Ekonomik karşı-devrim şiddetleniyor
Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 11 • Kasım 2009 • Fiyatı: 1,5 TL
Krizin yeni bir evreye girdiği Eylül 2008’den bu yana, milyonlarca insanın işsizler ordusuna katılması, on binlerce sendikalı işçinin işten atılması, işsizlik sigorta fonunun patronlara servis edilmesi vs. bu sürecin ürünleri. Fakat geriye gasp edilecek ne kaldı demeyin. “Esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması” sürecinin tamamlanması için sırada kıdem tazminatının kaldırılması var Arka Plan, sayfa 8-9’da...
Ekmek ve Adalet Yoksa
Barış Mümkün mü? Doğrudur. “İstanbul Habur’a benzemez.” (Bahçeli)
Barışın tekelleşmesi değil toplumsallaştırılması gerekiyor • Bu yüzden, bugün çözüm isteniyorsa bu “yukarıdan aşağıya” sürdürülen bir süreç olmanın ötesine geçebilmelidir. Barışın meşru zeminini güçlendirecek mekanizmaları kurmak zorunludur. Bu, muhatap olmakla/almakla başlar; atılan adımları yasal güvence altında tutmakla devam eder.
Peki, nereye benzer? Diyarbakır’a mı, Dersim’e mi; yoksa Şırnak’a mı? Bu soru cevaplanmadan yani İstanbul’un nereye ve neye benzemediğini değil, tersine, benzediğini söylemeye başlamadan; Barış adımlarının bugün hangi sınırı geçtiğini söyleyebilmek mümkün müdür? Olmadığını düşünüyoruz.
Aksi, yani, sürdürülen kontrol etmeye, sınırı göstermeye, haddini bildirmeye dayalı yukarıdan-aşağı çözüm, baskı rejiminin çözülmesi anlamına gelmeyecek ve beklendiği gibi bir demokratikleşme sürecinin dinamiği olamayacaktır. Çünkü çözülen, rejimin baskıcı yapısı olmadığında, barış bile ‘tekel’leştirilmeye çalışılır. Diğer toplumsal süreçlerden yalıtılmaya çabalanır. Diğer toplumsal söylemlerden arındırılmaya, onlarla arasındaki bağlar koparılmaya uğraşılır. Hükümetin/devletin çözümündeki kırmızıçizgi tam da budur.
Peki, Habur karşılamalarını anlayabilmek? Bir halkın hasreti, sevinci, “istenmeyen” davranışlar olarak ilan edilirken kimin istencinin kıstas alındığını sorgulamadan, anlayabilmek mümkün müdür? Farkında mıyız, barıştan konuştuğumuzu, ama halen egemenin diliyle? Bu dilde, bu sürecin öncelikli karşılığı, Türkiye iç ve dış siyasetinin içinden geçtiği bir kritik dönem olması. Aynı zamanda, Cumhurbaşkanı’nın uluslararası durumu işaret ederek belirttiği gibi “zorunlu” bir dönemmiş bu dönem. Bir de gözü yaşlı analar var elbette bu dilin zaman zaman hatırladığı; gözün yaşını dindirecek bu politikalar şimdi bir de Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolünü güçlendirecekse, ABD ile ilişkilerini pekiştirecekse, yöneten sınıfımızın cebini de dolduracaksa neden olmasın?
Ekmek ve adalet olmadan barış mümkün müdür? • Bugün Kürt sorunu, ulusal ve kültürel bir soruna karşılık gelmenin yanı sıra çok temel birkaç sorunu da içermektedir. Bu yoksulluktur, sosyal güvencesizliktir, işsizliktir. Şöyle soralım, krizin sonuçları işçi sınıfı ve emekçilerin omuzlarına yıkılmaya devam ederken, önümüzdeki beş yıl için bugünden iyimser bir tablo çizmeyen hükümetin işçi sınıfı ve emekçi kesimleri içine ittiği bu süreçten en çok etkilenenler kimler olacaktır? İşsizliğin arttığı dönemlerde aynı hızla açığa çıkan ayrımcılık bu ülkede en çok kimleri dışlayacaktır?
“Haddini Bil” dilinin sınırı • Sorunu, sorun yapan asıl nedenlerse kaybolup gidiyor. Kürtlerin talepleri değil öncelikle konuşulan. Çünkü sürecin ne öznesi ne nesnesi sonuçların doğrudan muhatabı milyonlar. Bu yüzden, bu dil daha çok bir “haddini bil” dili. Bu yüzden, bir sınır açılırken bir diğeri hatırlatılıyor. Bu yüzden, geçilen yalnızca Habur sınırı oluyor. Gelenler ‘terörist’; adımları ‘teslim olmak’, yasal güvenceleri ise yalnızca ‘etkin pişmanlık’… Asıl geçilmesi gereken sınır, Şırnak’la İstanbul arasındaki, orada öylece duruyor.
Toplumsal adaletin ve eşitliğin olmadığı bir yerde barışın toplumsallaşması mümkün müdür? Bu sorunun cevabını iyi bildiklerinden, Sinter’den Okmeydanı Hastanesi’ne krizi fırsat bilip işten çıkarmalara giden, bunu yaparken bir yandan da sendikalılaşmayı hedef alan patronlara cevaplarını direnerek veren işçiler “Ekmek yoksa adalet yoksa barış da yok” diyor.
Atılan adımların önemini yadsımıyoruz, bugün kimse de yadsıyamaz. Hiçbir şey değişmiyor, değişmeyecek diyenlerden de değiliz. Değişiyor, “Kürt yoktur”dan “Kürt sorununda çözüm” tartışmalarına uzanan bir sürecin, Kürt halkının taleplerinin konuşulduğu bir dönemin tanığıyız. Ancak bu dil, bugün bu değişimin sınırının da bir göstergesi olarak duruyor. Çünkü bu “haddini bil” dili hükümetin baskı rejiminin zeminini terk etmemeye ne derece özen gösterdiğinin en açık ifadesi. Bunu teşhir etmeden, hükümetin yeri geldiğinde muhalefetin söylemine nasıl yaslanabildiğini, onu “sil baştan”ın garantisi olarak sakladığını ortaya koymadan; değişimi koruyabilmek, ilerletebilmek; meseleyi bir Türkiye iç-dış siyaseti malzemesi olmaktan çıkarıp, bu topraklarda ve tüm Ortadoğu’da yaşayan, bir arada, eşit bir yaşamı düşleyen, özgür halklar için bir süreç haline getirmek olanaksızdır.
Böylece, ekmeği ve adaleti çıkarlarınca dağıtanların, barışı da kendi çıkarlarına uyduğu sürece sürdüreceklerine duydukları inançtan kaynaklı güvensizliklerini dile getiriyorlar. Bu güvensizliği ise ancak kendi dayanışmalarının büyüttüğü güvenle aşabilirler. Ekmek için, adalet için, barış için; Kürt – Türk – Ermeni demeden; ama Kürt’ü Kürt olduğu; Ermeni’yi Ermeni olduğu için de ezdirtmeden; işte ancak bu dayanışmanın büyüttüğü güvenle aşabilirler.
Bu sorunu anlamaya çaba göstermiş herkes, asıl sınırın Mahmurla Şırnak arasında değil; Şırnak’la, Diyarbakır’la, Dersim’le İstanbul, yani bu toprakların doğusu ve batısı arasında, sürdürülen inkâr, baskı ve imha politikaları sonucunda yaratılmış olduğunu bilir.
O zaman, kararları; çıkarları yalnızca kârdan beslenenlerin değil, işçilerin, emekçilerin ve yoksul halkların aldığı bir Meclis’te geleceğimizi tayin etmenin, onu güvence altına almanın yolunu açabiliriz.
İşçi Cephesi (30 Ekim 2009)
2
İLAN TAHTASI
Kapital Manga Cilt: 1
Anlatılan senin hikâyendir! İC - Haber, 26 Ekim 2009 De te fabula narratur! Anlatılan senin hikâyendir! Marx’ın birinci cildini 1867’de yayımladığı Kapital bu cümlelerle başlıyordu. 2008 yılında ekonomik krizin etkilerinin hissedilmeye başlamasıyla birlikte Japonya’da bir yayınevi, East Press, Kapital’in manga* halini yayımlamıştı. Yayımlanmasıyla birlikte Japonya’da ve Avrupa ülkelerinde çok satanlar listesine giren kitap Türkiye’de de Yordam Kitap tarafından yayımlandı. 16 Ekim’de satışa sunulan kitabın Türkçesi H. Can Erkin tarafından hazırlandı. Marx’ın Kapital’de ele aldığı temel kavramlar bir öykü üzerinden anlatılıyor. Oğlu Robin ile birlikte kendi küçük mandırasında bölgenin en kaliteli peynirlerini üreten Heinrich’in temel düsturu “Dostlarla ortak yaşamdır, insana yakışan.” Oğlu Robin ise hem Heinrich’e yardım etmekte hem de haftada bir gün bölgenin pazarında peynir satmaktadır. Robin müşterilerinden, büyük bir bankanın sahibinin kızı Anny Hanım’a âşık olur. Lakin “yatırım dünya-
Künye Eserin Japonca Adı Şihon-ron Özgün Eser Karl Marx, Kapital, cilt: 1, 1867 Mangalaştıran Variety Art Works Uygulama Ayaho Usuda Birinci Basım: 15 Aralık 2008, Tokyo: East Press Fiyat:10 TL
SAYI: 11 • KASIM 2009 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi Sahibi ve yazı işleri müdürü Oktay Orhun (Enternasyonal Yayıncılık) Yönetim yeri Caferağa Mah. Sarraf Ali Sok. Saraçoğlu İş Hanı No: 36/17 Kadıköy - İstanbul
sının gelecek vaat eden ismi” Daniel de Anny Hanım’a âşıktır. Anny bir gün pazara Daniel ile birlikte gelir. Daniel Robin’in peynirlerinden tadınca ona bir iş teklifinde bulunur. Robin’e sermaye sağlayacaktır ve birlikte peynir fabrikası kuracaklardır. Heinrich “Dostlarla ortak yaşamdır, insana yakışan” diyerek bu teklifi geri çevirir. Ancak sınıf atlama isteğiyle yanıp tutuşan Robin bu teklife hemen atlar. Kitap boyunca Robin’in kapitalist üretim süreciyle yüzleşmesini okuyoruz. “Dostlarla ortak yaşamdır, insana yakışan” sözü ve kapitalist üretim süreci arasında git gel yaşayan Robin, Daniel’e borçludur. “İyi bir kapitalist” olmaktan başka şansı yoktur. Bu arada sınıf bilincine sahip bir işçi olan Karl “Bizler köle değiliz” diyerek fabrikayı örgütler ve üretimi durdururlar. Eylemleri polis müdahalesiyle son bulur. Kitap da burada bitiyor. Elbette, Kapital’in yerini tutamayacak -ve zaten böyle bir iddiası da olmayan- kitap keyifli bir okuma vaat ediyor. Kitap en güzel hediyedir. İşçi arkadaşlarımızla birlikte okuyalım, işçi arkadaşlarımıza bu kitabı hediye edelim. *Manga Japonlara özgü bir karikatür türüdür.
Yeni Başlayanlar ve Bir Türlü Başlayamayanlar İçin: Kapital
İC - Haber, 30 Ekim 2009
Karl Marx - Kapital - Yeni Başlayanlar İçin
İçinde bulunduğumuz ekonomik kriz birçoklarına yok saymak istedikleri Marx’ı ve onun başyapıtı Kapital’i yeniden hatırlattı. Oysa bizler için yok saymak ne mümkün; bu kitap, mecbur ve mağdur edildiğimiz kapitalist sömürü düzeninin öğretici bir ifşası.
Versus Yayınları - Ekim 2009, Çeviri: Kemal Ülker
Kitap, emek, ücret, artı-değer, işsizlik, kapitalizm ve işçi sınıfı arasındaki uzlaşmaz çelişki vb. üzerine bir başyapıt olsa da; öncelikle hacminden, ve zorluğuna dair önyargımızdan, bu kitabın sayfalarını çevirme düşüncesi çoğumuz için cesaret verici olmamıştır. Şimdi ise, Versus Yayınları, yazar David Smith ve çizer Phil Evans’ın zengin resimler, yalın bir dil ve biraz da mizahla Marx’ın Kapital’de değindiği temel kavramları basitleştirerek anlattığı Kapital - Yeni Başlayanlar İçin kitabını Türkçeye kazandırdı. Kriz karşısında zihnimizi türlü açıklamalarla bulandırmaya çalışanları bir kenara koymaya ve krizi, Marx’ın berraklaştırdığı kapitalist iktisadi sistemi anlamaya başlayarak yorumlamaya ne dersiniz? Üstelik, Kapital - Yeni Başlayanlar İçin, tüm bunları çizgi roman tadında sunuyor…
1 yıllık abonelik Yurtiçi: 20 TL • Yurtdışı: 20 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Estet Ajans Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 1,5 TL
NE SAVUNUYORUZ? neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Egemen sınıfın her türlü diktatörlük rejimine karşıyız ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.
EMEK GÜNCESİ
Okmeydanı Hastanesi işçileri direniyor!
3
Bu İşyerinde Direniş Var! İC - Haber, 27 Ekim 2009
Esenyurt Belediye İşçileri;
Ağustos ayının ortasında, belediye-iş sendikasına üye oldukları için işten çıkartılan 14 Esenyurt belediyesi işçisinin direnişi sürüyor. Zaman zaman polisin sert tepkisiyle karşılaşsalar da eylemliliklerine devam eden işçiler, her çarşamba direnişlerini duyurmak ve destek toplamak için toplanıyor.
Sinter Metal İşçileri;
İC - Haber, 21 Ekim 2009 SSK Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesinin taşeron sağlık işçileri, işten çıkarıldıklarını öğrendikleri 2 Ekim’den bu yana işe geri alım ve işten çıkarılmaların durdurulması talebiyle hastane önündeki direnişlerini sürdürüyorlar. Ancak işçilerin mücadelesi bunun da öncesine uzanıyor. 2,5 ay boyunca ücretlerini alamayan işçiler, Devrimci Sağlık İşçileri Sendikasında (Dev Sağlık-İş) örgütlenmelerinin ardından, sendikanın desteği ile yaptıkları eylem sonucunda gecikmiş ücretlerini hastaneden toplu olarak alıyorlar. Fakat bu başarı kısa zamanda onların işten çıkarılmalarının gizli gerekçesi haline geliyor… Direnişlerinin 18. gününde ziyaret ettiğimiz işçiler, 2 Ekim günü işten çıkarıldıklarını telefonlarına gelen mesajla öğrendiklerini aktarıyor. Aralarında raporlu olan bir işçi ise raporunu uzatmak için hastaneye geldiğinde öğreniyor yeni durumunu. Gerekçe sorduklarında ise bir muhatap bile bulamıyorlar karşılarında. En sonunda, “Yeni taşeron şirket sizle çalışmak istemiyor” cevabını alıyorlar. Sendikalı oldukları için çıkarıldılar • Çoğu 4–6 yıldır bu işyerinde çalışan işçiler, “Bize gerekçe gösterilmese de, sendikalı olduğumuz için işten çıkarıldığımızı biliyoruz” diyorlar. Ve ekliyorlar, “eğer biz direnişe geçmeseydik, işten çıkarılmaların arkası gelecekti. İçeride sendikalı iki yüze yakın işçi şuan bu tehdit altında”. Tam da bu yüzden direnişlerinin sadece bir işe geri alım mücadelesinin çok ötesinde olduğunun farkındalar. Bu
direnişin, kendileri kadar içerde çalışan arkadaşlarının ve başka hastanelerde kendi mağduriyetlerini paylaşan sınıfdaşlarının durumu için de çok belirleyici olduğunun bilincindeler. “Sağlıkta taşeronlaştırma büyük tehdit” • 18 Ekim günü “Sağlıkta Masal Bitti!” mitingine de katılmış olan işçiler, AKP’nin sağlıkta dönüşüm programının büyük tehdit yarattığını; Kendi durumlarının da bu dönüşümün önemli bir ayağı olan taşeron sistemden kaynaklı olduğunu vurguluyorlar ve “İnsan ihale ile çalıştırılamaz” diyorlar. Hem sağlık çalışanlarının hem de hastaların, bu taşeronlaştırmanın bir sonucu olarak mağdur edildiğini belirtiyorlar. “Bizi köle gibi görüyorlar, istedikleri her işi yaptırmaya zorluyorlar; öyle ki temizlik yapan bir işçiye ardından gidip hastayla ilgilenmesi bile söyleniyor ya da acildeki bir hastabakıcıya artık çöpleri de alacaksın denebiliyor; bu en başta hastalar için büyük tehdit.” “Direne direne kazanacağız!” • Böylece hastanenin içyüzünü de açığa çıkarmaya çalışan SSK Okmeydanı Hastanesi’nde direnişi sürdüren 17 işçi bir yandan işe geri alım ve tazminat davalarının sonuçlanmasını beklerken bir yandan da hafta içi her gün 07.00’da 12:00’da ve 15:00’da gerçekleştirdikleri basın açıklamaları ile haklı taleplerini “Ekmek yoksa Adalet yoksa Barış da yok” diyerek dile getiriyorlar. Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikasından (SES) da büyük destek gördüklerini belirten işçiler, diğer sendikalarla ve süre giden diğer direnişlerle dayanışmanın öneminin bilinciyle 25 Kasım’a hazırlanıyorlar.
Sendikalı oldukları için işten çıkarılan Sinter Metal işçileri direnişlerinin10 ayını geride bıraktı. Açılan işe iade davaları patronun itirazları, reddi hâkim istemi sebebiyle halen devam ederken, patronun açtığı iş kolu itirazı davası Sinter işçilerinin lehine sonuçlandı. Şimdi işe iade davalarının sonuçlanmasını ve Çalışma Bakanlığı’ndan gelecek olan yetki belgesini bekliyorlar.
Okmeydanı Eğitim Araştırma Hastanesi İşçileri;
Sendikalı oldukları için 2 Ekim günü işten çıkartılan 17 taşeron işçisinin hastane önündeki direnişleri sürüyor. Bir yandan işe geri alım davalarının sonuçlanmasını bekleyen işçiler, her gün tehdit ve baskıyla karşılaşsalar da direnişlerine devam edeceklerini dile getiriyorlar. Aynı zamanda, 7 Kasım günü Sağlıkta Taşeron Olmaz itirazları ile kendileri gibi taşeron sağlık işçileri ile birlikte Meclis’e gitmeye hazırlanıyorlar.
Sabiha Gökçen Havalimanı İşçileri; 2000 yılında Savunma Sanayi Müsteşarlığına ait bir firma adı altında kurulan Sabiha Gökçen Havalimanı,2007 yılında müsteşarlığın yap-işlet-devret kararıyla özelleştirildi. Devretmenin daha hızlı olması için işçilere görmedikleri bir sözleşme imzalatıldı. Daha sonra ikramiye, mesai gibi haklarının ellerinden alındığının farkına varan 709 işçiden 500’ü hava-iş sendikasına üye oldu. Yetki belgesinin gelmesine rağmen patron 226 işçiyi işten çıkardı. 7–10 Eylül tarihlerinde işten çıkarılan işçiler direnişlerini sürdürüyorlar.
4
POLİTİKA
Kürt sorununda çözümün yolu ve dili! Kürt sorunu, 20. yüzyıl boyunca bir resmî devlet politikası olarak devam eden inkâr ve imhanın sonucunda hayat bulan tarihsel/toplumsal/siyasal bir gerçekliğimiz… Sorunun çözümünü başka yerde aramaya gerek yok: Bu inkâr ve imha politikası terk edilecek! Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı dâhil tüm siyasi/kültürel hakları –devlet büyüklük yapıp vermeyi bahşettiği için değil, bir hak olduğu için, bunca zaman bastırılmasından dolayı özür de dilenerek- verilecek! Bunun başka yolu yok… ce Öcalan’ın çağrısı üzerine Barış Grubu olarak geldiklerini söyleyen PKK’lilerin ifadeleri savcılar tarafından “açılım ve barış sürecine destek olmak amacıyla kendi kişisel irademizle geldik” olarak düzelti… Ortaya çıkan bu tabloya Başbakan Erdoğan “gerekirse sil baştan yaparız” diyerek karşılık verdi. DTP’nin de Türkiye kamuoyunun hassasiyetlerini dikkate alacağız açıklaması yapması sonrası 26 Ekim Pazartesi günü Avrupa’dan İstanbul’a havayoluyla gelmesi beklenen 16 PKK’linin gelişleri ertelendi.
Oktay Benol, 29 Ekim 2009 Öcalan’ın yol haritası ve sonuçları • Geçen süre içinde “yol haritası” metni kamuoyuna açıklanmadı. DTP’nin metnin kamuoyuna açıklanması için çeşitli eylem ve çağrıları oldu. Buna mukabil hükümet kanadından metnin MİT ve benzeri kurumlarca incelendiği, gerekirse MGK gündemine de geleceği açıklamaları yapıldı. MHP ve CHP’nin başını çektiği kesimler ise bunun Öcalan’ın muhatap alınması anlamına geldiğini ve ihanetin böylece açığa çıktığını iddia etti. “Yol haritasının” sahibi Öcalan ise metninin açıklanmaması üzerine, “Hükümet benim planım üzerinden kendi planı gibi hareket ediyor” suçlanmasında bulundu. Gelinen noktada aslını hükümet/devlet dışında kimsenin görmediği, kapsamı konusunda Öcalan’ın avukatları aracılığıyla fikir sahibi olunan; ama tüm siyasi aktörlerin üzerinde tutum alıp, taraf olduğu bir politik atmosfer oluştu. Bu açıdan Öcalan “yol haritasını” ister kendi tercihi ile, isterse de hükümet/devlet ile bir mutabakat sonucu hazırlamış olsun, sonuçta ortadaki metnin Kürt sorunu ve hareketi temelinde siyasi gündemi belirlediği/yönlendirdiği bir gerçektir. “Yol haritası” metninin kamuoyu ile paylaşılmaması, AKP Hükümetinin ikircikli tutumları, CHP ve MHP’nin başını çektiği kesimlerin ırkçı-faşist açıklamaları gibi faktörler sonucu Hükümetin ilan ettiği “Açılım” olduğu yerde saymaya devam etti. Gerçi bu kaçınılmaz bir durumdu; çünkü siyasi iradeyi temsil etmesi gereken Hükümet önce “Kürt Açılımı”, sonra “Demokratik Açılım”, daha sonra da “Milli Birlik Projesi” diyerek zaten baştan süreci öngörülemez, tamamen fırsatçı, faydacı, tek yanlı bir çizgiye taşımıştı… Bu tamamen ilkesiz, omurgasız politik çizginin amacının Kürt hareketini tasfiye etmek, Kürt sorununu görünmez hale getirerek gündem dışı bırakmak olduğunu daha önce de defalarca ifade etmiştik. Hükümet/devlet için “Açılım” burjuva kapitalist devletin bekası için gereken şartların sağlanması, engellerin her türlü yöntem ve aracın kullanılarak bertaraf edilmesi politik projesidir. Bu noktada 9 Ekim 2009’da avukatları aracılığıyla Öcalan’ın, “‘Demokratik siyasette ciddi bir tıkanma yaşanmaktadır. Bu durum beraberinde hukuki, sosyal, kültürel ve askeri alanları da tıkamaktadır. Kürt Sorununa ilişkin yaşanan tıkanmışlığı aşmak; çözümün, demokratik siyasetin önünü açmak gerekiyor. Bunun için önerim; Daha önce gelen Barış grupları benzeri, Avrupa’dan ve yine içerisinde Mahmur’dan halkımızın da bulunduğu Güney’den olmak üzere iki grubun; Kürtlerin bu ülkede nasıl yaşayacaklarını, birlikte yaşayabilmenin zorunlu prensiplerini ortaya koymak, Kürtlerin demokratik hak ve özgürlüklerine ilişkin temel isteklerini tartışmak üzere Türkiye’ye gelmesidir. Bu gruplar başta TBMM olmak üzere Türkiye’deki tüm çevrelere giderek, iki halkın birlikte yürümesi için olmazsa olmaz niteliğindeki temel talepleri dile getirmelidirler. Türkiye’nin tüm aydınlarını, demokratik sivil toplum örgütlerini, siyasi partileri, barıştan yana tüm kesimleri de demokratik siyasetin ve müzakerenin başarıya ulaşması için katkı sunmaya davet ediyorum” dediği gündeme geldi. Ardından PKK bu çağrıya karşılık Kandil, Mahmur ve Avrupa’dan 34 kişiyi “Barış grubu” olarak göndereceğini açıkladı. Başbakan Erdoğan ve AKP Hükümeti
Başından bu yana Hükümetin gerçek anlamda bir açılım ve demokratikleşmeye taraf olmadığını söylüyoruz. Asker-polis rejiminin niteliğinde siyasal/toplumsal bir dönüşüm yaşanmadığı sürece de bugünkü gibi kimi değişiklik ve düzeltmelerin bir göz boyamanın ötesine geçemeyeceğini iddia ediyoruz. Uzağa gitmeye gerek yok: “Demokratik Toplum Partisi (DTP) Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk, terör örgütünün propagandasını yaptığı gerekçesiyle 1 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.” Sadece 2 gün önce gerçekleşti bu! DTP’nin kapatma davasının da Anayasa Mahkemesi’nde bulunduğunu hatırlatalım…
de dönüşlere yeşil ışık yaktı. MİT’in başından bu yana bu “açılım ve dönüş projesini” desteklediği hatta bizzat planladığı görüşleri dile getiriliyor. MGK toplantısından da benzeri bir “olumlu” görüşün yansıması, en azından “Ergenekon dışı devletin” bu projeyi sahiplenmesi olarak yorumlandı. Bir bakıma hükümet/devlet sürece icazet vermiş oldu. Ardından 19 Ekim Pazartesi günü Kandil ve Mahmur’dan 34 PKK’li Habur sınır kapısından giriş yaptı. Ahmet Türk başta olmak üzere DTP milletvekilleri ve on binlerce Kürt gelen 34 kişiyi büyük bir coşkuyla karşıladı. Bu coşkulu karşılama bazı televizyonlarda canlı olmak üzere tümüyle gösterildi. Başbakan Erdoğan ve AKP bir anlamda cumhuriyet tarihinin çözümsüz kalmış bir sorununu çözebilecek bir Hükümet olarak sahnenin en önüne çıktı. Seçim hesaplarının da bir yandan yapıldığı düşünüldüğünde tüm inisiyatifi AKP’ye kaptırdığını düşünen CHP-MHP muhalefeti doğrudan “terörle işbirliği ve vatana ihanet” söylemiyle hücuma geçti. Açlılım: Yukarıdan aşağıya bir hükümet/devlet projesi • Kuşkusuz AKP Hükümeti ve MGK’nin ne DTP ve PKK ile bir anlaşma yapma ne de açılım projelerini Kürtlerin hak ve özgürlükleri sağlama üzerine kurmaları söz konusu. Temel amaç Kürt hareketini teslimiyet noktasına getirmek, af ve pişmanlık üzerinden zaten fiilen Kürtlerin mücadelelerle elde ettikleri bir dizi hakkın daha azını yasallaştırmak… “Açılım projesi” bu açıdan başta Kürtler olmak üzere Türkiye işçi ve emekçilerinin tabandan gelen taleplerinin bir sonucu olarak değil doğrudan devletin çıkarları doğrultusunda yukarıdan aşağıya işleyen bir projeden ibarettir. Bu nedenle de AKP, CHP-MHP’liler kazan kaldırdı diye değil zaten kendileri de meseleyi bir teslimiyet ve pişmanlık-af çizgisinde gördükleri için 34 PKK’linin coşkusu işlerine gelmedi. Tümü serbest bırakılan sadece 5’i tutuksuz yargılanacak olan 34 PKK’linin ifadelerini almaya Habur sınır kapısına giden savcıların verilen ifadelere ayar çekmeleri de bunun bir sonucudur. Pişmanlık belirtmeyen, teslim olmaya gelmediklerini söyleyen, sade-
Çözümün yolu ve dili • Açılım ve dönüşüm mü? 12 Eylül Darbe Anayasası yerine işçilerin, emekçi yoksul halkların, tüm ezilen ve sömürülenleri eşit, adil ve demokratik bir şekilde temsil edilebileceği bir yeni anayasa ile başlayabiliriz… Irkçılığı, şovenizmi, faşizmi cezalandıran; hak ve özgürlükler üzerindeki tüm baskı ve kısıtlamaları ortadan kaldıran yeni bir hukuk sistemini gündeme sokarak devam edebiliriz… Eğitim-öğretim sistemi içindeki milliyetçi-faşist zihniyeti yaratan tüm içeriği çöpe atıp, eşit, adil ve demokratik bir yeni içerikle de bunu taçlandırabiliriz… Açılım ve demokratikleşme böyle olur! Yoksa sürekli yukarıdan konuşan, her şeyin sahibi olduğunu sanan “Haddini Bil!” diliyle değil… Unutmuyoruz! Resmî devlet politikasına göre yakın bir tarihe kadar Türkiye’de Kürt yoktu. Dolayısıyla Kürtçe diye bir dil de bulunmuyordu. Resmî ağızlarca olmadığı söylenen Kürtler ve Kürtçe hakkında konuşmak, yazmak, çizmek ise en ağır şekillerde cezalandırılıyordu. Cumhuriyet tarihi boyunca birçok cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, genelkurmay başkanı, vali, emniyet müdürü tekmili birden bu resmî söylemi ifade ede geldi. Bu devlet erkânının bir kısmının Kürt olması ise ayrı bir traji-komik hadiseydi. Milyonlarca Kürdün bulunduğu Türkiye’de bu resmî devlet politikası yani inkâr kaçınılmaz olarak birçok isyanlara yol açtı. Ve 1984’ten bu yana devam eden, adına düşük yoğunluklu savaş, iç savaş, kirli savaş gibi isimler verilen son isyan da 40 bin insanın hayatını kaybettiği bir toplumsal trajediye dönüştü… Evet, öyleyse soralım: Kürt sorunu nedir? 20. yüzyıl boyunca bir resmî devlet politikası olarak devam eden inkâr ve imhanın sonucunda hayat bulan tarihsel/toplumsal/siyasal bir gerçekliğimiz… Sorunun çözümünü başka yerde aramaya gerek yok: Bu inkâr ve imha politikası terk edilecek! Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı dâhil tüm siyasi/kültürel hakları –devlet büyüklük yapıp vermeyi bahşettiği için değil, bir hak olduğu için, bunca zaman bastırılmasından dolayı özür de dilenerek- verilecek! Bunun başka yolu yok…
POLİTİKA
Selden sonra: Kentsel yıkım manzaraları Dicle Nadin, 27 Ekim 2009 Sel felaketinin ardından İSKİ, dere yataklarında bulunan yerleşim yerlerini, özellikle de gecekondu bölgelerini yıkmaya başlayacağını açıkladı. 12 Ekim’de yıkımlara başlayan İSKİ’nin ilk adresi Sancaktepe oldu. Yıkımlar Sultanbeyli’de devam ederken, sıra Samandıra, Beykoz ve Ayamama Deresi çevresinde. Her şeyi fırsata çevirmeyi iyi bilen burjuvazi, seli de fırsata çevirmeyi başardı ve kentsel yıkım projesine kaldığı yerden devam ediyor. Yıkım çalışmalarına Anadolu yakasından başlayan İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Ayamama deresi civarında 775 sayılı Gecekondu Kanunu’na aykırı 108 yapıyı tespit ettiklerini, yıkıma buradan devam edeceklerini açıkladı. Esasen, belediyenin bu “aykırı” yapıları yeni fark ettiği söylenemez ve selin faturasına bakıldığında da yapılması geç olan bu girişimin altından da rant planları çıkıyor ne yazık ki. Selden ders aldık izlenimini vermeye çalışan belediyenin, selden önce de kentsel yıkım projesini uyguladığı Sancaktepe, Sultanbeyli gibi gecekondu ağırlıklı bölgelere yoğunlaşması hiç de şaşırtıcı değil. Bunun için niyet okumaya gerek yok; çünkü aynı belediye, seçimlerden önce buralarda yaşayan yoksullara, evlerini yıkmama sözü
vermişti her zamanki gibi; seçimlerden sonra da sizi şimdilik affediyoruz diyerek, 5 ila 10 bin TL arasında ceza parası toplamış, evlerin vergilerini tahsil etmiş ve evlere dokunmamıştı. Şimdi de, doğal afetlerden koruma ve kurtarma rolüne soyunarak; bu insanlara kalacak yer sağlamadan ya da masraflarını onlara geri ödemeden, evlerini başlarına yıkmaya başladı bile... Sancaktepe ve diğerleri • 14 Ekim’de evlerini yıkmaya gelen çevik kuvvet ve yıkım ekiplerine karşı, Sancaktepeliler, evlerini ve yaşam alanlarını savunmak için, sokaklara barikatlar kurdular. Polisin gaz bombardımanına maruz kalan insanlar, kandırılmış olmaktan dolayı öfkeliydiler, istedikleri tek şey kalacak bir yerdi. Yaşanan olaylarda bir kişi hayatını kaybetti, yine aynı bölgedeki kaçak villalara ve fabrikalara hiç dokunulmadı. Sancaktepe’nin ardından, yine birkaç ay önce yıkım ekiplerinin birçok evi yerle bir ettiği Sultanbeyli Mecidiye Mahallesi’nde de yıkım defteri kapanmış değildi. Evlerine yıkım tebligatları gelmeye başlamasıyla, mahalle sakinleri geçtiğimiz günlerde, barınma haklarını savunmak için belediyeye yürüdü ve TEM otoyolunu kapatarak, kentsel yıkımı protesto etti.
İşsizlik rakamları neyi gösteriyor?
5
Krizde milyoner sayısı nasıl arttı? Oktay Benol, 29 Ekim 2009 Neredeyse bütün işyerlerinde işten çıkarmalar oldu. Dünya ekonomik krizini gerekçe gösteren patronlar işten çıkarmalarla da yetinmedi. Ücretsiz izinler, zam ertelemeleri ve hatta ücret düşürmeler sıradan hale geldi. Biz işçi ve emekçilere de kriz döneminde bunların normal olduğu söylendi. Patronların yaptıkları yetmedi! Hükümet de, bu sürecin mağduru işçi ve emekçiler değil de sanki patronlarmış gibi her türlü kıyağı, desteği onlardan esirgemedi. İşçilere, emekçilere gelince “kriz var, kaynak yok” diyen Hükümet patronlara vergi indirim ve ertelemeleri, kaynak destekleri yaptı. Sonuç! Milyonlarca işsiz var ve üç kuruş paraya geçinmeye çalışan on milyonlarca işçi ve emekçi yoksul, gerçek bir hayat memat mücadelesi veriyor… Sınıf bilinçli işçiler biliyor! Krizin başından beri patronların nasıl da gelirlerinin düştüğü sürekli yazıldı, çizildi. Şimdi insan düşünmeden edemiyor! İşçinin, emekçinin hali bu şekildeyse kim bilir zavallı patronların, varlıklı nezih insanların durumu acaba nasıldır? Üzülmemek olanaklı değil! Mutlaka sınıf bilinçli işçilere işyerlerinde bu konuda dünya kadar soru soruluyor, onlardan açıklama bekleniyordur. Krizde milyoner sayısı 6 bin arttı!• Aklımızdan bunlar geçerken aybaşında şöyle bir haber çıktı: “BDDK, eylül ayı itibariyle mevduatların büyüklükleri ve mudi sayılarını açıkladı. Kriz öncesine rastlayan Temmuz 2008’de 23 bin olan 1 milyon ve üzeri hesap sayısı 29 bine çıkmış. Buna göre kriz Türk milyoner sayısını azaltmak yerine artırmış.” Haberin açıklamasını şöyle yapayım: Krizden önce –sözüm ona her şeyin güzel olduğu zaman- bankalarda 1 milyon ve üzeri hesabı olan milyoner sayımız 23 bin imiş! Sonra kriz gelmiş. Her şey çok kötü olmuş ama ne hikmetse milyoner sayısı azalmak bir yana 6 bin kişi daha artıp 29 bin kişiye çıkmış. Şimdi bu kriz kime yaramış? Nasıl yaramış? Kriz varken milyoner sayısı nasıl artmış? Ki artmış olduğuna göre bu milyonlar kimlerin ceplerinden onların ceplerine gitmiş? Nasıl gitmiş? Ortada sizce de garip bir durum yok mu? Sınıf bilinçli işçiler bu durumun nasıl ortaya çıktığını işçilerle konuşmalıdır. Muhtemelen patronunuz bu 29 bin milyonerden biri! Hâlbuki kriz var, iş yok, para yok diyerek bir sürü arkadaşınızı işten atmıştı, değil mi? Hatta siz de işten atılanlardan biri miydiniz? Şimdi de çalışma şansı olan arkadaşlara zam yok, çok çalış az kazan devri diyorlar, değil mi?
Şefik Sandıkçı, 29 Ekim 2009 TÜİK, temmuz ayına ilişkin işsizlik rakamlarını açıkladı. Buna göre haziranda yüzde 13 olan işsizlik oranı temmuzda yüzde 12,8’e geriledi. Hal böyle olunca memleketi de bir iyimserlik havası kapladı. Ne de olsa işsizlik düşüşe geçmişti. Kriz sanayide de bitmişti, artık ekonomi canlanacaktı. Şimdi bu büyük umutların kaynağı olan verilere daha yakından bakalım. Öncelikle söylemek gerekir ki; bu verileri sanayideki bir iyileşmeye bağlayacak tek şey, tarım dışı istihdam oranında görülen yüzde 0,1 düzeyindeki artıştır. Bu küçük değişim ise yalnızca işsizlik oranındaki “artışın durduğuna” yorulabilir. Peki, bu gerçekten de beklenmedik ve olumlu bir durum mudur? Kapitalist ekonomide işsizlik, -gösterilmeye çalışıldığı gibi- ekonominin diğer unsurlarından bağımsız bir şey değildir. İşsizlik oranı, işçinin çalışma koşullarını ve aldığı ücreti belirler. Bu yüzden kriz döneminde kârlılığı yeniden sağlamak için düşük ücretler, düşük ücretler için de yüksek işsizlik gerekir. İçinde olduğumuz kriz dünya kapitalizminin kârlılık sorunu-
na bağlıdır ve bunun kısa zamanda aşılması mümkün değildir. Bunu defalarca söyledik. Öyleyse işsizlik ne mi olacak? En iyi ihtimalle çok küçük iyileşmeler göreceğiz. Ancak bunun da gerçekleşmesi çok mümkün görünmüyor. Nitekim, hükümetin orta vadeli ekonomik planında ve patronlar sendikası TİSK’in verilerinde gelecek birkaç yıl, işsizliğin daha da yüksek olacağı ifade ediliyor. Patronlar da, devlet de, burjuva iktisatçıları da kısa vadede işsizlik oranının azalmayacağını biliyorlar ve bütün tahminlerini bu yüksek işsizlik üzerinden yapıyorlar. Buna rağmen bir aylık iyileşmeyi krizin ve işsizliğin sonu gibi sunmaktan çekinmiyorlar. Oysa ücretlerimizden ve sosyal haklarımızdan çaldıklarının bile uzun vadeli bir yükselişi sağlamayacağı bellidir. Bu yüzden yeni saldırıları yapmak zorundalar. İçinde bulunduğumuz dönem, sürekli ve uzun bir sınıf savaşımı dönemidir. Ücretlerimizi korumak için verdiğimiz ilk mücadelelerde çoğunlukla kaybettiğimiz doğrudur. Ancak bu süreç bize çok şey öğretmiştir. Yeni saldırılar geldiğinde, eskisinden daha güçlü olacağız.
Bankalarda bir milyon ve üzeri parası olanların toplam mevduat tutarı 199,6 milyar liraymış! Kimsenin parasında gözümüz yok diyemeyeceğim… Çünkü kriz var, ücrete zam yok denilen milyonlarca işçiden biri de benim... Bu haber de göstermekte ki patronlar yalan söylüyor. Hükümetin bu duruma nasıl eşlik ettiği ise ortada… Bu durumda biz işçi ve emekçiler ne yapacağız? Sızlanmanın, dövünmenin ne bize ne de bir başkasına faydası yok! Öyleyse sınıf bilinçli işçilere düşen görev şu: halen krizin patronları da vurduğunu, onları da parasız pulsuz bıraktığını düşünen işçi arkadaşlar varsa onlara bu haberi okutacaklar. Nasıl olup da krizde milyoner sayısının 6 bin daha arttığını bilip bilmediklerini soracaklar? Ve diyecekler ki “krizde ne kadar işçi işini kaybetti?”. Kayıtlı bir milyonun üzerinde işçi-emekçi! Ne kadarı yeniden iş bulabildi? Çok azı! Nereden biliyoruz? Çünkü resmî işsiz sayısı bile 3,5 milyon kişi. Bir yanda milyonerler, bir yanda milyonlarca işsizler… Hesap ortada, anlaşılmayacak bir durum yok. Öyleyse gereğini yapmak gerekiyor. Gereği nedir? Mağdurlar yani işçi ve emekçiler birlik olacak, haklarını isteyecek, mücadele edecekler… Bilinçlenme böyle başlıyor… Öğrenerek, birlik olarak, mücadele ederek…
6
POLİTİKA
Suriye ve Ermenistan protokolleri ve Türkiye dış siyaseti üzerine Sedat D., 27 Ekim 2009 Ortadoğu ve Kafkaslarda emperyalizmin barış güvercini rolünü üstlenen ve “demokratik açılım” sürecinden geçen Türkiye’nin dış siyaset projesi oldukça mesafe kat etti. Suriye ile sınırdan vizesiz geçiş uygulaması başlarken, “yapay sınırların kalkması” dahi konuşulur hale geldi. Ermenistan ile ise sınır kapısının kaldırılması amacı güdülüyor. Bu gelişmelerden yola çıkarak, geçmişte en ufak bir gerginlikte savaş tamtamlarının çalınmaya başlandığı bu iki ülkeye karşı bugün, mevcut emperyalist projenin somut barış olanakları sunduğu iddia ediliyor. Suriye ile Hatay meselesi ve Fırat-Dicle suları cumhuriyet tarihi boyunca sürekli bir sorundu. Ermenistan ile ise soykırım ve Azerbaycan meseleleri aşılması teklif dahi edilemez bir sorundu ve bu ülke ile iyi ilişkiler hayal dahi edilemezdi. Öte yandan, kesin bir stratejik ortaklık ve dostluk ilişkisi içerisinde sürdürülen İsrailTürkiye ilişkileri, hiç olmadığı kadar kötü durumda. Emperyalizmin enerji projesi ve bir enerji koridoru olarak Türkiye • Ortadoğu ve Kafkaslar üzerindeki emperyalizmin temel gündemi bölgedeki enerji yönetimi ve transferi sorununu en güvenilir ve de külfetsiz şekilde çözmek. Bu bağlamda, Kafkaslar ve Ortado-
ğu için emperyalizmin enerji planının içerisinde Türkiye kilit bir rolü üstlenmekte ve bir enerji koridoru haline gelmiş bulunmakta. Emperyalist kapitalizm en büyük sektörlerinden biri olan enerji sektörünü asla şansın korumasına terk etmez. O kendi enerji koridorunu, tehlike ve sürtüşmelerin gündemde olduğu bir coğrafyaya inşa etmez. Bugünkü barış ve dostluk rüzgârlarının esmesi için diplomatik baskı ve desteklerini esirgemeyen ABD ve AB’nin tavırlarını, Türkiye’nin aktif rolünü ve imzalanan protokolleri bu çerçevede okumak gereklidir. “Barış” atmosferinin güvenilirliği • Emperyalizm bu gün konjonktürel (duruma bağlı) olarak bölgede barışın yerleşmesi projesini hayata geçirmeye çabalıyor. Ancak emperyalizm için hiçbir şey, özellikle de barış, konjonktürel olduğu zaman güvenilir değildir. Kalıcılığı daima sorgulanır. Bugünkü barış rüzgârı ve enerji koridoru projesi burjuvalara yüksek kârlar vaat etmekte. Ancak yarın savaş yeniden kârlı hale gelirse, ya da enerjinin paylaşımı gün gelir de değişirse, bu barış rüzgârları da ters yönde esmeye başlayacaktır. Barış rüzgârının suniliği • Öte yandan bugünkü dip-
lomatik ilişkiler Ortadoğu ve Kafkaslar için gerçek bir barışı vaat etmekten oldukça uzak. Ortadoğu’da barıştan bahsetmek istiyorsak, öncelikli olarak kendi varlığı Arapların sürekli olarak sürülmesi ve imhasına bağlı olan Siyonist İsrail Devleti’nin yok olması gerek. Çünkü bölgedeki bitmeyen kanlı savaşların en güçlü motifi O. Ve halen İsrail’in bölgedeki faaliyetinin ABD, AB ya da Türkiye tarafından kınanması ve saldırılarını durdurması için herhangi bir baskı uygulaması söz konusu değil. Kafkaslarda ise Azeriler ve Ermeniler arasındaki sürtüşme sonlandırılmış değil ve Ermenistan işgali altındaki Azeri topraklarının kaderinde halen kapitalist bir erteleniş söz konusu. Bunun yanı sıra, Suriye ile Türkiye arasındaki tarihsel husumet konuları çözülmemiş ve yalnızca hasıraltı edilmiş durumda. Ermenistan ile kurulan bağlar ise, yalnızca geçmişten ve çözüm bekleyen sorunlardan bahsetmeksizin sürdürülebiliyor. Bu kapitalist “dostluk” kısa vadede pek çok yenilikler yaratacak olsa da, uzun vadede yeni sorunlara gebedir. Tüm bu olup bitenler proletarya enternasyonalizmini sahneye çağırıyor.
Kamu Grevine Giderken İC - Haber, 29 Ekim 2009 15 Ağustos’ta başlayan kamu toplu görüşmelerinde Toplu iş sözleşmesi ve grev hakkı talebini en ön sıraya koyan KESK, hükümetten karşılık, diğer kamu sendikalarından da destek bulamadığı için görüşme masasına oturmama kararı almış ve greve gideceğini açıklamıştı. Toplu görüşme sürecini ve grev kararının niteliğini daha önceki bir yazıda tartışmıştık. Bu yazıda da bundan sonraki süreci anlamaya çalışalım. KESK’in ilk çağrısı 25 Kasım’da uyarı niteliğinde bir iş bırakma eylemi yönünde oldu. Bu dikkat çekicidir. KESK, sürecin başından beri kendisini muhatap ola-
rak görmeyen hükümeti “uyarmayı” seçmiştir. Yani ipleri koparmaya hâlâ gönüllü değildir. Bu uyarı eyleminin ardından ayın yirmi dokuzunda diğer sendikalarla ortak bir miting düzenlenmesi gündemde. Bütün bu eylemler için KESK, kamu ve özel sektör sendikalarına çağrılar yapıyor. Diğer sendikalara yapılan çağrılara Kamu-Sen’in de olumlu cevap verdiğini biliyoruz. Bu yeni olaylar şöyle bir görünüm oluşturuyor; yönetim krizi yaşayan KESK, üye kaybını durduracak ancak hükümetle cepheden mücadeleye girmeyeceği bir pozisyon arıyor. Böyle bir orta yol ise yok. Kamu-Sen için durum daha da vahim, mücadeleci bir nitelik kazanması neredey-
se imkânsız görünen sendika, geçen yazıda bahsettiğimiz gibi AKP’nin tercihi olmak şansına da sahip değil. O da uyarı eylemine çaresiz ve gönülsüzce destek verirken aslında hiçbir çıkış yolunun kalmadığının farkında. Ancak, bu tablo yalnızca bürokratlar için kötümserdir. Hatırlayalım, 2008 Aralık ayında yapılan mitingde konuşan KESK temsilcisi, eylem alanında toplanan kalabalık karşısında şaşkınlığını gizleyemeyerek, “Böyle bir kalabalık beklemiyorduk” sözünü ağzından kaçırıvermişti. Bu kez de öyle olacak. İsteksizce başlatılan eylemler, isteksizce savrulan tehditler, ülkenin tüm emekçilerini aynı mücadelede birleştirecek geri dönülmez bir hareketlilik yaratmak üzere. Sendika bürokrasileri işte bu hareketin altında ezilecektir.
KADIN SAYFASI
7
Kabahatleri sokakta gezmek! Doğan Koca, 27 Ekim 2009 İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nce ekim ayı içerisinde 15 günde 183 travesti ve transseksüele “trafiği engellemek”, “hayâsızca hareketlerde bulunmak”, “kimlik bildirmemek”, “kadın kılığında gezme” gibi suçlamalarla 69’şar lira para cezası kesildi. Evet, aslında suçları sadece evlerinden çıkmaktı. Başbakanlığa ve TBMM İnsan Hakları Komisyonu’na konu hakkında dilekçe veren travesti ve transseksüeller uygulamaların durdurulmasını talep etti. Ayrıca Şişli Adliyesi’ne İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın hakkında suç duyurusunda bulundular. Ekmek almak için bile sokağa çıkamadıklarını söyleyen travesti ve transseksüeller basın açıklamasında ise “Hüseyin Çapkın’ın İstanbul Emniyet Müdürü olmasıyla beraber transfobi İstanbul sokaklarında kol gezmektedir. İzmir Emniyet Müdürü olduğu dönemde özellikle travesti ve transseksüellere yönelik uygulamalarıyla birçok kez gündeme gelen, Baran Tursun’un öldürülmesi gibi skandallara ismi karışan Hüseyin Çapkın burada da aynı politikaları sürdürmeye devam ediyor. İşte bizi sokağa çıkarmamaya kararlı olduğunu söyleyen Hüseyin Çapkın’ın icraatları!” dediler. Öne çıkan slogan ise “Travesti olmak suç değildir!” oldu. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne atanan Hüseyin Çapkın beraberinde İzmir’de uyguladığı
bir sistemi İstanbul’a taşıdı: puan sistemi! Bu şu demek oluyor ki; bir polis ne kadar çok insan tutuklarsa o kadar çok puan alacak, görevini o kadar iyi ifa etmiş olacak. Üstelik biriken puanlar prime çevriliyor. Ne kadar ceza o kadar prim! Puan sisteminin nasıl işlediğine dair somut örneklerden biri ise 15 günde ceza kesilen, tutuklanan 183 travesti ve transseksüel. Bu cezalar 30 Mart 2005’te yürürlüğe giren Kabahatler Kanunu temel alınarak veriliyor. Kabahatler Kanunu Türk Ceza Kanunu kapsamında incelenmeyen hafif hapis ve para cezalarını kapsıyor. Yasada tanımlanan kabahatler şunlar; emre aykırı davranış, dilencilik, sarhoşluk, kumar, gürültü, mal veya hizmet satmak için başkasını rahatsız eden kişi, cadde, sokak ve yayaların gelip geçtiği yerlerde izinsiz mal satışı yapmak, tütün mamullerinin tüketilmesi, kimliği bildirmeme, çevreyi kirletme, afiş asma (Bu arada en ağır cezalardan biri afiş asma için. 140 ile 4261 lira arasında değişen bir ceza). Peki, sizce sokakta yürümek bu suçların hangisinin kapsamına giriyor? Travesti olmak suç değildir. Lezbiyen, gay, biseksüel, transseksüel olmak da öyle. Travesti ya da transseksüel olmak kadın kılığında gezmek de değildir. Asker-polis rejiminin erkekegemen kılıcı tepemizde sallanıyor. Bu uygulamalar ilk değil ve taleplerimizi birleştirip ortak bir mücadele hattı örmediğimiz sürece son da olmayacak.
Pameks’te kan parası Dicle Nadin, 27 Ekim 2009 “Kanı kanla yuğmayalım, suyla yuğalım.”* Geleneklerimizde “kan parası” tabiri bu deyimle savunulur. Nedir kan parası peki? Ölümüne sebep olunan kişinin “değer”ini, eğer karşılayabilecek gücünüz varsa tabii, ailesine para olarak ödemektir. İnsanlıkla bağdaşmayan bu korkunç uygulamanın burjuva hukukunda da yeri vardır: destekten yoksun kalma tazminatı. Bu tazminatın ilginçtir ki, bir de hesaplanma ölçütleri vardır. Bu hesap, yaşa, bakımıyla yükümlü olunan kişi sayısına ve maaşa göre değişir. Örneğin, asgari ücretle çalışıyorsanız ve küçük çocuğunuz yoksa, bu rakam epey düşer. Şaşırmamak gerekir bir insana bu şekilde değer biçilmesine, bu değer biz emekçilerin pek de aşina olduğu bir şey aslında. Patronların gözünde bizler etten ve kemikten oluşan insanlar değil; “değer” yaratan, onlara para kazandıran birer metayız. Biz değer yarattıkça, yani ürettikçe onların sermayesi büyür, bizi ne kadar kötü koşullarda çalıştırırlarsa -örneğin yük aracında taşıtmak gibi- onların kârı o kadar artar. Bizse daha çok fakirleşiriz. Sel katliamında hayatını kaybeden sekiz Pameks işçisi kadın da, patronlarının onları yük aracında taşıtması sonucu hayatlarını kaybetmişti. Olay sonucu Pameks patronu tutuklanmış ve ölen işçilerin yakınları Pameks’in sahibi Cevdet Karahasanoğlu, servis sorumlusu ve şoförü hakkında iki yıldan 15 yıla kadar hapis
istemiyle dava açmıştı. Bunun üzerine, patron, kadın işçileri birer mal olarak gördüğünü ve onların bedelini de parayla ödeyebileceğini düşünerek, ailelere 60 bin TL kan parası teklif etmişti. Aileler bunu kabul etmeyerek, olaya isyan etmişti. Fakat, eteği tutuşan patron, kârını biraz daha paylaşmaya karar vermiş olacak ki, bu durum üzerine ailelere 110 bin TL teklif etti. Asgari ücretle geçinen bu aileler, hayatlarında görmedikleri ve göremeyecekleri bu parayı kabul ettiler. Tarafların “anlaşmasıyla” dava düştü. Pameks işçileri de, Bursa ve Ceylanpınar’da ölen işçi kardeşleri gibi bir çırpıda unutuldu. Adalet yerini bulmuş muydu? Yoksa, patronun binlerce işçisinin sırtından kazandığı paranın çok küçük bir kısmını ailelerle paylaşması mı burjuvazinin adaletiydi? *yuğmak=yıkamak
Hukuk Köşesi Cinsel Taciz ve Haklarımız Türkiye’de cinsel tacize uğramak yaygın olarak kadın olmanın bir sonucu ve dolayısıyla tahammül edilmesi gereken bir eylem olarak görülür. Erkekler de eylemlerini cinsel taciz olarak görmemek eğilimindedirler. Biz de bu ay, cinsel tacizin kanun çerçevesinde ne olduğuna ve özellikle de işyerlerinde bu tür fiillere karşı haklarımıza dair bir inceleme yapmanın faydalı olacağını düşündük. Uluslararası Çalışma Örgütü cinsel tacizi; muhatap olan kişinin rızası dışında, onur kırıcı ve cinselliğe dayalı bir davranış biçimi olarak tanımlamaktadır. Bu yalnızca fiziksel dokunma şeklinde değil; kişinin görünüşüne, yaşam şekline, cinsel yönelimine ilişkin yorum, soru ve ima da olabilir. Türk Ceza Kanunu’nda ise cinsel taciz, cinsel saldırı ve nitelikli cinsel saldırı diye ayrılarak saldırının şiddetine göre incelenerek hükümlere bağlanmıştır. Mağdurun yapması gerekenler Türkiye’de, ne yazıktır ki, cinsel taciz suçu şikâyete bağlıdır. Bunun için mağdurun hiç vakit kaybetmeden en yakın polis merkezi veya cumhuriyet başsavcılığına failin kim olduğunu bildirmesi ve şikâyette bulunması gerekir. Olayın bir izi varsa bunu ispat olarak sunması ve olayı detaylarıyla anlatması mağdurun lehine olur. (Şikâyet yazılı, imzalı şekilde de olabilir.) Verilecek her detay, ne yazık ki boşluk taşıyan ilgili hükümlerin, mağdur lehine yorumlanmasını sağlayacaktır. Bu şikâyetin, eylemden itibaren 6 ay içerisinde yapılması zorunludur ve şikâyetin geri alınması davayı düşürür. İşyerinde kadına yönelik cinsel taciz İşyerinde cinsel taciz, kişinin cinsel dokunulmazlığının yanı sıra cinsiyete dayalı ayrımcılık, işyerinde kişinin onurunun ve kişilik haklarının ihlali gibi ilave ihlalleri de beraberinde getirdiğinden bunlar, ceza kanunları ve iş kanunları kapsamında incelenir. Eğer eylem bizzat işyerinde gerçekleşiyorsa ceza yarısı kadar artabilir. Mağdur, 4857 sayılı İş Kanunu’nca, işyerinde yaşadıkları konusunda önlem alması için işverene başvurmalıdır. İşveren gerekli önlemleri almazsa, mağdur işini bıraksa dahi, davasıyla, kıdem tazminatını dahi alabilir. Ayrıca kişi Medeni Kanun’un kişilik haklarını koruyan maddeleri gereğince maddi ve manevi tazminat talep edebilir. Eğer cinsel taciz sonrası kadının iş pozisyonunda değişiklik yapılıyorsa, İş Kanunu uyarınca işverenin bu yeni pozisyonu çalışana yazılı olarak bildirmesi ve çalışanın da bu değişikliği altı gün içerisinde kabul etmesi gereklidir. Mağdur işverene dava açtığında, işveren onun işine son verirse, kötü niyet tazminatı ödeyecektir.
8
ARKA PLAN
Güvencesizleştirme,
Ekonomik karşı-dev Krizin yeni bir evreye girdiği Eylül 2008’den bu yana, milyonlarca insanın işsizler ordusuna katılması, on binlerce sendikalı işçinin işten atılması, işsizlik sigorta fonunun patronlara servis edilmesi vs. bu sürecin ürünleri. Fakat geriye gasp edilecek ne kaldı demeyin. “Esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması” sürecinin tamamlanması için sırada kıdem tazminatının kaldırılması var Atakan Şemsi, 28 Ekim 2009 Geçen sayımızda, hükümetin “Orta Vadeli Ekonomik Programı”nın temel hedeflerinden birinin, “ekonomik rekabet gücünü ve esnekliğini artırmak”, “esnek çalışma biçimlerini yaygınlaştırmak” olduğunu belirtmiştik. Hükümetin, “ekonominin rekabet gücünü arttırmakla”, ücret seviyelerini ve çalışma koşullarını Çin’deki, Hindistan’daki düzeylere çekmeyi hedeflediğini; “esnekliğin” de işten atmaları kolaylaştırmak, çalışma saatlerini tümüyle patronun inisiyatifine bırakmak anlamına geldiğini biliyoruz. Esasında bu ağdalı sözler ve arkasındaki yalın gerçekle ilk kez de karşılaşmıyoruz. Hükümet bu sözlerle, son 30 yıllık neoliberal dönemde yaşadığımız ekonomik karşıdevrim sürecinin aynen devam edeceğini söylüyor, sadece. Ancak ‘80 Askerî Darbesi’yle uygulamaya konabilmiş neoliberal politikalarla, gerçek ücret seviyeleri muazzam bir ölçüde düşürülmüş, işçi sınıfının sendikal ve politik örgütlenmeleri tarumar edilmiş, sosyal hakları bir bir elinden alınmış ve bu sayede; “ekonominin rekabet gücü” arttırılabilmiş, “esnek çalışma biçimleri” yaygınlaştırılmıştır! İçinden geçtiğimiz devasa ekonomik kriz sürecindeyse, düşen kâr oranlarını arttırabilmek için patronlar ve hükümeti, bu ekonomik karşı-devrim sürecini yoğunlaştırma peşindeler. Krizin yeni bir evreye girdiği Eylül 2008’den bu yana, milyonlarca insanın işsizler ordusuna katılması, on binlerce sendikalı işçinin işten atılması, işsizlik sigorta fonunun patronlara servis edilmesi vs. bu sürecin ürünleri. Fakat geriye gasp edilecek ne kaldı demeyin. “Esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması” sürecinin tamamlanması için sırada kıdem tazminatının kaldırılması var. Kıdem tazminatı hakkı esasında, patronların yıllardır hedef tahtasında bulunuyor. Kıdem tazminatının işsizlikle mücadelede ne kadar büyük bir engel olduğundan, ülkenin rekabet gücünü zayıflattığı için ülke ekonomisine ne kadar büyük zarar verdiğinden, yıllardır dem vururlardı. Ne var ki, artık icraat zamanının yaklaştığı bir evredeyiz. Konu artık Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu’nun (YOİKK) gündemine girmiş, YOİKK’in hazırlattığı rapor (eylem planı) tamamlanmış ve kamuoyuna da yansımış durumda.
Modern hükümet: Burjuvazinin Yürütme Organı • Konunun YOİKK’in gündemine taşınmasının, patron temsilcilerinin bir konferansta ya da bir yayın organında kıdem tazminatı hakkında sövüp saymasından farklı bir niteliği bulunuyor. Bunu biraz açalım. YOİKK 2001 yılında Dünya Bankası’nın tavsiyesiyle, yerli ve uluslararası burjuvazinin istek ve taleplerini daha hızlı yerine getirebilmek amacıyla kurulmuştur. Hazineden Sorumlu Devlet Bakanı’nın başkanlığında aylık olarak toplanan kurulun üyeleri, Maliye Bakanlığı Müsteşarı, Hazine Müsteşarı gibi ekonominin idaresinin zirvesindeki bürokratlar ve TOBB, TÜSİAD başkanları gibi patron temsilcileridir. Patronların dile getirdiği “reform” talepleriyle ilgili çalışmalar YOİKK’e bağlı teknik komitelerce yürütülüyor ve bu komitelerin hazırladıkları raporlar; kurulda görüşüldükten sonra Bakanlar Kurulu’na sunuluyor. Velhasıl, 2001’den bu yana “yatırım ortamındaki iyileştirmeleri” ve “reformları” gözümüzün önüne getirecek olursak (ilk akla gelenler Sosyal Güvenlik “Reformu”, Yeni İş Yasası “Reformu”) kurulun hakkını teslim etmemiz gerekir. Bundan 150 sene evvel bilimsel sosyalizmin kurucuları Marx ve Engels, modern hükümet için “burjuvazinin müşterek işlerini yöneten bir heyetten başka bir şey değil”, demişlerdi. Ne var ki, patronlar ve hükümetler arasındaki kaynaşmanın, iç içeliğin günümüzdeki boyutlarını, belki onlar bile “çarpıcı” bulabilirdi. Kıdem tazminatı için alarm zilleri çalıyor! • Raporun tamamlanmasının ardından konunun Bakanlar Kurulu’nun gündemine girmesi an meselesidir. Oradan da yasa tasarısı olarak Meclis’e sunulması... YOİKK eylem planında kıdem tazminatıyla ilgili mevzuat değişikliğinin Aralık 2009’a kadar gerçekleştirilmesi hedefleniyor. Kısacası kıdem tazminatı için alarm zilleri çalıyor! Peki, YOİKK raporu kıdem tazminatı için ne buyuruyor? Raporda, AB ve OECD ülkeleri ile karşılaştırıldığında kıdem tazminatı “yükünün” çok yüksek olduğu ve bu nedenle patronların diğer ülkelerle rekabet edemediği vurgulanıyor. Ne var ki bu aklı evveller, Türkiye’deki işçi ücretleriyle AB ve OECD ülkeleri arasındaki ücret düzeylerini veya Türkiye ve bu ülkelerdeki işsizlik oranlarını, sosyal hakları veya grev ve sendika haklarını, Türkiye’nin rekabet gücünü ölçmek açısından kıyaslamayı nedense hiç gündeme getirmiyorlar.
Direnişleri birleştirelim, m
ARKA PLAN
9
sendikasızlaştırma:
vrim şiddetleniyor! Sendikalı olduğu için tensikata uğrayan işçilerin mücadelesi, ortak bir noktada birleşiyor: sınıfın örgütlülüğünü savunmak. Bu direnişlerin kazanımla sonuçlanmasının ise, boyundan büyük bir anlamı var: Bu durum, hem sınıfın haklı gerekçelerle düşmüş olan moralini, özgüvenini toparlamasını sağlayacak, hem de sınıfın geri kalanına bir örnek oluşturarak, yeni mücadelelerin bir kıvılcımı olma işlevi görecek Dahası saygıdeğer patronlarımız işsizlikle mücadele konusuna da el atıyorlar. Kıdem tazminatı iş güvencesi sağlayıp işten çıkarmaları zorlaştırdığından, yeni işçi alımlarının da önüne geçiyormuş. Kim bilir, belki de kıdem tazminatı olmasaydı kriz başladığından bu yana patronlar bunca işçiyi işten atmazdı. Yani her şey bizim iyiliğimiz için!
rın bu konuda derhal bir eylem planı hazırlamasını, eğer genel greve gidilecekse, bunun hazırlıklarına şimdiden girişilmesini sağlamaya çalışmalılar.
Hal böyle olunca da raporda, tazminat hesabında esas alınan her geçen tam yıl karşılığı 30 günlük ücret tutarının 15 güne indirilmesi ya da bir fon kurulması öneriliyor. Yani ya kıdem tazminatını yarı yarıya indirecekler ya da şu İşsizlik Sigorta Fonu, Konut Edindirme Yardımı Fonu gibi yeni bir çiftlik kuracaklarmış.
Özellikle, krizin sınıf mücadelesini keskinleştirmesiyle, işçilerin işyerlerindeki artan baskı ve sömürüyü durdurabilmek için, sendikalaşma çabalarında bir artış söz konusu. Patronların, bu duruma karşı ise, verdikleri tek ve net bir yanıt var: sendikalaşan işçileri işten atmak. Evet, bu durum yasalara aykırı olabilir; ama bu gazetenin okurları yasaların kimden yana çalıştığını zaten gayet iyi biliyor.
Bu durum karşısında, sendikalar cephesindeyse yeni bir şey yok. Sendika başkanları kıdem tazminatına dokunulmasına izin vermeyeceklerini, bunu bir genel grev sebebi sayacaklarını söylemeyi sürdürüyorlar. Ve o noktada durmayı da... Daha önceki saldırılarda yaptıkları gibi, tıpkı! Kıdem tazminatına dokundurtmayacak aynı bürokratlar, mezarda emeklilik yasasına de izin vermeyeceklerini söylüyorlardı, sosyal güvenlik saldırısını durduracaklar ve İşsizlik Sigorta Fonu’nun yağmalanmasını da engelleyeceklerdi. Ne var ki, hep söylediğimiz gibi lafla peynir gemisi yürümüyor. Bu hakkın gaspı genel grev sebebiyse, mücadele etmeye ne zaman başlayacaksınız? Yasa tasarısı Meclis’e geldiğinde mi? Kaldı ki, sosyal güvenlik saldırısına karşı yapılan “genel grevin” anısı da hâlâ taze. DİSK, KESK ve Türk-İş’in organize ettiği genel grevde, bu konfederasyonlar bırakın “hayatı durdurmayı”, kendi örgütlü oldukları işyerlerinin küçük bir kısmında greve katılım sağlayabilmişlerdi. Ve sonuçta, 2 saatlik “dostlar alışverişte görsün” grevinin ardından, hükümetin yasada yaptığı birkaç rötuşun üzerine atlayarak, durumu kabullenivermişlerdi. İşin aslı, bürokratlar birkaç kuru blöfle sorunun halledilebileceğini umuyorlar. Oysa saldırı bağıra bağıra, “Ben geliyorum!” diyor. Bu durum karşısında sınıf bilinçli, öncü işçiler, sendikala-
Sendikalaşma, tensikat, direniş • Ekonominin “rekabet gücünü artırabilmek” için patronların ve hükümetlerin uyguladıkları temel yöntemlerden biri de, işçi sınıfının örgütlülüğüne saldırmak, kuşkusuz.
Bugün birçok işyerinde, sendikalaşma mücadelesi verdiği için işten atılmış işçilerin direnişi sürüyor. Sinter Metal, Sabiha Gökçen Havalimanı, Okmeydanı Hastanesi direnişleri, bunlardan bazıları. Sendikalaşmanın önüne geçmek saldırının bir ayağını oluştururken, hâlihazırda sendikalı işyerlerindeki örgütlülüğü parçalamak, bu saldırının bir diğer ayağı… Bunun son örneklerinden biri de Esenyurt Belediyesi’nde yaşananlar. Esenyurt Belediyesi’nin patron başkanı Necmi Kadıoğlu, toplu iş sözleşmesinden faydalanan örgütlü işçileri, İş Sözleşmesi’nin 25. maddesini göstererek kapı önüne koydu. Buna karşı, işçiler de belediye önündeki direnişlerini kararlılıkla sürdürüyorlar. Sendikalaştığı veya sendikalı olduğu için tensikata uğrayan işçilerin mücadelesi, ortak bir noktada birleşiyor: sınıfın örgütlülüğünü savunmak. Bu direnişlerin kazanımla sonuçlanmasının ise, boyundan büyük bir anlamı var: Bu durum, hem sınıfın haklı gerekçelerle düşmüş olan moralini, özgüvenini toparlamasını sağlayacak, hem de sınıfın geri kalanına bir örnek oluşturarak, yeni mücadelelerin bir kıvılcımı olma işlevi görecek. Fakat bu direnişlerin birbirinden yalıtık kalması, mücadelenin kazanılmasındaki en büyük engellerden biri... Bu direnişlerin birleşerek tek ve güçlü bir ses olarak, sınıfın örgütlülüğünü savunması, mücadeleyi yeni bir evreye sıçratabilir.
mücadeleyi yükseltelim!
10
ULUSAL SORUN
Kürt çocukları yalnız değildir! Canan Yılmaz, 27 Ekim 2009 “Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında Bir teneffüs daha yaşasaydı Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür Devlet dersinde öldürülmüştür Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu: Maveraünnehir nereye dökülür? En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı: Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine’dir”* 11 yaşındaydı Ceylan... Uğur’un ablası sayılır, Mizgin’le de akranlar. Diyarbakır’da havan topu ya da roket gibi bir patlayıcıyla cesedi ağaçlardan toplanan bir çoban kızıdır. Kimine göre ise “güvenlik zayiatı”. Silahlı Kuvvetler’in olay sonrası açıklamasında belirttiği gibi hepimiz “gencecik bir kişinin hayatını kaybetmesinden üzüntü duymaktayız.” Üzgünüz, ama ne kadar üzüntü duysak ağaçlardan topladığı kızını eteğinde Bingöl Abalı Karakolu’na götüren
anası kadar üzülebilir miyiz? Üzülmek yeter mi? Ceylan’ın öldürülüşünden, otopsisine kadar usulsüzlüklerle dolu bir dava ile karşı karşıyayız. Öyle ki İnsan Hakları Derneği bir heyet olarak olay yerine gittiğinde dahi Ceylan’ın iç organları, yanmış elbiseleri hâlâ yerde durabiliyor. Olayın hemen ardından gelmesi gereken savcı “Bölgede can güvenliği yok” diyerek olay yerine üç gün sonra geliyor. Olayın ardından 6 saat boyunca kimse gelemeyince ailesi, başka bir köyden tabut bularak cesedin parçalarıyla kendileri karakola gidiyor. Olay yerinin tespiti için karakoldakiler, köyün imamına ve bir köylüye fotoğraf makinesi vererek olay yerini kayda aldırıyor, olay yerinde yapılması gereken otopsi ise Abalı Jandarma Karakolu’nun nizamiyesinde savcı ve doktor kontrolünde yapılıyor. Otopsiyi yapanlar ise çağırılan herhangi bir doktor, bir temizlik görevlisi ve adliyedeki bir hizmetli. Olayın üzerinden dört gün geçtikten sonra Silahlı Kuvvetler’den açıklama geldi; üzgündüler. “Yapılan in-
celemelerde karakoldan o saatte bir havan ateşi yapılmamış.” İncelemeler, bu kadar az ve bu kadar olayın üzerini kapatmaya yönelikken, bu açıklama bir çocuğun hayatına ne kadar değer biçildiğinin bir kanıtı adeta. Meclisin komisyon kurup olayı araştırması gerekirken, Mazlum-Der, İHD gibi sivil toplum kuruluşları konuyla ilgili ortak rapor hazırladılar. Olayla birlikte açılan dava ise “terör” kapsamında yürütüldüğü için dosyası gizlilik kararıyla avukatlarına dahi verilmedi. Avukatları “etkin bir soruşturma yapılmadığı kaygısını taşıdıklarını” açıklayarak davayı AİHM’ye taşıyacaklarını açıkladılar. Bizlerse, daha dün çocukların kafasını okşayıp bugün bu davanın peşine düşmeyenlere güvenmiyoruz. Kürt, Türk binlerce insan meydanlarda el ele insan zinciri oluşturarak, “Kürt çocukları yalnız değildir” diye haykırıyoruz. Yıllardır Mezopotamya’nın bereketli topraklarını kana bulayan, kirli savaştan beslenenlere karşı kendi birliğimizi örgütlüyoruz. *Ece Ayhan’ın Meçhul Öğrenci Anıtı şiirinden.
Açılım bu mu? Kemal Boran, 26 Ekim 2009 Bir yandan Kürt açılımı deniyor, diğer yandan ise Kürtlere yapılan saldırılar her geçen gün artıyor. İktidar bir yandan açılım masalları anlatırken öte yandan çocukları cezaevine atmaya devam ediyor.. Diğer yandan, Kürtleri açıkça hedef gösteren bir yazı da suç teşkili bulunmayabiliyor! Bolu’da yayın yapan Bolu Expres isimli yerel bir gazetede 13 askerin 2007 yılında şehit düşmesinin ardından “3–5 mikrobu temizleyip bundan sonra bir bizden beş sizden tamam mı, devam mı, demek gerekir” diye yazan Işın Erşen “Şehit edilen her asker için 5 DTP’li öldürülebilir” ifadesi ile cinayet çağrısı yapıyor ve daha da ileri giderek öldürülmesini tavsiye ettiği DTP’lilerin isim listesini yazısında sıralayarak cinayete çağrı yapıyor. Ancak bu ifadeler savcılık tarafından düşünce özgürlüğü diye görülüyor. Yani Kürtleri hedef göstermek serbest, Kürtleri öldürmek suç teşkil etmiyor. Şovenist ve ırkçı yaklaşımlarla Kürtleri hedef tahtasına koyan yazıların yayınlanma-
sında bir sakınca görmeyenler sıra Kürtlere, Kürt medyasına gelince ise sudan bahanelerle cezalar verebiliyor. Mesela, geçtiğimiz günlerde kısa adı ANF olan Fırat haber ajansının internet sitesine erişim mahkeme kararı ile engellendi. ANF, daha çok PKK lideri Abdullah Öcalan’ın avukatları aracılığı ile yaptığı konuşmaları yayınlaması ile tanınıyor. Ajans ayrıca, PKK’nin dağ kadrosu ile gerçekleştirdiği röportajlar ile de birçok kez gündeme gelmişti. Sayfa sekiz, ceza dokuz • AİHM’nin gazete kapatmalardan dolayı Türkiye’yi mahkûm ettiği gün yargı bir skandala daha imza attı. İstanbul 13. Ağır ceza mahkemesi, haftalık yayınlanan Özgür Görüş gazetesinin 9. sayfasındaki haber ve yazıları gerekçe göstererek silahlı terör örgütünün propagandasını yapmak iddiası ile bir ay kapatma cezası verdi. İşin trajikomik yanı ise Özgür Görüş gazetesinin dokuzuncu sayfasıydı. Çünkü gazete 8 sayfa olarak basılıyordu yani olmayan sayfanın haberleri yüzünden gazete 1
ay kapatıldı tam da bizim ülkemize yakışır bir aymazlık. Gözaltında bir ölüm daha •Açılım tartışmaları süre giderken bir haber daha sürece gölgesini düşürdü. Polis tarafından gözaltına alınan 52 yaşındaki Resul İlçin, Polis merkezinde yaşamını yitirdi. Şırnak’ın İdil İlçesi’nde, polis yetkilileri Resul İlçin’in düşüp başını çarpması sonucu öldüğünü ileri sürerken Diyarbakır Adli Tıp Kurumu’nda yapılan ilk otopside, Resul İlçin’ in kafasında ve vücudunun çeşitli yerlerinde Darp izi saptandı. Ailenin avukatı Tahir Elçi olayla ilgili suç duyurusunda bulunacaklarını söyledi. Zaten polis hep suçsuzdur. İnsanlar kendiliğinden ölüyor. Bazen sandalyeden düşerek bazen de kendi kafalarını duvarlara vurarak kendiliğinden ölüyorlar! Yargısız infazlar, gözaltı ölümleri son zamanlarda yine artış gösterdi. Bu ölümler karşısında seyirci kalmamak ve hesap sormak, suçluları adalete teslim etmek savcıların ve hâkimlerin işi. Biz ise takipçisi olup bu cinayetlerin üstünün örtülmesine müsaade etmeyeceğiz.
GENÇLİK
YÖK’ten yaşgünü sürprizi! Doğan Koca, 27 Ekim 2009 1999 yılında 15 Avrupa ülkesi bir araya gelerek Bologna’da Avrupa Yükseköğretim Alanı’nı kurdular. ‘Bologna süreci’ olarak adlandırılan bu girişime Türkiye 2001 yılında dâhil oldu. Bu süreç ‘kalite artırımı’, ‘kaynak yetersizliği’, ‘devlet-sivil toplum işbirliği’ gibi bahanelerle üniversite eğitiminin cicili bicili bir pakette piyasanın egemenliğine sunulmasının programını Avrupa çapında örgütlüyor. Cicili bicili paketi Erasmus gibi öğrenci değişim programları oluşturuyor. İşler bir Avrupa Yükseköğretim Alanı’nın oluşmasını sağlamak için öğrenciler ve akademisyenler Avrupa’da kendi okullarının anlaşmalı olduğu okullara gidip bir ya da iki dönem boyunca eğitim alabiliyorlar. ‘İstediğimiz ülkede, istediğimiz eğitimi alabiliriz.’ Şu an için sadece güzel bir düş. Yurtdışında aldığınız derslerin önemli bir kısmının Türkiye’de geçerli sayılmaması, Ulusal Ajans’ın ödemek durumunda olduğu bursları ödememesi gibi görünür birçok sıkıntının yanı sıra görünmeyen başka şeyler de var. Avrupa Yükseköğretim Alanı’nın oluşturulması çağrısında bulunan Sorbonne Bildirisi’nde ülkeler ve üniversiteler arası hareketliliğin Avrupa emek piyasasını uyumlaştırmaya yönelik olduğunun altı çiziliyor. Yani bu da şu demek oluyor: Ey öğrenciler, bakınız burası Avrupa. Burada istediğiniz okulda eğitim alabilirsiniz. Nasıl olsa biz her okulda sizi sömürü koşullarını yeniden ve daha sistemli, üstelik Avrupa çapında üretmek için bekliyor olacağız. Daha önce bu sayfada bahsettiğimiz Anti-50/d’ciler de bu sürecin mağdurlarından. Bologna Süreci eğitimin ve araştırmanın niteliğini arttırmak için(!) öğretim elemanlarının kadrolu çalışan olmamasını, proje bazında görevlendirilmesini öngörüyor. Harçlara yapılan zamlar, 1980 darbesinin armağanı YÖK’ün Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın göreve gelir gelmez dile getirdiği yükseköğretimin paralı olması ve ihtiyacı olanlara geri ödeme koşuluyla devlet tarafından kredi
Formasyon Hakkı (!) YÖK Eylül ayında Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde yaptığı toplantıda, fen-edebiyat fakültelerine lisans eğitimi sırasında formasyon eğitiminin tanınmasını kararlaştırdı. Formasyon, bu fakültelerde okuyan öğrencilerin öğretmen olabilmesi için almaları gereken eğitim sürecidir. Beş yıl önce YÖK bu uygulamayı kaldırmış, onun yerine bu belgenin para karşılığında (2500–3000 YTL) tezsiz yüksek lisans adı altında bazı okullardan alınmasını şart koşmuştu. Bu durum, belli okullarda yığılmalar yaratmış ve bu okullara rant sağlamıştı. Örneğin İstanbul Üniversitesi’nde tezsiz yüksek lisans için başvuru yapan öğrencilerin sadece yüzde 25’ i kabul edilirken, başvuru sırasında 100 YTL ödenmesi gerekmektedir. YÖK’ ün formasyon eğitimini yeniden lisans eğitimi kapsamında vermesinin sebebi ise, fen-edebiyat fakültelerinin eski cazibesini yitirmesidir. Bu cazibenin önemini anlamak için, biraz tarihe bakmakta fayda var. Bu fakülteler, 1980 darbesi sonrası her üniversite için zorunlu hale getirildi. Bunun işlevi ise İnkılâp Tarihi, Türk Dili ve Edebiyatı gibi dersleri, üniversitelerdeki tüm bölümlere verecek insanların yetiştirilmesi, T.C.’nin baskıcı ve şovenist ideolojisinin sürekli kılınmasıdır.
verilmesi gibi adımlar da bugün Avrupa’da uygulanan paralı eğitim yolunda diğer önemli halkalar. YÖK 27. yaşında artık daha dürüst: Gelin patronlar bir olalım! • Sürecin bir başka ayağı da ‘danışma kurulları’ adı altında ve demokratik bir illüzyon eşliğinde burjuvazinin üniversite yönetiminde doğrudan söz alabilmesinin yolunu açıyor. Bu danışma kurulları kimlerden oluşur? YÖK Başkan Vekili Ömer Demir imzasıyla yayınlanan ‘Yükseköğretim Kurumlarında Danışma Kurulları Kurulması Hakkında Yönetmelik Taslağı’ adlı belgeye göre üniversitenin bulunduğu ildeki Sanayi ve Ticaret Odası başkanları ve temsilcileri, TMMOB’a bağlı meslek odalarının başkanları, üniversite mezunlar derneği başkanı, İl Milli Eğitim Müdürü ve valinin belirleyeceği diğer iki kamu çalışanı, yükseköğretim kurumunun bulunduğu ildeki paydaş olan diğer sivil toplum örgütlerinden ikisinin başkanları, ilin belediye ya da büyükşehir belediye başkanından oluşuyor. Paydaş sivil toplum örgütlerinden ne kastediliyor acaba? Üniversitelerde sık sık etkinliklerin sponsorları olarak gördüğümüz Sabancı Vakfı, Vehbi Koç Vakfı, Özyeğin Vakfı, Coca Cola Hayata Artı Vakfı, Akbank Düşünce Kulübü gibi yapılardan herhangi biri olabilir mi? Bu arada TMMOB, “Üniversitelerin asli bileşenlerinin temsilcileri olan örgüt ve sendikalar ile diğer meslek örgütlerinin temsilcilerine yer verilmemektedir” diyerek TMMOB’un sermayenin isteklerine göre üniversiteleri piyasanın uzantısı haline getirecek yeniden yapılandırma sürecinin parçası olmayacağını ve yönetmeliğin bu şekli ile yürürlüğe girmesi halinde danışma kurullarının içerisinde yer almayacağını bildirdi. Harç zamlarından asistan kıyımına, danışma kurullarına kadar en ince ayrıntıları düşünülmüş Bologna Süreci eğitim hakkımızı elimizden alıyor. Akademisyenler ise iş güvencesiz çalışmaya zorlanıyor. Bu örgütlü sürece ancak kendi örgütlülüğümüzle cevap verebiliriz.
Aslında, fen-edebiyat fakültelerinin, üniversitelerin bütün birimlerine fen ve sosyal bilimler eğitimi vermesi, bilim insanı ve araştırmacı yetiştirmesi gerekir. Kapitalizm ise bilimi kendi amaçları doğrultusunda geliştirdiği için temel bilimlere ihtiyaç duymaz. Bölümlerimizin burjuvazi için kârlılık getirmeyişi de bu fakülte öğrencilerine öğretmen olmaktan başka bir çare bırakmaz. Formasyon hakkı fen-edebiyat fakültelerinin yanı sıra ilahiyat fakültelerine de tanındı. Bu, öğretmen yetiştiren eğitim fakültelerinin işlevsizleştirilmesi anlamına geliyor. Bu da demek oluyor ki, paralı eğitim kıskacında yıllarca okuyan yüz binlerce öğrenci yarının diplomalı işsizi olacak. Bu yüzden aç kalmamak, hayatımızı sürdürebilmek için iş bulmamız gerekiyor. Bu sebeple öğretmen olabilmemiz için formasyon almak zorunlu bir tercih haline geliyor. Şu anda sadece 4 üniversite formasyon için başvurmuş durumda. Fakat bu yasanın geçmesine rağmen her üniversite bu hakkı tanımıyor. Çünkü rektörlükler buna bütçe ayırmak istemiyor. Bizim yapmamız gereken ise rektörlüklerden bu hakkı talep etmek ve üniversitelerimizde bunun mücadelesini vermek olmalı. Unutmamalıyız ki gelecek, bizim geleceğimizdir ve kendi geleceğimizin mücadelesini de ancak biz verebiliriz. Ebru Sarin, 27 Ekim 2009
11
İstanbul Üniversitesi’nde yine “ideolojik” cezalar İC - Haber, 27 Ekim 2009 İstanbul Üniversitesi’nde yeni yılın başlamasıyla birlikte 54 öğrenciye iki haftadan iki yıla kadar uzaklaştırma cezaları verildi. Okulun ilk günü “afiş asmak”, “zorla okula girmek”, “basın açıklaması yapmak” gibi gerekçelerle ceza alan pek çok öğrenci içeri alınmadı. Ceza verme konusundaki sicili “ideolojik halay çekmek” gibi uydurma sebeplerden uzaklaştırdığı yüzlerce öğrenci yüzünden oldukça kabarık olan İstanbul Üniversitesi yönetimi, yine bir ilke imza atarak hakkındaki soruşturmanın usulsüz yapıldığını kabul edip özür dilediği bir öğrenciye yeniden ceza verdi. Mantık sınırlarını aşan bu keyfi uygulamalara karşı veliler ve öğrenciler tepkilerini 6 Kasım’a kadar okulun önünde yapacakları eylemlerle vereceklerini açıkladı. Öğrenciler alınmadıkları okulun önünde alternatif dersler vermeyi planlıyorlar. Okulun önünde yapılan eylemlerde ise öğrenciler rektör Prof. Dr. Yunus Söylet’e hitaben “Bekçi Yunus eğitim hakkıma dokunma” pankartları taşıdı. Yönetim ve YÖK slogan ve şarkılarla protesto edildi.
İŞ YERLERİNDEN
12
- METAL -
- PETROKİMYA-
- TEKSTİL -
Yine iş kazası, yine işçinin yalnızlığı
Kriz bahanesi bitmiyor!
Merhaba Arkadaşlar,
Merhaba;
Merhaba arkadaşlar,
Çalıştığım fabrikada kısa bir süre önce bir arkadaşımız daha iş kazası geçirdi. Makinede meydana gelen bir arızayı gidermek için uğraşan arkadaşımız, hidrolik sistemle çalışan bir kısmın devreye girmesiyle makineye işaret parmağını kaptırdı.
Küresel mali kriz etkilerini yoksulluk ve işsizlik olarak gösteriyor. Yani bedeli işçi sınıfının sırtına yükleniyor. Bu ortamda, patronlar da biz işçileri sömürmek için eline geçen bütün fırsatları değerlendirmeye çalışıyor.
Uzun bir süre işsiz kaldıktan sonra iş bulabilen şanslı birkaç insandan biriyim.
Parmağı kopan arkadaşımızın parmağı buz içine konuldu ve arkadaşımız hastaneye kaldırıldı. 6 saatlik bir operasyonla parmak dikildi ve arkadaşımız bir hafta hastanede gözetim altında tutuldu. Neyse ki her şey yolunda gitti ve arkadaşımız taburcu oldu.
Öncelikle başvurdukları yöntem işçi çıkarmak. Böylece, az adamla çok iş çıkarmak istiyorlar.
Biz de birkaç arkadaşımızla birlikte, arkadaşımızın evine geçmiş osun ziyaretine gittik. Arkadaşımız bizi gördüğüne çok sevindi. Geçirdiği kaza sonrası morali bozulan arkadaşımızın bizi görünce mutlu olması bizi de çok sevindirdi. Sohbet esnasında patronun hiç ilgilenmediğini, arayıp sormadığını söyledi. Ve bu duruma gerçekten kırgındı. Ama işin aslı şu ki; patron bu tür durumlarda hep bu şekilde davranır. İşçi onun işine yaradığı kadarıyla kısmen önem taşır, ama işçi iş göremeyecek durumda ise patron için hiçbir önemi yoktur. Fabrikadaki üretim sorumlusu mühendis arkadaşımızı hastanede ziyarete gittiğinde hepimiz çok şaşırmıştık. Ama işin aslını da ziyaret vesilesiyle arkadaşımızdan öğrendik. Meğerse kaza geçiren arkadaşımızın ağabeyi arayıp mühendise fırça atmış; “Siz nasıl insansınız, yanınızda çalışan eleman kaza geçiriyor, siz bir kez arayıp durumunu bile sormuyorsunuz!” demiş. Yani şaşırmakta haksız değilmişiz, böyle tiplere arada bir insani değerleri hatırlatmak gerekiyormuş demek ki. Ama işçi arkadaşlarımızın da çoğu bu konuda duyarsız. Kaza geçiren kişi işbaşı yapana kadar kimsenin pek arayıp sorduğu olmaz. Tabii bunda iş kazalarının sayısının fazla olması da etkili oluyor. Neticede biz işçilerin bizden başka dostu yok. İyi ve kötü günde birbirimizin yanında olmayı öğrenmemiz lazım. Biz arkadaşımızın ziyaretimizden ne kadar memnun kaldığını ve mutlu olduğunu gördük ve bu durum bizi mutlu etmeye yetti. Umarım bu tür ziyaretleri daha yaygın hale getirebilir ve arkadaşlarımızın kendilerini yalnız hissetmelerini engelleyebiliriz. Belki de bu tür durumlar için, ilgilenebilecek diğer arkadaşlarımızı haberdar edebilecek, gerekiyorsa yardım toplayıp ulaştırabilecek ve tüm sorumluluğun patrona ait olduğunu hukuken de ispatlayıp patronun cezalandırılmasını sağlayacak bir komite kurabilirsek bu daha iyi ve daha sistemli bir şekilde işleyebilir. Bir İşçi
MEKTUPLARINIZI BEKLİYORUZ
Bu anlayıştan dolayı, benim çalıştığım fabrikada son bir ayda dört işçi işten çıkarıldı. İşten çıkarma nedeni ise malum! Bize, kriz var, iş yok diye açıklıyorlar gerekçelerini ve işten çıkartıyorlar ama tam tersine, yeri geldiğinde iş yetiştiremiyoruz. İş yerinden çıkarılan arkadaşlarımızın yükü de bizim sırtımıza yüklenmiş oluyor. Arkadaşlarımla bu konuyu tartıştığımda ise işten çıkarılma korku ve baskısından dolayı kimse sesini çıkarmıyor. Aslında, onlara hak vermiyor değilim. Çünkü çoğunun borçları var ve işten çıkarıldıkları zaman iş bulamama olasılıklarının da çok yüksek olduğunu düşünürsek, ister istemez onlara hak vermek zorunda kalıyorum. Ama bunun bir çözüm olmadığını, böyle yaptıkça işimizi kaybetme olasılığımızın çok daha yüksek olduğunu da anlatmaya çalışıyorum. İşten çıkarmalar kriz karşısında patronların çözümü olmaya devam ettiği sürece, sıra elbet bize de gelecektir. Çözüm bu yüzden biz işçilerin birliğinden geçiyor. Biz işçiler birlik olmadığımız sürece patronların istediğini yapmış oluruz, o yüzden ben bu çabayı sonuna kadar sürdüreceğim, sürdürmek zorunda olduğumuzu biliyorum. Bir İşçi
Ben elyaf üretim fabrikasında muhasebe elemanı olarak işe başladım. İlk günlerde iş bulduğum için çok sevinmiştim; fakat işe başladıktan sonra sevincim kısa sürdü. Çünkü işçi arkadaşlarla konuştuğumda şubat ayından sonra avansların kalktığını, maaş ödemelerinin aksadığını (iki aydır maaş alamıyorlar), hatta hâlâ eylül ayının maaşlarını, mesailerini ve yol paralarını vermediklerinden dem vurdu. Fabrikada üretimi yapan 12 işçi var. Bu arkadaşlar haftanın en az üç günü gece saat onlara kadar mesaide yoğun tempoda çalışıyorlar. Firma sürekli yeni siparişler alıyor ve fazlasıyla para kazanıyor. Ama öğrendim ki patronlar şubattan sonra krizi bahane ederek işçi maaşlarıyla yeni işyerleri açarak ve borsaya para yatırarak farklı alanlarda yatırım yapıyor çünkü sadece elyaf üretim değil aynı zamanda patronların kumaş ve boya fabrikaları da mevcut. Dikkatimi çeken diğer bir olay da iki işçi arkadaş fabrikada kalıyor akşam yemeklerini öğlen çıkan yemekten ayırıyorlar ve o yemekler akşama kadar soğuyor; onlara akşam için neden yeni yemek istemediklerini sorduğumda yemekçinin iki kişi için yemek getiremeyeceğini söylemişler. Borçları ve krizden dolayı bu duruma katlanmak zorunda olduklarını ve fazla da üstelemediklerini açıkça ifade ettiler. Üstelik patron her anlamda uyanık davranıyor. İşçilere işlerinin dışında temizlik ve getir götür işleri yaptırıyor ve bu yoğun çalışma şartlarında dahi yeni işçi almak yerine fazla mesaiyi yaptırarak tüm sömürü sistemini fazlaca yaşattırıyor. Kriz ve işsizlik korkusu biz işçileri o kadar sindirmiş durumdaki tüm bu yaşananlar karşısında dâhi sesimizi çıkartamıyor mücadele edemiyoruz. Hâlbuki ancak mücadele edersek ve örgütlü olursak emeğimizin karşılığını alabiliriz. Bir İşçi
EMEK ATÖLYESİ Kötü niyet tazminatı nedir ve hangi durumlarda geçerlidir?
İşverenin işçi hak ve özgürlüklerinin kullanılmasını önlemek amacıyla ve kötü niyetle iş sözleşmesini sona erdirdiği durumlarda, işçiye ödemekle yükümlü olduğu tazminata kötü niyet tazminatı denir. Bu tazminat, kötü niyetin kanıtlanması halinde ihbar tazminatının üç katı olarak belirlenmiştir. Diğer yandan kötü niyet tazminatını alan bir işçiye, bu tazminatın ihbar tazminatını da içerdiği gerekçesiyle ayrıca bir ihbar tazminatı verilmemektedir. İş sözleşmesinin kötü niyetle feshi anayasanın 13. maddesine göre, işçinin sendikaya üye olması ve işçinin yaşamış olduğu haksızlıktan dolayı, ilgili makama şikâyette bulunması gibi sebeplerle işten çıkarılması hallerinde iş sözleşmesinin kötüye kullanıldığı anlamına gelmektedir. Örneğin ödenmemiş ücretlerini talep ettiği için ya da sendikalaştıkları için işten atılan Sinter Metal işçileri, Sabiha Gökçen Havaalanı işçileri, Esenyurt Belediyesi işçileri bu duruma örnek olarak gösterilebilir. İşverenin yukarıdaki nedenlerden dolayı işten attığı işçiler, kötü niyet tazminatı dışında ayrıca maddi ve manevi tazminat talebinde de bulunabilirler. İş sözleşmesinin kötü niyet halleri gerekçesiyle feshi durumunda istenecek ihbar, kötü niyet ve diğer tazminatlar için işten çıkarılma tarihinden itibaren on yıl içinde işverenin dava edilmesi gerekmektedir. Son olarak, kapitalizmin olağan sonucu olan krizin bahane edilmesi ile artan hak gasplarına karşı yasal haklarımızın öğrenilmesi ve yaşanılan deneyimlerden faydalanabilmek için konuyla ilgili http://iscicephesi.net/ sinif-mucadelesi web adresinden faydalanılabilir...
Patrona ve müdüre değil işçi kardeşine güven! Yazının başlığına bakınca, “bu zamanda kardeş kardeşe güvenmez, ben yanımda çalışan yabancıya nasıl güvenirim?” diyebilirsiniz. Ama gerçekten de biz işçiler birbirimize güvenmek zorundayız. Hele ki krizden dolayı işsizliğin yükseldiği bu günlerde birlikte mücadele etmeliyiz, yoksa kaybeden hep bizler oluruz. Hatırlarsanız 28 Mayıs’ta 150 kişilik bir tekstil atölyesinde yaşananlarla ilgili bir haber yazmıştım, arkadaşlarımız gerçekten birbirilerine güvenselerdi ve birlikte mücadele etselerdi patrondan bütün paralarını almış olurlardı. Ancak öyle yapmadılar ve bugün (20 Ekim) bu arkadaşlarımız paralarını halen alamadılar. O tekstil atölyesi ise hâlâ üretime devam ediyor, yine yaklaşık 150 kişi çalıştırıyor, çalışan işçi kardeşlerimizden çoğu kayıt dışı çalışıyor ve paralarını düzenli alamıyorlar. Bu işçi kardeşlerimi ziyaret ettiğim günü hatırlıyorum da patronun ettiği yeminler aklıma geliyor; müdürlerinin ona nasıl sahip çıktığını düşünüyorum ve biz işçilerin tek dostu yine biz işçileriz diyorum tekrar. Biz işçiler, kardeş olduğumuzu bilmeli ve birbirimize güvenip sahip çıkmalıyız. 20 Temmuz 2009 tarihinde Tekirdağ-Çerkezköy’de üretim yapan Profilo-telra’da çalışan işçi kardeşimle yaptığımız röportajı hatırlarsınız. O gün yaklaşık 500 işçi kardeşimiz tazminatlarını alamadıkları için Mecidiyeköy’deki Profilo alışveriş merkezinde eylem yapmışlardı. O zaman Profilo yetkililerinin yaptığı açıklama; “Paramız yok, ama bayramdan sonra ödemeleri yapacağız.” idi. Bayram geçti, hâlâ ödeme yapılmadı. Gerçi bayram demişlerdi hangi bayram olduğunu söylememişlerdi, belki de kurban bayramı ya da başka bayram olabilir… Sonuç olarak ödemeler hâlâ yapılmadı ve aradan 2,5 ay geçti. Röportajı yaptığım işçi kardeşimin en son bana söylediği cümle aklıma geliyor şimdi. “Biz yaklaşık 500 kişiydik azdık, sayımız daha çok olsaydı o zaman sesimizi daha iyi duyururduk”, demişti “Biz işçiler her yerde birleşmek zorundayız” diyordu işçi kardeşlerim. Birbirimize destek çıkmak zorundayız. Hangi işyerinde veya fabrikada kazanım varsa bu kazanım biz bütün işçilere yansıdığı gibi kayıplar da bize yansıyacaktır. Biz işçiler bunu görmek zorundayız ve birlikte mücadele etmenin yolunu bulmak için mücadelelerimizi birleştirmeliyiz. Ali Büyükdere, 20 Ekim 2009
13
BİR KAVRAM
Ulusal Sorun nedir? Ulus kavramı, feodal siyasi yapıların yıkılması ve kapitalist sistemin hâkim olmaya başlamasıyla ortaya çıkan ve dünya kapitalist sisteminin organizasyonunda önemli bir yere sahip olan ulus-devlet yaklaşımıyla anlam kazanan bir kavram. Ulusdevletin iktisadi temeli burjuvazinin meta üretiminin tam zaferini sağlamak için yurt-içi pazarı ele geçirmek zorunda olması, aynı dili konuşan bir halkın yaşadığı bölgeleri siyasal bakımdan birleştirme zorunda olması gerçeğinde yatar... Bütün uygar dünya için kapitalist dönemin tipik, normal devleti, ulusal devlettir. Ulus-devletler genel olarak hâkim etnik unsur üzerinden bir tanımlama yapma ve bu tanım dışında kalan etnik kökenleri ötekileştirme eğilimindedir. Örnek verecek olursak anayasadaki “Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” ve “Türkiye Cumhuriyeti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.” ifadeleri içinde yaşadığımız ulusdevlete aitlik tanımını ortaya koymaktadır. Oysa bu ülkede Kürtler, Ermeniler ve birçok başka etnik unsur bir arada ve siyasi vesayet altında yaşamaktadır. Yine bu bağlamda demokratik haklar mücadelesinde ezilen ulus ve ezen ulus milliyetçiliği birbirinden ayrılmaktadır. “Ezen ulusla ezilen ulusun milliyetçiliği, büyük ulusla küçük ulusun milliyetçiliği arasında kesin ayrım yapılması gereklidir. İkinci tür milliyetçilik açısından, büyük bir ulusun vatandaşları olan bizler, tarihsel oluşum içinde sayısız şiddet olayları nedeniyle hemen her zaman suçlu olmuşuzdur... İşte bu nedenle ezenler ya da (ancak şiddetlerinde büyük, zorbalıklarında büyük oldukları halde) «büyük» ulus diye tanımlanan uluslar açısından enternasyonalizm, sadece uluslar arasında biçimsel eşitliğin sağlanması değil, uygulamada nasılsa ortaya çıkacak eşitsizliği dengeleyecek ölçüde büyük ulus aleyhine eşitsizliğin sağlanması demek olmalıdır.” Lenin sorunun çözümünü de bir burjuva demokratik hak olan ulusların kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde ortaya koyar: “Ulusların ne türden olursa olsun ezilmelerine karşı savaşım vermeksizin, sosyalistler, ezen ülkelerin (özellikle sözde “büyük” devletlerin) sosyal-demokrat partilerinden*, ezilen ulusların, sözcüğün politik anlamıyla kendi kaderlerini tayin hakkını, yani politik bağımsızlık hakkını tanımalarını ve bu hakkı savunmalarını istemelidirler. Büyük bir ulusun ya da sömürgeleri olan bir ulusun sosyalisti, eğer bu hakkı savunmuyorsa şovenisttir. Bu hakkın savunulması hiçbir biçimde küçük devletlerin kurulmasını özendirmek değildir; tersine, daha özgür, korkudan uzak ve bu yüzden daha geniş ve daha evrensel büyük devletlerin ve devletler federasyonunun kurulmasını hazırlamaktır. Bu büyük devletler, yığınlar için daha yararlı olduğu gibi, ekonomik gelişmeye de daha elverişlidir. Ezilen ulusların sosyalistleri ise, hem ezen, hem de ezilen azınlıkların işçilerinin (örgütlenme dâhil) tam bir birliği için savaşım vermelidir. Bir azınlığın ötekinden yasalar yoluyla ayrılması fikri (Bauer ve Renner’in savundukları sözde “kültürde-ulusal özerklik”) gerici bir fikirdir. Emperyalizm, dünya uluslarının bir avuç “büyük” devletçe gitgide daha fazla ezilmesi çağıdır. Bu yüzden ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımaksızın, emperyalizme karşı, uluslararası sosyalist devrim için savaşım vermek olanaksızdır. “Başka ulusları ezen ulus özgür olamaz” (Marx ve Engels). “Kendi” ulusunun başka ulusları ezmesine göz yuman bir proleter, sosyalist bir proleter olamaz.” *Metnin yazıldığı dönemde sosyalist partiler sosyal-demokrat olarak anılıyordu.
14
ULUSLARARASI
IMF-DB yıllık toplantısının ardından,
İstanbul kararları
Sedat D. , 29 Ekim 2009
6–7 Ekim tarihlerinde İstanbul’da gerçekleşen İMF toplantısı, ardında bir dizi karar ve protesto gösterisini bıraktı. Gösteriler, işçi sınıfının birlik ve beraberliğini arttırmak ve sınıf içerisinde IMF ve Dünya Bankası’nın (DB) niteliklerini ifşa etmek amaçlarını yeterince karşılayamamış durumda. Buna karşın burjuva cephede, alınan kararlar uyarınca tam bir sınıf birliği yaşandı. Toplantının sonuç bildirgesi • 186 ülkenin katılımı ile yapılmış olan toplantının sonuç bildirgesi İstanbul kararları olarak anılacak. Toplantı yöneticilerinden biri olan Vietnam Merkez Bankası Başkanı Nguyen Van Giau, İstanbul kararlarını üç madde halinde özetliyor. İlk olarak, Van Giau toplantının, krizin ardından gelinen süreçte IMF’nin varlığının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ispatlamış ve teyit etmiş olduğunu ifade etti. Bu doğrultuda, Bretton Woods sisteminin burjuvalar içerisinde güvenoyu aldığını belirtti. Önümüzdeki dönemde de Bretton Woods kurumlarının (yani IMF ve DB’nin) önderlik görevini daha da güçlendirerek sürdüreceğini açıkladı. Bununla beraber, kriz sonrası konumunu koruyan ABD merkezli ekonominin, daha da güçlenebilmesi için bu sistemde reformlar da yapıldı. IMF ve DB’deki kredi ve oy hakkı kotası düzenlenerek, “aşırı temsil hakkı” olan emperyalist ülkelerin oy kotasının bir bölümü Türkiye gibi ülkeler arasında pay edilecek. Bu ödün doğrultusunda, ABD merkezli sistem ekonomik olarak değişmezken, politik olarak daha fazla destekçiye sahip olmuş olacak. İkinci olarak Van Giau toplantının işçi sınıfı düşmanı içeriğindeki şu gelişmesinden de övündü: Önümüzdeki dönemde IMF’nin gücü alınan kararlar uyarınca arttırılacak. Bunun için de IMF ve DB’nin sahip oldukları fonlar büyüyecek. Bunu yapabilmek için de işçi ve emekçilerden yapılan kesintiler artarak devamlılığını koruyacak. Van Giau son olarak da; sosyal koruma programları, güvenlik ağları, uzun vadeli altyapı yatırımları ve ekonomik büyüme üzerine odaklanan krizle ilgili tüm projelerde yoksulların hassas konumlarını gözetmek adına(!), özel sektörün belirleyici konumunu “gündemin en tepesinde tutma çalışmalarını” büyük bir coşku ile karşıladığını ifade etti. İşsizlik ve hak gaspları kalıcılaşıyor • Burjuvalar kriz sürecinde bizlerin onlarca hakkını bir çırpıda gasp edip yaşam koşullarımızı tüm dünyada kötüleştiren paketleri açıkladılar. Bugün ise, bu koşulların devam edeceğini de büyük bir rahatlıkla söyleyebiliyorlar. Bu doğrultuda alınan kararlardan biri sonuç bildirgesine şöyle geçti: “Hükümetlerin piyasaları canlandırmak için açıkladığı paketlerden erken vazgeçilmesi toparlanmayı sekteye uğratır. Tedbirlerin geç terk edilmesi ise kamu açıklarını yükselterek, enflasyon ve nihai olarak da faizleri yükseltici etki yapar.” Burjuvazinin kendi sınıf birliğini bir kez daha gösterdiği bu toplantıların ardından, kararlarının yazılı olduğu kâğıtları yırtıp atmak hâlâ mümkün… Bunun nasıl yapılacağını işçi sınıfı dünyada çeşitli örneklerle gösteriyor. Arjantin’de Zanon, Meksika’da elektrik işçileri, Cezayir ve Güney Afrika’da gecekondu ayaklanmaları, Almanya’da temizlik işçileri, Türkiye’deki sınıf mücadelesini omuzlayan direnişteki işçi kardeşlerimiz... İşte tüm bu örnekler, dünya patronlarının oyunlarını bozmak için ve yoksulluğun son bulması için nelerin yapılabileceğini bizlere göstermeye devam ediyor...
“Türkiyeli işçiler verdikleri mücadeleye güvenmeli” “Kapitalizmin baskısı sınır tanımıyor; ancak mücadele de sınır tanımaz” diyor Rosa. O, İşçi kontrolündeki Arjantin Zanon seramik fabrikasında 2001’den bu yana mücadele veriyor ve geçtiğimiz ay İşçi Cephesi olarak düzenlediğimiz Zanon Deneyimi etkinliğimizde başından sonuna aktardığı süreç tam da bu sözünü kanıtlıyor. Öte yandan Arjantin’de yaşanan bu deneyim, mücadelenin en fazla dayanışmadan beslendiğini gösteriyor. Bu yüzden, Sinter işçileri ile dayanışma gecesinde mikrofondan direnişteki işçilere seslenirken, en çok bunu vurguluyor Rosa; “mücadeleleri birleştirin” diyor. Bu sayımızda; İstanbul’da bulunduğu kısa süre içinde, etkinliğimizde konuşmacı olan, Sinter işçileri ile dayanışma gecesine katılan, IMF-DB karşıtı mitingde bizimle aynı gaz bombalarının hedefi olan Rosa yoldaş ile Zanon, kriz ve Türkiye üzerine yaptığımız kısa söyleşiyi yayımlıyoruz. (Zanon deneyimine ilişkin gerçekleştirdiğimiz etkinlik ve bu deneyim hakkında daha ayrıntılı bilgi için internet sitemizi ziyaret edebilirsiniz: www.iscicephesi.net) İC - Söyleşi, 6 Ekim 2009 İşçi Cephesi (İC): Yakın zaman önce kazandığınız dava sonucunda Zanon direnişinin ve işçi kontrolünün kısmen devlet tarafından tanınması gerçekleşti. Bunun önemini ve bundan sonraki hedeflerinizi açıklar mısınız? Rosa: Fabrikayı kontrolümüz altına almayı başardık. Bu bizim için kapitalistlere karşı zafer kazanma adına bir işaret oldu. Bu sayede oluşa gelen Eyalet Yasama Meclisi kararları, bölge fabrikalarının kamulaştırılmasını olanaklı kılıyor. Bu demek oluyor ki, artık fabrikaların kapanma ve işçilerini işinden olma olasılıkları yok. Bu yalnızca Zanon çalışanları için değil Arjantin işçileri bütünü için tarihsel bir zafer. Bununla beraber, enternasyonal işçi organizasyonlarının, mücadelemizi somut bir şekilde desteklediğini de ifade etmek istiyorum. Diğer ülkelerde yoldaşlarımız var, tanımadığımız; fakat bize grev için maddi destek ile dayanışma dileklerini yolladılar ve bazıları fabrikamıza kadar gelip belgesel film dahi çektiler. İC: Örnek verebilir misiniz destekleyen ve belgesel çeken gruplar hakkında? Rosa: İtalya’dan COBA adlı sendika bize grev için maddi desteklerini 4 ila 5 yıl öncesinden bu yana mücadelemizin devamlılığı adına sürdürüyor. Berlin’den gelen iki sinema öğrencisi ise bir belgesel film çektiler ve bu çalışma, değişik festivallerde gösterildi ve ödül aldı. Biz bu büyük zaferin enternasyonel işçi organizasyonları tarafından desteklenmesini istiyoruz. Zanon’u kazanmak bir yana ülkemizdeki diğer tüm fabrikaların kamulaştırılmasını istiyoruz. Bu tek çıkar yol. Arjantin’de çok sayıda fabrika özelleştirilmiş durumda. Ve bunu tek başımıza gerçekleştiremeyiz. Petrol, Telekominikasyon ve ulaşım işçilerinin –ki bunlar, özelleş-
tirmeden en fazlı payını alan sektörler- ortak mücadelesiyle bu başarılabilir. Beraber vereceğimiz mücadele sayesinde tüm fabrikaların kamulaştırılmasının ve tekrar yapılandırılmasının önü yasal anlamda da açılacaktır. Zanon bunun önemli örneği ve silahı oldu. İC: Krizin Arjantin’e etkisi ne düzeyde oldu ve krizin olumsuz etkisiyle nasıl başa çıkmaya çalışıyorsunuz? Rosa: Bu küresel krizler her zaman işçileri etkiler; kaldı ki bu kriz kapitalizmin krizi. Arjantin’de diğer ülkelerde olduğu gibi kamu harcamaları kısıldı, yapım üretim hızı geriledi. Bizim fabrikamız için düşünürsek durum vahim. Biz seramik üretiyoruz ve çok zor durum içerisindeyiz; çünkü tükettiğimiz gaz ve elektrik için fahiş fiyatlar ödemek zorundayız. Biz devlet tarafından bu faturaların ödenmesi adına desteklenmeyen bir fabrikayız. Bir diğer yanda attığımız her adımda yapacağımız her hamlede çok dikkatli davranmak zorundayız. Çünkü satışlar çok düşük ve harcamalarımız çok yüksek. Peki, bu şartlar kapitalist bir fabrikada olsaydı ne olurdu? Elbette tüm işçilerini kapının önüne koyardı. Ama biz, şundan eminiz. Bu krizden tek başına kurtuluş yok ve inanıyoruz ki krizden çıkmanın tek koşulu, farklı fabrikalarda çalışan işçilerin ortak mücadelesi. Bu krize ancak böyle son verilecektir. İC: Türkiye’de bulunduğun zaman içinde Sinter işçilerinin dayanışma gecesinde bir konuşma yaptın. Zanon direnişi hakkında bir konferans verdin ve IMFDB karşıtı eyleme katıldın. Bunlardan yola çıkarak Türkiye’de mücadelenin durumu hakkında neler söylemek istersin? Rosa: Sinter işçilerinin ve Türkiye’deki işçilerin mücadelesi ile bugün katıldığımız, baskıya maruz kalan eylem... Tüm bu örnekleri ve fazlasını Avrupa’da ve Arjantin’de de görmek mümkün. Baskı uygulamakta sınır tanımıyorlar. Ama mücadele de sınır tanımaz. Bu nedenle yaptığım konuşmada Türkiyeli işçilere verdikleri özgün mücadeleye güvenmeleri gerektiğini ve yalnız olmadıklarını dile getirdim. Avrupa’da ve Arjantin’de de benzer problemlerle iç içeyiz. Ve en önemlisi, bu krizin engellenemez ve aşılamaz olduğu yalanını, bu krizi bizim yaratmadığımızı ve sisteme karşı olacak mücadelenin beraberce verilecek olmasının ne denli önemli olduğunu vurgulamaya çalıştım. Son olarak Sinter işçilerini dinlediğimde ve onların yüzlerine baktığımda Zanon’daki mücadelemizin ilk zamanlarını hatırladım. Şimdi bu mücadelenin enternasyonal dayanışma ağını örme ve mücadeleyi güçlendirme zamanı!
ULUSLARARASI
15
Goldstone Raporu bilançosu: BM’den hakem olur mu? Canan Yılmaz, 27 Ekim 2009 Geçtiğimiz aralık ayında hava saldırılarıyla başlayan, ocak ayında kara harekâtıyla devam eden İsrail’in Gazze saldırısı, üçte biri çocuk 1300’den fazla Filistinlinin ölümüne ve 5 bin 500’ünün yaralanmasına sebep olmuştu. Birleşmiş Milletler (BM) bunun üzerine, bu süre içerisinde, Eski Yugoslavya Savaş Suçları Mahkemesi Başsavcısı ve apartheid karşıtı aktivist Richard Goldstone’u görevlendirerek ‘karşılıklı işlenen savaş suçları’ ve insan hakları ihlalleri üzerine bir rapor hazırlattı. Geçtiğimiz günlerde de bu rapor BM İnsan Hakları Konseyi’nde ABD’nin reddine karşı oy çokluğuyla onaylandı. Bu raporu değerlendirirken, İnsan Hakları Konseyi’ne gelene kadar geçirdiği yolları incelemek büyük bir önem taşıyor. Çünkü ancak böyle bir incelemede gerek oylayanların, gerekse BM’nin gerçek rolü ortaya çıkıyor. Raporun açıklandığı eylül ayında, İsrail ‘terörist
Hamas’ın füzelerine karşı ülkesini korumak’ için yaptığı saldırıların arkasında durarak, hatta hâlâ ‘tünellerden yapılan silah kaçakçılığını engelleyemediğini’ söyleyerek raporu reddetti. Bunun ardından, Filistin Abbas yönetimi ve Obama hükümetleri arası değerlendirmeler sonucunda, Abbas Hükümeti, bazı dost ülkelerin, “oylamanın ertelenmesinin yararlı olacağını” düşünmelerinden ötürü oylamanın ileri bir tarihe ertelenmesini uygun bulduklarını açıkladı. BM de bu anlaşmaya biat edecekken, Ramallah’taki öfkeli Filistinlilerin tepkisi ve parlamentodaki bazı bakanların tepki istifaları sonucu BM, raporu tekrar gündemine almak zorunda kaldı. Filistin halkına göre tam da bu yüzden rapor adaletten uzak, ölü olarak doğmuş oldu. BM’nin bu tavrı da açıkça; “aklın yargıladığı dünya vicdanı”, “barıştan ve insan haklarından yana tarafsız” BM’nin, hangi taraftan olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Bu açıdan rapor onaylandıktan hemen sonraki günlerde,
Filistinli bir heyetin İsrail’in bölgedeki soykırımını kanıtlayan yeni belgeleri Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne sunması; İsrail’in ise Hamas ve askerî kanat liderlerinin listesini çıkarıp onların tutuklanmasına dair bir raporu BM’ye sunmayı planlaması önemli bir karşılaştırmadır. Goldstone Raporu; yapılanları ‘savaş suçu’ olarak tarif edip Hamas’la İsrail’i aynı şekilde savaş suçlusu olarak görmesi açısından tıpkı BM tarzı ‘eşitlikçi ve tarafsız’ hakemliğe denk düşmüştür. Açıktır ki; Hamas’ın ev yapımı füzeleri ile İsrail’in fosfor bombalarını eşit değerlendirmek, İsrail’in soykırımını bir savaş suçu olarak yargılamak, tarafsız olmak değil bizzat İsrail’den ABD’den yana taraf olmaktır. Bu açıdan Goldstone raporu, Gazze çarpışmasının bilançosu olmaktan uzaktır. Ertelenişi ve değerlendirilişi ile de BM’nin ‘parçası olduğu ülkelerin üzerinde yükselen hakem’ misyonunun sürdürülmesi ve meşruiyetini yitirmemesi çabasından ibarettir.
Olimpiyatlar amacına, işçilerin yaktığı meşalenin ışığında ulaşacaktır! Ümit Yılmaz, 28 Ekim 2009 Bütün ülkelerin gözünde çok büyük önemi olan olimpiyatlar dört yılda bir yapılıyor. Bu olimpiyatların kendi topraklarında yapılması için de bütün ülkeler çaba sarf ediyor. Tabii bu çaba spora ve sporcuya katkı amaçlı filan değil, tamamen kâr mantığına dayalı. Bunun son örneğini Çin’in Pekin kentinde yapılan Pekin 2008 Olimpiyatları’nda görmüştük. 80 Ülkenin devlet veya hükümet başkanlarının açılışta hazır bulunması ve 204 ülkeden gelen oyuncularla en fazla katılımlı olimpiyat özelliğini kazanması olimpiyatlara küresel çaptaki ilginin ne kadar fazla olduğunun göstergesiydi. Son derece görkemli bir açılışla başlayan Pekin 2008 Olimpiyatları’nın çalışmaları 2001 yılında başlamıştı. Statlardan spor salonlarına, otellerden otoparklara ve tüm altyapı çalışmalarıyla görenleri büyülemeye çalışan Çinli egemenler amacına ulaştı. Ama insanı görünce hayran bırakacak incelikte yapılan tüm bu güzellikler Çin işçilerinin ellerinde hayat buldu. Ve bu işçiler, asgari ücretin yarısına günde 14–15 saat ve hiçbir sosyal güvence sağlanmadan çalıştırıldılar. Bu sömürü sadece bununla da sınırlı kalmadı, stat ve tesisleri inşa etmek için Pekin’de 1 milyon 250 bin kişi evlerini terk etmek zorunda bırakıldı. 40 bin kişi de hapse atıldı. Diğer ülkelerde yapılan olimpiyatlarda da bunlardan farklı tablolar yaşanmadı. Kapitalistler kâr elde edebilmek için hiçbir aracı kullanmaktan geri durmuyorlar. Spor “sevgi, dostluk ve kardeşliktir” diyerek gerçek yüzlerini saklamaya çalışan bu para babaları, işçilerin alın teri üzerinden kârlarına kâr katıyorlar. Çin hükümetinin yedi yılda 45 milyar dolar para harcayarak bu olimpiyatları organize etmesi, çokuluslu şirketlere ait 46 küresel markanın ana sponsor olması, bütün dünyada 33,6 milyar dolara ulaşan sponsor piyasası, olimpiyatların spor endüstrisi haline geldiğini ve söylenildiği gibi barış ve kardeşlik duygularının ötesinde dünya patronlarının kâr sağlamak için kullandığı bir araç haline geldiğin gösteriyor. Özellikle spor giyim tekelleri, bu tür organizasyonlara yatırdıkları milyon dolarlarla satışlarını arttırmak derdindeler. Örneğin, Adidas 2008 Olimpiyatları’nın resmî sponsoru olabilmek için 100 milyon dolardan daha fazla ödeme yapmış. Oysa Adidas’ın fabrikalarında çalışan işçilerin maaşı 150 dolar civarında; bir ay boyunca binlerce ayakkabı üreten bu işçilerin aldıkları maaş sadece bir ayakkabı fiyatı kadar. Sadece bu örnek bile olimpiyatların parıltılı gösterişinin altındaki acımasız sömürü düzenini gözler önüne sermeye yetiyor.
2016 olimpiyat oyunlarının Brezilya’da yapılacağının açıklanmasının ardından; Brezilya Devlet Başkanı Lula yaptığı konuşmada yazar Paulo Coelho, futbolcu Pele, atletler ve bakanları dâhil herkese teşekkür ederken, “bu kampanyanın en gösterişsiz emektarları olan temizlik işçileri bizim seçilmemizde büyük rol oynadılar”, dedi. Lula’nın bu açıklaması bile işçilerin hep başrolde olduklarının bir göstergesi ama Brezilya işçilerinin diğer ülkelerdeki sınıf kardeşleri gibi sömürüye maruz kalmayacağının garantisi değil. Nihayetinde kapitalist yasalar her yerde geçerliliğini koruyor. Kapitalistlerin her spor mü-
sabakasında özellikle dilinden düşürmediği Fair Play (adil oyun) sloganı hiçte onlara göre değil. Çünkü onlar kâr elde etmek için her türlü kuralı ihlal etmeye hazır. Bu kapitalist düzen son bulmadan sporun gerçek amacına hizmet etmesi söz konusu olamaz, bunun içinde tüm bu güzelliklerin yaratıcısı olan işçi sınıfının dünyanın dört bir yanında bu düzene son vermesi gerekiyor. Ancak işçilerin yaktığı olimpiyat ateşinin ışığında adil ve amacına uygun bir spor organizasyonu gerçekleşebilir.
Ekim Devrimi 92 Yaşında!
Nahuel Moreno, Ekim Devrimi’nin 63. yılında, onun 20. yüzyılda bir istisna olduğunu ve onun özelliklerinde bir devrimin bir daha gerçekleşmediğini kabul etmeliyiz diye yazıyordu. Moreno’ya göre Ekim Devrimi, kazanmış ve/veya kaybetmiş tüm devrimler içinde apayrı bir yere sahipti.
Bundan 31 yıl önce bu görüşleri dile getiren Moreno bu istisnai karakterin doğrudan doğruya Bolşevik Parti gibi bir partinin varlığıyla belirlendiğini özellikle belirtmişti. Çünkü Moreno’ya göre Ekim Devrimi ve Bolşevik Parti olmaksızın, ne Üçüncü Enternasyonal’in kurulması ne de Bolşeviklerin ‘devrimin en temel ve en önemli görevi’ dediği Avrupa sosyalist devriminin ve uluslararası sosyalist devrimin gelişimini ilerletmek mümkün olamazdı. Bu nedenle Ekim Devrimi demek Bolşevik Partisi demektir. Lakin Moreno’ya göre, “tarihsel deneyim bir kere daha göstermiştir ki bir Bolşevik partinin inşası, en tercih edilen nesnel koşullar dahi mevcut olsa asla nesnel koşulların otomatik bir ürünü olamaz.” Dolayısıyla yeni Ekim Devrimleri için yeni Bolşevik Partiler inşa etmek temel görevimiz olmaya devam ediyor. Ekim Devrimi’nin 92. yılında Moreno’nun Geçiş Programı’nın Güncellenmesi adlı çalışmasının 4. tezi olan Ekim Devrimi’nin ve Üçüncü Enternasyonal’in İstisnai Niteliği bölümünü siz okuyucularımızla paylaşmak istedik. İşçi Cephesi
Ekim Devrimi’nin ve Üçüncü Enternasyonal’in İstisnai Niteliği Ekim Devrimi’nin zaferinden altmış üç yıl sonra bugün, onun bu yüzyılda bir istisna olduğunu, onun özelliklerinde bir başka devrimin daha gerçekleşmediğini kabul etmeliyiz. Ne muzaffer devrimlerin ne de yenilgiye uğramış olan devrimlerin herhangi birinde benzer bir devrimci süreç gerçekleşmemiştir. Ekim Devrimi bugüne kadar bir istisna olmuştur, tıpkı bu devrimin sonucu olan Üçüncü Enternasyonal’in de bir istisna olduğu gibi. Ekim Devrimi’nin günümüze dek süren istisnai karakteri, Bolşevik Parti gibi bir partinin varlığıyla belirlenmiştir. Bu partinin ve dünya proletaryasının devrimci solunun yokluğunda, ne Ekim Devrimi’nin zaferi ne de onun en önemli kazanımı olan Üçüncü Enternasyonal’in kuruluşu gerçekleşebilirdi. Şunu vurgulamalıyız ki, Rus Devrimi bir taraftan insanlık için yeni bir çağı, dünya sosyalist devriminin çağını, başlatmış fakat diğer taraftan bir başka çağı da noktalamıştır. Ekim Devrimi, bir çağın bitişi ile bir diğerinin başlangıcının bileşimidir. Ekim Devrimi’nin belirleyici etkeni olan Leninist parti, bir önceki çağın, dünya proletaryasının elli yıllık yükselişinin ve zaferlerinin sonucudur. Bu çağ olmaksızın, Bolşevik Parti’nin ortaya çıkışını anlamak imkânsızdır. Farklılığı açıkça belirgin bir parti olarak ancak 1902’de ortaya çıkan ve ancak 1917 yılında bütünüyle yapılanmış hale gelen Bolşevik Parti’nin yapılandırılması için dünya proletaryası ve Rus partisi somut olarak elli yıl harcamışlardır. Fakat Ekim Devrimi ve Bolşevik Parti olmaksızın, ne Üçüncü Enternasyonal’in kurulması ne de Bolşeviklerin ‘devrimin en temel ve en önemli görevi’ dediği Avrupa sosyalist devriminin ve uluslararası sosyalist devrimin gelişimini ilerletmek mümkün olamazdı. Lenin ve Troçki’nin önderlik ettiği Üçüncü Enternasyonal, devrimci solun ilk emperyalist savaş öncesindeki ve savaş esnasındaki mücadelesi sayesinde proletaryanın önderlik krizinin üstesinden gelmeye başlamıştı. Üçüncü Enternasyonal’in kurulması, emperyalizm var olduğundan beri, uluslararası sosyalist devrime önderlik edecek bir dünya partisi anlamında merkezi ve devrimci bir Enternasyonalin kurulması yönündeki ilk denemeydi. Ne Üçüncü Enternasyonal’in kuruluşu ne de Avrupa proletaryasının devasa yükselişi, otomatik bir şekilde hakikî, ulusal Bolşevik partiler yaratamazdı sadece bu par-
tilerin temelini atabilirdi. Tarihsel deneyim bir kere daha göstermiştir ki bir Bolşevik partinin inşası, en tercih edilen nesnel koşullar dahi mevcut olsa asla nesnel koşulların otomatik bir ürünü olamaz. Eski devrimci solun propagandist, entelektüel veya sendikal bir geçmişi vardı; ve İkinci Enternasyonal’deki devrimci Marksist akımlar, reformizm içindeki bürokratik önderliğe karşı bir muhalefet olarak var olduklarından dolayı güçlü ve bağımsız bir örgüte sahip değildiler. İşte ulusal Bolşevik partilerin hızlı gelişimi için belirleyici öznel bir engel rolü oynayan da budur. Dolayısıyla, ulusal Bolşevik partilerin yokluğu ve onları hemen kurmanın olanaksızlığı, sosyal-demokrasinin ihanetiyle de birleşince burjuvazinin, Almanya’da, İtalya’da, Macaristan’da ve tüm Avrupa’da sosyalist devrimin ilk emperyalist savaş ertesindeki dalgasının üstesinden gelebilmesini olanaklı kılmıştır. Birinci Dünya Savaşı ertesindeki bu devrimci dalganın yenilgisi, Rus proletaryasının yorgunluğu ve Alman proletaryasının da sosyal-demokrasi tarafından yenilgiye uğratılmışlığı ile birleşince bu durum Sovyetler Birliği’nde ve Üçüncü Enternasyonal’de bürokratikleşmenin başlamasına yol açmıştır. Buna ek olarak Sovyetler Birliği ve Üçüncü Enternasyonal’deki bu bürokratikleşme, savaş sonrası devrimci yükselişin yenilgisini izleyen yirmi yılda belirleyici politik etken olmuştur. Lenin, kapitalizmin bir önceki aşamasına, emperyalist gericiliğin, genelleşmiş gericiliğin aşaması demiş ve bu aşamayı evrimci ve reformist olarak nitelemiştir; fakat bu aşama kendisini, devrimci bir çağın ortaya çıkışıyla beraber karşı-devrimin aşamasına dönüştürmektedir. Emperyalizm, önceki aşamanın gerici metotlarını iç savaş metotlarına, açıktan karşı-devrimci yöntemlere dönüştürmektedir. Sovyetler Birliği ve Rus Komünist Partisi içinde Stalinist bürokratik önderliğin zaferi, ilk işçi devletiyle Üçüncü Enternasyonal içindeki karşı-devrimci gelişmelerin sadece bir ifadesidir. Stalinizm öte yandan bu karşı-devrimci zaferlerin devamı için ve tüm dünyadaki işçiler ile proletaryanın mücadelesinin bu yüzyılındaki en trajik yirmi yılının [1923-43, İC] başlaması için belirleyici bir etken olacaktır: işçiler için sadece yenilgilerden ve karşı-devrimin zaferlerinden oluşan bir yirmi yıl. Nahuel Moreno, Geçiş Programı’nın Güncellenmesi, 4. Tez
www.iscicephesi.net