biz bu çarkı türkçe, . . farsça, . arapça . kürtce, . reddediyoruz ve kızıl rengi cok . seviyoruz!
RED Sayı 18, Mart 2008-3,
2.5 YTL, -KKTC 3 YTL-
PALAVRA DA BiR HiTABET SANATIDIR.. . MAHiR ÇAYAN
Halka hiç yalan söylemedi... Ve halkın kurtuluşu yolunda öldü...
KADINLAR SOKAKTA
ÖZGÜRLÜK ÖRTÜLÜR MÜ?
‘Türbanlı özgürlük’ diye bir şey yok!.. Uzun süredir Türkiye gündemi ‘türban meselesi’yle meşgul. Televizyonlarda saatlerce tartışmalar yapılıyor, gazetelerin manşetleri, köşeleri türbanla dolduruluyor… İslamcılar ve liberaller türban takmayı bir ‘bireysel özgürlük’ meselesi olarak tartışırken, Kemalist ve laik olduğunu söyleyen kesimler, “Cumhuriyet elden gidiyor!” feryatları içinde, ordudan medet umuyor… Bu sahte bir kutuplaşmadır. Türban tartışmaları esnasında ‘sınır ötesi’ hava ve kara harekatları yapıldı, Tekel yok pahasına bir emperyalist sigara şirketine satıldı, ülkenin her tarafında işçilere saldırıldı… Türban meselesini bir ‘özgürlük’ sorunu olarak yutturmak isteyen iktidar, iş emekçilerin kendi hayatlarını, işlerini savunma özgürlüğüne gelince, emrindeki kolluk kuvvetlerini harekete geçiriyor ve kargadan başka kuş, türbandan başka özgürlük alanı tanımadığını gösteriyor. Ordu ise bir ‘laiklik teminatı’ falan
değildir. Tarikatların önü, ABD emperyalizminin ‘bizim çocuklar’ diye çağırdığı 12 Eylül generalleri tarafından açılmıştır, imam hatip liseleri 12 Eylül darbesinin ardından, bizzat askeri yönetim altında mantar gibi çoğalmıştır. Çelişki, İslamcıların burunlarını kışladan biraz fazla çıkarmasından kaynaklanmaktadır. Öte yandan, türban bir ‘özgürlük’ nesnesi olarak görülemez. Tam tersine türban, bizzat kadını nesneleştiren, örtülmesi gereken bir seks ve cinsi tahrik aygıtı olarak gören anlayışın en bariz silahıdır. Gönüllü kölelik kabul edilemeyeceği gibi, gönüllü nesneleşme de kabul edilemez. Dolayısıyla, biz kadınların ‘Türban takma özgürlüğü’nü değil, türban takmama özgürlüğünü savunuyoruz. Milyonlarca kadın için esas özgürlük çatışması bu alanda yaşanmaktadır… Buradan hareketle, iktidar üniversite kapılarında eşarp dağıtmaya kalkışacağına, aile baskısı nedeniyle zorla örtünen, evlere hapsedilen, zorbalık gören, hatta
erkeklerin ‘namussuzluk’larının suçlusu olarak görülüp öldürülen kadınlar için her türlü sosyal güvenceyi sağlamalı,
kadınların kendi ayakları üzerinde durabilme imkanlarını yaratmalıdır… Özgürlük burada başlar...
Amerika’nın canı ne kadar isterse, o kadar harekat!.. Sınır ötesi harekat müsameresi, ABD’nin müsaade ettiği ölçülerde, yine ABD’nin müsaade ettiği sınırlar dahilinde ve yine ABD’nin müsaade ettiği süre boyunca sahneye kondu, milyonlarca dolarlık bombardımanla, askeri harcamayla ve çok daha önemlisi, onlarca gencin ölümüyle neticelendi, ve tabii yine hiçbir sorun çözülemedi… On yıllardır sadece ‘öldürme’ yöntemiyle hareket eden hükümetler, sorunu büyüttü, içinden çıkılamaz hale getirdi, savaşta ölenlerin sayısını artırdı ve büyük askeri harcamalarla tüm bir nüfusu yoksulluğa mahkum etti. Gelinen aşamada, Kürt sorununun askeri bir çözümü olmadığı artık açıkça görülüyor. Tüm bir halk tek tek öldürülemeyeceğine göre, iktisadi bakımdan adil ve özgürlükler bakımından demokratik bir çözüm ihtiyacı kendini dayatıyor. Böylesi bir çözümün ilk koşulu, çatışma atmosferini besleyen ve bölgedeki milli, dini, mezhepsel boğazlaşmaları kendi hanesine kâr olarak havale eden ABD’nin bölgeden bir daha dönmemek
üzere gitmesidir. Şikeci bir hakem gibi, çatışmaları hakem odasında planlayan ve sonucu istediği gibi belirleyen ABD Ortadoğu’da yenilgiye uğratılmadıkça, ne ‘mikro’, ne de ‘makro’ çözümler bulunabilir. ABD’nin yenilgisi, ona göbekten bağlı
bölge egemenlerinin, savaş ağalarının, hırsız siyasetçilerin de hüsranı olacaktır. Ortadoğu’da hava ancak böyle temizlenir; kardeşlik atmosferi ancak bu leş kargalarının ortadan kalkmasıyla yeniden tesis edilebilir.
Emperyalizmden bağımsızlaşma mücadelesi, tüm Ortadoğu’ya yayılmalıdır. Dolayısıyla, bölgede milliyetçilikler, dincilikler, mezhepçilikler, kimlikçilikler bir çözüm sunamaz; Ortadoğu enternasyonalizme mahkumdur ve her kimliğe saygılı ama her kimliğin üzerinde bir enternasyonalizm de ancak emekçilere mahsustur. İşte bu nedenle, yüzümüzü işçi mücadelelerine dönmeliyiz; kardeşliği sınıf mücadelesi alanında yeşertmeliyiz. Bugün yüzümüzü döneceğimiz yeterince işçi mücadelesi mevcuttur…
RED
15 Mart’ta, emperyalizme karşı hep beraber Kadıköy Meydanı’na!..
IRAK’TA 5 YILLIK İŞGALE SON! 2
ÜMiT DERTLi
Tütünü bilir misin? ‘Kız saçı’ demiş zeybekler, Su içmez her damardan, Yerini kolay beğenmez, Üşür, Naz eder, Darılır. İki yaprak arasında kıyılmış Bir parçası var kalbimin, İncecik ak kağıtlara sarılır. Dar vakit yanar da verir kendini, Dostun susan dudağına…
S
igarayı ve tütünü Ahmed Arif’in bu dizeleri kadar güzel anlatan başka bir şey yoktur herhalde. İnsanın sigara içesi gelir okuyunca. Ve aslında bu dizeler memleket solcularının sigaraya bakışının da bir özeti gibidir. Tütün yoldaştır, kahır ortağıdır, darlandığında taze nefestir. Belki de en son elde kalandır tütün. Yenilgilerin, acıların, düş kırıklıklarının solcu bünyede açtığı yaranın en son merhemidir, içkiyle beraber. En biçare, en savunmasız, en köşeye sıkışmış hallerimizde daha bir aşkla sarıldığımız muhalefet aracımızdır. Sigara güzellemesi yapmak değil niyetim, ama vakıa böyledir. Yeni yetmeliğimizde yatılı okulda arkadaşlarla gizlice toplanıp tüttürdüğümüzde de böyleydi, işkencehanede itirafçıya ödül olarak polisin verdiği paketi zorla elinden alıp sigaraları birer birer bütün hücrelerin mazgallarından içeri atarken de, hapishanede kaçak tütün sarıp mektup içinde dışarıdaki dostlara yollarken de, dumanaltı masalarda, “N’olacak bu memleketin hali?” diye efkarlanırken de… Ve bir süredir yine aynı ruh halinde içiyorum sigarayı. Hüzünlenerek, kahırlanarak, hınçlanarak, isyanla… Memleketin başına kocaman, kapkara bir ‘türban’ geçirdiler deli gömleği misali ve biz, “Çene altından mı bağlayalım, meme altından mı?” diye tartışırken, o kapkara örtünün aslında neleri örttüğünü düşünüp hüzünleniyorum, kahırlanıyorum, hınçlanıyorum… O örtünün altında sağlığımızı uluslararası sermayenin insafına terk
O kara örtü... eden, mezarda emeklilik getiren yasayı pişiriyorlar, saygıdeğer milletvekillerinin emeklilik maaşlarına da ‘küçük bir miktar zam’ öngören bir geçici maddeyle birlikte. Üstüne bir bardak soğuk su için diyorlar, ben sigara içiyorum… O örtünün altında memleketin yoksul emekçi gençlerini başka bir ülkenin topraklarına savaşa sürüyorlar, Kürt kardeşlerini öldürmek ya da onlar tarafından öldürülmek üzere. Köyleri, yolları, köprüleri bombalıyorlar, Amerika’nın bombardıman ve İsrail’in keşif uçaklarıyla. Kanla beslenen savaş ağaları halklar arasına kararmış insan cesetlerinden, yakılmış yıkılmış köylerden, söndürülmüş hayatlardan, iğfal edilmiş beyinlerden, neft mavisi ve dolar yeşilinden aşılmaz bir düşmanlık duvarı örerken, Vaşington’u Kabe, Brüksel’i Kıble bellemiş boyalı basın, İddaa bültenleri, borsa haberleri, Haydar Dümen hikayeleri ve arka sayfa güzelleri arasından vatan millet nutukları atıyor, kahramanlık safsataları kusuyor, “Övün, çalış, güven!” diyor. Övünmüyorum, onların hesabına çalışmıyorum, güvenmiyorum, beynimi bulandıramıyorlar, midem bulanıyor sadece ve ben sigara içiyorum… O kapkara örtünün altında memleketi satıyor, ‘vatan savunusu’ diye gençleri ölüme sürenler. İşçisi, çiftçisi, esnafıyla yaklaşık bir milyon insanın geçim kapısı olan Tekel’i sadece gayrimenkul varlığının piyasa değeri kadar bir paraya, üç dört yıllık kârı kadar bir paraya, 1 milyar 700 milyon dolara British American Tobacco adında bir şirkete sattılar. (Alan şirketin adı ne kadar da manidar: hem İngiliz, hem Amerikan.) Birkaç yıl önce de yine Tekel’in içki bölümünü sadece depolarındaki şişelenmiş içkinin değeri 300 milyonun üzerindeyken iki taksitle, toplam 290 milyon dolara satmışlardı ve alan şirket de bir-iki yıl çalıştırdıktan sonra aldığının yaklaşık dört katı bir fiyata Teksaslı bir şirkete satmıştı. Yolsuzluk mu arıyoruz, vurgun mu arıyoruz, gizli saklı yerlerde aramaya ne hacet, alenen yapıyorlar
artık. Özelleştirme denen şeyin üzerine bir yığın söz etmeye gerek var mı? Bünyesinde 3 anonim şirket, 6 fabrika, 56 yaprak tütün ve 2 tuz işletmesi bulunan, yaklaşık 15 bin işçinin çalıştığı, 100 bin civarında tütün üreticisi çiftçinin hayat damarı bir kamu kurumunun böyle komik bir paraya, böyle haraç mezat satılması yeterince açık anlatmıyor mu nasıl bir saldırıyla karşı karşıya olduğumuzu? Bu hal, alenen küfür edemediğimiz bir zamanda ‘kibritin hırsla çakılması, cıgaranın ilk nefeste yarılaması’ için yeter sebep değil mi?
Bayraklar ve sopalar
Tekel işçileri direniyor. İhale günü Ankara’da yaptıkları eylemde bir yandan kararlılıklarıyla umudumuzu diri tutmamıza yardımcı olurken, bir yandan da aslında hayati bir gerçeğin bir kez daha gözler önüne serilmesine vesile oldular: Ellerinde taşıdıkları Türk bayrakları karşılarına dikilen devlet için, vahşice saldıran polis için, geleceklerini karartan özelleştirme bürokratları için hiçbir şey ifade etmiyordu. Uğruna savaşlar çıkarılan, kan dökülen, yerin yerinden oynatıldığı o bayrak, gölgesinde gencecik emekçilerin ölüme sürüldüğü, sözüm ona bağımsızlığın, egemenliğin, onurun, namusun timsali o bayrak, ekmeğini savunan bir işçinin elinde bir bez parçasından başka bir şey değildi devlet için. Panzerden sıkılan suyla yerde sürüklenen ama yine de elindeki bayrağı düşürmemek için uğraşan işçinin görüntüsü bence olayın en can alıcı ve de en can acıtıcı kısmıydı. O görüntüye tekrar tekrar bakıp kaç sigara içtim bilmiyorum… Genç bir işçi olarak 15-16 Haziran direnişine katılmış bir işçi önderi, Ercan Atmaca anlatmıştı, “Ellerinde bayraklarla yürüyüşe geçen işçiler devletle karşı karşıya gelene kadar o bayrakları en yukarıda tutmaya çalışıyorlardı, ama ne zaman ki polisle ve askerle karşı karşıya geldiler, bayraklar yere düştü, bayrak sopaları kaldı ellerde...” Bayrağı düşürmeyen o Tekel işçisinin
asıl meselesi de buydu belki. Bayrağı yukarıda tutmak için gösterdiği kararlılığı tekrar ayağa kalkmak için göstermesi gerekirdi. Çocuğunun şu anda sınır ötesi operasyona katılarak vatanı savunan bir asker olduğunu söyleyen ve fabrikasının satılmasını içine sindiremediğini ifade eden bir diğerinin, oğlunu ölüme yollayanlarla fabrikasını satanların bir ve aynı olduğunu görmesi gerekirdi. Göğsünde Amerikan nişanlarıyla dolaşanlarla vatan millet nidalarıyla insanlarımızı savaşa sürenlerin, memleketin tepesine türban giydirenlerle İsrail uçaklarıyla Kürt köylerini bombalayanların, Afgan şeyhinin elini eteğini öpenle Bush’un kucağında oturanların, tersane işçilerinin her gün iş cinayetlerine kurban gitmelerine yol açanlarla, sıpalarına gemicik satın alanların, Tekel’i Telekom’u satanlarla sabah akşam milliyetçilik nutukları atanların, işçinin kafasında cop kıranlarla Kürt’ün köyünü yakıp yıkanların hepsinin bir ve aynı olduklarını, hepsinin aslında yabancı ve yerli patronların hizmetkarları olduklarını ve dahası yere düşürmemeye uğraştığımız o bayrağın da, onlar için bu ‘hizmet’in ötesinde anlam taşımadığını iyice bellemedikçe daha bir sürü sigara içeceğiz kahrımızdan... Çok kaybedeceğiz daha. Tekel işçisi direniyor. Bu yazının yazıldığı sırada fabrikalarına kapanmışlar, onları haydutlara teslim etmeyeceklerini haykırıyorlar. Bu direnişin işçi sınıfı hareketinde bir dönüm noktası olmasını, kaybettiklerimizi ve daha da fazlasını geri kazanmamızın başlangıcı olmasını temenni etmekten başka yapacak bir şeyimiz yok şimdilik. Bir de bıkıp usanmadan işçilerin kendi kaderlerini ellerine almaları gereğini bağırmaktan, kokaklara dökülmekten başka… Ahmed Arif ile bitireyim… Tütün işçileri yoksul, Tütün işçileri yorgun, Ama yiğit Pırıl pırıl namuslu. Namı gitmiş deryaların ardına Vatanımın bir umudu…
3
türban mantarlarına inat KADINLARA HAYAT! Aslında ilk adım, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesiydi. O gün bazı çevrelerin telkin ettiği gibi, sözde uzlaşma adına “Çankaya’da başörtülü First Lady olmaz” dayatmasına boyun eğilseydi, bugün, başörtülüler üniversiteye de giremeyecekti. ABD’li kozmonot Neil Armstrong aya ayak bastığında “Bir insan için küçük ama, insanlık açısından büyük bir adım” denilmişti. Özgürlükler yolunda adım adım ilerliyoruz. Nazlı Ilıcak... Kendi tef çalıp viski yudumlarken, oğlu sırıtıp kadınları soyarken, insanlık için çok daha büyük adımlar atıyorlar! Yaşasın türban! Di mi?! Özellikle ortaya çıkan feminist söylemin Müslümanları kadın ve erkekler olarak ikiye bölen, başörtüsünün bir kadın meselesi olduğunu ima eden, erkeklere bu işe karışmamalarını söyleyen; doğuştan aldığı cinsiyeti mutlaklaştıran bir noktaya savrulmanın ne anlama geldiğini sorgulamıştım. Başörtüsü özgürlüğü taleplerini ibadet olmaktan “insan hakları”na indirgeyen, özgürlük talep ederken entelektüel olarak erkeklerin (ya da kadınların) neyi konuşup neyi konuşmamasını dayatan primitif feminizm gösterisine dönüştüren yazı ve yazar/ları eleştirdim. Yeni Şafak yazarı Akif Emre... İyi yaptın, aferin cicim... Primitif feministler de çok üzülmüş zaten... İnsan gözlerine inanamıyor, gerçek mi, rüya mı?.. Dünya tersine mi döndü? İngiltere’nin resmî Anglikan kilisesinin başpiskoposu Dr. Rowan Williams “Ülkemizdeki Müslümanlar için Şeriat mahkemeleri kurulmalıdır” demiş. Bu haber bizdeki ultra lâikleri kimbilir ne kadar şaşırtmış, öfkelendirmiş, hattâ çıldırtmıştır. Bu konuda bendeniz yorum yapmayacağım... Sebebi mâlum... İkinci inanılmaz haber Rusya’dan geldi. Orada da bir Ortodoks papazı Hıristiyan kadınların örtünmelerini istedi ve çeşitli tepkilerden korkan hanımlara “Müslüman kızlar ve kadınlar kadar cesur olunuz” dedi. Bu haberi de ajanslar, gazeteler, tv’ler verdi. Üçüncü şaşırtıcı haber İran’dan: Orada binlerce Müslüman genç kız çarşaf lehinde yürüyüş yapmışlar, Türkiye’deki gibi başörtüsü istemeyiz demişler. Mehmet Şevket Eygi... Beyni mi yerinden oynamış, zihni mi uçmuş, belli değil... Baylar, bayanlar!.. Giyim kuşam, başörtüsü, tesettür medeniyetin simgesidir. Çıplaklık ise vahşetin ve bedeviyetin... Siz, çıplaklığı, tesettürsüzlüğü uygarlık, aydınlık sanarak ne korkunç bir yanlış ve dalâlet içinde olduğunuzun farkında değilsiniz. Yine aynı şahıs, yine aynı problemler... Sen de giy çarşafı, burkayı, gurkayı, tam olsun! Herkes zaten türbanın üniversiteye girmesini ‘Daha dur, daha dur’ olarak görüyor ya... Sonrasının çorap kaçığı hızıyla geleceğinden ve ‘Ortaçağ karanlığı’na sürüklenmemizin kaçınılmaz olduğundan emin ya... Daha isabetli endişe mi olur?.. Bir kere bu kaygıyla en derinden sarsılanlar, sanki bu ülkede evli adamla birlikte olan bir kadınla hiç tanışmamışlar! Metres dediğin, metrenin çoğulu çünkü. Adamlar meselenin hukuki, kanuni, toplumsal zorluk, hatta imkânsızlıklarını aştılar ve nedir en kötüsü, eşzamanlı dört adet eş alımına vardırdılar diyelim işi... Niye karamsar bakıyoruz ki, aslında büyük eğlence! Nedir Kuran’a göre bu işin şartı? Eşler arası eşitlik. Birine hediye mi aldın, diğerlerine de alacaksın, biriyle ikindi fantezisi mi yaptın, diğerleriyle de yapacaksın! Özetle bu durum asıl erkekleri hırpalar: Sonsuz koşturmaca, maddi manevi yükümlülük, eziyet, yıkım. Yoksa kadınlara ne ki? Mazlumu değil, muzafferi görün! ‘Birinciye aldığın ayakkabı Christian Louboutin, ama bu Nursace, üstelik ikinciyi Zuma’ya götürmüşsün, beni Lokmacı Ana’ya ha?’dan tut, her an her konuda tantana fırsatı... Kız kıza dibine kadar dedikodu... İyi örgütlenme durumunda bir elin nesi var, sekiz elin gümbürtüsü... Yağmurlu havalarda evde yayılıp king çevrilir, o bile yeter! Ya, bu işler çok şaka işler tabii... Kıvrak bir zeka, ince bir espri anlayışı Nur Çintay’dan! Bu arada, ‘metres’ aşağılamasını bir kadının tekrar tekrar üretmesi de gayet kadın haysiyetine yakışır bir durum, değil mi?..
4
TAKTIM iGNEMi
E
vet, kadınlar artık mor iğneli çantalarıyla sokağa çıkıyor... ‘Geleneksel Yılbaşı Tacizi’ görüntüleriyle hatırladığımız otobüs anılarımız, memelerimize bizim dışımızda iki ayrı GÜLNUR ELÇİK kadın muamelesi yapanların gözlerinden akan salyalar, kalçalarınıza yapışmış küfürlü sözler, ‘erkek oturuşu’ denilen kıyağın kadınlar açısından ‘bacakla bacak okşamaya’ varan saldırılara dönüşmesi ve tabii fotoğraflarda gördüğünüz en gizemli sokakların köşelerinde dikilen tacizciler, çetrefilli yollar... Bunlarla yaşamaya o kadar alışmış, erkek doğası denilen efsane hakkında o kadar çok şey öğrenmiştik ki, nerelerde erkek bakışıyla dürtüldüğümüzü, saat kaçtan sonra sokağa çıkamayacağımızı ve kimlerle konuşmamamız gerektiğini küçüğünden büyüğüne hepimiz ezbere biliyorduk. Sokakların ve saatlerin binde biri, evin bir tek mutfağı bizimdi. Saatlerin kalanı erkeğin arzularını tatmin etmek, evin kalanı temizlenmek için bizi bekliyordu… Şu anda taciz olarak tarif ettiğimiz pek çok davranış 1930’larda, 1940’larda çalışan kadınların işlerinin bir parçası olarak görülüyordu. 1935’te basılan bir ‘iş görgü’ kitabında, “Cazibeli olan her genç kadın, farkında olmasa da ve bunu hiç istememiş olsa bile tahrik edici olabilir. Bununla baş etmeyi öğrenmek kızların iş hayatındaki eğitimlerinin bir parçasıdır,” deniyordu. İş verimliliğinin artırılması için, kadınların cinsel tacize uğramaması, bunun için de hem çalışıp hem kaçmaları gerekiyordu yani. Bu açıdan, cinsel tacizin tanımının (1975) Çalışan Kadınlar Birliği olduğuna da şaşmamak gerek. Kadının kamusal alanda gücünü artıran ya da gösteren, başlı başına birey olduğunu hatırlatan her türlü görüntüye karşı söz konusu olan tahammülsüzlük, cinsel tacizin iktidarla olan ilişkisini işaret ediyor. Tıpkı taciz ve milliyetçilik arasındaki ilişki gibi... Kadınlara yönelik suçlarda devlet organlarının işlemediği bir ülkede erkeklerin tacizine karşı koyabilmek erkekler-arası hesaplaşmaya bırakıldığından, yılbaşındaki taciz olayında kadınların yabancı olmasından ziyade yanı başlarında tacize uğradıkları sevgililerinin yabancı olması, olayın şifrelerini çözüyor. Çünkü pek çok Türk erkeği yabancı bir erkeğin kendisi kadar ‘namusuna düşkün’ olmadığını düşünüyor. Zillah Einstein’a atıa bulunursak, bir taraan, “Türk olmayan bir erkeğin Türk erkek kadar erkek olamayacağı” fikri hakim. Yani namus ve Türk olmak arasında doğrudan bir bağlantı kuruluyor. Taciz edenlerin adaletinden bıkan, kadının memesi üzerinde döndürülen dünyaya meydan okuyan feministler, 20 yıl önce yaptıkları ‘mor iğne’ eylemini 11 ocak’ta tekrar başlatarak, her cuma akşamı Beyoğlu’nda mor iğneleriyle birlikte konuştu... Hiçbir tacizci, kendisinden kibarca rica edildi diye tacizinden vazgeçmeyeceğinden gözleri yumuk erkek adaletine seslerini yükselttiler. Ve hiçbir taciz hak edilemeyeceğinden, kadınlar mor iğnelerini hep birlikte, tacizcilere ve tacizciyi koruyan devlete batırdılar...
Mi OMUZUMA, ÇIKTIM ASFALT YOLLARINA!.. . ortak görüşü her arkadaşın en azen, kadınlar m he de bildiri ylem a uzattığım olan kadınların k ke er iğ nelere erkekler da ın bu ar ı as yanl ah D . dı atıldı. ıy almamas Bazı erkekler de ri daha le ne veya iğnelerden iğ ya , ve “Y iri av alsana!” diye arın çoğu bild yanındaki kadı iyordu… kadın arkadaşl ed dd re le nı ey m ‘t eşvik’ etti… mse ziyade bir küçü or iğne kampa nyas iğneleri ise sade ının bildirileri kadınlara ve er keklere, ce kadınlara ve rildi. Erkekler bildiri vermem e de iz on ek çok la rla dayanışmay gösteriyor. İğ ı önemsediğim nenin sadece izi genç erkek, kadınlara veril feminizmin gö m esi konusunda st erdiği iradeye “Kadınlar ise ‘erkeklerin kadınlarca, ka sadece dınlar tarafında da taciz ediyor” n yapılan işlere açısından ayrıc al ışmaları’ a önem veriyorum diyerek kendilerini iğneleri alarak . Kaldı ki, erke ‘y klerin bu anlarındaki ka savundu. Bu dınları taciz ed batırma’ şakası en nı le n da ciddi cidd re iğneyi türden, “Çapkın i yeni bir nam modeline dönü us koruma şebileceğinden kızların ateşi korkuyorum, açık açık. altındayız,” imalarının, çoğu rsunuz,” nelerle uğraşıyo dar z si en rk va kez cinsel özgürlük iş a aşımızda bunc ralayarak ne ka eleri tek tek sı adına başka türlü irm şt rgusu le el öz i, is tepk olduğumuz vu de in iç et liy gu sonuçlandığını eş epiniz akp düşmanısınız! gereksiz bir m kek için taciz ile ” diyen ru, pek çok er biliyoruz. En oğ D n. te za le yok. Biz k bi i is de rş oldu, öpüşen bir çifti gö ra k tanıdı ye ço hi r ğe z de ci r sterip, ta bi kabasından, ben ında kede “E burada da taciz var!” elleştirme aras mayacağı bir ül ol in er el diy irm ın enler şt otobüste, vapurda, öz ar özelle kadınl de. “Popülizm yapıyors kadınlar içinse lleştirmeler ve ze un Ö uz k. !” diy yo i e is sokak köşelerinde te var. İş garant kızıverdi bir büyük adam edilmemenin ı bir beslenme yl la . Am do a e en is ilginci, amiyane tabirle da asın ada, kafayı bulmuş gayet mo sömürülmesi ar düğü bir düny ür m de sö rn giy nı im sa li, ze ‘fortçuluk’ yapan in taci sanın kulacığı küpeli çok genç nu hatırlatarak bu yüzden, in ğu du bir ol erk n eğ dı in, ka bir kadın olduğunu “Bu çok yaptığını Türk gelenekler sömürülenin en ine ay kır ı!” hiç sanmıyorum. diy e z. çıkışmasıydı!.. karşı duruyoru
E
P
B
M
B
“Benim kocam çok iyidir; içkisi, kumarı yoktur” diye avunmak zorunda kalan kadınlar, bir gece yarısı bulunmaları sakıncalı bir yerde bulunduklarında, ‘salata yapan erkek’lerin de bir tacizciye dönüşebilmesi için tek gereğin ufacık bir fırsat olduğunu, kocalarının canları istediğinde kadınların ‘üstüne çıkışının’ bir tecavüz olduğunu görecekler belki de. Çünkü bir saldırgan/tacizci açısından
H
gözle taciz ile tecavüz arasındaki tek farkın ‘imkan meselesi’ olduğunu biliyoruz artık. ‘Şart’ dedikleri eğitim ise, erkek tacizini modernleştirmek dışında çok bir katkı sağlamıyor; eğitimsiz olan elle, eğitimlisi gözle taciz ediyor... Bu ikisi arasında tacize uğrayan açısından elbette bir fark var ama bu farkın erkek egemen dünyayı dönüştürebilmesi için yaptırım gerekiyor. Neticede mor iğne eylemleri ciddi ve
B K
ir ara, kadınlar ın ne yaptığın ı anlamaya çalışan yaşlı bi r amcanın foto ğrafını çekmek istedi ğimizde, adam maraton koştu. bastonuyla
adınların da erkeklerin de çoğu, ‘kadınların o saatte sokakta bulunmasının’ tacizi haklı çıkardığını düşünüyordu. Zaten toplumsal cinsiyet denilen şey, tehlikenin kaynağına bakmaksızın sindirdiğimiz cinsiyet rolleriyle ilişkili. Herkes taciz edenlerin ‘uzaklardan birileri’ olduğuna inanarak, kendisini korumak isteyenlerin, “Sokağa çıkma!” öğütleriyle büyüyor. Çünkü kendisi, kardeşi ya da hiç olmazsa babası bir erkek! Yılbaşı soğuğunda kadınların üzerinde kalın montlarla tacize uğramasına karşın, ‘o saat ve sokak’ ikilemesine ‘o kıyafetle’ mazeretini ekleyenlerin varlığı -kadının kıyafetinin tacize yol açtığı düşüncesi-, pek çok insanın kadınları olayın niteliğine göre kafasında yeniden giydirdiğini de gösteriyor. Kadının, misal, askılı bluzla tacize uğraması hakkında varılan ortaklık ise bana yıllar önce bir arkadaşımın peşine takılan adamın, iş karakola gidince sürekli olarak, “Barda tanıştık ama!.. Bunu da tutanaklara geçirin!..” diye çıkışmasını hatırlatıyor. Nitekim kadınlar tacize uğramaya görsün, mazeret bulmak kolay...
neşeli geçti... Pek çok kadın bize katılmak istedi. Dağıttığım bildirileri alan herkesin -istisnasız herkesin, hepsini takip ettimbildiriye en azından bir göz atması insanların feminizme ilgisiz olmadığını gösteriyor. Başörtülü, Kürt, eşcinsel demeden bedenimize sahip çıkmak, kadınların gücünü fark etmek, “Ben aslında çok feministimdir,” diyen harika kadınlarla tanışmak çok güzeldi. Her eylemimizin bir
yıldızı, her umudumuzun bin fişekleyicisi, her yorgunluğumuzun binbir dindiricisi vardı. Kadınlar ne yaptıysa elinin hamuruyla yaptı! Modern dünyanın bencilliğinde adalete kadınca sahip çıkmak için bir arada olduğumuzu bilmek umudumu tazeledi. Çünkü kadınlar, hep birlikte, daha güçlü! mor_igne@yahoo.com.tr http://www.morigne.blogspot.com
5
her kötülük biz yahudilerden sorulur!..
İkinci cumhuriyetçiler rahatsız!
Y
alçın Küçük’ü televizyonda ilk gördüğüm zaman çok inanmayın. Ben bu palavralara inanarak gümledim. 1997 şaşırmıştım, kim bu kafasında kalpakla tükürükler Uzak Doğu Krizi çıktığı zaman, şans eseri Hong Kong’a yeni saçarak konuşan adam diye. Cahilliğimi mazur inmiş, oradan da fuar için Çin’e devam etmiştim. Bir haa görün, ben teknik ve ekonomik süreli yayınları okumaya sonra Hong Kong’a geri döndüğümde parası yüzde 25 değer meraklı olduğumdan bu zatı daha evvel ıskalamışım. Allah kaybetmişti. Hiç unutmuyorum, bindiğim bir taksinin şoförü var üslubu hem hoşuma gidiyor, hem de fikirlerinin bazılarına bir haada borsadaki parasının yüzde 40’ını kaybettiğinden yürekten katılıyordum. Haalar geçtikçe adamın müptelası neredeyse intihar etmek üzereydi. Tabii ben de bu krizin oldum; bir-iki sefer kitabını almaya niyetlensem de benim gibi Türkiye’yi vurup vurmayacağını düşüne düşüne yurda dönüş sıkıntılı adamlar için çok kalın kitaplar neşrediyor. Ama Yalçın yaptım. Abi, baktım ki o zamanın devlet bakanlarından biri, Küçük sayesinde memleketin yarısıyla akraba olduğumuzu ağzında purosu, “Bu kriz bizi vurmaz, bizim Uzakdoğu’yla öğrendim!.. ticaretimiz çok az. Uzakdoğu nere biz nere?!” diyor, ben Üst düzey politikacılar da var arada. Adam isme bakıp de gençliğim, hırsım ve kendini bilmezliğimle, kredi alıp şakkadanak diye hangi Uzakdoğu’dan ithalat yaptım. millete ait olduğunu söylüyor, Uzakdoğu’daki kriz bize hemen “Bunlar judaik, bunlar gelmedi gelmesi sekiz–on Sabetayist,” diye. Valla ben ayı buldu. Ama gerçek bir böyle isimlerle cemaatimizde tsunami gibi vurdu. Tam hiç karşılaşmamakla birlikte, benim mallar gemiden inmeye herhalde bir bildiği vardır başlamıştı ki, bankalardan da diye düşünüyorum; adam bana fakslar gelmeye başladı. bir de koca koca kitaplar “Faiz oranlarımız artmıştır,” getiriyor yayına, kimse o diye. Bu öyle bir hale gelmişti kitapların referans değeri olup ki Senelik yüzde 75 olan faiz olmadığını bilmemekle beraber oranım, 20 gün içinde yüzde taşımış oraya kadar, hikmeti 170’e çıkmıştı. Tabii mallar da getirmesinde. aynen elimde patlamıştı. Herkes Öğrendim ki, Kuzey Irak’taki ticaret yapmayı kesmiş, onun Kürtler de aslında Yahudiymiş. yerine bankalara mevduat Yani biz ne kadar kalabalık bir olarak paralarını yatırmaya milletmişiz de haberim yokmuş. başlamışlardı. Nasıl olsa Tabii bizim bu politikacıların benim gibi açıkta yakalanan Kendi kendinin heykelini yaptırıp evine ‘diken’ da ara sıra İsrail’e öelenmeleri, Yalçın Küçük, meğer ikinci göbekten akrabaymış bize!.. dangalaklar bu arkadaşların Hamas’ın sürgündeki liderini faizlerini dayanabildikleri davet etmeleri falan göz boyamadan başka bir şey olmasa sürece ödeyecekti. gerek. 1,5 yıl sonunda, aldığım Amerikan Doları krediyi tam iki Biz ne menem halkız ki her kötülüğün altından biz katı faiziyle ödedim, sonra da ruhumu bankalara teslim ettim. çıkıyoruz. Ekonomik kriz mi var? Altında Yahudiler var!.. İşin tek iyi tarafı bankalara bir borcumun kalmamasıydı. Ama Deprem mi oldu? İsrail çok yeni bir teknolojiyi bizim cepte de leblebi bile alacak delikli bir lira yoktu. İronik olan, üstümüzde denedi!.. Kırım Kongo kanamalı ateşi salgını bizim hanımın da bankanın birinde kredi pazarlama müdürü mı başladı? Sebebi İç Anadolu’yu ziyarete gelen Yahudi olmasıydı. “Yahu, bu olmaz, yaptığınız turistlerdir!.. yanlış; biz olmazsak siz olamazsınız,” Benim anlamadığım tek şey, bu kadar dememe rağmen parayı bankaların becerikli ve entrikaya karışmış olan zorla vermediğini ve hesabımı iyi cemaatimizin bir kısmı, her sene maddi yapamamanın bankaların günahı olanaksızlıklardan ve yeni dağ kanunlarının olamayacağını savundu. Ama geçerli olduğu ticaret hayatına ayak atalarımız ne demiş? Keser döner, uyduramadıklarından, bu ülkeyi terk sap döner, gün gelir hesap döner. etmek zorunda kalıyor. Politikacılar bizle 1998’de beni batıran bankaların akraba oldukları halde, hiç bizi kollayıp çoğu 2001’de kendileri battı. da birkaç ihaleyi ‘cemaat kardeşleri’ne pas Batmayanlar da batıktı ama ‘devlet etmiyorlar; varsa yoksa hep ‘hocaefendi’si baba’ onlara bir omuz vermişti. Amerika’da olan cemaati tercih ediyorlar. Şimdi böbürlene böbürlene başarı Belki bizim paylar Amerika’dan bize havale hikayesi anlatılan çoğu işadamının ediliyordur ama inanın bana hiçbir faydası cebindeki para, senin benim yok; kandırılıyor olabilir miyim? paramdır. Buna da Türkiye’de Neyse, sonunda duydum ki, söz konusu zat başarı denmektedir. da, yani Yalçın Küçük de ikinci göbekten mi, Dünyanın gayri safi milli üçüncü göbekten mi ne Judaik çıkmış. Olsun hasılasının üçte birini üreten ben onu akrabam olarak da severim. Hem bir ülkede çıkan krizin önemini, söylediklerinde doğruluk payı olmasa, geçen “Onlarda mortgage var, bizde yok,” deyip haalarda televizyon yayınına son vermezlerdi. Yalçın geçiştirenler ya akıllarını peynir ekmekle yediler, ya da etrafa Küçük’ün yeni programlarını sabırsızlıkla bekliyorum… çaktırmadan pozisyon kapatmaya çalışıyorlar. Abi, ben geçmiş deneyimlerime dayanarak tıpayı hazırlamaya başladım; İktisadi ‘tıpa’ önerilerim borcumu elden geldiğince azaltıp, kenara para koymaya Efendim, vatandaşa hayrım dokunsun diye, bize atfedilen çalışıyorum. Size de tavsiyem dalga gelmeden, kayığı elden o ‘çok iktisadi’ kimliğe dayanarak, size bir hikaye anlatayım geçirmeniz. isterim. Ben 29 yaşında batmayı becermiş bir süper yetenek Hepinize deliklerinizi kapatabilecek uygun tıpa bulmanız olarak diyorum ki, sakın ‘Kriz bizi vurmaz’ palavralarına dileğiyle…
6
m
sabetay behar
AKP hükümetinin Anayasa değişikliğini “türban”a ve kadınların kamusal alanda kapanma özgürlüğüne kilitlemesi iktidara başından beri koşulsuz destek veren neoliberal aydınlarımızı sıkıntıya soktu. AKP’yi bu ülkede gelmiş geçmiş en demokratik hükümet olarak tanımlayan pek çok yazar-gazeteci bir anda hükümeti eleştiri yağmuruna tuttu; imza kampanyaları başlatıldı, başbakanla ters düşüldü, azarlar işitildi filan… İkinci Cumhuriyetçilerin ve AKP destekçilerinin önde gelenlerinden Mehmet Altan da, başbakanı kızdıracak açıklamalar yaptı. Vatan gazetesinden Mine Şenocaklı’yla konuşurken şöyle diyordu: “Türkiye aslında sosyal sınıfları olmayan bir ülke. Bizde gerçek bir proleterya, bir burjuvazi sınıfı sözkonusu değil. Marksizm, liberalizm gibi düşünceler yeterince boy atmamış. Buradaki etkin temel unsur milliyetçilik ve Müslümanlık. Ama bunu Müslümanlık ve milliyetçilik dışındaki bir anlayışla, sınıfsal bir çerçeve içinde analiz edersek, bugün CHP’nin devlet bürokrasisi etrafındaki bir elitin, AK Parti’nin ise devlet elitinin dışındakilerin sözcülüğünü yaptığını görürüz. Yani Türkiye’de iyi eğitim görmüş, dil bilen, dış dünyayı tanıyan, nispeten tuzu kuru olanların devlet bürokrasisinin etrafında kümelenmiş ve CHP’ye yakın olduğunu, tutunamayanların, iyi eğitim görmeyenlerin, dar gelirlilerin de AK Parti etrafında mevzilendiğini görürüz. Bu bir sınıf savaşıdır. Ama burjuvazisi ve proleteryası olmayan, tuzu kurularla yoksullar arasındaki bir sınıf savaşı...” Allah allah, demek ki ülkemizde burjuvazi, proleterya yokmuş da, “iyi eğitim görmüş, dil bilen, dış dünyayı tanıyan, nispeten tuzu kuru olanlar”la, “iyi eğitim görmeyen, dar gelirliler” arasında sınıf çatışması varmış… Ona biz “zümre savaşı” derdik eskiden, ki daha o zamanlar Ülker Çikolataları Godiva’yı satın almamıştı henüz… Hocanın Türkiye’de olmadığını iddia ettiği işçi sınıfı tarihi için ise, Tevfik Çavdar’ın Nazım Kitaplığı’ndan yayımlanan “Türkiye işçi sınıfı tarihinden kesitler” adlı kitabını tavsiye edelim bari. Saygılar...
ESRA ARSAN Zaman Gazetesi de sansürcü çıktı!.. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından beri düzenli olarak Zaman Gazetesi’nde yazan Alev Alatlı, geçtiğimiz günlerde gazeteye yolladığı “İçerden mırıldanmalar” başlıklı yazı yayımlanmayınca şaşırmış. Yazarın Türban meselesini ele aldığı makalesinin yayımlanmama gerekçesi, yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı’ya göre “okur hassasiyeti”. Ne diyormuş peki okurları hassasiyete itecek bu yazısında Alatlı; hep beraber bakalım: “Kadın/ana koşulsuz sevginin simgesidir. Toplumun, yasaların, hatta kutsal kitapların dayatmalarına rağmen doğurduklarından
vazgeçmeyen, terörist torunundan da, eşcinsel oğlundan da, konsomatrist kızından da kopmayandır. Hiç bir ideolojinin yada toplumsal kurgunun ya da inancın selâmeti anayı çocuklarını feda etmeye iknaya yetmezken, kadın, pederşahi kuralların inşa ettiği dünyanın iflâh olmaz muhalifi olarak tebarüz eder. Bu iflâh olmaz
muhalif, yeri geldiğinde tüm kuralları çiğneyecek, oğlan ya da kız, suçları ne olursa olsun, doğurduklarının esenliğini sağlamaya çalışacaktır. “Ağlarsa ana ağlar gerisi yalan ağlar” olgusu, kadın unsurunun beşere sunduğu eşsiz sığınağı minnetle ulularken; kadının kendisi yeryüzünde gözlenen tüm karışıklıkların (fitnenin) müsebbibi olarak takdim edilir, dünya
kurulalı beri.” Liberal, innovative, neo-liberallerin gözdesi Zaman Gazetesi, okurlarının bu türden bir felsefeyi kaldıramayacak olduğunu düşünmüş anlaşılan… Alatlı, kendisinden beklendiği gibi düzenli olarak laik(çi)lik eleştirisi yapsaydı, yazıları sansürlenmezdi zannımızca; lakin, iş “erkek egemen İslami kültür”ün eleştirisine gelince, destur bismillah çekilmiş kendisine direktöman. Bakalım neo-liberallerimizin başına daha ne felaketler gelecek. Bizi izlemeye devam edin.
Bağımsızlığı gülsuyuyla kutlasalarmış!.. Yeni Şafak yazarı Hakan Albayrak Kosova’nın bağımsızlık ilanını şöyle değerlendirmiş: “Ortalıkta haddinden fazla Amerika Birleşik Devletleri bayrağı var (bana göre bir tanesi bile haddinden fazla)... Üstüne bir de Avrupa Birliği bayrağı... Kosova’nın mı bağımsızlığı kutlanıyor Amerika Birleşik Devletleri’nin mi, kutlanan şey gerçekten bağımsızlık mı yoksa ABD yahut AB’ye iltihak mı, belli değil. ‘Henüz milli marşımız yok’ diye, milli marş yerine Avrupa Birliği’nin müzikal sembolü olan Beethoven’in 9. senfonisini çalmış Kosovalı kardeşlerimiz. Keşke Kosova Kurtuluş Ordusu marşlarından birini tercih etselerdi.Bağımsızlık ilanı münasebetiyle ‘Inedependent’ diye bir şarap üretilmiş. Independent, yani İngilizce ‘Bağımsız’. Nüfusunun tamamına yakını Müslümanlardan oluşan bir ülkenin bağımsızlığı niye şarapla kutlanır diye de sormak lazım, ama ‘serde laiklik var’ deyip bu soruyu geçiyor ve şu soruyu sormakla yetiniyoruz: ‘Bağımsız’ niye İngilizce? Hadi, ABD bayrağını, AB marşını anladık da, elalemin bağımsızlık kutlaması için içtiği şaraptan sana ne kardeşim? Şarap içmeyip de gülsuyu mu içeceklerdi?.. AKP’lilerin büyük bir hızla traştan sonra
Haber yazılacaaaaak! Yaz!.. Kuzey Irak’ta 21 Şubat akşamı başlayan kara harekatından bir gün sonra Genelkurmay Başkanlığı akşam saatlerinde bir açıklama yayımlayarak televizyonlarda yeralan bazı haber ve görüntülerin yanlış ve taraflı olduğunu söyledi. Genelkurmay’dan yapılan açıklama şöyleydi: “Bu uygulamaların iç ve dış kamuoyuna yanlış mesajlar verdiği ve bazı durumlarda gereksiz gerginliklere ve beklentilere yol açma tehlikesini taşıdığı muhakkaktır. Sınır ötesi kara harekatı ile ilgili bilgiler Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklamasında yer almıştır. Bunun dışındaki bilgilere itibar edilmemesi gerekmektedir. Ayrıca terör örgütünün, haber ajansı kisvesinde yayımladığı ve tamamen örgüt propagandası amacı taşıyan açıklamalara rağbet edilmemesi, yürüttüğümüz mücadele açısından büyük önem taşımaktadır. Harekatın gelişimi hakkında tamamlayıcı bilgiler, gerektiğinde Genelkurmay Başkanlığınca verilecektir.” “… itibar edilmemesi gerekmektedir!” vurgusuna dikkatinizi çekeriz. “Gerektiğinde biz size haber veriririz” açıklaması da enteresandır tabii. En iyisi gazeteciler oturup beklesinler, askerler gerektikçe savaşa ilişkin haberleri yazıp, başlığı, fotoğrafı, görüntüsü ve resimaltıyla paket teslimi yaparlar haber merkezlerine. Ordu Propagandası Haber Ajansı hizmetinizde!
kolonya kullanımını bile yasaklamaya çalıştıkları bir dönemde, Ömer Hayyam’ın şu dizelerini yeniden okumakta fevkalade fayda görüyorum; şerefinize!: Ferman sende, ama güzel yaşamak bizde: Senden ayığız bu sarhoş halimizde. Sen insan kanı içersin, biz üzüm kanı: İnsaf be sultanım, kötülük hangimizde?
En iyi kadın, evde oturan kadındır... Türbanı “insan hakları” kapsamında ele alıp temel özgürlükler çerçevesinde topluma empoze eden AKP, hazırlıkları uzun süredir devam eden istihdam paketinde kadın işçiye pozitif ayırımcılık önerenleri geri çevirmekle kalmadı, kadın işçilerin varolan haklarını da ellerinden alacak düzenlemelere sıcak baktığını açıkladı. Ntvmsnbc’nin haberine gore, “Başbakan Tayyip Erdoğan başkanlığındaki geniş katılımlı toplantının ardından pakette bazı değişikliklere gidildi.Kadın istihdamının artırılması amacıyla planlanan teşvikten Başbakan Erdoğan’ın isteğiyle vazgeçildiği belirtiliyor. Edinilen bilgiye göre, kadın çalıştıran işverenlere 5 yıl boyunca Hazine’den SSK işveren primi desteği verilmesini öngören düzenlemeye Başbakan Erdoğan, ‘ayrımcılık olur’ gerekçesiyle sıcak bakmadı.” Meclis Plan ve Bütçe Alt Komisyonu’nda görüşülen Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık
Sigortası Yasa Tasarısında yer alan yeni düzenlemelerden bazıları şöyle; - Bekâr, boşanmış kadınlar 25 yaşını doldurduktan sonra annesi ve babasının sağlık sigortasından faydalanamayacak, - Ölen anne ve babasının aylığından ve sağlık sigortasından faydalanan kadınlar artık bu haktan yararlanamayacak, - Ev emekçisi kadın eşinin sağlık sigortasından yararlanamayacak, - Kadınların emeklilik yaşı 58’e yükselterek kadınların emekli olması hayal olacak, - Analık hallerinde kadın iş göremez durumdaysa ücretinden kesilecek, - Kreşin yanı sıra iş yeri doktoru ve emzirme odası kurma zorunluluğu da ortadan kaldırılacak, - Doğum yapan sigortalı kadınların altı ay emzirme süresi bir aya düşürülecek. Ayrıca emzirme yardımı da kesintiye uğrayacak. “Kırsınlar bacaklarını otursunlar evlerinde” yasası adeta.
7
SITKI DEMiRKAN - KASABA NOTLARI Fonda akan melodi için jenerikte utanmadan Kıraç diye yazabiliyorlar. “Korsakov’un çoluğu çocuğu yok nasıl olsa, telif davasına falan bulaşmayız” rahatlığı klasik müziğe aşina herkesin tüylerini diken etmekte. Kıraç kardeşimizin intihal konusunda ilk vukuatı değil, Fenerbahçe’nin 100. Yıl Marşı’nı da Avusturya İşçi Marşı’ndan esinlenmişti bizim hemşo.
K
oca Tanrı zeval vermesin ve dahi başımızdan eksik eylemesin, Editör Hazretleri giden ayın yirmi küsurunda telefon açıp; “Evladım iki yazı yazdın ‘gözün’ kalktı, niçün bu kadar geç gönderiyorsun yazını?” şeklinde kalayı basınca, ben o işin orada kalacağını zannetmiştim. Lakin bu basın-yayın teşkilatının bir de yaptırımı varmış: Benim yazıyı yarıda kesmişler. Girişten ibaret bir abukluk çıkmış ortaya benim şubat ayı için anlattıklarımda, ki siz muhterem okurlarımızın da ilgisini çekmiştir. Laf aramızda kalsın bu biraz da işime geldi benim. Dillere destan tembelliğimin, yeni bir konu ve yeni sözcüklerle sekteye uğramasının bir ay bile olsa ertelenmesine sebebiyet verdi bu durum. Vaziyet bu minvalde seyrettiği için şimdi kaldığım yerden devam ediyormuş gibi geçen ay yazdıklarımı süreceğim gözlerinizin önüne. İşin akılları battal edecek kısmı prime time’da cereyan ediyor demiştim ya, diziler başı çekiyor yaratılan sersemleştirme ortamının oluşturulmasında. Ben ki Savaş Yurttaş’ın Kavruk Hasan tiplemesiyle bir dakikalığına aileden biri olduğu zamanlardan bu yerli drama bağımlısıyım. Bizimkiler, Ferhunde Hanımlar gibi, uzun soluğun bokunun çıkarıldığı serileri dahi bıkıp usanmadan takip etmişimdir. Fakat öyle bir noktaya gelindi ki, benim sabrımın sınırı bile yerle yeksan oldu. Her kanalda haa içi her akşam iki dizi var. Ne olduğunu açıklama gereği dahi duymadan birini yayından kaldırıp birini servis ediyorlar, işin rakamsal boyutunun vardığı nokta dumur ötesi.
Dizi dizi inciyim...
Yazacağınız senaryonun!..
Amerikan kanallarından arak bol kahkaha efektli sit-comlardan, muhayyele ötesi bir feodalitenin tema olarak işlendiği ağa dizilerine değin, izleyip, “Yazacağınız senaryonun da, kullanacağınız yöre ağzının da …” diye saydırmanın kaçınılmaz son olmayacağı bir yapıt yok. Bir de dönem dönem furya oluşturuyorlar. Bir tanesi şu meşhur rating ölçüm cihazlarının sonuçlarını kendi lehinde gösteren bir eser vücuda getirdiğinde, öbürleri şekere üşüşen sinekler gibi kanat vızıldatıyor hadiseye. Aynı konunun üç aşağı beş yukarı şekilde işlendiği dizilerden geçilmiyor ortalık. Hayır, izlenip geçilse belki bu kadar yıkıcı bir etki yaratmayacak. Ve fakat dilin kemiği yok, olayın kurgu olduğuna zerre kadar değer verilmeden ciddi ciddi tartışmalar yaşanıyor yurdun dört bir yanında. “Yüzellibin dolara verilir mi, verilmez mi, verilirse lösemili çocuklar vakfı işlevini yitirir mi, yitirmez mi?” şeklinde anket
8
blogu açtı o vakitler bir radyo, internet sitesinde. Tabipler Odası’ndan bir yetkili de çıkıp; “İlik nakli için gereken miktar taş çatlasa yirmibeşbin doları geçmez” diyerek, Şehrazat’ın Onur’u keklediğini ima etti. Sırf bu geyiğe yeni yerlerden katılabilmek uğruna hiçbir sahnesini kaçırmadan diziyi takip etti yurdum insanı. Nasıl bir sabır altyapısı varsa, yönetmenin aynı repliği her iki oyuncuya da aynı ifadesiz suratla tekrar ettirdiği sahneleri bile manidar bulmayabiliyorlar. Geçiş sahneleri de dizideki olay örgüsüyle eşzamanlı, İstanbul’un helikopterle çekilmiş görüntüleri. On dakikalık olay örgüsü sündükçe sünsün, 120 dakikayı doldursun
diye yaratılan teknik mucizeler. Fonda akan melodiyi de jenerikte utanmadan Kıraç diye yazabiliyorlar. “Korsakov’un çoluğu çocuğu yok nasıl olsa, telif davasına falan bulaşmayız” rahatlığı klasik müziğe aşina herkesin tüylerini diken etmekte. Bu; Kıraç kardeşimizin de intihal konusunda ilk vukuatı değil, benim bildiğim kadarıyla. Fenerbahçe’nin 100. Yıl Marşı’nı da Avusturya İşçi Marşı’ndan esinlenmişti bizim hemşo. Hoş, fikir hırkızlığının dur noktası yok dizi piyasasında maalesef. Adamlar; Damdaki Kemancı’nın bile aynısını çekebiliyorlar, yahu bari adamı sütçü yapmayın be, yuh be! Bir de yüzeysel
algılarıyla tarihi dış hikaye olarak kullanmaktalar ki, anlatılanın aslını astarını biraz bileni hıçkırıklarla ağlatır. Biz Berrak Tüzünataç’ın yüzü suyu hürmetine seyrediyoruz da, nereye kadar tahammül edeceğiz bilmiyoruz. Sihirli, büyülü fantastik hikayelerin yarım yamalak teknik olanaklarla işlendiği, el kadar bebelerin aklını karıştıranlar mı istersiniz? Amerika’ya bile racon kesecek kadar ağır abilerin, üfürükten filozof takıldığı yapıtlar mı dilersiniz? Yok yok sanal alemde. Seyreden hipnoz olur tabii kaçınılmaz olarak. Komşunun torunu kendini ışınlamaya çalışır, otopark deynekçileri gözünün üzerinde kaş olmasına bozulup posta koyarlar, neymiş, hayal perdesi. Yaradanım sen aklımıza mukayyet ol. Kutu açmaca Şimdinin furyası da kutu açmaca oyunu. Formatı tabii ki bir amerikan kanalının ‘Deal or no deal’ından lisanslı aşırmaca. Yalnız bizim memlekete gelince formatta bayağı bir deformasyon oluşuyor. Orijinalinde hiç düşünülmeyen, olaya dram katma uyanıklığı bizde cıvık cıvık kullanılabiliyor. Katılan her ‘yarışmacı’, paraya ne kadar ihtiyacı olduğunu, kazanacağı üç-beş kuruşu hangi derdine deva edeceğini milyonlara mıknatıs olarak sunuyor. Milyonlar da kendi dertlerini unutup, teklif ettiği rakamı beğenmeyerek Hamdi Bey’e küfür kafir oluyor. Bu bizim memleketin özdeşleşme olgusu, dikkat çekecek derecede hep entipüen mecralarda yürürlükte nedense. Kendine zerre kadar dönüşü olmayan, hatta olaya seyirci olduğu için kazığın dolaylı olarak kendi ense köküne kadar ilerlediği olaylarda pozitif özdeşleşme. Fakat yarınlarını ipotek ettireceği, daha ince eleyip sık dokuması gereken siyaset arenası söz konusu olunca; “Bana dokunmayan piton bin yıl yaşasın” zihniyeti. Toplaşmış bi alay Haramis; zorlama bir “Birimiz hepimiz” ambiyansı yaratıyor. Dizilerde bahsettiğimiz sündürme gayreti burada, kutudaki miktarı ne kadar hissediyorsun geyiğine evrilmiş. Ben başvurdum da, trajedi yetersizliğinden kabul edilmedim. Yoksa kutudaki miktar görecekti yedi düvel. Bi ara bizim Cunda’da satılan kahve kupaları vardı, içindeki sıvı tükenmeye yakın, yurdumun en meşhur el hareketini içicinin görsel zevkine sunan. Ben de o şekil bir kutu tasarlıyordum AcuR Bey’e. Bir diğer yarışmaymış gibi sunulan garabet vitrini de futbolumuzun güzide isimlerinden, cinsel tercihleri hep tartışmalı mesleğin duayenlerinden bir abinin sunduğu. Yok yok hormonlu hıyar
ALİ OSMAN ŞAHİN pazarlamacısını kastetmiyorum. Bunun titri de, eli yüzü de biraz daha düzgün. Bu yarışmaya da başvurum var ama buna da kabul edilmedim. Bunda da “Hipokrat yeminini bunun için mi ettin?” diye soracaktım sayın hocama. Biraz daha yarışmaya benziyor gerçi, hiç olmazsa soru var, cevap var. Soruların içeriği, cevapların havsala almazlığı bir yana, gerek yarışmacıların, gerekse sunucunun, ve hatta gerekmese de hostes arkadaşımızın tavırları; elde beyzbol zopasıylan stüdyo basıp ortamı darp’a bulama iştahı uyandırıyor. Tüm bu alicengiz oyununun finansal kaynağı da reklam sektörü. Yani iş gene dönüp dolaşıp ekonomiye dayanıyor. Dikkat çekici husus, reklama ayrılan, dolaylı olarak da medyaya aktarılan paranın korkunçluğu. Bu büyüklüğü baz olarak kabul edip, tahlil yapmaya kalkışsak, bu memleketin ekonomik gücünün almış yürümüş olması gerekiyor. Uydu vasıtasıyla izleyip, ülkeler arası ekonomik seviye farklılığını, reklama ayrılan zaman, reklamı yapılan ürünler, reklamın hitap ettiği hedef kitle, reklama harcanan para gibi verileri değerlendirerek, üç aşağı beş yukarı sezinlemek hiç de zor değil. Bu şablonu bizim memlekete tuttuğunda ise bütün ölçekler sapıtıyor. Yukarıda saydığım doneler göz önünde bulundurulduğunda, bu ülkenin İsviçre gibi diğerlerine kibirlenerek bakması lazım. Oysa hepimizin malumu, üç otuz para için bu memleketin iktidar sahipleri oral ofis randevuları dileniyor. İpotek ettirdikleri de sizi bizi geçtim, çocuklarımızın yarınları. Yani gündüz kuşağında kıvama getirecek kadar dövülüp, prime-time’da kafasına indirilen odunlarla iyice bayıltılan bizim analarımız, bacılarımız. Onlar böyle cambazın ip üstündeki atraksiyonlarına dikkat kesilmişken, ceplerinden yaşam cımbızlanıyor. “Şu boyu devrilesi önündekini zıkkımlansa da, bir an önce zıbarsa, ben de rahat rahat Sıla’yı seyrederim” hinliği, memleket yangınına ayıracak enerji bırakmıyor bünyede. Oysa yuvayı dişi kuş yapar hesabı, bu memlekette bir şeyler yıkılıp, yerine daha yaşanası bir şeyler inşa edilecekse, bu dirilişin kıvılcımı nisa taifesinden çıkacak. Dünya Tarihi’ne şöyle üstünkörü bir göz atıversek, bütün devrimlerin inanç kaynağının kadınlar olduğunu göreceğiz. Maria Magdelena’sından, Jeanne d’Arc’ına kadar bu böyledir, gerçekten. Sözün özü; mübarek ‘Kadınlar Günü’nü idrak etmenin arefesinde olduğumuz şu günlerde tüm kadınlarımızı, günde birkaç saat de olsa, televizyonu kapatıp kumandayı saklama anarşizmine davet ediyorum. Dünya sıralamalarında abes derecelerimiz var ya: Trafik kazalarında ilk üçteyiz, ücretlendirme eşitsizliğinde Habeşistan’la çekişiyoruz gibi. Televizyon seyretmede de rekor sahibiyiz durumunun nihayete erdirilmesi gerekiyor. Gün eylem günüdür. Bi vakitler bayağı tartışılmıştı ya; “Devrim kırdan mı başlasın, kentten mi başlasın?” diye, bence ekrandan başlasın. İlk ateşi de kadınlar yaksın… Hem ne demiş atalarımız? “Ladies first!”
Tek tatsızlık, Deutsche Bank’ın geçen yıl fuardan elini çekmesi. Ama geçici bir durummuş, dönebilirmiş; bu defa Akbank Private Banking’le idare ediyorlarmış… Sanat mı konuşacaktık?..
B
Ne ayak?!
aşlığı görünce iyiden iyiye argoya ‘vurduğum’ düşünülebilir. Başlığı 30 Kasım 2007 tarihli Radikal’in birinci sayfasından aldım. Kocaman bir fotoğrafın altındaki cümle tam olarak şöyleydi: “Bu ayaklar ne ayak!” Benim başlığım da bu olabilirdi. Bu soruyu bugün birçok yerde sormak gerekiyor; sanat âlemi için ziyadesiyle gerekiyor… Önce fotoğraf: Fotoğrafta Çinli Wang Du’nun balmumundan yaptığı dev ayak heykelini görüyoruz. Ayak yere basmıyor, tavana asılmış. Hazret, “bir dergide gördüğü Nicole Kidman, Britney Spears ve Ashley Judd’ın kusurlu ayaklarından esinlenmiş.” ‘Sanat âlemi’ deyince magazin dünyasına dalacağım zannedilmiş olabilir. Değil; Batı dillerindeki ‘art’ın peşindeyiz… Gerçi, duvar düşmanlarının gayretiyle, sanatla magazin arasındaki duvarlar erimiş bulunmaktadır. Bu yüzden, magazinden kurtulmak pek mümkün görünmüyor. Ayrıca, bu durum da bir tercih denklemine oturuyor (‘sorunsal’ falan diyebilirsiniz); kurtulmak isteyebilirsiniz de, istemeyebilirsiniz de… Bir kere, karşımızda muazzam bir, evet, endüstri var; muazzam bir piyasa var. Diğer sanat dallarında görülmedik ölçüde yükleniyor sermaye bu alana… Adıyla sanıyla finans kapital, başka kapital türleriyle buluşuyor burada; ‘kültürel sermaye’ ‘sembolik sermaye’, ‘mali sermaye’ kol koladır… Bu sermaye türlerine aşağıda değineceğiz. Burada önemli olan, sermayenin iştahının en açık olduğu alanın burası olmasıdır ve sebepleri vardır. Edebiyat üzerine yazılmadığı kadar, sinema üzerine yazılmadığı kadar ‘sanat’ üzerine yazılıyor. Özünde ‘görsel’ olan bu alan, kıyamet gibi ‘metin’le kuşatılmıştır; bu da gayet ibret vericidir. Bir vesileyle değindiğim Contemporary İstanbul Art Fair II’nun Danışma Kurulu şu isimlerden oluşmaktadır: Ali Güreli, Orhan Taner, Can Elgiz, Leyla Alaton Günyeli, Suzan Sabancı Dinçer, Şerif Kaynar, Nuri Çolakoğlu, Saruhan Doğan, Kortan Çelikbilek, Sema Çağa, Oğuz Özerden, Egemen Bağış, Şakir Eczacıbaşı, Gündüz Vassaf, Hasan Bülent Kahraman, Engin Ansar, Prof. Nazan Erkmen, Çiğdem Simavi, Tarık Yoleri, Necla Zarakol, Arzuhan Doğan Yalçındağ, Begümhan Faralyalı, Erdağ Aksel, Bingül Cerrahoğlu. Şimdi sermayenin türlerine bakalım mı? Genel olarak sermayenin, ki buna ‘ekonomik sermaye’ diyebiliriz; ticari sermaye, sanayi sermayesi, mali sermaye gibi türleri vardır. Bunların hiçbiri sanatkültür meselelerine kayıtsız değildir; farklar güçten, kudretten olduğu kadar görgüden kaynaklanmaktadır… Mali sermaye ise, insan türüyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynayan, satranç oynayan, Rus ruleti oynayan, elle dokunabildiğimiz veya dokunamadığımız ‘âlet’leriyle dünyayı yağmalayan ‘şey’ olarak, deyim yerindeyse, sermayenin merkez komitesidir, genelkurmayıdır. ‘Kültürel sermaye’, bize burada yeteceği şekilde ve
Pierre Bourdieu’nün tanımıyla, “kültürel açıdan önem taşıyan makam ve statüler, kültür alanında meşruiyetleri tanınmış olan zevkler, tüketim kalıpları, yetenek ve ödüller” oluyor… ‘Sembolik sermaye’ de, kabaca prestij ve şöhrettir ve genellikle kültürel sermaye temeli üstünde yükselir. Eh, bu sermaye denen şey, “değişik şekillerde bulunabilen ve taşıyıcısını farklı alanlarda iktidar sahibi yapan değer ölçüsü” olduğuna göre, yukarıdaki listedekilerin sermaye türlerine göre tasnifini siz yapacaksınız… Orhan Taner’in, ki Contemporary İstanbul Art Fair’in direktörü oluyor, hiç şakası yok: “Berlin’in doğusu ile Şanghay’ın batısındaki coğrafyanın bir sanatsal başkente ihtiyacı var,” diyor; “2010’da dünyanın en önemli 10 sanat fuarı arasına gireceğiz. Hatta ilk beş ya da altıya,” diyor… Tek tatsızlık, Deutsche Bank’ın geçen yıl (2007) fuardan elini çekmesi. Ama geçici bir durummuş, dönebilirmiş; bu defa Akbank Private Banking’le idare ediyorlarmış… Sanat mı konuşacaktık? Konuşalım: Taner’le röportaj yapan muhalif ruhlu muhabirlerimiz, Taner’e pusu atmaya gitmişlermiş, ancak “ağızlarının payını almışlar”… “Gazeteciler bir tarafa, hiçbir zaman birbiriyle aynı fikirde olmayan Türkiye çağdaş sanat ortamından tam not” almış fuar. Bizim muhalif arkadaşların tüm derdi de zaten, “danışma kurulunun koleksiyonerlerden ve işadamlarından oluşması, (…) sanatçı ve küratörlerin” yer almaması… Sermaye sizin kalbinizi mi kıracak; muhalif ruhlu Levent Çalıkoğlu, küratör sıfatıyla fuardaki yerini almış işte! Şimdi muhasebeye iniyoruz: Birinci fuarda eserlerin yüzde 74’ü satılmış ve 5 milyon avro para dönmüşken, ikinci fuarda bu rakam ikiye hatta üçe katlanacakmış; ancak, ancak,hâlâ “2 milyar dolarlık aktiviteli” Basel’in gerisindeymişiz… Sanat mı konuşalım? Konuşalım: “İletişim imkânlarının daha önce görülmedik bir şekilde zenginleşmesiyle tanımlanan bir çağda, çağdaş sanat sağırlaşıyor. Kendini yakarak sesini duyurmaya çalışana karşı sağır kalıyor sanat; İstanbul’un yeni sanat mekânlarında, özel sermayeyi arkasına almış galeri ve müzelerde, gözaltı kayıplarını, faili meçhulleri, ölüm oruçlarını konu alan işler bir elin parmaklarını bulmuyor. Bu nedenle, kültürün bir kent için ne kadar gerekli olduğundan ve özel sermayenin devlet-dışı örgütlerle işbirliği içinde kültüre destek vermesinin faydalarından her dem vurulduğunda, ‘kültürel ekonomi ile birbirinin içine geçmiş somut siyasî ve toplumsal çıkarları’ ve bunların ‘imge içinde yoğunlaşma’ süreçlerini sorgulamak gerekiyor.” Bu son alıntıyı yaptığım kitap, Sibel Yardımcı’nın, ‘Kentsel Değişim ve Festivalizm: Küreselleşen İstanbul’da Bienal’ adlı kitabıdır; meraklısı bilir. Hadi bakalım ‘âlem’ciler…
9
memleketin sirk gibi bir durumu var, bunu her daim ispatlamaya hazırız... iddialıyız... Emekliye Fatihalar, Yasinler... Hükümet, türban tartışmaları arasında BağKur emeklilerinin aylıklarından yüzde ıo ‘sağlık sigortası primi’ kesintisi yapılmasını kararlaştırdı. ALİ ERSİN KELLECİ Bakanlar Kurulu kararıyla Bağ-Kur emeklilerinin aylıklarından kesinti yapılması kararı Resmi Gazete’de yayımlanırken, karara tepki gösteren meslek örgütleri uygulamaya karşı duyarlı herkesi tepki vermeye çağırdı. Fırsatçılıkta dur durak bilmiyor şu ‘AK zihniyet’. Ne yapsam da şu kararı aradan sıvıştırıp geçirtsem diye düşünürken, o anki türban geyiği imdatlarına yetişiyor. Bunların köşk işlerine bakan George Clooney çakması noter de bu işi iyi bilenlerden. Askerin Kuzey Irak’a girdiği gün, kamuoyu ve gündem tamamen bu olaya kilitlenmişken türban yasasını onayladı. Halbuki 2 haftadır beklemekteydi masasında. Zaman kollamasını iyi bilen şu imanlı fırsatçılar biraz da emeklilere fırsat verseler olmaz işte. Ancak sahte ‘Fatiha’lar okurlar onların üstüne!
Oval ofiiisleeerdeee neler oluyor?.. ABD’de 4 Kasım’da yapılacak başkanlık seçimleri öncesinde Demokratların adayı Hillary Clinton ile Barack Obama arasındaki ön seçim yarışı hızla devam ediyor. Amerikan halkı seçimlerde kimi destekleyeceğini düşünürken Fethullah Gülen hareketinin ABD seçimlerindeki tavrı netleşmeye başladı. Fethullah Gülen hareketi ABD başkanlık seçimlerinde Demokrat Hillary Clinton’u destekleme kararı aldı. Gülen hareketine yakın işadamları Clinton lehine bağışlarda bulunurken, cemaate yakın, oy kullanma hakkı olan Türk kökenli Amerikan vatandaşlarının da Clinton’a oy atacakları öğrenildi. New York eşrafından Fethullah Efendi, bir ABD patentli Müslüman olaraktan, gerekeni yapıyor doğal olarak. Müslümanlar öldürülüyor, ses çıkarmıyor. Cemaat ABD’ye karşı itiraz edecek oluyor, salya sümük ağlayarak tepkilerini bastırıyor. Kendince dine yeni yorumlar getiriyor, insanları daha fazla ‘şükürcülük’ batağına sokuyor. Sonra bu şahsiyetin peşinden giden yığınlar, yığın yığın güzelleme yapıyor. Salya sümük ağlamakla, ona buna ‘bağış’ yapmakla olmaz bu işler. Koyun postayı ABD’ye de Müslüman traşınızı görelim. Gerisi laf-ı güzaf! Hadi, hazır mıyız beyler? Biir, ikii, üüç…
Düşeş attım yek geldi, kızlar yerine polis geldi...
Müjde, artık maddenin sadece gaz hali yok!
Kadıköy’de sivil polisler, kumar oynandığı ihbarı üzerine 9 Şubat’ta Kızıltoprak’taki Erciyes Kültür ve Tabiatı Koruma Derneği’ne baskın düzenledi. Baskında televizyonda yaptığı programlarında okuduğu şiirlerle ünlenen, daha sonra şiir kasedi çıkaran İbrahim Sadri de kumar masasında yakalandı. Sadri ve dernekte kumar oynadıkları tespit edilen 14 kişiye, Kabahatler Kanunu gereği 100’er YTL para cezası kesildi. Poker masaları, marka ve paralara el konuldu. İslami kesimin önemli şairlerinden biri olan İbrahim Sadri, yeni şiir kaseti için piyasa araştırmasına çıkmış olmalı. Ya da, zar atarken besmele ile işe başlanmasının faydalarını anlatıyordur o an bir ihtimal. Belki, “Hazır gelmişken birkaç el zar da ben döndüreyim,” deyip üflenmiş zar işine girmiştir, kim bilir… Fethullah’a selam, kumara devam!
Polis bundan böyle eylemcileri copla değil plastik mermiyle dağıtacak. Emniyet, sokak gösterilerinde biber gazının kullanımının yanı sıra bu kez de plastik mermi atan, ayrıca topluluk içindekileri renkli boya ile işaretleyebilen Belçika yapımı FN 303 marka 100 adet otomatik tüfek aldı. Tüfekler, bu tür gösterilerin yoğun olarak yaşandığı 10 ilin Emniyet Müdürlüğü’ne gönderildi. Tanesi 2 bin dolar olan mermiler AİHM ve BM onaylı. Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’ndan sonra yüzleri gülen emniyet mensuplarımız şimdi zil takıp oynasa yeridir. Neresinden başlasak, neresinden bitirsek, bilemiyoruz... Yaşasın özgürlükçü hükümetimiz!.. Plastik mermi işi de hayli kârlıymış bu arada. Baksanıza, tanesi 2 bin dolardan satılıyormuş. Öğretmen maaşları fazlaydı, değil mi? Eh, AİHM ve BM de onaylamış zaten… Mis gibi! Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir. Her şey devletin bekası için! Ha bu arada, F Tipi cezaevleri de AB, BM onaylıydı!..
Batının sadece ahlaksızlığını değil, emirlerini de alıyoruz!.. Türbanlı her kapaklarında dergiye ‘tehdit ve hakaret’ telefonları aldıklarını belirten LeMan Dergisi Sorumlu Yazıişleri Müdürü Zafer Aknar, ‘Asacağız, keseceğiz’ diye gelen telefonlarla baş edemeyince iki ay önce valiliğe başvurup telefonlarımızın dinlenmesini ve gereken yasal işlemlerin yapılmasını istedik, ama netice çıkmadı,” dedi. Ayrıca derginin yakılmakla tehdit edildiği de iddia ediliyor. O tehditçiler Salih Memecan mizahından anlar ancak. (Memecan’ın eşi AKP’den Milletvekili bildiğiniz üzere. Kendisi de Abdullah Gül’ün yakın arkadaşı.) Peki, bu zihniyetin yakma hevesi nedir böyle?! Yahu bi gidin başımızdan, elinizi 5 dakika mumda bekletin ve gidin yatın! Kaybolun!.. Ha, bu arada, emperyalistler yat deyince yatan, sürün deyince sürünen, çık deyince çıkan, höt deyince 'Al sana bi göt' diyen bir karakter sahibi olmak nasıl bir şeydir, meraktayız...
En Kahraman Hıncal koptu geliyor! Hey yavrum hey!.. Bu meslekte bir tek kural var: Samimiyet. Düşündüğünü yazdığın zaman ve samimi olarak yazdığın zaman okuyucu bunu hissediyor. Öyle yaptığında da seni okuyanı her gün şaşırtıyorsun. Bana diyorlar ki, “Tam benim düşündüğüm şeyi yazmışsın!” Bunu düşünmek olağanüstü bir şey değil, pek çok insan düşünüyor, Babıáli’deki 25 köşe yazarı da düşünüyor ama bir tek ben yazmaya cesaret ediyorum! (Hıncal Uluç) Gören de cengaver sanacak Hıncal’ı. Neyin cesaretinden bahsediyorsun pembe kazaklı yazar? Gittiğin restoranları, otelleri, yolları, dağları, belleri yazman mı cesaret örneği? Yediniz yediniz doymadınız be kardeşim! Cesaret size kaldıysa, bütün kediler kaplan o zaman!.. Ya da, Erbakan’ın tabiriyle, hadi ordan, hadi ordan!.. Ha, bu arada hareket de çok acayip tabii...
10
Minnoşlara hediye gelmiş, gözünüz mü var? Meclis’te türban görüşmelerinin yapıldığı esnada Tunceli Bağımsız Milletvekili Meclis kürsüsünde ilginç bir soru sordu. Suudi Arabistan Kralı Abdullah geçtiğimiz aylarda gerçekleştirdiği Ankara ziyaretinde 7 tır dolusu ne getirdi? Getirilenler gümrükten geçti mi? Getirilenler kimlere dağıtıldı? Suudi Arabistan Kralı geldiği zaman Tayyip Erdoğan’a ne hediyeler verdi. O konuda da zaten devamlı, biliyorsunuz Hürriyet gazetesinde bir arkadaşımız devamlı diyor ki: ‘Bunlar size ne hediye verdiler, ne yaptınız bunları?’ Kimse açıklamıyor. O bakımdan, benim söylediğim bir tahminden ibaret. ‘Ne var içinde?’ diyorum bu benim gayet doğal hakkım. Bilmek istedim. Ama tabii Türkiye’de her şey susularak unutulmaya çalışılıyor.” diyor Kamer Genç. Kral Abdullah cariyelerini getirmiş olabilir Kamer Bey. Değeri trilyonlara varan hediyeler de, söz konusu tırların içinde olabilir aynı zamanda. Zaten bu iktidar yağlı-ballı yaşamayı seviyor. Hediye edilen altın kolyelerin, zincirlerin, saatlerin haddi hesabı yok. Sırça köşklerde, kürkler içinde, yoksulların gözüne soka soka sefa sürüyorlar. Din, iman, Allah diyorlar sonra. ‘Din de, iman da paraya tekabül ediyor bizim dünyamızda’ demek istiyorlar. Çekiniz bir besmele!
BURAK SÖNMEZER Açıktır, çarşafın altında Meryem Çiçeği falan yoktur. Orada gizlenen çirkin bir Amerikalıdan başka bir şey değildir ve onun da cinsiyeti meçhuldür, onu söyleyeyim....
A
rtemio Cruz ölüm döşeğinde, çarşafın altında, kendi bokunun içinde yuvarlanırken aklına en çok eski kahramanlıkları ve sevgilileriyle nasıl seviştiği gelir… Şu memlekette konuşulanlara bakınca General Artemio Cruz’un Ölümü’nü hatırlamamak mümkün mü? Bir tarafta, marşlar söyleyip, nutuklar atan, Cumhuriyet ve laiklik kahramanı kesilenler; öbür tarafta, Meryem Çiçeği kadar saf ve masum demokrasi aşıkları… Bunların hemen hepsinin kendilerini bir şekilde solda tarif etmesi olsa olsa tanrının kötü bir şakasıdır herhalde.
Hey gidinin rektörleri
Misal şu rektörlerden başlayalım. Hep birden toplanıp Fettullahçı YÖK başkanına kafa tutup Hükümete posta koymaya kalkmıyorlar mı? Efendim neymiş türbanla, sıkmabaşla üniversiteye girilemezmiş. Pes doğrusu. Var olan durumda bu adamların yönetimi altındaki üniversitelere dinci faşistler türbanla olmasa da bıçak ve satırlarla girebilirler mesela. Bu duruma karşı çıkan rektörlerin toplanıp laikliğin zedelendiğinden, bilimsel özgürlüklerinin kısıtlandığından bahsettiğini duydunuz mu hiç? Şimdi tutturdular, üniversite bilim yuvasıymış da, dini simge olmazmış da, laiklik güvenceymiş. Bu dinci faşistler solcu öğrencileri ve akademisyenleri keserken neydi üniversite? Şimdi mi aklınıza geldi bilimin yuvasının adresi? Ayrıca hangi bilimden bahsediyorsunuz diye sorarlar adama? Duyan da esastan bir şey sanacak. Nedir dertleri anlamıyorum. Şu Ural Akbulut, ODTÜ rektörü olan kişi... Eğer o olsaydı YÖK başkanı, Rektörlerin tavırları ne olacaktı acaba? Yeni YÖK başkanını Yusuf Ziya’nın tek suçu laiklikle problemli olması mı? E öyleyse başta Ural Akbulut olmak üzere üniversitenin paralı olması gerektiğini söyleyen birçok rektörün de sosyal devletle problemi yok mu yani? Laiklik bu devletin değiştirilemez temel ilkelerinden birisiyse sosyal devlet ilkesi ne? O öyle değil mi? Bunlar arasında bir statü farkı mı var ki? Anayasa TC’nin niteliklerini sayarken hem laikliği hem de sosyal devleti aynı cümle içerisinde anmıyor mu? Bakınız açıkça söylüyorum, laiklikle problemi olanlar ne kadar yıkıcıysa, sosyal devletle problemi olanlar da o kadar yıkıcıdır. Evet bunların tümü yıkıcıdır ve aynı cephede yer almaktadırlar. Bu cephe Amerikancı cephenin ta kendisidir.
Amerikancı CHP
Hele bir de CHP’ye bakın. Tüm seçim propagandasını Cumhuriyeti kuran parti retoriğiyle birlikte laiklik uyarılarıyla dolduran CHP sonunda meclise girmeyi başardı ama iktidara gelememesinin sorumlusu olarak da halkı suçlamaktan geri kalmadı. Daha ne istiyorlar bunu da anlamış değilim. Yıllardır Mevlanacılıktan, Anadolu solculuğundan, abuk sabuk sağcılarla işbirliğinden başka bir şey
Al sana özgürlük!.. düşünmeyen, Dünya Bankası memurlarını gösterişli törenlerle bünyesine katan CHP, bütün bunlara karşın meclise girmiştir. Şimdi tüm bunlardan sonra CHP’ye sosyal demokrat denebilir mi? CHP basbayağı icatçı parti olmuştur. Mesela ‘Anadolu solculuğu’ basbayağı bir icattır. Yatıp kalkıp düşünmeyi gerektirir. AKP’nin ve Türkiye’de ılımlı İslâmi rejim söylemlerinin bir emperyalist proje olduğu artık bir komplo teorisi değildir. Eğer CHP ‘ılımlı İslâm’la ve onun simgeleriyle mücadele etme kararlılığındaysa, bırakacak Baykal din kitabı karıştırıp türbanın yeri var mı yok mu araştırmayı, antiemperyalizm nedir ona bakacak biraz. Efendim CHP Kurtuluş Savaşı ruhu, heyecanı ve özverisiyle kazanılmış haklara sahip çıkacakmış. Öyle diyorlar… Yukarıda söyledik, türban lafını duyunca rektörlerin aklına nasıl bilimsel özgürlük vs. geliyorsa CHP’nin de aklına İstiklal Harbi ve kahramanlık geliyor. Nerede o yoğurdun bolluğu? Söyleyin de biz de bilelim. Aklına gelen her konuda, önce Amerika’yı ikna etmeyi temel politika sayan Baykal’ın ve CHP’nin antiemperyalizme teğet geçmesi bile mümkün değildir.
Hülyalı aşıklar
Kahramancılık cephesinin karşı tarafında ise zarif bir kadının platonik aşıkları gibi hülyalı bir zümre durmaktadır. AKP onların prensi, demokrasi ve özgürlük ise güzeller güzeli Meryem Çiçeği… Eugene Sue’nin romanı ‘Paris’in Gizemleri’nde olduğu gibi, aslında babası olan Prens Rudolph, kötü yola düşmüş Meryem Çiçeğini kurtaracaktır hayırlısıyla. Tabii AKP’nin Meryem Çiçeği’ni kurtarıp çarşafa sokacağına şüphe yoktur da, bizim aşıklar hasbelkader bir gün o çarşafı kaldırdıklarında altından Meryem Çiçeği mi çıkacaktır yoksa başka bir şey mi o pek belli değildir. Tabii aşk güzel şey; sevmek sevilmek insanca duygular da, bu Meryem Çiçeği’ni bir kere çarşafa, türbana sokarsanız öyle herkese yar olmayacağı da açıktır. Demokrasi ve özgürlük
dediğin şey her zaman birileri için vardır, birileri için yoktur. Bizim aşıklara göre AKP ‘öteki’ler için, dışlananlar ve ezilenler için özgürlük ve demokrasi getiriyor. Şimdilik bu özgürleşen ‘öteki’ler içine bir tek türban takan ve eğitim hakları ellerinden alınan İslamcı kızlarımız giriyor ama, bu işler sırayla! Gerçi iş çetrefilli… Bizim aşıkların olur olmaz her ortamda sevgililerini laik zorbalıktan korumaları doğal bir şey. Mesela bu türbanlılar İslâm’la ilişkilendirildiği anda laik çerçevenin dışına çıkılıyormuş. Liberal demokrasiyle laikliğin el ele yürüdüğünü düşünürsek, tabii bu durumda ‘bizim demokratlığımız’ da tartışmalı hale geliyor. Galatasaraylı bir Radikal yazarına göre, bakın nasıl bir zihinsel durumda olmamız gerekiyor: Diyor ki, “Yasal olarak anne ve babasının vesayetinden çıkmış bir genç kadın dinin gereği olarak mı; ailesine veya çevresine karşı çıkmak için mi; yoksa estetik olarak beğendiği için mi başını örttüğünü ancak o bilir.” Yani sana ne başkalarının giyiminden kuşamından demeye getiriyor. Üstelik diyor ki, “Bu giyim kuşam siyasal simge bile olabilir. Yine de laik ve demokrat olacaksan seni ilgilendirmez. Aksi takdirde bu durum kişisel özgürlükler alanına müdahale olur, bireysel tercih yapma hakkını ortadan kaldırır.” Aman ne güzel! Bireysel özgürlük ve demokrasi omuz omuza… Yürüsünler tabii, kim tutacak. Kardeşim bu memlekette doğanlar 18 yaşında mı dünyaya geliyorlar? İkincisi demokrasi mücadelesi ne zamandan beri bireysel özgürlük alanının genişletilmesi üzerinden yürütülüyor acaba? Demokrasiden bahsediliyor güya, nerde sınıflar, nerde işçiler, nerde köylüler? Toplumsal haklara ne oldu? Ama tabii ya, global dünyada işler öyle yürümüyor, sol da kendine çeki düzen vermeli öyle değil mi? Har har har türbana özgürlük konuşacaksınız, ama 18 yaşından küçük olup da çalışmak zorunda olduğundan okula doğru dürüst gidemeyen emekçi evlatlarını ‘Çalışma İlişkileri’nin araştırma nesnesi olarak terk edip
demokrasiyle ilişkilendirmeyeceksiniz. Onların bireysel özgürlükleri yok ki zaten. En azından yaşları tutmuyor. Solcu olduğu için okuldan atılanlara ya da ramazanda oruç tutmadığı için mimlenip okula can korkusuyla giremeyenlere ne olacak? Onlara özgürlük sırası beklemek kalıyor sanırım. Ama Allah’tan işçiler için böyle bir sorun yok: Tersanedekilerin yüksekten düşüp geberme özgürlükleri var; sendika kurmak isteyenlerin de işten atılıp açlıktan ölme özgürlükleri mevcut. O konularda müsterihiz tabii… Açıktır, çarşafın altında Meryem Çiçeği falan yoktur. Orada gizlenen çirkin bir Amerikalıdan başka bir şey değildir ve onun da cinsiyeti meçhuldür, onu söyleyeyim. Bizim aşık dediklerimiz ise aşık maşık değildirler, onlar olsa olsa meraklı üçkağıtçılardır. Bakınız türban konusunda laikliği falan hepsini bir tarafa bırakalım. Üzerinde durulması gereken nokta, bu üçkağıtçıların gizlemeye çalıştıkları, yok saydıkları şey, türban konusunun siyasal bir eylemin kalkış noktası olmasıdır. Şimdi şu ya da bu cenahta siyaset yapan bir insanı bu siyasal eylem neden ilgilendirmeyecekmiş, merak ediyorum. Siyaseti mümkün kılan yegane araç ideolojidir. Siyasal bir eylem ideolojik bir temelden mahrum olamaz. Ve ideolojiler siz ister kabul edin ister etmeyin birbirlerine karşı konumlanarak var olurlar. Bir ideolojinin siyasal eyleme geçmesi karşısında, diğerine herhangi bir sebeple, “Karışamazsın!” demek hiç değilse absürtlüğün daniskasıdır. Ama hiç kuşku duymuyorum, bir gün o çarşafı kaldıracaksınız ve şimdi tapındığınız şeyin ne menem bir şey olduğunu kendi gözlerinizle göreceksiniz. Ve bu işler Amerikan eğitim sistemine hayran, paralı eğitim yanlısı rektörlerin riyakâr tutumlarıyla ya da CHP’nin Mevlanacılığıyla yürümez. Demokrasi bir özgürlükler rejimi olduğu kadar esas itibariyle haklar rejimidir. Bu haklar öyle gökten zembille inmezler. Çeşitli toplum kesimlerinin siyasal alanda yaptıkları mücadeleler sonucunda elde edilir ya da kaybedilirler. Bu toplumsal kesimlerin toplumsal hakları ellerinden alınmışsa, onların bireysel özgürlükleri bütünüyle ideolojik bir yanılsama yaratır. Örneğin türbanı bireysel özgürlük olarak sunan AKP ideolojisi, kadınların çalışma haklarını bütünüyle ellerinden almamış mıdır? Bu ideolojide çalışan kadınla aldatan kadın bir ve aynıdır. Tam bu yüzden bu ideolojinin mensupları kadınlarını çalıştırmaz. Bireysel özgürlük diye türbanı savunan macun beyinliler işte tam da bu duruma karışmamayı önermektedir! Evet efendim manzara budur, Artemio Cruz gibi bok içinde yuvarlanırken bunları düşünüyoruz. Bakıcı ise vücudunu örten çarşafı kaldırmak için son anı bekliyor olmalı ki, hasta ne gördüğünü sağda solda anlatamasın...
11
HIDIR ATEŞ “Zaten sosyalizm eskimiş bir düşünce, akıl işi mi yani şimdilerde sosyalist olmak?” diye soruyor. Ne diyeyim: “Yahu senin ağzına pelesenk ettiğin liberalizmin 20 yaşında delikanlı mı Allah aşkına?
N
ateshdr@yahoo.com
Nerede benim 7 bin dolarım?
asıl güvenelim, her şeye karşı şüphe duymaya başladık. Uzunca bir süredir her şey değişken, her şey belirsiz. Koca devletlerin kibrit çöpü misali birer birer yıkılıp gittiğine tanık oluyoruz. Öte yandan Başbakan, “Biz laikliğin teminatıyız,” demekte hiç sakınca görmüyor. Daha önce de ezilenlerin, yoksulların, Kürtlerin, demokratların, muhafazakârların, devletin koruyucusu olduğunu açıklamıştı; hatta bir ara Müslüman dünyanın hamisi olmaya bile niyetliydi. Yakın zamanda tüm Samanyolu galaksisi için kendini koruyucu ilan edebilir. Ses tonuna bakılırsa, dediğine de inanıyor. Fakat fitne bir duygu işlemiş içimize, olmuyor bir türlü inanamıyoruz onun anlattıklarına. Gönlünden kara çarşaf geçtiği halde yanında beyaz çarşaf taşımasının gizemini tam olarak anlayamadan, olup biteni izlemeye devam ediyoruz. Dili sürçtü herhalde. Belki de Türkiye’de idam cezasının artık uygulanmadığını unutmuştur ya da bal gibi bildiği halde şakacıktan kahramanı oynamanın keyfini yaşıyordur.
Gür sakallı transseksüel
İngiliz ordusunda 20 yıl komando olarak görev yapan Malkom Mcpherson gür sakallı, gizleme giysili, ağır makineli tüfekli hali ile çok sert görünüyor verdiği pozda. 64 yaşında cinsiyet değiştirip kadın olmuş, haline bakınca pek de hanım hanımcık, sanki yirmi yıl boyunca sadece ordu mutfağında patates soymuş biçare. Evet, hiçbir şey göründüğü gibi değil, yanlış anlamayın benim o eski askeri eleştirdiğim yok. Şunu demek istiyorum: Modern zamanlarda güven duygusunu yitirir olduk. Şimdi hal, bu hal iken ben Başbakan’a nasıl inanayım? O Kasımpaşalı, ya hiç de göründüğü gibi, dediği gibi davranmazsa halimiz nice olur? Hadi, türban özgürlüktür, taksınlar ne olur, diyelim ama bu nurlu şahıslar pek normal biçimde daha fazla ‘özgürlük’ talep edeceklerdir. Bir gün kalkıp, “Ey bizi yönetenler! Sıkıldık gayrı sizin oy deponuz olmaktan, sadaka değil hak istiyoruz,” deseler ben de alnımı secdeye değdireceğim. Özgürlük kavrayışları başka türlü bu mübareklerin. Velev ki istedikleri aslında özgürlükleri ortadan kaldırma özgürlüğü olsun, ne çıkar bundan, diyeceğim ama kaldırmaya niyetlendikleri özgürlüklerin bana lazım olma ihtimali aklıma geliyor. Mesela kendileri gibi olmayan herkesi yok saymayı pek doğal biçimde özgürlük haklarının bir parçası sayıyorlar. AKP’li bürokratlar kamuda çalışan solcu, demokrat hatta basitçe AKP’li olmayan memurları ‘Fizan’a tayin etme
12
Üniversite yıllarında etliye sütlüye karışmamış, efendi efendi okuyup bölümünü bitirmiş nice mezunlar şimdi de dershanelerde efendi efendi işini yapıyor. Lakin iş güvencesi yok, ücretler inanılmaz düşük, üstelik o düşük ücretler de pek sık ödenmiyor... özgürlüğünü bir güzel kullanıyor. Suça karışmış hiçbir bürokratının mahkemeye çıkmasına asla izin vermiyorlar. Her türlü yolsuzluğu kendi içlerinde özenle gizliyorlar. Belli ki suç işleyenleri gizleme özgürlüklerini kullanıyorlar. Türk-İş’de yeni dönemde başkanlığa gelen AKP destekli yönetim, akla ziyan bir tutum sergiledi ve asgari ücretin ‘verilebilecek en uygun seviyede’ belirlendiğini açıkladı. Eski zamanlarda nezaketen işçi kesimini temsil eden taraf belirlenen asgari ücretin her zaman olduğu gibi düşük olduğunu belirtirdi. Ne diyelim inşallah ahrette popunuza iğneler batırırlar. Bu dünyada adaletten sayenizde vazgeçtik.
Bir komik komisyon
Bu arada asgari ücret tespit komisyonu denilen komik komisyonun yapısını merek edip öğrendim. 15 kişiden oluşan bu komisyonda beş kişi işçileri, beş kişi işverenleri, beş kişi de devleti temsilen katılıyor. Yani 20 milyon emekçiyi beş kişi ve yine 1 milyon işvereni beş kişi temsil ediyor. Bu vaziyet bana tavşan ile kaplumbağanın yarışını anımsatıyor. Masalda kaplumbağa yarışı kazanıyordu ama… Üstelik o işçi temsilcileri de Türk-İş’
ten gidiyor. Allah sonumuzu hayır etsin, daha çok AKP makarnası, bulguru gerekir bu cennet vatanın sınıf bilinci zirve yapmış emekçilerine. Sendikadan bahsetmişken aklıma geldi, rivayet o ki İslamcı patronlar sendikadan pek de haz etmiyormuş. Zaten Müslüman patronun olduktan sonra ne yapacaksın sendikayı, hakkını yiyecek değil ya o mübarek hacılar!
Marx görseydi...
Eğitim iş kolu da diğer pek çok sektörlerde olduğu gibi yoğun emek sömürüsünün yaşandığı bir alan. Üniversite mezunu pek çok insan inanılmaz düşük ücretlerle çalışır bu sektörde. Hani denir ya, “Oğlum ben sana mezun olamazsın demedim, adam olamazsın dedim.” Hadise aynen öyle, üniversite yıllarında etliye sütlüye karışmamış, efendi efendi okuyup bölümünü bitirmiş nice mezunlar şimdi de dershanelerde efendi efendi işini yapıyor. Lakin iş güvencesi yok, ücretler inanılmaz düşük, üstelik o düşük ücretler de pek sık ödenmiyor. Velhasıl emek açısından 18. Yüzyıl benzeri durum yaşanmakta. Merak etmeyin akıllarından sendikayı geçirmiyorlar. Kim bilir belki bir gün…
Marx, bu hali görseydi, bu diplomalı işçiler grubunu devrimim öncü dinamiği sayar mıydı? Hayır, asla; bu tuhaf grup, işçi olduğunun henüz farkında değil ki, kendini eğitimci sanıyor. Yaptıkları işin diğer işlerden daha asil bir iş olduğuna inanmışlar. Ders anlatmak neden saç kesmekten ya da paspas yapmaktan daha yüce bir iş anlayan varsa beri gelsin. Okuduğum kadarıyla benzer bir akıl tutulması durumu basın çalışanları için de geçerliymiş. Mesela ünlü bir işadamıyla röportaj yapan entelektüel gazeteci, kendini ayrı, özel hissedermiş. Ne diyelim Allah bu durumdaki kullarına gani gani sınıf bilinci nasip eylesin. Hiç olmazsa o ünlü iş adamının def-i hacet eylediği mekânı temizleyen emekçi kendini ayrıcalıklı saymıyor. “Yirmi yaşında sosyalist olmayan kalpsiz, kırkında sosyalist olan ise aptaldır,” diye buyurmuş bir ünlü vatandaş. Benim çalıştığım yerde bir öğretmen arkadaş bana dokundurmak için iki de bir bu sözü hatırlatıp duruyor. Yani bana adaba uygun biçimde aptal demiş oluyor. Yoksa ne diye saçlarıma kırlar düşmüşken sosyalist olmakta ısrar edeyim? Gerçi kendisi gençken de solcu olmak yerine Türk-İslam sentezini tercih etmiş ama şimdilerde de aptal olmadığı ortada. Geçen gün kapı aralığından patron ile konuşmasına tanık oldum; “Vallahi cebimde bir bilet parası dahi yok, sabah kahvaltı yapmadım. Eğer bugün para almazsam eve yürüyerek gitmem gerekecek. Hiç olmazsa beş lira ver,” diye yalvarıyordu. Ne diyelim ey Yaradan?! Sen bu kullarına sınıf bilinci nasip eyle. Diyeceğim o ki, bazı vecizeler her ağza uygun düşmüyor. Bernard Shaw kim sen kimsin, herkes haddini bilsin. Kırk yaşında hiç olmazsa 500 bin dolar gibi cüzi bir miktar para hesabımda olsaydı, ben de o vecizeyi yerli yersiz söyleyip dururdum. Lakin el alemin ideolojisiyle yola düşmek elin malzemesiyle gerdeğe girmeye benzer, tatmin garanti değildir. “Zaten sosyalizm eskimiş bir düşünce, akıl işi mi yani şimdilerde sosyalist olmak?” diye soruyor. Ne diyeyim: “Yahu senin ağzına pelesenk ettiğin liberalizmin 20 yaşında delikanlı mı Allah aşkına? İstersen liberalizmin başına ‘neo’ eki getirildiği gibi bizde neo-sosyalizm diyelim, nasıl rahatladın mı?” Sen geç bunları bi kalem, beş lira ne oldu, alabildin mi, ondan haber ver! Bana üç lira borcun vardı bir aydır ödemiyorsun, liberalim, yoksulum!
Taraf’ın sınıf bilinci
Taraf Gazetesinde bir köşe yazısında okudum. Rusya’nın yeni yetme
zenginlerinden biri Putin’in gazabına uğramış, Sibirya’da cezaevinde halen tutuklu olan şahıslar AIDS, kanser hastalıklarına yakalanmış. “Khodorkovsky ve Aleksanyan gibi genç işadamları, Rusya’nın çökmüş devlet şirketlerini özelleştirme sonrası yeniden yapılandırıp küresel rekabete açan işadamlarıdır. Onlar olmasa Rusya şimdi dünyanın en hızlı gelişen ülkeleri arasına katılamazdı,” alıntısını yapan Süleyman Yaşar isimli köşe yazarı soruyor: “Türk iş adamları acaba komşu Rusya’daki bu hukuksuzluğu protesto etmeyi sahi düşünmüyorlar mı?” Vallahi helal olsun adama, yeri yurdu belli. Adı gibi, Taraf olan liberal bir gazetede yazıyor ve sahip olduğu sınıf bilinci gereği sınıf kardeşleri için uluslararası destek çağrısında bulunuyor. Şimdi bu yazar kalkıp dünya işçilerinin birliğinin savunacak değil ya. Ekim Devrimi ile iktidarını yitiren Çar yandaşlarının Beyaz Ordusunun yardımına koşan dünya burjuvazisi, tabii ki sınıf kardeşlerini şimdi de korunmasız bırakmayacaktır.
olsa sorunu çözer,” diye sonuca ulaşacağım ama İmam Kenan Paşa’nın hutbelerini anımsayınca umutsuzluğa kapılıyorum. Ordu daha önce kendine özgün bir laiklik anlayışı ile aşırı dozda Müslüman olanlarla pek güzel anlaşmıştı ama sosyalistlerle sevgi dolu anıları olduğunu ben hatırlamıyorum. “Jandarma biz sosyalistiz, dostuz yalnız biz sana,” diyecek olduğumda kafa cop yemiştim. Velhasıl ön yargılarım var bu konuda, üstelik bu değerli önyargılarımı korumaya da niyetliyim.
F Tipi desem?
Çöl, vaha, bedevi...
Fakat aynı netlik emekçilerin zihninde bir türlü oluşmuyor. Cebinde simit parası olmayan aç bir öğretmenin Bernard Shaw’a atfedilen vecizeye çölde vaha bulmuş bedevi gibi sahip çıkması ne tuhaf bir vaziyettir. Aynı gazeteyi okumaya devam ediyorum, ekonomi sayfasında bir başlıkta, “Türkiye ekonomisi yarım trilyon doları aşacak” diyor. Birden içimi bir mutluluk kaplıyor, kendimi hafiflemiş, cebimi ağırlaşmış hissediyorum; habere bakılırsa, ülkenin bir yıllık net üretimi ülkede yaşayan insan sayısına bölününce benim payıma da tam 7 bin dolar düşüyormuş. Hani, 80 yıl sonra nihayet devletimiz, biz kullarını dosdoğru saydı ya işin aslı oymuş, meğer geçen yıl fazla sanıldığımız için benim payıma daha az düşmüş. Şimdi bir tek sorunum var; o da, payıma düşen 7 bin dolar tutarındaki parayı nakit olarak ele geçirmek. Çok mu zordur acaba? Yoksa tüm Türkiye işçileri gibi ben de tembel olduğum için mi payımı alamıyorum? Ama aynı sayfada “Türk İşçisi Makineden Farksız” başlığı altında yasal olarak haada 45 saat olan çalışma süresinin bazı sektörlerde 72 saati aştığını öğreniyorum. Doğrusu ben de patron olsaydım yeni işçi alıp sigorta ve benzeri ıvır zıvır ile uğraşmak yerine eldeki işçiyi daha fazla çalıştırmayı tercih ederdim. Benim tahminime göre bir işçi günde 16 saat rahat çalışır, zaten, “İşleyen demir ışıldar” diye atasözümüz dahi var. Görmüşler ileriyi atalarımız! Gazete haberleri daracık dünyamı aydınlatmaya devam ediyor. Ülkemde dolar milyarderlerinin sayısının hızla artığını öğreniyorum. 25 dolar milyarderi varmış şimdiden. Gurur duygusu kapladı içimi. Artık benim ülkemde dünya çapında
Kızıl yıldızlı bayrakla yürüyen bir grup “Türkiye Laiktir, laik kalacak!” diye sloganlar atarak ilerliyor. Hayıflanıyorum, “Ulan!” diyorum kendime, “Bak herkesin bildiğini, bunca yıl hâlâ öğrenememişsin, tam 40 yıldır laik bir ülkede yaşıyorsun ama farkında bile değilsin.” Aldığım laik eğitimin bir parçası olarak öğrendiğim duayı içimden okuyarak uzaklaşıyorum... zenginler var. Allah onların tuttuğunu altın etsin, banka hesaplarını gani eylesin. “Ne mutlu Türküm Diyene!” sloganını haykırmamak için kendimi zor tutuyorum. Bu gurur duygusuyla evden çıkıp işe doğru yol alırken, iki dilenci kesiyor önümü, “Allah rızası için bir ekmek parası,” diye yalvarıyorlar. Birinin yanında bakımsız, aç, kirli bir çocuk var yaşı en fazla beş gösteriyor. Cebimde hiç para yok ki nereden vereyim? Hâlâ nakit olarak elime geçmiş değil o 7 bin dolar. Kızıl yıldızlı bayrakla yürüyen bir grup “Türkiye Laiktir, laik kalacak!” diye sloganlar atarak ilerliyor. Hayıflanıyorum,
“Ulan!” diyorum kendime, “Bak herkesin bildiğini, bunca yıldır sen hâlâ öğrenememişsin, tam 40 yıldır laik bir ülkede yaşıyorsun ama farkında bile değilsin.” Aldığım laik eğitimin bir parçası olarak öğrendiğim duayı içimden okuyarak uzaklaşıyorum. Pek tabii o dua Budizm ile ilgili değil.
İmam Kenan Paşa
‘Sosyalist’ bir grubun laiklik çağrıları yaparak yürüyüşüne tanık olunca, bocalıyorum, zihnime yüklü yazılımın güncellenmesi şart oldu. “Laik ordu nasıl
KanalTürk adlı televizyon kanalı İran’da TUDEH’in Humeyni rejimi tarafından nasıl önce kullanıldığını, sonra da acımasızca yok edildiğini anlatıyor. Bana mesaj vermeye kararlı bunlar, tamam mesajı alacağım ama Sincan F tipi cezaevinde tecrit altında yaşayan sosyalist mahkûmların durumu ‘laik-demokratik’ bir ülkede neden özgürlük sevdalıları için gündem dışıdır, anlamakta zorluk çekiyorum. Özgürlük sevdalısı KanalTürk taraarlarının esas olarak, “Herkesin özgürlüğü kendine,” şiarını benimsemiş olduğuna hükmediyorum. Kimbilir belki onlar da aslında sınıflardan bağımsız soyut bir özgürlükten bahsetmenin sadece fantezi olduğunu idrak etmişlerdir. Ne zaman birileri tüm milleti ilgilendiren ortak çıkardan bahsetse devrelerim karışıyor. Mesele milli mesele ise garanti yine iktidar peşinde koşan birileri safları için kalabalık devşirme ihtiyacı içindedir, diyorum. Fransız devriminde de böyle olmuştu. Özgürlük için burjuvazinin kıçına takılan emekçiler avucunu yalamıştı. Hani nasıl derler, “Biz bu filmi daha önce görmüştük.” Bence, burjuva devletin egemenleri arasındaki bu kavgaya üstüne vazife imiş gibi atlamak sosyalistleri bozar. Bilmem anlatabildim mi? Özgürlükleri savunmak için kendi başımıza hareket etmemiz daha akıllıcadır. Sessizlik içinde fısıltı dahi etki yaratırken; gürültülü ortamda atacağınız çığlık kaybolup gider. Sosyalistler elâlemin ideolojilerinin dolgu malzemesi olmanın faydasız olduğunu zaten algılayacak yetenektedir.
…
Derste, öğrenciler hafien kavgaya meyilli, sokak onları da etkilemiş. KPSS sınavına girip memur olacaklar inşallah, kimi türbanlı, kimi türbansız, lakin yoksul sınıan gelme noktasında tamamen ortaklar. Onlar da paylarına düşen 7 bin doları henüz tahsil edememişler. Acaba şu türbanlılara gıcıklık yapsam mı? Fakat bayağı benim gibi bunlar, ceplerinde sadece eve gidecek bilet paraları var. Aslında aynı taraayız ama anlatmak ne mümkün. Türbanı takmak da, çıkarmak da bir simit parası etmiyor ki. Hâlâ bu ayki maaşı alamadık. Patron, “Öğrenciler ödeme yapmıyor,” açıklamasında bulundu. Sahi, nerede benim yedi bin dolarım?
13
YAVUZ ALOGAN O kuşak gençliğinin tek eksiği, alçaklığı ve dönekliği tanımamış olması; kendisini korumayı becerememesiydi. Belki de, bütün büyük devrimcileri koruyan Tarih Meleği’nin yanlarında olduğuna inanıyorlardı. Çevrelerini kuşatan ölüm ve siyaset tuzaklarına aldırmadan, sırtlarında parkaları, rüzgârda uçuşan atkıları ve çamurlu postallarıyla ölüme yürüdüler... Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş, artık iki insanın değil, 68 kuşağının adıdır... yalogan@hotmail.com
B
u lafı ilk duyduğumda aşağı yukarı 14 yaşındaydım. Gerçi o zaman bir parti vardı, ancak beğenilmiyor, ‘parlamentarist’ diye küçümseniyordu. Parti, varılacak bir hedef olarak hep ilerideydi: Geleceğin sınıf partisi, öncü kadro, çelik çekirdek. İnsanlar genç, fedakâr ve cesurdu; kitaplardan öğrendiklerini uygulamak istiyorlardı. Parti, cephe, ordu, kırlar, şehirler, kantinler ve okullar, her şey onlarındı. O kuşak gençliğinin tek eksiği, alçaklığı ve dönekliği tanımamış olması; kendisini korumayı becerememesiydi. Belki de, bütün büyük devrimcileri koruyan Tarih Meleği’nin yanlarında olduğuna inanıyorlardı. Çevrelerini kuşatan ölüm ve siyaset tuzaklarına aldırmadan, sırtlarında parkaları, rüzgârda uçuşan atkıları ve çamurlu postallarıyla ölüme yürüdüler. Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş, artık iki insanın değil, 68 kuşağının adıdır.
‘Partisiz olmaz!’
Yıkıcı değil yapıcı
Tahkimat ve netice
70’li yılların ikinci yarısında kaos vardı. O sırada, “Aha da işte proletaryanın öz partisi,” diyenler çıktı. Küçük, etkisiz ve savunmasız partiler kuruldu. Bunlar kendilerini kaosun dışına çektiler, ‘bilimsel’ bir kozanın içinde, çevrede olup bitenlere laf yetiştirmeye başladılar. Aslında kaosun içinde ölüm kalım mücadelesi veren gerçek devrimciler parti hedefini kaybetmemişlerdi; ancak iç savaş lokomotifinin kazanları harıl harıl çalışırken, oturup da program yazmak, ilkeler belirlemek pek mümkün değildi. Hareket halinde olanlar düşünemiyorlar, düşünenler hareket edemiyorlardı. Askeri düsturdur: Tahkimatta yapılan hata, muharebenin neticesini tayin eder. 1 Mayıs 1977’ye gelindiğinde muharebenin neticesi belli olmuştu. Darbe ve kriz anlarında önderlik belirleyici olur. Sosyalist solun 12 Eylül’e gösterdiği tepki ya da iddialarına oranla sergilediği tepkisizlik, onun bugünkü durumunu açıklar. Tarihte bazı dönüm noktaları vardır; önder adaylarına çok büyük sorumluluklar yükler. “Şuradan kurtulayım da bir yazı yazayım,” falan denilemeyecek anlardır bunlar. Halkıyla bütünleştiğiniz semti bir gece içinde ürkmüş kuş sürüleri gibi terk etmişseniz ve arkadan gelen askerler semti kuşatıp oranın halkına her türlü zulmü reva görmüşse, 15 sene sonra gidip aynı semtin halkından oy isteyemezsiniz; vermezler, çocuklarını kuran kursuna gönderir, iki okka kömüre fit olur,
14
olmasını bekliyorlardı. Ama bir şey olmadı. Daha ilk aylarda, merdivenlerde öpüştükleri için genç bir çiftin disiplin kuruluna verildiğini hatırlıyorum. Alt kadrolara inildikçe tuhaf bir manzara ortaya çıkıyordu. Mesela, karısını çaydanlık dolusu kaynar suyla haşladığı için disiplin kuruluna verilmiş bir işçi, tavrını Engels’in ‘tarihte zorun rolü’ teorisiyle açıklamıştı. O anda kafadan koptuğumu hissettim. Kafalarda geçmiş dönemlerle kıyaslanamayacak bir bulanıklık, bir akıl tutulması vardı. Mantık kalmamış, devrimci ruh bedenleri terk etmişti.
sizin de yüzünüze gülerler. Bu ülkede sendikacılar idamla yargılanacakları sıkıyönetim mahkemelerine teslim olmak için askeri kışlaların önünde kuyruğa girmişlerse, işçilerden ‘faşizme karşı mücadele’ beklemek yersiz olur. Sosyalist aydınlar, “Bu acaba Faşizm mi, yoksa Bonapartizm mi, yoksa Sezarizm mi, yoksa askeri diktatörlük mü?” falan diye tartışırken, koca bir devir gelip geçmiştir. Ölümü göze alan cesaret, aydın narsizminden çok daha üstündür; kalıcı etkiler bırakır. Hayata dönük ve çok daha kültürlü olan 68 kuşağı önderlerinin verdikleri ders budur; 78 kuşağı ise kendi içinden önder bir kadro çıkaramamıştır.
Akıl tutulması
Geldik mi 80’lerin sonuna... Tabii, ‘partisiz olmaz’. Dönemin sosyalist failleri elbette iyi niyetliydiler. Ancak iki önemli etkeni hesap edemediler: 12 Eylül’de darbecilere mücadelesiz teslimiyetin halk kitleleri üzerinde yarattığı derin yabancılaşma ve Özal döneminin dışarıdaki devrimciler üzerinde yarattığı yozlaştırıcı etki. Sosyalist sistemin çöküşü sadece bu etkenleri biraz daha ağırlaştırmıştır. 1980’lerin sonunda geçmişin özgür ve
mücadeleci devrimciliğinden muazzam bir kopuş hissedildi. Tuhaf partiler kuruldu. İnsanlar takım elbise giyip köşe yazarlarını, burjuva partilerinin yöneticilerini ziyaret ediyor, kendi içlerine ‘aydın’ dedikleri enteresan karakterleri dahil etmeye çalışıyor, resmen şefkat ve ilgi bekliyorlardı. Mesela bir partinin, bir toplantıya katılacakların listesini hazırlarken insanları ‘şahsiyetler’ ve ‘şahsiyet olmayanlar’ şeklinde ikiye ayırdığına bizzat şahit oldum. Derken sosyalist solun o en büyük partisi, Nuh’un Gemisi gibi, geçmişin her fraksiyonundan birkaç çifti içine alarak kuruldu. Geminin bordasında ‘Titanik’ yazdığını küpeşteden sarkarak görebilen birkaç meraklı kişi ne diyebilirdi ki; gemi hareket halindeydi. Geminin bayrağı mavi-yeşildi ve bir uluslararası turizm şirketinin ambleminden alınmıştı. Çoğunluk yaşlıydı. Saçlar ağarmış, zihinler perişan, pantolon kemerinden fırlamış göbekler ileriye yönelmiş. Bu kez isimleri Ulaş, Mahir, Deniz, Cihan olan gençler de vardı. Fakat dilleri tutulmuş gibiydi. Edepliydiler. Boynu bükük gruplar halinde amcalarının ve teyzelerinin konuşmalarını dinliyor, parti koridorlarında toplaşarak bir şeylerin
Artık ‘sosyalizm’ yıkıcı değil yapıcıydı; sisteme bir köşeciğinden tutunmak, parlamentoya girmek, Almanya gibi olmayan bir ülkede Alman ‘Yeşiller’i gibi olmak, ‘emeğin Avrupası’ falan diyerek Avrupa Birliği perspektifini savunmak gerekiyordu; Kopenhag kriterleri, ‘demokrasi’, insan hakları, bir anlayış, bir hoşgörü, hassasiyetleri dikkate alma halleri; geçmişten ders çıkarma adına yaşananları unutturma çabaları; şuna sıcak, buna soğuk bakma vaziyetleri; basın açıklamaları; şenlikler; mitinglerden sonra meydanı süpürüp temiz bırakma hassasiyetleri. Sevsinler! Evet, her şey bir şenlik havasındaydı. Pazarlıklar, anahtar listeler, çarşaf listeler, yastık kılıfları, karar defterleri, Tavukçu, Asmalı Mescit, Mülkiyeliler Birliği sohbetleri, bir küsmeler bir barışmalar. Bir önceki partide tartışılan reformculuk/devrimcilik terimleri adeta yasaklanmıştı. ‘Muhafazakâr devrimcilik’ dedikleri şeyi kınıyorlar, tarihsel analojileri ilkel buluyorlar, yeni ve sistem içi bir ‘sosyalizm’ arıyorlardı (Halil Berktay’ın Taraf gazetesindeki, her biri ayrı bir vicdan azabını yansıtan yazılarının havası!). Çankaya İlçe Örgütü’ne başkan adayı olarak ‘atanan’ şahıs (mühendisti kendisi) üyelere özgeçmişini sunarken, daha önce hangi holdinglerde çalıştığını bir bir sayıp dökmüştü de partililer derin bir sessizlik içinde dinlemişler, utanç içinde bakışlarını kaçırmışlardı. Ben o partide, mücadele bekleyen, ölü ruhlarda hâlâ mucizevi bir güç vehmeden gençlerin, orta yaşlı fedakâr devrimci kadroların hüzün dolu bakışlarını asla unutamam. Ölü bir atı kırbaçlıyorsanız, onun kişnemesini, dörtnala koşmasını bekleyemezsiniz.
Filikalar
Üstelik bu Titanik buz dağına falan da
çarpmadı. Yüklendiği manevi ağırlığın baskısı altında yavaş yavaş su alarak battı. Güvertede durumu anlamayan pek çok kişi de vardı bu arada. Filikalar suya indirildi, yeni particikler, dergi çevreleri; toplumdan izole olmuş, kemikleşmiş bir fikriyatın etrafında kümeleşmiş grupçuklar tam bir atalete doğru kürek çekerek uzaklaştılar. Uzaklaştılar da bir yere mi vardılar? Hayır. Sadece fosilleşerek yeni bir büyük geminin gelip kendilerini toplamasını beklediler. ‘Fikirlerini ifade’ edecekler; belki de bir ‘çatı partisi’ kuracaklar, hep birlikte altına sığınacaklar. Aslında bir lağım partisi kursalar daha iyi ederler; içlerindekini dökerler, sistemin dikkatle döşediği kanalizasyon sistemine işlev kazandırırlar. Bu sistem onların fikirlerini yasal kanallar içinde toplayıp yer altına sızdırarak yok eder.
Hareket ve kuvvet
Gene bu dergide yazmıştım: siyasette başarının yerini hiçbir şey tutamaz. Binlerce kitap okuyup, en doğru tahlilleri yapsanız, ne fayda? En mükemmel programı, en yetkili kurulları kurmuş olsanız, ne lazım gelir? Siyaset kuvvetler dengesidir ve kuvvetle yapılır. Haklı ve uzak olanın değil, güçlü ve halkın içinde olanın, sesi en çok çıkanın lafı dinlenir. Çok mu ilkel? Öyle, fakat içinde yaşadığımız yüzyılın gerçekliği budur maalesef. İnsanlık sosyalizmden uzaklaştıkça barbarlığa yaklaşmıştır. Kuralları biz belirlemiyoruz. Yirmi yıldır süren birleşik-sosyalistyapıcı-hoşgörülü-açık parti girişimleri, tek bir fikriyatı hayata geçirememiş, hayat kendi kayıtsızlığını bu girişimlere geçirmiştir. Bunun sosyolojik ve tarihsel nedenleri tartışılabilir; PKK’nın da gayet olumsuz etkileri olmuştur mesela. Fakat ne denirse densin, netice değişmez. Sosyalist solun parlamentarist birleşik/çoğulcu/ yapıcı/uslu parti kurma çabaları hiçbir netice vermemiştir. Sosyalist solun en büyük partisinin kendi genel başkanını başka bir partinin oylarıyla TBMM’ye göndermesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir ironidir.
Ne yapmalı?
Peki, partisiz mi olunacak? Elbette hayır. Bugünün dünyasında parti mücadelenin olduğu yerde kurulur; ne kadar mücadele varsa o kadar parti olur. Verilmekte olan mücadele ne kadar örgütlenmeyi gerektiriyorsa o kadar örgütlenilir. Mücadelenin olmadığı yerde ne parti, ne de örgüt olur; olsa olsa bir fikrin etrafında toplanmış, ‘programatik metinleri’ ve ‘yetkili kurulları’yla vakit öldüren, sırtında yumurta küfesi olmadığı için sürekli bölünen, kendi çevrelerine kalın duvarlar ören minik ve esrarengiz
DEVRiM SARKILARI . Yaza doğru bir geceydi, birazdan yıldız yağacaktı Dolunaydı ay Ve devrim şarkıları, Akkapı kendi sokaklarında kaybolurken, ayışığıydı ‘Dionysos Efendimiz, şu koca oyun Tanrısı, Efendimiz Dionysos, şu koca şarap Tanrısı…’ Sessiz dağılmıştı sinema, ‘Baba’ yuvasını kurtaramamıştı Ellerde nemli mendiller.
Artık ‘sosyalizm’ yıkıcı değil yapıcıydı; sisteme bir köşeciğinden tutunmak, parlamentoya girmek, Almanya gibi olmayan bir ülkede Alman ‘Yeşiller’i gibi olmak, ‘emeğin Avrupası’ falan diyerek Avrupa Birliği perspektifini savunmak gerekiyordu; Kopenhag kriterleri, ‘demokrasi’, insan hakları, bir anlayış, bir hoşgörü, hassasiyetleri dikkate alma halleri; geçmişten ders çıkarma adına yaşananları unutturma çabaları; şuna sıcak, buna soğuk bakma vaziyetleri; basın açıklamaları; şenlikler; mitinglerden sonra meydanı süpürüp temiz bırakma hassasiyetleri. Sevsinler!.. localar oluşur; bıkanlar gider, heveskârlar gelir; minimalist değirmen böylece olduğu yerde semazen misali döner durur. Böyle bir faaliyet için parti kurmaya gerek yoktur; falanca fikriyatı ya da ‘...izm’i yaşatma ve tanıtma derneği gibi bir şey yeterlidir ve daha sağlıklıdır. Parti, sarp bir yamacı tırmanınca ulaşılacak bir fetiş, yaklaşıldıkça uzaklaşan, gayet mükemmel ve gizemli bir şey de değildir. Parti denilen organik yapıyı oluşturacak insan topluluğunun her şeyden önce kitlelerle bağ kurabileceği aygıt ve imkânlara sahip olduğunu kanıtlamış olması, bir ‘hareket’in içinden çıkmış olması gerekir. Canlı, sürekli çoğalan, mücadele içindeki insanları seferber eden bir ‘hareket’i parti formatına sokmaya çalışmanın, daralmaya, kısıtlanmaya, bazı mücadele yöntem ve biçimlerini terk etmeye, üstelik rehavete, bürokrasiye ve bir dizi uzlaşmaya yol açtığını gösteren pek çok tarihsel örnek vardır. Tarihin sarkacı, bütün dünyada, parlamentarist açık partilerden geniş kitlelerin devrimci mücadelesine doğru yön değiştirmektedir. 21. Yüzyıl’da milyonların sokaklarda olacağını gösteren belirtiler çoğalmaktadır. Geniş kitle hareketleri örgütlemenin teknolojik imkânları tarihte neredeyse ilk kez sınırsız boyutlara ulaşmıştır. Bugünün dünyasında yaşayan devrimci, dünün dünyasının formüllerine saplanıp kalarak hiçbir şey
yapamaz; kendi kafasıyla düşünmek zorundadır. Muazzam kırılmalar, sosyolojik, iktisadi ve teknolojik değişimler yaşanmıştır. Bu da haliyle somut durumun somut ve özgün tahlilini gerektirir. Gerçekçi olup imkânsızı istemek, köstebek gibi tüneller kazıp içine girmekten iyidir. Elinizde üç yumurtayla bir dilim peynir varsa, mükemmel bir hünkârbeğendi yapamazsınız, ama iyi bir omlet yapabilirsiniz. Açlık sınırında yaşayan 14 milyon insan; kırsal kesimde hızla çözülen üretim ilişkilerinin taşeronlaştırdığı örgütsüz, dağılmış, ezilmiş bir işçi sınıfı; iç savaşın eşiğindeyken emperyalizmin dış savaşa sürdüğü bir ülke; bölünmüş bir devlet aygıtı; şeriat tehlikesi; iflas etmiş, oyların parayla satın alındığı bir parlamento sistemi; sağı solu birbirine karışmış bir siyasal yapı; hayatın her alanında negatif insan seleksiyonu; siyasal partilerden umudunu kesmiş, geleceği olmayan yüz binlerce genç insan… Yirmibirinci asrın başında, malzemenin koşullandığı ve belirlendiği ortam budur. Tarih bilincine sahip devrimci, bu ülkenin tarihi ve coğrafyası içinde, en azından 68’in haksızlığa karşı isyan ateşini, o dönemin devrimci ruhunu ve sloganlarını canlı tutabilmelidir. 1980 sonrasının ‘sosyalist’ şenliklerinden ve saçmalıklarından kendimizi özgür hissetmeliyiz. Biraz da öfkeli olmalıyız, en çok da kendimize...
Memed, Aliço film öncesi konuşmasını yapmış Bildiriler, silahlar karpuz sergisine saklanmıştı -bizde (ben, Domdom Ali, Pusu Yusuf) Bir dumanlı sevgili, Kaskas’ta o bildirileri okuyabilme hayaliBirazdan yazılama da başlayacaktı: ‘Mahir, Hüseyin, Ulaş /Kurtuluşa Kadar Savaş… Tek Yol Devrim…’ Siz biliyorsunuz, bunları yaşadınız. Sabahında o rüya gecesinin Portakal çiçeklerinin kokusu -kahvaltıda kaçak incir rakısıPırıl pırıl gökyüzü İşe giden insanlar, yolcu taşıyan at arabaları Asker Bilal’ın kahvesi, Mısırlı Kemal’in hikâyeleri Dinlediniz, hatırlarsınız ‘ki Dionysos Efendimiz şu koca oyun tanrısı…’ Ama ne olduysa oldu, Önce sözler gitti, yazlık sinema kapandı sonra Portakallar gitti çiçekleriyle Bildiriler, sabun kokulu bir çeyiz sandığında unutuldu Bir bir silindi yazılar Ah, o aşk bitti Herkes gitti… İşte, mazimizden bir akşamüstü Ben, Domdom Ali, Pusu Yusuf ‘atladık aşağı bahçenin çitini’ Portakal bahçesine daldık… Bir düşteydik, biz hangi diyarda kaldık?
Sanki bin yıl sonra oturduk dut ağacının altında ‘ ve Efendimiz Dionysos şu koca şarap tanrısı’ Rakı içtik. Terk edilmiştik hayat tarafından. Ağlamadık. Belki o yaz bitti; Domdom Ali, Memed, Aliço, Pusu Yusuf Ömürlerini alıp gitti… Ama ayışığı… Kendini yollara vurmuş devrim şarkılarıdır hâlâ… ‘Dionysos Efendimiz, şu koca oyun Tanrısı Efendimiz Dionysos, şu koca şarap Tanrısı Bizi uçsuz bucaksız Frigya ovalarına saldı…’
m
HAKAN TABAKAN 15
Eğer bir ‘ulusal egemenlik’ mücadelesi vereceksek bu mücadelenin amacı, ‘Asrı Saadet’e dönmek’, 1930’ların ‘mutluluklarını’ tekrar yaşam temsili olarak devlet büyüklerinin masasına oturup egemenliğin gerçekten tüm ulusa ait olduğunu zanneden saf çocuklara benzeriz. Tari nedenlerle ‘milli burjuvazisine’ teslim eden nice burma bıyıklı koç yiğitlerle, nice aslan gibi önderliklerle doludur....
B
akın bu ulusal egemenlik mevzuu çok önemlidir. Hele içinde yol aldığımız ‘küreselleşme’ çağında. Zaten ‘küreselleşme’yi, dünya ekonomisinin ABD Maliye Bakanlığı’nın taleplerine göre yeniden düzenlenmesi olarak tanımlayanlar bile var. Tamam, belki çok indirgemeci bir bakış açısı, ama netice itibariyle yanlış da sayılmaz. Baksanıza şu ABD denetimindeki Dünya Bankası’nın, IMF’nin yapısal uyum programlarına, reçetelerine. Her şey ellerinin altında sanki; ulusal devletlere, ‘milli irade’nin tecellisi sonucu kurulmuş ulusal hükümetlere hemen her istediklerini dikte ediyorlar. Kimse onlardan bağımsız karar alamıyor, bağımsız politikalar üretemiyor. Her yeri ahtapot misali sarmışlar. Bütün ‘ulusal ekonomi’ler uluslararası mali sermayenin denetiminde. Dolayısıyla ülkelerin siyasi ve sosyal hayatları da onların çıkarlarına göre şekilleniyor. Kısacası durum feci. Mesela biz, ‘Mütareke günleri’ne, ‘Sevr dönemi’ne dönmüş gibiyiz. Memleketin bütün tersaneleri, bankaları, şirketleri, özelleştirme veya hisse senedi satışı sonucu ‘işgal’ altında. Dolayısıyla ‘birinci vazifemiz’, ‘ikinci milli kurtuluş savaşımızı’ başlatmak oluyor
U
zun süren bir soğukluğun ardından ilişkiler yeniden rayına girmeye başladı. Hatta, “Bu muhabbetin sonu stratejik ortaklığa varır mı?” diye soranlar bile var. Bir ‘stratejik ortaklık’ tam olarak neleri kapsar, bilemem, ama ben ABD ile daha epeyce ‘yakınlaşabileceğimiz’ kanısındayım. Geçmişte de çok yakındık. Çok ‘içten’ bir dostluğumuz vardı. O kadar ‘içten’di ki, Amerikan Yardım Kurulu, askeri yardım faaliyetleri bağlamında, ‘kadro ve kıt’a listesi’ ile her askeri birlikte bulunan ana malzemenin mevcut çizelgelerini ister, bunları çeşitli yollardan tespit ettirirdi. Yani ordumuz ABD için bir ‘BBG evi’nden farksızdı. Memleketimizde ‘ikili anlaşma’larla kurulan ve devletimiz tarafından denetlenemeyen, pek çok da üs vardı. 60’lardaki ‘Morrison Süleyman’ lakaplı başbakanımızın, “Üs yok, tesis var,” sözü o dönemlerden kalmadır. Bu üslerde zaman zaman bazı itiş kakışlar yaşanırdı. Dönemin ‘millici’ basınında sarhoş Amerikan askerlerinin bayrağımızı nasıl yırttığına veya subaylarımızı nasıl hırpaladığına dair haberler çıkardı. Ancak gizli-açık ‘ikili anlaşmalar’la kayda geçmiş ve tabiatı icabı ‘eşitsiz ancak birleşik’ ortak çıkarlarımız, bu gibi durumların büyütülmesini engellerdi. Üstelik o devirde ‘özel harpçi’lerimizin ve istihbarat
‘Egemenlik kayıtsız, ş
haliyle. Tabii, memleketin en ‘zinde’ kuvvetleriyle, milli burjuvalarıyla, ‘asker ve sivil aydın zümre’si ile ittifak falan kurarak. Emperyalist işgali def etmek ve ‘Türkiye’yi Ankara’dan yönetmek’; yani ‘ulusal egemenliğimizi’ yeniden kazanmak ve hatta devletimizi emperyalizmin elinden kurtarmak için. Aynen böyle. Çok antiemperyalist bir bakış açısı, ancak küçük bir kusuru var, tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu unutmak gibi!
‘Mevzubahis vatansa…’
‘Ulusal egemenliğin kaybedilmesi’nin neden olduğu ‘milli’ endişeler, korkular ve tarifsiz acılar, insanlarda şuur kaybına yol açıyor. Bunun neticesinde de sınıf gerçeği ya unutuluyor, ya da bir teferruata dönüşüyor. Aynı ‘Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır’ ‘atasözünde’ olduğu gibi. Bu durumda, eğer kendimizi hâlâ devrimci ve sosyalist olarak tanımlıyorsak, sınıflardan ve sınıf mücadelelerinden oluşan gerçek dünyaya dönmekten başka çaremiz kalmıyor. Tabii aynı zamanda bazı soruları da sorarak. Mesela, “Devletimizin asıl işi, sınıf karakteri nedir; neyi, kimin çıkarlarını temsil eder; onca askeri polisi
neden besler; atasözü, ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ derken gerçekten bütün milleti mi kast ediyor; tabiatta saf halde bulunan, sınıflar üstü bir ‘ulusal egemenlik’ var mı?” gibi ‘zihin açıcı’ sorular. Böyle bir ‘zihin açıklığı’ hakikaten çok önemlidir. Yoksa, toplumun ‘işbölümüyle belirlenmiş’ sınıflara bölündüğü; ‘devletin içinde ortaya çıkan bütün mücadelelerin, sınıflar arasındaki gerçek mücadelenin aldatıcı şekillerinden başka bir şey olmadığı’ gerçeği aklımızdan çıkıp gidiverir. Ayrıca ‘bu sınıflardan birinin ötekini egemenliği altına aldığını’
Yakın temaslar...
teşkilatımızın maaşlarını bile Amerika öderdi. Bekçi Murtazalar!
Tabii ABD böylece en mahrem yerlerimize kadar sokuldu, kendine dostlar edindi. (Ki, onlara eskiden ‘Amerikan uşakları’ derdik.) Yakın tarihimiz NATO görevlerinde yetişmiş, Amerika’da ‘kurs’ görmüş nice ‘Bekçi Murtaza’larla doludur. (‘Görmüşüm kurs, almışım terbiye’ misali.) ‘Yakınlığımız’ elbette tek taraflı değildi. Bu ‘içtenlik’ sayesinde bizim de sermaye düzenimiz, ‘laik demokratik sosyal hukuk devleti’miz ayakta kaldı; darbelerle, muhtıralarla da olsa. İşkencecilerimiz bile, bütün ‘Hür Dünya’ işkencecileri gibi, Amerikan mekteplerinden yetişmedir. Yani öyle bir samimiyet, öyle bir işbirliği. Eski eski zamanlarda, yani devrimci hareket dağları taşları sarıp 6. Filo’yu taşlamaya başlamadan önce, halkımız Amerika’yı acayip severdi; tabii en milliyetçi duygularla, ‘milli bir vazife’ olarak ve devletimizin planlı programlı desteği ve komünizme karşı ‘psikolojik harekâtı’ sayesinde. Sonra ‘Kıbrıs’ falan derken, devrimci hareketin de güçlü etkisiyle halkımızda bir Amerika alerjisi
husule geldi. Ancak devletlerimizin ve ‘milli’ egemenlerimizin ‘içtenliği’ devrimci hareketi ve emeğin mücadelesini söndürmek babında ortak askeri ve siyasi operasyonlarla devam etti. 1 Mayıslarda, Kanlı Pazarlarda, Malatyalarda, Maraşlarda, Çorumlarda ve daha nicelerinde. 12 Eylül öncesinin meşhur ‘terör’ü büyük ölçüde NATO kaynaklı bu ‘ahbap çavuşluğun’ ve ‘Gladyo kardeşliği’nin ortak imalatıdır. Ancak 12 Mart öncesi İslamcıların ve her daim MHP’nin ‘içten’ katkılarını da inkâr etmemek şartıyla. Halkımız arasında son yıllarda yayılan ‘Amerikan düşmanlığı’ modası ise samimi yanlarının yanı sıra, büyük ölçüde devletimiz eliyle planlanan ve ‘ikinci bir emre kadar’ geçerli olan bir psikolojik harekât ‘kreasyonu’dur. ‘İkinci emir’, bazı pürüzler giderildiğinde verilecektir. Ancak, ilk adımlar ümit vericidir ve PKK artık hepimizin ‘ortak düşman’ıdır. Sıkıysa..!
1957’de eski büyükelçi Norman Armour, bir Senato komisyonunda, “ABD askeri yardımının açıkça belirtilen amacı, Ortadoğu’nun savunmasında Türkiye’ye yardım etmektir,” demişti.
ve b ege yut esas ilişk ifad bir unu son ulus yerl ‘ulu acım H ken büt men kab zor ikti Anc patr oldu Mehmet Ağa’ ile ‘Mısır’daki Sağır
Tabii, Türkiye’nin de ABD’ye ‘yardımcı’ olması şartıyla. Şimdi başka bir zamanda, yine aynı yerdeyiz. Türkiye’nin ‘bölgesel güç’ olma peşinde ‘Büyük Ortadoğu’da yürümeye heveslendiği bütün yollar Amerika’nın kucağında kesişmektedir. Memleketimizin iktisadi, siyasi ve askeri egemenleri kısa ve uzun vadeli heveslerinin ancak ABD’nin ‘icazetiyle’ gerçekleşebileceğini biliyorlar. Ancak baştan söyledik, bu ilişki, tabiatı gereği, eşit falan değildir. Türkiye kendini ‘bölge gücü’ zannetse de ‘at uşağı’ rolüne mahkûmdur. Ayrıca ABD’ye takılarak çıkılacak yolun nerede biteceği; bedelinin ne olacağı ve diğer ‘HanyaKonya’ meseleleri henüz bir muamma gibi görünse de, Irak ve Afganistan gibi örnekler zihnimizi açabilir! Ancak her ne olursa olsun, (milli) egemenlerimizin ‘neden olmasın’ diyerek birtakım heveslere kapıldığı ve ‘milli’ meselelerini ABD ile çözmeye niyetlendiği çok açık. Türkiye’nin ABD ‘koordinatörlüğünde’ bir bölge ‘hegemonyasına’ yönelmesi, yani tepesindeki Amerikan hegemonyasını daha iyi hissetmesi, ordumuzun yanı sıra Türk milliyetçiliğinin de ABD emperyalizmiyle ‘eski mesut günler’e dönmesine vesile olacaktır. Sıkıysa o zaman orada burada Amerika hakkında tek bir laf edin bakalım!
HAKKI YÜKSELEN (BABA HAKKI)
krar yaşamak değil, emeğin toplumsal kurtuluşu olmalıdır. Yoksa 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramlarında eriz. Tarih, vatanı ve milleti ve tabii ‘milli hâkimiyet’i kurtarmaya çalışırken elindeki fiili iktidarı sırf ‘milli ve demokratik’
ız, şartsız...’ kimindir?
ve bunu ‘ulusun egemenliği’ olarak yutturduğunu; devletin esasen ‘toplumsal ilişkilerin siyasi bir ifadesi’nden başka bir şey olmadığını da unutuveririz. Bunun sonucunda da ‘batan ulus devletimize’ ve yerlerde çiğnenen ‘ulusal egemenliğimize’ acımaya başlarız. Her egemen sınıf, kendi menfaatlerini bütün ‘ulus’un menfaatleri olarak kabul ettirmek zorundadır. Yoksa iktidarda kalamaz. Ancak gerçek patronun kim olduğunu ‘Sarı Çizmeli sır’daki Sağır Sultan’ bile bilir.
‘U
Yani ‘ulusal egemenliğin’ ne olduğunun ve nasıl kullanılacağının kararını onun asıl sahipleri verir. Mülk de, devlet de, ulus da, egemenlik de onlarındır.
‘Asrı Saadet’e dönmek!
Tabii, “Eh madem her şey onlarınmış, o zaman bize ne!” demekten söz etmiyorum. Sahip oldukları, alıp sattıkları her şeyi, bizim sırtımızdan, bizim alın terimizden kazandıklarını ve sermayenin birikmiş emekten başka bir şey olmadığını bildiğimiz için, her şeye sahip çıkar, her şeyi geri isteriz. Sosyal hakların gaspına, özelleştirmelere, sermaye ve piyasa yanlısı politikalara, uluslararası tahkime, IMF reçetelerine, Yapısal Uyum programlarına, tarımın çökertilmesine, emperyalizme bağımlılığın her türüne karşı dururuz. Özelleştirilen işletmelerin işçi denetiminde millileştirilmesini, memleketteki Amerikan üslerine el konulmasını talep ederiz. Ancak bütün bunları, her şeyi, malı mülkü ve egemenliği yeniden ‘milli burjuvazi’ye devretmek için değil, tabiri caizse ‘işçi sınıfının ulusal egemenliği’ için yaparız. Açık işgal ve gerçek sömürgeleştirme durumlarında bile ‘ulusal egemenlik’ mücadelesinin özünde kapitalist
emperyalizme karşı bir sınıf mücadelesi olduğunu biliriz. Yani işçi ve emekçilerin ‘ulusal egemenlik’ için ‘karalar bağlamadan’ önce, ‘bir ulus olmak’ gibi önemli bir tarihsel sorunu vardır. Kısacası eğer bir ‘ulusal egemenlik’ mücadelesi vereceksek bu mücadelenin amacı, ‘Asrı Saadet’e dönmek’, 1930’ların ‘mutluluklarını’ tekrar yaşamak değil, emeğin toplumsal kurtuluşu olmalıdır. Yoksa 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramlarında temsili olarak devlet büyüklerinin masasına oturup egemenliğin gerçekten tüm ulusa ait olduğunu zanneden saf çocuklara benzeriz.
‘Üçüncü Dünya’yı arayan UFO’lar!
Bu ‘ulusal egemenlik’ mevzuunda ‘sınıf pusulası’nı kaybetmek insanı hem yoldan, hem de sosyalizmden ‘çıkarır.’ Tarih, vatanı ve milleti ve tabii ‘milli hâkimiyet’i kurtarmaya çalışırken elindeki fiili iktidarı sırf ‘milli ve demokratik’ nedenlerle ‘milli burjuvazisine’ teslim eden nice burma bıyıklı koç yiğitlerle, nice aslan gibi önderliklerle doludur. İşin tuhafı bu ‘milli ve demokratik burjuvalar’ çoktan kaybettiklerini zannettikleri iktidarın, işçi ve
emekçilerin kafatasında kendilerine sunulmasının şaşkınlığını atlatır atlatmaz, can havliyle emekçileri tepelemeye ve ‘ulusal egemenlik’lerini emperyalizmle paylaşmaya başlamışlardır. Yani bu ‘ulusal egemenlik’ denilen şey, sınıf temeli, sınıfsal karakteri unutulduğunda, kaç kere kurtarılırsa kurtarılsın sonunda emperyalizmin masasında meze olmaya mahkûmdur. Sınıf mücadeleleri tarihi, ‘satılmış’ devrimlerin hazin hikâyeleri ile doludur. Demek istediğim, bu sınıf mücadelesi mevzuu hiç şakaya gelmez. Maazallah insan sonunda ‘sınıf işbirlikçisi’ falan oluverir. En iyi ihtimalle de bir ‘üçüncü dünyacı’ya; hatta toplumsal mücadelenin uzayında ‘üçüncü dünyayı’ arayan bir UFO’ya dönüşüverir! ‘Üçüncü dünyacı’ dedim de aklıma geldi. 70’li yıllarda solun o meşhur ‘üç dünya teorisi’nin hararetle tartıştığı günlerde, birisi Erbakan Hoca’ya ‘Hocam üç dünya teorisi hakkında ne düşünüyorsunuz?’ diye sormuş. Hoca cevap vermiş: ‘Üç dünya yoktur, iki dünya vardır: bir bu dünya, bir de öteki dünya!’ Sınıf bilinci konusunda Erbakan Hoca kadar bile olamazsak vay halimize…
Böyle devlete böyle millet!..
lus devlet’e bir şey olur mu?’ mevzuuna bu sayıda da devam edelim. Bunu dert edinenlerin çoğunun asıl korkusu, ‘ulus’tan ziyade, ‘devlet’le ilgili. Yani sorunun temelinde ‘ulusa bir şey olur mu?’ endişesinden çok ‘devlete bir şey olur mu?’ endişesi yatıyor. Çünkü o ‘ulus’ denilen şey bütün devrimci, ilerici niteliklerini ve potansiyellerini çoktan kaybederek ancak devletle, devlete ait bir takım simgelerle ve doğrudan bir ‘güvenlik’ mantığıyla tanımlanabilir hale gelmiş bulunuyor. Bakın ‘sosyal devlet’ tasfiye edilirken ‘güvenlik devleti’ yükseliyor. Yani ‘ulus’un, emeğin yüzyıllar süren mücadelesiyle oluşan sosyal yönü parçalanırken, en gerici, en baskıcı yönleri öne çıkarılıyor. Ulus, burjuvazinin egemenliğinde, artık toplumsal olarak birbirinden nefret eden, tiksinen, aidiyet bağları fiilen kopmuş, dayanışma duygusunu kaybetmiş, ancak kana, bayrağa ve bazı kutsal ruhlara tapınarak, ‘öteki’lerden nefret ederek, kışkırtılarak ve korkutularak bir arada duran bir yığına dönüşmüş bulunuyor. Aradaki bağlar sosyal ve insani niteliklerini kaybettikçe, etnik, ırksal
ve dinsel biçimler alıyor. ‘Sosyal güvenlik’ hem maddi bir hak, hem de bir kavram olarak kamu alanından ve zihinlerden silinirken, ‘ulusal güvenlik’ bir kâbus gibi her yanımızı sarıyor. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, sendikalaşma, kıdem tazminatı, iş güvenliği vb. sosyal haklarını kaybeden yoksullar, paryalaştırılarak fiilen ‘ulus’un dışına atılıyor. Sadece insanca yaşama ve çalışma haklarını değil, bazen ‘sömürülme haklarını’ bile kaybediyorlar. Sermaye çoktandır sadece yaratılan ‘artık değer’e değil, emeğin hayatta kalmak için gerekli olan bölümüne de el atmış bulunuyor. Dünya artık, işsiz yoksulların yanı sıra ‘çalışan yoksullar’la da dolu. ‘Ulusça’ liberalizmin ‘Nirvana’sına yükseliyoruz; herkes ‘kamu hizmetleri’nden ve siyasetten ancak parası kadar yararlanır hale geliyor. ‘Ulus’un bir bölümü, iliğini kemiğini kuruttuğu öbür bölümünün korkusuyla, güvenlik kameraları ve tomruk iriliğindeki güvenlik görevlilerince korunan kalın ve yüksek duvarların ardında yaşıyor. Artık örgütlü ve dolayısıyla şeref ve haysiyet sahibi işçi ve emekçilerden söz edilmiyor; onların yerini ‘fakir fukara,
garip gureba’ almış. ‘Başaranlar’ ‘başaramayanlar’dan nefret ediyor. Sadece etnik ve kültürel milliyetçilik değil, ‘refah milliyetçiliği’ de yükseliyor. Varlıklı olan varlıksız olandan tiksiniyor. Kimse diğerini, uşak, hizmetkâr, fahişe ve tetikçi vs. olarak seçilmişlerin dışında, kendi yaşama alanında istemiyor. ‘Ulus’ giderek ‘hayır sahipleri’ ile ‘dilenciler’e ayrışıyor. Sınıfsal dayanışma ve çoğu zaman kurgusal da olsa ulusal dayanışma bilincinin yerini, cemaat, tarikat, hemşeri ve mafya dayanışması alıyor… Sosyal anlamda ‘ulus’ parçalanıyor.
Sıra bizde
Bütün bunlar olurken devlet güçleniyor. Daha da güçleniyor. ‘Ulus’un büyükçe bir bölümü, iki torba kömüre ve bir torba erzaka muhtaç duruma düşerken, O, dünya yüzünde gece bombardımanı yapabilen birkaç ordudan birine sahip olmakla övünüyor. Ve ‘aslına rücu edip’ ‘silahlı adamlar topluluğu’na dönüştükçe ulusu en gerici biçimlerde yeniden yeniden tarif ediyor. Birilerini ulustan bile saymayarak, kendi onayladıklarının dışında kalan her şeyi ‘sözde’leştirerek, Türk olmayanları ve Türk olduğu halde yeterince mutlu olmayanları düşman ilan ederek, ‘ulus’un dışına atarak… Kısacası,‘Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik’ günleri burjuvazi için çok ama çok gerilerde kaldı. Artık o, barbarlığın kapılarını ardına kadar açmakla, insan evladının varlığına kastetmekle meşgul. Şimdi sıra bizde. ‘Ulus’ ve ‘devlet’, işçi sınıfı önderliğinde bambaşka bir biçim ve içerikte, yeniden inşa edilecek. Ancak bu defa tüm dünya emekçilerinin uluslararası birlik ve dayanışması ve ortak mücadelesiyle, ulusun da, devletin de olmadığı, sınıfsız ve sınırsız bir dünya kurmak amacıyla…
Sivil toplumculuğun siyasal hedefi olan sınıf sıfatsız ‘saf demokrasi’ eğer yerleşmediyse, bunun nedeni sivil toplumun zayıflığı, hatta yokluğudur. O zaman çare sivil toplumun kurulması olmalıdır... Piyasa, devletin baskısından kurtarılmalı, rekabet, girişimcilik, ‘bireysel inisiyatif’ iktisadi yaşama egemen olmalı, bireyciliğin küçümsenmesine son verilereK ‘bireylerin gelişmesi’ sağlanmalıdır. Yani bu teori, tarihi sınıf kavramına hiç başvurmadan açıklayabilmektedir!..
L
MEHMET ŞAHİN
LİBERAL ARKADAŞLARIN DURUMU ÇOK FENA
iberalizmin savunucuları ölçülü, bilge ve insancıl olduklarından emindiler. Kendilerini, hem (muhafazakar ideoloji tarafından temsil edildiğini düşündükleri) gayrı meşru ayrıcalıklarla dolu uzun bir geçmişe karşı, hem de (sosyalist radikal ideoloji tarafından temsil edildiğini düşündükleri) bireysel yetenek ve erdemin dikkate alınmadığı bir eşitlemeye karşı konumlandırmaktaydılar. Liberaller daima
reformcu yasallığı savunan ve bir ölçüde özgürlükçü olan liberal devletin özgürlüğü garanti edebilecek tek devlet olduğunu iddia etti. Özgürlükleri korunan belli bir grup açısından bu belki de doğrudur. Sovyetler Birliği’nin çöküşü bir ideoloji olarak liberalizmin başarısı olarak sunuldu. Oysa yaşanan gelişmeler liberalizmin nihai başarısını değil, tarihsel rolünü sürdürebilme kabiliyetinin kesin bir biçimde zayıflayışını gösteriyor.
Liberal reformculuğun reddi, Amerika ile sözleşme tazeleme olarak gelişirken, IMF yardımıyla dünyanın dört bir yanındaki ülkelere zorla yediriliyor.
Geri tepme
Açıkça gerici olan bu politikalar Doğu Avrupa’da olduğu gibi ABD’de de siyasi bir geri tepmenin yaşanmasını teşvik edecektir. Çünkü bu politikalar nüfusun çoğunluğunun mevcut durumunu
iyileştirmekten çok kötüleştiriyor. Fakat bu geri tepme liberal reformculuğa olan inanca geri dönme anlamına gelmez. Bu sadece yeniden güçlenen gericiler tarafından satışa çıkarılan ve sahte bir piyasa övgüsü ile yoksullara ve yabancılara karşı yapılan düzenlemeleri bileştiren bir doktrinin, reformculuk tarafından karşılanamayan vaatlerin yerine yaşayabilir bir karşılık sunamayacağı anlamına gelir.
‘Sivil toplum’u ararken... Modern devlet, reformcuların insanlara sorunların üstesinden gelmelerinde yardım edebilmelerinin baş aracıydı. Sıradan insanların sorunların üstesinden gelme biçimleri, yani kitle mücadeleleri, devletleri belli çözümler getirmeye, emekçi sınıfların belli kazanımlarını kabullenmeye zorladı. Bugün ise, farklı bir süreç yaşanıyor, kitle mücadeleleriyle elde edilen kazanımlar teker teker ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Ve buna ‘soldan’ omuz veren bir düşünsel zemin de, uzun zamandır, oluşmuş durumda. Devlet yapılarının dünya sisteminin dönüşümü önünde engel hale geldiği anlayışı, devlet aleyhtarlığının ardında yatan önemli argümanlardan biri. Saldırgan muhafazakar uzmanlar ve siyasi figürler tarafından pazarlanan piyasa sloganları, anlık bir geçerlilik kazandı. Ancak piyasayla birleşen devlet politikaları, sorunları kolaylaştırmak yerine zorlaştırdığından, piyasa öncelikli yönelimlere karşı savrulmalar başladı ve devam ediyor. Ancak bu savrulma devletin dünyayı değiştirme kapasitesine dair yepyeni bir inanca dönüş şeklinde değil. Sadece insanların sorunların üstesinden gelmede yardım etmek için hâlâ devleti kullanmamız gereğine ilişkin makul bir yargıyı yansıtıyor. Dolayısıyla bugün bazı insanlar için hem sorunların üstesinden gelmede yardım almak için devlete dönmek, hem de dünyayı yeniden inşa edebilmek açısından devleti ve genel olarak politikalarını yararsız, hatta çok kötü bularak kınamak bir tutarsızlık değil. Öyleyse insanlar
18
dönüşümün yönünü etkileyecek ne yapabilir? İşte tam bu noktada başka bir aldatıcı slogan devreye giriyor: ‘Sivil toplum’u kurma, genişletme ve yeniden inşa etme çağrısı. Bu da beyhude çabadır. Devletler var oldukça ve temel olarak yurttaşların devlet çatısı altında, devlet tarafından yasallaştırılan faaliyetlerde bulunmak ve devlete karşı dolaylı politikalara girişmek üzere örgütlenmesi anlamına gelen ‘sivil toplum’, devlet onu ayakta tutacak güçte oldukça var olabilir. ‘Sivil Toplum’ liberal devletin kurulmadığı yerlerde, liberal devlet yapılarını oluşturmak için bir toparlanma simgesi olarak kullanıldı. Ancak en önemlisi, tarihsel olarak ‘sivil toplum’, tehlikeli sınıfları uysallaştırma tarzı olmanın yanı sıra devletin potansiyel yıkıcı şiddetini kısıtlama tarzıydı da. Sivil toplumun inşası 19. Yüzyıl’da Avrupa ve Kuzey Amerika’daki devletlerin faaliyetiydi. 20. Yüzyıl’ın neredeyse son çeyreğine kadar, devlet kurma, dünya sisteminin gündeminde kaldıkça, daha fazla devletle sivil toplumun inşasından söz edilebilirdi. Ancak devletlerin zayıflamasıyla sivil toplumdan zorunlu olarak kopuyor. Çağdaş liberallerin üzüldüğü ve muhafazakarların gizlice sevindiği şey tam da bu parçalanmadır. Bu parçalanma her biri bir kimlik çerçevesinde dayanışma kuran ve kendilerine benzeyen diğer grupların yanında ve karşısında hayatta kalma mücadelesi veren savunmacı grupların inşası çağını açmıştır. Bu grupların siyasi
sorunu, insanlara sorunların üstesinden gelmelerine yardımcı olacak yeni bir araç olmamaktır. Eşitlik mücadelesinin bir parçası olan grup hakları için savaşmak, ‘arayı kapatmak’ ve öne geçmek için savaşmaktan farklıdır. Sivil toplumculuğun siyasal hedefi olan sınıf sıfatsız ‘saf demokrasi’ eğer yerleşmediyse, bunun nedeni sivil toplumun zayıflığı, hatta yokluğudur. O zaman çare sivil toplumun kurulması olmalıdır. Piyasa, devletin baskısından kurtarılmalı, rekabet, girişimcilik, ‘bireysel inisiyatif’ iktisadi yaşama egemen olmalı, bireyciliğin küçümsenmesine son verilerek ‘bireylerin gelişmesi’ sağlanmalıdır. Bu teori, tarihi sınıf kavramına hiç başvurmadan açıklayabilmektedir! ‘Sivil toplum’ içindeki toplumsal farklılaşmalar, bölünmeler, bunların ürünü olan çelişki ve mücadeleler hiç değinilmeden
kalan unsurlardır. Sınıf mücadelesinin yerini, sivil toplum ile devlet arasındaki mücadelenin alması, devletin sınıf hakimiyetinin yeniden üretildiği ve korunduğu bir toplumsal ilişkiler alanı olarak kavranmasını engeller. Devlet sınıflar arasında bir toplumsal ilişki biçiminde kavranmadığı için, devlet bağımsız, sınıflar üstü bir hayalet haline gelir. Oysa siyasal iktidar sivil toplumdaki uzlaşmaz çelişkilerin resmi ifadesinden başka bir şey değildir. Liberalizmin sivil toplumculuğu, onun bir bütün olarak ele alınması ve bu bütünün içindeki bölünmelerin, ayrışmaların, farklılaşmaların özellikle görmezden gelinmesidir. ‘Sivil toplum’, liberallerin ideallerinin tersine, çeşitli kurumlar ve çeşitli toplumsal ilişkiler, ek farklılaşmalar ve bölünmelerin kaynağıdır. Sivil toplum aynı zamanda sayısız tipten baskının da kaynağıdır.
Demokrasi, tabii, güzel bir şey...
Devletsiz de olmuyor ama...
Demokrasi ve liberalizmin ikiz olmayıp büyük ölçüde zıt oldukları unutulmamalı… Evet, liberalizm aslında demokrasiye karşı icat edildi. Liberalizmi doğuran sorun, önce merkezde sonra bütün olarak dünya sisteminde tehlikeli sınıfların nasıl denetim altında tutulacağı sorunuydu. Liberal çözüm, kesintisiz sermaye birikim sürecini ve onu destekleyen devlet sistemini tehdit etmeyecek düzeyde kalmak şartıyla, siyasal iktidara sınırlı bir erişimin ve ekonomik artı değerin sınırlı paylaşımının bu sınıflara bahşedilmesiydi. Her türlü özgürleşmenin kaynağı ‘mucize’ bir biçimde sivil toplumda bulunduğu gibi, demokrasinin gelişmesi ve katılımı sivil toplumun kaderine bağlanmıştı. Sivil toplumun piyasa ekonomisi ile demokrasi arasında bir dolaşım olduğundan bahisle, esas ilişkinin piyasa ekonomisi ve demokrasi arasında kurulduğu belirtile geldi. Ancak piyasa ekonomisi, demokrasinin
Muhafazakarların modernliğin temel sonuçlarından biri olarak gördükleri ‘değerlerin düşüşü’ sorununu çözmek için devlete ihtiyaçları var. Muhafazakarlar değişim için baskı yapan halk güçlerini kontrol etme gereği ölçüsünde devlet yapısının güçlendirilmesine daima hazırdı. Liberaller ise daha baştan temel bir çelişkiye düştü. Devlete karşı bireyin ve hakların savunucuları olarak demokratik bir devletin tek güvencesi olan ‘genel oy’ doğrultusuna itildiler. Bu noktada devlet, bireyi geçmişten gelen toplumsal engellerden kurtarmayı amaçlayan reformların aracı haline geldi. Ama başlangıçtan beri büyük bürokratik devletin gelişmesi durmadı ve birbirini izleyen liberal yönetimler tarafından desteklendi. Muhafazakarlara göre devlet geleneksel hakları genel iradeye karşı korumakla yükümlüdür. Liberallere göre ise devlet bireysel hakların serpilmesine izin veren koşulları yaratır. Fakat sonuçta devlet kabul ediliyor ve topluma karşı güçlendiriliyor. Yani bir baskı aygıtı
ne yeterli ne de zorunlu koşuluydu. Piyasanın, bireysel çıkarların, kısacası ‘sivil toplumun’ en olgun ifadesi olan liberalizm demokrasinin koşulu olmak bir yana, temel demokratik ilkelerle çelişen bir teorik yapıya sahip olduğunu her seferinde gösterdi. Demokrasi, teorik olarak, siyasi süreçte her düzeyde eşit söz hakkı ve ekonomik ve sosyal alanda eşit paylaşım talebidir. Bu talep üzerinde en büyük kısıtlama, ‘akılcı reform’ vasıtasıyla kaçınılmaz ve sürekli bir iyileştirme vaadinde bulunan liberalizmdi. Çoğunluk, liberalizmin bireyin dokunulmaz hakları olarak ilan ettiği birini ya da birkaçını (örneğin mülkiyet hakkını) ortadan kaldırmayı amaçladığında, yani demokrasi ile liberalizm arasında seçim yapmaları gerektiğinde, burjuvaların neden hep liberalizmi seçtiği açıktır. Demokrasinin ‘derhal özgürlük’ talebine karşı, liberalizmin önerisi ‘ertelenmiş umut’tur.
‘İnsan hakları’ mı dediniz?... Liberaller insan haklarının doğal hukukta var olduğunu öne sürer. Bu, insan haklarına karşı iddialara direnme konusunda güçlü bir zemin kazandırır. Ancak bu hakları saptamaya ahlaki ve hukuki açıdan kim yetkilidir? Bir haklar manzumesi diğerleri ile çatışırsa hangisi geçerli olacak ve buna kim karar verecek? Haklar mutlak mıdır, yoksa kullanımları sonucunda akılcı değerlendirmelerle sınırlı mıdır? Belki en önemlisi kimin insan haklarını kullanmaya hakkı var? Bu son soruya verilen yanıt genellikle ‘herkes’ olmalıdır. Ancak reşit olmayanların haklara ya da bunların tümüne sahip olmayacağı evrensel olarak kabul edilmektedir. Yani bu hakları ‘herkes’ kullanmamaktadır. Kapasiteyi kapasitesizlikten ayıran kendiliğinden çizgi nerededir? Kendiliğinden varolan bir çizgi yoktur ve doğal hukuktan da çıkmaz. Kimin insan haklarına sahip olduğuna ilişkin tanım da kimi halkların haklarını kullanma talebinde bulunabileceğiyle yakından ilintilidir. Burada Fransız Devrimi’nden gelen bir kavram, yurttaş kavramı devreye girer. Halk egemenliğini kullanma yetkisine sahip insanlar ‘yurttaşlar’dır. Feodalizmin tebaaları yurttaşa dönüştüğünde, mevcut sakinler yurttaşlar ve yurttaş olmayanlar olarak bölündü. Yurttaşlar, faal olarak vatandaşlara, yani devlete olan sadakatlerine göre diğer toplumsal sadakatler karşısında öncelik tanınan kişilere dönüştü. Liberalizmin oy hakkı, refah devleti
ve ulusal kimlikten oluşan siyasi projesi sıradan insanların bu sınırlı mükafat artışından memnun olacakları ve dolayısıyla eksiksiz insan hakları için baskı yapmayacakları tahmini üzerine kurulmuştur. İnsan hakları, özgürlük ve demokrasi tehlikeli sınıfları uysallaştırma sürecinin bir parçasıydı. Bu aynı zamanda insan haklarını kullanabilen grubun da pratikte bazı insanlarla sınırlanması demekti. Halkların hakları da çok az sayıda belirli halklara mahsustu. Bunlar hiçbir surette diğer tüm halkların hakları değildi. Ancak liberalizmin kendi mantığı içinde haklar teorik olarak evrensel olduklarından konulan bu sınırlamalar karmaşık gerekçelerle ve aldatıcı biçimlerle meşrulaştırılımaktaydı. Bu liberal ilkelerin gerçek anlamlarıyla ele alınmaları, yani evrensel biçimde uygulanmaları liberallerin isteyeceği en son şeydir. Bu ilkelerin gerçek anlamlarıyla alınmaması için Liberalizmin sınırlayıcı bir güce ihtiyacı vardır. Bu ırkçılıktır. Fakat bu liberallerin kolayca itiraf edebilecekleri bir şey değildir. Liberalizmin ırkçılığı ‘uygar’ ulusların ‘barbar’lara karşı kolektif milliyetçiliği üzerine kurulmaktadır. Barbarlar, sömürge halkları, beyazlara karşı siyahlar ve sarılar, batı karşısında doğu, ‘Batı Avrupa’nın tarihi ulusları’ karşısında ‘Doğu nun tarihi olmayan ulusları’dır. Dolayısıyla insan haklarına saygı gösterdiğini ileri süren ülkelerin görevi insan haklarına saygı göstermeyen, ‘barbarca adetlere sahip olan’ ve sonuç olarak velayet altına alınması
ve çocuklar gibi eğitilmesi gerekenleri ‘uygarlaştırmaktı’. Muhafazakarlar sık sık halkların haklarına karşı durabilmek için 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısında insan hakları temasının ardına düşmüşlerdi. Sömürge halklarının gerçek halklar olmadığını söylüyorlardı. Onların Batı yaşam tarzını belirledikleri ölçüde insan hakları tanınabilecek olan bireylerin oluşturduğu yığınlardan ibaret olduklarını savunuyorlardı. Liberaller bugün kendi mantığı tarafından köşeye sıkıştırılmaktadır. İnsan haklarının ve biraz daha alçak sesle halkların haklarından ve onların meşruiyetinden bahsetmeye devam ediyor. Ama hala bu konuda samimi değiller. Kaya ile sert zemin arasında sıkışmış olan liberaller kendilerini çoğunlukla muhafazakarlara dönüştürmek suretiyle gerçek renklerini gösteriyorlar. Liberal ideolojinin iç çelişkisi ‘mutlak’tır. Tüm insanlar eşit haklara sahipse ve tüm halkların eşit hakları varsa kapitalist dünya ekonomisinin eşitsizlikçi sistemi sürdürülemez. Bu açıkça kabul edildiğinde tehlikeli sınıfların gözünde kapitalist dünya ekonomisinin meşruiyeti kalmaz. Eğer bir sistemin meşruiyeti yoksa o sistem de yaşayamaz. Gerçek olan derin bir şekilde eşitsizlikçi bir dünyada yaşadığımızdır. İçine girdiğimiz büyük dünya düzensizliğine ezilenlerin mücadelesi değil, onları ezen yapının krizi neden olmaktadır. Devlet önderliğinde ya da devlet onaylı yada devlet destekli faaliyet vasıtasıyla reformculuktan hayal kırıklığına uğrama
olarak devletin reddiyesi değil, ona farklı elbiseler biçilmesi söz konusu… Sosyalistler devletin ‘eriyip gitmesini’ savunurken liberaller devlet ve sivil toplum arasındaki ayrışmanın büyümesini istiyorlar. Bütün hedef, sivil toplumun güçlendirilmesi, devletin yetkilerinin sınırlandırılması... Devletin varlığı kendi içinde bir sorun olmuyor. Yani, liberal olmanın anlamı devletin temsil ettiği hakimiyet ve yabancılaşmaya razı olup boyun eğmek… Liberaller devletin varlığının yanı sıra anarşik gelişimi, boğazlaşma temelli rekabeti ile, doğayı darmadağın eden gelişimi ile piyasanın temsil ettiği yabancılaşmaya da itiraz etmiyor. Liberalizm piyasanın insanı iradesinden bağımsız, denetlenemeyen kendi üretici gücüne yabancılaştıran bir sisteme mahkum kıldığını görmek bir yana onu yücelten bir tavır alıyor. Özgürce birleşmiş üreticilerin hep birlikte bilinçli bir biçimde planladıkları bir toplumsal üretim yerine, herkesin birbiriyle savaşını ve toplum içinde yabancılaşmayı benimsiyor. süreci bir yönüyle guruplara (etnik, dinsel, ırk guruplarına) yönelme, diğer yönüyle sırf oy hakkından ibaret olmayıp bunu ötesine geçen bir siyasi eşitlik talepleri dalgası oluşturmuştur.Bu demokratikleşme talebi sadece otoriter devletlere karşı değil (liberal devlet demokratikleşmeyi geliştirmek değil, önlemek için icat edildiğinden)liberal devletlere karşı da ortaya konulmaktadır. Bu dönem ikili bir mücadele dönemi olacak hayatta kalma ve sonuçta sistemin kaosundan doğacak olan tarihsel sistemi belirleme mücadelesi. Mevcut yapının hiyerarşik eşitsizlik özelliğini koruyacak şekilde yeni bir yaratma arayışındakiler projelerine tarihsel alternatifler çıkmasını önlemek amacıyla dikkatimizi hayatta kalma mücadelesi meselesine odaklanmış olarak tutmak için her şeyi yapacaklardır. Bir tarihsel sistemin krizde olması insanların yapıyor oldukları aynı türden şeyleri yapmaya devam etmedikleri anlamına gelmez. Pazar için meta üretimi sürüyor. Devletler ordulara sahip olmaya ve savaşlara girmeye devam ediyor. Hükümetler politikalarını sürdürmek için polis kuvveti kullanacaklar. Sermaye birikimi artan güçlüğüne rağmen devam ediyor ve dünya sisteminin sosyoekonomik kutuplaşması derinleşiyor. Ancak 500 yıldır gelenden büyük bir farkla. Sistem içi dalgalanmalar daha vahşi ve keskin olarak. Bugün küçük hareketlerin bile nispeten büyük etkisi olacaktır. Dolayısıyla insan eylemliğinin mükafatı olarak çok büyük, eylemsizliğinin ve yanlış yöne sapmış hareketin cezası da aynı derecede büyük olacaktır...
19
AMAN HA! EZBERİNİZ SAĞLAM OLSUN! Yani neymiş: AB’yi eleştirmeyeceğiz, özelleştirmelere karşı çıkmayacağız, tam bağımsız Türkiye istiyoruz demeyeceğiz, kapitalist sömürü sistemini yıkmak için mücadele etmeyeceğiz. Bunun adına da solculuk diyeceğiz... Öyle mi?..
m
B
alper erdik
askın Oran’ı daha önceden AB’ciliği, liberalliğiyle tanıyordum. Tabii kendi görüşüdür, ancak söz konusu olan, gerek seçimde ‘sol aday’ olarak, gerekse Radikal İki’de daimi yazar olup, solu, solcuları temsil etme, dahası ‘ezber bozma’ meselesi olunca, doğal olarak bize de eleştiri hakkı doğuyor. Ezilenleri ve dışlananları nasıl temsil edeceğini çok merak ettiğim Baskın Oran’ı, birçok kez seyrettim, okudun ama hiç ikna olmadım. O yüzden, SU tv’de, Ahmet İnsel’in hazırlayıp sunduğu SU’yun Gündemi’ adlı programa 6 Temmuz’da konuk olduğunda, sms yoluyla kendisine bir soru sordum. Sorum, ‘’Temel ideolojisi liberalizm olan AB’yi eleştirmeden işçi, emekçileri nasıl savunacağı ve kapitalizme açık açık karşı olmadan nasıl solcu olunabileceği’’ idi. Sunucu Ahmet İnsel, bilim adamlığına yakışmayacak şekilde, sorumu kesti, biçti ve, ‘Ssolculuk AB’ye karşı olmak değil midir?’’ diye Baskın Oran’a yöneltti. O zamana kadar, konu mankeni gibi hiç konuşmadan orada oturan Seyfettin Gürsel de bu soru üzerine sazı eline aldı ve, ‘’AB’de demokrasi var, insan hakları var, özgürlük var. Asıl solculuk AB’yi desteklemektir; zaten AB’nin solcuları da bizim üyeliğimizi destekliyor,” gibi ezberden yanıtlar verdi. Baskın Oran da, 60’lı yıllara kadar sadece işçilerin ezildiğini, bu tarihten sonraysa ezilen yeni unsurların ortaya çıkığını, bu unsurları savunmak için de AB’ci olmak gerektiğini söyledi. Baskın Oran, Meclis’te ezber bozacağını söylemişti. Ezber bozmaya kendinden ve yakın çevresinden başlasaydı... AB’nin solcuları Türkiye’yi destekliyormuş… Biz o solcuları çok iyi tanırız. Geçen seçimlerde İtalya’da iktidara gelen ‘Zeytin Ağacı İttifakı’nın lideri Romano Prodi, seçimi kazandıklarının ertesi günü, “Piyasaları memnun edeceklerini,” söylemedi mi? İngiltere’nin eski başbakanı ‘solcu’ Tony Blair, Irak işgalinin iki numaralı adamı değil mi? AB’de insan hakları varmış… F tipi hapishanelerde 6 yıldır uygulanan tecrite karşı başlatılan ölüm orucu direnişinde, 122 insan ölürken, yüzlercesi sakat kalırken neredeydi AB? Madem AB bu kadar
20
demokrattı; Orhan Pamuk, Elif Şafak gibi liberaller 301’den yargılanırken ortalığı ayağa kaldıran AB yetkilileri, ‘1 Mayıs 1977 katliamı’ dava dosyasının yeniden açılması talebiyle basın açıklaması yaptığı için hakkında 301’den dava açılan 78’liler Derneği Mersin temsilcisini niye savunmadı? Neden dersiniz? Çünkü AB’de olan sadece ‘burjuva demokrasisi’dir ve misyonu da burjuvazinin çıkarlarını korumaktan ibarettir. Bu düzende ‘eşitlik’, ’özgürlük’ ve ‘demokrasi’ gibi kavramlar, üretim araçlarının özel mülkiyetini ve bununla birlikte siyasal iktidarın da patronlara ait olduğu gerçeğini gizlemeye yarar. Demokrasi oyunuyla hem bu gerçeklerin üzeri örtülür, hem de göstermelik seçimlerle kitlelere burjuva egemenliği yeniden ve yeniden onaylatılarak emekçilerin sistem dışına çıkması engellenir.
O ne biçim demokrasi?
Baskın Oran’ın, katıldığı bir konferansta, kendisine yöneltilen soruları ve bu sorulara verdiği cevapları anlattığı bir yazısından öğrendiğimize göre, kendisine, “Siz burjuva demokrasisinden bahsediyorsunuz,” diyen bir öğrenciye alaycı bir yanıt vermiş: “Demek bir de ‘proletarya demokrasisi’ var?” Baskın Oran’ın olmadığını ima ettiği proletarya demokrasisi elbette var ve burjuva egemenliğinin alaşağı edilmesiyle, artık ‘eski’ olan o toplumun ezilen kesimleri, işçi sınıfının iktidar organları aracılığıyla, kendi kaderlerini ellerine almaya başlar. Artık devletin bir baskı aracı olma işlevi, sadece sömürücü sınıflara mensup bir avuç asalak için geçerlidir… Daha fazlası için, Baskın Oran’a ‘sovyet’ ya da ‘konsey’ işleyişi üzerine okumasını önermekten başka çare yok… Baskın Oran, yine aynı konferansta, “ABD emperyalizmini AB emperyalizmiyle mi dengeleyeceğiz?” sorusuna şöyle yanıt vermiş: “Emperyalizmin dört klasik ihtiyaçtan oluştuğunu biliriz: Hammadde ihracı, pazar arayışı, sermaye ihracı, nüfus ihracı. Ama bunları ancak askerî işgal yoluyla çözmeye kalkışırsanız emperyalizm oluşur. Biz gençliğimizde ‘kültür emperyalizmi’ gibi terimlerle çok hata yaptık; siz yapmayın. ABD tekelini neyle dengelemeyi öneriyorsunuz?”
Baskın Oran’ın yanıtının neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Birincisi, emperyalizmi askeri işgale indirgemiş. Oysa ki, İkinci Emperyalist Savaş sonrasında ortaya çıkan ‘yeni sömürgecilik’te askeri işgalin yerini işbirlikçi burjuvazi ve iktidarlar aracılığıyla sürdürülen sömürü alır. Kaldı ki, bugün dünyanın her tarafında, Avrupalı emperyalistler de dahil olmak üzere, büyük emperyalist kuvvetlerin orduları açık askeri operasyonlar yönetmektedir. İkincisi, Baskın Oran AB’yi, ABD’nin tekelini dengeleme aracı olarak görüyor. Ancak böyle bir şey imkan dahilinde değil. Çünkü, “bu proje (AB), gerçekte, var olan Avrupa’yı ABD’nin politik projesinin ekonomik ayağına indirgemek anlamına geliyor… Üçlünün ABD, Avrupa, Japonya- oluşturduğu kolektif emperyalizmin egemen güçleri, bilinen neoliberal küreselleşme yönünde yol aldıkça, AB oluşumu da onun bir aracı işlevi görüyor.” (Samir Amin) İşte ‘neo-liberalizme meydan okuyor’ diye takdim edilen Baskın Oran’ın savunduğu AB! Baskın Oran, Milliyet’ten Devrim Sevimay’ın kendisiyle yaptığı röportajda, “Deniz Baykal’a niye bu kadar kızgınsınız?” sorusuna, “Siyaset bilimine ilişkin birçok mevzuu çok iyi bilir. Zaten kendisine en çok bunun için kızıyorum. Söylediği şeylerin yanlış olduğunu bile bile söylediği için,” yanıtını vermiş. Baskın Oran’ın bu eleştirisi kendisi için de geçerli. Siyaset Bilimi profesörü olan Baskın Oran,yukarıda yazılanları bilmiyor mu? Biliyorsa niye aksini söylüyor? Özelleştirme konusuyla ilgili de ilginç düşünceleri var Baskın Oran’ın. Şöyle demiş bir yazısında: “Solun gözünde örneğin KİT’lerin satışı bir ihanet. Bu konuda da bütüncül davranıyor. Bu kötü miras, devletçiliği sosyalizm sanan bizim kuşaktan kaldı. Bu kurumların hem bir finansal karadelik, hem de partilisine iş bulma makinesi olduğu açıkken, ‘Sattırmayız’ diye tutturmak yerine, alternatif üretirsin. Kumaş, ayakkabı vs. fabrikalarını özelleştirirsin, stratejik ve temel kurumları (Petkim, vs.) özerkleştirip rekabetçi piyasaya uyum sağlatırsın. Bu alanda ‘bütüncüllük’,
her şeyin haraç mezat satılmasını kolaylaştırmaktan başka neye yarıyor?” Gerçekten çok ilginç. “Her şeyin haraç mezat satılmasını kolaylaştıran” solcuların bu konudaki tutumuymuş… Bunu faşistler dahi söylemezdi herhalde. Ayrıca stratejik kurumlar özerkleştirilip, rekabetçi piyasaya uyum sağlatılsınmış. Yani diyor ki; devlet liberalleşsin, piyasalarda şirketler gibi kâr kovalasın. Bravo doğrusu, çok yaratıcı bir fikir! Hem son olarak üniversitelerin paralı hale getirilmesi önerisine de ayrıca müteşekkiriz!..
Bağımsızlık da ne ki?
Son olarak, Baskın Oran’ın katıldığı bir konferansla ilgili haber: “Türkiye’nin bağımsızlığı konusundaki düşüncelerini soran bir öğrenciyi ‘gençlik hülyalarına kapılmakla’ eleştiren Oran, kapitalizmin ülkeleri ticaret bölgelerine mahkum kıldığını ve bunun günümüzde ‘ayakları yere basan’ herkesin görmesi gereken bir zorunluluk halini aldığını ekledi.” Yorum yapmaya gerek var mı bilmiyorum? Bir dönem bu ülkenin devrimci gençlerinin uğrunda öldüğü ‘Bağımsız Türkiye’ hedefi, ‘gençlik hülyası’ymış. Kapitalizmi tarihin çöplüğüne atmak için mücadele edenlerin ‘ayakları yere basmıyormuş’. Daha çok şey yazılabilir, örnekler artırılabilir. Ancak Baskın Oran’ı tanımak açısından bu kadarı yeterli sanırım. Yani neymiş: AB’yi eleştirmeyeceğiz, özelleştirmelere karşı çıkmayacağız, tam bağımsız Türkiye istiyoruz demeyeceğiz, kapitalist sömürü sistemini yıkmak için mücadele etmeyeceğiz. Bunun adına da solculuk diyeceğiz. Öyle mi? Bu tip bir solculuğun, yani Amerikan Demokratlarının ‘liberal’ tanımına uyan ve solculukla alakası olmayan solculuğun bugün Türkiye’ye hiçbir faydası yoktur! İşte bu yüzden de, başta işçiler, emekçiler olmak üzere; bu ülkede ekonomik, dinsel, cinsel, ulusal anlamda ezilen, dışlanan tüm unsurlar ezberini sağlam bellemelidir. Bu ülkede, anti-kapitalist çizgide, arkasında mutlaka işçi sınıfının desteği olan sol, devrimci bir örgüt olsun, olmalıdır!
belki de, esas çocuk pornosu bu
Karda kıyamette, çıplak ayakla, bir saat yol yürürken, hastane bulamazken, onlara muz dağıtarak; salgından, vitaminsizlikten öldüklerini, açlıktan öldüklerini, zatüreden öldüklerini, tank paletlerinin altında kalıp can verdiklerini nasıl gizleyeceksiniz?..
H
erhalde her çocuğa söyle bir nasihat verilmiştir: “Sakın yabancılardan şeker, çikolata gibi şeyler alma, bir yere götürmek isterlerse gitme…” Kaçırırlar falan... Bir de çocuklar yaramazlık yaptığında doktor, polis, çöpçü –daha korkutucu görünüyor olsa gerek- gibi mesleklerden insanlara verilmekle tehtit edilirler. “Şimdi ne anlatıyor bu?” diyeceksiniz haklı olarak. Gazete okurken aklıma geldi. Haberi okuduğunuzda size de çağrışım yapacağından eminim, kafanızda parçalar birleşecek: “ADANA'da Demokratik Toplum Partisi'nce (DTP) düzenlenen mitingde polis panzerini taşlayan çocuklara polis amiri muz alıp, dağıttı. Miting terör örgütü PKK'nın eylemine dönüşünce, yaklaşık 750 kişilik gruba polis panzerleri tazyikli su ile müdahalede bulundu. Olayın yatışmasının ardından Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü'nde görevli Emniyet Amiri Asım Bulat, sokaktan geçen seyyar satıcıdan 10 kilo muz alıp, dağıtmak istedi. Seyyar satıcının etrafını saran 100 kadar çocuk, polis amirinin dağıtımına beklemeden tablaya hücum edince, izdiham yaşandı. Tabladan muz almaya çalışan ve yere düşen muzları kapmaya çalışan çocuklar birbirine ezdi.” (Milliyet) ‘İki elinizle doğrultamamışsınız’ denir buna. Kalkıştıkları iş yetmiyormuş gibi, onu da beceremiyorlar. Çocuklar birbirine giriyor, birbirlerini eziyor. Düşenler, yaralananlar… Daha önce de kek, çikolata… dağıtmışlar, yine aynı vaziyet. ‘Benim memurum’ bu işi pek bilmiyor! Nazım diyor ya, Taranta Babu’ya mektubunda: YAŞAMAK... Ne
acayip iştir ki / bu ne mene gidiştir ki TARANTA-BABU, / bugün bu / ‘bu inanılmayacak kadar güzel' / bu anlatılamayacak kadar sevinçli şey: / böyle zor / bu kadar dar / böyle kanlı / bu denli kepaze...
Ya tank paletleri?
İşte o çocukların pırıl pırıl kocaman kara gözleri, her şeyden habersiz oyun oynayan, zafer işareti yapan ufacık elleri inanılmayacak kadar güzel…ken, onları böyle adice haber malzemesi yapanlar öyle utanç veriyor ki insana. Tarifi yok. ‘Bu denli kepaze’ işte… Muzları alan çocukları, “Ben polis olacağım,” tadında konuşturmuşlar bir de! Neyi başardınız? Ne bekliyordunuz ki? Ne kadar tatmin oldunuz? Çocuk pornosu değildir de nedir bu? Çocukların ailelerine pazardan bir kilo portakal alacak parayı kazanması için fırsat mı verdiniz? Ne olacaktı ya? Neyi kazandınız?.. Karda kıyamette, çıplak ayağıyla, bir saat yol yürürken, hastane bulamazken, onlara kek- muz dağıtarak; salgından, vitaminsizlikten öldüklerini, açlıktan öldüklerini, zatüreden öldüklerini, tank paletlerinin altında kalıp can verdiklerini nasıl gizleyeceksiniz? “12 yaşındaki Uğur (Kaymaz) nerede?” diye sorsalar, babasıyla beraber katledildiğini söyleyebilecek misiniz? İsmail (Erkek) ve Enes (Ata) kardeşleriniz karakoldan atılan gaz bombası ve açılan ateş sonucu öldüğünde daha 8 yaşındaydı,” diyebilecek misiniz? “Ya Mizgin (Özbek)?” diye sorsalar 5 Eylül 2006’da açılan ateş sonucu arabada öldüğünü anlatabilecek misiniz? “Xezal Berü’yü neden jandarma köpekleri parçaladı?”
diye sorarlarsa, o köpeklerin Diyarbakır cezaevi için özel olarak eğitildiğini, insan etiyle beslendiğini söyleyebilecek misiniz? Bir 23 Nisan resmidir: El ele tutuşmuş çocuklar dünyanın çevresinde daire oluştururlar hani, katledile katledile bitirilemeyen o çocuklar el ele verse Türkiye’yi sarar mı dersiniz? Muz dağıtıyorlar çocuklara ve zafer kazandıklarını sanıyorlar… Efendiler bir halkı nasıl bir sefalete mahkum
bıraktığınızın işaretidir bir muz için birbirini ezen o çocuklar. Bundan sadece utanç duyulabilir. Tuvaleti olmayan okullara, asfaltı olmayan yollardan geçerek giden öğrencilere bir muzla unutturamazsınız yaşadıklarını ve olmayan geleceklerini. Hiçbir şeyi! ‘Maveraünnehir’in nereye döküldüğünü’ sözgelimi!.. Şairlerle bitsin bu yazı, kirlenmeyen bir şairler kalmadı mı?
m
onur göktepe
Meçhul Öğrenci Anıtı Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında Bir teneffüs daha yaşasaydı, Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür Devlet dersinde öldürülmüştür. Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu: - Maveraünnehir nereye dökülür? En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı: - Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir. Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır: Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır: Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri: Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek Ece Ayhan
21
KARUN TAHTA Kızlarımız hiç bozulmasın, kimse kendi iradesiyle ya da ‘özgürlük’ adına saçını, başını –üşümediği sürece- örtmez.
Ö
‘Kız’kulesi de örtünsün!
nümüzde yığınla birikmiş mevzu var. Neler bunlar? Herkesin dile doladığı şu ‘tatlı’ kelime, ‘özgürlük’… Bu kulağa hoş gelen kelimeyi dilim döndüğünce tanımlamaya çalışacağım. Tabii bir başka ‘tapınası’ kelime olan ‘türban’ ya da ‘başörtüsü’. Ha, bir de geçenlerde şu Kanal 7’de yayınlanan ‘İskele Sancak’ programında konuşan bir şahsiyetin kendini şişirerek söylediği bir sözü yerin dibine sokma ihtiyacı hissettim… Başta şu ‘özgürlük’ meselesi... Bugünlerde herkes bu kelimeyi kendine kalkan olarak kullanmakta ne hikmetse... Bizim çok ‘bilmiş’ yönetici tayfamız, kendilerine taraar oluşturmak sevdasına, bu lafı sıkça kullanıyor. Tabii iş diğer mağdurların haklarına gelince, hepsi fıs diye kalıyor. Hepsi kendi arka bahçelerini fukara gösterip, bunun üzerinden birilerinin dediği gibi ‘hasat’ yapmak istiyor. Başta şunu vurgulamak isterim ki, bugününün gündemi olan bazı genç kızlarımızın, ‘inanç’ ya da ‘Tanrı kelamı’ adına kafalarına geçirdikleri tamamen siyasi bir araçtır. Kızlarımız hiç bozulmasın, kimse kendi iradesiyle ya da ‘özgürlük’ adına saçını, başını –üşümediği sürece- örtmez.
etkiliyor. Tayyip ve tayfası, bu sebeple, bu ülkede bazı şeyleri değiştirmekte kararlı… Neo-conların söyledikleri ‘ılımlı İslam’ var ya, bu işte. Aslında bir şekilde kapitalizmle bütünleşmiş ama sözde ‘değer’lerini yitirmemiş bir toplum.
Yani bu süreçte aslında başlarını örten kızlarımızla sorunumuz yok; onları arka bahçe yapmak isteyenlerle sorunumuz var. Üstelik bunla kalmayıp, şimdi de bu katsayısı meselesini meydana çıkardılar. Başta basit bir soru: Kadından imam olur
Hangi ‘bireysel irade’?
Aslında bunu açıklarken, bir konuya daha açıklık getirmek isterim. Söz konusu mevzuda ‘bireysel irade’ tam bir safsatadır. Bu sadece hayatımızda şekillenenlere dair, kendi etkimize verdiğimiz en üst paya inanmaktır. Çevresel koşullar, hayata geldiğimizden beri verdiğimiz kararlarda büyük rol oynar. O yüzden bu kızlarımız aile ya da mahalle dayatmalarını ‘özgürlük’ diye anmasın. Aslında onlar kendilerini bu tutumlarıyla ikinci plana itmiş oluyor. Üzerlerindeki baskıyı ‘Tanrı kelamı’ deyip, gizlemeye çalışıyorlar. İşin bir boyutu da, bizim ‘sevimli’ aydın ya da entel tayfamız… Yahu takmışlar bu ‘temel hak ve özgürlük’ meselesine. Tamam, biz de temel hak ve özgürlüklerden yanayız da, kardeşim sen her şeyde niye ‘Batı’yı kriter alıyorsun ki? Bir kere kendi ülkenin bulunduğu özgün koşulları tartmıyorsun? Ufak bir hatırlama yapmak isterim. Belki acı bir gerçek ama, tabii ‘kanımca’, bu İslam-devlet-laiklik üçgeni komik bir üçgen aslında. Muhammed’in devleti İslami esaslarla kurduğunu biliyoruz. Hatta Aziz Nesin’in de özellikle vurguladığı ‘dinu devlet’ kavramı. Buradan da İslam’ın kendine has hukuk sistemi sahip olduğunu çıkarmak zor olmaz. Aslında maalesef, ki yine kimse kızmasın, İslam dininin günlük hayata dair çok fazla müdahalesi var. Bu müdahale de açıkça devlet-birey ilişkisini
22
aldıkları eğitimle nasıl koca akademide yer bulacaklar, bilmem. Kuran, “Dünya öküz boynu üzerinde duruyor,” diyor. Ne yapacak bu arkadaşlar? Haydaaa, anlat bakalım Galileo’yu, Kopernik’i. Kıssadan hisse herkesin eğitim hakkı vardır; fakat yapılan bu anayasal değişiklik özgürlükten çok negatif ayrımcılığı körüklemekte. Ayrıca kim başı açık gezme özgürlüğünü savunacak? Tanımlamak istenirse, bizim ‘nur yüzlü’ Büyük Sakallı üstadımızın (Marks) mimarı olduğu ‘Praksis Felsefesi’nde bu ‘özgürlük’ güzelce açıklanmış. Yaşamakta olduğumuz düzende özgürlük biçimsel kalır. Yani Türkçe söylersek, bir aç adam için ifade özgürlüğü hikâyedir. Ya da gazete çıkaracak parasal imkânlara sahip olmayan işçi sınıfı için basın hürriyetinin bir anlamı yoktur. Anlayacağınız bu vaat edilen ‘özgürlük’ bulunduğunuz zümreye göre değişiyor. İşin özünde Engels’in vurguladığı gibi mesele ‘zorunluluk’tan ‘özgürlük’e geçiş. Emeğini satmak zorunda olan insanlar, bu zorunluluklarının özünde neler barındığını farkına varınca ‘gerçek’ özgürlüklerine kavuşmuş olacak. Bu da bir anlamda ‘özgürlükleştirme’ anlamına gelecek. Bu hem kendilerini, hem de tüm toplumu kapsayacak. Özgürlük dedik, nelere girdik...
Türbanın tarihi?..
Yani adamlar açıkça, “Yahu siz niye akıl ve bilim istiyorsunuz ki? Biz sizin her şeyinizi ayarlıyoruz, size güzel malzemeler veriyoruz: IMF, Dünya Bankası… daha niceleri, siz yatıp kalkın, gerisini düşünmeyin,” diyor.
mu? ‘Kitap’ olmaz diyor ama maşallah bizim imam hatip liselerinde erkekten fazla kız var. Ayrıca öğrenci sayısı da 120 bine dayanmış. Bu kadar imamı ne yapacaklar anlamam. Ayrıca okuyan arkadaşlar da ‘katsayı’ özgürlüğünden bahsediyor ama
Unutmadan, şu türban/başörtüsü ile ilgili birkaç bilgi iletiyim. Türban kelimesinin kökeni pek uzak olmayan Farsça ‘dulband’ kelimesine dayanır. Türkçede ‘tülbent’ olarak kullanılan kelime, Fransızcaya ‘turban’ olarak geçmiş. Ayrıca işin ilginci bu türban kelimesi 82’den önce hiçbir Türkçe sözlükte kullanılmıyormuş. Genelde ‘sıkma baş’ kavramı kullanıyormuş. Bu türban Osmanlılarda ‘sarık’ olarak anılıyormuş. Daha çok erkekler özellikle padişahlar takıyormuş. İşe bak sen hele! Türban tabii ki tarihsel olarak Müslüman topluluklarında, kadınlar tarafından yaygın olarak kullanılmaktaydı. (Hindistan’daki Sihler, Afrika’daki Tuaregler gibi erkek versiyonları da sayalım...) Ama bana sorarsanız ninelerimizin köylerdeki başörtüleri ‘türbanlı’ kızlarımızınkine benzemiyor. Neyse aslında bu bahsi şu hiç eskimeyen Bektaşi fıkrasıyla bitirmek isterim: Bektaşi, camide vaazı dinliyormuş. Hoca Allah’tan bahsediyormuş. Hararetli bir şekilde, “Allah ne yerde, ne gökte, ne sağınızda, ne solunuzda,” diyormuş. Bunun üzerine Bektaşi de, “Yahu şuna yok diyeceksin de, dilin varmıyor! Hadi, neyse...” diye ekliyor...
geriye dogru ilerleyelim hanımlar beyler!.. O
programdaki söze gelirsek, başta bu adamın ekranlardaki duruşundan söz etmek isterim. Bu ‘bilmiş’ zat, bizim klasik sonradan ‘görmüş’ İslamcı entellerden. Birkaç ‘sihirli’ kelime de öğrenmiş. “Efendim sol, bu ‘özgürlük’ ve ‘temel hak’ sorununu en iyi çözer”miş. Bir de ekliyor: “Artık bizim solcular bu ‘Din halkın afyonudur’ sözüne pek itibar etmiyorlar.” Aklınca ‘doğru yola’ geldiklerini vurguluyor. Kastetmek istediğim bu değil de, aradan çıksın istedim. Sonra tutup da böbürlenerek: “Efendim tarihin ilerlemeci tezi çürümüştür artık,” diye çıkışıyor. Meydanı boş buldu diyeceğim ama karşısında değerli aydın Mithat Sancar var; ne yazık ki, bu lafa sadece alay edermişçesine sırıtarak bakıyor. Tabii programın sonuna gelinmişti o sırada. O yüzden söz verilseydi, Mithat Hoca bu adama ağzının payını verirdi. Neyse onun kadar olmasa da biz de dilimizin döndüğü kadarıyla cevap vermeye çalışalım. Bir kere adam, kendisi açık açık belli etmese de, şu meşhur ‘post-modernite’nin yılmaz bekçisi. Bir yerlerden süslü kelimeler bulup, bunları ‘çağımızın gerçekleri’ diye yutturmaya çalışıyor. Aslında bahsettiği şeyler Ortaçağ’ı yeniden hortlatmaktadır. ‘Toplumun değerleri’, ‘inanç özgürlüğü’ diye laflar edip, karanlığını örterek şirin gözükme yollarıdır bunlar. Gelelim bu ‘tarihin ilerlemeci tezi’ne… Yahu gayet açık ilerliyor işte. Basitçe, sistemin kendisine bakmak gerekir. Kapitalizmin evrelerine bakarsak, sınırlı ticaret ya da merkantilizm daha sonra serbest rekabet ve sonunda mali sermayeyi yaratan tekelci evredir. Bu sonuncuya genelde emperyalist evre denir. Sermaye ihracının yoğunlaşması, sermayenin ulaşamayacağı yerin
kalmaması... Artık ‘talan etme’ kültürü ağır basıyor. Bu dağ kiralamalar, akarsu işletmeler ya da en basitinden özelleştirmeler… Artık ilerlemecilik işin özünde değil, görünüşünde tabii. İnsanlık ‘geriye doğru’ ilerlemeye başladı. Emperyalist kapitalizm ‘bir ilerisi’yle, yani sosyalizmle aşılamadığı için, kendisiyle birlikte tüm insanlığı da çürütmeye başladı. Devrimci dönüşümler yaşanmadığı takdirde, son sürat yok oluşa
aydınlanmacılıkla aşmış olanlar bilim insanları, düşünürlerdir. Kilise’nin bilimdeki saltanatını bu insanların çabaları kırdı. Ama tabii bu ilerleme yerinde durmadı. 19. Yüzyıl’ın sonlarına doğru bilim dünyasında büyük tartışmalar açığa çıktı. Mesela ışığın doğası hakkında... Yapılan deneylerde ışığın bazı durumlarda dalga gibi, bazı durumlarda ise parçacık halinde davrandığı gözlemleniyordu. İşte bu kafa karışıklığı, bilim insanlarını
belki bulunamayacak ama fizikçiler işin hep karmaşıktan basite indirgenmesini savundukları için bu kuramı bulmak için epey çaba sarf edecektir. (Bu arada bu 4 kuvvet: Elektromanyetik, yerçekimi, güçlü, zayıf kuvvetler). Tüm bu anlattıklarımdan, ‘ilerleme’nin hep ‘iyi’ye doğru mu olacağı sorusu çıkarılabilir. İşte burada cevabı, insanın ya da kitlelerin edimleri verir. Bir şekilde, maddi koşullarla birlikte, ‘öznellik’ işin içine giriyor. Bunun da adı ‘mücadele’ oluyor tarih sahnesinde.
‘Kölelik’ desek?..
doğru ilerlenecek… Kaybedecek şeyi olmayan insanların cephesi de genişliyor tabii. Geniş yığınların kaybedecek şeyi olmadığını anlama ihtimali, insanlığın yeniden ‘ileriye doğru’ ilerlemesi için tek şans… Neyse işte, söz konusu adam, aslında kafayı fazla dinle, muhafazakârlıkla bozduğu için, ne geriye doğru, ne ileriye doğru yaşanan/yaşanacak ilerlemeyi falan anlamaz. Bu adama kalsak, bir de ‘Aydınlama’yı hiçe sayıp, oturup akılımızın körelmesini beklememiz lazım… Aslında meseleye bilim tarihinden de yaklaşmak lazım. Bilimsel devrimler hep bunalım süreçlerinde meydana çıktı. Ortaçağ’daki skolastik düşünceyi,
gruplara ayırmıştı. Hatta bir kısmı da ‘atoma inananlar / inanmayanlar’ olarak ayrılmıştı. Aralarından sivrilen, ‘söz dinlemeyen’ biri, Einstein, atomun varlığını kanıtladı. (Brown kinetik hareketi). Daha sonra ışığın davranışına açıklık getirildi. Bu çözüm aslına bakarsınız diyalektik aklın çözümü gibiydi. Işık hem dalga, hem de parçacık halinde davranabiliyordu. Anlayacağınız bilimin tarihsel sürecine ufak bir yolculuk yaptığımızda da, ilerlemenin nasıl olduğunu gözleyebiliriz. Günümüzde ise bunalım ‘Büyük Birleşik Kuram’ denemesidir. Daha henüz doğanın o meşhur dört kuvvetini birleştirebilecek ‘kuram’ bulunamadı,
İnsan evrimine gelirsek, bakın ondan pek emin olamayız. İlerlemenin seyri, evrim sürecinde illa ki daha ‘iyi’ye ya da ‘gelişmiş’e doğru olacak diye bir zorunluluk yok. Aslında bir etken olarak, toplumun maddi koşullarını da sayabiliriz. Bu evrimin hızını ve seyrini tabii ki etkileyebilir. Sanayi evresinden sonra güvelerin renklerinin daha fazla grileşmesi gibi… Goethe’nin ilerlemeye dair güzel bir sözü var, bunu da eklemek lazım: “Onun havlamasının korkunç sesi, olsa olsa, bizim doludizgin ilerlediğimizi ispatlar.” Güzel oturdu vallahi. İlerlemeciliği nasıl anladıkları belli aslında bunların, insanlara bedava kömür dağıtmanın nasıl bir marifet olduğunu her yanda ilan ederek, anlatıyorlar. Herhalde bu sadaka ve dileniciliği, çağımızın ‘kültür’ü, ‘vazgeçilmez’i diye satarlar. Eskilerden kelime almak istiyorlarsa ‘kölelik’ var, onu kullansınlar; tabii ki önüne ‘modern’ ya da ‘neo’ kelimesini ekleyerek… Muhafazakârlıkla, aydın olmayı birleştirdiğini söyleyen bu malum kişiler, ortalıkta kafa bulandırmayı, insanların zihinlerini bulutla doldurmayı iyi biliyor…
Serhat Özcan ve Hakan Gülseven Her çarşamba akşamı DEM TV’de! RED muhalefeti ekranlarda!.. Yazarlarımız Serhat Özcan ve Hakan Gülseven, her çarşamba akşamı saat 22:00’de, canlı yayında DEM TV’de. Güncel gelişmelerin canlı yorumlarıyla, stüdyo konuklarıyla, sokağın sesini ekrana taşıyorlar... DEM TV uydudan ve D Smart’tan izlenebiliyor... (D Smart’tan özellikle talep etmek gerekebilir...) Uydu alıcıları için: TURKSAT 1C, Frekans: 11996, SR: 26000, FEC:5/6 Dikey
23
bir garip konferans
Sonunda konuşmacı geliyor. ‘Sözde Ermeni Soykırımı’ hakkındaki ‘sözde’ konferansını vermeye başlıyor. Öyle pek fazla bir numara gösteremiyor kendisi. O konuştukça, “Baş koymuşum Türkiye’min yolunaaaaa!” fon müziği oluyor kulaklarda...
D
evlet okulu öğrencileri olarak çok bağırış ve çığırış içerisinde, okulumuzun ön bahçe kapısı önünde sıra olduk. Ön bahçe kapısı önünde sıra olmamızın nedeni, okulumuzun başka bahçe kapısı olmaması. Bizlerin bu naçizane kapımıza ‘ön bahçe kapısı’ dememiz, o kapıyı diğer kapılardan ayırt etmek için değil yani. Ortada başka kapı yok ki! Kapı yalnızca bahçenin ve okulun ön tarafında bulunması nedeniyle ‘ön’ sıfatına sahiplik ediyor. Tek kapılı okul bahçesinin ‘ön’ sıfatlı bu tek kapısının önünde sıra olmamızın nedeni ise, bir konferans. Okulumuzla aynı mahallenin topraklarını paylaşan bir kolejde ‘Sözde Ermeni Soykırımı’ ile ilgili bir konferans var. Televizyon programlarında ve gazete köşelerinde oldukça boş konuşan ve yazan bir kişilik verecekmiş konferansı. Her konuda bir fikir beyan eden insanlar da olmasa kimin konferansına gideceğiz? O konu hakkında bilgi sahibi kişilerin mi? Tabii ki hayır! Her konuda, her şeyi bildiğini sanan, “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir!” sözünden haberi olmayanların konferanslarına gitmek her zaman daha hayırlıdır. ‘Sanat ve Ahlak’ adlı bir konferansına gidersiniz, “Kuş Gribi de neymiş?! Tavuklarınızı iyice kızartıp yerseniz bir şeycikler olmaz!” nasihatiyle dönersiniz konferanstan. ‘Sanat ve Ahlak ve Kanat Izgara’ olarak kalır aklınızda konferansın adı. Konferansın kimin verdiği bir yana, konferansın bir kolejde olması acayip sinirlerimi bozuyor. Koleje ve kolej öğrencilerine acayip gıcık oluyorum. Öyle, koleje gidemedim de kıskanıyorum salaklığında değilim. Ne kıskanacakmışım? Benim bu koleje ve kolejin öğrenci milletine olan gıcıklığım, ilkokul beşinci sınıftan kalma bir duygu. Okuduğum ilkokulun hemen karşısında İl Halk Kütüphanesi vardı. Ben de her zaman kütüphaneye gider, çocuklar için ayrılmış bölüme oturur derslerimi yapar ya da çizgi roman okurdum. Yine bir gün oturmuş, A5 büyüklüğündeki ‘küçük’ defterimi açmış, ödevlerimi yapıyordum. Etliye ve özellikle sütlüye karışmayan bir öğrenci olarak masamda oturuyordum. Biraz sonra içeriye biz devlet okulu öğrencilerinin giydiği mavi önlük–beyaz yaka yerine, beyaz gömlek ve ‘Amerikan Kravatı’ denilen ipli zamazingoyu takan kolej öğrenci kafilesi girdi. Herhalde okulca kütüphaneye bir gezi falan düzenlemişlerdi. Öğrenciler hemen hemen benimle aynı yaştaydı. Zaten bu bölüme sadece ben yaştakiler girebiliyordu. Ben ise hâlâ ödevlerimi yapıyordum, onlarla fazla ilgilenmeyerek. Bir ara aralarından bir çocuk yanıma gelip, ödev yapmak suretiyle üzerine yazı yazdığım A5 boyutundaki ‘küçük’ defterimi sanki ben görmüyormuşum gibi bana göstererek, “Aaaa! Siz hâlâ bu küçük defterleri mi kullanıyorsunuz?” dedi, ağzında bir ‘bit yavrusu’ gülümsemesiyle. Aşağılayıcı bakışlarını üzerimde biraz daha
24
,gezdirdikten sonra, odayı gezmeyi bitirmiş kolejli arkadaşlarıyla birlikte çıktı odadan. Ben o an, şaşkınlıktan kalakaldım öylece. Nasıl yani? Küçük boy defter kullanmak ayıp mıydı? Madem ayıptı, neden küçük defterler üretiliyordu? Küçük boy defter üreticileri yaptıkları ayıbın farkında değiller miydi? Öğretmenlerimiz bu ayıp karşısında neden ağızlarını açıp tek kelime bile etmiyorlardı? Devlet okullarına kaderin bir oyunu muydu bu? Neredeydi bu devlet? Neredeydi bu millet? Reha Muhtar neden her akşam televizyona çıkıp, biz küçük çocukları korkutuyordu? Ne oluyordu yahu? İşte o günden bu yana kendini bir şey sanan, hatta çoğu zaman birden fazla şey sanan, havalı, zengin-züppe kolejlilerden hiç hazzetmem! Ne zaman bir yerlerde bir kolejli görsem, “Seni kolejli … seni!” derim içimden. Ama tabii içlerinde doğru, dürüst, güzel insanlar da vardır illaki. Ve fakat yaşın yanında kuru da yanıyor! Hem de daha iyi yanıyor!
Homoseksüel kolej!
Neyse efendim, okuldan çıkarak yürüye yürüye gittik sayın koleje. Kolej binası görünür görünmez, inceden inceye başladım hakaretlerime: “Şu binaya bak! Zenginler işte! Sırf havalı olsun diye öküz gibi harflerle yazmışlar okulun adını! Bir de yaldız yaldız yaldızlamışlar! Altınmış gibi dursun diye! Kapitalist, pis burjuvalar işte ne olacak!” Yanımdaki arkadaşlarım da ‘Anti-Kolej’ oldukları için, katılıyorlar benim hakaretlerime. Ve onlar da başlıyorlar koleje hakaret etmeye. Aslında bir tek ben değil, çoğu devlet okullu öğrenci hiç haz etmiyor kolej ve kolejlilerden. Misal, bazen liseler arası basketbol maçlarına gidiyoruz arkadaşlarla. Eğer oynanan maç bir devlet okulu ile kolej arasında ise ve kolej takımı maçı önde götürüyorsa, devlet okulunun taraftarları başlarlar tezahürata: PARA! ŞİKE! İŞTE KOLEJ İŞTE!
Ya da skor tam tersi bir şekilde seyrediyorsa, başlar devlet okullu taraftar koleje laf sokuşturmalarına: HOMOSEKSÜEL KOLEJ OLAMASSIN ŞAMPİYON! Sınıf arkadaşım Şeref’in bir kız kardeşi var. Kendisi ‘Ortaöğretim Kurumları Sınavı’na hazırlanıyor. Bir ara Şeref’le sohbet ederken söz kardeşinden açılmıştı, “Hacer eğer bir Anadolu Lisesini kazanamazsa ‘Koleje yazdırırız!’ diyor babam. Ulan o koleje bir gitsin, döverim vallaha! Söyleyeceğim babama, sakın göndermesin öyle koleje-moleje!” dedi bir başka ‘Anti-Kolej’ kişilik olarak. Ailesinin maddi durumu el verdiği halde, kendisinin manevi durumu el vermiyor kardeşinin koleje gitmesine. Yani yalnız ben değil, birçok kişi sevmiyor şu ‘Kolej’ denen nesneyi. Konferans, kolejin kapalı spor salonunda. Giriyoruz hep beraber içeriye. Salonun ucuna doğru bir sahne oluşturulmuş. Sahnenin üzerine konuşmacı için bir masa kondurmuşlar. Masanın her iki tarafına büyük, beyaz perdemsi şeylerden germişler, sinevizyon marifetiyle konuşmacı kişiyi ferah ferah görebilelim diye. Şu an ise, konferansın başlamasına daha zaman olduğu için sahnede kolejin ‘Güzel Sanatlar Bölümü’ öğrencileri kendi çaplarında mini bir konser veriyor. Piyano çalan bir kız, gitara eziyet eden bir jöle saç ve kendini Paganini sanan bir kemanist var. Çalıyorlar acayip acayip bir şeyler. Başta ben olmak üzere, diğer arkadaşlar o an tiksinmeye başladık bu geleceğin sanatçılarından.
‘Elleri görüyüüüüm!’
Müzisyen kişiliklerin mini konserleri bitiyor, selam verip ayrılıyorlar sahneden. Fakat konuşmacı kişilik hâlâ gelmiyor. “Rötar yaptı herhalde kendileri!” diye düşünüyoruz. Bu arada ‘ama öyle boş boş durulmaz, sıkılır gider halkımız’ felsefesine bürünmüş kolej yetkilileri, canlı müzikten sonra ‘cansız müzik’ fikirlerini koyuyorlar teybe. Ve birden salonda, bazen bir
partinin mitinginde, bazen bir düğünde, bazen bir futbol maçında; kısacası gerekli gereksiz, alakalı alakasız her yerde bangır bangır çalınan ‘Onuncu Yıl Marşı’ yankılanmaya başlıyor. “Festival gibisin! Katılmak istiyorummmm!” sözleriyle aşkın ve aşk şarkılarının içine hatta dışına - eyleyen kişinin yorumuyla hem de! Bu kadarla da kalmayıp, elde mikrofon sahneye çıkan salak bir görevli, sanki biz bir diskodaymışızcasına “Haydi! Hep beraber! Hep birlikte!” diyor. “Vay salak vay!” diye gülüyoruz arkadaşlarla. Hatta Orcan arkadaş, “Elleri göreyim! Elleri!” diyerek iyice geçiyor alayını, kendini ‘DJ’ sanan adamla. Fakat o an, büyük bir dumura uğruyoruz hep birlikte. Elde mikrofon sahneye fırlamış kendini ‘DJ’ sanan adam, “Elleri görüyüüüüüm!” diyerek ellerini kaldırıyor ve alkışla tempo tutmaya başlıyor marşa. İşte o an biz dumur olmuş bir şekilde gülerken, “On yılda, her savaştan...” açık alınla çıkanların kemikleri sızlıyor mezarlarında. Sonunda konuşmacı geliyor. ‘Sözde Ermeni Soykırımı’ hakkındaki ‘sözde’ konferansını vermeye başlıyor. Öyle pek fazla bir numara gösteremiyor kendisi. Söz konusu mesele hakkında artık herkes tarafından bilinen şeyleri tekrar ediyor sadece. Ve bunu kendisi de anlamış olacak ki sözü, bizler tarafından her zaman ilgi çekici olan ‘Avrupa Birliği’ meselesine getiriyor. Sonra başlıyor Avrupa Birliği’nin ne kadar kirli çamaşırı varsa ortalığa atmaya. Gübreledikçe gübreliyor AB’yi. Bir taraftan AB’ye yüklenirken, bir taraftan da milliyetçi nutuklar atıyor. O konuştukça “Baş koymuşum Türkiye’min yolunaaaaa!” şarkısı fon müziği olarak çalmaya başlıyor insanın kulaklarında. Konferans sonu bu milliyetçi rüzgarla gaza gelmiş birkaç kişi, “Soru sorma isteği” adı altında söz alarak AB karşıtı artistlik laflar etmeye başlıyor. Ceplerinde ‘EURO’ barındıran dinleyiciler, bu milliyetçi laflara alkışlarıyla destek veriyorlar. Hazır böyle bir gaz vermişken, bir de küçük bir halk yoklaması yapıyor sayın konuşmacı: “AB’ye girelim diyenler alkışlasın lütfen!” diyor, sanki bizlerin demesiyle alacaklarmış gibi. Ve fakat salondan oldukça cılız bir alkış yükseliyor. “AB’ye girmeyelim diyenler?” dediği an ise, salon alkıştan yıkılırcasına inliyor. ‘Kopenhag Kriterleri’ seven, ‘müzakereperver’ halkımız, birdenbire damarlarındaki asil kanın farkına varıyor! Konuşmacı dahil herkes sanki AB karşısında çok büyük bir zafer kazanmış gibi, ‘Nasıl da koyduk AB’ye!’ gülümsemeleriyle ayrılıyorlar salondan. Ben ise bu olay karşısında afallamış bir durumda ve bu kolej severlere inat, “Girelim lan AB’ye! Ne var ki az biraz ‘kapitalistsel emperyalizm sevici’lerse? Ayrıca tüm eğitim kurumları da ‘Kolej’ olmalı bence! Paran yoksa okuma kardeşim!” diyorum arkadaşlarıma kolejden okula dönüş yolunda. ‘Neden olmasın ki? Olabilir aslında!’ düşüncesi kaplıyor herkesi. Neyse, sonunda kendimize geliyoruz… Pire için yorgan yakılmaz neticede…
m
dogukan isler .
BiLGESU SÜMER - OAXACA / MEKSiKA
Büyük Suyun Üzerindeki Yer – San Andres Huayapam… Nerden geliyor bu Coca Cola’nın suyu? Su, Özelleştirme, Yerli Halklar ve Paramiliter saldırıların bir örtbas hikâyesi...
O
Bir Coca Cola cinayeti daha
axaca’daki birçok köyün, kasabanın ve şehrin ismi yarı İspanyolca yarı yerli dilinde. San Andres Huayapam da buna bir örnek. Huayapam, Nahuatl dilinde ‘Büyük Suyun Üzerindeki Yer’ anlamına geliyor, Andres isimli ‘aziz’ ise, kimdir, neyin nesidir bizi ilgilendirmiyor. Bu isme layık olan Huayapam, 120 yılı aşkın bir süredir Oaxaca başkentine su sağlıyor. Merkeze altı kilometre uzakta olmasının yanı sıra, köyü çevre yola bağlayan yolun hemen ağzında bir askeri birlik var. Ayrıca aynı bölgede, başka kasabalarla sınırında iki tane baraj gölü, doğrudan şehre su pompalıyor. Dağdaki köylere çıkarsanız, şelaleler, ırmaklar, kömürde tatlı su alabalıklarıyla, ormanların arasında zevke sefaya kapılabilirsiniz. Meksika hükümeti de yakında bu şerefe nail olursa, Özelleştirme Dairesi’nin özelleştirme gururunu ve nişanını göğsüne takarak gerine gerine dolaşacak. Hemen hemen tüm kamusal sanayini özelleştirilmiş. Mesela, Meksika Telekom ve önde gelen GSM operatörünün sahibi Carlos Eslim, Lübnan asıllı bir Meksikalı olarak dünyanın en zengin insanı olması, 80’lerin güzelim özelleştirmelerinin bir neticesi. Neredeyse tekel olan bu şirketlerin servis ücretleri inanılmaz pahalı. Haliyle bu kadar fakir bir halktan dünyanın en zengin insanı çıkabiliyor. Kendisine bir nazar boncuğu ve özelleştirmeleri yapanlara San Andres Huayapam’ın belediye başkanın kanlı gömleğini gönderiyoruz. Özelleştirmelerde işin suyunu çıkaran Meksikalılar, su kaynaklarını da özelleştiriyor. Mesela Coca Cola Şirketi, bu güzelim neoliberalizasyondan nasibini alıyor. Tüm ülkenin yüzde 70lik elektrik ihtiyacının çoğunu, Chiapas’taki hidroelektrik barajlar sağlıyor. Bununla beraber aynı eyalette birçok su kaynağı, toplumsal mülkiyet dâhilinde, yerli köylere ait. Toplumsal mülkiyetin olduğu ve ‘örf ve adetlere’ göre yönetilen bu bölgelerde, toprağın mülkiyeti satılamıyor. Fakat su kaynaklarını özelleştirmek isteyen Coca Cola, bu köylere okullar, hastaneler ve bilumum hizmeti ‘bedava’ götürüyor ve akıbetinde köylüleri toplumsal mülkiyeti kaldırmaları ve toprağı paylaşmaları için ikna ve baskıya gidiyor. Bu şekilde sadece su kaynaklarını özelleştiren ve sonra aynı köylülere plastik şişelerde satan Coca Cola’nın Meksika menşeli kompradorları, paranın Allah’ı ne verdiyse saldırıyor. ‘Örf ve adetlere göre yönetim’ Oaxaca eyaleti yasalarının koruması altında bir siyasi sistem modeli. Bu modele göre belediye başkanı bir partiye bağlı olmak
zorunda değil ve alacağı kararlarda yerlilerle tartışmak ve hemfikir olmak zorunda. İşte bu sistemin içinden, halkının aday olarak gösterip seçtiği, Huayapamlı öğretmen Hermilo Mario Hernandez Santiago’nun su, özelleştirme, yerliler ve paramiliter saldırılarla örülü ölümünü ve olayın örtbas edilmesinin öyküsünü, adaleti arayamayacak konumda arkadaşlarının anlatılarıyla aktarıyorum. Tekrar hatırlatmam gerekir ki, kendisi ve öğretmen arkadaşları, geçen seneki direnişin mimarları öğretmenlerdendir.
Otomobil kullanamazdı!
27 Aralık 2007 sabahı arabasının içinde, şehrin 50 kilometre dışında kaza yapmış ve ölü olarak bulunan Mario’nun görev süresinin bitimine 4 gün kalmıştı. Özellikle Ekim ve Kasım aylarında yoğunlaşmış olan baskıya hâlâ direnen ve diğer direnişçi köylerle örgütlenmeye giden Huayapam’dan su kaynaklarını satmaları isteniyordu. Fakat yerlilerin yüzyılı aşkın süre önce elde ettikleri haklara dayanarak, suyun kaynaklarını değil, suyu satmaya devam etmek istemeleri, yolsuz hükümetin ve belediyenin hoşuna gitmiyordu. Çünkü ‘fetih’ devam ediyordu, son yerliyi toprağından kovmadan rahat etmeyecekti kapitalizm. Çünkü insan hayatını değil, kârı ve sömürüyü düşleyen ve yeni gelin gibi altınlara sarılarak uyuyan Hernan Cortez’in soyunun işi bitmemişti. Haberler kanında alkol olduğunu yazıyordu. Bazı haberlere göre 47, bazılarına göre 45 yaşındaydı. Her şey karman çormandı. Fakat halk kızgındı. Çünkü Mario hayatında ağzına alkol
sürmemişti, ne de araba kullanmayı biliyordu. Ne işi vardı o saatte, şehrin dışında? Ne işi vardı, şehrin kallavi siyasetçilerinin cenazesinde? Neden biri çıkıp, olanların haksızlık olduğunu söylediğinde anında susturuluyordu? Bu yüzden ölümünün ertesinde, otoyola çıkıp barikat kuran halk çok kızgındı. Çünkü sadece belediye başkanı değildi ölen, hem oğullarıydı, hem de öğretmenleri. Hayatını köyüne hizmete adamış, hiçbir zaman tevazudan ve mücadeleden sapmamış biri olarak biliniyordu. Köyün hakları için direndiğini yedi köy, yedi düvel biliyordu. Ölümü gerçek olamazdı, alkol almış olması ihtimaller arasında bile değildi. Bundan sonrasında aldığım bilgiler arkadaşlarının dediklerine dayanmaktadır. Delilleri sürmeyi bırakın, ilk otopsiyi yapan ama raporu imzalamayan doktora ulaşmaya çalışmanın bile yeterince tehlikeli olduğu bir durum var… Zaten telefonlara cevap vermiyor. Köye yıllar boyunca hizmet vermiş bir doktor, cesedin gömleğini açar açmaz, boynuna kadar işkence izlerini görmüş. Otopsiye devam ederken, kendisinin hizmetlerinin artık gerekli olmadığı söylenerek, odadan çıkarılmış ve başka bir doktorun cesedi bile görmeden imzaladığı otopsi raporuyla kalakalmış ölü. Bununla beraber daha otopsiye kimse başlamadan önce nasıl öldüğüne dair haberlerin yayılmaya başladığını duymuş. Örtbas tam tıkırında gidiyor. Çünkü aynı anda, başka bir doktor içeri girip, eşinin kaza geçirmiş olduğuna ve durumunun kötü olduğuna dair bir telefon geldiğini söylemiş. Cenazesinde, ailesinin yanına kimseyi yaklaştırmamışlar. Tabut açık değilmiş.
Kendisinin ardından dileklerini iletmek isteyenleri anında susturmuşlar. Lise çağlarında bir kız, çıkıp şunları söylemiş: “Öğretmenim Mario, benim için her şeydi. Kusura bakmayın anne ve baba ama sizden daha önemliydi benim için. Ama onun başına gelenler adil değil, bu haksızlık. Ben adaletin yerini bulmasını istiyorum, çünkü Mario bunları hak etmedi. O her zaman bizi savundu ve bizimleydi.” O sırada, kendi hallerinde olan kallavi siyasetçiler, etrafta dolaşıp ordövrlerini mideye indirmeye devam ederken, anında kaskatı kesilmişler. Anında kızı sahneden aşağı indirmişler. Her kim çıkıp, arkasından dileklerini iletmek istemişse, ne zaman ‘adalet’ demişse, sahneden indirilmiş. Arkadaşları, ailesiyle konuşmaya, onları olanları ifşa etmeleri için ikna etmeye çalışmış. Evli ve çocuk sahibi olmadığı için Mario’nun başına gelenleri savunacak kimse yok. Ailesi yaşlı ve paraları yok. Aynı zamanda bir inanç perdesiyle karşıya karşıya kalmışlar. Tanrı’nın katında adaletin yerine geleceğini söyleyen ailesi, kaza sonucu öldüğünü kabullenmiş. Çünkü paramiliter tehditlerin boyutuna karşı savunması olmayan, aciz bir köyün, öğretmen çocuğunun ailesi. Ve nihayetinde arkadaşları ailenin ölüsünün ardından isteğini saygıyla kabullenmek zorunda kalmış.
İşkence sonucu ölüm
Ölümünün ardında su sorunun olduğundan kimsenin şüphesi yok. Arkadaşları, saatlerce işkenceden sonra, su kaynaklarının satılmasına onay veren kâğıtları imzalamadığı için öldürüldüğünden ve kaza süsü verildiğinden emin. Köyünün haklarını savunmayı tercih ettiği için, su kaynaklarını satıp, emekliliği para içinde geçirebilecekken, paramiliterlerce öldürülüyor. Fakat herkesin eli kolu bağlı… Köylüler kızgın fakat çaresiz. Aile beş kuruşsuz ve korku içinde… Arkadaşları, bu kadar cesur ve mücadeleci arkadaşlarının, bu kadar haysiyetsizce öldürülüp sonra da alkolik damgası basılarak toprağa konmasından, bu örtbasın üzerine gidememelerinden dolayı çaresizlikle kıvranmakta ve şunu sessizce haykırmakta: “Hermilo Mario gibi cesur ve şerefli insanlar, toprağa karışmaz, tohum olur tekrar açarlar. Kardeşimiz Hermilo, örnek olduğun her şey ile ne kadar susturulmuş olsan da, hayatın pahasına koruduğun, her öğrencin, köyünün her erkeği ve kadını ve arkadaşların olarak seni tanıdığımız için çok şanslıyız.”
25
Brezilya’nın devrimci seçenegi: . PSTU
Devrimci hareket ve işçi sınıfı hareketi açısından Lula’yı, ‘taktiksel bir ittifak ama tarihsel bir düşman’ olarak tanımlamaktan çekinmedik. Haklıydık da... Bu sayede, PT’den koptuktan sonra Brezilya’daki en önemli devrimci partiyi, PSTU’yu kurabildik...
W
aldo Mermelstein, 1973 yılında, çok genç yaşlarda devrimci harekete katıldı. O yıl, büyük değişimlerin arifesindeki Şili’de genç bir Brezilyalı öğrenci olarak bulunuyordu. Pinochet’in askeri darbesinin ardından Brezilya’ya geçti. 1974’te Brezilya’da İşçi Birliği’ni kuran dört genç devrimciden biriydi. Çeşitli aşamalardan geçen grup, diktatörlüğe karşı mücadele içinde hızla büyüdü ve daha sonra Brezilya İşçi Partisi’nin (PT) kuruluşunu ilk öneren örgüt oldu. PT içinde Sosyalist Birlik adı altında yer alan örgüt, daha sonra, giderek sağa kayan PT lideri Lula’yı acımasızca eleştirmeye başladı ve dolayısıyla Lula’nın hedefi haline geldi. Liderlerinin PT’den tasfiye edilmesinin ardından, irili ufaklı pek çok devrimci eğilimle birlikte partiden kopan örgüt, 90’ların başında Birleşik Sosyalist İşçi Partisi’ni (PSTU) kurdu. Bugün PSTU Latin Amerika’nın, dolayısıyla dünyanın en önemli devrimci partilerinden biri. Geçen yıl kurulan ve yaklaşık 2.5 milyon üyeli CONLUTAS adlı sendikal konfederasyonun liderliğini yürüten PSTU, önümüzdeki yaz Latin Amerika ve Karayipler’den pek çok mücadeleci sendikanın katılacağı ve Brezilya’da gerçekleşecek Büyük İşçi Buluşması’na hazırlanıyor… PSTU, aynı zamanda kendini devrimci bir dünya partisi olarak tanımlayan Uluslar arası İşçi Partisi – Dördüncü Enternasyonal’in Brezilya örgütü. Waldo Mermelstein, uzun yıllar Enternasyonal’in
Bolivya ve Arjantin partilerinde de mücadele yürütmüş, bu ülkeleri yakından tanıma fırsatı bulmuş bir isim. Şu anda PSTU’nun yayımladığı ‘October’ (Ekim) adlı teorik yayın organının çıkarılmasında görev alan ve Yargı Emekçileri Sendikası’nda faaliyet yürüten Waldo’yla, Brezilya ve genel olarak Latin Amerika üzerine konuştuk… Kısaca özetlemek gerekirse, PSTU’nun kuruluş süreci nasıl gerçekleşti? 1970’lerde, Arjantin’deki diktatörlüğün aksine Brezilya’daki diktatörlük ülkeyi merkezileştirdi ve sanayileştirdi. Bir işçi sınıfı geliştikçe, bir orta sınıf oluştukça, anladılar ki, artık diktatörlüğü çeşitli değişimlere uğratmadan muhafaza
etmeleri imkânsızdı. Ben o dönemde, Şili’deki Pinochet Darbesi’nden kaçmış olan küçük bir gruba mensuptum. Diktatörlük bir takım açılımlar getirip bu açılımlarla, devlet aygıtını kontrol etmeye çalışırken, siyasi atmosfere müdahale etme anlamında ortada bir fırsat olduğunu düşündük. Böylece, öğrenci hareketinde çalışmaya başladık. Genel olarak diktatörlüğe karşı fikirler güç kazanmaktaydı. Bizim grubumuz, aslında Buenos Aires’te, Enternasyonal’in Arjantin’deki partisinin liderliğinde kuruldu. Dört kişiyle başladık, demokratik talepler etrafında mücadele yürüttük ve diktatörlükten çıkış süreci olduğu için üç
sene gibi bir sürede grubumuz büyüdü. O dönemde, Brezilya’daki en yeni ve en deneyimsiz gruptuk. 1978’e geldiğimizde ise işçi hareketine giremezsek, ciddi herhangi bir şey yapamayacağımızı anladık. Sao Paulo yakınlarında ABC Central adında bir sanayi bölgesi var, öğrenci hareketindeki yoldaşlarımız, öğrenciliği bırakıp bu bölgelerde işçi olarak çalışmaya başladı. Bu öğrencilerden Ze Maria küçük bir fakültede öğrenciyken, ABC Central’e giderek, orada işçilik yapmaya başlamıştı. 1978’de büyük grevlerin başlamasıyla biz de o grevlerin içinde yer aldık. O dönemde, Brezilya işçi sınıfı için bir seçenek yaratmak gerektiği konusunda bir açılım girişiminde bulunduk ve şimdi PSTU lideri olan Ze Maria sendikalar kongresinde ilk kez bir işçi partisi kurulması önerisini ortaya attı. Biz bu işçi partisinin kuruluşuna, kendi binaları, gazetesi, kendi faaliyetleri olan bağımsız bir grup halinde katıldık. Lula’yla ve diğer yüzde 90’lık grupla bir aradaydık ama onlardan farklıydık. Sorun bunların kim olduklarını tanımlamaktaydı. Bu noktada biz devrimci hareket ve işçi sınıfı hareketi açısından Lula’yı, ‘taktiksel bir ittifak ama tarihsel bir düşman’ olarak tanımlamaktan çekinmedik… Bunda haklıydık. Sonuçta en genç, en deneyimsiz olan bu grup PT içinde büyüdü, giderek daha da bürokratlaşan Lula liderliğinin saldırılarına karşı mücadele etti ve PT’den koptuktan sonra Brezilya’daki en önemli devrimci parti haline dönüştü...
bakarsak, PT hikâyesinin hüsranla sonuçlanmasından sonra, solda başka bir kitlesel işçi partisi kurulamadı. PSTU, hükümet cephesindeki solun dışında, en kuvvetli sol parti olarak kendisini muhafaza etmeyi başardı. Evet, dev bir kitlesel devrimci parti kuramadık, çünkü bu ancak işçi sınıfı hareketinde yükseliş koşullarında mümkündür. Normal koşullarda, işçiler geleneksel liderliklerini
kolay kolay terk etmez. Tabii dünyanın en sıkıcı şeyi, her şeyi doğru bildiğini ve yaptığını söyleyen bir adamı dinlemektir. Elbette hata yapmadığımızı iddia etmiyorum. Dünya kadar hata yaptık, kendi adıma bu hataların uzun bir listesini yazabilirim. Ama bizim yine de güçlü bir devrimci parti inşa edebilmemiz, işçi sınıfı içindeki sabırlı çalışmamızın bir sonucudur… PT içinde kilisenin sol kanadının da yer alıyor. Onların durumu nedir? ‘Kurtuluş Teolojisi’ diktatörlük sırasında kilise çalışanları örgütü olarak işe başladı. Bu o kadar önemlidir ki, kilisenin sol kanadını dikkate almadan Brezilya’da soldan bahsedemezsiniz. Çözülemeyen sorun, kilisenin sol kanadının Lula’ya hâlâ eleştirel bir destek veriyor olmasıdır. Grev süreçlerinde Lula’yı eleştirmek kolaydı ama daha sonra Lula’ya eleştiriler sağdan gelmeye başladı. Soldaki sorun ise, pek çok eğilimin Lula hükümetini, sol açısından hâlâ kazanılabilir bir hükümet olarak tanımlamasıdır. Oysa Lula artık iflah olmaz bir biçimde emperyalizmin ve patronların safına kaymıştır.
PSTU yola çıkıyor... PT’den kopuş gerekçeniz neydi? Lula bürokrasisiyle balayımız kısa sürdü. PT giderek belediyeler, eyalet valilikleri, senatörler, milletvekillerinin kazandığı ölçüde sağa doğru kaymaya başladı. Lula başlangıçta bir eğilimin lideri olarak ortaya çıkmamıştı. Fakat bütün partiyi kontrol edebilmek adına giderek çok güçlü bir eğilim kurdu. İlk çatışma PT’nin kazanmış olduğu eyaletlerde belediye işçilerinin, şoförlerin mücadeleleriyle ortaya çıkmaya başladı. Lula’nın kontrol ettiği ‘sarı’larla dolu bir parti içinde yaşamak giderek daha da zor olmaya başlamıştı. Neticede öne çıkan üyelerimiz partiden tasfiye edildi ve bunun olacağını biliyorduk. Bizden kendi gazetemizi, binalarımızı kapatmamızı ve bir örgüt olarak faaliyetlerimizi sona erdirmemizi istediler. Biz de topluca PT’den koptuk. Bu arada, yoldaşlarımızı o zaman partiden atan şahıs daha sonra bakan oldu, sonra yolsuzluktan yakalandı, şimdi sokağa çıkamıyor! Yaşanan tasfiye sürecinin ardından işçi
26
partisinin dışında, solu yeniden inşa etme işine giriştik. Ama işçiler açısından eski liderliği terk edip, yeni bir liderlik inşa etmek kolay bir iş değildir, bu ciddi bir süre ve mücadele ister. Birleşik Sosyalist İşçi Partisi (PSTU) PT’den kopmakta olan, kopan ve PT dışındaki grupları bir araya getirme projesiydi. Bir açıdan bakarsanız, tüm bu grupları bir araya getirme bakımından çuvalladık. Ama iyi yanından
Bir Enternasyonal’e sahip olmak, en önemli silahımızdır... Şimdiden bakınca Brezilya tarihinde, kitlesel bir işçi siyasetinin her türlü eleştirileri saklı kalmak şartıyla, PT kritik bir yol oynamış mıdır? Brezilya işçi sınıfı kendi tarihi içerisinde iki tane büyük organizma yarattı. Bunların birincisi PT, ikincisi ise merkezi sendika CUT’tur. Bugün baktığımda sonucun aynı olacağını bilsem de yine aynısını yapmamız, PT’de ve CUT’ta yer almamız gerektiğini düşünürdüm. İşçi sınıfına ulaşmanın kestirme bir yolu yoktur. İşçi sınıfı kendi deneyimleriyle öğrenir ve biz bunun önüne herhangi bir şey geçiremeyiz. Sonuçta işçilere, “Bu bizim düşmanımızdır,” demek çok zorlu bir süreçtir ve işçilere bunu anlatmak gerçekten kolay değildir. Ama esas tehlike işçilere gerçeği söylememektir, biz ise işçilere karşı gerçeği her zaman alenen söyleme eğiliminde olduk. Solun geri kalanıyla aramızdaki en önemli fark da buydu. Kimse kusura bakmasın, pek çok eski ‘solcu’ şimdi Lula’nın yanında, yüksek rakımlı mevkilerde oturuyorlar ve ‘eleştirel destek’lerini sürdürüyor; temel farklılık buradadır. PT’yi soldan saymazsak, Brezilya solundaki en güçlü parti PSTU. Buradaki en önemli ve kritik nokta, bir enternasyonal sahibi olmaktır. Biz bir
ulusal parti olarak, pek çok farklı ulusal gelişmeden etkilenip sağa sola sapabiliriz. Enternasyonal bir denetim olduğu takdirde, bu yalpalama farklı ülkelerden yoldaşların ikazlarıyla, tartışmalarla engellenebilir. Peki diğer sola ilişkin tavrınız nasıl? Burada başka bir tehlikeden de bahsetmek lazım. Biz öncelikle bir kitle partisi değil, önemli bir öncü partiyiz. Yani kitleye olduğu gibi, sola dönük politikalarımız da var. PT içinde son dönemlerde hükümet tarafında yapılan değişikliklerden dolayı ayrı bir kopuş
dalgası yaşandı ve bu kopuşlarda pek çok irili ufaklı sol grup birleşerek bir ‘seçim partisi’ olan PSOL’u kurdu. Son seçimlerde PSOL bir kadın aday olarak Heloisa Helena’yı çıkartmaya karar verdi. PSTU da PSOL ile ittifaka giderek bu kadın adayı destekledi. Tabii PSTU içinde ‘Neden kendi adayımızı çıkarmıyoruz?’ diye düşünenler olduğu için, ciddi bir tartışma çıktı. Temel argüman, ‘Biz devrimci hattı temsil ediyoruz, dolayısıyla niye kendi adayımızla kendi siyasetimizi yapmıyoruz?’ sorusuydu. Parti bu konuda
Chavez ne işçi sınıfı, ne emperyalizm için en iyi seçenek!.. Venezuela, Bolivya gibi ülkelerde iktidara gelen ve ABD’yle çelişkiler yaşayan hükümetler hakkındaki görüşleriniz neler? Bu, Latin Amerika’da, sol içerisinde ciddi tartışmalara neden olan bir olaydır. Venezuela, Bolivya ve Ekvador’da neo-liberalizme karşı mücadelelerde ortaya çıkan süreç benzerlikler taşıyor. Bu hükümetlerin özü ‘popülizm’dir. Eğilimleri açısından baktığımızda bunlar, emperyalizme karşı kitle kuvvetini göstererek şantaj yapan, fakat kitleler üzerindeki denetimini asla elden bırakmayan hükümetler. Bu şantajın gerekçesi, doğal kaynakların denetimini kitlelerin elinden kendi ellerine alma isteği. Bolivya’da iki sene boyunca mücadele yürüttüm, dolayısıyla Bolivya işçi sınıfını yakından tanıyorum. Her ne kadar farklı ülkeler olsalar da Venezuela ve Bolivya’yı birçok yönden birbirine benzetiyorum. Bolivya’da elde kalan son kaynak, gazdır. Evo Morales iktidara geldiğinde gazın kamulaştırılmasından söz ederken, şimdi kâr payı pazarlığı yapıyor ancak. Yani bu iş parayı aktarma pazarlığına dönüştü ki, bu burjuva milliyetçiğinin göstergesidir. Burada bizim tavrımızı ve onların sınırlarını belirleyen çok önemli faktörler bulunmaktadır. Biz, emperyalizme karşı mücadele
verdikleri, savaştıkları sürece onlarla aynı tarafta yer alırız. Daha fazla değil. Çünkü bunlar neticede burjuva hükümetleridir. Öte yandan, Latin Amerika’da pek çok sol kesim Chavez’i bir kahraman olarak görüp ona ‘büyük komutan’ olarak hitap etmeye başladı. Bu hataya da düşmemek lazım. Çünkü askeri darbe girişimi yenilgiye uğradıktan sonra, görüldüğü üzere, Chavez emperyalizmin belli kesimleriyle pazarlık yapmaya girişti. Son referandumdan ‘hayır’ sonucu
çıkmasıyla, görüşme süreci başladı. Elbette iktisadi durumun uluslararası ölçekte kötüye gitmesi halinde, bu liderlikler emperyalizmle yeniden çatışacaklardır. Çünkü emperyalizm açısından en iyi yönetim biçimi Chavez’in yönetim biçimi değildir. En ufak bir itiraza bile tahammülü yok emperyalizmin. Tam anlamıyla kendi kuklaları olan rejimler yaratmak için, dünyanın her tarafında, halklar için yeni yıkımlar yaratmaktan kaçınmıyorlar...
bir konferansa gitti ve parti çoğunluğu seçim ittifakı yapma konusunda ikna oldu. Bu kararın alınması, solda Lula’nın karşısına çıkartabileceğimiz tek bir kuvvete ihtiyaç duyulması açısından büyük bir başarıydı. Bu, aynı zamanda kitleye dönük bir politikadır. Bu karar, birlik anlamına gelmiyordu sadece seçim ittifakıydı. Ama emekçi kitlelere, solda, bir emekçi programıyla birlikte hareket edilebildiğini de göstermiş olduk… Peki ya sendikal kopuşunuz? İşçi hareketi ve siyaset anlamında PSTU’nun diğer bir önemli mevzusu ise 20 milyonluk CUT adındaki merkezi sendikal konfederasyondan kopup CONLUTAS’ı kurmaktı. CONLUTAS bugün 2.5 milyon üyeye sahip yeni bir sendikal yapı. Lulacıların hakim olduğu CUT, bütün sendikaları merkezi yapıya bağlayacak, tepeden bir yönetim getirecek ve tek bütçe oluşturacak yeni bir adım getirmişti. Kopuşun çok ciddi tehlikeleri vardı. Büyük bir sendikadan, büyük işçi hareketleri olmadan kopmak tehlikeliydi. Ancak, bu kopuşu ve mücadeleci bir sendika kurmayı başardığımız kanısındayım. Şimdi CONLUTAS’ın varlığı Demokles’in kılıcı gibi CUT’un ve Lulacıların tepesinde. İşçi mücadelelerini kolay kolay satamazlar, satarlarsa, işçiler kitleler halinde CONLUTAS’a geçebilir çünkü…
Kürt sorununa ‘dışarıdan’ bakış... Kürt meselesi hakkındaki bilgilerim, konunun uluslararası basında yer aldığı kadarıyla sınırlı. Kürt liderliklerin siyasi pozisyonlarından dolayı, Türkiye solunun çok ciddi bir sıkıntı içinde olduğunun farkındayım. Bu konuyla ilgili en doğru siyaseti yine bu toprakların devrimcileri belirleyebilir. Ben ise genel iki durumdan söz edebilirim: Birincisi biz milliyetçi değil, sosyalistiz. Bütün işçilerin emperyalizme karşı birleşmeleri gerektiğine samimi bir şekilde inanıyorum. Öte yandan, büyük işçi sendika ve örgütlenmelerinin ülkedeki azınlık haklarını savunmaları da çok önemli bir konudur. İkincisi ise, kendi kaderini tayin hakkı meselesi. Bunun Türkiye’ye nasıl uyarlanacağı hakkında kesin bir fikrim yok. Rosa Lüksemburg, Polonya’nın kendi kaderini tayin hakkına karşı çıkıyordu ve bence yanılıyordu. Fakat Rosa, “Ezilen uluslar da başka ulusları ezebilirler,” görüşüyle çok önemli bir meseleye dikkat çekmişti. Nitekim Polonya bağımsızlığını ilan ettikten sonra, azınlıkları sıkı bir baskı altında tutmuştur. Tartışılması gereken en önemli konu, emperyalizmin Kürt meselesini çözemeyeceğidir. Emperyalizm Filistin meselesini çözemedi, Kürt meselesini de kesinlikle çözemez diye düşünüyorum. Dolayısıyla, emperyalizden kopuş esastır...
27
emperyalizmin ve israil’in politikalarında çatl . ak
İsrail’in politikası, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere karşı izlenen, özellikle 1943’te Nazilere karşı başkaldırılara sahne olan Varşova Gettosu’ndaki Nazi politikasını hatırlatıyor...
G
eride bıraktığımız günlerde Gazze Şeridi’nde yaşayan binlerce Filistinli, İsrail ablukası nedeniyle tükenen gıda, ilaç ve diğer ihtiyaçlarını temin etmek için Mısır sınırındaki engelleri yıkarak bu ülkeye akın ettiler. 1.5 milyon Gazzeli yerleşimcinin 700 bin’inin sınırın diğer tarafına geçtiği tahmin ediliyor. Temel yaşamsal ihtiyaçların vazgeçilmezliğinden kaynaklanan bu olay, açık bir kavga mesajıdır ve İsrail ablukasını ve amaçlarını yıkma anlamında kısmi de olsa önemli bir zaferdir. Steven Erlanger’ın NewYork Times’daki makalesinde belirttiği gibi, “Bu olay Hamas’a karşı silahlı ayaklanma gerçekleştirecekleri umuduyla Gazze halkı üzerinde baskı kuran Washington destekli İsrail politikalarının boşa çıktığını gösteriyor.’ En kötü koşullarda bile olsa, kahramanlığını ve ayaklanma yeteneğini ortaya koyan böylece, zorla el konulan topraklarını kurtarma mücadelesini yenilgiye uğratmak amacıyla emperyalizmin ve İsrail’in Filistinli ve Arap yönetimlerle birlikte planladığı her tür saldırıya karşı duran Filistin halkının zaferini selamlıyoruz. Oslo Anlaşması’nın krizi Şimdiki durum, 2006 seçimlerinde
Anlaşması’nı imzalamasını ve tamamen teslim olmasını sağlamaya yönelikti. Aynı zamanda El Fetih ve Mahmud Abbas, Filistin halkını, liderlerini ve meclisteki temsilcilerini baskı altına almak için daha fazla silahlanmaya devam etti.
Filistin Ulusal Yönetimi başkanı Mahmud Abbas’ın liderliğindeki El Fetih adayları karşısında İslamcı Hamas’ın kazandığı zafere kadar geriye götürülebilir. Seçimlerin sonucu, El Fetih ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün İsrail devletini tanıyarak Filistin topraklarına el konulmasını ilk kez meşrulaştırdıkları Oslo Anlaşması’nı derin bir krize itti. Bu tanıma karşılığında aslında küçük kıstırılmış topraklardan oluşan ve özerklik ihtimali bile olmayan, tıpkı Apartheid sırasındaki Bantusta rejimi gibi bir ‘Filistin
devleti’ kurulmasının sözünü aldılar. Seçim sonuçları gösterdi ki, Filistin halkının çoğunluğu bu politikanın karşısında ve artık emperyalizmin ve İsrail’in ajanı halini alan El Fetih’le derin bir kopuş yaşıyorlar. Bu durum karşısında emperyalizm, İsrail ve Abbas, uluslararası yardımlara ve Filistin topraklarından toplanan vergilere el koyarak Hamas yönetimini finansal bakımdan köşeye sıkıştırma politikası izledi. Hamas, İsrail’le ateşkes imzalamış olsa da, bu hamle, Hamas’ın Oslo
Gazze: Bağımsız Filistin toprağı 2007 ortasında Hamas’ın ‘ulusal birlik hükümeti kurma’ yolundaki uzlaşmacı mesajlarına karşın, sorun iki örgüt arasındaki karşılıklı çatışmalarla ve Hamas’ı saf dışı bırakmak için Abbas’ın düzenlediği darbeyle farklı bir boyuta vardı. Bonapartist bir darbe hazırlama girişimine karşılık kitleler Hamas’ı desteklediler ve Abbas’ın silahlı gücünü ve El Fetih’in polis örgütünü kendi topraklarından kovdular. Bu, Filistin halkının zaferiydi çünkü Gazze’yi İsrail ve ajanlarının denetiminden kurtararak bağımsız bir Filistin toprağı yarattı. Bu, bölgede kendine jandarma rolü biçen İsrail için tahammül edilemez bir durum. Bu nedenle elektrik ve su şebekesi altyapısını yok etmek için askeri saldırıya başladılar. Ardından gıda, ilaç ve yakıt akışını engelleyen ağır boykot başladı. Bu, tam olarak Gazze’yi öyle ya da böyle boyun eğmeye zorlama ve direnişi mahkum etme politikasıydı.
Siyonist politika, Yahudi karşıtı Nazi politikasının devamıdır
i
srail’in soykırımdan geri kalmayan benzersiz zulmü, İsrail devletinin gerçek yüzünü yansıttığı için bizi şaşırtmamalıdır. Öncelikle İsrail 1948 tarihinde yüz binlerce Filistinlinin sürgün edilerek topraklarına el konulması sonucu emperyalizm tarafından kurulmuş bir yerleşim bölgesidir. Ayrıca emperyalizmin ileri karakolu olarak Arap ve özellikle Filistin halkına saldırması için silahlandırılan bir devlettir. Bu anlamda soykırım niteliğindeki abluka, İsrail’in 60 yıllık varlığı boyunca devam eden sayısız katliamın devamından başka bir şey değildir. Çoğu bakımdan İsrail’in politikası, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere karşı izlenen, özellikle 1943’te Nazilere karşı başkaldırılara sahne olan Varşova Gettosu’ndaki Nazi politikasını hatırlatır. Bu başkaldırıyı yapanların torunlarının bugün aynı Nazi politikasını farklı bir ezilen ulusa, yani Filistinlilere uygulaması tarihin acımasız bir ironisidir. Annapolis Anlaşması’nın krizi Yine de iki süreç arasında temel bir fark var: Varşova isyanı bastırılmış bir
28
isyanken, Filistin halkının mücadelesi bütün topraklarını geri alma amacına ulaşamadıysa da, Mısır sınırının aşılması gibi kısmi zaferler elde edebiliyor. Sınırın aşılması sonrasında krize giren ise, George Bush’un onayı ve neredeyse bütün Arap devletlerinin desteğiyle Mahmud Abbas ve İsrail arasında gerçekleşen ve Filistin halkına karşı yeni bir manipülasyon anlamına gelen Annapolis Anlaşması’ydı. İsrail yalnız değil İsrail, bu soykırım niteliğindeki katliamları tek başına yürütmüyor. Kendisini stratejik ortak olarak tanımlayan ABD’nin verdiği koşulsuz destek ve kukla Abbas ve El Fetih’in işbirlikçiliğine ek olarak, BM ve Avrupalı emperyalist devletlerin fiili desteğini almış durumdalar. İsrail’in ve BM’nin küçük ortağı olan ve Afganistan, Irak, Haiti’de emperyalist işgallerin üzerini örten ve işgalleri destekleyen AB, Gazze ablukası konusunda uzun zamandır sessiz: Ancak İsrail’in katliam politikasına ortak olmak şeklinde
açıklanabilecek bir sessizlik... Mısır: Siyonist emperyalist politikanın kilit oyuncusu kan kaybediyor İsrail operasyonunun diğer kilit rolünde Gazze sınırının güneyinin güvenliğinden sorumlu olan Mısır var. Fakat Hamas öncülüğündeki Filistin halkı duvarları ve kapıları yıkarak sınırı en ince noktasından delmiş oldular. Önceleri Hamas güçleriyle silahlı çatışmaya giren Mısır ordusu, daha sonra binlerce insanın ülkeye girmesine müdahale edemedi. Sina Yarımadası’ndaki Mısırlı göçmen ve tüccarlar da Filistin halkına yardım etme konusunda çaba gösterdi. Bu olaylar ablukanın boyutunu aşarak Mısır içinde politik bir krize de neden oldu. Arap dünyasının en büyük ülkesi olan Mısır, 1948 ve 1973 yılları arasında ‘Nasırcılık’ olarak bilinen ve Arap halkının İsrail’le savaşına önderlik eden ulusal askeri burjuvazi tarafından yönetildi. İsrail savaşında yaşanan yenilginin ardından Nasırcılık ‘yolunu şaşırdı’. 1978’de Nasır’ın halefi Enver Sedat, Camp David Anlaşması’nı imzalayarak İsrail’in varlığını kabul etti ve Arap halkı adına Filistin’in
geri alınmasından vazgeçti. Şimdi Mısır, ABD’den aldığı yıllık 2 milyar dolarlık yardım karşılığında Arap halkının İsrail’e karşı birliğini kırmak ve Gazze şeridindeki geçişleri kapatmakla yükümlü, emperyalizmin uzantısı Hüsnü Mübarek diktatörlüğü tarafından idare ediliyor. Bu nedenle, Mübarek yönetiminin başarısız olduğu ve bundan sonra işini iyi yapması yönünde uyarılması daha iyi anlaşılabilir. Fakat Filistin davasına sempati duyan ordu ve halk içinde başlayan kriz göz önüne alınırsa Mübarek’in işinin pek kolay olmadığı söylenebilir. Sonuç olarak, sınırın aşılmasıyla Filistin sorununun Mısır iç politika sürecini derinden etkileyeceği görülüyor. Mübarek’in emperyalizm uzantısı politikalarına eleştiriler artarken Gazze halkına destek vermek amacıyla eylemler düzenlendi. Bu şu demek: Son yıllarda devam eden grev ve diğer meselelere bu sorun da eklenince, hükümet iyice gücünü kaybetti. Yani, bölgedeki emperyalist politik yapının kilit oyuncusu olan Mübarek diktatörlüğünün içine düştüğü kriz giderek ağırlaşıyor.
‘partizan’
Tekrar aynı mesele: İsrail Devleti’ni yok etmek!..
D
ünya solunun büyük çoğunluğuyla –muhtemelen bu, İsrail solunun da bir kısmını içine alıyor- Gazze Şeridi’ndeki ablukanın kaldırılması konusunda hemfikiriz. Bu amaçla Uluslararası Posta’nın bu sayısındaki başka bir makalede bu talebi seslendiren eylemler düzenlenmesi için büyük bir birleşik kampanya çağrısı yapıyoruz. Bu ortak hareketle birlikte, Gazze olayları sonrasında süregelen İsrail-Filistin savaşının nihai çözümünün aciliyetini ve gerekliliğini göstermek gerekir. Uluslararası İşçi Birliği - Dördüncü Enternasyonal, sömürgeci karakteri, Filistin topraklarını işgal etmesi ve emperyalizmin jandarması olarak yol açtığı kanlı çatışmalar nedeniyle İsrail Devleti’nin ortadan kaldırılması gerektiğini savunuyor. Yani, Filistin halkının bölgede barışı sağlayacak olan özgürleşmesinin Siyonist işgalcileri kovmaktan başka yolu yok. Bu nedenle, çoğu sol örgüt tarafından terk edilmiş bir fikri hâlâ savunuyoruz: Bugün bir arada var olma isteğinde olan Yahudi ve Filistinlilerin yaşayacağı laik, demokratik ve ırkçı olmayan bir Filistin hedefiyle mücadele edecek bir Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kurulması. Siyonist ordunun Lübnan’da yenilmesi, Gazze ablukasının kaldırılması, İsrail içinde artan politik kriz ve Orta Doğu’da emperyalist politikaların kan kaybetmesi İsrail’e karşı zaferi mümkün kılmaktadır. Hamas’ın politikası Bir kere, Filistin mücadelesine koşulsuz destek verdikten sonra, bize göre Filistinli kitlelerin özellikle Gazze Şeridi’ndeki halkın lideri olan Hamas’ı ve politikalarını analiz etmeliyiz. Hamas’ın politikasında derin bir çelişki var. Hamas bir taraan Siyonizm’in Filistinli ve Arap işbirlikçileriyle birlikte düzenlediği saldırıya doğru bir yanıt verdi. Halen İsrail’e füze saldırısı düzenlediği ve Mısır’la olan sınırını yıktığı Gazze Şeridi’ni bağımsızlaştırdı. Bu eylemler Arap ve Filistinli halklar arasında büyük prestij kazanmasını sağladı. Fakat aynı zamanda sürekli Abbas ve El Fetih’e uzlaşma çağrısı yapıyorlar ve İsrail’le ateşkesten yana tavır alıyorlar. Yani kendilerine Filistin Özerk Bölgesi üzerinde ortak hükümet izni verilmesi ya da Gazze Şeridi’nde kendi liderliklerinde küçük bir devlet elde etmeyi sağlayacak bir statüko politikası izliyorlar. Bu politika Hamas liderliğinin küçük burjuva karakterine işaret ediyor. Öte yandan, Filistinlilerin içinde bulunduğu vahim koşulların sadece Gazze’yi denetim altında tutmakla aşılabileceğini düşünmek tam manasıyla bir saçmalıktır. Tarih ekonomik geri kalmışlığın yarattığı sosyal problemlerin pratikte üretken olmayan Gazze şeridi gibi küçük parçalarda değil, ulusal sınırlar içinde çözülmesi gerektiğini kesin biçimde ispatladı. İlk olarak İsrail’in ve emperyalizmin Abbas ve El Fetih gibi içerideki ajanlarına daha sonra Arap uluslarının kendi emperyalizm uzantısı hükümetlerine, özellikle Hüsnü Mübarek diktatörlüğüne karşı savaşmaya çağrılması gerekmektedir. Mısır hükümetini Filistin’e gıda, ilaç ve yakıt vermeye zorlamak yapılması gereken ilk eylemdir. Suriye hükümetine de Annapolis Anlaşması’nı desteklemeyi durdurma ve Filistin halkının mücadelesini destekleme çağrısı yapılmalıdır. Bu nedenle Gazze Şeridi’ndeki sorunun iki alternatifi var: Birincisi, Mısır sınırını işgal etmek gibi kısmi zaferlerin yaratacağı geçici birlikte yaşam ve statüko. Bu durum, geçmiş deneyimlerin de gösterdiği gibi İsrail ve Filistinli ajanlarının yeni saldırılarıyla kısa zamanda yok edilecektir. Diğeri ise, bu zaferlerin Müslüman ve Arap dünyasında İsrail karşıtı büyük seferberlikleri başlatması ve İsrail Devleti’nin yıkılması yolunda mesafe alınmasıdır. Uluslararası İşçi Birliği - Dördüncü Enternasyonal’in yayın organı Correo Internacional’den (Uluslararası Posta) çevrilmiştir... Çeviri: İnan Ayrıbaş
K
osova resimleri düşüyor gazeteye. Şenlik, kutlama ve özgürlük. Nihayetinde, alınan bir bağımsızlık kararı… Bu acılı topraklara sunulan bir lütuf mu yoksa? Anlayamadığım birkaç sıkı ayrıntının içimi acıtması gibi karmaşık bir ruh hali bende egemen kalıyor. Bir başka resim; bir duvar üzerinde birçok bayrak çizilmiş. ABD, İngiltere, hepsinin altında bir teşekkür yazısı… Meydanlardaki yüz binlerin ellerinde ise ABD bayrakları Arnavut bayraklarından daha fazla! Kafam karışmakta... Büyük amcam faşist Nazi işgali sırasında bu topraklarda direnen bir Partizan’dı. Seneler sonra babam onun isminin bir sokağa verildiğini, doğup büyüdükleri yerleri anlattığı bir akşam sohbetinde söylemişti. Balkan tarihi, ikinci emperyalist paylaşım savaşında Yunanistan ve Yugoslavya başta olmak üzere inanılmaz bir anti-faşist direnişe sahne olmuştur. Binlerce direnişçi canlarını verme pahasına onurlarını ve topraklarını vermedi. Aynı günlerde Türkiye’de Nazilerin cirit attığını belgeleri ile okuduğumda bugünü anlayıp çok da şaşırmadım; Erbil’de ve Kuzey Irak’ta örtülü örtüsüz ABD desteğine dudak büken kimilerini gördüğümdeki gibi! Kosova’da ABD emperyalizmi özgürlükçü bir sıfata bürünürken Kuzey Irak’taki Kürtleri ‘taşeron’ diye niteleyen zihniyetteki ikircik çelişki midir yoksa gerçek mi? Gerçeklerin çelişki olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Realite şudur: 1980’lerde küreselleşme endeksli bir dünyaya adım atılırken, amansız bir karşı devrim süreci de beraberinde başlıyordu. Yükselen değerler; insana odaklı sosyalist zihniyetten çıkartılarak, paraya ve sermayeye dayalı yeni bir emperyalist dalga Bill Gates’lerin ve Ronald Reagan’ların öncülüğünde dünyaya çivisini çakmaya başladı. Yerkürede darbelerle gümüş ve kanlı tabaklar içinde kurtlar sofrasına sunulan toplumlar parçalanmaya hazır bir şekilde sömürüye hazır egemenlerin kontrolüne verildi. Geçmişinde bir sürü mağdur ve perişan kitlelerin insanlık ayıbından öte işkencehanelerden geçirilme pahasına. Yugoslavya bu yeni planın en önemli parçasıdır. Yugoslavya çok dinli, çoklu bir etnik yapıya sahipti. En önemlisi Yugoslavya’da Tito’nun duruşudur. En
ALİŞ DİLEGE
koyu ‘Ortodoks’ Müslüman’ın bile evinde seccadesinin serili olduğu yerin yan duvarında sosyalist Tito’nun resmi asılıydı. Böl, parçala, yönet zihniyeti ABD’nin eşgüdümü ile ilk Yugoslavya’yı ve o resmin asılı olduğu duvarı vurmuştur. Nazi faşizmine ve istilasına direnen bu onurlu halk emperyalizm ve onun işbirlikçilerinin oyuna gelmekten kurtulamadı. Hâlâ Türkiye halkları birçok şeyi yalan yanlış bilmektedir. Mesela; ilk saldıran Hırvatlardır ve hedef o günlerdeki Belgrad yönetimidir. Daha sonra ok yaydan çıkar ve herkes birbirine vurur. Aşırı milliyetçilik dünya sermayesinin kara hissedarlarının oyunu ile öne çıkar, kardeş kardeşe kıyar. Gamalı haçla Avrupa’yı fethedemeyen ve defolup giden faşist zihniyet yıllar sonra para ve kapital şoku vererek, kitleleri yozlaştırarak geri döner. 1990’da çöken Sovyetler Birliği’nin enkazından hemen sonraya rastlaması Yugoslavya trajedisini kör gözlere hâlâ sokamamış olsa gerek ki, ABD bayrağının Orta Doğu ve Irak üzerinde dalgalanan kanlı gölgesi, bugün Priştine gibi birçok Kosova şehrinde insancıkların üzerine düşmektedir. Üstelik de bir özgürlük timsali olarak!.. Hiçbir zaman kendi onurlu duruş ve direniş çizgisini oluşturamamış bir yönetim zavallılığı bizim topraklarımızda da geçmişten bugüne hep vardı. Yansımalarını da toplumumuzda görmek kaydıyla. Onun için birden fazla doğruların peşinde koşan oligarşi ve onun uşakları bayrakları da, kavramları da, özgürlüklüleri de birbirine karıştırdı durdu. Bu duruma uyanıp, gidişe direnmek isteyenler zorbalıkla silinmiş ya da katline ferman çıkarılarak kovalanmışlardır. Toplum bilimi denilen şaheserden öğrenmemiz gereken çok şey var ama birincisi önce içimizdeki henüz adı konmamış faşizme direnmek olsa gerek. Tıpkı yetmiş küsur yıl önce direnen ve bu direnişi yaşamı pahasına gerçekleştiren Partizan gibi. Adını yıllar sonra duyduğum büyük amcam, gerçek özgürlük savaşçıları ve ezilen tüm halklar adına… Bir son dakika notu: Ben yazıyı yollarken TSK Kuzey Irak’a karadan girdi… Standard and Poors açıkladı: ‘’Harekat para piyasalarını etkilemez!’’ Sonuç: Oyun devam ediyor…
29
RED okurları yazıyor, biz de tabii ki yayınlıyoruz...
Mağdur mu arıyorsun?!
‘Demokrasinin Yıldızları’ takımının son samurayı, armatör Bilal’in babası, Avrupa’nın tüm ahlaksızlıklarını almış olan ülkemizin ahlaklı kalmayı başarabilmişlerinden, çiçinin, işçinin, emekçinin dostu, milli görüş gömleğini çıkartarak değişmiş ve her türlü değişime hazır olan muhterem başbakanımız Tayyip Erdoğan, demokratlığının vermiş olduğu sorumlulukla (‘tarikatça’da oligarşinin diğer adı demokrasidir) ülkemizin kanayan yarası, işçinin, emekçinin tek umudu olan türban sorununu çözmek için düğmeye bastı bastı. Bastıktan hemen sonra olayın trajik yönünü ortaya koydu: “Onlar mağdur…” Evet türbanla üniversiteye giremeyenler mağdurdu! Bu ‘mağdur’ kelimesi bize bir yerden tanıdık geliyordu. Fazla uzağa gitmemize gerek yoktu, lise yıllarımızı hatırladık. Din dersi veriyorlardı lisede, bir de din kitabı vardı. Ama o kitabın içinde bizim kökenimiz olan Alevilikle ilgili tek bir kelime geçmiyordu. Fakat yediğimiz simitten, içtiğimiz sudan biz de vergi veriyorduk, aynı Sünni arkadaşlarımızın verdiği gibi... Yaman bir çelişki vardı burada. Devlet, bizden topladığı paralarla bizi asimile etmeye çalışıyordu. Sünnileştirmeye çalışıyordu ve açık konuşalım, bunu çok güzel başarıyordu. Bir taraan ezdikleri, katlettikleri Alevileri, bir taraan da kendileri gibi
Abonelik Süresi:
yapmaya çalışıyorlardı. Neyse ki biz şanslı olanlardandık, sıkı bir araştırma dönemine soktuk kendimizi, bu iğrenç çarkın içinden... Okuduk, araştırdık, sorduk, öğrendik... Tabii ki devlet-imiz birinci asimile çalışmalarından yani okuldaki eğitimden etkilenmemiş olanları yıldırmak için yeni projeler üretmişti. Cem evlerini resmi ibadethane saymamak bunların başında geliyordu. Zaten büyük bölümü işçi, emekçi sınıfı olan, maddi sıkıntılarla boğuşan Aleviler aralarında topladıkları 50 kuruşluk, 1 liralık, 2 liralık paralarla arsa alıp kendi ibadethanelerini inşa etmeye çalışıyorlardı. Ama bizlerin vermiş olduğu vergilerle camiler yapılıyor, buradaki imamların maaşları ödeniyor, caminin elektrik, su parası karşılanıyordu. Bu durumda demokrasinin bir başka kuralı olmalıydı herhalde! Tabii ki bunlar bizim çektiğimiz çilelerden sadece birkaçı. Bunları görünce insanın aklına devlet-imizin tanımı geliyor tabi. ‘Sosyal, demokratik, laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ Hay maşallah!.. Şimdi soruyoruz sevgili RED okurları; mağdur olan başına taktığı türbanla tarikatlardan finansal destek alan, buradaki üniversitelere giremese bile yine tarikatlardan aldıkları desteklerle yurt dışında okuma imkanı yakalayan türbanlı vatandaşlarımız mıdır? Yoksa yıllarca bu ülkede ezilen, hor görülen, katledilen, asimile edilmeye çalışılan, iiralara uğrayan, kenar mahallelerde yaşam savaşı veren, patronların kölesi durumundaki işçilerin emekçilerin çocukları olan, tanımında ‘demokrasi’ geçen bir ülkede özgürce ibadetini yapamayan bizler miyiz mağdur olan?! Yolunuz,yolumuzdur... Tüm yoldaşlara, dostlara selam olsun... ESKİŞEHİR - GENÇ ALEVİLER ***
Tesadüfün iğne deliği
Tesadüf bu ya, K. Irak’a kara harekatının başladığı gün Cumhurbaşkanı 11 gündür beklettiği ‘örtme, örtünme’ yasasını damdan düşercesine (arkasından atlı kovalıyormuşçasına) onayladı. Buna ‘tesadüfün iğne deliği’ denir. Yasanın amacı örtmek, örtünmek… Benim bildiğim örtme ve örtünme, ayıpları, kusurları, hataları gizlemek içindir. İşte bir tesadüf daha size:K.Irak’a kara harekatının başladığının ikinci günü iki tane asker adayıyla beraberdim. Asker adayları bir gece benim kaldığım yerde kalacaklar,ertesi günü gidip birliklerine teslim olacaklardı. İkisi de Mardinliydi. Televizyon’da beraber izledik harekatın görüntülerini. Ekran’da görünen askerler suya atlıyor, karın içine yatıyor, elleri tetikte durmadan meçhule doğru ateş ediyorlardı. Ben, haberler yerine o iki asker adayını izliyordum. Yüz ifadelerinden ne düşündüklerini, nasıl bir ruh hali içinde olduklarını anlamaya çalışıyordum. Yüzlerinde endişe, korku ve biraz da heyecan, üzüntü okunuyordu. Ben pür dikkat onları izlerken, bir tanesi aniden, “Yarın biz de o postalları giyeceğiz,” dedi. Bu da yüzlerinde gördüklerimi onayladı. Ekranın bir yarısında harekatın görüntüleri, diğer yarısında da çatışmada ölenlerin ailelerinin feryatları vardı. Asker adayları gözlerini bile kırpmadan televizyona bakıyorlardı. Biliyordum ki, onlar haberleri izlemiyorlar, görüntülerdeki askerlerin yerinde kendilerini düşünüyorlardı. Ve birden ekranda ön iki dişi hafif büyük, saçları kısa kesilmiş, çelimsiz siyahi bir kadın belirdi, K.Irak konusunda kendisinin ve (en önemlisi) ülkesinin görüşlerini belirtti. Biz de ekrandaki kadın ve ülkesiyle ilgili yorumlara
başladık asker adaylarıyla. Yorumlar dillerden düşmeyen, bildiğimiz yorumlardı: “Her şey bunların başının altından çıkıyor, asıl yılanın başı bunlar,” vs. Yorumlar bildik yorumlardı ama bunları Mardinli arkadaşlarımın haykırması bazı tabuları yıkmaya yeterliydi. Konuşurken bir tanesi bana ‘o tarafları’ görüp görmediğimi sordu. Ben de mahcup bir şekilde ve üzülerek görmediğimi söyledim. Bana ‘oraları’ anlattı. ‘Oradaki’ insanların sefaletinden, yoksulluğundan, acılarla nasıl boğuştuğundan bahsetti. Orada öldürülenlerin de annesinin, babasının olduğunu söyledi. (Bunu zaten biliyordum ama onun haykırır bir şekilde söylemesi daha acı vericiydi.) Ben, “Sence bu kıyım, bu karşılıklı katliam nereye kadar sürecek?” diye yakındım ama sadece yakınmakla kaldım. Çünkü karşımda yakındığım da çaresizdi. Evet,yılanın başı o siyahi kadın ve patronuydu. MURAT BAŞ
RED abone formu
1 YIL r
6 AY r
Türkiye: 6 ay 17 ytl, 1 yıl 30 ytl... Avrupa: 6 ay 30 euro, 1 yıl 50 euro... Amerika: 6 ay 40$, 1 yıl 70$... Uzak Doğu: 6 ay 60$, 1 yıl 110$ (Posta ücretleri dahildir)
Adı: .................................................................... Soyadı: ............................................................................................................ Derginin gideceği adres: ............................................................................................................................................................. ...................................................................................................................................................................................................... Posta Kodu: ................................................. Şehir: .............................................. Ülke: ............................................................. KREDİ KARTI İLE ÖDEME HALİNDE BU BÖLÜM DOLDURULACAKTIR Kartın Türü: ............................................... Visa r Master / Eurocard r Kredi kartı no: ............................................................ Son kullanma tarihi: ............................................ Kart sahibinin adı: ..................................................................... Tarih: .................................................... Bu imzamla aşağıda belirtilen ............................... TL tutarındaki kredi kartı hesabıma borç kaydedilmesini kabul ve taahhüt ederim. L.M. Basın Yayın Abonelik hesabı banka hesap numaraları: Yapı Kredi Bankası Parmakkapı Şubesi. TL Ticari Mevduat Hesabı B002 67833077 B002 67845573 USD DTH Hesabı: B002 67875093, EURO DTH Hesabı: B002 678750 95... Dekont ve Abonelik Formunun (0212) 245 38 06’ya fakslanması gerekiyor... 30
SERHAT ÖZCAN O sırada ajanslar Dolmabahçe’de 6. Filo’ya saldıran komünistlerden söz ediyordu... Böyle böyle birkaç yıl geçti... Çocuktuk ve tehlikenin farkında değildik...
K
Farkındalık-Zaman-Dencırıs
üçük çocuk sobaya yaklaştığında, bütün ev halkı panik içinde seslenir: “Cıs yavrum, cısss!” ‘Cıs’ hiçbir anlamı olmayan ama herkes tarafından ‘dikkat tehlike var’ diye anlaşılan bir uyarı aracıdır. Büyüdükçe birey, bu uyarı seslenişi kelimelere ve cümlelere dönüşür, “Aman çocuğum, yapma yavrum, çok tehlikeli!” şeklinde. Tehlike, hayatımızdaki bir sürü uzak durmamız gereken nesneleri ve durumları işaret eder. Bu kelime ilk İngilizce olarak girdi çocuk beynime. Dangerous=Tehlikeli. Ankara Dikmen’e bağlı Öveçler semtinde, Öveçler, Balgat arasındaki Amerikan üssünün tel örgülerinde, metal levhalara kırmızı üzerine beyaz kondurulmuş kuru kafa, üzerinde siyah çarpı işareti ve levhanın altına da, yine siyahla kocaman yazılmış ‘Dangerous’ uyarısı. O tellerin kıyısına da yalnızca çok uzaktan gelmiş yabancılara hayretle bakan biz meraklı çocuklar giderdik. Hiç birimiz ilkokul çağlarında henüz Türkçeyi kavrayamadığımız için, İngilizce de bilmezdik. Çat pat İngilizce bilen ortaokul öğrencisi ağabeyim sözlükten bakıp söylemişti anlamını ‘dencırıs’ın. Ve tabii Türkçe okuduğumuz gibi hava atıyorduk mahalle arkadaşlarımıza. -Yaklaşma oğlum! Dencırıs lan! -Hı? -Tehlikeli oğlum, tehlikeli. Sonra o yazıyı Öveçler – Balgat arasındaki uçsuz bucaksız buğday tarlalarında, (şimdilerde Ankara’nın lüks villaları var) gelişigüzel attıkları petrol varillerinde ve ne olduğunu büyüyünce anladığımız, mavi sert plastikten, vakumlu sızdırmaz kapaklı kimyasal malzeme bidonlarında gördük. Ben üstündeki şeklinden ürktüğüm ve babamın kızabileceğini düşündüğüm için elimi bile süremedim. Ama birçok cesur arkadaşımın evinde o bidonlar, çamaşırlık, erzak saklama kabı, içme suyu bidonu ve saksı olarak kullanıldı. Büyükler Amerikan bayrağı baskılı varilleri hurdada para eder diye kilometrelerce yuvarlarken, haybeden nakit sevdasına on bidonluk buğdayı telef ediyordu belki de. Ve ilişkilendiremiyorlardı varildeki bayrakla çiğnenen tarlayı. Çuval geçirip başakların üzerine, yok pahasına satıyorlardı varilleri hurdaya. Bir nevi özelleştirme sanki. O sırada ajanslar Dolmabahçe’de 6. Filo’ya saldıran komünistlerden söz ediyordu. Böyle böyle birkaç yıl geçti. Çocuktuk ve tehlikenin farkında değildik. Büyüklerse bedavadan bir eşya sahibi olmanın ve
yasalardan çok, art beyinlerindeki ya da arka bahçelerindeki hukuksuz ve faşizan sözüm ona özgürlük anlayışlarındadır. Etekli kızların (üstelik ilköğretim öğrencisi) bacaklarına sıkılan asit, oruç tutmayanları öldüren ya da üniversiteye başı kapalı alınmayan kızlarımızı savunmak için çekilen saldırmalar, canice vurulan satırlar münferit değildir. Onca şeyh, onca tarikat lideri, onca sermaye ve emperyalizm ve yurt içi - yurt dışı işbirlikçileri, “Haydi çocuklar, kardeşlerinizle iyi geçinin, dinimiz hoş görüyü öngörür. Size tokat atana ekmek atın, yahut diğer yanağınızı da çevirin. Diğer dinlerden olanlara ve dahi dinsizlere iyi davranın, çünkü sizler ılımlı İslamcılarsınız, ılımlı İslamcılıkta şeriat yasaları esneyebilir, kimsenin katli vacip olamaz, hiçbir canlıya recm uygulanamaz. Allahın verdiği canı yalnızca o alır. En azından sevin yaradılanı, yaradandan ötürü…” filan mı diyorlar sizce?..
Uyuzu kaşımak...
o zamana dek plastiğin yaşamımıza girmemesinin renkliliğiyle, aymazlık içindeydi. Komşulara “bak bizde ne var” türünden hava atılırken kimse de ne olduğunu tam bilemiyordu. Renkliydi, plastikti ve herkeste yoktu. Daha da önemlisi yüzde yüz Amerikan malıydı…
Amerikan çöpleri
Yalnızca ODTÜ’lü Şıhali ağabey ve babam söyleniyordu mahalleliye. “Yahu sokmayın şu Amerikan çöplerini evlerinize, yarın ne pislik çıkarır belli olmaz...” Bazı mahalleli, “Doğru doğru,” deyip de sallamazken bazıları da cami önü sohbetlerinde, “Boş verin lan, bunlar Rus malı olaydı seslerini çıkarmazlardı, camiye uğradıkları yok zaten,” gibisinden söyleniyordu. O yıl 12 Mart’la karşıladı ülke baharı. Amerikan hükümetinin az gelişmiş ve kalkınmakta olan ülkeler kapsamında Marshall yardımı olarak gönderdiği süt tozları, ayda bir bizim eve de gönderilirdi okul idaresince. Çünkü bu tozlarla yoğururdu annelerimiz beslenme saatinde yiyeceğimiz poğaçalarımızı. O zamanlar, beslenme saatleri her gün birimizin evinde sınıfa yetecek kadar pişirilen poğaçalarla yapılırdı. Çoğunlukla da peynirli yapılırdı. Peynir ucuzdu ve bilmezdik rokforu, çedarı. Her anne de beslenmeye tamamlayıcı olarak, ya bir meyve, ya da haşlanmış yumurta koyardı çocuğunun çantasına. En ‘imkan sahibi’ aile bile ortalama alınabilir gıda dışında
bir şey koymazdı çıkınlara. Bu gösterişe girerdi ve ayıptı. Plastik mavi bidonda elma varsa elma, portakalsa portakal, o kadar. Ama hiç muz görmedik sınıfta, çünkü lükstü. Babam beslenme sırası bize gelince kilolarca süt alır memur maaşıyla, süt tozlarını da çöpe dökerdi. Güvenmezdi Marshall’a ve Amerika’ya. Hep okurdu babam, kırk yıl geçti aradan ve hâlâ hep okur babam ve hâlâ hiç güvenmez Amerika’ya. Yıllar haklı çıkardı babam gibileri.
Reddetmek...
Tehlikenin farkında olunsa da, çaresizlik bazen görmezden gelmeye yol açabiliyor sorunun özünü. Anı kurtaracak küçücük çıkarlar yarını görme gereği duyurmayarak, ilaç gibi gelebiliyor, o an kendini seçeneksiz sanan yığınlara. Oysa yapılması gereken bir kerecik reddetmektir. Hep birlikte bir kere olsun reddedebilmek. Her seçim döneminde, bir ya da aynı türden birkaç parti başa bela edilirken, toplumun ortak sesi hep aynı şeyi soruyor: “Başka seçenek mi var?” Var. Reddetmek... Hiç reddetmeden hep kabul ettiğin için seçeneksiz bırakılıyorsun. Denenmedik neyi denedik biz? Hep denenmişi denedik. O zaman da deneme olmuyor zaten yanılmanın adı. Aynı suda defalarca yıkanan bir temiz toplum var mı bildiğiniz? Sorun seçimle gelmiş iktidarların kendi çoğunluklarıyla yapmak istedikleri
Uyuz kaşıdıkça kaşındıran, daha çok kaşındıkça, derin yaralar açan bir hastalıktır. Hiç ellemeyip ilacını sürdüğünüzde ise kısa sürede geçer. Bir kez kaşımamak çok önemlidir. Bir kez hep birlikte reddetmek kadar, bir kez sadaka kabul etmemek kadar, bir kez hep birlikte onurlu durmak kadar önemlidir. Ülke boş gündemlerle boğuşturulup abesle iştigale zorlanırken, iyice derinleşen ekonomik kriz ve operasyon adı verilen, dış borca milyar dolarlar daha ekleyen savaş göz ardı edilmektedir. Fabrikalarda, tarlalarda üzerinden silindir geçirilen emekçiler, yok pahasına yandaşlara ve yabancılara peşkeş çekilirken, yoksullaşan yığınlar cephelerde ölüme atılıyorlar. Bir avuç dolar milyarderi arsız kapitalist ve süper güç heveslisi, psikopat-narsist bir emperyalizm uğruna. Amerika’nın gözü, Irak’a saldırdığından beri, ülkemize çevrilmiş durumda. Vietnam’dan beter günleri hissettikçe, çevresinde kim varsa kuburuna çekme telaşında. İslam söylemli yönetenlerse müttefiki! Amerika’yla kol kola Irak’lı Müslümanların katlini izlemekte, Müslüman iktidarlarında… Farkındalık ve zaman! Hayat çok kısa, zamanında olmayınca farkındalık. Fark etme süresi uzayınca da çocuklarımızdan, hatta torunlarımızdan çaldığımızdır zaman. Her bireyin fark etme zamanı kendi yaşadığı kadardır, biline. DÜZELTME: Geçen ayki yazımda dostum NANDO’nun adını Nonda olarak yazmışım. Düzeltir özür dilerim.
31
HAKAN GÜLSEVEN
hgulseven@reddiye.org
Mahir bu toprakların öfke tanımıdır, kokuşmuş düzenden devrimci kopuştur. 20’li yaşlarında bir delikanlıyı tarihe kazıyan, düşünsel ve yöntemsel sınırları değil, egemenlerin karşısında kocamanlaşmış devrimcinin cüretindeki sınırsızlıktır...
Ö
Sen hiç öfke görmemişsin Tayyip!..
fke bir hitabet sanatıymış… Sanatını yesinler!.. Sen hiç öfke görmemişsin Tayyip… Biz, ancak kötü icra edilen bir palavracılık sanatıyla muhatabız… Evet, bir yandan altı boş, sinir bozucu, artistik bir öfkeyle konuşuyorsun, diğer yandan ‘özgürlük’ lafını dilinden düşürmüyorsun. Yine, sinir bozucu bir müezzin vurgusuyla, bayat balık gözlerinin ifadesizliğiyle, görev icabı Cuma hutbesi okuyan bir müezzin gibi, önündeki kağıtlardan ‘özgürlük ve demokrasi’nin faziletlerini okuyorsun. Kendi okuduğunu dinlemeyebilme gibi, hatta okuduğun şeyin ne olduğunu fark edememe gibi, meziyet olarak da görülebilecek bir durumun var. Sen öfkeden bile bihabersin Tayyip!.. Okuduğun o kağıtlardaki özgürlüğün ufku, kadınların kafasına çarşaf geçirmekten ibaret... Alışmadık dilde özgürlük lafı, at terkisindeki sinek gibi durur Tayyip... At sineği…
***
Halbuki bu ülkede özgürlüğün sınırı, panzerden sıkılan tazyikli sular tarafından, metrekare başına düşen biber gazı tarafından, plastik mermilerin ve dahi, hakiki mermilerin ulaştığı menzil tarafından belirleniyor. ‘TEKEL’i sattırmayız!’ diye meydana çıkan işçi, karlar arasında böğrüne yediği tazyikli suyla havada uçarken, bu memlekette gerçek özgürlüğün ne kadar olduğunu anlıyor. ‘Tuzla tersanelerinde ölümleri durduralım!’ diye yola çıkan bir başka işçi, polis tarafından yere yatırılıp çiğnendiğinde anlıyor özgürlüğünün sınırını. Caddelerde dergi satarken vurulan ve felçli kalan çocuklar ülkesidir burası; F Tipi cezaevlerinde, diri diri mezara gömülme özgürlüğüdür bahis konusu olan. Bombalar diyarıdır burası… Evet, bu memlekette özgürlük koca bir palavradan ibarettir. Tek özgürlük vardır, o da çalma, çırpma, yağmalama ve sömürme özgürlüğü…
deşik edilen, ama hiç dinmeyen bir öfkedir o. Maharet, Mahir’in öfkesini sırtına yüklenebilmektedir. Kaderini, her nefesinde, yoksul, ezilen, horlanan, iliklerine kadar sömürülen halkın kaderiyle birleştirmiş bir öfke taşıyabilmektir maharet. Amerika’ya karşı, ve Amerikan finolarına karşı, o öfkeyi gerekirse kefen olarak kuşanabilmektir. Ve Mahirlerin kalplerinin üzerinde taşıdığı kefen, senin Meclis kürsüsünden attığın ‘çarşaf’lı nutuklarda sözünü ettiğin çarşafa, ‘sünnet altınları’nı bohçaladığın ‘çıkın’ların çarşafına benzemez Tayyip…
***
Müjdeler olsun ki, o özgürlük sayesinde dolar milyarderlerimize geçen yıldan bu yana 13 yeni isim daha eklendi! 23 adet dolar milyarderimiz varken, şimdi sayıları 36’ya yükseldi. İşte özgürlüğün tadı!.. Yüzsüzce, arsızca bir talan yaşanıyor. Ülke nüfusunun neredeyse tamamı, her geçen gün daha büyük bir yoksulluğa, sefalete sürüklenirken, sadaka bir yaşam kaidesi haline getirilmişken, evsizler kar yağdığında donmasınlar da rezillik büyümesin diye sokaktan toplanırken, ikiyüzlü egemenler, hiç utanmadan, arlanmadan, sıkılmadan ‘özgürlük’ nutukları atabiliyor. Yoksullara bırakılan tek özgürlük, açlıktan, soğuktan, hastalıktan geberme özgürlüğüyken… Ve nasıl utanmaz bir yağma telaşıdır yaşanan!.. Halkı böylesine derin bir sefalete sürükleyen, tersanelerde, maden ocaklarında işçilerin canlarını alan, üzerine yoksulların elinden çocuklarını alan… Evet, yoksulların çocuklarını dağlara süren, birbirine öldürten… Ve bir yandan da, kendi namı hesaplarında muazzam servetler biriktiren bir asalaklar sınıfından söz ediyoruz. Her biri
bilmem hangi emperyalist tekelin ortağı, taşeronu, yalaması olmuş; bu topraklarla tek bir bağı kalmamış; dahası bu toprakların siyanüre, kimyasala, leşe boğulmasına peçete tutan, halkın acılarına karşı şampanya patlatan, havai fişek fırlatan aşağılık bir burjuvazi… Bir hırsızlar topluluğu… Onların uşakları… Aldıkları rüşvetlerle, topladıkları avantalarla, masalardan düşen kırıntılarla burjuvaların nesi varsa, kendilerine onun ‘cık’ını, ‘cik’ini alan onur ve haysiyet düşkünü finolar… Suudi beslemeleri, Amerikan finoları!.. ‘Gir!’ deyince giren, ‘Çık!’ deyince çıkan, ‘Tut!’ deyince kemiğe zıplayan sefiller… Kendi çocuklarını Amerikanlaştırıp, pamuklara fasulye gibi sarmalayıp, yoksul çocuklarına şehadet şerbeti içirmeye ant içmiş ölü seviciler…
***
Tayyip, sen öfke nedir bilmezsin… Bu toprakların öfkesi Mahir’dir!.. 36 sene önce, yine bir Mart ayında, Kızıldere’de, CIA ve MOSSAD’ın istihbarat ve talimatlarıyla delik
mSayı 18, Mart 2008, Aylık süreli yayındır mYayımcı: LM Basın Yayın Ltd. Şti. mİmtiyaz Sahibi: Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mTel: 0212 292 95 65 (4 hat) mFaks: 0212 245 38 06 mAbonelik: 0212 292 95 65 mBaskı: LeMan Matbaası, Alüminyumcular Sanayi Sitesi C-5 Blok No: 7-8 Hadımköy/İST. Tel: 0212 858 00 93 (Pbx) mGenel Dağıtım: D.P.P. A.Ş. mAdres: Firuzağa Mah. Defterdar Yokuşu No: 47 Beyoğlu / İstanbul
Evet, Mahir bu toprakların öfke tanımıdır, kokuşmuş düzenden devrimci kopuştur. Mahir’i tarihe kazıyan, 20’li yaşlarındaki bir delikanlının düşünsel ve yöntemsel sınırları değil, egemenlerin karşısında kocamanlaşmış bir devrimcinin cüretindeki sınırsızlıktır. Teslimiyet tanımazlıktır. Mahir’i 36 senedir o genç çehresiyle hep canlı tutan da budur… Ve işte bu yüzden, tam 36 senedir, düzenden kopan Mahir’e yaklaşmış, kendini teslimiyetin ılık kollarına salanlar Mahir’den kopmuştur. İsyana dönüşmeyen, isyanı örgütlemeyen öfke, sünepe öfkesidir. Oysa devrimci öfke, ezilenleri, yok sayılanları, baldırı çıplakları insanlaştıracak olan o muhteşem isyanın özüdür. Öz olmadan suret olmaz… ‘Öz’ bize demektedir ki, halkı sefalete mahkum eden, dolar milyarderlerini ise onar onar çıkaran bu kokuşmuş düzen yıkılmalıdır. Mesele, yığınların öfkesini devrimcileştirmekte, ‘öz’ü ait olduğu yere, emekçi sınıfların kalbine yerleştirebilmektedir. İşte o zaman öfke, palavracıların elinden kurtulacak, özgürleşecek ve öfkenin aslında ne demek olduğunu herkes görecektir...
bilgi@reddiye.org www.reddiye.org www.redciyiz.biz