Sınıf Mücadelesinin Bir Yılı
Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 12 • Aralık 2009 • Fiyatı: 1,5 TL
Geçtiğimiz yıl, kapitalizm tarihinin en derin ekonomik bunalımlarından birini yaşamaya başladı. Kârlarını korumak isteyen patronlar sınıfı, bizleri işten çıkararak ve haklarımızı gasp ederek krizi lehine çevirmeye çalıştı. Bu yıl 1 milyon kardeşimiz Türkiye’de işsizler arasına katıldı. Dünyada bu sayının 50 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor... Arka Plan, sayfa 8-9’da...
25 Kasım’da hayatı durdurduk!
Asıl mücadeleyse şimdi başlıyor!
25 Kasım’da kamu emekçileri, son yıllardaki en büyük eylemlerinden birini hayata geçirerek, bir günlük iş bıraktılar ve meydanları doldurdular. Grev ve toplu sözleşme (TİS) hakları için eyleme geçen kamu emekçilerini, mücadeleci öğrenciler ve işçiler de meydanlarda yalnız bırakmadı. Bir günlük “uyarı” grevi, emekçi halkın büyük çoğunluğunun da desteğini arkasına aldı. Emekçilerin meydanlarda açığa çıkan enerjisi ve mücadele azmi, emek hareketi açısından bir moral kaynağı oldu. Dolayısıyla, sınıf mücadelesi açısından anlamlı bir günü geride bıraktık. Bugün içinse, bu eylemin bir bilançosunu çıkarmak, sınıf mücadelesinin bundan sonraki seyri açısından büyük önem taşıyor. Hükümetten “hukuk devleti” üzerine inciler • Öncelikle, grev sürecinde hükümetin takındığı işçi düşmanı tavrın teşhir edilmesi gerekiyor. 25 Kasım’a giderken AKP hükümeti ve Başbakan, kendilerini “demokrasi şampiyonu” ilan ettikleri bir sırada, Türkiye’nin bir “hukuk devleti” olduğu söyleminin arkasına sığınarak, eyleme katılacak emekçileri açık açık tehdit ettiler. İş bırakmanın yasadışı olduğunu, dolayısıyla eyleme katılanlara “gereğinin yapılacağını” belirttiler. Öncelikle, Başbakan’ın gerçeği söylemediğini “hukuk devleti”yle çelişenin asıl kendisi olduğunu belirtmekle başlayalım işe. Çünkü TC Anayasası’nda, devletin imzaladığı uluslararası anlaşmaların ve belgelerin iç hukuka dâhil olduğu ve bu belgelerin iç hukukla ihtilaflı olduğu durumlarda, söz konusu metinlerin geçerli olacağı açık açık belirtilmiştir (90. madde). TC’nin altına imza attığı uluslararası sözleşmelerde ise, kamu çalışanlarının grev ve toplu sözleşme hakları tanınmakta. Bu durumda suçlu olan, grevci emekçiler değil, bu sözleşmeleri imzalamanın gerektirdiği yasal düzenlemeleri yapmayan hükümet ve Başbakan olmalı! Esasında meselenin bir “hukuka uygunluk” sorunu olmadığını, Başbakan da gayet iyi bilmekte. Tarih, yasaların ve hukukun, ne kadar oynak bir zeminde yer al-
dığının, ne şekillere girebildiğinin zengin örnekleriyle dolu Dolayısıyla belirleyici olanın, fiili ve meşru mücadele olduğu açık. Kamu emekçilerinin mücadele tarihi de zaten tam bu temel üzerinde hayat bulmuştur. 90’lı yıllarda kamu emekçilerinin mücadelesi yükseldiğinde, örgütlenme hakları dahi ellerinde yokken, mücadele yasalara değil, yasalar mücadeleye uymak zorunda kalmıştı. Aynı örneğin, grev ve TİS hakkı için de gerçekleşeceğine dair bir şüphemiz yok. Fakat haklarımız önündeki tek engel hükümet ve “hukuk devleti” olsaydı, mücadele şüphesiz çok kolay olurdu. Asıl büyük engel, sendikalarımızın içinde yer alıyor. Sınıfının gücüne güvenmeyen sendikal yönetim • Evet, sendikaların başına çöreklenmiş bürokrasiden bahsediyoruz. 25 Kasım eylemi emekçilerin ülke gündemini etkileyerek, taleplerini duyurabildiği, işçi sınıfına moral veren bir eylem olmuşsa da, bu eylemin eksiklerini tespit etmezsek, 26 Kasım’dan itibaren mücadeleyi ileriye taşımamız, öyle sanıyoruz ki, mümkün olmayacak. Bu noktada öncelikle vurgulamak istediğimiz şey, eylemi örgütleyen sendikal yönetimin sınıfın kendi gücüne güvenmediği ve 25 Kasım eylemine baştan sona bu anlayışın damgasını vurduğudur. Sendikal bürokrasi, AB uyum sürecinde nasıl olsa grev ve TİS hakkının elde edileceğini ve bu süreçte hükümeti sıkıştırarak, onu ikna etmeyi ummakta. Bir günlük iş bırakmayla hükümeti “uyarma” eyleminin ve bu sayede hükümetin grev ve TİS hakkını tanıyabileceği hesabının arkasında, işte bu mantık yatmakta. Kuşkusuz bürokrasi bunun aksini iddia edecek. Fakat azıcık beyin jimnastiği ile, yalın gerçeğe ulaşmanın mümkün olduğunu düşünüyoruz. Örneğin, 25 Kasım “uyarı” grevi kararı ne şekilde alındı, tabanın fikri soruldu mu? Karar alındıktan sonra, tabanı harekete geçirmek için ne gibi hazırlıklar yapıldı?
“Uyarı” grevinden önce yerellerde grev komiteleri kuruldu mu, örgütsüz ve/veya kontra-sendikalarda örgütlü (Memur-Sen, Kamu-Sen, vd.) emekçilere ulaşmak için ne gibi çalışmalar yapıldı? Bu soruları çoğaltmak mümkün ve cevapları da ortada! Yapılan çalışmaların tümü, tabandaki sınıf bilinçli, fedakâr emekçilerin inisiyatifi sayesinde gerçekleşti. Pekiyi, bürokrasi bir eylem hazırlığının nasıl yapıldığını bilmediğinden mi böyle davrandı? Hükümetle ve sistemle köprüleri atmayı en kötü kâbus olarak gören, kendi bürokratik kastının çıkarlarını sınıfın çıkarlarından üstün tutan bir anlayıştan başka türlüsü de beklenemezdi. Grev ve TİS hakkı gibi ciddi bir talep, ona uygun bir hazırlık gerektirir. Fakat kendi sınıfının gücüne güvenmeyenlere, emekçiler hiç güvenmez. İşçi sınıfı gerçekçi ve akılcıdır. Eylemi gerçekleştiren önderlik, kendisine güven vermiyorsa, işini kaybetme korkusu yaşıyorsa, greve katılmaktan imtina edecektir. KESK Başkanı Sami Evren, greve katılımın yüzde 90 düzeyinde olduğunu sayıklayadursun, gerçekte KESK, kendi tabanındaki ciddi bir kitleyi eyleme çekemedi. Bunun bütün sorumluluğu ise, mevcut sendikal yönetime ait. İşbirlikçi bürokratik önderliklerden kurtulmak için, sendikalarımıza sahip çıkmaktan, mücadeleyi büyütmekten başka şansımız yok. Bunun için öncelikle, işyerlerimizde ve sendikalarda 25 Kasım eyleminin bir bilançosunun çıkarılmasını sağlamaya çalışmalıyız. Bu bilançoyla birlikte 25 Kasım’ın ardından, sendikalarımızın grev ve TİS hakkını elde etmek için bir eylem planı oluşturmasını sağlamalı ve 25 Kasım eylemine katılan hiçbir emekçinin, bu eyleme katılmasından ötürü mağdur olmaması için hazırlıklara girişmeliyiz. İnanıyoruz ki, işçi sınıfının devrimci partisi de, bu ve bunun gibi mücadeleler içinde inşa olacaktır.
İşçi Cephesi, 30 Kasım 2009
Henüz gösterime girmemiş olan film, bugüne kadar bazı festivaller ve şenliklerde gösterildi. Bunların yanı sıra çeşitli üniversite ve kurumların istekleri üzerine oralarda da yayınlandı. Belgesel önümüzdeki dönemde 4-11 Aralık tarihleri arasında gerçekleşecek Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali kapsamında ve 3–18 Nisan 2009 tarihleri arasında gerçekleşecek olan Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde gösterilecek. Diyarbakır’da işlenen suçu ve suçluları anlatan belgeseli; rejimin uygulamalarının ne denli acımasız olabileceğini daha iyi anlamak ve ne tür tehlikelere karşı örgütlü olmamız gerektiğini öğrenebilmek için işçi arkadaşlarımız ile izlemeli, üzerine konuşmalıyız.
5 No’lu Cezaevi belgesel filmi 12 Eylül askerî darbesinin ardından “sinema salonlu, havuzlu, lüks” olduğu söylenerek inşa edilen Diyarbakır Cezaevi’nin 1980–84 yılları arası dönemini izleyiciye aktarıyor. Belgesel “12 Eylül” belgeselinden alınmış olan Kenan Evren’in konuşması haricinde (aralarında Ahmet Türk ve Recep Maraşlı gibi isimlerin de bulunduğu) tamamı tutuklu ve tutuklu yakınlarından oluşan görgü tanıklarının konuşmalarından oluşuyor. Belgeselin çekimi sürecinde, sorumlu askerlerin hiçbiri konuşmayı kabul etmemiş, kendi adlarını kullanmayan gardiyanlara ise hiçbir şekilde ulaşılamamış. Beş tutsağın açlık grevi ile, dördünün ise kendini yakarak protesto ettiği Diyarbakır Cezaevi’nde otuz dört insan yaşamını yitirmiş ve de yüzlerce insan sakatlanmıştı. Sistematik işkenceye maruz kalmayan ise yoktu. 5 No’lu Cezaevi bu koşulların belgesele aktarıldığı ilk film olması ile de ayrı bir öneme sahip.
Çayan Demirel Kimdir? • Çayan Demirel sinemaya Özcan Alper (Sonbahar filminin yönetmeni) ile beraber çektiği belgesel film ile başladı. Dersim’li Kürt ve Alevi bir ailenin oğlu olan Çayan Demirel annesinin konuştuğu dili bilmeyerek ve de Kürt olmanın türlü sakıncalarını yaşayarak büyüdü. Alper ile yaptığı belgeselin ardından “kendisini daha iyi ifade edebileceği alanlara” yöneldi. Tek başına tamamladığı ilk filmi, şu anda gösterimi yasaklı olan Dersim 38 adlı belgesel film idi. Yönetmen bu filmin çekimleri sırasında belgeler bulmak ve görgü tanıklarını konuşturmak konusunda ciddi sıkıntılar yaşadı. Ancak Çayan Demirel Dersim 38’in gösterilememesine rağmen bu konuyu ilk kez belgesele taşıyıp belgeleyerek arşivlemiş olmanın dahi bir zafer olduğuna inanıyor. Yönetmen, Dersim 38 belgeselinin ardından tamamen kendi iletişimleri üzerinden kurduğu bağlar aracılığı ile görgü tanıklarına ulaşıp 5 No’lu Cezaevi’nin çekimine girişti. Yaşadığı ciddi geçim sıkıntılarına rağmen yaptığı işe sarılan Demirel son olarak Altın Portakal Film Festivali’nde 5 No’lu Cezaevi ile En İyi Belgesel Film ödülünü kazandı.
Yönetmen: Orhan Eskiköy, Özgür Doğan, Senaryo: Orhan Eskiköy, Oyuncular: Emre Aydın, Zülküf Yıldırım, Rojda Huz, Vehip Huz.
İLAN TAHTASI
Yönetmen: Çayan Demirel, Tür: Belgesel, Süre: 96 dakika, Yapım yılı: 2009
2
Öğretmen ve öğrencilerin gerçek olduğu ve yönetmenin öğrencilik yaşamından yola çıkarak yazılmış, sade ve samimi diliyle izleyicileri etkileyen film, 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde bu yıl ilk kez verilen En İyi İlk Film Ödülü’nü kazandı; ve Uluslararası Ortadoğu Filmleri Festivali’nde en iyi Ortadoğu Belgeseli Ödülü’nü aldı. Şanlıurfa’nın Siverek ilçesindeki demirci köyüne tayini çıkmış Denizlili Emre öğretmenin Türkçe bilmeyen Kürt çocuklarına Türkçe öğretmesini konu alan film birçok açıdan izlenmeye değer. Özellikle bölge insanının yaşadığı yoksulluk, yokluk ve unutulmuşluğu, ana dilde eğitim görememenin vermiş olduğu zorlukları ve Türkçe bilmedikleri için kendilerini ifade edemeyen çocukların yaşadığı sıkıntıları anlayabilmek açısından önemli bir film. Eğitimin baskıcı ve zorlayıcı yönlerini tekrar hatırladığımız filmde Kürtçenin inkâr ve asimilasyona nasıl maruz kaldığına da tanık oluyoruz. Film ayrıca Türk öğretmenin Kürt köyündeki yalnızlığını, o coğrafyadaki insanların yaşadıkları zorlukları görmeye ve anlamaya başlamasını, öğrencileriyle zor da olsa iletişime geçmesini ve aralarında yaşanan hem komik hem de çok düşündüren diyalogları bulabileceğiniz güzel bir film. Özellikle Kürt açılımının sıkça konuşulduğu bugünlerde bir kez daha ana dilde eğitim ve ana dilde konuşma özgürlüğü talebinin önemini anlamak ve görmek için bu film bir başlangıç olabilir.
AHMET ULUÇAY (1954 – 2009) SAYI: 12 • ARALIK 2009 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi Sahibi ve yazı işleri müdürü Oktay Orhun (Enternasyonal Yayıncılık) Yönetim yeri Caferağa Mah. Sarraf Ali Sok. Saraçoğlu İş Hanı No: 36/17 Kadıköy - İstanbul 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 20 TL • Yurtdışı: 20 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Estet Ajans Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 1,5 TL
1954 yılında Kütahya’da doğan ve sinemayla 1960 yılında, ilkokul sıralarındayken köye gelen bir seyyar sinemacı sayesinde tanışan ve daha 12 yaşındayken arkadaşı İsmail Mutlu ile sinema makinesi yapmak için yola koyulan Ahmet Uluçay, beyin tümörü nedeniyle tedavi görmekte olduğu hastanede 30 Kasım 2009 tarihinde vefat etti. Çocukluk yıllarından hareketle çektiği tek uzun metrajlı filmi Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, Türkiye’de ve yurtdışında 40’a yakın ödül almıştı. Biz onun yaptığı gemide hâlâ yolcuyuz. Sevgi ve özlemle…
NE SAVUNUYORUZ? neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Egemen sınıfın her türlü diktatörlük rejimine karşıyız ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.
EMEK GÜNCESİ
3
Esenyurt belediye işçileri direniyor İC-Haber, 30 Kasım 2009 Aziz Nesin bir yazısında kapitalist sınıfın psikolojisini analiz ederken onu “korkudan korku üreten zümre” olarak tanımlamıştır. Onun korkusu işçilerin yaşadığı haksızlığın bilincine varıp bu hale karşı tavır alma ihtimalidir. Korkusunun üstesinden gelebilmek için de işçilere var gücüyle baskı uygulayıp, bizi kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmemiz için gözetim altında tutar. Bu korku öyle bir hal alır ki onun desturuyla yasa yapan meclisinden geçen işçi haklarını dahi, sudan ve asılsız nedenlerle yok sayabilir. Tıpkı sendikalaştıkları için işlerine son verilen Esenyurt Belediye İşçileri gibi. Esenyurt Belediye İşçilerinin direniş süreci, AKP hükümetinin yerel seçimler öncesi bazı belediyeleri birleştirme ve kapama yasasıyla başlamıştır. Özünde rant olan yasanın uygulamaya alınması ile şu an direnişte olan işçilerin çalıştığı Yakuplu Belediyesi kapatılır ve işçiler önce Beylikdüzü Belediyesi’ne sonra da Esenyurt Belediyesi’ne aktarılır. Bu aktarım işçilerin özel durumları dikkate alınmadan yapılır. Yani daha işin ba-
şında mağduriyetle başlar süreç. Bu süreci yaşayan işçilere AKP’li Esenyurt Belediye başkanı Necmi Kadıoğlu, üyesi oldukları Belediye-İş’ten istifa etmeleri yönünde baskı yapar. Sendikalı olmalarına rağmen karşılaştıkları durumu bilen işçiler, sendikasız oldukları takdirde karşılaşacakları hali tartarlar ve tüm tehditlere aldırış etmeden sendikalı kalmaya karar verirler. İşçilere diş geçiremeyen belediye yönetimi onları caydırmak için olmadık işlerde görevlendirir. Hatta direniş sırasında belediye başkanı ve onun güvenlik birimi tarafından darp bile edilmişlerdir. Fakat tüm bu baskılar birlikte hareket eden bilincin karşısında çaresiz kalınca, yönetim acizliğinin bir göstergesi olarak 16 işçinin işine son verir. Gerekçe olarak da, iş kanununun 25. maddesince ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırılık gibi asılsız bir nedeni sebep göstererek, gerçeği gizlemeyi amaçlamıştır. İşçiler dayanışma içinde • Yaşamış oldukları haksızlığa karşı belediye önünde nöbet tutan işçilere ne “halkçı” CHP, ne “kul hakkından korkan” AKP ne de burjuva
basın ilgi göstermiştir. Esenyurt Belediye işçileri kendileri gibi aynı durumdan muzdarip olan direnişteki Sabiha Gökçen Havalimanı işçilerini, SSK Okmeydanı işçilerini ve Sinter Metal işçilerini yanında görmüş ve onların da yanında yer almıştır. Sınıf dayanışmasının gerekliliğini bilen Esenyurt işçileri dayanışma gecelerinde de işçi kardeşlerince yalnız bırakılmadı. Öte yandan hükümetin bu dayanışma gecesine temsilci olarak, gecede satılan biletlerin sayısını tutacak ve satılan biletlerden alınacak verginin muhasebesini yapacak maliyecilerini göndermesi emekçinin emekçiden başka dostu olmadığını göstermektedir. Bugün Esenyurt Belediye işçileri haftanın 6 günü işyerlerinin önünde nöbet tutarak ve çarşamba günleri Esenyurt Köyiçi Meydanı’ndan belediyeye yürüyüş düzenleyerek emekçi düşmanı rantçı belediyecileri rahatsız etmekte ve onları diken üstünde oturtmaktadır. Nitekim emek düşmanları bu korkusunda da gayet haklıdırlar. Esenyurt Belediye işçileri sendikalı olarak görevlerine iadelerini istiyorlar. Bu haklı direnişe İşçi Cephesi olarak biz de ses olup seni desteğe davet ediyoruz...
Okmeydanı hastanesi işçilerinin kazanımlarının ardından Şahin Yıldırım, 29 Kasım 2009 Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde DİSK’e bağlı Dev Sağlık-İş Sendikası’na üye oldukları gerekçesiyle işten atılan 18 taşeron işçisinin 45 günlük kararlı mücadelesi kazanımla sonuçlandı. Bugün Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde farklı taşeronlara bağlı 800’e yakın işçi çalıştırılıyor. İşçilerin geneli 500-600 TL civarında ücretle çalışıyorlar. Ayrıca hastane yönetimi taşeron işçilerini sağlık personeli gibi de çalıştırmaktan geri durmuyor. AKP’nin sağlıkta dönüşüm programı dediği bu olmalı. Taşeronlaşma, esnek ve kuralsız çalışmanın adıdır. Sadece bu hastanede değil, tüm hastanelerde bu çalışma sistemi yaygın bir şekilde uygulanmakta. Nitekim Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde taşerona bağlı 300’e yakın işçinin 2,5 aylık ücreti şirket tarafından gasp edildi. İşçiler, bunun üzerine bir günlük iş bırakarak protesto eylemi gerçekleştirdi. İşçiler hem hastane yönetimine karşı hem de taşeron şirketine karşı haklarını korumak ve güvence altına almak için Dev-Sağlık Sendikası’nda örgütlendi. Bugün yaşanmakta olan hak gaspı, sadece Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde ve ona bağlı taşeron şirketlerinde yaşanmıyor. Bu yaşanan sorun sermayenin açgözlülüğünden kaynaklanmakta. Bir sistem düşünün hem işçi ve emekçileri açlık sınırının altında bir ücretle çalıştıracaksınız hem de hiç utanmadan sıkılmadan 2,5 ay çalıştırdığınız bu işçilerin ücretlerini vermeyeceksiniz. “Olacak iş mi?” diye soranlar olabilir. Evet, bugün yaşadığımız bu düzende neredeyse tüm işyerlerinde buna benzer sorunlar yaşanmakta. Bu sorunlara boyun eğmeyen işçiler işyerlerinde direnişin simgeleri haline geliyorlar. Okmeydanı hastanesindeki taşeron işçilerinin mücadelesinin kazanımla sonuçlanması önemli bir başarı olarak görmek ve değerlendirmek gerekir. Bu açıdan başta 45 gündür direnişi sürdüren işçiler olmak üzeri bağlı bulundukları sendikaya (Dev Sağlık-İş) bundan sonrası için büyük görevler düşmekte. Bugün yaşadığımız ekonomik krizde sermaye sınıfının tüm faturayı işçi ve emekçilere ödetmek istediğini hepimiz gayet iyi biliyoruz. Ayrıca sermayenin bu durumu fırsat görerek işçi ve emekçilerin en ufak hak arama mücadelelerine tahammül edemediği bir süreçten
geçtiğimizi görüyoruz. Tahammül etmiyorlar çünkü mücadelenin sonucunda hak kazanımı olduğunu biliyorlar. Bu kazanım başka işçi ve emekçiler için örnek teşkil edecek ve olabilirliği gösterecek. İşte patronların korkusu buna. Başbakan 25 Kasım’da greve çıkan kamu emekçilerine neden saldırıyor dersiniz? İşte aynı korku. Okmeydanı SSK işçileri mücadeleye önderlik etmeli • Okmeydanı SSK işçilerinin 45 günlük onurlu direnişinin kazanımla sonuçlanması mücadelenin bittiği anlamına gelmiyor. Evet, bu mücadelenin sonucunda başta hastane yönetimi olmak üzere taşeron şirket geri adım attı. Ama hem hastane yönetimi hem de taşeron şirketin yeni saldırılar için hazırlık yaptığı unutulmamalı. Bu açıdan işçiler ve sendika bu mücadeleyi mümkün olduğunca yaygınlaştırmak durumunda, sorumluluğunda. Bu mücadelelnin kazanımın yaygınlaşmasına bağlı olduğunu hepimizi gayet iyi biliyoruz. Bu görev bugün Dev Sağlık- İş Sendikası’na düşmektedir. Bugün sermaye nasıl ki ortak çıkarları için ağız birliği ederek işçilere ve emekçilere saldırıyorsa, sosyalistlere, mücadeleci sendikacılara, mücadeleci işçilere düşen görev ortak çıkarlarımız için mücadeleleri biraraya getirmenin yollarını bulmaktır. Bugün sendikalaştıkları için işten atılan başta Sinter (Birleşik-Metal), Sabiha Gökçen havalimanı (Hava-
İş), Esenyurt Belediye (Belediye-İş 2 nolu şube), Azim Kargo (TÜMTİS) işçilerinin mücadelesini bir arayan getirme görevi başta sendikalara düşmektedir. Çünkü hepimiz şunu çok iyi biliyoruz, mücadeleler yalnızlaştıkça yenilmeye mahkum oluyor. Mücadelenin birleştirilmesine karşı ileriye surülecek herhangi bir bahane veya gerekçe mücadelenin birleştirilmesinden daha önemli olamaz. Bu zorlu süreçte tabii ki direnişçi işçilerin omuzlarında daha büyük bir sorumluluk var. Bu konuda eğer sendika yönetimleri üzerlerine düşen görevleri yerine getirmezlerse işçiler bunu sorgulamalıdır. Bugün yaşanan direnişler sendikal rekabete feda edilemeyecek kadar kıymetlidir. (Örneğin, Okmeydanı SSK işçilerinin 45 günlük direnişiyle yukarda adını saydığım direnişteki işçiler bir araya gelebildiler mi? Ya da tersi. Bir başka örnek ise, Sinter, Sabiha Gökçen, Esenyurt belediyesi işçileri Taksim’de ortak basın açıklaması yaptıklarında direnişte olan Okmeydanı SSK işçileri burada neden yer almadı?) Kuşkusuz sadece sendikacılara görev düşmüyor. Sosyalistlere de büyük görevler düşüyor. Sosyalistler de kendi iç rekabetlerinden dolayı bilerek ya da bilmeyerek yaşanan mücadelelere zararlar verebiliyorlar. Bundan dolayı sosyalistler yaşanmakta olan mücadelelere öncelikle kendi dar grup siyaset anlayışıyla değil, mücadelenin kazanılmasına yönelik bir pespektifle yaklaşma sorumluluğunda olmalıdır.
4
POLİTİKA
Parlamentoda açılım tartışmaları:
Geçmişten günümüze burjuvazinin Kürt sorununda çözüm arayışı AKP hükümeti adına ilk konuşmayı yapan İçişleri Bakanı Beşir Atalay da milliyetçi yüreklere su serpti: “Demokratik açılım üniter yapımızı, birlik ve bütünlüğümüzü bozacak hiçbir unsur ihtiva etmemektedir.” Bir nevi “ürünlerimizde domuz eti bulunmamaktadır” gibi bir açıklama Oktay Benol, 3 Aralık 2009 Kürt sorunu henüz adında dahi anlaşma sağlanamamış tarihsel, toplumsal, siyasal derinliği olan bir konu. Adı gibi tanımı, çözümü, muhatabı da taraflara göre değişmekte. Sadece çok ciddi bir sorun olduğu konusunda mutabakat var. Burjuvazi bu ciddi sorun karşısında şimdiye kadar, işçi sınıfı ve sosyalist harekete yaptığı gibi, ezerek çözme yöntemini benimsedi. Asker-polis marifetiyle rejimin tüm silahlı gücünü bu alanlarda kullanmaktan çekinmedi. 1980 askerî darbesi ve diktatörlük yılları boyunca fiziki, siyasi baskı ve şiddet en üst seviyelere ulaştı. İşçi sınıfı ve sosyalistler gibi Kürtlerin de hafızalarına bu yılların ağır faturaları kazındı. Postallar altında yıllarca ezilenler gün geldi, “yeter artık!” dedi. “Yeter artık!” deyince işler de tersine dönüverdi. İçinden çıkılamayan bir savaş egemen oldu. İnsani, mali fatura büyüdükçe büyüdü. Gün geldi burjuvazi için bu savaş taşınamaz bir hal aldı. Bir yanda savaş sürerken diğer yanda burjuva liberal çözüm arayışları başladı. Başından itibaren Turgut Özal, Kürt sorununda burjuva liberal çözümün ateşli bir taraftarıydı. Bir yandan rejimin asker-sivil dengesini hizaya çekmeye çalışırken diğer yandan el altından sorunun çözümünde muhatap gördüğü Kürt liderlerle temas kurma peşindey-
dığı açık seçik söylenmeli ve resmi ideolojiyi yüksek sesle sorgulayabilmeliyiz.” Teşhis doğru ama icraat yoktu. Aradan 18 yıl geçti. Binlerce insanın kanı, sevenlerinin gözyaşı göz göre göre aktı, sel oldu. Erdoğan bu kez başbakan; sorunu çözmek için kolları sıvıyor. “Kürt açılımı” olarak başlattığı çözüm arayışına önce “demokratik açılım” sonra da tüm yanlış anlamaları ortadan kaldıracak şekilde “Milli Birlik Projesi” adını veriyor… Özal ile Erdoğan arasında kalan dönemde bazı burjuva liderlerin açılım girişimlerini hatırlayınca sonuncunun nereye varacağı konusunda şüphelenmemek elde değil. Süleyman Demirel`in başbakan sıfatıyla 1993’te söylediği “Kürt realitesini tanıyoruz” sözü adeta bir deprem etkisi yaratmıştı. Cumhuriyet tarihinin bir dönüm noktası olduğunu söyleyenler dahi olmuştu. Devamı gelmedi. Başbakan yardımcısı ve ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, 16 Aralık 1999’da Diyarbakır’da, “Avrupa Birliği üyeliğimize giden yolun Diyarbakır’dan geçtiğine inanıyorum” demişti. Devamı gelmedi. Başbakan Erdoğan Ağustos 2005’te “Türkiye’deki sorunun adını koymak gerekiyorsa koyuyorum. Adı Kürt Sorunu’dur.” demişti. Sonra uzun bir sessizlik… Yine militarist söylem ve politikalarla geçen yıllar... Şimdi geldik “Milli Birlik Projesi”ne…
MHP’nin gündemi her zaman olduğu gibi bölünmeydi: “Hükümet eliyle Türkiye için bölünme modelleri arayışına girilmesine, siyasi tarihimizde ilk defa şahit olunmaktadır.” MHP adına konuşan Bahçeli, bu tema üzerinden devam etti: “Bugün burada neyi tartışacağız? Nasıl bölüneceğimizi mi? Nasıl ayrılacağımızı mı?” Bahçeli süreci de şöyle tarif etti: “Terörle mücadele bırakılmış, terörle müzakere ve mütareke süreci başlatılmıştır. Terörün tasfiyesi yerine, milli kimliği ve milli devleti tasfiye etmek için yola çıkan hükümet, bölücülüğün önünü açmıştır.” DTP adına konuşan Ahmet Türk, kendilerine yönelik suçlamalara, “hiç kimsenin bayrakla, sınırlarla bir sorunu yoktur, olmaz. Ülkenin ortak dili Türkçedir, Türkçe olmaya devam eder. Hatta kendi anadilinde eğitim yapacak olanlar için, Türkçe ortak iletişim dili olarak korunur” diye cevap verdi. Türk, sorunu nasıl gördüklerini ise şu sözlerle ifade etti, “sorun bir Kürt-Türk çatışması değildir. Sorun, Kürtler başta olmak üzere vatandaşlarına demokrasiyi, özgürlükleri çok gören, resmi devlet ideolojisi sorunudur. Bu ülkede demokrasi ihtiyacı olan sadece Kürtler de değildir. Ülkede Türk kavramı ve millet tanımı bile, bu resmi ideoloji tarafından, özünden boşaltılmıştır.”
Bir yanda 40 bin insanın hayatını kaybettiği çözümsüz kılınmış bir sorun. Diğer yanda 12 aylık bilançosuyla dünya için olduğu gibi Türkiye için de çok yıkıcı sonuçlar ortaya çıkaran dünya ekonomik krizi. Her ikisinin de sorumlusu burjuva kapitalist düzen di. Motivasyonu ve çözümden anladığı tabii ki “Kürtlere demokratik hakları verilsin, çektikleri çile bitsin” değildi. Belli taviz ve anlaşmalarla siyasi-toplumsal bir iç denge sağlayarak başta Kafkasya ve Ortadoğu olmak üzere yayılmacı bir politikayla Osmanlı’nın altın yıllarına dönmenin hayalini kurmaktaydı. Bir koyup üç alma politikasıyla popülist-pragmatist burjuva liderliğin en iyi Şark örneklerinden biri olmayı da başardı. Kendinden sonraki burjuva politikacılar hep onu örnek alsa da gölgesinden çıkabilen olmadı. Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte ise boynuz kulağı geçti. Erdoğan, Özal’ın birebir kopyasıdır. “Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı” sıfatıyla anılan Özal ile işçilere, “ayakların baş olduğu ne zaman görülmüş” diyerek kükreyen Erdoğan’ın işçi düşmanı performansı aynı ölçüdedir. Kürt sorununa burjuva liberal çözüm üretme konusunda da bu ortaklık devam etmektedir. Özal, 1992 yılında ANAP Milletvekili Adnan Kahveci’den Kürt sorunu hakkında bir rapor hazırlamasını istemişti. Kahveci Mayıs 1992’de raporunu Özal’a sundu. Burjuva çözüm arayışındaki Özal’a sunulan raporun adı, “Kürt Sorunu Nasıl Çözülmez?” idi. Burjuva dahi olsa çözümün önünde önemli engeller olduğu açıktı. 1991 yılında Erbakan’ın isteği üzerine bir rapor hazırlatan Erdoğan’ın önüne konan raporda da özetle şöyle yazıyordu: “…Türkiye’de 75 yıldan beridir resmi ideolojinin Kürt meselesinde inkârcı, asimilasyoncu, baskıcı davran-
“Kürt açılımı” parlamentoda: Çözümsüzlüğün yeniden yapılandırılması • Önce 10 Kasım’da Atatürk’ün ölüm günü ile açılım görüşmesinin aynı tarihe getirilmesi üzerinden incir çekirdeğini doldurmayan tartışmalarla dolu bir ön görüşme yapıldı; ardından “açılım” önergesi kabul edildi. 13 Kasım’da da önergenin genel görüşmesi gerçekleşti. AKP hükümeti hedefini ve sorunu şöyle tarif etti; “Hedef milli birlik ve kardeşlik projesidir. Öncelikli sorun terör sorunuyla mücadeledir. Etnik unsurların sorunuyla mücadeledir…” AKP hükümeti adına, ilk konuşmayı yapan İçişleri Bakanı Beşir Atalay da milliyetçi yüreklere su serpti: “Demokratik açılım üniter yapımızı, birlik ve bütünlüğümüzü bozacak hiçbir unsur ihtiva etmemektedir.” Bir nevi “ürünlerimizde domuz eti bulunmamaktadır” gibi bir açıklama! Bu açıklama ve tariflerin ardından uzun bir yapılacaklar listesi de sıralandı. İşin özünü bu birkaç satır anlattığı için başkaca bir alıntıya ihtiyaç yok. CHP adına söz alan Baykal her zamanki gibi açık ve netti: “Terörle mücadele edilir, müzakere edilmez!” Devamında görüşlerine daha da bir açıklık getirdi: “Bizim bir devletimiz var. Devletimizin adı Türk Devleti, milletimizin adı Türk milleti.” Baykal’ın Başbakan’dan bir de talebi vardı: “Başbakan’ın, şöyle yüreğini doldura doldura Türk milleti dediğini duymak istiyorum.”
DTP bir yana, parlamentodaki bu açılım konuşmaları Türkiye’de burjuva parlamenter politikanın kısa vadeli planlar üzerinden, beylik ve hamasi konuşmalarla ve çoğunlukla toplumsal bir temsiliyet bağı kurulmaksızın tepeden inme, ben yaptım oldu zihniyetiyle yapıldığını bir kez daha gösterdi. Burjuva politikanın özünü oluşturan popülizm-pragmatizm ekseni açılım konuşmalarına da damgasını vurdu. “Kürt açılım” tartışmaları şimdiden muhtemelen 2011 yılında yapılacak genel seçimlere endekslenmiş durumda. Şurası çok açık ki açılım tartışmalarıyla mevcut sorunlar çözülmüyor. Çözümsüzlük yeniden yapılandırılıyor. Bir yanda 40 bin insanın hayatını kaybettiği çözümsüz kılınmış bir sorun. Diğer yanda 12 aylık bilançosuyla dünya için olduğu gibi Türkiye için de çok yıkıcı sonuçlar ortaya çıkaran dünya ekonomik krizi. Her ikisinin de sorumlusu burjuva kapitalist düzen. Oysa düzenin sahibi patronlar ve politikacılar üzerlerine alınmıyorlar. Onlardan çözüm-çare beklemek için aklımızı kaçırmış olmamız lazım. Toplumsal mücadelenin ana eksenini doğrudan sınıf mücadelesi üzerine kurmaksızın işçi sınıfının ve emekçi yoksul halkların sorunlarına gerçekçi ve kalıcı çözümler üretilemez. Bunu da işçi sınıfı ve emekçi yoksul halklar ancak kendileri yapabilir.
Toplumsal mücadelenin ana eksenini doğrudan sınıf mücadelesi üzerine kurmaksızın işçi sınıfının ve emekçi yoksul halkların sorunlarına gerçekçi ve kalıcı çözümler üretilemez. Bunu da işçi sınıfı ve emekçi yoksul halklar ancak kendileri yapabilir
POLİTİKA
İstanbul’da metrobüs ücretlerine büyük zam
5
Sol bir parti mi, İşçilerin devrimci partisi mi? Oktay Benol, 2 Aralık 2009
29 Mart Yerel Seçimleri öncesi çeşitli bölgelerde toplantılar yapıyorduk. Katılımcı işçi ve emekçilere görüşlerimizi anlatıyor, onlardan da görüşlerini alıyorduk. Toplantılarımızdan birine 70 yaşlarında emekli bir kadın emekçi de katılmıştı. Saatler süren toplantıyı sonuna kadar sabırla dinleyip, söylediklerimizin hepsine katıldığını ifade etmişti. Ona göre haklıydık ama bir konu da görüşü değişmemişti. Oyunu İstanbul Belediye Başkan Adayı Kemal Kılıçdaroğu’na verecekti. Deniz Baykal’a rağmen CHP desteklenmeliydi. Oylar bölünmemeli, AKP’nin değirmenine su taşınmamalıydı. Bizler tabii ki doğruları söylemeye devam etmeli, mücadeleden vazgeçmemeliydik ama sandık başında birleşmeliydik. Şeriata, yobazlığa, karanlığa karşı...
Ç. Nilsu, 28 Kasım 2009 16 Kasım 2009 tarihinde İstanbul’daki metrobüs hattının bilet fiyatlarına yapılan zam ve değişiklikler başta emekçiler ve gençler olmak üzere herkesi etkilemeye ve düşündürmeye devam ediyor. Metrobüslerin alımı, yolların yapımı ve hizmete sunumu süreçlerinin kafa kurcalayan problemleri bu zamlarla birlikte kendini daha da açığa vurdu. Yanlış yapılan yatırımların yükünün emekçilerin sırtından çıkarılmaya çalışılması planları şimdi gözle görünür hale geldi. Seçimler öncesi “İstanbul’un senelerdir çözüm bulunamayan trafik sorununa çözüm getireceğiz” vaadiyle hizmete sunulması için aceleye getirilen metrobüs yolları birkaç ay içinde bozulup trafiği aksattı. Teknik sorunun büyüğü ise bu değil; her biri 2,4 milyon TL değerindeki yeni alınan 50 metrobüs de sık sık arızalanma ve performans düşüklüğü gösteriyor. Bu sebeplerle 35 metrobüs İETT’nin garajına kaldırıldı; fakat belediye tarafından normal bir otobüsün iki katı fiyatına ‘en konforlu yolculuk’ amacıyla alınan bu otobüsler durdukları yerden külfet olmaya devam ediyor. Çünkü alınan fakat kullanılamayan metrobüslerin maliyeti ulaşım zammı üzerinden bizim cebimizden karşılanmaya çalışılıyor. İşin bir de sermayedarların karıştığı yönü var. Zamanında CHP’li Kılıçdaroğlu’nun da gündeme getirdiği metrobüs ihalesine şüpheli bir şekilde Hollandalı firma daha önce hazırlanan teknik şartnameye uyan tek firma olarak girmiş ve ihaleyi almıştı. Otobüs üretiminde önde gelen ülkelerden biri olan Türkiye’nin neden Hollanda’dan bu kadar yüksek fiyata otobüs aldığı sorusu firma ve devlet arasında da bir siyasi bağ var mı sorusunu doğurmuştu. Sonuçta olan oldu, ihaleyi kazanan kazandı. Bu durumdan zararlı çıkanın yapılan son zamlardan da görüldüğü üzere işçiler, emekçiler olduğu ise açık.
Aylık Akbil artık 160 kontör • İETT araştırma yapıyor ve İstanbul taşımasında kullanılan aylık akbilin aylık kontör sayısının çok olduğuna karar veriyor. 200 kontör sayısını 160’a indiriyor. Mesafeye göre ücret alımının metrobüs için geçerli olmadığını söylüyor ve metrobüste bir binişi iki akbil kontörüne çıkartıyor. Tam bilete 2 TL, indirimliye 1 TL fiyat kesilmesine karar kılınıyor. Bu tespitler yapılırken okuluna ulaşmak için ayda 200 kontörün hepsini kullanan öğrenci ve günlük gelirinin 15 TL olduğunu, bunun 10 TL’sini ulaşıma harcadığını söyleyen işçi nasıl oluyorsa gözden kaçıyor! Metrobüsü makam aracıyla gezen devletin önde gidenleri ve özel arabalarıyla dolaşan tuzu kurular değil özellikle metrobüs güzergâhı üzerinde yoğunlaşan, bu güzergâhı işçi ve öğrenciler kullanıyor! “Metrobus hattında başlangıçta (17–24 Eylül 2007) ücretsiz, takip eden üç ay boyunca (24 Eylül–31 Aralık 2007) yüzde 50 indirimli olmak üzere taşıma hizmeti verilmişti. Toplu taşımayı teşvik amacıyla bilet fiyatı diğer İETT hatları ile aynı seviyede tutulmuştu.” İETT’nin kendi ibaresi olan bu sözler yavaş yavaş uygulamaya konulan değişiklikleri anlamada en açık sözler aslında. Teşvik amaçlı uygulamalara gidildi, ardından bilet fiyatları eşitlendi, ardından ‘aktarma almaz - aktarma verir’ sistemiyle alınan ücret arttırıldı ve en son da şimdiki zamlarla hedefe ulaşıldı. Bu sistemli süreç içerisinde metrobüs dışında kullanım için alternatif otobüsler kaldırıldı, teşvik amacına ulaştı ve metrobüse bağımlılık sağlandı. Memura yapılan yüzde 2,5’luk zam ile metrobüse yapılan yüzde 33’lük zammın karşılaştırılması bu haksızlık karşısında İstanbul’da bir takım eylemliliklerle sonuçlandı. Örgütlülük ve yerinde talepler hem lehimize sonuçları hem de ücretsiz ulaşım gibi temel hak kazanımlarını beraberinde getirecektir.
Alaaddin Karadağ
sokak ortasında infaz edildi! Alaaddin Karadağ 19 Kasım 2009 günü, saat 21.00 sularında, Esenyurt’ta Avcılar İlçe Emniyet Müdürlüğüne bağlı polislerce yol ortasında infaz edildi. Burjuva basın ve de emniyet müdürlüğü Karadağ’ın daha önce ölüm orucunda bulunmuş olmasından ve de TKİP’li olduğundan ötürü infazını meşru göstermeye çabaladılar. Polis tutanaklarına göre infaz bir çatışma sürecinde gerçekleşmişti. Ancak tüm görgü tanıklarının şahitlikleri ve polis tutanağındaki birbiri ile çelişen veriler bu sonucu yalanlar nitelikte. Konu ile ilgili olarak Çağdaş Hukukçular Derneği olayı bir cina-
yet olarak niteleyip, hukuk dışı önlemler ile konunun örtbas edildiği açıklamasında bulundu. Alaadin Karadağ ise, katledildiği yerde, vücudunda ona yakın yara ile yatmaktaydı. Tanıklardan birine göre ise, son olarak uzun boylu bir sivil polis tarafından ağır yaralanmış ve de ancak ölümünün ardından sağlık ekipleri aranmıştı... Aladdin Karadağ’ın ölümü bir ilk değil. Ancak son olmasını istiyoruz. Karadağ’ın ailesine ve yakınlarına baş sağlığı dileriz.
Birleşme nerede olacak? • Gün görmüş, birçok olaya tanıklık ederek saçlarını ağartmış emekçi ablamız dediğini yaptı. Oyunu Kılıçdaroğlu’na verdi. Biz de dediğimizi yaptık, oylarımızı işçi-emekçi adaylara verdik. Sonuçta desteklediğimiz işçi-emekçi adaylardan kazanan olmadı. Çok az oy alabildiler. Kazanmalarını çok isterdik çünkü bir fark yaratabileceklerine inanıyorduk... Kılıçdaroğlu da kaybetti, AKP’nin adayı Kadir Topbaş kazandı. Kuşkusuz Kılıçdaroğlu işçi-emekçi adaylara verilen birkaç yüz oydan dolayı kaybetmedi. Kazanmak için milyonlarca oy gerekiyor. Ama diyelim ki Kılıçdaroğlu kazansaydı, ne olacaktı? Ne olacağını ve bugüne kadar ne olduğunu Onur Öymen’in Dersim katliamını onaylayan sözlerinin ardından hep birlikte gördük. CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen katliamı onayladı, Genel Başkan Deniz Baykal arkasında durdu, Kılıçdaroğlu bir iki mırıldandı sustu. Şimdi haklı olarak başta Aleviler olmak üzere bugüne kadar CHP’ye oy veren birçok insan bu duruma tepki gösteriyor. Muhtemelen o emekçi ablamız da; çünkü o da Alevi olduğunu söylemişti. CHP’nin ve adayı Kılıçdaroğlu’nun ne olduğunu anlamak için bu son örneğe gerek var mıydı? Türkiye siyasi tarihi CHP ile ilgili benzeri yüzlerce örnekle dolu durumda. Oyumuzu kime vereceğiz? • Şimdi önümüzdeki seçimde oyumuzu kime vereceğiz? Oylar AKP’ye gitmesin diye yine CHP’ye mi? Alevi-Kürt-Türk-Ermeni şu bu diye önümüze çıkarılacak bir başka adaya mı? Seçim toplantılarımızda hep söylediğimiz gibi bize göre ölçü emekten yana bir programa sahip olmaktır. Emekten yana bir programı en iyi uygulayacak olanlar ise tabii ki işçi-emekçi adaylar olacaktır. “Oyumuzu kime vereceğiz?” sorusu belli ki bu oylara talip olanları da harekete geçirmiş durumda. Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız da birkaç gün önce solda yeni bir parti kurma çalışmaları içinde yer aldıklarını açıkladı. Yeni parti girişimi 10 Aralık Hareketi, SHP, Özgürlükçü Sol Hareket ve çeşitli akademisyenlerin “Nasıl bir Türkiye istiyoruz?” sorusuna verdikleri cevaplar ekseninde ilerliyormuş. Ali Balkız, CHP’nin sol kimliğini kaybettiğini, Mustafa Sarıgül’ün Fethullah Gülen solculuğuyla da yan yana gelmelerinin mümkün olmadığını ifade ediyor. CHP ve Sarıgül’ün durumunu sağır sultan bile biliyor. Balkız yeni partinin sol bir parti olacağını söylüyor. “Sol” nedir? Örneğin şu olabilir mi?: Olmayan şeriat öcüsüyle insanları korkutup, kutuplaştırmakla uğraşmayan; enerjisini kapitalist sömürüye, emperyalist işgale ve rejimin despotizmine karşı mücadeleye harcayan bir anlayış… Artık sol dendiğinde neden bahsedildiğini anlamanın imkânı yok. O nedenle sol yerine işçilerin devrimci partisi diyor ve “nasıl bir Türkiye değil, dünya istiyoruz?” diye soruyoruz. Cevabımız, bütün dünyanın işçi ve emekçileriyle, ezilen ve sömürülenleriyle birlik olmuş bir Türkiye! Güzel olmaz mıydı?
6
POLİTİKA
Genetiksizlik Rukiye B., 28 Kasım 2009 GDO yani genetiği değiştirilmiş organizmalar, bu bir bitki de olabilir bir hayvan ya da bir insan da. Böyle söyleyince aklıma Ursula K. Le Guin’in -usta bilim kurgu yazarı bir kadın- bir öyküsü geldi. Bu öyküde genetik araştırmalara kafayı takan bir toplumu anlatır. Durum öyle bir hal almıştır ki sebze meyveyi geçmiş hayvandan sıra insana gelmiştir. Daha güzel görünen, daha “mükemmel” bir insan yaratmak uğruna insanlar çocuklarının genleriyle oynar ve çok geçmeden bu kalıtım yoluyla bir vahşete dönüşür. Kurt pençeli, keçi ayaklı insanlar olurlar. Doyumsuzluk ve hırs o toplumun sonunu getirir. Yok canım amma yaptın denebilir. Durum şu an bu kadar vahim olmasa da çok da iç açıcı değil. 26 Ekim‘de Tarım Bakanlığı’nın GDO’lu ürünlerin nasıl üretileceğine ve satılacağına dair kuralları içeren yönetmeliği ile tanıştık. Bu yönetmelik GDO‘lu ürünlerin nasıl üretileceği ve satılacağını düzenliyordu. Sonra öğreniyoruz ki Avrupa’da Frankenstein -canavar- gıdalar denen ürünler bizde 1968’den beri ithal ediliyor! Rakamlar az buz değil mısır ve soya ithalatı on milyon tonun üstünde çoğu da Amerika’dan. GDO ile ilgili hiçbir yasamızın olmaması zaten yıllardır bunun mutfağımıza girmesine neden oluyormuş. Ne oldu da çıktı bu GDO’yu yasaklamayan ama kısıtlayan(!) yönetmelik? İlk çıkan yönetmeliğe göre yüzde 0,9‘a kadar GDO izinli olacak ama üzerinde yazmayacakmış. Hayvan yemlerinde ise yüzde 0,5’e kadar izin var. Sanki bunun azı zarar vermiyormuş gibi. Daha garip olansa doğal ürünlerde “GDO’suzdur” ibaresine izin olmaması. Bunun nedeni de üreticiyi korumakmış. (Yeni düzenlemede bu kalktı, en azından GDO’suzları bileceğiz.) Yeni değiştirilen yönetmelikte ise ilk göze çarpan, denetimin 1 Mart 2010‘a kadar kal-
dırılması. Denetim gelince açıkta kalan mallarını ülkeye sokamayan patronlarımız kulaklarını çekmiş olsa gerek. GDO’nun ilk amacı sayısı 5’i bulmayan şirketlerin tohumu ele geçirerek rant sağlama istekleri. Öncelikle bu GDO’lu tohumlar kısır yani bir kez ürün alabiliyorsun. Sonra yine şirketten tohum alman lazım. Dahası tohum şirketleri kendi tohumlarına özgü ilaçta üretiyorlar yani hem tohumu hem ilacı aynı yerden alman lazım. Firma artık istediğine istediği fiyattan satar. Yani bir kez kullandığında geri dönülemez bir yola giriyorsun dahası diğer ekim alanlarındaki doğal bitkilerle üreyebildiği için komşunu da geri dönülmez bir yola sokuyorsun. Kâbus gibi! Amaç ise ilaç tüketimini azaltmak ve verimliliği arttırmakmış(!) Oysa ABD üniversiteleri tarafından 15 binin üzerinde
çiftçiyle yapılan çalışmalarda, genetiği değiştirilmiş soyanın diğer soyalara göre yüzde 5,3 daha az verimli olduğu tespit edilmiş. Kansas Devlet Üniversitesi’nin yaptığı çalışmalarda ise genetiği değiştirilmiş soyanın verimliliğinin yüzde 9 oranında düşük olduğu sonucuna varılmış. Ekilebilir tarım arazilerinin yüzde 74’ünde soya, mısır ve pamuk yetiştiren Arjantin’de, 1996 yılında 13,9 milyon litre glyphosate kullanılmış. 2008 yılına gelindiğinde Arjantin’de ilaç kullanım miktarı 200 milyon litreye ulaşmış. 1996 yılından 2008’e kadar GDO’lu soya ekim alanı 5 kat, yabancı ot ilacı gloyphosate kullanımı 14 kat artmış. Bunun gibi sayısız zararı var. Özelliklede hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde kısırlığa, bağışıklık sisteminin çökmesine, mide ve kan yapılarının değişmesine (vb.) sebep olduğu görülmüş. Genetik, kapitalizmin elinde oldukça ‘etik’ yanı çok da ağır basmıyor ne yazık ki..!
Domuz gribi A. Ela Toprak, 25 Kasım 2009
dır. Kullanılan mendiller hemen çöpe atılmalıdır.
Nedir? • Pandemik influenza A (H1N1) virüsünün neden olduğu domuz gribi, kuş ve insan grip virüslerinin bir karışımı olarak ortaya çıkmış yeni bir grip türüdür.
• Eller sabunlu suyla yıkanmalı, ya da alkollü temizleyiciler kullanılmalıdır
Belirtileri nelerdir? • Belirtileri mevsimsel griple aynı ateş, öksürük, boğaz ağrısı, baş ağrısı, kas ağrıları ve daha geri planda burun akıntısı, ishal, bulantı, kusmadır. Nasıl bulaşır? • Mevsimsel gribin yayılması gibi yayılır. İnsandan insana hapşırma ve öksürme ile saçılan damlacıklar yoluyla yayılır. El teması ile de yayılır. Cansız yüzeylerde (kapı kolu, masa vs.) virüs 2 saat canlı kalabilir. Bulaşmasını engellemek ve korunmak için bireysel olarak ne yapmalıyız? • En önemli önlem ellerin yıkanmasıdır. • Uykusuz kalınmamalı, yeterli ve dengeli beslenilmeli, fiziksel aktivite sağlanmalı, günlük stres kontrol edilmeli. • Kısaca genel sağlık önlemlerine dikkat edilmelidir. Bunlar vücudun direncini arttıran faktörler. • Hasta kişilerle yakın temastan kaçınılmalıdır. • Öksürürken ve hapşırırken ağız ve burun kapatılmalı-
• Eller ağız ve buruna götürülmemeli, virüs bu yolla yayılabilir. • Hastalanınca veya hastalıktan şüphe ediliyorsa vakit geçirmeden doktora gidilmelidir. • Hastalanınca okula ve işe gidilmemelidir. Domuz gribi tehlikeli bir hastalık mıdır? Neden? • Mevsimsel gribe kıyasla daha hafif geçirilen bir grip türüdür. Öldürme hızı binde 3 ile 5 arasındadır ancak öldürme oranının düşük olmasına rağmen yayılma hızının yüksek oluşu ekonomik anlamda iş kayıplarına ve kilit alanlarda da (sağlık vs.) personel sıkıntısına yol açabilmektedir. Ölüm oranı riskli gruplarda, -6 ay–24 yaş arası hamileler, kronik hastalığı bulunanlar, hasta ile ilk temasta bulunacak olan hizmet grupları (sağlık, güvenlik görevlileri vs.)- daha yüksek. Salgında en büyük risk grubunu sayıca artan işsizler ve yoksullar oluşturuyor. Vücut direncini azaltan en önemli faktör yoksulluğa bağlı yeterli ve dengeli beslenmeme. Ne yapılmalı? • Önlemler aşı ve el yıkama, öpüşüp tokalaşmamayla sınırlandırılıyor. Aşı konusunda ikircikli bir tutum sergileniyor. Oysa, neoliberal politikalarla birlikte sağlıkta gerçekleştirilen dönüşümler salgını ve ölümü arttırıyor. En büyük risk grubunu işsizler ve yok-
sullar oluşturuyor, artan taşeronlaştırma ve esnek çalıştırma uygulamasına son verilmeli. Sosyal güvenceden yoksun, sağlıksız çalışma koşulları ve yoksulluk sınırının altındaki ücretleriyle taşeron işçileri salgının açık hedefi haline geliyorlar. Bu kesimlerin barınma, beslenme, temiz su, temizlik malzemesi ihtiyaçları karşılanmalı. İlaç ve muayene için getirilen katkı ve katılım payları sağlık hizmetine erişimi engelliyor kaldırılmalı. Her türlü iş kazası ve meslek hastalığı ile karşı karşıya olan sağlık çalışanları için iş sağlığı birimleri ve iş güvenliği birimleri kurulmalıdır. Cerrahi maske, eldiven vs. gibi koruyucu önlemler alınmalıdır. Okulların tatil edilmesi salgının önlenmesi için yeterli değil. Yeterli sayıda personel istihdam edilmeli ve gerekli temizlik malzemeleri ücretsiz sağlanmalıdır. Aşı tartışmaları • H1N1 virüsüne karşı aşı çalışmaları Temmuz ayından bu yana devam ediyor. Aşı 5 bin civarı çocuk ve erişkin üzerinde denendi. Belirgin bir yan etkisi gözlenmedi. Dünya çapında ilk kez böyle kitlesel bir aşılama yapılıyor; az rastlanan yan etkilerin ortaya çıkma olasılığı olmakla birlikteaşılama, bulaşıcı hastalıklarla savaşta etkinliği bilimsel açıdan kanıtlanmış bir yöntem. Ayrıca unutmamak gerekir ki, grip virüsü hızla değişebilen bir virüs. Ancak yayılım hızı azaldıkça virüsün diğer grip etkenleri ile karşılaşıp yeni bir virüsedönüşme olasılığı azalır. (TTB ve SES in ilgili kaynaklarından yararlanılmıştır.)
KADIN SAYFASI
Emeğimiz, Kimliğimiz ve Bedenimizle direnmek! Cemre Sava, 03 Aralık 2009 Ev, işyeri, sokak yani yaşamın hemen her alanı şiddet doğuruyor kadın için. Ataerkil yapı, ekonomik, siyasi, dinsel ve kültürel güçlerden beslenerek kadına karşı konumlanışını en fazla şiddet yolu ile kurguluyor. Dünyada ve Türkiye’de her üç kadından biri hayatı boyunca en az bir kez erkeğin şiddetine maruz kalıyor. Halihazırda ikincil bir konumda olduğu, çifte sömürüye maruz kaldığı, birçok haktan yoksun bırakıldığı koşullarda, kadın, şiddetin de ilk hedefi oluyor ve bu şiddet sonucunda, hem fiziksel hem zihinsel olarak daha çok örseleniyor. Ataerkil kapitalist sistem ise bu örselemeye yalnızca göz yummakla kalmıyor; hem bunu meşru gösteriyor hem de devleti bu sistematik şiddetin bir ortağı kılıyor. Ataerkil-kapitalist ilişkiler, her gün yeniden üretilirlerken, eğitimden hukuka tüm mekanizmalarla, hayatlarımızı esir alıyorlar. Sonucunda, bir kadın, yalnızca kadın olduğu için erkeğin uyguladığı şiddetle karşı karşıya kalıyor. Ve bu kadından, yalnızca kadın olduğu için bu şiddete göz yumması bekleniyor. Namustur, kıskançlıktır, kızgınlıktır… “Erkektir yapar” diye geçiştiriliyor, “kadınsın görmezden gel” diye telkin ediliyor. “Erkektir, yapmıştır” denerek açıktan destek veriliyor, “kadındır, hak etmiştir” denerek peşinen hükmediliyor. Bu yüzden, bugün hâkimler halen haksız tahrik unsurlarını kadının aleyhine yorumluyor. Bu yüzden, bugün kadınlar, en çok ‘en yakınlarında-
kilerden’ yani babalarından, ağabeylerinden, kocalarından, sevgililerinden şiddet görüyor. Öyle ki sadece kadının bir şekilde hayatında olduğu için o hayata hükmedebileceğini, hatta hükmetmesi gerektiğini sanan erkeklerle kuşatılıyor yaşamlarımız. Çünkü o erkeklerin zihinleri de böylesi bir erkeklik bilinci ile kuşatılıyor ve elbette devletin koruyucu yasaları ile kuşanıyor. Sonucunda, kadını hedef almış şiddet ya da cinayetler ne münferit ne de tesadüf kalıyor. Kadın, kimliğini, emeğini ve en önce bedenini savunmak, fiziksel varlığını sürdürmek için mücadele ediyor. Tabii, yine en fazla şiddeti siyasi mücadeleyi yürüttüğü sırada bizzat devlet eliyle baskı, taciz, tecavüz biçiminde deneyimliyor. Kadını hedef alan her türlü şiddet politik niteliğini fazlası ile açığa vuruyor. Erkeğin vurup, devletin koruduğu, hatta onun da bizzat vurduğu ataerkil-kapitalist yapı, şiddeti bir denetleme, sindirme, yok etme aracı olarak kullanıyor. İşte 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma Günü’nde kadınlar yine yıllardır görmezden gelinmeye çalışan bu gerçekliği anlatmaya çalıştılar. Emeklerine, kimliklerine ve bedenlerine sahip çıkarak direndiler. Erkek ve devlet şiddetinin gölgesinde, katledilen kadınları unutturmamak için suç aletlerini ifşa ettiler. Şiddetli geçimsizlik nedeni ile ayrıldığı kocasına dönmeyi reddettiği için, kocası tarafından sokakta 37 yerinden bıçaklanarak öldürülen Ayşe; ya da eve geç geldiği için kocası tarafından öldürülen Asiye; boşanmak istediği için kocası tarafından sokak ortasında dövülen Şengül; sevgilisi tarafından öldürülen Gülay… Yalnızca geçtiğimiz Kasım ayında tanık olduklarımız… Ya olmadıklarımız, ya da çoktan unutturulmaya çalışılanlar?
LGBTT’ler olarak biz de varız! Bir İC okuru, 28 Kasım 2009 20 Kasım, “Nefret Suçu Mağduru Trans Bireyleri Anma” günüydü. 1998’de ABD’li trans Rita Hester’in öldürülmesinin üzerine “Ölümümüzü Hatırlamak” adıyla mumlu nöbet tutulmasının ardından 20 Kasım, ‘transfobik nefret nedeniyle öldürülen transseksüelleri anma günü’ olarak tarihe geçti. Rita’dan Dilek, Melek ve Ebru’ya uzanan nefretin kurbanı arkadaşlarımızı biz de Taksim’de LGBTT (Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Transeksüel, Travesti) dernekleri ile birlikte andık. Basın transların eylemlerini haber yapmayı, arka kapak güzellerini teşhir etmekten daha ‘ayıp’ bulmuş olacak ki neredeyse yoktu, ve doğaldır ki haber ve fotoğraflarımıza da pek rastlamadık. İstanbul’da Kabahatler Kanunu gerekçeli keyfi cezalarından ve polis şiddetinden gündüz sokağa çıkmakta bile zorlanan translar için cinsel yönelim ve yaşam hakları için eylem yapmak zordu. Aynı şekilde, heteroseksüellik dışındaki cinsel yönelimleri hastalık; transseksüelleri de teşhirci olarak görme eğilimindeki ‘homofobik Taksim sakinleri’ için de pek alışıldık değildi, bu eylem. Öyle ki metrelerce uzunluktaki gökkuşağı bayrağımızla sloganlar atarken bile ‘translarla birlikte neden yürüdüğü anlaşılmayan hanım kız’ ben, taciz maksatlı anlamsız sorularla karşılaştım. Öyle ki pazar akşamı Beyoğlu kalabalığında ‘teşhirci dönmelerle’ birlikte yürüdüğünüzde, taciz size bir hak gibi görülüyor ve bunun stresini yaşıyorsunuz. Oysa nefret suçu yalnızca translara yönelik şiddeti değil; salt ırkınız, renginiz, etnik köken ya da uyruğu-
nuz; dininiz/dinsizliğiniz; cinsiyetiniz ya da cinsel yönelişiniz, fiziksel veya zihinsel engelleriniz sebebiyle mağduru olduğunuz şiddeti de içeriyor. İşte tam da bu yüzden Türkiye’de bir kadın ya da bir Kürt olarak artık genelleşmiş bir baskının, şiddetin mağduru olduğumuzdan 20 Kasım, LGBTT olsun olmasın hepimizin günüydü. “Eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecektir!” sloganının anlam kazandığı noktada 20 Kasım, bir anma gününden öte bir mücadele gününe dönüştü.
7
HUKUK KÖŞESİ Haksız tahrik nedir? Gerçek mağduru kimdir?
“Haksız Tahrik”, Yeni Türk Ceza Kanunu’nun 29. maddesince düzenlenmiş; suç işleyenin psikolojik durumuna etkili olarak, kusurluluğun azalmış olacağı kabul edilen haldir. Bir suçun “haksız tahrik” altında işlenebilmesi için, failin “haksız bir fiilin meydana getirdiği hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında” suç işlemiş olması gerekir. Haksız tahrik sayılan durumlarda, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine, genelde cezanın dörtte birinden dörtte üçüne kadarı indirilir. Daha pratik ifade edersek, haksız tahrik ve ona bağlı ceza indirimi, mağdur, suç işleyen kimseyi provake eden, haksız bir fiilde bulunması, suçlunun da bu fiilden öfkelenerek, bunun etkisiyle de tahrik eden kişiye karşı suç işlemesiyle mümkün hale gelir. Haksız tahriki biraz daha somutlamak için, çok güncel birkaç davada hâkimin “ağır haksız tahrik” olduğuna kanaat getirdiği fiilleri inceleyelim: “meyve suyu ikram ettim, almadı”, “cilveli saat sordu”, “kot pantolon, tayt giydi”, “sevişmek istemedi, beni yataktan itti”. Bu sebeplerden de anlaşıldığı gibi, haksız tahrik ceza indirimlerinin olduğu davaların geneli kadın cinayetleri. “Bir ay makarna pişirmek”, “yabancıya saat sormak” gibi nedenlerle eşlerini öldüren birçok erkek, bu madde yüzünden ağırlaştırılmış müebbet hapis yerine birkaç yıllık hapis cezaları aldı. Bu demektir ki, cezaları veren devletin yargı erkince; kadın, kendi bedeni üzerinde tasarruf yetkisini kullanmaya sahip değil ki, kocasıyla birlikte olmak istemediğini ifade ettiği zaman -hakkı olmayan yani- haksız bir tahrik yapmış oluyor. Ayriyeten bu tahrik, kadının öldürülmesi sonucu verilecek cezayı hafiflettiğine göre de yargı, kadının bu eylemiyle öldürülmeyi hak ettiği sonucunu kabul ediyor. Demek ki devlete göre, kadın kocası istediğinde “evlilik birliğinin en önemli parçası olan cinsi münasebette bulunmak zorunda ki” bunu reddettiğinde kocası ağır tahrikte kalıyor. Ya da aldatan bir kadın, öldürülmeyi hak ediyor ki, kocası “ağır tahrik” indirimi alıyor. Oysa hiç kimsenin yaptığı bir eylem için öldürülmeyi hak etmediğini temel alırsak, haksız tahrik gibi ne olduğu belli olmayan tariflerin kullanılmasıyla, kanunları çıkaranların uygulayanların toplumda var olan önyargıları ve kadının ikincil konumunu pekiştirdiğini söyleyebiliriz. Çok sık verilen haksız tahrik ceza indirimleriyle de kadın öldürmenin normalleştirildiğini erkeklerin de adeta cesaretlendirildiğini söylemek mümkündür. Haksız tahrik yalnızca kadın cinayetlerinde de değil; gey, travesti, transeksüel cinayetlerinde de istisnasız uygulanıyor. Hâkimlerin “...ataerkil erkek mantığı, bedeni bir fetih alanı, cinsel ilişkiyi de zapt eden/ zapt edilen ilişkisi olarak görüyor. Yani erkek de ‘kadınlaştırılmak’ istendiğinde cinayet işlerse, bu haksız tahrik indirimine gerekçe oluyor.” Maktulun kendisine “cinsel ilişki teklif etmesi” ya da “karısının kendisini aldatması” gibi iddiaları kanıtlamak veya çürütmek imkânsız olduğundan, katil, kişiyi öldürdükten sonra savunmasını istediği gibi yapabiliyor. Bu noktada hâkim ve savcıların devletçi, milliyetçi ve ataerkil düşünceleri hukuktan çok daha üstün konumda toplumda var olan önyargı ve nefretleri pekiştiriyor. Tam da bu noktada kadın cinayetleri, LGBTT cinayetleri politikleşiyor.
Şiddet görüyorsanız; polisi arayıp yardım isteyebilirsiniz. Polis, şikâyet etmemeniz yönünde sizi ikna etmeye çalışacaktır. Olay ardından karakola gidip mutlaka şikâyetinizi yapmalısınız. Şikâyetinizin işleme alınmaması ihtimali olduğundan, şikâyetin tutanağa geçirilmesini isteyerek, okuduktan sonra imzalayıp mümkünse bir örneğini, tarih ve numarasını alın. Karakoldan sizi hükümet tabibine ya da Adli Tıp’a göndermesini talep edin. Göndermezse de kendiniz devlet hastanesine gidip, varsa darp izlerinizi göstererek rapor alın. Sürekli şiddete maruz kalıyorsanız herhangi bir Adliye’de Aile Mahkemesi’ne veya Cumhuriyet Savcılığı’na başvurup, korunma talebinde bulunabilirsiniz. Bu başvuruyu aile dostu/üyesi kişiler de sizin yerinize yapabilirler. Şiddet sonucu doğacak haklarınızdan ve sığınma evlerinde konaklama gibi sosyal imkânlardan yararlanmak için ön koşul şikâyette bulunmanız ve gördüğünüz şiddeti belgelemenizdir.
8
ARKA PLAN
Direnişler, Gre Sınıf Mücadel
Geçtiğimiz yıl, kapitalizm tarihinin en derin ekonomik bunalımlarından birini yaşamaya başladı. Kârlarını korumak isteyen patronlar sınıfı, bizleri işten çıkararak ve haklarımızı gasp ederek krizi lehine çevirmeye çalıştı. Bu yıl 1 milyon kardeşimiz Türkiye’de işsizler arasına katıldı. Dünyada bu sayının 50 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor Fuat Karahan, 3 Aralık 2009 Gazetemiz elinizdeki 12. sayıyla birlikte birinci yılını geride bırakmış bulunuyor. Gazetemiz birinci sayısından itibaren işçilerin, ezilen yoksul halkın sesi olmaya ve daha da önemlisi mücadelelerinin omuzdaşı olmaya çalıştı. Bu ses, gazetemizin sürekliliği sağlandığı sürece işçi sınıfının ve yoksul halkın içerisinde daha fazla yankı bulacaktır. Bu bağlamda bu sayımızda geçtiğimiz bir yıl boyunca Türkiye’deki çeşitli işyerlerinde yaşanan mücadeleleri ve bunların ışığında sınıf mücadelesinin olasılıklarını değerlendireceğiz. Gazetemizin ilk yılında, kapitalizm tarihinin en derin ekonomik bunalımlarından birini yaşamaya başladı. Kârlarını korumak isteyen patronlar sınıfı, bizleri işten çıkararak ve haklarımızı gasp ederek krizi lehine çevirmeye çalıştı. Bu yıl 1 milyon kardeşimiz Türkiye’de işsizler arasına katıldı. Dünyada bu sayının 50 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Geçtiğimiz yıl AKP hükümeti işsizlik sigortamıza el koydu. Bunlar yetmezmiş gibi iğneden ipliğe her şeye zam yaptılar. Hükümet şimdi de patronların isteği doğrultusunda kıdem tazminatımızı kaldırmak istiyor. Patronlar sınıfı, örgütsüzlüğümüzden yararlanarak krizin bedelini bizlere ödetmeyi şu ana kadar başardı. Devasa ekonomik kriz, işçi sınıfının mücadelesi açısından birçok olanak yaratmasına rağmen, örgütsüzlüğümüz ve buna eşlik eden önderlik sorunu, koşulları kendi lehimize çevirmemizi şu ana kadar engelledi. Önderlik sorununa eklenen sendikal bürokrasinin ihanetleri, bizleri karamsarlığa sokarken, çoğu yerde işlerimizi korumaya yöneltti. Örneğin Erdemir işçilerinin işten çıkarılma tehdidine karşı yüzde 35 maaş indirimini kabul etmesi bu bağlamda değerlendirilmelidir. Hazırlıksız, örgütsüz ve hatta ihanete uğramış bir işçi sınıfı doğal olarak saldırılar karşısında savunmasız kaldı. Direniş ve grevlerin sayısı artmıştır • Ne zaman ki işimizi yitireceğimizi ya da maaşlarımızı alamayacağımızı anladık, o zaman mücadeleye başladık. Oysa hazırlıksız her mücadelenin yenilgiyle sonuçlanması neredeyse bir kuraldır. Yerel düzeyde kalan mücadeleler bir süre sonra yenilgiyle veya nadiren de alacakların bir kısmının ödenmesiyle sonuçlandı. Toplu işten çıkarma, işyerinin kapanması ya da uzun süre ücret alamama gibi gerekçelerle başlayan Selga Tekstil, BJ Tekstil, Cesur Çuval, Akçakoca Çınar Boru, Meha Tekstil, Kurtis Matbaacılık, Ereğli Shipyard (Med Marine), Entes Elektronik, İzmir Kent A.Ş, Tadal, Philips, Graniser, Brisa, Marmaray direnişleri bu tarz mücadelelerdi. (Bunlar dışında irili ufaklı birçok direniş söz konusudur.) Anka-
ra Üniversitesi’nde Tadal işçilerinin, Brisa işçilerinin ve yine Selga Tekstil işçilerinin mücadelesinde olduğu gibi eylemler kimi zaman işyeri işgallerine kadar ilerledi. Sendikalı işyerlerinde direnişler genellikle sendika bürokrasisinin ihaneti ile sonuçlandı. Diğerlerinde mücadeleler ya fabrika önünde sona erdi ya da uzayan mahkemelerle etkisiz hale geldi. Daha uzun soluklu olanlar, Sinter Metal, Desa Deri, Sabiha Gökçen Havalimanı, E-Kart, Unilever, Tezcan Galvaniz, Gürsaş Metal, Atv-Sabah, Mersin Liman işçileri, Okmeydanı SSK taşeron işçileri, Esenyurt Belediye işçileri, Nema Tekstil, Migros Depo işçileri, Renta Fabrikası işçileri, üniversite asistanlarının 50d karşıtı mücadeleleridir. Bunların büyük bir kısmı sendikalaşma mücadelesidir. Bu direnişlerden Sabiha Gökçen örneğinde olduğu gibi bazılarında sendikalaşma sağlandı. Buna rağmen işçiler kapının önünde kaldılar. Sabiha Gökçen, Sinter Metal, Esenyurt Belediye işçileri kapı önünde halen direnişlerini sürdürmektedirler. Bunlar dışında Halkalı Kâğıt ve Eti fabrikalarındaki grevler ile SSK Okmeydanı Hastanesi taşeron işçilerinin direnişi kısmi kazanımlar sonucu anlaşmayla sonuçlandı. Bu mücadelelere memurların 25 Kasımdaki bir günlük grevini de eklemek gerekir. Tüm tartışmalara, tabandaki yetersiz hazırlığa rağmen kamu işçileri koşullara isyan etmiş ve bir günlük greve önemli sayılabilecek bir oranda katılım göstermiştir. Görüldüğü üzere çok sayıda grev ve direniş söz konusudur. Temel sorun bu mücadelelerin bir araya getirilmesidir. Bu birlik sağlanabilirse önümüzdeki yıl patronlar sınıfı için hiç de kolay geçmeyecektir. Direniş ve grevlerin özellikleri 1.Son bir yıldır yaşanan grevler esas olarak savunma karakterlidir. 2.Neredeyse tüm mücadeleler yerel düzeyde kalmıştır. Mücadeleleri diğer bölgelere ve işyerlerine taşıma yönünde çabalar yetersiz kalmıştır. Bu da mücadeleleri zayıf bırakmıştır. 3.Dönemin karakteristiği olarak mücadelelerin büyük bir kısmında üretim engellenememiştir. Bu durum işverenlerin direncini arttırmakta, işçilerinse direncini kırmaktadır. Bir grevin anlamı üretimin durdurulmasıdır. Üretim durmadıkça grev boş bir silahtır. 4.Sendikalı işyerlerindeki direnişlerin büyük bir kısmında, sendika yönetimleri sınırlı bir ekonomik destek vermişlerdir. Mücadeleler uzayınca işçiler direnişi bırakmaya teşvik edilmektedir. Direniş uzadıkça işçiler daha fazla yalnız kalmaktadır. Sendikasız işyerle-
rinde ise dayanışma sosyalist grupların sınırlı desteğinin ötesine geçmemektedir. 5.Direnişlerin çoğu hazırlıksızdır. Bu nedenle direnç kısa zamanda düşmektedir. Dayanışma sandıklarının olmaması, aile komitelerinin olmaması, bilincin düşüklüğü ve diğer işyeri ve çevredeki kurumlarla bağ kurulamaması mücadeleleri zayıflatmaktadır. 6.Ücret temelli mücadeleler, sınırlı karakterleri gereği ücretlerin kısmen de olsa alınmasının ardından sönümlenmektedir. 7.Sosyalistlerin büyük bir kısmı işçilere dışarıdan akıl vermeyi tercih etmekte ve kendi anlayışları dışındaki fikir ve eylemlere olumsuz tepki vermektedir. Bu işçileri sosyalist hareketten uzaklaştırmaktadır. Daha da önemlisi dar grupçuluk ve sekterlik, işçi sınıfının birliğinin önündeki önemli engellerden biridir. Samimi komünistler ise sınıfın birliği için ellerinden geleni yaparlar. Aksi sınıf mücadelesine ihanettir. 8.Sendikal bürokrasinin sermayeyle işbirliği, mücadeleleri zayıflatmaktadır. Sendikal bürokrasi devril-
Direnişteki işçilerin İstanbul çapındaki katle izlenilmesi ve daha da önemlisi Kuşkusuz daha embriyon halindedir v rekmektedir. İşçi sınıfı deneyiminden ö riye taşımak komünist işçilerin ve genç
ARKA PLAN
9
evler, Dersler… esinin Bir Yılı
Örgütsüzlüğümüz ve buna eşlik eden önderlik sorunu, koşulları kendi lehimize çevirmemizi şu ana kadar engelledi. Önderlik sorununa eklenen sendikal bürokrasinin ihanetleri, bizleri karamsarlığa sokarken, çoğu yerde işlerimizi korumaya yöneltti. Hazırlıksız, örgütsüz ve hatta ihanete uğramış bir işçi sınıfı doğal olarak saldırılar karşısında savunmasız kaldı
meden sendikal mücadelelerin gelişmesi ve bir işçi alternatifinin yaratılması mümkün değildir. Bu açıdan komünist işçilerin taban örgütlenmelerini geliştirmesi ve sendikal bürokrasiyi devirmesi temel önemdedir. Sendikal bürokrasi işçi sınıfına ihanet etmektedir • Son bir yıl içinde birçok direniş ve grev sendikal bürokrasinin ihaneti sonucunda yenilgiyle sonuçlanmıştır. Örneğin Brissa işçileri işten atılmaları engellemek için, fabrikayı işgal etmeyi bile göze almışken Lastik-İş yönetimi Sabancı ile uzlaşmış ve işçilerin işten atılmasına göz yummuştur. Yine Türk-Metal yönetiminin Erdemir işçilerine yüzde 35 ücret indirimini dayatması bu ihanetin belgeleridir. Bunlar gibi birçok örnek gösterebilir. Bir yıl boyunca krize ve işten atılmalara karşı sendika yönetimlerince ciddi hiçbir mücadelenin geliştirilmemiş olması bunun en açık belgesi değil midir? Son bir yılda yaklaşık 43 bin Türk-iş üyesi işten atıldı, on binlercesi ücretsiz izne çıkarıldı. Hak-İş’in yaklaşık 7200 üyesi ve DİSK’in 3800 üyesi işten çıkarıldı (Mayıs 2009 itibariyle). Yoğun olarak tekstil, metal, petro-kimya ve gıda
i mücadeleleri birleştirme çabaları dikgüç verilmesi gereken bir yönelimdir. ve cephenin daha da genişletilmesi geöğrenmektedir ancak bunu daha da ileçliğin müdahalesi ile mümkün olabilir
sektörlerinden kardeşlerimiz işsiz kaldı. Peki, sendikal konfederasyonların yönetimleri bunu önlemek için ne yaptılar? Bu ihanet sınıf bilinçli işçilerce unutulmayacaktır… İşte bu ihanetlerden dolayı Eylül sayımızda “Sınıf Uzlaşması Değil, Sınıf Birliği” dedik.
cak bunu daha da ileriye taşımak komünist işçilerin ve gençliğin müdahalesi ile mümkün olabilir.
Krize ve saldırılara karşı mücadelelerimizi birleştirmemiz gerekiyor • Geçtiğimiz bir yıl boyunca en büyük sorun işsizlikti. Bir yılda bir milyon kardeşimiz daha işsiz kaldı. Tarımdaki işsizlikle işsiz sayısının 6,5 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Önümüzdeki dönemde bu sorun devam edecek. Doğal olarak işsizliğin yasaklanması mücadelemiz de devam edecek. İlk sayımızda “İşten çıkarmalar yasaklansın!” dedik. Bu talebimiz halen geçerliliğini korumaktadır.
a)Krizin sorumlusu işçi sınıfı ve emekçiler değil sermaye sınıfı ve onun sömürü düzenidir.
Yine ilk sayımızdan itibaren “Mücadeleleri Birleştirelim” diyoruz. Hâlihazırdaki tüm direnişleri birleştirmek ve burjuvaziye karşı kitlesel bir mücadele örgütlememiz gerekiyor. Geçen yılın başında çeşitli sektörlerden işçilerin Cuma yürüyüşleri bu tarz bir mücadelenin kıvılcımı olabilirdi. Birleşik Metal sendikası, bu dönemde Sarkusyan, Çayırova, Kroman Çelik, Akkardan, ABB, Makine Tarım, Toly Metal, Areva, Bosal, Yücel Boru işçilerini hareketlendirdi. Aynı dönemde çok sayıda işyerinde Birleşik Metal’in sendikalaşma çabası vardı. Bu hareketlilik Birleşik Metal’in toplu sözleşmeleri imzalamasıyla sona erdi. Doğal olarak sınıf hareketine ivme verebilecek böylesi bir çaba sonlandırılmış oldu. Gazetemiz mücadelelerin ivme kazandığı bu dönemde “Mücadeleyi birleştirelim!” şiarını yükseltti. Yine bu dönemde kapitalist yıkıma karşı bir “işçi seçeneği” yaratma çabasına girişti. Bu çalışmalar hâlâ günceldir, devam edecektir.
Mevcut işler çalışanlar arasında paylaştırılsın; ücretler düşürülmeden 4 vardiya 6 saat iş günü!
Cuma yürüyüşlerinin ardından önemli bir mücadele de Kadıköy’deki 15 Şubat mitingiydi. Ancak sendikal bürokrasinin 1 Mayıs tartışmaları ve alan kavgaları ile alınan yol ve kitlesel mücadele olasılığı ortadan kalktı. Bunun üzerine Mayıs ayında gazetemize yazdık, “İki 1 Mayıs, Elde Ne Var?” diye…
Sendikalaşma hakkı başta olmak üzere örgütlenme önündeki tüm engel ve uygulamalar kaldırılsın!
Son dönemde, direnişteki işçilerin İstanbul çapındaki mücadeleleri birleştirme çabaları dikkatle izlenilmesi ve daha da önemlisi güç verilmesi gereken bir yönelimdir. Kuşkusuz daha embriyon halindedir ve cephenin daha da genişletilmesi gerekmektedir. Bir yandan bazı siyasi çevrelerin dar grup çıkarları için mücadeleleri (daha doğrusu mücadele içindeki bazı işçileri) kendi kontrollerinde tutma çabaları, bir yandan sendika yönetimlerinin manevraları ve bunlara eklenen bir dizi sorun bu samimi çabanın önündeki engellerdir. İşçi sınıfı deneyiminden öğrenmektedir an-
Sözleşme biçimine ve yaptığı işe bakılmaksızın tüm çalışanlar için grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkı! Sendikalaşmayı engelleyen şirketlerin çalışma lisansı iptal edilsin!
Tüm bu değerlendirmelerin ışığında aşağıdaki taleplerimizi tekrarlamamak yararlı olacaktır:
Kriz bahanesiyle gerçekleştirilen tüm işten çıkarmalar yasaklansın! Ücretsiz izinler iptal edilsin! Ücret dondurma ve düşürme uygulamalarına son!
Tüm işsizler için bir işi olana kadar yoksulluk sınırının üzerinde ücret! İşsizlik Fonunun başka projelere peşkeş çekilmesine hayır! İşsizlik Fonu işçilerindir! Kaynak yok diyen hükümete: Bütçe savaş baronları, asker-sivil bürokrasisi, patronların için değil gerçek sahipleri işçi ve emekçiler için kullanılmalı! Kaynak için zenginlerden servet vergisi alınsın; dış borç ödemelerine derhal son verilsin… b)İşçi sınıfının ve emekçilerin hak ve özgürlükleri için örgütlenmesi engellenemez.
Taşeron ve benzeri uygulamalarda oluşabilecek tüm hak kayıplarında ana firmanın sorumluluğu eşdeğerde olsun!
c)İşçi sınıfı ve emekçilerin birliği sağlanamadan mücadelelerin istenen sonuçlara kalıcı olarak ulaşması olanaklı olamaz. Bu nedenle temel şiarımız, “Mücadeleyi Birleştirmek!” olmalıdır.
10
ULUSAL SORUN
“Ömer taşı Rojda’ya at!” Açılım tartışmaları, başladığı günden bugüne egemenin diliyle (Türkiye burjuvazisi ve asker-polis rejiminin geleneksel şoven ve militarist dili) şekilleniyor Doğan Koca, 30 Kasım 2009 Ulusal sorunun çözümü iddiasıyla ortaya atılan bu projenin ismi en başta “Kürt Açılımı” idi. Kürt sorunun adının konulması bakımından önemli bir isimdi. Daha sonra CHP ve MHP gibi partilerin rahatsızlıklarından olacak Başbakan “Demokratik Açılım” ifadesini kullanmaya başladı. Ağustos’tan bu yana ‘şehit anaları edebiyatı’ üzerinden devam eden sürecin sonunda ise geldiğimiz nokta da “Milli Birlik Projesi” oldu. Aslında sürecin adındaki değişim karakterindeki değişimin de somut bir ifadesi. Bugünkü adıyla ‘Milli Birlik Projesi’ asker-polis rejimine tazelenme fırsatı yaratıyor. GAP’ın hızlandırılması, bölgesel asgari ücret uygulaması tartışmalarıyla Kürt coğrafyasının Türkiye ve dünya burjuvazinin hizmetine sunulmasının önü açılıyor. Burjuvazinin süregelen bir çekişme içerisinde bulunan kesimlerinin sistem içerisinde yeniden konumlandırılması bu süreçte hızlanıyor. Tüm bunlar yapılırken yaratılan demokratikleşme yanılsamasıyla da kitle mücadelesinin önü kesilmeye çalışılıyor. Bir taşla üç kuş! Bu açılım sürecinde kullanılan şovenist dil ve yöntem toplumsal alanda da karşılığını buluyor. Geçtiğimiz günlerde İzmir’de şehre gelen DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk’ü karşılamak üzere yolan çıkan konvoya yönelik faşist saldırı bunun örneklerinden yalnızca biri. Konvoy Hatay Üçyol mevkiinde daha önce oraya toplanmış, ellerinde Türk bayrakları ve taş olan kitle tarafından durduruluyor. Araçlara taş, piknik tüpü, lava-
bo mermeri atılıyor. Bir de caddeye ne tesadüftür ki (!) MHP Karabağlar İlçe Teşkilatı ve Ülkü Ocakları Üçyol Dergi Temsilciliği’nden çıkan faşistler doluşuyor. Neden sonra olay yerine polis geliyor. Dördü polis 11 kişi yaralanıyor. DTP konvoyu yoluna devam ediyor. Ancak kitle dağılmıyor. Trafik durduruluyor. Kürt olduğu düşünülen şoförler araçlarından indirilip sözlü ve fiziki şiddete maruz bırakılıyor. Bölgede oturanlar camlarına Türk bayrakları asıyor. DTP konvoyunun tekrar geçmesini bekleyen kalabalık İstiklal Marşı okuyor. Dediğimiz gibi İzmir’de yaşanan faşist saldırı münferit bir vaka değildir. Bu faşist saldırı ‘Bir taşla üç kuş!’
diyerek ifade ettiğimiz saikler üzerinden okunmalıdır. MHP ve CHP gibi milliyetçi-faşist partiler kendi küçük burjuva tabanlarını harekete geçirmeye başlamıştır. AKP ise kendi projesi olan açılımı Türk bayraklı, ‘milli birlik ve beraberlik’ temalı televizyon ve duvar panolarında yayınlanan bayram tebrikleriyle savunmaktadır! Diyarbakır’da ‘elinde taş izi’ olan çocuklar için uygulanan adalet(!) İzmir’de hani nerede? Birtakım ulusal ve demokratik haklar tanınsa dahi burjuvazinin bu ikiyüzlülüğü ve kirli hesaplarıyla bu sorunu çözemeyeceği açık, Kürt halkı ve işçi sınıfı olarak bu sorunu biz, birlikte çözeceğiz.
Ders-im’iz katliam! “Analar ağlamasın dendi mi?” • Onur Öymen, Dersim isyanında “Analar ağlamasın dendi mi?” diyerek Dersim katliamındaki insanlık dışı uygulamaları bugün de onaylamaya devam ediyor. Sosyal demokrat CHP’liler de Öymen’in bu sözlerini ayakta alkışlıyor. Dersim’li olduğu bilinen Kemal Kılıçdaroğlu da buna seyirci kalanlar arasında. Kılıçdaroğlu’nun İstanbul belediye başkan adaylığı esnasında Alevi vatandaşlar bizdendir diyerek oy toplamaya çalışmasının üzerinden de çok zaman geçmedi...
Kemal Boran, 29 Kasım 2009 Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) Kürt açılımı ile ilgili oturumda CHP Bursa Milletvekili Onur Öymen, “Dersim’de analar ağlamasın diyen oldu mu?” diyerek yapılan katliamı onayladı. Pekiyi, gerçekten Dersim’de ne olmuştu? Hatırlayalım: 1937–1938 Dersim direnişi devletin işgal ve dağıtma girişimine karşı bir savunma savaşı olarak patlak vermişti. Dersim’de yapılan katliamda katledilenlerin çoğu savunmasızdı. Bazı kaynaklara göre katledilenlerin sayısı 70 bine kadar ulaşıyordu ve çoğu çocuk, kadın ve yaşlıydı. Küçücük çocuklar süngülenmiş, ayaklarından tutulup kayalara çarpılarak hunharca öldürülmüşlerdi. Dünya tarihinde ender görülebilecek bir katliamdı bu... O günleri yaşayan ve bugün hayatta olanlar katliamın etkisini hâlâ üzerlerinde taşıyorlar. Cesetlerin dağ gibi yığıldığı, Munzur’dan su değil kan aktığını söyleyen bu tanıklar,“katliamın boyutlarını anlatabilmek için kelimeler yetersiz. Bunu ancak yaşayan bilir” demekteler. Atatürk Dersim katliamını bilmiyor muydu? • “Dersim Katliamı’ndan Atatürk’ün haberi yoktu” diyerek Atatürk’ü bu katliamdan soyutlayanlar gerçekleri örtmeye çalışıyorlar. Atatürk bu dönemde hasta değildi. 4 Mayıs 1937 günü Dersim’in kaderini belirleyen Bakanlar Kurulu Toplantısı’na Atatürk başkanlık etmişti. Atatürk bazı manevraları bizzat izlemiş, operasyonu harita başında takip etmişti.
Dolayısıyla CHP’nin bu tutumuna Aleviler çok içerlemiş durumda. Fakat neden şaşırıyorlar, anlayabilmek zor. CHP zihniyeti sadece bugün değil geçmiş dönemlerde de katliamcı, soykırımcı zihniyetini birçok kez sergiledi.
Çatışmalarda devlete yardım eden kişileri tanıyacak kadar olan biten hakkında dakika dakika malumat sahibiydi. Atatürk o dönemde hasta yatağında değildi. Nitekim Seyit Rıza ve adamlarının asılmasının ardından Dersim’i bombaladığı için gazete manşetlerinde övgüler yağdırılan manevi kızı Sabiha Gökçen’i alarak Elazığ’a, Dersim’e gitti. Yani Atatürk’ün Dersim katliamından hem bilgisi vardı hem de devlet başkanı olarak sorumluluğu büyüktü.
Örneğin; Çorum, Maraş, Sivas ve Gazi katliamları olduğu dönemde CHP iktidardaydı. Tepkilerin ardından, Kılıçdaroğlu da Dersim’de, “Öymen gerekeni, yapmalıdır” dedi. Öymen ise “Ben gerekeni yaptım. Atatürk’ü savunmak suç mu?” diyerek söylediklerinin dil sürçmesi olmadığını itiraf etmiş oldu. Yaşadıklarımız bize şunu gösteriyor; kafatasçılar kendilerini demokrat gibi göstererek bizleri kandırmaya çalışıyor ve utanmadan insanların katledilmesini normal, doğal sayabiliyor. CHP’nin bu tavrını Dersimliler CHP’den istifa ederek protesto ettiler. CHP ve onun zihniyeti tarihin çöplüğündeki yerini çoktan almıştır.
GENÇLİK
11
Avrupa’da öğrenciler mücadeleleri birleştiriyor: Üniversiteler işgal altında! Ekonomik kriz bahanesiyle yapılan harç ve ulaşım zamları, fahiş fiyatlardaki öğretim masrafları öğrencileri vuruyor. Harç zamlarına karşı dönemin başında Türkiye’de protestolar olurken; Avrupa’da ise üniversite işgalleri yaygınlaşıyor Canan Yılmaz, 30 Kasım 2009 Kasımın başından beri, Avusturya’da Basel Aula Üniversitesi’nde eğitimin özelleştirilmesi ve harçların yüksekliğine karşı başlayan eylemler, şu günlerde amfi nöbetleri ve üniversite işgaline dönüştü. Örgütlülük yükseldikçe talepler kantin fiyatlarından, temizlik işçilerinin maaşlarına kadar genişledi. Bu örgütlenmeleri tetikleyense Avusturya Eğitim Bakanı Johannes Hahn’ın 2008’de kaldırılan harçların tekrar yürürlüğe konulacağını açıklaması oldu. Bu açıklama üzerine Viyana’da protestolar başladı ve Viyana Üniversitesi’nde bir amfi işgal edildi. İşgalin ardından öğrenciler hükümete taleplerini sıralayan açık bir mektup gönderdiler. Öğrencilerin taleplerinden bazıları şöyle: —Bankalara ve iş çevrelerine değil üniversitelere daha fazla kaynak aktarılması, —Üniversitelerin demokratik tarzda yeniden örgütlenmesi, —Bilimsel çalışmalardan ziyade iş çevrelerinin ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş yüksek öğretimi güdükleştiren master sistemlerinin değiştirilmesi,
—Avrupa Birliği vatandaşı olmayan öğrenciler ve uzun süredir öğrenim gören öğrenciler için harçların kaldırılması, üniversite personeli alımında kadın kotası konulması… En temel talep olarak “Eğitim, toplumsal bir haktır ve dünya çapında herkese açık olmalıdır!” diyen öğrenciler, herkese üniversite işgallerine destek çağrısı yaptılar. Kurdukları iletişim ağıyla işgaller İsviçre ve Almanya’yada da yansımasını buldu. Kasım ortasında Hamburg Üniversitesi öğrencilerinin yaptığı açıklamaya göre, Almanya’da 18 kentte üniversiteler işgal edilmiş durumda. Öncelikli talepler, paralı ve niteliksiz eğitime karşı yönelirken, işgaller genişledikçe oklar, Avrupa eğitim sistemine ve Bologna süreci reformlarına yönelmiş durumda. Bologna Projesi ve tahribatları hedefte • Daha önceki sayılarımızda, Avrupa yükseköğretim sisteminde neoliberal bir dönüşüm olarak Bologna Süreci’nden bahsetmiştik. Üniversiteleri piyasaya açma yolu ile kâr elde edilecek bir sektör haline getirmeyi hedefleyen bu plan, eğitime ayrılan bütçenin daraltılarak, sermayenin ihtiyacına göre belirlediği projeler temelinde dağıtılmasını öngörüyor. Paralı sertifika programları, sponsorluk, mütevelli heyeti uygulamalarıyla üniversiteler ticarileşirken; üniversite yönetimi de
tüccarlaşıyor. İş bulma ihtimalini arttırma hayali yaratarak, master ve doktora eğitimlerini ihtiyaçlaştırırken, üniversitede verilen eğitimi de niteliksizleştiriyor. Bologna’nın öngördüğü ‘hayat boyu eğitim’; ‘yeterince yetkin olmadığımız’ gibi bahanelerle işsizliğimizin gizlenmesinin bir aracı oluyor. Tam da bu noktada Avusturya, Almanya, İsviçre’de yapılan protestoların üniversite işgallerine dönüşmesi büyük bir anlam kazanıyor. Eğitim hakkı için yaratılan rekabetin örgütlülüğü kırdığını belirten Avrupalı öğrenciler tüm üniversite çalışanlarıyla dayanışma içinde işgalleri örgütlüyorlar. İmece usulüyle kurulan halk yemekhanelerinde ücretsiz yemek yiyorlar, kendi yaptıkları radyo programlarıyla işgallerin seyrini bildiriyorlar. Biz şu an bile Avrupalı öğrencilerden daha kötü koşullarda verilen gelecek vaat etmeyen bir eğitimin mağduruyken, aynı Bologna kriterlerinin Türkiye’ye de şart koşulduğunu biliyoruz. Avrupa’da yaşanan dönüşümler yarın Türkiye’de de öğrencilerin karşısına çıkarılacaktır. Kasım sayısında bahsettiğimiz YÖK’ün danışma kurulları da bu sürecin bir parçasıdır. Bu yüzden, Avrupa’da anlatılan bizim hikâyemizdir. Enternasyonal dayanışmamız mücadelelerimize yol gösterecektir.
Ücretsiz ulaşım hakkımız!
Yıldız Teknik Üniversitesi’nde boykot
İC - Haber, 1 Aralık 2009
O. Çiftçi, 30 Kasım 2009
İstanbul Büyükşehir Belediyesi 16 Kasım’dan itibaren geçerli olmak üzere toplu taşıma ücretlerine zam yaptı. Bundan böyle beş bileti bir arada almamız için dayatılan ELBİL 7,5 liradan 10 liraya, metrobüste tam bilet 1,5 liradan 2 liraya, indirimli bilet 85 kuruştan 1 liraya çekildi. Aylık Akbil limiti ise 200’den 160 liraya çekilerek metrobüste 2 biletlik ücret alınması kabul edildi. Biz emekçilerin vergileri ve ulaşım için ödediği ücretlerle finanse olan İETT’nin zarar etmesini gerekçe olarak sunuyorlar.
YTÜ’de Yabancı Diller Yüksek Binası’nda okuyan hazırlık öğrencileri eğitimi tamamıyla paralı hale getirecek uygulamaya karşı yüzde doksan oranında katılımla ders boykotu gerçekleştirdiler.
Zammın mağduru metrobüs hattı çevresindeki emekçi semtlerinde oturan biz emekçi ve öğrenciler olduk. Okullarımıza gitmek için biz bu rant kaynağı olmaktan başka işe yaramayan metrobüse binmek zorundayız. Birçok öğrenci aylık Akbil kullanıyor. Şehrin merkezindeki üniversitelere, şehir merkezinde toplanan Anadolu liselerine gitmek için önce metrobüse ulaşmak için bir vasıtaya biniyoruz. Sonra metrobüse biniyoruz. Metrobüsten inip okulumuzun önünden geçen bir otobüse biniyoruz tekrar. Hesap ortada; metrobüsten önce ve sonra binilen vasıtalar birer bilet, metrobüs iki bilet, ediyor dört bilet. Gidiş ve dönüş olarak hesaplarsak günlük sekiz bilet! Aya vurduğumuzda hafta sonu evde otursak dahi yetmiyor. Öğrenciler zammı protesto etmek için birçok eylem yaptı. Akşam saatlerinde toplanıp metrobüs turnikelerinden atlayıp bilet basmadan metrobüslere binmeye çalıştılar. Ancak bu eylemlerin faydası tartışılır. Bir gün atladık, iki gün atladık ya sonra? Öğrenciler ve emekçiler olarak zamları geri çektirecek, ulaşımı ücretsiz yapacak başka bir eylemlilik türü denemeliyiz. Kadir Topbaş da utanmadan protestoları haklı bulduğuna dair açıklama yapıyor. Artık yeni bir ücretlendirme sistemi uygulayacaklarmış. Akbilimizi metrobüsten inerken ve binerken iki kere basacakmışız. Böylece herkesten gittiği yol kadar ücret alınacakmış. Avcılar’dan Kadıköy’e gitmek zorunda olanların vay haline! Metrobüs sistemini biz kurmadık Topbaş, emekçileri şehrin çeperindeki sağlıksız konutlarda yaşamaya zorlayıp okulları şehrin merkezine inşa eden de biz değiliz! Daha önce bu sayfalarda insanın yaratıcı potansiyelinin önündeki engelleri ve yabancılaşmayı yok edecek, kafa ile kol emeğini birleştiren, her türlü üretimi bütün süreçleriyle ele alan, öğrencilerin politik faaliyetlerinin kısıtlanmadığı politeknik eğitimi talep ettiğimizi dile getirmiştik. Üretim ve eğitim süreçlerini bütünleyen politeknik eğitim için üniversitelerin istisnasız bütün öğrencilerine yerleşke içinde yurt olanağı sunulmalıdır. Bu hem kolektif bir yaşam biçimini bize öğretecek hem de ailenin, yolda kaybedilen zamanın öğrencinin entelektüel ve bireysel gelişimi üzerindeki baskıyı kaldırarak bilimin ve üretimin gelişmesinin önünü açacaktır. Bugün acil olarak metrobüs zamlarının geri alınmasını, toplu ulaşımın emekçiler ve öğrenciler için ücretsiz olmasını talep ediyoruz.
Okulda yapılmaya çalışılan ise öğrencilerin 55 TL ödeyerek alacakları kullanıcı şifreleriyle internet üzerinden ödev hazırlamalarıydı. Önemli olan da bu ödevin geçme notuna etki edecek derecede kredi içermesiydi. Üniversiteleri ticarethaneleştirmeye çalışan rektör bundan önce de okul kimliklerini yenileyerek yerine İş Bankası’nın kredi kartlı ve çipli özel bir kimlik kartı getirtmişti. Üstelik ‘öğrenci kimliklerimizi’ alırken bir de İş Bankası’na ait kredi kartı başvuru formu ve müşteri sözleşmesi imzalıyorduk. Bunları imzalamadan okul kimlik kartımızı alamadık. En az 25 bin öğrencisi olan okul ciddi bir müşteri potansiyeli. İşte paralı eğitim politikalarının bir parçasını oluşturan bu uygulama yönetimin istediği gibi gitmedi. Okulun müşterisi olmak istemeyen öğrenciler gerçekleştirdikleri boykotta yapılanların bütün üniversitelerde uygulanmaya çalışılan paralı eğitim politikalarının bir örneği olduğunu ve bu eylemin parasız eğitim için yürütülen bir mücadele olduğunu dile getirdi. Eylem okul kantininde başlayarak kısa süre içerisinde yüzlerce öğrencinin alkışları ve gürültüleriyle devam etti. Ardından kısa bir konuşma yapılarak yapılan eylemin sadece 55 TL’den ibaret olmadığı, okullarda uygulanan paralı eğitim politikaları ve yapılan zamlara karşı olunduğu belirtildi. Eyleme müzik dinletisi ile devam edilerek toplanan dilekçeler okul müdiresi Fatma Tiryaki’ye verilmek istendi; ama kapısının önüne adeta barikat kuran özel güvenlik birimi kimseyi almayarak müdirenin de kimseyle görüşmek istemediğini söyledi. Gereken cevabı eylemleri ile veren ve vermeye devam eden öğrenciler dilekçeleri kapısına bırakarak sloganlar eşliğinde eyleme son verdi. 25 Kasım Çarşamba günü yapılan kamu emekçilerinin grevine de başta parasız eğitim ve parasız ulaşım olmak üzere tüm emekçilerin ve üniversitelilerin talepleriyle okulda tekrar boykot düzenleyen öğrenciler Beyazıt Meydanı’ndaki mitinge katıldı.
12
İŞ YERLERİNDEN
Tekstil
Bahane hep aynı, kriz var zam yok! Ben bir tekstil atölyesinde çalışıyorum. En son mektubumda zam ayında olduğumuzdan bahsetmiştim. Evet, o beklenen zamlar yapıldı. Patronlar biz çalışanlara yapılan zam oranının açıklamasını yaparken, yine bildiğimiz senaryolara başvurdular. Krizden etkilendiklerini söyleyerek, parayı zor toparlayabildiklerini ve üretilen ürünleri sattıkları firmaların kendilerinden aldıkları ürün başına çok az bir miktarda zam yaptıkları gerekçesiyle, kendilerinin de fazla zam yapamadıklarını söylediler. Tabi ki bu bir palavra, biz işin aslının böyle olmadığını biliyoruz. Mesela patronlar kendilerine en yakın gördükleri işçilere en yüksek zammı yapmakla kalmadılar, bir de her iki patron da kendilerine lüks semtlerden birer daire satın aldılar. Bu dairelerin fiyatının 700 bin dolar olduğunu öğrendik. Patronlar krizi bahane ederek bize zam yapmazken bizim sırtımızdan kazandıkları paralarla lüks hayat sürdürebiliyorlar. Buna karşın pişkince yüzümüze bakıp “durumumuz ortada bizim bu şartlarda yapabileceğimiz zam oranı budur, beğenmeyen varsa gidebilir” diyebiliyorlar. Ama patronların bu kadar pervazsızca davranabilmelerinin nedeni de biz işçilerin çalıştığımız yerdeki örgütsüzlüğümüzdür. Patronların bu davranışı bilindik bir davranış. Önemli olan bu tür olaydan ders çıkartarak, iş yerindeki örgütlülüğümüzü bir an önce oluşturmalıyız ki; bir dahaki sefere bu tür olaylar karşısında patronun bu keyfi davranışlarının önüne geçebilelim. Hak gasplarına izin vermemeliyiz… *****************************************************
Tekstil
Mesaiye kalmaktan başka çaremiz yok mu?
Kriz bahanesiyle milyonlarca emekçi işsiz kalırken, sömürünün ve baskıların yoğunlaştığı bir süreçten geçiyoruz. Tekstil sektöründe çalışıyorum. 2–3 ay önce patron krizi gerekçe göstererek, bir kısım arkadaşımızı işten atmıştı. Fakat, bu olaydan bir ay sonra, ne hikmetse sipariş bolluğundan bir bant daha açmaya karar verdiler. Ve mesaileri haftada 4–5 güne çıkardılar. Mesai uygulaması esasında bugün işçi sınıfının maruz kaldığı ağır saldırılardan biridir. Patronlar işçileri mesaiye bırakarak, yeni işçi almaktansa aynı işi daha az işçiye yaptırıp sömürüyü katmerleştiriyorlar. Ortada kapitalist sistemin yarattığı büyük bir çelişki var. Bir tarafta milyonlarca işsiz emekçi, diğer tarafta fabrikalarda, fazla mesailerle 12–14 saate kadar çalışan biz emekçiler. Bizler fabrikalarda 14 saate kadar çalışmak durumunda kalabiliyorsak, demek ki bu kadar sayıda işsizin olması iş yokluğundan değil, patronların açgözlülüğünden ve bizleri pervasızca sömürebilmesinden kaynaklanıyor. Yani işçiler 12–14 saat çalıştırılarak sömürüleceğine, ek vardiyalar açılarak işsizlere iş sahaları açılabilir. Ama bu fikrin patronların pek hoşuna gideceğini sanmıyorum. Mesai uygulamasında, işin bir başka boyutu daha var. Ücretlerimiz o kadar düşük ki, geçinebilmek için mesailere kalmaktan başka bir şansımız olmuyor. Bu yüzden yanlış bir uygulama olduğunu bilsek de, genellikle mesailere karşı çıkmak gibi bir lüksümüz olmuyor. Ama bunu bir kader olarak da göremeyiz, çünkü mesai uygulaması yoğun çalışma saatleriyle bizleri robotlaştıran ve adeta insanlıktan çıkaran, sağlığımızı tehdit eden bir yöntemdir.
Buradan işçi arkadaşlarıma sesleniyorum! En yakınımızdan başlayarak, işçi arkadaşlarımıza mesai uygulamasının arkasındaki mantığı anlatarak işe başlamalıyız. Geçinebilmek için tek çarenin mesailere kalmak olmadığını, örgütlenerek ve mücadele ederek, ücretlerimizin artmasını sağlamamız gerektiğini onlara anlatabilmeliyiz. Ücretlerimizin artmasını ve bizleri insanlıktan çıkaran yoğun çalışma saatleri yerine ek vardiyalar açılmasını patronlardan talep etmeli, bunun için mücadele etmeliyiz. *****************************************************
Metal
Bir demir bir işçinin maaşı ediyor
firmaların işlerini kabul ediyor ve işçileri daha yoğun bir çalışma temposu içinde bırakıyor. Fakat biz çalışanların bilmediği bir durum var firmalarla mukavele yapılmıyor sadece o anki yoğunluğunu savmak için yapılıyor yani patron geçici de olsa yapılan işlerden kâr elde ediyor. Geçici olduğu içinde işçilere mesai vermiyor. Sadece bir açıklamasında pirim vereceğini söyledi. Bu sözün de bayan patron tarafından reddedildiğini sonradan öğrendik. Bir ay süren bu olağan üstü yoğunluk şimdilerde dinmiş durumda ama yine de patron kârına kâr katıyor. İşçilerde de şu beklenti var; patronun pirim sözünü tutup tutmayacağı merak ediliyor. Bununla ilgili de herhangi bir yaptırımımız yok. Bu sözünde diğerleri gibi havada kalacağı açık.
Merhaba, Benim çalıştığım firma demir-çelik üretimi yapıyor. Bu demirler işlenmeden önce ocakta belli bir ısıda tavlamaya bırakılıyor. Demir belli bir ısıda tavlandıktan sonra ocaktan çıkan bu demirler işleniyor.
Bizler ancak birlik olup hakkımızı örgütlü bir şekilde istediğimizde ve bunları kâğıt üzerinde kayıt altına aldığımızda kazanırız. Öbür türlü söz uçar gider.
Geçen hafta ocakta çalışan arkadaşımız paydos saatinde ocağı kapattı. Biz yıkanmaya giderken patron geldi ve saatine bakarak ocakta çalışan arkadaşımıza “sen ocağı neden kapattın? Daha bir dakika var. Bir demir daha verebilirdik, bir tane demir buradaki bir işçinin maaşı” dedi. Arkadaşımız da paydos saatinin geldiğini ve ustabaşının ocağı kapatmasını söylediğini belirtince sustu gitti. Ama patron aslında çok önemli bir gerçeği kendi ağzıyla itiraf etmiş oldu.
Hizmet
Günde, üretimi yapılan malzemenin boyutuna göre ortalama 350–400 adet arasında demir işleniyor. Patronun da söylediği gibi bir demir bir işçinin maaşı ise, patron sadece bir günde bütün çalışanların maaşını çıkarıyor. Peki, bizim ücretlerimiz 30 gün üzerinden hesaplandığına göre 29 gün patrona çalışıyoruz demektir. Bu da patronların bu devasa servetlerinin nereden geldiğini açıklıyor sanırım. İşte Marx’ın 1800’lü yıllarda ortaya koyduğu artı değer kuramının en yalın örneği. Patronlar bizim ürettiklerimizden elde edilen gelirlerinin sadece yaşamımızı sürdürebileceğimiz ölçüde az bir miktarını bize layık görürken, kendileri bizim sırtımızdan kazandıklarıyla her geçen gün daha palazlanıyorlar. Biz işçiler olarak bu gerçeğin farkına varmalı ürettiğimiz servetin başkaları tarafından kullanılmasına izin vermemeliyiz. Hak ettiğimiz en iyi koşullarda yaşamak bizim en doğal hakkımız, bizim sırtımızdan beslenen asalak patronların değil. *****************************************************
Lojistik
Sözler uçar
Çalıştığım şirketin yeni bir şubesi açıldı. Bununla birlikte çalışma ağırlığı ve işçilerin hemen hepsi bu yeni depoya alındı. Önceki yerde 3 kişi kaldık. Diğer bölümlerle birlikte 70 olan çalışan sayısı 30’a düştü. Yeni yere gönderilen birkaç arkadaşla telefonla konuştuğumda durumun çok kötü olduğunu anlattılar. Öyle ki yeni şubenin açılmasıyla birlikte çok yoğun bir çalışma temposuna girilmiş. Bunun sebebi aynı sektörde bulunan diğer iki şirketin deposu olmadığı için firmalar bizim şirkete kaydırılmış. Bu yoğunlukla birlikte yeni işçi alınımına gidilmedi, mevcut işçilerle durum kotarılmaya çalışıldı. Hal böyle olunca bütün yük çalışanların sırtına yüklendi. Öyle ki çay paydosları kaldırıldı, çaylar çalışma esnasında içildi. Üç vardiya çalışılıyor. Vardiya süreleri keyfe ve işlerin yoğunluğuna göre uzatıldı. İzinler değiştirildi. Patron çalışma yoğunluğunu görmezlikten gelip yeni
*****************************************************
Eşit işe eşit ücret olmalı…
Merhaba, Ben hizmet sektöründe çalışıyorum. Daha önce birçok yerde çalıştım. Şimdi çalıştığım yer bir okul. Ben ve beş arkadaşım bu okulun temizlik işlerini yapıyoruz. Diğer arkadaşlarla çalışma şartlarımız ve işe başlama sürelerimiz aynı. Fakat geçtiğimiz günlerde tesadüfen bir arkadaşımın maaş bordrosunu gördüm ve maaşlarımızın aynı olduğunu düşünürken arkadaşımın maaşının daha yüksek olduğunu fark ettim. Gidip arkadaşıma bu durumu anlattığımda arkadaşım beklemediğim bir şekilde bana tepki gösterdi, “sen neden benim bordroma bakıyorsun” dedi ve gitti. Sonra diğer arkadaşlarla da konuşunca olayın aslı anlaşıldı, meğer çalışanlar maaşlarını birbirlerine söylememesi konusunda uyarılmışlar. Ama diğer beş arkadaşın maaşı aynı iken bir tek benim maaşım daha düşüktü. Bende bu durumu bağlı olduğum şirketi arayarak bildirdim ve nedenini sordum. Şirket müdürü de “biz bu konuya karışamayız, okul yönetimi sana ne maaş vermeyi uygun bulmuşsa o maaşı alırsın” dedi. Ben ve diğer arkadaşlarım şirkete bağlı olduğumuz halde maaşımızı okul yönetiminin belirlemesi hiç mantıklı değil, üstelik yaptığımız iş aynı olduğu halde neye göre değerlendirdikleri muamma. Diğer arkadaşlarımla konuştuğumda onlar da “biz hep beraber aynı işleri yapıyoruz, aramızda maaş farkı olması doğru değil” dediler. Son olarak maaş konusunda okul yönetimiyle konuştuğumda okul müdürü, “benim bilgim yok, şirketinle konuşur önümüzdeki ay düzeltiriz” dedi. Bakalım bekleyecek ve göreceğiz, bu ay maaşım diğer arkadaşlarımla aynı olacak mı? Yoksa oyalama siyaseti devam mı edecek?
MEKTUPLARINIZI BEKLİYORUZ!
EMEK ATÖLYESİ
Ara dinlenmesi hakkı Yasalara göre düzenlenmiş bir ara hakkı yoktur. Fakat iş yasasının 64. maddesi işçilere çalışma süresinin ortalama bir zamanında o yerin düzenine göre ara dinlenmesi verilmesini öngörmüştür. Buna göre günde 4 saat ve daha kısa sürelere 15 dakika, 7,5 saate kadar olan çalışma süresine 30 dakika, 7,5 saatten fazla olan işlerde 60 dakika ara hakkımız vardır. Yasada belirtilen süreler en az olup aralıklı verilmemelidir. Fakat toplu sözleşmelerde bu hakların yerin özgün koşullarına göre aralıklı verilmesinin yolu açılmıştır. Yine toplu iş sözleşmelerinde aksi belirtilmemişse aynı kısımda çalışan işçilere ara hakkı önceden belirtilmiş saatte toplu uygulanmalıdır. Çoğu yerde bu dönüşümlü kullanılmaktadır. Bir bölümde bir kısım işçi ara verdiğinde diğerleri üzerindeki iş yükü artmaktadır. İşverenler üretim durmasın diye bunu genellikle tercih ederler ama bu tek taraflı olamaz. İşçi işe girerken hizmet akdine böyle bir ibare yoksa bu uygulandığı durumda hizmet akdini fesih hakkına sahiptir. Ancak Türkiye’de gerçek anlamda iş güvencesi olmadığından bu çok tercih edilmez. İş yasasında belirtilen zamanların en az olduğu vurgulanmaktadır. Yani toplu iş sözleşmelerinde süre artırılabilir. Ama ara hakkı çalışma saati sayılmadığından iş yerinde kalma süresini de arttıracaktır. Şöyle ki 9 saat çalışan bir garson 60 dakika yemek molası ile 10 saat işyerinde kalmak durumundadır. Eğer mola hakkı uzarsa 10,5-11 saat iş yerinde kalacaktır ki bu da tercih edilen bir şey değildir.
13
BİR KAVRAM
Leninist Parti nedir? Engels partiyi “sınıfların ve bu sınıfların çeşitli kesimlerimin aşağı yukarı yeterli ifadeleri” olarak tanımlıyordu. Bu bağlamda Leninist Parti’yi de, işçi sınıfının devrimci programa sahip olan partisi olarak tanımlayabiliriz. Mülkiyete sahip olan burjuvazi, kendi hâkimiyetini ancak siyasi iktidara da sahip olarak kurabilir. Marksizm ise bize, kapitalist sömürünün son bulabilmesi için iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi gerektiğini gösterir. Leninist Parti de, bu amaca ulaşabilmek için olmazsa olmaz bir araçtır. Leninist Parti, sınıf bilincine sahip Marksistlerden oluşur ve demokratik merkeziyetçilik ilkesine göre örgütlenen enternasyonalist bir yapıdır.
Gece çalışmalar da 7,5 saati aşamayacağından(!) ara dinlenme hakkı en az 30 dakikadır. Vardiyalılar için de 64. madde geçerlidir. Gece çalışırken ara hakkının temel sorunlarından biri de dinlenebilecek fiziksel mekân eksikliğidir. Ne yazık ki işveren işçilere dinlenmeleri için bir sosyal mekân yaratma zorunluluğunda değildir. Ayrıca ara dinlenmesi çalışma saati sayılmadığından işçi bu süreyi hiçbir emir almadan istediği gibi değerlendirebilir. Mümkünse dışarıya da çıkabilir.
Leninist Parti, işçi sınıfının kendi yönetim organları aracılığı ile iktidara gelmesini sağlamaya çalışır. Yani amacı, burjuvaziyi siyasi ve ekonomik olarak mülksüzleştirecek olan proletarya diktatörlüğünü kurmaktır.
Fazla çalışma yapıldığı koşullarda da normal süre bittiğinde bir ara verilip verilmemesi ve süresini fazla çalışma için izin alındığında Bölge Çalışma Müdürlüğü belirler. Kadınlara dair olan tek özel düzenleme Gebe ve Emzikli Kadınların Çalıştırılma Şartlarıyla Emzirme Odaları ve Çocuk Bakım Yurtlarına Dair Tüzük’ün 6. maddesinde yer almıştır. Buna göre “emzikli kadınlara ara dinlenmesinden önce ve sonra, uygun saatlerde, ayrı ayrı iki defa, 45’er dakika izin verilebilir. Bu izinler iş süresinden sayılır.”
Demokratik merkeziyetçilik ilkesinin anlamı ise, Lenin’in deyişi ile, parti içerisindeki “tartışma özgürlüğü, eylem birliği” ya da “parti içinde ideolojik mücadelenin sıkı örgütsel birlikle” sürdürülmesidir. Bunun anlamı, yine Lenin’in ifadesi ile, şöyledir: “[parti içerisinde] bütün azınlıkların hakları ve bütün meşru muhalefet için garantiler, her parti örgütünün özerkliği, bütün parti yetkililerinin seçilmesi, hesap vermesi ve geri çağırılabilmesi” olarak tanımlanmıştır. Leninist partide partinin gelişimini sağlayabilmek için hizip kurmak serbesttir. (Hizip; partinin belirli bir politikası ile ilgili olarak farklı fikirde olan kimselerin parti içerisinde oluşturdukları grup anlamına gelmektedir.) “Bolşevik partisi tarihi hizipler mücadelesi tarihidir” (Troçki)
Yazıda kullanılan bilgilerin bir kısmı Av. Murat Özveri’nin “Ara Dinlenme Hakkı “ yazısından alınmıştır, 2000
Karadolap’ı yıktırmayacağız! Eyüp ilçesi sınırlarındaki Karadolap Mahallesi de Kentsel Dönüşüm Projesi çerçevesinde yıkılması gündemde olan alanlar içerisinde. Aslında son birkaç senedir böyle bir söylenti vardı ve buna yönelik muhtarımız ve mahalle sakinlerinden oluşan bir komite bu konuyla ilgilendi ve edindikleri bilgileri de yapılan toplantılar aracılığıyla mahalle sakinleriyle paylaştılar. O dönemde ne Eyüp ilçe belediyesi ne de Büyükşehir Belediyesi konuyla ilgili net bir şey söylemiyordu. Fakat biz evlerimizin bulunduğu alanların Kiptaş’a projelendirme amaçlı verildiğini öğrenmiştik. Komitedeki arkadaşlarımız bu konuda işin aslının açıklanması için ısrarcı olunca en sonunda büyükşehir belediyesinden bir yetkili “yıkım filan yok gidin evlerinizde rahat rahat oturun” demişti. Bu söz üzerine komitedeki arkadaşlarımızda “madem yıkım olmayacak buna dair resmi bir evrak istiyoruz” demişlerdi. Ama belediye yönetimi buna yanaşmamıştı. Aslında belediyenin bu konudaki yaklaşımları mahallemizle ilgili yıkım kararının gerçekliğini su yüzüne çıkarmıştı. Bu süreçte mahallemizde yıkımları protesto yürüyüşleri düzenledik ve basın açıklamalarıyla hem belediyenin bu konudaki yaklaşımını teşhir ettik hem de evlerimizi yıktırmamakta kararlı olduğumuzu kamuoyuyla paylaştık. Dilekçeler hazırlayarak belediyeden tapu talebinde bulunduk, fakat belediye bilinçli olarak bu konuya kayıtsız kaldı ve tapu talebimiz dikkate alınmadı. Geçtiğimiz hafta mahallemizde yıkımlarla ilgili bir toplantı daha yapıldı, toplantıya yaklaşık bin kişi katıldı. Toplantının açılış konuşmasını yapan muhtarımız Celal DÜZGÜN, “arkadaşlar bugün burada toplanmamızın nedeni mahallemizle ilgili yıkım kararının Büyükşehir Belediyesi İl Meclisi’ne onaylanmak üzere gönderilmiş olmasıdır. Bu alandaki (elindeki yıkılacak alanların belirlendiği hartayı göstererek) evlerin hepsine yıkım kararı çıkmış. İlk etapta 1800 ve toplamda 3 etapta 3600 evi yıkmayı düşünüyorlar. Bu mahallemizin çok büyük alanını kapsıyor. Tabi bu yıkımları yapmalarının nedenleri var. Buraya Türkiye’nin en büyük parkının yapılacak olması, 3. köprünün ayaklarının buralara kadar uzanacak olması, mahallemize metro hattının bağlanacak olması tüm bu nedenlerden ötürü bizi bu mahallede yaşamaya layık görmüyorlar. Bizim evlerimizi yıkarak bize sadece 20–30 bin lira enkaz bedeli ödeyerek bizi başka evlere yerleştirecekler ve 120–130 bin lira borca sokarak o evin bedelini bizden tahsil edecekler. Biz buna izin vermemeliyiz arkadaşlar.,Bu mahalle bizim. Gerekirse çoluk çocuğumuzla birlikte Büyükşehir Belediyesi’ne yürüyeceğiz ve bu konuda ne kadar kararlı olduğumuzu göstereceğiz” dedi. Daha sonra söz alan mahallelilerde birlik beraberlik çağrılarını yinelediler ve ilk olarak toplu halde Büyükşehir Belediyesi’ne tekrar tapu talebinde bulunulması ve il meclisinde mahallemizin yıkım kararının onaylanmaması için eylemlikler yapılması kararı alındı. Önümüzde hareketli bir süreç olduğu kesin, mahallemizdeki örgütlülüğü daha da geliştirerek yıkım kararının geri çekilmesi için ne yapılması gerekiyorsa yapacağız, mahallemizin sermayeye peşkeş çekilmesine izin vermeyeceğiz. Okur Mektubu
Üç aylık sosyalist düşünce dergisi Mesafe’nin Filistin ve Kriz konulu yaz ve güz sayılarının ardından; “Parti” dosya konulu kış sayısı da 15 Aralık itibari ile bayilerde. Ayrıntılı bilgi için: www.enternasyonalyayincilik.net
İşçi sınıfının iktidarda kalabilmesi, burjuvazinin tarihe gömülmesi ve sınıfların yok olabilmesi için işçi sınıfının mücadelesi tüm dünyada verilmelidir. Bu yüzden, Leninist Parti enternasyonalisttir. Yani bir ulusal parti, ancak bir enternasyonalin (dünya partisinin) bir bölgedeki ulusal seksiyonu olabilir. Tüm bu özellikleri ile Leninist Parti bizlere hazır bir model sunmaz. Moreno, Leninist Parti’nin bizlere yüzde elli demokratik ve yüzde elli merkeziyetçi vs. gibi bir formülü sunmadığını belirtir. Bu bağlamda, Leninist Parti bir kuramdır. Ancak koşullara ve ihtiyaçlara göre kendini diyalektik olarak yenileyebilirse ilkelerini koruyabilir. Leninist Parti’nin her hastalığa reçete sunan bir programı da, kalıplaşmış bir modelinin olmaması gibi yoktur. Ancak onun bir program anlayışı vardır. Bu program anlayışı ise, Lenin’in yarattığı, Üçüncü Enternasyonal’in Lenin, Troçki, Zinovyev gibi önderler ile geliştirdiği anlayıştır. Bu anlayışın en gelişmiş ifadesi Geçiş Programı’nda yer almaktadır. Bahsettiğimiz ilkelerin savunusunu yapan en büyük örnek kuşkusuz ki Bolşevik Parti’dir. Bolşevik Parti üç devrimin (1905, 1917 Şubat ve Ekim devrimleri) deneyim ve birikimleri ile Lenin’in ölümüne kadar; proletarya diktatörlüğü, demokratik merkeziyetçilik ve enternasyonalizm ilkelerini savunmuş ve geliştirmiştir. Bugün de işçi sınıfının iktidara gelebilmesi için tüm dünyada Leninist patilerin kurulması bir zorunluluktur.
14
ULUSLARARASI
Chavez ve V. Enternasyonal Yusuf Barman, 1 Aralık 2009 Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez, 21 Kasım’da Caracas’ta düzenlenen Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi (PSUV) kongresinin hemen öncesinde gerçekleştirilen Dünya Sol Partiler ve Hareketler Toplantısı’na katılan 26 ülkeden 40 kadar grubun temsilcilerine hitaben yaptığı konuşmada, V. Sosyalist Enternasyonal’in kurulması çağrısında bulundu. Chavez, Marx’ın öncülük ettiği I. Enternasyonal’in (1864–76), Engels’in kurulmasına katıldığı II. Enternasyonal’in (1889), Lenin’in eseri olan III. Enternasyonal’in (1919–43) ve nihayet Troçki’nin önderliğinde inşa edilen IV. Enternasyonal’in (1938) artık “var olmadıklarını”; bu nedenle de “mevcut kriz karşısında, emperyalizme ve kapitalizme meydan okuyabilecek, gerçekten sol bir sosyalist” dünya örgütünün kurulması gerektiğini; bu amaçla kendisinin bu çağrının sorumluluğunu üstlendiğini; yeni Enternasyonalin PSUV’nin çevresinde inşa edilebileceğini duyurdu. Bu amaçla da, yeni örgütün içeriğini, programını ve biçimini belirlemek üzere bir Hazırlık Komitesi’nin kurulmasını istedi. Dünya işçi hareketi içinde Enternasyonaller her zaman proletaryanın önderliğinde sosyalizmin dünya çapındaki zaferi amacına yönelik olarak kurlumuştur. I. Enternasyonal, 1871’de Paris Komünü’nün yenilgiye uğraması sonucunda işlevsiz hale gelmiş; ilk Marksist sosyal demokrat partileri bir araya getiren II. Enternasyonal, o dönemde doğan ve gelişen işçi aristokrasisi ve bürokrasisinin etkisiyle devrimden reformizme doğru kaymış, ve özellikle I. Dünya Savaşı sırasında ulusal savaş fonlarını onaylayarak dünya proletaryasına ve sosyalizme ihanet
etmiş, emperyalist saflara katılmış; 1917’deki Rus devriminin üzerinde yükselen ve Lenin ile Troçki’nin önderliğinde kurulan III. Enternasyonal ise, 1924’ten itibaren devrimin üzerinde bürokratik bir diktatörlük kuran Stalinist akım tarafından yozlaştırılmış ve nihayet 1943’te, emperyalizmin talebi üzerine lağvedilmişti. Bu son Enternasyonalin (Komintern) yozlaşmasının doruk noktasına vardığı 1934’te Troçki, yeni bir dünya partisinin, IV. Enternasyonal’in kurulması çağrısında bulunmuş ve bu örgüt 1938’de Leninist-Bolşevik dünya akımı tarafından hayata geçirilmiştir. IV. Enternasyonal’in bugün oldukça zayıf ve parçalanmış halde olduğu doğru. Birçok nedenden ötürü... Herşeyden önce IV. Enternasyonal, daha öncekiler gibi dünya devriminin yükseldiği bir aşamada değil, sosyal demokrasinin ve Stalinizmin ihanetleri sonucunda dünya işçi sınıfının ardı ardına yenilgiler aldığı bir dönemde, devrimci Marksist geleneği canlı tutabilmek amacıyla kurulmuştu. Stalinizmin tüm saldırılarına, ihanetlerine ve cinayetlerine karşın IV. Enternasyonal bu görevini yerine getirmiştir, halen de getirmektedir. İkincisi, IV. Enternasyonal, kendinden önceki tüm enternasyonallerin Leninist parti ve Troçkist sürekli devrim anlayışlarında somutlanan devrimci geleneğinin sürdürücüsü olmuş ve halen de olmaktadır. IV. Enternasyonal’in Geçiş Programı, dünya proleter devriminin programıdır ve halen gerçekleştirilmeyi beklemektedir. Bu program gerçekleştirilip aşılmadığı sürece, IV. Enternasyonal var olmaya devam edecektir. Chavez’in, tüm sosyalist partileri ve hareketleri çevresin-
de bir araya getirmeyi hedefleyen Bolivarcı hareketinin programı, dünya sosyalist devriminin programı değil, Venezuela’da gelişmekte olan yeni (militarist) burjuvazinin ulusalcı kaygılarının bir ifadesidir. Venezuela’daki rejimin, Kolombiya destekli emperyalist bir saldırıya maruz kalması durumunda, IV. Enternasyonal elbette Venezuela emekçilerinin safında emperyalizme karşı mücadele edecektir. Ama bu tehdit karşısında Chavezci burjuvazinin ABD’ye karşı bir “anti-emperyalist cephe” oluşturabilmek adına yeni bir Enternasyonal çağrısı yapmasının, dünya işçi sınıfını aldatmaya yönelik bir girişim olduğunu görmezlikten gelemeyiz. Enternasyonal, dünya devriminin partisidir. Dünya devriminin Venezuela’daki somutlanışı ise, bu ülkede tüm burjuvazinin mülksüzleştirilmesinden, burjuva devletin yıkılarak yerine işçi demokrasisine dayalı proletarya diktatörlüğünün kurulmasından, üretimin ve dağıtımın işçilerin denetiminde merkezi olarak planlanmasından geçmektedir. Bu programın önündeki en büyük engel bugün, grevleri bastıran, grevci işçileri ve sınıf sendikacılarını katleden Bolivarcı rejimdir. Kendi ulusal devrimi önünde bürokratik, militarist bir engel olan bu burjuva rejiminin, proletarya adına yeni bir Enternasyonal çağrısında bulunması, ulusalcılığın işçi sınıfının dünya mücadelesine indirebileceği en büyük darbelerden bir haline dönüşebilir. IV. Enternasyonal’in programı, emperyalist çağda dünya sosyalist devrimi uğruna mücadele edilmeyi hak eden yegâne Marksist program olmaya devam etmektedir.
Açlık ve burjuvazinin ortaya saçılan pislikleri Geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) çağrısıyla Dünya Gıda Zirvesi İtalya’nın başkenti Roma’da toplandı Doğan Koca, 1 Aralık 2009 Toplantının amacı dünya üzerinde sayıları 1 milyarı geçen açların sorunlarına çare bulmaktı. Toplantıya 192 ülkenin katılımcıları katıldı. Ancak dünyanın en zengin sekiz ülkesini kapsayan G-8’den yalnızca ev sahibi İtalya katıldı. Herhalde Berlusconi misafirlerine ayıp olmasın diye toplantıya iştirak etmiş olacak. G-8 ülkeleri Temmuz ayında İtalya’da toplanan zirvelerinde açlıkla mücadele için 20 milyar dolar kaynak ayırmayı taahhüt etmişti. Ancak 1 milyar insanın ihtiyaçları düşünüldüğünde bu çok küçük bir yardım. Birleşmiş Milletler (BM) bu toplantıda açlıkla mücadele için 44 milyar dolar yardımın çıkmasını bekliyordu. BM’nin önerisi toplantının başlamasından birkaç saat sonra katılımcı ülkeler tarafından reddedildi. Ayrıca FAO’nun kaynaklarının yüzde 17’sini tarımın iyileştirilmesine ayrılması önerisi de reddedilen kararlar arasındaydı. Dünya Gıda Zirvesi dünya burjuvazisinin ve emperyalizmin pisliklerini ortaya döktü. Zirveye damgasını vuran yoksul ülkelerin başkanları ve eşlerinin yaptığı harcamalar oldu. İtalya’da yayınlanan Il Messaggero gazetesi yoksul ülkelerden Tunus’un liderinin eşi Leyla Zine’nin dünyanın en pahalı mücevherlerinin satıldığı Bulgari’nin önünde çekilmiş fotoğraflarını yayınladı. Bunun yanı sıra yine yoksul bir ülke olan Libya’nın lideri Muammer Kaddafi kiraladığı villaya 200 tane hostes çağırdı. Hostesler gazetelere uzun uzun sohbet ettiklerini söyledi.
Açıkça görülüyor ki 1 milyar insanın aç olması ‘dünya liderlerinin’ umurunda değil. Zirveye katılmaya tenezzül dahi etmeyen G-8 ülkeleri mi dersiniz, burjuvazisine ‘alışveriş tatili’ imkânı yaratan yoksul ülkeler mi?
da, hepimizin yakından tanıdığı sömürüyü yaratan da burjuvazi, onun üretim biçimi kapitalizm ve emek sömürüsünü dünya çapında örgütleyen emperyalizm. Brecht’in ‘Tahterevalli’ şiirinde dediği gibi:
Biz sınıf bilincine sahip insanlar olarak biliyoruz ki açlık sorununu kaç milyon dolar olursa olsun yardımla çözemeyecekler, çünkü açlığı yaratanlar onlar. Afrika’da kabileleri ve ırkları birbirine kırdırarak yıllar süren savaşları organize eden de, Çin’de, Vietnam’da, Malezya’da işçileri günlük 1 dolara 12 saat çalıştıran
Ve şimdi görüyorsun açıkça; Bu bir tahterevalli tahtası. Bütün düzen bir tahterevalli aslında. İki ucu birbirine bağımlı. Yukardakiler durabiliyorlar orada, Sırf ötekiler durduğundan aşağıda.
ULUSLARARASI
Uluslararası Birlik Komitesi (UBK) Kuruluş Deklarasyonu 1
İnsanlık, işçi sınıfının ve dünya halklarının insani, ulusal ve çalışma şartlarına dair haklarının ve birçok durumda, bizzat varoluşunun savunusu için kapitalizmin üretici güçlere dayattığı tüm ulusal ve uluslararası engellerin kaldırılmasının acil bir zorunluluk haline geldiği tarihsel bir aşamadan geçiyor. Diğer yandan, emperyalizm, tüm gücünü, askerî müdahaleler, darbeler ya da demokratik gericilik politikaları aracılığıyla dünya düzeyindeki belirleyiciliğini koruyabilmeye adamış durumda.- Bugüne dek hatalı bir şekilde sosyalist olarak adlandırılan- bürokratik devletlerin çözülüşünün ardından, burjuvazi, işçi sınıfı ve halkların karşısında neoliberalizmin mutlak zaferinin bayrağını dalgalandırmaya girişmişti… Irak, Filistin, Afganistan ve Lübnan halklarının kahramanca direnişi ve Latin Amerika kitlelerinin muzaffer seferberlikleri –işçi sınıfı alternatifinin eksikliği koşullarında- ABD emperyalizminden kopuşu hayata geçirmeyen sol milliyetçi akımların güçlenmesini beraberinde getirdi. Bu yeni panaroma, yalnızca emperyalizmin dünya hâkimiyetinin sorgulanamaz olduğu yönündeki efsaneyi yıkmakla kalmadı ama aynı zamanda yenilmez olduğu yönündeki efsaneyi de çürüttü. Dünya durumu, kapitalizmin dünya düzeyindeki egemenliğinin krize girdiği yeni bir yöne doğru evrilmekte. Ne var ki, bu yeni evre esas olarak, kapitalizmin fiilen geçmekte olduğu global kriz koşullarında yaklaşmakta olan mücadeleler tarafından belirlenecek.
2
Kapitalizm 1929’da yaşanan türden, küresel çapta bir aşırı üretim krizinden geçmekte. Hükümetler ve kapitalizmin finansal kurumları, bizleri bu krizin birkaç yılda atlatılabileceğine ve işçilerin iş yerlerini savunmak yerine, işsizlik son bulana dek gönüllü bir şekilde işten çıkartmaları kabul etmeleriyle krizin sonuna gelineceğine ikna etmeye çalışmaktalar. Ne var ki, kapitalizm bugüne dek bu tip krizlerden yalnızca, üretici güçlerde (emekçiler, teknoloji ve iş yerleri) muazzam tahribatlar yaratarak ve bu yolla kâr oranlarını yükselterek çıkabildi ve yeni bir birikim dönemini başlatabildi. 1929 Krizi, otuzlu yıllar boyunca süren uzun bir depresyon döneminin ardından ancak 2. Dünya Savaşı’yla aşılabilmişti.
3
Hükümetlerin ve patronların, bankaları ve büyük şirketleri kurtarabilmek için bu sektörlere para aktarmaya dönük uygulamaları, yalnızca hırsızlık değil ama aynı zamanda krizin yol açtığı hiçbir köklü sorunu çözemeyecek beyhude girişimlerdir. İşçi sınıfına ise bu koşullar altında yalnızca işten çıkartmalar ve yaşam koşullarındaki devasa düşüşler dayatılmakta, (ücret kesintileri, çalışma saatlerinin arttırılması, esnek ve güvencesiz çalışma) böylece emekçilerin mevcut alım güçleri daha da düşürülmektedir. Kapitalistlerin öncelikli hedefi küresel ölçekteki krizi aşmak değil, şirket kârlılıklarını sürdürmek ve her defasında daha da küçülen pazar payına yönelik rekabet mücadelesini sürdürebilmektir.
4
Şirketlerin kâr oranlarını arttırmaya endeksli kapitalist mantık, tüm dünya halkları ve emekçileri için açlık, işsizlik ve yaygınlaşan sefalet anlamına gelmekte. Ama bu tahrip edici mantık karşısında, çalışma hakkı, ücretlerin ve kısa süre içinde daha fazla tasfiye edilecek kamu hizmetlerinin savunusu temelinde uzlaşmaz bir savunma mücadelesi yürütmek gerekiyor. Üretim kapasitesini savunmak bir zorunluluk, fabrikalar bizim gücümüzle ürettiğimiz zenginliği biriktirmekte, ne var ki, geniş yığınlar halen gereksinim duyduklarını elde etmekten çok uzaktalar. Kapitalizm milyonlarca emekçinin alınterleriyle yarattıklarını yıkıma uğratıyor ve kitleleri açlık ve sefaletle tehdit ediyor. Kapitalizm yıkılmak ve geniş yığınların ihtiyaçlarını esas alan yeni bir sistemle yer değiştirmek zorunda.
5
Emperyalizmin, şirketlerin kâr oranlarında yaşadıkları düşüşten kurtulabilmek için uygulamaya soktuğu plan, gezegendeki temel zenginlik kaynaklarını ele geçirmeye dönük bir savaş politikasını yürürlüğe koymak oldu. Bu politika, Afganistan’dan başlayıp, Irak ile devam etti. Halkların emperyalist yağmaya karşı geliştirdikleri direniş, tüm gezegene ölümcül bir şekilde yayılabilecek -Suriye, İran, Kolombiya- yeni askerî planların önlenmesinde belirleyici oldu. İçinde bulunduğumuz evreden saf ekonomik bir reçeteyle çıkış olanaklı değil. Ya kapitalizm, milyonlarca emekçinin yaşam koşullarını tahrip ederek kâr oranlarını arttıran yeni bir yükseliş dalgası yakalayacak ya da kapitalizmi mezara gömecek sınıflar mücadelesi bu sürecin tayin edici bir unsuruna dönüşecek. Kapitalizmin varlığını sürdürdüğü her gün beraberinde yığınların korkunç acılar ve yıkımlarla yüzleşmesini getiriyor.
6
Emperyalizm örgütlü ve planlı hareket etmekte ve dahası bu planlarla diğer ülkeleri boyunduruk altına almakta. Ne var ki, bu planlar dikensiz bir gül bahçesinde ilerlemiyorlar. Ortadoğu halklarının direnişleri, Latin Amerika’daki devrimci seferberlikler, İrlanda ve Fransa’da Avrupa anayasasının reddedilmesi, yaşlı kıtada her geçen gün yükselen işçi ve öğrenci mücadeleleri emperyalizmin egemenliğinin sorgulanamazlığı efsanesine son vermektedir. İşçi sınıfı ve halkların direnişindeki zayıflık, her şeyden çok, hükümetlere ve çok uluslu şirketlere darbeler indirmek için bir zorunluluk olan koordinasyonun ve birliğin eksikliğinden kaynaklanıyor. Bu organizasyonal eksiklik, esas olarak devrimin ve direnişin dünya partisinin eksikliğinin bir ürünü. 70 yıl önce geçiş programında yazılmış olduğu gibi, insanlığın krizi, devrimci önderlik bunalımına indirgenmiş durumda. Uluslararası bir birlik komitesi kurmaya karar vermiş olan iki yapıyı bir araya getiren işte bu stratejik hedeften başkası değil. 4. Enternasyonal’in yeniden inşası, içinden geçtiğimiz dönemde her zamankinden acil ve zorunlu bir görevdir.
7
İşçi Cephesi (İC) ve Lucha Internacionalista (LI), 1982 yılında kurulmuş olan ve bir dünya örgütü olarak devrimci Troçkizmin başlıca unsurlarından birine dönüşmüş olan LİT-Cİ (IV. Enternasyonal) saflarından gelen iki yapıdır. Ne var ki, 1986 yılında bu akımın kurucusu Nahuel Moreno’nun ölümü ve özellikle de 80’lerin sonlarında bu akımın girdiği derin kriz süreci, her iki yapıyı da uluslararası önderlikten ve bu önderlikçe önerilen inşa politikalarını uygulamakta olan seksiyonlarından farklı pozisyonları savunmaya zorlamıştır. Farklı deneyimlerden hareket edilmiş olsa da, sonuçta önce İC’yi ve bir süre sonra da Lİ’yi LİT’in dışında kalmaya iten -bürokratik bir önderlik anlayışına ve politik ve metodolojik açıdan hatalı bir süreci dönüştürmeye dönük- ortak refleksler, her iki grubu buluşturmuştur. Öte yandan, LİT-Cİ’nin söz konusu pozisyonlarının, devrimci anlamda dönüştürülmesine dönük mücadele sonlanmış kabul edilmemelidir, zira bu uluslararası örgütün saflarında, 4. Enternasyonal’in yeniden inşası açısından hayati önem taşıyan güçler mevcuttur. Ama uluslararası birlik komitesinin tüm gücünü LİT-Cİ’nin dönüştürülmesine hasretmek 4.Enternasyonal’in yeniden inşasında belirleyici roller üstlenebilecek diğer güçlere yönelik çabaları da sınırlayacaktır. Dolayısıyla LİT-Cİ’nin devrimci temellerde dönüştürülmesi mücadelesini, 4. Enternasyonal’in yeniden inşası mücadelesine yönelik daha geniş bir perspektifle birlikte ele almak gereklidir.
8
İC ve LI olarak yeni oluşturduğumuz Uluslararası Birlik Komitesi adına, LİT-Cİ ve seksiyonlarına ve diğer tüm enternasyonal devrimci güçlere, uluslararası önderliğimizin 4. Enternasyonali 30’lu yıllarda inşa etmek için kullandığı araçları temel alarak güç birliğine çağırıyoruz: a) Ortadoğu ve Latin Amerika başta olmak üzere, emperyalizme karşı işçi sınıfının ve halkların mücadelesini körüklemeye dönük farklı kampanyalar yürütmek ve dünya sınıf mücadelesinin temel sorunlarına ortak yanıtlar geliştirmek. b) Bu faaliyetlerin sıcaklığıyla, 4. Enternasyonal’in ve tüm dünyadaki Troçkist partilerin inşasına dair temel politik sorunları tartışmak. c) Bu faaliyetlerin ve yürütülecek tartışmaların yeni yakınlaşmaların ve birleşmelerin kapısını açacağını öngörerek bu süreci derinleştirmek.
9
Bu anlamda ve Siyonizm’in Filistin halkına karşı, özellikle de Gazze’de giriştiği türden vahşi saldırıları karşısında, ve İsrail ile işbirliği içinde Filistin halkına boyun eğdirmeye çalışan dört büyükler (ABD, AB, BM ve Rusya) tarafından uygulanan ambargoya karşı, Gazze’deki sendikal örgütlerin, yaptıkları çağrıyı desteklemeyi bir görev biliyoruz.
10
Uluslararası Birlik Komitesi, tüm yeni örgütlere açıktır ve ortak bir faaliyet planına sahiptir: a)Dünya sınıf mücadelesinin başlıca odaklarına dair sorunlara yanıtlar geliştirmek, b)Devrimci bir program ve politika ihtiyacına yanıtlar geliştirebilecek bir politik çalışmayı derinleştirmek, c) Yeni uluslararası ilişkilerin imkânlarını yaratmak.
Ekim 2009
15
20 yıl sonra; Berlin Duvarı’nın çöküşü
Doğu ve Batı Almanya’yı birbirinden ayıran Berlin Duvarı’nın çöküşü, savaş sonrası Avrupa’sında kurulmuş düzenin, SSCB ve Doğu Avrupa’daki Stalinist rejimlerle beraber yerle bir oluşunun en sembolik referanslarından birine dönüşmüştü. Söz konusu süreç, kapitalizmin bölgede restorasyonuyla (yenileme) birlikte değerlendirildiğinde, sol hareketin mevcut bilinç ve örgütlenme düzeylerinde belirleyici etkilerde bulundu. Bu gelişme yalnızca güçler dengesini değiştirmekle kalmadı, ama aynı zamanda sınıf bilincinde de derin bir karmaşaya yol açtı. Berlin Duvarı’nın 20 yıl önce yıkılışıyla birlikte Doğu Avrupa’daki Stalinist rejimlerin bir domino taşı gibi birbiri ardına çöküşüne tanık olduk. O günden bu yana yeryüzündeki tüm sömürücü sınıfların ardı arkası kesilmeyen riya dolu ideolojik kampanyalarına maruz kalıyoruz. “Sosyalizmin öldüğü ve sürdürülebilir yegane dünya sistemi olarak Kapitalizmin ayakta kaldığı” söylemine dayalı bu kampanyanın ilk akla gelen ideoloğu kuşkusuz 1992 yılında yazmış olduğu “Tarihin sonu” kitabıyla Fukuyama olmuştu. Fukuyama’ya göre ideolojiler ve sınıflararası mücadele şeklinde oluşan tarihsel ilerleyiş, bu haliyle miadını doldurmuş ve yerini ütopyaları geçersiz kılacak şekilde neoliberal ekonomi ve politikanın mutlak zaferine bırakmıştı. Kuşkusuz, neoliberalizmin başlıca kazanımı, Doğu Avrupa’da Stalinist rejimlere karşı yükselen seferberliklerin, aslında liberal demokrasiye duyulan açlıktan kaynaklandığı yanılsamasını yaratmış olmasıydı. Ronald Reagan ve Margareth Thatcher’in önderliğini üstlendiği ve 80’lerin başından itibaren gündeme getirilen globalizm ve neoliberalizm söylemleri, 20 yıl önce Berlin’den başlayarak yaşananlarla birlikte düşünüldüğünde, işçi sınıfının yüzyılın başından beri büyük bedellerle elde ettiği mevzilerin tek tek yitirilmesinden başka bir anlam taşımadı. Mevzilerin yitirilişi sınıfın en gelişkin olduğu ülkelerden, yarı sömürge ülkelere süratle yayıldı. Genelleşmiş hale gelen açlık, yoksullaşma ve sefalet, yığınsal bir olgu olarak göçmenliği getirdi beraberinde. Döneme damgasını vuran Neoliberal söylem, işçi ve gençlik hareketleri üzerinde bireyciliğin hâkimiyetini pekiştirdi. Stalinizm ve onun bürokratik parti anlayışına duyulan tepki, söz konusu bireycilikle birleşerek genelleşmiş bir örgütlenme düşmanlığını yaygınlaştırdı. Aradan geçen 20 yıl boyunca yalnızca partiler değil ama sendikal örgütlenmeler de ağır darbeler aldı, ciddi kan kayıplarına uğradı. Berlin Duvarı’nın yıkılışının ardından, emperyalizmin ve burjuva hükümetlerinin ideolojik saldırısı yoğunlaştı ve sosyal demokrasinin ve Stalinizm’den geriye kalıp süratle sosyal demokratlaşanların açık desteğini kazandı. Kriz derinleşerek öylesine bir ideolojik fetret devri başlattı ki, dünya çapında devrimci sol akımların tümü istisnasız bu darbenin etki alanına girdi. Troçkizm bu gelişmelerden azade değerlendirilemez. Uzun ve zorlu bir kriz tüm akımları belirlemekteydi. Neredeyse tüm devrimci sol akımlar, Berlin Duvarı’nın ve “reel sosyalizm” olarak adlandırılan ucubenin uğradığı hezimete bir yanıt geliştirmenin çabasındaydı. Devrimciler ve devrimci işçi partilerinin inşası için hiçbir alan kalmamış gibi görünüyordu. Tam da bu nedenle, kapitalist üretim sisteminin yıkılmasının bir zorunluluk olduğunu ve işçilerin ve devrimcilerin, sosyalizim mücadelesinde vaz geçilmez bir araç olarak devrimci bir parti ve enternasyonal inşa etmesi gerektiğini savunan bizler akıntıya karşı ilerledik ve halen ilerlemeye devam ediyoruz. Kapitalizmin nihai zaferi safsatası daha uzun yıllar kitleleri yönlendirmeye devam edecek gibi görünüyordu, ama içinden geçmekte olduğumuz derin ekonomik krizin patlak vermesiyle gördüğümüz üzere, sınıflar mücadelesinin ağır ve acımasız çarkları yeniden hükmünü sürmeye girişmiş gibi görünüyor. Kapitalizim kendi iç çelişkilerinin ürünü olan yeni ve son derece derin bir krize yuvarlanmış durumda. Bu derin kriz karşısına çıkan herşeyi önüne katıp sürüklemekle tehdit ediyor insanlığı. Marksizm yalnızca yaşanmakta olana ilişkin değil ama aynı zamanda bir karabasan haline gelmiş bu sistemden kurtuluşun da anahtarlarını sunmaya devam ediyor bizlere. Son 20 yıl boyunca sosyalizm düşüncesine karşı geliştirelen kampanya ve Stalinist rejimlerde yaşanan kapitalist restorasyonun yıkıcı sonuçları oldu. Doğu Avrupa’da ve eski SSCB sınırlarında yaşanan restorasyon, beraberinde yaygınlaşan sefaleti, işsizliği ve yaşam koşullarındaki düşüşü getirdi. Çin’de yaşananlar bu açıdan son derece düşündürücüdür. Stalinist baskı ve çığrından çıkmış kapitalist üretim modelinden oluşan karışım, yeryüzündeki en korkunç sömürü koşullarını dayatmış durumda Çin işçi sınıfına. Rusya’daki restorasyonla birlikte üretimdeki gerileme II. Dünya Savaşı yıkımının yarattığına benzer rakamlar ortaya koymakta. Öte yandan açlığın ve sefaletin, gelişkin kapitalist ülkelerde de son 20 yıldır yaşanmamış bir hızla yayıldığına tanık oluyoruz bu günlerde. Kapitalizmin hizmetindeki ideolojiler ve sosyalizme düşman propagandalar, kapitalist ekonominin gerçek çelişkilerini saklamayı başaramıyor artık. İşçi sınıfı ve emekçi halklar, karşı karşıya bulunduğumuz krizin tahripkârlığı karşısında, kapitalizmden devrimci bir kopuşun ne denli zorunlu olduğunu yeniden kavramaya başlıyor. Yazan: Murat Yakın, Aralık 2009
www.iscicephesi.net