25 Kasım’dan 26 Mayıs’a sınıf hareketinin durumu ve öncü işçilerin görevleri 26 Mayıs grevi başarısız olmuştur, hatta 4 Şubat Grevi’nin de gerisinde kalmıştır. Ancak bu başarısızlıktan dersler çıkarmalıyız, önümüze yeni görevler koymalıyız. Şimdi hayıflanma değil, mücadeleleri birleştirme zamanıdır
Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 18 • Haziran 2010 • Fiyatı 2 TL
Arka Plan, sayfa 8-9'da...
İşsizlere iş, tüm çalışanlara iş güvencesi!
Herkes için insanca yaşam hakkı! Mayıs ayı verilerine göre Türkiye’de dört kişilik bir aile için açlık sınırı 826,19; yoksulluk sınırı 2.691,19 lira. Asgari ücret düşünüldüğünde, bir iş sahibi olanlarımızın bile büyük kısmının aç ve hemen hepsinin yoksul olduğunu dile getirebiliriz. Ki bir de bir iş sahibi olamayanlarımız var... Nisan ayı resmi verilerine göre Türkiye’de bu oran yüzde 14,5. Bu rakamlara, iş bulma ümidini yitirdiği için iş aramaktan vazgeçenler dâhil edilmiş değil. Gerçek yüzdenin bu resmi açıklamanın çok ötesinde olduğunu biliyoruz. Daha önemlisi ise her beş işsizden birinin, patron tarafından işten çıkarılmış olması. Diğer yanda ise, her an işten çıkarılma, işini kaybetme tehdidi ile çalışanlarımız var. Bu tehditle birlikte taşerona bağlı, esnek, sigortasız, düşük ücretli ve/veya iş güvenliği açısından elverişsiz koşullarda çalışma da yaygınlık kazanıyor. Bu koşullar karşısında sendikalılaşma çalışması yürütenler, sendikaya üye olanlar, doğalmışçasına, bu tehdidin nasıl da yaşamlarında vücut bulduğuna tanıklık ediyorlar. Son dönemde, ATV-Sabah, Esenyurt Belediyesi, Bilgi Üniversitesi, UPS vd. -aynı gerekçeyle- sendikalılaştıkları için, işçileri işten çıkardılar.
lülüklerini sendika bürokrasilerine karşı taban inisiyatifini birleştirerek, güçlendirerek ve örgütleyerek genişletmek zorundalar. Aksi, işçi sınıfının içinde bulunduğu savunma hattından ilerleyememesine hatta bundan da geriye düşmesine sebep olacaktır. 4 Şubat’tan 1 Nisan’a ve şimdi 26 Mayıs’a gelinen nokta bunun emaresini vermektedir. Ancak yine bu üç örnekte de mücadeleyi sahiplenen direnişteki işçiler, sürecin, olumlu bir seyir kazanması yönündeki dinamikleri içerdiğini göstermektedir.
Sendika bürokrasileri ise, işçi sınıfının örgütlü kesimini içinde barındıran, sınıf hareketi açısından önemli birer mevzi olan sendikaları işlevsiz kılmak için ellerinden geleni patronların önüne sunuyorlar. Türk-İş işgali ve 26 Mayıs Geçtiğimiz ay yaşanan iki olay ise -birincisi işçilerin Türk-İş işgali, ikincisi 26 Mayıs eylemi- içinde bulunduğumuz koşulları anlatan en iyi göstergelerdi. İki olay da, öncelikle, örgütlülüğün önemini gösterdi: İşgali gerçekleştirenler de, 26 Mayıs’ın hakkını verenler de direnişteki sendikalı işçilerdi. Ama aynı zamanda bu iki olay, var olan örgütlülüklerin sınırlarını gösterdi: işçiler örgüt-
Sayfa: 03
Bu aşamada, mücadele için olmazsa olmaz, taleplerin belirlenmesi ve ortaklaştırılabilmesidir. Bu talepler ve bunların ortaklaştırılması yönündeki her çaba işçi sınıfının programını, patronların programından ayıracak, işçi sınıfı hareketinin pusulası olacaktır. Bu, içinde bulunduğumuz gibi dönemlerde, yoksulluk söylemini bir dalga gibi arkasına alan siyasetçilerin ikiyüzlülüğünü ifşa edebilmek için de gereklidir. Yoksulluk kime kazandırır? Mesela, Kemal Kılıçdaroğlu, CHP Genel Başkanlığına seçilmesinden bu yana muhalefetini yoksulluk üzerinden sürdürüyor. Hedefini, “yoksulluğu ve işsizliği bitirmek” olarak açıklıyor. Bu iktidar tarafından görmezden gelinen önemli sorunların gündeme taşınması için şimdiden bir basınç yaratmış durumda. Ancak soruyoruz, nasıl bitireceksiniz? Yoksulluğun ve işsizliğin nedenini doğru olarak saptamadan, bunu bir sınıf sömürüsü siyaseti olarak algılamadan, yalnızca denetlemeleri, vergileri ve teşvikleri arttırarak bunu yapmak mümkün mü? Değil.
Tüm süreci birlikte değerlendirdiğimizde, patronların, çıkarlarına olan, yarı-aç, sigortasız ve örgütsüz bir işçi sınıfının koşullarını dayattıklarını, başta kriz olmak üzere çeşitli gerekçeleri de bu koşulları meşrulaştırmak için kullandıklarını görüyoruz.
UPS işçileri sendika için direnişte
26 Mayıs eylemliliklerini es geçerek, direnişçi işçileri görmezden gelerek bunu yapmak mümkün mü? Yine, değil... Peki, o zaman yoksulluk ve işsizlik söylemi neden revaçta? Çünkü, bu ülkenin en temel gündemlerinden biri, çünkü bu ülkede resmi olarak 3 milyon 500 bin kişi işsiz, çünkü bu ülkede insanlar aç ve açıkta yaşama tehdidiyle burun buruna... Yani işçi ve emekçiler yoksulluk yüzünden kaybettikleri sürece, bu söylemle bir şeyler kazanmayı, kendi yollarını açmayı umanlar var. Bu yüzden işçi ve emekçiden bahsedilmeden, işsizlik ve yoksulluktan bahsedilebiliyor.
12 Eylül 2010'da... AKP, 12 Eylül Rejimi’ni tasfiye mi ediyor, takviye mi? Sayfa: 04
Taksim’de 1 Mayıs’ın diyeti 26 Mayıs mıydı?
Sayfa: 05
Ortadoğu'nun darağacı: İran Sayfa: 10
Yani patronlar sınıfı ve onların siyasi temsilcileri, bizzat yarattıkları yoksulluk ve işsizliğin boyutları karşısında, şimdi çözüm olarak da kendi programlarını dayatmayı deniyorlar. Bu dayatma karşısındaki tek cevap, işçi ve emekçilerin kendi programları etrafında mücadelelerini sürdürmeleri ve yoksulluk ve işsizliğin mağdurları olarak çözümün muhatapları olma örgütlü iradesini göstermeleridir.
İşçi Cephesi, 7 Haziran 2010
Siyonist İsrail’in terörünü durduralım; Gazze üzerindeki ablukayı kıralım!
Sayfa: 14
2
İLAN TAHTASI
Film etkinliği: Asiye Nasıl Kurtulur? Alibeyköy'den İC okuru bir kadın Geçen sayıda da bahsedilen Alibeyköy'deki film etkinliğinin ikincisini yakın zamanda gerçekleştirdik. Bu sefer yine Atıf Yılmaz'ın yönettiği “Asiye Nasıl Kurtulur” filmini izledik.
Film, Asiye üzerinden hayat kadınlarının bu duruma nasıl düştüklerini ve nasıl hiçbir çıkar yol bulamadıklarını biraz esprili bir dille anlatıyordu. Asiye'yi kurtarmak için gelen hayat kadınlarını kurtarmak için gelen Fuhuşla Mücadele Derneği Başkanı, Asiye'yi oynayan hayat kadınına bu yola düşmemesi için her adımda önerilerde bulunuyordu. Ama hiçbir önerisi Asiye'yi kurtaramıyordu. Sonlara doğru Asiye'nin beş altı yıl bu işi yaparak para biriktirip kurtulmasını bile önerdi. Fakat bu da işe
yaramadı ve bir kadının nasıl altı yılda yıprandığını gördük. Bu işin insanlar için ne kadar zor olduğunu ve para biriktirmenin neredeyse imkanız olduğunu
zengin oluyor. Bu noktada onu kurtarmaya gelen kadın ona “paranın bir işe yaramayacağını ama sermaye olduğunda kullanabileceğini, paradan para kazanması gerektiğini” öğütlüyor. Parasının sermaye olabilmesi için de en iyi bildiği işi yapmalı Asiye… Filmin sonunda pahalı oteller işleten Asiye aslında küçük yaştaki çocukları pazarlamaktadır ve onu kurtaran kadının derneğine yüklü bir bağış yapar.
Filmden anladığımız, kadınları bu yola iten kendi tercihleri değil, erkek egemen kapitalist sistemin bu hakkı kendinde bulması... Ve bu yüzden yaşanan sorunlar hepimizin sorunu... izledik. Sonra sadece filmlerde olacak bir şansla Asiye onu metres tutan adamın paralarını elde ediyor ve
Bu sorunları konuşabilmek, birbirimizi dinlemek ve ne yapabiliriz sorusunu birlikte cevaplayabilmek için bir sonraki film etkinliğinde buluşalım...
Mesafe’nin 5. sayısı çıkıyor Görüş, öneri, katkı ve mektuplarınızı bekliyoruz... iscicephesi@gmail.com
SAYI: 18 • HAZİRAN 2010 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık) Yönetim yeri Caferağa Mah. Sarraf Ali Sok. Saraçoğlu İş Hanı No: 36/17 Kadıköy - İstanbul 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Estet Ajans Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 2 TL
Mesafe, 5. sayısında Kürt sorunu dosyasına kaldığı yerden devam ediyor. Yeni sayıda, Yusuf Barman, ABD’nin planlarının analizi ekseninde Ortadoğu ve Kürdistan devrimine ilişkin bir perspektif sunarken; Erol Yeşilyurt, Kürdistan’da Sürekli Devrim ve PKK yazısıyla dosyayı derinleştiriyor. Mesafe bu sayısında ayrıca Katalonya’da Ulusal Sorun, Kırgızistan gibi konulara da değinmekte. Yeni sayı 20 Haziran itibariyle kitapçılarda. www.enternasyonalyayincilik.net NE SAVUNUYORUZ?
neyi hedefliyoruz?
İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye'de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.
EMEK GÜNCESİ
3
UPS (United Parcel Service) işçileri sendika hakları için direnişte İC – Haber, 1 Haziran 2010 28 Mayıs Cuma ve 31 Mayıs Pazartesi günleri UPS Mahmutbey aktarma merkezinde 5 Mayıs'tan beri direnen UPS işçilerine ziyaretler gerçekleştirdik. Moralleri yüksek olan işçilerle konuştuk, dertleştik. UPS'yi bir de onlara sorduk.
de 408 bin (340 bini ABD'de, 68 bini diğer ülkelerde olmak üzere) çalışana sahip. Şirket, 2009 yılında 45,3 milyar dolar gelir açıkladı. İnternet sitesinde yer alan bilgilere göre UPS bu sene Fortune dergisi tarafından yapılan senelik araştırma sonucunda sektöründe “Dünyanın En Beğenilen Şirketi” seçildi. Aynı zamanda tüm sektörler arasında da marka anımsanmasında ilk 50'de yer aldı. UPS, dünyada “sosyal sorumluluk” alanında birinci, “yönetim kalitesi”nde ikinci, “insan yönetimi”, “kurumsal varlık kullanımı” ve “ürün ve hizmet kalitesi” alanlarında üçüncü, “global rekabet”te altıncı, “finansal kredi itibarı” alanında yedinci ve “yenilik”te dokuzuncu sırada yer aldı.
İşçiler sabah 9.30 gibi üye oldukları TÜMTİS (Türkiye Motorlu Taşıt İşçileri Sendikası) sendikasının servisiyle Mahmutbey aktarma merkezine geliyorlar, 16.00 gibi tekrar servislerle evlerine dönüyorlar. Pazar hariç (pazarları aktarma merkezi çalışmıyor) her gün buradalar. Belli saatlerde sloganlarla işyerinin etrafını dolaşarak içeride çalışmaya devam eden işçi arkadaşlarına seslerini duyuruyorlar. Gittiğimizde bizi sıcak karşılayan işçiler, işyerlerindeki sorunlardan bahsettiler, dünyaya kendisini bambaşka tanıtan UPS'yi bir de içeriden anlattılar.
UPS'yi (United Parcel Service) yakından tanıyalım: Yazılanlar • UPS (United Parcel Service - Birleşmiş Paket Hizmeti), dünyanın en büyük kargo (paket taşımacılığı) şirketi ve aynı zamanda dünyanın önde gelen özel taşımacılık ve lojistik hizmetleri şirketlerinden biri. 1907'de kurulan şirket, bugün 200'den fazla ülke-
UPS'nin internet sitesinde ise Ekibimiz başlığıyla haberin devamında irdeleyeceğimiz ilginç bilgiler yer almakta: “Sabah işe başlamadan kahvaltılarını, şirketimizde hazırlanan poğaça ve böreklerle yapan kuryelerimiz temiz ve özenli giyim ve görüntüleri içinde, devamlı sıcak suyu olan tesisimiz bulunmaktadır. ...Çalışanlarımızın sağlıklı beslenmelerini, hijyenik bir ortamda yemek yemelerini, kış aylarında hastalıktan korunmaları için vitamin almalarını sağlıyoruz."
tırların ve kamyonların devamlı girip çıktığı, sadece kolilerin yürüdüğü bantların üstünün kapatıldığı bir açık alan. Bu bantların hemen yanında da UPS hub yönetim binası bulunuyor. Çalışma 24 saat 4 vardiya devam ediyor. UPS bünyesindeki işçilerle alt işveren (taşeron) C.I.B. ve Erka'nın işçileri vardiyalara bağlı olarak beraber çalışıyorlar. Yemek saatleri olmayan işçiler, yemekhaneden ziyade ayaküstü yemek yenilen bir büfeye benzeyen derme çatma bir yerde maksimum 15-20 dakikada yemeklerini yiyip bantlara dönüyorlar. İş aksamasın diye sırayla yemek yedirilen işçiler arkasından gelecekleri düşünüp çok hızlı yemek zorundalar. UPS'nin internet sitesinde geçen “kış aylarında hastalıktan korunmaları için vitamin almalarını sağlıyoruz” sözünü işçiler yalanladı. Aksine, gece vardiyasında çalışan işçilere yemek değil, ekmek arası kaşar salam ve bir çay verildiğini öğrendik. Üstelik 10 saat çalışan işçiler en erken 6-7 saat geçmeden de bu “vitaminli” yemeği yiyemiyorlar. Günlük çay limiti 3'le sınırlıyken İstanbul Mahmutbey'deki işçilere çaylarını karıştırmaları için bir adet demir çay kaşığı verilmekte. UPS, kışın yağmur altında alanı temizleyen işçisine bir yağmurluğu çok görüyor. Ortamın hijyenikliği tartışılır fakat kar yağarken dört yanı açık bantlarda çalışan işçiler donduklarını söylüyorlar.
“İşe başlamadan kahvaltılarını, şirketimizde hazırlanan poğaça ve böreklerle yapan kuryelerimiz” diye söze başlayan UPS'nin, en azından yükleme boşaltma yapan taşeron işçilerine böyle bir yemek verdiğini duymadık. Bazı kıdemli işçiler eskiden gece vardiyasında artan kaşarlı ekmekleri sabah vardiyasında dağıtıyorlardı ama poğaça börek diye bir şey kesinlikle yok diyerek UPS'yi yalanladılar. Fortune dergisinin UPS için dediği “yenilik”çilikten kastı var olmayanı var göstermek olabilir.
Esenyurt direnişinde son durum İC – Haber, 4 Haziran 2010 Dokuz aydır aralıksız direnen, 1 Mayıs'ta kürsünün, 24 Mayıs'ta Türk-iş'in işgalinde yer alan ve 26 Mayıs' ta en önde yürüyenlerden Esenyurt Belediyesi işçileri yakın zamanda güzel bir gelişme yaşadılar. Belediye belli girişimlere rağmen aylardır işçileri muhatap almamıştı. Geçtiğimiz günlerde ise işçileri sendikalı olarak içeri alabileceklerini ifade ettiler ve ön görüşme yapıldı. En önemli talepleri işe sendikalı olarak dönmek olan işçiler 8 Haziran Pazartesi günü yapılacak görüşmeler için direnişe ara verdiler. TEKEL' dekilerin durumuna düşmek istemeyen işçiler görüşmeler olumsuz olursa direnişlerine kaldıkları yerden devam edebilecekler. 31 Mayıs Pazartesi günü basın açıklaması yapan işçiler görüşmelere olumlu bakıyorlar. Basın açıklamasına direnişe başlayan bütün işçiler katılım gösterdi.
UPS'yi (United Parcel Service) yakından tanıyalım: Gerçekler • UPS patronların gözbebeği olabilir. Fakat işçilerin gözünde o bir işçi ve sendika düşmanı. “Sosyal sorumlu”, “işçisini hastalıktan koruyan” UPS'nin, sendikalaşmayı engellemek için hem kendi bünyesinden hem de taşeron firmasından attığı 60'ın üzerinde işçi İstanbul'da, İzmir'de 9, Ankara'da 3 işçi direniyor. Bu satırlar yazılırken atılmalar hâlâ devam etmekte, ziyareti yaptığımızın günlerin birinde 5 ötekinde 15 işçinin daha işten çıkarıldığını öğrendik. Onlarca işçinin çalıştığı Mahmutbey aktarma merkezi
Asgari ücretle çalışarak, söz verildiği gibi 6 ayda bir değil, bazen 8 ay bazen 1 yılda bir (yine söz verildiği gibi 50TL değil) 20-30TL zam alarak ağır koşullarda çalışan işçiler, işlerine geri dönmek ve artık UPS bünyesinde çalışmak istiyorlar. UPS'ye karşı da hep birlikte haykırıyorlar: “UPS'ye sendika girecek, başka yolu yok!”
4
POLİTİKA
12 Eylül 2010'da... AKP, 12 Eylül Rejimi’ni tasfiye mi ediyor, takviye mi? Atakan Çiftçi, 1 Haziran 2010 AKP'nin kısmi Anayasa değişiklik paketi, Mayıs ayı içerisinde Meclis'ten geçerek Cumhurbaşkanı tarafından onaylandı ve böylelikle, referandum süreci açılmış oldu. Paket eğer Anayasa Mahkemesi tarafından engellenmezse 12 Eylül'de sandık başına gideceğiz. Kısmi Anayasa değişikliği tartışmalarında gerek AKP, gerekse de CHP-MHP, politikalarını “demokrasi” söylemi üzerine inşa ettiler. AKP, değişiklik paketiyle, baskıcı '82 Anayasası'nın delindiği ve özgürlüklerin genişlediğini söylerken, CHP-MHP ise, “son kale” Yargı'nın da düşürülerek, AKP'nin sivil bir diktatörlük kurmakta ilerlediğini, demokrasiyi savunmak adına, Paket'e karşı çıktıklarını belirttiler. İktidarıyla, muhalefetiyle burjuva düzen partileri, ne kadar “demokrat” oldukları konusunda yarışa tutuşmuşken; esasında bu süreç, Türkiye'nin rejim sorununu bir kez daha güçlü bir biçimde gündeme getirdi. Ve böylelikle referandum süreci, '82 Anayasası'yla çerçevelenmiş rejimin bir baskı ve şiddet aygıtından ibaret karakterini ve burjuvazinin demokrasi konusundaki iktidarsızlığı ve kısırlığını teşhir etmek için yeni fırsatlar ortaya koydu. Fakat yalnızca fırsatlarla değil, Türkiye sosyalist ve işçi sınıfı hareketinin mevcut durumunda, daha çok tehlikeler ve tuzaklarla dolu bir süreç içindeyiz.
veriyor. AKP ile doğrudan organik bağı olan MÜSİAD, “Meclis tarafından kabul edilen Anayasa değişikliğiyle ayaklarımızdaki prangalar çözülecektir” diyerek pakete koşulsuz destek veriyor. Rakipsiz konumunun -bir süredir- sarsılmakta oluşundan rahatsız TÜSİAD ise AKP'nin alternatifsiz bir biçimde güçlenmesini istemiyor. Bu nedenle pakete cepheden bir tavır almasa da doğrudan açık bir destek de vermiyor, çeşitli eleştiriler getiriyor. Bu eleştirileri üç başlık altında toplanıyor: Bir, kısmi Anayasa değişiklik paketi parlamentoda bir uzlaşmaya dayanmıyor; iki, kuvvetler ayrılığını garanti altına alacak yeni bir anayasa gerekiyor; üç, siyasi partiler ve seçim yasaları değişmelidir. Ayrıcalıkları budanan askeri-sivil bürokrasi ise AKP’nin bir sivil diktatörlük kurmak amacıyla yargıyı ve Anayasa Mahkemesi’ni ele geçirmeye çalıştığını, Anayasa değişikliğinin buna hizmet edeceğini iddia ediyor; ve bu nedenle, kuşkusuz, pakete cepheden karşı.
Bunun temel nedeni ise, rejim ve AKP'ye dair sosyalist soldaki yaygın kafa karışıklığı. Liberalizmin basıncı altındaki bir kesim, baskı ve şiddet rejiminin bileşenlerini Genelkurmay, CHP ve MHP'den ibaret görüp AKP'ye -bir demokratlık atfederek, “şartlı destek” sunarken; ulusalcılığın basıncı altındaki diğer kesim ise, Türkiye siyasi tarihinin biçimlenişinde AKP'ye “şeytani” bir rol addederek, bütün meseleyi AKP-karşıtlığı kolaycılığıyla yorumluyor. Kısmi Anayasa değişikliğinin perde arkası AKP'nin bir alamet-i farikası varsa o da, burjuvazinin Özal'dan bu yana yaşadığı önderlik krizine ciddi bir alternatif sunmuş olmasıdır. Sekiz yıllık iktidarında AKP, tekelci büyük sermayeyi, Anadolu sermayesini ve askeri-sivil bürokrasiyi kendi etrafında toplayarak, rejim krizini ABD ve AB yanlısı programıyla çözümleme gayreti içinde oldu. Fakat bu durum burjuva bloklar arasındaki çatışmayı otomatik olarak ortadan kaldırmadığı gibi; dünya kapitalizminin en büyük krizlerinden geçtiğimiz bir dönemde, her bir ihalenin, en küçük bir artı-değer kırıntısının önem taşıdığı bir ortamda, bu çatışmaların kaçınılmaz bir biçimde sertleşeceği yeni bir dönem açıldı.
Kısmi Anayasa değişikliği ne getiriyor? Kısmi değişiklik sonucunda, bir burjuva kesimin diğerleri aleyhine güçlenmesini sağlayacak olan nedir? Bu soruya cevap verebilmek için değişiklik paketini iki bölüme ayırarak incelememiz gerekiyor. İlk bölüm, değişikliğin temelini oluşturan, yani AKP'nin devlet aygıtı içindeki konumunu pekiştirme ve sağlamlaştırmaya dönük adımları içeriyor. Bu bölüm üç başlıktan oluşuyor. İlk iki başlık, Anayasa Mahkemesi ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK) yapısının ve işleyişinin değiştirilmesi, üye seçiminin ve üye sayısının arttırılmasına dair. Üçüncü başlıksa, askeri yargı ve Yüksek Askeri Şura'ya (YAŞ) getirilen kısmi sınırlamalar.
YAŞ kararlarının asker ihraçlarıyla ilgili kısmının yargı denetimine açılmasıyla da, her sene gündeme gelen, dindar veya tarikatçı subayların Ordu'dan ihraç edilmesi önleniyor. Bunda garip olan ne var, denilebilir. Bir iktidar partisinin, devlet aygıtında kendisine direniş gösteren kesimlerin gücünü tırpanlamasından daha doğal ne olabilir? Bizim için belirleyici olan, bu önlemlerin “demokrasi adına” alındığının söylenmesi ve sosyalistlerin bir kısmının da bunu onaylamasıdır. Sosyalistlerin görevi ise “ehven-i şerci” olmak değil, burjuvazinin demokrasi yanılsatmasına karşı, kitleleri demokratik hak ve özgürlükler adına seferber etmektir. Paketin farklı toplum kesimlerine sunulan, “maskeleme”ye yönelik maddelerine gelirsek... Burada da söylemler ve gerçekler arasında ciddi bir açı bulunuyor. Hükümet, Anayasa'nın geçici 15. maddesi'nin kaldırılmasıyla, darbecilerin yargılanacağını iddia ediyor. Fakat 15. madde'nin kaldırılması, darbecilerin otomatik olarak yargılanmasını sağlamıyor. Bunun için zaman aşımı gibi engellerin de kaldırılması gerekiyor. Bunların yapılacağından şüphe duymak içinse, çok fazla nedenimiz var. Öte yandan, kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık sağlayacağı söylenen madde son derece muğlâk ve somut ne gibi değişikliklere yol açacağı epey meçhul. Ve işin en komik tarafı, kamu emekçilerine verildiği söylenen “toplu sözleşme hakkı”. Toplu sözleşme doğası gereği, grev hakkını önceden varsayar. Diğer pek çok şeyin yanı sıra Türkiye siyasi tarihine, grevsiz bir toplu sözleşme hakkından bahsetme onuru da AKP hükümetine ait olmak üzere kayıtlara geçecek. Özetle, yukarıda ele aldığımız ve pakette yer alan diğer “yem”ler, paketin asıl gayesini örtmeye çalıştığı gibi, somut olarak ne yarar sağlayacağı da epey tartışmalı, ve belki tartışmasız, bir bütünü oluşturuyor. Dolayısıyla, kısmi değişiklik önerilerinin, koparılan demokrasi yaygarası hesaba katıldığında, hükümet açısından epey “masrafsız” bir bütün oluşturduğunu söyleyebiliriz. Referandumda alınacak tutuma gelirsek; devrimci Marksistler, tek tek maddelerin değil, bir bütün olarak paketin neyi ifade ettiğine bakarak bir tutum almalıdırlar. Son birkaç sayıda ve bu yazıda ele almaya çalıştığımız gibi, değişiklik paketi, baskı ve şiddet rejiminin doğasında bir değişikliğe yol açmıyor. Aksine, ufak rötuşlarla, ona demokrasi maskesi giydirerek, 12 Eylül Rejimi’ni meşrulaştırıyor. Burjuva kesimler, demokrasi söylemleriyle, işçi-emekçi kesimleri kontrolleri altında tutmaya çalışırken,
İktidarıyla, muhalefetiyle burjuva düzen partileri, ne kadar “demokrat” oldukları konusunda yarışa tutuşmuşken; esasında bu süreç, Türkiye'nin rejim sorununu bir kez daha güçlü bir biçimde gündeme getirdi. Ve böylelikle referandum süreci, '82 Anayasası'yla çerçevelenmiş rejimin bir baskı ve şiddet aygıtından ibaret karakterini ve burjuvazinin demokrasi konusundaki iktidarsızlığı ve kısırlığını teşhir etmek için yeni fırsatlar ortaya koydu. Fakat yalnızca fırsatlarla değil, Türkiye sosyalist ve işçi sınıfı hareketinin mevcut durumunda, daha çok tehlikeler ve tuzaklarla dolu bir süreç içindeyiz AKP'nin kısmi Anayasa değişikliği de bu bağlamda bir anlam kazanıyor. Yapılan, AKP'nin ve organik olarak bağlı olduğu burjuva kesimlerin, diğer kesimler aleyhine bir adım öne çıkma çabası. Ve bu çabaya demokrasi maskesi takılarak, kitlelerin kendi çıkarları doğrultusunda seferber edilmesi. Farklı burjuva kesimlerin kısmi Anayasa değişikliği konusundaki tavrı da, bu konuda bizlere iyi bir fikir
Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısının arttırılmasıyla, AKP-karşıtı, Kemalist üyelerin etkinliği kırılarak AKP, anayasa değişikliklerinin Mahkeme'den dönmesinin önüne geçiyor, AKP'nin kapatılma ihtimalini ortadan kaldırıyor. Yine HSYK'nın üye sayısının arttırılması, Ergenekon ve diğer bazı stratejik davalarda, aynı kesimlerin direnişini kıracak bir adım. Askeri Yargıtay'ın sivilleri yargılamasının engellenmesi ise, Ergenekon davası düşünülerek hazırlanmış bir madde.
“ehven-i şer”ci tutum, sosyalist olduğunu iddia edenler açısından bir siyasi cinayettir. Referandum sürecinde de bizlere düşen görev, rejimin baskı ve şiddet aygıtlarını teşhir ederek, '82 Anayasası'nın tümüyle çöpe atılarak asker-polis rejiminin lağvedilmesi, Kürt halkının kendi kaderini tayin dâhil, politik haklarının tanınması, iş güvencesi ve herkese çalışma hakkının tanınması için propaganda yapmak, bu talepler için bir Kurucu Meclis çağrısında bulunmaktır.
POLİTİKA
Yaşananlar iş kazası değil iş cinayetidir! Ümit Yılmaz, 31 Mayıs 2010 Yıl 2006... Balıkesir'in Dursunbey ilçesine bağlı Odaköy'deki maden ocağında meydana gelen grizu patlamasında 17 işçi kardeşimiz yaşamını yitirmişti. Patlamanın ardından dönemin Enerji Bakanı Hilmi Güler "Takdir-i ilahi, bunlar madencilikte olagelen kazalar. Maalesef bu madenciliğin tabiatı gereği olabiliyor" demişti. Yıl 2010, 17 Mayıs'ta Türkiye Taşkömürü Kurumu Karadon Müessese Müdürlüğüne bağlı maden ocağında meydana gelen grizu patlamasında taşeron firmaya bağlı 30 işçi kardeşimiz yaşamını yitirdi. Bu kez de Başbakan "Kaza ve ölümler bu işin kaderinde var" diye bir açıklama yaptı. Peki, bu ölümlerin nedeni gerçekten kaza, tesadüf ya da kader mi? Aslında elimizdeki bilimsel veriler ve araştırmalar bunun hiç de böyle olmadığını gösteriyor. Madenlerdeki kazaların son yıllarda artmasının en büyük nedeni bundan birkaç yıl önce yapılan özelleştirmeler. Özel sektöre teslim edilen bu sektörde, taşeronlaşmanın, sendikasızlaştırmanın ve dolayısıyla denetimsizliğin önü açıldı. Türkiye son 20 yıl içerisinde maden kazalarında birinci sıraya yerleşmiştir. Ra-
kamlara ve bilimsel verilere bakacak olursak Maden Mühendisleri Odasının geçen yıl hazırladığı rapora göre Türkiye'de yaklaşık 70 maden bölgesinde çalışmanın "çok riskli" olduğu ve bu "çok riskli" bölgelerde çalışan işçi sayısının 31 bin 200 olduğu belirtiliyor. Bu da demek oluyor ki yeni patlamalar ve ölümler sürpriz olmayacak. Örneğin, son patlamadan yaralı kurtulan işçiler, günlerdir alarm cihazlarının uyarı vermesi ve çalışma esnasında midelerinin bulanması gibi önemli bulgulara rağmen işveren temsilcisinin onlara inanmayarak, onları neredeyse zorla madene geri gönderdiğini dile getiriyor. Bu gerçek, bunun kaza, tesadüf ya da kader olmadığını, tam anlamıyla iş cinayeti olduğunu gözler önüne seriyor. Bu nedenle, devlet yaşanan bu tür olaylardan sonra "kader" deyip geçiştirmek yerine öncelikle; iş sağlığı ve güvenliği mevzuatını ve madencilik uygulamalarını, -kazaların ve meslek hastalıklarının en aza inmesini sağlayacak şekilde- en kısa sürede düzenlemelidir. Özelleştirmeler ve taşeronlar durdurulmalı, özelleştirilen işletmeler işçilerin denetiminde yeniden kamulaştırılmalıdır. Bu önlemler alınmadığı sürece bu ölümler ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır.
Sağlıkta kutuplaşmanın yeni adı: İTS Görkem Duru, 29 Mayıs 2010 Son dönemde hükümet ilaçlar üzerinde yeni bir barkod sistemi geliştirerek ek düzenlemeleri hayata geçirmektedir ve sağlıkta yeni değişikliklerin devamının da geleceği gözükmektedir. Öncelikle nedir bu İlaç Takip Sistemi (İTS)? Şu ana kadar sistemin oluşturulmasında süreç ne şekilde işlemiştir? İTS çerçevesinde karekodlu denilen –daha az yer kaplayan, çok daha fazla veri barındıran- yeni bir barkod uygulaması hazırlanmış ve bu sayede ilaçların her biriminin izlenmesi amaçlanmış, sahte ilaçların önüne geçilmesi hedeflenmiştir. Ancak sistemin hayata geçirilmesi noktasında, şu ana kadar her uygulamada tanık olduğumuz gibi, eczacılar çözümsüz çelişkilere sürüklenmekte ve yaptıkları işe yabancılaştırılmakta, diğer taraftan da hastaların ilaçlara ulaşabilmesi zorlaştırılmaktadır. İlk etapta, İTS’ye geçişin 2010 yılı sonunda yapılacağı belirtilmişken, sonrasında ani bir öne çekişle, bu tarih 1 Haziran 2010 olarak belirlendi. Devamında Danıştay uygulamanın iptali için karar almış olsa da hükümet Haziran ayı başından itibaren yeni sisteme geçişte ısrarlı bir tutum sergilemekte. Yani ilaç temini konusunda yeni bir kaos bizleri beklemekte. Hükümetin almış olduğu karar doğrultusunda, 1 Haziran2010 tarihinden itibaren karekodu bulunmayan ilaçların “kusurlu ürün” sayılacağı ve eğer eczacılar tarafından hastalara verilirse SGK’nın geri ödeme yapmayacağı belirtilmiştir. Türk Eczacılar Birliği’nin verilerine göre ise, şu an için eczane stokları-
nın yüzde 50’si karekodsuz ilaçlardan oluşmaktadır. Bu durum karşısında, Türk Eczacılar Birliği 27 Mayıs günü yaptığı basın açıklamasında, eczacıların, SGK kararı çerçevesinde hastalara ilaç vermeyerek onları mağdur etmek ya da Danıştay kararı doğrultusunda, geri ödemeleri alamayacağını bilerek hastalara ilaç vermek gibi çelişkili bir durumda bırakıldığını vurgulamıştır. Eczacıların geri ödemesini alamayacağı ilaçları depolara iadesi halinde ise hastaların ilaca ulaşması oldukça zorlaşacaktır. Bu durumda ise tepkileri, eczacıların üzerlerindeki baskıyı arttıran, SSK’lıların ilaç teminini zorlaştırarak eczacılara yeni saldırılar uygulayan ve hastaları da mağdur bırakan kapitalist sisteme ve onun sözcülerine yöneltmek gerekir. Bunlara ek olarak, sağlık sisteminde meydana gelen bu tür değişikliklerin tümü , devletin sağlık harcamalarından elini çekmesi ve özelleştirmelerin önünü açmasının bir parçasıdır. Eczanelere yapılan geri ödemelerin gecikmesi ya da hastaların ilaca ulaşamaması gibi konuları bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Bu yolla “devletin yetişemediği yerde, hizmeti özel sektör getirecek” vurgusunun işlerliği sağlanmaya çalışılmaktadır. Unutmamamız gereken en önemli nokta ise bu uygulamaların sürekli olarak işçi ve emekçileri mağdur ettiğidir. İTS uygulamasında da gördüğümüz gibi, yüksek miktarda ilacın raflarda kalacak olması üretici firmalarda en ufak bir rahatsızlığa yol açmamıştır. Bizler ise bu uygulamalar karşısında hazırlıklı olmalı, tepkilerimizi doğru yere yönlendirmeli ve baskılar karşısında yılmadan, birlikte hareket etmeliyiz.
5
Taksim’de 1 Mayıs’ın diyeti 26 Mayıs mıydı? Oktay Benol, 26 Mayıs 2010
TEKEL işçilerinin direnişine destek amacıyla Şubat ayında kararı alınan 26 Mayıs Genel Grevi tam bir hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Kararı alan sendikalardan Türkİş, grevden çekildi. DİSK, grevi bir saatlik iş bırakmaya indirgedi. KESK, tabanının baskısıyla tam güne “sadık” kaldı ama bunun sonucunda eğitim emekçilerinin eylemlilikleri sadece taban inisiyatifinin olduğu yerlerde gerçekleşti. Hak-İş, Kamu-Sen, Memur-Sen ise zaten işçi sınıfına gönülsüzlüklerini çoktan ilan etmiş durumda. Sendika ağalarının bu ihanetini işçi sınıfının unutmayacağı açık! Türk-İş İstanbul 1. Bölge Temsilciliği’ni işgal eden direnişteki işçilerin eylemi de bunun bir göstergesi. Oysa çok değil sadece 26 gün önce 1 Mayıs günü İstanbul Taksim Meydanı’nı yüz binler doldurmuştu. 30 küsur yıldır işçi sınıfına kapatılan Meydan’ın 1 Mayıs günü işçi ve emekçilere açılıyor olması gerçekten de önemliydi. 1 Mayıs’ın “resmi tatil” ilan edilmesi, ardından Taksim Meydanı’nın 1 Mayıs için açılması, tartışmasız sınıf hareketi açısından önemli kazanımlardı. Taksim’in 1 Mayıs kutlamalarına açılması için verilen mücadelelerin bunda büyük payı olduğu şüphe götürmez. Bu mevzilerin elde edilmesinde özellikle emeği geçenlerin haklı bir gurura sahip olması da son derece doğaldır. Lakin ortada bir sorun var: Taksim kazanılmış ve sıra devrime gelmiş(!) olmasına rağmen bu “görkemli” sahnenin sadece bir ay öncesinde, 1 Nisan günü, TEKEL işçileri beraberinde devrimciler olmasına rağmen Ankara’ ya polis marifetiyle sokulmak istenmemişti. Çıkan olaylar sonucu işçiler meşru eylemlerini gerçekleştiremeden memleketlerine dönmek zorunda kalmışlardı. Üstelik işçi sınıfının zembereğini boşalttığı söylenen TEKEL direnişi de hükümetin hasmane tutumları ve sendika bürokrasisinin işbirliğiyle 78 günün ardından un ufak edilerek sönümlenmeye mahkûm edilmek istenmekteydi. Diğer bir ifadeyle son 20 yılın en önemli sınıf hareketi örneği olan TEKEL direnişi önüne döşenen engelleri aşamıyordu. İşçi ve emekçilerin sendika bürokrasisine karşı öfke ve güvensizliği had safhaya gelmek üzereydi. İşte bu koşullar altında 6 sendika konfederasyonu şişirilmiş bir tutumla 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama kararı alıyordu. Sormuştuk: Nasıl oluyor da 1 Nisan’ı TEKEL işçilerine zehir eden, direnen işçilere terörist muamelesi yapan neoliberal AKP hükümeti Taksim’i sendika konfederasyonlarıyla el ele işçilere “açıyordu”? Şimdi görüyoruz ki Taksim’de 1 Mayıs’ın diyeti 26 Mayıs’ın bir karikatür haline getirilmesiymiş! Usanmadan söylemeye devam edelim: Devrimci Marksistlerin görevi gerçeği söylemektir. Sınıf hareketinin hiçbir karmaşaya, evhama, yüceltme heyecanına kapılmadan gerçekçi bir analizini yapmaktır. Tekrar edelim: TEKEL artarak çoğalan, birleşerek güçlenen, sıçrayarak yayılan bir direniş potansiyeli taşımasına rağmen bunu, önündeki engeller nedeniyle yapamadı. İşçi sınıfının Zonguldak madencilerinin uzun yürüyüşünün ardından geniş çaplı direniş ve mücadele pratiğini yitirmesi, sendika bürokrasisinin uzlaşmacı/işbirlikçi politikaları, hükümetin neoliberal saldırganlığı ve sosyalist solda bağımsız bir sınıf hareketi inşa etme inanç ve programından uzaklaşma bu engellerin başında geliyor. Bu engelleri aşmak için bilinçli öncü işçilere ve devrimci Marksistlere düşen görev Taksim’de gerçekleşen 1 Mayıs’ın yarattığı heyecanı aşıp sınıf hareketinin gerçekçi bir analizinin yapılmasını sağlamaktır. TEKEL’den 1 Nisan’a, 1 Mayıs’tan 26 Mayıs’a uzanan süreç bunu gerektiriyor.
6
EMEK GÜNCESİ
CHP neden yeni bir umut olamaz? Murat Yakın, 2 Haziran 2010 Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP genel kongresince yeni genel başkan seçilmiş olmasıyla, siyasi arenada yeni bir dalgalanma gündeme gelmiş durumda. CHP’nin son 15 yılına damgasını vurmuş Deniz Baykal’ın hayli çalkantılı bir sürecin sonunda da olsa yerini yeni genel başkana bırakmış olması, muhalefet partilerinden, TÜSİAD’a ve hatta solun çeşitli kesimlerine şimdiden tünelin ucunda ışık göründü havası yaratmış oldu. Seçim barajı tartışmalarından, Kürt sorununa yaklaşıma, tıkanan siyasetin açılması tartışmalarından, sosyal adaletçiliğe, Kılıçdaroğlu, ansızın AKP’ye karşı muhalefeti sağlı sollu birbirine teyelleyen bir figüre dönüşüverdi.
CHP’de temsil olunan mevcut egemen sınıf ittifakının gerekleri, devleti bir dizi kilit alana bizzat yatırım yapmaya, sanayi alanındaki bu kamusal yatırımlar aracılığıyla “devlet eliyle bir ulusal burjuva sınıfı yaratma” arayışına itmişti.
'60 ve '70’li yıllar boyunca uyanışa geçen işçi hareketinin ve sol yükselişin karşısında “sol” bir dil kullanmaksızın tutunamayacağını gören CHP’nin kitle hareketlerinin saptırılarak düzen içine hapsedilmesinde hayati bir rol üstlendiği unutulmamalıdır. Kılıçdaroğlu ve değişimin sınırları “Dürüst, çalışkan ve emekten yana” olduğu iddiasındaki Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel kongrede giydiği 500 liralık gömlek ve taktığı emekçi kasketinin ilk elde tartışma konusu olması nedensiz değil. Zira o her şeyden önce bir imaj pazarlamasının ürünü. 12 Eylül darbesinin ardından amansızca uygulanan yeni liberal saldırı politikalarının uygulayıcısı partilerin ülkede yarattığı yozlaşma ve sefaletin bir sonucu, temiz, alın teriyle ayakta kalan insan imajına duyulan susamışlığın trajik bir sonucu.
Tuhaf değil mi? Son 30 yıl boyunca işçi ve emekçileri sefalete ve geleceksizliğe sürükleyen politikaların yaratıcıları, şimdi CHP’nin gerçekte hiçbir zaman sahip olmadığı “Solcu köklerine dönüşünü” zil çalarak kutlama yarışına giriyorlar. Diğer yandan, bugüne dek yoluna herhangi bir muhalefet engeli olmaksızın devam edebilme lüksüne sahip iktidar partisi, şimdi kendisine balans ayarı yapabilecek yeni bir alternatifin tehdidi ile karşı karşıya. CHP önderliğinde gerçekleştirilen operasyon, aynı zamanda yeniden biçimlendirilen rejimin iç ve dış ihtiyaçlarıyla daha fazla uyumlu bir politik söylemin gündeme geleceğinin işareti. CHP İle ilgili bilinmesi gerekli gerçekler Cumhuriyetin kurucu partisi mührünü taşıyan CHP’nin sol, halkçı ve sosyal adaletçi bir parti olduğu yanılsamasıyla başlamakta yarar var. CHP gerçekte kapitalist dünya ekonomisiyle bütünleşmenin koşullarını yaratma hedefiyle yola çıkmış bir kadronun üzerinde yükseldiği bir burjuva parti olarak siyasi sahneye çıktı. Çeperi hayli dar bir burjuvazinin, askeri ve sivil bürokrasinin ve toprak ağalarının müttefikliğine dayalı ve devlet eliyle sermaye birikimi yaratmaya odaklı bir siyasi programa sahipti. Devletin uzun yeniden inşa dönemi boyunca bir tek parti diktatörlüğü kuran CHP’nin ekonomik programına damgasını vuran ise 1929 ekonomik bunalımı oldu. Ulusal burjuvazinin yetersiz sermaye birikimi, ulusal ve uluslararası koşulların yabancı sermayeyi ülkeye çekmek açısından elverişsiz oluşu ve özellikle de
Oysa gerçek bambaşka ve işçi sınıfının öncüleri ve devrimciler geçmişte defalarca peşine takılarak güçlerini heba ettikleri bu hurafeler karşısında şimdi her zamankinden fazla uyanık olmak zorunda.
Yoksul emekçi yığınları gözetmek bir yana, esas olarak devlet kaynaklarıyla bir burjuvazi inşa etmeye dönük bu zorunlu ve geçici çizgi, ileriki yıllarda burjuvazinin yeni ihtiyaçları temelinde köklü bir biçimde değişecek olsa da, neredeyse bütün tarihi boyunca CHP’ye yapışmıştır. Partinin Sovyetler birliğinde uygulanan türden bir planlı ekonomiyi savunduğu yolundaki yanılsama, gerçekte batı kapitalizmiyle bütünleşmeyi hedefleyen aydınlanmacı ve ilerlemeci söylemle birleşmiş, '60 ve '70’li yıllar boyunca işçi hareketindeki uyanışı yolundan saptırmak amacıyla kullanılacak “solcu CHP hurafesine” kaynaklık etmiştir.
Kongre sonrasında fırtınalı tartışmalarla oluşturulabilen Parti Meclisinin yapısı da bize “Yeni” CHP’nin sınırlarıyla ilgili ciddi ipuçları sunmakta; geleneksel partililerle imamların, neoliberal unsurlarla, ulusalcıların hassas dikişlerle birbirine tutturulduğu bu bileşim, partinin kitlelerin süratle radikalleştiği 70’li yıllarda onların özlemlerini düzen içine hapsederek boğduğu türden bir siyasete hazırlanmakta olduğunun emarelerini veriyor. Ekonomik krizin yıkıntıları arasında işçi hareketinin canlanma ve tüm toplumun öncülüğünü üstlenme belirtileri gösterdiği bir dönemde, yeni CHP önderliği bir sünger misali bu enerjiyi emerek, radikal kopuş arayışlarını bertaraf etme rolünü üstleniyor. Kılıçdaroğlu ve CHP, en büyük sınavını emperyalizm ve neoliberal burjuva demokrasisinin vazgeçilmez payandası olarak verecek. Bu, sınıf hareketinin bağımsız bir odağa dönüşmesi ve toplumun tüm ezilenlerini bütünleştirmesi ihtimaline karşı kaçınılmaz bir rüşt ispatı anlamına gelecek aynı zamanda.
Güvencesiz çalışma koşullarına karşı yeni bir mücadele: Avukat Cem Gök Davası ve Hukuk Bürosu Çalışanları Dayanışma Ağı Ali Hikmet, 1 Haziran 2010 Onlarca işçi avukatın, takip elemanının ve diğer büro emekçilerinin çalıştığı Aksen Hukuk Bürosu’nda yaşanan sömürüye karşı Avukat Cem Gök, örgütlenmenin ilk adımı olarak DİSK’e bağlı Sosyal-İş Sendikası’na üye oldu. Ancak her patron gibi Av. Hüdaverdi Aksan emekçilerin en küçük örgütlenmesine karşı duyduğu öfke ve korkudan dolayı DİSK’e bağlı Sosyal-İş Sendikası’na üye olması gerekçesiyle Av. Cem Gök’ün işine son verdi. Av. Cem Gök’ün işine son verilmesi, Türkiye de hukukun ticari bir metaya dönüşmesini ve de bu alanda yaşanan yoğun tekelleşmenin boyutlarını ortaya koymaktadır. Tekelleşmeyle beraber uluslararası hukuk
firmalarının ve büyük hukuk şirketlerinin hukuk sektöründeki etkinlikleri de artmaktadır. Bunun neticesinde işçi avukatlar, takip elemanları ve diğer büro çalışanları büyük hukuk şirketlerinde (hukuk üreten devasa fabrikalarda) herhangi bir iş güvenliğine sahip olmadan, fazla mesaileri ödenmeden günde sekiz saatten fazla çalışmaya zorlanmaktadır. Bu sömürüye son verebilmek için işçi avukatların, stajyer avukatların, takip elemanlarının ve diğer bütün emekçilerin katılımıyla Hukuk Bürosu Çalışanları Dayanışma Ağı kuruldu. Hukuk Bürosu Çalışanları Dayanışma Ağı; iş güvenliği, günde sekiz saat çalışma hakkı, fazla mesai ücretlerinin ödenmesi, sigortalı primlerinin gerçek maaşlar
üzerinden yatırılması vb. talepler ile tüm yurt çapında büyük hukuk bürolarında çalışan büro emekçilerinin sendikalaşması için bir mücadele başlattı. Bu mücadelenin ilk adımı olarak da Av. Cem Gök, Aksen Hukuk Bürosu’na karşı sendikal tazminat istemiyle dava açtı. Hukuk Bürosu Çalışanları Dayanışma Ağı’nın başlattığı bu mücadele, aynı sorunları yaşayan hizmet sektöründe çalışan tüm beyaz yakalıların örgütlenmesi açısından iyi bir örnek ve dikkatle izlenmesi gereken önemli bir deneyimdir. Av. Cem Gök davası ve Hukuk Bürosu Çalışanları Dayanışma Ağı hakkında daha bilgi için fazla için www.hukukcalisanlari.org internet sitesine bakabilirsiniz.
KADIN SAYFASI
İş güvencesizliği neye mal oluyor? Rukiye B., 31 Mayıs 2010 İzmir'den TEKEL İşçisi Nurten Kaya: “Ekmeğimizi istiyoruz biz. İşimizin daimi olmasını istiyoruz. 4C bir aldatmacadır. Bir senelik sözleşme yapacaklar bizle sonra ne olacak” diyordu ısrarla ve benzer cümleleri yakın zamanda Esenyurt'ta, İtfaiye'de ve birçok direnişte de duyduk. İş güvencesizliği denildiğinde akla ilk gelenler işsizlerdir aslında. Ancak işsizler iş güvencesizliği mağdurlarının sadece bir kısmı... Ekonominin ve işyerlerinin yeniden yapılandırılması sürecinde (neoliberalizm) iş güvencesizliğinin etki ve sonuçlarını yaşayan bir çok kesim var. Öncelikle, işe ilişkin sürekli bir belirsizlik duygusu, insanları birbirlerine bağlayan sosyal bağları zayıflatıyor. Kişilerin, iş arkadaşlarına yönelik güven ve sadakat duygusunu azalttığı gibi işçinin bir irade koyma durumunu da azaltıyor. Böyle bir duyguyla yaşayan işçi gelecek planları kuramaz hale geliyor. Ve kadınlar yine bu süreçten en çok etkilenenler oluyor... Şöyle ki, kadın emeği toplumumuzda eve yardımcı emek olarak algılandığından kriz zamanlarında ilk işten çıkarılanlar olmamıza neden oluyor. Bu, tek başına yaşama mücadelesi veren kadınları zor durumda bıraktığı gibi, eve “ek” olan gelirle geçinen aileleri de hiçe sayan bir uygulama. Üstelik, iş güvencesinin azalması, sürekli işten çıkarılma tehdidi, biz kadınların daha fazla boyun eğmemize, taciz ve psikolojik baskılarla daha fazla karşı karşıya gelmemize sebep oluyor. Bu haliyle iş güvencesizliği kadın üzerinde yaygın bir mobbingdir. Mobbing Türkçe'de genellikle “yıldırma” olarak geçiyor. İşçiye psikolojik bir baskı yaparak onun işten çıkmasını sağlamaya yönelik bir uygulamadır. Bu onun üzerindeki yetkileri alma, kendini eksik hissetmesini sağlama vs. gibi 45 ayrı davranış modeliyle uygulanabilir. Genellikle işinde iyi olan ve yükselen kadınlara uygulanıyor. Mağdurların oranının yüzde
77'si kadın... Mobbing Avrupa'da iş güvencesinin fazla olduğu yerlerde görülse de Türkiye deki uygulamalar genellikle tersi yönde. Buna iki açıdan bakabiliriz. Geçici işlerde çalışan kadınları bir daha görmeyeceğini düşünen işveren ve/veya kadının üst veya eşit kademesindeki kişi, bize keyfi uygulamalarla istediğini yapabilmekte. Geçici işlerde çalıştırılmaya mahkum olanlar hep biz kadınlar olduğumuz için bu durumda yapılan yıldırma en çok bizi etkiler. İkinci olarak da mobbingi uygulayan, iş güvencesi olmayan bir kadının bu keyfi uygulamalara katlanmasını beklemekte. Bu noktada da onun gibi binlercesini bulabilecek patron da kadın işçisine belli psikolojik ve fiziksel baskılar uygulamayı kendine hak görebilmektedir... İş güvencesizliği bu tür davranışlarda elimizi kolumuzu bağladığı için işten çıkarıldığımızda irade koymamıza ve genellikle kurtulmak için işten çıkmayı tercih etmemize neden oluyor. Bu haliyle iş güvencesizliğinin kendisi kadın üzerinde bir mobbinge dönüşüyor. Sendika, patronların bu keyfi tutumlarına karşı işçiyi korumak için varsa da Türkiye'de bir yıl içinde sendika üyesi 42 bin işçinin işten çıkarıldığı göz önüne alınmalıdır. Buna sendikalaşmaya çalışırken işten çıkarılanları da eklemek gerek. Özellikle mayıs ayında Pınar Alkan'ın mobbing kurbanı olması durumun ciddiyetini bize gösteriyor. Pınar Alkan Türk-İş'te çalışan uluslararası bir örgütün yönetim kademesindeki bir kadın. Mobbingi uygulayansa “İşyerinde Psikolojik Taciz” kitabını yayınlayan Türk-İş ve Genel Başkanı Mustafa Kumlu. Önce yetkileri kısıtlanan Pınar Alkan daha sonra gerekçesi olmayan nedenlerden işten çıkarıldı. Türk-İş'e işe iade ve mobbing davası açan Alkan ruhsal olarak ve bedensel olarak yıprandığını ifade etti. Bugün iş güvencesi mücadelesi bizim için sosyal bir hak olmanın yanı sıra, insanca yaşamamızı ve bir kadın işçi olarak işyerinde daha güçlü olmamızı sağlayacak bir mevzi mücadelesidir. Not: Yazıda Betül Urgan'ın “İş Güvencesizliği” yazısından yararlanılmıştır.
Öldürülenler kardeşimizdir! Doğan Koca, 5 Haziran 2010 Aycan Yener 16 Şubat'ta 17 yerinden bıçaklanarak ve boğazı kesilerek öldürüldü. Devlet onu Fevzi Yener kimlik adıyla tanıyordu. Aycan'ın ev arkadaşı Seyhan da bıçaklanarak yaralandı. 8 Şubat'ta Derya Y. Antalya'daki evinde yüzünde ve vücudunda onlarca bıçak darbesi, kafası kesilmiş halde bulundu. 6 Şubat'ta transeksüel Zuhal Ankara'daki evinde bıçaklanarak yaralandı. 27 Nisan'da Azra Has (kimlik adıyla Mustafa) İzmir'de bir seri katil tarafından tabancayla öldürüldü. Son iki üç ayda yaşanan trans cinayetlerinden sadece birkaçını okudunuz. Erkek egemen sistemin her daim yeniden ürettiği lezbiyen, gey, biseksüel, transeksüel ve travesti (lgbtt) bireyler üzerindeki nefret söylemi gün geçmiyor ki bir nefret cinayetine ya da bir saldırıya daha yol açmasın. 17 Mayıs'ta Pembe Hayat LGBTT Dayanışma Derneği üyesi beş trans araçlarıyla seyir halindeyken polis ekipleri tarafından durduruldu. Kimliklerini göstermelerine rağmen zorla arabadan indirilmek istendiler. Arkadaşlarıyla dayanışmak için gelen yaklaşık 25 kişi polis tarafından biber gazı ve copla dağıtıldı. Geçtiğimiz günlerde bir nefret cinayeti daha işlendi. Üstelik İstanbul'da şehrin işlek bir yerinde güpegündüz! Batu 31 yaşında bir transeksüeldi...
30 Mayıs'ta basın açıklaması yapan lgbtt örgütleri ise konuyla ilgili şöyle diyorlardı: “Bu cinayet ‘Nefret Cinayetidir’. Tıpkı Ahmet Yıldız, Aycan, Baki Koşar, Ebru Soykan cinayetlerinde olduğu gibi, sırf cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerimize yönelik bir saldırıdır. Heteroseksist erkek egemen düzenin yaşam hakkımızı ihlal etmesidir.” Yaşamak yalnızca heteroseksist erkek egemen düzenin bileşenlerinin hakkı değil, lezbiyenlerin de, geylerin de, biseksüellerin de, travestilerin de, transeksüellerin de onurlu bir yaşam hakkı tartışılamaz. Nefret cinayetlerinin bir an önce son bulmasını istiyoruz. Katiller bulunsun. Katillerin ortaya çıkarılmamasına göz yuman emniyet müdürleri derhal görevden alınsın. Adeta nefret cinayetlerini teşvik eden tahrik indirimleri kaldırılsın. Lgbtt bireyler üzerinde ayrımcılık oluşturan bütün yasalar çöpe! Ancak biliyoruz ki biz örgütlenmedikçe bunları yapmak için kıllarını kıpırdatmayacaklar. Ancak sınıfsız, sömürüsüz bir dünya bize kimliğimizin ve cinsel yönelimimizin tanındığı, kardeşlerimizin öldürülmediği, aşağılanmadığı, baskı görmediği bir hayat sağlayacak. Kimliğimizle, cinsel yönelimimizle kardeşlerimizin öldürülmesine bir kez daha hayır demek için; homofobiye, bifobiye, transfobiye hayır demek için 1013 Haziran arası 1. Trans Onur Haftası'nda sokaklarda olacağız!
7
Anayasa değişiklikleri, kadına eşitlik mi getiriyor? Hukuk Köşesi Geçtiğimiz günlerde mecliste yapılan anayasa değişikliği oylamalarında, “Kanun önünde eşitlik” başlıklı madde “Bu maksatla alınacak tedbirler, eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar ve özürlüler ile harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz” ibaresiyle tamamlandı ve mecliste 336 oyla kabul edildi. bir çok alanda 'kadına pozitif ayrımcılık' geliyor diye sunulan bu maddeyle birlikte bir kez daha “AKP tarzı eşitlik söylemleriyle” karşı karşıya kaldık. AKP tarzı eşitlik söylemleri diyoruz; çünkü AKP, iktidarının ilk yıllarından beri, muğlak “eşitlik”, “fırsat eşitliği” gibi ifadelerle bir çok alanda “kadınlar için” söylemini sürdürerek bir takım yasa değişiklikleri yaptı. Oysa sözde bu eşitlik pratikte, örneğin SSGSS yasasıyla kadının ev içinde harcadığı emeğini görmezden gelerek erken emeklilik hakkının gaspedilmesi anlamına geldi. Bu yeni Sosyal Güvenlik Yasası'yla beraber, kadınların babaya bağlı sağlık güvencesi gibi hakları geri alınırken, bir yandan da yasanın kapsamının daraltılmasıyla, ev kadınları, ev eksenli ev işi ve bakım hizmetlerinde çalışan kadınlar, tarımda, genelevlerde çalışan kadınları sosyal güvenlik sisteminin dışına itti. AKP iktidarı, neoliberal politikaları bilhassa kadınların çalıştığı esnek iş kollarında uygulama çabasındayken, öte yandan “yuvayı yapan dişi kuş-anne” söylemleriyle kadını iki kez sömürüyor. Pozitif ayrımcılık ve fiili eşitlik • Pozitif ayrımcılığı, toplumda, ezilen ya da ikincil konumda olan gruplara karşı uygulanan ayrıcalıklar olarak tanımlarsak, kadınların tüm alanlarda, erkeklerle eşit muameleyi görmesi için bu türden uygulamalar şüphesiz gereklidir. Zira kapitalist sistemde genel bir kadın-erkek eşitliği adına kadınların cinsiyetlerinden ötürü karşılaştıkları toplumsal eşitsizlik yok sayılmaktadır. Bunun için pozitif ayrımcılığı anayasayla güvence altına almak çok önemlidir. Ne var ki yeterli değildir. Diğer “cinsiyetsiz” sanılan ama erkek egemenliğini pekiştiren yasaların da yeniden düzenlenmesi gereklidir. Örneğin, kadın cinayetlerinde “namus” gibi ifadelerle haksız tahrik indirimine sebep olan yasalar, kadına yönelik şiddetin yaptırımını şikayete bağlayan, ceza indirimine götüren hükümler... Öte yandan pozitif ayrımcılığın, yalnızca anayasada siluetinin olması da yeterli değildir. 'Yasal eşitlik' doğrudan “fiili olarak eşitliği” sağlamamaktadır. Devletin kadın erkek arasında fiili eşitliğin sağlanması için yalnızca göstermelik değil, bunu hayata geçirecek düzenlemeleri de yapması gereklidir. Örneğin, • Ücretsiz ve nitelikli çocuk ve yaşlı bakım merkezlerinin kamusal bir hizmet olarak herkese sağlanması, • Yalnızca yeni doğum yapan kadının değil, kocasının da ücretli babalık izinlerinin olması, • Tüm işyerlerinde kreş hizmetlerinin olması, • Üreme sağlığı konusunda ücretsiz hizmet, gebelik ve doğum sonrasında destekleyici programlar sunulması,
• Kürtajın, en uygun koşullarda, ilk başta kadın sağlığı gözetilerek ve kadının rızası dışında bir onay aranmaksızın, devlet hastanelerinde ücretsiz olarak yapılması, sayılacak düzenlemelerden yalnızca birkaçıdır. Bu düzenlemeler olmaksızın yapılan değişiklikler AKP' nin göstermelik icraatlarından biri olacaktır.
8
ARKA PLAN
25 Kasım’dan 26 Mayıs’a sınıf hareketi Fuat Karahan, 1 Haziran 2010 İşçi sınıfının mücadele tarihinde birçok yenilgi yaşandı. Ama yenilgilerin yanında çok büyük zaferler, çok önemli deneyimler de sınıfın tarihine yazıldı. İşçi sınıfı ve örgütleri bu kazanımlar uğruna büyük bedeller ödedi, ödemeye de devam ediyor. Sınıf bilinçli işçilerin ve devrimci militanların görevi, bu tarihi, bu deneyimleri yeni işçi kuşaklarına aktarmak ve olumluluklar kadar olumsuzluklardan da ders çıkarmaktır. Her yenilgi, her geri çekiliş kitlelerin direncini, umudunu kırar. Oysa devrimcilerin ve öncü işçilerin görevi, tam da böylesi dönemlerde emekçi kitleleri yeniden mücadeleye bağlamaya ve yeni bir sıçrama yaratmaya çalışmaktır. Sınıf mücadelesinde devrimci sınıf örgütlerinin görevi, sınıfa gerçekleri göstermektir. Çünkü o gerçek er ya da geç ortaya çıkar ve bu da emekçi kitleler üzerinde moral bozukluğuna neden olur. Sınıf mücadelesinin kendisi zorluklarla doludur. Mücadelenin kendisi inişlere, çıkışlara ve elbette durağanlıklara gebedir. İşte tam da bu nedenlerle en ufak zorlukta rotasını şaşıranlar ya da en ufak yükselişte akışa kendini kaptıranlar, uzun soluklu bir mücadelenin inşacısı olamazlar. Çünkü sınıf mücadelesi sebat ister, emekçilerin arasında inatçı bir mücadele ister. Örneğin bürokratik diktatörlükler çöktüğünde, işçi sınıfı öldü diyenlere inat sınıf devrimciliğini savunmak, işçi sınıfı içerisinde siyasi çalışma yürütmek böylesi bir tutumdur. Ama aynı zamanda aşırı bir iyimserlikle sosyalist yayınların bir kısmı “1 Mayıs’ı kazandık, sıra devrimde” derken, bu doğru değil “hala sınıfı birleştirmek zorundayız, tabanı sendikal bürokrasiye karşı ortak talepler doğrultusunda örgütlemek zorundayız” demek de böylesi bir anlayışın yansımasıdır. Biz gerçeklerin doğru analizinden yansıyan bir yaklaşımın işçi sınıfının mücadelesi açısından yararlı olduğunu düşünüyoruz. Dün işçi sınıf öldü diyenler, yeni toplumsal hareketlerin, çeşitli sivil toplumcu muhalefetlerin peşinde koşanlar, krizin de etkisiyle işçi sınıfını hatırladılar. Ancak aynı kesimler en küçük bir yenilginin ardından “zaten sendikal bürokrasi satıyor, işçi sınıfı başaramaz demeye” başlayacaklardır. Umutsuzluğa inat bizlere düşen görev, işçi sınıfının, devrimci potansiyelini, yani toplumu değiştirebilme gücünü açığa çıkarmasını sağlamaktır.
duğu irade, sendikal bürokrasiye karşı mücadeleci tutumu işte böylesi bir duruştur. Onlar, Türk-İş binalarını işgal ederek örnek bir ortak eylem gerçekleştirdiler. Kuşkusuz platform dağılabilir, özellikle sosyalistler arasındaki kısır rekabetten olumsuz etkilenebilir. Böyle bile olsa onlar örnek bir mücadele gösterdiler. Burası gerçekten önemli, çünkü direnişteki işyerleri bayraklarını birleştirdiler. Bu işçi sınıfının mücadelesi adına başlı başına bir olumluluktur. Görmek istemeyenler, duymak istemeyenler için tablo ortada... İşçi sınıfı
birleşiyor, birleştiriyor... Elbette çok eksiklik var ama işçiler mücadeleden öğreniyor, öğretiyorlar... Sözümüz platform başta olmak üzere mücadele eden tüm sınıf güçlerine: Evet, 26 Mayıs grevi başarısız olmuştur, hatta 4 Şubat Grevi’nin de gerisinde kalmıştır. Ancak bu başarısızlıktan dersler çıkarmalıyız, önümüze yeni görevler koymalıyız. Şimdi hayıflanma değil, mücadeleleri birleştirme zamanıdır. İşte tam da bu nedenle bugün mücadelelere yön veren öncü işçiler ve elbette bu direnişlere güç veren devrimci militanlar, mevcut tablodan umutsuzluğa kapıl-
rın, öncü işçilerin ve elbette komünist militanların daha fazla inisiyatif alma zamanıdır. Mücadelelerin kısa bir özeti Aslında bugün görece daha olumlu tabloya uzun bir durgunluk döneminin ardından geldik. Dün işyerlerinde sessizce bekleyen işçi kardeşlerimiz bugün mücadeleye atılıyorlar. Çünkü emperyalist-kapitalist sistem derin bir ekonomik kriz yaşıyor ve bu krizin bedelini biz emekçilere ve yoksul halka ödetmeye çalışıyor. Kriz karşısında başlangıçta suskun kalan bizler, krizin olumsuz sonuçlarıyla karşılaştıkça daha fazla tepki göstermeye başladık. İşten çıkarmaların artması, güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması ve elbette düşük ücretler bizleri mücadeleye itti. Eko-nomik nedenlerle başlayan mücadelelerin içerisinde çok sayıda işçi kendi sınıfını ve sınıfının ideolojisini tanımaya başladı. Krizin başında metal sektöründeki eylemler, Cuma yürüyüşleri, Sinter direnişi, Sabiha Gökçen direnişi, Gürsaş direnişi, Brissa işgali ve diğer mücadeleler ilk mücadelelerdi. Çoğu mücadele mahkeme salonlarında sona erdi. En uzun soluklusu olan Sinter Metal direnişi, uzayan davanın yanı sıra, bazı sosyalist çevrelerin de dar grupçu anlayışları sonucu sonlandı. Bu mücadelelerin ardından uzun bir sessizlik yaşandı. Sessizliği, 25 Kasım 2009’da greve çıkan kamu emekçileri bozdular. Bir günlük iş bırakmadaki kararlılık işçi sınıfının hoşnutsuzluğunun dışa vurumuydu. Grevin ardından ocak ayında TEKEL işçileri Ankara’ da görülmemiş bir mücadeleye giriştiler. Öyle bir direniş eylemi başlattılar ki ülkenin her köşesinde sınıf mücadelesinin fitilini ateşlediler. TEKEL işçilerinin mücadelesini desteklemek için sendikal konfederasyonlar 4 Şubat’ta bir grev kararı aldılar. Greve kamu emekçileri dışında yine ciddi bir katılım olmadı. Konfederasyonlar, o dönemde 26 Mayıs’ta yeni bir grev kararı alarak zaman kazandılar. 4 Şubat grevinin ardından sendikal bürokrasinin yalanlarına kanan ya da kanmak zorunda bırakılan TEKEL işçileri, mücadele alanlarını terk edip evlerine döndüler. TEKEL işçilerinin mücadelesi, zayıflamış da olsa hâlâ çeşitli illerde devam ediyor.
26 Mayıs grevi başarısız olmuştur, hatta 4 Şubat Grevi’nin de gerisinde kalmıştır. Ancak bu başarısızlıktan dersler çıkarmalıyız, önümüze yeni görevler koymalıyız. Şimdi hayıflanma değil, mücadeleleri birleştirme zamanıdır
İşte, Direnişteki İşçiler Platformu’nun bugün başardığı en önemli şey budur. Onlar ihanetlerin arkasına sığınmadan ortak mücadele kararlılığı gösteriyorlar ve bu kararlılıkla tüm emekçilerin direncini arttırıyorlar. Sendikal bürokrasinin ihanetine teslim olmayan platformun genel grev öncesinde ve grevde ortaya koy-
mamalıdır. Çünkü mücadelelerin öncülüğünü çeken işçiler geri çekilirse mücadeleler daha da zayıflayacaktır. Ne sendikalardan kopma, ne varoşlara gitme zamanıdır... Sendikal bürokrasiler tam da bugün, tam da böylesine teşhir olmuşlarken tabandan gelen bu mücadele rüzgârını geliştirme zamanıdır. Tam da bugün mücadeleci sendikaların, şubelerin, sendikacıla-
2010 yılında mücadeleler sadece TEKEL’le sınırlı kalmadı. Aksine TEKEL’in meşruiyeti diğer işçilere de örnek oldu. Esenyurt Belediye, İSKİ, Marmaray, İtfaiye, UPS bu döneme damgasını vuran mücadeleler... İşte bu direnişlerin mücadeleci işçileri Direnişteki İşçiler Platformu’nu kurarak mücadeleleri birleştirme yolunda adım attılar. Ortak eylemlilikler ve etkinlikler düzenlediler. (İşçi Cephesi krizin başından itibaren mücadelelerin birleştirilmesi perspektifi doğrultusunda çalışmalarını sürdürdü. Direnişçi işyerlerini bir araya getirmeye çalıştı. Bu bağlamda okurlarımızın katkısı-
ARKA PLAN
9
nin durumu ve öncü işçilerin görevleri nın mütevazı ama önemli olduğunu ifade etmeliyiz.) Bu sürecin ardından Taksim’de gerçekleşen kitlesel 1 Mayıs’ın da sınıf açısından bir moral kaynağı olduğunu eklemeliyiz. Ancak artan ve uzayan mücadelelerden burjuvazi huzursuzdu, burjuvazinin işçi sınıfı içerisindeki ajanları sendika bürokrasisi de huzursuzdu. Doğal olarak mücadelelerin önünü kesmeyi planladılar. 26 Mayıs’ın başarısızlığı için ellerinden geleni yaptılar. Bu ihaneti fark eden platformdaki işçiler Türk-İş binalarını çeşitli illerde işgal ederek, hem sendikal bürokrasiyi teşhir etmeye hem de genel greve güç vermeye giriştiler. Bu havada 26 Mayıs grevine girildi. Genel grevden 1 saat iş bırakmaya dönen eylem, sendikal konfederasyonların bürokrasilerince güçsüz bırakıldı. Sadece KESK (tabanın basıncıyla) ve Direnen İşçiler Platformu mücadeleyi sürdürdü. Özellikle direnişçi işçiler sürece damgasını vurdu. Grev başarısız oldu ama direnişçi işçilerin iradesi, işçilerin neler yapabileceğini bir kez daha göstermiş oldu. Direnişçi işçiler 3 Haziran’ı yeni takvim olarak belirlediler. Sonuç olarak, 1 Mayıs’ ın kitleselliği 26 Ma-yıs'a taşınamadı. Böylece genel grev silahı boşa çıkarılmış oldu.
demokrasisinden bahsedenler, pratikte işçiler adına konuşmayı kendilerine hak görüyorlar. Hatta bir iki işçi kazanmak için tüm direnişin yenilmesine neden olacak hatalar yapıyorlar. Kuşkusuz bunu sadece Stalinist çevreler yapmıyor, devrimci Marksist olduğunu iddia edenler de yapabiliyor. Birçok direnişte işçilerin iradesini hiçe sayma, bir iki öncü vasıtasıyla işçileri hazır olmadıkları daha radikal eylemlere sürükleme, gruplar arasında rekabeti sınıf mücadelesine yansıtma vb. birçok nedenden dolayı mücadeleler zayıfladı, işçilerin güveni kırıldı.
kısmı sendika bürokrasisi ile ilgiliydi. Oysa tam da bugün sadece sendikal bürokrasiden bahsetmek hiçbir şey dememektir. Sendikal bürokrasiye küfrederek işçileri bilinçlendiremeyiz. Aksine sendikalara olan güvensizliği arttırabiliriz. Tabandan yükselen bir mücadele olmadıkça sendikal bürokrasi devrilmez. Doğal olarak sendikaların tabanını mücadeleye çekecek ama aynı zamanda sendikal bürokrasileri de mücadeleye zorlayacak, yapamadıkları ölçüde de teşhir olacakları talepler sunmak ve eylemler organize etmek gerekiyor. Örneğin madenlerdeki ve tersanelerdeki ölümlerle ilgi bir talep ve ortak çağrı ile madencilerle buluşulabilir. İş kazalarının nedeni, kâr hırsı, taşeronlaşma, güvencesiz çalışmadır. TEKEL işçilerinin de ana talebi iş güvencesidir. Bu nedenle “güvencesiz çalışmaya son, taşeronlaşmaya son, sendikalaşmanın önündeki engeller kaldırılsın” vb. talepler öne çıkarılmalıdır. Böylece tersane işçileri de maden işçileri de mücadelenin parçası olur. Bu talepler için mücadele etmeyen bürokrasiler teşhir olur.
26 Mayıs grevi sendikal bürokrasi tarafından bilinçli olarak zayıflatılmıştır. Ama bunun dışında da sorunlar söz konusudur. Örneğin, kamu emekçileri ile direnişçi işçiler neden ortak bir alanda buluşamamıştır
Tam da bu ortam başta bahsettiğimiz umutsuzluğu ve yılgınlığı geliştirecektir. Ancak bu hem burjuvazinin hem de onun ajanı sendikal bürokrasinin işine gelecektir. Yapılması gereken şey mücadeleleri daha fazla işçiyle birleştirmektir. Ortak taleplerle daha fazla işçiyi mücadeleye katmaktır. 26 Mayıs grevi sendikal bürokrasi tarafından bilinçli olarak zayıflatılmıştır. Ama bunun dışında da sorunlar söz konusudur. Örneğin, kamu emekçileri ile direnişçi işçiler neden ortak bir alanda buluşamamıştır? Bir diğer sorun da tüm mücadelenin TEKEL eksenli olarak ele alınmasıdır. Elbette TEKEL önemli, hatta çok önemli! Onlar yolu açtılar ama diğer işçilerin sorunları gözden kaçarsa mücadeleleri birleştirebilme olasılığımız da ortadan kalkar. O nedenle tüm işçileri birleştiren talepler gerekir diyoruz. Örneğin, grev sırasında UPS işçileri alandaydı. Onların adlarının anılmaması işçiler üzerinde bir burukluk yarattı. Oysa daha fazla sayıda işçiyle buluşmamız, ortaklaşmamız gerekiyor. Sınıf perspektifi olmayan sosyalistler mücadelelere zarar veriyor Komünistler işçi sınıfının birliğini savunurlar, bu amaç için mücadele ederler. Ancak yaşadığımız ülkede kimi devrimci çevreler ikamecilik diye tabir ettiğimiz, kendini işçi sınıfının yerine koyma anlayışını alışkanlık edinmiş durumdalar. Yazmaya çizmeye gelince işçi
İşte platformun durumu... Platform çok önemli bir kazanım. Üstelik platform vasıtasıyla mücadeleler koordine oluyor, birlikte hareket ediyor, ortak eylemler düzenliyor. Evet, mücadele ediyor işçiler... Ama siyasi çevreler dayatıyor kendini. En radikal sözü söylemek midir devrimcilik? Ya da daha fazla emekçiyi seferber etmeye çalışmak mı? Platformun son bildirisi aslında bu anlayışın bir sonucudur. Böyle giderse Platform içerisinde çok sorun yaşanacağı açık. Örnekleri çoğaltabiliriz. Yenilgilerin sebebi kuşkusuz
bütün sosyalistler değildir; ancak bazıları ikameci, sekter anlayışlarıyla mücadeleleri zayıflatmaktadır ve bizler açısından mücadelenin geliştirilmesini, daha kitleselleştirilmesini engellemektedirler. Sendikal bürokrasiyi suçlamak hiçbir şey dememektir Genel grev sırasında ortaya çıkan sloganlardan büyük
Ya da güvencesiz çalışmanın bir diğer mağduru kamu emekçileri ile neden ortaklaşılmasın? “Sendikalaşmanın önündeki engeller kaldırılsın, işkolu barajı kaldırılsın, sürgünler durdurulsun” vb talepler etrafından ortaklaşabiliriz. Yapmadığı ölçüde ise bürokrasiler teşhir olacaktır. Özellikle işkolu barajı ve diğer sendikal yasaklar 12 Eylül’ün yasalarıdır. Bunlara karşı mücadele 12 Eylül Anayasası’na karşı da mücadeledir. Sahte anayasa tartışmalarıyla değil, sınıfın gerçek demokratik taleplerinin hayata geçmesi bu şekilde sağlanabilir. “İşten çıkarmalar yasaklan-sın” dediğimizde işçi sınıfının büyük bir kesimini ha-rekete geçirebiliriz. Böylesi bir hareketin önünde ne sendikal bürokrasi durabilir, ne patronlar. Sadece sendikalı değil, sadece sigortalı değil, sınıfın tüm kesimleri bu talep etrafında yan yana gelebilir. Mücadeleyi birleştirmek, ortak talepler etrafında bir araya gelebilmektir, talepleri ortaklaştırmak ve bu taleplerle ortak bir mücadele örmektir... Bugün temel sloganlar “işten çıkarmalar yasaklansın, güvencesiz çalışmaya son, sendikalaşmanın önündeki engeller kaldırılsın, atılan işçiler geri alınsın” vb olmalıdır. Bunlar işçi sınıfının ortak sorunlarıdır. Bu sorunlar etrafında örgütlenmeyi başarabilirsek mücadeleyi daha da güçlendiririz. Bugün sınıf bilinçli işçilerin ve devrimci militanların görevi bu talepleri işçi sınıfına taşımak ve bu taleplerle sınıf seferberliklerini güçlendirmektir.
10
ULUSAL SORUN
İskenderun “açılım”ın sonu mu? Sedat D., 4 Haziran 2010 31 Mayıs tarihinde PKK’nin İskenderun’da tek taraflı olarak ilan ettiği ateşkesi bozması akıllara açılım sürecinin sonuna gelinip gelinmediği sorusunu getiriyor. Anayasa tartışmaları sürecinde Kürt sorunun çözümü için somut adımların atılacağına dair umutlanan Kürt hareketi, tartışmaların tamamlandığı noktada beklentilerinin karşılanmadığını gördü. Bugüne değin, Kürt siyasi önderliğinin muhatap alınmaması şartı ve tasfiyesi amacı ile bir takım kısmi adımlar ile sürdürülmeye çalışılan “açılım” süreci her şeye rağmen DTP ve BDP üzerinde büyük umutlar yaratmakta idi. Fakat süreç içerisinde, AKP’nin, rejim ve Kürt halkının talepleri arasında bir denge tutturarak ve bu sayede de Kürt önderliklerini sürecin dışına iterek kotarmaya çabaladığı açılım süreci bir kör düğüme dönüştü. Anadilde eğitim, özerk belediyeler ve af temelinde özetlenebilecek olan Kürt önderliğinin talepleri yerine;
AKP ve bürokrasinin zaman zaman uzlaşıları, zaman zaman ise yenişmeleri ile ilerleyen açılım, özellikle de anayasa tartışmaları ile beraber bahsettiğimiz üç talebi içermediğini göstermiş oldu. Kürt halkının tatminsizliği ile önderliğin sürekli olarak muhatap kabul edilmemesi de PKK’nin tek taraflı ilan ettiği ateşkesi sonlandırarak silahlara yeniden sarılması sonucunu doğurdu. Bir yandan CHP’deki Kılıçdaroğlu ile gelen sözüm ona değişim rüzgârlarının AKP üzerinde yarattığı basınç, bir yandan İsrail’in tutumlarına karşı net tavır alamayan AKP’nin ifşa oluşu, İskenderun olayları ile beraber hükümeti bir krizin eşiğine sürükleme dinamikleri içermekte. Bu durum diğer düzen partilerinin AKP’ye saldırmaları için bir olanak sunmuş oldu. İskenderun saldırısı MHP cephesinde AKP’nin teröre teslimiyetinin bir ispatı olarak nitelendirilmeye başlandı bile. Buna
karşın AKP, hiç de barışçı olmadığının bir ispatı olarak terör ile mücadele edebilecek kudrete sahip olduklarını söylemek ile yetindi. Cumhurbaşkanı Gül ise bu açıklamaları “terör ile mücadelenin en güçlü bir şekilde ve topyekûn” yapılacağını ifade ederek besledi. Tüm bu olup bitenler, aslında açılım tartışmalarının başından beri işaret ettiğimiz çift yönlü işleyen süreci ve onun sonuçlarını özetlemekte. Bir yanda demokratik gericilik, diğer yanda inkâr, baskı ve imha politikaları, rejim içi bir çözümün sınırlarını gösteriyor. Ancak bu durum bir barışın imkân ve olanaklarının tükendiği anlamına gelmiyor. Tersine kalıcı ve güvenilir bir barış için, işçi ve emekçiler ile yoksul Kürt halkının mücadelelerini birleştirmelerinin ne denli yakıcı ve yeri doldurulmaz bir ihtiyaç olduğunu gözler önüne seriyor.
Ortadoğu'nun darağacı: İran Canan Yılmaz, 31 Mayıs 2010 İran hükümeti 9 Mayıs Pazar günü Tahran'daki Evin cezaevinde beş kişiyi idam etti. Devlet dairelerini ve Türkiye'ye giden bir gaz borusunu bombaladıkları iddia edilen beş siyasi mahkûm Shirin Alamhouli, Ferzad Kemanger, Ali Heidarian, Farhad Vakili ve Mehdi Eslamian 'Tanrı'ya ve peygambere düşmanlık etmekle' suçlandılar.
zulümler söz konusu olduğunda ağız birliği yapıp susmaktalar. Benzer şekilde, Ortadoğu'da demokrasi havariliği yapan işgalci güçler de bu katliama ortak olmaktadır. Kürt halkına yönelik saldırı ve idamlar kuşkusuz ciddi bir soykırım planının günbegün hayata geçmesidir.
İran'da beş mahkûmun idamı münferit değildi. 12 Haziran günü yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bir halk ayaklanmasını beraberinde getirmesiyle, Mahmud Ahmedinecad'ın ikinci kez görevine başladığı 5 Ağustos arasındaki sekiz haftada tam 112 kişi idam edildi. Uluslararası Af Örgütü'nün raporuna göre geçtiğimiz yıl 388, 2008 yılında 346 kişi asıldı. Şu an halen kendilerinden haber alınamayan 18 Kürt siyasi tutsak idamlarının infazını bekliyor. Sayılar gösteriyor ki, İran'da varoluş mücadelesi veren Kürtler ve rejime muhalif olan tüm devrimciler “ulusal güvenliği tehlikeye atmak” gibi türlü gerekçelerle imha ediliyorlar. En son idam edilen öğretmenler de dahil kadın erkek tüm tutsaklar, İran rejiminin faşist inkâr ve imha politikalarına maruz kalıyorlar. Sukut ikrardan gelir • Her fırsatta İran'la ekonomik işbirliğine giden Türk devletinin ise, İran devletinin kirli politikalarına sessiz kalışı manidardır. Kürt halkı, Ortadoğu'nun dört bir yanında varoluş mücadelesi verirken, kendi topraklarında savaşı sürdüren ceberut devlet, ne devrimcilere ne de Kürtlere yaptığı zulümler konusunda idamcı İran'dan daha ak değildir. Karakolun önünde patlayıcı maddeyle oynayan çocukların ölümüne göz yummak, idam etmekten daha masum değildir. AKP, CHP ve temsil ettikleri burjuva kampları aralarında anlaşamaz görünseler de Kürt halkına uygulanan
İdamları kınamak? • Bir yandan ölüm saçarken diğer yandan insan hakları savunuculuğuna girişen emperyalist devletler ve onların diplomatik kurumları, idam edilenlerin sayılarını verip bunu bir vahşet olarak tanımlıyor ve İran Devleti'ni kınamakla yetiniyorlar. İran'daki idamları kınamakla yetinmek ise, düpedüz hiçbir şey söylememektir. İran’daki idamlara verilen en gerçekçi cevap, 13 Ma-
yıs'ta Kürt illerinde, köy ve mahallelerinde, devletin bütün tehditlerine ve sıkıyönetim uygulamalarına karşı gerçekleştirilen genel grevdi. Genel grev günü, nüfusu 1 milyonu aşan Sine'de ve Senendec, Merivan, Boukan, Kamyaran, Miandoab gibi illerde hayatın tamamen durduğu bildirildi. Mahabad kentinde genel grev kararı çerçevesinde tüm dükkan ve pazar yerleri kepenk indirdi. İdam edilenlerden Kürt öğretmen Ferzad Kemanger'in doğum yeri Kamyaran'daki sıkıyönetim uygulamasına rağmen, genel grevin etkisi burada da hissedildi. Bu genel grev, hiç şüphesiz İran'da şiddetlenen siyasi baskı ortamına cevaben Kürt halkının ve işçi sınıfının ortak mücadelesi olarak hayati öneme sahiptir. Bu grev, Ortadoğu' da halkların özgür ve eşit şekilde yaşaması için verilecek mücadelede önemli bir adımdır. Zira ezilen halkın mücadelesi, egemen burjuvazinin kârını zedeleyecek bir eylemlilik yarattığınca, siyasi baskıya da son verebilecektir. İran'daki demokrasi mücadelesi, Türkiye, Suriye ve Irak topraklarındaki Kürt halkının birleşik eylemleri, kitlesel destekleri olmaksızın başarıya ulaşamayacaktır ve bu demokrasi, halklara ekmek, barış ve adalet getirecek yegane demokrasi işçi demokrasisinden başka bir şey olmayacaktır. 13 Mayıs'taki grev bu yolda, başta Kürtleri ve sonra tüm Ortadoğu halklarını boyunduruklarından kurtarmada bir ders, deneyim olarak önümüzde durmaktadır. Kuşkusuz, Kürdistan halkının bugünkü kahramanca hareketi, Ortadoğu'nun her yerinde devrimci mücadelenin örneği olacaktır. İran'daki idamların durması, siyasi tutsakların serbest bırakılması için kendi coğrafyamızdaki savaşa ve onun patronlarına karşı sessiz kalmayalım. Türkiye, İran, ABD ve Avrupa devletlerinin kirli ortaklığı karşısında ezilen Kürt ulusuyla enternasyonalist birliğimizi kuralım.
GENÇLİK
Şerzan Kurt ve diğerleri... Dicle Nadin, 31 Mayıs 2010 BDP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan, YÖK’ün üniversitelere gönderdiği “Eylem Planı” ile ilgili bir açıklama yaptı. Kamuoyuna açıklanmayan ve “Beş Yıllık Orta Vadeli Plan” olarak geçen belge başta Kürt öğrencileri ve muhalif tüm kesimleri hedef alıyor. Özellikle de Kürt öğrencileri gözaltına aldırmayı, tutuklatmayı sistematik hale getirmeyi amaçlayan planda, Newroz'a katılan, anadilde eğitim talep eden Kürt öğrencilerin, 'bölücülük' yaptıkları iddiasıyla izlenmesi isteniyor. Öğrencilerin izlenmesi ve izleme raporlarının dört ayda bir rektörlüklere gönderilmesi öngörülüyor. Dicle Üniversitesi'nden bir öğretim üyesinin de aktardığı gibi bu plana bakarak “bu kadar öğrencinin neden okuldan uzaklaştırıldığını, neden bu gün yüzü aşkın öğrencinin tutuklu olduğunu, onlarca öğretim görevlisinin neden istifa etmek zorunda bırakıldığını anlayabiliyoruz”. Üniversitelerde sözü edilen bu politikalar, elbette ki yönetim, emniyet ve faşist öğrencilerin birliğiyle sürdürülüyor. Geçtiğimiz günlerde Muğla Üniversitesi' nde faşist öğrencilerin sözlü tacizleri sebebiyle çıkan olaylarda, Şerzan Kurt adlı öğrenci polis kurşunuyla yaşamını yitirdi. Bu olayı protesto eden Şerzan'ın arkadaşlarına ise polis müdahalesi sert oldu. Evlere baskın düzenleyen 400 çevik kuvvet polisi ve 100 jandarma 74 kişiyi gözaltına aldı. Bir başka saldırı da, Marmara Üniversitesi'nde bir etkinliğin afişini asan öğrencilere yönelik oldu. Faşistlerin önce sözlü tacizde bulunmaları ve ardından bir öğrenciyi dövmeleri sonucu, öğrenciler bir araya gelerek bu durumu protesto ettiler. Fakat bundan da rahatsız olan faşist grup, bu öğrencilere de saldırdı ve okula çevik kuvvet hücum etti. Çevik kuvvet durumu protesto eden öğrencileri yaka paça gözaltına alırken, olayları başlatan ülkücü faşist öğrencilere ise hiçbir şey yapılmadı.
şamları ellerinden alınan Aydın Erdem, Şerzan Kurt ve daha nice öğrenci gibi... Başta Kürt öğrencilere yönelik olan ve sistematik olarak sürdürülen faşist terör, öğrencilerin örgütlenme, kendilerini ifade etme haklarının ellerinden alınmasına zemin hazırlıyor. Üniversitenin yapısını, diplomalı işsizliği düşünmeyi ve sorgulamayı sağlamak amacıyla yapılan her çalışma, düzenin kendisini tehdit eden bir unsura dönüşüyor. Neden mi? Çünkü öğrenciler örgütlendikçe, bilinçleniyor, bilinçlendikçe sömürünün, bilimsellik dışı eğitimin ve kendilerinin sistemde neye hizmet ettiklerinin farkına varıyorlar. Aynı zamanda sesin, daha okul sıralarında kısılması, sesi çıkanın bastırılması veya imha edilmesi düzenin kendisini var etme ve kitlelere gözdağı verme yollarından biri. Üniversitelerde bu tip saldırıların önüne geçmek de elbette biz öğrencilerin elinde. Elbette polisi, özel güvenlik birimlerini, okul yönetimini bizatihi sistemin kendisini yanına alan faşistlerin, biz karşı koymadıkça güçlü olacağı aşikar. Ama bunu yapmanın yöntemi de, ne öncü inisiyatifiyle kendimizi diğer öğrencilerin de yerine koyarak, faşistlere kendi araçlarıyla cevap vermek ne de buna göz yummak olmalı. Eğer savunduğumuz şeyleri, -yani bir afişi asabilme hakkından okul yönetiminde söz sahibi olmaya kadar- kitlelerin de savunmasını sağlayabilirsek, yani onlara derdimizin hepimizin derdi olduğunu anlatabilirsek, başarılı olabiliriz. Çünkü yaşanan olaylar medya başta olmak üzere düzen kurumlarınca, “kız arkadaşlara yapılan sataşmalar”, “karşıt görüşlü öğrencilerin çatışması” ya da “etnik çatışma” olarak lanse edilmekte. Devrimci öğrencilerse bu söylemlerle terör unsuru olarak gösterilmekte. Bu da diğer öğrencilerle aramızda büyük bir duvar örmektedir. Gücümüzün bilek gücünden de öte örgütlülüğümüzün gücünden geldiğini bilerek, bunu geliştirmenin, kitleselleşebilmenin yollarını yaratmak gerekiyor.
Yaşanan olaylar ilk değil. Muğla, Marmara, Dicle ve daha birçok üniversitede öğrenciler sürekli olarak faşist teröre maruz kalıyor. Yine polis kurşunuyla ya-
Stajyer sömürüsü İC okuru bir öğrenci, 1 Haziran 2010 Bir meslek lisesi öğrencisiyim. Okulumuzun öğrencilerine çalışma ortamını göstermek ve okulun sınırlı bir şekilde verdiği eğitimi tamamlamak için diğer meslek liseleri gibi 'işletme ve staj' adı altında fabrikalarda çalışma zorunluluğumuz bulunuyor. Staj için okulun belirlediği bir özel işletmede stajımı tamamlamak adına büyük bir emek sarf ettim. Yaklaşık bir ay kadar bu ortamda bulundum. Çalıştığımız sırada görevliler iş öğretmek adına hiçbir şey yapmadılar. Ortada bir üretim vardı ve bizler de üretime emek sarf ediyorduk. Hiçbir şekilde bir teşekkür dahi duymadığımız gibi bazen hakaret içeren sözlere bile maruz kaldık. Bizler geleceğin işçileriyiz. Staj süresince hiçbir bilgi ve eğitim alamadık. Yalnızca işçilere yardımcı oluyor, yaklaşık 8 saat hiç durmadan çalışıyorduk. Bizlerin gerek yaşımız, gerekse de orda yalnızca eğitim için bulunduğumuz unutulmuştu. Orada küçük bir miktar ücretle çalışan işçilerin uğradığı sömürüyü, bizlere de uygulamışlardı. Bizlere satın alınan köle muamelesi yaptılar. Sıradan ama yorucu işlerde kullandılar.
Tüm bunlara rağmen büyük bir heves ve itina ile çalıştık ama emeğimizin karşılığını hiçbir şekilde alamadık. Sadece yemek masrafını karşılayarak biz öğrencileri sömürdüler. Yapılan bunca haksızlığı bizzat yaşadım ve devletin hiçbir şekilde öğrencisine sahip çıkmadığını gördüm. Birçok arkadaşım da benim gibi staj yapıyor. Maddi anlamda kötü durumda olan arkadaşlarım vardı ve evleri çalıştığımız yere çok uzaktı. Bazıları bisikletle gelirken bazıları yol parasını borç alıyorlar ve bunları tabii ki kendileri karşılıyorlardı. Okulumuzdan gelen gözlemci, bizimle hiçbir şekilde konuşmadığı ve destek olmadığı gibi işletme görevlilerine "Bunlara acımayın, çalıştırın da hayatı öğrensinler" gibi sözler söyledi. Verdiğimiz emekler heba olduğu ve karşılığını alamadığımız gibi küçük meseleleri büyütüp cezalandırma adı altında fazla mesai yaptırdılar. Sonuç olarak, bu eğitimden hiçbir fayda görmediğimiz gibi diğer yaşıtlarımız tatil yaparken bizler ağır şartlar altında çalıştık. Bu sömürüyü yaşayan, geleceğin işçileri olacak biz stajyer öğrenciler ancak sömürüye karşı örgütlenirsek üstesinden gelebiliriz.
11
Bahar şenliklerinin ardından şirketlerin popüler uyuşturucusu: Kariyer günleri Sedat D., 4 Haziran 2010 Üniversitelerimizde bahar şenliklerini geride bıraktık. Şenliklerimizden aklımızda kalan, köşe başlarını tutan banka kartı satıcıları, reklam amaçlı kurulan reyonlar ve konferans salonlarımızı dolduran kariyer günleri organizasyonları oldu. Bir müşteri kaynağı olarak kampus • Kampuslarımız bahar şenlikleri sürecinde şirketlerin reklam duvarlarına dönmüş oldu. Reklamlardan kaynaklı olarak rektörlüklerin elde ettikleri paraları ne yaptıklarını bilemiyoruz. Ancak bu soruyu hiç sormamış olsak dahi bahar şenliklerine dair daha pek çok sorunu saymak mümkün. Öncelikli olarak bahar şenlikleri rektörlüklerin sıkı denetimleri altında organize edilmekte. Öğrencilerin kendilerini ifade edebilecekleri hiçbir organizasyona izin verilmemekte. Herhangi bir etkinliği yapabilmek için rektörlükten bitmez tükenmez izinler almamız, yaptığımız etkinliklerde ise özel güvenliğin tacizlerine hazır olmamız gerekiyor. Bunlara karşın, pek çok şirket kendi ürün tanıtımları ve pazarlamaları için onlarca stant açıp kampusları rahatça işgal edebiliyorlar. Tüm bunlar bahar şenliklerini, bahara giriş sürecinde öğrenciler arası kaynaşmayı sağlamak, ortak üretimi arttırmayı amaçlamak ve eğitimin bir tamamlayıcı unsuru olmak niteliklerinden arındırarak seri uyuşturucu dağıtımı merkezleri haline getirmektedir. Pazarlanan iş gücü kaynağı olarak kampus • Üniversitelerin amatör tiyatro gruplarının salon bulmakta güçlük çektikleri, seminer ve paneller için bin bir zorluğun çıkartıldığı konferans salonlarında ise rahatça yapılabilen sürpriz bir etkinliğimiz var: Şirketlerin kendi tanıtımlarını yaptıkları kariyer günleri! Öğrenci arkadaşlarımız bu güne en güzel elbiselerini giyerek katılmakta ve kendilerini erkenden pazarlamak için ellerinden geleni yapmaktayken şirketin üst düzey halkla ilişkiler temsilcisi ile tanışarak bir gelecek kazanma hayali taşımaktalar. Kariyer günlerinde yapılan sunumlar ise, iş hayatı ile okul hayatı arasındaki uçurumu şirketler lehine kurarak bilimsel eğitime olan isteği iyice azaltıp, okullara duyulan güveni iyiden iyiye yok etmekte. Şirketlerin reklam tezgâhları ve öğrencileri önce gençlik sonra da insanlıklarından çıkartan kariyer günleri biz işçi ve emekçi çocuklarına bir şeyi en iyi şekilde hatırlatıyor: Mezun olduğumuzda dahil olacağımız sınıfı, işçi sınıfını. Daha uygun yaşama koşulları için sınıf mücadelesinin içerisine şimdiden girmemiz gerekmekte. Bunun için de, üniversitelerimizdeki bahar şenlilerinden, bilimsellik dışı ve paralı eğitime kadar pek çok sorunumuz ile mücadele etmenin yollarını bulmalıyız. İTÜ’deki öğrenci emeği ve emek örgütlerinin desteği ile gerçekleşen Bedri Karafakioğlu şenlikleri gibi olumlu örneklerimiz önümüzde durmakta. Parasız eğitim için verilen irili ufaklı pek çok mücadele deneyimi de ulaşabileceğimiz bir mesafede. Tüm bunların yanı sıra bizim bu süreçte önümüzü en çok açabilecek olan şey ise kuşkusuz ki süregiden işçi direnişleridir. İnsanca bir gelecek için, içerisinde bulunduğumuz işçi sınıfının mücadelelerini yakından takip etmeli, desteklemeli ve bir parçası haline gelmeliyiz.
12
İŞYERLERİNDEN
METAL Fabrikada yaşadığımız en önemli sorunlardan biri de usta, şef veya müdürlerin patrona yaranmak maksatlı üzerimizde oluşturdukları baskılar. Ustabaşı ve fabrikadaki diğer yetkili amirler patrona yaranmak için elinden gelen her şeyi yapmaktan geri durmuyorlar. Üretimi normal işbaşı saatinden 20 dakika önce başlatmaktan tutun da, patronun kasasından para çıkmasın diye iş güvenliğimiz ve sağlığımız açısından gerekli olan malzemeler için "çok pahalıydı alamadık" demeye kadar... Böylece, sevgili patronlarının gözünde vazgeçilmez hale geliyorlar. Onlar için patrondan bir aferin almak, bir işçinin hayatından daha önemli. Çünkü herhangi bir arkadaşımız iş kazasına maruz kaldığında suçlu işçinin kendisi oluyor. Neden? Dikkat etmiyormuş! Yeterli denetimlerin yapılmadığı ve güvenlik önlemlerinin alınmadığı madenlerde hayatını kaybeden işçi kardeşlerimiz için "İş kazaları ve ölümler bu mesleğin kaderinde var" diyen başbakanın ülkesinin patronları, amirleri de farklı bir yaklaşım göstermiyor haliyle. Fabrikada her işten sorumlu birileri var ama bunlar sorumlu oldukları işle uğraşmaktan çok fabrikada olan biteni patrona ulaştırmakla meşguller. Tabii bu durum patronun gözünde daha çok prim yapıyor, bu şekilde sadakatlerini kanıtlamış oluyorlar. Örneğin, ustabaşı, yaşanan tüm bu olayların sorumlularından biri olmasına rağmen, sanki yaşanan tüm bu olaylarla ilgisi yokmuşçasına yanımıza gelip patronun aleyhine atıp tutuyor. Biz de "Peki sen burada yetkilisin, neden yetkini kullanıp bir şeyleri değiştirmek için uğraşmıyorsun" dediğimizde "Biliyorsunuz müdürler yalaka, hep patrona yaranmak için yapıyorlar bu işleri, müdahale edemiyorum" diyebiliyor. Müdürlere sorsan onlar da ustabaşı yalaka diyorlar. Yani durum açık ve net aslında; usta, müdür ve şef gibi yetkililer patronun değirmenine su taşımaktan başka bir şey yapmıyorlar. Kurdukları bu mekanizmayla da bunun kalıcı olmasını sağlıyorlar. Çünkü bunlardan medet uman bir işçinin kısa süre sonra tüm ümidi tükeniyor ve gerçeği görüp lanet olsun demekten alamıyor kendini. Ama tabii ki lanet olsun demekle sorun çözülmüyor. İşçiler olarak bize düşen görev bu ve her türlü sorun karşısında birlikteliğimizi sağlayıp örgütlü bir şekilde hareket etmekten geçiyor. Şimdilik birkaç arkadaşımızla bu sorunları ve çözümlerini tartışma olanağımız var. Fakat bunun yetersiz olduğunun da bilincindeyiz. Bu bilinçten hareketle diğer arkadaşlarımızı da bu tartışmalara katmak için uğraş veriyoruz. İC okuru bir grup metal işçisi
TEKSTİL Merhaba, ben bir tekstil işçisiyim. İşyerimde yaşadığım bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Ben ortacıyım, yani atölyenin içinde makinacıların, overlokçuların işlerini düzene koyuyorum. Fakat patron yeni işçi almasın diye, temizlik ve kalite kontrol işini de bana yaptırıyor. Geçen gün işleri yetiştiremedim diye, işleri kafama attı ve “allah belanı versin” hakaretine maruz kaldım. Ağlayarak çalışmak zorunda kaldım ve zaten her gün akşamları 10’a kadar üstelik cumartesi, pazar da çalışıyoruz. Diğer işçi arkadaşlar da bu duruma tepki gösterdiler. Patrona “yeni işçi al” dediler. Patron da “kazandırmıyorsunuz” diyerek diğer işçileri de azarladı. Yorgunluktan ayakta bile durmakta zorlanırken, hep “daha fazla iş, daha fazla iş” deniyor.
Patronlara karşı birleşip mücadele etmeliyiz. Ama patron örgütlenmeye bile yoğun mesailerden zaman bırakmıyor. Bir de mesailerimizi aldığımız günlüğe göre hesaplayıp veriyor. Ben de mesai ücretlerinin yüzde 50 olması gerektiğini söylediğimde, aldığım cevap şu oldu, “karşıdakiler aylık, sen haftalık alıyorsun haftalığın yüzde 50’si olmaz, başkaları mesai bile vermiyor siz daha ne istiyorsunuz”. Bu düzen böyle gitmemeli, gitmeyecek de. Gelin işçiler birlik olalım, artık yetmedi mi, sömürüler, hakaretler. Yeter artık!.. İC okuru bir işçi Merhabalar, ben Mahmutbey'de bir tekstil atölyesinde çalışıyorum. Çalışanların yarısı erkek, yarısı kadın. Toplam 300 kişi çalışıyor. Yurtdışı için üretim yapıyoruz. Yurtdışına çalışmak patronların gözünde kaçırılmaması gereken bir fırsat olduğu için işi yetiştirmek adına sürekli mesai yapıyoruz. Bizim yaptığımız mesailerde defolu mal çok çıktığı için mesai ücretlerimizden kesiliyor. Bu durumdan çok rahatsız olduğum için işten çıkmak istedim. İzin vermediler. Durumumuz düzelir diyerek kandırdılar bizi. Haftanın yedi günü mesai çok fazla geliyor. Üstelik maaşlarımızı da geç veriyorlar. Bir gün işten çıkmaya karar verdim, bir bahane ile çantamı aldım. Çıkarken patronlar yolumu kestiler. “Çalış, durumumuz düzelir, sizinle ilgileneceğiz” dediler. O gün beni izin vereceğiz diye oyaladılar, beklettiler ama izin vermediler. Devam eden günlerde her şey yine aynı kaldı. Şimdi bu ayki paramı almak için çalışıyorum. Yakında işten çıkacağım ama bunun çözüm olmadığının farkındayım. Benim çıkmamla buradaki sorunlar çözülmeyecek. Üstelik gittiğim yerde de aynı sorunları yaşayacağım. Ama birlik olsaydık, buradaki sorunlarımızı halletseydik, ben işten çıkmak zorunda kalmayacaktım. İC okuru bir işçi Patronun paramızı çalmasına göz yummamalıyız • Merhaba; işyerinde bir arkadaşım 2 gün izin almıştı. Ay sonunda ise 60 TL maaşından kesinti yapıldı. Arkadaşım da bunun üzerine maaşından alınan kesintinin fazla olduğunu ve bordro istediğini söyledi. Bu olay ilk değil. Çalıştığım bölümde her ay sonu 3-5 kişinin ücretlerinde bu şekilde kesintiler yapılıyor. Şefe yapılan şikâyetler ise sonuç vermiyor. Şefler ya dinlemiyorlar ya da müdüre git konuş diyorlar. İşçiler ise müdürle konuşmaya pek yanaşmıyorlar. Haklı olduğumuz halde müdür bizi rahat biçimde suçlayabiliyor. Bu da moral bozukluğuna neden oluyor. Bu tür olayı yaşadığımızda işçiler kendi aramızda bordro verseler net ücretimizi yapılan kesintilerimizi daha iyi anlarız dedik. Bende eski çalıştığım fabrikayı anlattım. Bordroda neler yazdığını ve mesailerimizi daha bordroya yansıdığını böyle olunca da primlerimizin yüksek ödendiğini ve işimize son verildiğinde tazminatımızın yüksek ödeneceğini anlattım. Bu durum 3-5 kişiyle sınırlı kalmamalı hepimizin izin alması gereken durumlar oluyor. Bu yüzden patronun paramızı daha fazla çalınmasına göz yummamalıyız. İC okuru bir işçi Ya barbarlık ya sosyalizm • Ben bir tekstil işçisiyim. 8 yıldır bu işi yapıyorum. Günde 10 saat normal mesai 2-3 saat de ek mesai olarak ortalama 13 saat çalışıyoruz. Genel olarak hep küçük atölyelerde çalıştım. Bu atölyelerde mücadele şansı azdı ve koşullar daha ağır diye düşünüyordum. Şu an çalıştığım firma ise 150 kişilik. Ben burada sigortalı çalışırım, çalışma saatim 8 saat olur ve hafta-
sonları tatil olur gibi düşüncelerle işbaşı yaptım. Ama daha çok çalışıyorum ve daha az para alıyorum. Resmi tatiller ve hafta sonları da çalışmaya devam ediyoruz. Ayrıca yeni eleman almamak için kendi işim dışında işler yaptırmaya başladılar. Bir de tuvalete gitme saatleri 08:30-10:00 arası, bunun dışındaki saatlerde gitmek yasak.12’den sonra zaten gidemiyoruz. Ustabaşları her dakika bizi gözetliyorlar, ayrıca her tarafta kamera var, müdür de oradan takip ediyor bizi. Şunu iyi anladım ki, küçük büyük yer fark etmiyor, sömürü her yerde var. Bizim de her yerde bu tür koşullara karşı mücadele etmemiz gerekiyor. Ya barbar bir düzen ya da işçi sınıfının düzeni olacak. Umarım bizler kazanırız. Yaşasın işçilerin mücadelesi. İC okuru bir işçi
PETROKİMYA Patrona ve müdürlere değil yalnızca işçilere güvenebiliriz! • Merhaba arkadaşlar, ben Petro kimya sektörüne bağlı bir fabrikada çalışıyorum. Bütün diğer fabrikalarda olduğu gibi baskılar ve işten çıkarmalar benim çalıştığım fabrikada da devam ediyor. Patron hoşuna gitmeyen bir işçi olduğumuz zaman, bizleri çok basit sebeplerden işten çıkarabiliyor. Çünkü işten çıkarmalar yasaklanmadığı için patronlar da rahat bir şekilde işten çıkartabiliyorlar. Tıpkı, geçen hafta işten çıkartılan arkadaşımızın işten atılma sebebi gibi. Arkadaşımızın yakın bir arkadaşı vefat etmişti. Arkadaşımız da onun cenazesine gitmişti ancak patron bu olayı arkadaşımızı işten atmak için kullanabildi. Yani arkadaşlar, yarın öbür gün herhangi bir komşum ve ya sevdiğim bir arkadaşım hayatını kaybederse onun cenazesine gidemeyeceğim. Çünkü yakın derecede akrabam olması lazımmış. Aslında arkadaşlarımla birlik olup örgütlenebilseydik ve şuandaki iş yoğunluğuna da karşı çıksaydık arkadaşımız işten çıkarılamazdı. Bu tür durumlarda iş durdurup karşı çıkmamız gerekirken, tam tersine iş tempomuzu yükseltip daha çok çalışıyoruz. Bu da tabii ki patronun işine geliyor ve her sezon başlangıcında kesinlikle bir iki kişi çıkartıp gözümüzü korkutmaya çalışıyor. Her ve seferinde de amacına ulaşıyor. Arkadaşlarımla bu konuyu konuştuğumda söylediklerimin doğru olduğunu, ama karşı çıkarsak arkadaşların çoğunun bizi satacağını ve bizleri ortada bırakacaklarını söylüyorlar. Sonuç olarak da geri adım atıyorlar. Daha doğrusu cesaret edemiyorlar. Arkadaşlarımın çoğu işten çıkarılmamak için farklı bir yönteme başvuruyor. O yöntem ise hepimizin bildiği gibi patrona yakın olan kişilere yakın durmak. Yani her seferinde patrondan önce biz işçilere kazık atan müdürlere yakın durmayı tercih ediyorlar. Ta ki işten atılana kadar. Ancak işten atıldığımız zaman aklımız başımıza geliyor. Patrona ve müdürlerine değil, işçi arkadaşlarımıza güvenmek gerektiğini ve birlikte mücadele etmeyi ancak o zaman düşünebiliyoruz. O zaman da iş işten geçmiş oluyor. Çok geç olmadan birliğimizi kurmalıyız. İC okuru bir işçi
HİZMET Merhabalar, daha önce de, çalışan bir öğrenci olarak, işyerinde öğrenci olmamdan kaynaklanan hak gasplarından bahsetmiştim. Sadece öğrenci olduğum için yaptığım iş ne kadar iyi olursa olsun parça başında yarı fiyat ödüyorlardı. Ödeme günü buna itiraz ettim ve normal paradan hesaplanmasını istedim. Şirketin yö-
EMEK ATÖLYESİ
İş Sözleşmesi Türleri Geçen sayımızda İş Yasası'ndan iş sözleşmesinin tanımını, belirli ve belirsiz iş sözleşmelerinin ne olduğunu ve aralarındaki farkı aktarmıştık. Bu sayımızda ise, farklı türdeki iş sözleşmelerini inceliyoruz. Aşağıdaki türde iş sözleşmeleri, esnek çalışmayı yaygınlaştıran, iş güvencesini tırpanlayan biçimlerdir. Esnek çalışma türlerini meşrulaştıran maddelerin İş Yasası'ndan çıkarılması ve herkese iş ve iş güvencesi hakkının tanınması, sınıf hareketinin acil mücadele taleplerinden biridir. Kısmi süreli ve tam süreli iş sözleşmesi • İşçinin normal haftalık çalışma süresinin, tam süreli iş sözleşmesiyle çalışan emsal işçiye göre önemli ölçüde daha az belirlenmesi durumunda sözleşme kısmi süreli iş sözleşmesidir. Kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalıştırılan işçi, ayırımı haklı kılan bir neden olmadıkça, salt iş sözleşmesinin kısmi süreli olmasından dolayı tam süreli emsal işçiye göre farklı işleme tâbi tutulamaz. Kısmi süreli çalışan işçinin ücret ve paraya ilişkin bölünebilir menfaatleri, tam süreli emsal işçiye göre çalıştığı süreye orantılı olarak ödenir. Emsal işçi, işyerinde aynı veya benzeri işte tam süreli çalıştırılan işçidir. İşyerinde böyle bir işçi bulunmadığı takdirde, o işkolunda şartlara uygun işyerinde aynı veya benzer işi üstlenen tam süreli iş sözleşmesiyle çalıştırılan işçi esas alınır. İşyerinde çalışan işçilerin, niteliklerine uygun açık yer bulunduğunda kısmi süreliden tam süreliye veya tam süreliden kısmi süreliye geçirilme istekleri işverence
dikkate alınır ve boş yerler zamanında duyurulur. Çağrı üzerine çalışma • Yazılı sözleşme ile işçinin yapmayı üstlendiği işle ilgili olarak kendisine ihtiyaç duyulması halinde iş görme ediminin yerine getirileceğinin kararlaştırıldığı iş ilişkisi, çağrı üzerine çalışmaya dayalı kısmi süreli bir iş sözleşmesidir. Hafta, ay veya yıl gibi bir zaman dilimi içinde işçinin ne kadar süreyle çalışacağını taraflar belirlemedikleri takdirde, haftalık çalışma süresi yirmi saat kararlaştırılmış sayılır. Çağrı üzerine çalıştırılmak için belirlenen sürede işçi çalıştırılsın veya çalıştırılmasın ücrete hak kazanır. İşçiden iş görme borcunu yerine getirmesini çağrı yoluyla talep hakkına sahip olan işveren, bu çağrıyı, aksi kararlaştırılmadıkça, işçinin çalışacağı zamandan en az dört gün önce yapmak zorundadır. Süreye uygun çağrı üzerine işçi iş görme edimini yerine getirmekle yükümlüdür. Sözleşmede günlük çalışma süresi kararlaştırılmamış ise, işveren her çağrıda işçiyi günde en az dört saat üst üste çalıştırmak zorundadır. Deneme süreli iş sözleşmesi • Taraflarca iş sözleşmesine bir deneme kaydı konulduğunda, bunun süresi en çok iki ay olabilir. Ancak deneme süresi toplu iş sözleşmeleriyle dört aya kadar uzatılabilir. Deneme süresi içinde taraflar iş sözleşmesini bildirim süresine gerek olmaksızın ve tazminatsız feshedebilir. İşçinin çalıştığı günler için ücret ve diğer hakları saklıdır.
12. sayfanın devamı: neticisi ise bana “Senin durumunda olan çok sosyoloji öğrencisi var, araştırmacı olmak istiyorlar. Onlar bu işi sadece bu konuda deneyim kazanmak için bile yaparlar, biz sana bunun için para veriyoruz daha ne istiyorsun” dedi. Ayrıca, “sen daha eğitimini tamamlamadın” dedi. Ben de “Madem bu işi yapacak yeterlilikte değilim neden bu işi bana yaptırıyorsunuz? Üstelik bir de bana para ödüyorsunuz” dedim. Aslında ikimiz de böyle konuşurken gerçeğin bilincindeydik. Beni çalıştırıyordu çünkü az ödeme yaparak, sigorta yapmayarak birçok masraftan kurtuluyor. Yaptığım iş, insanları bazı soruları cevaplamaya ikna etmek ve onları gözlemlemek. Bunun okulda verilen belirli bir eğitiminin olmayacağının ve yaparak öğrenileceğinin farkında. Ama benim o işi kaybetmemek için boyun eğeceğimin de farkında. Bu tartışmadan sonra ödeme almaya gittiğimde ise paramın yarısını verdiler. Daha önce ilk kez 400 TL'nin üzerinde kazandığımı yazmıştım. Meğer böyle olunca ellerinden para birden çıkmasın diye yarıya bölüp veriyorlarmış. Önce şirketin borcu, sonra bana olan borç ödeniyor! Burada örgütlenme şansım olmasa da işyerinde örgütlenmeye çalışan işçi arkadaşlarıma yardım ederek benim üzerimdeki baskıyı azaltmaya çalışıyorum. Çünkü bugün iş güvencesi için, sosyal hakları için sendikalaşan, örgütlenen işçiler benim bugünkü ve yarınki iş koşullarım için de uğraşıyorlar aslında. Onların her kazanımı benim için de bir kazanım. Mücadeleleri birleştirmek burada önem kazanıyor. Hepimiz aynı hamurdan, aynı iplikten yoğrulmuşuz • Biz işçiler hepimiz aynı hamurdan aynı iplikten yoğrulmuşuz ve birlik olmaktan başka şansımız yok!
Pek çok işçi, çalıştıkları kötü ve zor iş yerine, daha iyi bir ortamda çalışmak istiyor. Biz sanıyoruz ki, sadece bizim çalıştığımız işyerinde sorunlar var. Ama ne fayda ki patronların kurduğu sistem aslında her yerde aynıdır. Çünkü biz işçiler bir olmasak hiçbir zaman ne rahata ne de temiz bir işe ne de iyi bir ortama sahip olamayız. Çünkü patronlar her iş yerinde hep örgütlüdür. Ayrıca hepsi de aynı sistemi yürütüyorlar. Patronlar işçinin en ufak bir hatasını gördüğünde asla affetmezler. Bizleri baskı altına almak için bunları kullanırlar. Ya da işten çıkartmak için bunu da mazeret yaparlar. Bunu çoğu zaman önleyemiyoruz, çünkü biz işçiler çoğu zaman aynı işyerinde çalışan arkadaşlardan destek almıyoruz, onlara da destek veremiyoruz. Ancak biz birbirimize sahip çıkmazsak başka hiç kimse sahip çıkmaz. Çünkü patronun kurduğu sistem hep bunu getirir. Çalışan diğer işçilerin ses çıkartamamasının sebebi de yine patronun bu baskılarıdır. İşçiler artık bıktık bu işyerinden diyerek kendilerini ve birbirlerini kandırıyorlar. Çünkü nereye gidersek gidelim her yer aynı olacak. Her yerde patron var... Onların yarattıkları ortam da hep aynı. Patronlar her zaman kendi örgütlülüklerini koruyorlar. Bugüne kadar pek çok değişik sektörde çalıştım. Gördüğüm ortak bir şey var, her sektörün kendine göre bir ortamı var. Her çalıştığım sektörde patron kendine göre bir ortam kuruyor ve çok sektörde işçilerin birlik kurmalarını zorlaştırıyorlar. İşçiler de bireysel düşündükleri zaman patronun oyunu hemen tutuyor. Bizim tek dileğimiz bütün işçiler birlik olsun, sözü bir olsun.
13
Tekel işçisi arkadan vurmaya alışmış sendika bürokrasisine çok güzel bir tokat attı Nergis Çayır, 27 Mayıs 2010 26 Mayıs’ı genel grevden, bir saatlik iş durdurma eylemine dönüştürdüler. Ardından da, çekilerek ya da dostlar alışverişte görsün mantığıyla hareket eden sendikalar işçi sınıfına ihanet ettiler. Hangi sendikanın daha devrimci olduğu gün yüzüne çıktı. Sendika bürokrasisi birbirlerinden bir adım önde 'sözde devrimciydiler'. Bu bir adımı da sıkıştıklarında çok kolay geriye atabiliyorlardı. Ama artık mücadeleci Tekel işçileri vardı. Sendika bürokrasisi bir çok kere bu ihaneti uygulamıştı. Çok geriye gitmeye gerek yok. Ankara'da Tekel işçilerinin çadırlarının sökülmesi çok yakın bir örnektir. Ama bu sefer işçiler sessiz kalmadı. Verdiği sözden cayanın toplantısı basılır. İşgal edilir. Yarın neler başına gelebilir bilmiyoruz. İşçi sınıfı çok zor ayağa kalkar, kalktığında da onu durdurmak zordur. Tekel işçilerinin kazanımı tüm işçi sınıfının kazanımı olacaktır. Ama Tekel işçilerinin de yalnız kalmaması gerekiyor. Yeni grev yeni direnişlerle bu muhalefet örülmeli ki yalnız kalmasın. Sendika bürokrasisini alaşağı etmek Kumlu’ yu istifa ettirmek bir şey değiştirmez. Kumlu da işçi sınıfının içinden çıkmıştı. Sendika yapısının içinde işçi denetimi olmadığı için çok kolay bürokrat olunabiliyor. Öyleyse mücadele deneyimi olan örgütlü işçilerin yönetime gelmesi ve işçiler tarafından denetlenmesi gerekiyor. Biz bugün bunu başarmalıyız. Yeni Kumlular yaratmamak için. Tekel mücadelesi işçi sınıfına umut olmuştur. Tekel'den emekli işçiler bile bu mücadeleye başından beri katılıyorlar. Bu Tekel direnişinin bir umut olduğunu gösteriyor. İşçi sınıfı eylemleri merkezi olmalıdır. Hiçbir zaman bağımsız düşünülemez. Ankara çadırları farklı şehirlerdeki işçileri tanıştırdı. Ve bu tanışıklık bugün devam ediyor. Bu nedenle alınan bir eylem kararı diğer şehirlere de ulaştırırlarsa aynı anda başlayan eylem daha etkili olabilirdi. Taksim Gümüşsuyu eyleminin ardından diğer şehirdeki Tekel işçileri de aynı yolu izledi. Karşılarında barikatları buldu. Bu bir deneyim olmalı, mücadele daha bitmedi. Yeni eylemlilikleri, ani ve merkezi bir şekilde organize etmeliyiz. Mücadele deneyimi olan her işçi şunu çok iyi bilir. Bir sendikaya üye olurken bile bunu patrondan gizli yaparız. Çünkü bunun sonuçlarını biliriz. Bu nedenle mücadele deneyimi ve birikim yol haritamız olmalı. Mücadele yokken işçiler sendikanın arkasında gidiyorlardı. Sorgulayamıyorlardı. Bu gün mücadeleyle birlikte Tekel işçisi haklı mücadelesinin peşini bırakmayınca sendikalar işçi sınıfının gerisinde kaldı. Mücadeleci işçiler, devrimci örgütler ve muhalif sendika şubeleri Tekel işçilerini destekliyor. Bu desteği kolektif bir kazanıma dönüştürmek için Tekel işçilerini yalnız bırakmamalıyız.
14
ULUSLARARASI
Siyonist İsrail’in terörünü durduralım; Gazze üzerindeki ablukayı kıralım! Uluslararası Birlik Komitesi (UBK), 3 Haziran 2010
Türkiye’den yola çıkan altı gemilik Gazze’ye insani yardım konvoyu Siyonist İsrail devletinin uluslararası hukuku da hiçe sayacak bir askeri müdahalesi ile durduruldu. Bu müdahale sırasında 9 kişi öldü, çok sayıda insan yaralandı ve 600 yardım katılımcısı tutuklandı. Bu, Siyonizmin uygulayageldiği terörizmin yeni bir örneğini oluşturmuştur. İsrail, bir anda tüm dünya ölçeğinde yaygınlaşan kınama seferberliklerinin baskısı altında, tutukladığı tüm katılımcıları serbest bırakmak zorunda kalmıştır. Yardım konvoyu, Siyonist işgale karşı büyük bir kararlılıkla direnişini sürdüren Gazze halkına karşı aç bırakmayı bir savaş silahı olarak kullanan İsrail’in Gazze üzerindeki canice ablukasına karşı çıkmıştır. İsrail, Gazze’ye dönük ablukasını sürdürdüğü yıllar boyunca Gazze’de tam bir yıkıma neden olmuştur. 2008 sonu ve 2009 başında Gazze kentlerini, köylerini ve toplama kamplarını canice ve sistematik bir biçimde bombalayarak 1500 insanı katleden İsrail, Gazze’de yaşayan Filistin halkını, kapitalist dünyanın gözleri önünde en temel insani ihtiyaçlarının karşılanmasının bile engellendiği bir “çağdaş soykırım”a maruz bırakmıştır. İsrail’in sık sık giriştiği askeri operasyonlar sonucunda, yaklaşık üçte biri çocuk olmak üzere binlerce insan öldürülmüştür. Sayısı 20 bini bulan ev oturulamaz duruma gelmiştir. Yarım milyon kişi içecek temiz suya ulaşamazken, temel gıda ve ilaç sıkıntısı nedeniyle çocuk ölümleri had safhaya ulaşmıştır.
nun kalkması sağlanmalıdır. İsrail’in el koyduğu gemiler geri alınmalı, tutukluların serbest kalması sağlanmalı ve tüm yardım malzemesi Gazze’ye sokulmalıdır. Bir süre önce toplanan Arap Birliği zirvesinden Gazze ve Filistin’in yeniden inşasına dair bir karar çıkaramayan Arap ülkelerinden, İsrail hükümetinin uyguladığı teröre karşı doğrudan bir girişimde bulunmalarını beklemek safdillilik olur. Çok değil birkaç ay önce uzun uğraşlar sonucunda Gazze’ye girebilen BM Genel Sekreteri, gördükleri karşısında donakaldığını ifade ediyordu. Bununla birlikte BM; Rusya, Avrupa Birliği ve ABD ile birlikte Hamas’a ve Filistin halkına yönelik ablukayı destekleyen “dörtler grubu” bu durumu oluşturdu. Öte yandan Türk hükümeti, Davos’ta yaşanan “one minute” tepkisinin ardından sadece bir İsrail-Türkiye ortak tatbikatını iptal ederek yetinen hükümet; şimdi bizzat yardım konvoyunda yer alan insanların ısrarla hükümet yetkilisi olmadığını, sivil gruplar olduğunu ispata girişti. Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği ise, İsrail’i açıkça kınamaksızın, ölümlerden duydukları
üzüntüyü ifade etmek ve bağımsız bir araştırma istemekle yetinmişlerdir. Filistin halkının Batılı hükümetlerden, Arap ülkelerinden ya da Birleşmiş Milletler’den bekleyeceği bir şey olamaz; onun gerçek dostu halkların uluslararası dayanışması ve seferberliğidir. Asıl yapılması gereken, Filistin halkıyla dayanışmaya yönelik olarak işçi sınıfının uluslararası düzeyde geniş bir hareket oluşturmasına yardımcı olmak ve bunun koordinasyonunu sağlamaktır. Bunun için, • Filistin örgütleriyle ilişkiler sağlamlaştırılmalı, işçi sınıfı enternasyonalizmi ve halklar arasında dayanışma geliştirilmelidir; • AB’den ve Türkiye’den Gazze üzerindeki ablukanın kaldırılması için, İsrail ile olan tüm diplomatik ve askeri ilişkilerini kesmeleri ve ticari anlaşmalarını iptal etmeleri talep edilmelidir; • Uluslararası sularda bulunan sivillerin katledilmesinden ve Gazze’de işlenen cinayetlerden sorumlu olan İsrail Başbakanı’ndan, Genelkurmay Başkanı ve Siyonist erlere kadar tüm görevlilerin uluslararası insanlık suçu mahkemelerinde yargılanması ve cezalandırılması sağlanmalıdır. İsrail’in Gazze üzerindeki ablukasına son! İnsani yardım filosundaki katliamın ve Gazze’de işlenen cinayetlerin sorumluları cezalandırılmalıdır! Siyonist İsrail devletiyle tüm ilişkiler kesilmelidir! İsrail ile yapılmış tüm antlaşmalar çöpe!
Gazze’ye yapılan İsrail müdahalelerini kınamakla yetinen Arap ülkeleri de dahil olmak üzere tüm kapitalist devletler, Gazze’nin yeniden inşasına dair üç maymunu oynamaya devam etmektedirler. BM’de duygusal mesajlar vermekle yetinmek yerine, İsrail ile tüm ilişkiler kesilmeli ve Gazze üzerindeki Siyonist ambargo-
Yaşasın Filistin halkının mücadelesi! Tarihsel toprakları üzerinde kurulacak birleşik, laik ve demokratik bir Filistin için ileri!
Portekiz’de Sol Blok, Yunanistan’a mali yardım planı lehine oy verdi Uluslararası Birlik Komitesi (UBK), 1 Haziran 2010
7 Mayıs günü Portekiz parlamentosunda, Yunanistan’ ın “kurtarılmasına” ilişkin Avrupa Birliği ve IMF’nin birlikte hazırladıkları planda öngörülen fonun bir parçası olarak, bu ülkeye 2 milyar avro borç verilmesi konusu tartışıldı. İktidardaki Sosyalist Parti’nin 97, sağcı Sosyal Demokrat Parti’nin 81, Hıristiyan Demokrat Parti’nin 21 ve Sol Blok’un 16 milletvekilinin oylarıyla onaylanan karar taslağına, Komünist Parti (13) ve Yeşiller (2) karşı oy kullandılar. Oylama öncesi yapılan konuşmalarda Blok sözcüsü Cecilia Honorio, olumlu oy kullanmalarının yegane nedeninin “bunu Yunan devletinin istemiş olması ve borcun reddedilmesinin Yunanistan’ı iflasa sürüklemek olacağı,” şeklinde açıkladı ve konuşmasını, “Yunanistan’a yardım etmek gerekir ve bunun aciliyeti nedeniyle, Yunan halkının savunduğu ekonomik adalet alternatifini destekliyoruz” diye tamamladı. Aslında bu fonlar ne Yunan halkıyla dayanışmaya bir katkı ne de bu halka yardımın bir parçasıdır; tam tersine, Yunanistan’a açılacak krediler karşılığında –geri ödemeyi garanti altına almak amacıyla- tüm Yunan emekçilerinin yaşam koşullarına on yıllardan beri görülmemiş ağır bir saldırı talep eden AB kararının uygulanmasıdır. Bu para Yunan halkının gereksinimlerinin karşılanmasında değil, esas olarak Fransız ve Alman özel bankalarının Yunanistan’a verdikleri borçların geri ödenmesinde kullanılacaktır. Daha iki yıl önce mil-
yarlık “kurtarma yardımları” alan bu bankalar şimdi AB’den ve hükümetlerden, Yunanistan’ın dış borç ödemelerini garanti altına almalarını talep etmekteler. Bu plana karşı Yunan işçiler ardı ardına beş genel grev gerçekleştirerek müthiş bir seferberlik içine girmişlerdir. Bu plan, IMF’nin Arjantin’e açtığı borçları ve işçi sınıfını sefalete sürükleyerek ülkeyi denetimi altına almasını aratmayacak niteliktedir. Bu nedenle, Sol Blok gibi kendini “anti-kapitalist” olarak ilan eden bir partinin Yunanistan’ın borçlandırılması ve kemer sıkma politikaları uygulaması planına yeşil ışık yakması kabul edilebilir bir durum değildir. Bu kredilerin onaylanması, ücretlerde, emeklilik maaşlarında, sosyal hizmetlerde vb. müthiş kısıtlamalara giden ve işçi protestolarını vahşice bastırarak ölümlere neden olan Papandreu hükümetinin doğrudan desteklenmesi anlamına gelmektedir. Bu kredileri talep eden Yunan halkı değil, ona tam karşı cepheden saldıran Yunan hükümetidir. Portekiz Sol Blok’u, Fransa’daki Antikapitalist Yeni Parti ya da İspanya’daki Antikapitalist Sol gibi, Avrupa Antikapitalist Solu’nun bir parçasıdır. Blok içinde çeşitli örgütler yer almaktadır ve bunların arasında Troçkist olduğunu iddia eden ve IV. Enternasyonal Birleşik Sekreterliği’nin seksiyonu olan Devrimci Sosyalist Parti’nin önemli bir ağırlığı bulunmaktadır. Kendini anti-kapitalist kabul eden, Troçkizmi savunduğunu iddia eden bir sol örgütün AB ve IMF planla-
rını desteklemesi mümkün olabilir mi? Sol Blok’un tutumunun Yunanistan’daki mücadelenin ötesinde sonuçları vardır, zira bu ülke sadece, tüm kıtaya yayılan ve krizin faturasını emekçilere kesen bir planın ileri mevzisi durumundadır. Hem Papandreu’ yu destekleyip, ona kredilerle yardımcı olup hem de Portekiz’de Yunanistan’dakine benzer bir “İstikrar ve Büyüme Planı” hazırlamakta olan Başbakan Socrates’i desteklememek mümkün olabilir mi? 7 Mayıs’ta verilen olumlu oylar, Yunan işçi sınıfına sunulan kirli bir hediye olmuştur. Portekiz’deki Sol Blok’un içinde, LIT’in Portekiz seksiyonu olan Ruptura-FER de yer almakta. Herhangi bir cephenin içinde yer alan bir örgüt kendi görüşlerini cephenin tümüne her zaman kabul ettiremeyebilir ve bu mutlaka cepheden ayrılması için bir neden olmayabilir. Ne var ki bu kez sınıf mücadelesinin temel konularından biri söz konusu. Bununla birlikte, Yunan işçilerinin mücadelesini desteklemeye sayfalarca yer ayıran Ruptura-FER ve LIT yayın organlarında, Blok’un Portekiz parlamentosunda Hükümeti ve sağı destekleyerek verdiği kabul oyuna değinen tek bir satır değinme ya da eleştiri yer almıyor. Blok’un verdiği oy FER ve LIT’i de bağlamaktadır. Sessiz kalan izin veriyor demektir ve kabul edilemez sessizlik işbirliği anlamına gelir. 7 Mayıs’ta verilen olumlu oylar, Yunan işçi sınıfına sunulan kirli bir hediye olmuştur.
ULUSLARARASI
15
Burjuvazinin sıktığı kemer, işçi sınıfına takmak istediği tasmadır Salih Şimşek, 3 Haziran 2010 Avrupa Birliği'nde çalkantılar durulmuyor. Yunanistan'daki ekonomik bunalımı oraya özelmiş gibi sunmaya çalışan Avrupa devletlerinin burjuvazileri, şimdi de tehlike çanları çalan İspanya'nın derdine düştü. Kriz yakın zamanda dinecek diyen tüm kesimler şimdi Avrupa'nın diğer zayıf halkalarından gelen haberlerle hüsrana uğruyor. TÜSİAD başkanı Ümit Boyner'in “... Avrupa ülkelerinin durumu, ekonomik toparlanmanın önünde ciddi risklerin var olduğunu ve küresel finansal istikrar açısından halen kırılgan bir süreçten geçildiğini teyit eder nitelikte” demesi, aslında patronların da krizin geçmediğini bildiklerini kanıtlıyor.1
düşüğe doğru orantılı olarak yapılacağı, hükümet üyelerinin maaşlarındaki kesintinin yüzde 15'i bulabileceği belirtiliyor. 2007 Temmuz’unda başlatılan ve çocuk sahibi olan her aileye (2 yıldır İspanya'da oturan göçmenler dahil) verilen 2 bin 500 avroluk yardım da 1 Ocak 2011 tarihinden itibaren kaldırılacak. En düşük düzeyde maaş alanlar hariç, emeklilere ödenen maaşlar da 2011'de dondurulacak. Ayrıca kalkınmaya yardım fonundan bu yıl 600 milyon avroluk kesinti yapılacak.6 Bu uygulamalara karşı kamu çalışanları ise 8 Haziran'da greve gidiyor.
21. yüzyılın “hasta adam”ı: Yunanistan Yunanistan yakın zamanda açıklanan kemer politikaları ve buna karşı düzenlenen genel grevlerle çalkalanmakta. Kemer sıkma politikaları kamu çalışanlarının maaşında yüzde 5 oranında kesintiyi, emeklilik yaşının 63'ten 67'ye çıkarılmasını, emeklilik maaşlarında kesintiye gidilmesini, katma değer vergisinin yüzde 19'dan yüzde 21'e yükseltilmesini, alkol, tütün ve benzin gibi kitlesel tüketim mallarına yeni doğrudan vergiler uygulanmasını kapsıyor. Bunların yanında hükümet çok göze batan askeri harcamaları kısmakla birlikte kamu kuruluşlarını özelleştireceğini de açıkladı. Su işlerinin bir bölümü ve demir yollarının yarısıyla, havaalanları, liman, otoyol ve ticaret merkezlerinin işletmelerinin özel sektöre satılması gündemde.2 Saatli bomba: İspanya İspanya ise Avrupa'nın Yunanistan'dan sonra ikinci “hasta adam”ı. 2007 Haziranında yüzde 8'lerde olan işsizlik bugün yüzde 19.7 ile (yaklaşık 4.7 milyon kişi) Yunanistan’ı AB içinde Latviya'dan sonra en yüksek değere taşıyor. 25 yaş altı gençlerin ise yüzde 40.3'ü işsiz.3 Dünyanın dokuzuncu, birliğin ise beşinci en büyük ekonomisinin 1,1 trilyon dolar dış borcu bulunuyor. Bunun 238 milyarı Alman, 220 milyarı Fransız, 114 milyarı ise İngiliz bankalarına. 4 Yunanistan, İrlanda ve Portekiz'den sonra İspanya da süresi yaklaşan borçlarını ödeyemeyeceğini açıklarsa bu ülkeler de çalkalanacak. Bunun farkında olan AB burjuvazisi, 750 milyar avroluk bir yardım paketi hazırladı. En büyük alacaklı Almanya'nın 148 milyar avroya kadar vereceği desteği çok geçmeden onaylaması da oldukça manidar.5 Bu gelişmelerin yanında İspanya da kemer sıkma politikaları hazırladı. Alınan kararlara göre, devlet memurlarının maaşları 2010 Haziran ayından itibaren ortalama yüzde 5 oranında düşürülürken, 2011 yılında ise dondurulacak. Maaşlarda yapılacak kesintinin en yüksekten
borçlarını ödemek için kullanılmak isteniyor. Üstüne üstlük devlet bütçesinin emekçilere ayrılan sosyal yardımları, sağlık harcamaları, eğitim harcamaları kısılmak isteniyor. Bunun adı da “tasarruf” oluyor! Bu tasarruf değil, düpedüz soygundur! Peki, uzunca süredir duymaya alıştığımız bu yardım paketleri işçi sınıfına somut yararlar sağlıyor mu? Rakamlar hayır diyor. Avrupa Birliği üyesi ülkelerin işsizlik oranı geçen sene yüzde 8,7 iken bu sene yüzde 9,7'ye yükseldi. Yani geçen seneden beri 2,4 milyon insan daha işsiz kaldı ve toplam işsiz 23,31 milyona yükseldi. Açıklanan onca pakete rağmen marttan nisana geçişte de ortalama işsizlik azalmadı, aksine 25 bin kişi daha işsiz kaldı.9 Bize gereken Bugün bizlere gereken patronların cebini dolduran yardım paketleri değil, işsizliğe, güvencesiz çalışmaya karşı önlemlerdir. Bu borçları biz yaratmadık ve biz de ödememeliyiz. Kamu mallarının satılması, patronlara peşkeş çekilmesi işçi sınıfının yararına değildir. Tam tersine, tüm bankalar millileştirilmeli, bir işçi emekçi hükümeti kurularak bu kapitalist krizlere tekrar meydan verilmemelidir. Bu yüzden seferberliklerin işbirlikçi sendikalarca boğulmasını taban örgütlenmeleriyle engelleyerek mücadeleleri birleştirip enternasyonalist bir anlayışla dünya arenasına taşımalıyız.
Başka bir üye örneği: Romanya Bir diğer AB üyesi devlet Romanya'da da durum benzer. Romanya'da Haziran ayından itibaren kamu çalışanlarının maaşlarında yüzde 25, aylıkları 85 avroyu geçmeyen emeklilerde ise yüzde 15'lik kesinti yapılacağının açıklanması ülkeyi ayağa kaldırdı. 2015 yılına kadar 400 bin memurun işten çıkarılması planlanan Romanya'da yakın zamanda 20 milyar Euro'luk IMF anlaşması da imzalandı.7 19 Mayıs'ta binlerce insan protestolarda bulundu, 31 Mayıs'taki genel greve bir kısmı sağlık çalışanı, 180 bini kamu çalışanı toplam 300 bin kişi katıldı. Bazı şehirlerde polisler ve hapishane görevlileri de greve katıldı. Buna rağmen hayat tamamen durma noktasına gelemedi.8 Fatura işçi sınıfına kesilmek isteniyor Benzer kemer sıkma politikaları Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya, Portekiz'de de gündemde. Tüm bu açıklananlardan da görülüyor ki burjuvazinin inandırmaya çalıştığı gibi bu kriz sadece Yunanistan'a özel değil. Bu bir kapitalist kriz ve doğası gereği tüm devletleri sarsıyor. Kapitalistlerin yarattığı krizin faturası ise emekçilere kesiliyor. İşçilerin cebinden devlete akan vergiler bugün batık şirketlerin ve bankaların
Dipnotlar 1 TÜSİAD üyeleri 1 yılda 350 bin kişiyi işe aldı http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/14918255.asp?gid=373 2 Yunanistan'da özelleştirmelere gidiliyor http://www.aa.com.tr/tr/yunanistanda-ozellestirmeleregidiliyor.html 3 Euro area unemployment rate at 10.1% http://epp.eurostat.ec.europa.eu/cache/ITY_PUBLIC/301062010-AP/EN/3-01062010-AP-EN.PDF 4 Europe's Web of Debt http://www.nytimes.com/interactive/2010/05/02/weekinrevie w/02marsh.html 5 Almanya 750 milyar euroluk paketi onayladı http://www.cnnturk.com/2010/ekonomi/dunya/05/22/alman ya.750.milyar.euroluk.paketi.onayladi/577293.0/index.html 6 İspanya kemerleri böyle sıkacak http://www.cnnturk.com/2010/ekonomi/dunya/05/12/ispany a.kemerleri.boyle.sikacak/575909.0/index.html 7 Romanya'yı zor günler bekliyor http://tr.euronews.net/2010/05/13/romanya-yi-zor-gunlerbekliyor/ 8 Romanya'da çalışanlar greve gitti http://www.beyazgazete.com/haber/2010/05/31/romanya-dacalisanlar-greve-gitti.html 9 Euro area unemployment rate at 10.1% http://epp.eurostat.ec.europa.eu/cache/ITY_PUBLIC/301062010-AP/EN/3-01062010-AP-EN.PDF
15-16 Haziran 1970'ten 26 Mayıs 2010'a: 40 yıl geçti, sendika bürokrasisi işçileri satmaktan vazgeçmedi! 26 Mayıs’ta dağ fare doğurdu. İşsizlik ve yoksulluğun bunca yaygınlaştığı kriz koşullarında işçi ve emekçiler için direnişlerinin bir genel grevle taçlanması moral ve haklar açısından gerçekten önemliydi. Olmadı! Bu durumun 15-16 Haziran 1970 direnişinin arifesine denk gelmesi ise ayrıca düşündürücü. Görüyoruz ki 40 yıl sonra sendikal bürokrasi ihanetine devam ediyor. Evet, 15-16 Haziran 1970'ten 26 Mayıs 2010'a geçen 40 yılda ne Türk-İş bürokrasisi işçileri satmaktan ne de DİSK bürokrasisi işçileri yarı yolda bırakmaktan vazgeçti! Vazgeçmedi ama sapla samanı da birbirine karıştıracak değiliz. Sendikalar işçi ve emekçilerin mücadeleleri üzerine kurulmuştur. Sendikalar işçi sınıfınındır, emekçilerindir; yoksa bir avuç sendika bürokratının değil. Pireye kızıp yorganı yakmamız söz konusu olamaz.
devlet denetimine almaya çalıştı. O dönemde CHP’ye muhalif olarak kurulan Demokrat Parti (DP) ise göstermelik olarak işçilerin örgütlenmesi önündeki engellerin kaldırılmasını ve grev hakkını savunmaktaydı. Nitekim CHP gibi DP’nin de işçi düşmanı yüzü çok kısa zamanda ortaya çıktı. DP, 1950 seçimlerinde iktidara geldikten sonra grev ve sendikalar konusunda verdiği hiçbir vaadi yerine getirmediği gibi kendi baskısını uygulamaya başladı. Öyle ki DP’nin iktidarda olduğu 1950–60 arasında sadece bir tek grev oldu. Yasadışı sayılan bu eylem de başarısızlıkla sonuçlandı. Türk-İş’in kuruluşu • 31 Temmuz 1952’de Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş) kuruldu. 1960’a gelindiğinde Türk-İş’in üye sayısı 174 bini bulmuştu. Bu rakam toplam sendikalı işçi sayısının yüzde 62’siydi...
“İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacak” dendiği günden bu yana bürokrasiden de, hükümetten de, sermayeden de bağımsız devrimci bir işçi sınıfı hareketi yaratmanın gerekliliği kendini hergün yeniden kanıtlıyor. İşte 15-16 Haziran direnişine, artı ve eksileriyle, bu açıdan bakmayı gerekli görüyoruz.
Bununla birlikte işçi sınıfı ve emekçiler irili ufaklı çok ciddi mücadele verdi, veriyor. Bu noktada eksik olan ve ihtiyaç duyduğumuz ise mücadeleyi birleştirmek, talepleri ortaklaştırmak. Hep birlikte “İşten çıkarmalar yasaklansın”, “Tüm çalışanlar için iş güvencesi hakkı istiyoruz!” diyebilmek. Tabii ki bu kendi başına olamaz. Sınıf bilinçli öncü işçilerin mücadelenin başını çekmesi gerekiyor ki bu konuda birçok örnek mücadele de var. 15–16 Haziran bu mücadele ve direniş geleneğinin en önemli örneklerinden biridir. 15–16 Haziran’a nasıl gelindi? • 1946’da çok partili sisteme geçilmesiyle birlikte çok sayıda parti ve sendika kurulmaya başladı. Bu parti ve sendikalar içinde sosyalist olanlar da vardı. Şimdilerde Kemal Kılıçdaroğlu ile yeniden çözüm diye pazarlanan CHP hükümeti, o vakit, sosyalist parti ve sendikaların kurulmasını sorun görerek bu gelişmelere karşı harekete geçti. Sosyalist partiler ve bunların etkin olduğu sendikalar kapatıldı. CHP, kanunlarla sendikal örgütlenmeyi
DİSK’in kuruluşu • Türk-İş bürokrasisi tarafından ihraç edilen sendikacılar Sendikalar Arası Dayanışma Konseyi’ni (SADA) kurarak yeni bir konfederasyon kurma çalışmalarına başladı. Ardından Maden-İş, Gıda-İş ve Lastik-İş yaptıkları ortak bir kongreyle 13 Şubat 1967’de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK’in kuruluşunu açıkladı. 1967 yılı sonunda DİSK’in üye sayısı hızla artarak 70 bini buldu. Aynı dönemde Türk-İş’in üye sayısı 545 bin’di. 1967'de DİSK’in kurulmasıyla üye sayısı düşen Türk-İş'in imdadına 274 sayılı Sendikalar Yasası değişikliği yetişti. Yasa değişikliği tasarısı; sendikadan ayrılmayı zorlaştırıyor, bir sendikanın Türkiye çapında faaliyette bulunabilmesi için ilgili işkolundaki toplam işçi sayısının en az üçte birini üye olarak temsil etmesini şart koşuyordu. Bu da DİSK'i işlevsiz hale getiriyor ve yeni kurulacak sendikaların önünü kapatıyordu. 15–16 Haziran direnişi • Tasarı kabul edildi. Bunun ardından DİSK, 12 Haziran 1970 Cuma günü bir bildiri yayınladı. Bildiride Türk-İş'e sendika diktatörlüğü tanındığı, bunun sendika seçme özgürlüğü yasasına aykırı olduğu ve esas amacın DİSK'i bertaraf etmek olduğu yazıyordu. Bu çerçevede DİSK, tasarının geri çekilmesini talep ediyordu. DİSK’in 17 Haziran’ da yapmak istediği miting başvurusu İstanbul Valiliği' nce reddedildi. Bunun üzerine 15–16 Haziran 1970’ te, İstanbul ve çevresi fabrikalardaki işçiler üretimi durdurdu ve eylemlere girişti. 15 Haziran’da 75 bin, 16 Haziran’da 150 bin işçi sokaklardaydı. İşgaller, yürüyüşler, taşlı-sopalı kavgalar oldu. İşçileri engellemek isteyen polis-jandarma gücü ulaşımı engelleme adına Galata Köprüsü’nü kaldırmak dâhil tüm baskı, sindirme ve şiddet yöntemlerini denedi. 3 işçi hayatını kaybetti...
Nasıl bir süreçten geçiyoruz? • Evet, dünya ekonomik krizi işçi sınıfını ve emekçileri derinden sarsıyor. İşsizlik çığ gibi büyürken yoksulluk da katlanarak artıyor. Gençler ve kadınlar bu krizden en fazla şekilde etkileniyor. Çalışabilenlerin ücretleri ve sosyal hakları ise sürekli geriliyor. Taşeronlaştırma ve esnek çalışma egemen bir düzen haline gelmiş durumda. 4C bu yeni çalışma düzeninin adıdır. Örgütlenme ve sendikalılaşma hakkı ise gerilemeye devam ediyor. Gerçek sendikalılık oranı yüzde 5 seviyelerinde. 20 yıl önce bu oran yüzde 21’di. Son 20 yılda örgütlülüğümüz dört kat azalırken işsizlik ve yoksulluğumuz tam tersine artmış durumda. Örgütsüz bir toplum hak ve özgürlüklerini elinde tutamaz! İşçi sınıfının örgütlü kesimlerinin küçülmesi, sendikal bürokrasilerin uzlaşmacı ve işbirlikçi politikaları mevcut krizi daha da ağırlaştırıyor. Türk-Metal sendikasının Ereğli’de işçilerin ücretlerinin 16 ay boyunca yüzde 35 oranında kesilmesine onay vermesi; Türk-İş’in TEKEL işçilerinin direnişini kazanımsız bir an önce bitirmeyi benimsemesi bu durumun örnekleri.
Türk-İş bürokrasisiyle bugün TEKEL direnişinde işçileri satıp 26 Mayıs’ın altını boşaltan Türk-İş bürokrasisi aynı ihanet çizgisine devam ediyor.
Bu arada Türk-İş grev ve direnişleri desteklemek yerine Çalışma Bakanı olan Bülent Ecevit’in grev hakkını sınırlayan ve işverene lokavt hakkı tanıyan yasasına destek verdi. Dün CHP’nin işçi düşmanı politikalarının peşinde koşan Türk-İş bürokrasisi aynı şeyi şimdi de AKP hükümetinin peşinde koşarak yapmakta. O Türk-İş ki o tarihte bununla da yetinmedi ve Sendikalar Yasası’nın kabul edildiği 24 Temmuz’u işçi bayramı ilan ederek 1 Mayıs’ı özünden saptırmaya çalıştı. Bu arada Lastik-İş, Basın-İş, Gıda-İş ve Maden-İş gibi sendikalarla Türk-İş yönetimi arasındaki çelişki giderek derinleşmekteydi. Aynı yıl İstanbul’da Paşabahçe Cam işçilerinin başlatmış olduğu grev muhalefetin Türk-İş’ten kopmasına neden oldu. Türk-iş’in kazanımsız olarak grevi sona erdirmek istemesine işçiler büyük tepki gösterdi. Kristal-İş, Türk-İş’e rağmen greve devam etme kararı aldı. Petrol-İş, Maden-İş, Lastik-İş ve İstanbul Basın-İş sendikaları da greve açık destek verdi. 21 Nisan’da hükümet bir ay süreyle grevi ertelerken, Türk-İş yönetimi grevi destekleyen sendikaları geçici olarak Türkİş’ten ihraç etti. Gördüğümüz üzere 40 yıl önceki
Direniş diğer illere yayılıyordu. AP (Adalet Partisi) iktidarı Adapazarı, İstanbul, İzmit ve Zonguldak'ta sıkıyönetim ilan etti. Kuşkusuz sıkıyönetim direnişin yara almasına yol açtı ama öldürücü vuruşu direnişin arkasında durmayıp bitirilmesi için çağrı yapan DİSK bürokrasisi gerçekleştirdi. 15-16 Haziran direnişi bu şartlar altında sona erdi. 40 yıl sonra 26 Mayıs’ta bir günlük genel grevin arkasında durma cesareti gösteremeyip grevi bir saatlik iş bırakmaya indiren DİSK bürokrasisi ile 15-16 Haziran direnişinin arkasında durma cesareti gösteremeyen o günün DİSK bürokrasisi arasında ne fark var? Bugün de direnen işçilere karşı sendika bürokrasisi marifetiyle aynı oyun devreye sokulmaya çalışılıyor. Bu oyuna gelmemek, direnişi yaygınlaştırmak, mücadeleyi ve talepleri ortaklaştırmak gerekiyor. Ama unutmadan: 1) Sendikalar biz işçi ve emekçilerindir, bürokrasinin değil. 2) Haklarımızı almak ve kalıcı hale getirmek için sadece sendikalar yetmez, kendi sınıf partimize de ihtiyacımız var...
İşçi Cephesi, 27 Mayıs 2010
www.iscicephesi.net