13

Page 1

Sayı 13, Ekim 2007-10, 2.5 YTL,

(KKTC 3 YTL)

‘Hırtlar Vadisi’ liselerde bir sürü hırt yarattı... Kırkbir kere maşallah!..

Anayasa nedir? Türbanı kamuya sokar mı?.. Yavuz Alogan yazdı...

AKP demokrasi siparişi kabul ediyor mu? Baba Hakkı üşenmedi, sizin için araştırdı...

Gezegenimizdeki değişik canlı türleri ve çıkardıkları sesler...

siz fatih’in torunu, biz deli ibrahim’in siz düzenin adamı, biz memleketimizin


mantar tarlası “Sonra aklıma vücuda oturan dar tayyörlerin üzerine takılan türbanlar geliyor. Örneğin Cumhurbaşkanı’nın eşi Hayrünnisa Gül’ün Kıbrıs’taki resepsiyonda giydiği gümüş rengi, vücuda oturan tayyör... Doğrusu çantası dahil son derece gözalıcı bir kıyafetti. Bu kez gerçekten şık, diyecek yok. Emine Erdoğan’ın kıyafetlerinden (ve kendisinin de eski halinden) çok farklı. Arap giysilerine çok benzemiyor artık... Ama dar ve vücut hatlarını belli ediyor.” Ruhat Mengi... Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardı ve o satıh bütün vücuttur! *** “Cumhurbaşkanı Gül’ü KKTC’de karşılamayan ve uğurlamayan komutanlar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı saygısızlık etmişler ve suç işlemişlerdir. Ya, Cumhurbaşkanı’nın başörtülü eşiyle birlikte KKTC’den döndüğünü bilmesine rağmen, havaalanına geldiği halde Cumhurbaşkanı’nın ve eşinin ellerini sıkmamak için mâbadını (sırtını anlamında) Cumhurbaşkanı’na dönüp keklik gibi sıçrayarak kendisini kırmızı halının karşısına atan generale ne demeli?!.. Aklı sıra Cumhurbaşkanı’na ve başörtülü eşine tavır koyuyor, mesaj veriyor. Bu generale sormak lâzım: Mâbadınızı Başkomutan’a nasıl döndürürsünüz?” Hasan Celal Güzel... İlk parçamız ona gidiyor: ‘Mabadımdan kaldıramadım samanı da Zühtü!’ *** “Aklı başında ve vicdanı sağlam olan, ülkesine ve topluma karşı sorumluluk duyan herkes için şu anda yükselen değerlerin “uzlaşma”, “demokratikleşme” gibi kavramlar olması gerekir. İki ay önceki seçimde halkın oyunu alan AK Parti’nin köşeye sıkıştırılıp bir kamplaşmanın karşı tarafı gibi sunulmasının akla sığar tarafı olmadığını, siyasi basiret sahibi olan herkes görebilir.” Mehmet Barlas... “Aklımı başımdan aldı, yamaaan sözleeerin... Oooo, Mehmet Barlas beyler de buradaymış, piste davet ediyoruz...” *** “Ben CHP’li değilim. Bu yüzden, “çözüm Mustafa Sarıgül” diyemem. Ama CHP’li olsam, bir kere denemek isterdim.” Nazlı Ilıcak... “Dene beni dene yar! Bir kerecik olsun dene yaaaaaar!” *** “Ahmedinecat ODTÜ’ye gelse... Alkış kıyamet kopar, kahraman ilan edilirdi. Üniversite yönetimi değil, ancak geçmişte Deniz Baykal’dan Kemal Derviş’e, ABD elçisi Ross Wilson’dan Mikhail Gorbaçov’a kadar birçok yerli ve yabancı siyasetçiyi yuhalayan ODTÜ’lü öğrenciler, kuşkusuz İran’ın sertlik yanlısı lideri Mahmut Ahmedinecat’ı bağırlarına basardı. Dün ODTÜ’lü birkaç kişiye sorduğumda aldığım cevap “Amerika’ya meydan okuduğu için”, “Dünyaya kafa tuttuğu için”, “Liderlik özellikleri olduğu için” oldu. Liderlik özellikleri mi dediniz? Ahmedinecat, İran halkının yaka silktiği, herhangi bir demokratik hakkın olmadığı, seçimlere katılacak adayların atanmış bir İslami konsey tarafından onaylandığı, ılımlıların mollalar tarafından veto edildiği, kadınların başını örtmeye, erkeklerin oruç tutmaya, tüm halkın katı bir Şii doktrinini uygulamaya mecbur edildiği berbat bir totaliter sistemin lideri. O sistemin derin devleti sayılabilecek kadrolardan gelen bir isim. Türkiye’nin dibinde nükleer silah yapmak için debeleniyor; sürekli ABD ve İsrail’e sataşarak bu bölgede istikrarsızlık potansiyeli üzerinden güç topluyor; İsrail düşmanlığı yapacağım derken Holocaust gibi insanlık tarihinin en vahim suçlarından birini savunur duruma düşüyor. Geçmişte Türkiye’nin içini karıştırmak için yeterince faal olmuş bir rejimin bekçisi. Ama ne iştir ki, 84 yıldır cumhuriyetle yönetilen laik demokratik Türkler, Ahmedinecat’a hayran!” Aslı Aydıntaşbaş... Cicim, ODTÜ’lüler Ahmedinecat’a hayran değil de, anlaşılan sen İsrail ve Pusht’a kayıtsız biat etmişsin. ABD’nin İran’ı bombalamasına alkış mı tutalım istiyorsun? Yoksa niye ‘pr’ çalışması yapıyorsun? ‘Ankara temsilciliği’ böyle mi oluyor? Sıradaki parça da senin: “Herşey yalan herkes sahtekar / Giden gitti kalan hep bin pişman / Herkes düşman herkes riyakar...” *** “’Delikanlılık yaşı’na gelmiş olmasına rağmen, ‘hâlâ yatağını ıslattığını’ deşifre ettiğim bir yazarcık yine gazeteme çemkirmiş... Bir televizyon kanalına gelememiş olmasının kuyruk acısını bizden çıkarmaya kalkışmasın... Benim derdim Bekir Coşkun’a Pako’luk yapmaya seyirten bazılarıyla. Bekir Coşkun’a sahip çıkmak için gazeteme ve bana saldıran ‘sidik’lilere derim ki: Hoştunuz! Bir yerlere gelmenizi engelleyen Abdullah Gül’den dolayı çektiğiniz kuyruk acısını benden çıkarmaya kalkmayın.” Güzel insan, Vakit yazarı Hasan Karakaya, Ahmet Hakan’ın geceleri altını ıslattığını yazdı, ortalık karıştı... Sahi, bunlar beraber mi yatıyor, biri çarşafı mı seriyor, ne? *** “Koskoca adamlar, hanımlar, beyler, ülkede kimin star kimin kazma olacağına karar veren büyük jüri, Bülent Hanımefendi’nin bir taraftan dua edip orucunu açmasını, diğer yandan jürinin ulvi görevini yapmasını uygun görüyor... Ne büyük bir fedekarlık, ne ulvi bir çözüm, bir taraftan iftar açılacak dua edilecek, diğer taraftan şarkıcı adayları gelecek o dinlenecek...” Reha Muhtar bile olan biteni ağzı açık izliyor…

2

Ya, bir de böyle bir ihtimal var tabii... Efendim, malumunuz, Nazlı Ilıcak ve mahdumu Mehmet Ali, memleketimizin milliyetçi-muhafazakar medya şeyleridir. Nazlı Hanım, uzun zamandır aslanlar gibi türban ve AKP şeyi de olduğu için, son dönemde TMSF’nin elinde bulunan Sabah gazetesine bi şey yapıldı. Orada türban meselesinin cengaverliğini sürdürmekte tabii. Geçenlerde şöyle yazdı: “Türban yasağının sürmesini isteyenlerin sarıldıkları gerekçelere şaşmamak elde değil. ‘Üniversitede kılık kıyafet serbesttir’ denildiği takdirde, ya kara çarşaflılar, peçeliler veyahut bunun tam tersi, bikinililer derslere girmeğe kalkışırsaymış. Zaten Yüksek Öğretim Kanunu’nun ek 17’nci maddesine göre böyle bir serbestlik var... Benzer bir teşebbüs oldu mu?” Şimdi, türbanı geçtik bi yol; fakat önünde viskisi, barda bir hanımı soyan oğluna tef çalarak eşlik eden Nazlı Hanım ile mahdumunun, bu hanımı alıp üniversiteye gitmeyeceğini kim garanti edebilir, kılık kıyafet serbest bırakılırsa? Ya, bir de işin bu tarafı var... Şimdiye kadar hiç aklımıza takılmadıydı...

Başımıza bir de müzik grubu çıktı!.. RED okur-yazarları arasında son gelişen eğilim, RED müzik grubu kurarak sahnelere atılmak. Zaten iş bizim inisiyatifimizden çıktı. www.redciyiz.biz sitesi, bizim hiç dahlimiz olmadan 700 üyeyi buldu; zaman zaman acayip tartışmalar olsa da, bir sürü genç insan görüşlerini yazıyor. Şimdi de İstanbullu REDciler müzik yapacakmış. Biz duyurup aradan çekiliyoruz: Müzik grubu için irtibat: reddettin@gmail.com


ÜMiT DERTLi ABD’de adettir, ipleri kapılarına bağlı görmemiş ‘muz cumhuriyeti’ diktatörlerine, kapı kullarına yemek verilir; hamilerinin memleketinde anası, atası, danası, sıpası tıkınırlar; Wall Street’lerde, Pentagon’larda memleket satarlar.

2

Anası, atası, danası, sıpası...

5 Eylül tarihli Sabah ve Hürriyet gazetelerinin manşetlerinde aynı mesele vardı: Türkiye, Malezya olacak mı? Yıllar boyu İran olma paranoyasıyla yaşadık, bir de Malezya çıktı şimdilerde. Her iki gazete de bu soruya ‘mümkündür’ yanıtını verirken, Sabah, bunun aslında pek de kötü olmayacağını savunuyor, çağdaş bir ılımlı islam ülkesi olmanın erdemlerinden dem vuruyordu; Hürriyet ise geleneksel çizgisine uygun biçimde, şeriat alarmı veriyordu. Vallahi biz, memleketin Malezya ya da bir başka üçüncü dünya ülkesine benzemesi ihtimalini burjuva medyasının tartıştığı yerden, yani ‘üniversitelere türbanla girilecek mi?’ ya da ‘nüfus kağıdında din hanesi olacak mı?’ saçmalıkları üzerinden tartışacak değiliz. Memleket hal-i hazırda zaten emperyalizme göbekten bağlı bir ‘üçüncü dünya’ ülkesidir. İşsizlik, açlık, yoksulluk, eğitim ve sağlık sistemindeki çöküntü, toplumsal çürüme ve yozlaşma, sosyal hakların düzeyi, devletin baskı ve yıldırma uygulamaları ve sair başlıkları esas alan bir değerlendirme yapılsa Türkiye’nin dünya sıralamasının sonlarında yer alacağından kuşkumuz yok. Hal böyle olunca, ‘Malezya mı oluruz, İran mı, Filipinler mi, Uganda mı?...’ soruları sadece liberal ve muhafazakar medya erbabının derdi; biz ise emekçilerin sürünmesiyle ilgileniriz... Başbakan Amerika’da, Coca Cola’nın başına geçmiş ‘lobi gülü’ Muhtar Kent’in iftar yemeğinde Jennifer Lopez’e iftar yemeği yiyor; Bayan Erdoğan, Bayan Bush’un sofrasında kana bulanmış ‘haram lokma’ ile oruç açıyor. ABD’de adettir, ipleri kapılarına bağlı görmemiş ‘muz cumhuriyeti’ diktatörlerine, kapı kullarına yemekler verilir; bunlar hamilerinin memleketinde anası, atası, danası, sıpası tıkınırlar; Wall Street’lerde, Pentagon’larda memleket pazarlarlar.

Memleket iftar çadırı

Bizim memlekete baktığınızda, ortalık toptan iftar çadırına dönmüş, yoksullar iki-üç saat öncesinden kuyruğa giriyorlar bir lokma yemek için; ‘Allah razı olsun’ların, ‘Buna da şükür’lerin ardı arkası kesilmiyor; dilencilik normalleşiyor, koca koca ‘bilbord’larda, televizyon ekranlarında ‘geçen sene doyurdunuz, bu sene de isterler’ deniyor yoksullar için; hırsızlığı tescilli dernekler melek kisvesinde; Milano moda fuarından alınmış türbanlarıyla MÜSİAD ‘hanım’ları ‘aç doyurmak’ta badem bıyık bürokrat ‘hanım’larıyla yarışıyor; CocaCola’sından Burger King’ine emperyalist şirketler iftar

Laura Bush ile buluşan Emine Erdoğan’ın yakasındaki müthiş gül ve çorapları, hatta eteğindeki çizgiler, her şey, her şey mütevazı bir şekilde bedenini saklıyordu. Belki de bu tesettür bir tek çocuklarının aldığı 2.5 milyon dolarlık tankeri gizleyemiyordu... mönüleri hazırlıyor; gazetelerde ramazan sayfa1alarının yanında lüks otellerin iftar ziyafeti ilanları; tescilli kevaşeler bir bir türbana bürünüyor hidayete erip; devlet katlarında resmi iftar davetleri; her taraftan pompalanan ‘orucun faydaları’, ‘yardımlaşmanın erdemleri’, ‘sabır’, ‘şükür’, ‘ram’…

İşaret bırakanlar

Memleket açlık ve açlara yardım histerisi içinde debelenip dururken, bir eski general, “Gerilla kılığında eylem de yaptık, sağa sola ateş de açtık,” diye kitap yazıyor; Karadeniz sülüğüne benzeyen türkücüler, faşist katillere alenen methiyeler düzüyor; karakollarda insanlar öldürülüyor; memleketin dağlarında emekçiler birbirlerine karşı savaşıyor; devlet erkanı emperyalistlerle daha bir sarmaş dolaş, kıçlarındaki dona kadar satmaya yeminli; şanlı ordumuz Afganistan’da Amerika’nın nam-ı hesabına operasyonlar yapıyor; Suriye’ye bomba yağdıran İsrail jetleri ‘Zorro’ misali işaretlerini Türk topraklarına bırakıyor; tipik üçüncü dünya ülkeleri gibi, mesela bir Pakistan, bir Bangladeş, bir Filipinler gibi, bürokratı, askeri, devlet adamı, politikacısı sermayenin hizmetinde, emperyalistlerin kucağında, inanılmaz bir varlık ve şatafat içinde ülke kaynaklarını patlayasıya emiyor, geniş kitleler acımasız bir baskı ve sömürü altında hayatta kalmaya çalışıyor. Çocuğunun beslenme çantasına bir dilim ekmek koyamayan anneler, akşam sofrasında bir kap yemek olsun diye

saatlerce aşevi kuyruğunda bekleyen babalar varken bu memlekette, Malezya değil de Kanada olsak ne değişecek? İşte bu ahval ve şerait içinde siyaset gündemimizin ana maddesi, ‘sivil anayasa’ mı olsun, Malezya mı olalım, otoriter mi yönetilelim gibi, esas soruna kıyısından da olsa dokunmayan, yapay, aptal eğlencesi bir mesele. Oysa Büyük Ortadoğu Projesinin ilk adımının bu memleket üzerinden hayata geçmeye başladığını; askeri kuvvetinden öte emperyalizmin ideolojik bir kuvvet olarak da yerleşmeye ve etkili olmaya başladığını; ılımlı İslam, sivil demokrasi, özgürlükçü hukuk gibi kavramlarla muhalefetin hareket alanını da belirlediğini ve düşmanın çizdiği çerçevede yapılacak her türden ‘muhalefet’in de aslında ona hizmet etmek anlamına geldiğini görmemek için ya kör, ya aptal, veyahut kötü niyetli olmak gerek. Biz ne körüz, ne aptal, ne de kötü niyetli.

Körlük mü, aptallık mı?

Ama kendisini muhalefet olarak tanımlayan ve o verili çerçevede bir ‘taraf’ta yer alan kimi kuvvetlerin, niyetlerinden bağımsız olarak oraya hizmet ettiklerini açıkça görebiliyoruz. Aslında gerçek bir muhalefet ve direniş potansiyeli taşıdığından da kuşku duymadığımız bu kuvvetler, kötü niyetlerinden değil ama körlük ya da aptallıklarından olsa gerek, emperyalizmin yedeğine girdiklerinin farkına varamıyorlar; ama şurası da

aşikar ki, cehennemin yolu iyi niyet taşlarıyla döşelidir. Tabii bu çerçeveyi çizen, ‘taraf’ları yaratan sistem, çerçeve içindeki muhalefete karşı ne kadar hoşgörülü ve olgun ise, orada yapılan muhalefetin aslında onlara hizmet etmek olduğunun farkında olan ve karşı duruşunu o çerçevenin dışında konumlandıran her türlü gerçek direniş odağına da şiddetle saldırıyor. Bütün ideolojik silahlarıyla -ne yazık ki, kendini muhalif sanan kör arkadaşlar o silahların cephanesini sağlamakta-, diniyle, medyasıyla, kitabıyla, bayrağıyla, şapkasıyla, türbanıyla, sivilliğiyle, demokrasisiyle, düşkünleştirmeyle, şuursuzlaştırmayla… Yetmediği yerde maddi kuvvetleriyle, polisiyle, ordusuyla, mahkemesiyle, faşistiyle, itiyle, çakalıyla dikiliyor karşımıza. Sesimizi boğmaya… Olmadı, susturmaya çalışıyor. Hatırlayın, bugün ‘sivil anayasa’ yapanlar ve, “Olmaz efendim sivil falan…” diyenler, daha birkaç ay önce polise olağanüstü yetkiler veren bir yasayı geçirmediler mi meclisten hep birlikte? Dünün cunta şefleri değil mi bugün eyalet sistemini tartışanlar? Katil, Susurlukçu polis şefleri değil mi ‘düz ovada siyaset’ geveleyenler?

Polis öldürmeyecek mi?

‘Muhalefet tarafı’ndaki arkadaşlara sormak lazım: Bu ortaokul müsameresinin neresinde durursunuz siz? Nereden gelecek bu demokrasi, kim getirecek? Polis artık adam öldürmeyecek mi? Sivil anayasa işsizliğe çözüm getirecek mi? Amerika’yı Ortadoğu’dan Helsinki Yurttaşlar Derneği mi kovalayacak? Avrupa Birliği parasız eğitim ve sağlık hizmeti mi getirecek memlekete? Zeki Müren de bizi görecek mi?... Aklımıza mukayyet olalım… Kapitalizme karşı tek gerçek muhalefet işçi ve emekçilerin iktidarı hedefleyen bir siyasal programla yürütecekleri devrimci mücadeledir. Açlığın da, yoksulluğun da, savaş ve yıkımların da, işsizliğin de, emperyalist saldırganlığın da, inkar ve imha uygulamalarının da, emekçiler üzerindeki terör ve baskının da, yani bu düzenden kaynaklanan her türlü musibetin de panzehiri bu mücadeledir. Şu halde, kendisine solcu, sosyalist, devrimci diyenlerin esas görevi, bu devrimci işçi mücadelesinin örgütlenmesi için çalışmaktır. Bunun yöntemi, öncelikleri, adımları tartışılabilir. Tartışılmaz olan, sermayenin kucağında solculuk yapılamayacağıdır…

3


sevgili günlük... yurdumda acayiplikler hiç bitmiyor... bitemiyor... Ramazan fırsatçıları iş başında!..

Seni sevmeyen ölsün!..

“Ramazan ayının başlaması ile birlikte gıda piyasası da hareketlendi. Kuraklık sebebiyle zaten yüksek olan fiyatlar, yeni bir zam dalgası ile karşılaştı. Ramazan ayını fırsat bilen bazı üreticiler, yüzde 50’ye varan oranlarda zam yaptı.” “Bu kadar da olmaz!” demeyin. Adamlar da haklı. Kuraklık yedi bitirdi mahsulü. Ziraat Odaları Başkanı fiyat artışına gerek yok dese de inanmayın. Neymiş efendim, bazı fırsatçılar stok yapıyormuş. Ayıp! Müslüman Türk gıdacıları hiç yapar mı öyle şey? Olsa olsa mahalle baskısındandır! Ne demişti Müslüman Özal? “Benim esnafım işini bilir,” mi? Hoş geldin ya zammı Ramazan!

“İlerleyen yaşı sebebiyle bir parti kuramayacağını açıklayan Kamer Genç gözünü Çankaya Köşkü’ne dikti. Çankaya Köşkü’ne mutlaka çıkacağına inanan Genç, halka güveniyor: ‘Bir sonraki dönem Cumhurbaşkanı’nı halk seçecek. Ben de aday olacağım. İnanıyorum karşıma kim çıkarsa çıksın halk beni seçecek; çünkü vatandaş beni seviyor. Beyaz sakallı insanlar beni görünce gelip öpüyorlar. Elhamdülillah hepimiz Müslümanız,’ dedi.” Şimdiii, Kamer Bey’i öpen ak sakallı dedelere bir uyarıda bulunmak lazım: Malumunuz, bu vekilimizin geçmişinde ciddi tartışmalar var; fazla samimiyet gösterdiğiniz takdirde, oğlunun evine çiçek sulamaya falan çağırır, maazallah, Ramazan vakti kulvarlar karışır, sonra gelin de ‘Sırat’ta elin koçuna koyununa laf anlatın!..

‘Bi fincan kahve daha içip kırk yıl daha kalacağız!’ “Alman otomotiv devi MercedesBenz, Türkiye’deki faliyetlerinin 40. yılını kutlarken DaimlerChrysler AG yönetim kurulu, Mercedes Otomobil Grubu Başkanı Dieter Zetsche Türkiye’de üretim yapmaktan duyduğu memnuniyeti dile getirerek, ‘Türkiye’nin geleceğine güveniyoruz. 40 yılda bir an bile Türkiye pazarından çıkmayı düşünmedik,’ dedi.” Eh, bir de çıkmayı düşünselerdi. Avrupa Birliği’nin toplamı kadar kamyon var memlekette. Vatandaş tren yüzü görmemiş, her yere Mercedes otobüs işliyor. 40 yıldır hem kahvemizi içiyor, hem iliğimizi kurutuyor bu sülükler. Bir de utanmadan kahveli, kakaolu muhabbet yapıyorlar. Eh, ne diyelim, ipler onların elinde… Bu lavuk Dieter keyfinden gitar çalıp duruyor şimdi...

Mayına hangi ayakla basmalı?.. “Türkiye Sakatlar Konfederasyonu Genel Sekreteri Yıldıray Çınar özürlülerin gümrüksüz araç alabilmelerinde büyük zorluklar çıkarıldığını belirterek, ‘Örneğin, sağ bacağınızda bir özür varsa araç alabiliyorsunuz; ancak sol bacağınızda özür varsa alamıyorsunuz,’ dedi. Buna mayına basan gazilerin de dahil olduğu belirtildi.” Bu memleketin tuhaflıklarına alıştık da, bedensel engelliler için asla çalışmayan aparatlar yapmakla övünen bu devlet, iş basit bir vergi kolaylığına gelince su koyveriyor. E tabii ihale yok, avanta yok, niye uğraşsınlar. O zaman sürmeyin dağlara bu gençleri de, ayakları kopmasın, frene, debriyaja düzgün bassınlar…

Tesettürlü papatyalar kırlarda, çimenlerde birer birer açarken... “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan, milletvekili eşlerini Ramazan ayında gecekondu bölgelerinde görevlendirdi. Milletvekili eşlerinin bir araya geldiği toplantı, türbanlı eşlerin birbirinden farklı kıyafetleri ile adeta ‘defile’ye dönüştü.” Eskiden, Turgut Özal’ın eşi Semra Hanım, epey süslü, acayip gözlükler takan şişman hanımlardan müteşekkil bir ‘Papatyalar’ topluluğu kurmuştu ve bunlarla ‘hayır işleri’ tertip ederdi. Tabii kimse bu ‘Papatyalar’dan bir hayır geleceğine inanmazdı. Şimdi rüküş ve tombul

papatyaların yerini milyarlık tesettürleriyle dişi ampuller almış görünüyor; artık yoksullar, içinde mercimek-bulgur bulunan bir kutu erzak alırken, bu altın sırmalı tesettür gösterişine maruz kalacak. Ne diyelim, kader utansın… Sonraaaa... Bir gazete haberi: “Louis Vuitton, Gucci, Fendi, Furla, Celine, Prada markalarını giyen Emine Erdoğan’ın 2000’den sonra giyiminde kendisi için önemli sayılabilecek değişiklikler yapmış. ‘Emine Erdoğan, en büyük değişimi kıyafetlerinde yaşadı. 2000 yılı öncesine bakıldığında kıyafetlerindeki radikal

değişiklik, çizgisindeki kendine özgü üslubu fark edilmeyecek gibi değildi. 2000’li yılların başına kadar daha çok pardösü giymeyi ve başörtüsünü pardesünün üzerine çıkarmayı tercih eden Emine Erdoğan, artık başörtüsü bağlama şeklini de tamamen değiştirdi. Başörtüsünü, boğazlı kazaklarının ya da gömleklerinin genellikle içine sokarak boyundan bağlamaya başladı. Bu arada yine çok cesurca ayak parmaklarını gösteren ayakkabı da giymekten çekinmedi. Pardösüyü tamamen bırakan Emine Hanım, daha çok etekleri tercih ediyor.”

Iraklıların sorunu bitti!

Kurun üniversiteleri...

“ABD’nin Irak’taki yetkililerinin raporuna en ilginç tepki Demokrat Parti’nin başkan aday adaylarından Hillary Clinton’dan geldi: Clinton, ‘Eğer Iraklılar kendi sorunlarını çözemiyorsa, bizim yapacak hiçbir şeyimiz yok,’ dedi.” Aslında Hillary Clinton yanılıyor; ABD, 1 milyon Iraklıyı öldürerek, sorunlarını tamamen ‘çözdü’! Tabii bir de o canlar pahasına gerçekleşen bir petrol yağması var ki, belki de Iraklıların esas sorunu budur…

“Devlet okullarındaki nitelik giderek düşüyor. AKP devlet okullarına çocuğunu gönderenleri para toplayarak cezalandırıyor. Vakıflara verilen üniversite kurabilme hakkından sonra Erdoğan özel şirketlerin de üniversite kurabilmesi için yasa teklifinde bulunuyor.” Şirketler de kursun, tarikatlar da kursun, mafyozlar da kursun –harp akademisi-, herkes üniversite kursun! Devlet sadece para toplasın, ABD faiz yesin, hortumcular emsin, siyasiler arpalansın, çocuklarına gemi, tanker alsınlar… Millet gelsin okuldan, hani bana hani bana diye bağırsın. Hayat böyle geçsin…

4


Çişimi ediyom, popom kuru kalıyo!.. “Belediye, CHP Hatay Milletvekili Gökhan Durgun’a, Hatay’da gelişigüzel yerlere ihtiyaç giderme suçunu işlediği gerekçesiyle 117 ytl para cezası kesti. Durgun bunun siyasi bir komplo olduğunu savundu…” Öncelikle milletvekilimize bir dahaki sefere daha kuytu köşeleri tercih etmesi konusunda bir nasihat verelim ve olayın arkasındaki asıl düzenbazlığa gelelim. Milletvekiline ‘çiş tutanağı’nı hazırlayan Zabıta Amiri, aslen milletvekilinin daha evvel ‘rüşvete aracılık etmek’le suçladığı İl Gençlik ve Spor Müdürü Ali Rıza Tütüncüoğlu’nun bir yakını; üstelik hazırlanan tutanak da sahte. ‘Çiş’ mevzusu temmuzda gerçekleşmesine rağmen, tutanakta bir yerde haziran ayını gösteren altıncı, bir yerde de tahrif edilmiş şekilde yedinci ay yer alıyor. Neyse, ortada gerçekten bir ‘çiş’ durumu olsa n’olacak? Baksanıza, her gün tepemize sıçılıyor!..

Aydınlar!.. Koşun!.. “Başbakan Tayyip Erdoğan herkesi şaşırttı. Başbakan Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika kongresinin açılışında sol bir siyasetçi gibiydi. ‘Haksızlıklar karşısında bilim adamlarının, entelektüellerin ve sanatçıların ne yazık ki sesleri çıkmıyor. Oysa insanlığın vicdanı olmaları gerek,” dedi.” “Fesupanallah!” demeyin Başbakan latife ediyor. Yoksa o bilmiyor mu bu ülkede ağzını biraz olsun açanların, düşüncesini biraz olsun ortaya döken gazetecilerin, yazarların, sanatçıların suikasta uğradığını, yıllarca hapis yattığını, ülkesinden sürüldüğünü… Bizzat kendisinin LeMan karikatürlerine açtığı onca davayı unutmamıştır en azından. Kafa yapıyor, kafa…

Sıtkı Efendi Tarikatı... “Güneri Civaoğlu’ndan ilginç itiraf: ‘Ben de tarikat müridiyim.’ Tarikatlara ve dini oluşumlara mesafeli duruşuyla bilinen Civaoğlu Baytaşi tarikatının bir müridi olduğunu söyledi.” Tarikat ‘yol’ demekmiş. Civaoğlu’nun girdiği söylenen tarikatın içeriğine gelince: aralarında bakanların, gazetecilerin, yüksek yargı makamlarında bulunan kişilerin, hekimlerin, avukatların, işadamlarının yer aldığı, Civaoğlu’nun tabirine göre, bir dostluk çemberi. Tarikatın adı Kemal Baytaş diye doktoralı, ödüllü birinden geliyormuş. Bu tarikatta alkol almak serbestmiş. Atatürkçü, laik bir tarikatmış… Civaoğlu’na bakılırsa, solaryum ibadet gibi bir şey bunlarda. Neyse, zaten tarikatsız ev kalmasın kampanyası yapacaklar yakında. Ne dersiniz? Biz de yeni yazarımızı şeyh yapıp Sıtkı Efendi tarikatı kuralım mı?..

m

hazırlayan: melike turan

müjde, artık biz de ırkçıyız Onlar sadece ‘zenci’dir çoğumuz için. Yolda yürürken görenlerin, “Sobadan mı çıktın len?!” deyip kahkaha patlatmaları meşrudur!..

F

estus Okey 18 Ağustos’un sıcak aksamında Feriköy stadyumunda Gambia için futbol maçı yaparken iki gün sonra başına geleceklerden bihaberdi. Evet, o da sistemin mağdurlarındandı ama başka bir büyük kusuru daha vardı: o bir siyahiydi, kimine göre ‘yamyam’dı, evrimini tamamlayamamıştı; bu yüzden, itilmeyi, kakılmayı hak ediyordu. 25 yaşında bir gencin hayattan beklentileri nelerdir? Ne kadar hayal kırıklığı yaşayabilir, onuru hiçe sayılabilir? F. Okey futbolcu olma hayaliyle ‘kara kıta’yı terk ederken, kafasında çok farklı planlar vardı. Türkiye Müslüman bir ülkeydi; biz onları hiç sömürmemiştik ki... Biz İngiliz değildik, Fransız değildik, Portekizli değildik; biz misafirperver ve sıcakkanlı insanlardık, ‘ezilenin yanındaydık’. Siyahi futbolcuları severiz değil mi? Uche, Nouma ve Yattara için canımızı bile veririz, sloganlar atarız! Ya mülteci yoksul, kimliksiz siyahiler? Onlar sadece ‘zenci’dir çoğumuz için. Onları yolda yürürken görenlerin, “Sobadan mı çıktın len?!” deyip kahkaha patlatmaları gayet meşrudur!.. Nijeryalı Festus Okey ve arkadaşı M.O., 20 Ağustos’ta, Tarlabaşı’nda yürürlerken durduruldular; daha yolda dövülmeye başlanan F. Okey, Beyoğlu karakoluna götürüldü. Arkadaşı birinci katta tutulurken, kendisi beşinci kata çıkarıldı, 5 dakika sonra bir çığlık, bir el ateş sesi… Ve Festus Okey’in hayat serüveni Taksim devlet hastanesinde sona erdi.

‘Maalesef’ sonuç yok!

F. Okey’i öldüren kurşunun hangi polis memuruna ait tabancadan çıktığı biliniyor; ancak cinayetin üzerinden onca zaman geçmesine rağmen, ne Emniyet Genel Müdürlüğü ne de İçişleri Bakanlığı’ndan açıklama gelmiyor. Vali Güler, Okey’in ölümüne ilişkin İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden açıklama yapıldığını ancak açıklamanın yansımadığını savunuyor. Oysa, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Basın ve Protokol Müdürlüğü, böyle bir açıklamanın yapılmadığını belirtiyor. Soruşturmayı sürdüren Beyoğlu Cumhuriyet Savcılığı delillere ulaşmada ciddi zorluklarla karşı karşıya kalırken, mesela kamera kayıtlarının olmaması ve Festus Okey’in kanlı gömleğinin ‘kaybolması’, olayın cinayet olduğuna dair kuşkuları artırıyor.

Okey’in uyuşturucu satıcısı olduğu iddiasıyla gözaltına alındığının açıklanmasına rağmen, üzerinden uyuşturucu madde çıkmaması dikkati çeken başka bir durum.

‘Çık ulan paraları!’

Görüştüğümüz siyahi yabancılar, “Sivil giyimli polisler tarafından kimlik kontrolü için durduruluyoruz ya da evlerimize baskın düzenleniyor, bizden para talep ediliyor ve zorla alınıyor, dayak yiyoruz, para vermeyi reddettiğimiz takdirde üzerimizde uyuşturucu bulunduğu gerekçesiyle hapse atılmakla tehdit ediliyoruz artık sokağa bile çıkmak istemiyoruz, korkutuluyoruz,” diyorlar, siyahi kadınların taciz edildiğinden şikayet ediyorlar. Polisin işkence tecrübelerini ve baskılarını saymakla bitiremiyorlar. Vazife ve Selahiyet Kanunu ile polisin yetkilerinin artırılması üzerine, keyfi davranma konusunda binlerce sabıkası bulunan kahraman Türk polisi, eline verilen bu fırsatı işte böyle kullanıyor. “İşkenceye sıfır tolerans. Benim ülkemde işkence falan yoktur,” diyerek aksini savunanlardan kanıt isteyen Sayın Başbakan Erdoğan’a sunulacak yüzlerce kanıt bulunuyor: Sadece son altı ayda 451 işkence vakası yaşandı, son sekiz ayda Beyoğlu’nda polislerin işkencesine maruz kaldıkları gerekçesiyle 40 kişi dava açtı. Esmaray adlı travestinin Beyoğlu polis karakolunun önünden geçiyor diye dövülmesi ya da işkenceyle dalağının patlatıldığını iddia eden Mehmet Çirit sadece iki örnek. Son olarak Polonyalı Dariusz Witek’in önceki gün Kumkapı’daki Yabancılar Şube Müdürlüğü’ne bağlı misafirhanede şüpheli intiharı gözleri yine yabancı uyruklulara çeviriyor; İHD’yi arayan bir Filistinli, Witek’in burada polislerce dövüldüğünü iddia ediyor. T.C ‘nin güvenlik konusunda aldığı tüm tedbirlerin ve yaptığı yasaların her tür keyfiyetten ve ayrımcı ya da ırkçı muameleden uzak, insan haklarını gözeten tedbirler olması ve uygun denetime tabi olması gerekirken, polisin faşizan tavır ve uygulamaları ürkütücü. Özellikle yabancılar ve mültecilere karşı tutum, ‘insanlık namına’ tam bir trajedi. Uluslararası Af Örgütü 2006 raporu Türkiye verilerinde güvenlik güçleri tarafından öldürülen 50 kişinin çoğu aşırı güç kullanma veya yargısız infaz sonucu öldürüldüğünü bildiriyor. 2007 verilerini de sabırsızlıkla bekliyoruz!

m

esra bal

5


V. MAHiR ÜKÜNÇ Parmak izi alımı için her biri tam 70 bin dolara mal olan dijital parmak izi tespit makinelerinden ilk etapta 44 adet satın alınarak başta İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve Antalya olmak üzere 30 ile gönderilmiş durumda...

P

A-sosyal güvenlik devleti

olis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nda haziran ayında yapılan değişikliklerin ardından, olağanüstü yetkilere kavuşarak şikayet edegeldiği ‘yetkisizlik’ zaafından kurtulan polis, mevcut kanunda kendisine tanınan sınırsız yetkilerden sadece biri olan; ‘ehliyet ve pasaport başvurularında parmak izi ve fotoğraf alma yetkisi’ni geçmişe dönük olarak da kullanabilme uygulamasını çok yakında başlatıyor. İnsan hak ve özgürlüklerinin, daima emniyet güçlerinin bakış açısıyla belirlendiği bu ülke için, şaşırtıcı ve hayret uyandırıcı bir durum olmadığı düşünüldüğünden olsa gerek, bugüne kadar bu uygulamaya karşı bir iki muhalif ses dışında somut ve kararlı bir tepki konulabilmiş değil. Sivil toplum kuruluşlarının, baroların, hukukçuların, akademisyenlerin, siyasi partilerin, ‘kanaat önderlerinin’ ve külliyen herkesin hemen hemen hiç zorlanmadan sindirdiği ve kaçınılmaz bir yazgı algısıyla biat ettiği/edeceği olağanüstü yetki ve uygulamaları yine de kısaca hatırlatmak yararlı olacaktır. Yasaya göre polis: “Her çeşit silah ruhsatı, sürücü belgesi ve pasaport başvurularında parmak izi alabilecek. Gözaltına alınanlar, Türk vatandaşlığına başvuranlar, sığınma talebinde bulunanlar, polisler, özel güvenlik görevlileri ve gerekli görülmesi halinde ülkeye giriş yapan yabancılar da parmak izi verecek. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yapıldığı yerlerde, meslek kuruluşları ve sendikaların genel kurul toplantılarının yapıldığı yerin yakın çevresinde, halkın topluca bulunduğu yerlerde, idarecilerin talebiyle eğitim-öğretim kurumlarında, rektör veya dekanın talebine bağlı olarak yüksek öğretim kurumlarında, her türlü toplu taşıma araçlarında polis arama yapabilecek. Durdurulan kişinin üzerinde veya aracında silah-tehlike oluşturabilecek bir eşya bulunmasından şüphelenirse gerekli tedbirleri alabilecek. Kişilerin kesin hayati tehlikesi olduğu durumlarda mahkeme kararına gerek olmaksızın konut ve işyerlerine girilebilecek”. Ve yukarıda sayılan maddelerin hepsinde muhakeme ve karar mercii tamamen polisin kendisi. Hukuk devletinde ‘süper polis’ bundan başka bir manaya gelmiyor olmalı… Yasanın en önemli maddelerinden biri de, polisin kendisine yumruk, cop, bıçak ya da başka herhangi bir kesici aletle saldıranlara karşı silah kullanabilme yetkisine sahip olması durumudur. Yasanın bu son maddesinin belirlediği

6

ve orantıladığı güç dengesi özellikle dikkat çekici, öyle ki buna göre polis herhangi bir durumda kendisine yumruk atmaya kalkan birini uyarıya bile gerek duymadan vurabilme hakkına sahip durumdadır. Anlaşılması kesinlikle mümkün olmayan, Hammurabi kanunlarının bile gerisinde bir kısasa kısas durumu…

Devletin demirbaşları

Aslında, Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nda yapılan bu son değişiklikleri, son birkaç yıldır zaten son derece sınırlı ‘insan hak ve özgürlükleri’nin aşamalı olarak tırpanlanması yönünde atılan adımların son ayağı olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. İlk olarak 2005’te yenilenen Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu’yla suçlara verilen cezalar artırılarak tutuklama işlemi kolaylaştırılmıştır. 2006’da ise Terörle Mücadele Kanunu’nun bazı maddeleri değiştirilerek birçok eylem “terör amacıyla işlenmiş suç” olarak tanımlanmış, ‘terör suçları’ başlığının kapsamı genişletilmiştir. Gözaltına alınan kişilerin avukat yardımından yararlanma hakkı da Ceza Muhakemesi Kanunu’nda vahim dercede sınırlandırılarak Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’na gelinceye kadarki tüm aşamalar sorunsuz biçimde atlatılmıştır. 80 cuntasından itibaren, en adil hak arama mücadelesi için bile hazır etiket olarak halkın algısına yapıştırmak için kullanılan ‘terör olayı’ ve ‘terörist’ imajının, bu kısıtlamalar karşısında bürünülen sessizliği bir noktaya kadar açıklaması muhtemeldir. İşin enteresan yanı ise tüm bunların AB ile müzakere sürecinde, AB’den demokrasi bekleyen ‘solcu-sağcı’ tüm Yurttaşlık Hukuku şakşakçıların gözleri önünde cereyan etmiş olmasıdır. İşte size AB demokrasisi… Yazının asıl konusuna dönecek olursak: Temelinde, halkı kendi varlığı için potansiyel düşman ve suçlu görme algısının yattığı, klasik ‘polis devleti’ refleksiyle hazırlandığına birçok kurum tarafından işaret edilen Polis Vazife

ve Selahiyetleri Kanunu’nda yapılan değişiklikle, ehliyet ve pasaport başvurularında parmak izi ve fotoğraf alma yetkisinin geçmişe dönük olarak da kullanılmasına ‘törenle’ başlanıyor. Bunun için 18 milyon 500 bin ehliyet sahibi ile 1 milyon 500 bin pasaport sahibi çok yakında parmak izi vermek üzere emniyete çağrıldıklarına dair adreslerine gönderilmiş birer ‘davetiye’ ile karşılaşacaklar. Parmak izi alımı için ise her biri tam 70 bin dolara mal olan dijital parmak izi tespit makinelerinden ilk etapta 44 adet satın alınarak başta İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve Antalya olmak üzere 30 ile gönderilmiş durumda. Seyyar ortamlarda da kullanılabilen bu makineler, parmak izi tespitinin yanında aynı zamanda karşılaştırmalı parmak izi dökümü de yapabiliyor. Görüntüler ve demografik veriler FBI onaylı NIST kayıt formatında saklanabiliyor ve bu ‘muhteşem’ alet 10 parmak izi ile avuç içi izinin de alınmasına imkan sağlıyor. Tüm bu ‘eşsiz’ özellikleri dolayısıyla da ABD işgal ordusu tarafından Irak, Afganistan ve Küba’da ‘keyifle’ kullanılıyor. Mürekkep, kağıt, kırtasiye derdinden kurtaran bu teknoloji harikasının ülke polisinin de ‘yükünü hafifleteceğine’ hiç kuşku yok. Bu makine sayesinde alınan parmak izleri ise polisin Otomatik Parmak İzi Teşhis Sistemi’nde saklanarak herhangi bir vukuat durumunda olay yerinden alınan parmak izleri kayıtlarla karşılaştırılabilecek. Herkesten alınan bu parmak izi kayıtları ise tam 80 yıl süreyle sistemde saklanacak ve kişinin ölümünden itibaren 10 yıl daha saklanmaya devam edilecek. 80 yıl, ölümden itibaren ise 10 yıl… Bunun kifayetini anlamak için kimsenin kendini fazla zorlamasına gerek yok; bu ülkede insanlar ‘kutsal devletin biat eden kulları’ olarak görüldüğü müddetçe muhakkak ki her yasa, her uygulama devletin güvenliği çerçevesinde şekillenecektir, ve devlet önceden tecrübe etmiştir ki ölüler bile sistemin

güvenliğini tehdit edebilir, bunun sınırsız örnekleri mevcuttur.

Polisin düzelen morali

AB ile uyum yasalarının hazırlanıp uygulanmaya başlanmasından sonra, suçla mücadelede ‘yasaların polisin elini kolunu bağladığı ve bu durumun polisin moralinin bozduğu’ şeklinde kamuoyunda bir sürü şey yazılıp söylendi. Olağanüstü yetki yasasının gerekçesi yapılan bu durumun ortadan kaldırılmasından sonra ise ortaya çıkan durumun İnsan Hakları Vakfı ve -başbakanın insan haklarındaki iyileşmeden dem vurmasının ardından!bizzat Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı’nın düzenlediği değerlenme raporlarında hiç de o ‘eşsiz özgürlük ve demokrasi’ ortamını işaret etmediği gözler önüne seriliyor. TİHV’in 2006 raporundaki bazı veriler şöyle: 2005 yılında işkence gördüğü için başvuranların sayısı 193 iken, 2006 yılında yıl içinde 222 olarak kaydedildi. Başvuru sahiplerinin işkence gördüklerini ifade ettikleri yerlerin başında ise, 135 başvuruyla emniyet müdürlükleri, 30 başvuruyla polis karakolları, 6 başvuruyla jandarma karakolları ve komutanlıkları, 41 başvuruyla sokak ya da açık alan, 10 başvuruyla ise diğer yerler’in adı anılıyor. İşkence olaylarının daha çok siyasi nedenlerle meydana geldiği, ve ayrıca takip edilen gözaltında ölüm ve işkence davalarında yargılanan asker ve polislerin çoğu hakkında beraat kararı verildiği de aynı raporda belirtiliyor. 2007 yılında işkence ve kötü muamelede artış olduğunu ilan eden Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı verileri de gayet dikkat çekici. Bu kurumun hazırladığı rapora göre de: 2006 yılında 1590 kişi hak ihlali gerekçesiyle şikayette bulunurken, aynı yıl işkence ve kötü muameleye uğradığını söyleyenlerin sayısı 112 kişi olarak kaydedildi. 2007’nin ilk altı ayında ise 702 kişi hak ihlali, 96 kişi de işkence ve kötü muamele gördüğü gerekçesiyle başvuruda bulundu… Tüm bu veriler dikkate alındığında söylenebilir ki; yasaların, belinde silah olan devlet görevlileri lehine hazırlandığı, zorlandığı, esnetildiği durumlarda hafızamızı yakın geçmişte yaşanan şu üç olay açık tutmalıdır: Metin Göktepe, Gazeteci, 8 Ocak 1996 Akın Reçber, İşçi, 20 Mayıs 1996 Süleyman Yeter, Sendikacı, 5 Nisan 1999


H

aynı gemideyiz, öyle mi?

er ekonomik krizde, her siyasal bunalım döneminde, burjuva cenahtan duymaya alıştığımız laır bu: “Aynı gemideyiz!” Peki bu lafın altında yatanlar bu kadar masum mu? Yoksa, ‘birlik ve beraberlik mesajı’ gibi görünen bu laf, aslında ağır tehditler de içeriyor mudur? Bunlara bir göz atmakta fayda var… Ey harçlardan rahatsız olan öğrenci, maaşı ile aç kalan memur, işçi, ey halk! Sakın başını kaldırma. Suyu bulandırma, ortalığı karıştırma! Biliyorsunuz ki aynı gemideyiz. Batarsa bu güzelim gemi, hep beraber batarız! Gerçi biz kolay kolay bu geminin batmasına izin vermeyiz ama siz yine de nümayişe, bölücülüğe falan yeltenmeyesiniz! Aslında anlamı budur bu gemi hikayesinin. Bir karışı için canımızı vereceğimiz vatanımızın ekonomisine, nem kaptırmamamız gerektiğinin açık tehditkar anlatımıdır… THY greve gidiyormuş: Aman efendim turizm baltalanır. Telekom grev eşiğindeymiş: Olur mu canım öyle şey? Daha yeni sattıydık! Ve nedense toplumsal muhalefetin serpilmeye başladığı dönemler, bizim ‘birlik ve beraberliğe’ en çok ihtiyacımız olan dönemlere denk düşer. İşçi-patron el ele olmamız gerekmektedir bu günlerde. Ya işler düzelince? Borsa uçarken, faiz kaçarken, yabancı sermaye hepsini kovalarken. Neden el ele tutuşup birlik olası gelmez bu patronların işçilerle? Aynı gemideymişiz! Laf…

Seri cinayet gibi

Ve biz biliyoruz ki bu gemiyi Tuzla’daki işçiler yapıyor. Bekir, kaynak yaparken elektrik çarpıyor ve ölüyor. Birkaç gün sonra Cabbar ölüyor bu geminin üstünde. Ve üç işçi daha bu gemi için canını veriyor sırasıyla. Ve bu iş cinayetleri sadece birer istatistik olarak kalıyor devletin raporlarında. Arkadaşları sahip çıkmaya karar veriyorlar ölülerine, sendikalarına sarılıyorlar, sayıları az da olsa. Taze kabinenin genç bakanı hemen geliveriyor incelemelerde bulunmak için. Hayatında bu konuyla ilgili hiçbir deneyimi olmasa da. ‘Turistik’ bir gezi yapıyor tersane cehenneminde. Steril ortamlarda ‘vi-ay-pi’ bir tur atıyor. Ne sendika muhatabı, ne de ölen işçilerin aileleri. Zaten dinlese de yorumlayacak, çözüm üretecek bir birikimi yok. Konu: İş Sağlığı ve Güvenliği. Devlet buradaki işçilerin öldüğüne inanamıyor. Daha önce o kadar gaz, cop, gözaltı, işkence öldürmemişken bu işçileri, uyduruk bir elektrik kablosu nasıl öldürmüş olabilir, diye düşünüyor. Hem de beş tanesini birden. Daha sonra soytarı medya bile bu işe sessiz kalamıyor. Birkaç satır yazı çıkıyor bu dayanıksız işçilerle ilgili. Uyduruk bir pop şarkıcısı izdivacı kadar yer alamıyor vatan haini işçiler basında. Ölerek

birlik ve beraberliğimizi bozan bu işçiler, tersane patronlarını ‘zor durumda’ bırakmak için ellerinden geleni yaparlardı zaten. Tersane sahiplerinin bazıları, üstüne üstlük ‘milletvekili’ olmuştu. Bu ne cüretti! Ve tersane patronları, iş cinayetleri ile ilgili müthiş ‘akılcı’, kölelik dönemini aratmayacak kadar karanlık fikirlerini beyan ediyorlardı. Bırakın işverene ait kanuni sorumlulukları, utanma duygusunun zerresi yoktu pişkin beyanatlarda. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının, İş Sağlığı Ve Güvenliği Yönetmeliğine göre işverenin sorumlulukları kısaca şöyle; “Madde 5: İşverenlerin yükümlülükleri ile ilgili genel hükümler aşağıda belirtilmiştir: a) İşveren, işle ilgili her konuda işçilerin sağlık ve güvenliğini korumakla yükümlüdür. b) İşverenin iş sağlığı ve güvenliği konusunda işyeri dışındaki uzman kişi veya kuruluşlardan hizmet alması bu konudaki sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. c) İşçilerin iş sağlığı ve güvenliği konusundaki yükümlülükleri, işverenin sorumluluğu ilkesini etkilemez. Madde 6: İşveren aşağıda belirtilen sağlık ve güvenlikle ilgili hususları yerine getirmekle yükümlüdür: a) İşveren, işçilerin sağlığını ve güvenliğini korumak için mesleki risklerin önlenmesi, eğitim ve bilgi verilmesi dahil gerekli her türlü önlemi almak, organizasyonu yapmak, araç ve gereçleri sağlamak zorundadır.” Yani patronların iddia ettiği gibi hiçbir iş cinayetinin nedeni olarak, “İşçilerin çoğunluğu Doğu’dan geliyor, cahiller” gibi bir argümanın arkasına sığınılamaz. Bu cümlede insana yönelik ağır bir hakaret olduğu gibi, Hitler dönemini aratmayacak adilikte bir ırkçılık yapıldığı çok açıktır. Uyuşturucu çetelerinin sunduğu seks alemlerinden başını kaldıramayan bazı savcılar, politik davalarda yüzyıllarca ceza vermekte imtina etmezken; bu cümleleri kullananlar hakkında bir dava açıldığını

daha duymadık. Duymayacağız da! Yaşanan trajikomik durumlar sadece bunlarla sınırlı değil tabi ki.Aşağıdaki inciler, ayrışan safların sermaye tarafından kusulmuştur.

MHP’li patronun aklı

- “Patron baret vermiyorsa, işçiler kendileri alsın! 3 YTL’lik bareti işveren vermemezlik yapmaz bence!” (Ali TORLAK. MHP İstanbul Milletvekili. TORGEM Tersanesi.) Bu cümleyi bir tersane patronu pervasızca söyleyebiliyor. Ve yine bu cümleyi ayrıştırıp incelediğimizde, iki tane büyük cahillik örneğini görüyoruz. Birincisi, yukarıda örneklediğimiz İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetmeliğine göre ,bir işyerinde çalışan işçi kendi ‘kişisel koruyucu donanım’ını kendisi alıp işyerine getirmek durumunda değildir. Bu sorumluluk yoruma neden olmayacak şekilde yönetmelikte belirtilmiş ve işverene verilmiştir. İkincisi ise yine bahsi geçen kanuna ve bunların dayandığı yönetmeliklere göre tüm kişisel koruyucu donanımın EN standardına uygun (bağımsız laboratuarlarda test edilmiş ve sertifikalandırılmış) olması gerekmektedir. Ali Torlak’ın bahsettiği 3 YTL’lik baretler ise merdiven altı üretimi olup, hiçbir koruyuculuğa sahip değildir. Ama maalesef Tuzla Tersaneler bölgesinin tamamına yakınında EN standardından yoksun, hiçbir koruyuculuğa sahip olmayan seyyar satıcılardan temin edilen ‘koruyucu’lar kullandırılmaktadır. Bunun nedenini ise sanrım hepimiz az çok tahmin edebiliyoruz: Maliyetler ve kâr hırsı... Tersane patronları, konumlandıkları sermaye sınıfının bütün karakteristik özelliklerini tepeden tırnağa kadar taşıyorlar. İşçileri herhangi bir maliyet kalemi olarak görüyorlarken, onların ölmemesi için gereken emniyet kemeri, elektrikçi eldiveni, maske vb. kişisel koruyucu donanımı almaya gerek bile duymuyorlar. Tersanedeki

son ölümlerden birçoğu elektrik çarpması sonucu meydana geldi. Yaptığı işte, yüksek voltaj riski olan bir işçinin ölmemesi için yapılması gereken ‘masraf ’ bugünün fiyatları ile 145–165 ytl civarındadır. Bu harcama bir defaya mahsus yapılırsa 4-6 ay yetecek koruyucular satın alınabilir. İşverenin harcayacağı 300 ytl / yıllık ile neredeyse hiçbir işçi elektrik çarpması sonucu ölmeyebilir. Tuzla cehenneminden çıkan her cenaze, patronların harcamayıp kâr hanesine yazdığı rakamların sonucudur. Milyon dolarlar ile ifade edilen gemilerin, lüks yatların inşa edildiği bu kaymağı bol sektörün asıl yapıcıları üçer–beşer ölürken, patronlar hobi olarak milletvekilliği yapmaktadır. Ve işçilerin her hak alma mücadelesi, polisin akıl almaz saldırılarına, copuna ve biber gazına maruz kalarak boğulmaktadır. Patronların tamamı GİSBİR isimli patronlar birliğinde örgütlü iken, işçilerin mevsimlik, aylık, hatta haalık bile çalıştığı bu işkolunda sendika / birlik örgütlülüğü yüzde 10 bile değildir. Bırakın sendikal örgütlenmeyi, iş cinayetleri hakkında basına açıklama yapan bir işçi hiçbir neden göstermeden kapı önüne konmuştur. Bütün bunlar olurken 13 Eylül günü, Anadolu tersanesi önünde ücret gaspına karşı direnişe geçen işçiler ve Tersane İşçileri Birliği yöneticileri ‘üretimi durdukları ‘ gerekçesiyle polisin azgın saldırısına maruz kaldı. Polis saldırısı Tuzla cehenneminde çok sıradanlaşmış bir gelişme olarak bilinirken , iş cinayeti ile ölmüş beş işçinin kanı kurumadan, polis ortamın geriliminden herhangi bir kaygı duymadan patronların siparişi üzerine bu işçilere saldırabildi. Yaşanan bütün bu pervasızlıkların iki ana nedeni var: Birinci ana neden; ikincil–üçüncül firma vasıtasıyla işçi sayısını ve diğer kanuni zorunlulukları dağıtmak: Taşeronlaşma! İşi yapan ana firmalar, mevcut kadrolarını mutlaka 50 kişinin altında bırakmak suretiyle işçi çalıştırmaya özen gösteriyor. Mevcut iş kanunlarına göre eğer bir firma 50’den az işçiye sahipse, işyerinde iş güvenliği mühendisi, işyeri hekimi, ambulans bulundurmak zorunda değil. Böylece içinde işçi temsilcisinin de bulunması zorunlu olan iş güvenliği kurulunu oluşturması gerekmiyor. Ve istediği gibi at oynatabiliyor. Ayrıca bunun yanında fiziksel engelli ve eski hükümlü personel de çalıştırması zorunlu değil. Ve bütün bu arsızlıkların ikinci ve aslında en önemli nedeni, elbette, 40 bine yakın işçi barındıran Tuzla tersanesindeki örgütsüzlük… Formül ise basit: Önce örgütsüzlüğü aşmak, taşeronlaşmaya ve katil patronlara karşı mücadele etmek…

m

hakan kurtuldu

7


-

vatan dediginiz, bunlara kaldı ya... ‘Reis’ dediklerinin tacirliğini yaptıkları haplardan, kokainlerden mi uçtu beynin? Bu nasıl bir ‘yalamalık’ standardıdır ki, Şevki Yılmaz’a, Sedat Peker’e, Mesut Yılmaz’a, yani ‘bu tür’ adamların hepsine birden tekerlemeler diziyorsun? Karanlık yüzlü, dolu cüzdanlı adamların kıçını yalıyorsun. “Yok öyle demek istemedim!” mi? İşte ‘Tarabya’nın uşakları’ bu kadar delikanlı!.. m

onur göktepe

B

ir bakmışsınız daha düne kadar onun bunun programlarına, “Abi! abi!” diye çıkıp iki türkü çığırmış, Karadeniz’in Zeki Müren’i diye meçli saçlarla ortalıkta dolanıp Aysel Gürel’in kucağına atlamış, Banu Alkan’la ‘90-60-90’ polemiklerine girmiş, etekli-sürmeli mazisi olan, ‘medya mezesi’nin’ politik bir duruşu olmuş. İçler acısı! Ama bunun temsil ettiği kitlenin durumu daha da vahim değil mi? “ ‘O gün’ öyle desinler/ bugün böyle desinler/ fatihalar ‘yasinler’ / bitmez Karadeniz’de… Vatan satsa bir kişi / anında biter işi…” O katilleri yüceltiyorlar, bu memleketin dindar insanlarının fatihaları, yasinleri eşliğinde… ‘Reis’ dediklerinin tacirliğini yaptıkları haplardan, kokainlerden mi uçtu beynin? Bu nasıl bir ‘yalamalık’ standardıdır ki, Şevki Yılmaz’a, Sedat Peker’e, Mesut Yılmaz’a, yani ‘bu tür’ adamların hepsine birden tekerlemeler diziyorsun? Karanlık yüzlü, dolu cüzdanlı adamların kıçını yalıyorsun. “Yok öyle demek istemedim!” mi? İşte ‘Tarabya’nın uşakları’ bu kadar delikanlı!

Objektif itinayla temizler!

20 Eylül Perşembe Günü, Fox TV’de yayınlanan Objektif programında bir çeşit aklama-paklama operasyonu düzenlendi. Önceden ezberlenmiş ağız birlikleri, ayarlanmış telefon bağlantıları, mağdur edebiyatları…Ne ozan, ne arif olanı, -tipik faşizan replik- “Benim Ermeni arkadaşlarım da var,” sözleriyle konuşmalarına başladı. İ.T., o ağlamaklı ifadesiyle –ya da o damlalar terdi bilemiyoruz- “Ben cahilim, güzel konuşamam,” türü saçmalamalar eşliğinde, ‘mağdur’ olduğunu, Karadeniz’de

geçebileceğini anlatıyorlar Objektif ’te! Kadir Çanak tutuyor, onlar atıyor.

Boru mu dediniz?

Televizyon ekranlarından pervasız tehditler savuran ve ne ozan, ne arif sayılabilecek söz konusu elektro-faşo, faşist hareketin en önemli figürüyle el ele güzel günler geçirmişti... oynanan oyunlara dikkat çekmek istediğini anlattı. (Bu arada, cahilsen sus!) (Ayrıca, Karadeniz’de oynanan oyunları size biz anlatalım. Karadeniz dahil yurdun her yanından kalkan ABD uçakları, Irak’ta sizin ‘dindaş’larınızı, Müslümanları katlediyor!) Objektif uzadı, uzadı, subjektif subjektif aktı… Telefonla bağlananlar, “Biz o şarkıdan hiç öyle şeyler anlamadık,” diyor, ‘art niyetimizi’ yüzümüze vuruyorlar!.. Ne anladınız peki kalın kafalılar?! Tam oranın ‘Susam Sokağı’, bunların da ‘Edi ile Büdü’ olduğunu düşünmeye başlamıştım ki, ozanlığı bile kirletmeyi beceren na-arif,

iti an... K

imi gün bir şekilde bu ülkeden göçen ardıç kuşlarına imrenir oluyorum. Öyle veya böyle uzaklarda pisliğin içinde olmadan yaşayabiliyorlar, pisliğin ve batağın. Bir iki sürgün kuşağı oluştu yaban ellerde. Ramak kalmıştı 2000’lerin başında DenHaag’a gitmeme, sonra kadere teslim olduk. Lafı dolandırmadan, geçen günlerin bize sunduğu karanlıklara getireyim sözü. Üçüncü yazım olmalı ‘youtube savaşı’ ve meşhur yunanlı çocuk hadisesine değinmiştim. Kemal Atatürk, kıyafet vs. meselesi… Ve aynı yazının

8

“Neydi o öldürülen vatandaşımızın adı… Hır?, Hırr? Haa! Hrant Dink, tamam!” diye aklınca kafa yapıyor. Hırlamasının tam da yerinde bir hareket olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Ve aynen şu cümleleri sarfediyor: “Geçenlerde öldürülen Hristiyanlar yüzünden ‘Hepimiz Hristiyanız’ pankartları açıldı. Bir tanesi ‘Müslüman mahallesinde salyangoz satarız’ diye pankart açmış. O salyangozu alıp münasip bir yerine sokarlar adamın!” Şu salyangozluk düzeyine bakın! Ve rüzgar ekenin fırtına biçeceğini, devletin bekası için, nizami olduğu kadar ‘gayri nizami’ kuvvetlerin de harekete

bitiminde uyardımdı ahaliyi; bu iş uzar ve büyür, ırkçı ve faşist dalga sürdükçe internet üzerinden. Zaman maalesef haklı çıkardı. (Bu arada, komşuda sol oylar artıyor. “Oranın da PanHelenik faşistleri yok mu?” diyeceksiniz. Oranın ‘derin devleti’ de var. Ama yine de bizdeki TİT’i koruyanlardan farklı bir perspektifte.) Sosyal yapı ve tarihi diyalektik onları farklı yerlere sürükledi bizi farklı. Sürüklenirken de yanı başımıza bir çok hilkat garibesi yolladı zaman rüzgarı. Çete liderleri MHP’li ‘ozan’lar, envai çeşit türkücüler… Toplumu tabandan süpüren it alayıdır aslında bunlar. Tavandakiler çoktan beyaz çoraplarını çıkardı ve internetin başına geçti. Mecliste oturuyorlar. “İti an çomağı hazırla,” derdi eskiler. Hâlâ yaygın bu söz. Geçen yazımda barış çağrısı yaptımdı toplumun katmanlarına ama biz ‘barış’ dedikçe, birileri

İzmir Barosu Başkanı Nevzat Erdemir ise eleştirilere anlam veremediğini, yurtsever duyguları şiirle, şarkıyla dile getirmenin kutlanması gereken bir davranış olduğunu, Türkiye’de bir süreden beri yurtsever olmanın, ulusal değerleri savunmanın, neredeyse aşağılanan bir davranış haline geldiğini söyleyerek, bu aşağılık, ırkçı saldırıyı meşru gösteriyor, suç işliyor... ‘Sanatçı’sını sahipleniyor! “Sanatın aynasında güzelleşmeyen hiçbir canavar yoktur,” diyordu Fransız Ozan Boileau. Bu ‘ter bezi canavarı’ almış mıdır sanattan payını? Bunların ne imanını var, ne de temsil ettiği bir ideoloji. Çünkü bu, ideolojinin de ötesinde bir şey. Pis, vahşi, barbar, pervasız, mide bulandırıcı… Lağım çukuruna düşmüşler. Buram buram pislik bulaştırıyorlar dokundukları her yere… Ama biz Karadeniz’e küsmeyeceğiz elbet. Algıyı koşullandıran, bir bebekten katil yaratan bu karanlık olayların içinde, Karadeniz insanını kaybetmeyeceğiz. Kazım Koyuncu’nun memleketi orası. Biz oraları bebek gibi gülümseyen o adamla sevdik. Fındığını, tütününü, çayını, bereketini, emeğini seviyoruz. Oranın kahraman, güzel yüzlü insanları geliyor gözümüzün önüne, Terzi Fikrileri hatırlıyoruz biz. Can Yücel’in Terzi’ye yazdığı şiiri okuyoruz her Karadeniz duyuşumuzda. Ya da Hayyam’ın dizelerini: “Hiç, bildikleri hiçtir, bilmek istedikleri hiç, / Bak da gör şu cahilleri, / kurulmuşlar tepesine dünyanın, / Onlardan değilsen şayet kafir derler adama / Boş ver onları Hayyam, sen bak kendi yoluna...”

muhakkak çıkacaktır. Ha gayret daha fazla bela, daha fazla curcuna niyetiyle… Anımsayın beş-altı ay önce kaldığı Hilton tipinden sırıtkan reis uyarmıştı basını ve, “Türkiye bize emanet,” dedi. Bunların ne olduğu ve ne yaptığı belli, bunların yaşam düzeyi de ortada. İstediği zaman dışarı bilgi yollar, mektup atar; o ara yine yazmıştım, tekrar ediyorum, gidin bir F tipine, bir siyasi mahkumu ziyaret edin. Dışarı bir şey çıkarmanız şöyle dursun, içeri girerken donunuza kadar ararlar. Behiç Aşçı’nın direnişi sonlandırmasından sonra, ‘genelge’ sözü verenler ortalarda yok. Hiçbir uygulama da tam anlamıyla gerçekleşmiş değil. Bu yakın tehlike addedilen çocuklar, bir bir yok edilirken yaşamdan, Türüt’ün babanıza hayır duası okuyacak hali yoktu. O da yaktı bir türkü, faşist bir ‘Arif’in sözleri ile.


patlak ayakkabı... kara hummer... m

S

hakan tabakan

iyasal bir mevzinin en ilkel yerinde durmaktır ırkçılık. Buna siyasal bir mevzi de denir mi, onu da bilmem ya. Çünkü bu mevzilenmede ‘kurumlar ve yöntemler hakkında bilgi edinerek, yönetimin pasif ya da aktif bir üyesinin rolünü öğrenerek ve değer sistemi ile tüm yapıyı destekleyen ideolojiyi içselleştirerek siyasal sistemin içine yerleşme süreci’ vardır. Yani bu âlemin içinde bilgi vardır, görgü vardır, bir geleneği vardır onun, örgütlenmesi, düşünme ve tartışma bileşenleri-dayanışması vardır. Hiçbir organ bu aşamada bir başına hareket etmez elbet. Hâsılı, insan bir şeylere kafa yorar da siyasetin bir yerlerinde olur. Gerçi o cenahta da birtakım gelenekler ve örgütlenmelerin olduğu hemen iddia edilecek; ama o zaman Afrika’nın Serengeti’sinde mandaları, yabani keçileri, ceylanları, zebraları bir araya getiren o güdüye de örgütlenme dememiz icap edecek. Hem de örgütlenmenin hası -bu manada-. Yahu, sürünün hepsi kaplan, sırtlan, geyik. Arada karışma, kaynaşma, iç içe girme, kız alıp verme, o toprakların ortak mirasını paylaşma da yok, kafatası ölçme derdi de. Genlerle taşınan birlik, alayı arî ırk. Neyse, ırkçılığın ve de milliyetçiliğin bir fikir kabızlığı rahatsızlığı olduğu

muhakkaktır. Kaynaklar da ırkçılığı bir inanç sistemi olarak almaktadır; milliyetçi ümmetçilerin ezeli muhabbetinin sırrı da buradadır. Ki bir yerde durmanın en kolay yoludur ırkçılık. Emeksiz, dertsiz, tasasız… Öyle okuyup yazmaya, sermayeyi kitaplara yüklemeye de gerek yoktur. Üç beş kelimeyle de biter iş… Ülkedeki bataklıkların nasıl kurutulacağını, zulme nasıl direnileceğini, yoksulluk yarasına ne tür merhemler sürüleceğini düşünme zahmeti de yoktur. Bir ırkın ve ırkçılığın değerleri ziyadesiyle ortadadır. Ötesi, berisi hainliktir, katle uğramanın temel sebeplerindendir.

Yazmak ve söylemek

Adam, ülkeyi sömürü tezgâhının kucağına atanlar için gıkını çıkarmaz, onlar için bir tek şey yazmaz, söylemez; ama genelin zafiyetinden -ki bunların yaslandığı zihniyetin zafiyetidir bu- faydalanıp kin ve nefret kusarak, akıllarınca kelime oyunları yapıp saflık numarasına da yatarak, ‘sanat’ icra etme refleksini gösterir. (Hazin bir ayrıntıyı da parantez içine almadan edemeyeceğim; Hrant Dink vurulmuş yatıyor ve ayakkabısının altı patlaktı. Bunlara göre o bir haindi. Malum şarkının mukaddesatçı efradı ise savcılığa bilmem kaç bin dolarlık kara

Arkasından bir kurşunla kahpece vurulan Hrant’a sövdü ve süsledi kanlı şöleni youtube’da. İzmir baro başkanı destek çıktı olan bitene. Bugün bir baro başkanı katliama ışık tutuyor. Sessizlik ötesi bir sorun var demek. Ama iş Fehriye Erdal’a geldi mi, ‘Belçika adaleti ve ikiyüzlü Avrupa’ falan diye yangında kül bırakmıyorlar. Şişli’nin göbeğinde adamı arkadan vur, ardından yapılan yürüyüşe karşı çık, o yetmedi bir de şarkı sözü yaz klip çek, yolla internete... Bunu da Belçika adaletine sor, Genk yada Brüksel’e nota yolla. Belki onlar koruyordur bunları da. Belki reislerini de, türkücülerini de, ülkücülerini de onlar koruyordur!

Hummer’leriyle gelip acep neyin gövde gösterisini yapıyorlardı; milliyetçiliklerinin mi, karanlıklarının mı, vatanseverliklerinin mi, arkalarındaki maddi gücün mü, anlayamadığımız ilişkilerinin mi?) İşte bu kara Hummer’liler, en hasından, böylesi vatan evlatlarıdır. (Hatırlayınız Nazım’ın konuya ilişkin şiirini.) İşin en zalim yanı da bu sanat eserinin belli çevrelerde kabul görmesi ve projelendirilmesiydi. Yoksa bu, sıradan bir iş bölümü müydü? Ama yaman bir çelişkiyle -gerçekteevde en yakınlarıyla bile gayet doğal bir şekilde bir takım fikir ayrılıklarını yaşayan, devamında sokakta komşusuyla geçinemeyen, mahallecilikten köy, kasaba, ilçe, şehir ayrımcılığına –yani bir tür yerel milliyetçiliğe- sıçrayan, ayrımcılığı tüm halleriyle iliklerine kadar hissedip yaşayan ırktaş zihniyet elbette bu cinnetini en müsait sahnede icra edecekti. Eh, bu da en doğal haklarıydı. Soralım: Necip zevat, bu ülkedeki yağma için ne yazdınız, ne söylediniz? Bu toprakların ABD üssüne düştürülmesi projelerini reddetme manasında ne yazdınız, ne söylediniz? Yanı başınızda bir ülke yok olurken ne yazdınız, ne söylediniz? Yoksulluk kadere dönüştürülürken ne yazdınız, ne söylediniz? Ahlaksızlık

Doğru Avrupa iki yüzlü; 19 Aralık’ta, IMF imzalarında, ölüm oruçlarında, halka dayatılan yaptırımlarda ikiyüzlü… Sapla saman karışırsa, adama, “Adalet bakanlığın ne işi yapar?” ya da, “Savcıların ne güne durur?” diye sorarlar. Uzun zamandır hiçbir dünya ülkesinde bir gazetecinin önce hedef gösterilip, sonra sırtından vurulup, sonunda cinayetin kutsallaştırıldığına rastlamadım. Naziler ve Franko’nun yandaşları, Duce’nin İtalya’sı bu yolda ilerledi. 1945’te defter kapandı. Demek bizde defter kapanmamış! Bir Allah’ın kulu çıksın da bu suikastta hangi noktaya geldiğimizi söylesin. Hrant’ın avukatı

gırtlağa dayanan bir borç olup bu zulüm sarmalında ruhumuz haczedilirken ne yazdınız, ne söylediniz?

Binlerce yılın Anadolu’su

Ana fikir babından Hasan Hüseyin’in ‘Ağlasun Ayşafağı’ adlı kitabından bir alıntıyla noktalayalım bu yazıyı: “Oralarda / uzaklarda / masal topraklarından / bunca binyıldan kalan / yaşayıp doğurup çoğalıp gelen / o keklik sekişli, o ceylan bakışlı ve o sümbül kokuşlu bu toprağın güzelleri / gülüm benim, n’oldular da nerelere gittiler? Suda da mı değillerdi içmedin mi, havada da mı değillerdi koklamadın mı, üzümde de buğdayda da balda da mı değillerdi yemedin mi, türküde de şarkıda da isyanda da göçte de çağırmadın söylemedi mi? / …nereye gitti bu anaç toprakların onca dilber, onca ceylan, onca ateş, onca gül ve… onca kadını kızı? / söyle bana bin bir kokuşlu yarim / sen sen misin bu tende / sen sen misin bu sende / rengin misin sen senin / bana böyle bin bir yönlü gelişin misin / söyle bana…ah …kaç çiçekten gelir kokun / seni ben bilmez miyim ben / bu güzellik / bu koku / sana kimden mirastır…” Sözün özü; patlak ayakkabı-kara hummer, hainlik-vatanseverlik...

bas bas bağırıyor, “Bir şeyler karanlıkta örtbas ediliyor,”diye. Hiç bir sonuç alamazsınız. Adalet ve insanlık adına rahatsız edici bir iç burkulması ve kör edici bir vicdansızlık dışında. Boşuna ne arayın, ne de bekleyin. Bugünkü basına bakınca gündemimizi görürsünüz! Ayşe Arman’ın dağ gezilerinde elektriğinden etkilendiği tur çobanı, F1 pilotlarının Reina’daki gecesi ve kimi zaman ya da zamansız yükselen ‘Laik cumhuriyet elden gitmesin!’ panikleri. Hepsinin arasında çığlık çığlığa bir toplum treni korku tüneline doğru yol alıyor. Reisler, türütler, ülkücüler ve türkücüler de olacak elbette. Allah size ömür versin. Bir aylık barışı bana çok gördünüz,sizi anmadan edemiyorum!..

m

alis. dilege

9


Hiç kimseye tarih dersi anlatmak ya da cansız bedenlerle abaküs tutup kanıt sunmak derdimiz yok...

ermeniyim, gurur da duyarım... m

mehmet ali tok

B

u ‘soykırım’ konusunun bir daha kapanmamak üzere açılmasının da basıncıyla, Ermeni düşmanlığı uzun yıllardır olmadığı kadar yükselmiş durumda. Üstelik ‘sağ’ ve ‘sol’ kavramlarının ortadan kalktığı, düzen sağı ve solunun milliyetçilikte el sıkıştığı bir dönemde, şimdiye kadar bu alanın dışında kalan

kesimler de Ermeni düşmanlığına kazanılmış durumda. Kuşkusuz faşist çetelerin ayaklandırılması, bu güruhların toplumun üstüne salınması, onlardan ayrı kalan herkesin ‘boyalı kuş’ sayılarak sürünün insafına terk edilmesi, yabancı olduğumuz şeyler değil. Beri yandan bunun Ermenilerle ilgili olan

kısmının giderek gün yüzüne çıkmasının üzerinde durmak gerekiyor. Özellikle Halaçoğlu’nun pörtlemesinden sonra, daha önce bu koronun dışında duran, hiç değilse dışında görünen Alevilerin ve hatta Kürtlerin de Ermeni olmadıklarını ispatlayarak safları sıklaştırma güdüsü, Ermeni sorununu yeniden gözden

bin yıllık ermeni yurdundan ‘üçbin yıllık Türk yurdu’na M

alazgirt’le birlikte başlatılması adetten olan Anadolu’nun Türkleştirilmesi (tam olarak böyle!) tarihi dünyayı Türk sayan (Olsun, Dünya Türk olsun! Her kavram karşıtıyla vardır ya, şu Türklük bulamacından kurtulmak da öyle nasip olsun!) tarihin elinde Hititlere ve hatta fazla ilkel görünmeseler daha da gerilere götürülecek. Ama bilindiği gibi Anadolu toprakları aslında bin yıllık Ermeni (ve tabii Rum, Gürcü, Kürt, Laz bilcümle tabiyetin) yurdudur. Bu insanlar Türkler girmeden evvel burada yaşadılar, Türkler girdikten sonra da yaşamayı sürdürdüler. Türkler de, çokça methedilen hoşgörüleriyle, -şaka gibi!- onların buralarda yurt edinmelerine izin verdiler. Pek tabii ‘haraç’ adlı normalin iki katı vergiyi ödemek koşuluyla… Hiç de öyle hoşgörüye dayanmaz bu işler, İngiliz’in Hindistan’daki hoşgörüsü ne ise, yağmacı bir toplumun yağma alanındaki hoşgörüsü odur. Yağma toplumları asalaktır, asalaklıklarını korumanın koşulu ise yağmayı farklı biçimlerde sürdürmektir. O günün hoşgörüsü ile, misal tersane işçilerinin bugün karşılaştığı hoşgörü arasında esasen pek de büyük fark yok. Tarihi bu kadar gerilere götürmeden, Ermenilerin yurtlarını ne zaman ve nasıl yitirdiklerine bakalım. Hiç kimseye tarih dersi anlatmak ya da cansız bedenlerle abaküs tutup kanıt sunmak derdimiz yok. Tam aksine, adı ne olursa olsun kardeşlerimizin yaşadığı acıyı böyle istatistik tartışmaları dışında, gerçekten hissediyoruz. Zaten bizler, şu ülkede insanlık adına ne kaldıysa temsil etme, üzerine giyinme cüretini hâlâ gösterenler, tercihlerimizden bağımsız olarak aynı acıları karşımızda buluyoruz. Dikkat edin tekrar tekrar topraklarından sürülen de, katledilen, mahpus edilen de, tecavüze uğrayan yakınları üzerinden tehdit edilen de hep aynı insanlar oldu. Suriye çöllerinde değilse, Gayrettepe işkencehanelerinde, Sultan’ın darağaçlarında değilse Ulucanlar’ın ünlü kavak dallarının altında, Mamak’ın, Metris’in, Diyarbakır’ın tabut hücrelerinde hep aynı acılarla hatırlatıldı soyumuz bize. Düşenler bilir, o tezgahlarda sıkça gündeme getirilen soyumuz-sopumuz-yedi sülalemiz hakkında diğer bilimsel tetkiklerin ardından Ermeni bağlantıları da mutlaka ortaya serilir. Gelelim tarihin aksadığı noktaya… Ermeniler ve sonrasında Rumlar, Türklüğün parlak keşfinin ardından haraç ödemekle kurtulamaz duruma geldiler. İki sebepten

10

ötürü; birincisi, sermayenin millileştirilmesi gerekiyordu, ikincisi kendini tanımlamanın -daha önce hiç olmamış bir ulusu tanımlamanın- tek olanaklı yolunun karşıtını tanımlamak olmasından ötürü. Bu karşıt ise ancak gayrimüslim olursa bir işe yarayacaktı. Sömürgeciliğin parçaları birer birer koptukça, oralardakiler de hain, kalleş oldular ya, bu sonra gerçekleşecekti. Katliamın erken bölümünün ihale edildiği Kürt aşiretlerinin temel bulma çabalarının bir ürünü olarak ‘yedi ermeni öldürenin cennetlik sayılması’ hâlâ bağnaz Şafi şeyhlerinin tekrarladığı bir söylemdir. Sonucu ise sayılarla ifade edilemeyecek bir acılar tablosudur. Tabii ‘dünyada mekan, ahrette iman’ boşa söylenmemiş, tüm mallarına, evlerine el koyulur bu dünyada, öbür dünyada da cennet garanti altına alınır. ‘Taş evli’ dediklerinin evleri artık katillerinindir, hem de bir süre sonra resmi tapuları dağıtılarak. Orada da bitmemiştir, Rumların sürülmesi ile devam etmiş, ‘Varlık Vergisi’ ile hukuki kılıflara büründürülerek sürmüştür. Siemens ve diğer Alman tekelleri, zorla çalıştırdıkları Yahudilere ve diğer tutsaklara (tabii ki kendilerine değil yakınlarına) tazminat öderken, Türkiye, Varlık Vergisi uygulamasını resmi olarak hâlâ savunabilmektedir. Kitlelerin galeyanına ihtiyaç duyulan her dönemde yeniden gündeme getirilmiştir azınlık sayılanlar. Londra Konferansı’ndaki Türk heyeti, pazarlıklarda tıkandıklarını telgrafla bildirdiği vakit, 67 Eylül’ün tertibine geçilmiştir.* Ama bizden önce bu topraklarda yaşayanlar, toprağa tohum atanlar, taşını, otunu ayıklayanlar kaybolana ve kayıp sayılana kadar bitirilmemiş bir dalaş. Sokaktaki en küçük çocuğun herkesçe hırpalanmasını meşru gören insanlar kendi gelecekleri ne kadar tutsaksa, Türklük de o kadar tutsak kalmıştır Ermeni düşmanlığına; o bulunmazsa Yunan’ı, Kürt’ü, Bulgar’ı var nasıl olsa... * Bu sefer sadece sayılar: 6 Eylül akşamı başlayan ve yaklaşık 9 saat süren olaylar boyunca ve sonrasında (aralarında iki Ortodoks papaz da olmak üzere) 13 ile 16 arası Rum ve en az bir Ermeni vatandaşı hayatını kaybetmiş, 32 Rum da ağır yaralanmıştır. Fiziksel zarar, 4 bin 348 Ruma ait işyeri, 110 otel, 27 eczane, 23 okul, 21 fabrika ve 73 kilise ve mezarlıklar ile 1000’in üzerinde Rumlara ait evin tahrip edilmesi ya da yakılması şeklinde ortaya çıkmıştır. (Kaynak: vikipedi. http://tr.wikipedia.org/wiki/6-7_ Eyl%C3%BCl_Olaylar%C4%B1)

geçirmeyi gerektiriyor. Kuşkusuz bunun yanında Ermeniler karşısında alınan tutumları da liberal bir sentezin ötesinde belirleyebilmek gerekiyor. Bu kadar geniş bir sorunu tüm yönleriyle ele alabilmek bu yazı için mümkün değil elbette. Dolayısıyla okur bu yazıyı küçük belirteçleri de olan bir irade beyanı olarak okumalı.

‘soykırım’ milli mesele ‘

Ermeni soykırımı’ başlığı, 70’lerin sonu, 80’lerin başında Batı’dan bir kez daha gündem olmayı başardı. Ne şaşılacak, ne de ağızdan köpükler saçarak itiraz edilecek bir şey yok ortada. Hatta liberal ağızların ‘bunları geride bırakıp geleceğe bakma’ ve ‘konuyu tarihçilere’ -küf kokan elleriyle raflarda unutsunlar diye- bırakma isteklerine sığmayacak kadar canlı anılarla, bir halk geçmişini ortaya koymak istemiştir. Ama işte özellikle 80’li yılların Türkİslamcılığı için muhteşem bir malzemeye dönüşmüştür ‘sözde Ermeni soykırımı’. Kuşkusuz tüm toplumun yüzyıllık günahının utancını suç ortaklığı lehine kullanmayı da pek bir iyi başararak… Anadolu’nun farklı coğrafyalarında yaşlılardan dinleyegeldiğimiz katliam hikayelerini, bundaki payınızla hesaplaşmadan dinlediyseniz, size yapacak tek şey kalır: Bütün düşmanların gerisinde, ötesinde, berisinde, üstünde, altında bir Ermenilik aramak. Hele bugün ‘Ermeni soykırımı’nın Batı parlamentolarında arka arkaya kabul edilmesini Batı’nın tezgâhında dokunan bir Türk düşmanı komplo sayabilecek akla sahip olanlara diyecek hiç söz yok. Türklerin birliğini engelleme yöntemine bakar mısınız? Onları ortak düşman karşısında hiç olmadığı kadar güçlü kılacak bir komplo. E, stratejik ortaklar da bu koroya katılınca bu iş daha bir prim yapıyor değil mi? Onlara geçtiğini sandığınız nazınızı devreye sokmanıza rağmen, Yahudi lobisi ABD’de -hem de hâlâbunu söylüyorsa oyunbozanlık ediniz, yakışan budur. Hayır, bunların anti-emperyalizmle ilgisi yoktur. Bugün ABD kongresinin kararına reaksiyon göstermek, düzene bir kez daha yedeklenmektir. 60 yaşının üstünde babam bile, “Onlar da Kızılderilileri öldürdü!” diyebiliyorsa varın bu tepkinin insancıl yanını bir de siz gözden geçirin…


-

‘pozitif milliyetçi’ler ve ‘ne münasebet, ermeni degilim’ protestocuları... B

izde faşiste faşist derler, başka da söz gerekmez. Lakin eskisine ne olduğu bilinmez, yeni bir tür ortaya çıktı: Pozitif milliyetçilik! Bunların farkını anlayan beri gelsin. Pozitif dedikleri milliyetçiliğin karşıtını, Ertuğrul Özkök ‘kaba’, İsmet Berkan ‘reaksiyoner’ milliyetçilik olarak tanımlıyor, illaki kendilerininkini Atatürk milliyetçiliği olarak tarif ettikten sonra. Kavram, faşizme karşı tepkinin hep diri kaldığı 70’ler Avrupası’nın sosyolog ve siyasetçileri tarafından üretilmişti. Hatta ilk kullananlar De Gaulle taraftarları. Bizzat kendileri ülkelerini ABD’nin üsleri, radarları, Gladio tipi örgütlenmeleri ile donattıkları için, milliyetçiliklerine de pozitif deme ihtiyacı duymuşlar. Nihayetinde bir şeyin üstünü örtmenin en güzel yolunun aynı renk örtü kullanmak olduğunu Irak, Afganistan ve işgal edilen tüm topraklardan da biliyoruz. Sonrasında özellikle ekonomik sıkıntıların ve beraberinde gelen neoliberal politikaların, eş-zamanlı yabancı düşmanlığının aklandığı kimliklerden biri olmuş pozitif milliyetçilik. Ama ne zaman ki AB sayesinde zaten birleşen tekeller bu kavramları kullanmamaya başlamışlar, bari çöpe gitmesin, bir ihtiyacı olana verelim demişler. Ertuğrul Özkök, Serdar Turgut, Mehmet Y. Yılmaz, İsmet Berkan gibi kapıda sıra bekleyenler de alıp getirmişler. Peki ne anlama gelir, nasıl giyilir? İşte o kısmı sormayı unutmuşlar. Öyle ki, kavramın popüler hale gelmesine vesile olan Cola Turka reklamları için Özkök, “Bu, pozitif değil kaba milliyetçiliktir,” diye feveran edecektir. Peki nedir bu pozitif milliyetçilik? Neyse ki, Trabzon’dan Sakarya’ya, Bozüyük’e kadar bir dizi saha çalışması yapabilmek mümkün kavramın aslını anlamak için. İsmet Berkan’ın tanımı bizim gördüğümüz kadarıyla en olgunlaşmışı. Tayyip Erdoğan’a açık mektup serisine (Seçimlerin ardından dört parçalık seri olarak yayınlandı. İlki 30 Temmuz) bu kavramın önemi üzerinde durarak başlıyor Berkan ve bakın nasıl tanımlıyor: “Ama başta AB ile müzakereler ve yabancı sermaye girişleri olmak üzere kimi olaylar ülkede tepkisel milliyetçiliğin zemin kazanmasına yol açtı. Bana göre, yabancı düşmanlığından beslenen, Türkiye’yi dış dünyaya kapatmayı hedefleyen, zaman zaman başkalarına karşı ırkçılığa varan tepkiler veren bu reaksiyoner milliyetçilik ülkemizin gelişmesinin önündeki en büyük engellerden biri.” Peki alternatifi? “Milliyetçiliğin … kendine güvenmek, dünyayla yarışmak ve ‘Türkün gücünü’ bütün dünyaya göstermek olması gerektiğini anlatmalıyız. … belli ki o da [Atatürk] 20’li yıllardan başlayarak bugün yaşadığımız reaksiyoner milliyetçilik sorunuyla karşılaşmış, bununla başa

çıkmak için de ‘pozitif milliyetçi’ bir söylem yaratmaya çalışmış, o yüzden de ‘Türk, övün, çalış, güven’ sözünü her yere yazdırmış. Önümüzdeki dönemin sloganı tam da bu olabilir: Türk, övün, çalış, güven!” Şimdi anlaşmaya başlıyoruz. Bu milliyetçiliğin pozitif özelliği rant sağlaması, rant akışında aksamaya karşı önlem alması. Ama örnek olarak seçilen cümlenin milliyetçiliğin daha bir pozitif örnekleri ile dolup taşan 20’ler İtalyası’nda her resmi binaya yazılan ‘İnan, itaat et, savaş!’ sloganından kopya edildiği gerçeği de kulak arkasında dursun sayın Berkan. Sonra sonra başka bir pozitif milliyetçilik ülkesi olan Almanya’da ‘Çalışmak özgürleştirir!’ yazılacaktır, bilin bakalım nerelerin girişine? Bir de tabii, bu pozitif milliyetçiliğin referansı olan aynı 20’li yıllardan küçük bir söz daha almak lüzumu doğmuş durumda.

‘Keseriz ve atarız’

“Vazifemiz bu vatan içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı [unsurları] kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.” Söyleyen de ‘Milli Şef’ -ne kadar çağrıştırıyor İl Duçe’yi- İsmet İnönü. Bulunuz pozitif yanını, biz bakınca ‘kesip atma’ alegorisi dışında bir şey göremedik. Yine yoktan var edilen Türk ırkını temellendirmek için Kemalist iktidar döneminde kurulmuş üç kurum bulunuyor. TDK ve TTK’yi varlıklarını hala sürdürdükleri için biliyoruz, bunlara ek olarak Türk Antropoloji Kurumu vardır.* Sonradan ihtiyacın ortadan kalkması üzerine bir enstitüye devredilen bu kurumun ölçümleri (Türk tipi belirlemek için) ise hâlâ Türk Tarih Kurumu’nun arşivinde bulunur. İşte bu arşivlere sırtını yaslayan Halaçoğlu

büyük işler başarmıştır. Hiç değilse ülkede milliyetçilik çemberinin biraz olsun dışında kaldığını sandığımız kesimlerin durumunu ortaya sermiştir. Asıl vurucu olan, Ermeni düşmanlığı -düpedüz ırkçılık- batağına, üstelik rezilin rezili bir oyunla Alevilerin, Kürtlerin, hatta belli kesimleri ile solun da çekilebiliyor olmasını kötü bir deneyimle gördük. Halaçoğlu’na yönelen protestolar biraz da buraya varmış gibi görünüyor. Bu adamı aynı Türk adaletine havale edenlerin, Kürt Alevilerinin Ermeni olmadığını savunmak gibi lanetli bir rol oynamaları ne vahim bir trajedidir. Son zamanlarda bir kez daha faşistlerce hakaret edilme -ölüsüne bile- onuruna haklı biçimde erişmiş Hrant ile aynı kanı taşımanın niye utanç verici olduğunu açıklasınlar önce. Ya da Ermeni olmanın Kürt ve Alevi olmaktan niye daha aşağıda yer alması gerektiğini. Tek başına Halaçoğlu’nun bunu hakaret olarak kullanması bizim kavramları aynı şekilde anlamlandırarak bu cenge girmemize mi sebebiyet vermelidir? Halbuki bir kez karşıtınızın tanımlarını alırsanız o tartışmayı zaten kaybetmişsiniz demektir. Halkımın yiğit evlatlarından biri olarak Hrant, benzer durumda ne yapmıştır bir bakalım. “… ‘Ermenileştirme’ propagandası Ermeni vatandaşların kendini solucan gibi hissetmesine neden olmaktadır. Apo’ya en yetkili ağızlardan ‘Ermeni dölü’ diye bağırıldığı, PKK’nın Ermeni kökenleri üstüne dahiyane keşiflerde bulunulduğu yıllar. Üstüne bir de ErmeniKarabağ meselesi patlak verince, Ermeni bu topraklarda meşru, hem de resmi bir küfre dönüşmüştür. Sabah gazetesinin Apo’nun bir papazla resmini basıp ‘Kanıt: Ermeni-Apo işbirliği’ manşetiyle Patrikhane’de toplanan Ermeni aydınları, yalanlar üstüne kurulu bu kampanya karşısında ne yapabileceklerini düşünmeye başlar. Resimdeki papaz Ermeni değil, Süryani’dir. Ama bunu

belirtmeyi incelikli bir ahlâki seçimle doğru bulmazlar.” (Yıldırım Türker, Radikal, Hrant’ın Hikâyesi, 24/07/2006.) Bu kadarını olsun yapamaz mıydınız? Oysa birlikte seslenmiştik cenazeyi taşırken omuzlarımızda ‘Hepimiz Ermeniyiz!’ diye. Yoksa Can Dündar gibilerinin bu kadar basit, bu kadar insancıl, bu kadar masum ve elimizden artık başka bir şey gelemediği için bir özür gibi dile getirdiğimiz bu sloganı masumlaştırma çabalarında söylediği gibi ‘bir günlük’ müydü tüm bunlar? ** Ne Halaçoğlu gibi hangi kurumun hangi işini yaptığı zaten ortada olan bir tarih kalıntısına, ne de komik olmak dışında bir çağrışımı ne kadar uğraşsa gerçekleştiremeyecek, dahası dediğini de savunamayacak kadar ürkek bir Pavyon ucubesine cevap yetiştirmeye çalışarak geri çekilmeyeceğiz. İkincisi bir yana, ilkine söylenenlerde hep bir kendi kökümüzden, Ermenilikten, Kürtlükten, Gürcü, Rum, Laz, Pomak, Çerkez atalarımızdan utanma ve bundan dolayı özür dileme görüntüsü veriyoruz üstelik. Hrant gibilerinin öldürüldüğü, bir halkın yüz binlerle yok edildiği, Türkleştirmenin, bunun içinde ‘kesip atma’nın resmi devlet politikası olduğu bir ülkede ben Ermeniyim! Bir günlük değil üstelik. Tayyip efendi işin kolayına kaçıp kendini ‘zenci’ ilan ediyorsa, biz de bu ülkenin Ermenileriyiz ve gurur da duyarız. En pozitifinden milliyetçiliğinizi bir kez daha karşımızda görmek isteriz, o bindiğiniz Hummer ciplerin diğer halini de gördünüz mü hiç Irak’ta? Kısmetse göstereceğiz! * Türk Antropometri Anketleri bir Türk Tipi’ni belirlemek suretiyle, Türklüğe dönüşü hazırlamıştır. Böylece, milletleşme süreci gerçekleştirilme çizgisine çekilirken, dinin devreden çıkarılması ve dayanışmacı etikal değerlernin gözönünden uzak tutulmaması tıpkı Osmanlı’da rastladığımız türde bir diğer aşırılık olmuştur. ‘Millet-i Hakime’ veya ‘Büyük Toplum’u belirleyen milli kimlik unsurlarından biri de ‘soy miti’dir. Türk toplumunun tarihsel çizgisi, bu oluşuma damgasını vurmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Standart Kültürü belirleyen unsur da bu ‘mit’e dayanır. Ancak bu soy miti, Türk milletinin ırkçı bir eğilimden öte dilde dinde, kültürde, ortak, duygu ve tarih bilincinde bütünleşmesidir. Gökalp de, “Dili dilime, dini dinime uyan bir millettir,” diyordu. O halde millet biyolojik katlımın ötesinde, kültürel bir uyumdur. (Kaynak: Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN, Milli Kimliğin Yükselişi, Alfa Yayıncılık, Ağustos 1999, say.231) ** Almanya’da bir grup dazlak kafalı neoNazi, bir Türk ailesinin evini ateşe verip çoluk çocuk, diri diri yaktığında yüzlerce duyarlı Alman hemen olay yerine koşup katliamı protesto eden sloganlarla yürümüştü. Dillerindeki slogan neydi hatırlıyor musunuz: “Hepimiz Türküz!” Bu, bir duyarlılık sloganıdır. Bu, “Size yapılan haksızlığa inat, biz de sizdeniz” demenin, acıyı paylaştığını ilan etmenin en yalın, en manalı yoludur.” 17/09/2007

11


KASABA NOTLARI - SITKI DEMiRKAN Bizim de en birinci içsel sorumuz, “N’olacak lan bu memleketin hali?” kalıbındadır. Şu günlerde de bu soruya cevap, Condullah Rose’un cumhurbaşkanı seçilmiş olması kapısından girilerek aranıyor.

H

ah, işte az önce sözünü ettiğim hormonal salgı denizinde sarıldığımız mürenlerden biri de alkol tüketimidir. Denizden örnek vermeye devam edersek, sünger gibiyizdir. Cinsi ve miktarını pek önemsemesek de, uzayıp giden, sabahları bulan rakı sofralarımız birinci sıradadır. İddialı olacak belki ama değil yurdumun, dünyanın hiçbir bucağının yanına yaklaşamayacağı kadar çok olan meze çeşitlerimiz bu uzayıştaki en önemli etkendir. Yok yok, bu benim iddiam değil. Bendenizin henüz pasaportu dahi yoktur. Lakin, konuya vakıf birçok üstat bunda hemfikirdir. Masaya oturmadan geçilen meze dolabı karşısı, benim diyen gurmeyi afallatıyor. “Ulan, hangi birini söyleyeceğiz şimdi bunların? Hadi söyledik diyelim, nasıl bitireceğiz bunca şeyi!” şaşkınlığı, rakının bile önüne geçiyor. Şaka değil, ortalama bir meze dolabında sadece 10-12 çeşit ot oluyor. Nüfusun hatırı sayılır kısmı Girit mübadili olduğundan ve Giritliler’le ilgili, “Bahçene Giritli gireceğine keçi girsin. Hiç olmazsa dokunmadığı birkaç ot bulunur,” şekilli bir tez bulunduğundan, sayının abartı olmadığına gönül rahatlığıyla inanabilirsiniz. Deniz ürünüydü, zeytinyağlısıydı, ara sıcağıydı derken, birazcık da meyilliyseniz bir hafta-on gün içinde fiziksel manada benim kıvama erişmeniz hiç zor değil yani… Gülmeyin, dünya yüzeyine yaptığım basınç, yavru bir fili kıskandıracak skaladadır. Her neyse, mevzu dağılmasın, işte bu mevzu bahis rakı sofralarında bu dili konuşan herkes gibi bizim de en birinci içsel sorumuz, “N’olacak lan bu memleketin hali?” kalıbındadır. Şu günlerde de bu soruya cevap Condullah Rose’un cumhurbaşkanı seçilmiş olması kapısından girilerek aranıyor bildiğiniz gibi. Bıyıklarını bu şekil kırkan zihniyetin kolonyaya dahi ‘Evlerden ırak, kefere likiti’ şeklindeki yaklaşımı, ister istemez telaş yaratıyor… da, işin bu tarafı çabuk atlatılıyor. Fakat tartışmanın bir başka cereyan sahası var ki, evlere şenlik! Herkesin ağzında aynı sakız çiğnenmekte: “Yakıştı mı şimdi?” Neye ve nereye yakıştığını-yakışmadığını sormuyorum bile. Cumhurbaşkanlığının nesi devâ, kime derman bir mâkâm olduğunu anlayabilmiş değilim, de ona değinmeyeceğim. Benim zihnimi kurcalayan, Çağlayangil’in vekâleti de dahil olmak üzere, hangisinin en rakımlı tepemizde olmayı hak ettiği? Marmaris’in resim intihalcisi çok mu yakışmıştı yani?! “Asmayalım da besleyelim mi?” sorusunu sorarken kimse yakıştığını düşündü mü? Erdalımızı, Fidanımızı kırarken çok mu yakışıklıydı?! ‘Netekim’den başka akılda kalacak sözü yokken, sevgili Şebinkarahisarlılar, “Allah başımızdan eksik etmeye!” diye mi düşünüyordu. Kardeş kardeşi kırıyor senaryosuyla tezgâhlanan

12

Ne diyordum?

oyunun Amerikan Kucağı’na oturma finaliyle son bulması, ne kadar şıktı?! Akabindeki Tonton nasıldı peki? Davulcusundan papatyasına kadar bir sürü yardımcı unsur Çankaya fotoğrafını kabullenilebilir mi kıldı? Bir önceki Push’un dümen suyuna girmeyi, “Bir koyacaz, üç alacaz,” kurnazlığıyla pazarlaması güzel miydi yani? Üçyüzbirinci Ispartalı Hiç hesapta yokken oraya konan Bay Fötür ne kadar anlamlıydı, di mi? Otuz sene kaostan başka hiçbir şey üretmemiş üçyüzbirinci Ispartalı’nın bir anda toplumsal uzlaşının sembolü olarak lanse edilmesi hiç mi manidar değildi? Yahyası, suntası, Kanlı Pazar’ı, WC hükümetleri, hep o meşhur, “Dün, dündür…” vecizesiyle unutuldu mu? Sulandırılmış demokrat kesimin ‘Adam gibi adam’ etiketi ile benimsediği Ahmet Abi’nin çizdiği mütekait ortaokul müdürü resmi cuk mu oturdu? Ufarak bir kitapçık hareketiyle borcumuza milyon dolarlar ilave edilmedi mi? Kırkma bıyıkların Coniler’le al takke-ver külâhına engel olabildi mi? Kırmızı ışıkta durmak yetti mi yani yakışmasına?.. Uzun lafın kısası, biz ne kadar yakışıyorsak, derdimizi anlatamadığımız yüzde 47’ler, yüzde 20’ler, yüzde 14’ler ve dahi küsurlar ne kadar yakışıyorsa bu ülkeye, en tepedekiler de o derece yakışıklı. Perşembe, ben geliyorum diye ta dört Çarşamba öteden bağırıyordu, kimsenin kılı kıpırdamadı. Şimdi şikâyetle, sitayişle, hayıflanmayla olup biteni anlamlandırmaya, kabul edilebilir, katlanılabilir kılmaya kimsenin hakkı yok şahsi kanaatimce. Vakit, o da varsa eğer, şapkamızı önümüze koyup kendimizi yargılama vaktidir. Taa Mustafa Suphi’den bu yana bu ülkede sosyalistçilik oynanıyor, bunu sorgulama vaktidir. Başkalarının biçtiği donları giydirmeye çalıştığımız sıradan

insanımıza, kendi testisinin rahat edeceği, uyum sağlayacağı, hoşlaşacağı donlar dizayn etme vaktidir. Kimsenin anlamadığı teoremleri, çıkarımları birbirimize tekrarlayarak hangimizin kör, hangimizin sağır olduğunun karıştığı, izzet-i ikram meclislerinin sona ermesi gerekiyor yani. Çünkü yabancı kalıyoruz işte, gün gibi aşikâr. Ve sokağa baktıkça her geçen gün biraz daha yabancılaşıyoruz akıp giden hayata. Aha, yeni bir seçim süreci yaşadık, hangi söylem bizi yanına çekebildi? Üç kişiden ikisi zaten ne gibi hesaplarla olduğunu anlayamadığımız şekilde ampüle dayadı kıçını. İstikrar diyeni mi ararsın, ekonomik gidişten dem vuranı mı, ‘adamların dini bütün canım’ diyene mi küfredersin, yaz ortasında üç-beş torba kömüre tav olana mı? Hep Patagonya’yı aşağılarız ya bu tür misallerde, o canım memleketin günahını bile almaya yüzü kızarır insanın. Milletin gözünün içine likit yumurtasını, vergisiz mısırlarını sokmasına rağmen oy toplayabilmesi, akıtan kişinin, hangi beyin iğdişliği ile izah edilebilir? Bu adam anlar mı, “Emek, sermaye ile çelişiyor baba!” kalıbını? Direk “Hacı, lüleden emiyorlar bizi, bak bu şekil,” demenin yolunu bulmak lazım. Kim aygır, kim kısrak? Bunların karşısındaki en büyük güç diye afişe edilen yüzde 0.5 oy artışını başarı kabul eden zihniyet, kendi resmi internek sitesinde klavyesinden kaçırdı sirkatini, kimsenin dikkatini çekti mi? “Toplumda oluşan AB ve ABD karşıtlığını giderebilecek tek parti biziz,” dediler, duyan oldu mu? Hara kıyakçıları gibi, “Birleşin, birleşin, kim aygır kim kısrak fark etmez, birleşin!” teranesinin peşine takıldı bütün o mitingçiler, meydancılar. Hangi kısımları sosyal, nereleri demokrat bu ağabeylere nasıl anlatırız? Kendimden biliyorum ağabeycim, bize uyar sosyalizm bu sözcüklerle olmuyor. Bakın işte, taşralıyım. Das Kapital’in

tek sayfasıyla dahi aşinalığım yok. Artı değer ne demek, diyalektik neye yarar algılayamadım bu yaşıma kadar. Ama oniki yaşımdan beri sokaktayım. Fırında pasa taşırken, inşaatta kum elerken, odun kırarken, temel kazarken ayırtına varıyor ki insan, biri bizi düzeltiyor… Ha, kim bu biri? Kim ulan bu Big Brother ayağına kobrayı salan derunumuza? Kimler engerek, kimler çıyan, kimler bir tas aşımıza göz koyan? Üç aşağı beş yukarı kestiriyorum da, artık kimler olduğunu, kime hangi sözcüklerle anlatırım, orasına aklım ermiyor. Evet, benim aklım ermiyor, lakin bu memleketin aklı eren, dili dönen, henüz güzel atlara binip gitmeyi kurgulamayan güzel insanları var. Ve bu güzel insanların, bizim gibi sıradan kimselere sıradan sözcüklerle anlatmasını bekliyorum bu ‘altta kalanın canı çıksın’ tiyatrosunu. Belki çok uzun sürecek bu anlatış. Belki çok zahmetli olacak. Ama artık bu babdan devam etsin hadise. Bize, bizim sözcüklerimizle hitap edilsin. Çünkü acıtıyor içimizi bu boyalı kuş muamelesine maruz kalışımız. Ya hepimiz boyanalım allı-morlu ya da tiner şolvent hepimizi temizlesin grinpisçiler. İnsan dayanamıyor akşama kadar yabancı bir memleketteymiş hissiyle yaşamaya. Biri geliyor ‘selamınaleyküm’ diye esenliyor, öbürü kafasını tokuşturmak isteyen bir hamle yapıyor, bir diğeri, “Türkiye laiktir, laik kalacak!” diye bağırıyor. Biz dönüp kendi kabuğumuzda, tosbağa gibi, “Hiçbirinin yanında yerimiz yok, ne bok yesek, nereye gitsek!” endişelerine boğuluyoruz. Gitti koskoca Favarotti! Farkındayım, muhabbet gittikçe ağırlaşıyor, en iyisi şu başta bahsettiğim rakılama esnasında yaşadığım bir şeyi anlatarak bitireyim de kasvet dağılsın. Tam biz böyle kaptırmışız Abdullah, Kenan, Süleyman diye saydırırken bizim ayakkabı boyacısı Paça girdi, elinde terliklerle meyhaneye. Boyacılığı gündüz hobisi aslında. Kendileri Roman’dır, akşamları lacivert pantol, beyaz gömlek, darbukası ve mahalleden arkadaşlarıyla icra-yı sanat eyler. Bize doğru dönüp acıklı bir sesle, “Abi, başımız sağolsun!” dedi. Biz, “Allah rahmet eylesin, taksiratını affetsin. Neyse, hepimizin vadesi dolunca oraya gidicez...” gibi beylik cümlelerle teselli ederken, mevtanın kimliğini açıkladı seninki: “Favarotti ölmüş!” Ardından sesini daha da çatallayarak ekledi: “Dağ gibi adamdı bee!” Biz, dayanamayıp makaraları koyverdiğimizde o hâlâ devam ediyordu söylenmeye, “İkindideymiş cenaze ama yetişemeyiz ki! İtalya’dan kalkacakmış.” Evet, bu aylık da bu kadar buradan görünenler. Aman siz siz olun bizim kadar düzlemeyin beyin kıvrımlarınızı. Ama yine de biraz delişmen kalın!


13


BiLGESU SÜMER - OAXACA / MEKSiKA “Cuando una mujer se avanza, no hay hombre que retroceda.” Bir kadın ilerlediğinde, arkada hiçbir erkek kalmaz.

B

Oaxaca’nın kadınları

u eyaletin nüfusunun yüzde 70’i yerli kökenli, buranın yerlilerin çoğunun anadili İspanyolca değil ve sadece bu eyalette 30 kadar farklı dil konuşuluyor. Bununla beraber, Meksika’nın en fakir bölgelerinden biri olan Oaxaca’da, aile içi şiddet verileri ülkenin en yüksek seviyelerinde. Bölgenin başkentinde sokaklarda dikkat çeken şeylerden biri kadınlar ve çocuklar. Günün her saatinde sırtında, kucağında, bebeğini, çocuğunu taşıyan genç-yaşlı kadınları görüyorsunuz. Genellikle genç annelerin sırtında taşıdığını gördüğümü söylesem daha doğru olacak. Puset kullanmak gibi lüksleri pek olmayan genç kadınlar, gündüz vaktinin dik ve yakıcı güneş ışıklarından kaçarak, tek katlı binaların şehri Oaxaca de Benito Juarez’de gölgelerle köşe kapmaca oynuyor. Kadınlar hakkında bu şehirde dikkat çeken şey sadece çocuklarının olması değil elbette. Turistik bir eyaletin merkezinde gelişmiş olan hizmet sektörünün istihdamında Oaxacalı kadınların sayısı oldukça fazla. Hatta erkek garson, aşçı, satıcı görmek neredeyse imkânsız. Bir yabancı için en görülebilir ve yüzeyde olan kesim hizmet sektörü olduğundan, bu şehirde erkeklerin hangi iş kollarında istihdam edildiğini görme fırsatım henüz olmadı. Ama bakkalda, köşe başı büfelerinde, restoranlarda, kahvelerde, kendi işini yapan ya da ücret karşılığı çalıştırılan kadınlarla dolu bir eyalet merkezi, Oaxaca de Benito Juarez. Tarihi merkezin yakınında, çalıştıkları otelin kapatılması üzerine mekânı işgal eden işçiler de kadın. Gece gündüz otelin önünde nöbet tutup, başlarından geçen olayları anlatanlar da kadın. Hafta sonları kurulan pazarda, civar köylerde çiftçilik yapan da ve yaptıklarını merkezde getirip satanlar da, hafta boyunca tarihi şehir merkezinde diktikleri, ördükleri veya oydukları çeşitli zanaat ürünlerini satanlar da, sokak başlarında tako, tortiya ve meyve suyu yapıp satanlar da, kadınlar, bu şehirde. Ama sadece kadınlar…

‘Taşak’ meselesi

Buradaki kadınların neler yaptığını yüzeysel gözlemlerle anlattıktan sonra, 2006’da Oaxaca’da yaşanan direnişte somut olarak neler yapmış olduklarından bahsetmek gerekiyor. Bahsetmemek büyük haksızlık olur. Maliye ofislerinin basılması, ‘Tencere-Tava Yürüyüşü’, meclis üyelerini misafir eden otelin yumurtaya boğulması, devlet radyosunun zaptı, ‘Radyo Tencere-Tava’nın kurulması ve son olarak Latin Amerika’nın siyasi jargonuna ekledikleri yeni slogan: “Bir kadın ilerlediğinde, arkada hiçbir erkek kalmaz!” 2006’da patlak veren isyandan önce, Oaxacalı öğretmenler yirmi yedinci kere, yıllık oturma eylemlerini yapıyordu. Maaşlara zam, fakir öğrencilere üniforma ve kırtasiye vs. gibi basit ve somut isteklerini yirmi yedi yıldır oturarak talep eden öğretmenler, işgal ettikleri meydandan polis zoruyla

14

çıkarılıyor. Hızlı bir örgütlenme ile Oaxacalı öğretmenler, halkın da desteğiyle, meydanı tekrar ele geçiriyor ve isyan başlıyor. İsyan başladıktan yaklaşık iki hafta sonra kadar, 26 Haziran 2006’da, devleti ve iktidarı felç etmek için kurumsal işgaller başlıyor. Barışçıl yollarla işgal edilen binaların önüne polislerin ateşinden korunmak için barikatlar kuruluyor, yasamayürütme-yargı organlarıyla ilintili kurumlar ele geçiriliyor. Maliye binalarının basılması da bu sırada oluyor. Binayı ele geçirdiklerini ilan eden kadınların sayısı, içeride çalışanların sayısından az olmasına rağmen, memurlar hiçbir mukavemet göstermeden işgali üstlenen APPO’ya (Oaxaca Halk Meclisi) ofislerini bırakıp gidiyor. Maliye binasını işgal eden kadınlar, o sırada ‘Tencere-Tava Yürüyüşü’ fikrini ortaya atıyorlar. Tencere, tava ve yumurtalarını alan kadınlar, meclis üyelerinin toplanmak için kiraladıkları otele gidiyorlar. Yumurtaları atma hedefinde olmayan kadınlar, sadece siyasetçilerden daha ‘taşaklı’ olduklarını gösterme niyetinde, ellerindeki tencere tavaları birbirine vurarak otele gidiyorlar. Otel sahiplerine, harekete ve halka ihanet ettiklerini, meclis üyelerinin burada toplanmasına izin vermeyeceklerini söyleyip, nihayetinde kapıya yumurtalarını atıp gidiyorlar. Oaxaca gibi küçük ve medya tekelinin devlette bulunduğu bir yerde, medya iktidarın dördüncü kuvveti gibi işliyor. Otelin önündeki kadınlar, bu dördüncü kuvvete doğru yönelip bir saatlik yayın hakkı talep etmek üzere yola çıkıyorlar. Bir saate razı olmayan yöneticilerin, on beş dakika süre teklifini de geri çevirmesi üzerine, radyoyu basıyorlar. Böylece direnişte kendilerine büyük bir alan açan kadınların ve geldikleri gecekonduların sesi ‘Radyo Tencere Tava’ ortaya çıkmış oluyor. İsteyenin, istediği kadar, istediği konuda konuştuğu radyo sayesinde direnişin sesi tüm eyalete yayılıyor.

Yeni bir fırtınanın sıkıntısı

Oaxaca’da direnişten geriye şu anda kötü anılar, siyasal tutuklular ve büyük bir adaletsizlik duygusu kalmış. İçindeki devrimci potansiyelin beş yüzyıldır sömürgeciliğe karşı durma ve toplumsal üretme-tüketmeye dayandığı yerli halk ve öğretmenler henüz istediklerini alamadı. Cılız bir alev halinde duran direnişin, gelecekte neleri çıra gibi tutuşturacağını kimse bilmiyor. Haksızlığa, zulme ve altını çizerek hep söyledikleri neoliberalizm iktidarının tahakkümüne karşı Oaxaca’nın insanları, bu toprakların yerlileri şimdilik bekliyor. Tabii kadınlar çalışmaya, evi geçindirmeye ve çocuklara bakmaya devam ederken, ülkenin en yüksek aile içi şiddet vakalarına da maruz kalmaya devam ediyorlar. Önünüzde böyle özverili, emekçi kadınlar olduğunda, tepemizde siyasetçilerin ve arkada kalanın neyi olmadığı malum...

A

nayasa, adı üstünde, bütün yasaların anasıdır ve hazırlandığı sırada toplumda hegemonik olan gücün ideolojik rengini alarak var olur. Dolayısıyla, yeni anayasalar daima tarihsel dönüm noktalarında ortaya çıkarak yeni bir devletin şeklini, organlarını ve bütün diğer yasaların çerçevesini belirler. Durduk yerde anayasa hazırlanmaz. Daha kestirme bir ifadeyle, anayasalar, daima bir hegemonya mücadelesinin neticesini ortaya koyar; savaş, devrim, ihtilal, askeri darbe ya da mevcut iktidarın ideolojik anlamda el değiştirmesinin ürünü olur.

Tanımlar

Kısa, uzun, ayrıntılı, veciz, hatta yazılı olmayan anayasalar vardır. Anayasa’nın ne olduğunu ve nasıl işlediğini tarif etmek de zordur; çünkü o, devlet dediğimiz alengirli, konjonktüre göre değişen, çok boyutlu yapının olanca esrarını ve zamana göre değişen sürprizlerini bağrında taşır. Anayasa’yı değiştirmenin zorlaştırılmış olması, dolaylı olarak, onu ancak zor kullanarak değiştirebileceğiniz anlamına gelir. Bunun için de toplumun büyük bir çoğunluğunu arkanıza almış olmanız ya da silahların eleştirisine başvurmanız gerekir. En sağlamı, ikisini birden yapmaktır. Burada sürat büyük önem taşır. Ayıyı ilk hamlede devireceksiniz, yoksa sizi parçalar. Genellikle hegemonik güç, lafı biraz dolandırdıktan sonra, toplumun önüne bir anayasayla çıkıverir. Anayasalar, toplumun bütün kesimleri, bütün sınıfların temsilcileri tarafından, en geniş biçimde tartışılarak, öpüşüp koklaşarak, karşılıklı güzellemelerle hazırlanmaz. Anayasalar sınıfsaldır; hegemonya kurma mücadelesinin ürünüdür. En iyi anayasa, toplumsal bir çatışmanın, uzun ya da kısa süreli ama şiddetli bir mücadelenin sonucunda ortaya çıkan, sokaklarda halk tarafından yazılan anayasadır. ‘İnsan derisiyle kaplı anayasa’ deyişi, bu durumu gayet güzel anlatır. Bu açıdan bakıldığında, AKP’nin hazırlamakta olduğu metne ‘anayasa’ denmez; kendilerine ve uzantılarına meşruiyet sağlamak, devleti ele geçirmek ve toplum üzerinde kendi ideolojilerine uygun bir hegemonya kurmak için bir ‘iktidar tüzüğü’ hazırlamaktadırlar.

‘Tamamını ya da...’

Anayasalar pek tekin olmayan metinlerdir. Bu yüzden siyasal yelpazenin içinde yer alan partiler, gruplar ve insanlar yürürlükteki anayasanın ‘lafzı’yla fazla uğraşmaktan kaçınırlar, daha ziyade onun ‘ruhu’nu çağırırlar, onunla konuşurlar ve konuya gayet temkinli yaklaşırlar. Zira anayasayla uğraşanların başına ne geleceği hiç belli olmaz. Ansızın değişen rüzgârlar, şimdi yürürlükte olmayan, fakat benzerinin mutlaka bir yerlerde pusu kurmuş beklemekte olduğu bir madde uyarınca, “anayasanın tamamını ya da bir kısmını tağyir, tebdil ve ilga ile ... [falanca şekilde] müesses nizamı iskata teşebbüs” edenlerin


YAVUZ ALOGAN

yalogan@hotmail.com

ABD’nin emriyle Türk-İslam sentezi adı altında Kemalizm’in bile gerisine düşen; Deniz Gezmiş’i idam edip Abdullah Gül’e Cumhurbaşkanlığı yolunu açan devletin, bugün içine düştüğü durum gülünç değil midir?

Anayasam hakkında her şey!

başını fena halde belâya sokabilir. Böyle bir ‘teşebbüs’ iddiasıyla ve sıkıyönetim mahkemelerinin ivedi kararlarıyla ipe çekilenlerin sayısı az değildir. Bu yüzden Anayasa mabedine destursuz girilmez, niyetler daima kalabalık hukuksal lakırdıların, ‘çağdaşlık’, ‘demokrasi’, ‘mühim olan insandır’ gibi sözlerin ardına gizlenir. Nitekim bu işin üstatlarından, ünlü siyaset bilimci Maurice Duverger, Siyasal Rejimler (İstanbul, 1986) adlı kitabının bir yerinde (s. 10) “Gerçekte, dünyadaki anayasaların bir çoğu(nun) göstermelik” olduğunu belirtmiş; “Tanımını yaptıkları rejimin yürürlüktekiyle hiçbir ilgisi yoktur; üstelik bu anayasalar rejimi gizleyen birer paravana görevi yaparlar,” demiştir. Doğru söze ne denir? Peki bu iş nasıl oluyor? Söz gelimi 1981’de cuntanın yaptığı anayasanın altında, 26 yıl boyunca süren bir rejimin halen “... demokratik bir sosyal hukuk devleti” olduğu nasıl iddia edilebiliyor? Ya da 1961 anayasası gibi demokratik bir anayasanın güvencesi altında yaşayan bir rejimde, nasıl oluyor da, dört kuvvet komutanı ansızın bir çıkış yaparak, “Bre ağzı kıllı adamlar, bunca demokrasi size çoktur!” deyu yalın kılıç topluma karşı taarruz ederek, üniversiteleri talan edip idam sehpaları kurabiliyor ve yoksul halkın bütün kazanılmış haklarını bir hamlede kökünden söküp atabiliyor? Misâk-ı milli sınırları içinde bunları açıklayarak, burada bir hukuk devletinin ve ‘pozitif hukuk’un var olduğunu, bütün ‘hukuk muhabbeti’nin böyle bir temel üzerinden yürütüldüğünü kanıtlayabilecek bir anayasa profesörü varsa, kendisini görmek isteriz.

Kafesler

Akademisyenler, bilim insanları ve derin hukukçular pek çok anayasa tarifi yapmışlardır. Fakat bütün bu tarifler bizi kendi anayasa tarifimizi yapmaktan alıkoymamalıdır. Bize göre anayasa bir kafestir. Kuş kafesi ya da kaplan kafesi değil, toplum kafesi! Bütün kafesler gibi anayasalar da sizi hem korur hem kısıtlar. Bu kafeslerin bazıları dar, bazıları geniştir. Mesela, askeri bir ihtilalin ürünü olan 1961 Anayasası, kafesi çok geniş tutmuştu. Lakin 1971 yılında Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç, “Sosyal uyanış iktisadi gelişmenin önüne geçmiştir,” gibi ‘bilimsel’ bir söz söylediğinde, kafes birden daraltılmış; ve nihayet 12 Eylül cuntası, eski kafesi tamamen kaldırarak, işkencecilerin ve işkence görenlerin gayet iyi bildikleri ‘kaplumbağa kafesi’ni andıran çok dar bir kafesi toplumun üzerine geçirmiştir. Toplum, bu kafesi kendi çabasıyla

genişletememiştir. Şu son 26 yıl içinde sendikalar, meslek örgütleri, kitleler, çeşitli sosyalist partiler, sivil inisiyatifler vb. kendi mücadelelerinden süzülüp gelen taleplerle baskı yaparak bir anayasa değişikliği sağlayıp kafesi genişletmeyi başaramamışlardır. Gelen iktidarlar kafesi kullanışlı bulmuşlar ve onu az da olsa genişletmeye yanaşmamışlar, kendi taktik ihtiyaçlarına uygun değişiklikler yapmakla yetinmişlerdir. ‘Demokrasiye geçiş’ iddialarına rağmen, her iktidar dar kafesi tercih etmiş ve onu genişletmekten korkmuştur. AKP kendi hegemonyasını kurma faaliyetinin ‘hesaplaşma sınırı’na gelene kadar, herkes mevcut anayasayla bir şekilde durumu idare etmeye çalışmıştır. Şimdi hep birlikte, mevcut anayasanın askeri bir cuntanın ürünü olduğunu, ‘demokratik’ bir anayasa gerektiğini hatırlamış bulunuyorlar. Hepsine zihin açıklığı diliyoruz. Bütün bu önermelerden sonra kendimizce bir sonuca varsak hafiflik etmiş olur muyuz acaba? Şöyle bir sonuç: Anayasa denilen şeyin sadece ‘hegemonya mücadelesi’ kısmı ve ‘kafes olma özelliği’ önemlidir; gerisi, her iktidarın kendi siyasi çıkarlarına uygun biçimde, plastik bir madde gibi eğip bükebileceği ya da değiştirebileceği sözlerden ibarettir. Böyle de olsa, Avrupa demokrasisi getirecek diye AKP’nin peşine takılan sol kisveli liberaller dışındaki sosyalistler, anayasa tartışmalarına kayıtsız kalmamalı, kafesi genişletmek için ellerinden geleni yapmalı, bütün taslakları incelemeli, hatta bu fırsatı değerlendirerek kendi anayasa taslaklarını hazırlayıp savunmalıdırlar.

Comedia Della Arte

Fakat olayın spektaküler (seyirlik/ eğlencelik) yanını da ihmal etmemek gerekir. Şu ülkede, bütün Soğuk Savaş yılları boyunca ‘komünist avlıyorum’ diye, memleketin kafası çalışan, mücadeleci, dinamik ve kahraman devrimci gençliğinin kökünü kurutan; üniversiteleri ve yurtları komünistlerden temizliyorum diye, devasa İslam vakıflarına, ‘kökü dışarıda’ Fethullah örgütlerine yol açan; kitap

düşmanlığı yaparak Ogün Samast gibi cahil ‘vatan evlatları’ ya da sığır sürüleri gibi sınıfları dolduran, boykot yapmayan, itiraz etmeyen, internet bağımlısı yepyeni öğrenci kuşakları yaratan; ABD’nin emriyle Türk-İslam sentezi adı altında Kemalizm’in bile gerisine düşen; Deniz Gezmiş’i idam edip Abdullah Gül’e Cumhurbaşkanlığı yolunu açan devletin, bugün içine düştüğü durum gülünç değil midir? Demek şimdi şeriatçılardan korkuyorsunuz? Üstelik patronunuz ABD ve ‘çağdaş’ medeniyet seviyesi de sanki onları destekliyor gibi görünüyor. Burjuvazinin AB reformları için AKP’den başka umudu kalmamış. Holding medyası askere ‘sıcak bakmıyor’, çünkü iktidar onu kasalarının içinden, midelerinin ta dibinden kavramış. Cüzdanlar doldukça, sadakatlerin yönü değişiyor. Ne ürkütücü bir durum! El çırparak, “Çıktık açık alınla!” marşını söylüyorsunuz, gösterişli bir duygusallıkla. Sizi böyle görünce insanın tüyleri diken diken oluyor, zihni bambaşka bir küşâyiş (parlaklık) kazanıyor. Ama etrafınızda, ihtiyar anayasa profesörlerinden, YÖK dekanlarından, emekli subaylardan, hayat tarzı değişecek diye korkan kentli ve, “Nasıl olsa asker gelir onları döver,” diyen neşeli orta sınıf kalabalıklarından başka kimse yok. Ne yapacaksınız şimdi? Hani nerede aydın, bilinçli, laik, genç ve dinamik devrim kadroları, iktidarı protesto için siyasi grev yapan işçiler? Nerede şeriatçı örgütlenmelerle mücadele eden devrimci öğrenciler, güzelim saçları beyinleri kadar özgür üniversiteli devrimci genç kadınlar? Hayrünnisa Hanım’ın türbanından kaçıyorsunuz ama (bu arada kadıncağıza da ayıp oluyor!) gideceğiniz yer yok, çaresiz cephe selamı veriyorsunuz. Bütün millet bu manzaraları seyrediyor. Sizin sayenizde, sizin sıkıyönetim altında yaptığınız icraatlar sayesinde, Milli Görüşçüler Başbakan, Büyük Doğu’cular Cumhurbaşkanı, türbanlı eşleri de ‘först leydi’ oldular! “Sinsi faaliyetlerini boğacağız ... uzanan ellerini kıracağız,” diye sürekli muhtıra verdiğiniz kadrolar, devleti hızla

işgal etmekle kalmıyorlar, Anayasa’ya da el atıyorlar. Sizin eseriniz olan anayasanın bir kısmını değil tamamını ‘tağyir, tebdil, ilga...’ ediyorlar. Buyurun bakalım, harekât zamanı! Yoksa 12 Mart ve 12 Eylül’de olduğu gibi ABD’den kolayca izin almakta mı zorlanıyorsunuz? Yoksa komünizme kapılmasın diye dindarlaştırmak için elinizden geleni yaptığınız, üniformalarınızla meydanlara çıkıp Kuran’dan ayetler okuduğunuz halkın, AKP’ye verdiği oylardan mı korkuyorsunuz? Soruna askeri açıdan baktığımızda, bir kuşatmadan kurtulmanın üç yolu vardır: Teslim olmak, kuşatmanın en zayıf noktasından taarruz etmek, dışarıdan gelecek takviye güçlerle birleşmeye çalışmak. Acaba hangisi? Ne diyordu Amiral, Nokta dergisinde yayımlanan ‘darbe günlükleri’nde: “Rektörlerle temas edip öğrencileri sokağa dökmek gerekir.” Çok güzel! Sizleri bugünün üniversite öğrencilerini siyasallaştırma çabası içinde görmek isteriz. Ama önce son 50 yılın, özellikle de 12 Eylül’ün, o inanılmaz hoşgörüsüzlüğün, basiretsizliğin ve aşırı güç kullanma hevesinin, o kolay ve ucuz, gaddar iç zaferlerin özeleştirisini yapmanız gerekir. Ortaya çıkan karakterler gayet trajik ve çarpıcı. Sabih Kanadoğlu meselâ, size Victor Hugo’nun ölümsüz eseri Sefiller’deki Polis Müfettişi Javert’i hatırlatmıyor mu? Arada bir siyah pelerinini savurarak, “367 gerekir,” ya da “Tek maddesini değiştiremezler, zira Kurucu Meclis gerekir,” diyor ve okur ya da seyirci ‘göklerden gelen bir ses’ işitmiş gibi ürperiyor. Şehit erin cenazesinde ‘göz yaşlarını tutamayan’; fakat boş bir anında gülerek, “Yahu fazla uyarı yaptık, halk bizden tiksinecek” meâlinde sözler sarf eden bir general, size Latin dünyasında sık kullanılan ‘Operet Subayı’ terimini hatırlatmıyor mu? Eski 68’li Ertuğrul Günay’ın sırıtışında, mahcup bir yeniklik ifadesi, sırnaşmak mecburiyetinde kalıp da utancını gizlemeye çalışırken dışa yansıyan bir burukluk, bir eziklik yok mu? Ya da Cemil Çiçek’i izlerken, siyasal komplo ve manipülasyonların üstadı, Napoleon’un ünlü dışişleri bakanı Joseph Fouché’yi hatırlamamak mümkün mü? Biz yine de kafesi genişletmek için elimizden geleni yapalım. Fakat bunu yaparken, okumayı, düşünmeyi, yaşananlarla hafien dalga geçmeyi de ihmal etmeyelim. Emperyalist şeriatçılığa karşı yeni cepheler oluşturalım, sosyalizm için yeni mücadele alanları açalım. Ve asla unutmayalım!

15


HAKKI YÜKSELEN -BABA HAKKI-

Onca yıl bunca eziyeti çekmiş bir kuşağın, ‘ulusalcılığa sapmamış’ mensuplarının, “Artık yeter!” deyip sırf paşaların elin özgürlüğe, daha demokratik bir anayasaya karşı çıkmak için insanın akılsız olması gerekir. Ama bunun için haninin büy

C

ok sevdiğim bir dostum vardı. 18 yıl önce bir trafik kazasında öldü. Güneyde bir turistik eşya dükkânı işletirdi. Bir gün ahbap olduğu bir İngiliz müşterisi sormuş, “Türk olmak nasıl bir duygu?” diye. O da, “Türk olmak, derin bir iç sıkıntısıdır!” cevabını vermiş; tabii adamcağız, böyle bir soruyu soracak kadar zeki ve enteresan bir zat olmasına rağmen şaşırıp kalmış. Türklüğümden olsa gerek, benim içim sürekli sıkılır, bazen bu iç sıkıntısı iyice artar, son zamanlarda olduğu gibi. Kendi kendime, “Be adam, bir ömür kendi kendini yiyip bitirdin. Biraz da iyimser olmaya çalış. Bak seçimlerin ardından iyi kötü bir sükûnet hâkim oldu memlekete. ‘Gelişmiş’ bir demokrasi beklentisi bile var. Üstelik 12 Eylül askeri anayasasının yerine sivil bir anayasa da hazırlanıyor. İdare et işte!” diyorum. Ancak nedense derin ve sonsuz iç sıkıntım

D

edim ya, “Demokrasi mi gördük ki, gerçeğini sahtesinden ayırt edebilelim?” Bu nedenle orada burada yazılanlardan bir şeyler anlamaya çalışıyorum. İtiraf edelim ki böyle bir zamanda, eğer milliyetçiliğin dibine vurup ‘Sevr paranoyası’yla kafayı yememişsek, her taşın altında bir Kürt veya Sabetayist aramıyorsak, ‘gerçek demokrasi’ ve ‘sivil anayasa’ gibi mevzuların ‘cazibe’sine kapılıp birer ‘demokrasi meczubu’na dönmemiz de mümkündür. Bilirsiniz, her şeyi tanımlama ve kavramlaştırma huyumuz vardır. Bu doğal olduğu kadar gereklidir de; düşünme, tartışma ve anlaşma kolaylığı sağlar. Ancak bunu yaparken bazen ‘benzetmecilik’ yoluna saparız ve böylece tanım ve kavramlar, bütün dinamizmini kaybederken, olay ve olgular da tarihsel bağlamlarından kopar. (Allahım, ben neler yazıyorum böyle, tövbe!) Bunun sonucunda da solun, sosyalizmin, işçi sınıfının esamisinin okunmadığı bir zamanda büyük sermayenin başını çekeceği bir ‘burjuva demokratik devrimi’ ihtimalinden bile söz etmeye başlarız. Sırf ‘kitapta’ yeri olduğu ve geçmişteki bir şeylere benzediği için. Onca yıl bunca eziyeti çekmiş bir kuşağın, ‘ulusalcılığa sapmamış’ mensuplarının, “Artık yeter!” deyip sırf paşaların elinden, polisin sopasından, devletin baskı ve eziyetinden kurtulup biraz nefes almak istemesi anlaşılır bir şeydir. Daha fazla demokrasiye ve özgürlüğe, daha demokratik bir

geçmiyor bir türlü. Memlekette bir kavga dövüştür gidiyor. Ancak tartışma açık değil, gerçek terimlerle yürümüyor. Çünkü gerçek amaçların gizlenmesi, üstlerinin örtülmesi, bu nedenle de süslenip püslenmesi gerekiyor. Kavgacıların beyanlarına bakacak olursak, her şey siyah-beyaz; tabii ‘beyaz’ kendileri, ‘siyah’ da karşı taraakiler. Gidişat kötü, her an Sevr Türkiyesi’ne dönebiliriz; yok yok, işler yolunda, hele de seçimlerden sonra, ileri derecede demokratik, ‘asude bir bahar ülkesi’ bile olabiliriz. Kimi (neo)liberaller bizim memlekette ‘gerçek kapitalizm’in ancak yeni yeni kurulmakta olduğunu iddia ederler. Hatta bir keresinde Tansu Çiller, Türkiye’nin son sosyalist devlet olduğunu söylemişti, geçmişi ve halen özelleştirilememiş kimi kamu işletmelerini kastederek. Tabii, o sözü edilen geçmişin epeyce bir bölümünü

Bir tuhaf iç sıkıntısı

ve benimle özel olarak ilgilenen iki askeri darbeyi yaşayan bir ‘şahıs’ -bu sözcük kanımı dondurur, devletimi hatırlarımolarak şahsen ben inanmamıştım. Sorun elbette sadece paşaların komünist avıyla sınırlı değildi, belki küçük bir ayrıntı ama o zamanlarda da memleketin kaymağını Koçlar, Sabancılar vb. yerdi; yani

öyle akıllara ziyan bir sosyalizm, komünizm durumu vardı. Aynı (neo)liberaller şimdi de ‘gerçek demokrasi’den söz ediyorlar. Yani sadece eski kapitalizmimiz değil, eski demokrasimiz de aslında sahteymiş. Oysa şimdi ‘gerçeğini’ isteyenler, vakti zamanında bize var olan şeyin gerçek demokrasi olduğunu söylerler, itiraz ettiğimizde

bütünleşme sürecini tamamladıkça mutlaklaşan ekonomik gücünü, artık tam ve olabildiğince ‘doğrudan’ siyasi güçle perçinlemektir. Bonapartist asker ve sivil bürokrasinin denetimindeki siyasi statükoyu kırmaya çalışan sermaye, siyasetçinin ve bürokratın tam bir teknokrata dönüştüğü, ‘Paşa, paşa, maaşın kadar konuş!’ diyebileceği günlerin hayalini kuruyor. Ancak bu sermaye denilen şeyin ne kadar ürkek, paşanın da bazen ne kadar sert ve sinirli olduğunu unutmayalım. Ayrıca ‘bürokrasi’ hiçbir zaman sadece memurların toplamından ibaret değildir; işin bir ekonomi politiği, bir nüfuz alanı ve ‘devlet’ olmaktan kaynaklanan bir özerkliği de vardır. Üstelik iktidar baldan tatlıdır; öyle kolay terk edilmez, gerekirse hır çıkartılır. Bu nedenle büyük sermaye, aşırı gerilimlerden uzak duracak ve uzlaşma yolunu arayacaktır. Zaten gerektiğinde başını omzuna koyacağı bir ‘kötü gün dostuna’ da ihtiyacı vardır. (Bizim burjuvazimiz bu işi geçmişte çok sık yaptığından, yanağındaki yıldız izleri hâlâ durur!) Sonuçta ağır ekonomik ve siyasi bir kriz nedeniyle bütün hesapların alt üst olmaması halinde, dindarlık boyutu biraz daha güçlenmiş

laik ve muhafazakâr bir toplum temelinde ‘ilgili’ herkesi iyi kötü memnun edecek yeni bir güçler dengesi ve uzlaşmanın sağlanması kuvvetle muhtemeldir. AKP için öncelikle kendi mabadını kurtarmak, sermaye için ise siyasi olarak ipleri daha sıkı tutmak ve bürokrasiyi denetlemek yeterlidir, en azından şimdilik.

faşi Mo terk son dem Ara baş olm söz Y dem ‘sah bir biz Alm hat sıkı ned kay Bak isti

Tecavüzcü Coşkun mu, Nuri Alç

anayasaya karşı çıkmak için insanın akılsız olması gerekir. Ancak daha fazla demokrasi ve özgürlük için haninin büyük sermayesinden bir şeyler beklemenin veya (neo)liberalizmin siyasi gölgesi AKP’nin ‘bokunda boncuk aramanın’ da âlemi yoktur.

Yanağında yıldızlar Lafı uzatmadan söyleyeyim. AKP’nin de, büyük sermayenin de daha demokratik bir toplum kurma, demokratikleşme gibi niyet ve yetenekleri olduğuna inanmıyorum. Bakın daha şimdiden AKP yönetimi ayak sürümeye, bir milletvekillerinin de itiraf ettiği gibi, “Asker ne der acaba?” diyerek taslağı orasından burasından kırpmaya başladı bile. Dini, bir gericilik unsuru olarak burjuva siyasetinin hizmetine koşmaktan, sermayeye ‘kendi meşrebince’ hizmet ederken, asker-sivil ayak bağlarından kurtulmaktan -böylece ‘sonsuza kadar’ iktidarda kalmaktanbaşka bir ‘demokrasi’ sorunu olmayan AKP, her adımda ‘eski’ düzen güçleriyle uzlaşmanın yolunu arayacaktır. Hedef, kapitalizmin tıkır tıkır işlediği, camiaya son dönemde katılan taşralı ‘yeşil baş ördekler’ de dahil, sermaye sınıfının saltanat sürdüğü, otoriteye boyun eğen, dindarlığın biraz daha uyuşturduğu muhafazakâr bir toplumdur. Başbakan ile Genelkurmay Başkanı’nın ‘Dolmabahçe sohbetleri’ muhtemelen bu uzlaşma üzerineydi. Aynı şey büyük sermaye için de geçerli. ‘Demokrasinin öncü gücü’ TÜSİAD’ın asıl derdi, büyük sermayenin, uluslararası sermayeyle

Özgür özgür dilenmek! AB sürecinin geçmişte yarattığı liberal demokrat ve sivil toplumcu heyecan dalgasının sönmesiyle yüzleri asılanların yüzünde AKP’nin seçim zaferinin ardından yine bir gülümseme belirdi. Ancak bu ‘ümidbahş’ ortamın ne kadar süreceği belli değil; e, ne de olsa burası kırık hayaller ülkesi! Düz liberaller bir yana, çünkü onlar yarın yine faşist olabilirler ama özellikle ‘sol liberal’leri bekleyen, hayal kırıklığından başka bir şey değil. (Daha şimdiden, özellikle anayasa bağlamında bazı kuşkular ve hayal kırıklığı işaretleri belirdi bile.) Bunu nereden mi çıkarıyorum? Öncelikle tarihten. Bakın kapitalizmin tarihi boyunca burjuvazinin peşinden gidip de ‘mutlu sona’ ulaşan hiçbir solcu yoktur. Sadece bilinmez bir zamana ertelenmiş sosyalizm umutları açısından değil, demokrasi ve demokratikleşme umutları açısından da ‘sınıf işbirlikçiliğinin’ tarihi, yenilgi ve hayal kırıklıkları ile doludur. Ayrıca burjuvazinin zaten bir

dem yok ken onu yar em özg serm o za sos yılla çıkt tarz baz ban unu değ mü bir mili mü yok önc çoğ yok çizd ve t dikk akid hak Sos hak nas için hak kap bir yar


nden, polisin sopasından, devletin baskı ve eziyetinden kurtulup biraz nefes almak istemesi anlaşılır. Daha fazla demokrasiye ve yük sermayesinden bir şeyler beklemenin veya (neo)liberalizmin siyasi gölgesi AKP’nin ‘bokunda boncuk aramanın’ da âlemi yoktur.

istlerle İslamcıları, ‘Komünistler oskova’ya!’ diye bağırtırlardı (‘Ya sev ya k et’in eski dilde söylenişi.). Çok daha nraları biraz yumuşadılar, ‘Tamam mokrasimizin bazı kusurları var, ama aplarda bu kadarı da yok’ falan demeye şladılar. Şimdi de başta yine TÜSİAD mak üzere birileri ‘gerçek demokrasi’den z ediyor. Yani ben bu yaşıma geldim, hâlâ mokrasinin hangisi ‘gerçek’tir, hangisi hte’dir, hatta demokrasi tam olarak nasıl şeydir anlayamadım. Bir keresinde zim dayıoğlu bu ‘gerçek’ olduğu söyleneni manya’da mı ne görmüş, o anlattıydı; tırlıyorum, dinlerken nedense yine içim ılmıştı. Konuyla ilgili kafa karışıklığımın deni sadece ‘demokrasi’ konusundan ynaklanmıyor. Bir de ‘anayasa’ konusu var. kın büyük sermaye şimdi de ‘sivil anayasa’ iyor. İyi de bunlar daha önce de ‘askeri

anayasa’ istemişlerdi. Üstelik daha önce yine kendi destekledikleri 61 Anayasası’nı, birkaç numara ‘bol geldiğini’ söyleyerek, ağır suç olmasına rağmen (Eski TCK 146) 12 Mart ve 12 Eylül’de iki defa ‘tebdil, tağyir, ilga’ yoluyla ‘daralttırmışlardı.* Bu memlekette sermayenin önce desteklemediği, sonra da karşı çıkmadığı hiçbir anayasa olmadı ki! Haliyle insanın kafası karışıyor; yeni taslak çeşitli değişikliklere uğrayıp kabul edildikten bir süre sonra -belli de olmaz- yine, “Bu da bol/dar/uzun/kısa geldi, yenisini isteriz!” diye bağırmaya başlamayacaklarını nereden bileyim. Bakın işte, şimdiden içim sıkılmaya başladı bile. (*) İş Kanunu ve Sendikalar Kanunu ile ilgili ‘daraltmaların’ bir işverenin Boğaz’daki yalısında yapıldığı söylenir. Mübarek yalı değil, terzi dükkânı! Veya mevzu o kadar önemliydi ki adamlar ‘eve iş götürmek’ zorunda kaldılar.

mokratikleşme hayali veya amacı da k ki, peşine takılıp gidesin! Burjuvazi ndi sınıfsal ihtiyaçları neyi gerektiriyorsa u yapıyor. Yani bugün böyle olur, rın başka bir şey! Üstelik işçilerin, mekçilerin, sosyalistlerin hakkı, hukuku, gürlüğü -tabii olumlu anlamdamayeyi neden ilgilendirsin ki? Peki, aman mesela TÜSİAD’ın haninin syalistlerini bile baştan çıkartan son ardaki demokrasi hevesi nereden tı? Az cesaret mi, ‘çevir kazı yanmasın’ zında veya dolaylı yollardan da olsa zen orduyla ‘hırlaşmak’? Vallahi na kalırsa adamların -kadınları da utmayalım!- yaptığı, ‘köpeksiz köyde ğneksiz gezmek!’ Ortada açık bir sınıf ücadelesi, pençelerini çıkarmış örgütlü işçi hareketi ve tuttuğunu koparan itan bir sendikacılık; yani kapitalist ülkiyete yönelik ‘yakın’ bir tehlike ksa, TÜSİAD, ‘demokratik devrim’in cüsü oluverir. Ancak bu ‘demokrat’ların ğunun işletmelerinde sendika falan ktur; aynı, liberal köşe yazarlarının yazıp diği, ekranlarından akıllar verdiği gazete televizyonlarda olmadığı gibi. Ayrıca kat edin, sözü edilen demokrasi, liberal deye uygun olarak sadece ‘bireysel kları’, ‘vatandaşlık haklarını’ içeriyor. syal yanı pek yok. Öyle ya, ver bireysel k ve özgürlükleri, gerisini merak etme, sılsa insanların elinde sosyal mücadeleler n ne imkân var, ne de araç. Örgüt neyin k getire; sendikaya yazılan olursa koy pının önüne, özgür özgür dilensin veya ‘birey’ olarak girişim özgürlüğünden rarlansın!

Çok mu atıyorum? Bence pek öyle değil. Bakın, anayasa taslağını hazırlayan ‘demokrat’ hukukçularımız, taslağa nedense ‘sosyal hakları’ koymayı unutmuşlar. Üstelik ‘ağzından demokrasi damlayan’ bir köşe yazarı da ‘sosyal hakların anayasada yer almasının gerekmediğini, bu konuların yasayla düzenlenebileceğini’ söylemiş. Kusura bakmayın, ama ‘yemezler!’ Anayasada yer alan hakların bile yasalarla kullanılamaz hale getirildiği bir memlekette, anayasada bile olmayan haklar hangi yasalarla tanınacak? Çok affedersiniz, ama tam bir, “Kandır köylü çocuğunu kandır, belki öpersin!” mantığı… Kısacası, sermaye ‘demokrasi’ konusunda ne istiyorsa kendi için istiyor, üstelik her türlü pazarlığa, satışa ve uzlaşmaya açık bir biçimde; tabii emekçilerle, yoksullarla değil, diğer güç sahipleriyle. Ortaya çıkacak olan her neyse, herkes ondan kendi gücü kadar pay alacaktır; hem bireysel, hem de sınıfsal olarak. Bakın buraya yazıyorum, günü geldiğinde, burjuva mülkiyetine yönelik bir tehlikenin gölgesi bile, kapitalistleri sözü edilen ‘demokrasi’den ve ‘demokratik anayasa’dan vazgeçirecektir. Peki demokratikleşme bizim işimize yaramaz mı? Yaramaz olur mu, elbette yarar. Tabii, gerçek sosyal hakları da içermesi şartıyla ve elbette ondan yararlanacak halimiz, mecalimiz varsa. Yoksa bu halimizle bize önerilen ‘kırk katırla kırk satır’ veya Tecavüzcü Çoşkun’la Nuri Alço arasında tercih yapmak…

ço mu?

Pazar -günü- demokrasisi

D

emokrasi öyle boşlukta dolanan ilahi bir şey değil. Her zaman belirli sınıf ilişkileri üzerinde var oluyor. Devlet de öyle; devlet toplumsal ilişkilerin siyasi ifadesi ve bu ilişkilerin yeniden üretilmesinin siyasi garantisi. Diğer sınıflı toplumlarda olduğu gibi burjuva toplumunda da devlet, toplumdan ayrılan ve toplumun kendine ait faaliyetleri (savunma, yargı, yasama, yönetim vb.) tekeline alan bir güç. Üstelik bu ayrılık, burjuva demokrasisinin temsili devletinde en kral biçimini alıyor ve bizler de (Uyanık genç okuyucu, elbette seni kastetmiyorum!) bu ayrılığı, yani devletin ‘tepedeki’ durumunu ‘devletin kutsallığına veya tarafsızlığına’ yorarak keleğe geliyoruz. Bu öyle bir kelek durumu ki, iktisadi alanda sömürülenler, siyasi alanda kendilerini gerçekten eşit zannetmeye ve devletin tek tek bütün bireyleri olduğu gibi, kendisini de temsil ettiğini düşünmeye başlıyor! Bu işin teorisini yapmış olanlar, ‘Kapitalist toplumda ekonomik ilişkilerle siyasal ilişkilerin birbirinden tamamen farklı alanlarda yer aldığını; bu nedenle burjuva devletinin toplum ile devlet arasındaki temel ayrılığı doruğu olduğunu; ve bu toplumda ekonomi ile politikanın birbirinden ayrılmış kapitalist egemenlik biçimlerini ifade ettiğini’ söylerler. Serbest piyasayla siyasi demokrasi arasında neredeyse ‘doğal’ bir bağ olduğuna dair liberal bir hurafe vardır. Aslında böyle otomatik bir ilişki falan yok. Serbest piyasa -demokrasi kendisine uyum sağladığı sürecedemokrasiyle de ‘birlikte olur’, ama bu her zaman zorunlu şart değildir. (Yani illa ki nikâh gerekmez.) Siyasi alanda kitlelerin gücü ve talepleri ‘makul’ sınırı aştığında, serbest piyasa(cı) sopayı eline alır. Mesela Latin Amerika’nın veya Türkiye’nin yakın tarihi bu konuda aydınlatıcı ve ürpertici hikâyelerle doludur. “Hadi canım bunlar ‘neo’ da olsa liberaldir, öyle şeyler yapmazlar!” falan demeyin. Unutmayalım, neoliberaller Şili’de, Arjantin’de az adam kesip ‘kayıp’ etmediler. Türkiye’deki hikâyeleri de malum. Nirvana’ya yükselmek Kısacası, demokrasinin belki bin bir hali vardır, ama öyle ‘doğal’ hali yoktur; demokrasi ancak mücadeleyle kazanılır. Batı’nın işçi ve emekçileri ilgilendiren demokratik hak ve özgürlükleri -ki, epeydir ufak ufak buharlaşıyorlar!- çoğu zaman barikatlarda kazanıldı, ‘ameleler’ tarafından ve binlerce ölü pahasına… Başlangıçta liberal demokrasilerde genel oy hakkı bile yoktu; bu hak mülk sahiplerine aitti. Kadınlara oy hakkı

ise neden sonra verildi. Daha bir sürü örnek… Elbette burjuva demokrasinde iktisadi özgürlüklerle siyasi özgürlükler arasında tarihi bir ilişki var, ama bu ilişki ters orantılı: ‘Siyasi özgürlükler genişledikçe ekonomik özgürlükler sınırlanmış.’ Bu nedenle liberalizm demokrasiyi, siyasetin iktisada müdahalesi, halkın yönetimi, halkın taleplerinin yönetim katında etkili olması, çoğunluğun yönetimi anlamlarıyla pek sevmez. Liberalizm, demokrasi karşısında her zaman ‘özgürlüğü’ tercih eder, tabii ki sınırsız mülkiyet ve serbest girişim özgürlüğünü. Burjuvazi, ‘liberal’ de olsa, demokrasinin ‘özgürlüğü’ tehdit ettiği her durumda siyasi alanı daraltan, ama serbest piyasaya dokunmayan ‘otoriter’ yönetimleri destekler. Tabii ‘özgürlüklerin’ daha fazla tehlike altına girmesi halinde Hitler türü totaliter çözümler de kabul edilebilir. Ve yine liberalizm, tüm kamu hizmetlerinin satın alma gücü oranında kullanılması hedefine uygun olarak, kişinin ‘siyasi satın alma gücü’nün iktisadi gücüyle orantılı olması gerektiği düşünür. Yani, “Paran kadar konuş lan!” demek ister. ‘Çalışıp didinip’ kazandıklarını, oy hakkına sahip ayaktakımına veya onları tavlamaya çalışan popülist politikacılara yedirmek istemez. Politikacı popülist değil elitist olmalıdır. Gerçi açık bir elitizmle politika yapmak, halkı tavlamak biraz zordur, ama iktisadi olarak gözden çıkarılan yoksullar, siyasi olarak da devre dışı bırakılırlarsa mesele kalmaz. Bu nedenle toplumsal haklardan ziyade ‘bireysel’ haklar tercih edilir. İktisat onlar için nasıl bireysel girişim ve bireysel özgürlükler alanıysa, siyaset de iktisadi sömürüyü (yani kapitalizmin asıl sömürüsünü) mesele yapmayan; ortalıkta ‘özgürce’ dolanıp duran ‘atomize’ bireylerin alanı olmalıdır. Ne enteresan değil mi, burada faşizmle liberalizmi amaç birliği içinde görüyoruz: Toplumsal mücadelenin ve ‘siyasal katılımın’ atomize edilmesi; yani fiilen imkânsız hale getirilmesi. Serbest piyasacılığın rüyası, emekçi halkın toplumsal ve siyasi taleplerinin, ‘ekonomik gerçeği’ hiç etkilemediği bir cennete; yani liberalizmin ‘Nirvana’sına yükselmektir. Siyasette ‘birey’ olarak hepimiz eşitiz, ama bazılarımız biraz daha eşit. Mesela patronumun da, benim de birer oy hakkımız var. Pazar günü oyumu, yani ‘siyasi ve demokratik’ hakkımı, hem de ‘özgür bir birey’ olarak kullanıyorum, ama pazartesi işe geldiğimde demokrasi ve eşitlikten eser kalmıyor ve adam beni kapının önüne koyuveriyor, iyi mi? Ne demokrasi ama!

UYARI: Bugüne kadar RED sayfalarını kişisel işlerim için kullanmadım. O nedenle bu uyarımın bir nevi ‘kamu hizmeti’ sayılmasını istiyorum. Kendisi RED okuru olan bir şahıs, bütün bir yaz mevsimi boyunca, beni, kayığıyla balığa, dalmaya ve yüzmeye götüreceğini söyleyerek oyalamış, ancak bütün uyarılarıma rağmen sözünde durmamıştır. Yarın öbür gün dergimizin yazarı bile olabilecek bu şahsa karşı bütün okuyucu kitlemizin dikkatli olmasında yarar vardır. Malum, bugün bana yarın sana. Kendisini camiamız önünde protesto ediyor ve son bir kez daha uyarıyorum. Açık ismiyle teşhir etmeden önce, hâlâ bir fırsatı var…


‘lise’ denen batakhane

Savaş meydanı gibi...

H

aber şu: “İstanbul Bahçelievler’de iki ayrı lisenin kız öğrencileri arasında çıkan kavgada, bir kız öğrenci bacağından döner bıçağıyla yaralandı. Olaydan sonra kavgaya karışan 5 kız öğrenci ise polis tarafından gözaltına alındı.” (Sabah gazetesi) Okullar hakkında herkes atıp tutarken, kız öğrenciler bile birbirlerini kuşbaşı yapmaya kalkıyor. Durum ülke genelinde bu şekildeyken, patron geyşalarından, yolsuzluk cambazlarından oluşan siyasetçi-bürokrat tayfası da durumun çözümsüzlüğünün bilincinde, boş nutuklarla gündemi geçiştirmeye çalışıyor!

‘Devlet’ çelişki deryasında

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Van’da bir ilköğretim okulunun açılışında yaptığı konuşmada şöyle diyor: “Okullardaki şiddet açısından Türkiye Avrupa’nın en iyi ülkesidir. Basın organlarında meydana gelen olaylar neşredildiği zaman sanki bütün Türkiye’yi bulaşıcı hastalık sarmış şeklinde gibi bir endişe içerisinde olmayalım...” Hüseyin Çelik’in açıklaması görüldüğü gibi boş bir nutuktan ibaret, bunu ortaya koyan biz değil, kendi bakanlığına bağlı Özel Eğitim Rehberlik ve Danışma Hizmetleri Genel Müdürlüğü! Açıklamayı yalanlayan istatistik şöyle: “Okullarda yapılan araştırmaya göre 24 Ekim–26

18

Nisan 2006 tarihleri arasındaki sürede 2 bin 474 olay meydana gelmiş, 6 bin 224 öğrencinin karıştığı bu olaylardan 814’ünün nedeni olarak ‘yumruk, tekme ve tokat atma’nın gösterildiği açıklanmıştır. Ateşli, kesici ve delici silahın kullanıldığı 56 olaydan 9’u ölümle sonuçlanmıştır. Toplam 14 öğrenci ölürken, 104 öğrenci ve 3 öğretmen yaralanmıştır.” Devlet, öğrencilerin ‘suçsuz’ olduğunu iddia ediyor. Gençlere afyon yediren torbacılar okul önlerinde fink atarken okul idaresi seyretmek zorunda kalıyor. Okullar kandan, vahşetten geçilmezken, idareler sadece öğrencilerin üstünü arayabiliyor! Okul bunların ötesinde, durumu engellemeye çalıştığında çetemafya baskısına maruz kalıyor, bilinçli öğretmenler öldürülüyor. Okulda şiddete başvurduğu gerekçesiyle uyarılan öğrenciler bile hocalara bıçak gösteriyor: “Balıkesir’de, bir lise müdürü ile yardımcısı, bıçaklı saldırıya uğradı. M.G. (19), öğrencileri rahatsız ettiği için kendisini polise şikâyet ettikleri gerekçesiyle, Zühtü Özkardaşlar Lisesi Müdürü Muhsin Bostan ve Müdür Yardımcısı Ali Rıza Erşan’la, okul binasında tartışmaya başladı. Tartışmanın büyümesi üzerine, daha önce devamsızlık yaptığı için aynı okuldan atıldığı öğrenilen zanlı, Bostan ve Erşan’a bıçaklı saldırıda bulundu. Tartışmaya tanık olan diğer öğretmenler tarafından etkisiz hale getirilen zanlı, ihbar üzerine okula gelen polis ekiplerince gözaltına alındı.” (Radikal Gazetesi)

Okulların bu hale gelmesinin birçok sebebi var.

Örgütlülükten şuursuzluğa

Düzenin ‘darbesiyle’ denize düşen gençler, bilimselliğe sığmayan, faşizan bir eğitim anlayışıyla da karşılaşınca ‘yılana’ sarılmış bulunuyor. Bu yılan bize cunta rejiminden miras olsa gerek! Eğitim sistemi ve düzenin toplumda oluşturduğu baskı, bizi düşünmemeye zorluyor, hayatımızda boşluk oluşturuyor. Suyun boş olan yerleri doldurması gibi, bu boşluğu da yozlaşmışlık ve kayıtsızlık dolduruyor. Yalnız bu boşluk doğal değil, bize dayatılan yaşam gibi ‘suni’. Bu şartlarda gençler düzenin vahşetine, iğrençliğine direnemiyor. Bulunduğu düzenin çarkına çomak sokmayı aklından bile geçirmeyen genç yaşamlar, emeğinin, beyninin, hatta yaşamının çalınmasına sadece mezar sessizliğiyle karşılık verebiliyor. Düzene sessiz kalan gençler, öfkelerini, nefretlerini şiddetle yansıtıyorlar ve vahşet manzaraları oluşturan gençler, istatistiklere de böyle yansıyor: “Yılbaşından bu yana gerçekleşen öğrenci kavgalarında beş öğrenci yaşamını yitirdi, 60’ın üzerinde öğrenci yaralandı.” (NTV) Baskı-polis rejiminin dayatmacı uygulamaları kuşkusuz istendiği gibi şuursuz bir gençliği meydana getirdi. Bu şekilde insani özellikleri kaybet(tiril)miş genç bir yığın olan bizler, ülke genelindeki ekonomik çelişkilerin hızla büyümesiyle de şamar oğlanına dönüyoruz.


Gelecekten umudu kestik, ‘şimdi’ ise hiç yok!

Ü

lkede ‘azınlık bir kesim’ milyon dolarlarla pinpon oynarken asgari ücrete mahkûm edilmiş aileler ay sonunu getirmek için sekiz takla atıyor. Ülkenin neredeyse yüzde 80’i yoksulluk sınırının altında, yaklaşık 20 milyon insan günde 1 dolara çalışıyor, sömürü düzeni milyonlarca ailenin hayatını karartırken, ailelerin içine düştüğü

bu durumdan, gençlerin psikolojik olarak zarar görmemesi imkânsız. İçinde yaşadığımız sistem, her geçen gün bizi insanlığımızdan bir adım daha uzaklaştırıyor. Yoksulluk ve işsizlik her sene çığ gibi katlanıyor, insanlar göz göre göre hastalığa, açlığa ve ölüme terk ediliyor. Boğaz’daki yalılarında kasıla kasıla durumu seyreden cebi ve göbeği şişkin patronlar, biz gençlere sadece ‘gelecek kaygısı’ bahşediyor! Gelecek hakkında hiçbir güveni bulunmayan gençler, kaygılarının getirdiği stresle eziliyor, oluşan bunalım duygusu kendisini şiddetle, uyuşturucuyla ve her türlü yozlaşmayla dışa vuruyor.

Gençleri bunalıma sürükleyen işsizlik sorunu, kendisini “her 3 gençten birinin işsiz” olması gerçeğiyle ortaya koyuyor. Türkiye’de yaklaşık 10 milyon işsiz olduğu söyleniyor ve bunun yanında çalışmak istediği halde iş bulamayacağı korkusuyla iş aramayan ve dolayısıyla işsiz sayılmayan “tampon genç” sayısında ise korkunç bir patlama var: “2002 yılında her 100 genç işsize 13 iş bulmaktan umudunu kesmiş genç düşerken, 2006 yılında 83 genç düşmeye başladı. Mevsimlik çalışanlar da eklendiğinde bu sayı 95’e ulaştı”. (Radikal)

Her lise bir ‘Hırtlar Vadisi’ne dönüştü...

S

ermayenin tüm dünyada uyguladığı ‘uyutma’ politikasının temel dayanağını medya oluşturuyor. Halkın büyük bir kesimi yoksullukla mücadele etmeye çalışırken televizyonlarda, gazetelerde ‘Kim hangi son model arabayı aldı, kim hangi yalıda oturuyor, hangi ünlü hangi gece kulübüne takılıyor’ gibi fevkalade lüzumlu bilgiler yine yoksul halka dayatılıyor. Televizyonlardaki dizilerin hepsi sınıf atlama kurguları üzerine bina ediliyor. Bu çerçeveden en çok etkilenenler yine biz oluyoruz. Gençler hayatlarını ‘burjuva hayalleri’ üzerine kuruyor, halkının derdine duyarlı olması gereken ‘bilinç’ yerini umursamazlığa bırakıyor ve ’nasıl en zayıf, en yakışıklı, en güzel olurum’un derdini güdüyor. Öğrenciler arasında ‘zenginlik’ onur verici, ‘harika’ olarak

algılanırken, ‘yoksulluk’ aşağılayıcı bir unsur olarak tanımlanıyor. Kısacası bizler birer birer şuurumuzu kaybediyoruz. Kurulan hayallerin doğrultusunda ‘en kısa yolla nasıl çok param olur’un hesaplarını yapıyoruz ve okullarda gasp, hırsızlık, fuhuş bu hesaplar uğruna meşrulaşıyor.

Şiddette medya rolü

Gazetelerde vahşet içerikli olayları artık ‘birinci sayfa haberi’ olarak görüyoruz. Şiddet, gazetelerde tiraj malzemesi haline getirilmiş vaziyette. Bu vahşetin dile getirilişi televizyonlarda ise daha vahim bir hal alıyor ve ‘ne kadar kanlıysa o kadar reyting’ mantığı güdülüyor. Ayrıca televizyonda oynayan diziler şiddete, mafyalaşmaya meşru bir kılıf giydiriyor. Gençler, dizilerde oynayan karakterleri model olarak seçiyor ve onların yaptıklarına özeniyor.

‘Yavrukurtçuklar’ alemi...

F

aşistler okullarda terör estiriyor. Okul idareleri faşist örgütlenmelere açık açık göz yumuyor. Okul içindeki devrimci-demokrat öğrencilerin üzerinde yoğun bir baskı var. Bu baskı okul idaresi-faşist-polis elbirliği ile gerçekleştiriliyor. Faşistler elinde tespih, cebinde bıçak rahatça ortalarda dolanabiliyor. Bu topluluklara katılan öğrenciler ilkokullu, üniversiteli olsalar bile ‘ısırmayı, ulumayı, toplanıp avlanmayı’ öğrenerek kurt olma yolunda tecrübe kazanıyorlar. Bu tecrübesiz ‘yavrukurt’lar okullarda ocak tarafından seçilen reislerinin güdümünde öğrenci bıçaklıyor, haraç kesiyor ve devrimci-demokrat öğrencilere saldırıyor. Faşistler ileride ‘kurt’ olduklarında, grev yapan işçileri katletmek için şimdiden bol bol talim yapıyor. Okul idareleri yavrukurtlara aşırı müsamaha gösteriyor, birçok insanı bıçaklayan ‘öğrencinin’ öğretim hayatı bitmesi gerekirken, siyasi misyonundan dolayı başka bir ‘Vadi’ye gönderiliyor ve başka öğrencileri biçmesinin yolu açılıyor. Bunun ceza değil, bir geçiştirme uygulaması olduğunu yaşadıklarımız gayet açıkça ortaya koyuyor. Televizyonlarda mafyayı övücü yayınların yaygınlaşması, etrafta imitasyon mafya babalarının çoğalmasına neden oluyor. Okullarda, televizyondan gördüklerini örnek alan gençler ‘çetecikler’ oluşturuyor, başlarına reis bozuntuları seçerek adam pataklıyorlar. Ortaokuldan üniversiteye kadar öğrenci milleti tespih sallayıp ‘racon’ kesiyor, hatta kanlı canlı kavgalarda aslan kesiliyor. Bu mini ‘çakma mafya’ grupları ‘kurtlu vadiler’deki Polat ağabeylerinin yaptıklarından esinleniyor, 15–16 yaşındaki gençler Polat gibi giyinip, Polat gibi davranmaya çalışıyor. Bu işin bu boyuta gelmesinde bir numaralı suçlu medyadır. ‘ben kazandığım paraya bakarım gerisi beni alakadar etmez’ diyen medya patronları, geleceğin Polat Alemdar’ları kapılarına dayandığında bakalım ne yapacak?!

Son söz...

m

efe taner / alper akay

19


Ve artık müdür olduğunu anladığımız bıyıkları boyalı adam tekrardan sinirlenerek, “S.ktir git! Çık dışarı! Seninle mi uğraşacam bir de!” diye bağırarak kadını tekme tokat odadan dışarı çıkarıyor, duvardaki Türk büyükleri haşmetle olan-biteni izliyordu...

bir okul hikayesi m

ümit dertli

D

uvarlarında Alpaslan’dan Fatih’e bilumum ‘Türk Büyükleri’nin bulunduğu bir koridora açılan geniş ve kasvetli bir oda. İçeride sıralar üst üste konmuş, kapının hemen yanındaki bir sandalyede dizinden oluk oluk kan akan 910 yaşlarında bir çocuk oturuyor. Ayağının hemen altındaki kan gölüne bakan gözlerinde acı, korku, dehşet birbirine karışmış. Hemen yanında ürküp korktuğu besbelli, yanaklarına beş parmağın izi çıkmış aynı yaşlarda bir çocuk daha... Odada çocukların yanında 50 yaşlarında, saçlarını ve bıyıklarını simsiyah boyatmış, kenar mahallelerdeki ucuz pavyonların müdavimlerini andıran bir adam, hani evdeki karısının kolundaki bilezikleri zorla kolundan alıp kumarda, kadında yiyen kötü adamlar vardır ya, aynı o model. O da hem sinirli hem de biraz korkmuş, zira çocuğun yarası ağır, kan kaybediyor ama o, çocuğu hastaneye götürmek yerine yarasına sardığı masa örtüsü ve perdelerle kanamayı durdurmaya çalışıyor ve bir yandan da, “Lan niye rahat durmuyorsunuz, piçler!” diye böğürerek diğer çocuğu dövüyor. Kapıda birkaç boyacı işçisi olanları seyrediyor. O sırada 20 yaşlarında bir genç merdivenlerden hışımla çıkarak odanın kapısına geliyor ve içerideki adama, “Bana küfrettin, çabuk sözünü geri alacaksın” diye bağırıyor. Bağırtıyı duyan adam odadan çıkıyor ve ‘küfrettindi, yok etmedimdi’ üzerine bir horozlanma başlıyor aralarında. Bağırtılarla birlikte ortalık kalabalıklaşıyor, horozlananları ayırıyorlar, genç adam, “Bir daha çocuklara el kaldırdığını görürsem bu mahallede yaşatmam seni …” gibi bir tehdit savuruyor. Bunun üzerine başka iki genç, “Biz eğitimciyiz ulan senden mi öğreneceğiz çocuklara nasıl davranılacağını!” diyerek diğer genç adamın üstüne yürüyorlar. (Muhtemelen, pavyon müdavimi kılıklı amirlerine yalakalık ediyorlar.) Uzatmayalım, çevredekilerin de müdahalesiyle olay yatışıyor, genç adam dışarı çıkarılıyor. O sırada üst kattan inen 30’lu yaşlarda bir kadın odaya giriyor ve gördüğü manzara karşısında şaşırarak, “N’oldu müdür bey? Siz iyi misiniz? Bu çocuğa ne oldu?...” gibi sorular sormaya başlıyor ve artık müdür olduğunu anladığımız bıyıkları boyalı adam tekrardan sinirlenerek, “S.ktir git! Çık dışarı! Seninle mi uğraşacağım bir de!” diye bağırarak kadını tekme tokat odadan dışarı çıkarıyor. Kadın hiçbir şey olmamış gibi üst kata yollanarak işinin başına dönüyor. Duvarlardaki büyük ‘Türk

20

Büyükleri’ ise haşmetli edalarıyla olanları seyrediyor… Bu manzara, bir filmden ya da reality şovdan alınma değil. 2007 Ağustos’unda, İstanbul’un Gaziosmanpaşa’sında, öğrenci kaydettirmek üzere gittiğimiz bir ilköğretim okulunda bizzat tanık olduğumuz bir manzara. Baştan anlatalım...

Küfür, dayak gırla...

Her yıl olduğu gibi bu yıl da okullara kayıt dönemi geldiğinde bakanlık ve il müdürlükleri tarafından ardı ardına açıklamalar yapıldı: Kayıt parası ya da herhangi bir isim altında zorla bağış alınması kesinlikle yasaktı ve buna uymayan okul yöneticileri cezalandırılacaktı. Yine her yıl olduğu gibi kimse buna inanmadı ve çark alışılageldiği üzere döndü, kayıt için okula gelen veliler önce tahsildar kılıklı ‘eğitimci’lerin masalarına uğrayıp haraçlarını verdikten sonra kayıt masalarına ulaşabildiler. Bizim kulağımıza da ‘zorla bağış’ hikayeleri sıkça geliyordu ama yukarıda sözünü ettiğimiz okulla ilgili hikayeler ayrıca dikkatimizi çekiyordu. Bölgede yaşayan insanlardan duyduklarımıza göre, okulda derebeyliğini ilan etmiş bir müdür, zorla velilerden para topluyor, para veremeyecek durumdaki velileri angarya işler yapmaya zorluyor, hatta itiraz edenlere küfür ve hakaretlerde bulunuyor, zaman zaman velilere karşı fiziksel şiddete bile başvuruyordu. Öğrencilere yaptıklarını siz düşünün artık. Durumu araştırmaya karar verdik ve bu

araştırmada elde ettiğimiz sonuçlar bütün bu iddiaları destekler nitelikteydi. Müdür Bey’in uyuşturucu bağımlısı olduğundan, sırtını çok sağlam yerlere dayadığına kadar başka bir takım iddialarla da karşılaştık. İlköğretimi o okulda okumuş bir arkadaşımız, müdürden yediği dayakları anlattı, mahalle sakinlerinin zaman zaman aşağılamalara dayanamayıp müdüre attığı dayakları, hakkında açılan onca soruşturmadan dişe dokunur bir sonuç çıkmadığını, müdürün bölgedeki ‘psikopat’ tabir edilen tiplerle yoğun bir teşrik-i mesaisi olduğunu anlattılar diğerleri. Köpeksiz köyde değneksiz gezme hikayesiydi bütün iddiaların gelip dayandığı yer. Ağırlıkla Kürt emekçilerin yaşadığı, şehrin en yoksul mahallesinde, eğitimsiz, örgütsüz, hak arama bilincinden yoksun, devlet korkusuyla elleri kolları bağlanmış insanlara eziyet ediyordu müdür bey, devletin ona verdiği yetkiye ve o devletin gücünü arkasında hissetmenin rahatlığına dayanarak. Mahalleli mi? Onlar zaten ‘sözde vatandaş’, devlet düşmanı… ‘Artık bu kadarına da yuh!’ dedirten bu iddiaları araştırdığımız sırada mahallenin muhtarlığında rastlantı eseri bir kadın ve okul çağına gelmiş oğluyla karşılaştık. Kadın, çocuğunu okula kayıt için götürmüş fakat parası olmadığı için kaydı yaptıramamıştı ve hak arayacağı tek merci olarak bildiği muhtarlıkta çalışan personele derdini anlatıyordu. Hem kayıt için yardımcı olmak, hem de bahsettiğimiz iddiaları yerinde araştırmak için, kadın ve

oğluyla birlikte okula yollandık. Kayıt için gerekli bütün belgeler tamamdı, kendimizi çocuğun dayısı ve avukat olarak tanıttık ve işlemlerin yapıldığı odada sıraya girdik.

Bir yazar kasa eksik

Kayda gelenler, önce, başında müdür yardımcısı ve muhtemelen Koruma Derneği yetkilisi bir kadının oturduğu ve üzerinde sadece listelerle makbuz koçanlarının bulunduğu masada ödeme yapıyor, sonra diğer işlemlerini hallediyorlardı. Sıra bize geldiğinde, tahsilat masasının üstüne elimizdeki belgeleri bırakıp kaydın yapılmasını istedik. Müdür yardımcısı şaşırmış bir ifadeyle kendilerinin para topladıklarını, oradan alınacak makbuzla diğer masada işlem yapılabileceğini söyledi. Ödeme yapmayacağımızı, bakanlığın bu konuda çok net açıklamaları olduğunu, zorla bağışın yasadışı olduğunu, bir anayasa suçu işlediklerini ve bu yanlıştan vazgeçerek işlemleri yapmalarını istedik. Aynı bakanlığın kendilerine de para toplamaları yönünde gizli talimatlar verdiğini, ‘toplayamıyorsanız çekin gidin’ denildiğini, para almadan kayıt yaptırabilmemizin tek yolunun, velinin öğretim döneminde okuldaki çeşitli işlerde ücretsiz çalışma taahhüdünde bulunması olduğunu söyledi. Angarya çalışmanın yasa dışı olduğunu, böyle bir hakları da olmadığını söyleyerek işlemlerin yapılmasını, ya da yapılmıyorsa neden yapılmadığına dair resmi bir


yazı istediğimizi belirttik. Bunu da yapmıyorsa noter çağırarak durumu tespit ettireceğimizi ve hukuki süreç başlatacağımızı söyledik. Tüm bu konuşma ve atışmaları orada bulunan diğer velilerin de dinliyor olmasından ve başlayan kıpırdanmadan bir hayli rahatsız olan müdür yardımcısı, bizi müdüre yönlendirdi. Biz müdürle görüşmek üzere odadan çıkarken, orada bulunan diğer veliler de iyiden iyiye seslerini yükseltmişlerdi. Onlara da kesinlikle ödeme yapmamalarını, idarenin böyle bir yetkisi olmadığını tekrar söyledik. Oradan çıkıp müdürün yanına gittiğimizde de yazının başında anlatmaya çalıştığımız manzarayla karşılaştık. Bu arada, müdürün tekme tokat dışarı attığı kadın, az önce üst katta tahsilat masasında oturan Koruma Derneği yetkilisiydi ve muhtemelen bizden kaynaklanan sorunu rapor etmek üzere gelmişti peşimizden. Ortalık biraz durulduktan sonra müdürle de görüştük ve aynı şeyleri söyledik. Müdür de o günlük o kadar aksiyonun yeterli olduğunu ve bir de bizimle tartışıp tansiyonunu yükseltmemesi gerektiğini düşünmüş olacak ki işlemlerin yapılması talimatını verdi. İşimizi hallettik ve çıktık. Meselenin hikaye kısmı bundan ibaret, ama bu kıssadan birkaç hisse çıkarmadan olmaz.

Kıssadan hisseler

Buradan çıkaracağımız ilk ve en önemli ‘hisse’ şudur: Memlekette eğitim sistemi ilkokulundan üniversitesine kadar bütün kurumlarıyla çökmüştür, çökertilmiştir, iflas etmiştir. Okullar olmasaydı, maarifi çok iyi idare edebilecek zihniyet galip gelmiştir. Temel kamusal hak olan eğitim bir piyasa malına dönüştürülmüş, öğrenciler müşteri, öğretmenler tezgahtar haline getirilmiş, bilgi mal olmuştur. Devlet okullarındaki ödeneksizlik, haraç uygulamaları, maddi imkansızlıklar gibi sorunlarla her yıl mantar gibi çoğalan özel okullar arasındaki nedensel bağlantıyı göremeyen kördür artık. Parasızlıktan dolayı okula gidemeyen her öğrenci, maddi imkansızlıklar içinde eğitim vermeye çalışan her devlet okulu, veli ile karşı karşıya getirilen her öğretmen aslında sermayenin iştahını kabartan bu yeni sektörün, eğitim sektörünün önüne yeni ufuklar açıyor. Bugün karşılaştığımız sonuçlar çok genel olarak eğitimin piyasalaştırılması, neoliberalizm ve özelleştirmenin doğrudan sonuçlarıdır. Devlet, toplanan vergilerle finanse edilmesi gereken eğitim sistemini gözden çıkarmış, ‘eğitim sektörü’ne yatırım yapacak kapitalistlere vergi indirimi, teşvikler, ucuz krediler gibi işlerle uğraşıyor artık. Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı kesermiş ya, burada da kâr getirmeyen bir kurum tasfiye ediliyor. Devlet okullarının tasfiyesi ve eğitimin tamamen sermayenin insafına terk edilmesiyle de maarifi iyi idare eder hale gelecekler. İkincisi, eğitimin özelleştirilip piyasalaştırılması süreci esas olarak mevcut devlet okullarının ve buralarda çalışan eğitimcilerin hedef tahtasına konması

üzerinden gelişiyor. Eğitimin satılması, devlet okullarındaki personelin ve hizmetin kalitesizliği üzerinde meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Öğretmenler sefalet ücretlerine mahkum ediliyor, okulların temizlik, yakıt gibi en temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar bile ödenek verilmiyor, okullar kaderlerine terk edilerek başlarının çaresine bakmaları isteniyor, böylelikle de aslında aynı taraa yer alması gereken öğrenci ve eğitimciler karşı karşıya getiriliyor. Bakan efendi her öğretim yılı başında pişkin pişkin açıklamalarla, “Zorla para toplamak yasak,” derken okul idarelerine de, “Kendi yağınızda kavrulun, bizden para mara istemeyin,” minvalli gizli talimatlar yolluyor. Ve plan tıkır tıkır işliyor: Öğrenci, veli ve eğitimciler birbiriyle didişirken, yukarıda, devlet katlarında eğitim, sermayenin sofrasına sunuluyor uşak kılıklı ve uşak ruhlu politikacılar tarafından. Ve son olarak da meselenin gerek kısa vadeli pratik çözümlerinin gerekse de köklü bir çözümün üzerinde durmak gerekiyor. Bizce toplumsal yaşamın her alanını hedef alan neoliberal saldırılar püskürtülmeden, özelleştirme uygulamaları durdurulup özel okullar kamulaştırılmadan, dershaneler kapatılmadan, IMF reçeteleri çöpe atılıp eğitime yeterli bütçe ayrılmadan, eğitimcilere insanca yaşanacak bir ücret verilmeden ve nihayet eğitim tam anlamıyla ücretsiz bir kamu hizmeti haline getirilmeden sorunun kökten çözümü mümkün değildir. Tabii bu da, daha kapsamlı ve genel bir emekçi programının parçası olarak ve kapitalizm karşıtı bir emekçi hareketinin zaferiyle sağlanabilecek bir sonuçtur. Yani sorun emperyalist kapitalizmin emekçilere saldırısının bir veçhesi olduğu gibi çözüm de emekçilerin kapitalizme karşı topyekûn mücadelesiyle mümkün olabilir. Ancak bunu söylerken, eğitim sisteminin sorunlarının çözümünü toplumsal bir devrime havale ederek, “Bugünden yarına yapılacak bir şey yoktur,” da demiyoruz kuşkusuz. Meselenin, emekçilerin gündelik hayatlarına yansıyan taraflarına karşı da yapılması gereken birçok şey var. Bir kere, bu gündelik pratik sorunların kısa vadeli çözümleri için girişilecek çabalar eğer doğru yönlendirilirse işçi ve emekçilerin politik örgütlenmeleri yönünde önemli adımlara dönüşebilir, nihai çözüm yolunda büyük katkılar yapabilir. Burada öncelikle, eğitim hizmetini alan işçi, emekçi ve yoksulların birlikte hareket edebilmesinin altyapısının yaratılması ve sonra da mutlaka eğitim emekçilerinin örgütlenmeleriyle irtibata geçerek onlarla aynı saa yer almalarıdır. Bu birliktelik sağlandıktan sonra, örneğin zorla ‘bağış’ toplama meselesine çok etkin bir müdahale yapılabileceği gibi eğitim sorunlarının kökten çözümü yolunda önemli mesafeler de alınabilir. Aslında mesele çok basit, neyi tartışsak aynı noktaya geliyoruz: Sermayenin saldırılarına karşı işçi ve emekçilerin birleşik örgütlü mücadelesi… Mesele bu…

ABD’de yaşayan ünlü Türk kalp uzmanı Prof. Dr. Mehmet Öz, bu diyeti duysa yamulur kalır, hatta cevizler ağzından düşerdi!

-

ögrenci diyeti Medya ‘günün anlam ve önemine binaen’ saçma diyet dizilerini adet edindi ya, sanki cüzdanımız ve midemiz birmiş gibi ABD’den de reçeteler yazılıyor artık. ABD’de çok matrak bir doktorumuz var, Prof. Dr. Mehmet Öz!.. Ben ne zaman bu Tarzan’ın ABD şubesi kılıklı adamı televizyonda görsem iki lafından biri, “Funduk yeyin!” oluyor. Şimdi bir gazetenin, ‘Öz perşembe günleri ne yapıyor?’ haberinde gördüm ki, hayli değişmeler var. Fındığın ucuzladığını mı görmüş ne, artık, “Cevüz yeyün!” diyor. Prof. Dr. Mehmet Öz’ü herkes çok seviyor... Sevgili doktoru ne kadar merak ediyorum bilemezsiniz. Perşembe sabahları saat 05:45’te kalkıyor, evinden işine de yürüyerek gidiyormuş. Acaba iş yeri karşı kaldırımda mıdır? Bak doktor, o çok inandığın fındığa yemin veriyorum, senin dünyadan haberin yok be kardeşim. Okulda dersler saat 9.00 da başlıyor. 07:00’de kalkıyorum, şanslıysam otobüsü en az on beş dakika bekleyip yakalıyorum, tabii binebilirsem. Ağız-bağız dolu, herkes Mehmet Öz ün önerisini dinlemiş, erkenden ayakta tabii. Bir aradan sıvışıp içeri sıkıştık diyelim, adamın biri ayağımı ezer, şoför oradan bağırır, başka biri kadına sürtünmüştür, ondan dayak yer. Bağırış-çağırış derken kendimi zor atarım 13 numaralı otobüsten Ataşehir’e. Daha dur doktor, hele ne oldu? Oradan senin önerini dinleyerek yürümeye başlıyorum -dinlemesem de otobüs yok bizim okulun o tarafa- ta tepeye 50 dakika yürüdükten sonra varıyorum okulun önüne. Tüm gücümü yola harcadığımdan asabiyet çöküyor üstüme doktor. Senin önerilerinden biri geliyor aklıma: “Öfkenizi kontrol altına almak için, nefes alın, dudaklarınızı yalayın, yutkunun ve ‘OM’ diyerek yavaşça nefesinizi bırakın, serin havanın dudaklarınızda dolaşmasına izin verin.” Hemen deniyorum doktor önerini, okulun önünde; “ommmmm!” Yalıyorum yutkunuyorum. Birden bana yaptırdığın bu erotik madrabazlığın komikliğinden kahkahayı patlatıyorum. Ne sinir kaldı, ne stres. Bu önerin işe yaradı bak…

Akşam tabldotu

Tuzu kuru cerrahımız, yemekte tuz kullanmıyor. Perşembe akşamları ıspanaklı yumurta yiyor. Ayrıca salatada taze ıspanak ve haftada bir-iki fincan taze sıkılmış ıspanak suyu içmemizi de öneriyor. “Kalbe ve sidik torbasına yararlıdır.” Bu sefer seninle anlaşamıyoruz doktor. Akşam onca yolu geri döndükten sonra, elimde bir sürü ödev, faturalar beni beklerken, nereden bulabilirim taze ıspanağı, hele bir de suyunu iç deyip durun, bu şeyin suyunu nasıl çıkarıyorlar, anlamadım ki! Sana bir şey deyim mi? Sen hiç makarna yedin mi? Ha, ben her akşam onu yiyorum. Nasıl, makarnanın bir faydası yok mu? Çok cahilsin doktor. Onun faydasını ben sana söyleyeyim. Makarna karnı tok tutar sevgili doktor… Mehmet Öz haftada bir akşam bir kadeh şarap ya da kara üzüm suyu içiyor. Akşam yenilecek bir salkım kara üzüm ya da bir bardak üzüm suyu -taze sıkılmışvücudu ve beyin hücrelerini zindeleştiriyor. Bunu da söyledin ya, ABD’lilerin ilk defa beyaz yerine siyah bir şeyi tercih ettiklerini senden duyuyorum. Ayrıca, bu gece fantezin bana biraz üçkâğıt gibi geliyor. Doktor akşam kafayı çekeceksin, bunu da sağlığa yararlı diye kamufle ediyorsun ya, ne adamsın be… Doktor, senin gibi adamları nereden bulup başımıza taç ederiz anlamam. Millet açlıktan ölüyor, 10 küsur saat çalışan işçiler, aktarma yapacak diye otobüsten otobüse koşan öğrencilerle dolu bir memlekette sen hâlâ, ılık suda bekletilmiş ceviz yeyin deyip duruyorsun. Bizim mideler bu kadar şeye alışık değildir; onca haltı yiyecek olsak, vücut tuhaf bir şeyler oluyor diye iflas eder. Neyse doktor, sen Türkiye’ye geldiğinde bana uğra, seni bir kontrole götüreyim devlet hastanesine, belki sırada beklemekten dizlerin daha kuvvetlenir, ha?

m

gökhan toptas.

21


veresiyemiz yoktur m

Kurşun atıyoruz meteliğe...

Öğrenciyiz, cebimiz delik. Kurşun üstüne kurşun atıyoruz meteliğe!..” Evet, tahmin edileceği üzere bir üniversite öğrencisine ait bu sözler. Her biri bir şirkete dönmüş olan yurdum üniversitelerinin zorunlu müşterileri olarak bu soygun düzeninde meteliğe kurşun atan milyonlarca öğrencinin durumunu ifade eden yalın laflar. Paralı eğitim zulmünün ceremesini çeken milyonlarca modern köleden sadece biri bu sözün sahibi. Öğrencilerin ve ailelerinin bugün aç, sefil ve bedbaht olmasının baş müsebbibi olan bu zulüm, ülkemizin üstüne bir karabasan gibi çöken 12 Eylül darbesine kadar gidiyor. Darbeci generallerin ayak sesleri ile birlikte gelen bu soygun düzeninin gelişimine bir göz atalım… Postallarla gelen 12 Eylül darbesi ekonomik, sosyal ve siyasal alanlarda büyük dönüşümlere yol açtı. Kapitalizmin saldırılarının başarısı için olmazsa olmaz kabul edilen hukuki ve siyasi zemini yaratan 12 Eylül darbesi, çeşitli alanlarda ‘sosyal devlet’ anlayışına uygun olarak gerçekleşmiş kimi cılız kazanımlara dahi tahammül edemedi. Neoliberal saldırıların eğitim alanındaki uzantıları açısından, YÖK’ün kuruluşundan itibaren başlayan uygulamalar önemli bir adım teşkil etti. Bu uygulamalar, 12 Eylül’ün temel dayanağı olan sıkıyönetim kararlarıyla bütünleşti. Üniversitelerdeki görevlerine son verilen birçok öğretim üyesinin durumu dikkate alınmadan, üniversitelerin bugün içine düşürüldüğü durumu tam anlamıyla kavramak mümkün değil. 12 Eylül’le birlikte binlerce

22

ali ersin kelleci

Ver Fethullah’a, okutsun... öğretim görevlisinin görevine, 1402 sayılı sıkıyönetim yasasına dayanılarak son verildi. Bütün bunların amacı; bağımsız olmaktan uzak, kendi iradesi ile karar verme yetisinden bihaber ve özgür düşünceyi tetikleme noktasında beceriksiz ‘aydın’ tipi yaratmak şeklinde gösterilebilir. 12 Eylül’ün mimarı Kenan Evren’e akademik bir unvan verilmesi sırasında ortaya çıkan görüntüler bu durumu çok iyi açıklıyordu mesela. YÖK’ün mimarı Prof. Dr. İhsan Doğramacı, bir amigo edası ile ayağa kalkmış, ne zaman alkışlı tempo tutulacağını ve ne yapılacağını el kol hareketleri ile gösteriyordu salonda bulunanlara. Eğitimdeki özelleştirmeler aynı seremoni havasında baş döndürücü bir hızla yaşandı. Üniversitelerin, piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda şekillendi. Terim anlamı ile evrensel bir eğitim kurumu olan üniversiteler, bilgi ve bilim üretmeyen, insanlığın gelişimi noktasında itici güç olamayan, sadece ve sadece küresel ekonomik saldırıların da etkisi ile sermayeye yedek güç olan birer ‘ticarethane’ye döndürüldü. Öğrencilerin müşterileştirildi. Eğitimin halk yararına, insanlığın gelişimi için yapılması ilkesi hiçbir zaman uygulanmadı ülkemizde. Her zaman paralı olan eğitim, üstüne bir de pahalı hale getirilince, bugün kapısında 2 milyona yakın öğrencinin beklediği üniversitelerin kapıları yoksul, emekçi çocuklarına kapatıldı.

K

amu üniversitelerinin devlet üstünde büyük bir yük olduğu 12 Eylül’den sonraki tüm siyasi iktidarlar tarafından söylenegeldi. Özel üniversitelerin önünü açmak için söylenen bu yalan, üniversitelerin sermaye şirketlerine göbekten bağlı bir ‘eğitim şirketi’ haline gelmesine sebep oldu ve 12 Eylül sonrası mantar gibi biten özel üniversiteler bu sürecin önünün açılmasına önderlik etti. Burada bir noktaya dikkat etmek gerekir. Üniversiteleri kendine yük olarak gören devlet; hortumcuları, batık bankacıları ve onların reis-i cumhur sıfatındaki hamilerini yeteri kadar şiş göbeğinde taşımış, o göbek haddinden fazla semirmiş ama her ne hikmetse diyet borcu yine yoksullara, yine emekçilere ödetilmiştir. Göbeğin kaymaklı tarafı egemenlere, yağlı tarafı ise baldırı çıplaklara layık görülmüştür! Peki bu sürece nasıl gelindi? ‘Eğitim’ adı altındaki kapitalist vurgunun koptuğu yer neresiydi ve ne oldu?

1980 cuntası eğitim ve öğretim için ‘kaynak yok’ diyerek kampanyalar düzenledi. Bu şekilde özel okulların önü açıldı. Bu esnada 1983 yılında yasayla kapatılma kararı alınan özel dershanelerin çalışmaları, özelleştirmenin fikir babası, yağma ve talanın bir numaralı ismi Özal tarafından çıkarılan yasayla serbest bırakıldı. Asıl kaymak bundan sonra yendi! Beşinci Beş Yıllık Plan’la özel okullar ve dershanelerin desteklenmesi benimsendi. Bu arada gittikçe çoğalan cemaat okulları da gündeme oturdu. Parasız arsa ve karşılıksız krediler verildi. Fethullah Gülen imparatorluğunun önü bu sayede açılmış oldu. Şimdi ülkenin dört bir yanına yayılan cemaat evleri, cemaat dershaneleri varlığını ve geleceğini yağma ve talan düzeninin efendilerine borçludur. ABD’den icazetli efendilerinin rehberliğinde yoğun BOP patentli ideolojik kuşatma bu dershanelere ve evlere taşınmış, bir nevi ‘modern İslam üsleri’ kurulmuştur!..


Doğramacı’nın doğrama sanatı...

N

eyse, biz rakamsal verilerimize kaldığımız yerden devam edelim... 1990’da TÜSİAD özel okulların daha çok desteklenmesini istedi ve büyük holdingler bunun üzerine, ilkokuldan üniversite son sınıfa kadar bütün öğretim dönemlerini kapsayan eğitim kompleksleri kurmaya başladı. Bugün ilköğretimde yüzde 4, üniversite düzeyinde yüzde 6 özelleştirme gerçekleştirilmiştir. Bu dönemin üniversite ve yüksek öğrenim anlayışının temel unsurlarının belirlenmesinde baş rolü oynamış olan Prof. Doğramacı, 19 Şubat 1992’de televizyondaki bir açık oturumda, “Parası olanla olmayanı bir tutarak sosyal adalet olmaz” demişti. Düz hesaptan emekçileri, ülkenin çoğunluğu olan yoksulları, adına

yakışır biçimde doğramıştı! Bu anlayış, yüksek öğrenimi varlıklıların ayrıcalığında bir alan haline getirmekten rahatsızlık duymayan liberal felsefenin özüyle tam anlamıyla örtüşüyor. Bu anlayış, bu ülkede sosyal adaletin de, eğitimin de, sağlığın da ancak bir avuç zenginin lüksü olduğunu savunuyor! Bu anlayış, zengini seven Özal ile cüzdanı şişkin olana ‘sosyal adalet’ bahşeden Doğramacıların düzeninin tipik yansımasıdır! Piyasa mantığı işlemektedir bu saatten sonra ve yukarıda görüldüğü üzere, Doğramacı’nın sarf ettiği sözler de bunun en somut göstergesidir. ‘Elit’ bir üniversite, halk çocuklarına kapatılmış kapılar, paralı eğitimin en tabii sonuçları arasında sayılmalıdır.

Öğrenciler icraya verilmeye başladı...

Hizmet alan karşılığını öder” mantığı, kamusal eğitimin içinin boşaltıldığını bir kez daha tasdikliyor. Kapitalizmin temel söylemlerinden biri olan ‘hiçbir şey karşılıksız değildir’ ilkesi, karşılığını ödeyemeyecek olanların en temel insan haklarına dahi sahip olamayacakları bir sistemi öngörüyor. Bu sistemde bireyler paraları oranında ‘insan’ sayılıyor. Eğitim maliyetlerinin hizmetten yararlananca karşılanması toplumun büyük bölümünü eğitim süreçlerinden dışlıyor. Bir diğer taraftan, kamusal yükseköğretimin devletin üzerinde yük olduğu ve devletin bunu karşılayacak kaynağa sahip olmadığı argümanı tamamen palavradır! Kamu kaynakları yolsuzluklarla talan edilirken, IMF’ye borç faizi olarak giderken, patron partilerine seçim öncesi dağıtılan para 500 milyon ytl’yi bulmuşken, “Kaynak yok!” zırvasına ancak meralardaki sığırlar inanır. Kaldı ki, sahtekar sermaye ve devlet temsilcileri bu palavraları atarken, özel üniversite bütçelerinin yüzde 48’inin devlet tarafından karşılandığından hiç söz etmiyorlar!.. Öğrencilerin belindeki kambur olan harçlara gelelim… YÖK’ün 3 Temmuz 2006 tarihinde

yayımladığı ‘Yükseköğretim Stratejisi’ taslağında, “Öğrencilerden alınan cari hizmet katkı payını veya daha doğru bir kavramla öğrenciden alınan harç miktarında bu yükseköğretim kurumlarına Bakanlar Kurulunca belirlenen harç miktarının örneğin, üç-dört katına kadar arttırma yetkisinin verilmesi düşünülebilir,” deniyor. Bugün kamu üniversitelerinde harç miktarları 200 YTL’den 1200 YTL’ye kadar değişiyor; işin içine ikinci öğretim dahil edildiğinde ise bu rakam 4 bin 600 YTL’ye kadar çıkıyor. Bu durum şunu gösteriyor ki, eğitim hizmeti ancak bedelini ödeyenin alabileceği metalaşmış bir hizmettir ve sadece küçük bir azınlığın hakkıdır. Öğrencilere verilen öğrenim ve harç kredileri örnek gösterilerek bir sosyal devlet yanılsaması yaratılmaya çalışılıyor. Oysa ki bu uygulama pratikte, yüksek öğrenim hayatına adım atmış gençleri daha ilk günden borç batağına çekmenin ötesinde bir anlam ifade etmiyor. Bu şekilde borçlandırılan yüz binlerce öğrenci, mezun olduktan sonra milyarlarca liralık borç ile karşılaşıyor. Geçtiğimiz yıl ödenmeyen kredi borçlarının tahsili için 255 bin 390 öğrenci devlet tarafından icraya verilmişti.

Çuvalla para dershaneye gidiyor...

P

aralı eğitimin başka unsurlarından biri ise, dershaneler gerçeği… Eğitim sisteminde yaşanan çürüme ve tıkanma sonucu, özellikle ortaöğretimdeki büyük eksikliklerle birlikte, öğrenciler liselerdeki açıklarını milyarlarca lira verdikleri özel dershaneler aracılığıyla kapatmaya çalışıyor. Bugün, öğrencilere ve ailelerine ‘resmi’ olarak kanıksatılan ve üniversiteye giriş için olmazsa olmaz kabul edilen dershane sektöründe, yaklaşık olarak 10 milyar dolarlık bir para dönüyor. Dershane ücretleri, 3 bin YTL ile 10 bin YTL arasında değişiyor. Türkiye’de dershane sayısı 1974’te 174’ken, bugün 5 bini buldu. Dershaneye giden öğrenci sayısı da her yıl giderek artıyor. 2006-2007 öğretim yılında 950 bin 928 olarak kayıtlara

geçti bu rakam. Yaklaşık 1 milyon öğrenci anlayacağınız. İnanılması güç ama öyle. Dershane sektöründe çalışan öğretmen sayısı da giderek artıyor: 52 bin 700. Bu öğretmenlerin çoğu, ağır ders yükü altında, ucuza çalıştırılıyor; dershane pastasının kaymağı patronlara kalıyor. Yapılan araştırmalarda, öğrencilerin yüzde 72.8’inin dershaneye gittiği ve yüzde 17.5’inin ise hem dershaneye gittiği, hem de özel ders aldığı ortaya çıkarıldı. Esas olan, bugün eğitim kurumlarını kendi kıskacına alan sermayenin ihtiyaçlarıdır. Parasız eğitim, gerçekten bilim ve bilgi üreten eğitim sistemi bu düzende mümkün değildir. Öğrencilerin ve ailelerinin cebine giren el, sermayenin elidir ve o el kırılmadıkça cep her zaman delik kalacaktır!

fransa’da ikinci raund 2006’da hükümete sokakları dar eden Fransız öğrencileri, yeni bir saldırı dalgasıyla karşı karşıya kalacak...

F

ransa’da UMP’nin (Halkın Birliği Partisi) cumhurbaşkanlığı seçimlerinde elde ettiği ‘zafer’ sayesinde , MEDEF’in (Fransız Girişimciler Hareketi) desteğini arkasına alan Sarkozy, işçilerin ellerindeki son kazanımları da baltalayarak Fransız burjuvazisini Avrupa ve dünya arenasında yukarı taşımak istiyor. Sarkozy-Fillon hükümeti, burjuvazinin kaliteli emeği düşük ücretle sömürme arzusunu, hazırladıkları reform takvimiyle hayata geçirmek istiyor. Reformların en temel ayağını ise üniversitelerin ‘özerkliği’ oluşturuyor. ‘Bologna süreci’nin (yüksek öğrenimi özelleştirme anlaşmaları) altyapısını oluşturduğu Lang ECTS/LMD (Avrupa Kredi Transfer Sistemi) Reformu, 2003’ten beri üniversiteleri, ders programlarını iş piyasasıyla uyumlu hale getirmeye ve öğrenci seçimlerini kapitalist ekonominin ihtiyaçlarına göre yapmaya zorluyor. Devletin maddi desteğini çekmesi sonucu üniversiteler özel finansman aramaya başladı. Üniversitelerin özerkliği yalanı ise özelleştirmenin önünü açmaktan başka bir şeyi amaçlamıyor. 2006’da yürürlüğe giren anlaşma ile üniversitelerin ekonomik olarak kendi başlarının çaresine bakmaları, özel laboratuarlara ve şirketlere bağımlı hale gelmeleri; kısaca öğretim ve araştırmanın piyasa mantığıyla yürütülmesi planlanıyor. Devletin, yerel yönetimlerin ve büyük firmaların finanse ettiği birkaç nitelikli eğitim kurumunun dışında, ders programlarının, gençleri iş dünyasına atılmaya hazırladığı, stajların neredeyse bütün

hayata yayıldığı ve diplomanın ne statü ne de patron karşısında kazanım sağlamadığı görülüyor. Hükümet üniversitelerarası rekabeti resmileştirerek üniversiteleri; rektörün, yerel yöneticilerin ve patronların tek söz sahibi olduğu birer sermaye şirketine dönüştürüyor. Sarkozy ise, öğrenci ve işçilerin, 2006‘da CPE (İlk İşe Alım Sözleşmesi) yasasını durdurup kısmi zafer elde etmesinden ve Chirac’ı yenilgiye uğratmasından ders almaya çalışıyor. Hükümetin hazırladığı reform tasarısının özeti ise şöyle: - Çalışanlar, aldıkları ücretleri kendilerini geliştirmek adı altında piyasanın gerektirdiği yeni eğitimlere harcamak zorunda kalacak, - Üniversite öğrencisinin diploma sayesinde kendini patronlara karşı koruyabilmesi bir yana, mezun olduğunda daha iyi sömürülebilir vasıflar edinmesi sağlanacak ve ancak kısa süreli sözleşmeler yapabilecek, - Öğrenci, emeğinin vergiden muaf tutulması sonucu daha az ücret için daha çok çalışacak. Bu önlem stajlar aracılığıyla da üniversiteleri şirketlere daha çok bağımlılaştıracak ve öğrenim burslarının ortadan kalkmasının önünü açacak, - Sadece ‘hak edenler’, yani ‘inekleyip’ iyi kötü okumakta başarılı olanlar ya da tabii ki ‘babalarının oğulları’ okuyabilecek. Bireyleştirme, aşırı sömürü ve özelleştirme… Sarkozy’nin Reagan’ı bile utancından kızartacak neomuhafazakar politik programının özeti… www.litci.org Çeviri: İnan Ayrıbaş

23


-

para varsa, saglık yoktur... Bir memlekette kapitalizmin her yanı sarıp sarmalaması için ne kadar uğraş gerekir? Aklınıza gelen her türlü pazarlamayı, satışı yapmak kaç senenizi alır? Pijamayla dahi bir şeyler satabilir hale gelmek nasıl bir gözü dönmüşlüktür? m

cengiz yolcu

O

n yıllardır ‘sosyal devlet’ olma iddiasıyla maruf hükümetlerimiz en temel insan haklarının; eğitim, sağlık ve yaşam haklarımızın hangisini bizlere bedelsiz sunmaya niyetlendi de ‘sosyal’ olmaya hak kazandı acaba? Fırsat eşitliği bir yana, söz konusu haklardan eksiksiz yararlanabilmek hangi zamanda mümkün olabildi ki? Yaşama hakkı desek, şairin de dediği gibi ‘hava bedava, acı su bedava’, esirliğimiz de bedava olarak yaşıyoruz. Eğitim mi? Söylemeye ne hacet; anasınıfından ‘ünüversite’* diplomasına kadar otuz iki kısım tekmili birden, paralı, bol bol sınavlı, stresli, imkân eşitliğini pek sevmeyen, sık sık da ‘sıfırcı’ üreten nev-i şahsına münhasır sistemimizin hali böyle. Sırada vazgeçil(e)mez olduğu yasalarla da güvenceleşmiş sağlık hakkımız var. Yıllar yılı kör topal yürümeye çalışan sağlık sistemimiz de ‘müthiş’ bir yeni projeyle topu atma eşiğine geldi, hayırlı olsun! Genel Sağlık Sigortası (GSS) nam yeni sistem, getirdiği akıbeti şüpheli diğer uygulamalar (aile hekimliği vb.) yanında, üniversitelerin mediko hizmetlerini sona erdirerek milyonlarca üniversite öğrencisini sağlıksız bırakmak yolunda taptaze hizmetler sunuyor. Anayasa Mahkemesi’nin bazı maddelerini değiştirmesi nedeniyle bir sene gecikmeli olarak 1 Ocak 2008 itibarıyla, üniversitelerin ‘imkânlar dâhilinde’ öğrencilerine sağlık hizmeti sunduğu medikolar kapatılıyor.

Dünya Bankası ve IMF tarafından şiddetle tavsiye edilen yeni model, ‘American style’ bir sağlık anlayışı öngörüyor. Topluma ‘aile hekimliği’ uygulaması dayatılarak, herkese parası oranında sağlık hizmeti sunulacak; yıllık olarak ödenecek sağlık harçları, söz konusu hakka kayıtsız şartsız sahip olması gereken insanların büyük sıkıntılar yaşamasına sebep olacak. Halka ücretsiz olduğu propagandası yapılan yeni sistemin her basamağında ödenmesi gereken bedeller mevcut. ‘Katkı payı’ adı altında belirlenen ücretler, her türlü ayakta muayene ya da diş muayenesini de kapsıyor. Söylemeden geçmeyelim, yeni sistemin getirdiği kotalara göre sigortanız her tedavi ve ilacı karşılayamıyor.

Elimizdeki de gidiyor

Hepimizi ilgilendiren genel bir izahtan sonra, biraz da özelimize inelim. Elimizden alınan medikolarımızdan bahsedelim. Az evvel de vurguladığım gibi üniversitelerin mediko servisleri belki mükemmel hizmet verilen yerler değil (her türlü hastalığa aynı ilacı yazabilme bonkörlüğüne sahipler), ancak en azından başka bir hastaneye sevk imkânı sağlanabiliyor. Bu durumda memleketteki her şey gibi sağlığımızın da piyasaya teslim edilmesine karşı, hiç olmazsa, temel hakkımızda eşitlik için bu sisteme karşı çıkmak gerekiyor. Şunu da unutmayalım, üniversitelerin mediko servisleri YÖK yasasınca kurulmuş ve

bizlerden toplanan har(a)çların karşılığı olarak tasarlanmıştı. Bu durumda hem elimizden sağlığımızı çekip alırlarken hem de hâlâ har(a)ç toplamaya devam edecekler. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu beyler? Acaba hükümetimiz bize böyle bir güzelliği uygun görürken, üniversite hazırlık aşamasında milyarlarca, affedersiniz binlerce YTL’yi dersanelere, özel derslere çuvalla ödeyenler, hastalanınca kendi başlarının da çaresine bakarlar diye mi düşündüler?

Ceketimi satarım...

Ama kusura bakılmasın. Kazın ayağı hiç de öyle değil, bizleri bin bir zorlukla ‘okuyup adam olalım’ diye üniversite kapılarına yollayan ailelerimizin her biri şahane, elverişli imkânlara sahip değil. Demek ki, hükümetimiz, ceketimi satar evladımı okuturum diye çırpınan ana-babalardan bihaber ya da seçimde ‘milletin adam’ı oldukları propagandasını yapmaktan gerçeği unutmuşlar. Zaten gazetelerde sırıtan milletin adamlarından

her biri adım adım piyasa şartlarına kurban etmediler mi memleketi? Bu ülkede binlerce üniversite öğrencisi eğitimine devam edebilmek için bir işte çalışmaya mecbur durumda. Har(a)cını karşılayabilmek uğruna yaz tatillerini çalışarak geçirmek zorunda. Sebebi ise çok açık, hepimiz de yakından biliyoruz. Bu öğrencilerin, yalnız dar-ül-harp’te, ecnebi memleketlerinde değil, doğdukları topraklarda dahi kendilerini okutacak sponsor yakınları yok, hastalandıklarında değil kaplıca oteli kapatacak, acil durumda özel hastanelerden medet umacak durumdan yoksunlar. Tüm bunlar, bazılarına yoksul edebiyatı olarak görünebilir, ancak gerçek budur. Sadakadan yarar uman hale dönüştürülen toplumumuzda, ‘şakird’ değil öğrenci olduğumuz unutulmasın, hem öğrencilerin hem de tüm toplumun gerçek sağlık hakkı yerine getirilip, iade edilsin. * Reis-i cumhurumuzun Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi anı deerindeki üslubu: Üniversite yerine, ünüversite!..

Dünya gençliği neoliberalizme direniyor...

2

006 ve 2007 yıllarına, özellikle Avrupa (Fransa, Yunanistan, Almanya) ve Latin Amerika’da (Şili, Nikaragua) işçi sınıfının desteğini alan kitlesel öğrenci eylemleri damgasını vurdu. Neoliberal ve aşırı sağcı hükümetlerin, patronların iştahını doyurmak için üniversiteleri birer şirkete, öğrencileri de müşteriye dönüştürmek için attıkları adımlar, üniversite işgalleri ve çeşitli ülkelerde işçilerin de katıldığı grevler sayesinde geri püskürtüldü ve sonuçta Fransa’da, Yunanistan’da, Şili’de ve diğerlerinde kazanan öğrenciler oldu. Üniversiteleri piyasanın oyuncağına dönüştürmek için yapılan planlar hep aynıydı: Özelleştirme, örgütsüzleştirme ve köleleştirme… Cevap da her zaman aynı oldu: Yasalar sizin, üniversiteler bizimdir...

24

Ekimde yine bekleriz…

2007 Mart ayında sağcı Karamanlis’in özel üniversitelerin kurulması, ders kitaplarının paralı hale getirilmesi gibi başlıklar içeren eğitim yasa tasarısının açıklanmasının ardından Atina sokakları 25 bin öğrencinin eylemine tanıklık etti. Duvarları, ‘katalipsi’ (işgal) yazılarının süslediği eylemlerde 400’ e yakın bölüm işgal edildi. Eylemlere, işçiler, profesörler ve öğretmenler de grevle destek verdiler. Üniversitelerde kurulan işgal komiteleri, taban demokrasisine dayalı bir örgütlenme gerçekleştirerek üniversiteler arası iletişimi sağladı. Yasanın geri çekilmesiyle, öğrenci hareketinin işçi hareketi ile birlikte varolacağı gerçeği doğrulandı.


Ö

kariyer savasında . kazanan siz olun

ncelikle şunu belirtmeliyim ki yukarıdaki ‘yaratıcı’ başlık kesinlikle ve de ‘maalesef ki’ bana ait değil. Kendisi ‘kariyer’ sitelerinden adresime postalanan maillerden birinde geçen ve tüylerimi en diken diken eden yazı başlıklarından biri sadece! Bu yazıda ise ben, bu kariyer savaşının ne menem bir şey olduğunu, bu savaşta tarafların kim olduğunu ve gerçekten bir kazanan olup olmadığını biraz olsun anlamaya ve anlatmaya çalışacağım sadece… Türkiye’de ‘eğitim sorunu’ deyince ilk akla gelenlerden biri ÖSS’dir ve bunun böyle olması pek de haksız sayılmaz. Ne var ki, ÖSS öncesini ve sonrasını yok saymak, başta üniversiteye giren gençler olmak üzere, insanları sınavı kazanan herkesin ‘hayatının kurtulduğunu’ sanma gibi son derece yanlış bir düşünceye sevk edebilir. Öncelikle ÖSS öncesine bakacak olursak, ilk olarak dershaneye gidebilen bir öğrenciyle gidemeyen bir öğrenci arasındaki fırsat eşitsizliği, varlığı inkar edilemez bir çarpıklık olarak karşımıza çıkacaktır ki iş bu kadarla da bitmemektedir. Bir taraa, bırakın dershaneye gitmeyi, öğretmeni olmadığı için hayatında hiç matematik (örneğin) dersi görememiş bir öğrencinin, diğer taraa ise özel ders dahi alma fırsatı olan bir öğrencinin var olduğunu düşünürsek bunun nasıl bir çark olduğunu daha iyi anlamaya başlayabiliriz. Peki diyelim ki bu sınavı aşabildiniz, diyelim ki har(a)ç paranızı yatırabildiniz ve artık üniversitedesiniz; peki şimdi ne olacak dersiniz? Ben ilk defa üniversiteye hazırlanırken bir arkadaşımın babasından duymuştum şu lafı: “En iyisi sırtınızı devlete dayayın,” demişti! Onun bundan kastı öğretmenlik filan gibi nispeten daha güvenli bir meslek seçmemizdi ama o zamanlar en fazla komik gelmişti bu laf bana. Şimdiyse kamuda çalışmak için sınavlar dışında sıkı bir torpil de gerektiğini duydukça, “Vay be!” diyorum, “Ne çabuk çekti devlet desteğini sırtımızdan, buraya kadarmış demek ki!” Zaten Meclis’te, bugüne kadar onca ifşa olmuşluğa rağmen pişkinliğinden hiç bir şey kaybetmeden ‘torpil dilenme kağıtları’nı havalarda uçuran milletvekillerini gördükçe bizim

sırtımızdan desteğini çeken devlet elinin kimlerin sırtına dayanak olduğunu çokça görüyor ve anlıyoruz!

Emeklilik mi dediniz?

Bunun yanı sıra bir de özel sektör var tabi…Hani şu üniversitelerin komik kariyer günlerine gelen (ki bu günleri de öğrenciler hazırlar- hiç kusura bakmayın arkadaşlar) ve üniversite öğrencilerini ‘takım arkadaşlığı’, bilmem kaç katlı plaza, ‘kariyer basamakları’ gibi yalan ama süslü kelimelerle havaya sokmaya çalışan (ki buna da motivasyon diyorlar!) özel sektör şirketlerinden bahsediyorum. Bin bir hevesle girip bir gün kendinizi bir ofisin içinde, kendisini ‘bir şeye’ adamış ama ‘neye’ olduğu hakkında en ufak bir fikrinin dahi olmadığı bir insan olarak bulmanızın kuvvetle muhtemel olduğu bir şirkette çalışmanın ‘kariyer yapmak’ olarak adlandırıldığı özel sektörden bahsediyorum…

Zaten bunun sonucunda, geleceğini aydınlatacağını düşünerek ‘parlak’ bir CV oluşturmaya çalışmış bir gencin bile girdiği işin ikinci gününde ya ‘kısa yoldan zengin olma’ hayalleri kurmaya başladığını ya da daha iyimser bir düşünceyle en kısa sürede emekli olma yollarını hesapladığını çevremizde sıkça görebiliriz. Ama tabii artık emeklilik de mezarla birlikte anılır oldu… Üniversite birinci sınıa bir hocam şöyle demişti: “Üniversite meslek edinme yeri değildir; burada kendinizi geliştirirsiniz.” Çok şaşırmıştım, yani bu nasıl olabilirdi ki! Mesela şimdi tarih bölümünden yeni mezun arkadaşıma bakıyorum; evet şüphesiz ki tarih biliyor ama öğretemiyor, çalışabileceği bir yer yok; yani donanım var ama yaşamak için gereken meslek ve para maalesef ki yok! Yani Türkiye’de aslında bilim üreten, üniversite amacına uygun bir üniversite anlayışı yok; sadece seri halde diplomalı işsizler üreten bir

garip sistem var! Bir iş bulma şansına erişmiş mezunlara baktığımızda ise aslında gördüğümüz şey sömürülebildiği kadar sömürülen, çalışma saatleri içinde ne kadar çok iş yaptırılırsa işyerinin o kadar kar edeceği hesaplanan üniversite mezunu işçilerden daha fazlası değildir. Tam da bu noktada, arkadaşlarla artık olağan hale gelmiş bulunan, “Ne olacak bizim halimiz” adlı konuşmamızı dinleyen annemin şaşkınlık dolu şu sözü geliyor aklıma: “Hadi okumamış bizleri sömürüyorlar da, demek ki üniversite mezunu sizleri de sömürüyorlar ha?!” demişti ki, bu sözler bana iyimser bile gelmişti! Mesela gazeteci olmak istediğimi duyan emekli bir gazeteci hanım daha geçenlerde aynen şöyle dedi bana: “E tabi bu sektörde bir yere girdin mi en az bir yıl ücretsiz çalıştırırlar seni.” “Eee beni değil de köşeleri birer ikişer kapmış olan şunun kızını, bunun sevgilisini mi çalıştıracaklar ücretsiz? Tabii beni, seni çalıştıracaklar; bir yerin eksiği diğer taraan kapatılacak; denge meselesi, kollamak lazım,” dedim… İçimden dedim tabii! Sonuç olarak, bu sistem öyle bir sistemdir ki üniversite sınavına kadar size sadece kendi istediği şeyleri öğretir ve yeterince çiğneyerek istediği şekli verdikten sonra da gerisini umursamadan ‘hayat’ın içine tükürüp atar sizi! Sonuçta aldığınız şeklin farkında değilseniz eğer, formunuzdan bir şey kaybetmeden ve de üniversiteli olmaktan anladığınız ya da size anlatılan şekilde ‘ortamlara akarsınız’. Yani nasıl bir şey olduğunu dahi fark etmediğiniz sistemin bilinçsizce bir parçası olur ve onun istediği şekilde davranmaya başlarsınız; siz artık ‘normal ve arzu edilen bir vatandaş’sınızdır. Ama bir de durumun farkına varırsanız, işte o zaman afallarsınız; koca bir yalan için bunca sene ‘okuduğunuzu’ acı bir şekilde fark edersiniz… Bu arada gelecek korkusu yaşayan bir çok öğrenci bir-sıfır, iki-sıfır geride başladığı bu oyunda bir adım öne geçebilmek için bulabildiği her fırsatı değerlendirmeye çalışır ki, aslında bu oyunu lehimize çevirmek değil kökünden değiştirmek olmalıdır amacımız. Zira elimizde kalan en değerli umudumuz ve amacımız da budur zaten!

m

canan özcan

Şili’de öğrenciler hükümete geri adım attırdı...

Ş

ili’de Mayıs 2006’da ücretsiz ulaşım, eğitimde bölgesel eşitlik gibi taleplerle sokağa çıkan 600 bin lise öğrencisi polisin aşırı şiddet kullanımı sonucu devlet başkanı Bachelet’nin araya girmesi ve şikayetlerinin dinlenmesiyle sonuçlandı. Pinochet’nin görevden

ayrılmadan bir gün önce yürürlüğe koyduğu yasanın tartışmaya açılması da öğrencilerin diğer talebiydi. Şili’de ilk ve ortaöğretim Pinochet diktatörlüğü sırasında yerel yönetimlere devredilmiş, önemli bir kısmı da özelleştirilmişti. Eğitim, kâr amaçlı bir işkoluna dönüştürülmüştü.

Öğrenciler, üniversite giriş sınavlarının ortadan kaldırılmasını ve eğitimin şirket kârları için değil, öğrencilerin ihtiyacına yanıt verecek şekilde yeniden yapılandırılmasını talep ederek ilerledi. Bu yıl da yeni bir mücadelele dalgasının Şili’yi sarması bekleniyor.

25


-

-

cüneyt arkın egitim-ögretim tesisleri Eğitim değil, ehlileştirme ve terbiye etme sistemidir bu sistem... Ve Malkoçoğlu misali, bir sürü madrabazlık üzerine kuruludur...

T

C’nin ‘eğitim’ sistemi, tabiri caiz ise bir ‘terbiye’, bir ‘ehlileştirme’, bir ‘tektipleştirme’ sistemidir; ve bunun üzerine bir kitap yazmak mümkündür. Burada sadece ana başlıklar ve temel tezler üzerinde durmak gerekiyor. Esas olarak, TC ‘eğitim’ sistemi bir ‘resmi ideoloji’ ve bunu besleyen bir ‘resmi tarih’ üzerine kuruludur. Söz konusu resmi ideolojinin bileşenleri, şovenizm, anti-komünizm, ve devlet/sermaye denetiminde bir dindir. Bunu besleyen resmi tarih ise, çarpıtmalar, yok saymalar ve yoktan var etmeler ile oluşturulmuştur. Buna göre, Orta Asya bozkırlarından gelen Türk kavimleri 1071’de Anadolu’ya girmiş, gittikleri her yere adalet ve dürüstlük üzerine temellenen bir toplumsal yapı taşımıştır; ama sadece bu kadar değil; Güneş dil ‘teori’siyle, Hititlilerden Mısıra kadar medeniyeti Türkler başlatmıştır. Türkler öylesine asil ve adil bir millettir ki, sefere çıkan Osmanlı orduları, geçtikleri yollarda meyve koparttıkları dallara para asmıştır; herkes hain ve zalim, Türkler genetik olarak merttir. Bu noktada tek bir açıklama yapılabilir: Türklerin tarihi, Cüneyt Arkın filmlerinin tarihidir.

Lale devri var, ya Nazım?

Bu tarihte, çeşitli milliyetlerin baskı altına alınması, dökülen kanlardan elde edilen savaş ganimetleri, devletin resmi dini Sünniliğe karşı çıkan Alevilere yönelik katliamlar, Şeyh Bedrettin, Pir Sultan... yer almaz. Bu tarihte, Mustafa Kemal yedi düvele karşı savaşmış ve muzaffer olmuş ‘ulu önder’dir; bu tarihte, Karadeniz’de boğdurulan Mustafa Suphi ve yoldaşları, 1917’de Lenin’e Nobel Barış Ödülü verilmesi için ayaklanan Darülfünun talebeleri, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde ‘Yaşasın Şuralar (Sovyetler)’ sloganlarıyla telgraaneleri işgal eden emekçi kitleler yoktur. Bu tarihte, Doğu Halkları Kurultayı’na, Mustafa Kemal’in kurdurttuğu sahte ‘TKP’ye, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’na, Anadolu’nun her yerinde işgalcilere karşı direniş örgütleyen ‘Bolşevik’ lakaplı savaşçılara rastlanmaz. Bu tarihte Nazım yoktur; edebiyat kitapları ‘lale devri’ni yazar da, şiirleri her dile çevrilmiş Nazım’ı yazmaz. Bu tarih dışında tarih yazılamaz; devlet, 1938’de Dersim’de uygulanan ulusal katliamı, ‘33 Kurşun’u yazanları zindana taşır. Bu tarihte Deniz Gezmiş ve arkadaşları yoktur; onları darağacına gönderen eli kanlı generallere düzülen methiyeler vardır. Bu tarih ‘Tanrı dağı kadar Türktür.’ Bu tarihe, diğer bir deyişle, resmi tarihe göre, tarih Türklerle başlamıştır, Türklerle sürmektedir ve Türklerle bitecektir; bir Türk cihana bedeldir...

26

1995’te, Gorbaçov ODTÜ’ye geldi gelmesine ama öğrencilerin de söyleyecek sözü vardı... Evet; TC eğitim sistemi böylesi bir ‘resmi gerçeğe’, ‘resmi tarihe’, özetle resmi resmi tarihin üzerine kurulan şoven ideolojiye ters düşen bizim gibi adamlar bir ideolojiyle belirlenmektedir; resmi cezalandırılıyor. Bu yüzden, Türkiye’de ideolojinin dışına taşanlar ise, ‘demokratik’ her zaman düşünce açıklamak ‘suç’ kurum ve kurallar çerçevesinde gerekli sayılmış ve cezalandırılmıştır. Aslında, ‘yaptırım’lara maruz kalırlar. “Neden kamuoyunda tartışma saptırılıyor... Söz resmi ideoloji deniyor? Türkiye’de neden konusu olan, düşünce suçu değildir. resmi ideoloji geçerli? Neden doğrudan Yurttaşlık sorunudur. Memleketin sahipleri egemen ideoloji, hakim ideoloji denmiyor var, ve onlar ötekileri ‘yurttaş’ saymıyor. da resmi ideoloji deniyor? İzin verirseniz, Dolayısıyla, ortada görülen kurumlar, kısaca şunları söyleyebiliriz. Bir egemen parlamento, siyasi partiler, mahkemeler sınıf tarih sahnesine çıkıp egemenlik vb. sadece birer ‘biçim’dirler, içi boş kurarken, bunu salt baskıya, çıplak zora kabukturlar. Bir adam düşünün ki ülkenin dayandırmaz. Aksi halde, bu ‘sürekli savaş’ sorunları hakkında görüş açıklaması durumudur. Dolayısıyla, asıl egemenliği yasaklanıyor. Bu adam, isterse her dörtsağlayan, ‘ideolojik’ olandır. Ama, ideolojik beş yılda oy kullansın, yurttaş olduğunu hegemonyanın da koşulları vardır. söyleyebilir mi? Sorunun bu boyutu Kitlelerin bilincinde kalıcı bir yanılsama üzerinde durmak gerekir. yaratmanın da koşulları vardır. Demek Resmi ideolojinin geçerli olduğu bir ki, ilk defa tarih sahnesine çıkan yeni bir toplum, tartışmanın yasak olduğu bir egemen sınıf kendi sınıfsal çıkarlarını toplumdur. Böyle bir toplum önünü gerçekleştirirken, toplumun ikincil göremez, yolunu bulamaz, sonuçta çürüyüp sınıflarına, emekçi kesimlere, doğrudan yıkılmaya mahkumdur...” (Fikret Başkaya) üreticilere de bir şeyler vermesi gerekir. Sopa ve resmi ideoloji Onların konumlarında bir önceki duruma TC’nin ‘eğitim’ sistemi şovendir. Anadolu göre bir ‘iyileşme’ yaratması, en azından bir topraklarındaki çeşitli ulusal bileşenlerin iyileşme olacağı ‘umudu’ yaratması gerekir. Eğer bunu başarabilirse, o zaman gerçekten asimilasyonu, bunların ‘Türkleştirilmesi’ ideolojik hegemonya kurması mümkündür. hedeflenerek ‘yaratılmış’tır. TC’nin eğitim sistemi gericiliği beslemektedir. Mesela, Batı’da burjuva sınıfı bunu Zorunlu din dersleriyle başlayan zincir, başarmıştır. Kitlelerin bilincinde köklü bir yanılsama yaratmış ve ideolojik hegemonya Kuran kursları, tarikatlara ait vakıf yurtları ve bursları ile tamamlanır. Devlet kurmayı başarmıştır. örgütlenmesinin her düzeyinde rastlanan Türkiye’de veya benzer durumdaki şeriatçı, faşist örgütlenme, özellikle ülkelerde bu mümkün olmuyor. O zaman ‘milli eğitim’de iyice yoğunlaşmıştır. ‘yapay’ olarak bir ideoloji oluşturma İlk ve orta öğrenim sürecinde, ‘dayak’ ‘zorunluluğu’ ortaya çıkıyor. Bu tür kurumsallaşmıştır; liseli kardeşlerimiz, ‘yapay’ bir ideolojinin ‘inandırıcılığı’ ‘milli eğitim’deki şeriatçı ve faşist olamayacağına göre, ‘resmi doğrular’ örgütlenmenin sonuçlarını her gün tekrar üretiliyor ve bu resmi doğrular, yasalarla, tekrar yaşamaktalar. ‘Eğitim’ sisteminde, mahkemeler, polis, jandarma, asker tek tip elbiseden tek tip davranış aracılığıyla, yani zorla korunuyor. Tabii,

yaratmaya kadar varan hedef, disiplin ve kıyafet yönetmeliklerinde cisimleşmiştir. Bunların bittiği yerde cop başlar, gözaltı/ işkence başlar, zindan başlar... TC eğitim sisteminde, sopa ve resmi ideoloji bütünleşmiştir. Çürümektedir... Üniversiteler de bu durumdan bağımsız değerlendirilemez. Sözü bir kez daha Fikret Hocaya bırakalım: “Türkiye’de zaten gerçek anlamda üniversite yok. Tabii, buradan giderek üniversiteyi yücelttiğim anlamı çıkartılmamalı. Elbette üniversite (sosyal bilim dalları) düzenin yeniden ‘üretilmesinin’ bir aracıdır. Ama çelişik olarak, ilerici, demokratik unsurları da bünyesinde barındırabilir. Zira, hiçbir kurum sınıf mücadelesinin dışında değildir. Özellikle 1980 sonrasında ve YÖK’ten sonra, artık üniversiteye yakışır bir tek kırıntı bile söz konusu değil. ‘Üniversiter’ kurumlar, mahalli polis örgütünün bir uzantısı gibi çalışıyor. Eğitim kurumlarından çok, ‘disiplin’ kurumu niteliği taşıyorlar. Bilimsel kaygılar asla söz konusu değil. Bu koşullarda, eğer bir şey yapılabilirse, bu ancak üniversite dışında mümkün olabilir. Bugün üniversite, gerçekten bilimsel kaygısı olanları barındırmıyor. Gençlerin kafasına ‘aşınmış’, ‘saçma’ bir resmi ideolojiyi şırınga etmeye yarıyor... Tabii bir de, işsizliği dört-beş yıl ertelemeye yarıyor...” Fikret Hoca’nın söylediklerine ekleyeceklerimiz var; üniversiteler artık iyice birer ticari işletme görünümünü almış durumdadır. Üniversitede, atılan her adım paralıdır. Emekçilerin maaşları yerinde sayarken, yurt ve yemek ücretleri, har(a)çlar, kitap ve ulaşım giderleri her sene ikiye, üçe katlanmaktadır. Bir bütün olarak üniversitelerin özelleştirilmesi süreci başlamıştır. Zaten giderek aşınmış olan bilimsel üretim ve eğitim işlevi, artık yerini tamamen ticari bir işleve terk etmiştir. Vergilerle toplananlar yetmemektedir; fazlasını alabilmek için, mevcut anayasa bile yok sayılmakta, anayasayla garanti altına alınmış olan parasız eğitim hakkı dahi ticari bir faaliyete kurban edilmektedir… Bu yazı, Hakan Gülseven’in 1995’te ODTÜ’deki bir disiplin soruşturmasına verdiği uzun ‘savunma’ metninin kısa bir bölümüdür. Gülseven’e, aynı yıl, birkaç sömestr uzaklaştırma cezası, biri ODTÜ’de bir JİTEM’cinin yakalanmasıyla başlayan olaylar zincirinden, diğeri ise Gorbaçov’un ODTÜ konferansıyla başlayan olaylar ve yurt işgalinden dolayı iki ayrı ‘eğitim kurumundan kesin çıkarma’ cezası verilmiştir. Savunmanın tam metni için: http://cinnet.org/karsiyuvar/savunma.php

m

hakan gülseven


Tenimiz esmerdir. Güneş yemiş hali daha bir esmerdir. Hocalar da tanıyor artık bizi, sınıfa yeni gelen bu abalıya, “Are you Kurd?” sorusunu yöneltmekten çekinmiyorlar. O sorudan sonra anlıyoruz yüksek üniversite hayatının başladığını. Hele bir de özel üniversitede olduğumuzu...

-

Ders arasında, sınıfta tek başımıza oturuyoruz, kantinde yalnızız. Yemekhanede tek başına yemek yiyor bir esmer. Derste oturuyor dizleri birbirine yapışık. Hocasının gözünün içine bakıyor, kıpırdamadan. Zaten hiçbir zaman bacaklarını yayarak oturmamıştır...

-

yigidin harman oldugu yerden geldik

1

7 Eylül sabah saatlerinde üniversitedeyiz. Desleri eklemebırakma sorunları hâlâ devam ediyor. Kayıtları yapan asistanın odası cadı kazanı. Kapıda bekleyenler, içeride sohbet edenler, lisans öğrencileri, yüksek lisanstan gelenler bir karmaşa… Herkes sorununu çözmeye çalışıyor. Sıra bana gelip içeri girdiğimde sevgili vakıf üniversitemizin iki öğrencisi yakınıyor, “Tüm bölümler derslerini bilgisayardan seçerken, neden biz hâlâ kâğıt üzerinde kayıt yapıyoruz?” Diğer öğrenci, “Değil mi? Ve buna hiçbir öğrenci tepki göstermiyor. Hayret bir şey!” diye ekliyor. Muhabbetin bu kısmına kadar dinledikten sonra, okula geldiğim yollar diziliverdi aklıma. Artık tepki göstermenin bile içini boşaltmışlar. Çaba göstermeyi öğrenciler yanlış mı algılıyor. Ya da özel okulda tepki olmasını isteyenler mı haklı değil? Neden olmasın? Okula arabanızla gelip, sokağa bıraktığınız araba için İspark’a haraç ödeyip, bankaya 16.200 ytl yatırdıktan sonra, ders seçiminde az önce sırasını çiğnediğiniz öğrencinin önünde, sisteme tepki konmamasını şikayet etmek… Nasıl bir bozuk zihniyetin ürünüdür?!

Saçlara limon az geldi

Türkiye’de adam akıllı üniversite bulunan iki anakent: İstanbul ve Ankara, bu iki ile binlerce kilometre uzaktan gelen öğrenciler, buralara gelene kadar bin bir türlü itilmişlikten, rezillikten seçilerek geliyor. Yolda gelirken lisede yedikleri dayaklara, hocalarının deliliklerine gülerek geliyorlar. Günlerdir manşetlere taşınan pamuk işçisi çocuklar gazetelere, “Keşke okusaydım. Okumak istiyorum,” gibi laflar ediyor. Ne kadar hevesli gözüküyorlar okumaya, o haberlere konu olan işçi çocuklar. Keşke çocuklar, haberiniz olsa, sizleri fotoğraflayan ablaların anlattığı okulların sizlere uzak olduğundan. Keşke haberiniz olsa, Mardin’deki, Kars’taki, Erzurum’daki okullarda, o bitmek bilmez öğrenme isteğinizin, gözlerinizdeki ışıltının cahil bir öğretmen, para surat bir müdür, öküz bir müdür yardımcısı tarafından köreltilip, kırılacağından… Bir keresinde televizyon seyrederken,

‘üstün zekâlı’ diye tabir edilen öğrencilerin toplandığı bir okuldan bahsediyorlardı. O özel seçilmiş öğrencilerle, ne olmak istediklerine dair röportaj yapılırken, çocukların saçlarının uzunluğu, sivil giyimleri, rahatlıkları dikkatimi çekti. Görünen o ki, ‘üstün zekâlı’ çocuklara her şey serbest! Bu arada, bunları izlerken, lise döneminde, okula giderken, yolda aklımdan geçenler geldi gözümün önüne. “Saçlara da yeterince limon sürmemişiz. Biraz dik kalmışlar. Salih hoca gene yolacak saçları. Kesin kapıda bekliyordur. Zaten geç kaldım istiklal marşına, gene çöp toplatacaktır. Neyse alıştık her sabah topluyoruz nede olsa.”

Biz ne dili öğrendik ki?

Hakikaten o çöpleri her sabah bize toplatıyorlar, bir de üstüne niye okulda hizmetli çalıştırıyorlardı, hâlâ anlamış değilim. ‘Sosyal devlet’ bu muydu yoksa? (Kars / Cumhuriyet Lisesi / 2002) Üniversiteye geldik, küçük küçük şehirlerden, elimizde diplomamız liseden, üzerinde ‘Yabancı dil: İngilizce’ yazıyor. Sınıfa gireriz ilk defa İngilizce konuşan bir hoca gördüğümüzde, tekrar geldiğimiz yer aklımıza gelir. Demek bizi kandırmışlar, eğer bu konuşulan İngilizce ise, bize öğrettikleri dil hangisiydi?! Tenimiz esmerdir. Güneş yemiş hali daha bir esmerdir. Hocalar da tanıyor artık bizi,

sınıfa yeni gelen bu abalıya, “Are you Kurd?” sorusunu yöneltmekten çekinmiyorlar. O sorudan sonra anlıyoruz yüksek üniversite hayatının başladığını. Hele bir de özel üniversitede olduğumuzu. Ders arasında, sınıa tek başımıza oturuyoruz, kantinde yalnızız. Yemekhanede tek başına yemek yiyor bir esmer. Derste oturuyor dizleri birbirine yapışık. Hocasının gözünün içine bakıyor, kıpırdamadan. Zaten hiçbir zaman yayarak oturmamıştır. Derste, masasında Marlboro’sı olmamış, telefonu hiç yanıp sönmemiştir. Olamamıştır karşısında oturanlar gibi. Tüm bu zibidilik içinde ezilmiştir, incinmiştir. Ama kaybetmemiştir bilincini. Bindiği asansörde, “Bu sakal ne?” diye soran özel üniversite baronuna, “Ben Hac’a gittim!” diyecek kadar cüretlidir. Bu bilinç birleştirir esmerleri. ‘Komple tikiyiz’ diyenlerin arasında bulamamıştır kendini; okulun karşısındaki çay bahçesinde birleşmiştir benzerleriyle. Öyle ki, adı artık ‘çay fakültesi’ olmuştur oranın. Hepsinin hüznü birbirine benzemektedir. Fakültelerinden kaçarcasına çıkıp ‘çay fakültesi’ne koşturmaktadırlar. İki kelime edip konuşmak için kendileriyle. Sınıf arkadaşları hep bir ağızdan apolitiktir. İdeoloji tartışmasına yer yoktur. Onun yerine Fenerbahçe vs Galatasaray çözümlemeleri kaplamıştır süt kuzularının beyinlerini. O masumlar, apolitik olmalarıyla övünürler, aslında haberleri

yoktur, arasında ezildikleri çarklardan. Haberleri yoktur, ödedikleri paralarla gücüne güç kattıkları, mütevelli baronunun, üniversitelerinin tüm çalışanlarına, Mustafa Sarıgül ardında, CHP binası önünde, ‘999’da dizilme, kuru kalabalık yaratma zorunluluğu getirdiğinden. Farkında olmadan hizmet ediyorlar kendilerini ezen dişlilere. Yürüyorlar sokaklarda farkında olmadan. Basıp geçiyorlar toprağa görmeden hissetmeden…

Kime yer vereceğiz, biliriz

Üniversitedeyiz… Rahatsız oldular kentlerine gelişimizden, huzurları kaçtı. Güvenlikleri tehlikeye girdi. Evlerinin etrafını daha yüksek çeperlerle ördüler, bekçili sitelere taşındılar. Berikilere daha yüksek perdeden seslendiler. Her fırsatta, “Buraya niye geldiniz?” diye soruyor, öğüt veriyorlar; “Gidin memleketinizi geliştirin,” diye. Hayır, gitmiyoruz hiçbir yere. Dönmüyoruz kışı karlı boranlı, yazı tozlu dumanlı memleketimize. Sizler çıkın o Osmanlı yağmacısı dedelerinizin, bizim yüzlerce yıllık alın terimiz ve kanımız üzerine kondurdukları Boğaz’a bakan evlerden, defolun katlettiğiniz ormanlardan. Biz biliriz yer verip, çekilmesini otobüse dedemiz bindiğinde, biliriz bunları çünkü biz Anadolu’dan geldik…

m

gökhan toptas.

27


C

posası çıkarılan ihtiyar çocuklar

oçuk işçiliği çok eskidir, ailenin ortaya çıkışı ve üretimin kollektif hale gelmesi ile başlar. Çoçuklar ailenin işlerine yardım eder, tarlada çalışır. Kapitalizm ile birlikte çoçuk artık işçidir. Böylece çoçuklar yetişkinlerin yaptığı işleri bizzat kendileri yapmaya başlarlar. Kapitalistler ilk kurdukları fabrikalarda maliyeti düşürmek için ucuz işgücüne ihtiyaç duydu. Çoçuk işçilerin maliyetinin düşük olması, hak aramaktan, örgütlü olmaktan yoksun olmaları kapitalistlerin ağzını sulandırdı. Çünkü çocuklar ne söylenirse yapar, uzun saatler boyunca düşük ücretle çalışmaya ses çıkarmaz. Kapitalizmin özellikle erken dönemlerinde sermaye birikimi için başvurduğu en temel yol, yoğun çocuk emeği sömürüsüdür. Sanayileşmenin ilk ortaya çıktığı kapitalist ülkelerde de yoğun çocuk emeği sömürüsü vardı. 1833’de Britanya’da, 1841’de Fransa’da çıkan çoçukların fabrikalarda çalıştırılmaması yasasına göre, Britanya’da 9 Fransa’da 12 yaş altı çocukların çalıştırılmaları yasaklandı. Bu ‘yasaklara’ rağmen, kapitalistlerin çoçukları o dönemde sağlıksız ve zor koşullarda çalıştırdığı biliniyor. Şimdilerde ‘özgürlüklerin’ beşiği olarak tanımlanan İngiltere’de bir zamanlar dokuma sanayisinde bazen altı bazen de daha küçük yaşlarda çoçuklar çalıştırılıyordu. İngiltere’de baca temizleyicisi olarak çalışan çocuklar, ocağın içine sokulduktan sonra ateş yakılıyordu. Kurtulmak için tırmanan çocuğun her tarafı kan içinde kalıyordu. Baca böylece temizlenmiş oluyordu! Bugün dünya genelinde toplam çoçuk nüfusunun yüzde 19’u çoçuk işçi statüsünde. Türkiye’deki rakamlar da farklı değil. ILO katkısıyla DİE Tarafından gerçekleştirilen ‘1999 Çoçuk İşgücü Anketi’ temel göstergelerine göre, Türkiye’deki 6-17 yaşları arasında 16 milyon çocuğun 1

milyon 635 bini çalışıyor. Başka bir deyişle, resmi rakamlara göre 10 çocuktan biri ‘ekmek derdinde’. Çocuk işçilerin yüzde 61.8’ini erkekler, yüzde 38.2’sini ise kızlar oluşturuyor. Rakamların 1999’a ait olduğu ve ülkedeki gelir adaletsizliğinin sekiz yıl içinde daha da derinleştiği dikkate alındığında, çocuk işçiliğin daha boyutlara ulaştığını söylemek yanlış olmaz.

Yoksulluk vuruyor

Yine 1999 verilerine göre Türkiye’deki çalışan çocukların yüzde 59’u ücretsiz aile işçisi olarak görülüyor. Çoçuk işçilerin en yoğun kullanıldığı sektör tarım. Bu durum dünya genelinde de böyle. Dünya ortalamasında toplam çocuk işçi nüfusunun yüzde 70’i tarım sektöründe çalışıyor. Türkiye’de 6-17 yaş arası çalışan çocukların yüzde 58’i tarımda, yüzde 22’si sanayide yüzde 10’u ticarette ve yüzde 10’u ise hizmet sektöründe çalışıyor. Tarım sektöründe çoçuk işçi kullanımı en fazla Güneydoğu Anadolu

Ç

bölgesinde uygulanıyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın verilerine göre Güneydoğu’da 12-14 yaş arası yaklaşık 90 bin çocuk çalışıyor. Bunların yaklaşık 80 bini tarım sektöründe, çalışan çocuk sayısının en yüksek olduğu il ise şanlıurfa. Resmi kayıtlara göre, ilde 15 bin 206 kız çocuğunun hemen hepsi tarım sektöründe istihdam ediliyor. Bölgede çalışan toplam erkek çocuk sayısı ise 11 bin 886. Çocuk işçi sıralamasında Diyarbakır 21 bin 287 çocukla ikinci sırada. Çocukların çalışma nedenleri arasında ilk sırayı yüzde 38.4 ile ‘aile gelirine katkıda bulunma’, ikinci sırayı 19.8 ile ‘ailenin ekonomik faaliyetlerine yardımcı olma’, üçüncü sırayı ise yüzde 15.9 ile ‘ailenin istemesi’ alıyor. Bu nedenleri yüzde 10.4 ile iş öğrenme ve meslek sahibi olma gerekçesi izliyor. Eğitim harcamalarını karşılayamayan her çoçuk, küçük yaşlarda okul hayalinden vazgeçerek, çıraklığa yöneliyor. Çıraklık artık meslek öğretmenin metodu değil,

oçuk emeği istismarında en ciddi sorun Sahraaltı Afrika ülkelerinde. Burada 5-14 yaş arası çoçukların yüzde 29’u (48 milyon) çalışıyor. Asya ve Pasifik bölgesinde bu oran yüzde 19 (127.3 milyon çocuk), Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daysa yüzde 15 (13.4 milyon çocuk). Dünya genelinde çoçuk işçilerin yüzde 70’lik gibi büyük bir çoğunluğu tarım alanında çalışıyor. Yüzde 8’i imalat yüzde 8’i toptan ya da perakende satışta, ayrıca restoranlar ve otellerde çalışıyorlar. UNICEF’in raporlarındaki rakamlar işin farklı ve ürkütücü bir boyutunu gözler önüne seriyor. Çünkü dünya genelindeki 283 milyon çocuk işçinin yarısından fazlası (171 milyon çocuk) madenler ve taş ocakları gibi kimyasal maddeler, zehirler ve ağır makinelerin kullanıldığı tehlikeli işlerde çalıştırılıyor. Yaşları 5’e kadar inen milyolarca çocuk; madenler ve taş ocakları gibi riskli ve tehlikeli alanlarda, yıpratıcı işlerde, sert hava koşullarında ve hiçbir sağlık hizmeti almadan uzun saatler boyunca çalışmak zorunda bırakılıyor. Çoçukların oransal olarak en fazla çalıştığı kıta Afrika. Bu kıtada çoçukların yaklaşık yüzde 41’i ekonomik olarak aktif işlerde çalışıyor. Bu ülkelerin yanı sıra, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde de piyasa ekonomisine geçişle birlikte çocuk işçilik sorunu ortaya çıktı. Gelişmiş kapitalist ülkeler nispeten çok daha ‘iyi durumda’ olmakla birlikte, bu sorundan

28

sınırsız sömürünün bir diğer adı. Çoçuk işçiler yetişkinlerin aldığı ücretin yarısını, hatta bazen yarısından da azını alıp, hiçbir sosyal güvenceye sahip olmadan çalıştırılıyor. Çoçuklar, temizlik, çay getirip götürme gibi işlerde çalışırken, hem patronların, hem de ustanın taciz ve saldırılarına maruz kalıyor. Dayak, küfür, aşağılanma, çocuk işçilerin yaşamının ayrılmaz bir parçası. Bu durum çoçukların duygusal gelişimini olumsuz yönde etkiliyor. Sanayi sektöründe yaklaşık 900 bin çoçuk işçi varken, hepsinin kayıtlı olması gereken çıraklık eğitim merkezlerinde sadece 250 bin çoçuk var. Sanayi sekötüründe sistematik bir cinsiyet ayrımcılığı var. Erkek çoçuklar genelde hayat boyu çalışacakları düşünülerek eğitim merkezlerine kaydediliyor. Fakat kız çoçukların evlenene kadar çalışacağı düşünülüp onlar için bir eğitim kaygısı güdülmüyor. Erkek ve kız çoçukları farklı problemlerle boğuşuyor.

Kız çocukları en dipte

Ev içinde kız çocuklarının tüm evin sorumluluğunu alması, küçük kardeşlerin bakımını üstlenmesi ve eğitimden dışlanmış olması, bir de ev dışında çalışma eklenirse, bu çoçukların durumu kapitalizmin tarihinde kara bir leke. kapitalizmde aile içi kız çoçuğu emeği piyasaya yönelik ekonomik bir değer olmadığı için karanlıkta kalan bir konu. Çoçuk işçilerin ciddi psikolojik sorunları var. Küçük yaşta hakarete uğrayan, şiddete, cinsel tacize maruz kalan çoçuk işçiler erginlik çağında, bu olayların etkisinde kalarak, içine kapanık, agresif, toplumsal sorunlardan uzak, üretken olmayan kişilere dönüşüyor. Bu sebeple, toplumun sağlıklı temellerde yeniden inşası için mücadele, çocuk işçiliğinin yasaklanması hedefini de önüne koymuk zorunda.

tamamen kurtulabilmiş değil. Örneğin İtalya’da resmi rakamlara göre 14 yaşından küçük çalışan çocuk sayısı 300-500 bin arasında değişiyor. Halen dünya genelinde 10 milyon kız çocuğunun fuhuş sektöründe ticari meta olarak kullanıldığı tahmin ediliyor. Yine milyonlarca çocuk kölelik koşullarında zorla çalıştırılıyor. Asya ülkelerinde yaygın olan bu uygulamada, çocuklar ebeveynlerinin borçlarına karşılık işverenlere rehin veriliyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerde son dönemlerde giderek artan kaçak ve göçmen işçilerin çoçukları, tümüyle denetim dışı, çok kötü çalışma koşullarında, aşırı emek yoğunluğu altında ve çok ucuza çalışıyor. Bu yüzden gelişmiş kapitalist ülkeler, bu işçilerin ucuz emeği kârı artırdığı için, bilerek ülkeye girişlerine göz yumuyor. Bu ülkelerdeki göçmen politikası yalnızca emek maliyetini kısmak için değil; ilgili ülkelerde emeğin disiplini için araç olarak kullanılıyor. Bu durum milliyetçiliği ve köktenciliği arttırarak işçi sınıfının birleşmesi önünde de bir engel oluşturuyor. Geri kalmış ülkelerde çoçuk emeğinin yoğun kullanımının bir diğer bahanesi ise, IMF ve Dünya Bankası’nın istikrar ve yapısal uyum plan ve programları doğrultusunda uyguladıkları ihracata dönük sanayileşme politikası. Buna göre, rekabet için ucuz emek şart!..

m

serhat nigiz


-

Katillerin hesabı tutmadı... ihtiyar julio lopez arjantin’i sokaga dökmeye devam ediyor...

A

rjantin’de 1976-83 arasındaki askeri diktatörlük sırasında yaşanan ölümlerin ve işkencelerin ‘kayıp’ tanığı Julio Lopez’in bulunması için, Buenos Aires’te insan hakları dernekleri, Plaza de Mayo anneleri ve değişik parti ve gruplardan binlerce kişinin katıldığı büyük bir eylem düzenlendi. Julio Lopez, ‘kayıplar’ olarak bilinen 30 bin kişinin, uçaklara yüklenip okyanusa fırlatıldığı diktatörlük sürecinin işkencecilerinden birini teşhis etmiş ve aleyhine tanıklık yapmıştı. Lopez’in bu sebeple kaçırıldığı tahmin

ediliyor. Eski Monteneros adlı örgütün taraftarı bir inşaat işçisi olan ve diktatörlük altında kendisi de işkence gören Julio Lopez, Buenos Aires polis teşkilatından Miguel Etchecolatz’ın ‘katliam’ suçuyla yargılandığı davada tanık olmuştu. Ne var ki, Lopez duruşmanın kararının açıklanmasından bir gün önce 18 Eylül 2006’da ‘kaybolmuştu’. Bir yıldır kendisinden haber alınamayan 77 yaşındaki Julio Lopez’in, ortaya çıkması muhtemel diğer tanıkların gözünü korkutmak için kaçırılarak kaybedildiği

söyleniyor. Fakat Arjantin ‘derin’devletinin bu çabası ters tepti; Buenos Aires sokaklarında bir yıldır Julio Lopez için eylemler gerçekleştiriliyor ve diktatörlük sırasındaki ‘kayıp’ların da hesabı soruluyor. Geçtiğimiz yıl anayasaya uygun olmadığı gerekçesiyle iki genel af yasası iptal edilmiş böylece askeri görevlilerin yargılanmasının önü açılmış ve işkenceci Etchecolatz da bu kararın ardından ömür boyu hapisle cezalandırılmıştı. Darbe tarihi zengin olan ülkemizde ise ‘devlet adına kurşun sıkanlar’ da, sıktıranlar da, -şimdilikhesap sorulmak bir yana, milletvekili, başbakan bile olabiliyor ya da ekranlarda açık açık cellatlarına selam gönderiyorlar.

Diktatörlerin sonu, köşe bucak kaçmaktır... Ve hiçbir diktatör rahat uyuyamaz...

T

arihin kanla yazıldığı ve diktatörlerin her devrilişinin ardından emperyalizmin karşıdevrimler planladığı topraklarda, Latin Amerika’da son yıllarda esen ‘sol’ rüzgarlar diktatörlerin ve işkencecilerin de yargılanmasının önünü açıyor. Arjantin’de, Şili’de, Kolombiya’da, Peru’da işkenceciler tek tek adalet karşısına çıkarılıyor. En son, Şili’de göz hapsinde tutulan ‘kaçak’ diktatör Alberto Fujimori geçtiğimiz günlerde yargılanmak üzere Peru’ya iade edildi. 1990’da seçimle işbaşına gelip IMF’yle işbirliği anlaşmaları yapmış, petrol, gaz ve maden yataklarını satarak ekonomiyi ‘düzlüğe’ çıkarıp, bu popülariteyle de devrimcilere ve emekçilere karşı ‘Kolina grubu’ olarak bilinen ölüm mangaları aracılığıyla kanlı saldırılar düzenlemiş eli kanlı bir katildir. 2000 yılında artan halk tepkisi sonucu ülkesinden kaçmak zorunda kalmış, 2005 yılında Peru’ya seçimlere katılmak için dönerken Şili’de tutuklanmıştı. 26 Eylül’de ülkesi Peru’ya İnterpol’ün düzenlediği bir operasyon sonucu iade edildi yaşlı Fujimori. 1991’de Barrios Altos’ta masum 15 sivilin öldürülmesi ve 1992’de La

Cantuta Üniversitesi’nde 9 öğrencinin ‘kaybolması’ davalarında eski casusbaşı Montesinos suçlu bulunmuş ve yargılanmıştı. Şimdi asıl emirleri veren Fujimori bu davalardan ve rüşvet suçlamasından yargılanacak. Yaşanan bütün katliamları araştırmak üzere kurulan Gerçek Komisyonu ise halen 47 suç dosyası hazırlamış durumda ve bunların 30’u mahkemelerde yargı aşamasında. Yine 1997’de Japon büyükelçiliğini işgal eden Tupac Amaru gerillalarına karşı düzenlenen operasyona da katılan ve askerlere hiç kimsenin sağ kurtulmaması emrini veren (kendisi daha sonra yalanlasa da tanık ifadeleri bu emri doğruluyordu) Fujimori, orantısız güç kullanmakla suçlanıyor. Fujimori’nin göreve gelmesinden hemen sonra ABD başkanı Bush, ‘arka bahçe’de tertiplediği kanlı darbelere bir yenisini daha ekleyerek, Fujimori’yi desteklediklerini açıklamıştı. İktidarda olduğu sürece Peru’lu kontrgerilalar ABD’de eğitim almışlardı. Japon büyükelçiliğine düzenlenen operasyonun ertesinde Peru’daki Japon şirketleri, Fujimori’yi kutlamış ve destek verdiklerini belirmişlerdi. Operasyonu gerçekleştiren özel birliklerin ise eski bir FBI ajanının verdiği bilgilere göre Amerikan askeri uzmanları tarafından eğitildikleri ortaya çıkmıştı.

Hazırlayan: İnan Ayrıbaş

29


ucu kaybolmuş bir çile nasıl sarılmazsa öyle dolaşık, bekliyoruz neyimiz kaldıysa yağma talan düşlerimize dek talan açıktan eşkıya her sokakta her köşe başında tuzak sözler uçuruyor kuşlar gibi eğleniyor yeni beyler Gülten Akın üçük burjuvalar uçuyor; uçuşuyor; burjuvazi sırıtıyor; dünyanın en gözde bienallerinden birine sahip olmuşuz; ‘ulusal’ sermayemiz ulusal onurumuza damgasını vurup, aynı çağdaş burjuva memleketlerindeki kalitede davranmaktaymış; önümüzdeki on yıl, bienal Koç grubuna aittir ve emanettir… Radikal bienal gazetesi gibi çıkıyor bu ara (zaten bir bienal gazetesi de armağan etti bize); bazı belediyeler, iar yemeğinin yanı sıra bienal biletleri dağıtabilir (haydi CHP göreve!); münafık dil iyice ayıp sayılıyor; ‘çemberin dışı’ndan konuşmak yasak; ‘hem içinde hem de dışında olanlar çemberin’ münafık dilden uzak durmaya çalışıyor; artık, sermayelerinin ( ‘majestelerinin’) solu dışındakilerin lâfı bile olmaz; solcu sanat yapılacaksa onlar yapar! ‘İçeriden’ konuşan genç bir arkadaş, Burak Delier, mevzuyu iyi toparlamış: “Sanatçı/aydın deyince gözlerimin önüne hep ülkesini Batı’da en iyi şekilde temsil etmeye çalışan, eleştirmek veya

sen . ola bienal, sen . ola

K

yıkmaktansa hep ülkesini ileri götürmeye çalışan bir figür geliyor. Dolayısıyla Türkiye’de hep soldan başlansa da, sağda, en iyi ihtimalle liberalizmde bitiriliyor. Güncel sanat sola değil liberalizme yakın bence. Sol deyince benim aklıma geniş halk kitleleri, büyük pahalarla ve kanla kazanılmış küçük haklar, çalışmaktan nasırlanmış eller, ter, is, pas kokan vücutlar, hapishaneler, ezilmişlik, aşağılanmışlık, hor görülmüşlük ve bütün bunlara rağmen belki bir tür bilgelikten kaynaklanan

neşelilik geliyor. Güncel sanatla bu solun bağlantısını hiç kuramıyorum. Azınlıkların, ezilenlerin, işçilerin birliğiyle, kültür ve ekonomi politikalarını bütünleştirerek eleştiri oklarını burjuvaziye ve ‘elit’lere yöneltmeliyiz.”

Böreğim olmadan asla!

Böyle lafı hiç bükmeden konuşan birkaç kişi dışında herkes dil ayarını iyi yapıyor ve elhak, ‘ağaçlarla’ iyi uğraşıyor! Ve şöyle bienal magazinciliği yapılıyor:

“Ertesi gün yine Antrepo’da, bu sefer bienalin resmi açılışındaydım. Zira geçen bienalin açılışında yediğim böreklerin tadı damağımdaydı. Ama bu sefer börek yoktu. Moralim bozuk dolaşırken sık sık davetlilerin sarılarak poz verdiği Che Guavera heykeli dikkatimi çekti. İtiraf edeyim, başta bu heykeli bienal işi sandım. Meğer Che heykeli Marmara Güzel Sanatlar’ın hocalarından Zafer Mintaş tarafından ‘sermaye ve sanat’ ilişkisini protesto için oraya konmuş. Zafer hocaya bu şık korsan eylem için alkışlarımı gönderiyorum buradan.” Her kimse, bu Kemal Yılmaz ve benzerleri eliyle yapılan kültür magazinciliği kabak tadını aştı; ne diyeyim, Che’lerin elinde kalasınız! İnsan, mevcut işleyiş ve reel sanat ortamı karşısında buz kesen veya kesilen kalbiyle daha fazla ‘içeri’ye sokulmak bile istemiyor; hani şu muhatap olma/alma çizgisinde donup kalıyor; laisist küçük burjuvaların yeni dinlerinden biri olarak ‘sanat’, bu dinselliğinin dışına taşınmalı; ve artık, ne yapıldığı kadar (belki ondan da çok) nasıl yapıldığı üzerine kafa yorulmalı. Mesela; madem ki sanat, ‘kırk döşeğin altındaki bezelye’yi hissetme ve hissettirme işidir, söyleyeyim, sevgili Gülten Akın’ın yazının başına aldığım şiirinin YKY imzalı bir kitapta oluşu da kalbimi kırıyor benim…

m

ali osman coskun .

Pis işler limited şirketi sunar...

O

smanlı Devleti’nin yıkılmasıyla, emperyalizme karşı büyük bir mücadele verilmiş ancak kapitalist bir düzenle yeni bir süreç başlamıştı. Düzenin sağlamlaştırılması için ‘milyonerler’ yaratılması hedefleniyordu.Sorun şu ki, sermayenin büyük bir kısmı gayrimüslimlerin elindeydi.Nüfus Mübadelesi ve Varlık Vergisi’yle Türk burjuvazisi ‘zenginleştirilmeye’ çalışılsa da yeterli olmadı. İngiltere, Kıbrıs Rumlarının verdiği bağımsızlık mücadelesine karşı, 1955 yılında düzenlenen Londra Konferansı’na Türkiye’yi de çağırarak topu Türklere attı. Böylece iki ayrı topluluk, milliyetçilik dalgalarıyla birbirini bitirirken mahallenin kabadayısı gibi tarafların arabuluculuğunu yaparak varlığını meşru kılacaktı. Türkiye konunun resmi muhatabı haline gelmişti lakin görüşmeler aleyhine ilerlemekteydi.Bu sıralar dönemin Dışişleri Bakanı Fatih Rüştü Zorlu, dengeleri Türklerin lehine çevirecek bir şeylerin ‘orada’(Türkiye’de) yapılması gerektiğini, yolladığı şifreli bir telgrafta bildiriyordu.Bir taraftan DP’nin önderliğinde ‘Kıbrıs Türktür Cemiyeti’ gibi şovenist oluşumlar ortaya çıkarılırken, dönemin muhalif konumundaki CHP’si de bu şovenist pastadan pay kapmak için –bir tekerürü anımsatıyor bana-‘Kıbrıs’ı tükürüğümüzle boğarız’ manasında açıklamalar yapıyordu. Asıl senaryo 6 Eylül sabahı devreye girdi. ‘ATATÜRK’ÜN

30

EVİ BOMBALANDI’ haberi büyük manşetlerle ve kulaktan kulağa İstanbul’da hızla yayılırken, taş yüklü kamyonlarla, elleri sopalı, baltalı insanlar İstanbul’a taşınıyordu. Dönemin İstihbarat Örgütü MAH’ın gazetesi 20 bin tirajlı İstanbul Express, o gün öğlen ikinci baskısını yaptı ve 290 bin adet dağıtıldı. Evvelden Rumlara ait olan ev-dükkan ve ibadethaneler kırmızı haçla işaretlenmiş; yakılıyor, yıkılıyor, yağmalanıyor ve Türk bayrağıyla süsleniyordu. İstanbul’un 52 yerinde, İzmir’de ve Adalarda eş zamanlı saldırılar gerçekleşmiş, polis müdahalede ‘gecikmişti’. Saldırı öylesine şovenist bir zehirle gerçekleşmişti ki gözü dönmüş güruh, adeta sırtlan gibi Rum mezarlarını açıp, kemikleri sağa sola saçtı. 1924’teki sayımlarda 1 milyon olarak sayılan İstanbul nüfusunun 280 binini Rumlar oluştururken, bugün yaklaşık 2000 civarında Rum var. Birçoğu kendini güvende hissetmediği için doğdukları yeri terk etmek zorunda kaldılar. MGK Genel Sekreteri emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu zamanaşımına uğrayacak itiraflarında olayın ‘muhteşem bir örgütlenme’ olduğunu ve ‘amacına ulaştığını’ söyleyecekti yıllar sonra. Şimdi Emekli Albay Erdal Sarızeybek ‘İhaneti Gördüm’ adlı kitabında ‘zamanaşımına’ uğrayacak itiraflarını anlatmış. 92 yılında Şemdinli’de 120mm’lik hava aydınlatma

mermisini atıp ardından ateş açarak çatışma havası yarattıklarından bahsediyor. Ve Cem Ersever’in ‘çok konuştuğu için öldürüldüğünden: “Planım şuydu: İki üç gecede bir, 120 mm’lik havan aydınlatma mermisini ilçe merkezi üzerine atacaktım. Sonra, önceden belirlenmiş hedeflerin üzerine makineli tüfekle ateş açacak, sonra da roketleri ateşleyip, şehir üzerinde tam bir çatışma havası yaratacaktık. Ertesi sabah halkı, şehir meydanında toplayıp, muhtemel bir çatışmada şehrin ve halkın ne denli zarar görebileceğini, bu nedenle teröristlerin şehre girmesine izin vermemeleri gerektiğini anlatacaktık. Dediğimiz gibi de yaptık. Haftada en az bir kez bu uygulama Şemdinli’de yapılır oldu, hem de uzunca bir süre.” Kitabın bir bölümünde de, askerlerden ‘sakallı timler’ kurduklarını, PKK kıyafetleri giydirerek yollara çıkardıklarından bahsediyor. “Bir ara çaresiz hale düştüğümüzü itiraf edebilirim. Neler yapmadık ki, askerlerden sakallı timler kurduk, bu timlere PKK kıyafeti giydirdik, yol güzergahlarına geceden çıkarıp emniyet almaya çalıştık.” Önceden de emekli general Erdal Tokat verdiği röportajda ‘ Hakimler hizaya gelsin diye evlerini bombalattığını’ açık açık dillendirmişti. “Ne derini kardeşim bu devlet resmen sığ’ demiştik dergimizde. Bence derin. Hem de oldukça bulanık. Lakin aşağıda, çürümüş o kadar çok faali ‘meşhur’ ceset birikti ki üzerlerine basarak boy verebiliyoruz hâlâ. Boğulmadan bir şeyler yapmalı…

m

onur göktepe


kan / ama kan Kanayan tarafımı susturmalıyım ki artık cinayetler bende sonuçlanmasın çünkü ve oysa ki ben ihtiyaç fazlası erkeklerle ayaküstü hiç hesapsız öpüşüyorum içkinliğimden üşütüp defolu giysiler giyinip ekolu sesimle kuşanıp kırılıp ve gerilip üçüncü sınıf korkularla yüzleşiyorum neden sonra, bu şehrin uzak yerlerine hiç uğramadan geçinen yollu bir aşifte oluyor profilimde zaman derken her şey tıkırında acıyı içine katlayıp gözleriyle sıvılaştıran polisiye bir ozansam ben buruşuk ve çağından kefilsiz bir bildiri olmuş bakışlarım, aynasız dönemin ağıdına çeviriyorum yüzümü sonra kanayan tarafımı dindiremiyor talan deliriyorum bu öfkeden evlat verip elenemem içimden sonra ateş de yanar köz göre göre kül olur yas’a kalırız çığlık da kanar yanarız

m

zühre tepe

Güvercini vuran sapan...

Güncel Yayıncılık’tan çıkan ve Radikal muhabirleri Timur Soykan ile Demet Bilge Ergün’ün kaleme aldığı Sapan, Hrant Dink cinayetinin ardındaki pek çok ilişkiyi ortaya koyuyor. Göz göre göre gelen cinayete kimlerin, neden göz yumduğunu, devlet içindeki bağlantıları belgeleriyle ortaya koyan kitap, ciddi bir araştırmanın ürünü. Kitapta ortaya konan ilişkileri okuduktan sonra, cinayeti işleyenlerin ve işletenlerin ne kadar ‘vatanperver’ oldukları konusunda da net bir kanaat oluşturmak mümkün!..

SERHAT ÖZCAN - Terbiyesizlik etme lan yavşak!.. - Estağfurullah reisim. Ellerinden öperim. Yalarım yutarım efendim. Allah gani gani razı olsun...

B

Yalaya-Rock!..

u gördüğünüz başlık benim, gelecek yaz amiral gemileri medyamız ve onların palazlandırdığı yalarım-yutarım sanatçılarımızın birlikte düzenleyecekleri alternatif rock festivaline önerdiğim isimdir.Yalaya-rak. İki bin’in ilk yılları. İzmir’e turneye gitmek üzere Yeşilköy Atatürk hava limanına gittiğimde uzun bir kuyrukla karşılaştım. X-ray adlı tarama güvenlik cihazından geçecek yolcular uzun bir kuyruk oluşturmuşlar. Kuyruğun sonuna ilişip kitabımı açtım beklemeye koyuldum. Tek geçiş açık olduğu için kuyruk çok ağır ilerliyor.Neyse ki iki saat kadar bir zamanım var. Yarım saate yakın bir süre kitaba öyle bir kaptırmışım ki, kafamı kaldırdığımda önümde beş kişi kalmıştı. O sırada arkamda sonradan yardımcıları olduğunu anladığım kişilere bağıra çağıra koşturan telaşlı kişi omzuma sert bir şekilde çarparak ve hiç umursamayarak en öne geçti. Özür bile yok. Sinirlendim ve seslendim. Beyefendi biraz dikkat edin hem çarpıyorsunuz hem de özür yok. Hem de bunca insanı yok sayarak öne geçiyorsunuz. -Acelemiz var herhalde uçağı kaçıracağız. Senatçiya biraj şaycili olin daa.Dedi ve hiçbir şey yokmuş gibi güler yüzlü emniyet mensuplarıyla kafasını tokuşturup çantasını öttüre öttüre geçti gitti. O an tanıdım. Bu değerli şahsiyet bu günlerde gastelerde ve kanallarda sıkça görülebilen meşhur olmak için allıklı ve rujlu fotoğrafları ile gündeme oturmuş İsmail Türüt’tü. Neyse boş ver dedim. Bunları düşünürken sıram geldi. Sanatçı olmadığım için didik didik arandım ve kontrol aşamasını atlattım. Zaman bol nasılsa gazetemi alıp uçakta oluşabilecek nikotin krizini kafeinle takviye edebileceğim sigara içilebilen bir kafeteryaya attım kendimi. Bir Türk kahvesi istedim. Garson şu anda Türk kahvesi cihazının bozuk olduğunu ama onun yerine, diye başlayıp uzunca ve İtalyan’ca bir kahve mönüsü saydı. Sonunda bizim kahveye en yakın olduğunu iddia ettiği espresso’ya on dört milyon karşılığında beni ikna etti. Acil bir sigara yaktım gazeteme yumulacağım ki bağıra bağıra konuşup tüm dikkatleri üzerine toplamayı başarmış biri oturuyor karşıda. Bu kalabalığı bir tek Burhan pazarlama sağlardı şehir hatları vapurlarında.İlk elektronik uzak doğu mallarını o satardı. Artık o saatli

tükenmez kalemlere nasıl baktıysam bir gün bana zorla bir tane verdi ve, “Öğrencisin, paran olduğu bir gün ödersin,” dedi. Tam bir insan sarrafıydı, parasını mutlaka ödeyeceğini bildiği yüzlerce müşterisi vardı bu şekilde. Ama o bir beyefendiydi ve öküz böğürmesini andıran sesler çıkarmazdı. Zaten havaalanı rantiyesi böyle bir şeye asla izin vermezdi. Malum, sanatçımız insanımıza sanata ve sanatçının manevi değerlerle bağlantısı konusunda konferansını Anadolu’dan masallarla süsleyerek ballandırıyor. Ve gerzek bir bayanın yalakça iltifatları ile şişindikçe şişiniyor. Anne ısrarla beş yaş civarındaki kızına, - Aşk olsun kızım hep televizyonda görünce oynamaya başlıyorsun ya. Nasıl tanımazsın, o amca işte bu kızım. - Çojuk ha benü cörende heyacanlandu daa. - Yaa tanımıyorum işte ne yapiim anne yaa ööf. - Ama niye böyle yapıyorsun ya kızım. Çok ayıp. - Birakin bacim ütandi kiz. Sonra sanatçımız birkaç güvenlik görevlisi ve mafyöz tiple muhabbete daldı. Zamanı geniş tuttuğuna göre uçak kaçırmak filan hikayeymiş demek ki. Benim gözümde adam olacak çocuk kendini belli etmişti. Tekrar gazetemi okumaya daldım. Tepemde bir ses aynı kadın. Meşhurcu abla yani. - (Çocuğunu enseden yakalamış parmağı burnuma dayanmış) Hadi bunu da tanımadım de. - (Çocuk yılışık bir tavırla) Aaaa. Tanıdım bu şeydeki şeey. - Bakın sizi nasıl tanıdı. - Diğer sanatçımız kaça gidiyorsun, dersler nasıl gibi bilimsel soruları sormuştur nasılsa bir de ben bunaltmayayım çocuğu. - Yılmaz bey yok mu? - Yok. - Niye? - Boşandık. - Vallahi bu televizyondakinden de komik değil mi Aybike. - Hıı hııı. - İyi günler hanfendi. - Sağolun Seda Sayan’a selamlar. O gün bir fotoğraf çekmişti beynim bu günü görerek.Sanatçımızın beslendiği damar belliydi. Bir takım ağır ağabeyler, bazı sanatçılara sahip çıkarlar

ve aralarında şöyle genel bir örnek diyalog gelişir. - Kıbrıs’ta konserin var yirmi bin dolar alacaksın. - Emrin olur babam, Allah razı olsun. - Müdüre söz verdim, yarın da polis gecesinde çıkacaksın. - Merak etme baba koynumdan bayrak da çıkarırım. Şey… Baba bu işten bir şey almıyor muyuz. - Terbiyesizlik etme lan yavşak. - Estağfurullah reisim. Ellerinden öperim. Yalarım yutarım efendim. Allah gani gani razı olsun. Konu konuyu açıyor ya. Emekten yana da bir tavrımız var ya. Bu yüzden bizi benimseyen belediyelerden ya da kuruluşlardan davet alırız zaman zaman. - Serhat Bey, selam dostum. Ben filanca belediyemizin kültür müdürü falanca. Onsekizinci geleneksel mercimek festivalimizde kültür ve sanat etkinlikleri kapsamında sizin tek kişilik stendapınızı da görmek isteriz yöremize şeref verirsiniz. - Bir ben stand-up yapmıyorum, iki bütçeniz nedir bu gösteri için. - Maalasef bütçemiz biraz düşük. Sizin gibi değerli demokrat, duyarlı dostlar olmasa biz festival falan yapamayız. Ama sizin gibi değerli bir sanatçının da hakkını yemeyiz. Misafirhane ve yol masraflarınız bizden olmak suretiyle kaça gelirsiniz acaba. - Bu ara borsada kaçtan giderim bilmiyorum ama fiks ücretimiz 3 bin 500 ytl. - İnanın dostum kendimizi yırtsak 1.500 ytl verebiliyoruz. - İnandığım bir şeye ücretsiz de giderim ama bu rakam çok komik. - Ne deseniz haklısınız ama Allah sizi inandırsın bütçemiz çok düştü. İsmail Türüt otuz milyar aldı batırdı bizi beyefendi. - Elli milyarınız olunca çağırırsınız o zaman. (Söz konusu isim, Seda, Alihan, Hilal olarak değişebilir, damar aynı olsun yeter...) Bir taraftan tekelci yalaka medya örtülü sansür uygularken dünya görüşümüzden dolayı, diğer taraftan bizden görünenler popüler halk dalkavukluğu kazanına doğruyor ekmeğimizi. Çünkü ayıp gibi görünür sanatçının sol söylemlerle para kazanması. Onun için dualar, türütler, yalarım-yutarımlar bitmez saadet zincirinde… 31


Biz bunların ‘türban takma özgürlüğü’nü tartışacak kadar dangalak mıyız? Biz ‘türban takmama özgürlüğü’nü tartışırız. Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan, ortaokula devam etmedi, ailesinin zoruyla, üstelik epey bir zoruyla kafası örtüldü, ‘tesettüre sokuldu’. Hatta Emine Erdoğan bu sebeple intihar etmeyi düşündü. Sonradan duruma ‘alıştırıldı’…

Z

ekeriya Beyaz’la dalga geçiyoruz ya... Ya da ekranlara çıkarılan bir sürü sahtekar üfürükçüye gülüyoruz ya, aslında bunların birer ‘çıta’ olduğunu unutuyoruz çoğu zaman. Evet, hepsi birer cehalet çıtasıdır. Hurafelerin egemen olduğu bir toplumsal yapıda, popüler ‘ilim insanları’ haline gelen şarlatanlar, cehaleti derinleştire derinleştire, bilimsel bilinci kör kuyulara göme göme sürdürüyorlar yaşamlarını. Yüz binlerce insan, Fethullah Gülen’in zırlayarak, salya sümük ağlayarak anlattığı hurafeleri dinleyip kendinden geçiyorsa eğer, cehaletin akıldışılığından başka hiçbir şey açıklayamaz manzarayı. Evet, yaygınlaştırılan hurafeler, hurafelerin beslediği cehalet, bu akıldışı sömürü düzenini ayakta tutan ana kolon haline gelmiştir. Düşünsenize, teknolojinin bu denli ilerlediği, dünyanın bir ucundaki gelişmelerle anında irtibat kurabildiğimiz bir atmosferde, teknolojinin sadece sonuçlarıyla ilgilenen, mesela cep telefonunun modeline yoğunlaşan kitleler, bilimsel bilgiden aynı ölçüde uzaklaşıyor. Bilgi sermayenin ve hizmetkarlarının elinde toplanırken, her geçen gün daha da geniş bir nüfusun payına kör bir cehalet düşüyor. Milyarlarca Afrikalı, Hintli, Çinli, Rus, Asyalı, Okyanusyalı, Ortadoğulu, Türk, Kürt, Latin Amerikalı… Hatta bizzat ABD ve Avrupa’daki geniş yığınlar, bilimsel bilgiden giderek uzaklaşıyor. Sermaye hep daha az elde yoğunlaşıyor, sermayenin elinde toplanan ve sadece insan nüfusuna, hatta tüm bir gezegene yeni yıkımlar getiren teknoloji, cehaleti besleyen en kuvvetli araç olarak kullanılıyor… Şu halimize bakın… Sibel Can, Petek Dinçöz gibi popüler figürler, ‘ramazan münasebetiyle türbanlanıyorlar, Bülent Ersoy türban yetmiyor, silikonları dekoltesinden pörtlemiş halde iki saat gecikmeli bir iftar şov yapıyor ve tüm televizyon kanalları ‘güzel ahlak’ programlarının ardından girdikleri magazin programlarında bunlardan bahsediyor. Hepsi birden, elbirliğiyle, cendereyi sıkıştırıp insanlığın bugüne dek yarattığı büyük bilimsel birikimi kitlelerden iyice kopartmaya uğraşıyor sanki. Sahi, yaygın cehalet olmasa, dünya üzerindeki nüfusun büyük çoğunluğu başka türlü nasıl günde bir doların altında yaşamaya razı olacaktı ki? Ramazan münasebetiyle Müslüman olduklarını hatırlayan kepaze televizyon kanalları, gazeteler, özel programlar veya yazı dizileri, köşeler hazırlıyor. Hepsi ‘kader’e rıza göstermeyi, ‘şükretmeyi’ öğütlüyor. Aslında

‘Kader’

çok acayip değil mi? Bu medyayı elinde bulunduranlar, mesela Aydın Doğan, bütün yayınları ‘şükür’, ‘şükür’ diye bağırırken, bir türlü şükretmeyi öğrenemedi; Hilton arazisinin üzerinde dev bir rezidans ve alışveriş merkezi inşa edip İstanbul’un orta yerine pislemek için her türlü taklayı atıyor!.. ‘Kader’ ve ‘şükür’ müesseseleri, insanı alçaltan, insanın onurunu ayaklar altına alan en rezil müesseselerdir. Biat etme, boyun eğme, sadaka dilenme kültürü, ‘kader’ ve ‘şükür’ müesseseleri tarafından beslenmektedir. ‘Kader’e boyun eğilen ve ‘şükredilen’ yerde, hak arama mücadelesi ve isyan olmaz. Oysa, zenginlikle sefaletin bu kadar yan yana olduğu, özgürlük getirme adına girilen ve bir milyon insan öldürülen Irak’ın bulunduğu bir dünyada, tek akılcı olan şey isyan etmektir!..

Karakucak güreşi Şimdi, yok İran olduk, yok Malezya’ya çeyrek var gibi tartışmalar var ya, ‘mahalle baskısı’ olacak, kentli alışkanlıkları zedelenecek diye ürküntü duyanların bu tartışmalara bakıp kişisel yaşamlarına dair paranoyalara kapılmaları gayet mümkündür ve anlaşılabilir. Hatta bu paranoya haklı bir paranoyadır. Hülya Avşar’ın türbanlı poz verdiği memlekette, yeni ve geri kültürel yayılmanın her türlü işaretine rastlamak mümkündür. Biz bu kültürel yayılmaya da karşı durmak zorundayız ama bu yeterli değildir. ‘Ilımlı İslam’ dedikleri ve memleketi içine tıkmaya çalıştıkları deli gömleği, esas olarak emekçilerin, yoksulların posasını çıkarmaya kodlanmıştır. Milyonlarca emekçinin, din üzerinden bağlandığı ideolojik dogma, sadaka kültürünün yerleştiği, hak aramanın ‘kadere isyan’ sayıldığı, itaatin vazedildiği korkunç bir uhrevi cendere yaratmaktadır. Bu ılıman İslamcılar, her şeyleriyle, hatta ‘ruh’larıyla emperyalizme iman etmektedir. Bağları o kadar pervasızdır ki, ‘karakucak’ güreş tutmaktadırlar… Misal, son seçimlerle birlikte keşfedilen Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek eski bir Merrill Lynch çalışanı. O Türkiye’ye gelip bakan olunca, yerini Abdullah Gül’ün oğlu Ahmet Münir’e bıraktı. Şimdi dünyanın en büyük yatırım bankası olarak bilinen bu emperyalist finans kuruluşunda, Merrill Lynch’te ‘küçük Gül’ çalışıyor. Ve geçtiğimiz günlerde Merrill Lynch’ten bir grup yöneticinin Türkiye’ye gelerek Sabah ve ATV’nin satışıyla ilgili olarak Gül’le görüştüğü söyleniyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal ise, bir süre Dünya Bankası’nda staj yaptı

ve şimdi ABD’nin en önemli ‘kanaat oluşturma’ merkezlerinden The Brookings Institution adlı bir emperyalist ‘araştırma’ kuruluşunda çalışıyor. Bu ‘araştırma’ kuruluşlarının nasıl işlediği konusunda bilgisi olmayanlar için, ABD’nin temel doktrinlerini oluşturduklarını belirtmekte fayda var. The Brookings Institution’ın da CIA’ya ‘paket doktrin’ sunduğu, hatta doğrudan CIA’nın fikir üretme merkezi olduğu söyleniyor… Ilıman İslamcıların emperyalizmin idare merkezleriyle olan ‘aile bağları’na daha örnek verilebilir; ‘yetiştirilmek üzere’ alınanlar ve yetiştirilenlerin iade edildiği bir sistem olduğu açıktır. ‘Ilımlı İslam’ dedikleri nesne, bu al gülüm ver gülüm çarkının ideolojik balonudur; geniş Müslüman yığınların dinsel hassasiyetlerini emperyalizmin kapısına bağlamak için bulunmuş, üstelik Bilal’in ‘çalıştığı’ kurum gibi kurumlarca geliştirilmiş, işe yarar bir formüldür. Şimdi öyle bir yüzsüzlükle, kendi doktrinlerini ‘özgürlük’ ve ‘demokrasi’ kalıplarına yamamaya çalışıyorlar ki, öyle ‘mağdur’ ve ‘mazlum’ olabiliyorlar ki, kendinizi kaptırsanız ağlayabilirsiniz bile!.. Türbanlı kızlarımız üniversitelerine giremiyorlarmış, Cumhurbaşkanı eşi bile asker tarafından horlanıyormuş, bunlar hep mağdur ve mazlumlarmış… Höt!.. Biz demokrasiyi kıçından tartışmayız… Demokrasi öncelikle işçilerin, emekçilerin, yoksulların ve ailelerinin kaslarıyla, mideleriyle, dişleriyle ilgili bir şeydir. Yoksulların hastane kapılarında öldüğü, ağızlarındaki dişlerin teker teker döküldüğü, koca bir nüfusun aç uyumak zorunda kaldığı bir memlekette tek özgürlük vardır: Açlıktan ölme özgürlüğü!.. Emekçilerin en temel haklardan, eğitimden, sağlıktan, beslenme ve barınma hakkından yoksun yaşadığı bir ülkede, ‘demokratik özgürlükler’den söz etmek mümkün değildir. Emine Erdoğan’ın intiharı Ama bitmedi… Gelin meseleyi bu ‘ılıman’ İslam pazarlamacılarının alanında tartışalım biraz da. Neymiş, türbanla üniversiteye giremiyorlarmış… Biz bunların ‘türban takma özgürlüğü’nü tartışacak kadar dangalak mıyız? Biz ‘türban takmama özgürlüğü’nü tartışırız. Bugün yüzbinlerce, hatta milyonlarca kadına, bu ‘ılıman İslamcı’ların da gani gani desteklediği erkek egemenliği altında, zorla türban taktırılıyor, evlere kapatılıyor, okullarından alınıp kuran kurslarına, imam-hatiplere yollanıyor… En sonunda da zorla babaları yaşında adamlara verilip ‘karı’ ediliyorlar. ‘Özgürlük’se, buyrun önce buradan başlayın… Çok mu abarttım? Size sadece iki popüler

mSayı 13, Ekim 2007, Aylık süreli yayındır mYayımcı: LM Basın Yayın Ltd. Şti. mİmtiyaz Sahibi: Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mTel: 0212 292 95 65 (4 hat) mFaks: 0212 245 38 06 mAbonelik: 0212 292 95 65 mBaskı: LeMan Matbaası, Alüminyumcular Sanayi Sitesi C-5 Blok No: 7-8 Hadımköy/İST. Tel: 0212 858 00 93 (Pbx) mGenel Dağıtım: D.P.P. A.Ş. mAdres: Firuzağa Mah. Defterdar Yokuşu No: 47 Beyoğlu / İstanbul

örnek vereyim: Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan, ortaokula devam etmedi, ailesinin zoruyla, üstelik epey bir zoruyla kafası örtüldü, ‘tesettüre sokuldu’. Hatta Emine Erdoğan bu sebeple intihar etmeyi düşündü. Sonradan duruma ‘alıştırıldı’… Ben söylemiyorum, kendisiyle yapılan bir söyleşide bizzat anlatıyor… İkinci örnek Hayrünissa Gül. Henüz 15 yaşındayken, yani resmen kendi iradesiyle karar verme yetisi gelişmemişken, o sırada 30’lu yaşlarında olan Abdullah Gül’le evlendirildi. Öyle Fatih-Çarşamba’dan da değil bu örnekler; Başbakanlık Konutu ve Çankaya Köşkü’nden!.. Dolayısıyla, kimse bize ‘özgürlük’ çığırtkanlığı yapmasın; tesadüfen intihar etmeyip ‘first lady’ olan kadınların ülkesi burası… Saltanata dönüş... 1800’lerin sonundan itibaren Osmanlı topraklarında saltanata ve onun hurafelere dayalı ideolojik yapısına karşı bir özgürlük mücadelesi başlamıştı; 1906-8 arasında ülkenin her tarafında ciddi devrimci hareketler açığa çıktı. O dönemin doğası gereği, bunlar Avrupa’daki burjuva devrimlerinden etkilenen hareketlerdi. Osmanlı’daki burjuva devrimci hareket Kemalizmle mantıksal sonuçlarına ve sınırlarına ulaştı. Bu hareket, Osmanlı’nın yaslandığı halifeliği, tekkeleri, dergahları çöplüğe attı; kadınları cendere altında tutan çarşafları, peçeleri söküp çıkardı; tabii sadece kültürel alanda değil, iktisadi ve sosyal alanlarda da, kapitalist üretim tarzını yerleştirmek üzere zemini düzledi… Bunları ‘iyi’ ya da ‘kötü’ olarak ele almak hiçbir şeyi çözmez; Kemalizm sınıfsal niteliğine uygun bir işlev gördü ve sınırına gelip durdu… Şimdi ise, mezardan fırlayan zombi misali üzerimize gelen hurafeler, tekkeler, zaviyeler, çarşaflar, takkeler eşliğinde bir ‘geri dönüş’ süreci yaşanıyor. Bu ‘geri dönüş’ saltanata dönüştür; ancak dünyanın çeşitli memleketlerine kapılanan Osmanlı hanedanı saltanatını yeniden tesis edecek dermana sahip olmadığına göre, yepyeni bir saltanattan söz etmek gerekiyor. Memleket tüm kurum ve kaynaklarıyla, Yanki saltanatının tahakkümü altına girmektedir. İşgal edilmiş, ancak bildiğimiz anlamda hiç sömürge olmamış olan Anadolu, ilk defa bir sömürge olmaktadır. Burjuva cumhuriyetinin bütün kurumları göstermeliktir ve Yanki saltanatı tarafından belirlenmektedir artık. Halife mi? CIA korumasında yaşadığı ABD’de, ‘Sen kenarda ısın!’ talimatı verilmiş, geri döneceği günü beklemektedir. Fethullah oyuna gireceği anı beklemektedir. Ve gün, tüm bu oyunları bozma günüdür…

bilgi@reddiye.org www.reddiye.org www.redciyiz.biz


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.