Arka Plan: Mücadele bulaşıcıdır! Mücadele her zaman kazanmak demek değildir. Bazen bir yenilgi büyük zaferlerin kazanılmasının yolunu açabilir. Bir mücadele bulaşıcı bir hastalık gibi yayılabilir… Mücadele etme kararı her zaman işçilere aittir. Mücadelede istenen sonuçlara ulaşmak ise karşılıklı güçlerin durumuna bağlıdır. Güçlerini daha iyi hazırlayan, sağlam bir plana, programa ve örgütlülüğe sahip olanlar mücadeleyi kazanır.
Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 07 • Temmuz 2009 • Fiyatı: 1,5 TL
Arif Benol yazdı, sayfa 8’de...
Sermaye yıkım, işçiler çözüm diyor!
Yıkım mı? Çözüm mü?
“Kriz bitiyor” denirken, artık önümüze sürülen paketlerde kriz sonrası fırsatlar kollanırken, Türkiye ekonomisinin durumu çarpıcı bir veri ile ayyuka çıktı. Türkiye İstatistik Kurumu TUİK’in 2009’un ilk üç ayını temel alarak yaptığı açıklamaya göre Türkiye ekonomisi geçen yıl aynı döneme göre yüzde 13,8 küçüldü! Ekonomide tarihi küçülme • Bu tarihî bir oran. Türkiye ekonomisi, 2. Dünya Savaşı sonrası yaşadığı yüzde 15,3’lük düşüşten sonra en büyük daralma ile karşı karşıya.
bu yolla işten çıkarılan işçiyi aç bırakmak, onun yerine çalışanların da iş yükünü arttırmak kaydıyla umarsızca sürdürülen sömürü... Yanı sıra, sendikasızlaştırma ve güvencesizleştirme süreci!
Anlamı ise açık: Umulanın aksine, Türkiye krizden en çok etkilenen ülkelerden biri. Ve etkinin kısa vadede bertaraf edilemeyeceği ortada.
Teşvik ve İstihdam Paketi • Arkada bıraktığımız 6 paketten sonra şimdi önümüze koyulan ise bir teşvik ve istihdam paketi! Teşvik ettiği biz değiliz, o aşikâr. İstihdamdan kastettiğinden de (geçici, ücretleri hazineden veya işsizlik fonundan karşılanan, stajyer statüsündeyse asgari ücretten düşük ücret alan, özel iş bulma büroları tarafından mal gibi alınıp satılan vb.) hükümetle aynı şeyi anlamadığımızı belirtmekte yarar görüyoruz. Üstelik yaratılan tüm bu kuraldışı piyasayla bile hedeflenen ‘istihdam’ 500 bin! Türkiye’deki işsiz sayısının 7 milyona vardığını söylemek, hükümetin ne kadarını çözüm saydığını göstermesi açısından sanırız yeterli!
Çünkü bir ülke ekonomisinin daralması demek, o ülkenin gayrı safi yurtiçi hâsılasında (GSYH) azalma demektir. GSYH de bir ülkede belli bir dönemde üretilen toplam mal ve hizmetleri gösterdiğinden, azalması, üretim faaliyetlerindeki düşüşe işaret eder. Durumu şöyle de özetleyebiliriz. Kârlarının azalmasından korkan patronlar paralarını ceplerinde tutmaya özen gösteriyor; üretimlerini azaltıyor ve/ya belli sektörlerde üretim alanlarını terk ediyor. Türkiye’den örnek vermek gerekirse, imalat sanayi ve inşaat, ulaştırma ve haberleşme sektörlerinde ciddi daralmalar yaşanıyor. Elbette bu daralmanın karşılığı da yine Türkiye’de tarihî bir boyuta ulaşmış işsizlik olarak karşımıza çıkıyor. ‘Fırsatlar’ ve Fırsatçılar • Öte yandan, bir de bu daralmanın yani dolayısıyla ekonomik krizin kisvesi altında yakalanmaya çalışılan ‘fırsatlar’ var. Hani şu, krizi fırsata çevirmek dedikleri… Bunları da işçi ve emekçiler olarak bizzat yaşadık, yaşıyoruz: Kriz bahanesiyle ücret düşürmeler, prim kesintileri, işten çıkarmalar… Ve
Hatırlatmakta fayda var! • Hem işsizliğin hem ekonomik daralmanın gösterdiği Türkiye ekonomisinin resmen resesyonda (ekonomik durgunluk) olduğu. Öte yandan, aylardır çare gibi sunulanlar ortada. Bu aşamada bunu söylemek komik olacak ama görmezden gelenler için bir kez daha tekrarlayalım: Kriz var, teğet falan değil, Türkiye’yi delerek geçti! Masamıza oturdu, ekmeğimizi böldü, işimize el koydu. Ve halen kayda değer hiçbir çözümden bahsedilmiyor! Çünkü bu süreci yönetenlerin hepsi kriz fırsatçıları! Ekonomi kötü bahanesine sarılmış, işçi ve emekçilerin üstüne basarak yükselmeye çalışan fırsatçılar… Patronlar, onların vekille-
ri, hükümet hepsi bu fırsat karşısında pervane olmuşlar. Kriz var! Ama salt ekonomik değil, krizi yaratanlara fırsatı da yaratan bir politik kriz var! Mücadele de var! • Bu yüzden patronlar hem suçlu -ama- hem de güçlüler işte! Güçlüler çünkü örgütlüler. Medyada, akademide, hükümette… Başlı başına devletler. Eylemlerde polis, davalarda hâkimler… Yasayan, yürüten ve yargılayan nasılsa hep onlar! Ve yine bu yüzden, krizin bedelini ödemeye mecbur bırakılanlar, kriz bahanesiyle daha ucuza ve güvencesiz çalıştırılanlar ya da işini kaybedenler de işçi ve emekçiler. Üstelik patronların hem ideolojik hem de fiziksel temelde örgütlülüğü, direkt işçi ve emekçilerin örgütlülüğünü hedef alıyor. Gücü, mücadele birliğinden gelen işçi sınıfı sendikasızlaştırma süreciyle fiilen, sendikal haklarının yetersizliği ile resmen parçalanıyor. Ancak bu durum, yine de mücadelenin önüne geçemiyor. Sabiha Gökçen Havalimanı’nda yer hizmetlerinde çalışan işçilerin sendikalaşma mücadeleleri bunun en güncel örneği. Ve sınıfın birliğinin gücüne dair önemli bir hatırlatma. İşçi ve emekçiler olarak, krizin bedelini bize ödetmeye karar verenlere karşı seçeneğimizi ülkemizden ve dünyadan bu türlü kararlı mücadele deneyimleri ışığında örmeliyiz. Kriz varsa mücadele de var!
İşçi Cephesi (1 Temmuz 2009)
Devrim İran’a Geri Döndü!
Atakan Şemsi yazdı, sayfa 15’te
Taraf gazetesinde yayımlanan planın ardından, yeni bir darbe planının daha ortaya çıkıp çıkmadığı tartışılmaya başlandı Burjuvaların tartışma yöntemlerini hiç bozmayalım ve de kendimize belgenin sahte mi, yoksa gerçek mi olduğu sorusunu soralım. Cevap basit. TC’de darbeler gerçektir. Darbe ve muhtıralar sonucunda işçi ve emekçilerin kaybettikleri haklar ve çektikleri acılar da gerçektir. Sedat D. yazdı, sayfa 4’te...
İLAN TAHTASI
2
İspanyol Devrimi 73 yaşında;
Devrim hâlâ bir ihtimal ve çok güzel! Murat Yakın, 1 Temmuz 2009 İşçi sınıfının belleğine nakşolunmuş bazı anlar vardır ki, kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa yayılır. Hiçbir güç tarafından silinip, unutturulamaz. İnsanoğlunun kurtuluş ümidi, ezilenlerin yüz yıllardır sindirilmiş enerjisi, özveri ve cesaret işte o anlarla özdeşleşir. Sınıfın belleğinde durmaksızın yansıyan parlak bir aynaya dönüşür o anlar. 1936 Temmuzu’nda patlak veren İspanyol İç Savaşı ve sosyal devrim deneyimi işte o anların başında gelir.
Şimdilerde kırmızı gelincik tarlalarına dönüşmüş, unutulmuş yol kenarlarındaki yüzlerce toplu mezarda, dünyanın dört bir yanından gelip o toprakları kanlarıyla sulayan sınıf kardeşleriyle koyun koyuna yatan yüz binlerce kadın ve erkek devrimci hepimiz için bir sembol artık. O eşsiz ana, uğultulu kalabalıklarla ve sabırla büyümekte olan devrime selam olsun.
www.iscicephesi.net adresinde Murat Yakın’ın konuya ilişkin aşağıdaki yazılarını bulabilirsiniz: • 73 yıl sonra İspanyol Devrimini hatırlamak • Mayıs 1937 Barselona Karşı devrimin zaferi
Ne maveradan ses duymak, ne satırların nescine koymak o “anlaşılmayan şeyi”, ne bir kuyumcu merakıyla işlemek kafiyeyi, ne güzel laf, ne derin kelam... Çok şükür hepsinin hepsinin üstündeyim bu akşam.
Karanlıkta kar yağıyor, sen Madrid kapısındasın. Karşında en güzel şeylerimizi ümidi, hasreti, hürriyeti ve çocukları öldüren bir ordu. Kar yağıyor. Ve belki bu akşam ıslak ayakların üşüyordur. Kar yağıyor, ve ben şimdi düşünürken seni şurana bir kurşun saplanabilir ve artık bir daha ne kar, ne rüzgar, ne gece...
• Bizimkiler...
SAYI: 07 • TEMMUZ 2009 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi Sahibi ve yazı işleri müdürü Oktay Orhun Enternasyonal Yayıncılık Yönetim yeri Caferağa Mah. Sarraf Ali Sok. Saraçoğlu İş Hanı No: 36/17 Kadıköy - İstanbul 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 20 TL • Yurtdışı: 20 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Ser Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 1,5 TL
Kar yağıyor ve sen böyle “No pasaran” deyip Madrid kapısına dikilmeden önce herhalde vardın.
renkli İspanyol yemişleri satardın. Belki hiçbir hünerin yoktu, belki gayet güzeldi sesin. Belki felsefe talebesi, belki hukuk fakültesindensin ve parçalandı üniversite mahallesinde bir İtalyan tankının tekerlekleri altında kitapların. Belki dinsizsin, belki boynunda bir sicim, bir küçük hac.
Bu akşam bir sokak şarkıcısıyım hünersiz bir sesim var; sana, senin işitemeyeceğin bir şarkıyı söyleyen bir ses.
Kimsin, adın ne, tevellüdün kaç? Yüzünü hiç görmedim ve görmeyeceğim.
Karanlıkta Kar Yağıyor
17-18 Temmuz 1936 tarihlerinde faşist General Franco’ya bağlı güçlerin yasal bir hükümete karşı ayaklanmasının ve bu ayaklanmaya karşı koyan işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün başlattığı sosyal devrimin uğradığı yenilginin korkunç deneyimlerinin üzerinden 73 yıl geçmiş durumda. Yaklaşık bir milyon insana mezar olan, uluslararası emperyalizm ile proletaryanın, devrim ile karşı devrimin, sadakat ile ihanetin yüzleştiği bir savaş alanıdır, İspanyol iç savaşı. Nazım Hikmet’in deyişiyle hepimizin gençliği, alın yazısıdır İspanya.
Kimdin, nerden geldin, ne yapardın? Ne bileyim, mesela; Avusturya kömür ocaklarından gelmiş olabilirsin. Belki alnında kanlı bir sargı vardır ki kuzeyde aldığın yarayı saklamaktadır. Ve belki varoşlarda son kurşunu atan sendin “Yunkers” motorları yakarken Bilbao’yu. Veyahut herhangi bir Konte Fernando Valaskerosi de Kortoba’nın çiftliğinde ırgatlık etmişindir. Belki “Plasa del Sol” da küçük bir dükkanın vardı,
Bilmiyorum belki yüzün hatırlatır Sibirya’da Kolçak’ı yenenleri belki yüzünün bir tarafı biraz bizim Dumlupınar’da yatana benziyordur ve belki bir parça hatırlatıyorsun Robespiyer’i. Yüzünü hiç görmedim ve görmeyeceğim, adımı duymadın ve hiç duymayacaksın. Aramızda denizler, dağlar, benim kahrolası aczim ve “Ademi Müdahale Komitesi” var. Ben ne senin yanına gelebilir, ne sana bir kasa kurşun, bir sandık taze yumurta, bir çift yün çorap gönderebilirim. Halbuki biliyorum, bu soğuk karlı havalarda iki çıplak çocuk gibi üşümektedir Madrid kapısını bekleyen ıslak ayakların. Biliyorum, ne kadar büyük, ne kadar güzel şey varsa, insanoğulları daha ne kadar büyük ne kadar güzel şey yaratacaklarsa, yani o korkunç hasreti, daüssılası içimin güzel gözlerindedir Madrid kapısındaki nöbetçimin. Ve ben ne yarın, ne dün, ne bu akşam onu sevmekten başka bir şey yapamam. Nazım Hikmet Ran (25 Aralık 1937)
NE SAVUNUYORUZ? neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Egemen sınıfın her türlü diktatörlük rejimine karşıyız ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.
EMEK GÜNCESİ
3
Akçakoca Çınar Boru işçileri işe dönüş davasını kazandılar
Kriz bahanesiyle işten atılmalara karşı işe dönüş davası Krizi bahane eden birçok işletme, içinde bulunduğunu iddia ettiği olumsuz şartları bahane ederek, yani ekonomik krizi fesih sebebi göstererek birçok çalışanın iş akdini feshetmiştir Av. Esra Ç., 26 Haziran 2009 Krizi bahane eden birçok işletme, içinde bulunduğunu iddia ettiği olumsuz şartları bahane ederek, yani ekonomik krizi fesih sebebi göstererek birçok çalışanın iş akdini feshetmiştir. Peki, bu durum karşısında ne yapmalıyız? İşçi kendisini işverene karşı nasıl korumalı? Yasadan kendi lehine nasıl faydalanmalı? Bu yazıda işçinin lehine süreci döndürebilecek işe iade davasından bahsedeceğiz. Bu açıdan Akçakoca Çınar Boru Fabrikası’nda kriz sebebiyle iş akitleri feshedilen işçilerin işe dönüş davalarını kazanmış olmaları tüm işçiler için emsaldir. 4857 Sayılı İş Kanunu’nun “feshin geçerli sebebe dayandırılması” başlıklı 18. Maddesi’nde “Otuz veya daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde, en az altı aylık kıdemi olan işçinin belirsiz süreli iş sözleşmesini fesheden işveren, işçinin yeterliliğinden veya davranışlarından ya da işletmenin, işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklanan geçerli bir sebebe dayanmak zorundadır.” demektedir. “Fesih bildirimine itiraz ve usulü” başlıklı 20. maddede ise, “İş sözleşmesi feshedilen işçi, fesih bildiriminde sebep gösterilmediği veya gösterilen sebebin geçerli bir sebep olmadığı iddiası ile fesih bildiriminin tebliği tarihinden itibaren bir ay içinde iş mahkemesinde dava açabilir” der. 21. maddede ise, “İşverence geçerli sebep gösterilmediği veya gösterilen sebebin geçerli olmadığı mahkemece veya özel hakem tarafından tespit edilerek feshin geçersizliğine karar verildiğinde, işveren, işçiyi bir ay içinde işe baş-
latmak zorundadır. İşçiyi başvurusu üzerine işveren bir ay içinde işe başlatmaz ise, işçiye en az dört aylık ve en çok sekiz aylık ücreti tutarında tazminat ödemekle yükümlü olur. İşçi kesinleşen mahkeme veya özel hakem kararının tebliğinden itibaren on işgünü içinde işe başlamak için işverene başvuruda bulunmak zorundadır. İşçi bu süre içinde başvuruda bulunmaz ise, işverence yapılmış olan fesih geçerli bir fesih sayılır ve işveren sadece bunun hukuki sonuçları ile sorumlu olur” demektedir. Yani işe iade davası açabilmemiz için; 1.Belirsiz süreli iş sözleşmesi ile çalışmamız 2.İşyerimizde en az 30 kişi çalışıyor olması 3.En az 6 aylık kıdemimizin bulunması 4.İşletmenin veya işyerinin bütününü sevk ve idare eden ve işçiyi işe alma ve işten çıkarma yetkisi bulunan işveren vekili konumunda olmamamız 5.Hizmet sözleşmemizin işverence geçersiz olarak fesih edilmesi gerekir. Tüm bu saydıklarımızın dışında; 1.Davanın fesih bildiriminin tebliğinden itibaren 30 iş günü içinde açılmış olması gerekir. 2.Bu dava tespit niteliğinde bir dava olduğundan mahkemece feshin geçersiz bir sebebe dayandığı ve işçinin işe iadesine karar verdiğinde davanın kesinleştiği tarihten itibaren 10 gün içerisinde işçinin işe başlamak için
işverene başvurması gerekir. 3.İşveren işçiyi işe başlatmaz ise mahkemenin takdirine göre (işçinin kıdemi veya fesih sebebine göre belirlenir) işveren 4–8 ay ücreti tutarındaki tazminatı işçiye öder ve ayrıca yine çalıştırılmadığı süre içinde en çok 4 aya kadar doğmuş bulunan ücret ve diğer haklarını işçiye ödemek zorunda kalır. İşe iade davalarında ispat yükü işverende olup, işveren haklı nedenle fesih işlemini gerçekleştirdiğini ispatla yükümlüdür. Akçakoca Çınar Boru Profil A.Ş.’ye açılan işe iade davalarında mahkemece davalı-işverene iş akdinin feshinden önce feshin son çare olması ilkesi gereğince işyerinde aldığı tedbirlerle ilgili delilleri sorulmuş, ancak bir cevap alınamamıştır. Sadece davalı-işveren kısa çalışma ödeneğine ilişkin başvurularını sunabilmiştir. Bu başvuru ise fesihten sadece 1 gün önce yapılmıştır. Ayrıca ekonomik kriz nedeniyle işçinin iş sözleşmesinin sona erdirilmesinde hangi sosyal seçim kıstasına göre işçinin seçildiğinin belirlenmediği gibi, feshin son çare olması ilkesi göz önünde bulundurulmadığından işveren feshin geçerli bir sebebe dayandığını delillerle ispat edememiştir. Bu nedenle mahkeme davanın kabulüne karar vermiştir. Ekte işe iade davasına ilişkin bir dava dilekçesi örneği bulunmaktadır. Yukarıda bahsettiğim gibi bu dava, davalı-işveren tarafından ispatlanması gereken bir davadır. Ancak davacı-işçi sürelere çok dikkat etmelidir. Süreler hak düşürücü olup dava kazanılsa bile sürelere uyulmadığı takdirde hakları sona ermektedir.
“İşçi Forumu” üzerine 21 Haziran pazar günü Petrol-İş Genel Merkezi’nde “İşten atmalar yasaklansın, işsize iş” sloganıyla, bir işçi forumu düzenlendi Şükrü Sandıkçı, 29 Haziran 2009 Forumun çağrıcısı siyasi çevrelerin konuşmalarına ve çeşitli sektörlerden işçilerin deneyimlerine yer verilen toplantıda, İşçi Forumu’nun sendikalardan bağımsız ve onları mücadeleye zorlayan bir öz örgüt haline getirilmesi, İşçi Forumu’nun öncülüğünü ilerici sendikaların alması, İşçi Forumu’nun krize karşı birleşik mücadelenin merkezi olması ve yine İşçi Forumu’nun işçilerin seçeneğini örgütlemeyi üstlenmesi temaları öne çıktı… Sonuç olarak forum, emekten yana herkese açık bir komite oluşturma ortak kararı ve bu komiteye katılma çağrısıyla son buldu. İşçi Cephesi gazetesi birinci sayısından itibaren krize karşı mücadelelerin birleştirilmesi ve burjuvazinin çözümlerine karşı bir işçi seçeneği yaratılmasını gerektiğini söyledi, gücü oranında da bunun çalışmasını bulunduğu alanlarda yaptı. Yine “İşten çıkarmalar yasaklansın!” sloganını birçok kez gazetesinin sayfalarına ve bulunduğu alanlara taşıdı. Bu nedenle de, doğal olarak böylesi bir oluşumun kurulmasını anlamlı bulmaktadır. Ancak bugün neredeyse bizlerle aynı talepleri savunan yoldaşlarımızın, Şubat’tan beri bir araya geliyor olmalarına rağmen bir kez bile bir çağrıda bulunmamaları, girişimin cepheyi genişletme konusundaki niyetinin bir göstergesi değil midir?
Bir diğer sorun ise forumun işçi/işsiz ayağıdır. Konuşmacıların da söylediği gibi, Petrol-İş binasında binlerce işçiye seslenilmediği açıktır. Sendika temsilcileri de toplantıya yeterli ve gerekli ölçüde ilgi göstermemiştir. Bundan dolayı İşçi Forumu, hedeflediği örgütlenme pratiğinden oldukça uzak görünmektedir. İşçisiz bir işçi forumunun sınıfın sorunlarına çare olamayacağı aşikârdır. Ayrıca bileşenlerin sorunun çözümü noktasında farklı vurguları mevcuttur. Örneğin sendikalar bunun öncülüğünü çekmeli diyenler olduğu gibi, burası öz örgüttür sendikaları bile yönlendirmeli diyenler de bulunmaktadır.
Doğal olarak bu farklılıklar da çalışmanın geleceğini etkileyecektir. Merak ettiğimiz bir başka soru ise, Şubat ayından beri toplanan bileşenlerin, bugüne kadar neden herhangi bir girişimde ve alan çalışmasında bulunmadığıdır. Bunca saldırı, bunca direniş varken… Bugünkü saldırıların yoğunluğu ve emekçilerin örgütsüzlüğü karşısında kendimizi kuşkusuz dayatacak değiliz ve her tür samimi çalışmanın bileşeni olarak da, destekçisi olarak da çalışmaya ve kriz karşısında bir işçi seçeneği yaratmak için mücadele etmeye hazırız. Bu açıdan, eleştirilerimizi saklı tutarak, komitenin çalışmalarını izlemeye devam edeceğiz.
4
POLİTİKA
Çok başlı rejimin bitmeyen krizleri… Taraf gazetesinde yayımlanan AKP ve Gülen’i Bitirme Planı belgesinin ardından, yeni bir darbe planının daha ortaya çıkıp çıkmadığı tartışılmaya başlandı Sedat D., 1 Temmuz 2009 Önce askeri mahkeme belgenin gerçek olduğunun ispatlanamayacağını söyledi. Hükümet ise, darbe girişiminde bulunan subayların, sivil mahkemelerde yargılanabilmesinin önünü açan bir yasa değişikliği önerisinde bulundu. Mevzubahis belgenin altında imzası bulunan Albay Çiçek hakkında ise, Eregekon savcısı tarafından tutuklama kararı çıkarıldı. Bu yazının yazılmakta olduğu gün ise, 7,5 saatlik bir MGK toplantısı henüz sonlandı ve de toplantının hemen ardından Erdoğan, Yaşar Büyükanıt ve Adalet Bakanı arasında çekirdek bir MGK toplantısı kulisi yapıldı. Sonuç olarak doğru olsun, yanlış olsun açığa çıkan İrtica İle Mücadele Planı belgesi, rejimin çok başlılığının doğurduğu sürekli krizin içerisinde yeni bir depremin -hem de büyük ölçekli bir depremin- yaşanmasına yetti. Ordusu, vatanı ve milleti ile kararlı(!) bir seyir izleyen rejimin darbe ve irtica komploları ile devamlı olarak krize sürüklendiği yönünde çeşitli fikirler mevcut. Oysaki cumhurbaşkanlığı, hükümeti, yargısı ve ordusu vb. ile birden fazla başı ve bu başın dışında başta üniversiteler olmak üzere çeşitli makamlar aracılığı ile de çeşitli dalları da olan rejim, tam da bu doğasından ötürü sürekli bir kriz yaşamaktadır.
Biz işçi ve emekçiler için sorunu bu şekilde kavramak, asker polis rejiminin lağvedilmesi ve de gerçekçi bir çözüm önerisinin yaratılabilmesi için hayati bir önem taşıyor. Belge gerçek mi, sahte mi • Burjuva basın ise, darbe ve rejim tartışmasını belge gerçek mi, yoksa sahte mi, tartışması üzerinden yapmakta. Tartışmanın taraflarından biri olan AKP, bu vesile ile bu sarsıntıdan daha da güçlü bir şekilde ayrılmak istiyor. Bunun en önemli göstergesi, fırsatını bulduğu anda bir yasa değişikliği önerisi yapmasıdır. Bu yol ile AKP, belli ayrıcalıklara sahip olan ordunun gücünü kendisine karşı kırma fırsatını değerlendirmektedir. Buna karşın, CHP ve ordu da, rakibine koz vermemenin ve itibarını korumanın peşinde. Bu tabloda her iki kampın aynı hisleri paylaştığı tek husus şu: Aslında önemli olan belgenin sahte mi, yoksa gerçek mi olduğu değil, belgenin nasıl servis edileceğidir. Burjuvalar açısından, gerçeklerin değil, gerçek ya da yalan, bu belgenin nasıl kendi lehine çevrilebileceği sorunu, esas sorun halini almış durumda.
min temeli olan anayasanın ilk üç maddesi, hak ve özgürlükleri kısıtlayan yasalar ve bir darbeyi olanaklı kılan yasal ve anayasal hükümler tamamen gerçektir. Asker polis rejiminin hiç durmadan sırtımıza inen sopası ve de bedenlerimizden akan kan, rejim ve darbeler konusundaki en net gerçeklerdir. Darbe tehdidi ve ortaya çıkan belgeleri değerlendirirken biz işçi ve emekçilerin bakması gereken yer işte tam da burasıdır. Tartışmaya, belge gerçek mi, değil mi üzerinden yaklaşmak, soruna düzen ve rejim içi “çözüm”leri dayatmak anlamına gelmektedir. Buna ek olarak, bir darbe olasılığı ise, bizzat anayasa tarafından garanti altına alınmakta ve tartışmaya dahi sunulmamaktadır. Belgenin “gerçeklik” ya da “kurgusal”lığını bu somutluklar üzerinden okumamız gerekir.
Burjuvaların tartışma yöntemlerini hiç bozmayalım ve de kendimize belgenin sahte mi, yoksa gerçek mi olduğu sorusunu soralım.
Kurumların itibarı ve rejimi koruyan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) • Rejim krizinin en önemli ve stresli tartışmalarının görüldüğü MGK toplantılarından birini daha, tam da bu tartışmaların içerisinde geride bıraktık. 7.5 saat süren toplantının sonunda Kıbrıs’tan Ermeni sorununa pek çok meselede bir açıklama yapılırken, esas konuya dair; devletin kurumlarını yıpratmaya yönelik beyan ve yayınlara ilişkin tepki ve düşüncelerin dile getirilmesinin zararlı olduğu belirtilmekle yetinildi.
Cevap basit. TC’de darbeler gerçektir. Darbe ve muhtıralar sonucunda işçi ve emekçilerin kaybettikleri haklar ve çektikleri acılar da gerçektir. 12 Eylül gerçektir ve anayasası halen geçerlidir. 28 Şubat da gerçektir. Reji-
Halka kapalı görülen MGK toplantısında nelerin konuşulduğunu ve hangi kararların alındığını bilemeyiz. Ancak yapılan bu kısa açıklamadan şu üç sonucu çıkarmak mümkün: 1) Rejim krizi içerisindeki kamplardan birinin bir bileşeni olan AKP’nin derdi asker polis rejimine topyekûn bir saldırıya girişmek ve ona son vermek değildir. Bir darbe olasılığını sonsuza dek yok edip, TSK’nin rejim için vazgeçilmez olan önemini azaltmak ise hiç değildir. Zira devlet kurumlarını korumak konusundaki hevesi ortadadır. Taraflar için rejim krizinin anlamı bir tamam mı-devam mı kavgası değil, rejim içerisinde daha hâkim olan güç olmanın kavgasıdır. 2) Rejim ve darbe tartışmalarının ise esas muhatapları bizleriz. Fakat rejim krizinin iki temel bloğu bin bir gayretkeşlik ile sorunun çözümüne biz işçi ve emekçileri dâhil etmemek ve de rejim tartışmalarını kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklar ile sürdürüp, kendi aralarında kozlarını paylaşmakta kararlılar. 3) Rejimin doğası sürekli krizlere gebedir ve önümüzdeki süreçte de yeni krizler yaşanacaktır. Ancak önümüzdeki süreçte karanlıklardan peydahlanan yeni krizlerin çözümüne işçi ve emekçilerin kampından başka hiçbir kamp, asker-polis rejiminin demokratik dönüşümünü hedef alan bir çizgi yaratamayacaktır. Sınıf örgütlerimizin bu konuya dâhil olması ve biz işçi ve emekçilerin rejim sorununa karşı sınıf eksenli bir tavır takınması hayati bir önem taşıyor. Sınıf örgütleri susuyor • Bu süreç içerisindeki en büyük eksiğimiz, sınıf örgütlerimizin süreci bir seyirci gibi izlemeleri. Bu kavga bizi doğrudan ilgilendiriyor. Çünkü darbeler ve elimizden alınan haklar gerçek. Sınıf örgütlerimizin bu konuya bugün ve ilerleyen günlerde dört el ile sarılması hayati bir önem taşıyor. Bu süreç içerisinde sınıf örgütlerimiz işçiden emekçiden yana demokrasi ve anayasa taleplerini dile getirmeli. Kapalı kapılar ardında yapılan görüşmelerin ve bu konu ile ilgili olan tüm dava süreçlerinin sınıf örgütlerinin takibine açılması talepleri ise, bizler için önemli bir başlangıç olacaktır.
POLİTİKA
İşverene açılan bir paket daha!
5
Sınıf bilinçli işçilere düşen görevler… Oktay Benol, 29 Haziran 2009 Sınıf bilinçli işçiler kriz sürecini mutlaka dikkatle takip etmeliler! Neden? Çünkü patronlar ve hükümetleri kriz ve sonuçları hakkında sürekli yalan söylüyor. Dün söylediklerini de bugün kolayca inkâr ediyor. Hatırlarsınız! Geçen yılın ekim ayında Başbakan Erdoğan, “kriz bizi teğet geçecek” dedi. Bu ifadenin kendisi de, tartışması da, tekrar tekrar ele alınması da herkese gına getirdi, biliyoruz! Ama Başbakan bunu söylediğinde işsiz kalanların sayısı bir önceki aya göre 139 bin, bir önceki yılın aynı dönemine göre 385 bin kişi artmıştı. Bir ay sonra ise kriz nedeni/bahanesiyle işsiz sayısı Kasım 2008’de 645 bine, Aralık 2008’de 838 bine çıktı. Kısacası Başbakan “teğet geçecek” dedikten sadece iki ay sonra, resmî rakamlara göre bile, bir milyona yakın kişi kriz nedeni/bahanesiyle işsiz kalmıştı. Aralık 2008 itibariyle işsiz kalanların gerçek sayısı 1,5 milyon ve toplam işsiz sayısı da 5 milyondu. Bu tablo Başbakanı utandırmış olmalı ki teğet lafını daha sonra sürtünmeye çevirdi.
Hükümet, yeni paketini açıkladı. Türkiye’yi sosyoekonomik yapısına göre dört bölgeye ayıran ve 12 sektöre yönlendiren teşvik ve istihdam paketi, devlet tarafından sunulacak teşvik araçlarını şöyle sıralıyor: Kurumlar veya gelir vergisi indirimi; SSK primi işveren hissesinin belli bir süre Hazine tarafından karşılanması; az gelişmiş bölgelerde yatırım için kullanılacak kredilerin faizinin bir bölümünün karşılanması; bölgesel, sektörel ve büyük proje bazında belirlenen ilkeler çerçevesinde yatırımlara yer tahsis edilmesi; KDV istisnası ile gümrük vergisi muafiyeti.
Belirtilen tüm düzenlemeler en fazla 6 aylık bir süreyi kapsıyor. Bu en temelde, hükümetin işsizliği azaltma değil erteleme amacıyla hareket ettiğinin göstergesi. Bir kere niyetlerimiz ortak değil, bunu bir kez daha görüyoruz. Ama hükümetin tek amacı ertelemek de değil, bundan da önemlisi, bu yüksek işsizlik oranlarından hareketle hükümetin yeni istihdam modellerine geçişi meşrulaştırıyor oluşu. Nedir bunlar? Bir kere işverene, işçiyi, ücret vermeden çalıştırma hakkı tanıyor. Dikkatinizi çekmiştir, önerilen yeni istihdam modellerinde, işçi, stajyer ya da geçici işçi konumunda çalıştırılırken ücreti ve sosyal güvenlik primleri devlet tarafından karşılanıyor.
Ayrıca yeni paketin içeriğindeki, “toplum yararına yapılacak işler yolu ile 6 aya kadar iş imkânı”, “ 200 bin işsize meslek edindirme kursu”, “Lise ve üstü eğitim aldığı halde işsiz olan 100 bin gencin stajyer olarak istihdam edilmesi” ve onlara “6 aya kadar asgari ücretten düşük olmak kaydıyla maddi destek sağlanması”,
Peki devlet bunları nereden karşılıyor? İki kaynak belirtiliyor: Hazine ve işsizlik fonu. Tam da burada çarpıcı bir tablo ortaya çıkıyor. Ücretlerimiz hazineden ve/ ya işsizlik fonlarından karşılanıyor; peki, hazine zaten bizden alınan vergilerle, işsizlik fonu yine ücretlerimizden kesintilerle oluşturulmuyor mu?
Cemre Sava, 29 Haziran 2009
Krizin bizzat sorumluları olanlar vergi indirimlerinden yararlanırken, kriz dönemlerinde bile teşvik alırken, işçi ve emekçiler en başından beri olduğu gibi fedakârlık yapmaya çağrılıyor “Özel istihdam bürolarına geçici iş ilişkisi kurma yetkisi verilmesi”, “30 Nisan 2009 tarihi itibariyle firmaların yılsonuna kadar mevcut istihdamlarına ilave olarak işe alacakları personelin sosyal güvenlik primlerinin 6 ay boyunca devlet tarafından karşılanması” gibi maddelerle 500 bin kişiye istihdam sağlanacağı iddiasında bulunuluyor. Bu iddia tahmini işsizlik oranının yüzde 25’lere ulaştığı bugünlerde kulağa hoş geliyor, bu inkâr edilemez. Ancak kulağa hoş gelen ama hoş gitmeyen laflar sayısız defa işittik, bu da inkâr edilemez. Bir kere işçi ve emekçiler teşvik ve istihdam olmak üzere iki ayaktan oluşan bu paketin neresindeler? Paketin tamamını inceleyecek olursak yatırım adı altında geçen asgari tutarın 50 milyon TL’nin altına inmediğini görebiliriz. Bu durumda teşvik edilmediğimiz aşikâr, değil mi? Peki, acaba, şu istihdamla ilgili düzenlemeleri içeren bölümde düşünülmüş olabilir mi işçi ve emekçiler? Üst kısımda paketin istihdama ilişkin bölümlerini alıntıladım; hepsinde 6 aylık bir süreden bahsediliyor.
Cevap açık. Peki, bu durumda, biz zaten bizim olanı almak için mi yeniden istihdama katılıyoruz... Paketten anlaşılan, evet! Ve yine paketten anlaşılan, işveren bu durumda emeğimizi karşılıksız kullanıyor. Özgür Müftüoğlu, bu nedenle, “Çalışma yaşamı literatürüne ‘geçici işçi’, ‘güvencesiz işçi’ kavramlarından sonra ‘bedava işçi’ kavramı da eklenmiştir” diyerek özetliyor durumu. Görüldüğü gibi, bu krizin bizzat sorumluları olanlar vergi indirimlerinden yararlanırken, kriz dönemlerinde bile teşvik alırken, işçi ve emekçiler en başından beri olduğu gibi fedakârlık yapmaya çağrılıyor. Sonuç olarak belirtmek gerekir ki, kriz fırsatçılığı paketin her köşesine yedirilmiş durumda ve zaten Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün de bu paketin “krizden sonraki fırsatları yakalamak için” çıkarıldığını önemle belirtiyor. Çünkü işverenler ve onların sözcüleri öyle emin ki krizden çıkacaklarına, nasıl olsa tüm yük işçi ve emekçilerin üstüne yığılıyor. Birileri bu krizden çıkamayacaksa bile bunlar bu yüzden kendileri değil!
“Kriz sürtünüp geçecek!” • Erdoğan bu sözü Mayıs 2009’da söyledi. Oysa Mart 2009 itibariyle bir önceki döneme göre işsizlerin sayısı -resmî olarak- 1 milyon 244 bin kişi daha arttı. Patron sendikası TİSK bile işsiz sayısını 6 milyon olarak açıkladı. Ortada kriz nedeniyle işsiz kalmış 2 milyonu aşkın işçi ve emekçi var. Gerçek toplam işsiz sayısı Temmuz 2009 itibariyle 7 milyon civarında. Diğer bir ifadeyle en iyi olasılıkla her 4 kişiden biri işsiz… Şurası açık: İşsiz kalanların yeni bir iş bulabilmeleri mucizelere bağlı… İşsiz kaldıklarında alabildilerse kıdem/ihbar tazminatları bitti. İşsizlik sigortası zaten süreli, sınırlı, şartlı bir ödeme; o da bitti… Kayıt dışı çalışanlar zaten baştan tokadı yemiş… 2010’da toparlanma yalanı! • Kuşkusuz bunları krizi yaşayanlar olarak hepimiz biliyoruz. İşçi Cephesi’nin her sayısında bu konuda ulusal, uluslararası çok sayıda haber-yorum-söyleşiye de yer veriyoruz… Sizler de okuyorsunuz… Bu noktada önemli ve gerekli olan sınıf bilinçli işçilerin bütün bu karanlık tabloya rağmen bir işçi seçeneğinin de olduğunu işçi sınıfına ve emekçi kitlelere kararlılıkla taşımaktan vazgeçmemesi. Çünkü patronlar ve yandaşları sermaye seçeneğini uygulamaktan vazgeçmiyor… Başbakan henüz birkaç gün önce Türkiye’nin krizi en az zararla atlatan ülke olduğunu söyledi. Hızını alamadı 2010’da toparlanmanın başlayacağını da ilan etti. Sınıf bilinçli işçiler; işsiz kalmış, ekmeğini yitirmiş, çaresiz duruma düşürülmüş milyonlarca işçi ve emekçiye Erdoğan’ın bu sözlerini taşımalı. Türkiye’nin başbakanının cebinde sadece patronlar için kriz reçeteleri bulunduğunu anlatmalı. Sınıf bilinçli işçiler krize karşı en gerçekçi çözümün işçi ve emekçilerin çözümü olduğunu çok iyi bilir. Bunu ısrar ve kararlılıkla sınıfımıza taşımaya devam etmeliyiz… Krizin yıkıcı sonuçlarına karşı mücadele için üç madde… 1) Öncelikle yıkımı durdurmalıyız: Krizin işçi ve emekçiler üzerinde yarattığı yıkımın durdurulması için talebimiz: İşten çıkarmalar yasaklansın! Her yerde mücadeleyi birleştirmeliyiz! 2) Sonra kayıpları telafi etmeliyiz: Kriz başladığından bu yana işini-aşını kaybedenlerin mağduriyetlerinin giderilmesi için talebimiz: 4 Vardiya 6 saat İş! Tüm işsizlere iş bulunana kadar işsizlik ödeneği! 3) Ve eşit ve adilce bölüşmeliyiz: Toplumun tüm işçi ve emekçilerinin insanca yaşayabileceği bir hayat için talebimiz: Herkese iş, aş, sağlık ve eğitim güvencesi! Kaynak yok diyenlere cevabımız savaşa ve ekonomiyi batıran patronlara değil işçi ve emekçilere bütçe! Sınıf bilinçli işçiler bulundukları her alanda bu talep ve hedefler doğrultusunda, kararlı bir şekilde, mücadelelere öncülük etmelidir… Krizin işçi ve emekçiler lehine çözümü buna bağlı…
6
POLİTİKA
1 milyar aç ya da gıda tekelleri nasıl daha zengin olabilir? Sedat D., 29 Haziran 2009
Son bir yıl içerisinde tüm dünyada açlık sınırının altında yaşayan insanların sayısı 300 milyon daha arttı ve 1 milyarı buldu! “Açlık sınırının altında olmak”, “açlıktan ölmek üzere olmak” demenin daha az rahatsız eden ifadesi. Bu durumda şöyle diyelim: Şu anda bizim dünyamızda 1 milyar insan, kelimenin gerçek anlamı ile açlıktan ölüyor! Peki, korunma çaresi ne? Gıda tekelleri ‘90’lı yıllardan beri açlık sorununa dair dünya çapında bir çıkış yolu gösteriyor:Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar. Gıda tekelleri, GDO adı verilen bu genetik müdahale yöntemleri ile gen yapıları değiştirilen bitki tohumlarının çok daha ucuz olduğunu ve besin değerinin daha yüksek olduğunu söylediler. Böylece günümüze kadar GDO’nun dünya pazarındaki payı hızla arttı. Bunun ilk bilançosu Monsanto, DuPont ve Syngenta Dow gibi şirketlerin biyoteknoloji devleri haline gelmesi oldu. Ardından da, GDO’nun daha besleyici olmadığını ifade eden bilimsel çalışmalar ortaya çıktı. GDO’nun çeşitli hastalıkların tetikleyicisi olduğu savı ise çürütülemedi. Bu tohumların ekildiği toprakların verimliliği düştü ve ürün çeşitliliği yok oldu. Bitkilerde yapılan bazı genetik değişikliklerin insan vücuduna da aktarılabildiği açığa çıktı (en çarpıcı örnek şu: Kendi böcek ilacını sentezleyebilen mısırdaki genetik değişiklik, insan bağırsağındaki bazı bakterilere de geçince, bağırsak bakterileri insan vücudunda böcek ilacı sentezlemeye başladılar).
Bahsettiğimiz tekeller ise üretilen tohumların patentini alarak, pek çok tohumun dünyada kendilerinin izni olmadan ekilmesini yasakladılar. “Terminatör tohum” olarak adlandırılan bu tohumlar ise, ekildikten sonra yeniden tohum vermediği için mali açıdan da bir felaket yaratmaya devam ediyor. Ve bugün GDO benzeri projeler halen açlık sorununa burjuvaların getirdiği tek çözüm konumunda. Bunun bir anlamı var: Açlıktan ölmek tehlikesi her birimizin kapısını çalıyor. Nasıl mı? GDO’nun Türkiye’de ekimi, ithali ve tüketiminin tamamen yasallaşmasını sağlayacak yasa tasarısı Başbakanlığa sunuldu. Bu tasarıya meclis içerisinden henüz bir itiraz gelmedi. Sorunumuzu bir bütün olarak görelim: Yaşadığımız topraklarda gıda ürünlerinin zamlanması, GDO’nun yasallaşması ve artan işsizlik! Sonuç: Bugün açlıktan ölme tehlikesi, yalnızca kara derili kardeşlerimizin sorunu olmaktan çıktı. Hepimizin sorunu haline geldi. 1 milyar ölünün ardından bir milyar birinci kişi olmaya aday olan kişi sensin! 1 milyar birinci kişi olmaya bir aday da benim... Bu durumda; biz çocuklarımıza bölüp bölüp paylaşırken hiç bitiremeyeceği bir somun ekmek, bir kımızı elma, güzel pişirilmiş bir balık, bir bardak su ve onurlu bir gelecek bırakmaya çalışıyoruz. Ya sen?
Sendikal hakkımız engellenemez! Kemal Boran, 30 Haziran 2009 Türkiye’de işçi hareketinin önünde birçok sorun ve engel bulunuyor. Çalışanların haklarını savunmak için yola çıkan sendikalar mücadeleci sınıf örgütleri olmaktan uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Bu bizzat sendika bürokrasileri eliyle yapılmak isteniyor. Sürekli sendika hakkını kullanmak isteyen işçilerin işlerinden atıldığına tanık oluyoruz. Her yer ve aşamada sendikasız çalışma dayatılıyor. Uluslararası Sendikalar Federasyonu İTUC’un 2008 yılına dair hak ihlallerini derlediği rapor durumun çarpıcılığını ortaya koyuyor. Rapora göre, 2008 yılında, 68 ülkede 7500 kişi sendikal faaliyetleri nedeniyle işten çıkarılmış. Türkiye’de bu sayı 2000 ve bu yüzden bu 68 ülke arasında ilk sırada. Oysa sendika kurmak ve sendikaya üye olmak anayasal bir hak. Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 118. maddesi aynen şöyle: “Sendika kurmak haktır. Sendikal faaliyette bulunmak haktır. Bu hakkı engellemeye çalışmak suçtur.” Ama öte yandan, bu hakkı tanıyan yasa, hakkın kullanımına yönelik sınırlamalar da koymakta. Mesela, kamuda hükümet toplu pazarlık, sözleşme ve grev haklarını tanımıyor. Dayanışma grevi, toplu grev, iş yavaşlatma ve işyeri işgalleri hâlâ engelleniyor. Ki bu meselenin resmi boyutu, bir de fiili boyutu var. O da sendikal faaliyet içinde bulunan işçilerin türlü bahanelerle işten çıkarılması ya da ayrılmaya zorlanması. Mesela günümüzde çokça başvurulduğu gibi, patronlar sendikaya üye olduğu için çıkartamadığı işçiyi ekonomik kriz ve işlerin azalması gibi bahanelerle işten atıyor. SİNTER’de yaşandığı gibi… Sendikal haklarını kullanmak isteyen ve DİSK’e üyelik kayıtlarını yaptıran Ümraniye İMES’teki metal iş kolunda çalışan SİNTER işçileri sendikal haklarını kullandıkları için işten atıldı. Gerekçe olarak ise ekonomik kriz sunuldu.
Yine, bildiğimiz gibi, ATV-Sabah çalışanları da sendikal faaliyetleri nedeniyle işten çıkartıldı. İşte tam da bu yüzden mücadeleleri birleştirelim diyoruz. Sendikal hakkımızı kullanmamıza engel olma çabasında olan patronlara gereken cevabı ancak böyle verebiliriz. Unutmamamız gereken en önemli şey de sendikanın işçinin hakkını almasında ve bir arada durmasındaki önemi. İşte o yüzden en kötü sendika bile sendikasızlıktan iyidir diyoruz. Türkiye’de işçi hareketinin birçok sorunu var ama işçi ve emekçiler bu sorunlarla başa çıkabilecek güce sahipler. Çalışanların haklarını savunmak için yola çıkan sendikaların birer mücadele örgütü olmaktan çıkarılmaları
en önemli sorunların başında geliyor. Sendikaların mücadele eden örgütler olmaktan uzaklaşması, patronların ve hükümetlerin sendika düşmanı uygulamaları sonucu son 30 yılda işçi sayısındaki artışa rağmen sendikalı işçi sayısı 3,5 milyondan 750 bine gerilemiş durumda. Tablo durumun vahametini net olarak gösteriyor. Sendikalılaşmanın önündeki engellerin kaldırılması ve sendikaların tekrardan birer mücadele örgütü haline gelmesi çok önemli bir gereklilik. Çalışan her işçi sosyal güvence altına alınmalı, sigortasız çalışma engellenmeli, anayasal hakkımız olan sendikal haklar üzerindeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Bu nedenle sendikaların tekrardan sınıfın mücadele örgütleri haline getirilmesi başta gelen hedeflerimizden biridir…
KADIN SAYFASI
Nahide Opuz davası… Özüm Tanır, 29 Haziran 2009 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) aile içi şiddet konusunda Türkiye‘ye karşı açılmış ilk davayı sonuçlandırdı. Mahkeme, Türkiye’nin şiddet gören bir kadını, savcılığa başvurduğu halde, kocasından koruyamayarak ayrımcılık yaptığı kararına vardı ve Nahide Opuz’a 36 bin 500 Avro ödenmesi kararlaştırıldı. Bu kararın ardından, Başbakan da dâhil olmak üzere, pek çok bakan ve milletvekili tepki gösterdi. Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Başkanı Güldal Akşit, “Olay 2002 yılında yaşandı, fakat o yıldan bu yana kadın hakları konusunda hükümet olarak çok şey yapıldı, duyarlılık arttı, polislere ve askerlere eğitim verildi. Tek talihsiz olaya göre değerlendirip ceza öngörmek Türkiye’ye haksızlıktır” şeklinde açıklamalarda bulundu. Her şey bu kadar yolunda gidiyorsa, her gün karşılaştığımız kadına yönelik şiddette azalma olması gerekmez mi? Nahide Opuz, yıllarca kocası tarafından dövülmüş, otomobille ezilmek istenmiş, bıçakla yaralanmış, ölümle tehdit edilmişti. Her saldırıdan sonra savcılığa başvurmasına rağmen kocası ya delil yetersizliğinden serbest bırakılmış ya da para cezasına çarptırılmıştı. Sonunda çareyi kaçmakta bulan Opuz, İzmir’e kaçmaya çalışırken, annesini eski kocasının tabancasından çıkan kurşunlarla kaybetmişti. Bu olaydan sonra eski eşi Hüseyin Opuz 6 yıl cezaevinde yatıp çıktı. Nahide Opuz, 2002 yılında AHİM’e eski kocasına karşı devletin kendisini “etkili bir şekilde koruyamadığı” gerekçesiyle dava açtı. Evet, 2002’den bu yana bir takım düzenlemeler yapıldı, fakat yeterli değil. Kadına yönelik işlenen suçların bir kısmı töre kapsamına alınıp ağırlaştırılmış ceza-
lar verilirken, bir kısmı ise namus kapsamına alınıyor ve cezalar tahrik indiriminden azaltılıyor. Bu farklılığa karar verenlerse hâkimler, dolayısıyla onların sübjektif ahlak anlayışları… Üstelik uygulamaların denetimi sağlanamıyor. Olaylar yargıya gidene kadar pek çok engelle karşılaşılıyor. Örneğin; koruma altına alınan kadınların adresleri eşlerine polisler tarafından veriliyor. Ya da polise, savcılığa başvuran şiddet gören kadın, kocasıyla zorla barıştırılıp evine gönderiliyor. Bunların yanı sıra, kadınların hayatlarını yeniden örgütlemelerine yardım edecek kurumlar olan Kadın Sığınma Evleri ne yeterli, ne de denetimi sağlanıyor. Hukuki düzenlemeler ne kadar yapılırsa yapılsın, devletin bakış açısı değişmedikçe bu tür suçların önlenmesi mümkün görünmüyor. Devlet kendi bakış açısını, ahlaki değerlerini ve ataerkil planlamalarını topluma ve yargıya dayatıyor. Üstelik kadına yönelik şiddet, yalnızca Türkiye’ye mahsus bir sorun değil; dünyanın hemen her ülkesinde benzer vakalar yaşanıyor. Erkek egemen bir dünyada yasa koyucular, sorunu önlemekten çok umursamaz bir tavırla üstünü örtmeye, tekil unsurlara indirgemeye çalışıyor. Bu karar yalnızca Türkiye için değil, Avrupa için de çok önemli. Avrupa’da ilk kez bir devlet AİHM önünde kadına ayrımcılıktan hüküm giydi. Bu karar bundan sonraki başvurular için örnek teşkil edecek. Fakat Nahide Opuz davayı kazandığı halde hâlâ tehlike altında! Çocuklarını yıllardır göremiyor, yalnız, kaçarak yaşamak zorunda bırakılmış. Kendisini koruma altına alamayan -bunu tercih etmeyen- bir devlet yapısının umursamazlığıyla, adına yaşamak denirse yaşamaya, mücadele etmeye çalışıyor. Erkek egemen sistemin yalnızca kadın olduğu için açtığı yaralarla…
Münferit mi demiştiniz? O zaman birkaç hatırlatma… 2004 - Kadıköy’de iki çocuk annesi T.K. eşi tarafından öldürüldü. T.K. şiddet mağduruydu, dava açmıştı ve mahkeme de kocasının kendisine 200 metreden fazla yaklaşmasını yasaklamıştı. Ancak T.K.’yı evinin girişinde ‘yasaklı kocası’ bıçakladı. 2006 Aralık - Derya Samancı Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisiydi. Ayrıldığı erkek arkadaşının ölüm tehditleri üzerine defalarca polise ve savcılığa başvurdu ancak korunamadı. Üsküdar’da öğretmenlik yapan eski sevgili, Derya’yı bıçaklayarak öldürdü. 2009 Mayıs - Erkek arkadaşını ziyarete gittiği sırada, yakınlarının saldırısına maruz kalarak önce 6. kattan aşağı atıldı. Ağır yaralanan 17 yaşındaki N.E. Siirt Devlet Hastanesi önüne geldiğinde hastane önünde toplanan öfkeli akrabalar sedyedeki N.E.’ye saldırdı. Güvenlik görevlilerinin engellemediği saldırganlar N.E.’yi beş yerinden bıçakladı. 2009 Mayıs - Ağrı’da 23 yaşındaki Y.A.,eşinin kendisini başka bir erkekle aldattığını düşünmesi üzerine yardım için Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü’ne bağlı huzurevine sığınmıştı. Buraya gelen ve yetkililerle konuşan eşi Bayram Akakuş, yetkililerin de ısrarı üzerine Y.A.’yı eve gitmeye ikna etti. Ardından, toplanan aile meclisi kararı ile iki çocuk babası Bayram Akakuş eşinin sol kulağı ile burnunu kesti. Daha sonra bir otomobile bindirilen Y.A. götürüldüğü Tendürek Dağı eteklerinde kocası tarafından karnından şişlenerek ölüme terk edildi.
Hüseyin Üzmez’in üzdüğü insanlar bitmiyor! Rukiye B., 28 Haziran 2009 Vakit gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez’in cinsel istismarına uğrayan B.Ç. (fiziksel yaşı 14, zihinsel yaşı 10,5) şu an Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri servisinde tedavi altında. “Anksiyete bozukluğu” ve “Panik bozukluk” tanısı konulan B.Ç. daha önceden evini özlediğini ve artık yurtta kalmak istemediğini ifade etmişti. Ailesinin dağılmasından kendisini sorumlu tutan B.Ç. “hakim olsaydım o adama (Hüseyin Üzmez) 6-7 yıl hatta 8 yıl hapis verirdim” demişti. Üzmez ise papatya falına dönen adli tıp raporlarından çıkan sonuncu “ruh ve beden sağlığı bozulmuştur” raporu ile 15 yıl ceza istemiyle tutuksuz yargıla-
7
Hak yerini ne zaman bulur? Canan Yılmaz, 25 Haziran 2009 Bir genç kızın vahşi şekilde katli... Üzerine o kadar çok söylendi ki! Biri öldürdü, paketleyip çöpe attı; başka biri zanlıyı kolladı, ona vize verdi. Bir başkası olayı senaryolaştırdı ve her gün bir son durum haberiyle cinayete polisiye roman süsü verdi. Öteki ise oluş sırasına göre, cinayeti vahşet mi değil mi diye sorguladı. Bir başkası artık bir söz hakkı olmayan maktulü suçladı, onu pornografik bir öğe gibi sunarak, genç kızlara adabı muaşeret dersleri çıkardı. Bunlardan biri katil zanlısının pek saygın ailesi idi. Davanın açılmasından, raporlanmasına kadar tüm süreçte ‘saygınlığını’ konuşturdu. Diğeri polis ve istihbarattı, süreci aldığı talimatlarla karartmayı borç bildi. Öteki Adli Tıp Kurumu’ydu ki, artık alıştığımız üzere, Hrant’ın, Pippa’nın katlinde olduğu gibi raporlarını hep son güne bıraktı. Biri de burjuva medya vardı ki, davanın aydınlanması yolunda azimle koşturup durdu (!) ve artık cinayet senaryolarından garip bir zevk almaya başladı. Bu durumda hangisi katilden daha az suçluydu? “Davacı zengin, davalı yoksulsa, zenginden yana işler yasa” diye başlar Can Yücel’in bir şiiri... “Davacı yoksul, davalı zenginse; davalıda kalır yine nizalı arsa. Davacı da davalı da zenginse davada özür diler çekilir aradan kadı. Davacı da davalı da yoksulsa, bak, sade o zaman işte yerin bulur hak” der. Peki ya bu davada ne olacak? Birinci ihtimali, zanlı yakalandığında, daha doğrusu sonunda zanlının tutuklanmasına hem fikir olduklarında neler olabileceğini düşünelim. Zanlı, maktulun kendisiyle ilişkisini istediği şekilde anlatarak tahrik indirimi, hafifletici etkenlerle kısa bir süreyle hapse gider. Dışarıda onu saklayan, içeride de rahat ettirir. Hak yerini bulur?! Ya da başka biri suçu ‘kendiliğinden’ üstlenir, peki o zaman hak yerini bulur mu? Başka bir deyişle, dava sonucu bu dava sürecinde yaşananları aklayabilir mi? Aklayamaz, zira işlemeyen adli kurumları, davanın üzerine gitmeyen meclisiyle tüm devlet kademeleri bu cinayetten ötürü suçludur. Öte yandan, Cerrah’ın ve burjuva basının mağduru suçlayan ifadeleri, aileleri ve erkekleri kadınlarına sahip çıkması gereken bir efendi gibi sunarak, kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin ahlaki düzlemde yeniden üretilmesini pekiştirici bir rol oynamıştır. Üç aylık sosyalist düşünce dergimiz Mesafe’nin ilk sayısında yer alan “Namus’lu’ sistemler, namus’suz’ kadınlar” yazısında belirtildiği gibi katilleri savunan, katli olağanlaştıran bu ataerkil kapitalist örgütlenme ve zihniyet, katilleri ve maktulleri yine aynı olağanlık içinde görünmez kılmıştır ve kılmaya devam etmektedir. Bizse yalnızca katil zanlısının değil, bu süreçte doğrudan ya da dolaylı olarak katliamı olağanlaştıran tüm kurumların yargılanmasını talep ediyoruz.
nıyor. Davası 14 Temmuz’a ertelenen Üzmez bu süre içinde katıldığı bir programda gazetecilerin üzerine gelmesine tepki göstererek “Gazeteci mazeteci dinlemiyorum, programın başından beri konuşuyorsunuz. Ben vaktiyle gazeteci vurmuş adamım”demiş ve gazetecilere lisedeyken Ahmet Emin Yalman’ı vuran adam olduğunu hatırlatmıştı.
şemsiye ile vurunca polis tarafından tutuklandılar. Üzmez gazetecilere “İşim yok da avratlarla mı uğraşacağım?” demesine karşın suç duyurusunda bulundu. Kadın oldukları için böyle bir durumda tepki gösteren insanlara cinsel istismar suçunun yarısı kadar ceza istemi (7,5’ar yıl) ise zihinlerdeki erkek egemen anlayışı ele verdi.
“İşim yok da avratlarla mı uğraşacağım?”• İkinci büyük şoku yaratansa, 10 Şubat günü olan duruşmada Üzmez’i protesto eden Bursa Kadın Platformu’ndan iki kadına basit yaralama ve hakaret suçundan toplam 15 yıla kadar hapis cezası istemiyle ceza davası açılması oldu. Pınar Koyuncular ve Nergiz Şimşek, Üzmez’e yumurta atıp,
Daha önce Adli Tıp Raporu’nun erken ve yanlış gelmesi AKP’nin kadrolaşmasına bağlanmıştı. Halk tepki göstermeseydi olayın üstü kapatılacaktı. Oysa bu tek bir partinin siyasi görüşünün değil erkek egemen kapitalist sistemin sonucudur. Kadın eylemcileri susturmaya, ezmeye yönelik suç duyurusu da bunun göstergesidir.
8
ARKA PLAN
Mücadele b Bazen tek bir k Oktay Benol, 31 Mayıs 2009 Kaç paket oldu, biz sayısını unuttuk. Başbakan Erdoğan, Haziran 2009 başında bir Teşvik ve İstihdam Paketi daha açıkladı. Kendi sözleriyle paketinin amacı şu: “Biz bu teşvik paketini, kriz ortamını fırsata çevirmek ve rekabet gücümüzü artırmak amacıyla yürürlüğe koyuyoruz. Dolayısıyla bu sistemden faydalanacak yatırımların en kısa sürede hayata geçirilmesini de hedefliyoruz.” Gören de AKP hükümeti gerçekten krizle mücadele ediyor sanır… Başbakan bu teşvik paketini kriz bahanesi/nedeniyle işsiz kalan 2 milyon ve halen işsiz 7 milyon kişiye anlatsın. Hadi bunlar gerçek rakamlar, bir yana bırakalım. Resmî rakamlarla, onların diliyle konuşalım: Krizin başından, Eylül 2008’den bu yana 1,3 milyon kişi işsiz kaldı. Toplamda da 3,7 milyon kişi işsiz durumda; resmî rakamlara göre! İş aramaktan umudunu keseni, mevsimlik işçiyi zaten işsizden saymıyor, devletin istatistik bürokrasisi. İstatistikle yalan söyleme sanatının zirvesi bu… İşsiz sayılmayan bu insanlar çalışıyor mu? Hayır! Başka gelirleri var mı? Hayır! Çalışmaya ihtiyaçları var mı? Evet! Neden çalışmıyorlar? İş yok! O zaman neden işsiz sayılmıyorlar? Çünkü iş aramıyorlar! İş olmadığı için olabilir mi? Evet! Umudunu kesmişler… İstatistik sistem komiklikleri bunlar… Hükümet patronlara teşvik, işçilere yıkım sunuyor • Lakin hükümetin kendi rakamlarına göre bile her 6 kişiden biri işsiz. Her 10 gençten 3’ü de işsiz durumda. Tekrar edelim, bunlar hem resmî rakamlar hem de 4 ay öncesine ait; çünkü bugüne ait (Temmuz 2009) rakamlarını İstatistik Kurumu 15 Ekim 2009’da açıklayacak! Bugün elimizde olan rakamlar da 4 ay öncesine ait. Evet, yanlış okumadınız. Bugün 4 ay öncenin sonuçlarını görebiliyoruz. Bugünü ise 4 ay sonra göreceğiz. Ne bilimsellik, değil mi? Tekrar verilere gelirsek; hükümet dışında en iyimser rakamlar bile her 4 yetişkinden ve her 3 gençten birinin işsiz olduğunu gösteriyor. Yukarıda alıntıladık. Teşvik ve İstihdam Paketi’nde ne diyor Başbakan? “Kriz ortamını fırsata çevirmek…” Fırsatçılık konusundaki düşüncelerimizi okurlarımız bilir. İlk kez okuyanlar için kısaca ifade edelim; fırsatçı, hayvanlar âleminin akbabasıdır! Başbakan rekabet gücünden bahsediyor, biz işini kaybetmiş 2 milyon ve işsiz 7 milyondan. İşsiz adamın rekabet gücü konusunda başbakan biz işçi ve emekçilere ne söylemek ister? İşsiz adam rekabet gücünü nasıl arttırır? Bir çay, bir simit parasına, karın tokluğuna çalışarak mı örneğin? Zaten öyle çalışmaktayız çoğumuz! Günde 10–12 değil 15–16 saat çalışarak mı? Daha fazla çalıştığımız çok oldu, azını ise
Mücadele her zaman kazanmak demek değildir. Bazen bir yenilgi büyük talık gibi yayılabilir… Mücadele etme kararı her zaman işçilere aittir. M bağlıdır. Güçlerini daha iyi hazırlayan, sağlam bir plana, programa ve örg henüz görmedik! Sigortasız, asgari ücrete mi? Her 10 çalışandan 4’ü zaten bu durumda! Evet, Başbakan bizi nasıl teşvik edip, rekabet gücümüzü arttıracaksın? Nefes almayan, yemek yemeyen robotlar olarak mı? Gerçi teşvik için yatırım gerekiyormuş, Türkçesi para. İşin bir de istihdam boyutu var. Biz işçi ve emekçiler orada sahneye giriyoruz. Patronlar yatırım yaptıkları bölgenin özelliğine göre yüze 2–10 arası kurumlar vergisi ödeyecek. Böylece patronlar yüzde 10–18 arası vergi indirim desteği almış olacak. Bu kadar da değil. Bu yatırımları yapan patronlar bölgeye göre 2 ile 7 yıl arasında bir süre SSK işveren primlerini ödemeyecek. Yine bölgeye göre TL kredi kullanan patronların faizlerinin 3–5 puanlık kısmını Hazine ödeyecek. Size de bir şeyler garip gelmiyor mu? İMF’si, TOBB’u, TÜSİAD’ı uzun yıllardır Türkiye’nin yatırım bölgelerine ayrılmasını ve bölgesel asgari ücret belirlenmesini istiyorlar. Amaçları “ekonomik açıdan gelişmemiş” bölgelerde daha düşük asgari ücret ödemek. Bu bölgelerde patron için vergi indirimi, SSK prim muafiyeti var ve faiz ödemelerini hazine yapıyor. İşçiye gelince ise 5 lira olan asgari ücreti falanca bölgede 2 lira yapalım diyorlar. Bunun adı ancak patronlar için teşvik/ destek olabilir. İşçiler için ise iliğine kadar sömürmekten başka ad yetmez… Ekonomik çöküş… • Başbakan Erdoğan bir yanda patronlar için teşvik paketleri açıklarken diğer yanda krizden en az etkilenen ülkenin de Türkiye olduğunu söylemekten geri durmadı. Tabii bütün bunlar sadece laf! Başbakan teğet geçecek, sürtünüp geçecek, 2010 yılında kriz bitecek derken Türkiye ekonomisi, tarihinin en yüksek ikinci küçülmesini gördü. 2009 yılı ilk çeyreğinde Türkiye ekonomisi yüzde 13,8 daraldı. Birinci en yüksek daralma İkinci Dünya Savaşı sonrasında 1945’te olmuş. Kısacası Türkiye neredeyse son dünya savaşı sonrası ekonomik yıkım görüntüsüne sahip… Türkiye ekonomisi 2008 yılı son çeyreğinde de yüzde 6,2 oranında küçülmüştü. Böylece iki dönem üst üste ekonomisi küçülen Türkiye resmî verilere göre teknik resesyona (ekonomik durgunluğa) girmiş oldu… Ne zaman girmiş? 2009 yılı ilk çeyreğinde, Ocak-Mart döneminde. Biz hangi aydayız? Temmuz! Yani 2009 yılının ikinci çeyreği bitmiş, üçüncü çeyreği başlamış… Hükümet kalkmış bize henüz birinci çeyrek rakamı veriyor. Ben onu zaten yaşıyorum, bana şimdi ikinci çeyreğin rakamını ver ki başıma gelen tam ola-
Krizin teğet meğet geçtiği yok. Türkiye işçi ve emekçileri krizi en hafif değil en ağır şekilde yaşayanların başında geliyor. Her 4 kişiden biri işsiz ama şirketler kârlarını arttırmaya devam ediyor Geçen yıl Türkiye’nin en büyük 500 şirketinin net satış kârları 16,3 oranında artmıştı. Bu yıl ilk çeyrekte bankaların kârı yüzde 33…
ARKA PLAN
9
bulaşıcıdır! kıvılcım yeter!
k zaferlerin kazanılmasının yolunu açabilir. Bir mücadele bulaşıcı bir hasMücadelede istenen sonuçlara ulaşmak ise karşılıklı güçlerin durumuna gütlülüğe sahip olanlar mücadeleyi kazanır rak nedir, onu göreyim! Kuşkusuz biz işçi ve emekçilerin başımıza gelenleri anlamak için bu rakamlara ihtiyacı yok. Hayatımıza hepsini birebir yaşıyoruz. Bu arada Türkiye’nin birincilikleri biter mi? 2009 yılı birinci çeyreği içinde, şubat ayında, işsizlik yüzde 16,1 ile Türkiye rekoru kırmıştı, unutmadık… Sözün kısası krizin teğet meğet geçtiği yok. Türkiye işçi ve emekçileri krizi en hafif değil en ağır şekilde yaşayanların başında geliyor. Bu koşullara rağmen patronlar ise kazanmaya devam ediyor. Örneğin bankaların 2009 yılı ilk çeyrek kârları yüzde 33 arttı. Geçen yıl Türkiye’nin en büyük 500 şirketinin net satış kârları da 16,3 oranında artmıştı. Her 4 kişiden biri işsiz, şirketler kârlarını arttırmaya devam ediyor ve AKP hükümeti patronlar için teşvik ve istihdam paket desteklerine devam ediyor. İşçi sınıfının ve emekçilerin mevcut kriz koşullarından tek çıkış yolu mücadeleyi birleştirerek bir işçi seçeneği yaratmalarıdır. 15–16 Haziran ve bir işçi seçeneği yaratmak • Bir işçi seçeneği yaratmak olanaksız mı? Geçtiğimiz ay 15–16 Haziran 1970 işçi eylemlerinin 39. yıldönümüydü. Üzerinden uzunca bir zaman geçmiş olmasına rağmen işçi ve emekçiler olarak bu mücadele günlerini kutlamaya devam ediyoruz. Türkiye işçi sınıfının en kitlesel eylemlerinden biri olan 15–16 Haziran bir işçi seçeneği yaratmanın hem mümkün hem de gerekli olduğunun çok iyi bir örneğidir. Bu nedenle de doğal olarak halen çok önemli bir yere sahip. Bir bakıma kapsam ve önem bakımından 1989 Bahar Eylemleri’yle birlikte sınıf mücadele tarihimizin en önde gelen sayılı örneklerindendir 15–16 Haziran işçi eylemleri… Mücadele geçmişimizin bu direniş örnekleri özellikle günümüz benzeri kriz, yıkım ve dağınıklık dönemlerinde daha da bir önem kazanıyor. Her şeyden önce birleşen ve mücadele eden işçilerin ne derece etkili bir güç olabildiğini görüyoruz. Normal zamanlarda işçileri muhatap kabul etmeyenlerin nasıl büyük bir korku ve panik yaşadığına tanık oluyoruz. Birleşip harekete geçen işçilerin toplumun ezilen ve sömürülen kesimlerinin büyük çoğunluğunun sempati ve desteğine nasıl da sahip olabildiğini görüyoruz. Ve tabii aynı zamanda ne derece kalabalık ve kızgın olurlarsa olsunlar kararlı ve deneyimli bir sınıf önderliğinden yoksun olduklarında başladıkları eylemi bitiremediklerini de fark ediyoruz.
Dolayısıyla bir mücadele; açık talep ve hedeflere, bir plan ve programa, örgütlü ve kararlılık sahibi bir önderliğe sahip olmadan istediği sonuçlara ulaşamaz… 15–16 Haziran işçi eylemlerinin en önemli derslerinden biri birlik ve mücadele ise bir diğeri de budur. 15–16 Haziran örneği bize işçilerin en zor ve karamsar görünen koşullar altında dahi mücadele ettiklerini gösteriyor. İşçi sınıfının mücadelesi koşullara bağlı olarak kimi zaman görece daha az sayıda ve bölgede gerçekleşebiliyor ama bitmiyor. Unutmayalım, mücadele her zaman kazanmak demek değildir. Bazen bir yenilgi büyük zaferlerin kazanılmasının yolunu açabilir. Bazen bir mücadele bulaşıcı bir hastalık gibi yayılabilir. Mücadele etme kararı her zaman işçilere aittir. Mücadelede istenen sonuçlara ulaşmak ise karşılıklı güçlerin durumuna bağlıdır. Güçlerini daha iyi hazırlayan, sağlam bir plana, programa ve örgütlülüğe sahip olanlar mücadeleyi kazanır. Sabiha Gökçen yer hizmet işçilerinin sendika zaferi… • Bunun son bir örneğini Sabiha Gökçen Havalimanı’nda yaşadık. Havalimanı’nda yer hizmetlerinde çalışan 700 işçinin büyük çoğunluğu Türkiye Sivil Havacılık Sendikası Hava-İş’e üye olup, sendikalaştı. Hava-İş sendikası toplu sözleşme yapma hakkı kazandı ve Çalışma Bakanlığı’na gerekli başvurularını yaptı. Bu gelişmelerden rahatsız olan işveren durumdaki İstanbul Sabiha Gökçen Uluslararası Havalimanı Yer Hizmetleri A.Ş (ISG Yer Hizmetleri A.Ş) ise sendikalaşma sürecindeki 8 işçiyi işten çıkardı. İşçileri yıldırmayı amaçlayan işverenin bu baskı girişimine karşılık işçiler de arkadaşlarının geri alınması için eylem yaparak karşılık verdi. IGS Yer Hizmetleri’nde çalışan işçilerin toplu sözleşme sürecinde şimdi birinci talebi atılan arkadaşlarının geri alınması… Dünya ekonomik krizi nedeni/bahanesiyle yüz binlerce işçinin işten atıldığı günümüz koşullarında bu çok önemli bir deneyim. Çünkü kriz sadece işten atma, ücretleri azaltma ve daha ağır koşullarda çalıştırma anlamına gelmiyor. Bunların hem bir sonucu hem de bir nedeni olarak sendikalaşma ve örgütlenme üzerinde de büyük baskılar uygulanıyor. Dolayısıyla Hava-İş’te örgütlenen ISG işçileri mücadeleleriyle işçi sınıfına ve emekçilere hem moral verdiler hem de işçi sınıfının örgütlü gücüne güç kattılar. Bu örneklerin çoğalması kriz karşısında işçi ve emekçilerin özgüven ve direncini daha da arttıracaktır. Hem bu örneklerin çoğalması hem mücadelenin birleştirilmesi hem de krize karşı bir işçi seçeneğinin gerekli ve mümkün olduğunu göstermek için… Saflarımızı sıklaştırmaya devam…
Başbakan teğet geçecek, sürtünüp geçecek, 2010 yılında kriz bitecek derken Türkiye ekonomisi, tarihinin en yüksek ikinci küçülmesini gördü. 2009 yılı ilk çeyreğinde Türkiye ekonomisi yüzde 13,8 daraldı. Birinci en yüksek daralma İkinci Dünya Savaşı sonrasında 1945’de olmuş. Kısacası Türkiye son dünya savaşı sonrası yıkım görüntüsüne sahip…
10
ULUSAL SORUN
Ahmet ve Uğur Kaymaz neden öldürüldü? Geçtiğimiz günlerde Yargıtay 1. Ceza Dairesi, 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ve babası Ahmet Kaymaz’ın polis ateşi sonucu öldürülmesiyle ilgili 4 polisin “meşru müdafaadan” beraat kararını onadı. Peki, neydi herkesin hafızasına yargısız infaz diye kazınan bu olay? Salih Şimşek, 30 Haziran 2009 Yargısız infaz • 21 Kasım 2004’te “meçhul” biri tarafından polise Turgut Özal Mahallesi’ndeki bir evde eyleme hazırlanan teröristlerin bulunduğu ihbarı yapıldı. Polis savcılığı aranarak evde arama yapılması için sözlü (!) izin aldı. Evin etrafını saran polisler, 31 yaşındaki kamyon şoförü Ahmet Kaymaz ve oğluna, ayaklarında terlikle dışarı çıkarken ateş açtı. Kimi kaynaklar babaya 4, oğluna 9 kurşun, kimileri de Uğur’un sırtına 9, göğsüne 4, babasına ise 8 kurşun isabet etti diye yazdı. Mardin Valiliği resmi basın açıklamasında “İki terörist ölü olarak ele geçirildi.” dedi. Polisin “yanlış ihbar ve istihbarat üzerine yargısız infaz yaptığı” iddiası yaygınlaşınca, Mehmet Karaca, Yaşefettin Açıksöz, Seydi Ahmet Töngel ve Salih Ayaz adlı 4 polis hakkında Mardin Ağır Ceza Mahkemesi’nde “meşru müdafaa sınırlarını aşarak faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek”ten 12’şer yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı. Dava, sanıklar duruşmaya gelmeyecek olmalarına rağmen -21 Şubat 2005’teki ilk duruşmada, sanık polislerin görev yaptıkları illerde ifade vermeleri kararlaştırıldı- güvenlik gerekçesiyle Eskişehir Ağır Ceza’ya gönderildi. Çatışıldı mı ki müdafaa meşru olsun? • Duruşmalarda polis avukatları, Uğur Kaymaz’ın 12 yaşında olmadığını ispatlamaya çalıştı: Uğur’un bıyıkları terlemiş, koltukaltında tüyler çıkmıştı. Ancak bu iddia Adli Tıp raporlarıyla yalanlandı. Olayla ilgili inceleme yapan TBMM İnsan Hakları Komisyonu üyeleri ise çatışma izi göremediklerini rapor etti. Yargılama sürecinde, oğlunu ve kocasını kaybeden Makbule Kaymaz hakkında örgüt üyeliği suçlaması yapıldı. Diyarbakır Başsavcılığı ise Makbule Kaymaz için takipsizlik kararı verdi. İnsan hakları ama ezenin mi ezilenin mi? • Şimdi, bu iki insan neden öldürüldü? Milletvekili veya mal mülk sahibi bir işadamı olsaydılar ve evleri ihbar edilseydi
yine cinayet mi olacaktı? Katiyen hayır! Bu yüzden burada meseleye sadece insan hakları ihlali olarak bakmak yanlıştır. Çünkü sınıflı toplumda ezen ve ezilen insanın hakları farklıdır. Nitekim ezilen bir Kürt olarak Ahmet Kaymaz ve oğluna düşen, yargılı-yargısız bir infaz oldu. Ezenlerin yanında yer alan polisler korundu, kollandı:
Eskişehir Ağır Ceza, 14. duruşmada polislerin meşru müdafaada bulunduğu gerekçesiyle beraat kararı verdi. Yargıtay 1. Ceza Dairesi de mahkeme kararını oybirliğiyle onadı. Karara hiçbir Yargıtay hâkimi muhalefet etmedi. Dava şimdi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidecek.
Dersimiz propaganda: Barış süreci ve söylem üzerine İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi, 8 Haziran 2009 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere, Günlük Gazetesi’nin 1 ay süreyle kapatılmasına hükmetti. Terörle Mücadele Yasası’na dayandırılan bu karar, gazeteyi “terör örgütünün propagandasını” yapmak suçundan mahkûm etti Barış Sansar, 27 Haziran 2009 Örgüt ve propaganda sözcüklerini tanımlayan terör kavramı, kararın içeriğindeki gülünçlüğü bir nebze olsun hafifletip üzerine düşünülmeye değer hale getirmiş gibi gözüküyor. Zira yıllardan beri Kürt Halkını inkâr ve imha yoluyla sindirmeye çalışan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin –ki kendisi de kelimenin gerçek anlamıyla bir örgüttüruyguladığı politikaların “Türklük propagandası” olmadığını iddia etmek oldukça zor. Türkleştirilen ya da yerinden edilip, yok edilen Kürt Halkının örgütlenmesi, bu yolla kendi kültürünün ve yaşam biçiminin korunması ve devamlılığını sağlayacak propaganda araçlarını yaratması terörize edici bir durum mudur? Bu soruya verilecek yanıtı, benzer gerekçelerle kapatılan onlarca gazete, hâlâ güncelliğini koruyan “parti kapatma” tartışmaları ve operasyon haberleriyle besleme-
miz mümkün. Ancak esas mesele, kapitalizmin doğasıyla doğrudan ilintili “barış” algısının tartışmaya açılmıyor olması. Nasıl ki, İsrail barış sürecini Yahudi yerleşim birimlerinin inşasını hızlandırmak, Filistin’in insansızlaştırması sürecini gizlemek ve bir sonraki operasyon dalgasına kadar dünya kamuoyundaki imajını tazelemek için bir araç olarak kullanıyorsa; Türkiye Cumhuriyeti Devleti de, barış sürecini, inkâr ve imha politikalarının devamlılığını sağlamak için kullanıyor. Yakın zamanda, Alman Yüksek Mahkemesi’nin Türkiye’den giden Kürt sığınmacılar için verdiği “geri dönün, orada Kürtlere yönelik baskı ve ayrımcılık yok” kararı da devletlerarası ve devletler üstü “işbirliği” ve “eşgüdümü” açıkça gözler önüne sermekle kalmıyor, aynı zamanda birbirine benzeyen “barış süreçlerinin,” son tahlilde, dünya halklarının çıkarına olmayacağının da işaretini veriyor.
GENÇLİK
11
Yaz okulu: Hayır mı, şer mi? Dicle Nadin, 29 Haziran 2009 Okullar kapandı ve birçok üniversite yeni yaz okulu tarifelerini açıkladı. Tarifeler oldukça fahiş fiyatlar içeriyor. Bütün bir sene okullara para akıtan öğrencilerin zoru neydi ki, binlerce öğrenci yazını yine okulda geçirmeye karar verdi? Peki, bu pervasız fiyatları dayatanların özgüveni nereden gelmekteydi? 1999 yılında AB’nin öncülüğünde başlatılan Bologna Süreci, üniversitelerde eğitimin işgücü piyasasına uygun nitelikte işçiler yetiştirmesi, üniversitelerin şirketlerin talepleri doğrultusunda daha verimli kullanılmasını amaçlayan anlaşmalar bütünüdür. Kapitalizmin yapısal krizlerini aşmak için uyguladığı yöntemlerden biri de, doğrudan kâr sağlamayan kurumları işlevsiz hale getirmesi, kendine yeni sektörler yaratma arayışına girmesidir. Türkiye’nin Bologna sürecine 2001 yılında dâhil olması bu açıdan anlamlıdır. İşte devlet okullarındaki piyasalaşma sürecini ve yaz okullarının
bu denli yaygınlaşmasını bu çerçeveden okumak gerekir. Bu sürecin ülkemizdeki baş mimarı YÖK, Bologna sürecinin tavsiyelerine harfiyen uymaktadır. Üniversitelerin yaz okulu yönetmeliklerinde; öğrencilerin yaz tatilini değerlendirmesi, sene içinde başarısız olduğu dersleri telafi etmesi gibi oldukça iyi niyetli ifadeler yer alıyor. Oysa yaz okullarında bir dersin ücreti 100 ila 400 lira arasında değişiyor. Bununla birlikte hocaların sene içerisinde çan eğrisi gibi öğrenciler arası rekabet yaratan uygulamaları, yaz okulunda iyi notlarla geçirmeleri; öğrencileri sömürme derdi değil de nedir? Yaz okuluna gelen hocaların ders başına alınan ücretin yüzde 70’ine sahip olmaları bu gayretlerini anlamlı kılıyor. Ek olarak, “özgür” iradesiyle yaz okulunu seçen öğrenci, yol ve barınma masraflarını karşılamak için de, aynı iradeyle hafta sonlarını ucuz işçi olarak geçirebiliyor. Eğitimin giderek “bireysel” bir mesele haline getirilme-
si ve her “iyiliğin” elbette bir karşılığı vardır mantığıyla işleyen Bologna süreci, bütün öğrencilerin bu piyasaya katkı sunmaları için gereken tüm koşulları da yaratmış durumda. Çünkü birçok öğrenci için yaz okuluna gitmek; kışın tembellik ettim yazın cezasını çekerim gibisinden bir mesele değil. Belirli sayıda dersten kalınca ya da okulunuz uzayınca; yurttan atılma ve bursunuzun kesilmesi korkusu, harçlarınızın aşırı zamlanması yaz okulunu mecburi kılıyor. Sene içinde size sınırlı sayıda ders vermeleri, daha fazla istediğiniz takdirde, size başarısızlığınız gösterilerek, yaz okulunu adreslemeleri bunun bireysel bir mesele olmadığını gözler önüne seriyor. Bu nedenlerden ötürü, biz öğrenciler bu piyasalaşmanın önüne geçmek için bir araya gelmeli; yaz okulu uygulamasının kaldırılmasını; öğrencilere bütünleme sınav haklarının tanınmasını talep etmeliyiz. Üniversiteleri patronların hizmetine sunan Bologna sürecinden Türkiye acilen çekilmelidir!
Arttı Arttı kontenjanlar arttı! Peki ya diğerleri?! Ela Toprak, 29 Haziran 2009 YÖK Genel Kurulu 11 onay 9 retle üniversitelerde kontenjan artışını onayladı. Böylece üniversitelerde kontenjanlar yüzde 15 arttı. Peki, nedir bu kontenjan artışı? Üniversitenin kontenjan artışı, eskisine oranla bölümlere daha fazla öğrencinin alınmasını belirtir. Kimine göre bu durum herkesin üniversiteli, okumuş, aydın olmasını getiriyor; kimine göre ise işsizler ordusuna yeni neferler katıyor. Olayı bu kadar yüzeysel değerlendirmemek gerektiği kanısındayım. Gelin birlikte koşulları ve olanaklarıyla, önümüzde açacağı ya da açmakta olduğu yeni kapılarıyla kontenjan artışını inceleyelim. Öğrenci, öğretim görevlisi ve yükseköğretim üçgeninde ele alacak olursak; geçmişe baktığımızda, yükseköğretim kuruluşlarının birçok alanda eksiklikleri olduğunu görürüz. Finansal kaynak, altyapı yetersizlikleri (bina kapasitesi, eğitim materyalleri vs.), öğretim görevlisi açığı... Tüm bunlara rağmen kontenjan artışının
yapılması, saydığımız koşullarla birlikte öğrencilerin ve öğretim görevlilerinin koşullarını daha da zorlaştırmaktadır. Ülkemizde birçok bölüme öğretim görevlisi atanmıyor. Ortaya çıkan açık da rotasyonlarla kapatılmaya çalışılıyor. Bu arada, finansal kaynak yetersizliğiyle de birlikte öğretim görevlileri araştırma ve yayın yapamaz hale geliyorlar. Peki, üniversiteye kapağı atan biz öğrencileri neler bekliyor? 4 ila 7 yıl arası değişen “eğitim-öğretim” süresi, har(a)çlar, kitaplar, barınma vs.ile yüklüce bir masraf silsilesi. Ya mezun olduğumuzda? Birçok bölüm için geçerli olan bir gerçeğin, sadece işsizliğimizi bir adım daha ötelediğimizin farkına varacağız. Öte yandan kontenjan artışı, tıp, diş hekimliği, hukuk, mühendislik gibi bölümleri de kapsıyor. Yani artık bir tıp fakültesi mezunu için bile işsizlik söz konusu olabilecek. Değinilmesi gereken bir başka nokta da, kontenjan artışının çalışma hayatına yansımaları. Örneğin bu konuda tıp fakültelerini ele alabiliriz. Zaten şu an yetersiz alt yapısı, öğretim elemanı ve finansal kaynaklarıyla birçok yetersizliğe sahip olan tıp eğitimi daha da niteliksiz-
leşecek. Öğrenciler vasıfsız birer doktor olarak mezun olacaklar. Kontenjan artışıyla birlikte daha fazla doktorumuz olacak, bu kadar çok ve vasıfsız doktor diğer iş alanlarında olduğu gibi ücretlere ve çalışma koşullarına yansıyacak. Bu durumun şimdiden, aile hekimliği uygulaması, performansa dayalı çalıştırma, kamu hastaneleri birliği yasası, tam gün yasası ile yolu açıldı. Manzaraya bir de diğer açıdan bakalım, bütün bu kargaşanın içinde toplum sağlığı kim vurduya kurban oldu. Kapitalizmden söz ederken, ihtiyaca değil kâra dayalı üretimden söz ederiz. Aslına bakarsanız bu alanda da durum pek farklı değil. Üniversite mezunları ya işsiz ya da formasyonuyla alakasız işlerde çalışmaya mahkûm. Kontenjan artışına karşı çıkan 9 YÖK Genel Kurul üyesi, bu kararın hiçbir plan ve program dâhilinde yapılmadığını söylüyorlar. Ne yazık ki, bu önermeye katılamadığımızı belirtmek isteriz. Yapılanlar sosyal yıkım ve kârlılık oranlarının artırılması adına her şeyin, yaşam hakkının, sağlıklı yaşam hakkının dahi paraya bağımlı kılınmasının plan ve programı dâhilinde.
ÖSS’nin diğer kaybedenleri: Dershane öğretmenleri Doğan Koca, 28 Haziran 2009 Bu yıl da ÖSS’yi kazanan dershane patronları oldu. 1965’te resmî nitelik kazanan dershanelerin sayısı 1970’lerin başında 150’ydi, 2000 yılında 1864 iken 2008’de 4270’ti. 2005 yılı itibariyle dershaneye devam eden öğrenci sayısı ise 1 milyon 71 bin 827. Erdoğan’ın geçen yıl ‘garabet’ diye nitelediği dershanecilik sektörü, 2000 yılından 2008 yılına, yani AKP’nin iktidarda olduğu süre içerisinde rekor düzeyde büyüdü. Liselerdeki eğitimin 4 yıla çıkarılmasıyla geçtiğimiz yıl genel liseler ve meslek liseleri mezun veremedi. Bu değişim sayesinde geçtiğimiz yıl üniversite kontenjanları boş kaldı ve ÖSS’ye girenlerin yarısından fazlasını oluşturan eski mezunlar üniversiteye yerleşebildiler. 2008–2009 öğretim yılında dershanelerin mezun gruplarına kayıt inanılmayacak şekilde düştü. Düşüş o kadar muazzamdı ki, 2009 ÖSS’ye başvuran aday sayısı genel liselerin ve meslek liselerinin mezun vermediği 2008 yılından bile düşüktü. Konten-
janların daha da artırıldığı 2009’da da yerleşen yeni ve eski mezun oranı da oldukça yüksek olacak. Yani dershanecilik sektörünü olumlayan sınava giren aday sayısı ile kontenjanlar arasındaki fark görece azalıyor. Son yıllarda sektör bu denli büyümüşken talepte yaşanan muazzam azalış dershane emekçisinin sırtına bir kambur daha ekledi. Dershanelerdeki öğretmenler çoğunlukla ücret ödenmeyen bir stajyerlik döneminden sonra asgari ücretle çalışırlar. Üstelik birçoğunun sigortası ödenmez. Yıllık sözleşme yapılır ve bu sözleşmeyle öğretmen yıl içinde işi bırakmak isterse maaşının yaklaşık 10 katına tekabül eden tazminatı ödemek zorunda bırakılır. Ayrıca bu müthiş rekabet ortamında öğrencinin gözünü boyamak için sunulan birebir etüt programlarıyla yaklaşık 12 saat mesai yaparlar. Dershanelerin kitapları için ücret karşılığı olmaksızın soru yazmak zorundadırlar. İşte bu korkunç sömürüyü organize eden patronlar sektördeki daralmayı ve krizi bahane ederek birçok öğretmeni işten at-
tılar, işten atmadıkları öğretmenlerin maaşlarından belirsiz bir tarihte ödenmek üzere yüzde 50’ye varan kesintiler yaptılar. İşe devam etme ‘şansına’ sahip öğretmenlerin yükü iki katına çıktı. Bu yıl dershane öğretmenlerinin birkaç yerel hak mücadelesine tanık olduk. Birkaç dershanede toplu iş bırakma sonucu maaşların iyileştirilmesi gibi kazanımlar elde edildi. Fakat diğer mücadelelerde sendikal haklardan dahi yoksun oldukları için patronun işten atma tehditlerine boyun eğmek durumunda kaldılar. Sendikalaşmak isteyen dershane ve özel eğitim kurumu çalışanları birkaç dernek çatısı altında bir araya gelmeye başladılar. Dershanelerde ve özel eğitim kurumlarında çalışanlar için grev ve toplu sözleşme hakkını dışlamayan sendika istiyoruz. Dershanecilik sektörü dershane emekçilerinin ve sınavlara hazırlanan gençlerin sırtında yükseliyor. ÖSS kaldırılsın, dershaneler kapatılsın! Dershane çalışanları MEB bünyesinde kadrolu istihdam edilsin!
12
İŞ YERLERİNDEN
Sinter işçileri direnişlerini anlatıyor… Mevcut haklarımızı kaybetmeye başlayınca hak arayışına girdik. Bu hak arayışının da örgütlü mücadeleyle mümkün olduğunu, bunun için de sendikalaşmak gerektiğini düşündük. Örgütlenme aşamasında 7–8 kişi öncülük etti. Örgütlenme dönemi 5–6 ay sürdü. Bu süreç içinde bir bilinçlendirme, farkındalık yaratıldıktan sonra bir sendikaya (Birleşik Metal İş) üyelik gerçekleşti. Sendikaya üye olduktan sonra bizi işten çıkardılar. Fabrika önünde direnişe başladık ve hâlâ devam ediyoruz. Bir yandan da yasal süreç devam ediyor. İlk duruşmamız Mart’taydı. 8–9 duruşma oldu, hukuki süreç uzadıkça uzadı. Patron bu süreci uzatmak için elinden geleni yaptı, hâlâ da yapıyor; şahit gösterip mahkemeye getirmedi, en son hâkimin taraflı olduğunu söyleyerek reddi hâkim hakkını kullandı. Tabii patron, süreç ne kadar uzarsa işçide o kadar yılgınlık, kopma olur diye düşünerek tüm bunları yapıyor. Kendilerinin koydukları yasayı kendileri çok güzel kullanıyorlar. Bu arada fabrikada üretim devam ediyor. İlk önce içeride işten atılmayan 70 işçi vardı, 15 işçi de sendikayı ve direnişi sattı içeri girdi. Çalışanlar halen asgari ücretle çalışmaya devam ediyorlar, hiçbir sosyal hakları yok ve maaşları da geç ödeniyor. İçeride sendikalı olup da çalışmaya devam edenler de vardı. Ama baskı altındaydılar ve bir süre sonra işten çıkarıldılar. Şu an içeride 8 kişi sendikalı olarak çalışıyor. Grev kırıcılar her zaman olduğu gibi çıkıyor. Patron, muhasebe müdürünün kardeşi üzerine taşeron firma kurdurdu. O firmalara işçi aldı ve imalata devam ediyor. 16 tane siensi tezgâhını Şekerpınar’daki başka bir taşeron firmaya taşıdı. Orada da imalat devam ediyor. Fabrikada da askeriye için ar-ge çalışmaları yapılıyordu. Çalışmalar sonuçlandı ve seri üretime geçildi. Şu an içeride askeri mühimmat üretiliyor. Aynı zamanda Alman
TEKSTİL Patronlar daha çok kâr için işçileri sigortasız çalıştırıyor • Merhaba arkadaşlar, Ben bir tekstil atölyesinde çalışıyordum. Eleman sayısı yaklaşık yirmiydi. İşe girerken müdür sigortamı bir ay içinde yapacağını söyledi. İki ay oldu, müdürle tekrar konuştum. Biraz daha beklememi söyledi. Sonra işyerinde eleman sayısını azalttılar. Sayımız 20’den 7’ye düştü. Bu 7 kişiden 4’ü eski eleman olduğu için sigortalıydı, biz üç kişi sigortasızdık. Bir ay kadar sesimi çıkarmadım. İşler kötü olduğu için patronun sigorta yapamayacağını düşündüm. Sonra işler açıldı. Patron üç işçi daha aldı. Daha önce 20 kişi yaptığımız işi şimdi 10 kişi yapıyorduk. Bu arada benim de atölyede 7 ayım dolmuştu. Müdürle sigorta için tekrar konuştum. Bir iki ay daha beklememi söyledi. Ben artık sigorta yapılmayacağını düşünmeye başladım. İki arkadaş SSK’ya dilekçe yazıp patronu bizi sigortasız çalıştırdığı için şikâyet ettik. Aradan iki-üç ay geçti, SSK’dan müfettiş geldi. Müdür sigortasız çalışanlara 3 gündür çalıştıklarını, sigortalarının yapılacağını ve asgari ücretle çalıştıklarını söylemelerine dair talimat verdi. Böylece patron hem bizim o güne kadarki primlerimizi ödemeyecekti hem SSK’nın vereceği cezadan kurtulacaktı hem de o günden sonra ödeyeceği primleri asgari ücret üzerinden ödeyecekti. Müfettişler bütün çalışanların kimliklerini topladı. Sigortasızları müfettiş ve patronla görüşmek için müdürün odasına çağırdılar. Gidenlerin hepsi üç günlük çalışan olduğunu söylemiş. En son sıra bana geldi. 8 aydır sigortasız ve asgari ücretten yüksek bir ücretle çalıştığımı söyledim. Odadan çıkarken müdür ve patron beni işten atmakla ve atölyeyi kapatmakla tehdit ettiler. Aradan üç gün geçti. Müdür beni çağırdı. İşyerini zarara uğrattım diye beni işten attılar. Bir süre sonra duydum ki patron işyerinde iflas gösterip işyerinin adını değiştirmiş. Benimle birlikte sigorta yapmak zorunda kaldığı elemanları da işten çıkarmış. Sekiz aylık sigortamı kazandım ama ben de arkadaşlarım da işimizden olduk. Patron yeni aldığı işçileri sigortasız çalıştırmaya devam etti. Bundan öğrendik ki, tek başına şikâyet etmek çözüm değil. İşimizden olduğumuzla kaldık. Hak-
Getrak, Fransız SP, Amerikan Coperland ve EAT firmaları için de üretim yapıyor. Zaman zaman değişik yerlerde eylemliliklerimiz oldu; Taksim, Sarıgazi, Kartal, Ümraniye. Buralarda basın açıklaması ve çeşitli eylemlilikler gerçekleştirdik. Fiili eylemimiz halen kapıda sürüyor. 1 Mayıs’ta Sinter işçileri olarak Taksim’e çıktık. Direnişimizde ilk defa 1 Mayıs’a katılan arkadaşlarımız vardı. İlk defa gazla ve copla karşılaştılar. Çok heyecanlıydılar ve çok anlamlı buldular. Kendilerine bir güven geldi. Alana girebildik. Devletin istemediği şeyleri de yapmamız ve mücadele etmek gerektiğinin farkına vardılar. 15 Haziran’da Ankara Çalışma Bakanlığı’nın önünde basın açıklaması yaptık. Yaklaşık 50 kişiydik. Daha önce de 20 arkadaşımızı Ufuk Uras’ın daveti üzerine TBMM’ye yollamıştık. Onlar, Çalışma Bakanlığı’yla görüştüler ama bugüne kadar hiçbir sonuç alamadık. Süreç içinde sayımız bayağı azaldı. Arkadaşlarımız en çok ekonomik sıkıntılardan dolayı direnişten koptular. Ailelerin ve toplumun bu konudaki bilgisizliği de işçi üzerinde bir baskı oluşturuyor. Direnişimiz başlayalı 6 ayı geçti. Başta 380 kişiydik, şimdi 40 kişiye kadar düştük. Bazıları iş buldu, bazıları köyüne geri döndü, bazıları kiralarını ödeyemedikleri için ev sahipleri tarafından dışarı atıldı. Bir kısmının aileleri dağılma noktasında, boşanma davaları açılmış. İlk başlarda direnişimize çok destek veren, dayanışmada bulunan oldu. Bu destek ve dayanışma ziyaretlerinin sadece bir kısmı gerçekten sınıf mücadelesini benimseyen kişi ve kurumlar tarafından gerçekleştirildi. Halen onlar bizi arayıp soruyorlar. Bazıları da seçim öncesi olduğu için ziyaretimize oy almak amacıyla geldiler. Seçim sonrası artık gelmiyorlar. ATV, DESA, Meha, Kurt-İş dire-
larımızı elde edebilmek için örgütlenip beraberce mücadele etmeliydik. Böylece patron da üretim duracağı için hepimizi birden işten atamayacaktı. Bugün tez elden işçi komitelerini kurup haklarımız için mücadele etmeliyiz. Bir İşçi Sektör değiştirsek de sorunlarımız değişmiyor • Merhaba arkadaşlar, Ben on yıllık tekstil işçisi olarak pek çok kriz gördüm. Bu krizlerin bedeliniyse her defasında bizler ödedik. Kârlarına kâr katan patronlar bu krizde de, zarar ediyoruz bahanesiyle, yine kapı önüne koydular bizleri. Tekstilde maaşların düzenli yattığı bir iş bulmak giderek zorlaşıyor. Aynı sektörde yıllardır çalışıyor olmanın bıkkınlığı da cabası. İşte bu sebeplerden yoldaşlar, bu süreçte bir lokantada komi olarak işe başlamaya karar verdim. Tekstilin stresinden kurtulmak, ilk başlarda buradaki sıkıntılara göz yummamıza neden oldu. Gelin görün ki, işçilerin bu sektördeki durumu, tekstilden daha iyi değil, daha da kötü. Bir kere hafta sonu izniniz yok, bu sizi arkadaşlarınızdan, sevdiklerinizden koparıyor, yaşamınızı iyice monotonlaştırıyor. Gece geç saatlere kadar çalışmak zorundasınız, mesai saatleriniz belli değil. Krizi de bahane ederek, az kişiye çok iş yaptırıyorlar. Usta baskısı yerini şef-garson baskısına bırakıyor. Lokantadaki üç aylık çalışma deneyimim sonucunda gördüm ki; sektör değiştirmekle sorunlarımız çözülmüyor. Çünkü sorunlarımız üç aşağı beş yukarı her yerde aynı. Dolayısıyla bunların çözümü için nerede olursak olalım, bulunduğumuz alanlarda baskıya, sömürüye karşı örgütlenerek mücadele etmekten başka çaremiz yok. Bir İşçi
METAL Hata ustabaşında, suç bizde! Merhaba; Ben metal sektöründe demir-çelik üretimi yapan bir firmada çalışıyorum. Demir-çelik üretiminde malzemenin şekil verilebilmesi için belli bir ısıda bekletilmesi gerekir. Bu yüzden de bizim fabrikada 800–1200 derece arası sıcaklıkta, bu malzemeleri işlenmeye hazır hale getirmek için bekletiriz. Bu ısının ayarı da ocakla ilgilenen arkadaşımız tarafından ayarlanır, ısı ayarı malzemenin cinsine ve boyutuna göre artar veya azalır. Isının ayarının doğru yapılmaması halinde, ya az ısıdan dolayı malzeme işlenmeye hazır kıvama gelmez ya da fazla ısıdan dolayı malzemeler (demirler-çelikler) eriyerek birbirine yapışır. Bu hafta fabrikada şöyle bir olay
nişlerinden bize destek olmak için ziyarete geldiler. Biz de onları ziyaret ettik. ATV’nin cumartesi günleri yapılan yürüyüşlerine destek verdik. Biz bilinçli işçiler, hayatlarının sermayenin kurduğu bir sistemin içinde öğütülüp gittiğini söylüyorduk diğer işçi arkadaşlarımıza. İçerideyken bunun farkında değillerdi. Yaşamlarının sermayenin belirlediği bir çerçeve içinde hareket ettiğinin farkına vardılar. Devlet yapısının da, mevcut sistemin de sermayenin kendisini korunak için oluşturduğu bir düzen olduğunu anladılar. Çünkü bu altı aylık süreç içerisinde uğradığımız haksızlığa, gasp edilmiş emeklerimize karşın; devletin, güvenlik güçlerinin ve yargının patrona hiç dokunmadığını gördük. Güvenlik güçlerinin bize karşı tehditkâr davranışlarını fark ettik, yargının da bizi süründürerek zaman içinde yok etmeye çalıştığını gördük. Bu direniş sırf fabrika önünde patrona karşı değil her şeyiyle sisteme karşı olduğunu anladık. Başta sendikal örgütlenmeye giderken sadece maddi menfaatler etrafında örgütlenen işçiler vardı. Şimdi bu örgütlenme tamamen sisteme karşı bir direniş sergiliyor. Şunu tekrar belirtmekte yarar var; patrona yenilmeyen işçiler ailelerin baskısına ve ekonomik sıkıntılara karşı yenilmek üzereler. Sınıf mücadelesine inanan bütün kurum kuruluş ve kişileri direniş noktamızda desteğe bekliyoruz. Direnişimiz için bu şart. Bütün zorluklara karşı yine de sisteme karşı direnmek gerektiğinin farkındayız. Bir noktada sisteme karşı direniş göstermezsek, bir şeyleri geri çevirmezsek sürekli üstümüze geleceklerini biliyoruz. Direnişteki Sinter işçileri, Haziran 2009 yaşandı. Üretim esnasında bir arıza çıktı ve beklenilenden çok daha uzun sürdü. Bu sırada ocakçı arkadaşımız malzemeler yapışmasın diye ocağın ayarını kıstı. Yalnız ustabaşı malzemeler soğuyabilir diye ocağın ayarını açmasını söyledi. Arkadaşımız da buna karşı çıktı, ama yine ustabaşının söylediğini yapmak zorunda kaldı. Arıza giderildikten sonra üretime devam etmek için ocak açıldığında malzemelerin eriyerek yapışmış olduğunu gördük. Yani ocakçı arkadaşımız haklı çıkmıştı. Ama bu durum üzerine mühendis hiçbir şey sormadan ocakçı arkadaşımıza bağırıp hakaret etmeye başladı, sen ocakçısın neden dikkat etmiyorsun diye. Bunun üzerine ocakçı arkadaşımız durumu anlatmaya çalıştı. Suç onun değil ustabaşınındı. Fakat mühendis onu dinlemedi bile. Durum böyle olunca ocakçı arkadaşımız da sinirlenip mühendise bağırdı ve bir süre tartıştılar. Bu olaydan birkaç gün sonra ocakçı arkadaşımız elinde bir ihtarname ile geldi işe. Mühendis, arkadaşımızın evine noter tasdikli bir ihtarname göndermiş, ihtarnamede yazanlar şöyle: “Fabrikamızda çalışan .... isimli şahıs çalışma alanındaki dikkatsizliği sonucu ocaktaki malzemelerin yapışmasına ve fabrikanın 1 saat süreyle durmasına neden olmuştur.” ve bu ihtarnamenin altında patronun, mühendisin ve ustabaşının imzaları var. Arkadaşımız da bu durum üzerine patronun yanına çıktı, amacı olayın gerçek yüzünü anlatmaktı. Yalnız patrona ihtarnameyi gösterir göstermez patronun tutumu şu oldu; “Sen neden hâlâ imzalamadın bu ihtarnameyi? Biz bunu sana boş yere mi gönderdik?” Arkadaşımız da haklı olarak, “Ben haksız yere suçlandığım bir konuda neden bu ihtarnameyi imzalayayım ki, ben bunu imzalarsam bu suçu kabul ediyorum anlamına gelir” dedi. Patron da bunun üzerine: “Tamam. Hadi git işinin başına” dedi. Bu olay şimdilik böylece kapanmış oldu. Yalnız, bu olay da idarenin işçiler üzerindeki baskı mekanizmasının en açık örneğiydi. Ustabaşı kendi suçu olan bir olayı, arkadaşımız üzerine yıktı ve diğer idareciler de buna destek verdiler. Belki amacına ulaşamadılar, o ihtarnameyi arkadaşımıza imzalatamadılar. Ama bu aynı zamanda bir güç gösterisiydi. Biz işçiler bu tür konularda örgütlü davranamadığımız için asıl belirleyici olamıyoruz. Bu tür konularda idarenin bu hak gasplarına karşı uyanık olup örgütlülüğümüzü sağlamamız gerekiyor. Çünkü asıl güç bizlerin ellerinde.dadece kullanmasını öğrenmemiz gerekiyor. Bir İşçi
EMEK ATÖLYESİ
Toplu iş sözleşmesi İşçi sendikası ile işveren sendikası veya sendika üyesi olmayan işveren arasında yapılır. İşçilerin ve işverenlerin karşılıklı olarak ekonomik ve sosyal durumları, çalışma şartları, hizmet akdinin yapılması, içeriği ve sona ermesiyle ilgili konuları düzenler. İşçi ve işverenin karşılıklı hak ve borçlarını, uyuşmazlıkların çözümü, sözleşmenin uygulanması ve denetimi için başvurulacak yolları düzenleyen hükümler içerir. Grev ve Lokavt Yasasının (TİSGLY) kapsamı itibariyle iki tür toplu iş sözleşmesi vardır; tek bir işyerini kapsayan işyeri toplu iş sözleşmesi ve aynı işkolundan birden çok işyerinden oluşan işletmeyi kapsayan işletme toplu iş sözleşmesi. İşletme toplu iş sözleşmesi; bir gerçek ve tüzel kişiye veya bir kamu kurum ve kuruluşuna ait aynı iş kolundan birden fazla işyerine sahip bir işletme, bu durumda sadece bir tane toplu iş sözleşmesi yapabilir. İşletme toplu iş sözleşmesinin yapılabilmesi için aynı iş kolunda bulunan işyerlerinin tek bir tüzel kişilik olarak aynı işletme bünyesinde birleşmiş olması gerekir. Ancak kamu işletmeleri açısından böyle bir zorunluluk söz konusu değildir. Kamu kurum ve kuruluşlarına ait işyerleri ayrı tüzel kişiliklere ait olsalar dahi bu kurum ve kuruluşlar için tek bir toplu işletme sözleşmesi yapılabilir. Grup toplu iş sözleşmesi; uygulamadan kaynaklanan ve aynı işkolu içinde yer alan ve farklı işverenlere ait birden çok işyerini kapsayan, aynı görüşme sürecinin sonucunda ortaya çıkan bir toplu iş sözleşmesi türüdür. Grup toplu iş sözleşmelerinin yapılması tamamıyla işçi ve işveren sendikalarının isteğine bağlıdır, yasal bir zorunluluğu yoktur, işçi ve işveren sendikaları toplu iş sözleşmesine zorlanamazlar. Anayasaya ve TİSGLY’ye göre bir işyerinde yürürlükte olan bir toplu iş sözleşmesi varken yapılacak toplu iş sözleşmesi geçerli değildir. Yasaya göre sendika niteliği taşımayan işçi ve işveren toplulukları kendi adlarına toplu iş sözleşmesi yapamazlar. Ayrıca işçi sendikalarının toplu iş sözleşmesi yetkisine sahip olabilmeleri için; kurulu olduğu işkolunda çalışan işçilerin en az yüzde 10’unun üyeliğine ve sözleşmenin yapılacağı işyerinde veya işyerlerinin her birinde çalışan işçilerin yarıdan fazlasının üyeliğine sahip olması gerekir. Fakat tarım ve ormancılık, avcılık ve balıkçılık işkolunda toplu iş sözleşmesi yapabilmek için yüzde 10 koşulu aranmaz. Bir işkolunda çalışan işçilerin yüzde 10’unun tespitinde, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın her yıl Ocak ve Temmuz aylarında yayımlanan istatistikler esas alınır. Av. Zeki Öçal’ın Sorun Yayınları’ndan çıkan Soru ve Yanıtlarıyla İşçiler İçin Temel Hukuk Bilgileri kitabından yararlanılmıştır.
“Geriye dönük tüm haklarım saklıdır!” İstanbul Hadımköy’de yaklaşık 350 kişinin çalıştığı, PVC doğrama pencerelerin kilit sisteminin üretildiği firmada dünya ekonomikkrizi başladığından bu yana işten çıkarmalar düzenli olarak devam ediyor. Firma işten çıkarılan işçilerin kıdem tazminatını ve diğer haklarını vermemek için elinden geleni yapıyor. Bu firmada çalışan işçi kardeşlerimiz hem yoğun bir şekilde çalıştırılıyor hem de iş yerinde olan iş kazalarından sorumlu tutuluyorlar. Burada çalışan bir kardeşimiz işten atıldı. Onunla yaptığım sohbeti sizinle paylaşmak istedim. İşçi kardeşimiz bu firmaya 5 yıl emek vermiş ve iş yerinde gece vardiyasında uykusuz olduğu için makine çalışırken yanlış bir düğmeye basmış, kalıbın ezilmesine neden olmuş. Sabah olunca üretim müdürü arkadaşımızı yanına çağırmış. Kalıbın nasıl ezildiğini sormuş. Arkadaş da, “Uykusuz olduğum için manüel tuşuna basacağıma yanlışlıkla mengene tuşuna bastım; kalıp ondan ezildi.” demiş. Üretim müdürü de “Kalıba baktım. Yaklaşık 100 liralık masrafı var. Bunu üstlenecek misin?” demiş. Arkadaş da “Hata benim, üstlenirim. Bunu ikramiye ya da maaşımdan azar azar kesersiniz.” demiş ve arkadaşa 100 liralık senet imzalatmışlar. Arkadaş üretime geri dönmüş. 1 saat sonra çalıştığı vardiyanın ustabaşı arkadaşa insan kaynaklarından çağrıldığını söylemiş. Arkadaş da oraya gittiğinde işten çıkarıldığını öğrenmiş ve muhasebe müdürü işten çıkarıldığı için iş akdini sonlandıran formu imzalamasını istemiş. Arkadaş da “İmzalamam!” demiş. Muhasebeci “Ben seni tanıyorum, sen çalışkan bir işçisin. İmzalamasan da sadece benim 2 saatlik bir zaman kaybıma neden olursun. Formu notere götürür,
noterle sana gönderirim. İmzalamak zorunda kalırsın. Hem ben sana kazık atmam, beni tanırsın.” demiş. “İmzalarsan hemen maaşını da veririm.” demiş. Arkadaş da imzalamış. Eve geldiğinde başından geçenleri anlatmak için beni aradı. İşten atıldığını söyledi. “Bana tazminatımı verirler mi?” diye sordu. Ben de ona bir kâğıt imzalayıp imzalamadığını sordum. “İmzaladım ama patronum ve müdürler beni sever, bana kazık atmazlar” dedi. “Peki, İş Kanunu’nun hangi maddesine dayanarak işten attılar?” diye sorunca İş Kanunu’nu bilmediğini ama kâğıdı okuduğunu, işyeri zararından ve 25. maddeden söz ettiğini söyledi. Ben de ona çok güvendiği patronunun ve müdürlerinin ona iyi bir kazık attığını ve hiçbir şekilde tazminatını alamayacağını söyledim. 4857 sayılı kanuna göre, belirli ya da belirsiz süreli iş sözleşmesinin bir işçinin iyi niyet kuralları dışında işyerine zarar verme ve bunun gibi sebeplerden dolayı tek taraflı feshedilebilir olduğunu söyledim ve ona asla patronlara ve müdürlere güvenmemesini söyledim. Onların bizi sömürdükçe kazanan insanlar olduğunu söyledim. Arkadaşlar unutmamalıyız; patronlar bizi sömürmeden zengin olamazlar. Arkadaşımızın yaşadığı sorun ülkemizde ve dünyada biz işçilerin sürekli karşılaştığı sorunlardan biri. İş akdini sonlandıran formu biz istemedikçe bize imzalatamazlar. Çok zorda kaldığınızda formun üzerine tükenmez kalemle “Geriye dönük tüm haklarım saklıdır.” şeklinde bir yazı ekleyip imzalayabilirsiniz. Ali Büyükdere, 25 Haziran 2009
13
BİR KAVRAM
Komünizm nedir? Komünizmi Engels, “proletaryanın kurtuluş koşullarının öğretisi” olarak tanımlamaktadır. Kapitalizmin yıkılmasıyla, kapitalizmden komünizmin alt evresi olan sosyalizme geçişte ‘proletarya diktatörlüğü’ olarak ifade edilen bir geçiş dönemi yer alır. Proletarya diktatörlüğü sınıfları ve devleti ortadan kaldırmaya yaklaştıkça sosyalizme yaklaşır. Günümüzde yaygınlık kazanmış olan mekanik tarihsel algı sosyalizmi ve komünizmi birbirinden tamamen ayrı iki kavram olarak sunmaktadır. Sosyalizm için Lenin şöyle der: “İşte kapitalizmin bağrından henüz çıkmış bulunan ve bütün alanlarda eski toplumun izlerini taşıyan bu komünist toplumu, Marks, komünist toplumun “birinci”, ya da alt evresi olarak adlandırır. Üretim araçları, daha şimdiden, artık bireylerin özel mülkiyetinde değildir. Tüm toplumun malıdır. Toplumsal bakımdan gerekli çalışmanın belirli bir parçasını tamamlayan her toplum üyesi, toplumdan, sağladığı çalışmanın niceliğini gösteren bir bono alır. Bu bono ile kamusal tüketim nesneleri mağazalarından, çalışmasına denk düşen bir nicelikte ürün almak hakkını elde eder. Sonuç olarak, toplumsal fona ödenen çalışma tutarı çıktıktan sonra, her işçi, toplumdan, ona vermiş olduğu kadarını alır.” Fakat burada geçerli olan “eşit nitelikte emeğe eşit nicelikte ürün” ilkesi esasen birçok bakımdan eşit olmayan bireyleri bir tuttuğu için henüz burjuva hukuku geçerlidir. “Bir yandan üretim araçlarının ortaklaşa mülkiyetini korurken, bir yandan da emek eşitliğini ve ürünlerin bölüşümündeki eşitliği korumakla yükümlü bir devletin zorunluluğu, bu nedenle sürer. Bundan böyle, kapitalistler olmadığı, sınıflar ve dolayısıyla tepesine binilecek bir sınıf olmadığı için, devlet sönümlenir. Ama edimsel eşitsizliği onaylayan “burjuva hukuku” korunmaya devam edildiğine göre, devlet henüz büsbütün yok olmamıştır. Devletin büsbütün sönmesi için, tam komünizmin gerçekleşmesi gerekir.” Marks devam eder: “... Komünist toplumun yüksek bir evresinde, bireylerin işbölümüne köleleştirici bağımlılığı ve onunla birlikte, kol ve kafa emeği arasındaki karşıtlık yok olacağı zaman, çalışmanın yalnızca bir yaşama aracı olmaktan çıkıp, bir ilk dirimsel gereksinim durumuna geleceği zaman; bireylerin çok-yönlü gelişmesi ile birlikte, üretim güçlerinin de artacağı ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının bollukla fışkıracağı zaman; ancak o zaman burjuva hukukunun sınırlı ufku kesin olarak aşılabilecek ve toplum, bayrakları üstüne ‘herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre!’ diye yazabilecektir...” Her yerde komünizmin ve sosyalizmin gelmiş geçmiş tek örneği olarak sunulan Sovyet Rusya Troçki’nin tabiriyle ‘kapitalizmden sosyalizme geçiş halinde olan bir hazırlık rejimi’ iken Stalin’le birlikte bürokratik bir işçi devletine dönüşmüştür. Komünizmin alt ve üst aşaması henüz deneyimlenmemiştir…
MEKTUPLARINIZI
BEKLİYORUZ
14
ULUSLARARASI
2009 Avrupa parlamentosu seçimleri:
Yeni bir kutuplaşmaya doğru Yusuf Barman, 26 Haziran 2009 6 Haziran’da Avrupa Parlamentosu için yapılan seçimlerin gerçek galibinin “güvensizlik” olduğunu söylemek abartı olmaz. Parlamento seçimlerine katılım oranı son yirmi yıl boyunca sistemli bir biçimde ve yüzde 20 dolayında azalarak, sonunda yüzde 43’e kadar indi. Bütün partilerin katılım çağrılarına ve propagandalarına karşın AB nüfusunun yarıdan fazlasının gösterdiği bu giderek artan ilgisizlik, sadece AB Parlamentosu’nun gerçek yaşamda belirleyici bir rolünün olmadığını düşünmelerinden kaynaklanmıyor. Avrupalılar, AB’nin “uluslarüstü” bir birlikten çok, ulusal devletlerin arasında bir ittifak olmanın ötesine geçmediğini görmüş durumdalar. Birliğin yaşamsal kararlarını sonuçta ulusal hükümetlerin başkanlarından oluşan Avrupa Konseyi veriyorsa ve 736 üyeli Parlamentonun yetkileri onun aldığı kararları onaylamanın ötesine pek geçmiyorsa, seçimlerin anlamı nerede? Avrupalı seçmenlerin bu bakışı, onların bir emperyalist ittifak olan AB’yi reddettiklerini göstermez elbette. Ama Avrupa Anayasası taslağının 2005’te Fransa ve Hollanda’da oldukça yüksek katılımlı (sırasıyla yüzde 69 ve yüzde 63) referandumlarla reddedilmiş olduğu, iki yıl sonra onun yerine ikame edilen Lizbon Anlaşması’nın ise İrlandalılarca geri çevrildiği anımsanacak olursa, 2009 Parlamento seçimlerinin olağanüstü düşük katılımının yaygınlaşan bir güvensizliğe ve AB kurumlarının krizine işaret ettiğini söylemek olanaklı. Sağın “başarısı” • Güvensizlerin sandıktan uzaklaşması, Parlamento’daki sağ partilerin üye sayısını arttırabilmelerinin bir nedeni oldu. Halk Partisi grubunu oluşturan sağ liberal ve Hıristiyan demokrat partiler 263 üyeyle parlamentoda elinde bulundurdukları çoğunluğu korurken, Sosyalist Partiler grubunun üye sa-
yısı 217’den 161’e geriledi. Merkel, Sarkozy ve Berlusconi hükümetleri, belirli oy gerilemesine karşın kendi ülkelerinde hâlâ çoğunluğu ellerinde tuttuklarını gösterirken, İngiltere, İspanya ve Portekiz’deki “sosyalist” hükümetler muhalefetin gerisine düştü. Özellikle İngiliz İşçi Partisi, Tony Blair’in savaş yanlısı ve neo-liberal politikalarının faturasını ödemeye devam ederek tarihinin en büyük yenilgilerinden birini aldı ve üçüncü parti durumuna düştü. Fransız sosyalistler de yüzde 16,5’lik bir oy oranıyla, oylarını çarpıcı bir biçimde ikiye katlayan Avrupa Ekolojisi partisiyle (%16,2) neredeyse aynı hizaya gelirken, İtalyan solu yedi puan daha yitirip Berlusconi’nin on puan gerisine düştüler (yüzde 26). Özetle, Avrupalı emekçiler yaşam koşullarını sarsan ekonomik kriz karşısında liberalizmin dışında herhangi bir başka seçenek sunamayan Sosyalist solu cezalandırırlarken, orta sınıflar bunalıma klasik sosyal demokrat politikalarla yanıt getiren sağcı iktidarlara oy verdiler. Nahuel Moreno’nun deyişiyle, bir kez daha “seçimler gerçekliğin çarpılmış bir yansımasını sundu.” Ama sağ cenahtaki en ciddi gelişmeyi aşırı sağ ve faşizan partiler ve akımlar gösterdi. Henüz tam olarak Mussolini’nin Faşist ya da Hitler’in Nazi partileri biçiminde örgütlenip eylem yapıyor olmasalar da, Hollanda, İngiltere, Macaristan, Avusturya ve İtalya’daki yabancı düşmanı, İslam karşıtı ve anti-semitik partiler oy oranlarını ciddi bir biçimde arttırdılar. Kendi aralarındaki anlaşmazlıklar nedeniyle şimdilik güçlü bir grup kuramıyor olsalar da, 120 üyeyle Parlamento’nun beşte birini oluşturuyorlar. Uluslarüstü bir Avrupa Birliği fikrine de karşı çıkan bu akımlar, ekonomik krizin göçmen işçilerin yurtlarına gönderilmesiyle çözülebileceği sloganını işliyorlar. Solun dağınıklığı ve olanaklar • Sosyalist partilerin solunda ve “İşçilerin ve Halkların Avrupası” sloganı-
nı işleyen partiler ve akımlar genellikle güçsüz ve dağınık bir tablo sergilerken üç gelişme dikkat çekti. Birincisi, İrlanda’da Troçkist “Militan” dünya akımına bağlı Sosyalist Parti adayının Dublin’de 50 binin üzerinde oy toplayarak (yüzde 12,4) Parlamento üyeliğine seçilmesi oldu. Fransa’da ise eski Troçkist Olivier Besancenot’nun büyük umutlar yaratan Yeni Antikapitalist Partisi ise, %5 civarında bir oy oranıyla eski LCR’nin (Devrimci Komünist Birlik) düzeyinden öteye geçemedi. İkinci önemli gelişme ise Portekiz’de, içinde bazı Troçkist partilerin de yer aldığı Sol Blok’un oylarını ikiye katlayarak %10,7 oranına ulaşması ve kendi ülkesindeki partiler sıralamasında üçüncü sıraya yerleşmesi oldu. Portekiz Komünist Partisi’nin de buna yaklaşık bir oy topladığı dikkate alınacak olursa, bu ülkede işçi hareketinin yeni bir düzleme doğru evrildiği söylenebilir. Nihayet üçüncü gelişme, İspanya devrimci solunun yeniden gruplaşma sinyalleri vermeye başlamasıydı. Troçkist ve sol devrimci partiler ile Bask ve Katalonya’nın bağımsızlıkçı ulusal sol akımlarının oluşturduğu Enternasyonalist Girişim, hükümetin tüm yasaklama ve Girişim’i “terörist” ilan etme çabalarına karşın, 176 bin oyla önemli bir başarı elde etti. İşçi Cephesi’nin kardeşçe ilişkide olduğu Uluslararası İletişim Komitesi’nin İspanyalı bileşeni Lucha Internacionalista’nın (Enternastyonalist Mücadele) da içinde yer aldığı Enternasyonalist Girişim, şimdi sadece bir seçim platformu olmaktan çıkıp sürekli bir gruplaşma halini alıp almamayı tartışmakta. Özetle AB Parlamentosu seçimlerinin en önemli sonucu, Avrupa düzeyinde bir politik kutuplaşmanın başladığına işaret etmesi oldu. Aşırı sağın güçlenmesi, Avrupa devrimci solunun devrimci bir seçenek geliştirme görevinin her zamankinden daha acil hale geldiğine işaret ediyor.
“Filistin Devleti’ni tanırız, ama...” Canan Yılmaz, 28 Haziran 2009 İsrail Başbakanı Netanyahu geçtiğimiz haftalarda, İsrail’in bir Filistin Devleti için hazır olduğuna dair bir konuşma yaptı. Obama yönetimi ve AB, iki devletli çözüm çerçevesindeki konuşmayı hoş karşılayıp, Netanyahu’yu desteklediklerini açıkladılar. Mısır yönetimi bu açıklamanın barış sürecinin önünü tıkadığını belirtirken, Filistin halkı ve Hamas başta olmak üzere Filistinli arabulucular konuşmayı ‘surata inen bir tokat’ olarak nitelediler. Oysa konuşmanın tamamına baktığımız zaman, verilen tepkilerin çeşitliliği birden kayboluyor ve saflar yine netleşiyor. Öncelikle Netanyahu konuşmasında, ‘silahsız’ bir Filistin Devleti diyor. Silahsız bir devletin mümkün olup olmayacağı bir yana, Silahsız bir Filistin Devleti ifadesini ileri bir adım olarak görmek gülünçtür. Hâlihazırda İsrail’in tüm operasyonlarının nihai sebebi başta Filistin halkının silahlı gücü olan Hamas’ı yok etmek değil mi zaten? Diğer bir deyişle, diplomatik alanda yapılan bu konuşma, İsrail’in Aralık 2008 baskınının başka araçlarla yapılmasından başka bir anlam ifade etmiyor. Diğer bir mesele, İsrail’in bir Yahudi Devleti olarak tanınması koşulu! Bu da zaten bir zamanlar Filistin toprağı olan bugünkü İsrail Devleti’nde yaşayan Arapların sosyal, politik haklarını; varlıklarını bir kez daha tanımamakla aynı kapıya çıkmıyor mu? Bu da Oslo Barış Süreci’nde ve aslında Filistinliler yurtlarından olduğu günden itibaren tüm tarihsel süreçte karşımıza çıkan aynı inkâr politikası değil mi? Bu durumda bir Hamas liderinin dediği gibi “Bu koşulun İtalyan faşistleri ya da Nazilerin istediklerinden hiçbir farkı yok”.
İki devletli çözümü destekleyenler bu konuşmayla sürecin yeni bir açılıma gittiğini düşüne dursunlar, aslında Netanyahu konuşmasında iki devletli çözümü destekleyenlerden de farklı bir dilde konuşuyor. Netanyahu Filistinlilerin topraklarını ‘iki toplum için de tarihsel anavatan’ olarak bile değil, yalnızca Yahudiler için tanınan anavatan olarak görüyor. Bu koşullarda yürütüldüğü iddia edilen ‘barış süreci’ aslında İsrail’in yaptırımları ve politikalarıyla zaten çıkmaz bir yol. Filistin toprakları dışında yaşayan 4 milyon Filistinlinin
kaderi sorusunu gündem dışında bıraktığı, bölgedeki yerleşimler ve sürdürülen inşaatlar sorununun da yeni bir şey söylemediği sürece, girilen tüm süreçler Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkının yok sayılması anlamına gelecektir. Kaldı ki, ABD’nin emperyalist politikaları ve Siyonist İsrail’in varlığı Filistin halkının yok sayılması temeline dayanır. Bu yüzden, Filistin halkının özgürlüğü, kendisine vaat edilen açık hava hapishanesi ile değil, Siyonist Devlet’in ortadan kalkmasıyla mümkündür.
ULUSLARARASI
15
Devrim İran’a Geri Döndü!
Atakan Şemsi, 30 Haziran 2009 İran’da 12 Haziran günü yapılan seçimler, bir halk ayaklanmasını da beraberinde getirdi. Resmîsonuçlara göre, Ahmedinejad yüzde 64’lük oy oranıyla, ikinci tura gerek kalmadan cumhurbaşkanlığını ilan ederken, Reformistlerin adayı Musavi yüzde 33’te kaldı. Sandıklar henüz kapanmadan cumhurbaşkanlığını ilan eden Musavi içinse bu, beklenmedik bir durumdu. Musavi diğer Reformist aday Kerrubi’yle birlikte, seçimlerde hile yapıldığını, dolayısıyla seçim sonuçlarını tanımadıklarını ve seçimlerin yenilenmesini talep ettiler. İranlı kitlelerse seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından sokaklara indi. 1979 Devrimi’nden bu yana en kitlesel gösterilerin yaşandığı süreçte, 15 Haziran günü, 1 milyondan fazla insan meydanlardaydı. Baskı ve terörle gösterileri engelleyemeyen Molla rejimi yalpalamaya başladı. Seçimlerin ardından Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanlığını onaylayan dini lider Hamaney, oyların tekrar sayılabileceğini açıklamak zorunda kaldı. Kitleler düzen içi bir taleple de yola çıksa, kolluk kuvvetlerinin, rejimin paramiliter güçleri olan Besicilerin baskı ve terörüne maruz kaldıkça ve dini lider Hamaney kendilerine cephe aldıkça, yüzleşilen olgunun rejimin kendisi olduğu giderek daha fazla teşhir oldu. Eylemlilikler, Musavi önderliğiniyse daha en başından aşıyordu. Molla rejiminin mimarlarından Musavi, kitlelerin üzerine ateş açıldığı ve onlarca insanın öldüğü, seçim hilesiyle bir “anayasal suç” işlendiği ortamda, kitlelere “yasal” ve “barışçıl” gösteriler gerçekleştirme çağrısı yapıyordu. Gösterileri engelleyemediği zamanlarda da itidal çağrısı yapmak, seferberliği sönümlendirmek adına onlara katıldı. Örneğin, 15 Haziran’daki milyonluk eylemin, “yasal” izin alınamadığı gerekçesiyle iptal edilmesini istemişti. Velhasıl, rejimin acımasız bir şiddetine maruz kalan ve seferberliği ilerletecek bir önderlikten yoksun kitleler geri çekilme aşamasında. Ancak, bu sürecin ardından Mollaların eskisi gibi yönetmesi artık mümkün değil. Rejim bu olaylarla birlikte, meşruiyetini iyice yitirmiş durumda. İran’ın ilerleme ve geri çekilmelerden geçecek, belki de yıllara yayılacak bir devrimci durum yaşadığı artık yadsınamaz bir gerçek.
Seçimlere giderken İran • Molla rejiminde seçim süreci, esasında bir orta oyunundan ibaret.!İlk olarak, Anayasayı Koruyucular Konseyi kimin aday olup olamayacağına karar veriyor. Örneğin bu seçimlerde, 450 adaydan yalnızca 4’üne seçilme hakkı tanındı. Musavi ve Kerrubi gibi Reformistler de dahil bu 4 adayın tamamı, Molla rejiminin temellerine sahip çıkan, rejimin “has adamları” (Musavi Humeyni döneminin başbakanı, Kerrubi ise eski Meclis başkanı). Bu şartlar atındaki seçim sürecine İran halkı tepkisini genellikle seçimleri boykot ederek gösterir. Örneğin bir önceki seçimlerde genel katılım yüzde 50’den fazla değilken, Tahran’da seçimlere katılım oranı yüzde 12 düzeyindeydi. Bu durum ise, Molla rejiminin meşruiyetine ağır darbe indiren bir olgudur. Özellikle, rejimin zorlu bir süreçten geçtiği şu dönemde, bu sorun giderek yakıcı bir hal almıştır. Dolayısıyla rejimin içeride hegemonyasını güçlendirmek, dışarıda ise pazarlık gücünü artırmak adına, bu seçimlerde katılımı artırmak için büyük bir seferberlik yaratmaya girişildi. Kitle iletişim araçlarıyla, ülke bir “seçim atmosferi”ne sokuldu. Önceki seçimlerden farklı olarak, sıkı bir denetim altında gerçekleşen seçim süreci bu sefer daha gevşek tutuldu, adaylar arasında televizyonda ateşli tartışmalar yapıldı, devlet kontrolü altındaki medya tarafından durmaksızın, bu seçimlerin ülkenin kaderi açısından tarihi bir önem taşıdığı propagandası yapıldı. Ve bu çabalar meyvesini de verdi. Seçimlere katılım oranı neredeyse bir rekor kırarak yüzde 85 düzeyinde gerçekleşti. Ancak, toplumu politize ederek, rejim aynı zamanda büyük bir kumar oynuyordu. Öncelikle, bu süreçte burjuvazi arasındaki yarılma iyice belirginleşmeye başladı. Musavi’de temsil olunan burjuva hizbi, Batı’nın ekonomik ambargosunu kırmak ve bu ülkelerle ticari ilişkileri geliştirmek adına, dış politikada “diyalog”un ön plana çıkartılmasını, içeride özelleştirmelerin yaygınlaştırılması gibi politikaları savunuyor. Ülkenin en zengin adamlarından Rafsancani de, Musavi’nin arkasında. Ahmedinejad’ın temsil ettiği kesimler ise, geleneksel politikaların bir süre daha sürdürülmesinden yana. Bizzat Hamaney’in de içinde yer aldığı bu kesimler dev-
let aygıtının, dolayısıyla seçimlerin de kontrolünü elinde bulunduruyor. Ahmedinejad’ın uyguladığı ekonomi politikaları, rejimin sosyal tabanında da büyük sıkıntıların baş göstermesine neden oldu. Rejimin temel direklerinden olan “çarşı” (ticaret burjuvazisi), ekonomik yalıtılmışlık, vergi artırımları ve yüksek enflasyondan muzdarip ve seçimlerden önce Ahmedinejad’a olan desteğini çekmeye başladı. Öte yandan, rejimin bir diğer önemli direği olan kırsal kesimler, yüksek işsizlik, devlet sübvansiyonlarının kesilmesi ve özelleştirmelerden sıkıntılıydı. Bu şartlar altında Musavi, ekonomik sıkıntılardan ve rejimin baskılarından bunalan kesimler için bir umut oldu. İşte seçimlerde yapılan beceriksiz düzenbazlığın altında yatan sebepler, kısaca böyleydi. Seçimlerde ne ölçüde ve boyutlarda hile yapıldığını tam olarak kestirebilmek mümkün değilse de, seçimlerdeki usulsüzlükleri ve kuşkuları kısaca şöyle özetleyebiliriz: Pek çok seçim bölgesinde, muhaliflerin müşahitlerinin sandık başında durmasına izin verilmedi. Durabildikleri yerlerin çoğunda ise, oy sayımı yapılırken dışarı çıkarıldılar. Oy oranları bölge bölge verilmek yerine topluca açıklandı. Muhaliflerin en güçlü olduğu yerlerde bile, Ahmedinejad açık ara önde kazandı, vs. İran’da rejim yıkılabilir mi? • Molla rejimi tarihinin en zorlu dönemini yaşıyor ve İran bir devrimci durumun emarelerini taşıyor. Egemen güçler arasındaki çatışma iyice derinleşmiş durumda ve toplumu artık eskisi gibi yönetemiyorlar, yönetemeyecekler. Kitleler giderek politikleşiyor ve rejime olan muhalefet giderek derinleşiyor. Öte yandan militan bir işçi hareketi de mevcut fakat; bu istenilen düzeyin henüz epey gerisinde. İran işçi sınıfı, sahneye damgasını vurduğunda, molla rejimi için de ölüm çanları çalacak. Unutulmamalı ki, ‘79’da, dönemin en zorba yönetimi olan Şah rejimini deviren işçi sınıfının militan mücadelesiydi. Ve nihayet en yakıcı problem ise, mevcut muhalefete önderlik edecek bir devrimci partinin yokluğu. İran’da devrimci Marksist partinin inşası, dünya devriminin en acil görevleri arasında… İran ciddi toplumsal dönüşümlere gebe! ‘79’da yarım kalan mesele, yolundan saptırılan devrim, umuyoruz ki bu sefer zafer kazanacak.
Sosyalist düşünce dergisi Mesafe çıktı!... Mesafe web ve iletişim için www.enternasyonalyayincilik.net mesafedergisi@gmail.com “Sonucu belirleyecek olan, içine gömüldüğümüz sınıf mücadelesidir. Kaçınılmaz olansa, mücadele etmektir, başarmak için tutkuyla mücadele etmek” der, Arjantinli devrimci Nahuel Moreno. İşte mesafe de bu mücadelenin ayrılmaz bir parçası, aynı zamanda kılavuzu olan teoriyi üretme çabasıyla yayın hayatına başlamış bulunuyor. Devrimci politik eylemin inşasında, sınıf mücadelesinin yöntemini temel alan; tarihsel ve gündelik koşulların tahliline dayanarak teori ve politika üretme çabasının bir ürünü olmaya aday olan mesafe, aynı zamanda önümüze koyduğumuz hedefleri gerçekleştirme yolunda yeni bir aşamanın kaydedilmesi anlamına da geliyor. Somut durumun tahlilini yapabilme, bu durumdan yeni dinamikler keşfedebilme; ve teoriyi kuşkusuz devrimci eylemin kılavuzu yapabilme amacını güdüyoruz. Bizler, Marx’ın tarihsel-maddeci yöntemini gerçekliğe uygulayarak, sınıf mücadelesinde Marksist bir hat açma çabasını ilerletmek, devrimci bir partinin ve
programın inşasının, kitle seferberliklerine müdahale edebilme ve yön verebilmenin politikasını verili koşullarda yeniden üretmeye çalışıyoruz. Haziran ayı itibariyle yayın hayatına başlayan mesafe’nin yaz sayısının dosya konusu Filistin. Dosyanın ilk yazısında Yusuf Barman, Gazze Saldırısının Bilançosu yazısında, İsrail’in son saldırısını inceliyor ve bunun Gazze direnişine etkisini irdeliyor. İki Devletli Çözümün Kaçınılmaz İflası yazısında Erol Yeşilyurt, Filistin sorununun tarihçesini gözler önüne sererek, iki devletli çözüm fikrinin pratikte gerçekliğini sorguluyor. Sonuç kısmında ise, Filistin sorununun bizce gerçek çözümü, tezler halinde Filistin’de Sürekli Devrim yazısında irdeleniyor.
“Nazizm,Aparthayd ve Siyonizm Üzerine” söyleşisine yer verdik. ABD’li muhalif ilerici aydın Noam Chomsky’nin “Bütün Yaratıkları Öldürün” makalesi ise, Filistin sorununu kavramamızı sağlayacak ve tartışmamıza zenginlik katacak nitelikte. Dosya dışı yazılarımızda da Recep Maraşlı,“Büyük Felaket” mi, “Soykırım” mı? başlıklı makalesinde yakın bir geçmişte başlatılan “Ermeni kardeşlerimizden özür diliyorum” kampanyasını sorguluyor.
Filistin dosyasında ayrıca, Dördüncü Enternasyonal’in Filistin Seksiyonu’nun belgelerine ve Filistin Raporu’na yer verdik. O dönemki koşulları veri alarak çözümü yine sınıf temelli bir anlayışta temellendirmesi açısından önemli bulduk.
Kadın bölümümüzde, Cemre Sava, Namus‘lu’ Sistemler, Namus‘suz’ Kadınlar Üzerine başlıklı yazısında ‘namus’ ve ‘töre’ olgularını kadın cinayetleri bağlamında inceleyerek, bunun yeniden üretim mekanizmalarını sorgulamamıza vesile oluyor ve bu sayede Tarık Ali’nin Pakistan’da Namus Cinayetleri yazısına bir giriş yapmış oluyor. Ardından Solin Hacador, çok yakın bir zamanda Irak Kürdistan parlamentosundan geçen çok eşlilik yasasını eleştirerek, Kürt kadınlarına bu konuda mücadele çağrısı yapıyor.
Siyonizmin niteliğinin daha iyi kavranması açısından Devrimci Troçkist önderlerden Nahuel Moreno’nun,
Kriz dosya konulu güz sayımız vesilesiyle tekrar buluşmak dileğiyle...
Mücadeleleri birleştirelim şiarıyla pikniğimizde buluştuk Her yıl yaz aylarında gerçekleştirdiğimiz pikniğimizde bir kez daha yan yana geldik. Sabahın erken saatlerinde kalkarak, pikniğimizde bizleri yalnız bırakmayan sınıf kardeşlerimizle, ailelerimizle, dostlarımızla hem eğlendik, hem de birliğimizi güçlendirmek için sohbetler ettik, dertlerimizi ortaklaştırdık. Bu yılki pikniğimizin ana teması kriz ve krizin bir sonucu olan işsizlikti. Pikniğimiz vesilesiyle işsizliğe ve saldırılara karşı mücadelelerimizi birleştirelim çağrımızı yineledik. Ekonomik krize rağmen birçok dostumuzun bizleri yalnız bırakmaması bizler için çok anlamlıydı. Sabahın erken saatlerinde İstanbul’un çeşitli semtlerinden kalkan otobüslerimiz, piknik alanına geldiğinde çaylarımız sofraya konulmaya başlamıştı bile. Hep birlikte ortak soframızda kahvaltı yaptıktan sonra bir yoldaşımız kriz ve krize karşı mücadele konulu bir sunum yaptı. Krizin teğet geçmediğini söyleyen yoldaşımız, aksine tam da emekçileri büyük bir yıkıma uğrattığını ifade etti. Yıkımın engellenmesi için birleşmeye ve mücadeleleri birleştirmeye ihtiyaç olduğunu vurguladı. Konuşmanın ardından işçi ve öğrenci arkadaşlardan oluşan tiyatromuz, işsizlik ve mücadele temalı bir oyun sahneye koydu. Geçen yıl olduğu gibi tiyatromuz beğeniyle izlendi. Tiyatronun ardından kurulan işçi kürsüsüne ilgi yoğundu. İşçiler, işsizler, öğrenciler, anneler yani neredeyse tüm dostlarımız söz aldı. Deneyimler, sorunlar anlatıldı, birleşme çağrısı yapıldı. Artık söz müzikteydi Doğangüneş müzik grubu türkü ve halaylarıyla coşkumuzu daha da arttırdı. Müziğin ardından hep beraber öğle yemeğimizi yedik. Yemekten sonra sıra bilgi yarışmasındaydı. Kitap ve gazete standlarımız açıldı. Ardından, bizi geçen yıl olduğu gibi, bu yıl da yalnız bırakmayan Sapan müzik grubu sahne aldı. Sapan kendine özgü tarzıyla devrimci şarkıları yorumladı. Özellikle “Köylü Babo İşçi Kardaş” şarkısı hepimizin dilindeydi. Müziğin ardından çocuk alanında tüm çocuklar oyunlar oynuyorlardı. Büyükler ise forumdaydı. Mücadeleleri birleştirmek ve 15–16 haziranın önemi konulu forumumuz yağmurun başlamasıyla erken toparlanmak zorunda kaldı. Yorucu bir günü geride bırakmıştık. Kolektif çabamızın eseri olan pikniğimizden dostlarımızın mutlu ayrılması, birlikte mücadele için bizlerle birlikte olacaklarını söylemesi tüm yorgunluğumuzu aldı. Şimdi etkinliğimizin de verdiği moralle çalışmalarımıza dört elle sarılacağız. Gelecek yıllarda daha kitlesel, daha örgütlü piknikler organize etmek için daha çok çalışmamız gerekecek. Tüm sınıf kardeşlerimizle pikniklerde olduğu gibi mücadele alanlarında da buluşabilmemiz dileğiyle… İşçi Cephesi , 1 Temmuz 2009
www.iscicephesi.net