MARKSİST İŞÇİ Ya Emperyalist Yok Oluş, Ya Enternasyonalist Kurtuluş!
www.geocities.com/marksistisci
Sayı 11 - Nisan 2008
Özgürlükçü, Eşitlikçi, İşçiden-Emekçiden Yana Laik Bir Anayasa!
02 • Deklarasyon 1 Mayıs’ta Alanlara! ........................................................................................................... 04 • Gündem / Analiz Çernobil, Enerji Krizi ve Nükleer Santrallerin Kapitalizmdeki Yeri ...................................... 05 • Dünyadan (Çeviri) Tek-Devletli Çözümü Benimsemek .................................................................................... 09 • Dünyadan (Çeviri) Emperyalizm ve Uribe Hükümetine Karşı Olan Herkes ....................................................... 11 • Gençlik Bugünden Yarına Geleceği Kazanmak İçin: Gençlik Saflara! ................................................. 13 • Kültür / Sanat Sanatsal Alanda Gasplar ve Kapatmalar Üzerine ........................................................................ 14 • Okur Mektupları 2008 Newrozunun Düşündürdükleri .................................................................................. 15 • Gündem / Analiz
Rejim Krizi ve Demokratik Mevzileri Korumak ..................................................................
Demokratik Kazanımların Tek Gerçek Savunucusu İşçi Sınıfıdır!
Marksist İşçi
REJİM KRİZİ VE DEMOKRATİK MEVZİLERİ KORUMAK
AKP’nin kapatılmasına yönelik girişimler bir tarafta, Ergenekon operasyonu çerçevesindeki gelişmeler öte yanda, burjuva medyanın laiklik/muhafazakârlıkdemokrasi sarmalında gizlediği gerçeklik bir kez daha ayyuka çıktı: Süre giden, rejim tartışması.
Laiklik-muhafazakârlaştırma ve demokrasi ekseninde yürütülen tüm bu tartışmalar da adı geçen sorunun birer uzantısı, birer sonucu konumunda. Neden ve sonuç ilişkilerini doğru kurmamak, bizi sonucu neden görme eğilimi içinde çözümsüz bir sorunsalın içine hapseder. Ki işçi sınıfını, emekçi kesimleri her zaman siyasetten uzak tutmayı amaçlamış, onları birer özne değil, salt üstünde yükselecek bir taban olarak görmüş burjuvazinin ve onun ikiyüzlü medyasının yapmak istediği de tam olarak budur. Bu yüzden bir yılı aşkın süredir gündemi meşgul eden, kendini AKP - CHP çatışmasında dışa vurmuş, Türkiye siyasi tarihine bir muhtıra ve hâli hazırda bir parti kapatma girişimi daha armağan etmiş bu tartışma laiklik/anti-laiklik çekişmesi ile maskelenmiş durumdadır. Oysa sorun, kaynağını, bizzat Türkiye kapitalist devletinin kendine özgü gelişim sürecinde şekillenmiş rejiminin niteliğinden alır. TC, asker-sivil bürokrasisinin yukarıdan aşağıya modernleştirme projesinin bir ürünü olarak doğmuştur. Sermaye birikimi, ya bizzat devlet eliyle ya da devlet teşvikleri ile sağlanmıştır. Bu anlamda TC, erken dönem Avrupa modellerindeki gibi bir burjuva demokratik devrim süreci yaşamamış; burjuvaziyi devlet eliyle büyütmüş, demokrasiyi ‘muasır medeniyetlere erişme’ hayali ile ihraç etmiş ve eşine az rastlanır bir mükemmellikle ‘oybirliği demokrasisini’ muhalif her sesi bastıracak bir mekanizmaya dönüştürmeyi başarmıştır. Türk burjuva devletinin, tüm bu açıklamalar eşliğinde, üç temel ayak üzerine oturduğu gözlenir. “(i) Osmanlı’dan devralınan ve sivil yansıması da bulunan güçlü bir askeri bürokratik aygıt (ii) Burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki uzlaşma için bir zemin oluşturan ve bunlar arasındaki ittifakın cisimleştiği parlamento (iii) “Ulusal Kurtuluşçu” bir kılıf altında sunulan güçlü devlet geleneğinin mirasçısı ve başta Kürtler olmak üzere tüm muhalif kesimleri (Komünizm, İslam, Kürt H.) ve ötekileştirilen unsurları inkâr ve imha üzerinde şekillenen Kemalist ideoloji.”[1]
vazi, uluslararası sermaye ile tam bütünleşmek ve AB’ye uyum çerçevesinde bir dizi uygulamayı hayata geçirmek istemektedir. Neo-liberal yapılandırma olarak nitelenen bu süreç kendini bir taraftan eğitimden sağlığa uzanan piyasalaştırıcı, işçi-emekçi düşmanı politikalarla gösterirken, öte taraftan devlet erkinin yeniden yapılandırılmasını hedeflemektedir. Amaç, parlamento lehine asker-sivil bürokratik aygıtı zayıflatmak, mümkün olduğu ölçüde devlet içindeki statükocu güçlerin tabanı olan ayrıcalıklılar kastıyla beraber tasfiyesini gerçekleştirmektir. TÜSİAD’ın talepleri şu şekilde somutlanmaktadır: “i) Siyasal parti özgürlüğü ile parti yasakları arasında demokratik bir denge kuracak ve siyasal partilerin iç işleyişlerinin demokratik esaslara göre biçimlenmesini sağlayacak şekilde yeni bir Siyasi Partiler Kanunu kaleme alınmalıdır. Seçim mevzuatında demokratik seçimin ilkeleri bakımından eksiklikler giderilmeli; yönetimde istikrarı üretmeye yatkın, ancak azınlık siyasal partilerin/görüşlerin parlamentoda temsil edilmesini de engellemeyen bir seçim sistemi tasarlanmalıdır. ii) Olağanüstü bir dönemin ürünü olan 1982 anayasası yeni bir anayasa ile değiştirilerek, daha gelişmiş bir demokratik yapı sağlanmalıdır...”[2]
Maddeler alt alta sıralanabilir ancak sanırız AKP’nin bugün uyguladığı programın altyapısını ortaya koyması açısından kâfidir. Öte yandan, bu program tasarlandığı kadar çabuk ve kolay uygulanamamıştır; bunun nedeni ise bu programın bizzat rejim içi bir tartışmaya sebebiyet vermesidir. Bu tartışma, bir yüzünü Kürt sorununa yönelik uygulanacak politika üzerinden göstermiştir. Ulusalcı-statükocu kesim tarafından AKP’ye karşı bir yıldırma politikası olarak yükseltilen Kürt düşmanı şovenist dalga, özellikle seçim öncesi dönemde CHP ve MHP’nin elindeki en önemli koz konumundaydı. Hatırlanacağı üzere 27 Nisan Muhtırası’nın bir hedefi de “ne mutlu Türküm diyene” anlayışına karşı çıkanlardı. Ardından gelen süreçte Cumhurbaşkanı mevkiine Gül’ün seçilmesi; ancak AKP’nin Kürt sorununa yönelik politikasının değişmesi ve Kürdistan’a yönelik sınırötesi operasyonun onaylanması, kapıları bizlere kapalı Dolmabahçe görüşmesinde nelerin pazarlık konusu edildiğine dair ipuçları vermiyor mu? Daha neler pazarlık edildi bilmiyoruz, zamanla hep birlikte göreceğiz; ancak Ergenekon operasyonu çerçevesinde açığa çıkan isimlere ve belgelere baktığımızda tüm bu süreçten hoşTÜSİAD ve Neo-Liberal Yapılandırma Süreci nut olmayan kesimlerin uzun vadede neler tasarladıkları Bugün TÜSİAD’ın sözcülüğünü yaptığı büyük burju- oldukça açık. [1] Marksist İşçi, Sayı 01, Rejim Krizi Üzerine Tezler’den...
[2] www.tusiad.org
___ 2
Marksist İşçi Laiklik Kisvesi Sermayenin neo-liberal dönüşümler kapsamındaki hamlelerinin kendilerine de uzanacağının farkında olan statükocu kesim, sahip olduğu mevzileri kolay kolay bırakmaya niyetli değil. Bu amaçla da tartışmayı laiklik kisvesi altında sunmaktan çekinmiyor. Türkiye’de devletin dine bakışını ve sorunlu laiklik uygulamalarını 8. sayımızda “Türban: örtmek neyi örter, çözmek neyi çözer?” tartışması içinde açıklamaya çalışmıştık. O yüzden şimdi şu kadarını söylemeyi yeterli görüyoruz: Bugün AKP’nin uygulamalarını anti-laik eğilimli olmakla eleştirenlerin ve kendi muhalefetlerini laiklik söylemi üzerinden meşrulaştırmaya çalışanların öncelikle yapmaları gereken, TC’nin sözde laik geçmişi ile hesaplaşmaktır. Bu hesaplaşma gerçekleşmeden laiklik adına yapılan her savunu, bizzat rejimin dayandığı ideolojik söylemi güçlendirmenin ötesine geçemeyecektir.
AKP’nin elindeki TÜSİAD çıkışlı siyaset ve ekonomi politikaları ise, bu süreçte bizlere demokrasi diye yutturulmaya çalışılıyor. Kapatma Davasında Taraf Olmak AKP, sermayenin sözcüsü, işçi-emekçi düşmanı politikaların uygulayıcısı. Üstelik o, dini bu politikaların bir aracı olarak da kullanmakta… Bu yüzden AKP’ye karşıyız. Ve biliyoruz ki, AKP’nin sömürü ve baskı politikalarına karşı ancak sınıf örgütlerimizle, devrimci partilerimizle mücadele ederek karşı çıkabiliriz. Ancak, bugün AKP’ye yönelik eleştirileri kullanarak meclise yönelik eylemlerini meşrulaştırmaya çalışanlar, iradelerini işçi-emekçi kesimlerin iradesinin yerine koyanlar, farklı bir gerekçeden yola çıkıyor ve devlet içinde sahip oldukları ayrıcalıklı konum ve kozları, ve ellerindeki zor gücünü bir kez daha kullanmaktan çekinmediklerini gösteriyorlar. Unutulmamalıdır ki, bugün AKP’ye yönelik açılan kapatma davası, AKP’nin ötesinde demokrasiye (kastedilen kuşkusuz ki burjuva demokrasisidir) vurulan bir darbedir ve gücünü 12 Eylül Anayasası’ndan almaktadır. Sonuçları sermaye için belki kısa vadede sorun yaratacaktır ama onlar bunun ardından çıkarlarını yeniden maksimize edebilecekleri bir uzlaşma ortamını mutlaka sağlayacaklardır. AKP olmasa başka bir parti, patronların sözcülüğünü yapmaya soyunacaktır. Uzun vadede bunun sonuçları ise her zaman olduğu gibi yine işçileri, emekçileri vuracaktır. Bu yüzden, 12 Eylül Anayasası’na karşı çıkan, onun baskıcı ve yasakçı zihniyetine karşı sınırsız söz, toplantı ve örgütlenme özgürlüğünü savunan işçi ve emekçi kesimlerin AKP çıkarına değil, bizzat kendi çıkarlarına bu dava süresince ve sonrasında özgürlükçü, eşitlikçi, işçidenemekçiden yana laik bir anayasa taleplerini daha gür bir sesle dillendirmeleri gerekmektedir. Süreç bir kez daha, günümüzde demokrasiyi savunabilecek tek gücün işçi sınıfı olduğunu kanıtlamıştır!
Öte yandan AKP’ye yönelik eleştirilerden bir diğeri, AKP’nin “muhafazakârlaştırıcı” uygulamalarıdır ve belki de bu tartışmanın tüm haklı içeriğine rağmen en sığ yanı toplumun muhafazakârlaşması sürecini salt bir muhafazakarlaş‘tır’ma eylemine indirgemesidir. Çünkü sorunu bu şekilde ortaya koymak, sorunun çözümüne yaklaşımı da belirler. Sorun salt muhafazakârlaştırma olarak ortaya koyulduğunda çözüm de muhafazakârlaştırmayı durdurma olarak formüle edilebilir. Bugün, bu yüzden üniversitelerde başörtüsünün serbestîsine karşı olmak muhafazakârlaştırmaya karşı mücadele olarak görülmektedir. Ancak sormak gerekiyor, ardından başımızı üniversitelere mi gömeceğiz? Öte yandan, bu bakış açısı kendini en radikal biçimde AKP’nin kapatılmasına destek noktasında formüle etmektedir. Çünkü muhafazakârlaşmaya karşı olmak, yine neden-sonuç ilişkisi göz ardı edilerek AKP’ye karşı olmaya indirgenmektedir. Peki, bu şekilde toplumun muhafazakârlaşmasının önüne geçilebilinecek mi? Bu soruya evet demek, Türkiye tarihinin yaklaşık son 30 yılından hiçbir ders almamış olmaktır. Bu mümkün değildir; o zaman, konunun rejim tartışması ile ilgili boyutuna geri dönmek ve konunun nasıl bir meşrulaştırıcı araç olarak kullanılabildiğini hatırlamak gerekir. Bugün, laiklik savunusu da, muhafazakârlaşma karşıtlığı da ‘AKP’ye karşı olmak’ üzerinden örülmektedir. Öyle ki, laiklik adına mı AKP’ye karşı duruluyor, AKP’ye karşı oldukları için mi laiklik ve muhafazakârlık üzerinden süre giden bu tartışmaya dâhil olunuyor, belli değil. Bunun doğal sonucu olarak da, ne muhafazakârlaşmaya karşı bir mücadele programı ne de Türkiye için savunulması gereken bir laiklik programı ortaya çıkıyor. ___ 3
Marksist İşçi Sermayenin Tüm Saldırılarına, Emperyalist İşgallere, Rejimin Baskı ve Şiddet Politikalarına Karşı
1 MAYIS'TA ALANLARA
19. yüzyılda, Avrupa’da ve Amerika’da, işçi sınıfının vahşi kapitalizme karşı verdiği mücadelenin, 8 saatlik işgünü kazanımının simgesidir, 1 Mayıs. Yüzyılı aşkın süredir 1 Mayıs, bütün ülkelerden işçilerin, dil, ırk ayrımı olmadan bir araya gelerek kutladıkları birlik, dayanışma ve mücadele günüdür. Bugün de, Türkiye’de ve tüm dünyada, işçiler maruz kaldıkları bütün olumsuzluklara rağmen yeni bir 1 Mayıs’a hazırlanmaktadır. Özellikle, 2003 yılında AKP hükümetinin geçirdiği Yeni İş Yasası’yla, işgününün yeniden 9 saate yükseltilmesi, Türkiye’de 1 Mayıs’ı fazlasıyla anlamlı ve güncel kılmakta. Çatışan Burjuva Kamplar Arasında 1 Mayıs’ın arifesinde, dünyada ekonomik kriz giderek yoğunlaşırken, Türkiye’de ise hissedilmeye başlanan krizin etkileriyle beraber, rejimin süregelen krizi de şiddetlenmektedir. Burjuva kamplar arasındaki çatışma, bugün gündeme damgasını vurmuş durumdadır. Rejimin “sınıflar-üstü”, baskıcı karakterinden beslenen “ulusalcılaik” kesimler ile AKP hükümeti arasındaki bu çatışma, AKP’yi kapatma davası ile Ergenekon davasında somutlaşmakta. Ortak düşmanları olan işçi sınıfının bir özne olarak var olamadığı şu günlerde, burjuvazinin bu farklı odakları, işçi-emekçi kesimleri, kendi saflarında seferber etmeye çabalamaktadır. Taraflardan biri, kendisini “cumhuriyetin ve laikliğin savunucu” olarak pazarlamaya çalışırken, diğer taraf “demokrasinin ve özgürlüklerin savunucu” olduğu iddiasındadır.
bir performansla, sınıf düşmanı, neo-liberal politikaları hayata geçiren; Kürt halkına karşı, geleneksel inkâr ve imha politikalarını sürdürmekte sakınca görmeyenler, lütfen bize demokrasiden ve özgürlükten bahsetmesinler! Türkiye’de, burjuva anlamıyla dahi demokrasi, bir proleter devrim sorunudur ve ancak onunla gündeme gelecektir. Dolayısıyla bu süreçte, burjuvazinin bu farklı odaklarına karşı, bağımsız sınıf politikasını yükseltmek zorundayız. Bu da, en başta, rejimin baskı ve şiddet politikalarına karşı, demokratik mevzilerin savunusundan geçmektedir. Sermayenin Saldırıları Şiddetleniyor AKP hükümeti, sermayeye söz verip de yerine getiremediği politikaları, 22 Temmuz seçimlerinin ardından, hayata geçirmekte, oldukça aceleci davranıyor. İktidarda oldukları süre içerisinde, uyguladıkları sınıf düşmanı politikalar sonucunda gerçekleştirdikleri ekonomik karşı-devrimi, SSGSS yasası ve “İstihdam” Paketiyle taçlandırmak niyetindeler. Bu yasalar geçtiğinde, uzun mücadeleler sonucunda kazanılmış olan kıdem tazminatı, emeklilik, sağlık sigortası gibi temel haklar, tümüyle ortadan kaldırılmış olacak. Bu şartlar altında Türkiye işçi sınıfı, 19. yüzyılda, Avrupalı sınıf kardeşlerinin yaşadıklarına benzer bir durumla yüzleşmek zorunda kalacak. Sermaye, işçi sınıfını en geri mevziiye kadar püskürtmek üzereyken, sendika bürokratlarıysa, kıllarını kıpırdatmaya pek hevesli görünmemekteler. Kitlelerin “gazını almak” adına gerçekleştirdikleri birkaç eylemi bir kenara koyarsak, durumu baştan kabullenmiş görünüyorlar. Patronlar ve devletle tamamen bütünleşmiş bu kesimlerden daha fazlasını beklemek de hayalcilik olurdu. Bu nedenle, mücadeleci sendika şubelerine ve kitle örgütlerine önemli bir görev düşmektedir. Bu kesimler, Emek Platformu üzerinde baskı oluşturarak, Platform’un haklarımız için harekete geçmesini sağlamalıdırlar.
Biz, işçi ve emekçilerse, bu iki kesimin de ikiyüzlülüğü konusunda net olmalıyız. Çünkü “ulusalcı-laik” kesimlerin “cumhuriyetin savunusu”ndan anladıkları, ne pahasına olursa olsun, kendi statülerinin korunmasıdır. Laiklik ise, onlar için, topluma dayattıkları bir yaşam biçiminden fazlası değildir. Eğer laiklikten anladıkları din ve devlet işlerinin birbirinden tam ayrılığı olsaydı, türbandan öncelikli olarak, diyanet işleri başkanlığının kapatılmasını, imamların devlet memurluğu statüsünden çıkarılmasını, imam hatiplerin ve zorunlu din derslerinin kaldırılmasını savunmaları gerekirdi. Oysa tam tersine, bu uygulamalar, bu “laik” kesimlerce ‘80 Kürt Halkına Yönelik İnkâr ve İmha Son Bulmalıdarbesiyle birlikte pekiştirilmiştir. AKP hükümetininse, dır! postal rejimin karakteriyle yüzleşmeye niyeti hiçbir za- AKP hükümeti, Kürt halkına sahte umutlar dağıtmaktan man olmamıştır ve olmayacaktır. Onlar, statükoyla an- vazgeçmeksizin, geleneksel inkâr ve imha politikalarını cak, ucu kendisine dokunduğunda didişmekteler. İkti- büyük bir kararlılıkla uygulamaktadır. Önce, statükodarda oldukları dönem boyunca, tarihte eşi görülmemiş cularla el ele gerçekleştirdikleri sınır ötesi operasyonlarla ___ 4
Marksist İşçi Kürt ulusal hareketini bastırmaya; sonra da açıkladıkları Kapitalist-emperyalist sistem, varlığını sürdürebilmek “Kürt” paketiyle, Kürt ulusal bilincini sindirmeye çalış- adına, savaşları ve katliamları sürekli kılmaya çabalıyor. tılar. Demek ki, Kürt ulusal bilincini, topla tüfekle ve/ 1 Mayıs’ta emperyalist işgallere karşı taleplerimizi alanveya devlet kanalından yapılacak Kürtçe yayınla körelte- larda haykıralım, emperyalist işgal altındaki halklarla meyeceklerinin hâlâ farkında değiller. dayanışmayı yükseltelim. Uygulanan baskı ve zulüm politikalarına karşı tavrını, Kürt halkı Newroz kutlamalarında açıkça ortaya koymuştur. Başta İstanbul ve Diyarbakır’da olmak üzere, meydanları dolduran yüz binlerce insan barışçıl ve demokratik çözüm taleplerini haykırarak, AKP’nin ve Genelkurmayın oyunlarını boşa çıkarmıştır. Yaklaşan 1 Mayıs’ı da, Türkiye işçi sınıfıyla Kürt halkının dayanıştığı, haklı taleplerinin bütünleştiği bir gün haline getirmeliyiz. Emperyalist İşgallere Hayır! Dünyada ve Türkiye’de sermayenin işçi sınıfı ve emekçi kitlelere yönelik saldırısı yoğunlaşırken, emperyalist saldırganlık ve işgaller aralıksız sürüyor. ABD ve işbirlikçi hükümetin, direnişin belini bükemediği Irak’tan, ölüm haberleri her gün gelmeye devam ediyor. Dünyanın en büyük açık cezaevi Gazze’de, Filistin halkının açlık ve yoksullukla terbiye edilmesi yetmezmiş gibi, İsrail devleti düzenli olarak sivil katliamlara girişiyor. Öte yandan ABD, Afganistan’da zor durumda ve direnişi kırabilmek için “müttefik”lerinden yardım istiyor.
SSGSS Yasası Geri Çekilsin! SGK’da İşçi Denetimi! Kıdem Tazminatı Hakkının Gaspına Karşı Genel Grev, Genel Direniş! İşten Çıkarmalar Yasaklansın! 6 Saat, 4 Vardiya! İşsizliğe Son! Emperyalizm Ortadoğu’dan Defol! Emperyalizme ne bir kuruş, ne de bir asker! Türk askerleri Afganistan’dan, Lübnan’dan, Bosna’dan geri çekilsin. Yaşasın İntifada! Yaşasın Özgür Filistin! 12 Eylül Anayasası lağvedilsin! Emekçiden yana, laik, demokratik bir anayasa! Kürt halkının, kendi kaderini tayin hakkı dâhil, bütün demokratik hakları tanınsın! F tipi cezaevleri kapatılsın! Kontrgerilla dağıtılsın! İşkenceciler tutuklansın! Yaşasın Dördüncü Enternasyonal! Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi!
ÇERNOBİL, ENERJİ KRİZİ VE NÜKLEER SANTRALLERİN KAPİTALİZİMDEKİ YERİ “Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm. Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya dünyamıza inecek ölüm.” Nazım Hikmet RAN
bilânçoyu çıkarmak ancak 2016 yılında mümkün olabilecek. Şimdilik söylenebilecekler şunlarla sınırlı: Bugün 3 milyon çocuğun (Çernobil’den ötürü) tedavi görme si gerekiyor, 3 milyon yetişkin ise Çernobil mağduru. Kanserin görülme oranı Ukrayna’da %230, Beyaz Rus25 Nisan 1986’da, öğlen saatlerinde Çernobil Nükleer ya da %180 oranında arttı. Türkiye de, Türkiye Atom Santrali’nde bir grup mühendis, kendi gücüyle dönen Enerjisi Kurumu (TAEK) başkanı dahi kazayı, iki gün tribünlerin elektrik debisini kontrol etmek amacı ile, sonra annesinin evinde izlediği televizyondan öğrengücü minimuma indirilmiş reaktörün acil soğutucu si- mişti. Kazanın sonuçları ise halka, ülke tarımına zeval temini kesti. Mühendisler yapmakta oldukları deneyin gelmesin diye, devamlı olarak küçümsenerek aktarıldı. ne denli ciddi bir sonuç doğuracağının henüz farkında Kenan Evren tarafından “Biraz radyasyon kemiklere iyi değillerdi. Bu sırada, deney sürecinde müthiş bir istik- gelir.” dendi. Ülkede, şu an hâlâ Çernobil’in sonuçlararsızlık içerisine giren reaktörler, kararlılığa ulaşma is- rının yaşandığı söylenmekte. Çernobil kasabasında ise temlerini iki büyük patlama ile ifade etti. Ve o gün, bu hayat, uzunca bir süre eski haline dönemeyecek. Santandan itibaren, tarihe “Çernobil Faciası”nın yaşandığı ralin bulunduğu kasabada hâlâ yoğun güvenlik önlemacı gün olarak geçecekti... leri alınmakta. Santralin içerisinde 20 dakikadan fazla kalınmasına izin verilmiyor. Toprağın ve suyun emdiği Yaşanan büyük facianın bilânçosunun ne düzeyde ol- radyasyonun çevreye yayılmasını engellemek için sürekli duğu hâlen kestirilememekte. Uzmanlara göre, esas çalışmalar yapılıyor. Bölge ormanlarında yaşanacak her___ 5
Marksist İşçi hangi bir yangın olasılığı ise, korkulu rüya. Çünkü ağaç- sürekli kılmaktır. Kapitalizmin artık sadece kapitalizm ların emdiği radyasyonun, bir yangın dâhilinde havaya olmadığını, emperyalist-kapitalizm olduğunu hatırlayakarışma ihtimali var... cak olursak, bu kâr eldesi ancak uluslararası tekellerin dünyayı sürekli olarak paylaşması dâhilinde mümkün Çernobil’i unutmak zor. Ancak unutmak zor olsa da, olabilir. Ancak bu pazar da sınırlıdır ve bu sınırlar kâr bugün hâlâ gündemde olması da başta işçi sınıfı ve tüm eldesini sekteye uğratır. Bunun da iki sonucu vardır. sömürülen kesimler için daha da barbarca bir durum- Birincisi, kapitalizmin sürekli gebe olduğu krizlerdir. dur. Çernobil’in sonuçları, maalesef ki, salt acı bir ha- İkincisi ise, dünyanın yeniden paylaşımının gündeme tıra değildir. Ama O, her an hortlayabilecek bir hayalet gelmesidir. Şimdi Lenin’den, Troçki’den ve diğer büyük de değildir. Yaşayan bir canavardır ve bu canavarın adı devrimcilerden öğrendiğimiz bu basit formülü, enerjikapitalizmdir. Bugün, burjuvaların gündeminde yer ye uygulayalım. Öncelikle enerji, üretim için olmazsa alan, milyonların katledilmesi sonucunu doğurmaya olmazdır. Ancak enerji aynı zamanda bir metadır da. devam eden dünyanın yeniden paylaşılması sürecinde, Onun gibi kıymetli bir şeyin meta olması, üretilmesi ve temel itici güç olan bir “enerji krizi” mevcuttur. Bunun pazarlanması, haliyle dünyadaki en büyük şirketlerin, yanı sıra, Türkiye’de aynı krize paralel olarak, burjuva- enerji sektörü üzerinden kurulmalarına (Shell, Exxon lar tarafından bir nükleer santral inşası istenmektedir. Mobil...), ya da bunun üzerinden daha da zenginleşmeBiz de, Çernobil faciasının hafızamızda yaktığı kıvılcım sine (Siemes) sebep olur. Ardından bu şirketler kârlarını vesileyle, bu iki meseleyi dergimizde ele almayı uygun sürekli kılabilmek için dünyayı aralarında paylaşırlar ve gördük. yeniden paylaşırlar. İşte bugün, dünyada meydana gelen savaşların çoğunluğunun enerji kaynakları üzerinden 1) Enerji ve Enerji Krizi gelişmesinin, yani dünyanın paylaşımının ve dünyadaki Mekanikte “iş yapabilme yeteneği” olarak belirtilen emperyalist kamplaşmanın kendisini, enerjinin yeniden enerjinin tanımı, kapitalist toplumun üretim politika- paylaşılması üzerinden ifade etmesinin en temel sebebi sında nicel bir değişikliğe uğrar. Artık enerji, kas gücü- budur. Mevzubahis yeniden paylaşımın zorluklarla karnün dışında, emeğin verimliliğini arttıran makineleri şılaşması da, enerji sektöründe bir krize yol açar ve burcanlandıran, yeni bir tür ‘yetenek’tir. Kelimenin sanayi juvazi bu krizi kendi terminolojisi ile ifade edip, ‘enerji devriminin ona kattığı anlamı ile enerji, kapitalist top- krizi’ diye adlandırır. lum var olduğundan beri, üretim için olmazsa olmaz bir ihtiyaç halini almıştır. Dünya çapında bir enerji krizinden bahsetmek, enerji kaynaklarının kısıtlılığının, artık kendini yetersizlik Mekanikte, ancak madde ile ilişkilendirildiğinde açık- şeklinde ifade ettiği anlamına gelir. Dünyadaki enerji lanabilen, modern fizikte ise maddenin kendisi olduğu kaynaklarının kısıtlı olduğu bir gerçektir. Ancak mevcut ispatlanan enerji, kapitalizmde elbette ki sadece emeğin krizin, doğanın tüm tahribatına rağmen, enerji kaynakverimliliğini arttıran bir ‘yetenek’ değildir.[1] O, başlı larının azlığından kaynaklandığı yalandır! Öncelikle şu başına bir metadır da. Ve kapitalizmde meta olan her yanılgı ile yüzleşmeliyiz. Fazla enerji kullanmak, fazla geşey pazarlanır ve meta olmayanlar da metalaştırılır. İşte lişmek anlamına gelmez. Gerçek anlamdaki gelişmişlik süreci bu boyutu ile inceleyecek olursak, enerji, çeşitli düzeyi, enerjiyi ne kadar verimli kullandığımızla ilişkili maddelerden elde edilen, sonuç olarak da üretilen bir bir şeydir. Yani enerjiden tasarruf yöntemlerine ne kadar metadır. Bu özelliği ile enerji, üretilen ve pazarlanan, hâkim olduğumuz ile ölçülebilecek bir meseledir. Şimdolayısı ile de başlı başına artı-değer elde edilen bir sek- di süreci yine kapitalizmden okuyalım. Kâr elde etmek tördür. İşte, günümüzün enerji krizini tam da enerjinin kapitalizmin tek yaşama biçimi ise, kapitalizm elindeki bu yönü ile incelemek gerekmektedir. Kapitalist siste- metayı sürekli olarak satmak zorundadır. Sürekli satmak min istikrarını korumasının tek yöntemi, kâr eldesini zorunda kalması da, çok sıkışmadıkça tasarruf önlemleri almamasını gerekli kılar. Ayrıca sürekli satmak demek, [1] Burada küçük bir not eklemek gerekir ki, bir ‘yetenek’ olarak enerji, kapitalist toplumda yalnızca emeğin verimliliğini artırmak yeterliliğin olmaması demektir. Kapitalizmde “yeterli” için makinelerin ruhu olma görevini üstlenmez. Bunun dışında diye bir sınır yoktur. “Daha çok sat” vardır. Daha çok o, emeğin yeniden kullanımı için ihtiyaç duyduğu gereksinimleri satabilmesi için de pazarını sürekli genişletmesi gerekir. (ısınma, yemek yapma, geceleri yaşama, kültürel faaliyetlerde bu- Ama en sonunda pazarı genişleme sorunu yaşadığında, lunma, ulaşım... ) karşılamaya da yarar. Ancak üretimdeki baskın onun sektörü krize girer. Bu durumda, şu anda dünya karakteri, makinelerin duyduğu ihtiyaçtır. Zaten enerji tüketimiçapında enerjinin yeniden paylaşımı krizi vardır. Yani nin büyük çoğunluğu sanayi kaynaklıdır. ___ 6
Marksist İşçi kapitalist kriz vardır, enerji krizi yoktur! Eğer gerçekten de bir enerji kıtlığı sorunu yaşansa idi, şu anda tüm dünyanın, elindeki tüm kaynakları değerlendirmeye koyulması gerekirdi. Bunun anlamı da dünyada boş yere akan hiçbir rüzgârın ya da suyun bırakılmaması, değerlendirilmeyen hiçbir jeotermal enerjinin kalmaması, güneş panellerinin boş bulunan her yere kurulması olurdu. Peki, bunlar neden yapılmamaktadır? Çünkü sorun enerjinin kıtlığı sorunu değil, enerji sektöründeki kârın artamaması sorunudur. Çünkü bu tip kaynaklar (yenilenebilir enerji dedikleri) kapitalizm için yeterli kârı vaat etmemektedir. İnşası itibariyle ucuzdur ve şu an düşük olsa da, her geçen gün daha da artan bir verimliliğe sahiptir. Şu anda dünyadaki mevcut enerji kaynakları, teknik imkânlar dâhilindeki basit tasarruf önlemleri de sağlandığında, günümüzde endüstriyel enerjiden faydalanamayan 1,4 milyar insan da dâhil olmak üzere, tüm insanlığın gelişimi için uzun bir süre yeterli olacak düzeydedir. 2) “Enerji Krizi”ne Dair Burjuva Çözümler Tüm dürüst enerji uzmanlarının üzerinde hemfikir olacağı bir konu vardır. O da şudur: enerji krizinden korunmanın en iyi yolu, enerji çeşitliliği yaratmaktır. Ancak az önce de açıkladığımız üzere bu, kapitalizm için intihar anlamına gelir. Dergimizin daha önceki sayılarında da üzerinde durduğumuz üzere; 80’li yıllardan itibaren neo-liberal saldırılarını geliştiren burjuvazi ise, tıpkı aynı sebepten kaynaklanan başka krizlere getirdiği, SSGSS yasaları, mesleki dönüşümler, kentsel hizmetlerin piyasalaşması... gibi ‘çözüm’lerinin bir benzerini ‘enerji krizi’ için de getirmekte: Enerjiye ulaşımı piyasalaştırmak ve bunun en somut ifadesi olarak; elektriği piyasalaştırmak. Bunun sonuçları ise çok açıktır, elektrik kesintileri, elektriğe gelen zamlar, elektrik edesinde, artı değerden lütuf yapıp yeni teknik araştırmalarının yapılmaması... Yukarıda bugünkü enerji krizinin tek sebebinin kapitalizm olduğundan bahsettik. Ancak bu durum gerçek bir enerji krizinin asla yaşanmayacağı anlamına gelmez. Kapitalizm şu anda mevcut doğal kaynaklarımızı hunharca katletmekte, ona kârlı gelen nükleer maceralara atılmakta ve insanlığın geleceğini düşünmemektedir. Sorunun, mülkiyet ilişkilerinin değişmesi halinde ortaya koyulacak olan insan ve çevre odaklı bir planlı ekonomi ile çözümü, gerçek tek çözümdür. Ancak o gün gelene kadar mücadele etmek, enerjinin ve çeşitli doğal kaynakların özelleşmesine şiddetle karşı çıkmak, gitgide artan tahribat göz önüne alınacak olursa, elzemdir.
3)Türkiye’de İnşası Planlanan Nükleer Santral 25 yıl 40 yıl Nükleer Santral 7,9 dolar 7,5 Kömür Santrali 4,8 4,6 Doğalgaz Santrali 5,5 5,7 [2] Öncelikle, yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere, nükleerden elde edilen elektrik enerjisi oldukça pahalıdır. Ayrıca bir nükleer santralin inşası da bir o kadar masraflıdır. (Bu konuya son örnek Finlandiya’dan. Maliyetinin 2,5 milyar € olacağı söylenen bir nükleer santralin inşasının başlamasından bu yana iki yıl geçti. İnşa 2011’de bitecek diye tahmin ediliyordu. Şimdiden yarattığı maliyet ise 4,4 milyar €.) Tüm bunların yanında nükleer santraller geriye çok ciddi bir atık sorunu bırakmaktadır. Nükleer atıkların sürekli olarak depolanabilmesi için yer kabuğunun kilometrelerce derinliklerine, yüzlerce yıl, deprem riski olmadan sağlam kalabilecek bir mahzen yapılması ve atıkların bu mahzende tutulması gerekmektedir. İşte böyle bir mahzeni inşa etmek, teknik olarak çok zor olduğu gibi, burjuvalar için de ‘gereksiz’ bir masraftır. Bu tür verilere ulaşmak için, biraz TMMOB’nin gerçekçi çalışmalarını incelemek, yazınını takip etmek yahut bize -en azından bu konuda- dürüst davranan bazı enerji analistlerinin verilerini incelemek kâfidir.[3] Uzun lafın kısası, nükleer enerjinin, inşa sürecinin uzun sürmesi ve çok masraflı olması, atık depolama sorununa henüz bir çözüm getirememiş olması, çok ciddi risklere sahip olması... gibi pek çok dezavantaja sahip olmasının yanında, enerji eldesinin de hiç ekonomik olmaması, ayrıca emperyalist ülkelerin burjuvalarının bir bir bu enerjiden vazgeçmekte olmaları,[4] nükleer enerjiye yatırım yapmanın, bir delilik olduğunu gösterecektir. Ancak durum bazı ülkelerin burjuvaları için hiç de öyle değildir. O bazı ülkelerden biri de Türkiye’dir. [2] Kaynak: Future of Nuclear Power, MIT [3] Bu konuda çalışmaları incelenebilecek kimselere birkaç örnek; Prof. Nük. Müh. Tolga Yaraman (Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Eski Üyesi), Oğuz Türkyılmaz (TMMOB Makine Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu Başkanı), Özgür Gürbüz (Enerji Analisti) [4] Belçika, santrallerini en fazla 40 yaşına kadar çalıştırmaya ve daha sonra kapatmaya karar verdi. Son santral 2025 yılında kapanacak. Almanya, İspanya, İsveç ve İtalya benzer kararları almıştır. Şu anda gelişmiş ülkeler içerisinden yalnızca Fransa nükleer santrale yatırım yapmaktadır. Fransa’nın bu konudaki ayrıcalığı da, nükleeri çok iyi işletebilmesinden kaynaklanmaz. Fransa hâlen nükleerden ciddi zararlar elde etmektedir, hatta Almanya’ya sattığı elektriği dahi Fransız devleti sübvanse etmek zorunda kalmaktadır. Şu anda Fransız burjuvası, nükleere geçmişte çok fazla yatırım yaptığı için, bu yatırımlarını önem vermektedir.
___ 7
Marksist İşçi Türkiye’de nükleer santral inşasını savunan ve hatta bu etme tehlikesini pek de dert etmeyecek, çünkü elektriği inşaya bizzat aday olduklarını söyleyen başlıca sermaye satarken bizzat kendileri elektriğin fiyatını belirleyecekgruplarını sıralayacak olursak, karşımıza tüm ulusal şey- lerdir. Bu noktada artan enerji fiyatlarının artmasının, tanların listesi çıkar: Koç, Sabancı, Zorlu, Çalık, Alar- enerjinin ilk karakteri, yani ‘yetenek’ olarak enerji kako, Türkerler vs. Dünyanın bir kriz içerisinde olduğunu rakteri ile ele alınacak olursa, tüm üretimin maliyetini söylüyorsak, Türk burjuvalarının şu andaki meşguliyeti de arttıracağı, bu yüzden de çeşitli sektörleri zora sode haliyle bu krizden uzak durmalarını sağlayacak hayal- kacağı söylenebilir mi? Bunun cevabı, hem evet, hem leri kurmaktır. Bu durumda kurdukları pembe düş şu- de hayırdır. Evet, çünkü bu sorun yukarıda da açıkladıdur: ‘Tüm dünya gittikçe derinleşen bir likidite krizini ğımız üzere, kapitalist üretimde enerjinin ikili karakteyaşamaktadır. Türkiye’de ise ciddi bir cari açık vardır ve rinin çelişkisinden doğmuş bir problemdir ve sorunun şu anda -çok şükür ki- AKP aracılığı ile bu açığın krize kapitalizm içerisinde bir çözümü -dünyanın mevcut dudönüşmemesinin tek yolu bulunmuştur: “Dış yatırımın rumundan da görüldüğü üzere- yoktur. Hayır, çünkü gelişini sürekli kılmak.” (ne çözüm ama!) Bu durumda burjuvazi, üzerindeki artacak olan yükü hafifletmenin dünya bir likidite krizi yaşarken, eğer Türkiye’nin eko- kısmi de olsa bir yolunu çok önceden bulmuştur. Burnomisini istikrar altında tutmayı başarabilirsek, dünya juvazi, ticari ve sınaî işlemler, enerji vb. girdiler için ödeburjuvazisi likidite krizini Türkiye’de çözmeye çalışır ve diği KDV’yi ürettikleri mal ve hizmetlerin fiyatlarına biz cari açık krizimizi de çözmüş oluruz, krize girmeyiz. ekledikleri KDV’den düşebilmektedirler. Bu durumda Bu süreçte de işçi maaşlarını düşürüp, sosyal harcamala- enerjinin maliyetini, en azından vergi düzeyinde azalrı kesip, mesleki dönüşümleri de uygulamaktayız. Tür- tarak, bu yükü de ürünü satın alanlara, bizlere, havakiye de piyasalaştıracak alanlar da çok geniş olduğuna le etmektedir/edecektir. Ayrıca hatırlatmak isterim ki, göre, bu kriz ortamında geçmiştekinden bile fazla bü- bu enerjiyi evlerinde kullanan bizler için böyle bir şans, yüyebiliriz!’ yine yoktur. Peki, bir nükleer santral bu düşün neresinde yer almaktadır? Bugün, bu düşün pembe bulutlarının çıktığı yer, nükleer santrallerin bacasıdır. Sabancı Holding, nükleer santral inşası için, Japonya’ya gidip yabancı ortak aramaya, Güler Sabancı’nın bizzat katıldığı gezilere başlamıştır. Bugün, bu denli masraflı olan üç reaktörlü (planlanan reaktör sayısı budur. İnşası dâhilinde ise, iyimser bir tahmine göre, Türkiye’nin enerji ihtiyacının %5 ini karşılayacaktır) bir nükleer santral inşası için bir yabancı ortak bulmak, Türkiye’ye ciddi bir döviz girişini sağlamak anlamına gelecektir. Peki, elin Japon burjuvası neden böylesine pahalı bir maceraya atılsın? Cevap yine basit, dünyada nükleer santrallerin inşasının önündeki en büyük engellerden biri, inşayı sigortalayacak bir şirketin bulunamamasıdır. Çünkü inşa sürecinde yaşanacak bir aksilik dâhilinde sigorta yapan şirketin ödemesi gereken tutar, çoğunlukla şirketin tüm hisselerinin tutarından fazladır. Ancak Türkiye’de bu sorunun bizzat devlet tarafından çözüleceği söylenmektedir. Bunun yanı sıra, nükleer inşasını Türk ve uluslararası burjuvaya cazip kılan bir başka şey de şudur ki; Türkiye’de bir santral ya yap-işlet, ya da yap-işlet-devret modeli ile yapılacaktır. Bunun da anlamı şudur ki, büyük burjuvalar hem inşa sürecini hiç risk almadan atlatıp inşaat sektörünü canlandıracak, hem de inşa sonrasında elektriğin piyasalaşmasını sağlamış olacaklardır. Bu durumda burjuvalar, elektrik maliyetinin artması karşısında zarar
Sonuç Yerine: Kapitalizm, girdiği krizi atlatmanın bir yolu olarak, nükleer maceralara atılmayı uygun görmektedir. Bunun bedelinin neler olabileceğini Çernobil’de gördük, görüyoruz. Bugün, evrene canlılığı yayabilecek teknik olanaklara sahip olan insanlık, sırf sınıflara bölünmüş olduğundan kendi gezegenindeki canlılığı tehlike altına atmaktadır. Hep söyledik, yine söylüyoruz; burjuvazi öylesine gericileşmiş, öylesine çürükçül, öylesine mahlûk bir sınıftır ki; kendi iktidarını, insanlığın yok olması pahasına, hem de bunu bile bile, bırakmayacaktır. Bu durumda yapılması gereken, iktidarı zorla, tüm dünyada ve derhal işçi sınıfının eline geçirecek yolları bulmaktır. Aksi takdirde artık mevzubahis olan bizzat tüm insanlığın hayatıdır. Bunun yanı sıra, şimdi, nükleer santral inşasına karşıt eylemleri desteklemeli ve içerisinde yer almalıyız. Çünkü bu plan, SSGSS gibi, kentsel dönüşüm gibi, mesleki dönüşümler gibi, burjuvazinin bir bütün olan neo-liberal saldırılarının parçasıdır. Burada da temel sloganımız, “Kapitalizme İnat, Yaşasın Hayat!” olmalıdır.
___ 8
Marksist İşçi
TEK-DEVLETLİ ÇÖZÜMÜ BENİMSEMEK
Sunuş: Siyonist İsrail Devleti varlığını sürdürdüğü müddetçe, Filistin’e ve Ortadoğu’ya kalıcı bir barış gelmeyecektir. Siyonist İsrail Devleti yıkılmalı; gerçekten laik, demokratik ve bağımsız bir Filistin devleti kurulmalıdır. Bölgede kalıcı bir barış ancak bu şekilde var edilebilir. Bu anlayış, Ortadoğu programımızın temel taşlarından biri olmaya devam ediyor. Aşağıdaki çeviri makaleyi ise, İsrail – Filistin sorununa içeriden bir bakış olduğu için yayınlamayı uygun bulduk.
İsrail’le yapılan görüşmelerin apaçık yararsızlığıyla yüzleşilirken, sıradan Filistinliler herkes için eşit hakların olduğu daha geniş ufuklara bakıyorlar. Yazan, Batı Şeria’dan Khaled Amayreh.
durmaktaki inatçı reddi ve ABD’nin İsrail’e, sömürgeci yayılımını durdurmak adına baskı yapmaktaki iktidarsızlığı ve gönülsüzlüğüyle birleşince; Filistinli seçkinlerin önemli bir kesimi, iki devletli çözüm stratejisinin, Filistin ulusal çıkarları için boş, gerçek dışı ve zararlı olİsrail’le yapılan görüşmelerin apaçık yararsızlığıyla yüz- duğuna ikna olmaktalar. leşilirken, sıradan Filistinliler herkes için eşit hakların olduğu daha geniş ufuklara bakıyorlar. Yazan, Batı Bu hafta, Batı Şeri’da önde gelen Fetih liderlerinden Ziad Şeria’dan Khaled Amayreh. Abu Ein, Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze Şeridi’nde bir Filistin devleti kurma çabalarından vazgeçme çağrısı Küstah İsrail, Batı Şeria’da, özellikle Doğu Kudüs’te, yeni yaptı. Verili demografik ve politik gerçeklerden dolayı, [Yahudi] yerleşim yerleri oluşturmaya aralıksız devam Filistinlilerin bu amaca ulaşması için, artık çok geç oletmek suretiyle, “iki-devletli çözümü” yıkmaya devam duğunu savundu. “Halkımız, fanatizm ve hoşgörüsüzederken; entelektüelleri, akademisyenleri olduğu kadar, lüğün yokluğu ve karşılıklı saygı, eşitlik, yaşa ve yaşat sıradan vatandaşları da kapsayan, gittikçe artan sayıda prensipleri temelinde, Yahudilerle barış içinde yaşamaya Filistinli, “Filistin eyaleti” hedefini terk ediyor. Onların gönülden razıdırlar” şeklinde yazdı Abu Ein, özellikle yeni stratejileri, Yahudilerin ve Arapların barış ve eşitlik bu fikirler için yaratılmış bir web sitesinde. içinde yaşayabilecekleri, bütün İsrail-Filistin’de demokratik, üniter ve seküler bir devletin yaratılmasıdır. Abu Ein dünya devletlerinden, BM’den aynı zamanda İsrailli Yahudilerden, Akdeniz’den Ürdün Nehri’ne uzaTek-devlet çözümünün savunucuları, iki-devletli çözü- nan üniter bir devlette “Filistinli kardeşlerinin barış mün hâlihazırda ölü olduğunu ve süren barış görüşme- içinde yaşamaya dair arzularını” desteklemelerini talep lerinin sonucunda çıkabilecek olan herhangi bir Filistin etti. Abu Ein, böyle bir devletin, bir tarafın diğer tarafın devletinin biçimsizleşmiş ve uygulanamaz olacağını ve çıkarlarını yadsımak ya da zayıflatmak gibi çabalardan, bölgede sürekli bir ihtilaf ve şiddete sebep vereceğini şiddetten ve ırkçılıktan arınmış olacağını iddia etti. iddia ediyorlar. “Böyle bir devlet gelecekteki savaşların, istikrarsızlığın ve çalkantının kesin reçetesi olacaktır”, Abu Ein’in fikirlerinin, Ramallah’taki üst düzey El-Fetih diye iddia ediyor bir konuşmacı, Ramallah’ta bu konu liderliğiyle bağlantılı olup olmadığı belirsiz. Fakat bu fiüzerine düzenlenen bir sempozyumda. kirlerin, uzun zamandır somut bir sonuç vermeyen barış görüşmelerinin, pek çok Filistinli arasında gittikçe artan Muhakkak ki, tek-devlet çözümünün savunusu, Filis- oranda bir hayal kırıklığı yarattığı bir dönemde gelmesi tinliler arasında yeni değil. Yıllar boyunca, Filistin Kur- ilginçtir. Aslında, Fetih’in bütün kademelerinde hüsran tuluş Örgütü; bütün Filistin topraklarında Yahudilere, göze çarpıyor. Bu hafta, Fetih-yanlısı medya, “Mahmud Müslümanlara ve Hıristiyanlara eşit hakların verildiği, Abbas’a yakın kaynaklar”dan aldığı istihbarata göre, seküler, ırkçı-olmayan bir devletin yaratılması çağrısını Abbas’ın İsrail’le yapılan barış görüşmelerinin yararsızlıyaptı. Filistinliler arasında, Filistin’de, Yahudi-Arap or- ğına ikna olduğunu ve başarısız görüşmelere bir alternatak bir anayurdu onaylayan sesler –özellikle solcu ve ko- tif arayışı içerisinde olduğunu aktardı. münist çevrelerde- 1948’de, İsrail’in yaratılışından bile önce duyulmaktaydı. “Alternatif ” arayışların doğasına ilişkin bir ayrıntı verilmedi, fakat kulağı delik Filistinliler seçeneklerin; Ne var ki, Annapolis Konferansı gibi son tumturaklı Abbas’ın barış sürecinin öldüğünü ilan edip görüşmebarış çabalarının açık iflasını da kapsayan son gelişmele- lerden çekilmesini, [Ramallah’taki] Filistin Karargâh’ını rin, İsrail’in [Yahudi] yerleşimleri inşa faaliyetlerini dur- kaldırmayı veya iki-devletli çözüm stratejisinden vazge___ 9
Marksist İşçi çip “bir insan, bir oy” formülü temelinde, Güney-Afrika “İşe yaramayacak; çünkü Siyonizm Filistinlilerle hiçbir tipi, demokratik bir devlette ırksal ve dinsel eşitlik için tarz çözüm istemiyor. Onlar, tüm Filistin topraklarını mücadeleye kanalize olmayı da kapsadığını öngörmek- istiyorlar. Tarihi Filistin’in her bir metresinde Filistinliteler. lerin yaşamlarını kontrol altında tutmak istiyorlar. Filistinlilerin aldığı nefesi, içtiği suyu, yediği yemeği kontrol Abbas, Bush yönetimiyle ilişkisinin üzerindeki olum- etmek istiyorlar. Sınırları kontrol etmek, muazzam sayısuz yankıların bilincinde olarak, barış sürecine ve iki- da kontrol noktasını ellerinde tutmak istiyorlar ve bizi devletli çözüme bağlı olduğunu belirterek raporu red- duvarlar içinde, elektrik kabloları ile çevrili ve tümden detmek için acele ediyor. Bununla birlikte, iki-devletli hapis altında yaşarken tutmak istiyorlar.” çözümün en iyi yol olmadığını kabul eden Filistinlilerin sayısı artıyor. Yüzde 25–35 arası Filistinlinin tek-devlet Kawsmi, tek devletli çözüm fikrinin İsrail ve Siyonizm’e çözümüne geri döndüğü tahmin ediliyor. Ancak İsrail bir “aforoz” olduğunu fark ettiğini söylüyor. ile Abbas arasında süren barış konuşmaları çözümsüz kalmaya devam ederse bu yüzdenin dramatik olarak ar- Bugün, İsrail hiçbir çözümü kabul etmeyecek, ne iki tacağı muhtemeldir. devlet ne tek devlet çözümünü. Siyonistler bölgeye barış getirecek hiçbir çözüme hazır değiller. Sadece İsrail için Bu hafta, güvenilir, Ramallah temelli Politika ve İnce- barış istiyorlar… Yalnızca Siyonistlerin çıkarlarını hesaleme Araştırma Merkezi tarafından yapılan bir düşünce ba katan durumu zorla kabul ettiriyorlar ve bölgede yayoklaması, yeni başkanlık seçimleri yapıldığı takdirde, şanan ve ihtilâf içinde olan diğerlerini umursamıyorlar. Hamas’tan İsmail Haniyeh’in, oyların yüzde 46’sını alan Abbas’a karşılık oyların yüzde 47’sini alacağını gösterdi. “Bu yüzden, Siyonistler bugün kendi sömürgeci planSonuçlar, Haniyeh’in popülaritesinde keskin bir yük- ları dışında hiçbir çözüm kabul etmedikleri için, niye selişi göstermekte. Aynı anketörler tarafından Aralık’ta biz neyi kabul edip etmediklerini önemsemeliyiz? Filisyapılan önceki anket Abbas için verilen yüzde 57 ile tinliler, dünyadaki özgürlük destekçileri ile birlikte tek karşılaştırıldığında Haniyeh’e [oyların, ç.] yalnızca yüz- devletli çözüme dayalı bir stratejiyi başlatmalılar ve bu de 37’sini veriyordu. senaryo için güvenle devam etmeliler. Anket, İsrail – Abbas barış sürecinin süre giden başarısızlığı kadar Hamas’ın sert İsrail ablukasına karşı azminin, daha fazla Filistinlinin Hamas’ı desteklemesine sebep olduğunu gösteriyor. Doğal olarak bu, iki-devletli çözümü savunanlar için kötü haber. Bu ayın başında, Ramallah’ta, çeşitli tek-devletli çözüm savunucularının kendi görüşlerini sunduğu bir sempozyum düzenlendi. İkna edici bir biçimde, İsrail Yahudi toplumuna nüfuz eden siyasal ve ideolojik yönlerin ışığında, İsrail’in 1967 öncesi sınırlarına geri çekilmesi ve Doğu Kudüs’ten vazgeçerek Batı Şeria’daki büyük Yahudi kolonilerini boşaltması ihtimalinin çok zayıf olduğunu tartıştılar. Katılımcılar, iki devletli çözüm anlaşmasının bir parçası olarak İsrail’den talep edilen, İsrail’in önemli sayıda Filistinli mültecinin kendi evlerine ve köylerine dönmesine izin vermesinin ise çok daha az muhtemel olduğunu savundular.
“Siyonizm sona doğru gidiyor; bu bölge insan haklarına saygı gösterilen ve adaletin sağlandığı yeni bir döneme tanıklık edecek. Hem İsrailli’ler hem Filistinliler için bir kazan-kazan durumu olan tek devletli çözüme alternatif daima kazanan-kaybeden durumuna dayanan açık bir savaş olur.” Bazı Filistinli entelektüeller İsrail’in, eğer iki kötülük arasında daha azını tercih etmeye zorlanırsa ya da zorlandığında iki-devletli çözümü seçeceğine inanıyor; çünkü tek-devletli çözüm Siyonizm’i bitirecek ve yavaş yavaş İsrail-Filistin içinde Yahudileri sayıca azınlığa düşürecek. Eğer İsrail bir çözüm isterse, Filistinlilerin ulusal dayanağını silecek askeri olan dışında; çıkış bu iki çözüme dayanır. Halit (Khaled) Amayreh El Ehram ( Al Ahram ) 20–26 Mart 2008 No. 889
Haftalık El-Ehram, sempozyumun ana düzenleyicilerinden Hazem Al-Kawsmi ile konuştu. Kendisi, İki devletli çözümün işe yaramadığını vurguladı, ne şimdi ne de gelecekte. ___ 10
Marksist İşçi
EMPERYALİZM VE URİBE HÜKÜMETİNE KARŞI OLAN HERKES Kolombiya’dan PST, Ekvator’dan MAS, ve Venezüella’dan UST’nin Ortak Beyanatı
Rio de Janero gurubunda, bu beyanatın yazımını bitirmek üzereyken, Ekvator, Venezüella, Nikaragua hükümetleri ve Kolombiya hükümeti arasındaki kriz sona yaklaşıyordu. Ancak yine de, metnin bu haliyle yayınlanmasını doğru bulduk çünkü metin, bu soruna proletaryan bir bakış açısı getirmek için [soruna] dâhil olan üç ülkenin, üç devrimci sosyalist örgütün pozisyonlarını ifade ediyor.
Stratejik olarak, emperyalizmin amacı, Irak’a yönelik saldırısı ereğine ulaşmadığından bu yana, bu ülkelerin petrol üretiminin denetimini sürdürmektir. Dolayısıyla da, kısa vadede, bölgeye istikrar kazandırmak amacıyla, Kolombiyalı gerillaların kesin yenilgisine ihtiyaç duymaktadır. Bu da, bölgedeki çeşitli burjuva kesimler arasındaki sürtüşmelerin kaynağıdır. (...) Venezüella ve Ekvator’un burjuva kesimleriyse, Avrupa emperyalizmiyle anlaşma içerisinde, isyanı sönümlendirmek adına politik müzakere taraftarıdır. Emperyalizm ve bölge burjuvazileri arasındaki bu sürtüşmeler, sürekli provokasyonların nedenidir ki; bugün bunlar, askeri yüzleşmenin söz konusu edildiği noktaya kadar ulaştı.
Emperyalizm başka bir devleti, bu durumda Ekvator’u, ilhak etmek için Uribe yönetimini kullanarak, Latin Amerika’ya olan müdahalesini güçlendiriyor. Söz konusu durum, Kolombiya silahlı güçlerinin, yirmi gerillayla birlikte asi örgütün iki numarası olarak düşünülen, çaresiz durumdaki Raul Reyes’i öldürmek suretiyle, komşu ülkedeki FARC kamplarını bombaladığı bir askeri Latin Amerika hükümetlerinin başlangıçtaki azarlaoperasyonu ifade ediyor. malarına rağmen, OAS, ABD’nin “sömürge bakanlığı” niteliğindeki gerçek işlevini açığa vurmaktaydı. Correa Amerikalılar tarafından sağlanan istihbarat, teknoloji ve yönetimi, Comfibron’u feshetmeye karar verdiği sırada, danışmanlıkla hazırlanan ve yürütülen bu saldırı; Uribe Kolombiya hükümetiyle diplomatik ilişkilerini kesti. yönetiminin, Amerikan emperyalizminin bölgeye yöne- Comfibron, Ekvator burjuvazisinin, geçmişte Kolombilik askeri müdahalesinin öncü kuvveti olduğunu kanıt- yalı gerillaları yakalayıp onları Uribe yönetimine teslim lamaktadır. etmek için işbirliği yapması üzerine kurulu ve Simon Trinidad vakasında olduğu gibi, sonuç olarak [gerillalaAyrıca, Birleşik Devletler Amirali Joseph Nimmich’in, rın] ABD’ye iadesini sağlayan bir askeri anlaşmadır. Öte Ekvator topraklarında askeri operasyon uygulanmadan yandan Chavez de kendi büyükelçisini Kolombiya’dan iki gün önce Bogota’da [Kolombiya’nın başkenti] oldu- geri çağırdı, Venezüella’daki Kolombiya büyükelçisini ğu ve Kolombiya’nın yüksek dereceli bir komutanıyla kovdu, [Kolombiya’yla] ticareti durdurdu ve sınırlara “terörizme karşı mücadelede çok önemli bilgilerin pay- asker yığdı. laşımı” için buluştuğu, bilinen bir gerçektir. ABD ve Uribe Yönetimiyle Bütün İlişkilerin KesilUribe Emperyalizmin Hizmetinde mesini Talep Ediyoruz Uribe yönetimi vasıtasıyla emperyalizm, bölge üzerin- [Uribe yönetimi] söz konusu saldırıyı “meşru müdafaa” de askeri müdahale politikasını ve politik ve ekonomik gibi gösterme girişiminde bulundu. Böylece, savunmakontrolünü güçlendirmek istiyor. Son zamanlarda, bu sız Irak halkına karşı kullanılan “önleyici savaş” mantıyarı-sömürgeci saldırı, Latin Amerika halklarının artan ğına başvurarak, Amerikan yönetiminin ayak işlerinde direnciyle karşı karşıya kaldı. Bu direnç, politik zemin- koşturduğu gerçeğini gizlemeye çalıştı. Diğer taraftan deki yansımasını, Kolombiya hükümetinin [emper- Chavez, anti-emperyalist bayrakları dalgalandırırken, yalizm önündeki] rezil teslimiyeti karşısında, ulusalcı ekonomik alanda Amerikan burjuvazisiyle işbirliğini retoriği keskince göze çarpan Chavez ve Correa hükü- sürdürdü. Bunu, CANTV ve EDC gibi çokuluslu petmetlerinde buldu. Bu yüzden Uribe, Ekvator ve Vene- rol şirketlerini kiralayarak, satın alarak ya da onlara tazzüella hükümetlerini, FARC’ın müttefiki ve bu nedenle minat ödeyerek ya da Verizon Inc ve AIT gibi çokuluslu de, “narko-teröristlerin” suç ortağı olmakla itham etti. Amerikan şirketlerini, ilk bakışta kamulaştırmaya benBu suçlamayla Uribe, bu hükümetlere karşı olabilecek zeyen ama aslında, bu şirketler için ödenen kârlı tazmiaskeri ya da politik bir müdahaleyi aklama çabasına gi- natlardan başka bir şey olmayan işlerle yaptı. Bugünse rişti. bunu, Venezüella bölgesindeki Kolombiyalı şirketleri “kamulaştırarak” yapıyor. ___ 11
Marksist İşçi Chavez ve Correa, saygıdeğer burjuvazilerinin çıkarları Uluslararası İşçi Birliği-Dördüncü Enternasyonal (LIThizmetinde, bu olaydan yararlanmak istiyorlar. Chavez CI)’in üyeleri olan Kolombiya Sosyalist İşçi Partisi arkasındaki kitle desteğini toparlamak ve Correa da ka- (PST), Ekvator Sosyalizme Doğru Hareket (MAS) ve zandıklarını pekiştirmek için bu olayları kullandı. Bü- Venezüella Sosyalist İşçi Birliği, halklarımızın sendika tün bunlar, çalışan kitlelere acı veren hiçbir temel prob- merkezleri, köylü ve yerli örgütleri gibi kitle örgütlerinlemi çözmeyen ve emperyalist yağmanın üzerine kararlı ce desteklenen acil bir toplantı öneriyor. Bu toplantının bir şekilde yürümeyen, yararsız ekonomik ve sosyal re- amacı, burjuva ve emperyalist planlara karşı tavrımızı formlardan hayal kırıklığına uğramış kitlelere bir yanıt askeri, ekonomik, politik, sosyal yani tüm alanlarda kovermek içindi. ordine edebilmektir. [Chavez ve Correa] Kolombiya halkını karşılarına almadan, Uribe yönetimine ve emperyalizme karşı seslerini yükseltiyorlar; fakat saldırıyı destekleyen emperyalizmin çıkarlarına saldırmıyorlar. Her şeyden önce, Ekvator topraklarındaki Manta’da ABD’nin askeri üs barındırmasına izin veren askeri anlaşmayı ya da ABD’ye petrol sağlayan ticari anlaşmaları feshetme veya çokuluslu şirketlere sağlanan garantileri lağvedip onları derhal mülksüzleştirme noktalarında, oldukça suskunlar. İşte bu nedenle, Latin Amerika hükümetlerinin ABD ve kuklası Uribe hükümetiyle ilişkilerini kesmelerini talep etmeliyiz. Pek mümkün görmediğimiz halde, savaşın patlak vermesi durumunda, sorumluluğun Bush’un kuklası Uribe yönetiminde olduğundan asla kuşku duymayacağız ve daha ilk dakikadan itibaren Ekvator ve Venezüella halklarına yöneltilen saldırıya karşı mücadele etmekte tereddüt etmeyeceğiz. Uribe Yönetimine ve Emperyalizme Karşı Mücadele İçin Kolombiya, Venezüella ve Ekvator Halklarının Birliği Kolombiya, Ekvator ve Venezüella’nın çalışan kitleleri şunun farkında olmalılar ki, ciddi anlaşmazlıklara karşın burjuvazinin önemli bir kesimi, ortak planlarına zarar verebilme ihtimalinden ötürü, savaşa götürecek bir çatışmanın karşısındalar. Fakat bugün bu ihtimali ıskartaya çıkartamayız ve kardeş uluslar arasında çıkabilecek bir çatışmanın karşısında olmalıyız. Fakat [Kolombiya] burjuvazisinin ve emperyalizmin bizi sürüklediği bir savaşa karşı ülkelerin yapay sınırları içerisinde mücadele veremeyiz. İşçilerin vatanı yoktur; çünkü bizler onurlu bir iş bulmak ve insanca bir yaşam sürebilmek adına göç etmek zorunda bırakılıyoruz. İşte bu yüzden, Ekvator ve Venezüella’da yaşayan milyonlarca Kolombiyalı var. Sınırları aşarak emperyalist müdahaleye ve kukla Uribe yönetimine karşı savaşabilmek için bir araya gelmek zorundayız.
Bu yüzden, Venezüella İşçi Sendikası (UNT) lideri yoldaş Orlando Chirino tarafından yapılan “Üç ulusun sendika liderleri tarafından, Amerikan emperyalizminin her zamanki suiistimaline ve suçlu Alvaro Uribe hükümetine karşı koyma noktasında, işçilerin ve halkların pozisyonunu tartışmak üzere Uluslararası Acil Zirve ilan edilsin” çağrısını selamlıyoruz. “Kolombiya ve Ekvator’un sendika liderleriyle iletişim kuracağız, özellikle de petrol endüstrisindeki kardeş örgütlerimizle. Böylece, emperyalizmin artan müdahaleciliğinden ve Uribe yönetiminin uygulamalarından ötürü durmadan çoğalan krizlere, işçilerin bakış açısından ortak bir yanıt verebileceğiz”. “Toplantıyı Quito’da, Bogota’da ya da Caracas’ta yapabiliriz” [Sırasıyla Ekvator, Kolombiya ve Venezüella’nın başkentleri]. “Eğer kardeş ülkelerin sendika liderleri toplantıyı Caracas’ta yapmaya karar verirlerse, bundan büyük bir gurur duyarız. Venezüella’dan binlerce [sendika] liderinin, Kolombiya ve Ekvator sınıf kardeşlerimizle dayanışmalarını göstermek amacıyla, böyle bir toplantıya katılacağına eminiz.” diyor Chirino. FARC’ın ne programını ne de yöntemlerini benimsememize rağmen, Kolombiya ordusu ve onların Amerikan rehberleri tarafından liderleri Raul Reyes ve yoldaşlarının öldürülmelerinin karşısında duruyoruz ve katledilmelerine sebep olanın, terörist yöntemleri olduğunu ifşa ediyoruz. Burjuvazinin ve emperyalizmin savaş kışkırtıcılığına, yalnızca işçilerin kardeşliği göğüs gerebilir ve yalnız o; sömürü, sefalet ve savaşa yol açan sebepleri ortadan kaldıracak sosyal dönüşümlere bir yol açabilir.
___ 12
7 Mart 2008 Kolombiya Sosyalist İşçi Partisi (PST) Ekvator Sosyalizme Hareket (MAS) Venezüella Sosyalist İşçi Birliği (UST)
Marksist İşçi
BUGÜNDEN YARINA GELECEĞİ KAZANMAK İÇİN: GENÇLİK SAFLARA! “Politikanın dışında olmak, politika yapmadan yaşamak, boşlukta yaşamak gibidir.” Lev Troçki Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) hazırladığı, “Türkiye’de Gençlik” raporu, ülke gençliğinin bir panoramasını sundu. Raporda yer alan verilere göre, Türkiye’de 15-24 yaşları arasındaki gençlerin, yüzde 30’u bir okula devam ediyor, yüzde 30’u ise çalışıyor. Gençlerin yüzde 40’lık bölümünü oluşturan, “ne çalışan, ne de okuyan 5 milyon genç” ise atıl durumda. Raporda, bu 5 milyon genç arasında, ne okula giden, ne iş arayan, evde kalıp çocuklarına bakan veya “kısmet” bekleyen yaklaşık 2 milyon 200 bin genç kadının durumuna dikkat çekilmiş durumda. Ayrıca raporda, fiziksel engellilerin sayısının 650 bin, tüm ümitlerini kaybetmiş ve iş aramaktan vazgeçmiş gençlerin 300 bin, sokak çocukları, sokakta yaşayan gençler ve yerinden olmuşların sayısı da 22 bin olarak belirtiliyor. Raporda, gençlerin yalnızca yüzde 56’sının liseye devam ettiği, yine sadece yüzde 18’inin üniversiteye girdiği ifade ediliyor. Birkaç yıl içinde ise, bu gençlerden 12 milyon kişinin çalışma yaşına erişeceği Türkiye’de hâlihazırda yüksek olan işsizlik rakamlarının daha da yukarı tırmanacağı açık. Oysa ki gençlerin yüzde 37’sinin iş bulmada eğitimin önemli bir rolü olmadığını düşünmesi; gençlerin en çok istediği şeyin yüzde 49’luk bir oranla “doğru düzgün bir iş bulmak” olması, bu durumla bir ironi yaratıyor.
Bürokratik, gerontokratik[1] ve monolitik bu yapılanmalarda kişilikleri parçalanan ve gerçek demokratik merkeziyetçi işleyişi göremeyen gençler, safları terketmekde tereddüt etmiyor. Bugün, gençliğin ihtiyaçlarına cevap veren bir partinin inşa edilmesi şart. Bu parti, elbette işçi sınıfının devrimci partisi olarak inşa edilendir. Dördüncü Enternasyonal şiarlarını alanlarda, iş yerlerinde ve okullarda dillendirirken; bunlardan birini bugün daha yüksek bir sesle haykırmamız, kaçınılmaz bir görev hâline gelmiş durumda: “Gençliğe Saflarda Yer Açın!” Zira devrimci partinin inşası, ancak genç işçi ve emekçi kuşakların başarabileceği bir iş. Gençliği kazanacak bir parti ile bu partiyi inşa edecek gençlik ise, diyalektik bir bütün teşkil ediyor. Kaldı ki, geçmiş kuşakların yılgınlığını üzerinde taşımayan genç kuşakların, geçmişin derslerini de yanlarına alarak geleceğe hazırlanmaları gerekiyor. Anlamlı, zor ve bir o kadar da zorunlu görev, işte bu. Bugün, Troçki’nin Ekim Devrimi’nden sonra içsavaş yıllarında söylediklerini akılda tutarak, safları sabır ve sebatla örmek gerek: “Gelecek için, gelecek nesillerin mutluluğu için bir mücadeledir komünizm; genç nesiller bizim hemen önümüzde duran geleceği temsil ediyor. Onu mücadeleye çekmek demek, yarını kazanmak demektir. Gençlik hareketi ne kadar yaygın ve ne kadar güçlü olursa, karşı devrimin bizi yıkamayacağına olan güvenimiz o kadar sağlamlaşır. ... Saflara katılan bütün gençlere selam!” [2]
UNDP raporuna göre, gençlikle siyaset arasındaki mesafe oldukça ırak. Hâlen bir siyasi partide faaliyet gösteren gençlerin oranı yüzde 4 civarında. Geri kalan oranın dörtte üçü ise ileride de, bir parti içinde yer almayı düşünmüyor. Sorulması gereken soru, işte tam da bu noktada açığa çıkmakta: Güvencesiz bir geleceğin belirsizliğine hapsolmuş atıl durumdaki bu gençler, neden politika ile ilgilenmiyor? Raporda bu konuya değinmese de cevap oldukça basit. Gençlik, mevcut politik örgütlülükleri de kendi gelecekleri için bir çıkış olarak görmüyor... Haksız da değiller. Onlar, burjuva düzen partilerinin artık bir anlamı olmadığını çok iyi biliyor. Kendine sosyalist [1] Gerontokrasi: Yaşça büyük olanların, yaşça küçük olanlar üzerindeki tahakküm hakkı üzerine kurulu kurumsal ya da toplumsal diyen hareketler ise, çoğunlukla gençliğin dinamizmini, algı ya da düzen... sınıf mücadelesinin kendi araç ve yöntemleri içerisinde [2] L. Troçki - Gençlik Safları Dolduruyor, 5 Mart 1920 – Gündelik yönlendiremeyen bir dizi Stalinist örgütten oluşuyor. Hayatın Sorunları içinde, sf. 300 Yazın Yay. ___ 13
Marksist İşçi
SANATSAL ALANDA GASPLAR VE KAPATMALAR ÜZERİNE Ezilen sınıfların egemenlere fiili olarak başkaldıramadığı dönemlerde sivri bir dil olan tiyatro, bugün insanlığı girdiği bunalımdan kurtarmak adına ‘gelişmenin önündeki takoz’u kaldırmaya çalışıyor. ‘İnsanı insana insanla anlatmaya çalışırken’ onu kendi gerçeğiyle yüzleştirmek, karanlıkta uyandırmak istiyor. Tüm yasaklamalara karşın ait olduğu yerde sokaklarda nefes alıyor ve bugün de var oluş mücadelesini tüm insanlıkla beraber sürdürüyor.
Faşistler Saldırınca Kültür Merkezi kapatıldı İstanbul Üniversitesi rektörlüğü, içinde felsefe, fotoğraf, halkbilim, müzik, resim, sinema, sosyal araştırmalar, tiyatro vb. kulüplerin odalarının bulunduğu Öğrenci Kültür Merkezi’ni (ÖKM) hiçbir gerekçe göstermeden kapattı. Uzun süredir, faşistlerin tiyatro binasının pencerelerini kırıp, birkaç defa bayan oyuncuları taciz ettiği bilinmekteydi. Tüccar rektör, öğrenci kulüplerini binadan çıkarttıktan sonra ÖKM binasının bir kariyer merkezi olarak kullanılacağını, binanın çeşitli etkinlikler için şirketlere kiralanacağını, bu uygulamanın zamanla salonlarda sponsorlu etkinlikler yapmaya kadar uzanabileceğini belirtti. Bunun üzerine geçen günlerde, onlarca öğrenci Beyazıt’ta protesto gösterisi yaptı.
Pek tabiidir ki, burjuvazi bugün her şeyi metalaştırdığı gibi, işitsel görsel ne varsa, sanatın her dalına elini atmış, çamurunu bulaştırmış durumda. Sanat deyince yalnızca ‘maddi doyum’u anlayan ve özellikle de sahne sanatlarını da ait oldukları yerden alıp kendi iş kulelerine tıkan dar kafalılar, tiyatroyu da yalnızca ‘övgü ve eğlence eylemi’ olarak gördüklerinden, bugünlerde pek bir rahatsız oldular. Eleştirilmeye bile tahammül edemeyen devlet, açıkça elini uzatamadığı yere, faşistleri sokarak okuldaki öğrenBurjuvaca bir bakış: Devlet maaşıyla siyasi mesaj ciyi, sanatçıyı, aydını aslında biraz okuyan sorgulayan vermek etik değil herkesi susturmaya çalışıyor. Çünkü biraz okuyan bile, Trabzon Devlet Tiyatrosu’nda oynanan ‘Düğün ya da her gün devletin kan kokusunu işyeri, okul cinayetlerinDavul’ adlı oyunda ‘başbakan ABD’den korkar’, ‘ananı de duyuyor. Sonra da kalkıp aynı kişilerden ahlak dersi da al git’ replikleri üzerine; oyunu izleyen Rize Ticaret dinlemek midemizi bulandırıyor. “Nereye Kadar?” sove Sanayi Odası Başkanı Ömer Faruk Ofluoğlu ‘Devlet rusunu kendimize sormalı Özgür Sanat, Özgür Eylem, maaşıyla siyasi mesaj vermenin etik olmadığını’, başba- Özgür Düşünce için bu baskıcı düzene karşı hep birlikte kanın ‘normalde’ kimseden korkmayacağını belirtmiş, mücadelemizi sürdürmeliyiz. vali ise soruşturma açılacağını söylemişti. Geçtiğimiz günlerde soruşturma tamamlanarak iki oyuncuya ihtar verildi. “Kapanan meyhane değil, kumarhane değil, batakhane değil yirminci yüzyılın tek eğitim aracı, biricik sanat yuvası olan tiyatro!” Benzer ‘piyasacı’, ‘gerici’ zihniyet, Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ni ‘modernleştirmek’, kısaca bulunduğu yere bir kongre merkezi yapmak için yıkmaya başladı. Yıkım kararı, tiyatro sanatçıları tarafından büyük bir üzüntüyle karşılandı. İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun, ilk dönemdeki adıyla, Darülbedayi’nin kurucusu olan Muhsin Ertuğrul’un adını taşıyan sahnenin önünde toplanan sanatçılar, sahne önünde bir basın açıklamasıyla ‘Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin ancak alkışlarla yıkılması için mücadeleye devam edeceklerini’ belirttiler. Tiyatro severlere cevap gecikmedi. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, “Yerine yenisini yapacağım. Maketini de yaptırıyorum” dedi. ___ 14
Marksist İşçi
OKUR MEKTUPLARI
den bakan polislerden ürküyor, çatışma olma ihtimalini düşünüyordum), Van, İzmir ve Yüksekova, Newroz kutlamalarına çatışmalarla, göz yaşartıcı bombayla, joplarla başladı. Newroz ateşinin insanların içindeki özgürlük ateşini körükleyip, özgürlük mücadelesinin yükseldiği noktada bu çatışmalar da dinmek bilmedi. Bir halkın özgürlük için yıllarca verdiği çatışmalardan biriydi bu çatışmalar. Tıpkı doksanlardaki gibi. Peki, yıllardır bu olaylar dinmek bilmediği halde taleplerin değişmesi düşündürücü değil midir? Taleplerimiz neden bu kadar asgariye indirildi? Sosyalist Bağımsız Kürdistan nasıl oldu Kürdistan mücadele ateşinin en yakıcı olduğu dönemler- da Demokratik bir Türkiye’ye kadar getirildi? Hem de di doksanlı yıllar. Kuzey Kürdistan olağanüstü hal böl- Kürt halkına silahların en fazla yöneltildiği bir dönemgesi ilan edilmişti, hava kararınca silah seslerini duymak de. –ki bunlar gerilla ile asker arasındaki çatışmalardı- bizim için sıradanlaşmaktan öte içimizi yakıyor ve ürkütüyor- Bugüne baktığımız zaman Kürt halkı halen bir ulus oladu. Bu silah sesleri, o dönemki ev baskınları, psikolojik rak kabul edilmemekte, dili 600 kelimeden ibaret oldubaskılar bunlar; küçüklükten beri özümde benimsedi- ğunu söylenmekte –ki 40 milyon Kürdün bu dili kulğim dilimin (ana dilimin) okulda konuşmanın yasaklığı landığını unutarak-, milyonlarca Kürdün mülteci gibi bundan dolayı ana dilimden mümkün olduğunca bu yaşadığı yetmediği gibi (İstanbul da, İzmir de, Ankara tür yöntemlerle soyutlamaları, Kürt olduğumu bildiğim da, Avrupa da vs.) halen binlercesi her geçen gün zorla halde Türklük dayatmaları (her sabah okulda okunan göç ettirilmektedir. Devlet asimilasyon politikasından “andımız”daki “Türküm doğruyum çalışkanım” deyi- hiçbir zaman vazgeçmedi ve bunu Kuzey Kürdistan dımini mümkün olduğunca okumamayı tercih edip ya da şında bir de Güney Kürdistan’a operasyon yaparak (sınır okusam bile “Kürdüm doğruyum çalışkanım” derdim ötesi operasyon) adeta bir vampirin kana susayıp yakıama çok sessiz bir şekilde) bizi yani Kürt çocuklarını nındaki kanları emip doymaması gibi, onlar da asimidaha küçücükken politikleştirmişti. 21 Mart 1995’te biz lasyona doymadılar. Bunca olayların halen yaşandığı bir Kürt çocukları için Newroz, özgürlüğün geldiği gün ola- dönemde bir Kürt önderi İstanbul Newrozu’nda halkı rak bilinirdi. Biz çocuklar o zamanlar bahçemizde ufacık gösterip şu cümleyi kullanıyor, “Bize bölücü diyorlar biz bir ateş yakıp etrafında halay çekip kutlardık Newroz’u. nasıl bölelim bakın İstanbul da Diyarbakırlaştı.” Bu veBizim için Newroz özgürlüğün simgesi, kendi dilimde kilin acaba göçe zorlanmış Kürt halkından haberi yok türkü söyleyip ateş etrafında halay çektiğim bir gündü; mu? ne baharın geldiği gün olarak bilirdik Newroz’u ne de mitolojideki gibi Kawa’nın halkına özgürlüğü getirdiği Bu zoraki göçler, Diyarbakır’ı İstanbullaştırmak için yagün olarak. Tamamen Kürt halkının özgürlük günüy- pılmamış mıdır? Bugün İstanbul’da Diyarbakır’ı aramak, dü bizim için Newroz. Fakat büyüklerimiz için bu ge- Türk burjuvazisinin yıllardır yaptığı zulmü görmezden çerli değildi. Birbirlerine “Cejna newrozê te piroz be” gelip ona boyun eğmek değil midir? Peki, bu sözler bundemekten bile ürküyorlardı. Onlar biliyorlardı en ufak ca bedel ödemiş Kürt halkının talepleriyle uyuşmakta bir hareketlenmede bile kafalarına kurşun sıkılacağını. mıdır? Bunu sorgulamak gerekir. Kürt önderlerinin bu Maalesef ki gazeteleri biraz takip ederek dahi o günün çizgisi yıllardır Türk devleti, Türk burjuvası yetmezmiş şartları ile bugünküler arasında pek bir fark olmadığı gibi Kürt ağaları ve burjuvası tarafından da ezilen Kürt anlaşılabilir. halkının taleplerini karşılayamamaktadır. Kurtuluş ancak bu kitlelerin bağımsız ve dolayısıyla sınıfsal taleple1995 Newroz olayları ile 2008’deki Newroz’da yaşa- riyle mümkündür. Biz Newroz mitolojisinde bile sınıfnanlar birbirine benzerdir. Hep şiddet, hep gözaltı, hep sal mücadele verip özgürleşen bir halkız. Özgürlük için, işkence… Diyarbakır yedi yüz bin kişiyle ve İstanbul bağımsızlık için her türlü burjuvaziye karşı hepimiz biiki yüz elli bin kişiyle Newroz’u şiddetsiz ve göz altısız rer Kawa olup onun yolunda ilerleyelim. kutlarken (Kazlıçeşme alanındayken açıkçası bize tepeMarksist İşçi Okuru, İşçi - Öğrenci ___ 15 2008 Newrozunun Düşündürdükleri 21 Mart 2008 Newrozu bana 21 Mart 1995 Newrozu’nu Kürt halkının değişen talepleriyle hatırlattı. O tarihten bugüne resmi sayılmasa bile dilimizi konuşmak, renklerimizi (kesk, sor, zer) alanlarda -ama yalnızca alanlarda- bazen dayağa, şiddete ve gözaltına maruz kalsak bile taşıyabilmek ve de “Kürt” söylemini burjuva söylemler içeriğinde dahi olsa duyabilmek, ana taleplerimizin üstünü örtücü rol oynayan kazanımlardan öte, bu açılımların Kürt halkını aldatma yönünde olduğu ortadadır.
İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik, Dayanışma ve Mücadele Günü
1 MAYIS'TA
Sermayenin Tüm Saldırılarına, Emperyalist İşgallere, Rejimin Baskı ve Şiddet Politikalarına Karşı
ALANLARA