.. . kurtce, .. . farsca, . . rengi cok biz bu carki . . turkce, . reddediyoruz ve kizil . arapca . seviyoruz!
Unutmayacağız gözüm
RED Sayı 15, Aralık 2007-12,
2.5 YTL, -KKTC 3 YTL-
Kudurmuş Türk ırkçılığı Facebook’ta piyasa yapıyor!
. . . . . Bugun sadece kadinlar anlamli bir sebeple sokaga. dokuluyor.. NOVAMED grevinde de, TELEKOM grevinde de en onde onlar var.. -
Barzani’nin icazetiyle para kazanan MHP’liler, AKP’liler...
Meksika’daki arkadaşımız, silah gölgesi altında, son gelişmeleri anlatıyor...
. . Kadinlarin pesine . . . takilmak lazim!.
mantar tarlasI
“Bir haber çarpıyor gözüme komik belki bunca kırgınlığın üzerine dikkatimi çekiyor işte ‘Almanya’nın başkenti Berlin’deki Dış İlişkiler Enstitüsü tarafından düzenlenen, 60 ülkeden yaklaşık 2 bin 500 kelimenin göz önünde tutulduğu yarışmada, Türkçe ‘Yakamoz’ sözcüğü, 3 kişilik jüri tarafından dünyanın en güzel sözcüğü olarak belirlendi.’ Dünyanın en güzel sözcüğünü bize kazandıran Atatürk, bir bu habere sevinirdi belki diyorum içimden. Harf Devrimi’ni gerçekleştirmese ‘Yakamoz’ sözcüğü diye bir şey olmazdı ki..” Gülben Ergen... Bu hanımın kafası, sözcüklerin alfabelere göre değiştiğini sanacak kadar az basıyor... Yukarıda bilimsel kanıtı da var... Bizi mahkemeye verirse bilirkişi talep ederiz, ona göre... *** “Yıldırım Mayruk muhafazakâr kıyafetler yapmaktan çekinen biri de değil. 3 Kasım seçimlerinin hemen ardından türbana benzer kıyafetler yapmış ve bir anlamda AKP’ye selam göndermişti. Daha sonra Bülent Ersoy’un sahnede giyeceği türban benzeri kıyafet epey tartışılmıştı. (…) Doğrusu, Yıldırım Mayruk’u da kutlamak gerek. Moda, sonuçta toplumda değişimlere öncülük ettiği kadar, toplumdaki değişimleri de kendine yansıtan bir araç değil midir? Bu yılki defilede Mayruk’un Türkiye’deki yeni sermaye yapısına ince ince göndermeleri vardı. Daha kapalı, kimi muhafazakâr kıyafetler, sınırları zorlamayan, “giyilebilir” defile kıyafetleri izledik. Türkiye’de 1984 yılında ilk transparanı podyuma çıkararak olay yaratan Mayruk, bu sefer mankenlerini kapatmıştı. 1984’te Türkiye’nin ilk transparanını giyen manken bugün ‘Buzda Dans’ta izlediğimiz Hülya Yiğitalp’ti. O günden bu yana geçen 20’yi aşkın sene içinde Yıldırım Mayruk kimi defilelerinde daha azgın, daha sınırları zorlayan kıyafetlerle de çıktı, türbanla da. Deniz Akkaya’nın göğüs uçlarını sadece kelebeklerin kapattığı o siyah elbise, yahut Asena’nın tamamı dantelden işlemeli kıyafeti unutulur gibi miydi? Şimdi aynı Mayruk’un kıyafetlerine bambaşka duyarlılıklar yansıyor. Bunun geri bir adım değil, açıkçası muhafazakâr kesimle sosyeteyi birleştiren bir köprü etkinliği olduğunu düşünüyorum.” Oray Eğin... Türkiye’yi bu ‘unsur’la muhatap edenler utansın... Hem postal cilalıyor, hem burjuva terzileri üzerinden İslami-sosyetenin gerisinde dolanıyor... Derin derin nefes al Oray... *** “Çocuklara ne anlatıyoruz da, padişahları canavar sanıyorlar? Nasıl oluyor da Atatürk ‘her şeyi bilen kişi’ diye tasavvur ediliyor? Aşk şiirine, ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ şeklinde cevap vermek ne tür bir ruh halidir? İnkılap tarihi kitabını okurken ‘hazır ol’a geçmesi yetmiyormuş gibi ona kutsal kitap muamelesi yapan bir gencin psikologa gönderilmesi gerekir mi? Bu toplum tedaviye muhtaç!” Emre Aköz... Allah Allah!.. Baba Hakkı, bak delikanlı neler söylüyor!.. Yeni anlamış tedavi meselesini!.. Yahu, sonra, bunların hepsi birden niye padişahçı oldu birden? İzahat istiyoruz Baba!.. *** “Sultan Abdülhamit Han’ın torunu Ertuğrul Osman Efendi ile New York’taki konutunda yaptığım TV söyleşisinde dedesi için “Rom içerdi. Şekerkamışından yapıldığı için şeker suyu” söylemini yazdım. Kıyamet koptu. Bana gönderilen e-postalar koca bir yığın... Yazıyı yansıtan internet sitelerine de ne yorumlar gelmemiş ki... Arkadaşlar, neden bana öfkeleniyorsunuz? Bunu söyleyen, öz torunu. Yaşayan Osmanlıların aile reisi ve sözcüsü olan Ertuğrul Osman Efendi. Dedesiyle çok kez beraber olmuş. Tarihin tanıklığını yapmış. Gözlemlerini anlattı. Ertuğrul Osman’ın, kendi konutunun salonunda, eşinin yanında kameralara kendi sesiyle yaptığı bir konuşma... Gerekirse TV’lerde yayımlarım. İzlersiniz. Çirkin sözleriniz nedeniyle mahcup olursunuz.” Güneri Cıvaoğlu... ‘Alkolik Halife engellenemez!’ mi, ılımlı İslam muhallebisi mi?.. *** “Siyasi parti çatısı altında toplanamayan ‘sol’un umutsuz ve de oldukça öfkeli seçmeninin bir bölümü, tuzak bir planda ‘hedef kitle’ haline getirilebilir mi? Bir dönemin bazı marjinal/sakıncalı gruplarının (etnik kimlik siyaseti yapanları kastetmiyorum) siyasallaşma planları aradan sıyrılıver ise...” (Keşke!..) Kaçın, Güler Kömürcü galiba sola da bulaşmaya çalışıyor... Abla, bizim salon müsait değil! *** “Ankara bir süredir Doğu-Batı trafiğinin kavşak noktası haline gelmiştir. Bunun en iyi örneği, Ankara’daki Şimon Peres ve Mahmud Abbas buluşmasıdır. Başka hangi ülke bu bölgede böylesine tarihi bir buluşmanın ev sahipliğini yapabilirdi?” Taha Akyol... Usta, eskiden bunun adı ‘randevuculuk’tu... Şimdi de Filistin davasını satan Mahmud Abbas ile Siyonist katil Peres’le mis gibi halvet oluyor. Burası tamam da, peçeteyi, havluyu kim tutuyor, o kadar çok ki, sayamıyoruz... *** “Bazen düşünüyorum. Bu nasıl bir insanlık hali, nasıl bir dramdır? Kendine yazar diyebilen biri bu durumdan hiç rahatsız olmaz mı? Asalak bir canlı gibi, hayatının 365 gününü, başka bazı insanların sırtında, onların kanını emerek geçirmek onu hiç mi rahatsız etmez?” Ertuğrul Özkök... Yahu Sayın Özkök, Allah sizi inandırsın, aynı soruyu biz size soracaktık...
2
Kurban Bayramı yaklaşıyor, lütfen önlem alınız. Evet, ipini koparan danalar birer tehdittir; fakat, ipini koparmış medya ve onların danacıkları daha büyük bir tehdittir. Medya koyunları olmak istemiyorsanız, makul dozda alınız... Bu arada, koyuna yeşil bonus peruğu yapan zihniyeti alkışlıyoruz...
ne .bicim .. insansiniz siz? Cengiz Semercioğlu: Değişmedi, değişmeyecek… Semer de vursak yine aynı!.. Oray Eğin: Gazete binasında ‘yaylalar yaylalar’ nidası eşliğinde koşuyormuş şu sıralar. Geceleri bina önünde ‘özel güvenlik’ kıyafetiyle nöbet alıştırması yaptığı da görülmüş!.. Güler Kömürcü: Oray Eğin ile birlikte sınır ötesinde görmek istediğimiz ‘sinir ötesi’ şahsiyet. Vahim bir durum teşkil ediyor; ‘güler misin, ağlar mısın?!’ Devlet Bahçeli: DTP’li milletvekillerinin meclisten postalanması heyecanıyla yatıp kalkıyormuş birkaç haftadır. Bu arada, kendisinin önceki hayatında ‘bostan korkuluğu’ olduğu tahmin ediliyormuş!.. Ertuğrul Özkök: Damadı Ercan Saatchi’nin verdiği ‘hızlandırılmış milliyetçilik kursu’ndan başarıyla mezun olmuş. Sertifikası da varmış!.. Can Ataklı: Olası bir sınır ötesi müsabakasında takımının tek santraforu olarak kontratağa çıkmasını bekliyoruz!.. İsmail Türüt: Fatiha ve Yasin’i ezberliyormuş şu sıralar. Alıştırmaları bittiği gün Samatya’da Ozan Arif’le düet yapması bekleniyor!.. M. Ali Şahin: 8 askerin kurtulduğuna sevinememiş Adalet Bakanı. Kendisini takas olarak önerseydik keşke. Hem ‘adalet’ de yerini bulurdu!.. Bülent Ersoy: Sahne aldığı bir konserde rakı içerken ‘Allahu Ekber’ diye ünlemesi ve ardından İlhan Selçuk’un ‘işte irtica tehlikesi!’ diye konseri basması... Olur mu olur!.. Fethullah Gülen: Londra’da kendi adına gerçekleşen konferansta katılımcılara bedava şemsiye dağıtılmış. Konferans boyunca Fethullah’ın gözyaşları sağa sola sıçramış zira!.. Seda Sayan: Sabah sabah da hiç çekilmiyor. O saatlerde uyuyo olsa vatana millete daha hayırlı bir iş yapmış olur!.. Recep Tayyip Erdoğan: Kasımpaşa’da doğup Washington’lu olan tek Başbakan!.. Abdullah Gül: Suudi Kralı Abdullah’ı kaldığı otelde ziyaret etti. Bizim neyimiz eksik?! RED’e de bekleriz!.. Deniz Baykal: Tutkal kullanıyormuş. Koltuğun sırrı buymuş!.. Ali Atıf Bir: Bir ikincisi olmadığı için çok mutluyuz!.. Nil Demirkazık: Doğu Perinçek’i bile geçti ablamız!.. Helin Avşar: Facebook şöhretlisi, bi acayiplikler şeysi. Arkasındayız!.. Rauf Tamer: 1 milyon dolarlık siyah Bond çanta mevzuu kaynadı gitti. Ne diyelim, Rauf’un hakkından James Bond gelir!.. Melih Gökçek: ‘Yağdır mevlam su’ diyerek eminim çölleri aşmıştır!.. Yağıyor da namussuz...
m
ali ersin kelleci
. afedersiniz ama, yuh artik! kazımak ve kazıtmak suretiyle bölücülük propagandası
M
B
dünüüüüüür... bittiiiiiiiii...
illi Piyango İdaresi’nin geçen ay piyasaya sürdüğü üzerinde Türkiye haritası bulunan ‘Kazı-Kazan’ kartları ‘bölücülük’le suçlandı. Yaklaşık 10 milyon kartta ödül kazanabilmek için ‘Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgelerinin bulunduğu kesimleri kazımak gerekiyor. Bu durumu fark eden Denizli’deki siyasi parti temsilcileri ve sivil toplum örgütleri Milli Piyango İdaresi’ne tepki gösterdi, “Haritamız bu şekilde hoyratça kullanılmamalı,” diye açıklama yaptılar. Oha mı? Oha tabii! Komedi filmi senaryosu çıkar bu işten, bizden söylemesi. Bakınız, ciddi ciddi adam ve kadınların açıklamalarına: AKP İl Başkanı Bilal Uçar: “Milli Piyango İdaresi’nin Türkiye haritasını böyle yapboz gibi Kazı Kazan kartlarında tasarım yapması kabul edilemez. Hassas olduğumuz değerler üzerinde spekülasyona yol açacak eylemden uzak durulması gerekiyor. Hükümet temsilcilerimize bu konuyu aktarıp yanlıştan dönülmesini isteyeceğiz.” MHP İl Başkanı Feridun Ünal: “Bunun kabul edilebilir hiçbir yanı yok. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi kuruluşunun böyle bir hata yapması affedilemez. Sorumlulara derhal görevden el çektirilmeli. Piyasaya sürülen bu kartların ise derhal toplatılması gerekiyor.” DSP İl Başkanı Özkan Fidan: “Herkesin olağanüstü duyarlı olması gerekiyor. Öküz altında buzağı aramıyoruz ama bu tasarımda Türkiye’nin doğu bölgesi tamamıyla halka kazıtılıyor. Rastlantı olsa bile kartların toplatılması gerekiyor.” İşçi Partisi İl Başkanı Mustafa Güleç: “Dört gün önce Milli Piyango İdaresi Genel Müdürü İhya Balak’ın öldürülmesi, akıllara ‘Kazı Kazan skandalı’yla bağlantısının olup olmadığını getirdi. Kazı Kazan kartlarında Hatay’dan ötesinin halkımızın beyninden kazınması için düğmeye basılmıştır.” (Yuh!) Atatürkçü Düşünce Derneği Şube Başkanı Gülizar Biçer Karaca: “Bugün gelinen noktada bunun bir tesadüf olmayıp insanlarımızın bilinçaltının ülkemizin bölünmesi adına karıştırıldığını düşünüyorum.” Ziraat Odası Şube Başkanı İbrahim Gür: “Kazınan kartlara dikkatlice bakıldığında ülkemizin doğusunun kazınıp atılması gibi bir ifade beliriyor. Böyle bir tasarım doğru değil, kabul edilemez ve derhal piyasadan toplatılarak özür dilenmesi gerekiyor.” Denizli Baro Başkanı Adil Demir: “Milli Piyango İdaresi, Sevr Antlaşması’nın karşı taraflarına Doğu Anadolu, Güneydoğu ve Doğu Karadeniz’i adeta armağan etmiştir.” RED: “Denizli’nin havası, suyu kontrol edilmeli ve akıl sağlığına zarar veren maddeler derhal bulunmalı, önlem alınmalıdır.”
KP’nin cumhurbaşkanı seçtiği Abdullah Gül, Tayyip’le birlikte cümbür cemaat Arabistan’ın dallama kralı Abdullah’ın ayağına kadar gitti ya, protokolü falan resepsiyona bırakarak, bakın durumu nasıl izah etmiş: “Kral Abdullah’ı uğurlamak ve anlaşmaya imzayı koymak için Swissotel’e giderken Başbakan’ın da orada olacağını bilmiyordum. Tesadüf oldu. Hatta, otele gittiğimde Kral aşağı kadar inip beni karşıladı. Uzun yıllar Türkiye’ye gelmeyen Kral bir yıl içinde iki kez geliyorsa, bu geldiğimiz noktayı göstermek açısından çok önemli. Son dönemde Türkiye’yi ziyaret edenlere bir bakın. Bunlar görülmüyor; bazı şeylere takılıp kalınıyor. Bunlara üzülüyorum.” Gelmesin ulan, bize mi geliyor? Arpaya geliyor! Üzülüyormuş! Daha çok üzülürsün!
allahım nolur düses . . atmamı ihsan eyle yarabbim
tecavüzcülük cinsiyet tanımıyor...
A
dana’da toplanan seyyar Milli Piyango bayileri, yılbaşı özel çekilişinde verilecek 25 milyon YTL’lik büyük ikramiyenin kentte yaşayan bir vatandaşa çıkması için Fatiha okudu... Şimdi, sayın arkadaşlar, bakınız, toplum koskoca bir kumarhaneye dönüştü, iddaa, kazı kazan, loto, piyango derken, vatandaş kurtuluş umudunu kuponlara bağladı... Buna eyvallah, durumu anlayabiliyoruz da, Fatiha okumak ne? Bunları Las Vegas’a götürseniz, rulet masasının başına oturmadan evvel üç kulhuvallahi, bir elham okuyacaklar!.. Bu arada, İstanbul’daki Veliefendi Hipodromu’na adını veren Veli Efendi’nin zamanın şeyhülislamı olduğunu biliyor muydunuz?..
aşbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın dünürü gazeteci Sadık Albayrak’ın evinin önünde duran özel otomobiline hırsız girmesinin ardından mahallede 24 saat polis, nöbeti uygulaması başlatıldı. İki vardiya halinde çalışan polis sokakta kuş uçurtmuyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kızı Esra’nın eşi Berat Albayrak’ın babası Sadık Albayrak’ın evinin önünde bulunan özel otomobiline geçen cuma günü hırsız girdiği öğrenildi. Albayrak’ın otomobilinin kelebek camını kıran hırsız ya da hırsızların herhangi bir şey çalmadan olay yerinden uzaklaştığı belirtildi. Ertesi sabah aracına binerken durumu fark eden Albayrak’ın Fatih Şehremini Polis Karakolu’na giderek şikâyetçi olduğu ve aracındaki zararını sigortadan alabilmek için tutanak tutturduğu ifade edildi. Hırsızlık girişiminin ardından Albayrak’ın oturduğu sokakta 24 saat süreyle polis beklemeye başladı. Evet efendim, dua edin de Sadık Bey’in helasında ‘sıçan’ çıkmadı... Yoksa İstanbul İtfaiye Teşkilatı ‘sıçan’ için seferberlik ilan edecekti...
Kral abdullah kapıya kadar zahmet etmis.
A
H
ülya Avşar, Türkmax’daki programı ‘Hülya Avşar Stüdyosu’nda yine saçma sapan laflar etti. Hülya Avşar’ın konuğu evlilik ve aile terapisti Selin Özkök Karacehennem’di. Avşar, sohbet sırasında, “Bazı erkekler eşlerinden ‘hayır’ sözünü duysa da dinlemiyor ve tecavüz ediyor. Karı koca arasındaki tecavüzün bu kadar büyütülmemesi gerektiğini düşünüyorum. Bir kadının mahkemede ‘Eşim bana tecavüz etti’ suçlamasında bulunmasını da normal karşılamıyorum. Sonuçta bu olabilir. Erkek yapıyorsa kadın da 5-10 dakika sonra kendini teslim edebiliyor,” dedi. Yahu, ne diyelim şimdi? Hakaret etsek rahatlayabilir miyiz? O sınırı çoktan aştık!
3
. bir sacmalik . abidesi S
orsak, “Bu memlekette en çok sevilen şey nedir?” diye, bence verebileceğimiz ilk cevaplardan biri ‘acayiplik’tir. Alan fark etmeksizin siyasette -belki de en çok siyasette-, edebiyatta, sporda neyin en acayip olanı varsa o bulunur, medya tarafından bir güzel şişirilir ve artık kanıksanıp da bize ilginç gelmediği anda unutulur ya da unutturulur, hiç olmamış gibi çıkar o ‘şey’ hayatımızdan. Böyle gidip gidip gelen acayip bir vaka var hayatımızda: Nil Demirkazık… Ve olay ne zaman ki ‘magazin’ boyutundan çıkıp ‘kriminal’ boyuta geçti, o zaman daha bir fark ettik bu hanımı. Aslında burada biraz da Tuğba Özay vakasını hatırlattı bu olay bana, ki kendisi de çeşitli siyaset saçmalamalarından sonra -ve belki kendisinin de hiç beklemediği bir anda- kendini cezaevinde buluverdi. E, Nil Demirkazık da ne demişti ilk gözaltına alındığında: “Örgüt üyesi olduğumu ben de sizinle öğrendim. Sanırım örgüttekiler de bunu bilmiyor!” Örgüttekiler bilmez, ‘devlet’ bilir Nil Hanım,” diyesi geliyor insanın! Sonuçta bu sistemde milleti oyaladığınız ve bu arada da birilerine kazanç sağladığınız sürece yaramaz bir çocuk muamelesi görüp, girmemeniz gereken bir alana girdiğiniz anda ise kulağınızdan tutulup kendinize getirilmeniz gayet olağan bir durumdur. Mesela AKP mitinglerinde oradan oraya koşturan Demirkazık’ın, bu dönemde dolandırıcılık suçundan yargılanıyor olması ve beş aydır ‘bulunamıyor’ olması pek kimseyi rahatsız etmemiş olacak ki, zaten bilirsiniz ülkemizde dolandırıcılık da öyle sanıldığı gibi yüz kızartıcı bir suç filan değildir. Neyse konumuz bu değil…
İzahı zor bir vaka
Aslında hayat hikâyesine ve de yaptıklarına baktığınızda Nil Demirkazık’ın neyi ne için yaptığını anlamanın çok da kolay olmadığını görüyorsunuz. Tamam, adının ilk duyulduğu şu M. Ali Erbil’in kayınvalidesinin antikacı arkadaşı -nasıl bir sıfatsa artık!- olma durumuyla kalsaydı iş, çoktan unuttuğumuz bir isim olacaktı kuşkusuz ama kendisi bir türlü kopamadı kameralardan ve 2002 seçimlerinde AKP’den milletvekili aday adayı olarak çıkıverdi karşımıza. Evet, işte her fotoğraa onu gördük, normal yollarla giremediği AKP kampına azimle plajdan çıkarma yaptığına -geceyi barda sabahlayarak geçirdikten sonra- güldük ama bir taraan da, “Erdoğan’dan Papodopulos’a mesaj getirdim,” diyerek herkesi kandıran ve Papodopulos’la kahve içip üstüne de hatıra fotoğrafı çektiren bir ruh halinden bahsediyoruz! Ne var ki Demirkazık hiçbir zaman AKP tarafından kabul edilen biri olamadı ve hatta Abdullah Gül’ü karşılamaya gittiği Batman’da Demirkazık’ı gören koruma müdürü, “Dikkat sağda Nil Demirkazık var!”
4
‘taha kıvanç’ın patronları
diyerek korumaları uyarmak durumunda kaldı! AKP’den umduğunu bulamayan Demirkazık artık gece rüyasında mı gördü, başına bir şey mi düştü ya da kendince bir aydınlanma mı yaşadı bilinmez, bu sefer kendini Kürt meselesine adamış halde çıkıverdi karşımıza. Magazine gün doğdu: Abdullah Öcalan’ın avukatına olan aşkı onu felakete sürüklemişti!.. Bildiğimiz, tutuklanışına kadar geçen sürede Batman’da yerel yayın yapan Batman Petrol Gazetesi’nde köşe yazmaya başlaması ve ‘Sayın Öcalan’ başlıklı bir yazı yazdıktan sonra hakkında soruşturma açılmış olmasıdır. Erdoğan’ın peşinden ayrılmayan, hatta kendisine şiirler dahi yazan ve fakat AKP’den dışlanan Demirkazık belki de milletvekili olma amacını kendisi gibi ‘dışlanmış’ bir partide yer alarak gerçekleştirebileceğini düşündü ki, 2007 seçimlerinde bu kez DTP destekli olarak Diyarbakır’dan bağımsız milletvekili adayı olmak suretiyle çıktı karşımıza. Artık deneyimliydi… Bugünlerde çokça gördüğümüz eli silahlı fotoğraflarını da çektirdi seçim gezileri sırasında. Bu arada, Kurtlar Vadisi’ni yabancı düşmanlığı yapmakla suçlamak, Roj Tv’ye konuk olmak gibi ‘aktivite’lerde de bulunan Demirkazık seçimlerde yine umduğunu bulamadı. Ne var ki, bu sefer çabuk pes etmediği anlaşılan Demirkazık son olarak katıldığı DTP’nin 2. Olağanüstü Kongresi’nde ki bu davetsiz olarak katılmayı becerdiği AKP toplantılarından farklı gözüküyor- Kürdistan rozeti takmasının ardından ‘terör örgütü üyesi olmamakla birlikte örgüte yardım ettiği’ gerekçesiyle tutuklanarak cezaevine gönderildi. Başta da dediğim gibi bu ‘vaka’yı çözümlemek en azından benim yapabileceğimin üstünde bir şey! Bazı yazıları üzerine Nil Demirkazık’ın ne dediğini bilmeden kral çıplak dediğini de düşünebiliriz; ‘cahil cesareti’ benzetmesiyle kendi sonunu hazırladığını da söyleyebiliriz, veya hepsini unutup hamamda sabun tanıtan görüntülerini hatırlayıp kahkahayı da basabiliriz. Nitekim ruhsal durumunun bozuk olduğundan tutun da, siyasetin Recep Bülbülses’i yorumuna kadar (ki AKP’ye yanaşmaya çalıştığı günlerde her kareden çıkma çabalarından dolayı bu sıfatı hak ettiğini düşünebiliriz) birçok benzetme yapıldı Demirkazık için. Tamamen popüler olmaya yönelik bir şekilde AKP’nin peşinden giderken umduğunu bulamamış olması nispeten anlaşılır bir durum; nasıl olup da birden böyle yön değiştirdiği ve asıl önemlisi DTP tarafından nasıl desteklendiği ise esas anlaşılmaz olanı. Ama daha önemlisi, böyle bir acayipliğin var olması ve şu anda gündemin başköşesinde bulunan hayati bir meselede dahi böyle bir acayipliğin ön plana çıkmış olabilmesidir ki, sanırım bu kadarı da sadece bu memlekete has bir durumdur.
m
canan özcan
“Erdal İnönü’nün vefatı sonrasında attığı ‘En nazik siyasetçiyi kaybettik’ başlığı üzerine vaktiyle Milliyet gazetesini iki kez yönetmiş Umur Talu’nun hatırlattığı bir olay Hürriyet yönetiminin başını ağrıtıyor. Umur Talu’nun ‘Şimdi böyle diyorlar ama vaktiyle siyasete yeniden dönüş yapmaya karar verme arefesindeyken, Erdal İnönü’yü yolsuzluğa bulaşabilecek biri gibi gösteren bir manşet atmışlardı,’ iddiası ortalığı sarstı. Bu gürültüde benim anlamakta zorlandığım bir nokta var: Hürriyet’in bugünkü ve 2001 yılında attığı manşetin hesabını neden sahip konumundaki Aydın Doğan veriyor? Neden Aydın Bey’in avukatı muhatap oluyor iddialarla? Rodos yol arkadaşlığımın üzerimde bıraktığı hisle şunu yazabilecek durumdayım: Türkiye’de iki ‘patron’ yalnızları oynuyor; siyasetin büyük patronu Tayyip Erdoğan ile medyanın büyük patronu Aydın Doğan... Astlarının ve görevlilerinin yaptığı hataları bile onlar göğüslemek zorunda kalıyorlar. Esas sorumlular sütre gerisinde yan gelip yatarken, hesap vermek onlara düşüyor...” (Taha Kıvanç / Yeni Şafak) Yalakalığın bu kadarına da pes doğrusu! Taha Kıvanç, nam-ı diğer Fehmi Koru, şimdi de medya baronu Aydın Doğan’ın avukatlığına soyunmuş... ‘Rodos yol arkadaşlığı’ndan kasıt, Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan’ın da aralarında bulunduğunu yazılarından öğrendiğimiz şu meşhur bayram gezisi, bayram namazı bahsi ... Siyasetin ve medyanın yalnız patronlarıymış... Vah vah! Gerçi, ‘patron’ lafı doğru bir bakıma. Türkiye patronaj sistemiyle yönetilen bir ülke. Bu ülkede politikacılar uzun vadeli politikalar uygulamak yerine, kendisine oy verenleri müşteri gibi görüp, müşteri temelli ilişkiler kurar ve aldığı oy karşılığında, kişiye ya da belli bir zümrenin yararına bir politika ya da serviste bulunur. Sistemin iç içe geçmiş kardeşleri olarak iktidar partisi ve büyük medya baronlarının bu patronaj sisteminde başrolde olmasından daha doğal ne olabilir? Lakin, normalde, gazetecinin bu sistemi sorgulaması, eleştirmesi gerekirken, methiye düzmesi de tam sömürge gazetecisine yakışır bir çürümedir… Hayırlı işler beyler!..
medya kararı verdi nasılsa...
“Türkiye’nin bir tür çare saydığı parti kapatma davalarına yenisi eklendi, Meclis’te grubu bulunan DTP’li sekiz vekil dahil 221 kişiye beş yıl siyasi yasak istendi, iddianamede tedbir talebi de geldi.” Daha ilk asker cenazeleri gelmeye başladığında hedef gösterdiler, düşman yaratan, ötekileştiren haber söylemlerini ince ince işlediler; şimdi de yeni bir parti kapatmayı daha meşrulaştıracak toplumsal rızayı oluşturuyorlar… Biz bu filmi daha once de kaç kere gördük. TİP, TBKP, HEP, ÖZDEP, STP, DEP, EP, DKP, HADEP, RP, FP… Saymakla bitmez. Şimdi de, “DTP kapatılmazsa iç çatışma çıkarmış”. Hadi yahu? Nasıl? Neden? Parti kapatmak halkın siyasal sisteme demokratik katımına engelmiş… kimin umurunda? Büyük medyamız emir komuta zincirinde kendisine düşen anti-demokratik görevleri başarıyla yerine getiriyor ya, önemli olan o…
ESRA ARSAN
sormak yerine gazetecilik yap...
Gazeteci Bekir Coşkun, CHP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Özyürek’in TBMM gündemine getirdiği soru önergesi üzerine başbakan’a soruyor: “Damadınızın, Kuzey Irak’ta yapılmakta olan Kürdistan Yurtseverler Birliği Karargáhı ile ilgisi var mı?... ‘Damat, Kuzey Irak’ta ne yapıyor?..’ Önergeye göre: Başbakan’ın damadı Berat Albayrak’ın, 29 yaşında bir büyük şirketler grubunun genel müdürü olduğu... Bu şirketin; Samsun-Ceyhan boru hattını ihalesiz aldığı... Daha birçok büyük işe el atmışken; şirketin ayrıca bir elinin de Kuzey Irak’a uzandığı... Kuzey Irak’ta 350 dönüm üzerine Kürdistan Yurtseverler Birliği Karargáhı’nı da bu şirketin yaptığı... Doğru mudur?..” Beklesin, başbakan üç vakte kadar cevap verecektir kendisine… Yahu, bizim bildiğimiz gazeteci dediğin ortaya bir soru atıp ‘ya gelirse’ diye cevap beklemez. Gazeteci, araştırır, soruşturur, belge bulur, tanıklıkları dinler, eğer iddialar doğruysa haber yapar. Bekir Coşkun da madem heves etmiş, 40 yılın başı odasından başını çıkartıp gazetecilik yapsa, şu soru önergesindeki iddialar doğru mu diye araştırsa, bir-iki kişiyle konuşsa, iz sürse, vatana millete hayırlı bir iş (ve de mesleğini) yapmış olacak; ama nerede o enerji, nerede o cesaret? Otur masaya, sor başbakana köşenden soru; hem ucuza kahraman ol, hem de ay başında maaş yatıyor zaten bankaya.
ordu evleri kapatılsa ya...
Milli Savunma Bakanlığı, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Yönetmeliği’nde 3 maddelik bir değişiklik yaptı. Resmi Gazete de yayınlanan yönetmelik değişikliğine göre, emekli subaylar ve generaller görev yaptıkları döneme ilişkin açıklamalarda bulunup, yazı yazarlarsa askeri sosyal tesislere geçici veya sürekli olarak girmeleri yasaklanabilecek. Emekli subay ve paşalara ‘sus’ genelgesi olarak değerlendirilen yönetmelikte, “Kendisine özel bir görev verilmediği halde görevi ve sıfatı icabı muvazzaflık yaptığı dönemde bulunduğu görev ve görev yerleri hakkında beyanat veren, yazı yazan veya sair surette açıklamada bulunan, astlık-üstlük münasebetlerini zedelemeye, amir veya komutanlara karşı güven hissini yok etmeye yönelik olarak açıkça aşağılayıcı söz ve davranışta bulundukları çeşitli komutanlık ve resmî kaynaklardan intikal eden bilgi ve belgelerden tespit edilenlerin orduevleri, askerî gazinolar ve diğer askerî yasaklanabilir,” denildi. Asker eşleri saçlarını 50 kuruşa fönletecek veya ordu mensupları 10 kişilik yemekli davete 20 YTL ödeyecek diye sivil vatandaşın cebinden fon aktarılan orduevlerinin kendisi başlı başına bir sorundur. Türkiye’nin yakın tarihine gayet ‘ışık tutan’, mesela sağda-solda nasıl bomba patlattıklarını açıklayan emekli generaller değil…
telekom’da grev var, medyada haber yok... “İş güvencesi, esnek çalışma şartlarının ve eşitsiz ücret politikasının ortadan kaldırılması, kazanılmış hakların iadesi için bir aydan fazla süredir devam eden Telekom grevi basında haber olamıyor. İşçiler bu konuda medyayı suçluyor: ‘Medya eğer bizim grevimize yeterince yer verseydi, bizleri sabotajcı gibi göstermeseydi, işvereni kollamasaydı, tüketici de haberdar olurdu, politikacılar da gündeme
resmi tarih yalama olurken... “Edirne’nin Keşan ilçesinde bir öğrencinin yazdığı kompozisyonun ödül alması nedeniyle 7 öğretmen hakkında soruşturma açıldı. Öğretmenlerin kaymakamlık soruşturmasına alınmasının nedeni ise ödül alan kompozisyonda padişah Vahdettin için ‘Hain’ ifadesinin kullanılması olduğu belirtildi.” Bu ülkede okullarda okutulan resmi tarih, Osmanlı’nın eleştirisi, Cumhuriyet’in methiyesi üzerine kuruludur. Devletin ideolojik aygıtlarından biri olan ilköğretim kurumlarında devletin resmi söylemi vazedilir öğrencilere. Bugüne kadar ilkokul ders kitaplarında Vahdettin, vatanı satıp kaçan, ‘hain’ padişah olarak belletildi öğrencilere. Ve fakat, şimdi bir bakıyoruz, Vahdettin’e hain demek ‘suç’ olmuş. Demek ki, bu tarih dediğimiz şey iktidar ve hegemonya değiştikçe yeniden yazılabiliyor. Bugünün haini, iktidar ve güç sahipleri değişince, yarının kahramanı olabiliyor -ya da tam tersi... Tamam da, gelsin birileri şu yalama olmuş tarih anlayışımızı bizim zavallı ilkokul çocuklarına anlatsın!..
alırdı’ diyorlar.” Gazetecilerin asıl işinin haber vermek olduğu bir ülkede yaşıyor olsak, işçilere hak vereceğiz. Lakin, şimdi bir sürü başka pazarlık süreci, propaganda ve manipülasyon arasında bir de Telekom grevinin haberini mi yapacaklar yani?.. Muhteremler, bahsettiğimiz 26 bin işçinin grevidir, dikkatinizi çekeriz!..
ne güzel basbakanımızsın sen tayyip abi... .
TMSF’ye devredilen Sabah gazetesinin yayın yönetmeni Ergun Babahan, başbakanın özel uçağından bildiriyor: “…‘Mağrur olma’ yazısıyla açılan cep telefonunda torunu Ahmet Akif’in fotoğrafı var. Cebe yüklediği fasılları dinlemek en büyük zevki. Erdoğan kıyafetlerini kendisi seçiyor ve yürüme bandında her gün 5 km yürüyor. Günde 16 saat çalışan Başbakan’a 6 saat uyku yetiyor.” 16 saat çalışıp, 6 saat uyuyor. Geriye kaldı 2 saat. Bu iki satin neresinde yürüme bandına çıkıp, neresinde kıyafet seçiyor, neresinde ‘cebe fasıl’ yüklüyor, ben anladımsa arap olayım… Biyonik adam gibi maaşallah; allah Ergun’un başından eksik etmesin.
yabancılar bir koyup bes. aldı
Parasını, Türkiye’de faiz ve borsada değerlendiren yabancı yatırımcı bir koyup yaklaşık 5 aldı. 2002’de Türkiye’ye bin dolar getirerek Borsa ya da faize yatıran yabancının bu birikimi kurdaki düşüşün de etkisiyle 4 bin 376 dolara çıktı. Yabancı
spekülatörlerin dolar bazında yıllık getirisi yüzde 60 dolayında bulunuyor Türkiye 2007’de, kısa vadeli faiz oranlarında dünyada yüzde 16.75’lik faiz oranı ile ilk sıraya yükseldi. Türkiye’yi yüzde 13.06 ile Arjantin, yüzde 11.18 ile Brezilya, yüzde 11.05 ile Venezüella izliyor. Vatandaş da bu durumda elinin körünü alıyor!
5
B
facebook’un kafasız fasistleri .
u memleketin müthiş savcıları var. 1977 yılında ODTÜ’de jandarma tarafından önce vurulan, sonra süngüyle öldürülen Ertuğrul Karakaya’nın görme engelli annesi Ayşe Karakaya, oğlunun ölüm yıldönümünde yapılan anmaya katıldığı için, akrabalarıyla birlikte ‘suçu ve suçluyu övme’ iddiasıyla yargılanıyor! Mahirleri, Denizleri ananlar da… Fakat, internet üzerinden ırkçı ve faşist yayın yapan, dahası facebook üzerinde ırkçı gruplar oluşturan, faşistlerin, mafyozların suçlarını öven, Kürtlere alenen küfreden çakal sürüsü, utanmazca ve pervasızca sanal alemde boy gösteriyor. Sadece son dönemin modası facebook adlı sitede bile onlarca ırkçı ve faşist grup oluştu. Bu gruplarda azgın faşistlerin yanı sıra, bizzat devlet eliyle yükseltilen şoven dalganın peşinden sürüklenen kafasızlar
Beyni uçmuş ‘Türk gençliği’... da bulunuyor. Öyle ki, saçlarını sarıya boyatmış, İskandinav ve Slavlara benzeme uğraşındaki pek çok ‘asena’ hanım, internet sayfalarına en ahmakça ırkçı sloganları yazabiliyor.
Kızlar değişsin!
Tabii bu fena halde Türkçü ve Turancı grupların üyesi erkeklerin bir kısmı, ‘Rusya ile kızları değiş tokuş edelim mi?’ ya da ‘Türkiye Malezya olmasın, Ukrayna olsun’ gibi gruplara da üye! ‘Yüksek karakterli Türk soyu’ martavalları, mevzu
‘kadın’ olunca infilak ediyor anlaşılan... Sonra, bu kafasızlar topluluğunun içinde dünya kadar ‘Facebook Türkçe olmasın, buraya da ameleler dolmasın!’ adlı gruba üye ırkçı var. Yani, post-modern çağın post-modern faşoları da böyle oluyor demek ki… Hem Türkçü-Turancı olacaksın, hem Türkçeyi bir ‘amele lisanı’ olarak tanımlayacaksın… Hani güleceğiz gülmesine de, pek çoğu kendini ‘Atatürkçü’, ‘Kemalist’ gibi sıfatlarla
tanımlayan bu acayip tipler, ‘Kürtlere sağlık aşısı diye kısırlık aşısı yapalım’, ‘Kürtlerden sabun yapalım’ gibi gruplar kurarak, memleketteki ‘milli boğazlaşma’ havasını iyice körüklüyor ve bunun hiç de gülünecek bir tarafı yok. Çoğunluğu genç olan bu neo-ırkçılar, muhtemelen yaptıkları işin gerçek ‘bölücülük’ olduğunun bile farkında değiller. En acısı, bu ırkçı grup üyelerinin, kuruculuklarının içinde, üniversitelilerin, hatta ODTÜ, İTÜ, İstanbul Üniversitesi gibi, tarihlerinde emekçi halkın sorunlarına en duyarlı üniversitelerin öğrencilerinin bulunması… İşte bu düzenin, bu çarkın yarattığı, beyni uçmuş, şuursuzlaştırılmış ‘Türk gençliği’! Ey Türk büyükleri! Yarattığınız nesille, potansiyel Ogün Samastlarınızla iihar edin…
m
‘En iyi Kürt ölü Kürttür!’ grupları...
s. halil tuna
‘Kürt kanı dökmek farz oldu...’
F
acebook’ta üç adet ‘En iyi Kürt ölü Kürttür’ grubu var. En çok üyeye sahip olanın kurucusu, Trabzonlu Ogün Bayraktar. Grubun tanıtımında şöyle yazıyor: “Arkadaşlar tüm Türkleri, başta haklı olarak ırkçı olan arkadaşlara açıktır. Kahrolsun pkk kahrolsun Kürtler...” Grubun ‘yönetici’si konumundaki Atalay Şahin’in tanıtım resminde ise bir kurt köpeği bulunuyor. Aynı isimli ikinci grubun kurucusu ise, Bayram D. Tanıtım sayfasına, Kuleli Askeri Lisesi’nden mezun olduğunu, Kara Harp okulunda okuduğunu yazmış. Tabii bunun sahte olma ihtimali büyük. Yani, Harp Okulu’ndan bir öğrenci, bir sürü ırkçı gruba üye olup açık açık kimliğini yazıyorsa, durum vahim demektir. Askeri personel sayıldığı için, burada kimliğini veremiyoruz, muhtemelen askeri yetkililer durumu araştıracaktır!.. Diğer ‘En iyi Kürt ölü Kürttür’ grubunun kurucusu ise, Turgay Şahanoğulları. Şahanoğulları’nın bu grup dışında üye olduğu bazı gruplar ise şunlar: “Benim
Selim Demirtürk...
6
Ogün Bayraktar... olucak fıstık. Binicem üstüne. Vurucam kırbacı vurucam kırbacı”, “küçükparkta bi ince piizlenip mekanlara ööle girenler”, “Rockk!!!”... Bu gruplar, hiç kuşkusuz, arkadaşın karmaşık ruh alemine ışık tutuyor. Bu grubun sayfasına girip yaptıkları ırkçılığı eleştiren birine aynen şöyle cevap veriliyor: ““Kamil aslanım sen Türk değilsindir merak etme sen doğmadan önce sizin mahalleden bir sütçü geçmiştir, muhtemelen de o sütçü de Kürtdür, böyle düşünmenin sebebi de o yani.” Bir sürü ırkçı gruba, mesela ‘Kerkük’ü basarız Barzani’yi keseriz, Meclisi basarız 20 piçi asarız’, ‘Türkçü Sancak’, ‘New Turkish empire’ gibi ırkçı ve saltanatçı gruplara üyeliğiyle dikkat çeken, DTP’li Ahmet Türk’ün soyadını değiştirmesini isteyen grubun da kurucusu Selim Demirtürk, arkadaşlarının sayfalarına da, Türk bayrağı üzerine yazılmış, “Ya hepsin ya hiç! Ya Türksün ya piç!” grafiğini yolluyor. Halbuki tanıtım resmi pek bir Osmanlı beyefendisi tadında!..
Y
alçın Adanır, silahla poz veriyor. Ne güzel, değil mi? Bu arkadaş İzmir Atatürk Lisesi mezunuymuş… Celal Bayar üniversitesinde okumuş… Facebook sitesinde üye olduğu gruplardan bazıları: “İzmir Atatürk Lisesi”, “Türk Birliği”, “Bozkurt”, “Bir gece ansızın 81 Düzce, 82 Musul, 83 Kerkük”, “Kerkük Türktür Türk kalacak”, “Türk milliyetçisi genç Türkler”, “TİT-Türk İntikam Tugayı”, “TürkBirDev”, “Hedef Turan”, “Turan”, “Ne Türkiye ne Türkistan, tek vatan var o da Turan”, “MHP”, “En iyi Kürt ölü Kürttür”… Bu gruplardan “Bir gece ansızın 81 Düzce, 82 Musul, 83 Kerkük”, alenen savaş ve işgal çığırtkanlığı yapıyor. Kurucusu Sinan Haydaroğlu. Ama bitmiyor; ırkçılık ve faşizm öyle yayılmış ki... Facebook’taki aşağılık gruplardan biri de, “Kürt kanı dökmek farz oldu. En iyi Kürt ölü Kürttür.
İtin iyisi kötüsü olmaz” adlı grup. Bu grubu Metin Köse adlı bir vatan evladı kurmuş. Gruba girip eleştiri yazısı yazan bir genç şöyle diyor: “bir Türk olarak sizin gibi faşistlerden utanıyorum a.q.” Grup kurucusu Metin Köse ise, yanıt olarak, “Bir faşist olarak senin gibi türklerden utanıyorum a.q.” diyor...
Metin Köse
Sedat Peker, Abdullah Çatlı, Türk İntikam Tugayı, Aysel Gürel Fan Club...
H
ani bu memleketin savcıları ‘suçu ve suçluyu övme’ fiiline çok duyarlı ya, malum, ozturkler.com diye bir site var, Sedat Peker’i övmek ne kelime, kutsal bir mertebeye yükseltiyor, çünkü Sedat Peker tarafından finanse ediliyor. Neyse, Facebook’ta da suç ve suçlu Sedat Peker’in övüldüğü gruplar kurulmuş. Bunlardan birini yöneten şahıs, Bilkentli Erdem Eren. Arkadaş, kendini tanıttığı resimde, Hrant Dink’in katili Ogün Samast beresi ile poz vermiş… Başka bir Sedat Peker grubunun kurucusu da, Figen Bayar diye genç bir hanım… ‘İddiaya Girerim Sedat Peker’i Alptekin Aydın... Sempatik BuLan 250.000 Kişi BuLabiLirim’ adlı grubun kurucusu Ahmet MeLih Ckysr, kendi
Bilkentli Erdem Eren... adının yanına o anki ruh halini özetleyen şöyle bir not düşmüş: “Herkese giderim bundan sonra gogoyuda cekerim ondan sonra =).” Türk intikam tugayı (T…. I…. I…) grubu kurucusu Doğukan C. Ulaş, aynı zamanda bir Sedat Peker grubunun da kurucusu… Başka bir ‘TİT: Türk İntikam Tugayı’ grubu kurucusu ise Hakan
‘Teröre karşı Çatlı modeli’ ne model?..
Potukcu… Bitmedi!.. ‘abdullah çatlı’ adına da gruplar var Facebook’da. Bunlardan birinin kurucusu Mehmet Türkarslan… Grupta Buket Ergin diye bir üye kızımız var; çok acayip, sarı saçlı falan… grupları: Fotografsiz bir Hiç’im (without you i’m nothing parcasina göndeme yaparak:) - IFCAST - Murat İngin - DJ TARKAN (Official) - saddam hüseyin fan clup - Denizatı, Omeraga, Rainbow cocukları !!! - aysel gürel fan club - Başbuğ Alparslan Türkeş - Krallar Galatasaraylı Doğar - Libya’da yaşayan Türkler - GALATASARAY FAN CLUB - Puerto Rico to the WORLD!!! - Ümit KARAN - HARIKA AVCI - abdullah çatlı - TERÖRE KARŞI ÇATLI MODELİ - www.gezentilki.com (fox’s group) - hanginiz karamurat ?.....kara murat benim - SEREn SERengil FUNSSSSSS - çay ocakları - Ülkü Ocakları Eğitim Kültür Vakfı - Helin Avşar Fan Club www.helinavsarfan.com - Paris Hliton
Figen Bayar: Sarı saçlı Türkçü!.. sevenler yardımlaşma ve dayanışma derneği - helin avsar fans - Şehitler Ölmez Vatan Bölünmez... Yani epey karmaşık bir kardeşimiz... Bu tür grupların ‘silahlı’ mensuplarından Alptekin Aydın adlı üye de silahıyla birlikte çekildiği bir fotoğraf koymuş tanıtımına, sağa sola “ Türklük Bir İmtiyazdır, Her Kula Nasip Olmaz... “ diye mesaj atıyor… Hepsi okumuş çocuklar...
Müjde! Nurtopu gibi ‘Türknazi’lerimiz var!
R
eis Abdullah Çatlı grubunu Serdar olamadan, Kadıköy civarlarında turlayan Yakupoğlu kurmuş. Mesela bu biri. Gruptaki yazışmalar daha enteresan: şahıs çok enteresan. Hem adı geçen Seda Emek,“tüm kürtlerden yapsak grubu kurmuş, hem de Mahir Çayan daha iyi...” diye yazmış. Funda Vesek: ve Deniz Gezmiş gruplarına üye… Tam “bence Pkk, kdp, talabani, barzani diye bir saçmalık denizinde ayırmadan külliyen hepsini,,, kulaç atıyor… Ne var ki, Sonra Almanya gibi parası neyse herkes bu kadar ‘naif’ verir kurtuluruz” Volga Ugan: değil… ‘Teröre karşı “Bu allahın belalarını böle asit Çatlı modeli’ adlı grubu, dolu kovaların içine diri diri sokup durumu fotoğrafından da eriyen etlerini birbirlerine yedirip anlaşılabilecek olan İTÜ’lü ölmeden önce de kurda kuşa Cemil Sağlam kurmuş. parçalatmayı… çoluk çocuklarını Bu, en çok üyeye sahip analarını babalarını kardeşlerini Abdullah Çatlı grubu. gözleri önünde kurşuna dizmek Bilemiyoruz, Çatlı ‘suçlu’ karılarının karınlarındaki çocukları sayılıyor mu? Ama bir İTÜ’lü Cemil Sağlam ellerimle parçalamak istiyorum…” güzel övüyorlar kendisini… Onur Yıldırım: “iliklerinden Bir de ‘Pkk’lılardan sabun yapalım!’ de saç jölesi yaparız kozmetik alanında diye bir grup var. Bu grubun kurucusu dünyada lider oluruz hea.” Onur Altay. Anlaşılan, bir baltaya sap Yaratıcı Türk budunu bu işte!..
Y
Trabzonlu Yaman Sürmen, muhtemelen Nazileri yanlış tanımış....
aman Sürmen, Facebook faşistlerinin en ‘rahatsız’larından. Tanıtım sayfasına Hitler fotoğrafı koymuş, ‘fotoşop’ta Nazi sembolleriyle kendi fotoğrafını birleştirmiş… Trabzonlu… “Kürt düşmanları” grubuna üye, hatta “Türknazi” grubunun kurucusu… http://www.turknazi.com/ diye bir
siteden haberdar mısınız, bu arada?.. Ayrıca bir “Ogün Samast” grubu var... Kurucu Burak Oğuz Günaydın Muğla Üniversitesi’nden genç bir şuursuz. Zaten bunların çoğu genç ve son derece kafasız. Yani hem Ogün Samast grubuna üye olup, hem de Kazım Koyuncu hayranı olan saçma sapan bir gençlikten söz ediyoruz!
“Turan’ın Alp Kızları - Ülkücü Asenalar”... “Dişikurtlar”... “Yavrukurtlar”...
K
erem Aydınlar adlı Koç Üniversitesi öğrencisi, “Türkçü Turancılar” grubunun kurucusu… Koç gibi ırkçı… “Türkçü, Türk soyunun üstünlüğüne inanmış olan kimsedir,” diye yazmış grup tanıtımına. Ama grubun kimi üyeleri, “Rusya ile kızları değiş tokuş edelim mi?” grubuna da üye! Kaldı ki, grubun kurucusu, Koç Üniversitesi’nde, Koç tarihini bilmeden misler gibi okuyor, orası ayrı konu… Irkçı gruplardan bir diğeri de “Türkçü Toplumcu Budun..!” Kurucusu Doğa Güzelmeriç isimli bir ırkçı. Ayrıca, “Kürtlere sağlık aşısı diye kısırlık aşısı yapalım” diye bir grup bulunuyor
Facebook’ta… Bir diğer grup ise “İYİ kürt YOKTUR AZ VOTKA VARDIR!!!” Vatandaşlar gruba, “Kürt karşıtı TÜRK’ler buraya” diye çağrılıyor… Zeynep Dilbşad adında gençbir hanım. Elde silah poz vermeyi matah sananlardan. Üye olduğu gruplar: “TURAN’IN ALP KIZLARI-ÜLKÜCÜ ASENALAR”, “türkiye ve çeçenistan kardeşliği ve çeçen mücadelesine destek”, “Dişikurtlar Buraya cCc”, “Ülkü Ocakları Eğitim Kültür Vakfı”, “KERKÜK’Ü BASARIZ BARZANİYİ KESERİZ , MECLİSİ BASARIZ 20 PİÇİ ASARIZ”, “Altunizade Polis Lojmanları” , “:..TİT..: Türk İntikam Tugayı”,
“T...İ...T”, “ÜLKÜCÜ GENÇLİK”, “Turk Ordusu 600 bin. Seferberlikte 48 saatte 2 milyon, 72 saatte 3 milyonuz”… Bunlar, iki sayfaya sığdırdığımız ve rastgele seçtiğimiz örnekler… Elbette titiz bir çalışma yaptık. Facebook’taki faşist ve ırkçıların oluşturduğu kamuya açık internet sayfalarının kopyalarını çıkardık ki, kayıtları silseler bile elimizde belge olsun! Aslında tüm bu belgeler, devlet eliyle yükseltilen ırkçı-şoven dalganın ibret vesikalarıdır. ‘Türkiye’nin birliği’ni savunduklarını zanneden bu kafasızlar sürüsü, Kürt düşmanlığını gururla sahiplenerek, ABD’nin tüm bölgede kışkırttığı milli boğazlaşmanın
Zeynep Dilşad adlı hanım kızımız da elde silahla poz vermeye meraklıymış. basit birer aleti olduklarının bile farkında değil ne yazık ki… Ne diyelim, ‘Gök Tengri’ onlara akıl-fikir versin…
7
tarihteki en kutsal esaretimiz
Osmanlı esirleri 1917’den 1921’e kadar Çarlık kuvvetlerine karşı Rus işçi ve köylüsüyle birlikte omuz omuza savaşırken, Mustafa Suphi de Üçüncü Enternasyonal’in Birinci Kongresi’nde yaptığı konuşmada bu duruma şöyle değiniyordu: “Bugün Rusya’nın birçok cephelerinde Sovyet iktidarını müdafaa için binlerce Türk Kızıl Muhafız da faal görev almıştır...”
G
ünlerce, haalarca konuştular. Onlarca TV programı yaptılar, yüzlerce köşe yazısında yüce fikirlerini kamuoyuyla paylaştılar. Kimi, “Keşke dirileri geleceğine tabutta gelselerdi,” dedi, kimi ise serbest bırakılmalarına sevinemediğini beyan etti, bir ‘şahin’ olarak. Doğru tahmin ettiniz, önce esir, sonra serbest, en sonunda ise mahkûm olan askerlerden bahsediyorum. Yalnız çoğunluğu yaşıtım olan askerlerin yaşam hakları üstüne ‘fevkalade ehemmiyetli’ fikirlerimi anlatacak değilim. Niyetim, Birinci Dünya Savaşı’nda Çarlık Rusya ordusuna esir düşmüş olan Türk askerleri hakkında birkaç bilgiyi paylaşmak. Ekim Devrimi’nden sonra Bolşevik olan ve Rus yoldaşları başta olmak üzere, diğer milletlerden yoldaşlarıyla iç savaşta Çarlık taraarı karşıdevrimci ordulara karşı Kızıl Ordu saflarında çarpışmış ‘esir’ Türk askerleri… Dönemin tarihini yazan Sovyet araştırmacıları, Rusya’da Türkiye Komünist Teşkilatı’nın kurulup gelişmesinde Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslara esir düşmüş ve sonradan çeşitli bölgelerdeki kamplara (Omsk, Tomsk, Uralsk, Kazan, NijniNovgorod, Harkov, Bakû) gönderilmiş Türk esirlerinin öneminden bahsediyor. Sovyet tarihçisi A. M. Şamsutdinov ise şu bilgileri ekliyor: “Ekim Devrimi’nden önce Rusya’da 65 binden fazla savaş esiri ve güney bölgelerde işçi olarak çalışan Türkiye vatandaşı bulunmaktaydı”.
bütün askeri esirlerin birleşmesi için bir teşkilat kurmak, esirler arasında komünizm fikrini yayacak propagandalar hazırlamak, Rus komünistleriyle birlikte çalışarak Avrupa’da toplumsal bir devrim gerçekleştirmek, Şûrâlar (Sovyet) Cumhuriyeti gibi hükümetler teşkil etmek hakkında uzun görüşmeler yapıldıktan sonra 21 kişilik bir merkezî komite seçildi. Komite şu kararı alacaktı: “Biz beynelmilel askeri esirler Rusya İnkılâbı’nın bize bahşettiği hürriyet vesair hukuk-ı insaniyeden faydalanıp, kendi memleketlerimizdeki kardeşlerimiz arasında ihtilâlci sosyalist fikrini neşretmeğe, halkları ezen ve onların iş ve emeklerinden faydalanan zalimlere karşı müsellah (silahlı) bir kıyam (ayaklanma) ile içtimaî inkılâbı husule getirmek için icap eden vesaiti hazırlayacağız.”
Beynelmilel İnkılâp
Evet, 90 sene öncesinden savaş esirlerinin faaliyetlerine dair kısa bir özet okudunuz. Hem de bir elin parmakları kadar değil, on binlerce esir... Bu esirlerin arasında, tüm insanlığın kurtuluşu için, onca cephede yıllarca soğuk, açlık, hastalık, Hani bugün, “Ölselerdi daha iyiydi,” denen ve dönüşlerinde tutuklanan esir Mehmetler esaret ve ölümle iç içe yaşamış binlerce var ya, Birinci Cihan Harbi’nde onlardan binlercesi vardı. Padişahın çıkarları için Türk ve Kürt vardı; buna rağmen, Rus gittikleri savaşta, esir düştüler. Ve Bolşevik Devrimi onları özgürleştirdi, insanlaştırdı... kardeşlerinin yanında, ‘Beynelmilel İnkılâp’ için gönüllü olarak savaştılar. İnsanlığın en çıkarmaya başları. Gazetenin ilk sayısında asker ve subaylarının -bu subaylardan güzel yıllarını yaşayacağı Mustafa Suphi, “Cenuptaki (güneydeki) biri sonradan TKF günler için onların da Türk yoldaşlarına, Türk Kardaşlarına” Merkez Komitesi üyesi çorbada bir tutam tuzu başlıklı bir makale kaleme aldı. olan Süleyman Nuri olacağını bildikleri için, Osmanlı esirleri Çarlık kuvvetlerine Bey’dir- büyük aktif rol Cenuptaki Kardaşlar! bu kez zorla değil, gönül karşı Rus işçi ve köylüsüyle dayanışmaya oynadıkları Lenin, Kirov Savaş süresince tutuldukları kamplarda rızasıyla sömürücü girerek, çeşitli cephelerde Rus emekçileri ve Ordjonikidze’nin sıkıntı çeken Türk esirler, Ekim Devrimi sınıflara karşı cepheye ile birlikte omuz omuza eserlerinde kaydediliyor. ertesinde Bolşevik yürüdüler. Anadolu’ya savaşırken, Mustafa Osmanlı esirlerine propagandasıyla döndüklerinde, Suphi de Üçüncü ek olarak şunu da tanışmaya başladı. köylerinde, Enternasyonal’in söylemeden geçmeyelim: Esirlerden Çarlık kasabalarında, ‘Bolşevik Birinci Kongresi’nde Rusya’da Bolşevik kuvvetlerine karşı Memed’, ‘Bolşevik Hasan’, yaptığı konuşmada propagandası sadece Kızıl Ordu saflarında ‘Bolşevik Şeyhmuz’ diye bu duruma şöyle Osmanlı askerleri savaşmaları talep edildi, anıldılar. Belki de sık sık, değiniyordu: arasında yapılmamış, bu yönde beyannameler Karadeniz’de boğdurulan “Bugün Rusya’nın diğer milletlerden Mustafa Suphi.. yayımlandı. Aynı dönemde ve aralarında Mustafa birçok cephelerinde olan esirler de Kızıl . Rusya’da bulunan Mustafa Suphi’nin de bulunduğu Sovyet iktidarını Ordu içinde kurulan Suphi, ‘Rusya’da ve 15 komünisti düşünerek, müdafaa için Enternasyonal Alayları’nda ‘Beynelmilel Türkiye’de, Türkler arasında uzaklara dalıp gittiler… binlerce Türk Kızıl İnkılâp’ (dünya devrimi) uğruna komünizm propagandası Ve birer Bolşevik olarak öldüler… Muhafız da faal savaşmışlardı. yapmak; MarksizmKıssadan hisse: Bolşevikler, Çarlığı görev almıştır.” Esirler devrimci oluyor Leninizm ideolojisini devirip işçi iktidarını kurarak, sadece 28 Nisan 1920’de Sovyet İktidarı’nın himayesi altında yaymak, Rusya ve Türkiye’de Rus emekçilerini değil, Çarlık ordusuna ise Azerbaycan’a 1918’in Nisan ayında Moskova’da komünist teşkilatının esir düşmüş olan her milletten yoksul giren 11. Kızıl Rusya’ya esir düşmüş askerlerin toplantısı kurulmasını sağlamak, Ekim askerleri de özgürleştirmişti. Onların Ordu içinde yapıldı. Toplantıya, esir kamplarında Devrimi’nin ideallerini Türk davasına inanan bu özgürleşmiş ‘esir’ler, Osmanlı savaş an Nuri Bey’in ym le Sü , bulunan Alman, Avusturya, Macar, Slav, AV halkına anlatarak, onlarda Bolşeviklerle omuz omuza ölüme gitmeyi esirlerinden ST TÜ ladı... Türk vs. askeri esirlerinden 400 kadar inkılap şuurunu yükseltip, seve seve göze aldı. anılarını yayım oluşturulmuş temsilci katıldı. Toplantıda Üçüncü inkılaba sevk etmek’ niyetiyle Haklı savaş işte budur… grupların bulunduğu, Azerbaycan’da Enternasyonal programını kabul etmek, 27 Nisan 1918’de Yeni Dünya gazetesini Sovyet iktidarının kurulmasında Osmanlı
8
m
cengiz yolcu
ÜMiT DERTLi Kürt liderliklerinden, Herald Tribune’lere ‘Bi el atıverin de şu TC Kürtlerin haklarını versin’ içerikli tam sayfa ilanlar vererek emperyalistlerden medet ummak yerine, grevdeki Telekom işçileriyle ortaklaşmalarını bekliyoruz...
G
Milli boğazlaşmaya karşı
eçen sayıdaki yazımızda ‘Mehmet’lerin ancak vatan için öldüklerinde egemenlerin teveccühünü hak edebildiklerini, ancak o zaman ‘kıymetli birer vatan evladı’ olabildiklerini söylemiştik. Hakkari’deki çatışmada esir düşen ve sonrasında serbest bırakılan Mehmet’lerin hikayesinde tam da bu gerçeğin doğrulanmasına tanık olduk. Askerler, orada ölmedikleri için adeta vatan haini ilan edildiler egemen sınıfın resmi ve sivil temsilcileri tarafından. Hükümetin en yetkili ağızlarından ordu temsilcilerine, geleneksel faşist politikacılardan, ‘sonradan olma faşist’ Perinçek’e kadar evet, budur, Doğu Perinçek ve İşçi Partisi faşist sıfatını fazlasıyla haketmektedir artık- milliyetçi şoven cephenin her kesiminden aynı tepki geldi: “O askerler orada gerekirse süngüyle, dipçikle çarpışıp ölmeliydi, esir düşmüş olmaları ihanettir.” Nihayet resmi olarak da ‘ölmedikleri için’ askeri mahkeme tarafından tutuklandılar. Mehmet’lerin analarının sevinçleri kursaklarında kaldı… Yetmedi, tam da yürürlüğe sokulmaya çalışılan milli boğazlaşma siyasetine hizmet edecek şekilde, askerlerin esir alınışından serbest bırakılışlarına kadar tüm bir süreç bir komplo olarak sunulmaya çalışıldı. Esir düşenlerin Kürt kökenli oldukları, aslında ordumuza sızmış birer terörist işbirlikçisi oldukları, başından itibaren DTP ile de işbirliği içinde PKK propagandası yapmak üzere kurulmuş bir tezgahın içinde oldukları gibi iddialar, Türk–Kürt cepheleşmesi ekseninde dolaşıma sokularak şoven histeri daha da kudurtuldu, gerginlik daha da tırmandırıldı. Yani kanla beslenen milliyetçilik ölen Mehmetler üzerinden yaptığı propagandayı ölmeyip sağ kalanlar üzerinden de yapmaya devam etti, ediyor, edecek… Bıkmadan, ısrarla söylüyoruz, yine söyleyeceğiz: Milliyetçilik bölgemizde kan, savaş, düşmanlık ve emperyalist çıkarlardan başka hiçbir şey ifade etmemektedir artık. Ve Türkiyeli Marksistler olarak bizim esas görevimiz bu milli boğazlaşma siyasetinin karşısına emekçi kardeşliği siyasetini koymak, milliyetçiliğe karşı uzlaşmaz bir savaş yürütmektir. Ortadoğu’da devrimci siyasetin olmazsa olmazı budur, milliyetçilikle mücadele etmeden devrimci kalınamaz. Kürt devrimcilerine de çağrımız emperyalizme ve kapitalizme karşı emekçilerin gönüllü birliği ve ortak mücadelesini savunan bir siyasal hattın örülmesidir. Bu noktada, ulusların kaderlerini tayin hakkı, ezen ve ezilen ulus milliyetçiliği arasındaki farklar gibi
tutumunu birbirine karıştırmamalıdır. Evet, Kürtler vardır, ezilmektedirler ve haklı talepleri vardır. Çözüm ise, tekrar söylüyoruz, halkların emekçi kardeşliğine dayanan gönüllü birliği, emperyalizme ve Türk- Kürt burjuvazisine karşı ortak mücadelesidir. Kürtlerin taleplerine sahip çıkarız, gücümüz yettiğince haklı mücadelelerine destek oluruz. Türk milliyetçiliğinin saldırıları karşısında Kürtlerle yan yana omuz omuza mücadele ederiz. Ve bununla birlikte, Kürtleri temsil eden siyasi iradeden de aynı iyi niyet ve duyarlılığı, emperyalizme ve sermaye egemenlerine karşı aynı mücadele kararlılığını bekleriz. AB, ABD emperyalist odaklarından ve işbirlikçi Kürt egemenlerinden koparak bölge emekçileriyle bir cephe olmaya çağırırız onları; mesela, Herald Tribune’lere ‘Bi el atıverin de şu TC Kürtlerin haklarını versin’ içerikli tam sayfa ilanlar vererek emperyalistlerden medet ummak yerine, Nil Demirkazık gibi acayipliklerle anılmak yerine, grevdeki Telekom işçileriyle ortaklaşmalarını bekleriz. Kudurmuş, zincirlerinden boşalmış Türk milliyetçiliğinin saldırılarına karşı Kürtlerin tek yasal ve meşru temsilcisi DTP’nin yanında saf tutar, kapatılmasına karşı yapabileceğimiz her şeyi yaparız ve fakat DTP’den de Kürtlerin taleplerinin yanında emekçi sınıfların çıkar ve taleplerini de dillendirmelerini, emekçilere karşı girişilen saldırıların karşısında bizimle birlikte saf tutmalarını bekleriz.
Kürtleri biz seviyoruz!
ideolojik teorik tartışma ve ayrımlar bir yana ilk başta tespit edilmesi gereken şey emperyalizmin gerdiği bir ipte cambazlık etmenin en başta Kürt emekçilerinin felaketi anlamına geleceğidir. Zira o ip o kadar gergindir ki, her an kopabilir ve dahası bir takım eller ipin gerili olduğu direkleri sürekli sallamaktadır.
Domuz topu!
Bakın mesela, düne kadar ‘Kürt halkının üç önderi’nden ikisi olan hain Barzani ve Talabani liderlikleri bugün Türk egemenleriyle ABD arasında varılan anlaşma gereği Güney’deki PKK varlığını oradan çıkarmaya yönelik girişimlere hız verdi. Kürt hareketinin geniş kesimlerinde büyük bir hayal kırıklığı ve öfke yaratan bu durum önceden kestirilemez bir şey miydi? Türk burjuvazisinin –en milliyetçi bilinenlerinin bile- Güney’deki varlık ve yatırımları, oradaki Kürt egemenleri ve ABD ile çıkar ilişkileri, güneyli Kürt burjuvazisinin Türkiye’deki yatırımları,
bunlar arasındaki gizli açık iktisadi, siyasi, diplomatik ilişkiler… Domuz topuna dönmüş bu karanlık güçler koalisyonu ayan beyan ortada iken bu ortaklığın bir tarafına dayanarak diğerine karşı mücadele etmek esasında bu taraflar arasındaki ilişki ve çelişkilerde kullanılan basit bir araç haline getirmez mi o hareketi? Buruşturulup atılacağın zaman da hayal kırıklığı ve öfkeye kapılmak hangi basiretin ürünüdür? Milli boğazlaşma siyaseti ve emperyalistlerle kucak kucağa Türk ve Kürt burjuvazisinin amaç ve çıkarları dikkate alınmadan, halklar arasındaki gerilim ve düşmanlığı tırmandıracak tavır, tutum ve hareketler Kürtlerin kurtuluşuna mı hizmet eder? Sorular çoğaltılabilir… Ve esasen Kürt halkı üzerindeki baskı uygulamaları, inkar ve imha politikaları yürürlükten kalkmadan bu sorulara muhattap birileri mutlaka bulunacaktır. Devrimciler, emperyalizme karşı mücadele ile ezilen halkın haklı taleplerini görmezden gelme
Bizler, Türkiyeli devrimciler özellikle de böylesi bir dönemde ulusal kurtuluş mücadelesinin, sınıf mücadelesinden ayrı düşünülemeyeceğini biliyoruz. Emperyalizme ve sermaye egemenliğine karşı mücadele Kürt halkının özgürlüğünün de önünü açacak yegane yoldur. ABD, kendisiyle işbirliğine giren Kürt liderlikleri işine yaradığı sürece pışpışlayıp kullanacak artık ihtiyacı kalmadığı zaman da buruşturup atacaktır; tarih, bunun örnekleriyle dolu. Bir tek biz seviyoruz Kürtleri, bir tek biz yani devrimci Marksistler hiçbir sinsi plan, hesap yapmaksızın Kürtlerin haklarını savunuyor, emekçi halkların barış ve kardeşliğini haykırıyoruz usanmaksızın. Kürt siyasi iradesi, ABD’nin demokrasi ve özgürlük getiren bir melek olduğuna inanacak kadar saf değilse eğer, bu sese yanıt vermelidir. Akan kanın durması, onurlu ve adil bir barışın sağlanması, emperyalizmin bölgeden kovulması ve halkların tekrardan kardeşleşmesi buna bağlıdır. Söz sırası Kürt devrimcilerdedir şimdi...
9
GAME OVER
A
ksiyon türünden bilgisayar oyunları oynar mısınız? Tam otomatik bir silahla, oradan buradan aniden ortaya çıkan her türden kötüyü, acımasızca yok edersiniz. Sanal dünyanın sürüp giden bu şakacıktan savaşlarında, düşman bazen bir uzaylı yaratık, bazen bir Irak askeri, bazen bir Taliban ‘terörist’i olur. Tıklayın fareye, daha çok puan için daha fazla ‘kötü’yü yok etmelisiniz. Bana kalırsa bu oyunların en güzel yanı üç can ile oyuna başlamanızdır. İlk iki canınızı oyunda kaybetmiş olsanız da geri dönülmez noktada değilsiniz. Yani oyun ancak kahraman üç kez yenilince sona ermektedir. Oyunun sona erdiğini, ekranda beliren ‘Game Over’ mesajından anlayıverirsiniz. ... Hangi kutsal amaç için yaşamınızdan vazgeçmek istersiniz? Örneğin, Haçlı ordusunda Hıristiyanlığı dünyaya yaymak için kahramanca savaşırken ölen bir şövalye olmak yeterince gösterişli gelir mi size? Belki de Amerika’nın tüm dünyayı ‘özgürleştirmek’ için gerçekleştirdiği yedi yüz seksen altıncı yurtdışı operasyonuna katılıp bir Taliban savaşçısının kurşunu ile can vermek daha ilginçtir. Cenaze töreniniz gösterişli olacaktır. Askeri bandonun çaldığı, kahramanlık duygularını gıdıklayan melodilerle terki diyar eğlenceli bile olabilir. Arzu ederseniz, Kolombiya’da bir uyuşturucu baronunun fedaisi olarak girdiğiniz çatışmada iki kaşınızın tam ortasına isabet eden tek bir kurşunla mutlak huzurun ülkesine doğru yol alabilirsiniz. Osmanlı ordusunda Kara Murat misali elde kılıç cenk ederken, küffarın attığı bir ok ile yere serilip şahadet şerbetini içmeye ne dersiniz? Uzaktan gelen mehter marşının coşku dolu nağmeleri ölümünüzü adeta bir tiyatro gösterisine çevirecektir. Sizin gökyüzünün maviliğine bakakalmış, “Eee ne oldu şimdi, ne halt etmeye ölüyorum?” diyen bakışlarınız asla engel olmaz diğer kahraman askerlerin küffarın üzerine saldırmasına. Ya ‘rahmetli’ Adolf Hitler’in ‘üstün ırktan’ ordusunun subayı iken, bir partizanın elindeki keskin kasaturayı böğrünüzde hissedip acı içinde ruhunuzu terk etmek nasıl bir ölümdür acaba, tam da dün geceden kalma sevişme hayalleri içinde kaybolup gitmişken? Kahraman olmak size anlaşılmaz, yüce, yiğitçe gelir mi? Aslına bakarsanız tüm insanlık tarihi boyunca oyunun kural koyucuları kahraman bulma sıkıntısı çekmemiştir. Birinci Dünya Savaşı boyunca cephelerde o dönemin efendilerinin yüksek çıkarları uğruna ölen 9 milyon asker ruhlar âlemine göç edip gitmelerini kahraman olmalarına borçludur. Savaşmayı şehvetle seven nice kahramanların, kahramanca davranışın sonucunda ikinci büyük savaşta 50 milyondan fazla insan yaşamını yitirmişti. Rus steplerinde ilerleyen kahraman Alman ordusunun erlerinden Hans Müller, biraz ötede, ölmüş olmanın, yer yer çürümeye ve kokuşmaya başlamış olmanın keyfini çıkaran silah arkadaşının ruhuna İncil’den anımsadığı ayetleri mırıldanmakla meşguldür. Ve fonda panzerdeki radyodan duyulan Alman milli marşı… Ölümü oyun sananlar ağırlıklı olarak genç insanlardan oluşur. Onların bu zaafı, falanca kutsal amaç için savaşmaya ikna edilmelerini daha kolay hale getirir. Hepsi tek tip üniformalara bürünmüş, tek başına yeterince ürkek ama beraber olunca kıyıcı, yok edici genç insanlar topluluğu çok defalar yürüyüp geçtiler kentlerin, kasabaların ana caddelerinden, korku salarak diğerlerine. Ve hepsinin yok etmek, öldürmek için pek çok nedeni
10
vardı; bazen para, bazen din, bazen petrol, bazen altın için öldürdüler. Sadece kardeşlerini öldürmekle yetinmediler, ağaçlara, dağlara, ormanlara, kurda, kuşa ölüm saçtılar. Yaşanmaz hale getirmek istediler bu dünyadaki her yeri. Ama vurulup yere düştüklerinde düşman oldukları o toprak, onların gencecik bedenlerini alıp içine kendinden bir parça kılmaktan rahatsızlık duymadı. Çok alışıktı onlara. Yirmili yaşlarda insan türünün erkekleri ölmek için âdeta bahane aramakla meşguldür. İçlerindeki taşkın enerji hem yıkım hem de yeniden yaratım için kullanılmaya hazırdır. Ne yazık ki bu yaşlarda yeterince akıllı değildirler, bu yüzden de başkalarının onlar için öngördüğü projeye bağlı kalmayı tercih ederler. Neyin önemli, değerli olduğunu, içlerinde akan deli kanın yarattığı taşkın enerjinin hangi amaçla kullanılması gerektiğine büyükleri tarafından karar verilmiştir. Büyüklerin hazırlayıp, sunduğu bu projelerde potansiyel kahramancıklar için pek çok ölüp gitme nedeni vardır. Ülkenizin daha fazla zenginleşmesi için petrol fışkıran topraklara fetihler yapmak, ölmek için ne güzel bir sebeptir. O petrolden kahramanın payına düşen bir damla bile olmasa da. Ya da özgür dünya için Vietnam’da bırakıp gelmek bir bacağını ne kadar da asil bir davranıştır. Ve göğsünüzde gazilik madalyası, sadece üç dolar değerinde. Bu arada, şunu da unutmayın, iyi kahramandan beklenen ölü olmasıdır. Asla ama asla değersiz varlığınızı kurtarmak için teslim olmaya yeltenmeyin, size emredilen ölmenizdir. Yani aksine bir emir almadıkça teslim olmak yasaktır. Gösterişli cenaze törenleri aynı zamanda yeni potansiyel kahramanlarının ölüm arzularının okşandığı yerlerdir. Siz kahramanca ölünce, bando eşliğinde taşınan cenazeniz nice cengâverlere şehit olma gücü aşılayacaktır. Ölü iken dahi işe yaramak ne güzel bir duygu değil mi? Gerçi sayın ölü bu durumdan haberdar olmayacak ama… İnsan denen bu tuhaf canlının kahramanlık eğilimi otuzlu yaşlardan sonra hızla inişe geçmektedir. İşin doğrusu şu ki, varsıl ergin insanlar kendi güvenlik, konfor ve çıkarları için genç ve yoksun olanları acımasızca savaşlara sürüp yaşamlarını yitirmelerine veya sakat kalmalarına yol açmaktadır. Yaşınız henüz otuzun altında ise, lütfen dikkat edin kolayca gaza gelip ‘kahraman’ olabilirsiniz. Salakça bir sokak kavgasında, arkadaşlarınıza kendinizi ispatlamak için, bir futbol takımının taraftarı olduğunuz için, kafanız dumanlı olduğu için, falanca partinin üyesi, filanca krallık muhafızı olduğunuz için... Kim bilir, belki bir gün, birileri asıl zor olanın korkaklık olduğunu ve aslında gaza gelmeyip korkak olduğunu haykıracak kadar cesur olanların asıl kahramanlar olduklarını fark edecektir. … Aksiyon türünden bilgisayar oyunlarında kahraman üç defa vurulunca oyun sona ermiş olur. Keşke gerçek hayatta da kahramanın üç canı olsaydı. Böylece ilk ölüm hakkını kullanırken, ölümün ne demek olduğunu anlar ve ikinci hakkını kullanmayı aklından bile geçirmezdi. Gerçek dünyadaki savaşlar ile sanal dünyadaki savaşlar işte bu noktada birbirinden uzaklaşıp, farklı bir hal alıyor. Sanal dünyadaki savaşta üç, gerçek dünyadaki savaşta ise sadece bir canınız var. Birinci hakkınızın sonunda gözlerinizin önünden geçip gider işte o bilindik yazı: ‘Game Over!’
m
Hıdır ates.
.. dosya: sinir otesi... genel manzara...
A
BD’nin önde gelen gazeterinden Los Angeles Times, Irak Kürdistanı’ndaki Türk şirketlerinin durumunu, “Kürdistan’ı ziyaret edenler Türkiye merkezli şirketlerin yaptığı iki havaalanından birine iniyor, Türklerin yaptığı yollardan geçip Türklerin yaptığı ev ve üniversite binalarını görüyor,” diye anlatıyor. Bu durumu teyit edercesine, Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) yöneticisi Safeen Dizayee de, “Gerçekten Türk şirketleri tarafından kuşatılmış durumdayız,” diyor. AKP Ankara milletvekili Reha Denemeç Irak Kürdistanı’nın Türkiye için ‘kârlı bir Pazar’ olduğunu ballandıra ballandıra anlatıyor. ABD, Irak Kürdistanı ve Türkiye cephesine hakim olan ‘dostane’ hava şimdilik böyle. Irak Kürdistanı’ndaki ekonomik faaliyetleri incelediğimizde ortaya şaşırtıcı bir tablo çıkıyor: Suriye Irak’ın toplam ithalatının yüzde 27’sini, Türkiye yüzde 20’den fazlasını, üçüncü sırada yer alan ABD ise Irak’ın toplam ithalatının yüzde 12’sini karşılıyor. Resmi rakamlara göre Türkiye’nin Irak’a ihracatı 2.6 milyar dolar iken, Economist Intelligence Unit verilerine göre bu rakam 4.5 milyar dolardan fazla gözükmekte. Irak’ın 2007 itibariyle toplam ithalatının 23 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Kuzey Irak’la iş yapan irili ufaklı yaklaşık 200 Türk şirketi var. Türkiye’nin şu an itibarıyla 20 bine yakın vatandaşı Irak’ta çalışıyor.
İyi para, değil mi?
Müteahhitler, Irak’taki işlerden 2003’ten bu yana toplam 2.3 milyar dolar kazandı, sadece son iki yılda 2.5 milyar dolarlık ihale aldılar. Türk firmalarının Irak’ta yaptığı müteahhitlik işlerinin arasında Erbil Havaalanı, Süleymaniye Havaalanı, Süleymaniye Üniversitesi olmak üzere birçok devlet binası ve yol inşaatı gibi yatırımlar var.* Bunların bazıları 250-300 milyon dolarlık yatırımlar. Üstelik tüm bu rakamlar resmi veriler. Gayrı resmi rakamlar kuşkusuz daha fazla. Öte yandan Uluslararası Nakliyeciler Derneği (UND) verilerine göre, Habur Sınır Kapısı’ndan her gün ortalama 2 bin 500 araç geçiş yapıyor. Kürt Bölgesel Yönetimi sınırdan geçen kamyonlardan kamyon başına 100 dolar vergi alıyor. Bu onların en önemli gelirlerinden biri. Bölgenin enerji ihtiyacının neredeyse tamamını Türkiye karşılıyor. Türkiye’de sanayi elektriği kilovat saatine 9.2 sent ödenirken, bu rakam konutlarda daha da artarken, Kürt bölgesine elektriğin kilovat saati ise 4.2-6 sent arasında satılıyor. Kısacası, Kuzey Irak’ta Türkiye’nin yıllık iş hacmi milyarlarca doları buluyor. Türkiyeli patronların ve devletin, ABD’nin güvenli kanatları altında ‘istikrarlı’ bir bölge izlenimi veren Kuzey Irak’a askeri operasyon yapması, milyarlarca doları elinin tersi ile itmesi demek. Bu koşullar altında, Kuzey Irak’a askeri operasyon yapma ihtimali çok zayıf. Türkiye diplomatik alanda askeri operasyon ‘kartı’nı kullanarak, iç ve dış kamuoyuna karşı sistematik bir psikolojik harp yürütüyor. Bilinçli olarak ‘sanal’ bir askeri operasyon havası yaratılıyor. Hâlbuki Türk Silahlı Kuvvetleri çok uzun bir süreden beri, Kuzey Irak içlerine 50 kilometre kadar girip çıkarak, bu bölgede birçok irili ufaklı askeri operasyon gerçekleştiriyor. Kısacası TSK’nın bölgeye yönelik ‘özel bir askeri operasyon’undan değil, ‘sürekli askeri operasyon’undan bahsetmek gerekiyor. Irak’ta yürütülen ekonomik faaliyetlerin ABD işgal kuvvetleri ve işbirlikçi hükümet denetiminde olması, ABD işgaline karşı direnişi hafifletmeyi hedefliyor. Böylece beklenenden daha güçlü ve örgütlü olduğu anlaşılan ve sürekli mevzi kazanan Irak direnişi yalıtılmak isteniyor… *Kuzey Irak’ta ihalelerin yüzde 90’ını Türk şirketleri aldı. İhale kazanan firmalar arasında Tepe İnşaat, Mak-Yol, Cengiz İnşaat, Grup 77, Gülmak, Günay İnşaat ve İlnur Çevik’in şirketi Çevikler öne çıkıyor...
.. dosya: sinir otesinde avanta harbi
Hazırlayan: SERHAT NİGİZ
kimileri savasıyor, kimileri cebini dolduruyor... ya da alın size kürt burjuvazisi... .
R
enas Elçi bölgede beş yıldır şirketi Renas Company ile büyük karayolu ve altyapı projeleri yürütüyor. Katılımcı Demokrasi Partisi (KADEP) Genel Başkanı Şerafettin Elçi’nin oğlu Renas Elçi’nin, bölgede 35 milyon dolarlık iş aldığını belirtiliyor. Renas Elçi Irak Kürdistan’ındaki ABD-BarzaniTalabani ittifakının ortaya çıkardığı kürt zenginlerinden. Elçi “Kürt burjuvazisi nerede?” diye soranların cehaletinin en somut kanıtlarından biri. Bölgede iş yapan irili ufaklı tüm Türk şirketlerini bünyesinde toplamayı hedefleyen bir işadamları derneğini kuran ve başvurusu bakanlıkta bekleyen, KADEP kurucularından Ahmet Acar, Bejerman adlı inşaat şirketinin başında. Erbil cezaevini, sağır dilsizler okulunu, yol kontrol kantarlarını onun şirketi inşa etmiş. Kanlı Irak pastasından, Ahmet
Acar gibi kürt burjuvalarına da pay düşüyor. ABD-Barzani-Talabani ittifakı bölgede kendisiyle işbirliği halinde olan yeni bir kürt burjuva sınıfı yaratıyor. Erbil’e yerleşen ve beş yıldır işlerini buradan yöneten CHP’nin eski Diyarbakır büyükşehir belediye başkan
adayı, işkadını Ferda Cemiloğlu’nun faaliyetleri Irak Kürdistan’ındaki sektörel çeşitliliği bir ölçüde yansıtıyor: İnşaat, ithalat-ihracat, fuarcılık, lokantacılık, güzellik salonu. Bölgede inşaat denince ‘Hanım Ağa’ lakaplı Diyarbakırlı işkadını Ferda Cemiloğlu akla geliyor. Üç yıl
K
ADEP, malum, Barzani’nin KDP’sini çağrıştırıyor. Başkanı Şerafettin Elçi, eski ANAP milletvekillerinden. ANAP iktidarları döneminde Kürtlere yönelik zulmün, zorbalığın haddini ve hesabını pek dikkate almadan Meclis’te iş tutuyordu. Şimdi oğlu Renas’la birlikte, Irak’taki Kürt bölgesinde iş tutuyor. Barzani’nin ve tabii ABD’nin Türkiye’deki Kürtler üzerinde yaptığı hesaplarda, hiç kuşkusuz önemli yeri var. ABD’yle uzlaşmaya yanaşmayacak Kürt güçlerinin tasfiye sürecinde, bölgede milyonlarca dolarlık servet biriktiren bu güçlere çok iş düşecek…
milyon dolarlık enteresan ‘gazeteci’...
N
ew Anatolian gazetesi Genel Yayın Müdürü İlnur Çevik*, bölgede uzun zamandır hem ‘gazeteci’ olarak, hem de şu anda eşinin yönetimindeki Çevikler İnşaat şirketi aracılığıyla faaliyet gösteriyor. Çevik, Erbil’de lüks konutlar inşa ediyor. Dohuk-Malta bölgesinde Kürt Üniversite inşaatı ve konut yapımı da, aldığı işler arasında. Her fırsatta Türkiye’nin ırak pazarından ‘yararlanması’ gerektiğini söylüyor. Çevik, Barzani-Talabani yönetimi ile Türkiye arasında ‘arabulucu’ misyonu oynuyor. İlnur Çevik, PKK’nin esir adlığı 8 askerin Türkiye’ye geri iadesi konusunda devreye girmeyi teklif etmişti. Askerlerin Erbil’deki Tolerancy International** (Uluslararası Tolerans) adlı vakfın yöneticileri tarafından alınarak Türk irtibat subaylarına teslim edileceği iddia edilmişti. Vakfın Yönetim Kurulu Üyesi İlnur Çevik, “PKK kayıtsız şartsız teslim etmeyi kabul etti. Çünkü biz bunu önşart olarak koyduk,” demişti. Çevik, “Günlerdir bu iş için uğraşıyorum. Aslında bugün askerlerin teslim edilmesi planlanmıştı. Hüseyin Sincari PKK’lılardan teslim alacaktı. Ancak kontrol noktasında bir sorun yaşandığı için gerçekleşmedi. İstanbul’daki Irak’a Komşu Ülkeler Toplantısı tamamlanmadan, askerler teslim edilmiş olacak. Hüseyin Sincari askerleri alıp TSK Özel Kuvvetleri’nin Erbil’deki irtibat bürosuna götürecek,” diye konuşmuştu. Şayet bu iddialar gerçekse, Türk hükümeti esir 8 asker hadisesini ‘daha az zarar’la geçiştirme şansını pek kullanamamışa benziyor. İlnur Çevik, gazetesi New Anatolian’da Talabani ve Barzani’yi övdükçe, ihale üstüne ihale alıyor. Kuzey Irak’taki pastanın en kremalı kırıntılarından birini alan kişi Turkish Daily News gazetesinin ortaklarından gazeteci İlnur Çevik’in şirketi, Süleymaniye Havaalanı ve Selahaddin Üniversitesi kampus inşaatı dahil, 109 milyon dolarlık ihale aldı. 65 milyon dolarlık ihale ile Erbil’de Selahaddiin Üniversitesi Kampüsünü ve 44 milyon dolarlık ihale ile de Süleymaniye Havaalanı’nı ortaklarıyla birlikte yaptı. Kürdistan Parlamentosu
inşaat işini de alan Çevikler, K. Irak’ta toplu konut inşaatları da gerçekleştiriyor. Çevik ‘başarı’sının sırrını gazeteci sıfatıyla tanıştığı Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) lideri Barzani ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) lideri Celal Talabani ile kurduğu sıkı bağlara borçlu olduğunu vurguluyor. Çevik, “Barzani ve Talabani ile editör olduğum dönemde tanıştım. Türk hükümeti ve Kürtler arasında aracı konumundaydım. Bu yüzden bazıları beni hain ilan etti, bazıları ise mali açıdan bizi yok etmeye kalktı... 2003 harekatından sonra ise Erbil’de Barzani ve Talabani’yle buluştum. Oturup konuştuk. Benden Kürdistan’a güvenilir Türk yatırımcılar getirmemi istediler. Ben de ortaklıklar kurarak bunu yaptım,” diyor. Los Angeles Times aracılığıyla Türk işadamlarını Kuzey Irak’a yatırım yapmaya çağıran İlnur Çevik, kurucusu olduğu The New Anatolian gazetesinde yayınlanan köşe yazısında ise türk hükümetine bir ‘mesaj’ göndermişti. Çevik, “Neden barzani’yi anlamaya çalışmıyoruz?” başlıklı makalesinde şu ifadeleri kullanmıştı: “Benim gibi Barzani’yi tanıyanlar, Ankara’nın Erbil’de iyi bir dostu olduğunu bilir. Barzani yönetimi Recep Tayyip Erdoğan hükümetini gönülden destekliyor.” Çevik’in sözleri, siyasi ve ekonomik alanda varolan AKP-Barzani yakınlaşmasına ışık tutuyor… * İlnur Çevik Kürt liderlerine yakınlığıyla tanınıyor. Sahibi olduğu şirketler uzun yıllardır Kuzey Irak’ta faaliyet gösteriyor. Barzani tarafından kurulan Kürt Televizyonu için bütün altyapı ve donanımın satın alınması ve kurulması işini üstlendi. Çevik, Abdullah Gül’e de yakınlığıyla tanınıyor. Gül’ün Dışişleri Bakanlığı döneminde Celal Talabani ile İstanbul’da gizlice buluştu. 2,5 saat süren yemeğe katılanların Dışişleri Bakanlığı’nın protokol arabasıyla taşınması dikkat çekti. Bu işleri çoğu zaman ‘gazeteci’ Cengiz Çandar’la birlikte yürüttüğü biliniyor. ** Ocak 2007’de ‘Ortadoğu’da hoşgörüyü yaygınlaştırmak’ amacıyla kurulan Tolerancy International, önceki yıllarda K. Irak’taki bölgesel yönetimde ‘Bakan’ sıfatıyla görev aldığı belirtilen Hüseyin Sincari’nin kurduğu vakıf.
önce bölgeye gelen ve burada ‘Dicle İnşaat A.Ş.’ adında bir şirket kuran Cemiloğlu, bölgedeki Kürt yönetiminin içişleri ve kültür bakanlığı binalarını inşa ederek dikkatleri üzerine çekti. Halen bölgedeki birçok kamu ihalesi için davet alan Cemiloğlu, bölgedeki ekonomik durumu ‘çok büyük bir pazar’ sözleriyle özetliyor. Barzani ailesi ile dünür de olan Cemiloğlu, Kadın Dayanışma Vakfı kuruculuğundan, KA-DER’e, Sığınmacılar ve Göçmenler ile Dayanışma Vakfı Başkanlığı’ndan, Van’daki Kadın Kültür Çevre Kooperatifi’ndeki faaliyetlerine kadar geniş yelpazedeki sosyal çalışmalarıyla da tanınıyor. Cemiloğlu kürt burjuvazisinin ‘kadın figürleri’nden biri olarak daha sık karşımıza çıkacağa benziyor.
sermayenin vatanı, milleti...
B
ölgede iş yapan müteahhitlerin arasında MHP kökenliler var. Örneğin, eski MHP yöneticisi Orhan Nurduhan’ın kurduğu Nursoy firması, Erbil ve Süleymaniye’de birçok inşaat ihalesi aldı. Nurduhan daha önce konuyla ilgili, “Ben MHP eski Van İl Başkanı ve Tatvan İlçe Başkanıyım. Siyasi görüşüm aynı. Ama paranın dini imanı olmaz. Kuzey Irak’ta ABD’liler var, İngilizler var, 200 kadar Türk firması var. Hatta MOSSAD’ından tutun da CIA’sına kadar envai çeşit istihbarat örgütü var, ajanlar var. Biz neden orada olmayalım?” demişti. Nurduhan, ülkücü olduğu için Kuzey Irak’ta ticaret yapmasına tepki gösterilmesinin yanlış olduğunu savunarak şunları söylemişti: “Ben ne ülkeme ne de oraya ihanet ediyorum. İşimi yapıp paramı alıyorum. Ülkeme döviz getiriyorum. Tüm işçilerini, amelesine kadar buradan götürüyorum. Benim yaptıklarımın yanlış olduğunu düşünmek bence saçmadır. Ben bir işadamıyım. Nerde ticaret imkânım varsa orada ticaret yaparım.” Orhan Nurduhan’a katılmamak mümkün değil, işin içine para girince, insanın ne dini, ne imanı ne de milliyeti kalıyor! Nurduhan böylece, ülkücü geçmişine rağmen Marx’ın, “Sermayenin vatanı, milleti yoktur” görüşünü kendi ağzı ile doğrulamış oluyor. Saffet Çebi
Öte yandan, Hewlêr kentinde yapılan 300 milyon dolarlık Kürdistan Askeri Havaalanı’nın ihalesini, içinde ‘ülkücü’ alemden isimlerin ve emekli üst düzey askerlerin bulunduğu Mak-Yol Şirketi aldı. MHP’li Saffet Çebi’nin Yönetim Kurulu Başkanı olduğu Mak-Yol’un sadece havaalanı değil, yüzlerce milyon dolarlık başka ihaleler de aldığı belirtiliyor...
11 11
.. dosya: sinir otesinde avanta harbi esir askerler tutuklanıyor ama, oyak büyük kürdistan haritası altında mis gibi yatırım yapıyor...
F
ettullaçı Today’s Zaman gazetesinin haberine göre, 2003’te ABD’nin Irak’a müdahalesinden bu yana devam eden Irak’ın ‘yeniden yapılandırılması’ sürecindeki aslan payı Oyak’ın oldu. Gazetenin haberine göre, Irak’ta halen 1200 Türk şirketi faaliyet gösteriyor. Pastadan en büyük payı ise OYAK alıyor. OYAK, “PKK’ya destek veriyor” denilen Kuzey Irak’a yatırım üstüne yatırım yapıyor. İş bağlantılarında taşeron firmalar kullanan OYAK, Kuzey Irak’ın çimento, yapı ürünleri ve kâğıt gibi ihtiyaçlarını karşılıyor. OYAK’ın yıllık ticaret hacmi 14 milyon dolar civarında seyrediyor. Yatırımlar için taşeron firmaları kullanan OYAK; Basra ve Başkent Uluslararası Nakliyat ve Dış Ticaret Ltd. Şirketi, RE-BA Dış Ticaret Ltd. Şirketi, Nur Ticaret, Fefoğlu, Yüksel, Barkınlar, Saki İthalat ve İhracat Gümrükleme Nakliyat Sınır Ticareti gibi şirketler aracılığıyla ticari faaliyetini yürütüyor. OYAK, özellikle çimento ve inşaat malzemeleri ihracatında önde geliyor. Şirket, çimento ve yapı ürünleri ihracatında OYKA isimli firmayı kullanıyor.
OYAK’a bağlı Mardin, Adana, Elazığ çimento fabrikalarında üretilen çimentolar, dökme ve torbalar halinde Dohuk, Zaho, Hewler, Süleymaniye gibi önemli merkezlerde inşaat sektöründe kullanılıyor. OYAK’a bağlı OYTAŞ firması özellikle çimento, kireç, yapı malzemeleri ihtiyacının yüzde 60’ını karşılıyor. Irak Kürdistanı Parlamentosu ek binaları, yeni Kürt bakanlık konutları ve Kürt Emniyet Sarayı inşaatlarının yanı sıra Erbil, Süleymaniye, Dohuk gibi kentlerde inşaat faaliyetleri yürütüyor. OYAK’ın taşeron firması 77 İNŞAAT bölgede Mardin, Elazığ ve Adana çimento fabrikalarından getirdiği dökme çimentolar ile köprüler, bloklar inşa ediyor. OYAK’a bağlı OYKA KÂĞIT SAN. TİC. AŞ Irak Kürdistan’ının kâğıt ihtiyacının tamamını karşılıyor. KDP yayın organı Xebat gazetesi, Gulan dergisi, Kürt Kültür Bakanlığı’nın Latin Alfabesi ile yayınlanan Nubun dergisinin kâğıt ihtiyacını karşılıyor. OYAK’ın Irak Kürdistanı’na gönderdiği malzemelerin nakliyatı işinde ise Has Nakliyat isimli bir firma kullanılıyor.
Her yıl sadece 6 bin ton dökme çimento gönderen OYAK’ın sadece çimento ihracından yılda kazandığı para 9 milyon dolar. OYAK her yıl 3 bin 600 ton çimentoyu ise sınır kapısında fahs (tahlil) adı altında Kürt gümrüğüne hibe ediyor. Hibe edilen çimentolar, yeni Kürt eğitim okulları ile Kerkük’te zorla göç ettirilen Kürtlerin geri dönüşleri için dağıtılıyor. Irak Kürdistanı Hükümeti yetkililerine göre, 2003’ten bu yana Güney’e gönderilen inşaat malzemeleri ile Güney’de gerçekleştirilen müteahhitlik hizmetleri 800 milyon doları aşmış durumda. OYAK’ın Irak Kürdistan’ı yönetimine her yıl 720 bin dolar gümrük vergisi ödediği belirtiliyor. Irak Kürdistan’ı yetkilileri, OYAK’ın daha fazla yatırım yapmak için kendileriyle görüşmeleri sürdürdüğünü bildiriyor. OYAK’ın Irak Kürdistan’ına gönderdiği inşaat ürünleri, Zaho’da İbrahim Halil Yolu üzerinde Kürt bayrağı dalgalanan Birleşmiş Milletler Sahası’nda depolanıyor. OYAK’a bağlı şirketin aynı sahada açtığı yazıhanede ise Kürt bayrağı ile Büyük Kürdistan haritasının yanında KDP lideri ve Kürdistan Bölge Hükümeti Başkanı Mesut Barzani’nin fotoğrafı asılı… Eee? Memlekette koparılan onca fırtınanın, yapılan onca artistliğin sebebi ne peki?..
dogramacı, kürtler için amerikan üniversitesi kuruyor... tamamen duygusal...
B
ölgede eski YÖK Başkanı İhsan Doğramacı’nın şirketi Tepe Grubu’nun iki önemli projesi var. Bunlardan biri Süleymaniye’de açılacak Amerikan Üniversitesi’nin inşası. Diğeri de Süleymaniye
Üniversitesi merkez kampusu. Tepe Grubu Süleymaniye Havalimanı için de çalışmalarda bulunuyor. Bilkent Üniversitesi’nin sahibi olan Tepe Grubu patronu Doğramacı, Kerkük doğumlu, Türkmen asıllı. Tepe’nin yerel ortağıysa Erbil doğumlu olan Doğramacı’nın
ailesinin şirketi olan FDC, yne Doğramacı’ya yakın isimlerden Maruf Ataoğlu’nun şirketi Asilsan da Tepe ile birlikte projeler yürütüyor. Doğramacı geçmişte eğitim alanında gösterdiği ‘yüksek başarı’yı, bölgedeki yatırım alanında da göstereceğe benziyor.
petrol baldan tatlı, çukurova için yeniden yükselme fırsatı...
M
ehmet Emin Karamehmet’in Çukurova Grubu, Kuzey Irak’ta özellikle petrol alanında faaliyet gösteriyor. Çukurova Grubu’na bağlı Genel Enerji ve İsviçre kökenli Addax Petroleum’un kurduğu TTOPCO, Kürt Bölgesel Yönetimi ile ilk petrol arama anlaşmasını imzalayan şirket.* İkincisi ise Pet Holding’e bağlı Petoil. Petrol arama, üretme ve ihracat bağlantılı yatırımlar yapıyorlar. TTOPCO ortaklığı Erbil’e bir saat mesafedeki Taktak bölgesinde bugüne kadar 200 milyon dolar civarında yatırım yaptı. Bölgede petrol anlaşmalarını 2002’de yapan şirket, bugün günde 60 bin varil üretim kapasitesine ulaşmış durumda. Beş yıllık bir süreçte günde 250 bin varil kapasitesine ulaşmayı hedefliyorlar. TTOPCO yetkililerinin bölgede yaptığı ilk sismik belirlemelere göre, çıkarılabilir petrol rezervlerinin 750 milyon varil olduğu tahmin ediliyor. Bu, Türkiye’de şu ana kadar belirlenen çıkarılabilir petrol rezervlerinin üç misli. Irak Anayasası, Irak Federasyonu’na bağlı bölgelere, petrol gelirlerinden yüzde 17 pay vermeyi taahhüt ediyordu. Parlamentodan geçen yeni yasayla, petrol üretimine ortak olan şirketler de gelire yüzde 20 ile 30 arasında değişen oranlarda ortak olacak.** Bu yasal düzenlemeyle, Türkiye’nin de ortak şirketler vasıtasıyla petrol gelirlerinden pay almasına olanak veriliyor. Türkiye’ye, Kürt bölgesi hükümetinin uzattığı zeytin dalı, petrol gelirleri. Pet Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güntekin Köksal’ın bölgede ‘itibarı’ yüksek. Daha önce Kürdistan Bölge Parlamentosu’nun açılışına davet edilmişti. 2003 yılında Süleymaniye Pulkanı bölgesinde faaliyet gösteren Pet Prime şirketini kuran,
12
2005 yılında da Erbil Binbawi ruhsat sahalarında çalışmak üzere A-T Petroleum Company Ltd. ile sondajlarını sürdüren Köksal, “Kerkük petrollerinin yanında, bizimkiler denizde kum tanesi,” diyor. Köksal, Kürt bölgesine gitmeden önce, Türkiye’de ilgili bakanlıklardan ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ‘izin’ aldıklarını da anlatıyor. Güntekin Köksal, “Çok sayıda Türk şirketi son politikalar yüzünden Kuzey Irak’ı terk etti. Bizim petrolcü olarak buradan çekilmeye hiç niyetimiz yok. Patrona Halil’in baldırı çıplak fedaileri gibi koşturuyoruz. Kuzey Irak’a yapılacak bir harekât ticari ilişkiler açısından pozitif sonuç vermez. Hepimiz PKK’yı lanetliyoruz tabii ki ancak paldır küldür girmemek lazım. Sorunları anlaşarak çözmekte yarar var. Bütün alternatifler kapandıktan sonra harekât düşünülebilir. PKK’yı önce Türkiye içinde bitirmemiz lazım,” diyor. Bölgesel yönetimin Başbakanı Neçirvan Barzani, nisanda yaptıkları özel görüşmede, açık ve net olarak, “Petrolümüzü Türk şirketlerinin işletmesini istiyoruz. Onlara öncelik verdik,” demiş, ayrıca, “Mevcut boru hatlarımıza ek olarak Türkiye’den geçecek yeni bir petrol boru hattı inşa etmek istiyoruz. Petrolümüzü Avrupa’ya bu yolla ulaştırmak istiyoruz,” diye eklemiş. Türk devleti, PKK’nin tasfiyesi sürecinde kendisiyle etkin bir işbirliği yapması halinde, Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile hiçbir sorun yaşamayacağa benziyor. Kuzey Irak’taki ‘tek sorun’ PKK’nin bu bölgedeki siyasi ve askeri varlığı. Bu sorunun aşılması halinde, ABD-Türkiye-BarzaniTalabani arasındaki diğer ‘pürüz’ler de halledilebilir gibi gözüküyor…
* Kuzey Irak petrol sahalarından Bin Bavi’de Ağustos 2006’da ilk sondaj çalışmalarına başlayan Türk petrol şirketi. ** Kürdistan Bölgesel Yönetiminin yasayla birlikte daha çok küçük ve orta ölçekli petrol şirketlerini bölgeye çekmeye çalıştığına işaret ediliyor. Irak’ta yatırım yapmak için Federal Petrol Yasası’nı bekleyen Mobil-Exxon, Shell gibi büyük petrol tekellerinin, Kuzey’e yatırım yapıp politik risk alarak, Güney’de yer alan daha zengin yatakların işletim hakkını tehlikeye atmak istemedikleri belirtiliyor. Çünkü bölgesel yönetimin kabul ettiği yasa, çıkması öngörülen federal yasayla, başta petrol gelirlerinin paylaşımı olmak üzerede bir dizi başlıkta uyuşmazlıklar barındırıyor. Yasayla birlikte petrol üretimini ivmelendirmeyi amaçlayan Kürdistan Yönetimi, 2008 yılında bölgeden günde 200 bin varil, 2010’da ise bir milyon varil petrol çıkarmayı planlıyor. Irak’ta, halen günlük iki milyon varil petrol üretiliyor. Çukurova Grubu’nun Irak Petrol Yasası’nı heyecanla beklediği ve bölgedeki petrolden aldığı payı artırmak için ABD nezdinde girişimlerde bulunduğu biliniyordu.
.. dosya: sinir otesinde avanta harbi
- fethullahsız kriz ve sömürge bölgesi olmaz... kambersiz dügün,
U
zun bir süredir Kuzey Irak’ta faaliyet yürüten Gülen Cemaati, bölgede üniversite ve basın yayın kurumları oluşturmak üzere kapsamlı bir çalışma yürütüyor. Cemaat bu amaçla Kürt federe yönetimi Kültür Bakanı Felakeddin Sabur Hamud ve hükümetin medya alanındaki etkili isimlerinden Şero Qadır ile bir görüşme gerçekleştirdi. Fethullahçıların Kuzey Irak’ta kurmak istediği üniversite için Hewlêr ve Süleymaniye’de iki ayrı yer üzerinde duruluyor. Bu amaçla da Kuzey Irak’ta Bölge Başkanı Mesut Barzani’nin yardımcılığını yapan Kusret Resul ve yine Barzani’nin özel Ofis Müdürü Dr. Abdulselam ile görüşmeler yapıldı. Şimdilik 700 öğrenci kapasiteli olması planlanan üniversite için cemaat yetkilileri öğretim üyesi kadrosu oluşturmak ve şimdiden öğrenci kaydetmek amacıyla da çalışmalar yapıyor. Bu çerçevede özellikle Türkmen öğretim görevlileri ile görüşülüyor; söz konusu öğrenci kadrolarının şimdiden kayıtlarla dolduğu, öğrenci talebinin de özellikle bölge hükümetindeki yetkililerinin çocukları olduğu belirtiliyor. Cemaat, örgütlü olduğu her yerde aynı ‘devşirme’ politikasını güdüyor. Fethullahçılar Kuzey Irak’ta sağlık alanında da önemli yatırımlar gerçekleştiriyor. Geçtiğimiz yıl Hewlêr’de Özel Sema Hastanesi’ni açan cemaat, burada göz
kliniklerinin yanı sıra dâhili hastalıklar servislerini de kurdu. Bu hastanede cemaatin kurumlarında görev yapan öğretmen, memur ve öğrencilere bedava sağlık hizmeti verilirken, cemaate yakın kişilere de yüzde 50 indirim yapılıyor. Bu faaliyetlerle hedeflenen bölge liderlerinin ve halkın ‘kalbi kazanılarak’, gerici örgütlenme için uygun psikolojik ortam sağlamak. Fethullah Gülen cemaati ilk olarak 1994 yılında başlattıkları Kuzey Irak’ta eğitim kurumları kurma çalışmalarını her geçen gün büyütüyor. Buradaki okul sayısını hızla artıran cemaat, özellikle Kuzey Irak’ta eğitimin merkezi durumunda olan Hewlêr, Süleymaniye ve Kerkük’te yoğunlaşıyor. Cemaatin Kuzey Irak’ta bilinen bazı eğitim kurumları şunlar: Hewlêr: Fezalar Eğitim Kurumları, Işık Dil Merkezi, Işık İlköğretim Okulu, Nilüfer Kız Koleji, Işık Erkek Koleji.. Süleymaniye: Süleymaniye Kız Koleji, Selahattin Eyyubi Erkek Koleji, Selahaddin Eyyubi Dil Merkezi.
Kürdistan’da İstiklal Marşı!
Gülen cemaatinin Kerkük’te de bir okulu ve bir dil merkezi bulunuyor. Bu kapsamda söz konusu üç kentte farklı disiplinleri bir araya toplayan eğitim kurumları içerisinde dil merkezleri, kolejler ve ilköğretim okulları dikkat çekiyor. Bu okullara ilginin yüksek olmasında,
halkları bilmiyoruz da, burjuvalar çok güzel dost oluyor...
‘Kürdistan Bayrağı’ kime emanet? Irak Kürdistanı’na iğneden ipliğe her şey dışarıdan geliyor. İthal edilen ürünlerin en ilginci ‘Kürdistan bayrağı’. Son iki yılda Çin’den, kalitesiz, fason tabir edilen kumaşlarla üretilen 3 milyon adet bayrak ithal edilmiş. Ama, hükümet binalarında ve resmî makamlarda kalitesiz ithal bayraklar yerine el dokuması bayraklar tercih ediliyor. Gelecekte Kürdistan bayraklarının Türkiye’deki teksil atölyelerinde üretildiğini görürseniz hiç şaşırmayın.
ArcelorMittal işini bilir!
Dünyanın en büyük çelik üreticisi ArcelorMittal, Türkiye’nin Kuzey Irak’a operasyon yapmasının gündemde olduğu bu günlerde Borusan ile eşit ortak olarak 500 milyon dolarlık bir yatırıma hazırlanıyor. ArcelorMittal firması Kuzey Irak’a operasyon yapılmasından korkmadığa göre bir bildikleri olsa gerek!
Conilerin ekmeği Türkiye’den!
Bölgede gıda ve temel ihtiyaç malzemelerinde ABD işgal gücü askerlerine yapılan doğrudan satışlar dikkat çekiyor. Örneğin askerlerin ekmek ihtiyacını İncirlik üssüne de ekmek gönderen Dudullu’daki Uno fabrikası karşılıyor. ABD işgal üslerinin sabun, deterjan ve gıda ihtiyaçlarının kayıtlı ve kayıtsız yollarla Türkiye’den gönderildiği biliniyor. Ne de olsa ABD emperyalizmine hizmette sınır yok!
Ülkersiz çay saati olur mu?
Ülker Grubu, Dohuk’a bağlı Batufa ilçesinde Meşud Gulli’nin yönetim kurulu başkanlığını yaptığı Dohuk Mazi Süpermarketi ve bağlı firmalarla ortak çalışıyor. Irak Kürdistan’ının gıda ihtiyacını karşılayan şirket, her yıl hükümete 1 milyon dolar vergi ödemesi yapıyor. Emperyalist ABD’nin zulmü altında inim inim inleyen Müslüman Irak halkına, ‘İslamcı’ Ülker firması bundan daha güzel bir yardım yapamazdı herhalde!
Kaz gelecek yere koltuk bedava
İstikbal, koltuk takımları, halı, battaniye, ev eşyası sektörlerinde faaliyet yürütüyor. Bakanlıkların çoğunun koltuk takımlarını, masa ve daire düzenlerini daha fazla iş sahası elde etmek için bedava yaptı. Yalakalığın da bu kadarı, pes yani!..
Koç ve Zorlu olmadan olmaz
Irak Kürdistanı’nın beyaz ve elektronik eşya sektörünü Arçelik ve Vestel elinde tutuyor. Irak Kürdistanı’ndaki yerel belediye ilan panoları ile yerel radyo ve gazetelere sık sık ilan vererek tanıtım yapıyorlar. Arçelik’in Zaho’da yer alan merkez şubesinde büyük Kürdistan haritası, Kürdistan bayrağı ile Kürdistan Bölge Hükümeti Başkanı Mesut Barzani’nin fotoğrafı yer alıyor. Barzani, Türkiye büyük burjuvazisinin en seçkin temsilcileri Koç ve Zorlu’nun bu teveccühlerine mazhar olmuş! Ne mutlu! İşte halkların kardeşliği!
Kızışan rekabet!..
NUR-SOY firması inşaat ve çimento sektöründe faaliyet yürütüyor. Aynı zamanda müteahhitlik hizmetleri de gerçekleştiriyor. Firmamızın daha çok ‘çalışması’ gerekiyor. Malum bölgede İnşaat ve çimento alanında vahşi bir rekabet var! En önemli rakipleri de OYAK!
Stadyumlar da Türk firmalarından
AGS İnşaat, 3 bin 500 metrelik pisti olacak Süleymaniye Havaalanı inşaatını 34 milyon dolar karşılığı aldı. 20 milyon dolar değerinde öğrenci yurdu, Kürdistan Adliye Binası, 140 lojman, 4 stadyum çalışmaları ise sürüyor. Allah daha fazlasını versin ne diyelim!
Suya götürüp susuz getirenler
GÜRBAĞ İnşaat, Zaho içme suyu, depolama ve arıtma sistemi işini yapıyor. Bunlar ‘sınır ötesi operasyon’un sadece bir bölümü!..
bu kurumlarda İngilizce eğitim verildiğinin belirtilmesi etkili oluyor. Bu nedenle bölgenin önde gelen işadamları ve hükümet yetkililerinin çocukları okullardaki kayıtlarda öncelik alıyorlar.* Ancak bu okulları yakından takip edenler, özellikle Türkçe eğitime ağırlık verildiğini ve Türk ideolojisi ile Türkiye’nin resmi tarih tezlerinin bu okullarda ağırlıklı bir yer aldığına dikkat çekiyor. Türkiye’nin kutladığı resmi bayramlar ile okullarda bulundurulan Atatürk resmi gibi hassasiyetlerin bu okullarda da titizlikle uygulandığını belirten yetkililer, ayrıca haftalık ders programlarında Türk eğitim sisteminin öngördüğü içeriğin ağırlıklı bir yer tuttuğunu, açılış ve kapanışlarda da İstiklal Marşı’nın okutulduğunu kaydediyorlar. Cemaat takiyyecilikte birincilik sırasını hiç kimseye bırakmayacağa benziyor. * Cemaate çocuk yaşta katılıma önem veriliyor.ylelikle, tam manasıyla cemaat ‘tornasından’ geçiriliyorlar.
ampulcüler de geri kalmaz tabii
A
KP’ye yakın patronların bölgede aldıkları ihaleler dikkat çekiyor. Bunlardan biri İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden çok sayıda ihale alan ve Kadir Topbaş’a yakın bir isim olan Mehmet Alp Delimollaoğlu. Ortağı olduğu Günay İnşaat, Süleymaniye’de köprü ve viyadükler inşa etti. Günay, Türkiye’de emperyalizmin bir kolu olan NATO için de 22 tane havalimanı yapmıştı. Delimollaoğlu, Kasımpaşaspor’un da yönetim kurulunda… Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dostu İbrahim Çeçen’in sahibi olduğu IC İçtaş şirketi de Erbil Tıbbı Laboratuvarı ve Sağlık Merkezi inşaatını yaptı. İstanbul’da AKP döneminde ‘yıldızı parlayan’ Taş Yapı da Erbil’de kanalizasyon ve köprü inşaatları yapıyor. Taş Yapı bugüne kadar toplam 150 milyon dolarlık kontrat imzaladı. Karadenizli Saffet Çebi’nin Yönetim Kurulu Başkanı olduğu Mak-Yol ile Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yakın dostu olan Mehmet Cengiz’in şirketi Cengiz İnşaat’ın oluşturduğu Mak-Yol Cengiz Ortak Girişimi de, Erbil Uluslararası İbrahim Çeçen Havalimanı ihalesini 250 milyon dolara aldı. Cengiz ve Mak-Yol’un Türkiye’deki Karadeniz Sahil Yolu projelerindeki ortakları Mapa’da Erbil’de atık su arıtma tesisi kurdu. İstemi Turanlıgil’in sahibi olduğu Elegan, Irak Kürdistan Bölge Hükümeti Başkanı Mesud Barzani’nin ‘saray’ını inşa etti. Kısacası, AKP’nin Kuzey Irak politikası bölge kaynaklarını kendisine yakın işadamlarına peşkeş çekmekten ibaret.
11 13
YAVUZ ALOGAN
Bush’un, “Hey Tayyib, ne kadar iyi görünüyorsun, may men,” diye el kol hareketleri yapması; Genel Kurmay İkinci Başkanı’yla, omzuna da vurarak, “Hay cenırıl, çok güçlü bir ordunuz var, yeaaooi!” diye kafa bulması; “Bakın da hele burada kim var, may old firend,” diyerek Egemen Bağış’la oynaşması; derken işi iyice cıvıklığa vurup, “La sen Teksaslıysan biz de Kasımpaşalıyız icabında” şekilleriyle kuyruğu dik tutma çabaları; lâkin, haşmetli Suudi Kralı’nın zatının ve resminin önünde el pençe divan vaziyetleriyle karizmanın çizilmesi...
S
Kendi kaderini tayin
on bir iki aydır yaşanan olaylar, bütün o sınır ötesi arzuları, sokaklarda bayrak açıp yürümeler; “Sınırı geçeceğiz ama, acaba Barzani’yle de bir şeyler olacak mı icabında?” gibi söylemler; ardından, Başbakan’ın ABD ziyareti sırasında yaşanan ibretlik sahneler; Bush’un, “Hey Tayyib, ne kadar iyi görünüyorsun, may men,” diye el kol hareketleri yapması; Genel Kurmay İkinci Başkanı’yla, omzuna da vurarak, “Hay cenırıl, çok güçlü bir ordunuz var, yeaaooi!” diye kafa bulması; “Bakın da hele burada kim var, may old firend,” diyerek Egemen Bağış’la oynaşması; ardından memlekette, “onlar teröristi tutacaklar biz gidip vuracağız,” muhabbetlerinin patlak vermesi; derken işi iyice cıvıklığa vurup, “La sen Teksaslıysan biz de Kasımpaşalıyız icabında” şekilleriyle kuyruğu dik tutma çabaları; lâkin, haşmetli Suudi Kralı’nın zatının ve resminin önünde el pençe divan vaziyetleriyle karizmanın Vahabi düşmanı ve parayla pek işi olmayan cemaatler nezdinde bile vahim biçimde çizilmesi; ve dahi Azerbaycan’da Devlet Başkanı İlham Aliyev’in mini etekli ve dekoltesi aşikâr eşi ile Türkiye Cumhurbaşkanı’nın tuhaf bir şekilde tepeden tırnağa örtülmüş eşinin de yer aldığı tarihsel ve ibretlik bir medeniyet belgesi niteliğindeki fotoğrafın çekilmesi; nihayet Şimon Perez ve Mahmut Abbas’la Özal selamı verip dengeleyici ve muazzam bölgesel güç pozlarıyla, dünya sahnesinde yer alan bütün siyasal oyuncuların hafifçe tebessüm ettirilmesi (ve Yeni Şafak gazetesinin, “ABD bu fotoğraf için minnettar” diye manşet atması)... bütün bunlar, normal bir insanı delirtmek, karamsar bir insanı terörist eylemlere sürüklemek, neşeli bir insanı ise sonu gelmez kahkahalarla öldürmek için tasarlanmış uluslararası bir komplo, kötü bir rejisörün sahnelediği acıklı bir ‘komedipolitik’ değilse, nedir acaba? Bilgi denilen kıt kaynağın artık muazzam bir aşırı üretim fazlasıyla insanların neredeyse gözlerinden girip burunlarından, kulaklarından girip ağızlarından fışkırdığı şu iletişim çağında, bunca poz kesmeye, bunca artistlik yapmaya ne gerek var? GKB, “Onlara hayal edemeyecekleri acıları tattıracağız,” diye intikamcı bir söylemde bulunurken (sanki Pön Savaşları’nı başlatmak üzere olan Hannibal konuşmaktadır), Başbakan’ın Prag yolunda, “Sınır ötesi operasyon söz konusu değildir,”
14
dayanmamaktadır ve tamamen hayâlidir.
Senaryolar
deyivermesinin ve hemen birkaç saat sonra KKK’nın, “Şu anda sınır ötesi operasyon sürecinin içindeyiz,” sözleriyle dikelmesinin yarattığı kafa karışıklığına ne buyrulur peki? Prezidant Bush’la oval ofiste halvet halindeyken kararlaştırılan PKK planı, mümtaz Türk basınına, mayoneze damlatılan zeytinyağı gibi damla damla yedirilirken, sezgi sahibi herkes neyin ne olduğunu pek güzel anladı.
Yoksa anlamadı mı?
Klasik anlamıyla devlet, diğer vasıflarının yanı sıra, en büyük gizli örgüttür. Hikmet-i Hükûmet’inden sual olunmaz! Devletlerin, gâvur dilinde Establishment tabir edilen yerleşik ve nizami güçleri, stratejik hedeflerini asla açığa vurmazlar, niyetlerini daima popüler ve o sırada moda olan insani bir söylemin ardına gizlerler. Mesela ABD şöyle diyemez: Stratejik hedefimiz Çin ve Rusya’dır; onların askerî ve iktisâdî büyümesini denetlemek için petrol kaynaklarını ele geçirmemiz gerekiyor ve bu nedenle Ortadoğu bölgesinde ulus devlet istemiyoruz; dolayısıyla İran’ı vuracağız, Türkiye’yi federatif bir yapıyla böleceğiz; bütün bölgeyi etnik ve dinsel olarak parçalayacağız; Rusya’yı Doğu Avrupa’dan nükleer füzelerle ve uzay kalkanı projesiyle, Mezapotamya’dan da İsrail desteğinde bir Kürt devletiyle sıkıştıracağız; Hazar petrolünün geçiş yollarını değiştireceğiz. Ya da Türkiye Cumhuriyeti devleti şöyle diyemez: PKK artık önemsiz, stratejik hedefimiz Barzani devletini yok etmek, Kerkük bölgesini Kürtlere bırakmamaktır; Musul bölgesini işgal etmeliyiz, böylece PKK ve peşmerge de güneyden ve kuzeyden lojistik desteğini
kaybetmiş olur ve İran sınırında sıkışarak ‘çekiç ve örs’ askerî taktiğiyle imha edilir ya da ABD onu üzerimizden çekerek İran’ın başına sardırır; Musul’u alamazsak Diyarbakır’ı bizden alırlar. Devletler aslında böyle düşünürler, ama bunu söylemezler. Bunun yerine, akrabalarımızı birleştireceğiz, Türk-Kürt kardeşliğini sağlayacağız, bölgeye barış, huzur, nane ruhu, ıhlamur ağaçları ve demokrasi getireceğiz falan derler. Büyük ve güçlü devletlerin, küçük ve zayıf olanlardan daha açık sözlü olduklarını kabul etmek gerekir. Hitler, mesela, Avrupa’da saldırıya geçmeden önce, yumruklarını sıkıp avazı çıktığı kadar ‘Anschluss’ (hayat alanı) diye haykırıyordu. Condi Rice da, o zarif tebessümüyle, geniş Ortadoğu coğrafyasında 22 devletin haritasını değiştirmek istediklerini söylemiştir.
Ne hakla!
Doğal olarak bizi, daha çok Türkiye’nin askerî/stratejik durumu ilgilendiriyor. “Ne hakla!” denebilir. Evet, biz bir emekli general, saçmalasa bile ağzının içine bakılan televize bir ‘strateji uzmanı’ ya da savaş alanlarında yarasa gibi uçup, yılan gibi süzülerekten gafletteki düşmanın üstüne çöküp pençeleyen bir komando albayı falan değiliz. Ancak bu durum, stratejik konularda görüş geliştirmemize asla engel olmamalıdır. Her işi ‘uzmanlar’ına havale edip, sıradan yurttaşı her türlü fikirden arındırmak, eski bir Amerikan kitle manipülasyonu yöntemidir ki, anlatması uzun sürer. Dolayısıyla, kendi ‘senaryo’muzu yazmamıza hiç bir şey engel olamaz. Biz de Kurtlar Vadisi adlı dizinin jeneriğindeki gibi bir lafla başlayabiliriz, pekâlâ: Aşağıdaki senaryolar ve öngörüler, hiçbir bilgi ve belgeye
ABD, askerî/stratejik alanda hiçbir zaman tek bir plana oynamaz, tek bir aktöre bel bağlamaz (mesela AKP’ye) ve tek bir taktik izlemez. Yorulan ya da maniayı reddedip tökezleyen atı anında bir başkasıyla (mesela TSK’yla) değiştirir. Şu anda Pentagon, TSK’nın Barzani devletiyle çatışacak kadar ileri bir sınır ötesi harekât yapmasını engellemiş bulunuyor. Amacı, Şii gerilla kuvvetleri ve Sünni Arap aşiretleri tarafından kuşatılmış olan Barzani devletini, Türkiye’nin himayesi altına sokmak; en uyumsuz PKK unsurlarını tasfiye ederek, Türkiye’nin kendi legal PKK’sıyla, ateşkes, af vb. yoluyla barışmasını sağlamak ve DTP’nin büyük bir özgüvenle savunduğu şeyi, yani özerk bir Kürt bölgesinin Türkiye sınırları içinde kurulmasını temin etmektir. Daha sonra, muhtemelen İran savaşının ileri aşamalarında ya da sonunda, bu özerk Kürt bölgesi Barzani devletiyle birleştirilecek ve böylece Kürtlerin kendi kaderlerini ABD’ye tayin ettirme süreci tamamlanmış olacaktır. Bu planın ABD’yi kaygılandırdığını söylemek gerçek dışıdır, çünkü plan tıkır tıkır işlemekte, adeta yokuş aşağı rahatça ilerlemektedir. Dünya tarihinde, Kuzey Irak Kürtleri’nin yanı sıra, PKK ve onun legal uzantıları kadar büyük bir uluslararası siyasal, entelektüel ve askerî lojistik desteğe sahip olmuş bir başka etnik hareket ya da ‘gerilla’ hareketi görülmemiştir. Sanki bütün emperyalist güçler birleşmiş, Kürtlerin kaderlerini nasıl tayin edelim, bu etnik varlıktan nasıl edelim de bir ulus yaratalım, diye kafa yormaktadırlar. TSK’nın aniden coşarak ve sınırdan taşarak Kuzey Irak topraklarına girmesi, oradaki devleti ortadan kaldırması, Barzani’yi yakalayıp İmralı’ya hapsetmesi bile, ABD’nin bu planını etkilemeyecek, sadece aynı stratejik hedefe yönelik, B, C, D... planlarını devreye sokmasına yol açacaktır. Hatta bu durum, aşağıda değineceğimiz gibi, TSK’nın İran’a karşı daha geniş bir cephede mevzilendirilmesi gibi bir fayda bile sağlayabilir. Ancak sonuç değişmez. ABD, gene Türkiye ve Irak Kürtlerini önce iki ayrı federasyon içinde, sonra Türkiye’ye bağlı tek bir federasyon içinde ve nihayet ayrı bir devlet halinde birleştirme hedefine yaklaşmış olur. Mezopotamya bölgesini,
yalogan@hotmail.com
Ermenistan sınırına, Hazar bölgesine doğru genişleten, askerî üslerle donatılmış, İsrail’e de bölge içlerinde stratejik derinlik kazandıran muhteşem bir Kürt devleti, Rusya’nın içine alındığı parantezin güneydoğu çizgisini oluşturacak, Hazar, Karadeniz ve Akdeniz havzaları üzerinde emperyalist hâkimiyeti artıracaktır. ABD, Türkiye’yi iktisaden kırılgan, AB umuduyla kendini savunamaz hale getirerek bir oyun kurmuş bulunmaktadır. Emperyalist jargonda bunun adı ‘soft power’, yumuşak güçtür. Bunu istedikleri gibi eğip bükebilir, çekip uzatabilirler. İsterlerse başlarına taç, isterlerse ayaklarının altına paspas yapabilirler. ABD oyunu kurmuş, icrasını kendisine bağlı casuslara, finansörlere, medya patronları ve yıldızlarına, her türlü işbirlikçiye bırakmıştır. Şu anda kendi kendine gayet güzel işlemekte olan esas süreç budur. Irak’ta bütün işbirlikçilere bavulla dağıtılan dolarlara Türkiye’nin çeşitli mesleklerden işbirlikçilerinin bağışık olduğunu düşünmek için herhangi bir mantıklı sebep var mıdır? Dolar niye düşüyor sanıyorsunuz? Bavulla bedavadan dağıtılan her malın fiyatı düşer. Şaka bir yana, ABD derin devletinin Türkiye’nin derinliklerine yerleştirdiği uzaktan kumandalı cihazların yeni Kürt planı için harekete geçirildiği tartışma götürmez. Netice olarak, ABD’nin bu Kuzey Irak/Türkiye Kürtleri meselesine artık halledilmiş gözüyle baktığı açıktır. Şu anda ABD bütün dikkatini esas olarak Pakistan üzerinde toplamıştır. Zira Pakistan’da sahici bir kriz var. Dinci hareket ile Müşerref arasındaki dengeyi, Benazir Butto’yu öne sürerek bozmaya çalışan ABD, bu iki oyuncusunun bir Pirus zaferiyle devre dışı kalma ihtimalinin yaratabileceği kâbustan korkuyor.
Taliban benzeri güçlerin denetimine girmiş, Afganistan’a komşu ve nükleer güce sahip bir Pakistan kâbusu, ABD’nin İran’a saldırı önceliğini değiştirmesine bile yol açabilir. El-Kaide benzeri örgütlerin şu anda tam da Müşerref-Butto ikilisini birbirine kırdırarak aradan sıyrılmaya çalıştıklarını söylemek için kâhin olmak gerekmez. Evet, ABD İran’ı vuracak. Aslında bu bir sır değil. Daha bahar aylarında Mossad’ın enforme ettiği ‘debkafile’ sitesinde bu işin nasıl yapılacağı İsrailli uzmanlar tarafından anlatılmış, Suriye üzerinde küçük bir anti-radar ve hafif bombardıman tatbikatı İsrail uçakları tarafından icra edilmiş ve Türkiye’nin tepkisini ölçmek için birkaç boş yakıt tankı misâk-ı millî sınırlarının içine bırakılmıştı. Bunların üzerinde durmak gerekmez. Alâmetler yeterlidir. Uluslararası ittifaklar? Onlar da yeterlidir. Sarkozy, NATO’nun askerî kanadına yeniden duhul etmek için ABD dış siyasetine biat etmiş, Merkel dünden hazır; AB topluluğu içinde, dedesi Franco’ya karşı savaşmış bir anarşist militan olan Rodriquez Zapatero’nun İspanya’sı haricinde bütün devletler rıza göstermişler, NATO’nun radarları harıl harıl çalışmakta; hatta belki de hava tahmin raporları masanın üzerine konulmuş, uçak gemileri Aden ve Basra körfezlerini tutmuş; Lübnan açıklarında, içinde Türk savaş gemilerinin de bulunduğu koca bir armada zaten hazır beklemekte. Ancak bir sorun var. Bombardımanın ardından muazzam bir dağılmaya uğrayacak İran’ın kilit noktalarını, en azından petrol bölgelerini denetim altına alacak (Irak’taki gibi) ya da ElKaide türü gerilla hareketlerinin lojistik destek ünitelerini ve geçiş yollarını tutacak kara kuvvetleri nereden
bulunacak? Irak’a gönderilen 30 bin kişilik ABD birlikleri petrol akışının sürmesini sağlamak için Körfez çıkışını tutmaya yetse bile, stratejik derinliği olan, icabında kendi askerî üslerini, limanlarını, havaalanlarını ABD’ye kullandırabilecek bir kara kuvvetine zorunlu olarak ihtiyaç var. Önemli olan, bu kuvvetin var olmasıdır; İran’da da, tıpkı Afganistan, Somali ve Kosova’daki gibi, fakat biraz daha çatışmalı biçimde dünya polisliği yapmasıdır. NATO’nun sadık bir müttefiki olmasıdır; yüksek komutanlarının NATO eğitimi almış olmasıdır. Yoksa nerede durduğu önemli değildir. Mesela, çok istiyorsa, Kuzey Irak’ta da durabilir; orada ABD’nin gösterdiği yerleri işgal etmiş de olabilir. Şimdi tam bu noktada insanın aklına Şimon Perez’in Abdullah Gül’e sunduğu, İran’ın uzun menzilli füzeleriyle ilgili olduğu söylenen askerî raporda nelerin yer almış olabileceği geliyor. Perez, Gül’ü bu bakımdan koklamış, hafiften tehdit etmiş de olabilir. Cahit Sıtkı Tarancı’nın ‘Memleket İsterim’ şiirini değil, Yahya Kemal’in “Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç,” dizelerini okumuş da olabilir. Türk medyası artık gözlerini hükümete dikmiş beklemektedir. İşaret geldiği anda İran’ın Türkiye için ne büyük bir tehlike olduğunu, Uğur Mumcu’yu bile onların öldürdüğünü anlatmaya başlayacaklar. Şu İran ve Pakistan meseleleri çözülene kadar ABD’nin Türkiye ekonomisini el üstünde tutmaya çalışacağı, bazı sert ulusalcıların iddia ettiği gibi memleket içinde istikrarsızlık çıkarmayacağı, AKP’nin prestijini koruyacağı anlaşılıyor. Ancak hizaya getirmek ve hükümeti İran hedefine yöneltmek için kontrollü bazı krizler çıkarabilirler. Ama o kadar. Fazla ileri gitmeyecekler. Amerikan emperyalizmi, İran ve Pakistan krizleri bir şekilde yatıştıktan sonra, biraz
hırpalanmış, kendi tarihsel duruşuna yabancılaşmış, kurumları yıpranmış bir Türkiye’yi rahatça bölecektir. “Şehitler ölecek, vatan bölünecektir.” En azından emperyalizmin niyeti budur.
Tercih meselesi
Basında sık sık, “ABD ya Türkiye’yi ya da PKK’yı tercih etmeli,” sözlerine rastlanıyor. Aslında ABD sadece kendisini tercih ediyor. Burada tercih yapmak durumunda olan biri varsa, ABD değil, Türkiye’dir. Türkiye, ya ABD’nin hizmetinde kalarak bölünecek, belki teselli mükâfatı olarak kendi ülkesinin batı bölgelerinin AB’ye alınmasıyla ödüllendirilecek, ya da gerçek bir dünya barışını, komşularıyla iyi ilişkiler kurmayı, ürettiği kadar tüketen, kazandığı kadar harcayan, tarihi ve kültürü olan onurlu bir ülke olmayı tercih edecektir. ‘Düveli muazzama’ kuzey yarım kürede dikdörtgen biçiminde bir Türkiye istemiyor artık. Bu nokta açıktır. Barzani burjuvazisinin uzantıları dışında, Türkiye’de yaşayan yoksul Kürt halkının bölünmeden, on binlerce insanın öldüğü bir iç savaştan hiçbir çıkarı yoktur. Türkiye’nin bölünmesi Çekoslovakya’nın, hatta Yugoslavya’nın bölünmesine benzemez. Yapılan anketler halkımızın yüzde 83’ünün ABD’ye güvenmediğini, halkımızın yüzde 95’inin ABD’nin İran ve Suriye’ye müdahalesine karşı olduğunu ortaya koyuyor. Bu topraklarda yaşayan insanların en büyük, hatta tek güvencesi, sosyalist olabilecek bir siyasetin tek dayanak noktası bu oranlardır. Tarih, bu oranları siyasal bir güce dönüştürecek cesarete ve yeteneğe sahip siyasal faillerin yolunu açmış, beklemektedir. Türk ve Kürt halkları kendi kaderlerini birlikte tayin etmeli, ABD emperyalizminden ve onun yerli işbirlikçilerinden ayrılma hakkını kullanmalıdırlar.
15
Ortadoğu’ya ‘bok atacağız’, ama olsun, ‘O’ zaten alışık! Bu bölgede hiç kimse kendi Kürdünü sevmez, gözünü oyar. Herkesin gözü k kurma niyeti olduğu gerekçesiyle ‘emperyalizm’i suçlar. Oysa emperyalizm bugüne kadar bir Kürt devleti falan kurdurmamıştır. Kurdu
S
okaklardaki onca hiddet, şiddet ve celalin, memleket sathındaki onca gerilimin ardından ortaya çıkan bazı gelişmeler, bizi bir anda ona buna ‘bok atan’ iftiracılar konumuna düşürüverdi! Meğer herkes savaş değil barış peşindeymiş. Kendimizden utandık! Fikret Bila’nın Milliyet Gazetesi’nde yayımlanan ‘komutan itirafları’nın şaşkınlığını üzerimizden atamadan Genelkurmay Başkanı’nın, “Operasyon iş olsun diye yapılmaz… Diplomasiyi, siyaseti bir kenara atamayız…(olmaz ya) Keşke federasyon olsa…(tabii Irak için!)” laflarını etmesi; daha sonra Baykal’ın, ‘kulak memesi’ ne kelime ‘muhallebi’ kıvamındaki açıklamaları. Üstelik herkes, Rice ve Bush’la görüşmelerinin ardından yine ‘karınca ezmez bir demokrat’a dönüşen Başbakan’ın ‘ilgililerce’ bilinen ancak henüz bize açıklanmayan bir çözüm-açılım planı olduğundan söz ediyor. Hani PKK yetmezdi, Barzani de hesap vermeliydi, kırmızı çizgilerdi, Kerkük’tü Musul’du, bu sınırlar değişmeliydi, Kürt devletine izin yoktu? Neler oluyor bize? Acaba işin sırrı Başbakan’ın yanına askerleri de alarak gittiği Bush görüşmesinde mi yatıyor? Büyük bölümünde tutanak dahi tutulmadığı (!) söylenen bu uzun görüşmenin ardından devletlû büyüklerimizin bir nevi topluca hidayete erip ‘gönül adamları’na dönüşmelerinin nedeni aynı gece rüyalarına giren ‘ak sakallı bir dede’ olabilir mi? Hani şöyle, o meşhur ‘I Want You!’ afişindeki beyaz keçi sakallı, silindir şapkalı* ‘Sam Amca’ benzeri bir dede! Bu durumu, sadece Büyükanıt Paşa’nın eski komutan itiraflarından çıkardığı derslere; Baykal’ın gelecek seçimlerde, esamisinin okunmadığı bir bölgede, yükselen ‘Barzanici dalganın’ üzerinde sörf yapma niyetine veya Başbakan’ın kendine oy veren Kürtlere duyduğu minnet duygusuna bağlayabilir miyiz? Yoksa devlet politikalarında o ‘sır’ gibi görüşmeden sonra bazı önemli değişiklikler mi oldu? Dış politika ve ‘terör’ uzmanlığı ile işimiz olmaz; zaten tahsilimiz de böyle işler için yeterli değil. Benimki biraz gazete-kitap okuyuculuğu, takıntı halinde solculuk ve bunun doğal sonucu olarak da kuşkuculuk!
Kırgın aşıklar!
Anlaşılan bunlar, Amerikan yönetimiyle bir güzel anlaştılar. Son gelişmeler, geçmişteki bazı aldatmaların, üzerine gül koklamaların kırgınlığını da taşıyan bir yeniden ilişkinin ilk adımları sanki. Diğerleri peşi sıra gelecek. Büyük patronla yeniden halvet olurken, bir yandan da kibarca ‘bölge devleti olmak’ diye tanımlanan emperyalizm
Rüyalarımızın ak sakal
taşeronluğu hevesi! Bu arada Ortadoğu batakhanesinde Amerika ile ‘mutlu yuvamızı yıkmaya’ kalkan üçüncü kişiyle, Özerk Kürt Yönetimi ile onun varlığını şartlı da olsa tanımaya, ‘havuç ve sopa’ya, yani kontrole dayalı farklı bir ilişki. Bütün bu ilişkiler üzerinden PKK’yi tamamen tasfiye etmek veya etkisizleştirmek. Tabii hepsi birer beklenti, ama neden olmasın! Demek ki bu bölgede her şey aynı anda olmuyormuş. Ancak yine bir yerlerden başlamak gerekirmiş. Yani kaderde, büyüklerimizin ‘tehdit algılaması’nda birinci sıraya geçen, Türkiye Kürtleri için de ‘rol modeli’ olmasından korkulan Kürt Özerk Yönetimi ile kerhen de olsa yakınlaşma ve pazarlık varmış. Adamlar, kendi asıl egemenlik alanlarına dokunulmaması şartıyla PKK’ye karşı etkili, ancak sınırlı bir operasyona ‘okey’ demişler ve ellerinden geleni yapmaya başlamışlar. Bir nevi ‘sınır ticareti’! ‘Biz’ onların varlığına ‘hayırhah’ (!) bir tutum alırken onlar da kendi varlıkları açısından hem bir koz, hem de bir tehlike olarak gördükleri PKK’yi ‘şimdilik’ de olsa satacaklar. ‘Şimdilik’ dememiz nedensiz değil. Ortadoğu, belalardan başka her şeyin ‘şimdilik’ kaydıyla yaşandığı bir coğrafyadır. Bakın Afganlar için edilmiş bir söz var: “Hiçbir Afgan’ı satın alamazsınız, ama kiralayabilirsiniz!” Bu, Ortadoğu’ya da ‘cuk oturan’ bir sözdür. Bu diyarda her şey kiralık, her şey ‘fani’dir! Demek ki neymiş? ABD yönetimiyle işi pişirip ‘dış Kürtleri’ tarafsızlaştırıp ‘Kürt meselesini çözmek!’ Fena bir yol değil gibi. ‘Al gülüm ver gülüm’ mevzuları. İkiyüzlülüğün ve satışın kol gezdiği, dikenlerin kimin neresine ne zaman batacağının tam olarak kestirilemediği bir gül bahçesi. Elbette anlaşma anlaşmadır; bilinmeyen, hatta karanlık yönleri olsa da. İnsan yine de bu alışverişin mesela Kerkük’le, mesela Irak’ın geleceğiyle, mesela İran’la ilgili yönlerini merak ediyor ister istemez.
‘Ne akıllar!’
En sona sakladık, ama büyük bir ihtimalle bu ‘anlaşma’nın bir de ‘iç Kürtlerle’ (Barzani için de ‘dış Kürtler’) ilgili tarafı var. Yine Ortadoğu’ya ‘bok atacağız’, ama olsun, ‘O’ zaten alışık! Bakın bu bölgede hiç kimse kendi Kürdünü sevmez, gözünü oyar. Herkesin gözü komşunun Kürdündedir. Sevdiğinden falan değil elbette, kendininkini ‘tedip’ amacıyla. Ayrıca hemen herkes bir Kürt devleti kurma niyeti olduğu gerekçesiyle ‘emperyalizm’i suçlar. Oysa emperyalizm bugüne kadar bir Kürt devleti falan kurdurmamıştır. Kurdurmamakla kalmamış, bölge
egemenleriyle işbirliği içinde Kürtlerin yaklaşık 100 yıllık statüsünün de bekçisi olmuştur. Ayrıca emperyalizmin Türk egemen sınıfı başta olmak üzere bütün bölge devletleriyle ilişkisi, bazı istisnai durumlar dışında Kürtlerle olan yakınlığının fersah fersah ötesinde seyretmiştir. Şimdi bir geçiş dönemindeyiz. (Nedense hep bir ‘geçiş’ dönemindeyizdir ya!) Statükonun çivileri oynamış durumda. Ancak er geç yeni bir statüko oluşacak ve çok büyük bir ihtimalle Kürtler yine satılacak. Bush’un, Erdoğan’ın ‘Kürtler mi, biz mi?’ sorusuna verdiği ‘Elbette siz!’ cevabı boşuna değildir. Ayrıca PKK de ‘ortak düşman’ ilan edilmiştir. ‘Çözüm’ün yolu, emperyalizmle anlaşmadan geçmektedir!.. Yani, kendi Kürdünle arandaki sorunu ‘dış güçler’ vasıtasıyla çözeceksin; ‘Kürt
milli meselesi’ -namı diğer ‘Güne meselesi, hatta ‘terör’ meselesigüçlerin’ eseri olunca, ‘devlet ak bir çözümün gelmesi de mümkü tabiatıyla! Türkiye’deki Kürt meselesi, işin Türkiye Kürtleri fazla karıştırılma çözülecek! Anlaşılan bu konuda başında sözü edilen ‘ak sakallı d de etkisiyle bir mutabakat oluştu Genelkurmay’la hükümetin, her maydanoz mütekait paşalara ve ve soykırım kışkırtıcılığı olan ‘osu tayyare’ uzmanlara karşı ortak ta altında muhtemelen bu uzlaşma
Malı ucuza kapatma
Kürt meselesinin ‘iç’ çözümü v azından iyice marjinalleştirilerek
HAKKI YÜKSELEN (BABA HAKKI)
komşunun Kürdündedir. Sevdiğinden değil elbette, kendininkini ‘tedip’ amacıyla. Ayrıca hemen herkes bir Kürt devleti urmamakla kalmamış, bölge egemenleriyle işbirliği içinde Kürtlerin yaklaşık 100 yıllık statüsünün bekçisi olmuştur...
llı dedesi
ey Doğu’ ‘dış klı’na başka ün olmuyor
n içine adan yazının dede’nin u. r işe e asıl işi savaş uruktan avrının a yatıyor.
ak
veya en k ‘yararlı
ve sürdürülebilir’ düzeyde tutulması, PKK ve DTP’nin doğrudan veya dolaylı, hiçbir biçimde dahil edilmediği bir çözüm sürecine bağlanmak isteniyor. Yani sorunun en önemli muhataplarının devre dışı bırakıldığı, aslında ‘siyasi’ olmayan bir süreç! Doğrusu çok zekice bir buluş! Müthiş bir proje! Tabii gayrı resmi olarak bölgedeki bazı sanayi ve ticaret odası başkanlarına, bir takım liberal veya dindar ‘aydınlara’, korucubaşılara falan da danışılabilir. Hatta konu, 75 milletvekili ile Kürtleri ‘en fazla’ temsil eden AKP teşkilatıyla bile görüşülebilir. (Tamamen boyun eğmiş, ‘uşak rolündeki’ bir DTP’ye ne dersiniz?) Ancak örgütlü, Kürtleri gerçekten siyasi temsil yeteneği olan ve dik duran hiçbir yapı muhatap alınmamalıdır. Çünkü ortada, ‘bazı ekonomik, sosyal, kültürel, eğitsel vs nedenleri olsa da, esasen dış güçler tarafından kışkırtılan bir terör sorunu’ olduğundan işin ‘siyasi’ bir renk alması asla kabul edilemez! Aksi durumda, meselenin esasen ‘siyasi’ bir mesele olduğuna dair tarihsel-evrensel gerçek kabul edilmiş sayılır. Amaç malı ucuza kapatmak olduğundan, konuyu fiilen gündeme getiren, mücadelesiyle bugüne taşıyan ve bireysel hakların ötesinde kolektif siyasi talepler öne süren güçlerin devre dışı bırakılması kaçınılmazdır. Bu nedenle DTP’ye yönelik, yakın geçmişi ‘Şemdinli bombalamalarına’ uzanan kampanyanın temelinde partinin ‘şahinleşmesi’ falan değil, bu tasfiye veya ‘izolasyon’ planı yatıyor. Peki Kürt hareketinin başlıca örgütselsiyasi unsurlarını tasfiye edip bazı ‘iktisadi, sosyal, kültürel’ tedbirlerle sorunu gerçekten çözmek mümkün mü? Son zamanlarda buna inananların sayısı artsa da böyle bir şey mümkün değil; çünkü siyasi basınç ortadan kalktığında zaten gönülsüz olanlar işi iyice tavsatıp ipe un sermeye başlayacaklardır. Artık asıl iş ABD ve AB’nin idare edilmesine ve halkın oyalanmasına dönüşecektir. Sonuçta bu yolla sağlanacak çözümler bir yandan ‘Abdülhamit devri reformları’nda olduğu gibi işi daha beter bir çıkmaza sokarken, öte yandan gelecekte daha kanlı bir mücadelenin de kapısını aralayacaktır. Dışarıdan görebildiklerimiz bunlar. İşler mutlaka bizim aklımızdan geçenlerden çok daha karmaşık bir yol izleyecek ve daha nice kazanlar kaynayacak. Ancak unutmamak gerekir, bu kadar ‘kurnazlık’ iyi değildir. Bir gün mutlaka adamın ayağına dolanır! (*) Tabii devlet adamlarımızın birer ‘kamu alanı’ sayılan rüyalarına, sıradan rüyalardaki gibi öyle sarıkla, türbanla falan girmek mümkün değildir. Silindir şapka o yüzden önemlidir.
B
illa ki terör!..
ilindiği üzere en birinci milli meselemiz, ‘terör’. Bu terör enteresan bir mevzudur. Nerede karşımıza çıkacağı hiç belli olmaz. Aslında terör, biraz da ‘İsviçre çakısı’ gibi bir şey; hemen her işe yarar. O nedenle devlet ve toplum hayatımızın olmazsa olmazlarındandır. Çözülemeyen her mesele terörle rabıtalandırıldığında bir tabuya dönüşür. Yani kimsenin fazla kurcalayamayacağı bir hâl alır. Bu sayede gözlerimiz, yönetici sınıflarımızın başarısızlıklarını, beceriksizliklerini ve kötü niyetlerini görmez olur; yani terör, ‘gözbağcıların’ elindeki en kullanışlı malzemedir. Bu sayede şapkadan tavşan çıkartabildiğiniz gibi, o tavşanı ‘terörist’ de ilan edebilirsiniz. Bizde hammaddesi çok bulunduğundan çeşidi de çoktur: Futbol terörü, trafik terörü, maganda terörü vs.
***
Silahlı Kuvvetlerimizin yarı resmi sözcüsü M. Ali Kışlalı, yakın tarihimiz boyunca sürüp giden iç mücadelelerden söz ederken ‘çete harbi’nden girip ‘asimetrik savaştan’ çıkıyor ve arada ‘gerilla savaşı’nı da zikrediyor. Ancak, “Gerilla savaşı deyimi, kimi yasal içeriğinden kaygı duyulduğundan pek kullanılmamış,” diyor. Geçenlerde bir başka ‘uzman’ da ‘gerilla savaşı’ tanımının, siyasi bir amacı da işaret etmesi nedeniyle sakıncalı olduğunu anlatıyordu. Bu nedenle hiçbir gerçek siyasi amacı olmayan, onun bunun maşası saf bir ‘terörist’ ve ‘terör’ tanımı en doğrusu! Böylece ortaya Hollywood filmlerinde sık gördüğümüz psikopat-devrimci tipleri kadar bile siyasi amacı olmayan, neredeyse sadece ‘terörist’ olduğu için ‘terör’ yapan bir tuhaf mahlûk çıkıyor. Ancak o zaman da bütün resmi korkularımızın neden PKK’nin siyasallaşması üzerinde yoğunlaştığını anlamak zorlaşıyor. Öyle ya, örgüt siyasi (ve askeri) bir örgüt değil, sırf terör örgütü; adamlar (ve tabii kadınlar) da ‘sek’ terörist. E, o zaman? Hani mevzumuz neredeyse sadece terör ve terörizm üzerineydi? Demek ki savaşın bir de siyasi yönü varmış ve asıl korkumuz da buymuş! Zaten öyle olmasa kimse DTP ile bu kadar uğraşmaz.
***
Terör mevzuuna devam edelim. Efendim bu terörün ‘bireysel terör’, ‘örgütsel terör’ gibi çeşitlerinin yanı sıra, ‘devlet terörü’ -ki çoğu zaman ‘terörle mücadele’ adını da alır- ve ‘kitle terörü’ gibi çeşitleri de vardır. Bu kitle terörü, aslında ‘mahalle baskısı’nın gelişmiş ve kanlı bir türüdür. Bazı durumlarda ‘Komşu, neden bayrak asmadın?’la başlar, sonra da alır başını, mahalle mahalle bütün şehre ve memlekete yayılır. Bu nedenle 1993’teki
Ruanda soykırımında ‘Hutu Gücü Radyosu’ndan, Tutsilerin ne alçak vatan hainler olduğu belirtildikten sonra yapılan, “Hutular, uyanık olun ve komşularınıza dikkat edin!” anonsu boşuna değildir. Türkiye’ye dönecek olursak, yoksul halkın dağ başlarında vurulan evlatları, kitle terörünün nedeni değil, bahanesidir. Son ‘Teröre Lanet’ mitinglerine gerçekten üzüntüsünden, ‘Komşu ne der?’ endişesinden veya ‘milli mecburiyetler’ yüzünden katılanların dışında bazı güruhların halleri ve sloganları niyetlerini ayna gibi gösteriyordu. Yürüyenlerin bir bölümü, asıl meslekleri vampirlik olan, üç gün cenaze gelmese, “Kurudu namussuz, kurudu!” diye musalla taşını tekmeleyecek tıynette ‘kötü kurt’ mukallitleriydi. Bu memlekette asıl sorulması gereken soru, ‘Malezya olur muyuz?’ değil, ‘Ruanda olur muyuz?’ sorusudur.
***
23 yıldır süren ve 40 binin üzerinde insanın ölümüne neden olan bu kanlı ve ‘kirli’ savaşta son dönemde neler oldu ki, ‘neme lâzımcı’ kitleler bir ‘milli refleks’ göstererek sokaklara döküldü? İşin siyasi, toplumsal arka ‘planı’, hedefleri, ‘memlekette neler oluyor’u kadar, kotarılma biçimi de önemli. Çünkü ‘sokağa dökülen’ sonuçlardan yola çıkarak nedenlere ulaşmak mümkün. Burada işin örgütlenme biçimine ve örgütçülerine bakmak lazım. “İstihbaratın yüzde doksanı günlük basından elde edilir,” diye bir casus atasözü vardır. Bu nedenle açın gazetelere bir bakın, neler neler göreceksiniz; üstelik öyle gizli kapaklı, anlaşılmaz şifreler falan da değil. Açık açık, ‘büyük iktidarın’ verdiği özgüvenle konuşuluyor her şey. Önce Bahçeli, sanki içine doğmuşçasına, “Terörün ve kayıpların bu şiddette devamı halinde, yükselen milli tepki kontrol dışına çıkabilecek ve Türk milleti sorunları kendi imkânları ile çözme arayışına yönelebilecektir,” diyor. Sonra bilinen olaylar yaşanıyor. Ardından Genelkurmay Başkanı, milletimize askerine sahip çıktığı için teşekkür ediyor. Tabii, bu arada âdet olduğu üzere hem Bahçeli’den hem de Paşa’dan itidal uyarıları geliyor. En son olarak da Paşa enteresan bir lâf ediyor, basın toplantısında, DTP’yi suçladıktan sonra, “Böyle devam ederse toplumda bir kutuplaşma ve çatışma ortamı ortaya çıkabilir. Ben ayağımı frenden çekersem toplumda infial ortaya çıkabilir,” diyor. Tabii, ‘fren’ sözcüğünü duyunca aklımıza otomatik olarak ‘gaz’ ve ‘direksiyon’ sözcükleri geliyor. O zaman ister istemez soruyoruz, “Bu işlerin dümeninde kimler var?” diye…
bu isyerinde .
KADINLAR grevde!
“Genel Merkezi Almanya’da olan, çok uluslu tıbbi cihaz üreticisi Fresenius Medikal Care’a (FMC) bağlı olarak Antalya’da faaliyet gösteren Novamed işyerinde, 19 Nisan 2006 tarihinde başlayan toplu iş sözleşmesi sürecinde, sendikamızın gösterdiği tüm iyi niyetli çabalara karşın işverenin uzlaşmaz tutumu sürdü. Sendikamız, toplu iş sözleşmesi görüşmelerinin her oturumunda esnek davranmasına rağmen, Novamed temsilcileri inatçı tavırlarını sürdürdüler. Firma yönetimi bir yandan da bu süreçte Petrol-İş üyelerini
sendikadan istifaya zorlayarak işçilere baskı uyguladı, işçilerin sendikada örgütlenmelerini engellemeye çalıştı. Novamed işvereninin sendikalaşmaya karşı ısrarlı tavır ve tutumu nedeniyle anlaşma olanağı bulunamaması üzerine uyuşmazlık başvurusunda bulunulmuş ve 11 Ağustos 2006 tarihinde grev kararı alınmıştı. Takip eden süreçte de herhangi bir anlaşma zemini bulunamadığından 26 Eylül 2006 tarihi itibariyle grev uygulama kararı alınmıştır.” Petrol-İş Sendikası 10 Ekim 2006
Fabrika değil, toplama kampı!
P
etrol-İş’in Mersin şubesinde örgütlü, Antalya Serbest Bölgesi’nde faaliyet gösteren yabancı sermayeli Novamed GmbH firmasının 81 kadın işçisinin grevi 14. ayını doldurdu. Novamed’in patronu, patriyarkal kapitalizmin kendisine sağladığı tüm imkanlardan faydalanarak kadın işçiler üzerinde farklı boyutlarda bir denetim kurup, yoğun bir baskı uyguladı. Sendikalaşma, grev ve ardından gelen medya baskısı nedeniyle bazı uygulamalar kalksa da, bu uygulamalara tekrar geri dönülmemesinin tek garantisi sendika. Peki çalışma koşulları? İşte şöyle: * Çalışma saatlerinde 25 dakika yemek molası veriliyor. İşyerinde yemek dağıtımı kaldırıldı. Yemek saatinde bir poğaça ve çay veriliyor. * Çalışma saatlerinde yan yana çalışan iki işçinin birbirleriyle konuşması, hatta servis araçlarında işe gidip gelirken, konuşması yasak. * Servis araç sayısı yetersiz; bir servis aracının bir seferi bir buçuk, iki saat sürüyor. Bu da bazı çalışanların günde üç-dört saatinin yolda geçmesi demek. * Çalışma saatlerinde sigara içmek yasak. Bu yasak o kadar abartıldı ki, işbaşı yapmak için fabrikaya gelen işçiler, şefleri ve müdürleri tarafından üzerleri koklanarak içeri alınıyor. * Kadın işçiler, hata yapsın-yapmasın erkek yöneticileri tarafından sürekli olarak cinsiyetçi bir aşağılamaya maruz bırakılıyor. * Kadın işçiler aralıklarla erkek şeflerinin ve müdürlerinin odalarına çağırılıyor yersiz suçlamalarla hakaretler ediliyor. O kadar ki, bu seansların sonunda odadan ağlamadan çıkan işçi yok gibi. * İşçilere iş saatleri dışında birbirleriyle görüşmemeleri, evlerine misafir almamaları hatta eşleriyle bile oturup konuşmamaları söyleniyor, çocuk gibi azarlanarak, “Ertesi gün işe geleceksiniz, yemeğinizi yiyip yatın,” deniyor. * Kadın işçilerin evlenmek için işyerinden izin alması gerekiyor. * Evli kadın işçilerin ne zaman çocuk yapacaklarına işverenleri karar veriyor. Evli kadınların çocuk yapmaları bir takvime bağlanarak sıraya konmuş. Hangi ay hamile kalabileceği belirlenmiş. Bu takvimden, yani zamanından önce hamile kalan kadın işçi, “Tekrar işe alınacaksın,” denilerek, tazminatı da ödenmeden işten çıkartılıyor. Bir yıl sonra ise bazıları işe alınmıyor, bazıları da artık işe dönmek istemiyor. * Tuvalette işverenin izin verdiği süreden daha uzun kalan kadın işçilerin, neden daha uzun kaldıklarını yazılı olarak açıklamaları beklenmektedir. Aybaşı hallerini sözlü olarak bile dile getirmeye çekinen kadın işçiler üzerinde bu yolla baskı kurulmaktadır. Novamed’li kadın işçiler, sadece emekleri üzerinde değil, bedenleri ve dolayısıyla tüm benlikleri üzerine kurulan bu baskıya karşı çözümü birbirlerine güvenip, Petrol-İş Sendikasında örgütlenmekte gördü. Ancak işverenin baskıları bu kez sendikaya ve sendikalı işçilere yöneldi. Sendikadan istifa etmeleri için yoğun baskı uygulamaya başladı. Şefler ve müdürler, sendikalı olsun olmasın, işçileri tek tek ‘sorguya’ aldılar ve sendikadan istifa etmeleri, sendikaya üye olmamaları için tehdit ettiler. Sendikalı işçilere işyerindeki en ağır işleri yaptırmaya başladılar, günlerce bu ağır işte çalıştırarak cezalandırdılar. Vardiyalarını değiştirdiler. Üye olmayan işçilere, “Sendikalı işçiler bizi sendikaya üye olmaya zorluyor,” diye belge imzalatmaya çalıştılar, “Fabrikayı Mısır’a taşıyacağız, sendika yüzünden hepiniz işsiz kalacaksınız,” diye tehdit ettiler. Novamed işvereninin tüm baskılarına rağmen Petrol-İş Sendikası Novamed’de çoğunluğu sağlayarak Toplu İş Sözleşmesi yapma yetkisini aldı. Yasal sözleşme prosedürü işlemeye başladı. İşverenin baskıları bu dönemde de devam etti. Bazı sendika üyeleri baskılara ve tehditlere dayanamayarak sendikadan istifa etti. Bu arada işveren olası bir grevi kırmak için 60’a yakın yeni işçi aldı. Novamed yönetiminin düşmanca tutumu sonucu 26 Eylül 2006’da Novamed işçisi greve çıktı ve halen grevdeler. ZELİHA GÖNYELİ
18
“Bize insan gibi davranmalarını istiyorduk...” Grev çadırında, günde üç vardiya nöbet tutuyorlar. Klübenin içini sıcak bir yuvaya dönüştürmüşler. Dinlenecek küçük bir şilte, masa, yazılı eğitim materyalleri. Kadın eli değmiş o belli. Yasal hakkımızı kullanıyoruz, sözleşme imzalanana kadar buradayız, diyorlar. Bizden de onlara sonsuz destek. *** Niçin sendikaya üye oldunuz? Sosyal haklarımızın verilmesi için üye olduk. Bizim işyerinde sadece işverenin söz hakkı var. Bu gün şu kurala uyacaksınız denildiğinde, o gün mutlaka o kurala uyuluyor. İş sözleşmesiyle gelen kurallara uyarız. Fakat keyfi kurallara karşıyız. İşyerimizde konuşmak yasak bu kuralın keyfi olduğunu düşünüyor, böyle bir yasa olmasın diyoruz. Sözleşmemiz olsun istiyoruz. Fresenius Medical Care’nin 12 işyerinden 11’inde sendika olduğunu duyduk yalnız bizim işyerimizde sendika yok. Bunun Türk müdürlerle ilgili olduğunu düşünüyoruz. Tavırları “biz sendikalı olmanıza karşı değiliz, ama olmayın” biçiminde. Kısacası insanız bize insan gibi davranılmasını istiyoruz. Meryem Yılmaz: Ben de 6 yıldır çalışıyorum. Evliyim ve bir çocuğum var. 6 yıldır baskı altındayız. İş yerinde konuşma hakkımız yok, bir arkadaşla samimi olma hakkımız bile yok. Biz hakkımız olanı istiyoruz. Nursel Arslantaş: Beşinci senemdeyim evliyim... Burada çalışırken doğum yaptım. Son sıralı doğumlardan birini yaptım. Benden sonra zaten sendika girdi ve iptal ettiler. . İki ay süre veriliyordu,
bana çalışmalara başlayabilirsin dediler. Yaptım yaptın yapmadığın zaman sıra başkasına geçiyordu. Bu süre yüzünden çok tartışan arkadaşlarımız oldu. Çünkü tedavi görüyorlardı. Ben de arkadaşlarımla birlikte grev çadırına gidiyorum. Gece nöbetteydim, sabahleyin geldim. Greve giden arkadaşlarımızla diyoloğumuz güzel. Ama eskiden birlikte çalıştığımız arkadaşların yüzümüze bakmadıklarını görmek gerçekten hayal kırıklığı yaratıyor. Bir erkek çoğum var dedim ona annem bakıyoruz. Bazen onu da alıp çadıra gidiyorum. Grev çadırında yün de örüyorum, hatta yanımda örgüm. Muazzez Uysal: İçerideki atmosferimiz hiç de iyi değildi. Kan seti üretiyoruz, en ufak hatamız bir insanın ölümüne neden olabilir. Biz bunun bilincindeyiz. Bizim moralimiz ne kadar iyi olursa. Tempomuz o kadar iyi olur. Bana doğrudan bir baskı uygulanmadı. Ama arkadaşlarıma uygulanıyordu. Biz birbirimize kenetlenmiş durumdayız. Onlara uygulanan baskıyı ben kendime uygulanmış sayarım. Bizler insanca bir yaşam için böyle bir işe girdik. Çok da memnunuz. Direneceğiz ve sonuç alacağız. Zamanı geldiğinde gidip nöbetlerimizi tutuyoruz, gece gündüz demeden. Bizlere sendikaya üye olduk diye bayağı kötü davranıyorlardı, son dönemlerde izin istiyorum “ git sendika halletsin diyorlar” izin benim hakkım kimse bana böyle yaklaşamaz. Bu bizim yasal hakkımız, saygı duymak zorundalar. Çağdaş bir toplumda yaşıyoruz. Sırayla doğum meselesinde bize bu her zaman her yerde var, diyorlardı. Biz öyle
girmeden çalışma şartlarımız insanileştirilsin, ücretlerimiz artırılsın diye işyeriyle de konuşmuştuk bizi dinlemediler. İtiraz ettiğimiz için yemeğimizi kestiler, poğaça ile simit verdiler. Sonra çorba ile salataya döndüler. Sendikanın gireceğini anlayınca, dört tür yemek çıkarmaya başladılar. Ama biz olayın farkındayız. Önceleri çocuk parası da vermiyorlardı, biz sendikaya üye olunca şimdi 20’şer Euro çocuk parası vermeye başladılar. Önceden emzirme izini yoktu şimdi o da var. Biz ama bu hakların hiçbirinden yararlanamadık. Hamile arkadaşlarımız gece vardiyasında çalışıyorlardı. Oysa bu kanunen yasakmış. Şimdikiler çalışmıyorlar. Yeni girenler burasının şartları iyi diyorlar. Oysa bizim direnmemiz neticesinde kazandılar o hakkı. İşyeri ne zaman sözleşme imzalarsa biz o zamana kadar grevdeyiz. Nuran Tüzün: Ben de arkadaşım gibi beş yıldır bu işyerinde çalışıyorum. Bir kızım var. İki yaşında, o da sıralı olan doğumlardan biriydi. Bana iki ay süre verdiler. Bu süre içinde hamile kalmak zorundasın, yoksa sıran başkasına geçer dediler. Allaha şükür oldu. Yoksa tekrar sıra bana gelinceye kadar bekleyecektim. Ben de çocuk istiyordum ama iki aylık süre zarfından nasıl olacaktı onu da bilemiyordum. Emzirme izni kullanamadım. Bizi eviniz uzak diye yollamadılar. İki aylıkken emzirmeyi kestim. Çocuğumu emziremedim, diye hala suçluluk duyarım. Sendikanın lafı geldikten sonra ama bir emzirme odası açıldı. Aileniz sizi destekliyor mu, nöbette neler yapıyorsunuz? Ailem grevi ve beni destekliyor. Çok yağmur yağdığında bizi içeri alacaklarını söylemişlerdi. Geçen gün ortalığı sel götürüyordu. Güvenlik görevlisi ile içeri haber gönderdik, çok yağmur yağıyor girebilir miyiz diye, Hayır şu an değil, dediler. Orada ıslandığım için hastayım. Tabii ki bu ve bunun gibi şeyleri göze alarak greve çıkmıştık. Amaçları bizi yıldırmak. Ama yılmayız biz, şeker değiliz ki eriyelim, dedik kaldık o gece. Ben çalışmak zorundayım. Eski eşimin maddi manevi hiç bir yardımı yok çocuğa ben bakıyorum. Şu an annemin emekli maaşı ile geçiniyoruz. Ama şartlarımız da çok ağırdı. Çalışırken çok rahatsızlanmıştım kurum doktoruna gittim, görsünler durumu anlasınlar diye. Aşağıdaki kimyasal ürünlerin tıkadığını nefes alamadığımı söyledim. Doktor bana, onlar daha ziyade nefesinizi açar, dedi. Benimle resmen dalga geçti yani. Ertesi gün doktora gittiğimde senin burun mukozan tamamen çökmüş diye bana bir haa izin verdi. Sıdıka Demirel: Altı yıldır Novamed’de çalışıyorum. Evliyim iki oğlum var. Birinin hamilelik dönemini iş yerinde geçirdim. İkinci oğlum için sıraya girerek doğum yaptım. Şimdi o on aylık. Diğer oğlum ilkokula gidiyor. Sonra sıra işini kaldırdılar zaten. Ben sıra bekledim ama. İki ayı bir gün geçirmek yok. Eğer diğer arkadaş sana, hadi bir ay daha sen kullan, diye tolerans tanırsa, devam edebiliyorsunuz. İlk girdiğimiz sırada hiç doğuramıyorduk, yasaktı. Daha sonra sıraya koydular, sendika lafı duyulunca da sıra meselesini kaldırdılar. (Petrol İş’in Kadın Dergisi’nden alınmıştır.)
Geçtiğimiz Eylül’de feministler, sosyalist kadınlar ve çeşitli sendikalardan kadınlar bir araya gelerek Novamed Grevi ile Dayanışma Kadın Platformu’nu oluşturdu. Çeşitli gösteriler, paneller düzenleyen platform, Novamed işçilerini de Antalya’da ziyaret ederek konuyu gündemde tutmayı başaşardı. İkisi İstanbul’dan biri Adana’dan yazan kadın arkadaşlar platform ve grevle ilgili düşüncelerini RED’le paylaştı:
Fotoğraflar: NİLGÜN YURDALAN
sanıyorduk. Sendika sayesinde okudukça öğrendik hiçbir yerde böyle bir şey yokmuş. Doğrudan doğruya bunların kişisel tutumlarıymış. Ümmühan İnce: Novamed’ de 6. yılıma giriyorum. Evliyim, bir oğlum bir kızım var. Çok zor şartlar altında çalıştık. Şahsi hakaret ve her türlü baskıyı gördük. Kimi arkadaşlarımıza, niye yapamıyorsun, beceriksiz gibi hakaretlerde bulunulurken, bazılarını da kenara çekip tartaklayabiliyordu, şeflerimiz. Onlar istediği gibi kızıp bağırabiliyorlardı, biz ise ses çıkaramıyorduk. Çünkü hiçbir hakka sahip değildik. Çalışanlara insan gibi yaklaşsalar üretimimiz de daha güzel olacaktı. Moral bozukluğu hata oranını da artıyordu. Tuvalete giderken bile yedekleyip öyle gidiyorduk. Son zamanlarda kaç kere tuvalete gittiğimizi, kaçta gidip kaçta geldiğimizi de yazıyorduk. Tuvaletimiz bile kısıtlanmıştı. Neslihan Topak Beş yıldan beri Novamed’de çalışıyorum. Bekarım Önceleri şefimle aram iyiydi, ama sendikaya girdikten sonra tavırlar değişti. Kendi grubunda sendikalı personel olsun istemiyor. Benim şahsıma bir şey yapılmadı. Ama olan arkadaşlarıma, bağırıp, çağırmalarına tanık oldum. Laf sokuşturup, geçmeler vardı. İnsanı psikolojik olarak etkiliyor böyle şeyler. Sendikaya üye olduğum için asla pişman değilim. Başka işyerinde de olsa ben yine sendikaya üye olurum. Bilinçliyim. Bunun yasal hakkımız olduğunu biliyorum. Bu iş yerinden hasta olup çıksam, birilerinin ardımda olup bana destek olması çok iyi. Avukat tutacak kadar zengin değilim. Şimdi artık rahatım, arkadaşlarım var, arkamda sendika var. Önceleri sana ne söylense kafanı eğip duruyordun. Çünkü söz hakkı onlardaydı. Siz altta olduğunuz için yapacaklarını yapıyorlardı. Sendika girince geri çekildiler. Grev çadırında hayat nasıl, siz nöbetteyken çocuklara kim bakıyor? Biz kendi aramızda iyi motive olmuş durumdayız. Ama nöbette bulunduğumuz sırada içeride çalışan arkadaşlarımız yanımıza yanaşmıyorlar. Grev çadırı çok iyi konuşuyor, sohbet ediyoruz. Çocukları birbirine emanet ediyorum. Çoğu zaman eşim evde oluyor, bir ara gece vardiyasındaydı çocuklar yalnız kaldılar. Şu anda gündüz çalışıyor biraz rahatladım. Başladık sonunu getireceğiz... Yılmak yok. İhtiyaçtan mı, yoksa bir mesleğim olsun diye mi çalışıyorsunuz? İhtiyacım da var, bir ortamım olsun da istiyorum. Fabrikaya girmemim nedeni ise sigortalı bir işte çalışmaktı. Çalışmak gerçekten de insanı sosyalleştiriyor. Ama bu iş yerinde bizim her türlü sosyal ortamımız engelleniyordu. Greve devam diyoruz. İçeride çalışan arkadaşlarımız da hepimizin işçi olduğunu unutmasınlar. Onlardan bize destek vermelerini beklerdik. Hafize Uysal: Beş yılımı bitirdim bu işyerinde, altı yılama girdim. Bir oğlum var, o altı aylıkken başlamıştım işe. Şimdi altı yaşında okula başladı ve annem bakıyor. İlk girdiğimiz zamanlar inanılmaz baskı vardı. Çok elverişsiz koşullarda çalışıyorduk. Bizim mücadelemiz daha önce başladı. Sendikaya
81 kadınla hayata yeniden dokunduk Hayata dokunabildiğimizi hissettiğimiz kıymetli zaman dilimi Novamed’li kadınların 1 yıldır sürdürdüğü grevle dayanışma kampanyamız:
O
nları ilk 2006 8 Mart’ında tanıdık. Başlarında petrol-iş sendikası şapkaları, ellerinde dövizleri eylem kürsüsünden seslendiler kadınlara, emeğin sömürüsüne karşı çıkanlara… Fark ettirdiler ve fark ettik… Buna rağmen kadın hareketinin gündemine girişleri 1 yıl gecikmeli oldu. Malum Türkiye şartları çetindi ve karşı çıkılması gereken çok hak gaspı vardı. Öne sürülebilecek bu gerekçenin yanı sıra mücadeleler arası geçişkenliğin unutulması, İstanbul ve Ankara merkezli eylemler dışındaki mücadelelere kör kalınması bir özeleştiri olarak da söz konusu gerekçeye eklenebilir.. Ama kadınlar bir kez daha gösterdi dayanışmanın değiştirici gücünü, korku bulutlarını dağıtmayı. Bu sadece Novamed’de grevdeki 81 kadının kazanımı değildi. Bu aynı zamanda bu coğrafyada siyaseten değil ama eylem birliklerinde yan yana gelebilmenin “dağıtıcı” deneyimlerine “karşı” bir örnek oluşturdu Feministler, sendikalardan kadınlar, sosyalist siyasetten kadınlar, tek tek kadınlar, biraraya geldiler. Unutulmazdı 4. Levent Metro çıkışında açtığımız standın öğrettikleri.. Masa kuruldu, dağıtılacak bildiriler paylaşıldı, megafondan gelen geçene “dertler” anlatıldı. Metro çıkışını tutan kadınlar kadın erkek yaşlı genç herkese bildiri dağıtırken 3 ya da daha az cümlelerle hakları olan çalışma şartlarını kazanmak için antalya da kadınların grevini anlatıyordu.. Çoğu kulak kabarttı dinledi bizleri.. anlatılanlar arasında sendikal mücadelenin cümlelerinden temel insan hakları gasplarına dönük sözlere dikkat yoğundu. Novamed’de Tuvalete gidişin sayılı olması, hamileliğin izne tabii olması vs… Bunlar gerçekti ancak bunlarla kadın emeğinin özel sömürüsü arasında köprü bağ kurmak gerekiyordu… Çünkü münferit, tekil bir örnek olarak açıklayamazdık yaşananları. Öyle değildi. Küresel sermayenin neden serbest bölgeleri seçtiğini, neden kadın emeğinin daha ucuz iş gücü olduğunu, patronların neden kadınların cinsiyetleri üzerinden tasarrufu kendilerinde hak gördüklerini. İşte bu sorulara verilecek politik yanıtlara ihtiyaç vardı. Teorinin gücü pratikle birleşmeliydi. Yalnızlık çemberi kırılmalıydı. Dayanışma kampanyası patriyarka ve kapitalizmin nasıl buluştuğunu anlatması açısından tipik bir örnekti. Ve bu deşifre edilmeliydi. İşte yaz aylarından bu yana devam eden sürecin nasıl sonuçlanacağı herkes için merak konusu… işveren sendikayı tanırsa dayanışma ve ortak eylemlilikler taçlanmış olacak.. Görüşmeler sürüyor, 28 Kasım’da tekrar masaya oturulacak. Kazanmak yakın gibi. Özlemişiz bu duyguyu. CANDAN YILDIZ
19
Kadın emeğinin patriarkal kapitalist sömürüsü
F
eminizm açısından kadın emeğinin bir kaç vechesi var. İlki kayıt altına alınan ücretli emek. Bu alanda kadın ve erkeğin istihdam edilme oranları, kadınlar aleyhine önemli bir eşitsizlik olduğunu göstermekte.Türkiye’de ise bu eşitsizlik daha da yüksek. İkinci olarak, kayıt dışı (enformel) ancak düşük de olsa ücretlendirilen emek türü. Bu alanda başta tarım olmak üzere kadın emeği dikkat çekici düzeyde geniş bir istihdam alanı oluşturuyor. Formel ve enformel istihdama bir bütün olarak bakıldığında, dünyadaki eğilimin ve özellikle gelişmiş ülkelerdeki eğilimin aksine, Türkiye’de kadınların istihdamdaki oranı sürekli olarak düşüyor. Son olarak, ev işi, bakım emeği gibi tüm dünyada nerdeyse tamamı kadınların sırtında olan, bizim ‘görülmeyen emek’ dedigimiz emek türü. Kuzey Avrupa’da bu işlerin kamusal alanda çözülmesiyle ilgili belli yatırımlar yapılmış olmasına karşın, sosyal devletin zayıflamasının getirdiği ilk kesintileri yine bu alanda görüyoruz. Emek piyasasının küreselleşmesi, kapitalizmin ucuz işgücü ihtiyacından doğdu. Esnek üretim biçimi tüm dünyada yaygınlık kazanırken, ücretlerin sabitlenmesi ve aşağı çekilmesi sermayenin dolaşımını hızlandırırken, beraberinde de emeğin dolaşım hızını ve nitelikli emek ihtiyacını artırdı. Bir taraan nitelikli emeğe diğer taraan ucuz emeğe duyulan ihtiyaç hem kıtalar, uluslar ve bölgeler arası eşitsizliği, hem de tarihsel olarak var olan ve doğal kabul edilen cinsler arası eşitsizliği ve işbölümünü artırdı. Özellikle imalat sanayiinde, kadın emeğinin teknolojik donanıma uyum gösterecek yeterli bilgi ve eğitime sahip olamaması nedeniyle ‘değersiz emek’ olarak nitelendirilmesi; bu emeğin ucuz ve örgütsüz alanlara kaymasına neden oldu. Başta ihracata yönelik sektörler olmak üzere, hizmet, ücretli ev işi ve bakım emeği gibi niteliksiz olarak tarif edilen iş kollarında kadın istihdamında önemli artış yaşandı. Emeğin feminizasyonu olarak da adlandırılan bu süreçte kadınlar, bir yandan kapitalizm öncesine özgü ağır, güvencesiz, düşük ücretli, uzun saatli, sağlıksız çalışma koşullarına tabi kılınırken, diğer taraan bölgesel farklılıklardan kaynaklanan yoksulluktan, kıtalar arası gelir eşitsizliklerinden, cinsler arası hiyerarşi ve rekabetin getirdiği tüm olumsuzluklardan fazlasıyla payını alıyor. Küreselleşme sonucu üretimin parçalanmışlığı, kayıt-dışı çalışma alanlarının çoğalmasına neden olurken bir yandan da üretimin taşeronlaşmasına yol açıyor. Evlerde üretim yapmaya teşvik edilen kadınların üzerine geleneksel ev işleri de bindiğinde evden dışarı çıkmaları neredeyse imkansız hale geliyor. Böylelikle işverenle hiçbir zaman muhatap olmamaları emeğin örgütlenmesinin de önünde engeller oluşturuyor. Serbest bölgelerde de durum aynı. Sermaye, sadece serbest ticari bölgelerin avantajlı gümrük uygulamaları, yatırımcılara vergi muafiyeti, altyapı ve iletişim olanaklarından değil; aynı zamanda bu alanların çevre ve başka insanlardan tecrit edilen üretim alanları şeklinde inşa edilmesinden de yararlanıyor. Bu yapılandırmayla
20
sendikaların içeriye girmesi engellenirken, Novamed’de olduğu gibi işçilerin birbirleriyle konuşmaması için, sağlık koşullarına aykırı olmasına karşın maske kullandırılmaması, aile ziyaretlerinin denetlenmesi gibi önlemler de örgütlenmeyi tehdit eden unsurlar olarak gözleniyor. Kadın üzerinden serbest ticaret Bugün dünyada serbest ticaret bölgelerinde 27 milyon insan çalışıyor. Bunların yüzde 90’ı kadın. İhracata yönelik üretim için sermaye tarafından oluşturulan serbest ticaret bölgeleri ucuz kadın emeği cennetidir. Novamed’in de bulunduğu Antalya Serbest Bölgesi de bu amaçla oluşturuldu ve çalışanların çoğunun kadın ve gençlerden oluşması tesadüf değil. Emek sömürüsünün temelini oluşturan kapitalizmde her şey azami kâr üzerinden hesaplandığından
kadınların bir cins olarak taşıdıkları nitelikler bu bakış açısıyla değerlendiriliyor. Kârlılığı engelleyici her şey kamusal iş yaşamı dışında tutulurken, sistemin bekâsına etki eden aile, evlilik, devlet, cinsiyetçi rol dağılımı ise ev içi yeniden üretim süreci ile destekleniyor. Bir taraan kadınların emek piyasasına katılımı kapitalizm tarafından teşvik edilirken, diğer taraan ev işlerinin ve bakım emeğinin halen kadınlar tarafından yapılıyor olması patriarkanın kadın emeği ile bağlantılı dinamiklerini anlamamız için bize fikir veriyor. Kapitalizm, patriarkal ilişkilerden sadece kadınların emeği üzerinden değil, aynı zamanda onların bedenlerini denetleyerek de fayda sağlıyor. Novamed’de hamileliğin izne bağlanması sadece kâr güdüsüyle açıklanabilecek bir olgu değil. Feministler, yıllarca ‘Bedenimiz bizimdir’
politik şiarını yükseltirken, bedenlerimizi denetleyenlerin sadece eş, koca gibi bireylerden oluşmadığını, patriarkal kapitalist sistemle nasıl örtüştüğünü anlattılar. Bugün Novamed’de hamile kalmak isteyen kadınların kocaları haklı olarak patronları suçluyor, ancak evde başka koşullarda aynı denetimi kendileri kuruyor. Yine Novamed’de çalışan bazı kadınların eşleri grevi bırakıp eve dönmelerini istiyor. Çünkü birçoğunun kafasında kadının yerinin evi olduğu düşüncesi hakim. Novamed’li kadınların ‘işte patron evde koca denetimi’ne karşı çıkmadıkları sürece, evde de işte de emeklerine el koyanların aynı sistemden –patriarkal kapitalizm- beslendiklerini görmedikleri sürece bu mücadele eksik kalacaktır. Kadınların kurtuluşu persfektifiyle mücadele eden kadınlar, sınıf mücadelesinin yeterli olmadığını bilir. Sistem dışı feministler kapitalizme karşı her zaman sınıf mücadelesinin bir bileşeni olmuşlardır. Bugün kapitalist küresel sisteme karşı, küresel ölçekte bir savunma hattı oluşturmak ve mücadele vermek gerektiği ortadadır. Ancak tüm ezme ve sömürülme biçimlerini redetmek; sadece sınıfsal değil, cinsel sömürünün de her türlüsüyle yüzleşmek ve mücadele etmek koşuluyla mümkündür bu. Novamed direnişinde sosyalist feministler olarak biz; sınıf ve kadın mücadelesinden yana taraf olduğumuz için, çeşitli sol parti ve sendikalardaki kadınları ve bağımsız feministleri kapsayan geniş ölçekli bir dayanışma grubunun bileşeni olduk. Bu süreç hepimizin ortak deneyimi olarak, birlikte başka alanlarda da mücadele etmenin yollarını açtı. LALE BAKIREZER
NOVAMED grevine Adana’dan destek
Y
azıyı bu son güne yetiştirmeye çalıştım, aslında biraz telaşlanmakla beraber 25 Kasım ile ilgili bir panel ve mitingden dönmüş olmanın coşkusu içindeyim. Novamed’le ilgili çok şey yazıldı söylendi, tekrardan kaçınmak için bunlardan bahsetmek istemiyorum. Konya Buluşması ve Barış için Dialog Masalarının aktivistlerinden ve de dialog masasının hala Bingöl’de yargılanan sanıklarından biriyim. Her iki eylemde de Türkiye genelinde bir örgütlenme olmuştu ve şiddetle “yaşasın kadın dayanışması” demiştim içimden. Ancak Novamed’li işçi kadınlarla dayanışma için Adana’dan yükseltiğimiz ses bana çok şey kattı. Bu çalışma çok farklıydı. Çalışma örülürken, imza kampanyası yürütülürken, sokaktaki kadınlara Novamed’li kadınların maruz kaldığı şiddeti anlatırken; farklı sınıfsal konumdan olduklarını, kadın bilincinden yoksun olduklarını sandığım ya da gözlemlediğim kadınlardan yana da bir duyarlılık geliştiğini gördüğümde çok çok heyecanlanmıştım. “İşte kadın dayanışması budur” diyordum bir yandan. Bir yandan da anlattıklarıma kendim bile şaşıyordum, “
bu kadar da olmaz ki” denilecek tarzda öyle çok şey anlatıyorduk ki. Sağlıkla ilgili bir yan kolda çalışan ve kimyasallara maruz kalan kadınlar. Maske kullanmaları patron tarafından yasaklanmış kadınlar. Serbest bölgede yabancı bir sermaye kuruluşu tarafından kendi ülkelerindeki işçilere uygulamadıkları yöntemlerle alabildiğine sömürülen ve buna karşı direnen kadınlar. Tuvalete izinle giden, doğumları takvime bağlanmış olan kadınlar. Yoldan geçenlere sürekli bunları anlatıp, bildiri dağıtırken onların yüzündeki inanılmaz ifadeye baktığımda, ben de sanki durumu abartıyormuşuz gibi duyumsadım.
Bunların gerçek olduğunu içinde hiç bir abartı olmadığını bilmeme karşın, ben de çok şaşkınlık yaşadım. Sınıf ve kadın dayanışmasının ne olduğunu biraz da bu eylemle öğrenmiş oldum. Novamed’li kadın işçilerin direnişine destek olmanın bana / bize de çok şey kazandırdığını düşünüyorum. Biz de kadın dayanışmasıyla sınıf mücadelesine nasıl bir katkı sunabileceğimizi, bunun sürekli olması ve örgütlü mücadele ile kadın kurtuluş hareketini nasıl yükseltebileceğimizi daha net anlamış olduk. Gerçekten inanarak “Yaşasın kadın dayanışması!”, “Yaşasın kadınların işçi sınıfından kadınlarla dayanışması!” diyorum bu kez içimden ve de bağırarak dışımdan. Cinsel, sınıfsal ve ulusal sömürünün olmadığı özgür bir dünyanın, örgütlü mücadelemizle mümkün olabileceğine olan inancım yaşamla gerçekten buluşan bu eylemle daha da arttı. Ben biraz fazla öznel bir biçimde anlatmış oldum belki, ama bunun bu yazının yazıldığı, 25 Kasım, Kadına Yönelik Şiddeti protesto günü heyecanımla hoş görülmesini dilerim. AYSEL KILIÇ
hayatta en hakiki mursit GREVdir Telekom grevine katılan 26 bin işçi, patron basınının ne kadar köpekleşebileceğini tecrübe etti önce. Patronların nasıl işçi düşmanı olduklarını yaşayarak anladılar. Ve maaşlarından 5’er lira yollayarak grevi destekleyen işçi kardeşlerini gördüler...
- sancısı dogum gece devriliyor arklardan inen sular yalınayak şıpırtılarla seriliyor önüme sigaramın nefesiyle öfkemi devasa gökdelenlere üflüyorum boz atlı bir uçurum gibi çıkıyor karşıma uğultusu yurdumun ıssızda çakır dikenlerin daladığı geniş kalçaları kanayan tırnaklarıyla yüzü doğulu bir haritadır baştan ayağa sükûn ve parlayıveren gözleriyle halkımın erguvan kokan tenini hatırlatır ey hayat!savaştan başkaca söyleyecek sözüm namlu ucundadır tan yeri ışıyanda şehirler nöbetçi ezanlara uyanır izbe mahallerde fabrika sirenleri öter soğuk elleri mezarlıkların uykularımıza bulaşır ve barikatlar, ölümün son hecesi bir inilti halinde yayılırken ekmeğimize ölümden başka bir de hayat diyebilmek için barikatlar kurulmuştur partizanlar çarpışıyor hep bir ağızdan türküsünü söylererek dağlı sevdaların ve bir doğum sancısının fısıldarken mitralyöz sesleri kızgın demirin ucunda dip dibeyken yaşam ve ölüm bir bir susarken düşman tüfekleri acımak yok sırça köşkünde oturana ölenin ardından ağıt yakmak yok! sen bulanık saçlarına dolanıp hayatın kavganın ve ateşin ortasına düşmüş bacım ağlamayasın! düşenler elde silah düştüler ve elbet bir dağ yolunda parke taşlı bir sokakta veya kara bağrını dişlerken faşizmin yüreğini ferah tut umutsuzluğu örsele çelikten ve kandan doğur sabahları bil ki düşenler toprağı yoğurup güneşli buğday tarlalarından doğrulacak ZİYA RAMİZ
S
endikasızlaştırmaya, esnek ve düşük ücretle çalıştırmaya karşı 26 bin işçinin katıldığı Telekom grevi bir ayı aşkın süredir devam ederken, Telekom patronu Oger’in, grevi taşeron firmaları kullanarak kırma çabaları da sürüyor. Hükümet, yargı, kolluk kuvvetleri, medya, kısacası sermaye cephesi, grevin etkisizleşmesi ve işçilerin aleyhine sona ermesi için canavar kesilirken, Telekom grevinin kararlı grev gözcüleri işyerlerinin önünde nöbet tutmaya devam ediyor.
Sermaye, devlet el ele…
Telekom grevi boğulmaya çalışılıyor. Burjuvazinin, kendisini en çok huylandıran eylem türlerinden olan greve karşı ne kadar acımasız ve utanmaz olduğu son 200 yılın sınıf mücadelesi tarihinden bilinir. Burjuvazi grevi bitirmek için her türlü imkanı seferber eder, hatta kendisine ait hukuku da ayaklarının altına alıp üzerinde tepinir. Esasında Telekom grevi ile ilgili gelişmeler biraz tarih bilenler için şaşırtıcı değil. Grevin başladığı 16 Ekim gününden bu yana yaşanan gelişmeleri kısaca özetleyelim: Telekom’da hizmet üretiminin durdurulması ile meydana gelen arızalar grevin ilk günlerinden itibaren taşeron firmalar tarafından tamir edilerek grevin etkileri azaltılmaya çalışıldı. Böylece 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nun 43. maddesindeki, ‘Grevdeki işçilerin işlerinin başkalarına yaptırılamayacağı ve yerlerine başkalarının işe alınamayacağı’ hükmü, Telekom grevi ‘yasal’ olmasına rağmen çiğnendi. Grevdeki işçilerin, patronun grev kırma çabasına müdahaleleri polis tarafından gözaltılarla da engellendi. Telekom patronu ise grev kırıcılığını önlemeye çalışan işçilerin iş akitlerini, yine kendi sınıfının koyduğu yasaları çiğneyerek feshediyor. Tüm bu belden aşağı vuruşlar karşısında; Hükümet, Çalışma Bakanlığı müfettişleri, savcılar gelişmeleri izliyor. ‘Hukuk devleti’ işlevini yerine getirirken, böylesine kritik bir sektörde onlarca gündür süren grev, beklenen aksamalara yol aç(a)mıyor. Patron cephesi grev kırma-karalama kampanyasını sürdürüyor.
Basın yalan yazıyor…
Arızaların ‘yasadışı’ yollardan giderilmesi ve polis yardımıyla grevin kırılması gibi haber değeri taşıyan olaylar, Oger Telekom’un büyük bedelli reklamlar verdiği medya tarafından bloke ediliyor. Ya da grev ile ilgili bir haber verilecekse, grev neticesinde
başlıklı imza kampanyaları başlatıyorlar. Zaman’la sınırlı kalınmayıp, Hürriyet, NTV, Habertürk, Akşam ve diğerleri de sıraya konulmalı!
Sınıf dayanışması
doğal olarak ortaya çıkan arızalar, işçiler tarafından gerçekleştirilen ‘sabotaj’lar olarak gösteriliyor. Bunun dışında gazete ve televizyonlarda greve dair tek bir haber yok. Halk, Fransa ve Almanya’daki grevlerden daha çok haberdar ediliyor. Televizyonların Almanya temsilcileri Almanya’daki demiryolu işçilerinin greve çıkma sebeplerini ve grevin sonuçlarını ekranlarından bizlere bir güzel bildiriyor mesela. Bu da bir şeydir diyelim. Haber bültenlerini izleyen, gazeteleri okuyan emekçiler, Avrupa’daki sınıf kardeşlerinin ne kadar mücadeleci oluğunu görüp, örnek alırlar belki. Ama oradaki emekçilerin kazanım haberlerinin ilerleyen günlerde buradaki medya tarafından perdelenmeyeceğinin de garantisi yok. Birkaç sınıf yanlısı gazete, internet sitesi, yayın alanı sınırlı birkaç tv kanalı da olmasa, grevle ilgili gerçek gelişmelerden haberdar olamayacağız. Medyada zamanın, grev kanunu gereği patrondan maaş alamadan mücadeleyi sürdüren Telekom işçilerinin aleyhine işlediği ve sendikanın işçileri finanse etme olanaklarının yakında tükeneceği propagandası da sistemli bir şekilde sürdürülüyor. Grev kırıcılık sadece, işçilerin ve sendikanın müdahalesiyle durdurulan üretimin, taşeronlar tarafından canlandırılmaya çalışılması ile yapılmıyor. Burjuva medyası da, bilinçlerdeki grevi kırıyor. Türkiye burjuvazisinin liberal-İslamcı kesimini temsil eden Zaman Gazetesi’ni takip edenler bunu açık olarak görmüştür. Gazete, Telekom grevini kesilmiş fiberoptik kablo fotoğraflarıyla, ‘vatana ihanet’li başlıklarla halkın gözünden düşürmeye çalışıyor. İşçilerin maaşları abartılarak ve brüt maaş bazında gösterilerek, greve başlamalarının ‘nankörlük’ olduğu izlenimi veriliyor. Zaman’a göre grevciler arasında brüt maaşı 3000 YTL olan işçiler var. Bir grev işçilerin sınıf düşmanlarını tanımaları için ne kadar iyi bir fırsat. Sosyalistler için ise bin tane ‘laiklik’, ‘ılımlı İslam’ tartışmasından daha iyi bir teşhir olanağı… Şimdi grevci işçiler, işyerleri önünde ‘Artık Zaman Okumuyoruz’
Gelir kesintisine uğrayan grevdeki işçilerin tamamı yoksul, ailelerine bakmakla yükümlü, para kazanmadan uzun süre dayanamayacak insanlar. Ancak grevden önce de maaşlarıyla zorlukla geçindiklerini unutmamak gerek. Bu onların dayanıklılık seviyelerinin üst düzeyde olduğunu gösterir. Hayat TV’yi takip edebilenler işyerlerindeki grev çadırlarında gece nöbeti tutan işçilerin aileleri ile birlikte ne kadar kararlı bir şekilde beklediklerini görmüşlerdir. Kaldı ki Haber-İş Sendikası ve Türk-İş Konfederasyonu, Kasım’ın 15’inde işçilere 1.000’er YTL’lik yardımda bulunarak grevin en az bir ay daha sürdürülmesini sağlayacak imkanı da sergiledi. İstanbul Türk-İş sendikalar platformu da grevci işçileri desteklemek için ‘Beş liranı paylaş’ kampanyasıyla üyelerinden 5 YTL yardım topluyor. Grevin kazanılabilmesi için sınıf dayanışmasının büyümesi önemli. Ancak sendikal önderliklerin işçilerine karşı yükümlülükleri maddi yardımla bitmez. Türk-İş Başkanlar Kurulu’nun, işverenin davranışını kısa zamanda değiştirmemesi durumunda eylemleri Türkiye geneline yayma uyarısını hayata geçirmesi, grevin kazanımla sonuçlanması bakımından hayati önem taşıyor. Sermaye, sendikasından başka mücadele aracı olmayan işçilerin karşısına her türlü imkanıyla tek vücut olup çıkarken, Telekom işçilerini yalnız bırakmak olmaz. İşçi sınıfının başka işkollarında, başka sendikalarında örgütlü üyeleri Telekom işçilerine, sadece para yardımı ile değil, üretimden gelen güçlerini de kullanarak yardım ellerini uzatmalı. Fakat ne yazık ki, Türk-İş Başkanlar Kurulu’nun eylemi Türkiye geneline yayma yönünde bir adım attığını da şu ana kadar göremedik. Bu ‘uyarı’, sendikal bürokrasinin sıkça başvurduğu ve sermayenin yemediği bir blöfün ötesine geçmeli. Bu önemli grevin kazanılabilmesi için diğer büyük konfederasyonlar DİSK ve KESK’in müdahaleci olması da önemli. Böylesi dayanışmalar sadece bir grevin kazanılması için değil, konfederasyonlara bölünmüş işçilerin birliğinin sağlanması yolunda adımlar da olabilir. Grevin kazanılması için hala umut var…
m
LEVENT ERis.
21
fransız vatan hainleri Ya efendim, Hürriyet gazetesinin başındaki ‘vatanperver’ler hızlarını alamadı, grevci Fransız işçilerini de ‘vatan haini’ yaptı!..
E
kim ayından itibaren ayak sesleri duyulmaya başlayan grev dalgası bütün Fransa’yı sarstı. Üniversite eylemleriyle başlayan hareketlilik 14 Kasımda CGT, Sud, UNSA gibi sendikalara bağlı tren, metro, karayolu ve enerji sektörü işçilerinin hayatı durdurmasıyla başladı. Sınırsız süre için ilan edilen grev boyunca işçi ve emekçiler, Sarkozy’nin, emeklilik yaşı, ücretlerde kesinti gibi reform paketine kararlı bir cevap verdi. Dokuz gün süren grevin son gününde ülke genelindeki 1,5 milyon memur da Sarkozy’nin gelecek yıl 12 bin memuru işten çıkarma tasarısına karşı greve gitti. Ülke genelinde örgütlenen eylemlere 1 milyona yakın emekçi katılırken, öğrenciler de hak arama mücadelesindeki işçilere destek verdi. Göreve geldiği günden beri neo-liberal saldırganlığın temsilcisi olmaya azimli Sarkozy bu sefer ‘sert kayaya çarptı’. MEDEF gibi patron temsilcilerinin karalama kampanyalarına giriştiği grev boyunca hızlı tren, metro ve otobüs seferlerinin büyük bölümü yapılmadı, hava ulaşımında rötarlar oldu ve uzun kuyruklar oluştu. Grev tarihi zengin olan ve halkın grev olgusunun ‘ne olduğunu bildiği’ Fransa’da 1995’te yapılan ve üç haa süren grevlerde ulaşım durma noktasına gelmiş ve dönemin başbakanı Alain Juppé istifa etmek zorunda kalmıştı. ‘İnatçılığıyla tanınan’ Sarkozy’nin ise emeklilik yaşını uzatma, işten çıkarma gibi, emekçilerin haklarını törpüleyen ve devletin küçülmesini öngören reform tasarısından taviz vermesi kolay gözükmüyor. Fakat terazinin diğer tarafında gücünü birlikteliğinden ve üretimi durdurma yeteneğinden alan bir işçi sınıfı var ve bu gücünü her fırsatta kendine özgü
22
kararlılıkla ortaya koyuyor. Dokuz gün süren grevin ardından altı sendikanın yöneticileri hükümetten gelen ücret artışları gibi küçük tavizler karşısında masaya oturmayı kabul etti. Grev boyunca basının çarpıtmaları ve dahası bizde de medya tekellerinin ve başlarındaki aydın bozuntularının dillerinden düşürmedikleri ‘grevin günlük maliyeti 400 milyon dolar’ gibi laflarla karalama kampanyasına maruz kalan emekçiler (sendika yöneticilerinin tersine) geri adım atmayarak grev dalgasını Almanya’ya da taşımış oldular. Türkiye’deki patron medyası (örneğin Hürriyet gazetesi) Fransız grevcilerini her fırsatta ‘vatan hainleri’ gibi göstermeye devam etti. (Yahu, Fransız işçisi vatan hainiyse size ne? Elin emperyalist ülkesi! Ha, tabii sizin vatanınız, emperyalizmin postallarının bastığı yerse, diyeceğimiz yok. Biz de Fransız işçileri gibi ‘vatan haini’ olmaktan gurur duyarız!..)
Muhteşem bir ihtimal
Fransa’dakine benzer coşkuyla bizde de süren Telekom grevi düşünüldüğünde burjuvazinin dünyanın neresinde olursa olsun aynı çıkarlar uğruna yaşadığını ve aynı anda dünyanın herhangi bir yerindeki emekçiyi vatan haini ilan edebileceğini tekrar görmüş olduk. Asıl ‘korkutucu’ ve muhteşem olan ise dünyanın farklı ülkelerindeki işçi ve emekçilerin aynı anda hep birlikte nefes alıp verebilmesi ihtimalidir… Evet, bu patronlar, onların hükümetleri ve onların medyası için korkutucu bir ihtimaldir. Fakat bizim açımızdan bu ihtimal, bir varlık sebebidir. Hiç kuşkusuz, ihtimal olan gerçek haline getirme işi, hepimizin omuzlarındadır...
m
inan ayrıbas.
buyrun sabotaj muhabbetine
T
elekom işçileri sadece ücret için grevde değil; savundukları aynı zamanda örgütleri yani sendikalarıdır. Telekom patronu kapsam dışı çalışan sayısını fazlalaştırarak, sendikayı bir sonraki dönemde yetki alamaz duruma getirmeyi hedefliyor. Kısaca çalışanlarının sendikalı olmasını istemiyor. Örneğin işveren adına işyerinde işi sevk ve idare edenler, sendikanın kapsamı dışında kalacak. Yine Telekomda uygulanan ücret politikası ile sendikalı işçilere aynı işi yapan sendikasız işçiden daha az ücret ödeniyor. Sendikalı işçilere ödenen 2 aylık ikramiye kaldırılmak isteniyor. Yine Telekom işçileri için hafta sonu çalışmayı zorunlu kılacak esnek çalışma dayatılıyor. Kısaca Telekom patronu, ücretleri bahane ederek sendikayı hedef almak istiyor. İşçilerin talep ettiği rakam 172 milyon ytl tutarında iken Telekom’un grev nedeniyle uğradığı zarar 500 milyon ytl aşmış durumda. Öte taraftan, Telekom 2006’da net 2 milyar 710 milyon dolar kâr etmişti. İşçilerin talepleri sadece yüzde 6’lık bir pay oluşturuyor. Yani mesele ‘para’nın ötesinde, bir örgütsüzleştirme girişimi. Taşeron firma görevlileri yaşanan sorunları gidermek için bölgeye gittiklerinde karşılarına çıkan grev gözcülerini bertaraf etmek için polis eskortluğuna başvuruyor. Grev kırıcılığı suç olmasına rağmen, valilikler polis zoruyla grev kırıyor, yetmezmiş gibi grevci işçileri sabotaj yaptıkları gerekçesiyle tutuklatıyor. Yine valilik kararlarıyla grevci işçiler grev kapsamı dışına çıkarılıyor. Yasalara göre deprem, sel ve sabotaj durumlarında hizmet alanlara tazminat ödenmiyor. Telekom patronu acaba açılacak tazminat davalarını engellemek ya da tazminattan yırtmak için kabloları kestiriyor olabilir mi? Aldığı medya desteği ile işçileri ‘vatan haini’ ilan ederken neyi hedefliyor? Adında Türkçe karakter taşımayan TV kanalı grevci işçileri ülkenin savunmasına ciddi zarar vereceği konusunda bizleri uyararak ‘vatanseverlik’ yapıyor. Sanki Telekom patronu acayip ulusalcı, kendi patronları da Orta Asya’dan ülkeye göç etmiş özbeöz Türk Şamanıymış gibi haber sunuyor. Operasyon için havalanan uçaklar Diyarbakır’la temas kuramadıkları için Malatya ya zorunlu iniş yapmış! Vah, vah! Aslında Telekom grevi işçi sınıfına bir şeyi tam olarak öğretti. Okudukları basının ve izledikleri televizyon kanallarının kimden yana olduğunu: Özellikle Zaman gazetesi ve Samanyolu adlı Fethullahçı televizyon kanalı karalama kampanyalarının başını çekiyor. Medya, grevcilerin moralini bozmak için, sendikanın grevci işçilere destek ödemesi yapamayacağı masalını anlattı durdu. Ardından Türk İş’in ve diğer konfederasyonların yardımı gelince ne söyleyeceklerini bilemeyip grev nedeniyle yaşanan sorunları grevci işçilere mal ederek haber yapmaya devam ettiler. Öyle ki grevci işçilere silah çekerek kavga eden taşeronları haberleştirirken bile, ‘reve silahlar karıştı!’ diye başlık atmaktan hiç sakınmadılar. İşte emek düşmanı Zaman gazetesinden birkaç başlık: “Haber-İş, 5 yıldızlı otelinde sendikasız işçi çalıştırmış” / “Türk Telekom’a yönelik sabotaj, uçakları da vuruyor” / “Gaziantep’te sendika başkanı ve 40 kişi Telekom’a sabotajdan gözaltına alındı” / “Sendika başkanına sabotajdan ‘çete’ gözaltısı” / “Bir milyar dolar ihracat yapan İkitelli’nin telefonları sustu”... Yurt dışında emperyalist şirketlerle uzlaşma konusunda hiç sıkıntı yaşamayan AKP iktidarı iş greve geldiğinde dut yemiş bülbül durumunda. Bakalım hükümet patronun kendisinden beklediği grev ertelemesini ‘milli güvenlik’ bahanesiyle yapacak mı?.. İşçi sınıfı bu devletin kendilerinin değil patronların temsilcisi olduğunu öyle iyi öğreniyor ki...
m
özgür altun
tersanede yine cinayet!
T
uzla Tersaneleri’nde işçi ölümleri durmak bilmiyor. Son 5 ayda geçirdiği iş kazası sonrası ölen işçi sayısı 8’e çıktı. 2 ay içinde 5 işçinin öldüğü tersanede, son 3 günde iki kişinin daha ölmesi işçileri harekete geçirdi. 17 Kasım’da Yavuz Makine’de 22 yaşındaki Fatih Kılıç’ın yüksekten düşerek, 19 Kasım’da ise Dörtler Firması’nda Sabri Yanardağ’ın geminin yan blok duvarının düşmesi sonucu ölümü tersane çalışanlarını isyan ettirdi. İşçiler açtıkları pankartlarla tedbir almayan tersane sahiplerini protesto ederek, taşeronluk sisteminin kaldırılmasını istedi. Liman ve tersanelerde pek çok işçi ölümü de gizleniyor. Genel olarak güvencesiz, sigortasız, yani kayıtsız çalıştırılan işçilerin aileleri tehdit edilerek ya da sefaletleri kullanılarak parayla susturuluyor. Ve devlet, tüm bu iş cinayetlerine göz yumarak, hiçbir önlem almayan katil patronların sırtını sıvazlıyor...
V. MAHiR ÜKÜNÇ Yapımı biten geminin suya indirilmesi esnasında burnunda şampanya şişesi kırılır. Bülent Ersoy’la kocasının barışmaları şerefine 1850 şişe şampanya patlatılır. Bu sırada, tersanede yok pahasına yaşayan bir emekçi ölür...
G
Şampanya güzellemesi
örüyorsunuzdur mutlaka, ülkenin politik gündemi gazete ve televizyonlarda bir vodvil ‘ciddiyetiyle’ her gün yeniden tazeleniyor: “Mahalle baskısıyla Malezya olur muyuz, hani Cezayir oluyorduk neden vazgeçtik, partilerini kapat kapat nereye kadar; bu Kürtlerin bir fişi filan yok mu çeksek de tümden kurtulsak…” Ve tabii bir de, şairin dediği gibi, “Buhranları bizim sırtımızdan geçiştirmeye yeminli, ipek şiltelerin, ıstakozların ve ahmak kadınların selameti için hakkımızda idam hükümleri vermeye hazır” sistemin, yeni yeni sınır ötesi askeri operasyon ‘müjdeleri’… Tüm bu hengameye katlanamayıp buralardan ‘gidesi gelen’ dostlarımızın sızlanmalarını dinleyince, aklıma hep Refah Partisi’nin kapatıldığını meclis koridorlarında gezerken canlı yayında bir muhabirin ağzından öğrenip de yapış yapış duygusallığıyla, gözyaşları içinde mikrofana, “Peki bizi nasıl yok edeceklerini sanıyorlar, hepimizi bir gemiye bindirip bir yerlere mi yollayacaklar, biz hep buradayız bir yere gitmeyeceğiz,” gibisinden bir şeyler söyleyen Bülent Arınç geliyor…Evet onlar gitmedi ve halihazırda ülke babalarının malı, ‘gemiyse’ babalarının oğullarına aldığı ‘gemicik’... ‘Gemi sevdasından’ değil ama biz de bir yere gitmiyoruz, buradayız…
Gemiler ve şampanyalar
Yapımı tamamlanan gemilerin suya indirilmeleri esnasında bir gelenek olarak burunlarında şampanya şişesi kırılır. Karadakiler de eş zamanlı olarak ellerindeki şampanyaları art arda patlatırlar. İşte geçtiğimiz günlerde Bülent Ersoy’la kocası olan erkeğin barışmaları şerefine şişeler dolusu şampanya patlattıkları haberini her yerde görünce, bu gemi eğretilemesi belirdi aklımda. Sanıyorum bu ‘yeni koca’ için düzenlenen ritüelin, ‘yeni gemi’ için yapılandan bir farkı yok! Fakat burada asıl bizi ilgilendiren böyle bir ‘haber’in günler ve geceler boyu her gazete ve televizyonda yer bulması ve hatta başta Doğan Grubu’nun ‘amiral gemisi’ (yine
gemi!) Hürriyet olmak üzere her yayın organında bu konu hakkında tevatür boyutunda ve efsaneye varan yorumlar yapılması. Patlatılan şampanya sayısı bir gazeteye göre 650, diğerine göre 1250, Hürriyet’e göreyse 1850. Hürriyet bir de ayrıntılı hesap dökümünü kişiler ve açılan şampanyalar bazında analiz etmiş sayfalarında. Buna göre, “Bülent Hanım Armağan Bey için 600, Armağan da Bülent Hanım için 600 şişe şampanya açtırmış-patlatmış.” Olayın geçtiği mekanın sahibi de bu mutluluk tablosuna dayanamayıp ‘patlatma’ coşkusuna ortak olmuş ve, “Çiftin şerefine 650 şişe de o patlatmış”…Bu ‘patlatma’ rezilliğinin toplam maliyeti ise yine Hürriyet gazetesine göre tam 8 bin ytl, yani 8 milyar… İşte şimdi biraz matematiğe ne dersiniz? Hem de ‘savaş matematiği’: Savaş, çünkü bir avuç kan emicinin ve bunların yalakası bir avuç şaklabanın halktan her gün biraz daha fazla çalarak, insanları her gün biraz daha fazla yoksullaştırıp dilencileştirerek onları tamamen imha etmekle veya sessiz-uysal birer köle haline getirmekle zafere ulaşmak istedikleri bir savaş. Savaş sahnesini oluşturan manzaranın bir kesiti ise aynen şöyle: Sadece İstanbul’da boğaz manzaralı gece kulüplerinin bir tanesinin bile gecelik cirosu yüz binlerce dolar, içeride kişi başına harcanan para ise ortalama bir işçinin aylık asgari ücreti tutarında. Bu gece kulüplerinin önünde çalışan taksicilerin dahi bir gecede kazandıkları para 6-7 bin ytl arasında değişiyor… Bu manzaranın farkında olan ve her fırsatta ‘ülke ekonomisinin selameti’nden dem vuran siyasi iktidar sahiplerinden biri, şimdinin sanayi bakanı Zafer Çağlayan, henüz TOBB başkanıyken, yaptığı bir açıklamada bakın neler diyordu gazetecilere:
“Kimsenin Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimleri merak ettiği yok, insanlar işsiz. Bu her yerde böyle… Türkiye’de aç var mı, var. Artık, ‘Bir öğle, bir akşam yemeğine razıyım, bana iş ver,’ diyen insanların sayısı giderek artıyor… 7 metrelik duvarların arkasında yaşamak istemiyorum. Meksika bunun en güzel örneği. Gettolar oluşturulmuş. 5 metrelik duvar, 2 metrelik elektrikli tel örgü. Çocuğunun yanında koruma görevlisi, okulun kapısında bekliyor. Böyle bir ülkede kim yaşamak ister? Ancak bu işsizlik sorununu çözemezsek… Türkiye’yi de korkuların ülkesi haline getiririz. Korkarak yaşamak istemiyorum. Türkiye’nin çözmesi gereken en acil mesele bu, çünkü risk unsuru.” O günden bu güne değişen ve iyileşen ne, siz bir yanıt bulabildiniz mi!? Biz bazı yanıtlar bulduk, fakat bizim bulduğumuz yanıtlar bakanın arkasında korkupgizlenerek yaşamak istemediği duvarların boyunun yükseldiğine işaret ediyor. Bu yılın kasım ayında yayınlanan bir rapora göre, açlık sınırı 727.17 ytl’ye, yoksulluk sınırı ise 2 bin 48 ytl’ye ulaşmış durumda. TÜİK’in istatistiklerine göre ise, ülkede halihazırda 18 milyon kişi yoksul ve 909 bin kişi de açlık çekiyor. Her 100 kişiden 26’sı yoksul. Her 100 ytl’nin sadece 8.2 ytl’sini yoksullar harcıyor. 18 milyon yoksul, 3.5 milyon haneye denk düşüyor. Yoksul hanelerde kişi başına ayda ortalama 20 ytl, günde ise 66 ykrş düşüyor. Yoksulların yüzde 85’i gecekondu ve gecekondu tipi tek katlı müstakil evlerde oturuyor. Yüzde 40’ının evinde tuvalet yok. Yüzde 17’sinin evinde banyo, yüzde 9.4’ünde de mutfak bulunmuyor. İşsizlik oranı yüzde 15’i aştı. 3,5 milyondan fazla kişi işsiz… Bu rakamların hemen hepsi devletin
kendi resmi kurumunun ilan ettiği rakamlar. Hiç hokkabazlık yapmadan, çarpıtıp değiştirmeden görüneni alenen okuduğumuzda ise, Türkiye nüfusunun yüzde 30’undan fazlasının aç, yüzde 80’inden fazlasının ise yoksul durumda olduğunu söylemek hiç de zor değil…
10 lider ve 10 emir
Birkaç yıl önce MİT Müsteşarlığı’nın ‘televole kültürü’nün ‘yıkıcı, bölücü ve isyana teşvik edici’ yanlarına dikkat çekmek ve sorumluluk sahiplerini bu konuda uyarmak için bir brifing düzenlediğini ve aralarında Ertuğrul Özkök gibi unsurların da bulunduğu ‘kanaat önderleri’nin bu toplantıya davet edildiklerini hatırlarsınız. Mesela o günlerde Ertuğrul Özkök adıyla maruf bu unsur tüm sorunun “televole kültürünün ‘varlıklı insanları’ yanlış tanıtması” olduğu saptamasını yapıyor ve onların da ‘bizim gibi’ (yani şu yukarıdaki istatistiklerde özetlenen biz!..) insanlar olduğunun altını çiziyordu. Özkök hâlâ aynı görüşte; sorun bazılarının rezilce bir şatafat ve artı değer içinde yuvarlanıp palazlanması ve diğerlerinin de artık ‘karın tokluğu’ kavramına bile tekabül etmeyen bir sefalette yaşaması değil… Hepsi, bizim milyarlık şampanya patlatma kepazeliklerini, gecede binlerce dolar harcanan kulüplerdeki gece hayatını yanlış okuyup değerlendirmemiz…. Ve tabii Özkök ve o dünyanın içindeki diğerlerinin ‘halka doğruyu gösterme’ yönündeki çabaları da mükafatsız kalmıyor! Dünyaca meşhur ‘kapitalizme övgü gazetesi’ Financial Times daha birkaç gün önce yayınladığı ‘Türkiye’deki iş, finans ve siyasete yön veren 10 lider başlıklı’ raporda, Özkök de dahil 10 ismi zikredip, listedekilerin tek bir kapsayıcı emir şeklinde özetlenebilecek ‘yoksullaşınız ve itaat ediniz’ vaazını kutsuyordu… Ne de olsa yoksulluk, kulluğun, köleliğin, şükretmenin, itaatin temel dayanağıydı… Ama dikkat edilmesi gereken bir şey var: O yoksulluk bilinçle bir birleşti mi, o şampanyaları ‘biz’ de öyle bir ‘patlatıp’ öyle bir içeriz ki…
RED girmeyen ev kalmayacak! RED’in eski sayılarını, LeMan’la birlikte bedava dağıtıyoruz! LeMan, Aralık ayı içinde, önce Kaçak Yayın’ın eski sayılarını, ardından RED’in dağıtımdan ‘iade’ olarak gelen eski sayılarını, hiçbir ek ücret talep etmeden, LeMan’la birlikte tüm okurlarına hediye edecek. 23
pax americana ; pax capital Keşke, MİT başkanları gibi, magazin izleyen yoksul çocukların komünist oluvereceğine inanabilseydim ve keşke oluverseydiler; o zaman ne yapıp edip böyle yazıları okumaları için çalışırdım; ama kardeşim, o zırıltıları izledikçe faşist oluyorlar, faşist!..
E
dip Cansever’in ayların en zalimi ilan ettiği Kasım’dan dar bir Aralık yoluyla geçip, her manâda derin kışa yürürken; bu kurşunî göklerin altında, bu kurşunî zamanlarda, en kurşunîmiz Adorno diyor ki: “Hükmedilenlerin, hükmedenlerce dayatılan ahlâkı onlardan fazla ciddiye alması gibi, günümüzün aldatılan kitleleri de başarı mitine gerçekten başarılı olmuş kişilerden çok daha fazla kapılırlar. Kitlelerin kendilerine göre istekleri vardır. Onları köleleştiren ideolojide şaşmaz biçimde ısrar ederler. Halkın kendine yapılan kötülüğe beslediği tehlikeli sevgi, yetkili mercilerin kurnazlığını bile geride bırakır.” Nitekim bırakmıştır; nispeten serin sulardan, sıradan iğvadan tehlikeli sulara yol alınmıştır; kitleler, hükmedenlerin istediği şekilde milliyetçi kıyama yürümüştür; faşizm kıvamına yürünmektedir; mazlumlar, hükümranların dili içine heyecanla ve hezeyanla hapsolmaktadır; karanlık büyüdükçe, karanlığı büyütenlere çevrilmiş Kürdün ve Türkün gözü, Pax-Americana’dan başka şeyi görmemektedir; karanlık büyüdükçe akıllar da kararmaktadır ve Adorno’nun kitlelerin halinin sebebi olarak gördüğü temel unutuluvermektedir; ya da, başarma heveslilerinin gününde zaten ‘yok hükmünde’dir bu temel. Peki, ne der Adorno: “Kapitalist üretim bedenlerini ve ruhlarını öyle bir kuşatmıştır ki, önlerine konan her şeye direniş göstermeden kapılıverirler.” Bu kaba saba hakikat, pek bir ince şeylerle ve meselâ bu sözlerin bağlamıyla falan meşgul olanlar için; hatırlanmak bile istenmeyen geçmişe ve beyhude rüyalara açılan malûm bir kapıdır; önünde birtakım meczuplar bekleşmektedir!..
Romantizmden faşizme
Demek ki, Adorno’ya bile slogan attırmayı becermiş bir meczup olarak devam edeceğiz yazımıza. Ne halt etmek için? Bu dar zamanda, solda sayılanbulunan ve solculuk adına konuşankonuştuğu sanılanların halleri kafamıza takıldığı için… Yıldırım Türker’in deyişiyle, ‘düğünlerle cenazeler arasında tıkanıp kalan, hayatındaki yegâne nümayiş imkânını cenaze kortejlerinde, düğün konvoylarında bulan’ların yanı başındaki geniş imkânlılar ne yapıyor? İsteyen, Radikal İki’nin 4.11.2007 tarihli sayısına bakabilir, şöyle bir tespit okuyorum Ayşe Kadıoğlu’ndan: “Cemaat duygusunun cazibesini faşizmi çalışmış olanlar iyi bilir. Cemaatler, insanlara bireysel başarısızlıklarından, belki de boşa geçmiş olduğunu düşündükleri
24
ilgilenenler, gayet haksız şekilde, bataklık manzaraları karşısında susuyorlar… İçlerinde bir yerde, dünyanın bir köşesinde kanatlarını oynatan kelebeğin uzaklarda bir fırtınaya sebep olacağını bilir, düşünür ve hissederken, mevcut hayatlarını pek bir gönül rahatlığıyla yaşar görünüyorlar. Nasıl mı? Örnekliyorum: “Geçen akşam davetli olduğum akşam yemeğinde bir tartışmanın ortasında kaldım. Muffin ve cup cakes… Zarif ev sahibesi yemek sonrası kahvelerin yanında minicik, çok hoş cup cakeler sundu. Üstleri rengarenk süslü, tam bir lokma ölçüsündeki bu küçük muffinler ne kadar şık olmuş denilince, tartışma da başlamış oldu.”
Bilmek de istemiyorum!
Tablo: Ali Osman Coşkun yaşamlarından sıyrılma fırsatı verir. Hep birlikte, cemaat olarak hareket ederken, aklın yerini coşkular alır. Hatta öyle ki, bir üzüntünün tetiklediği toplu eylemler bir süre sonra çıkış noktasından uzaklaşıp eğlenceye dönüşebilir.” Evet, böyledir; böyle olmaktadır; ama, benim bildiğim, faşizmden söz açıldığında, bizim daha geniş ve büyük resimle meşgul bir lügatimiz vardır ve o şimdi nerede? İşte efendim, romantizmi, aydınlanmayı elden geçiriyoruz; romantizmin faşizme açılan penceresiyle meşgul oluyoruz; görüyoruz ki, serebral (aklî) insan türü, cumhuriyetin laik-Batıcı-seçkinci patricileri arasında dahi pek görülmüyor. Plebler ise, malûm, çılgın bir romantizmin pençesinde… Evet, tarla hiç müsait değil o aklî ve atomistik birey için; zaten bu tür, Batı toprağında dahi daha çok üst sınıflarda ve daha çok atomistik özellikleriyle tezahür eder; en net ve en kılçıksız halde bulunduğu yer, burjuva ideolojisinin tahayyül dünyasıdır!.. Bırakın Fatih’i, Trabzon’u, cümle vahşi varoşları; daha müsait yerlerinde
bile memleketin, pleblerin birey olması için ne halt edeceğiz? Boşa geçmeyecek hayatlar için ne yapılacak? Kapitalizmi pek dert etmeden, ABD-AB-Burjuva Demokrasisi’nin ipine mi sarılacağız?..
Bataklık manzaraları
Haksızlık etmeyeceğim; tarihini verdiğim gazete ilavesinde, bu faşizan temayülün neoliberalizmle, savaş sonrası şiddetle, devletin güvenlik söylem ve pratikleriyle ilişkisini kuran; devletler eliyle üretilen korku siyasetinin piyasaya ve onunla biçimlenen topluma akort vermenin yollarından biri olduğunu söyleyen; dahası, bu iş için en uygun enstrümanların, ‘piyasa sisteminin işleyişine dokunmayan kolektif aidiyetler olan din ve milliyetçilik’ olduğunu yazan Zeynep Gambetti gibi yazarlar da var. Bu arada zaman akıyor; belânın içinden geçerken, belâların içinden geçerken; en lânet savaş haberlerinin, kıyımların, felâketlerin arasına koyuluveren lânet TV reklâmları ve lânet magazinler gibi hayatımıza sokuluveren şeyler gözlerden ırak kalıyor; linççi güruhla haklı olarak
Şimdi ben size muffin nedir, cup cakes nedir falan, açıklayamayacağım; bilmiyorum ve bilmek istemiyorum; yazının devamını okusam öğrenecektim, ama asabım bozuldu…Şu kadarını söyleyeyim, ilk paragrafını aldığım bu yazı faşistleşmeye dair yazıların yanı başında. Yerini, yazarını açıklamayacağım başka bir yazı da şöyle başlıyor: “Adı ‘On the tip of my tongue’ yani dilimin ucunda. ‘Questions, Facts, Curiosities and Games of a Quizzical Nature’ diye devam ediyor,” diye devam ediyor… Hiç kusura bakmayın, sözlüğe başvuracaksınız! Bir başka ve bu defa bir son paragrafla yazıyı iskeleye yanaştıralım: “Böylece biraz da Akbank Caz Festivali’ne, Kitap Fuarı’na ve (gene İKSV’nin) Filmekimi’ne kapıldığımız için nispeten boşladığımız bienali biraz başından biraz sonundan izlemeyi başardık. Aslında bienalin uzun sürmesi de, ‘Nasıl olsa görürüm’ rahatlığına kapılmamıza yol açıyor. Neyse ki, üçte iki kadar bir başarı sağlayabildik. Bu arada Rüya Evi, Gecegezenler ve mekân olarak santralistanbul’dan nasibimizi alamadık ama, buna da şükür! İKSV’ye, Hou Hanru’ya ve 2018 yılına kadar bienal sponsorluğunu üstlenen Koç’a teşekkürler…” Keşke ben de, MİT başkanları gibi, TV magazinlerini izleyen yoksul çocukların komünist oluvereceğine inanabilseydim ve keşke oluverseydiler; o zaman ne yapıp edip böyle yazıları okumaları için çalışırdım; ama kardeşim, o zırıltıları izledikçe faşist oluyorlar, faşist!.. Bu yazıyı kokladıkça; aydın düşmanlığıydı, popülizmdi, birtakım arızalar arayacak ve bulacak olan kelebekler’e, bitirirken bir önerim var: Vitrin yağmacısı, linççi çocuklara ‘sınıf annesi’ olsunlar ve onların ceplerine, Caz Festivali, Filmekimi, bienal biletleri koysunlar!
m
ali osman coskun .
kaskas ya da mesine . dönmüs. dünya
‘günler durmadan akıyor, çekip gidiyor ama söyleyin nereye gidiyor?’ Daha bir delikanlıyken İstanbul’a gittiğinde çalışmaya 70’in bilmem hangi senesinde Geriye belki bir ‘bakış’ bırakıp… Taksim Meydanı’nda ama Hayatın bir başka sevdasına dalıp…
Unutmuşlardı seni döndüğünde Senin unutmadığın taş sokağın sonunda Altında dut ağacının Bir söz bizim hiç duymadığımız Hayata dair; Sahi, o vakitler aşkın tanımı yapılmış mıydı? ‘Köseleye dönmüş hayat Sayası bozuk devran Meşin kokuyor kahpe felek Meşin kokuyor kahpe felek Sokakları süpürürüm her sabah Her gece doyurmaya çalışırım doymak bilmez dünyayı Sökülmüş kunduraları yapıştırırım da Kendim paramparça Ki kadın teni hissetmez parmaklarım Günler gidiyor Çekip gidiyor ya O da bilmez nereye gidiyor…’ Bir şarkıyı tam bilseydin Okuyabilseydin bir şiiri Parmaklarınla izleyebilseydin şahbeyiti Gözlerinle, ah kalbinle… Devrim marşları olurdu senin şarkıların Sen, su gibi bilirdin Nazım’ı Zira hikâye senin hikâyendir Kaskas ‘Şimdi ben şurada, Saydam Caddesinde Yani Akkapı Mahallesinde Asker Bilal’in eski kahvesi karşımda Yazlık sinema olurdu yaşasaydı yanında Hani önünde karpuz sergisi olurdu Hani silahların ve okuyamadığım bildirilerin zulalandığı Ama işte gecenin onunda on ikisinde Siz tatlı kış gecesinde Kömür kokusunda Perdeler arkasında… Ah, ömrüm… ömrümüz Nereye gider ki?’ Hayatı sen biliyorsun Kaskas Biz yalanını anlatıyoruz Soru da sende cevap da Biz bir bok bilmiyoruz ‘meşine dönmüş dünya’ Yaşıyoruz…
HAKAN TABAKAN
(Sadık Uzunağaç, ya da Kaskas… 70’lerde Adana’dan çıkmıştı, döndüğünde de neredeyse unutulmuştu. Kösele ustası.Dönünce belediyede temizlik işlerine girdi, oradan emekli de oldu. Mahallede aynı zamanda mekânımız olan küçük dükkânında köşkerlik yapar. Bilinen hikâye onunki; minnet etmeden evi geçindirmek…)
MEHMET ŞAHİN AKP, dini–muhafazakar inançlarıyla burjuva kapitalist dinamikleri iç içe geçirmiş bir genel kimlik taşıyor...
AKP’nin hudutları
O
rdu kışlasında, AKP iktidarda, Abdullah Gül cumhurbaşkanı, geleneksel merkez partisi iddiasındaki partilerin durumu da ortada… Muhafazakarlık, ‘İslamcı’ların ve milliyetçilerin en yetkin temsilcisi olma hususunda yarıştıkları alan olan ortak değerler ve kültürler alanı onların aynı zamanda beslendikleri ortak alanlardır. Muhafazakarlık her iki ideolojinin temsilcisi iddiasını taşır. Türkiye’de İslamcılık ve milliyetçilik varlıklarını sürdüren ideolojiler olmakla birlikte hiçbir zaman tek başlarına hegemonya oluşturabilecek güçte olamadı. ‘Merkez’in ve merkez sağın bir unsuru ya da şamar oğlanı oldular. Türkiye tarihinin en büyük yolsuzluk, vurgun ve çürümüşlüklerin yaşandığı yıllarda İslamcılık ve milliyetçilik bu gidişata karşı bir duruş gerçekleştirmedi. Bununla birlikte bu olumsuzlukları geçiştirebilecekleri çevre ve kuruluşlarla işbirliği kapılarını açık tuttular. AKP’nin bahsettiği muhafazakarlık, milliyetçilik ve İslamcılığın geçmişleriyle hesaplaşmadan ve kirlerinden arınmadan o halleriyle, güçlü düzeye erişememiş olmalarından ve referanslarının düşmekte olmasından yola çıkarak geçmişi önemsizleştirmeye çalışan bir muhafazakarlıktır. AKP, dini–muhafazakar inançlarıyla burjuva kapitalist dinamikleri iç içe geçirmiş genel kimliği içinde, modernleşmeye ne kadar istekli olduğunu göstererek taleplerini dini gerekçelere dayandırmadı. MSP-SP çizgisinden ayrılmasının ve merkez sağın tabanıyla birleşip yüksek bir oy gücüyle iktidara ve merkezin iktidarına yükselişinin asıl nedeni bu yaklaşımıdır.
Temsil ettiği sınıfın farkında
AKP, temsil ettiği sınıfların ekonomik ve sosyal karakterlerinin farkında olarak neo-liberal bir dille ortaya çıktı. ‘Muhafazakar-demokrat’ niteliği ve onu oluşturan burjuvazinin muhafazakarlık zemininde yer alan unsurları, yerleşik büyük sermaye ve asker sivil bürokratik kastı tasfiye etmeyi değil onunla eşitlenmeyi düşünmekte ve bunun için bir uzlaşı zemini oluşturmaya çalışmaktadır. Anayasa tartışmaları sürecinde 12 Eylül anayasasının aynen korunması CHP-MHP ve ordu ile aranan uzlaşma çabalarının ilk örneğidir. AKP’nin muhafazakarlık kimliğine eklediği demokrat eki muhafazakar kimliklerdeki referansın düşüşüne karşı açığı kapatma eğilimini ifade eder. Bu yaklaşım, demokratik değer ve kurumları kabulle birlikte genel sağ siyasetin fikirlerini ve karakterini yansıtmayı içerir. 1990’larda ANAP ve DYP bu yaklaşımın iki farklı çeşidini temsil etmiştir. AKP’yi kuranlar yolsuzluk ve vurgun konusunda aralarında nüans farklılıkları oluşturan bu iki
partinin iskeletini oluşturan kesimlerdir. Parti üst yönetiminde olmasalar bile bu kesimler iktidarın neo-liberalizmden oluşan fikirlere yoğunlaştığı ve kararlarını bu çerçevede aldıkları ölçüde ağırlıklarını artıracaklardır. Şimdilik bu kanaldan gelenler ve yönetimi oluşturan İslami milliyetçi çekirdeği bir arada tutan şey pragmatik ekonomik nedenlerdir. AKP’ye şimdilik ‘alternatifsiz’ görüntüsünü veren de, onun en zayıf halkasını oluşturan da bu yapılanmadır. AKP’nin bugün AB’ye üyelik konusuna önem vermesinin nedenlerinden bir tanesi geleneksel güç odaklarına karşı konumunu sağlamlaştırmaksa, diğer bir nedeni de bu harcı var olduğu haliyle devam ettirmektir. AB’ye üyelik konusunda herhangi bir oyalama veya sürecin uzaması, ABD ile ilişkiler, YÖK ve ‘türban’ konularında sorun çıkarmamış olan bu dengenin yeniden sağlanmasını zor kılacaktır. Bugün alternatifsizlik konusunu AKP’yi merkeze koyarak konuşuyor olmamız, bu partinin DYP ve CHP’ye göre çok daha fazla Türk ve orta sınıf iktidarını temsil ediyor olmasıdır. Şu an zayıf bir ihtimal olsa da farklı, ‘değişmiş’ bir DYP ya da CHP’nin AKP’nin yerini alması doğaldır. Güncelde çok dillendirilmeyen yüksek işsizliğin kronikleşmesi, borç stokunun büyümesi ve gelir dağılımının olağanüstü bozulması gibi olgular Türkiye ekonomisinin karşılaşması olası bir kriz durumunda AKP’nin hükümetini yerinden edebilecek önemli bir faktör olarak iş görebilir. Sol bir alternatifin bulunmadığı koşullarda, işsizlik tehdidini enselerinde hisseden eğitimli, emek sahibi kesimler dahil işçi emekçi kitlelerini ister istemez harekete geçirecek böyle bir durumda bu hareketlenmenin yine bir orta sınıf iktidarı kanadına yönelmesi çok muhtemeldir. Bu kanal sol laflar ve ajitasyonlarla süslenmiş Baykal modelli bir CHP bile olabilir. Türkiye’de AKP iktidarıyla birlikte, bu parti iktidarda kalsa da, yerini bir başkası alsa da kurumsal mekanizmalarını takviye ve sağlamlaştırma durumunda olan orta sınıf burjuva iktidar düzenini şekillendiren Türkiye Cumhuriyeti devleti, AB’ye üyelik müzakerelerinin başladığı bir sürece yöneldiğinde, bu AB ve ABD’nin Büyük/ Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nde üzerine düşen rolü benimsediği anlamına da gelecektir. AB ve ABD’nin dış desteği ile takviye edilecek bu süreç Türk Devleti’ni kendi sınırları dışında çok daha ‘aktif’ kılacaktır. Sol açısından bu durum millici değil; uluslararası düşünmek ve davranmak için zorlamaya ihtiyaç duymayacak bir zemin oluşturacaktır.
25
bizim ‘çevre’miz farklı
Doğu’ya gidilince her şey mubah. Turizm gelirlerinden pay alan kodamanlar ve Güney’de tatil geçiren ‘beyaz’ arkadaşlar yok orada. Sadece Doğu mu? İşçi bölgeleri de önemsiz. Onlar için Dilovası’nın üstündeki yoğun gaz tabakası, Karamürsel’den görülen sabah sisi!..
K
asım ayı herhalde medyada çevre sorunlarının en çok tartışıldığı aylardan biri olmuştur. Bunda doğal olarak AKP iktidarının çıkardığı yasaların da katkısı var. Önce Kaz Dağları’nda sürdürülen altın arama uğraşları, ardından Antalya Belek’te golf sahaları açmak için kesilen ağaçlar… Bunlara ek olarak Meclis TV ekranlarından nükleer santrallerin kurulmasına yönelik hazırlanmış yasa tasarısının kabul edilmesine tanık olduk. Ne hikmetse, nükleer enerji tartışmaları işçi basını dışında kendisine yer bulamadı. Yine de grevci işçileri haber bültenlerine taşımayan basının çevre konusundaki bu duyarlılığı ve geliştirdiği tepki benim açımdan oldukça şaşırtıcıydı. Ama bazı itirazlarım olacak. Ülkede altın madenleri yeni karşılaşılan bir olay değil. Daha önce Bergama köylülerinin direnişine tanık olmuştuk. Artvin halkının geliştirdiği tepkiyle 1998’de bölgeyi terk eden şirketi duymuştuk. Son olarak Uşak Eşme halkının mücadelesini, satır aralarında da olsa, duyduk. Uşak Kışladağ’da Temmuz ayında Eldoradogold-Tüprag ortaklığının işlettiği ocak için, Danıştay yürütmeyi durdurma kararı verdi. Bölge halkı istemedikleri maden şirketlerini kovmak için ellerinden geleni yaptı. Mahkemelerde sonuç da aldılar. Fakat Bergama’da sonuç umulan gibi olmadı. Eşme’de şirketin faaliyetlerinin durdurulmasına yönelik karar bakalım sonuç verecek mi? Yoksa mahkeme kararları hiçe mi sayılacak. Daha önce Bergama’da Danıştay kararları hiçe sayılarak gizli Bakanlar Kurulu kararı çıkarıldı. Yine emperyalist şirketlerin büyükelçileri yanlarına IMF memurlarını alarak bakanlara sömürge memuru muamelesi yaparak işletme izinlerini çıkaracak mı, hep beraber göreceğiz. Evet, alınan onca yürütmeyi durdurma kararı, ne hikmetse hiçbir zaman bazı çokuluslu şirketler için uygulanamadı. Şirketler isim değiştirdi. ‘Halkla ilişkiler’ konusunda başarılı işler yaptılar. ‘Sosyal sorumluluk’ adı altında çeşitli kurumlara verilen rüşvetler ise cabası. Madene karşı olanları ‘işçi düşmanı’ ilan etmeye başladılar. Onlara göre her şey ülkenin iyiliği içindi. Şirketler ta Kanadalardan, uzak ülkelerden gelmiş, tüm bölge halkı için istihdam olanakları yaratıyordu! Ülke ekonomisine katkısı için gerçekten bu madenleri işletmek gerekli olabilir mi? AKP iktidarı tarafından değiştirilen 5177 sayılı maden yasasından anladığımı aktarıyorum: Maden şirketi elde ettiği gelirin yüzde ikisini ilgili kamu kurumlarına öder. Ve yasa gereği teşvik adı
26
Kepçeler kıyıları yol için yok etti. Bu uğurda mücadele ederken öldürülen avukat Cihan Eren’i biz sadece bir klip görüntüsü olarak mı bileceğiz? Akla zarar TRT’deki ‘Gezelim Görmeyelim’ ekibi, Karadeniz sahilini tanıtırken, “Hadi gelin, bakın denize sıfır otoyol var. Bu yolda araba sürmenin keyfini yaşayın,” derken hiç mi düşünemedi bu yolun milyonlarca insanın geçmişini çaldığını? Yıllarca denize bakarken şimdi Fındıklı’nın, Hopa’nın, Çayeli’nin insanları deniz yerine duvarlara bakıyor. Orada siz araba sürüp size ikram edilenleri yerken, ora sakinlerinin sahile ulaşmak için nasıl çita gibi koşmaya zorlandıklarını da taşımak gerekmez mi ekranlara? Ama Karadeniz’e güveniyoruz. Kendinden koparılıp alınanı geri alacaktır. altında bu şirketlere vergide kolaylık, SSK primlerinde ortak ödeme ve ucuz elektrik gibi avantajlar sağlanır. Bir de işletmelerde çalıştırılacak işçi vaadi vardır ki, kocaman balondur. Madende çalışacak işçilerin çoğu deneyimli ve teknik elemanlardır. Bir kısmı da şirketin kendi bünyesinde halihazırda var olan elemanlarıdır. Değişen madencilik yasası ile orman alanları, milli parklar, özel koruma bölgeleri, SİT ve tarım alanları, kıyılar, madencilik alanları olarak belirlendi. Yani teşviki alan şirket istediği yerde maden çıkarabilir. Karşı çıkılacak olursa, uluslararası tahkim var.
Akılda bir pijama kaldı
Yarı çıplak Bergamalı amcalar ve teyzelerin eylem üstüne eylem koymaları pek de o dönemde sivil toplum çalışması olarak görülmemişti. Belki aralarında Alman istihrabat elemanları vardı! Aradan fazla uzun yıllar geçmedi, altın madenciliği yine gündemde; bu kez yer Kaz Dağları. Ama ne hikmetse daha önce verilen mücadeleler unutulmuş. Sadece hatırlatılan Hopdediks amcanın pijamaları. Köylülerin neye, neden karşı çıktığı değil. Kimse değiştirilen maden yasanından bahsetmedi. Bahsedilen, sadece var olan güzelliklerin yeraltından daha zengin olduğu. Yine emperyalist şirketlerin dayatmasıyla, Meclis’ten tercüme edilmiş nükleer enerji yasası geçirildi. Merkez ülkelerin nükleer enerjiden vazgeçtikleri herkesin malumu. Nükleer santral ihalelerinin kimler tarafından nasıl alınacağı belli. Kabul edilen yasaya göre, 2020’ye kadar toplam 5000 Mw gücünde santraller kurulacak. Her geçen gün temiz enerji çeşitleri geliştirilirken, bu
santrallerin adrese teslim ihalesi, ülke kaynaklarını emperyalizmin hizmetine sunmaktan başka bir anlam taşımıyor. İş çalışanlara geldiğinde uzlaşamayan siyasi iktidar, her nedense emperyalist lobilerle her konuda hemencecik anlaşabiliyor. Bir de yasa gereği, üretilen enerjiye alım garantisi var. Ve biriminin ne kadardan alınacağının hesabı yok! Yıllar önce -yaklaşık 10 yıl oluyoryapılan bir tartışmayı hatırlıyorum. Akkuya’ya yapılması planlanan santralin, yanılmıyorsam, Şırnak’a yapılması için öneride bulunanlar olmuştu. Bugün olduğu gibi dün de arkadaşların ‘çevreciliği’ bir yere kadardı! Oralar bizim gitmediğimiz ve yaşamadığımız yerlerdi. Tıpkı emperyalistlerin üçüncü dünya ülkelerini kirlettiği gibi, oralar da kirletilebilirdi. Hem orada sesi çıkan zaten ‘terörist’ ilan edilip kafası ezilebilirdi. Ne yazık ki bu tartışmaların benzerini yine yaşamaktayız. Kaz Dağları’ndaki altın madenleri gazetelerin manşetini oluştururken, her ne hikmetse Artvin’de asırlık ormanların ve su kaynaklarının altıncılar tarafından paylaşıldığını duyan olmadı. Yine Karadeniz’in hırçın derelerinde yapılan ve yapılması planlanan hidroelektirik santrallerine kimse çıkıp da bir laf demedi. Munzur vadisine yapılacak baraja da... Evet Antalya da golf için 500 bin çam ağacı iki yıl içinde kesildi. Öelendik. Ama bu ülkede ormanlar sadece Antalya’dan ibaret değil. Operasyonlar mazeret gösterilerek ülkenin başka bölgelerinde ormanlar yakılıyor ve biz bunu bilmiyoruz. İş Bağdat Caddesi’nde çınarın kesilmesine geldiğinde, belediyeye karşı yürüyüş tertiplemekten geri
kalmıyoruz. Ve ekolojik dengeyi, insanı ve çevreyi olumsuz etkileyecek savaş girişimlerine alkış tutuyoruz. Aslında ‘ülkenin bütünlüğü’ laf! Doğuya gidilince her şey mubah. Turizm gelirlerinden pay alan kodamanlar ve bu bölgelerde tatilini geçiren ‘beyaz’ arkadaşlar yok orada. Sadece Doğu mu? İşçi bölgeleri de önemsiz. Onlar için Dilovası’nın üstündeki yoğun gaz tabakası, Karamürselden görülen sabah sisi; Tuzla organize sanayi bölgesinin atık havuz kokusu, araba camlarının kapatılarak geçiştirileceği iki dakikalık bir konforsuzluk. Orada çalışan işçileri ve yerleşimcileri önemseyen yok. Belki o bölgede ne golf sahası ne de denize girilecek bir beach bulunmadığındandır! Son olarak 2003’te gündeme gelen ve 2/B olarak adlandırılan orman alanlarının satışı yine gündemde. Bu yasa daha önce cumhurbaşkanlığınca veto edilmişti. İstanbul’a yapılacak üçüncü köprünün yerinin belli olması, kentin kuzeyindeki ormanlık alanları piyasanın hizmetine sunmaktan başka bir iş için değildir.
Bir acayip çevrecilik
Acayip bir çevrecilik almış başını yürüyor. Herkes ‘küresel ısınma’ diyor. Olaylara küresel bakarken, ne hikmetse çevresinde ne olup bittiğinden haberi yok. İki kutup ayısı görüntüsü insanları harekete geçirirken, nehirlerde ölen ballıkların failleri haber bültenlerinde hiçbir zaman yer almıyor. Ama ilgili kamu kurumu habire su örnekleri alıyor ve halka balıkları yememesini söylüyor. Demem o ki, kapitalizmin tüketim mantığı çevre duyarlılığını da metalaştırabiliyor. Misal, yeni zenginlerin hizmetine sunulan organik gıda ve giysi pazarları! Organik domates alabilecek kadar bilinçli olan vatandaş, sağlıklı yaşamın sırrını bulmuş. Ama sağlıklı yaşam sadece besleyle ilgili değil ne yazık ki. Hayatı boyunca organik besin yiyen bölge halkları, kitlesel olarak kansere de yakalanabiliyor. Siz organik ürün için para öderken dev tarım şirketleri başka bölgelerde ülkenin toprağına yabancı ürün yetiştirmeye devam ediyor. Şeker pancarı tarlada sökülmeyi beklerken yurt dışından şekerkamışı şurupları ve tavuk yemleri gelmeye devam ediyor. Çevreciliği medyadan duyduklarıyla ya da çok uluslu petrol şirketleriyle ortaklığı bulunan derneklerde faaliyet göstererek, Koç’un himayesinde deniz temizleyerek çevrecilik olmaz. Yapmanız gerekeni ben söylemiyorum. Çevrenize bakın, şu denklemi çözün: Paranın ekolojisi neye benzer? Ya da, piyasa kurallarıyla işleyen bir yeşil ekonomi olabilir mi?
m
özgür altun
KARUN TAHTA “Aklın, Sokrates’ten bu yana, yobazlık ve hurafeye karşı açtığı savaş henüz kazanılmış değildir.” Isaac Asimov
Ü
Tahta tabii! Zoruna mı gitti?!
lkemizin ‘saygıdeğer’ ‘bilim insanı’ Harun Yahya bombalarına her gün yenisini ekliyor, en son ‘yazdığı’ o anormal ansiklopedik kitabını bedava etrafa saçmaya başlamış. Bilim insanımızın düşmanları, malum, saymakla bitmiyor; Harun Bey başta Darwin olmak üzere, Marx’a, Engels’e, insanlığın daha nice düşünce ustalarına nefret kusuyor. Harun Bey, tabii Evrim Teorisi ve Materyalizm üzerinde durmadan edemiyor, hatta bununla kalmıyor Charles Darwin’i faşizmin ve emperyalizmin baş ideologu olarak öne sürüyor; zaten bugünlerde herkes bir şeyler öne sürdüğü için normal karşılamak lazım, nasılsa ‘post-modern’ bir çağdayız! Harun Bey’i anası adeta doğurmamış, kusmuş. Kusar gibi yazıyor. Mesela ‘Komünist Bölücü Terörün Kaynağı Darwinizmdir’ diye bir başlık atmış. Komünist ideolojinin kaynağının Darwinizme götürüp, orada dolandırıp Kürt sorununa kadar vardırıyor. Hani biz solcuların tespitidir diye biliyoruz ya emperyalizm meselesini; ne hikmetse Harun Yahya da, “Darwinizm Emperyalizmin silahıdır,” diye atlıyor ortaya. Ya emperyalizm kavramını başka bir yerlerinden anlamış ya da Lenin’in emperyalizm kavramını yeniden gözden geçirmesi lazım. (Lenin ustam, sen kalk ben yatam!) Evet Darwin ile Marx ve Engels’in hayattayken anlatmak istediklerinin pek çok ortak yönleri var: Engels, Darwin’in kitabı yayınlanır yayınlanmaz Marx’a, “Şu anda kitabını okumakta olduğum Darwin, tek kelimeyle muhteşem” diye yazdı heyecanla. Marx ise 19 Aralık 1860 tarihinde Engels’e yazdığı cevabında şöyle diyordu: “Bizim görüşlerimizin doğal tarih temelini içeren kitap, işte budur.” Marx, bir başka sosyalist dostu Lasalle’a 16 Ocak 1861’de yazdığı mektupta ise, “Darwin’in yapıtı büyük bir yapıttır. Tarihteki sınıf mücadelesinin doğa bilimleri açısından temelini oluşturuyor,” diye yazıyordu. Marx, Darwin’e olan sempatisini en önemli eseri olan Das Kapital’i Darwin’e ithaf ederek göstermişti. Kitabın Almanca baskısına el yazısıyla şöyle yazmıştı: “Charles Darwin’e, gerçek bir hayranı olan Karl Marx’tan.” Engels de, Darwin’e olan hayranlığını farklı bir yerde şöyle ifade ediyordu: “Tabiat metafizik olarak değil, diyalektik olarak işlemektedir. Bununla ilgili olarak herkesten önce Charles Darwin’in adı anılmalıdır.” Engels, Darwin’i, Marx ile eş tutacak şekilde övüyor ve, “Darwin nasıl organik doğadaki evrim yasasını keşfettiyse, Marx da insanoğlunun tarihindeki evrim yasasını keşfetti,” diyordu. Yani aralarında böyle bir bağlantı olduğunu kimse inkar etmiyor zaten ama Harun Yahya ısrarla ve saçma sapan gerekçelerle ve evrim teorisi üzerinden Marksizme saldırıyor ya, işte biz orada takılıp kalıyoruz… Evrim teorisi, doğa yasalarını inceler,
Marksizm ise tam tersine toplum yasalarıyla ilgilenir; yani biri pozitif bilimin önemli bir parçasını oluşturan evrim, diğeri işi gücü dünyayı değiştirmek olan, insanın özne olarak tarih sahnesine tekrar çıkmasını hedefleyen bir eylem kılavuzudur. Bir de, evrim teorisine emperyalizmi bulaştırmış ya Yahya, yahu ne alakası var? Bazı faşist akademisyenlerin, güncel deyimiyle ‘sosyal biyolog’ların, Darwinizmi kullanarak ırkçılığa varan, emperyalist işgalleri meşru kılacak önermeleri olmuştur ancak bunun ne Darwin’le ne de evrim teorisiyle alakası vardır. Tabii Harun Yahya Darwin’in de ırkçı ve dahası Türk düşmanı olduğunu söyleyerek işi başka kulvardan yürütüyor. Gerçi Milli Eğitim Bakanımız da aynı sözleri kullandı geçmiş zamanlarda meclis kürsüsünden ya neyse… Bu mevzuda Yahya’ya kulak verelim bakalım… Ona göre Darwin şöyle demiş: “Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde TÜRK BARBARLIĞINA karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, BU TÜR AŞAĞI IRKLARIN çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından ELİMİNE EDİLECEĞİNİ (YOK EDİLECEĞİNİ) görüyorum.” (Francis Darwin, e Life and Letters of Charles Darwin, Vol. I, 1888. New York: D. Appleton and Company, s. 285-286) Peşinen söyleyelim, çeviri müthiş! Alın size hakiki çeviri: “Daha fazla uygarlaşmış beyaz tabir edilen ırklar, varolma mücadelesinde zayıf düşmüş Türkler’i tam bir yenilgiye uğratmıştır. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine bakarsak, daha düşük uygarlık seviyesindeki sayısız ırk, daha uygarlaşmış ırklar tarafından ortadan kaldırılmış olacaktır.” Sen de mi Mustafa Kemal?! Benim anlamadığım ‘Türk barbarlığı’ ve ‘bu tür aşağı ırklar’ ifadelerini nerelerinden uydurduklarıdır. Sahi, Mustafa Kemal de ‘muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak’tan söz ederken, Türk milletini ‘aşağı bir ırk/ medeniyet’ olarak mı tanımlıyordu? Yahya’ya kalırsa, durum biraz karışık… Neyse, gerçeklerimiz başka tabii. Darwin sülalesi kölelik karşıtlığıyla ünlüymüş, biliyor muydunuz? Malumunuz, sömürgecilik siyah insanları köle olarak Avrupa’ya, Amerika’ya götürüyordu. ‘Aşağı ırk’ kontenjanından. Darwin ise böyle bir tanımı kabul etmiyordu; işte İnsanın Türeyişi kitabından bir pasaj: “Bugünkü insan ırkları, renk, saç, kafatası biçimi, vücut oranları, vb. gibi birçok bakımdan farklı olmakla birlikte, yapılarının tümü dikkate alınırsa, pek çok noktada
birbirlerine büyük ölçüde benzemektedir.” Harun Yahya ise genel bir önermede bulunuyor: “Canlı türleri yüz milyonlarca yıl boyunca hiçbir değişikliğe uğramamıştır” ve şöyle devam ediyor: “Eğer gerçekten bir evrim yaşanmış olsaydı, canlıların yeryüzünde küçük kademeli değişmelerle ortaya çıkmaları ve zaman içinde de değişmeye devam etmeleri gerekirdi. Oysa fosil kayıtları bunun tam aksini gösterir. Farklı canlı sınıflamaları, kendilerine benzeyen ataları olmadan aniden ortaya çıkmışlar ve yüz milyonlarca yıl boyunca hiç değişim geçirmeden durağan bir biçimde kalmışlardır.” Vay babam vay!.. İTÜ Avrasya Yerbilimleri Enstitüsü’nden Prof. Dr. Mehmet Sakınç’ın Bilim ve Gelecek dergisindeki yazısından kısa bir özet yapmaya çalışalım: “Sadece paleontolojinin (fosilbilim) değil, birçok bilim dalının gösterdiği gibi canlılar milyonlarca yıldır sürekli değişiyor. Değişen sadece canlılar değil, gezegenimiz tümden değişim halinde. Kıtalar hareket ediyor, depremler oluyor, yanardağlar patlıyor, magmalar çıkıyor; akarsular karaları aşındırıyor, okyanusların yüksek enerjili dev dalgaları kıyıları dövüyor, aşındırıyor; bunun sonucunda kıyılar değişiyor. Jeolojik zamanlardaki kayıtlara bakıyorsunuz, bir gün deniz olan yer, bir zaman sonra dağ olmuş; akarsular ovaları doldurmuş, bir fay geçmiş ovanın altında, kırılmış, ovada göl oluşturmuş vs. Dünya dinamiktir. Dünyanın jeolojik evrimi, canlılığın evrimiyle yan yana ve iç içe yürür. Biyolojik evrimde en büyük değişimleri sağlayanlar, kıtaların hareketleri ve coğrafi izolasyonlar gibi çevresel değişimlerdir. Bu dinamikliğin içinde, her şeyi hareketsiz kılarsanız; hiçbir şeyi anlayamazsınız. Bu hareketliliği zaman boyutu içinde düşünürseniz, o zaman değişimi anlamanız mümkün olabilir. Fosiller bize neyi anlatır? Bulunduğu bölgenin coğrafyası hakkında bilgi verir, canlılık tarihi boyunca basitten karmaşığa doğru ortaya çıkan canlıları, yok olan canlıları, yaşamını sürdüren canlıları, bunların arasındaki geçiş formlarını anlatır. Fosiller evrimin zaman içindeki kayıtlarıdır. Canlı gruplarındaki çeşitlenme milyonlarca yıl içinde, değişen çevre koşullarına uyum sağlamayla birlikte olmuştur; fosil kayıtlar canlılardaki ortak ve değişmeyen özelliklerin yanı sıra, değişen özellikleri de belgeler. Bir örnek verelim: Kuş fosillerini bulmak zordur, çünkü uçarlar. Ölüp düşerlerse, leş yiyiciler tarafından parçalanırlar. Nerede bulabilirsiniz tam bir kuş fosilini? Kuşların en iyi fosilleşebildikleri yerler, lagün denilen
son derece sakin, karayla deniz arasındaki sığ sulardır. Hayvan uçarken öldü diyelim ya da kanatları ıslandı ve uçamadı; yavaşça suyun içine batacaktır, uzun zaman içinde dibe çökecektir. Üzerini örtmek için gerekli malzeme, süspansiyon halinde suda asılıdır ve yavaş yavaş kuşun üstünü örtecektir. Tabii bu arada kuşun iskeleti dağılmayacak, korunacaktır. Ortamın son derece sakin, yer hareketlerinden vs. uzak olması gerekir. Bu koşulların hepsi bir araya geldiğinde kuş fosilleşebilir. Bu kadar zor fosilleşme koşulları ve günümüze kadar geçen milyonlarca yıl; fosil bulmayı, çuval içinde iğne aramak kadar zor bir işe döndürür. ‘Geçiş formları yoktur’ demek, çok kolaydır. Bu fosilleri elde etmek o kadar zordur ki, ‘yoktur’ demek, insanlara daha kolay gelir. 1990’ların başında Çin’in kuzeydoğusunda Lioning Eyaleti’nde bir çoban ilk tüylü dinozor fosilini lagün çökelleri içinde bulur. Bu çökellerin çok sayıda fosil barındırdığı kısa sürede anlaşılacaktır. Bölgede bilim insanları tarafından yapılan yoğun araştırmalar, birçok tüylü dinozor fosilinin varlığını ortaya çıkarmıştır. Bulunan fosillerin her biri, dinozorlarla kuşlar arasında yeni bir aşamaya ait geçiş formu oluşturmaktadır. Bu fosil kanıtlar, kuşların ‘yaşayan dinozorlar’ olduğu fikrini desteklemiştir. Jura Dönemi sonları ve Kretase’nin başları (145-121 milyon yıl önce) tüylü dinozorların zamanıdır. Günümüzde yapılan birçok araştırmada bilim adamları kuşların birer dinozor olduğu konusunda ve özellikle iskelet sistemleri hakkında güçlü veriler elde etmiştir. Omurgalıların kuş sınıfı, bu kanıtlarla yerini tüylü dinozorlara terk etmiş görülmektedir. Daha birçok geçiş formu ayrıntılı çalışmalarla gün ışığına çıkarılmayı beklemektedir. Kolpaya geçit yok! Peki niye Harun Yahya’yı yazdım? Size dilim döndüğünce şöyle izah edebilirim: Gericilik tam gaz taarruzda, hayatımızın her alanında… Bu fikirlere karşı durmak istiyorsak, gene kendi içimizde tutarlı, tabii ki gerçek anlamıyla bilimsel bir söylem tutturmamız lazım bence. Evrim olgusunun hayatımıza girmesini sağlayan Darwin’in o ünlü çalışmalarında göstermiş olduğu özveriyi yansıtan birkaç cümlesine yer vereceğim, bunlar her şeyi daha anlaşılır kılacaktır sanırım: “Doğabilime karşı sürekli ve ateşli bir sevgi duydum. Gözlemlediğim her şeyi anlamak, yani tüm olayları aynı genel kuralların altında toplamak için çok güçlü bir istek duydum.” Biraz duygusal kaçtı ama bazen içten gelen sözler bir şeyleri anlatmak için en iyi araçtır. Bu konu burada bitmeyecek RED’de bilimselliğin savunusuna devam edeceğiz; onlar, büyük insanlığın en değerli çocuklarından biri olan ‘bilim’e saldırmaya devam ettikçe, kolpacılara ve dalkavuklarına birilerinin haddini bildirmesi gerekiyor…
27
BiLGESU SÜMER - OAXACA / MEKSiKA Bu makaleyi yazdığım sıralarda, tepemden askeri helikopterler geçiyor... Helikopterin ayaklarında ise, silahlarını aşağıya doğrultmuş, komandolar, tekrar örgütlenmeye çalışan Oaxacalıları yıldırmaya çalışıyor…
O
axaca’da 2006’da başlayan ve yaklaşık beş ay süren isyanın mimarları öğretmenlerdi. Öğretmenler, fakir öğrencilere yemek, kitap ve kırtasiye sağlanması taleplerinin yanı sıra, ülkenin en fakir ve en pahalı eyaleti Oaxaca’da ücret hesaplamasının değiştirilmesini istiyordu. 20 küsur senedir aynı taleplerle, bir ay boyunca şehrin merkezinde kamp kuran ve oturma eylemi yapan öğretmenler, seçimlerin yaklaşmasından dolayı ellerinin güçlü olduğunu sanıyordu. Fakat bir sabah uyandırıldılar ve polisin zorla onları merkezden dışarı atmasıyla birlikte, tüm şehri arkalarına alıp ayaklandılar. İşte Oaxacalı öğretmenlerden alacağımız birinci ders: İsyan! İsyancı öğretenlerin ne gibi koşullarda çalıştığını, Oaxaca’da eğitim sisteminin ve yerli nüfusun nasıl asimile edilmeye çalıştığını görmeden, neden tüm şehrin bu isyan dersine katıldığını anlamak biraz güç. O yüzden 24 yıldır öğretmenlik yapan ve direnişin her boyutunda bulunmuş Maria’nın nasıl öğretmenliğe başladığını, nasıl şartlarda öğretmenlik yaptığını ve direniş sırasında halkla beraber nasıl isyanı öğrettiği ve öğrendiğini anlatmak lazım. Bu hikâye aslında Oaxacalı öğretmenlerin hikâyesidir. Maria öğretmenliğe başladığında 18 yaşındaymış. O zamanlar, liseden çıktıkları gibi öğretmenliğe başlayabiliyorlarmış. Ne kadar idealist olduğunu dün gibi hatırlıyor. Gençliğin ve mesleğin hevesiyle öğretmenlik yapacağı ilk köye doğru yol almış. Öğretmenliğe başladığı ilk köyde bir Allah’ın kulunun İspanyolca konuşmuyor olmasının yanı sıra, köye varabilmek 10 saatlik otobüs yolculuğundan sonra 22 saat kadar yürümesi gerekiyormuş. Köylülerin kendisine bu patika boyunca eşlik etmesi ve ayrıca köyde para geçmediği için köylülerin kendisini beslemesi gerekiyormuş. Yıllarca söylediklerinden çektiğini dile getiren Maria, üç ay sonra döndüğünde soluğu amirinin yanında almış. Neden hiç kimsenin İspanyolca konuşmadığı bir köye gönderildiğinin cevabı, yani hükümetin yerli halka uyguladığı asimilasyon politikası, bizim memlekette de çok tanıdık. Amiri, Maria’yı oraya köylüler İspanyolca bilmediği için gönderdiklerini yenilemiş. “Tüm köyün kendi dillerini konuşmayı bırakıp, İspanyolca konuşmalarını mı bekliyorsunuz?” diye çıkışınca Maria, amiri, “Tam üstüne bastın, kendi lehçelerini (hükümet yerlilerin dillerini,
28
isyan dersleri
lehçe-diyalekt diye adlandırıyor, bize 14 Haziran sabah saat 5’te, antik sorsalardı dağ İspanyolcası deyin derdik) şehrin meydanında aileleriyle birlikte unutmalarını istiyoruz, bir zahmet,” uykuda olan öğretmenlere polis biber demiş. İşte bu ahval ve şerait içinde gazı ve coplarla saldırdı. Herkesi dışarı Maria, öğretmenlik hayatına başlamış çıkardıktan sonra, meydanda ne varsa ve ta bu günlere kadar gelmiş. Fakat talan ettiler. Fakat öğretmenler kısa süre bugünlerde içinde yeniden dersimiz örgütlendi ve İspanyolca meydanı geri aldı. değil... Direniş, o gün Oaxaca’da başladı ve beş ay öğretmenler, sürdü. Maria’nınkine Maria da benzer, bazen meydanda daha iyi, yatıp kalkan çoğunlukla daha öğretmenlerden zor koşullarda biri. Polisin çalışıyorlar. saldırısıyla, çığlık Gittikleri köylerin Kadınlar, helikopterdeki nişancıların görüşünü çığlığa meydanı engellemek için, evlerindeki aynaları kullanıyor... terk eden, sonra çoğunda İspanyolca konuşulmuyor. Sadece meydanı geri alan, başkentte açlık Oaxaca’da 16 farklı yerli dili ve sayısız grevine katılan, hükümetin kanalını farklı lehçe konuşuluyor. Hükümet bu işgal eden, ‘Tencere-Tava Yürüyüşü’nü dilleri yok etmek için yıllardır çabalıyor düzenleyen… Yani kısaca beş ay ve doğrudan öğretmenleri kullanıyor. boyunca fiilen direnişte bulunanlar Öğretmenler de yıllardır, şartların arasında. Direniş sırasında halkın nelere iyileştirilmesi için ve fakir öğrencilerin kadir olduğunu kendisinden öğrenmeye devlet tarafından desteklenmesi için devam ediyoruz... senede bir ay grev ve oturma eylemi Eyalet başkanı Ulises, öğretmenlerle yapıyor-du-. 2006’ya kadar... müzakereleri kesip, onları zorla
meydandan dışarı attıktan sonra, şiddetten vazgeçmemiş. Kiraladıkları helikopterle biber gazı yağdıran polise karşı, halkın hayatında ilk defa gördüğü bu şeytan icadı karşısındaki umutsuzluğu ve çırpınışı, bence, Oaxacalıların ne kadar saf ve insancıl olduğunu kanıtlıyor. Ellerine ayna alan insanlar, helikoptere ışık tutarak, pilotun dikkatini dağıtmaya çalışmış. Mesela yaşadığım sokaktaki yaşlı teyze ise, televizyonda Iraklı direnişçilerin molotofkokteyli ile helikopter indirdiğini gördüğünü söyleyerek, bunu teklif etmiş. Maria ise, iki tahta parçasını birbirine çakıp, iple helikopterin pervanesine dolayıp, dengesini bozmayı tasarlamış. Tahtaları birbirine çakmış fakat helikopterin pervanesine ulaşmayı başaramamış. Yaptığını anlatırken gülmekten yerlere yatıyor olmasına karşın, o sırada hakikaten umutsuzluk içerisinde, öğrenilmiş çaresizliğe doğru giderken, halk arasında o ya da bu şekilde birçok tepki ve öneri ortaya çıktığını da anlatıyordu. Ama hisleri, sanki İspanyollar atlar ve tüfeklerle yeniden Meksika’ya ayak basmışlar gibi konuşuyordu... Gene polisin yoğun saldırılarının olduğu bir gün Maria ve birkaç öğretmen, meydandaki çocukların etrafında canlı siper oluşturmuş. Yardım isteyecekleri hiç kimse olmadığı için, önceki gün kendileriyle irtibata geçen Fransız Amnesty International temsilcisini aramışlar. Umdukları şey, temsilcinin kendilerine katılması ve polisin yaptıklarını derhal protesto edecek bir kamuoyu yaratması iken, aradıkları temsilciden aldıkları cevap, “Bugün gelemem, toplantımız var,” olmuş. “O çocukların yarını olmayabilirdi,” diyen Maria, bu haykırışına Amnesty International yetkilisinden “Yarın görüşebiliriz,” cevabını almış. Maria’nın ve birçok öğretmenin sivil toplum kuruluşlarına inancını bu görüşme noktalamış. Maria, maliye ofislerini işgal eden öğretmenler arasındaymış. O sırada, orada bulunan kadın öğretmenler, ‘Tencere Tava Yürüyüşü’ fikrini ortaya atmış. Hemen harekete geçen öğretmenler, Oaxaca Halk Meclisi’nin liderleriyle irtibata geçmiş. ‘Çok önemli’ bir toplantı olduğu gerekçesiyle, kendileriyle ilgilenemeyeceğini söyleyen liderlere sövdükten sonra, kadınlar örgütlenip yürüyüşü gerçekleştirmiş. Maria, yürüyüşün kanal işgaline döndüğü sırada, televizyon binasının içindeymiş. Ellerindeki tencere ve tavaları birbirine vurarak binlerce kadının çıkardığı
sesten tırsıp kaçan kanal yöneticilerini anlatırken, sanki ellerinde tabanca tüfek varmışçasına güçlü hissettiklerini söylüyordu. Kadınların örgütlenmeleri ve hareket içinde kendilerine bir alan açması kanal işgaline tekabül ediyor. Halkın, bir kitle hareketiyle ilerleyerek, sesini duyurmak için kapitalizmin rasyonelini ve zengin sınıfının yasalarını çiğnediği bu hareketliliğe Oaxaca Halk Meclisi’nin kallavi liderlerinin kayıtsız kalması, ‘çok önemli’ ve ‘rutin’ toplantılarını bahane etmeleri, Maria gibi, hareket içinde aktif olan birçok öğretmenin tepkisini toplamaya başlamış. Halk Meclisi’ndeki güç ve iktidar noktalarıyla halkın arasındaki sürtüşme işte bu günlere dayanıyor. Daha sonra bu şahısların hareketin satılmasında oynadıkları rol de, bu bağlamda mantıklı oluyor. Maria ve onun gibi birçok öğretmene göre, onları birleştiren ve Halk Meclisi’ni ortaya çıkaran ortam düşmanın Ulises olmasıyken, onları ve hareketi bitiren ise paraydı. Oaxaca gibi fakir bir yerde, ya paraya tamah etmek ya da faili meçhul cinayete kurban gitmek arasında kalan liderlerin bir kısmı hareketi gerçek anlamında ‘satmışlar’. Bu ay gerçekleşen yürüyüşlerde de Halk Meclisi’nin bazı liderlerinin hükümetle ilişkisinin, yürüyüşlerin sonucunda belirleyici bir rol oynadığını, polisin müdahil olmaması karşılığında halkın dizginlenmesi gibi anlaşmaların yapıldığı da öğretmenler arasında kulaktan kulağa geçen haberler arasındaydı. Direnişi ve Oaxaca’yı bir komüne çeviren hareketin barikatlar olduğunu açıkça dile getiriyorlar. Şehrin birçok noktasında tüm gece ve gündüz boyunca duran, halkın kurduğu, koruduğu barikatlar ile zamanı durduran Oaxacalılar, aynı zamanda kapitalizmi de durdurdu. Şehre giriş-çıkışları, malları kontrol eden barikatların yanı sıra, asayişin sağlanması için yerli halkların oluşturduğu kolluk kuvvetleri sayesinde suç oranı sıfıra indi. İnsanların acil olarak yapması gereken şeylerin olmadığı mekânlar olarak barikatlarda, Oaxacalılar en zor zamanlarını geçirdi. Fakat en aklıselim ve mantıklı kararları barikatlarda aldıklarını söyleyen Maria, zaman yokluğunda/bolluğunda halk olarak dinlemeyi ve konuşmayı öğrendiklerini anlatıyor. Özellikle çocukların ilk defa ne dediklerini duyduğunu söyleyen Maria, kışkışlanmadıklarında çocukların fikrilerin ne kadar yaratıcı olduğunu keşfetmiş. İşte bu barikatlarda, çocuklarla, gençlerle, yaşlılarla, kadınlarla ve öğretmenlerle, Oaxacalılar isyanı öğrenmişler ve öğretmişler. Aynı zamanda bu barikatlarda birçok yoldaşlarını kaybetmişler. İşte halkın zihninde ayakta ve isyan etmeye devam eden yoldaşlarının ölüm yıldönümleriyle Ekim ve Kasım ayı Oaxaca’da yapılan yürüyüşler ve anma törenleriyle geçti.
27 Ekim – IndyMedia Muhabiri Brad Will’in ölüm yıldönümü Brad Will, Oaxaca’da direniş sırasında IndyMedia muhabirliği yaparken, hükümet yanlılarının yoğun olduğu mahallede kurulan barikatta, karnından vurularak öldürüldü. Brad Will’in faili meçhul cinayeti, daha sonra Meksika hükümetinin Oaxaca’ya Federal Orduyu göndermesinde bahane olarak kullanıldı. Ölümünün ilk yılında, öldürüldüğü barikatta anısına tören düzenlendi. Tüm gün boyunca anısına şarkılar söylendi, geçen seneki olaylar lanetlendi, ölülerin öcünün alınacağı ve adaletin yerine geleceği haykırıldı. Brad Will için çiçeklerle süslenen sunağın başında dua edildi ve gelenlere Oaxaca’nın ünlü yemeği ‘tamale’ dağıtıldı. Daha sonra vurulduğu noktaya
yürüyen Oaxacalılar, burada Brad Will için tekrar dua edip, çiçeklerle bezeli başka bir sunak hazırladılar. Yaklaşık dokuz saat süren anma boyunca, mahallenin içinden geçen çevre yolu barikatlarla kapatıldı. 29 Ekim – Oaxaca Halk Meclisinin Brad Will anısına düzenlediği yürüyüş Oaxaca Halk Meclisinin, Brad Will ve öldürülen öğretmenlerin anısına düzenliği yürüyüş sorunsuz geçti. Fakat yürüyüşün ardından, çoğunluğunu öğrencilerin oluşturduğu gruba, halk dağıldıktan sonra polis saldırdı. Kamyonlarla gelen polis, tutuklamadığı öğrencilere sadece cop ve silah kabzalarıyla saldırdı. Yürüyüş bittikten iki saat sonra gerçekleşen saldırıdan kaçan bir öğrenci yoldaşımız, kolektifimizin evine sığındı.
31 Ekim – Ölüler Günü Aztekler’in inancına göre, ölüler yılda bir gün dünyaya geri dönüp, sevdiklerini ziyaret ediyor. Bu inanış, İspanyolların Meksika’yı işgal etmesinden sonra, Katolik Kilisesi tarafından benimseniyor çünkü Kilise pagan inanışların ve pratiklerin devam etmesi yerine bunu meşrulaştırmayı tercih ediyor. Kilisenin inanç sömürüsüne rağmen bu bayram, özellikle nüfusunun yüzde 70’i yerlilerden oluşan Oaxaca’da çok önemli, Oaxacalılar bu bayramı büyük bir neşe ve ciddiyetle kutluyor. Geçen sene bu günde, üniversiteye saldıran polise karşı, toplu halde direnen Oaxacalılar için, bu bayram bu sene farklı bir anlam taşıyordu. 2 Kasım – Ordunun Üniversiteye saldırmasının yıldönümü Geçen sene, Ölüler Günü ertesinde üniversiteye saldıran federal polise karşı direnen ve üniversiteyi uzun süre vermeyen öğrenciler ve halk, bu sene, saldırıyı lanetlemek ve tekrar barikat kurmak için sabahın 6’sında üniversiteye yol aldı. Polisin saldırısı ve 20–25 kadar kişinin tutuklaması karşısında dağılan
halk, öğretmenlerin oteli önünde, üniversiteyi geri almak için toplanmaya başladı. Öğretmenlerin etrafını çeviren ve onları engellemek için gelen polisi, otelin önünden taş ve sopalarla kovalayan öğretmenler ve halk, öğlen saat 2 sularında yeniden yürüyüşe başladı. Yürüyüş yaklaşık dört saat sürdü. Yol boyunca iki kez, Halk Meclisi’nin liderleri tarafından durdurulan halka, polisle karşılaşma olasılığı yüzünden geri dönme çağrısı yapıldı. Barikatını ve üniversitesini geri almaya niyetli olan halkın muhalefetinin kararlılığı sonucunda yürüyüşe devam edildi. Sonunda kadınların önde yürümesiyle Cinco Senores’de barikatın kurulduğu kavşağa gelindi ve geçen sene o gün öldürülen iki öğretmen ve direniş boyunca öldürülen ya da kaybolan herkes adına anma töreni yapıldı. Öğleden sonra yapılan gösteride polis hiç denecek kadar azdı. Yaklaşık 500 metre uzaktan izleyen birkaç kamyonetin dışında, ortalıkta üniformalı polis yoktu. Barikat tekrar kurulmadı fakat öldürülen yoldaşlar için sunaklar ve bildiler okundu.
15 Kasım – Hükümetin üçüncü yılını doldurması Başa gelişinin üçüncü yılında neler yaptığını anlatacak olan Ulises’e karşı, Oaxaca Halk Meclisi, dört farklı yerden, şehrin merkezine yürüyüş düzenledi. Yürüyüşün son bulduğu Zocalo’da, miting devam etti. Mitinge, eski siyasi tutukluların bir günlük açlık grevi eşlik etti. Zaten oldukça bitkin olan, yüzlerinde kalıcı izler taşıyan ve hatta içlerinden birinin iki ay yoğun bakımda kalmış olduğu eski siyasi suçlular, direniş boyunca katledilenleri andı ve kayıp yoldaşlarının akıbeti için çağrıda bulundu. Akşam saat yedi gibi, çeşitli merkezlerden, Maria’nın dediğine göre, belki de yarım ekmek arası peynir karşılığında, otobüslere tıkıştırarak getirdiği şakşakçılarıyla birlikte, Ulises federal ordunun silahları ve tanklarıyla ezdiği kitlesel hareketle alay edercesine ne yaptıklarını anlattı. Aslında ne yaptığını görmek için Halk Meclisi’nin kara mizahi yorumunu eklemek gerekiyor. Gaspçı ve Faşist Ulises Ruiz Ortiz Hükümet(sizliğ)inin Üçüncü Yıl Raporu - 15 Kasım 2007 Oaxaca Halkına: Seçim kampanyamda sizlere fakirliğe son vereceğimi söylemiştim, bu yüzden, bu boktan ve yasadışı federal hükümetin suç ortağı olarak, sizi sadece açlıktan öldürmedik, aynı zamanda başka türlü düşünmeye yeltenen ve özgür Oaxaca için savaşanları bastırdık, işkence ettik, öldürdük, hapsettik ya da kaybettik. Dediklerimi desteklemesi adına, üç yıllık yönetiminin bilânçosunu gururla sizlere sunuyorum:
* 600 kişiyi seçerek, kasten ve yasadışı yollarla kitle halinde tutuklama... * 250 siyasi suçlama... * 156 kişiyi yasadışı olarak başka federal eyaletlerin sosyal ehlileştirme merkezlerine transfer etmek (Tepic, Nayarit, Altiplano, Matamoros, Tamaulipas) * Birçok insanın kaybolması... * 26 kişinin katledilmesi... * 23 kadının çocuklarıyla dul bırakılması... * 8’i hala devam eden siyasi davalar... * 5 kişinin sürgün edilmesi... * Oaxaca’nın yedi bölgesinin merkezi, tüm tepelerin kalesi, tarihi şehir merkezinin yıkıma uğratılması... * 5 Ağustos eyalet ve 7 Ekim 2007 belediye seçimlerine hile karıştırmak... * Tarihi şehir merkezinin caddelerini özelleştirmek... * Oaxaca eyaletinin askerleştirilmesi... * Sosyal hareketlerin cezalandırılması... * Eylemcilerin ve insan hakları savunucularının tutuklanması ve yargılanmasını emretmek... * Yasama ve yürütme organlarının merkezlerinin yerlerini değiştirmek... * İnsan haklarını sistematik olarak ihlal etmek... Cezalandırılmayacağımdan emin olarak, Meksika’nın Yüzü olmaya devam edeceğim! Hepsini yaptığıma eminim! Ulises Ruis Ortiz (Oaxaca’nın eyalet olarak sloganı – Meksika’nın Yüzü) Son olarak; 25 Kasım’da Oaxaca’da yeniden büyük bir gösteri gerçekleştirilecek. Bu makaleyi yazdığım sıralarda, tepemden askeri helikopterler geçiyor. Helikopterin ayaklarında ise, silahlarını aşağıya doğrultmuş, komandolar, tekrar örgütlenmeye çalışan Oaxacalıları yıldırmaya çalışıyor… FOTOĞRAFLAR: LAURA BÖÖK
29
SITKI DEMiRKAN - KASABA NOTLARI Şu zorlama ‘maç öncesi İstiklal Marşı’ ritüelinde sevgili yurdumun her tarafında göze çarpan tosuncukların gurt işaretine İnönü’de rast geleniniz var mı? Halkın Takımı derken sallamıyoruz yani işkembe-i kübradan...
G
eçen ay öyle, Liverpool’un maçlarını takip ediyorum deyince millet beni Anfield Road taifesinden zannetmiş. Kaderin cilvesine bakın ki, bizim Çarşı; o meşhur You’ll never walk alone şarkısını aşklarının melodisi haline getirmiş, KOP’a aşk nasıl olur, kaç desibeldir dersi verdi derken, adamlar bizi gavurun POOL namiyle bellediği sopalı top oyununun siyah 8’ine dönderdi. Evet, ta Keegan’dan bu yana Liverpool’a gönlümüzde yer vardır. Liman işçilerinin toplaştığı Kop tribünü dolayısıyla böyle bir sempatimiz mevcuttur. Tıpkı tribünlerinde Che posterinden geçilmeyen St. Pauli gibi, tıpkı takım bayrağından çok orak-çekiçli bayraklarla şov yapan güzel Toscana’lıların takımı Livorno gibi. Serde proleterlik var neylersin. Lakin ‘aşk’ dedin miydi orada dur: Elhamdülillah Beşiktaşlıyız. Aklımız ve yüreğimiz küçükken ufak-tefek kaçamaklarımız olmadı değil. Ortaokul yıllarımıza denk gelen İzmir ortamında yaşadığımız Kaf-Sin-Kaf çılgınlığı gibi, topyekün bir kasabanın futbola kesildiği Ayvalıkgücü zamanları gibi. Utanarak itiraf etmeliyim, sarı-lacivert renklere dahi meylimiz oldu. Fakat bi gün o yılların tek gezim etkinliği olan bir İzmir Fuarı seyahatinde bizim Arap Hakan’la bir Fuar Kupası maçını Beşiktaş tribününden izlemek zorunda kaldım. Daha beşinci dakikadan itibaren kendimi ‘Oooooooooo Beeeşikktaaaş’a iştirak ederken yakaladım, “N’oluyo lan bana?” sorusuna dahi fırsat kalmadan henüz iki aylık Kartal Yavrusu Sarı Fırtına’nın golüyle üç sıra öndeki abinin ensesine zıplamam bir oldu. Hakikaten bana ne olduğunu bilmiyorum ama o günden bu yana sırılsıklam Siyah-Beyaz’ım işte. İnsan aşkının başlarında pek farkında değildir hani kime ya da neye aşık olduğunun, sonradan sonraya aşkın bizatihi Tanrı mucizesi olduğunu kanıtlarcasına her özellik adama güzellik olup görünür. Ben de o hesap başlarda sadece, “Beşiktaş’ım benim” diye mırıldanıp duruyordum. Sonra tanıdığım her şey beni Köyiçi’ne götürdü. İlkin İnönü denen mabetle tanıştım. Gezmedim, görmedim, bilmiyorum ama Maracana’sından Emirates Arenası’na kadar dünyanın hiçbir noktasında futbolun bu denli ibadet şekline dönüşmediğine yemin billah edebilirim gönül rahatlığıyla. Onbir kişinin oynadığı zannedilen bir oyunu binlerce kişi hep beraber oynuyor orada. Herkes eşit oranda katılıyor, herkes herkesin vazifesini üstleniyor ve Vahdet-i Vücut’a eşdeğer bir denklikle tek olarak ifa ediliyor ne ise onun adı. Onbeşbin kişi çamurlara bata çıka oynadığımız bir Sarıyer maçı hatırlıyorum ben, gidin sorun Feyyaz’a doksanıncı dakikadaki o golü Sıtkı attı demezse suratıma tükürün. Golden sonra elindeki korner direğini bana doğru sallaması, “Kaçıraydın kafana kafana ekleştirecektim ha bu oklavayı” manasındaydı çünkü. Şimdi yeteneğimi öyle bi geliştirdim ki televizyon başından bile müdahele edebiliyorum. İnanmıyorsunuz değil mi? Gidin gene sorun Bobo’ya bakalım o Liverpool’a attığı golde kim yırtınıyordu avaz avaz Portekizce “Apışara hafız! Apışara!” diye. Birçok son vuruşum, epeyi asistim, haylice direktifim vardır benim
30
Ya biz de bitersek?!
böyle övünç kaynağım. Yani kimse İnönü’ye çekirdek çitleyip mel mel bakmaya gitmiyor, onu diyorum. Çekirdek çitleyenin bile, kabukları atak yaptığımız kaleye doğru üflemek suretiyle olaya katkısı vardır, ki ibadet böyle bi şey işte. Tabii bu her maç böyle olmuyor, insan rutinden sıkılabiliyor. Sahadakilere, “Eleman bu maçı siz oynayın ben ense yapıcam,” dediğimiz de vakidir. Çıkıp yeni açığın en üstüne, skorbordun eski yerinin hemen altına ‘İstanbul’u dinliyorum’ ambiyansı yaşamışlığımız da vardır, üstadın hilafına gözler açık. E, bu da Ritz Carlton heyulasının yanına dahi yaklaşamayacak bizim gibi sıradan faniler için İnönü’den başka yerde erişilebilecek bir şey değildir, takdir edersiniz. Sonra Ağaçlı Yol’u tanıdım; gelişte sevgiliyle buluşmaya geliyormuş gibi 240 nabızla arşınladığımız, dönüşte kadayıfa dönmüş ses tellerimizi umursamadan orgazm cigaraları tüttürerek yürüdüğümüz o çınar tünelini. Akaretler’e çıkıp henüz plaza olmadan dünyanın en vakur klüp binasını tanıdım, içeri girip duvarlardaki Baba’ların ellerini gözlerimle öpüp başıma koydum. Kazan bu kadar trendy bir mekana dönüşmeden, maç arefelerinde makul fiyatlarla makul arjantinler döktüm pisuarlara. Sinan Paşa Camii’nde aşkımın uhrevi kısmını nakşettim bilmem kaçyüzyıllık çinilere. Gerçi daha ikinci kez giydiğim spor ayakkabılarımın çalınışına hâlâ yanarım ama ayrı mevzu. Çırağan’dan dümdüz devam edip Şeref Stadı’nda idmanlar seyrettim. Yoksulluk gurur kaynağımızdır ya, Fikret’le Kovaçeviç’in birbirlerine hortum tutarak, ayaklarında nalınlarla aldıkları duş göğsümü kabarttı. Bunlara zaman içinde tanıdığım Beşiktaşlılar vasıtasıyle eklenen kavramlar aşkımı akli yönden güçlendirdi. Tanıdığım her yüz Beşiktaşlıdan doksandokuzu, ya bir şeylere inanacak kadar duygulu ya da hiçbir şeye inanmayacak kadar akıllıydı. Hayatın getirdiği iyi ya da kötü her şeye elini göğsünün soluna koyup ‘Eyvallah’ diyen insanlar. Uğradığı her türlü haksızlığa rağmen, haksızlık etmeyi bir an bile aklından geçirmeyen insanlar. Sosyal statüsü ne olursa olsun ve nerede ve ne zaman olursa olsun yüreğinden ya da aklından geçenleri davranışlarına yansıtan insanlar. Dürüstlük, adalet, tevazu gibi erdemleri hiç de zorlanmaksızın taşıyan insanlar. Sevgisini hiçbir koşula bağlamayan, hiçbir zaman azaltmayan insanlar. Hayattan keyif alan ve aldığı keyfi herkesle paylaşabilen, bu paylaşım uğruna da hayatın kenarda köşede kalmış nesi varsa ortaya çıkaran insanlar tanıdık...
“Bişey sorucam, hangi takımı tutuyosun sen?” sorusunu “E tabii ki Beşiktaş,” şeklinde yanıtlayan. Onlardan utanıp kendi olumsuz yanlarımı bile törpüledim ben, o aidiyet duygusuna istinaden. Amcasının ya da dayısının etkisi ile türlü renklere ilgi duyan eş-dostun ara sıra ağzından, gözünden kaçırdığı imrenti ne kadar haklı olduğumuzu bize ispat etmeye yetiyor. Bunun öyle küçümsenerek, alt tarafı taraar olmak diyerek geçiştirilecek bi şey olmadığını iddia ediyorum yıllardır. Bir hayat felsefesi bu; hemi de ağır oturaklı bir hayat felsefesi. Tüm bu yukarıda saydığım kılıçlarla saldırdığın vakit hayat denen canavara hep antrikotundan, nuarından buduyorsun ki tadından yenmez. Siz zannediyor musunuz ki, ‘Cobarde Gallina Ortega’ (Korkak Tavuk Ortega) diye pankart yaptırıp bunu Fener tribününde açtıran vatandaşların kendi özel hayatlarında hiçbir yaratıcılığı yoktur? Ya da, ‘Hepimiz Plütonuz’ diyebilen arkadaşlar zulüme sus olsun? Biz solculuğumuzu bile Beşiktaşlı olmakla ilintilendiriyoruz, kimse kusura bakmasın. Şu zorlama maç öncesi İstiklal Marşı ritüelinde sevgili yurdumun her tarafında göze çarpan tosuncukların ‘gurt’ işaretine İnönü’de rast geleniniz var mı? Halkın Takımı derken sallamıyoruz yani işkembe-i kübradan. ‘Oynamıyorum abicim!’ Lakin haklısınız ikibinli yılların başlamasıyla idrakine vardığımız New-Age bizim de belimizi bükmeye başladı artık. Önce Yuppie bir başkanımız oldu, management olgusu müzeden Ümraniye’ye kadar her yerimize girdi, merchandising ile atkımızı, beremizi dahi ‘store’lardan edinmeye başladık. Üç haa önce bize gol atıp sus işaretleri çeken adamlara forma vermekte bir beis görmedi ileri gelenlerimiz. Kerameti menajerlerden menkul diğer takım eskilerinden kadro şişirmeyi adet edindik. Mafioso seyahatlerin vize sağlayıcısı yapıldık hiç haberimiz olmadan. Kaşkollu, kravatsız gömlekli bir ‘imprezario’ya yer verdik kulübede. Ve daha ilk çalkantıda, “Oynamıyorum abicim, küfür ediyorsunuz,” şımarıklığıyla kaçıp gittiler. Yerine gelen tüp bebek daha bi cevval çıktı. Bir zamanlar kafa yaptığımız diğerlerinin ilkesizliklerinin bin beterine düştük. “Bu abi Yeniköy Kasabına benziyor, buna Beşiktaş gömleği bi kaç beden büyük geldi, bunun zaten kobrası var ki Allah düşmana bile göstermesin!” diye her sene yeni bir teknik kadroyu şart olarak sundular. Ölçütümüzün ne olduğunu bilen varsa beri gelsin. Sportif
başarıyı koşul diye dayatmaya çalışıyorlar ya, yalan ha, başarının öyle üç günde pişecek bir armut olmadığının rahmetli Hacı Baba bile farkındaydı. Fulya’dan Akatlar’a kadar satıp savmadıkları hiçbi’şey kalmadı. Bu satışın zaman olarak karşılığı da az buz değil hani, on yıllarla ifade ediliyor. Zannımız vahşi kapitalizmin kucağına oturtulmak istendiğimiz yönündeydi ve korkmuyorduk. Çünkü kendimizden emindik bu memlekette bizi kucağa oturtmak isteyen kim varsa, denize Dolmabahçe’den atılırdı. Fakat fotoğraf şimdi yeni yeni netleşmeye başlıyor ki, tüm bu oynanan senaryo bizi yeşertmeye çalışıyor. Sepettopunda ismimize, göğüs reklamında cismimize yapış-yapıştırılan islami kara gazoz, kimsenin itiraz edemeyeceği kadar baby-face bi teknik direktöre, gül yüzlü George Clooney’nin ricasıyla olur verilmesi buzdağının görünen yüzü. Şimdi orada-burada dile getirilen milyon dolarların gebeliğinin de etkisiyle yarın Fethullah’ın sağ başağı, pardon kolu İnsan Kalkan amaan İhsan Kalkavan’ın başkanlığı oyunun final sahnesidir. Yahu amma sürçtü klavye be! Varılmak istenen nokta, gülsuyu kokulu bir İnönü, ki adının Hocaefendi Hazretleri Bedeni Faaliyetler Temaşa Meydanı olarak değiştirileceğini biliyorum, yeşil şort-siyah&beyaz çubuklu forma-turuncu konçla oynayan futbolculardır, tamam da bu zihniyetin böylesi bir senaryoyu hayata geçirmeye kalkışmasında ne gibi bir tasarrufu vardır ben onu çözemiyorum. İlaveten bu abiler hesap etmiyorlar mı ki evdeki hesap ‘Çarşı’ya uymaz? Hakikaten sayı olarak milyonlardan bahsettiğimiz bir topluluk bu gidişattan hiç mi rahatsız olmaz? Hafazanallah böyle bir izlek sonuca erişti, tek derdimiz futbol takımının maç sonuçları mı olur gene? Bu sonuçlar pozitif doğrultuda seyretti diyelim, geride ne oluyor ne bitiyor kimseyi ilgilendirmez mi? Bu uzun uzun bahsettiğim aşkı benden başka yaşayan yok mu gerçekten? Hayır, bakıyorum da şu son yıllarda pişmiş tavuğun dahi başına gelmeyen hadiseler cereyan ediyor, kimsenin kılı kıpırdamıyor. Herkesin aklına gelen ilk çözüm, “Teknik direktör gitsin,” son çözüm ise, “Yönetim istifa!” Arada dolaşan, “Şunu alalım, bunu satalım, 4-4-2’den vazgeçelim, Serdar Kurtuluş ön libero olsun, İbüzülmez jübile yapsın,” reçetelerine değinmek bile zul geliyor. Yahu aşkımızı elimizden almaya ya da başka renkte elbiseler giydirmeye çalışıyorlar, biz şekle şemaile takılmışız, ayaklara bakıyoruz. Bu işin dermanının gündelik yaklaşımlar değil, adam gibi, ne adamı KARTAL gibi düşünerek, upuzakları görerek sağlanacağını benim kadar, etkili Beşiktaşlıların da anlamasını ve ona göre bir harita çıkarıp bizi bu yeşillerden, tüplerden, rantiyelerden kurtarmasını bekliyorum. Bunu sadece kendim için istemediğime de inanmak istiyorum. Bana bu saatten sonra Özbeşiktaş adıyla takım kurdurmayın yani. Anlattıklarımı, “Bize ne lan senin Beşiktaşından?” edasıyla dinleyen renkli arkadaşlarıma da, biz bitersek bu memleketin iler-tutar tarafı kalmayacağını belirtmek isterim. Ciddiyim…
SERHAT ÖZCAN Beyefendi, ‘orgazm’ lafının ailelerinin seyrettiği bir oyunda abes kaçtığını kanıtlamaya çalışıyordu hâlâ. Ben de, “Hanımefendinin hiç yaşamadığı bir şeyi aklına soktuysak özür dileriz,” dedim ve gitti...
B
iraz kendimden ve içinde bulunduğum durumdan söz edeceğim bu ay affınıza sığınarak. Otuz yıla yaklaşan bir süredir tiyatro mesleği ile uğraşıyorum. Bu ülkede çok sevdiği işi yapabilen ender insanlardan biri olarak gördüm hep kendimi. Düzgün işler yapmaya çalışıp, kısır çekişmelere ve boş islere mesafe koyup kendi duracağım yerin belirleyicisi olarak yol almayı hedefledim. İlk algıladığım ve uyguladığım, kimsenin adamı ya da borazanı olmama kararımdı. Bunun tek nedeni de, hâlâ Aydın Doğan’a laf söyleyemeyen Emin Çölaşan olmamaktı. Bu da insanın beklentilerini en aza indirip, bir sürü maddi kaybı göze alarak, çemberin dışında kalmasını bilmesi ve seçmesi demektir. Çünkü yaptığımız iş her gün aynaya bakmayı ve orada gördüğümüzü sevmeyi gerektiriyor. Yani matematikçiysen, villanın havuzundan daha önemlidir öğrencilerine öğretemediğin havuz problemleri. Yoksa çok kolaydır bu ülkede popüler kimliğin ya da meşhurluğun sermayeye dönüşmesi. Sadece elini verdiklerine kolunu kaptırmamayı bil yeter -ki kaptırırsın-. Ondan sonra da entelektüel beyninle yaptığın işleri halka yedirecek kılıflar bulursun. Bu arada mal sahibi olup seni yalayanlar, senden sıkılıp kılıflarını bir yerlerinde patlatmaya başlayınca, yeni babalar, yeni amcalar bulup, bir ayağın Amerika’da bazen ülkene gelip pahalı konferanslar veren marka yöneticisi sıfatıyla, senin gibi organizmaların çoğalmasına yardımcı olursun. ‘Piyasa’ yapılan yerlere hiç gitmedim, bilmem de. BKM döneminde bütün popüler mekânların ve galaların davetiyeleri bana da gelirdi. Bir iki önemsediğim film dışında hiçbirine gitmedim. Dolayısıyla benden magazin basınına yeterli malzeme oluşmadı. Bu arada, ülkenin kalburüstü iş adamları ve ‘ağır abi’leri televizyonda gördükleri ben kardeşlerini, zaman zaman, köşklerinde, gezilerinde, teknelerinde, sofralarında ve hatta beş yıldızlı iftar yemeklerinde görmekten alacakları keyfi anlatan şaşaalı davetler denediler, ama olmadı. Çünkü ben yaşamın içinde taraftım ve sanatçının net bir rengi olmalıydı. Yani bana direkt kırmızı ya da RED diyebilirsiniz. Bedel ödeyebilmek korkulacak değil, tadı çıkarılacak bir şey bence. Oyuncunun duru bir yüzü, bilimsel yöntemlerle pekiştirilmiş sağlam bir alt metni, hayatla yoğrulmuş bir hamuru, sınırsız sevgi dolu bir yüreği ve algısı olmalıdır. Metaya, markaya değil,
Ne idüğü belirsiz...
gelecek nesillere, yani insana ve özellikle de beynine ve yüreğine yatırım gerekir. Bu sorumlulukla yol almadıkça da sanatla ilgilenmenin bir anlamı olmadığına inanıyorum. Öncelikle, samimiyetle çağına tanıklık edebilecek, tarih, felsefe, psikoloji, sosyoloji gibi bilimlerle ve dünya edebiyatıyla yol almalı sanatçı, oyuncu, çağdaş insan. Bunlar benim için, ben yaşadığım sürece bende varlığını sürdürecek kavramlar. Ama insan bazen vazgeçme noktasına gelebiliyor… İşte o an, edindikleri devreye girip neden vazgeçmemesi gerektiğini daha iyi anlatıyor insana. Çünkü beklenti bu. Vazgeçmeniz.
Belediye protokolü
Geçen ay Pendik’te oyun oynadık. Yeni açılan pırıl pırıl bir salon. Oyunun perde arasında, yani soluklanma anında organizasyondan bir görevli buranın, AKP’li bir belediye olduğunu ve belediye ‘norm’larına uygun laflar etmemiz gerektiğini söyledi. Beynimde devreler yandı bir anda. Bir adam soyunma odama elini kolunu sallayarak izinsiz giriyor ve aleni tehdit ediyor. Yine de sakin karşılayıp, Shakespeare’in, Çehov’un, hatta herhangi bir yazarın ‘belediye normları’ diye bir şeyden haberi olamayacağını ve olsa bile sipariş oyun yazamayacağını, onlar gibi düşünmeyenlerin de yandaş olmasalar bile vatandaş olduğunu anlatmaya çalıştım ama beyefendi ‘orgazm’ lafının ailelerinin seyrettiği bir oyunda abes kaçtığını kanıtlamaya çalışıyordu hâlâ. Ben de, “Hanımefendinin hiç yaşamadığı bir şeyi aklına soktuysak özür dileriz,” dedim ve gitti görevli. Ülkenin her yerine, özellikle bu dönemde çok küçük paralara oyun
götürmeye çalışıyorum. Ama birçok yerde kültür merkezleri tadilatta ve bitmiyor bu tadilatlar. Üniversite salonları da, formaliteleri aşabilirseniz 1500 ytl’den başlıyor. Bilgisayarlarda her şeyimizin yüklü olduğu emniyet, hala ikametgah ve nüfus cüzdan sureti eksikse oyuna izin vermiyor. Alınan izin de ‘yüz kızartıcı suç’a teşvik niteliğinde. Aynı izin belgesiyle, izin alınan yörenin ‘eğlence yerleri’nde, hatta genelevinde çalışabilir, bu arada isterseniz tiyatro yapabilirsiniz. Hadi bütün bunları hallettiniz, yörede organizasyonu yapan firma yetkilisi oyundan önce yatak odanıza, yani kulisinize gelip soruyor: “Abi oyunda iktidara giydirmiyorsun değil mi?” “Yoo… Giydiriyorum!” “Aman abi salon onların, bir daha bana iş vermezler burada.” “Hayır kardeşim salon bizim, yani vatandaşın, onlar bir süreliğine işletiyorlar o kadar, kültür merkezleri halkın malıdır.” Bu arada belediye benim oyunumdan, benim haberim olmadan, bu kirasını peşin ödediğim salondan, kendine yüz adet ön sıralardan davetiye alarak protokol oluşturmuş. Yapılacak şeyler artık sınırlı. Ya organizatörün dediği gibi dilinin kemiğini kıracaksın, ya, “Ben bu koşullarda oyun filan oynamam,” deyip gideceksin, ya da sahneye çıkıp her türlü tepkiye rağmen oyununu hakkını vererek, tadını çıkara çıkara oynayacaksın. Tabii ki tercihimi hep son seçenekten yana kullanıyorum. Nasıl ben kokpite girip pilota nasıl uçması gerektiğini, ya da ameliyathaneye dalıp cerraha nasıl kesmesi gerektiğini anlatmıyorsam, kimse de, üstelik oyunun yazarı da olan bana, veya herhangi bir
yazara, oyuncuya, ressama, heykeltıraşa, “Şöyle yap!” diyemez, diyememeli. Beğenmezsin, ayrı konu. Ama üretime saygıyı öğrenmek zorundasın. Bu pervasızlıktır, haddini bilmemektir. En acısı da bütün bunlarla boğuşurken meslektaşlarından gelen engellemeler. Kraldan fazla kralcı olup da bir yere gelebilen insan var mıdır? Sanmam. Bir iktidarlık ömürdür öylesi ve kısa günün kârı yoktur yaşamda. Trabzon Devlet Tiyatrosu’na oyun için salon dilekçesi verdik. Yanıt RED. İstenen gün, pazartesi. Çünkü pazartesi günleri devlet tiyatrolarında repo, yani tatil günüdür. Ve boş günlerin özel tiyatrolara tahsis edilebileceğine dair bir yasa vardır. Çok özel bir şey -bir oyunun genel provası- gibi bir durum olmadığı takdirde de bu kural uygulanır. Devlet tiyatrosu salonları özel salonlara kıyasla hem teknik anlamda, (ses, ışık) daha donanımlıdır, hem de daha ucuzdur. Geçen ay bu izin verilmedi. 17 Aralık’ta tek kişilik oyunum Son Kişot’u Trabzon DT’de oynamak için yine başvurduk, yanıt yine RED. Oysa ben, “Devletin tiyatrosu olur mu?” türündeki tartışmalarda, neden olması gerektiğini o müdürden daha fazla anlatan adamım. Diyanet işlerinin, kuran kurslarının, devlet içine yerleşmiş tarikatların, tartışılamadığı bir ülkede, en son tartışılacak şeydir belki de devletin tiyatrosu.
Emeğin karşısı duvar
Arkadaş beni tanımadığını ve ne idüğü belirsiz insanlara salonu veremeyeceğini söylüyor organizasyona, ama reddetme sebebini, ‘Salonda prova var’ diye yazıyor resmi evraka. Bir tutanak tutturmak istiyorum, tatil günü prova olup olmadığına dair. Ayrıca 2007 1 Mayıs’ında başlayan uluslararası tiyatro festivaline tanınmış yüzlere tiyatronun ihtiyacı var diyerek beni çağıran ve benim de koşa koşa gidip, festivalin önemiyle ilgili röportajlar verdiğim mekan Trabzon Devlet Tiyatrosu’ydu. Altı ayda ne değişti de onur konuğu bir tiyatrocu, yeni atanan müdür tarafından tanınmadı. Hadi tanımıyorsun, protokol davetli listesi de yok mu arşivinde? Üstelik yardımcıların arkadaşlarım. Neyse... Aralık sayısında sadece mesleğimle ilgili yazdım, ama bizim okuyucu bilir aslında nelerle ilgili olduğunu da düşünerek. Emek olan her iş, duvarla karşılaşıyor. Her alanda emeğe sahip çıkmak gerekiyor. Son söz: İyi oyuncu lafını inanarak söyleyendir. İyi sanatçı inandığı lafı söyleyendir...
31
HAKAN GÜLSEVEN Ya, işte böyle... Ahmet Kaya’ya çatal-bıçak fırlatmakla başlayan hayvanlaşma, önü açıldıkça daha da şımarıklaşarak, izan sınırlarını aştı. Dört bir yandan savaş ve katliam çığlıkları yükseliyor artık...
Acı çekmek özgürlükse, özgürüz ikimiz de...
A
hmet Kaya, 1999’da, bulunması hiç de lüzumlu olmayan Magazin Gazetecileri Derneği’nin gecesinde, Kürtçe bir şarkısına klip çekeceğini söyledi ve kıyamet koptu. Elalemin yatak odasını dikizleyen paparazziler, aşağılık dedikodu yazarları, medya solucanları, balon gibi şişirilmiş popçular, yani hâlâ televizyon ekranlarında her saat gördüğümüz ne kadar kılkuyruk varsa, harekete geçti. Ahmet Kaya’nın üzerine çatal, bıçak, ellerine ne geçtiyse artık, fırlattılar. Ve milyonlarca yoksulun yüreğinde bir umut muhafaza etmesine yol açan ‘son ozan’ da, bir linç kampanyası eşliğinde ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Ona saldıranlar, sonra korktular. Sürü halindeyken fevkalade ‘cesur’ olan, birbirlerini gaza getiren bu haysiyetsiz adam ve kadınlar, kitlelerin öfkesinden korktu. Bir teki bile sahiplenemedi o gece yaptıklarını. Sorsanız, hepsi itidal vazediyordu, kalabalığı yatıştırmaya çalışıyordu. Fail meçhul kaldı yani! Ahmet Kaya’nın yüreği ise bu işe dayanamadı, çok değil, iki yıldan daha az bir süre sonra, Kasım 2000’de gurbette yaşamını yitirdi. O gece, Ahmet Kaya’ya kudurmuş gibi saldıran pop güruh, ‘Kürt’ lafına, ‘Kürtçe’ lafına katlanamamıştı. Öyle ya, bir Serdar Ortaç gibi ‘Mehmetçik’ olamamıştı ya da Ercan ‘Saatchi’ gibi, “Beni burada arama anne, burası kerhane…” gibi ‘şarkı’ sözleriyle soytarılığa soyunmamıştı da, tutup Kürt lafı etmişti... Evet, Ahmet Kaya öldü. Ve itiraf etmeliyiz, onun sesinde kendi sesini bulan yoksul mahallelerde ve penye atölyelerinde ve kunduracılarda… umut da kaybolmaya yüz tuttu. Yoksul gençler, “Başkaldırıyorum işte! Varın benim farkıma!” dizelerini bağırmak yerine, üç kuruşlarını ucuz jölelere yatırmış, saçlarını o jölelere batırmış, saç diplerinden beyinlerine akan jöleyle bizzat kendi beyinlerini jöleleştirmiş bir halde, ‘çakkıdı, çakkıdı’… Neyse işte, Ahmet Kaya’yı kopardıkları topraklara pop doldurdular. Poplaştırdılar tüm ülkeyi. Jöle kıvamında bir popfaşizm kustular her bir yanımıza… Bu sayıda, şu ‘Facebook’ haberini/ yazısını okuyun. Kürtleri sabun yapmak gerektiğini, en iyi Kürdün ölü Kürt
olduğunu savunan ve aynı zamanda Aysel Gürel fan kulübüne kaydolan, Helin Avşar’dan hoşlanan ucube bir faşizmin binlerce genci etkisi altına aldığını göreceksiniz, acı acı... Bu nasıl bir çılgınlıktır ki, insanlar komşularını bir linç nesnesi olarak telakki edebiliyor! Evet, kudurmuş bir ırkçılık yükseliyor… Kendini Tanrı Dağı kadar Türk sayan bir güruh, Kürtlere her türlü hakareti, her türlü aşağılamayı reva görüyor. Bu kadar da değil, imkan verilse, tüm Kürtleri kesecekler… Ya, işte böyle; Ahmet Kaya’ya çatal-bıçak fırlatmakla başlayan hayvanlaşma, önü açıldıkça daha da şımarıklaşarak, izan sınırlarını aştı. Dört bir yandan savaş ve katliam çığlıkları yükseliyor artık. (Baba Hakkı’yla dertleşiyorduk da, o dediydi: “Tamam ulan! Madem bu kadar istiyorsunuz, hadi savaşın bakalım diyeceksin bunlara. Musibet lazım bunlara, musibet!” Evet, belki de hakikaten büyük bir savaş daha gerek bu topraklara. Belki ancak öyle anlayacaklar savaşın ne menem bir şey olduğunu. Belki her 20 kişiden birinin öldüğü Irak’a dönmeli Türkiye de, en sevdiklerimiz kollarımızda ölmeli ki, idrak edebilelim ölümün soğukluğunu…)
Plan yapmayın plan!
Sokaklarda ölümcül çığlıklar atılırken, iktidar sahipleri, yüksek tavanlı salonlarda akıbetimizi geyik sofrasına yatırıyor. Ne güzel bir tezgah! Sanki bu topraklarda 25 senedir hiçbir Mehmet, hiçbir Memo ölmüyordu, yeni yeni gelmeye başladı asker cenazeleri, hemen bir millici seferberlik ilan ediliverdi. Arkasından, her bir ipimizi, iktisadımızı, siyasetimizi ve dahi silahlı kuvvetlerimizi bin türlü emperyalist mekanizmayla elinde toplamış ABD’ye artistik postalar konuldu. Uluslararası diplomasi müsamereleri sahnelenmeye başladı, tezkereler çıkarıldı, sinir ötesi bir ‘sınır ötesi’ leblebisi atıldı ortaya… Netice? ABD, Türkiye’de neredeyse yüzde 100’e ulaşan nefret kat sayısını düşürdü, ‘dostumuz’ oluverdi, bölgede kendi dehşet dengesine yeni iki-üç alternatif plan daha ekledi. Türüt’ün kafası biraz bassaydı, yani kendi dediği kadar cahil olmasaydı, ‘Plan yapmayın plan’ türküsünü bunlar için
söylerdi. Peki plan ne? Onun için tekrar derginin içindeki sayfalara dönmeniz ve Serhat Nigiz’in ‘Sinir ötesinde avanta harbi’ dosyasını iyi bir okumanız gerekiyor. Irak’ın tüm bir zenginliğini yağmalayan ABD, Irak Kürdistanı’na kırıntıları serpiştirmiştir; Kürt ve Türk sermaye sahipleri de bu kırıntılara üşüşmüş, talana yancılık yapmaktadır. Ne pahasına? Irak’ta katledilen 1 milyon can pahasına!..
Ovalarda avanta harbi
Sırada İran ve Suriye var. Türkiye ve Irak Kürdistanı koca koca birer üs. Türkiye’deki Kürt hareketi, ki şimdiden fiili olarak parçalanmıştır, ABD planları dahilinde ehlileştirilecek, ehlileşenler İran üzerine salınarak ‘istihdam’ edilecek, ehlileşmeyenler tasfiye edilecektir. Olanlar, olacakların garantisidir. Dağlarda Türk ve Kürt gençleri ölürken, Irak’taki Kürt ovalarında MHP’lilerden, AKP’lilere ve elbette büyük Türk burjuvazisine kadar geniş bir yelpaze, yani ‘Türk egemenleri’, Barzani’yle kol kola vermiş, bilmem kaçıncı avanta harbini yürütmektedir!.. Şimdi, tam bu noktada, bir gazete haberine bakalım: “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yazdığı Kürtçe mektup nedeniyle hakkında iki dava açılan DTP’nin eski Kars İl Başkanı Mahmut Alınak yazdığı yeni Kürtçe dilekçeyi yine Erdoğan’a gönderdi. Dilekçe şöyle: Seçimden sonra bir defa daha görüldü ki, siz ve Karslı işbirlikçileriniz halkı yine kandırdınız. Kars’ın genç kızları ve delikanlıları işsizdir. Pahalılık Karslı çiftçi, memur, esnaf ve işçiyi perişan etti. Hastalarımız Erzurum yolunda çile çekiyor. Siz Kars’a sömürge gözüyle bakmaktasınız. Sözün kısası, AKP ve onun Türk ve Kürt işbirlikçileri, Kars’ın üstüne kara bulut gibi çöktüler…” İşte bu mektup, hangi dilde yazılmış olursa olsun, gerçeğin dilini konuşuyor. Mektubun içeriğini Ortadoğu’ya genişletelim; bugün Ortadoğu’da Türk ve Kürt işbirlikçiler, ABD’yle el ele vermiş, kara bir bulut gibi geleceğimizi çalıyorlar. Peki ne yapmalıyız? Reçete Telekom’dur. Evet, bildiğiniz Telekom! Bugün kitlelerin Kürt oldukları için sokağa döküldükleri Diyarbakır’la, Kürtlere karşı en kudurmuş gösterilerin
mSayı 15, Aralık 2007, Aylık süreli yayındır mYayımcı: LM Basın Yayın Ltd. Şti. mİmtiyaz Sahibi: Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mTel: 0212 292 95 65 (4 hat) mFaks: 0212 245 38 06 mAbonelik: 0212 292 95 65 mBaskı: LeMan Matbaası, Alüminyumcular Sanayi Sitesi C-5 Blok No: 7-8 Hadımköy/İST. Tel: 0212 858 00 93 (Pbx) mGenel Dağıtım: D.P.P. A.Ş. mAdres: Firuzağa Mah. Defterdar Yokuşu No: 47 Beyoğlu / İstanbul
yapıldığı Bursa’yı birbirine bağlayan tek şey Telekom’dur. Telekom’da Kürt ya da Türk olmasından bağımsız, alınterinin hakkını almak için greve çıkan 26 bin işçi, Diyarbakır’da da, Bursa’da da gözaltına alınmıştır. Patron, devlet ve medya, elbirliğiyle, vatan-millet adına bu greve saldırmaktadır. Türk egemenlerine karşı mücadele verdiğini söyleyen Kürt ulusal kurtuluşçuları! İşte Türk egemenlerinin şah damarı bu Telekom’dur! Sadece o değil, KESK’in yeniden ve sınıf mücadelesi temelinde ayağa kalkmasından, sendikaların bürokratik yapısının kırılmasından ve güçlenmesinden korkmaktadırlar! Türk egemenlerinin, dahası, halka açık şirketlerin yüzde 70’ini ve bütün stratejik sanayi kuruluşlarını elinde bulunduran emperyalist sermayenin, yani bu düzenin gerçek sahiplerinin en büyük kabusu, birleşmiş, örgütlü ve mücadeleci bir işçi sınıfı hareketidir. Ve onların kabusu, bizim en mutlu rüyamızdır. Hakiki bir ‘kurtuluşçu’ hareketin dağı da, tepesi de, ovası da işte burasıdır… Ve demem o ki, Barzani’ye, Talabani’ye ‘kedi’ lafları ettirmektense, aslanlar gibi sınıf mücadelesi yürütmek mümkündür. Şimdi bizim derdimizi özetleyeyim: Bakın, bilhassa ‘şovenizm’ gibi yumuşak Frenk lafları etmiyorum, kudurmuş Türk ırkçılığı diyorum, buna karşı savaşacağız. Kürtlere yönelen her türlü aşağılamanın, saldırının karşısına dikileceğiz. Çünkü, biz Kürtlerin özgür olmadığı yerde, Türklerin hiç özgür olamayacağını düşünüyoruz. Ve fakat, kimse kusura kalmasın, kendi sözümüzü de söyleyeceğiz… Irak’taki Bölgesel Kürt Yönetimi’nin internet sitesinde yer alan propaganda klibini bilmeyenlere anlatalım, bilenlere hatırlatalım. Klipte şunlar söyleniyor: “Irak Kürtleri, özgürlüğü kazanmamıza yardımcı olan Amerika’ya teşekkür ediyor. Demokrasi için teşekkürler! Teşekkürler Amerika!” Bizim anladığımız ‘özgürlük’ böyle bir özgürlük değil. Biz, başkalarının çektiği acılar üzerine bina edilmiş ‘özgürlük’lerin özgürlük olmadığını söylüyoruz. Ya da, Ahmet Kaya’nın dediğini yinelemek en iyisi: “Acı çekmek özgürlükse, özgürüz ikimiz de…” Not: Aralık başından itibaren, her hafta ‘Haftanın Tortusu’yla LeMan’dayım...
bilgi@reddiye.org www.reddiye.org www.redciyiz.biz