05 kurt2

Page 1

ÜÇ AYLIK SOSYALİST DÜŞÜNCE DERGİSİ BEŞİNCİ SAYI | 2010 YAZ

İçindekiler

Mesafe Yusuf Barman Erol Yeşilyurt Recep Maraşlı Josep Lluís Lev Troçki Oktay Orhun Oktay Benol

Bu Sayı Emperyalizm ve Kürt Devrimi Kürdistan Devriminin Sorunları Rizgarî’nin Sosyalist Hareket ve Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri Üzerine Bir Deneme - II İspanya’da Geçiş Dönemi: Bir İhanetin Tarihi Katalunya’da Ulusal Sorun Kırgızistan: “Anlat, düşünü dinleyelim” Amerikan Polisiye Sinemasının Yirmi Yılı

40 50 56 61 78

Ek Dosya: Oktay Orhun Erich Fromm Lev Troçki Kitap Tanıtımı

70. Ölüm Yılında Troçki Troçki Yaşamak Zorunda Troçki’nin Sürgün Günlüğü “Vasiyet” ve “Moskova Duruşmalarına Dair” Yeni Başlayanlar İçin Troçki

87 90 92 97

Yaz | 2010 -

3 7 27

1


ÜÇ AYLIK SOSYALİST DÜŞÜNCE DERGİSİ BEŞİNCİ SAYI 2010 YAZ

Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık)

Yönetim yeri Caferağa Mah. Sarraf Ali Sok. Saraçoğlu İş Hanı No: 36/17 Kadıköy - İstanbul

1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 €

Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta ve internet adresimiz mesafedergisi@gmail.com www.enternasyonalyayincilik.net

Baskı Estet Ajans Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 6.00- TL

2

Sosyalist Düşünce Dergisi


Bu Sayı

Mesafe’nin beşinci (Yaz 2010) sayısı, dördüncü sayıda belirttiğimiz gibi, Kürt Sorunu dosyasının ikinci bölümüyle yeniden karşınızda... Yaz sayısının yayıma hazırlandığı günlerde, bir evvelki sayımızda belirttiğimiz teorik tespitlerin yoğun olarak doğrulandığı gelişmeler yaşandı: İlk olarak hükümet bir dizi askeri müdahale başlattı. Ardından PKK, yaklaşık bir buçuk yıldır devam ettirdiği tek taraflı ateşkes kararını sonlandırdığını açıkladı. Yer yer sınır ötesi operasyonlarla da desteklenen bu çatışmalar ve karşı saldırılarda ölenlerin sayısı, neredeyse bir ay içerisinde çift haneli sayıları buldu. Yeniden (ve bir kez daha) savaşın bütün şiddetiyle başladığı görülüyor. Oysa bir süre önce, “açılım süreci” tüm liberal ve sol-liberal çevrelerde sevinçle karşılanmıştı. Şimdilerde ise yine aynı çevreler, gerek çatışmaların yeniden başlamasına, gerekse sürecin öncesinde BDP örgütlerine yönelik tutuklamalara ve sindirme çalışmalarına bakarak; bu kez de “açılım”ın bittiğini ilan ediyorlar. Sol-liberallerin “hem sağdan, hem soldan yedikleri tokatlara” bir yenisinin daha eklendiğini söylemek gerek. Oysa bizler, devrimci Marksistler olarak, Mesafe’nin bir önceki sayısında ifade ettiğimiz gibi; “açılım” sürecinin tam da böyle bir doğrultuda devam edeceğini ve bu anlamıyla “açılım”ın; bölgede asker, AKP, polis, ABD, Barzani-Talabani ittifakı eliyle sürdürüleceğini vurgulamıştık... Bu bağlamda altı yıl aradan sonra Barzani’nin Türkiye’ye gelişi, “Kürdistan Bölge Yönetimi Lideri” olarak saygıda kusur edilmeden karşılanması; TC’nin Barzani ile “terör”e karşı tam bir ittifak sağladığının göstergesi olabilir: Bölgede ortak yatırım, istihdam vb. çalışmalarının artarak süreceğine dair verilen güvencelere bakınca “açılım”ın sistem açısından “bir kısım Kürt’e” yönelen bir çalışma olacağını dile getirmek zor olmasa gerek. Bu süreçte, bölgede oturtulmaya çalışılan dengeler açısından tehdit olarak görünen odaklara dair –bölgesel bir ittifakla– tecrit ve imhaya dayalı bir sürecin yaşanacağını ise ayrıca tespit etmek gerekiyor. Sonuç olarak, önümüzdeki döneme tüm Ortadoğu’ya –hemen her cephede– yeniden başlayan çatışmaların yön vereceğini bir kez daha vurgulamalıyız. Bütün bu çatışmalar boyunca, sürece güçleri ölçüsünde müdahil olmaya çalışacak olan sosyalist hareketin konumlanmalarına özellikle dikkat etmesi gerekecek. Bu nedenle, Kürdistan sınırları içerisinde ve oradan da tüm Ortadoğu coğrafyasında sınıfsal ilişkilerin çözümlenmesi, uluslarası kapitalist güçlerin bölgedeki konumlanmalarının nedenleriyle birlikte tahlili ve dönüştürülmesi çabasına, Mesafe teorik katkı sunmaya devam edecek. Yaz | 2010 -

3


Bu Sayı Bu noktada, bahar sayımız raflarda yerini almaya başlayınca bir kez daha gördük ki, tüm okurlarımızın dosya konusu üzerindeki tartışmaları ve katkıları, doğru politik hattı oluşturmamızda oldukça belirleyici. Buradan bir kez daha okurlarımızın, devrimci Marksizmin teorik-politik hattını inşa etme yolundaki katkılarını sunmaya devam etmelerini diliyoruz. Kuşkusuz, Mesafe “duvarcı ustalarının” harcı olma görevini, her zaman yerine getirecek. Ayrıca, satış rakamlarına yansıyan talebe bakarak da, artık sosyalist çevrelerde Mesafe’nin bu tanımlama, konumlanma, ideolojik hegemonyanın kırılması ve doğru sorularla sürece devrimci müdahaleler geliştirilmesi çabasında bir referans olduğunu söyleyebiliriz. Bu süreçte, diğer politik akımların Kürt ulusal sorununa ilişkin konumlanışlarını, yazılarımız aracılığıyla yeniden ve bir kez daha görmemiz gerekti. Bu konumlanışlarda, Kürt ulusal hareketinin “açılım” tartışmaları boyunca takındığı tutumun, hâlâ önemli ölçüde belirleyici olduğunu görmekteyiz. Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi (KUKH)’nin çizgisinde yaşadığı değişimin, bütün Türk sosyalist çevrelerinde (ve giderek KUKH içerisinde de) tam olarak kavranabilmesi de ciddi bir tahlil çabasını gerektiriyor. Zira KUKH’nin tavrı ve yaşadığı politik dönüşümler, Türk sosyalist hareketi içerisinde, kaba bir tanımla KUKH’nin emperyalizmin hizmetine girdiği ve dolayısıyla bölgedeki Amerika ve Avrupa emperyalizmine uyum sağladığı yönündeki bir tahlile mesnet ediliyor. Türk soluna içkin olan Stalinizmden arta kalan genler; bu tanımın, giderek kendini bir tür Misak-ı Millici sosyalist tezlere dönüştürmesine neden oluyor. Adlarında yeralan yurtseverlik, ulusal sol vb. anıştırmalarla da, “isim” ya da tarihsel akım olarak ataları TKP’nin; Şeyh Sait isyanına, İngiliz oyunu diyerek Kemalist güçlerle ittifak kurduğu bir tarihsel sürecin benzerini bir kez daha yaşamalarına neden oluyor. İlk kez yaşandığında, Türkiye’deki ulusal burjuva akımları destekleme yönünde geliştirdikleri politik hatalarının, ikinci seferinde karşıdevrimin saflarına taşınan teorik desteğe dönüştüğünün tespit edilmesi açısından, bu tezlerin teşhiri oldukça önemli hâle gelmekte... *** Özellikle 90’lı yıllarda devlet ve KUKH arasında oluşan denge ya da yenişememe durumu, uluslararası konjonktürün de etkisiyle yeni bir merhaleye girmiş görünmekte: Irak’ın Amerikan müdahalesiyle bölünmesinin hemen öncesinde, stratejik bir karar olduğu her halinden belli olacak şekilde; Abdullah Öcalan bizzat ABD eliyle yakalanıp Türk devletine teslim edilmişti. Güney Kürdistan’da Barzani ve Talabani eliyle geliştirilecek olan yeni yönetim, bu sayede “istikrarsızlık” yaratacak bir unsurdan da “temizlenmiş” oluyordu. Güney’de oluşan bu yeni duruma karşı gelişen ilk baştaki TC tepkisi, bir süre sonra –bu bölgede oluşan yeni durumu iyice okumaktan kaynaklı– bizzat bu yönetimlerle uzlaşı ve işbirliğine yönelmişti. TC ezberinde “Kürdistan kurulur” korkusuna dayalı dış politika, özellikle AKP hükümetinin çözümde bir odak olma ve aynı zamanda pastadan pay alma çabasıyla değişmeye ve oluşan yeni duruma göre konumlanmaya başlamış görünüyordu. Tam bu dönemde, Cumhurbaşkanı’nın ağzından tasarlanarak çıktığı belli olan; “Kürt sorunu Türkiye’nin en önemli sorunudur, şu anda çözümü için de uluslararası konjoktür hiç olmadığı kadar uygundur” mealindeki açıklamayla “açılım” projesinin başladığını gördük. AKP, TRT-Şeş ve hizmet siyaseti yaptıklarını iddia ettikleri bir dizi “gelişme” ile bölgede etkin bir güç olma yolunda ilerlemeye çalıştı. Özellikle AKP’ye karşı açılan parti kapatma davasında, AKP’nin kapatılmamasına neden olan tek oyun; Kürt bölgelerinde AKP’nin ağırlığının, sistemin tüm bileşenleri açısından hayati önemde olmasına bağlandığının söylenmesi pek manidardı. Kürt bölgelerindeki –Türkiye’nin batı bölgelerine bakınca insanı şaşırtacak derecedeki bileşenleriyle– polis, asker, AKP, Barzani ittifakı bile, KUKH’nin siyasi mevzilerini geriletmeye yetmedi. 4

Sosyalist Düşünce Dergisi


Bu Sayı Bu dönemden sonra açılım tartışmalarına paralel bir şekilde, DTP’nin (ve akabinde BDP’nin) seçilmiş belediye başkanlarına uzanan baskı, yıldırma, tutuklama dalgaları ve Güney Kürdistan’da bulunan PKK mevzilerine müdahaleler, Barzani ve Talabani tarafından gönülsüz de olsa desteklenen bir birliktelikle gerçekleştiriliyordu. Aynı şekilde bölge, İran ve Suriye ile geliştirilen işbirlikleriyle zaman zaman KUKH mevzilerine ortak devletlerarası müdahalelerin geliştirilmesine sahne oluyordu. Peki, bütün bu dönem boyunca, önce PKK liderliğinin açılım tartışmalarında bir taraf olarak muhatap alınır gibi yapılıp, ardından özellikle Türk şehirlerinde tırmandırılan sistemli bir milliyetçilik dalgasıyla DTP (ve akabinde BDP’nin) ve PKK‘nin bu sürecin dışına itilmeye çalışılmasının, ardından son kertede PKK’siz ya da Apo’suz bir çözüm noktasına gelinmesinin nedenleri ne idi? Bütün bunların tartışılmasının ipuçlarının, Kürt siyasal hareketinin tarihinin tahlilinde yattığını düşünüyoruz. Elinizde tuttuğunuz Mesafe’nin içerisinde yeralan yazılarda, yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığımız tüm bu sürecin bütününe dair kapsamlı yazılar ile karşılaşacaksınız. Dosya dâhilindeki yazıların bir çoğu, Kürdistan sorununu tartışırken, aynı zamanda Ortadoğu coğrafyasında yaşanacak bir alt üst oluşun da tahlilini yapmaya çalışmakta. Nitekim Kürdistan coğrafyası bütün denetlenme, zapturapt altına alınma ya da sistem içi bir re-organizasyona tabi kılınmaya çalışılmasına rağmen, Ortadoğu coğrafyasının devrimci süreçleri açısından en temel dinamiklerden birini oluşturuyor. Bu da, Kürdistan’da oluşacak dönüşümlerin, Ortadoğu’nun devrimci potansiyeli açısından çok önemli olduğunu ve emperyalist güçlerin bölgedeki elbirliği ile geliştirilmeye çalışılan statükonun parçalanabileceği bir öncü devrim sürecinin yaşanabileceğini gösteriyor. Nitekim, Haziran ayı içerisinde Gazze’ye uygulanan ambargoyu kırmak için yardım götüren gemilere yapılan İsrail müdahalesine dair tüm dünyada oluşan tepki ve bunun sonunda Siyonist İsrail’in verdiği tavizler bile Ortadoğu devrimlerinin ne denli gündemde olduğunun ve siyasal güç dengelerinin ne kadar değişken olduğunun bir göstergesi. Bu nedenle okurlarımıza, Mesafe’nin yayım hayatına başlarkenki ilk sayısında ele aldığı “Filistin” dosyası ile birlikte Kürt sorununu ele aldığı son iki sayısının; aynı zamanda, Ortadoğu’da gelişmesi muhtemel devrimci süreçlerin tariflerine uygun alt başlıklara ve belgelere sahip olması bakımından da önemli olduğunu bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Dahası, Ortadoğu devriminin dinamiklerini tartışırken, bu süreçlerin tüm dünya devrimci durumunu etkileyecek bileşik bir karakter taşıdığını da düşünüyoruz. Yazılarımızda dile getirdiğimiz tahliller, Ortadoğu devriminin, dünya devrimi ve dünya partisini inşa etmede çok önemli bir mevzi olduğunu ısrarla tekrar etmekte. *** Tam da bu bağlamda, dosya konusu üzerine Emperyalizm ve Kürt Devrimi başlıklı yazısında Yusuf Barman, Güney’de ve Kuzey’de gelişmekte olan Kürt devrimini, emperyalizmin bölge üzerinde uyguladığı politikalar çerçevesinde inceliyor. Emperyalizmin, askeri saldırganlığına eklediği ve Barman’ın “demokratik gericilik” olarak adlandırdığı politikası esas olarak direniş ve muhalefet önderliklerini kendi emperyal projesine kazanmayı, onları uluslararası kapitalist sistemin kurumlarına eklemlemeyi ve orada soğurup halk kitlelerinin beklentileri doğrultusunda giriştikleri seferberlikleri önleyici unsurlar haline dönüştürmeyi hedefliyor. Bu politika, kendi Bonapartist rejiminin klasik inkâr ve imha uygulamalarından artık yeterli verimi elde edemeyen Türkiye burjuvazisi tarafından da benimsenmiş durumda ve bölge düzeyinde “stratejik derinlik” adını verdiği bir anlayış doğrultusunda hayata geçiriliyor. Barman, emperyalizmin ve bölgedeki egemen ve sömürgeci rejimlerin bu yeni yönelişinin Kürt devrimi üzerinde etkisini ve yol açtığı sonuçları ele alıyor. Barman’ın bu makalesini, onun Mesafe’nin bir önceki sayısında yayımlanan Rejim ve Kürtler yazısıyla birlikte ele almak gerekiyor. Yaz | 2010 -

5


Bu Sayı Erol Yeşilyurt, geçen sayıdaki Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi yazısının devamı niteliğindeki Kürdistan Devriminin Sorunları başlıklı makalesi ile, Kürdistan’da azgelişmişliğin gelişmesi sorununu sömürgecilik ilişkileri bağlamında ele alıp, bir yandan egemen çevrelerin strateji ve taktiklerini değerlendirirken, bir yandan da sol çevrelerde, ekonomik ve politik etkileri çok tartışılmamış GAP projesini ve onun sömürge tezleri üzerindeki ağırlığını irdeliyor. Sömürgecilerin strateji ve taktikleri ile Kürdistanlı partilerin politika ve mücadelelerini belirleyen etmenler arasındaki ilişki, Kürdistan devrimi içinde sınıfların konumları ve liderlik sorunu tartışılırken, Güney Kürdistan’ın savunusunun taşıdığı önem vurgulanıyor. Yine geçen sayıdan devam eden bir yazı: Rizgarî’nin Sosyalist Hareket ve Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri Üzerine Bir Deneme. Recep Maraşlı bu makalesinde; Kürt hareketinin önemli bir bileşeni olan Rizgarî hareketinin tarihinin tanımlanmasına, önemli bir bakış açısıyla, katkıda bulunuyor. Bu sürecin devrimci Marksist kadrolar ve sosyalistler açısından, birincil ağızdan öğrenilmesi için, bu metin, çok önemli bir tarihsel belge olarak Mesafe sayfalarındaki yerini alıyor. Kürt sorununun tartışıldığı dönemde bir model olması bakımından, burjuva basın tarafından sıklıkla dile getirilen Katalunya çözümünün, aslında ne olduğunun derinlikli olarak Marksist kadrolar tarafından öğrenilmesi amacına, konuya içeriden devrimci Marksist bir bakış açısıyla, Josep Lluís, İspanya’da Geçiş Dönemi: Bir İhanetin Tarihi başlıklı makalesi ile destek veriyor. Josep Lluís, İspanya devletinde örgütlenen, Uluslararası Birlik Komitesi bileşeni Lucha Internacionalista adlı devrimci Marksist partinin militanlarından. Mesafe’nin bu sayısının belgeler bölümünde, bir önceki yazıyla da ilişkili olacak şekilde Troçki’nin Katalunya’da Ulusal Sorun başlıklı makalesinin yer almasını sağladık. Bu makale, Troçki’nin ulusal sorun bağlamında kullandığı diyalektik metodun şaşırtıcı doğruluğunun bir kez daha görülebilmesi açısından da oldukça önemli. Mesafe, bu sayısında yine Türkiye sosyalist hareketinin sıklıkla teorik çözümlenmesi konusunda pek de verimli olmadığı bir konuyu daha ulusal sorun bağlamında sayfalarına taşıyor: Çok yakın zamanda yoksul halk ayaklanması ile gerçekleşen hükümet değişikliğiyle gündeme gelen Kırgızistan üzerinden Orta Asya’daki sınıfsal ilişkilerin ve tarihsel temellerinin açık edilmesi amacıyla Oktay Orhun tarafından yazılmış olan, Kırgızistan: Anlat, Düşünü Dinleyelim başlıklı makale; yozlaşmış işçi devletlerinde ulusal sorun ve Orta Asya coğrafyasında ulus inşa süreçleri ekseninde kapsamlı bir inceleme… Mesafe dosya dışı yazılarında sanat, kültür, toplum ve ideoloji ilişki kümesinin teorik-politik çözümlemesini hedefleyen yazılara yer vermeye devam ediyor. Bu sayımızda Oktay Benol, Amerikan Polisiye Sinemasının Yirmi Yılı başlıklı incelemesinde, “tersyüz edilmiş mevcut hayatın irrasyonalliğinin rasyonel bir kabulünü doğurmakta” olan sinemada polisiye filmlerin işlevini; Amerika’da yaşanan toplumsal ve politik değişimlere, polisiye filmlerin paralel biçimde değişerek eşlik etmesinin kanıtlarını ve nedenlerini araştırarak açımlıyor. Yaz sayımız, karşıdevrimci Stalinist aparatın bir tezgâhı ile Ağustos 1940’ta katledilen Troçki’nin 70. ölüm yılına denk geliyor. Bu nedenle Mesafe’nin bu sayısında Ek Dosya ile özel bir bölümde Troçki’yi anmayı uygun bulduk. Bu bölüm, Oktay Orhun’un Troçki Yaşamak Zorunda başlıklı kısa metni ile açılıyor. Bu sayısı ile birlikte Mesafe, ulusal sorun bağlamında yarattığı tartışmaların ve tahlillerin dünya devriminin örgütlenmesi ve dünya partisinin inşası yolunda, Ortadoğu’dan ses vererek yaptığı katkılara bir yenisini daha eklemekte. Eylül ayında çıkacak “Enternasyonal” dosyalı yeni sayımızda görüşmek dileğiyle...

6

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dosya

Emperyalizm ve Kürt Devrimi

Yusuf Barman

Kürdistan’da ulusal ve toplumsal devrim oldukça ağır adımlarla, inişli çıkışlı bir yol izleyerek ve son derece karmaşık ve bileşik bir süreç halinde gelişmeye devam ediyor. Kürt ulusunun oluşum, kendini tanımlama ve diğer ulusal ve etnik topluluklarca tanınma evrimi geri dönüşü olmayan bir hat izlerken, Kürdistan halk topluluklarının üzerinde yaşadığı ve hak iddia ettiği toprakların idari sınırları –tüm tartışmalı ve çatışmalı öğeleriyle birlikte- şekillenmeye, daha da önemlisi –bir bölümüyle- komşularınca isteksizce de olsa de facto kabul edilmeye başlıyor. Aynı şekilde Kürt toplumu, içinde yer aldığı ve üzerinde işleyen ekonomik ve siyasi etmenlerin etkisiyle yeni sınıfsal katmanlaşma ve hatta demografik biçimlenme aşamalarından geçiyor. Bu denli parçalanmış, ezilmiş, yok ve/veya asimile edilmeye çalışılmış bir halkın parça parça, uluslaşma ve devletleşme sahnesine çıkması sürecinin açıklanması, Marksist tahlil ve politik tespit yöntemi ve araçlarının etkili bir biçimde kullanılmasına ihtiyaç duyduğu kadar, onların zenginleştirilmesi bakımından da büyük imkânlar sunuyor. Kürt devrimi yalıtılmış bir ortamda değil, çok farklı ulusal, sınıfsal, ideolojik ve politik çıkarların birbiriyle kesiştiği, birbiriyle çeliştiği, hatta bu çelişkilerin çoğu kez silahlı çatışmalar ve savaşlar halinde şekillendiği bir tarih ve coğrafya kesitinde gelişiyor. Sürecin bütünlüklü bir görünümünü yakalamaya çalışmak ve politik aktörlerin hangi kaygan ve değişken zeminlerde hareket ettiğini belirlemek durumundayız. Proletaryanın Kürt devriminin önderliğine yükselebilmesi ve onu Ortadoğu halklarının toplumsal kurtuluşu doğrultusunda yönlendirebilmesi için gerekli olan programı, taktikleri, sloganları ve politikaları geliştirebilmesi ve hayata geçirebilmesi için zorunlu bir koşuldur bu. Bunlar gerçekleştirilemediği sürece, devrimin kesintilere uğraması, yer yer ezilmesi, deforme olması ve hatta emperyalizmin ve burjuvazinin elinde kitlelere karşı bir karşıdevrime dönüştürülmesi kaçınılmaz duruma gelebilir. Mesafe’nin bir önceki (2010 Bahar, 4.) sayısında “Rejim ve Kürtler” başlığı altında, Türkiye’deki politik Yaz | 2010 -

7


Emperyalizm ve Kürt Devrimi rejimin kriz koşullarını, bu koşulların altında gelişen farklı burjuva seçenekleri ve Kürt kitlelerinin, onların politik önderliklerinin hedeflerinin ve taleplerinin bu seçeneklerle hangi noktalarda kesiştiğini ya da çeliştiğini incelemeye çalışmıştık. Rejimin belirli kesimleri, bizzat bu rejimin bekası açısından, Kürt halkının yok edilmesinin olanaklı olmadığının artık görülmesi gerektiğini; kitlelerin ulusal ve toplumsal taleplerle sokaklara döküldüğü ve dağlara çıktığı bir ortamda militarist imha politikalarıyla yetinilemeyeceği ve bunların, kitle seferberliklerinin ve politik önderliklerin rejimin kurumsallığı içine çekilmesine yönelik yeni bir stratejiyle desteklenmek zorunda olduğunu ileri sürmekteler. Demokratik gericilik olarak adlandırdığımız bu çizginin rejimin resmi politikası haline gelmesi pek çok güçlükle karşılaşmakla birlikte, burjuvazinin önemli kesimleri ve AKP hükümeti tarafından bölük pörçük de olsa uygulamaya konmakta olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’nin dış politikasına da yansıyan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından “stratejik derinlik” olarak vaftiz edilen bu yeni yönelime ilişkin arayışlar, emperyalizmin –esas olarak ABD emperyalizminin- yeni küresel dönem dünya politikalarından bağımsız değil. 1989’da Berlin Duvarı’yla birlikte Stalinist imparatorluğun dağılması emperyalizmi, dünya silahlı kuvvetleri olan NATO ittifakına yeni bir yön ve “ihtiyaç” yaratma çabasına itmiş; gene aynı 80’li yıllarda özellikle Latin Amerika’daki ABD destekli askeri cuntalara karşı şiddetlenen kitle seferberliklerinin sadece diktatörlük rejimlerini yıkmakla kalmayıp o ülkelerde bizzat burjuvazinin ve emperyalizmin toplumsal egemenliğine yönelik bir tehdit içermeye başlaması, emperyalizmin desteğini militarist gruplardan çekip kitle önderliklerini burjuva demokrasisine kazanma ve kapitalist sisteme entegre etme politikalarına sıçramasına neden olmuştu. Böylece NATO sözde “dünya barışını koruma” ittifakına dönüşürken, Lula ve benzerleri ABD’nin kıtalararası “demokrasi ve barış elçileri” haline gelecekti. Dünya ölçeğinde uygulamaya konan bu demokratik gericilik stratejisi, barış adına Sırbistan’ın, Irak’ın, Somali’nin bombalanmasıyla, Kolombiya planlarının hazırlanmasıyla, Haiti’nin işgaliyle, vb. birlikte sürdürülecekti. Yeni Dönem Stratejisi Soğuk Savaş sonrası dönemde uygulanacak olan emperyalist strateji, 1992’de dönemin ABD Savunma Bakanı Dick Cheney’in başkanlığı altında hazırlanan ve basına sızan Savunma Planlama Yönergesi’nde dile getiriliyordu. Yönergede, “Amerika’nın soğuk savaş sonrası dönemdeki politik ve askeri misyonu, Batı Avrupa’da, Asya’da ya da eski Sovyetler Birliği topraklarında rakip herhangi bir süper gücün ortaya çıkmasına izin vermemeye yönelik olacaktır,” deniliyor ve belgenin amacı, “Amerikan üstünlüğünün herhangi bir ulus ya da uluslar grubu tarafından tehdit edilmesini önleyecek yapıcı tutum ve yeterli askeri güçle desteklenerek, dünyanın tek bir süper güç tarafından yönlendirilmesi” olarak tarif ediliyordu.1 Bu yeni dönemde, Irak ve Kuzey Kore’ye yönelik bölgesel savaşlara girilebileceği; temel tehditlerin Rusya ve Çin’den gelebileceği ve Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine ilişkin “savunma taahütleri”nin Suudi Arabistan, Kuveyt ve İran Körfezi’ndeki diğer Arap devletlerine yönelik taahhütler düzeyinde olması öngörülüyordu. Bu belge, bir anlamda, 1991 başında ABD öncülüğünde Irak’a yönelik gerçekleştirilmiş olan 1. Körfez Savaşı’nın stratejik düzeyde kurumsallaştırılması anlamına geliyordu. Irak’ta Saddam yönetimi 32. ve 36. paraleller arasına hapsedilmiş, 36. paralelin kuzeyi Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ile Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin (KYB) denetimine bırakılmış ve Barzani ile Talabani önderlikleri emperyalizmin stratejisi içine çekilmiş, bir bakıma –özellikle Saddam’ın Halepçe katliamından sonra- bu stratejiye muhtaç hale getirilmişti. Ama yeni dönemin ilk gerçek savaşı bu değildi ve asıl harekât Yugoslavya üzerinde gerçekleştirilecekti. 1990’da ABD Ulusal İstihbarat 1 The New York Times, 8 Mart 1992.

8

Sosyalist Düşünce Dergisi


Emperyalizm ve Kürt Devrimi Tahminleri Bürosu, dış borçlarını ödeyebilmek için Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) programlarını uygulamaya koyan Slobodan Miloseviç hükümetinin bu “reformlarının” (sosyal programların durdurulması, ulusal paranın devalüasyonu, ücretlerin dondurulması ve fiyat artışları) ülkedeki etnik ayrılıkları daha fazla kışkırtacağı ve Cumhuriyet rejiminin dağılmaya sürükleneceği “tahmininde” bulunuyordu.2 Aslında ABD’li, Alman ve Fransız sivil ve askeri “danışmanlar” çoktan Slovenya ve Hırvatistan’a yerleşmişlerdi; nitekim bu iki ülke 1991’de bağımsızlıklarını ilan ederek uzun süreli, kanlı ve soykırımlarla dolu bir savaşın ilk adımını atacaklardı. Bütün savaş süreci boyunca bağımsızlık peşinde olan eski federasyonları silahlandıran emperyalizm, bir yandan da birbiri ardına doğan yeni devletlerin mümkün olduğunca en gerici güçlerce, hatta Kosova örneğinde olduğu gibi mafya unsurlarınca denetlenmesinin koşullarını hazırlayacak; cephenin her iki yanına lojistik destek vererek etnik farklılıkların onulmaz ve kanlı ayrılıklara dönüşmesinin zeminini yaratacak; ve bütün bu katliamlar içinde NATO’ya yeni bir varlık gerekçesi sağlamış olacaktı. 1999’da artık sadece Sırbistan ve Karadağ’dan oluşan kalıntı devletin ağır biçimde bombalanmasıyla sona eren savaşla birlikte Balkanlar “balkanlaştırılmış” hale gelmiş, parça parça emperyalizmin doğrudan denetimi altına sokulmuş ve kitlelerin başına gerici ittifaklar örülmüş olacaktı. ABD emperyalizminin yeni dönem stratejisi bu uygulamalarla birlikte “kuramsal” düzeyde de gelişmeye devam etti. Bill Clinton devlet başkanlığına seçildiğinde (1993), bir önceki George Bush yönetiminin muhafazakâr şahinleri Yeni Amerikan Yüzyılı İçin Proje (PNAC) adında bir think-tank kurmuşlardı. Bu kuruluş 2000 yılında Amerikan Savunmasının Yeniden İnşası başlığı altında yayınladığı raporda, “Birleşik Devletler, aynı anda birden çok geniş ölçekli savaşa girebilmeye ve kazanmaya yetecek savaş gücüne sahip olmalıdır... Pentagon, Avrupa, Doğu Asya ve Körfez bölgesindeki ABD çıkarlarını sürekli olarak ve ayrı ayrı korumaya yeterli olacak gücün hesabını yapmalıdır,” diyordu.3 Raporun en ilginç yanlarından biri de, “Birleşik Devletler onlarca yıldan beri Körfez bölgesinin güvenliğinde daha kalıcı bir rol oynamayı arzulamıştır. Irak’taki henüz çözümlenmemiş çatışma acil bir gerekçe sunmakla birlikte, Körfez bölgesinde daha büyük ölçekli bir kuvvetin bulundurulmasına duyulacak ihtiyaç, Saddam Hüseyin rejimi konusunu aşmaktadır... Dahası, köklü değişiklikler yaratacak olsa bile, dönüşüm uzun sürecektir ve katastrofik ya da katalizör işlevi görecek bir olaydan –yeni bir Pearl Harbour gibi- yoksundur,”4 diyerek sanki 11 Eylül saldırısına duyulan ihtiyacı dile getiriyor olmasıydı. Emperyalizmin Ortadoğu ve Orta Asya’daki politikalarını daha iyi anlayabilmek ve Kürdistan sorununun bu politikaların neresinde kaldığını görebilmek için, Jimmy Carter döneminde Ulusal Güvenlik Danışmanlığı yapan ve bugün ABD Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi (CSIS) adlı, politik açıdan son derece etkili vakfın yöneticilerinden olan Zbigniev Brzezinski’nin 1997’de yayımladığı Büyük Satranç Tahtası5 adlı kitabına başvurmakta yarar var. Brzezinski bu kitabında ABD’nin dünya stratejisini anlatırken, özellikle Avrasya bölgesinin emperyalizm açısından taşıdığı öneme işaret eder: Amerika için temel jeostratejik ganimet Avrasya’dır. Yaklaşık beş yüz yıldan beri dünya olayları, bölgesel egemenlik elde edebilmek ve küresel bir güç haline dönüşebilmek için birbiriyle mücadele etmiş Avrasya güçleri ve halkları tarafından yönlendirilmiştir... Amerika’nın Avrasya’yı nasıl “çekip çevireceği” 2 David Binder, “Yugoslavia seen Breaking Up Soon”, The New York Times, 28 Kasım 1990. 3 Rebuilding America’s Defenses, Project for the New American Century, Eylül 2000, bak.: http://www.newamericancentury.org/RebuildingAmericasDefenses.pdf. 4 Ibid., s.51. 5 Z. Brzezinski, The Grand Chessboard: American Primacy and its Geostrategic Imperatives, Basic Books, 1997, New York; Türkçesi: Büyük Satranç Tahtası, Sabah Kitapları, 1998, İstanbul. Alıntılar kitabın İngilizce özgün baskısından. Yaz | 2010 -

9


Emperyalizm ve Kürt Devrimi belirleyici öneme sahiptir. Avrasya dünyanın en büyük kıtasıdır ve jeopolitik bir eksen oluşturur. Avrasya’ya hâkim olan herhangi bir güç dünyanın en ileri ve ekonomik açıdan en üretken üç bölgesinden ikisini denetimi altına almış olur. Haritaya bir göz atmak bile, Avrasya’nın denetim altına alınmasının Afrika’da egemenliğin neredeyse otomatik olarak ele geçirilmesi anlamına geleceğini görmeye yeter.6 ...Avrasya’ya egemen olacak ve böylece Amerika’ya meydan okuyabilecek herhangi bir Avrasya gücünün ortaya çıkmaması bir zorunluluktur. Bu nedenle bu kitabın amacı, kapsamlı ve bütünsel bir Avrasya jeostratejisi formüle etmektir7... Bunun için gerekli olan iki temel adım vardır: birincisi, uluslararası güç dağılımında olası önemli kaymalara yol açma gücüne sahip, jeostratejik açıdan dinamik Avrasya ülkelerinin belirlenmesi ve bunların ilgili politik elitlerinin temel dış hedeflerini ve bu hedeflere ulaşma çabalarının olası sonuçlarını çözümlemek; ikincisi, yukarıda sözü edilenleri dengelemek, işbirliğine çekmek ve/ veya denetlemek için özel ABD politikalarını belirlemek.8 Brzezinski’nin jeostratejik bölgeleri ve ülkeleri belirleme çabasında öne çıkan ülkelerin arasında kuşkusuz, dünyanın en verimli hidrokarbür yataklarına sahip olan Irak ve İran da var. Bu ülkeler konumları ve zenginlikleri açısından “dünya güç dengelerinde değişimlere yol açabilecek” potansiyele sahipler; zira bu devletlerin Rusya veya Çin ile girişebileceği ittifaklar, Avrasya’da ABD egemenliğini tehdit edecek yeni bir dünya gücünün gelişmesine neden olabilir. Dolayısıyla ABD’nin politikası bu ülke yönetimlerinin ya işbirliğine kazanılarak denetlenmesi ya da işbaşından uzaklaştırılmasına yönelik olmalı. Irak’ın başına gelenleri, İran’ın ise başına gelebilecekleri biliyoruz; buna Kürdistan bağlamında geri döneceğiz, ama şimdi Brzezinski’yi biraz daha dinleyelim. Emperyalist strateji uzmanı ve danışmanı bu “devlet adamı”, her türlü diplomatik kibarlıktan uzak bir açık sözlülüğe sahip: “Eski imparatorlukların çağından kalma kaba terminolojiyi kullanacak olursak, emperyal jeostratejinin üç büyük zorunluluğu, vasallar arasındaki çatışmaları önlemek ve güvenlik bağımlılığını korumak, haraç ödeyenleri uysal halde tutmak ve korumak, ve barbarların bir araya toplanmasını engellemektir.”9 Bu jeostratejik bakış açısından Brzezinski, “Avrasya Balkanları” diye adlandırdığı bazı Ortadoğu ve Orta Asya cumhuriyetlerini şöyle değerlendiriyor: Dahası, bunlar [Orta Asya ve Ortadoğu devletleri] en yakınlarındaki ve en güçlü komşularından en azından üçünün güvenlikleri ve tarihsel hırsları bakımından da öneme sahipler; bu üç ülke Rusya, Türkiye ve İran’dır, ama Çin de bölgeye artan bir ilgi göstermektedir. Ama Avrasya Balkanları potansiyel ekonomik ganimet olarak çok daha büyük bir öneme sahiptir: bölgede, altın dâhil önemli maden yataklarının yanı sıra, devasa doğalgaz ve petrol rezervleri bulunmaktadır... Buradan hareketle Amerika’nın birincil çıkarının bu jeopolitik alanı tek bir gücün denetlemesine izin vermemek ve uluslararası topluluğun buraya herhangi bir engelle karşılaşmadan mali ve ekonomik olarak ulaşabilmesini olanaklı kılmaktır.10 Brzezinski daha sonra ABD’nin bu bölgede kendi egemenliğine meydan okuyacak yeni bir dünya gücünün ya da ülkeler grubunun oluşmaması için olası ittifakları engellemesi, hatta herhangi bir hükümetin çatışan ülkeler arasında arabuluculuk yapma kapasitesine ulaşmasına bile izin vermemesi gerektiğini anlatır. “Teröre Karşı Mücadele” Dönemi Stratejistlerin bu görüşleri ve uyarıları ABD hükümetleri tarafından parça parça uy6 Ibid., s. 30-31. 7 Ibid., s.iv. 8 Ibid., s.31. 9 Ibid., s.40. 10 Ibid., s.124.

10

Sosyalist Düşünce Dergisi


Emperyalizm ve Kürt Devrimi gulamaya koyulmaya başlamışken 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısı emperyalizmin Ortadoğu ve Orta Asya’ya yönelik bütünsel bir saldırı başlatabilmesinin gerekçesini, PNAC projesinde dile getirilen “Pearl Harbour tipi bir felaket” örneğini oluşturdu. Aslında Pentagon 2000 yılında, PNAC projesiyle aşağın yukarı eşzamanlı olarak, “Ortak Vizyon 2020” başlığını taşıyan ve Savunma Bakanlığı’nın faaliyetlerine yönerge oluşturacak bir plan hazırlamıştı. Bu belgede, ABD’nin izlemesi gereken “Tam Kapsamlı Hâkimiyet” ilkesi, “…ABD kuvvetlerinin tek başına ya da müttefikleriyle birlikte, bir dizi askeri operasyonla karşıtlarını yenebilme ve her türlü durumu denetimi altına alabilme yetisi anlamına gelir” olarak açıklanıyor ve “nükleer savaştan büyük ölçekli savaşlara ve küçük ölçekli çatışmalara kadar uzanan bir yelpazede” egemenliğin elde tutulmasına yönelik olduğu belirtiliyordu.11 Bütün bu stratejik anlayış çerçevesinde 11 Eylül saldırısının ardından derhal “Bush doktrini” yürürlüğe sokuldu. Bu doktrin, Soğuk Savaş döneminin “çevirme, tecrit ve caydırma” stratejisine nihai olarak son veriyor ve “potansiyel karşıtların ABD’nin gücünün üstesinden gelme ya da onu eşitleme amacıyla askeri arayışlar geliştirmesini engellemeye yeterli, hiçbir uluslararası anlaşmaya bağlı olmaksızın, herhangi bir anda, herhangi bir yerde, tek yanlı ve ayrıcalıklı önleyici saldırı hakkı”12 stratejisinin yürürlüğe girdiğini ilan ediyordu. Böylece Ekim 2001’de ABD öncülüğündeki NATO kuvvetleri Afganistan’ın işgalini başlatır; bu, NATO’nun tarihinde, askeri ittifakın gerçekleştirdiği ilk bütünsel kara işgali harekâtıdır. Afganistan’ın işgalinin jeostratejik önemini The Guardian muhabirlerinden George Monibot gayet iyi özetlemektedir: Hazar havzasındaki fosil yakıtın tümüyle Rusya ve Azerbaycan üzerinden taşınması Rusya’nın Orta Asya cumhuriyetleri üzerindeki politik ve ekonomik denetimini büyük ölçüde güçlendirecektir, oysa Batı 10 yıldan beri tam da bunu engellemeye çalışmakta. Bunun İran üzerinden pompalanması ise ABD’nin tecrit etmeye çalıştığı bir rejimi zenginleştirir. Çin boyunca taşınması ise, stratejik kaygılar bir yana, imkânsız derecede pahalıya patlar. Ama Afganistan’a döşenecek boru hatları ABD’nin hem “enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi” amacına hem de dünyanın en kârlı pazarlarına sızmasına yardımcı olacaktır.13 ABD emperyalizminin amacı ve hedefleri gizli saklı değildir. San Francisco Chronicle gazetesi, 11 Eylül saldırısından hemen iki hafta sonra, “terörizme karşı” savaşın asıl amacının “tek bir sözcükle: petrol” olduğunu ilan ediyordu. Gazeteye göre, “Teröristlerin Ortadoğu ve Orta Asya’da saklandıkları yerlerin haritası aynı zamanda dünyanın 21. yüzyıldaki temel enerji kaynakları haritasıdır. Bu enerji kaynaklarının savunusu –İslam ile Batı arasındaki basit bir çatışma olmanın ötesinde- gelecek on yılları kapsayacak küresel çatışmanın alevlenme noktasını oluşturacaktır.”14 ABD ve Batı dünyası için “alevlenme noktalarını” oluşturacak petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip ülkeler Suudi Arabistan, Libya, Bahreyn, Körfez emirlikleri, İran, Irak, Mısır, Sudan, Cezayir, Türkmenistan, Kazakistan, Azerbaycan, Çeçenistan, Gürcistan ve Türkiye’nin doğusudur. “Bu bölge dünya petrol ve gaz kaynaklarının yüzde 65’ine sahiptir… Terörizme karşı savaşın çoğu kimse tarafından Amerikan Chevron, ExxonMobil ve Arco; Fransız TotalFinaElf; İngiliz British Petroleum; Hollanda’nın Royal Dutch Shell şirketleri ve bölgede yüz milyarlarca dolarlık yatırımları olan diğer çokuluslu devler adına yürütülecek bir savaş olarak görülmesi kaçınılmazdır.”15 Nitekim Afganistan işgalinin ardından 2003 Martı’nda Irak’a saldırı başlatılır. Irak’ın işgalindeki asıl amacın petrol olduğu da bilinmiyor değildir. Aslında daha 2001 yazında, yani Irak işgalinin epeyce öncesinde, Dick Cheney, ABD enerji politikasının 11 Jim Garamone, Joint Vision 2020 Emphasizes Full-spectrum Dominance, American Forces Press Service, 2 Haziran 2000. 12 Ellen Wood, Empire of Capital, Verso, 2003, Londra, s.160. 13 George Monbiot, “America’s Pipe Dream”, The Guardian, 23 Ekim 2001. 14 Frank Viviano, “Energy Future Rides on US War”, San Francisco Chronicle,26 Eylül 2001. 15 Ibid. Yaz | 2010 -

11


Emperyalizm ve Kürt Devrimi saptandığı bir dizi gizli –daha sonra basın tarafından açığa çıkarılan- toplantı düzenler; bu toplantılarda Cheney ve yardımcıları Shell Oil, British Petroleum, Exxon Mobil, Chevron ve Conoco şirketlerinin üst düzey yöneticileriyle görüşerek Irak petrol yataklarının, boru hatlarının, rafinerilerinin ve terminallerinin haritalarını ve belgelerini tartışır.16 Hatta pastadan kimin ne kadar pay alacağı bile belirlenir; işgalle birlikte aslan payı, Amerikan şirketlerinin yanı sıra, savaşa canı gönülden katılan Hollanda ve İngiltere’nin Royal Dutch Shell ve British Petroleum firmalarına düşecektir. Yıllardan beri geliştirilmekte olan yeni emperyalist strateji, gizlisi saklısı olmayacak biçimde hayata geçirilmeye başlamıştır. ABD’nin tek başına egemenliğine karşı koyabilecek yeni potansiyel güçler olarak Çin ve Rusya’nın çevresi sarılmakta; bu kuşatmanın altına düşen ülkeler ya savaş ve işgal yoluyla, ya da “demokratikleştirme” politikalarıyla emperyalist egemenliğin ve/veya denetimin altına sokulmaktadır. Brzezinski’nin kuramsallaştırdığı jeostrateji çerçevesinde, doğrudan işgal edilmeyen ülkelerde, “işbirliğine çekme ve denetleme” politikaları “renkli devrimler” diye adlandırılan kampanyalarla sürdürülür. Özellikle eski Sovyet cumhuriyetlerinde yıkılan bürokratik Stalinist rejimden arta kalan baskıcı ve arkaik iktidarlara karşı seferber olan kitleler, “demokrasi ve özgürlük” vaatleriyle emperyalizm yanlısı politik gruplara ve önderlere kazanılmaya çalışılır. Özellikle ABD yanlısı veya ABD’li vakıflarca doğrudan kurdurulan sivil toplum örgütlerinin (STÖ) ve muhalefet gruplarının yüzlerce önderi ve militanı emperyalist eğitmenler tarafından, bazıları bizzat Batı ülkelerinde eğitimden geçirilir, bunlara kitle hareketlerini yönlendirme yöntemleri ve hedefleri öğretilir. Batılı STÖ’ler tarafından da finanse edilip örgütlenen ve Batı medyası tarafından alkışlanıp öne çıkarılan bu muhalefet grupları ve akımlarının başına emperyalizm yanlısı liderler geçirilir, bunların seçim kampanyaları ciddi mali kaynaklarca desteklenir. Temel taktik, seçimlerde yönetimin hile yaptığı, oyları çaldığı propagandası yapmak ve kitleleri buna inandırmaktır; böylece “demokrasi yanlısı” gruplar harekete geçmeli, kitleleri seferber etmeli ve seçimlerin “asıl galibi” olan kendi adaylarını iktidara yerleştirmelidir. Bu taktik 2003’te Gürcistan’da “Gül Devrimi” ya da “Kadife Devrim” adı altında uygulanır ve Eduard Şevardnadze iktidardan düşürülür, 2004 seçimleri sonrasında yerine Batı hayranı Mihail Saakaşvili oturtulur. 2004’te Ukrayna’da “Turuncu Devrim” sonucunda Victor Yanukoviç yenilgiye uğratılarak emperyalizm yanlısı Viktor Yuşçenko devlet başkanlığına getirilir. 2005’te Kırgızistan’da “Lale Devrimi” gerçekleştirilir, kitlelerin nefret ettiği Askar Akayev iktidardan indirilerek yerine emperyalizmin adayı Kurmanbek Bakiyev geçirilir. Emperyalist demokratik gericilik politikası, kitlelerin baskıcı rejimlere olan hiddetinden yararlanarak, bu ülkelerde özelleştirmeleri gerçekleştirmeye, petrol ve gaz kaynaklarını çokuluslu şirketlerin emrine sunmaya, ABD’ye askeri üsler kurma yetkisi tanımaya ve Rusya ve Çin’e karşı ABD ve AB emperyalizmleriyle işbirliğine girmeye hazır ve arzulu politik önderleri ve grupları işbaşına getirmeye yöneliktir. Bu “renkli devrimlerin” akıbetinin ne olduğu bir başka incelemenin konusu; ancak emperyalizmin bu politikasının başka ülkeleri de içerecek biçimde halen sürmekte olduğunu ve en son 12 Temmuz 2009 İran seçimleri sırasında da uygulandığını -ama başarıya ulaşamadığını- söyleyebiliriz. Emperyalist Strateji İçinde Türkiye’nin Kürt Politikası Bugün PKK çevreleri her ne kadar AKP hükümetinin “açılım” politikalarının bir aldatmaca olduğunu söylüyorlarsa da, son birkaç yıldan beri rejimin bünyesinde Kürt sorununa klasik inkâr ve imha politikasının dışında ve Kürt gerçeğini tanımaya yönelik bir gelişme görmüş ve hatta kendi “demokratik cumhuriyet” anlayışlarına doğru olmasa bile Kürt kimliğinin tanınması yoluna belli demokratik adımların atılmasını bek16 Dana Milbank ve Justin Blum, “Document Says Oil Chiefs Met With Cheney Task Force”, Washington Post, 16 Kasım 2005.

12

Sosyalist Düşünce Dergisi


Emperyalizm ve Kürt Devrimi lemiş oldukları da bir gerçek. Aslında günümüzde, eğer bu derginin sayfalarında olduğu gibi Kürt sorunundan söz edilebiliyorsa, Kürtçe yayın yapan bir devlet TV kanalı varsa, Kürtçe dil eğitimi veren dil kursları kurulabiliyorsa, özetle devletin kurucu yasalarına girmemiş ve her an geri alınabilecek son derece sınırlı haklar olsalar bile17, eğer rejimin bazı unsurları geleneksel inkârın ötesinde bazı adımların atılmasından söz ediyorlarsa -elbette gene rejimin çıkarları doğrultusunda-, seksen yıllık taşlaşmış bir politikanın çökmekte olduğuna tanıklık ediyoruz demektir. Asıl sorun, bu “değişimin” niteliğini, sınıf karakterini ve yönünü doğru biçimde tespit edebilmekte ve devrimci bir demokratik dönüşüm mücadelesinin araçlarını ve hedeflerini buna göre belirleyebilmekte yatıyor. Pek çok liberal sol gözlemci Türkiye’deki Bonapartist rejimin içinde her zaman, biri şahinlerden (ya da statükoculardan) diğeri güvercinlerden oluşan iki kanadın bulunduğunu; bunlardan birincisinin Kürt gerçeğini sistemli bir biçimde reddederken, ikinci kanadın liberal demokratik açılımlar talep ettiğini; bu “demokratik” kesimin son yıllarda giderek üstünlük kazanmakta olduğunu ileri sürmekte. Bu gözlemcilere göre bu değişim ve açılım girişiminin ardında, Avrupa Birliği’nin baskıları, PKK’nin 1999’da Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte köklü bir politika değişimine yönelmiş olması, Kürt hareketinin içinde Kürt sorununun ancak Türkiye’de gerçekleşebilecek bir demokratikleşme ve çoğulculuk çerçevesinde çözülebileceğine inanan reformist akımların gelişmesi,18 1999 sonlarında yurtdışındaki Kürt parlamentosunun kendisini lağvetmesi gibi etmenler yatmakta. Yani, liberal solculara göre Kürt ulusal hareketi ne kadar reformist olursa, PKK ne kadar aradan çekilirse, “demokratik ve barışçıl” bir çözüme o denli yaklaşılmaktadır. Biz bu görüşlere katılmadığımızı, Bonapartist rejim içindeki strateji değişikliği arayışlarının Türkiye’deki hangi sınıf çıkarlarına karşılık düştüğünü, bunların ülkedeki burjuva gelişimin hangi ihtiyaçlarına yanıt getirmek üzere savunulduğunu ve Kürt hareketi üzerindeki olası olumsuz sonuçlarının neler olabileceğini -kuşkusuz kendi kavrayışımız doğrultusunda- Mesafe’nin 4. sayısında dile getirmiştik. Ama rejimin duyduğu bu yeni yönelim ihtiyacı sadece egemen sınıfların kendi çıkarlarını, üzerlerinde etkiyen Kürt ulusal hareketinin basıncına karşı savunmak, hatta kendi ihtiyaçlarını seferberlik halindeki Kürt kitlelerine dayatmak arayışından kaynaklanmıyor. Rejim aynı zamanda emperyalizmin yeni küresel politikaları içinde kendisine yeni bir yer arıyor. Sovyetler Birliği var olduğu sürece Türk egemenler ülkenin jeostratejik konumunu NATO’nun bir sınır karakolu olarak akçelendirebilmişlerdi, ama bu düşmanın sahneden çekilmesi, emperyalizmin NATO’ya yeni yönelim ve hedefler saptama girişimi, bu arada ABD’nin birinci Körfez Savaşı’nı başlatması Türk burjuvazisini bir anlamda yönsüz ve plansız yakaladı. Turgut Özal’ın “bir koy beş al” anlayışıyla Türkiye’yi Saddam’a karşı işgal ordularına katma girişimi bu tip “maceralara” hazırlıksız tekelci burjuvazi ile konformist paşaların hoşuna gitmemekle kalmadı, yüzde 60’lar düzeyinde seyreden ve hatta 1994’te yüzde 150’ye kadar fırlayan enflasyon altında kıvranan kitlelere de çekici gelmedi. 1990’ların ilk yarısına kadar olan dönemin Türkiye’deki rejim olduğu kadar Kürt hareketi için de belirleyici nitelikte olduğunu söylemek sanırız yanlış olmaz. Bu dönemde, Kuzey Irak’ta açılan gedikte egemenlik mücadelesine giren KDP ile KYB arasındaki çatışmalar Türk Bonapartistlerine, sanki emperyalizmin bölgeye yönelişinde ve Kürt hareketinde hiçbir değişiklik olmamışçasına hareket olanağı sunduğu izlenimini verdi ve bir kez daha, ama bu sefer Barzani’nin desteğiyle PKK’yi “bitirerek” Kürt sorununu “çözme”, yani imha stratejisini sürdürme gayretine girişti. Mart 1995 17 Kürt politikacılara yönelik tutuklama kampanyaları, Azadiye Welat gazetesinin eski yazı işleri müdürünün Kürdistan sözcüğünü kullanması nedeniyle 116 yıl hapis cezasına çarptırılması bunun çarpıcı örnekleri. 18 Bak. dönemin HADEP’li Diyarbakır belediye başkanı Feridun Çelik ile görüşme, Radikal, 17 Ocak 2000. Yaz | 2010 -

13


Emperyalizm ve Kürt Devrimi ve Mayıs 1996’daki sınır ötesi askeri operasyonların PKK’ye ağır darbeler vurduğunu ve Güney Kürdistan’da politik ve askeri bir güç olarak kalıcılaşma çabalarına engel olduğunu -en azından o dönem için- inkâr etmek olanaklı değil, ama ne var ki bu sadece PKK’nin yok olmasına yetmemekle kalmadı, daha PKK’nin var olmadığı onlarca yıllık bir geçmişten beri gelişmekte olan Kürt ulusal bilincinin kırılmasını da sağlayamadı. Kaldı ki, Türk rejimi gözlerinin önünde gelişen bir olguyu kavramaktan aciz görünüyordu: ABD emperyalizmi, askeri egemenliğinin yanı sıra demokratik gericilik politikalarını da uygulamaya koyarak Kuzey Irak’taki Kürt önderliklerini, hem de parça parça değil bir bütün olarak, Brzezinski’nin dile getirdiği ”dengelemek, işbirliğine çekmek ve/veya denetlemek” doğrultusunda önemli mesafeler kaydetmiş, Kasım 1996’da KDP ile KYB arasında “ateşkes” imzalanmasını sağlamıştı. İki yıl sonra iki örgüt arasında varılan “Washington antlaşmasından” itibaren de emperyalizm tarafından Irak’taki petrol kaynaklarının ulusal ve dinsel bölünme üzerinden denetlenmesi, bu amaçla Kürt önderliklerin küresel sermayenin yanına çekilmesinin yanı sıra Şii direnişin İran’dan uzaklaştırılması ve nihayet Sünni Iraklıların Saddam’dan kopartılması planları uygulamaya konmuş oluyordu. Emperyalizmin bu yeni stratejisini PKK’nin Türkiye’deki rejimden çok daha önce kavradığını söylemek olanaklı. Kuzey Irak’taki Kürt yönetiminin sağlamlaşmaya başlaması, üstelik bunun ABD koruması altında gerçekleşmesi; Stalinist imparatorluğun tarihe karıştığı ve üstelik Kuzey Irak’taki askeri mevzilerin yitirildiği bir dönemde PKK önderliğinin önüne KDP-KYB “büyük koalisyonuna” katılarak aynı “serbest bölge” politikasının Türkiye’nin doğusunda ve güneyinde uygulanma olasılığını araştırma perspektifini çıkarıyordu. PKK’nin ideolojik ve politik söyleminde ve eyleminde gerçekleşen köklü değişikliğin bu döneme rastlaması bir rastlantı olmamalı. Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) yürütme konseyi üyesi Duran Kalkan, mücadelelerinin “üçüncü dönemi” olarak adlandırdığı bu evreyi şöyle açıklıyor: …bu süreçte demokratik siyasi mücadeleyi öne çıkartarak, Kürt sorununa siyasi diyalog temelinde bir çözümü dayattık. Bunun için stratejik değişim, yeniden yapılanmayı gerçekleştirdik. Gerillayı pasif savunma konumuna çektik. Gerilla 1 Eylül 1998’den 1 Haziran 2004’e kadar çok uzun bir süre böyle bir konumda kaldı. Fakat bütün çabalarımıza rağmen, 1 Haziran 2004 atılımı temelinde siyasi diyalogu daha aktif bir mücadeleye zorlamamıza rağmen, inkâr ve imha sistemini temsil eden güçler siyasi diyalog temelindeki çözüme yanaşmadılar.19 PKK önderliği emperyalizmin Kürdistan’a yönelik yeni stratejisini zamanında sezmiş, ama bu planın içinde kendisine yer olmadığını kavrayamamıştı. ABD yönetimi zaman zaman Türkiye’deki insan hakları ihlallerini kınamakla birlikte PKK’yi Kürt politikasının dışında bırakmaya dikkatle özen gösterecekti. Türkiye’deki rejimin, kendi terörist örgütler listesine dâhil ettiği PKK’ye yönelik imha politikalarını destekleyen Washington, Suriye krizi geliştiğinde Şam’daki hükümet üzerinde Öcalan’ı sürgüne yollaması için baskı yapmaktan çekinmedi. Öcalan’ın Rusya’da uzun süre kalamamasının, sözde Kürt dostu olan dönemin İtalya başbakanı eski komünist Massimo D’Alema’nın Öcalan’a sığınma hakkı tanımamasının, nihayet onun Kenya’da yakalanmasının ardında da ABD hükümetinin ve gizli servislerinin çabalarının yattığını tüm dünya kamuoyu biliyor. PKK’nin bir türlü görmek istemediği, ABD’nin Irak politikasının –ve Mart 2003 işgalinin- asıl hedefinin Kürtlere özgürlük getirmek değil, bu ülkenin petrol yataklarına el koymak ve Ortadoğu’daki jeostratejik bir bölgeye yerleşmek; Kuzey Irak Kürtlerinin “otonomi” elde etmelerinin ardında yatan başlıca nedenin de emperyalizmin amacına ulaşmak için Irak’ı bölmek (bağımsız parçalar halinde dağıtmak değil) olduğuydu. PKK’den ardı ardına gelen strateji değişiklikleri, bir dizi yeni örgütlenmenin kurulup tekrar lağvedilmesi, vb. bunların hiçbiri sadece Türkiye’yi ve ABD’yi değil, Barzani ve Talabani’yi bile ikna etmeye yetmemişti. 19 Bak.: http://www.gundem-online.net/haber.asp?haberid=89965.

14

Sosyalist Düşünce Dergisi


Emperyalizm ve Kürt Devrimi Emperyalizmin Irak Kürdistanı üzerinde uyguladığı demokratik gericilik politikası KDP ve KYB’nin “uluslararası koalisyona” baş aktörler olarak katılmaları biçiminde somutlanırken PKK’nin dışarıda bırakılmasının bir nedeni, Türkiye’deki Bonapartist rejimin bir bütün olarak ABD’nin stratejik müttefiki olması ve emperyalizmin planları içinde -Irak’ta Saddam’a karşı olduğunun tersine- ne bu rejimin yıkılması ne de toprak bütünlüğünün parçalanması ya da zayıflatılmasının yer almıyor oluşu idi. Ama belki de daha önemlisi, Türkiye’deki Kürt yığınların ulusal bilinç ve kitlesel seferberlik düzeyi bizzat bu rejimin sürekliliğini tehdit ettiği müddetçe, kitlelerin kendisini temsil ettiğine inandığı herhangi bir örgütün –bizzat kendisi istese bile- asla emperyalist koalisyonda yer alamayacağı, tam tersine terörist örgütler listesinden çıkamayacağı gerçeğiydi. Dolayısıyla PKK ne denli ad ve strateji değiştirirse değiştirsin, önderleri rejimin sorumlularına ne denli iyi niyet mektupları yazarlarsa yazsınlar, dağlarda ateşkes ilan etseler bile kitleler durulmadıkça rejimin ve emperyalizmin düşmanı olarak kalacaktı, öyle de oldu. Rejim, emperyalizmin de desteğiyle, 2000’lerin başlarına değin geleneksel inkâr ve imha politikalarını sürdürdü. Klasik İnkârdan Demokratik Gericiliğe Türkiye’deki rejimin anlayamadığı ya da anlamış olsa bile kabul etmemekte direndiği, emperyalizmin Ortadoğu’daki uzun vadeli politik ittifaklarına önde gelen Güneyli Kürt önderlikleri katmış olmasıydı. Aslında rejimin bu kavrayışsızlığı sadece Kürt sorununa müdahalede klasik araçların dışında başka yöntemler uygulama isteksizliğinden çok, dinamik ekonomik ve toplumsal dönüşümler içinde devletin dış politikasını emperyalizmin yeni dünya stratejisi içinde tarif edememiş olmasından kaynaklanıyordu. Soğuk Savaş döneminde Sovyet bloğuna karşı uygulanan “çevirme, tecrit ve caydırma” stratejisi çerçevesinde “her tarafımız düşmanlarla çevrili” söylemine dayalı olarak uygulanan kendi kendini tecrit ve yalnızlaştırma politikası, kapitalist ekonominin daha çok ihracata ve dış ticarete, burjuvazinin daha fazla yurtdışı pazarlara, yatırım alanlarına ve uluslararası sermayeye ihtiyaç duymaya başladığı bir dönemde, tekelci sermayenin yanı sıra hızla güçlenmekte olan Anadolu sermaye gruplarının ve özellikle büyük kentlerde zenginleşmekte olan orta sınıfların gereksinimlerine artık yanıt getirmeyen, neredeyse çağdışı kalan bir çizgiye dönüşmüştü. 2003’te ABD’nin Irak işgali başlayıp KDP ve KYB peşmergeleri emperyalist birliklere yol göstermeye ve “uluslararası koalisyonun” öncü avcı birlikleri olarak çatışmaya girdikleri bir sırada bile Türkiye’deki rejimin yegane tepkisi ve kaygısı “aman Kürtler Kuzey Irak’ta bağımsız bir devlet kurmasın” idi. Irak saldırısını çok önceleri planlamakta olan ABD’nin o dönem dışişleri bakanı Paul Wolfowitz’in Temmuz 2002’de Türkiye’ye gelip ABD’nin böylesi bir Kürt devletinin kurulmasından yana olmadığını, bu tip bir girişimi bölgede istikrarsızlık kaynağı olarak göreceği yolundaki ısrarlı ifadeleri ve verdiği güvenceler bile rejimin korkusunu yatıştırmaya yetmemişti. Ekim 2002’de ABD’nin öncülüğünde KDP ve KYB’nin anlaşmaya vararak Kuzey Irak’ta Kürt parlamentosunu yeniden açmaları bu korkuyu derinleştirmiş, hatta Ankara’nın bölgede bağımsız bir Kürt oluşumuna karşı askeri müdahalede bulunacağı tehditlerini savurmasına kadar varmıştı. 1 Mart 2003’te TBMM’nin ABD birliklerinin Türkiye üzerinden geçişini reddetmesinin, Meclis’in tarihindeki belki de en cesur kararı olan bu tutumunun ardında bile, Irak halkına saldıran emperyalizme duyulan tepki değil, “Kürt korkusu” yatıyordu. Oysa Türkiye burjuvazisinin ihtiyaçları başka bir politikada yatıyordu ve bunu dile getirenler, kuramlaştıranlar da vardı. Bugün Dışişleri Bakanlığı’nı üstlenmiş olan Ahmet Davutoğlu, daha 2001’de yeni dönem Türk dış politikasını yönlendirmesi gerektirdiğini düşündüğü “stratejik derinlik” kavramını geliştirmişti.20 Buna göre Türkiye jeostratejik öneminin yanı sıra çevre bölgelerle sağlam tarihi ve kültürel bağlara 20 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları, İstanbul, 2001. Yaz | 2010 -

15


Emperyalizm ve Kürt Devrimi sahipti ve durum bölgedeki bütün ülkelere yönelik olarak daha aktif bir dış politika izlemesinin koşullarını yaratıyordu. Dolayısıyla Türkiye bir “merkez ülke” olmalı ve komşu ülkelere yönelik olarak “sıfır sorun politikası” uygulamalıydı. Bu politika, ABD öncülüğünde emperyalist NATO’ya yeni biçilen “demokrasi ve barış gücü” olma rolüne daha uygundu ve Ortadoğu ve Orta Asya’daki ülkeler üzerinde uygulanmakta olan “dengelemek, işbirliğine çekmek ve/veya denetlemek” gayretlerinde Türkiye’nin “yumuşak güç” olarak merkezi bir görev üstlenebilmesini sağlayacaktı. Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin bir dönem “soğumasının” nedeni, Meclis’in aldığı karardan çok, rejimin emperyalizmin yeni dünya ve bölge politikalarını kavrayamaması ya da kendini bu doğrultuda yenileme yetisi gösterememesiydi. Dört yıl kadar süren –ve aynı zamanda ülke içinde Bonapartist rejimin yenilenmesine yönelik krizlerle dolu olan21 bu dönem Ekim 2007’de Türkiye’nin ABD’nin arabuluculuğunda Kuzey Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) ile anlayış birliğine varması ve Güneyli Kürtlerin Ankara’nın PKK’ye karşı savaşına destek vermeye başlamalarıyla sona erdi. Mart 2010’da Erbil’de Türk konsolosluğunun kurulmasına kadar varacak olan bu politika değişikliği esas olarak burjuvazinin bölgede bir “yumuşak güç” halinde gelişen yeni bir “tüccar devlete” olan ihtiyacına karşılık düşüyordu. Gerçekten de burjuvazinin 1980’lerde yöneldiği ihracata dayalı ekonomi anlayışı, dış ticaretin Türkiye ekonomisinde giderek büyüyen bir ağırlık kazanmasına neden olmuştu. Özellikle 1990’ların ortalarından başlayarak İslam ülkeleriyle geliştirilen ekonomik ilişkiler AKP iktidarı döneminde daha bir hız kazanmış, 1996-2009 arasında toplam ihracat dört katı artarken, İslam Konferansı Örgütü’ne (İKÖ) üye 57 ülkeye yapılan ihracatın hacmi yedi katı artmış ve toplam ihracat içindeki payı yüzde 28’e ulaşmıştır.22 Türkiye, tüm dünya ile olan ticaretinde açık verirken, 2009 itibariyle Ortadoğu ülkeleriyle yaptığı ticarette 8 milyar dolar fazla elde etmiştir. Bu tablo içinde Irak ve özel olarak da Güney Kürdistan özel bir yer işgal etmektedir. Irak’ın Kuveyt işgali sonrasında bu ülke üzerinde uygulanan ekonomik yaptırımların kalkmasının ardından, özellikle de Irak’ın emperyalistlerce işgaliyle birlikte Türkiye’nin bölgeyle ekonomik ilişkisi hızla gelişmiş ve 2003-2009 arasında bu ticaretin hacmi 900 milyon dolardan 6 milyar dolara yükselmiştir. 2009’da dünya ekonomik krizi nedeniyle Türkiye’nin genel ihracatı yüzde 23 düzeyinde azalırken, Irak’a olan ihracat yüzde 60 oranında artmıştır.23 Bugün sadece Irak Kürdistanı’nda -ABD’nin 40 şirketıne karşılık- 700’den fazla Türk şirketi faaliyet göstermekte ve Türkiye tüm Irak’ta en çok yatırım yapan on ülke arasında yer almakta.24 Pek çok alanda faaliyet gösteren Türk şirketleri, yol, köprü ve diğer altyapı inşaatları alanlarında önemli sözleşmeler bağıtlamış durumdalar. Irak Kürdistanı bölgesindeki tüketim mallarının yüzde 80’i Türk patentlidir.25 Bölgenin elektriği Türkiye’den beslenmektedir, üstelik Türkiye Mart 2010’da bölge yönetimiyle 48 yeni ticari ve ekonomik sözleşme imzalamıştır. Türkiye’nin KBY’nin denetimi altındaki ya da KBY ile Bağdat arasında ihtilaf konusu olan petrol alanlarında da önemli yatırımları bulunmaktadır. Öte yandan Kürdistan petrolü dış dünyaya Türkiye üzerinden akıtılmaktadır. “Tüccar devlet”in bu biçimde güçlenmesi kuşkusuz ticari ve ekonomik ilişkilerini geliştirmek istediği bölge ülkeleriyle çatışmalı değil barışçıl ilişkiler içinde olmasını gerekiyor; “sıfır sorun” politikası da bu gereksinimin bir ürünü. Türkiye’nin KBY ile olan ilişkilerinin yumuşaması, bir ölçüde Barzani ve Talabani önderliklerinin emperyalizmin bölgedeki projesi çerçevesinde bağımsızlık taleplerinin olmadığına ve Türkiyeli Kürt 21 Bak.: Yusuf Barman, “Rejim ve Kürtler”, Mesafe, 2010 Bahar sayısı. 22 Türkiye İstatistik Kurumu, bak.: http://www.tuik.gov.tr. 23 Ibid. 24 Kubat Talabani, “Carnegie Endowment söyleşisi”, 9 Şubat 2009, bak.: http://www.carnegieendowment.org/files/20090209_transcript_kurdistan2.pdf; Hürriyet, 13 Eylül 2009, KBY başbakanlık baş danışmanı Halit Salih ile görüşme. 25 BBC News, 16 Şubat 2010, bak.: http://www.bbc.co.uk/2/hi/middle_east/8518109.stm.

16

Sosyalist Düşünce Dergisi


Emperyalizm ve Kürt Devrimi halkın mücadelesini “Türkiye’nin bir iç sorunu” olarak kabul ettiklerine Ankara’yı inandırmış olmalarından kaynaklanıyor. Ama daha da önemlisi, KBY Türkiye’deki Bonapartist rejimin PKK’ye karşı mücadelesine aktif destek vermeye başlamıştır ve PKK’ye karşı oluşturulan ABD-Irak-Türkiye ittifakının belki de en önemli bileşenidir. Barzani ve Talabani önderliklerinin kendilerini Kürt halkı karşısında “hain” ilan edilmekten kurtarmak için yararlandıkları bir söylem de AKP hükümetinin sözde “Kürt açılımı” politikası. KDP ve KYB kendi taraftarlarına, kendilerinin bağımsız bir devlet kurma peşinde olmadığı ve Irak bütünü içinde özerk ya da bir tür federal yönetim yetkileriyle yetinmeyi kabul ettiği koşullarda, Türkiyeli Kürtlerin de bireysel demokratik ve kültürel haklarla yetinmeleri gerektiğini, Ankara hükümetinin bu hakları tanıma doğrultusunda adımlar attığını, acele edilmemesi, maceraperest olunmaması gerektiğini ve bu “demokratikleşmenin” önündeki en önemli engelin “PKK şiddeti” olduğunu söyleyebilecektir, söylemektedir. Bu anlamda AKP hükümetinin “açılım” politikası Kuzey Kürdistan halkına sahte umutların dışında bir iyileşme getirmezken, KDP ve KYB’ye Kürt halkını bölücü propaganda malzemesi sağlamış olmakta, böylece bu önderlikler “Türkiye’deki maceraperest Kürt politikacılar ile terörist PKK” karşıtı tutumlarını gerekçelendirebilmektedirler. ABD emperyalizminin önderliğinde Türk ve Kürt burjuvazileri arasında bu konuda gerçek bir ittifak kurulmuş durumdadır, bir bütün olarak Kürt halkının ulusal ve demokratik hakları ve talepleri karşısında örülen bir ittifak. Emperyalist-Bonapartist Çember Kürdistan on yıllardan beri kanla yıkanan, oldukça ağır işleyen ve son derece karmaşık bir devrim süreci içinden geçmekte. Yüz binlerce insanın canına mal olan, milyonlarca yoksulun ağır kefaretler ödediği, kazanılan kısmi mevzilerin bir anda kaybediliverdiği ya da kaybedilebileceği bir politik ve toplumsal devrim süreci. Ulusal bilincin gelişmesi ve baskıcı bölge rejimlerine karşı başkaldırı ruhunun seferberliklere dönüşmesi belki de yerleşilen mevzilerin en kalıcıları. Öte yandan, önderliklerini ister beğenelim ister onaylamayalım, emperyalizmle ve bölge rejimleriyle ilişkileri hakkında ne düşünürsek düşünelim, Kuzey Irak’ta bir Federal Kürdistan yönetiminin kurulmuş olması; Türkiyeli Kürtlerin kendi bölgelerinde ardı ardına seçim başarıları gösterip belediyelere yerleşmeleri, Meclis’e parlamenter sokmaları, rejim yetkililerini “Kürt sorunu vardır” demeye, göstermelik de olsa “demokratik açılımdan” söz etmeye mecbur bırkmış olmaları, Kürt devrimi sürecinin politik-demokratik kazanımlarıdır. Bununla birlikte, bu mevzilerin nasıl ve ne pahasına elde edildiği, bugün Kürt kitlelere yol gösteren önderliklerin hangi projelerle hareket ettikleri ve nereye yöneldikleri iyi tespit edilemezse, kazanımların bizzat Kürt devriminin aleyhine işleyen unsurlar haline dönüşme tehlikesinin farkına varmak mümkün olamayacağı gibi, Kürt devriminin sınıfsız, sömürüsüz bir toplum oluşumuna doğru yönelmesi için gerekli olan programı formüle etmek de olanaksız hale gelir. Kuzey Irak’ta bugün yerel hükümet organlarını geliştirmiş olan Kürtlerin federal yönetimini salt ABD emperyalizminin yarattığı bir aygıt olarak görmek, sadece Kürt tarihini bilmemek değil, aynı zamanda on yıllardan beri emperyalizmin maşası ya da bağımsız Bonapartist nitelikli Arap despotizmlerine karşı mücadele eden Kürt halkının kahramanca mücadelesini küçümsemek, hiçe saymak anlamına gelir. Kuzey Irak Kürtleri mücadelelerinin pek çok evresinde merkezi rejimlerin kıskacından uzak yönetim deneylerine girişebilmişler, hatta belirli dönemlerde bu rejimleri geniş kültürel, demokratik ve politik haklar kabul etmeye zorlayabilmişlerdir. Güney Kürdistan halkının bu tarihi dikkate alındığında, bugünkü yerel yönetim mevzisinin onun mücadelelerinin bir ürünü olduğunu tespit etmemiz gerekir. Ama bu “çarpılmış”, bozulmuş bir üründür. Ezilen bir ulusun gerçekten demokratik bir devrimi başarıya ulaştırıp ulaştıramaYaz | 2010 -

17


Emperyalizm ve Kürt Devrimi dıklarının biz Marksistler açısından en belirleyici kıstası, o ulusun bağımsız devlet kurma hakkı dahil, kendi kaderini tayin hakkına sahip olup olmadığıdır. Bu açıdan bakıldığında Güney Kürdistan halkının bu hakkı ele geçiremediğini, verili önderlikler altında da asla bu hedefe ulaşamayacağını söyleyebiliriz. Barzani ve Talabani önderliklerinin bugün emperyalizm ile olan işbirlikleri son derece bariz; bunu bizzat Barzani, “ABD kuvvetlerinden sonra koalisyonun en büyük ikinci ortağı bizim peşmergelerdir” diyerek ifade etmekte.26 Ama onların bu niteliği yeni kazandıkları ya da koşulların onlara dayatmış olduğu bir özellik değil. On yıllardan beri KDP ve KYB, bizzat kendi halklarının bir bölümüne karşı bölgedeki gerici Arap, Türk ve İran rejimleriyle işbirliği yapmakta bir beis görmemişler, Stalinist rejimler çöküp Ortadoğu’nun emperyalistlerce işgali başlatıldığında da onun saflarında hemen yerlerini almışlardır. Bu önderlikler sınıf karakterleri gereği (feodal ve küçük burjuva) daha başından itibaren Kürt halkının ulusal mücadelesini kendi feodal, askeri ve politik aparatlarının denetimi altında tutmayı başarmışlar27 ve bugün onu emperyalizme tamamiyle bağımlı bir yarım devlet aygıtı içine hapsetmişlerdir. Irak bugün emperyalizmin işgali altında olan, ona bağımlı bir ülkedir ve yarın ABD birlikleri çekildiğinde de öyle kalacaktır. Niteliği üzerinde yapılacak tartışmaların ancak “sömürge mi, yarısömürge mi?” çerçevesinde kalacağı bir Irak devletinin içine çivilenmiş Güney Kürdistan halkının kendi kaderini tayin hakkına sahip olup olamayacağı sorusu daha bugünden anlamını yitirmiş durumdadır. Emperyalizme tamamen bağımlı bir devletin anayasası içinde elde edilebilecek demokratik haklar ve yerel yönetim yetkileri, KDP ve KYB’nin hızla oluşturmaya (ya da kendilerini dönüştürmeye) çalıştıkları Kürt burjuvazisi ile merkezi yönetimi elinde tutan egemen sınıflar arasındaki çekişmelerin ve bunların “koruyucu, gözleyici” emperyalizmle ve bölgedeki Bonapartist rejimlerle olan yakınlıkları ya da uzaklıkları tarafından belirlenecektir. Hatta Kürt burjuvazisi ve toprak ağaları, Musul ve Kerkük gibi petrol zengini tartışmalı bölgelerin statüsünün (özellikle Ninewa –Musul- Kerkük ve Diyala vilayetlerinde) belirlenmesinde militarist şoven bir tutum almakta tereddüt etmeyeceklerdir; böylece aynı anlayışla kendi egemenleri tarafından Kürtlerin üzerine sürülecek olan Arap yoksulları ile Kürt yoksulları birbirine kırdırılabilecektir. Bu süreç aslında ciddi bir tehlike olarak daha şimdiden kendini göstermiştir. 2009’da Diyala bölgesinde patlak veren anlaşmazlıklar silahlı çatışmalara dönüşmüş ve ancak emperyalist işgal birliklerinin araya girmesiyle durdurulabilmiştir. Öte yandan 2009’da Musul vilayetinde yerel seçimleri ulusalcı Sünni Arapların kazanması ve vilayet yönetiminin güvenlik birimlerini tamamen kendi denetimi altına alıp peşmergeleri kendi bölgelerine doğru itmeye çalışması, ABD birliklerinin tümüyle çekilmeyi vaat ettikleri 2011 sonlarından itibaren olabileceklerin bariz işaretleridir. Türkiye’nin “stratejik derinlik” kavramıyla Ortadoğu ve Orta Asya ülkelerine yönelik olarak başlattığı yeni dış politika, geleneksel “güvenlik” çizgisinin yerine “tüccar devlet” anlayışını geçirirken, özellikle Güney Kürdistan’da tarihsel açıdan “tuhaf” görünen sonuçlara yol açıyor. ABD birliklerinin çekilmesinden sonra Araplardan genel bir taaruz bekleyen Kürt yönetimi, bir yandan da bölgenin “demokratik dış dünyaya” açılımının tek yolu olarak gördüğü Türkiye’ye “koruyucu” işlevi yüklemeye başlamış durumda. Öyle ki, Ankara ile Erbil arasında giderek sıcaklaşan ilişkiler “Musul vilayeti” söylemini bile yenden canlandırıyor. ABD think-tank’larından International Crisis Group’un (ICG) görüştüğü KBY bakanlarından birinin ifadeleri bu açıdan son derece çarpıcı: ...bağımsızlık bizim hakkımız, ama bu olmazsa, Irak içinde kalmaktansa Türkiye ile birlikte olmayı yeğlerim, zira Irak demokratik değil... En iyi yol, Kür26 Mesud Barzani, “A Kurdish Vision of Iraq”, Gulf News (Dubai), 30 Ekim 2005. 27 Bu “başarı”yı açıklamak ancak onu KDP ve KYB aparatlarının niteliğinin yanı sıra bunların Stalinizmle ilişkileri, dünya ve Ortadoğu sınıf mücadelelerinin tarihi ve proletaryanın önderlik krizi bağlamında incelemekle olanaklıdır, ki bu bağımsız bir yazının konusudur.

18

Sosyalist Düşünce Dergisi


Emperyalizm ve Kürt Devrimi distan bölgesinin Türkiye’ye yeni Musul vilayetinin bir parçası olarak katılması, Türkiye’nin de Avrupa Birliği’ne girmesi olacaktır, bu Türkiye’deki Kürtlerin de sorununu çözer.28 ICG’nin raporuna göre, Kürt yönetimi içindeki bu görüşlere karşı Ankara’daki Türk yetkililer kendi ülkelerindeki Kürt nüfusun artmasından yana değiller. Kuruluşun görüştüğü bir Türk yetkilinin ifadesine göre, Irak Kürtleriyle gelecekte bir ekonomik konfederasyon mümkün olabilir, ama bu “de jure” bir düzenleme değil, “de facto” olmalıdır. Biz Irak’ın birleşik kalmasını istiyoruz. Irak, bölgedeki etnik ve dini dengenin barometresi gibidir. Ama ekonomik özendirmeler mümkündür. Bağdat’la anlaşma yoluyla, Kürt bölgeleriyle olan sınırımızı esnekleştirebilir ve bir ekonomik bölge oluşturabiliriz.29 KBY Başkanlık Divanı başkanı Fuat Hüseyin ise Türkiye’nin “koruyucu” işlevinin kendileri için yeterli olduğunu, buna karşılık Ankara’nın Kürdistan bölgesindeki petrol ve gaz kaynaklarına doğrudan erişiminin olanaklı kılınacağını, hatta Türkiye’nin “böylece Kerkük’ü dolaylı biçimde ele geçirmiş olacağını” belirtiyor.30 Bu senaryoya göre, işgalin sona ermesinin ardında doğacak karışıklık ortamında Kürt yönetimi Türkiye’nin de yardımıyla Musul ve Kerkük bölgelerini kendi denetimi altına alacak, Türkiye de Kürtler aracılığıyla bölgenin zengin hidrokarbür yataklarına yerleşmiş olacak. Bu planların nasıl gelişeceğini, gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bugünden bilemeyiz, ama Kürt yetkililerin emperyalizm için çalışan “düşünce geliştirme” ajanslarının raporlarına kadar giren ifadeleri Kuzey Irak’ta Kürt devriminin çevresine kuşatılan emperyalist-Bonapartist çemberin niteliğine dair olduça net fikir veriyor. Ankara’nın Barzani ve Talabani’nin bu “Türk dostu” iyi komşuluğundan beklediği elbette sadece petrol alanlarına ulaşım kolaylığı değil. Türkiye’nin Güney Kürdistan üzerindeki “koruyucu” rolü karşılığında KBY’den elde ettiği esas olarak, güneyli Kürt halkın kuzeyli kardeşlerinden koparılması, koca bir ulusun bölünüp parçalanması. Bu, son tahlilde emperyalizmin Kürt devrimini bölmesi ve parça parça durdurmasıdır. Bunun aracıları ise Türkiye’deki rejim ile mevcut Barzani ve Talabani önderlikleridir. Kürt devrimi karşısındaki ABD-TC-KBY ittifakının bir hedefi de kuşkususz, Kuzeyli Kürt halkın kendi önderliği olarak gördüğü PKK’nin, “silahsızlandırma” adı altında tasfiye edilmesidir.31 Böyle bir yönetimin kendi bölgesinde uygulayacağı demokrasinin sınırlarının da egemen sınıfların çıkarları tarafından belirleneceğini görmek zor değildir. Güney Kürt yönetimi -bizzat Talabani’nin devlet başkanlığı altındaki- Bağdat rejiminin demokratik olmadığından yakınmakta ve bunda da son derece haklı. Ne var ki, Erbil hükümetinin demokrasiden şikayeti esas olarak üzerinde hak iddia ettiği toprakların Anayasa gereği kendisine verilmiyor olmasının pek ötesine geçmiyor. Talabani ve Barzani önderlikleri tüm Irak halkı için demokrasi talep etmiyorlar, sadece kendi federal yönetimlerinin garanti altına alınmasını, Kürt temsilinin Bağdat’taki hükümet üzerinde daha fazla ağırlığa sahip olmasını ve kendilerine çokuluslu petrol şirketleriyle bağımsız anlaşmalar yapma yetkisinin tanınmasını talep ediyorlar. Kürt yönetiminin bu talepleri meşru olabilir, ama Kürt halkıyla birlikte tüm Iraklı yoksul sınıfların ülke petrol gelirlerinden eşit ve dürüst bir biçimde yararlanabilmesinin yolu, emperyalist şirketlere tanınacak ruhsatlardan ve yetkilerden ve bunun karşılığında egemenlerin özel kasalarının doldurulmasından geçmiyor;32 tüm yeraltı zenginliklerinin millileştirilmesinden ve 28 International Crisis Group Ortadoğu Raporu, n.88, “Irak ve Kürtler: Tetik Hattında Huzursuzluk”, 8 Temmuz 2009, s.25. 29 Ibid., s.25. 30 Ibid., s.26. 31 Bu satırların yazıldığı sırada bu politika sınır bölgelerinde tehlikeli bir biçimde geliştirilmekteydi. 32 KYB yönetiminin petrol kaynaklarına ilişkin politikasıyla ilgili ilginç bir makale için, bak.: Goran Akreyî, Güney Kürdistan’da Dönen Gizli Petrol Rantı ve Siyasi Bağları, 17 Kasım 2009, Yaz | 2010 -

19


Emperyalizm ve Kürt Devrimi ekonominin işçilerin ve emekçilerin kontrolü altında merkezi olarak planlanıp yönlendirilmesinden geçiyor. Emperyalizmden bağımsızlığı gerektiren bu anlayış, ne Bağdat ne de Erbil yönetiminin programında yer almakta. Demokratik devlet yönetiminin, aşiret yönetiminden farklı olduğu ve sadece seçimle işbaşına gelmekle sınırlı olmadığı bir gerçek; ama demokrasi yokluğundan şikayet edenlerin, Güney Kürdistan bölgesi üst yönetiminin Barzaniler ve Talabanilerle dolu olmasından, yönetimin giderek bölgedeki diğer “monarşik cumhuriyetler”e benzemeye başlamasından neden kaygı duymadıklarını anlamak da zor değil. Bugün Barzani ailesinin pek çok bireyi telefon, medya organları, petrol ortaklıkları gibi önemli şirketlerin başına yerleştirilmiş durumdayken, Talabani ailesi devlet arazilerine kâr amaçlı işletmeler kurmakta, KYB’nin şirketler grubu Nokan’ın ihalelerden aldığı komisyonlar ise skandal yaratıcı boyutlara ulaşmakta.33 KDP ve KYB önderlikleri demokratik bir federal yönetim inşa etmekten çok, iktidar olmanın getirdiği olanaklardan yararlanarak bir çıkarlar ağı örmektedirler. Kürdistan bölge yönetimini yozlaşmayla eleştirerek KYB’den kopan Goran (Değişim) partisinin Temmuz 2009’daki Kürdistan bölgesi seçimlerinde ve Mart 2010 parlamento seçimlerinde ciddi başarılar elde etmesi, bölge Kürtlerinin bu gerçeğin farkına varmaya başladıklarına işaret etmekte. Öte yandan kentlerde bölge yönetimi güvenlik birimlerinin muhalif unsurlara saldırması, baskı yapıyor olması, basın yayın haklarına sınırlamalar getirilmesi, yönetim organlarına yönelik işkence ve cinayet iddialarının yaygınlaşması,34 vb. Güney Kürdistan’da kurulan yönetimin Kürdistan devrimini daha demokratik aşamasında frenlemekte olduğunun işaretleri. İşte bütün bu nedenlerle Kuzey Irak’taki Kürdistan Yerel Yönetimi’ni Kürt halkının mücadelesinin KDP ve KYP önderliklerince tahrip edilmekte olan bir mevzisi olarak tanımlıyoruz. Güneyli Kürtlerin elde etmiş oldukları federal haklara yönelecek bir emperyalist veya Bonapartist saldırının elbette karşısında olacağız; ama esas olan, Kürt devriminin güneyde emperyalizm, Bonapartizm ve bizzat Kürt önderlikleri tarafından önüne çekilen sınırlamaları aşarak ilerletilmesinin yollarını aramaktır. ...ve Kuzey Kürt devrimi Türkiye’nin sınırları içinde oldukça farklı bir karakterde ve farklı yollardan gelişmekle birlikte, üzerindeki emperyalist-Bonapartist baskı güneydekinin neredeyse aynısı, önündeki program ve önderlik sınırlamaları da oldukça benzerdir. Öncelikle, Türkiyeli Kürtler arasında kendisi ne kadar istese de, ABD birlikleri tarafından işgal edilip çevrelenen bir “Kürdistan” bölgesine yerleştirilecek herhangi bir önderlik bulunmuyor. Emperyalizmin, stratejik dostu Türkiye üzerinde ne böyle bir planı var ne de niyeti. Washington kimi zaman Türkiye’deki “demokratik hak sınırlılıklarından” söz ediyor ve rejimin reforme edilmesinden yana gözüküyor; ama bunu, emperyalizmin Türkiye’den demokratik bir dönüşüm talep ettiği biçiminde yorumlamak, liberal solculara hoş gelse bile, gerçeklerle uyuşmaz. ABD emperyalizmi, dış dünyaya sadece güvenlik penceresinden bakan Türkiye’deki mevcut rejimin kendi içinden çürüdüğünün ve yenilenmezse kendi kendine çökeceğinin farkında; böyle bir rejim, sadece Ortadoğu ve Avrasya ülkelerinin “dengelenmesi, işbirliğine çekilmesi ve/veya denetlenmesi” çabalarında emperyalizmin işine yaramamakla kalmaz, bizzat yol açabileceği devrimci krizlerle onun başına yeni dertler de açabilir. Dolayısıyla Bonapartist rejim, ana kolonlarına dokunulmadan reforme edilmeli ve yenilenmelidir. Türk faşistlerin ve milliyetçi solun, “ABD’nin Türkiye’yi bölme planları” olarak tanımladığı şey, emperyahttp://www.lekolin.org/news_detail.php?id=10. 33 Michael Rubin, “Debating Iraqi Kurdistan”, bak.: http://ekurd.net/mismas/articles/ misc2010/5/state3867.htm; “Is Iraqi Kurdistan a Good Ally?”, bak.: http://www.aei.org/ outlook/27327; Kyle Madigan, “Corruption Restricts Development In Iraqi Kurdistan”, bak.: http://www.rferl.org/content/article/1058690.html. 34 Ibid.

20

Sosyalist Düşünce Dergisi


Emperyalizm ve Kürt Devrimi lizmin Türk burjuvazisinin de hemfikir olduğu bu isteğinin ötesine geçmemekte. O halde ABD emperyalizminin Kuzeyli Kürtlere ilişkin planı ne? Bunu Carnegie Endowment adlı think-tank kuruluşunun raporlarından çıkarsamak olanaklı. Adı geçen kuruluş 2009 başlarında yayımladığı “Kürdistan Üzerinde Çatışmanın Önlenmesi” başlıklı raporda, “çok farklı politik inanışlara sahip Kürtlerin üzerinde anlaştıkları talepleri” şu biçimde öne çıkarıyor: Türk devletinin Türkiye’nin çok etnisiteli bir devlet olduğunu kabul etmesi (Kürtlerin ayrı bir topluluk oluşturduğunu doğrudan kabul etmeksizin); kültürel hakların, özellikle Kürt dilinin kullanılması özgürlüğünün tanınması ve tüm Türkiye illerine bazı idari yetkilerin devredilmesi.35 Pekiyi, bu nasıl gerçekleştirilecek? Kuruluşa göre 1982 Anayasası’nda yapılacak bazı değişiklikler bu hedefe varılmasını olanaklı kılabilir, ne var ki AKP hükümeti bu hedefe varılmasında güçlüklerle karşı karşıya. Dolayısıyla şu yollar öneriliyor: Türkiyeli Kürtler çatışmadan yorulmuşlardır ve çocuklarının dağdan, yani PKK kamplarından ve cezaevlerinden eve dönmelerini istemektedirler. Bu, öncelikle bu örgütün silahsızlandırılmasını ve lağvedilmesini gerektirir.36 ...Obama yönetimi, Avrupalılarla birlikte Kürt bölgelerinin kalkındırılması, böylece yerel nüfusun Türk devletine karşı şiddeti desteklemekten vazgeçirilmesine yönelik girişimler önermelidir. Ankara’nın Kürt bölgelerine vaat ettiği ekonomik paketler asla gerçekleşmemiş ve yerel nüfusu bu konuda inançsız hale getirmiştir. Birleşik Devletler, Avrupalı ortaklarının aksine, Ankara’nın tepkisini çekmemek için tarihsel olarak Türkiyeli Kürt liderlerle işbirliğinden uzak durmuştur. Bu değişmelidir, çünkü bugüne kadar Ankara bu sorunun politik yanlarıyla ilgilenmekte etkisiz kalmıştır. Bunun sonucunda da Türkiyeli Kürtler Türk yönetiminin bazı taleplerini karşılayabilme yeteneğine olan inançlarını yitirmişlerdir... Washington ve Avrupa başkentleri, şiddete karşı olan Türkiyeli Kürt liderlerle doğrudan ilişkiye geçerek, onları ABD’ye davet etmeli, ABD sivil toplumuna erişimlerini sağlamalı ve şiddetsiz toplum faaliyeti konusunda eğitilmelerine yardımcı olmalıdır. Washington ayrıca, Türkiyeli Kürtleri silahlı mücadeleye devamdan caydırmak için Iraklı Kürt liderlerin desteğini de sağlayabilir, çünkü [silahlı mücadele] sadece sonuç vermemekle kalmayacak ama aynı zamanda Iraklı Kürtlerin deneyimlerinin başarısını da tehlikeye sokacaktır.37 Bu yönerge çok açık: PKK tasfiye edilecek, ekonomik kalkınma programlarının da yardımıyla Kürt illerindeki seferberlikler durdurulacak, emperyalist merkezle işbirliği yapacak bir önderlik oluşturulup eğitilecek ve nihayet 1982 Anayasası’nda yapılacak bazı değişikliklerle Kürtlere (onları ayrı bir ulus olarak tanımaksızın) bazı kültürel ve demokratik haklar verilecek, bu arada merkezi hükümetin bazı yetkileri il idarelerine devredilecek. Bu konularda Türkiye’de burjuvazinin hazırladığı “demokratikleşme raporları” ile emperyalist “uluslararası barış” planları arasında büyük benzerliğin olduğu açık: “terörizme karşı mücadele” çizgisi ile “önderliklerin barışçıl çözüme kazanılması” olarak ifade edilen demokratik gericilik politikalarının birleştirilmesi. Sorun, yukarıda da değindiğimiz gibi, Bonapartist rejimin bu “çözüme” hazır hale getirilmesi. Ama bu adımların atılabilmesinde “hazır” hale getirilmesi gereken yalnızca rejim mi? Ya Kürt kitleler? 35 Carnegie Endowment for International Peace, Preventing Conflict Over Kurdistan, 7 Şubat 2009, s.28, bak.: http://www.carnegieendowment.org/files/ preventing_conflict_kurdistan. pdf. 36 Ibid., s.28. 37 Ibid., s.39-40. Yaz | 2010 -

21


Emperyalizm ve Kürt Devrimi Demokratik gericilik politikasının uygulanabilmesinin en önemli koşullarından biri, kitle seferberliklerinin durdurulabilmesi, bunu gerçekleştirebilecek bir önderliğin oluşturulabilmesi. Aslında PKK’nin taleplerinin emperyalizmin ve Türkiye burjuvazinin dile getirdiklerinin çok ötesine geçmediği ve Abdullah Öcalan’ın silahlı mücadeleyi ve Kürt kitle seferberliklerini durdurma niyetine ve yetisine sahip olduğu ortada: Aslında sorunun çözümü çok zor da değildir. Ben daha önce de değindim iki şartım vardı. Birincisi İnsan Hakları ve Demokrasi Şartı. İkincisi Güvenlik şartıydı. Ben daha önceleri gerek yazılı gerekse sözlü bu konuları AKP iktidarı döneminde devletin sağduyulu, bilen kesimine gerekse AKP’ye, Başbakan’a ilettim. Bu konuda çok şey istemediğimiz de bilinmelidir. Bu iki şart da anayasal haklardır. Birinci şart İnsan hakları ve demokrasi şartıdır. Bu da demokratik anayasa demektir. Demokratik bir anayasanın inşası demokratik haklar demektir. Kürtlerin demokratik haklarının anayasal güvenceye alınmasıdır. İkinci şart ise güvenlik şartıdır. Güvenlik şartı da anayasada düzenlenmiş bir anayasal haktır. Bütün toplulukların güvencesi olmalıdır. Türkiye Halkı’nın da güvencesi olmalıdır, Kürtlerin de güvencesi olmalıdır. Bu iki şart gerçekleştiğinde ben de üzerime düşeni yaparım dedim. Daha önce de çağrı yaptım, ‘bu şartlar yerine getirilirse ben silahlı güçleri bir yere toplarım’ dedim. ‘Sizin de uygun gördüğünüz onların da uygun gördüğü bir yerde güçleri toplarım. Ve bunu başaracak gücüm de var, buna inanıyorum’ dedim.38 Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ile kapatılan DTP’nin siyasi yasaklı eski eşbaşkanı Ahmet Türk’ün Mayıs başlarında Washington’da Carnegie Endowment’ta verdikleri konferansta dile getirdikleri talepler de ne bu kuruluşun önerilerinden ne de Öcalan’ın taleplerinden farklı. Ahmet Türk, “barışçıl çözüm” için başlıca üç taleplerinin, “Kürt kimliğini Türkiye’nin zenginliği sayan Anayasal düzenleme, kültürel haklar ve Kürtçenin kamusal ortamda özgürce ifade edilmesi, Kürt yoğunluğunun fazla olduğu bölgelerde demokratik otonomi”39 olduğunu ifade ediyor. Bu uzlaşma taleplerinin PKK’nin istemlerinin gerisinde olduğu söylenemez. Eski DTP’nin, bugünkü BDP’nin başında ya da içinde, PKK’nin politik istemler programından kopmak isteyenler olduğu yolundaki söylentilere karşın, bu iki kesimin arasında politik program farkı olduğunun söylemek doğru olmaz. Kaldı ki, Öcalan’ın bu konuda verdiği garanti ortada: BDP’nin teslim alınmasını, bir dönem Ahmet Türk üzerinden yapmaya çalıştılar. Biliyorum Ahmet Türk, iyiniyetli biridir, ancak onun üzerinden bu teslimiyet politikasını uygulamaya çalıştılar. Ahmet Türk onlar bu oyuna gelmedi sonra da bazı saldırılar, Samsun’daki saldırılar oldu. Bu saldırılar tesadüfi değildir. Aslında Samsun saldırısı, bu oyunların boşa çıkmasından sonra Ahmet Türk’e duyulan öfkenin ifadesiydi, amaçlarına ulaşamamanın bir dışavurumudur, bunun böyle anlaşılması gerekir.40 Dolayısıyla Ahmet Türk ve diğer Kürt politik liderlerin dile getirdikleri talepleri PKK’nin “kırmızı çizgisi” olarak kabul etmemek için bir neden yok. KCK Yürütme Konseyi üyelerinden Duran Kalkan da 1990’ların sonlarından itibaren PKK hareketinin “stratejik bir değişim” gerçekleştirerek “siyasi diyaloga” ağırlık verdiklerini ifade ediyor: Diğer yandan, bu süreçte demokratik siyasi mücadeleyi öne çıkartarak, Kürt sorununa siyasi diyalog temelinde bir çözümü dayattık. Bunun için stratejik değişim, yeniden yapılanmayı gerçekleştirdik. Gerillayı pasif savunma konumuna 38 Abdullah Öcalan, “Görüşme Notları”, Gündem On-line, 7 Mayıs 2010, bak.: http://www. gundem-online.net/haber.asp?haberid=90891. 39 Gündem On-line, 5 Mayıs 2010, bak.: http://www.gundem-online.net/haber. asp?haberid=90803. 40 Abdullah Öcalan, “Görüşme Notları”, Gündem On-line, 7 Mayıs 2010.

22

Sosyalist Düşünce Dergisi


Emperyalizm ve Kürt Devrimi çektik. Gerilla 1 Eylül 1998’den 1 Haziran 2004’e kadar çok uzun bir süre böyle bir konumda kaldı. Fakat bütün çabalarımıza rağmen, 1 Haziran 2004 atılımı temelinde siyasi diyalogu daha aktif bir mücadeleyle zorlamamıza rağmen, inkar ve imha sistemini temsil eden güçler siyasi diyalog temelindeki çözüme yanaşmadılar.41 Emperyalist strateji kuruluşlarının tavsiyeleri, Kürt politik önderlerinin talepleri, liberal Türk burjuvazinin ihtiyaçları ve PKK’nin savunduğu hedefler arasında bunca benzerlik varsa -en azından aşılmaz engeller yoksa-, neden PKK kendini silahsızlandırmıyor, tasfiye etmiyor? Bu soruyu özellikle liberal solcular –aslında bir beklenti olarak- ileri sürüyorlar. Buna yanıtı, gazeteci Hasan Cemal ile yaptığı görüşmede KCK Yürütme Konseyi başkanı Murat Karayılan veriyor: “PKK silah bıraksın söylemi havaya, yani boşa sıkılmış bir kurşundur. Bıraksın da nereye bıraksın? Nasıl bıraksın? Kime bıraksın? Zemini nedir silah bırakmanın? Silah bıraksın demenin bir anlamı yok. Önce oturalım, konuşalım.”42 Karayılan’ın sözlerinden, silah bırakmanın salt bir teknik sorun olduğu sonucunu çıkarmamak gerekir, zira şöyle devam ediyor: Silahlı mücadeleyi de klasik yöntemlerle yapmıyoruz artık. Meşru savunma çizgisi temelinde çalışıyoruz. Kitle faaliyetlerine, sivil itaatsizliğe, siyasal çalışmaya ağırlık veriyoruz. Ama bu arada 6-7 bin silahlı insanı ne yapacaksınız? Onlar bir yerde kazanımların, meşru savunmanın güvencesi.43 Dolayısıyla PKK, şimdilik “kazanımların, meşru savunmanın güvencesi” olarak silah altında tuttuğu “6-7 bin insanın” kaderinin “çözüm” sonrasında ne olacağını soruşturuyor. Unutmamak gerekir ki PKK, kuruluşundan kısa bir süre sonra, o dönemde Stalinist ideoliojinin de etkisiyle hızla bir “aygıt” haline dönüşmüş, önderleri, kadroları ve militanlarıyla kendi varlık ve yaşam alanını kurmuş, kendi gereksinimlerini yaratmış, kendi tarihini ve mitlerini oluşturmuş, kendi içinde ve kendi başına bir cihaz haline dönüşmüştür. Kitlelerin haklı sloganlarından hareketle kendi aygıt slogan ve taleplerini programlaştırmıştır. Otuz yıldan beri süregelen böylesi bir hiyerarşik ve militarize aygıt, kitleler adına asgariye indirdiği bazı istekleri yerine getirildi ya da getirilecek diye kendini tasfiye etmez, politik, toplumsal ve ekonomik iktidar ister. PKK artık Barzani ve Talabani’nin elde ettiği türden bir federal yönetim biçimi peşinde koşmayı bıraktığını ifade ediyor, bu hatta bir otonom yönetim tarzı da olmayabilir; ama en azından il idareleri yasalarında bazı değişiklikler yapılarak kendisine iktidardan pay alma yolunun açık bırakılmasını talep ediyor. Bunun garantisi oluşuncaya değin de aygıt olarak varlığını sürdüreceğini ilan ediyor. Öte yandan, PKK’nin taleplerinin bu denli asgarileşmesi ve rejimin içine dâhil edilebilecek bir paket haline gelmiş olmasına rağmen, üstelik bunun karşılığında silah bırakacağını defalarca açıklamasına karşın, devlet neden PKK’nin tasfiyesinde bu denli ısrarlı? Aslında emperyalist danışmanlar PKK’nin o denli büyütülmemesi gereken bir güç olduğunu düşünüyorlar: PKK uzun bir süreden beri, Türkiye’nin güvenliği açısından ciddi bir tehdit olmaktan çıkmış durumdadır. Bugün, Ankara’nın müthiş kaynaklar ayırmış olmasına karşın yenmeyi başramamış olduğu yirmi yıllık bir isyanın çarpıcı bir anısı haline dönüşmüştür. Türkiye-Irak sınırının iki yanındaki kabaca 2.000-2.500 savaşçısıyla Türkiye içinde artık hiçbir alanı denetleyememekte, ama Türk birliklerini taciz edebilmekte ve can kayıplarına yol açabilmektedir.44 41 Duran Kalkan, “Hedefimiz Değişiyor”, Gündem On-line, 19 Nisan 2010, bak.: http://www. gundem-online.net/haber.asp?haberid=89965. 42 Aktaran Hasan Cemal, “Karayılan: PKK Artık Eski PKK değil”, Milliyet, 5 Mayıs 2009, bak.: http://www.milliyet.com.tr/siyaset/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&ArticleID=10912 10&KategoryID=4&Date=05.05.2009. 43 Ibid. 44 Carnegie Endowment for International Peace, agy., s.21. Yaz | 2010 -

23


Emperyalizm ve Kürt Devrimi Ahmet Türk’ün konferans verdiği Carnegie Endowment kuruluşu, bu kadar önemsizleşmiş gördüğü PKK’nin gene de silahsızlandırılıp dağıtılmasını -“demobilize” edilmesini- ve bunun Ankara, Erbil ve Washington işbirliğiyle gerçekleştirilmesini öneriyor: Bu, KBY-Türkiye yakınlaşmasını nihai olarak sağlamlaştıracak kritik öğedir. Ancak bu konuda ilerleme Türkiye-KBY diyalogu ile sağlanabilir. Amaç PKK üzerinde mümkün olduğunca her yönden basıncın arttırılması, Kuzey Irak’ta PKK saflarından mümkün olduğunca en büyük sayıda ayrılmanın sağlanmasıdır. Üç kesimin –ABD, KBY ve Türkiye- ortak ve eşgüdümlü politik ve askeri yaklaşımı gereklidir... Talabani, PKK yönetimindeki silahlı mücadele devrinin sona erdiğini zaten açıklamıştır; Barzani ve KBY de, PKK’nin Ekim 2008’de Türk birliklerine ağır kayıplar verdiren eylemlerini şiddetle kınamıştır. PKK’nin zorla dağıtılması süreci, Iraklı Kürtlerin, Türklerin ve ABD’nin dikkatli planlamasını ve işbirliğini gerektirir.45 Emperyalist-Bonapartist gericiliğin PKK’nin tasfiyesinde bunca ısrar etmesinin nedeni, ne 2-3 bin -Murat Karayılan’a göre 6-7 bin- silahlı militanın devletin güvenliği için ciddi bir tehdit oluşturması, ne PKK’nin taleplerinin ve aygıt olarak gövdesinin rejimin içine sığmamasıdır; bunun nedeni, seferberlikleri süren kitlelerin PKK’yi hâlâ mücadelelerini temsil eden yegane parti olarak görmeleridir. Rejim için en büyük tehlike bu kitlelerdir. Türk burjuvazisinin ve emperyalist başkentlerin vermeye, Barzani ve Talabani önderlikleri ile PKK’nin de yetinmeye hazır olduğu taleplerin gerçekleşmesi, kitle seferberliklerini yatıştırmayacağı gibi, ulusal bağımsızlık doğrultusunda gerçek devrimci demokratik yeni atılımlara neden olabilecektir. Bu atılımlar, dahası Talabani ve Barzani’yi de rahatsız edecek şekilde, toplumsal ve ekonomik sorunların, örneğin toprak sorununun, doğal zenginliklerin kullanımı sorununun gündeme gelmesine yol açabilecektir. Böylece Kürt devrimi sürekli bir nitelik kazanmaya doğru evrilebilecektir. Bu süreci durdurmaya, ne kadar “demokratik cumhuriyet” dese de Öcalan’ın da gücü yetmez. Dolayısıyla emperyalizm ve Bonapartist rejim açısından -tabii KDP ve KYB açısından da- kitle seferberliklerinin durdurulması, geriletilmesi gerekiyor. Kitlelerin “kendi önderliği” olarak gördüğü PKK’nin “zorla dağıtılması”, onların moralinde ve heyecanında, ardından bilincinde gerilemelere yol açabilir, seferberlikler geri çekilebilir. Bu yüzden, rejimle kucaklaşmaya ne kadar hazır olursa olsun, PKK’nin silahsızlandırılması ve tasfiye edilmesi planlanıyor. Bu plan çoktan yürürlüğe girmiş durumda. Mevzilerin Korunması; Sıçramanın Hazırlanması Kürt devrimi Kuzey’de ve Güney’de büyük güçlüklerle ilerliyor. On yıllara dayanan zorlu mücadeleler Kürdistan’ın de jure olmasa bile de facto tanınmasını, tarihsel haksızlığa uğramış bir halkın kendine ait olması gereken topraklar üzerinde uluslaşma sürecine girmesini ve buralarda kendi yönetim araçlarını geliştirmeye başlamasını olanaklı kılmakla kalmıyor; bölge rejimlerinin baskıcı niteliği üzerinde gedikler açıyor, bu ülkelerde de kitlelerin demokratik atılımlarını güçlendirecek nesnel koşullar yaratıyor. Dolayısıyla, Kürt ulusunun bölge halklarına dayanak olarak sunduğu bu tarihsel kazanımların korunması bütün devrimcilerin görevi olması gerekiyor. Kürdistan Bölge Yönetiminin –hangi önderlik altında olursa olsun- elde ettiği ulusal toprak ve yönetim haklarından, Kuzeyli Kürtlerin Türkiye’deki Bonapartist rejime dayattığı en kısmi demokratik haklara kadar, bütün kazanımların korunması ve kalıcılaştırılması, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı ve ulusal birlikleri için ileri doğru yapacakları sıçramanın bir önkoşuludur. Ama bu son derece karmaşık ve iç içe geçmiş görevlerle örülü bir süreç. Her şey45 Ibid., s.36.

24

Sosyalist Düşünce Dergisi


Emperyalizm ve Kürt Devrimi den önce emperyalizm ve bölge rejimleri Kürt halkın mücadelesini bölgedeki diğer halkların mücadelelerinden ayırmak için her türlü yönteme başvuruyor. ABD’nin Güney Kürdistan’ı bir yerel yönetim ya da belki de gelecekte bir federasyon halinde ama mutlaka birleşik bir Irak devletinin içine hapsetme politikası, sadece “stratejik müttefiki” Türkiye’nin baskısının bir sonucu değil; daha da önemlisi, bağımsız bir Kürdistan parçasının tüm diğer parçaları da kendisine doğru çekip emperyalizmin bölgedeki üsleri olan gerici ve Bonapartist rejimleri yıkıma uğratma olasılığının son derece güçlü olmasıdır. Bu yüzden Irak ve Kürdistan Bölge Yönetimi üzerinde emperyalizmin belirleyiciliği ve denetimi sürdükçe Güneyli Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip olamayacağını söylüyoruz. Emperyalizm, tıpkı Filistin devrimi karşısında yaptığı gibi, Kürt devrimini de parça parça yalıtıp bulunduğu alanda söndürme gayreti içinde olacaktır. Kuşkusuz Ankara rejimi için Kuzey Irak’ta olmasını isteyeceği en iyi yönetim biçimi Arap Bağdat’ın merkezi kesin egemenliği, yani asla var olmamış ya da var olmayacak bir Kürt yerel hükümetidir. Ama en dogmatik Kemalist paşalar için bile artık gerçekçi olmayan bu anlayış yerini demokratik gericilik politikasına bırakmakta. Barzani ve Talabani önderliklerinin KBY’yi Kürt ulusunun bağımsız, özgür ve gelecekteki ulusal birliğinin ilk embriyonu olmaktan uzaklaştırmasıyla, Türk Bonapartizmi de onunla daha “barışçıl komşuluk ilişkileri” kurar hale gelmiş, böylece Güney Kürt devrimi üzerindeki çember daha da sıkılaşmıştır. Ama ne ABD yönetiminin Barzani ve Talabani yönetimini kollayıp koruması, ne Türkiye yönetiminin “sıfır problem” politikası ve artan Arap ulusalcılığı karşısında Güney Kürdistan üzerinde koruyuculuk taslaması, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkını elde etmesi bir yana, -Barzani ve Talabani uzlaşmacılığı altında da olsaKBY’nin bir varlık olarak kendisini sürdürebilmesinin bile garantisi olamaz. Kürt halkı ve onun ulusal bilinci var olduğu sürece, her embriyon emperyalizm ve bölge Bonapartist rejimleri tarafından bir “istikrarsızlık kaynağı” olarak görülecektir; tehditlerle, ittifaklarla veya işbirlikleriyle denetlenmeye çalışılan, ama buna rağmen gene de bir “istikrarsızlık kaynağı” ve belki de ilk fırsatta kürtaj edilecek bir embriyon. Emperyalizmin ve bölgedeki gerici rejimlerin Kürt devrimini bölme ve yalıtma çabaları sadece Kürt halkının birleşmesinin engellenmesine değil, Kürt devriminin diğer halkların mücadelelerinden uzaklaştırılmasına da dayandırılıyor. Türkiye’de rejimin kışkırttığı Kürt düşmanlığı sadece coğrafi olarak farklı bölgelerde toplanmış Türk ve Kürt kitleleri değil, aynı coğrafi alanda ve aynı sınıf içinde bir arada yaşayan Türkleri ve Kürtleri de bölüyor, burjuva rejimin ayakta kalabilmesini olanaklı kılan etmenlerden bir haline dönüşüyor. Öte yandan Irak’ta sadece İyad Allavi önderliğindeki Sünni ağırlıklı Irak Ulusal Hareketi’nin değil, Nuri el Maliki’nin Şii partisi Dava’nın da Arap ulusalcılığını güçlendirmesi ve özellikle tartışmalı bölgelerde bunu Kürt karşıtı bir seferberlik haline getirmeleri, tüm Iraklı yoksulların ve emekçi halkların bölünmesine yol açmakla kalmıyor, karşılıklı bir boğazlaşmanın koşullarını da hazırlıyor. Bu bölünmeler, emperyalizmin parçalar üzerindeki denetimi ve işbirlikçi önderliklerin yardımları, Kürt devrimi ile Filistin devrimi ve Lübnan direnişi arasında da bağ kurulmasını engelliyor. O halde, Barzani ve Talabani önderliklerini aşabilecek, Kürdistan halkının birliğini ve Kürt devriminin Ortadoğu halklarının mücadeleleriyle bütünleşmesini programlaştıracak yeni bir önderliğin gelişmesi olanaklı mı? Bizce evet, ama bu görev sadece Güneyli Kürtlerin sırtına yüklenemez. Türkiyeli Kürt ulusal hareketinin de kendisini bir bütün olarak Türkiye ve Ortadoğu devrimiyle ilişkilendirebilmesi, Kürdistan’ın birliğini bu çerçeve içinde yeniden formüle edebilmesi gerekiyor. Öcalan’ın ısrarla önce DTP’nin sonra da BDP’nin bir “Türkiye partisi” olması gerektiğini söylemesine rağmen bunun gerçekleşememesi ise, Kürt liderlerin beceriksizliğinden ya da Türk solunun aczinden çok, ulusal mücadelenin sınıf temelinden koparılmasından ve Türk solunun da sınıf mücadelesi kavrayışından uzaklaşıp sol liberal bir cephede toplaşmasından kaynaklanıyor. Böyle bir partinin hedefi eğer sadece “Türkiye’nin demokratikleşmesi” Yaz | 2010 -

25


Emperyalizm ve Kürt Devrimi olacaksa, Kürtlere de bu arada kültürel ve demokratik haklar vaat eden bir sosyal demokrat parti kurmaktansa, Kürtçe konuşan insanlara artık bu hakların yavaş yavaş da olsa verilmesini raporlarında öneren burjuvazinin iktidardaki partisini desteklemek daha akıllıca olmaz mı? Dolayısıyla sorun Türkiye’nin veya Irak’ın veya İran’ın “demokratikleşmesini” hedefleyen ve Kürtlerin de içinde yer aldığı “ülke” partileri kurmak değil, Ortadoğu sosyalist devriminin partisini, yani tüm ulusal birimlerin devrimci proleter partilerini içinde toplayan enternasyonali inşa edebilmektir. Çünkü, bağımsız, birleşik ve sosyalist bir Kürdistan için mücadelenin programına ve pratiğine ancak bu tip bir parti aracılığıyla ulaşılabilir. Pek çok ulusalcı Kürt akımının bağımsızlık hedefini bugün artık programlarından ihraç etmiş olmasına karşın biz neden bunda ısrar ediyoruz? Kuşkusuz hangi ulusla birlikte hangi tip yönetsel çatı altında olacaklarına ya da olmayacaklarına karar verecek olan Kürt halkının bizzat kendisidir; ama Kürtler bağımsızlık ilan etme hakkına, yani kendi kaderini özgürce belirleme hakkına sahip olmadığı sürece, özellikle Kürt ulusu üzerinde egemen durumunda olan ulusların proleterlerinin ve emekçi kitlelerinin kendi burjuvazilerinden kopmaları, olanaksız olmasa da son derece güç olacaktır. PKK “demokratik cumhuriyet” şiarıyla bağımsızlık programını terk ederken, sadece Türkiye’de sosyalizm mücadelesinin önüne yeni engeller dikmiş olmakla kalmıyor, kendisi istemese bile, burjuva şovenizminin Türkiye proletaryasını bölebilmesine, hatta emekçiler arasında etnik temelli boğazlaşmalar kışkırtabilmesine yardım etmiş oluyor. Bu anlamda, “demokratik cumhuriyet” fikrine dayalı “ülke partisi” anlayışı nesnel olarak gerici bir nitelik kazanmaktadır. Kürt proletaryası, Kürt ulusunun bağımsızlık dahil kendi kaderini tayin hakkını tavizsiz biçimde savunan kendi devrimci sosyalist partisini inşa etme yolunda ne denli güçlü adımlar atarsa, Türk emekçilerin kendi burjuvazilerinden kopmalarına o denli yardımcı olacak ve onlarla Bonapartist rejime karşı ve sosyalizm için mücadelede çok daha sağlam birliktelikler kurabilmeyi olanaklı hale getirecektir. Parçalanmış ve bölüm bölüm egemenlik altına alınmış, sömürge durumuna itilmiş bir ulusun, ulusal bilincini ve kimliğini mücadeleler içinde geliştirdiği oranda, ulusal birliğini hayal ve talep etmesi devrimci proletarya açısından tarihsel meşruiyete sahiptir. Öte yandan bu hayalin ve talebin gerçekleşmesi ise son derece karmaşık süreçlere tabidir. ABD emperyalizminin, Molla Mustafa Barzani’nin 1973’te yaptığı “biz Kürtler sizin 51. eyaletiniz olarak Birleşik Devletler’e katılalım” çağırısını şimdi yanıtlamaya kalkıp Türkiye, İran, Suriye’ye vs. askeri operasyonlar düzenleyerek birleşik bir Kürdistan yaratma planı yürürlüğe koyması; ya da Kürdistan Bölge Yönetimi’nin Irak’tan ayrılıp önce Türkiye’ye katılması ve sonra da Türkiye’nin Kürdistan’a bağımsızlık tanıması gibisinden, konjonktür dışı varsayımsal olasılıkları bir kenara bırakacak olursak; Kürt ulusunun asgari birliği ancak en az iki parçanın bağımsızlığını elde edebilmiş olmasını gerektiriyor. Bunun sadece Türkiye, İran ve Suriye için değil, Irak’taki Kürtler için bile geçerli olmadığı ortada. İkincisi, bu birliğin de gönüllü olması, yani birleşmek isteyen ulus parçalarının onayının bulunması gerekiyor. Tarihte, bağımsızlık ve başka devlete katılma hakkına sahip olmakla birlikte, ayrılıp kendi ulusal devletine katılmak yerine içinde bulunduğu bir başka devletin çatısı altında yaşamayı tercih eden ulusal azınlık örneklerine rastlanmamış değildir. Ama ne hal olursa olsun, Kürt ulusunun birliği de ancak kendi kaderini tayin hakkına sahip olabilmesinden geçiyor. Bütün bunları dikkate aldığımızda ve Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olabilmelerinin koşulunun onları egemenlik altında tutan bölgedeki gerici rejimlerin devrimci demokratik dönüşümlere uğratılabilmesiyle yakından ilişkili olduğunu hesaba kattığımızda, Kürt devriminin ilerletilebilmesinin yegane gerçekçi yolunun devrimin sürekli kılınarak proletaryanın önderliğinde Ortadoğu Sosyalist Devletler Federasyonu’na doğru geliştirilmesinden geçtiğini görmemek mümkün değil. İşte bu nedenle devrimci Marksistler olarak Enternasyonal’in Ortadoğu’da inşasını zorunlu bir görev olarak önümüze koyuyoruz. 26

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dosya

Kürdistan Devriminin Sorunları

Erol Yeşilyurt

Kürdistan Devriminin sorunları gibi kapsamlı bir konuyu çeşitli düzeylerde ele almak mümkündür; sömürge statüsü, ulusal direniş, sınıfların mevzilenmesi, politik aktörler, kitle hareketleri, Ortadoğu, Irak, İran, Suriye ve Türkiye’deki gelişmeler ve emperyalizmin müdahaleleri yapılacak analizin bileşenleridir. Bu yazıda analizimizin çıkış noktası; Kürdistan’ın sömürge statüsü ve bu konum ile ulusal kurtuluş mücadelesi arasındaki ilişki oldu. Bölgemizde haritaların yeniden çizilmeye başlandığı bir dönemde Kürdistan devrimini tek başına ancak diğer bölge devrimleri ile ilişkisi içinde ele alıp, öne çıkarmak önemlidir. Bu görev yerine getirildiği zaman Kürdistan devrimi’nin yalnızca Kürdistanlılar için değil bölgede yaşayan diğer halklar için de eşit ve adil bir yaşamın kapılarını açacak olan gelişmelerin doğumunu hızlandıracaktır. Daha yalın bir dil ile ifade edersek Türkiye, İran, Suriye ve Irak tarafından paylaşılmış Kürdistanlılara kendi kaderini tayin hakkı tanınmadığı sürece, ezen ulustan emekçilerin kendi özgürlüklerine kavuşması ve değişik halk ve uluslar arasında eşit ilişkiler kurulması ve emperyalizme karşı ortak bir mücadelenin sürdürülmesi mümkün değildir. İkinci olarak, bu yazı, sömürgecilik kavramının öne çıkarılması ile; ulusal sorunun ezilen ulusun bir dizi hak ve özgürlüklerine kavuşması, örneğin, kendi dilinde eğitimin sağlanması şeklinde haklar için verilen bir mücadeleye indirgenmesinin çıkmazlarına da işaret etmektedir. Sömürgeciliğe karşı mücadeleyi esas alan programlar, ulusal sorunu aynı zamanda bir toprak sorunu olarak ele alarak, Kürdistanlıların kendi kendilerini yönetmelerini ön plana çıkarırken, haklar için verilen mücadele toprak ve buna bağlı olarak ulusal egemenlik sorununu ikincil bir konuma itmektedir. Sömürgeciliğe karşı mücadele ile demokratik haklar ve özgürlükler için mücadele birbirine karşı değil, aksine birbirini tamamlıyor. Burada dikkat edilmesi gereken, öncelikle, Kürdistan bir coğrafi bir alan olarak yok sayıldığı sürece, demokratik haklar için verilen mücadelenin, mevcut hegemonyayı yıkmak yerine onunla uzlaşmanın da bir ifadesi haline geleceğidir. Örneğin, Yaz | 2010 -

27


Kürdistan Devriminin Sorunları 1998 sonrasında, PKK’nin ‘’demokratik cumhuriyet’’ kavramını öne çıkararak, ulusal mücadeleyi giderek artan bir şekilde hak ve özgürlükler için bir mücadeleye indirgemesi bu yönde bir tehlikeye işaret etmektedir. 1992’den bu yana değişik biçimler altında kendi kendilerini yöneten Güney Kürdistanlıların ısrarlı bir şekilde toprak ve kaynaklar sorununu gündemde tutmaları ise ayrı bir örnek teşkil etmektedir. Ayrıca, sömürgeciliğe karşı ulusal egemenliğin sağlanması için verilen mücadele bir kıstasla birlikte ele alındığı zaman; Diyarbakır’dan, Erbil’e, Doğu ve Güneybatı Kürdistan’a kadar uzanan coğrafyada mevcut Kürdistanlı politik hareketlerin politik program ve eylemlerini sağlıklı bir şekilde değerlendirmek mümkün olmaktadır. Kürdistan devrimi’nin sorunlarını sömürgecilikten başlayarak açıklamak, böylece Kürdistanlı politik partilerin geniş bir değerlendirmesini ertelemek her ne kadar hatalı gözükse de yanlış olmasa gerektir. Kürdistan devrimi hakkında tartışırken ister istemez, Leon Troçki’nin 1936 İspanya Devrimi ile iligili politik tespitlerini hatırlıyoruz. İspanya Devriminin en önemli üç sorununu, “Parti, yine parti, yine parti’’1 diye tanımlayan Troçki, politik önderlik sorununun önemini tekrar tekrar vurgulamıştır. Parti sorunu, Kürdistan içinde yakıcı bir sorun olarak kalıyor. Kürdistan’ın değişik parçalarında süren mücadelelere baktığımız zaman emekçi kitlelere dayalı, onların çıkarları doğrultusunda hareket eden, ulusal ve sosyal mücadeleyi program ve eyleminde birleştiren partilerin yokluğunun gerek sömürgeciler gerekse onların uluslararası destekleyicileri olan emperyalistler için bir fırsat teşkil ettiği açıktır. Ancak, burada politik liderlik konusundaki tahlillerin tek başına kaldıkları zaman; Kürdistan devriminin anlaşılması değil, anlaşılmamasına yol açabileceğine dikkat çekmek yerinde olacaktır. Kürdistan trajedisinin sorumlularından biri olan Türkiye’den yazmamız bu konuda daha da duyarlı olmamızı grekli kılmaktadır. Kürdistan’ın tarihi, gelenekleri, kültürü, ekonomisi, sosyal yapısı, uluslararası konjoktürdeki yeri ile birlikte ele alındığı zaman, politik liderlik sorunu ve devrimci bir işçi partisi’nin gerekliliği, kendisini soyut argümanların dışında devrimin olmazsa olmaz koşullarından biri olarak sunmaktadır. Kürdistan’da sömürgecilik ve azgelişmişliğin gelişmesi Bir dizi yazar ve politikacı Türkiye’nin ‘’Doğu’’ ve ‘’Güneydoğusu’’ olarak adlandırdıkları Kuzey Kürdistan’ı “azgelişmiş, feodal ve yarı-feodal’’ üretim ilişkileri çerçevesinde tanımlamaktadırlar. Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP başkanlığına seçim konuşmasında2 yaptığı gibi bölgenin azgelişmişliği vurgulanarak ‘’Kürt sorunu’’ bir kalkınma sorununa indirgenmektedir. Sözde sosyal demokrat çevrelerin bile savunmakta zorluk çektiği bu savları eleştirmek bile gereksiz ancak Türkiye ile Kürdistan arasındaki ilişkinin niteliğini sorgulamakta fayda vardır. Sorulması gereken soru; “Türkiye’nin metropol illeri gelişirken Diyarbakır, Urfa, Hakkari gibi Kürdistanlı iller neden gelişemiyorlar? Azgelişmişlik, Kürdistan’da kapitalizmin doğal gelişmesi içinde aşılamayan bir durum mu yoksa; Kürdistan’a dışardan empoze edilen bir gerçeklik midir?” sorusudur. Azgelişmişlik dediğimiz zaman, yalnızca feodal ve yarı feodal üretim ilişkilerinin kapitalist pazar ilişkileriyle birlikte varolmasını değil, metropol ve çevre arasında ve buna paralel olarak sınıflar arasındaki gelir dağılımı eşitsizliğine de dikkat çekiyoruz. Örneğin, gelir dağılımına baktığımız zaman karşılaştığımız rakamlar Türkiye’nin kır ve şehir yoksullarının ağırlıklı olarak Kürdistan’da yaşadığını gösteriyor. 2000 yılına ait kişi başına GSYİH endeks verilerine göre, Marmara ve Ege Bölgeleri Türkiye ortalamasının üzerinde, Akdeniz ve İç Anadolu bölgeleri Türkiye ortalamasına yakın, Karadeniz, Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu Bölgeleri 1 Lev Troçki, The Spanish Revolution, Türkçesi: İspanyol Devrimi (1931-1939), Yazın Yayıncılık, çeviren; Emrah Dinç, Umut Konuş, 2000. 2 Kemal Kılıçdaroğlu, CHP Kurultayı Konuşması, 23 Mayıs 2010, Ankara.

28

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kürdistan Devriminin Sorunları ise Türkiye ortalamasının altında bir gelir seviyesine sahiptir.3 Geçen on yıllık süre içinde gelir dağılımındaki eşitsizlik daha da artmıştır. Türkiye’de bölgelere göre yoksulluk oranına baktığımız zaman, Marmara bölgesinde yoksulluk oranı yüzde 7.5, Ege’de yüzde 8 iken Kürt illerinde bu oranın yüzde 35’e çıktığı görülüyor. Yoksulluk seviyesi olarak günde 1 doların altında gelirle yaşamanın esas alındığı hatırlanırsa, Kürdistan’da milyonlarca insanın günde 1 dolar gelirleri olduğunu görmekteyiz.4 Taraf gazetesinde yayımlanan haberlere göre Diyarbakır’da hiçbir gelire sahip olmayan 15.000 aile vardır.5 Yoksulluğun diğer bir boyutu da; devletin sağladığı kamu hizmetlerindeki eşitsizliktir. İşsizlik, yoksulluk ve eğitim göstergeleri ülke ortalamasının altında seyreden bölge illerinin sağlık göstergeleri de en alt düzeydedir. “Bölgede on bin kişiye düşen hekim sayısı, 5.49, diş hekimi sayısı, 0.52, hastane yatağı sayısı, 13.26 dır. Örneğin; 2000 yılında yapılan nüfus sayımına göre; illere göre doktor başına kişi sayısı; Diyarbakır’da 1.424, Şanlıurfa’da 2.336, Şırnak’ta 2872 gibi oldukça yüksek bir değere sahiptir. Türkiye’deki illerde ise bu oran 764’tür.”6 Kürdistan’da kişi başına düşen doktor ve sağlık personeli sayısı oldukça azdır ancak, kişi başına düşen asker ve güvenlik personeli gibi bir çalışma yapılırsa tam tersi bir durum ile karşılaşılacağı açıktır. Kürdistan’da topraksızlık, işsizlik, gelir dağılımdaki eşitsizlik gibi sorunlar, sömürgecilik çerçevesi içinde ele alınmalıdır. Türkiye ve Kürdistan arasında eşit bir ilişki yoktur, Kürdistanlıların kendi kendilerini yönetmeleri ya da kendi kaynaklarını nasıl kullanacakları konusunda karar vermeleri söz konusu değildir. Kararlar Ankara’dan verilmekte ve merkezi devletin aygıtları olan bürokrasi ve güvenlik güçleri tarafından uygulamaya konmaktadır. Devlet, Kürdistan’a yaptığı her lira yatırımın çok daha fazlasını alıp götürmektedir. Dolayısıyla, sömürge gerçekliğinin kavranması, Kürdistan’da kapitalizmin azgelişmesi gibi sorunların tartışmasına başka bir anlam yüklemektedir. Sömürgecilik perspektifi esas alındığı zaman azgelişmişlik; sömürgeciler tarafından empoze edilen, gerek ekonomik gerekse de politik ve askeri yöntemlerle sürdürülen bir durumdur. Sorun; Kürdistan’da kapitalizmin azgelişmesi değil, Kürdistan’da azgelişmişliğin geliştirilmesidir. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bu yana gerek doğal, gerekse de insan kaynaklarının metropollere transferini esas alarak tarım, hayvancılık ve sanayileşmenin gelişimini engellemiş ve 1970’li yılların sonlarına kadar bölgede hiçbir yatırım yapmamıştır. Sömürgeci ilişkilerin doğası gereği, bir yandan kaynak transferi gerçekleştirilirken diğer yandan da Kürdistan’ın sosyo-ekonomik yapısı bağımlılık ilişkileri çerçevesinde yeniden şekillendirilmektedir. Bu olgu yalnızca Türkiye’ye özgü değildir; Kürdistan’ın diğer parçalarında da aynı tablo ile karşılaşıyoruz. Irak’ta Saddam Hüseyin rejimi tarafından gerçekleştirilen Enfal kampanyası ve Kerkük’ten Kürtlerin atılması, İran ve Suriye’de sürekli olarak Kürt illerinden kaynak ve insan transferinin sağlanması bu benzerliklerin bazılarıdır. Kürdistan’da azgelişmişliğin gelişmesinden sorumlu olan sömürgeci devletler, Kürdistan’ın coğrafi bir alan, Kürtler için bir vatan olarak anılmamasını sağlayacak politikaları gerek barış gerekse de savaş yoluyla uygulama konusunda ısrarlıdırlar. Örneğin, Kürdistan’ın zengin petrol ve su kaynakları metropollere transfer edilir ya da bu ürünlerin dünya pazarlarına transferinden elde edilen kazanç gasp edilirken, aynı 3 Umut Halaç, Yeşim Kuştepeli, Türkiye’de Bölgesel Gelirin Yakınsaması; Gelir Dağılımı Açısından Bir Değerlendirme, Dokuz Eylül Üniversitesi yayını, Şubat 2008, Bkz; http://www.deu. edu.tr/UploadedFiles/Birimler/12741/08_01.pdf 4 Yrd. Doç. Dr. Özkan Yıldız, GAP illerinde Sosyal ve Ekonomik Dönüşüm, Gaziantep Üniversitesi Sosyoloji Bölümü yayınları, 2008. Bkz; http://eab.ege.edu.tr/pdf/8_1/C8-S1-M16.pdf 5 Eylem Düzyol, Taraf Gazetesi, 07 Nisan 2010. 6 Devlet Planlama Teşkilatı, Illerin ve Bölgelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması, Yayın No; DPT 2671. 2003. Yaz | 2010 -

29


Kürdistan Devriminin Sorunları zamanda, Kürdistanlıların ulusal egemenliklerini sağlamalarının koşulları da ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Sömürgeciliğe endeksli toplumsal gelişme, bir yandan Kürdistan’ı Anadolu konsepti içinde ortadan kaldırırken, deneyimleri farklı olmakla birlikte Kürt burjuvazisi, orta sınıflar ve işçi sınıfı kendilerini kollektif olarak ezen sistemin asimilasyon politikaları ile karşı karşıyadırlar. Kürdistan’da azgelişmişliğin gelişmesini kavramak için Türkiye’nin bölgeye yönelik kalkınma politikalarını incelemekte yarar vardır. Aşağıda, sömürgecilik ve bağımlılık ilişkilerini açığa vuran iyi bir örnek olan GAP‘ın kısa bir değerlendirmesi yer alıyor. Bu tartışma aracılığı ile bir yandan rejimin Kürdistan’a yönelik politikalarını sergilerken, diğer yandan da, anılan politikaların Kürdistan’da sınıfların mevzilenmesini ve devrimci mücadeleyi nasıl etkileyip şekillendirdiğini göstermeyi amaçlamaktadır. Bir Göç ve Mülksüzleştirme Serüveni: Güney Anadolu Projesi (GAP) Hazırlık çalışmaları, 1970’li yıllarda başlayan GAP, 1983 yılında, Atatürk barajının temelinin atılmasıyla birlikte hızlandırıldı. “GAP, Aşağı Fırat ve Dicle ana projeleri ile bunların alt projeleri olan sulama ve enerji üretimine yönelik 13 alt projeden oluşmaktadır. Bu onüç alt projede yer alan 22 baraj ve 19 Hidroelektrik santralı (HES) ile yılda 1.7 milyon hektar arazinin sulanması ve 27 milyar kilowatt saat enerji üretilmesi öngörülmektedir.”7 Proje alanı yaklaşık 75.358 km²’ lik bir alanı kapsamakta olup Adıyaman, Batman, Gaziantep, Mardin, Siirt, Şanlıurfa ve Şırnak illerini içermektedir. GAP projesinin 3.5 milyon kişiye iş imkanı sağlaması ve Türkiye’nin Gayri Safi Milli Hasılasını 12-15 milyar dolar artırması öngörülmektedir. Ahmet Güner’in, “Modernleşme ve Güneydoğu” adlı kitabında, bölgeye 60 yıl hiçbir yatırım yapmayan Türk hükümetlerinin 1980’li yıllarda GAP projesini hızlandırarak bölgede kapitalizmin gelişmesini ve böylece modernleşmeyi sağlamayı hedeflediklerini; GAP’ın hali hazırda bölgede tarımın modernleşmesine yol açtığını ve ileriki yıllarda, sanayileşmenin de sağlanacağı ileri sürülmektedir. Ahmet Güner’ e göre, sorun, bölgede kapitalizmin yeterince gelişmemiş olmasıdır. Kürdistan’da biri feodal ve diğeri ise kapitalist olan iki üretim biçimi vardır. Kapitalist sektör geliştiği takdirde Kürt sorunu kendiliğinden çözülecektir. Yazar, azgelişmişliğin sorumlusu olarak feodal üretim ilişkileri gibi içsel faktörler göstermekte ve GAP’ın feodal ilişkilerin modern kapitalist ilişkilere dönüşmesine yol açtığı varsayılmaktadır. Güner’in kendi mantığı içinde hareket ettiğimiz zaman, GAP ile Kuzey Kürdistan’ın Türkiye ekonomisine gerek ekonomik gerekse de politik olarak entegrasyonunun sağlanmasının hedeflendiği sonucuna varılması kaçınılmazdır. Cumhuriyet’in kuruluşunun ilk yıllarından 1970’li yılların sonuna kadar, Türkiye hükümetleri, Kürdistan’ın kalkınmasını söz konusu bile etmediler. Doğu ve Güneydoğu Anadolu olarak anılan Kürdistan; kimi zaman bir mahrumiyet, kimi zaman da bir afet bölgesi olarak kaldı. Türkiye metropolleri kalkınma merkezleri olarak belirlenirken, Kürt illeri küçük çaplı sanayi, tarım ve hayvancılığın yoğunlaştığı yerler olarak kaldılar. 1980 sonrasında küçük sanayi, tarım ve hayvancılık ağır bir darbe alırken, GAP kalkınma planı içinde olan bazı bölgeler dışında ekonomik altyapı önemli bir tahribata uğradı. Gerek devletin geleneksel olarak izlediği asimilasyon politikaları, gerekse de savaş koşulları nedeniyle milyonlarca Kürdistanlı topraklarını terk etmeye zorlandı. Türk metropollerinde yerleşmek, gerek burjuva gerekse de orta burjuva ve köylü kökenli kesimler için giderek artan bir şekilde tek çözüm teşkil eder hale geldi. Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana sürdülen politikalar sonucu demografik yapıda önemli değişiklikler gerçekleşmiştir. Türkiye hükümetleri, metropollere göçü, gerek zor yoluyla gerekse de ekonomik imkansızlıkların yaratılması gibi yollarla des7 Ahmet Özer, Modernleşme ve Güneydoğu, İmge Yayıncılık, 1998. syf; 25.

30

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kürdistan Devriminin Sorunları teklemektedirler. Feodal-burjuva sınıflar yatırım imkanlarının ve yaşam tarzının daha yüksek olduğu Türk şehirlerine göçmüşler ya da yatırımlarını metropollerde yapmışlardır. Yine aynı şekilde Kürdistanlı aydınların ve doktor, mühendis gibi profesyonel kesimlerin büyük çoğunluğu da Batı illerinde yerleşmiş bulunmaktadırlar. Kürt kitlelerini kontrol altında tutmayı amaçlayan Türkiye hükümetleri, bir yandan merkezi devlet otoritesini en kaba biçimlerde inşa ederken, diğer yandan da toprak ağası ve beylerle işbirliğine yönelmiş ve bu kesimlerin çıkarlarını tehlike altına alacak bir toprak reformunu, sanayileşme planları ile birlikte rafa kaldırmıştır. Azgelişmişlik, geliştiği ve üretim ilişkilerini belirlediği oranda göç ve mülksüzleşme hızlanmıştır. Kürdistan’dan metropollere göç, Kürdistan’da ulusal bilincin gelişimi ve kitlelerin ulusal talepler ile mücadele sahnesine çıktıkları süreci olumsuz olarak etkilemiştir. Örneğin, resmi devlet partileri Kürt illerinde faaliyetlerini bile zorla gerçekleştirirken metropol varoşlarında Kürdistanlıların içerisinde etkili bir şekilde faaliyet yürütüp, kitleleri yanıltabilmektedirler. Ayrıca, İmralı savunmasında, “Doğu’daki Kürt nüfusunun en azından bir katı kadar Batı’da bulunması otonomi tezinin maddi temelinin elverişsizliğini gösterdiğini”8 ileri süren A. Öcalan’ın sözlerinin de, Kürtlerin metropollere göçünü öngören GAP’ın Kürt milliyetçiliği üzerindeki etkisinin bir örneği olarak ele almakta fayda vardır. Büyük çapta tarıma dayalı bir sanayileşmeyi öngören GAP, Kürdistanlı kitlelerin mülksüzleştirilmesi sürecini daha da hızlandırarak, ortalama bir Kürdistanlının yaşam seviyesini yükseltmesi bir yana; Kürt yoksullarının daha da marjinalleşmelerini neden olmaktadır. Sömürgecilik bağlamında diğer ülkelerdeki sömürgeci pratiklere bakarak, sağlanacak modernleşmenin kimin yararına olduğunu sormak gerekir. Örneğin; 200 yıllık İngiliz egemenliği sonrası 380 milyon nüfusa sahip olan Hindistan’da, 1939’da sadece 1.306 tarım, 2.413 mühendislik, 719 veterinerlik, 150 teknoloji ve 3.561 tıp öğrencisi vardı.9 Aynı şekilde bir gelişmeye Kürdistan’da da rastlıyoruz. 1944 yılında Devlet Üretme Çiftliği kurulması amacıyla yöredeki 367 köyün boşaltılması sonucu, göçer hale gelen Beritan aşireti toprak ve evleri olmadan 39 yıl göçebe hayatı yaşadıktan sonra, 109 aile Elazığ’da ve 208 ailede Diyarbakır’da iskan edilmiştir. Ancak, iskan edilen ailelerin yaşam tarzları ve yaşamlarını idame etmelerini sağlayacak becerileri göz önüne alınmadığından ve evlerin dar ve bitişik düzende olmasından dolayı birçok aile tekrar göçer olmuştur. 1985’ten beri tek alıcının devlet olması, meraların köy veya toprak ağalarının denetimine geçmesi ve İran ve Suriye sınırlarının kapanması sonucu hızla fakirleşen 50.000 Beritanlı göçebenin yarısı büyük kentlere göç etmiştir. Daha önceleri kendi olanakları ile şehirlere göçerek yaşamlarını kuran ve çocuklarına eğitim sağlayabilmiş olan Beritanlı aile sayısı yüzde ikiyi geçmemektedir.10 GAP, bölge halklarının ihtiyaçlarını gözardı ederken; Türkiye’nin ekonomik ve politik ihtiyaçlarına cevap veren bir projedir. Örneğin; sanayileşen Türkiye’nin elektrik ihtiyacı her yıl yüzde on artmaktadır. GAP projesi dahilinde kurulan barajlar günümüzde Türkiye’nin elektrik ihtiyacının yüzde onbeşini karşılamaktadır. Günümüzde bölgede, yüzde 7 olan ekilebilir toprak oranı, GAP projesinin tamamlanması ile birlikte yüzde 53’e çıkarılarak, geniş çapta makinaya dayalı tarımın yapıldığı bir coğrafya yaratılacaktır. İhracata dayalı bir gıda sanayi, Türkiye ekonomisine milyonlarca dolar katkıda bulunurken, Kürdistan ekonomisine katkısı ise oldukça sınırlı kalacaktır. Ayrıca, GAP vasıtası ile Türkiye’nin Irak ve Suriye’nin su ihtiyaçlarını tümüyle kendi kontrolu altına almayı planlamaktadır. GAP projesinin kaynak yokluklarına rağmen uygulanmasını sağlayan en önemli faktör ise politik faktörlerdir. Ulusalcı akımların uyum gösteremeyeceği yeni bir coğrafya yaratılarak Kürt ulusal mücadelesinin maddi koşularının ortadan kaldırılması hedeflenmektedir. GAP ile gerçekleştirlecek yatırımlar sonucu, bölge, Ankara’ya daha da yakın hale gelecek ve böylece bağımsız ya da federe bir Kürdistan’nın savunusu de8 Abdullah Öcalan, İmralı savunma tutanakları, Syf: 111, Haziran 1999, İmralı. 9 A. Cockburn, Corruptions of Empire, Verso Publishing, London, 1988. syf: 311-312. 10 Ahmet Özer, Modernleşme ve Güneydoğu, İmge Yayıncılık, 1998. syf; 185-186. Yaz | 2010 -

31


Kürdistan Devriminin Sorunları ğil; bölgenin entegrasyonu, tüm politik partilerin üzerinde mücadele ettiği bir platform haline gelecektir. Politik faktörün ekonomik çıkarların üzerinde belirleyici bir faktör olarak ortaya çıkmasının en iyi örneklerinden birisi, halen kamuoyunun gündeminde bulunan Ilusu barajının inşasıdır. Günümüzde GAP, elektrik üretimi hedeflerinin yüzde 60’ına ulaşmıştır. Ilusu barajı elektrik üretimi; GAP elektrik üretiminin yüzde 14’üne eşit olacaktır. Ancak, Türkiye’nin elektrik dağıtım şebekesinin modernize olmaması nedeniyle kaybolan elektrik miktarı Ilısu barajının üreteceği elektrik miktarından fazladır. Türkiye’nin dağıtım şebekesini yenilemek yerine, Ilusu barajı ile binlerce aileyi topraksızlaştırmak ve tarihi Hasankeyf yerleşim birimini ortadan kaldırmak pahasına inşa etmek istemesi nasıl açıklanabilir? Avrupa Nehirler şebekesi (RiverNet), Ilusu ile ilgili raporunda bu konuda aşağıdaki cevabı verilmektedir: 1.300 dolar/kW (buna ilave olarak finans masrafları) ile Ilusu göreceli olarak pahalı bir enerji projesidir. Öyle görülüyor ki, Türkiye hükümeti Güneydoğu Anadolu’daki Kürt nüfusunu kontrol altında tutmak ve Suriye ve Irak üzerindeki politik baskılarını artırmak amacıyla Ilusu için yüksek bir bedel ödemeye hazırdır.11 Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde yapımına başlanan, çevreyi korumak isteyen eylemcilerin muhalefeti ile karşılaşan baraj ve hidroelektrik santralleri, ilk olarak Kürt topraklarında yaygın bir şekilde uygulanmaya başlandı. Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ), Dersim’de II. Munzur projesi adıyla, sekiz adet baraj ve hidroelektrik santralini (HES) projelendirerek, bir kısmının yapımını başlattı. Bunlardan Uzunçayır Barajı (HES) ve Mercan (HES) ve tesisleri inşaatları tamamlanmıştır. Devletin bütün muhalefete rağmen sürdürmekte ısrar ettiği, II. Munzur Projesi ile elde edilecek enerji, Türkiye’nin tüm akarsularından elde edilen enerjinin yüzde biri dahi değil, ancak binde nispeti sınırlarındadır. Yukarıda belirtilen baraj yapımları dolayısıyla yerli nüfusların evlerinden ayrılarak yeniden yerleşime zorlanmaları olgusunu, Türkiye’nin asimilasyon politikaları ile birlikte ele alırsak, GAP’ın Kürdistanlıların yurtlarından uzaklaştırılma ve mülksüzleştirilmelerinin bir aracı olduğunu görürüz. Burada önemle vurgulanması gereken; devletin kırları zorla boşaltması ve GAP’ın uygulanması sonucunda kademeli olarak göç edeceğı tahmin edilen Kürdistanlıların, baş döndürücü bir hızla yurtlarını terk etmek zorunda bırakılmış olduklarıdır. Tarıma dayalı ve ihracata yönelik bir sanayileşmeyi hedefleyen GAP’ın yüzde 40’ı tamamlanmış durumdadır. Bölgede yatırım yapan firmalara gelir ve kurumlar vergisi muafiyeti tanınmakta, yatırımcılarıın SSK primlerini hazine karşılamaktadır. Ayrıca, yatırımcılara bedava arazi temin edilmekte, indirimli elektrik sağlanmakta ve uygun şartlarla KOBİ kredisi verilmektedir. Bu teşviklerin bir sonucu olarak; özellikle Gaziantep, Urfa ve Adıyaman’da yapılan yatırımlarda bir artış gözlenmektedir. Türk sanayici ve iş adamları, bölgede kurulacak yeni işletme sahipleri olarak ortaya çıkarken, bu süreçte verimli toprakların mülkiyeti de büyük oranda sömürgecilerin eline geçmektedir. GAP projesi dahilinde sulanacak toprakları bilen büyük sermaye, (özellikle Koç gibi holdingler) bölgede önemli büyüklüklerde toprak satın almıştır ve ihracata yönelik geniş çaplı üretim planları yapmaktadırlar.12 Ancak, 2047 yılında tamamlanabileceği tahmin edilen GAP, sürdüğü takdirde, Kürdistan’dan Türk metropol şehirlerine nüfus akışının süreceği açıktır. GAP’ın yarattığı kalkınma olanaklarını yok sayarak göç ve mülksüzleşme tespitinde ısrar ettiğimiz sorgulanabilir. Ancak; GAP‘ın uygulamaya konduğu son yirmi yıl içe11 Seminar for Doctoral Students at the ETH Zurich, Case study: GAP Project in Turkey, 2008. 12 Ntvmsnbc, Koç-Ata’dan Gap’ta büyük yatırım, 11 Ekim 2009. bkz; http://arsiv.ntvmsnbc. com/news/36194.asp#BODY

32

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kürdistan Devriminin Sorunları risinde beklentilerin tersine, gerçekleştirilen GAP yatırımları sonucu kitlelerin durumunda bir düzelme olmadığını belirtmek zorundayız. Kurulan barajlardan elde edilen elektrik, metropollere taşınırken, Arap ülkeleri ve İsrail’e bir kanal inşa edilerek su ihraç edilmesi planlanmaktadır. R. Olson’un belirttiği gibi; GAP bölgesinde kurulması beklenen büyük sanayi işletmeleri ve işyerlerinden Kürtlerin faydalanması mümkün gözükmemektedir. Bölgede kurulacak işletmelerin büyük çoğunlugunun sahibi Türkler olacaktır. Kürtler yalnızca işçiler olarak çalışacaklardır. Okuma yazma oranının düşük olması, yetersiz eğitim ve kalifiye eleman eksikliği ve bu yetenekleri elde etme imkanlarının sınırlı olmasının bir sonucu olarak, burada kurulacak işletmeler çok sayıda Kürdü işe almak yerine bölge dışından gelen işçileri istihdam edecektir. Kalifiye nitelikteki, okur yazar Kürtlerin bir çoğu, son yirmi otuz yıl içerisinde hali hazırda batıdaki şehirlere göç etti. Kısacası, yetenekli ve kalifiye bir işgücü Güneydoğu’da mevcut değildir. Buna ilave olarak, Güneydoğu’daki şehir ve kasabalarda yaşayan bir bölümü etnik temizleme hareketleri sonucu olarak kırsal kesimden atılmış olan mülteci Kürtler vardır. Hayal kırıklığı içerisindedirler; kızgın ve korkmuş durumdadırlar ve enerji ve heves dolu bir işgücünü temsil etmezler.13 Sömürgeci Strateji Karşısında Devrimci Strateji ve Taktikler Yukarıdaki bölümlerde, GAP örneğini vererek, sömürgeciliğin azgelişmişliğin geliştirilmesi olarak tanımladığımız stratejisinin ana hatlarını özetlemeye çalıştık; göç ve mülksüzleştirme, tarıma bağlı büyük çaplı sanayinin geliştirilmesi, özellikle Erzurum, Gaziantep ve Adıyaman bölgelerinde yatırımlar yapılırken; Diyarbakır, Hakkari, Tunceli, Muş gibi illerde ekonomik altyapının tahribi, barajlar ve HES’ler inşa edilerek bölgenin enerji kaynaklarının metropol illere transferi. Güney Kürdistan’daki “federe devleti” Türkiye’nin ekonomik ve politik hegemonyası altında tutmak ta bu stratejinin bir parçasıdır. Kürtlerin ayrılmalarının veya federasyon ve/veya otonomi elde etmelerin maddi koşullarının ortadan kaldırılması için Kürdistan’da azgelişmişliğin geliştirilmesi gerekli kılınmaktadır. Görünen odur ki, mevcut status quo’yu iyileştirmeyi hedefleyen bir akımın Türk siyaset sahnesinde varoluşunun hazırlıkları yapılmaktadır. Hiç şüphesiz böyle bir gelişmenin en önemli koşulu, kitlelerin ulusal mücadeleden uzaklaşarak, politik temsilcileriyle birlikte “Demokratik Cumhuriyet” talebine Ankara’daki yöneticilerin verdiği anlamı vermeleridir. Kuzey Kürdistanlı devrimci partilerin, sömürgeciliğin strateji ve taktiklerini hesaba katmadan programlarını ve mücadele taktiklerini belirlemeleri beklenemez. Ulusal mücadelenin sözcüsü durumunda olan PKK’nin yukarda sözünü ettiğimiz nedenle, sık sık değişen strateji ve taktikleri bir yandan kitleler içinde bir şaşkınlığa yol açarken diğer yandan da kitlelerin enerjilerinin çıkmaz sokaklara kanalize edilmesine yol açtığı barizdir. Sömürgeciliğe karşı mücadele, Demokratik Cumhuriyet için mücadeleye dönüştüğü oranda, GAP’ın uygulanması ve tamamlanmasının koşullarının hazırlanacağı görülmemektedir. İşçi sınıfı ve köylülüğe dayanan, varoşlarda yaşayan kır ve şehir yoksullarını kucaklayan gerek sınıfsal, gerekse de parti düzeyinde örgütlenmelerin diğer bir deyişle devrimci bir işçi partisinin gerekliliği ortadadır. Eksikliği duyulan; fabrikalar ve sendikalardan işsizlere, topraksız köylülere kadar uzanan milyonları harekete geçirmeyi başarabilecek, bu mücadeleyi sömürgeciliğe ve kapitalizme karşı yükseltecek ve zafere ulaştırabilecek bir partidir. 13 Olson, Impact of GAP on Kurdish Nationalism, The İnternational Journal of Kurdish Studies, Vol.9, Nos.1-2, 1996. Alıntılan bölümün çevirisi; Erol Yeşilyurt. Yaz | 2010 -

33


Kürdistan Devriminin Sorunları Son olarak, 1984 yılından beri sürdürülen ve özellikle 1992 yılı sonrasında Kürdistan’da binlerce köyün boşaltılmasının gerekçelerinden biri haline getirilen silahlı mücadele taktiğinin sorgulanması gerekmektedir. Sorgulanması gereken silahlı mücadelenin haklı olup olmadığı değil, devrimci mücadele içindeki işlevidir. Öncelikle, tarihte, Kürdistan’ın hiçbir parçasında silahlı mücadelenin tek başına kalıcı bir başarı sağlamaya yetmediğini görmek gerekiyor. Kürdistanlıların ağırlıkla, şehirlerde yaşadığı ve hayatın her alanında aktif oldukları bir coğrafyada – devletin göç ve mülksüzleştirmesi de hatırlandığında- silahlı mücadelenin ulusal mücadelenin altını oyan bir taktik haline geldiğini görmek gerekir. Ayrıca, Türkiye’nin kontrol altında tutulan ve belirli bölgelerde sınırlı kalan silahlı mücadeleyi tercih ettiğine dair iddiaları hafife almak mümkün değildir. Açıktır ki, silahlı mücadele Kürdistan’da göç ve mülksüzleştirmeyi hızlandırdığı, binlerce militanın şehirlerden çekilerek Kürdistan dağlarında etkisizleştirmesini sağladığı ve resmi politikaların “terörizme karşı mücadele” adı altında meşrulaştırma fırsatını verdiği zaman terk edilmek zorundadır. Kürdistan Devrimi ve Sınıfların Mevzilenmesi A) Kürt Hakim sınıfları; Burjuvazi ve Toprak sahipleri Türkiye burjuvazisinin bir parçası olarak doğan ve gelişen Kürt burjuvazisi, metropollere doğru göçe zorlanan milyonlarca yoksula sırtını dönerken, Kürdistanlı işçi sınıfı ve köylülük sömürgeciliğin mezar kazıcılarıdır. Burjuvazi ve toprak ağaları; ya mevcut sistemin sözcülüğünü üstlenir durumdalar ya da mücadeleyi kendi dar sınıf çıkarları içerisinde çıkmaz sokaklara sürüklemektedirler. Kendisine özgüvenden yoksun, Türk burjuvazisini örnek alan Kürt burjuvazisi, içinde doğduğu ve şekillendiği maddi koşullar nedeniyle Kürdistan devrimini ileri iten dinamik bir güç olarak ortaya çıkamaz, kendisine biçtiği rol, ulusal demokratik devrimin öncülüğü ya da taşıyıcılığı değil, kendi kendisini sömürgeleştirmenin özneliğidir. Kürdistanlı burjuvazi, tarihsel olarak, Türk illerinde yatırımlar yapmış ve Türk siyasi sistemi içerisinde kendisine bir yer bularak sömürgeci sistemi kendi sınıf çıkarları doğrultusunda kullanmayı amaçlayarak toprak ağalarının yolundan gitmiştir. Bu nedenle, Devlet ile Kürdistanlı egemenler arasındaki ilişkiyi anlamak için toprak reformuna bakmakta yarar vardır. Topraksızlar ve az topraklıların kırsal bölgenin tüm nüfusunun %50’sini oluştururken, toprak ağalarının bu nüfusun %5’ini oluşturduğunu belirten A. Güner,14 toprak ağalarının, her türlü konfora sahip olduğunu, yaşama standartlarının yüksek olduğunu, okuyan çocuklarının, aile ile bürokrasi ve siyasi iktidar arasında bir köprü vazifesi gördüğünü, mülkiyet ilişkilerini denetlediğı oranda politik sahneye çıkarak yerel temsilci veya mebus olarak yer aldıklarını, iletişim ve ulaşım araç ve olanakları kendi denetimlerinde olduğu için ilişkileri istedikleri gibi yönlendirebildiklerini belirtmektedir. A. Güner; “Ağalık düzeni GAP sulama projeleri ile birlikte, gerekli düzenleme yapılmadığı ve önlem alınmadığı takdirde biraz kılıf değiştirse bile daha güçlenip kuvvetlenebilir”15 tespitini yapmaktadır. Türkiye hükümetleri, katliamlar ve sürgünler yoluyla bir yandan Kürt feodallerini de yargılarken diğer yandan toprak reformunu gerçekleştirmeyerek bu kesimin çıkarlarının da sözcülüğünü üstlenmiştir. Aynı şekilde bir ilişki, burjuvazi ile devlet arasında da söz konusudur. Hiçbir zaman bitirilmeyen yatırımlara verilen krediler, ihaleler, özelleştirmeler yoluyla sınırlı kamu yatırımlarının burjuva kesimlere aktarılması bölgenin gerçeklikleri arasındadır. Burjuvazi, devlet kanalıyla sermaye birikimini hızlandırırken, politik partiler ve devlet bürokrasisi içinde kendisine yer bulmakta ve imtiyazlar elde etmektedir. Kürdistanlı işçi sınıfı ve emek14 A. Güner, age, syf;152. 15 Age, syf. 155.

34

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kürdistan Devriminin Sorunları çilerin yaşam ve çalışma koşullarının düzeltilmesi için hiçbir düzenleme yapılmazken, mevcut sömürü koşulları bizzat devlet eliyle muhafaza edilmektedir. Güney Kürdistan’a baktığımız zaman ulusal mücadelenin burada değişik bir rota izlediğini, Kürt egemen kesimlerinin bir bölümünün, şehirlerde komunlanan küçük burjuvazi ve aydınlarla birlikte ulusal mücadele içinde önemli bir rol oynadıklarını görüyoruz. Güney Kürdistan’daki Kürt ulusal hareketinin tarihi ve mevcut akımların detaylı bir tartışmasını yapmaya bu yazının sınırları mümkün değil ancak, egemen kesimlerin sınıf çıkarları mücadelenin genel çıkarları ile çatıştığı zaman Barzani ve Talabani önderliklerinin tercihlerini, Kürdistan devriminden yana değil, kendi hegemonyalarının sağlanması ve sürdürülmesinden yana yaptıkları görülmektedir. 1975 yenilgisi ve sonrası yaşanan gelişmeler, 1995’te İran ve Irak ordularının katılımıyla gerçekleşen KDP ve KYB savaşları ve bunu izleyen iki başlı yönetim, ABD işgali ile gerek Irak gerekse de Kürdistan’ın kaynaklarını yağmalayan neo-liberal reformları desteklemiş olmaları, her iki partinin de Kürdistan devrimi içindeki rollerini tartışma bırakmayacak bir şekilde gözler önüne sermektedir. B) İşçi sınıfı ve Köylülük Kürdistan’ı feodal ya da yarı feodal olarak tanımlayan akımlar, Kürdistan’da hatırı sayılır büyüklükte bir işçi sınıfı olduğunu bilerek görmezden gelirler. Gaziantep, Adıyaman, Diyarbakır, Mardin gibi illerde mevcut büyük sanayi kuruluşlarının yanı sıra oldukça yaygın bir küçük sanayi işletmeleri ağı mevcuttur. Mevsimlik tarım işçiliği yapan kır yoksulları da vardır. Metropol illerde yaşayan ve çalışan sayıları milyonlarla ifade edilen Kürt emekçilerini de Kürdistan ulusal mücadelesi içinde önemli bir potansiyeli temsil etmektedirler. Kürdistan’da sürdürülen göç ve mülksüzleştirme politakalarının bir sonucu olarak milyonlarca köylü yurtlarını terk etmeye zorlanırken, tarım ve hayvancılık önemli bir darbe yemiştir. Ancak, köylülük yine de Kürdistan devrimi içinde önemli bir sosyal güç konumundadır. Şehirlerin varoşlarında ya da kasabalarda hiçbir gelecek beklentileri olmadan açlık sınırında yaşamaya zorlanan milyonlar, devrimci mücadele içinde bir potansiyeli temsil ettikleri gibi bir sorunu da teşkil etmektedirler. Mevcut sosyal sınıfların ve üretim ilişkilerinin dışına itilmiş olan yüzbinlerce Kürdistanlı sosyal konumları nedeniyle bir an önce sorunlarına çözüm talep ederken, üretim ilişkilerinden uzakta olmaları nedeniyle lider ve parti, mücadelelerinin araçları olmaktan çıkıp, kendilerini özdeşleştirdikleri varlıklar haline dönüşmekte ya da sorunlarına çözüm bulunacağı inancıyla düzen partilerinin manipülasyonlarına açık kalmaktadırlar. Kuzey Kürdistan’da, burjuvazinin sisteme bağımlı olması ve genelde ulusal mücadeleden son yıllara kadar uzak durmuş olması, Kürdistan devrimi içindeki konumlarının ne denli zayıf olduğuna işaret etmektedir. Kürt burjuvazisi, Kürdistan’da ne demokratik devrimin görevlerini yerine getirmek ne de sömürgeciliğe karşı mücadele içinde yer almaya niyetlidir. Kürt işçi ve emekçilerinin direnişi ve mücadelesi ile karşılaştığı zaman burjuvazinin kendi kaderini tayin hakkını, sömürgecilerle birlikte yaşamak için kullanacağına şüphe yoktur. Kürdistan devrimi içinde burjuvazinin zayıf konumu, işçi sınıfı ve köylülüğün devrimci mücadelenin özneleri olarak tarih sahnesine çıkmasını, ulusal ve sosyal devrimi birleştirerek, Kürdistan devrimini sürdürmesini gerekli kılmaktadır. Burada özellikle üzerinde durulması gereken; Kürdistan’da sürekli devrim’in sömürgeci ülkelerdeki işçi sınıfı, devrimci partiler, demokrat ve devrimci kesimlerle ilişkisinin ya da güçbirliğinin önemidir. Kürdistan kurtulmadan Türkiyeli ya da Arap işçi sınıflarının özgürlüklerine kavuşmasının koşulları oluşmayacaktır ancak, Kürdistan devriminin sürekliliğinin koşullarından birinin, ezen ve ezilen ulusların işçi sınıflarını dünya devriminin saflarında bütünleştirerek, ortak düşmanlarına karşı mücadele etmek olduğunu görmek gerekir. Yaz | 2010 -

35


Kürdistan Devriminin Sorunları Parçalanma ve Birlik Sorunu Osmanlı İmpartorluğu’nun çöküşü ardından Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında paylaşılan Kürdistan, günümüzde de parçalanmış olarak kalmaktadır. Aradan geçen 80 yıla yakın zaman içinde Kürdistanlı mücadele, birçok noktada birleşir ve birbirinden ayrılırken, Kürdistan’ın değişik parçalarında yaşayan Kürtleri aynı ulusun parçası olarak gören kolektif bir ulus anlayışı, varlığını, günümüze kadar sürdürmüştür. Ancak, bu anlayış, bölgeci ya da belirli etnik gruplara dayanan anlayışlarla biraradadır. Sömürgeci bölge devletlerinin kendi çıkarları gereğince Kürdistanlı hareketlere destekler sunmaları, hatta bunları birbirlerine karşı silahlandırmaları ya da onlarla birlikte aynı cephede savaşmak suretiyle Kürdistan’ın parçalanmışlığının sürdürülmesinin koşullarını hazırladıklarını görmek gerekir. Bu nedenle, Kürdistan devrimini birbirinden ayrı ancak birbirine bağlı parçalar olarak düşünmek gerçekçi olacaktır. Birleşme anı henüz kaçırılmış değildir ancak, bu yönde bir gelişmenin dinamiklerinin sistemli olarak ortadan kaldırıldığını not etmekte yarar vardır. Daha önce belirttiğimiz Kürdistanlı burjuvazinin, Kürdistan’ı birleştirmek gibi bir politikası ya da perspektifi yoktur. Sınıf çıkarları, Kürdistan’ın gerek bölge devletleri gerekse de global dünya ekonomisinden ayrılmalarını değil; aksine, bir sınıf olarak gerek bölgesel gerekse uluslararası düzeyde mevcut sisteme entegre olmalarını gerektirmektedir. Güney Kürdistan’ın Savunusu 1991 yılından bu yana, Güney Kürdistanlılar, değişik biçimler altında ve Irak devleti ya da bu devletten arta kalan enkaz ile ilişki içerisinde kendilerini yönetiyorlar. Irak ve Güney Kürdistan arasındaki ilişkide, pratikte Güney Kürdistan federal bir yapıya sahip olmasına rağmen, bu statüsü yasal olarak garanti altına alınmış değildir. İkinci önemli sorun ise; Kürdistan Bölge Yönetimi’nin yapısı ve fiziki sınırlarının belirlenmemiş, özellikle de Kerkük eyaleti sorununun bir çözüme bağlanmamış olmasıdır. Güney Kürdistan, gerek bölge sömürgeci devletlerinin müdahale ve operasyonları, gerekse de kendi iç sorunlarına rağmen bugün kazanımlarını sağlamlaştırma noktasına varmıştır. Güney Kürdistan’daki olumlu gelişmelere olumsuzluklarla birlikte bakmakta fayda vardır. Çizgileri ne kadar tartışılır olsa da hemen her eğilimdeki birçok sol ya da sosyalist grup, Güney Kürdistan’daki siyasetin legalitesi içindedir. Örneğin Irak Komünist Partisi (IKP) Parlamento’da temsil edilmektedir. IKP lideri, KDP kongrelerinde onursal başkan olarak ağırlanıyor. İrili ufaklı birçok sol grup koalisyon halinde seçimlere katılıyorlar. Kısacası, mücadele dönemindeki çoğulcu siyasi yelpaze, kurumlaşma sürecinde de varlığını korumaktadır. Sendikalar, kadın örgütleri, insan hakları örgütleri gibi birçok sivil toplum örgütüyle birlikte ele alındığında Güney Kürdistan’daki siyasi ortam kısmen Lübnan ve Filistin’i ayrı tutarsak, hiçbir Ortadoğu ülkesiyle kıyaslanamayacak kadar geniş bir çoğulculuk içeriyor. Sosyalistlerin ve işçi sınıfı örgütlerinin faaliyetleri bakımından tarihten gelen gelenekleriyle de beslenen demokratik bir siyasi ortam vardır. Ancak, Irak’ın kuruluşundan beri yürürlükte bulunan hukuksal altyapının, Kürt siyasi hareketi ve toplumunun eğilim ve yaşam biçimiyle çelişmeler göstermesine rağmen halen korunması, burjuva ve feodal kesimlerin gerici, anti-demokratik eğilimlerin bir örneğidir. Örneğin; birçok mahkemede medeni hukuk, halen şeriat yasalarıyla yürüyor. Bu durum; Kürdistan ulusal mücadelesinin temel inşa taşlarından biri olan kadınlar açısından giderek sertleşen sorunlar yaratıyor. Yine parlamento, geçen yıl erkekler için çok eşliliği yeniden düzenleyen ve bir hayli tepki toplayan bir yasa kabul etmişti. Bu durum karşısında kadın örgütleri giderek daha keskin ve yaygın bir mücadele sürdürüyorlar. 36

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kürdistan Devriminin Sorunları Güney Kürdistan etnik açıdan da çok kültürlüdür. Antik din ve dillerin halen varlığını koruduğu kültürel bir havza olması itibariyle, hem sorunlar hem de çözüm yolları bakımından halen canlı bir havza oluşturuyor. Bazıları Parlamentoda kota ile temsil edilen Asuri-Süryani cemaatleri, halen Musul vilayetinde Nineve bölgesinde özerklik talep ediyorlar ve Kerkük’te de temsil istiyorlar. Önceki yıl Şengal bölgesinde büyük bir pogrom teşebbüsü ile karşılaşan Ezidiler, özerk bir bölge ve gerici İslamcı totaliterizm karşısında koruma talep ediyorlar. Kürdistan’ın çok kültürlülüğü, dil ve lehçelere de yansıyor. Keza Güney’de iki ayrı lehçe Kurmanci ve Sorani konuşulmaktadır. Kurmancinin Kürdistan’ın genelinde daha büyük bir çoğunluk tarafından kullanılmasına rağmen, Soranice Güney’de öteden beri resmi bir nitelik kazandığı için daha baskın bir konumdadır. Süleymaniye bölgesinde (KYB) Soranice, Behdinan bölgesinde (KDP) ise ağırlıkla Kurmanci konuşulması, ulus-devlet kurulurken “Tek dil” koşullanması nedeniyle Soranice’nin hakim dil ağırlığı kazanmaya başlamasının sorunlar ve çelişmeler yaratması -şimdilik çok fazla öne çıkmamakla birlikte- beklenmelidir. 2008’de Süleymaniye’de Kurmanci dilinde eğitimin okullardan kaldırılması kararı, buna bir örnektir.16 İşaret ettiğimiz diğer sorunların yanı sıra Sorani lehçesini devletin resmi dili olarak ilan etmek şeklindeki girişimler demokratik bir tarzda çözüm bekleyen ama istikrarsızlık kaynağı olabilecek önemli sorunlar olarak kendini gösteriyor. Kürdistan ulusal mücadelesi tarihi içerisinde Güney Kürdistan’ın varmış olduğu nokta, Ortadoğu’nun devletsiz en büyük ulusu için tartışmasız bir kazanç ve örnek teşkil ediyor. 1991’den bu yana geçen yirmi yıl içinde Kürtçe eğitim gören, soykırım endişesi taşımadan ya da Saddam Hüseyin’in barbarlıkları sonucu acı çeken ebeveynlerinin deneyimlerini paylaşmayan kuşaklar yetişiyor. Mevcut yönetimin sınıf yapısı ve bunun sonuçlarına rağmen ulaştıkları nokta önemli bir kazanımdır. Kürdistanlılar, bu noktaya, ulusal kurtuluş mücadeleleri, soykırım ve katliam girişimlerine rağmen mücadelelerini sürdürerek ulaştılar. Kürdistanlı mücadelenin yanı sıra iki önemli faktör daha Güney Kürdistan’daki gelişmeleri mümkün kıldı. Bunlardan birincisi; Irak devletinin çöküşü, ikincisi ise; uluslararası düzeyde özellikle Batı ülkeleri tarafından sağlanan –Irak ordusunun 36. paralel’in kuzeyine askeri birliklerinin girişinin ve uçuşların yasaklanması- korumadır. Buradaki trajik paradoks, Kürdistan’ın bölünmesinden ve parçalanmışlığının sürmesinden sorumlu olan emperyalist devletlerin isteyerek olmasa bile almaya zorlandıkları kararların bugünlere varılmasında önemli bir rol oynamış olmasıdır. Sözünü ettiğimiz trajik paradoksun diğer bir ayağı da Kürdistan parçalanırken, Kürtlerin dahil olmaya zorlandıkları devletlerin içinde ve kendi toprakları üzerinde azınlık statüsünü kabul etmeye ve kültürel ya da idari haklar için mücadele etmeye zorlanmalarıdır. Paylaşılan ve kendi kaderini tayin hakkı tanınmayan Kürdistan, herhangi bir şekilde sömürge olarak tanınmamış, Kürdistan’ın ulusal egemenlik sorunlarına bu açıdan bakılmamış, bunun yerine Irak, İran, Suriye ve Türkiye’de “Kürt azınlığın kültürel hakları” yaklaşımı emperyalistlerin karar aldıkları BM gibi kuruluşlara hakim olmuştur. Stalinist gelenekten akımlar da bu konuda farklı davranmadı; örneğin, hiçbir zaman Kürdistan Komünist Partisi kurmak gibi bir teşebüsleri olmadı. Kürtlerin; Türk, Irak ya da İran Komünist partilerinde örgütlenmesi hedeflendi. Sömürgeci devletlerin her birinde ayrı ayrı denenen ulus-devlet inşa etme programlarına karşı; politik olarak mülksüzleştirilmiş, dilleri yasaklanmış, yoksulluk ve sürgünlerle karşılaşan Kürdistanlıların verdikleri mücadele hiçbir şekilde eşit koşullarda sürdürülemezdi. Dersim katliamları, Halepçe ve Enfal kampanyaları Kürdistanlıların karşılaştığı soykırımın belgeleri olarak tarih sayfalarına yazıldılar. Kürdistan’ın sömürge olarak tanınmaması, uluslararası ve bölgesel politik gelişmeler ve mücadelenin sürdürüldüğü eşitsiz koşulların altında, bölge devletlerin devasa militarist aygıtları karşısında, Kürdistanlı güçlerin kendi ayakları üzerinde durarak askeri bir mücadeleyi başlatıp, sürdürmeleri çoğu zaman mümkün değildi ve bu durum Kürdistanlı mücadeleyi sık sık yenilgilere sürükledi. 16 Milliyet Haber, 16 Şubat 2008. Yaz | 2010 -

37


Kürdistan Devriminin Sorunları Ulus devlet inşa programlarının iflası, Kürt sorunu ya da Kürdistan sorununun çözümünün tek bir bölge devleti içinde çözümünün imkansız olduğunu gösterdi. Kürdistan sorunu; Irak ya da Türkiye’ye ait ulusal bir sorun değil aynı zamanda bölgesel ve uluslararası bir sorun olarak kendisini teyit ettirdi. Sorunun uluslararası niteliği bir yandan enternasyonalist mücadelenin karar verici rolüne işaret ederken diğer yandan da, emperyalist devletlerin oynayacakları role, alacakları ya da almayacakları kararlara belirleyici bir önem yüklemektedir. Bu nedenle, özellikle ABD’nin Güney Kürdistan ile ilgili izlediği politikaları dikkatli bir şekilde incelemek gerekir. Irak’ın işgalinden kısa bir süre önce 6 Mart 2003’de yaptığı bir konuşmada ABD Başkanı George Bush; Şii, Sunni Arap ve Kürtlerin birlikte yaşadığı federatif bir devlet modelini savunmuştu.17 Ancak, muğlak bırakılan ve hiçbir şekilde detaylanmayan federal Irak modeli kısa bir süre içinde rafa kaldırıldı. Kenan Makiya gibi Arap liberallerinin toprak dağılımını esas almayan bir federasyon için kampanyaları, Irak’ta kurulacak Şii bir federasyonun İran’ı güçlendireceği korkusu ve anti-federasyoncu Türkiye’nin kampanyaları sonucu, Paul Bremen yönetimindeki işgal idaresi, Aralık 2003 ve Ocak 2004’de yayınladığı iki önerme ile Irak’ın Saddam Hüseyin zamanından kalan 18 eyaleti esas alan bir federasyon modelini öne sürdü. Bu modele göre, Kerkük eyaleti etnik olmayan bir eyalet olarak ele alınıyor ve mevcut Kürdistan birkaç eyalete bölünerek birden fazla mini Kürdistan yaratılıyordu.18 Kürdistan’ın 1991’den varlığı, peşmerge güçlerinin Irak’ın işgali sırasında ABD güçlerinin yanında yer almasına rağmen, ABD işgal yönetimi, Güney Kürdistan’ı ortadan kaldıracak düzenlemeleri savundu. 15 Kasım 2003’de Celal Talabani’nin eyalet sistemini esas alan bir anlaşmayı önce imzalayıp sonra da redetmesi, ve bunu takiben KDP ve KYB’nin Irak’ın geri kalan bölümlerinde eyalet sistemi uygulanabileceğini ancak Kürdistan’ın da Kürdistan olarak kalacağını açıklamaları, mevcut sorunları bütün çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Gerek ABD makamları, gerekse de Arap liderleri sürekli olarak “Irak halkı” ya da “Iraklılar” terimlerini kullanıyor; ulus ve devlet Irak konseptinde birleştiriliyor. 2003 sonrası dönemde yükselen ve 2010 seçimleri sırasında kendisini açığa vuran Arap milliyetçiliğin ısrarlı bir şekilde ulusal grupları ya da toprakları esas alan bir federasyona karşı çıkması, Türkiye’nin ısrarla sürdürdüğü Kürdistan Federe Devleti’ni engelleme girişimleri, KBY’nin geleceği konusundaki kaygılarımızı yansıtmaktadır. Günümüzde Güney Kürdistanlı kitleler ezici bir şekilde bağımsızlık talep ediyorlar. KDP ve KYB liderlikleri ise kendi kaderini tayin hakkını vurgulayarak, Kürdistan’ın coğrafi ve politik olarak bölünmediği bir federasyon modelini savunuyorlar. Saddam’ın eyalet sistemini esas alan bir federasyon çözümünü Kürtlerin kimlik, kültür ve kazanılmış haklarını ortadan kalkacağı için redediyorlar. KDP ve KYB’nin, haklı olarak, eyalet sistemini esas alan bir federasyonu, dolayısıyla da, Kürtlerin haklarının Araplar tarafından garantiye alındığı sözde demokratik bir Irak çözümünü redetmeleri, Kerkük eyaletinin tarihsel Kürdistan’ın bir parçası olduğu konusundaki ısrarları Iraklı Sünni ve Şii Arap partileri ile aralarındaki uçurumun kapanmadığını gösteriyor. Sürgünde iken Federe bir Kürdistan fikrini benimseyen Arap politikacıların iktidara gelince bu fikre karşı çıkmaları, Bağdat’da halen Kürtçe’nin Arapçanın bir lehçesi olduğunu tekrar eden anti-Kürt kesimler, Kürtlerin Saddam’ın soykırım teşebbüslerini unutmasını talep eden kesimlerin olması hiç de şaşırtıcı değildir. ABD yönetimini yanlarına alarak federe bir Kürdistan’a karşı çıkan Iraklı milliyetçi akımların güçlenir güçlenmez ya da koşulları uygun buldukları zaman Güney Kürdistan’a bir kez daha saldırmaları mümkündür. 17 The White House conference, President Bush Discusses Iraq in National Press Conference, 6 March 2008, Washington. Bkz; http://georgewbush-whitehouse.archives.gov/news/releases/2003/03/20030306-8.html. Alıntılan bölümün çevirisi, Erol Yeşilyurt. 18 Bu konuda geniş bir araştırma için Bkz, The Future of Kurdıstan ın Iraq, Edited by Brendan O’Leary, University of Pennsylvania Pres, 2005.

38

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kürdistan Devriminin Sorunları Güney Kürdistan’ın savunusu ile karşı karşıya kalan KBY liderliğinin önünde iki alternatif vardır; Kürdistan devriminin sürdürülmesi ya da emperyalistler ve sömürge bölge devletleri ile uzlaşma. Kürdistan devriminin sürdürülmesi Kürt illeri, Erbil ve Süleymaniye ekseninde Kürdistanlıların kendi kaderini tayin haklarını esas alarak mücadele etmeleri demektir. Bu yapıldığı takdirde Doğu Kürdistan ve Güney-Batı Kürdistan’da da mücadelenin yükselmesi ve sömürgeci bölge devletlerinin Kürdistanlıların haklı taleplerini tanıması kaçınılmaz bir hale gelecektir. Devrimci Marksist yaklaşım, Güney ve Kuzey Kürdistan’ı birlikte ele alarak onların mücadelelerini aynı ulusal ve sosyal mücadelenin parçaları olarak görmemizi gerektiriyor. KDP ve KYB’nin izlediği politikalar ise bu yönde değildir; niyetleri ne olursa olsun, sınıf karakterleri devrimci bir çizgi izlemelerine izin vermiyor; geçmişin olumsuz deneyimlerine rağmen bir kez daha bölge devletleri, özellikle Türkiye ile yapılacak geçici anlaşmalar ya da ittifaklar yoluyla mevcut kazanımlarının korunmasını ümit ediyorlar. Geçmişin tarihsel haksızlıkları, Kürdistan’ın parçalanmışlığı, soykırım teşebbüsleri bu türden işbirliklerinin hiçbir zaman eşit koşullarda olmayacağını her zaman bir zorlama ve şantajın da ürünü olduğunu göstermektedir. Güney Kürdistan pazarının küçüklüğü ve dört sömürgeci devlet tarafından çevrilmiş olmasının bağımlılık ilişkilerini dayattığı da bir gerçek. Ancak, sömürgeci bölge devletlerinin asıl suçlular olmaları, KBY liderliğinin sorumluğunu da ortadan kaldırmaz. Örneğin Türkiye’den Güney Kürdistan’a akan milyonlarca dolarlık yatırımlar ve ekonomik işbirliği ve 3 Haziran’da Ankara’yı ziyaret eden KBY Başkanı Mesud Barzani ile Türk yetkililerinin “tam ekonomik entegrasyon” ile PKK’ye karşı ortak mücadeleden söz etmeleri bir kez daha trajik sonuçlara yol açacak gelişmelerin mümkün olduğunu göstermektedir. Irak ile federasyon konusunda uzlaşmayı red eden KBY liderliğinin, Türkiye ile işbirliği yoluna gitmesi her ne kadar bir çelişki teşkil etse de, Güney Kürdistan burjuvazisinin önceliğini, kendi sermaye birikimlerini hızlandırmaya ve hegemonyalarını sağlamlaştırmaya vermeleri nedeni ile çelişkili değildir. Bu türlü bir çerçeve içerisinde kendi sınıfsal konum ve kazanımlarının korunması öncelik taşımaktadır. Ancak, Güney Kürdistan’da bağımsızlıkçı akımların güçlenmesi, örneğin GORAN hareketinin Kürdistan seçimlerindeki başarısı, KYB liderliğinin güçlü bir muhalefetle karşılaştığını gösteriyor. Burada karşımıza çıkan sorun burjuva partilerin sınıf yapıları nedeniyle sosyal devrimin karşısında yer almaları değil; aynı zamanda, ulusal demokratik mücadeleyi sürdürecek güç ve dinamizmden yoksun olmalarıdır. İşçi sınıfı ve emekçiler, ulusal egemenlik için mücadeleyi mülk sahiplerine karşı mücadele ile birleştirdikleri oranda Kürdistan’ın kurtuluşu bir umut olmaktan çıkarak bir gerçeklik haline dönüşecektir. Bu nedenle, Kürdistan’da işçi sınıfı ve köylülüğün çekim merkezi olduğu devrimci bir cephe ve devrimci bir işçi partisinin yokluğu günümüzün acil sorunlarından biridir. Bu organların yokluğu veya zayıflığı durumunda doğru politikalar ve taktikler hayata geçirilemeyerek, onlarca yıllık mücadelenin meyvelerinin tehlikeye atılabileceğini ve kitlelerin devrimci enerjilerinin nasıl tüketilebileceğini biliyoruz. Politik sonuçları ağır olan diğer bir gelişmede; PKK ve BDP liderliklerinin Kuzey ve Güney Kürdistan devrimlerini birleştirmek amacıyla Güney Kürdistan’da elde edilen kazanımları kendi kazanımları olarak ilan ederek yaygın bir şekilde tanıtmamaları ve ortak bir mücadele gibi bir perspektife sahip olmamalarıdır. Hiç şüphesiz, Kürdistan’ın parçalanmışlığı ve sömürgecilerin “böl ve yönet” taktikleri ile ilişkilendirilmesi gereken bu durum, Kürdistan devriminin en önemli sorunlarından biridir. Kürdistan’ın değişik parçalarında süren ulusal devrimci mücadeleler birbirini tamamlayan ve geliştiren değil de, biri diğerini erteleyen bir konuma düşürüldükleri, Kürdistanlı partiler birbirleriyle değil sömürgecilerin yanında birbirlerine karşı ittifaklara girdikleri zaman Kürdistan’ın parçalarından birinde elde edilen kazanımların, örneğin; Güney Kürdistan’ın savunusunun hayati önemi anlaşılamayacak, emperyalist ve sömürgecilerin geleceği kendi çıkarları doğrultusunda belirlemeleri için uygun bir ortam oluşturulacaktır. Bu durumda sömürgeci devletlere, bir kez daha, bir taşla iki kuş vurma imkanı sunulacaktır. Yaz | 2010 -

39


Dosya

Rizgarî’nin Sosyalist Hareket ve Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri Üzerine Bir Deneme - II

Recep Maraşlı1

Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi açısından 1980 dönemi Diyarbekir 5 no’lu zindanını ve 16 Ağustos 1984’te Türkiye’ye karşı gerilla mücadelesinin başlatılmasını tarihsel dönüm noktaları olarak ele almak yerinde olur. Her iki sürecin hem Kürt toplumu hem de bölgenin politik dengeleri açısından kalıcı, uzun vadeli etkileri olmuştur. Bu süreçteki köklü değişiklikler, 80 öncesi Kürt siyasetinin bütün atmosferini de değiştirmiştir. Diyarbekir Cezaevi’nin 90’lı yıllardaki Kürt siyasetinin şekillenmesi ve belirlenmesinde temel bir rolü olmuştur. Tıpkı 1971’deki Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerindeki yargılamalar ve cezaevi süreçleri gibi, 1980 dönemi uygulamaları da ardı sıra gelen siyaset kuşağını derinden etkilemiştir. Bu etkilenmeyi daha hızlı bir radikalleşme biçiminde özetlemek mümkündür. Kürt sorununu “en önemli milli sorunumuz” diye tarif etmelerine rağmen, Türk aydınları ve politikacıları arasında Kürt toplumu ve politik yapısı bağlamında yaygın bir cehalet göze çarpar. Küçümseme ve basite indirgeme ile malül bir “oryantalist” yaklaşım Kürt toplumundaki değişim dinamiklerini görmeyi ve siyasi taleplerini anlamayı zorlaştırmaktadır. Uzun yıllar Diyarbekir Zindanı’nda yaşanmış zulümleri görmezdenduymazdan gelmeyi yeğleyen bu çevrelerde; son birkaç yıldır da Kürt sorununun [daha özel anlatımıyla 1 Rizgarî sürecini değerledirmeye çalıştığım bu yazı vesilesiyle, cezaevlerinde, sürgünlerde, mücadelenin her alanında özveriyle çalışmış, bedeller ödemiş ve ödemekte olan bütün yoldaşlarımı saygı ve minnetle anmak istiyorum. Benzerlerinden ne duygu olarak, ne de nitelik olarak kesinlikle ayrı olarak düşünmemekle beraber Rizgarî’nin durumuna özel olarak eğilen bu yazı vesilesiyle; 1978’de ayrılık günlerindeki gerilimin tek talihsiz kurbanı olan Mürsel Delen’in; 1979’de Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde işkence ile katledilen Yaşar Gündoğdu’nun; 1984 Diyarbakir zindanındaki Ocak direnişinde yaşamını yitiren Remzi Aytürk’ün hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.

40

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri PKK’nin gelişmesi ve silahlı mücedelenin ortaya çıkışını] Diyarbekir Zindanı’yla açıklama eğilimi ortaya çıktı. Onlara göre 12 Eylül cuntasının Diyarbekir Cezaevi’ndeki zulüm politikası olmasaydı, Kürt sorunu şiddet temelinde var olmayabilirdi. Sonuç olarak Diyarbekir 5 no’lu zindanını kendinden sonraki siyasi radikalleşmenin temel nedeni saymak yerine, önemli etkenlerden biri, siyasi kırılma ve değişimlerin yaşandığı bir süreç olarak değerlendirmek daha doğru olur. Diyarbekir Cezaevi Kürt ulusal sorununun varolmasının bir nedeni değildir; sürecin bir parçasıdır. On binlerce insanın, örgütlü örgütsüz, köylü kasabalı, kadın, erkek, çocuk demeksizin sirküle olduğu bu ünlü zindan, 1970’lerdeki siyasal kabarışa devlet tarafından verilen bir cevaptır. Kemalist askeri diktanın sömürgedeki Kürt ulusal hareketini tırpanlamak amacıyla Diyarbekir’de azgın ve ölçüsüz metotlarla çalıştırdığı bu cezaevinin, metropollerde benzerleri olan Metris ve Mamak gibi pilot cezaevleri de asıl olarak sol, devrimci muhalefeti törpülemek için kurulmuştu. Türkiye’deki sol-sosyalist hareketleri yakından izleyenler, 1980 ve 90’lı yıllar boyunca yaşanan tartışma ve yazışmaların esas büyük bir bölümünün, sosyal ve siyasal sorunlardan çok cezaevlerindeki direnişler ve mücadeleler üzerinde yürüdüğünü göreceklerdir. Cezaevlerindeki direnişçilik üzerine çok ayrıntılı ve keskin bir söylemle yürütülen polemiklerin damgasını vurduğu bir politik edebiyat söz konusudur. Rizgarî’nin de bu edebiyata bir katkısı “Diyarbekir Cezaevi Raporu” 1 ve 2 kitaplarıyla görülmüştür.2 Örgüte gönderilen raporlardan yararlanılarak hazırlanan her iki kitap da birçok polemik konusu olmuş ve içerdiği anlatımlar ve dili itibariyle yoğun tepki toplamıştı. Fiziki olarak daraltılmış mücadele alanının, toplumsal tahlil ve siyasi öngörüleri de önemli ölçüde daralttığı söylenebilir. Bunun en önemli kanıtı cezaevi direnişlerinde haklı bir saygınlık kazansalar bile, aynı örgütlerin toplumsal taban olarak bekledikleri karşılığı bulamamış olmalarıdır. Buna karşılık cezaevleri kadroların bireysel ya da gruplar olarak, kendi iç dünyalarına yolculuk etmelerine, kendilerini yeniden keşfetmelerine ve farklı duyarlılıkların ortaya çıkmasına imkan tanımasıyla da etkileri oldu. Uzun yıllar boyunca önemli ölçüde çocuk ve kardeş sevgisiyle cezaevlerindeki yakınlarına sahip çıkan ailelerin, devlet aygıtının çıplak zoru ve siyaset ilişkisini kendi deneyimleri sonucunda keşfetmeleri ile ortaya çıkan sivil hareketler de bu dönemin karakteristik ürünlerinden biridir. Diyarbekir Cezaevi bağlamında “direniş ve teslimiyet” konusunun siyasi tartışmalarda belli bir ağırlığı olmakla birlikte, tek başına Kürt ulusal hareketinin siyasallaşma ve radikalleşmesini temsil ettiğini söylemek abartılı olur. Tutsakların ittifakla “teslimiyet” veya “vahşet dönemi” olarak adlandırdıkları ve Askeri cuntanın bütün işkence fantezilerini uygulayabildiği bir dönem; önce PKK’nin önder kadrolarından Mazlum Doğan’ın kendini feda eylemi; ardından 18 Mayıs 1982’de Dörtlerin3 kendilerini yakarak verdikleri direniş manifetsou; aynı yılın Temmuz ayında başlayan, Kemal Pir, Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek’in “Türkiye ve Kürdistan’daki ilk ölüm orucu şehitleri” olarak tarihe geçmeleriyle gelişen eylemler sonucunda tüm cezaevi kitlesinin topyekün başkaldırdığı 5 Eylül 1983 toplu isyanının ardından kırılabilmişti. Cezaevi yönetiminin kontrolü yeniden ele almak için Ocak 1984’te başlattığı saldırılar ise neredeyse 6 ay boyunca süren fiili direnişler, protesto eylemleri ve ölüm oruçları ile karşılandı ve sonucunda bir denge durumu sağlandı.4 2 Bkz: Diyarbekir Cezaevi Raporu, 1 -2 Rizgarî, 1988-1989, Rizgarî Basım Yayın Merkezi. PRK/ Rizgarî, 1999 yılındaki Kongresinde Cezaevi Raporu’nu “zindanlarda militanca direnişin mahkum edilmeye, teslimiyetçiliğin meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir belge” olarak kabul edip özeleştiri yapma kararı aldı. 3 Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin ve Necmi Öner. 4 Diyarbekir Cezaevi’ndeki 1984 Ocak direnişinde Necmettin Büyükkaya işkence sonucu, RemYaz | 2010 -

41


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri Diyarbekir Cezaevi pratiğinin öğrettiği gerçek, en dip noktasına kadar ulaşan sefalet ve teslimiyetin bile sonuçta tamamiyle değiştirilip direnişe, zafere dönüşebileceğiydi. Bence en aşağılarda sürüklenerek onurları kırılan tutsakların bunu bir kader olarak kabullenip içselleştirmek yerine bedeller ödeyerek de olsa üstesinden gelmeyi öğrenmeleri, siyasi refleksler açısından da topluma verilen çok anlamlı bir mesaj oldu. 12 Mart cezaevlerindeki siyasi duruşları DDKO’lu gençler üzerinden onların öncülüğündeki siyasi yapılanmalara prestij kazandırmışken; 12 Eylül’ün Diyarbekir zindanı PKK’ye prestij kazandırdı. 1980 öncesi kendi dışındaki gruplara karşı da uyguladığı şiddet ve eylem biçimleriyle antipati duyulan, cezaevinin ilk yıllardaki pratiği ile de kötü bir sınav verdiği görüşü yaygın olan PKK, kadro ve kitle direnişleri sonucu bu intibayı önemli ölçüde kaldırdı. Yargılamalar sırasında yaygın olarak siyasi ve ideolojik savunmalar yapıldı. Bu tutumlar sonuç olarak kitlede sempatiyle karşılığını buldu. Rizgarî ve Ala Rizgarî hareketlerinin kadroları ise Diyarbekir Cezaevi’nde sayısal olarak oldukça az ve etkisiz kalmışlardı. Yargılamalar sırasındaki tutumları, cezaevi tavırları belli bir düzeyi korumakla birlikte; özellikle eski, deneyimli ve yetkin kadrolarından beklenen öncü-direnişçi tutum yerine daha temkinli ve korumacı bir çizgi izlenmesi düşük bir profil edinmesine neden oldu. Bununla beraber direnişlere aktif biçimde katılmaktan geri kalmamakta; dayanışmacı, paylaşımcı, komünal bir koğuş yaşamı sürdürmeye özen göstermekteydiler. Cezaevi süreci kadro kaybına neden olmadı; tutuklu bulunan kadroların neredeyse tamamı serbest kaldıktan sonra da aktif-örgütlü siyasete devam ettiler. Diyarbekir Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’ndeki yargılamalar sırasında, cezaevleri koşullarına paralel biçimde mahkemeler de bir şiddet alanıydı. Savunma hazırlanması da, yapılması da olağanüstü derecede zorlaştırılmıştı. Duruşma salonunda gözlerin tek bir noktaya dikili olarak tutulması, sorulan sorulara ise esas duruş halinde “evet” ya da “hayır” biçiminde kısa cevaplar verilmesi dışındaki her hareket ölümcül dayaklarla cezalandırılıyordu. Buna rağmen her şeyi göze alarak siyasi duruşlarını ortaya koyan insanlar cezalandırıldı. Rizgarî, Ala Rizgarî Davasında yapılan sınırlı sayıdaki savunmalar, dergide tartışılan görüşlerin desteklenmesi; Kürt ulusunun varlığı ve kendi kaderini tayin hakkı ilkesi üzerine oturtulmuştu.5 Sosyalist dünya görüşünün deklare edilmesi ve yapılan tüm çalışmaların demokratik düzlemde ele alınması da savunmaların diğer ayağını oluşturuyordu. Örgütsel konum, bu çerçevede ifade edilebilecek siyasi talepler ve eylemler ise savunmaların dışında kalmaktaydı. Tersine Rizgarî’nin bir örgüt olmadığı, legal düzeydeki bir yayın faaliyeti ve fikir hareketi olduğu olduğu savunulmaktaydı. Örgütün savunulmamış olması Kürt hareketleri içinde “savunma geleneği” ile öne çıkan Rizgarî önderleri açısından bir geri çekilme olarak çeşitli eleştirilere uğradı.6 Bunun sadece hukuki kaygılarla izah edilmesi yanıltıcı olabilir. Öncelikle sanıkların çoğunluğu 1980 öncesi sıkıyönetim dönemindeki operasyonlarda tutuklanmışlarzi Aytürk ve Yılmaz Demir intihar eylemleri ile; Orhan Keskin ve Cemal Arat ise ölüm orucunda hayatlarını kaybettiler. 5 1980 Diyarbekir Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde görülen Rizgarî-Ala Rizgarî Ana davasında sanık olan, Dergi’nin sahipliğini de yapan Ruşen Arslan sorgu aşamasında Dergi’nin amacına ve yayın çizgisine sahip çıkan sözlü bir savunma yapmış; keza Ala Rizgarî davasından Muhlis Erdem, M. Şah Özgül, M. Nuri Aslan ve Süleyman Güney toplu savunma yaparken; Kamil Sümbül yazılı savunmasını mahkemeye sunmuştu. 6 Kawa Davası Savunması ve Kürtlerde Siyasi Savunma Geleneği isimli çalışmasında Cemil Gündoğan (Vate, İstanbul, 2007) o süreçte, Mümtaz Kotan ve Ruşen Arslan gibi savunma yapması beklenen önder kadroların Rizgarî’nin örgütlü yapısını savunmaktan geri durmasını eleştirmektedir. Her siyasal duruşun mutlaka bir ideolojik içeriği olacağı açık; buna karşın mutlaka örgütsel bir biçimin olması gerekmeyebilir. Yine de o günlerde parti olarak olmasa bile belli bir örgütsel formasyonu olan Rizgarî’nin bu düzeyini savunmamanın taktiksel mi yoksa hukuksal kaygılarla mı yapıldığı tartışmaya açıktır.

42

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri dı ve bu süreçte örgütsel yapı ile ilgili deşifre olmuş çok önemli bir veri bulunmuyordu. Örgütsel düzeyin savunulması, bir deşifrasyon veya itiraf gibi ortaya çıkabilir veya çalışma yürüten yapıyı hedef haline getirebilir endişesi taşımaktaydı. İkincisi; temel örgütsel biçimler bulunmasına, hiyerarşik bir bağ ve örgütlenme çabaları bulunmasına rağmen henüz somut bir örgütlenme modeli üzerinde karar kılınmamış olması da “örgüt değiliz” savunması “yemin etsem başım ağrımaz” biçiminde bir doğruluk inancına da yaslanıyordu. Bunun yanı sıra hukuki kaygıların da payı önemli payı bulunmaktaydı. Rizgarî’nin Diyarbekir Cezaevi sürecinde siyasal yazına yaptığı önemli bir katkı da Recep Maraşlı’nın 1984 yılında yaptığı “Diyarbekir Rizgarî Davasında Siyasi Savunma”sıdır.7 Keza 1985 yılında Kürdistan Komünist Partisi İnşa Örgütü’nün faaliyetlerinden ötürü yargılanan Yakup Çiçek, Abdullah Uzun ve Şeyhmus Özzengin de -ki bu arkadaşlar Suriye sınırından çatışma ile alana girmişlerdi- siyasi savunma yaptılar. 1987 yılında da ilk Kürtçe siyasi savunma metni bu yargılamalar sırasında yapıldı. Gerilla Mücadelesi ve Yol Ayrımları Cezaevindeki bu diriliş öyküsü ile, 1984 Ağustos’unda Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla dışarıda PKK tarafından başlatılan gerilla mücadelesi Kürt toplumunda da radikal ve uzun vadeli dönüşümlerin habercisi oldu. Bu tarihten sonra siyasetin bütün eski parametreleri, aktörleri ve uygulama alanı çok farklı bir yöne doğru gelişmeye başladı. 12 Eylül’ün operasyonları karşısında Ortadoğu’ya çekilen Türk ve Kürt devrimci örgütleri açısından bu alanı adeta bir “Kurtlar sofrası”, bir “can pazarı” gibiydi. Siyasetin tümüyle “ilkelerden” oluştuğunu sanan kadrolar, burada tek geçerli ilkenin nasıl olursa olsun “ayakta kalabilmek” olduğunu öğrendiklerinde, çoktan dejenerasyona ya da tasfiyeye uğramış oluyorlardı. İstihbarat örgütlerinin cirit attığı, manipülasyon ve dayatmaların, çıkar ilişkilerinin son derece bulanık bir zemin yarattığı bu alana en iyi uyum sağlama yeteneğini, son derece pragmatist bir önderlik anlayışına sahip olan PKK gösterdi. Kuşkusuz “ayakta kalabilmek”, bu tür ilişkilere uyum yeterli değildir. Bu açıdan PKK’nin silahlı mücadeleyi ülke içine taşıması oldukça kritik bir rol oynadı. 15 Ağustos’ta Eruh ve Şemdinli’de Türk karakollarının basılması ve kentte propaganda yapılmasıyla başlayan silahlı mücadele, 40 yıllık askeri sessizliğin ardından bir Kürt ulusal örgütü adına yapılmış bir meydan okuma olarak da etkili bir manifesto niteliği taşıdı. Eylemin bir gelip geçici ve arkası olmayan bir girişim olabileceği ya da provokasyon kuşkuları zamanla dağılıp, gerilla mücadelesinin kalıcı mesajlar vermeye devam etmesiyle de o zamana kadar marjinal bir silahlı grup olarak bakılan PKK, yurtsever Kürt köylülüğünden büyük destek almaya ve kitleselleşmeye başladı. PKK hareketi böylece kendisinin sadece Ortadoğu’daki ilişkilere mahkum konumundan çıkarmış, kitle desteği ve eylem gücü bakımından da oyunda her zaman rol 7 Recep Maraşlı, Diyarbekir Rizgarî Davasında Siyasi Savunma, Komal Yayınları, 1989 Duisburg Almanya; 1992 İstanbul. Rizgarî-Ala Rizgarî davasının ikinci grup davasına dahil edilerek İstanbul Metris Cezaevi’nden Diyarbakır’a nakledildiğim 1983 Ağustosu’nda mahkemeye hem yazılı bir savunma verdim hem de Eylül duruşmasında okuma fırsatım oldu. 1984 yılında karar duruşması sırasında ölüm orucu nedeniyle hastanede olduğum için ulaştıramadığım son savunmamı ise daha genişçe hazırlayıp Askeri Yargıtay’a gönderebildim. Siyasi savunma yapmaya kendim karar vermekle beraber bunun kişisel bir duruş olmadığını özellikle belirtmem gerek. Birincisi, o günlerde siyasi yapı içindeki konumum nedeniyle bu tavrın zaten temsili bir özelliği vardı. İkincisi, cezaevindeki yoldaşlarla çok zor imkanlarla ancak aylar sonra görüşebildiğimizde de bu öneriyle birlikte zaten savunma yapılması grubun ortak iradesi olarak kabul görmüştü. Hazırlık ve yazım aşaması da kolektif biçimde yürütüldü. Birçok arkadaşın katkısı oldu. Yaz | 2010 -

43


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri alabilecek bir aktör haline gelmişti. PKK’de zaten başlangıçta var olan “lider eksenli” gelişme, gerilla mücadelesi, cezaevleri ve kitleselleşme ile birlikte giderek artmış ve lider efsaneleştirilmeye başlanmıştı. Referans alınan Vietnam pratiğinden öykünerek Öcalan artık “Başkan Apo” [Serok Apo] olarak “dokunulmaz bir önder” vasfı kazanmıştı. Kürdistan’daki geleneksel aşiretçi özellikler, köylülük bilinci bu fetişizmi besledi. Sol’dan gelen özellikle Stalinist “tek adam” liderlik-öncülük anlayışı onun yeniden ve yeniden üretilmesine, organize edilmesine hizmet etti. Bir başka deyişle Kürdistan’da kitlelerin politizasyonu siyasal taleplerin içeriğiyle değil, liderin sembolleştirilmesiyle “kurtarıcı, ulusal kahraman” mitosu yaratılmasıyla gelişti; bu yanıyla da örgütün demokratik mekanizmalar edinmesinin de önünü tıkamış oldu. Gerilla mücadelesine destek vermek için harekete geçen Türk solu da, Kürt kurumlarının, organların, kurtuluş ideolojisinin değil lider kültünün geliştirilmesine hizmet etmiştir. PKK’nin “serhıldan”la kitle desteğinin artmış olması karşısında, Türkiye’nin olağanüstü hal, köy koruculuğu ve özel savaş konseptlerini devreye sokmasıyla Kürdistan “düşük yoğunluklu” olarak da tabir edilen sürekli bir savaş alanı haline gelmiş oldu. Bu durum Rizgarî de dahil, o güne kadar uzun vadede “silahlı mücadeleyi örgütlemeyi” de düşünmüş olan bütün irili ufaklı örgütler için kitle tabanlarının oldukça daralacağı bir dönemi de beraberinde getirdi. Radikal bir yönelim içindeki kadrolar, bu beklentilerinin kendi örgütleri tarafından karşılanamayacağını görünce, tüm eleştirel bakışlarına rağmen gerilla hareketine aktif ya da lojistik destek vermeye başladılar. Çünkü gerilla mücadelesi Kürdistan’da safları keskin biçimde ayırmakta, devlet terörü ile gerilla arasında siyasi veya ahlaki bir tercih yapmayı dayatmaktaydı. 90’li Yıllar Boyunca Gelişen, Artan veya Azalan PKK İsmail Beşikçi, 15 Ağustos atılımını “sömürge insanının sömürgeci karşısında aslında ilk kurşunu kendi sömürge kişiliğine atmış olduğu” tespitini yapan Frantz Fanon’la benzer bir şekilde “Kürdistan’ın ilk kurşunu” olarak tanımlamaktadır. Beşikçi gerilla mücadelesinin Kürt toplumunda yaptığı toplumsal ve siyasal değişikliklere, özellikle köylü kitleleri ve kadınlar üzerindeki etkisine dikkat çekmektedir. 1970’li yıllarda Rizgarî hareketinin geliştirdiği tezlerde önemli bir entelektüel katkısı bulunan Beşikçi, kendisi de bir türlü gün yüzü görmeden tutulduğu cezaevlerinde hazırladığı Devletlerarası Sömürge; Kürdistan (1990) ve Bir Aydın, Bir Örgüt ve Kürt Sorunu (1990) kitaplarında tartıştığı tezlerden başlıcası PKK ve Gerilla hareketinin Kürdistan toplumu üzerindeki etkileriydi. Birçoğu PKK’den daha önce ve daha köklü temellere sahip olmasına, Kürdistan köylülüğü, gençliği, aydınları ve yurtseverleri arasında kitle destekleri bulunmasına rağmen (DDKD, KUK, PSK, Rizgarî, Ala Rizgarî, Kawa vd.) gibi örgütlerin ve liderlerin; PKK karşısında kitle tabanlarını yitirmelerinin ve giderek etkisiz kalmalarının nedenini burada aramak yerinde olur. Rizgarî Marksist-Leninist ideolojiyi benimsemekle beraber dünya sosyalist hareketlerindeki, Sovyetler Birliği, Çin, Arnavutluk ya da Latin Amerika kutuplaşmaların dışında kalmaya özen göstermişti. Bu deneyimlerin tümüne sahip çıkan ama aynı zamanda eleştirel bir tutum takınan bir çizgiydi bu. Temel gerekçesi Kürdistan’ın kendi özgün koşullarına uygun bir modelin “şablon”larla ithal edilemeyeceği, ancak diyalektik-tarihsel materyalizmin “ışığında” kendi modelini yaratabileceği anlayışıydı. Bu bağımsız düşünce yapısı nedeniyle yalnızca aktüel kutuplaşmalar karşısında değil, Marksist solun tarihsel tartışma konularında da oldukça cesur tavırlar alabiliyordu. O dönemin ayırt edici “anti” ilkeleri (anti-emperyalist, anti-faşist, anti-feodal) karşısında sosyalistleri diğerlerinden ayırt eden gerçek duruşun anti-kapitalist ilke oldu44

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri ğu savunarak da, Ulusal Kurtuluşçu Kürt hareketleri içinde “anti-kapitalist” ilkeyle hareket eden tek örgüt durumundaydı. Kürdistan devriminin niteliği “anti-kapitalist” olarak belirleniyor; ulusal ve toplumsal kurtuluşun iç içe olduğu belirlenerek devrimin sürekli ve kesintisiz olduğu kabul ediliyordu. Kürt ulusunun özgürlüğü ve Kürdistan ülkesinin bağımsızlığı toplumsal kurtuluş mücadelesinin “bir görevi” olarak saptanmıştı. Bu çizgisiyle radikal sol bir eksene oturan Rizgarî bu yanıyla “Troçkist” olmakla; “Bağımsız, birleşik ve sosyalist Kürdistan”ı acil siyasi talepler olarak alan antisömürgeci ilkesi nedeniyle de “Kürt milliyetçisi” olmakla “suç”lanıyordu. Stalin ve 3. Enternasyonal pratiğinin eleştirisi; Faşizm ve dünya devrimi tahlillerinde Troçki’nin referans alınması, egemen solun kolayca “afaroz” edebildiği alanlarda tutum alınabildiğinin örnekleri. Sosyalist inşa deneyimlerinin, devrimci pratiklerin tümünün eleştirel bir anlayışla tartışılması o günler için oldukça radikal bir tavırdır. Egemen olan Sovyet ve anti-sovyet kutuplardan birinin tezlerini bağnazca bağlanmak, Marks, Lenin, Stalin veya Mao adına ne yapılmışsa fanatikçe savunmaktı. Rizgarî’nin Marksist ideolojinin sahiplenilmesi konusundaki bu özgür ve özgün tavrı, sonraki yıllarda Türk ve Kürt solunda, özellikle Doğu Bloku’nun [Reel sosyalizmin] çökmesinin ardından görülen siyasal-ideolojik kırılmalardan görece daha az etkilenmesine yaradı. Ne var ki ancak örgütlü işçi sınıf hareketine dayanarak ilerleyebilecek olan antikapitalist bir siyasi örgütlenmeyi öngören Rizgarî; ağırlıklı olarak köylülük, kasaba esnafı ve metropol varoşlarındaki kent yoksullarından oluşan ulusal hareketin kitle tabanı karşısında çok daha nesnel bir kırılmayla yüz yüze kaldı. “Sınıf intiharından geçmiş öncü sosyalist kadrolar” açısından bile oldukça sorunlu olan bir proleter devrimci misyonun, bambaşka siyasal eğilim ve kültürel özellikler taşıyan bir kitle tabanı üzerine oturtulmaya çalışılması, başlı başına bir açmaz oluşturmaktaydı. Dolayısıyla sosyalizm sorunları karşısında ideolojik bağnazlıktan uzak durmuş olmasının, bu pratik zorunluluk karşısında fazla bir yardımı olmadı. Sosyal ve ulusal kurtuluşun birbirine bağlı tek bir süreç olarak ele alınması, devrim öngörüsünün eksiksiz olarak bu düzlemde yürüyeceği anlamına gelmez. Kürdistan devriminin ulusal karekteri itibariyle bile sistemin rasyonalleri dışında duran ve onu zorlayan anti-sömürgeci ve enternasyonalist [Ortadoğunun statükolarını sarsacak olan] bir karaktere sahip olması; devrimci öznenin ve politik aktörlerin tutumlarının otomatik olarak buna uyumlu olduğu anlamına gelmez. Nitekim hem kadrolar bakımından hem de sınıf temeli bakımından ters eğilimler barındırmasına rağmen bu ikameci zorlama, çatışma ve ayrışmaları da kaçınılmaz kıldı. Bunun somut yansıması “Nasıl bir örgüt?” sorusuna, 1990’lı yıllarda bile halen uygun bir cevap bulunamamasıyla kendini gösterir. “Sınıf partisi” mi, “Kitle partisi” mi? Yoksa her ikisini iç içe barındıran bir “Parti önderliğinde Cephe modeli” mi? Geleneksel sol veya ulusal örgütlenmelerden farklı bir yol veya tarz bulabilmek mümkün müydü? Rizgarî hareketi 12 Eylül Cuntası’nı siyasal terörüyle cezaevlerinde, sürgünde veya tutunabildiği kısıtlı alanlarda varlığını sürdürmeye çalıştığı 10 yıl boyunca, “Dünya proletaryasının öncü müfrezesi olarak Kürdistan’ın dört parçasında tek ve merkezi proletarya partisi olarak örgütlenme” perspektifiyle hareket etti. Kürdistan Komunist Partisi’ni inşa etmeyi hedefleyen “Örgütlenme planı ve programı” bu temeldeki çalışmanın somut ürünleridir. Hatta Cunta’ya ön gelen günlerde ideolojik bir birlik ve netlik sağlanabilmesi için kadrolar arasında yaygın olarak “Marksizmi öğrenelim kampanyası” yürütülmekteydi. Rizgarî, örgütlenme perspektifini tamamen “sınıf eksenli proletarya partisi” üzerine oturtmasına, arka planda Kürdistan Komünist Partisi İnşa Örgütü yürütülmeYaz | 2010 -

45


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri sine rağmen, legal planda adeta utangaç biçimde parti adının kullanılmaktan kaçınılması ilginç bir paradoks oluşturur. Bu duruşun, örgütlenme modeli konusunda önder kadrolardaki kararsızlığın ya da farklı tutumların bulunmasının bir tezahürü olduğunu söylemek yanlış olmaz. Nitekim iç tartışmalarda bir siyasi yapının kendi kendisini “sınıf partisi” ilan etmesinin, sınıfa ait görev ve yükümlülükleri “üstlenmesi”nin “ikameci-bürokratik” bir anlayış olacağından hareketle, mevcut yapının bir “geçiş süreci” yaşaması düşünülmüştü. Bu geçiş süreci ise bölgelerde kendiliğinden ya da iradi olarak oluşmuş mevcut bütün legal ya da illegal birimlerin faaliyetlerinin “Siyasi Kurul” adı verilen bir üst organ tarafından koordine edildiği, parti inşasına yönlendirildiği bir modelle karşılanıyordu. 12 Eylül cuntasının etkisini en yoğun hissettirdiği günlerde mücadele alanında kalmaya ısrar ederek bir yandan siyasi propoganda ve ajitasyon, teşhir çalışmalarını yürütüp; aynı zamanda da hem ekonomik sorunların çözümü hem de siyasi eylemlere hazırlık babında askeri timlerin oluşturulması; “kamulaştırma” eylemlerine girişilmesi8 “Siyasi Kurul” döneminde; siyasi tasfiyeciliğin geliştiği bir sürece karşı bir siyasi kararlılık örneği olmuştur. 1985 yılında Rizgarî’nin önder kadroları Mümtaz Kotan ve Ruşen Arslan’la birlikte ‘80 dönemi tutuklu kadrolarının cezalarını bitirerek tahliye olmaları ve Avrupa’ya çıkışları örgütlenme ile ilgili bir tavır değişikliğini daha gündeme getirdi. 1982-86 yıllarında Avrupa’da bir araya gelen merkez kadrolarda örgütlenmeye bakış açısında değişik eğilimler ortaya çıkmıştır. Günün değişen koşulları içinde “Komünist Partisi” ile çıkış yapmanın doğru olmayacağı, “Ulusal Cephe” tipinde bir örgütlenmeye geçiş yapılması fikri ağırlık kazanır. Bu kararların alınmasında Avrupa’da “sosyalist sol” kimliğiyle Kürdistan adına diplomasi yapmanın zorlukları; Doğu Bloku’ndaki çözülme işaretleri; iç ve dış sosyalist hareketlerdeki yenilgi ve prestij kaybının da önemli rolü olduğu söylenebilir. 12 Eylül sürecinden geçen bütün yapılarda olduğu gibi geçmişin muhasebesinin, özeleştirisinin yapılmasında kimi ayrılıklar, kırılmalar yaşansa da Komünist Parti çalışmalarının yanı sıra bir kitle örgütü olarak tasarlanan “Rêxistina Rizgarîya Kurdistan’ın [Kürdistan Kurtuluş Örgütü] (1987) kurularak öne çıkarılmasında görüş birliğine varılmıştı. Temsili düzeyde artık hiçbir açılımı yapılmayan ve neredeyse utangaçlıkla sessizliğe mahkum edilmiş olan Kürdistan Komünist Partisi örgütlenmesi ile Rêxistina Rizgarî örgütlenmesi bir yıla yakın bir süre bir arada götürülmeye çalışılırken; sınırlı sayıdaki aynı kadrolar üzerinde iki ayrı örgütlenme biçiminin yürütülmesinin “absürd”lüğü, yaşanan tartışma ve iç çatışmalar sonucunda Komünist Parti “dondurularak” sosyalistlerle yurtsever kadroların bileşeni olarak düşünülen ve “sosyalist muhtevalı kitle partisi” olarak tanımlanan “Partîya Rizgarîya Kurdistan” (PRK/Rizgarî) adını alan örgütlenme modelinde karar kılındı. 1987’de kabul edilip açıklanan Parti Programı “Bağımsız, Birleşik Kürdistan” şiarına sahip çıkmakla birlikte artık “dört parçada tek ve merkezi örgüt”, “proletarya partisi” ve “Marksist-Leninist ideoloji” gibi kavramlar kullanılmamakta, önceki açılımların tersine örgütlenmenin “Kuzey parçasından” yükseleceği vurgulanmaktadır. Komünist Parti’nin tümüyle tasfiye edilmeyip “dondurulması” gibi ilginç bir çözüm yolu bulunmasının gerekçesi olarak halen cezaevlerinde ve alanlarda bulunan sosya8 1982-83 yıllarında İstanbul, Ankara, Adana gibi Türkiye metropollerinde bir dizi kamulaştırma eylemi gerçekleştirerek dikkatleri üzerine toplayan Rizgarî, siyasi polisin örgüt üzerine yoğunlaşması neticesinde; eylemci birimlerle birlikte siyasi kurul üyeleri ve bölge birimleri de operasyona uğrayarak yakalandılar. İstanbul ve Adana Sıkıyönetim mahkemeleri tarafından yargılanarak müebbet hapis cezaları alan Nesimi Yaman, Sedat Günçekti, Abdurrahim Gümüştekin, Nedim Baran, Ayhan Bingöl ve İbrahim Bingöl uzun yıllar Malatya, Antep, Bursa gibi çeşitli cezaevlerinde yatarak direnişçi bir çizgiyi temsil ettiler.

46

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri list nitelikli yoldaşların tepkisi gösterilmektedir. Merkezde yapılan örgütlenme modeli değişikliğinin “aşağı doğru” kadrolara benimsetilmesinde beklenildiği gibi birçok sorun yaşanacaktır. Program ve tüzüklerde yapılan değişiklikler, ne örgütlenme ve ne de siyasi bunalımın aşılmasına yeterli olmadı. Bu değişim, cezaevleri ve Türkiye’deki kadroların önemli bir bölümü tarafından “geri dönüş” ve “sağ tasfiyecilik” olarak nitelendirildi. Tam da Doğu Bloku’nun dağıldığı ve 1. Körfez Savaşı’nın patlak verdiği 90’lı yılların başlarında derinleşen bu tartışma, ideolojik kırılmaları, çatışmaları da derinleştirdi. Bu koşullarda 1991 yılında toplanan 1. Parti Konferansı yeniden yol ayrılıkları ve bölünmelere sahne oldu. Konferansın en belirgin özelliği Rizgarî’nin teorik beyni sayılan ve radikal sosyalist bir çizgiyi temsil eden Orhan Kotan’ın “Büyük Kararlar İçin Küçük Düşünceler” başlığıyla hazırladığı yeni manifesto idi. Buna göre Marksizm-Leninizmden de, sosyalist öngörülerden, illegal ve silahlı örgütlenme modellerinden de vazgeçilmesi önerildiği gibi; Bağımsız, Birleşik Kürdistan tezinin de hiçbir realitesi olmadığı; TC sınırları içinde Kürt kimliğinin anayasal çerçevede tanınması talebiyle Türkiye’deki demokratikleşme sürecine legal araçlarla destek verilmesi çağrısı yapılıyordu. Özal döneminde yapılmakta olan açılımlarla Yeni Dünya Düzeni’nin yarattığı dünya dengeleri içinde legal çalışmanın önünün tümüyle açıldığı savunuluyordu. Bu çıkış öngörüleceği gibi büyük bir gürültü kopardı ve aslında; siyaset yapma alışkanlıkları, güven bunalımı, kişisel çatışmalar, yolsuzluk ve kariyer hesaplaşmalarından kaynaklanan daha derindeki sorunların gölgede kalmasına neden oldu. Nitekim Konferans’ta ayrılma kararı veren grup aslında çok daha farklı düşünmekte ve Rizgarî, Ala Rizgarî benzeri örgütlerin içinde yer alacağı bir ulusal demokratik cephe örgütlenmesi yapılmasının yollarını aramaktaydı. Zaten bu arayışın bir sonucu olarak Hevgirtın9 adlı bir örgüt kurulduysa da istenilen hedeflere ulaşılamadı. Beri yandan 1. Parti Konferansı, sosyalist ideallere ve ulusal kurtuluş konseptine bağlılığını vurgulayıp; Parti program ve tüzüğünde bir dizi değişimleri karar altına alsa da; pratik çalışmalar, aysbergin su üzerinde görülmeyen büyük gövdesinin yarattığı engellere takılmaktan kurtulamadı. Türkiye ve Kürdistan’da düşük yoğunluklu özel savaş konseptinin toplumu hızla sarıp sarmaladığı, siyasi cinayetler, köy ve kasabaların yakılıp boşaltılması, iç darbeler, polis operasyonları ile belirlenen 90’lı yıllar boyunca; Rizgarî kadroları bir yandan kendi alanlarındaki çalışmaları yükseltmeye çalışırken, bir yandan da örgüt sorunlarının ayaklarını durmadan aşağıya çektiği bir iç çatışma süreci yaşamaktan kurtulamadılar. “Siyasi çalışma bütün çalışmaların can damarıdır” şiarına naif biçimde sarılarak, özverili bir tempo tutturmaya çalışan kadrolar, ikide bir ayaklarına dolanan, onların kah polis operasyonları karşısında açıkta kalmaları, kah siyasi çalışmaların gelişmesine karşılık iç çatışma ve çelişmelerin daha büyük bir enerjiyi sömürmesi karşısında; sorunun kaynaklarına inmeye çalıştılar. Burada görülen şey aslında bütün dejenere yapısıyla eski tarz siyaset yapma alışkanlıkları ile, illegal biçimler, gizemler arkasında kendini gizleyen bir “şeflik” anlayışının; komplocu bir tarzın varlığıydı. Bu durum “örgütsel yenilenme ve atılım” başlığında, hem siyaset ahlakı, hem çalışma yöntemleri hem de örgütlenme biçimleri üzerinde daha derinlikli bir felsefi tartışmayı da beraberinde getirdi. 9 Hevgırtın, Konferans’ta ayrılan Rizgarî merkez kadrolarının yanı sıra, Ala Rizgarî, PSK, KUK, KİP gibi örgütlerden kopan gruplar veya bağımsız politik kişiler tarafından kuruldu. Oluşum 1992 yılında toplanan kongresiyle Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi ile birleşme kararı alarak PDK/Bakur adıyla partileşti. Ne var ki PDK/Bakur içinde barındırdığı değişik eğilim ve kadroları ortaklaştırmayı başaramadı ve kısa sürede yeni bölünme ve ayrılıklar kaçınılmaz oldu. Yaz | 2010 -

47


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri Ne var ki, lider eksenli örgütlenme tarzının reddedilmesi, siyasal öngörülere uygun bir örgütlenme aygıtının yaratılması için sihirli bir formül olmaktan uzaktı. Çünkü kadroların alışkanlıkları, eğilimleri ve artık kökleşmiş siyaset yapma biçimleri her “Yenilenme” girişimini trajik bir “Yinelenme”ye mahkum etme riski taşımaktadır. PRK/Rizgarî bugün az sayıdaki kadrolar üzerinde de olsa var olma iddiasını sürdürmektedir. Çok daha büyük bir kısmı ise 70’li yıllardan bu yana “Rizgarî geleneği” diyebileceğimiz eleştirici, özgürlükçü, bağımsızlıkçı ve sosyalist özelliklerini ve özgünlüklerini bağımsız politik şahsiyetler olarak ya da farklı örgütsel yapılarda sürdürüyorlar. Rizgarî’nin uğradığı bu daralma ve eliminasyon, aslında genel olarak 70’li yıllardan gelen pek çok yapı için üç aşağı beş yukarı benzer biçimlerde ilerlemiştir. Kişisel tutumların ya da zaafların olumlu olumsuz etkileri olduğu kuşkusuzdur. Buna karşın her özgün durumun, bunların bile ortak bir yanları ve temellendirebileceğimiz toplumsal arka planları olacağı muhakkaktır. Kuşkusuz yazılıp tartışılabilecek, ayrıntılandıralabilecek pek çok konu var. Ben bu deneme çerçevesinde kişisel bir tartışmaya girmekten çok hepimizin içinde yer aldığı o büyük resmin içerisinde, Rizgarî hareketinin izlediği yol ve karşılaştığı sorunları genel olarak işaret edip anlamlandırmaya çalıştım. Sonuç olarak Rizgarî’nin örgütsel olarak bir kimlik bunalımı, bir kararsızlık içinde kalarak zemin kaybettiği söylenebilir. İdeoloji, kendini besleyecek bir pratikle birlikte geliştirilemediği için, ideolojik inşa denilen süreç konformist tartışmalar yürüten, görece seçkinci bir kadro tipi yarattı. Teorik ve ideolojik olarak oldukça yetkin olduğunu düşünen bu kadrolar, diğer Kürdistanlı grupların pratiğini “Kötü bir senaryodan iyi film çıkmaz” diyerek küçümseme eğilimindeydi. “Senaryo iyiyse film de mutlaka iyi olacaktır” yargısının yanlışlığı bir yana, onu bir türlü filme dönüştüremeyen hareket; elinde gayet iyi olduğuna inandığı kendi senaryosu (ideoloji ve program) ile kalakalmıştı. Çünkü siyasetin aktörleri de rolleri de süreç içinde iyi ya da kötü kendi yollarını bulmuştu. Kötü yönetmenlerin iyi eleştirmenler olarak ciddiye alınması ise oldukça zor olacaktı. Siyasal hedeflere ve toplumsal ihtiyaçlara uygun bir örgütlenme yaratılamayışı ve bu alanda gösterilen çeşitli kararsızlıklar; seçkinci siyaset tarzının kendine uygun lider eksenli bürokratik örgütlenme tarzının yerleşip kurumlaşmasına yol açtı. İster ulusal, ister sınıfsal, isterse dini, hangi ideolojik kılıfı kuşanırsa kuşansın bütün bürokratik mekanizmalar sonuçta sadece kendileri için vardır. Kendilerini doğuran amaçlar, paradigmalar değiştiği halde bile kendilerine yeni paradigmalar ihdas ederek var olmaya devam ederler. Ve yine bilinen bir şey, bir yerde bir ilke, bir ideoloji veya bir adam tartışılmaz, dokunulamaz, bir tabu haline getiriliyorsa, burada esas olarak bundan çıkar uman bir kastın varlığı söz konusudur. İç dinamikleri parçalanmış bir ulusun, kurtuluş mücadelesi için tercih edebileceği çok değişik örgütlenme biçimleri yoktur. Daha doğar doğmaz illegal olmak zorunda kalır: yasa dışıdır ve katı gizlilik kuralları, “iyi niyetli” tüm söylemlere rağmen açıklık, demokrasi ve dolayısıyla denetlenebilir olma imkanlarını ortadan kaldırır… Düşmanın öldürücü darbelerine karşı örülmek zorunda olunan bu zırh, bir süre sonra içindekilerin de ölümüne yol açar! Düşmana karşı meşrulaşan bütün gizlilik önlemleri, aynı zamanda yaptıklarından sorumsuz ve denetlenemez bir bürokratik kastın kendisini korumasına, gizlemesine de yarar.

48

Sosyalist Düşünce Dergisi


Rizgarî’nin Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri Şiddetle belirlenen bir mücadele ortamı en barışçıl örgütlerde bile şiddetin meşrulaşmasına, kanıksanmasına yol açabilir. Silahlı mücadeleye karar veren örgütlerde ise bir süre sonra silahın dilinin siyasete, örgüte egemen olması kaçınılmazdır. Gerilla mücadelesi sömürgecilerin zorbalığına karşı toplumun özgürleşmesinin kapılarını açar; özgürlük mevzileri oluşturur. Ne var ki bir yandan da silahın yalnız düşmanı caydırmakla kalmayıp, siyasal rakipleri ve iç itirazları da caydırdığı anlaşılınca iç düşmanlar çoğalmaya başlar, hamaset artar. Bütün iç isyanlar, itirazlar en kolay yoldan bastırılmaya çalışılır. Akıldan çok duyguyu örgütleyen bir tarikat anlayışı esas olmaya başladığında ideolojilerin meşrulaştırıcı, acıyı hafifletici ve katlanabilir hale getiren söylemleri öne çıkar. Sloganlar, analitik düşüncenin yerini aldığında tartışma ve araştırma değil, ezbere öğrenilmiş formüllerin tekrarlanması söz konusudur artık. Bürokratik örgütlenmeler için “merkez” ve “otorite” kavramları kutsaldır. Geniş taban piramidin tepesini taşımak için vardır. Ulus veya sınıf iradesini “Parti”ye, parti kadrolara, kadrolar “önderliğe” devreder. Hepsi birbirinin yerine ikame olur. “Yoldaş Öcalan”ın “Başkan Apo” haline gelmesi, “güneşimiz” denmesi, modern zamanların peygamberi gibi nitelenmesi böyle bir sürecin sonucudur. Güçlü merkezi yapılar ve lider eksenli örgütlenmeler zayıf insanlara ihtiyaç duymuştur. Bireysel zayıflığın ürünü olarak gelişen “Tek Adam” örgütleri, bu kez de güçlenen bireyleri zayıflatmaya çalışır. Otoriter örgütlenmelerin zayıf kişilere ihtiyacı olduğu gibi tersi de doğrudur: toplumlar zayıflayıp güçsüzleştikçe, güçlü lider ve otorite isteği de artar. Sömürge insanı zayıftır, donanımsızdır. Kaba bir güçle ezildiği için ya o güce istemeden boyun eğmek ya da başka bir karşı-güce sığınmak durumundadır. Büyük toplumsal sarsıntılardan geçen toplumlarda da güçlü bir otorite isteği doğması nedensiz değildir: Çöküntü altında kalan toplumların can havliyle ayetlere, sloganlara, şeflere sarılmasının sosyal psikolojik temelleri vardır. Dünyada yaşanan büyük küresel krizler hemen her toplumda diktatörler, totaliter ideolojiler, baskıcı rejimler doğurmuştur. Bunun geri ya da ileri, feodal ya da kapitalist toplum ve kültür yapısıyla da ilgisi yoktur. Kürdistan’daki siyasal örgütlenme biçimlerinin karizmatik liderlere dayanan, monolitik bir biçimde gelişmesini de böyle tanımlayabiliriz. Geleneksel aşiretçi ilişkiler olduğu gibi, uluslararası sosyalist hareketten ithal edilen örgütlenme modelleri de lider eksenli ve merkeziyetçidir. Kürdistan’da sadece aşiret ve şeyh-mürit ilişkilerini yaşamış olan kır yoksulu bir taban üzerine, aydın politik kadroların Stalinist yorumuyla Bolşevik örgütlenmenin oturtulduğunu ve aynı zamanda da sömürgecilerin Kemalist ve Baasçı Jakobenizme de özendiklerini düşünürsek, örgütlenmelerin bir noktadan sonra toplumsal enerji karşısında neden ön açıcı değil tıkayıcı bir baraj haline geldiklerini anlamak da kolaylaşmaktadır. Kürdistan’da mevcut olan siyasi örgüt ve liderlerin çizgilerinde önemli farklılıklar olmasına rağmen gerek beslendikleri ideolojik kaynaklar ve referanslar açısından, gerekse siyaset ve örgüt kültürü açısından birbirlerine aşırı derecede benziyorlar. Eylemin gerekliliği ile olanaksızlığı arasında sıkışan kadrolar, herhalde var olan durumu rasyonelleştirmek yerine çıkış yollarını aramaya, denemeye devam etmek zorundalar. Haziran 2010

Yaz | 2010 -

49


Dosya

İspanya’da Geçiş Dönemi: Bir İhanetin Tarihi

Josep Lluís

1

Franco’nun öldüğü 1975 yılı ile ilk PSOE (İspanyol Sosyalist İşçi Partisi) hükümetinin kurulduğu 1982 yılları arasında İspanya’da Transicion olarak adlandırılacak bir geçiş dönemi yaşandı. Bu dönem, yeni Monarşik rejimin Franco’nun emriyle işbaşına geçirilen bir kral ve onun kurumlarının iskeletini korumakla yükümlü bir rejimle sağlamlaştırıldığı bir süreci beraberinde getirdi. Monarşi, işçi sınıfının geniş kesimlerince reddedildi ve genel bir güvensizlik duygusu yarattı. Bu dönemde etkileyici bir kitle hareketinin, neredeyse 40 yıllık bir diktatörlük rejimini alaşağı etmesiyle oluşan dönüşüm hayalleri, özgürlük beklentileri ve Portekiz’deki devrimci süreç tüm işçi sınıfını belirlemekteydi. Ne yazık ki, tüm bu beklentiler Solun iki büyük partisi PCE (İspanyol Komünist Partisi) ve PSOE’nin izlediği politikalar ve ihanetler sonucunda yerini derin bir hayal kırıklığına bırakacaktı. PCE’nin diktatörlükten demokratik kopuşu engelleyerek ve rejimle pazarlıklara girerek oynadığı rol ve bir süre sonra PSOE’nin hükümet olarak işbaşına gelmesi sayesinde işçi sınıfı ve İspanyol devleti topraklarında yaşayan halkların taleplerine ihanet edildi, Monarşinin talepleri benimsendi, söz konusu aşama tamamlanamadan rejim sağlamlaştırıldı. Baskı altındaki ulusların ve halkların demokratik sorunları reddedildi, Monarşinin, toprak ağalarının ve bankaların işçi sınıfı ve yoksul köylülük üzerindeki ayrıcalıkları sağlamlaştırıldı. Kilise, Frankoculukla işbirliği sayesinde kazanmış olduğu ayrıcalıklarını korudu. Böylece Frankoculuk ve sorumluları suskunluğun ve unutuşun güvencesi altında cezasız bırakıldı. Ama çözülmemiş sorunlar şimdilerde kapıyı çalmaya, Monarşi 30 yıl sonra sorgulanmaya başlıyor. 1 Uluslararası Birlik Komitesi’nin İspanya devletindeki bileşeni Lucha Internacionalista’nın (Enternasyonalist Mücadele) Merkez Komite üyesi.

50

Sosyalist Düşünce Dergisi


İspanya’da Geçiş Dönemi Franco’nun son yılları 20 Kasım 1975 tarihinde İspanyol diktatör Francisco Franco öldü. Portekiz ve Yunan diktatör meslektaşları devrimci kitle hareketleri tarafından yenilgiye uğratıldılar. Ama ne yazık ki, bu süreç İspanya’ya gecikerek ulaşacak ve bu gecikme “Öndere” son günlerini iktidarda geçirme fırsatı sunacaktı. Birkaç ay boyunca doktorlar, Monarşiye geçişi güvence altına almak ve rejime zaman kazandırmak adına diktatörün ölümünü geciktirmek için uğraştılar. Ölmeden hemen önce diktatörün söylediği gibi “her şey önceden ayarlanmalıydı ve iyi ayarlanmalıydı”. Bu geçişin güçlüklerini kavrayabilmek için Frankoculuğu analiz etmekte yarar olacak. Franco rejimi, Cumhuriyete ve dahası yükselişte olan işçi hareketine karşı 18 Temmuz 1936 tarihinde ordu içinden bir kesimin başını çektiği faşist bir ayaklanmadan doğdu. Faşist ayaklanmaya karşı tarlaları ve fabrikaları zapt ederek işçi yönetimi ve kontrolüne sokan bir işçi devrimi patlak verdi. Almanya ve İtalya tarafından desteklenen Franco 3 yıllık (1936-39) korkunç bir savaşın sonunda zafere ulaştı. Bu savaş yılları boyunca Cumhuriyetçi saflarda yer alarak Stalin’in emrinde devrime ihanet edecek olan Komünist Parti belirleyici bir rol üstlenmişti. Avrupa’nın “Parlamenter demokrasileri” Cumhuriyetin haçlıların ellerinde can vermesine göz yumdular, zira Faşist bir İspanya, bir İşçi Cumhuriyetine nazaran tercih sebebiydi. Franco rejimi; ordu, büyük toprak sahipleri ve finans burjuvazisince desteklendi ve Katolik kilisesince kutsandı. Yeni rejimin sağlamlaştırıldığı yıllar boyunca işçi ve halk hareketinin önderliği imha edildi. Olağanüstü hal rejimi 1948 yılına dek geçerliliğini korudu ve bu dönem boyunca 100-150 bin kişi idam edildi. Faşist rejim temelde Bonapartist karakterli askeri bürokratik bir diktatörlüktü. Kurumlaşan rejimde faşist Falanj Partisi ideolojik referans olarak Milliyetçi Hareket’ten (Movimiento Nacional) besleniyor, şiddet devlet kurumlarından –Silahlı Kuvvetler, Polis ve Guardia Civil’ler2- güç alıyordu. Bunları bir süre sonra oluşturulan aşırı yetkilerle donatılmış özel mahkemeler, 1963 yılında kurulan kamu mahkemeleri ve nihayet 1968 yılında ilan edilen olağanüstü hal yasası takip edecekti. İşçi sınıfı hareketinde yeniden inşa süreci ancak 50’li yılların ortasıyla sonlarında gerçekleşebildi. Komünist Parti, ileride ciddi bir güç haline dönüşecek İşçi Komisyonları’nın (Comisiones Obreras, CCOO) kuruluşunu başlatmıştı. İşçi hareketiyle birlikte Katalunya ve Bask ülkesinde Franco tarafından her türlü tarihsel hakları ve dilleri inkâr edilerek baskı altına alınmış halkların başını çektiği güçlü bir ulusal hareket gelişmekteydi. “Önderin” son yıllarında işçi ve halk hareketindeki yükseliş iyiden iyiye rejimi tehdit eder hale geldi. Demokratik adımlar, 1974 yılında yaşanan Portekiz devriminin yarattığı korkuyla dizginleri elinden kaçırmaktan ürken rejim tarafından geciktirilmekteydi. Bu tarihten, diktatörün ölümüne dek rejimin şiddetinin dozu, işçi ve halk hareketine ağır darbeler indirmeye yönelen anti terör yasalarıyla daha da arttı. Birçok idam cezası infaz edildi ve cezaevleri binlerce kadın ve erkek devrimci tutsakla doldu. Bu son evrede üç olay kilit önem taşıdı ve rejimin çöküşünde başrol üstlenen güçler açısından belirleyici oldu; işçi grevleri, Katalunya ve Bask ülkesindeki halk mücadeleleri ve son darbe olarak Sahra’nın Fas’ın eline geçmesine yol açan sömürge hezimeti. Reform ya da Kopuş Bu dönemde, yükselen seferberliklerin ve genel grevlerin sıcaklığında nefret edilen rejimin reform yoluyla dönüştürülmesi ya da ondan tümüyle kopulması doğrultusunda 2 Guardia Civil; Sivil muhafızlar. İspanya’daki geleneksel jandarma teşkilatı. İşçi sınıfı ve yoksul köylülük üzerinde uygulanan sistematik şiddetin sembolü olan bu kurum, bir asayiş gücü olarak varlığını halen sürdürmektedir. Yaz | 2010 -

51


İspanya’da Geçiş Dönemi yoğun bir tartışma gelişmektedir. 1969 Temmuzu’nda Franco, rejimin temellerini kutsayan faşist bir metin olan Milliyetçi Hareket’in ilkelerine sadakat yemini eden Burbon prensi Juan Carlos’u varisi ilan eder. Söz konusu reform ya da kopuş tartışması temelde, rejimin devamcısı olarak Monarşiyi reforme etmek ya da demokratik bir kopuş olarak cumhuriyeti tercih etmek bağlamlarında açığa çıkmaktadır. Bu ikinci yönelimin etrafında kümelenen devrimciler açısından bu cumhuriyet bir işçi cumhuriyetine dönüşmeliydi. Ne var ki, PSOE ve PCE’nin tuttukları yol rejimin reforme edilmesinden yanaydı ve bu, Frankoculuk ve Monarşiyle bir anlaşmaya varılması anlamına geliyordu. İşçi sınıfı ve halkların köklü bir demokratik yeniden inşa doğrultusundaki heyecanı, hakiki bir işçi devriminin gerçekleşemediği koşullarda, diktatörlüğün mirasçısı durumundaki rejimin meşrulaştırılmasına çabalayan güçlü politik ve sendikal aygıtların ağırlığı altında paramparça oldu. Frankoculuğun suçları, işbirlikçi parlamenter solun önderlerinin suskunluğu altında halının altına süpürüldü. Yargıçlar, sistematik baskının ve işkencenin sorumlusu polisler, mevkilerini korudu. Monarşi sorgulanamadı ve Cumhuriyetin gerekliliği olgusu sol açısından bir tabuya dönüştü. Hareketin geniş kesimlerini kontrol etmekte olan kitlesel parti, Santiago Carrillo önderliğindeki PCE idi. PCE’nin gücü yalnızca CCOO’nun sendikal hareketinden kaynaklanmıyordu. Bu parti, aynı zamanda mahallelerde, köylerde ve entelektüeller arasında da geniş bir etki alanına sahipti. Politik düzlemde ise PCE, Enrico Berlinguer önderliğindeki PCI’den (İtalyan Komünist Partisi) sonra komünist partilerin söylem ve programlarının sosyal demokratlaştırılmasını öngören Avrokomünizm akımının başını çekmekteydi. Bu anlayış, Batı Avrupa’da devrimci bir sürecin olanaksızlığı analizine dayanıyor ve bu görevi belirsiz bir geleceğe havale ederek, burjuva parlamentarizmi ve seçimler yoluyla demokratik görevlere odaklanmaya yöneliyordu. PCE, hükümetin dayatmalarına boyun eğerek kendi yasallaşması adına pazarlıklara girişti. Binlerce dürüst militan, Santiago Carrillo’yu Cumhuriyetin bayrağından vazgeçmiş olarak Monarşinin bayrağının altında gördüklerinde döktükleri gözyaşını halen hatırlamaktadırlar. Carrillo, partinin yasalaşmasından iki gün sonra merkez komite toplantısına sunduğu bir raporda, “daima kızıl olan ve kızıl kalacak parti bayrağımızın yanına devletin resmi renklerini taşıyan bayrağını da yerleştirmeye karar verdik” diyecekti. Esas olarak PCE tarafından hayata geçirilen eski rejimin reforme edilmesi politikası, tüm alanlarda sonuçlarını verecekti. Bunların en korkunçlarından biri sendikal alanda olanıydı. Rejimin doğrudan sendikası CNS (Ulusal Sendikalar Merkezi), diktatörlük altında onaylı yegâne sendikaydı ve ağır yaralıydı. İşçi sınıfının iki geleneksel sendikası UGT (Genel İş Birliği, PSOE eğilimli) ve CNT (Ulusal İşçi Merkezi, anarko-sendikalist) gizlilik koşullarında da olsa sokakları kazanarak kendilerini yeniden inşa etmekteydi. Diğer yandan CCOO, işyerlerinin büyük bir kesiminde belirleyici bir konuma sahipti. PCE’nin, rejimin doğrudan sendikasını reforme etme emrini vermesiyle CCOO, 1975 Haziranı’nda gerçekleşen son seçimlerde CNS önderliğini devirdi, diktatörlüğün kapıları açmasıyla CCOO, sendikal seçimlerde delegeliklerin %90’nını elde etti. Ulusal Sorun ya da “Herkese Kahve” Frankoculuğun temel özelliklerinden biri de Katalunya ve Bask ülkesindeki herhangi bir ulusal hakka karşı vurduğu güçlü merkeziyetçi damgaydı. Franco’nun askeri ayaklanmasından sonra, faşist güçler arasında hayli yaygın olan “İspanya parçalanacağına kan kırmızısına boyansın” sözü, faşistlerin komünist ve sosyalist sola duyduğu nefretten daha fazlasını vatanın birliğini tehdit edebilecek ulusal uyanışlara karşı beslemekte olduklarını sembolize etmekteydi. Ulusal haklar için mücadele, sağlamlaşmamış Monarşi açısından tayin edici bir alanı işgal etmekteydi. 52

Sosyalist Düşünce Dergisi


İspanya’da Geçiş Dönemi Katalunya’da geçiş dönemi başlar başlamaz, CiU (Katılım ve Birlik) önderliğindeki burjuva ulusalcı hareket kitlesel bir destek kazandı. Frankoculuğa karşı mücadele boyunca bu kitlesel kontrol, aynı yıllarda İtalyan Komünist Partisine benzer şekilde geniş yığınlar üzerinde etki sahibi olan PSUC (Katalunya Birleşik Sosyalist Partisi, PCE’nin Katalunya’daki kolu) ellerindeydi. Ama PSUC’un Monarşiye karşı tavrı ve kendi kaderini tayin hakkı doğrultusunda mücadeleden vazgeçmesi, burjuva ulusalcılığının gelişmesine olanak sağladı. Bir diğer süreç, Bask ülkesinde yaşanmaktaydı. Bu bölgede PCE’nin kısmi bir geleneği söz konusuydu. Bölgede işçi ve madenci mücadelelerinin temsilcisi PSOE ve UGT iken, daha sonraları Bask burjuvazisi, zamanla güç kazanacak bir sendikanın, ELA’nın (Bask İşçileri Dayanışması) inşasına girişti. Ulusalcı gençlik içinden ETA (Bask Ülkesi ve Özgürlük) doğacak, bağımsızlıkçı Abertzale (Yurtsever) hareketi ise bir süre sonra Marksist olduğunu ilan edecekti. ETA ilk ölümcül saldırısını 1968 yılında, aynı zamanda II. Dünya Savaşı’nda bir Gestapo işbirlikçisi olan ve sorgulardaki işkenceciliği ile ün yapmış Bask ülkesi sosyal politik polis masası şefi Meliton Manzanas’a karşı gerçekleştirdi. Burgos mahkemeleri olarak adlandırılan süreçte bir askeri mahkeme on altı bağımsızlık yanlısı Basklı militanı yargıladı ve bunlardan dokuzuna ölüm cezası verdi. Ulusal ve uluslararası düzeyde yükselen protesto dalgası öyle bir noktaya ulaştı ki, sonunda rejim ölüm cezalarını geri çekmek durumunda kaldı. Polis ve askeri yetkililere yönelik saldırılar sürdü ve 1973 yılında Franco’nun en güvenilir adamı Luis Carrero Blanco’nun öldürülmesiyle zirve noktasına ulaştı. Anayasayı sağlamlaştırma uğraşındaki rejimin bu gelişmelere yanıtı bir yandan İspanya’nın bölünmez bütünlüğünün altını çizmek, diğer yandan ise Suarez’in “herkese kahve” politikasında cisimleşen otonomi yönelimi oldu. Bu politika, temelde üç tarihsel ulusu –Katalunya, Bask ülkesi ve Galiçya- bölgesel yönetimlerle –örneğin devlet başkentinin çevresini kapsayan Madrid otonom yönetimi- ve hatta Kuzey Afrika’daki iki sömürge Ceuta ve Melilla ile iç içe geçirmeyi kapsamaktaydı. Böylelikle bu tarihsel ulusların herhangi bir talebi, kanun karşısında tüm otonomilerin eşitliği hayalinin kullanılması ve aralarında sık sık çatışmalar çıkmasının kışkırtılması suretiyle 17 otonom bölgeden oluşan bir okyanusun derinliklerinde yitip gidecekti. Katalan ve Bask burjuvazileriyle kendi otonom sınırları içinde Monarşinin kurumsallaşması yolunda varılan anlaşma bu süreçte kilit bir önem taşıdı. Bir kez daha –tarih boyunca sıkça rastlandığı üzere- bu burjuvaziler, halkların ulusal hakları yerine, içine yerleşmiş oldukları Monarşik devlet kurumlarının hizmetinde kendi ceplerini doldurmayı tercih etmişlerdi. İşçi Sınıfının Kontrol Altına Alınması: Moncloa Anlaşmaları Monarşiye dönüş, işçi mücadelelerini durduramadı –aksine şiddetlendirdi- bu durum ne pahasına olursa olsun değişmeliydi. Hükümet birikmiş ödemeler sorununun üstesinden gelmek için para basımını düşürmek bir yana yoğunlaştırdı. Bu durum, 1975 yılında %16,9’dan, 1976 yılında %20’ye ve nihayet 1977 yılı ortalarında %44’lere ulaşan muazzam bir enflasyon patlamasına yol açacaktı. Patronlar, işçi sınıfının taleplerinin önüne geçmek adına politik partilerle Moncloa anlaşmaları üzerinden pazarlığa giriştiler. Bu anlaşmalar Ekim 1977 tarihinde imzalandı. Hükümet, basın, toplantı, politik örgütlenme ve ifade özgürlükleri yönündeki bir dizi demokratik talep karşısında boyun eğdi ve Milliyetçi Hareket’i lağvetti. Ama bu anlaşmaların işçi mücadeleleri açısından sonuçları son derece ağır oldu. İşyerlerinde %5 oranında işten çıkartma kabul edildi, 1977 yılından, enflasyonun % 22 dolaylarında seyredeceği öngörülen 1978 yılına dek ücret artışları durduruldu. Gençler için mevsimlik sözleşmeler yürürlüğe girdi, ulusal para birimi üzerinde ilerde yeni enflasyonist baskılar yaratacak bir kur ayarlaması uygulandı. Yaz | 2010 -

53


İspanya’da Geçiş Dönemi Ve tüm bunlardan daha da önemlisi sosyal barış dayatıldı ve işçi mücadelelerine boyun eğdirildi. Moncloa anlaşmaları hükümet adına Adolfo Suarez ve PSOE, PCE ve diğer parlamenter partilerin önderliklerince imzalandı. Anlaşmalar daha ilerde Kongre ve Senato’da yeniden ele alındı. PSOE ve PCE tarafından kontrol edilen iki büyük sendika UGT ve CCOO gelişmelere sessiz kaldılar ve boyun eğdiler. Böylece mücadeleler geriletildi ve ihanete uğramaya başladı, işçi sınıfının saldırılara yanıt verme kapasitesi zayıflatıldı. Monarşinin yerleşmesi için ödenmesi gereken bedel buydu. Ama bu hedef kolay gerçekleştirilemedi, işçi sınıfı başını dik tutabilmek için direnmekteydi. Öte yandan hükümet sendikal aygıtları finanse etmek için para musluklarını açmaya başladı. Geçiş Başlıyor: Anayasal Pakt ve Rejimin Korunması Franco’nun 1975 Kasımı’nda ölümüyle, Juan Carlos’lu Monarşinin halk reddiyesine ve devam etmekte olan işçi ve halk mücadelelerine karşı ilk sınavı da başlıyordu. Monarşi açısından kendini meşrulaştıracak ve Frankoculukla doğrudan bağlantısını görünmez kılacak formüller geliştirmek acil bir görev haline dönüşmüştü. Bu süreç “geçiş dönemi” olarak adlandırıldı ne var ki, bu sürecin temelini başına kralın getirildiği eski devlet aparatının –ordu, kolluk kuvvetleri, yargı- omurgasının korunması ve solun yeni parlamenter partilerini -PSOE, PCE- kapsayarak demokratik parlamenter bir işleyişe uygun hale getirilmesi oluşturmaktaydı. Bu partilerin yanı sıra kitle mücadeleleriyle iyiden iyiye öne çıkmakta olan ve sokaktaki gerçekliği yansıtan sendikalar açısından tek eksik yasallaşmaydı. Böylece silahlı kuvvetlerin ve devletin başı olarak kralın üstlendiği Bonapartizmi görünmez kılmayı başaramayan, burjuva demokratik öğelerle süslü melez bir rejim doğmuş oldu. 1978 anayasası işte bu anlaşmanın meyvesiydi. Söz konusu anayasal metnin üzerinde çalışan komisyon, aralarında birer PCE ve PSOE temsilcisinin de bulunduğu beş burjuva partisinin temsilcilerinden oluşturulmuştu. Komisyonun bileşimi başlı başına metnin sosyal içeriğinin habercisiydi. Monarşi solun sessizliği karşısında tartışmasız bir biçimde kendini dayatmaktaydı, komisyonda yalnızca sosyalist temsilci cumhuriyet lehinde oy kullandı; ekonominin kapitalist işleyişi garanti altına alındı, vatanın bölünmezliği, Bask ülkesinin ve Katalunya’nın kendi kaderinin tayin hakkının karşısına çıkarıldı. Kilise Frankoculuk sayesinde kazanmış olduğu ayrıcalıklı ilişkiyi ve eğitim üzerindeki belirleyici kontrolünü korumuş oldu. Toprak reformunun bahsi dahi geçmezken, büyük toprak sahipleri binlerce köylü ve rençperin sefaleti pahasına devasa topraklarını kurtardı… Ölmeden hemen önce diktatörün söylediği gibi “her şey önceden ayarlanmıştı ve iyi ayarlanmıştı”. Anayasa metni, 6 Aralık 1978 tarihinde referanduma sunuldu. PSOE, PCE, CCOO ve UGT anayasaya evet çağrısı yapmalarına karşın, halkın %33’ü çekimser oy kullandı ve bu nedenle “evetler” -15,7 milyon- tüm nüfus içinde %58’lik bir oy oranına ulaştı, “hayırlar” -1.4 milyon- ise % 8’lik bir oy oranına tekabül etmekteydi. Bask ülkesinde “evetler” oyların %50’sine ulaşmamıştı. Monarşi hala sorgulanmaya devam ediyordu. Anayasanın kabulünün ardından ilk genel seçimler için süreç de başlamış oldu. Burjuvazi, kendisine süratle bir burjuva demokratik parti izlenimi veren, Hıristiyan demokrat ve Avrupacı bir parti bulmak zorundaydı. Yalnızca Katalunya ve Bask ülkesinde bazı burjuva sektörler Frankocu rejimle aralarına bir mesafe koymuştu ve geniş bir etki alanına sahip partileri vardı. Katalunya’da CİU ve Bask ülkesinde PNV (Bask Ulusalcı Partisi). Ama bu gerçek, merkezi burjuvazinin ihtiyaçlarıyla örtüşmüyordu. Bu koşullar altında sivil yöneticiler aracılığıyla bizzat rejimin mekanizmalarının içinden yeni bir odak oluşturuldu; Ulusal hareketin genel sekreteri Adolfo Suarez’in önderliğindeki UCD (Demokratik Merkez Birliği). UCD ilk genel seçimleri kazandı. Ama yeniden inşa edilmiş Monarşinin ilk yılları boyunca işçi mücadelesi yüksel54

Sosyalist Düşünce Dergisi


İspanya’da Geçiş Dönemi meye devam etti ve genel grevler, Adolfo Suarez’in kırılgan Monarşist hükümetini art arda tehdit altına soktu. Mücadelecilik ve ifadesini grev komiteleri ve işçi meclislerinde bulan tabanın kontrolü, işçilerin taleplerini zafere taşımaktaydı. Monarşinin Sağlamlaşması, 81 Darbesi 1980 yılının başında rejim, kendini sağlamlaştırma hedeflerinden hala uzaktı, işçi seferberlikleri sürmekte ve Bask ülkesinde Abertzale solu güçlenmekteydi. ETA’nın silahlı eylemleri artmakta ve öncelikli hedef olarak ordu, polis ve Guardia Civil’lere yönelmekteydi. Suarez hükümetine karşı sertlik yanlısı sesler yükselmekteydi. Politik kriz, olanca yoğunluğuyla hükümetteki parti UCD’ye yönelmeye başladı. Başbakan Suarez istifasını sundu, yerine aynı partiden Calvo Sotello’nun geçeceğini ilan etse de, UCD ölümcül yara almıştı. Artık PSOE’nin iktidara gelmesi kaçınılmaz görünmekteydi. Monarşi –fırsatlardan yararlanarak- kraliyet ailesine sadık bir askerin yönetiminde ve parlamenter partilerin büyük çoğunluğunu kapsayan –PSOE ve PCE dâhilbir ulusal birlik hükümeti oluşturmak için çalışmalara başladı. Bu çerçevede parlamentoda Suarez’in istifasının kabul edileceği ve Calvo Sotello hükümetinin oylanacağı tarih olan 23 Şubat 1981 tarihine gelindi. Görüşmeler esnasında, Antonio Tejero komutasında bir grup Guardia Civil meclisi ele geçirdi. Bu gelişmeler yaşanırken, tanklar Valencia sokaklarına çıktı ve belli başlı garnizonlardaki birlikler sokakları zapt etmek için mevziler oluşturmaya başladı. Tejero, duruma el koymak için yüksek düzeyde bir generalin geldiğini ilan etti ve mecliste, saraydan devreye giren General Armada göründü. Sağ kolunun gelişmelere müdahil olmasıyla Kral da sürecin bir parçası haline geldi. Yaşananların Monarşinin, bir askerin yönetiminde oluşturmayı arzuladığı olağanüstü hükümeti dayatmak için gerçekleştirdiği bir darbe olasılığını doğrular görünen birkaç saat geçti. Ama Cortes’i –Meclis- işgal etmiş durumdaki Tejero ve kendisini desteklemekte olan ordudan bir kesim, komünistlerin ve sosyalistlerin de bulunacağı bir hükümet olasılığını reddetti. Aradan geçen dört saat içinde Monarşi planlarını değiştirdi, belki de başından itibaren plan bu yöndeydi. Kral, parlamenter sola kısa süre içinde kurulacak bir PSOE hükümetinin çerçevesini ve sınırlarını dayatmak için askeri basınç uygulamaya başladı. Ayın 24’ünde başlıca politik sorumluların katılımıyla bir toplantı gerçekleştirildi ve yeni hükümetin oluşturulması için askerlerin ve eski rejimin şartları dikte edildi. Rejimin şiddet güçlerine asla dokunulmayacak, NATO’dan çıkılmayacak, ABD ile var olan ittifaka son verilmesi akıldan bile geçirilmeyecek, İspanya’daki özerklik haklarında kısıtlamalara gidilecek ve Fransa’da gündeme gelen türden bankalara yönelik bir millileştirme girişiminde bulunulmayacaktı. PSOE lideri Felipe Gonzalez, bu şartları kabul etti. PCE ve PSOE yalnızca dayatılan bu şartları kabul etmekle kalmadı, aynı zamanda Kralı eski Franco yanlıları karşısında demokrasinin büyük kurtarıcısı olarak cilalayıp sunmak adına yaşanan gelişmeleri fırsata çevirdiler. 27 Şubat günü Monarşiyi desteklemek için büyük bir gösteri gerçekleştirildi. Nihayet, Monarşi, halk karşısında Frankocu mirastan ve parlamenter solun önderliklerinden bağımsız bir görüntü kazanmıştı. PSOE hükümeti, kendisine dayatılan şartların her birini tek tek hayata geçirdi; NATO ile yola devam edebilmek için söz verdiği referandumu gerçekleştirdi. Özerklik şartlarını geriletmek için özerklik sürecini uyumlu hale getirme yasası parlamentodan geçirildi. Frankocu unsurların devlet aparatlarından tasfiyesi engellendi. Bask ülkesinde olağanüstü hal koşulları sürdürüldü ve GAL3 aracılığıyla ETA’ya yönelik bir kirli savaş başlatıldı. İlk “iş yasası reformu” hayata geçirildi ve sanayide, ilerde kronik bir işsizliğe yol açacak köklü dönüşüm politikaları uygulandı… Frankoculuğun mirasçısı olan Monarşi, sahte demokratik meşruluğunu, her şeyden önce PCE’ye ve sonra da PSOE’ye borçluydu. 3 Grupo Antiterrorista de Liberacion, ETA’ya karşı devlet tarafından kurulan kontrgerilla örgütü. Yaz | 2010 -

55


Belge

Katalunya’da Ulusal Sorun

Lev Troçki

23 Nisan 1931 - Katalan Federasyonu1 Katalan Federasyonu, tün İspanya genelinde faaliyet gösteren komünist örgütlenmelerde yer alabilmek için çaba göstermek zorunda. Katalunya’nın bir öncü konumunda bulunduğu doğrudur. Ancak eğer bu öncü, adımlarını tüm İspanyol işçi ve köylüleriyle birlikte atamazsa devrimin en görkemli döneminde dahi, Paris komününüm uğradığı akıbetin bir benzeriyle karşı karşıya kalabilir. Katalunya’nın içinde bulunduğu özel durum da şu anda bu yöne doğru gitmektedir, Ulusal sorun, gelişecek olayların o derece ısınmasına yol açabilir ki Katalunya’da yaşanacak bir devrimci patlama, tüm İspanya geneline nazaran çok daha erken gerçekleşebilir. Katalan proletaryasının, kendi gücünü tüm İspanyol proletaryasının gücüyle konsolide edebilme şansı varken, ulusal heyecanların da etkisiyle zamanından çok daha önce nihai bir kavgaya atılması, büyük bir felaket olacaktır. Sol Muhalefet’in, Barselona ve Madrid’deki güçleri, bütün bu sorunların tarihsel bir düzeyde gündeme gelmesini sağlayabilir ve sağlamalıdır da. 1 Joaquín Maurín önderliğindeki Katalan-Balear Komünist Federasyonu (kısa adıyla Katalan Federasyonu). Mektubunda Troçki, İspanya Sol Muhalefeti yürütme komitesi ile Sovyetler Birliği’nden henüz dönmüş olan Andrés Nin arasında çıkan görüş ayrılığına müdahale etmektedir. Nín, Sol Muhalefet’in görüşleri doğrultusunda daha etkin çalışılabilmesi için Katalan Federasyonu’na katılması gerektiğini savunuyordu. Sol Muhalefet yürütme komitesi ise Nín’in tüm çabasını SM’ye adamasını istiyor, ayrıca Federasyon’un oportünist ve ulusalcı niteliğine dikkat çekiyordu. Sonunda Nín bu görüşü kabul etti ve Muhalefet’in yayın organı Komünist’te Maurinismin politikalarını ve anlayışını eleştiren makaleler yayımladı; ayrıca İspanya Sol Muhalefeti’nin 1. Kongresinde kabul edilen ulusal soruna ilişkin tezleri formüle etti.

56

Sosyalist Düşünce Dergisi


Katalunya’da Ulusal Sorun 17 Mayıs 1931 – Katalan Milliyetçiliğinin İlerici Karakteri Katalan Federasyonu’nun sözde milliyetçiliğine gelince, bu çok önemli ve ciddi bir sorundur. Bu konudaki hataların ölümcül sonuçları olabilir. İspanya’da devrim, ulusal sorun da dâhil tüm sorunları yeni bir güçle ortaya çıkardı. Ulusal eğilimlerin ve hayallerin baş taşıyıcısı, büyük sermayenin ve devlet bürokrasisinin merkezileştirici rolüne karşı köylülük arasında destek bulmaya uğraşan küçük-burjuva aydınlardır. Bugünkü aşamada, ulusal kurtuluş hareketi içindeki küçükburjuvazinin önder rolü, genelde her devrimci demokratik harekette olduğu gibi, harekete kaçınılmaz olarak değişik türden sayısız önyargı getirir. Bu kaynaktan çıkan ulusal hayaller, işçiler arasına da sızar. Katalunya’da ve Katalan Federasyonu’nda şu anda yaşanan durum muhtemelen budur. Ama bütün bu söylenenler, Katalan ulusal mücadelesinin büyük İspanyol şovenizmi, burjuva emperyalizmi ve bürokratik merkeziyetçiliğe karşı ilerici, devrimci demokratik karakterini hiçbir şekilde azaltmaz. Bir dakika bile unutulmamalıdır ki, bir bütün olarak İspanya ve özellikle Katalunya, şu anda Katalan milliyetçi demokratlar tarafından değil, toprak sahipleriyle ittifak içindeki İspanyol burjuva emperyalistleri, eski bürokratlar, generaller tarafından ve İspanyol milliyetçi sosyalistlerinin desteğiyle yönetilmektedir. Tüm bu kardeşlik, bir taraftan İspanyol sömürgelerine ısrarla boyun eğdirme, diğer taraftan bizzat İspanya’nın bürokratik merkezileşmesi, yani Katalanların, Baskların ve diğer ulusların İspanyol burjuvazisi tarafından baskı altında tutulması anlamına gelir. Gelişmelerin bugünkü aşamasında, sınıfsal güçlerin mevcut bileşimiyle, Katalan milliyetçiliği ilerici devrimci bir etkendir; İspanyol milliyetçiliği ise gerici emperyalist bir etken. Bu ayrımı anlamayan İspanyol komünisti, bunu görmezlikten geliyor, ön sıraya çıkarmıyor, tam aksine bunun önemini örtbas ediyor, İspanyol burjuvazisinin bilinçsiz bir ajanı olmayı ve proleter devrim davasına duyarsız kalmayı göze alıyor. Küçük burjuva milliyetçi hayallerin tehlikesi nerededir? Bu hayaller, İspanya proletaryasını ulusal sınırlarla bölme potansiyeline sahiptir ve bu da çok ciddi bir tehlikedir. Ancak İspanyol komünistleri bu tehlikeye karşı yalnızca bir tek şekilde başarıyla savaşabilirler: Egemen ulus burjuvazisinin zorbalığını acımasızca teşhir ederek ve bu şekilde ezilen ulus proletaryasının güvenini kazanarak. Diğer politikalar, ezilen bir ulusun küçük burjuvazisinin devrimci demokratik milliyetçiliğine karşı ezen ulusun emperyalist burjuvazisinin karşı-devrimci milliyetçiliğini desteklemek anlamına gelecektir. 8 Temmuz 1931 - İspanyol Komünizmi ve Katalan Federasyonu En zararlı, en tehlikeli ve hatta en uğursuz gelişme, bizlerin Katalon Federasyonu’nun politikasıyla dayanışma içinde olduğumuz veya onların sorumluluğunu taşıyor olduğumuz ya da hatta Federasyon’a merkezci gruplardan daha yakın durduğumuz şeklindeki düşünceyi Katalunya, İspanya ve tüm dünya işçilerinin kafasında pekiştirmek olurdu. Stalinistler, olanca güçleriyle konuyu bu şekilde göstermişlerdir. Şimdiye kadar buna karşı yeterince şiddetle mücadele etmedik. Bizi pek çok tehlikeye sokacak ve Katalan ve İspanyol işçilerinin gelişimine engel olacak bu yanlış anlaşılmayı gidermek çok önemli ve ivedidir. Şüphesiz, Katalan Federasyonu’nun teşhiri, birincil olarak bizzat Katalunya’daki taraftarlarımızın üzerine düşen bir görevdir. Onlar kendi pozisyonlarını, net, açık, kesin bir eleştiride, Maurin’in politikalarına ilişkin –ki bunlar küçük-burjuva önyargıların, cehaletin, darkafalı “bilim”in ve politik sahtekârlığın karışımı politikalardır– söylenmedik hiçbir şey bırakmayan bir eleştiride deklare etmelidirler. Cortes seçimlerinde Federasyon hemen hemen on bin oy aldı. Bu fazla değil. ŞüpYaz | 2010 -

57


Katalunya’da Ulusal Sorun hesiz devrimci bir çağda, gerçekten devrimci bir örgüt hızla büyüme yeteneğine sahiptir. Yine de bu, bu on bin oyun önemini büyük ölçüde azaltan bir durumdur: Cortes seçimlerinde, Katalan Federasyonu Barselona’da –en önemli devrimci merkez– yerel seçimlerde aldığından daha az oy aldı. İlk bakışta değersiz gelen bu olgu, bir belirti olması bakımından muazzam öneme sahiptir. Bu, ülkenin en ücra köşelerinde federasyon doğrultusunda bir işçi hareketi mevcut olduğu halde –hayli zayıf olmasına rağmen– Maurin’in kafa karışıklığının Barselona’da işçileri çekmemekte, aksine itmekte olduğunu kanıtlamaktadır. Şüphesiz Macia’nın kaçınılmaz iflâsı, ehvenişer olarak Maurin’e yardım bile edebilir. Ama Cortes seçimleri, Federasyonun şimdiki önderliğinin güçsüzlüğünü tümüyle göstermektedir. Devrimin üç ayı boyunca Barselona’da etkinliğini arttırmama “hünerini” göstermek, gerçekten özel bir çaba gerektirir. Federasyon, devrimci politika dilinde neyi temsil eder? Komünist bir örgütlenme midir? Ya da eğer öyle ise tam olarak ne türden; sağ, sol veya merkez? Hiç şüphe yok ki, federasyon için oy verenler, devrimci işçiler, potansiyel komünistlerdir. Ama fikirleri henüz hiç net değildir. Üstelik de bu işçileri karışık kafalılar yönlendirirse nasıl net olabilirler? Bu koşullar altında, en azimli, en gözü pek ve en kararlı işçiler, kaçınılmaz olarak resmi partiye bel bağlayacaklardır. Bu parti, Barselona’da yalnızca 170 oy ve Katalunya’nın tümünde yaklaşık 1000 oy aldı. Ama sanmayın ki bunlar daha kötü unsurlardır. Aksine, bu unsurların pek çoğu bizimle olabilirdi ve bizler bayrağımızı açınca olacaklardır. 1917 devriminin başlangıcında, Rus Sosyal Demokrat örgütlerinin çoğunluğu karma bir yapıya sahiplerdi ve saflarında Bolşevikleri, Menşevikleri, uzlaşmacıları vs. barındırıyorlardı. Birleşme yönündeki eğilim öyle büyüktü ki, Bolşevik Partinin Mart sonundaki konferansında, Lenin’in gelişinden birkaç gün önce, Stalin, Menşeviklerle birleşmeyi bizzat ifade etti. Belli taşra örgütleri, tam Ekim Devrimine kadar karma halde kaldılar. Ben Katalan Federasyonu’nu benzer türden karma, kararsız, geleceğin Bolşeviklerini ve Menşeviklerini barındıran bir örgütlenme olarak görüyorum. Bu, Federasyon safları içinde politik ayrışma meydana getirmeye girişme politikasını haklı çıkarır. Bu yolda ilk adım, Maurinizmin politik bayağılığını teşhir etmektir. Burada merhametsiz olmak zorundayız. Katalan Federasyonu ve Rusya’daki birleşik örgütler arasındaki benzerlik sınırlıdır, ama yine de önemli hususlardadır. Rusya’daki birleşik örgütler, var olan hiçbir Sosyal Demokrat grubu dışlamadılar. Her biri birleşik örgüt içinde kendi düşüncesi için mücadele etme hakkına sahipti. Bu Katalan Federasyonu içinde tümüyle farklıdır. Orada Troçkizm aforoz edilmiştir. Her karışık kafalı burada kendi kafa karışıklığını savunma hakkına sahiptir, ama Bolşevik-Leninist sesini uluorta yükseltemez. Ve onun için bu karışık, eklektik, birleşik örgüt, daha baştan sol kanadı dışlamaktadır; fakat tam da bu olgu sayesinde, merkezci ve sağ kanat eğilimlerin kaotik bir bloğu olmaktadır. Merkezcilik, ya sağa ya da sola gelişebilir. Katalan Federasyonu’nun devrim sırasında sol kanadı reddeden merkezciliği, yüzkarası bir imhaya gitmek üzeredir. Sol Muhalefet’in görevi, acımasız eleştirisiyle bu imhayı hızlandırmaktır. Fakat göz önünde tutulması zorunlu olan fevkalâde önemli bir başka olgu daha var. Katalan Federasyonu’nun resmi varoluş amacı, tüm komünist örgüt ve grupların birliğini sağlamaktır. Belli ki, tabandaki üyeler bu slogana ilişkin çeşitli yanılsamalara sahip oldukları halde, bu birliği içtenlikle ve sadakatle arzulamaktadırlar. Bizler, bu yanılsamaları hiçbir biçimde paylaşmıyoruz. Birlik için mücadele ediyoruz, çünkü asli olmayan sorunlardan değil, bizzat İspanyol devriminin gelişiminden doğan sorunlar ve görevler temelindeki ideolojik ayrışmanın ilerici işlevini, birleşik bir partinin kadroları arasında başarılı olarak gerçekleştirmeyi ümit ediyoruz. Bununla birlikte, her biçimde, komünist birleşme için mücadeleyi destekleriz. Bizim için, bu birleşmenin temel koşulu, birleşik örgütün kadroları arasında kendi sloganlarımız ve kendi görüşlerimiz için mücadele etme hakkıdır. Bu mücadelede tam sa58

Sosyalist Düşünce Dergisi


Katalunya’da Ulusal Sorun dakat sözü verebiliriz ve vermeliyiz, ama üyeliğin bu temel koşulu bizzat Federasyon tarafından ta başından bertaraf edilmiştir. Birlik bayrağı altında mücadele ederken, Bolşevik-Leninistleri kendi saflarından aforoz etmektedir. Bu koşullar altında, Komünist Partinin birliği için mücadelede önder rol oynamak için Katalan Federasyonu’na bel bağlamak, kendi payımıza en büyük saçmalık olurdu. Maurin, birlik kongresinde birinci derecede rol oynamaya hazırlanıyor. Bu iğrenç ikiyüzlülüğe sessizce katlanabilir miyiz? Sol Muhalefet ile mücadele ederek, Maurin, onun itibarını kazanmak için Stalinist bürokrasiyi örnek alıyor. Gerçekte o, Stalinistlere şunu söylüyor: Sen bana lütfunu ve her şeyden önce devlet yardımlarını ver, ben de zor yoluyla değil, tümüyle içtenlikle Bolşevik-Leninistlerle mücadele sözü vereyim. Maurin’in birleşme etkinliği, yalnızca Stalinistlere şantaj yapmanın bir biçimidir. Eğer bu konuda sessiz kalsaydık, devrimci değil, politik şantaja suç ortağı olurduk. Komünist saflardaki gerçek birleşme için mücadelemizi bir tek an bile küçümsemeksizin ve komünist safları kendi bayrağımıza kazanma mücadelemizi zayıflatmaksızın, Maurin’in rolünü, yani onun “birleşme” şarlatanlığını acımasızca teşhir etmeliyiz. Bugün Uluslararası Sol Muhalefet’in çalışmasının onda dokuzu İspanya üzerinde yoğunlaşmalıdır. Diğer tüm giderler, Katalan’da düzenli yayınlarla haftalık bir İspanyol gazetesi yayınlama ve eşzamanlı olarak olabildiğince fazla sayıda broşür çıkarma olanağı yaratmak için kısılmalıdır. İspanyol Muhalefetine olanaklı olan en büyük yardımı göndermek için diğer tüm harcamaları istisnasız sınırlamayı düşünmeliyiz. Uluslararası Sekretarya bana göre güçlerinin onda dokuzunu İspanyol devriminin sorunlarına ayrılmalıdır. Dünyada her türden Landaus’un var olduğu gerçeği, kolayca unutulmamalıdır. Bunlar için bir tek dakika heba etmeksizin, tüm ağız dalaşlarına, tüm entrikalara ve entrikacılara sırtımızı dönmeliyiz. İspanyol devrimi gündemdedir. En önemli belgeler, gecikmeksizin çevrilmeli ve eleştiriye sunulmalıdır. International Bulletin’in gelecek sayısı, tümüyle İspanyol devrimine ayrılmalıdır. Aynı şekilde bir dizi örgütsel tedbir alınması gerekir. Bunun için, insan ve malzeme kaynakları gereklidir. Her ikisi de bulunmalıdır. Şu an bizler için zamanı israf etmekten daha büyük bir suç yoktur ve olamaz. 13 Temmuz 1931 - Katalunya’da Ulusal Sorun Bir kez daha İspanya devriminin kapıya dayanan sorunları üzerine: 1. İşçi ve Köylü Bloğu’nun “önderi” Maurin, bugün ayrılıkçı bir bakış açısını paylaşmaktadır. Belli tereddütlerden sonra, küçük-burjuva milliyetçiliğin sol kanadı ile uzlaşmıştır. Katalan küçük burjuva milliyetçiliğinin mevcut durumda ilerici olduğunu zaten yazdım; ancak bir şartla: Etkinliğini komünizm safları dışında konuşlandırması ve daima komünist eleştiriye tabi tutulması. Küçük burjuva milliyetçiliğinin kendisini komünizm bayrağı altında gizlemesine izin vermek, proleter öncüye hain bir darbe indirmek ve aynı zamanda küçük burjuva milliyetçiliğinin ilerici anlamını yıkmak anlamına gelir. 2. Ayrılıkçılık program ne ifade eder? İspanya’nın ekonomik ve politik yönden parçalanmasını, ya da başka bir deyişle, İber Yarımadası’nın, gümrük duvarları tarafından bölünen bağımsız devletleriyle ve bağımsız Hispanik savaşlar yürüten bağımsız ordularıyla bir tür Balkan Yarımadası’na dönüşmesini. Şüphesiz akıllı Maurin bunu istemediğini söyleyecektir. Fakat programların kendi mantıkları vardır; Maurin’in sahip olmadığı şey de budur. 3. İspanya’nın ekonomik yönden parçalanması, İspanya’nın çeşitli partilerinden işçi ve köylülerin çıkarına mıdır? Zerre kadar değil. Çünkü, kendi kaderini tayin hakkı için Yaz | 2010 -

59


Katalunya’da Ulusal Sorun kesin mücadeleyi ayrılıkçılık propagandasıyla özdeşleştirmek, ölümcül bir iş yapmak anlamına gelmektedir. Bizim programımız, ekonomik birliğin muhafaza edilmesiyle oluşturulacak Hispanik federasyondan yanadır. Kesinlikle bu programı burjuvazinin ordularının yardımıyla İspanya’nın ezilen uluslarına zorla kabul ettirmek gibi bir amacımız yoktur. Bu anlamda, bizler içtenlikle kendi kaderini tayin hakkından yanayız. Eğer Katalunya ayrılırsa, Katalunya’nın komünist azınlığı, İspanya’nınkiler gibi, federasyon için mücadele yürütecektir. 4. Balkanlar’da, savaş öncesinde eski Sosyal Demokrasi, ayrılan devletlerce yaratılan tımarhaneden çıkış yolu olarak, demokratik Balkan federasyonu sloganını ileri sürmekteydi. Bugün Balkanlar’daki komünist slogan, Balkan Sovyet Federasyonudur (sırası gelmişken, Komintern Balkan Sovyet Federasyonu sloganını benimsedi, ama aynı zamanda bu sloganı Avrupa için reddetti!). Bu koşullar altında, nasıl İspanyol yarımadasının Balkanlaştırılması sloganını benimseyebiliriz? Bu korkunç değil mi? 5. Sendikalistler, ya da en azından belli liderleri, ayrılıkçılığa karşı gerekirse elde silah mücadele edeceklerini bildirmektedirler. Bu durumda, komünistler ve sendikalistler kendilerini barikatların karşıt taraflarında bulurlar, çünkü komünistler ayrılıkçı hayalleri paylaşmaksızın onları eleştirirken, bunun tersi olarak da emperyalizmin cellâtlarına ve onların sendikalist dalkavuklarına yılmadan karşı koymalıdırlar. 6. Küçük burjuvazi –komünistlerin öğüt ve eleştirisine karşı– İspanya’yı parçalamayı başarırsa, böyle bir rejimin olumsuz sonuçlarının açığa çıkması fazla uzun sürmeyecektir. İspanya’nın çeşitli kesimlerindeki işçi ve köylüler çabucak şu karara varacaklardır: Evet, komünistler haklıydı. Ama bu kesinlikle, Maurin’in programı için üzerimize zerre kadar sorumluluk almamamız gerektiği anlamına gelir. 7. Monatte, İspanyol sendikalistlerinin yeni bir “sendikalist devlet” yaratacaklarını umuyor. Fakat bunun yerine, Monatte’ın İspanyol dostları kendilerini başarılı bir şekilde burjuva devletine eklemliyorlar. Bu, ördek yumurtaları üzerine oturan talihsiz tavuğun hikâyesidir. Bugün İspanyol sendikalistlerinin söylediklerinin ve yaptıklarının tümünü takip etmek çok önemlidir. Bu, Fransa’daki Sol Muhalefet’e, Fransız anarkosendikalizmine sert bir darbe indirmek için olanaklar açacaktır. Bir an bile şüphe edilemez ki, devrimci durumlar altında anarko-sendikalistler her adımda kendi kendilerini gözden düşüreceklerdir. Sendikalistlerin parlak düşüncesi, Cortes’e katılmaksızın onu kontrol etmekten ibarettir! Devrimci şiddet kullanmak, iktidar için mücadele etmek, iktidarı ele geçirmek; tüm bunlara izin verilmez. Onun yerine, iktidardaki burjuvazinin “kontrolü”nü tavsiye ederler. Görkemli bir tablo: Burjuvazi kahvaltı yapar, öğle yemeği yer, akşam yemeği yer, ve sendikalistlerin önderlik ettiği proletarya bu işleri “kontrol eder”; boş bir mideyle.

60

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dosya

Kırgızistan: “Anlat, düşünü dinleyelim”

Oktay Orhun

Kırgızistan, gerek günümüz jeostratejistlerinin gerekse tarihçilerin etnik-dilbilimsel sınıflandırması içinde Türkistan olarak adlandırdıkları tarihsel Türkdili coğrafyasının doğu ucunda yer alan 200.000 km²’lik bir ülke (bak. Harita 1). Türkistan dâhilinde kuzeyinde Kazakistan, batısında Özbekistan, güneybatısında ise Tacikistan ile komşu, içinde 5.400.000’lik bir nüfusu barındıran toprak parçası. Bu toprakların doğusundaysa, Doğu Türkistan (Çin’in resmi adlandırmasıyla Xinjiang Uygur Özerk Bölgesi) bulunuyor. Kırgızistan, uygarlığımızın ortak kültür mirasına Manas Destanı’nı armağan etmiş bir halkın içinden çıkan dünyaca ünlü edebiyatçı Cengiz Aytmatov’un da anayurdu… Nisan ayının (2010) başında bu ülkede gerçekleşen, hükümet karşıtı eylemlerin sonucunda en az 85 insanın ölmesi ve 500 kişinin yaralanması dünya basınında (ve elbette Türkiye basınında da) geniş yer bulmuştu. Başkan Kurmanbek Bakiyev’in ülkeden kaçması ve Başbakan Daniyar Usenov hükümetinin istifasını vermesiyle, iktidarı deviren muhalif grupların liderleri tarafından 14 kişilik bir geçici hükümet kurulmuştu. Yeni hükümetin başkanlığına da eski Dışişleri Bakanı muhalif lider Roza Otunbayeva getirilmişti. Bu bölgeden dünya basınına akan (neredeyse) son haberdi. Yaklaşık bir haftaya yayılan sürecin üzerine gerçekleşen yorumlar ise çoğunlukla, beş yıl önceki ABD destekli “Lale Devrimi”nin, Rusya tarafında rövanşının alındığı yönündeydi. Öyle ki, ABD destekli düşünce kuruluşları, bu kalkışma sırasındaki yoksul halk unsurunu küçümseme, hatta görmezden gelme eğilimine girdiler. Bunların belki de en tipik örneğini “Gizli CIA” lakaplı, o ünlü ve “gizemli” Stratfor oluşturdu. Lauren Goodrich imzalı “Kırgızistan ve Rusya’nın Dirilişi” başlıklı metinde, “insanların kötü ekonomik şartlara karşı gösterdikleri kendiliğinden oluşan bir tepki olmadığı;” iddiası, ülke başkanın kaçması ve geçici hükümetin kontrolü ele almasıyla birlikte aylardır süren ve bütün ülkeye Yaz | 2010 -

61


Kırgızistan: “Anlat, düşünü dinleyelim”

- Harita 1 yayılmış olan protestoların 24 saat içinde yatışmasından hareketle temellendirilmeye çalışıldı.1 Elbette, Kırgızistan; ABD, Rusya (ve hatta Çin) arasında bir hegemonya savaşımının (mücadelesinin) konusu. Hatta tüm Türkistan bir soğuk savaş2 coğrafyası olarak kabul edilebilir. Bu makale, bu konu üzerinde bir değerlendirmeyi de içerecek. Ama sanırım öncesinde ivedilikle, geniş toplumsal hareketlerde, halk kitlelerinin emir eri gibi davrandığını varsaymanın yanlışlığı üzerinde durmak gerekiyor. Zira bu akıl tutulması, yalnız Birleşik Devletler’in burnu büyük düşünce kuruluşlarına içkin değil. Sol yazında da sıklıkla rastlanan bir kusur bu, öylesine “derin” bir indirgeme gerçekleşiyor ki; şaşmamak elde değil. “Büyük devletler istiyor, halk da kitlesel bir kalkışmaya girişiyor, olan budur;” minvalinde yorumlar bunlar… Oysa hiçbir insan topluluğu, kitleler halinde askerler tarafından kendilerine doğrultulmuş otomatik namluların üzerine koşmaz. Eğer ki, bu insanların canlarına artık bir şeyler tak etmediyse… Elbette, kitlelerin devindirici/dönüştürücü dinamizmi, devrimci bir sınıf partisinin önderliği olmaksızın, köktenci ve kalıcı bir çözüm yaratmaz. Gerek, öndevimci süreçler, gerekse bunun sonucu olarak doğan, hükümetlerin devrildiği ancak yerine yeni bir iktidarın kurulamadığı dönemler, ulusal iktidar odaklarının ve uluslararası burjuvazinin oyun sahasıdır. Dünyanın neresinde olursa olsun, bu değişmez; Kırgızistan özelinde de mesele faklı değil: Sorulması gereken sorulardan biri bölgedeki hegemonya savaşımının nedenleridir. Diğeri ise, niçin burjuva devlet mekanizmasının oturmuş (stabil/istikrarlı) bir rejim (devlet biçimi; ister demokratik görünümlü, isterse bütüncül/totaliter olsun) yaratamadığıdır. Kırgızistan örneğinde sorun, beş yıl önce iktidara benzer bir kalkışma sonucu gelen Bakiyev’in bugün ülkeden kaçmasının altında yatanın ne olduğudur? İşçi Cephesi gazetesinde bu soruya tatmin edici bir yanıt verilmişti: Bakiyev; Lale Devrimi’ne dönüşmüş ayaklanma sonrasında kurduğu hükümette Kulov ile birlikte muhalefeti derhal bastırma yoluna gitmiş, ilk iş olarak çok cılız bir örgütlenmeye sahip polis teşkilatını ve devlet icra heyetlerini güçlendirmekle işe başlamıştı. İş, ekmek ve şehirlerde yerleşme hakkı isteyerek ayaklanan kent ve köy yoksullarına ise bu 5 yıl içerisinde, temel yaşam 1 Lauren Goodrich, “Kyrgyzstan and the Russian Resurgence”, Stratfor, 13 Nisan 2010. 2 Burada soğuk savaş terimini, SSCB ile ABD arasındaki 1947’den 1991’e kadar devam etmiş sürecin bir benzerini tanımlamak için değil; klasik savaş öğretisindeki şekliyle kullanıyorum. Yani ulus-devlet güç unsurlarının açık bir silahlı çatışmaya kadar varmayan anlaşılmazlıklarda, içinde politik, ekonomik, teknolojik, caydırıcılık ve psikolojik harp tekniklerini ayrı ayrı ya da bir arada barındıran uluslararası gerginlik durumu, anlamında…

62

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kırgızistan: “Anlat, düşünü dinleyelim” giderlerine yüzde 300 oranında zamlarla “teşekkür” etmiş; yolsuzluğa karşı mücadelesini de bizzat oğluna gelişim bakanlığını vererek “gidermeye” çalışmıştı(!) Özelleştirme furyasında Bakiyev’in kendi ailesi için sağladığı olanaklar, Lale Devrimleri sırasında da olsa mobilize olmuş yoksul kitleler arasındaki hoşnutsuzluğu giderek arttırmış ve muhalefet liderlerinden ikisinin tutuklanması Talas’ta başlayarak tüm ülkeye yayılan ayaklanmalarının başlama vuruşunu sağlamıştı.3 Kapitalist ülkelerde, kitlesel devrimci bir partinin önderliğinden yoksun, yine de hükümeti tehdit eden bir boyuta ulaşmış rejim karşıtı toplumsal hareketlerin akıbeti genelde üç şekilde sonuçlanır: Politik devrim (1974 Portekiz Devrimi), Politik karşıdevrim (1973 Şili Askeri Darbesi) ve rejim içi hükümet değişiklikleri… Rejim içi hükümet değişliklerinde beklenen kapitalist düzenin yeniden işlerlik kazanacağı döneme kadarki durumun demokratik gericilik ekseninde burjuva popülist politikalarla, deyim yerindeyse, geçiştirilmesidir. Bu satırların yazarı, elinizdeki makalesinde rejim içi hükümet değişikliğiyle iktidara gelen Bakiyev’in neden değinilen eksende politikalar sürdür(e)meyip de yukarıda alıntılanan çerçevede bir iktidar sergilediğinin cevabını arayacak. Elbette tarihsel maddeciliğin rehberliğinde yazının odağına dünü ve bugünüyle Kırgızistan oturacak, ancak yine de şunu net bir şekilde dile getirmek şart: Konumuz özünde Kırgızistan değil, tüm bir Türkistan’dır, konumuz Türkdili halklarının modern anlamda ulus inşa süreçlerine Stalinizm eliyle çizilen kara yazgıdır. Üst dizgede ise ele aldığımız konu, yozlaşmış işçi devletlerinde ulusal sorundur. Doğruyu söylemek gerekirse, Türkiye solu açısından her zaman sorunlu bir bölgeyi (Türkistan) ve bir ideolojiyi (Stalinizm) işaret eden bu ifadelerinin tarihsel gerçekliği üzerinde durmaya hazırlanırken, en kötüsünden Sultan Galiyev çizgisini savunmakla suçlanma olasılığı, insanı korkutuyor. Resmi tarih anlayışının mide bulandırıcı skolâstik yanıyla; ırkçı/şoven anlatıların toplumsal yaşantımızın her alanına nüfus etmiş olmasıyla, ezilen Kürt halkının varlığıyla, bir türlü yüzleşemediğimiz 1915 soykırımıyla malul bir Türkiye’de, Türkistan meselesine değinmek, Türkdili coğrafyasından dem vurmak, gerçekten de zor. Hele ki az sonra; pantürkizm, yirminci asrın başında en azından Türkistan için ilerici kabul edilmelidir, cümlesini kuracak birisi için! Umarım okur bu satırların bir devrimci Marksistin dolayısıyla bir enternasyonalisttin kaleminden çıktığını unutmaz ve sarih bir zihinle; tarihsel şartları, dönemin sınıf ilişkilerini ve kavramsallaştırmanın dönemselliğini her daim göz önünde bulundurur.4 Türkistan Neresidir? Kırgızistan Ne Yanına Düşer? Arapların, Bilad al-Turk; Farsdillilerin (İranlılar, Tacikler, vb.) Torkestān dedikleri geniş coğrafi ve tarihsel bölgenin sınırları, Orta Asya’da batıda Hazar Denizi ve Aşağı Volga’dan başlamak üzere doğuda Moğolistan sınırındaki Altay Dağlarına, güneyde Kopet - Hindukuş - Kuenlun dağlarına, kuzeyde Aral ve Balkaş göllerinin ötesinde Kırgız bozkırına kadar uzanır.5 Dikkatli okur, bu tanımda Kırgızistan’ın yerinin farklı bir coğrafyayı işaret ettiğini gözlemleyecektir. Eğer bugünkü Kazakistan’ın kuzeyi ve güneyi arasında tam ortadan geçen bir çizgi çizseydik, güneyini Türkistan’a dâhil etmemiz, kuzeyini ise Kırgız bozkırları olarak adlandırmamız gerekirdi. Yani tarihsel olarak bir Kırgız coğrafyası imal etmemiz gerekseydi, Kırgızistan’ın yeri, bugünkü ülke sınırlarından apayrı bir yerde, Kazakistan’ın kuzeyindeki geniş bozkırla3 B. Turgut, “Kırgızistan: Lale devrimlerinin sonu mu?”, 5 Mayıs 2010, İstanbul: İşçi Cephesi, S. 17, Mayıs 2010, s. 15. 4 Yeri gelmişken, bu makalede aksi belirtilmedikçe, ulus, millet ve milliyet kavramları arasında bir fark gözetilmeyeceğini hatırlatayım. Soyutlama dizgelerindeki farklılıkları ve ulusun tanımına ilişkin kuramsal yaklaşımları incelemek isteyen okur için, Ümit Özkırımlı’nın “Mlliyetçilik Kuramları” (DoğuBatı Yayınları) kitabı yerinde bir başlangıç olacaktır. 5 C. R. Gülsoy, ‘Türkistan’, Türk Ansiklopedisi, C. 32, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1983, s. 309. Yaz | 2010 -

63


Kırgızistan: “Anlat, düşünü dinleyelim”

- Harita 2 ra işaret ederdi. Bu bozkırlar Çarlık Rusya’sında Kırgız Bozkırları Genel Valililiği adı altında yönetilirken, Sovyet Rusya’sında 1924 yılına kadar, Kırgızistan ASSR (Kırgızistan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti) olarak adlandırılmış ve örgütlenmiştir (bak. Harita 2). 1924 yılında Türkistan’ın parçalanma süreci başlamış, Kırgızistan ASSR güneyine ilave edilen topraklarıyla Kazakistan SSR (Kazakistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti) oluvermiş, günümüz Kırgızistan’ı ise yine yapay bir sosyalist cumhuriyet olarak, bugünkü sınırında bir gecede yerden bitivermiştir. Bunun nedenlerine birazdan değineceğim. Burada vurgulamak istediğimse, kısmen bugünkü Türkiye ve Azerbaycan hariç, Türkdili Cumhuriyetleri’nin ulusal varlıklarının (eğer tek tek böyle bir varoluştan söz edilebilirse) klasik Marksist öğretinin içinde açıklanamayacak (kısmen Arap devletlerinin oluşum/ilk ortaya çıkış süreçlerine benzeyen) örgütlenişleridir. Batı tipi klasik gelime modelinde, feodal toplumun bağrında gelişen ve giderek yaygınlaşan kapitalist üretim ilişkileri içerisindeki burjuvazi, kendi politik iktidarını, başka bir değişle, kendi pazarına ve ticari ilişkilerine egemen olma istemini, feodalizme karşı verdiği savaşım sonucunda, modern ve merkezi bir birlik oluşturarak elde etmiştir. Bu “modern” ve merkezi birlik, sonunda, somut bir pazar birliği (dil birliği) isteminde örgütlenmiş ve bu nedenden dolayı da birlik anlayışı “ulus” kavramı üzerine inşa edilmiştir.6 Oysa Türkistan’ın parçalanması sonucu oluşan Türkdili ülkeleri tarihsel olarak bir (burjuva) milliyetçilik tarafından taşınmamışlardır. Ön ve Orta Asya tarihi üzerine uzmanlaşan Oliver Roy’un dile getirişiyle; ...kayıp bir ulusun tarihsel hafızası ya da Ermenistan, Gürcistan veya Baltık ülkelerinde olduğu gibi bu ortamı hazırlayan bir milliyetçi hareket söz konusu değildir. Eski SSCB’nin Müslüman cumhuriyetleri yalnızca sınırlarıyla değil, hem isimleriyle hem de içerdikleri varsayılan etnik toplulukların tanımı ve hatta dilleriyle, yeniden icat edilen geçmişleriyle birlikte 1924 tarihli bir yasadan doğmuşlardır.7 6 Ayrıntılı okuma için bak. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı (der.), çev. Muzaffer Ardos, Sol Yayınları, Ankara 1992. 7 Oliver Roy, Yeni Orta Asya, çev. Mehmet Moralı, Metis Yayınları, İstanbul 2009, s. 8.

64

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kırgızistan: “Anlat, düşünü dinleyelim” Tarihsel olarak ulus, toplumların evriminin belirli bir aşamasında (kapitalizme geçiş evresinde) biçimlenen toplumsal-ekonomik bir olgu olmasına (üretici güçlerin gelişimi ve üretim ilişkilerinin değişimi bağlamında incelenmesi gereğine) karşın, bir ulusu belirleyen nesnel kıstaslar arama ihtiyacı, çoğunlukla bayağı (vulgar) bir çıkarımsamalar dizgesine yol açar. Bunun tipik örneği Stalin’in 1913’te Viyana’da hazırladığı ve Lenin için hayal kırıklığı olan8 “Marksizm ve Ulusal Sorun” adlı makalesinde verdiği ulus tanımıdır. Stalin’e göre, “ulus tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliğidir.”9 Bu tanım, Otto Bauer’in de etkisiyle biçimlenmiş eklektik bir yaklaşımı sergilemektedir. Bauer, her bir ulusu, büyük federal bir devletin içinde, gönüllü olarak birleşen topluluklar olarak görmek istemektedir. Bauer’e göre dil topluluğu, kültür topluluğu ve nihayet yazgı topluluğu, ulusun tarihsel belirleyenleridir. Oysa ulusun kendisi ve kendiliği (ve ideolojisi) ayrı ayrı şeylerdir. Başka bir değişle, ulus öncesi toplulukların etnik-dilbilimsel varlığı ile bu toplulukların ulus-devlet çatısı altında politik bütünlüklerini kurmaları ve bir ulusal ideoloji üretmeleri (resmi tarih yazımı gibi) birbirlerinden ayırt edilmesi gereken süreçlerdir. Evet, tarih düz bir çizgide ilerlemez, ama düz bir çizgide geçmişe doğru çözülmesine imkân tanıyacak şekilde gelişir. Alâeddin Şenel’in deyişiyle “tarih bilimi, toplumsal olguların günümüzden geçmişe doğru çözülüp geçmişten günümüze doğru örülmesiyle;”10 anlaşılır. Kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin, insan topluluklarının eş zamanlı olmayan farklı gelişim çizgileri üzerindeki eşitsizliği, kapitalizmin dünya egemenliğiyle birlikte, birleşik (ve eşitsiz) bir gelişmeye yol açmıştır. Temelde kapitalizmin birleşik (ve eşitsiz) gelişmesinin bir sonucu olarak, ulusal uyanışlar da dünya çapında eşzamanlı ve eşbiçimli olarak yaşanmamışlardır. Engels’in 1893’de Mehring’e yazdığı mektuptan alıntılayacak olursak, ”tarihin maddeci yorumuna göre sonul çözümlemede belirleyici etken, maddi yaşamın üretilmesi ve yeniden üretilmesidir.”11 Kapitalizm öncesi Asya’nın büyük çoğunluğunda maddi yaşam, batıda olduğu gibi, feodal üretim tarzıyla üretilmez. Dahası, kapitalizm çağında da, maddi yaşam – en azından Sovyet Bloğu içinde – kapitalist üretim tarzıyla üretilmez, zira bölgede 1990’lara kadar söz konusu olan Sovyet modeli planlı ekonomidir. Bu çerçevede Türkistan’ı (ve Kırgızistan’ı) 1865-1924, 1924-1989 ve 1989-2010 olmak üzere üç tarihsel dönemde incelemeye başlayalım. Eleğimizde, sınıf ilişkileri, ulus inşası, Sovyet politikaları, kurumlar ve cemaatler olacak… 1895 – 1924: Seçkinlerin Ulus İnşa Çabasından Sosyalist Türkistan’a Çarlık Rusya’sının 1850’lerden itibaren bölgeye girişi, geleneksel üretim biçiminin kısmen çözülmeye başlamasına yol açmıştır; toprağın devlet mülküne geçirilmesi, ticari ilişkileri gelişmesi, mal ve para değişiminin artması gibi... Çarlık otokrasisinin bölge yönetimleri şu şekildedir: 1) Kırgız Bozkırları Genel Valiliği, 2) Türkistan Genel Valiliği, 3) Türkistan Genel Valiliği’ne bağlı olmak üzere Transhazar vilayeti (şimdiki Türkmenistan’ın merkezi), 4) himaye altında ve özel statüde olan Hive ve Buhara illeri. Çarlık Rusya, bölgedeki etnik yapıya, Kırgız Bozkırları Genel Valiliği (Bugünkü Kuzey Kazakistan) dışında, çoğunlukla müdahale etmemiştir/edememiştir. Kırgız Bozkırları Genel Valiliği’nde ise Ruslar, göçebe Kazakların aleyhine işleyen bir yerleştirmeye gitmişlerdir: 1887’de %20 olan Rus kökenli nüfus oranı 1911’de %40’a çıkmıştır. Benzer bir yurtlandırma (iskân) politikasını Stalinizmin egemenliğinde de izlemleyebiliriz; zira 1939’dan 1989’a kadar Kazakistan’da Rus nüfusu %47 civarında seyretmiştir. Peki, Çarlık Rusya’sının kısmen çözmeye başladığı geleneksel üretim biçimi nedir? 8 Akt. Michael Löwy, “Marksistler ve Ulusal Sorun”, çev. Bülent Aksoy, İstanbul: Birikim, S. 23, Ocak 1977, ss. 65-83. 9 Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun (der.), çev. Muzaffer Ardos, Sol Yay., Ankara 1994, s. 15. 10 A. Şenel, İlkel Topluluktan Uygar Topluma, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 1995, s. 6. 11 Akt. George Sabine, Siyasal Düşünceler Tarihi, C. 3 (Yakın Çağ), çev. Özer Ozankaya, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara 1969, s. 162. Yaz | 2010 -

65


Kırgızistan: “Anlat, düşünü dinleyelim” Bilindiği üzere kendiliğinden bir süreçle biyolojik evrimden toplumsal evrime adım atan insan toplulukları, ilkel topluluklarda bir araya gelmişlerdir. Bu topluluklarda üretim araçlarının aşırı geriliği, toplayıcılıktan avcılığa, oradan da uzman avcılıktan yetiştiriciliğe uzanan ağır bir toplumsal evrim sürecini beraberinde getirmiştir. Üretici güçlerin ağır da olsa gelişimi sonucunda çözülüp dağılmaya başlayan ilkel üretim, yerini tek bir üretim biçimine bırakmaz. Karl Marx, Formen’de ilkel üretimden dört adet çıkış yolu işaret etmiştir: Bunlar Doğu (Asyatik), Antik (Köleci), Cermenik, Slavik. Bugünkü insanbilim (antropoloji) alanındaki bilgimiz, daha fazla olasılığın bulunduğuna dikkat çekiyor. İlkel üretimden çıkış yollarından ikisi, incelediğimiz coğrafya için bizi ilgilendirmekte. İlki, Orta Asya’nın geleneksel üretim biçimi olan “Göçebe Üretim Tarzı”, diğeri ise bölgenin gelişimine sürekli bir devindirici baskı uygulayan “Asyatik Üretim Tarzı”dır. Asyatik Üretim Tarzı, bölge üzerinde sıra ile Çin, Fars ve Rus İmparatorlukları tarafından uygulanan bir basınç unsurudur ve üste dile getirdiğim üzere, Çarlık Rusya’sı ile beraber bölgede nihai olarak çözücü bir süreci başlatmıştır. Ama öncesinde, Göçebe Üretim Tarzı’na değinelim... Üretim tarzları; üretici güçlerle, üretim ilişkilerinin diyalektik bütündür. Üretici güçler; insan, teknik ve doğa’dır. Bu güçler, kapitalizm öncesi dönemde sıra ile doğrudan üreticilere, reel edinime ve toprak’a karşılık gelirler. Bu bağlamda üretim ilişkileri, üretim biriminin mülkiyeti ve doğrudan üreticilerin tasarrufu (şeklî edinim) şeklinde açığa çıkar. Asyatik, Antik, Cermenik ve Slavik Üretim Biçimleri’nin birbirlerinden farkları, toprak üzerinde özel mülkiyetin bulunup/bulunmadığı ile belirlenmiştir. Bütün olarak kurumların ve cemaatlerin inşasında belirleyici olan bu faktördür. Göçebe Üretim Tarzı’nda ise doğa = toprak denkleminin kurulamadığını, yani doğanın emeğin aracı olarak kullanılmadığını görürüz. Burada doğa, emeğin nesnesidir.12 Aslında doğanın (=toprağın), emeğin aracı değil nesnesi olduğu bu üretim tarzı, ilkel üretimden çıkıştaki bir aşama olarak, Marx tarafından da dikkate alınmıştır: Göçebe çoban kabilelerde, topluluk, gerçekte, her zaman birlik halindedir, seyahat eden grup, kervan, sürüdür ve daha üst ve daha alt biçimler, bu yaşam tarzının koşullarından çıkıp gelişir. Burada mülk edinilen ve yeniden üretilen, kabilenin konakladığı her yerde ancak geçici olarak ortaklaşa kullanılan, toprak değil, yalnızca sürüdür.13 Toprağın emeğin nesnesi, sürünün ise aracı olması, toplumsal gelişimde hayati bir fark yaratır: Üretim birimi, köy/kasaba olmaktan çıkar, oba olur ve kendini toplumsal dayanışma grupları ile özdeşleştirir. Toplumsal dayanışma gurubundan kasıt, birbirine bağlı ailelerin topluca yaşadığı mekânlardır (günümüz diliyle hısım, akraba, aşiret, vb.). Toplumsal örgütlenme ise budun üzerinden gerçekleşir (günümüzdeki yapay “uluslar”: Kırgız, Özbek, Kazak, vb.).14 Orta Asya’da göçebeliğin yerini çobanıllığa (yarı-göçebeliğe) bırakması da üretim tarzının toplumsal örgütlenişi üzerinde ciddi bir değişiklik yaratmaz, tersine dayanışma gruplarının ayrışmasını pekiştirir, zira Orta Asya’da “tarım için yüksek vadilerde bile sulama şarttır ve üç büyük ırmağın birinden beslenen bir kanallar bütünü etrafında örgütlenme gereksinimi, isimleri ne olursa olsun (kabile veya kolhoz) köy cemaatlerinin varlığını gerektirir. Ama bu mekân aynı zamanda, etnik ve siyasal olmaktan ziyade kültürel nitelik taşıyan bir çatlak tarafından da katedilir.”15 12 S. Divitçioğlu, Ortaçağ Türk Toplumları Hakkında, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2004, s. 186. 13 Marx, “Formen”, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri (der.), der. Maurice Godelier, çev. Mihri Belli, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 81 – düzeltilmiş çeviri. 14 Budunu kısmen İslamiyet öncesi Arap kabilelerine, Avrupa’da ise yine kısmen İ.S. 375’deki büyük göç öncesi, barbar Vizigot, Ostrogot, Gepit ve Vandal kavmlerine benzetebiliriz. Yeri gelmişken Orhun Yazıtları’nda yer alan budun sözcüğünün, Türkiye’deki milliyetçi akademisyenler tarafından sıklıkla millet olarak aktarıldığını, bu sayede ulus öncesi döneme, ulus bilinci addedilerek açık bir ideolojik çarpıtmaya gidildiğini hatırlatmak isterim. 15 Oliver Roy, a.g.e., s. 30.

66

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kırgızistan: “Anlat, düşünü dinleyelim” Türkistan coğrafyasında, günümüz devletlerinin oluşmasını sağlayan toplumsal süreçlerin temelinde bu üretim tarzının, Asyatik Üretim Tarzı (Doğu Despotizmi) ile kaynaşması yatar. Bunlar, gerek Çarlık Rusya’sı egemenliğinde, gerekse Stalinizm döneminde bilinçli olarak korunmuş ve yeniden açığa çıkarılmış ilişkiler bütünüdür. Toplum, genellikle birbirinin içine geçen iki eksen etrafından yeniden örülmeye çalışılmıştır. Bunlar, önceki dayanışma gruplarının kolhozun16 topluluk sistemine uyarlanması ve politik faaliyetin bölgeciliğe dayanan bir bölüngücülük (fraksiyonculuk) etrafında yeniden örülmesidir. Etnik kimliğin insanbilim ve Sovyet yönetim sistemi tarafından tanımlanan ölçütler etrafında içselleştirilme çabasıysa bu sürecin “bilimsel” ayağını oluşturur.17 Aslında, Çarlık Otokrasisi’nin bölgeye girişinden önce, Farisi bir etkinin varlığından söz etmek yerinde olacaktır. Bu günümüzde, Maveraünnehir toplulukları üzerinde etkili olan Arapçalaşmış söz dağarcığıyla modern Farsça olarak kendini hissettirir. Türk toplulukları Müslümanlaşırken kültürel olarak kısmen de olsa Farisileşmişlerdir. Ancak merkezi birliklerin kurulması ile, dil dinamiği Türkçe’nin lehine dönmüştür. Bunda Asya Despotizmi’ne özgü, idare ile tebaa (hükümrana bağlı halk kitleleri) arasındaki kopukluk belirleyicidir. Engels, Asya Tipi Üretim Tarzı’nda devlet oluşumunu, “Asya’nın arî haklarında ve Ruslarda olduğu gibi, komünün (-dayanışma grupları kastediliyor, çev.) toprağı ortaklaşa ekip biçtiği, ya da hiç değilse, ayrı ayrı ailelere belli zaman süreleri için verdiği, bunun sonucu olarak da toprağın özel mülkiyetinin henüz kurulmadığı yerlerde, devlet iktidarı, despotluk biçiminde ortaya çıkıyor;”18 şeklinde açıklamıştır. Bu bağlamda, tıpkı Osmanlı’da kültür dilinin Farsça, saray dilinin ise Farisi özentili Osmanlıca olması ancak Anadolu köylüleri arasında Türkçe’nin yayılması/kökleşmesi gibi, Orta Asya’da da kitlelerin dili Türkçe olmuş ve yaygınlık kazanmıştır. Oliver Roy, “Fars tarzı Müslümanlaşmadan sonra, dilbilimsel ve demografik Türkîleşme, Orta Asya’nın günümüzdeki çehresini şekillendiren ikinci ana unsur olmuştur. Yaşadığımız ikinci binyılda bölgenin siyasal tarihi, kabile konfederasyonları tarafından belirlenmiştir;” tespitinde bulunuyor.19 Görüldüğü üzere, bölgede etkili olan Göçebe Üretim Tarzı, Doğu Despotizmi ile kaynaşmaya Farisi etki ile başlamış yine de bu geleneksel üretim biçimi üzerinde çözücü bir etki yaratamamıştır. Çarlık Otokrasisi’nin bu süreci başlatması, kendi merkezi gücünden çok, çarpık bir şekilde bölgede gelişmeye başlayan kapitalist üretim ilişkilerin (ticari ilişkileri gelişmesi, mal ve para değişiminin artması, güneyden gelen İngiliz kolonyalizminin artan basıncı) etkisidir. Yine de unutmamak gerekir ki, bu ilişkiler bütünü kendini Doğu Despotizmi içinde ifade etmek zorunda kalmıştır. Özetle, Doğu Despotizmi içinde kendini ifade eden geleneksel dayanışıma gruplarının varlığı, bölgede ağır ve çarpık bir şekilde gelişmeye başlayan kapitalist ilişkilerle çatırdamaya başlamıştır. İşte bu noktada demokratik devrim sorunu devreye girer. Nasıl ki, Osmanlı’da seçkinler içinden gelişen bir kanadın (burjuva) demokratik devrim istemi (“devlet aygıtının sivil ve askeri kanatlarına yerleşmiş binlerce küçük-burjuvadan oluşan bürokrasinin kendi ayrıcalıklarını koruyacak biçimde ‘devleti kurtarmaya’ girişmesi”20) belirleyici olmuşsa, Türkistan coğrafyasında da aynı şekilde belirleyici olan yeni yeni gelişen Müslüman seçkinler hareketinin istemleridir. Panislamizm ve pantürkizm bu istemlerin ideolojik görünümü olarak açığa çıkar. Bunun 16 Rusça kısaltılmış “Kolektif Çiftlik”. Belli bir süre için toprak, işlenmesi amacıyla belli bir dayanışma grubuna tahsis edilirdi, ayrıntılı okuma için bak. R. W. Davies, The Soviet Collective Farm 1929-1930, Harvard University Press, Cambridge, Massachusetts, 1980. 17 Oliver Roy, a.g.e., s. 12. 18 Engels, “Franklar Dönemi”, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri (der.), der. Maurice Godelier, çev. Mihri Belli, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 81 – düzeltilmiş çeviri. 19 Oliver Roy, a.g.e., s. 33. 20 Yusuf Barman, “Rejim ve Kürtler”, İstanbul: Mesafe, S. 4, Bahar 2010, s. 17. Yaz | 2010 -

67


Kırgızistan: “Anlat, düşünü dinleyelim” bir sebebi de, bölgedeki Rus sömürgeciliğine karşı gelişen hareketin öncülerinin, kendilerini ortak bir dil (Türkçe) ve ortak bir din (Sünni-Hanefi) ile birlikte Osmanlı’da yaşanan yenileşme sürecine yakın hissetmeleridir.21 O dönemde panislamizmin içinde, birbirine taban tabana zıt iki kanat bulunduğuna dikkat etmek gerekiyor. Bunlardan ilki, bugünkü İslam köktendinciliğin (fundamentalizmin) köklerini teşkil eden ve İslam’ın şerri hukukuna ve katı ilkelerine dönmek isteyen Kadimler’dir. Bunun karşısında ise, Müslümanların kültür ve gündelik yaşamını modern dünyaya uydurmaya çalışan İslam’da reform yanlısı Cedidiler bulunmaktadır ki, karşımıza çelişik bir şekilde, neredeyse laik bir panislamizm çıkar. Bunun sebebi, Cedidiler için, panislamizmin araçsallığıdır. Ümmetten/tebaadan modern anlamda millet yaratma işine girişen Cedidiler, panislamist söylemi ümmeti birleştirmek için (dayanışma gruplarını çözmek için) kullanmışlardır; bu noktadan sonraki adımları ise pantürkizmdir… Pantürkizm, yine çelişkili biçimde, yukarıda dile getirilen dayanışma gruplarının çözülmesini ve Otokratik Rusya’nın sömürgesi durumundaki Türkistan Genel Valiliği’nden modern anlamda bağımsız bir ulus-devlet yaratılmasını savunmuştur. Yani, söz konusu olan bir (burjuva) demokratik istemdir ve bu nedenle dönemine göre ilerici addedilmedir. Pantürkizm, bugünkü anlamıyla, bir Turan birliğini savunmaz. Sözgelimi, Cedidi düşünsel hareketinin Azerbaycan’daki yansıması, Türkistan’la birleşme arzusu değil, 1918 yılında bağımsız bir Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin kurulması olmuştur. Yine aynı şekilde, Doğu Türkistan’daki yansıma, 1921 yılında kurulan (Stalin tarafından 1926’da kapatılan) Devrimci Uygur Birliği’dir. Dahası, bu düşünsel temeller, Doğu Türkistan’da Kadimlerin yenilgisi ve SSCB’nin desteği ile kurulan Müstakil İslami Şarki Türkistan Cumhuriyeti’ne de kaynaklık etmiştir.22 Cedidiler hareketinin örgütleme süreci hayli ilginçtir. 1883’te kurulan Kırım merkezli haftalık Tercüman gazetesi ile tüm otokrasi sınırları içinde yer alan Türkî halklara ulaşma imkânı elde eden hareket, gazetede lehçe farklılıklarını yok eden bir dil kullanmıştır. Kırgız Bozkırlarında ve Türkistan Genel Valiliği dâhilinde reformcu okullar ağı örgütlemişlerdir. 1897 nüfus sayımına göre, Türkî halklar içinde okuma yazma oranı %20,4 iken, Ruslar içinde okuma yazma oranı %18,3’tür. 1916 yılına gelindiğinde ise, tüm otokrasi sınırları dâhilinde bu okulların sayısı 5000’e ulaşmış bulunmaktadır.23 Tüm bu veriler hareketin başarısını göstermektedir.24 İlk etapta Rus KD’si (Anayasacı Demokratlar) içinde yer alsalar da, pantürkistler Ekim Devrimi’ni desteklemişler ve 1916 ile 1924 yılları arasında, Bolşevik hareket ile ittifak halinde bulunmuşlardır. 1916 yılında, Türkistan’da Bolşevik partiye üye olanların sayısı 10.000’e ulaşmıştır.25 “Sosyalizm ve Ulusallık” kitabının yazarı Horece B. Davis, bu noktayla ilgili şu tespitte bulunuyor: 21 Selim Deringil, “Osmanlı İmparatorluğu ve Türkdili Rusya’da Panislamizm”, Unutkan Tarih (der.), der. Semih Vaner, çev. Ercan Eyüboğlu, Metis Yayınları, İstanbul 1997, ss. 203-212. 22 Azerbaycan’dan milli kimliğin inşasına odaklanan bir makale olarak bak; Oktay Orhun, “Azerbaycan’ın Halet-i Ruhiyesi”, İstanbul: Birikim, S. 248, Ocak 2010 ve Uygur ulusal sorununa odaklanan bir makale olarak bak; Oktay Orhun, “Urumçi’de Etnik Çatışma ve Uygur Ulusal Sorunu”, İstanbul: Birikim, S. 246, Ekim 2009. 23 “Beyond Renewal: The Jadid Response to Pressure for Change in the Modern Age”, Muslims in Central Asia. Expressions of Identitiy and Change (der.), der. Gross Jo-Ann, Durham, Duke University Perss, Londra 1992, ss. 151-166. 24 Yine de, başından beri heterojen bir hareket olarak pantürkizmin, Türkiye’de Ziya Gökalp örneğinde olduğu gibi, düşünsel olarak batıya kaydıkça içine ırksal bir anlam da yüklenerek gericileştiğini vurgulamakta yarar var. Bu durumu SSCB’den ayrılan ve Rus olmayan mültecilerin politik evrimlerinde de gözlemlemek pekâlâ mümkün. Bak. Etienne Copeaux, “‘Prometeci’ Hareket”, Unutkan Tarih (der.), der. Semih Vaner, çev. Ercan Eyüboğlu, Metis Yayınları, İstanbul 1997, ss. 17-52. 25 “Bol’shaia Sovetskaia Entsiklopediia, 1973:XII:550”, akt. Horece B. Davis, Sosyalizm ve Ulusallık, çev. Kudret Emiroğlu, Belge Yayınları, İstanbul 1991, s. 119.

68

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kırgızistan: “Anlat, düşünü dinleyelim” İnsanları kazanmamış olsaydı, Bolşeviklerin iki savaş arası dönemde Orta Asya Cumhuriyetlerini ellerinde tutmaları olanaksızlaşırdı. Bu bölgenin halkı 1916’da çarın hükümetine karşı gerçek bir ayaklanmaya girişmişti. Çarın uzun zamandır baskıcı siyasetiyle için için huzursuzluk duyan insanlar, çarın kuklaları bu insanların ellerine silah vermeye cesaret edemezken, bir yandan da insan gücüne duyulan gereksinmeyle onları işçi taburlarına asker yazmaya kalkınca alevlendiler. 1916 ayaklanmasına bölgenin 11 milyon olan nüfusundan 8 milyonunun katıldığı tahmin edilmiştir. Böylece bu insanlar, Asyalıların fiilen başlatmış olduğu isyanı sürdüren Bolşeviklerin önderliğini kabul etmeye hazır hale gelmişlerdi.26 Bunda Türkistan için vaat edilen yeni rejimin, bağımsız bir devlet biçiminde örgütlenecek olmasının payı da büyüktür. Bu durum mutlak ifadesini Sovyetler Birliği’nin ta kendisinde bulacaktır. Zira Türkî halkların önderleri, federal bir devlet çatısı altında kültürel ve idari özerkliğin kurulmasıyla, ulusal isteklerinin karşılanmış olacağı düşüncesindedirler.27 Bu bağlamda Lenin, 1919 tarihli, “Türkistan Komünistlerine” başlıklı çağrısı dikkat çekicidir: Sovyet İşçi ve Köylü Cumhuriyetinin güçsüz ve bugüne dek ezilen milletlere karşı tutumunun bütün Asya için ve dünyanın bütün sömürgeleri için, yüz milyonlarca insan için çok pratik bir anlamı vardır. Sizi bu soruna en yakın bir ilgiyle eğilmeye, Büyük - Rus emperyalizminin bütün izlerini silip, İngiliz emperyalizminin başını çektiği dünya emperyalizmine karşı amansız bir mücadele yürütmekte içtenlikle davrandığımızı onlara ispat etmeye çağırırım.28 Lenin’in “içtenliğe ikna” çağrısı bir karşılık bulmuş olacak ki, 1916 isyanı öncesinde baskılardan yılıp Çin’e (Doğu Türkistan’a) kaçan üçte birlik Kırgız nüfusunun büyük çoğunluğu Ekim Devrimi ile birlikte anayurtlarına geri dönmüşlerdir.29 Ayrıca, İngiliz emperyalizminin basıncının, seçkinlerin gerek ulus inşa çabalarında gerekse Bolşevik harekete yakınlaşmalarında, belirleyicilerden biri olduğunu Lenin’in çağrısından da çıkarımsamak mümkün. Aynı şekilde Troçki de, 1919 yılında (sivil/iç savaş sırasında), İngiliz emperyalizminin Sovyet Türkistanı’na İran ve Afganistan üzerinden sızma planlarından dem vurmakta ve önlem alınmasını istemektedir. “Batı’da emperyalizmin elinde olan imtiyazlar, Doğu’da bulunmamaktadır, bu nedenle dinamik ve kararlı bir politika gerekmektedir;” der Troçki.30 Askeri yazılarında ise sözü edilen kararlı politikanın ne olduğunu görürüz: Türkistan Kızıl Ordusu kurulmuştur, emperyalizmle işbirliği halindeki Beyaz Ordu komutanı Kolçak’ın ikmal yollarını kesilmiş, bölgenin zengin tekstil ürünleri Merkez Kızıl Ordu’ya aktarılmıştır. Bölgeden şeker ve tahıl ürünleri de Ukrayna’ya yardım olarak gönderilmektedir, vb.31 Son olarak 1920 yılında Komünist Enternasyonal’e bağlı olarak Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı’na değinmekte yarar var. Mustafa Suphi’nin Türkiye’yi temsil ettiği bu kurultayda Türkistan, Doğu Türkistan ve Azerbaycan delegeleri de hazır bulunurlar. Türkistan delegesinin konuşması her ne kadar “Yaşasın Doğu’nun Ezilen 26 Horece B. Davis, Sosyalizm ve Ulusallık, çev. Kudret Emiroğlu, Belge Yayınları, İstanbul 1991, s. 124-125. 27 Philip Moseley, “Aspects of Russian Expansion”, The American Slavic and East European Review, S. 7, Londra 1948, s. 207. 28 Lenin, “Türkistan Komünistlerine”, Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri (der.), der. C. Leiteisen, çev. Tektaş Ağaoğlu, Belge Yayınları, İstanbul 1995, s. 287. 29 Alâeddin Yalçınkaya, Yetmiş Yıllık Kriz, Beta Yayınları, İstanbul 1999, s. 98. 30 Troçki, “Fighting Soviet Russia”, Leon Trotsky’s Writings on Britain (Volume 1), Transcribed by Ted Crawford (1999), url: http://www.marxists.org/archive/trotsky/britain/v1/ch02d. htm (Erişim Tarihi: 20 Mayıs 2010). 31 Troçki, “It Is Time To Finish It!”, The Military Writings of Leon Trotsky (Volume 2), Transcribed by David Walters (1999), url: http://www.marxists.org/archive/trotsky/1919/military/ ch36.htm (Erişim Tarihi: 20 Mayıs 2010). Yaz | 2010 -

69


Kırgızistan: “Anlat, düşünü dinleyelim” Halkları!” ve “Yaşasın Dünya Devriminin Önderleri Lenin ve Troçki!” diye bitse de içinde geleceğe ilişkin ciddi uyarılar içermektedir: Yoldaşlar! Müslümanlar, Sovyetleri terk etmeyecekler, ancak bu durum Doğu halklarının yalnızca kâğıt üzerinde değil, gerçekte de tanınmalarının önemine işaret etmekte, o kadar. (…) Biz Türkistanlılar şunu söylüyoruz: Biz de tıpkı Sovyet gücüne destek veren Rus kardeşlerimiz gibi, Ekim Devrimi’nin kazanımları için kan akıttık. Bu yüzden Rus işçi sınıfın içindeki şovenist eğilimlerin önünün kesilmesi gerekmektedir. (…) Açık sözlü olmalıyız ve Türkistan’da işlerin nasıl yürüdüğüne ilişkin resmi doğru çizmeliyiz. (…) Partili ve Partili olmaya tüm Türkistanlı yoldaşlar adına sesleniyorum: Tüm karşıdevrimcileri ortadan kaldırın, ulusal anlaşmazlık yayan tüm unsurları ortadan kaldırın, bugün komünizm maskesi takan içinizdeki tüm kolonicileri ortadan kaldırın!32 1924 – 1989: Sosyalist Türkistan’dan Uydu Cumhuriyetlere Yukarıda alıntıladığım paragrafın sonuna, stenograflar “çılgınca alkışlar ve ‘bravo’ sesleri” şeklinde not düşmüşler. Gerçekten de, 1924’e kadar olan süreçte her şeyin güllük gülistanlık olduğunu söylemek doğru olmaz. Birincil olarak emperyalist kuşatma altındaki ilk işçi devleti, sivil/iç savaş pratiği yaşamaktadır, bu bölge üzerine ciddi bir yük bindirir. Ayrıca Türkistan’da Kadimler, 1931’e kadar etkinliğini sürdürecek köktendinci Basmacı Hareketi’ni başlatmışlardır. Bu hareketin içinde İttihatçı Enver Paşa gibi dış unsurlar da bulunmaktadır. Gerilla savaşı yöntemlerini kullanan bu hareket, günümüze Afganistan ve Tacikistan’daki köktendinci geleneği miras bırakmıştır. Sovyet Rusya’da ise 1921’de başlayan bürokratik yozlaşma süreci, 1924’ten itibaren bürokratik karşıdevrim sürecine evrilmek üzere hızla ilerlemektedir. Ocak 1918’de kurulan Müslüman İşleri Komiserliği’nin başkanı olan Sultan Galiyev ile Bolşevik Parti arasında çıkan anlaşmazlık, politik tarafını bir yana koymak şartıyla, pek de “hayırlı” olmayan bir yöntemle sonuçlandırılır: Galiyev, 1923’te partiden çıkarılır. Tutuklanması (1928) ve ortadan kaybolması (1940?) için bürokratik karşıdevrimin tamamlanması gerekecektir. Yine de, 1924 yılına kadar olan Sovyet politikası ile sonrasında Stalinizmin uyguladığı “milletler siyaseti” arasındaki uçurumun altı çizilmelidir. Lenin tarafından 1918’da kaleme alınan ve ilk Sovyet Anayasası’nın temel bir bölümü haline getirilen “Çalışan ve Sömürülen Halkların Hakları Bildirgesi”nde, “ne pahasına olursa olsun, devrimci metotlarla, ilhaksız ve tazminatsız, ulusların kendi kaderini özgürce tayini hakkı ilkesi ışığında yerine getirme politikaları arkasında kayıtsız ve şartsız durmaktadır;”33 ifadeleri yer alır. Aynı şekilde, Sovyet Anayasası’nın 17. Maddesi’ne göre; her cumhuriyetin SSCB’den ayrılma hakkı saklıdır. “Ancak Stalin yönetiminde hazırlanan resmi Sovyetler Birliği Komünist Partisi Tarihi ayrılma kararının ‘proletarya partisi’nin elinde olduğunu söyler. Bu parti yekparedir, onda ulusal özerkliğe yer yoktur.”34 Bu değişimin yansımalarını, parti içindeki üst düzey yazışmalardan izlemek de pekâlâ mümkün. Lenin, 1922 tarihli parti Politbüro’suna verdiği notada şu ifadeleri kullanıyor: “Egemen ulus şovenizmine karşı ölümüne bir savaş ilan ediyorum. Onu bu berbat diş ağrımdan kurtulur kurtulmaz, tüm sağlam dişlerimle yiyip bitireceğim.”35 Yine Politbüro’ya yolladığı, “Uluslar ya da Özerkleştirme Sorunu” üzerine notların32 “Congress of the Peoples of the East; Baku; September 1920; Stenographic Report”, Published by New Park Publications (1977), Transcribed by Andy Blunden, url: http://www.marxists.org/history/international/comintern/baku/ (Erişim Tarihi: 20 Mayıs 2010). 33 Lenin, “Declaration Of Rights Of The Working And Exploited People”, Collected Works (Cilt 26), Progress Publishers, Moskova 1972, s. 424. 34 Horece B. Davis, a.g.e., s. 121. 35 Lenin, “Egemen Ulus Şovenizmi İle Mücadele Üzerine Politbüro’ya Nota”, 6 Ekim 1922, Lenin’in Son Kavgası (der.), der. George Fyson, çev. Meral D. Topçu, Öteki Yayınevi, Ankara 1999, s. 95.

70

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kırgızistan: “Anlat, düşünü dinleyelim” da Stalin’in milletler meselesine yaklaşımını, son derece sert ifadelerle (“kendisi gerçek ve tam bir ‘nasyonal sosyalist’, hatta kaba bir Büyük Rus zorbası olduğu halde”)36 mahkûm etmekte: “Büyük Rus Milliyetçiliği hareketinin tüm politik sorumluluğu, elbette ki, Stalin ve Dzerzhinsky’ye yüklenmelidir.”37 Lenin notlarında Doğu halklarına da değiniyor: “Tam da uyanmakta olan Doğu’nun sahneye çıkışı arifesinde, kendi Rus aslılı olmayan yurttaşlarımıza yaptığımız en küçük bir kabalık ya da haksızlık yüzünden de olsa Doğu halkı karşısında saygınlığımızı gölgeleyecek bir şey yapmamız bağışlanamaz.”38 Aslında bu kararlılık 1920’de alınan bir kararın uygulanma isteminden başka bir şey değil: “Mahalli Rus halkı tarafından, Doğulu halklara karşı işlenen suçlar hakkında son derece sıkı soruşturma açılması ve suçluların cezalandırılması.”39 Tüm bu alıntılar, Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik karşıdevrim sürecinde yozlaşan, ilk işçi devletinin ulusal sorundaki yalpalamalarını (devrimci kanat ile bürokratik kanat arasındaki savaşımı) göstermekte. Metnin teması SSCB’nin kendisi değil, onun Türkistan özelinde ulusal soruna yaklaşımı olduğu için, Stalinizmin milletler politikasının bölgedeki “marifetleri” ile davam edelim. Türkistan coğrafyasında, günümüz devletlerinin oluşmasını sağlayan toplumsal süreçlerin temelinde Göçebe Üretim Tarzı’nın, Doğu Despotizmi ile kaynaşmasının yattığını; bunun Stalinizm döneminde bilinçli olarak korunduğunu ve yeniden açığa çıkarıldığını yazmıştım. Bu bağlamda Stalinizmin “milletler siyaseti”nin temelinde “çokkültürlülük” ideolojisi ardına gizlenen bütüncül (totaliter) ve bütünleştirici (Büyük Rus ulusuna bağlayıcı) erekler bulunduğunu da eklemem gerekir. Çokkültürlülük; anadilde konuşma, yazma ve öğrenme hakkıdır ve biçimsel de olsa yönetsel özerklik tanır. En basit ifadesiyle burada sorun, aslında tırnak içinde yazılması gereken hak kavramında yatar. Çünkü hak olan, egemen olan tarafından dayatılmıştır. Kimin için hak olduğunu da yine egemen olan belirler. Dahası var, kimin ne olduğunu da egemen olan söylemektedir: Sen Kazaksın, Sen Kırgızsın, Sen Tatarsın, vb… Yani, politik faaliyetin bölgeciliğe dayanan bir bölüngücülük etrafında yeniden örülmesidir, söz konusu olan… Ne demek istediğimi anlatmak için, yönetsel olandan başlayalım: Türkistan, 1924 tarihli bir yasa ile parçalanır. Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan (şimdiki Kazakistan) ve Kara-Kırgızistan (şimdiki Kırgızistan) adlı yeni cumhuriyetler bir gecede kurulurlar. 1929 yılında Tacikistan da Özbekistan’dan ayrılarak yeni cumhuriyetler kervanına katılır. Daha sonra, Kırgızistan’ın adı Kazakistan, Kara-Kırgızistan’ın adı ise Kırgızistan olarak değiştirilir(!) Her bir ülke (Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti) içinde alt birimler (özerk cumhuriyet, özerk bölge, ulusal bölge) icat edilir. Tüm bu ülkelerin sınırları ise, birbirlerinin içlerine girecek şekilde çizilmiştir. Varsayılan “ulus” unsurlarını birbirilerinin içinde bırakılmıştır, sözgelimi, bugün Kırgızistan’da ikinci büyük grup Özbeklerdir, diğer taraftan her zaman için Tacik şehri olan Semerkant, Özbekistan’a bırakılmıştır, vb. Tüm bunlarla, Moskova’nın hakemliğinde “çözülecek” anlaşmazlıkların sürekliliği sağlanmıştır. Oliver Roy, “Moskova’nın Orta Asya’da yok etmek istediği şey Türkistan fikriydi;”40 tespitinde bulunuyor. Oysa kendisinin de dile getirdiği gibi, tabu bir sözcük olan Türkistan, 1991 yılına kadar Sovyetler’de askeri ve stratejik metinlerde kullanılmaya devam etmiştir. Stalinizm yönetsel bölüngücülüğü, dilsel bölüngücülük ile desteklemiştir. Bu noktada dillerin icat edilişi ve alfabenin değiştirilmesi (ve birçok şivenin dil olarak yeniden ortaya çıkarılması), yavaş yavaş ortaklaşmaya başlayan toplumsal belleğin köreltilmesini de olanaklaştıran, önemli bir araç olarak kendini gösterir. 1923-1928 yılları 36 Lenin, “Uluslar ya da Özerkleştirme Sorunu”, a.g.e., s. 211. 37 A.g.e., s. 213. 38 A.g.e., s. 214. 39 Lenin, “Doğulu Halkların Yaşadığı Yerlerde (…) M.K. Politbürosu’nun Karar Taslağı”, Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri (der.), der. C. Leiteisen, çev. Tektaş Ağaoğlu, Belge Yayınları, İstanbul 1995, s. 341. 40 Oliver Roy, a.g.e., 107. Yaz | 2010 -

71


Kırgızistan: “Anlat, düşünü dinleyelim” arasında (günümüz Doğu Türkistan’ında kullanılan) yenilenmiş Arap alfabesi, 19281940 arasında yerini Latin alfabesine bırakmıştır. Bu dönemde Türkiye’nin Latin alfabesine geçmesiyle birlikte, Orta Asya’da Kiril alfabesine geçilmiştir. 1991’den sonra ise, Azerbaycan, Türkmenistan ve Özbekistan Latin harflerine geri dönmüşler, Tacikistan ise Arap-Fars alfabesine geçiş yapmıştır. Etnik kimliğin insanbilim ve Sovyet yönetim sistemi tarafından tanımlanan ölçütler etrafında içselleştirilme çabası, bölüngücülük politikasının “bilimsel” ayağını oluşturur demiştik, bunu alfabe değişimleri üzerinde çok net görürüz: Türkî diller için yenilenmiş Arap alfabesinde kısa ünlüler kullanılmaz. Türkçe’de ise lehçe faklılıkları çoğu zaman kısa ünlüler üzerinde belirginleşir. Sözgelimi, m.l.t harflerinden oluşan bir sözcük lehçeye göre millet, millat, mellat şeklinde okunur. O dönemde Arap alfabesi kullanılmasının pratik anlamı budur.41 Oysa Sovyet dilbilimcileri bu küçük farklılıkları büyütecek şekilde, her bir “dil” için ortak olmayan bir Kiril alfabesini, imal ettikleri uluslara dayatmışlardır. Ve nihayet önceki dayanışma gruplarının kolhozun topluluk sistemine uyarlanması hususu; kentleşme unsuru açıklamada yardımcı olabilir. 1989 sayımında Orta Asya Cumhuriyetleri’nde düşük kentleşme oranı dikkat çeker, sözgelimi Kırgızistan’da sayı %38’dir. Oysa aynı dönemde kentleşme oranı Rusya’da %74’tür. Dahası, başkentlerde yerli nüfusun 1989’a kadar hep azınlık durumunda bırakıldığını da göz önünde bulundurmak gerekir;42 tıpkı günümüzde Urumçi’de olduğu gibi. Kırsal nüfusun bu ağırlığı, geleneksel dayanışma gruplarının yeniden örülmesinde belirleyicidir. Peki, kırsal nüfusun bu ağırlığı nerden kaynaklanmaktadır? Yanıtımız, Sovyet döneminde Kırgızistan’da da uygulanan kolektifleştirme hareketi: 1939’a gelindiğinde bütün Kırgız köyleri kolhoz veya sovhoz (devlet mülkiyetindeki tarım işletmeleri) içerisinde bütünleştirilmiştir. Bu uzun dönemli iki önemli yan açığa çıkarır. Bir yandan tarım sektöründe büyük ölçekli çiftçilik geliştirilirken, diğer yanda tarımın makineleşmesini gerçekleştirmiştir.43 Öte yandan kolektifleştirme, “her durumda dayanışma gruplarının kolhozlar çerçevesinde sistemli bir biçimde toprağa bağlanmasını beraberinde getirmiştir. (…) Yeniden oluşturulmuş bir dayanışma gurubu haline gelen kolhoz, Sovyet sistemi çevresindeki idari, iktisadi, toplumsal hatta siyasal bir kurumsallaşmadan yararlanmaktadır.”44 Kolhozun çalışma prensipleri ve örgütlenme şeması geleneksel dayanışma gruplarının varlığına ve örgütleme alışkanlıklarıyla örtüşmüştür. Her bir geniş aile (aşiret) bir kolhozu yönetirken, hısımlar kolhozun alt bölümlerini (Rusça: uçatska) yönetirler, vb. Bu durum, Kırgızistan gibi Moskova bürokrasisine bağlı Orta Asya’nın uydu cumhuriyetlerinde, tarımın ülke içindeki ağırlığına da bağlı olarak; yerel partiler içindeki yönetici kadroların oluşmasından, devlet idare mekanizmasının akrabalık ilişkileri üzerinde örgütlenmesine kadar, birçok alanda belirleyici olmuştur. 1989 – 2010: Uydu Cumhuriyetlerden Türkdili Ülkelerine Türkistan dâhilinde üste çizilen çerçevede gelişimini sürdüren Kırgızistan, 1989 Haziran’ına gelindiğinde, kırsal kesimlerden gelip kentlere yerleşen Kırgız gençlerinin konut talebi ile başlattıkları eylemlikler dalgası ile sarsılır. Başkent Frunze’nin (şimdiki adıyla Bişkek) güneydoğusundaki topraklarda işgaller baş gösterir. Bu harekete yaklaşık 30 bin kişi katılır. Diğer taraftan bu hareketin içinde kimlik talepleri de belirleyiciliğini hissettir.45 İçeride bunlar yaşanırken, dışarıda ise SSCB’nin da41 Buna benzer bir politika Çin’de izlenmiştir ve başarıyla uygulanmıştır. Yazı dili Mandarin’de eşitlenmiş; bu sayede lehçeler arasında uyum sağlamak mümkün olmuştur. 42 Patnaik, “Agricultural and rural out-migration in Central Asia, 1906-1991”, Europe Asia Studies (Cilt 47), S. 1, s. 147 ve 154. 43 Rafis Abazov, “Economic Migration in Post-Soviet Central Asia: The Case of Kyrgyzstan”, Post-Communist Economies (Cilt 11), S. 2, s. 239. 44 Oliver Roy, a.g.e., 131 ve 133. 45 Irina Kostyukova, “The towns of Kyrgyzstan change their faces”, Central Asian Survey (Cilt

72

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kırgızistan: “Anlat, düşünü dinleyelim” ğılma süreci işlemektedir. Bu çerçevede 31 Ağustos 1991’de Kırgızistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Parlamentosu “Kırgız Cumhuriyeti Bağımsızlığı” ile ilgili bir bildiri kabul eder. Birliğin dağılmasından sonra ise, Orta Asya Cumhuriyetleri tepkilerini, Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’ta toplanarak vermişlerdir. Bu toplantıda Türkistan fikri tekrar canlanır gibi olur, zira “çeşitli entrikalara rağmen bölgesel işbirliği ve Bağımsız Devletler Topluluğu’na (BDT) karşı Orta Asya alternatifi üzerinde durulması” toplantının ana gündem maddesidir. Buna karşın, Orta Asya Cumhuriyetleri Başkanları 21 Aralık’ta Almatı’da toplanan Sovyetler Birliği’nin 11 cumhuriyeti ile birlikte Bağımsız Devletler Topluluğu’nun kurulması konusundaki anlaşmaya imza atmak zorunda kalmışlardır.46 1989 sonrası Kırgızistan tarihini iki dönemde inceleyebiliriz: 1990’dan 2005 Akayev’in başkanlığında geçen dönem ve 2005’ten 2010’a Bakiyev’in başkanlığında geçen dönem. Bu iki dönemde de, toplumsal muhalefetin dile getirdikleri neredeyse aynıdır: Çöken sosyal hizmetler, ekonomik başarısızlık, rüşvet, yozlaşma, yolsuzluk ve akraba kayırma (aile bireylerini iktidar mekanizmasının içine yerleştirme), vb… Aslında bu durum, Kırgızistan’da yeni oluşmaya başlayan burjuva sınıfın yapısıyla ve yeni-liberal karşıdevrimle ilgilidir. Başka bir değişle seçkinlerin (Parti ve kolhoz yöneticileri, vb.), kapitalist sisteme uyarlanma sürecidir söz konusu olan. Geleneksel dayanışma gruplarının, yani bürokratik diktatörlüklerde planlı ekonominin diline tercüme edilmesi sonucu oluşan yeni iktidar odaklarının, bu sefer de serbest piyasa ekonomisine (kapitalizme) uyarlanma çabaları; günümüzde de etkili olan sürecin belirleyicisidir. Bu nedenle dünün en tutkulu demokratları, bugünün “yeni zengin”, “sonradan görme” ve “yeni Kırgızlar” olarak ifade edilen yeni sınıfın ortaya çıkmasının göstergesi olmuştur.47 Sözgelimi, 1995 tarihli bir karar ile her bölgede bağımsız aday olunabilmesinin önünü açan bir yasa kabul edilmiştir. Bu yasayla, dayanışma gruplarının birbirleriyle olan savaşımları, politika alanında doğrudan yansımasını bulmuş ve bölgecilik temelli bir politik kültürün gelişmesine yol açmıştır. Neredeyse tüm politik partiler, bölgesel ve hemşirelik ilişkileri temelinde örgütlenmiştir.48 Aynı şekilde, parlamento adaylarının maddi imkânları önemli rol oynamaya başlamıştır. Çünkü ekonomik krizin yoğun yaşandığı bu dönemde seçmenleri ilgilendiren tek şey seçim süresince karınlarının tokluğu olmuştur. Sözgelimi, izleyen ilk başkanlık seçimlerinde, oyların satın alındığını ve kabile ve etnik kanallar kullanılarak seçimlere hile karıştırıldığını, yeniden başkan seçilen Akayev dahi kabul etmiştir.49 Ülkeye egemen olan bölgecilik ve hemşerilik ilişkilerinin ekonomik alandaki yansıması ise çarpıcıdır: Kırgızistan eski Sovyetler Birliği ülkeleri arasında kayıt dışı ekonomi ve yolsuzluklar konusunda en ileri ülkelerden birisi durumuna gelmiştir, bazı araştırmalar kayıt dışı ekonominin payını %40 olarak belirtmekte. Öyle ki, kayıt dışı ekonomi ve yolsuzluklar Kırgızistan’da kurumsallaşmış ve toplumun bütün dilimlerince meşrulaştırılmıştır. Güney ile Kuzey arasında ciddi bir toplumsal-ekonomik uçurum bulunmaktadır. Ülkenin çeşitli kesimlerinde, bölgecilik temelinde örgütlenen yeni burjuva sınıf, giderek zenginleşmiş ve kendi bölgelerinde iktidar kurarak merkezi otoriteden özerk davranmaya başlamışlardır. Buna karşın halkın yaklaşık %70’inin resmen 13), S. 3, s. 427. 46 Paul Kubicek, “Regionalism, Nationalism and Realpolitik in Central Asia”, Europe-Asia Studies (Cilt: 49), S. 41997 (Haziran 1997), s. 641. 47 Zamira Sydykova, Godı ojidaniy i poter. Vremya peremen (Bekleyiş ve Kaybedilen Yıllar: Değişim Zamanı), Res Publica, Bişkek 2003, 4. Bölüm. 48 Bu durum diğer Orta Asya ülkelerinde ise kişi kültü üzerine kurulu ve yeni seçkinler arasında hakem vazifesini gören “bonapart” diktatörlükleri (Özbekistan ve Türkmenistan) sayesinde görünür olmaktan çıkmıştır. Belki de Kırgızistan’ın özgünlüğünü, 1991 sonrasında açık bütüncül bir rejime, erken bir dönemde, yönelmemesinde aramak gerekiyor… Bak. John Anderson, “Creating a Framework for Civil Society in Kyrgyzstan”, Europe-Asia Studies (Cilt 52), S. 1, s. 88. 49 Yılmaz Bingöl, “Kırgızistan’ın Renkli Devrimi: Demokrasiye Geçiş mi? Küresel Rekabet mi?”, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (Cilt 13), S. 01, s. 8. Yaz | 2010 -

73


Kırgızistan: “Anlat, düşünü dinleyelim” kabul edilmiş bulunan yoksulluk sınırının altında yaşaması ve işsizliğin %21 gibi sayılara tırmanmış bulunması, neredeyse sürekli hale gelen toplumsal gerilimleri açıklamakta önemli bir veri kabul edilmelidir.50 Nihayet, Şubat ve Mart 2000’de yapılan Parlamento seçimleri ve Ekim 2000’de yapılan Başkanlık seçimlerinde “düzensizlikler, oy pusulalarının doldurulması, medyanın yıldırılması ve ciddi muhaliflerin saf dışı bırakılması” gibi usulsüzlüklerin yaşanması, tüm muhalefeti birleştirmeye götürmüştür. Devam eden süreçte, başkan ve onun aile üyelerine dokunulmazlık verilmesi ve başkanın emekliliğinden sonra kendisine dava açılamayacağına ilişkin bir anayasa değişikliğinin onaylanması, bardağı taşıran son damla olmuştur. 2005’teki halk ayaklanması sonucunda Akayev ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Ancak burada önemle belirtilmesi gereken nokta, halk isyanına öncülük ettiğini öne süren muhalefetin bu isyandaki rolünün tartışılması gereğidir. Çünkü bu isyan, ülkenin en yoksul bölgesi olan ve aynı zamanda devlet gücünün de zayıf olduğu güney bölgelerinde başlamıştır. Başkan seçilecek ve şimdili (2010’daki) isyanda Akayev ile aynı yazgıyı paylaşacak olan muhalefet liderinden Kurmanbek Bakiyev’in de dediği gibi muhalefet böyle bir ayaklanmayı beklememiştir. Muhalefetin asıl amacı sadece büyük bir gösteri yaparak iktidara gözdağı vermek ve arkasından iktidarla masaya oturmak olmuştur. Bu yüzden Bakiyev’i iktidara getiren yoksul halkın istemleri ile, Bakiyev hükümetinin istemleri arasında bir çizgi çizmek önemlidir; işte bu nokta bizi Kırgızistan’daki hegemonya savaşımına getirir… Bölge üzerinde 2001’e değin süren ABD politikası ile 2001 sonrası ABD politikasını birbirinde ayrıştırmak gerek. İlk dönemde, kapitalizme geçiş süreçlerinin hızlandırılması (ve sağlamlarlaştırılması) ile bölgedeki enerji potansiyelinin Rus denetiminde olmayan güzergâhlarla dünya pazarlarına aktarılması için projelerin geliştirilmesi belirleyicidir. İkinci dönemde ise ABD’nin, Rusya ve Çin’in bölgedeki etkisini dengeleme (ve özellikle Afganistan savaşında askerî operasyonlar yürütmesine imkân sağlayacak ayrıcalıklar elde etme arzusu) belirleyici olmuştur.51 Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Kırgızistan jeopolitik anlamda Çin ile sınır komşusu olması ve Rusya ile Afganistan’a yakınlığından dolayı, ABD açısından oldukça önemli bir ülkedir. Ayrıca 14 Haziran 2001 tarihinde Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan’ın arasında kurulan Şanghay İşbirliği Örgütü’nün kurulması ABD’nin bölgedeki varlığına tehdit oluşturmaktadır. Bu denli önemli stratejik anlamı olan Kırgızistan’ın başındaki Akayev, 11 Eylül sonrasında ABD yönetiminin bölge politikalarına açıkça desteklemediği ve beklentilerine karşılık vermediği için gözden çıkarılmıştır. Son olarak, The Wall Street Journal’ın 2005’teki Kırgızistan’daki rejim içi hükümet değişikliğini değerlendirmesinde “Kırgızistan, Bush’un önderliğindeki demokrasi ve özgürlük yürüyüşünde yerini aldı;” yorumunu yapması, ABD’nin Kırgızistan’ın “renkli deviminde” oynadığı rolü göstermesi açısından manidardır…52 Bunu Afganistan işgalinden sonra Kırgızistan’daki Manas üssü üzerine Pentagon’un yayımladığı bir raporda da okumak pekâlâ mümkün: “Afganistan’a gidiş ya da dönüş yolunda 170 binden fazla koalisyon üyesi bu yolu kullandı; Manas, yedek malzeme ve donanım içeren; üniforma ile kişisel malzeme ya da görev malzemesi sağlayan 5 bin ton yükün aktarım noktasıydı. Şu an, yaklaşık 1000 NATO askeri ile 100 civarı İspanyol ve Fransız askeri bu üsten faydalanmakta.”53 50 Rafis Abazov, “Bağımsız Kırgızistan: İpek Yolunda 10 Zor Yıl”, Avrasya Etütleri, S. 20 (Özel Sayı, 2001), s. 128. 51 Ferhat Pirinççi, “Soğuk Savaş Sonrasında ABD’nin Orta Asya Politikası: Beklentiler ve Gerçekler”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi (Cilt: 63), S. 1213, ss. 207-235. 52 Akt. Yılmaz Bingöl, a.g.m., s. 8. 53 Stars and Stripes, 16 Haziran 2009; Akt. Rick Rozoff, “Kırgızistan ve Orta Asya İçin Savaş”, çev. Ezel Ünal, Mayıs 2010, url: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=30741 (Erişim Tarihi: 25 Mayıs 2010).

74

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kırgızistan: “Anlat, düşünü dinleyelim” Bu iktidar değişikliğiyle yoksul halk kitleleri için değişen bir şey söz konusu olmadığını, bilmem vurgulamaya gerek var mı? Akayev’in uyguladığı ekonomi politikaları yeni-liberal karşı devrimin izleri taşırken, yeni iktidara gelen Bakiyev’in yaptığı ilk açıklama, eski dönemindeki yapılmış bütün ekonomik anlaşmaları tanıyacağı ve ekonomik reformların devam edeceği yönünde olmuştur. Bu noktada 2005’ten 2010’a Bakiyev’in başkanlığında geçen dönemi uzun uzadıya bir açıklamak yerine, Akayev’i iktidardan düşürenin (çöken sosyal hizmetler, ekonomik başarısızlık, rüşvet, yozlaşma, yolsuzluk ve akraba kayırma) Bakiyev için de birebir geçerli olduğunu söylemekle yetineceğim. Tek fark, bu sefer isyana hazırlıksız yakalanan Roza Otunbayeva önderliğindeki muhalifleri iktidara taşıyanın ABD değil, Rusya olmasıdır. Rusya’nın Kırgızistan’daki çıkarları, ABD’ninkinden faklı nedenlere dayanmıyor, mesele sadece jeostratejik konumlanışla ilgili, biraz daha ayrıntılandırayım: Bilindiği üzere Türkistan coğrafyası, çoğunlukla bozkırlarla kaplıdır ve merkezinde Fergana vadisi yer alır. Bir yoruma göre, zamanında SSCB’nin bölgeyi parçalama nedenlerinden biri de bölgenin (vadinin) merkez bir güce dönüşmesini engellemektir. Zira vadi, gerek tarıma elverişli oluşuyla, gerek yeraltı kaynaklarıyla, gerekse korunaklı yapısıyla bölge nüfusunun büyük çoğunluğunu içinde barındırır. Kazakistan’ın eski başkenti Almatı dâhil bölge ülkelerinin başkentleri (ve gelişmiş illeri) bu vadide bulunurlar ve birbirlerine coğrafi yakınlık arz ederler: Özbekistan vadi tabanına sahipken, Tacikistan vadinin girişine, Kırgızistan ise Vadiyi çeviren hâkim tepelere sahiptir. Kırgızistan vadinin ekonomik olarak değerli alanlarına egemen olmamasına karşın vadiyi çeviren tepelerin sağladığı avantajlardan yararlanıyor. Bu nedenle Kırgızistan’ı kontrol etmek vadinin tümünü kontrol etmek yani Merkez Asya’nın kalbini kontrol etmek demek. Ayrıca, Kırgızistan’ın başkenti Bişkek Kazakistan’ın en büyük şehri, aynı zamanda ekonomik ve tarihi açıdan başkenti olan Almatı’ya 150 km kadar uzaklıkta. Tien Shan’daki Kırgız bölgesi Kırgızistan’a, Çin’in bölgedeki hareketlerini izleme olanağı veriyor. Bununla birlikte Kırgızistan’ın sahip olduğu tepeler Çin’in özerk bölgesi olan Xinjiang Uygur’daki tarım havzasına da hâkim konumda. Bölgede stratejik alanlara sahip olmasından dolayı Kırgızistan’ı kontrol etmek, Kazakistan’a, Özbekistan’a, Tacikistan’a ve Çin’e baskı uygulayabilme şansı veriyor.54 2010 Kırgız isyanını değerlendiren emperyalizm destekli düşünce kuruluşlarından (strateji ve yöntem geliştirme merkezlerinden) International Crisis Group, Bakiyev rejimi ile ilgili metinin ara başlıklarından birinde “Tek-Aile Devletinin Yükselişi” ifadesini kullanmış.55 Oysa biz, bunun Kırgızistan’ın toplumsal yapısının doğrudan bir sonucu olduğunu artık biliyoruz. Aynı şekilde makalenin baş tarafında İşçi Cephesi gazetesinden yaptığım alıntıda, Bakiyev’in polis teşkilatını kuvvetlendirmekle işe başladığını okumuştuk. Şimdi bunun nedenin gerek ülkenin yoksul güney kesimlerini kontrol altında tutma, gerekse bölgesel egemenlikler temelinde ayrışan yeni burjuva sınıfın unsurları arasında bir denge kurma arayışı olduğunu görüyoruz. Peki, yeni iktidar ve Kırgız burjuvazisi demokratik devrimin görevlerini tamamlayamaz mı? Cevap kesin bir, hayır: “Troçki’nin geliştirdiği Sürekli Devrim kuramına göre, kapitalizmin ilk gelişme evresinde demokratik devrime öncülük eden burjuvazi (ve onun küçük burjuva avukatları), emperyalist çağda bu devrimci niteliğini artık yitirmiş durumdadır.” 56 Hele ki, geçmiş üretim tarzının yapısal kalıntısı, bürokratik diktatörlüğün doğrudan bir uzantısı, emperyalizmin bölge çıkarlarının komprador bekçisi, cılız Kırgızistan burjuvazisi için yeğlikle geçerlidir bu… 54 Lauren Goodrich, a.g.m. 55 “Kyrgyzstan: A Hollow Regime Collapses”, International Crisis Group, Asia Briefing, S. 102, Nisan 2010. 56 Yusuf Barman, a.g.m., s. 18; ayrıca ayrıntılı okuma için bak. Troçki, Sürekli Devrim - Sonuçlar ve Olasılıklar, çev. Ahmet Muhittin, Yazın Yayıncılık, İstanbul 2007. Yaz | 2010 -

75


Kırgızistan: “Anlat, düşünü dinleyelim” Bugün Orta Asya ülkeleri (ve Azerbaycan ve Türkiye) kendilerini resmi olarak “Türkdili Ülkesi” olarak tanımlamaktalar. Bu tanım, ülkelerdeki egemen sınıfın yapısal özelliklerinden bağımsız olarak dile getiriliyor. Bu adlandırma gerek etnik-dilbilimsel açıdan doğru, gerekse bölge ülkelerinin ve halklarının ortak tercihi olması açısından önemli. Doğruyu söylemek gerekirse bu durum, Türkiye için geçerli değil: SSCB’nin dağılmasından sonra, Türkiye bölge ülkelerini “Türk Cumhuriyetleri” olarak adlandırmak istedi. Türkiye 1990’ların ilk çeyreğinde Özal döneminde hamasi bir ağabeylikle bölge ülkeleri ile ilk ilişkilerini kurulduğunda, deyim yerindeyse ağzının payını almıştı. Sözgelimi, 1993 yılında Marmara Üniversitesi’nde toplanan bir komisyonun ortak alfabe teklifi, tüm yeni ülkeler tarafından kararlılıkla reddedilmişi. “Türkdili ülkesi” ifadesini, SSCB’nin dağılmasından sonra bir araya gelen Orta Asya ülkeleri, kendileri seçmişlerdi, buna daha sonra Azerbaycan da eklendi. Neyse ki, ABD hegemonyasındaki emperyalizm Türkiye’nin kulağını çekti de, hamasetten çabuk kurtulduk(!) Kapitalizmin bölgede kökleşmesini isteyen emperyalizm çıkarları ile Türkiye’nin kültürel ve tarihsel bağlarının sağladığı avantajların büyük ölçüde örtüşmesi, Türkiye’ye değim yerindeyse emperyalizmin taşeronluğu imkânını tanıdı. Türkdili ülkelerine nazaran, erken modernleşmiş ve “batılı” Türkiye imajının Orta Asya seçkinleri (ve hatta yoksul halkı) için yarattığı yanılsama eklenince hayli ilginç bir durum ortaya çıktı. Türk Cumhuriyetleri yerini – bugün ülke içindeki söylemde de kendini gösteren – Türkî Cumhuriyetler ifadesine bıraktı. Biraz daha vakit geçti, uluslararası yazışmalarda ve birliklerde de kullanılan Türkdili ülkesi ifadesi, Türkiye tarafından da benimsendi. Amerikan ve Türkiye sermayesinin de bölgede faaliyetlerini yoğunlaştırması ile birlikte, nihayet biz Türklüğümüzden vazgeçtik, birkaç adım geri atıp tekrar Oğuz olduk! Nasıl mı? İlk adım, 1985 yılında Türkiye, İran ve Pakistan tarafından kurulan Ekonomik İşbirliği Örgütü’ne Türkdili ülkelerinin dâhil olması ile atıldı. 1992 yılında ayrıca, Türkiye dışişleri bakanlığına bağlı olarak, Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı’nı oluşturdu, bu kurum 1999’da başbakanlığa bağlandı. Kurum, Türkiye sermayesinin bölgeye girişini koordine ederken, bir taraftan da bölge ülkelerinin yapısal dönüşümlerinde teknik destek sağladı. 1992 yılından beri belirli aralıklarla toplanan Türkdili Konuşan Ülkeler Zirvesi’nin bir sonucu olarak Ekim 2009’da Nahçivan’da imzalanan bir anlaşma ile uluslararası düzlemde Francophonie ya da Commonwealth eşdeğerinde olan Türkdili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi oluşturuldu. Bu konseye bağlı olarak iki alt birim daha öncesinde faaliyete geçirilmişti, Türk Kültür ve Sanatları Ortak Yönetimi ile Türdili Konuşan Ülkeler Parlamenter Asamblesi (TÜRKPA). Dönemim TBMM başkanı Köksal Toptan, TÜRKPA’daki konuşmasında Türkiye halkını ilk kez Oğuz olarak niteledi.57 Bu tanım bölge ülkeleri ile olan tüm ilişkilerde kullanılmaya devam edildi/ediliyor.58 Orta Asya Türkdili ülkelerini, kendi aralarında (ithalat ve ihracatlarını da kapsayan) bir bağıl havuz olarak düşünmek mümkün. Tüm kalemlerin ilk 10’u içinde birinci sırada kendi havuzları, sonrasında Rusya, sonrasında ise Türkiye var. Onları ABD, AB ve Çin izliyor. Doğal kaynaklar açısından da tüm bu ülkeler birbirlerine bağımlı durumdalar. Sözgelimi Kırgızistan, gaz bakımından Özbekistan’a bağımlı iken, Özbekistan da su bakımından Kırgızistan’a bağımlı, vb. İşgücü göçlerinde de değişen bir şey yok; sözgelimi Kırgızlar en çok Kazakistan’a göç ediyor, Kırgızistan’da ise %15’in üzerinde Özbek nüfusu var, vb.59 57 “TÜRKPA, Anlaşması İmzalandı”, url: http://www.aktifhaber.com/news_detailphp?id=194282 (Erişim Tarihi: 20 Mayıs 2010). 58 Bölgedeki Türk okulları dâhil. Bu okullar ve Türkiye’nin Orta Asya politikası ayrı bir incelemeyi hak ediyor. Yeri gelmişken, ortak alfabede de hiçbir adım atılmadı değil: En son Azerbaycan’da yayımlanan Xalq Qazeti’nde konu ile ilgili TÜRKPA’nın sonuç verici çalışmalara imza attığına ilişkin bir haber okumuştum, url: http://xalqqazeti.com/az/local/turkdilli-olkeler-arasindavahid-dil-ve-elifbanin-yaradilmasi-seyleri-davam-edecekdir (Erişim Tarihi: 30 Mayıs 2010). 59 Marcel Bazin, “Türk Alanı’nda Faklılıklar ve Göç Hareketleri”, Unutkan Tarih (der.), der. Semih Vaner, çev. Ercan Eyüboğlu, Metis Yayınları, İstanbul 1997, ss. 287-303.

76

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kırgızistan: “Anlat, düşünü dinleyelim” Çoğunlukla Orta Asya’ya yönelen Batılı araştırmacılar, Türkiye ile diğer Türkdili ülkeleri arasındaki ilişkileri yanlış değerlendirmekteler. Bunun sebebi, bu araştırmacıların ilk olarak İran’ı incelemeleri ve bu ülke üzerinden çoğunlukla Tacikistan’a (gerek yaşadığı iç savaş, gerekse kültürel tarihi açısından ilgi çekiciliğini kabul etmek gerek), oradan da Özbekistan’a yönelmeleridir. Aynı şekilde Özbekistan’ın TÜRKPA’ya dâhil olmaması ya da ülkesindeki Türk okullarını kapatması da, yanılsamanın derinleşmesinde etkili olan diğer nedenlerden sayılabilir. Oysa Özbekistan bölgenin en oturmuş rejimi olarak gözükse de aslında derinden derine sarsılan bir iç dinamiği barındırıyor: Açık bir diktatörlükle idare edilmekte. Gel gör ki, toprakların üçte birini kaplayan Karakalpak Özerk Cumhuriyeti, gerek kültürel, gerekse ekonomik açıdan Kazakistan’a bağlıdır. Özellikle 2005’ten bu yana ABD ile ilişkileri ciddi şekilde bozulan Tacik kökenli devlet başkanı İslam Kerimov’un uyguladığı kültür politikaları, kendi halkı tarafından Farisileşme olarak nitelendirilmekte ve eleştirilmektedir. Ülkedeki en ufak bir yönetsel değişiklikte, kapitalizmin her kapıyı açan o sihirli anahtarı ile Özbekistan’ın da Türkdili ülkeleri kervanına katılacağı açık… Bitirirken… Peki, Orta Asya işçi sınıfı ve gençliği açısından çözüm ne olmalı? Ne Kırgızistan’da ne de Türkistan coğrafyasındaki diğer Türkdili ülkelerinde, egemen sınıf ilerici bir rol oynayamaz. Gerek tarihsel, gerekse sınıfsal yapılanışı buna izin vermez, dahası Kırgızistan örneğinde oturmuş bir burjuva rejim dahi kuramaz, bunu gördük. Öteki taraftan yoksul kitleler nazarında, çokça değindiğimiz bölüngücülük faaliyeti hâlâ etkilidir: Sözgelimi, Kırgızistan’daki son rejim içi hükümet değişikliğinden sonra, Kırgız köylü gençleri, Çuy ili’nde yoksul köylü durumundaki Ahıskaların (bir diğer Türkî budun) topraklarını işgal etmişlerdi.60 Ayrıca bölgedeki hiçbir devletin bir toplumsal dönüşüm geçirse bile (buna ekonomik açıdan yeterli gözüken Özbekistan dâhil) ekonomik ve askeri açıdan kendilerine bir uluslararası kanal açabilmesi mümkün gözükmüyor. Tüm bunlara Stalinizmin miras bıraktığı korkunç yanılsamayı da ayrıca eklemek gerek. Türkdili coğrafyasındaki her bir ülkenin işçi sınıfı, bir diğer ülkedeki sınıf kardeşlerinin yazgısını elinde tutuyor. Çözüm, işçi demokrasisini temel alan, hakların demokratik birliği ve kültürel eşitliği temelinde bir araya gelmiş, Türkistan Sosyalist Federasyonu olabilir. Çok zor, ama olanaksız değil. Bunun yöntem ve araçları, devrimci Marksizm açısından bölgede örgütlenme olanak ve olasılıkları, kuşkusuz başka bir yazının konusu. Yine de belki ilk adım, evvel zamanda Er Manas’a söyleneni, tüm Orta Asya’nın yoksul halklarına bugün söylemek ve ardından sabırla dinlemeye başlamaktır: Anlat, düşünü dinleyelim…

60 “Gül Devrim’inin dikenleri”, url: http://www.cihandergi.com/detay.php?id=98&did=10 (Erişim Tarihi: 25 Mayıs 2010). Aynı şekilde, bu yazının son düzeltmelerini yaptığım sırada, Oş ili’nde başlayıp Celalabat’a sıçrayan Kırgız-Özbek çatışmasına ilişkin haberler Türkiye basınında yer almıştı (bak. Milliyet ve Radikal, 13 Haziran 2010). Dün Stalinizmin elindeki bölüngücülük politikası, bugün emperyalizm kuşandığı, bölge halklarının yazgısını doğrudan etkileyecek, son derece tehlikeli bir silah durumunda… Yaz | 2010 -

77


Kültür/Sanat

Nixon’ın Yeni McCarthycilik’ten Reagan’ın Vahşi Kapitalizmine… Amerikan Polisiye Sinemasının Yirmi Yılı

Oktay Benol

II. Dünya Savaşı faşizmin yenilgisiyle sonuçlandı. ABD ve SSCB, savaşın iki önemli gücü ve galibi olarak, savaş sonrası döneme de damgasını vurdular. Savaş sonrası yapılan anlaşmalar, başta Avrupa olmak üzere, dünyanın birçok bölgesinin ABD ve SSCB arasında paylaşılmasına yol açtı. Almanya, Japonya, İtalya gibi ülkeler savaştan yenilgiyle çıktılar ve uzun bir süre ABD ve müttefiklerinin (İngiltere başta olmak üzere) denetimi altında yaşamak zorunda kaldılar. Fransa gibi ülkeler ise, “güvenlik ve kalkınma” gibi nedenlerle bir süre ABD’nin yakın “koruması” altında yaşadılar... Dünya böylece iki kutuplu yeni bir dengeye oturdu. “Soğuk Savaş” dönemi olarak adlandırılan bu süreç reel-sosyalizmin çöküşüne kadar devam etti... Soğuk Savaş, McCarthycilik ve “İç Düşmanın” Keşfi! II. Dünya Savaşı’nın yıkıntıları çok büyüktü. ABD ve SSCB önderliğindeki güçler, ilk önce savaşın yaralarını sarmaya ağırlık verdiler. 1945’ten 1960’ların ortalarına kadar görece büyük bir sermaye birikimi elde edildi. ABD ve Batı Avrupa ülkelerinde burjuvazi, politik ve ekonomik gücünü yeniden tesis etti. “Sosyal devlet” ve “refah devleti” gibi yeni toplumsal örgütlenme modelleri/anlayışları ortaya çıktı. Savaşın parçaladığı orta sınıflar yeniden “güvenli ve mutlu” günlerine geri döndüler... Ama bu durum uzun sürmedi. 1960’ların ortalarından itibaren dünya kapitalizmi yeni bir kriz (1966/67) dönemine girdi. Toplumsal muhalefet hareketleri gelişti. Bu krizi, 1973/75 ve 1979/82 krizleri takip etti... Güvensiz ve umutsuz günler yeniden başladı. Ama 1945–1965 dönemi de tamamen sorunsuz değildi. ABD ve SSCB gibi iki farklı ve karşıt düzenin karşılıklı konumlanışı, “dış düşman” gibi “iç düşman”ı 78

Sosyalist Düşünce Dergisi


Amerikan Polisiye Sinemasının Yirmi Yılı da yaratmıştı. İstihbarat güçleri kendi sınırları içinde “düşman” avına çıktılar. McCarthycilik, ABD’de bu anlayışın ürünü olarak gelişti. 1950–54 arasında, tüm alanlarda olduğu gibi sinemada da “düşmanlar” tespit edildi, birçok sinemacı, polis kovuşturmasına uğradı. Genel düşünce ve tutumun dışına çıkan herkes suçlu olarak değerlendirildi. Aynı durum 1966–1970 döneminde de benzer şekilde gerçekleşti. Tüm dünyada olduğu gibi ABD’de de muhalefet hareketleri gelişip protesto eylemlerine giriştiğinde aynı “polis” gücünü karşısında buldu. Eisenhower gibi Nixon da, bir başkan olarak kendisinden bekleneni yapmakta tereddüt etmedi. Bu durum, hem Amerikan burjuvazisinin hem de Amerikan orta sınıfının “polisleri”ne bakışını gösteren bir örnekti: Amerikan iktidarı zaman zaman ‘paralı askerler’ yani ‘kiralık katil’lere (hired guns) ihtiyaç duyar, bu paralı askerler, refahtaki payını isteyen alttaki ‘pisliğe’ karşı iyi yurttaşların kiraladıkları katillerdir; sırf bu yüzden bile iktidar, sürekli olarak örgütlü suçla biraraya gelmek zorundadır. Bu ‘regülatörler’ ahlaki açıdan mutlaka iyi olmak zorunda değillerdir; aksine öncelikle etkin olmak; ağızlarını sıkı tutmak, onları güvenilir kılan bir kurallar dizgesine uymak zorundadırlar. Bunlar, ‘iyi yurttaşların’ eli temiz kalsın diye kendi ellerini kirleten silahşörler, katiller, özel dedektifler, ajanlar, polisler ve politikacılardır. İşi hallettikten sonra ortadan kaybolmaları, dillerini tutmaları gerekir; hatta çoğu zaman paralarını alamazlar ya da bir sonraki ‘temizleyici’ tarafından tasfiye edilirler. Batının diğer toplumlarında faşizm tehdidi, muhalefeti dizginler ve politik bir adalet iktidarı güvence altına alırken, Amerikan demokrasisinde cinayet, politikanın ‘başarıyla’ uygulanan bir aracıdır.1 Kurulu düzenin “düşman” tarafından tehdit edilmesi, hem cinayeti hem de “polisi” rasyonelleştirir. Burjuva toplumun huzur ve güveni için çalışan “polis”, işlediği cinayetlerden dolayı suçlanmaz; ama bizzat idarecilerden aldığı emirle, sık sık kendisine çizilen sınırların dışına çıkması genel bir rahatsızlık yaratır. Düzen koruyucunun kendine özgü kurallarla hareket etmesi, “düşmanın” saf dışı edilmesinde etkinlik sağlar. Düzenin sahipleri; bir yandan “düşmanın” saf dışı edilmesindeki tüm gayri meşru yolları onaylar, diğer yandan verili hukuk düzeninin sürmesini isterler. Polisiye Sinema: “Düşmanın” Tasfiyesi… Polisiye sinema, 1960’larda, bu ikili durum üzerine inşa edilmiştir. Polisin hukuk düzeninin dışına çıkışı, bizzat “düşmanın” neden olduğu bir durum olarak anlatılır. Cinayet kötüdür ama daha kötü şeylerin olmasını engellemek için cinayet işlenebilir! Savaşın kötü ama “sorun çözücü” olması gibi, cinayet de kötü ama “sorun çözücüdür”. Bu durum reel hayatın bir devamıdır. İnsanlar ve olgular tarihsel/toplumsal bağlamlarından koparılarak değerlendirilir. Bütün dikkatler “düşman” üzerinde yoğunlaştırılır. “Düşmanın” engellenmediği/engellenemediği koşulda meydana gelecek felaketler çoğaltılarak/çarpıtılarak sunulur. Sıralanan felaketler karşısında dizlerinin bağı çözülen seyirci, sadece polisin eylemini gerekli görmekle kalmaz, aynı zamanda kendisini kurtaran bu düzen koruyucuyu kutsar. Bu karşı propaganda, “düşmanın” tasfiye edilmesi için yapılacak her eylemi mubah hale getirir. Körfez Savaşı’nda Irak’ın bombalanması sonucu ölen on binlerce insanın sorumluluğunun Saddam’a fatura edilmesi gibi, polis de “düşmanı” saf dışı etmek için bir kez yola çıktığında, ne kadar yıkıp dökerse döksün fatura hep “düşmana” çıkar. Ve “düşman” saf dışı edildiğinde sorun da çözülmüş olur. Böylece polisin, “düşman” karşısındaki uygulamaları bizzat “düşmanın” kendisinden kaynaklanan nedenlerle meşru hale getirilir. Ama bu kadarı yetmez. “Düşmanı” saf dışı bırakmak için sınırlarda gezen polis, eğer hukuk dışında kalırsa diğer polisler tarafından aynı şekilde etkisizleştirilir. Böyle1 ROLOF, Bernhard – George Seeblen; Cinayet Sineması – Polisiye Sinemasının Tarihi ve Mitolojisi; Alan Yayıncılık, Haziran 1997, s.310 Yaz | 2010 -

79


Amerikan Polisiye Sinemasının Yirmi Yılı ce tek tek polisler de dâhil olmak üzere “herkes” ya düzen karşısında hazırola geçer ya da cevabını alır... Burjuva toplum düzeni, reel hayat ideologlarının iddialarının aksine düzensiz, karmaşık ve irrasyoneldir. Bu nedenle polis, “düşmanı” saf dışı bırakmak için harekete geçtiğinde sonuca basit bir şekilde ulaşamaz. “Düşmanın” kolları birçok yere uzanır. Polis şefleri, savcılar, bakanlar vb. sistem içi kişiler “düşmanla” işbirliği içinde olabilir. Bu durumda polis, sorunu çözmek için uğraşırken yolunun kesildiğini fark eder. Sorunu çözmesini istemeyen büyük güçlerin varlığını sezer. Bu gerçekliği daha önce çözmüş olan daha deneyimli polisler, işin ucunu bırakmasını, kendi üzerine düşeni yaptığını, bu noktadan daha ileri gitmesinin mümkün olmadığını söylerler. Görünen “düşman” saf dışı bırakılmış ama daha güçlü ve derinde olanlar kurtulmuştur. Mücadeleci iyi polis ise isyan halindedir, bu durumu sindiremez. Diğer polis arkadaşlarının kayıtsızlığı, ikinci bir şoktur... Yalnız olduğunu hisseder... Birçok güçlüğü göze alarak “düşmanı” saf dışı bırakan, ama diğerlerine ulaşması engellenen polisin eylemi yarım kalmıştır. Bu nedenle gerçek bir başarıdan söz edilemez. Yapması gereken şey kendi kurallarıyla hareket etmesidir. Hukuk ve düzen anlamsızdır, çünkü işlevsizdir. Eylemleriyle herhangi bir tatmine ulaşması beklenemez. Olayların peşinden sürüklenir. Amerikan Polisiye Sineması: Şiddetin Meşrulaşması Donald Siegel’in, “Madigan” (Richard Widmark, Steve Inhat, Henry Fonda - 1967) ve “Coogan’s Bluff” (Clint Eastwood - 1968) adlı filmleri bu temaları işler: Karanlık polis aygıtı, sıradanlaşmış rüşvet, yıkılmış ahlaki sınırlar... Şiddet bir iletişim biçimi olarak polis tarafından benimsenmiştir. Yalnız, amaçsız, sevgisiz, doyumsuz bir karakter olarak anlatılan polis, deforme bir kişiliğe sahiptir. Varlık nedenleri genellikle yaptıkları işle sınırlanmıştır, iş bitince varlık nedenleri de ortadan kalkar. Peter Yates’in, “Bullitt (1968) adlı filmi, polis filmlerinin temel karakteristiklerinden birini oluşturan kaçma-kovalama ilişkisinin en iyi örneklerindendir. Suçludedektif, av-avcı rollerine bürünmüştür ve roller sürekli değişmektedir. Polis dedektifi Bullitt (Stewe McQueen), bir suç örgütünü açığa çıkarmak için kullanmak istediği suçluyu korumaya çalışmaktadır. Tanığın konuşmasını istemeyen gangsterler de harekete geçerler ve büyük bir kovalamaca başlar. Kovalayan ve kovalanan, yani av ve avcı bu takip sırasında yer değiştirir. Sonuçta gangsterler öldürülür ama tek tanık da ölmüştür, üstelik polis kurşunuyla. Norman Jewison’ın, “In the Heat of the Night” (1969); Ralph Nelson’un, “tick... tick... tick” (1969); Gordon Douglash’ın, “They Call Me Mr. Tibbs” (1970) ve “Slaughter’s Big Rip-Off (1976); Don Medford’un, “The Organization” (1971); Ossie Davis’in, “Cotton Comes to Harlem” (1970); Mark Warren’ın, “Come Back Charleston Blue” (1972); Jack Starret’in, “Slaughter” (1973) vb. filmleri Amerikan polisiye sinemasının siyahî polis şefleri ve dedektifleriyle tanışmasını sağladı. Gangsterler, ırkcılık ve diğer rutin konular içinde, bu kez “düşmanlarla” savaşan, sorunları “çözen” kahraman, siyahî bir polistir. Konuların ele alınışı kimi zaman toplumsal eleştiri unsurları içerse de ağırlıklı yönelim, diğer birçok polisiye filmde olduğu gibi, şiddet, seks, politik alegori fonunda işlenmektedir. Siyahî polis de, diğer meslektaşları gibi “düşman” karşısında acımasız bir ölüm makinesi olmaktadır. “Düşmanın” niteliği ve kökeni yine es geçilmektedir. Don Siegel’in, “Dirty Harry” (1971) adlı filminde, kanunu kendi uygulayan acımasız polisin şiddetine tanık oluruz. Kirli Harry (Clint Eastwood) diğer birçok polis gibi mevcut düzeni korumakla görevlidir. Diğerlerinden farkı, açık bir şekilde, mevcut düzeni korumak için var olan yasaların dışına çıkmasıdır. Kirli Harry, en kirli işleri yapmakla ünlenmiş bir polistir. Akrep lakabıyla anılan bir kişi, genç bir kızı öldürür, yüz bin dolar verilmediği takdirde bir rahip ve zenciyi de öldüreceğini söyler, görev Kirli 80

Sosyalist Düşünce Dergisi


Amerikan Polisiye Sinemasının Yirmi Yılı Harry’e verilir. Yanına da genç ve tecrübesiz bir polis atanır. Kirli Harry, Akrep’i oyalarken polis helikopteri Akrep’in yerini belirler ve operasyon düzenlenir. Akrep zenciyi öldürerek kaçmayı becerir. Bu kez istediği parayı iki katına çıkarır ve bir genç kızı toprağın altına gömdüğünü söyler. Kızın kapalı olduğu yerin havası azdır, bu yüzden Akrep’in koyduğu kurallara uymak zorunludur. Kirli Harry parayı teslim etmek için buluşma yerine gider. Akrep, Kirli Harry’i acımasızca döver ve parayı almış olmasına rağmen kızı bırakmayacağını söyler. Kirli Harry’i öldürmek üzereyken Harry’nin yardımcısı yetişir ve çatışma çıkar. Akrep bir kez daha kaçar. Boğuşma sırasında yaralanan Akrep’i bulmak için Kirli Harry ve yardımcısı bütün hastaneleri gezerler ve sonunda yakalarlar, ama Akrep konuşmaz. Kız kapalı olduğu yerde ölür. Kızın yerini söyletmek için Akrep’e işkence yapan Kirli Harry suçlanırken, Akrep kanıt yetersizliğinden serbest bırakılır. Akrep bu kez içinde çocukların olduğu bir otobüsü kaçırır ve yine fidye ister. Kirli Harry davadan alınmıştır, ama işin peşini bırakmaz. Bir köprüden otobüsün üstüne atlar. Akrep, Kirli Harry’i otobüsün üstünden atmak için manevra yapınca araç devrilir. Çıkan karışıklıkta Akrep bir çocuğu rehin alır, ama Kirli Harry buna rağmen ateş ederek Akrep’i öldürür. Kirli Harry gibi filmlerle birlikte siyahlar ve yoksullar, düzenin bozulmasına neden olan unsurlar olarak temsil edilmeye başlamıştır. Kirli Harry’nin tutumu suçlunun yakalanmasını sağlamıştır. Savcı ve diğer görevliler yasal sınırlar içinde hareket etmişler ve bu tutumları masum insanların ölmesine yol açmıştır. Kirli Harry’nin isteği polisin ve adaletin daha da sertleşmesidir. Kirli Harry’inin, kanun dışı yollardan düzeni korumasına karşı oluşan tepkiler sonucunda, 1970’lerin sonlarında, Harry, kirlerinden kurtulmuş ve kanunlar içinde suçlularla mücadeleye etmeye başlamıştır. Bu durum sinema ile toplumsal hayat arasındaki yakın ilişkiye bir örnektir. Polisiye filmin değişmeyen kurallarından birisi, piyonların yakalanması ama gerçek şeflerin bir şekilde kaçmasıdır. Bu kural William Friedkin’in, “The French Connection” adlı filminde de değişmez. Harry Callahan uyguladığı yöntemlerle “kirli” unvanına sahipti. Oysa Jimmy Doyle düzenin çizdiği sınırlar içinde iş yapan, şiddeti gündelik hayatına sindirmiş bir karakteri temsil eder. Bu yönüyle gerçek polisi daha fazla temsil etmektedir. Doyle, suçun kaynağı üzerine düşünmeksizin suçla mücadele eder; kendisini bu kadar mutsuz kılan şeyin suç olduğuna inandığı için ümitsiz bir ‘kirli’ savaş yürütmektedir. Dolayısıyla, ancak bu yolla çektiği acının nedeni olan suça karşı bir şeyler yaptığını sandığı, engelsiz bir eylem zinciri içinde bir nebze mutluluk hissedebilmektedir. Doyle, ‘yitiren’lerdendir.2 Polisin İdealize Edilmesi: Suçun Parçası Olan Polisten Kahraman Polise Gündelik hayata egemen olan karmaşa, gerilim, şiddet ve tekdüzelik insanları genel bir umutsuzluğa sürüklüyordu. Kent yaşamının modern insanda yarattığı yalnızlık duygusunun aşılmasında güven verici unsurlara ihtiyaç vardı. Polisin kent yaşamının karmaşası içinde ayakta kalabilmesi, yasalar içinde hareket etmesi, suçtan uzak durup, suçlularla savaşması bekleniyordu. Oysa 1970’li yılların Amerikan polisi böyle değildi. Polis suçun bir parçasıydı. Kentin modern insanını reel hayata bağlamak isteyen polis filmleri bu yüzden, gerçekleri değil olması gerekenleri anlatarak, idealize edilmiş bir polis portresi çizmek görevini üstlendi. Polisin insan yanı ön plana çıkarılmak isteniyordu. Suçlularla mücadele etmenin zorluğuyla, insan olarak polisin portresi bir arada ele alınarak bir tür hoşgörü isteniyordu: Yasaların polisler için daha esnek olması! Kuşkusuz bu önemli bir çelişkiydi. Kanun düzenini koruyanlar, kanun dışı uygulamalar 2 Ibid, s.320 Yaz | 2010 -

81


Amerikan Polisiye Sinemasının Yirmi Yılı için hoşgörü bekliyorlardı. Diğer bir deyişle kanunsuzluk kanuzsuzlukla önlenir. Richard Fleischer’ın, “The New Centurions” (1972) filmi bu duruma bir örnektir. James William Guerico’nun, “Electra Glide in Blue” (1972) adlı filminde yine benzer bir durum anlatılmaktadır. Polis her açıdan mükemmel bir şekilde çizilmiştir. Yasalara saygılıdır. Kıyafeti, motosikleti, davranışları ve düşünceleriyle parlayan örnek bir vatandaştır. Yönetmen, devriye polis Wintergreen’i özellikle bu şekilde çizmiştir. Filmin sonunda olacaklar ile polisin bu resmedilişi arasındaki çelişki, mesajın vurucu noktasını oluşturmaktadır. Wintergreen, külüstür bir otobüsü durdurur ve içindeki iki hippi kılıklı gençten kimliklerini ister. Gençler kimliklerini gösterir, Wintergreen teşekkür ederek onları bırakır. Neden sonra gençlerin kâğıtlarının elinde olduğunu görür ve vermek için motosikletine atlayıp peşlerine düşer. Polisin peşlerinden geldiğini gören gençler ellerindeki tüfekle polisi öldürür... Pırıl pırıl polis ölür, serseriler yoluna devam eder. Hayatta kalanlar ahlaksızlar, reziller, fanatikler, sadistlerdir; genç idealist ölür. Buradan çıkarılacak bazı sonuçlar vardır. Bunlardan biri, polisin hayatta kalmak istiyorsa, ‘kötü’ olmasının kaçınılmaz olduğu ve insancıl olmasına artık izin vermeyen polis ‘rolünün’ içine hapsedildiğidir. Polis filmi karamsar bir türdür.3 Guerico bu filminde, polise olan güvensizliğin toplumsal, siyasal nedenlerine hiç değinmemektedir. Polise olan güvensizlik ne kadar gerçekse, polis karakteri de o kadar gerçek dışıdır. Bu film polis kimliğini son derece yanıltıcı ve spekülatif bir biçimde ele almıştır. Bu spekülatif yaklaşım, Amerikan polisiye filmlerinin 70’lerdeki ortak özelliklerindendir. Polisiye filmlerde kent olgusu çok önemlidir. Kentler hareketli, canlı, karmaşık yapılardır. Suç ve suçlular bu dünyada rahatça yuvalanabilir. Dolayısıyla kent suçluyu ve polisi hem yaratır hem gerçekçi kılar hem de izleyicinin gözünde polisinin eylemlerini meşru hale getirir. Modern kent insanın yaşadığı korku, gerilim, şiddet ve yalnızlık duygusu ancak ortaçağ kentleriyle karşılaştırılabilir. Modern kent, aynı zamanda, bireysel suçtan örgütlü suça geçişte bir köprü vazifesi görür. Örneğin Peter Hyams, “Busting” (1973) adlı filminde Los Angeles’in bir portresini çizer. Suç ve iktidar Los Angeles kentinde birleşik bir karakter kazanır. Toplumsal değerler erozyona uğramıştır. Uğruna mücadele edilecek ne bir yasa ne de bir erdem kalmıştır. Gerçek suç ve suçluya karşı mücadele, iktidara karşı olmayı gerektirmektedir. Suç toplumsallaşmıştır. Bu durumda bireysel bir çözüm yoktur. Nitekim dedektif Kennely, suçlunun cezasız kalması karşısında özel bir intikam duygusuna kapılmaz; kendi adaletini kendi uygulamaya yönelmez; bunalıma girmez... Düzensizliğin Esas Kaynağı: Burjuva Toplum Kapitalist burjuva toplum, düzensizliğin esas kaynağıdır. Şiddet, umutsuzluk, yılgınlık, endişe, gerilim bu hayatın kaçınılmaz sonuçlarıdır. Kuşkusuz her gün böyle yaşanmaz. Görece daha iyi günler de vardır. Ama genel eğilim bu yöndedir. Endişe ve gerilimin esas kaynağı da bu belirsizlik ortamıdır. Sahip olduğu her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğunu hisseden modern kent insanı, özellikle de küçük burjuvazi ve orta sınıf mensupları, bireysel kurtuluş hikâyelerine daima eğilim duyarlar. Düzenin dişlilerinin bozulmasından duydukları korku muhafazakâr bir dünya görüşünü benimsemelerine neden olur. Statükocudurlar. Düzenin bozulmasından duydukları korku ile bireysel eğilimleri bir orta sınıf ahlakı yaratır. Aram Avakian’ın, “Cops and Robbers” (1973) adlı filmi; çürüyen ve çözülen toplumsal hayatın içinde yasalara inancını yitiren bir polisin mücevher hırsızlığına soyunmasını anlatır. İki polis işbirliği yaparak bir bankayı soyarlar. Böylece düzeni korumak3 Ibid., s.323

82

Sosyalist Düşünce Dergisi


Amerikan Polisiye Sinemasının Yirmi Yılı la görevli polis, zaten çoktandır bozulmuş olan ve kendi gücüyle düzeltemeyeceğine inandığı düzene, kendi çıkarları doğrultusunda bir müdahalede bulunur. Bu görevine aykırıdır ama görevine uyması da çıkarlarına aykırıdır. Bir tercih yapması gerekir... Barry Shear’ın, “Across 110th Sreet” (1973) adlı filminde yine büyük kapitalist metropollerin birer suç batağına dönüşmüş olmasını izleriz. Barry’nin yaklaşımı eleştirel bir gerilim filmi yaratmıştır. Çürüme ve yozlaşmanın başkenti olarak anlatılan New York’ta bu kez polisler değil, zencilerden oluşan bir çete soygun yapar. Geride yedi ölü vardır ve bankanın kasası boşalmıştır. Bankayı soyan zencilerin soygun gerekçesi açlıktır. Mafya ve polis soyguncuların peşine düşer. Beyaz polis şefi Matelli (Antony Quinn) soruşturmayı siyahi polis dedektifi Pope’a (Yaphet Kotto) bırakır. Pope, yumuşak ve kuralara bağlıdır. Matelli ise ırkçı ve kendi kurallarıyla hareket etmektedir. Bu çelişkiler sorunun çapını daha da genişletir. Matelli’nin yöntemleri, Pope’dan daha başarılı olmaz. Çünkü soyguncular Harlem’de aranmaktadır ve siyahlar özellikle de beyaz bir polise konuşmak istemezler. Mafya ise daha şanslıdır, çünkü para için konuşacak birileri daima bulunmaktadır. Filmin olay örgüsü içinde karakterlerin politik ve kültürel kimlikleri ile maddi tercihleri arasındaki çelişki çok iyi verilmektedir. Örneğin Matelli mafyayla işbirliği yapmaktadır, üstelik mafya patronu bir siyahtır. Matelli yine bir mafya kurşunuyla öldürülür. Film soyguncuların öldürülmesiyle biter ama soygunculardan birisi ölmeden önce elindeki paraları, çatıdan, fakir göçmenlerin ve siyahların bulunduğu bir bahçeye atar. Amerikan polisiye filmlerinin (ve genel olarak birçok polisiye filmin) ana teması suçlu ile polis arasındaki mücadeledir. Bu ilişki ve mücadele karmaşık bir yapıya sahiptir. Suçlunun yakalanması için harekete geçen düzen koruyucu polis birçok engeli aşmak zorunda kalır. Bu engeller; sosyal, siyasal ve ekonomik kriz dönemleriyle görece daha rahat dönemlerde farklılık gösterirler. Döneme bağlı olarak hem suçlu hem de polis yeniden tanımlanır. Polis; yasadan yana saf polis, karmaşa ve yıkım içinde yalnız polis, organize suç örgütleriyle işbirliği yapan polis, bireysel çıkar peşinde rüşvetçi polis, vb. şekillerde tanımlanır. Polisin kullandığı yöntemler de değişmektedir. İki ana eğilimden bahsedilebilir: Şiddet eğilimli veya yumuşak ama yasalar içinde hareket eden polisler ve kendi kural ve kanunlarıyla hareket eden şiddet yanlısı polisler. Bu değişen tanımlamalardan da anlaşılacağı üzere polis figürü sürekli değişmektedir. Suçlu figürü de değişmektedir. Toplumsal çürümenin kurbanı olan suçlular, bireysel hırslarının peşinde giden suçlular, organize suçlular vb gibi... Polis ve Suçlunun Birbirini Beslemesi Polis ve suçlu figürünün değişimi bileşik bir karakter taşımaktadır. Polis ve suçlu birbirini besler. Birinin niteliği diğerinin niteliğince belirlenir. Eğer suçlu iflah olmaz bir düzen karşıtı olarak çizilmişse, karşısındaki polis Kirli Harry olur. Suçlu eğer düzenin bir kurbanıysa karşısında genellikle onu anlamaya eğilimli bir polis şefi bulunur. Toplumsal kriz derinleşmiş, gündelik kriminal olaylar patlamışsa bu kez kendi kuralarını kendisi belirleyen ve kendi kanununu uygulayan bir polis devreye girecektir. Şiddeti ve şantajı suçluların yakalanması için gerekli gören polisler vardır. Birer ölüm makinesi olarak hareket ederler. Varlıkları işleriyle başlamakta ve işlerini bitirdiklerinde varlıkları da anlamsızlaşmaktadır. Kuşkusuz bu karaktere sahip polis belirli bir işlev için donatılmıştır. Suçun yaygınlaşması, mevcut yasal düzenlemelerin yetersiz kalındığının düşünülmesi, cezaların az ve caydırıcı olmaması gibi çıkarsamalardan hareket eden yönetmen, senarist ya da yazar öyle bir polis karakteri yaratmalıdır ki, liberaller gibi; düşünceden, duygulardan, kurallardan bahsetmesin. Öyle ki bunları düşünmesin. Varlığı sadece suçluya bağlı olsun. Suçluyu yakalamak için harekete geçtiğinde yaşadığını hissetsin, durduğunda her şey dursun ve yaşamak, hayatı anlamlı kılmak için daha çok suçlu yok etsin... Ted Post’un, “Magnum Force” (1973); Michael Winner’ın, “The Stone Killer” (1973); Phil Karlson’un, “Walking Tall” (1973); Dauglas Hickox’un, “Branningan” Yaz | 2010 -

83


Amerikan Polisiye Sinemasının Yirmi Yılı (1974) vb. birçok başka film bu özellikleri değişik düzeylerde taşırlar. Lumet’in, 1974 tarihli “Serpico”su önemli bir filmdir. Tam anlamıyla yozlaşmış polis teşkilatı içinde, tüm ahlaksızlıklara karşı mücadele eden modern bir polis anlatılmaktadır. Yasalara bağlı, liberal düşünceli ve güven veren bir polis. Ve Serpico için esas tehlike, bu nedenlerden dolayı, “suçlular” değil, kendi polis arkadaşları olur. Serpico, polis-suçlu mücadelesini değil, polis-polis savaşını anlatır. Yozlaşma, tek tek polislerin kişisel yozlaşmalarının değil, toplumsal düzenin çözülme ve çürümesinin bir sonucudur. Bu nedenle yozlaşmanın çözümü bireysel olamaz. Rüşveti ortaya çıkan toplumsal nedenlerin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bu yozlaşmış mekanizma karşısında birey ya yenilip tasfiye olacak ya da yozlaşmaya dâhil edilecektir. Amerikan polis filmlerinde kendi kuralarıyla hareket eden birçok polis vardır. Bu polisler kendi yöntem ve kurallarıyla suçluları yok ederler. Yine bir Kirli Harry filmi olan, Jamer Fargo’nun “The Enforcer” (1976) filminde Callahan suçlularla kendi yöntemleriyle savaşır. Bu kez suçlular Vietnam Savaşı’ndan dönen şiddeti içselleştirmiş ve şiddeti sivil/normal hayata taşımış eski askerlerdir. Bir bakıma Vietnam’dan New York’a bir savaş koridoru açılmıştır. Kirli Harry kendi kural ve yöntemleriyle hareket ettiği için eleştirilir. Oysa Kirli Harry için yasaların ihlal edilmesi söz konusu değildir. O ve benzerleri kendi yöntemlerini kullanırlar çünkü hukuk devleti olmadığına inanırlar ya da var olan yasaları yetersiz bulurlar. Kendi kurallarını uygulayan birçok polisten biri de Charlie Congers’dır (Charles Bronson). Stuart Rosenberg’in 1978 yapımı “Love and Bullets Charlie” adlı bu filminde Charlie adaleti tesis etmek için savaşan bir polistir. Dağınık, idealist, çılgın polis tipine uymaz. Düzenli, hayata bağlı ve dengeli bir polis olarak görünür. Adaleti uygulama motivasyonu temel belirleyenidir. Bu yanıyla klasik polis filminin özelliklerini taşımamaktadır. Ama Charlie bütün özgünlüğüne rağmen bir polistir: Ve Charles Bronson, yetmişli yıllardaki filmlerinde her ne kadar Hoolywood’da adaleti kendisi uygulayan polis anlayışının idolü haline gelmiş olsa da, aslında Gene Hackman, Clint Eastwood, Robert Blake veya Elliot Gould ne kadar polis idiyseler o da o kadar polisti. Çünkü genellikle türün polisleri, içlerinde kökleri saklı olmuş olsa da, göründükleri hale dönüşerek gelmiş olan adamlardı ve bu her hallerinden belliydi. Charles Bronson ise hep olduğu gibiydi; baştan beri neyse oydu.4 Clint Eastwood’un, “The Gauntlet” (1977) adlı filmi polisiye filmlerin temel karakteristiğinden bir ayrılışı ifade eder. Hem insani öğe filmde fazlaca yer almıştır hem de bir kadın önemli bir rol üstlenmiştir. Her ikisi de polisiye filmlerde o güne dek az görülür özelliklerdir. Polisiye filmler insanlarla ve olayların toplumsal nedenleriyle ilgilenmez. “The Gauntlet”in polis kahramanı; görevinin gerektirdiği sertlikle, insani özellikleri arasında bölünmüştür. Böylece polisiye film; aşk, nefret, sevgi, karmaşa, kaçış sarmalında şekillenerek kendi klasik çizgisinin dışına çıkar: Polislerin düşünce ve duygu dünyalarında kadınlar ne kadar çok yer alırsa, polis filmi türü, asıl rotasını, mitosunu ve ideolojisini o ölçüde yitirir. İdeoloji ve mitosunu kullanmayı alışkanlık haline getirmiş polis filminin yavaş yavaş yok oluşunun bir nedeni mutlaka ABD’deki politik iklim değişikliği iken, ikinci neden, geleneksel konuların aşırı ‘yorgunluğu’ olabilir; üçüncü ve kesinlikle küçümsenmemesi gereken bir etmen ise, mitolojik polislere en azından bir başlangıç eğilimi olarak kadınlar tarafından sunulan ‘kurtuluş’tur. Tıpkı ardılını, sözünü ettiğimiz bu polis tipinin oluşturduğu kovboy gibi, polis için de ideal kadın, -çoğunlukla birbirlerini bulmak için uzun bir yol kat etmek zorunda kalsalar da- orospulardır.5 4 Ibid., s.339 5 Ibid., s.340

84

Sosyalist Düşünce Dergisi


Amerikan Polisiye Sinemasının Yirmi Yılı Suçun Sıradanlaşması Aldrich, 1977 tarihli “The Choir Boys”la polisiye filmin temel niteliklerini eleştirel bir şekilde tartışmaya soktu. Polisler için sadece hayatları değil meslekleri de artık başarısızlıkla ifade edilen alanlar haline gelmiştir. Suçlunun yakalanması, esrarın çözülmesi polislere mutluluk vermez, başarı bir yanılsamadan ibarettir. Çünkü hayatın kendisi anlamsızdır ve anlamlı kılmak için başka şeylere ihtiyaç vardır. Polisin varlığı suçlunun ürettiği bir olguydu. Polis suçlunun devre dışarı bırakılması için gerekliydi. Modern kent insanının güveni, huzuru, mutluluğu için polis vardı. Ama suçlu ve polis arasındaki duvar yıkılmış ve bu iki sektör birbirine karışmıştır. Bu sadece suçlunun değil polisin de bir tehlike ve tehdit unsuruna dönüşmesi anlamına geliyordu. Polis mitinin yıkılması kendini en ucuz ve basit eylemlere dek açığa vurdu. Fuhuş, uyuşturucu, şiddeti sıradanlaştırma gibi eylemlerle ahlaki açıdan da çözülen ve çürüyen polis bizzat kendini reddeder. Polisin çözülme, çürüme ve çöküşü, kapitalist toplumsal düzenin yozlaşmasından ayrı düşünülemez. Nitekim kapitalist düzenin kitleler gözündeki değersizleşmesi, polisin de değersizleşmesini doğurur ve kaçınılmaz bir şekilde popüler kültüre bir meydan okumaya dönüşür. Polisin suça batması, suçun sıradanlaşmasının bir sonucudur. Eşitsiz ve adil olamayan bir düzen içinde, aldığı küçük maaşla, üstelik yanındaki mesai arkadaşı, üstündeki şef rüşvet yerken, mafyayla işbirliği yaparken ve daha üst seviyelerden kişiler büyük suçların ortağıyken bir tek ondan namuslu kalmasının beklenmesi söz konusu olamaz. Suçun bu düzeyde sıradanlaştığı koşullar içinde, ayakta kalmayı beceren polisi özel yapan, diğerlerine rağmen, düzenin suça batmışlığına rağmen, akıntıya karşı kürek çekmesidir. Bu düzenin çarkları içinde kaybolmayan, kendine verilen görevi yerine getirmeye çalışan sıradan polis, bu olağandışı şartlarda bir kahramana dönüşür. Diğer yandan, suç nedir? Suçu kim, neye göre tanımlamaktadır? Suçlularla mücadele, neden bir iç savaş formu içinde gerçekleşmektedir? Bu soruların cevabı bizi toplumsal muhalefete kadar götürür. Aslında polisin bir iç savaş formu içinde mücadele ettiği “suçlular” çoğunlukla ya kurulu düzene ilişkin farklı yargıları olanlar ya da düzenin eşitsiz ve adil olmayan yapısal karakterinin cezasını çekmek zorunda bırakılan yoksullardır. Bu nedenle aslında alkışladığımız birçok “kahraman polis” bize de karşıdır. Çünkü Amerikan toplumu tam ortadan ikiye ayrılmıştır. Diğer yanda olanlar ya zaten suçludur ya da suçlu olacaktır. Polis, kendisini çevreleyen gerçek hayatı iyi tanımaktadır, ama onun varlığı gerçek insanların ve gerçek ilişkilerin değil, onların yerine ikame edilen ve kendisinin de denetleyicisi olduğu tersyüz edilmiş hayatın sürmesine bağlıdır. Bu ikili karakter onu parçalar: Polis memuru, Kızılderili savaşlarında Kızılderililer hakkında, onlardan artık nefret edemeyecek kadar çok şey bilmek zorunda kalmış olan subay gibidir, ama buna rağmen ırk (ve ilke) savaşında gene de beyazların tarafında saf tutmak zorunda kalır: Bu yüzden nefreti büyük ölçüde kendinden nefrettir; ve şamatalı ırkçılığı, onun ruhsal karmaşasını gizler; çünkü insani ilişkiler adına tanıdığı her şeyi, o bir miktar mutluluğu bile karşı taraftan, siyahi bir dosttan, Portorikolu bir fahişeden öğrenmiş, onlarla yaşamıştır.6 Polisi de, suçluyu da, patronu da, politikacıyı da yaratan kapitalizmdir. Kapitalist modern metropollerde yaşayan kitleler için, gündelik hayatın kendisi en büyük tehlikedir. Kendilerini çevreleyen dünyayı kavrayabilmenin bilgi ve araçlarından yoksunlaşmış olan modern kent insanı kendisine karşı sürdürülmekte olan “iç savaşın” dahi 6 Ibid., s.347 Yaz | 2010 -

85


Amerikan Polisiye Sinemasının Yirmi Yılı farkında değildir. Olayların gerçekleşme biçimi çoğunlukla kaderle ya da şansızlıkla açıklanmaktadır. Bu ise tersyüz edilmiş mevcut hayatın irrasyonalliğinin rasyonel bir kabulünü doğurmaktadır. Bu şartlar altında, polisiye filmlerin tersyüz edilmiş bu hayatları bütünleyen dünyaları bir tür yatıştırıcı/dengeleyici vazife görmektedir. Ta ki ilaç alışkanlık yapıp, etkisini yitirinceye kadar: Arabaların, metronun, araç ve binaların, hatta insanların, her şeyi sınırlayan, daraltan şeylerin imhası, büyük bir hızla yaşanır; pisliğin üzerine (temizlemek için!) kan dökülür. Yetmişli yılların polis filmi bu iç savaşı öylesine stilize edilmiş biçimde gösterir ki şiddet, günlük kent yaşamının frustrasyonlarına karşı ruhu rahatlatıcı, arındırıcı bir araç olarak hizmet edebilmiştir; ve bu filmler, iç savaşı öylesine gerçekçi gösteriyordu ki, bundan, savaşın dışında kalmanın, savaş alanlarından uzak durmanın çok daha akla uygun olacağı sonucu çıkıyordu. Hoolwood’un polis filmi, öfkeyi ve korkuyu aynı anda onaylamayı, haklı göstermeyi başarıyordu. İç savaşın ateş hattına olabildiğince ender düşen biri, kendisini şanslı sayabilirdi. Polis filmleri aracılığıyla (marazi) büyük kent büyüsünün de tadına varılabiliyordu; ve aynı zamanda varoşlarda veya sakin semtlerde kendi dört duvarı arasında barışçıl, huzurlu bir hayat süren insanı minnettar kılabilmekteydi. Polislere ihtiyaç vardı –ama başka yerde!7

Kaynaklar: ABİSEL, Nilgün; Popüler Sinema ve Türler; Alan Yayıncılık, Ocak 1995, ss.232 BİRYILDIZ, Esra; Sinemada Akımlar; Beta Yayınları, Ekim 1998, ss.144 MANDEL, Ernest; Hoş Cinayet – Polisiye Romanın Toplumsal Bir Tarihi; Yazın Yayıncılık, Nisan 1985, ss.180 ROLOF, Bernhard – George SEEBLEN; Cinayet Sineması – Polisiye Sinemasının Tarihi ve Mitolojisi; Alan Yayıncılık, Haziran 1997, ss.337, re. RYAN, Michael – Dauglas KELLNER; Politik Kamera – Çağdaş Hollywood Sinemasının İdeolojisi ve Politikası; Ayrıntı Yayınları, Eylül 1997, ss.474, re. 7 Ibid., s.347

86

Sosyalist Düşünce Dergisi


Troçki

Troçki Yaşamak Zorunda

Oktay Orhun

Troçki yaşamak zorunda. Bu çağrı, ilk kez Ağustos 1993 tarihli Enternasyonal Bülten dergisinde dile getirilmişti. Ne diyordu o dergide: Lev Davidoviç Bronşteyn Troçki; 1905 ve 1917’de Petrograd İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti başkanı, 1917 Rus Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren Bolşevik Parti’nin merkez komite üyesi ve Sovyet Devrimci Askeri Komitesi’nin başkanı, Sovyet hükümetinin ilk dışişleri komiseri, devrimin kurtarıcısı Kızıl Ordu’nun kurucusu ve ilk komutanı… 20 Ağustos 1940’ta Stalin’in bir ajanınca düzenlenen suikast sonucu aldığı ağır yaralar nedeniyle 21 Ağustos’ta Meksika’da öldü. Troçki ardında, yalnızca Rus devrimci Marksizminin kendinde kişiselleşen muhteşem tarihini, 1917 devriminin insanlığa yeni bir umut veren soluğunu, muzaffer proletaryanın devrimci güdüsünü ve enternasyonalizmin sarsıcı ve coşkun gücünü bırakmadı. Çağımızın devrimci altüst oluşlarının altında yatan dinamiği Sürekli Devrim kuramıyla açıklığa kavuşturdu; tarihte ilk kez ayakta kalmayı başaran işçi devletinin karakterini izah etti; bu devletin uğradığı bürokratik yozlaşmayı anlattı; Stalinizmin karşıdevrimci yüzünü aydınlattı; faşizmin politik ve sınıfsal niteliğini çözümledi; kitlelerin hangi politik ve programatik temellerde devrimci partiye ve devrime kazanılacağını öğretti; partinin ve enternasyonalin nasıl inşa edilmesi gerektiğini ortaya koydu... Ve hep savaştı: Rus otokrasisi ve burjuvazisine karşı, emperyalizme karşı, Stalinizme karşı, faşizme karşı durmadan savaştı… Karşıdevrimci sosyal demokrasi tarafından öldürülen Rosa gibi, Stalinizm tarafından katledilen Troçki gibi, bizden koparılan yüzlerce, binlerce devrimci önderimiz var. Onları unutmuyoruz. Ağlamıyoruz da. Yalnızca insanlığı barbarlığa sürükleyen güçlere karşı daha çok bileniyoruz. Yaz | 2010 -

87


70. Ölüm Yılında Troçki Troçki yaşamak zorunda. Yalnızca anılarımızda ve anmalarımızda değil, bizzat mücadelemizde. Devrimci partiyi inşa edebilmek, kitlelerin devrimci seferberliğini gerçekleştirebilmek ve IV. Enternasyonal’i yeni bir solukla dipdiri ayağa kaldırabilmek; Troçki’yi, yalnızca onu da değil, Marx’ı, Lenin’i, Rosa’yı anmak ve yaşatmak ancak böyle mümkündür. Bunlar ağır görevler. Ama başarmalıyız ve başarabiliriz…1 Şimdi 2010’dayız, Troçki’nin ölümünün 70. yılı. Bugün, yukarıdaki satırların üzerine yeni bir şeyler daha eklemek, güç. Ama şurası kesin: Troçki bugün eskisinden daha da çok yaşamak, yaşatılmak zorunda. Çünkü artık yalnızca, devrimci Marksizmin kuramsal temellerinin sağlamlığından ya da politik berraklığının atılması gereken adımları açımlayıcı gücünden dolayı değil; aynı zamanda bizzat Troçki adının kendisi, tüm baskılara ve zulümlere karşı, düşmanlardan ve “dostlardan” gelen tüm iftiralara karşı, devrimci samimiyetin kirletilemez sancağını temsil ettiği için. Bugün belki de 1938’de Dördüncü Enternasyonal’in Kuruluş Konferansı’nın, Troçki’ye yolladığı selamı, bu samimiyete duyulan inancın bir göstergesi olarak okumak gerek: Değerli Yoldaş, Dördüncü Enternasyonal Kongresi, size en sıcak selamlarını yollar. Genel olarak hareketimize ve özel olarak size yönelik kudurmuş saldırganlığın barbarca baskıları; tartışmalarımıza katkı sağlayacak Kızıl Ordu’nun kurucusu, Ekim Devrimi’nin örgütleyicisi, Sürekli Devrim’in teorisyeni ve Lenin’in dolaysız mirasçısı ile beraber olmamızı engelledi. Stalinist, faşist ve emperyalist düşmanlar, sizi, sert suçlamalara maruz bıraktı. Stalinist karşıdevrimin masum kurbanları Lev Sedov, Erwin Wolf, Rudolf Klement, öldüler. Ta Thu Thau, Fransız emperyalizminin hapishanelerinde ızdıraplar içinde yatıyor. Sayısız Alman ve Yunan yoldaşa, faşist zindanlarda işkence ediliyor. Siz ise suikast girişimlerinin değişmez mevzusunuz. Ancak onların tüm bu eziyetleri, üzerimize yağdırdıkları tüm bu acı fırtınaları sürdükçe, mahkûmiyetimiz, yalnızca tek bir kesin sonucu – Lenin’in ölümünden beri, bizce başlıca yorumcusu olduğunuz Marksist programın değerini – kuvvetlendiriyor. Ki bizim selamımız, günümüz devrimci Marksizmin büyük teorisyenine gönderdiğimiz şefkatten daha fazlasını kapsıyor. Bu aynı zamanda, düşmanların fırtınalarının, sosyalist devrim öğretisinin yarının gerçekliğinde yaşamasına kesinlikle engel olamayacağıdır. Dördüncü Enternasyonal Konferansı, benimsediğimiz geçiş programına dayalı propagandanın sağladığı örgütsel gelişimin uzun soluklu birlikteliğini, müjdeliyor. Sizin, tıpkı onun zorluklarını paylaşmış olduğunuz gibi başarılarını da daha uzun yıllar paylaşacağınıza olan güçlü inancımızı ifade etmek isteriz.2 Evet, şüphesiz ki bugünün gerçeğinde sosyalist devrim öğretisi yaşıyor. İşte, Mesafe bunun canlı kanıtı. Bu nedenle Troçki’nin hunharca katledilmesinin 70. yılında, devrimci Marksizmin kurucu önderini üç ayrı kısa metinle anmak istedik. İlki, Erich Fromm’un 1958 yılında yazdığı, Harvard Üniversitesi Yayınları’nın Troçki’nin Sürgün Günlüğü’nden, onun Fransa’daki son aylarını ve Norveç’e varışını içeren bir bölümü derlediği kitabın tanıtıp broşürüne yazdıkları ile ilgili kısa bir polemik metni. Bilindiği üzere Erich Fromm, psikoloji içerisinde sosyalist ve insancıl yaklaşımın önemli temsilcilerinden biri olan psikanalist ve sosyolog. Biyofili hipotezine olan katkıları, evrimsel psikoloji konusundaki araştırmalara temel sağlamış önemli bir isim. 1 “Troçki’nin Anısına”, İstanbul: Enternasyonal Bülten, S. 6, Ağustos 1993, s. 2. 2 “World Congress Greetings to Leon Trotsky”, Founding Conference of the Fourth International (1938), url: http://www.marxists.org/history/etol/document/fi/1938-1949/fi-1stcongress/ ch04.htm (Erişim Tarihi: 20 Mayıs 2010).

88

Sosyalist Düşünce Dergisi


70. Ölüm Yılında Troçki Fromm’un metni, Troçki’nin entelektüel yaşam üzerindeki güçlü etkisini bir kez daha gösteriyor ve aynı zamanda okuyucuda da Sürgün Günlüğü’nü inceleme hevesi uyandırıyor. İkinci ve üçüncü metinler ise, Troçki’nin kendi kaleminden. Bunların ilki bahsi geçen Sürgün Günlüğü’nün Türkçe basımının da sonunda yer alan vasiyet. Troçki, vasiyetini 27 Şubat 1940 tarihinde kaleme almış. 3 Mart 1940’ta metne bir paragraf daha eklemiş. Son metin ise, Sovyetler Birliği’ndeki Moskova Duruşmaları döneminde, konu ile ilişkili gerçeği araştırmak üzerine John Dewey, Carleton Beals, Otto Rühle, Benjamin Stolberg ve Suzanne LaFollette tarafından3 oluşturulan, New York’lu bağımsız bir komisyon karşısında Troçki’nin Meksika’da gerçekleştirdiği konuşma metni. Bugün Troçki’nin gerek vasiyetinin, gerekse Moskova Duruşmaları’na ilişkin konuşmasının, özellikle genç kuşaklar için daha bir anlamlı olduğu inancındayız.

3 John Dewey (1859-1952), filozof ve eğitim kuramcısı; Carleton Beals (1983-1979), gazeteci, yazar ve tarihçi; Otto Rühle (1874-1943), iktisatçı ve biyograf; Benjamin Stolberg (1914-1951), yazar, tarihçi ve akademisyen; Suzanne LaFollette (1893-1983), gazeteci ve feminist kuramcı. Yaz | 2010 -

89


Troçki

Troçki’nin Sürgün Günlüğü

Erich Fromm1

Stalinizmi ve günümüz komünizmini2, devrimci Marksizmle özdeş ya da onun bir devamı olarak görmek; Marx, Engels, Lenin, Troçki gibi gerçek devrimci figürleri de içine alan bir yanlış anlaşılmaya neden olmuştur. Sırf insanların, intikamcı katil Stalin ve oportünist Kruschchev’in teorileri ile Marx, Engels gibilerinin teorileri arasında bağ kurma çabası yüzünden ‘devrimci fanatik’ betimlemesi onlara da aktarılmakta... Bu çarpıtma bugün ve yarın için çok üzücüdür. Her ne nedenle olursa olsun birinin Marx, Engels, Lenin ve Troçki’ye katılmaması, onların Batı uygarlığının seçkin birer temsilcileri olduğu gerçeğini yadsımaya götüremez. Bu adamlar keskin bir gerçeklik duyumu olan insanlardı. Gerçeğin içine nüfuz etmişlerdi. Yanıltıcı, aldatıcı çevreleri tarafından alt edilememiş, geleceğin insanlığına kendini adamış, tükenmez yüreklilik ve kendisiyle çelişmeyen bir bütünlüğe sahip insanlardı. Her zaman teşvik edici oldular. Ve nereye dokundularsa orada hayat bitiveriyordu. Onlar Batı geleneğini en iyi örnekleriyle temsil ettiler ve her zaman tarihsel olarak bulundukları zamana ve insanlığın ilerleyişine bağlı kaldılar. Yaptıkları hatalar ve yanlışlar yine Batı düşüncesinin devamından kaynaklı idi: rasyonalizm (akılcılık), batı merkezci düşünce tezinin zorlaması, bir evvelki asrın burjuva devrimlerinin3 muazzam etkisi... Bu insanların özel hayatlarına ilişkin pek az şey bilmemiz bir rastlantı değil, onlar için önemli olan kendileri değildi; ne kendileriyle ilgili yazdılar, ne 1 “Trotzky’s Diary in Exile”, Harvard University Press, Cambridge, Mass., 1958; kaynak url: http://www.marxists.org/ archive/fromm/works/1935/trotsky.htm (Erişim Tarihi: 1 Haziran 2010), çev. Oktay Orhun. 2 SSCB’nin 1956 sonrası resmi ‘komünizm’ çizgisi kastediliyor. (- çev.) 3 Özgün metinde: middle-class revolutions; ‘Orta-sınıf devrimleri’ anlamında; ilk burjuva devrimlerinde büyük burjuvazi bugünkü tanımıyla ortalıkta yoktu, devrimleri orta-burjuvazi diyebileceğimiz kesimin önderliği altında gelişti. (Bak. Troçki, Sonuçlar ve Olasılıklar içinde “1789, 1848, 1905” bölümü) (– çev.)

90

Sosyalist Düşünce Dergisi


70. Ölüm Yılında Troçki de onları harekete geçiren güdelerle ilgili tahminlerde bulundular. Büyük devrimci liderlerin nadiren bulunan kişisel verilerinden olan (Lenin’in, Marx’ın ve Engels’in mektuplarına ve Almanya’da Marx ile ilgili kişisel hatıraların dökümüne sahibiz) Troçki’nin Fransa’daki son aylarını ve Norveç’e varışını içeren bir kitabını, Harvard Üniversitesi Yayınları, 1935 yılı günlüklerinden derledi. Nasıl ki Marx, Engels ve Lenin birbirlerinden farklı iseler Troçki’nin de kişilik olarak onlardan farklı olduğu su götürmez. Yine de Troçki’nin kişisel yaşamının bir anlık samimi görüntüsüne sahip olmak; bizim, onunla ve diğer üretken devrimciler arasında ortak bir bağ kurmamızı sağlayacaktır. Ne konuda yazarsa yazsın; ister politik meselelerde, ister Emma Goldman’ın otobiyografisi hakkında, isterse de Wallace’nin dedektif hikâyeleri hakkında; tepkisi konunun köklerine kadar inerek özüne nüfuz eder, canlandırır ve üretkendir. Ne konuda yazarsa yazsın; ister kendi berberi hakkında, ister Fransız polisleri hakkında, isterse de Mr. Spaak4 hakkında, onun hükmü, derinlikli ve kesindir. Fransa’daki sürgün koşullarının giderek artan basıncından bir kurtuluş olarak Norveç’teki ‘işçi’ hükümetinden, vize alma şansına kavuştuğunda dahi, Norveç İşçi Partisi’ni yazılarında keskin bir dille eleştirmekte, bir dakika bile tereddüt etmez. Can güvenliğinin olmadığı bir sürgün hayatı, hastalık, Stalinist gaddarlığın ailesine ettiği zulüm... Tüm bunlara rağmen, o bir an bile, ne kendine acımış, ne de umutsuzluğa düşmüştür. Objektif, yürekli ve insancıldır. İşte; mütevazı bir adam; davasında onurlu, keşfettiği doğrularla gururlu, ancak kibirli ve bencil değil. Karısı hakkındaki beyanatında sözcüklerin takdiri ve ilgisi derinden etkileyicidir; zaten Troçki’nin günlüğünde de ana mevzu, tıpkı Marx’da olduğu gibi, alabildiğine anlayışlı ve paylaşımcı olan bir aşığın parıldayışıdır. O, yaşama âşıktır ve güzelliklerinin de farkındadır. Vasiyetnamesinin bir uyarlaması izleyen şu sözcüklerle biter: “Duvar boyunca yemyeşil uzanan parlak çimenleri, duvarın üstünde berrak mavi göğü ve her yere saçılan gün ışığını görebiliyorum. Hayat güzel. Gelecek nesiller, tüm kötülükleri, zulmü ve rezillikleri temizlesinler ve hayattan tümüyle zevk alsınlar.” Günümüz kuşağı ve gelecek nesiller, Troçki’nin bir betimlemesini kurtardığı için Harvard Yayınları’na şükran borçlu değil. Zira sarsılmamı ve dehşete düşmemi engelleyemediğim şey de kitabın tanıtım broşüründe Harvard Üniversitesi Yayınları’nın yazdıkları: “Eğer (günlük), onun temelini teşkil eden bencilliğinin ve fanatizminin yalın gerçeğini, sürgündeki yalnızlığın ve ızdırabın açığa çıkardığını gösterirse, yerel ve evrensel açıdan önemli olan tarihsel bir yorum ve olumlu bir işlev üstlenecektir.”5 Kendi bastığı kitabın tanıtım broşüründe aşağılayıcı yorumlarla kendi yazarında kusur bulan bir yayımcının tuhaflığı bir yana böyle bir şey aynı zamanda affedilemez de, çünkü Troçki’nin günlüklerinde onun “yalın gerçeği” olan benciliği gösteren hiçbir şey yoktur. Bunların tam zıddı olan yalın gerçek, onun tek mevcudiyetidir. Günlükten Troçki’nin “bencilliğini” gösteren bir çift cümle alıntılaması yönünde Harvard Yayınları’nın tanıtım broşürünü yazan şahsa meydan okuyacaktım. O muhtemelen, birçok insan tarafından da tekrarlanan, Marx ve Troçki gibi şahsiyetleri yanlış anlama alışkanlığının içine düştü. Kaçamak tutumlardan ve yapmacıklıktan uzak, sosyal ve bireysel gerçekliğin özünü görerek onu çözümleyen bu insanlara, bencil, saldırgan ve kibirli denilerek çamur atılıyor. Eğer onlar sarsılmaz yargılara sahiplerse, fanatik olarak çağrılıyorlar. Ne yazık ki, bu kanaatlerin yoğun bir deneyim ve düşünme eylemi sonucunda elde edildikleri unutuluyor, tersine bunların paranoyak bir renge boyanmış akıldışı idealler olduğu söyleniyor. Bu yanlış beyanatın ileriki broşürlerde terk edilmesi umuduyla. 1958 4 H. Spaak; Belçikalı politikacı ve devlet adamı. (- çev.) 5 İtalikler benim. (- Erich Fromm’un notu.) Yaz | 2010 -

91


Troçki

Troçki’nin Vasiyeti

Lev Troçki

1

Yüksek (ve giderek artan) tansiyonum yakınlarımı sağlık durumum konusunda aldatıyor. Aktifim ve çalışabiliyorum ancak sonun yakın olduğu aşikâr. Bu satırlar kamuoyuna ölümümden sonra açıklanacak. Burada Stalin ve ajanlarının aptalca ve aşağılık iftiralarını bir kez daha çürütme ihtiyacı duymuyorum; benim devrimci onurumun üzerinde tek bir leke bile yok. İşçi sınıfının düşmanlarıyla, asla kapalı kapılar ardında, ne doğrudan ne de dolaylı olarak herhangi bir anlaşma ve hatta görüşme yapmış değilim. Stalin’in binlerce muhalifi buna benzer sahte suçlamaların kurbanı oldular. Yeni devrimci kuşaklar onların politik saygınlıklarını iade edecek ve Kremlin’in cellâtlarına hak ettikleri gibi davranacaklardır. Yaşamımın en güç anlarında bana sadık kalmış olan dostlarıma içtenlikle teşekkür ediyorum. Burada hepsinin adını sayamayacağım için, hiçbirinin adını özel olarak belirtmeyeceğim. Yine de, eşim Natalya Ivanovna Sedova için bir ayrıcalık yapmaya hakkım olduğunu düşünüyorum. Yazgı bana, sosyalizm davasının bir savaşçısı olma mutluluğunun yanı sıra, onun kocası olma mutluluğunu da verdi. O, neredeyse kırk yılı bulan ortak yaşamımız boyunca tükenmez bir sevgi, cömertlik ve şefkat kaynağı oldu. Özellikle yaşamımızın son döneminde büyük acılar yaşadı. Ancak onun aynı zamanda mutlu günler de görmüş olduğunu bilmek beni biraz olsun rahatlatıyor. Bilinçli yaşamımın kırk üç yılı boyunca bir devrimci olarak kaldım; bunun kırk iki yılında Marksizmin bayrağı altında mücadele ettim. Her şeye yeni baştan başlamam gerekseydi, elbette ki şu ya da 1 “Sürgün Günlüğü” içinde, çev. Aslı Aydın, Yazın Yayıncılık, İstanbul 1997 - düzeltilmiş çeviri; düzeltmede kullanılan kaynak metin: “Testament of Leon Trotsky”, kaynak url: http://www.trotsky.net/trotsky_year/political_testament.html (Erişim Tarihi: 1 Haziran 2010).

92

Sosyalist Düşünce Dergisi


70. Ölüm Yılında Troçki bu hatadan sakınmaya çalışırdım, ancak yaşamımın ana ekseni değişmeden kalırdı. Bir proleter devrimci, bir Marksist, bir diyalektik materyalist ve dolayısıyla uzlaşmaz bir ateist olarak öleceğim. İnsanlığın komünist geleceğine olan inancım, gençlik yıllarımda olduğundan daha az ateşli değil; aslında bugün çok daha sağlam. Nataşa2 az önce avlu penceresinin önüne geldi ve havanın odama rahatça girebilmesi için camı biraz daha açtı. Duvar boyunca yemyeşil uzanan parlak çimenleri, duvarın üstünde berrak mavi göğü ve her yere saçılan gün ışığını görebiliyorum. Hayat güzel. Gelecek nesiller, tüm kötülükleri, zulmü ve rezillikleri temizlesinler ve hayattan tümüyle zevk alsınlar. (…) Hastalığımın doğası (yüksek ve artan tansiyon) – anladığım kadarıyla – sonun büyük olasılıkla ani bir beyin kanamasıyla gelmesine – bu da benim kişisel varsayımım – yol açacak türden. Bu arzu edebileceğim en iyi son. Yine de, yanılıyor olabilirim (bu konuyla ilgili olarak özel kitaplar okumaya hiç niyetim yok ve doktorlar da doğal olarak gerçeği söylemeyeceklerdir). Skleroz3 uzun süreye yayılır ve ben de uzun süreli sakatlık tehdidine maruz kalırsam (şu anda, tam aksine, yüksek tansiyondan dolayı zihinsel bir enerji artışı hissediyorum, ancak bu uzun sürmeyecektir), bu durumda ölümümün zamanını belirleme hakkını kendimde saklı tutuyorum. Bu “intihar” (böylesi bir terimi bu bağlamda kullanmak eğer yerindeyse) hiçbir biçimde bir keder veya umutsuzluk nöbetinin ifadesi olmayacaktır. Nataşa’yla ben, birbirimize birçok kez, insanın kendi yaşamını; daha doğrusu çok yavaş ilerleyen bir ölüm sürecini kısa kesmesinin daha iyi olacağı bir fiziksel duruma gelebileceğini söylemiştik… Ancak ölümüm hangi koşullar altında gerçekleşirse gerçekleşsin, komünist geleceğe duyduğum sarsılmaz inançla öleceğim. İnsanoğluna ve onun geleceğine duyduğum inanç, bana şu anda bile hiçbir dinin veremeyeceği türden bir direnme gücü veriyor. 1940

2 Troçki’nin o dönemki sekreterinden biri. (– çev.) 3 Vücudun savunma gözelerinin miyelin (beyin ve omurilikteki bütün sinirleri kaplayan yalıt) kılıfına saldırması sonucu, bu kılıfı sertleştirerek işlevsiz duruma getirmesi. (– çev.) Yaz | 2010 -

93


Troçki

Moskova Duruşmaları’na Dair

Lev Troçki

1

Sevgili dinleyiciler, yoldaşlar ve dostlar! Moskova, tek bir adamın sesinden, niye bu kadar çok korkuyor? Çünkü ben gerçeği, bütün gerçeği biliyorum da ondan. Çünkü benim saklayacak hiçbir şeyim yok. Çünkü ben, elimde belgeler, olgular, tanıklarla halka açık ve tarafsız bir soruşturma komitesinin önüne çıkıp gerçeği sonuna kadar gözler önüne sermeye hazırım. Şunu burada beyan ediyorum: Eğer bu komite, Stalin’in bana yüklediği suçlarda en ufak bir sorumluluk taşıdığım kararına varırsa, kendi ayağımla gidip GPU cellâtlarına teslim olacağıma peşin peşin söz veriyorum. Umarım bu yeterince anlaşılmıştır. Hepiniz işittiniz mi? Bunu tüm dünyanın önünde beyan ediyorum. Basından, sözlerimi gezegenin en ücra köşelerine kadar yayımlamasını istiyorum. Ama eğer komite, Moskova Duruşmaları’nın kasıtlı ve önceden hazırlanmış, insanların eti ve kemiği üzerine kurulmuş bir tezgâh olduğuna kanaat getirirse, beni suçlayanlardan kendi ayaklarıyla gelip idam mangasının önünde durmasını istemeyeceğim. Hayır, kuşaklar boyu insanların hafızasında kalacak sonsuz utanç onlar için yeterli olacaktır! Kremlin’den beni suçlayanlar duyuyor mu bunu? Savunmamı onların suratlarına fırlatıyorum ve cevaplarını bekliyorum. Moskova Duruşmaları’nın özünde saçmalık var. Resmi ağızlara göre “Troçkistler”, 1931’den beri en canavarca komployu tezgâhlıyormuş. Ama sanki öyle bir emir almışlar gibi, hepsi de belli bir şekilde konuşup yazmış ama başka türlü davranmışlar. Yüzlerce insanın komploya karıştığı ima edilmesine rağmen, beş yıldır tek bir ipucu dahi bulunamadı. Genel itiraflar başlayana kadar hiçbir açık yakalanamadı, hiçbir ifşaat ya da ihbar olmadı, hiçbir mektup ele geçirilemedi! Son1 “Stalin’in Cinayetleri” içinde, çev. Maral Berberyan, Yazın Yayıncılık, İstanbul 2001 - düzeltilmiş çeviri; düzeltmede kullanılan kaynak metin: “The Case of Leon Trotsky”, kaynak url: http://www.marxists.org/archive/trotsky/1937/ dewey/index.htm (Erişim Tarihi: 1 Haziran 2010).

94

Sosyalist Düşünce Dergisi


70. Ölüm Yılında Troçki ra yeni bir mucize oldu. Suikastlar düzenlemiş, savaş hazırlıkları yapmış, Sovyetler Birliği’ni bölmüş olan insanlar, bu azılı suçlular, delillerin baskısı karşısında filan değil, hayır, çünkü delil yoktu ortada, ama bazı esrarengiz nedenlerle, ikiyüzlü psikologların ‘Rus ruhu’nun tuhaf özellikleri olarak açıkladığı nedenlerle, Ağustos 1936’da birden bire itirafa başladı. Bir düşünün hele, daha dün bunlar, Troçki’nin görülmeyen emirleri altında demiryollarına sabotaj düzenleyip, isçileri zehirliyordu. Bugünse Troçki’yi suçluyor, düzmece suçlarını onun üstüne yıkıyorlar. Dün, tek düşledikleri Stalin’i öldürmekti. Bugünse hep bir ağızdan onu yücelten ilahiler okuyorlar. Nedir bu? Bir tımarhane mi? Hayır, bize bunun bir tımarhane değil, ‘Rus ruhu’ olduğunu söylüyorlar. ‘Rus ruhu’ hakkında yalan söylüyorsunuz beyler, genel olarak insan ruhu hakkında yalan söylüyorsunuz. Mucize, sadece bu itirafların aynı anda ve aynı şekilde olmasında değildir. İtirafların geneline bakıldığında, hepsinden daha önemli bir mucize görüyoruz: Komplocular, kendi politik çıkarları açısından kesin biçimde ölümcül, ama yönetimdeki klik açısından son derece yararlı bir şey yaptı. Üstelik komplocular, mahkeme karşısında tam da Stalin’in en vazifeşinas ajanlarının söylediği şeyleri söylüyordu. Kendi hür iradeleriyle davranan normal insanlar, asla Zinovyev’in, Kamanev’in, Radek’in, Piyatakov’un ve diğerlerinin yaptığı gibi davranmayı başaramazdı. Düşüncelerine bağlılıkları, politik haysiyetleri, sadece kendilerini koruma içgüdüsü bile kendileri için mücadele etmeye, kişilikleri, çıkarları, hayatları için mücadele etmeye zorlardı onları. Tek makul ve konuya uygun soru şudur: Bütün insani reflekslerin, ortadan kalktığı bir duruma kimler getirdi bu adamları ve bunu nasıl başardılar? Hukukta, birçok sırrın anahtarını elinde tutan çok basit bir ilke vardır: “cui prodest scelus, is fecit”2 Başından sonuna kadar sanıkların tüm davranışlarına yön veren, kendi düşünceleri ve çıkarları değil, yönetimdeki kliğin çıkarları olmuştur. Ve bu düzmece komplo ve itiraflar, tiyatroyu andıran durumsa ve tümüyle gerçek olan idamlar, tümü de aynı el tarafından düzenlenmiştir. Kimin eli? Cui prodest, Stalin’in eli. Gerisi hikâyedir. Kandırmacadır. ‘Rus ruhu’ hakkında boş yere gevezeliktir! Duruşmalarda boy gösterenler, savaşçılar ya da komplocular değil, GPU’nun elindeki kuklalardı. Kendilerine verilen rolleri oynadılar. Bu utanç verici tezgâhın hedefi, bütün muhalefeti ortadan kaldırmak, eleştirel düşüncenin kaynağını zehirlemek, Stalin’in bütüncül (totaliter) rejimini kesin bir şekilde yerleştirmek. Tekrarlıyoruz, suçlama, önceden tasarlanmış bir tezgâhtır. Bu tezgâh, olgularla bir arada incelenecek olursa, her bir sanığın itirafında kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaktır. Savcı Vishinski3 de çok iyi biliyor bunu. İşte bu yüzden tek bir somut soru yöneltmedi sanıklara, çünkü çok büyük utanç yaratacaktı bu onlarda. İsimler, belgeler, tarihler, yerler, ulaşım yolları, toplantılardaki koşullar… Bütün bu kesin olguların etrafına bir utanç perdesi çekti Vishinski, ya da daha açık konuşacak olursak utanmazca bir perde. Vishinski, bir hukukçunun diliyle değil, tezgâhın eski ustasının alışılmış diliyle, hırsızın jargonuyla sorguya çekti sanıkları. Hiçbir maddi kanıt bulunmayışıyla birlikte, Vishinski’nin sorduğu soruların üstü kapalı niteliği de Stalin’e karşı ikinci ezici kanıt oluşturmaktadır. Sevgili dinleyiciler, aranızda, şunu özgürce söyleyebilecek insanların sayısı az olmamalı: ‘Sanıkların itirafları düzmecedir, bu çok açık; peki ama Stalin, bu itirafları elde etmeyi nasıl başardı?’ İşte sır burada gizli. Aslında sır, o kadar da derinlerde gizli değil. Engizisyon, çok daha yalın bir teknik kullanarak, kurbanlarından her türlü itirafı almıştı. Demokratik jüri hukuku, ortaçağ yöntemlerini işte bu yüzden yasaklamış2 “Cinayetten kim kazançlı ise, cani odur.” (– çev.) 3 Vishinski; 1905 Devrimi’nin sürüklemesiyle politikleşti. 1917 Şubat Devrimi’nden sonra aktif olarak sağ kanat Menşeviklerin içerisinde yer aldı. Komünist (Bolşevik) Parti’ye ancak 1920 yılında katıldı. Partiye katıldıktan sonra her türlü muhalefetin ateşli karşıtı ve sadık bir Stalinist oldu. Moskova Duruşmaları hakkında kapsamlı bir inceleme için ayrıca bak. Lev Sedov, Kızıl Kitap, çev. Halil Çelik, Prinkipo Yayınları, İstanbul 2008. (– çev.) Yaz | 2010 -

95


70. Ölüm Yılında Troçki tır, çünkü bunlar gerçeğin ortaya çıkmasını değil, sadece engizisyon jürisinin dikte ettiği suçlamaların doğrulanmasını sağlar. GPU duruşmalarının karakteri, tam da engizisyonu andırmaktadır. İste itirafların arkasındaki basit sır! Birazcık düşgücü kırıntısına sahip herhangi biri, kafasında talihsiz bir Sovyet yurttaşı, yapayalnız bırakılıp kovuşturmaya uğramış bir muhalif, Stalin’e övgü telgrafları değil, suçlarını anlatan düzineler dolusu itiraf yazabilen bir parya canlandırabilir. Belki bu dünyada kendisine, eşine, çocuklarına yapılabilecek fiziki ve manevi işkencelere karşı dayanabilen kahramanlar vardır. Bilemiyorum... Ancak kişisel deneyimim, insanın sinir sisteminin kapasitesinin sınırlı olduğunu söylüyor bana. GPU aracılığıyla, Stalin kurbanını tuzağa düşürüp, kapkara bir çaresizlik, aşağılanma, mahrumiyet cehennemine boğabilir. Öyle ki, çıkarı hemen ölebilmek olan ya da geleceğe dair küçücük bir umut ışığı görebilen bir kurban, en canavarca suçları üstlenebilir. Tabii eğer intiharı düşünmüyorsa. İntihar ya da manevi çöküş; başka seçenek yok! Ama unutmayın ki, GPU zindanlarında intihar bile çoğu zaman erişilmez bir lükstür! Moskova Duruşmaları, devrimin onurunu lekelememektedir. Çünkü onlar, gericiliğin soyundan gelmektedir. Moskova Duruşmaları, eski Bolşevik kuşağının onurunu lekelememektedir, sadece Bolşeviklerin bile etten ve kemikten yapılmış olduğunu ve başlarının üstünde ölümün sarkacı bulunurken, sonsuza kadar direnemeyeceklerini göstermektedir. Moskova Duruşmaları, onları tasarlayan politik rejimin onurunu lekeler. Onurdan ve vicdandan yoksun bonapartizm rejiminin! İdam edilenlerin hepsi de dudaklarının arasında bu rejime lanet sözleri dökerek ölmüştür. Moskova Duruşmaları bir işarettir. Bu işarete kulak asmayanlara yazık! Reichstag Duruşması’nın4 da kuşkusuz büyük önemi vardı ama o sadece, karanlığın ve barbarlığın bütün güçlerinin vücut bulması anlamına gelen iğrenç faşizm ile ilgiliydi. Moskova Duruşmaları, sosyalizm sancağı altında düzenlenmiştir. Sosyalizm sancağını, sahtekârlığın ustalarına bırakmayacağız! Bizim kuşağımız, tüm yeryüzünde sosyalizmi kuramayacak kadar zayıf çıkarsa, o lekesiz sancağı çocuklarımıza devredeceğiz. Gelecekte yaşanacak mücadelenin önemi bireyleri, hizipleri ve partileri aşmaktadır. Bütün insanlığın geleceği içindir bu mücadele. Çok şiddetli geçecektir. Uzun sürecektir. Kim bedenine rahat, ruhuna huzur arıyorsa bırakın gitsin. Gericiliğin hüküm sürdüğü zamanlarda, gerçeğe değil, bürokrasiye sırtını dayamak daha kolay olur. Ama sosyalizm sözünü içi boş bir ses değil, kendi manevi hayatının içeriği olarak gören herkes, ileri! Ne tehditler, ne duruşmalar, ne de haklarımızın ayaklar altına alınması durdurabilir bizi! İsterse rengi atmış kemiklerimizin üzerinde yükselecek olsun, gerçek zafere ulaşacaktır! Onun yolunu biz göstereceğiz. Gerçek zafere erecektir! Yazgının bütün ağır darbeleri karşısında, eğer sizlerle birlikte onun zaferine bir katkım olursa, tıpkı gençliğimin en güzel günlerindeki gibi mutlu olacağım! Çünkü dostlarım, insanın en yüce mutluluğu, bugünü tüketmekte değil, dayanışma içinde geleceği yaratmakta yatar. 1937

4 1933 yılında Hitler Almanya’sında, 23 Şubat günü düzmece bir şekilde Alman parlamentosu Reichstag, ateşe verilir. Olayın hemen ardından komünistlere yönelik ‘cadı avı’ başlatılır. Troçki, faşizmin ve Stalinizmin provokasyonları arasında analoji kuruyor. (– çev.)

96

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kitap Tanıtımı

Yeni Başlayanlar İçin Troçki

Özgün adı: Trotsky for Beginners / Yazan: Tarık Ali / Çizgiler: Phil Evans / Çeviren: Osman Akınhay / Yayınevi: Agora Yayınları (Nisan 2010), 192 Sayfa / Ederi: 15 TL

Türkiye’de popüler bir dalgayla yaygınlaşan manga çizimli edebi eserler ile politik yazın ürünlerinden çok daha önce yazarlığını ve çizerliğini Meksikalı ünlü karikatürist Rius’un gerçekleştirdiği, “Yeni Başlayanlar İçin Marx” ilkin Can Yücel’in çevirisi ile yayımlanmıştı. Şimdi aynı tatta bir kitap daha yayımlandı: Yeni Başlayanlar İçin Troçki. Tribune ve Labour Resarch’deki karikatürleriyle tanınan Phil Evans’ın çizgileri ile hayat bulan bu kitabın diğer önemli ismi ise tarih, politika, edebiyat ve tiyatro alanlarında çok sayıda eser veren yazar ve belgesel sinemacı Tarık Ali. Kitabın tanıtım yazısında, Tarık Ali’nin sunuşunda da yer alan şu ifadelere yer verilmiş: “Troçki’nin, 1940’da Stalinist bir cellâdın baltalarıyla erken sona eren hayatı, 20. yüzyılın büyük trajik figürlerinden biri olma özelliğini hâlâ muhafaza ediyor. (…) Troçki, içgörüleri nedeniyle düşmanlarının bile hayranlığını üstüne çekmiş devrimci bir siyasetçi; kalabalık bir kitleyi gözyaşlarına boğarak harekete geçirebilecek yetenekte güçlü bir hatip; edebi yeteneklerinden dolayı eserleri asla göz ardı edilemeyecek kadar iyi bir tarihçi; gelişen olayları yorumlayıp geleceği bir Eski Ahit peygamberinin tutkusuyla öngörmekte mahir bir siyasal analistti. (…) Son sürgün yerinde artık zekâsı, dünya siyasetinin geçmişini analiz edip geleceğini öngörmeye yönelik çalışmalarını sürdürdükçe yeni ve muhteşem boyutlara ulaşmıştı. Nitekim, kâhince değerlendirmeleriyle Hitler’in yükselişini ve faşizmin insanlığa ödeteceği bedelleri, büyük savaş patlamadan önce Holokost’u, komünist bloğun çökmesine yol açacak olan Doğu Avrupa’daki gelişmeleri öngörmüş; Rusya’daki Stalinist sistemin, ya sosyalizme yönelecek ya da kapitalizme geri dönecek bir geçiş devleti olduğuna işaret etmişti...” Kitap, işte bu büyük tarihsel figürün hayatını eğlenceli bir görsellik ve nüktelerle ortaya koyarken Yaz | 2010 -

97


Kitap Tanıtımı

aynı zamanda onun politik konumlanışı ve devrimci Marksizmin köşe taşlarını oluşturan politik dönemeçlerini de işaret etmeyi ihmal etmiyor. Bunu ise çoğunlukla dönemin tanıklıklarından gerçekleştirilen alıntılarla sağlıyor. Sözgelimi, Ekim Devrimi’nde Troçki’nin büyük rolü ile ilgili pasajı, 6 Kasım 1917 tarihli Pravda’da Stalin’in kaleminden okumak hem hayli eğlenceli, hem de oldukça öğretici… Okuyucunun tarihsel olaylarla ilgili yorumları kolaylıkla anlayabilmesi için, kitabın sonuna bir “kim kimdir?” çizelgesi yerleştirilmiş. Burada dönemin örgütlerini ve politik kişiliklerini bulmak mümkün, dahası bunların temel pozisyonlarını ve akıbetlerini de bu çizelgeden izleyebiliyorsunuz. Kitabın en sonunda ise yine Tarık Ali’nin “Troçki’nin Mirası” başlığını taşıyan bir yazısı var. Kitabın belki de en zayıf yeri burası. Zira burada Tarık Ali, 1903’teki Troçki’yi, 1930’lardakine tercih ediyor. Ali’ye göre, Troçki’nin en büyük zafiyeti, Leninist olduğunu söylemesi(!) Dahası Tarık Ali, Troçki’nin “kendisi, Leninist hüviyetini kanıtlamaya çalışmakta çok vakit harcarken, bu çabası siyasal evrimini bozup çizgisine büyük zarar verdi;” demeyi de ihmal etmiyor. Neyse ki bu ifade, tersinden Troçki’nin uzlaşmaz bir Leninist olduğunu kanıtlıyor. O zaman, Leninist bir Troçki’yi tanımak için güzel bir ilk adım olabilir, Yeni Başlayanlar İçin Troçki. İyi kıraatler…

98

Sosyalist Düşünce Dergisi


Yaz | 2010 -

99


1. Yıl Dizini (Yaz 2009 - Bahar 2010) Mesafe 01 / Yaz 2009 / Dosya: Filistin •

Sunuş - Mesafe

Bu Sayı - Mesafe

Gazze Çarpışmasının Bilançosu - Yusuf Barman

İki Devletli Çözümün Kaçınılmaz İflası - Erol Yeşilyurt

Filistin’de Sürekli Devrim - Tezler - Yusuf Barman

Bölünmeye Karşı! - 4. Enternasyonal

Akıntıya Karşı - 4. Enternasyonal

Yahudi-Arap Savaşı Sonrası - S. Munier

Nazizm, Aparthayd ve Siyonizm Üzerine - Nahuel Moreno

“Bütün Yaratıkları Katledin”: Gazze 2009 - Noam Chomsky

“Büyük felaket” mi, “Soykırım” mı? - Recep Maraşlı

Namus’lu’ sistemler, namus’suz’ kadınlar üzerine - Cemre Sava

Pakistan’da Namus Cinayetleri - Tarık Ali

Kürt Kadın Hareketi ve Çok Eşlilik Yasasına Karşı Mücadele - Solin Hacador

Mesafe 02 / Güz 2009 / Dosya: Kriz

100

Bu Sayı - Mesafe

Dünya Ekonomik Krizi ve Olasılıklar - Yusuf Barman

Uçurumun Eşiğinde: Kriz ve Casino Kapitalizmi - Erol Yeşilyurt

Türkiye’de Kriz - Şefik Sandıkçı

Avrofelaket Yaklaşıyor - José Martins

Kapitalist Kriz Üzerine - Lev Troçki

Emperyalist Kapitalizmin Krizinin Kaynağı Üzerine - Adem Topal

İngiltere’de Lindsey Petrol’deki Grev Üzerine Bir Tartışma - José Moreno

Krizin Işığında “Kitle Toplumu ve Kültürü“ Üzerine - Oktay Benol

Gıda Talanından Gerçek Bir Açlık Krizine Doğru - Sedat D.

Neoliberalizm Kentleri Dönüştürürken - Burak Tanyılmaz

Kapitalizm, Kriz ve Kadın Ücretli Emeği - Cemre Sava

Sosyalist Düşünce Dergisi


Mesafe 03 / Kış 2010 / Dosya: Parti •

Bu Sayı - Mesafe

Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak - Yusuf Barman

Lenin ve Ne Yapmalı? - Erol Yeşilyurt

Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası - Oktay Benol

Nahuel Moreno ve Leninist Parti Kavrayışı - Murat Yakın

Sınıf, Parti ve Önderlik - Lev Troçki

Komünist Partilerin Yapısı, Yöntemleri ve Eylemi - III. Enternasyonal

Şubat Devrimleri Üzerine - Oktay Orhun

Tarihsel Bir Yenilgi: Kadının Ev-içi Emeği - Dicle Nadin

Sinema ve Siyaset İlişkisi Üzerine Düşünceler - Cemre Sava / Oktay Orhun

Mesafe 04 / Bahar 2010 / Dosya: Kürt Sorunu •

Bu Sayı - Mesafe

100. yılında 8 Mart ve Kadının Kurtuluşu Üzerine - Dicle Nadin / Canan Yılmaz

Rejim ve Kürtler - Yusuf Barman

Devrimci Marksizm ve Kürdistan Devrimi - Erol Yeşilyurt

Ulusal Sorun - Abdürrahim Gümüştekin

Rizgarî’nin Sosyalist Hareket ve Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri Üzerine Bir Deneme - Recep Maraşlı

Ulusal Sorun Üzerine - V. I. Lenin

Ulusal Sorun ve Sömürgeler Hakkında Tezler - III. Enternasyonal

Rizgarî Davası - Siyasi Savunma

Kawa Davası - Siyasi Savunma

Nicola Sa’afin ile Filistin Üzerine Söyleşi - Cemre Sava

Osmanlı’da Eğlence ve İktidar - Oktay Benol

Genel Döküm: Toplam 580 Sayfa - 48 Metin Başlığı - 25 Yazar - 12 Çeviri Belge/Makale - 12 Dosya Dışı Makale - 3 Söyleşi

Yaz | 2010 -

101



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.