17

Page 1

biz bu çarkı türkçe, . . farsça, . arapça . kürtce, . reddediyoruz ve kızıl rengi cok . seviyoruz!

RED Sayı 17, Şubat 2008-2,

2.5 YTL, -KKTC 3 YTL-

yoksullugunuzu, sefaletinizi, korkularınızı gizlemek için .

ÖRTÜNÜN! CHIAPAS’TAN CANLI!

MEDYADA iLK!

TÜRKiYE NEREYE? Türkiye’de zorla örtülen kadınlar, Zapatist isyanda özgürleşiyor...

Beş internet sözlüğünün temsilcileri sorularımızı cevapladı

Memlekette her şey tepetaklak gidiyor... Neyi savunmalıyız?..


mantar tarlasI

“Geçen bayramda Seyşel’de Mahe Adası’nda okyanusun üzerinde sırtüstü yatarak yukarılara baktım ve dua ettim. Allah’ın bize verdiği bu güzelliklere, bu müziğe, bu insanlara, bu keyiflere, bu hayata... Ve bana bunu verenlerin geniş bir listesini yaparak hepsine minnet duygularımı ilettim. Umarım kulakları çınlamıştır.” Ertuğrul Özkök... “Aydın Bey, Allah sizden razı olsun, ne muradınız varsa versin, kızlarınız, damadınız çok yaşasın, minnettarım, bana verdiğiniz bunca parayı hak etmek için icap ederse amuda kalkar, öyle yıkar yağlarım... Bu arada, alttan bir deniz anası kaba etime yapıştı galiba...” diye kulak çınlatmış... *** “Eşimin muayene edilmesini beklerken, o doktorları, hemşireleri izledim. Aldıkları maaşları düşündüm. Sonra kendi kendime sordum. O maaşa kim bu ağır ve sorumluluk isteyen işe katlanabilir?” Ertuğrul Özkök, karısını kuduz tedavisi için devlet hastanesine götürmüş, özel hastanelerde kuduz aşısı yapılmadığı için, hayatın gerçekleriyle karşılaştığı bir safari gibi anlatıyor... Bu arada, biz Ertuğrul Bey’in karısının kuduza karşı bağışıklığı olmamasına şaşırdık ailecek... *** “Evet, inkâr eden çarpılır, yaşadığımız küreselleşme zengini daha zengin kılmaktadır. Ancak, buradaki bam telini görmezsek, en hayati noktayı tamamen ıskalamış oluruz. O da şu ki, evet zenginler şimdi daha zengindir, fakat fakirler daha fakir de-ğil-dir! Hayır değildir ve de istatistikler ortadadır! Sarı Asya’dan Kara Afrika’ya, aynı küreselleşme sayesinde en az milyar insan “açlık sınırında yoksulluk” seviyesini aşmıştır. Dün bin kazanan bugün milyon kazanmaktadır ama, bir kazanan da on kazanmaktadır.” Hadi Uluengin... Yahu bi sussana sen!.. *** “Bugüne dek Hayrünnisa Gül’ün türbanını, siyasal bir kaygıyla, politik bir sebeple taktığını bir kere dahi düşünmedim.” Abdullah Gül sempatizanı Emre Aköz... Hayrünnisa zamanında o ‘hiç de politik olmayan kaygıyla, türban takma özgürlüğü için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitmişti *** Hatırlarsınız, geçen gün, ‘Otel tuvaletinde abdest alınır mı’ diye tartışmıştık. Kamuya açık, yani herkesin kullanabileceği bir yerde... ‘Ayakkabıları, çorapları çıkarıp çıplak ayaklarını lavaboya dayamak nahoş bir durumdur, adabımuaşerete aykırıdır’ dedik. Dedik ama hemen ardından da ekledik: “Maalesef ‘modern’ denilen birçok mekan, dindar-muhafazakar insanların taleplerine uygun yapılmıyor.” Yine Emre Aköz... Ya, insanoğlu kuş misali... Bir de aşağıda eşinin satırlarına bakalım şimdi... *** “Çekmecede bir de mat metalden ok: ‘Kiblat’ diyor. O kadar alışkın olmadığımız bir beraberlik ki, önce uyanamadım. Bir hip otelde mini bar ararken karşınıza, evet, kıble çıkıyor! Wallpaper zihniyeti ve Müslümanlık bir araya gelebilir mi? İnanılır gibi değil ama gelirmiş! Bizdeki en temel eksiklerden biri değil mi? Geçmişle bütün bağları kopar, ak-kara kafasından kurtulama, Müslümanlığı köylülükten kurtarama... Sonra tuvaletlerde abdest alanlardan ortalık diz boyu pis su... Dine göz kırpan stil, tarz, modanın iki meczupla üç rüküşe kalmasından da dirsek boyu ağda... Gel de Malezya olma!.. Nur Çintay... Ailecek Abdullah Gül’e sinyal işine girmişler... Gel de kıl olma... *** Başörtüsü yasağı konusunda MHP’nin demokratik tavrını alkışlıyoruz. MHP, 22 Temmuz Seçimleri’nden sonra ortaya koyduğu demokrat tavrıyla, hem kamuoyu nezdindeki itibarını ve oylarını arttırmış, hem de demokrasinin tıkanmasını önlemiştir. Radikal’in en has radikal yazarı Hasan Celal Güzel ve demokrasi kafası...

Cafer Abi’den ‘Mantar Özel’ “Deniz Gezmiş ve Charlie Chaplin’in posterlerini asardım. Benim yetiştiğim dönem, devrimcilik yıllarıydı. Ankara Birlik Sahnesi’nde yetişmiş bir tiyatrocuyum ben. Dolayısıyla o devrimci kültürle büyüdüm. Ağabeylerimiz bizi imtihan ederdi. Onların karşısında mahçup olmamak için sabahlara kadar devrim kitapları okuduğumu bilirim.” Hürriyet’in eki Kelebek’te Levent Kırca ile yapılmış bir röportaj var. Gençliğinde devrimci olduğundan, Deniz Gezmiş’in posterinin hâlâ durduğundan falan söz ediyor. Bu zat, “Allah Demirel’i başımızdan eksik etmesin,” diyen biri. Elini şapur şupur öptüğünü televizyonda gördüm. Onu gönül rahatlığı ile size havale ediyorum. Lütfen icabına bakıverir misiniz? (Cafer Karatepe)

2

istanbul egzozların altında M

erhumu nasıl bilirdiniz. İnanın ben çok severdim, beş sene yaşadım, elden geldiğince sık sık ziyaretine de gittim ama son zamanlarda pek yanına uğramaz oldum. Tabiî ki İstanbul’un. Bana göre dünyanın en güzel şehri. Bu günlerde İstanbul’a gitmem gerekiyor ama bir türlü yola çıkamıyorum. Önce bunu bezginliğime bağlarken, yavaş yavaş bezginlikten başka bir şey olduğunu anlamaya başlıyorum. Genelde İstanbul’a arabayla gitmeyi tercih ederim; ne de olsa 14-15 yıl pazarlamayla uğraştıktan sonra, o kadar yol parası harcayacaksam, hiç olmazsa yol üzerindeki müşterilere de uğrar, böylece bir depo benzinle birkaç iş halletmiş olurum, derdim. Fakat zamanla uçak biletlerinin ucuzlaması ve İstanbul trafiğinde araba kullanmanın bayıcı etkileri beni bu fikrimden caydırmaya başladı. Bir kere İstanbul trafiği sanılanın aksine İstanbul ile sınırlı değil İzmit’ten sonra olay başlıyor. Gebze’den sonrası ise felaket. Ben İstanbul’a vardığımı araba kullanma şeklimin değişmesinden anlıyorum. İnsan modundan çıkıp, hödük moduna geçiyorum. Sebebini sormanıza gerek yok İstanbul’da yol verilmez alınır. Bu şehirde araba kullananlar dünyanın her yerinde araba kullanabilir. Fakat Türkiye’nin diğer şehirlerinde büyük ihtimal sopayı yerler. Abi, bu adamlar bir kere çok sabırsız, elleri sürekli klaksonun üstünde ve ‘güvenli araç takip mesafesi diye bir kavram bu şehre hiç uğramamış. İstanbul’da fizik kanunları farklıymış gibi araç takip mesafesi sabit, yirmiyle de gitsen yüz elliyle de iki araç arasındaki mesafe yarım metre. Dikiz aynasından arkadaki sürücünün göz rengini rahatlıkla seçebilirsiniz. Geçenlerde İstanbul’a uçakla gideyim dedim. Her zamanki gibi Yeşilköy’den gideceğim istikamete Havaş + taksi işbirliğiyle, uzun da olsa rahat bir seyahatle vardım. Ama dönüşte hem bulunduğum konumdan, hem genlerimdeki ‘tutumluluk’tan hem de yarım akıllı arkadaşlarımın tavsiyesi üzerine, havaalanına metro ile gideyim dedim. Böyle bir şey yok!.. Üç sefer vasıta değiştirdim, elimdeki bavulu kaç basamak yukarı taşıyıp indirdiğimi unuttum ve en önemlisi de balıkların sardalye kutusunda neler hissettiklerini birebir öğrenme şansına sahip oldum. Bu deneyimi bana yaşatan İstanbul Belediyesi’ne teşekkürü bir borç bilirim. (Çocuğu olmayan hanımlarımız da Telli Babaya giderken İstanbul Metrosunu kullanırlarsa kesin çocuk sahibi olacaklardır. Ben bile İzmir’e döndükten sonra bir gebelik testi yaptırdım.) İstanbul halkı pragmatik ve yaratıcıdır. Trafikte beklerken şarj cihazından simide, sudan çiçeğe her şeyi makul fiyatlara almanız mümkün. Çoğu arabada artık televizyon da var. Yakında büyük süpermarketlerin minibüslerinin yolda mobil vaziyette tezgah açtıklarını görürseniz hiç şaşırmayın. Bazı akıllar bu kalabalığa çözüm bulmak için tek-çift plaka uygulamasına geçilmesi gerektiğini söylüyor ama bu bence çare olmaz. Onun yerine vatandaşlık numaraları tek olanlar ayın tek günlerinde, çift olanlarda ayın çift günlerinde sokağa çıksın. Şimdilik bir ferahlama olabilir. Televizyon seyrederken bir baktım Nişantaşı’nda yeni bir iş merkezi açılmış 17 kat. Nişantaşı’nda 17 katlı bina yapılabilecek neresi var diye düşündüm ama bir türlü bulamadım. Açtım ‘Google Earth’ü, başladım Nişantaşı’na bakmaya yok böyle bir yer. Sonradan anladım ki binanın dış yüksekliği normal binalar kadar, herhalde yukarı gidemeyince aşağı doğru gittiler. 20 sene evvel oraların trafiği zaten keşmekeşti 20 yılda İstanbul nüfusu 2,5 kat arttı. Yani trafik de çoğaldı. Ben bu İstanbul idaresini anlayamıyorum; hem kalabalıktan şikayet ediyorlar hem de boş gördükleri her yere bina izni veriyorlar. Bu binalara insanlar gelecek, arabalar gelecek, yeni işler açılacak, su, kanalizasyon, yol lazım, diyen yok. Belediye bir arsasını bir birime satıyor sonra oradaki her türlü yoğunluğu azaltmak için iki birim harcıyor. Bu kısır döngü böyle sürüp gidiyor. Merkez bankasındaki kardeşlerimiz herhalde birilerini öyle bir kızdırdılar ki adamları İstanbul’a sürüyorlar. Bazı zamanlar İstanbul’dan Ankara’ya gitmek Maslak tan Atakent’e gitmekten daha kısa sürebiliyor. Olimpiyatlar İstanbul’a, Formula 1 İstanbul’a, Merkez Bankası İstanbul’a, büyük gurupların merkezleri İstanbul’a, bankalar İstanbul’a, Araplar İstanbul’a, Ruslar İstanbul’a, İstanbul nereye? Onu bilen yok. Yarın İstanbul’a yola çıkacağım, şimdiden içimi bir sıkıntı bastı.

m

sabetay behar


T

ayyip çıktı, “Biz Batı’nın ilmini, bilimini değil, ahlaksızlığını aldık,” dedi. Haklıdır. Daha nelerini aldılar da, o farkında değil. Anlatacağız… Mevcut cumhuriyetin kuruluşu, öncesinden bağımsız ele alınamaz. Çürüyen Osmanlı’nın son dönemlerinde, Osmanlı’nın tebâsı olma fikri, Batı’nın büyük burjuva devrimlerinin etkisiyle, bir ‘milli egemenlik’ ve ‘milli temsil’ fikriyle yer değiştirmeye başlamıştı. Bugünün resmi tarih kitaplarında hep kurmaca bir ‘adalet’ atfedilen, halbuki her girdiği yeri yağmalayıp haraca bağlamış, yetmedi, işgal ettiği topraklardaki zavallı halkın çoluğunu-çocuğunu kaçırıp, devşirip, yeniçeri olarak yeni yerlerin yağmasına koşturmuş olan Osmanlı, artık çöküşe geçtiğinde, ağır vergilerle

NEREYE?

imanını gevrettiği halklar, öncelikle de zorla Müslümanlaştırılamamış olan unsurlar milli mücadelelere girişti. ‘Halife efendimiz’ teranesi onlara işlemediğinden, birer birer bağımsızlıklarını ilan ettiler. Osmanlı yeni diyarlar ve ticaret yolları ele geçirip buralarda bir haraç sistemi yerleştirmekten öte bir ‘gelir kapısı’ düşünmediği için, tüm bir devlet mekanizması ‘fetih’lere göre oluşmuştu. Dünyanın diğer büyük güçleri üretime dönük atılımlar gerçekleştirirken, Osmanlı, eldekini muhafaza ve daha fazla sömürme telaşına girdi. Eh, haliyle, üretimi önemsemediği için ne bir sanayi, ne de çağdaş anlamıyla bir patronlar sınıfı oluştu. Batı’da yükselen kapitalizm, kendisine yeni pazarlar ararken, Osmanlı da birer birer yitirdiği gelir kapılarını

koruyabilme mücadelesi veriyordu. Ama artık eskisi gitmeyeceği açıktı… Osmanlı’nın çöküşünden mümkün mertebe daha az ziyanla kurtulmayı ve hanedanın yetkilerinin sınırlandığı bir çeşit temsili demokrasi rejimi kurmayı hedefleyen asker/aydın kesim, değişimin başını çekiyordu. 1906 vergi ayaklanmalarıyla başlayan ve 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla devrimci bir dönüşüm yaşayan ülke, daha olan biteni anlamaya çalışırken, Balkan Harbi ve ilk büyük emperyalist paylaşım savaşının orta göbeğine düştü. Halihazırda kendi başına adım atamayacak kadar perişan olan Osmanlı, ister istemez uluslararası pazar savaşının kutuplarından birine yanaşmayı tercih etmek durumundaydı; değişimin itici gücü olan ve 1908 sonrası iktidarı

fiilen ele geçiren İttihat ve Terakki, Almanlardan medet umuyordu. ‘Ademi merkeziyetçi’ Prens Sabahattin gibi İngilizciler de yok değildi. (Konumuz bu değil ama belirtmeden geçmeyeyim, Osmanlı’nın son döneminde şekillenen İttihatçı ve Sabahattinci kamplaşması, devlet geleneği içinde bugüne kadar taşınan bir zihniyet bölünmesine denk düşer ve bugünkü AKP Sabahattinci geleneğin devamcısıdır.) “Biz çok büyük zaferler kazandık ama Almanlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık,” gibi deli saçması kalıplarla –hâlâ- izah edilmeye çalışılan Cihan Harbi hezimeti, malum, ülkenin kalan kapılarını da emperyalist kuvvetlere açtı…

Türklük efsaneleri...

İstiklal harbi... Ne yazık ki, ben daha yüzünü göremeden, çok erken yaşta kanserden yitirdiğimiz Yunanlı devrimci Yannis’le yazışmalarımda, o Yunanistan’ın Osmanlı’dan kurtulduktan sonra hızla bir emperyalist kuvvet haline geldiğini ve İstiklal Harbi’nin sadece İngilizFransız varlığına karşı değil, Anadolu’daki Yunan işgaline karşı da anti-emperyalist bir bağımsızlık mücadelesi olduğunu söylüyordu. Ben ise, Fikret Başkaya’nın İstiklal Harbi’ni bir ‘yanılsama’dan ibaret gören tezlerinden fazlaca etkilenmiş bir halde, itirazlar geliştiriyordum. Şimdi geriye baktığımda, o sürece yine o zamanki dünya konjonktüründen bakmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Özellikle de Bolşeviklerin penceresinden. Rus İhtilali’nin hemen ardından, Bolşevikler vakit kaybetmeden Komünist Enternasyonal’i kurmuştu. Dertleri, Çarlık Rusyası’nda çakan kıvılcımı, başta Avrupa olmak üzere tüm dünyaya yaymak, sömürücü sınıfların iktidarlarını mümkün olan her ülkede yıkarak, yerine işçilerin, emekçilerin iktidarını kurmak, insanın insanca yaşayabileceği, sınırsız ve sömürüsüz bir dünyaya doğru ilerleyebilmekti. Bolşevikler, o dönemde dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmış olan ulusal kurtuluş mücadelelerini de, yani sömürgeciliğe karşı gelişen yerel tepkileri de, taşıdıkları dinamikler bakımından devrimci buluyordu.

HAKAN GÜLSEVEN

Nihayetinde, bunların tümü, karşılarına emperyalist kuvvetleri alıyor, vurdukları her darbeyle dünyadaki devrimci gelişmelerin elini kuvvetlendiriyordu. Kaldı ki, bu milli mücadeleler komünistlerin inisiyatifiyle aynı zamanda kendi patron sınıflarını ezebilir ve emekçi iktidarına yönelebilirdi. Bolşevikler İstiklal Harbi’ni bu perspektifle, sonuna kadar destekledi. Hiç de saf değillerdi. Evet, Mustafa Kemal liderliği o süreçte Bolşeviklerin etkisini kontrol etmek için sahte bir TKP kurdurmuş, gerçek TKP’nin kurucusu olan Mustafa Suphi ve arkadaşlarını öldürtmüş, dizginleri kendi eline almıştı. Ancak Anadolu’daki direnişi taşıdığı dinamiklerle ve uluslararası rolüyle ele alan Bolşevikler, liderliğinin bu niteliğine rağmen desteği sürdürdü. Öte taraan, Kemalist kadroların zihni Batı’nın burjuva devrimleriyle sınırlıydı ve bir patron sınıfının olmadığı bu memlekette, kapitalizmi esas alan bir cumhuriyet yaratmanın peşine düştüler; elbette devlet eliyle bir patronlar sınıfı yaratmaları ve buna uygun bir toplumsal yapı kurmaları gerekiyordu. Saltanatın yerine monte edilen bir çeşit parlamenter sistem, Cumhuriyet Devrimleri denen ve aslında İttihatçıların 1906’larda başlattıkları devrimci sürecin mantıksal sonuçları olan yapısal değişiklikler, bu yönde atılan adımlardı…

Kemalizme niteliğini veren, Kemalizmin ‘esans’ı olarak görebileceğimiz temel bazı yapı taşları var. Bir kere cumhuriyet, manda tartışmalarının ortasında, bir milli egemenlik ve bağımsızlık fikri üzerine kuruldu. Fakat o ‘milli’lik, farklı etnik unsurların cümbüş alanı olan Anadolu’da tek bir ‘milli’lik etrafında nasıl tarif edilecekti? Orta Asya’dan melezleşe melezleşe Anadolu’ya kadar gelmiş çeşitli kabilelerin, buradaki yerel halklarla, daha doğrusu kabileler toplamıyla iç içe geçtiği, topluca Müslüman edildikleri, Müslüman edilmek yetmez, bir de merkezi devlet inşası açısından elzem olan baskıcı ve itaate zorlayıcı Sünniliğe zorbalıkla geçirildiği bir atmosfere rağmen, nüfus çok karışıktı. Mesela 21 Zilhicce 1286 tarihinde, yani 12 Mart 1869’da yapılan nüfus sayımında, Diyarbakır’da 21 bin 372 kişinin yaşadığı tespit edilmiş. Bu nüfusun 9 bin 814’ü Müslüman, 11 bin 558’i ise gayrimüslimmiş. Gayrimüslimlerden 6853’ü Ermeni, 831’i Ermeni Katolik, 1434’ü Süryani, 174’ü Süryani Katolik, 976’sı Keldani, 305’i Rum, 55’i Rum Katolik, 650’si Protestan, 280’i ise Musevi olarak tespit edilmiş. Dolayısıyla, Kemalizm, özlediği cumhuriyeti inşa edebilmek için, tüm bu nüfusu tek bir ‘milli’ aidiyete sokuşturmak zorunda kaldı; bir ‘milli’ egemenlik ve bağımsızlık tesisi için, tüm bir nüfus ‘Türkleştirildi’. ‘Türk’ lafı Osmanlı döneminde pek kimlik tanımı olarak kullanılmazdı; hatta saltanat çevrelerinde bir aşağılama tabiri olduğu da bilinir. Dahası, ‘Türk’ tabiri Göktürk’lerden gelir ve Batı’ya doğru ilerleyen Orta Asya kabilelerine genel olarak ‘Türk’ adı verilmiştir. Şaşırtıcı olan,

Osmanlı’nın da orijini olduğu söylenen Oğuzların tarih boyunca bu Göktürklerle ha bire savaşması ve hani devlet, ırk bağlantısı aranacaksa, ancak birbiriyle sürekli dalaşan komşu kabile bağlantıları olmasıdır. Ama mesele bu kadar da basit değildir. Sovyetler Birliği çöktükten sonra Türkî cumhuriyetlere gidenler şoka uğradı çünkü karşılarına çekik gözlü, Anadolu’yla alakası olmayan başka bir ‘Türk ırkı’ çıktı. Çünkü Anadolu toprakları tarih boyunca durmadan istilaya uğramış, çiiyle, çubuğuyla uğraşan yerel halk her seferinde başka bir zorbanın tebası haline gelmişti. Karadeniz’in yüksek yaylaları en az karışmış olmakla birlikte, basbayağı melez bir toplumdan söz edebiliriz. Dünyanın en ahmak ırkçılarına sahip olmamız da bundan ileri gelir. Nitekim yapılan genetik araştırmalarında nüfusun ezici çoğunluğu Akdeniz ve Ortadoğu’daki diğer halklarla ‘aynı’ çıkmış, bu araştırmalar halının altına süpürülmüştür. Neyse, işte Kemalizmin milli devlet yaratırken üzerine bastığı zemin buydu. Milli aidiyet oluştururken, ister istemez bir resmi tarih tezi geliştirildi ki, evlere şenlik. ‘Güneş dil teorisi’ denen uydurmacayla, Hititler, Sümerler, hatta Mısır medeniyetini kuranlar bile Türkler olarak tarif ediliyordu. Olan şuydu: Kemalist kadrolar, melezliğin zenginliğini ortadan kaldırıp, bir millet yaratmaya giriştiler. Türklük, yaratılmış bir milli aidiyet olarak cumhuriyetin temeline yerleşti. Ama her yaratılmış şey gibi, o da gün gelecek, temelinden sorgulanacak ve bu topraklarda karmakarışık bir milli mesele, Kürt meselesi ortaya çıkacaktı…

3


Devletlû bir din... Cumhuriyetin üzerinde yükseldiği ikinci temel, Osmanlı saltanatının tebası üzerindeki ideolojik egemenlik araçlarından en önemlisi olan dinin yeni kurulan cumhuriyetin ihtiyaçları doğrultusunda denetim altında tutulmasıydı. Yani ‘devletlû’ bir İslam’ın tesisi… Hilafetin lağvedilmesiyle birlikte saltanatla bağları koparılan, ipleri devletin elinde toplanan Sünni İslam, her ne kadar cumhuriyet ‘laik’ olarak tarif edilmişse de, bir devlet kurumu olarak örgütlendi ve yeni rejimin payandalarından biri haline getirildi. Cumhuriyetin üçüncü temeli ise, komünizmden dikkatle ayıklanmış Batılı burjuva modernizmidir. Muasır medeniyet olarak tarif edilen, emperyalist Batı’dır. Çağdaşlaşma, Batılıya benzeme çabasıdır. Ve bu tabii ki son derece mantıklıdır. Eğer bir kapitalist ekonomi ve burjuva devlet kurumları tesis edilecekse, yüzünü oradaki modellere çevirirsin. Bu arada, ‘komünizm tehdidi’ne karşı da gerekli tedbirleri alırsın, yani o

Önüne gelen Kemalist olmuş... sırada burjuva toplumunu zaruri bir uzun uğrak olarak görmeyen komünistleri bastırır, ezer, sürer ve öldürürsün… Şimdi kısa bir toparlama yaparsak, Türkiye Cumhuriyeti bir ‘milli bağımsızlık’ ve ‘milli egemenlik’ fikri üzerine kurulmuş, Türkleştirme, İslamı devlete yedekleme ve komünist hareketi bastırarak Batılılaşma ayakları üzerinde yükselmişti. Dikkat ediniz, Kemalist kadrolar, ta Mustafa Kemal’den beri, hep emperyalist ülkelerle ilişki kurmuş, ittifaklara gitmiş, fakat burada hep ‘milli menfaat’ üzerinden ilerlemiştir. Tabii buradaki ‘milli’ tabiri, bu memleketteki yönetici elitin ve patronların menfaatleri olarak okunmalıdır. Yine de, Kemalizmi tarihsel olarak saltanatın ve mandacıların karşısında belirleyen şey, toplumlar sahnesindeki ‘milli bağımsızlıkçılık’tır. Ancak, köprülerin altından çok sular akmış, devran değişmiş, eski bağımsızlıklar bardak olmuştur…

Malumunuz, bugün artık herkes Kemalist. Günümüzde pratik hiçbir anlamı olmayan ve arkaik bir Kemalizm türü olan kalpakçılık, ancak 23 Nisan müsamerelerinde işe yarasa da, o tür vatandaşlarımız var. Bunlar, düzenin meczupları, bazen de Türk Solu ya da Perinçek çevresinde olduğu gibi nasyonal sosyalizmin (Nazi) çekirdekleri olarak ortalıkta dolanıyor. Rasyonel Kemalistler ise, Kemalizmin sadece lafını ederek, gemilerini yürütmeye bakıyor. Bunlar arasında Tayyip ve şürekasını da özellikle saymak isterim, onlar da rasyonel Kemalisttir. Mustafa Kemal’in söylediği ya da ona atfedilen ve “İstikbal göklerdedir”den, “At yarışları modern toplumlar için sosyal bir ihtiyaçtır”a, hatta “Türk şoförü en asil duygunun insanıdır”a kadar bir sürü pragmatik söz içinde, herkes kendi işine yarayacak olanı seçiyor, mis gibi kullanıyor. Samimi söyleyeyim, mesela Latin Amerika’da devrimciler Simon Bolivar’ın sömürgeciliğe karşı verdiği savaşa sahip çıkıyor ve kitleleri ‘ikinci kurtuluş savaşı’ sloganıyla emperyalizme karşı harekete geçiriyor ya, hep gıpta ediyorum. Biz burada aynısını yapamıyoruz çünkü Kemalizmin üzerinde yükseldiği temeller, bugün ona sadece emperyalizmden kurtuluş manasında bile sahip çıkmamızı engelliyor: Türkleştirme, devletlû İslam, antikomünist muhtevalı bir burjuva modernleşmesi… Bu bayrak altında ancak felakete yürünür. Çünkü bugün, çözülmesi

Vatansız ve dinsiz bir sermaye...

Çamurunu da al git!..

Türkiye’deki büyük patronlar, bu gidişattan zerre endişe duymuyor. Çünkü onlar artık kendilerini yaratmış olan bu devlete bağımlı falan değil. Hiçbir ‘milli’ çıkarları kalmamış. ‘Din’le de işleri yok, Rahmi Koç gibi papaz eli öpebiliyorlar. Hepsi sermayelerini emperyalist sermaye ile birleştirip ‘vatansızlaşmış’., ‘dinsizleşmiş’. Normali bu... Ceplerine giren paraya bakıyorlar. Ve o ceplere çok güzel para giriyor. 25 dolar milyarderinin birden at sineği gibi türediği bir bataklığa dönen ülke ekonomisinden memnunlar. Batırdıkları bankalar 80 milyar dolarlık faturasını bu milletin sırtına yıktı mı? Yıktı. Borsadan 20 günde 20 milyar dolar ‘sıcak’ para çıktı mı? Çıktı. Buralardan kendi hanelerine milyar dolarlar aktardılar mı? Aktardılar. Onlar

Bugün içinde bulunduğumuz siyasi durumun gerçek niteliği, sağda solda patlayan bombaların, askeri harekatların, kavga dövüşün, politika suretindeki çakal dalaşmalarının, yani onca gürültünün arasında kaynayıp gidiyor. İlkeler ve ilkesizlikler havada uçuşuyor. Sokaktaki insan, yani her sabah kalkıp işine, gücüne giden emekçiler, okuluna giden öğrenciler, asla dahil olamadıkları, ama kendi kaderlerini yakından ilgilendiren bu gürültü karşısında şaşkına dönmüş, biraz da korkuya kapılmış, görünmez el kendilerini nereye doğru iterse oraya doğru şuursuzca sürükleniyor. Emekçilerin, yoksulların, düzenin dişlileri arasında ezilen büyük nüfusun kendi siyaseti yok yani; dahası, bunu oluşturabilme kanalları ortadan kaldırılmış… İzmir hayvanat bahçesinde, bizim siyasetçilerden çok daha haysiyetli tutsak maymunlar var; en azından sadece fındık fıstık için şaklabanlık yapıyorlar. Bizim siyaset sahnemizde ne var peki? Tarife sıfat bile bulamayacağımız bir açlıkla, emperyalistlere hizmetin karşılığını avanta olarak kendi hesap cüzdanlarına havale etmeye uğraşan bir uşak ordusu… Öte taraan, ana muhalefet partisinin, yani sözde ‘sol’ CHP’nin başındaki adama bakın!

4

bu işlere bakıyorlar… Örgütsüzleştirilen, yasalarla esir alınan emekçiler, elleri kolları bağlı otururken, patronlar tarihlerindeki en mesut günleri yaşıyor, büyük bir yağma yapıyorlar. Kamuya, yani kağıt üzerinde tüm halka ait serveti, yok pahasına yapılan özelleştirmelerle kendilerinin ceplerine aktarıyor. Tabii emperyalist ortaklarıyla birlikte… Bir çarpıcı örnek: Etibank’ın 40 milyon dolara özelleştirilmesi planlanıyor; ama sadece bor madenlerinin değeri trilyon dolarlarla ifade ediliyor. Yağma böyle bir yağma…

gereken ciddi bir Kürt meselesi, uğraşılması gereken ciddi bir İslamileşme tehdidi ve tüm bunlar için işçi sınıfı siyasetine ihtiyaç vardır… Fakat şunu da görmek lazım: Temelleri ikinci cihan harbinin hemen ardından atılmaya başlanan ve 1980’deki 12 Eylül darbesinden bu yana dizginlerinden boşanmışçasına yaşanan sömürgeleşme süreci, ‘devlet katı’ndaki siyasetçilerin de, Türkiye Cumhuriyeti devletinin de niteliğini değiştirdi; cumhuriyetin kurucu fikri, yani ‘milli bağımsızlık’ fiilen geçersizleşti. Bugün iktisadi, siyasi, askeri ve dahi istihbari bakımdan göbekten ABD’ye bağlanmış, tüm kurumları göstermelik olan bir memleketten başka şey yok elimizde. Yani, Kemalizmin bile gerisine sürüklenmiş, dizginlerini tamamıyla emperyalistlerin eline vermiş, mandacı, haysiyetsiz ve ruhen kapıkulu egemenlerden söz ediyoruz. Başka deyişle, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu fikri tahrip olmuştur; bu tahribat daha ileri bir fikirle, mesela sosyalizmle, ya da hiç değilse daha demokratik bir cumhuriyet fikriyle aşılmamış, Osmanlı’nın en berbat günlerine bir dönüşle, toplumu bir teba, bu sefer emperyalist ABD’nin tebası olmaya doğru geriletmiştir. Türkiye Cumhuriyeti fiilen çözülmüş, devlet aslına rücu etmiş, hiçbir sosyal tarafı kalmamış, sadece bu topraklar üzerinde yaşayan nüfusun üzerinde bir baskı aygıtı haline gelmiştir.

Deniz Baykal, bari Alevi oylarını kaptırmayalım diye, parti merkezinde kendi elleriyle aşure dağıtıyor vatandaşa. Daha önce nerelerdeydin hü dost?! Öyle ki, mevziler geri çekile çekile, aşureye çekilmiş. Eh, bu durumda siyasi bilinç de aynen o aşureye dönüşüyor tabii. Bir yandan memleketi pazarlayan, bir yandan da bu pazarlamayı siyasi İslam ideolojisiyle mazur gösteren iktidar, artık Alevilerin de sistem içinde makul bir yere yerleştirilmesi için kolları sıvadı… Kimi Alevilerin ‘düşkün’ olarak tanımladığı Reha Çamuroğlu eliyle tezgahlanan oyun, aslında Alevi nüfus içinde senelerdir sürdürülen düzene entegrasyon, yobazlaştırma, soalaştırma çabalarının bir parçasıdır. Bu bir taşla birçok kuş vurma girişimidir aynı zamanda. Rüşvetle sisteme bağlanan Alevi din adamları ve kurumları, para musluklarının ucunda birer kontrol mekanizması oluşturacaktır. Giderek dini kimliğine daha fazla sarılan Alevi nüfus, hem o kimlik altında yüzyıllardır ezilmiş olmaktan kaynaklanan siyasi ileriliğini yitirecek, hem de toplumdaki mezhep kamplaşması ve kışkırtmalar çok daha kolay hale gelecektir. Alt kimliklere bölerek kapıştırma siyaseti emperyalizmin siyasetidir…


Kürt meselesine nasıl bakmalı? Bu atmosferde en önemli çatışma alanı, Kürt meselesi… Eşyayı adıyla çağırmak lazım; bugün Kürt meselesi denen şey, aynı zamanda -en azından Türkiye sınırları dahilinde- bir PKK meselesidir. Dolayısıyla öyle tartışılmalıdır. PKK Marksizmi referans alan, aşamalı da olsa sosyalizmi hedefleyen bir örgüt olarak doğdu. Yöntem olarak gerilla savaşını temel alıyordu. Ne var ki, Sovyetler Birliği’nin çöktüğü dünya koşullarında, güçler dengesi de değişti ve her şey gibi PKK de başkalaştı. Bu başkalaşımın en önemli unsuru, emperyalist ülkelerle pazarlık yapılabileceğini öne sürmeye ve buna ‘devrimci diplomasi’ demeye başlamasıydı. Aslında işin adını koyarsak, emperyalist dünyanın kendi içindeki çatlaklardan fayda sağlamaya çalışıyor, Türkiye’nin sömürgeleştirilme sürecinden doğan gerilimleri, kendi hanesine yazmaya çalışıyordu. PKK’nin gücü o kadar büyüktü ki, tüm sol kendini buna göre konumlamak zorunda kaldı. Hani tarihsel bir ilkedir ya, ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’nı savunmak, PKK’yi onaylamak ya da onaylamamak arasında bir ikileme indirgendi. Bolşeviklerin, zamanında emperyalizmden kopuş dinamiği taşıdığı için destek verdiği ‘tayin hakkı’ ilkesi, derin dondurucuda durduğu süre boyunca başka bir dünyaya adım atılmış, fakat ilkeyi dolaptan çıkaranlar o dünyaya bunu uyarlarken apışıp kalmıştı. Ne oldu? PKK’nin ‘devrimci diplomasi’ diye yaptığı manevralar karşısında ne yapacağını şaşıran Türkiye solu, fiilen kapışma alanının dışına itildi, zaten işçi sınıfı içinde kökleşmiş bir sosyalist hareket olmadığı için de, Türkiye’de sol, ‘halkımız’ tarafından ‘Kürtçülük’le bir algılanır oldu.

Kerteriz bellidir

Oysa çok açık bir kerterizimiz vardı: Aynı Bolşevikler gibi, dünyada devrimci gelişmeleri canlandıracak hattı izlemeliydik. ABD’nin Ortadoğu’da bir

milletler ve dinler/mezhepler boğazlaşması yaratarak, tüm zenginlikleri sömürme planlarının karşısına, halkların birleşik direnişini örme planıyla çıkmalıydık. Her ulusal liderliği, emperyalizmle kurduğu ilişki dolayımıyla ele almalıydık. Ulusların kendi kaderini tayin hakkını, bir liderliğe açık çek vermek olarak algılamamalıydık. Şimdi açıkça söylüyoruz: Kürt halkı

ezilen bir halktır. Kürtler üzerindeki her türlü baskıya karşı çıkıyoruz ve bu dergide elimizden geldiği ölçüde bu baskıları teşhir ediyoruz. Kürtlerin kendilerini ifade etme hakkını savunuyoruz. DTP’ye yönelik saldırıları, aşağılamaları, kendimize yapılmış sayıyoruz. Bombalarla, savaşla, ezerek, vurarak… hiçbir çözüm bulunamayacağını, adil ve demokratik

bir çözümün, daha fazla demokrasiyle mümkün olacağını söylüyoruz. Fakat biz PKK’nin hattının da Kürt halkını özgürleştiremeyeceğini alenen ilan ediyoruz. Bunu, şehirlerde patlatılan bombalardan falan yola çıkarak değil, emperyalizmle, hatta -Öcalan’ın son avukat görüşündeki sözlerine bakacak olursak- bizzat Türkiye egemenleriyle ittifak arayışlarına bakarak söylüyoruz. Bunu, son ‘satış’a kadar ‘ilerici’ diye tanımladığı ABD karşısındaki tavrına bakarak söylüyoruz. Bugün Türkiye egemenlerinin dizginleri ABD’nin elindedir ve her ipi ABD’nin elinde olan, sahibine göre kişner. Buradaki diplomatik varyantlardan çözüm değil, daha fazla kan çıkar… Ha, ABD/İsrail ortak yapımı harekat esnasında göbek atıp zafer naralarıyla oynayan kafasız Türk ırkçılarına da ayrıca bir şeyler hatırlatmak farz. Gidip Kuzey Irak’a bomba yağdıran o uçaklar var ya, o uçaklardaki teknolojik donanımın kaynak kodları ABD’nin elinde. Yani elektrik düğmesini açıp kapar gibi, sizin o uçaklarla ne yapıp ne yapamayacağını Yankiler kontrol ediyor. Hiç milliyetçi göbekler atmayın, bir de bakmışsınız, siz göbek atarken kafanıza çuvalı geçirivermişler!.. Ortadoğu’da, ezilen, sömürülen, birbirine düşürülen yoksul yığınlar için tek bir kurtuluş yolu vardır: Elbirliğiyle ABD’yi topraklarımızdan kovmak ve yüzyıllardır kanla yıkanan bu topraklarda, işçilerin, emekçilerin denetiminde, birleşik bir kardeşlik düzeni inşa etmek. Evet, vatansızlaşmış ve dinsizleşmiş, hadi daha somutunu söyleyeyim, Amerikanlaşmış patron sınıfı ve onların siyaset alanındaki uşakları da ABD’yle beraber bu topraklardan kovulmadıkça, onlardan medet umuldukça, burnumuz pislikten çıkmayacaktır. Emperyalizme karşı mücadele, gerçek bir kurtuluş alternatifi yaratması için, ister istemez kapitalizme karşı bir sınıf mücadelesini içermek zorundadır.

Sana bir, ezberine iki!.. Oldu mu şimdi?! Ya, şimdi biz emperyalizmden bahsediyoruz ya, “Bırakın bu işleri, ben sizin ezberinizi bozayım,” diye ortalıkta dolanan epey bir ‘aydın’ var. Bunların kimisi kendine ‘solcu’ bile diyor. İşleri güçleri ‘bireysel özgürlük’. Tabii ki bireysel özgürlüklerin genişlemesine karşı falan değiliz. Ama toplumsal özgürlüklerin yok edildiği yerde, sendikaların ortadan kaldırıldığı, örgütlenme özgürlüğünün olmadığı, iş yasalarının daha da emekçiler aleyhine döndüğü, hele en temel hakkın, sağlık ve yaşama hakkının piyasa

kurallarına terk edildiği bir ülkede, tek gerçek ‘bireysel özgürlük’ün açlıktan geberme özgürlüğü olduğunu bilecek kadar da kafamız basıyor. Malum son dönemde yıldızı parlayan ve bize ha bire ezberimizi bozacağını söyleyen bir Baskın Oran vakasıyla karşı karşıyayız. Son olarak üniversitelerin neden paralı olması gerektiğini uzun uzun yazdı. Şu düzene tek taş atmamış ama nedense kendini bizim ezberimizi bozmaya adamış olan bu adam, gidip düzen sahiplerine dış borç ödemelerini durdurmayı, eğitimi ve sağlığı dolar milyarderlerinin sırtına

bindirilecek vergilerle finanse etmeyi, yani düzenin ezberini bozmayı hiç denemiyor. Neden? Neoliberalizmin sol içindeki son oyuncağıdır da ondan. Zaten demokrasi adına AKP’ye oy verecekken birden bağımsız sol aday oluvermiştir. Onun ‘şeytan çıkarma’ seansları, ancak bizim odalarımızda işe yarar. Patronlar, “Ben sizin ezberinizi bozmaya geldim ey patron sürüsü!” diye yanlarına gitmesi halinde, “Hadi kardeşim, uzaklaş, hatta özel sigortan varsa bir doktora görün,” diye kovalayacaktır bunu. Ama kimi sol çevreler, pardon ‘aktivist’ler içinde bir matah muamelesi görmektedir. Bakınız, bu tür martavalları bir kenara

bırakma zamanı gelmiştir. Emekçilerin yığınlar halinde sefalete, sonra daha fazla sefalete sürüklendiği yerde ‘bireysel özgürlük’ falan olmaz. Bu topraklarda yaşayan insanlar, kendi kaderleri üzerine söz söyleme hakkını bütünüyle yitirmiştir. Kafası hoşafa çevrilmiş bu toplumun, önce emperyalizme karşı ayağa kaldırılması, ‘milli iradesi’ni yeniden kazanması ve emek mücadelesi etrafında birleştirilmesi elzemdir. Toplumsal özgürlüğün yolu ancak böyle açılabilir. Aksi takdirde, birbiriyle boğazlaşmaya hazır kütleler halinde bekleşen bu toplum, kendi yıkımının koşullarını elbirliğiyle hazırlayacaktır, hiç şüpheniz olmasın…

5


ÜMiT DERTLi Sosyalistler, hariçten gazel okumayı bırakıp alana inmek zorunda. İşçilere, emekçilere, yoksullara kürsüden seslenmek yerine onlardan biri olarak, aynı sıkıntıları, sorunları yaşayanlar olarak, onların sesi olarak konuşmalıyız.

O

Balık pişirip yiyeceğiz

turduğumuz mahallede bir arkadaşımla beraber kullanılmış giysi, ayakkabı, vb. topluyoruz ve tespit edebildiğimiz ihtiyacı olan yoksul insanlara ulaştırmaya çalışıyoruz. Eşe dosta haber saldık, kullanmadığınız eşyalarınız varsa diye, sağ olsunlar, bir duyarlılık, bir duyarlılık, ev eşyayla doldu taştı. Aklıma, yaptığımız yazı atölyesinde Latife arkadaşın yazısı geliyor nedense. “Vicdanın değil vicdan azabının elidir bu veren el,” diyordu, böyle ‘hayır’ işleri için. Geçenlerde biz de Özlem’le, yani bu işi birlikte yaptığımız arkadaşla bunu tartıştık. Özlem diyordu ki, “Bu ‘hayır’ işleri, sosyal çalışmalar, kimin tarafından ve ne için yapılırsa yapılsın, pratik sonuçları itibarıyla iyidir, bir yoksulu doyurmak, bir çocuğun okul gereçlerini almak, bir kondunun kapısına yakacak yığmak neden kötü olsun ki?” “Öyle elbet ama bu işler sağlam bir politik bilince bağlanmadıkça, sosyal çalışma, siyasal çalışmanın bir parçası olarak yapılmadıkça o yoksulların yoksulluğunu sürdürmekten öteye, o yoksulluğun sebebi olan düzenin dayanaklarını güçlendirmekten öteye bir sonuç vermez,” diyordum ben de. Uzun uzun tartıştıktan sonra Özlem de ikna oldu ve fakat ikna olmasıyla da hevesi ve coşkusu kırılıverdi, yazık. Aslında son dönemlerde dünya solunda da tartışılan önemli bir meseledir bu: Kapitalizm derin bir kriz içinde ve bu kriz yıkıcı sonuçlarını en fazla yoksullar üzerinde gösteriyor. İşsizlik, evsizlik, yoksulluk, açlık, yozlaşma, gibi sorunlar hepsi sistemin krizinin sonuçları. “Burada solun yapması gereken nedir?” sorusu etrafında dönüyor tartışma. Bir kesim diyor ki, “Devrim için krizi daha da derinleştirmek gerekir, sosyal çalışma krizin sonuçlarını hafifletmekten ve dolayısıyla da ‘sürdürülebilir sürünme’ politikasına hizmet etmekten başka işe yaramaz.” Diğer bir kesim ise, her ne olursa olsun, kapitalizmin yıkıma uğrattığı kitlelerle dayanışma içinde olmak gerektiğini, hatta belki de bu yolla sistemi tamir edip, krizden çıkarıp yaşanabilir bir hale getirebileceğimizi söylüyor. Bu ikinciler gidip Kızılay derneğine katılsınlar, onlara söylenecek söz yok. Ama krizi derinleştirmek gerek diyenlerle biraz tartışmak gerekiyor... Krizin derinleşmesi demek, kapitalizmin sonuna daha da yaklaşması demek, tamam ama şu halde kapitalizm hiç de yalnız başına yok olacakmış gibi görünmüyor. Kendisiyle birlikte bütün uygarlığı, bütün insanlığı da yok oluşa sürüklüyor. Ve kriz, sonuçlarını sadece açlık, yoksulluk ve sefalet

6

olarak göstermiyor. Emekçi sınıfların kazanımlarını, haklarını, örgütlülüklerini, direnme ve kapitalizmi tek başına mezara yollayarak insanlığı kurtarma potansiyelini de eritiyor hızla. Direnme noktalarına saldırıyor, dayanışma, yardımlaşma, paylaşma ruhuna saldırıyor, birlik olma düşüncesine saldırıyor, insanlığın temel değerlerine, ahlakına saldırıyor, çürütüyor, eziyor, yok ediyor. Yani aslında bu gidişle kriz daha da derinleşip açlık genelleştiğinde kitleler hidayete erip birlik olup kapitalizmi yemeyecekler, birbirlerini yemeye başlayacaklar, başladılar bile. Temel insani değerlerini kaybetmiş kitlelerin, bıçak kemiğe dayanınca topyekun ayağa kalkıp devrime yürüyeceklerini ummak, nasıl bir iyimserlik?..

Vicdansız devrim olmaz

(Ve bir yandan da, nasıl bir vicdan bu? Eğer bir devrim, milyonlarca insanın açlığı, sefaleti, insanlıktan çıkışı pahasına olacaksa, istemez, olmasın. Muhayyel bir gelecekteki ‘güzel günler’, hemen dibimizdeki, gözümüzün önündeki sefalete, trajediye kör bakmamıza yol açıyorsa; acımadan, şefkatten, merhametten, vicdandan istifa etmek lazımsa ‘devrim’ için, insanlıktan istifa etmek lazımsa politik tutumlar uğruna, istemez devrim-mevrim, apolitik kalalım daha iyi. Hem böyle bir politik hattın sonundaki devrim de nasıl bir dünya yaratır, varın siz düşünün. Aslında bu parantezin içine üç beş yazılık kelam sığar. Yabancılaşma olgusundan Sovyetler Birliği’nin yıkılışına, Che’den Pol Pot’a bir yığın konu gündeme gelir ki, şimdilik gerek yok, parantezi kapatalım.) ‘Balık vermek mi, balık tutmayı öğretmek mi?’ hikayesi vardır ya klasik. Bugün sermaye düzeni emekçilerin elindeki oltaları, ağları, balık tutmaya yarayan her türlü teçhizatı gasp etmeye ve onlara açlıktan ölmeyecek kadar balık vererek hayatta kalmalarını sağlamaya çalışıyor. En azından şimdilik ölmelerini tercih etmiyor zira sistem hâlâ emekçilerin sırtında işliyor, dünyanın öküzün boynuzunda durması gibi. Mücadeleyle kazanılmış bütün haklar bir bir geri alınmaya çalışılıyor, işçi örgütleri, sendikalar tasfiye edilmeye, sağlık, eğitim, iş güvencesi, emeklilik gibi, hatta çalışma hakkı, hatta konut hakkı gibi hakları tırpanlanmaya çalışılıyor. Sosyal yaşamın her alanı, okulundan hastanesine, elektrik şebekesinden toplu ulaşıma kadar sermayenin sofrasına sunuluyor, insafına bırakılıyor. Emekçilerin direniş mevzileri de bir bir zapt ediliyor. Sendikaların yerini

tarikatlar, hemşeri dernekleri alıyor; sosyal güvenliğin yerini hayır kurumları; omuz omuza sırt sırta verip beraberce direnmenin yerini birbirinin sırtına basıp yükselme; mücadeleyle hak kazanmanın yerini boyun eğip sadaka dilenme alıyor. Ellerinde bayrakları, pankartları, bayrak ve pankart sopalarıyla sokakları zapt etmesi gerekenler aşevlerinin önünde kuyruğa girmiş birbirlerini ezmekte ve ‘Allah razı olsun’ demekteler, ellerindeki oltaları gasp edilmiş olanlar önlerine atılan kılçığa şükretmekteler. Sermaye, kendi sebep olduğu yıkımı bile siyasal kazanıma dönüştürmeyi becerebiliyor. Seçim sonuçlarıyla ilgili olarak sıkça dillendirilen ‘bir torba kömür, iki kilo mercimek’ klişesi virgülüne kadar doğru aslında ama devrimcilerin bunu dillendirmekten fazlasını yapmaları gerekiyor. Peki, ne yapmalı, nasıl yapmalı? Lübnan’da Hizbullah’ın, Filistin’de Hamas’ın geniş emekçi kitleleri etkileyen siyasal örgütler olmaları sadece doğru siyasal çizgiler izlemeleriyle açıklanabilir mi? Ki emperyalizme ve Siyonizme direniyor olmaları dışında siyaseten doğru bir tarafları da yok. Ama sosyal çalışma denilen şeyi iyi becerebildikleri, emekçilerin gündelik hayatlarına nüfuz edip pratik sorunlarını çözebildikleri için ve de bunu siyasal mücadeleye bağlayabildikleri için bugün yüz binlerce, milyonlarca emekçinin desteğini alabiliyorlar. Hatta Hizbullah Lübnan’ın Şii olmayan emekçilerinin de Sünnilerin, Dürzilerin ve dahi Hıristiyanların da teveccühünü alabiliyor. Her şeyden önce sosyalistler, hariçten gazel okumayı bırakıp alana inmek zorunda. İşçilere, emekçilere, yoksullara dışarıdan, kürsüden seslenmek yerine bizzat onlardan biri olarak, onlarla aynı sıkıntıları, aynı sorunları yaşayanlar olarak, onların sesi olarak konuşmalıyız. Hayatlarımızı işçilerin, emekçilerin hayatlarıyla ortaklaştırmak, onların gündelik sıkıntılarına nüfuz edebilmek, onlarla aynı dili konuşabilmek zorundayız. Bir taraftan yaşadıkları pratik sorunlara, gündelik sıkıntılara çözüm bulmak için uğraşırken, aynı zamanda o gündeliğin genel siyasi meselelerle bağını kurabilmeli,

kurdurabilmeliyiz. Sosyal çalışmayı onların içinde ve mutlaka onlarla birlikte örgütleyebilmeli, bir yandan acil ihtiyaçlara yanıt verirken, bir yandan da birliğin, dayanışmanın erdemlerini fark etmelerini sağlayabilmeliyiz. (En başta da ‘biz–onlar’ ayrımını terk etmek gerek. Sanki genlerimize işlemiş, bunca kelam ediyorum ama ben bile hâlâ biz ve onlar diyorum.)

Tekneleri ele geçirmek

Eğer sosyal çalışma, yardımlaşma dayanışma faaliyeti, adına ne dersek, doğru şekilde yapılabilirse hem pratik gündelik sonuçları itibarı ile hedefe ulaşmış oluruz hem de orada birliğe, dayanışmaya ve giderek mücadeleye yönelen bir siyasal bilincin tohumunu atmış oluruz. Bir hayırsever cemiyeti gibi değil, gerçek bir siyasi örgüt gibi hareket etmek gerekiyor. Balık pişirip yiyeceğiz beraber ama oltalarımızı ağlarımızı hatta teknelerimizi tekrar ele geçirmenin, kendi balığımızı beraberce kendimiz tutmanın gereğini kavrayacağız, kavratacağız ve bunun için harekete geçeceğiz hep birlikte…


V. MAHiR ÜKÜNÇ “Aynı gemideyiz,” ha? Şimdi… Gemi-memi yok başbakan! Varsa da o senin oğlunun! “Bu devlet kimin devleti?” diyorsun, yine söyleyelim: Bu devlet senin-sizin devletiniz… İşçinin-köylünün ve yoksulun değil…

Leblebi-çerez, yanına da soğuk bir bira...

H

erkes yerini ve haddini bilsin, kimsin sen ya, herkes işini yapsın…” Bu sözler, büyük bir üslup sorunu olduğunu her defasında bizlere kanıtlayan ülkenin başbakanına ait. Sosyal, kültürel, politik, ekonomik yani her alanda hepimizin 0’ı (yazıyla: sıfır) gösteren bir ibreye baka baka gözlerinin kamaştığı ve bu bağlamda ‘enternasyonalizme ve sınıf bilinçli kitlesel eylemlere en çok ihtiyaç duyduğu şu günlerde’ –bu söz tam olarak böyle miydi?- başbakanın fırçası icabınca biz de şu ‘işlere’ hafiften bir bakalım dedik... Ocak başlarında 60. Hükümet Programı Eylem Planı adı verilen, fakat metindeki ‘inşallah’ ve ‘Allahın izniyle’ ifadelerinin çokluğuna bakınca ‘eylemden’ çok ‘niyet ve temenni’ planı olduğunu anladığımız metni başbakan tüm ülke kamuoyuyla paylaştı. ‘Başbakan IMF harikalar diyarında’ diyebileceğimiz o tozpembe veriler, rakamlar, tablolar dünyasının kapısını aralamadan önce, yeni yıla çeşitli kalemlerde yapılan zamlara girişimizin nedenlerinin biri ve -belki de en önemlisi- olan ve halen idrak etmekte olduğumuz ‘sınır ötesi operasyon’ günlerinin bilançosuna ‘haddimizi bilerek’ değinelim istiyorum.

Savaş ekonomisi

2008 bütçesinde Milli Savunma Bakanlığı’na (MSB) 18 milyar ytl, Jandarmaya 3.3 milyar ytl, Emniyet’e 7 milyar ytl ayrılması öngörüldü. ‘Belinde silah taşıyan kuvvetlere’ ayrılan miktar sadece bunlarla sınırlı değil; tekel ürünleri, at yarışları, milli piyango vs. üzerinden alınan vergilerin de yine aynı şekilde adı anılan kurumlara aktarılması öngörülüyor. Yine 2008 bütçesinde MSB’ye mal ve hizmet alımı için 6 bin 969 ytl ayrılırken Milli Eğitim Bakanlığı’na (MEB) 2 bin 215 ytl ayrıldı. Bu hesaba göre MSB bütçesinin yüzde 52’si mal ve hizmete ayrılırken MEB bütçesinin ise sadece yüzde 9.6’sı mal ve hizmete ayrılıyor. İnsanın aklına ister istemez o meşhur ‘sosyal sorumluluk projelerinin’ sloganları geliyor, yani; hani ‘eğitim şart’tı, hani ‘baba beni okula gönder’di… demek ki her iş eğitimden geçmiyormuş esas olarak silah-külah filan lazımmış… Zamlar ve nedenleri konusundan bahsediyorduk ya işte o mevzunun tarifine rakamlarla devam edelim. Devam ede gelen çatışmalardan dolayı tam 300 bin asker bölgede tutuluyor. Bir erin devlete günlük maliyeti ise 100 dolardan hesaplanıyor. 16 Aralık’ta 52 uçakla düzenlenen sınır ötesi operasyonunun maliyetinin 30 milyon dolar civarında olduğu açıklandı. 16 Aralık tarihinden itibaren ise devamlılık kazanan hava saldırıları ve top atışlarının maliyetinin 100 milyon dolara dayandığı sanılıyor. Tabii işin bir de ayrıntılandırılmış hali var önümüzde. Buna göre bir F-16’nın bir saatlik uçuşu 25 bin dolar, F-4’lerin bir saatlik uçuşu 30 bin dolar, CASA tipi uçakların bir saatlik uçuşu 2 bin 500

dolar, Cobra tipi helikopterlerin 1 saatlik uçuşu 6 bin dolar. Genelkurmayın 16 Aralık’ta 52 uçakla düzenlendiğini ilan ettiği hava saldırısının maliyeti ise daha bir enteresan. Buna göre; 48 adet F-16 savaş uçağı 4 saat boyunca uçtuğu için toplam maliyet 4 milyon 800 bin dolar, 4 adet F-4’ün 4 saatlik uçuş maliyeti ise 480 bin dolar, geri hizmette kullanılan CASA tipi uçak ve helikopterlerin toplam maliyeti ise 70 bin dolar. Yine, maliyeti 26 bin dolar olarak bilinen MK-84 tipi 900 kiloluk bombalardan PKK hedeflerine toplam olarak 500 adet civarında atıldığı sanılıyor, sadece bombaların tutarı: 500 çarpı 26 bin eşittir 13 milyon dolar yapıyor. Uçakların haricinde karadaki roket, top ve obüslerle de atış yapıldığı yine Genelkurmay tarafından duyuruldu, bunların maliyeti konusunda net bir rakam telaffuz edilmese de toplamda 2 milyon dolar gibi bir tutara denk geldiği ifade ediliyor. Bu hesaba göre kabaca ortaya çıkan tablo bize, 4 saatlik bir operasyonun maliyetinin 20 milyon dolar olduğunu gösteriyor. Bu gider tablosuna bir de her gün faaliyet halinde olan 100 civarında helikopter, hareket halindeki binlerce askeri personel, patlatılan askeri mühimmat, 80 bin korucuya her ay ödenen 500 ytl maaş dahil edildiğinde, aylık 100 milyon dolar gibi devasa bir meblağ nutkumuzun tutulmasına yol açıyor… Önceki sayılarda nedenlerini belirterek karşı olduğumuzu duyurduğumuz operasyonların maddi boyutu da işte aynen böyledir.

‘Bizim için borç leblebi...’

Şimdi her şey başbakanın dediği gibi ‘leblebi çerez’ aslına bakarsanız. Yoksul halkın duygularına tercüman olan (!) ve ‘borç yiğidin kamçısıdır’ vecizesini hatırlatan başbakan, yiğitlik ve sado-mazoşizm arasında gayet ahlaka mugayir bir bağlantı kurmaktan çekinmiyor. “Ne o kamçılar-mamçılar filan, bu kadar da değil Tayyip Erdoğan!” diyesi geliyor kişinin… İnsanı tanımlayan ifadelere, ‘borç ödeyen tek yaratık’ zorlama felsefi açılımıyla yeni bir boyut kazandıran bir Türk dehası tüm dünyaya adından söz ettireceğe benzer bizce. Tebrik ediyoruz ve tabii ki sadede geliyoruz.

Leblebi çerez demişti başbakan, ‘aşkın’ bir iradenin aşağılayıcı-küçümseyici tavrıyla. Geçenlerde de aynı ‘aşkın’ kişiliklerden biri yine bu borç-harç konusunda IMF’den bahsederken ‘artık onlarla Roma maçından Beşiktaş maçından konuştuğunu’ aktarıyordu gazetecilere. “İşte tüm halkın özlediği samimiyet bu!” diyesi gelmez mi insanın Kemal Unakıtan’a? Ama tekrar ‘haddimizi bilerek’, biz de ‘işimizin gereği’ meramımızı anlatalım isteriz. 60. Hükümet Programı Eylem Planı’nın sunuş konuşmasından bahsediyoruz. “Geride bırakılan beş yıllık sürede Türkiye’nin belirlenen hedeflere yaklaştığını, kronik sorunlarını çözdüğünü ve geleceğe daha umutla bakan bir ülke haline geldiğini” söylüyordu başbakan. Faizlerin yüksek olduğu eleştirilerine karşılık “ülkenin yakın tarihin en düşük faizlerine ulaştığını belirtirken, iktidarı devraldıkları tarih itibarıyla Cumhuriyet tarihi boyunca 36 milyar dolar olan ihracatın üzerine beş yılda 70 milyar dolar daha koyarak 106 milyar dolara çıkardıklarından” bahsediyordu. Elektrik ve doğalgaz zammıyla ilgili ise şöyle diyordu hazret: “Bu devlet kimin devleti, eğer bunu paylaşırsak bu yükün altından kalkarız, paylaşamazsak kalkmak mümkün değil… Dışa bağımlı olduğumuz ürünlerde zam yapılması gerekiyorsa, yaparız, ülkemizin geleceği için.” Aynı konuşmada; “Bir ülke IMF tarafından akredite ediliyorsa, dünyada her alanda itibar sahibi olur. IMF ile ilişkilere bu açıdan önem veriyoruz” diyerek IMF sevgisini de dile getiriyordu başbakan… İnsan istemez duygulanıyor; onlar ki bir avuç kan emici ve bizim pozitif-negatif ayrım yapmaksızın kanımıza niyetlenmişler, başbakan bu ‘itibardır’ diyor, kıvanç duyuyoruz… “Borcu paylaşmalıyız, zamlar ülkenin geleceği için…” Sadece borç öderken pastadan en büyük payı halk alır ya bu ülkede, işte artık başbakan bunu dolaysız gözümüzün içine baka baka söylemekten kaçınmıyor… Geleceğimiz için… “Aynı gemideyiz” sözünü daha önce de irdeledik bu dergide, fakat kendisinin okumadığı

malum, olsun. Şimdi… Gemi-memi yok başbakan! Varsa da o senin oğlunun! “Bu devlet kimin devleti?” diyorsun, yine bu derginin sayfalarında sana daha önce de söyledik ama, yine söyleyelim: Bu devlet senin-sizin devletiniz… İşçininköylünün ve yoksulun değil… Şimdi bir de biz bakalım bu ‘pembe köşkten’ görünenlere… Devletin toplam borcu tam 336 milyar ytl . İç borç tutarı 216.9 milyar dolar, dış borç tutarı ise 237.3 milyar dolar. Dış borcun 147,6 milyar doları özel sektörün diğer yabancı ülkelere olan borçlarından kaynaklanıyor. Ülke genelinde 40 milyon insan borçlu. 17 milyon ailenin bulunduğu ülkede ailelerin yüzde 45’i bankalara borçlu durumda. Bankaların bireysel ve kurumsal olarak 32 milyon 326 bin borçlusu bulunuyor ve toplam alacakları 261,4 milyar ytl. 26 milyon kişinin sahip olduğu 56 milyon kredi kartına olan toplam borç 26.9 milyar ytl. 567 bin 591 öğrenci, yüksek öğrenim kredisi borçlusu. Esnafın yüzde 60’ı, çiftçilerin ise yüzde 65’i borçlu. Devletin piyasadan 105,5 milyar ytl’lik alacağı bulunuyor. Bu rakamın 84,4 milyarı batık bankalardan kaynaklandığı için ‘tahsil edilemeyecek borç’ kapsamında. Hazineye borçlu kuruluşlarda lider, ‘silkme ve koparmada’ toplam 4,3 milyar ytl ile Ankara Büyükşehir Belediyesi yani İ. Melih Gökçek. 2006’da 12.98 milyar ytl’lik yatırımların milli gelir içindeki payını yüzde 2.1’e düşüren ülke egemenleri, 2007’de de bu politikalarında direndi ve yatırımları yüzde 1.8’e indirdi. 2008 bütçesindeki yatırım payıysa 11.77 milyar ytl ile 2006 yılındaki tutarın bile gerisinde kaldı. Özel sektöre kaynak aktarımı tavan yaptı, kurumlar vergisi yüzde 30’dan yüzde 20’ye indirerek özel sektöre 4-5 milyar ytl’lik kaynak aktardı. -Borçlarını devletin ödemesi kaydıyla tabi…Ekonomik büyümenin büyük bölümü borçtan, kalanı ise ytl’nin değer kazanmasından ileri geldi. Kişi başına borç iki katına çıkarak 6068 dolara yükseldi. Cari işlem açığı -dolar üzerinden- yirmi kat, dış ticaret açığı ise dört kat arttı…

Ve…

Şimdi hâlâ Indiana Jones (Kamçılı Adam) olmakta direnen ülke egemenlerine soruyoruz, kimin niyeti iyi IMF’ye ‘niyet mektupları’ verirken? O niyet mektupları nasıl bir tavşan tarafından çekiliyor, ‘pilli tavşan’ gibi bir şey mi? ABD’den ithal bakanlarınız durumu kurtaracak mı? Ve siz Tayyip Erdoğan, bizim için ‘12 Eylül ressamı’ gibi ‘tablolar çizmeyi’ bırakınız. Biz, sizlerin ‘nü’ resimlerinizde olmayı hep reddettik, reddediyoruz ve REDDEDECEĞİZ…

77


su . ‘ılımlı islam’ dedikleri... MEHMET ŞAHİN

i

slam’ın 80’li yıllarda Türkiye gündemine iyice yerleşmesinden endişe duyanlar, bu olguyu iki ana nedene bağladı:12 Eylül rejimi ve ANAP’ın resmi ideolojiyi yeniden sağlamlaştırmada dinden alabildiğine yararlanmaları ve buna paralel olarak devlet kademelerinde, toplumsal yaşantıda yukarıdan aşağıya denetimli bir İslami politika uygulamaları… Bu değerlendirmelerin doğru yönleri olsa da, temel zaafı 12 Eylül 1980’in her bakımdan bir ‘milat’ olarak görülmesidir. Halbuki, bu politikalar ‘Milli Şef ’ İsmet İnönü döneminde köylerde cenaze namazı kıldıracak imamların bulunmadığından yola çıkılarak imam hatip liseleri ve yüksek İslam enstitüleri kurulmasıyla başladı. Soğuk savaş dönemi devletle dini iyice yakınlaştırdı. ‘İç ve dış komünizm tehlikesi’ne karşı bol keseden din sömürüsü yapılarak komünizmle mücadele derneklerinin dindarlarla

dolması sağlandı. Kanlı Pazar ve Sivas’ta olduğu gibi, devlet resmi güçlerini bir kenarda tutup, kalabalıkları solun ve Alevilerin üstüne saldırttı. Dini faaliyetleri Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla finanse eden

devlet, bu teşkilatın yalnızca Sünni, hem de diğer mezhepleri dışarıda tutarak Hanefi usullerle çalışmasını sağladı. Devlet kadrolarının ‘İslamileştirilmesi’ 60’lı yıllardan itibaren başlamıştı. Devlet bürokrasisinin birçok mevkii

Din ne menem bir afyondur?

Mümin uşak ve muhbirler...

T

K

ürkiye’de devlet eliyle yürütülen İslamlaştırma politikasının dine dönüşte çok önemli bir yeri olmasına rağmen, olayı açıklamakta yetersiz kalıyor. Bu yaklaşım bugün kendi bireysel varoluşunu tehdit eden saldırılara maruz kalırken savunma konumunda kalan bireyi küçümsüyor, onu değişen koşullara birebir uyum gösteren bir nesneye indirgiyor. Marx’ın sözleriyle, “Dinsel acı, aynı zamanda gerçek acının gerçek acıya karşı protestosunun da ifadesidir. Din ezilen yaratığın iç çelişkisi, kalpsiz bir dünyanın kalbidir; tıpkı ruhsuz bir durumun ruhu gibi. O halkın afyonudur.” Din, Marx’ın belirttiği gibi, acılara karşı bir protesto ve bir ağrı kesicidir. Diğer dinlerden farklı olarak İslam dini insanlara ‘bu dünya’da nasıl yaşamaları gerektiğini söylüyor. İslam’ın her şeyi içeriyor görünmesi, insanların çaresizlik durumlarında ona sarılmalarını kolaylaştırıyor. Bir camide cemaatle namaz kılmak,

bir topluluğa ait olma duygusu verebiliyor. Gelir dağılımında uçurumun hızla derinleştiği, işsizliğin, yoksulluğun büyüdüğü bir toplumda, insanların karşısına üç seçenek çıkıyor: Düzeni değiştirmek, sınıf atlamak ya da her şeyi olduğu gibi kabullenip mücadele etmemek... Adaletsizliklere ve haksızlıklara karşı mücadeleyi farz gören İslam’ın bu yönü unutturulurken, onun ticareti olumlaması zengin-fakir ayrımını kabul etmesi hatırlatıldı hep. ‘Modern’ kültürü benimseyenler, kendileri gibi düşünmeyenleri küçümsedi; onca yıl geriden izledikleri Batı’ya ulaşamamanın suçunu geri kafalılara attılar. Bu kültüre karşı çıkanlar geleneklerini yeniden üretti, dinin yetmediğini düşündüklerinde ‘bir bilen’e sordular. İslami cemaatler onlara aradıkları ‘huzur ve güven ortamı’nı sağladı…

apitalist toplumda her koyun kendi bacağından asılır. Kapitalizm, geniş aile yapılarını parçaladı, toplumda geleneksel dayanışma ağlarını dağıtıp bunun yerine devleti koymaya çalıştı. Kâr hesapları ve kriz ‘sosyal devlet’i yıktığı ölçüde, özellikle hizmet sektöründe derin boşluklar oluştu. Kapitalist devletin uzanamadığı alanlarda cemaatler geleneksel dayanışma ağlarını canlandırarak özellikle yoksulların sempatisini kazanmayı bildi. Cemaatler içinde dayanışma ağları vasıtası ile ödünç sermaye bulmak kolaylaşıyordu. Ne var ki, aslında İslamcılık bağımsız politik bir çizgi geliştiremedi; cemaatler şu ya da bu partiye yamanmak ve devlete sadık mümin kadrolar yetiştirmek yolunu tuttu. Dinsel motifler etrafında topladıkları kitlelere politik ve ekonomik konularda somut hedef göstermediler. Hatta bir-iki İsrail bayrağı yakma eylemini saymazsak, anti-emperyalist bir söylem de geliştirmediler. Çünkü bu, ister istemez kapitalizm eleştirisini, dindarların anti-komünizmini karşıya almayı, devletin şiddetini göğüslemeyi, yurt içi ve dışı mali destekleri geri çevirmeyi göze almayı gerekli kılacaktı. Bunu yapmadıkları gibi, içlerinden çıkan ‘aykırı’ları devlete ihbar ettikleri biliniyor…

Laiklik mi dediniz?

İslamcıların büyük bölümü, ‘Allah’ın indirdiği ile hükmetme’ ilkesinden hareketle laikliğe karşı. Ama bu onların TC devletinin bazı uygulamalarının laikliğe aykırı olduğundan yakınmalarını engellemiyor. Türban olayında görüldüğü

iyi eğitim görmüş taşra kökenli dindar aile çocukları ile dolduruldu. Toplumdaki sınıf çelişkilerinin bir sınıf mücadelesine dönüşmesini engellemenin ve vatandaşların devlete ve onun baskıcı uygulamalarına itaatte kusur etmeyen bireyler olarak kalmalarının yolu, devletin birçok kurumunun İslamileştirilmesi olarak görüldü. Sıradan Müslüman kesimlere karşı İslam’ın ne kadar çağdaş, akılcı olduğu anlatılırken, cemaatlere, “Aleyhimizde çalışmazsanız biz de sizin işinizi kolaylaştırırız,” denildi. Kolaylaştırıldı da… Cemaatlerden gelen kadrolarla (Başta Nakşibendi Turgut Özal) dolu ANAP, bugün AKP’nin yaptığı gibi 12 Eylül anayasasına ve özellikle dokunulmazlıklarla ilgili uygulamalara dokunmadı. Burjuva felsefesi modern toplum dininin şekillendiricisidir. Türkiye burjuvazisi de kendi dininin hegemonyasını oluşturabilmek için, dini bir düşünceye indirgemek ve kendi dininin bir bileşeni bir savunucusu haline getirmek uğraşı içinde olageldi.

gibi, bu yakınmalar din ve vicdan özgürlüğü üzerinden yapılıyor. Bir şeriat devletinde bu özgürlüklerin ne kadar garanti altında olduğu konusunu bir yana bırakıp İslamcıların bu taleplerinde ne kadar samimi olup olmadığına bakalım. Aslında İslamcıların en büyük korkularından biri devletin dinden elini çekmesidir. Devletin din kuralları altında yürütülmesini hedefleyen şeriatçı yapılanmalar, aslında hiç de laik olmayan devletin dinden elini çekmesini neden istemiyor? İmam hatip liselerinin kapatılması, resmi din programlarının iptali, zorunlu din derslerinin kaldırılması ve dolayısıyla devletin dini finanse etmekten vazgeçmesi, tüm bunların cemaatler tarafından üstlenilmesi demektir. Bu onlar için büyük külfettir. Devleti aşağıdan yukarı doğru dönüştürerek şeriata varmayı hedefleyen reformcu İslam’a göre devlet daha çok cami ve imam hatip lisesi açarsa devlet içinde dindarların kadrolaşması artacaktı. Devlet cemaatlere bu imkanı tanıdı. Ancak kaleyi içerden fethetmek isteyen İslamcılar, bu iş için görevlendirdikleri aracıları vasıtasıyla devletle ve sistemle daha fazla bütünleşti. Gelinen noktada, yaşanan laiklik tartışmalarıyla ortaya çıkan rahatsızlık, geleneksel cemaatlerin devlet kurumlarını ve en başta Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kontrol altında tutmalarından değil, İslamcı muhafazakar kesimlerin geleneksel elit kastla eşitler arası ilişki kurabilecek güce ulaşması ve ayrıcalıkların yer değiştirmesi endişesinden kaynaklanıyor.


İslam’a karşı, ‘başka tür’ bir İslam kullanılıyor...

M

uhtemel komünizm tehlikesine karşı rejimin teminatı olarak İslam görülmüştü. Ancak İslam da ‘kökü içeride’ bir tehlike sayıldığından kontrol altında tutulmalıydı. İslam’ın önünün başka bir ideoloji ile almanın mümkün olmadığı koşullarda İslam’ın önü İslam’la, ‘sözde İslam’ denilen kalabalıkların İslam’ı ile alınmak istendi. Bu hem radikal İslam tehlikesini, hem de başka ideolojilerden gelecek tehlikeleri ortadan kaldırmaya yarayacaktı. Cemaatler

bu devlet politikasına yardımcı oldu. Süreç içinde geleneksel ilişki ağlarını modernizm lehine kendileri ile birlikte dönüştürdüler. İslamcılarda bugün için devlet gitgide daha az hedef oluşturuyor. Radikal İslamcıların iç ve dış nedenlerden dolayı güç kaybetmeleri uzun zamandan beri ‘devrim’le özdeşleştirilen İslami devlet beklentilerinin de zayıflamasına yol açtı. Gelenekçi İslamcılar şikayetçi oldukları radikalizmden uzaklaştıkça ve ona cephe aldıkça devletle daha

fazla uzlaştılar. ‘İslami liberalizm’ İslamcıları ya siyasetten uzaklaştırıyor ya da İslamileşmeden uzaklaştırarak siyasetçileştiriyor. AKP’nin evrimi hem İslam ve siyaset bağlantısının kopmasına, hem de Müslüman dindar kalabalıkların yurttaş olarak siyaset oyununa girmesine işaret ediyor. AKP’nin ‘dinsel’ olarak nitelenmeyi istememesi devlet inşasında ‘dinsel’ bir tasarının artık olmamasındandır. Böyle bir tasarı iş görmemektedir. Konu

dinsel dogmaların savunulmasından geleneksel değerlerin (aile, ahlak) savunulmasına doğru yer değiştirmiştir. AKP’nin savunduğu muhafazakar değerleri ‘mümin olmayanlar’ da paylaşabilmektedir. AKP’nin bir yanda liberal ekonomik, diğer yanda burjuvazinin ve emperyalistlerin çıkarları üzerine kurulu siyaseti Avrupa ile yakınlaşmayı savunurken kendini sadece ‘muhafazakar’ diye nitelemesi tamamen tutarlıdır.

ölçüde tekrar yorumlanacaktır. Diyanet, YÖK, düşünceyi kısıtlayan kanun maddeleri, Kürt meselesi bu memleketin dizginleridir. Dizginler bazen gerilir bazen gevşer, atın sahibi aynıdır, olsa olsa binici değişmektedir. Gazete köşelerinden, televizyon oturumlarına, dergilerden panellere İslamcılarla karşılıklı kapışıp duran Kemalistler, İslam’ın önünü alabilmek ve radikalizmini törpülemek noktasında birleşiyor. İslam’ın ‘kötü’ yorumlarına karşı ‘iyi’sini ihya ediyorlar. Her ikisini de toplumsal mutabakatın sağlanması için gösterdikleri çabalara ve oyalanmaya

terk etmek gerek. Sınıflar ve farklı kesimler arasındaki dengelerin sağasola demokratik yeniden inşa tasarımları vazederek değil; ekonomik, politik ve ideolojik alanlarda herkesin hesabına mücadele etmesi sonucu oluştuğunu bilmek gerek. Öyleyse yapılması gereken, ne göze kestirilen ılımlı İslami yoruma güzellemeler yazmak, ne de üzerine basabileceğimiz bütün zeminleri kemirmeye girişmiş mevcut saldırıyı yok saymak. Ama düşmandan ders alarak, yaşamın her alanında materyalist kuşatmayı örgütlemeye şimdiden başlamak…

Bütün zeminimizi kemiren bir saldırı...

T

ürkiye devleti esasen laik falan değildir. Resmi ideoloji cumhuriyetle birlikte toplumun kimlik algılamasının merkezine Türk milliyetçiliğini oturtabilmek için İslam dinini gerileyişin, çöküşün ve geri kalmışlığın esas nedeni olarak göstermişse de, bunu yaparken dini uyguladığı ‘milleti yeniden inşa projesi’nin bir aleti olarak kullanmayı zorunlu gördü. Dine yönelik ithamların ‘tarifini ve işlevini kendisinin tayin edeceği gerçek İslam’a ilişkin olmadığını, çarpıtılmış, hurafelere boğulmuş diye nitelediği geleneksel İslami düşünce ve yaşam biçimini kastettiğini belirterek, dinin ve İslam’ın ateist eleştirisini, İslamiyet aleyhine propagandayı ve başka dinlerin propagandasını yasakladı. ‘Laik’ devletin bir dairesi ‘dini ayarlama enstitüsü’ işlevini görüyor. Diyanet İşleri kulpunu çevirerek Türkiye’de dindarlığın sesini azaltıp çoğaltabilir ve ayarlayıp istediği seviyede tutabilir. ‘Laik’ devlet elindeki bordrolu din adamları vasıtasıyla topluma ve ahvale uygun görülen dini ayarlar. Bu din Hanefi-Müslümanlıktır. Devletin öngördüğü bu çerçeveden sapanlar ve diğer mezhepler ve diğer dinler ve dinsizler bütünüyle baskı altındadır. Hatta Lozan hükümleri dışında

kalanlar yok sayılmaktadır. Türkiye’de nüfus cüzdanlarına din hanesini koyduran da, 1982 anayasasında Diyanet’in rütbesini artıran da, Kemalistlaik Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. Meselesi laiklik değil totaliterlik olan devlet, bu kontrolü sadece din üzerinde değil ortalamadan sapan diğer bütün inançlar üzerinde de kurmuştur. YÖK bunun için vardır, sürekli numaraları değişen ama kurbanları değişmeyen 141, 142 ve 301’ler bunun için vardır, Kürt meselesinin önünü tıkayan maddeler bunu için vardır. Diyanet lağvedilmezse, YÖK kalkmazsa, 301’in üzeri çizilmezse, Kürt meselesinde adımlar atılmazsa eski düzen devam ediyor demektir. Bunun ismi ‘büyük uzlaşma’dır. Bu uzlaşmaya karşılık Diyanet’in, ezanların ve eğitimde dinin sesi biraz artabilir, türban cumhurbaşkanlığı köşküne olduğu gibi üniversiteye de girebilir. Bu AKP ile devletin bugüne kadarki - hâlâ etkilerini belli ölçüde koruyan- asli sahipleri arasında gerçekleşecek pazarlıklara bağlıdır. Diyanet lağvedilmemiş bir ölçüde AKP’nin elindedir. YÖK yok edilmemiş bir ölçüde AKP’nin elindedir. 301 kaldırılmayacak bir

9


KELEBEKLESMEK-veya Demether’in laneti

Reha Çamuroğlumsu manevralar, Havuzlubahçe Mahallesi’nde kitlenin ibadet tarzını değiştirmeye yönelik hazin bir uç verdi. Camiye dönüştürülmüş Alevi evlerinde, Alevi hocalarca, ezan anonsuyla insanlar Sünni inancın ibadet tarzına davet ediliyor...

B

u coğrafyada suç işlenmiştir. Pervasızca yıkmışlardır hiç zedelenmemesi gerekenleri: Emeğin kutsallığını, birlikte ve eşit yaşamanın mutluluğunu, toplumsal duyarlığı ve bilinci… Öyle yıkmışlardır ki toz bulutu kaplamıştır ortalığı, göz gözü görmez olmuştur ve bu esnada götüren de götürmüştür. Yıllardır böyledir bu, on yıllardır. Birbirine karışmadık iz kalmamıştır. Sonra da kafalar öyle karıştırılmıştır ki; millet, insanoğlunun bir kelebek olduğunu (galiba diyeyim) zannetmeye başlamıştır. Dolayısıyla da ömrü tek günlüğüne yaşar olmuştur. Bir gelecek hayalini bile hayal edemez olmuştur. Yarınlarını, kendi elleriyle, ülkeyi bir korku tüneline sokan insanlara teslim etmiştir. Ve hep aynı meşrepten insanlara teslim etmiştir kendini, hazin bir alışkanlıkla. Derken, insan gibi yaşamanın hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmamıştır. Kalan sadece menfaatler olmuştur. Biri hamaset, öteki ümmet limanından yüklerini alıp gitmiştir. Peki, tüm bunların laneti çökmez mi muhteremlerin üzerine? Çökmez mi, çökemez mi, çökmemeli mi? Ama çöksün be… Lanete inanın veya inanmayın, mitolojik hikâyelere de. Uydurmadır deyin. Fakat ülkemize dair acı çağrışımlarıyla da dinleyin bu hikâyeyi: “Erysikhton, torak ana Demether’in korusunda bulunan en yüksek meşe ağacını keserek suç işlemiş biriydi. Adamları, meşeye dokunmamasını söylemişlerdi ona. Erysikhton bu akıllıca uyarılara kulak bile asmamış, baltayı kapıp ağacın gövdesine indirmiştir. Hemen kan fışkırmış baltanın değdiği yerden. Kabukların arasından gelen bir ses ‘Beni kesersen Demether seni cezalandırır.’ diye bağırmış. Erysikhton yine de aldırmamış, çevresinde orman perilerinin dans ettiği meşeyi kesmiş. Bunu gören orman perileri Demether’e ağacın kesildiğini söylemişler. Öeden çıldıran Toprak Ana ‘Kim kesti?’ diye gürlemiş.(El cevap) Erysikhton! Onu öyle bir cezalandıracağım ki… Herkes görüp öğrensin bakalım, benim ağacımı kesmek ne demekmiş. Sonra Kıtlık’ın yaşadığı karanlık ülkeye koşmuş. ‘Aman,’ demiş ‘şu adama öyle bir oyun et ki ömrü boyunca doymak bilmesin.’ Kıtlık, tanrıçasının sözünü tutarak Erysikhton’un evine gitmiş. Erysikhton uykudaymış. Kıtlık, cılız kollarına almış onu, adamın midesine açlık ekmiş. İşte ne olduysa o anda olmuş. Erysikhton uyanarak bağırıp çağırmaya başlamış: ‘Karnım acıktı, yemek getirin çabuk.’ diye haykırıyormuş. Adamları hemen

10

yemek yetiştirmişler ona; ama efendileri doymak bilmiyor, yedikçe yiyormuş. Daha ağzına attığı lokma boğazında kayarken yine acıktığını söylüyormuş. Günlerce sürmüş bu durum. ( bizim burada yıllar ve yıllardır sürüyor ya bu durum…) Erysikhton nesi var nesi yoksa satıp karnını doyurmuş. Daha doğrusu doyurmaya çalışmış. Sonunda satacak eşyası kalmayınca kızını elden çıkarmaya karar vermiş. Zor olmamış bu; çünkü kızı güzelmiş. Hemen bir alıcı çıkmış. Ancak kız, deniz tanrısının yardımıyla kaçmış bu adamdan biçim değiştirerek. Evine eski haliyle dönmüş. Bu olaydan sonra Erysikhton kızını üst üste satmış. Kız her defasında ya at, ya kuş, ya da başka bir şey olup kurtuluyormuş. Sonunda kızından elde ettiği parayla da doymaz olmuş ve kendi gövdesini yiyerek ölmüş.” (*) Ne diyelim, elbette bir hikâye bu. Gerçek şahıs ve olaylarla bir ilgisi herhalde yoktur. Peki, bu adamlar nasıl yer de doymaz, yer de doymaz? Hay Demether’in laneti üzerinize… Üzerinize…

Kelebekleşip kaybolmak

Hani dedik ya kelebekleşmiştir millet… Ömrün tek günde ibaret olmadığını ve yarınlara; kendine, geleneğine, ne bileyim haysiyetine dair bir şeyler bırakmak gerektiğini bilemez olmuştur. Bu başlığa usuldan bağlanalım: Adana’nın batı yakasında kalan kenar mahalleler köylerle birleşir. Tarlalar, portakal, yenidünya, erik bahçeleri, sulama kanalları; arada bu bahçeleri, tarlaları, köyleri bölen ırmak; sonra bahçelerde kulübeler, evler, salaş

çilikler Anadolu’nun bin milleti gibi iç içe girmiştir. Kaynaşıp karışmıştır yani. Bir tarlanın bittiği yerde başka bir tarla; bir bahçenin yanında telsiz, çitsiz bir başka bahçe başlar. Elbette herkes yerini yurdunu bilir; ama iç içedir, dedik ya. Bu mahalleler (Akkapı, Mıdık, Hadırlı, Havuzlubahçe, Eskibey) genellikle Arap asıllı Alevilerin yaşadığı yerlerdir. Buralar da Türk, Kürt nüfusla karışmıştır. Hayat burada, her yerde olduğu gibi seyreder. Yani buralarda da birtakım taktikler, manevralar, enteresan haller görülür. Örneğin, kendimi bildim bileli mahalleye bir cami yaptırma gayretkeşliğinde olanlar hep vardır. Mahalleliyi sağcı partilere angaje etme telaşındakilerin varlığının eksik olmaması gibi. Yetmişli yıllarda Akkapı ve Havuzlubahçe siyasal hareketlenmede kendi iç dinamiğini kurmuş mahallelerdendi. (Hoş, o yıllarda Adana genel olarak öyleydi; ama bir Meydan Mahallesinin yeri çocuk belleğimizde hep farklıdır.) Mahalleli, oylarını hala,

solcu saydıkları sosyal demokrat partilere ağırlıklı olarak verir. Durum yıllardır böyledir. Aleviliklerini de geleneklerine göre sessiz sedasız, belli bir ritüel içinde yaşarlar. Yukarıda bahsettiğimiz gayretkeşler de toplumda bir şekilde nüfus sahibi olan ve kitleye bir şekilde nüfuz edebilecek meşrepteki insanlardandır. İşadamıdır, yani varlıklıdır; din adamıdır, yani inancı icabınca o da sömürür. Bu adamlara göre yaptıkları mahallenin menfaatlerine ilişkin eylemlerdir, Demirel misali, kendi için bir şey isteyen namerttir… İnsanların üzerine böyle gidişler zaman içinde birtakım kırılmalar yaratıyor, günü kurtarma derdiyle felsefe kuranlar hiçbir değer yargısı ve hatta değeri olmayan insanlar peyda ediyorlar. (Bu ‘değeri olmama’ yapan ile oluşan arasındaki bir ilgidir.) Oysa bilmiyorlar şimdilerde bazı gençlerin bulaştığı uyuşturucunun ucunda onların saflarda vaktiyle açtıkları ve açmaya devam ettikleri gedikler vardır. Ve siyasal, toplumsal, sınıfsal bilincin genleriyle oynanmıştır. Bunların sonuçları da yalnızca sonuçlara kafa yorarak hallolmayacaktır. Bakın, az önce bahsettiğimiz (Reha Çamuroğlumsu) manevralar, yakın zamanda Havuzlubahçe Mahallesinde, kitlenin ibadet tarzını değiştirmeye yönelik hazin bir uç verdi. Camiye dönüştürülmüş Alevi evlerinde, Alevi hocalar tarafından, ezan anonsuyla insanlar Sünni inancın ibadet tarzına davet ediliyor. Ne yazık ki, AKP ile son şeklini bulan bu bağnazlaştırıcı ve yozlaştırıcı hareket mücadele edilmesi gereken bir başka dert olup çıkmıştır. Evet, Adana’nın bahsettiğimiz kenarı tarlaları, sulama kanalları, börtü böceği ve insanlarıyla birbirine karışır. Türkler, Kürtler, Araplar, Aleviler, Sünniler hep iç içedir. Ama hep kurcalanır, evrim çevrim devam eder. Kimileri sırtlana dönüşür, bazıları da itina ile kelebekleştirilir. İnsanoğlunun yalnızca genleriyle devrolmadığı, kültürleriyle de var olduğu, insanı insan yapan kıymetin de bu olduğu unutturulur. (* Kaynak: Edith Hamilton, Mitologya, Çev. Ülkü Tamer, Varlık Y. Syf. 226-227)

m

hakan tabakan


HIDIR ATEŞ “Bıçağı boğazına dayadım, kesmeye başladım, bana çok güçlü olduğumu, beni çok beğendiğini söyledi, boğazından kanlar akarken çok susadığını söyledi. Gidip avucuma doldurduğum suyu getirip içirdim. Ölünce evden çıkıp uzaklaştım…”

i

stanbul, kalabalıktır. İtin, uğursuzun bol olduğu bir kenttir. İnsan yaşamının çok ucuz olduğu bir kenttir. Cinayetin bol olduğu bir kenttir… Üsküdar, İstanbul’un tarihi semtlerindendir. İşte o semtte işlendi cinayet. Eğer aranırsa, insanın insanı öldürmesi için pek çok neden her zaman bulunur. İşte o cinayetlerden biri; Bu semtte küçük bir iş yeri bulunan elektrik ustası M.K. isimli otuzlu yaşlarda bir adam aynı semtte oturan orta yaşlarda bir kadını öldürdü. M.K. polise verdiği ifadede şöyle diyordu: “Daha önce bu kadının evine ufak tefek elektrik onarımları için gitmiştim, davranışları hoşuma gitmedi, halılarıma basma, şunu yapma bunu yapma şeklinde rahatsız edici müdahalelerde bulundu. Bir kaç gün sonra sokakta yürürken bu kadını uzaktan gördüm, peşine takılıp, dairesinin kapısına kadar takip edip zorla içeri girdim. Çıkarıp bıçağı boğazına dayadım, kesmeye başladım, bana çok güçlü olduğumu, beni çok beğendiğini söyledi, boğazından kanlar akarken çok susadığını söyledi. Gidip avucuma doldurduğum suyu getirip içirdim. Ölünce evden çıkıp uzaklaştım…” … ABD Başkanı George W.Bush, sekiz günlük Ortadoğu gezisi kapsamında Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliklerinde temaslarda bulundu. Dubai Şeyhi El Makdum ile finans merkezlerini gezen Başkan Bush’un Suudi Arabistan’da da İsrail sorunu ve 20 milyar dolarlık silah anlaşması konularını konuşması öngörülmüştü. ‘Sayın’ Başkan babası gibi her gece 21:30 sularında uyumaya alışmış olduğundan, yapacağı önemli görüşmelerin bu saat dışında olması için yardımcılarının yoğun bir çaba harcamaları gerekti. ABD Başkanı Ortadoğu ülkelerinde gezip duruyorsa, zoraki devletlerin şakacıktan liderlerinin çöl partilerinde boy gösterip, savaşan şahin F–16 ile değil, yerel adetlere uygun biçimde bildiğimiz şahin ile kuş avcılığı yapıyorsa hayra alamet işler olmayacaktır Ortadoğu’nun kadim topraklarında. TV başında Irak’ta savaşan direnişçilerin ileri teknolojiye sahip ABD uçak ve helikopterlerinden uzaktan ağır silahlarla vurulmasını izlemek artık sıradan olmaya başladı. Her şey bilgisayar oyunu kıvamında, kurşun ile parçalanan direnişçiler belli ki ‘kötü adam’lar. Yoksa ne diye öldürülsünler? Bize de yıllarca Kızılderililerin ölmeyi hak eden, uygarlıktan nasibini almamış vahşiler olduğunu öğretmişlerdi, çocukluğumuzun çizgi romanları üzerinden. İşin doğrusunu anlamak epey zaman aldı. Orada, Irak’ta ileri teknoloji ile donanmış lanetli koalisyon güruhu bir halkı acımasızca yok ediyor. Eğer bu gezegen gerçekten adalet sahibi bir yaratıcının ürünü olsaydı ve o yaratıcı gerçekten de cehennem denilen bir ceza çektirme yeri var etmiş olsaydı. Bush ve onun süprüntüleri o cehennemi çoktan hak etmiş olurdu.

Üsküdar’da cinayet Belli ki yaşanan bir tür medeniyetler teması. Türk Başbakanı Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin medeniyetler ittifakının yolunu açacağı hikâyesi anlatadursun. ABD kendi üslubu ile farklı medeniyetler arasında ‘ittifak’ kurmakla meşgul. Amerikan medeniyeti ile fena halde demokratik Suudi Arabistan medeniyeti arasındaki temas basbayağı medeniyetler buluşması sayılır işte. ABD Başkanı bir milyon Iraklıyı öldüren işgalci gücün başındaki kişinin sanki kendisi değilmiş de Noel Baba imiş gibi davranarak, Irak ve tüm Orta Doğu ülkelerine demokrasi getirmek için elinden geleni yapacağını söylüyor. Ona “Sayın Başkan sizin şu demokrasinizi biz almayalım, bizde bronşite yol açıyor desek dinler mi acaba?” Yazılıp çizilenlere bakılırsa Bush başkanlık kariyerini İran’da jübile yapmak suretiyle sonuçlandırmaya niyetli. İran’a yönelik olarak yapılacak bir operasyonda Türkiye’nin de ABD’nin yanında ‘stratejik ortak’ olması sıfatıyla yer alması ihtimalinden söz ediliyor. “Sizin isteklerinizi dinleyen, yeteneklerinize saygı gösteren, aileniz için daha iyi bir hayat kurmanızı sağlayabilen bir rejim altında yaşamaya hakkınız var. Ne yazık ki hükümetiniz bu şansı reddediyor, komşularınızın barış ve istikrarını reddediyor. İran halkının özgürlük ve adaleti savunan bir hükümete sahip olacağı gün gelecek. O gün geldiğinde ABD’den daha iyi bir dostunuz olmayacak,” diyerek ABD Başkanı İran’a ilişkin fazlaca sevgi yüklü niyetini ortaya koyuyor. Bu demeci nasıl yorumlamak istersiniz? Bir milyon Iraklının katili, bir milyon İranlının potansiyel katili onlara, yaşamlarını karartacağını, nasıl da kendine özgü tarzıyla dile getiriyor. ABD’nin yanında olduğunu ilan ettiği her kim ya da kimlerse onlar için hayıflanmak gerekir. Kılavuzu ABD olanı çölde kutup ayısı gıdıklar. “ABD ile ortaklık etmek en azından bir defalık işe yarar,” diye düşünmek mümkün değil midir? Sadece ama sadece bir kez. Doğrusu hayatta imkânsız yoktur ancak unutmamak lazım öperken öpülürsünüz de. Müslüman bir ülkeye yapılacak olan saldırının Türkiye tarafından desteklenmesi racona uymaz diye mi düşünüyorsanız? Irak işgali öncesi olup bitenleri anımsayın lütfen. Kuzeyden Irak’ı işgal etmek için Koalisyon güçlerinin nasıl olsa izin çıkar diye İskenderun limanına yığılması unutulmuş olamaz. ‘Ilımlı Müslüman’ Türkiye’nin ‘ultra Müslüman’ İran’a karşı bir müdahalenin parçası olmasının yanlış olan neyi var ki? Türkiye bu konudaki yüksek başarısını zaten Afganistan’da ispatlamış bir ülkedir. Hatta işgalci bir gücün (ağır oldu, ‘misafir güç’ diyelim bari) bir

parçası olarak görev yaptığı Afganistan’da halkın desteğini ve sevgisini kazanmıştır; öyle ki Afgan halkı yatıp kalkıp, “Ne güzel, ne güzel Müslüman bir ülkenin askerlerince işgal edildik!” diye her gün birer rekât fazla namaz kılmaktadır. Hikmet Çetin Afganistan’da görev yapan şanlı NATO kuvvetlerine başkanlık etmiş olmanın gururunu kişisel kariyerine bir artı puan olarak ekleyip vatanına intikal etmiştir. Kendisi uluslararası alanda kazanmış olduğu bu engin deneyimi CHP saflarında necip halkımızın hizmetine sunmak için şimdilerde aslan gibi bir sosyal demokrat olarak CHP içinde dâhili muhalefet pozisyonunda vazifesini yerine getirmektedir. Bu muhteşem uluslararası deneyimin sosyal demokrasi açısından nasıl yararlı bir halde kullanılacağı biraz belirsiz ya, hadi hayırlısı… Emperyalist bir örgütün hizmetinde görev aldığı için onur duyan bir kimseyi sosyal demokrat saymak eskiden akıllara ziyan bir hâl sayılırdı, şimdilerde ‘komünist’ dahi saymak mümkün böylelerini. Irak’ta bir milyon sivilin, evet tam bir milyon sivilin yaşamını yitirmesine doğrudan suç ortağı olamadığı için üzüntü belirten çeşitli yazarların yazıları çıkıp duruyor yazılı ve görsel yerli basında. Şu sıralarda Irak’ta ABD izniyle operasyonlar yapan Türkiye’ye bu izin boş yere verilmiş olamaz. ABD karşılığı olmadan kimseye öpücük vermez. İnşallah Türkiye ile başlayan bu flörtün devamı İran topraklarında yaşanmaz. “Ortadoğu için özgürlük gerekli, buranın insanları da başlarındaki diktatörlerden uzak demokratik yönetimleri hak ediyor,” diye buyurmuş Başkan Bush. Peki, ama Saddam’ın demokratlık düzeyini olması gereken düzeyin kırk elli birim aşağıda bulan Bush, Kral Fahd’ın demokrasinin kralı olduğunu mu sanmaktadır? Emperyalist ülkelerin liderlerinin yalan söylerken ayarı kaçırdıkları bilinmez bir durum değildir. Fransa’nın saygıdeğer başkanı Sarkozy de petrol fiyatlarının fazlaca yükselmesinden yakınırken, Ortadoğu ülkelerinde kadın hakları konusunda önemli ilerlemeler sağlandığını belirtiyordu. Koskoca Fransa başkanına inanmayacak değiliz ancak Sarkozy’nin eski karısı Cecilia, onun çok aşağılık olduğunu, çocuğuna dahi sahip çıkmadığını belirterek, “Sarkozy’nin oğlu köprü altında mı büyüsün?” diye soruyor. ‘Koalisyon güçleri’ Irak’ta demokrasinin tesis edilmesinden sonra bu ülkeden çekileceğini her fırsatta açıklıyor. Demokrasi bu ülkede işgalciler tarafından inşa ediliyorsa ortada tuhaf bir durum var demektir. Zırt pırt Irak’ı ziyaret eden Karanlık Melek Rice, yerli yalakalarla ortak basın

toplantıları düzenleyip demokrasinin bu ülkede nasıl büyük bir hızla yerleştiğine dair hikâyeler anlatıyor kameralar önünde. Ne dersiniz bu ülkede yapılan seçimler adil midir? Oluşturulmuş olan yerel ve genel meclisler bu toplumun özgür iradesini yansıtmakta mıdır? İzin verirseniz bir karşılaştırma yapmak isterim; Irak ta işgalcilerin güdümünde oluşturulan yapının demokratik olması ihtimali Irak’ın Mars’a petrol kuyusu açma ihtimalinden daha fazla değildir, kanaatimce. O muhteşem teknoloji belli ki yetmiyor işgali devamlı kılmaya. Rambo’dan bozma işgal askerleri kaçmak için fırsat kolluyorlar. Gidecekler ama gitmek istedikleri için değil gitmek zorunda oldukları için. Bu arada Irak’tan geri dönen kıytırık ramboların eş, çocuk ve arkadaşlarına yönelik suçlar işlediklerini ve bu suçları işleme oranlarının 2001–2007 arasında yüzde 90 arttığını öğrenmek hiç de insanı şaşırtmıyor. Sahi bu ABD daha öncede Vietnam’da savaşı kaybetmişti değil mi? Ah! Amerika ne güzel yakışıyor adına özgürlük. Özgürlüğün heykelini de siz dikmiştiniz değil mi? Helal olsun, zaten özgürlük için atmıştınız atom bombasını Hiroşima’ya. Zahir 12 Eylül 1980’de ‘sizin çocuklar’ın becerdiği darbe de özgürlük içindi. Şimdilerde de Malum Hocanın misafir edilmesi pek tabii özgürlük içindir. CIA son zamanlarda özgürlük uğruna gerçekleştirdiği operasyonlar kapsamında yakaladığı ‘terörist’lere sorgu esnasında yeni bir teknik uyguluyormuş. Waterboarding denilen bu yöntemde kişinin yüzüne bir bez parçası bastırılıyor ve bu bez üzerinden devamlı su dökülüyor. Nefes almak zorlaştığı için zanlı boğuluyor hatta ölüyormuş gibi hissediyormuş. Bu yöntem sayesinde 35 saniyede zanlıları konuşturmak mümkün oluyormuş. Peki, bu bir işkence yöntemi mi? Ciğerlere su girerse işkence sayılırmış aksi halde işkence değil sadece bir sorgu yöntemiymiş. Hadi lan!.. Hatta işi iyice pişkinliğe vurup, olup bitenleri susayan zanlıya farklı bir yöntemle su vermek olarak değerlensinler. … Üsküdar’daki, sayın elektrikçi, zavallı kadını boğazlarken, kadının susaması üzerine ‘merhamet’ duygusuyla avucuna doldurduğu suyu can çekişen zavallıya içirmişti. Son bir umutla, belki yaşarım düşüncesiyle cellâdına hayranlık duyduğunu dillendiren kadın kaçınılmaz sondan kurtulamamıştı. Ne ince ruhlu, merhametli katillere sahibiz. Gurur duymamak mümkün mü? Türkiye’nin yüzde 99.9’ u, onunla gurur duyuyor. Binde bire dahil olmanın ne anlamı var? … ‘Sayın Başkan’, size ve ilginç su içirme yöntemlerini tercih eden adamlarınıza “Gölge etmeyin başka ihsan istemeyiz,” desek alınır mısınız acaba? Hiç gerek yok, biz içeriz suyumuzu kendi başımıza. Yeter ki siz yeltenmeyin bizi boğazlamaya…

11 11 11


dilin kemigi, ruhun kemigi Arkadaşlar, bakın; birileri, sol mücadelede ‘kapitalizmin içermediği bir ahlak anlayışından hareket etmek’ten söz etmiyor mu; ‘etik bir anlayış’tan bahsetmiyor mu, benim mideme bir kramp giriyor ve meselâ, Akbank’ın kültür seksiyonunun sezon açılış resepsiyonunda elinde kadehiyle dolaşan sosyalist milletvekili Ufuk Uras’ın hayali beliriyor gözlerimin önünde… Bu hayalet, ABD elçiliğinin kapısında da dolanıyor… “Hayat yaptıklarından ibarettir, hissettiklerinden değil…”

D

il, fikriyatın demek ki ideolojilerin bedeni; bedeni olmayan ‘ruh’ olmuyor; bu ruhlar, kelimelerden oluşan bedenlerini kuşanıp dolanıyorlar aramızda; münevverler, bu dilden gövdeyi yapan ve taşıyan insanlar; dilden çıkmak mümkün değil; dinden imandan çıkılıyor, dilden çıkılamıyor. Ancak, kelimelerden vazgeçmek, kelimelerden vazgeçilmiş dillere geçmek, demek ki tebdil-i beden mümkün; bu kere, o seçilmiş dilin içinden konuşuluyor; yazı yerine resim dili, müzik dili vs. seçilebiliyor. Her halükârda, dilin, dillerin içinde bedenine kavuşan ‘ruh’lar söz konusu; tabii bedenle ruh yek diğerinin önünde veya arkasında değil; birbirlerini var ederek ve varoluşlarını karşılıklı şartlayarak, birbirlerinde var olarak, yapışık ikizler gibi var oluyorlar. Yazıyla yapılan olsun, diğer dillerle yapılan olsun, bu ruhla bedenin hayatı okumak üzere harekete geçirilmesidir. Bu hareket’in halleri ve bizatihi kendisi, hayatı okuma tarzlarını var ediyor ki, kabaca ideoloji dediğimiz halttır bu… Geçerken değinmiş olalım; sanat dediğimiz şey, bu dillerin mesele yapıldığı ve dillerin mesele yapılışı üzerinden hayatla kurulan ilişki oluyor. Şimdi bu toparlamayı niye yaptım; öncelikle kendi kafamı toparlamak ihtiyacıyla yaptım; çünkü öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, gayet şık teçhiz olmuş birileri, bizim ruhumuz-bedenimiz olan ‘şey’le, sol’la pek meşguller; o sol’dan vazgeçemiyorlar; yazıp çizdikleri ile oluşan bir dil var ve onunla hesaplaşabiliriz; ama herhangi bir hesabın dışındaymış gibi yaptıkları, mesele saymadıkları, mesele yapılmasından hiç de hoşlanmayacakları bir ‘şey’ var: Münevver olarak verdikleri fotoğraf, münevver olarak çizdikleri sosyal figür, varolan hayat içinde durdukları yer… Bu da bir ‘dil’ değil mi?

Ah şu şeytan! Dürtüyor!..

Yazmak istediklerim, kültür-sanat meseleleri üzerinden münevverin halleridir. Bu yazı ne kadar kültür-sanat alanında kalır, bilemiyorum; zira, şeytan sürekli dürtüyor ve tanrılar önünüze iki yazı atabiliyor; çarpmadan, değmeden geçemiyorsunuz; kanınıza dokunuyor! Bu sefer, başlığıyla da pek kışkırtıcı olan bir yazı düştü önüme; Hasan Bülent Kahraman’ın ‘Sol, taşlar ve köpekler’ başlıklı yazısı. Yazı şu cümleyle bitiyor:

“Solun olmadığı bir dünya taşların bağlandığı, köpeklerin ortaya salındığı bir köy meydanıdır.” Eyvallah! Bin kere eyvallah da, nasıl bir sol arıyoruz, nasıl bir solcu arıyoruz? Bir kere, Latin Amerika’da iktidarda bulunan sol veya İngiltere’de iş başındaki İşçi Partisi hükümeti, Kahraman’a ‘yetmiyor’; “yetmemesinin nedeni, solun dünyanın kapitalist karar merkezlerindeki eksikliğidir.” Latin Amerika, “gerek sermaye yoğunlaşması açısından, gerek karar ilişkileri yönünden, gerekse de çokuluslu firmaların odak noktası olmak bakımından Batı ile kıyaslanamaz,” ve bu yüzden Latin Amerika’da, “tıpkı Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi (…) sol iktidar, azgelişmişliği kırmanın, aşmanın bir aracı olarak zuhur etmekte, kısa zamanda da bürokratik bir yapıya dönüşmektedir.”

Muz orta...

Hani, futbolda, kale önüne ortalanan öyle toplar vardır ki, vurmadan yapamazsınız; vurursanız da şık gol olur… Vurmayacağım; çünkü ince sorular soran solcu figürünü ele alacağımız fotoğraf netleşmeli… Kahraman, yazının devamında, Çin denen tuhaflığı da anıyor; gayet güzel de adını koyuyor; o, piyasa sosyalizmi adını taşıyan ucubeyi kenara koyuyor. Netice olarak, “iş dönüp dolaşıp kapitalist üretim ilişkilerinin kar maksimizasyonu etrafında düğümlendiği ve şirket-yönetim ikilisiyle biçimlendiği metropollerdeki sol muhalefete gelip dayanmaktadır”

teşhisine varıyor, yazarımız. Bu, “dünyayı yeni bir sömürgecilikle yağmalayan küreselleşmenin yıkımlarına karşı koyabilecek tek direniş odağı”ymış… Bildiğim, taa Marx’a kadar uzanan, bu minval üzere düşünceler vardır tarihte; bu düşünce zincirinde Berstein’lar, Kautsky’ler yer alır; sonra Ekim Devrimi diye anılan bir şey olmuştur, falan… Bunlara girmiyorum; girmiyorum, zira ağızlarından “mühim olan üzüm yemektir, bağcıyı dövmek değil” meselini düşürmeyenler bazen evire çevire bağcı dövmekten de, üzümlerin üstünde tepinmekten de çekinmiyor.

Bağda üzüm var mı?

Niye böyle oluyor? “Siyasi duruşun bir tespit değil, bir bakış açısı, dahası bir meşrep meselesi” olmasıyla ilgili bu durum. Son tırnaklı cümle H. Gökhan Özgün’ün. Bu yazar, iyi bir soyutlamayla bir metin hakkında şunları yazıyor: “Bir beste olsaydı, üç aşağı beş yukarı her notasının arkasına gönlümü koyardım. Ama bu bestenin makamı, düzenlemesi, tonu, hele hele ‘sound’u ruhumun helasının penceresinden bile sızamaz…” Biz, tabii ki ‘beste’yle son derece ilgiliyiz; yanı sıra, beste-makam-düzenleme-ton-sound’un ötesine bir adım daha atıp ‘icra’yla ve ‘icracı’yla da ilgilenmiş oluyoruz. Bu yazı üzümler kadar bağcılarla ilgilenmenin zarureti üstüne kurulmuştur… Herkesin mendilini eline alma zamanı geldi; Kahraman yazıyor: “Sol (…) bir yeni

dünya tasavvurudur. Yeni bir insan/lık bilincinin hakimiyetidir. Topyekun bir toplum tasavvurudur sol. Kapitalizmin uu bu özellikleri taşıyan bir solun uu kadar asla geniş olamaz. Çünkü sol öncelikle kapitalizmin içermediği bir ahlak anlayışından hareket edecektir ve ‘eşitlik’ kavramı bu nedenle onun bel kemiğini oluşturacaktır. Bugünkü dünyanın ihtiyaç duyduğu şey de budur.” Nasıl? Harika değil mi? H.B. Kahraman, bir aydın figürü olarak yakından izleyemediğimiz, Patagonyalı bir şahsiyet olsa, bu satırların yazarına fotoğraf beğenemeyiz… Kahraman, alıntı yaptığımız yazısının devamı olarak ikinci bir yazı yazdı; bunun başlığı ‘Yeni sol-yeniden sol’; başlık metin hakkında fikir veriyor; Kahraman’ın soldaki adresi konusunda da bir fikrimiz var; yine de bir bakalım… Üç temel anlayıştan bahsediyor Kahraman: “Devleti eksen alan ve onu vazgeçilmez sayan sol; devleti bütünüyle devre dışı bırakmayı öngören ve meseleyi bütünüyle sivil toplum üstünden çözmeye aday sol; kapitalizmi tüm boyutlarıyla yok sayan bir sol.” Tabii, bunların içinde Kahraman’ın ‘arkaik’ bulduğu sadece “devleti eksen/odak kabul eden” sol…

Aman! Bu başka dört!

Kahraman, yukarıdaki solların hiç birinden değil. “Dördüncü bir sol daha var”mış. Aman, hemen ‘dördüncü’ lâfının üstüne atlayıp, bildik şeylerden olduğunu sanmayın yazarımızın; bu dördüncü sola göre, “kapitalizm bütün birikimiyle ve olanakları ile birlikte belli bir noktaya erişmiş, belli bir kapasiteye ulaşmış ve artık yok sayılamayacak bir potansiyel yakalamış”mış… Eee? Dolayısıyla, “devlet ötesi/dışı bir anlayıştan hareket edecek”mişiz; “kapitalizmin belli olanaklarını” yanımıza alacakmışız; “sivil toplum ve bireyi hem ayrı ayrı hem aralarındaki ilişki bağlamında” güçlendirecekmişiz; nihayet, nihayet, “bütün bu çerçeveyi eşitlikçi etik bir anlayışla yeniden” kuracakmışız… Olur; Amerika’yı yeniden keşfetmiş olduk! Ya da: Daya ‘diskur’u, daya ‘coşku’yu Mehmet’e yürüsün!.. Meydan boş; tarih bilgisi, hele gençlikte sıfır; gazete köşesinde, öyle sosyalizmi falan da anmadan, tanımıduvarı muğlak bir ‘sol’ ve ‘solculuk’ adına ahkâm keseceksiniz; tarihi okuduğunuz yeri tahkim etmek için türlü ‘olmaz’ icat edeceksiniz; insanların bilinç altına yerleşmiş korku tünellerine girip, teorik hat icat etmiş olacaksınız…


Belki de, belki de; hepsinin altındaki, varoluşsal problemlerdir, ego denklemidir deyip geçmek lâzım… Marjinallikten çıkmak, meşruiyet kazanmak, görünür olmak, sol hareketin gücüyle değil de başka ‘şeyler’in, meselâ ana akım medya dedikleri şeyin veya sermaye üniversitelerinin vs, sayesinde oluyorsa ona göre dizayn olursunuz; bu ‘bilgi’ temel güdüdür artık; gerisi lâf ü güzaf… Arkadaşlar, bakın; birileri, sol mücadelede “kapitalizmin içermediği bir ahlak anlayışından hareket” etmekten söz etmiyor mu; “etik bir anlayış”tan bahsetmiyor mu, benim mideme bir kramp giriyor ve meselâ, Akbank’ın kültür seksiyonunun sezon açılış resepsiyonunda elinde kadehiyle dolaşan sosyalist milletvekili Ufuk Uras’ın hayali beliriyor gözlerimin önünde… Bu hayalet, ABD elçiliğinin kapısında da dolanıyor… H.B. Kahraman mı? Contemporary İstanbul Art Fair’in Danışma Kurulu’nda Leyla Alaton Günyeli’nin, Suzan Sabancı Dinçer’in, Şakir Eczacıbaşı’nın, Çiğdem Simavi’nin, Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın dizlerinin dibinde oturan bir H.B. Kahraman hayali takılıveriyor aklıma. Hemen yanında, Gündüz Vassaf ’la Erdağ Aksel de var… Daha da ayrıntılandırmıyorum; yoksa malzeme çok!

Duygu, biraz duygu...

İtiraf ediyorum: Ben, o 78’li kaka çocuklardanım; formasyon itibariyle “bilinçsel ve düşünsel terimlerden çok, duygusal terimlerle düşünme” eğilimindeyim; her yere sokularak hayatı ‘içinden’ değiştirmenin ehemmiyetini kavramaktan, böyle bir ‘gerçekçilik’ten uzağım; “tümüyle yadsıma ve dışlama mantığına” fazlasıyla esir düşmüşümdür; dür de… Örnek verdiğim isimlerdeki, bu kadar mezhebi geniş olma hali neyin nesi? Çok gerekli mi, bilmiyorum; yazayım; bu yazıyı hazırlarken, ‘tanrıların postası’ çalışmaya devam ediyordu, H.B. Kahraman da yazmaya… Yazdıklarından, üstadın ABD’ye gitmiş olduğunu, bir barda otururken, aniden gelen bir ilhamla, “1965-1975 arasında Amerika’da olmak vardı” deyiverdiğini öğreniyoruz; yazarımız, “gençlik yıllarının özgürlükler Amerika’sını” düşünmektedir o sırada; valla, ben Vietnam savaşını düşünmeden yapamadım. Martin Luther King Jr’ün, Malcolm X’in öldürülüşleri de geliverdi aklıma… Hani, haritada işaretlenmeye değer. Daha da ilginç bir sonraki yazısı ‘Balinanın karnında Amerika’da

yazarın başvurduğu örnek benim meramıma açıklık getiriyor. John Berger, Şeker Ahmet Paşa’nın bir resmindeki perspektif arızası üstüne şu yorumu yapar: Sorun “Paşa’nın bilgi eksikliğinden” değil, “dünyayı algılamasından kaynaklanıyordu. Paşa, resmi yaparken nesneleri ve çevresindeki dünyayı kendisinden uzaklaştıramamış, koparamamıştı. (…) Dünyaya yaptığı resmin içinden bakıyordu. Herkes dışında, o içerideydi ve o zaman perspektif hatası kaçınılmazlaşacaktı”. Eh, ne diyeyim; Allah söyletiyor!..

Adını sen koy!..

Hayır, adıyla sanıyla aslan sosyaldemokratsınızdır, olur; aslanlar gibi AB’cisinizdir, olur; adını koymak şartıyla her şey olur; fikriyattır, olur; ‘sol’ diye bir sis bombasını çoluk çocuğun önünde patlatıp, sisin gerisinden konuşacaksanız, yooo… Silah fabrikaları, silah üreten ve de barış yanlısı işçilerle dolu; işte size ‘sınıf ’. Ekmeğini çıkarmak için özel üniversitelere kapılanmak zorunda kalan akademisyenlere de sözüm yok; insanların fazla seçme şansları yok. Ancak, adı sanı olan, aç- açıkta kalmayacak olan şahsiyetler, hayat pratikleri, pratik tercihleri ve bütün bunları inceden inceye kılıfına uyduracak yüksek teorik becerileriyle genç insanlara ‘sol’ rol modeli olmuyorlar mı; tahammülü zor bir durum… Evet, bazı işler üslupla kendi olur, adını bulur; hayatta da böyledir, sanatta da… Bir ismin, kavramın, herhangi bir şeyin altına sığınıp zevahiri kurtaramazsınız…

Boya, duvar uçsun!

Bitirirken ağzımızı tatlandıralım; Kahraman, “kapitalizmi bütün boyutlarıyla yok sayan bir sol”dan bahsediyordu ya, ben ‘geyik’ frekansına geçtim; bu frekanstayken, haksızlık yapmayı göze alarak, bir sanatsal ‘iş’ten bahsedeceğim size; böylece yazımıza sanat da bulaşmış olacak: 2004 Kasım’ında, İsrailli ve Filistinli sanatçılar, İsrail’le Filistin’i ayıran duvarın iki tarafına kamera ve projektör vesaire yerleştirerek, fiziksel olarak var olan duvarı ‘virtüel’ olarak yok etmişler. Sanatçı grubunun adı ‘Artists Without Walls’ (Duvarı Olmayan Sanatçılar)… Haberi aldığım kaynak, “bu çok güçlü bir söylemdi. Bu kadar önemli ve büyük bir cümleyi, bu kadar basit bir yolla söylediler” diyor. Benim muzır aklım, Hamas’lı, Fetih’li, diğer gruplardan Filistinli militanlara gitti; ne düşünmüşlerdir acaba? Bu da lâzım... mı demişlerdir? Ne dersiniz?..

m

ali osman coskun .

çok sade, çok duru, çok dost, çok temizdi... (Birtan Altunbaş 9 ocak 1991 tarihinde gözaltına alındı, işkence edile edile 16 Ocak 1991 de öldürüldü.) Arkadaşları onu için şöyle diyorlar: “Çok sade, çok duru, çok dost, çok temiz… Ölene dek bir tek kızın elini bile tutmamış, pek çok şeyi yaşamadan… Yaşarken de gülerken de gösterişten uzak…” Adına DAL (Derinlemesine Araştırma laboratuarı) denilen Ankara’daki işkence merkezinde aynı günlerde işkence gören arkadaşı A.F.Ö anlatıyor: “Dağıtılmış suratını seçememiştim… Kan akmasın diye burnuna pamuk tıkamışlardı… Her gün onun seslerini dinlerdik. Falaka atıyorlar, ayakları şişmesin diye koridorda koşturuyorlardı. Göğsünden çıkan sesler bize kadar ulaşırdı. Bir de iniltileri gelirdi geceleri; dayanılmaz bir acıyla yüklüydü… Ayın 22sinde (Ocak 1991) mahkemeye çıkardılar. Birtan yoktu… Nerede, diye sorduk. O da çıkacak diye savuşturdular bizi… Onu çoktan toprağın altına gömdüklerini nereden bilebilirdik…” (Radikal, 24 Mart 2007) Bir genç yetiştirmek nedir bilir misiniz? Dokuz ay umut, endişe, korku, acı ve mutluluk ve tanımlanamaz ancak yaşanır birçok duygularla beklemişsinizdir. Sonunda gelmiştir. Gözlerini açması, annesinin memesini ağzına almasıyla mutluluğun doruğuna çıkmışsınızdır. Artık tüm dünyanız odur; hayatınızın seyri değişmiştir ve her şey ona endekslidir artık. O basit bir nezle, grip olduğunda siz zatürree olmuş gibi sarsılırsınız; minik ellerini avucunuzun içine alır, huzursuz yüzüne gözlerinizi diker, ateşini düşürememenin çaresizliğiyle kıvranırsınız. Geceleyin nöbeti eşiniz devralmıştır; gene de uyuyamaz, her öksürüğünde yüreğinizden bir parça kopmuş gibi acı duyarsınız. Yemez yedirir, giymez giydirirsiniz. Evden çıkmak için kapıyı açtığınızda ayrılık acısı bağrınıza çöker; akşamı zor edersiniz; onu hatırladıkça hafif bir özlem tüm vücudunuzu sarar. Emeğin, özverinin, acıların, korkuların ve umudun cisimleşmiş, yoğunlaşmış halidir çocuk. Onu ilkokula ilk götürdüğünüz gün yüreğiniz pırpır eder durur. Okula başlamanın sevinci ile ondan ayrılmaya başladığınızın verdiği acı birbirine karışır. Artık onun ödevi sizin ödevinizdir. Bilemediğiniz konular, çözemediğiniz problemler için kafa yorarsınız ya da her türlü zorluğa katlanır dershanelere, etütlere gönderirsiniz. Okul yılları hızla geçer; o büyür, siz yavaş yavaş yaşlanırsınız. Hiçbir şekil ve koşulda eğmediğiniz başınızı onun için eğersiniz. Lise yılları hep üniversite hayaliyle geçer. Sadece üniversiteye girmek yetmez; iyi bir üniversite hedeflenir. İyi bir üniversitenin her şeyi çözeceğine, yavrunuzun hayatının kurtulacağına dair umutlar besliyorsanız yanılıyorsunuz. Evinizde demokratik bir ortam vardıysa, davranışlarınız tutarlıysa, sevgi içinde büyüttüğünüz çocuğunuzun kişiliği gelişmiş olacaktır. Onu doğaya ve çevresinde yaşayan insanlara karşı duyarlı yetiştirdiyseniz işiniz zordur.

Hele bir de çocuğunuza paylaşmayı öğretmişseniz vay halinize! Üniversitede başına gelmeyecek iş kalmayacaktır. Zira o gençliğinin, bozulmamışlığının verdiği duruluk, dürüstlük ve özveri ile uzağında ve yakınında olan her türlü haksızlığa tepki verecektir. Irak Savaşını protesto edecek, elinden gecekondusu alınmak istenen romanların yanında saf tutacaktır vb. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın demeyecektir. Önce büyük bir olasılıkla üniversitesinin yöneticileri ile başı derde girecektir. Hakkında abuk sabuk gerekçelerle soruşturmalar düzenlenecek, cezalar verilecektir. Bu cezalar onun eğitimini zorlaştıracağı gibi, eğitiminin tamamen önünü de kesebilir. Sisteme muhalefeti Üniversite yönetimini aşıp genel eğitim sistemine ve giderek toplumsal ve ekonomik sisteme yönelirse polis, savcı ve mahkemeler işe karışır; bunlarla genç zapturapt altına alınmaya çalışılır. Öyle gençler vardır ki ailelerinden, çevrelerinden aldıkları eğitimin yanında ayrıca kendilerini çok iyi yetiştirmişlerdir. Sistemin işleyişini iyi bilmekte ve onun kalp atışlarını elinin altında duyabilmektedir. Sistemin ulusal ve uluslar arası aktörlerini tanımaktadır. Bunun ötesinde karizmatiktir, etkileyicidir ve çevresindekileri yönlendirmekte yeteneklidir. İçinde yaşadığı sistemi değiştirmekte kararlıdır. Sistem, bu genci okuldan atarak, cezaevine tıkarak vb. gibi yollarla durduramayacağını bilir; sizin yıllarca uğraşıp didinerek yetiştirdiğiniz fidanı, kuşun kanadından esirgediğiniz yavrunuzu, umudunuzu, geleceğinizi yok etmeye karar verir. Birtan Altunbaş’ın başına gelen budur. Hrant Dink, Deniz Gezmiş’ler, Sabahattin Ali’ler ve benzerlerinin başına gelenler de. Sistemin öldürülmesine karar verdiği genci işkence ede ede öldürenleri öyle kolayına cezalandıramazsınız. Bu konuda salt adalet sistemini suçlamak boşuna. Adaletin terazisinin bir kefesini koskoca bir sistem bastırıp duruyorken, birkaç yargıç öbür kefeyi nasıl dengeye getirebilir ki? Bizim, sıradan insanların, toplumda adalet isteyen herkesin mahkemelerin arkasında durmamız gerekir ki mahkemeler vicdanlarınca karar verebilsinler. Aksi halde adaletin yerini bulması için ta ABD’den, AB’den medet umarsınız. (Eski ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell bile ilgilenmişti mahkeme ile) Oradan gelecek medet de o kadar olur işte; kara mizah mahkeme örnekleri çıkar karşınıza. (Mahkemenin iki kararı Yargıtay’ca bozuldu; üçüncü kararı Yargıtay’da. Eğer onaylanmazsa zaman aşımına uğratılması olasılığı var. Sanıklar tutuksuz.) İşkencecilerin Birtan’ın duru ve sevgi yüklü yüzünde kendi kirli yüzlerinin yansımalarını görerek nasıl çılgına döndüklerini hayal edebiliyorum. Birtan Altunbaş’ın hayatı ta çocukluğundan başlanarak yazılmalı, filme alınmalı, sahnelenmeli. Bu Birtan’ın katlinde ve suçluların korunmasında katkısı olanların yüz karalarının ölseler bile yüzlerinde kalmasını sağlar. Kim bilir belki de yeni katilleri caydırmakta yararlı bile olabilir… CAFER KARATEPE


YAVUZ ALOGAN

yalogan@hotmail.com

Genelkurmay Başkanı, “BBG evi gibi gözetliyoruz,” diyor. Gerçekten böyle düşünüyor olabilir mi? Aslında biri hem sizi hem de bölgeyi gözetliyor. Otomatik pilotu ABD-İsrail’e bağlamış, tam gözetim altında, felakete doğru uçuyorsunuz...

G

eniş bir coğrafi bölgede, farklı yerleşim birimlerine dağılmış gerilla birliklerine karşı uygulanabilecek en etkisiz yöntem sınırlı hava taarruzudur. Bir masanın üzerinde sıçrayıp duran pireleri balyozla durdurmaya çalışırsanız, ancak masaya zarar verirsiniz. Üstelik sınırlı hedeflere yönelik bu tip bombardımanların aşağıdaki unsurların direncini kıramadığı, tam aksine dayanışma duygusunu artırdığı, II. Dünya Savaşı’nın daha başlarında askeri literatüre girmiş, bilinen bir gerçektir. Irak Kürdistanı’ndaki halkın oradaki PKK unsurlarına bu hava saldırısından sonra kucak açtığı, onları koruyup kolladığı, kendi içlerinde gizlenmelerine izin verdiği açıktır. Barzani’nin bombardımandan hemen sonra Kandil Dağı’nı ziyaret ederek, Kürt halkının hedef alındığını, Kandil’in bombalanması ile Erbil ya da Süleymaniye’nin bombalanması arasında fark olmadığını söylemesi, PKK’nın artık Irak’ın kuzeyindeki Kürt halkıyla bütünleştiğini göstermektedir. Sonuç olarak, 17 Aralık günü 52 savaş uçağının havada yakıt ikmali icra ederek başlattığı ve halen devam eden bombardımanın Irak ve Suriye’den İran ve Kafkasya’ya kadar dağılmış bütün Kürt yerleşim bölgelerinde dayanışma duygularını güçlendirdiği ve PKK’nın hareket alanına olağanüstü bir coğrafi derinlik kazandırdığı açıktır. Bu muazzam imkânın yanında, açık arazide silahlı olarak hareket eden, yer değiştiren, malzeme aktaran ve benzeri askeri faaliyetlerde bulunan bazı PKK unsurlarının, ABD’den ‘anında alınan istihbarat’ sayesinde on dakikalık bir zaman farkıyla, uçak ya da topçu ateşiyle imha edilmesi hiçbir kıymet-i harbiye taşımamakta, sadece, “Kürt halkı bombalanıyor,” duygusunun daha da güçlenmesine yol açmaktadır. Peki, ne oluyor ve neden böyle oluyor? Mümtaz Türk basınına göre, PKK ‘askeri olarak yenildi’ ve ‘lojistik ve teknolojik alt yapısı çökertildi’. (Bir jingo-star, yani yıldız savaş çığırtkanı olarak, haber programı reyting rekorları kırdığı için Aydın Doğan’ın elinden ödül alan M. Ali Birand’ın acınası haline bakar mısınız?) Sanki PKK’nın tank birlikleri ve lojistik hatları ya da elektronik komuta-kontrol merkezleri, istihkâmları, tabyaları, sabit topçu bataryaları vardı da imha edildi. Çağdaş bir Anzio ya da Normandiya çıkarması. Büyük zafer!.. Oysa bir kayanın dibine sinmiş gerillanın el telsizi ya da Erbil çarşısında

14

Biri sizi gözetliyor!

tarafından bölge ülkelerine verildiği anlaşılıyor. Başka bir deyişle, ABD ve İsrail, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ne kadar muktedir olduğunu bölge ülkelerine göstermek istiyor. Suudi Arabistan’a, Körfez emirliklerine ve Bağdat yönetimine, “Türkiye sizi koruyacak kadar güçlü,” diyor. İran’a, Türkiye-İsrail ve ABD’nin birlikte saldırabilecekleri mesajı veriliyor; Rusya’ya da, “İran’a saldırırsak, hiçbir şey yapamazsın,” deniyor. Stratejiler iç içe geçiyor. Türkiye, kendince Bağdat ve Kürdistan Özerk Bölgesi Yönetimi’ne gözdağı veriyor. Fakat bunu yaparken, ‘elin istihbaratıyla gerdeğe giriyor’. Aslında Kuzey Irak’ı (Musul bölgesini) karadan ve konvansiyonel olarak işgal etmek için fırsat kolluyor; hem güçlü ve bağımsız bir Kürt devleti oluşumunu önlemek, hem de bölge petrolünü ABD vesayeti altında da olsa bizzat denetlemek istiyor. İsrail-ABD ise İran’a karşı savaşa hazırlanıyor ve Türkiye’nin limanlarını, havaalanlarını ve kara kuvvetlerini bu savaşta kullanmak istiyor. Karşılığında Türkiye’ye oyuncaklarını Kuzey Irak’ta deneme izni veriyor. Kısa vadeli hedefler ortak, uzun vadeli niyetler farklı. Çekişme devam ediyor.

‘Gizli bir kart’

dolaşan bir diğerinin sırt çantasındaki laptop, bu tip bir hareketin haberleşmesi için yeterlidir. Avrupa’dan yapılan tv yayınları ya da internet iletişimi hâlâ devam ediyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, PKK’nın ‘lojistik’ destek imkânları bu bombardımanlarla birlikte muazzam bir coğrafi alana yayılmış, hatta ‘global’ bir hal almıştır.

Bölgeye gözdağı

Peki, Genelkurmay bunun farkında olmayabilir mi? Bizce çok zayıf bir ihtimal. Milliyet (07.01.2008) Emekli HKK Ergin Cilasin’e, “Bu harekât sizce ne dedi?” şeklinde bir soru yöneltiyor. General, bir soruyla cevap veriyor: “Önemli olan bu yaptığınız işin uluslararası standarttaki yeri nedir?” Muhabirin, “Nedir?” diye sorması üzerine, General gerçeği açıklıyor: “Yabancı ülkelerin bu işi gerçekten profesyonelce yapan birimlerinde, ‘Vay canına, müthiş iş’ demişlerdir. Bunu etrafınıza söyletmek, tahmin

edemeyeceğiniz kadar önemli bir şeydir.” Bu sözlerden de anlıyoruz ki, sınır ötesi hava bombardımanı PKK’yı hedef almıyor. Profesyonel askeri stratejler bunu biliyorlar ve bu bombardımanın ‘yabancı ülkelere bir gözdağı’ olduğunu düşünüyorlar. Şimdi bakalım: GKB, “ABD bize hava sahasını açtı,” diye övünüyor. ABD’den ‘24 saat istihbarat’ alınıyor (buna, askeri literatürde ‘gerçek zamanlı gözetleme’ deniyor; muharebe sahasını sürekli izleyebiliyorlar). İsrail, tarihinde belki de ilk kez yabancı bir ülkenin askeri harekâtına tam destek vererek, Heron casus uçaklarını bombardıman sırasında bölgeye gönderiyor ve Türk Genelkurmayı bu sayede harekâtı ekrandan izleyebiliyor. GKB, “BBG evi gibi gözetliyoruz,” diyor. Gerçekten böyle düşünüyor olabilir mi? Aslında biri hem sizi hem de bölgeyi gözetliyor. Otomatik pilotu ABD-İsrail’e bağlamış, tam gözetim altında, felakete doğru uçuyorsunuz. Gözdağının, ABD-İsrail ve Türkiye

Bu arada İsrail istihbaratına yakın Debkafile sitesinde enteresan bir analiz yer alıyor. Analizin bir yerinde, Gül’ün ABD seyahati sırasında sarf edilen, “Samimi (cordial) sözlere rağmen, kaynaklarımızın bildirdiğine göre,” deniyor, “Amerikalılar Iraklı Kürt liderlere, PKK barınaklarına karşı gerçekleştirilen Türk saldırısına yardımcı olmaktan geri durmalarını (abstain), çaktırmadan (quitely), tavsiye etmişlerdir.” ‘Amerikalı danışmanlar’ Kürt liderlere, onlara dokunmayın, onları Türklere karşı icabında kullanılmak üzere el altında hazır bulundurun, diyorlar. Burada, ‘as a card up your sleeve’ terimi kullanılıyor; yani pokerde hile yapmak için ceket kolunuzun içinde bir kart olarak PKK’yı saklayın, deniyor. Bu sözler aynen söylenmiş midir? Bilemiyoruz. Ancak İsrail’in ve dolayısıyla ABD’nin Büyük Kürdistan projesine uygun düştüğü kesindir. Aynı analizin bir başka yerinde, PKK’nın, Ermenistan ile Azerbaycan’ın resmen savaş halinde oldukları Dağlık Karabağ bölgesinde (analizde, ‘Etnik Ermeni Güney Kafkasya Bölgesi’ diye geçiyor) üslenmek için Kasım ayından beri


faaliyet halinde olduğu da belirtiliyor.

Hangi PKK?

güçlendirmektedir.

Biraz siyaset, lütfen

PKK’nın karmaşık bir yapısı olduğu, Türkiye, ABD’nin yönlendirmesiyle militan kadrolarının Türkiye, Suriye ve bölgesel savaşların içine doğru dörtnala İran Kürtlerinden oluştuğu ve ‘konsey’ sürülmektedir. Eğer bu gelişme bir tarzı bir yönetim/komuta yapısı olduğu şekilde durdurulamazsa, Türkiye’nin bu biliniyor. ABD, PKK’yı düşman ilân bölgesel savaşlardan tek parça halinde ederken, PJAK’ı esirgiyor mesela, çünkü çıkması kesinlikle imkânsızdır. onu İran’a karşı kullanıyor. Abdullah Bütün alâmetler belirmiştir. Bir başka Öcalan, PKK’yı tarif ederken şöyle diyor: taraftan baktığımızda, Türkiye’nin “ABD [ve] Erdoğan PKK’ye karşıyız nükleer silahlanma yarışına itildiğini diyorlar ama, hangi PKK’ye karşılar, görüyoruz. Gül’ün ABD ziyaretinden PKK nedir aslında, tek bir PKK yok. sonra Irak doğalgaz ve petrolünün Öyle onların sandığı gibi de değil. Bir ABD ile Türkiye tarafından ortaklaşa sürü oluşum var.” (13 Aralık 2007; çıkarılacağına ilişkin haberlerin hemen avukatlarla görüşme). ardından, Türkiye’nin nükleer yakıt Doğru, her biri farklı bir hedefe üretim merkezi olacağına dair haberler kilitlenmiş bir sürü PKK var. Aslında peş peşe gelmeye başladı. “Bölge Öcalan çelişkili olmakla birlikte çok ilginç ülkeleri elektrik santralleri ve atom şeyler söylüyor. Mesela, “PKK’nın lideri bombası imâl etmek için nükleer yakıtı Talabani’dir,” diyor. Bir başka yerde, Rusya’dan alacaklarına bir NATO ülkesi “KDP’nin AKP içinde adamları var,” olan Türkiye’den alsınlar,” deniyor. Bu diyor. “Bunun için, başta MOSSAD, proje, insanlarımız için ölüm demektir. CIA, İngiliz servisinin rolü de çok NATO’nun nükleer yakıt üretim merkezi önemli. Bana yöneldiler. Beni çıkarları olarak Türkiye, bir diğer nükleer dağıtım için büyük bir tehlike olarak gördüler, merkezi olan Rusya’nın karşısına tasfiye ettiler,” diyor. “Ama MİT bunu yerleştiriliyor. anlamadı, bunu anlaması gerek,” diye Bütün kitle hareketlerinin, sol yakınıyor (agy). Esir olduğu ülkenin örgütlerin bölgesel gelişmeler istihbarat örgütü onu anlayamıyor. Bir konusunda ortak bir tavır almaları anlasa, Kürt sorunu anında çözülecek. gerekir. İşçiler ve memurlar günlerdir Peki, PKK’nın Türkiye’ye ‘yönelmiş’ soysal güvenlik yasası için mücadele kesimi yok edilirse ne olacak? Abdullah ediyorlar. Siyasal talepler etrafında Öcalan yanıtlıyor: “PKK’nin tasfiyesiyle birleşmedikleri sürece ekonomik bölgede doğacak talepler için “Bölge ülkeleri elektrik boşluğu Kürt verdikleri mücadele Haması ile santralleri ve atom bombası hiçbir kazanım doldurmak sağlamayacaktır. imâl etmek için nükleer yakıtı Başka deyişle isteyecekler, bunu AKP eliyle Rusya’dan alacaklarına NATO ‘emekten yapacaklar... güç’lerini üyesi Türkiye’den alsınlar,” gelen PKK’nin siyasal arenada deniyor. Bu proje, insanlarımız hissettirmedikleri tasfiyesinde ısrar ederlerse, sürece hiçbir için ölüm demektir... PKK alternatifsiz ekonomik ve değildir! İran PKK’yi, ABD ve sosyal hak elde edemeyeceklerdir. Türkiye karşıtı bir durumda görmek IMF’nin tolerans marjları içinde elde ister... Bu durum karşısında Kürt-Şia edebilecekleri, kendi deyimleriyle bir ittifakı gelişebilir. Zaten İran’da bir ‘sadaka’ olmanın ötesine geçemez. Kürdistan eyaleti var. Sınırlı da olsa IMF öğretmen maaşlarının bile bir özerkliği var. Bu eyaleti biraz daha yüksekliğinden yakınmaktadır. genişletebilirler, özerkliğini biraz daha AKP’nin taktik esnekliği mükemmeldir. genişletirler, PJAK’ı muhatap alırlar, TSK ile birlikte ABD’nin tam desteğini oradaki halkla birlikte al sana 100 bin arkasına aldığı, TSK’nın ABD desteğinde kişilik ordu! ... Farsların siyaseti derindir, askeri harekâtlara sevk edildiği Rusya ve hatta Çin bunu ister.” (28 bir sırada, türban tartışmalarıyla Aralık 2007, Avukatlarıyla görüşme). karşısındaki cephede bir gedik açarak Her an saf değiştirmeye hazır. ABD, kendi anayasasını çıkarmak ve PKK’yı yok etmek isterse, yeni bir hegemonyasını pekiştirmek istiyor. sponsor bulunur, İran’a ve Rusya’ya AKP’nin hegemonyası, ABD şahinlerinin yaklaşmak mümkündür. hegemonyasıdır; savaş, yoksulluk ve Çok parçalı PKK’nın, farklı emperyalist yozlaşma demektir. En güncel üç siyasal ve/ya da bölgesel güçler tarafından talep şunlar olabilir: Tarikatlar koalisyonu kullanılması, bu örgütün bölgedeki derhal istifa etmelidir; sınır ötesi harekât etnik Kürtlerin sempatisini ve desteğini durdurulmalıdır; hükümetin ABD’yle kaybedebileceği anlamına gelmiyor. enerji ve askeri konularda yaptığı bütün Zaten bu desteği kaybettiği anda anlaşmalar halka açıklanmalıdır. Buna kullanılma durumu da sona erer. benzer talepler ısrarla savunulmadıkça, Türkiye’nin havadan bombardımanı ‘emekten gelen güç’ sokaklarda boşuna ve kara harekâtı özlemi PKK’yı harcanmış olacaktır.

Yanılgı ve gerçeklik

Yanılgı bize kendi hatalarımızı ispat etti. Kendi yanılgılarımız zaman içindeki dönüşümüyle bizi geçmişin derinliklerine hapsetti. Kapı duvar; küçük bir pencereden gökyüzünü arıyoruz. Demir bir masa ve düzensiz, yine demirden bir ranza arkadaş olmuş. Düşünüp eyleme geçip vurmaktansa hedefi, bekleyip dinleme ve maziyi anlama yolunu seçtik. O kadar karışık ki bizim zihnimizden geçen ve yine bizim yaşadıklarımız ve bugün sokaklarda dolaşan, toplum denen gerçekten bir o kadar kopmuş, koparılmış durumdayız. Yanılgı namus borcu gibi görünen bir kavgadan vaz mı geçmektir? Yoksa yanılgı lise öğrencilerinin kanıyla yaptırdıkları bir bayrağa bakıp bizim kanımızın donması mıdır? Bu kadar uç noktalarına bir kan davasının gelmesi vahimden de öte. Her türlü iç ve dış savaştan da öte. Çok geçmez, yerli Gestapo birlikleri kurulur ve güvenliği için o meşhur bir avuç azınlığın, volta atarlar. Sürü sürü artan ‘koruma’lar bunun sivil habercisiydi. Devlet gücüyle somutlaşmış gerçeği daha perişanlık timsali olacaktır. ‘Mobese’ler kaçınızı gözetlemekte farkında mısınız? ‘Güvenlik’ adı altında herkesin güvensiz bir açık hava cezaevine kapatıldığı günleri yaşıyoruz. Sınırlar belli, gidilecek yollarda. Cafeler ve restoranlarında şehrin, bir alay pezevenk ve yanlarındaki numuneleri sizin hakkınız olanı çatır çatır çaldıktan sonra yemektedir. O yanan ciplere milli gelir diye üzülen arkadaşım; senin bu içine düştüğün çaresizlik ve kusura bakma geri zekalılık, en büyük cesaretidir bunların. Günün birinde bir toplumsal başkaldırı ile ben bu olacakları beklerken yine yanıldım. Etnisite ve ona dayalı intikam güçleri ve feodal yapı burada da bizi buldu. Yahu illa Kuzey Irak’a bomba mı düşmesi gerekiyor acaba halkın bir kesimini baştan çıkarmak için, diye düşündüm. Bu adamlar hepimizin cebinden çalarak ve buna dur diyecek tüm cephe ve kesimleri izole ve tecrit ederek böyle küstah olmadılar mı? Zaten düzen piramidi yukarıdan aşağıya gelirken; siz, biz, hepimiz bunların sermayedarları, medyası her türlü bezirganlıkları ve namussuzlukları ile yaşamıyor muyduk? Bir ordu-PKK savaşı mı gerekiyordu baş kaldırmak için, ya da daha açık sözle, bir Türk-Kürt kimlik sorunu mu lazımdı? DTP’li Aysel Tuğluk, kendi içlerindeki milliyetçilik çıkmazını bağırıyor, ‘bizim’ taraftan çıt yok. Kuzey Irak’tan önce; 19 Aralık’ta, Ulucanlar’da, yargısız infazların yaşandığı hanelerde, saymakla bitmeyen yüzlerce operasyonda zaten bombalanmadık mı? Oluşan zulme bir karşı duruşu o zamanlar vermemiz gerekmiyor muydu? Yanılgı dedim ya, devrimcinin ve solun tarihidir, bazen zamanda, bazen tepkide pusu kurup bekler. Hrant’ın dışında toplumsal bir tepkiyi benim kuşağım 12 Eylül’den sonra hatırlamıyor. Galiba o gün bir şeyler değişik gitti ve inanılması güç bir patlama oluştu ki, hain ve kalleş saldırıdan sonra kaç yüz bin insanı sürükledi Hrant’ın ardından ve galiba o gün yanılmadık. O gün her ne olursa olsun şoven güruha dikildiğimiz bir bayrak töreni gibiydi. Bizden sonraki kuşaklara anlatacağımız bir direnç gününü Hrant canını koyarak yarattı; hepimiz Hrant değildik Hrant hepimizdi aslında. Ezilen, devrimci, ayrı bir kimlikten; yoldaş ve insan… Bugün geldiğimiz nokta, hesaplarımızı, vicdanımızı ve düşünce sistemimizi alt üst etti. Bir kan davası doğunun uzak köylerinden şehre, şehrin bir okuluna, okulun talebelerine kadar indi. Genelkurmay başkanına teslim edilen o kanlı bayrak şoven histerinin son noktası mıdır? Korkunç olan, daha ileri gitme ihtimalidir. Çözüm ve son söz dosta: Sevgili Hrant senden sonra sıkıntılarımız artarak sürüyor ve sokaklar seni kaybettiğim günün gecesindeki yüz binlere bir o kadar aç ve susuz. Doğusuyla batısıyla yollara düşüp zulme direneceğimiz ve yanılgıya düşmeyeceğimiz günlerin umudu ile seni tertemiz alnından öpüyorum.

m

alis. dilege

15


Komünizme karşı ABD ile işbirliği, hatta kader birliği etmiştik onca yıl. Bir de İsrail’le can ciğerdik, başta askeri olarak. Üstelik ‘bölge devleti’ namıyla her tür kayısı, zaten gerisi de pazarlığa tabi!” demiştim kendi kendime. Hem ben, müneccim falan olmadığım halde ABD’nin şu veya bu şekilde Kürtleri satacağını

i

nsanoğlu kuş misali, dün neredeydik bugün nerede!’ diye bir söz vardır ya ABD-Türkiye ilişkileri de öyle. ‘Teskere, çuval’ falan derken neredeyse boğaz boğaza geliyorduk. Uzun süre adamların (tabii kadınların da) her yaptığından ‘uyuz’ olduk. Eh haksız da değildik hani. ‘PKK’yi destekleyen’ onlar, Irak’ı bölüp bağımsız bir Kürt devleti kurmaya niyetlenen onlar, Büyük Ortadoğu’yu bölüp parçalayıp yeniden kurma peşinde koşan onlar. En kötüsü de adamların (tabii kadınların da) bütün bölge ülkelerinden birer Kürdistan çıkartıp ‘büyük Kürdistan’ı kurma’ hedefleriydi. Hatta bir keresinde, televizyonda her gördüğümde korkuyla, “Ulan iyi ki bununla evli falan değilim!” gibi tuhaf ve kişisel bir tepki gösterdiğim ABD Dışişleri Bakanı Rice, ‘Büyük Ortadoğu’yu kast edip bölgede sınırların değişeceğini ve hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylediğinde, ödüm kopmuştu!

H

Ancak son gelişmeler yüreğime biraz olsun su serpti. Tehlike en azından bizim için geçmiş gibi görünüyor. Yani ilişkiler bu ‘stratejik’ minval üzere giderse ‘devletimizin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü’ uzunca bir süre için garanti altında demektir. Sonrası Allah kerim! ‘Plan Yapma Plan!’

Şaka bir yana, bütün yurdu sarmış ‘Amerika bizi bölecek’ endişesi elbette öyle boşlukta, kendiliğinden bitivermiş bir şey değil. Yeni Dünya Düzeni ve onun uzantısı olarak ortaya çıkan ‘Büyük Ortadoğu Projesi’, Afganistan’ın ve ardından Irak’ın işgali, çeşitli ayrışma dinamiklerinin harekete geçmesi, enerji havzalarının denetimi ve nakil yollarının güvenliği planları, ‘Kürtlerle dans’ mevzuları; İran meselesi, bölgedeki sınır değişiklikleri ihtimali, ‘demokratikleştirme’ projeleri… Ayrıca bir önceki dönemde Yugoslavya’nın parçalanmasının yol

azır Amerikan kaynaklı bir ‘bölünme’ tehlikesinin yarattığı endişeler biraz olsun azalmışken ‘mücavir’ bir konuya da kısaca değinelim: ‘Ulusal(cı)’ dertlerimizin ana kaynağı olan ‘küreselleşmenin ulus devletin sonunu getirdiği’ hurafesine. ‘Küreselleşmeciler’in hiçbir dediğine inanmayan milliyetçilerin ve soldaki gölgeleri ‘ulusalcıların’ onların ‘ulus devletin sonu geldi’ tezlerine bu kadar kolaylıkla inanmaları ne tuhaf değil mi? Düşman kardeşler, ama sanki paslaşıyorlar. Ben şahsen, kapitalizmin ve ‘küreselleşme’nin, ulus devleti ve tabii her türden devleti, yani insanlığın bölünmüşlüğünü ortadan kaldırabileceğine inanmıyorum. Burjuvazinin tarihsel olarak böyle bir yeteneği yok. ‘Küreselleşme’nin, ‘bütünleştirme’ eğiliminin yanı sıra, eşitsizliği yani ‘bölünme’ eğilimini de artırması; bazı ülkelerin ve bölgelerin burjuvazilerine daha küçük ekonomik-siyasi birimlerle (üstelik fakirlerin yükünden de kurtularak) ‘küreselleşmeye’ dahil olma imkânı sağlaması; hatta kimi kanlı ulusal ayrışmaların yol açtığı endişeler nedeniyle bazen gözümüzün önündeki gerçeği göremiyoruz. Açın bakın dünya haritasına, 90’lardan bu yana ‘ulus devlet’ sayısı artmış mı, azalmış mı? Dikkat edin ‘bölünenlerin’ hepsi o güne kadar iyi kötü idare eden çokuluslu federal devletler; eskinin ‘sosyalist dünya’sı. Ayrılmalar sonucunda ortaya çıkanlar ise, ülkede kalan

Amerika bizi

açtığı endişeler, Bosna-Hersek ve Kosova’nın sömürgeleştirilmesinde ABD emperyalizminin rolü. Üstelik ortada bir de ‘Amerikan milli strateji belgesi’ var; 2000’li yılların başında hazırlanmış. Dünyada hiçbir gücün iktisadi ve askeri olarak ABD’den daha güçlü olmasına izin verilemeyeceğini; bu bağlamda bütün enerji kaynaklarının ve geçiş yollarının denetim altına alınması gerektiğini; dünyanın ‘küreselleşmeye’ kapalı bütün alanlarının gerekirse zorla açılacağını ve bu arada sistem dışı ‘haydut devletlerin’ deerlerinin dürüleceğini; ‘terör’ün erken müdahalelerle ‘ininde’ vurulacağını, ayrıca gereken her yerin ‘demokratikleştirileceğini’ söylüyor bu belge. Neyse, biz değilmişiz!

Aslında ben bu belgenin özetini bir gazetede okuduğumda, bize bir şey olmayacağını hemen anladım! Çünkü bu stratejik belgede doğrudan bizi tarif

eden, hatta bizi ima eden tek satır bile yoktu. Zaten ABD ile ‘aşık atmak’, onu tehdit etmek gibi bir terbiyesizliğimiz mevzubahis olamazdı. Ayrıca kapitalizmse kapitalizm; açıklıksa açıklık; sisteme bağlılıksa bağlılık; küreselleşmeyle bütünleşmeyse bütünleşme; demokrasiyse demokrasi; şükür Allah’a hiçbir eksiğimiz yoktu. Enerji mevzularında bizden daha güvenilir, sadık ve yardıma istekli kimseyi bulamazlardı; haydut devlet değildik, hatta

‘Ulus devlet’e bir şey olur

ulusal azınlıklara rağmen ‘Allahına kadar’ kapitalist ulus devletler. Bırakın ulus devletin ortadan kalkmasını, birçok ulus devlet, hem de en gerici temellerde ve en ‘saf’ ırksaletnik biçimlerde zuhur etmiş bulunuyor. Sırada daha başkaları var, en azından eğilim olarak; hem de emperyalist Avrupa’nın göbeğinde. Biz ‘Amerika bizi böldü bölecek’ diye yüreğimiz ağzımızda yaşarken, Birleşik Krallık, Belçika, İspanya, Fransa, hatta İtalya ‘küreselleşmeden’ mütevellit ‘milli meseleler’, ‘refah milliyetçilikleri’ yaşıyorlar. Kanada’nın da epey eski bir Quebec sorunu var. Öyle ‘dış güçlerin’ müdahalesiyle falan da değil, çoğu zaman, hiçbir şeyini paylaşmak istemeyen açgözlü zenginlerin marifetiyle. Zuladaki ulus devlet

Üretici güçlerin gelişmesinin uluslararası karakteriyle ulusal sınırların varlığı arasındaki çelişki, kapitalizmin ve emperyalizmin insanlığı mahkûm ettiği en büyük çıkmazdır, derler. Bu çelişkiyi büyük sermayenin egemenliği ve emeğin sosyal haklarının geri alınması temelinde daha büyük bir blok-devlet kurarak aşmaya çalıştıkları AB örneğinde bile işin nereye kadar gidebileceği henüz belli değil. Kısmi egemenlik devirlerine rağmen ‘milli’ burjuvaziler, ulusal egemenlik haklarının gerekli olanlarını, özellikle de sınıfsal ve ‘ulusal’ güvenliklerinin araçları olan orduyu, polisi ve bazı kurumları ‘zulalarında’ tutmaya

devam ediyor. Kapitalistler arası rekabeti şiddetlendirecek ağır bir kriz durumunda kendi kıçlarını kurtarabilmek için bir gün o ulus devlete işlerinin düşeceği bilinciyle. İsviçre, Norveç gibi ülkeler ‘birlikten’ uzak duruyor; üyelerin bir kısmı kendi para birimlerini muhafaza ediyor; İngiltere ve bir grup ülke ise Amerika açısından ‘Avrupa’daki adamımız’ rolünde. Neden acaba? Devletin işi başından aşkın!

Dikkat edin, ‘tarafların’ karşılıklı iddialarının aksine ‘ulus devlet’in hayatımızdan çekilip gideceğine dair güçlü bir emare yok. Elbette bir takım sosyal, ekonomik rol değişiklikleri söz konusu, mesela devlet eskisi kadar ‘sosyal’ değil; ancak bu da ‘çağdaşlığın’, yani sermayenin bugünkü çıkarlarının gereği. Neticede, onca ‘küreselleşmeye’ rağmen ulus devlet ‘aciz’ ve ‘yok hükmünde’ bir varlığa dönüşmüyor. Mali piyasaların ‘küreselleşmesinin’ devleti nasıl ve hangi açılardan daha ‘aktif’ hale getirdiği, ulus devletin, ulusal ekonominin ‘küreselleşen’ dünya ekonomisi ile ilişkilerini nasıl düzenlediği üzerine çok sayıda makale okuyabilirsiniz. Döviz kurları, faizler vb. devlet işlerinin yanı sıra, yabancı sermayeyi çekecek, yerli sermayeyi coşturacak yasal düzenlemeler, ücret düzeyleri, çalışma koşulları, sendikal ‘haklar’, güvenlik vb. konularda da devletin ‘esas çocuk’ rolü ortada. Zaten ‘ulus devletin’ işinin bitmediği, sermaye sözcülerinin sabahtan akşama kadar, “Devlet şöyle yapmalı, devlet böyle

yapmalı; devlet öncü olmalı…” n veya sırası geldikçe “Aman seçim uygulanmasın,” veya ne bileyim, popülizm yapılıyor!” türü şikâyetl belli! Yani devletin kimi alanlardan ve ‘çağdaş’ rol değişikliklerine rağ veya böyle’ yapması demek ki hâ Liberalizmin kalelerinden ‘Radik liberal köşe yazarlarımızdan İsmet devletimiz tarafından hazırlanmak ‘sanayi stratejisi’ ile ilgili yazısında diyor: “Tabii, sanayimizin sorunla sanayileşememiş olmamızın nede bir strateji ve buna bağlı teşvik sis değil. Kamu otoritesinin strateji h buna uygun bir teşvik sistemi uyg bir de sanayi alanında girişim yap yatırımcıların önündeki engelleri a onları köstekleyici olmaktan çıkm sorumluluğu da var.” İşte budur! Devlet büyüklerimizin dış gezile para babasını da yanlarında taşım bilmem hangi şirketin ihalesi-işi iç ‘meslektaşlara’ edilen ricaları, kim altından sopa göstermeleri’; devle bağlanan işleri falan da unutmaya Başkanı, daha geçenlerde hüküm devlet kurumlarıyla 2007 yılı içind kere görüştüklerini anlatıyordu. Y sermaye’nin ömrü devlet kapısınd ‘Nerede bu devlet..!’

Tabii bir de o sermayenin, o ‘kü şirketlerin, her kriz döneminde yü ‘Nerede bu devlet, nerede bu mil


HAKKI YÜKSELEN (BABA HAKKI)

rlü askeri, siyasi, diplomatik taşeronluğa da hazırdık. Ayrıca sosyalizmle falan da işimiz olmazdı. Eh, daha ne olsun, “Bundan iyisi Şam’da ı, Irak Kürt Yönetimi’ne, “Hooop, o kadar uzun boylu değil!” diyip bir ayar çekeceğini ve sonunda bizi tercih edeceğini de biliyordum...

i böler mi?.. senelerdir Meksika içlerinde ‘haydut’ kovalıyorduk, Texas şerifi misali! Öyle radikal dincilikle falan da işin olmazdı, ‘laik’, kulak memesi kıvamında, devlet onaylı, had saada muhafazakâr ‘ılımlı’ bir İslam devletiydik, çok şükür! Hatta bizi ‘model’ bile yapacaklardı. Üstelik onca temiz bir mazimiz vardı, bir dönem her alanda ABD’nin BBG evi gibiydik; Batı’nın kadim dostuyduk, o medeniyeti benimsemiştik bir kere.

Komünizme karşı ABD ile işbirliği, hatta kader birliği etmiştik onca yıl. Bir de İsrail’le can ciğerdik, başta askeri olarak. Üstelik ‘bölge devleti’ namıyla her türlü askeri, siyasi, diplomatik taşeronluğa da hazırdık. Ayrıca sosyalizmle falan da işimiz olmazdı. Eh, daha ne olsun, “Bundan iyisi Şam’da kayısı, zaten gerisi de pazarlığa tabi!” demiştim kendi kendime. Hem ben, müneccim falan olmadığım halde ABD’nin şu veya bu şekilde Kürtleri satacağını, Irak Kürt Yönetimi’ne, “Hooop, o kadar uzun boylu değil!” diyip bir ayar çekeceğini ve sonunda bizi tercih edeceğini de biliyordum. Hem de Bush ile Gül, “PKK ortak düşmanımızdır”, “PKK barış isteyen herkesin düşmanıdır” ortak açıklamasını yapmadan ve Kerkük referandumu (belki de sonsuza kadar) ertelenmeden epey önce. Kifayetsiz muhteris

Zaten Amerika’nın o 2000’lerin başındaki

mu?..

nutuklarından yatırımları “İmdat lerinden de n çekilmesine ğmen, ‘şöyle âlâ çok önemli. kal’de, en t Berkan, kta olan a bakın ne arı ve yeterince enleri sadece stemi eksikliği hazırlamak, gulamak kadar pacakların, azaltmak, mak gibi bir

erinde onca malarını; çin yabancı mi zaman ‘aba et kanalıyla alım. TOBB met ve çeşitli de tam 179 Yani ‘liberal da geçiyor…

üresel’ ükselen llet?!’

çığlıkları var ki, yürek paralıyor. Demek ki ‘piyasanın o görünmez eli’, günü geldiğinde (Ki o ‘kara gün’ periyodik olarak hep gelir!) ayıp bir işaret yapıveriyor, çok affedersiniz ‘Naah!’ diye. O zaman, ‘modası geçmiş ulus devletin’ merkez bankası devreye giriveriyor; hiçbir şeye ‘karışmaması’ istenen devlet, bir ‘kurtarıcı ve düzenleyici’ olarak, ‘ekonomik paketler’ hazırlıyor, sistemi ayakta tutmak için. Amerika’da başlayan son krizde olduğu gibi. Cumhuriyet’te Ergin Yıldızoğlu yazmıştı, o ‘zora düşen’ koca koca özel şirketlerin hisselerinin, yerli ve yabancı devlet şirketlerine nasıl satıldığını, satılmaya çalışıldığını. Görünüşe bakılırsa, sermayenin ulus devletle daha çok işi var. Sırf ekonomik nedenlerle falan da değil, ayrıca siyasi nedenlerle. Unutmayalım devlet esas olarak siyasi bir kurumdur. Değil mi, daha bunun grevi, genel grevi, çatışması, ayaklanması, devrimi, karşıdevrimi, terörü, darbesi, savaşı var. Ayrıca kendi hesabına kapattığın ‘ulus’u bazen havuçla, bazen sopayla, bazen de ‘milli duygularla’ bir arada tutacaksın. Nerde öyle! Rahat olun!

Evet bir zamanların ‘sosyal devleti’ çözülüyor; en azından şimdilik. Burjuva devleti, krizin sermaye lehine çözümü için ‘sosyal’ yönünü buduyor. Yani gerçekte ‘aslına rücu ediyor’; öz benliğine, hani neredeyse ‘silahlı adamlar topluluğu’ haline dönüyor. ‘Sahip’in ihtiyaçlarına uygun biçimde kendine çeki düzen veriyor. ‘Milletin efendisi’nin en yüksek kâr talebini, o güne kadar yürüttüğü birçok

hevesi de kırılmış durumda. Önce o çok ‘parlak’ askeri teorileri, savaş stratejileri fos çıktı. Hani küçük, hareketli ve yüksek teknolojiyle donanmış birliklerle savaş kazanma akılları. Irak’ta işler yolunda gitmeyince bu parlak fikrin babası, ‘büyük askeri deha’ Rumsfeld’i şutlanmak zorunda kaldılar önce, ardından işgale asker yetişmez oldu. Epeydir bir siyasi çıkmazın içindeler; nasıl çekileceklerini düşünüyorlar. Afganistan’da durumlar fena halde Taliban! Irak’ı da bırakın üçe bölmeyi (İsrail’in de eski rüyasıydı) şimdi federasyon falan, nasıl bir arada tutacaklarını düşünüyorlar! ‘Acemi büyücü çırakları’ misali, işleri kontrolden çıkardılar, serbest kalan cinleri şişeye sokamıyorlar şimdi. Başlarına öyle belalar açıldı. Bakın, bölgede nüfuzunu giderek artıran İran mevzuunda hafien yan çiziyorlar. Irak’ı yüzlerine gözlerine bulaştıranların başına İran’da neler gelir

kamu hizmetini özelleştirerek, piyasalaştırarak karşılıyor. Onun uluslararası sermaye ile bütünleşmesinin iç ve dış gereklerini yerine getiriyor; yolunu açıyor, engelleri temizliyor. ‘Küresel’ uyumuna destek veriyor. O, ‘Godiva’yı aldığında, evladının mürüvvetini görmüş bir babanın mutlu heyecanını yaşıyor! Yani devlet asıl işini yapıyor; ‘sosyal devlet öldü’ diye ulus devlet de ölmedi ya. Hep derim, devletin şekli değil şemaili önemlidir. Dünyanın durumu değişir, ‘küreselleşme’ durur, sermaye daha ‘sosyal içerikli’ bir birikim modeline geçer; tabii senin de gücün vardır, meydanlara inip tepesine biner ve sosyal haklar istersin; devlet, yarın yine ‘sosyal devlet’ oluverir. Bugün özelleştirdiklerini, sermayenin çıkarları gereğince, yarın devletleştirir. Ünitermiş, federalmiş, tek ulusluymuş, çok ulusluymuş, sosyalmiş, piyasacıymış, elbette bütün bunlar bizim de hayatımızı bazen derinden etkiler, ama neticede burjuva devleti işte. En iyi ihtimalle kendi ‘milli’ burjuvazisinin payını artırmaya, onu dünya ekonomik-siyasal hiyerarşisinde daha bir üste çıkarmaya çalışır. Bu uğurda gerekirse onunla bununla savaşır, hatta ‘emperyalizmle mücadele’ eder! Sermaye, devletsiz yapamaz. O nedenle eğer endişeleneceksek kendimiz için, kaybettiğimiz şeyler için endişelenelim; ‘onların’ işleri tıkırında! Kısacası, devlet henüz buralarda. Eh, komünizme de daha çok var. O yüzden milliyetçilerimizin, ‘ulus devlet’ için ‘karalar bağlamasına’ gerek yok, yüreklerini ferah tutsunlar. Hâlâ vurduğu yerden ses getiriyor tosunum!

A

acaba. Üstelik Irak mevzuunda İran’ın ocağına bile düşebilirler yarın öbür gün. Ayrıca bu işin daha Pakistanı, Lübnanı var; henüz ‘giriş taksimi’ aşamasında olsalar bile. Ortadoğu’ya ‘emperyalist demokrasi’ (yani gölgesini) ihraç etme işi de fos çıktı; Bakın Bush bölgeye yaptığı gezide ‘demokrasi’ değil bilmem kaç milyar dolarlık silah satış anlaşması yapıvermiş. Yani emperyalizm de olsan her rüyanı gerçekleştiremiyorsun demek ki! İş sadece istekle, hevesle bitmiyor, kabiliyet ve imkân da lazım, yoksa ‘kifayetsiz muhteris’ durumuna düşülüyor; aynı biz ‘ölümlüler’ gibi! ‘Amerika bizi böler mi?’ Yukarıda saydığım şartları haiz olduğumuz sürece ‘bölmez’. Ayrıca bu gidişle kendisi bölünecek galiba; bakın, yerli Lakota kabilesi yüz küsur yıllık ‘anlaşmayı’ bozup beş eyaletin kendilerine geri verilmesini istemiş…

‘Her Türk...’

sgari ücrete günlük 55 kuruş zam yapılmış. ‘Hayat TV’ haberi verdikten sonra tekstil atölyelerinde çalışan işçilerle yapılan röportajları yayımlamaya başladı. Asgari ücretle çalıştıklarından hepsi öfkeli. Bir tanesi heyecanlı bir ifadeyle bu ‘askeri ücretle’ yaşanamayacağını anlatıyor. ‘Asgari’ kelimesi sürekli olarak ‘askeri’ diye çıkıyor ağzından. Eh doğru imla ile yazsa bile herkes böyle zor kelimeleri telaffuz edemez. Yöre, gırtlak, ağız meselesi. Ben nedense bunlara takılmışken birden aklım başıma geliyor. “Yahu, bu adam doğru

söylüyor; herhangi bir dil sorunu falan yok, sadece üç kuruşluk ‘askeri’ ücretle hayatta kalmaya çalışıyor, sorunu bu,” diyorum. Ödenenin ve üstüne günlük 55 kuruş zam yapılan ‘şeyin’ ‘asgari’ değil ‘askeri’ ücret olduğu kesin. Bir yanıyla 12 Eylül askeri diktatörlüğünden miras anayasa ve yasalarla idare edilen ‘demokratik’ rejimimizin emekçilere layık gördüğü kâbus gibi bir hayatın ‘doğal’ sonucu olarak; öte yandan da neredeyse bir ‘er ve erbaş’ maaşı düzeyinde olduğu için. Eh ne demişler: “Her Türk asker doğar!” Tabii rütbe farklarını da unutmamak lazım…


beni sat, kendini sat, herseyi . sat...

Gel! Gel! En düşük faizle üniversite bizde! Gel! Yıllık ücreti peşin ödeyene yüzde 5 indirim! Kredi kartına artı 10 taksit! Gel!..

S

abah dersten çıkmış öğretmenler odasında çayımı yudumlarken gazetelere bir göz atayım dedim. Gazetedeki bir haber, birden dumura uğramama neden oldu. Yeni YÖK başkanımız bir demecinde aynen şöyle demiş: “Okullar bedava. Hiçbir yerde görülmemiştir. Şunu yapmak istiyoruz: Üniversiteleri paralı yapalım, ihtiyacı olana burs verelim. Hiç olmazsa üniversiteler ayağının üzerinde dursun. Sonra, insanlar çalışınca bu parayı geri ödesin. Aynı Kredi ve Yurtlar Kurumu’ndan alınan kredi gibi. İsteyene 8-10 bin YTL kredi versek, sonra bunu bize geri ödese. Neyse borcu... ABD’de olduğu gibi, mezuniyetten sonra ödesin. Bunun ideali, hiç kimseyi üniversiteye taşımamak. Sadece belli sayıda insanı taşımak. Diğerlerini, yüksek teknik okullara ve yüksek meslek yüksekokullarına yönlendirmek. Ara elemana ihtiyaç var.

G

İstihdam sorunu çözülür.” Böyle bir demeci neresinden eleştirsek bilemiyorum. Bunu büyük bujuvazimizin temsilcileri söylese, mesela TÜSİAD söylese anlayışla karşılayacağım. Ama akademik kariyer sahibi bir sosyolog söylüyor. Şimdiye dek hiçbir YÖK Başkanı bu kadar cüretkâr bir söylemde bulunmamıştı. Meğer eskileri daha insaflıymış; onlar en azından üniversitelere yeteri kaynağı ayırmadığı için siyasi iktidarları eleştirirdi. Yani sorunun kaynağını doğru yerde arardı. Ama yeni YÖKzade doğrudan AKP’nin adamı olunca sorunu da çözümü de nerede bulacağını biliyor. Eğitimdeki kaynak sorununu doğrudan emekçi-yoksul ailelerin sırtına yıkıyor. Tabii kendilerinin karınları tok, sırtları pek. Yeri geldiğinde Türkiye Cumhuriyeti laik, sosyal bir hukuk devleti derler… İşte bunların sosyal devlet anlayışı! Okulları paralı yap, öğrencileri müşteri yap, aileleri müşteri finansörü yap. Tamam, yap da, herkes para babası değil ki çıkarıp versin. Böyle bir uygulama,

eçtiğimiz günlerde YÖK Başkanı’nın yaptığı açıklamayı hepimiz biliyoruz. YÖK Başkanı olacak adam, parasız eğitime karşı durup eğitimin ücretli hale getirilmesi gerektiğini söyledi. Diğer bir deyişle, açıktan emekçi çocuklarının üniversite okumasına karşı tavrını koydu. Evet, biz bu açıklamanın ardından harekete geçip, eğitimin herkes için temel bir hak olduğundan falan bahsettik de, sonra durup bir düşündükten sonra, aslında bu adamın dürüstçe davrandığını da teslim ettik. Yıllardır kimilerinin kısık sesle söylediği ya da söylemeye çalıştığı, alicengiz oyunlarıyla yapılmak istenen bir şeyi çıkıp cart diye söyleyivermişti! Belki kızacaksınız ama arkadaşın gayet dürüst davrandığını düşünüyoruz. Düşünsenize, kurulu düzen savunucularının tümünün arzusudur bu: Eğitimin özelleştirilmesi. İş sadece eğitimle sınırlı değil tabii, hepimiz yakından takip ediyoruz, yeni sağlık reformuyla aynı şey sağlık sistemine de yapılmak isteniyor. Eğitimde özelleştirmenin egemenler tarafından şiddetle arzulandığını söylemiştik. Katkı payı diye alınmaya başlanan ücretlerin nasıl har(a)çlara dönüştüğünü, vakıf üniversitelerinin kurulmasıyla birlikte yüksek öğretimin nasıl ticarileştirildiğinin de farkındayız. Ancak işi o kadar büyütüyorlar ve sıradanlaştırıyorlar ki, artık hiç utanma kalmadı. Biz Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde okuyan öğrenciler olarak işte tam da bundan bahsetmek istiyoruz. “Üniversitemiz Yönetim Kurulu’nun 07.11.2007 tarih 44 sayılı toplantısında alınan 08 sayılı kararı uyarınca…” diye başlayan bir karar ile üniversitemiz bu tarihten itibaren, kayıt gideri, öğrenci belgesi diploma vs. gibi belgelerden ücret talebinde bulunmaya başladı. Zurna zırt ötesine geçti, zortluyor. Rektörlükten bu hususta yapılan açıklamadan size bir küçük pasaj aktarmak

18

öğrencileri daha üniversite okurken borçlu hale getirtecek. Okuduktan sonra geri ödermiş! Hangi kaynakla ödeyecek? Bugün üniversite mezunu birçok insan iş bulamıyor. Bulsa da üç kuruşa çalışıyor. Bir de sen kalkıp bu insanları okurken borçlu yapacaksın. Okurken Kredi Yurtlar Kurumu’ndan öğrenim kredisi almış birçok insan bugün hâlâ mahkeme kapılarında sürünüyor. Acaba yeni YÖK başkanının bundan haberi var mı? Tabii bu düşüncenin altında kendi rahat yaşamları yatıyor. Onlar bilemez ki, bir asgari ücretli bu parayı ancak hiçbir harcama yapmasa 2 yılda biriktirir. Ama bu arada açlıktan ölür! Tabii haberi okurken üniversite yıllarım aklıma geldi. Devlet üniversitesinden mezun olup öğretmenliğe başladım ben. O yıllarda üniversitelerde öğrenci harçları daha yeni yeni alınmaya başlamıştı ve şimdiye göre çok cüzi sayılabilecek rakamlardı. Yemekhaneler özelleşmemişti. Beyaz eşyaya endeksli öğrenim kredisi (aldığının çok çok üzerinde faizle geri ödüyorsun) yoktu, özel güvenlik kuvvetleri yoktu, lüks lokantalar, alış-veriş merkezleri yoktu. Biz o yıllarda devrimci gençler olarak öğrencilerden alınan har(a)çları

protesto ederdik. Yoksul, emekçi kökenli öğrencilere karşılıksız burs ve parasız eğitim talep ederdik. (Çünkü bize göre parası olanın zaten bu sorunu yoktu.) Özelleştirmelere karşı çıkardık; “Bu gidişle eğitimi tamamen paralı hale getirecekler,” derdik. “Üniversiteleri ticarethane yapacaklar!” derdik. Kısa geçmişime bakıyorum da, ne kadar haklıymışız. Üstelik bu haklılığımıza rağmen gözaltına alınır, yine çocuklarına üniversite kapıları kapatılmak istenen kesimlerden biri olan polisten cop yerdik, işkence görürdük. Şimdi yeni YÖK başkanımız ne diyor? “Herkesin üniversite okumasına gerek yok!” Bu herkes kim? Bu ülkede zengin çocuklarının eğitim sorunu var mı? Yok! Onlar zaten özel üniversitelere gidiyor, Amerikalarda okuyor. O zaman ‘herkes’ onlar olamaz. Herkes dedikleri, yoksul emekçi çocukları, yani okumaktan başka kurtuluşu olmayanlar –o da ne kadar kurtulmaksa-. Bu yeni saldırı yaşama geçerse, üniversitelerde sadece ‘parayı veren düdüğü çalacak’. Tabii o durumda, üniversitelerde promosyon çalışmaları başlarsa şaşırmayın: “Gel vatandaş, gel! En düşük faizle üniversite bizde, gel!”

İstanbul’dan bir öğretmen

Bunlar pazarlamacılığa başladı bile!.. istiyoruz: “Bir öğrencinin üniversitemizde aldığı eğitimöğretimi boyunca ihtiyaç duyacağı ‘öğrenci belgesi’ veya ‘transkript’ sayısı normalde 3-5’i geçmez… Söz konusu ücrete tabi belgelerden tahsil edilen bedel, üniversitemizin özel bütçesine gelir olarak kaydedilmekte, karşılığında bütçeye konulan veya sene içinde bütçeye kaydedilen ödenekler, öğrencilerimizin spor, kültür, gezi, yiyecek yardımı gibi ihtiyaçlarına harcanmaktadır…” Sizin de anlayacağınız üzere, üniversitemiz, özellikle öğrenci belgesi ihtiyacının bir öğrenci için eğitim öğretim hayatı boyunca üçü-beşi geçmeyeceği kanaatindedir. Buradan alınacak ücretlerin ise daha sonra öğrencilere yol, su, elektrik gibi hizmetler olarak geri döneceğini söyleyerek, yeni kesilmeye başlayan haraçlara kılıflar uydurulmakta, üniversite-öğrenci ilişkisini tüccar-müşteri ilişkisi değilmiş gibi göstermeye

Yeni tarifemiz: Kayıt Gideri (İlk Kayıt): 60 YTL Kayıp Kimlik Yenileme: 20 YTL Diploma Ücreti (Kayıp Diploma Dahil): 20 YTL Lisans Üstü Programlara Başvuru Ücreti: 50 YTL Yabancı Uyruklu (Lisans) Başvuru: 40 avro Yatay Geçiş Başvuru Ücreti: 50 YTL Öğrenci Belgesi Türkçe-İngilizce: 5 YTL Not Durum Belgesi (Transcript): 5 YTL İngilizce Muafiyet Sınav Ücreti: 20 YTL Geçici Mezuniyet Belgesi: 5 YTL Diploma Eki (2.Nüsha): 20 YTL

çalışılmaktadır. Bunu yaparken unuttukları ufak ayrıntı ise bizim bunu yutacak konumda olmayışımızdır. Yapılan bu uygulamanın öğrencilere daha iyi hizmet verme aşkından kaynaklandığını söyleyen bu idarecilere, daha iyi hizmet almayı isteyen müşteriler olarak birkaç önerimiz var. Bir öğrencinin dört yıl boyunca yılda iki defadan öğrenci belgesi aldığını hesaplarsak, bu rakam 40 ytl’dir. Düşünün sadece öğrenci belgelerine 40 ytl para veriyorsunuz, sonra spor, kültür, gezi yapıyorsunuz!.. Ne gezisi? Çocuk mu kandırıyorsunuz? Bu işler öğrenci belgelerinden alınacak 5’er ytl ile olacak iş değildir. Okuldaki tuvaletlerin ücretli hale getirilmesi, ek bir gelir olarak işe yarayabilir!.. Kaldı ki, tuvaletlerin önüne konacak öğrenci arkadaşlar hem kaçak girişleri önlemiş olur, hem de bu arkadaşlara okul bünyesinde öğrenci işçi olarak çalıştırılır, burs meselesi de böylece hallolur. Tabii bu yetmeyebilir. Önerimiz şudur: Dersler için ihale açılmalıdır. En ucuza ders anlatmaya ikna olan öğretim görevlileri seçilerek, masraf azaltmış olur. Ders anlatmak isteyen hocalarımız arasında rekabete neden olacak bu uygulama, eğitimde kaliteyi de beraberinde getirecektir. Ne de olsa, rekabet kalitedir!.. Bizden söylemesi!..

Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nden bir grup RED okuru Not: Eskişehirli REDciler olarak 24 Şubat Pazar günü saat 12:00’de Palmiye Kafe’de (yenisinde) buluşup çay-peynir-simit eşliğinde muhabbet edeceğiz, ilgilenen arkadaşlara duyurulur. İletişim: eskisehir@reddiye.org


Bakan ne sayıklıyor? 1

2 Ocak 2008 tarihli gazeteler başbakanın kayıt dışı ekonomi ile mücadelesini sayfalarına taşıdı. Haberlere göre, kaçak ya da kayıt dışı işçi çalıştıran işletmeler, kamu ihalelerinden belirli bir süreyle men edilecekmiş. Hazırlanması düşünülen yasa ile kaçak işçi çalıştırdığı tespit edilen işletmeler, 1 ila 5 yıllık bir süre boyunca devlet ihalelerine giremeyecekmiş. Vallahi haberi duyunca şaşırdım. Hep yasaların emekçiler aleyhine çıkarıldığını düşünürdüm. Demek ki patronlar aleyhine de bir şeyler olabiliyormuş. Ama bu yasa biraz zor çıkar gibi geliyor. Kıdem tazminatını tırpanlamakla, sosyal güvenlik ve genel sağlık sigortası ile uğraşan hükümet bu işi yapmaz. Ama biz sayın hükümet yetkililerine şunu söylemek isteriz: Patronlardan önce sen kendi çalışanlarına bir bak! Her defasında vatandaşları arasında ayrım yapmayacağını ilan eden hükümetin başı, nedense bir türlü çalışanlarına karşı eşit davranamıyor. Onları bölmek, örgütsüz ve güvencesiz bırakmak için her çareyi arıyor. Aynı işi yapanlar aynı ücreti alamadığı gibi aynı haklara da sahip olamıyor. Belki medyadan duymuşsunuzdur ama bir kere de biz açıklamaya çalışalım. Özellikle de sağlık ve eğitim alanlarında çalışmayı planlayan ya da özelleştirme sonucu işini kaybedecek işçiler için... 4/b, 4/c sadece bir sınıf adı değil, ileride tabi olunacak yasayı ifade ediyor. Devlet memurlarının tabi olduğu 657 sayılı yasaya göre tanımlar aşağıdaki gibi: 4/A) Memur: Mevcut kuruluş biçimine bakılmaksızın, devlet ve diğer kamu tüzel kişiliklerince genel idare esaslarına göre yürütülen asli ve sürekli kamu hizmetlerini ifa ile görevlendirilenler, bu kanunun uygulanmasında memur sayılır. 4/B) Sözleşmeli personel: Kalkınma planı, yıllık program ve iş programlarında yer alan önemli projelerin hazırlanması,

gerçekleştirilmesi, işletilmesi ve işlerliği için şart olan, zaruri ve istisnai hallere münhasır olmak üzere özel bir meslek bilgisine ve ihtisasına ihtiyaç gösteren geçici işlerde, kurumun teklifi üzerine Devlet Personel Başkanlığı ve Maliye Bakanlığı’nın görüşleri alınarak Bakanlar Kurulu’nca geçici olarak sözleşme ile çalıştırılmasına karar verilen ve işçi sayılmayan kamu hizmeti görevlileridir. 4/C) Geçici personel: Bir yıldan az süreli veya mevsimlik hizmet olduğuna Devlet Personel Başkanlığı ve Maliye Bakanlığının görüşlerine dayanılarak Bakanlar Kurulu’nca karar verilen görevlerde ve belirtilen ücret ve adet sınırları içinde sözleşme ile çalıştırılan ve işçi sayılmayan kimselerdir. Kamu kesiminde halen 657 sayılı kanunun 4/B maddesine tabi yaklaşık 50 bin civarında öğretmen, 11 bin ebe ve hemşire, sayıları binlerle ifade edilen değişik meslek gruplarında çalışan var. Şimdi öğretmenlik, ebe ve hemşirelik geçici bir iş mi? Anayasanın 128. maddesinde devletin, kamu iktisadi teşebbüsleri ve diğer kamu tüzel kişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerin memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle yürütüleceği düzenlenmiştir. Demek ki anayasa gerektiğinde rafa kalkabilir. Tabi 4/b statüsünde çalışanlar iş buldukları için sevinçliler. Ama bakanlar kurulunu çok mutlu etmek zorundalar. Neden mi? Bunlara ödenebilecek ücretlerin üst sınırları ile verilecek iş sonu tazminatı miktarı, kullandırılacak izinler ve bu hususlara ilişkin esas ve usûller Bakanlar Kurulu’nca kararlaştırılır. ‘657 4/A’ bendine göre memur sayılmadıklarından, memurların haklarından yararlanamazlar. Diğer yandan 4857 sayılı İş Kanunu’na göre işçi de sayılmıyorlar ve iş yasasından doğan haklarını (grev toplu görüşme)kullanamıyorlar.

Yinede 4/b‘ler 4/c’lere göre daha iyi muamele görüyor. 4/c statüsünde 30 bin emekçi çalışıyor. Özelleştirme sonucu işinden olan 8bin 628 işçi için kamu kurumlarında geçici personel olarak çalıştırılmaları 2005’te kabul edilmişti. Yine aynı statüde Bakanlar Kurulu kararnamesi ile 21 bin 193 kişi geçen yıl bu kapsama dahil oldu. Daha önce tam zamanlı çalışan bu işçiler bir yılda on ayı geçmemek üzere çalıştırılıyor. Yine yasaya göre geçici personelin hizmet sözleşmesinin feshinde, ihbar, kıdem veya sair adlar altında herhangi bir tazminat ödenmiyor ve geçici personel, sosyal güvenlik mevzuatı yönünden 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu hükümlerine tabi. 4/c statüsünde sadece özelleştirme mağdurları çalışmıyor. Öğretmen ve imam da geçici personel olarak istihdam ediliyor. 4/c statüsünde çalışan bir öğretmen sadece okulun açık olduğu gün başına günlük yevmiye alıyor. Ve bir eğitim yılı boyunca çalışması da garanti değil. Her an işi akdi feshedilebilir. 4/c ücretleri aynı işi yapan diğer meslektaşlarına göre çok düşük ve mal müdürlüklerince düzenli ödenmiyor.

Elif emekli olabilir mi?

Elif Marmara üniversitesi biyoloji öğretmenliği 2002 mezunu. Oldukça da iyi bir dereceyle mezun, lakin bir türlü KPSS’den atanması için gerekli puanı alamıyor. Hoş onun yeterli puan alması bir başkasının atanamaması demek. Hem biyoloji öğretmeni olarak da yılda kaç kişi atıyorlar ki? Elif dershanelerdeki yoğun emek sömürüsünü ve ücretsiz çalışmayı daha fazla göze alamadığından 4/c statüsünde kamu okullarında görev yapmayı tercih ediyor. 4 yıldır Ümraniye’nin değişik okullarında görev yapıyor. Emekli olmak için gerekli prim gün sayısının 7 binden 9 bine çıkarılacağını duyunca kendisini bir düşünce alıyor. Yaptığa hesaba göre bir eğitim yılında 180 iş günü var. Haada

İletişim: kesk@reddiye.org

dört gün primi ödenirse bir eğitim yılında maksimum 150 gün prim ödeyebilecek. Çalıştığı için de isteğe bağlı sigortadan yararlanamıyor. Emekli olabilmesi için çalışması gereken süre 46,6 yıl. Eğer prim gün sayısı 9 bin olursa hesaplamak istemiyor!

Öğretmen maaşı yüksek mi?

Önce dünya bankası Türkiye direktörü açıkladı ardından Mili Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ücretlerin yüksek olduğunu kabul etti. Bu hesabın nasıl yapıldığını geçen sayıda Burak abimiz anlatmıştı. Fakat anlamamışlar. Bu hesabı nasıl yaptılar bilmiyoruz ama biz de birkaç OECD ülkesiyle kıyas yapalım. Öğretmenlerin 800 dolarlık bir bilgisayar almak için çalışması gereken süre: İspanya 36 Danimarka 40 Yunanistan 59 ve Türkiye 88 saat... Eğitim kurumlarına öğrenci başına yapılan yıllık harcama miktarı: İspanya 4 bin 829, Danimarka 7 bin 814, Yunanistan 4 bin 218, Türkiye 869 dolar.... Eğitim harcamalarının gayri safi milli hâsılaya oranı: İspanya 4.2, Danimarka 6.7, Yunanistan 4, Türkiye 3.6... 15-19 yaş arası gençlerin eğitime devam edenlerin etmeyenlere oranı Türkiye de yüzde 43.5, OECD ortalaması 82.8. Şimdi bakana diyoruz ki o koltukta oturup durma. Çalış çabala bizi OECD standartlarına çıkar. İşte öğretmen maaşları, yıllık ve ABD doları üzerinden. İspanya 31 bin 381, Danimarka 33 bin 693, Yunanistan 23 bin 700 ve nihayet Türkiye 16 bin 678 dolar!.. Bakan Çelik’in aralık ayında atadığı sözleşmeli öğretmenler görevlerine başladı. Henüz bekâr ve çocuk yardımı almadıkları için ücretleri 1000 ytl civarında. Şimdi İstanbul’da ne kadar kira öderlerse sağlıklı koşullarda bu gençler hayatlarını idame ettirirler?

RED okuru bir öğretmen

19


dosya: internetteki sözlüklerin genel vaziyeti

önsöz: kapsamlı bir sözlük muhabeti...

E

k$i Sözlük ile başlayan ve bugün yüzlercesi ile devam eden bir sirkülasyon var sibernetik alemde. Okurları ve yazarları ile yüz binlerle ifade edilen muazzam bir yoğunluğa sahipler. Her daim kendilerine olan ilgiyi en üst seviyelerde kılabilmeleri çok tartışıldı,

çok konuşuldu. Popülerlikleri dilden dile dolaştı. Gazetelerde, televizyonlarda, dergilerde sıklıkla kendilerinden bahsedilmeleri, tartışma konusu olmaları, muhakkak ki sözlüklerin cazibesini bir kat daha artırdı. Kimi zamanlar mahkemelerde de davacılarla cebelleşen

sözlüklerin sırrı zihinleri kurcaladı durdu her daim. Bu sırrı merak ettik ve bu alanda önemli bir yere sahip beş sözlüğün yöneticileriyle konuştuk. Ekşi, Uludağ, Naçizane, Lafmacun ve Nedir.Net’in yöneticilerinin sorularımıza verdikleri cevapları

nacizanebilgi’den kral: insanlar fikir beyan etmede özgür olmalı Kral, nacizanebilgi'yi nasıl tanımlıyorsun? Bir ekşi sözlük klonu mudur? Naçizanebilgi’yi tanımlamak ve ekşi sözlük ile olan bağıntısını açıklamak gerekirse şöyle diyebiliriz: naçizanebilgi, ekşi sözlük fikrinden ortaya çıkan, kaliteyi hedefleyen, Türkçe’nin düzgün kullanıldığı ve insanların net üzerinden aradıkları bilgilere ulaşmaları yönünde alternatif kaynak olma hedefine sahip bir oluşumdur. Klon tabirini kullanmak istemiyorum çünkü her ne kadar bu fikrin babası ekşi sözlük olsa da ve bizler bu formatı bire bir kullanıyor olsak da aslında içerik olarak ayrıldığımız noktalar var. Bu farklarımızı tabii ki kullanıcılarımız daha iyi ayırt edebilirler. Hangi ihtiyaç sebebiyle kuruldu sözlük? İnternet artık gerçekten hepimizin hayatında öncelikler arasına girmiş bir yapı oldu. Bir okuldan mezun olmak için, bir işi yapabilmek için, çalışabilmek için ve hatta alışveriş yapabilmek, oyun oynayabilmek için bile interneti kullanır olduk. Kısacası aklımıza gelebilecek birçok şeyde internet ya imkanımız ya da mecburiyetimiz olmuş. Bilgi paylaşımı da bunların arasında ve sözlük siteleri de bu konuda gerçekten büyük bir potansiyele sahip konumda. Piyasaya baktığımızda sözlük sayısının 100 civarı olduğunu görüyoruz ve bugün herhangi bir kavram ya da konu hakkında google’dan bir şey arattığımız vakit karşımıza çıkan ilk sitelerden biri ekşi sözlük oluyor. Bu bir kavram olabilir; bir olay olabilir; bilimsel, sanatsal, kültürel ya da popüler herhangi bir şey olabilir; bir kişi, bir şarkının sözü ya da film hakkında yorum olabilir. Anlayacağınız, bunun bir sınırı yok. Sözlüklerin içinde aradığınız her şeyi bulabilirsiniz. Biz de bu amaçtan yola çıkarak böyle bir şeye kalkıştık. Bu işin içine girerken de piyasadaki sitelerin en büyük eksikliklerinden biri olarak dil bilgisi kullanımı konusundaki eksiklikler ve hatalar gözümüze çarptı. Bu meseleye elimizden geldiğince hassas olarak eğilip dilimizi mümkün olduğu kadar hatalarından arınmış olarak kullanmaya ve kullandırmaya çalışarak sözlüğümüzü hayata geçirdik. Naçizane'yi diğer sözlüklerden ayıran özellikler nelerdir? Naçizanebilgi ile diğer sözlükler arasında konsept olarak aslında çok bir fark

yoktur. Yani kısaca bakacak olursak, sol frame denen bölgede konu başlıkları ve onlara tıkladıkça sayfada açılan tanımlar, yorumlar, linkler vs… Ancak içerik ve kullanım olarak farklı noktalarımız vardır tabii ki. Mesela dilin kullanımı konusunda en titiz sözlük sitesi olduğumuzu rahatlıkla iddia edebilirim. Bu konuda yüzde yüz doğruyu yakalamak hiçbir zaman mümkün değil doğal olarak. Çünkü her an siteye bir şeyler yazılıyor ve moderasyonun bunları her an yakalama başarısını göstermesi de kolay bir şey değil. Kaç yazara sahipsiniz şu an? Şu an sözlüğümüze kayıtlı yazar sayısı 5000’in üzerinde ancak tabii ki bunların hepsi aktif değil. Yaklaşık yarısı çaylak, kimisi çeşitli sebeplerden dolayı üyelik haklarını kaybetmiş (yani bizim pilot olarak tabir ettiğimiz türden), 3000’e yakın üyemiz de normal olarak üyelik haklarına sahiptir.

Gençler aktif

Sözlükteki yazarlar hangi yaş gruplarından genel olarak? Sözlük kullanıcılarının yaş grubu genel olarak baktığımızda üniversiteli kesimin yaş grubuna denk geliyor. Tabii ki son yazar alımından önceki ekşi sözlük bir istisnadır. Çok eskilerden beridir var oldukları için yaş ortalamaları bizlerden daha yukarıda. Ancak tabii ki bu sadece 18-24 yaş grubuna hitap ettiğimiz anlamına gelmesin çünkü sözlüğümüz kullanıcıları arasında 27-45 yaş arası da ciddi bir kullanıcı kitlesi var. Sözlüklerin cazibesi nedir? Bu kadar ilgi çekmesini neye borçludur yani? Söyleyecek sözleri olduğuna inanan ve fikirlerine, birikimlerine güvenen insanların bunları yansıttıkları platformlardan biridir sözlükler. Ve kimsenin inkar edemediği ego denen duygunun da başarı ile tatmin edilebileceği bir mantıkla işlerler. Yıllarca yazamadan okuyanların, eğlenenlerin birikimlerini okudukları insanlar gibi yazabilme ve eğlendirebilme şansını elde edebilecek olmaları sözlükleri cazibeli kılmakta. Sence sözlüklerin üstlendiği misyon

nedir? Özel olarak naçizane nasıl bir misyon üsltenmektedir? Sözlüklerin misyonu baştan beri söylediğim gibi doyurucu bilgiye ulaşılmasını sağlamak ve isteğe göre de kullanıcıya eğlenceli vakit geçirtmektir. Her sözlük dil bilgisi konusunda titiz olacak diye bir kaide yoktur ancak naçizanebilgi bu konuda kurulduğu günden beri titizdir. Son gününe kadar da titiz olacaktır. Hemen hemen her sözlükte yaşanan bir vakadır yazarların politik kamplaşmalara girmesi. Sizde de yaşanıyor mu bu? Siyaset tabii ki her yerde konuşulabilmelidir ancak açıkçası riskli bir konudur. İki çeşit riske ayırabiliriz bu riskleri. İlk olarak hukuki konularda risklidir. Dilin kemiğinin olmaması nedeniyle bazı söylemler sağlam denetimden geçmedikleri takdirde bizleri zor durumda bırakabileceği gibi. Siyaseti sevmeyen insanların ortamı terk etmeleri gibi sonuçlarla yazar kaybı yaşamanızı da sağlayabilir. (ki bu ikincisinin yaşadık) Ancak ne olursa olsun insanlar istedikleri konularda fikir beyan etmekte özgür olmalılar diye düşünüyoruz biz yönetim olarak. Bunu da nacizanebilgi’de ‘bence’ el verdiğince uyguladık ve politik görüşlerini yansıttı insanlar. Sadece politik görüş değil, yaşanan anın politik olayları ve şartları da tartışıldı, naçizane çözümler üretildi klasik olarak. Sevindirici olan şu ki; her görüşten birçok yazarı barındırdık bünyemizde. Tabii bu durumu abartıp bizi zor durumda bırakma ve hukuki risklere sokanlar da bu tavırlarında ısrar ettikleri vakit sitemizden uzaklaştırıldılar. Ancak kamplaşma gibi bir tabir kullanırsam bizde yaşananlar için biraz fazla abartı olur kanısındayım. Sözlüklerin popülerliğinden de yararlanarak bir ideolojik savaş yaşandığını söyleyebilmemiz mümkün mü? Biraz açıklayabilir misin bunu bize? Sözlüklerin popülerliğinden öte, dönen başlık sirkülasyonu ve bu konuların sözlükten çok rahat takip edilebilme olanağı belki de siyasi konuların sözlüklerde fazlaca tartışılmasına neden

göreceksiniz birazdan. Ondan önce, sözlükler alanında bu çapta başka bir röportaj söz konusu olmadığı için, bunun farkına ilk olarak siz RED okurları varıyorsunuz, bunu da belirtmek isterim. Evet, şimdi başlıyoruz. Buyrun...

www.nacizane bilgi.com oldu. Bir de tabii ki sizin bahsettiğiniz gibi popülerlik de etkendir. Sesini duyurmak isteyenler sözlükleri her konuda seçtiler bugüne kadar. Peki sözlükler arasında gizli savaşlar oluyor mu örtülü-örtüsüz? Hiç dikkatini çeken olaylar oldu mu bu konuda? Gizli savaşlardan anladığım kadarıyla rekabeti kastediyorsunuz, ki rekabet her zaman vardır ve olmalıdır da. Önemli olan işin karalama ve saldırma boyutuna varmamasıdır. Tabii ki bu durum eminim ki yönetimlerin istediği bir durum değildir. Yazarın tavrıyla alakalıdır. Bugün ne yazık ki çeşitli yerlerde bizimle veya diğer oluşumlarla alakalı asılsız ve mesnetsiz ifadelere rastlamaktayız.

Antipati de cazip

Bazı sözlük yazarlarının sözlüğü ünlü olmak için kullandıkları söylenir. Sen ne diyorsun bu konuyla ilgili? Sözlükler ünlü olmaya, sizin deyiminizle celebrityliğe giden yolda bir araç mıdır? Evet bu tarz arkadaşlar var ne yazık ki. Hemen hemen her sözlükte yazmış, çoğundan atılmış ve atıldıkça kaydolan, canı sıkılınca başka bir sözlükte şans arayan yazarlar bunlar. Bir sözlükte “celebrity” olmanın en kolay yolu kısa zamanda dikkat çekmektir. Dikkat çekme konusunda ise takdir görme ile antipati toplama arasında bir fark görmez bu arkadaşlar. “Sazan avı” olarak tabir ettiğimiz yolu kullanırlar. Bu bizleri biraz temizlik yapmaya iter tabii ki çünkü açtıkları başlıklar son derece anlamsızdır. Dergimiz aracılığıyla son olarak ne söylemek istersiniz? Buyrun... Son olarak söylemek istediğim, sözlük oluşumlarının emek isteyen oluşumlar olduğu ve insanların kendilerini ifade edebilecekleri, bir kaynak olarak yararlanabilecekleri yapılar olduğudur. Tüm bu sözlükler içinde de Naçizanebilgi olarak gerçekten kaliteli bir şeyler ortaya koymaya çalışıyoruz ve tüm sözlük kullanıcılarının aydınlanabilmesi, eğlenirken yararlı bir şeyler bulabilmesi adına hepimizin aynı hassasiyetle olaya yaklaşmasını rica ediyorum. Buradan tüm sözlük kullanıcılarına saygı ve sevgilerimi iletmek istiyorum.


dosya: internetteki sözlüklerin genel vaziyeti .org www.lafmacun Lafmacun nedir? Lafmacun.org 25 Mart 2006’da yayın hayatına başlayan, 24407 üye, 2245 yazarı olan bir interaktif sözlük oluşumu. Ve bütün interaktif sözlükler gibi, tümüyle katılımcılarının açtığı başlıklar, eklediği yazılarla büyüyor. Kuruluşu yeni olsa da türdeşi diğer sözlükler arasında hatırı sayılır bir yere sahip. Bunda şüphesiz klasik sözlük anlayışına getirdiği yeniliklerin payı büyük. Peki bir Ek$isözlük klonu mudur? Bu konuda benim söyleyeceğim sözlerden ziyade sözlük ziyaretçilerinin ve/veya yazarlarının ne söylediği önemli. Zira hiç bir sözlük sahibi sözlüğünün ‘klon’ olduğunu kabul etmeyecektir. Ki bununla ilgili hep ‘birbirinden farklı araba modelleri’ örneği verilir. Bu araba örneğine biçim itibariyle birbirine benzer sözlükleri gördükçe katılmak pek mümkün değil. Yani ortada sahiden ‘klon sözlükler’ kavramı su götürmez bir gerçek olarak duruyor. Ama lafmacun.org konsept konusunda bir ekşisözlük klonu olmakla birlikte biçim itibariyle tamamen özgündür. Dolayısıyla klasik ‘klon’ benzetmesini en az hakeden sözlüktür. Kodlanırken ekşisözlüğün hiç bir özelliği birebir taklit edilmedi.

‘Bakınız’la başladık

Hangi ihtiyaçla kuruldu sözlük? Lafmacun.org’un ortaya çıkış serüveni biraz farklı. Yeni bir sözlük oluşturmak (klasik tabirle ekşi sözlük alternatifi yaratmak) düşüncesiyle değil, wordpress yazılımı için geliştirilmiş bir ‘bkz’ eklentisinin zamanla, “Başkasının yazısına bakınız vermektense kendimiz yorumlayalım,” düşüncesine dönüştürülmesiyle yaratıldı. Bir süre sadece tek bir hesabın kullanılabildiği minik bir yazılım olarak devam ederken başka sözlüklerde yazan arkadaşların da katılımıyla interaktif sözlük haline geldi. Bu süreç işlerken ben başka bir sözlük çatısı altında yazmaya devam ediyordum ve beni yeni sözlük açmaya itecek hiçbir gerekçe yoktu. Tamamen arkadaşların ısrarı ve ortaya çıkan eserin buna müsait oluşu nedeniyle sözlük oldu. Lafmacun’u diğer sözlüklerden ne ayırır? Her ziyaret edenin kolaylıkla anlayabileceği gibi çok farklı bir yazılım kullanıyoruz. Ekşisözlüğe alternatif olarak açılan bütün sözlükler kendi gelişim süreçlerini hep ekşisözlüğe endeksledi. Hem arabirim, hem de ek özellikler olarak birebir aynı olma telaşındadırlar. Ama lafmacun.org zaten böyle bir amaç doğrultusunda oluşmadığı için kendi evrimini, önünde model olarak ekşisözlük olmaksızın devam ettiriyor. Bunun dışında konsept ve kural olarak bir farklılığımız yok ama yazılımın getirdiği ‘farklılık’ algısı insanların başlangıçta lafmacun.org’u

Hazırlayan: ALİ ERSİN KELLECİ

lafmacun’dan exnihilo: sözlük kavramı fazla abartılıyor sözlük olarak tanımasını bazen engelleyebiliyor. Bu da bizi kuralları daha sıkı tutmaya zorluyor. Temel yazılımsal farklılığın dışında lafmacun.org web 2.0 trendini de takip etmeye çalışıyor ve buna paralel olarak aynı zamanda kullanıcılarına blog ve “social bookmarking” hizmetleri de veriyor. Bu tip farklı hizmetlerin sözlüğün ilerleyen sürümlerinde artarak devam edeceğini de ekleyeyim. Misyon yüklemek anlamsız Sözlükler bu kadar ilgiyi neye borçlu? Her şeyden önce insanlara dilediğince yazma özgürlüğü veriyor. Tabii bu özgürlüğü sağlayan forum ve benzeri pek çok site var ama sözlüğü asıl cazip kılan şey bunun belirli kurallara göre yapılmak zorunda olması. Bu da sözlüklere dışarıdan bakınca ‘elitist’ bir görünüm katıyor. Tabii bunda ekşisözlüğün popülaritesinin de katkısı yadsınamaz. Ayrıca kişisel fikrimce sözlükler; son bir yılın gözdesi ‘web 2.0’ trendine de çok uygun oluşumlar. Sözlükler, özel olarak Lafmacun.Org nasıl bir misyon üstleniyor? Sözlüklere bir misyon yüklemeyi anlamsız buluyorum. Bana göre sözlükler; olabildiğince ‘kaotik’ ve yasalarla sınırları çizilmiş ‘özgür’ ortamlarıyla sadece alternatif medya kuruluşu olarak değerlendirilebilir. Zaten yeterince misyon sitesi varken sözlükleri de bir kalıba hapsetmek, ona bir görev edindirmek sözlük ruhuna aykırı. Belki de asıl misyonu bu kaotik ortamdır. Lafmacun.Org’u da bu genel durumun dışında değerlendirmek yersiz. Politik kamplaşmalar yaşanıyor mu? Fikirlerin bu kadar özgürce dile getirilebildiği ortamda aynı fikre sahip yazarların birbirine destek çıkması ve/veya sizin tabirinizle kamplaşması kaçınılmaz. Ki zaten bunun olmaması için sözlükteki tüm yazarların aynı kalıptan çıkmış olması gerekir. Lafmacun.org ideolojik açıdan oldukça geniş bir yelpazeye sahip. Çok ciddi kamplaşmaların yaşandığı bir dönemi geride bırakalı çok olsa da dönem dönem bu tür şeyler yeniden ortaya çıkabiliyor. Sözlüklerde bir ideolojik savaş yaşandığını söyleyebilir miyiz? Ülke gündemini meşgul eden her şey doğal olarak sözlükleri de meşgul ediyor. Türkiye gibi siyaset arenası daima çok hareketli olan bir ülkenin vatandaşlarının sözlüklerde ideolojik görüşlerine uygun politik değerlendirmeler yapması

kaçınılmaz. Zaten kurallara uyulduğu takdirde bunu engelleyen bir şey de yok. Bu ‘özgür’ zemin; ideolojik eğilimleri birbirinden farklı pek çok insanı barındırıyor. Bu da doğal olarak çeşitli polemiklere yol açabiliyor. Ben bunları zenginlik olarak değerlendiriyorum. Yazarların sözlükte yer alan yazılardan sonra fikrini değiştirmesi beklenemez. Bu açıdan bakıldığında tüm bu kavgalar gereksizmiş gibi duruyor ama bakış açısı zenginliği ve aynı ortamı paylaşan farklı ideolojilere sahip yazarların başka ortak zevkleri vasıtasıyla empati yeteneği geliştirmesi gibi güzel sonuçlara da sebep olabiliyor. Bu tip politik/ideolojik savaşların tek negatif etkisi; sözlüğe sadece eğlenmek ya da bilgi paylaşmak için giren yazarları rahatsız ediyor olması. Bunun dışında bir sorun göremiyorum. Facebook Facebook balonu yayıldığında Ekşi sözlük büyük darbe yedi tespitleri dolaştı. Peki, Ekşi yazar alımını açtığında diğer sözlükler darbe yedi demek mümkün mü? Her sözlüğün aktif yazar sayısında ekşi sözlüğün yazar alımına paralel düşüşler olmuştur. Zira ekşi sözlük bütün sözlük yazarları için Everest dağı gibidir. Ulaşılamamasından ziyade etiket olarak çok büyük olduğu için ekşi sözlük yazarı olmak önemlidir. Biz de bu handikapa bağlı olarak düşüş yaşadık ama bu çok kalıcı bir düşüş olmadı. Yazarların önemli bir kısmı bir anlamda içlerinde kalmış bir amacı gerçekleştirmiş olmanın yarattığı rahatlıkla laf macun.org’a geri döndüler. Bu biraz da parçası oldukları kültürde kendilerini daha rahat hissetmeleriyle alakalı bir konu. Ayrıca ekşi sözlüğün yazar alımlarının katkısı da oldu. “Sözlük” denince sadece ekşi sözlüğün varolduğunu zanneden pek çok insan var hala. Yazar alımlarıyla ekşi sözlüğe akan kitlenin ilk yaptığı işlerden birisi de geldiği sözlük hakkında olumlu ya da olumsuz şekilde yorum yazmak oldu. Bu da ekşi alternatifi sözlüklerin daha fazla kişiye ulaşmasını sağladı. Bir de ekşi sözlükte yaşanan hengame içinde yeterince okunamayacağına kanaat getiren pek çok eski ekşi sözlük yazarı da alternatif sözlüklere yöneldi. Ben; ekşi sözlüğün yazar alımından lafmacun.org’un kârlı çıktığı düşüncesindeyim. En azından elimdeki istatistiki veriler bunu gösteriyor. Sözlükler ünlü olmaya, sizin deyiminizle ‘celebrity’liğe giden yolda bir araç mıdır?

İnsanların sözlüğü hangi amaçla kullandıklarını tespit etmek zor. Ki zaten böyle bir çabaya kalkışmak da abesle iştigal. Ama elbette “ünlü olmak” ya da “ego tatmini” için sözlükte yazmak çok sık karşılaşılan bir olay. Beni; bu amaçtan ziyade bunun nasıl yapıldığı ilgilendiriyor. Dolayısıyla karşıyım ya da taraarım diyemiyorum. Ekşi sözlükte bruker ile başlayan fikir beyan etmekten ziyade tepki çekmek için entry girme ekolü var. Bu; sistemin kendi ürettiği bir parazit gibi geliyor bana. Zira görünürde hiç bir kural ihlali yok. Dolayısıyla kesin sınırlar çizmek, insanları bununla itham etmek zor. Lafmacun.Org yönetimini bağlayan tek şey; bunun yapılış şeklidir. Eğer sözlük yazarlığının tek amacı ünlü olmaksa ve bu sözlükteki diğer yazarları çok fazla rahatsız etmeye başlamışsa ister istemez müdehale etmek gerekiyor.

Uçurulanlar eleştiriyor

Yönetim olarak sözlük içinde bazen hatalar yaptığınızı düşünüyor musunuz hiç? Yazarların genel olarak dile getirdikleri şikayetler nedir bu açıdan? Genel anlamda çok ciddi bir hata yaptığımı düşünmüyorum. Bu çok fazla iddialı bir söz oldu farkındayım ama bazen hata gibi gözüken pek çok şey; o anki şartlar onu gerektirdiği için öyle yapılmıştır. Dışarıdan nasıl algılandığından ziyade sözlüğün genel faydasını düşünmek zorundasınız. Bazen neyin iyi neyin kötü olduğunu değerlendirecek kadar zamanınız olamayabiliyor ve o an yaptığınız şeyin hata olduğunu sonradan anlayabiliyorsunuz. Yazarlardan genellikle uçurulan diğer yazarlarla ilgili eleştiriler geliyor ama bununla ilgili hata yaptığımı sanmıyorum. Yeterince şans vermediğimiz pek çok kişi mutlaka olmuştur ama biz kural ihlallerini yaşandığı süreç içinde değerlendirmek zorundayız. Dergimiz aracılığıyla son olarak ne söylemek istersiniz? Buyrun... Sözlük yazarlığı ve sözlük kavramı bazen gereğinden fazla abartılıyor. Sosyalleşmenin bir aracı olduğu kadar; insanları asosyal olmaya da itebiliyor. Zira bir süre sonra bakıyorsunuz ki görüştüğünüz tek insanlar sözlük arkadaşlarınız olmuş. Ben bunu son derece sakıncalı buluyorum. Hangi sözlük olursa olsun; gerçek hayatın önüne geçmeye başladığında orayı terk etme vakti gelmiş demektir. Hiç bir sözlük hayatı ikinci plana atmaya değmez çünkü. Bulunduğunuz sözlüğün adı lafmacun.org’sa eğer; biraz daha durmanızda sakınca yok (sanırım buraya gülücük koymam gerekiyor) ama lütfen aslolan hayatı ihmal etmeyin. Bütün lafmacun.org yazarlarına ve yazar adaylarına sevgilerimle.


dosya: internetteki sözlüklerin genel vaziyeti

eksisozluk’ten guru: tayyip eksisozluk’te yazsaydı uçurulurdu...

Ekşi Sözlüğün sırrı nedir? Bu kadar ilgi görmesi, tartışılması, dillerde olması halihazırda sözlüğü daha da popüler kılıyor. Anlatır mısın biraz bize bu mevzuu? Ekşi Sözlük’ün sırrı ile kastedilen, nasıl olup da “Yazı temelli bir internet sitesi nasıl bu kadar popüler olabiliyor?” ise, şahsi düşüncem Eksi Sözlük’ün, düşünceyi ifade etmek için yeni bir fırsat olarak görülen internetin Türkiye’deki ilk yıllarında bu amaca hizmet edecek ortamı sunan ilk oluşum olması. Kişisel düşünceme göre halen de bu işi daha iyi yapabilen başka bir site yok, sadece Türkiye’de değil üstelik. Sözlüğü sizler tam olarak nasıl açıklıyorsunuz, nasıl bir tarif yapıyorsunuz? Mesela bir düşünce platformu olarak görüyor musunuz? Burada gündeme bile etki eden tartışmalar dönüyor çeşitli aralıklarla... Ekşi Sözlük başlangıcı itibarıyla öncelikle iki kişinin, daha sonra bir grup insanın,

daha sonra da o bir grup insanın çevresindeki başka bir grup insanın ‘kakara kikiri’ yaptığı, iletişimde olduğu bir yer olarak hayatına başlamış olsa da kısa süre içerisinde düşüncelerin ifade edildiği bir mecraya dönüştü. Bu işlevi çok kısa süre sonra fark edildi ve bu işlev orijinal işlevinin çok önüne geçti, daha önce Türkiye’de benzeri çok az görülmüş bir şekilde insanlar düşüncelerini özgürce yazmaya başladı, tartışmaya ve değişik fikirlere açık olmaya eğilimli hale geldiler. Tabii ki bu herkes için böyle değil ama azımsanamayacak bir çoğunluk için konuşuyorum. Dolayısıyla sadece bir ‘düşünce platformu’ olarak görmüyorum, olabilecek en iyi düşünce platformlarından biri olarak görüyorum. Öte yandan, ‘henüz’ gündeme etki eden tartışmaların döndüğünü düşünmüyorum, çoğunlukla Ekşi Sözlük’te tartışılan şeyler gündem oluşturuyor. Bu ilişki ‘henüz’ tersine dönmedi.

Burada yazılan bazı şeyler devlet adamlarından, magazin dünyasının çok çeşitli isimlerine kadar birçok çevre ve kişiyi rahatsız ediyor bazen. Sözlük yazarları mı hata yapıyor yoksa bu çevreler mi eleştiriye karşı antipatik bir bakış içinde? Az evvel burayı bir ‘düşünce platformu’ olarak nitelendirmedik mi? Bir düşünce platformu tanımı ve doğası gereği bir takım kişileri rahatsız etmiyor olabilir mi? Öyle bir platforma düşünce platformu diyebilir miyiz? Tabii ki edecek, ediyorsa doğru yoldayız, doğruyu yapıyoruz demektir. Öte yandan, bu sorunun tek cevabi sanırım bu değil, yani kabul etmek gerekir ki magazin dünyasından insanlar Ekşi Sözlük’te örneğin bir şarkının armonisine ilişkin eleştiriler getirildiği için rahatsız olmuyor. Ekşi Sözlük’e yapılan bu şekildeki eleştirilerin kaynağı yine magazin boyutta kalıyor, düşünce farklılığı ile ilgisi yok. Bu eleştirilere gelirsek, örneğin ilk aklıma

Uludagsozluk’ten zall: sadece siyaset yazan siliniyor Hangi ihtiyaçla kuruldu Uludağ Sözlük? Tabii Uludağ sözlük’ün asıl kuruluş sebebi madem kod yazıyorum neden faydalı bir site açmıyorum düşüncesiydi ama şimdi gelinen noktada kuruluş sebebini “insanların bilgi paylaşması, eğlenmesi, fikirlerini özgürce açıklaması” şeklinde tarif etmek daha doğru. Artık insanlar internette çok fazla vakit geçiriyorlar ve eğer doğru ortam sağlanmazsa geçirdikleri vakit sıkıcı veya boşa geçmiş olabiliyor. İnteraktif sözlük kavramı vaktin eğlenceli ve faydalı geçmesini sağlıyor. Hep kitap okumadığımızdan bahsedilir, (bkz: yeterince okumuyoruz geyigi) Okumanın tek bir yolu yok. Sözlükte gün içerisinde 10-15 entry giren bir yazar en az 200 entry okuyor demektir. Bir konu farklı farklı tecrübelere sahip farklı 200 insanlar yazı okumak hiç de fena bir okuma deneyimi olmasa gerek. Uludağ’ı diğer sözlüklerden ayıran ne? İnternette bir sürü sözlük var. Bunların hepsini takip etme durumumuz yok ama diğer sözlüklerden teknik altyapı ve yapılan işe bakış açısı yönünden farklılıklarımız var. Ben Uludağ sözlükte yazarlarımıza diğer sözlüklerin yazarlarına verdiği değerden daha çok değer verdiğimizi düşünüyorum. Çünkü düşüncemize göre düşünen ve üretenler onlar. Yazarlarımızın yazdıkları yazıya ihtiyacı olan çok miktarda kişi var. O sebeple yazarlarımız kendilerini daha az baskı altında ve rahat hissetmeliler. Bence sözlükteki yazıların bu kadar güzel olmasının sebebi sinerji. O sinerjiyi korumaya çalışıyoruz. Kaç yazara sahipsiniz şu anda? Şimdi kontrol ettim, 6290 yazarımız varmış. Bunların çok büyük kısmı İstanbul’dan giren yazarlar. Daha sonra en çok yazarlarımız sırasıyla Ankara, İzmir, Bursa ve yurt dışından giriyorlar. Sözlükler neden çok ilgi çekiyor?

Sözlüklerin iki yönü var. Birincisi okur yönü, diğeri yazar yönü. Her iki kesim için de sözlüğe olan ilgisinin sebebi farklı. Okurlar kafasına takıldığı bir konuda bilgi almak, gülmek, zevkli vakit geçirmek hatta dertleşmek için giriyorlar. Çoğu zaman kimseye soramadığı konularda sözlükten bilgi buluyor, Örneğin sevgilisinden ayrılınca sözlükteki alakalı başlıkları okuyup kendisi ile aynı duruma düşmüş insanların kafasındaki düşünceleri okuyor ve gerçek manada rahatlıyor. Bu bakımdan sosyolojik bir durumu var sözlüklerin. Bunu dünyada verebilecek benim bildiğim başka bir site yok. Sözlükler konusunda dikkat edilmesi gereken başka bir konu ise sözlüklerde “üretimin” olması. Sürekli aynı yazıların forward mail gönderildiği bir ortamda fikir ve edebiyat üzerine bir üretimin olduğu bir yer haline geldi sözlükler. Sırf üretim sebebi ile bile sözlükler saygı duyulmayı hak ediyor. Yazar yönünden bakıldığı zamansa sözlüğün daha çok cazip tarafı var. Bir kere bir yazar kendi sesini duyurma hakkı elde etmiş oluyor. Her konuda hakkında kafasından geçenleri diğerlerine aktarma şansı buluyor. Bence bu çok önemli bir şey. Günlük hayatta (eğer köşe yazarı değilseniz) fikirlerinizi istediğiniz gibi anlatabileceğiniz bir ortam bulamazsanız, onu bulsanız da dinleyen bulmanız zordur. Mesela annenize gidip anne ben (bkz: dolmuslarda para ustunu isterken yasanan gerginlik) hakkında şunları düşünüyorum diyemezsiniz. Ama sözlükte istediğiniz kadar açılabilirsiniz. Sence sözlüklerin özel olarak Uludağ’ın üstlendiği misyon nedir? Sözlüklerin üstlendiği misyon okurlar açısından bakarsak, okurlara en kaliteli içeriği sunmak gibi bir misyonumuz var. Yazarlar yönünden bakarsak da yazarlara

en özgür ortamı oluşturarak kendi fikrini özgürce açıklamak isteyen kişilere ortam sağlamak sözlüklerin görevidir. Yarın öbür gün ülkede bir darbe olsa ve internete erişim engellenmese sözlüklerde yazılacak yazıları tahmin bile edemiyorum. Sözlüklerin asıl misyonu öyle özgürlüklerin kısıtlandığı günde belli olur diye düşünüyorum. Vaktiyle fikirleri yüzünden hapse atılanlarınkinden, hatta idam edilenlerinkinden daha sert görüşleri sözlüğümüzde seve seve yayınlarız. Bu, özgür düşünce yapısının oluşması. Sözlüklerin bence en önemli amacı olmalı. Çünkü gazetelerin veya televizyonların söyleyebileceği şeyler mali kaygılarından ötürü oldukça sınırlı. Bizimse öyle bir kaygımız olmadığı için her türlü konuda fikir beyan edebiliyoruz. Mesela yaklaşık 2 yıldır bir gsm operatörü reklamlarında çocukları abartı şekilde kullanıyor ve hiçbir televizyon veya gazete bunun hakkında bir kelime eleştiri yazamıyor. Soru bile soramıyor. Aslında haklılar da; çünkü o şirketin verdiği reklamlarla ayakta duruyorlar. Ama sözlüklerde böyle bir durum yok. Her konuda eleştiri veya övgü var. Politik tartışmalar nasıl yaşanıyor? Özellikle seçim dönemi gazete ve televizyonlarda olduğu gibi sözlüklerin gündemine de siyaset oturmuştu. Özellikle o dönem politik kamplaşmalar vardı. Ama yönetim olarak sürekli siyasi entry giren, normal entry girmek isteyen yazarların hakkını gasp edenleri siliyoruz. Yani siyasi entry girilebilir ama bir kişi sürekli siyasi entry giriyorsa ve politik kamplaşmalara yol açıyorsa sözlüğe pek faydası olmadığını düşünüyoruz ve durum tecrübelerle de sabit. Sözlükte ideolojik çatışma durumu ne? Sözlüğe gelen bazı yazarlar sözlükteki diğer yazarları kendi siyasi bilgi ve görgü

www.eksisozlu

k.com

gelen Okan Bayülgen’in programında Cenk Eren’i seyrettim bir şekilde, Youtube videolarından. Kendisinin rasyonel bir eleştiri sebebi olduğunu düşünmüyorum, asıl rahatsızlığı eleştirilmek gibi. Hakkında küfürler olduğunu iddia ediyor, halbuki yok. Zaten olamaz da. Ekşi Sözlük Türkiye’de yürürlükte olan kanunlara tâbi ve doğal olarak ‘küfre izin vermeyen’ Türk Ceza Kanunu’nun denetiminde. Bu çok net, eğer kendisine karşı bir küfür var ve biz onu silmiyorsak bizi çok rahat dava edebilir, cezaya çarptırabilir. Bundan öte, yazan kişilerin kimliğini de savcılık kanalı ile öğrenebilir; dolayısıyla birçok kişinin ortaya koyduğu ‘yüzlerini gizleyip bize saldırıyorlar, internet dediğiniz kontrolsüz bir çamur atma deryası’ şeklindeki eleştiriler tamamen cehaletten veya kötü niyetten kaynaklanıyor. Peki ne yapıyor adamlar, bize Türk Ceza Kanunu’nun hiç bir şekilde yasaklamadığı şeylerden dolayı, örneğin ‘bet sesli’ ifadesinden rahatsız

www.uludagso zluk.com seviyesine ulaştırmak için çok uğraşıyorlar. Ben bu yazarları muhabir konuşurken arkadan el sallayan kişilere çok benzetiyorum. Ne de olsa okunuyor diyerek sürekli siyasi entry girerek gündemi meşgul etmeye çalışıyor. Diğer yazarları siyaset bilmediklerinden dolayı siyasi entry girmiyorlar zannediyorlar. Tabii sonradan silinince de sözlük yönetimini suçluyorlar. Herkes sözlüklerin popülerliğinden yaralanarak, “ne de olsa okunuyor” düşüncesi ile kendi siyasi görüşünü aktarınca ortaya ideolojik bir savaş çıkıyor tabi. Ama moderatorler böyle durumlarda diğer sözlük yazarlarının haklarını korumak adına sadece siyasi entry girenleri siliyorlar. Zaten siteye yeni üye olan birisinin sözlüğe gelme amacı diğer insanları kendi siyasi seviyesine yükseltmek ve aydınlanmalarını sağlamaksa o üyeyi henüz çaylakken siliyoruz, yazar olamıyor. Sözlük yazarları sözlüğü ünlü olmak, ‘celebritiy’ olmak için kullanıyor mu? Aslında sözlükteki celebrity mantığı sözlük içi bir durum. Sözlük içinde ünlü olma durumu. Şimdi konuyla alakasız kişiler sözlükte ünlü olsam ne olmasam ne diyebilirler. Ama sözlük o kadar gerçekçi olarak insanı içine alıyor ki. Orada ünlü olmak gerçek hayattaki kadar tatmin sağlayabiliyor. Çünkü sözlükte ünlü olmanın yolu entry’lerinizin kaliteli olmasından geçiyor. Sözlüklerde kimse sizin görünüşünüzle ilgilenmez, zaten asla görmezler. Sadece bir nickini ve entry’leriniz yani düşünceleriniz vardır. Eğer iyi yazıyorsanız takipçileriniz oluşur. Eğer yazdığınız entry’lerden dolayı sizi takip eden birileri varsa, siz kabiliyetli ve başarılı birisiniz demektir. Bence bu son derece tatmin edici bir durum.


dosya: internetteki sözlüklerin genel vaziyeti oldukları için üstelik bize herhangi bir şekilde başvuru dahi yapmamış iken gidip medyada konuşuyorlar, yazılar yazıyorlar. Çünkü istedikleri bunlar söylenmesin, konuşulmasın. Sanki biz bunları söylemesek, düşünmekten de vazgeçecekmişiz gibi. Şahsen yaptıkları işi daha iyi yapmaktansa, insanları susturmaya çalışmak bana pek ahlaklı gelmiyor. Onun da ötesinde ‘hakkımda hiçbir şey yazılmasın’ isteğinde bulunanlar, bu isteğin haklı olabileceğini düşünenler dahi var. Yakın zaman önce Harun Yahya ile bir probleminiz oldu. Mahkeme kararı falan çıkartılmıştı yanılmıyorsam. Neydi o durum, anlatır mısın biraz? Bu bağlamda, çeşitli isimlerle sözlüğü karşı karşıya getiren hukuki meselelere de değinebilirsen sevinirim. Zira bu konular sözlük takipçileri tarafından çok

merak ediliyor. Kendisinin Ekşi Sözlük’e karşı açmış olduğu iki dava var. Birinci dava sonuçlandı ve biz kazandık. Şu an kararın yürütmeye girmesini bekliyoruz. İkinci dava ise halen görüşülüyor, dolayısıyla o konuda bir açıklama yapmak çok doğru olmaz. Genel olarak meselenin, düşünce özgürlüğü kapsamında olduğu ve bazı çevrelerin insanların düşüncelerini [daha doğrusu onların islerine gelmeyen düşüncelerini] özgürce yazmalarından inanılmaz rahatsız olduğunu söyleyebilirim. Politik bakımdan da önemli tartışmalar dönüyor sözlükte. Genç nesil özellikle burayı bir kürsü gibi kullanarak kendisini, düşüncelerini ifade ediyor. Sol ve sağ kesim bazen burada da çok ateşli tartışmalara giriyor. Siz bu tartışmalara nasıl yaklaşıyorsunuz?

Biz derken Ekşi Sözlük yönetimini kastediyorsunuz sanırım. Eğer öyle ise, biz ‘yönetim’ kimliğimiz ile herhangi bir taraf tutmayı doğru bulmuyoruz, Eksi Sözlük’ün bir ‘tartışma platformu’ niteliğini taşıyabilmesi için bu zaten şart. Bu yüzden de her iki taraan da eleştiri alıyoruz o ayrı. Hakkımızda ‘Solcu, komünist, Hadepçi’ gibi tanımlamalar da duyabilirsiniz ‘Dinci, Sağcı, Faşist” gibi tanımlamalar da. Bir ara Yahudi, Sabetayist ve Mason da olmuştuk sanırım. Öte yandan yönetim sonuçta kişilerden oluştuğu ve o kişilerin de kendi düşünceleri olduğu için, bunları ‘yazar’ kimliğimiz ile tabii ki beyan ediyoruz. Artık sözlük üzerinden politik örgütlenmeler de gerçekleşiyor. Zirve ismini verdiğiniz buluşmalar yapılıyor mesela ve ben şimdi göz attım, YÖRSAN işçilerinin eylemine sözlükten katılım olacakmış. Sosyal, kültürel, siyasal bir çok meselede sözlükçülerin de izlerini görebilmek mümkün. Bu açıdan, ‘hayatın her alanında yaşam bulan bir yapıyız’ diyebilir misiniz?

nedir.net’ten math ve vesaire: mutasyon sonucu bu hali aldık... Nedir.net’i nasıl tanımlıyorsunuz? Bir ekşi sözlük klonu mudur? Math: Ekşi dışındaki tüm sözlükler klondur. Fakat, nedir.net klonlama esnasında mutasyona uğramış, farklı yöne evrilmiş bir sözlük denebilir. Hangi ihtiyaç sebebiyle kuruldu sözlük? Math: Tatlı da yemek lazım zaman zaman! Nedir.net’i, ekşi sözlük ve diğerlerinden ayıran özellikler neler? Math: Bana göre şöyle: Bir ülke düşünün, ekşi metropol... Diğer tüm sözlükler bu metropole imrenen kasabalar, fakat private şehre daha uzak... nedir.net ise Allah’ın dağında, ihtiyaçlarını kendi karşılayan, o ülkeyi uzaktan takip edip, “diğer”lerini izleyen/yorumlayan insanların çalıştığı bir üs. Vesaire: Bence nedir.net’in en belirgin ayırıcı özelliği “nedir.net ruhu”. Elbette bütün sözlüklerin kendilerine has bir tavrı, kitlesi, duruşu vardır. Ama nedir.net yazarlarının çoğunun sözlük hissiyatı ortaktır. Ve gerçekten çok özel, çok değerli yazarlardır onlar. Müptelası olduğunuz, doyasıya okuduğunuz dergi gibidir nedir.net. Yazılanlar sadece “entry” değil, yazıdır çünkü. Üstelik ezberden yazılmış, klişe fikirlerle donatılmış yazılar da değil kastettiğim. Sözlüklerin bana göre genel bir sorunu var. İnsanlar bir şeyler karalamak için giriyorlar sözlüğe. Nedir.net’e ise yalnızca bir şeyler yazmaya, ‘vakit öldürmeye’ değil, okumaya ama gerçekten okumaya da gelirsiniz. Bir de değinmeden geçmemek lazım, nedir.net’in edebi açıdan oldukça yüksek bir ortalaması var. “Ben ördek deyince sen göle bak”, “imkansız aşka mektuplar”, “yazmak bir cehennemdir” gibi edebi dozu

yüksek başlık barındırır. Kaç yazara sahipsiniz şu anda? Math: Onaylı 2700, onaysız 2000 civarı gibi istatistiki bir bilgi var elimizde. Ancak aktif olarak yazma cesaret ve nezaketinde bulunanlar çok daha az! Sözlükteki yazarlar hangi yaş gruplarından genel olarak? Math: Nedir.net 0-6 yaş grubu pek barındırmıyor içinde, gönderiyoruz! İlköğretim ve ortaöğretim öğrencileri de ödevleri dışında pek uğramıyor. Bu yaşları çıkarırsak ortalamayı buluruz. Sözlüklerin cazibesi nedir? Bu kadar ilgi çekmesini neye borçludur yani? Math: Mizah ve can yakmaya borçludur özünde. Bu yüzden TDK s özlüğü popüler değil. Bilgiye ulaşmak için girersin, gülmek için girersin, birilerini dövmek için girersin. Hayatta en çok yapılan şeyler de bunlar zaten. Sözlükler, özel olarak nedir.net nasıl bir misyon üsltenmektedir? Vesaire: Bir kere sözlük oluşumu gerçekten dahiyane bir fikir. Onu peşin peşin kabullenmek lazım. Salt bilgi paylaşımı değildir çünkü sözlük. Fikirlerin havada uçuştuğu, birbirleriyle kapıştığı, insanların mizah yapabildiği, hayat görüşlerini savunduğu, bilincimizin altını üstünü kurcaladığımız, kafamızın içinde ya da dışında olan, yaşama dair neredeyse her şeyin irdelendiği, yeniden tanımlandığı bir teşekkülden bahsediyoruz. Herkes birbirinin ezberini bozuyor tüm sözlüklerde. Bu çok önemli. Ayrıca bir misyon biçmeye gerek yok sanıyorum. Ancak bütün dahiyane fikirler gibi, sözlükler de satın alınabiliyor elbet.

Üretmenin anlamının paraya denk düştüğü günlerde olduğumuz için, bazen çok güzel şeylerin merkezi değişiyor, paraya endeksleniyor. Sözlükler de bundan nasibini aldı ziyadesiyle maalesef. Bunun üzerine “bir şey hem ticari hem güzel olamaz mı?” diye sorulabilir. Evet, belki olabilir. Ama bir yere kadar olabilir. Sonra reklama, paraya dönüşmeye başlar. Aksini düşünmek saflık olabilir en fazla. Çünkü bildiğim kadarıyla “iyi kapitalizm” diye bir şey yok. Nedir.net, neyi misyon edinmesi gerektiğini değil, neye alet olmaması gerektiğini düşünür açıkçası. Tıklanma sayısı için kendini kaybetmez yani kısaca. Ama şöyle diyebiliriz; nedir.net’in misyonu, gerçekten bu güne kadar süregelmiş anlamları eğip bükmek, doğrusunu yanlışını irdelemek, yerine ve yanına yenilerini koymak ve fikirsel anlamda gerçek bir tazelik yaratmaya çalışmaktır. Yazarların politik kamplaşmalara girmesi sizde de yaşanıyor mu? Math: Yaşanmazsa kapatırız tükkanı.. Vesaire: Elbette yaşanıyor, ki kaçınılmaz bir şey bu. Ancak bu kamplaşma iç içe geçmiş bir durumda ve tek bir kanaldan yürümüyor. Politik kamplaşma olarak ifade ettiğiniz ve akla birbirini dinlemeyen ve çatışan insanları getiren bu durum, zaman içinde herkesin birbirini az buçuk tanımasıyla daha da tatlı bir hal almakta ve dinlemeden ezberden monolog diyaloglar kurmanın ötesine geçip, “yeniden tanımlama”nın hakkını vermekte. Esas olarak aradığımız şey, kendini belli bir seviyenin üstüne atabilmiş insanlar. Zaten sözlükleri zaman geçirilmeye değer ve okunur kılan şey de bu değil mi? Nihayetinde herkesin egemen fikirleri

Zirve olarak adlandırılan buluşmaların ezici çoğunluğu tamamen eğlence temellidir, insanlar buluşur yer, içer, gezerler. Politik bir yanı yoktur. Tabii ki politik temelli olan zirveler de vardır fakat oran olarak çok ufak kalırlar. Sözlük üzerinden politik örgütlenmeler gerçekleşiyor demek, “Telefon ile politik örgütlenmeler gerçekleşiyor” demekle eşdeğer bana göre. Yani asli unsur Ekşi Sözlük değil burada. Öte yandan, Ekşi Sözlük olmasa, Ekşi Sözlük dışında herhangi bir ortamdan bunu yapacak olan adam burada da yapıyor tabii ki, ona da olanak sunuyoruz zira. Recep Tayyip Erdoğan sözlükte yazar olsa nasıl bir ortam olur? Bu arada, sözlükte açılacak bir başlığa da ilham kaynağı olduk!.. Bilemiyorum, genel geçer tavrı ile yazacaksa kendisinin hükümetinin çıkardığı yasalarla çelişmesi ve uçması (sözlükten atılması) çok olası. Onun dışında şahsen başbakanın Ekşi Sözlük’te olup beyanat vermesi fikri beni keyiflendiriyor, olsun isterdim.

www.nedir.net propaganda ettiği ve kamplaşma yaratacak bir zenginlikten yoksun bir sözlük, sıkıcı bir sözlüktür ve aslında hiçbir tanımı yeniden üretmiyor, değiştirmiyor, dönüştürmüyordur. Sözlüklerin popülerliğinden de yararlanarak bir ideolojik savaş yaşandığını söyleyebilmemiz mümkün mü? Biraz açıklayabilir misin bunu bize? Vesaire: Herkesin hemfikir olduğu fikirler de ideolojiktir. Çoğu benzer platform, farklı fikirlerin ifadesini pratik engeller ile kısıtlamakta. Biz nedir.net olarak, yasal çerçeveyi çok zorlamadıkça ve genel iletişim-saygı çerçevesini gözeterek, “herkesin aynı şeyi söylediği yerde kimse düşünmüyordur”dan hareketle, farklı olduğu için göze batan düşüncelere de ev sahipliği yapmayı ilke edindik. Bu sayede, herkesin düşünsel olgunlaşma sürecine katkıda bulunulduğunu düşünüyorum. Siyasi yelpazenin farklı yerlerinden gelen nitelikli kişilerin varlığı, bu tarz sözlük oluşumları için büyük bir nimettir. Kimilerinin sözlüğü meşhur olmak, sizin deyiminizle ‘celebrity’ olmak için kullandığı fikrine ne dersiniz? Math: Pek doğru değil... Binlerce yazar içinden sıyrılıp da kendini gösterebilme yeteneğine sahip kişiler için, özel çaba sarf ediyorlar demek yanlış olur. Herhangi bir özelliği olmayıp, bunun için kasanlar da ancak Ajdar kadar celebrity olurlar. Nedir.Net’de birçok köşe yazarını ayakkabısının astarından çıkaracak yazarlar olmasına rağmen ünlü olmadı kimse. Dergimiz aracılığıyla son olarak ne söylemek istersiniz? Buyrun... “Bu evleri atla, bu evleri de bunları da!.. Göğe bakalım...”

23


ESRA ARSAN Yazarımız Esra Arsan, ‘iletişimci’ sıfatıyla katıldığı televizyon programında, kurtlar sofrasına düştü. Pişkin RTÜK’çüler, şişkin -cüzdan bakımından- yapımcılar arasında, şaşkın bir halde memleketin ekran ahvaline baktı...

H

Müeddip RTÜK

ükümet son günlerde arızaya bağlamış şekilde her taşın altında edep-adap aramaya başladı. Başbakan geçenlerde Antalya’da yaptığı bir konuşmada, “Turizme karşı edebe sığmayan engeller var,” demiş. Otel yapmak isteyen girişimcinin önüne engeller çıkmaktaymış meğerse... Vah vah! Hükümetin medyaya ayar verme müessesesi RTÜK de sık sık televizyonlara edep-adap öğretmeye, sübjektif bir ahlak anlayışını dikte etmeye meraklı. Geçen ay televizyonda Huysuz Virjin’in de sunucuları arasında olduğu bir şov programını ‘edepsiz’ olduğu için sansürlemeye kalktılar; ortalık birbirine girdi. Sonra, RTÜK başkanı Zahid Akman’la Seyfi Dursunoğlu ciddi bir TV kanalında karşı karşıya gelip, “Nasıl olur da bu televizyonları ıslah ederiz?” konusunda anlaşmaya vardılar. Barış çubuğu yakılmadan bir gece önce, Zahid Akman yine çok izlenen bir televizyon programında, Beyaz Şov’da ünlü paparazzi Can Tanrıyar’la şarkıcı Petek Dinçöz’ün nikahlarında şahitlik yapıyordu... Canlı yayında helyum gazı çekiyor, geline bayrak ve kuran hediye ediyor; “Gerekirse bant kaydını izler yayını durdururum,” minvalinde espriler savuruyordu. Uygun mudur? Bence değil... Ama yargılamak bize düşmez tabii. Herkes dostlarını seçmekte serbest. Ben de oradaydım... Ama RTÜK Başkanı Zahid Akman Beyaz Şov’da Can Tanrıyar’la Petek Dinçöz’ün nikah şahitliğini yaparken değil... Ne işim olur Petek Dinçöz’ün nikahında? NTV’de Can Dündar’ın Neden? programında karşı karşıya geldik RTÜK başkanıyla. O Ankara’da olduğu için ekrandan stüdyoya konuşuyor, biz de Prof. Çiğdem Kağıtcıbaşı, Prof. Yasin Aktay, Med Yapım genel müdürü Fatih Aksoy ve Seyfi Dursunoğlu’yla (nam-ı diğer Huysuz Virjin) bekliyoruz İstanbul’da yorum yapmak için. Konumuz ‘edep’... “Televizyon yayınlarında adab-ı muaşerete uygunluk nasıl olmalı? Genel ahlaka aykırı yayınlar nasıl denetlenmeli?” filan... RTÜK, işi gücü bırakmış Huysuz Virjin’in Benimle dans eder misin? adlı yarışma programındaki söylemine takmış. Neymiş efendim, o kadın kılığındaki ağzı bozuk karakter, çocukların ahlakını bozarmış; yasaklanmalıymış... Bunu tartışacağız temel olarak. Bendeniz ‘iletişimci’ kategorisinde katılıyorum yarışmaya. Stüdyonun en uç köşesinde, bana da sıra gelir ahkam keserim, diye bekliyorum haliyle. Lakin, diğer katılımcılar tabii sıkı tipler: Bir kere, Fatih Aksoy adlı yapımcı, yıllardır büyük televizyon kanallarında en çok izlenen şov programlarına imza atarak paranın suyuna tavuk çorbası yapmış, özgüveni sağlam ve kaçın kurası bir piyasa insanı... Eh, Seyfi Dursunoğlu deseniz, sağ beklerken soldan çakabilen ama canı çekmezse de yanağınızı

Aksoy diyor ki: “Gidin Danimarka’ya, gidin Hollanda’ya, insanlar televiyon izlemiyor. Neden? Hiç eğlenceli değil onların ekranı. Biz ise süper eğlenceli programlar üretiyoruz. Ondan çok izleniyoruz.” Yahu, Danimarkalı, Hollandalı kitap okuyor, gazete okuyor, aktif olarak siyasete katılıyor, ev dışında bir sosyal hayatı var falan... Norveç’te her 1000 yetişkinden 720’si günde en az bir gazete okuyor. Bizde ulusal gazetelerin toplam titajı 3 milyon civarında; övündüğünüz şeye bak!

Çok para lazım, çoook!

okşayıp geçecek olgunlukta bir mizah üstası, bir ayar makinesi... Zahit Akman, adı ‘düzenleyici’den çok ‘sansürleyici’ olarak anılan, Kanal 7’nin eski Washington temsilcisi, bugünün televizyon kanalarına edep-adab öğreticisi bir ‘üst’ kişilik (üst kurul başkanı olması hasebiyle). Çiğdem hoca, Yasin hoca ve ben ‘normal/ sıradan insanlar’ kontenjanından buluyoruz sahada. Onlar tartışıp reyting alırken, arada akademik birşeyler söyler de durumu dengeleriz kabilinden...

Tezgah gayet yerinde...

Benim programda bir kez daha tahlil ettiğim şekliyle, tezgahın edebi-adabı yerinde aslında. Bu tezgahın bir yanında televizyon kanalları, televizyonlara program üreten şirketler ve reklam verenler varsa, öbür yanında da RTÜK var. Bunların hepsi bir araya gelmiş, evinde oturup günde ortalama 4,5 saatini ekran karşısında geçiren halkımızın cebindeki uç kuruşa göz dikmişler. Mekanizmanın dişlilerini Batı’da tutup ilgi görmüş programların replikaları, reyting ölçümleri, reklamlar ve cep telefonu şirketleriyle yapılan anlaşmalar oluşturuyor. Dişlilerin arasında ezilip kalanlar ise kredi borcu, fakirlik, işsizlik, mutsuzluk ve siyasal alternatifsizlikten umutsuzluk içine düşmüş halk kitleleri. Dünyanın hiç bir yerinde olmadığı kadar ekran karşısında aptala dönüştürülen, beyni sulanan bir halk kitlesi daha yok. “11 Eylül ne zaman olmuştu?” diye sorulduğunda “Hmm, Kasım’da mıydı... Ocak mıydı yoksa?..” diye cevap veren Amerikalılardan sonra en çok televizyon izlenen ikinci ülkeyiz; düşünün artık. Yapacak daha iyi bir işimiz yok, düğmeye basıp keyifle tüketiyoruz vaktimizi diziler ve eğlence programları karşısında. Yapımcı Fatih

Meselenin aslını Seyfi Dursunoğlu çok güzel anlattı o gece. Şöyle dedi kurnazca gülerek: “Fatih (Aksoy) yeni evlendi, şimdi ikinci çocuk da istiyor. Eh, bu çocukları yurt dışında falan okutacak; daha çok para kazanması lazım.” Olay budur, neticede. Televizyon yapımcıları biraz daha fazla para kazansın, reklamveren şirketler daha çok ürün satsın, yarışma aralarında sms konfetileri yolladığımız cep telefonu şirketlerinin kasası daha çok dolsun diye izliyoruz televizyonu. Ha, bunu yaparken eğleniyor muyuz? Evet. Bu mudur yani? En azından RTÜK’ün bununla bir alıp veremediği yok gibi görünüyor. Hükümete bağlı olarak iş gören RTÜK, birilerinin cebimize arsızca saldırmasında bir edepsizlik görmüyor da, Huysuz Virjin’in bel aşağısı esprilerine çok bozuluyor. Varsa yoksa edep, töre, iffet. Hükümetle muhalefetin bir araya gelip seçtiği, ahlak anlayışları kendilerinden menkul dokuz kişiden mi öğreneceğiz edebi, iffeti? Reyting ölçümleri sağlıklı yapılmıyormuş, diziler, şov programları ve yarışmalar arasındaki reklam süreleri aşılıyormuş... kimin umurunda? RTÜK’ün reklam süreleriyle ilgili yapımcı şirketlerle ve TV kanallarıyla gizli anlaşmalar yaparak yasal sürelere uymayanları uyarmadığı konuşuluyor. Oturup da ekranda reklamla geçen dakikaları sayan yok tabii. Bir gün oturup yapmak lazım... O reklam gelirlerinin her dakikasından RTÜK de pay alıyor bu arada. Kısacası, kendi çaplarında inşa ettikleri vahşi kapitalist edep-töre anlayışı tıkır tıkır işliyor!.. Televizyon yayınlarının içeriklerinin giderek yozlaştığı, kamusal sorumluluk ilkesinin ihlal edildiği, yaygın kanallardan sürekli ayırımcı, ırkçı, toplumdaki ataerkil yapıyı yeniden üreten ve toplumsal barışı zedeleyen yayınlar yapıldığı bir gerçek. Lakin, bunu düzeltmenin yolu Huysuz Virjin’i sansürlemekten geçmiyor. Bunun yolu, televizyon kanalı sahipleri, yapımcı şirketler ve reklamverenlere hiç olmazsa biraz daha ‘edebiyle’ para kazanma yollarını göstermekten geçiyor; uçankuşlarla helyum gazı üflemekten değil. Üst kişilikler sıkıysa bunu düzenlesinler. Gerisi helyum değil, havagazı!

Serhat Özcan ve Hakan Gülseven Her çarşamba akşamı

TV’de!

RED muhalefeti ekranlara taşınıyor!.. Yazarlarımız Serhat Özcan ve Hakan Gülseven, Şubat ayından itibaren her çarşamba akşamı, canlı yayında DEM TV’de olacak. Güncel gelişmelerin canlı yorumlarıyla, stüdyo konuklarıyla, sokağın sesini ekrana taşıyacaklar... 5

DEM TV uydudan ve D Smart’tan izlenebiliyor... (D Smart’tan özellikle talep etmek gerekebilir...) Uydu alıcıları için: TURKSAT 1C, Frekans: 11996, SR: 26000, FEC:5/6 Dikey


SITKI DEMiRKAN - KASABA NOTLARI 3F yönteminin, kendi adı da f ile başladığı için olsa gerek, Franco’ya, dolayısıyla İspanya’ya ait olduğunu sanıyordum. Yanlış biliyormuşum, Baba Hakkı sağ olsun metodun başka bir pezevenge, Portekiz’in Salazar’ına has bi şey olduğunu söyledi de bir yanlış bilgimi düzelttim...

B

en o meşhur 3F yönteminin, kendi adı da f ile başladığı için olsa gerek, Franco’ya, dolayısıyla İspanya’ya ait olduğunu zannediyordum. Yanlış biliyormuşum, Baba Hakkı sağ olsun metodun başka bir pezevenge, Portekiz’in Salazar’ına has bi şey olduğunu söyledi de bir yanlış bilgimi düzelttim. Yönetmek için, daha doğrusu uyutarak yönetmek için bu üçlü harf kombinasyonu kullanımının bir benzeri de şimdi bizim kabusumuz oldu. Adamlar futbol, fado, fiesta diye baştaki harfleri kullanmışlar ya, bizimkiler de toP, poP, zaP şeklinde sondaki harfleri kullanıyorlar. Gerçi başımızda diktatör yok zannederek nereye yükleneceğimizi bilmiyoruz, ama sistem dikteye dayalı , davul da bizim boynumuzda olduğu için tokmağın kim tarafından kullanıldığı çok da önem arz etmiyor. Topun hali ve toplumun hangi kesimine hitap ettiği herkesin malumu zaten. Yurdum erkek nüfusunun yüzde doksandokuzu, herhangi bir İngiliz kasaba takımını Premier League’e taşıyacak kadar futbola vakıf. Perşembeden itibaren hafta sonu oynanacak maça kilitleniyorlar. Sıra takımı olarak nitelendirilenlerden biriyle oynayacaklarsa yorumlar makul bir ölçüde seyrediyor. Lakin Allah korusun birbirleriyle karşılaşacaklarsa, yani hafta sonu, bir, şu çok sevilen ‘derby’ nitelemesine gebeyse, seyreyleyin gümbürtüyü. Son derece teknik terimlerle gözdağı yaratma çabası bir süre sonra maçın henüz oynanmamış olduğu gerçeğinin bile önüne geçiyor. “Koyucaz oğlum size!” şeklinde açılan münazara kapısı, futbola has bütün sözcüklerin kullanıldığı (üç çekeriz, beş atarız, döşeriz, geçiririz vb. ) bir beyin fırtınasına dönüşüyor. Maç esnasını anlatmak benim dahi yüzümü kızartıyor.

Lan Zicooo!

Küçükken yazlık sinemalarda Malkoçoğlu’nun alkışlanmasına pek anlam veremezdim, sürüden ayrı düşme kaygısıyla ben de ellerimle iştirak etsem de. Fakat maç seyrederken bizim insanımızın yarattığı interaktivite bambaşkaymış. “Lan Zicooo orta saha boğuluyo görmüyo musun? Al şu Selçuk’un yerine Uğur Boral’ı, oyun rahatlasın!” diye ciddi ciddi bağıran, 16-17 yaşlarında bir delikanlı gördüm ben yahu. Bağırdığı Zico da bizim çocukluğumuzun futbol idollerinden, anlayın ne kadar zamandır futbola aşina. Esas temaşa ise maç bittikten sonra başlıyor; sonuç ne olursa olsun insanlar birbirlerine yüklenecek doneler bulup,

3P formülü

doksanlarca dakika laf üretebiliyorlar. Gençliğin narkozu ise poP. Andy Warhol’a, “Abi onbeş dakka uzun, sen onu beş dakkaya düşür,” önerisi yapacak kadar baş döndürücü bir süratle mikrofonu kapan sahneye fırlıyor. Söyledikleri özlü şarkılarla öyle bir gıda takviyesi yapıyorlar ki, amcasını sattımın memleketinde herkes ruh obezi. Bi de adamla kafa yapıyorlar o benim arıma gidiyor. Adam dedesinden utanmadan, “N’aptın Asuman, yap bi pansuman,” vecizesine iki ay kafa yorduğunu söyleyebiliyor. Arap, Yunan, İtalyan kanallarından ezgi araklayanı var, üç aşağı beş yukarı aynı tınılara yürek titrettiğimizi keşfederek. Mtv, Nr1 izleyip klip fikri geliştiren var, Temel’in ‘Kontes’i kim dürtükledi’ kitabının çatısı üzerine kurulu. Tüm faaliyetlerini de, dediğim gibi beş dakika içinde sergileyip kayboluyor elemanlar. O ‘Ham çökelek’ oğlan gibi. Sahi n’oldu o garibana, bilen var mı? Çocuk tutunabilmek için DNA entrikasına bile girdi, oldurmayan Allah oldurmadı be. En müziğe saygılı olanları ‘cover’ mevzuuna takılıyor ama o da bizim nostaljik duygularımızı zedelemekten başka bi şeye yaramıyor. Horoz şekeri, leblebi tozu kokusuyla anımsadığımız ne kadar şarkı varsa techno tecavüzüne maruz bırakıldı fucker, töbe rocker’lar tarafından. Bir de bunların kendi özellerinden öteberi sergiledikleri bir magazin hayatları var. Kiminle sadece arkadaş olduklarını düzmece bir şekilde paparazzi denen lübünya teşkilatına ifşa

ettirdikleri bir acayip şekillenme. Müzik endüstrisinde neler dönüyor başlığı altında pazarlanmaya çalışılan, sığlık furyası. Endüstriye gel vatandaş! Allah’ın ‘doktor erol bey’inden endüstriye dair ne çıkacaksa o kadar çıktığı garabetler dünyası.

ZaP’ın ‘P’si

Asıl ve en önemli P ise bütün bu yukarıda saydığımız hadiselerin insanların oturma odalarının orta yerine pompalandığı, televizyon dünyasının zaP’ına ait. Topun bütün o saatlerce geyik çevirme üstadlarını, hayatın manasını bulacakmış hissiyle bütün gece bıkmadan usanmadan izleyip, ezberlediklerini ertesi gün kahvede gözleriyle, “Evreka! Evreka!” diye bağırarak masaya döken abilerimiz bir tür. Sabahtan akşama klip kanalı izleyip, mesajdı melodiydi bi dünya kapana kontör kaptıran yeniyetmeler başka bir tür. Ve fakat en önemli darbe memleketin gidişinden endişe duyması gereken kadınlara iniyor. Sabah saat ondan itibaren başlıyor abluka. Abuk konukların abuk şarkılarla konakladıkları programların formatına akıl erdirmek mümkün değil. Stüdyo müdavimi ablalar günün melodramı olarak lanse edilen kocası mağduru ablaya salya sümük ağlarken, üç dakka sonra günün çiçeği burnunda şarkıcısıyla coşup gerdan kırıp bel bükebiliyor. İnsanın ruh hali bu kadar mı bukalemunla özdeşleşir yarabbi? Bir yandan, yaratılan mutfak dekorunda profesyonel bir aşçı anlamsız

bir yemeği tarif eşliğinde pişiriyor. Yok yok, hakikaten anlamsız yemekler tarif ediliyor. Elin Hüsnü Abi’si anlar mı lan füzyon mutfağından? Akşam vakti eve gelip, elma sirkesinde helmelendirilip kuzinede kavrulmuş kefalle karşılaşınca, Sabahat Abla’ya ne diyeceğini şaşırıyor fakirim. Neymiş efendim televizyondaki tarifi hayata geçirmeye çalışmış. Yalnız onlar somon kullanmış ama balık halinde o yokmuş, kefal de ucuzmuş bibuçuk kilo 5 lira, kefal almış. E beyaz şarabı nereden bulsun marine için, sirke de aynı soydan işte. Bi de onların fırını çok teknolocik, kuzinede fümaj aynı ayarda olmuyor. Sıradan bir yurdum erkeği, böyle bi şey yemek zorunda kalınca, yenge içeride bulaşıkla ilgilenirken televizyonun böğrünü arar tepiklemek için doğal olarak. Her katılımcıya göz makyajı babında teflon tencereden epilasyon kremine kadar bir zıvırın armağan edildiği canlı telefon bağlantısı ise insana, “Kesin aynı abla sesini değiştirip tekrar tekrar arıyor,” dedirtecek doğrultuda cereyan ediyor. Girizgah televizyonun sesinin kısılması uyarısı. Sonrasında programın ne kadar güzel olduğu anlatılıp, formatın olmazsa olmazı günün uzman doktoruna sıhhi şikayet, ‘yanlarım ağrıyor’ kıvamında anlatılıp, uğurlama sözleriyle kapatılıyor. Aslında asap dayandırılarak izlense absürd ötesi durumlar da, nevrin dönmesi an meselesi.

Validanımın bedduaları

O bitip öğlen kuşağında kuma belasından töre terörüne kadar, ne kadar çarpıklık varsa mağdurları tarafından teferruatlandırıldığı bir başka format devreye giriyor. Akıllara seza hikayeler, yaşanıp yaşanmadığı konusunda kuşku uyandıracak bir şekilde negatif duyguları depreştiriyor. Ben bu kuşağa denk gelirsem televizyondan çok anamı izliyorum. Kendisi benden bile daha fazla mazlumun yanında yer alma taraftarı olduğundan, yorumlarıyla konuyu çözüme ulaştıracak boyuta oturuveriyor. Kuma getirmek isteyen abiye beddualar mı istersin, 25 sene önce terk ettiği kızına kavuşmak isteyen ablaya, “Yürü git, aklın neredeydi bunca senedir?” fırçaları mı? Ne ararsan bizim validede. Bu kuşağın ‘Sübhaneke TV’ kısmındaki yansıması ise, memlekette mebzul miktarda bulunan yoksul bir ailenin duygu sömürüsü, merhamet dilenciliği eşliğinde geçici bir refaha kavuşturulması oluyor. Saat dörde beşe kadar bu çözüm ablalar sürüyor. Sonra insafa gelip prime time’a kadar bir soluklanma hakkı veriliyor nisa taifesine... De, işin soluk kesici kısmı prime time’da. Dizi dizi inciyiz…

25


Yunan kardesine . küfretme! Örnek al!

Yunanlı işçiler, emekçiler, öğrenciler sokaklara döküldü. Yüz binlerce kişinin katıldığı gösteriler ve büyük grev hükümete geri adım attırdı. Yunanistan Enternasyonalist Komünist Örgütü OKDE’nin direniş süreciyle ilgili değerlendirmesi... Geri dönüş yok! Sürekli mücadele! Genel grev! Hükümetin sosyal güvenliği yok etme planlarını boşa çıkaralım! 12 Aralık’taki ulusal grev ve yurt genelinde kalabalıkların sokakları işgal etmesi, işçiler, gençlik ve yoksullar arasında birikmiş öenin dinamik bir ifadesiydi. Bu patlamanın ardındaki neden, hükümetin sadece sosyal güvenlikle ilgili emek karşıtı planları değil, aynı zamanda işsizlik, işten çıkarmalar, düşük ücretler, gıda pahalılığı ve bireysel özgürlüklere ve demokratik haklara saldıran yasalardı. Liman işçilerinin de destek verdiği bu muhteşem grev, 4. Avrupa Sosyal Forumu, öğretmenlerin grevi, öğrenci eylemleri, son parlamento seçimlerinde burjuva partilerin kan kaybetmesi gibi olgularla aynı döneme rastlayınca can çekişen neoliberal politikaya karşı mücadelede dönüm noktası oldu. Greve yaklaşık 2,5 milyon kişi katılırken, yüz binlerce insan 1974’ten beri emek ekseninde yapılan en büyük eylemde sokaklara döküldü. Henüz hiçbir yasa taslağının hayata geçirilemediğini ve 2001’deki sosyal güvenlik önlemleri karşıtı eylemlerin bile çok üzerinde bir katılımla yapıldığını göz önüne alırsak bu eylemlerin büyüklüğü anlaşılabilir. Metrolar ancak birkaç saat çalıştı, işçiler gemileri ve limanları terk etti, hastanelerde sadece acil hastalar kabul edildi, kamu kurumları, bankalar, bazı fabrikalar, hatta çeşitli özel şirket ve büro çalışanlarının büyük kısmı grevdeydi.

Yüzbinler yürüdü

Atina’da yapılan gösterilerde 150 binden fazla, Selanik’te ise 30 bin kişi yer alırken Heraklion, Patras, Janina ve bütün büyük şehirlerde geniş katılımlı gösteriler oldu. Genç işçilerin katılımı önemliydi ve bu ortaçağa ait iş yasalarını kabul etmeyeceklerini haykırdılar. Bunun da ötesinde bütün işçiler, patronların tehditlerine boyun eğerek greve katılamayanlar da dahil olmak üzere, grevin kendilerine ait olduğunu hissetti. Grev ertesinde herkes birbirine katılacakları bir dahaki grevin ne zaman olacağını soruyordu. Hareketlilik her yükseldiğinde olduğu gibi bu sefer de coşkunluk ve yaratıcılık kendisini gösterdi. Olympic Havayolları çalışanları, iş kıyafetleriyle Atina’daki mücadelenin itici gücü oldu. Aralarında zekice düşünülmüş hapishane parmaklıklarını ifade eden pankartlarla yürüyen işten çıkarılan hostesler de vardı. Kamu elektrik servisi pankartlarının

26

Yunanistan’da mücadeleler sonucu sosyal güvenlikte yaşanan saldırılar püskürtüldü. Ülkede hâlâ tek bir özel okul ya da dershane bulunmuyor. Eğitim parasız!.. önünde sembolik bir gösteri olarak ellerinde merdivenler cadde boyunca yer alan casus kameraları örten işçiler vardı. Yaşanan küçük çaplı saldırganlıklar önemsiz boyuttaydı ve eylemleri etkilemedi. Sosyal güvenlik için yapılan kitlesel ve birleşik mücadele hükümetin alışıldık ‘kurnazlık’larını tersine çevirmeyi başardı. Hükümetin sosyal güvenlik reformu için örgütlere sahte diyalog çağrısı yaparak çizmeye çalıştığı toplumsal uzlaşı görüntüsü suya düştü. Aynı durum işçi sınıfını temel sosyal haklar açısından ayrıcalıklı olanlar ve olmayanlar olarak bölme planları için de geçerliydi. Azimlilik, kendiliğinden örgütlenmeye rağmen, işçilerin önemli sosyal problemlerin ve tıkanıklıkların daha fazla farkına varmaya başlamasına yol açtı. Yapılan anket sonuçlarında bile toplumun büyük bölümünün sosyal güvenlik ve Olympic Havayolları sorunlarında hükümetin inandırıcı olmadığını düşündüğü görülüyor. Bu görkemli grev işçi militanlığını daha da güçlendirdi ve sonuç olarak sosyal güvenlik mücadelesi tamamen politik bir zeminde ilerlemeye başladı. Hükümet grevden bir gün sonra, adı kaçak villa yaptırıp inşaatta sosyal güvencesiz işçi çalıştırma skandalına karışan İçişleri Bakanı’nın (Magginas) istifasını kabul etmek zorunda kaldı. Zaman kazanmak

için, onun yerine bu işi kaldıracak kapasiteden yoksun ‘çağdaş Marie Antoinette’ Petralia atandı.

Birleşip savaşmalıyız

Bunun yanında, parlamentoda 152 koltukla temsil edilmenin ‘zaaf ’ı ve yaklaşan Avrupa Parlamentosu seçimleri, işçilere ve sosyal güvenliğe karşı saldırıyı iyice zorlaştırıyor. Böyle bir saldırı tıpkı Reppas’ın Sosyal Güvenlik Sistemi’yle (SGS) ilgili yasasının ve Giannitsis’in yasa tasarısının PASOK’un güç kaybetmesine yol açması gibi şimdiki hükümetin de düşmesine neden olacak boyuta kadar varabilir. Sendika bürokrasisi, kendi başına mücadeleyi kısa yoldan satmayı başaramadı çünkü işçi düşmanı önlemler kitlesel muhalefetle ve grev boyunca görülen kararlılıkla karşılaştı. Örneğin PASKE (PASOK güdümündeki sendika) sıkı muhalefet yürütmek zorunda kaldı, ancak bunun nedeni işçilerin ihtiyaçlarına öncelik vermesi değil, PASOK içindeki derin krizin sendikaya başka çare bırakmamış olmasıydı. Karamanlis hükümetinin o kadar kolay geri çekilmeyeceği, casus kameraların üzerini kapatan PES işçilerini provokatif bir şekilde tutuklamasından belli oldu. Anti-Sosyal Güvenlik Sistemi reformunun dayatılmasının temel nedeni de sadece SGS kazanımlarını çalmak ve sistemi

parçalamak (derinleşen ekonomik kriz, sermaye, AB ve IMF dayatmaları nedeniyle) değil, aynı zamanda eğitimin özelleştirilmesi ve üniversitelerle ilgili yeni yasalar çıkarılması, güvencesiz çalıştırmanın ve işten çıkarılmaların halledilmesi, toplu pazarlık hakkının altının oyulması, sosyal ödeneklerde radikal düşüşler, özelleştirmeler ( Olympic Havayolları gibi), demokratik hakların ve bireysel özgürlüklerin (kameralar, elektronik kayıtlar, yeni polis teçhizatları vb.) tırpanlanması yani kısaca yeni AB anayasası için aşılması gereken yolun şimdiden temizlenmesiydi. Görkemli 12 Aralık grevinden sonra, artık kazanabileceğimizi biliyoruz. Mücadele için gerekli olan şimdi aynı kararlılıkla devam etmektir. Komünist Parti ve kendisine bağlı sendika fraksiyonunun (PAME) kasıla kasıla ‘güç’ gösterisi yapmak için kendini diğerlerinden ayırarak tek başına yaptığı eylem ise, işçi sınıfını bölmek ve mücadeleye zarar vermekten başka bir işe yaramadı. Bu nedenle birlik olmaya çalışmalı, bölünmeler ve dışlamaları aşmalı ve taviz önerilerine karşı çıkmalıyız. Bütün çalışma alanlarında, sendikalarda, okullarda ve mahallelerde sert ve sürekli bir direnişi örgütlemek zorundayız. Her alanda genel toplantılar yapmak ve yeni grev, işgal ve eylem kararları vermek zorundayız. İşçi sendikaları federasyonlarının liderliklerini, her yeni yasa tasarısını kapsayan genel grev çağrısı yapmaya zorlamalıyız. Yapılması gereken bir diğer şey, mücadelenin devamı için işçilerin ilk ve son sözü söyleyeceği komiteler kurmaktır.

Kitlelerin hedefi

Bütün işçileri kucaklayacak olan cephe şu taleplerde bulunmalıdır: - Hiçbir emek karşıtı sosyal güvenlik önlemine izin verilmeyecek. Bütün emek karşıtı yasalar iptal edilecek. - Çalınan bütün paralar işçi fonlarına geri verilecek. Devletin ve işverenlerin işçi ve emekçilere vermesi gereken para geri ödenecek. - İşçi tasarruf fonlarının hortumlanmasına hemen son verilecek - Herkes için kamusal sosyal güvenlik. Erkekler için 60, kadınlar için 55 emeklilik yaş sınırı, son aldıkları ücret/maaşın aynen devamı -En düşük ücret/maaş 1400 euro olacak. Herkes için tam zamanlı, kadrolu iş, haalık 35 saat çalışma – haada 5 gün, günlük 7 saat.

Çeviri: İnan Ayrıbaş


BiLGESU SÜMER - CHIAPAS / MEKSiKA “Hiçbir kadın ne akrabaları ne de yabancılar tarafından dövülemez ya da şiddete tabi tutulamaz. Kadınlara şiddet uyguladığı tespit edilenler, ağır şekilde cezalandırılacaktır...” (Zapatist Kadınların Devrimci Yasası-8)

2

İsyandan doğan onur

007’nin son üç günü, Zapatist Kadınlar’ın toplantısına tanıklık etti. Beş farklı Zapatist beldeden gelen kadınlar, 3. Belde La Garrucha’da sorunlarını ve mücadelelerini anlattı. Zapatist Kadınlar’a, dünyanın farklı yerlerinden gelen diğer kadınlar, kendi soruları, sorunları ve mücadeleleriyle eşlik etti. Zapatist erkekler ise, yemek yapmak, tuvaletleri temizlemek ve iş koşturmakta yükümlüydü. Diğer erkekler ise, konuşmaları dışarıdan takip edebiliyor, fakat söz alamıyordu. Zapatistalar, Chiapas eyaletinin beş farklı bölgesinde ‘Caracol’ adını verdikleri beldeleri yönetiyor. ‘Caracol’ salyangoz kabuğu demek. Beldelerini bu şekilde adlandırmalarının sebebi, siyasal örgütlenmeleri. Çünkü aynı salyangoz kabuğu gibi spiral bir şekilde yerel siyasi örgütlenmeyi güdüyorlar. Her beldeye bağlı, dört taşra merkezi ve her taşra merkeze bağlı köyler var. Her beldede mevcut olan ‘İyi Hükümet’, iki haftada bir el değiştiriyor. Tartışmalar köylerde başlıyor, beldelere taşınıyor, sonra beldedeki ‘İyi Hükümet’ tarafından değerlendiriyor ve sonra tekrar köylere geri dönüp tartışılıyor. -Salyangoz kabuğuna benzettikleri bu yerel örgütlenme biçimiyle, mesela bir karar almaları bir hafta sürebiliyor.Beldedeki hükümetin düzenli olarak değişimi ve sadece halkın kararlarını iletmekle mükellef temsilci sistemi sayesinde, her Zapatist, yönetmeyi, karar almayı, tartışmayı ve en önemlisi dinlemeyi öğreniyor. Bu ideolojik olarak Zapatistaları devrim inançlarına daha bağlıyor ve kurdukları düzenden hiç kopmadan, hem tarlalarında çalışarak, hem de hayatları hakkında söz sahibi olarak yaşamalarını sağlıyor.

EZLN dağlara çekildi

Zapatista deneyimini en önemli kılan şeylerden birisinin yukarıda bahsettiğim siyasal örgütlenme biçimi olduğunu düşünüyorum. Fakat bu deneyimi mümkün kılan yegâne şeyin, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmalarından geldiğini de eklemeliyim. 1994’ten beri direnişlerini, toprak mülkiyeti ve siyasal özerklik etrafında örmeleri ve nihayetinde kendi dünyalarını kurmak için devrimci adımlar atmaları, topraklarını ziyaret edenlere, bu dünyada devrimci değişimin baki kalacağı hakkında umut veriyor. EZLN olarak bilenen gerilla ordusu, bu aylar itibariyle medya ve dış dünyayla bağlantısını kopardı ve gelişmeler itibariyle direnişin ne yönde devam edeceğini tartışmaya çekildi. Çünkü

Zapatista köylerine yapılan paramiliter saldırılar karşında, nasıl bir tutum alacakları, tekrar bir müdafaa savaşının başlayıp başlamayacağı konusunda türlü söylentiler mevcut. Meksika ordusu, Chiapas dâhil olmak üzere, Meksika’nın güneyini durmadan silahlandırıyor. Bu sürece ABD’nin, Orta Amerikalıların, Meksika üzerinden geçmesini engellemek için yaptığı silah yardımı eşlik ediyor. Bu sebeple, sorunun küresel ve emperyalist boyutuna dair sorunlar başlıyor. Zapatistalar siyasal olarak oldukça mütevazı. Bunun daha çok Meksika yerlilerinin kültüründen geldiğini söyleyebilirim. Bu kültürün altında çok açık bir şekilde, “Neden buraya geliyorsunuz?”, “Bizi rahat bırakın!” diyen bir haykırış mevcut. Çünkü başlarına ne geldiyse, sömürgecilik ve

emperyalist devletlerin müdahalesi ve işgalinden geldiğini biliyorlar ve söylüyorlar. Bu nedenle Zapatistalar, modern devletin demokrasi yalanı etrafında ördüğü sahte seçilmişlerin iktidarını hedeflemediklerini söylüyor, bunun yerine kendilerini istedikleri gibi yönetmeye yöneliyor, ve bu 500 yıllık direnişlerinde harman buluyor. Modern zihnin sahip olduğu eyleyicilikle değil, ürettiği ve onla doğrudan ilişki içersinde yaşayan bir yaratıcılıkla, kendi gerçekleri ve maddi gerçekleri doğrultusunda yaşıyor, örgütleniyor ve direniyorlar.

Kadınların yasası

‘Anoraksıya’ya Hayır, Selülite Evet’ ve ‘Bu bir Protestodur, Fiesta değildir’ gibi birçok slogan ve renkli çizimlerle süslü beldede, toplantı nedeniyle Zapatist

Kadınların Devrimci Yasasını asmışlar. Yasa şöyle diyor: 1-Kadınlar, ırkı, inanışı, siyasi görüşü ve ya yaşı ne olursa olsun, devrimci mücadelede gönlünce ve gücü yettiği derece yer alma hakkına sahiptir. 2-Kadınların çalışma ve adil ücret alma hakkı vardır. 3-Kadınların kaç çocuğa sahip olacaklarına ya da bakacaklarına karar verme hakkı vardır. 4-Kadınların toplum işlerine dâhil olma ve kararların özgür ve demokratik olması koşuluyla ağırlık koyma hakları vardır. 5-Kadınlar ve çocukları sağlık ve beslenme konularında birincil öneme sahiptir. 6-Kadınların eğitim alma hakkı vardır. 7-Kadınların eşlerini seçme hakkı vardır ve hiç kimse onları evlenmeye zorlayamaz. 8-Hiçbir kadın ne akrabaları ne de yabancılar tarafından dövülemez ya da şiddete tabi tutulamaz. Kadınlara şiddet uyguladığı tespit edilenler, ağır şekilde cezalandırılacaktır. 9-Kadınlar örgüt içersinde yönetimde ağırlık sahibi olabilir ve devrimci silahlı birliklerde rütbe sahibi olabilirler. 10-Kadınlar, devrimci yasaların ve düzenlemelerin uygun gördüğü her şeye sahiptir ve bunu uygulamakla mükelleftir. Bu çerçeve etrafında yapılanlar, yapılmak istenenler ve tahayyül edilenlerin katılımcılara aktarıldığı toplantı, Zapatistaların ilk başkaldırısının 14. yıldönümünün kutlanmasıyla bitti. Yeni Yıl’ın ilk gecesinde Zapatistalar sabaha kadar dans etti. İçinde Marcos geçmeyen bir Zapatista yazısının sonuna gelmek ilginç gözükebilir. Fakat Zapatistalar hakkındaki gerçek şu ki, onlar Meksika’nın yerlileri. Onlar bu toprakların unutulan insanları ve onurları için isyana ve devrime devam eden, benim kadar İspanyolca diline yabancı insanlar. Marcos onların lideri değil, sadece sözcüsü. Bu imgenin zihnimde yok olması ve sizinkileri de yok etmesi umuduyla yazımı sonlandırmaya devam ediyorum. Zapatistaların deneyimlerinden öğrenecek çok şey var. Fakat onlardan çok şey de beklememek gerekiyor. Zaten bunu da vaat etmiyorlar. Ama gözümüzü açıp iyi bakarsak, bu tevazu ile hareket eden sosyal hareketin, bireyleri arasında ne kadar güçlü olduğunu görürsek ve bu yaklaşımın bizim mücadelemize ve hayatımıza nasıl uygulayabileceğimizi düşünürsek, küresel emperyalizme karşı örgütlenmemizi şimdiki ve gelecek nesillere aktarma konusunda büyük bir adım daha atabiliriz…

27


Allahın Belası Devletler’de seçim sirki

‘En kurşunsuz aday’ diye gösterilen Obama bile öyle sütten çıkma ak kaşık değil. Hillary teyzem sayıklıyor, Cumhuriyetçi Mitt Romney, “Karım çok seksi değil mi?” deyip dilini ısırıyor, Giuliani “Irak savaşı ne kadar da güzel, devam etmeli!” diyor…

K

ısaca ‘ABD’, uzunca ‘Allah’ın Belası Devlet’, resmi şekliyle Amerika Birleşik Devletleri’nde ‘Başkan’ kod adıyla ‘dünyanın yeni kabadayısı’ seçim süreci başladı. Buradan “I love emperyalizm!” diyen tüm dünya devlet büyüklerimize ve holding patronlarına ve egemen güçlere ve daha nicelerine bu seçimlerin hayırlı uğurlu olmasını diliyorum! ABD Başkanlık seçimleri ne âlemde diye şööyle bir dünya medyasına göz attığımızda, attığımız gözün boşa gittiğini anlıyoruz. Çünkü bu seçim süreci bir ‘yılsonu okul müsameresi’ kıvamında geçiyor. Nedir efendim, ‘İLKLERİN SEÇİMİ!’ Eğer Hillary Clinton seçilirse ilk kadın başkan, Barack Obama seçilirse ilk siyah başkan, Joe Biden seçilirse büyük bir beyin ameliyatı geçirmiş ilk başkan, Rudolph Giuliani seçilirse iki kez boşanmış ilk başkan… Bravoooo! İşte böyle, ‘The Türk’ medyasının dahi aklına gelemeyecek bir acayip habercilikle anılıyor işte ABD Başkanlık seçimi! (Ben de aday olsaydım keşke! ‘İlk sünnetli başkan’ olurdum, ilginç olurdu!) Bakınız efendim. Henüz bizimkisi gibi herhangi bir başbakana fırlatılma şerefine nail olmamış ABD anayasasına göre, Başkan’ın görev süresi dört seneden ibaret. 1951’de anayasaya giren ‘En fazla iki kere aday olabilirsiniz cicim’ maddesi ile de (misal BUSH kod adlı mahluk neyse ki artık aday olamıyor, biraderini bekliyoruz) başkanlık süresi tam olarak düzenlenmiştir. Dört yılda bir kasımda gerçekleştirilen ABD Başkanlık seçimleri çok karmaşık bir mantıksalaklık içinde yapılır. Öyle bizim seçimler gibi ‘zart parti’, ‘zurt parti’ diye bol hayvanlı ve ev eşyalı sembollere sahip partiler yok ortalıkta. ‘Cumhuriyetçi Parti’ ve ‘Demokrat Parti’ var sadece. (Demokrat Parti 1790 yılında Thomas Jefferson liderliğinde kuruluyor, özellikle tarım sektöründekilerin çıkarlarını koruyor ve güçlü bir federal hükümet fikrine karşı çıkıyordu. Cumhuriyetçi Parti ise 1850’lerde, köleliğin ABD’nin yeni batı bölgelerine yayılmasına karşı çıkanlara, kölelik karşıtı kuzeyli Demokratların da katılımıyla kurulmuştu.) Seçimlerde öyle ‘sandık başı damgalama’ ve ‘parmağa boya dök yala’ hareketleri olmuyor. Amerikalı ‘seçmen’ ve ‘seçwomen’ler ilk önce ikinci seçmenleri (biz onlara aile arasında ‘electorol college’ de diyoruz) seçiyor. Bakınız, önümüzdeki kasımda yapılacak olan da bu. Bu seçimden sonra aralıkta ikinci seçmenler bir araya gelerek ‘Başkan’ı seçecek. Tabii her eyaletin sahip olduğu ‘ikinci seçmen’ sayısı farklı. Bir eyalette hangi parti çoğunluğu sağlarsa, o eyaletteki tüm ikinci seçmenleri kazanıyor. İşte bu yüzden, şimdilerde ortalarda dolaşan ‘eyalet ön seçimleri’ bu kadar önemli. Bizim işittiğimiz iki isim var ortalıklarda sadece başkan adaylarından. Biri eski ABD Başkanı ve ‘oval ofis fantezi uzmanı’ Bill Clinton’ın eşi Hillary Clinton -ki kendisi DEMOKRAT (‘yorgun’ değil, normal demokrat) ve New York senatörüdür-; diğeri de ‘siyahi’ ya

28

da ‘çikolata renkli’ diye sıfatlandırabileceğimiz Demokrat Illinois senatörü Barack Obama’dır. Bu iki popüler isim üzerinde dönüyor seçim hareketleri, nedense! Özellikle de Barack Obama. Peki, biz bu adaylar hakkında neler biliyoruz bir göz de buraya atalım.

Adının anlamı ‘Mübarek’

Barack Obama 1961 Hawaii doğumlu. Kenya’dan Amerika’ya eğitim amacıyla gelmiş Afrikalı ve Müslüman ekonomist bir babanın ve Kansas’lı beyaz bir annenin çocuğu. Göbek adı ‘Hüseyin’ (tam adı ise Barack Hüssein Obama Jr). Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. Kendisi her ne kadar Protestan Kilisesi’ne mensup olsa da, medya inatla kendisinin ‘medrese eğitimi almış bir Müslüman’ olduğunu iddia ediyor. (Adam belki ‘Melami’dir! Nereden bileceksiniz ki?) Ayrıca Obama, Iowa’da elde ettiği başarı sonrası yaptığı teşekkür konuşması ile de kamuoyunu etkilemeyi başarmış bulundu. Siyasi gözlemciler, Obama’nın zafer konuşması için son yılların ‘en iyi, en etkili siyasi konuşması’ yorumunu yapmış. “Onlar dediler ki; bugün hiç gelmeyecek!” sözü ile başlayan ve bol bol alkış alan konuşmadaki bu cümleler, yıllar önce Martin Luther King’in, çocuklarının rengi ve derisinden dolayı yargılanmayacağı günlerin geleceği özlemini dile getirdiği, “Bir hayalim var!” ( I have a dream!) cümlesi ile başlayan konuşma ile

bağdaştırılmış. Başkanlığa giden yolda ilk zaferi elde eden Obama, “İşte o gün geldi,” diyerek tavrını da ortaya koymuş olmuş! İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyelerinden Soli Özel Sabah gazetesindeki köşesinde şöyle diyor: “Nüfusunun yalnız yüzde üçü siyahlardan oluşan, güçlü bir Hıristiyan köktenci harekete sahip Iowa’da babası Kenyalı bir Müslüman, göbek adı Hüseyin olan ve Endonezya’da medrese eğitiminden geçmiş bir adayın öne çıkmasına ciddi anlamlar yüklenebilir. Irak savaşına karşı oy kullanmış olan Obama, gençlere hitap edebiliyor ve siyasete taze kan taşıyabileceğini Iowa’da gösterdi. Din konusunda rahat. Kökenleri belli ki toplumu çok rahatsız etmiyor.” Adının anlamı Swahili dilinde ‘Mübarek’ anlamına gelen Barack Reis (biz aile arasında kendisine “Reis” deriz), 22 Ocak 2006 tarihli MEET THE PRESS adlı televizyon programında, “2008 seçimlerinde başkanlık ya da başkan yardımcılığı için adaylığımı koymayacağım!” dese de oldukça güzel bir şekilde ‘koymuş’ bulundu. “Daha tehlikeli bir dünyada yaşıyoruz!” diyerek önemli bir konuya parmağını basan Obama, diğer parmaklarını Pakistan’a ve Afganistan’a uzatmaya çekinmiyor! Obama, ‘Irak’taki savaş’ yüzünden (bir türlü ‘işgal’ kelimesini kullanmıyor bu Amerikalılar yahu! Var kardeşim onun da Amerikancası!

‘Occupation’!) Afganistan’daki El-Kaide’ye karşı verilen ‘mücadele’de (bak yine kullanmadı ya!) dikkatlerin dağıldığını söylüyor. ‘Kritik’ diye tanımladığı Afganistan’daki ‘mücadele’nin üzerinde yoğunlaşmak gerektiğinin altını çiziyor. ‘El-Kaidenin kökü’ denilen bir yerin varlığından ve bunun kurutulması gerekliliğinden bahsediyor ayrıca. (Bu konuda Türk Genelkurmayı ve BBG yapımcılarından destek alması önerilebilir!) Irak işgaline karşı oy kullansa da Obama, Pakistan’a göz kırpma ön çalışmalarında bulunmakta gecikmiyor. Washington’da kendi dış politikası üzerine yaptığı bir konuşmada, Pakistan’da ‘değerli’ terör hedefleri olduğu yolunda Pervez Müşerref bir istihbarat alır ve bir şey yapmazsa kendisinin harekete geçeceğini belirtiyor, İngilizce olaraktan! Böylece hiperaktif kişiliğini henüz başkanlık yolundayken koymuş oluyor Mr. Obama! Gerçi (hepimizi) ‘bayan’ Clinton, Obama’yı dış politikada ‘naif’ olmakla suçluyor! Evet suçluyor! Galiba bu suçlamayı Obama’nın “Küba, Kuzey Kore ve İran liderleriyle ön koşulsuz görüşebilirim,” açıklaması üzerine yapıyor. Yoksa Obama, her şeye rağmen Müşerref’in ülkesinden gelen tehditle mücadele için fazla çaba göstermemesi üzerine Pakistan’a ‘askeri müdahale’ yapılabileceğini (‘işgal’ yine kullanım dışı!) ve yüzlerce milyon dolarlık Amerikan yardımının da kesilebileceğini açıklayan bir kimse! “İsrail Ortadoğu’daki en güçlü müttefikimiz ve bölgedeki tek demokrasi...”, “İsrail ile eşsiz savunma bağlantılarımızı korumalı, İran ve Gazze’den gelen tehditlere karşı füze savunma sistemi konusundaki ortak çalışmalarımızı sürdürmeliyiz...”, “İsrail’e 2006’da yaptığım ziyarette Kiryat Şmona kasabasına da gittim. Bir Amerikan kasabası gibiydi, çocuklar cıvıldıyordu dört bir yanda, aynı benim kızlarım gibi...”, “Hizbullah İsrail’e 4 bin füze fırlattı ve İsrail askerlerini kaçırdı... İsrail’in Lübnan harekâtı meşru bir nefsi müdafaaydı...”, “İran dünyaya, İsrail’e ve ABD’ye yönelik en büyük tehditlerden biri... Bu tehdidi önlemek için her seçenek göz önüne alınmalı...”, “Hamas’a karşı izolasyon politikasını sürdürmeliyiz...” gibi ve benzeri güzel sözleri sarf etmesi de, bence o kadar kötümser yaklaşılmaması gereken ifadeler!.. ‘En kurşunsuz aday!’ olarak gösterilen Barack Obama bile işte pek de öyle sütten çıkma ak kaşık değil. (Siyah zaten kendisi! Tabii sadece oy toplamaya çalışırken…) Diğer adaylardan söz etmiyorum bile. Hillary teyzem sayıklıyor bir şeyler, Cumhuriyetçi Mitt Romney, “Karım çok seksi değil mi?” deyip dilini ısırıyor, Rudolph Giuliani “Irak savaşı ne kadar da güzel, devam etmeli!” diyor… Amerika Birleşik Devletleri, dünyanın başına yeni çoraplar örecek trikotajsal bir başkan seçimi yolunda ilerliyor kısacası! Ama biz çorabı ayağa giyen normal insanlar olarak, emperyalizmsiz günler için Bob Marley ‘Baba’dan esinlenip, ‘No ABD, no cry!’, yani ‘Yürü Yanki, ense traşını görelim!’ diyoruz…

m

-

dogukan isler .


KARUN TAHTA

Papa’yı üniversiteye sokmadık!

Ha biz, ha İtalya’daki kardeşlerimiz... Üniversiteye gidip traş konuşması yapmak isteyen Papa kırmızı kartı yedi!

D

ünya ve ülke gündemi maşallah öyle dolu ki, bilim ile ilgili güncel malzeme bulmak gittikçe zorlaşıyor; ama neyse ki dünyadaki kimi ‘kutsal’ zevat imdadımıza yetişmekte gecikmiyor. Bu önemli ‘şahsiyet’ler, tarih boyunca hep insanlara kendilerince ‘doğru yol’u göstermeye çalıştı. Aslında bunlar hep toplumun içinde bulunduğu düzenin yılmaz bekçiliği görevine soyundu, genellikle dönemin egemen sınıflarının etekleri tutuşunca, duruma müdahale etmeyi başat görev olarak aldılar. Bunlar zamanlarına göre çeşitli isimler aldı: Büyücü, şeyh, üfürükçü... Bunların modern sıfatları ise, ‘baba’ olanlarından birini söyleyecek olursak, Papa. Bu adam, kendini zamanı geldiğinde Tanrı’nın gölgesi, bazen de Tanrı’nın kendisi ilan etmiştir. Ne ilginç di mi? Herif her şekle bürünebiliyor; oysa senin, benim gibi anadan doğma bir mahluk. Bu ‘aziz’ kişilik bir zamanlar Avrupa’yı feodal beylerle karanlığa gömdü. Yeri geldiğinde insanlara cennetten toprak satmayı da bildi. (Yahu merak ettim; acaba bu toprakların yerlerini tarif etmişler midir? Neticede her toprak sahibi, cennette manzarası en güzel yeri arazi etmeye çalışacaktır. Hiç yoktan Tanrı için tapukadastro sorunu çıkarıyorlar; bir de gölgesi olacaklar!) Mistır ‘Gölge’nin sabıka kaydı epey dolu. Neler yok ki; Haçlı seferleri başta olmak üzere bir yığın savaşa imza atmış, yani yığınla insanın katili. Kendisine karşı çıkanlara güzel de bir araç geliştirmiş. Çoğumuzun bildiği gibi ‘Engizisyon Mahkemeleri’. Bu mahkemeye ise tahmin edebileceğiniz gibi kendi dalkavuklarını yerleştirmiş. Bu adam, ortaçağda kendi dogmatik fikirlerine karşı tek kelime edeni, itaat etmeyenleri, hiç gözünü kırpmadan yakmış... Bu yakılanların en ünlüsü de Giardano Bruno’dur. Bruno, zamanındaki dünyanın geçmişi ile ilgili getirilen tüm açıklamalara toptan karşı çıkmıştı. Bu karşı çıkışın yanında bilimin öncü isimlerinden Kopernik’i destekledi. -Kâfire bak sen!- Sonu, cehennemin varlığına pek inanmadığı anlaşılan Papa tarafından bizzat yakılarak küllere karışmak oldu. Böyle daha niceleri var… Tabii bilim yerinde durur mu; her şeyin değişime tabi olduğu bu dünyada sistemler, düşünceler yerinde duracak değildi. Bruno’nun yakılmasının ardından –daha sonra modern fiziğin kurucusu olarak ilan edilecek olanGalileo Galilei gelecekti. Bu büyük insan Kopernik’in kuramını bir adım daha ileri götürdü. Serbest düşüşün matematik kanunlarını keşfetti -ancak düzgün ivmeli hareket kavramı hatalıydı. Hollanda’da teleskopun bulunduğunu işitti. Kendisi daha ileri bir alet yaparak bunu astronomi gözlemlerinde kullandı. 1610’da aydaki dağlar, yıldız kümeleri ve Samanyolu üzerine ilk tespitlerini yayınladı. Aristo’dan beri hakim olan mantığın ciddi biçimde sorgulanmasına neden oldu; bilhassa Pisa Kulesi’ndeki deneyiyle birlikte.

Tabii bütün bu ‘uçuk’ fikirler, zamanın Papasını fena halde endişelendiriyordu. Aslında artık bilimin üzerindeki tahakkümünün bitmek üzere olduğunun farkındaydı; ama son çırpınış olarak, Galileo’yu Engizisyona çıkardı. Mahkemede dünyanın güneşin etrafında döndüğünü inkâr etmesi istendi. O da ölüm korkusundan olsa gerek, sözlerini geri almak zorunda kaldı; ama mahkemenin sonunda şu meşhur sözü söyledi: “Yine de dönüyor!” Bu haykırış, madrabaz Papa ve dalkavuklarının sonunun geldiğinin habercisiydi. Aslında sonu gelen düzenin (feodalizmin) ta kendisiydi. Neyse Galileo, ‘İki Kâinat Sistemi Üzerine Konuşmalar’ adlı kitabı nedeniyle 1633’te müebbet hapse mahkûm edildi ve 1642 yılında ev hapsinde öldü. Kapitalizm geldi gelmesine ama bu adamların tutsaklıkları kısa sürdü. Aslında durum şöyleydi: Eşitsizliğin bulunduğu bir toplumda şarlatanlara her daim ihtiyaç duyulacaktı. Nitekim burjuvazi daha sonra, emekçileri seferber ederek aldığı iktidarı, kendi için kullandı yani emekçilere sol gösterip, sağ vurdu. Emekçileri ayrıca kendilerine sadık kılmak için, bu ‘insan’ görünümlü ‘şeytan’ları kullandı. Papalar arkalarını yine sağlam kazığa oturtmuşlardı. 20. Yüzyıl’a geldiğimizde, onlara kutsal bir görev verildi: Komünizmle savaş! Sovyetlerin

V

son ‘iftiharı’ olan Gorbaçov gidip Papa’nın mübarek elini öptüğünde işlem tamamlandı. Neyse sene baya bir önce, Papalardan en çok sevilen, demin bahsettiğim Gorbaçov’a elini öptüren şahıs 2. Jean-Paul, 1990’lı yıllarda Galileo’dan özür dilediklerini açıklamıştı. Buna bizim oralarda ‘Çüş!’ denir!.. Allah affeder Galileo affetmez! Bir zamanlar Darwin’i de kendini bilmez “densiz” gibi ithamlarda bulunmuşlardı; ama bu 2. Jean-Paul efendi evrim teorisini dolaylı olsa da kabul ettiklerini açıklamıştı. Bu kadar şirin gözüktüğüne bakmayın, Katolik Polonya’daki rejimi yıkıp tüm Doğu Bloku’nu göçertmek için anti-komünizm propagandası az yapmamıştı. -Bizim ülkede de eksik olmuyor Papa gibileri ama onun gibi unvana sahip olmasalar da; onlar da, şimdilerde her üniversitenin yanı başında ya da yakınında olan camilere gelen öğrencilere komünizmin ‘tehlike’lerinden bahsediyor sevgili imamlarımız, hocalarımız.Bu kadar tarihsel sohbet yeter. Geçen günlerde İtalya’da, Papa’nın, ziyaretinin istenmediği laik La Sapienza Üniversitesi’nin açılışına katılmaktan, ‘nahoş olaylara bahane yaratılmaması’ için vazgeçtiği açıklandı. Haberin devamı ise şöyle: “Roma Katolik Kilisesi’nin ‘ruhani’ lideri Papa 16. Benedictus, 67 fizik profesörü ve öğrencilerin gelmemesi yolunda

yoğun protestosuyla karşılaşınca Roma’daki La Sapienza Üniversitesi’nin dün yapılan açılışına katılamadı.” Vatikan’ın iki numaralı ismi Kardinal Tarcisio Bertone, yaptığı açıklamada, çok ender olarak daha önceden ilan edilen bir ziyaretini iptal eden Papa Benedictus’un La Sapienza’ya ‘nahoş olaylara bahane yaratılmaması’ için gitmeyeceğini bildirdi. 138 bin öğrencinin okuduğu ve 1303’te Papa 8. Boniface tarafından kurulan, ancak 1870’te laik bir statü kazanan üniversite binaları dün yine de Papa aleyhtarı slogan, afiş ve posterlerle donatıldı. Rektör Renato Guarini’ye aybaşında mektup yazan üniversitenin fizik bölümünden öğretim ve araştırma görevlileri, Papa’nın üniversiteye gelerek bir konuşma yapmasına izin vermemesini istedi. Öğrencilerin desteğini de arkalarına alan öğretim üyeleri Benedictus’un bilime karşı çıkan dini bir figür olduğunu belirterek, ‘laik’ ve ‘laik olmayan’ın ayrıştırılması bağlamında Benedictus’un kamu üniversitesinde konuşamayacağını savundu. Rektör Guarini, Papa’nın ziyaretine onay verirken, Papa’yı istemeyenlerin protestoda bulunabileceklerini kaydetti. Bunun üzerine Papa’nın La Sapienza’ya gitmekten vazgeçtiğini belirten Kardinal Bertone, protestolar nedeniyle ziyaretin ‘zamansız ve uygunsuz’ olduğunu vurgulayarak, iptal kararının gerekçesini, “Onurlu ve sakin bir karşılamanın koşullarının ortadan kalktığı gözlemlenmiştir. Kararlı bir azınlığın girişimleri nedeniyle ziyaretin yapılmamasının uygun olacağı sonucuna varılmıştır. Böylelikle her iki taraf için de nahoş olabilecek olaylara yol açabilecek bir bahane yaratılmamasına dikkat edilmiştir” diye açıkladı.

Peki konuşsaydı ne yumurtlayacaktı?

atikan’ın Rektör Renato Guarini’ye gönderdiği metne göre, Papa 16. Benedictus şunları diyecekti: “Sağduyu ve mantık her zaman gerçeği, iyiyi ve Tanrı’yı arayışta rehber olmalı. La Sapienza bir zamanlar papalığındı, şimdi laik bir kurum, politik ve dini otoriteden bağımsız. Papa, kendi cemaatinin din adamı olmaktan çıkıp giderek daha fazla ölçüde insanlığın ahlaki mantığının sesi olmaya başladı. Büyük dinlerin öğretileri, tarihin işe yaramaz fikirlerinin konduğu çöp tenekesine atılamaz.” Papa ağlıyor her zamanki gibi, bu konuşmasından anladığımız kadarıyla. Ulan sen değil miydin 1990 yılında, daha kardinalken yaptığın bir konuşmada, Galileo Galilei’nin dünyanın güneş etrafında döndüğünü söylediği için kilise tarafından yargılanmasını mazur gösteren bir filozofa gönderme yapmışsın. Kendine filozof diyen, bir de post-modernist olmakla gurur duyan Paul Feyerabend, Galilei’nin yargılanmasının ‘makul ve adil’ olduğunu söylemiş. Bu tipler de kafayı toptan yiyen cinsten. Papa gibilerin dolaylı uşakları. Adamlar bilimselliği ve akılcılığı toptan reddediyor. Neyse İtalya’daki çocukların bu tepkileriyle, ta Galileo’lardan beri kazanılmış olan mevzilerin kolay kaptırılmayacağının bir göstergesi olmuştur. Bizim memlekete gelirsek, başta kendine her yerde “Hocam” dedirten

şizofren tipler ve mankenlerle ya da cariyeleriyle birlikte ‘ilim ve ibadet’ yapanlar olduğu için, bizim, mücadele sahasını bir hayli geniş tutmamız gerekiyor; çünkü bu adamların, ceplerine bolca harçlık koydukları ‘yüksek’ mevkilerde piyonları var. Bu harçlıkların bir kısmını da üniversite girmiş ya da hazırlanan masum çocuklara veriyorlar, bu çocuklar daha sonra bir şekilde kendi üniversitelerinde propagandaya zorlanıyor. Ne acı! Yapılması gereken, bu hoca kılıklı sahtekârların safsatalarına tutarlı ve net cevaplar vermektir. İnsanlara “Kral çıplak!” demektir. Bugün Türkiye’de dinsellik ve mistisizm Avrupa ortaçağındaki gibi bir hâl aldı; bütün bilimsel mirası çöpe atmaya kararlılar. Bu gidişle torunlarımız taş devrini anımsatan düşüncelerle hayatlarını devam ettirecek. Tabii bu durumdan o meşhur ‘mutlu azınlık’ etkilenmeyecek, o ayrı mevzu. Aklıma, Deniz Gezmiş’in idam edilmeden önceki yazdırdığı mektubunda kardeşine dedikleri geldi: “Kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum. Kendisine özellikle tembih et. Onun bilim adamı olmasını istiyorum. Bilimle uğraşsın ve unutmasın ki, bilimle uğraşmak da bir yerde insanlığa hizmettir.” Aslında tüm bu yazıyı özetliyor. Gerisi Allah’a değil, bize kalmış…

29


RED okurları yazıyor, biz de tabii ki yayınlıyoruz...

Belden aşağı RED olmaz!

Babam benimle zıtlaşmaya bayılır, ben ne desem aksini ispatlamaya çalışır, ben RED okuyorum ya illa bi şey bulacak dergide, ben sesli okudum, sonra bana, “Teröristlerin dergisini mi okuyosun?” falan dedi, aldı elimden gitti odasına, sabah kalktım mutfakta masanın üstündeydi hiçbir şey dememiş, ne tür bir dergi olduğunu anlamış, sonra kendi alıyor bana. Dün de yeni sayısını görünce kapağında Tayyip falan vardı ya hani, almış eline okudu biraz, sonra telefonun olduğu sehpaya attı, yani bıraktı demiyorum attı, 12 metre uzaklıktan, RED masaya çarptıktan sonra yere düştü kırıştı biraz, hemen kaldırdım. “Neden heyecan yapıyorsun?” diye sordu, ben de, “RED’in belden aşağı yerde durması günah!” dedim şaştı kaldı!.. ***

Kabak gibi sağlık devrimi!

Geçtiğimiz haa sonu merkeze göz doktoruna gittik. Aile boyu, babaannem, annem, ben… Hep gittiğimiz doktor özel hastanede. Gittik. Babaanneme 60 (BAĞKUR’u olmadığı için), bana BAĞKUR’dan 20 lirası devlet ödemeli, 40 lira üstüne para verip, annem de aynı şekilde muayene ücreti ödedik… Sonra tabii kabak gibi biz de yaşadık, “Artık parası pulu olmayanlar da özel hastanelerde sağlık güvenceleriyle muayene olabilecek”, “Sağlıkta devrim!” vb. palavraların kulaklarımızda patlayan gürültüsünü… Filan... Benzer bi durum iki sene önce Ankara’da şöyle olmuştu: Okula sınava giderken yolda başım döndü, yollar da buzluydu, düştüm ve yoldan geçen bi polis beni acile götürdü. Tabii yanımda BAĞKUR karnem yoktu. Muayene etmeleri için 14.5 milyonum olmadığı için muayene edemeyeceklerini söylediler. Polis de üzüldü, parayı ödedi, öyle muayene ettiler. O günle arasında pek bi fark olmadığını daha net kavradım bu göz hastanesine gidip de BAĞKUR’un yalnızca 20 lira ödediğini görünce... Yani öyle net, somut ve güçlü bi örnek ki bu sağlık sisteminin palavralarına dair…

Bi de hazır şu günlerde kuyruktakiler görülüyorken haberlerde, şu karnelerle ilgili tartışmalar falan da sürüyorken, ben gördüğümle bu zırvalıkları, yaşadığım bu iki örneği orda-burda anlatıp durarak haberlerin eline yüzüne bi çeki düzen veriyorum, bi şeye benziyor ve bununla ilgili fikirler de gitmesi gereken bi adrese yöneliyor. Her ne kadar bir arpa boyu yola denk düşse de... Bazen diyorum, bu ne kadar böyle devam edecek, insanlara röportajlar yaptırıyorlar, herkes perişan filan, yaşıyor bunu birebir ama bi bakıyorsun, sonra beyninin taaa kuş uçmaz kervan geçmez bi köşelerine atmış senin anlattıklarını, göstermeye çalıştıklarını... Yani onun beyninin içindeki kıvrımlarda, kavşaklarda, her yerde senin anlattığın tuhaf ve hoş yüzlü fikirlerin karşılaşmaları öyle zor ki... Bu yüze alışmaları da öyle güç ki, onu bi daha gördüklerinde unutmuş oluyorlar ve malum baştan alıyorsun... Öyle gürültülü ki orası, ona da hak veriyorum bi yandan, orası iğne atsan yere düşmez kalabalıkta ve kirlilikte... İstanbul gibi tıpkı... En tuhaf canlımsılardan tutun da yine en tuhaf cansızlarına kadar... O insanın beyninin içinde bu karşılaşmaları çoğaltmak ve, “Ben varım!” diye her köşe başında karşısına çıkmak gerekiyor unutulmamak için… Onun beyninin içindeki kıvrımlarda kaybolmamanın yolunun özellikle böyle somut, yaşanmış, canlı-kanlı örnekleri önemsemek, atlamamak ve her yerde konuşmaktan biraz geçtiğini düşünüyorum… Bu tip örneklerle, o kişi, anlatılanın doğallığını, kendiliğindenliğini biraz kavrıyor gibi geliyor bana. Yani,’kuru’ emperyalizm laflarına kulak asmayabiliyorken bu tip örneklerde kulak kesilebiliyorlar demek istiyorum, hayatın içindenliğini kavratıyor gibi… Şimdilik bu kadar yeter... Bu arada güzel bir haber vereyim de bu kadar gevezeliğime

gelebilecek olası küfürleri engelleyeyim: Kardeşim de Eskişehir’de üniversitede okuyor, dördüncü sınıa, o da bu düzeni Kürtçe-Lazca-Türkçe-Arapça-Farsça reddetmeye başlamış... Öyle diyor valla... Bi tane de liseye hazırlanan var, o da yetişiyor işlerin ucundan tutmaya... ***

Zaman, bedava gazete!

Sizlerle oltama takılan balığı paylaşmak istiyorum. Mesele şu: Bize ‘en iyi’ olarak aksettirilen bir gazetenin, aynasının

arkasındaki sır ne? Bariz olarak anlatmaya çalışayım. Geçen gün eniştemin (kendisi bilgisayar mühendisi) bürosuna biri geldi. Enişteme Zaman gazetesi uzatarak: Buyrun, dedi. Eniştem de aldı: Fakat, dedi gence, siz yer karışıklığı yapmışsınız sanırım. Ben abone değilim. Genç, hayır efendim, eminim burası olduğuna, dedi. Meğerse kendisine söylenen şey, “Bütün büyük iş yerlerine bu gazeteyi ücretsiz olarak vereceksin.” Hocam ortaya şu çıkmıyor mu? Zaman gazetesini bedavaya veriyorlar -ki paraya ihtiyaçları yok ya, ne de olsa bir yerde o açığı fazlasıyla kapatırlar- sonra da gelip Türkiye’nin en fazla satan, haliyle en iyi olarak nitelendirilmesine hak kazanan gazetesi olup çıkıyor. Sizin de dediğiniz gibi ‘para babaları’ tabiri caizse ülkenin iyi-kötü dengesini alt üst ediyor. Bir de gazeteyi evirdim, çevirdim; okunacak bir yazı görmedim. Zoraki milletin avucuna sokuşturuyorlar. Hani evde soba olsaydı değerlendirirdim ama kalorifer varken onu da yapamıyorsun… Saygılarımla… ***

Gebze İmamdolu Lisesi!

Birkaç haa önce TV’lerde haber olan, yerel ve ulusal gazetelerde de kendine yer bulan, ‘gece yarısı içki alemi yapılan’ okuldan selamlar. Kimse işin aslını bilmiyor ama adamlara demediklerini bırakmadılar. Onlar okula geldiklerinde LGS’yi kazandıkları ve bölgenin en iyi okuluna geldikleri için çok mutluydular.Hepsi okullarının en sevilen, en başarılı öğrencileriydi. Sınavda hiç de azımsanmayacak bir puan yaptılar ve Gebze Anadolu Lisesi’ne geldiler. Buraya kadar her şey normal, hepsi de bölgenin en iyi okuluna geldiklerini sanıyordu. Ama okul başlayınca idarenin ve öğretmenlerin gerçek yüzünü görmüşlerdi. Öğretmenler tarafından notla tehdit ediliyor, sınıfın önünde küçük düşürülüyorlardı. Hatta çok defa muhterem ‘bedenci’ onlara okulun önünde sövmüş ve dayak atmıştır. İdare tüm bu olanlara her zaman olduğu gibi ses çıkarmadı. Onlar öğrencilerden ne kadar para toplarız, arabamızı nasıl değiştiririz, nasıl yeni cep telefonu alırız vs. derdindeydiler. İdare hiç bir zaman öğrencisiyle ilgilenmemiştir. Hiçbir zaman öğrenci idareye gidip de şöyle bir durum var yardımcı olur musunuz diyememiştir. Çünkü idare sürekli azarlar, öğrenciyi takmaz ve küçük görür. GAL’a gelmeden önce kendi okullarının en sevilen ve en başarılı olan öğrencileri GAL’da tamamen mutasyona uğramıştır. Okulda

ayakta durabilmek için oyunu kuralına göre oynamak gerekmektedir artık. Eski çalışkan, uslu öğrenci değildir artık, saldırgan ve tembeldir GAL öğrencisi. Bu okulun tamamı için geçerli değil tabii. Okulda sayısal öğrencileri eşit ağırlık öğrencilerinden üstün görülür her zaman. Öğretmenlere ve idareye göre eşit ağırlık=sorunlu öğrenci olmuştur. Okulda sayısal öğrencisiyseniz ve siyasi görüşünüz idareninkiyle örtüşüyorsa artık kralsınız demektir. Diğer öğrencilerden çok daha farklı bir noktada bulursunuz kendinizi ve okulunuzu güzel anılarla bitirebilirsiniz. Ama şundan eminim ki bu okula gelen zeki öğrencileri okul bitirmiştir. Görüntülerin internete yayılmasına gelince… Olay geçen senenin mart ayında oldu ve görüntüler polis tarafından incelendi. Gereken ceza verildi (ama asıl suçlular hala okulda bize ders veriyor) ve görüntüler 2007’nin sonunda ortaya çıktı. Olay daha yeni olmuş gibi anlatıldı ki bu da basınımızın marifetidir. Görüntüleri internete kimin verdiğine gelince, hiç şaşırmayın Irak polisine eğitim veren Türk polisi vermiştir. Görüntüleri TV’lere satmış, okuldaki öğrencileri zan altında bırakmış ve oradakileri tüm Türkiye’ye rezil etmiştir. Peki şimdi ne oldu? Onların eğitim hayatı bitti. Burada SUÇLU KİM? AKP kadrolaşması tüm hızıyla sürüyor. Bu yıl da müdür Muhammet Yıldırım’ın yerine Kocaeli AKP milletvekili Eyüp Ayar’ın yakın akrabası ve Gebze İmam Hatip Lisesi öğretmeni Celalettin Ayar gelmiştir. Yeni müdürümüz işe çok hızlı başladı. Önce Alevi olan kantincilerin yerine AKP’li kantinciler getirildi (Kadrolaşma her yerde!). Sonra tüm öğrencilerden 15’er ytl topladı (toplamaya çalıştı). Para vermeyenlere tüm öğrencilerin hakkı olan öğrenci kimlikleri verilmedi ve öğrenci haklarımızdan da idare sayesinde yararlanamıyoruz. Okulun sonraki faaliyeti ise çok daha şık! ‘Sarı Kart’ çıkardılar bir de başımıza. Kartı olmayanlar öğle teneffüsünde okul çevresindeki yerlerden yemek yiyemiyor ve kârlı olan yine AKP’li kantin oluyor. Neyse fazla uzatmadan tekrar soruyorum: SUÇLU KİM?


SERHAT ÖZCAN Güç iyilerin elinde olduğunda yaşama katkısı yadsınamaz. Ve böylece, bu güzel hayvanlar sadece görevlerini yapar...

P En küçük REDci: Deniz! Balıkesir’den Deniz Topaloğlu, çizgili pijamayı çekmiş, kıllanan adam moduna geçmiş, RED’i de almış yanına, poz veriyor. Eh, bu memleket koşullarında gelecek açısından çok iyi bir kariyer başlangıcı değil tabii ama o büyüyene kadar düzelteceğiz inşallah!.. Balıkesir’deki tüm arkadaşlara selam...

Pulsar ve Nonda

ulsar, kendine hiç zarar vermeden, etrafı kırıp dökmeden, ulaşılması gereken hedefe çok uzunda olsa güvenle giden, son derece hümanist ve her çocuk gibi oyun oynamaya bayılan yardımsever bir kız. Nonda ise, yürek olarak Pulsar kadar iyi niyetli ama yöntem olarak çok sert. Hedefe kilitlendiğinde, kırılırmış, yaralanırmış, hiç düşünmeden en kestirme yolu seçip, bütün gücüyle en kısa sürede işini yapıyor. O da oyun oynamayı çok seven bir oğlan çocuğu. İkisinin de kendi alanlarında dünya çapında dereceleri varmış bildiğim kadarıyla. Arama kurtarma köpekleri bu dostlar. Dizi çekimlerinde tanıştık kendileriyle. Bir insana zarar verileceğini hissettiklerinde, eğitmeni bırakmasın ve siz gırtlaklarından çıkan insan ağlamasına benzer acılı sesi bir duyun. Bir şey yapamamak çıldırtıyor onları. Defalarca hayat kurtarmış olmaları bile onları sıradan bir canlı gibi yaşamaktan vazgeçirmiyor. Havlayarak üzerine gelen sokak köpeklerinden kaçışını görseniz, vay kahramanın haline diyebilirsiniz. Ama gücünün farkında ve verebileceği zararı biliyor, sırf zarar vermemek için kaçıyor. Hayvanca bir içgüdü ya da şartlanmış bir beyinle, yaşama hakkını almıyor elinden.

Güllük, gülistanlık, gül sulu...

ŞUBAT OYUN PROGRAMI HER CUMARTESİ: 20:30 HER PAZAR: 16:00 ATAŞEHİR MOZAİK ÇARŞI SALONU İLETİŞİM TEL: 0216.455 9169 0535.681 0143 KLİK YAPIM: 02122455072 -------------------------------------6 ŞUBAT ÇARŞAMBA SAAT: 20:00 BEYLİKDÜZÜ BEYLİZYUM ALIŞVERİŞ MERKEZİ SAHNESİ TEL: 0212 232 08 85 TİCKETTÜRK

Defalarca saldırıya uğrasa bile! Herhangi bir suçluyu altına aldığında da, sadece yardım gelene kadar başında bekliyor zarar vermeden. Ama asıl iş, biraz da onu yönetende. Parçala dediğinde parçalayabilir çünkü. İnsana yardım amacıyla yapılan işin bilincindeki eğitmen dostlarsa, ellerinde tuttukları gücü ve yetkiyi bildikleri için asla kötüye kullanmıyor. Çünkü tek amaçları insan yaşamı kurtarmak. Yani güç iyilerin elinde olduğunda yaşama katkısı yadsınamaz. Ve böylece, bu güzel hayvanlar sadece görevlerini yapar. Onların adalet sisteminde ‘yetki ve salahiyet’ kullanıp ‘dur ihtarına uymadı’ diye vurmak yok. Ve işlerini öylesine alçakgönüllü bir tavırla yapıyorlar ki, onca ‘hayırlı’ iş yapmalarına rağmen, bir iş yaptığını zanneden kenar mahalle kabadayıları gibi de kasım kasım kasılmıyorlar. Direkt hedefe gitmek bazen kaçınılmazdır. Dolaylı ve emin yollarsa, yolda karşılaştıkları ile orantılı olarak, bazen hedefinden saptırtabiliyor insanları. Çünkü karşımıza çıkan birtakım adamlar sürekli hedef saptırtıyorlar. ‘Türban’ diyorlar, ‘demokrasi’ diyorlar, ‘güçlü devlet’ diyorlar… Bizde türban dendiğinde söze, “Benim annem de başörtüsü takardı,” diye başlıyoruz. Oysa madem sözüm ona ‘Laik Cumhuriyet’, “Ne türbanı kardeşim? Laik hukuk devleti dinden feyiz

almaz. Bana ne senin türbanından, sana ne annemin başörtüsünden, demek gerekmez mi?” Çünkü böyle söylendiğinde, gereksiz tartışmalar biter ve insanlar, güllük gülistanlık, gül suyuyla temizlenmiş zemzem sucusu zengini ülkesinin ekonomisiyle ilgilenip, yok sayılan krizi ve çöküşü fark edebilir maazallah. Demokrasi de, öyle yurttaşlık bilgisi dersinde okuduğumuz gibi, halkın egemenliğine dayalı bir yönetim biçimi değildir. Yani anlatıldığı üzere veya zannettirildiği gibi, vekilinizi siz seçemezsiniz. Genel başkanlar belirledikleri adaylarını çıkarlara uygun sıralarlar. Siz de içlerinden, en popüler olan parti ambleminin altına basarak mührü, “Bizi buraya halkımız getirdi!” cümlesinin iktidarlar tarafından kullanılmasına izin vermiş olursunuz yalnızca. Bu da hiçbir demokrasi tanımına uymaz ve karşılamaz tanımları. Güçlü devlet olgusu Osmanlı’dan beri süre gelen bir dayatmadır sadece. Devletler ve hükümetler, tahammülsüz yapılarıyla, gençlerini içeri tıkarak, türlü işkencelerden geçirerek, aydınlarının yok edilmesine göz yumarak, güçlü olamaz. Bilimin yerine hurafeleri koyarak, ülke kaynaklarını yabancılara peşkeş çekerek, emperyalizme boyun eğerek, dağı taşı bombalayarak, kendini eleştirenleri, öğretmenlerini, sanatçısını, işçisini, esnafını, yazarını, azınlığını, hukukçusunu, bilim adamlarını ve aykırı diye tanımladığı her kesimi susturmaya çalışarak ve de sürekli masallar uydurarak güçlü olunmaz. Yanında yakınında, çevresinde ve gittiği yollar boyunca korumalarla çevrili hiçbir makam güçlü olamaz. Sürekli güç gösterisi yapar, ama güçlü olamaz. Nasıl güçlü olunur peki? İnsanlarının, temel ihtiyaçlarına öncelik verirsen, barınma, eşit eğitim, sağlık, kültür sanat, iş, özgürlük, ayrımsız kucaklayabilme, saygı, sevgi, gibi gereksinimleri karşılayarak işe başlayabilirsiniz. Adaletin göreceli bir şey olmadığını, dokunulmazlıkların, namussuzların çaldığı minarelere kılıf olamayacağını kanıtlayarak güçlü olabilirsiniz. İnsan sevgiyle güçlenip çoğalır. Can güvenliğinin ve yaşama hakkının esas tutulduğu, yaşlının ve emeklinin ertelediği hobileriyle uğraşabildiği, kaygısız ve güvenle rahat edebildiği, hiçbir emperyalist güce, ‘eyvallah’ının kalmayacağı bir yapıyı kurabilirsen, işte o zaman güçlü devlet olursun. Estetiğe falan hiç girmedim bile. Koşullar oluştukça sanat, estetik gibi kavramlar, ihtiyaç listelerinin başına yazılacaktır ister istemez. O zaman ne vatandaşın dininden oy çalmaya, ne de korumalarla dolaşmaya… gerek kalmaz. Hatta ‘makam’a bile gerek kalmaz. Gel bizde kal…

31


BURAK SÖNMEZER

Uyan ey ehl-i vatan! Milyonlarca metrekare vatan toprağı işgal altında!

B

u ülkede ilk kez 1959 yılında ‘vatan toprakları’nın kime ait olduğu alenen tartışılmaya başlanmıştır. Dönemin Genelkurmay ikinci başkanı Rüstü Erdelhun İzmir’deki ABD 6. taktik hava kuvvetleri karargâhında yaptığı konuşmada Amerikan askerlerine “Bu memleket,” diyordu, “Bizim değil sizindir.” Zaten başka ne diyebilirdi ki, eğer bir ülkenin belli bölgelerine, o ülkenin askeri ve mülki yetkilileri, generali, kaymakamı, valisi, bakanı giremiyorsa; o topraklara girmek isteyen subayı, görevli olduğu halde didik didik aranıyor, köpeklere koklatılıyorsa, biraz başkaldırdığında silah zoruyla kelepçelenip yerlerde sürükleniyorsa, ‘memleket’ denilen, ‘vatan’ denilen o ‘kutsal mekân’ın kime ait olduğu sorgulanmaz mı? Evet soru şudur: Bu memleket Erdelhun’un söylediği gibi onlara mı aittir, yoksa bize mi? Bu memleketin yetiştirdiği en şerefli insanlardan biri olan Mehmet Ali Aybar 1965 yılında Meclis kürsüsünden işte bu soruyu sormuştu. Demişti ki, “Bugün Türkiye’de 35 milyon metre karelik vatan toprağı ABD’nin egemenliği altında bulunmaktadır. Bu vatan topraklarına, Amerikalıların izni olmadıkça, devlet kademelerinde hangi yeri işgal ederse etsin, hiçbir vatandaşımız ayak basamaz. Yurdumuzdaki Amerikan üslerine Türk zabıtası giremez, Türk subayı, Türk komutanı, Türk hakimi giremez, Türk bakanları giremez. Bu durum hükümranlık haklarımıza tecavüz değil midir?”

Utanmaz adam!

O dönem Çetin Altan’ın güzelce tarif ettiği gibi, ‘ratelerden, manyaklardan, taşra ağalarının kafasız yakınlarından, hödük mütegalliplerden, başarısız avukatlardan, müşterisiz doktorlardan, simsar çömezlerinden, tüccarın el ulaklarından ve ne yapacağını bilmeyen pörsümüş emeklilerden oluşan Meclis’, bu soru karşısında hemen ayaklanmış ve Aybar’a “Utanmaz adam!” diye bağırmaya başlamıştı. Amerikan askerlerinin

Türkiye’yi Sovyet Rusya’dan koruduğunu söyleyen bu işe yaramaz yığın, işgal altındaki İstanbul’un, büyük Anadolu hareketinin ve antiemperyalist milli mücadelenin hatırasını bir avuç dolarla çoktan silip atmışlardı.

Bırak paşam bunları!

Aybar’ın söylediklerinin tümü 1969 yılında bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı. Ordu komutanlarından Refik Tulga Paşa Trabzon’daki Amerikan üssünü denetlemek istediğinde bir Amerikalı Albay kendisine sadece mutfak, yemekhane gibi yerleri itinayla gezdirip tel örgülü kısıma geçemeyeceğini söylediğinde paşa da tıpkı Aybar gibi soruyordu: “Bu durum hükümranlık haklarımıza tecavüz sayılmaz mı?” Amerikan Albayı bu soru karşısında, “Bırak paşam bu hükümranlık mevzularını onlar derin konular,” demek istercesine, Paşa’ya bir kadeh viski

teklifiyle karşılık vermişti. Bugün Amerikan üslerinde aynı durum devam etmek bir yana daha da ağırlaşmıştır. 1980’den bu yana yapılan açık-gizli birçok anlaşmayla Amerika Türkiye’deki üsleri istediği gibi kullanmaktadır. Bu üslerde çalıştırdığı Türkiyeli personele her türlü aşağılamayı yapmakta, hiç bir denetime izin vermemektedir. Üstelik Türkiye’nin iradesinin tamamen dışında bu üslerden yaptığı saldırgan eylemler ve işgallerle, kanına girdiği yüzbinlerce insanın vebalini zorla bizimle paylaşmaktadır. Şimdi, 2008 senesinde Sovyetler yoktur. Ama elde, bu üslerin marifeti olarak yüz binlerce Iraklının paramparça olmuş cesetleriyle, ABD saldırısı altında direnen halkların düşmanlıkları vardır.

Uyduruk sivil toplum

Türkiye milyonlarca metrekare vatan toprağının saldırgan emperyalistlerin egemenliğinde olmasını kanıksamış

mSayı 17, Şubat 2008, Aylık süreli yayındır mYayımcı: LM Basın Yayın Ltd. Şti. mİmtiyaz Sahibi: Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mTel: 0212 292 95 65 (4 hat) mFaks: 0212 245 38 06 mAbonelik: 0212 292 95 65 mBaskı: LeMan Matbaası, Alüminyumcular Sanayi Sitesi C-5 Blok No: 7-8 Hadımköy/İST. Tel: 0212 858 00 93 (Pbx) mGenel Dağıtım: D.P.P. A.Ş. mAdres: Firuzağa Mah. Defterdar Yokuşu No: 47 Beyoğlu / İstanbul

durumdadır. Bu ülkenin egemenlik hakları bu ölçüde zedelenirken, yargı bağımsızlığı, devlet otoritesi ve vatanın bütünü üzerinde tasarrufta bulunma hakkı darbe yemişken, bugün Türkiye’de sınıf temeli olmayan bir ‘demokrasi’ sevdası, yine ‘sınıfsız’ bir ‘demokratik cumhuriyet’ ve bir ‘radikal demokrasi’ sersemliği, tamamen şekli bireysel haklara yaslanan bir ‘özgürlükçü sivil toplum’ söylemi almış yürümüştür. Türkiye entelijensiyası, zamanında Antep’te, İzmir’de, Afyon’da emperyaliste kurşun sıkanlara bugün dudak bükmektedir, Cumhuriyet’in en önemli kazanımı ‘milli bağımsızlık’, daha ileri olanla, yani sosyalizme doğru yürüyüşle değil, daha gerisiyle ‘küreselleşme’ teraneleri adı altında sömürgeleşerek aşılmaya çalışılmaktadır; Türkiye entelijensiyası, her türlü bağımlılık ilişkisini görmezden gelmektedir. Türkiye’deki tüm toplumsal sorunlar, devletle sivil toplum arasındaki problemlere indirgenmiş ve çözümsüzlüğe bağlanmış durumdadır. Buradan açıkça söylüyorum. Devletin bağımsızlığından söz edilemez; Türkiye entelijensiyasının söz ettiği ‘sivil toplum’ ise uyduruk bir kavramdan öte bir şey değildir. Öyleyse, Türkiye’de sorunların çözümünü tartışmaya başlamak için öncelikle bu bağımlılık problemini çözüme kavuşturmak gerekmektedir.

Uyanın!

Türkiye’de bağımsızlık sorunun gündeme getirilmesi hiç kuşku yok ki toplumsal güçlerin farklı ideolojik açılımlarla yeniden konumlanması sonucunu doğuracaktır. Ve bağımsızlık mücadelesi toplumdaki tüm ezilen kesimleri toparladıkça, onların zinde güçler ve aydınlarla çıkar birliği içerisinde ortak bir cephede birleşmesini sağladıkça, gerçek bir demokrasinin mümkünlük koşulları da sağlanabilecek ve işte o zaman yeryüzü tüm mazlum halklara nasıl önderlik edilir, öğrenecektir. Uyan ey ehli vatan! Bugün milyonlarca metrekare vatan toprağı emperyalist işgali altındadır!

bilgi@reddiye.org www.reddiye.org www.redciyiz.biz


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.