12 Eylül'ü takviye değil, tasfiye için: Referandumda hayır! Demokratik anayasa için kurucu meclis! Referandum sürecinin yakınlaşmasıyla, sosyalist solun bütün kesimleri de tutumlarını netleştirmiş oldu. Bu süreçte sosyalist sol, “evet”, “hayır” ve “boykot” tercihinde üçe bölünmüş durumda...
Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 20 • Ağustos 2010 • Fiyatı 2 TL
Arka Plan, sayfa 8-9'da...
Referandum: Bir Adım İleri, İki Adım Geri! 12 Eylül 2010 Pazar günü referandum var. 26 maddeden oluşan Anayasa kısmi değişiklik paketi için sandık başına gidilecek. Kısmi değişiklik paketinden yana olanlar EVET, karşı olanlar HAYIR diyecek. Ne evet ne hayır görüşünde olanların tutumu ise BOYKOT olacak. Bununla birlikte sonuçlar açısından temelde üç değil iki tutumun söz konusu olduğunu söylemeliyiz: EVET ve HAYIR! Bunların dışında üçüncü tutum olan BOYKOT’un etkisini ölçmek ise olanaklı değil; sandık başına gitmeyenlerin tümünün bunu Referandum’u gerçekten boykot etmek için yaptığını söylemek mümkün olmayacak. Gerçekte Hükümet’in politikalarına karşı olan emekçilerin ve Kürtlerin bir bölümünün “BOYKOT” diyerek oy kullanmaması, Tayyip Erdoğan destekçisi “EVET”çilerin önünü açacak, onların işine yarayacak. EVET ve BOYKOT ne anlama geliyor? • Bundan 30 yıl önce patronlar daha da zenginleşmelerini sağlayacak 24 Ocak Kararları’nı aldılar. Ve 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle bu kararlar devreye sokuldu. Ardından da bugün bazı maddeleri referanduma sunulan 12 Eylül Anayasası kabul edildi. Ve bu Anayasa 28 yıl boyunca emekçilerin örgütsüzleştirilmesine, yoksullaştırılmasına ve Kürt halkının varlığının inkâr edilip, baskı ve şiddetle de ezilmesine yasal kılıf sağladı. Bir süredir ise askeri darbe anayasası artık patronların bir kısmına dar gelmekte. Bu nedenle Anayasa’da bazı değişiklikler istiyorlar; çünkü dün emekçileri zapturapt altına almak için kendilerine hizmet eden bu Anayasa’ yla belirlenmiş yönetim ve yargı organları, bugün ayaklarına bağ oluyor. Bu nedenle vazifesini tamamlayan kurum ve maddeler değiştirilerek ve/veya tarihin çöplüğüne atılarak 12 Eylül askeri darbe Anayasası’na 2010 model bir görünüm verilmek isteniyor. Amaçları, hem devlet kurumlarını daha güçlü biçimde ellerine geçirmek, hem de ve daha önemlisi, emekçilerin ve Kürt halkının devrimci demokratik istemlerini, kısmi Anayasa yamalarıyla daha uzun süreliğine susturabilmektir. Ve bu değişiklikleri yapabilmek için şimdi de emekçilerden ve Kürtlerden “EVET” demelerini istiyorlar. EVET’in kazanmasının AKP hükümetinin ve onun temsil ettiği patronlar kesiminin daha da güçlenmesine yol açacağı açıktır. Sekiz yıldır emekçileri silindir gibi ezen, Kürt halkı üzerindeki baskı ve şiddeti sistematik olarak sürdüren AKP’nin bu moral ve rüzgârla ilk genel seçimleri kazanması da şaşırtıcı olmayacaktır. EVET demek, EVET’in önünü açacak BOYKOT tutumu almak, kaçınılmaz şekilde AKP’nin dört yıl daha emekçileri ezmesine ve Kürt halkının özgürlük ve demokrasi taleplerinin göz ardı edilebilmesine olanak verecektir. HAYIR ne anlama geliyor? • Tam da bu nedenle HAYIR, AKP’nin ve patronların bu oyununun önünü kesmektir. Yoksa bazılarının iddia ettiği gibi 12 Eylül Anayasası’nı onaylamak anlamına gelmez. Referan-
dum’da HAYIR demek, giderek çürüyen ve işgöremez hale gelen 12 Eylül Anayasası’nı yamalarla sürekli kılma ve onu bu şekilde normalleştirme girişimlerine geçit vermemek demektir. HAYIR’ın CHP-MHP’ye hizmet edeceğini, Ergenekon’un işine yarayacağını söylemek ise Türkiye’de sermaye düzeninin yaşadığı iç gerilimleri ve yönelimlerini anlamamaktır. Birini patronların, diğerini emekçilerin oluşturduğu iki cephe mevcuttur. Bunlardan patronlar cephesinde, hem çeşitli çekişme ve kavgalar hem de uzlaşmalar ve ortaklıklar yaşanıyor. Kısmi Anayasa değişiklik paketi de bunun sonucu. CHP-MHP’nin temsil ettiği, devlet kurumları aracılığıyla palazlanmış olan patronlar, askerler, yüksek kademe devlet memurları, hali-vakti yerinde şehirliler, vs. ise, kısmi değişiklikler sonucunda bu ayrıcalıklarını yitirme korkusuyla HAYIR diyorlar; yoksa emekçilerin ve Kürt halkının istemlerini desteklediklerinden ötürü değil. Bizim HAYIR’ımız ile onlarınki arasında en ufak bir benzerlik yoktur. Eğer Hükümet, emekçiler ve Kürtler üzerinde daha baskıcı değişiklikler önerseydi, hep birlikte EVET derlerdi. Oysa Hükümet bugün kendi istediğini gerçekleştirebilmek için bir-iki küçük tavizle bugüne değin ezip horladığı emekçilerin ve Kürtlerin desteğini arıyor. Neden HAYIR diyoruz? • Biz İşçi Cephesi olarak Anayasa kısmi değişiklik paketinin emekçileri, ezilen ve sömürülen tüm toplum kesimlerini hak ve özgürlükler açısından daha da geri götüreceğini ve özellikle Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının yeni ve daha yoğun saldırılarla ezilmesini olanaklı kılacağını düşünüyoruz. Bu çerçevede Anayasa kısmi değişiklik paketinin gerçek amacı, daha fazla işsizlik, yoksulluk ve baskı anlamına gelen, neoliberal karşı devrimin önündeki engelleri kaldırmaktır. Bu nedenle; sekiz yıldır neoliberal saldırganlığı azgınca sürdüren AKP hükümetinin güvenoyu almaması; hak ve özgürlüklere yeni saldırıların önünün daha da açılmaması için HAYIR diyoruz. Sendikanın, sendikalaşmanın gerçek anlamı grevli toplu sözleşme hakkıdır. Anayasa kısmi değişiklik paketi “memurlara” grev hakkı vermemektedir. Hiçbir anlamı olmayan ve Uzlaştırma Kurulu adı altındaki yeni bir organla zapturapt altına alınan bir toplu sözleşmeye koca harflerle demokrasi adı verilmesini kabul etmediğimiz için HAYIR diyoruz.
UPS’de direnen işçilerden Taksim’de basın açıklaması Sayfa: 03
Sınıfın bağımsızlığı ve birliği yolunda:
Sınırları Aşmak
Sayfa: 04
35. madde ve rejimin sınırları üzerine
Sayfa: 06
Yükselen şovenizme karşı: Yaşasın emekçilerin birliği!
Sayfa: 10
İlan ettiği Kürt, Ermeni, Alevi, Roman açılımlarıyla demokrasi ve özgürlük vaat eden AKP hükümetinin Anayasa kısmi değişiklik paketinin bir tek maddesinde bile bunları anmamasındaki riyakârlığı gördüğümüz için HAYIR diyoruz. Patronların ve hükümetin giderek çürüyen ve iş göremez hale gelen –özünde bir suçun vesikası olan– 12 Eylül Anayasası’nı yamalarla sürekli kılma ve onu bu şekilde normalleştirme girişimlerine geçit vermemek için HAYIR diyoruz...
İşçi Cephesi, 28 Temmuz 2010
Venezuela:
Latin Amerika’da gerilim yükseliyor Sayfa: 14
2
İLAN TAHTASI
Fotoğraf Sergisi: Troçki'nin Hayaletleri İC – Haber, 19 Haziran 2010 Troçki’nin 70. ölüm yıldönümü yaklaşırken, Kuzey İrlandalı fotoğraf sanatçısı James Hughes’un gerçekleştirdiği “Troçki'nin Hayaletleri: Bir Sürgünün Kaybolan Mekânları” başlıklı fotoğraf sergisi, 19 Haziran 2010’dan itibaren İstanbul Hatırası Fotoğraf Merkezi’nde sergilenmeye başladı. Sergi süresi, 3 ay. Basın bülteninde, fotoğrafın bellek oluşturmaktaki etkin rolü ve önemi vurgulanırken, 1933 yılında Troçki’nin, eşi Natalya ve oğulları Sergei ile birlikte Türkiye’ye gelişleri ile ilgili şu ifadelere yer verilmiş: “Bizans İmparatorlarının, asil kan dökmekten çekindikleri için, asi prensleri sürgün ettikleri bu ada, Osmanlıdan miras kalan harap konaklarıyla onlara kucak açtı. Troçki, dilini ve kültürünü bilmediği bu ülkede, dünya tarihi hızla değişmekteyken, 'Rus Devriminin Tarihi'ni yazdı. Kızı Zina’nın Berlin’de intiharını burada haber aldı ve bu acıyla aç ve susuz günlerce odasından çıkmadı. Gün oldu balıkçı Horalambos'la balığa çıktı. Ünlü konukları oldu ve çok ünlü kişilerden mektuplar aldı. Bütün bu yaşananlar bir yerlere sindi. 1933 yılında,
Fransa'ya doğru yola çıkarken, hayatının belki de en dingin dört buçuk yılını geride bırakıyordu. Kuzey İrlandalı Fotoğraf sanatçısı James Hughes gerçekleştirdiği Troçki'nin Hayaletleri: Bir Sürgünün Kaybolan Mekânları çalışmasında Troçki'nin Büyükada'da yaşamış olduğu terk edilmiş mekânların fotoğraflarını çekerek, geçmişi ve bugünü yansıtırken, insanlığın
Fotoğraf sanatçısı James Hughes (www.jameshughesphotography.com)
ardında bıraktığı izleri, mekânın ruhunu zedelemeden tekrar gözden geçirmemizi amaçlamaktadır. Anılarımızın oluşması biraz bu 'hayaletlere' bir kez daha bakabilmemiz, biraz da Troçki'nin dilinden düşürmediği Spinoza'nın ünlü sözünü anımsamamızla ilintilidir: ‘Ne ağlayın, ne de gülün, sadece anlayın.’”
İstanbul Hatırası Fotoğraf Merkezi: Moda Cad. Ressam Şeref Akdik Sok. No:10 Moda Kadıköy
James Hughes 1957 de Ballymena'da (Kuzey İrlanda) doğdu. Küçük yaşta ailesiyle beraber Avustralya’ya göç etti. Ancak 1968 de, Kuzey İrlanda'nın en sancılı günlerinde, tekrar ülkesine döndü. Hayata makine mühendisi olarak atıldı. Ancak, yıllar önce Kodak şirketinde çalışan annesinin ona yapmış olduğu kutu fotoğraf makinesi, 1980'lerden itibaren onu asıl mesleği fotoğrafçılığa yöneltti. Görsel sanatlar ve yirminci yüzyıl edebiyatından etkilendi. Modern dünya görüşüne karşın, daima gelenekselle ilgilendi. 2002 de (Sanat ve Tasarım) lisans eğitimini, 2005 de Ulster (Belfast) Üniversitesi' nden yüksek lisans ve 2010 da, ‘Kuzey İrlanda'ya Özgü Mekân Duygusu Fotoğrafsal Olarak Tanımlanabilir mi?’ konulu teziyle doktorasını tamamladı.
Görüş, öneri, katkı ve mektuplarınızı bekliyoruz... iscicephesi@gmail.com
SAYI: 20 • AĞUSTOS 2010 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık) Yönetim yeri Caferağa Mah. Sarraf Ali Sok. Saraçoğlu İş Hanı No: 36/17 Kadıköy - İstanbul 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Estet Ajans Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 2 TL
NE SAVUNUYORUZ?
neyi hedefliyoruz?
İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye'de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.
EMEK GÜNCESİ
3
UPS’de direnen işçilerden Taksim’de basın açıklaması İC – Haber, 1 Ağustos 2010 UPS (United Parcel Service) direnişinde üçüncü ayın sonuna yaklaşılmış durumda. Son üç haftada, farklı bölgelerden 45 işçinin daha TÜMTİS’te sendikalı olmaları nedeniyle işten çıkartılmalarıyla Türkiye genelinde toplam sayı 142 olarak karşımıza çıkmakta. Ancak bu dönemde UPS Mahmutbey aktarma merkezine yeni taşeronun sokulması moralleri bozsa da işçiler sendika hakları için sonuna kadar mücadele edeceklerini belirtmekte. Bundan 1,5 ay önce de yeni bir taşeronla anlaşılmış ancak direnişteki işçiler bu taşeronun içeri girmesini engelleyebilmişti. Son girişimde ise patron, polis yardımına da başvurarak amacına ulaşmış durumda. Ve polisin hergün direniş çadırı önünde barikat kurarak yeni işçilerin içeri alınmasına ön ayak olması, UPS’nin başı sıkıstıkça yeni alınacak işçi sayısını arttırabileceğinin bir göstergesi olarak belirmekte. Ayrıca son dönemde işçilerin mahkeme süreci de baş-
ladı. İşe iade davalarının görüldüğü süreçte işçiler duruşmalara farklı gruplar halinde alınmakta. Şu ana kadar gerçekleştirilen duruşmalardan ise 1,5- 2 ay sonrasına erteleme kararı çıkmış durumda. İşten çıkartmaların artması ve devam edeceğinin beklenmesi, yeni taşeronla anlaşılarak içeriye işçi sokulması ve mahkeme sürecinde henüz somut bir gelişmenin yaşanmamış olması direnişçi işçiler üzerindeki baskıyı arttırmakta. Onlar da bu dönemle birlikte yeni eylemlilikler içine girmek ve haklı mücadelelerini daha fazla duyurabilmek amacıyla çalışmalarını sürdürmekteler. Bu yolla kendilerine desteği arttırarak mücadeleyi genişletmek düşüncesindeler. Bu amaçla 31 Temmuz günü, yani direnişlerinin 88. gününde Taksim tramvay durağından Galatasaray Lisesi önüne kadar süren bir yürüyüş ve lise önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdiler. İşçilerin sendikaları TÜMTİS ile beraber en önde oldukları yürüyüşte, diğer sendikalardan fazla desteğin gelmemesi dikkat çe-
kici olurken, Direnişteki İşçiler Platformu ve farklı siyasi gruplarla birlikte yaklaşık 250 kişilik bir katılım sağlandı. Yürüyüş “UPS’ye sendika girecek, başka yolu yok”, “Sendika hakkımız engellenemez”, “Direne direne kazanacağız” gibi sloganlar eşliğinde Galatasaray Lisesi önüne kadar sürdü ve burada ise basın açıklamasına geçildi. Basın açıklamasında öncelikle UPS’ nin hukuksuz ve adaletsiz tutumu eleştirilirken, bir yandan da mücadelenin haklılığı vurgulandı. Sonrasında ise TÜMTİS’in de bağlı bulunduğu UPS’nin uluslararası sendikası olan ITF’nin desteği belirtildi. Basın açıklaması, TÜMTİS’in mücadele sonuna kadar işçilerin yanında olacağını açıklaması ve bu süreçte emekten yana olan herkese çağrıda bulunmasıyla sona erdi. Biz de İşçi Cephesi olarak, mücadelelerin birleştirilmesi şiarından hareketle, bu haklı mücadelelerinde UPS işçilerinin yanındayız!
Kadıköy Belediyesi’nde grev sona erdi Bahadır B., 29 Temmuz 2010 DİSK/Genel-İş Sendikası İstanbul Anadolu Yakası 1 No’lu Şubesi ile Kadıköy Belediyesi arasında 27 Ocak 2010 tarihinde başlayan toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde 81 maddeden dört tanesi üzerinde anlaşma sağlanamadı. Bunun üzerine sendikaya bağlı 470 işçi, 19 Temmuz 2010 tarihinde grev başlattı. Grevin gerekçesi artan hayat pahalılığına karşın, insanca yaşanılabilecek bir ücret, insanlık onuruna yakışır çalışma koşulu ve zamanında ödeme gibi taleplerdi. Grevin başlamasıyla, bazı zabıtaları işçilerin üzerine salan belediye bununla da yetinmeyip yerel gazetelerle beraber grevi baltalamak için, “Kadıköy Belediyesi’nde çalışan bir işçinin net maaşı 2500TL’dir ve yapılmak istenen zamla bu maaş 2750TL’ye çıkacaktır,” gibi asılsız haberler yaymaya başladı. Oysa sendikanın dağıttığı maaş bordrolarına göre işçilerin maaşları 1585 TL idi. Tek kişinin yok-
sulluk sınırının 1475 TL, 4 kişilik ailenin asgari geçim sınırının ise 2962 TL olduğu bir ülkede, üzerinde anlaşmaya varılamayan ücretler, sistemin insanların en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak düzeyde ol-
duğunun bir göstergesidir. Sekiz günlük grevin, altıncı gününde Tüm-Bel Sen üyesi işçilerin de katıldığı bir dayanışma eylemi düzenlendi. Kadıköy evlendirme dairesi önünde toplanan kalabalık iskele meydanına yürüdü. Yürüyüşte, grevdeki işçiler de taleplerini dile getirdi.
27 Temmuz günü belediye ile sendikanın anlaşmaya varmasıyla grev sona erdi. İşçiler grevden tam olarak istediklerini alamasalar da, “yüzde 9 zam ve 245 TL’ lik sosyal yardım” kazanımıyla grevi bitirdiler. İşçilerin tam olarak istediklerini alamamalarına rağmen grevin bu kadar kısa sürmesi, Genel-İş’in grevin başından beri takındığı bir tutumdur. Daha grevin ilk günü yapılan basın açıklamasında Genel-İş “Grev sürecini fazla uzatmadan masada bitirelim. Bizim isteğimiz ve arzumuz bu yöndedir. Biz grev yapma taraftarı değiliz” derken; aynı metnin devamında ise “Biz bir aileyiz bu ailenin huzurunun bozulmasından yana değil, mutluluğundan yanayız,” diyerek sınıf uzlaşmacı tavrını ortaya koymuştur. Bu örnek durum gösteriyor ki, sendika bürokrasisinin bu tavrına karşı sendikalarda taban inisiyatifi temelinde sesimizi yükseltmek durumundayız.
Petrokimya: Düşük ücretlere mahkûm ediliyoruz! İC okuru bir işçi
menin ve mücadelenin yollarını aramalıyız.
200 ülkeye ihracat yapan ve 1200 kişinin çalıştığı ambalaj ürünleri üreten bir firmadan yazmaktayım. Patron kendisini günden güne büyütüp kârına kâr katarken, bizleri açlık ve sefalete itmektedir.
Gözünü kâr hırsı bürümüş patronların bu saldırılarının durmayacağını biliyoruz. Gözlerini o kadar kâr hırsı bürümüş ki, ellerinden gelse ücretli olan köleliğimiz ücretsizleştirilecek ve 24 saat itaat etmemizi bekleyeceklerdir.
Çalışma saatlerimiz 12 saat, günlük 3,5 saat mesai yapmaktayız. Ancak karnımızı zor doyuruyoruz, patron bizi o kadar kendine bağlamış ki, insanca yaşam için gerekli olan 8 saatlik üretimi, mesailerin kaldırılmasını talep edemiyoruz. Mesailerin kaldırılması, bizlerin aç kalması demek olacak. Bunun nedeni ise tabii ki düşük ücretlerdir. Peki, bizler bu duruma sessiz mi kalacağız? Çocuklarımızın rızkını karın tokluğuna peşkeş mi çekeceğiz? Var olan haklarımızı aciz bir şekilde patrona teslim mi edeceğiz? Kesinlikle hayır! Kendimize bir yol çizmeliyiz, güven temelinde buluşmanın, zamanın işleyiş biçimine göre strateji belirle-
Hep psikolojik baskılara, aşağılanmalara maruz kalıyoruz ve ses çıkartmıyoruz. Bu durum patronun gerçekten de hoşuna gitmekte; çünkü patron yeni bir saldırı için tepki oluşmayacağına emin oluyor ve bizim sessiz kalışımızla birlikte patron mesai ücretlerine dahi saldırma cüretinde bulunacaktır. Bundan kimsenin hiç şüphesi olmasın. Tıpkı vergi iadelerine yani yeni adı AGİ (asgari geçim indirimi) hakkımıza saldırdığı gibi... Bugün maaş bordrosunu elimize aldığımızda görüyoruz ki, asgari geçim indirimi, asgari ücretin içerisine dahil edilmiş ve bu uygulama patronlar tarafından tüm fabrikalara yayılmış durumda.
İtiraz için insan kaynaklarına gittiğimde bana, internet üzerinden 2010 dönemine ait asgari ücret hesap özetini gösterdiler. İnternette AGİ, asgari ücrete dahil gözüküyor! Fakat bizler biliyoruz ki, AGİ bizim hakkımızdır ve patronlar tarafından gasp edilmektedir. Kendimizi teslim etmeyeceğiz patrona; kurtuluşumuz birlik ve beraberliğimiz ile kendi elimizdedir. Şu an karnımızı zor doyuran biz işçiler, olası bu ciddi saldırı sonrasında kesinlikle aç kalacağız. Gelecek diye bir şey olmayacak ve geleceğimiz olan çocuklarımızın da bizden farkı olmayacak ücretli bir kölelik alternatifinden başka meslek dalı bulamayacaktır. Geleceğimiz olan çocuklarımızın da bir anlamda, suskunluğumuzla, geleceğini patronun eline teslim etmiş ve karartmış olacağız. Biz işçiler bu durumda güven temeli altında birleşmenin yollarını aramalıyız. Birlik ve beraberliğimizle mevcut haklarımızın korunması için mücadele etmeliyiz. Başka çaremiz yok kurtuluşumuz ancak ve ancak kendi elimizdedir!
4
POLİTİKA
Sınıfın bağımsızlığı ve birliği yolunda:
Sınırları aşmak Cemre Sava, 6 Ağustos 2010 Yoksulluk ve işsizlik kitleselleşiyor. Tepki birikiyor. Aç ve açıkta kalma korkusu büyüyor... Ancak, binalar da gittikçe saydamlaşıyor; direnişler, içlerini görünür kılıyor. Sin-Ter’den TEKEL’e, İSKİ’ den İtfaiye’ye, Esenyurt Belediyesi’nden UPS’ye birçok şirket, artık birer direnişin adı olarak anılıyor. İsimler, görünürleşen talepler ve mücadele ile bütünleşiyor. Bu mücadeleyi sürdürenlerce temsil buluyor. Önceleri, kriz karşısında görece suskun kalan işçi ve emekçiler, ekonomik talepleri ve örgütlenme hakları etrafında mevzilerini korumaya, ekonomik karşı-devrim olarak adlandırdığımız saldırılara karşı durmaya çalışıyor. Tüm bu sürecin patronlar için en ürkütücü, sınıf hareketi adına en ümit verici sözcüğü ise “direniş”. Türkiye ve dünyada önümüzdeki günleri bu sözcük belirleyecek: İşçi ve emekçilerin bu saldırıların amacı olan yeni çalışma düzenine yani esnek, güvencesiz, düşük ücretli çalıştırılmaya karşı gösterdiği direnç...
Örnekleri, Esenyurt Belediyesi işçilerinin direnişi; Çel-Mer Çelik A.Ş.’nin Birleşik Metal’e üye işçilerinin 10 günlük direnişi vb. ile arttırabiliriz. Patronların saldırıları karşısında ortaya konulan, hem çalışma koşullarımızı hem örgütlülüğümüzü korumaya yönelik bu direnişlerin ortak özelliği ise hepsinin birer “savunma” eylemi olması. Bu direnişlerin hepsi, patronların saldırıları karşısında, işçi ve emekçilerin kazanımlarını- mevzilerini savunma mücadelesi olarak sembolleşiyor. Asgari taleplerin karşılanması ile de ya sonuçlanıyor ya da parçalanarak sönümleniyor. Bu karakteri, elbette, süre giden direnişlerin sınırlarını ve sınırlılıklarını da açığa vuruyor. Ekonomik talepler etrafında, sendikal önderliklerce yönlendirilen direnişler sendikal bürokrasi üzerinde taban basıncının
Önceleri, kriz karşısında görece suskun kalan işçi ve emekçiler, ekonomik talepleri ve örgütlenme hakları etrafında mevzilerini korumaya, ekonomik karşı-devrim olarak adlandırdığımız saldırılara karşı durmaya çalışıyor. Tüm bu sürecin patronlar için en ürkütücü, sınıf hareketi adına en ümit verici sözcüğü ise “direniş” Krizin başından bu yana, bu direnç iki biçimde ortaya konuldu. Birincisi, saldırılar karşısında çalışma şartlarını korumaya ve insanca yaşam standartlarına ulaştırmaya yönelik gösterilen dirençti. Bu, kendini toplu sözleşme süreçlerini takip eden eylem ve grevlerle açığa vurdu. Kadıköy Belediyesi işçilerinin toplu sözleşme sürecindeki anlaşmazlık sonucu aldığı grev kararı ve bunu takiben insanca yaşanılabilecek bir ücret, insanlık onuruna yakışır çalışma koşulu ve zamanında ödeme gibi taleplerle sürdürdüğü sekiz günlük grev bunun son örneklerinden biri oldu. Yine TEKEL direnişi, en öne çıkan örneklerden biri idi... İkincisi ise, örgütlülüğü parçalamaya yönelik saldırılar karşısındaki sendikalılaşma ve sendikayı koruma amacıyla oluşturulan dirençti. Gittikçe daha fazla kötüleşen çalışma koşullarına en önemli araçlarından biri olan sendikalarla direnmeye çalışan işçiler, sendikalılaştıkları için işten atılanlar, bu direncin merkezinde yer aldılar... Bu direnişin son örneklerinden biri ise sendikalılaştıkları için işten atılan TÜMTİS üyesi UPS işçilerinin 5 Mayıs’tan bu güne sürdürdüğü mücadele.
kurulamadığı durumlarda, sınıf uzlaşmacı bir tavırla, işçiler taleplerinin tümüne ulaşmadan sonlandırılıyor. İkinci olarak, bu direnişler, birincinin de etkisi ile yerel kalıyor; savunma mücadelesini ulusal ve uluslararası düzeyde birleştirecek, ortak talepler
birleşiyor. Ve işçi ve emekçiler bir yandan da meşruluk mücadelesi vermeye mecbur bırakılıyor. Önümüzdeki günlerin direnişler ve dolayısıyla işçiemekçiler için en belirleyici unsuru ise, yükseltilen şovenizme karşı duruş olacak. Direnç, tek tek işçilerin, ve yerel olarak işyerlerinin mücadelesi değil, bir bütün olarak işçi sınıfının saldırılar karşısındaki cevabı olma niteliğini taşıyabildiğinde, ancak o zaman, patronların ve onların temsilcilerinin politikalarının gücünü kırabilir. Bu yüzden, bu direnci artırmanın olmazsa olmazı bugün işçi ve emekçilerin birliğini sağlamaktan, milliyetçi histeriyle baş etmekten geçiyor. Mücadeleyi birleştirmek, kitlesel işsizliğe ve kötüleşen çalışma koşullarına karşı, iş güvencesi talebi etrafında, aramızda sinsice yer bulmaya çalışan şovenist yaklaşımlarla da yüzleşerek ortaklaşabilmekten geçiyor. Ve
Önümüzdeki günlerin direnişler ve dolayısıyla işçi-emekçiler için en belirleyici unsuru ise, yükseltilen şovenizme karşı duruş olacak. Direnç, tek tek işçilerin, ve yerel olarak işyerlerinin mücadelesi değil, bir bütün olarak işçi sınıfının saldırılar karşısındaki cevabı olma niteliğini taşıyabildiğinde, ancak o zaman, patronların ve onların temsilcilerinin politikalarının gücünü kırabilir etrafında ortak bir savunma hattı yaratacak işçi dayanışmasının önü ya sendikal bürokrasi tarafından ya da sosyalist sol içindeki dar grupçu anlayışlar nedeni ile kesiliyor. Sınıf hareketinin içinde bulunduğu sürecin bu nesnel ve öznel sınır ve sınırlılıkları, hükümetin ve hükümet yanlısı medyanın direnişleri karalama tutumu ile de
bugün direnişlerin akıbeti tıpkı dün olduğu gibi mücadelenin birleşmesini gerektiriyor. Sınıf uzlaşmacı tutumları nedeni ile sendikal bürokrasiye, sosyalist sol içindeki dar grupçu ve ikameci anlayışlara ve şovenizme karşı, sınıfın bağımsızlığı ve birliği yolunda atılacak her adım sınıf hareketinin yönünü ve gücünü belirleyecek.
POLİTİKA
Kader değil, cinayet! Dilçem Sarin, 1 Ağustos 2010 17 Mayıs’ta Zonguldak Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) Karadon Müessese Müdürlüğü maden ocağında grizu patlaması olmuş, 540 metre derinlikte çalışan 30 işçi hayatını kaybetmişti. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Teftiş Kurulu Başkanlığı’nın olaya ilişkin hazırladığı bilirkişi raporu tamamlandı. Olayın gerçekleştiği günlerde burjuva medya “Acaba ihmal mi var” diye sorarken, ülkenin Başbakanı ise, “Kaza ve ölümler bu işin kaderinde var” diyordu. Bakalım gerçekten kader mi? İş Teftiş Kurulu Başkanlığının 36 sayfalık inceleme raporuna göre Türkiye Taşkömürü Kurumu yüzde 30, taşeron firma YapıTek İnşaat Sanayi ve Ticaret A.Ş. ise %70 kusurlu bulundu! Rapora göre kaza günü 12.30 – 13.30 saatleri arasında Merkezi Gaz İzleme İstasyonunda çalışan tekniker ve mühendis görev yerinden ayrılıyor. Görevli maden mühendisi ise metan gazının tehlikeli yükselişini gördüğü halde tuvalete gidiyor. Mühendisin alması gereken mesleki sertifika taşeron firma tarafından yetersiz bir eğitimle verilmiş. Patlamanın yaşandığı 540 kodundaki sesli ikaz sisteminin görevli kişilerce iptal edildiği ortaya çıktı. Kazada hayatını kaybeden 23 işçinin mesleki eğitim belgesi yoktu ve çalışanlar gaz yükselmesi durumunda ne yapacakları konusunda yeterince bilgilendirilmemişti. İşçilerin gaz maskesi de yoktu.
Kullanılan ekipmanlar yeterli sayıda değildi ya da gazlı ortama uygun değildi. Peki, bu ocaklarda denetim yapılmıyor mu? Denetimi yapan kişi de işverenin bir çalışanı konumunda olduğu için herhangi bir yaptırım söz konusu olmuyor... Türkiye’de son 20 yılda hızla artan maden cinayetlerinin, özelleştirme süreciyle doğru orantılı gittiğini görmek gerekir. Biliyoruz ki bütün bu “ihmallerin” sebebi sermayenin kâr hırsında yatıyor. Patronlar daha fazla kazanırken en temel hakkımız olan yaşam hakkımız dahi elimizden alınıyor. Bu kölelik düzeninde karnımızı doyurabilmek için bizden ölüme gitmemiz isteniyor. Her işyerinde iş sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınması gerekirken, maliyetleri düşürecekler diye gerekli önlemler terk ediliyor, bu durumda bizim canımız ucuza getiriliyor. Ve bu sadece patronların değil, devletin de işine geliyor. Bu yüzden esnek/kuralsız çalışmayı, işçileri başka işverenlere kiralamayı, taşeronlaştırmayı yasal hale getiren; kıdem tazminatları, fazla mesai ücretleri ve sendikal hakları budayan 4857 sayılı iş yasası yerine, işçi örgütlerinin inisiyatifinde, iş güvencesi ve iş güvenliğinin birbirini tamamladığı, insan onuruna yakışır yeni bir yasa hazırlanmalıdır. Fakat bu yasanın hazırlanması işçi ve emekçilerin örgütlenip haklarını aramasından geçer.
Sağlık bir insan hakkıdır! A. Ela Toprak, 24 Temmuz 2010 Aile Hekimliği 1 Kasım'dan itibaren İstanbul'da ve bu yılın sonunda da tüm ülke genelinde uygulamaya konulacak. Sağlık Bakanı Recep Akdağ 18 Temmuz' da düzenlediği basın toplantısında aile hekimliğini sağlık ocaklarının geliştirilmiş şekli olarak niteliyor, hekim başına 3500 hasta düşeceğini, hastanın hekimden memnun kalmadığı durumda başka hekim talep edebileceğini söylüyor. Sağlığın bir insan hakkı olduğunu ve alınıp satılamayacağını vurguluyor. Ayrıca vatandaşın sağlık hakkını öncelikle kamudan alması gerektiğinin altını çiziyor. Hakikatler ise söylenilenlerden çok farklı! Bir insan hakkı olduğu söylenilen sağlık hizmetine ulaşabilmek için vergi, prim yetmiyor katkı ve katılım payı da ödüyoruz. Oysaki sağlık hizmeti genel bütçeden karşılanabilir. Son bir yılda katkı katılım payı uygulamasıyla hükümetin sağlık harcamaları yüzde 30 düştü. Bu da 1,1 milyar lira demek. Maliye verilerine göre sadece para cezalarında yüzde 27,4 lük bir artış oldu. Maliyenin bir diğer tespitine göre ise bu yıl ilk altı aylık dönemde her gün ortalama 547,9 milyar lira vergi ödedik. Sigorta primlerimiz de cabası. Yine bu yılın ilk altı ayında çalışanlardan ortalama 32 milyon, yeşil kartlılardan yaklaşık 297 bin lira katılım payı alındı. Bunca ödemeye rağmen hakkımız olan sağlık hizmetine ulaşabiliyor muyuz? Hükümet uyguladığı sağlıkta dönüşüm programı ile sağlık hizmetlerinin desantralizasyonunu (sağlık hiz-
metinin toplumun ihtiyaçlarına göre, toplumun genelini kapsayacak biçimde tek merkezden örgütlenmemesi) sağlık kurumlarının işletmeleştirilmesini hedefliyor. Son tahlilde ise sağlığı tamamen özel sektörün eline bırakarak Sağlık Bakanlığı’na yaptırım gücüne sahip değil gözlemci görüş bildiren bir konum öngörmektedir. Bu programın bir ayağı olan aile hekimliği bize neler getiriyor? • Sağlık ocakları ekip çalışmasına dayalı, koruyucu önleyici sağlık hizmetlerini veren (aşılama, genel sağlık taramaları, veremle savaş, ana-çocuk-gebe takibi vs.) birinci basamak sağlık hizmeti veren kuruluşlardır. • Hükümet sağlık ocaklarını kaldırıp yerine bir sözleşmeli hekim koymak istiyor. Tek başına hekimin hasta bakması hem de bunları yapması olası değil. • Sağlık ocaklarının binaları ise aile hekimlerine kiralanacak. • Aile hekimi teçhizatını hemşiresini kendi imkânlarıyla sağlayacak. • Hekimle her yıl sözleşme yapılacak, hekim 2000 hastanın altına düşerse sözleşmesi feshedilecek. • Yüzde 15’ten fazla hasta sevk ederse hekimin maaşından kesinti yapılacak. • Sağlık ocaklarından sigortası olan olmayan herkes yararlanabilirken aile hekimliği yine sigortası olan, üstüne cebinden katkı yapabileni kapsayacak.
5
Kürtleri ne yapmalı? Oktay Benol, 1 Ağustos 2010 Sabahın oldukça erken bir vakti. Servislerinden inen işçiler uyuşuk adımlarla, birer ikişer fabrikalarına doğru yürüyorlar. Giresunlu ve Ispartalı her zaman olduğu gibi yine yan yanalar. Servis otobüsünde başlayan tartışmaları kaldığı yerden devam ediyor. Giresunlu, Hatay Dörtyol’u kastederek, “Eskiden de çok üzülürdüm, askerimiz polisimiz öldürüldüğünde, ama artık acı içime oturuyor, birikiyor.” Ispartalı sert bir ses tonuyla Giresunluyu cevaplıyor, ”Bu böyle gitmez!” Giresunlu üzerine çok düşünmüş gibi çözümünü ortaya bırakıveriyor, “Ayrılma konusunda referandum yapılsın!” Ispartalı bu öneriye hazırlıksız yakalanıyor. Ayrılma sözcüğünün kendisi bile taşınmaz ağırlıkta. Lakin Ispartalı sarsılsa da Giresunlunun vatanseverliğinden şüphe duymaz. Üstelik Giresunlu olan bitene, Kürtlere o kadar öfkeli ki, ettiği küfürün haddi hesabı yok. Ispartalı kendini biraz toparlıyor, “Kardeşim daha ne istiyor bu Kürtler?” Giresunlu bir şey demeye hazırlanırken o ana kadar konuşmaları dinleyen Ağrılı Kürt arkadaşları gülerek lafa giriyor, “Ne isteyecekler, belalarını tabii!” Ağrılı Kürt, Giresunlu ve Ispartalının gözünde Kürt değil, onu kendilerinden sayıyorlar. Bu nedenle Kürtlere ettikleri küfürleri onun üzerine alınabileceğine dair bir korkuları yok. Gerçi bazen Ağrılının telefonda Kürtçe konuştuğunu duyuyor ve akılları karışıyor ama olsun. Yaklaşık sekiz buçuk yıldır aynı fabrikada alınteri döktükleri iki çocuk babası Ağrılı kendi has arkadaşlarıdır. Ağrılı Kürt, “Bu ayrılma konusunda referandum fena fikir değil,” diyor ve devam ediyor, “gerçekten de ne istediklerini sormanın vakti geldi!” Giresunlu önerisine bir taraftar bulduğu için keyfi yerinde, Ispartalı ise halen biraz tereddütlü, soruyor, “Nasıl olacak bu referandum?” Giresunlu cevaplıyor, “Şimdi önümüzdeki ay bütün Türkiye’de sandıklar kurulacak ya, bu anayasa değişsin mi diye işte aynen öyle...” Ağrılı sözü alıyor, “Eğer öyle bir referandum olursa ben bir Kürt olarak, kesinlikle hayır, ayrılmayalım derim ama bu soruyu Kürtlere sormalı ve kararı da Kürtler kendileri vermeli.” Ispartalının kaygısı zirve yapıyor, “İyi de kardeşim ya ayrılma çıkarsa?” Giresunlu adeta kükrüyor, “S..tirip gitsinler o zaman, nereye giderlerse oraya gitsinler. Biz İstanbul’da üreteceğiz, bizim vergilerle onlar orada yan gelip yatacaklar, askerimizi polisimizi vuracaklar. Yok öyle yağma!” Bunun üzerine Ağrılı, “Karşılıklı ölümler sorunu çözmediği gibi daha da ağırlaştırıyor, katılıyorum” diyor ve Giresunluya soruyor, “Kardeş sen anayasa referandumunda evet vereceğim diyorsun ama anayasa değişiklik paketinin içinde tek bir satır Kürtler anılmıyor. Madem Kürtler bu ülkenin ayrılmaz bir parçası, neden anayasanın içinde yoklar?” Ispartalı atılıyor, “Televizyonunuz bile var kardeş, ne inkârı?” Ağrılı Ispartalıyı süzüyor ve artık üzgün bir ifadeyle konuşuyor, “Sekiz buçuk yıldır bu fabrikada yan yana çalışıyoruz. Kriz nedeniyle birçok arkadaşımız işten atıldı, nereli olduklarına bakılmadan üstelik. Bu ülkede Türklük para yapsaydı milyonlarca Türk de işsiz ve yoksul olur muydu? Üstelik milyonlarca Kürt de aynı şekilde işsiz ve yoksul ama biz İnegöl’ü, Hatay Dörtyol’u, özel orduyu konuşuyoruz. Böyle olunca da ne anaların gözyaşı diniyor ne de işsizlik ve yoksulluğumuz bitiyor.” Mesai başlamak üzere, Giresunlu, “Yani Kürtlerin özgürlüğü Türkleri de özgür kılacak diyorsun, öyle mi?”
6
POLİTİKA
35. madde ve rejimin sınırları üzerine Sedat D., 2 Ağustos 2010 AKP anayasa değişikliği süreciyle demokratikleşmeyi sürdürdüğünü söylerken, bir diğer düzen partisi CHP de boş durmadı; 12 Eylül ile hesaplaşılacaksa Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesini değiştirerek işe başlanılabileceğini söyledi ve değişiklik tasarısını sundu.
liği önerisi fikri başlangıçta AKP'den dahi destek almış, BDP ise 35. maddenin kaldırılması için tam destek vereceklerini belirtmişti. Bekleyiş çok sürmedi ve CHP yasa değişikliği teklifini meclise sundu. Öneri şu şekilde: “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş
35. madde nedir? • 1961 yılında kabul gören TSK İç Hizmet Kanunu orduya ilişkin tanım, yetki ve görevleri belirtir. 35. madde ise TSK'nın vazifelerinin açıklandığı kısımda yer almaktadır: “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti'ni kollamak ve korumaktır.” Bu madde; 12 Mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi, 28 Şubat 1997 “post-modern darbesi” ve 27 Nisan 2007 “e-muhtırası” olaylarının her birinin yasal dayanak noktası olmuştur. 35. madde asker-polis rejiminin kendisini en iyi ortaya koyduğu maddelerden biridir. Bu madde orduya, devleti ve anayasayı “korumak ve kollamak” yetkisi vererek rejimin içerisinde TSK'nın ağırlığını ortaya koymaktadır. Ancak bu, askerin rejim içerisindeki tek dayanağının 35. madde olduğu anlamına gelmez. 35. maddenin kökleri anayasanın değiştirilemez maddelerine kadar gitmektedir. Bu bağlamda, yapılan darbe ve muhtıraların tamamı sadece kanun uyarınca yasal değil, aynı zamanda “anayasal”dır. CHP'nin değişiklik önerisi: “korumak” mı, “kollamak” mı? • CHP'nin ortaya attığı 35. madde değişik-
CHP ise, “parlamenter sistemin işlerliği” eklemesinin, darbeleri engelleyecek unsur olarak servis etmekte. Değişiklik rejimin sınırları içerisinde • Görünen o ki iki tarafın da demokrat görünme yarışında kullandığı silahlar aynı: Söz oyunları! Öneri ilk okunduğunda parlamentoyu güvece altına aldığı izlenimini yaratıyor. Ancak bu izlenim birazcık tarih bilgisi yahut bir emekçinin güçlü hafızası tarafından derhal darmadağın edilecektir. Çünkü bugüne kadar yapılmış olan darbe ve muhtıraların argümanları, “parlamentonun işleyemez hale gelmesi”, “demokrasiyi rayına oturtmak”, “demokrasiye balans ayarı yapmak”... idi. Bu durumda değişikliğin kendisi darbelere engel olmak şöyle dursun, geçmiştekileri dahi haklı çıkartabilecek durumdadır. Olasılıklar • CHP'nin bu taktiksel hamlesi, rejime yönelik değil AKP'yi sıkıştırmaya yönelik bir adımdır. Değişiklik geçse de geçmese de rejim bundan etkilenmeyecektir. Ancak geçmemesi durumunda CHP, AKP'nin samimiyetsizliğini ilan edecektir.
olan Türkiye Cumhuriyeti'ni parlamenter demokratik sistemin işlerliği çerçevesinde ve Anayasaya bağlı olarak korumaktır” Değişiklik fikrine ilk elden destek veren AKP, demokratlık yarışında bayrağı yeniyetmelere kaptırma niyetinde olmadığını derhal ortaya koydu. Cemil Çiçek, “kollamak” ibaresinin çıkıp, “koruma”nın yerleşmesini “akıllara ziyan” olarak niteledi ve önerinin mevcut halden dahi daha gerici olduğunu belirtti.
Geçerse de, CHP burjuvaziye ve kitlelere “demokratikleşme” yolunda en az AKP kadar inançlı olduğunu ispatlayacak. Kitleler açısından ise, rejim demokratikleşmiş gibi gösterilerek daha da güçlendirilecektir. Bu baylar mevzi savaşlarını yapadursunlar. Çürümüş rejimin sopalarını kırma işi biz işçi ve emekçilerin önünde durmaya devam ediyor.
Müjde! Yalnızca yüzde 16'mız yoksulmuş! Aguş Yaşa, 2 Ağustos 2010 Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) geçtiğimiz günlerde 2008 yılı Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırmasını yayınladı. Yayınlanan rapora göre gelir dağılımında bir önceki rapora göre bir değişiklik görülmemiş. Bu şu demek oluyor; zengin hep zengin, fakir hep fakir.
bu denli düşük olması hiç de şaşırtıcı değil ancak İstanbul'da yıllık gelirin bu kadar yüksek görünmesi oldukça şaşırtıcı. Bu da burjuvazinin kontrolündeki bilimin azizliği. Türkiye burjuvazisinin İstanbul'da
Araştırma verilerine göre yıllık ortalama 19 bin 559 TL kazanan en üst gelir grubunda bulunan yüzde 20’ lik grup, toplam gelirin yüzde 46,7’sini alırken, yıllık ortalama 2 bin 426 TL kazanan en düşük gelir grubunda bulunan yüzde 20’lik grubun gelirden aldığı pay yüzde 5,8 düzeyinde kaldı. Yani en zengin yüzde 20 Türkiye'nin toplam gelirlerinin hemen hemen yarısını elinde bulundururken geriye kalan yüzde 80 gelirin diğer yarısını aldı. Üstelik bunlar resmi rakamlar ve bu araştırma 'makyajlı' bir araştırma. Gelir gruplarındaki yüzdelik dilimler geniş tutularak (yüzde 20) burjuvazinin gerçek sömürüsünün üstü kapatılmak isteniyor. Türkiye'de yılık ortalama eşdeğer hanehalkı kullanılabilir geliri (yetişkin başına düşen net gelir) 11 bin 881 TL ile İstanbul'da en yüksek iken en düşük bölge ortalama 4 bin 193 TL ile Güneydoğu Anadolu Bölgesi yani Kürt coğrafyası. Kürt coğrafyasında gelirin
ikamet etmesiyle ilgili olarak İstanbul'un gelir ortalaması yüksek çıkıyor. Oysa biz İstanbul'da yaşayan işçi ve emekçiler, yoksul Kürt halkı olarak biliyoruz ki bu rakamlar gerçeği yansıtmıyor.
Yine aynı rapora göre halkın yüzde 16,7'si yoksulluk sınırının altında. Bu bayların bilimsel metodlarına bir kez daha hayran kalmamak işten değil! Yoksulluğu, yemeye bir lokma ekmek bulmak ile mi tanımlıyorlar acaba? Yoksulluk yüzde 16,7 dedikten sonra şunları söylüyorlar; konutların yüzde 39'unda sızdıran çatı, nemli duvarlar, çürümüş pencere çerçevesi söz konusu. Konutların yüzde 38,5'inde izolasyon problemi yaşanıyor. Halkın yüzde 57,7'sinin konut alımı dışında taksit ve borçları bulunuyor ve yüzde 25'lik kesime bu borçlar çok ağır bir yük getiriyor. Halkın yüzde 88,8'i evden uzakta bir hafta tatil yapamıyor. Yine halkın yüzde 71'i beklenmedik harcamaları karşılayamıyor, yüzde 58,7’si ‘iki günde bir et, tavuk ya da balık içeren yemek’ yiyemiyor, yüzde 45,5’i yeni giysiler alamıyor. Araştırmayı yapan bilim adamlarına soruyoruz: Bir insan keyiften mi rutubetli evlerde oturur? Bir insan keyiften mi et yemez? Bir insan keyiften mi eski giysiler giyer? Yoksa yoksulluktan mı? Aslında hepimize yetecek kadar et var, giysi var, zenginlik var ama istatistiklerin söylediği gibi bu zenginliğin yarısı yüzde 20'nin elinde. İşte o yüzde 20'yi başımızdan defettiğimiz gün, yani bu zenginliği üretenler; işçiler, emekçiler iktidara geldiği gün hepimiz insanca yaşama koşullarına ulaşacağız.
KADIN SAYFASI
7
Kadınların ideolojisi vardır! Dicle Nadin, 31 Temmuz 2010 Geçtiğimiz günlerde Başbakan Erdoğan çeşitli sivil toplum örgütlerinden kadınlarla “açılım” toplantısı yaptı. Kadınlardan, açılımın bir öznesi olmalarını 'anneliğin ideolojisi yoktur, anaların sağcısı, solcusu olmaz' diyerek istedi. Başbakan bu sözleri daha önce de söylemişti. Kadınları yalnızca analıkları üzerinden değerlendiren ve onların acılarına hitap ederek duygularını sömüren bu konuşmasına bu kez de şöyle devam etti: 'Kadın ile erkeğin eşit olduğuna inanmıyorum, onlar birbirinin tamamlayıcısıdır. Kadınla erkek arasında ancak fırsat eşitliği yaratılabilir.' Bu sözler yalnızca hükümetin kadınlara olan bakış açısını açıklamıyor, benzer şekilde açılım sürecinin kendisi, bu süreçte Kürt ve Türk kadınlarından beklenenler ve bir cins olarak kadının olması gereken yer hakkında da fikirler sunuyor. Analık söylemi • Bu ülkedeki savaştan en çok etkilenen kadınlar oldu, özellikle de Kürt kadınlar, kuşkusuz. Savaş sürerken kadınlara yönelik taciz ve tecavüzler yoğun olarak yaşandı. Sosyal hayata karışamayan, okula veya işe gidemeyen kadınlar anadilleri dışında bir dil de öğrenemediler. Bunun sonucu olarak da kamusal alanda var olamadılar. Tam da bu yüzden politikadan da dışlandılar, ama bu, onları asla ideolojisiz yapmadı, yapmamalıdır
da. Barış en fazla, bu savaştan çıkarı olmayan kadınların lehine olacaktır. Peki, ama nasıl? İktidarın kadınlardan beklentisi, “ideolojisiz” yani kendisinin yanında yer almaları. Yalnızca iktidarın yanında da değil; erkeğinin arkasında, onun tamamlayıcısı olmalıdırlar. Eğer istenirse, cepheye mermi taşıyıp savaşın kahramanı olmaları, ya da Erdoğan'ın değişiyle “barışın taşlarını döşemeleri” beklenir. Erdoğan çözümü “milli birlik ve beraberlik projesi” olarak sunuyor, şimdi annelerden beklenen de bu projenin destekçisi olmaları. Ona göre, kadınların bu projenin içeriği ve samimiyetini sorgulamasına gerek yoktur, çünkü o ideolojisiz bir ana olduğu için, onun tek çıkarı evladını kaybetmemek olacaktır. Tam da savaşlardan en fazla zarar görenler olarak, bu projenin içeriğini sorgulamalı ve “çözüm” adı altında sunulan politikaların piyonu olmayı reddetmeliyiz. Fırsat eşitliği • Bir diğer mevzuysa, muhafazakâr bir parti olarak, kadın ve erkeği eşit olarak görmemesini normal karşılamamızı bekleyen Başbakan ve hükümetinin politikaları. Kendisi bu eşitliğe inanmamasına rağmen, fırsat eşitliği yaratma çabalarını sıralıyor: İş Kanunu'nda “eşit işe eşit ücret” ilkesi getirdiğinden, Belediyeler Kanunu'na sığınma evi açma sorumluluğu tanıdığından, töre cinayetlerini önleme adımlarından bahsediyor. Sağ olsun! Ama pratikte, kadınların bu eşitliklerden yararlandığı söylenemez.
Eşit işe eşit ücret ilkesi yasalarda yer alsa da, pratikte kadın işi-erkek işi olarak yapılan ayrım sonucunda, erkeklerin çalıştığı iş kollarında daha fazla ücret alındığı, birçok kesimde sigortalı bile çalıştırılmayan kadınların ise, daha düşük ücretle çalıştıkları gerçek. Bu ayrımcılığın olduğu yerde eşitlik zaten sağlanamaz. Eşitsizler arası eşitliktir bu. Bunun için ilk önce, hem iş yasaları hem toplu sözleşme yasalarının değişmesi gerekir. Sığınma evi yetkisi tanınması da nedir? Bu zaten devletin bir yükümlülüğüdür ve devlet bunu yerine getirmemektedir. Türkiye'de sığınma evi sayısı 51'dir. Fakat şiddet gören ve katledilen ya da mahkeme tarafından sığınma evi yerine kocasının yanına gönderilen kadınların sayısı, Başbakan'ın söylediklerini birçok icraatı gibi komediye dönüştürüyor. Şimdi, sizi ikinci cins olarak görüyoruz mealindeki bu sözler, bu politikaları da teyit etmiş oluyor. Biz kadınlar şunu iyi biliyoruz ki, eşitlik gibi birçok hakkı iktidarlar, hele ki erkek-egemenliği, militarizm ve şiddetten beslenen kapitalist sistemler bahşedemezler. Çünkü baskı politikalarından, kadın emeğinden çıkarları vardır; bizlere de aciz olduğumuzu, politikadan anlamadığımızı inandırmaya çalışırlar. Tam da bu yüzden bizler, eşitlik gibi birçok hakkı da bizzat kendi ellerimizle, bu sözleri söyleyen iktidarların karşısında durarak alabiliriz.
Barınak değil sığınak istiyoruz! Rukiye B., 1 Ağustos 2010 Sıdıka Platin ile ilk kez 25 Eylül 2009'da kocasının, kulağını kesmesiyle tanıştık. Kulağı kesilmeseydi belki düzenli şiddet gören ama bu şiddete fiziksel olarak katlanabilen diğer birçok kadın gibi adını hiç öğrenemeyecektik. Bu yıl tekrar adını duymamızın nedeni ise bilinci kapanana kadar dövülmüş ve terk edilmiş olması. Van Aile Mahkemesi’nde 11 ay önce görülen davada, Sıdıka'nın kocası Faruk P., "evliliğinin bozulmaması için eşinin evine dönmesi gerektiği ve bir daha hata yapmayacağı" yönünde ifade verdi. Mahkeme, Faruk P.’nin bu ifadesi üzerine "kadın sığınma evindeki eşini görebilmesi ve alabilmesi" yönünde karar verdi. Bu kararın ardından Faruk P., eşini kadın sığınma evinden alarak, köyündeki evine götürmüştü. 1 yıl 3 ay hapse çarptırılan Faruk P. aynı suçu “5 yıl içinde tekrarlamama” koşuluyla da serbest bırakıldı. Faruk P. ise Sıdıka'yı dövmeye devam etti.
15 Temmuz’da ise ölesiye dayak yiyen Sıdıka, daha fazla dayanamadı, yığılıp kaldı. Yardımına koşan komşular tarafından hastaneye kaldırılan genç kadın, ilk seferde olduğu gibi yine yalnız başınaydı. Faruk P. ise olay yargıya intikal ettiği için aranıyor. Sıdıka'nın ikinci kez hastaneye kaldırılması bir anda “ilk seferde neden o eve döndün kızım?” sorusunu akıllara getirmiş olacak ki birçok yazılı ve görsel medya olayı 3 çocuğu için eve dönmüştü diye başlıklarla verdi. Oysa biz o günde, bu günde çok iyi biliyoruz ki Sıdıka eve başka hiçbir çaresi olmadığı için döndü. Sığınma evinde belli bir süreden sonra kalmayacak olan Sıdıka'yı ailesi de yoksulluk nedeniyle 3 çocuğuyla istemeyince, çocuklarıyla ortada kalan Sıdıka eve dönmek zorunda kaldı. Kimse bu durumda Sıdıka'yı geçen yıl verdiği karar nedeniyle ya da ailesini kızlarına sahip çıkmamakla eleştiremez. Burada esas olan devletin ihmalkârlığıdır.
Türkiye'de 2009'un son 7 ayında 953 kadının öldürüldüğü düşünülürse -ki bunlara öldürülmeyen ama düzenli şiddet gören ya da intihara zorlananların sayısını ekleyince binleri bulur- sığınma evleri çok önemli bir yerde duruyor. Nedir sığınma evi? En önemli işlevi kadınlara can güvenliği sağlamaktır. Sığınaklar kadınları ve çocukları şiddet ortamından ayırarak iç güçlenmelerini sağlamak kendi hayatları ile ilgili özgür iradeleri ile karar alabilmelerinin olanaklarını oluşturmak için kullanılır. Kadınlar hukuksal ve psikolojik yardım alırlar. Kendileri gibi şiddet gören kadınlarla dayanışırlar. Türkiye'de tahmin edilebileceği gibi hayati önemi olan bu sığınakların sayısı çok yetersiz. Sadece 51 tane var. Bunlarda yeterli donanıma sahip değil. Kadınlar istihdam edilmeden sığınaklardan çıkarılıyorlar bu durumda eve dönmek zorunda kalıyorlar. Sıdıka ilk değil, tek değil son olmayacak... Donanımlı sığınma evleri için mücadele şart!
“Sen ağlama” Nergis Çayır, 27 Temmuz 2010 Anayasa Referandumu’na 45 günlük bir süre kaldı. AKP iktidarı halka “evet” oyu kullandırmak için ikna yollarının her türünü uyguluyor. Şeytanın bile aklına gelmeyecek yolları deniyor. Çocukları idam edilen, işkence gören ana babalar ona inanır mı? Onu bilemiyorum. Ama ben inanmıyorum. Ama sağ görüşlü birçok insana, “demek ki bu çocuklar haklıydı, boşuna asıldılar” fikrini verebildiyse ne mutlu bize. Başbakan, darbe döneminde idam edilen devrimcilerin ailelerine göndermiş olduğu mektupları okudu. Ahmet Kaya’nın parçalarını okudu. Aynı zamanda MHP’li idam edilen kişileri de unutmadı. Bunların hepsini alt alta sıraladığımızda çerçeve belli oluyor. Erdoğan’ın bütün bu yaptıklarının bir nedeni vardı. “Evet” oylarını arttırmak için uç örnekleri de katarak sol ve sağ kesimleri
ikna etmeye çalışıyor. Üstüne bir de timsah gözyaşları döküyor. Erdoğan bu söylemleriyle bir dönemi sorguluyordu. Ama çıkarları için sahte bir sorguydu. Hiçbir yaptırımı olmayan sözde bir sorgu. AKP iktidarı boyunca demokrasi havarisi kesildi. Söylemde solu bile geçti. Ama uygulamalar bunun tam tersini gösteriyor. Bu gün gazete sattığı için arkasından vurulan, karakolda işkenceyle öldürülen, babasıyla birlikte kurşuna dizilen çocukların vb. hesabını kim verecek? “Kötü polis”, “kötü asker” mi; yoksa bunlara emir veren burjuva hükümet mi? 80 darbesinin uzun bir çetelesi var biz bunları tekrar sıralamayacağız. Ama Erdoğan’ın söylediklerinin bize hatırlattıkları ve kadınlar üzerindeki izlerini sorgulamak istiyorum. Darbenin kuşkusuz her kesimde onarılamayacak acılar bıraktığını biliyoruz. Tecavüz, kadın erkek ayrımı yapılmadan sistemli yapılan bir işkence yöntemiydi.
Çekilen bu acıların hesabı bu güne kadar verilmedi. O gün bu acıları çeken ve yaşayanlar halen hayatlarında bunların acılarını yaşıyorlar. AKP iktidarıyla da bu hesap verilmeyecek. İdam edilen, tutsak düşen devrimcilerin anneleri militanlaştılar, çocuklarının acısından mücadele etmeyi öğrendiler. Çocuklarına sen nasıl işkence gördün diye soramadılar. Çocukları da nasıl işkencelerden geçtiklerini anlatamadılar. Yaşananlar anlatılamayacak kadar onur kırıcıydı. Erdoğan’ın okuduğu mektuplar, o tezgâhtan geçmiş milyonlarca kişinin acılarını tekrar yaşamalarına neden oldu. Bunu bir siyaset malzemesi olarak kullanmaya Erdoğan’ın hiç hakkı yoktu. Burjuva demokrasisi ezilenlerin istemlerini yerine getiremez. Bu gün halen polis tarafından kaçırılarak tecavüz edilen kadınlar varsa bu erkek-egemen kapitalist rejimin kılık değiştirerek devam ettiğini gösterir.
8
ARKA PLAN
12 Eylül'ü takviye de
Referandumda hayır! Demokrati Referandum sürecinin yakınlaşmasıyla, sosyalist solun bütün kesimleri de tutumlarını netleştirmiş oldu. Bu süreçte sosyalist sol, “evet”, “hayır” ve “boykot” tercihinde üçe bölünmüş durumda Atakan Çiftçi, 4 Ağustos 2010 Solun referandum sınavı • Bu “zenginlik” ilk bakışta şaşırtıcı görünse de, esasında o kadar da beklenmedik değil. Referandum için alınan tutumlar, Türkiye solu bileşenlerinin, bir süredir diğer güncel örneklerde (TEKEL, Kürt sorunu, vs.) yaşadığı kümelenmenin devamı ve sonucu niteliğinde. Referandum örneğinden de yola çıkarak, Türkiye sol hareketinin büyük bir kesimine damgasını vuran bir hastalıktan söz edebiliriz. Bu hastalık sosyalist solun, “Gerçekler devrimcidir!” şiarından hareketle, sınıf mücadelesinin gerçekçi bir analizi üzerinden; işçi-emekçi kitlelerin verili bilinci ve ihtiyaçlarından yola çıkarak politika üretmektense, üzerindeki toplumsal basınçları yansıtan, pragmatik (faydacı) tercihlerle yol almaya çalışmasıdır.
yapanlar, rejimin demokratikleştirilmesi için burjuvaziden bağımsız bir hattın örülmesini ileri sürmekteler. Bu anlamda, aralarındaki farklılık, “evet” çizgisinden ayrı olarak, stratejik değil taktikseldir. Bu durumda, hangi taktiğin, sınıf mücadelesinin verili durumunda, işçi sınıfı ve ezilen, sömürülen kitleler açısından doğru bir tutum olduğunu ele almak gerekir. Fakat bundan evvel, “hayır”cı sosyalistlerin bir kesimine dair uyarı yapmak gerekiyor. TKP başta olmak üzere, politikası-
Liberalizmin, ulusalcılığın veya hareketçi anlayışların etkisinde olan yapılar, tutumlarını sınıf mücadelesinin durumu ve gereklerinden yola çıkarak değil, kendi yapılarının öznel ihtiyaçları ve kendi zihin dünyalarındaki yargılardan hareket ederek aldılar. Bize göre, sosyalist sol içerisinde bu kadar farklı ve birbirine karşıt tutumun olmasının temel sebebi budur. Burada altı çizilmesi gereken, “hayır” ve “boykot” tutumlarının benzer stratejiye dayanan farklı taktik tutumlar olurken, “evet” çizgisinin farklı bir stratejiye dayandığıdır. Bu strateji, Türkiye'de tamamlanmamış demokratik devrime, burjuvazinin “liberal” diye adlandırılan kanadının önderlik edebileceğine dayanmaktadır. Bu ise, 2010 model menşevizmdir! Siyasi iradesini, hayali “liberallere” teslim eden bu çizginin, niyetlerinden bağımsız olarak, sınıf mücadelesinin karşı cephesine iltihak ettiğini düşünüyoruz. Buna karşın bizler ısrarla, burjuvazinin hiçbir kanadının rejimin demokratik bir dönüşümüne önderlik edemeyeceğini, ve hatta burjuvazinin bütün kanatlarıyla,
nı AKP-karşıtlığına dayandıran kesimler, referandumda da bu perspektiflerinin sonucu olarak, “hayır” tutumu aldılar. Fakat bu çevrelerin “hayır” tutumu, kuşkusuz, onların bağımsız sınıf politikası gütmelerinden kaynaklanmıyor. Konuyla ilgili yaptıkları propaganda da, referanduma hayır derken, mevcut olanın savunusu üzerine kurulduğundan, böylesi bir “hayır” da, en az “evet” tavrı kadar kabul edilemez bir tutumdur. Kürt coğrafyası için “boykot” politikasını ayrıca de-
tutumu (boş veya geçersiz oyla) sandıkta göstermeye davet etselerdi, daha tutarlı davranmış olurlardı. Fakat bu referandum için, ikinci ve daha önemli olan nokta, sandıktan “evet” veya “hayır” çıkmasının sınıf mücadelesinin ihtiyaçları açısından bir fark yaratıp yaratmadığının tespit edilmesidir. Bizim için belirleyici olan nokta, budur. “Bu, burjuvazinin kendi iç kapışmasıdır, bizi ilgilendirmez, anayasa sokakta yazılır” kolaycılığına kaçılabilir mi? Öncelikle, başka bir noktayı ele alalım. AKP ve liberallerin, sosyalistlerden de “evet”çilerin ve “boykot” çuların büyük kısmının dillendirdiği bir iddia var: “Hayır” diyenler, kaçınılmaz olarak CHP-MHP'yi desteklemektedirler, onlarla aynı cephede yer almaktalar! Bu anlayış, AKP ve liberallerin şantajına teslim olmak, devrimci Marksist politikadan ya bihaber olmak ya da onu bilerek çarpıtmak anlamına gelir. Devrimci-olmayan dönemlerde referandumlar, doğaları gereği, hepimizi bir tutum almaya zorluyor. “Ne evet, ne hayır” diyerek, burjuvazinin iki cephesinden de 'bağımsız' bir tutum, gerçekten de o kadar 'bağımsız' mı? “Boykot”çuların, “hayır” CHP-MHP'yi desteklemektir iddiasına karşı, biz şunu iddia ediyoruz: Referandumu “boykot” ederek, “evet”in geçmesine engel olmayarak, burjuvazinin 12 Eylül'ü meşrulaştırma girişimine engel olmuyorsunuz, böylece niyetinizden bağımsız olarak, “evet”i desteklemiş oluyorsunuz! Esasında, “boykot”u tercih eden yapıların çoğunluğunun, bu konuda politik bir muhakeme yaptığı bile şüphe götürür. Bu tercihin temel belirleyeni BDP, ve bu yapıların her ne pahasına olursa olsun, BDP'yle hareket etme ve buradan bir “üçüncü cephe” çıkarma hayali olmuştur. Bunun ise, Leninist değil, hareketçi bir anlayış olduğu ortadadır. Neden “hayır”? • Bu noktada, referandumdan “ha-
“Hayır” dememizin temel gerekçesi, Erdoğan'ın döktüğü gözyaşlarına rağmen, Paket'in 12 Eylül rejimini tasfiye değil, takviye etmesidir. Paket'in reformlar getirdiği, demokrasiyi genişlettiği iddiaları tam bir yalandır! Paket, demokratik hak ve özgürlükleri genişletmediği gibi, işçi sınıfı ve Kürt halkı içinde, ‘82 Anayasası'nın delineceği, rejimin demokratikleşeceği gibi yanılsamalar yaratmaktadır demokratik dönüşümün önündeki en büyük engel oldu-ğunu savunuyoruz. Referanduma “evet” diyen sosya-listler, AKP hükümetinin rejimi demokratikleştirdiği yanılsamasına, soldan destek vermektedirler ve bu ne-denle sınıf mücadelesi bağlamında, bayraklarına bü-yük bir leke sürmekteler. “Hayır” mı “boykot” mu? “Evet”ten farklı olarak, “hayır” ve “boykot” çağrısı
ğerlendirmek üzere, solun “boykot” tavrına gelirsek; “boykot” politikasını tartışmak için, devrimci Marksist geleneğimizin bu konudaki kıstaslarını hatırlamak, işimizi epey kolaylaştıracaktır. Öncelikle, boykot taktiği, kitlelerin kapitalist düzenden umudu kestiği ve alternatif iktidar organlarını (sovyetler, halk meclisleri, vs.) inşa etmeye başladığı dönemler için formüle edilmiştir. “Ne evet, ne hayır” diyerek “boykot”u tercih eden sosyalistler, en azından, kitlelere bu
yır” çıkmasının işçi sınıfı, Kürt halkı ve diğer sömürülen kitleler açısından neden yararlı ve gerekli olduğu -diğer yazılarımızın tekrarına kaçma pahasına, üzerinde duralım. “Hayır” dememizin temel gerekçesi, Erdoğan'ın döktüğü gözyaşlarına rağmen, Paket'in 12 Eylül rejimini tasfiye değil, takviye etmesidir. Paket'in reformlar getirdiği, demokrasiyi genişlettiği iddiaları tam bir yalandır! Paket, demokratik hak ve özgürlükleri genişletmediği gibi, işçi sınıfı ve Kürt hal-
ARKA PLAN
9
eğil, tasfiye için:
ik anayasa için kurucu meclis! kı içinde, ‘82 Anayasası'nın delineceği, rejimin demokratikleşeceği gibi yanılsamalar yaratmaktadır. Baskı ve şiddet rejiminin ancak bu kitlelerin seferberliğiyle demokratik dönüşüme uğrayacağı göz önünde bulundurulduğunda; Paket'in geçmesi, bu kesimleri rejimin etkisi altına alarak, onları demokratik hak ve özgürlükler için seferber etmek, rejimin demokratik dönüşümünü gerçekleştirmek önünde engel olacaktır. Referandumla ilgili bir diğer noktaysa, dünya ekono-
lacak, politik sistemi krize sürükleyen noktaların varlığı sürecek; bu burjuvazinin daha güçlü bir cephe oluşturmasını engellerken, asker-polis rejiminin bir bütün olarak lağvedilmesi talebimiz güncelliğini koruyacak. ABD ve TÜSİAD, CHP-MHP iktidarından mı yana? • Öte yandan, “boykot” tutumu alan çevrelerin bir kısmında, bu tercihi yapmanın gerekçelerinden biri olarak, şöyle bir kanı var: AKP hükümeti dış politi-
AKP ise, emperyalizmin ve burjuvazinin programını başarıyla uygulayabilecek ve bunun kitleler nezdinde de meşruiyetini sağlayabilecek, henüz yegâne burjuva partisi. AKP'ye verilen açık çeklerin bir kısmının geri alınması, ya da Kılıçdaroğlu gözdağının verilmesi, onun bugünden yarına devrilmek istendiği anlamına gelmez. Bu, burjuvazi açısından şimdilik akılcı bir tercih de olmaz. Dolayısıyla, emperyalizm ve burjuvazi için, AKP'nin miadını doldurduğunu söylemek, fazla abartılı bir yaklaşım.
Referandum örneğinden de yola çıkarak, Türkiye sol hareketinin büyük bir kesimine damgasını vuran bir hastalıktan söz edebiliriz. Bu hastalık sosyalist solun, “Gerçekler devrimcidir!” şiarından hareketle, sınıf mücadelesinin gerçekçi bir analizi üzerinden; işçi-emekçi kitlelerin verili bilinci ve ihtiyaçlarından yola çıkarak politika üretmektense, üzerindeki toplumsal basınçları yansıtan, pragmatik (faydacı) tercihlerle yol almaya çalışmasıdır mik krizinin ortasında, burjuvazinin yeni saldırı planlarının, neoliberal karşıdevrimin ilerletilmesinin gündemde oluşudur. Burjuvazi bugüne dek planlarının bir kısmını, burjuvazi-içi çatışmalardan, rejimin çokbaşlı yapısından kaynaklanan krizlerden ötürü gerçekleştirememiştir. Referandum paketinin hayata geçmesiyle, burjuvazi, yaşadığı önderlik krizinde bir mesafeyi daha kat edecek, daha muktedir olacak. Bu sayede, özelleştirme sürecinin tamamlanması, esnek, güvencesiz çalıştırmanın temel kural haline gelmesi gibi planları daha kolay gerçekleştirebilecek. Kuşkusuz, Paket'in geçmemesi, bu saldırıların otomatikman durmasını sağlamayacak. Fakat, rejim krizine 'burjuva çözüm' yolunun sağlanması bir süreliğine engellenmiş o-
kadaki tutumları nedeniyle, ABD emperyalizmi ve Türkiye büyük burjuvazisi tarafından gözden çıkarılmış durumda ve Kılıçdaroğlu operasyonunun ardından, ilk genel seçimlerde CHP'nin iktidara getirilmesi hedefleniyor; böyle bir dönemde, referandumda “hayır” oyu verilmesi de, özellikle buna hizmet edecek. Biz öncelikle bu analizin doğru olmadığını düşünüyoruz. AKP, ABD emperyalizmiyle de, TÜSİAD'la da belli sürtüşmeler yaşamış olabilir; fakat bu AKP'nin yakın vadede gözden çıkarıldığı anlamına gelmiyor. Kuşkusuz, her burjuva partisi zaman içinde yıpranır ve yerini bir başkasına devreder. Fakat bunun somut toplumsal nedenleri vardır.
Toparlayalım. Rejimin demokratik dönüşüme uğratılması, acil görevlerden biri olarak önümüzde duruyor. Bu konuda, burjuvazinin hiçbir kanadının adım atamayacağını biliyoruz. Çözümün tek yolu emekçi kitlelerin ve ezilen halkların demokratik hak ve özgürlükler için seferber olmasından geçiyor. Sosyalistlerin görevi ise, bu seferberliklerin araçlarını yaratmak ve onları ilerletmek. Bu bakış açısıyla referandumda “hayır” diyeceğiz, baskı ve şiddet rejiminin lağvı ve demokratik hak ve özgürlükler için, Kürt halkının ulusal haklarının tanınması ve özgürlüğe kavuşması için, neoliberal karşıdevrime karşı herkese iş ve iş güvencesi için Kurucu Meclis çağrısında bulunacağız.
BDP'nin “boykot” tutumu BDP'nin tavrı referandumun kaderini belirleyebileceğinden oldukça kritik önemdeydi. Bize göre, öncelikle Kürt coğrafyasında uygulanacak boykot taktiğiyle, Batı'daki arasında belirleyici bir fark var. Kürt illerindeki boykot, kitleleri seferber edebilecek, aktif politik bir tutum olacakken, Batı'daki boykotun böyle bir etkisinden söz etmek mümkün olmayacak. Dolayısıyla, BDP'nin tavrını değerlendirirken, Batı'dakinin aksine, taktiğin “uygulanabilir”liğinin ötesinde, Kürt halkının özgürlük mücadelesi bakımından, en doğru tercih olup olmadığını tartışmak gerekir. Bu tartışmaya damgasını vuransa, Kürt hareketi önderliğinin, ulusal sorunun çözümüne, baskı ve şiddet rejiminin sınırları içinde çözüm bulunabileceği yanılsamasıdır. Silahlı reformizm diye nitelediğimiz bu anlayış, eğer boykot taktiğini, Kürt kitlelerini ulusal hakları doğrultusunda seferber edecek kitle organlarının inşasıyla uygulasaydı, bu Kürt illerinde belirleyici bir devrimci dinamizm yaratabilirdi. Fakat, bu perspektif, başka bir program ve mücadele anlayışı gerektirirdi...
Verili durumda ise, BDP, boykot taktiğini ne AKP’ nin değişikliklerini ne de 12 Eylül Anayasası’nı savunur duruma düşmemek şeklinde gerekçelendiriyor. Fakat, BDP aynı zamanda, “referandumda 'evet' oyu verenlerin, 12 Eylül Anayasası'na serum
verip, kısmi değişiklikle mevcut Anayasa'nın ömrünün 10-20 yıl daha uzatılacağı” tespitini yapmaktan da geri kalmıyor. “Hayır” gerekçemiz daha iyi özetlenemezdi! Eğer, “evet”in kazanması buna neden olacaksa BDP’nin neden “evet”i engellemenin gerçek yöntemi olan “hayır” tutumunu benimsemediğini de açıklaması gerekir! Fakat BDP baştan, Hayır=CHP-MHP çizgisi denkliğini kurarak, bu ihtimali konu dışına itiyor. Bu durum, BDP’de liberal ve sol liberal yanılsamaların ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Açıkça itiraf edilmese de anlaşılan BDP’de, değişiklik paketi demokratik bir genişleme sağlamasa da, sol liberallerin klasik şeması çerçevesinde, “statükocu”lardansa (CHP, MHP, Kemalist askeri-sivil bürokrasi, vs,) “liberal”lerin (AKP, MÜSİAD ve belki TÜSİAD) güçlenmesi ehven-i şerdir, görüşü yaygın. Sonuç olarak, baskı ve şiddet rejiminden devrimci bir kopuşu hedeflemeyen, AKP’ye karşı bir koz olarak telakki edilen bir boykot, Kürt halkının özgürlük mücadelesine ne kadar yarar sağlar, epey tartışma götürür.
10
ULUSAL SORUN
Yükselen şovenizme karşı: Yaşasın emekçilerin birliği! Görkem Duru, 1 Ağustos 2010 Geçtiğimiz hafta Bursa’nın İnegöl, ardından da Hatay’ın Dörtyol ilçelerinde olmak üzere Kürtler’e karşı gelişen/geliştirilen linç kültürünün iki örneğiyle karşı karşıya kaldık. 25 Temmuz günü MHP genel başkanı Devlet Bahçeli’nin İnegöl’ü ziyaretinin ardından, akşam saatlerinde bir Kürt minibüs şoförüne ülkücülerin saldırması sonucu başlayan olaylar kısa zamanda büyüdü ve faşistler İnegöl sokaklarında adeta Kürt avına çıkarak, Kürtler’e ait ev, araba ve işyerlerine ciddi miktarda zarar verdiler.
yürütmeye kalktığı “açılım” projesiyle Kürt halkının mücadelesini yok sayma, önderliğini tasfiye etme ve hareketi sönümlendirme çabaları çıkmakta. Kürt hareketini sindirmek istemenin kaçınılmaz yolu ise Kürt halkını hedef tahtasının ortasına yerleştirmekten geçiyor. Şu ana kadar ise, gerek politikaları gerekse de söylemleriyle amaçlarına ulaşabilmiş duruyorlar. Bu noktada muhalefet partilerinin izledikleri yol da, hükümetin Kürt sorununa uygulamaya çalıştığı “reçete” ile paralellik gösteriyor. Bir yandan CHP, Kürt sözcüğü-
Ardından 26 Temmuz günü, Hatay’ın Dörtyol ilçesinde gerçekleştirilen bir silahlı eylem sonucunda 4 polisin ölümü Dörtyol’daki “duyarlı vatandaşların”, “meşru müdafaa” sergilemesinin önünü açtı. Emniyet binası önünde toplanan faşistler BDP binasını ateşe verip Kürtler’in evlerine ve işyerlerine saldırdılar. Bu iki olay, son dönemde yükselen şovenizmin iki somut örneği, TC tarihinde yabancı olmadığımız, sadece yine, yeni ve yeniden karşımıza çıkan örnekler. Kürt halkı üzerinde devlet eliyle uygulanılagelmiş olan baskı, imha ve inkâr politikalarının faşist odaklarda bir yansıması olarak karşımıza çıkan örnekler. Peki şovenist dalganın yeniden yükselişi neyin sonucu olarak karşımıza çıkmakta? İlk başta karşımıza, AKP hükümetinin sözde demokratikleşme adı altında izlediği politikalar ve bu amaçla
nü ağzına almadan “soruna” yaklaşabilmeye çalışırken, öbür yandan da MHP, OHAL çağrısı yaparak, kendi ezberini bozmadan ve alışılmışın dışına çıkmamaya özen göstererek şiddettin, lincin daha da arttırılmasını istiyor. Tam da burada, anayasa tartışmalarıyla birlikte sözü edilmeye başlanılan, burjuvazi içerisinde iki farklı cephenin var olduğu çelişkisine değinmek gerekir. Burjuvazinin içerisinde iki farklı cephenin oluştuğunu savunanlar, konuya tam da AKP yandaşlığı ve AKP kar-
şıtlığı noktasından yaklaşmaktalar ve buradan da burjuvazi içinde bir bölünmenin olduğu “varsayımına” ulaşmaktalar. Evet, burjuva odaklar sistemin sınırları içerisinde kendilerine daha fazla alan açabilmek adına bir egemenlik mücadelesi vermekteler ama karşılarına sistemin temellerini sarsabilecek bir durum çıktığında ağız birliği etmeleri kimseyi şaşırtmamalı. İş Kürt halkının mücadelesine, şovenizmin güçlendirilmesine, linç kültürünün beslenmesine geldiğinde burjuvazi tam takım olarak karşımıza çıkmakta. Geçtiğimiz haftaki saldırılarla beraber hem burjuva siyasetçilerin söylemleri hem de burjuva medyanın olaya yaklaşımı bu güç birliğinin en açık göstergeleri. Birisi “galeyana gelen vatandaşların meşru müdafaası” derken, öteki “vatanını milletini seven hassas yurttaşların meşru ve mübah tepkileri” demekte. Siyasi partiler ve medya işbirliğiyle milliyetçiliğin sürekli pompalanması, toplum içerisinde şovenizme etkinlik kazandıran geniş bir alanın açılmasına neden oluyor. Bilinçlerde yaratılan bu bulanıklık ise emekçi kitleler arasında bölünmenin ve yalnızlaşmanın önünü açıyor. Kürt halkının mücadelesinin, emekçilerin mücadelesinden bağımsız olamayacağını, emekçilerin de Kürt halkı özgürlüğüne kavuşmadan gerçek bir eşitliğe ulaşamayacağını biliyoruz. Kürt halkı üzerindeki baskı ve imha politikalarına karşı, beslenen şovenizme karşı: Yaşasın emekçilerin birliği!
TMK'de makyaj Doğan Koca, 1 Temmuz 2010 Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamı 2006 yılında genişletilen bir yasa. TMK asker-polis rejiminin baskısının en somut ifade hallerinden biri. Bayrağı aşağılamaktan, sivil itaatsizliğe; halkı askerliğe karşı soğutmaktan, eylemlerde çıkan olaylarda sorumlu bulunmaya kadar birçok şey terör faaliyeti sayılarak cezalar ağırlaştırılmış hükümler altında veriliyor. 2006'dan bu yana 'eylemlerde polislere taş atan' yüzlerce çocuk da TMK kapsamında yargılandı ve hüküm giydi. TMK'dan hüküm giyen çocuklar 'terör suçlusu' sayıldıkları için hapishanelerde pedagojik destek alamıyor, eğitimlerine devam edemiyorlardı. Ayrıca aileleriyle görüşleri engelleniyor, yetişkinlerle aynı koğuşlarda kalıyor, spor/oyun izinleri dahi ellerinden alınıyordu. Oluşan toplumsal muhalefet sonucu hükümet referandum öncesi TMK yasasında yeni bir düzenleme yapmak zorunda kaldı. TMK düzenlemesi neler içeriyor? Yeni TMK yasasıyla birlikte çocuklar daha önce olduğu gibi yetişkinlere özel ağır ceza mahkemelerinde yargılanmayacaklar; çocuk mahkemelerinde yargılanacaklar. Çocuklar Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu' na (TGYK) aykırı eylemlere katılıp TMK'da belirtilen 'propaganda suçu'nu işledikleri tespit edildikleri takdirde eskisi gibi "örgüt üyesi olmadığı halde örgüt adına
suç işlemek" suçundan yargılanmayacak. Tasarı yasalaşmadan bu iddiayla tutuklanan, hüküm giyen çocuklar çocuk mahkelerinde yargılanmak üzere salınacak. Salınan çocuklara 'çocuklara özel güvenlik tedbiri' uygulanmayacak. TGYK'ya ayrkırı eylemlere katılan ihtar ve zor kullanmaya rağmen dağılmadığı iddia edilen çocuklara verilen cezanın üst sınırı olan 3 yıl aynı kalırken alt sınır olan 1,5 yıl ise 6 aya düşürülüyor. Çocuklarla ilgili yasada değişen bunlar. Yetişkinlerle ilgili ise pek bir değişiklik yok.
diğer temel hukuk metinlerine göre 18 yaşın altında olan yani hukuken çocuk olarak nitelendirilen insanlar yetişkinlerle aynı koşullara tabi tutulamaz. Üstelik çocuk mahkemelerinde yargılanacak çocukların da ceza alıp almayacakları henüz kesin değil. Nitekim yasa değişikliği yürürlüğe girdikten sonra, 27 Temmuz'da, Yüksekova'da altı ile on iki yaş arasındaki dört çocuk polis aracına taş attıkları iddiasıyla tutuklandı. Üstelik görgü tanıklarına göre polisler çocukları tartaklayıp sürükleyerek araçlara bindirdi.
TMK düzenlemesi bir şeyi değiştiriyor mu?
TMK'da yapılan düzenleme esasen hiçbir şeyi değiştirmiyor. Yapılan sadece bir makyaj çalışması. Değişiklik çocukların çocuk olduğunu kabul ediyor ancak TMK gibi asker-polis rejiminin en somut araçlarından biri olan bu yasada toplantı, örgütlenme, yürüyüş, ifade haklarıyla ilgili herhangi bir demokratik alan sağlamıyor. Halen PKK'yi desteklediğinizi söylediğinizde ya da Kürtçe slogan atıp zafer işareti yaptığınızda 'terör suçlusu'sunuz. Başbakan istediği kadar 'demokrasi fatihi' ilan etsin kendini; TMK tamamen lağvedilmedikçe, 'taş atan çocuklar' serbest bırakılmadıkça, düşünce ve ifade özgürlüğü, toplantı ve yürüyüş hakkı, örgütlenme hakkı anayasada güvence altına alınmadıkça, operasyonlar durdurulmadıkça, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı dahil her türlü demokratik hakkı anayasa ile güvence altına alınmadıkça 'demokrasi' bir düş olarak kalacak.
TMK düzenlemesinden sonra Adana ve Midyat'ta 53 çocuk tahliye edildi. Ancak davaları düşmüş değil, her an tekrar tutuklanabilirler. Davaları artık çocuk mahkemelerinde görülecek. Referandum süreciyle birlikte kendini iyice 'demokrasi fatihi' sanmaya başlayan Başbakan, TMK düzenlemesinin mecliste görüşüldüğü süreçte yasa tasarısının meclisten geçmeden meclisin asla tatile girmeyeceğini söylüyordu. Başbakan, 2006 yılındaki TMK değişikliğinin kendi iktidarlarında yapıldığını unutmuş olacak ki kendi koyduğu yasayı değiştirerek 'demokrasi şovu' yapmaya çalışıyor. Üstelik yapılan değişiklik temelde sadece çocukların çocuk olduğunu kabul etmekten öteye gitmiyor. Davanın ağır ceza mahkemeleri yerine çocuk mahkemelerinde görülmesi zaten olması gerekeni ifade ediyor. Burjuva hukukun dayanak metinlerinden Çocuk Hakları Sözleşmesi ve
GENÇLİK
11
Öğrenciye tatil yok Doğan Koca, 31 Temmuz 2010
ait oldukları sınıfı anlıyorlar.
Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) son raporunda Türkiye'de işsizlikten en fazla etkilenen kesimin gençler olduğunu açıkladı. Rapora göre Türkiye'de gençler arasındaki işsizlik oranı yüzde 25,3. Ancak bu rakamın gerçeği göstermekten uzak olduğunu biliyoruz. İşsizlik rakamlarının hesaplanmasında 'iş bulmaktan umudunu kesmiş insanlar' hesaplara katılmıyor. Bunun yanında öğrenciler işsiz kapsamında değerlendirilmiyor. Oysa öğrencilik işsizliği ötelemekten başka bir işe yaramıyor. İşsizlik öğrencilik kılıfıyla örtülüyor.
Yaz tatilinde iş bulmaksa bir öğrenci için oldukça zor. Çoğu işyeri 'kalıcı eleman' aradığı için öğrencilere iş vermiyor. Düzenli bir iş bulamayan öğrenciler ise part-time (yarı-zamanlı) çalışmak zorunda kalıyor. Part-time işler genellikle haftada 35 iş saati ediyor. Resmi haftalık çalışma saati ise 40. Bunun yanında bu
Kapitalizm doğası gereği her zaman yedek işgücü ordusu olarak işsizliğe ihtiyaç duyar. Bu işsizler ordusu 'normal' zamanlarda ücretleri dengelemek için, 'kriz' zamanlarında ise patronların yararına işleyen bir manevra alanı olarak kapitalizm var olduğu müddetçe olacak. Öğrenciler de bu işsizler ordusunun kadınlarla birlikte en önemli bileşenlerinden. Okullar tatile girdiğinde öğrenciler tatile girmiyor. İşçi, emekçi ailelerden gelen öğrencilerin okul masrafları güç bela aileleri tarafından karşılanıyor ya da okul masraflarını karşılayabilmek için birçok öğrenci hem okuyor hem çalışıyor. Yaz tatilinde ise ailelerinden para alamayan öğrenciler iş aramak zorunda kalıyor. Üniversitelerde empoze edilen sınıf atlama umuduyla bilinçleri şekillenen öğrenciler yaz geldiğinde bir anlamda gerçekte
Ajanslar birkaç günlük ya da tek günlük organizasyonlarda, fuarlarda, festivallerde genellikle reklam, tanıtım, broşür dağıtma gibi işler için aracılık sağlayan kurumlar. Bu tip işlerde ise ne zaman ne kadar çalışacağınız dahi belli değil. Üstelik buralarda çalışan öğrenciler ücretlerini almakta da büyük sıkıntılar yaşıyor. Okul yaşamında bu tip sıkıntılar çekmekle birlikte öğrencilerin mezun olduktan sonra da iş bulma garantisi yok. Mezun olan üniversite öğrencileri iş bulamıyor. Ayrıca emekçi ailelerden gelen birçok öğrenci okuyabilmek için devletten (KYK'dan) kredi almak zorunda kalıyor. Öğrenciler iş bulsalar dahi çalışma yaşamlarına 20 bin, 30 bin liralık borçlarla başlıyorlar. Son zamanlarda haber bültenlerinde ataması yapılmadığı için intihar eden öğretmenlerin, yine ataması yapılmadığı için simit satan öğretmenlerin haberlerini okuyoruz. KPSS de yeni bir 'umut kapısı' olarak işsizliği ötelemekten başka bir işe yaramıyor. Ne istiyoruz?
part-time işler genellikle işçilerin sigortasız ve kayıtdışı çalıştığı işler. Hizmet sektöründe yoğunlaşan bu tip işlerde ücretlerin çok düşük olmasının yanısıra işçinin hiçbir güvencesi yok. Çoğu öğrenci için part-time iş bulmak dahi olanaklı olmuyor. Birçok öğrenci ajansların kapısında yığılıyor.
Acil talebimiz, emekçi ailelerin çocuklarına insani koşullarda yaşamalarını idame ettirebilecekleri düzeyde karşılıksız burs sağlanması ve KYK borçlarının silinmesi. Bu taleplerimizin sağlıklı bir eğitim için yeterli olmadığını da biliyoruz. Parasız ve kafa ve kol emeğini birleştirecek politeknik eğitim için mücadeleye devam!
Kongreye katılan öğrenciler tutuklandı Rukiye B., 1 Ağustos 2010 Sosyoloji Öğrencileri Kongresi, 1993'ten beri Türkiye'deki birçok üniversiteden sosyoloji öğrencisinin katılımıyla her yıl farklı bir üniversitede yapılıyor. Sosyoloji Öğrencileri Kongresi’nin diğer kongrelerden ayıran en önemli özellik, her şeyiyle öğrenciler tarafından gerçekleştiriliyor olması. Bu konuyu biraz daha açmak gerekirse, Kongre’nin sahne düzenleyicisinden çaycısına, oturum başkanından sunumcusuna, izleyicisinden güvenlik görevlisine kadar herkes öğrencidir. Kongrenin konuları, her yıl yapıldığı zamanın ve yerin ihtiyaçlarına göre değişmektedir. 16. Sosyoloji Öğrencileri Kongresi bu yıl Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde gerçekleşti. Kürt sorunu, TEKEL işçilerinin mücadelesi, toplumsal cinsiyet ve ayrımcılık, aile ve evlilik, küreselleşme, demokrasi gibi birçok önemli konu tartışıldı.
29 ayrı üniversiteden yaklaşık 1200 kişinin katıldığı Kongre’de, öğrencilerin en çok ilgisini çeken, Kürt sorununun tartışıldığı oturumlar oldu.
“Kürt sorunu” geçen yıl Ege Üniversitesi’nde yapılan Kongre’de de bir başlık olmasına karşın Van Yüzüncü Yıl Üniversitesin'de de oturum başlığı yapılınca Üni-
versite’nin 55 öğrencisi gözaltına alındı ve tutuklandı. Kongre’deki panellerin tutuklamalar için gerekçe olduğu belirtildi. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörlüğü de Kongre’nin ardından öğrencilere soruşturma açtı. Dava ile ilgili materyallere gizlilik nedeniyle ulaşılamıyor. İHD (İnsan Hakları Derneği) yaptığı açıklamada öğrencilere sorgu sırasında “Kongre’ye ne amaçla katıldıklarının” sorulduğunu ifade etti. "Birlik ve Dayanışma Metni" yayınlayan Sosyoloji Öğrencileri İnisiyatifi ve Sosyal Bilimler Öğrencileri, "Bizler, üzerinde yaşadığımız bu toprakların farklı coğrafyalarından bir araya gelen üniversite öğrencileri, bu baskıların ortak hedefiyiz ve bilmekteyiz, bu çirkin baskıları uygulayanların niyetleri ortaktır" dedi. Birlik ve dayanışma metni için: http://www.sosyolojiogrencileri.org
SBS kalktı, tek aşamalı sınav sistemine devam edilecek İC – Haber, 30 Temmuz 2010 Eğitim sistemindeki yeni uygulamaya göre üç yıl yürürlükte kalan, 3 aşamalı SBS sınavı tek aşamalı sınava indirildi. Bu gelişmenin gerekçesi ise Nimet Çubukçu tarafından sürekli sınavın doğru olmadığı ve sürekli sınavın gençler için stres kaynağı olduğu açıklamalarıyla gerekçelendirildi. Peki SBS’yi kim yürürlüğe sokmuştu, SBS’yi yürürlüğe sokan da AKP hükümetinin kendisi değil miydi? Hatırlayacak olursak, 2007 yılında OKS uygulaması Hüseyin Çelik tarafından “öğrencilerin hayatını sınava bağladığı, fırsat eşitliğine aykırı ve disiplinsiz oldu-
ğu” gerekçeleriyle kaldırılmış ve SBS sistemine geçilmişti.Fakat SBS sistemi gençlerin farklı sınavlara hazırlanmakla 3 yılının çöpe atılması, dershanelere 3 katı miktarda paraların akıtılması ve işçi-emekçi ailelerin de dershanelerin yüküyle ekonomik olarak harap olmasıyla neticelenmişti. Anlaşılacağı üzere SBS sistemini yürürlüğe koyan da AKP hükümetinin kendisi olmasına karşın, yapılan açıklamalarla sanki “gençlere stres veren” bu sistemin sorumlusu kendileri değillermiş gibi yansıtıyorlar. Gençlerin ve çocukların her yıl haksız yarış sınavlarında umutları ve gelecekleriyle oynanmaları yetmiyor-
muş gibi kapitalizmin kar amacına alet ediliyor, bir “gelir kaynağı” haline getiriliyorlar. Her yıl değişen müfredatlar ve eğitim sistemleri ile öğrencilerin aileleri de bu değişime ayak uydurmak zorunda kalıyor ve maaşlarını dershanelere akıtıyorlar. Yapılan bu değişiklikler sonucunda olan öğrencilere ve onların ailelerine oluyor, dershaneler her değişiklik sonunda kar etmeyi sürdürüyorlar. İnsanca bir eğitim için öğrenciler olarak, parasız eğitim hakkımızı savunmalı, dershaneler gibi kar kurumlarının kapatılmasını ve öğrencileri ve aileleri sömüren bütün sınav sistemlerinin kalkmasını talep etmeliyiz.
12
İŞYERLERİNDEN
METAL Yeni fabrika eski düzen • Çalıştığım fir-
manın patronuna ait iki ayrı fabrika var. Biri 1989 yılında faaliyete geçmiş, ikincisi ise 2007 yılında açıldı. Biz eski fabrikada işe başlayanlar yeni fabrikanın açılacağını duyduğumuzda ümitlenmiştik; çünkü en azından yeni fabrikaya özen gösterilir daha modern olur ve orada çalışan arkadaşlarımız bizim burada yaşadığımız sorunları yaşamazlar daha iyi şartlarda çalışırlar diye düşünmüştük. Bizim sorunlarımız mı ne? Yemekhanenin küçük olmasından, yemeklerin yenmeyecek derecede kötü olmasına, banyo ve tuvaletlerin yetersiz ve bakımsız olmasına kadar uzayıp gidiyor. Patron yeni fabrikadaki bir işçinin işi bırakmasından kaynaklı beni yeni fabrikaya yönlendirdi. Yaklaşık bir aydır orada çalışıyorum. Tabii fabrikanın içinde olunca her şey tüm çıplaklığıyla yansıyor insanın yüzüne. Evet, fabrika yeni, makineler yeni ama sistem eski sistem. Çalışma şartları eski fabrikaya göre daha ağır ve çalışan sayısı daha fazla olmasına rağmen yemekhane eski fabrikaya göre çok daha küçük. Sadece iki masa var, erken gelenler oturuyor. Diğer işçiler ise elinde tabldot onların kalkmasını bekliyorlar ki sıra onlara gelsin. Ayrıca yemekhane üretime çok uzak ve üçüncü katta o yorgunlukla bir de o kadar yürüyoruz yemek yemek için. Yemeklere gelince, beterin beteri varmış diyor insan. Banyo ve tuvaletlerde de durum farksız, çok küçük, banyoya sığmıyoruz; bu nedenle çoğu arkadaşımız kovaları daha önceden doldurup yaz olduğu için banyonun dışında yıkanıyorlar. Ama bakalım kışın ne yapacağız... Bir de yeni fabrikaya yeni bir idari bina yaptırıyor patron, tüm idari personel oraya toplanacak genel merkez binası olacak. Patron her gelen müşteriyi hemen yeni idari binaya götürüp gezdiriyor övünerek. Ama bizim çalışma ortamımızı ve şartlarımızı gelip soran denetleyen yok. Fabrikanın dışı gül bahçesi gibi görünse de, içi tam anlamıyla cehennem. Yani fabrika yeni olsa da biz işçilerin çalışma koşullarında değişen bir şey yok. Olsa da ters yönde oluyor, biz şartların iyileşmesini beklerken şartlar daha da çekilmez hale geliyor. Patron bu gidişle üçüncü fabrikayı da açar ve biz işçiler ses çıkarmazsak, bu koşullara “hayır” demezsek şartlarda değişiklik olmaz. Patrona bu serveti kazandıran biz işçileriz ve en iyi şartlarda çalışmak da bizim hakkımız, bunun bilincine varıp ona göre hareket etmeliyiz. İC okuru bir işçi
Hırsız ve sahtekârdır patron, diğer patronlar gibi • Yazılı ve görsel basında işyeri-
mizin ne kadar süslenip püslendiğini, öyle cıncıklı bir şekilde lanse edildiğini ve göz boyadığını görüyoruz. Gerçekten de çok büyük bir firma demekten alıkoyamıyor insan kendini. Yalnız büyüklüğün nedeni hiç belirtilmiyor, kendiliğinden oluşmuş gibi gösteriliyor. Çalmalar, çırpmalar, hak yemeler, haksız işten atılmalar, düşük ücretler, sağlıksız koşullarda üretim yapmalar vs. sanki hiç yaşanmamış... İşçiler olarak, her zaman şunu söylüyoruz, Allah razı olsun patrondan 1200 kişiye ekmek veriyor vs. Oysa madalyonun diğer yüzünü hiç göremiyoruz, 1200 kişi gecesini gündüzüne katıp bir kişinin sermayesine sermaye aktarıyor, üstelik o bir kişi çalışmıyor bile. Zamanında çalışmışlığı da meçhul. Yıllarca köreltilmişiz, sömürülmüşüz ve aşağılanmışız. Yeri geldi inek gibi sağıldık, yeri geldi eşek gibi har-
landık ama şunu da patron çok iyi bilmekte: Eşek insanı sırtından atıp bir teperse daha yerden kalkacak hali kalmaz. İşte biz işçiler birlik ve beraber olursak patronu eşekten düşmüşe çeviririz. Birlik ve beraberliğin tokadından nasibini alırsa bırakın saldıracak cesareti, bizleri memnun edebilmek için ellerinden geleni yapar. Süt dökmüş kediye döner. Kesintiler dedik, ardı arkası kesilmiyor. 24 saat üretim yapan bir firmadayız, iki vardiya ve 12 saat çalışmaktayız. Makineler hiç durmasın diye üzerinde uyarılar var, yemek ve çay aralarında kapatılmayacak diye ve kapatılmıyor da makineler. Üretim durmuyor kesinlikle. Bir makine 12 saat üretim yapıyor oysa biz işçiler 11 saat üretim yapıyormuş gibi ücret alıyoruz. Günlük bir saatimiz kesintiye uğruyor, yemek ve çay molaları kesiliyor evet ama kesinlikle üretim durmamakta ve mola yapan işçinin yerine üretimde kalan işçi iki iş birden yapmakta. Bir saat içerisinde zaten iki saat çalışılmış oluyor, üretim durmadığı için normal olarak. Patronun saldırılarını durdurmak için, işçilerin birliğini sağlamalıyız. Aksi takdirde saldırılar artarak sürecek. İC okuru bir işçi
TEKSTİL Senelik izin hakkımız gasp ediliyor • Tüm tekstil atölyelerinde olduğu gibi, bizim
de işyerinde sorunlar var. Bu sorunlardan biri de yıllık izin. Yılın 12 ayı çalışıyoruz. Fakat sadece 1 hafta izin kullanabiliyoruz. Ben iki yıldır bu atölyede çalışıyorum. Dört yıldır çalışanlar da var ama herkes bir hafta izin kullanıyor. Yani her yıl bir haftalık iznimiz gasp ediliyor. Ve bu patronların cebine para olarak giriyor. Aslında yasal olarak izin hakkımız iki hafta, patronun bir hafta izin kullandırması yasal değil. Maalesef, işyerinde örgütsüz olduğumuz için sesimiz çıkmadığından patron istediği gibi at koşturuyor. İşçiler olarak herkes bu hak gaspının farkında ve durumdan hoşnut değiller. Ama kimle konuşsam kimseye güven olmaz deyip, birilerinin mucize yaratmasını bekler gibiler. Bazı arkadaşlarımız da “patron haklı, dışarıda o kadar işsiz insan var diyebiliyor”. Aslında tüm çalışanlar geçim sıkıntısı çekiyor ve herkesin borcu olduğundan, kimse işten atılmak istemiyor. Ama şunu bilmeliyiz ki susmak çözüm getirmez. Aksine şartlar daha da vahim duruma gelebilir. Bu nedenle bu ve benzeri hak gasplarına ve patronun keyfi uygulamalarına karşı hep birlikte sesimizi yükseltmeliyiz. İC okuru bir işçi
HİZMET Hakkımızı arayınca kazanım sağladık • Merhaba, ben hizmet sektöründe çalışıyo-
rum. Çalıştığım şirketin birçok projesi vardır. Üç projede yol paralarını ve mesai ücretlerini alamıyorduk. 110 TL olan mesai ücretlerimiz ve 20-100 TL arası değişen yol paralarımız iki aydır elimize geçmiyordu. Biz bunu sürekli müdüre söyledik. Müdür bizi, "Tamam, halledeceğim" diyerek geçiştirdi; ancak hiçbir sorun çözülmedi. Bu dönemde arkadaşlarıma, müdürün yanına birlikte gidip, sorunları birlikte söylememizin daha yararlı olacağını söyledim. Ama bir arkadaş, "Olmaz, müdür bizi toplu görürse ne diyecek"
dedi. Bizse ona, “hakkını almak istiyorsan, onu patronlara yedirmek istemiyorsan hep birlikte hareket etmemiz gerekir” dedik. Ancak o, ben hakkımı kendim istemeyi bilirim diyerek bizimle gelmedi. Arkadaşlarla beraber çalıştığımız projenin müdürüne giderek yol paralarımızı ve mesai ücretlerimizi alamadığımızı bildirdik. O ise bunu şirkete söyleyeceğini ve sorunu çözmeye çalışacağını söyledi. Ama iki gün geçtikten sonra hâlâ bir gelişme olmadı. Bu sefer de taşeronluk yaptığımız firmanın kendi kadrosundaki müdüre gidip sorunumuzu ona anlattık. Bizim yanımızda, şirketin insan kaynakları müdürünü arayarak neden mesai ücretlerini ve yol paralarını ödemediklerini sordu. Öğleden sonra ise paralarımızı yatırdılar. Müdür bize başka bir sorun olup olmadığını sordu. Biz de şimdilik olmadığını söyledik. Daha sonra şirkettekiler bizimle konuşarak, neden sorunlarınızı bize söylemiyorsunuz dediler. Biz birçok defa müdürle konuştuğumuzu ama hiçbir şeyin çözülmediğini söyledik. Şirketin cevabı ise, bizim kredimizin dolduğu ve bir daha aynı hatayı yapmamamız gerektiği oldu. Ücretlerini alamayan işçiler olarak kaç kez müdüre derdimizi anlattık ama bir şey değişmedi. Sonunda firmanın müdürüne gidince ücretlerimizi alabildik ama bu defa da şirket bizi tehdit etmeye kalktı. Son olarak şunu söyleyebilirim, eğer işçiler haklarını ararken birlik olmazlarsa bir kazanım olmaz. İC okuru bir işçi
PETROKİMYA Yeni uygulama • Merhaba arkadaşlar, ben
Petrokimya sektöründe çalışıyorum. Bu fabrikada yaklaşık sekiz yıldır çalışıyorum. Sekiz yıldan bu yana biz işçiler patrona kazandırdıkça patron biz çalışanlara kazandırma yerine cebimizden çalmayı tercih ediyor; daha önceki mektuplarımda da belirttiğim gibi ben buraya başladığımdan bu yana kaybetiğimiz haklardan yol parasını kaldırdılar, servislerimizi kaldırdılar, yakacak ve ramazanda oruç tutan işçi arkadaşlarımın hakkı olan yemek parasını da kaldırdılar ve 4857 sayılı iş kanunu yürürlüğe girdiğinden bu yana kendi işine gelen yasaları kullanarak biz işçileri kendi istediği gibi çalıştırmaya devam ediyor. Bize en son yapılan duyuruyu sizinle paylaşmak istiyorum: “Tüm personelin dikkatine, Tüm personelin, işe giriş çıkışlarda mazeret izinleri giriş çıkışlarda görevli giriş çıkışlarda ve tüm giriş çıkışlarda parmak basması gereklidir, parmak basma makinesinden çıkan her hangi bir arızada, parmak tanınmaması durumunda mutlaka personel departmanı ..... aranıp bilgi verilecektir: Tel 05........ ve 0212 ....... Telefonla bildirilecektir. Görevli çıkışlarda görev belgesi düzenlenlenecek ve ilgili kısım amirine imzalatarak personel departmanına teslim edilecektir. İzin kullanmak isteyenler izin formunu düzenleyip imzalatarak personel departmanına teslim edecektir. Uymayanların maaşından kesilip tutanak tutulacaktır. Tüm bu talimatlara uymayanlar hakında 4857 sayılı iş kanunu uygulanarak tazminatsız iş akdiniz fesih edilecektir.” Patron bu tur duyurularla biz çalışanları hataya zorlayıp bizleri tazminatsız işten atmaya veya bize gözdağı vermeye çalışıyor; bu baskılara karşı durmanın tek yolunun örgütlenmek olduğunu, örgütlenmeden patrona karşı duramayacağımızı bildiğim için ise fabrikadaki arkadaşlarımla sürekli konuşup durumu anlatmaya çalışıyorum. İC okuru bir işçi
EMEK ATÖLYESİ
“İşçilerin birliği, halkların kardeşliği” Ankara’dan bir Eğitim işçisi Devletin Kürt halkına yönelik saldırılarının arttığı bir süreçten geçiyoruz. Gözaltılar, parti kapatmalar, tutuklamalar devam ediyor. PKK'nin 31 Mayıs'ta tek taraflı ateşkesi bitirmesiyle ve önderliğin aradan çekilmesiyle birlikte saldırılar daha da ayyuka çıktı. AKP iktidar son zamanlarda açılım üstüne açılım yapıyor ancak yaptığı açılımlarda hiçbir şekliyle konunun muhatapları olmazken, sözde demokrasi nutukları atmaya da devam ediyor. Yani Kürtlerin ve onlara ait parti, kurum temsilcilerinin olmadığı toplantılar, konferanslar yaparak kendi Kürd’ünü yaratmaya çalışıyor. Yıllarca Kürtçe kanal ve anadilde eğitim isteyenlerin karşısına devletin kanalı TRT ŞEŞ'i açarak alın size Kürtçe kanal diyen AKP, karşı taraftan da Diyarbakır'da kendi yaşıtlarına Kürtçe öğreten Medya Örmek'e yıllarca ceza verebiliyor. Osmanlı’da oyun bitmediği gibi AKP' de de oyunlar bitmiyor. Son zamanlarda Kürtlere yapılan saldırılara bir göz attığımızda asıl gerçekliği görebiliyoruz. Samsun'da Ahmet Türk saldırıya uğruyor, Diyarbakır’da BDP'li belediye başkanları KCK operasyonunda gözaltına alınarak tutuklanıyorlar, İstanbul’da DÖKH aktivisti bir kadın sokak ortasında kaçırılarak tecavüze uğruyor, İzmir'de DTP konvoyu faşistlerin saldırısına uğruyor, Muğla'da Kürt
ÜNİVERSİTE Merhaba, Ben İstanbul Üniversitesi Öğrenci Kültür Merkezi (ÖKM) bünyesindeki kulüplerden birinde faaliyet yürüten bir öğrenciyim. ÖKM 1990 yılında bir grup öğrencinin isteği doğrultusunda okuldaki kültürel faaliyetleri organize etmek için kuruldu. ÖKM'nin kuruluşu iki farklı açıdan okunabilir: Fakülteler arası dahi öğrenci geçişinin yasak olduğu okulda muhalif öğrencilerin bir araya gelmesini sağlayan bir kazanım. Diğer taraftan ise fakültelerde dağınık olarak faaliyet yürüten muhalif kulüpleri bir araya toplayarak başlarına atanan müdür vasıtasıyla kontrolün kolaylaştırılmasına yarayan bir oluşum. Ancak okul yönetimi bu haliyle bile ÖKM'nin çalışmalarına tahammül edemiyor. ÖKM daha önce de defalarca kapatıldı, kapatılmak istendi. Öğrencilerin mücadelesi sayesinde bu kapatılmalar engellendi. 2009'da atanan ve kendi ifadesiyle "kendini bir ordunun komutanı olarak gören" rektör Yunus Söylet göreve geldiğinde "Ben üniversitede siyaseti bitirmeye geldim" demişti. Bizce burjuva iktidarının devamının garantisini sağlayan sac ayaklardan biri olan akademinin kendisi gayet politik bir kurumdur. ÖKM'de çalışan ve sanatsal faaliyetler yürüten kulüplerin işleri de sanatın doğası gereği politik işler. Sanat ve politika yani yaşadığımız dünyanın sorunları birbirinden ayrılamaz. Ancak biz muhalif öğrencilerin söz söylemesi her zaman 'tehlikeli' görüldü. ÖKM yine kapatılmak isteniyor. Okul yönetimi
öğrenci Şerzan Kurt faşistlerce katlediliyor, Van'da sosyoloji kongresinde Kürt sorunuyla ilgili sunum yapan öğrencilerin gece yarısı evleri basılıyor ve KCK üyeliğinden yargılanıyorlar ve en son olarak Bursa İnegöl’de, Erzurum'da ve Hatay Dörtyol’da Kürtlere ait işyerleri taşlanıyor ve Kürt vatandaşlar linç edilmeye çalışılıyor. Bunlar bize Sivas 2 Temmuz katliamını, Maraş’ı ve Çorum’u tekrar hatırlatıyor. Çünkü AKP iktidarı açılımdan bunları anlıyor; onlar için açılım: parti kapatma, tutuklama, tecavüz etme, linç etme ve katletme... Egemenler ve onun üniformasız kolluk güçleri "en iyi Kürt ölü Kürt’tür" politikasını güderek, faşistlerce tezgahlanan saldırılarla birlikte Kürtleri tasfiye ve imha etmeye çalışıyorlar. Karadeniz’de fındık toplayıcılarını bölgeye sokmayanlarla, İstanbul Esenyurt’ta BDP ilçe örgütüne saldıranlar, Uğur’u, Ceylan’ı, Mizgin’i katledenler, Kürt çocuklarını yıllarca hapis cezasına çarptıranlar aynı zihniyetin ürünüdürler. Kısacası hepsi aynı topun bezidirler. Bu saldırıların arkasında egemenlerin ordusu, polisi, mahkemeleri, üniformasız kolluk güçleri ve savaş baronluğu yapan medyası vardır. Kürt halkına yapılan saldırlar ne ilk ne de sondur. Bugün Kürt halkıyla kardeşleşmeyi ve dayanışmayı örgütleme günüdür. Bunun yolu da "işçilerin birliği, halkların kardeşliği" şiarını yükseltmekten ve talepleri birlikte örgütlemekten geçer.
ÖKM binasının uzaktan eğitim merkezine çevrilmesini öngörüyor. Uzaktan eğitim merkezleri İşçi Cephesi'nin geçen ayki sayısında gençlik sayfasında anlatıldığı gibi okulların ticarethanelere dönüştürülmesinde yaratılan kurumlardan yalnızca biri. Bu merkezlerde öğrenciler yüksek fiyatlarla kurslar görüyor. Kendi söylemlerine göre Avrupa standartlarını yakalamaya çalışan İstanbul Üniversitesi para kazanmak için kültür merkezini kapatıyor. Biz İstanbul Üniversitesi öğrencileri olarak ÖKM' nin kapatılmasına hayır diyoruz. Bütün baskılara karşı koyabilmek için ÖKM'nin öğrenci denetiminde işlemesini istiyoruz. Bütün öğrenci arkadaşlarımızı mücadelemize destek olmaya çağırıyoruz. İstanbul Üniversitesi’nden bir öğrenci
13
BİR KAVRAM
Şovenizm Nedir? Şovenizm, herhangi bir şeye olan aşırı, nedenli veya nedensiz oluşan bağlılıktır. Özellikle de başka uluslara karşı hoşgörüsüzlük ve saldırganlık, aşırı ve bağnaz milliyetçilik anlamında kullanılan bir terimdir. Sıklıkla karşı gruba olan nefret ve kötü niyet duygularını da beraberinde getirir. Aşırı milliyetçi ve yurtsever bir düşüncedir. Bu milliyetçi ve bağnaz bağlılığı sergileyen kimseye de, şovenist denmektedir. Bu kavramın isim babası durmadan ve usanmadan, hayatı boyunca Napoleon'a bağlılığını sürdüren ve ona övgü dolu davranışlarda bulunan Fransız askeri Nicholas Chauvin'dir. Napoleon’un ordusunda asker olan bu Fransız, 17 kez yaralandı ve yine de Fransa için savaşmaya devam etti. Kendisini ülkesi uğruna feda etmekten kaçınmayan Napoleon'un askeri Chauvin'i model alan saldırgan vatanseverlik için "şovenizm" denilmeye başlandı. Şovenizm teriminin başlangıçtaki anlamı, 1815'den sonra yaygınlaşan ve askerlikle ilgili her şeyi yüceltme tutkusuna dayanıyordu. Günümüzde "Şovenizm" bir kişinin ait olduğu yere ya da gruba, aşırı ve duygusal bağlılığını ifade etmek için de kullanılmaktadır. Ama asıl anlamıyla milliyetçiliğin büyük ölçüde abartılmasına dayalı gerici burjuva ideolojisi ve politikasıdır. Şovenizm, boyun eğdirilen diğer halkların yağma edilmesi amacına yönelmiştir; kendi ulusunun üstün ulus olduğunu ileri sürerken diğer ulusları küçük görür ve aşağılar. Ülkemizde de Kürt halkına yapılan baskı, inkar ve imha politikası şovenizmin en çarpıcı örneklerindendir. Kaba bir ayrımcılık temeline oturan bu ideoloji hiçbir bilimsel temele dayanmaz. En önemli yöntemi demagoji, en yetkin silahı ırkçılık ve antikomünizmdir. Irkçı-faşist düşüncenin kaynağı şoven duygularda yatar. Şovenizm, çoğunlukla ırkçı görüşlerle el ele yürür. Bu yönleri ile saldırgan ve gerici nitelikler taşır. Bu yolla "yurdunu, vatanını sevme" bahanesiyle emperyalist savaşlar haklı gösterilebilir. Nitekim Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda kitleleri savaşa sürmek için kullanılan şovenizm, en aşırı biçimini Hitler Almanya’sı ve Mussolini İtalya’sının faşizminin ideolojisinde ve politikasında bulmuştur. ‘Şovenizm’ kavramından türetilmiş bir başka kavram daha vardır: ‘Sosyal şovenizm’... Sosyal şovenizm, proletarya enternasyonalizmini, ulusçuluk adına yadsımak anlamına gelir. Lenin’in ünlü yapıtı ‘Devlet ve Devrim’in önsözünde sosyal şovenizm, ‘Sözde sosyalist, pratikte şovenist olan (…) kendi devletlerinin çıkarlarına alçakça ayak uydurma’ tavrı olarak tanımlanır. Bu sözde sosyalist, pratikte şovenist olan kimseler, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını sözle tanıdıkları halde, bir ulusun ezilmesi, "bizzat kendi" uluslarının yaptığı bir iş olduğu zaman, o ulusun özgürlüğü doğrultusunda hiçbir uyarma ve propaganda çabası göstermezler. Yakın tarihte, Şovenizm terimine yeni bir boyut daha kazandırılmak istendi ve "Erkek Şovenistler", "Dişi Şovenistler" gibi bir ayırım yapılıp terim, karşı cinse üstünlük taslamak gayesiyle kullanılmaya başlandı. Ancak bilinmelidir ki bu kullanım yanlıştır ve şovenizmin, dişilik ve erkeklik ile hiçbir ilgisi yoktur. Başkalarına hayat hakkı tanımayan türden bir milliyetçilik anlayışı olan şovenizm, kapitalizmin işçi sınıfı üzerinde ayrımcılık yapma, halkları birbirine kırdırma amacıyla kullandığı bir silahtan ibarettir.
14
ULUSLARARASI
Venezuela: Latin Amerika’da gerilim yükseliyor Latin Amerika’da ABD emperyalizminin başlıca müttefiklerinden Kolombiya ile Venezüella yönetimi arasındaki gerilim, Chavez hükümetinin diplomatik ilişkileri keserek Kolombiya sınırına asker yığmasıyla yeni bir boyut kazandı Murat Yakın, 2 Ağustos 2010 Hatırlanacağı üzere, ABD emperyalizminin bölgedeki işçi emekçi düşmanı politikaları için merkez üs haline getirdiği Kolombiya’nın sağcı başkanı Alvaro Uribe, Kolombiya’da mücadele veren devrimci gerilla liderlerinin Venezüella’da olduklarını ve bu ülke yönetimince desteklendiklerini iddia etmişti. Hugo Chavez yönetiminin devlet başkanlığını 7 Ağustos tarihinde Juan Manuel Santos’a devredecek Uribe’ye ilk tepkisi Kolombiya ile diplomatik ilişkileri kesmek oldu.
müdahalede bulunmak için Kolombiya bir saldırı üssüne dönüştürülmüş durumda. Bush döneminde “planın “ hedefindeki ülkelere öngörülen saldırıların gerçekleştirilememiş olmasının başlıca nedeni, emper-
Kolombiya’da var olan üslerin yanı sıra 7 yeni askeri üssün daha açılmasına yönelik bir anlaşma imzaladı. Böylece Afganistan’a gönderilecek işgalci ABD birlikleri bir yandan bu üslerde eğitilirken, diğer yandan ABD çıkarlarının tehdit altında olduğu var sayılan ülkelere “gerektiğinde” tam kapsamlı askeri operasyonlar gerçekleştirebilme kapasitesine de ulaşılmış oldu. Planda ima edilen ülkelerin başında Venezuela, Ekvator ve Bolivya’nın yer aldığına şüphe yoktu. Emperyalist tehdit durdurulmalı
Chavez, Uribe’nin iktidarı devredene dek her türlü çılgınlığı yapabilecek durumda olduğunu belirterek, kendilerinin savaş istememekle beraber, bu durumu bir savaş tehdidi olarak gördüklerini belirtiyor. Venezuela yönetimi, Kolombiya sınırına hava ve piyade birlikleri sevk ederek askeri bir bölge oluşturmuş durumda.
Her ne kadar, “Plan Kolombiya”, bölge emekçileri için başlıca tehdit desek de bu tehdidin etkisini nesnel olarak artıran bir başka faktör söz konusu. Söz ettiğimiz şey, Emperyalizmin çıkarları açısından problemli olarak gördüğü ülkelerdeki önderliklerin ortak karakteri. Emperyalizm ve kapitalizmden kopmayı öngören berrak bir programdan yoksun bu önderlikler mülkiyet ilişkilerine yönelik yapısal dönüşümlere gönülsüzlükleriyle tanınıyor-
Gerilimin kaynağı; Plan Kolombiya Kolombiya, uzun bir süredir Latin Amerika’daki seferberliklerin emperyalizm açısından denetimden çıkma olasılığına yönelik olarak ABD emperyalizmi tarafından askeri bir üsse dönüştürülmüş durumda. O nedenle bugünkü Kolombiya yönetimini ABD emperyalizmi tarafından Latin Amerika’da yaratılmış yeni bir İsrail olarak tanımlamak yanlış olmaz. 30 yılı aşkın bir süredir Kolombiya’da organize edilen kontrgerilla faaliyetlerinin yarattığı yıkımın izlerine bu ülkenin yanı sıra tüm kıta ülkelerinde de rastlamak mümkün. Emperyalizm tarafından 80’li yılların başından beri sürdürülen ve bu ülkenin merkezi olduğu uyuşturucu trafiğiyle finanse edilen saldırgan politika, Bush hükümeti döneminde kamuoyuna “Plan Kolombiya” olarak sunulup arsızca meşrulaştırıldı. Plan esas olarak, ABD ve İngiliz seçkin birliklerince yetiştirilen kontrgerilla ordusu ve paramiliter güçlerin, ülkenin büyük kısmını kontrol eden FARC gerillalarına, yoksul köylülere ve büyük kentlerdeki işçi önderlerine yönelik yıldırıcı saldırılar düzenlemesine dayanıyor görünse de daha global bir içeriğe sahip. Başta Venezuela, Bolivya ve Orta Amerika ülkelerindeki – örneğin Honduras- kitlesel seferberlik ve emperyalist çıkarları tehdit eden gelişmelerin önüne geçebilmek için darbeler tezgâhlamak ve hatta askeri bir
yalizmin Ortadoğu ve Afganistan işgallerinde beklenmedik darbeler alması ve üçüncü bir cephe açmak konusunda tereddüt geçirerek bir süre daha bu ülkelerde “demokratik gericilik” politikasını sürdürmeye karar vermiş olmasıydı.
Sosyal hareketlere yaslanan Chavez, Morales ya da Correa gibi önderler, her geçen gün mülkiyet ilişkileri ve iktidar sorunu gerçekliğiyle yüzleşmek durumunda kalıyorlar. Bu önderlikler kıta genelinde “Sol maskeli” yeni liberal hükümetlerin kuruluşuna destek olurken, emekçi yığınların enerjisini düzen içine hapsetme işlevi de görüyorlar Obama yönetiminde “Plan Kolombiya” görülmedik bir ivme kazanacaktı. Gerici Uribe yönetimine BP ve Oxidental gibi şirketlerin desteğiyle 10 milyar dolarlık ek bir bütçe aktarıldı. Obama yönetimi, Yakınlarda
lar. Emperyalizmin bir kanadıyla girilen çatışma bu ülkelerdeki hükümetleri diğer emperyalist kanatlarla bir uzlaşma arayışına itmekte. Günümüz “soluna” ilham kaynağı olan ve 21. yüzyılın sosyalizmi diye anılan bu anlayış, sınıf uzlaşmacılığına dayalı ve kapitalist sömürüyü insanileştirme söyleminin belirlediği, “Halk Cepheci” bir temelde yükseliyor. Sosyal hareketlere yaslanan Chavez, Morales ya da Correa gibi önderler, her geçen gün mülkiyet ilişkileri ve iktidar sorunu gerçekliğiyle yüzleşmek durumunda kalıyorlar. Bu önderlikler kıta genelinde “Sol maskeli” yeni liberal hükümetlerin kuruluşuna destek olurken, emekçi yığınların enerjisini düzen içine hapsetme işlevi de görüyorlar. Sonuç olarak, son günlerde Venezuela ve Kolombiya arasında tırmanan gerilim, bir saatli bomba misali “Plan Kolombiya’nın” geri sayıma geçmiş olduğunun en açık kanıtı. Honduras’ta yaşanan deneyimle birlikte ele alındığında, artık Latin Amerika’da darbeler çağının kapanıp, sosyal uzlaşma ve demokratik ilerleme çağının açıldığı yanılsamasını yaratan bu işbirlikçi “Sol” hükümetler bir kez daha “Şili Faciasını” akla getiriyorlar.
ULUSLARARASI
15
Petrol şirketlerinden eski deyim: “Kan dökülecek!” BP'ye ait olan Deepwater Horizon petrol platformunun 21 Nisan'da patlayıp batmasının ardından oluşan petrol sızıntısı, 11 işçinin hayatını kaybetmesine ve günde 800 bin litre (bazı araştırmacılara göre ise daha da fazla) petrolün körfeze yayılmasına sebep oldu Sedat D., 2 Ağustos 2010 Sızıntının yarattığı çevre felaketi, bilonçosu ve tehlikelerini geçtiğimiz sayımızda incelemiştik. Geçtiğimiz zaman içerisinde yapılan binbir denemenin ardından sızıntı geçici olarak da olsa durdurulabildi. Buna rağmen 28 Temmuz'da yeni bir sızıntı daha gerçekleşti. Bu sızıntının da kontrol altına alınmasının ardından İngiliz hükümetinin BP'ye verdiği olağanüstü destek aracılığı ile BP'nin hisseleri yeniden değer kazanmaya başladı.
tarafından üstlenilmekte. Yani petrol şirketlerinin yol açtığı zararlar emekçilerin vergileri ile gideriliyor. Bu da yetmiyor, dünyanın pek çok bölgesinde hükümetler, enerji sektörüne vergi ödeme kolaylıkları ve indi-
Şu anda dünya genelinde enerji sektörünün tüm çevresel etki somluluğu yasal esneklikler ve hükümet teşvikleri ile kamuya yüklenmiş durumdadır. Bu durum sadece daha büyük felaketlerin habercisidir. Asya'da ve Latin Amerika'da Çin' dekine benzeyen felaketler her an bekleniyor. Karadeniz'deki petrol palatformu ise, Meksika Körfezi' ndeki ile tıpatıp aynı... Madem tüm sorumluluk kamuya yükleniyor bu durumda tüm araştırma, üretim ve denetleme işi de kamunun olmalıdır. Petrol şirketlerinin bugüne değin yaratabildiği tek şey krizler, savaşlar ve çevre felaketleri oldu. Petrol şirketleri sadece doğanın ve insanın kanını döktüler. Bugün aynı alışkanlıklarını, hem de her zamankinden de acımasız ve tehlikeli bir biçimde sürdürüyorlar.
Bir başka çevre felaketi haberi ise Çin'den geldi. Dalian’da 16 Temmuz’da iki boru hattının patlaması Bohai Körfezi’ne petrol sızmasına sebep oldu. Sızan petrol 9 gün içerisinde balıkçı tekneleri ve 8 bine yakın işçi tarafından ilkel yöntemler ile “temizlendi”. Çevre felaketinin yanı sıra bir de itfaiye işçisi hayatını kaybetti. Bu iki felaket, kapitalist enerji sektörünün petrole olan bağımlılığının sonuçlarını bizlere göstermekte. Bunların yanı sıra felaketlere yapılan müdahaleleri izleyecek olursak şunu görmek mümkün oluyor; hemen tüm mali yük hükümetler
nezdinde lobi faaliyetleri yürüttükleri de bilinen bir gerçek.
rimler dahi yapıyor. Ayrıca Pamir, BP ve Exxon Mobile gibi büyük petrol şirketlerinin, kaza ihtimaline karşı yatırımları zorlaştıran önlemleri gevşettirmek ya da verilecek tazminatları azaltmak için hükümetler
Yeni felaketlere karşı tek korunma çaremiz var: Tüm enerji sektörü ve tüm kirletici sanayiler derhal kamulaştırılmalıdır!
Çinli Foxconn şirketi gururla sunar:
İntihar süsü verilmiş kapitalist cinayetler! Salih Şimşek, 29 Temmuz 2010 Bilişim sektöründe dev firmaların elektronik parça üretimini yapan Çin kökenli Foxconn şirketi, 2010'un Mayıs ayından beri intiharlarla gündemde. 13 işçinin şirket binalarından atlayarak intihar etme girişimi 10 işçinin ölümü, 3 işçinin de ağır yaralanmasıyla sonuçlandı.
de uyuyup, belirli saatlerin haricinde dışarı hiç çıkmadan fabrikada yaşıyorlar. Daha da önemlisi intihar etseler bile bunun şirket sorumluluğunda olmadığını
Çalıştırdığı 800.000 işçisiyle kendisi de bir dev olan Foxconn, aralarında Apple, Microsoft, Intel, Dell, Sony, Motorola ve Nokia'nın da bulunduğu pek çok şirketle çalışıyor. Foxconn geçen sene Çorlu'da kuracağını açıkladığı 60 milyon dolarlık tesisle de haber olmuştu. İntiharlar neden oluyor? İntiharların en temel sebebi ağır çalışma koşulları. İşe başlayan işçiler ayda 130 dolar için aralıksız en az 8, günlük 14-15 saat çalışıyorlar. 14 kişilik yatakhaneler-
belirten bir sözleşme imzalıyorlar. Bu sene 30'dan fazla işçiyi binalardan atlamak üzereyken durduran şirket yöneticileri, işçilerin çalışma koşullarını iyileştirmeye (!) çalışıyorlar. Müzik yayınları, şarkıcılar, dansçılar,
egzersiz uzmanları ve 'kötü ruhları kovmak üzere' getirilmiş Budist rahipler, hepsi birden stres altındaki işçiler için seferber edilmiş durumda. İşin ciddiyetini çok iyi kavrayan yönetim, binaların arasına çelik ağlar gerdirip, atlayarak intihar etmeyi engellemiş. Maaşların artırılacağı da gelen haberler arasında. Ağır çalışma koşulları, Çin'de yasalara aykırı değil çünkü yasalara göre işveren işçilerin çalışma saatlerini ve şartlarını istediği gibi belirleyebiliyor. Foxconn'la iş yapan şirketler ise, haber yapılmadığı sürece bu olaylara ses çıkarmıyor. Sonuçta doğrudan patronların sorumluluğundaki bu intiharlar, işçilerin bireysel hareketleri gibi sunulup, duygusal sözlerle pazarlanıyor. Hal böyleyken bu gibi intihar haberlerini daha sık duyacağız, ama bunların kapitalist cinayetler olduğunu bilerek.
Troçki Yaşıyor, Bolşevizm Yaşıyor! 20 Ağustos 1940 yılında, Stalin’in ajanı tarafından Mexico City’de katledilen Lev Troçki, 70 yıl önce uğruna tüm hayatını adadığı sosyalist mücadeleden fiziki olarak koparıldı. Onu katlettirenler, işçi sınıfına ihanetleriyle tarihin karanlık sayfalarında yerlerini çoktan aldılar. Büyük usta Troçki ise, dünyanın dört bir yanında proleter devrim için mücadele eden binlerce devrimcinin ilham kaynağı oldu, olmaya devam ediyor.
masından sonra da on yıl. Savaş yıllarında Hohenzollern’lerin Almanyası beni gıyaben hapse mahkum etti (1915), ertesi yıl Fransa’ dan İspanya’ya sürüldüm, Madrid’de kısa bir süre hapis yattıktan ve Cadix’de de bir ay polisin gözaltında kaldıktan sonra Amerika’ya gönderildim. Şubat Devrimi günlerinde orada idim. New York’tan yurduma dönerken Mart 1917’de İngilizlerin elinde düştüm ve tam bir ay Kanada’da bir toplama kampında esir kaldım.
Büyük bir devrimcinin, düşünce adamının ardından ağıtlar yakmak, ya da sadece kahramanlıklarından bahsetmek kuşkusuz ona yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Onu ne ağıtlarla anıyoruz ne de kahramanlık destanlarıyla... Düşüncesini, eylemini dünyanın dört bir yanında işçilere, emekçilere ve gençliğe aktararak onu yaşatıyoruz.
“Dokuz yaşında herkesten uzak bir köyde yaşadım, hiç dışarı çıkmadan. Sekiz yıl orta öğrenim gördüm. Okuldan çıktıktan sonra ilk defa bir yıl hapse girdim. Çağdaşlarımın çoğu gibi, benim üniversitem de hapishane, sürgün ve mültecilik oldu. Çarlık yönetiminde 2 seferde dört yıl hapis yattım. İlkinde iki yıl, ikincisinde birkaç hafta sürgünde kaldım. İki sefer Sibirya’dan kaçtım. İki sefer yurtdışına kaçtım, hepsi oniki yıl kadar yurt dışında kaldım, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ve Amerika’da: iki yıl 1905 ayaklanmasından önce ve bunun bastırıl-
Ocak 1928’de şimdiki Sovyet hükümeti beni sürgüne yolladı, bir yıl Çin sınırında kaldım, 1929 şubatında Rusya’dan çıkarıldım, bu satırları İstanbul’da yazıyorum. .... Öğrenme hevesim hiçbir zaman geçmedi ve ömrümde bir çok kez devrimin düzenli çalışmama engel olabileceği sanısına bile düştüm. Bununla beraber ömrümün bir yüzyılın üçte birine eş süresi tamamen devrimci kavga içinde geçmiştir. Eğer baştan başlamak gerekseydi, hiçbir iki demeden gene aynı yolu tutardım. Bunları gurbette yazıyorum, ömrümün üçüncü gurbetinde ve en yakın dostlarımın kendi elleriyle kurdukları Sovyet Cumhuriyetinin hapishanelerini ve sürgün yerlerini doldurdukları bir zamanda yazıyorum. Kimi dostlarım duraksadılar, saptılar ve düşman önünde boyun eğdiler: Bir bölüğü ahlak kaynakları tükendiği için, bir bölüğü de olaylar labirentinden tek başına çıkamadığı için, geri kalanı da artan baskıya dayanamadığı için.
Onun fikirleri dialektik materyalizmin, Marksizmin, Bolşevizmin berrak bir ifadesidir. Stalinist bürokrasinin tek ülkede devrim anlayışına karşı sosyalist dünya devrimini, bürokrasinin aşamalı devrim anlayışına karşı sürekli devrimi, her türden sınıf işbirliğini içeren halk cephelerine karşı işçi sınıfının birleşik cephesini, ulusalcılığa karşı enternasyonalizmi savunan Troçki, Stalinist bürokrasinin tahrifatlarına karşı Marksizmin yılmaz savunucusu olmuştur. Onun düşüncesi ve eyleminden öğrenmeye ve Marksizmin aydınlığını yeni devrimci işçi kuşaklarına aktarmaya devam edeceğiz. Büyük ustanın kendi sözleriyle mücadelesinin kısa bir özetini okurlarımızla paylaşmak istiyoruz:
tığım iş parti savaşçısı olarak çalışmak ve yazmaktı. 1923’de, devlet bütün kitaplarımı basmaya başladı. Daha önce basılmış olan askerlikle ilgili beş ciltten başka on üç cildim yayınlandı. “Troçkizm”e karşı açılan savaşın pek kızıştığı 1927’de kitaplarımın bastırılması da durduruldu.
1905 ve 1917 devrimlerine katıldım, 1905’ te ve sonra 1917’de Petersburg Sovyeti Başkanı idim. Ekim Devrimi içinde çalıştım, Sovyet Hükümeti üyesi oldum. Dış İşleri Halk Komiseri olarak, Alman, AvusturyaMacaristan, Bulgar ve Türk delegeleriyle Brest-Litovsk barış görüşmelerini yürüttüm. Savaş ve deniz halk komiseri olarak Kızıl Ordunun örgütlenmesi ve kızıl filonun yeniden kurulması için beş yıl çalıştım. 1920 yılında, bunca işin arasında, çığrından çıkmış olan demiryollarını çekip çevirmek de bana düşen görevlerden biri olmuştur. Sivil savaş yılları bir yana bırakılırsa, yap-
Daha önce de görmüştüm, iki sefer, yığınların bayrağı bırakıp kaçtıklarını: 1905 devrimi bastırıldığı zaman ve bir de Dünya Savaşı başladığı zaman. Böylece pek yakından görmüş ve denemiş olarak bilirim, tarihte yükselmenin ve alçalmanın ne demek olduğunu. Bunların yasaları vardı. Bunları hızla dönüştürmek için sabırsız olmaya gelmez. Ben tarih olaylarını, kendi kişisel kaderimden daha değişik bir açıdan görmeye alıştırmışımdır kendimi. Olanların akla uygun nedenlerini bulmak ve yerli yerine oturtmak, bir devrimcinin yapacağı ilk iştir. Ve bu en büyük kişisel mutluluğu, ancak görevini bugünkü çıkarlarıyla karıştırmayan bir kimse duyabilir.” Büyükada, 14 Eylül 1929 (Hayatım, Yazın Yayıncılık, İkinci Baskı, Ekim 1999) Yoldaş Troçki, sosyalizme dek daima...
www.iscicephesi.net