistan’da, ulusal demokratik mücadele çok eskiden beri zaten örgütlenmiştir. Burjuva demokrat bir çizgide, uzun yıllardır da silahlı bir mücadele geleneğine sahiptir. Buna, KDP’leri ve savaşçı güç olarak Peşmergeleri örnek vermek yerinde olur. TC sınırları içindeki ulusal direnme hareketlerini bir yana bırakırsak, İran’da ve Irak’ta burjuva demokratik bir çizgide seyreden örgütlerin, ulusal demokratik mücadele verdikleri ve halen de vermekte oldukları bilinmektedir. 1945 yılında, müttefik kuvvetlerin, ihtiyati ve tedbir olarak İran’ı işgal etmeleri sürecinde Mahabat’ta bir Kürt Cumhuriyeti ve Azerbaycan’da da, Azerbaycan Cumhuriyeti kurulduğu bilinmektedir. Tahran Konferansından sonra, müttefik kuvvetlerin İran’dan çekilmesinden, özellikle de SSCB’nin alanı terk etmesinden sonra, bu özerk Cumhuriyetler korumasız kalmış ve neticede, 1946 yılında Tahran hükümetinin askeri birliklerince işgal edilerek varlıklarına son verilmiştir. Mahabat Kürt Cumhuriyeti’nin yıkılması, Cumhurbaşkanı Kadı Muhammet ve Bakanlar Kurulu üyelerinin Ocak 1946’da Çarçıra Meydanı’nda asılmalarına; daha doğrusu, Kürt ulusunun KKT etmesine karşı bu imhaya, ne Birleşmiş Milletler’in ne de SSCB’nin ses çıkarmamış olmaları da ilginçtir! Elbette, bu her iki cumhuriyetin de, burjuva demokrat önderliklerin bir birleri aleyhine, Tahran hükümeti nezdinde işbirliğine girmeleri ve birbirlerini korumamaları Bahar | 2010 -

105


Rizgarî Savunması da değerlendirilmesi gereken önemli bir olgudur. Mahabat Cumhuriyeti’nin yıkılmasından sonra, Genel Kurmay Başkanlığını yapan, General Mustafa Barzani silahlı ekibiyle Türkiye ve İran sınırını geçerek SSCB’ye sığınmış ve on yıl sonra da, Irak’taki ulusal direnişin örgütlendirilmesine önderlik ettiği de bilinmektedir. Bu konuda sözü fazla uzatmadan, Irak’taki ulusal mücadelenin 1970 yılında BAAS Hükümetine, Kürdistan’ın özerklik programını kabul ettirmiş olduklarını, fakat sonradan bu anlaşmaların bozulduğunu, 1979-80 yılları arasında, İran’daki ulusal demokratik güçlerin özerk bölgeler oluşturmayı başardıklarını hatırlatmak isteriz. Söylemek istediğimiz şudur: Başkaları teorik ya da ideolojik olarak, ister kabul etsinler ister etmesinler, Kürdistan genelinde, Kürt ulusu, zaten ayrı örgütlenme zeminindedir. Burjuva demokratik bir zeminde de uzun yıllara dayalı bir mücadele geleneğine sahiptir. O halde, Kürt ulusunun KKTH’sine karşı çıkılmıyorsa, bu alandaki tartışmalar boşunadır. Hiçbir aklı başında sosyalist de gelip bu boyutlarda, Kürt ulusal demokratik muhalefetine, Türk burjuva demokratlarıyla birlikte örgütlenmelerini öneremez. Kürt ulusunun varlığını bile kabul etmeyen, kendi sömürgeci burjuvazisinin paçasına tutunmuş, şekilsiz bir “Demokratlar” yığını için, bu konunun sözü bile edilemez. O halde, birlikte örgütlenme derken, Kürt ulusal demokratik hareketiyle, sosyalist hareketi mi birlikte örgütlensin denilir, bunun düzeyi nedir? Eğer, böyle deniliyorsa, hem Leninist örgütlenmeden hem de bir ulusun burjuva demokratlarının bağımsız örgütlenmesinden hiçbir şey anlaşılmıyor demektir. III- Kürt Ulusunun KKTH Bakımından Ayrı Örgütlenme ve Kürdistan’da Proletarya Örgütlenmesinin Anlamı O halde, bizim tartıştığımız konu nedir? Proletarya sosyalistleri açısından Kürdistan’da bağımsız örgütlenmenin anlamı nedir? Kürdistan’da gelişkin ve bir geleneğe sahip ulusal demokratik muhalefet vardır. Bu muhalefete önderlik eden egemen çizgi burjuva demokratlarıdır, geleneksel önderliktir. Kürdistan’ın konumundan ötürü de bu önderlik, burjuva demokrasisi ile burjuva sosyalizmi arasında, feodal mücadele geleneği çarpıtmalarıyla birlikte, orijinal bir yapısal özellik göstermektedir. Kürdistanlı proletarya sosyalistleri için görev nedir? Bu, burjuva demokrat çizgilerle birlikte örgütlenebilir mi? Hayır. Kürdistanlı proletarya sosyalistlerinin, Kürdistan’daki burjuva demokratik platformdan, diğer sınıf ve tabaklardan mutlaka bağımsız örgütlenmesi gerekir. Dünya ölçeğinde bir sınıf olan proletaryanın, diğer bütün sınıf ve tabakalardan bağımsız örgütlenmesi, onun hem hakkı hem ödevidir. Dünya proletaryasının bir kolu olan Kürdistan proletaryası ise genel, temel ve vazgeçilmez STRATEJİK HEDEFLERİ bakımından, Kürdistan özgülünde, diğer bütün sınıf ve tabakalardan bağımsız örgütlenmesi, kısaca proletarya partisine sahip olması zorunludur. Kürdistan proletaryasının dünya proletaryasıyla, bu arada, Türk, Fars, Arap, vd. ulusların proleterleriyle aralarında stratejik açıdan hiç bir ayrım söz konusu değildir. Aynı sınıfın, çeşitli ülkelerdeki kolları durumundadırlar. Ve biz, proletaryayı uluslara bölmeyiz. Metropol ülkelerde ve emperyalist metropollerde Kürt proletaryası da diğer uluslardan proleterlerle birlikte örgütleneceklerdir. Yine, Leninist örgütlenmenin milliyet hesabına göre olamayacağı, sendikal ve mesleki örgütlerin de bu temele ayrımlanamayacağı hatırlanmalıdır. Dünya proletaryasının, dünya ölçüsünde tek ve merkezi bir örgütü söz konusudur. O da ENTERNASYONAL’dir. Bizim görevimiz, Kürdistan proletaryasına bu bütünün bir parçası ve Kürdistan ülkesindeki öncü müfrezesi olduğunu kavratmaktır. Savunmamızın geçen bölümlerinde de belirttiğimiz gibi; “Proletaryanın vatanı yoktur. Ve ondan sahip olmadığı bir şeyi almak da mümkün değildir.” “Dünya proletaryasının bir kolu olan Kürdistan proletaryasının da ülke özgülünde ULU106

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî Savunması SUN ÖNDER SINIFI HALİNE GELMEK VE ONU YENİDEN YARATMAK TARİHSEL GÖREVİ VARDIR. İşte, bu açıdan Kürdistan proletaryası, diğer ülkelerin proleterlerinden TAKTİK OLARAK AYRI ÖRGÜTLENMEK zorundadır.” Tıpkı, Almanya’da, İngiltere’de, Japonya’da, Yunanistan’da olacağı gibi, Kürdistan’da da bu ülke özgülündeki görevleri uluslararası proletarya hareketi adına yönlendirmek için, bir proletarya partisinin örgütlenmesi zorunludur. Bu da, ülkenin tümünü kapsamalı ve merkezi olmalıdır. Çünkü Kürdistan’daki ulusal demokratik muhalefete, bilinçli bir ifade vermek, onu burjuva bir zeminden proleter bir zemine çekmek; proletaryanın stratejik hedefleri açısından bu alanda var olmak ve mücadele etmek göreviyle karşı karşıyadır. Dünya proletarya hareketinin, tek bir bütün olduğunu, bunun ideolojik, siyasal ve örgütsel bütün düzeyleri kapsayacağı açıktır. Şu halde, Kürdistan’daki proletarya hareketinin diğer bütün sınıf ve tabakalardan BAĞIMSIZ ÖRGÜTLENMESİ stratejik, diğer ülke proleterlerinden ayrı örgütlenmesi ise, taktiğe ilişkindir. Kürdistan proletaryasının ülke temelinde (dört parçada birden) bağımsız örgütlenmesine ve ayrı örgütlenmesine karşı çıkmak, aslında, Kürt ulusal demokratik hareketini burjuva bir platforma bağlı kılmak anlamını taşır. Kendileri ulusal devlet sınırları içinde örgütlenip, enternasyonal düzeyi reddeden bir takım sol akımların Komünist öncünün Kürdistan’da mücadele alanında örgütlü bir güç olarak yer almasına karşı gösterdikleri tepkiyi mantıkla izah etmek mümkün değildir. Keza, Kürdistan’daki proletarya hareketiyle diğer ülke proletaryalarının (Türkiye, Iran, Irak, Suriye vd.) arasında bir İTTİFAK’tan söz etmek de yanlış olur. Çünkü ittifak, iki ayrı sınıf arasında ve taktiğe ilişkin gelişir. Halbuki Kürdistan proletaryasıyla diğer ülke proletaryaları arasında İTTİFAK DEĞİL BİRLİK GEÇERLİDİR. Gerek bu bilimsel gereklerden ötürü, gerekse Kürdistan’ın Ortadoğu’daki konumu, Kürdistan ihtilalinin enternasyonalist bir temelden yükselmesini zorunlu kılar. Kürdistan ihtilalinin enternasyonalist muhtevasını kavramayanlar ve bunun gereğine göre hareket etmeyenler, burjuva ideolojisinin manyetik alanı içerisinde yer alırlar. Kürdistan ihtilali perspektif olarak İran, Irak, Türkiye, Suriye ülkelerindeki iktidar mücadeleleri ile sıkı bağlar içindedir. Kürdistan özgür olmadıkça, Kürt halkı sömürge olarak kaldıkça, bu ülkelere, demokrasi gelmesi de mümkün değildir.

Bahar | 2010 -

107


Dosya

Kawa: Devrimimizin Temel İtici Güçleri

Cemil Gündoğan’ın Elazığ Kawa Davasında yaptığı siyasi savunmadan alıntı. (Kawa Davası Savunması ve Kürtlerde Siyasi Savunma Geleneği, Vate Yayınları, 2007, İstanbul.)

Sömürgesel devrim teorisinin gelişimini incelerken, Kürdistan’daki devrimin önderliğini üstlenmesi gereken tek sınıfın proletarya olduğunu belirtmiştik. Proletarya, önderlik rolünü ancak kendi bağımsız örgütünü inşa ederek gerçekleştirebilir. Bu da Kürdistan’da merkezi proletaryalardan bağımsız bir proleter örgütlenmenin gerekliliğini ortaya koyar. Proletaryanın önderlik edeceği devrimci mücadelede onun en yakın müttefiki köylülük olacaktır. Ancak köylülük denilince çok geniş bir kesim ifade edildiği için bunu biraz netleştirmek gerekmektedir. Köylülüğün en üst tabakasını oluşturan toprak ağaları sömürgecilerle kurdukları birlik sebebiyle milli değil, gayrı milli bir sınıf teşkil ederler. Bu sebeple, yukarıdaki paragraflarda belirttiğimiz üzere, devrimin tasfiye etmek zorunda olduğu bir sınıf durumundadırlar. Çoğunlukla büyük toprak ağalarıyla çelişki içinde bulunan küçük toprak ağalarına gelince, bunların durumu, belli bir karışıklık arz eder. Büyük toprak ağalarıyla çelişki içinde bulunmaları sebebiyle sömürgecilerle belli bir çelişkileri mevcuttur. Bu sebeple koşullar hazırlandığında genellikle milli harekete katılırlar. Hatta bugüne kadar Kürdistan ulusal hareketine önderlik eden güçlerin önemli bir kesimini bu tür feodallerin oluşturduğu söylenebilir. Bu durum, özellikle 1960’ların sonlarına kadar daha açık biçimde gözlemlenebiliyordu. Yine bu tür toprak ağalarının birçoğu, kapitalizmin gelişmesine paralel olarak, kapitalist ilişkilerin içine girmişlerdir. Genellikle ufak çaplı ticaretle uğraşırlar. Tarımda ise feodal bey olmalarının yanı sıra, arazilerinde işçi çalıştıran kır kapitalistleri (zengin köylü) rolünü de oynarlar. Bu olgu, anılan güçlerin birer zengin 108

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kawa Savunması köylü olarak, orta burjuvazi içinde değerlendirilmeleri gibi bir duruma neden olur. Feodal-burjuva önderlik derken böyle karmaşık bir ilişkiyi de ifade etmek istiyoruz. Zengin köylü kategorisi içinde de değerlendirilebilecek bu küçük feodallerin hemen altında yer alan orta halli köylülük, nispeten geniş bir [toplumsal] kesimi teşkil etmektedir. En büyük özellikleri, kendi topraklarına ve üretim araçlarına sahip olmaları ve toprakları üzerinde esas olarak kendilerinin çalışıyor olmalarıdır. Bazı durumlarda yanlarında gündelikçi çalıştırmakla beraber bu, esas ilişkiyi oluşturmaz. Köylülüğün bu kesimi, genellikle kendilerinin geçimine yetecek miktarda üretim yapar. Hatta iklim vb. koşulların iyi olduğu yıllarda bir köşeye ayıracakları bir miktar şeyleri de olur. Bu sınıfın Kürdistan devrimindeki rolü olumludur. Genellikle kararsızlıklarıyla göze çarpmalarına rağmen güven verici bir hareket gördüklerinde büyük çoğunluk itibarıyla ulusal harekete katılacakları söylenebilir. Yoksul köylülüğe gelince, bu kesim, köylülüğün ezici çoğunluğunu teşkil eder. Aralarında belli bazı farklılıklar olmasına rağmen ekseriyetinin, çok az, kendilerine kesinlikle yetmeyecek ölçüde toprakları vardır. Bu nedenle topraklarının yanı sıra yarıcılık, mevsimlik işçilik vb. yollara başvururlar. Köylülük derken kastettiğimiz esasta bunlardır. Bu sınıf, Kürdistan devriminin temel itici güçlerinden birini oluşturur. Her ulusal isyanın bel kemiğini bunlar oluşturmuşlardır. Bu durum önümüzdeki dönemde de değişmeyecektir. Kürdistan devrimi, özünde proletarya önderliğindeki yoksul köylü ordularının gerçekleştireceği bir devrim olacaktır. Köylülüğün en dipteki kesimini oluşturan kır proletaryasına gelince, bunlar kırsal alanda yaşayan ve hiç toprağa sahip olmayıp geçimlerini ücretli emekleriyle sağlayan insanlardan oluşur. Ancak, Kürdistan tarımında kapitalizm uzun boylu gelişmemiş olduğu için, oldukça cılız bir toplumsal kesittir. Gelecekte giderek güçlenecek olan bu kesimi, bugün için yoksul köylülük içinde mütalaa etmekte pek büyük bir yanlışlık yoktur. Devrim karşısındaki tutumlarına gelince, bunun olumlu olduğunu belirtmeye bile gerek yoktur. Çoğunlukla yarı-aç yaşayan bu insanları sömürgeci sistemle birleştirebilecek hiçbir bağ mevcut değildir. Kürdistan devriminin temel itici güçlerinden bir diğeri de şehir küçük-burjuvazisidir. Küçük esnaf ve ticaret erbabı, öğrenciler, küçük memurlar vb. gibi toplumsal zümrelerden oluşan bu kesim, toplumumuzda etkinliği olan bir sınıfı teşkil etmektedir. Bunlar içinde öğrenci gençliği ayrı bir yere oturtmak gerekmektedir. Aydın olmaları itibarıyla, devrimci fikirlerle ilk yüz yüze gelenler bunlardır. Ve devrimci teorinin kitlelere taşınmasında özellikle başlangıçta çok özel bir vazifeleri vardır. Devrimci düşüncenin kitleselleşmesine paralel olarak bu rolleri önemini yitirmiştir. Buna rağmen devrimimize aktif olarak katılacak toplumsal sınıflardan birini oluştururlar. Bir de küçük burjuvazinin üstünde yer alan, fakat komprador nitelik taşımayan, cılız bir orta burjuvaziden bahsetmek gerekir. Bizim gibi ülkelerde milli burjuvazi bu kesim tarafından teşkil edilir. Kırsal alanda zengin köylüler, aydın nitelikli, ticaretle uğraşan küçük toprak ağalan (eşraf) tarafından temsil edilen milli burjuvazinin şehirdeki unsurları, komprador nitelik kazanmamış orta halli ticaret erbabı, zengin doktor, avukat vb. serbest meslek sahipleriyle, yanlarında sınırlı sayıda ücretli işçi çalıştıran çeşitli orta burjuvalardan oluşur. Komprador nitelik taşımayan burjuvazinin bu orta kesimi, genellikle milli bir niteliğe sahiptir. Milli burjuvazi adıyla anılması da bu sebepledir. Temel talebi kendi pazarına sahip olmak olan bu sınıf, devrimimizin müttefiklerinden biridir. Özellikle devrimin sömürgeciliğe karşı bir milli devrim olarak seyrettiği dönemde, bu sınıfı devrim saflarında görürüz. Genellikle milli bağımsızlığın elde edildiği noktadan sonra devrimi terk eder. Ancak bu döneme kadar proletaryanın ittifak yaptığı ve günümüze kadar da Kürdistan ulusal hareketi içinde yer almış bir güçtür. Bizdeki milli burjuvazinin çok zayıf olması, bazı çevreler tarafından varlığının inkâr edilmesine neden olmaktadır. Bu düşünceye katılmıyoruz. Milli burjuvazinin özellikleBahar | 2010 -

109


Kawa Savunması ri, komprador nitelikte olmaması ve sömürgeciliğe ve feodalizme karşı kendi pazarından yana tavır takınmasıdır. Yani milli bir tavra sahip olmasıdır. Bizdeki milli burjuvazi hem sınıf olarak zayıftır, hem de bizdeki her türden burjuvazide (komprador ve küçük burjuvazi gibi) görüldüğü üzere feodalizmle ciddi biçimde iç içedir. Bu sebeplerle ideal anlamda anti-sömürgeci, anti-emperyalist ve anti-feodal davranışlar gösterememektedir. Fakat gelişimi, bu özelliklerinin belirginleşmesi yönündedir. Milli kurtuluş hareketinin güçlenmesi, bu durumu giderek açığa çıkaracaktır. İdeal ölçütler içinde gelişememiş olması (bunun önünde sömürgecilik ve feodalizm engelleri vardır), bu sınıfın inkâr edilmesi sonucunu doğurmamalıdır. Kürdistan’daki sosyal piramidin ortasını boş bırakmak, bir anlamıyla, beli kırık bir toplum şeması ortaya koymaktır ki, pek akıllı bir analiz olarak görülemez. Kürdistan devriminin ulusal planda dayandığı temel itici güçlerle müttefikleri kısaca bunlardır. Şimdi bir de bu devrimin uluslararası bağlaşıklarına gelelim. Bu konuda ilk elde sayılması gereken güç, genelde dünya proletarya hareketi, özelde ise merkezi ülkelerdeki proletarya hareketidir. Özellikle merkezi ülkelerdeki devrimci-demokrat hareketlerin rolü oldukça önemlidir. Bu sorunu, Kürdistan devriminin kendini çevreleyen ülkelerin devrimlerini birleştiren doğal bir harç olduğunu anlattığımız bölümde yeteri genişlikte ele almış olduğumuz için yeniden ayrıntısına girmeye gerek görmüyoruz. Kürdistan devriminin dünya proletaryası dışında iki tane uluslararası müttefiki daha vardır. Birincisi sosyalist ülkeler, ikincisi ise emperyalizme karşı gelişen ulusal kurtuluş mücadeleleridir. Özet olarak, dünya ölçeğinde anti-emperyalist cepheyi oluşturan güçler, Kürdistan devriminin de müttefikleridirler. Çünkü Kürdistan devriminin kendisi de bu cephenin ayrılmaz bir parçasıdır.

110

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dosya

Nicola Sa’afin ile Filistin Sorununun Güncel Meseleleri Üzerine Söyleşi

Başbakan’ın Davos’taki gösterisi hâlâ konuşuluyor. Geçtiğimiz aylarda ise buna yeni birkaçı eklendi. Fakat 27 Aralık 2009’da, yani Siyonist İsrail devletinin Gazze saldırısının 1. yıldönümünde Filistin İçin İsrail’e Karşı Boykot Girişimi tarafından örgütlenen yürüyüşte dile getirildiği gibi, “İşbirlikçilik ilelebet sürüyor” ama “Van Minıt bir dakika”. Alçak koltuk krizinin üzerinden İsrail’den Türkiye’ye havalanan Heron casusluk uçakları bu emperyalist işbirliğinin askeri boyutunun en güncel örneği. Peki, Filistin ulusal sorununun vicdanı görünmeye hevesli Türkiye Cumhuriyeti, bu çıkışlarla örtbas etmeye çalıştığı antlaşmalar sonucunda İsrail’den edindiği casus uçaklarını nerde ve ne için kullanabilir? Bu denklemi kurmak da çözmek de zor değil… Ancak zor olan, kendi kaderini tayin hakkı etrafında örülen mücadelelerin yanına bir diğer olmazsa olmaz unsuru, Ortadoğu Enternasyonalizmi perspektifini ekleyerek, Filistin ulusal kurtuluş hareketinin aynı coğrafyada benzer bir kaderi paylaşan Kürt ulusal kurtuluş hareketiyle mesafesini azaltacak değişkenler üzerinden Ortadoğu emekçi halklarının özgürleşme denklemini kurmak. Filistin İçin İsrail’e Karşı Boykot Girişimi örgütleyicisi ve Filistin Halkıyla Dayanışma Derneği yönetim kurulu üyesi, mülteci Filistinlilerden Nicola Sa’afin ile Filistin sorununa dair gidişatı, Türkiye-İsrail ilişkilerinin boyutunu ve Filistin devrimci solunun durumunu bu çerçevede, yerimizin elverdiği ölçüde konuştuk. Konuşulanlar bir yanda, konuşamadıklarımız hemen öte yanda, göreceğiz ki, uzun ve meşakkatli bir yol sürdüğümüz… Ancak kendisinin de dile getirdiği gibi, “yol uzundu, yol hâlâ uzun ve çabalamaktan başka şansımız yok”. Cemre Sava

Geçen yılki dökme kurşun operasyonunun ardından, Filistin sorununda ortalığı görece bir sessizlik kapladı. Bu sessizliği nasıl okumak gerek? Yeni ve daha büyük bir operasyonun hazırlığı mı yapılıyor, yoksa önümüzdeki süreç diplomasi kartının daha fazla kullanılacağı bir dönem mi olacak? Bahar | 2010 -

111


Filistin Üzerine N. Sa’afin (N.S): Elbette bu sessizliği, görece bir sessizlik olarak tanımlamak gerekiyor. İsrail’in askeri tersanesinin sessizliği, Gazze’de insanlık ayıbı olarak tanımlanabilecek ablukanın ve Batı Şeria’daki yerleşim bölgeleri genişlemesinin üzerini örtmez hiçbir zaman. Bu sessizliği, Obama’nın getirdiği, daha doğrusu Obama’yı getiren Amerika politikasının “büyüleyici güzelliğinin” önemli bir parçası olarak okumak mümkün. Amerika’nın bize alıştırdığı ‘önce şiddet sonra zehirli marmelad’ın bir uzantısıdır bu. Yalnız bu sadece Filistin sahasında geçici bir süre için önemli olacak. İran ve Hizbullah daha sık konuşuluyor bu aralar. Komplocu olmayı istemem ama fırtınanın oraya doğru esme ihtimali da ortada. İsrail, şu anki durumdan gayet memnun olduğundan diplomasiye yanaşacak gibi görünmüyor. En iyi ihtimalle, doksanlarda olduğu gibi, suikastları örtecek bir müzakereler dizisine şahit olabiliriz. Çünkü İsrail, şu anki askeri politikasının suikastlar üzerinde olacağını açıkladı. Ya da gene doksanlarda olduğu gibi, dinlenme döneminin getirdiği uluslararası askeri ve ticari yeni anlaşmalardan faydalanmak isteniyor olabilir. Gazze ve Batı Şeria’daki güncel durumu değerlendirirsek, Filistin sorununun geldiği noktayı nasıl anlamak ve tanımlamak gerekir? N.S: Filistin sorunu 2005’ten bu yana, en kötü koşullarını yaşıyor. Bir taraftan politik ve coğrafi ayrılığın getirdiği somut, politik ve manevi güç yıpranması öte yandan saldırganlığına ve sağcılığına giderek daha da kapılan ırkçı ve işgalci bir rejim. Batı Şeria’yı kuşatan ırk ayrımcılığı duvarı tamamlanmak üzereyken Gazze’yi kelimenin tam anlamıyla hapishaneye dönüştürecek olan çelik ve çimento duvarlarının inşasına başlanıyor. FHKC, FDKC ve İslami Cihad’ın ısrarla vurgulamaya çalıştığı ulusal birliğin önemi karşısında Fetih ve Hamas’ın örgütsel çıkarları inşa edilen bir başka duvar olarak duruyor. Son dönemde, iki taraf arasında kaydedildiği düşünülen yakınlaşma gerçekçi durmuyor. Çünkü şimdiye kadar yapılan tüm ikili müzakereler, çıkar paylaşımından başka bir şey ifade etmemiştir. Filistin politik güçlerinin tamamını kapsamayan bir birlik müzakereleri pek sonuç alıcı olamaz. Son birkaç günde farklı haberler geliyor, onları şimdiden yorumlamak mantıklı olmayacak. Ama bizi farklı bir noktaya götürmesini umut etmekten başka şansımız yok. Türkiye’de Filistin sorununa karşı büyük bir ikiyüzlülüğün olduğunu görüyoruz. Başbakan’ın İsrail’e karşı sözde çıkışları gölgesinde İsrail’le anlaşmalar yapılıyor. İsrail’den satın alınan üç sistem ve 10 Heron uçağının teslimatı da Mart ayında başlıyor… Türkiye-İsrail ilişkilerinin tarihsel ve güncel boyutundan bahseder misin? N.S: Türkiye-İsrail ilişkilerinden kısaca bahsetmek mümkün değil ama gene de özetlemeye çalışacağım. İsrail kurulduğundan itibaren Türkiye -srail-İran eksenli istihbarat ilişkileri şeklinde kurulan ilk ilişkiler, İran’da Şah’ın devrilmesiyle Tr-İs ekseninde kalıyor. İsrail’in uluslararası alanda altın dönemi olarak tanımlayabileceğimiz ve Oslo anlaşmalarına tekabül eden doksanlar döneminde bu ilişkiler önce askeri boyutunu sonra da aleni askeri ve ticari anlaşmalar boyutunu kazanıyor. İlişkilerin temelinde, Türkiye güney sınırı yatıyordu. Bir taraftan İsrail, Türkiye güney sınırını Kürt hareketine karşı istihbarat teçhizatları ile donatırken, yapılan güvenlik anlaşmaları sayesinde, bu teçhizatların Suriye-Irak-İran sınırı bilgileri elde edilmesini sağlıyordu. Bu ikili çıkar ilişkisi, politik olarak ABD’nin Ortadoğu stratejileri ile taçlanıyor. Yani, üçlü bir emperyalist ittifak ve çıkar ilişkisi olarak tanımlayabiliriz. Güncel duruma baktığımızda, hükümet çok “başarılı” bir oyun gerçekleştiriyor. Bir taraftan Filistin davasının “vicdan sesi” görüntüsüyle, Ortadoğu’ya bir örnek ülke ola112

Sosyalist Düşünce Dergisi


Filistin Üzerine rak sunulurken istenen zehirli marmeladın da en önemli kısmını sunuyor; öte taraftan İsrail ile yapılan en yüksek ticaret ve askeri alış hacmine ulaşıyor. En bariz örneğini daha bir ay önce yaşadık. AKP’li milletvekilleri Gazze halkını ‘kurtarmaya’ giderken Barak, Ankara’da, iki ülkenin yakında ortak silah ihracatına başlayacağını içeren yeni askeri anlaşmalar imzalıyor. Heronlar da önümüzdeki ayın başında şahit olacağımız örneklerden bir tanesi. Filistin İçin İsrail’e Karşı Boykot Girişimi olarak tam da bu ilişkileri teşhiri ve boykotu hedefliyorsunuz… Biraz da girişimin çalışmalarını aktarır mısın? N.S: Evet, perspektifimiz sitenizde bulunan [www.iscicephesi.net, ed. n.] ve daha önce gazetenizde yayınlamış olduğunuz deklarasyon metninde daha net anlatılıyor. Çalışmalarımız şu an iki eksenli gidiyor. İlk olarak boykotu bir stratejik çalışma olarak algıladığımızdan, bu stratejinin (Filistin halkıyla dayanışma stratejisi) teorik temellerinin oluşması için yürütmeye başladığımız teorik araştırma ve üretim atölyeleri üzerinde yoğunlaşacağız. Aynı zamanda gündemde olan bitenleri takip ederek solun perspektifini yansıtacak bir eylem sürecini koordine etmeye çalışıyoruz. Demin bahsi geçen Heron uçakları ile ilgili tepkileri örme hedefimiz var. Daha çok bunun üzerinde yoğunlaşmış bulunuyoruz. Peki, Filistin ulusal sorunu ile Kürt ulusal sorunu Ortadoğu devriminin iki kilit noktası olmasına rağmen, Filistin ve Kürt ulusal kurtuluş hareketleri arasında ciddi bir mesafe söz konusu. Bunu neye bağlıyorsun? N.S: Evet, zor bir soru. Tarihsel süreç karmaşık olsa da teorik olarak açıklamak daha kolay geliyor. İki ulusal mücadeleden bahsediyoruz ve yakın bir coğrafya. Ulusal mücadele, tasvip etsek de etmesek de, ulusun özgürlüğünü öncelikli hedef ya da taktik hedef olarak adetse de onu baş gündemi olarak sayar. Bu hedef doğrultusunda farklı ittifaklar kurar ve bozar ve en nihayetinde ideolojik ya da ilkeli olmayan bir ilişkiler ağı yaratır. İki ulus yakın bir coğrafyada bulununca bu kurulan ilişkiler birbirine yakından temas eder. Bu süreçte, Filistin ve Kürt halkında olduğu gibi, bir ulusun baş ya da ikincil düşmanı diğer ulus için müttefik olarak görülebilir. Kabaca bir burjuva devlet mantığıyla hareket ederler. Enternasyonalizm vurgusu olduğunda elbette durum değişecektir ve aslında her iki halk kendi özgürlüğünün ancak diğer halkın özgürlüğüyle beraber olabileceğini anlar. Yalnız günlük politika açısından bu durumun anlaşılması ve pratik olarak benimsenmesi için her iki halkın ortak mücadele alanları üzerinde durup, onu işlemek zorundayız. Yani her iki ulus için düşman olarak algılanan noktalar üzerinde bir mücadele birliği pratiği yaratılabilir. Ulusal mücadelede kitlesel bir çalışma yürütülmesi istendiği zaman, bu kitlelerin başta ulusal bağımsızlık olmak üzere benimsemiş olduğu söylemler üzerinden hareket etmek gerek. Yani ulusal bağımsızlık ve kendi kaderini tayin etme hakkı talebi kendi başına haklı ve doğru bir söylemdir. Yalnız üretmiş olduğu kimi söylemleri ve pratikleri tasvip etmiyorsak doğru bir pratiğe, ancak ilk söylemden yola çıkarak ulaşılabiliriz. Yani ilk anlayıştan yola çıkarak (ilkeli olmayan ittifak) ikincisine ulaşılmalı (enternasyonalizm pratiği). Önümüzdeki süreç, bu mesafenin aşılma dinamiklerini barındırıyor mu veya bu mesafenin aşılması ne şekilde mümkün olabilir? N.S: Evet ve hayır şeklinde cevaplanabilir bir soru. Her iki halkın kendi coğrafi ve politik iç parçalılığını göz önünü getirdiğimizde bu durum uzak geliyor. Yani her iki halk ulusal birliği sağlamadığı müddetçe bu durum epeyce zor kalacaktır. Bu, hayır şıkkı. Yalnız ABD ve müttefiklerinin emperyalist politikaları her iki halkı ilgilendiren ortak mücadele alanı yaratıyor. Ortak saldırının olduğu alanlar daha da büyüyecek gibi Bahar | 2010 -

113


Filistin Üzerine görünüyor. Bu durum iyi değerlendirilirse, ortak mücadele deneyiminin icat edilme umudu daha fazla olur. Bu ortak mücadele alanlarından bir tanesi önceki sorularda bahsi geçen Türkiyeİsrail ilişkileridir. Bu iki ülke arasında stratejik ittifak, başta Filistin ve Kürt halkı olmak üzere tüm Ortadoğu halklarını kesen bir tehdit olarak duruyor. Buna karşı her iki halk ortak bir biçimde mücadele ettiğinde bir yakınlaşma ve mesafe daralması yaşanabilir. Yalnız bu sadece bir alanda yakınlaştırır. İran, Irak ve Suriye açısından bu geçerli değil, bu rejimlerle kurulan ilişkiler farklıdır. Nasıl aşılır cevabının bir bölümü bahsettiğim noktada bulunsa da Mezopotamya Sosyal Formundan bahsetmeden geçmek doğru olmaz. Mezopotamya Sosyal Forumu (MSF) gibi açılımlar Ortadoğu halklarının ortak mücadele alanını belirlemek ve Ortadoğu halklarının ortak tehlikelere karşı ortak hareket etme alışkanlığını arttırmak için yeni bir kapı aralıyor. Ortadoğu’daki ilerici güçlerin katılımı ve desteğiyle gerçekleşen ilk MSF’de, Ortadoğu coğrafyasında, halkların ortak hedefleri doğrultusunda belli alanlarda hareket birliğinin sağlanması gerektiği vurgulanmıştı. MSF bu alanları keşfetme ve tartışarak nasıl bir pratiğin gerçekleşebileceğini saptamak açısından önemli bir rol oynayabilir. Bu rolü iki düzeyde yapma olanağına sahiptir, hem örgütlerin hem de kitlelerin buluşma noktası olarak kurgulandığında; ki öyle hedefleniyor, başarılı bir pratik olarak duracaktır. Peki, Filistin devrimci solunun durumu hakkında ne düşünüyorsun? Tasfiye ve kriz süreci devam ediyor mu yoksa bir toparlanma durumu söz konusu mu? N.S: Parçası olduğum bir yapı hakkında isabetli değerlendirmeler yapamayabilirim. Yalnız coğrafi uzaklık biraz daha fazla gözlemleme şansı bırakıyor insana. Elbette dünya solu ve devrim hareketinde olduğu gibi genel bir zayıflık ve yıpranmışlık barındırıyor. Yalnız Filistin’in iç dinamikleri, Filistin soluna farklı olanaklar ve olanaksızlıklar sunuyor. Bütün tasfiye süreçlerine rağmen FHKC [Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, ed. n.] gibi devrimci yapılar varlığını güçlü bir şekilde sürdürüyor. Filistin devrimci solunun, bulunduğumuz konjonktürde varlığını bu güçle sürdürmesinin arkasında, bu hareketlerin kendi temel ilkelerinden taviz vermemesi yatıyor. Bu söyleşi kapsamında, bu yapıların kendi iç dinamiklerini tartışabilecek ve eleştiri sunabilecek yeterli bir zaman ve alan olmadığından bu noktaya değinmeyeceğim. Yalnız FHKC başta olmak üzere tüm Filistin solunun tarihi bir dönüm noktasından geçtiğini düşünüyorum. Başta dile getirdiğim, Filistin’de yaşanan politik ve coğrafi ayrılığın getirdiği bir başka sonuç var: Fetih ve Hamas, birliğe yanaşmadığı ve kendi çıkarları peşinde koştuğu müddetçe Filistin halkını yeni bir seçenek arayışı içine sokuyor. Bu durumda Filistin sol hareketine büyük bir sorumluluk düşüyor. Filistin solu bu sorumluluğu yerine getirdiği takdirde hem kendi konumunda hem de ulusal konumda bir toparlanma yaratacaktır. FHKC bu sorumluluğu omuzlamış gibi görünüyor. Son kuruluş yıldönümü kutlamaları hem nitelik hem nicelik açısından bir toparlanma ve yeniden yükselme dönemine işaret ediyor. Bu elbette, Hamas’ın Gazze’de sergilemiş olduğu anti-demokratik tutumun bir sonucu olmasının yanı sıra FHKC’nin son Gazze saldırısı sırası ve sonrasında sergilemiş olduğu askeri ve sosyal çalışmaların sonucu olarak da görülmeli. Tabii tüm bunlar karanlık ufukta, ufak bir ışık sızmasıdır. Yol uzundu, yol hâlâ uzun ve çabalamaktan başka şansımız yok. 26 Şubat 2010

114

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kültür

Osmanlı’da Eğlence ve İktidar

Oktay Benol

Dışımızdaki gerçekliğin tam olarak kavranabilmesi, ancak, maddi koşulların tam olarak kavranabilmesiyle olanaklıdır. Maddi koşulların hesaba katılmadığı her çözümleme süreci, kaçınılmaz olarak referanslarını bu dünyanın dışında arayacaktır. Tarihsel gelişim ve dönüşümün bu tek yanlı ve anti-diyalektik kavranışı bizi, tarihsel ve güncel olayları; ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel yapının karşılıklı etkileşiminin bir sonucu olarak çözümlemek olanağından uzaklaştırdığı ölçüde, bir başka şeye, hayatın metafizik ve/veya kaba materyalist kavranışına yaklaştıracaktır. Bütün bu algılama ve çözümleme sürecindeki en tehlikeli yan, bu referans ve yöntemin, “yeni ve başka bir hayat” tasavvurumuza vurduğu darbede ve açtığı derin yarada gizlidir. Çünkü geçmişi ve bugünü algılama ve açıklama yöntemi, aynı zamanda “yarını kurma” yöntemidir. Hayatın açıklanmasında -tarihte ve bugün- en çok rağbet gören ve kullanılan kaynaklar, dinsel öğreti ve efsanelere dayananlardır. Kendisi de insanlık tarihinin bir parçası olan din, insanın yarattığı ve kendi hayatı üzerinde en büyük acıların yaşanmasına neden olan; ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve psikolojik bütünselliğe sahip bir üst yapı kurumdur. Üzerinde durulması gereken iki nokta var. Birinci nokta; dinsel öğreti ve inanışların asla ve sadece bir inanç sisteminin uygulanması olmayıp, bütün bir toplumsal yapıyı düzenlemeye dönük bir işlev yüklenmesi ve ikinci olarak -daima- siyasal bir içeriğe sahip olması ve egemenler tarafından güçlü bir yönetim aracı olarak kullanılmasıdır. Tarihte din; ne zaman, toplumsal-siyasal dönüşümün bir aracı olarak görünmüşse, bir sonraki evrede, daha güçlü bir şekilde, iktidar mekanizmasının içinde yer almıştır. Dolayısıyla tarih içinde bize din savaşları gibi görünen ya da sunulan her olay, kaynağı hiç de öteki dünyayla ilgili olmayan somut olgulara dayanır. Farklı çıkarlara sahip güçler arasındaki bu çatışmalarda din, yok edilmek istenen değil, tam tersine, sahip olunmak istenen toplumsal-siyasal bir kurumdur. Bahar | 2010 -

115


Osmanlı’da Eğlence ve İktidar Din, Eğlence ve İktidar Dinin, gündelik hayat üzerinde egemenlik kurma çabası, bu nedenle, aslında iktidarların egemenlik kurma arayışlarının bir yansımasından başka bir şey değildir. Örneğin Konstantinopolis’te, gündelik hayatın en popüler alanlarından birisinin hamamlar olduğu ve II. yüzyıldan VII. yüzyıla kadar birer sosyal ve siyasal tartışma mekânı olarak ön plana çıkan hamamlara karşı en büyük tepkinin de yine dönemin dini otoriteleri tarafından getirildiği kaydediliyor. Bu dini eleştirilerin nedenleri konusunda birçok şey söylenebilir ama bu mekânların ortaya çıkardığı gündelik hayatın renklerinden hareket edersek, sorunun -en azından- sadece bir papazın kişisel yargılarıyla ya da dinsel inançlarla sınırlı olmadığını söyleyebiliriz. Kuşkusuz her dönemde kimi uygulayıcılar “görevlerine” daha düşkün olabilmektedir... Buradaki önemli nokta hamamın, Konstantinopolis’te, dışa dönük yaşam tarzının bir ifadesi olması; hamam önemli bir toplumsal işlev üstlenirken, diğer bir toplumsal işlev yüklenici olan kiliseye, insanların, rutin ayinler için bile artık gitmek istememeleri ve bunun bir sonucu olarak -belki- kilisenin toplumsal ve siyasal rolünün azalmasıdır. Çünkü din, insanların, dünya nimetlerinden yararlanmasının aracı olan hamamların aksine, nimetin öteki yerde olduğu önermesiyle hareket eder. Bu hareket tarzı çok basit ve masumane görünmesine rağmen insanların, dünyevi nedenlerle çektikleri bütün acıların çözümü için suskunluğu ve bu acı ve mutsuzlukların nihai çözüm yeri olarak da öteki yeri göstermesinden dolayı inanılmaz etkin bir iktidar aracıdır. Bu nedenle Konstantinopolis’te hamamlar, ne sadece bir sefa ve eğlence mekânıdır, ne de dini otoriteler sadece uhrevi nedenlerle bu mekânlara, dolayısıyla bu yaşam tarzına eleştirel bir tutum almaktadır. Dolayısıyla sorun bir kez daha yüzeyde göründüğünden çok daha farklı ve daha derinde... Konstantinopolis’teki “bu hamam eksenli yaşantı, şehre bol miktarda su temin edilebildiği müddetçe süregelmiştir. Ancak Istranca’dan su taşıyan Valens kemerinin 626’da Avar akınları sırasında tahrip edilmesi ve 768 yılına kadar onarılamaması nedeniyle kentin su kaynaklarında şiddetli bir azalma olduğu görülür. Böylelikle hamamlar birer birer terk edilmeye yüz tutmuş, bir kısmı başka amaçlarla kullanılan yapılar haline dönüşmüş, kısacası yukarıda sözünü ettiğimiz yaşam tarzı sona ermiştir,”1 açıklaması neden-sonuç ilişkisi içinde kuşkusuz bir gerçekliği ifade etmektedir: “Hamamların Bizans sosyal yaşamının bir parçası olma özelliğini kaybetmeleri... kentin su gereksinimiyle yakından ilişkili bir olaydır.”2 Ama bu gerçekliğin sadece bir yanıdır. Kent suyunun gündelik yaşam üzerindeki bu etkisi, su kaynaklarının 768 yılında onarılmasından sonra yeniden oluşmamıştır, neden? Dolayısıyla suyun bol olduğu dönemde gündelik yaşama bu doğrudan etkisini, bizzat, Bizans’ın o dönemki toplumsal, siyasal ve kültürel yapısıyla ilişkilendirerek çözümlemek gerekir. Suyun iki ayrı dönemde iki ayrı işlev üstlenmiş olması bu durumun en önemli kanıtıdır. Toplumsal gelişim ve dönüşüm süreçlerinin, “sudan öte” bir anlamı olmasının diğer bir kanıtı ise VII. Yüzyıldan sonra, kilisenin, toplumsal hayat üzerinde ki artan etkisidir. Kilisenin toplumsal hayat üzerindeki egemenliğinin artmasına koşut olarak, Konstantinopolis’te “dışa dönüklük olgusunun” ortadan kalkması, sadece hamam sefalarının bitmesiyle sınırlı kalmamış, genel olarak eğlence hayatı da bitmiştir. Kilisenin ilk hedef olarak eğlenceyi hedef alması, anlamlıdır. Bunun nedeni, yüklendiği işlevler ne olursa olsun eğlencenin, her açıdan bu dünyaya ait bir yaşantı öneriyor olmasına rağmen dinin (ki her şeyiyle bu dünyaya aittir), öbür dünyayı öne çıkarmasıdır. Tiyatroların din egemenliğinde mezbahaya dönüştürülmesi, bu nedenle şaşırtıcı değildir: 1 NECİPOĞLU, Nevra, Gündelik Hayatın Renkleri, “Bizans İstanbul’unda Gündelik Hayat”, Yayıma Hazırlayan: Mustafa Armağan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 1997, c.3, s.61. 2 Ibid., s.61.

116

Sosyalist Düşünce Dergisi


Osmanlı’da Eğlence ve İktidar V. yüzyılda çoğunluğu pantomim ve mim gösterilerinin sahnelendiği en az dört ila yedi tiyatroya sahip olan kentte, Bizans kilisesinin bu tür gösterilere karşı geliştirdiği çeşitli engel ve yasaklamalar neticesinde, VII. yüzyılın sonlarına doğru tiyatrolardan hiçbir iz kalmadığı görülür. Kynegion isimli amfiteatr binası ise VIII. yüzyılda hâlâ ayakta durmakla birlikte, artık mahkûmların idam edildiği bir yer olarak kullanılmaktaydı.3 Tarihin her döneminde, iktidar sahiplerinin, egemenliklerini sürdürebilmek için değişik yol ve yöntemler kullandıklarını biliyoruz. Bilinen en eski ve en etkili yöntemlerden birisi de karşıtlarını kendi silahları ile vurmaktır. Bizans İmparatorluğu’nda olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nda da, iktidar sahibi yöneticilerin, düzenledikleri çeşitli eğlence ve gösterilerle, tebaalarının huzurlarına çıkmaları ya da imparatorluğun değişik yerlerinde bu eğlence ve gösterilere icazet vermeleri bu nedenledir. İktidar sahibi her yönetici, halkın sadece öbür dünya ile yetinmeyeceğini bilir. Halkın, hayattan zevk almak, paylaşmak, kendini göstermek için değişik eğlencelere yönelmesi kaçınılmazdır. Bu yönelme ihtiyacını iktidarlar, kendi çıkarlarına uygun olarak yönlendirmek isterler; bu istek, eğlencenin toplumsallaştırma işlevinden kaynaklanır. Toplumsallaştırma süreci; aşırı uçların törpülendiği, çoğunluğun homojen bir karakter kazandığı ve kişisel enerjilerin deşarj edilerek kitlesel patlamalara yol açacak bir nitelik almasının engellendiği bir bütün olarak tanımlanabilir. Eğlence, her bireyi, yaşadığı toplumun ortak paydası altında birleştirme amacını taşır. Bu ortak payda, -farklılık gibi görünen ama gerçekte önemsiz olan yanları özgür bırakıp-; iktidarın, iktidarına yönelik tehdit oluşturabilecek tüm ideolojik, teorik ve politik değer ve fikirlere karşı oluşturulmuş bir bütünü temsil eder. Bu andan itibaren eğlence, iktidarın eğlencesi olarak yeni bir ideolojik-politik içerik kazanır. Zıtların Birliği Hükümdarın halkına, halkın da hükümdarına yakın olması ve bu yolla büyük ve ulaşılmaz olanla sıradan olanın aynı ortam içinde ortak bir amaç için bir araya gelmesi, iktidar eğlencelerinin temel görüngülerinden biridir. Eğlencenin düzenlenme şekli, seyir düzeni var olan toplumsal eşitsizliğin bir tezahürü şeklindedir: Şenliğe katılan bazı arabalardaki sahnelere bakıldığında dükkân ve atölyelerdeki hiyerarşik yapı çok iyi görülmekte, ustalar çok daha zengin giysileriyle kalfa ve çıraklardan hemen ayrılmaktadır. Bu hiyerarşinin korunmasına gelince, görevli memurlarla loncalı ustalar arasında bu konuda herhalde bir çıkar birliği oluşmuş olmalıdır; alaylarda canlandırılan sahneler de bu uzlaşmanın ifade bulduğu izlenmektedir. Bazı alaylara esnaf ve zanaatkârlardan başka devletin çeşitli katlarından ulema da katılırdı. Bu durumda alay, yüksek devlet görevlileri tarafından yönlendirilen Osmanlı toplumunun bütününün canlandırıldığı bir gösteri haline dönüşmüş olurdu.4 Osmanlı eğlencelerinin bu genel görünümü, bize, iktidarın, kitle eğlencelerine neden bu kadar önem verdiğini de gösteriyor. Osmanlı eğlenceleri ve genel olarak iktidar eğlenceleri, toplumsal rol ve konumların öğrenildiği bir toplumsal etkileşim okulu vazifesi yüklenmektedir. Bu nedenle, eğlencelerde kullanılan simgeler, renkler, kıyafetler egemen yönetim anlayışını pekiştiren araçlardır. Bu iktidar eğlenceleri teorik olarak “herkese” açık olmakla birlikte, belirli merkezlerde ve sınırlı bir alanda yapılması nedeniyle, sadece toplumsal statüleri uygun olanlara açıktır. Bizans İstanbul’unda, 3 Ibid., s.61. 4 FAROQHI, Suraiya; Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam -Ortaçağdan Yirminci Yüzyıla-, çev. Elif Kılıç, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, s.189. Bahar | 2010 -

117


Osmanlı’da Eğlence ve İktidar Hipodrom’un en belli başlı özelliği, gerek yarışlar, gerek bazı tören ve gösteriler vesilesiyle, kent halkının imparatorlarıyla yüz yüze gelebildikleri, istek ve şikâyetlerini veya siyasi tutumlarını imparatora direkt olarak aktarabildikleri tek yer olmasıydı.”5 Aynı şekilde, Osmanlı İmparatorluğu döneminde... çeşitli vesilelerle yapılan şenlikler, her zaman için halka ve isteyen herkese açık olduğu için, Rönesans Avrupa’sında olduğu gibi yalnızca saray duvarları içinde kalmamış, halkın büyük çaptaki katkısıyla ortaya çıkarılmıştır.6 Bu iki farklı döneme ve topluma ait örnek, iktidar eğlencelerinin içerik olarak çok da farklı olmadıklarını göstermektedir. İmparatorla yüz yüze gelebilme, istek ve şikâyetini ve hatta siyasi tutumunu bildirme fiilini ne kadar az sayıda insanın “becerebileceği” çok açık. Burada halk genellemesini herkes olarak anlamak için de bir neden yok. Diğer yandan eğlence ve gösterilerin, imparatorun görülebildiği “tek yer” olması, katılımcıların bu özel günlere çok büyük bir önem vermesine neden olmaktadır. Özel günler için özel hazırlıkların yapılması ise ancak varlıklıların, sosyal ve siyasal nüfuz sahibi grupların yapabileceği bir girişim olabilir. Eğlencede Özne ve Nesne Osmanlı İmparatorluğu’nda şenliklerin değişik gerekçeleri, amaçları, anlamları vardır. Halkın, en geniş şekilde kutladığı eğlencelerin başında bayram eğlenceleri gelir. Bunların dışında, “bir şehzadenin ya da sultanın doğumu, sünnet ve evlenme düğünleri, ordunun sefere çıkması, bir savaşın zaferle sonuçlanması, bir yenilginin unutturulması ya da herhangi bir ülkeye gözdağı verilmesi dolayısıyla”7 eğlenceler düzenlenir. Osmanlı İmparatorluğu’nda yapılan bu eğlenceler, iktidar eğlencelerinin resmi niteliğinin de bir resmini sunmaktadır. İktidarın, eğlence düzenlemesinde iki temel neden görünüyor: Bir; imparatorluk ailesi, iki; ordu, savaş, dış ilişkiler. İktidar şenlikleri, resmi olanı kutsama ve tekrar ve tekrar onaylatma içeriğiyle toplumsal motivasyon ve sosyalizasyon işlevlerini gerçekleştirir. Halk bu eğlenceler kanalıyla imparatora ve imparatorluğa olan sadakat ve sevgilerini belirtir. Eğlencenin öznesi iktidar, nesnesi ise halktır. Eğlencede bir araya gelen kalabalık ne kadar yiyip-içip eğlense de orada bulunma gerekçesi, örneğin padişahın çocuğunun sünnet olmasıdır. Bu nedenle yediği her lokma, içtiği her yudum aslında kendi bağımlılığının bir göstergesidir. Çünkü eğlence halk için değil, imparator(luk) için yapılmaktadır. Gündelik Hayatın Bir Yansıması Olarak Osmanlı’da Eğlence Osmanlı İmparatorluğu’nda eğlenceler; kural, gelenek, töre, alışkanlık, anlayış gibi başlıklar altında sıralanabilecek bir kurguyla harmanlanarak düzenlenir; bu nedenle iktidarın eğlencesi, var olanın pekiştirilmesidir. Osmanlı şenliklerini izlemiş Avrupalı aristokratların ya da yüksek burjuvaların hepsi, halkın davranışlarındaki düzen ve disiplini övmüştür.8 Halk iktidar karşısında bireydir, iktidar bireyin karşısında imparatorluk. Bu eşitsiz durum, eğlenceye katılan halkı bir onay mekanizmasının parçası haline getirir. İktidar 5 Ibid., s.61. 6 NUTKU, Özdemir, Gündelik Hayatın Renkleri, “Eski Şenlikler”, Yayıma Hazırlayan: Mustafa Armağan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 1997, c.3, s.97. 7 Ibid., s.97. 8 FAROQHI, Suraiya; agy, s.194.

118

Sosyalist Düşünce Dergisi


Osmanlı’da Eğlence ve İktidar eğlencesindeki abartı, halkın üzerine var olan toplumsal ve siyasal yapının içselleştirilmiş baskısı olarak yansır. Gösterilerdeki ana tema, oyunlar, danslar, yarışmalar resmi olanın içselleştirilmesini sağlarken, resmi olmayana yaşam alanı kalmaz ve eğlenceler ne kadar uzun sürerse, iktidarın gücü o derece yoğunlaşır. Törenleriyle, kurallarıyla, saygı töreleri ve anlayışıyla, programı, gösterişi ve parlaklığıyla, ziyafetleri, armağanlarıyla... halk bu şenliklere yalnızca seyretmek için gelmiyordu; esnaf meslek alanlarıyla ilgili çalışmalarını, yeteneklerini sergilerken şenliğin havasına uygun oyunlar çıkarıyor, yeniçeriler ve sipahiler hüner gösteriyorlar, tersane çavuşları, ‘çıplaklar’ bu hünerlere katılıyorlardı.9 Osmanlı İmparatorluğu’nda yapılan eğlenceler çok uzun günlere yayılmaktaydı. Eğlencenin yapılacağı yerde büyük hazırlıklar yapılır, yiyecek, içecek gibi tüketim maddelerinin bolluğu ve çeşitliliğinin yanı sıra padişah ve yardımcıları için de görkemli yapılar hazırlanırdı. Bu hazırlıklar imparatorluğun gücünü ve zenginliğini göstermek, düşmanlara gözdağı, dostlara güven vermek amacını taşırdı. Osman Gazi döneminden başlayarak bütün padişahlar döneminde büyük ya da küçük gerçekleştirilen bu eğlencelerde temel yapı değişmemiştir. Örneğin, Kanuni Sultan Süleyman’ın, doğum ve sünnet için düzenlediği şenlik, bu abartı ve güç gösterilerinden birisidir: 1525 yılında şehzâde Mustafa’nın doğumuyla bir hafta süren küçük bir şenlikten sonra Kanuni dönemindeki en büyük şenlik 1530 yılında yapılmıştır. Kanuni’nin şehzâdeleri Mustafa, Mehmet ve Selim’in sünnet düğünleri dolayısıyla 19 Haziran 1530’da başlayan ve üç hafta süren şenlikte çeşitli geçit törenlerini ve gösterileri seyretmesi için padişaha, At Meydanı’nda Mehterhâne-i Hümayûn’da güzel bir köşk hazırlanmıştır. Vezirler ve devlet büyükleri için de yüksek otağlar, seraserden ve başka süslü kumaşlardan çardaklar kurulmuştur... İlk on yedi gün padişah, el öptürüp üst rütbelerden alt rütbelere kadar tebrikleri ve armağanları kabul etmiş... Şehzâdeler şenliğin 18. Günü sünnet edilmişler ve padişah seyirlik oyunları 20 gün seyretmeye başlamıştır.10 Yine aynı şekilde, “Fatih Sultan Mehmed’in Dulkadiroğullarından Sitti Hatun’la evlenmesi dolayısıyla yapılan düğün töreni (1449) üç aydan daha fazla sürmüştür.”11 Bu kurgu içinde özne, tartışmasız bir şekilde imparator ve ailesidir. Eğlencenin düzenlenme nedeni, düzenlenme şekli, hazırlıklar, hep bu yönde yapılmıştır. İktidarın eğlencesine davetli olan halk ayağını sürüyerek gelir. İmparator kendi gücünün ve zenginliğinin bir göstergesi olarak her şeyin musluğunu açar, bu nedenle; ...her birinden, her şeyden, insanların hep birlikte tüketebileceğinden çok daha fazlası bulunur ve bunları tüketebilmek için giderek daha çok insan kitleye akar. Bu insanların pay alabileceği bir şey olduğu sürece, şölen hiç bitmeyecekmiş gibi görünür... Hiçbir şey ve hiç kimse onları tehdit etmez, kaçacak bir şey de yoktur; bir süre için hayat ve haz güvenlik altına alınmıştır. Çoğu yasaklama ve kısıtlama geçici olarak kaldırılmıştır... Birey için bu ortam, deşarj değil gevşeme atmosferidir. İnsanların uğraşıp varmak isteyecekleri ortak bir hedef yoktur. Hedef şölenin ta kendisidir ve onlar oradadır. Yoğunluk son derece büyüktür, ama eşitlik büyük oranda yalnızca müsamaha eşitliğinden ibarettir.12 İktidar eğlencelerinin, iktidarın diğer uygulama ve politikalarından daha farklı bir niteliğe sahip olması düşünülemez. İmparatorluğun temel politik önermeleri, ekonomik ve siyasal hayatı belirlediği gibi gündelik hayatı da belirlemektedir. Şenliklerin uy9 10 11 12

NUTKU, Özdemir, agy, c.3, s.97. Agy, s.105-106. FAROQHI, Suraiya; agy., s.185. CANETTI, Elias, Kitle ve İktidar, çev. Gülşat Aygen, Ayrıntı Yayınları, 1998, s.61-62. Bahar | 2010 -

119


Osmanlı’da Eğlence ve İktidar gulanma gerekçeleri gibi uygulanma yöntemleri de temel ideolojik-politik programın bir uzantısıdır. Osmanlı’da gündelik hayat ne kadar demokratik ve ne kadar eşitse, eğlenceler de o kadar demokratik ve eşittir. İki ayrı alanda, iki ayrı politikanın olması düşünülemez: Evliya Çelebi’nin anlattığına göre lonca gruplarının çoğunun başında sarayda görevli biri bulunurdu ve bu kişi aynı zamanda o lonca esnafının ürettiği mallarla sarayın ya da ordunun gereksinimini karşılamakla sorumluydu... Bu uygulamada, Osmanlı merkezi yönetiminin, İstanbul’daki askerlerle bağları olması nedeniyle potansiyel tehlike gözüyle baktığı, ekonomik açıdan pek kâr etmeyen esnafı, devlet yapısına katma çabası izlenmektedir.13 İktidarda Üslup Farklılıkları, Değişim Dinamikleri Padişahların değişmesiyle devlet yönetiminde üslup farklılıkları olmuştur. Daha baskıcı yönetim anlayışını benimseyen padişahlar olduğu gibi daha liberal padişahlarda yönetime gelmiştir. Devlet yönetimi binlerce, on binlerce bürokrat ve yöneticinin oluşturduğu karmaşık bir yapının sonucunda işlemektedir. Bu nedenle padişah değişiklikleri üslup farklılıkları yaratmıştır ama temel politik önermelerin değişmesi çok daha radikal müdahale ve tutumlar sonucunda gerçekleşebilmiştir. Liberal padişahlara örnek olarak IV. Mehmet’i verebiliriz. IV. Mehmet diğer bazı padişahlara göre (örneğin kendinden önceki IV. Murat’a göre) daha ılımlı bir politika izlemiştir. Kendisi de “sanatı seven ve barışsever” bir kişi olduğu için bu tutumu, iktidarda kaldığı kırk yıl boyunca etkisini göstermiştir. IV. Mehmet döneminde, 1675 ‘de Hatice Sultan’ın evlenmesi ve şehzâdelerin sünnet düğünü dolayısıyla yapılan eğlenceler şu şekilde anlatılmaktadır: Bu şenlikte seyirlik gösteriler arasında müzik, çeşitli hüner gösterileri (canbaz, zorbaz, şemşirbaz, kûzebaz, gözbağacı, yılanbaz, hayvan oynatıcılar, gölge oyuncuları ve kuklacılar), sportif oyunlar ve yarışmalar (matrak oyunu, okçuluk, binicilik, koşular, cirit, güreş), donanma ve gece eğlenceleri (fişekler, kandillerle ışık gösterileri) vardı. Ayrıca, danslar (dinsel ve erotik danslar, savaş, hüner ve taklit dansları), komikler (curcunabazlar, tiryakiler, tulumcular) çok seyirci topluyordu. Ancak bu gösterilerin içinde en renklileri dramatik gösterilerdi. Çeşitli oyun kollarının temsil ettikleri konulu güldürüler çok seyirci buluyordu.14 Görüldüğü gibi hem eğlence konuları genişlemiş hem de belirli bir liberal yaklaşım ağırlık kazanmıştır. Erotik dansların yapılması bunun göstergelerinden biridir. Diğer yandan eğlence esas olarak halkın çoğunluğunun katılımıyla olmamaktadır. Bir kısım hüner ve sanat sahibi kişilerin yaptıklarının sergilenmesinin seyredilmesi eğlenceye ağırlıklı katılım biçimini belirlemektedir. Bu ise bu dönem eğlencelerinin (ve genel olarak da) kolektif bir sürecin ürünü olmayıp, icracılar ve izleyiciler şeklinde ayrılmış iki grup tarafından oluştuğunu göstermektedir. İktidarın Eğlencesinde Hoşgörünün Sınırı Osmanlı İmparatorluğu’nda halkın büyük çoğunluğunun bu eğlencelere katıldığı, Avrupa’nın aksine Osmanlı eğlencelerinin sadece mutlu bir azınlıkla sınırlı olmadığı, büyük bir hoşgörü ve saygının bu eğlencelerin karakterini oluşturduğu konusunda yaklaşım ilgi çekicidir: Her şenlik, Avrupa’daki kral şenliklerinin tersine, yalnızca mutlu bir azınlık için değil, geniş halk yığınları il birlikte yapılmıştır. Bu tür şenliklerin halkın günlük 13 FAROQHI, Suraiya; agy, s.189. 14 NUTKU, Özdemir, agy., c.3, s.121.

120

Sosyalist Düşünce Dergisi


Osmanlı’da Eğlence ve İktidar yaşamı ile kaynaşmış olduklarını kolayca söyleyebiliriz. Çeşitli vesilelerle düzenlenen şenliklerde, yılın belirli dönemlerinde kutlanan bayramlarda ve esnaf loncalarının düğün, peştamal kuşanma gibi durumlarda yaptığı eğlencelerde yabancı gözlemcileri şaşırtan bir hoşgörünün varlığını da biliyoruz.15 Bu yaklaşımda bazı noktaların altını çizmek gerekiyor. Eğlencelere halkın toplu olarak katılması, gündelik hayatın toplu olarak yaşanması anlamına gelmektedir. Örneğin, kadınların sosyal yaşam içinde yer alması, gündelik hayatın kolektif şekilde yaşandığının göstergelerinden birisidir. Osmanlı’da gündelik hayat bu şekilde bir toplumsal örgütlenmeye sahip değildir. Osmanlı eğlencelerini resmeden minyatürlere bakıldığında da icracı olarak kadınlar eğlencenin içinde gösterilirken (örneğin dans ederlerken), seyirci kitlesi içinde görülmemektedir. Dolayısıyla halkın büyük çoğunluğunun katılımıyla gerçekleşen eğlenceler ifadesi, var olan sosyal örgütlenmeyi temel almakta ve baştan, sosyal yaşam içindeki kalabalık üzerinden bir sonuca ulaşmaktadır. Yine aynı şekilde eğlencelerdeki hoşgörü ve anlayışı da gündelik hayatın dışında düşünmemek gerekir. Bu nedenle Avrupa’da eğlencelere sadece mutlu bir azınlığın katıldığı, Osmanlı’da ise herkesin katılabildiği, dolayısıyla Osmanlı’da eğlencelere katılan herkesin, -örneğin Avrupa’ya göre- mutlu bir çoğunluk oluşturduğu yaklaşımı oldukça eksik ve tek yanlı bir çözümleme gibi görünüyor. Kuşkusuz ilk soru, katılımcı sayısı ne kadar değil, katılma biçimi ve yöntemi nasıl, olmalıdır: Devlet aygıtının kendi varlığını tebaaya kabul ettirmede bu tür alayları nasıl kullandığı, küçük bir ayrıntıya bakıldığında açıkça görülür: Alayda marangozlar nahıllarla yan yanadırlar, çünkü alayın yolu üzerindeki evlerin nahılların geçmesini engelleyen cumbalarını hemen yıkarak yol açmakla görevlendirilmişlerdir. Tabii cumbaları yıkılan ev sahiplerinin ziyanları hemen tanzim edilmişti. Osmanlı Devleti’nin ezici ve bir ölçüde de korku verici gücünü ortaya koyduğu bu tür gösterilerde...16 ...evleri yıkılanlara hemen paralarının verilmesi, Osmanlı’nın “hoşgörülü ve saygılı” davranışı olarak ifade ediliyorsa sorun yok! Avrupa’da sadece mutlu bir azınlığın katılabildiği eğlencelere, Osmanlı’da halkın neden ve nasıl bu kadar geniş bir şekilde dâhil olduğu anlaşılıyor... Osmanlı’da Eğlencenin Toplumsal İşlevleri İktidarın büyük miktarlarda para harcayarak, çeşitli nedenlerle yapmış olduğu bu eğlenceler birer toplumsal yatırımdır. Halkın sosyal örgütlenme içindeki unsurlarının en geniş bir şekilde katıldığı eğlencelerin düzenlenmiş olması, bir ilerilik ve medeniyet göstergesi olarak görülebileceği gibi iktidarın halk üzerideki denetim ve kontrol aygıtlarının bir yansıması olarak da değerlendirilebilir. Bu nedenle eğlence çözümlemelerini ve özellikle de iktidarın eğlencelerini; toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel bir bütünlük içinde değerlendirmek gerekir. Yönetimin selameti için kardeşler ve çocuklar gerektiğinde öldürülebilir fetvasının geçerli olduğu bir toplumsal-siyasal sistemde, eğlencenin büyük bir hoşgörü ve iyi niyet içinde ve başkaca bir amaç olmaksızın gerçekleştiğini düşünmek için hiçbir geçerli sebep görünmüyor. Osmanlı hoşgörüsü sınırsızdır; sünnet olmuş şehzade alayının önüne cumbalar çıkmadığı sürece... Osmanlı’da eğlence, kuşkusuz, sadece imparatorluk ailesi ile sınırlı değildir. Çeşitli nedenlerle halk –bugün olduğu gibi- eğlenceler düzenlemektedir. Bu eğlencelerin, burada ele aldığımız iktidar eğlencelerinden en önemli farkı sınırlı bir alanda ve sınırlı sayıda kişinin katılımıyla yapılmalarıdır. Dolayısıyla bu eğlencelerin kitlesel şekilde 15 Agy, s.138. 16 FAROQHI, Suraiya; agy, s.190. Bahar | 2010 -

121


Osmanlı’da Eğlence ve İktidar düzenlenen eğlencelere göre etki ve yansımaları sınırlı olmaktadır. Diğer yandan, bu sınırlı ve/veya kapalı eğlencelerin bir kısmının belirli bir kültürel anlayışı devam ettirmek korumak amacıyla yapılmış olduğu söylenebilir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çok sayıda kültürel, sosyal, siyasal etnik yapıyı içinde barındırması ve örneğin, bizzat imparatorluğun başkenti olan İstanbul’da, çok sayıda farklı kültürel grubun bulunması, bu tarz özel eğlencelerin varlığının bir kanıtı olarak kabul edilmelidir. Bu durumda iktidar eğlencelerinin farklı kültürel gruplar için bir tehdit olduğu söylenebilir. İmparatorluğun Müslüman kesimi için ise iktidar eğlenceleri, çarpıtılmış da olsa, “yabancısı olmadığı” bir kültürel dünyanın belirli bir nedenle ve belirli bir anda yoğunlaştırılmış sunumu olarak kabul görmektedir. Bu nedenle, “padişahın isteğiyle düzenlendiği halde yalnızca sarayın sınırları içinde kalmayıp bütün başkentte, hatta bazen de büyük taşra kentlerinde kutlanan büyük şenliklerin”17 varlığı, demokratik bir dünya yansıması olarak değil, Osmanlı’da gündelik hayatın örgütlenmesine, iktidarın kendi siyasal ve kültürel anlayışı doğrultusunda müdahalesi olarak görülmelidir. Bu iki yaklaşım arasındaki temel fark; birinci yaklaşım, farklılıkları zenginlik olarak benimsediği için eğlenceler düzenlerken; ikincinin, farklılıkları belirli bir potada eritmek istediği için eğlenceler düzenlemesidir. İktidar, bu nedenle eğlenceler düzenlemekle kalmaz, olanaklar ölçüsünde yaygınlaştırır, en geniş katılımın sağlanmasını ister. Çünkü iktidar eğlencesinin kapısından giren her birey, var olan realitenin bir parçası olur, onu benimser. Bu benimseme süreci sadece katılımcılarla sınırlı değildir; katılan her kişi gündelik hayat içinde bu felsefi anlayışı, bu dünya görüşünü başkalarıyla etkileşerek yayar. İktidarın Eğlencesinden Eğlencenin İktidarına İktidar eğlencesine katılanlar, kaptıkları bulaşıcı bir hastalığı taşır gibi, iktidarın, dünya görüşünü taşır ve bulaştırırlar: Doğu kültürü ile batı kültürü arasındaki etkileşim ve birbirinden ödünçleme alınıp sonra alanın hayatı ve kültürü içinde modifikasyonları yapanlar, İskender’in ordusuyla birlikte gelen nalbantlar, kumar oynatıcıları, şarkıcılar, masalcılar, seyyar satıcılar, hırsızlar, fahişeler, tüccarlar, tefeciler, büyücüler, muskacılar ile bunların karşısındaki ordularla birlikte toplanan, yürüyen, kaçışan, sonra tekrar orduların etrafında toplanan insanlar olmuştur. Bunlar, bir çeşit günümüzdeki medyadan halk arasına yayılan düşünce, değer ve davranış kalıplarının aktarımındaki kanaat önderleri ve kanaat yapıcıları gibi iş görerek, İskender ordusunun geçtiği ülkelerdeki şehirlerde, kasabalarda onlarca, yüzlerce yıl sürecek bir harmanlanmanın, değişimlerden geçirmenin, eklenmenin odakları olmuştur.18 İskender’in, fetihlerin de sadece kılıç kullanmayıp, kılıçtan daha etkili ve kalıcı yöntemleri de benimsemesi ve bu yolla büyük başarılar elde etmesiyle; Osmanlı’nın çok uzun yıllar boyunca bir imparatorluk olarak yaşamasında, bilek gücünün dışında, düzenlediği şenliklerin de etkisinin olması arasında önemli bir benzerlik bulunmaktadır. Ünsal Oskay’ın deyimiyle; “kısacası, insanların düzayak aptallıkları, gerçeklikten kaçmalarına neden olan ödleklikleri değil; yalanı doğru diye gösteren axis mundi’lerin oluşumuna, kabullenimine neden olan reel politiktir; bu reel politiğin güç dengesidir. Evlilikte, aşklarda, futbolda, savaşlarda, dinlerde...”19 bu reel politiğin oluşumuna kuşkusuz en çok iktidar eğlenceleriyle ulaşılmaktadır. İktidarın eğlencesi, eğlencenin iktidarına dönüşerek “ölümsüzleşirken”, Osmanlı’nın axis mundi’si de gündelik hayatın tüm renkleri üzerine gölgesini düşürerek, yaşama17 FAROQHI, agy, s.185. 18 OSKAY, Ünsal; Yalanı Doğru Yapan ne?, Yapı Kredi Yayınları, Güz 1998, sayı. 16, s.137. 19 Agy, s.143.

122

Sosyalist Düşünce Dergisi


Osmanlı’da Eğlence ve İktidar ya devam eder; ta ki “hep birlikte tüketilebilecek olan zenginlik”, imparatorluğun ellerinin arasından kayıp gidene ve Osmanlı’nın axis mundi’si parçalanana kadar... Yoğunlaştırılmış Bir An Olarak Eğlence Tüm şenliklerin ortak özelliği abartıdır. Eğlencenin yapılabilmesi için bir araya getirilen her şey, gündelik olarak var olduğu biçimden çok daha farklı ve çok daha abartılı bir şekilde düzenlenir. Giysiler her gün giyilen giysiler gibi değildir. Yiyecekler her zaman olandan daha fazla ve çeşitlidir. Gündelik yaşam alanları; evler, yollar, okullar, bahçeler süslenerek, her gün olduğundan daha farklı bir çehreye kavuşturulur. İlişkiler, diyaloglar, oyunlar gerçeküstü bir coşku ile yaşanır. Bütün bunlar eğlencenin; gündelik hayatın rutinlerine meydan okurcasına abartılarak, yoğunlaştırılmış bir an olarak yaşanmasına neden olur. Eğlence anı, bir dolma ve boşalma anıdır. Hayatın tekdüzeliğine, zorluğuna, acımasızlığına, adaletsizliğine karşı bir haykırış anıdır, eğlence. Her şeyin hazırlanması yıllar boyu sürebilir ve insanlar bu kısa süreli bolluğu yaşamak için uzun bir yokluğa katlanmak zorunda olabilirler. Ama onlar bu an için yaşarlar ve bu ana ulaşabilmek için durmaksızın çalışırlar.20 Eğlenceye ulaşma duygusu, hayatın devindirici gücüdür ve iktidarlar, bu duygunun hesabını iyi yaparlar. Eğlenceye ulaşma duygusunun suiistimali, devlet yönetiminin temel politikalarından birini oluşturur. Osmanlı eğlencelerinin düzenlenme şekline baktığımızda, bu abartma açık bir şekilde görülmektedir. Rönesans dönemi Avrupa şenliklerinde yapıldığı gibi, Osmanlıların kutlamalarında da tahtadan çadır bezine, değerli kumaşlardan kandillere kadar türlü malzemeler kullanılarak, her gün içinde yaşanan günlük mekânlardan şenliğe özgü ‘fantastik’ mekânlar yaratılırdı... Padişahlar seferden geri döndüklerinde yapılan geçit törenlerinde başkentin sokakları rengârenk değerli kumaşlar asılarak süslenirdi... Şenlik alayları için cami ve hamamdan başka kale maketleri de hazırlanırdı... Üç katlı kale maketinin alt katında tepesi dendanlı duvarların arkasında toplar ve askerler yer almakta, üstte geride görkemli bir burç yükselmektedir.21 Görüldüğü gibi gündelik hayat, şenliklerde, abartılı bir şekilde tasvir edilmektedir. İktidar ya da toplum, eğlencede, kendisine en çok mutluluk veren yanlarını öne çıkarmakta, bu yanları olduğundan daha da fazla abartarak kendini yeniden üretmektedir. Özgürleşirken Köleleşmek Eğlence, var olanın yeniden ve daha abartılı bir şekilde yansıtılarak üretilmesidir. Bu nedenle iktidar eğlenceleri sistemin yeniden üretildiği alanlar olmaktadır. Geçit alaylarında bulunan kale maketleri çevresinde, temsili olarak yapılan savaş, daha önce kazanılmış olan zaferin yarattığı coşkunun, bir kez daha yaşanmasını sağlar. Bu şekilde, bir zafer, birçok kere canlandırılarak yeniden üretilir ve her defasında ordu, sanki yeni bir zafer kazanmış gibi olur. Yaşanılmış olanın yeniden tasvir edilişi, ortak hafızayı hem oluşturur hem de canlılığını muhafaza etmesini sağlar. Bu sayede, sadece savaşa katılanlar değil, herkes, zaferin alınışına ortak olur. Hep birlikte kazanılan zafer duygusu, toplumsal bir ortak kimlik yaratır. Toplumu oluşturan bireyler, bu ortak payda altında bir araya gelirler. Eğlencenin bu birleştirici etkisinden dolayı, iktidarlar, denetimleri dışında gerçek20 CANETTI, agy, s.62. 21 Ibid., s.192-193. Bahar | 2010 -

123


Osmanlı’da Eğlence ve İktidar leşen eğlencelere korku ve şüphe ile yaklaşmışlardır. Bu korku ve şüphe, bir yandan, halkın kendi başına düzenlediği eğlencelerin sayısını azaltmış, yapılabilenler üzerinde aşırı bir denetim kurulmasına neden olmuş; diğer yandan iktidar eğlencelerinin de kısmi bir “rahatlık” içinde yaşanmasına neden olmuştur. Örneğin padişahın düzenlettiği şenlikler sırasında İstanbullu erkeklerin, aralarında Müslüman olan var mı diye bakılmadan Galata meyhanelerinde eğlenmelerine göz yumulduğunu pek çok yazar anlatmaktadır.22 Ama bu durum, iktidarın, kendi düzenlemediği eğlencelere karşı takındığı, kuşku ve korkunun bir yansımasından başka bir şey değildir. Sünni devlet görevlileri başka bayram kutlamalarına sapkınlık gözüyle bakar, kutlayanların bu görüşte olup olmamalarına aldırmadan yasaklardı.23 Osmanlı’da halk eğlencelerinin az sayıda, padişahın düzenlettiği şenliklerin ise çok sayıda olması toplumsal çatışma dinamiklerinin bir göstergesidir. İktidar, kendisinin düzenlenmediği eğlenceleri genellikle yasaklamıştır; özellikle başkent ve yakın çevresinde bu eğlencelerin uygulanması katı bir şekilde engellenmiştir. Benzer eğlencelerin, merkezden daha uzak bölgelerde yapılması ise genellikle olanaklı olmuştur. Halk eğlencelerinin yasaklanma nedeni, genellikle devlet güvenliğidir. Eğlence için toplanan kalabalığın, hedef olarak kendisine yönelmesinden korkan iktidar, bu kuşku ve korkusuna uygun bir politika izlemiştir. Dinsel ve ahlaksal nedenlerle engellenen eğlencelerde vardır; örneğin, “en sevilen bayram eğlencelerinden biri olan salıncaklar halkın ahlakını koruma gerekçesiyle yasaklanmıştır.”24 Osmanlı devlet yönetiminin, eğlence karşısındaki tutum ve politikaları, egemenler tarafından tarihin her döneminde benimsenmiştir. İktidarın eğlencesi, halka, devlet ideolojisinin aktarılmasının bir aracıdır. Bu aktarım süreci, eğlencenin toplumsal işlevlerini de belirler. Milyonlarca insanın oluşturduğu toplumsal yapı, gündelik hayatın belirli ortak paydalar altında birleştirilmesini gerektirir. Bu birleştirme eylemi, güncel ve tarihsel olayların harmanlanarak, eğlence anında yoğunlaştırılmasını; hem duygusal hem sosyal hem de ekonomik açıdan, gündelik hayatın; ahlaksal, dinsel, kurumsal, estetik değer ve davranışlar bağlamında abartılı bir şekilde aşılması anlamına gelir. Eğlencenin bu özgürleştirici doğası, iktidarın yönlendirmesi altında, var olanın kabulüne dönük bir işlev üstlenir. İktidar, eğlenceyi, resmi ideolojinin bir parçası haline getirerek; dünü istediği şekilde onaylatır, bugünü garanti altına alır ve aynı zamanda halkın zihninde, egemenliğini garanti altına alacak bir yarın modeli yaratır. Benzeri bütün iktidarlar gibi Osmanlı’nın da alâmeti fârikası bundan ibarettir… İktidarın eğlencesi, eğlencenin iktidarına dönüşerek “ölümsüzleşirken”, Osmanlı’nın axis mundi’si de gündelik hayatın tüm renkleri üzerine gölgesini düşürerek, yaşamaya devam eder; ta ki “hep birlikte tüketilebilecek olan zenginlik”, imparatorluğun ellerinin arasından kayıp gidene ve Osmanlı’nın axis mundi’si parçalanana kadar... Kısacası iktidarın eğlencesi; özgürleştirirken köleleştiren, coştururken aynılaştıran, eğlendirirken öldüren eğlencenin iktidarını kurar; hiç kimsenin birbirine benzemediği ama herkesin aynı olduğu anda, eğlence olmayan eğlencenin üzerine kurulu, yeni bir dünyanın kapıları insanlığın önünde, sonuna kadar açılır. Şubat 2010

22 FAROQHI, Suraiya; Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam -Ortaçağdan Yirminci Yüzyıla-, çev. Elif Kılıç, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, s.197. 23 Agy, s.198. 24 Agy, s.199.

124

Sosyalist Düşünce Dergisi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.