MARKSİST İŞÇİ Ya Emperyalist Yok Oluş, Ya Enternasyonalist Kurtuluş!
www.geocities.com/marksistisci
Sayı 09 - Şubat 2008
BURJUVAZİNİN SAHTE "ÇÖZÜM" VE "REFORM" ÖNERİLERİNE KARŞI İŞÇİDEN EMEKÇİDEN YANA, LAİK, DEMOKRATİK, SOSYAL ANAYASA TALEBİMİZİ YÜKSELTELİM! • Gündem / Analiz "Türban": Örtmek Neyi Örter, Çözmek Neyi Çözer? - İkinci Ergenekon Destanı ................................... • Gündem / Analiz SSGSS Saldırısının Tarihsel Boyutu - Yükseköğretim Gerçeği: Şirketleşen Üniversiteler .......................... • Marksist Teori Şubat Devrimi Üzerine ............................................................................................................................ • Sınıf Bilinci 28 Şubat ve Sınıf Belleği .......................................................................................................................... • Gündem / Analiz Siyonizm İşbaşında .................................................................................................................................. • Sınıf Haberleri Tekel İşçisi Özelleştirmelere Karşı Eylemde - Berlin: Toplu Taşıma'da Grev Hayatı Felç Etti ................. • Okur Mektupları Bu Bir Devrimdi!.. ...................................................................................................................................
Sınıfa Karşı Sınıf!
02 04 09 12 13 14 15
Marksist İşçi
"TÜRBAN": ÖRTMEK NEYİ ÖRTER, ÇÖZMEK NEYİ ÇÖZER? Kürt halkına yönelik saldırıların sürdüğü, ekonomik krizin kendini hissettirmeye başladığı, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası yasa tasarısı ile sağlık ve emeklilik hakkımızın elimizden alınmaya çalışıldığı, kıdem tazminatlarımızın masaya yatırıldığı bu günlerde, işçi ve emekçilerin artan tepki ve taleplerine karşın burjuvazinin sihirli örtüsü imdadına yetişti. AKP ile MHP bir taraftan, CHP öte taraftan çekiştire çekiştire, "türban" meselesi gündemin üstüne serildi. Özgürlük de demokrasi de laiklik de bu örtü üstünden tartışılır oldu. Yasağa karşı gösterilen tavır kimin daha demokratik ya da kimin daha laik olduğunun ölçüsü olarak kullanılmaya çalışıldı ve burjuvazinin bu üstü kapalı rejim krizi içinde bir taraf seçmemiz beklendi. Oysa biz, işçiler-emekçiler, işçiden-emekçiden yana olanlar, biliyoruz ki bu tartışma kısır bir tartışmadır. Sonucunda bizlere ne daha fazla demokrasi ve özgürlük getirecektir ne de laik bir devletin güvencesini sağlayacaktır.
algısı içinde yeniden tanımlamaya çalışmaktadır. Aynı şekilde, laiklik de bu yapılanmadan payını almış durumdadır; çünkü bugün Türkiye devletinin laiklik yorumu, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasından öte; dinin devletin yüksek bekâsı için gerektiğinde kullanılmak üzere devletçe kontrol edilmesini içermektedir. Devlete bağlı bir Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, İslam ve özellikle onun de bir mezhebi olarak Sünnilik (ve özellikle de Hanefilik) inanç olarak hakim kılınmış, öğrenimi okullarda din bilgisi dersleri adı altında zorunlu tutulmuş ve diğer dini öğretiler -ya da dini olmayanlar- inkârcı bir tavır ile dışlanmıştır. Oysa, laiklik, dinin devlet işlerine karışmaması şartı ile devletin bireysel inanç özgürlüğünü tanıması ve her türlü inanca karşı eşit mesafede durmasıdır. Mevcut Diyanet İşleri Başkanlığı ile; camilere ayırdığı devlet ödeneği ile; zorunlu din dersi uygulamaları ile, farklı mezheplere uyguladığı asimilasyoncu politikalar ile TC'nin laik bir devlet olduğu söylemi sadece bir aldatmacadır. TC laik değildir ve laiklik türbanı "çözerek" de gelmeyecektir. Aksine, başörtüsü yasağının kendisi bireylerin vicdani özgürlüklerini hiçe sayan, dayatmacı ve anti-laik bir tavırdır. Üstelik başörtülü kadınların eğitim ve çalışma haklarını kısıtlayıcı niteliği ile anti-demokratik bir uygulamadır.
Bugün türban sorunu öyle lanse edilmektedir ki, sanki tartışmayı sürdüren iki tarafça da sorunun kendi lehlerine çözümü halk için birçok şey vaat edecektir. AKP'nin ya da yasağın kaldırılmasından yana olan kesimlerin bu politikalarını meşru gösterme çabaları haklar ve özgürlükler çatısı altına sığınmak olmuştur. Yasağın kaldırılmasından yana olmayanlarca ise, türbanın siyasi bir simge olarak kullanıldığı argümanı ortaya atılmakta ve laik devletin güvencesi adına bu yasak meşru gösterilmeye çalışılmaktadır. Oysa demokrasi sorunu da laiklik sorunu da bugün Türkiye'de türbanın örtemeyeceği kadar büyük bir gerçekliktir. Çünkü bu iki sorun da Türkiye kapitalist devletinin rejim karakterinden beslenmektedir.
Ancak bugün ne AKP ne MHP ne de CHP bu tartışma sırasında bunları dile getirmektedir. İfade, örgütlenme ve toplantı özgürlüğünü tehdit olarak algılayan, sendikaların siyasi parti kurma hakkını engelleyen, ulusal sorunu terör sorunu olarak adlandıran, kadın sorununun çözümünü kadının özgürleş"tiril"mesi olarak tasarlayan, parası olmayana yaşama hakkı tanımayan bir devlet yapılanması içinde türban yasağının kaldırılması tek başına demokrasi vaat edebilir mi? 301. maddenin kaldırılması yönünde tek bir adım atılmamışken, Polis'in yetkilerini arttırmaktan geri durmamış AKP'nin demokrasisi ne kadar inandırıcı? Öte yandan CHP'nin anti-laik uygulamaların kaldırılmasına dair hiçbir talebi yokken türban üstünden laiklik savunusu yapması ne derece gerçekçi? Ve tabi ki bu tartışmanın en büyük ikiyüzlülüğü türban sorununun kadın sorunu olarak ele alınmamasıdır. Bu tartışma taraflarca kadını dışlayarak sürdürülmektedir. Ve bu haliyle, rejimin görüntüsünü kadın üzerinden tasavvur etmeye çalışmakta, erkeğin kadının
Parlamenter örtüyle gizlenmiş asker - polis rejimi olarak da adlandırılabilecek bu rejim, sürekli baskı durumu ile cisimleşmekte; meşruluğunu ise '82 Anayasası ile 12 Eylül kurumlarından almaktadır. Bu baskı rejimi ile iktidar, her türlü hak alanının sınırlarını belirlemekte, resmi ideolojisi ile bu baskı ortamının sürekli bir biçimde yeniden üretimine ve dolayısı ile demokrasi ve özgürlüğe dair her şeyin gasp edilmesine sebep olmaktadır. İnkarcı ve asimilasyoncu yapısı ile her türlü farklı sesi bastırmayı amaçlamakta, bunun için gerekli mekanizmaları oluşturmakta, demokrasiyi de yarattığı tehdit 2
Marksist İşçi bedeni üzerindeki hegemonyasını ve bunun kimliksizleştirici yönünü bir kez daha gözler önüne sermektedir. Peki bu haliyle, yani ne demokrasi ne laiklik ne de kadın sorununa dair hiçbir çözüm üretmeden, yürütülen bu türban tartışması neyi amaçlamaktadır? Şu açık ki, türbanı ne örtmek ne de çözmek daha demokratik ya da daha laik bir düzen getirecektir. Türban tartışması, bu noktada, birinci sayımızdan beri rejim krizi olarak adlandırdığımız burjuvazi arasındaki kamplaşmanın bir sembolü, işçi sınıfının gündemini değiştirmenin de bir aracı olarak kullanılmaktadır. Değişiklik önerisi geçerse türban nereden bağlanır bilemeyiz ama bugün bizzat burjuvazinin eli ile işçi ve emekçilerin göz hizasından bağlanmaktadır. Çünkü burjuvazi artan saldırılarına karşı işçi sınıfının artan tepkilerinden korkmaktadır. İşçi ve emekçi kesimleri farklı gündemlerle oyalamaya çalışırken işte bunu hesap etmektedir.
anti-demokratik ve anti-laik unsurları ile asker-polis devletinin güvencesi konumundaki 1982 Anayasası'nın ve 12 Eylül kurumlarının kaldırılması, yerine işçiden emekçiden yana, demokratik, laik, sosyal bir anayasanın oluşturulmasıdır. Bu çerçevede bizler başörtüsü yasağının kaldırılmasını istiyoruz ama aynı zamanda Diyanet İşleri Başkanlığının kapatılmasını, zorunlu din derslerinin kaldırılmasını, kimliklerden din hanesinin çıkarılmasını da savunuyoruz. Gericilikle baş etmenin yolunun yasaklar olmadığını, anadilde - parasız - bilimsel eğitimin yaygınlaştırılması olduğunu söylüyoruz.. Örtünmenin kendisinin bizzat erkek egemen toplumun bir yansıması olduğunu biliyoruz; ancak kadının özgürlüğünün başındaki örtünün zorla çözülmesi yolu ile değil bizzat kadının kendi mücadelesi ile geleceğini öngörüyoruz. Ve bu talepler için mücadelenin; ekonomik ve eğitim-sağlık-emeklilik gibi sosyal güvenlik kapsamındaki haklarımızı elimizden almaya çalışan piyasalaştırıcı-özelleştirici saldırılara karşı verilecek mücadeleden ayrı düşünülmemesi gerektiğinin bilincindeyiz.
Burjuvazinin istediği, sürdürdükleri bu tartışmada ellerini güçlendirecek bir taraf olmamızdır. Bizler, tabi ki tarafız, ama onlardan yana değil. Biz işçi ve emekçinin tarafındayız. Ve şunu biliyoruz: bugün demokrasi sorunu da laiklik sorunu da ancak işçi sınıfının önderliğinde çözüme ulaşabilir. Ve bu amaçla işçi sınıfının ilk talebi
Burjuvazinin sahte "çözüm" ve "reform" önerilerine karşı; İşçiden-Emekçiden yana Laik, Demokratik, Sosyal Anayasa!
İKİNCİ ERGENEKON DESTANI
Devlet, geçmişte adları sürekli kirli işlere karışmış olan "vatansever" kimselere, yıllar sonra, bir operasyon düzenledi ve pek çok kişiyi mahkeme kararı ile gözaltına aldı. Peki, devlet bunu durup dururken niçin yaptı? Bu operasyonun ne olduğunu tüm yönleri ile ortaya koymak şu anda zor olsa da, ne olmadığını kesinlikle söyleyebiliriz.
böylesine önemli bir kağıda) mukayyet olmaktan aciz kimselerin böyle bir operasyonu yönetiyor olmalarından yola çıkarsak, sonucunda bize yönelik olumlu hiçbir şeyi bekleyemeyeceğimiz aşikar. Esasında, tablo incelendiği vakit şu manzara ile karşı karşıyayız; gözaltına alınanların hepsinin ne tür insanlar oldukları ve adlarının hangi olaylarda geçtiği zaten bilinmekte idi ve (henüz) operasyonlar ile ortaya çıkan yeni hiçbir şey yok. Yani görünen o ki, devlet başta JİTEM1 olmak üzere kontrgerillanın göz önündeki aparatlarını ayıklayarak onu daha da güçlü kılmaya çalışmaktadır. Bunun yanında Hrant Dink cinayetinin yıl dönümünde bu yol ile kitlenin gözünü boyayabilme umudu taşımak gibi ucuz emellere sahip oldukları da ortadadır.
Gözaltına alınan Veli Küçük'ten Kemal Kerinçsiz'e, Fikri Karadağ'a kadar herkesin isimleri daha önce pek çok kez kirli-karanlık işlere karışmıştı ve aslında bugün bu operasyon ile "açıklığa kavuşacak" olduğu söylenen pek çok şeyi daha önceleri de duymuştuk. Ayrıca şurası da açık ki, şu anda bu isimlerin gözaltında olmalarının da açıklığa kavuşturduğu somut hiçbir şey yok! Olan bitenin ne olduğu dahi belli değil. Bir gün, Uğur Mumcu'yu bizzat MİT'in (devletin) öldürdüğüne dair bir belgenin bulunduğunun haberi geliyor, ertesi gün de bu belgenin kaybolduğunu söylüyorlar. Samimi olduklarına bir an inanacak denli saf olsak dahi bir kağıda (hem de
[1] İstihbarat ve Terörle Mücadele (JİTEM). Devlet, varlığını hala reddetmektedir. Oysa ki daha öncesinde JİTEM'in varlığı belgeleri ile pek çok kez ispatlanmıştı. Hatta bir keresinde ODTÜ'de öğrenciler JİTEM kimlik kartına sahip olan birini yakalayıp kimlik kartını basına göstermişti.
3
Marksist İşçi Biz işçi ve emekçiler, böylesi saçma bir kuru gürültüye kanmayız. Bizim çetecilere karşı mücadelede bir yol alındı dememizi sağlayacak şeyler; Uğur Mumcu'nun, A. Taner Kışlalı'nın, Hrant Dink'in ve katliamlara kurban gitmiş tüm devrimci ve demokratların, Madımak, Sivas, Maraş vb. katliamlarının faillerinin bulunması; Susur-
luk'un aydınlanması; MİT'in elindeki tüm gizli belgelerin halka açıklanması; ülkü ocaklarının kapatılması; JİTEM'in lağvedilmesi gibi adımlardır. Aksi takdirde gerisinin yalan olduğu ve bizim lehimize hiçbir sonuç vermeyeceği ortadadır.
SSGSS SALDIRISININ TARİHSEL BOYUTU
Sosyal güvenlik yasasının onaylanmasına ramak kalmışken, sendika bürokratları mitinglerde bize, söz konusu yasanın "zarar"larını anlatabilmek için, hükümete defalarca dil döktüklerini, ancak hükümetin, bunu anlamamakta ısrar ettiğini belirtiyorlar. İşte böyle yorumluyor, bu "reform hareketi"ni sevgili bürokratlarımız. Oysa bürokrat dar kafalılığından bir adım öteye geçip, sürecin nesnel tahlilini yaptığımızda, hükümetin yasanın "zarar"larını "anlayamadığı"nı değil, tam tersi, konuya son derece hâkim olduğunu görüyoruz. Bürokratımız, süreci bir "yanlış anlama"dan ibaret görürken, ya da görmek isterken, burjuvazi ve devleti, saldırılarını bilinçli ve sistematik bir biçimde planlamakta ve hayata geçirmektedir.
haberleşme, eğitim, sağlık, ulaşım gibi vazgeçilmez hizmet sektörlerinin özelleştirilmesini de kapsayan planlar, daha o günlerde hazırlanmış ve bugün önemli ölçüde hayata geçirilmiş ya da geçirilmeye çalışılmaktadır. Bilindiği üzere, bugün hayata geçirilmesi planlanan saldırılar (sosyal güvenlik hakkının gaspı, kıdem tazminatının kaldırılması, sağlık, eğitim vd. nin tümden paralı hale getirilmesi, vs.), neo-liberal ekonomi politikalarına dayanmakta, bunlar uzunca bir süredir IMF ve Dünya Bankası reçeteleriyle tüm dünyada hâkim kılınmaya çalışılmaktadır. Bu emperyalist kurumların sosyal güvenlik ve sağlık sigortası alanlarında, diğer ülkelere gösterdiği örnekse "Şili mucizesi"dir. Bu bağlamda, Şili örneği üzerinde biraz durmak ve orada ne gibi "mucizelerin" gerçekleştiğini görmek aydınlatıcı olacaktır.
Biz işçiler de, "sınıfa karşı sınıf" tavrıyla harekete geçmek, yani sınıf bilinciyle donanmak için, olayları bir süreç dâhilinde kavramak zorundayız. Bu bağlamda, tek başına "SSGSS'ye Hayır" demenin hiçbir şey ifade etmediğini görürüz. Burjuvazi, saldırılarını nasıl sistematik bir biçimde, uzun vadeli düşünerek planlıyorsa, biz de karşılaştığımız tek tek saldırıların tarihsel sürecine hâkim olabilmeli ve basit bir "hayır"dan öte, alternatif programlarımızı ortaya koyabilmeliyiz.
"Şili Mucizesi" Allende yönetiminin askeri darbeyle devrilmesinin ardından, Pinochet liderliğinde tesis edilen askeri diktatörlük, neo-liberal politikaların deneme tahtası olmuştur. Bu politikalar ışığında oluşturulan, yeni bir sosyal güvenlik sisteminin ilk kez Şili'de uygulanması, bu yönüyle, şaşırtıcı değildir. Sözü edilen yeni model, 1981 yılının 1 Mayıs'ında, askeri diktatörlük tarafından, dalga geçercesine işçilere "armağan" edilmiştir. Sistemin fikir babası ve dönemin çalışma bakanı Pinera, yeni yasayla işçilerin kendi sosyal güvenlik sistemlerini seçme özgürlüğünü elde ettikleri ve devlete bağlı sosyal güvenlik sisteminin 'zincirlerinden' kurtulduklarını belirtmiş ve bu 'kutlu' günü 1 Mayıs'a denk getirerek Şili işçi sınıfına jest yapmıştır. Pinera'nın seçim "özgürlüğüyle", işçilerin sistemi seçme haklarını değil, sadece hangi özel sigorta fonu işleticisi şirkete prim ödeyebileceklerini seçme "özgürlükleri"ni kastettiği de çok geçmeden anlaşılmıştır. Bu yasadaki yenilik, çalışanlardan prim toplayan ve toplanan bu prim karşılığında sağlık hizmetlerini kendi işlettikleri sağlık kurumlarından veya sözleşmeyle anlaştıkları başka kurumlardan sunan özel sağlık sigortası şirketleridir. Ancak, devlet bu ülkede sağlık sigortası uygulamasından tümüyle vazgeçmiş değildir.
Tarihsel Süreç Bu yönüyle, sosyal güvenlik "reform"unu incelediğimizde, bu saldırının uzunca bir süredir rafta olduğunu, bu tip bir saldırının yalnızca Türkiye'de değil, küresel çapta gerçekleştiğini ("küreselleşme"nin nimetleri!) ve saldırı planının köklerinin 30 yıl öncesine gittiğini görürüz. 70'li yıllarla birlikte kapitalizmin kârlılık oranlarındaki düşme eğilimi, işçi sınıfının büyük mücadeleler sonucu kazandığı sosyal güvenlik, parasız eğitim ve sağlık, kıdem tazminatı gibi haklarının gaspını gündeme getirdi. Düşen kârlılık oranlarını artırmanın yolları, reel ücretleri düşürmek, emek sömürüsünü artırmak, sermayenin girişine kapalı alanları, "piyasa"ya dâhil etmek, vb.dir. Burjuvazi de, kâr oranlarını artırmak adına, bu yolların tümünü, kimini kısa, kimini uzun vadeli olmak üzere hayata geçirmek için o günden harekete geçmiştir. Su, elektrik,
4
Marksist İşçi İkili yapı temelinde geliştirilen sistemin, çalışanlar bakımından iki maliyeti vardır. Sistemde sağlık hizmetlerinden yararlanabilmek için yalnızca prim ödemek yeterli değildir. Primin yanında tedavi katkı payının da ödenmesi gerekmektedir. Özel şirketlerde tedavi katkı payları daha yüksek olduğundan alt ve orta gelir grubundakiler devlete ait olan Ulusal Sağlık Fonu (FONASA)'nda kalmayı tercih ederler. Ancak askeri hükümet, sağlık alanındaki tüm yatırım ve harcamalarını uzun vadede kısarak, özel şirketlerin gelişimini hızlandırdı. Üst gelir grupları maliyetleri karşılayabildiklerinden özel şirketlere üye olmayı tercih etti ve bu şirketler de yaşlı, kadın ve kronik hasta gibi grupları yükledikleri maliyetler nedeniyle dışladılar. FONASA ve bağlı olarak kamu sağlık sistemi, yüksek gelir grubuna dâhil olmayan, fakir, yaşlı, kadın ve kronik hastaları kapsadı. Bunun sonucunda sağlık hizmetlerindeki "yeniden dağıtım" ve "sosyal dayanışma" fonksiyonları işlevini yitirdi. Sonuç olarak, özel şirketler nüfusun ancak %25'ini, bir başka deyişle Şili toplumunun en sağlıklı ve en zengin kesimini kapsadılar. Bu şirketler 1990 yılında nüfusun %15'ini kapsar durumdayken toplam sağlık harcamalarının %45,5'ini aldılar. Buna karşılık kamu sağlık sistemi, toplam nüfusun %70'ine ve hiçbir sigorta uygulamasının kapsamında bulunmayan %12'sine hizmet verirken sağlık harcamalarının %54,5 ini elde edebiliyordu.1
sokulmuştur. "Küreselleşmeyle" Derinleşen Saldırılar 90'lı yılların başında Doğu Bloğu'nun çöküşüyle, emperyalizm küreselleşme adı altında, saldırılarını ivmelendirdi. Bürokratik diktatörlüklerin çöküşüyle açılan yeni nüfuz alanları ve "sosyalizmin ölümü" temalı ideolojik saldırılarla beraber, sömürüyü keskinleştiren yeni uluslararası kurumlar ve anlaşmalar yaratıldı. Bunlardan konumuz dâhilinde olan GATS, bize oldukça çarpıcı bir örnek sunuyor. "Hizmet Ticaret Genel Anlaşması anlamına gelen GATS, 1947 yılında imzalanan GATT (Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması) kapsamında 1986-1994 yıllarında yapılan Uruguay Görüşme Turunda GATT'a dâhil edilmiş, hizmet ticaretini düzenleyen ilk çok taraflı anlaşmadır. Hedefleri gümrük uygulamalarını aşamalı olarak kaldırma ve ticareti tüm dünyada serbestleştirmek olarak tarif edilen GATT anlaşması çerçevesinde bir araya gelen devletler, ticaretin liberalizasyonu yönünde görüşmelerini, çeşitli görüşme turları çerçevesinde sürdürmekteydiler. Bunlar arasında yer alan Uruguay görüşmeler turu, 1986-1993 yılları arasında gerçekleştirilmiş olan önemli aşamaların kat edildiği bir görüşmeler turuydu. GATS anlaşması da bu görüşmeler turunun sonlanması öncesinde müzakere edilerek görüşüldü ve imzalandı. TC de bu anlaşmayı 1995 yılında imzaladı.
Yeni sisteme damgasına vuran niteliklerden birisi de, sistemin bireyselliği öne çıkarmasıdır. Bu da, sigorta sisteminin yeniden dağıtım ve sosyal dayanışma niteliklerini yok etmiş, bireyin kendi hesabında biriktirdiği değerin, emeklilik sonrasında yine bireysel olarak harcamasını sağlayan bir sistem kurmuştur.
"GATS'ı neleri kapsadığı ile ilgili bir incelemeye tabi tutarsak, onun tüm hizmet alanlarının serbest piyasaya açılması için mevcut düzenlemeleri genişleten ve hukuki işlerlik kazandıran ilk çok taraflı yatırım ve ticaret anlaşması olduğunu görüyoruz. Hatta, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) Sekretaryası bu anlaşma için şöyle demektedir: 'GATS, sadece sınır ötesi ticaret ve yatırımları kapsamakla kalmayıp; bir hizmetin yerine getirilmesiyle bağlantılı olarak akla gelebilecek tüm sektörleri (hizmet ve mal üretim sektörleri) kapsayan bir hizmet yatırımları ve hizmet ticareti anlaşmasıdır.'
Bu sistemle, emeklilikle sağlık sigortası sistemi birbirlerinden ayrılmıştır. Devlet ve işverenin emeklilik fonuna yatırdığı primler sıfırlanmış, bütün yük işçilerin omzuna bindirilmiştir. Emeklilik fonlarını değerlendiren özel şirketler kurulmuş, burada toplanan paralar devlete ve burjuvaziye ucuz kredi olanağı sağlamıştır. Özetlemek gerekirse, tarihsel süreçte, işçilerin sınıf bilincinin gelişiminin bir ürünü olarak, ücretlerinin bir kısmından feragat edip meydana getirdikleri sosyal dayanışma ve yardımlaşma fonları, Şili'de burjuvazi ve devleti tarafından talan edilmiş, sınıfın emeklilik hakkı, sağlık güvencesi yok edilmiştir. İşte bu "mucize", IMF reçeteleriyle Latin Amerika'nın pek çok ülkesinde ve dünyanın diğer bölgelerinde uygulamaya
"DTÖ, GATS müzakerelerini 11 ana başlık altında yürütüyor ve belirlenen ana başlık, alt bölüm ya da sektör ve grupların anlam ve içeriğinin tanımlanmaması için DTÖ'nün ciddi çaba sarf ettiği görülüyor. Böylece, anlaşmada yazılması unutulmuş boyutları bile kapsayabilecek kadar esnek bir metin elde edilmesi planlanıyor. Piyasanın eline teslim edilmesi konusunda anlaşma sağlanan 11 temel kategori ise şöyle: Telekom, posta hizmetleri, görsel ve
[1] Recep Kapar Şili Sosyal Güvenlik Sisteminde Sağlık ve Emeklilik Sigortalarında Yaşanan Değişimler, Recep Kapar, Sf. 8.
5
Marksist İşçi işitsel iletişim hizmetleri de dâhil olmak üzere iletişim, inşaat ve bağlantılı mühendislik hizmetleri, eğitim, su iletim sistemleri, enerji ve atık su işleme, tüm çevresel hizmetler, finansal, mali ve bankacılık hizmetleri, sosyal hizmetleri de kapsayacak şekilde sağlık ve bağlantılı hizmetler, turizm, seyahat ve bu iki sektörle bağlantılı tüm hizmet ve ürünlerin üretimi, kültürel ve sportif hizmetler, kara, hava, deniz ve tüm diğer ulaşım hizmetleri ve diğer hizmet alanları."2
yaşananlar, mücadelenin keskinliğini göstermesi bakımından öğreticidir. Burada, su hizmetinin özelleştirilmesine karşı gelişen büyük direniş bir kaç ay süren bir ayaklanmaya dönüştü. Bu ayaklanma sonucu hükümet, konuyla ilgili imzalamış olduğu sözleşmeyi çöpe atmak zorunda kaldı. 1999'da, özelleştirmenin ardından yaşanan fiyat artışları sonucu patlak veren ayaklanmada bir kişi öldü, iki kişi kör kaldı ve yüzlerce kişi yaralandı. Olayların açıklayıcı olması açısından şunu belirtmek gerekir ki, özelleştirmenin ardından ortalama su faturası, ortalama işçi ücretinin %20'sinden fazlasına tekabül ediyordu.
Öte yandan, GATS yeniden yapılandırmaya dayalı bir anlaşma, dolayısıyla, serbest piyasaya açılması belirlenen sektörler ve yapılan düzenlemeler belirlenen bir sonraki müzakere tarihinde yeniden ele alınmaya başlanıyor ve yeni düzenlemeler yapılıyor. Bu özellik gereğince 1994 GATS anlaşmasına, yeni müzakerelerin 2000 yılı başında yeniden başlaması hükmü konulmuştu ve gerçekten de GATS müzakereleri 2000 yılı Ocak ayında yeniden açıldı. Yeniden yapılandırmaya açık yapısına karşın GATS anlaşmasında geri dönüşün olmaması özelliği de bulunuyor. Bu nedenle daha önce verilen taahhütler geri alınamıyor.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. İçinde bulunduğumuz durum, SSGSS saldırısının ne ilk ne de son olacağını, açıkça göstermekte. İşte bu yüzden, bu saldırıya karşı örülecek bir direniş cephesi çok büyük bir önem taşıyor. SSGSS'yi engellemek, kuşkusuz ki, sırada bekleyen saldırılar için kazanılmış önemli bir mevzi olacak. Diğer saldırıların geri çekilmesini sağlayacak. Kıdem tazminatının gaspı, eğitimin tümüyle paralılaştırılması, elektrik ve suyun dağıtımının özelleştirilmesi (Antalya'nın pilot bölge seçilerek, burada su hizmetinin hâlihazırda özelleştirilmiş olduğunu belirtelim) gibi sırada bekleyen saldırıları düşündüğümüzde, yakında, hakikaten de zincirlerimizden başka bir şeyimizin kalmayacağını, mücadeleden başka bir çıkış yolu olmadığını görüyoruz.
Bu çerçevede, görülen o ki, saldırı dalgası çok boyutlu, geniş yelpazeli. Bugün gündemde olan SSGSS yasası, dolayısıyla, kuşa çevrilmiş sağlık güvencesi ve emeklilik haklarımızı daha da tırpanlayan yeni saldırılar, bir büyük projenin yalnızca bir ayağını oluşturuyor.
Ancak, SSGSS'ye karşı örülecek bir mücadele hattında, yalnızca "SSGSS'ye Hayır" demek, bizim sanki var olan durumu savunduğumuzu ima eden, mücadelede, yalnızca bürokratın dar kafasını tatmin edecek derecede, bizi sığ ve silahsız bırakan bir tavırdır. Sınıfın öncüleri kendi alternatif programlarını üreterek, SSK'da işçi denetimini savunarak, özel hastanelerin tazminatsız kamulaştırılmasını ve sağlığın herkes için parasız olmasını hedefleyerek, mevcut durumdan şikâyetçi, mücadelenin gerisindeki kesimleri de kazanmalılar. Aynı şekilde mevcut örgütlülüklerimize, özellikle sendika ve meslek odalarına baskı yaparak, söz konusu yasaya karşı sahte değil gerçek bir direniş örgütlemelerini sağlamalıyız. Bunu yapabildiğimizde, hava yine emekçiden yana esecek!
GATS'ta ele alınan diğer sektörlerin piyasalaştırmasına gelince, bunların bir kısmı hâlihazırda tamamlanmış durumda, diğer bir kısmı da tamamlanmayı bekliyor. Ancak bunların hayata geçirilmesindeki temel faktör, yine, sınıflar arasındaki güç ilişkileri ve bunların mücadelesi oluyor. Yukarıda sözü edilen 11 kategoriden birisi olan su hizmetinin özelleştirilmesi, bu bağlamda, önemli bir deneyim niteliği taşıyor. Su hizmetinin özelleştirilmesine karşı verilen mücadeleler, Fransa'dan Bolivya'ya, dünyanın pek çok bölgesinde gerçekleşmiş ve bunlar, kimi zaman yasaların tümüyle geri çekilmesini sağlayabilmişlerdir. Fransa'nın pek çok bölgesinde özelleştirilmiş su hizmeti, IMF ve Dünya Bankası tarafından dünyaya örnek gösterilirken, Fransa'nın Grenoble şehrinde, 11 yıllık bir mücadelenin ardından, suyun tekrar bir belediye hizmeti haline getirilmesi başarılmıştır. Yine, Bolivya'nın üçüncü büyük kenti, Cochabamba'da [2] Hizmet Ticareti Genel Anlaşması GATS ve Tüm Hizmetlerin Kapitalist Çevrime Dâhil Edilmesi, Pınar Erol.
6
Marksist İşçi
YÜKSEKÖĞRETİM GERÇEĞİ: ŞİRKETLEŞEN ÜNİVERSİTELER Tüm insanları doyuracak, giydirecek, ev sahibi yapacak ve yaşatacak teknik bilgiye ve maddi kaynağa şu an sahip olunduğu halde, insanlık tarihinin gördüğü en büyük savaşları, açlığı, yoksulluğu yaşamaktayız. Bunun yegane sorumluları, değişik ülkelerden, toplam sayıları bini geçmeyecek ve dünyadaki tüm servetlerin tamamına yakınına sahip olan burjuva aileler; burjuvazi. Üretim araçlarını insanlığın ihtiyaçlarına göre üretim yaparak değil, kâr amacı güderek ve zor kullanarak ellerinde tutabileceklerinden, savaş sanayisinden lüks tüketim sektörüne kadar tüm gereksiz üretim kollarını yedi milyar insanın aleyhine işletmekteler.
"...yükseköğretimde sağlıklı bir rekabet ortamı oluşturulmasının şart ve artık kaçınılmaz olduğu açıkça görülmektedir. Böyle bir ortamın oluşturulması için gereken ön koşul ise, devlet üniversitelerimizin yurtdışındaki üniversitelerin ve vakıf üniversitelerimizin sahip olduğu idari ve mali yetkilere sahip olmalarıdır."1 Raporda nitelikli eleman yetiştirmede örnek gösterilen Kaliforniya'daki üniversitelerin bugünkü durumu pek de iç açıcı değil. Burada devlet üniversitelerine ayrılan ödeneklerin büyük kesintilere uğramasıyla birlikte lisans ve yüksek lisans öğrencilerinin harçları iki sene içerisinde %63 ve %87 oranında arttı.2
Plansız, istikrarsız bir üretimi, krizler, kirli savaşlar ve kemer sıkma politikaları izlemekte. Kendi lüksünden ve refahından hiçbir taviz vermek istemeyen burjuvazi, "global bir dünyada, daha iyi rekabet edebilmek" için, bencilliğinin faturasını işçi sınıfına kesmekte. "Sosyal" devlet kanalıyla emekçi kitlelere damıtılarak sunulan sağlık, eğitim, emeklilik hizmetleri de, dünya ölçeğinde özelleştirilerek veya küçültülerek kısırlaştırılmakta. Burjuva iktisatçıların muhteşem istatistik verileri ışığında kamudan kesilen bu ödenekler "daha stratejik"(?) noktalara aktarılmakta. Bu akıldışı plan, özelleşen kamu hizmetlerinin daha yüksek gelirli kentlerde yoğunlaşmasına, ödeneği kısılanların ise zorunlu olarak paralı hizmet vermesine sebep olmakta. Bu yazının amacı ise, dünyada ve Türkiye'de yükseköğretim sisteminin özelleştirilmesi hakkında yapılan tartışmaları kısaca incelemek ve genel bir bakış açısı sunmak.
Burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta da şudur: Burjuvazi açısından temel sorun, devlet destekli yükseköğretimin ekonomik külfetinin yanında, nitelikli eleman yetiştirme yetersizliğidir. Her ne kadar devletin yükseköğretim alanından elini çekmesi planlansa da, buradaki son hedef, Amerika'daki örneklerine uygun, şirketleşmiş, "kalite kontrolü" odaklı üniversiteler yaratmak ve burjuva düzene son derece uyum sağlamış, hırslı ve rekabetçi bireyler yetiştirmek. Buradan yola çıkarsak, "Türk Yükseköğretiminin Bugünkü Durumu, 2005" ve "Türkiye'nin Yükseköğretim Stratejisi, 2007" başlıklı YÖK'ün yayımladığı raporlarda; yükseköğretimin bürokratikliğinden, tekdüzeleştiriciliğinden ve çok yüksek talebe karşın arz yetersizliğinden yakınan esasında bürokratik YÖK'ün kendisi değil, onu bir sözcü olarak kullanan burjuvazidir.
Hedef Şirketleşmiş Üniversiteler Yakın tarihte YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, üniversitelerle ilgili şunları söylemişti: "Özellikle üniversitelerin mali bağımsızlığa kavuşması için paralı eğitim gereklidir. Devlet parayı üniversiteye veriyor. Üniversitenin bütçesini zenginleştiriyor. Üniversitelere verilen para burs olarak öğrencilere verilse, ihtiyacı olan her öğrenci bu burstan yararlansa, parası olan öğrenci okul parasını kendisi karşılasa olmayan ise devletten burs alsa bu daha iyi olur. Böylece üniversite kendi hesabını bilir, bölüm açarken, fakülte açarken çok dikkatli davranır. Eğer o bölüme yeteri kadar öğrenci çekemezse atıl kalır. Bu nedenlerden dolayı bana çok pratik geliyor." Bunların çok da yeni fikirler olmadığını 2005 tarihli YÖK raporunda geçen cümlelerden anlayabiliriz:
Uzun Vadeli Bir Plan Üniversitelerin özelleştirilip şirketleştirilmesi, burjuvazinin 80'lerden bu yana uyguladığı bir politika. Sayıları hızla artan vakıf üniversiteleri, yükseköğretim kuruluşlarının etrafında oluşan çeşitli vakıflar ve şirketler, devlet üniversiteleri içinde ikinci öğretim başta olmak üzere sayıları giderek artan paralı programlar, öğrenci katkı payları, paralı yaz okulu ve özel öğrenci uygulamaları, barınma, ulaşım, beslenme gibi hizmetlerin de ticarileşmesi son yıllarda yükseköğretimde gözlenen özelleşme eğilimlerin en başta gelenlerini simgelemektedir. Her ile [1] Türk Yükseköğretiminin Bugünkü Durumu, YÖK, 2005 [2] Saving Public Colleges and Universities: An Urgent Call to Political Action, William Dale Crist
7
Marksist İşçi bir üniversite söyleminin ise ciddi akademik etmenler yerine, kentin yatırımcılar için bir çekim merkezi olması ve kent ekonomisinin canlanması gibi ekonomik unsurlardan kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
luğunu ve niteliksizliğini bir yana bırakırsak, bu şartlar altındaki bir öğrenciden verim alınmasını beklemek ve göremeyince eşitsizlik sorununu "büyük ölçüde eğitim sisteminde" aramak burjuva dar kafalılığın ta kendisidir.
İhtiyacı olan öğrencilere burs verilmesi ise ilk bakışta çekici görünmekle birlikte geçmiş deneyimler hükümetlerin, özellikle kamu açıklarının arttığı dönemlerde bu tür uygulamalardan kolaylıkla vazgeçebildiklerini göstermiştir. Yoksullukla mücadele için ayrılan kamu fonlarının 1990'lı yıllarda genel bütçeye aktarılması bunun yakın geçmişteki önemli bir örneğini oluşturmaktadır. 3
Tüm bunlardan hareketle, öğrenci kitlesinin tümünü kucaklayacak yekpare talepler olmadığını da tespit etmek gerekir. Eğitimde fırsat eşitliğini bir safsatadan ibaret olarak görüyorsak, eşitsizliği yaşamının her aşamasında iliklerine kadar hisseden yığınların, emekçi ailelerden gelen öğrencilerin talepleriyle yola çıkmak durumundayız: Öğrencilerin büyük bölümünün mevcut düzen karşısındaki günlük sorunlarını işçi sınıfının iktidar mücadelesine bağlayacak kanallar ancak böyle bir kavrayış ile yaratılabilir.
Burjuvazi, peş peşe açıkladığı Dünya Bankası, OECD ve YÖK raporlarıyla bir yandan "eğitimde fırsat eşitliği" nutkunu dilinden düşürmemektedir, bir yandan da "Yükseköğretimde fırsat eşitliğinin sağlanamamış olması görmezlikten gelinemeyecek temel sorunlardan biridir. Ama bu sorunun çözümünü yükseköğrenim sisteminden çok, büyük ölçüde ortaöğretim sisteminde aramak gerekecektir."4 diyerek bu işin çözümüne yönelik "gayretkeş" tutumunu korumaktadır. Üniversite öğrenci profili üzerine kapsayıcı araştırmalar bulunmamakla birlikte, son yirmi yılda öğrenci sayılarındaki büyük artışa karşın üniversite öğrenci profilinin ağırlıkla görece yüksek gelirli kesimler üzerinde yoğunlaşmaya devam ettiği söylenebilir.5 Muazzam miktarlarda paralar ödenerek girilebilen kolejlerden, milyonlarca liralık dershanelerden ve özel derslerden nasibini almış bir öğrenci ile, hem çalışmak hem de öğrenimini sürdürmek zorunda olan, öğretmensiz, donanımsız, yüz kişilik sınıflarda okuyan bir öğrencinin aynı üniversite sınavına girişi eşitsizliğin en somut ifadesidir. Sınıflar arası eşitsizlik varlığını sürdürdüğü müddetçe, "eğitimde fırsat eşitliği" bir safsatadan ibarettir.
Özgür Bilim, Özgür Eğitim, Özgür Üniversite! Biz ne bilimin, ne eğitimin, ne de eğitim kurumlarının sınıflardan bağımsız olabileceğine inanıyoruz; son tahlilde bunların niteliğini belirleyen, sınıflar ve onların iktidarıdır. Bilim ancak işçi sınıfı iktidarı altında insanlığın çıkarlarıyla uyumlu hale gelebilir; özgürleşebilir. Özgür bilim, özgür eğitim, özgür üniversite, devrimci eğitim sisteminin bileşenleridir. Devrimci eğitim sistemi, eğitimi toplumun en küçük hücresine kadar ulaştırarak ve sürekli kılarak, kafa emeği ile kol emeği, kent ile köy arasındaki farkları ortadan kaldırma koşullarını araştırarak ve geliştirerek, daha da ötesi, toplumun her alanını "üniversiteleştirerek", eğitim kurumlarının ayrıcalıklı kurumlar olarak varlıklarına son vermeyi hedefleyen ve bunun kanallarını yaratan bir sistemdir. Özetle, işçi sınıfı iktidarı altında bilim ve eğitim, durağan bir modeli ve yönetmeliği olan kurumlar toplamı değil, iktidarın işçiler tarafından bir ülkede ele geçirilmesinden, tüm dünyada sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma ulaşılana dek sürecek devrimin sürekli değişen ve gelişen bileşenleridir. Bugün yükseköğretimdeki tüm çarpıklıkları silkip atacak şey, üniversitelerdeki işçi, öğretim üyesi ve öğrencilerin, özyönetim organlarını yaratarak örgütlü mücadelelerini proletaryanın iktidar mücadelesiyle birleştirmeleridir. Üniversitelerde işçi ve öğrenci denetimi! Üniversitelerde polis-jandarma denetimine son! Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim! Savaşa değil eğitime bütçe!
Harçları, kredi faizleri, ulaşımı, barınması ve beslenmesiyle bu sistem, proleter ailelerden gelen öğrencileri çalışmak zorunda bırakmakta ve üniversiteden fiilen uzaklaştırmaktadır. Verilen eğitimin üretimden kopuk[3] Uluslararası Gelişmeler Işığında Türkiye Yükseköğretim Sistemi: Temel Eğilimler, Sorunlar, Çelişkiler ve Öneriler (UGITYS), Fikret Şenses [4] Türkiye'nin Yükseköğretim Stratejisi, YÖK, 2007 [vurgu rapordan] [5] UGITYS, Fikret Şenses
8
Marksist İşçi
ŞUBAT DEVRİMİ ÜZERİNE ülkede yaşanan fiili durum ile proletaryayı bir cendere altına almış somut sorunlar (savaş, kıtlık, vb.) arasındaki ilişki belirler. Bu ilişki, iktidarın devrimci zaptı noktasında çözümlenecek şekilde formüle edilmiştir. Kalkış noktaları ise, proletaryanın mevcut bilinçlilik düzeyi ile onun somut ihtiyaçları arasındaki çelişkiden hareketle, kitlelere yönelik bir dizi slogan ve taktiksel araçlar geliştirmesidir.2 Açmakta yarar var: Ülkede yaşana fiili durum, yani Şubat Devrimi, Rusya'da bir ikili iktidar ortaya çıkarmıştır. Lenin durumu şöyle betimlemektedir: "Devrimimizin bir iktidar ikiliği yaratmış bulunmak gibi büyük bir özgünlüğü var. Her şeyden önce kavranılması gereken önemli bir olgu bu: onu anlamadan ileri gitmek olanaksız. Eski 'formül'leri, örneğin Bolşevizm'in eski formüllerini tamamlayıp düzeltmesini bilmek gerek; çünkü onlar her ne kadar genellikle doğru çıkmışlarsa da, somut uygulamaları farklı olmuştur. Bu iktidar ikiliğini eskiden kimse ne düşünür, ne de düşünebilirdi. İktidar ikiliği neye dayanıyor? Geçici hükümetin, burjuva hükümetinin yanında, henüz güçsüz, tohum durumunda, ama gene de gerçek, söz götürmez ve büyüyen bir varlığı olan bir başka hükümete: İşçi ve asker vekilleri Sovyetlerinin kurulmuş bulunmasına. Bu ikinci hükümetin sınıf bileşimi nedir? Proletarya ile (asker üniforması altındaki) köylülük. Siyasal niteliği nedir? Devrimci bir diktatörlük, yani merkezi bir devlet iktidarı tarafından yayınlanan bir yasaya değil, ama doğrudan doğruya devrimci bir zorlamaya, halk yığınlarının aşağıdan gelen dolaysız girişkenliğine dayanan bir iktidar."3 Bu durumun da yaratılmasına kaynaklık eden, somut sorunlar devam etmektedir: Savaş ve savaşın doğurduğu gıda, hammadde ve yakıt sıkıntısı... İktidarın devrimci zaptı açısından, bu sorunlara karşı kesinliği olan somut çözümler önerilmeli, kitlelerin desteği kazanılmalıdır. Parti bunu yapabilmek için bir dizi taktiksel araç geliştirmelidir. Şubat Devrimi'nin bu kendine özgü karakteri ve ikili iktidar olgusu üzerine Troçki'nin ifade ettikleri de büyük önem taşır: "Tek başına değerlendirildiğinde Şubat Devrimi bir burjuva devrimiydi. Ancak bir burjuva devrimi olarak çok geç kalmıştı ve kendi içinde hiçbir kararlılık öğesi taşımı-
Giriş Birinci Dünya Savaşı sebebiyle gıda, hammadde ve yakıt sıkıntısının had safhaya ulaştığı 1917 Rusya'sında, savaş, devrim için bir katalizör işlevi gördü. Çarlık Rusya'sında, savaştan önce sistematik bir ekonomik planın olmayışı, ciddi kıtlıklarla sonuçlandı ve fahiş enflasyona sebep oldu. Sürecin iktisadi yapı üzerindeki etkisi o derece yaygındı ki, hoşnutsuzluk kendiliğinden gelişen toplumsal patlamalar noktasına kadar vardı. Proleter kitlelerin 9 Ocak'ta başlattıkları grev dalgası, 23 Şubat'ta1 kadın işçilerin, açlığa, savaşa ve Çarlığa karşı kitlesel bir gösteri gerçekleştirmesi ile giderek büyüdü. 24 Şubat gününe girildiğinde Petrograd'da 200.000 işçi greve çıkmıştı. 26 Şubat günü, askerler -1905'in aksine- işçilere katıldılar. 27 Şubat günü ise, Petrograd Sovyet'i, İzvestia gazetesi aracılığıyla, ülke çapında Çarlık rejiminin yıkılışını ilan eden bir çağrı yayınladı. Tarihe 1917 Şubat Devrimi olarak geçen süreç de bu çağrı ile tamamlanmış oluyordu. Şubat süreci, Rusya'da Bolşevik Parti'nin önderliği sayesinde, Ekim Devrimi'ne varabildi. Bizzat, Bolşevik Partisi içinde 1917 Şubat'ında gerçekleşen sürecin ve bu sürecin açığa çıkardığı somut durumun sınıfsal karakterine ilişkin tartışmalar, Ekim Devrimi'nden muzaffer bir şekilde çıkılmasında büyük rol oynamıştır. Sırf bu bile, bu tarihsel kesitin incelenmesinde yeter şarttır. Ne var ki, Şubat Devrimi'nin önemi bununla sınırlı kalmaz. Özellikle İkinci Dünya Savaşı'nın ardından burjuvazinin mülksüzleştirilmesi ile sonuçlanan bir dizi devrimin "şubat karakteri" taşıdığını gözlemleyen Arjantinli Troçkist önder Nahuel Moreno, Şubat Devrimi'ni bağımsız bir kategori haline getirdi. Bu yazı, 1917 Şubat'ında Rusya'da gerçekleşen devrime ilişkin Lenin ve Troçki'nin dile getirdiği açılımlardan hareketle İkinci Dünya Savaşı sonrası gerçekleşen bir dizi devrimin niteliğini açıklayan Nahuel Moreno'nun tezi arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışacaktır. Şubat Devrimi Üzerine Lenin ve Troçki Lenin ve Troçki'nin Şubat Devrimi'ne yaklaşımlarını,
[2] Devrim teorisi açısından Lenin ve Troçki'nin aldığı pozisyonları 6. sayımızda yer alan "Rus Devrimi'nin Işığında Sürekli Devrim Kuramı" başlıklı yazımızın içinde açıklamıştık. [3] Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Sol Yayınları, sf.15-16
[1] Rusya'ya ilişkin olan tarihler, eski Rus takvimine göre verilmiştir. 23 Şubat, dünya takviminde 8 Mart'a karşılık gelmektedir.
9
Marksist İşçi yordu. Derhal ikili iktidar ile kendini açığa vuran derin çelişkilerle parçalanmıştı. Bu nedenle de ya proleter devrimine doğrudan bir giriş haline dönüşecekti -ki olan da bu oldu- ya da Rusya'yı bir yarı-sömürge haline getirecek bir burjuva oligarşisi haline dönüştürecekti."4
görüntüsünün altında bir proleter iktidarı gizlenmektedir. Ekim devriminin dolaysız görevlerinin burjuva demokratik devrimi tamamlamak olmasının nedeni bundandır. Özellikle Stalinist yazında üzerinden atlandığı üzere bu Lenin'in tezlerinde çok net ifade edilmişti: "Doğrudan görevimiz, sosyalizmin "başlatılması" değildir, yalnızca üretimin ve ürünlerin dağıtımının işçi vekilleri Sovyetleri tarafından denetlenmesine derhal geçiştir."8 Troçki ise sorunu çok daha önce, 1905 Devrimi'nden çıkardığı bir dizi ders ile formüle etmiş ve Sürekli Devrim Kuramı'nı geliştirmişti.9
Burada önemli bir soru açığa çıkar; ki bu soru Şubat Devrimi'nin karakterini belirleyen temel sorudur da. Neden yaşanan süreç, bir başka şey değil de, bir ikili iktidar yaratmıştır? Lenin'in cevabı şu şekilde: "Bugünkü Rusya'da özgün olan şey, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ötürü, iktidarı burjuvaziye vermiş olan devrimin birinci aşamasından, iktidarı proletaryaya ve köylülüğün yoksul katlarına devredecek olan ikinci aşamasına geçiştir."5 Yani, Şubat Devrimi, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ötürü tamamlanamamış bir proleter devrimidir. Bu sebeple burjuva devrimi görünümlüdür. Yarattığı durum itibarıyla bir geçişi temsil eder. Zira ikili iktidar ancak geçici bir süre var olabilir. Biri diğerini alt etmek zorundadır. "Burjuvazi, burjuvazinin tek bir iktidarından yanadır. Bilinçli işçiler; işçi, tarım ücretlisi, köylü ve asker vekilleri Sovyetlerinin tek bir iktidarından; serüvenlerle değil, ama proletaryanın bilincini aydınlatarak, onu burjuvazinin etkisinden kurtararak hazırlanmış tek bir iktidardan yanadır."6 Burada kısa bir not düşmekte yarar var; 1917 Şubat Devrimi bir burjuva devrimi olarak adlandırıla gelir. Bu Lenin'de de Troçki'de de, görüldüğü üzere, bir yere kadar böyledir. Ama onlar aynı zamanda devrimin kendine özgülüğü olarak ortaya koydukları iki iktidar ile bunu bir ölçüde yadsırlar da. Şubat Devrimi, yarattığı resmi iktidar açısından bir burjuva devrimidir. Tam da bu iktidarı var eden ve daha da önemlisi ayakta tutan şey7 ise, ona bilinçsizliğinden ve örgütsüzlüğünden dolayı destek veren Sovyetlerdir yani işçi sınıfıdır. Yani devrimin burjuva
Şubat Devrimi ve Moreno Moreno'nun Şubat Devrimi'ne verdiği önem İkinci Dünya Savaşı sonrası burjuvazinin mülksüzleştirilmesi ile sonuçlanan bir dizi devrimin Rusya'daki Şubat Devrimi'ne benzer bir karakter taşımasından ileri gelir. Moreno bunu şu şekilde açıklar: "Önce bir Ekim devrimi ile burjuvazinin mülksüzleştirilmesi arasındaki farkı vurgulayalım çünkü İkinci Dünya Savaşı öncesinde burjuvaziyi mülksüzleştiren tek devrim 1917 Ekim Devrimi olmuştur ve bu gerçek de bizi yanlış bir analojiye, iki terimin de aynı anlamda olduğunu kabul etmemize götürebilir. Oysa İkinci Dünya Savaşı sonrasının deneyimi, bir Ekim Devrimi'yle burjuvazinin mülksüzleştirilmesinin aynı şey olmadığını göstermiştir. Her devrim gibi Ekim Devrimi de esasen, ekonomik sonuçları olan sosyal ve politik bir süreçtir. Ekim Devrimi'nin, kendisini diğer herhangi bir devrimden açıkça ayırt eden iki temel özelliği vardır. Bu özelliklerden ilki, işçi ve kitle iktidarının devrimci organlarının, örneğin Sovyetlerin, ortaya çıkışıdır. İkinci özellik ise ilkiyle yakından ilgilidir ve aslen belirleyici olan özelliktir: ayaklanmayı ve silâhlı mücadeleyi yöneten, kitlelerin seferberliğini ve uluslararası sosyalist devrimi geliştirmenin sadece bir aracı olarak iktidarı alan Devrimci Marksist bir partinin varlığı. Bu iki koşul olmaksızın Ekim Devrimi'nden bahsedilemez. Şubat Devrimi, Ekim Devrimi'nden farklıdır ama ona yakından bağlıdır. Şubat Devrimi'nin ilerleyebilmesi için bu devrimin ancak Ekim Devrimi'nden önceki zorunlu bir giriş niteliğinde olması gereklidir. Şubat Devrimi, emperyalizmin sömürücüleriyle, burju-
[4] Troçki, Ekim Dersleri, url: http://www.marxists.org/turkce/trocki/1924/eylul/ekim/2.htm Troçki'nin konuya ilişkin daha ayrıntılı bir okuması için onun üç ciltlik eseri Rus Devrim Tarihi'nin birinci cildi kullanılabilir. Bu cilt başlı başına Şubat Devrimi'ne ayrılmıştır. [5] Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Sol Yayınları, sf.10 (vurgu yazıdan) [6] A.g.e., sf.10 [7] Troçki, bu durumu Şubat Devrimi'nin temel sorunu olarak olarak ifade eder ve ikili iktidar olgusunu bu düzlemde çözümler. Ayrıntılı okuma için: "Lev Troçki, Rus Devrim Tarihi" içinde Şubat Devrimi'nin Paradoksu (sf.163-189) Yazın Yay., Ekim 1998
[8] A.g.e., sf.12 [9] Bak. Marksist İşçi, Sayı 6, Rus Devrimi'nin Işığında Sürekli Devrim Kuramı; Aynı zamanda Troçki'nin Sürekli Devrim kitabının, 5. Bölümü (Yazın Yay. Mayıs 2007 baskısı, sf. 125-141) Ekim Devrimi'nin dolaysız görevlerinin burjuva demokratik devrimi tamamlamak olduğu hususuna ayrılmıştır.
10
Marksist İşçi vaziyle ve burjuvaziye bağlı toprak sahipleriyle yüzleşen bir işçi ve halk devrimidir; bu devrim, burjuva devlet aygıtını tahrip eder ve onu krize sürükler. Sınıf dinamikleri ve yüzleştikleri düşman açısından her iki devrim de, Şubat Devrimi de Ekim Devrimi de, sosyalisttir. Aralarındaki fark, kitle hareketinin farklı bilinçlilik düzeyinde ve esas olarak devrimci Marksist partiyle kitle hareketi ve akmakta olan devrimci süreç arasındaki ilişki de yatmaktadır. Özetlersek, Şubat Devrimi, bilinçsiz bir sosyalist devrim iken Ekim Devrimi bilinçli bir sosyalist devrimdir. Biraz Hegel ve Marks gibi konuşursak şöyle diyebiliriz: Şubat devrimi "an sich" (kendinde) bir sosyalist devrimdir ve Ekim devrimiyse "für sich" (kendisi için) bir sosyalist devrimdir."10
burjuvazinin radikalleşmesi) dönemsel olmaktan çıkıp sürekli (kronik) bir hale dönüşmüştü. (...) devrimci durumun ilk iki koşulu aşırı derecede ağırlık kazanmış, işçi hareketinin zayıflığı ve devrimci partinin yokluğu nedeniyle devrimci partinin yeri kitle basıncıyla küçük burjuva partiler tarafından doldurulmuştur."12 Şubat Devrimi, Rusya'da bir ikili iktidar olgusu meydana getirirken ve bir ölçüde de burjuva demokratik bir karakter taşırken, İkinci Dünya Savaşı sonrası gerçekleşen Şubat Devrimleri, nasıl sosyalist bir nitelik taşıyıp burjuvaziyi mülksüzleştirmeyi başarmıştır? Bunun cevabı ise, değişen sorunlar ve tabi görevlerin niteliğinde aranmalıdır. "Rusya'daki Şubat Devrimi'nde sosyalist bir devrim ile burjuva demokratik bir devrimin bileşimi bulunmaktadır. Fakat bu durum, Çarlığın ve onu destekleyen toprak sahiplerinin varlığından kaynaklanıyordu. Ne olursa olsun, feodal artıklara karşı mücadele anlamına gelen burjuva unsur belirleyici olan unsur değildi; çünkü Çarlık dünya emperyalist rejiminin bir parçasıydı ve Rus kapitalizmine de sımsıkı bağlıydı. Birkaç istisnanın dışında bu durum artık dünya üzerinde mevcut değildir. Artık ne çarlar ne de egemen feodal toprak sahipleri kalmıştır. Artık dünyanın her yerinde emperyalizmin, kapitalizmin, kapitalist toprak sahiplerinin ya da işçi bürokrasilerinin iktidarı bulunmaktadır. Karşılaştıkları düşman açısından, burjuvazi ve onun devlet aygıtı ve bu devrimleri gerçekleştirenlerin sınıfsal karakteri açısından, işçiler, tüm çağdaş devrimler sosyalist devrimlerdir."13
Bu noktada bir soruyu daha açığa kavuşturmak gereklidir: Proletaryanın bilinçsizliğine ve örgütsüzlüğüne karşın nasıl burjuvazi mülksüzleştirilebilmiştir? İlk olarak proletaryanın bilincini nasıl kazandığını görelim: "Feodalizmin iktidarı altındaki burjuvazinin sahip olduklarının aksine proletarya, kapitalizm koşullarında bilinçliliğinin olgunlaşması için hiçbir olanağa sahip değildir. Evrimci değil devrimci bir süreç yaşamaktayız ve proletarya, hâkimiyet altındaki sınıf olarak bilinçliliğini iktidar için başka bir sınıfla savaşırken kazanmaktadır."11 Burjuvazinin nasıl mülksüzleştirilebildiği sorunu ise, bu devrimlerin anormal doğasından ileri gelir. Şöyle ki; "Bu sorun, dünya çapındaki devrimci süreçlerin Lenin ve Troçki'nin tarif ettiği yönde evrilip evrilmemesiyle, bir başka değişle Rus Devrimi'ne benzer durumların olup olmadığıyla ilgilidir. 'Normal' devrimler, merkezinde sanayi proletaryasının, coğrafi ortam olarak da kentlerin bulunduğu ve silahlı mücadelenin ekseni olarak da kent ayaklanmasına dayalı devrimlerdir. 'Normal' devrimler, aynı zamanda, ancak bir Bolşevik Parti tarafından önderlik edildiği sürece zafere ulaşabilecek olan devrimlerdir. 'Normallik' kavramı, II. Dünya Savaşı sonrasında tanık olduğumuz 'anormal' süreçlerin karşısında geliştirilmiştir; bu dönemde Stalinizmden Castroculuğa kadar uzanan bir yelpazedeki küçük burjuva ya da bürokratik partiler, basınç altında işçi ve köylü hükümetleri kurmak zorunda kalmışlardır. Bu anormallik, çeşitli etmenlerin birleşmesinin bir sonucudur. Birincisi, devrimci durumu tanımlayan iki koşul (burjuvazinin bunalımı ve küçük-
Ayrıca bir parantez, Moreno'nun "Kızıl ordunun ilerlemesi esnasında Doğu Avrupa'nın geri kalanında sermayenin mülksüzleştirilmesiyle sonuçlanan süreçleri de "kendine özgü Şubat Devrimleri" olarak karakterize"14 ettiğini söyleyelim. Sonuç Buraya kadar aktarılanları özetlemek gerekirse; 1917 Şubat'ında Rusya'da gerçekleşen devrimin karakterinden hareketle, bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ötürü tamamlanamamış bir proleter devrimi kategorisi olarak Şubat Devrimi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, kitle hareketinin muazzam basıncı altında, revizyonist ve oportünist önderlik-
[10] Moreno, Geçiş Programının Güncellenmesi, Tez 15 (vurgu bizim) [11] A.g.e., Tez 15
[12] Moreno, Parti ve Devrim, Atölye Yay., sf.42-43 [13] A.g.e., Tez 15 [14] Moreno, LIT-CI Kuruluş Tezleri, 1982 Kuruluş Kongresi
11
Marksist İşçi zanması, öncü partinin varlığına ve bu partinin kitlelerin desteğini kazanmasına bağlıdır. Bu ise önderlik sorununu irdeleyen başka bir yazının konusudur.
leri, burjuvaziyi mülksüzleştirmeye itmiştir. Soyut bir kategori olarak Şubat Devrimi, kendiliğinden bir kitle hareketinin yarattığı basınç altında mevcut önderlikleri proleter devrimi gerçekleştirmeye iten, devrimci süreçlerdir.15 Onun bilinçli bir nitelik ka-
Devrimi ile bir Ekim Devrimi arasındaki süreçte öncü partinin rolünü, iç savaşın gelişimi ve kitle hareketi mücadelesinin metotlarının değişimi bu yazının konusu olmadığı için değerlendirmeye alınmadı.
[15] Burjuvazinin mülksüzleştirilmesini doğuran Şubat Devrimlerinin yarattığı baştan yozlaşmış işçi devletleri olgusu, bir Şubat
28 ŞUBAT VE SINIF BELLEĞİ Türk burjuvazisinin, tüm kirli hesaplarını işçi sınıfı ve yoksullardan gizli saklı yapma ve olan bitenleri "karmakarışık siyasi meseleler" olarak lanse etme huyu uzun süredir biliniyor. 28 Şubat 1997 tarihi de, burjuvanın ölçüp biçtiği, ancak işçi sınıfına sınıf ilişkilerinden uzak bir meseleymiş gibi gösterebildiği tarihlerden biri. Bu süreç, medya aracılığı ile öylesine güzel süslenmiştir ki, sınıfın hafızasında kalan tek şey; orasına burasına şiş geçiren insanlardan oluşan tarikatlar ve milletini bu tarikatların elinden kurtaran ordudur. Halbuki 28 Şubat süreci; öncesi, sonrası ve aktörlerinin bugünkü rolleri ile ele alındığında biz işçi ve emekçilere, burjuvazinin tartıştıklarından çok daha farklı şeyler ifade edecektir.
1995 yılında yapılan genel seçimlerde %21.37 oy alarak birinci parti olarak meclise girdi. Bu yıllardaki esas amaçları, zenginleşmekte olan İslami çevrelerin sermayelerini ("yeşil sermaye") daha da güçlendirecek yollar bulmaktı. Bu yüzden REFAHYOL hükümeti kurulup, Necmettin Erbakan Başbakan olunca, ilk yaptıkları icraat yurt dışı gezilerini İran, Libya, Endonezya, Malezya gibi ülkelere düzenlemek ve bu çevrelerle ilişkiyi sıkı tutmak oldu. Bu adımlar Türkiye'deki ağır sanayi burjuvazisini telaşlandırdı. Çünkü Türk ağır sanayisinin gelişimi Avrupa ve ABD ile yaptığı anlaşmalar ve yakınlaşmalara bağımlı idi. Aldığı tepkiler üzerine RP, İsrail ile imzalan anlaşmanın iptal edilmesi ve AB ile olan ilişkinin kesilmesi gibi isteklerinden derhal geri adım attı. Daha pek çok konuda pasif bir tutum alıp geri çekilen RP, belirttiğimiz gibi heterojen bir yapıya sahipti ve hiçbir zaman tabanını silahlandırıp, irtica yapmaya yeltenmemişti. Kendi içerisinde bu amacı sahiplenen grupların olduğu doğruydu, ancak, burjuva ikiyüzlülüğü, kendisini kendi iman yolunda dahi gözler önüne sermekteydi. Erbakan'ın deyimi ile "devlet idaresi kabadayılık götürmez" idi, zira bu kabadayılıktan kaybedilebilecek yüklüce mal-mülk mevzubahisti. Müslüman da olsa bir kapitalist için para, İslami düzenden daha değerli idi.
'90'lı yılların başları, Türkiye'de '80 sonrasında örgütlülüğün en çok arttığı ve kitlesel eylemlerin yaşandığı, buna karşılık olarak da devletin kan akıtmaktan çekinmediği yıllardı. Bir başka deyişle, 1 Mayıs'ların coşkulu ve kanlı geçtiği, siyasi cinayetlerin arttığı, Gazi Olayları'nın yaşandığı, Susurluk Kazası'nın gündeme bomba gibi düşüp devletin prestijini sarstığı ve hoşnutsuzluğun toplumun geneline yayıldığı yıllardı. Bu süreçte burjuvazi, onun korkulu rüyası olan işçi sınıfının uyanışını önlemek adına, faşist hareketin elinde patlamaya hazır bir silah olarak yetiştirdiği/yetişmesine müsaade ettiği gerici İslami hareketi destekledi ve kullandı. Yönetici sınıfın bu süreçte bu denli telaşlı olmasının sebebi, kapitalist ekonomisinin bir türlü istikrara kavuşamaması idi. Turgut Özal'ın ani şaibeli ölümü ve ardından meclis içinde birbiri ardına kurulan koalisyon hükümetlerinin istikrarsızlığı ekonomiyi daha da zora sokuyordu.
Bu süreçte burjuvazinin istikrar arayışı karşılanamamakta ve daha da körüklenmekteydi. Bununla beraber RP'nin gelişiminin Kemalist çizgiye zıt olması ve devletten bağımsız bir "yeşil sermaye" grubu yaratmaya çalışması devletin bonapartist karakteriyle tezat oluşturmakta idi. Her şeye rağmen burjuvazi bu süreci devletin rejim karakteri ile sıkı fıkı ilişkiler kurarak atlatmasını iyi bildi. TC, Susurluk Olayı'ndan sonra devlet-mafya ilişkisini sorgulayan kitleleri, burjuva medyasının yoğun çabaları sonucu, RP-tarikat ilişkilerini sorgulamaya itti. Bu sayede devlet hem, hareketlenmekte olan kitlenin kendisine dönük olan tepkisini sönümlendirdi, hem de
Bu sırada Refah Partisi (RP), burjuva devletin gizli hesapları yüzünden o güne kadar gelişip serpilmiş olan, fakat dağınık halde bulunan çeşitli tarikatların ve dini grupların altına girdikleri bir şemsiye haline gelmişti. RP, toplum içerisindeki huzursuzluktan, dini grupların geniş örgütlenmesi aracılığı ile faydalandı ve nitekim 12
Marksist İşçi onların tepkisini kullanarak -legal yollarla- RP'yi meclisin dışına attı. Böylece irticaya karşı mücadeleyi konu alan bir önergeye, (söylentilere göre) Erbakan'ın dahi imzasını aldıkları 9,5 saat süren MGK toplantısının sonunda, devlet, burjuva hukukunun dışına çıkmadan, demokrasiye bir "balans ayarı" çekerek asker-polis kılıçlarını biledi. Ardından önce hükümetten çekilmeye ikna edilen RP, daha sonra Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. TC'nin bu atılımlarındaki umudu, rejiminden taviz vermeden, dünya burjuvaları ile ilişkiyi sıklaştırmaktı. Ayrıca bu noktada, "legal ve meşru bir düzlemde" güçlenen devlet aygıtı ile, kitlenin geri çekilişi tabii olarak birbirini besledi.
önce, BM'nin Somali'deki "Barış" Gücü içerisinde Türk ordusu adına ("Barış" Gücü Komutanı olarak) faaliyet yürüterek aynı sınıfın aynı politikasının uşağı olduğunu göstermişti. Günümüzde burjuvazinin önünde duran politika, IMF' nin neo-liberal politikalarıdır (yani SSGSS Yasa Tasarısı,Yetkin Mühendislik, Uzman Hekimlik düzenlemeleri, Kentsel Dönüşüm Projesi vd.). Burjuvazinin siyaset arenasında yaptığı tek şey, kimin onun için bu politikaları daha iyi uygulayacağını ve kimin işçi sınıfını daha örgütsüz bırakacağını seçmektir. Bunun dışında süre giden tartışmanın kendisi de tamamen üstyapısal, yani burjuva devletin karakterine ilişkin olan bir tartışmadır. Bu tartışma, bulunduğumuz noktada tarihin tek ilerici sınıfı olan işçi sınıfını içerisine almadıkça, hiçbir zaman ilerici olamaz ve bu tartışmadan çıkan her sonuç, işçi sınıfı için daha gerici koşulları doğurur. Tıpkı 28 Şubat'taki statükocuların zaferinin, devletin baskı gücünün artması sonucunun yanında, banka yolsuzlukları, küçülen ekonomi ve azalan maaşları getirdiği, işçi sınıfını 2001'deki krizin içerisine fırlatıp attığı gibi; bugün AKP politikası da, yeni yasaları ve yaptırımları ile işçi sınıfını hem örgütsüzleştirmekte, hem ekmeğini küçültmekte, hem de haklarını bir bir elinden almaktadır. Biz işçi ve emekçiler anlamalıyız ki, bugün yaratılan kamplaşmada bizim yerimiz hiçbir zaman olmadı. 28 Şubat'ta kandırılan ve geri çekilen biz, geçmişin soğuk ve zehirli yemeğini yeniden yememek için, her türlü gericiliğin (tarikatların ve askeri müdahalelerin olduğu kadar, kapitalizmin de) sonunu getirip, alternatifini oluşturmak üzere bir araya gelmeliyiz! Yoksa hep kanıp, kaybeden biz olacağız.
Dünya burjuvazisinin, bir dönem içerisinde, ekonomik kalkınma için sahip olduğu onlarca program yoktur. O gün ve bugün için -özellikle TC gibi, "gelişmekte olan" ve dünya arenasında daha müdahaleci olmak isteyen bir devlette- bu yol sadece dünya burjuvazisinin çizgisinden ilerlemekten geçmektedir. 28 Şubat'ta bu yola girilmesini sağlayan ve burjuvaziye istikrar vaat eden güç ordu iken, bugün, onların gözünde, bunu sağlayabilecek olan yapı AKP'dir. (Abdullah Gül ve Tayip Erdoğan eski RP kadrolarındandır. O uşaklar, geçmişin "yeşil sermayesini" güçlendirmenin yolu olarak, IMF eksenli bir politika seçip, Milli Görüş çizgisini terk ederek ABD ile ilişkileri sıkı tutan bugünkü çizgisine geçtiklerinden beri büyük burjuvazinin de olurunu almaktadırlar.) Bununla beraber, 28 Şubat'ın başlattığı söylenen süreç, ekonomide aslında hep tutturulmak istenen bir çizgi (emperyalizmin icazetinde dışa açılım) idi. "İrticai gericiliğe" karşı sürdürdüğü kavga ise, daha çok devletin bonapartist (asker-polis) karakterinden taviz vermeme kaygısı idi. Bugün AKP dışa açık bir siyaset izlerken, 28 Şubat' ın baş rol oyuncusu Org. Çevik Bir de1 emekli olmadan
Bir'in 70'li yılların başındaki THKP-C davasında gözaltına alın Yavuz Önen'in (TMMOB'un eski genel sekreteri, bir dönem aynı kurumda başkanlık da yaptı. Ayrıca İnsan Hakları Vakfı Başkanı) işkencesine bizzat katıldığı söylenmektedir. İşte Çevik Bir'in devlet nazarındaki nur yüzünün bir çizgisi de budur.
[1] Ayrıca, 28 Şubat'ın baş rol oyuncularından biri olan Org. Çevik
SİYONİZM İŞBAŞINDA Gazze Şeridi, kontrolünü Hamas'ın ele geçirmesinin ardından, İsrail tarafından abluka altına alınmış; emperyalist ve Siyonist politikalara teslim olmayan Gazze halkı, açlık ve susuzlukla terbiye edilmeye çalışılmıştı. Geçtiğimiz günlerde ise, Gazze'den İsrail'e atılan Kassam füzelerini bahane ederek (bu füzelerden dolayı İsrail'de yaşanan can kaybı yok), Siyonist İsrail devleti, Gazze'ye olan tüm giriş-çıkışları kapattı, bölgeye verdiği
elektriği ve yakıtı kesti. Böylelikle, bir Holacaust haline getirilmeye çalışılan Gazze'de hastaneler çalışamadığı için 70'i aşkın insan öldü... Bu insanlık-dışı zulme verilen tepkilerse, belki de, olayların kendisinden de trajikti. İşbirlikçi Filistin "Devlet" Başkanı Abbas, İsrail'i doğru düzgün kınamadı bile. İsrail'le sürdürdüğü müzakerelerden çekilmeyi ise söz ko13
Marksist İşçi nusu dahi etmedi. Belli ki kendisi hala İsrail'le sağlanabilecek bir "barış"tan umutlu. Bu arada, kurmayları aracılığıyla, Hamas yönetimini, içinde bulunulan durumdan dolayı suçlamayı da ihmal etmedi. Arap liderleri ise, abluka sıkılaştırılmaktayken, Bush'u en iyi şekilde ağırlamakla meşgullerdi. BM ise her zamanki gibi İsrail'e yönelik bir kınama dahi çıkaramadı.
Filistinli tutuklandı. Bu şekilde, yeniden tesis edilmeye çalışılan abluka, sınırda yeni gedikler açılması yoluyla kırılabildi. Öte yandan, Mübarek'in bu tutumu, Mısır'da bir rejim krizinin yolunu döşedi. Bu da, Filistin sorununun Ortadoğu devriminin anahtarı olduğu gerçeğini bir kez daha gösterdi. Burada belirtilmesi gereken, Hamas'ın bir yandan ablukayı kısmi olarak yarmayı başararak, Siyonist projeye darbe vururken, bir yandan da İsrail'e uzlaşmaya hazır olduğu mesajını vermesidir. Bu şüphesiz, Hamas'ın İsrail devletini tanımayan programından, geri adım atması demektir. Oysa bölgeye barışın, emperyalizmin jandarması Siyonist İsrail devletinin yıkılmadan gelmesi söz konusu olamaz. Bu bağlamda, Filistin Kurtuluş Örgütü'nün kuruluşunda savunduğu, İsrail devletinin yıkılmasına bağlı, demokratik, laik ve ırkçı olmayan bir Filistin sloganı, devrimci niteliğini korumaktadır. TC'nin Gazze'deki ablukanın ve Siyonizm'in destekçisi olduğu gerçeği ise, aşılması gereken bir engel olarak önümüzde durmaktadır. Siyonizme Ölüm, Yaşasın İntifada!
Ne var ki, emperyalist-Siyonist planları bozan, beklenmedik bir gelişmeye tanık olduk. Hamas'ın Mısır sınırına gedikler açmasıyla, abluka yarıldı, Gazze halkının en temel ihtiyaçlarını komşu Mısır'dan karşılama şansı doğdu. Sınırın delinmesiyle Mısır'a geçen Filistinli sayısı 1 milyona yakındı. Bu olay, Siyonist plana darbe vurmasının yanında, Mısır'daki işbirlikçi Mübarek rejimi için de zorlu bir sınav oldu. Bir yandan, güdümünde olduğu ABD ve İsrail, Mübarek'e ateş püskürürken, bir yandan Filistin direnişinin yanında olan Mısır halkının gözünde meşruiyetini sağlamak zorundaydı. Bunun için, Mısır kamuoyuna sınırın açık tutulacağı mesajı verilirken, diğer yandan, sınıra asker sevkıyatı yapıldı, sınırı geçen 3 binden fazla
SINIF HABERLERİ Tekel İşçisi Özelleştirmelere Karşı Eylemde 10 Ocak İstanbul Cevizli'de, 13 Ocakta Bitlis'te 2 bini aşkın işçi, 28 Ocakta Akhisar'da, 30 Ocakta Diyarbakır'da 500 işçi, 31 Ocakta İzmir'de 2500 işçi TEKELlerin özelleştirilmesine karşı biraradaydı. TEKEL fabrikalarının özelleştirilmesiyle birlikte hem işçiler hem tütün üreticileri mağdur olacak.
sınır olduğu esas ücretin gideceği kurum tafaından belilendiği bir istihdam şekli. Tekel işçilerinin talepleri; TEKEL özelleştirilmesi durdurulsun. Tütün ekimi serbest bırakılsın. 4-C'ye hayır. Yurt genelinde bütün TEKEL işçileri aynı çatı altında birleşerek eylemlerini sürdürsün ve bu konuda sendikalar harekete geçsin. İşçiye yapılan saldırıları ancak örgütlü mücadele önler, TEKEL işçileri beklemenin değil birleşmenin zamanıdır!
Bitlis'te tek fabrika tekel fabrikası özelleştirmeyle birlikte fabrika işçileri ve her biri en az 5-6 kişiye bakan 12 bin tütün ekicisi işini kaybedecek. Bu durum, kitlesel işsizliğe yol açacak. Diyarbakır'da da üretime dayalı tek kamu yatırımı olan TEKEL fabrikasının özelleştirilmesinin sonuçları farklı olmayacak. Ve diğer illerde de.
Berlin: Toplu Taşıma'da Grev Hayatı Felç Etti Toplu Taşımacılık İşletmesi (BVG) işçilerinin ücret artışı talebiyle 1 Şubat gecesi başlattıkları 39 saatlik uyarı grevi trafiği felç etti. Uyarı grevinde toplu taşıma araçlarının %90'ı çalışmadı. Bu grev 1974 ve 1992'den sonra 3. büyük grev oldu.
Hükümet özelleştirme nedeniyle işsiz kalacak işçiler için 4-C uygulamasını gündeme getirdi. Bu uygulama işsiz kalan işçilerin diğer kamu kurum ve kuruluşlarında geçiçi personel statüsünde istihdam edilmesini içeriyor. Ama nasıl? Adı üstünde olduğu gibi geçiçi personel statüsünde, hizmet sözleşmesinin feshi halinde ihbar, kıdem vs gibi adlar altında herhangi bir tazminat alma hakkı olmadan, ücretinin tahsil derecesine göre belirlendiği ancak belirlenen bu ücretin üst
BVG'nin 11 bin 500 çalışanının %8 ile %12 oranlarında ücret zammı istemesi, Kamu İşverenleri Birliği ise tüm kamu çalışanları için bir kereye mahsus 200 avro ve 2005 yılından sonra işe başlayanların maaşlarına zam yapmayı önermesi üzerine bu öneriyi kabul etmeyen "Verd.di" sendikası grev kararı aldı.
14
Marksist İşçi 14 bin sürücünün sadece %5'ine kademeli ücret artışı öneren ve %95'ine ise 2011 yılına kadar ücretlerinin dondurulmasını dayatan Toplu Taşımacılık patronlarının yaptığı açıklama
sonrasında işçilerin baskısıyla grev bir gün öne alınarak süresi uzatıldı. Sendika bu grevin bir uyarı grevi olduğunu daha uzun süreli grevler yapabileceklerini belirtti.
OKUR MEKTUPLARI Bu Bir Devrimdi!.. "Karanlık zamanlarda Şarkı da söylenecek mi? Elbette şarkı da söylenecek Karanlık zamanları anlatan." diyor Bertolt Brecht. Ve öyle şarkılar söyleme zamanı ki şimdi, bu en karanlık çağı anlatan!..
lizmin eleştirisini yaptığı görülmüştür. Bu sayede edilgin seyirci artık, toplumsal sorunları gerçekliğiyle görerek, boş gözlerle bakmaktan alıkonularak sorunların değişip dönüştürülebilir olduğuna ikna edilir ve düşünmeye yönlendirilir. 1939'da sahnelediği "Mahagony Kentinin Yükselişi ve Düşüşü", "Üç Kuruşluk Opera" ve "Kural ve Kuraldışı" (1930) ilk epik tiyatro denemeleri olmuştur.
1956 yılında, ardında insanlığın devrimden yana olanına ait 30'u aşkın tiyatro oyunu, 1300 kadar şiir, 3 roman, 150'den fazla makale ve mücadeleci çabalarıyla dolu anlamlı bir miras bırakarak hayata gözlerini yumdu.
Egemen sınıfın klasik sanat anlayışına karşı Brecht, Epik tiyatro ile "yabancılaştırma"yı, ideolojik bir silah olarak kullanır. Yabancılaştırma tekniği ile, "özdeşleşme" kavramına çomak sokulmuş; oyuncu, oyun, seyirci ve gerçeklik arasındaki duvarı yıkarak insanları mücadelenin tam ortasına çağırmıştır. Bu bir devrimdi!
Brecht, Savaş'ın ardından bürokrasinin kimi uygulamalarını eleştirmesine rağmen, Doğu Almanya'da, Demokratik Alman Cumhuriyeti'nde yaşamını sürdürdü. Burada, "epik tiyatronun okulu" kabul edilen Berliner Ensemble Tiyatrosu'nu kurdu.
Almanya'da Hitler faşizminin iktidarda olduğu sürgün yıllarında da burjuvaziye boyun eğmemiş, savaşına devam etmiştir. 'Hitler Rejimin Korku ve Sefaleti' ve uranyum atomunun parçalanmasında bilim adamlarının sorumluluklarını inceleyen 'Galileo'nun Yaşamı' adlı oyunlarını ve 'TakTik', 'Cebaret Ananın Çocukları' adlı başyapıtlarını da bu yıllarda tamamlamıştır.
O, kendisini komünizmin hizmetinde bir sanatçı olarak nitelendiriyordu. Güncel siyaseti, komünist partileri, Sovyetler Birliği'ndeki gelişmeleri yakından takip ediyor, çalışmalara katılıyordu. Sanatında, sosyalist gerçekçiliği savunmuş, burjuva sanatçılarının "sanat için sanat" ve "sanata özgürlük" söylemlerine karşı sanatının teknik özelliklerini (yani biçimini) konusu (içeriği) ile örtüştürüp aralarında sürekli değişip yenilenen diyalektik bir ilişki kurmuş ve sanatının konusu olarak da daima çağının sorumluluklarının ona dayattıklarını seçmiştir. Sanatın, burjuva dar kalıpçılığının ve uzmanlaşmış-özelleşmiş "özgürlükçülüğünün" sınırlarını aşması adına, özelleşmeyi kaldırıp sanatı gerçek anlamda özgür kılmak için, onu sınıfsız bir toplumun -sosyalizmin- menziline yerleştirmiştir. Sanatın kitlelere ne vereceği, hangi yöntemi kullanacağı düşüncesiyle, "burjuvazinin yüksek sanatı"ndan da nefret ettiğini göstermiştir.
Brechtyen sanat anlayışı, döneminde en çok işçiler ve sıradan halk tarafından anlaşılabilmiştir. Nitekim o, sanat ve edebiyatta Marksizmi, yani diyalektik yöntemi uygulama çabasıyla, proletaryadan yana olan bir sanatçıydı. Devrimi sağlamanın en kuvvetli yollarından biri olarak tiyatroyu görür; kuramsal ve deneysel çalışmalarını şiirde de dener. Savaştan geri döndüğü yıl yayımlanan 'Ölü Askerin Öyküsü' şiiriyle adından söz ettirmeye başladığında, tıp eğitimini bırakarak tiyatro eleştirmenliği ve oyun yazarlığına başlar. İlk şiirleri okul gazetesinde yayımlandığında henüz on beş yaşındadır, ertesi yıl kentin yerel gazetelerinde yazıları da görülür.
'Adam Adamdır' adlı oyununu yazdığında, oyun bilinen tiyatro kalıplarının dışında kalan yeni türüyle insanları şaşırttı. Türün adı 'epik'ti ve oyunda yer alan olayların 'oynanması' yerine direkt 'anlatılması'; bu sayede seyirciyi oyuncularla kuracağı duygusal iletişimden soyutlayarak seyircinin oyunda irdelenen konu hakkında kendi kararına varması amaçlanıyordu. Son tahlilde, epik tiyatronun sınıf ayrımını, sömürü sitemini ve sınıflar arası çatışmalarını konu edinerek kapita-
Bertolt Brecht, 10 Şubat 1898'de Bavyera'da doğar. " ... Ve işçi işçi olduğu için ona başkası vermez özgürlüğü. Onu kurtaracak başkaları değil, bu işçinin kendi işi!" (Bertolt Brecht)
15
Okuyan Bir İşçinin Soruları Yedi kapılı Tebai'yi yapan kim? Kitaplarda hep kral adları var. Koca kayaları krallar mı taşıdılar? Yıkılıp Yıkılıp yapılan Babil'i Her yıkılışında yapan kim? Altın kent Lima'nın neresinde oturuyordu inşaat işçileri? Çin seddi yapılıp bittiği akşam, nereye gitti Duvarcılar? Büyük Roma Zafer taklarıyla dolu. Kimler kurmuştu onları? Kayserlerin Zaferi kime karşı? Anlı şanlı Bizans'ta Halkın tümü saraylı mıydı? Dillere destan Atlantis bile Okyanusa gömülürken boğulanlar gecenin içinde Kurtulmak için kölelerine haykırdılar. Genç İskender Hindistan'ı fethetti Tek başına, öyle mi? Sezar Galliler'i yendi, Yanında bir aşçı bile yok muydu yani? İspanya'nın Filip'i, donanması batarken Ağlamış. Başka ağlayan yok muydu? İkinci Frederik zafer kazandı Yedi Yıl Savaşlarında, Kazanan var mıydı ondan başka? Her sayfada bir zafer. Zafer şöleninin yemeklerini kim pişirdi? Her on yılda bir büyük adam. Kimin sırtından? Bertolt Brecht