Mücadeleler Nasıl Birleşir?
Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 13 • Ocak 2010 • Fiyatı: 2 TL
Bugün Türkiye’de birçok işyerinde mücadele var. Dayanışma zayıf, güçler birleşmediği için yerel ve sendika bürokrasisinin kontrolünde. Elbette güven sorunu var, elbette önderlik sorunu var, ancak bunu aşabilecek güç ve deneyime sahibiz. Burjuvazinin yalanlarına değil, kendi sınıfımızın gücüne güvenmeliyiz. İşçi kardeşim, işsiz kardeşim gel mücadelelerimizi artık birleştirelim... Arka Plan, sayfa 8-9’da...
Hükümetin demokrasi maskesi makyaj tutmuyor! Kürt halkının siyasal
Geçen ayki manşetimizde “Asıl mücadeleyse şimdi başlıyor” demiştik. 25 Kasım grevinin ardından devlet ilk olarak grevci işçilerin cezalandırılması işine girişti
demokrasi hakkı engellenemez! Politika, Sayfa: 04
Kömür madeni mi, toplu mezar mı?
Politika, Sayfa: 05
Meksika ve ABD ekseninde Latin açılımı
Politika, Sayfa: 06
Aile Zirvesi’ndeki kutsallık örtüsünü çekelim!
Kadın, Sayfa: 07
DTP Kürt halkını temsil etmiyormuş(!)
Ulusal Sorun, Sayfa: 09
Afganistan’da Obama savaşları
Uluslararası, Sayfa: 14
Gazze için, Filistin için İsrail’e karşı boykot!
Uluslararası, Sayfa: 15
A
çığa alınan memur sayısı 46’yı buldu. Sonrasında itfaiye ve Tekel işçilerinin direnişi polis saldırıları ile karşı karşıya kaldı. Belediye-iş’li emekçiler ise haklı mücadelelerini duyurmaya çalışırken gözaltına alındılar. Öte yandan, DTP’nin oy birliği ile kapatılmasını, yeni kurulan BDP’nin (Barış ve Demokrasi Partisi) üyelerinin gözaltına alınması izledi. Tüm bu saldırıların ortak noktası şu: Saldırıların tamamı yasalara uygundur ve burjuva devletin hiçbir kurumu bu saldırılardan yana rahatsız değildir. Ne Anayasa Mahkemesi, ne polis, ne de hükümet tüm bu saldırılar sırasında yasalar ve düzen çerçevesindeki yetkilerini aşmamıştır. Aksine, bu kurumların tamamı sadece kendi görevlerini icra etmişlerdir. Demokratik mevzilerin darlığı • Geçtiğimiz bir ay içerisinde demokratik mevzilerimizin darlığını bir kez daha gördük. Ancak bunu görebilmemizin sebebi, burjuvazinin ani bir tutum değiştirmesi olmadı. Burjuvazi zaten işçi ve emekçilerin mücadelelerini engelleyecek yasalara sahipti. Bugüne kadar bunları düzenli olarak, işçi sınıfının direnişe geçmesini engellemek için kullanmaktaydı. Krizle yaşadığımız bir yılda gördüğümüz gibi, pek çok sendikanın grev ve toplu sözleşme hakkı yoktu. Tensikatlara karşı iş yerimizi savunmak ya da grev sırasında grev çadırı kurmak gibi hakkımız dahi yoktu. Bir aydır ekonomik taleplerimiz için başlattığımız eylemlerde de burjuvazi, kendi yasalarına dayanarak bize karşı tüm baskı güçlerini kullanmaya devam ediyor. Hükümet demokrasi yalanlarını atadursun. Son bir ayın ve krizle dolu bir yılın bilançosunu çıkardığımızda, işçi sınıfının siyasal demokrasi adına pek az şeye sahip olduğunu görmekteyiz. DTP’nin kapatılması • DTP’nin kapatılması da, aynı siyasal demokrasi yoksunluğunun bir göstergesidir. İşçi sınıfının mücadelesini kısıtlayan yasalar ile DTP’yi kapatan yasalar temelde aynıdır. Bu yüzden de, DTP’nin kapatılması kesinlikle işçi ve emekçilerin aleyhine olan bir durumdur. Biz sınıf bilinçli işçiler bilmeli ve artan şovenizme karşı diğer işçilere daha da gür sesle anlatmalıyız ki; Kürt halkını baskı altında tutan her yasa, işçi ve emekçilerin mevzilerini de daraltmaktadır. Bugün DTP’nin kapatılmasını sağlayan yasalar, işçi sınıfının siyasi iradesini ortaya koyabilmesini de engelleyen yasalardır. “Kürt partisi” kurmayı yasaklayan yasa maddesi ile sınıf eksenli par-
ti kurmayı yasaklayan yasa aynı maddededir. Herhangi bir demokratik Kürt mitingine polisin müdahale edebilmesini sağlayan yasa ile bugünkü mücadelemize polisin müdahalesini meşru kılan yasa da tamamen aynı yasadır. Sınıf mücadelesi ile yoksul Kürt halkının mücadelesinin birbirinden ayrılmadığını, pek çok ortak hedefe yöneldiğini görmeliyiz. Bu yüzden, Kürt haklına yönelik tüm baskıların kaldırılması ve de süren operasyonların durdurulmasını talep etmeliyiz. Özne işçi sınıfı • Ankara’da Türk-iş’in önünde biriken emekçiler, “Türk-iş salla AKP yıkılsın!” sloganını atmaktalar. Bu slogan direnişteki işçilerin, AKP’nin sınıf düşmanı politikalarına karşı duydukları kini güzel şekilde ifade etmektedir. Ancak direnen işçilerin ve de Kürt halkının maruz kaldığı baskılar, sadece hükümetten değil, hükümetin de bir parçası olduğu; yasaları ve meclisi de kapsayan bir sistemden kaynaklanıyor. Bunlara karşı, yoğun saldırı altında olan direnişlerimizde başlattığımız meşru mücadeleyi savunmaya devam etmeliyiz. Direnişteki emekçileri desteklemek ve mücadelenin birleştirilmesi için başlatılan çabalara (Türk-iş’in 1 saatlik iş bırakma eylemi gibi) tüm gücümüzle sarılmalı ve daha da güçlenmesi için çabalamalıyız. Tabii ki bugünkü tablonun sendika bürokrasilerinin izlediği işbirlikçi tutumların birer sonucu olduğunu da unutmamalıyız. Tekel özelleştirilirken Türk-İş genel grev, genel direniş deseydi bugün Tekel işçileri Ankara’nın ayazında kaybedilmiş bir mevziiyi yeniden kazanmanın mücadelesini vermek zorunda kalmazdı. Şimdi mangalda kül bırakmayan Tek Gıda-İş ve Türk-İş sürekli eylem kararını Tekel özelleştirilirken alsaydı sadece Tekel’i değil tüm işçi sınıfını saldırılar karşısında ayağa kaldırabilirdi. Kuşkusuz hiçbir zaman geç değil, ayağa kalkmak için… Dolayısıyla bu mücadele sürecinde, sendika bürokrasisinin bir yandan yaymaya çalıştığı şovenist zehre karşı, taleplerimizi Kürt halkının demokratik talepleri ile de birleştirmeli ve burjuva devletin karşısına çok daha güçlü bir şekilde çıkmalıyız. İşçi sınıfı olarak burjuvaziye karşı siyasal bir özne olmayı başarabilirsek, gerçek anlamda kalıcı ve de güçlü mücadele mevzilerine sahip olabileceğiz.
İşçi Cephesi, 25 Aralık 2009
İLAN TAHTASI yışı başlıklı makalesinde, II. Dünya Savaşı sonrası Troçkizmin yeniden canlanmasında ve kitlesel devrimci partiler halinde vücut bulmasında büyük katkıları olan, parti inşası kuramcısı ve ustası yoldaş Moreno’nun, dünya ölçeğinde yetişen binlerce kadronun ve militanın yararlandığı öğretisinden partiye ilişkin başlıkları ele alıp inceleyerek dosyayı kuvvetlendiriyor.
Mesafe: 03 / Kış 2009/2010, Dosya Konusu: Parti, Fiyatı: 6 Lira
2
Cadının Bohçası’ndan dökülenler: Ben ve Nuri Bala
Mesafe, ayrıca, dosya dâhilinde iki belgeye yer veriyor. Birincisi, Troçki’nin 1940’ta Stalin’in bir ajanı tarafından katledildiğinde henüz masasının üzerinde bulunan, tamamlanmamış bir makalesi: Sınıf, Parti ve Önderlik. İkincisi ise, III. Enternasyonal’in 1921’deki 3. Kongresinde kabul edilen, komünist partilerin yapısı, yöntemleri ve eylemi üzerine IV. Enternasyonal’in kendisini üzerinde inşa ettiği temel anlayışların bir özeti ve Leninist parti anlayışının bir sentezi olarak kabul edilmesi gereken Tezler’den yapılan bir derleme.
Ü
ç aylık sosyalist düşünce dergisi Mesafe üçüncü sayısında (Kış 2010) “Parti” dosyasını açıyor. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından egemen hale gelen teslimiyetçi tutum ve bundan türeyen “hareketlerin hareketi” anlayışlarını eleştirerek başlayan dosya, 21. yüzyılda Leninist Parti’nin taşıdığı önemin ve gereğin altını çiziyor. Bu bağlamda, Yusuf Barman, Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak adlı makalesinde 1989’la ivme kazanan “ideolojik kasırga”nın etkisinde gelişen çeşitli deneyimleri ve sonuçlarını değerlendiriyor ve Leninist Parti anlayışı ile karşılaştırıyor. Erol Yeşilyurt ise Lenin ve Ne Yapmalı? makalesinde, ‘Ne Yapmalı’ kitabından hareketle konuyu derinleştiriyor. Sınıf bilinci, öncü anlayışı, parti-kitleler ilişkisi, profesyonel devrimcilik, hegemonya gibi kavramları; bunların üzerinde yapılan tahrifatlardan ve çarpıtmalardan ayıklayarak Lenin’in bunlara ayırdığı gerçek yere tekrar yerleştiriyor.
Öte yandan, Mesafe 3. sayısında dosya dışı yazılara da yer vermeye devam ediyor. Oktay Orhun hem Şubat Devrimleri Üzerine başlıklı tartışma yazısı ile hem de Cemre Sava ile beraber kaleme aldığı, Sinema ve Siyaset İlişkisi Üzerine Düşünceler başlıklı kısa metni ile, derginin kış sayısını zenginleştiriyor. Bu sayının Toplumsal Cinsiyet başlığı altında ise bu kez kadının ev-içi emeğine odaklanılıyor. Dicle Nadin, Tarihsel Bir Yenilgi: Kadının Ev-içi Emeği başlıklı makalesinde, değerlendirmesini, bu emeğin kapitalizm ve ataerkillik arasındaki ilişkinin yeniden üretilmesine sunduğu katkı noktasından alıyor ve ev-içi emeğin kadın cinsinin zorunluluğu olmaktan nasıl çıkarılabileceğini tartışıyor. İlk sayısında “Filistin”; ikinci sayısında “Kriz” dosyalarını işleyen Mesafe’nin “Parti” dosya konulu yeni sayısını kitapçılardan veya www.imge.com.tr adresinden temin edebilirsiniz. Ayrıntılı bilgi için: www.enternasyonalyayincilik.net
• Mesafe Bu Sayı
Murat Yakın ise Nahuel Moreno ve Leninist Parti Kavra-
• Erol Yeşilyurt Lenin ve Ne Yapmalı?
• Yusuf Barman Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak
• Oktay Benol Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası • Murat Yakın Nahuel Moreno ve Leninist Parti Kavrayışı • Lev Troçki Sınıf, Parti ve Önderlik SAYI: 13 • OCAK 2009 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık) Yönetim yeri Caferağa Mah. Sarraf Ali Sok. Saraçoğlu İş Hanı No: 36/17 Kadıköy - İstanbul
ars’ın Eşmeyazı köyünden İstanbul Tarlabaşı’na uzanan yolda; Mehmet’in Esmeray’a dönüşümünün öyküsünü anlatan bir belgesel film Ben ve Nuri Bala. Tek bir bedene, coğrafyaya, dile, türküye; hatta tek bir isme sığmayan bu yolculuğun Tarlabaşı’nda bir polis tarafından kesilmesiyle tanıdık hepimiz Esmeray’ı. Polis ona, evine giden o yoldan artık geçemeyeceğini söylemişti, o geçmek isteyince polis şiddetine maruz kalmıştı. Açtığı dava sonrasında polislerin kendisinden özür dilemesine rağmen davasından yine de vazgeçmemişti ve sonrası... Sonrası, yönetmenliğini Melisa Önel’in yaptığı Ben ve Nuri Bala 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali En İyi İlk Belgesel Ödülü’nü aldı.
Mesafe, Sayı 03 - İçindekiler:
Oktay Benol’un Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası başlıklı makalesi ise Türkiye’de güncel krizin etkileri ve sonuçları paralelinde, parti inşasının gereği ve olanaklarını tartışıyor.
K
• III. Enternasyonal Komünist Partilerin Yapısı, Yöntemleri ve Eylemi • Oktay Orhun Şubat Devrimleri Üzerine • Dicle Nadin Tarihsel Bir Yenilgi: Kadının Ev-içi Emeği • C. Sava/O. Orhun Sinema ve Siyaset İlişkisi Üzerine Düşünceler
Tüm bunlar özellikle travesti, transseksüel cinayetlerinin sıkça yaşandığı bugünlerde, bu topraklarda Ben ve Nuri Bala’yı mutlaka görülmesi gereken bir belgesel haline getiriyor. Belgesel ayrıca, genel ahlak propagandasıyla hem toplumdan dışlanıp hem de üzerine türlü polis şiddetine maruz kalan travestilerin yine devlet eliyle nasıl seks işçiliğine itildiğini de irdeliyor. Bu noktada, travesti Esmeray’ın öyküsü feminist aktivist Esmeray’ınkine de dönüşüyor. Ayrıca, Cadının Bohçası isimli oyunuyla Esmeray her cuma Rengahenk Sanatevi’nde saat 20.00’da “Bir travestinin ezberinizi bozmasına izin verecek kadar cesur musunuz” diye sorarak bizleri bekliyor. Mehmet olmak öğretilirken, içindeki kadını aramaktan korkmayan ve ait olduğu toprakları özlemekten de vazgeçmeyen Esmeray bohçasından çıkardıklarıyla bizlere hem keyifli hem hüzünlü bir oyun sunuyor.
1 yıllık abonelik Yurtiçi: 20 TL • Yurtdışı: 20 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Estet Ajans Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 2 TL
NE SAVUNUYORUZ? neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Egemen sınıfın her türlü diktatörlük rejimine karşıyız ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.
EMEK GÜNCESİ
IBM’de direnenler kazandı IBM emekçileri yaklaşık iki sene önce başlattıkları TezKoop-İş’te sendikalaşma mücadelesini kazandılar Ö. Çiftçi, 27 Aralık 2009 Bilişim emekçileri neden örgütlendiler • Beş yıldır zam almadan çalışan bilişim emekçileri artan enflasyonla birlikte iyice fakirleştiler. Bunun yanında yıllık izin ücretleri ellerinden alındı, ücretsiz fazla mesailer yapıldı, sosyal hakları ellerinden alındı. 2005 sonrası girenlerin emeklilik haklarının tamamıyla ellerinden alınması gündeme geldi. İşçiler bu nedenle insanca yaşanacak ücret için sendikalı olmak istiyorlar. Şirkette aynı işi yapanlar arasında dörtte bire varan ücret farkı söz konusu. Tüm uygulanan bu politikalarda amaç; ücreti göreceli olarak yüksek olan (şirket içerisindeki diğer çalışanlara göre), yani şirkete maliyeti yüksek olanları zamanla ortadan kaldırıp tamamı düşük ücretle çalışan kölelik sistemine geçişin tamamlanmasıydı. İşçiler “eşit işe eşit ücret” politikasının geçerli olması için sendikalı olmak istiyorlardı. Haksız işten çıkarmalar, “işine gelirse çalış” keyfiliği işyerinde çalışma barışını engelliyordu. Çalışanlar iş güvencesi için sendikalı olmak istediler. Aynı zamanda patronların sendikası haline gelen Bil-İş sendikası da IBM Türk’te işçilerin örgütleme ve kendi haklarına sahip çıkabilecekleri bir sendikalaşma ihtiyacını yarattı.
Örgütlenme Süreci • IBM işçilerinin örgütlenmeye başlamasıyla beraber yönetim sendikaya yetki itirazında bulunmuş, ayrıca işkolu tespitine yönelik olarak da konuyu mahkeme sürecine taşımıştı. Hukuki süreç boyunca IBM yöneticileri çalışanlarına dönük baskıları arttırarak, sendika temsilcilerini işten atmıştı. Bu baskılar karşısında IBM çalışanları Tez-Koop-İş Sendikası ve meslek örgütleri olan Elektrik Mühendisleri Odası ile birlikte bu mücadelede kararlı olduklarını IBM önünde yaptıkları “Plaza Eylemleri” ve örgütlenme çalışmaları ile göstermişlerdi. Sonuç • 9 Aralık’ta işkolu tespit davasının olumlu sonuçlanmasının ardından yetki itirazına dönük davada Tez-Koop-İş Sendikası’nın yetkili sendika olduğu ve Toplu İş Sözleşmesi imzalama hakkı bulunduğu hükmü karara bağlandı. Türkiye’de bilişim sektöründe bir ilk olan bu örgütlenme deneyimi güvenli bir gelecek için güvenceli iş isteyen ve bu sebeplerle sendikalaşan IBM işçilerinin mücadelesi benzer koşullarda çalışan, her geçen gün çalışma yaşamlarında hak gaspına uğrayan, köleleştirilen ve işsizlik tehlikesiyle boğuşan tüm işçiler için umut verici ve yol gösterici olmuştur. Bir kez daha göstermiştir ki örgütlü olmak, bir arada durmak ve dayanışma içerisinde olmak tüm işçilerin ve emekçilerin kazanımıyla sonuçlanmıştır.
Tekel İşçileri mücadele ediyor, hükümet ve patronlar aldırmıyor!
İC-Haber, 25 Aralık 2009
T
ekel işçileri 4-C uygulamasıyla (4-C statüsü, özelleştirme sonrası diğer kamu kuruluşlarında geçici personel statüsünde istihdam edilmek anlamına geliyor.) tüm özlük haklarının ellerinden alınmasına tepkilerini sürdürüyor. Geçtiğimiz haftalarda yaptıkları protestolar sırasında polisin sert müdahalesiyle karşılaşan işçilere Türk-İş’e bağlı çeşitli sendikalardan 25 Aralık günü bir saatlik işe geç başlama eylemiyle destek geldi. Alınan karara göre dört hafta boyunca her cuma günü birer saat işe geç başlama eylemi devam edecek. Kuşkusuz bu kararın sözde kalmaması, devamının gelmesi ve mutlaka bir genel grev kararıyla taçlanması gerekir. Çünkü Tekel işçilerinin bugün Ankara’da sürdürdüğü eylemin nedeni zamanında özelleştirilmenin durdurulması için sendika yönetiminin gerekli mücadeleyi sergilememiş olmasıdır. Tekel işçileri çalıştıkları kurum özelleştirildiği için bugün Ankara’nın soğuğunda haklarını aramaktadır. Nitekim başka birçok kamu kuruluşu özelleştirildi ve çalışanları açlıkla karşı karşıya bırakıldı. Ve şimdi aynı şey şeker fabrikalarının özelleştirilmesi kararıyla oradaki işçi kardeşlerimizin başına gelmek üzere… Dolayısıyla sendika yönetiminin aldığı sürekli eylem kararı anlamlı ama inandırıcı ve yeterli değildir. İşçilerin bu sürecin mutlak şekilde sahibi olması gerekir. Bunları unutmamalıyız…
Hükümet ve patronlar ise işçi düşmanı tavırlarını yaşanan her gelişmede gösteriyorlar. Ankara Sanayi Odası Başkanı Nurettin Özdebir, Türk-İş’in bir saatlik işe geç başlama kararını “nankörlük” olarak değerlendirerek “Kapasite kullanım oranlarının bu kadar düşük olduğu, ülke olarak ekonomimizi büyütmemiz gereken bir dönemde böyle bir eylem Türkiye’nin hayrına değil.” dedi. Özelleştirmeler Sürerken • Mecliste ise CHP’li milletvekillerinin Tekel işçilerinden “özelleştirme mağduru” olarak bahsetmesinin ardından Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “Eğer bir ülke sistemini iyi kurarsa özelleştirmenin ciddi şekilde yararı vardır, zararı yoktur.” dedi. Bakanın açıklamalarını destekler biçimde, geçtiğimiz yıl elektrik dağıtım bölgeleri gibi pek çok devlet kurumunun satış işlemi gerçekleştirilmişti. Hükümet 2010 yılı başında da 4 elektrik dağıtım bölgesini, 52 akarsu santralini ve çeşitli şeker fabrikalarını özelleştirmeye hazırlanıyor. Dağınık haldeki mücadeleler ve eylemler sürerken patronlar ve hükümet birlik olmuş geri adım atmıyor. Özelleştirme ve taşeronlaştırma yoluyla devlet kurumlarındaki işçilerin hakları ellerinden alınıyor. Bu yolla gerçekleştirilen sendikasızlaştırma ve özlük haklarının gaspı, önümüzdeki aylarda da devam edecek gibi görünüyor. Birbirlerini kollayan patronlara karşı işçilerin haklarını savunacak birleşik bir mücadele hattı her zamankinden daha da gerekli.
3
Hava-İş’te bir oy farkla mevcut yönetime devam Şahin Yıldırım, 24 Aralık 2009 Türk-İş’e bağlı Türkiye Sivil Havacılık Sendikası’nın (Hava-İş) 26. Olağan Genel Kurulu, 12-13 Aralık’ta İstanbul Holiday Inn Otel’de yapıldı. Genel Kurul’da seçimlerde, mevcut Genel Başkan Atilla Ayçin’in listesi ile muhalif Gökkuşağı Hareketi’nin listesi yarıştı. Kongre divan kurulunun seçimiyle başladı. Divan başkanı seçimi yaklaşık 1,5 saat sürdü. Bu seçimin uzun sürmesi, salonda gerginliklere de neden oldu. Ayrıca katılan delegelerin gözlemi, bugüne kadar böylesine uzun süren bir divan seçimine tanık olmadıkları yönündeydi. Divan seçimlerinde Atilla Ayçin’in adayı Petrol-İş Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın, muhalif Gökkuşağı Hareketi’nin adayı Hava-İş’in eski yönetim kurulundan Atilla Kaya karşısında, 144’e 131 oyla kazandı. Divan seçiminde birbirine yakın çıkan bu oylama sonucu, aslında genel kurulun zor geçeceğini işaret ediyordu ve öyle de oldu. Pazar günü yapılan seçimlerde Atilla Ayçin’in listesi, muhalefetin 146 oyuna karşılık 147 oyla kazandı. Genel Kurul’da birlik mesajları • Divan seçiminin ardından, Atilla Ayçin, DİSK başkanı Süleyman Çelebi ve Türk-İş Genel Sekreteri Mustafa Türkel birer konuşma yaptılar. Konuşmalarda, emekten yana olanların birlikte olmak zorunda olduğuna dair vurgular yapıldı. Türk-İş Genel Sekreteri ve Tek Gıda-İş başkanı Mustafa Türkel’in konuşması, üzerinde durulması gereken bir konuşma olabilir. Türkel konuşmasında, işçi sınıfının kazanılmış mevzilerini yitirdiğini, artık mücadele zamanının gelip geçtiğini vurguladı, salona “Şimdi var olma zamanı, var mısınız?” diye sordu. 12 bin tekel işçisinin Ankara’ya gideceğini söyledi.“Yukarıda yağmur yağsa da, altımız buz tutsa da Ankara’dan ayrılmayacağız.” dedi. Türk-İş başkanını da eleştiren Türkel, uzlaşı devrinin bittiğini vurguladı. Kıdem tazminatı konusunda ise, Türk-İş’in genel kurulu kararının var olduğunu ifade ederek, “Kıdem tazminatı parlamentoya geldiği gün Türk-İş yönetimi genel grev tarihini belirlemek için karar verir.” dedi. Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz! • Sendikacılar genelde karşılarında belli bir topluluk görünce en keskin lafları söylemekten çekinmezler. Evet, bugün Tekel işçisi Ankara’nın orta yerinde onurlu bir mücadele sergiliyor. Ama bugüne gelene kadar Tek Gıda- İş sendikası neredeydi diye sormak gerekmez mi? Sendika Tekel’in özelleştirmesi sürecinde neden kararlı bir mücadele hattı yürütmedi? Bugün Türk-İş’e bağlı Şeker-İş sendikasının örgütlü olduğu şeker fabrikaları özelleştirilirken, aynı sorunla karşı karşıya olan iki sendika neden ortak mücadele etmiyor, işçileri birleştirmiyorlar? İşçileri kontrol edemeyeceklerini mi düşünüyorlar? Evet, keskin laflar ağızdan çıkar ama önemli olan, işçi sınıfının kazanılmış haklarının elinden alınmasına göz yumanların sözlerine işçi sınıfının ne kadar inanabileceğidir. Bu süreçte, yalnızca saldırı kendisine yapıldığı zaman değil, işçi sınıfının hangi üyesine saldırılırsa, o anda hep birlikte bağırmak gerektiğini kavramak gerekiyor sendikacı beyler! Genel Kurul daha sonra iki listenin delegelerinin aldıkları sözlerle devam etti. Delegeler ne yazık ki, yönetime geldiklerinde sendikanın nasıl bir yol izleyeceğini, sınıfa nasıl bir müdahalede bulunacağını anlatmak yerine daha çok kişisel tartışmalar üzerinde durdular. Sonuç olarak, mevcut yönetim seçimleri kazanmış olsa da, delegelerin yarısı yönetiminden memnun olmadığını oylarıyla göstermiştir. Evet, bugün Hava-iş sendikasının örgütlendiği işyerlerinde yaşadığı sorunları, dönen hukuk dolaplarını, hükümetin baskısını bilmekle beraber, bu genel kuruldan çıkan sonuçları Atilla Ayçin ve ekibi göz ardı etmemeli. Muhalefetin, delegelerin yarısının desteğini almış olmaları önemli bir veridir. Evet, işçi sınıfına yönelik saldırıların hız kesmeden devam ettiği bir süreçte Hava-İş Sendikasının yönetimine önemli görevler düşüyor. Tekel işçileri Ankara’da direnirken, Esenyurt Belediye işçileri direnirken, Sabiha Gökçen havalimanı işçileri direnirken; işçilere önderlik yapanlar, yapmaya aday olanlar, evet söz ve eylem sırası sizde. Gün mücadeleyi birleştirme ve büyütme zamanı, artık lafı gevelemenin manası yok!
4
POLİTİKA
Kürt halkının siyasal demokrasi hakkı engellenemez! DTP’yi AKP kapattırmadı ama kapanmasını engelleyecek en ufak demokratik bir tutum da göstermedi. Tam tersine DTP’nin kapatılmasını hemen kendi siyasi çıkarları doğrultusunda kullanmaya girişti Oktay Benol, 27 Aralık 2009
İ
lerilik ve geriliklerin iç içe geçtiği bir süreç yaşıyoruz. Bir yandan on yıl önce varlıkları dahi tartışma konusu olan Kürtlerin reddedilemez siyasal ve toplumsal varoluşuna tanık oluyoruz. Nitekim bugün Türkiye’de rejimin en bağnaz kesiminden en faşist burjuva siyasi partiye kadar Kürt halkı gerçeğini reddedebilecek tek bir odak kalmamıştır. Bugün Kürtlerin aslında Türklerin bir kolu olduğu söylemi üzerinden -meczup muamelesi görmeden- bilim ve siyaset yapabilmek mümkün olmaktan çıkmıştır. Bunu yapanın bilimsel ve/veya politik itibarının yerlerde sürüneceği, ciddiye alınmayacağı artık bir gerçekliktir. Bu durum öylesine büyük bir gerçekliktir ki kendilerine vatansever kuvvetler gibi isimler takan ultra faşistler bile Kürtlerin nüfus artışının korkutucu olduğu teziyle binlerce kişilik ölüm listeleri hazırlayarak bu gerçekliği -Kürtlerin varoluşunu- tersinden teyit etmek durumunda kalmaktadır. İçinden geçtiğimiz sürecin ileriliği işte budur. Kürt halkı vardır ve dostu da düşmanı da artık bu toplumsal-siyasal gerçeğe göre konumlanmak durumundadır.
Açılım sürecinin asıl belirleyeni sermaye sınıfı • Diğer yandan Kürt halkının siyasal-toplumsal varoluş gerçeğini artık önleyemeyeceğini gören Türk burjuvazisi de
tedir. Anayasa Mahkemesi’nin oybirliğiyle aldığı kararla DTP’yi kapatması bazı çevrelerce “açılım”ın bir devlet/hükümet projesi olmadığının kanıtı sayıldı ve bu anlamda “açılım” sürecinin de sonu olarak ilan edildi. Oysa Yargı önemli bir rejim gücü olarak başından itibaren sadece “açılım”a değil AKP’nin hükümet etmesine de ciddi bir karşı duruş sergiledi. Diğer bir ifadeyle başını Anayasa Mahkemesi’nin çektiği Yargı gücünün başından itibaren “açılım”a karşı olduğu biliniyordu ve bilinen tezahür etti. AKP’nin “laikliğe karşı odak” olmak-
DTP kapatıldı çünkü Kürt sorununda muhatap istenmiyor • İstenen de buydu zaten. Kürt sorunu başından itibaren Kürt halkının siyasi önderlikleri devre dışı bırakılarak çözülmek istenmekteydi. Kürt siyasal figürlere düşen ya da onlardan beklenen sadece sermaye sınıfının ve hükümetin/devletin çizdiği rolü oynamalarıydı. Onlar ellerine verilen rolleri oynamak istemedikçe daha fazla oranda minderin dışına itilmek durumunda kaldılar. Sonuçta öyle bir noktaya gelindi ki AKP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Arınç verdikleri ezbere göre
Kürt sorunu başından itibaren Kürt halkının siyasi önderlikleri devre dışı bırakılarak çözülmek istenmekteydi. Kürt siyasal figürlere düşen ya da onlardan beklenen sadece sermaye sınıfının ve hükümetin/devletin çizdiği rolü oynamalarıydı. Onlar ellerine verilen rolleri oynamak istemedikçe daha fazla oranda minderin dışına itilmek durumunda kaldılar sermayenin çıkarları doğrultusunda devletin ve rejimin bu yeni gerçekliğe göre şekillenip, yapılanması gerekliliğini görmüştür. Burjuvazinin bu anlayışı özünde Kürt hareketini çözmeye, siyasal açıdan yönünü saptırmaya ve bir bütün olarak sermayenin çözüm projesine eklemeye dayanmaktadır. İçinden geçtiğimiz sürecin geriliği de budur. Türk burjuvazinin bu noktadaki tercihi ve çıkarı siyasal-toplumsal alanın bir anayasal vatandaşlık ve yurttaşlık çerçevesinde tanımlanmasına dayanmaktadır. Ve bu hedefin demokrasi sosuna batırılmış, özünde emeğin neoliberal politikalarla daha yoğun sömürüsü anlamına gelen Avrupa Birliği projesiyle uyum içinde olması da şaşırtıcı değildir. Turgut Özal’dan bu yana –inişli çıkışlı bir seyir izleyerek- bu anlayış doğrultusunda AKP hükümetine kadar da gelinmiştir. Bu süreç boyunca Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi gibi doğrudan büyük burjuvazinin bu soruna müdahil olmak istediği örnekler olduğu gibi sermayenin en tepesinde duran Sakıp Sabancı’nın hazırlattığı meşhur Doğu Anadolu Raporu gibi örnekler de olmuştur. Bu noktadan hareketle bugün siyasal alanda olmakta olan her şeyin özünde, Türkiye sermaye sınıfının egemen olduğu devlete, çıkarları doğrultusunda istediği içerik ve biçimi verme mücadelesi olduğunu tespit etmemiz gerekir. Sermaye sınıfının kendi içinde farklı çıkar gruplarına bölünmüş olduğu ve bu bölünmenin rejim içi mücadele ve krizlere yol açtığı tabii ki bir hakikattir. Lakin giderek daha fazla oranda ve açık bir şekilde yeniden yapılanma isteyen -bir anlamda ekonomide liberal, politikada milliyetçi-muhafazakâr olan- büyük burjuvazinin bu arzusunu daha fazla ertelemeyi istemediğini de söyleyebiliriz. Açılım bir devlet/hükümet projesi ve bitmedi • Bu noktada sadece Kürt sorununda değil Alevi, Ermeni, Kıbrıs vb. diğer alanlarda da söz konusu olan “açılımlar” AKP hükümetinin isteğiyle sınırlı olmayıp, ötesinde doğrudan sermaye sınıfının isteğiyle belirlenmekte ve bir devlet/hükümet projesi olarak gerçekleşmek-
la fişlenip kapatılmaktan son anda kurtulmasını dahi hatırlamak yeterli olacaktır. Lakin devletin sahibinin ve rejimin gerçek gücünün Yargı olmadığı ve sermaye sınıfının ve temsilcisi AKP hükümetinin izlenecek yol haritasına Anayasa Mahkemesi’nin karar vermeye devam etmesine izin vermeyeceği açıktır. Yargı’nın yekpare bir yapıda olmaması, bizzat kendi içinden Yargı’nın burjuva parlamenter güçler dengesini bozduğu yönündeki eleştirilerle birlikte bu alanda güçler dengesini değiştirecek ciddi değişikler olacağını öngörebiliriz. Kuşkusuz bu değişikliklerin DTP gibi partilerin kapatılmasına engel olacak düzenlemeler getireceğini beklemek -en azından mevcut aşamada- ancak hayal olabilir. DTP’yi AKP kapatmadı ama kapatılmasına engel de olmadı • Bir diğer değerlendirme ise DTP’yi AKP’nin kapattırdığıdır. Gerçekten DTP’yi AKP mi kapattırdı? AKP’nin Anayasa Mahkemesi’ne DTP’yi kapat deme gücünün olduğunu düşünmek için bir sebep bulunmuyor. Soruyu, “AKP, DTP’nin kapatılmasını engellemek için siyasi ya da hukuki herhangi bir girişimde bulundu mu?” diye sorarsak cevabımız kuşkusuz hayır olacaktır. DTP’yi AKP kapattırmadı ama kapanmasını engelleyecek en ufak demokratik bir tutum da göstermedi. Tam tersine DTP’nin kapatılmasını hemen kendi siyasi çıkarları doğrultusunda kullanmaya girişti. AKP’nin, DTP’nin kapatılmasının ardından parti kapatmaların yanlış olduğu açıklaması bu kurnazlığın bir ifadesidir. MHP ve CHP karşısında sözüm ona demokrasi yanlısı görünme hareketleri yapan AKP’nin bu kurnazlığını sanırız Türkiye’de yutacak kimse kalmadı. İşin ilginç yanı TSK, hükümet, burjuva muhalefet partileri ve çeşitli renkleriyle sermaye sınıfı dâhil herkes aslında DTP’nin kapatılmasından memnun oldu. Şimdi parmaklarını bir çocuğa nasihat verir gibi sallayarak konuşan bu zatlar parti kapatmanın yanlış olduğunu ama DTP’nin de terörle (PKK ile) arasına mesafe koymadığını söyleyerek adeta kendi düşen ağlamaz demeye getiriyorlar.
konuşmuyor diye DTP Eşbakanı Emine Ayna’ya “yaratık” demeye kadar vardırdı işi. İşte bu yaklaşımın taşıdığı zihniyetle 24 Aralık günü birçok ilde Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatıyla yaklaşık 80 kişinin gözaltına alınması birebir aynıdır. Gözaltına alınanlara bakınca dokuzunun DTP’nin kapatılması sonrası BDP’ye geçen Batman, Cizre, Siirt, Viranşehir, Suruç, Çınar, Kızıltepe, Sur belediye başkanları olduğu görünmekte. Bu gözaltılar Kürt sorununun muhatapsız çözülmek istenmesinin birer örneği. Hatırlanacağı üzere 28 Mayıs 2009 tarihinde de benzer bir toplu gözaltı gerçekleşmişti. 35 KESK üyesi polisin gerçekleştirdiği operasyonlar sonucu gözaltına alınmıştı. Operasyonun yine PKK’ye yönelik olduğu açıklanmıştı. Bu operasyon ve gözaltıların hem baskı ve yıldırma amaçlı olduğu hem de Kürt sorununda dikensiz gül bahçesi arandığı açık. Diğer yandan hükümetin süreci ince bir ayarla ikili götürmeye ve inisiyatifi elden bırakmamaya çalıştığı da görülüyor. DTP’nin kapatılmasına, birçok gözaltı uygulaması olmasına rağmen Öcalan’ın yeni hücresi konusunda bir dizi “iyileştirmenin” yapılması da bu durumun bir göstergesi. Son olarak DTP’nin kapatılması durumunda sine-i millete döneceklerini ilan eden Ahmet Türk kendisi yasaklı hale geldiği halde bu kararı uygulamayıp parlamentoda kalacaklarını açıkladı. Özellikle Öcalan’ın sine-i millete dönmeyin, parlamentoda kalmaya devam edin telkininin bu kararda belirleyici olduğunu bizzat DTP sözcüleri ifade ettiler. Partileri kapatılan ve sayıları 19’a düşen DTP’liler hep birlikte Barış ve Demokrasi Partisi’ne katıldılar. Ufuk Uras’ın da katılımıyla 20 sayısına ulaşarak grup kurdular. Lakin DTP’yi ve öncellerini kapatan yapı olduğu gibi ayakta durmaya devam ediyor. Bu noktada Kürt halkının tüm hak ve özgürlük taleplerini dile getirebilecekleri bir siyasal demokrasiye her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyoruz. Siyasal demokrasi kuşkusuz Kürt sorunun çözümünü değil çözüm için gereken ortamı sağlayacaktır.
POLİTİKA
Asgari ücret tespit komisyonu yine şaşırtmadı Deniz Mesut, 25 Aralık 2009
Y
ılın son ayında Asgari Ücret Tespit Komisyonu emekçinin temel ihtiyaçlarını dikkate almadan hazırlanan raporlarla toplandı. Sonuç açlık sınırının altında yaşamaya çalışan emekçi için gayet açık: Ülkenin Çin gibi ucuz emek gücüne sahip ülkeler ile rekabet edebilmesi için emekçilerin daha zor şartlar altında çalışması. Tüm bunlar emekçinin hakkınca temsil edilmediği komisyonun olağan sonuçlarıdır. Nitekim oturduğum mahallede evler boşalıyor ve birkaç aile bir araya gelip ev tutuyor. Otobüsler her geçen gün iş aramaya gidenlerle dolup taşıyor. Okulda daha makul fiyata yemek yiyebildiğimiz yemekhane önündeki kuyruk kampus dışına kadar uzanıyor. Ev kadınları, öğrenciler ve çocuklar yaşadıkları ekonomik sorunlardan dolayı –eğer bulabilecek kadar şanslılarsa- kayıt dışı ucuz emek olarak çalışmak zorunda kalıyor... İşçinin cephesinde vaziyet böyleyken patronların cep-
5
Şirinler’i bir de bu gözle izleyelim!
hesinde TÜSİAD’ıyla, MÜSİAD’ıyla, aynı orkestranın tek sesi avazı çıktığınca bölgesel “asgari” ücret diye haykırıyor. Bu şekilde ücret eşitliğinin de sağlanacağını savunmaktalar. Ne menem şeydir şu bölgesel asgari ücret dediğimiz? Bu uygulamanın bazı şehirlerde asgari ücretin 250 liraya kadar düşürülebilmesini amaçladığı öngörülüyor. Patronların bu eşitlik anlayışına göre ücretlilerin maaşları ve sosyal hakları insanca bir yaşam sürecekleri seviyede değil, tam tersi sefalette eşitlenebilir.
Açlık, yoksulluk, şiddet, kriz, yıkım derken kasvet dolu bir yılı geride bıraktık. Eminim, herkesin 2010 yılından ilk beklentisi bütün bu dertlerin son bulmasıdır. Hep birlikte yeni yılın umut dolu bir yıl olmasını istiyoruz. Bende istedim ki yeni yılda bu köşedeki ilk yazım kasvetten uzak, küçük de olsa mutluluk ve umut veren, şirin bir yazı olsun.
Çok açık ki asgari ücretin en azından temel ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek bir ücret olması gerekir. Bunun yolu ise asgari ücretin yoksulluk sınırı üzerinde bir ücret olmasıdır. Türkiye’de 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 2 bin 533 liradır. Asgari ücret de buna göre belirlenmelidir. Oysa asgari ücret açlık sınırı olan 773 liranın dahi altında, net 496 liradır. Doğal olarak talebimiz asgari ücretin yoksulluk sınırının üzerine çıkmasıdır. Kuşkusuz var olan tüm haklarımızın emeğin sınıf bilinçli örgütlülüğü ile verilen mücadele sonucu elde edildiği unutulmamalıdır.
Sanırım Şirinler adlı çizgifilmi bilmeyenimiz azdır. Sadece küçüklerin değil büyüklerin de severek izlediği bu çizgi film ABD’de uzun yıllar yasaklıymış. Neden derseniz çünkü ABD’li yetkililere göre Şirinler’de komünizm propagandası yapılmaktaymış. Nereden mi belli? Örneğin Şirinler hiç para kullanmadan komünal bir hayat sürmekteymiş. Herkes kendi işini yapmakta, aynı kıyafetleri giymekteymiş ve çok mutlularmış. Şirin Baba’nın Karl Marx’a benzemesi, üstene üstlük bir de kırmızı şapkası olması başkaca delile gerek bırakmıyormuş. İyi de bütün bunların neresi kötü? İnsan sormak istiyor!
Kömür madeni mi, toplu mezar mı? 10 Aralık’ta Bursa Mustafakemalpaşa ilçesi Bükköy maden ocağında metan gazı patlaması yaşandı. 19 işçi yanarak hayatını kaybetti
Oktay Benol, 23 Aralık 2009
Şirinler’in düşmanı Gargamel ise papaz cübbesi giymekte ve dini temsil etmekteymiş. Oysa Şirinler köyünde bir tane bile ibadethane yokmuş. Altın ve para düşkünü Gargamel aç gözlü kapitalistlerin bir kopyasıyken Şirinler köyünde kimse paraya ihtiyaç duymaz, işler birlikte yapılır ve herkes ihtiyaç duyduğu şeyi bedava edinirmiş. Tembel Şirin bile tembellik hakkını kullanıp hiçbir iş yapmadığı halde bütün Şirinlerle aynı koşullarda yaşayabilmekteymiş. Özel mülkiyet yokmuş. Şirin çileği tarlaları tek bir Şirin’e ait değilmiş, bütün Şirinlerinmiş. Şirinler’in her biri de bir farklılığı temsil etmekteymiş. Örneğin Şirine feminizmi, Süslü eşcinselliği vs… Gargamel aç gözlü kapitalizmi temsil ederken kedisi Azman ise ABD’nin peşinden giden küçük ülkeleri, insanları temsil etmekteymiş. Nitekim Azman’ın İngilizce orijinalindeki adı Azrail imiş. Şirinler’in İngilizce yazımı ise ‘Smurf ’mış. Smurf ise ‘Socialist Men Under Red Flag’ kelimelerinin baş harflerinden oluşuyormuş yani, ‘Kızıl Bayrak Altında Yaşayan Sosyalist Adamlar’.
Duygu Yorgancı, 27 Aralık 2009
B
u 19 işçinin trajik haberi, “onlar da babaydılar, kardeştiler, oğuldular göz açıp kapayıncaya kadar olan bir zamanda madendeki patlamada öldüler”, “evlerine ekmek götürmeye giderken ölüme gittiler” gibi başlıklarla televizyona taşındı. Bazı gazeteler bu haberi gündemlerine taşıyacak kadar önemli görmedi, bazıları ise üçüncü-dördüncü sayfalarda küçücük bir haberle bu olayı duyurmayı tercih etti. Çalışma Bakanı çok üzücü bir olay olduğunu ve gereğinin yapılacağını söyledi. Başbakan sağ olsun, ölen işçilerin ailelerine başsağlığı diledi. Medya da Başbakan’dan farklı davranmadı. Sonrasında ise haber konuşulmaz hale geldi.
Peki, Bükköy maden ocağında gerçekte ne oldu? Maden ocağındaki patlama ne işçilerin hatası ne de bir doğal afetti. İşletmede en basit sağlık önlemleri bile alınmamıştı. Herhangi bir acil olaya karşı hiçbir denetim yoktu. Madenden sorumlu bir sağlık birimi bile yoktu. Maden işçilerinin çalışması için gerekli olan en basit ekipmanlar, gaz ölçücü aletler mevcut değildi. İşçiler mühendisler eşliğinde çalışmaları gerekirken yalnız çalışıyorlardı. Maden herhangi bir göçüğe hazırlıklı bir biçimde ölçülmemişti. Madende işçilerin sağlığı ve iş güvenliği için yapılabilecek her türlü yatırımdan kaçınılmıştı. Madenin sahibi Nurullah Ercan’ın daha önce sahip olduğu 3 şirketinden 228 maden işçisini, işçiler sendikalaştığı için işten çıkardığını biliyoruz. Nurullah Ercan bu işçilere kı-
dem tazminatlarını hâlâ ödemiş değil. Diğer şirketlerinde olduğu gibi bu maden ocağında da işçileri olabildiğince kötü koşullarda çalıştırıyor, işçileri en temel haklarından bile yoksun bırakıyordu. Ama bu olayı incelediğimizde mesele sadece patronun gözünün para hırsı bürünmüş olmasıyla bitmiyor. Patronun daha çok para kazanma hırsıyla işçilere karşı tavrı neyse, devletin de işçilere karşı tavrının böyle olduğunu görüyoruz. Bunun için 4857 numaralı iş kanunu yasasına bakmamız yeterli. Bu yasa 2008’de ellinin altında işçi çalıştıran işyerlerinde sağlık birimi ve işyeri güvenliği uzmanı bulunması zorunluluğunu ortadan kaldırmıştı. Ayrıca madene düzenli denetimler yapılmadığını ve yapılan az sayıda denetim sonucunda gerekli görülmüş düzenlemelerin de ihmal edildiğini görüyoruz. Şaşırtıcı değil! Çünkü patronun işçileri sigortasız, denetimsiz çalıştırması devletin de kârına, devlet de harcamalardan kaçınmış oluyor böylece. Kömür üretimi daha ucuza geliyor… Görüyor ve yaşıyoruz, ne patron ne de devlet biz işçi ve emekçilerin tarafında. Onlar, ucuza getirmekten yana, hem kömürü hem de hayatlarımızı! Bu yüzden bizi köleleştirmeye çalışmaktalar. İnsani koşullarda çalışıp çalışmamamız onlar için önemli değil. Bütün bu hak ihlallerine, çalıştığımız kötü koşullara karşı ise kendi sesimizi duyurmamız gerekiyor. Medyaya göre de biz görünmeziz. Hayatlarımızın yalnızca bir-iki günlük değeri var. Sonra duyulmamız mümkün değil. Bu nedenle patronların araçlarına karşı bizim kendi araçlarımızla, örgütlerimizle mücadele etmemiz gerekiyor.
51 yıl önce 1958’de Peyo olarak da bilinen Belçikalı çizer Pierre Culliford tarafından yaratılan Şirinler ilk kez çizgi roman olarak yayımlanmıştı. O günden bu yana eşit, adil, mutlu ve şirin bir hayata olan özlemimizin de ifadelerinden biri oldu. Bu bilgiler ışığında çocularınızla, eşiniz dostunuzla birlikte Şirinler’i birde bu gözle izlemeyi sakın unutmayın. Başta bu bilgileri benimle paylaşan 12 yaşındaki sevgili arkadaşım Derya olmak üzere tüm okurlarımızın, işçi sınıfının, tüm ezilen ve sömürülenlerin yeni yılını kutlamak istiyorum. Sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyaya olan inancımızla, hayallerimizle, mücadele tutkumuzla daima ileriye…
6
POLİTİKA
Terörü yaratan kim? Terörü yaratan ve her gün bu topraklara yeniden ekip, besleyip, büyütenin en küçük hak ve özgürlük arayışına dahi tahammül göstermeyenler olduğu açıktır şen protestolarda devletin ve kolluk kuvvetlerinin tutumu bunun bir göstergesi. Dicle Üniversitesi öğrencisi Aydın Erdem çıkan olaylarda polis kurşunuyla infaz edilmiş, yine protestolarda bulunan 12 yaşındaki Aziz Adıyaman 5 polis tarafından öldüresiye dövülmüştü. Benzer şekilde, 16 yaşındaki Hamza Kılıç ise, eyleme katıldığı gerekçesiyle, sağ kol ve ayağı felçli olmasına rağmen işkence görmüştü.
Dicle Nadin, 26 Aralık 2009
T
erörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) içeriği 2006 yılında genişletildi ve 50 kadar suç daha terör kapsamında değerlendirmeye alındı. Bayrağı aşağılamaktan, sivil itaatsizliğe; halkı askerliğe karşı soğutmaktan, eylemlerde çıkan olaylarda sorumlu bulunmaya kadar birçok şey terör faaliyeti sayılarak; cezalar ağırlaştırılmış hükümler altında verildi.
Kısacası devlet, kolluk güçlerine geniş katletme yetkisi tanımaktadır. İşte bu yüzden, sesinizi çıkarttığınız anda bu ülkede terörist (!) olmanız her an olasıdır. O yüzden soruyordu su ve biber gazıyla dağıtılan itfaiye işçileri, ‘Hakkımızı aramaya geldik, biz terörist miyiz?’ diye.
2007 yılında çıkarılan diğer bir yasa da Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’dur. Bu kanunla da, polise “durvur” şeklinde geniş katletme yetkisi tanınmış, bu tarihten itibaren de, polis kurşunuyla ölen, yaralanan ya da sakat kalan kişi sayısı 63’ü bulmuştur. Asker-polis rejiminin baskı araçları “terörle mücadele” adı altında bilenerek; toplanma, örgütlenme gibi bütün demokratik hakların kullanımına birçok engel getiriyor ve hakkını aramak isteyenlerin, başta da Kürt halkının önünde baskı ve yıldırma aracı işlevi görüyor. Nitekim ‘taş atan çocuklar’ da, TMK’nın başlıca mağdurlarından. 2005–2009 yılları arasında toplam 1358 çocuk “terör örgütüne yardım ve yataklık” gibi suçlardan soruşturma aldı. Evet, çocuklardan bahsediyoruz. Fakat dünyaya gözlerini açar açmaz, devletin, varlıklarından rahatsız olduğu Kürt çocuklarından bahsediyoruz. Bir çocuk daha geçen günlerde, 17 yıl ceza aldı. Soruyordu; “Ben taş atmadığım halde bu cezayı aldıysam, atmış olsaydım kaç yıl ceza verirlerdi?” diye. Diğeri de, biber gazından etkilenip yere düşmüştü
Hâlbuki bu terörü yaratan kim? Çocuk yaştan itibaren baskı gören, yok sayılan Kürt halkı mı? Ekmekleri için mücadele eden Tekel, İtfaiye ve belediye işçileri mi? Kim? Bu terörü yaratan ve her gün bunu bu topraklara yeniden ekip, besleyip, büyütenin en küçük hak ve özgürlük arayışına dahi tahammül göstermeyenler olduğu açıktır.
Diyarbakır’da, gözaltına alınmıştı hemen, 16 yaşındaydı, TMK hükümlerince, o da yaşından büyük cezanın kurbanı oldu. Kısacası devletin hakkını arayan herkesi “terörist” diye etiketlemesi, polisin keyfi silah kullanması ve gözaltında işkence etmesi son derece basit ve yasalarca da meşru. Nitekim DTP’nin kapatılması ardından geli-
Yüzlerce çocuk hala adaleti arıyor! Kim getirecek bu adaleti? Onları gözaltına alan, tutuklayan, onlarca yılla yargılayan burjuva devlet mi? Sadece kendine Müslüman olan hükümet mi? Açık ki adalet bizatihi bu adaletsizliğin mağdurları tarafından; yani bizler, işçiler, emekçiler, Kürt halkı ve bu sistemin tüm ezilen ve sömürülenleri tarafından sağlanabilir. Bizler ellerimizle bu adil ve eşit hayatı inşa edebiliriz.
Türkiye, Meksika ve ABD ekseninde Latin açılımı Türk hükümeti, benzetme yapacak olursak ‘baba’ ABD’nin sıkı işbirliği içinde bulunduğu ‘oğul’ Meksika’yla ‘kardeş’ olma yolunda Salih Şimşek, 26 Aralık 2009
H
ükümetin dış ilişkilerdeki açılımları sürüyor. Bunlardan biri de gelecekte daha sık adını duyacağımız Latin açılımı. Dile getirilen bu açılım, 2006 yılının Dışişleri Bakanlığı’nca “Amerika kıtasına açılım” olarak ilan edilmesi ve bunun üzerine o dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Brezilya’ya gidişiyle başlamıştı. Bu süreçte, Peru ve Kolombiya’ya 2009 yılında büyükelçi atanması dışında, ileri düzeyde diplomatik bir gelişme yaşanmadı. Ta ki geçtiğimiz aralık ayı başında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Meksika’ya yaptığı ziyarete kadar. Bu gezi, 10 yıldır bu ülkeye gerçekleşen ilk üst düzey ziyaret olmasıyla anlamlıydı. Erdoğan, Meksika Devlet Başkanı Felipe Calderón’la yaptığı görüşmeyi, bu iki benzer ülkenin ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkilerinin geliştirmesinde bir milat olarak niteledi. Erdoğan ayrıca Meksika’da katıldığı bir konferansta “Yeni Bin Yılda Türkiye’nin Küresel Barış Arayışı” başlıklı bir konuşma yaptı. Konuşmasında pek çok konuya değinen Erdoğan, “Bölgemizde aktif bir şekilde sürdürdüğümüz yapıcı ve barışçı politika sadece bölgesel amaçlara değil aynı zamanda küresel barışa da hizmet ediyor (vurgu bizim)” dedi. Peki, küresel hizmet anlayışında neden Meksika ilk durak seçildi? Halihazırda ortak bir model: Meksika • Türkiye ABD ilişkisini “model ortaklık” olarak tanımlayan Obama ve Erdoğan, yaptıkları açıklamalarda ekonomik, siyasi ve as-
keri ortaklığı pekiştireceklerini söylemişlerdi. Bu ortaklıkla iki taraftan toplam 4 bakan yılda iki kez toplanacak, kurulacak Türk-Amerikan Konseyi ile 15 milyar dolarlık ticaret hacmi arttırılacak, 10 yıldır bahsi geçen nitelikli sanayi bölgesi planı yeniden ele alınacak. Meksika ve ABD ilişkilerinde de benzer bir ortaklık halihazırda kurulmuş görülüyor. Meksika’ya ekonomik açıdan baktığımızda, G–20 ve NAFTA (Kuzey Amerika Ülkeleri Serbest Ticaret Anlaşması) üyesi, dünyadaki en büyük ekonomiler arasında 13. sırada ve otomotiv üretiminde dünyanın 10. en büyük ülkesi. Öte yandan, otomotiv ve petrol sektöründe ABD ile hassas bir ilişki içinde: ABD’nin ikinci en büyük petrol sağlayıcısı olmasının yanında ürettiği otomobillerin yüzde 70’ini bu ülkeye ihraç ediyor. Peki, bu dostane ilişkiler neye mal oluyor? Elbette Meksika’nın “ucuz işgücü” politikası yüzünden emekçilerin ve NAFTA anlaşmasıyla yıllardır beli bükülen Meksikalı çiftçilerin ellerindeki ekmeğe... Amerikan yanlısı Devlet Başkanı Felipe Calderón’un dediği gibi: “Meksika’nın Amerikan yatırımlarına ihtiyacı var, ABD de Meksika’nın iş gücüne ihtiyaç duyuyor.” İşin siyasi boyutuna baktığımızda da, karşılıklı ekonomik ilişkileri destekler nitelikte: Örneğin Meksika’daki son seçimler çok tartışmalı ve şaibeli geçti. Amerika’nın ve patronların desteklediği aday PAN’dan (Milli Hareket Partisi) Felipe Calderón’du. Bir yandan patronların medya desteğiyle, bir yandan Seçim Kurulu’ndaki PAN yandaşlarının sandık sayımında ve oy kullanımındaki akıl almaz yöntemleriyle, Calderón Devlet Başkanı ilan edildi.
Türk hükümeti, benzetme yapacak olursak ‘baba’ ABD’nin sıkı işbirliği içinde bulunduğu ‘oğul’ Meksika’yla ‘kardeş’ olma yolunda. Bu yolda geliştirilecek ilişkilerin, Amerika’nın desteğiyle “bölgesel amaçlara” ve en temelde burjuvaziye “hizmet eden” hükümeti, dünyaya açıp “küresel” oyuncu haline getirmesi niyet ediliyor.
KADIN SAYFASI
Aile Zirvesi’ndeki kutsallık örtüsünü çekelim!
7
Analık halinde çalışma ve süt izni Hukuk Köşesi 4857 İş Kanununun 74. maddesi uyarınca, kadın işçiler olarak doğumdan önce sekiz ve doğumdan sonra sekiz hafta olmak üzere toplam on altı haftalık süre için çalıştırılmamamız esastır. Çoğul gebelik varsa, doğumdan önceki sekiz haftalık süreye iki hafta süre daha eklenir.
Kadını bir özne olarak görmekten imtina eden burjuvazi, onu çocuk doğuran bir makine, işlerini eksiksiz yapan bir ev kadını, fedakâr eş ve anne, uysal bir işçi olarak kurguluyor. Ve şimdi ondan beklenen ise; ülkeyi kalkındırması Dicle Nadin, 26 Aralık 2009
BM
tarafından düzenlenen 5. Dünya Aile zirvesi, 4–7 Aralık tarihleri arasında, İstanbul’da gerçekleşti. 2004 yılından bu yana düzenlenen zirve, BM’nin ‘bin yıllık kalkınma hedefleri’ni aileler aracılığıyla gerçekleştirmeyi planlıyor. Bu yılın konusu, “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Kadının Güçlendirilmesi” idi. Başbakan bu zirvede, kalkınmanın, kadınların “en az üç çocuk” doğurmasıyla mümkün olabileceğini söyledi. Bu kimin kalkınması? • Kadını bir özne olarak görmekten imtina eden burjuvazi, onu çocuk doğuran bir makine, işlerini eksiksiz yapan bir ev kadını, fedakâr eş ve anne, uysal bir işçi olarak kurguluyor. Ve şimdi ondan beklenen ise; ülkeyi kalkındırması! Kapitalizmde kalkınma diye addedilen, esasında patronların daha fazla zenginleşmesidir ve bu durumda kadından başka bir rol istenmesi de beklenemezdi. Ülkelerin kalkınmadaki “motor gücü” olarak görülen kadın; kriz sonrası Türkiye’de de uygulanan mikrokredi kampanyası ile, yani yoksul kadınlara kredi vererek “kadın girişimci” yaratılması, büyük firmaların eve iş verme sistemlerini yaygınlaştırılmasıyla kadının kalkınmadaki rolünün göstergeleri olmuştur. Evinin kadını, çocuklarının anası! • Zirvenin kadını daha etkin “kullanmak” amacıyla, aileye odaklanması manidardır. Çünkü kriz sonrası, kemer sıkma po-
litikalarına dayanabilmek amaçlı evin içinde daha fazla emek harcayan, tasarruf etmenin asli sorumlusu olan, işini kaybeden kocalarından şiddet gören yine kadınlar. Aile, sömürüye dayanma kalkanı, bu dayanıklılığı da kadın sağlıyor. Başbakan yine bu zirvede, “Çocukların eğitimini yalnızca okullar değil; anneler vermelidir.” dedi. İşte güçlü toplumun, uysal işçilerinin yetiştirildiği yer: aile! Yetiştiren ise, anne. Çünkü ailede kadına; eşine ve çocuklarına hizmet etmek için var olduğu öğretilir. Çocukları sisteme hazırlayan ilk eğitimi anneler verir, böylelikle Başbakan’ın sözlerinin arkasında yatanı anlayamayacak binlerce çocuk yetişecektir. Kadın aileyle anılır, çünkü onun asli işi ailesine bakmaktır. Böylelikle çalışmak onun için ev bütçesine katkıdır, mümkünse evden çıkmadan çalışmayı tercih edecektir. Düşük ücretle, güvencesiz ama ailesini ihmal etmeden! İşte kadın bu yüzden ucuz işçidir, işte ‘güçlü aile, güçlü kadın ve refah toplum’ yoksullar için, bu yüzden bir yanılsamadan ibarettir. Bizim güçlenmemiz ve toplumsal cinsiyet eşitliği burjuvazinin bir derdiyse; ilk önce bunu yasalarla tescil etmelidirler. Eşit işe eşit ücret, çalışabilmek içinse ev yükümüzün üzerimizden alınmasını talep ediyoruz. Bunun için işyerlerimizde kreş olmalı, doğum iznimiz ücretli ve zorunlu ebeveyn iznine dönüşmelidir; ancak bu takdirde toplumsal cinsiyet eşitliği soyut bir istem olmaktan çıkacaktır.
Kocasından işkence gören kadını kocasına teslim ettiler! Rukiye B., 24 Aralık 2009
25
Eylül 2009 tarihinde kocası tarafından dövülen, bıçaklanan ve kulağının yarısı kesilen 29 yaşındaki kadın, olayın ortaya çıkmasının ardından Savcılık kararıyla kadın sığınma evine yerleştirildi. Kocaya ise 6 ay “evden uzaklaştırma” cezası verildi. Van Aile Mahkemesi’nde bir süre önce görülen davada, kadının kocası Faruk P., “evliliğinin bozulmaması için eşinin evine dönmesi gerektiğini ve bir daha hata yapmayacağı” yönünde ifade verdi. Mahkeme, Faruk P.’nin bu ifadesi üzerine “kadın sığınma evindeki eşini görebilmesi ve alabilmesi” yönünde karar verdi. Bu kararın ardından Faruk P., eşini kadın sığınma evinden alarak, köyündeki evine götürdü. İşkence gören kadının ailesi de kararı doğru bulmuyor. Kadın dernekleriyle birlikte adliye önüne gelen ve suç duyurusunda bulunan kadının babası Ado Özer, çobanlık yaparak ailesinin geçimini sağladığını belirterek, “Damadımız sürekli bizi tehdit ediyor, sürekli kızımı
dövüyordu. En son 25 Eylülde kızımın kulağını kesti. Devlette kızımı koruma altına aldı. Ben fakir olmama rağmen kızıma ve çocuklarına bakmak istiyorum. Ama damadımdan korktuğum için kızımı evime alamıyorum” diye konuştu. Kadının kardeşleri de enişteleri tarafından sürekli tehdit edildiklerini söylediler. Kadın yoksul olduğu ve gidecek başka bir yeri olmadığı için kocasına hem de sığınma evinden alınarak teslim edildi. Bu ilk kez karşılaştığımız bir dava süreci değil. Sığınaklar devletin, yasalar ve devlet de erkek egemen olduğu sürece de değişmeyecek. Daha önce de gazetede belirttiğimiz bu olaylar münferit değil. Yakında S.P.’nin başına daha kötü şeyler geldiği haberini alırsak şaşırmayacağız. Tıpkı Derya Samancı, Kadıköy’de bıçaklanan T.K. , akrabaları tarafından öldürülen N.E, kocası tarafından burnu ve kulağı kesildikten sonra şişlenen Y.A.; ve Fatma Tekin, Medine Kızmaz, Mevsim B., Zeynep Güneri, Dilek Öztürk gibi…
Yasada öngörülen süreler, sağlık durumumuza ve çalıştığımız işin özelliğine göre doğumdan önce ve sonra gerekirse arttırılabilir. Bu süreler doktor raporu ile belirlenir. Örneğin, istersek doktorun da onayı ile doğumdan önceki üç haftaya kadar çalışmaya devam edebiliriz. Böyle bir durumda, doğumdan önceki izin haftalarımız doğumdan sonrakilere eklenir. En önemlisi hamilelik boyunca, düzenli kontrollere gidebilmemiz için işveren ücretli izin vermekle yükümlüdür. Eğer doktor uygun görmüşse, hamilelik boyunca herhangi bir ücret indirimine gidilmeksizin daha hafif bir işte çalışma hakkımız da vardır. Eğer istersek doğumdan sonraki iznimizden sonra 6 aya kadar ücretsiz izin de alabiliriz. Bu süre de yıllık ücretli izin hakkımızdan düşmez. İşteyken bir yaşından küçük çocukları emzirebilmek için günde toplam bir buçuk saat süt izni hakkımız mevcuttur. Bu sürenin hangi saatler arasında ve kaça bölünerek kullanılacağını kadınlar olarak biz belirleyebiliriz. Bu süre de günlük çalışma süresinden sayılır. İşverenin oda ve yurt açma yükümlülüğü • Kanunda öngörülen süt izninin kullanılabilmesi için özellikle şehir hayatında annenin bir buçuk saat içinde evdeki çocuğunu emzirip işyerine geri dönmesi çok mümkün değildir. Bu durumlar için, işverenin oda ve yurt açma yükümlülüğü vardır. İlgili yönetmelikte belirtildiği üzere: “Yaşları ve medeni halleri ne olursa olsun, 100–150 kadın işçi çalıştırılan işyerlerinde, bir yaşından küçük çocukların bırakılması ve bakılması ve emziren işçilerin çocuklarını emzirmeleri için işveren tarafından, çalışma yerlerinden ayrı ve işyerine en çok 250 metre uzaklıkta bir emzirme odasının kurulması zorunludur. Yurt açma yükümlülüğünde olan işverenler yurt içinde anaokulu da açmak zorundadırlar. Yurt, işyerine 250 metreden daha uzaksa işveren taşıt sağlamakla yükümlüdür.” Yasa bu konuda açık cezai bir yaptırım öngörmediği için günlük yaşamda işveren sıklıkla bu kuralı ihlal eder. Ama bilmeliyiz ki; hakkımızın ihlal edilmesi, bu hakka sahip olmadığımız anlamına gelmez. Elbette yasanın bu hizmeti 100-150 kadın işçinin çalıştığı işyerleriyle kısıtlamış olması da ayrı bir haksızlıktır. Aslında işyerinde üç kadın bile olsak, böyle bir ihtiyacımız varsa, işveren gerekirse diğer işletmelerin işverenleriyle ortaklaşarak bu yükümlülüğünü yerine getirmelidir. Analık izni değil, ebeveyn izni! • Yasalarda gebelik ve doğum sonrası dönemde kadın işçilerle ilgili detaylı düzenlemeler bulunurken, babalık iznine dair hiçbir düzenleme bulunmamaktadır. Sadece mazeret izni başlığı altında eşi doğum yapan memura 3 gün izin düzenlemesi vardır ve bu dar haliyle ebeveyn izni ülkemizde yoktur. Oysa sağlıklı bir çocuğun yetişebilmesi babaya ve annenin de sağlıklı bir dönem geçirebilmesi için eşine fazlasıyla ihtiyacı vardır. Almanya, İsveç, Fransa gibi ülkelerde farklı şekillerde de olsa kadın veya erkek tüm işçiler, gerek kendilerinin gerekse eşlerinin, aynı ailede bakımı ve gözetimi altında bulunan ve eğitim ve yetiştirilmesinden sorumlu oldukları çocuklarının bakımını sağlamak üzere, kişisel ve devredilmez bir hak olarak, ebeveyn izni hakkına sahiptirler. Türkiye’de de cinsiyetlendirilmiş -yani kadınların, erkeklerin ve eşcinsellerin (mağduriyetlerini giderici) özel ihtiyaçları göz önünde bulundurularak belirlenmiş- politikaların uygulanması; iş kanunlarının ve düzenlemelerin buna göre yapılması en temel taleplerimizdendir.
8
ARKA PLAN
Mücadeleler N
Bugün Türkiye’de birçok işyerinde mücadele var. Dayanışma zayıf, güçler birleşmediği için yerel ve sendika bürokrasisinin kontrolünde. Elbette güven sorunu var, elbette önderlik sorunu var, ancak bunu aşabilecek güç ve deneyime sahibiz Fuat Karahan ve Sedat D., 26 Aralık 2009
K
amu emekçilerinin bir günlük iş bırakma grevi ile ivme kazanan sınıf mücadelesi, Tekel işçilerinin Türkiye’nin dört bir yanından gelerek Ankara’da başlattığı mücadeleyle yeni bir dinamik kazandı. Tekel işçileri, cüretleriyle Ankara’yı mesken eylediler eylemesine ama Türk-iş yönetimi de her ne kadar direnişi sahipleniyor gibi görünse de direnişi kırmak için elinden geleni yapıyor. Bir yolunu buldukları anda da durduracaklar. Tekel’in özelleştirilmiş bir kamu işletmesi olması da bürokrasinin bu rolü, gereğince oynadığını gösteriyor… Peki ya işçiler?.. Onlar bu soytarılığa bir kez daha izin verecekler mi? Sosyalist basın tekel işçilerine övgüler diziyor, nasihatler veriyor. Ama Tekel işçisi sendika bürokrasisine inanmak istiyor. Dün AKP’ye oy vermiş Tekel işçileri, bugün kapılarına gelen CHP’lileri ve MHP’lileri alkışlıyor. Sendikacılar ve polis hep bir ağızdan, aman devrimciler gelmesin, provokasyon olmasın diyor. Artık bu oyuna gelmemeliyiz. AKP’nin, CHP’nin, MHP’nin ve diğer burjuva partilerinin birbirinden farkı olmadığının farkına varmalıyız. Hangisi hükümetken emekçiden yana bir düzenleme yaptı? Bürokrasi mücadeleyi birleştiriyor mu? • Günlerdir direnişini sürdüren Tekel işçileri için bürokrasi ciddi çabalar sarf ettiği izlenimini yaratıyor. Öncelikle pek çok ilden kaldırdığı otobüsler ve de bir saatlik iş bırakma eylemi gibi direnişe verdiği destek uyarınca, bürokrasi bu mücadeleyi kendi mücadelesi olarak gördüğünü söylüyor. Peki, bürokrasi bu “mücadeleci” kimliğini nasıl oldu da birden bire kazandı? Hangi dağda kurt öldü? Yoksa biz bunca zaman bürokrasiye haksızlık mı ettik? Tekel direnişi üzerine düşünmek için biraz geçmişe gidelim. Türkiye’deki özelleştirme karşıtı mücadeleler içerisinde yakın geçmişteki en güçlü örnek olan SEKA işçilerinin 51 günlük direnişini hatırlayalım. SEKA işçileri fabrika içerisinde kayıp vermeksizin bir örgütlülük başlatmışlardı. Ancak direniş, diğer iş yerlerinden destek alınamaması sonucunda, SEKA örgütlülüğünün son bulması ve SEKA’nın özelleştirilmesi uyarınca yenilgi ile sonuçlanmıştı. SEKA direnişi özelleştirme karşıtı mücadeleler içerisinde ciddi bir öneme sahipti. Bu mücadele saldırının ilk adımı olduğu için özelleştirilmeyi bekleyen Pet-kim, Tekel, Telekom vs. gibi işletmelerin de kaderini doğrudan etkiliyordu. Bu yüzden SEKA direnişi diğer işçilerin katılımlarını da gerekli kılan bir mücadeleydi. Bu durumda soruyoruz; bugün Tekel direnişi için destek bekleyen, iş bırakma eylemlerine çağrıda bulunan sendika bürokratları SEKA direnişi sürecinde basın açıklaması gibi suni yöntemler dışında herhangi bir destek vermişler miydi direnen işçilere? Yoksa SEKA işçilerini ve sınıfın örgütlülüğünü doğrudan doğruya yenilgiye mi sürüklemişlerdi?
Olan biten oldukça açık! Bürokrasi SEKA direnişini yalnızlaştırarak, yenilgisinin önünü açmıştı. Çünkü burjuvazi için SEKA direnişinin kırılması ciddi bir önem taşıyordu ve de SEKA direnişinin asla politikleşmemesi gerekirdi. Bunun için de burjuvazi en büyük desteği yine bürokrasiden almıştı. SEKA direnişinin bizlere bıraktığı ve hatırlamamız gereken bir ders daha var. Direnişleri süresince destek olmadığımız emekçiler kaybettikçe, sıra bizim mücadelemize geldiğinde biz de yeterli destekten mahrum kalıyoruz. Yani mücadeleleri birleştirmek için dayanışma ağlarını şimdiden örmedikçe, kendi yenilgilerimizi de hazırlıyoruz. Diyelim ki, SEKA çok gerilerde kaldı ve bir hatadır, yapıldı. Peki, aynı bürokratlar daha bir ay öncesinde gerçekleşen kamu emekçilerinin grevini niçin desteklemediler? Ya da sonrasında başlayan demir yolları grevini niçin selamlamadılar? Mücadelede olan pek çok iş yeri ile niçin hâlâ doğrudan bağlar kurmuyorlar? Bürokrasi militan olmayan işçi istiyor • Tüm bunlara rağmen bürokrasi ne oldu da aniden mücadeleci ve sınıfın örgütlülüğünü bütünleştirici bir tavır alıyor izlenimini yaratmaya başladı? Cevap çok basit! Bürokrasi kendi gücünü tabanından alır. Tabanı güçlü oldukça egemenler ile, tabanı için değil ama, kendisi için pazarlık yapabilme şansına sahip olur. Bu yüzden Türk-iş ve diğer sendikalar eriyen tabanlarından ötürü etekleri zil çalarak hükü-
İrili ufaklı onlarca direniş var. Bir grup sosyalistin dışında kim işçilerle d Erdemir işçisi yanı başında direnen tersane işçilerini neden görmezden dulu Organize Sanayi’nin içerisinde direnen işçi kardeşlerimizden bir m mete karşı güç gösterisi yapmaya çabalıyorlar. Ancak bunu yaparken de işçi sınıfının kontrolünü ellerinden kaçırmamak için yine tüm önlemlerini alıyorlar. Sadece Tekel işçilerinin direnişinde değil, itfaiye işçilerinin polis şiddeti ile karşılaştıkları eylemde de bürokrasinin tavrı bu olmuştu. Burada da bürokrasi bir yandan, taşeronlaşma ile kendi tabanının sendikasızlaştırılması ve de güç kaybetmesi tehlikesi ile karşı karşıya kalmakta, bir yandan da işçilerin inisiyatif alıp kendi mücadelesini siyasi talepler ile güçlendirmesini de engellemeye çalışmakta. Bu doğrultuda eylem sürecinde bürokrasi sürekli olarak işçilere “militan değiliz”, “terörist değiliz” dedirtip, mücadelelerini yalnızca kendi iş yerlerinin mücadelesi ile sınırlamaya çalışıyor, ayrıca Kürt halkına karşı zehirli şoven fikirlerini işçilere de aşılıyordu. Bunun dışında Türk-iş son olarak Tekel işçilerini desteklemek için Cuma günleri bir saatlik iş bırakma eylemlerini başlattı. Türk-iş kendisine bağlı pek çok iş yerindeki direnişler ve Tekel direnişi için der-
hal taleplerini belirtip bir genel grev başlatacağı yerde bir saatlik iş bırakma eylemi ilan etti. Üstelik bu bir saatlik iş bırakmanın hiçbir hazırlığı yapılmamıştı. Dahası ilan edildikten sonra dahi bu eylemin yaygınlaştırılması ve diğer direnişçi işçilerin taleplerini de kapsaması için hiçbir çalışma gündeme gelmedi. Tüm bunlara rağmen gerçekten de mücadeleci olan ve de ellerindeki imkânları emekçilerin çıkarları için kullanan sendikalar hâlâ mevcut. Sözümüz asla onlara değil. Ancak yukarıda saydığımız örnekler ile bürokrasi, tüm bu çalışmalar sırasında kendi sözünden çıkmayan işçiler istiyor. Mücadeleci işçiler arasında organik bir bağın oluşmasından korkuyor ve bunu engelliyor. Dahası, Kürt halkının taleplerine sırtını dönerek işçiler arasındaki ayrılığı körüklüyor. Kazanabilmek için mücadeleleri birleştirmemiz gerekiyor. Bunu yapabilmek için de bürokrasinin sözünden çıkmayan işçiler değil, sınıf bilinçli işçiler olmamız ve bizzat sorumluluk alarak mücadelenin birleştirilmesine katkı sunmamız gerekiyor.
ARKA PLAN
9
Nasıl Birleşir?
Burjuvazinin yalanlarına değil, kendi sınıfımızın gücüne güvenmeliyiz. İşçi kardeşim, işsiz kardeşim gel mücadelelerimizi artık birleştirelim. O zaman işçi sınıf nasıl bir güç haline geliyor, nasıl patronlar, sendika ağaları kaçacak delik arıyor, hep birlikte görürüz sa da, işçiler biz yürüyeceğiz diyecekler. Özelleştirmelere, zorunlu emekliliğe, ağır çalışma koşullarına karşı Ankara’ya gelecekler. Erdemir işçileri de onlara ses verecek. Yüzde 35 maaş indirimine artık dur diyecekler. Bununla yetinmeyip yanı başlarındaki tersane işçilerinin mücadelesine omuzdaş olacaklar. O işçilerle dayanışacaklar. Çocuklarımız üç kuruşa madenlerde ölmesin diyecekler. Kemalpaşa’daki grizu patlamasının hesabını soracaklar. Arçelik, Profilo, Fiat, Ford, Brissa fabrikalarında ücretsiz izinlere karşı greve çıkacaklar. Sinter, Kent A.Ş, Esenyurt Belediye işçileriyle, Sabiha Gökçen, Entes ve diğer sendikalı-sendikasız tüm işyerlerindeki işçilerle ortak mücadele komiteleri oluşturacağız. İşsizler de bu mücadeleyi destekleyecek. Ülke çapındaki mücadeleleri birleştirmek için bir ulusal komite ve ayrıca yerel komiteler oluşturacağız. Çalışan işçiler olarak direnenler için her ay 5 TL bağışlayacağız. Paralarla direnişler güçlendirilecek. Patronlar nefessiz bırakılacak. Bugüne kadar patronlar konuştu, sendika bürokratları konuştu, bundan sonra biz işçiler konuşacağız diyeceğiz. Kendi kararlarımızı kendimiz alacağız. Bununla da yetinilmeyecek Barış ve Demokrasi Partisi’ne (BDP) dönük baskı ve baskınlara karşı Kürt halkıyla dayanışacağız, mücadelelerimizi ortaklaştıracağız. Tek kaynağımız mücadele halinde olan işyerleri de değil. Yüzlerce işyerinde henüz mücadele başlamamış olsa da, onlar da burjuvazinin tehdidi altındalar.
dayanışma içinde? Kim canı yanmadan işçi kardeşinin yanında yer alıyor. geliyor? Ya da Tekel işçileri Sinter’e bir selam göndermiyor. Neden Dumerhabayı bile sakınıyoruz Mücadeleyi birleştirebiliriz, başarabiliriz • Bunun için şimdilik elimizdeki en büyük olanak, Türk-iş’in gönülsüzce başlattığı ve yetersizliği açık olan bir saatlik iş bırakma eylemidir. Bu eylemler sürecinde, gerekli hazırlıkları yapmaya başlamak, mücadelenin birleştirilmesinin öneminden bahsedip bunu bir saatin ötesine taşımaya çabalamak birinci ödevimiz olmalıdır. Ve direnen işçiler olarak gerçekten mücadelelerimizden sonuç almak istiyorsak mücadelelerimizi birleştirmek zorundayız. Nasıl mı olacak? İşte yöntemi... Örneğin Tekel işçileri asgari ücrete daha yüksek zam talep edecekler. Tekel işçileri, herkes için insanca ücret, kamu emekçilerine grev hakkı derken, kamu emekçileri de artık yeter, özelleştirmeler dursun, atılan işçiler geri alınsın, Tekel işçilerinin ücretlerinde ve sosyal haklarında hiçbir kayıp olmasın diyecekler. Tekel işçileri özelleştirmeler dursun diyecekler, özelleştirilmek üzere olan Şekerpınar Şeker fabrikası işçileriyle mücadelelerini birleştirecekler. Genel Madenİş Başkanlar Kurulu Ankara’ya yürüyüş kararı alama-
Onların da desteğini alacağız. Bizim birleştirdiğimiz mücadeleye dâhil olmalarını isteyeceğiz. İşte, böylesi bir mücadelenin önünde ne sendika bürokrasisi durabilir, ne polis, ne hükümet. Çok mu zor? Evet, zor, ama imkânsız değil. Bunu geçmişte de yaptık, yine yapabiliriz. Krizin başından beri mücadeleler birleşmeli diyoruz. Mücadeleler birleştikçe daha da büyür diyoruz. Aynı yukarıda örneğimizdeki gibi… Bugün Türkiye’de birçok işyerinde mücadele var. Dayanışma zayıf, güçler birleşmediği için yerel ve sendika bürokrasisinin kontrolünde. Elbette güven sorunu var, elbette önderlik sorunu var, ancak bunu aşabilecek güç ve deneyime sahibiz. Bu yüzden burjuvazinin yalanlarına değil, kendi sınıfımızın gücüne güvenmeliyiz. İşçi kardeşim, işsiz kardeşim gel mücadelelerimizi artık birleştirelim. O zaman işçi sınıf nasıl bir güç haline geliyor, nasıl patronlar, sendika ağaları kaçacak delik arıyor, hep birlikte görürüz.
Direnişçi İşçiler İstanbul’da yan yana • İstanbul’da direnişte olan işyerlerindeki işçiler bir süredir mücadelelerini birleştirmek için yan yana geliyorlar. Henüz embriyon halindeki çalışma sonucunda direnişçiler ortak bir forum düzenleme kararı aldılar. 26 Aralık’ta Sinter Metal, Esenyurt Belediyesi işçileri, Entes, Halkalı Kâğıt işçileri Esenyurt’ta bir araya geldiler. Sabiha Gökçen işçileri katılma kararlarına rağmen yetişemediler. Her şeyden önce bir süredir devam eden bu çalışmanın devam ettirilmesi çok önemli. Aylardır ekonomik ve ailevi sorunlarla boğuşan işçilerin Esenyurt’a ve diğer toplantılara katılması bile çok önemli bir adım. Bu olumlu çalışmayı ısrarla sürdürmek ve daha da geliştirmek gerekiyor. Mücadeleci şube yöneticilerinin, sosyalistlerin bu çalışmalara güç vermesi gerekiyor. Bu örnek bile gösteriyor ki mücadeleler birleştirilebilir. Gazetemiz okurlarının aylardır sürdürdüğü çalışmaların da bir sonucu aslında bu toplantılar. Elbette irade işçilere ait! Şunu ifade etmeliyiz mütevazı çalışmalarla bile yan yana gelebiliyorsak çok daha büyük birliktelikler neden mümkün olmasın. Bizce mümkün ve bu konuda elimizden gelen çabayı göstermeye devam edeceğiz. Direnen işyerleriyle dayanışmayı yükseltelim • İrili ufaklı onlarca direniş var. Bir grup sosyalistin dışında kim işçilerle dayanışma içinde? Kim canı yanmadan işçi kardeşinin yanında yer alıyor. Erdemir işçisi yanı başında direnen tersane işçilerini neden görmezden geliyor? Ya da Tekel işçileri Sinter’e bir selam göndermiyor. Neden Dudullu Organize Sanayi’nin içerisinde direnen işçi kardeşlerimizden bir merhabayı bile sakınıyoruz. Krizin tüm bilançosu bizim üzerimize yıkıldı ve yıkılmaya devam ediyor. Onlarca yara aldık ve hiçbiri henüz sarılmış değil. Dahası, burjuvaların saldırıları bitmedi, daha da artacak. Bu yüzden direnişte olmayan işyerlerinin, direniş halindeki işyerlerine destek olmaları büyük öneme sahiptir. Saldırıların bir sonraki hedefi çalışmaya devam eden işçiler olacak. Sıra bize geldiğinde, eğer bugünkü direnişler zafer kazanmamış olursa bizim mücadelemiz çok daha zorlu olacak. Peki ya sosyalistler, neden dayanışmayı daha da arttırmıyorsunuz? Mücadele etmek lazım dediniz, işte işçiler, mücadeledeler. Sizin kontrolünüzde olmayınca, ya da işçi kazanamayınca bir mücadeleyi neden desteklemiyorsunuz? Derdimiz kimseye akıl vermek değil. Derdimiz sınıf mücadelesine güç vermek, örgütlülüğü daha da arttırmak. İlk sayımızdan beri gücümüz oranında tüm direnişlerle dayanışma içerisinde olmaya çalışıyoruz. Şuna inanıyoruz, kendi canımız yanmadan da direnen işçilerle dayanıştığımız gün mücadeleler çok daha güçlü olacaktır. Bunun için sınıfımızın gücüne güvenmemiz gerekiyor.
10
ULUSAL SORUN
DTP Kürt halkını temsil etmiyormuş(!) DTP, BDP ya da Kürtlerin mücadele tarihinden ayrı tutamayacağımız herhangi bir ‘Kürt partisi’ Kürtleri temsil etmiyor değil, edemiyor; asker-polis rejimi buna izin vermiyor de 62’sine sahip oldu! Alın size burjuva parlamentarizminin ufak bir bilançosu! Belki ‘Türkiye’nin partisi’ olmakla övünen AKP’lileri kızdıracağız ama TBMM’de kayıtlı seçmenlerin yarısının katıldığı seçimde yüzde 46’lık oy oranıyla yüzde 62 temsil edilmesine rağmen AKP de seçmeni temsil etmiyor bu durumda.
Doğan Koca, 26 Aralık 2009
DTP
kapatılmadan bir gün önce yani 10 Aralık’ta gazetelerde bir araştırmanın sonuçlarını okuduk. Bahçeşehir Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin Kürt coğrafyasında yürüttüğü araştırmanın sonuçlarına göre DTP Kürt halkını temsil etmiyormuş! Recep Tayyip Erdoğan’ın dönem dönem dile getirdiği bu terane böylece burjuva biliminin saygın(!) bir kurumu tarafından ispatlanmış oldu. Ertesi gün, yani 11 Aralık’ta DTP’nin kapatılma kararını öğrendiğimizde boğazımıza oturan kütleyi, “Her şey yeniden mi başlıyor”, “Hiçbir şey değişmemiş mi meğer” sorularını bu araştırmanın sonuçları sayesinde yutabildik; DTP zaten Kürt halkını temsil etmiyormuş! Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri Sosyo-Ekonomik ve Sosyo-Kültürel Yapı Araştırması 29 ilde 4 bin 761 kişi ile görüşülerek yapılmış. Kürt coğrafyası ile son 20 yılda bu coğrafyadan en fazla göçü alan 10 ildeki katılımcılara aynı sorular yöneltilmiş. Kürt coğrafyasında “DTP bütün Kürtleri temsil etmektedir” maddesine yüzde 23,5 “Katılıyorum”, yüzde 29 “Fikrim yok”, yüzde 47,5 ise “Katılmıyorum” cevabı verilmiş. Aynı araştırmaya göre terörün bir numaralı nedeni olarak ise işsizlik gösterilmiş. Burjuva parlamentarizmi: kimin meclisteki koltuk sayısı fazlaysa o daha meşru! • Bu meşruiyet ve temsil sorununu daha net görebilmek için 2009 Yerel Seçimleri’nin sonuçlarını hatırlamakta fayda var. 2009 Yerel Seçimlerinde bölgedeki illere baktığımızda birçok ilin belediye başkanlığını hiçbir bölgede görülmeyen yüksek oranlardaki oylarla DTP almıştı. Örnek vermek gerekirse; Batman’da yüzde 59,67, Diyarbakır’da
yüzde 69,27, Hakkâri’de yüzde 78,97, Siirt’te yüzde 49,43, Van’da yüzde 53,54 gibi oranlarla belediye başkanlıklarını DTP kazanmıştı. 2007 Genel Seçimlerinde ise şöyle bir tablo önümüzdeydi: Kayıtlı seçmen sayısı 42.376.953 iken oy kullanan seçmen sayısı 20.056.293 ve geçerli oy sayısı 19.049.691’di. AKP ise kayıtlı seçmenlerin yarısının katıldığı seçimde yüzde 46,58 oy oranıyla TBMM’deki 550 sandalyenin 341’ini almıştı*. Yüzde 10’luk seçim barajı nedeniyle birçok parti meclis dışında kalırken, yüzde 46’lık AKP, koltukların yüz-
Meşruiyetin ifadesi sayılar mı? • Bu ufak karşılaştırmada esasen burjuva parlamentarizmini yine bu sistemin esaslarına uygun olarak eleştirdik. Sistemin kendi içinde ne kadar çelişkili olduğu gayet açık. DTP’nin bütün Kürt halkını temsil etmediğini söyleyerek DTP’nin meşruiyetini tartışmaya çalışıyorlar. MHP uyguladığı milliyetçi politikalarla bütün Türkleri mi temsil etmektedir? Bu sayılar, temsil oranları burjuva parlamentarizmi dahilinde olsun ya da olmasın meşruiyet adına pek bir şey ifade etmiyor aslında. İç çelişkilere haiz sistem, temsil hakkını DTP’ye tanımayadursun, DTP ve Kürt hareketi meşruiyetini Kürt halkının çektiği çilelerde buluyor, Kürt halkının yıllar süren mücadelesinde buluyor. 2009 Yerel Seçimlerinde karşılaştığımız il bazındaki yüksek oy oranları da bu mücadelenin ve meşruiyetin göstergelerinden biri. Ancak geçtiğimiz günlerde ‘KCK Operasyonu’ kapsamında bölgedeki eski DTP’li ve yeni BDP’li belediye başkanları da gözaltına alındı. DTP, BDP ya da Kürtlerin mücadele tarihinden ayrı tutamayacağımız herhangi bir ‘Kürt partisi’ Kürtleri temsil etmiyor değil, edemiyor; asker-polis rejimi buna izin vermiyor. Kürtlerin seçme hakkı ‘plastik kelepçeler’le tutuklanıyor. Araştırmanınsa belki en sahici sonucu Kürt halkının en büyük sorunlarından birinin işsizlik oluşu. Bir kez daha soruyoruz o halde, ekmek ve adalet yoksa barış mümkün mü?
Provokasyonlar gittikçe artıyor Küçücük çocukları, “ellerinde taş izi var” diyerek cezalandıran devlet, halka karşı yapılan provokasyonda gayet ‘müşfik’ ve ‘insaflı’ Kemal Boran, 20 Aralık 2009
DTP
’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması ve Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk’un milletvekilliklerinin düşürülmesi sonucunda, DTPliler Türkiye’nin birçok yerinde durumu protesto etmek için meydanlara çıktı. Bu protestolar esnasında istenmeyen görüntüler de yaşandı. Ancak daha da önemlisi provokatörler iş başındaydı. Muş’un Bulanık ilçesinde göstericilerin üzerine kalaşnikov tüfekle ateş açan ‘gönüllü köy korucusu’, iki kişinin ölümüne neden oldu. Devletin silahı ile halkın üzerine ateş ederek birçok insanın da yaralanmasına sebep olan korucu Turan Bilen, “Kendimi ve malımı korudum” diyerek işlediği cinayetin haklılığını iddia etti. Polisin ve güvenlik güçlerinin gözleri önünde sözüm ona devletin korucusu bir kişi insanları katlederek bir infaz gerçekleştirebiliyor. Hep söyledik; koruculuk sistemi lağvedilmelidir. Korucular birçok kanunsuz olayda insanların canını yakmaya, birçok hayatı söndürmeye devam ediyor. Suç kimde? Tabii ki en büyük suç koruculuk sistemini kurup geliştiren ve halen besleyen devletin kendisindedir. Devlet PKK’yi engelleme adına işledikleri suçların sayısı on binlerle ifade edilen suç şebekelerinin oluşmasına yol açmıştır. Zaman yitirmeksizin bu suç şebekelerinin ortadan kaldırılması, koruculuk sisteminin lağvedilmesi gerekliliği açıktır. DTP’nin kapatılmasını protesto edenlerin bir mekânı da
İstanbul DTP İl Örgütü’nün önüydü. Orada da toplanan kalabalık DTP’nin kapatılmasını protesto etmek amacıyla bir araya gelmişti. Dolapdere’de eylemcilerin üzerine silahla ateş edildi. Ellerinde silah bulunan üç kişi hedef gözeterek kalabalığın üzerine mermileri boşalttılar. Şevket Aslan adlı vatandaş yaralandı. Gözaltına alınan saldırganlar serbest bırakıldı. Saldırganlardan biri basın mensuplarına “Bana 500 TL para verildi ve bu olayı gerçekleştirmem söylendi. Ben de para karşılığı bu olayı gerçekleştirdim” dedi. Bunun üzerine gösterilen tepkiler sonucu emniyet, saldırganları yeniden gözaltına almak zorunda kaldı. Sorgusu yapılan zanlılar, kuru sıkı silahların bir gün önce kendilerine jiple mahalleye gelen bir şahıs tarafından verildiğini ve şahsın kendilerine 500 TL karşılığında bu olayı gerçekleştirmelerini teklif ettiğini söylediler. Yaralanan Şevket Aslan gerçek silahtan çıkan kurşunla bacağından vurulmuştu. Bu silahın sahibi de sorguya alındı. Silah ruhsatsızdı. Saldırganlar tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Devlet kendisine yapılan eylemlerde alabildiğine acımasız, en ufak olayda bile küçücük çocukları, “ellerinde taş izi var” diyerek cezalandırırken, halka karşı yapılan bu provokasyonda gayet müşfik ve ‘insaflı’ davranarak saldırganları serbest bıraktı. Utanmasalar “Aferin, iyi yaptınız” diyeceklerdi ve diyorlar da. Belki alenen değil ama davranışlarıyla bunları düşündüklerini gösteriyorlar. Bu provokasyon çok daha büyük olaylara sebep olabilirdi. O yüzden bu işi ucuz atlattık diyebiliriz. Ama bu her za-
man böyle olmayacak; halkı birbirine kırdırmak isteyenlerin senaryoları her zaman bu kadar başarısız olmayabilir. Tüm bunlar, “Vatandaşın hassasiyeti”, “Kendilerini korudular” diyerek savsaklanacak bir durum değil. Sorumlular cezalandırılsın. Adli görevliler üzerlerine düşeni yapsınlar.
GENÇLİK
11
Bir katsayı uygulaması: Kaçla çarpılsa biraz daha hayat eder? Geçtiğimiz ÖSS’den, hatta biraz daha geriye gidersek genel seçim vaatlerinden beri, bir katsayı tartışması sürüp gidiyor cı değildir. Meslek liselerinin memleket meselesi haline getirilmesinin son yıllarda sermayenin nitelikli işgücüne duyduğu ihtiyaçla bağlantılı olduğunu TİSK İşveren Dergileri’nden, TUSİAD Kalkınma Planları’ndan çok net görmek mümkün. Haftanın dört günü fabrikalarda ayak işlerine baktırılarak çalıştırılan öğrencilerin, ucuz emek gücü olarak bunca yıldır sömürülüyorken, şu an sermayenin ihtiyaçlarına göre süs niyetine aldıkları edebiyat, tarih, Milli Güvenlik dersleriyle ÖSS’ye girip tekrar bir elemeden geçmeleri midir eşitlik olan?
Canan Yılmaz, 26 Aralık 2009
R
ejimin çok başlılığı, kendini yalnızca ekonomik ve siyasi arenada değil; eğitim sisteminde de gösteriyor ve doğaldır ki katsayı konusunda da burjuvazi ve onun sözcüleri hâlâ bir ağız birliğine varabilmiş değiller. Son dönem katsayı değişikliği tartışmaları rejim içi egemen güçlerin çekişmesinin bir sonucu olduğu kadar, aslında bu uygulamanın çıkışı da aynı burjuva kamplaşmanın bir ürünüdür. Meslek ve imam-hatip liseleri öğrencilerinin üniversiteye giriş puanlarını düşüren bu katsayı uygulaması, ilk kez 28 Şubat sürecinde yürürlüğe girmiş ve açıkça bu liselerden mezun öğrencilerin yüksek öğretim almasını engelleyen ve onları eğitimini aldıkları iş kollarına yönlendirmesine rağmen bu iş alanlarında istihdam sağlanmamasıyla mağdur eden bir uygulama olmuştu. Kararın aniden yürürlüğe girmesiyle, o yıl ÖSS’ye giren binlerce öğrenci de bu değişikliğin habersiz ilk mağdurları olmuşlardı. 2009 Öğrenci Seçme Sınavı’nın ardından hükümet, birden bire vaatlerini hatırlamış olacak ki eşitlik mücahitliğine soyunarak katsayı uygulamasını kaldırdı. Çok geçmeden sütten çıkmış ak kaşık YÖK, bu kararın fırsat eşitliği ve kişisel başarıyı ön plana çıkaracağını açıklayarak hükümetten yana taraf aldı. İstanbul Barosu Başkanı Muammer Aydın ise, sanki her türlü hukuksuzluğun peşindeymişçesine Danıştay’a başvurarak, katsayı kararının iptali için dava açtı. En son Danıştay, iptal kararını onaylayarak her şeyi eskiye döndürünce tüm bu kargaşada olan yine sınava hazırlanan öğrencilere oldu. Yüzlerce meslek liseli “Eğitim hakkımız engellenemez, meslek liseli üvey evlat değildir!” sloganlarıyla sokağa döküldü. 2010 ÖSS’ye hazırlanan öğrenciler ise sonu gelmez değişiklikler ve bu belirsizliklerle yoğun bir sınav stresi yaşadılar.
Eşitlik eğitimin neresinde? • “Eşitlik, büyük eşitlik, eşitler arası eşitlik” tartışmaları yeterince kafa karışıklığına sebep oldu. Oysa zaten eşitsizlikler üzerine kurulu bu öğrenci seçme sisteminde meseleyi yalnızca katsayı üzerinden okumak baştan hatalı bir tutumdur. Alternatifinin ne olacağı elbette ki başka bir yazının konusudur ancak daima vurguladığımız gibi ÖSS ve var olan eğitim sistemi zaten yapısal olarak milyonların eğitim hakkını elinden alan bir sistemdir. İhtiyacımız olan bir puan daha fazlası değil, herkesin ulaşabileceği parasız, politeknik eğitimdir. Öncelikle, Türkiye’de özellikle meslek liselerinin eğitim içindeki konumunu ele almadan eşitlik ilkesi üzerinden bir analiz yapmamız akıl-
İkinci olarak, başta bahsettiğimiz burjuva kamplaşmanın bir ürünü olarak Milli Selamet Partisi döneminde sayıca çok fazla artan İmam Hatip Liseleri’nin varlığı öncelikle sorgulanmalıdır. İmam-hatip liseleri imam ve hatip ihtiyacını karşılama amacından uzaklaştırılmış, genel liselerdeki ‘laik’ eğitimin alternatifini oluşturan eğitim kurumlarına dönüştürülmüştür. Ailelerimizden toplanan vergilerle devlet dini bir müfredat uygulayamaz. Meslek liseleri ise yalnızca kol emeğinin öğretilmesine dayanan ve emekçi çocuklarından bir işsiz ordusu yaratmaktan başka bir işe yaramayan eğitim kurumları haline geldi. Bizim talebimiz Anadolu Lisesi, Meslek Lisesi, İmam-Hatip Lisesi, Genel Lise gibi öğrencileri kastlara ayıran lise biçimlerinin kaldırılarak, liselerin kafa ile kol emeğini birleştirecek, eğitim ve istihdamı birlikte planlayarak işsiz üretmeyecek şekilde yeniden örgütlenmesi. Bunun için YÖK de, ÖSS de, katsayı uygulaması da hemen şimdi kaldırılmalıdır. Sonuç olarak, burjuvazi kendi attığı bu düğümü binlerce öğrencinin geleceği pahasına içinden çıkılmaz hale getirmektedir. İktidar kaygısıyla yapılacak bir düzenleme eşitsizliklerin ancak üzerini örtebilir. Bizim istediğimizse yarını var edecek eşit, parasız, politeknik eğitimdir.
Mimar Sinan Üniversitesi’nde Avrupa’daki öğrenci işgalleri konuşuldu 17 Aralık tarihinde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin Beşiktaş’taki Fen-Edebiyat Fakültesi’nde bir kulüp “Avrupa’daki Öğrenci İşgalleri” başlıklı bir söyleşi düzenledi İC - Haber, 25 Aralık 2009
S
unumu yapan arkadaşımız önce bu işgallerin nasıl ve neden başladığıyla ilgili bilgi verdi. Eğitim sisteminde Bologna Süreci’ne girilmesinin eğitimi nasıl özelleştirdiğini, nasıl üniversitelerde bilim yapmanın değil sermayedarlar için çalışacak potansiyel işgücü yaratmanın hedeflendiğini söyledi. O gün öğrendik ki bu sorunları yaşayan sadece biz değiliz, dünyanın çoğu yerindeki üniversiteliler de aynı dertten muzdarip. Öğrencilerin talepleri: 1)Bankalara ve iş çevrelerine değil üniversitelere daha fazla kaynak aktarılması, 2)Üniversitelerin demokratik tarzda yeniden örgütlenmesi, 3)Çalışmalardan ziyade iş çevrelerinin ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş Bologna tarzı yükseköğretim sisteminin yenilenmesi, 4)Avrupa Birliği vatandaşı olmayan öğrenciler ve uzun süredir öğrenim gören öğrenciler için harçların kaldırılması,
5)Üniversite personeli alımında kadın kotası konulması. Bu talepler çerçevesinde birleşen öğrenciler şu anda Avrupa ve Amerika’da 90 üniversiteyi işgal etmiş durumdalar. Bu oldukça yüksek bir rakam ve önemli bir eylemlilik halini gösteriyor. Burjuva medyadan hiç duyamayacağımız bu bilgileri öğrendiğinde söyleşideki çoğu arkadaşımızın aklına şu soru takıldı: Bu işgaller nasıl işliyor ve biz Türkiye’de bununla ilgili ne yapabiliriz? Çünkü biliniyor ki Türkiye’de de üniversiteler küresel sermayenin hizmetine sokulmaya çalışılıyor, yönetmeliklerle üniversite özerkliği kaldırılıyor. Önümüzde 2012 yılında tam anlamıyla uygulanmaya başlanacak Bologna Süreci duruyor. Üniversitelerde danışma kurulları oluşturuluyor (Bu kurulların başında eğitimle ilgili insanlar değil büyük şirket sahipleri olacak). 2009 yılı başında üniversite harçlarına yüzde 500’e varan zamlar getirilmek istendi (Bu isteğe ulaşamasalar bile yüzde 8’lik zam kabul görmüştü, kabul görmek zorunda kalmıştı). Üniversitelerdeki öğretim üyelerini sözleşmeli anlaşmadan kadrolu çalışmaya geçirmemek için yasa ve yönetmeliklerde değişiklikler yapıldı (anti 50/d’cilerin protestoları oldukça ses getirmişti fakat kesin sonuçlar hala alınamadı). Yapılmak istenen bu değişiklikle-
rin hiçbiri bu süreçten bağımsız gelişen olaylar değil. Tartıştık ve fark ettik ki Avrupa’da işgalle açığa çıkan bu süreç Türkiye’de bir eylem ile (örneğin 25 Kasım gibi) veya başka bir yöntemle gerçekleştirilebilir. Farklı koşullarda farklı fırsatları değerlendirip bizi talebe ulaştıracak en uygun yolun bulunması önemli olan. Bu noktada şunu anladık, başlangıç için gereken farkındalık ve bilinç. Yıldız Teknik, Marmara, Bahçeşehir ve Boğaziçi gibi üniversitelerden gelip sunumu dinleyen arkadaşlarla birlikte tam da bu ilk aşamanın ilk ayağını oluşturuyoruz. İşgal bilgilerinin başka üniversitelerdeki öğrencilerle paylaşılması ve ‘Neler yapılabilir’ sorusunun gündeme getirilmesi ilk adımın atılması demek. Avrupa’da eylemliliklerini koruyan öğrencilere şu ana kadar üniversite emekçileri, öğretim görevlileri, sendikalar, sol partiler, bazı veliler ve lise öğrencilerinden destek gelmiş. Ayrıca bazı yerlerde öğrenciler kendi mücadeleleriyle işçi mücadelelerini ortaklaştırma çabası içerisindeler. Farklı ülkelerde işgallerini sürdüren öğrenciler her hafta bir kere ya toplu telefon görüşmesi ya da toplu mesajlaşma yoluyla birbirlerini bilgilendirmekte ve mümkün olduğu kadar ortak hareket etme çabası gütmektedirler. Mücadelenin ortaklığı sağlanabilirse kazanımların gerçekleşeceği kuşkusuzdur.
12
İŞ YERLERİNDEN
TEKSTİL Merhaba, Çalıştığım tekstil atölyesinde bu hafta bir olayla karşılaştık. Çalışan kadın arkadaşlarımızdan biri hamile olduğu için doğum tarihi yaklaştığından izne çıkmıştı bu arkadaşımızın eşi de bizimle aynı atölyede çalışıyor. Geçen hafta içinde bir sabah arkadaşımıza telefon geldi ve eşinin doğum için hastaneye kaldırıldığını öğrendi. Tabii doğal olarak kadın arkadaşın eşi de doğum esnasında eşinin yanında olmak için izin alarak hastaneye gitti. Buraya kadar her şey normal. Fakat aybaşı geldiğinde arkadaşımızın eşinin doğumu için izin alarak gittiği halde bu gününün kesildiğini öğrendi. Arkadaşımız da bu adaletsizliğin nedenini öğrenmek için patronun yanına gitti kesintinin neden yapıldığını sordu. Patronda “sadece senin değil daha önce diğer çalışanlardan da benzer durumlarda aynı kesintiyi yaptım, bundan sonrada sadece doğum değil annen baban bile ölse izin aldığınız takdirde kesinti yapacağım” dedi. Aslında patron vurguladığı bu sözü daha önce uygulamıştı. Bir arkadaşımız, annesi vefat ettiğinden dolayı ve elinde ölüm raporu olmasına rağmen 1 gün izin kullanmıştı ve aybaşında bu arkadaşımızın da ölüm dolayısıyla kullandığı izin gününün kesilmiş olduğunu öğrendik. Aslında 4857 sayılı da iş kanunu gereği; eşinin doğum yapması halinde, işçiye verilmesi gereken izin için işverenin onayı gerekiyor, fakat çalışanın yakın akrabalarından birinin vefatı durumunda iş kanunu gereği yasal olarak 3 günlük izni bulunmakta. Ama patron iş kanununu hiçe sayarak keyfi uygulamalar yapıyor. Patronun bu kadar keyfi davranmasının nedeni ise biz işçilerin iş kanununu iyi bilmememizden ve patronla tartışmamız halinde işten çıkarılma korkusu yaşamamızdan kaynaklı. Aslında hayati bir önemi olan doğum durumunda bile eşlerin bir arada bulunabilmesi tamamen patronun insafına bırakılmış durumda, eşler en mutlu günlerini bile bir arada geçirmenin bedelini maaşlarında yapılan kesintilerle ödemek zorunda bırakılıyor. Biz işçilerin bize yönelik maddeleri iyi öğrenmemiz gerekiyor ki bu tür hak gasplarına karşı hakkımızı savunabilelim, aksi takdirde patronun keyfi uygulamalarına maruz kalmamız kaçınılmaz. **
Zam vermek istemeyen patronun bahaneleri devam ediyor! Merhaba,
Çalıştığım işyerinde her gün yeni bir söylenti yayılıyor. Önce ücretsiz izin, sonra işten atılmaların olacağı, şimdi de fabrika taşınma ihtimali bütün işçileri düşündürmeye başladı. Çünkü söylentilere göre patronun fabrikayı taşmak istediği yer oldukça uzak. Güya, işçilere ulaşım konusunda her bölgeye servis verilecekmiş. Şimdi bile her bölgeye servis yokken bu konunun sorun olacağı çok açık. Bir de taşınma nedeniyle işten ayrılmak isteyen işçiler tazminatları alabilecek mi; hiçbir bilgimiz yok. Taşınmalar sırasında işten çıkarmalar olup olmayacağı da belirsiz olunca, bu konuda da endişeler yayılıyor. İşçiler arasında son günlerde hep bunlar konuşuluyor. Normalde şeflerle her konuyu konuşmayız. Ama bu konuyu sorduğumuzda taşınacağımızı onayladılar. Hatta şimdiki rahatlığımızı orada bulamayacağımızı söyleyerek gözdağı vermeye başladılar bile. Durum böyle olunca, zam konusu tamamen unutulmuş oldu. Birkaç arkadaşla geçen sene de zam almadığımızı, bu sene belki alabileceğimizi konuşuyorduk. Ama hiçbirimizin umudu yok. “Fabrika zaten taşınıyor”, “Bu yıl ihracat için de fazla ürün dikmedik”, “kriz var” gibi bahanelerle patronun kârını, zararını hesaplar olduk.
Oysa asıl kendi hesabımıza; kârımıza, zararımıza bakmamız gerekiyor. Patronlar her durumu kendi çıkarlarına kullanmayı ve her zam döneminde bin bir çeşit oyun yapıp, söylenti yaymayı çok iyi biliyorlar. Oysa zam bizim hakkımız. Bu hakkımıza sahip çıkmalıyız. Gün olup devran dönecek, işçiler birlik olup patronlara bir oyun oynayacaklar elbet. **
Birlikten güç doğar Ben 600 işçinin çalıştığı bir tekstil fabrikasında çalışıyorum. Bunların yaklaşık 550’si kadın işçi. Ücretler 550 ile 650 arasında değişiyor. Sendikamız yok. Daha önce sendikalaşma deneyimimiz olmuştu. Patron öncü işçileri işten çıkartarak süreci bitirmişti. Bütün işçiler işe başladığı gün sigortalı çalıştırılıyor. Üç ayda bir erzak veriliyor. Üç ayda bir yarım ikramiye ve kömür parası veriliyor. Yılda bir de zam yapılıyor. Geçen yıl kriz gerekçe gösterilerek zam yapılmadı. Bu yıl zam yapılacağı söyleniyor. Müdür “Fazla bir şey beklenmesin, devlet ne kadar zam yapıyorsa bizde o kadar zam yapacağız.” diyormuş. Geçen yıl kriz gerekçesiyle kömür paraları verilmedi. Soran da olmadı. Bu yıl yine kömür parası geciktirilince. İşçiler bir iki ay bekledi, sonunda çay paydosunda fısıltı gazetesi sayesinde müdürün odasına bütün işçilerin baskın yapacağı haberi yayılır yayılmaz hepimiz müdürün odasına gittik. Gittiğimizde bütün işçiler gelmişti. Müdür de paniğe kapılarak “Beni mi döveceksiniz?” dedi. Bütün işçiler gülerek hep bir ağızdan “Yok dövmeyeceğiz, kömür parası ne oldu diye soracaktık” dedik. Müdürün odasına hep birlikte baskın yaptığımız için kömür paralarımız dağıtıldı. Hatta bu yıl 170 TL aldık. Krizi gerekçe göstererek bazı haklarımızı ortadan kaldırmak istiyorlar. İşçiler korkuyor ikramiyeler de gidecek diye. Ne geldiyse başımıza korkudan geldi. Korkunun ecele faydası yok. Birlikte hareket edersek varolan haklarımızı koruyabilir, yeni haklar da isteyebiliriz; yeter ki birlik olalım. **
PETROKİMYA Birleşmeden kazanım olmaz! Merhaba arkadaşlar; Biz işçilerin üzerindeki baskı ve sömürü her gün artarak devam ediyor. Biz çalışanlar her gün evimize nasıl ekmek götüreceğimizi düşünürken, patronlar da bizleri sonuna kadar kullanmaktan çekinmiyorlar. Benim çalıştığım fabrikada geçen gün yaşadığımız bir olayı anlatmak istiyorum. Malum kış, sezon boyunca işler yavaşlıyor. Ama buna rağmen işler patronlar için yine tıkırında gidiyor. Yani patron yine yeteri kadar kazanıyor. Ama yine de kazançlarını arttırmak için biz çalışanlara verdiği üç kuruşa da göz dikmiş durumdalar. Bunun için de bizlere sadece çalıştığımız zaman ücret vermek istiyorlar. Ekonomik krizden önce hafta içi mesai saati yüzde 50, hafta sonu ise yüzde 100’dü. Şimdi fazla mesai yasaklandı ve yerine esnek çalışma koşulu getirildi. Bunu bizlere uygulamak için elerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Bunu kabul etmeyen arkadaşlarıma da kapının yolunu gösterip, korkutmaya çalışıyorlar. Size benden farklı bir bölümde çalışan iki arkadaşıma
yapılan teklifi söyleyeyim: İş olmadığından dolayı kazanlar kapatılıyor. Bunun için Cuma ve Cumartesi gelmeyin işe, bunun yerine Pazar gelin çalışın. Bu durumu kabul etmeyen arkadaşlarımı ustabaşıyla tartışırlarken duydum. Arkadaşlarım “Hafta sonu çalışırız ama onun yerine iki gün işe gelemeyiz, ya da yüzde 100 mesaimizi alırız. Böyle olmazsa çalışmayız.”, diyorlardı. Buna karşılık ustabaşı da “Bunu ben yapmıyorum, patron böyle istiyor. Ya bu şekil çalışacaksınız ya da gideceksiniz; dışarıda sürüyle işsiz var, siz de onlara katılırsınız.” dedi. Ben sadece bu konuşmaları dinlemekle kaldım. Açıkçası bir şey yapmak istemedim çünkü bu iki arkadaşı daha önce de savunduğum için yalancı durumuna düşmüştüm. Bu iki arkadaş her zaman bizim karşı geldiğimiz uygulamaları kabul eden arkadaşlardır. Onlar için bir şey yapmayı göze alamadım ama diğer arkadaşlarımla o akşam sohbet ettiğimde onlara; “Bu arkadaşlar ne kadar bizimle beraber yürümese de, onlara dayatılan bu sistem bize de dayatılacak. Bunun için şimdiden birlik olmamız gerekiyor.” dedim ve şimdiden birlik olmazsak, yarın geç olacağını da arkadaşlarımla paylaştım. Bunun hazırlığı için sürekli arkadaşları bir arada tutup konuşmaya çalışıyorum. Arkadaşlarım da biliyorlar ki birleşmeden kazanım olmaz. **
METAL Merhaba, Çalıştığım fabrikada normal çalışma saatlerimiz 08:3017:30 arası. Fakat biz fabrikaya işbaşı saatinden 45 dakika erken gidiyoruz. Bunun nedeni ise patronun yolda oluşabilecek herhangi bir olumsuzluktan dolayı işini garantiye almak için gecikme olsa dahi fabrikaya işbaşı saatinden önce varmamızı sağlamak istemesi. Bir diğer nedeni de üretim başlamadan önce makinelerin gözden geçirilmesini sağlamak ve üretim esnasında arıza dolayısıyla üretimin aksamasının önüne geçmek. Patron için mantıklı bir yöntem ama biz işçiler için değil. Biz zaten üretim aksamasın, aralıksız sürsün diye bütün gün çalıştığımız yetmezmiş gibi bir de sabah 45 dakika erken işbaşı yapmak zorunda bırakılıyoruz. Önceleri bu durum biz teknik elemanlar ve ustalar için geçerliydi çünkü üretim başlamadan biz bakımı yapıyorduk ve işimiz erken biterse işbaşı saatini bekliyorduk. Fakat son dönemlerde sabah bakımı yaptıktan sonra işbaşı saati beklenmeden üretime geçilmeye başlandı. Her sabah 15-20 dakika erkenden makinelerin açılması ve işçilerin çalışmaya zorlanmasından dolayı bir huzursuzluk hâkim. Şimdilik arkadaşlarımızla konuştuğumuzda herkes bu durumdan şikâyetçi, hatta bu durumu ustabaşına da ilettik ama durumda düzelen bir şey olmadı. Öyle görünüyor ki, önümüzdeki günlerde bu duruma ilişkin konuşmaktan öte bir eylemlilik yaratmak şart. Örneğin makineler açılsa dahi biz işçilerin işbaşı saati gelmeden üretime başlamamamız gerekiyor. Bu konuyu arkadaşlarımızla konuştuğumuzda genelde birbirlerini suçluyorlar, çoğunluk gitmek istemese de birkaç kişinin erken işbaşı yapmasından dolayı diğerleri de işbaşına zorlanıyor. Bu durum bir süre daha böyle devam eder ve önüne geçemezsek, normal bir durum haline gelebilir. Bu nedenle bu keyfi uygulamaya karşı tüm işçi arkadaşlarımızla birlikte bir araya gelerek, aldığımız bir ortak kararla işbaşı saati gelmeden hiç birimiz üretime başlamazsak bu mesaj yeterli olacaktır. Aksi takdirde bu uygulama kalıcı hale gelecek ve çalışma saatlerimiz uzamış olacak. Vakit geç olmadan bu eylemliliği hayata geçirebilmek adına çalışmalara başlamalıyız.
EMEK ATÖLYESİ Ücretli İzin Hakkı nedir? Çalışma, yaşamın bir parçası olduğu gibi her işçinin bir yıllık çalışma sonunda ücret ve gelir yitimi kaygısı olmadan dinlenmeye hakkı vardır. Bu hak her evrensel hakta olduğu gibi devredilemez ve vazgeçilemezdir. Anayasamızda da bu hak “dinlenmek çalışanların hakkıdır” belirlemesiyle, ücretli yıllık izinlerin yasalarca belirlenmesi anayasa ile korunmaktadır. Bu hakka ilişkin ayrıntılı bilgi iş yasasının ilgili maddelerince düzenlenmiştir. İzin hakkı bir işçinin deneme süresi dahil olmak üzere o işçinin işverene ait işyerinde çalışmaya başladığı ilk tarihten itibaren hesaplanır. İşçinin gelecek yılki izin hakkı ise bir önceki izin hakkının doğduğu günden itibaren hesaplanır. 53. maddeye göre yıllık izne hak kazanmak için geçmesi gereken süre şöyledir. Çalışma süresi 1 yıldan 5 yıla kadar olanlara 14 gün, çalışma süresi 5 yıldan fazla, 20 yıldan az olanlara yılda 18 gün, çalışma süresi 15 yıl ve daha fazla olanlara yılda 26 gündür. Bunlar en az olup toplu sözleşmelerle arttırılabilir. Özellikle radyasyona maruz kalınan ve ağır işlerde bu izin süreleri çeşitlenmektedir. İzin hakkının kazanılmasında bir işçinin aynı işverenin başka bir işyerinde çalıştığı gün de hesaba katılır. İşyeri el değiştirince izin hakkı ortadan kalkmaz aksine ücretler yeni işveren tarafından ödenir. İzin sırasında sigorta ödemeleri devam eder. İzin kullanılamadığı zaman iş akdine hangi taraf son verirse versin izin parası işçiye ödenir. Eğer işçi yıllık izindeyse ve hastalanıp rapor almışsa bu raporun hakkı saklı kalır. İşçi her koşulda izin hakkını tam olarak kullanır. İzne çıkma zamanı işçinin o izni hak etmesi ve izne çıkabileceği durumda uygulanır. Hakkın kazanıldığı bir yıllık dönemde işçi iznini kullanmalıdır. İşverene bir ay önceden bildirmelidir. İşveren tarafından izin bölünemez. 100’den fazla işçi çalıştırılan işyerlerinde izin kurulu bulunur. Bu işçiler tarafından seçimle gelir ya da sendika temsilcilerinden seçilir ve izinleri düzenler. İşveren ya da işveren vekili nisan ayı başı ile ekim ayı sonuna kadar toplu izin uygulayabilir. Yıllık izin süresine rastlayan tatil günleri, ulusal bayramlar, hafta tatilleri izin gününden sayılmaz. Ücretleri ayrıca ödenir. İzin ücreti tatil başlamadan önce peşin veya avans olarak verilmek durumundadır.
13
BİR KAVRAM
Enternasyonalizm nedir? Fransız Devrimi’yle yaygınlaşan “insanların kardeşliği” fikri, 19. yüzyılda Marx ve Engels tarafından sınıfsal bir temele oturtulmuş ve o dönemden itibaren; ‘proleter enternasyonalizm anlayışı’ Marksizm’in temel taşlarından biri olagelmiştir. Kapitalizmin bir dünya sistemi olduğundan hareketle, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesi de ancak uluslararası bir temelde hayat bulmak zorundadır. Nitekim, Marx ve Engels, 1847’de Komünistler Birliği’ne katıldıklarında, birliğin eski “Bütün insanlar kardeştir!” şiarı, “Bütün dünya işçileri, birleşin!”e dönüşmüştür. Farklı ülkelerin işçi sınıfları arasındaki dayanışma, proleter enternasyonalizmin önemli bir bileşeni olsa da, sıkça yapılan bir hata olarak, enternasyonalizm asla bir dayanışma sorununa indirgenemez. Dolayısıyla, uluslararası bir sınıf olan işçi sınıfı, “uluslararası koordinasyon komiteleri”yle yetinemez. Acil ihtiyacı ve görevi olan sosyalist dünya devrimini gerçekleştirebilmek için, bir “dünya partisi”ne, yani bir Enternasyonal’e gereksinim duyar. Tarihte dört büyük Enternasyonal girişimi olmuştur. Kapitalist dünya sistemi, bir devrimler ve karşı-devrimler çağı olan emperyalist aşamaya ulaştığında, Enternasyonaller demokratik merkeziyetçi bir biçimde, yani Leninist bir dünya partisi olarak inşa olmaya başlamıştır. Çünkü işçi sınıfı ancak bu şekilde, “emekçilerin herhangi bir ülkedeki mücadelesinin çıkarlarının, bu mücadelenin dünya çapındaki çıkarlarına tabi kılınmasını” sağlayabilecek; merkezi bir biçimde örgütlenmiş kapitalist emperyalist dünya sistemine karşı, yalnızca birleşik ve merkezi bir biçimde örgütlendiğinde gerçek bir mücadele verebilecektir.
Karadolap Halkı: “Evlerimizi Yıktırmayacağız!” Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında mahallemizde yapılmak istenen yıkımın kararı 3 Ocak 2009 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclisi’nde kabul edilip askıya çıkarıldı. Böylece yıkım süreci resmi olarak başlamış oldu. Karadolap halkı olarak bu kararı protesto etmek ve mahallemizde yapılması planlanan yıkımlara kesinlikle izin vermeyeceğimizi kamuoyuyla paylaşmak adına 20 Aralık’ta Sayayokuşu Meydanı’nda bir araya geldik. Genci, yaşlısı, kadını, erkeği yaklaşık bin kişiydik. İlk önce mahalle içerisinde bir yürüyüş gerçekleştirdik, yürüyüş çok coşkuluydu. En önde kadınların taşıdığı “EVLERİMİZİ YIKTIRMAYACAĞIZ-KARADOLAP HALKI” yazılı pankart vardı. Taleplerimizin yazılı olduğu dövizlerle hep birlikte; “Mahallen onurdur, onuruna sahip çık!”, “AKP şaşırma, sabrımızı taşırma!”,”Vur, vur, inlesin Tayyip bizi dinlesin!”,”Susma, sustukça sıra sana gelecek!” gibi sloganlar eşliğinde yürüyüşümüzü gerçekleştirdik. Yürüyüşümüz sırasında çevreden alkışlı destek de geldi. Yürüyüşümüzün ardından yapılan basın açıklamasında ise; “40 yıldır yaşadığımız mahallemizden bizi sürgün ederek ‘kentsel dönüşüm’ adı altında mahallemizi para babalarına peşkeş çekmek istiyorlar. En temel hakkımız olan barınma hakkımızı elimizden almaya çalışıyorlar. Şehrin merkezi haline gelen yaşadığımız bölgeleri biz emekçi halka layık görmüyorlar. Oysa buraları yapan biziz ve yıkılmasına da ne pahasına olursa olsun izin vermeyeceğiz. Tapularımızı alana kadar yasal ve meşru zeminde tüm olanakları kullanacağız.” denildi. Meşru zeminde yapılması planlanan çalışmaların merkezî bir çatı altında yürütülmesi amacıyla da mahalle derneklerinin, demokratik kitle örgütlerinin de desteğiyle “Karadolap Mahallesi Sosyal Çevreyi Koruma ve Düzenleme Derneği” kuruldu. Bundan sonraki süreç bu dernek çatısı altında yürütülecek. Tapularımızı alana kadar mücadeleye devam edeceğiz. Bir İşçi Cephesi Okuru, 24 Aralık 2009
Bunun ilk örneği olarak, Komünist (III.) Enternasyonal Ekim Devrimi’nin zaferi üzerine bir kitle enternasyonali olarak kurulmuştur. Ne var ki, Stalinist bürokrasinin oluşumu ve Enternasyonal’i ele geçirmesiyle, III. Enternasyonal önce yozlaştırılmış, ardından dünya devriminin önündeki en büyük engele dönüştürülmüştür. Ve nihayet, Stalin tarafından II. Dünya Savaşı’nda, emperyalist müttefiklerine bir jest olarak kapatılmıştır. Komünist Enternasyonal’in yozlaşmasıyla, bir zaferler değil yenilgiler dönemi üzerine gelen, Troçki’nin önderliğindeki Dördüncü Enternasyonal kurulmuştur. “Günümüzde bir dünya örgütüne sahip olanlar yalnızca Troçkistlerdir, küçük ve zayıf bir örgüt, ama var olan yegâne Enternasyonal, Dördüncü Enternasyonal. Kendinden önceki Enternasyonallerin geleneğini devralan ve yeni olgular karşısında onu Marksist bir tarzda güncelleştiren, uluslararası mücadelenin vazgeçilmez aracı olan Dördüncü Enternasyonal…” (Moreno)
MEKTUPLARINIZI BEKLİYORUZ!
14
ULUSLARARASI
Afganistan’da Obama savaşları ABD Başkanı Barack Obama, uzunca bir süredir beklenen Afganistan üzerine ‘yeni stratejisi’ni Aralık başında deklare etti Atakan Çiftçi, 26 Aralık 2009
hemen her politikacı tarafından kabul ediliyor.
O
Bush’un savaş politikalarından bir “değişim” arz etmeyen bu plan, pek çok “Obamanyak” üzerinde derin bir hayal kırıklığı yarattı. Oysa bu plan hiç de beklenmedik şeyler söylemiyordu.
Emperyalistler açısından görünüm bu şekildeyken, Obama’nın ‘yeni stratejisi’ ne çözüm sunuyor? Asker sayısını artırarak, operasyonları şiddetlendirmek ve kontrolün kaybedildiği bölgelerde denetimi ele geçirmek, Afgan asker ve polis gücünü eğitmek, bazı aşiretleri ve Taliban’ın “radikal olmayan” kesimlerini kendi saflarına çekerek direnişi zayıflatmak. 2011’e kadar kukla Karzai hükümetinin inisiyatifi ele almasını sağlayarak, geri çekilmeyi başlatmak.
“Değişim” söylemiyle servis edildiği başkanlık seçimlerinde dahi Obama, Bush’un jargonunu kullanmaktan çekinmeyerek, Afganistan’ı “terörizme karşı savaş”ın merkezi ilan etmiş ve Irak’takinin aksine Afganistan’daki savaşın kazanılabilir olduğunu belirtmişti.
Bu planın ne kadar “gerçekçi” olduğuysa tartışma götürür. Obama, Afganistan’daki savaşı tırmandırıyor. Bu durumda, ABD ve müttefiklerinin umutsuz ve kanlı bir savaşa giriştiklerini görmek için müneccim olmaya gerek yok.
İşbaşına geldikten sonra da, Afganistan’a 30 bin ek asker yollayarak, ABD’nin asker sayısını ikiye katlayıp 68 bine çıkaran, insansız hava uçaklarının düzenlediği operasyonlarda binlerce sivilin öldürülmesine neden yine aynı Obama’ydı. Bu süreçte, Obama politikalarının Nobel Barış Ödülü’yle tescillenmesi de, özellikle manidardı.
Taliban sözcüsünün asker takviyesinin direnişi güçlendireceğini ve asker kayıplarını artıracağını açıklaması, esasında durumu özetliyor. 2011’deki çekilme taahhüdünün ne kadar dayanıksız olduğu ise, bizzat Obama’nın Savunma Bakanı tarafından belirtiliyor. Bakan Gates’e göre, 2011 çekilme için sadece bir başlangıç. Duruma göre, 18 ay sonra sadece ufak bir grup asker de çekilebilir.
bama’nın ‘yeni stratejisi’ne göre ABD, Afganistan’a 30 bin ek asker gönderecek ve 2011’den itibaren de çekilmeye başlayacak. Diğer NATO ülkelerinden de daha fazla asker talebinde bulunulacak.
Obama’nın duyurduğu ‘yeni strateji’yle, işgal kuvvetlerinin Afganistan’da yürüttüğü savaş giderek umutsuz bir hâl almakta. Direniş gücünü her geçen gün biraz daha arttırıyor. 2009 yılı işgal kuvvetleri için zorlu bir yıl oldu. En ağır kayıpları bu yıl yaşandı; 8 yıllık işgal sürecindeki toplam kayıpların üçte biri 2009’da ve-
rildi. Afganistan’dan dönen tabutların sayısı, işgalci ülkelerdeki savaş karşıtı eğilimleri de giderek güçlendirdi. Öte yandan, ülkenin güneyi ve doğusu hemen tamamen Taliban’ın kontrolünde. Başkent Kabil’in dahi ne kadar güvenli olduğu artık tartışılır durumda. Meseleyi asıl karmaşıklaştıransa, Taliban’ın Pakistan’daki gücünün artan ölçüde büyümesi. Taliban’ın Pakistan’daki gücü kırılmadan Afganistan’da düşürülemeyeceği ise,
ABD’nin esas “talihsizliği” ise, Afganistan’daki “sıkışmanın” dünya ekonomik kriziyle aynı döneme denk gelmesinde. Bu durum, emperyalizmin dünya çapında inisiyatifi elinden kaçırdığı yeni bir evrenin kapısını aralayabilir...
Kopenhag iklim zirvesi ‘çevrenin sömürüsüne devam’ dedi Kopenhag İklim Zirvesi, Birleşmiş Milletler’in çağrıcılığı ile 192 ülkeden 15 bin delegenin katılımı ile gerçekleşti. Zirveye suçlamalar ve anlaşmazlıklar damgasını vururken, son dakikalarda hazırlanabilen ‘Kopenhag Mutabakatı’ adı verilen uzlaşma metninin hiçbir yasal bağlayıcılığı yok Sedat D., 21 Aralık 2009
B
ugüne kadar küresel ısınmaya karşı önlemler almak için Bergen, Rio ve Kyoto şehirlerinde konferanslar yapılmış ve bazı kararlar alınmıştı. Ancak alınan kararlardan hiçbiri uygulamaya geçmedi. Her şeye rağmen, yaşanan bunca deneyim burjuvaziye çevrenin ekonomi politiği üzerine birçok şey öğretti. İlk olarak; hava kirletme kotası alınıp satılabilir hale geldi. İkinci olarak; çevre kirliliğinin, emek gücünün ucuz olduğu ülkelere sermayeyi kaydırabilmek için, iyi bir mazeret olduğu anlaşıldı. Üçüncü olarak, karbon salınımı kotası rakip ülkelere yaptırımlar önerebilmek için ciddi bir koz olabiliyordu. Son olarak da, endişe halindeki kitleler için göstermelik de olsa bazı adımlara ihtiyaç vardı. İklim zirvesinin ve mutabakatın içeriği • Zirvenin gündeminde hiçbir şekilde kirletici sanayilere yaptırımlar, fosil yakıtların kullanımını azaltıcı önlemler, yeşil alanların talanını engellemeye yönelik önlemler, zehirli atıkların depolanma yönetmeliğinde kriterler belirlemek gibi kritik konular yer almadı. Burjuvazinin iklim zirvesi tüm tartışmayı atmosferi kirletici gazların salınımı üzerine odakladı. Bu konuda Danimarka’nın ilk önerisi, az ve orta derecede sanayileşmiş ülkelerin sera gazı salınımlarını kısıtlamak olunca, toplantı ilk krizini Sudan temsilcisi Di Aping’in iti-
razı ile yaşadı. Sonrasında AB ülkeleri kirlilik için Çin’i suçlarlarken, Çin egemenlik haklarına aykırı olduğu gerekçesi ile çevre denetimlerini kabul etmedi ve kirlilik için AB ve ABD’yi suçladı. İtinasızca yazılmış bir komediye dönüşen zirvede hiçbir somut karar alınamadı. Ancak her şeye rağmen yaptırımı olmayan bir mutabakat Merkel’in deyimi ile ‘istemeye istemeye’ imzalandı. Mutabakat, küresel ısınmanın 2 derecede sınırlandırıldığını ilan etti. Ancak bunun nasıl yapılacağı açıklanmadı. Mutabakatın tek adımı az sanayileşmiş ülkelere 10 milyar dolarlık bir yardım vaadi oldu. Ancak vaat gerçekleşse dahi, emekçilerden alınmış vergiler burjuvalara emek sömürüsünü arttırabileceği olanaklar yaratabilmesi için açılmış olacak. Bir kıstas olmadığı için çevre sorunlarına hiçbir çözüm getirmeyecek. Çevre sorununa gerçek çözüm • Yaşanan çevre felaketlerinin yakın bir gelecekte çok ciddi sorunlara yol açacağı artık bilinen bir gerçek. Burjuvazi dünyanın yok olma tehlikesine karşın kârlarının düşmesine yol açacak bir tedbir almaktan geri duruyor. Zenginlerden ek vergi alınması ya da kirletici sanayilere sahip burjuvaların kirlilikten sorumlu tutulması dâhi konuşulamıyor. Tüm enerji sektörünün kamulaştırılması talebinin dile getirilmesi ise yasaklanıyor!
Burjuvazinin kendi zirvesinin yaşadığı aşağılayıcı çöküş bir yanda, küçük burjuvazinin bu zirveden yana yaşadığı ‘hayal kırıklığı’ bir başka yanda kalsın. Çevre kirliliği bize çağımızda bir komünist yani bir proletarya enternasyonalist’ti olmak için pek çok sebep sunuyor.
ULUSLARARASI
15
Gazze için, Filistin için İsrail’e karşı boykot! B
undan tam bir yıl önce İsrail ordusu Gazze halkına topyekûn bir saldırının ilk bombardımanına başlamıştı. 22 gün süren bu saldırı, dünyanın gözü önünde, arkasında 1500’ün üzerinde ölü ve 5300’ün üzerinde yaralı bırakarak Gazze’yi bir enkaza dönüştürdü. Hamas’ı yok etme bahanesiyle Filistin halkının kendi kaderini tayin etmek için yürüttüğü mücadelenin iradesini kırmak ve direnişin tüm üyelerini yok etmek amacıyla düzenlenen bu saldırı sonucunda on binlerce Filistinli evsiz kaldı ve yüz binlercesi okulunu, geçim kaynağını, sağlık hizmetini ve en temel yaşamsal ihtiyaçlarını kaybetti. Gazze’ye yönelik saldırı aslında bitmedi; farklı biçimlerde devam ediyor. Gazze’ye uygulanan abluka dördüncü yılını doldurdu ve biteceğine dair herhangi bir işaret bulunuyor. Gün geçtikçe insanlığın sıfır noktasına yaklaşan Gazze açıkhava hapishanesi açlık, işsizlik ve çevre felaketleri gibi sorunlarla cebelleşiyor. Uğursuz Oslo Anlaşması ile yaratılan “barış süreci” kılıfıyla İsrail, yerleşim inşaatlarına, katliamlara, toprak gasplarına, uluslararası hukuk ve insan hakları ihlallerine artan bir hızla devam ediyor. Filistin halkının bu gidişe ikinci İntifada ile dur demesi karşısında İsrail barbarlıkta sınır tanımayarak işgali daha da ağırlaştırdı. Ortadoğu için her zaman bir tehdit oluşturmuş olan İsrail komşu ülkelere de saldırmaktan geri durmadı. 2006 yazında Lübnan’ın harap edilmesi ve Türkiye’den havalanan savaş uçaklarının Suriye topraklarını bombalaması hafızalardadır. Artan bu suçlarına karşı İsrail hiçbir müeyyideyle karşılaşmadı. Tam tersine ABD’nin sınırsız diplomatik desteği, en gelişmiş silahları ve 3 milyar dolarlık mali desteği; AB – İsrail Birlik Anlaşması; gerici Arap rejimleriyle normalleşen ilişkiler; uluslararası camiada saygın bir devlet statüsü; artan yabancı yatırımlar ve cılız kınamalarla ödüllendirildi. Bu bağlamda İsrailli liderler anlamlı hiçbir bedel ödemeyeceklerinden emin bir şekilde Filistinlilerin boynundaki ilmeği gün geçtikçe biraz daha sıktı. Dünya halkları tarafından yapılan dayanışma eylemleri ise Filistin halkının direnme umudunu yeşertse de durumu değiştirmekte yetersiz kaldı. Nitekim Siyonist devlet, üzerinde herhangi bir baskı hissetmedi. Çünkü İsrail, uluslararası alandaki askeri, diplomatik, ticari ya da akademik konumundan –Venezüella’nın tavrı gibi istisnai durumlar dışında- hiçbir şey kaybetmedi. Filistin halkı direnişini çeşitli biçimlerde sürdürürken devletler ve uluslararası kurumlar nezdinde adeta dokunulmazlık sahibi olan Siyonist devlete karşı barış ve eşitlikten yana toplumsal güçlerin, daha etkili olmak adına kullanabileceği bir araç olarak uluslararası boykot ve yaptırımlar kampanyasına kararlı bir şekilde devam ediyor.
Niçin Boykot? • İsrail, BM kararları dahi uluslararası hukuk ve sözleşmelere kulağını tıkayarak Filistin halkını tecrit altında tutuyor ve Filistin toprağını işgal altında tutarak bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını engelliyor. Sınırları dahi belli olmayan, her an herhangi bir yeri işgal etme tehdidinden hiç vazgeçmeyen İsrail, Batı Şeria’yı küçük parçalar halinde bantustanlaştıran ve Filistinlileri açık hava hapishanesinde yaşamaya zorunlu bırakan ayırım duvarı ve yerleşim bölgelerini kurmaya, her türlü uluslararası karar ve çağrıyı hiçe sayarak devam ediyor. Gazze’de bir buçuk milyon Filistinliyi temel ihtiyaçlarından mahrum bırakarak insanlık tarihinin en utanç verici ablukalarından birini uyguluyor. BM’nin 194 sayılı kararını reddedip sayıları altı milyona ulaşan Filistinli mültecilerin geri dönüşünü engelleyerek, Filistin halkının kendi kaderini tayin etme hakkını elinden alıyor. İsrail hapishanelerinde on bini aşkın Filistinli esir işkence ve tecrit uygulamalarına tabi tutu-
luyor. Aynı zamanda İsrail, Filistin halkının liderleri ve seçilmiş milletvekillerini hapse atarak Filistin halkının demokratik temsilini baltalıyor.
şıma politikalarını hedef alarak yürütülecek bir boykot çalışması, Ortadoğu halklarının beklediği gerçek barışın gerçekleşmesinde önemli bir adım olacaktır.
Bunun yanında İsrail, askeri güç kullanarak, her dönemde yeni işgaller gerçekleştirmekte, yeni ölümlere, yeni göçlere yol açıyor. İsrail, Filistin halkının emeğine, topraklarına, doğal kaynaklarına, geçim araçlarına el koyarak yerel ekonomiyi çökerten ekonomik tahakkümüyle Filistinlilerin yaşama koşullarını tahrip ediyor. Toprağın asıl sahibi olan Filistinlilerin büyük çoğunluğu mülteci kamplarında yaşarken bir bölümü Yeşil Hat gerisinde kalan ve İsrail nüfusunun beşte birini oluşturan 48 Arapları İsrail hukuk sistemi dâhilinde ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyor.
Peki neleri hedef alacağız? Nasıl? • Ortadoğu’nun bir parçası olarak bizler Ortadoğu’da emperyalist güçlerin gerçekleştirdiği bütün işgal ve sömürü biçimlerine karşı durmakta tereddüt etmedik. Yanı başımızda direnen Filistin halkı, Ortadoğu’da önemli bir antiemperyalist cephe oluştururken bizler bu cephenin destekçileri olduk.
Bütün bunlara karşı yüz yılı aşkın bir süredir direnen ve mücadele eden Filistin halkı mücadelesinin bu anında İsrail’e, Güney Afrika’daki ırkçı rejimin sonunu getiren türden bir enternasyonal hareketle karşılık verilmesi stratejisini gündeme taşıdı. Temmuz 2005’te Filistinli siyasi parti, sendika, kitle ve taban örgütlerinden oluşan geniş bir koalisyon bu öneriyi somutlaştırdı. “Dünyanın her tarafından vicdanı olan insanları İsrail’e karşı Güney Afrika’ya karşı yürütülenlere benzer geniş boykotlar ve tecrit inisiyatifleri uygulamaya” çağırdılar. Boykot, Yatırımları Geri Çekme ve Yaptırımlar Kampanyası (Boycott, Divestment and Sanctions—kısaca BDS) böyle doğdu. 1948’de kurulan İsrail’i, 28 Mart 1949’da tanıyan Türkiye, İsrail’i tanıyan ilk Ortadoğulu ve nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülke oldu. ABD’nin Ortadoğu üzerindeki hegemonik çıkarları gereği Türkiye-İsrail ilişkileri ABD’nin destek ve katkılarıyla gün geçtikçe gelişiyor ve derinleşiyor ve ABD’nin politikaları doğrultusunda iniş çıkışlar gösteriyor. Büyük Ortadoğu Projesi dâhilinde Türkiye ve İsrail’in askeri işbirliğini güçlendiriliyor. Bu stratejik ittifak, ileriki zamanlarda çok boyutlu olarak karşımıza çıkacaktır. Bu stratejik ortaklığın temelinde başta Filistin halkına olmak üzere tüm bölge halklarına karşı düşmanlık ve emperyalist egemenlik vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin çeşitli hükümetleri de bu ittifakın önemli bir parçası olageldi. Tansu Çiller ve Erbakan hükümetleri döneminde İsrail Türkiye ilişkileri askeri düzeye taşınırken Ecevit hükümeti döneminde Türkiye, İsrail Hava Kuvvetlerinin katılımıyla Konya’da Anadolu Kartalı kod adlı tatbikatların ilkini düzenlemiştir. Türkiye parlamentosunda, hala varlığını sürdüren Türkiye İsrail Parlamentolararası Dostluk Grubu, 183’ü AKP’li olmak üzere 289 parlamenter üyeliğiyle AKP hükümetinin ilk yılında oluşturulmuştur. Gazze saldırısının ardından, başkanı AKP milletvekili Nursuna Memecan olan bu gruptan pek çok milletvekili istifa etti, istifa etmeyenler arasında CHP’li Onur Öymen dikkat çekiyor. AKP hükümeti ise bir taraftan İsrail’le tüm düzeylerdeki ilişkileri geliştirirken öbür taraftan “Gazze’de kardeşlerimiz ölüyor; one minute!” söylemini başarılı bir ikiyüzlülükle iç politikaya yönelik olarak kullanıyor. Türkiye egemenleri, dinci ve laik tüm kanatları ve ordu başta olmak üzere tüm kurumlarıyla bu ittifakın savunucusudur. Stratejik ittifakın temel direğini askeri işbirliği ve silah ticareti oluşturmaktadır. Türkiye ile İsrail arasında tarımdan tohumculuğa, hayvancılıktan sulamaya, kimyadan enerjiye, telekomünikasyondan turizme, güvenlik ve çevre teknolojilerinden danışmanlığa kadar oldukça geniş bir alanda işbirliği ve ticaret anlaşmaları mevcuttur. Türkiye’nin 2008 yılı itibariyle İsrail ile arasındaki ticaret hacmi yaklaşık 2.6 milyar dolardır. Türkiye-İsrail arasındaki askeri ilişkinin parasal boyutu ise 1.8 milyar dolar civarındadır. Tüm bu nedenlerle, Türkiye’de, İsrail devletinin cephaneliğine silah ta-
İsrail’in bölgedeki en önemli müttefiki olan Türkiye’de, İsrail’e ve Siyonizme karşı etkin bir boykot kampanyası örgütlemek bugün Filistin halkı ile tutarlı ve etkili bir anti-emperyalist/anti-siyonist enternasyonal dayanışma için atılacak en anlamlı adım olacaktır. Filistin halkı onuru ve özgürlüğü için Siyonist barbarlığa karşı topyekûn direniyor. Filistin şahsında tüm dünyanın işçi ve emekçileri, ezilen halkları bu saldırganlığın hedefindedir. Filistin halkının direnişine her alanda destek vermek bütün insanlığın görevidir. Kendimizle hesaplaşmak durumundayız. Bugün, Siyonist Devlet’le ve onun ardındaki emperyalist dünyayla suç ilişkileri ve ortaklığının tümüyle kesilip atılmasını açıktan savunmayan herkes tanık olduğumuz ve olacağımız bütün insanlık suçlarına birinci dereceden ortak olduğunu bilmelidir. Bizler bu suçlara ortak olmayacağımızı ilan ederek Siyonizmle suç ortaklığını hayatımızdan çıkarana kadar İsrail’i boykot edeceğiz! Sözümüz açık ve nettir; Filistin halkına uygulanan bütün bu hak ihlallerinin suç ortağı olmayacağız! Bu topraklarda Siyonizmi hangi varlık biçimiyle olursa olsun barındırmayacağız! İsrail askerlerinin yaşadığımız toprakların havası, karası ve denizini kullanmalarına karşı bir yıllığına değil, işgal bitinceye ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı tanınıncaya ve İsrail vatandaşı Filistinlilere eşit haklar sağlanıncaya kadar, Filistin halkının direndiği gibi direneceğiz! İsrail ve Türkiye sermayesinin ilişkilerini teşhir edip ürünlerini boykot edeceğiz! Özellikle stratejik sektör ve kaynaklara yönelen İsrail yatırımlarına karşı çıkacağız! İsrail işgalini mümkün kılan araç ve silahların gelişmesine vesile olan her türlü teknolojide, bizim üniversitelerimizde yapılan araştırmaların hiçbir katkısı olmaması gerektiğini kamuoyuna duyurmak, bu bağlantıları araştırıp ifşa etmek ve üniversiteler üstünde, İsrail üniversitelerinden ve şirketlerinden uzak durmaları için kamuoyu baskısı oluşturmak için mücadele edeceğiz! İsrail devletinin desteklediği kültür ürünlerini ve sanat yapıtlarını boykot ederek, İsrail’in kültür sanat kanallarını kullanarak imaj yenileme çabalarını boşa çıkaracağız! Gazze ablukasının kaldırılması için İsrail ırkçılığını durdurmak için Filistinli mültecilerin yurtlarına geri dönmesi için Batı Şeria ve Gazze’nin işgaline son vermek için İsrail vatandaşı Filistinlilere uygulanan apartheide son vermek için Filistin halkının kendi kaderini tayini için İsrail’le tüm askeri, ticari, diplomatik, akademik, kültürel ilişkilere son verilsin!
Filistin İçin
İsrail’e Karşı Boykot Girişimi
§ ilgili haber: “Filistin halkı ile dayanışma ve İsrail’i boykot yürüyüşü yapıldı” internet sitemiz, www.iscicephesi.net’te §
Brezilya 2010 seçimleri:
Lula ile Ze Maria arasında FARK VAR!
2010 yılı Brezilya açısından yeni bir seçim dönemi anlamına geliyor Murat Yakın, 25 Aralık 2009
İ
lk olarak 2002 yılında Brezilya’da kronikleşen kriz ve yeni liberal politikaların mağduru geniş emekçi yığınların açık desteği ile iktidara gelen PT (Brezilya İşçi Partisi) lideri Lula ilk icraat olarak işçi sınıfının değil, burjuvazinin desteğine yönelik bir çizgiye oturmuştu. IMF karşıtı söylemlerle işbaşına gelen PT yönetimi, Brezilya tarihinde hiçbir hükümetin ödemediği oranda dış borç ödemesi gerçekleştirdi. 2004 yılında Brezilya ekonomisinin yüzde 5 büyümesine yol açan spekülatif köpük dünya ölçeğinde yaşanan derin krizin etkisiyle dağılma noktasına gelmiş bulunuyor. Ülkenin ekonomik büyüme hızının aksi yöndeki umutlara karşın düşüş eğilimine girdiği ortada. Serbest piyasa politikaları sayesinde ülkenin ucuz Asya sınaî mallarıyla dolmasıyla imalat sanayi duraklamaya giriyor. Öte yandan ülke birkaç yıldır hız kesmeyen yolsuzluk skandallarıyla çalkalanıyor. Bu noktada 2010 başkanlık seçimleri açısından kilit bir anlam taşıyan şu soruyla karşı karşıya kalıyoruz; işçi sınıfının bağrından çıkmış Lula hükümeti gerçekte kimin hükümeti? Geride kalan yıllar boyunca kongrede engelsizce hayata geçirilen ve bizzat PT tabanını derin bir hayal kırıklığına uğratan neoliberal politikalar, Lula hükümetinin Haiti işgalinde oynadığı rolde kristalize olan emperyalizmle içli dışlı siyaseti, kuşkuya yer vermeyecek şekilde bu hükümetin bir burjuva hükümeti olduğunu ortaya koyuyor. Öte yandan, Lula hükümetinin ülkenin maliyesini tamamen finans dünyasının adamlarına emanet etmiş olması gerçeği bu nesnel gerçekliğin bir başka sağlaması. Lula ülke maliyesini, ABD’deki Fleet Boston Finans grubunun eski üst yöneticilerinden Henrique Meirelles ile birlikte genç neoliberallerden oluşan bir ekibe emanet etmiş durumda. Brezilya’nın büyük şirketleri ve bankaları, Lula yönetiminin iktidardan uzaklaştırılmasından yana değil. Büyük basın kuruluşları kritik seçimlerin arifesinde Lula’nın serbest piyasa yanlısı politikalarını övmeye devam ederken, bir yandan da kendisine, ‘’’yolsuzluklara göz yummaktaki sorumluluğunu daha fazla kabullenmesi’’ ve derinleşen ekonomik krizin etkileri karşısında ‘’istikrar sağlayıcı bir program çerçevesinde hükümeti yeniden düzenlemesi’’ yönünde öğüt veriyor. Seçimlerde işçi sınıfı alternatifsiz değil! • Emperyalizm ve uluslararası finans kuruluşları Lula yönetimin-
deki Brezilya mucizesini bir ekonomik kriz reçetesi olarak parlatadursunlar, gerçeklik bambaşka bir tablo çiziyor. Kriz bahanesiyle işten çıkarmalar korkunç bir boyut kazanıyor, orta sınıf süratle çözülerek proleterleşme eğilimi kazanıyor, PT‘nin başlıca destekçilerinden MST (Topraksız Köylü Hareketi) kazandığı tüm mevzileri PT’nin işbirliğini elde etmiş büyük toprak sahipleri karşısında bir bir yitiriyor. Seçim sürecinin şu ana kadar açığa çıkmış unsurlarına gelince; halen büyük burjuvazinin desteğini arkasına almış görünen PT yönetimi ve Lula, Dilma Rausef etrafında bir kampanya başlatmış durumda. Ülkede bugüne dek geleneksel sağ ve liberal politikaları savuna gelmiş burjuva kesimler ise alternatif arayışını Sao Paolo valisi Jose Serra üzerinden somutluyor. Diğer yandan gözler PT’nin yarattığı derin hayal kırıklığı üzerine bu partiden koparak bir dinamik yaratan PSOL’e çevriliyor. Uzun bir süredir LİT-Cİ (Uluslararası İşçi BirliğiDördüncü Enternasyonal) Brezilya seksiyonu PSTU’nun (Birleşik Sosyalist İşçi Partisi) sınıf eksenli bir seçim cephesi oluşturma çağrılarını yanıtsız bırakan PSOL yönetimi, geçen seçimlerde olduğu gibi Heloisa Helena’nın adaylığında PSTU ile bir sınıf alternatifi oluşturmak niyetinde değil. Kuşkusuz geçen süreçte sol liberal bir eğilimin hâkim hale geldiği PSOL bu kritik viraja tümüyle hazırlıksız ve dağınık yakalanmış durumda. Parti içindeki kopmaları engelleyemezken, 2010 seçimlerinde programı tümüyle burjuva karakterli PV’nin (Yeşiller Partisi) adayı Marina Silva’yı desteklemeyi tartışıyor. PSTU, 2010 seçimlerinde yukarıdaki manzaranın, Brezilya işçi sınıfını tümüyle devrimci bir alternatiften yoksun bırakacağını öngörerek, Brezilya’daki askeri diktatörlüğü alaşağı eden devasa işçi seferberliklerinin yaratıcılarından, sınıf mücadeleci çizginin sembol ismi Ze Maria Almeida etrafında bir bağımsız kampanyaya girişmiş durumda. Ze Maria’nın adaylığı, işçi sınıfının kaderini belirleyecek bu kırılgan dönemde seçimlerin burjuvazinin çeşitli kanatları arasındaki bir tiyatro oyununa dönüşmemesi ve işçi sınıfı alternatifinin ülke gündeminde yer bulabilmesi açısından son derece önemli. Şu an itibarıyla tek işçi aday Ze Maria. Onun adaylığı, yalnızca burjuva programın değişik temsilcileri karşısında sınıf mücadeleci solun temsilcisi olmasından ötürü değil, aynı zamanda enternasyonalist ve devrimci kutbu temsil edecek olmasından dolayı da büyük önem taşıyor.
www.iscicephesi.net
23.ölüm yıldönümünde
Nahuel
Moreno
“Sosyalizmin zaferinin kaçınılmaz olduğunu sanmıyorum tam da bu yüzden zafere ulaşmak için mücadele etmek, tutkuyla savaşmak zorundayız, vazgeçilmez olan bu, çünkü kazanabiliriz. Zaferi kazanmamıza engel olacak bir tanrı mevcut değil.” Nahuel Moreno (1924–1987) Arjantinli Troçkist önder Hugo Miguel Bressano Capacete, yani mücadele ismiyle Nahuel Moreno, 23 yıl önce bir 25 Ocak günü mücadele bayrağını usulca bizlere teslim ederek aramızdan ayrılmıştı. Nahuel Moreno 40 yıla yayılan mücadele hayatının ürünü olarak, geride bir çok devrimci işçi partisi, uluslararası bir politik metodoloji, zengin ve saygın bir külliyat bıraktı. Dünya ölçeğinde sayısız devrimci partinin ve Dördüncü Enternasyonal’in inşasına katkıda bulunmuş, sınıf mücadeleci bir temelde yüzlerce kadronun oluşturulmasında başı çekmiş, Dördüncü Enternasyonal’in ve Bolşevik Leninist programın günümüze taşınmasında belirleyici bir rol oynamış büyük ustamız Nahuel Moreno’yu 23 yıl sonra hâlâ dinmeyen bir özlem ve sevgiyle anıyoruz. Yoldaş Moreno, Sosyalizme dek daima! ************************************************** Bir gün boyunca mücadele edenler vardır ki onlar iyidir. Bir yıl boyunca mücadele edenler ise daha iyidir. Birçok yıl boyunca mücadele edenler vardır ki onlar en iyileridir. Ama bütün bir ömür boyunca mücadele edenler vardır ki onlar yeri doldurulmazdır... Bertolt Brecht